You are on page 1of 295

Divan Edebiyatı

Araştırmaları Dergisi
1
The Journal of
Ottoman Literature
Studies

İKİNCİ BASKI
Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi
Divan Edebiyatı Vakfı (DEV) kuruluşu olan
DEV İktisadi İşletmesi yayınıdır.

Yayın Türü İlmî ve Edebî

Dizgi-Mizanpaj Divan Edebiyatı Vakfı Dizgi Servisi

Bayrak Yayımcılık Matbaa San. ve Tic. Ltd. Şti.


Baskı-Cilt Küçük Ayasofya Cad. Yabacı Sokak, No: 2/1
Sultanahmet/İstanbul
Tel: 0212 638 42 02

Kapak Tasarım Sena Ajans

Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi


Yönetim Yeri/ İmrahor Mahallesi, Doğancılar Cad., Nu. 81
Address for Üsküdar/İstanbul
Correspondence Posta kutusu PK. 6
Üsküdar /İstanbul-TÜRKİYE

Sorumlu Yazı İşleri Prof. Dr. Nihat Öztoprak


Müdürü/Editor noztoprak@marmara.edu.tr

Teknik Sorumlu Yard. Doç. Dr. Recep AHISHALI

Abone İşleri/ Dr. Ümran Ay


Subscribtion umran.ay@gmail.com

ISSN 1308-6553

© Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi


Dergimizdeki yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.
Yazıların her türlü sorumluluğu yazarlarına aittir.
Sayı/Issue: 1 ● 2008 GÜZ/AUTUMN

Divan Edebiyatı
Araştırmaları Dergisi

1
The Journal of
Ottoman Literature
Studies

HAKEMLİ DERGİ

İKİNCİ BASKI

DEV
İstanbul 2008
Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi

DEV Adına sahibi


Prof. Dr. İskender PALA
i.pala@isam.org.tr

SORUMLU YAZI İŞLERİ Prof. Dr. Nihat Öztoprak


MÜDÜRÜ (EDİTÖR/EDITOR) noztoprak@marmara.edu.tr

Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK


YAYIN KURULU/ Doç. Dr. Ömür CEYLAN
EDITORIAL BOARD
Dr. Üzeyir ASLAN

SEKRETERLER/ Dr. Ozan YILMAZ – Dr.Ümran AY


SEKRETARIES

Prof. Dr. Metin AKKUŞ (Atatürk Üniversitesi)


Prof. Dr. Orhan BİLGİN (Marmara Üniversitesi)
Prof. Dr. Ali Fuat BİLKAN (TOBB Ekonomi ve Teknoloji
Üniversitesi)
Prof. Dr. Sebahat DENİZ (Marmara Üniversitesi)
Prof. Dr. Cem DİLÇİN (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Osman HORATA (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Mustafa İSEN ( Başkent Üniversitesi)
DANIŞMA KURULU/
Prof. Dr. Ahmet KARTAL (Kırıkkale Üniversitesi)
ADVISORY BOARD
Prof. Dr. Günay KUT (Boğaziçi Üniversitesi)
Prof. Dr. Muhsin MACİT (Yüzüncü Yıl Üniversitesi)
Prof. Dr. Cihan OKUYUCU (Fatih Üniversitesi)
Prof. Dr. A. Atilla ŞENTÜRK (İstanbul Üniversitesi)
Prof. Dr. Tahir ÜZGÖR (Marmara Üniversitesi)
Prof. Dr. Kemal YAVUZ (İstanbul Üniversitesi)
Prof. Dr. Emine YENİTERZİ (Selçuk Üniversitesi)
Doç. Dr. Ahmet ARI (Süleyman Demirel Üniversitesi)

Doç. Dr. Orhan SÖYLEMEZ


İNGİLİZCE SORUMLULARI
Pınar BESEN

Dr. Hakan TAŞ - Dr. Ozan YILMAZ


ANA DİLİ SORUMLULARI
Dr. Ümran AY
Değerli Okuyucu,
Türk medeniyet tarihinin edebî anlamda en zengin dö-
nemi olan Divan edebiyatının anlaşılmasına yönelik son yıl-
larda ciddî çalışmalar yapılmakta, pek çok ilim adamı tarafın-
dan bu edebiyatın estetik güzelliği, hayal zenginliği, mü-
kemmel şekil ve anlam dünyası makale, tebliğ ve kitap hâ-
linde bir bir gün yüzüne çıkarılmaktadır. Türk medeniyetinin
ve hayatının zenginliğini ve mükemmelliğini de ortaya koyan
bu gayretlerin kesintisiz sürdürülebilmesi ve daha düzenli
yapılabilmesi için çalışmaları destekleyici, birleştirici, kuşatıcı
bir kuruma ihtiyaç hissedildiği içindir ki yakın bir geçmişte
Divan Edebiyatı Vakfı kuruldu.
Divan Edebiyatı Vakfının ilk faaliyeti, tamamıyla bu sahaya
hasredilmiş özgün çalışmaların yer alacağı Divan Edebiyatı
Araştırmaları Dergisi’ni çıkarmak oldu. Türk edebiyatının en
uzun ve en mükemmel dönemi olduğu hususunda yerli ve
yabancı araştırmacıların ittifak ettiği Divan edebiyatı ala-
nında, bilindiği üzere hakemli, akademik bir alan dergisi
yoktur. Makaleler farklı yerlerde yayımlanmakta ve ilgililerin
bunların tamamını takip etmeleri mümkün olamamaktadır.
Bu açıdan Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, alanın müsta-
kil süreli yayın açığını kapatmaya yönelik ilk adım olma özel-
liğini taşımaktadır. Dönemin uzunluğu, şair ve eser sayısının
çokluğu, şekil ve muhteva hususiyetlerinin zenginliği dikkate
alınırsa bu tür bir derginin çıkarılmasında geç bile kalındığı
söylenebilir.
Elinizdeki ilk sayısı ile yayın hayatına atılan bu genç
dergi, Divan edebiyatı alanında yapılan akademik çalışmala-
rın yayımlandığı hakemli, akademik, sosyal ve beşerî bilimler
alan dergisi olacaktır. Bahar ve güz olmak üzere yılda iki sayı
VI ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

yayımlanacak olup öncelikle Divan edebiyatı üzerine hazırla-


nan ilmî makale, tercüme, eleştiri ve mecmua tanıtımları ya-
yımlanacaktır. Yayın ilkeleri genel kabul görmüş ilmî kriter-
lere göre belirlenen dergide, dipnot sistemi olarak son yıllarda
alanın akademisyenleri tarafından tercih edilen ve sosyal bi-
limlere uygunluğu test edilmiş olan paragraf içi başvuru
yöntemi (Yazar, tarih: sayfa) benimsenmiştir.
Değerli Divan edebiyatı araştırmacıları,
Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi’nin amacını gerçek-
leştirebilmesi, sizlerin özgün çalışmalarla bizleri destekleme-
siyle mümkün olacaktır. Desteğinizi esirgemeyeceğinizi ümit
eder, genç dergimize uzun soluklu ve başarılı yayın hayatı
temenni ederiz.
Gelecek sayılarda buluşmak üzere, hoşça kalın.

Prof. Dr. Nihat Öztoprak


Editör
İÇİNDEKİLER

ALİ FUAT BİLKAN


Nâbî’nin “Mi‘râc-nâme”si .................................................................... 1-8

SEBAHAT DENİZ
Kadızâde Mehmed İlmî’nin Sultan IV. Murad İçin Yazdığı
Manzum Duânâme’si .......................................................................... 9-40

CEM DİLÇİN
Stilistik Açıdan “Öncelemeler” ve Fuzulî’nin Şiirlerinde
“Yüklem Öncelemesi” ...................................................................... 41-94

AHMET KARTAL
Anadolu Selçuklu Devleti Döneminde Dil ve Edebiyat ................. 95-168

M. FATİH KÖKSAL
Metin Tamiri (Usul ve Esaslar, Uygulamalar ve Bazı Teklifler) ....169-190

GÜNAY KUT
Divan Edebiyatında “Adl ve Adalet” Üzerine Klişeler ................. 191-204

CİHAN OKUYUCU
Kelâmî Mahlaslı İki Divan Şairi:
Kelâmî Cihan Dede ve Kelâmî-i Rûmî ......................................... 205-240

K it a b iy at

CUMHUR ÜN
Nâbî’nin Bir Latifesi ..................................................................... 241-254

OZAN YILMAZ
Metin Te’sisinde Şiir Mecmualarının Katkısına Bir Örnek:
Süleymaniye Kütüphanesi Hacı Mahmud Efendi Koleksiyonu
5214 Numaralı Mecmua ve Muhtevası ......................................... 255-280
Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi 1, İstanbul 2008, 1-8.

Nâbî’nin “Mi‘râc-nâme”si
ALİ FUAT BİLKAN *

Nâbî’s “Mi‘râc-nâme”

ÖZET ABSTRACT

Mi’râc-nâmeler, Peygamber Efendimizin mi’râc mu- Mi’rac-nâme is a kind of poem which includes the night
cizesinin anlatıldığı edebî eserlerdir. Arap, İran ve Türk of the Prophet Mohammed’s miraculous journey. There is
edebiyatlarında pek çok mi’rac-nâme türünde yazılmış a lot of mi’rac-nâmes in the Arab, Iran and Turkish
eser bulunmaktadır. Türk edebiyatında XV. yüzyıldan literatures. The first mi’rac-nâme was written in the XVth
itibaren görülen bu türün ilk örneği Ahmedî’ye ait olan century in Turkish Literature. XVth century’s Turkish
mi’rac-nâme’dir. Mi’rac-nâmeler üzerine bir doktora tezi poet Ahmedî wrote the first mi’râc-nâme. Prof. Metin
hazırlayan Prof. Dr. Metin Akar’ın divânlarda, kasidele- Akar who had a Ph.D about mi’râc-nâme, proved nearly
rin bir bölümü olarak tespit ettiği mi’râc-nâme örnekleri 30 mi’râc-nâmes except Nâbî’s Mi’rac-nâme. This article
bulunmakla beraber, türün müstakil olarak yazılmış intends to introduce Nâbî’s work. XVIIth century’s
örnekleri otuz civarındadır. Doktora tezinde yer almayan Ottoman poet Nabi besides his ten books also wrote a
Nâbî’nin Mi’rac-nâme’si, mesnevî nazım şekliyle kaleme Mi’rac-nâme. This work is 525 couplets and written in the
alınmış olup toplam 525 beyittir. Şairin yüz civarındaki mesnevi form. Among Nâbî’s hundered of Divan copies,
Divân nüshasından sadece altısında yer alan bu şiir, only 6 manuscripts include mi’rac-nâme. This work might
tahminimizce Nâbî’nin son dönem eserlerindendir. Zaten be the poet’s final book.
Nâbî’nin, eserindeki ifadeleri de bu tezimizi doğrulamak-
tadır.

ANAHTAR KELİMELER KEYWORDS


Mi’rac-nâme, Şiir, Mu’cize, Türkçe, Edebiyat, Nâbî, Mi’rac-nâme, Poem, Miraculous, Turkish, Literature,
Mesnevi, XVI. Yüzyıl. Nâbî, Mesnevi, XVIth century.

Mi’râc-nâme, veya Mi’râciyye, Kâsik Türk Edebiyatında “mi’râc


mucizesi”ni konu alan edebî türe verilen addır. Ortak medeniyet daire-
sinde bulunan Arap, İran ve Türk edebiyatlarında, mi’râc-nâme türünde
pek çok eser bulunmaktadır. Genellikle manzum olan bu eserler, bazen
∗∗
bir kasîde veya mesnevînin bir bölümü olarak da yer alırlar.

*
Prof. Dr., TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Türk
Dili ve Edebiyatı Böl., Ankara. (afuat@etu.edu.tr)
∗∗
“XIV-XV. asırlarda İbrahim Bey’in Külliyat’ı içinde yer alan manzum Müntehabat-ı
Mesnevî Şerhi’nde, Ahmedî’nin Cemşîd ü Hurşîd’inde, Alî Şîr Nevâ’î’nin Hayretü’l-
Ebrâr, Ferhad ü Şîrîn, Mecnûn u Leylî, Seb’a Seyyâre ve Sedd-i Skenderî mesnevîle-
rinde, Akşemseddin-zâde Hamdullah Hamdî’nin Leylâ vü Mecnûn’unda, Be-
hiştî’nin Leylâ vü Mecnûn’unda, XV. asırda, Lâmiî’nin Ferhad ü Şîrîn’inde, Fu-
2 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Esasen bu türü temsil eden eserlerin daha ziyade müstakil manzum


veya mensur eserler olduğunu belirtmek gerekir. Dolayısıyla mi’râc-
nâme (veya mi’râciyye) türünün en önemli özelliği, müstakil bir eser
hüviyyetinde olmasıdır. Anadolu sahasında yazılmış divânlarda yer
alan manzum mi’râc-nâmeler konusunda yapılan çalışmalarda tespit
edilen eserlerin en eskisi, XV. yüzyıla aittir. Bu da mi’râciyelerin, XV.
yüzyıldan itibaren bir şiir türü olarak gelişmeye başladığını göstermek-
tedir. İlk müstakil mi’râc-nâme yazarı olan Ahmedî’nin “Tahkîk-i
Mi’râc-ı Resûl” başlığını taşıyan 497 beyitlik eseri, aynı zamanda mi’râc-
nâme türünün divândan bağımsız olarak gelişmesini örnekleyen önemli
bir eserdir (Akdoğan 1989: 263-310).
Mi’râc-nâmeler üzerinde bir doktora tezi hazırlamış olan Metin
Akar, divânlarda yer alan mi’râc-nâmeleri şu şekilde tespit etmiştir :
“XVI. asırda Lâmiî Çelebi; XVII. asırda Ganî-zâde Nâdirî (1572-1626), Azmî-
zâde Hâletî (öl. 1630), Nev’î-zâde Atâyî, Nâilî-i Kadîm (öl.1666), Neşâtî Ahmed
Dede (öl.1674), Vâdî Muhammed Çelebi (öl.1682), Fasih Ahmed Dede
(öl.1699), Riyâzî, Âsım-ı Bosnavî, Selâmî, Rüşdî, Senâyî Şeyh Ali Efendi;

zûlî’nin Leylâ vü Mecnûn’unda, Kara Fazlî’nin Gül ü Bülbül’ünde, Taşlıcalı Yah-


yâ’nın Gencîne-i Râz, Usûl-nâme, Şâh u Gedâ, Yûsuf u Züleyhâ ve Gülşen-i Envâr’ında,
Refiî’nin Beşâret-nâme’sinde, Arayıcı-zâde Ferdî Hüseyin’in Şâpur-nâme’sinde, XVII.
asırda, Kaf-zâde Fâ’izî’nin Leylâ vü Mecnûn’unda, İlmî’nin Manzûme-i Kadi-
zâde’sinde, Nev’î-zâde Atâyî’nin Âlem-nümâ, Nefhatü’l-Ezhâr, Sohbetü’l-Ebkâr, Heft-
hân ve Hilyetü’l-Efkâr’ında, Na’îm’in (muhtemelen ismi Vâmık u Azrâ) bir mesne-
vîsinde, Nâbî’nin Hayriyye’sinde, Suphi-zâde Feyzullah Fevzî’nin Safâ-nâme ile Aşk-
nâme’lerinde, Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk’ı ve Mustafa Kâil’in Nâme-i Aşk’ında mi’râ-
ciye bölümleri mevcuttur.”(Age, s.125-127). Metin Akar’ın “İnceleyemediğimiz
Müstakil Mi’râc-nâmeler” başlığında, metinlerini görmediğini belirttiği mi’râc-
nâmeler de şunlardır: “İsfendiyar Bey oğlu Bafra valisi Hızır Bey adına 1414’te ya-
zılan meçhûl bir şair (veya yazarın) Mi’râc-nâme’si, Şeyh İlâhî-i Nakşibendî
(öl.1487)’nin Manzûme-i Mi’râc-nâme’si, Himmet Efendi (öl.1684)’nin Manzûme-i
Mi’râc-nâme’si, Simkeş-zâde Feyzî Hasan Efendi (öl.1690)’nin Mi’râc-nâme’si, Suhûfî
Muhammed Efendi (öl.1737)’nin mülemmâ Manzûme-i Mi’râciye’si, Salâhî Abdul-
lah Efendi (Salâhî-i Uşşâkî) (öl.1781)’nin mülemmâ Manzûme-i Mi’râciye’si, Nûrî
Muhammed Efendi (öl.1856)’nin Risâle-i Mi’râc’ı, Fatma Kâmile Hanım (öl.1921)’ın
Mi’râciye’si, Hüseyin Bursavî’nin Mi’râciye’si, Cemaleddin-i Vahdet’in Mi’râciye’si,
Kavukçu Mehmed Efendi’nin Mi’râciye’si, Kastamonulu Şeyh Muslihüddin
Vehbî’nin Mi’râcü’l-Beyân’ı, Mehmed Şemsüddin Efendi’nin Mi’râciye’si, Erzu-
rumlu Şeyh Osman Sirâcüddin Sirâcî’nin Manzûme-i Mi’râc’ı ile Beylerbeyili Arap
Sadî Bey’in Mi’râciye’sidir.”(Akar 1987 : 203-294)
Nâbî’nin Mi‘râc-nâme’si ● 3

XVIII. asırda, Sâbit (öl.1714), Nazîm Yahyâ (öl.1727), Seyyid Vehbî (öl.1793),
Dürrî Ahmed Efendi (öl.1722), Sâlim (öl.1743), Halimî Mustafa Paşa (öl.1759),
Alî Nutkî Dede, Mâhir, Hâzık, Hakim Seyyid Muhammed Nûr, Vâsık, Birrî;
XIX. asırda İzzet Molla (öl.1829), Fâik Ömer (öl.1838), Lebîb ve Âdile Sultan.”
(Akar 1987 : 131-132). Burada, mi’râc-nâmelerin XVI. yüzyıldan itibaren
divânların muhtevâsına dahil edildiği ve diğer şiir türleri kadar rağbet
gördüğü anlaşılmaktadır.
Metin Akar’ın tespit ettiği mi’râc-nâmeler içerisinde, Nâbî’ye ait
müstakil bir mi’râc-nâme görülmemektedir. Her ne kadar Nâbî’nin
Hayri-nâme’sindeki kısa mi’râciyeden bahsedilmişse de, şairin Divân
nüshalarından birkaçında yer alan manzum Mi’rac-nâme’si görülmemiş-
tir.
Nâbî’nin eseri, “Mi’râciyye-i Hazret-i Sahib-i Tâc-ı Levlâk Ve Mâ-Sadak-
ı Mantûk-ı Mâ-Halakati’l-Eflâk” başlığını taşımaktadır. Mesnevî nazım
şekli ve aruz vezninin “Mef’ûlü Mefâ’ilün Fe’ûlün” kalıbıyla yazılan
eser, toplam 525 beyittir. Eserin bugüne kadar tespit edilememiş olması-
nın en önemli sebebi, Nâbî’nin yüz nüshayı aşkın Divân yazmasından
sadece 6’sında yer almış olmasıdır. Bunlardan yurtdışından getirtmeye
çalıştığımız iki nüshayı henüz göremedik. Ama elimizdeki dört nüsha-
dan hareketle tenkitli bir metin hazırladık. Nâbî’nin Mi’râc-nâme’si :
Hamd ana ki hamd ana revâdur
Hamdün dahi hamdine sezâdur
beytiyle başlamaktadır. Eserin ilk 77 beyti tevhid bölümüdür. Nâbî, 78-
90. beyitler arasında Peygamberimizin na’tına girizgâh yapmıştır. 91-
161. beyitler arasında na’t yer almaktadır. Şair, 162-193. beyitler arasında
Peygamberimizden şefaat dilemekte ve mağfiret talebinde bulunmakta-
dır. Mi’râciye, esas olarak mesnevînin 194. beyitinden sonra yer alan
“Makale-i Mi’râciyye” başlığıyla başlamaktadır. Mi’râciye bölümünün ilk
beyti şöyledir :
Bir şeb ki ‘inâyet-i İlâhî
Zeyn itmiş idi bu bârgâhı (Yz. A. 4635/2, 19a-25a)

Bazı yazmalarda Mi’râc-nâme’nin bundan önceki beyitleri eksiktir.


Bu bakımdan eserle ilgili ayrıntılar, tenkitli metninde değerlendirilecek-
tir.
4 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Eserde, genel olarak diğer mi’râc-nâmelerde de dile getirilen ana


muhtevâ işlenmiştir. Bu bakımdan eserin en dikkat çekici özellikleri, dili,
anlatım tekniği ve üslûbudur. Şair, çoğu kez sözünü kahramanlardan
birine emanet ederek maksadını ve düşüncelerini ona söyletir. Sözge-
limi, Cebrail’in Peygamber Efendimize hitabı ve ona, şimdiye kadar hiç
kimseye müyesser olmayan bir mucizeye mazhar olduğunu anlatması
(242-277. beyitler), anlatım tekniği bakımından dikkat çekicidir :
Bu menkabet-i bülend-pâye
Hîç salmadı bir ser üzre sâye
Hîç kimsenün olmadı bu devlet
Bâlâsına sâye-bahş-ı ‘izzet
Bu devlet-i kurb u câh-ı ber-ter
Bir mürsele olmadı müyesser
Bir kimsenün olmadı bu mi’râc
Fark-ı ser-iftihâr-ı nüh-tâc (265-268.beyitler)

Peygamberimizin Burak’a binmeleri anında Burak’ın “serkeşlik


edip” ürkmüş bir âhû (âhû-yı remîde) gibi davranması karşısında, Ceb-
rail’in Burak’la konuşması (296-305. beyitler) da bu tarz anlatıma örnek
gösterilebilir. Bu husus, farklı sebeplere dayandırılarak diğer
mi’râciyeler de yer alan bir hadise olmakla beraber, şairin samimi ifade-
leri ve kendine has anlatımı esere orijinal bir hüviyyet kazandırmıştır :
Cibrîl görüp bu vaz’-ı hâmı
Şerme bedel oldı ihtirâmı
Ana didi ey Burâk-ı gül-gûn
Bilmem ne bu cünbiş-i diger-gûn
N’oldı sana kim ibâ idersün
Baht irdi sana hebâ idersün
Bu devlet ü bu sa’âdet u fer
Bir rahşa hîç olmadı müyesser (295-298. beyitler)

Burak, kendisine ihsan edilen bu görevi idrâk ettikten sonra


mahçup olup Peygamberimizden şefaat diler (311-316. beyitler).
Nâbî’nin Mi‘râc-nâme’si ● 5

Bundan sonraki anlatımlarda, İslâm tarihinde de yer alan pekçok


hadise ve Peygamber Efendimizin mi’râçta yaşadıkları konu edilir.
O’nun diğer peygamberlere imâm olup namaz kıldırması (332. beyit),
Sidretü’l-müntehâ’ya varması (375. beyit), Cebrail ile Burak’ın bu sınır-
dan ileriye gidememesi (397. beyit) ve Peygamberimizin yoluna Refref
ile devam etmesi (399. beyit) gibi hususlar, diğer mi’râciyelerde de ifade
edilen ortak motiflerdir. Ancak Nâbî, diğer bazı mi’râc-nâmelerde yer
alan bazı motiflere yer vermemiştir. Sözgelimi, Süleyman Nahifî,
Seyyidî, Receb Vahyî, Mecîdî, Nâyî Osman Dede, Muhammed Fevzî,
Abdülvâsi Çelebi, Ârif, Hâfız Ömer Yenişehrî ve Abdülbâkî Ârif’in
eserlerinde görülen “Kudüs yolunda Peygamberimizin karşısına, dün-
yayı temsil ettiği belirtilen süslü bir kadının çıkması”, “beş vakit nama-
zın farz olması”, “yedinci gökte şarap ve süt ikrâmı”, “Peygamberimizin
diğer peygamberlerle mülâkatı”, “göğün katlarıyla ilgili tasvirler”, “Arş
ve Kürsî tasvirleri”, “Peygamberimizin Allahu ta’ala ile konuşması”
(Akar 1987: 206-315) gibi anlatımlar, Nâbî’nin eserinde bulunmamakta-
dır. Bu yönüyle Nâbî’nin eseri, Siyer-i Nebî veya İslam tarihinden neş’et
eden bir eser değildir. Nâbî, sanatkârâne tasvirler, süslü anlatımlar ve
yeni buluşlarla konuyu değil, üslûbu ön plana çıkarmıştır. Böylece onun
ortaya koyduğu eser, diğer mi’râc-nâmelerdeki dinî konulardan ve İs-
lâm tarihindeki mi’râc bahsinden alınan motiflerden ziyade, tasavvufî
bir mahiyet arz eder. Nitekim Ârif’in eserinde ve diğer birçok mi’râc-
nâmede Peygamberimizin Allah ile doğrudan konuşmasına uzun uzun
yer verilirken, Nâbî bu hususu tasavvufî bir edâ ile sır perdesi altında
anlatır :
Ol sohbete nutk hem-dem olmaz
Ol halvete kimse mahrem olmaz
Ol güft ü şinîd dem götürmez
Ol sırr-ı hafî rakam götürmez

Bir kimse degül o sırdan âgâh


Bir kendü bilür anı bir Allâh (418-420. beyitler)

Eserde, vak’alar oldukça kısa tutulmuş ve İslâm tarihine dayalı bil-


gilere yer verilmemiştir. Eser, Peygamberimizin Cenâb-ı Hak’la ko-
nuşması anlatılırken bir anda şairin araya girerek du’â faslına başlama-
6 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

sıyla (424-428. beyitler) farklı bir özellik kazanmıştır. Bu bölümden


sonra, “Hâtime-i Mi’râciyye” başlığında 96 beyitlik bir bölüm yer al-
maktadır. Eserin yaklaşık beşte birini oluşturan bu bölümde, Mi’râc-
nâme’nin yazılış sebebi ve şairi eseri hakkındaki düşünceleri yer al-
maktadır. Buna göre, eserin yazılmasını şairin hâmilerinden sadrazam
Baltacı Mehmed Paşa talep etmiştir :

Hâtime-i Mi’râciyye
Sad şükr Hudâ-yı lâ-yezâle
Vehhâb u kerîm-i bî-zevâle
Kim virdi bu nâ-tüvâna miknet
Bu nazm-ı latîf buldı sûret
Buldı bu ‘ibâret üzre revnak
Mi’râc-ı resûl-ı hazret-i Hakk
Ammâ ki bu nazm-ı âsmân-gîr
Olmağa libâs-pûş-ı ta’bîr
Bir zât-ı mükerrem oldı bâdî
Kim ‘âleme hayrdur murâdı
Teklîf-i leb-i güher-nisârı
Oldı bu ‘ibâret üzre cârî
K’ey pîr-i tarîkat-ı ma’ânî
Mi’mâr-ı binâ-yı câvidânî
Âsârınuz oldı gerçi vâfir
Mi’râca degül birisi dâ’ir (429-436. beyitler)
(.....)
Kimdür dir isen o bî-hemâli
Bi’z-zât cenâb-ı sadr-ı âlî
Sadrü’l-vüzerâ mu’în-i devlet
Fahrü’l-vükelâ emîn-i millet
Ser-tâc-ı ‘âlem-keşân-ı ‘âlem
Ser-dâr-ı müdebbirân-ı ekrem
Nâbî’nin Mi‘râc-nâme’si ● 7

Destûr-ı kerîm-i kâr-fermâ


Hâmî-i nizâm-ı dîn ü dünyâ
Ser-levha-i nüsha-i vezâret
Ser-defter-i zümre-i sadâret
Mi’mâr-ı mebânî-i fezâ’il
Hâdî-i celâ’il-i hasâ’il
Hâtim-meniş ekrem-i zamâne
Nu’mân-reviş âsaf-ı yegâne
Gayret-keş-i devlet-i muhalled
Hem-nâm-ı şeh-i rüsül Muhammed (446-453. beyitler)
Bilindiği gibi Baltacı Mehmed Paşa, 1710 yılında ikinci kez sadarete
tayin edildiğinde, yaklaşık çeyrek asırdır Halep’te yaşayan Nâbî’yi İs-
tanbul’a getirmiştir. Bu dönemde tahtta Sultan III. Ahmed bulunmakta-
dır. Nitekim Nâbî, eserinde devrin padişahını da övmüştür :
Sultân-ı güzîde-i selâtîn
Hâkân-ı ferîde-i havâkîn
Ser-tâc-ı mülûk-ı mülk-i devrân
Ârâyiş-i nesl-i âl-i ‘Osmân
Hân Ahmed-i ‘âdil-i yegâne
Kim zâtı hayâtdur cihâna (476-478. beyitler)
Yukarıdaki örneklerden hareketle Nâbî’nin, Divân’ını tertip ettikten
sonra Mi’râc-nâme’yi kaleme aldığını söyleyebiliriz. Baltacı Mehmed
Paşa’nın şaire :
K’ey pîr-i tarîkat-ı ma’ânî
Mi’mâr-ı binâ-yı câvidânî
Âsârınuz oldı gerçi vâfir
Mi’râca degül birisi dâ’ir
diye hitap etmesi, eserin yazılma sebebini de ortaya koymaktadır.
Nâbî’nin birçok türde eser sahibi olduğu geçkin yaşında, bunlara -tah-
minimizce- son eserlerinden biri olan Mi’râc-nâme’yi eklemesi, bu talep
üzerine gerçekleşmiştir.
8 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Nâbî’nin eseri, türün klâsik özelliklerini yansıtmayan ve mi’râcı ay-


rıntılı olarak anlatmayan bir eser olmakla beraber, şairin farklı bir türde
kaleme aldığı bir edebî eser hüviyyetindedir.

K AY NA KLAR

Akar, Metin (1987), Türk Edebiyatında Manzum Mi’râc-nâmeler, Ankara: Kül-


tür ve Turizm Bakanlığı.
Akdoğan, Yaşar (1989), “Mi’râc, Mi’râc-nâme ve Ahmedî’nin Bilinmeyen
Mi’râc-nâmesi”, Osmanlı Araştırmaları, S: 9, s. 263-310.
Bilgin, Orhan (1999), “Aşkî Mustafa Efendi ve Mi’râc-nâmesi”, Prof. Dr.
Nihad M. Çetin’e Armağan, İstanbul, s. 97-116.
Eraslan, Kemal (1979), “Hâkîm Atâ ve Mi’râc-nâmesi”, Atatürk Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Araştırma Dergisi, Ahmet Caferoğlu Özel Sayısı, S:
10, s. 243-304.
Nâbî, Mi’râciyye, Süleymaniye Umumi Kütüphanesi, Hamidiye Böl., No:
1117, 69b-83b.
Nâbî, Mi’râciyye, Süleymaniye Umumi Kütüphanesi, Es’ad Ef. Böl., No:
2477/2, 1b-9b.
Nâbî, Mi’râciyye, Ankara Millî Kütüphanesi, Yz. A. 4635/2, 19a-25a.
Nâbî, Mi’râciyye, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, No: 609.
Nâbî, Mi’râciyye, Avusturya Milli Kütüphanesi, Türkçe Yazmaları, N.F.
363/4.
Nâbî, Mi’râciyye, Madrid Milli Kütüphanesi Türkçe Yazmaları, B.N.M.
12099/12.
Uzun, Mustafa (2005), “Mi’râciyye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
İstanbul: TDV Yay., XXX, 135-140.
Yavuz, Kemâl (1999), “Anadolu’da Başlayan Türk Edebiyatında Görülen İlk
Mi’râc-nâmeler: Âşık Paşa ve Mi’râc-nâmesi”, İlmî Araştırmalar, S: 8,
İstanbul, s. 247-266.
Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi 1, İstanbul 2008, 9-40.

Kadızâde Mehmed İlmî’nin


Sultan IV. Murad İçin
Yazdığı Manzum
SEBAHAT DENİZ*
Duânâme’si
Kadızâde Mehmed İlmî’s “Duânâme” in Verse for
Sultan Murad IV

ÖZET ABSTRACT

Türk kültür ve edebiyatında dua konusunun önemli bir The subject of “prayer” has a crucial place in Turkish
yeri vardır. Türklerin İslamiyet’i kabul etmesinden çok culture and literature. It is seen that the subjects of
daha önceki dönemlerden başlayarak günümüze kadar, “prayer” were discussed in various methods before the
çeşitli şekillerde dua konusunun işlendiği, manzum, men- acceptance of Islam by Turks and verse, prose or verse-
sur veya manzum-mensur pek çok eser vücuda getirildiği prose works related to the “prayer” were formed in this
görülmektedir. Duânâmeler de bu tür eserler arasındadır. period. The difference of duânâme from other forms like
Duânâmelerin, dua konusuyla ilgili münâcat, tevbename, “münâcât, tevbenâme, ilticânâme” is that the duânâme is
ilticaname gibi diğer türlerden farkı, duanın bir başkası a pray for another person. There are many works which
için edilmesidir. Klâsik Türk edebiyatında da bu konuda related to this subject in Classical Turkish Literature.
yazılmış pek çok eserle karşılaşılmaktadır. Mesnevî tarzın- Besides autonomous “duânâme”s formed in masnawi
da yazılmış müstakil duânâmelerin yanı sıra kaside, gazel, style, there are various “duânâme”s written in other
kıt’a gibi diğer nazım şekilleriyle yazılmış duânâmeler de verse forms like qasida (panegyric), ghazal and kıt’a.
mevcuttur. İlmî’nin “Duânâme”si de mesnevî nazım şek- İlmî’s “duanâme” is an autonomous work formed in
liyle yazılmış, 107 beyitten müteşekkil, müstakil bir eser- masnawi prose style with 107 couplets. The work was
dir. Sultan IV. Murad için kaleme alınmıştır. Bu eser aynı written for Sultan Murad IV. This work, at the same
zamanda bir cülûsiye olarak da kabul edilebilir. Aynı time, can be accepted as a “cülusiyye”. However, this
zamanda Bağdat ve Yemen’in fethi için yazılmış bir fetih work has a conquest prayer characteristic which had been
duası özelliğini taşımaktadır. written for conquest of Baghdad and Yemen

ANAHTAR KELİMELER KEYWORDS


Duânâme, Klâsik Türk edebiyatı, Kadızâde Mehmed Duânâme, Classical Turkish Literature, Kadızâde
İlmî, Sultan IV. Murad Mehmed İlmî, Sultan IV. Murad

İnsan, hangi dine mensup olursa olsun, manevî dünyasında inan-


dığı yüce varlığa değişik şekillerde ve konularda halini arz etme, ondan
istekte bulunma ve ona şükr edip onu yüceltme, kısacası dua etme ihti-
yacı duyar. Bu sebeple dua, insanın, inandığı bu yüce varlıkla kendisi
arasında kurduğu, ona doğrudan doğruya ulaşabileceği sağlam bir ma-

*
Prof. Dr., Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü, İstanbul. (sebahat@marmara.edu.tr)
10 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

nevî köprüdür. İnsan hayatında bu derece rolü olan duanın toplumların


dinî kültürlerinde de önemli bir yeri vardır. İslam inancını benimsemiş
toplumların dua konusundaki en önemli kaynağı ise Kur’an-ı Kerim ve
hadislerdir. Nitekim Kur’an’da da duanın önemini vurgulayan âyetler
bir hayli fazladır.1 Dolayısıyla kültürel ve edebî mahiyetteki dualar da
bunlarla ilgilidir. Ayrı bir inceleme konusu olan bu duaların bazıları
tamamen dinî karakter gösterirken, bazılarının ise aynı zamanda farklı
konular ihtiva ettikleri de görülmektedir.
Pek çok yönden zengin olan ve çeşitlilik arz eden Türk kültür ve
edebiyatı, dua konusunda da aynı özelliği taşımaktadır. Asırlar boyunca
muhtelif konularda manzum, mensur veya manzum-mensur karışık
sayısız dua örnekleri teşekkül etmiştir. Bunlar arasında anonim örnekler
olduğu gibi ferdî ve edebî mahsuller de mevcuttur. Ferdî ve edebî ör-
nekler dışındaki duaları Prof. Dr. Âmil Çelebioğlu’nun tasnifiyle şu şe-
kilde sıralamak mümkündür. Bir meslekle, tarikatla, gelenekle, sıhhatle,
dinî, içtimaî bir vâkıayla vs. ile ilgili olarak çeşitli gülbanklar, yağmur
duası, yemek duası, mevlit duası, aşure duası, nazar duası, hacı duası,
mektep duası, kitap duası, bir işe başlama duası, sefer duası, çevirgel
duası, battalname duası, Hızır duası, hatim duası, kayıt duası, yeni ay
duası, ezan duası, hatime duası, esnaf duası, kadeh duası, yatak duası
vs. dualar (Çelebioğlu 1983: 154). Bunlardan bazılarının edebiyatımıza
yansımasıyla ilgili müstakil çalışmalar da yapılmıştır.2
Edebiyatımızda konuyla ilgili destanları, koşmaları, ninnileri, ma-
nileri vs. ile Halk şiiri, ilahîleriyle de Tekke şiiri bu yönden oldukça zen-
gindir. Klâsik edebiyatımızda ise mensur örnekler haricinde manzum
olarak genellikle kaside ve mesnevî nazım şekilleriyle münacat,
tazarruat, niyazname, istimdadiyye, tevbename, istiğfarname, ilticaname
gibi türlerde büyük, küçük pek çok eser vücuda getirilmiştir.
Türk edebiyatında dua konusuyla ilgili ilk örnekler Türklerin
İslâmiyeti kabul etmeden önceki dönemine rastlar. Uygurların Mani

1
Mü’min 40/60 (Meâli: Bana dua edin, duanızı kabul edeyim.), Furkan 25/77 (Meâli:
Duanız olmasa Rabbim sizi neylesin?), Bakara 2/186, Nîsâ 4/32,117,134, A’râf
7/29, 55, 180, Yûsuf 12/86, vs.
2
bkz. (Çelebioğlu 1987: 95-102), (Ceylan 2005: 182-193).
Kadızâde Mehmed İlmî’nin Manzûm Duânâme’si ● 11

dinini benimsedikleri döneme ait olan dua ve ilahiler bunların ilk ör-
nekleri sayılabilir. Bilinen ilk Türk şairi olarak kabul edilen Aprın Çor
Tigin’in Mani için yazmış olduğu medhiye (Arat 1986: 14-17) de bunlar
arasına dahil edilebilir. Yine bu döneme ait olan Tan Tanrı ilahisi (Arat
1986: 5-9) ise münâcat ve dua türünün bilinen ilk örneği olarak kabul
edilebilir. Budist Uygurlar arasında edilen tövbe ve hâtime duaları da bu
konuda zikre değerdir (Arat 1986: 177-183, 213-242). Türklerin İslâmi-
yet’i kabulünden sonra meydana getirdiği eserler ise dua konusunda
daha zengin malzemeye sahiptir. Bunların en başında Dede Korkut Hikâ-
yeleri gelir. Bu hikâyelerin sonlarında genellikle Dede Korkut’un “Yom
vereyin Hânum” (Dua edeyim Hânım) şeklinde başlayan duaları yer
almaktadır. Genellikle birbirine yakın ifadelerle hikâyenin kahramanı
için edilen bu dualar, duânâme türünün belki de ilk örnekleri olarak
kabul edilebilecek niteliktedirler.3
Daha sonra Karahanlılar döneminde Türk edebiyatının ilk şaheseri
olan Kutadgu Bilig’de klâsik mânada tevhit ve münâcat türlerinin en
eski örnekleriyle karşılaşılmaktadır. Ayrıca eserin içinde Odgurmuş’un
hükümdar Küntoğdu için yaptığı dualar da mevcuttur. Ahmed
Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet’indeki manzumeler de dua konusunda ol-
dukça zengindir. Orta Asya’dan Anadolu’ya gelindiğinde bu konuda ilk

3
Örnek olarak Dede Korkut’un Dirse Han oğlu Boğaç Han için söylediği duayı
burada vermek yerinde olacaktır.
Yom vireyin Hânum!
Yarlu kara tağlarun yıkılmasun!
Gölgelice kaba ağacun kesilmesün!
Kanın akan görklü suyun kurumasun!
Kanadlarun uçları kırılmasun!
Çaparken ağ boz atun büdirmesün!
Çalışanda kara polat uz kılıcun gedilmesün!
Dürtüşürken ala gönderün ufanmasun!
Ağ bürçekli anan yiri behişt olsun!
Ağ sakallu baban yiri uçmak olsun!
Hak yanduran çırâğun yanadursun!
Kâdir seni nâmerde muhtâc etmesün!
Ol ögdügüm yüce Tanrı dost olub meded irsün!
Hânum sana, cânum sana! (Tezcan ve Boeschoten 2001: 214).
12 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

akla gelen isimler Mevlânâ ve Yunus Emre’dir. Bundan sonra Osmanlı


döneminde Divan, Tekke ve Halk edebiyatı olmak üzere birbirine para-
lel üç mecrada hızla gelişen Türk edebiyatı, dua konusunda sayılamaya-
cak kadar çok malzeme ortaya koymuştur.
Klâsik Türk şiirinde, Fuzulî Divanı’nda olduğu gibi, genellikle di-
vanların başında münacat türü şiirin bulunması bir tertip özelliğidir.
Hatta bazen gazeller bölümünün başlangıcında da bu temanın işlendiği
görülebilir. Özellikle “yâ Rab” redifli gazeller bunlar arasında zikredile-
bilir. Ayrıca mesnevî nazım şekliyle kaleme alınmış müstakil eserlerin
başında veya sonunda münâcat muhtevalı kısımlar yer alması da tertip
gereğidir. Bu sebeple pek çok divanda ve mesnevîde bu özellikle karşı-
laşmak mümkündür. Kasidelerin son bölümleri ise dua bölümü olarak
adlandırılır. Edebiyatımızda nesib veya teşbib bölümü, girizgahı ya da
tagazzülü olmayan kasidelerle karşılaşmak mümkündür, ancak dua
bölümü olmayan kaside yok gibidir. Nef’î’nin de, Ey Nef’î! Söylenecek söz
kalmadı, artık lafı bırak (da dua et, sen de bilirsin ki), kaside yazmanın kanunu,
(onu) tamamladıktan sonra dua etmektir, dediği aşağıdaki beytinde belirt-
tiği gibi bir kasidenin dua ile sona erdirilmesi şiirde bir kanun gibidir.
Söz âhir oldı ko lâfı ey Nef’î
Tamâm olunca du’âdur kasîdede kânûn (Akkuş 1993: K. 58/51,
246)
Bunun yanısıra Nâbî’nin “dua” redifli aşağıdaki gazelinde olduğu
gibi, baştan sona dua konusunu işleyen gazeller de mevcuttur.
Nice mümkin ki tahallüf ide te’sîr-i du’â
Halka-i sıdkdan oldukça cehân tîr-i du’â

Olur elbetde nişânek-zen-i meydân-ı kabûl


Pençe-i ma’siyet olmazsa ‘inân-gîr-i du’â

Olmasa olmaz idi tâk-ı kabûle peyvend


Lafz-ı âmîndeki nûn halka-i zencîr-i du’â

Vechi var eyleseler ehl-i du’â şerminden


Rûyına destlerin perde-i taksîr-i du’â

İtse mânend-i güvâre n’ola pür-şehd-i kabûl


Günbed-i ‘âlemi feryâd-ı zenâbir-i du’â
Kadızâde Mehmed İlmî’nin Manzûm Duânâme’si ● 13

Âşiyân eyler ise evc-i icâbetde n’ola


Lâne-i lebden uçan murg-ı hevâ-gîr-i du’â

Nâbiyâ sahn-ı zaferde ider inşâ’a’llah


Küleh-i düşmeni endâhte şemşîr-i du’â (Bilkan 1997: I, G. 9, 459)
Bunlardan başka herhangi bir şiir içinde dua mahiyetinde mısra
veya beyitlerle de karşılaşılmaktadır. Çeşitli duaların konu edildiği, dua
isimlerinin zikredildiği, duanın teşbih unsuru olarak kullanıldığı, dua-
nın gerekliliğinin vurgulandığı, duanın ediliş şeklinin (el açmak, yüzü
Hakk’a çevirmek, eli yüze sürmek, baş açıp dua etmek, elleri aşağı
doğru çevirmek, vs.) belirtildiği, ölünün arkasından dua etmenin işlen-
diği, ağzı dualı olmak, dua kapısı, dua eli gibi deyimlerin yer aldığı be-
yitler de azımsanmayacak kadar çoktur.
Ayrıca yukarıda anılan cevşen duası, devlet duası, Hızır duası, İsm-
i a’zam duası, kabir duası, kadeh duası, kılıç duası, yağmur duası, nazar
duası, sabır duası, vuslat duası vs. dualar da beyitlerde çeşitli şekillerde
işlenmiştir. Bu tür beyitlerde duaların tesirleri ve hangi durumlarda
okunmaları gerektiği hususunda ipucu yakalamak da mümkündür.
Başlı başına bir inceleme konusu olan bu dualara sadece birkaç örnek
vermekle yetineceğiz.
Gazâlarda du’â-yı cevşenine çâre kılmazdı
Özün her nice kılsa tecrübe tîr-i imtihân hançer (Fuzûlî) (Akyüz
vd. 1958: K. IV/23, 27)
Dâyim el üstinde tut devlet du’âsın Âhiyâ
Şükr ü minnet Râzık’a el yüze sürmekdür meges (Âhî) (Sungur
1994: K. 1/12, 73)
Dâyire çizmiş du’â-yı Hızr ile tâ hatt-ı yâr
Emriyâ mihr ü meh-i tâbânı teshîr eylemiş (Emrî) (Saraç 2002:
G. 224/5, 139)
Hûb teshîr itmek içün bir du’âsı müstecâb
İsm-i A’zam okumış dînâr u dirhem üstine (Behiştî) (Aydemir
2000: G. 467/4, 484)
Hemîşe zikrüm olupdur benüm şarâb-ı zâhid
‘Aceb mi virdün olursa senün du’â-yı kadeh (Aynî) (Mermer
1997: G. 98/2, 374)
14 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Tılısm-ı mâr idi kâkül cemâli gencine


Du’â-yı seyf ile bozıldı ol tılısm ey yâr (Emrî) (Saraç 2002: G.
177/2, 119)
Ölür dil zülf ü çeşm ü kaddün içün
İrişmezse ana vaslun du’âsı (Aynî) (Mermer 1997: G. 447/5, 637)
Bunun yanısıra dua kelimesi de beyitlerde teşbih unsuru olarak çe-
şitli hayallerle yer almaktadır. Ay, dilber, hediye, inci, ip, kadeh, kılıç,
kilit, ok, rüzgar, semt, yay, yol, yüzük vs. duanın benzetildiği unsurlar-
dan bazılarıdır. Dua, Allah’ın nurunu ihtiva etmesi ve ard arda edilmesi
bakımından etrafında kat kat haleler bulunan aya; istikametinin göğe
doğru olması açısından salıncağa binip sallanırken göğe doğru yükselen
bir dilbere; başkası için edildiğinde hediyeye; değerli ve mânen nurlu
olması bakımından inciye; peş peşe edilmeleri sebebiyle inci dizilen ipe;
dilden hiç düşürülmemesi özelliğiyle elden düşmeyen kadehe, rakibi
yardan ayırmak için edilmesiyle kılıca; Allah’a ulaşmasıyla oka; bir işin
istenilen şekilde sonuçlandırılabilmesindeki etkisi açısından rüzgara;
manevî anlamda herkesin gitmesi gereken bir semte; hedefi yakalamaya
vesile olması bakımından yaya; bir ömür boyunca edilmesi itibarıyla
yola; edebî anlamda eserin sonunu ifade ettiği için mühüre vs. benzetil-
miştir. Bunlar arasında en sık karşılaşılanı ise dua-ok benzetmesidir.
Dua, kulun doğrudan doğruya Allah’a hitabıdır ve başka hiçbir yere
sapmadan ona ulaşır. Duanın Allah katında kabul görmesi için temiz-
lenmiş bir kalple ve samimiyetle edilmesi gerekir. Ok da sağlam ve iyi
gerilmiş bir yaydan fırlatıldığı zaman hedefi bulur. Aksi takdirde nişana
ulaşması mümkün olmaz. Bu iki unsur arasındaki büyük benzerlik şair-
lerin şiirlerinde dua-ok teşbihine sıkça yer vermelerine sebep olmuştur.
Aşağıdaki beytinde Necâtî Beğ, sevgiliyi âşığın âhından sakınması ko-
nusunda ikaz ederken, mazlumun duasının Allah katında kabul edilece-
ğine de işaretle duayı oka benzetmiştir.
Ey mâh-çihre ‘âşıkun âhından it hazer
Bilmez misin ki göklere tîr-i du’â çıkar (Necâtî) (Tarlan 1963: G.
78/6, 193)
Azmizâde Haletî de aşağıdaki beytinde duayı yay ile ilgi kurarak
oka benzetmiştir. Burada şair, Hz. Peygamber’in duasını, kâbe kavseyn’e
ulaşan bir ok olarak tasavvur etmiştir. Bunu da Kur’ân’da, Necm suresi-
Kadızâde Mehmed İlmî’nin Manzûm Duânâme’si ● 15

nin, “fe-kâne kâbe kavseyni ev ednâ”, meâlen; böylece peygambere olan


mesafesi iki yay aralığı kadar, yahut daha da az kaldı (Yılmaz 1992: 52), şek-
linde buyurulan 9. âyetinden iktibasla ifade etmiştir.
Hakk’a şükr eyledi Resûl-i Hudâ
Kâbe kavseyne irdi tîr-i du’â (Azmizâde Hâletî) (Kaya 2003: Mes.
4/35, 38)
Ayrıca,
Ya köprü kur geçir beni dereden
Ya nefes et su çekilsin aradan (Ömer Kayaoğlu)
mısralarında görüldüğü gibi “nefes” kelimesi de bazen dua anlamına
gelmektedir (Yavuz 1999: 41).
Yukarıdan beri kısaca temas edilmeye çalışılan hususlar, başlı ba-
şına ayrı bir çalışma konusu olup4 bu kadar bilgi vermenin yeterli ola-
cağı kanaatiyle bu çalışmanın asıl konusu olan duânâmeye geçmek ye-
rinde olacaktır.
Duânâme, Arapça “dua” ve Farsça “nâme” kelimelerinin birleşme-
sinden meydana gelen birleşik bir isimdir. Dua kelimesi, “çağırmak,
seslenmek, istemek; yardım talep etmek” mânasındaki da’vet ve da’vâ
kelimeleri gibi masdar olup, isim olarak da “küçükten büyüğe, aşağıdan
yukarıya vâki olan talep ve niyaz” anlamındadır. Dinî terim olarak ise
“kulun bütün benliğiyle yüce yaratana yönelerek ondan istek ve dilekte
bulunması ve bu amaçla icra edilen ibadet şekli olarak tarif edilir (Cilacı
1994: 529). Nâme kelimesi, isim olarak “mektup, sevgiliye ve aşka dair
yazılmış mektup; kitap, mecmua”, sıfat olarak “yazılı, yazılmış, küçük
kitap” anlamında birleşik kelimeler yapar. Duânâme ise edebî anlamda
bir kimsenin Allah’ın karşısında aczini itiraf ederek sevgi ve tâzim duy-
guları içinde O’ndan lütuf ve yardım isteğini dile getirdiği eserlere de-
nir. Bu eserler manzum, mensur veya manzum-mensur olabilir. Henüz
bir tür olarak ortaya konulmamış olan manzum duânâmeler, görme
imkanı bulabildiğimiz mevcut örneklere göre iki beyitten başlayıp yüz-

4
Bu konuyla ilgili olarak kısmî bir çalışma yapılmıştır: Mustafa Can, 15-18. yy.larda
Bazı Divanlarda Dua ve Beddua Beyitleri, Afyon Kocatepe Üniversitesi, 2001, XII+143
s.
16 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

lerce beyte ulaşabilmektedir. Divanlarda ve şiir mecmualarında, Klasik


Türk şiirinde kullanılan nazım şekillerinin hemen hepsiyle yazılmış
duânâme örneklerine rastlamak mümkündür. Ancak bu konuda daha
çok kaside ve kıta nazım şeklinin tercih edildiği ve bunların da duânâme
veya duaiyye başlığıyla verildiği görülmektedir. 17. yy. şairlerinden
Vahyî’nin “Kasîde-beççe-yi Du’ânâme” başlıklı 13 beyitlik kasidesi (Dî-
vân-ı Vahyî: 31a-31b), Nâbî’nin “Kasîde-i Du’âiyye bâ-mukâbele-i ‘Atiyye-
i Âsafiyye” başlıklı 21 beyitlik kıt’a-i kebîresi (Bilkan 1997: II, 1127-1129)
bunlara örnek verilebilir. Ayrıca Hayâlî Beğ’in Divanı’nda hem
“du’ânâme” (Tarlan 1945: 89), hem de “ez-Eş’âr-ı Gül-i Sadberg” (Tarlan
1945: 367) başlığıyla mükerrer bir şekilde yer alan “aşk eyle” redifli 11
beyitlik gazeli ve Gaziantepli Tâhir’in (doğ.1133/öl.?) “Târih-i izin ve
du’â-yı Tâhir Efendi” başlıklı kıt’ası (Sabri 1934: 15) da bu kabilden
manzumelerdir. Bazıları ise duânâme olduğunu belirten herhangi bir
başlık altında yer almasa da, Nâbî’nin yukarıda verilen “dua” redifli
gazeli gibi konu itibarıyla duânâme özelliğini taşımaktadır. Ayrıca mes-
nevî nazım şekliyle yazılmış müstakil duânâmeler de mevcuttur. Bu
çalışmanın konusu olan “Du’ânâme-i İlmî” bu tür örneklerden biridir.
Konu bakımından duânâmelerin, daha çok bir başkası için edilen
duaların işlendiği manzumeler olduğu söylenebilir. Özellikle padişahlar
için ömürlerinin ve saltanatının uzun, muzafferiyetlerinin daimî olması
konusunda duânâmeler yazılmıştır. Diğer devlet büyükleri ile tasavvuf
ehli şairlerin, mensubu oldukları tarikatın şeyhi veya değer verdikleri
bir pîri için yazdıkları duânâmelere rastlamak da mümkündür. Ayrıca
edebî anlamda âşığın dilinden sevgilinin ömrünün uzun olması konu-
sunda yazılmış duânâmeler de mevcuttur. Böylece duânâmeler, münâ-
cat, tazarruat, niyazname, istimdadiyye, tevbename, istiğfarname,
ilticaname gibi türlerden farklı olarak değerlendirilebilir. Zira bu tür
manzumelerde günahlarının affedilmesi ve lütfuna, yardımına nail olma
hususunda şairin kendisi için Allah’a yalvarması söz konusudur.
Duânâmelerde esas olan ise bir başkası için dua etmektir. Ancak
duânâmeler de önce şairin kendi aczini, günahkârlığını dile getirip affe-
dilmesini dilemesiyle başlar; daha sonra şiiri kim için yazmışsa ona dua
ederek devam eder. Çalışmamızın konusunu teşkil eden İlmî’nin
Duânâme’si de Sultan IV. Murad için kaleme alınmış bir eserdir.
Kadızâde Mehmed İlmî’nin Manzûm Duânâme’si ● 17

Müellifi
Eserin müellifi Kadızâde Mehmed Efendi, dönemin meşhur âlimle-
rindendir. 990/1582’de Balıkesir’de doğmuştur. Babası Toganizâde
Mustafa Efendi adında bir kadıdır. Mehmed Efendi kadı oğlu olduğu
için Kadızâde lakabıyla anılmış ve meşhur olmuştur. Gençliğinde Balı-
kesir’de Birgili Mehmed Efendi’nin talebelerinden dersler alarak başla-
dığı tahsilini daha sonra İstanbul’a gelerek burada tamamlamıştır. Bir
süre sonra tasavvufa ilgi duyarak İstanbul’da Halvetî şeyhlerinden Ter-
cüman Tekkesi şeyhi Ömer Efendi’ye intisap etmiş, ancak tasavvufun
onun mizacına ve fikirlerine uymaması sebebiyle bu yoldan feyz alama-
yıp eski mesleğine, vaizlik ve müderrisliğe geri dönmüştür. İyi bir hatip
olması sebebiyle kısa zamanda meşhur olmuştur. Bir ara Aksaray’da
Murad Paşa Camii’nde muhtasar ve hüsn-i tâbir gibi dersler vermiştir.
Ardından Birgilizâde Fazlullah Efendi yerine Sultan Selim Camii vaizi
olmuştur. Daha sonra meslekteki rütbesi artarak 1032/1623 yılında Sul-
tan Bayezid Camii’ne nakl olunmuştur. 1038/1628-29 yılında Fatih Ca-
mii’nde görev yapmıştır. 1041 yılının Cemâziye’l-âhirinde/Aralık
1631’de Süleymaniye Camii’ne ve aynı yılın sonunda 1632’de de Aya-
sofya Camii’ne geçmiştir. Buradaki vaazları ve dersleriyle şöhreti iyice
artmıştır. Bu görevine devam ederken orduyla beraber IV. Murad’ın ilk
Bağdat (Revan) Seferine katılmış; ancak yolda rahatsızlanıp Konya’dan
geriye dönmek zorunda kalmış, 1045 Zilkâde/Nisan 1636 tarihinde vefat
etmiştir. Naaşı, Topkapı dışındaki şeyhler kabristanına defnedilmiştir.5
Kadızâde Mehmed Efendi, aynı zamanda tarihte “Kadızâdeliler ha-
reketi” olarak bilinen tartışmaları başlatan kişidir.6 O, âlimliğin yanısıra

5
Kadızâde Mehmed Efendi’nin hayatı ile ilgili bu kısa bilgiler şu kaynaklardan
özetlenmiştir: Bursalı Mehmed Tahir Efendi, Osmanlı Müellifler, 1, (haz.A. Fikri
Yavuz-İsmail Özen), İstanbul: Meral Yay., 373; Kâtib Çelebi, Mizânü’l-Hak fi
İhtiyâri’l-Ahak, (haz. O. Şaik Gökyay), İstanbul, 1972, 108; Kâtib Çelebi, Fezleke,
İstanbul 1287, II, 182; Nâimâ Tarihi, III, 275; Şeyhî Mehmed Efendi, Şakâik-i
Numâniye ve Zeyilleri III. Vekâyiu’l-Fudalâ I. (haz. Abdülkadir Özcan), İstanbul, 1989,
59-60; Semiramis Çavuşoğlu, “Kadızâdeliler”, DİA, 24, İstanbul: TDV Yay., 2001,
100.
6
Kadızâde Mehmet Efendi’nin Abdülmecid Sivâsî ile aralarında cereyan eden bu
tartışmaların konuları şu üç kategoride toplanmıştır: 1. Tasavvufî düşünce ve
semâ, devran, zikir ve musikî gibi uygulamalarla ilgili meseleler. 2. Müspet ilimleri
18 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

şairlik kabiliyetine de sahiptir. Şiirlerine mecmualarda rastlanmakta


olup bazen “Kadızâde” lâkabıyla bazen de “İlmî” mahlasını kullanarak
şiir yazmıştır. Ulema sınıfına mensup olması sebebiyle bu mahlası kul-
landığı anlaşılmaktadır. Şiirlerinden “bilmiş ol” redifli 55 beyitlik kasi-
desi7, Sultan Murad’a nasihatname olarak kaleme aldığı bir manzume-
dir. Dönemin meseleleri ve tedbirlerini ihtiva eden bu şiiri Kadızâde’nin,
IV. Murad’ın yanındaki itibarına ve nüfuzuna güvenerek yazdığı anla-
şılmaktadır.8 Sultan Murad’ın, Kadızâde Mehmed Efendi’nin düşüncele-
rine ve fikirlerine itibar ettiği, daima onu yakınında bulundurduğu ve
bazı konularda onunla istişarede bulunduğu bilinmektedir. Bu çalışma-
nın konusu olan manzumesi ise onun, “İlmî” mahlasını kullanarak ka-
leme aldığı ve yine aynı padişah için yazdığı Duânâme’sidir.

Eseri
İlmî’nin bu eserinin farklı mecmualarda iki nüshası tespit edilebil-
miştir.9 Ancak manzumenin mukaddimesinde şairin, bu duânâmenin
saray mescidinde ve diğer camilerde okunması hususundaki dileği yer
almaktadır. Onun o dönemde Sultan Bayezid Camii’nde vaiz ve nâsıh
olduğu dikkate alınırsa ve eserin Bayezid Kütüphanesi’nden başka Top-
kapı Sarayı Kütüphanesi’nde de bir nüshasının bulunmasından hare-
ketle, duânâmenin diğer camilerde de okunmuş olması ve dolayısıyla

okumanın caiz olup olmadığı; Hızır’ın hayatta bulunup bulunmadığı; ezan, mevlid
ve Kur’ân’ın makamla okunmasının caiz olup olmadığı; Firavun’un imanla ölüp
ölmediği; Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin kafir sayılıp sayılmayacağı; Yezid’e lânet
edilip edilmeyeceği; kabir ziyaretinin caiz olup olmadığı; mübarek gecelerde
cemaatle nafile namaz kılınıp kılınamayacağı gibi dinî inanışlar ve ibadetlerle ilgili
meseleler. 3. Tütün ve kahve gibi keyif verici maddelerin kullanılmasının haram
olup olmadığı; rüşvet almanın mahiyeti ve hükmü; namazlardan sonra
musafahanın, inhinanın (el etek öpme, selam verirken eğilme) caiz olup olmadığı
gibi sosyal ve siyasî hayatla ilgili meseleler (Çavuşoğlu 2001: 100). Bu tartışmaların
yaygınlaşması sonucunda tarikat mensuplarına karşı bir düşmanlık ortaya çıkmış
ve Mevlevî tekkelerinde âyin yapılamaz hâle gelmiştir ( Kâtib Çelebi 1287: II, 183).
7
Konya İl Halk Kütüphanesi Feridun Nafiz Uzluk Bölümü, nr. 6994, yk. 5b-7b.
8
Kadızâde’nin bu şiiri hakkında daha geniş bilgi için bkz. (Ürekli 1997: 277-300).
9
Bunlardan biri Bayezid Devlet Kütüphanesi Veliyüddin Efendi Bölümü 1801
numarada kayıtlı mecmua içinde, diğeri de Topkapı Sarayı Kütüphanesi Emanet
Hazinesi Kitaplığı 739 numarada kayıtlı mecmuada bulunmaktadır.
Kadızâde Mehmed İlmî’nin Manzûm Duânâme’si ● 19

başka nüshalarının da bulunması kuvvetle muhtemeldir. Ancak yapılan


araştırmalar neticesinde şimdilik sadece ikisi tespit edilebilmiştir.
Mevcut nüshalarda eserin telifine veya istinsahına dair herhangi bir
kayda rastlanmamıştır. Ancak Kadızâde Mehmed Efendî’nin Sultan
Bayezid Camii’nde vaiz ve nâsıh olarak görev yapmağa başladığı tarih
olan 1032/1623 yılı aynı zamanda IV. Murad’ın da tahta çıktığı yıldır.
Dolayısıyla eserin, bu tarihte Sultan IV. Murad’ın tahta çıkışı sebebiyle
yazılmış bir cülûsiyye olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim manzu-
menin başında yer alan mukaddime kısmında da doğrudan doğruya
cülûsiyye olduğu ifade edilmemekle beraber eserin Sultan Murad’a he-
diye edildiği belirtilmiştir. Klâsik edebiyatımızda cülûsiyyelerin kaside
nazım şekliyle yazılması bir gelenektir. Ancak Kadızâde Mehmed İlmî
Efendi, bir din adamı olması sebebiyle, padişaha sunduğu bu
cülûsiyyeyi diğer şairlerin olduğu gibi övgü dolu bir kaside olarak değil,
ideal bir padişah olması için Allah’a dua ettiği, mesnevî nazım şeklinde
bir duânâme olarak yazmayı tercih etmiş olmalıdır. Bu manzumede aynı
zamanda Sultan Murad’ın Bağdat ve Yemen’i feth etmesi için de dua
edilmektedir. Bu haliyle eser bir fetih duası özelliğini de taşımaktadır.
Mevcut olan her iki nüshanın başında da, eser başlamadan önce
mukaddime mahiyetinde manzum-mensur karışık bir giriş kısmı yer
almakta ve burada eserin kimin için yazıldığı, türü, kim tarafından ya-
zıldığı, yazılış sebebi belirtilmektedir. Buna göre eser, Sultan Murad Han
ibn Sultan Ahmed Han ibn Sultan Mehmed Han için, duânâme türünde
yazılmış bir mesnevîdir. O dönemde Sultan Bayezid Camii’nde vaiz ve
nâsıh olarak görev yapan Şeyh Muhammed İlmî tarafından inşâ edilmiş
ve İslâm padişahına hediye edilmiştir. Bu kısımda şairin, kendisinin bir
duacı olduğunu ve bir duacının hediyesinin de dua olacağını belirttiği şu ci-
naslı beyti de yer almaktadır:
Du’âcıyam du’âdur armağânum
Du’âcıdan du’âyı armağân um
Beytin ardından ise padişahın ordusunun Bağdat ve Yemen’i de
feth etmesi dileğinde bulunulmaktadır. Bunun için de bu duânâmenin
saray mescidinde ve diğer camilerde her Cuma gecesi yatsı namazından
sonra okunup bütün ümmet-i Muhammed’in ona “âmin” demeleri ge-
rektiği, bu vesileyle Allah yardım edip Bağdat ve Yemen’in fethedileceği
20 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

ifade edilmiştir. Bilindiği gibi Bağdat’ın Osmanlı Devleti’ne hukuken


bağlanması 29 Mayıs 1555’te Amasya muahedesi ile olmuştur. Bundan
sonra Bağdat’ta Sultan IV. Murad’ın babası olan Sultan I. Ahmed döne-
mine (1590-1617) kadar bazı aşiret ayaklanmalarından başka önemli bir
hareket görülmemiştir. I. Ahmed dönemi ise Celâlî isyanları ve bunların
bastırılmaları gayretleri içinde geçmiştir. I. Ahmed’den sonra merkezî
otorite sarsılmış ve yeniden isyanlar başlamıştır. Bu karışıklıklar sonu-
cunda Şah Abbas 1623 yılında Bağdat’ı kuşatıp teslim almıştır. Sünnî
halka zulm edip katliamda bulunmuş; İmâm-ı Âzam ve Abdülkâdir
Geylânî türbelerini tahrip ettirerek cami ve medreseleri ahır haline ge-
tirmiştir. Bundan sonra Osmanlı Devleti’nin ilk hedefi Bağdat’ı kurtar-
mak olmuştur. I. Ahmed’in yerine geçen oğlu IV. Murad çocuk denecek
yaşta ve İstanbul’da karışıklıklar çıkmış olmasına rağmen Bağdat’ı kur-
tarmak için harekete geçilmiş ve nihayet Bağdat, 1638 yılında tekrar
Osmanlı idaresine girmiştir (Halaçoğlu 1991: 433-434). Şairin IV.
Murad’ın tahta çıkışı sebebiyle yazdığı bu duânâmede Bağdat ve Ye-
men’in fethedilmesi dileklerini de dile getirmesi I. Ahmed döneminde
Bağdat’ın kaybedilmesinden duyulan derin üzüntünün ve tekrar geri
alınması konusunda duyduğu şiddetli arzunun tezahürü olarak değer-
lendirilebilir.
Mesnevî nazım şekliyle kaleme alınmış olan bu eser, 106 beyitten
müteşekkildir. Eserin klasik mesnevî tertibine uygun olduğu söylene-
mez. Zira konu itibarıyla baştan sona dua mahiyetinde olduğu için
tevhid, münâcât, na’t, sebeb-i telif, asıl konu, hatime gibi klasik tertip
bölümlerine ayırmak mümkün olmamaktadır. Ancak yine de bir tertip
içinde değerlendirilecek olursa eserin ilk 20 beytinin münâcât, 21-96.
beyitler arasının asıl konu yani Allah’ın padişaha ve ordusuna güç verip
Yemen ve Bağdat’ın fethedilmesi için dua, 97-102. beyitlerin fahriye ol-
duğu söylenebilir. Eser, hatime bölümü denilebilecek olan 103-106. be-
yitlerdeki dua ile sona ermektedir.
Bu manzume, aruzun hezec bahrinin “mefâ’îlün mefâ’îlün fe’ûlün”
kalıbıyla yazılmıştır. Eser vezin bakımından oldukça sağlamdır. Türkçe
kelimelerde görülen imâleler, her dönemde bütün şairlerde görülen bir
özelliktir. Bu tür imalelerin dahi az olması şairin kelimeleri özenle seçti-
ğini ve bu konuda ne kadar kabiliyetli olduğunu göstermektedir. Bura-
Kadızâde Mehmed İlmî’nin Manzûm Duânâme’si ● 21

dan hareketle İlmî’nin teknik olarak aruza hâkim bir şair olduğu söyle-
nebilir.
Eser kafiye bakımından incelendiğinde şairin, genellikle Arapça ve
Farsça kelimelerle kafiye yaptığı görülmektedir. Bu da konu itibarıyla
normal karşılanabilecek bir durumdur. Kafiyede, Türkçe kelimeleri ise
daha az kullanmıştır. Bunlar ol-bul (11), tapu-kapu (17), yol-sol (51,56),
yirine-yirine (55), ol-gel (90), göz-söz (91) şeklinde sıralanabilir. Bu kafi-
yeler arasında ol-gel kelimeleri arasındaki yarım kafiye haricinde diğer-
leri cinasın değişik türlerinde yapılmış tam, zengin ve tunç kafiye ör-
nekleridir. Arapça ve Farsça kelimelerle yapılan kafiyelerden genellikle
kafiye-i müreddefe ile karşılaşılmaktadır. Metinde yer alış sırasına göre
bunlar: Pâk-nâk (1), Kur’ân-fermân (2), şâh-câh (5), ‘arrâf-sarrâf (12),
i‘timâd-murâd (14), fakîr-hakîr (19), maksûd-merdûd (20), zemân-emân
(22), zahîr-basîr (23), ‘ibâd-Murâd (25), makhûr-mesrûr (26), âbâd-berbâd
(28), dâd-murâd (29), inkıyâd-murâd (33), nûr-mesrûr (35), refîk-tarîk (38),
murâd-bilâd (39), hâl-âl (40), zamîr-zahîr (41), memdûd-mes‘ûd (45), tâ-
bân-şitâbân (47), ma‘mûr-meşkûr (49), ihsân-sultân (50), imâm-temâm
(53), fesâd-ibâd (57), ahkâm-İslâm (60), ma‘lûm-mazlûm (61), şâh-
zıllu’llâh (62), Hân-Osmân (63), cihân-emân (64), mâl-pâmâl (65), tevfîk-
tahkîk (66), kerîm-müstakîm (67), meskûn-efzûn (70), âsumân-bâdbân
(72), kemâkân-‘isyân (73), cünûd-cühûd (78), maksûd-Ma‘bûd (83), ka-
rîn-hem-nişîn (87), hitâb-‘itâb (88), makâm-tamâm (93), müşg-bîz-‘ıtr-rîz
(99), âsumân-cihân (100), yâd-âzâd (103), mes‘ûd-cûd (106) kelimeleri
arasındaki kafiyelerdir. Kârı-Bârî (27), vilâyet-himâyet (52), ikâmet-itâ‘at
(54), şâyi‘-zâyi‘ (58), kâ’im-ganâ’im (59), lâyık-‘âyık (94), nihâyet-hidâyet
(105) kelimeleri arasında ise kâfiye-i müessese bulunmaktadır. Eserde
terk-derk (8), kahr-zehr (74) ise kafiye-i mukayyede bulunan kelimeler-
dir. Pâk-nâk (1), kalem-‘alem (3), sûfî-sâfî (9), emr-‘ömr (16), tapu-kapu
(17), zemân-emân (22), hâl-âl (40), ziyâde-ziyâda (46), tâbân-şitâbân (47),
yirine-yirine (55), yol-sol (51,56), tîze-nîze (77), Murâd-murâd (84), hitâb-
‘itâb (88), göz-söz (91), cenân-cinân (98) kelimeleri ise aynı zamanda
cinas sanatının çeşitli şekillerinin (tam, lâhık, nâkıs, vs.) örnekleridir.
Eserdeki diğer kafiyeler ise sadece revî herfi ile yapılan normal kafiye-
lerdir. Şairin bunlardan başka Türkçe-Arapça veya Türkçe-Farsça keli-
melerle kafiye yaptığı da görülmektedir. Kul-dil (7,10), murâdım-adım
(13), evbaş-kızılbaş (75), anı-câvidânı (86), makbûl-kul (104) kelimeleri
22 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

bu şekilde kafiyelidir. Eserin kafiye konusunda dikkat çeken diğer bir


özelliği ise kafiye kelimeleri arasında murad kelimesinin sık kullanılmış
olmasıdır. Şairin bu tercihinin tesadüfî olmadığı, eserini Sultan Murad
için yazmasından dolayı bu ismi özellikle vurguladığı söylenebilir.
İlmî’nin bu eserinde redif olarak genellikle Türkçe, çok az sayıda da
Arapça ek ve kelimeler kullanılmıştır. Bunların çoğu, keremdür-
mültezemdür (18)’de olduğu gibi bir ekten meydana gelen rediflerdir.
Daha az sayıda olmak üzere bir ek ve bir kelime (-un içün)(2), bir ek ve
iki kelime (-i ola hemîşe)(42), sadece bir kelime (eyle)(95) ve iki kelime-
den (ola ol)(62) müteşekkil redifler de mevcuttur.
Dil bakımından eserde Arapça ve Farsça kelimeler çokça kullanıl-
mış olmakla beraber söyleyiş bakımından Türkçe hakimdir. Şair bu ese-
rinde, Farsça ve Arapça terkiplere çok rağbet etmemiştir. Bu tür terkipler
manzumenin geneline oranla oldukça az sayılacak miktardadır. Üslup
olarak ise eserde, son derece akıcı ve samimi bir ifade tarzı görülmekte-
dir. Bu da şairin Allah’a yakarışındaki samimiyetin tezahürü olarak de-
ğerlendirilebilir. Muhatap doğrudan doğruya Allah olduğu için eserde
konuşma üslubu hakimdir. Dua kısmında beyitlerin her biri bir dua
cümlesi mahiyetinde olup, dinleyenler tarafından her birinin akabinde
âmin denilmesi gerektiği hissedilmektedir. Nitekim şairin de eserinde
zaman zaman âmin diyenler için “âmin diyen emin olsun belâdan” şek-
linde duada bulunduğu görülmektedir.
Muhteva bakımından eser baştan sona dua konuludur. Şair, eseri-
nin başında önce Allah’ı tâzim ettikten sonra mukaddes olan bazı un-
surları ve insanları överek, bu övgüleri hem Allah’ın rızasını kazanmak
hem de kendi duasının kabulünü kolaylaştıracak birer vesile olarak
görmektedir. Bunlar sırasıyla Kur’ân-ı Kerim, Levh-i mahfuz ve kalem,
Arş, Kürsî, Hz. Peygamber ve ailesi, diğer peygamberler, sahabe, velîler,
ve Allah katında makbul olan diğer insanlardır. Bu kısımda şair önce,
Allah’ı her türlü kirden münezzeh olan pâk zatıyla ve nur olan sıfatıyla
zikretmiştir. Ardından da O’nun vasfını taşıyan Kur’ân’ın hakikati an-
latan bir ferman olduğunu belirtmiştir. Levh-i mahfuza yazılan ilmi öv-
müş, Arş’ın ve Kürsî’nin azametini anlatmıştır. Hz. Peygamber’in, diğer
peygamberlere üstünlüğünü anlatmak için peygamberlik tahtının sul-
tanı olduğunu vurguladıktan sonra diğer peygamberleri, Hz. Peygam-
Kadızâde Mehmed İlmî’nin Manzûm Duânâme’si ● 23

ber’in ailesini ve ashabını da zikredip Allah katında makbul olan kulları


tarif etmiştir. Bunlar, Allah’a yakınlık makamına kavuşmuş, gönülleri
korku ateşiyle yanan, Kur’ân’ın mahiyetini idrak edip ona uyarak bu
dünyayla her türlü bağını koparan, gönlünü her türlü dünyevî arzu ve
isteklerden arındırıp sufî olan, Allah’ı seven ve onun sevgisini kazanan,
Kur’ân’ın hikmetlerini kavrayıp geleceği anlayan, onun potasında eri-
yen, ondan başka şeye değer vermeyen kullardır. Bu kısmın sonunda
şair, yukarıda zikrettiği bu kimselerin Allah katındaki makbuliyetlerinin
hürmetine kendi duasının kabul edilmesi dileğinde bulunur.
Bu dileğin arkasından kendi halini, inancının ne kadar sağlam ol-
duğunu ve samimiyetini arz eder. Burada Allah’a inanıp güvenen her-
kesin muradının hasıl olacağı, ona sığınan kimsenin isteklerine kavuşa-
cağı, onun emirlerine uyan kimsenin ömrünü huzur içinde geçireceği
inancıyla kapısına geldiğini, buradan lutuf ve kerem umduğunu, bu
sebeple de bu kapıdan bir adım bile ayrılmayacağını belirtir. Allah’ın
Kerîm ismine istinaden lutfunun, ihsanının bolluğunu, kerem sahibi
olduğunu, kapısının günahkâr, hor, hakir vs. ihtiyacı olan herkese açık
bulunduğunu, ona gönülden dua edip halini arz eden kimseyi geri çe-
virmeyeceğini, Allah’a hitaben samimi bir üslupla onu över ve kendi
duasını da kabul etmesi dileğinde bulunur. Aynı zamanda kendisinin
günahkar ve âsî bir kul olduğunu da itiraf eder.
Bundan sonra şair, bu duânâmeyi yazış sebebi olan asıl konuya ge-
çer. Burada şair, önce duasının, zamanın padişahı olan Sultan Murad ile
ilgili olduğuna işaret eder. Ardından da padişah için Allah’tan hangi
dileklerde bulunduğunu belirtir. Bu dilekler şöylece sıralanabilir:
1. Padişahın âdil olması ve adaletle hükmetmesi.
2. Ömrünün uzun olması.
3. Allah’ın, her işinde onu gözetip yardımcı olması.
4. Ona sığınak olması.
5. Onu âleme bağışlaması.
6. Onun bütün düşmanlarını şiddetli bir şekilde kahredip, yenil-
giye uğratması.
7. Onun ahbaplarını sevindirmesi.
24 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

8. Padişahın yaptığı her işin kutlu olması ve bütün dünyada takdir


edilmesi.
9. Onun gönül evinin ilimle âbâd olması ve düşmanların ülkesini
yıkması.
10. Adalet ve doğruluk yolunda yürüyüp izzet ve murad kâbesine
ulaşması.
11. Düşüncelerinin daima halkın istekleri yönünde olması ve istek
sahiplerini murada erdirmesi.
12. Onun temiz kalbinin şerî’atın zuhur ettiği yer olması ve bütün
âlemi aydınlatan bir güneş gibi parlaması.
13. Allah’ın emirlerinden ve Peygamber’in sünnetinden ayrılma-
ması.
14. İşlerinde hep Allah’ın emirlerini gözetmesi ve muradının hep
adalet etmek olması.
15. Kılıcının günahkârlara tevbe ettirmesi ve yolunu kaybetmişlere
yol göstermesi.
16. Zekasının bir güneş gibi parlak olması ve bütün dünyanın onun
adaletiyle mutlu olması.
17. Hangi hayırlı işe başlarsa her şeye muktedir olan Allah’ın ona
yardım etmesi.
18. Müheymîn (kainatın bütün işlerini gözetip yöneten) olan Al-
lah’ın onu lüzumlu olan her isteğine kavuşturması.
19. Yardımını ona arkadaş, lutfunu ve yardımcılığını da yoldaş et-
mesi.
20. Muradının daima adalet ve ilim olması; ülkesinin her türlü bela-
dan korunmuş olması.
21. Onun ilminin bütün haline hakim olup hiçbir hileye aldanma-
ması ve şeri’at üzre hükmetmesi.
22. Bütün cihanın ona boyun eğmesi ve her işinde adaletin ona reh-
ber olması.
23. Adaletin her zaman onun emrinde olması ve düşmanlarının
kırılması.
Kadızâde Mehmed İlmî’nin Manzûm Duânâme’si ● 25

24. Kemalinin artması ve doğrulukla, adaletle ömür sürmesi.


25. Yer yüzünde onun adaletinin hüküm sürmesi ve dostlarının
mutlu olması.
26. Kudret ve yüceliğinin artması, bahtının açık olması ve ikbal
güneşinin daima parlaması.
27. Onun yücelik güneşinin daima parlaması ve düşmanlarının en
kısa zamanda kahrolması.
28. Onun zamanında İslamiyet’in yayılması ve Allah’ın bu hususta
ona yardımcı olması.
29. Cihanı adaletle bayındır hale getirmesi ve yaptığı işlerin Allah
katında makbul olması.
30. Adalet ve ihsan Allah’ın emri olduğu için padişahın bu emirlere
uyması.
31. Şeriat kanunları ile yola çıkıp gittiği her yerde onunla hükmet-
mesi.
32. Onun adaletiyle ülkenin güvenlik içinde olması.
33. İslam hükümlerini yürütüp Müslümanlara imam olması.
34. Ülke sınırlarında bulunan komşularının daima onun emir ve ya-
saklarına itaat etmesi.
35. Zekatı alıp yerine ulaştırması ve böylece zorbaların kahrolması.
36. Yol kesicileri ve hırsızları ortadan kaldırması.
37. Kavgayı sona erdirip, fesadı ortadan kaldırması ve ibadet
edenlerin şahitliğini kabul etmesi.
38. İslam hukukuna zarar gelmesini önlemesi.
39. Allah yolunda savaşıp, savaşta elde edilen ganimeti adaletle da-
ğıtması.
40. İslam hükmünü yürütmeye muktedir olup koruması.
41. Zalimin üzerinde mazlum hakkı bırakmaması.
42. Onun cihan padişahı olması ve zıllu’llah (Allah’ın gölgesi) olan
bir sultan olması.
43. Azametiyle adının bütün cihana yayılması ve düşmanlarının on-
dan aman dilemesi.
26 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

44. Düşmanlarının, kendi ülkelerini ayaklar altına almasın diye ne


isterse ona vermeleri.
45. Allah’ın faziletiyle ona yardım etmesi ve onun taklitten geçip
hakikat ehli olması.
46. Allah’ın, bu cömert sultana hidayet eylemesi ve Sırat-ı müsta-
kim’den kolaylıkla geçmesini sağlaması.
Buraya kadar sıralanmış olan dualar padişahın kendisi için edilen
genel dualardır. Bundan sonra şair, bu duânâmede padişahtan beklenti-
sini dile getirir. Şair bu kısımda, yaptığı duanın bir fetih duası olduğunu
belirterek eserinin yazılış amacını açıkça bildirmektedir. Burada şair,
yaşı küçük de olsa padişahın, babasının döneminde kaybedilen Bağdat
ve Yemen’i geri alması ümidiyle bu manzumeyi yazdığını anlatır.
Du’â-yı feth irişsün âsumâna
Sabâ-yı nasr girsün bâd-bâna

Yemen yümn ile feth olup kemâ-kân


Mutî‘ ola cemî‘-i ehl-i ‘isyân

Harâb olsun ser-â-ser mülk-i evbâş


Kızıl kana boyansun hep Kızılbaş

Yehûdâ vü nasârîden denîler


Fürû-mâye ‘akıl ser-geştenîler

‘Alef olsun olar şemşîr-i tîze


İrişsün râfızî sadrına nîze

Dahı Bağdâdı feth itsün cünûdı


Kıralar cümle ol hamr-ı cühûdı
Duânâmenin sonunda şair, gelenek haline gelmiş olan dua tertibine
uygun olarak önce padişahın atalarına rahmet dilemekte ve ardından da
bu duayı dinleyip âmin diyenlerin muradlarına ermelerini niyaz et-
mektedir.
Şairlerin, eserlerinin sonunda kendi şiirini ve sanatkarlık gücünü
övmesi tertip gereğidir. Burada da İlmî,
Sözün İlmî senün nûr-ı cenândur
Delîl-i mûsıl-ı hûr-ı cinândur
Kadızâde Mehmed İlmî’nin Manzûm Duânâme’si ● 27

Mu‘anber kıl cihânı müşg-bîz ol


Mu‘attar it meşâmı ‘ıtr-rîz ol

Kelâmun kadrin irgür âsumâna


Ola kandîl-i nûrânî cihâna
dediği beyitlerinde sözlerinin gönülleri nurlandıracağını, cennet hurile-
rine kavuşmanın delili olacağını, cihana müşk serpip güzel kokular sa-
çacağını, göklere erişip cihanı aydınlatacak kandil olacağını belirterek
şiirini övmektedir. Ardından da bu duânâmeyi okuyanların, dinleyenle-
rin ve görenlerin el açıp padişaha hayır dualar etmelerini, padişahı dua
ile anmalarını dilemektedir. Bunu yapanların gamdan kurtulmaları için
de Allah’a dua etmektedir. Ayrıca bu duanın kabul edilmesi ve âmin
diyenlerin emin olması için Allah’a niyaz etmektedir. Bunun akabinde
şair aşağıdaki beyitlerle eserini noktalamaktadır.
Du’âmuz bula bununla nihâyet
Cihân halkına yâ Rab kıl hidâyet

Cemî‘-i mü’minîni eyle mes‘ûd


Ecib da‘vâtenâ yâ Sâhibe’l-cûd
Eserin metni iki nüsha karşılaştırılarak aşağıda verilmiştir.10

10
Nüsha karşılaştırılmasında Bayezid Devlet Kütüphanesi’ndeki nüsha için B,
Topkapı Sarayı Kütüphanesi’ndeki nüsha için T rumuzu kullanılmıştır.
Düzeltmeler belirtilirken metin için M kısaltması verilmiştir.
28 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

DU‘Â-NÂME-İ ‘İLMÎ*

84a B, 114b T
(1)Ekremü’s-selāšín ve a‘žamü’l-ĥavāķín es-Sulšān Murād Ĥān ibn
(2)es-Sulšān Aģmed Ĥān ibn es-Sulšān Muģammed Ĥān ģażretlerine
(3)du‘ā-nāmedür ki Sulšān Bayezíd-i Velí ‘aleyhi’r-raģmetü’l-‘ulā
(4)Cāmi‘-i şerífinde ģālā vā‘iž ü nāŝıģ olan Şeyĥ Muģammed ‘İlmí
(5)dā‘íleri inşā idüp pādişāh-ı İslāma ihdā itmişlerdür. (6)Ķabūl recāsı ile
taķabbelallāhu te‘ālā biķabūlin ģasenin.
Du‘ācıyam du‘ādur armaġānum
Du‘ācıdan du‘āyı armaġān um
(7)Bu du‘ā-nāmeyi her cum‘ā gicesi yatsu nemāzından soñra
mescidde (8)bir kimse oķuyup diñleyenler āmín diseler sa‘ādetlü
pādişāhumuzuñ (9)‘ömürleri uzun olup ve cemí‘ murādları ģāŝıl olup
(10)ve Yemen ve Baġdād fetģ olup ve a‘dā-yı (11)dín ü devlet maġlūb
(12) olmaġa sebeb olur (13)inşā’allāhu (14)te‘ālā.**

*
Başlık: Merģūm ve maġfūr Ķaēızāde Meģmed Efendi Raģmetu’llāhi ‘aleyh Du‘ā-
nāme bi-ismihi subģānehu nes’elu iģsānehu münācāt-ı Ĥudā ve ‘arż-ı ģācāt T,
Bismi’llāģi’rraģmāni’rraģím B
**
Bu mukaddime B nüshasında şu şekildedir: (1)Ekremü’s-selāšín ve a‘žamü’l-
ĥavāķín illā ve hüve’s-(2)sulšān ibni’s-sulšān es-sulšān Murād Ĥān (3)ģażretlerine
du‘ā-nāmedür ki ģālā Sulšān Bayezíd-i Velí (4)‘aleyhi’r-raģmeti’l-ķaviyy Cāmi‘inde
vā‘iž ü nāŝıģ olup (5)Şeyĥ Muģammed ‘İlmí dā‘íleri inşā idüp pādişāh-ı (6)İslāma
ihdā itmişdür. Taķabbelallāhu biķabūli ģasenin (7)recāsıyla.
Du‘ācıyam du‘ādur armaġānum
Du‘ācıdan du‘āyı armaġān um
(8)Pes bu du‘ā-nāme Saray mescidinde vesā’ir cevāmi‘de (9)oķınsa ve ümmet-i
Muģammed āmín diseler bi‘avni’llāhi(10)te‘ālā Yemen ve Baġdād fetģ olup ve
‘ālem emn ü emān (11)[ve] zemin ü zemān (ve) āsūde-ģāl üzre olalar, (12)ve
sa‘ādetlü pādişāhumuz ‘adliyle çoķ mu‘ammer (13)olalar biģürmeti‘l-fātihā
Kadızâde Mehmed İlmî’nin Manzûm Duânâme’si ● 29

84b B, 115a T Bismi’llāhi‘rraģmāni’rraģím

mefā‘ílün mefā‘ílün fe‘ūlün

1 İlāhí źāt-ı pāküñ ģürmeti-y-çün


Ŝıfāt-ı tābnāküñ ģürmeti-y-çün

2 Senüñ vaŝfuñ olan Ķur’ānuñ içün


Ģaķı farķ itmege fermānuñ içün

3 İlāhí levģ-i maģfūž u ķalem-çün


Aña mektūb olan ‘ilm ü ‘alem-çün

4 Muģíš-i cümle ‘arş-ı a‘žam içün


Cinānuñ ferşi Kürsí Ekrem içün

5 Nübüvvet taĥtınuñ ol şāhı içün


Yanuñda ulu ‘izz ü cāhı içün

6 İlāhí enbiyānuñ cümlesi-y-çün


Daĥı aŝģāb u āli zümresi-y-çün

7 Maķām-ı ķurba vāŝıl ķullar içün


O nār-ı ĥavfa yanan diller içün

8 Kelāmuñla sivāyı terk iden-çün


Kelāmuñ ma‘nisini derk iden-çün

9 Ŝafālardan geçüp ŝūfí olan-çün


Kelāmuñla senüñ ŝāfí olan-çün

10 Ģabíb ü hem muģibb olan ķul içün


Müríd ü hem murād olan dil içün

1 tāb-nāküñ: tāb-nātüñ T
2 fermānuñ:Furķānuñ T
5
taĥtınuñ: taģtınuñ B
8
derk: Bu kelime metinde terk şeklinde yazılmış olup anlam gereği bu şekilde
düzeltildi. (derk: anlama, kavrama)
30 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

11 Kelāmuñ pūtesinde ŝāf olan-çün


Dürişüp ‘ilmüñ iksírin bulan-çün

12 Kelāmuñda senüñ ‘arrāf olan-çün


Kelām-ı ġayrıda ŝarrāf olan-çün

13 Müyessirsin müyesser ķıl murādum


Ķapuña geldüm ü gitmem bir adım

14 Şular kim saña itdi i‘timādı


Olur yanuñda ģāŝıl her murādı

115b T 15 Şular kim saña itdi ilticāyı


Muķarrer buldılar anlar recāyı

16 Şular kim saña tefvíż itdi emrin


Ģużūr ile geçürdi cümle ‘ömrin

17 Yüzüm tevcíh idüp yā Rab šapuña


Kerem lušf uma geldüm ben ķapuña

85a B 18 Kerímsin ‘ādetüñ dā’im keremdür


Ki ehl-i cürme bābuñ mültezemdür

19 Açuķdur bāb-ı lušfuñ her faķíre


N’ola iģsān iderseñ ben ģaķíre

20 Göñülden her kişi isterse maķŝūd


Virürsin eylemezsin anı merdūd

21 Murādum ol ķabūl eyle du‘āmı


Ķuluñam çünki ben ‘āŝí vü ‘āmí

22 Du‘ām oldur ki sulšān-ı zamānı


Ķılup ‘ādil viresin çoķ emānı

11
- B; iksírin: ekśerin M (anlam ve vezin gereği düzeltilmiştir.)
15
ilticāyı: ilticātı B. // recāyı: recātı B
19
ben:bu T
22
T nüshasında, bu beyitteki “emân” kelimesinin anlamı derkenarda “uzun ömürler
ve çok muradlar” şeklinde açıklanmıştır.
Kadızâde Mehmed İlmî’nin Manzûm Duânâme’si ● 31

23 Olasın dā’imā anuñ žahíri


Her işinde mu‘íni vü baŝíri

24 Daĥı fażluñla lušf idüp İlāhí


Olasın sen Murād Ģānuñ penāhı

25 İlāhí eyleyüp lušfı ‘ibādı


Baġışla ‘āleme Sulšān Murādı

26 İdüp a‘dāsını ĥışm-ile maķhūr


Ķamu aģbāb-ı devlet ola mesrūr

27 Ola maķbūl-i ‘ālem cümle kārı


Hümāyūn ide menşūrını Bārí

28 Ola beyt-i dili ‘ilm-ile ābād


İde mülk-i ‘adūyı tā ki berbād

29 Sülūk itsün šaríķ-ı ‘adl ü dāda


İrişsün Ka‘be-i ‘izz ü murāda

116a T 30 Medār-ı emr-i cumhūr ola rāyı


Murād ehli bula andan recāyı

31 Dil-i pākin şerí‘at mažharı ķıl


Cihānuñ āfitāb-ı enveri ķıl

32 Senüñ emrüñi icrā ķıl rıżāsın


Resūlüñ sünnetin ķıl reh-nümāsın

33 Umūr-ı şer‘a ķılsun inķıyādı


‘Adālet itmek olsun hep murādı

25
‘ibādı : Bu kelimede datif eki olan –a, -e sesinin –ı sesiyle verildiği görülmektedir.
Bu özelliğe bugün de Anadolu’nun bazı yörelerinde, özellikle Ege bölgesi ağzında
rastlanmaktadır.
28
‘ilm-ile:‘ālemde B
30
rāyı: rā’í B // recāyı:recā’í B
31
āfitāb-ı enveri:āfitāb-u enveri B
33
itmek:etmek B; hep:her T
32 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

34 Zebān-ı tíġı tevbe vire ĥalķa


Hidāyet eyleye güm-rāh-ı ģaķķa

85b B 35 Źekāsı āfitābı ola pür-nūr


Cihān ‘adliyle ola şād u mesrūr

36 Ne kār-ı ĥayra kim ola mübāşir


Aña teysír ide Allāh-ı ķādir

37 Murādātın virüp cümle Müheymín


Müheyyā eyleye dā’im mühimmin

38 İlāhí aña tevfíķuñ refíķ it


Meded-kārí-i fażluñ hem-šaríķ it

39 Hemíşe ‘ilm ü ‘adl ola murādı


Maŝūn olsun belālardan bilādı

40 Muģíš ola ‘ulūmı cümle ģāle


Ki tā aldanmaya her mekr ü āle

41 Muģíš olduķda aģvāle żamíri


Şerí‘at emrinüñ ola žahíri

42 Cihān fermān-beri ola hemíşe


‘Adālet rehberi ola hemíşe

43 Hemíşe ‘adl ola aña müyesser


‘Adūsı ola her demde mükesser

44 Kemāli arta dā’im ola enver


Cihānda ‘adl ile ola mu‘ammer

116b T 45 Zemín üstinde ‘adli ola memdūd


Hemíşe hem-dem ola ‘adl-i mes‘ūd

34
zebān:zübān B
35
şād u: - B
37
murādātın:murādā B; Müheymín:mühimmin T // - B
45
‘adli ola:ola ‘adli B
Kadızâde Mehmed İlmî’nin Manzûm Duânâme’si ● 33

46 Ola hem ‘izzet ü baĥşı ziyāde


Daĥı ĥurşíd-i iķbāli żiyāda

47 Şu‘ā‘-ı mihr-i rif‘at ola tābān


‘Adūsınuñ ola ķahrı şitābān

48 Zamānında şerí‘at ola cārí


Ĥudā her işde ķılsun aña yārí

49 Ol ‘adl ile cihānı ide ma‘mūr


Ĥudā ide anuñ sa‘yini meşkūr*

50 Ĥudānuñ emridür çün ‘adl ü iģsān


Ol emre imtisāl ide bu sulšān

51 Gire ol şer‘ ü ķānūn ile yola


Anuñla ģükm ide ŝaġ ile ŝola

86a B 52 Anuñ eyyām-ı ‘adlinde vilāyet


Olup emn üzre hem ola ģimāyet

53 Ola ol ehl-i İslāmuñ imāmı


Ki tenfíź ide aģkāmı tamāmı

54 Ģudūdı eyleye dā’im iķāmet


İdeler emr ü nehyine išā‘at

55 Zekātı alup ol vire yirine


Taġallüb ehli ķahrından yirine

46
baĥşı: baĥtı B
47
şu‘ā‘:şi‘ā‘ B // şitābān:sitābān B
*
Bu beyitten sonra T nüshasında 50. beyitle alakalı olarak
Ķāle’llāhu el-Melikü’l-Mennāni’d-Deyyān
İnne’llāhe ye’muru bi’l-‘adli ve’l-iģsān,
şeklindeki, âyet ihtiva eden Arapça beyit, B nüshasında ise “Nev‘-i diger der du‘ā-i
pādişāh-ı a‘žam” başlığı yer almaktadır. Bu başlık ikinci bir duānāme olduğu his-
sini uyandırmaktadır. Ancak beyitlerin devamına bakıldığında, birinci duā-
nāmenin burada bitmediği ve ikinci kısmın onun devamı olduğu anlaşılmaktadır.
34 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

56 Ne ķuššā‘-ı šaríķı ķoya yolda


Ne uġrılıķ ideni ŝaġ u ŝolda

57 Nizā‘ı ķaš‘ u ref‘ ide fesādı


Ķabūl ide şehādāt-ı ‘ibādı

58 Cihānda emr-i şer‘i ide şāyi‘


Ģuķūķ-ı müslimín olmaya żāyi‘

117a T 59 Cihād idüp ġazāda ola ķā’im


İde ‘adl ile taķsím-i ġanā’im

60 Oluban ķādir-i tenfíź-i aģkām


İde ģıfž-ı ģudūd-ı dār-ı İslām

61 Hem inŝāf ile ide Ģaķķı ma‘lūm


Ķomaya žālim üzre ģaķķ-ı mažlūm

62 Murād oldur cihāñda şāh ola ol


Ki es-sulšānu žıllu’llāh ola ol

63 Cihānuñ cānıdur Sulšān Murād Ĥān


Güzín-i dūdmān-ı āl-i ‘Ośmān

64 Mehābetle šuta nāmı cihānı


‘Adūsı dileye her dem emānı

65 Vireler her ne deñlü istese māl


Ķorup tek itmesün milkini pā-māl

66 Ĥudāyā eylegil fażluñla tevfíķ


Geçür taķlídden ķıl ehl-i taģķíķ

67 Hidāyet eyle sulšān-ı keríme


Ķulaġuzla ŝırāš-ı müstaķíme

68 Mübārek źātına olsun du‘ālar


Devām-ı rif‘ati içün śenālar

58
B nüshasında bu beyitteki mısraların yerleri değişiktir.
60
ģudūd-ı:ģudūda B
67
ķulaġuzla: ķulavuzla B
Kadızâde Mehmed İlmî’nin Manzûm Duânâme’si ● 35

86b B 69 Hümāyūn devleti olsun muģalled


Mužaffer ola a‘dāya mü’ebbed

70 Ola fermān-beri hep rub‘-ı meskūn


Bula źāt-ı şerífi ‘ömr-i efzūn

71 Hübūb itsün nesím-i fetģ ü nuŝret


Hem Allāhdan irişsün ‘avn ü ‘izzet

72 Du‘ā-yı fetģ irişsün āsumāna


Ŝabā-yı naŝr girsün bād-bāna

73 Yemen yümn ile fetģ olup kemā-kān


Muší‘ ola cemí‘-i ehl-i ‘iŝyān

74 Müsülmānlar ŝıyup aŝģāb-ı ķahrı


İçürsünler ‘adūya āb-ı zehri

117b T 75 Ĥarāb olsun ser-ā-ser mülk-i evbāş


Ķızıl ķana boyansun hep ķızılbaş

76 Yehūdā vü nasāríden deníler


Fürū-māye ‘aķıl-ser-geşteníler

77 ‘Alef olsun olar şemşír-i tíze


İrişsün rāfıżí ŝadrına níze

78 Daĥı Baġdādı fetģ itsün cünūdı


Ķıralar cümle ol ģumr-ı cühūdı

79 Gele dergāhına ĥayr-ı ĥaberler


İrişe şem‘-i pākine hünerler

80 Anı ķıl mažhar-ı lušf-ı İlāhí


Hem olsun raģmetüñ anuñ penāhı

69
mü’ebbed:mü’eyyed B
73
- T
78
itsün:ide T
36 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

81 Cemí‘-i ehl-i ímānuñ Ĥudāyā


Ĥašāsın sen gider lušf it ‘ašāyā

82 İre mü’minlere raģmet Ĥudādan


Diyen āmín emín olsun belādan

83 Bu sözlerle du‘ādur aña maķŝūd


İde ‘ömrin ziyāde Ģayy u Ma‘būd

84 İlāhí vir reşādı Ĥān Murāda


İki ‘ālemde tā ire murāda

85 Geçür aģvāl-i ģaşruñ cümlesinden


Ķıl anı evliyāñuñ zümresinden

87a B 86 Maķām-ı aŝdıkāya irgür anı


Müyesser ķıl rıżā-yı cāvidānı

87 Anı aŝģāb-ı aģbāba ķarín it


Ki ya‘ní çār-yāra hem-nişín it

88 İşitsün yā İlāhí ol ģišābuñ


İrişdürme aña hergiz ‘itābuñ

118a T 89 Tecellí-i cemālüñ ķıl müyesser


Degül bir kerre yā Rab bi’lmükerrer

90 Ne ‘arż idem senüñ ma‘lūmuñ olmaz


Merātib kim buyurduñ ķalbe gelmez

91 Ķulaķ işitmedi vü görmedi göz


Taĥayyül olmadı vü dimedi söz

92 Yaraķladuñ anı ŝāliģ ķul içün


Naķí vü mü’min ü muģlis-dil içün

93 Müyesser eyle yā Rab ol maķāmı


İrişe lušf u fażl aña tamāmí

81
ĥašāsın:Ĥudāyā M (anlam gereği düzeltilmiştir.)
89
bil:sil B
92
nakí vü:nakí-i B
Kadızâde Mehmed İlmî’nin Manzûm Duânâme’si ● 37

94 Daĥı şol nesne kim fażluña lāyıķ


‘Ašā ķıl aña yoķ lušfuña ‘āyıķ

95 Recā senden ziyāde ‘izzet eyle


Ķamu eslāfına sen raģmet eyle

96 İlāhí cümlesine raģmet eyle


Ķamusınuñ mekānın cennet eyle

97 Du‘āmı işidüp kim dirse āmín


Muģaŝŝal eyle anuñ cümle kāmın

98 Sözüñ te’śír ider olur du‘ālar


Eyü ģaķķında çoķ dürlü śenālar

99 Sözüñ İlmí senüñ nūr-ı cenāndur


Delíl-i mūŝıl-ı ģūr-ı cināndur

100 Mu‘anber ķıl cihānı müşg-bíz ol


Mu‘aššar it meşāmı ‘ıšr-ríz ol

101 Kelāmuñ ķadrin irgür āsumāna


Ola ķandíl-i nūrāní cihāna

102 Oķınduķca mu‘anber ola ‘ālem


Du‘ā-yı ĥayr ideler şāha her dem

103 Daĥı her kim bu nažm-ı dil-güşāya


Nažar ide elin açsun du‘āya

87b B, 118b T 104 O sulšānı du‘ā ile ide yād


İde ol ķulını Ģaķ ġamdan āzād

105 Ĥudāyā bu du‘āmı eyle maķbūl


Emín olsun buña āmín diyen ķul

96
- B
103
dil-güşāya:dil kitāba B
105
du‘āmı: du‘āyı B
38 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

106 Du‘āmuz bula bunuñla nihāyet


Cihān ĥalķına yā Rab ķıl hidāyet

107 Cemí‘-i mü’miníni eyle mes‘ūd


Ecib da‘vātenā yā Ŝāģibe’l-cūd

SONUÇ
Klâsik Türk edebiyatında pek çok konuda olduğu gibi dua konu-
sunda da çok ve çeşitli malzemeyle karşılaşılmaktadır. Değişik nazım
şekilleriyle yazılmış dua konulu münacaat, tazarruat, niyaznâme,
istimdâdiye, tevbenâme, istiğfarnâme, ilticânâme gibi büyük küçük pek
çok eser kaleme alınmıştır. Bunların her biri ayrı birer araştırma konusu
olup elde edilen malzeme ölçüsünde tür olarak kabul edilebilecek ko-
nulardır. Duânâmeler de bu tür eserler arasında değerlendirilebilir.
İlmî’nin bu eseri bunlardan sadece biridir. Bu nevi örnekler çoğaltılarak
duânâme konusu başlı başına bir tür olarak incelenmeye muhtaçtır.
İlmî’nin bu eseri, kaside nazım şekliyle yazılmış klâsik
cülûsiyyelerden farklı olarak mesnevî nazım şekliyle ve duânâme tü-
ründe yazılmış bir manzumedir. Bağdat ve Yemen’in feth edilmesi dile-
ğinde bulunulması sebebiyle de bu eser, aynı zamanda bir fetih duası
olarak da kabul edilebilir.
Eser, sosyal açıdan değerlendirildiğinde, Türk milletinin vatanına,
devletine olan bağlılığını, kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı
veya daha önce kaybettiği topraklara karşı olan hassasiyetini ortaya
koyması bakımından son derece önemlidir. Zira bu eser, seferde asker
olup orduya katılmanın yanı sıra katılamayanların da dualarıyla onlara
iştirak ettiğini, manen onların yanında olduğunu anlatan güzel örnek-
lerden biridir.
Kadızâde Mehmed İlmî’nin Manzûm Duânâme’si ● 39

KAYNAKÇA:
Akkuş, Metin (1993), Nef’î Divanı, Ankara: Akçağ Yay.
Akyüz, Kenan, Süheyl Beken, Sedit Yüksel ve Müjgân Cunbur (1958), Fuzûlî
Divanı, Ankara: Türkiye İş Bankası Yay.
Arat, Reşit Rahmeti (1986), Eski Türk Şiiri, Ankara: TTK Yay.
Aydemir, Yaşar (2000), Behiştî Dîvânı, Ankara: MEB Yay.
Bilkan, Ali Fuat (1997), Nâbî Dîvânı, 2 cilt, İstanbul: MEB Yay.
Bursalı Mehmed Tahir Efendi, Osmanlı Müellifleri, I, (haz. A. Fikri Yavuz ve
İsmail Özen), İstanbul: Meral Yay.
Can, Mustafa (2001), 15-18. yy.larda Bazı Divanlarda Dua ve Beddua Beyitleri,
Afyon: Afyon Kocatepe Üniversitesi, XII+143 s.
Ceylan, Ömür (2005), “Kadeh Duası ve Şerhine Dair”, Böyle Buyurdu Sûfî:
Tasavvuf ve Şerh Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul: Kapı Yay., 182-193.
Cilacı, Osman (1994), “Dua”, DİA, 9, İstanbul: TDV Yay.
Çavuşoğlu, Semiramis (2001), “Kadızâdeliler”, DİA, 24, İstanbul: TDV Yay.
Çelebioğlu, Âmil (1983), “Türk Edebiyatında Manzum Dinî Eserler”, Şükrü
Elçin Armağanı, Ankara.
Çelebioğlu, Âmil (1987), “Kültürümüzde Yatak Duaları”, III. Milletlerarası
Türk Folklor Kongresi Bildirileri, Ankara: KTB Folklor Araştırma Dairesi
Yay., 95-102.
Dîvân-ı Vahyî, Millet Kütüphanesi Ali Emîrî Ef. Böl. Manzum Eserler nr. 492.
Halaçoğlu, Yusuf (1991), “Bağdat ( Osmanlı Dönemi)”, DİA, 4, İstanbul:
TDV Yay.
Kâtib Çelebi, Fezleke, II, İstanbul, 1287.
Kâtib Çelebi, Mizânü’l-Hak fi İhtiyâri’l-Ahak (haz. O. Şaik Gökyay), İstanbul,
1972.
Kaya, Bayram Ali (2003), Azmî-zâde Hâletî Dîvânı, Harvard Üniversitesi Ya-
kın Doğu Dilleri ve Medeniyetleri Bölümü, Türkçe Kaynaklar XLIX.
Mermer, Ahmet (1997), Karamanlı Aynî ve Dîvânı, Ankara: Akçağ Yay.
Nâimâ Tarihi, III.
Sabri, Şakir (1934), Gaziantep Büyükleri, Gaziantep: Halkevi Yay.
Saraç, M.A.Yekta (2002), Emrî Dîvânı, İstanbul: Eren Yay.
Sungur, Necati (1994), Âhî Dîvânı, Ankara: KB Yay.
Şeyhî Mehmed Efendi, Şakâik-i Numâniye ve Zeyilleri III: Vekâyiu’l-Fudalâ I,
(haz. Abdülkadir Özcan), İstanbul, 1989.
Tarlan, Ali Nihad (1945), Hayâlî Bey Dîvânı, İstanbul: İÜ Yay.
40 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Tarlan, Ali Nihad (1963), Necatî Beg Divanı, İstanbul: MEB Yay.
Tezcan, Semih ve Hendrik Boeschoten (2001), Dede Korkut Oğuznâmeleri,
İstanbul: Yapı Kredi Yay.
Ürekli, Bayram (1997), “Dördüncü Murad Devrine Dâir Kadızâde’nin Bir
Manzûmesi”, Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dergisi, 11, 277-
300.
Yavuz, Kemal (1999), “Edebiyatımızda Gezen Nefesler”, Tarih ve Medeniyet
Dergisi, 61, 41.
Yılmaz, Mehmet (1992), Edebiyatımızda İslamî Kaynaklı Sözler, İstanbul: Ende-
run Kitabevi.
Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi 1, İstanbul 2008, 41-94.

Stilistik Açıdan
“Öncelemeler” ve
Fuzulî’nin Şiirlerinde
CEM DİLÇİN*
“Yüklem Öncelemesi”
Foregrounding in Stylistic View and Predicate
Foregrounding in the Poems of Fuzulî

ÖZET ABSTRACT

Herhangi bir cümle öğesine belli bir amaçla cümlede ilk To pleace a certain item in the beginning of a sentence
sırayı vermek sözlü ve yazılı anlatımda önemli bir dil for a certain purpose is important fact of language in both
olayıdır. Devrikleme olarak adlandırılan bu dil olayı, verbal and written expressions. This is called anastrophe
manzum ve mensur bütün metinlerde karşımıza çıkar. and it can be observed in all poems and texts. Such
Cümle öğelerinin bu türlü kullanılması, stilistik açıdan expressions also have a great effect emphasizing and
bakıldığında duygusal ve düşünsel çok önemli sonuçlar intensifying the meaning of the sentence in a certain way.
doğurur. Bu kullanımların ayrıca, cümlenin anlamını belli Examples for this use are widely observed in all types of
bir yönde vurgulamak ve güçlendirmek açısından da çok poems in all periods of Turkish literature. This article
büyük bir etkisi vardır. Böyle kullanımların örneklerine focuses on the examples in which the predicate is used in
Türk edebiyatının her dönem şiirinde çok sık rastlanır. Bu the beginning of the verse or line in the poems of Fuzulî,
yazıda divan şiirinin büyük ustalarından Fuzulî’nin who is one of the greatest masters of Ottoman poetry and
şiirlerinde özellikle yüklemin beyit ya da dize başlarında some other examples from other Ottoman poets are
kullanılmasına ilişkin örnekler üzerinde durulmuş, provided as well.
bunların değerlendirilmesi yapılmış ve başka divan
şairlerinin şiirlerinden de konuyu pekiştirmek amacıyla
bazı örnekler verilmiştir.

ANAHTAR KELİMELER KEYWORDS


Stilistik, devrikleme, önceleme, divan şiiri, Fuzulî. Stylistics, anastrope, foregrounding, Ottoman poetry,
Fuzuli.

Öncelemeler, yazılı ve sözlü anlatımda önemli bir dil olayıdır. Buna


bağlı olarak nazımda ve nesirde kullanılış biçimlerinin doğurduğu so-
nuçlara göre, stilistik açıdan duygusal ve düşünsel etkiler yaratan türlü
söz ve anlam sanatları düzeyinde bir görünüm kazanmış olarak karşı-
mıza çıkar. Öncelemelerin şiir dilinin oluşturulmasında kurgusal yön-
temler açısından çok önemli bir yeri vardır. Şairler öncelemeleri, yeni,
değişik, özgün, benzerlerinden ayrı ya da öncekilerden daha güzel bir

*
Prof. Dr., Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü,
Ankara.
42 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

anlam ve söz yapısı içerisinde kendilerine özgü ölçütlerle seçtikleri ke-


limelerle sanatlarının ve üslûplarının temel bir gereği ve özelliği olarak
uygularlar. Bu nedenle, bir şiirin, bir beytin ya da bir dizenin hangi sözle
başlayacağı dilbilgisi kurallarına göre değil, şiir sanatının inceliklerine
göre belirlenir. Bir şair ya da yazar kişisel, bilgisel, çağrışımcı, inandırıcı,
mantıksal, duygusal, sanatsal amaçlardan biri ya da birkaçı doğrultusunda
dil gereçlerini kullanır (Özünlü 1997: 2-3), söz seçimi yapar ve bunlara
bağlı olarak da en uygun bir cümle öğesini “önceler”. Stilistik çalışmala-
rında dilin kullanımı, buna bağlı olarak da şiir dilinin oluşması açısın-
dan belirleyici bir ölçüt niteliğinde olan öncelemeler, koşutlukların, yinele-
melerin, sapmaların yanında devriklemelerin (anastrophe) de ortaya çıkma-
sında önemli bir etkendir. Bu yönden bakıldığında divan ve mesneviler,
şiir dilinde stilistik açısından öncelemelerin yerini ve önemini bütün
yönleriyle örneklendirebilecek zenginlikte bir kaynaktır.
Şiirsel dilin oluşmasında, şiirsel yapının kurulmasında devriklemeler,
başka bir deyişle her çeşit öncelemeler, divan şiirinde bir “söz mimarlığı”
niteliğindedir. Şiirsel anlatıma uygun “cümle mimarisi”, nazım söz di-
ziminde “cümleyi inşa etmek” açısından çok önemlidir. Şiirin pek çok
tanımı arasında, “dili kullanma sanatı” biçiminde yapılan tanımı, şiire
somut bir görünüm ve nitelik kazandırmıştır. Bu nedenle, sözü şiir ya-
pan gizil ve etkin güçlerin arasında öncelemelerin özel bir yerinin oldu-
ğunu söylemek hiç de yanlış olmaz.
Dilbilgisi kitaplarının kimilerinde, nazımdaki devriklemelerin vezin,
kafiye, redif gibi “zorunluluk”lar nedeniyle yanlış sayılmayarak hoş
görüldüğü ya da doğal karşılandığı değerlendirmeleri yapılmıştır. Bu
türlü görüşler belli bir oranda doğru olabilirse de devriklemeler, sanatkâr
şairler elinde estetik bir kaygıyla bilinçli olarak yapılmış düzenlemeler-
dir. Pek çok dize vezin ve kafiyesi bozulmadan farklı söz düzenlemeleri
ve kelime dizilişleri içerisinde söylenebilirse de böyle durumlarda anlam
etkisinin ve duygu coşkusunun büyük ölçüde yok olduğu hemen görü-
lür. Bir beyit nesre çevrildiği yani kurallı cümle durumuna getirildiği
zaman, beytin aslındaki devrikliğin yarattığı şiirsel söylemin canlılığı,
anlamsal etkinin akışkanlığı hemen kaybolur; geriye de yalnızca dura-
ğan, donuk, kuru bir cümle yargısı kalır. Bu nedenle nazımda devrikleme
ya da her türlü önceleme bir “zorunluluk” değil, uygulama açısından,
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 43

eski deyimle söylersek “eşyanın tabiatına aykırı olmayan” bir “gerekli-


lik”tir. Bu durumda vezinli, kafiyeli, redifli şiirler için bir “zorunluluk”
olarak değerlendirilen önceleme, vezinsiz, kafiyesiz, redifsiz şiirler için
bir “doğallık” gibi değerlendiriliyor demektir. Bu tür şiir alanında ürün
verenler devriklemenin açılımlarından yararlanacak, vezinli, kafiyeli, re-
difli şiir söyleyen şairler ise bu açılımlardan uzak kalacaklar; böyle bir
durum söz konusu olamaz. Ben, kimi dilbilgisi kitaplarındaki bu türlü
değerlendirmeleri bir yönüyle, Türk edebiyatının her dönem şairleri ve
bunların şiirleri üzerinde gerektiği biçimde ve yeterli ölçüde stilistik
çalışmaların yapılmadığı olgusuna bağlıyorum. Böyle çalışmaların ya-
pılmamış olması, divan ve halk şiirinde ya da benzeri nazım türlerinde
devriklemenin sanki “manzum” olmanın bir gereği imiş gibi algılanması,
dolayısıyla da doğal kabul edilmesi sonucunu doğurmuştur.
Devrikleme sonucunda nesirde ya da nazımda ortaya çıkan cümlele-
rin, “kuralsız, yanlış, bozuk...” sıfatlarıyla nitelendirilmesi doğru değil-
dir. Devrik cümlelerde öğeler, anlama nasıl bir yön verilmek isteniyor ya
da anlam nasıl bir önem sırası gerektiriyorsa ona göre söz diziminde
yerini alır. Söz diziminde baş yer, sözün ve konunun ekseni durumunda
olan öğe içindir, cümlede görevi ne olursa olsun o kelime öne alınır
(Dizdaroğlu 1976: 250-252). Bu nedenle, düşünce ve duyguların niceliği
ve niteliği sözlü ve yazılı anlatımda devrikleme ve öncelemeleri bir an-
lamda zorunlu kılmaktadır.
Devrik cümleler, kurallı cümlelerden daha vurgulu, tonlu ve doku-
naklı söylenmeye elverişlidir. Yerinde kullanılınca da kurallı cümleden
daha derin, daha zengin duygular ve imgeler taşıyabilmektedir. Anlatım
gücünü her şeyden üstün sayan anlambilimcilere göre, cümlenin güzel-
liği geleneksel kurallara uygunlukta değil anlatıma sindirilen duygu,
imge değeriyle ve sözlerin örülüşlerinden ve kelimelerin dizilişlerinden
doğan ses güzelliğiyle ölçülür. Böyle bir devrik cümle, kurallı cümleye
çevrilince, sözlerin örgüsüne ve kelimelerin dizilişine sinmiş duygu ve
imge değerleri ile cümledeki coşkunluk ve söylemdeki tat ortadan kal-
kar (Gencan 1979: 116).
Nesirde devrik cümle kullanılması da her çeşit öncelemenin yarattığı
semantik ve stilistik etkiden, algılama ve çağrışım zenginliğinden ya-
rarlanmak içindir. Devrikleme ve öncelemelerin bir işlevi de, metin içeri-
44 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

sinde arka planda görünen ya da bulunan bir öğeyi ön plana çekerek


duygusal ve düşünsel yönden ona bir etkenlik kazandırmaktır. Bu ne-
denle konuşma dilinde, atasözleri ve deyimlerde, tiyatro yapıtlarında,
roman ve hikâyelerde çok çeşitli ve canlı örneklerini gördüğümüz önce-
lemelerin dilin anlatım gücünü artırmada yüklendikleri işlev gerçekten
küçümsenemez ölçüdedir.
Türkçe’nin özleşmesi konusunda büyük çabalar harcamış, Türk
edebiyatına deneme ve eleştiri alanlarında önemli katkılarda bulunmuş
olan Nurullah Ataç, bu konuda çok eleştirilmesine karşın, kendine özgü
devriklemeler ve dolayısıyla öncelemelerle Türk dilini kullanmada nesri
nazma yaklaştırarak yazı dilinin anlatım kalıpları içerisinde tekdüze-
leşmiş söz dizimine kıvrak bir akıcılık ve coşkulu bir şiirsellik getirmiş-
tir. Ataç’ın, denemelerinde böyle bir dil kullanmasının, üslûbunu kendi
dil ve sanat anlayışı doğrultusunda özgüleştirmesinin, o yıllarda “öz
Türkçe” terimiyle nitelendirilen yeni türetilmiş, eski metinlerden akta-
rılarak canlandırılmış ya da Anadolu ağızlarından alınarak genelleşti-
rilmiş pek çok kelimenin, yazarlar, şairler, bilim adamları ve geniş halk
kitlelerince benimsenmesi konusunda çok büyük etkisi olmuştur.
Yüzyıllardan beri kullandığımız atasözleri ve deyimler arasında
devrik yapıda pek çok vezinli vezinsiz, kafiyeli kafiyesiz örnek bulun-
maktadır. Bilindiği gibi bu türlü sözlerin büyük çoğunluğu kalıplaşmış
bir söz yapısındadır, değiştirilemez. Bunların söz yapıları, kelime dizi-
lişleri değiştirildiği durumlarda ise, kullanımda geçerli olan ve herkesçe
bilinen anlamları kaybolur, anlaşmada, iletişimde güçlüklerle karşılaşı-
lır. Örneğin, ‘karışık ve içinden çıkılamaz durumdaki bir iş’ için kulla-
nılan “ayıkla pirincin taşını” deyimi, kurallı cümle olarak “pirincin taşını
ayıkla” biçiminde söylenirse, akla hemen “pilav yapmak için bir aşçının
yamağına verdiği emir” gelir. ‘Beklenmedik, uygunsuz bir durum’da
söylenilen “öp babanın elini” deyimi de, “babanın elini öp” biçimine
çevrildiğinde yine emir olarak, ancak bir çocuğa babasına saygısını gös-
termesi konusunda söylenebilir.
Divan şiirinde olduğu gibi halk şiirinde ve daha sonraki dönemlerin
şiirinde de her tür nazım biçimiyle söylenmiş, kafiye ve redifi çekimli
eylem olan pek çok örnek vardır. Ancak kafiyesi, kafiye kurallarının ağır
basması nedeniyle ad soylu kelimelerle söylenmiş şiirler daha çoktur.
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 45

Böyle durumlarda redif olarak daha yoğunlukla çekimli eylemler kulla-


nılmıştır. Ad soylu bir kelimeyle kafiye ya da redifi kurulmuş bir şiirde
(kaside ve gazelde), bir zorunluluk olmamakla birlikte kendiliğinden
yüklem öncelemesine doğrudan uygun bir ortam hazırlanmış olmaktadır.
Ancak, büyük şairler bu hazır ortamı, şiir sanatının gerektirdiği ölçütler
içerisinde kullanmıştır. Kafiye ve redifin çekimli bir eylem olarak kulla-
nıldığı durumlarda, yani en azından yüklemi sonda olan bir cümle ya-
pısı taşıyan bir beyitte de gelişi güzel bir “önceleme yapıldığına” pek
rastlanmaz. Şairlerin, vezin zorunluluğu gibi nedenlerle şiirsel söylemi
bir yana koydukları, sanat kaygısından uzaklaştıkları, dizenin, beytin
söz düzenini ve anlam yapısını önemsemeyip savsakladıkları sıkça gö-
rülen bir durum değildir. Böyle durumlarda şairler, yer yer o şiire özgü
bir takım önceleme kalıpları oluşturarak ya da divan şiirinin bu yoldaki
kalıplaşmış uygulamalarını kendi sanatı açısından özelleştirerek ger-
çekten çok güzel önceleme örnekleri ortaya koymuşlardır.
Öncelemelerde beytin ya da dizenin en başında yer alan kelimenin,
yalnızca o beytin mazmununa özel, o beytin anlamına özgü görevini
değerlendirmenin yanında, bu ilk sözden ya da cümle öğesinden sonra
gelen sözlerin de üzerinde durulması çoğu zaman gerekebilir, hatta zo-
runlu da olabilir. Çünkü öncelenen sözden geriye doğru gidildikçe di-
zede ya da beyitte birbirine bağlı, zincirleme olarak anlamı geliştiren,
duygu ve düşüncenin boyutlarını genişleten 2. ve 3. derecede görev
üstlenmiş cümle öğeleri de mutlaka vardır.
Bu konuları örneklendirebilmek için Fuzulî’nin -ân eyler ve Nef’î’nin
yine aynı kafiye ve 3. tekil kişi çekiminde bir eylemin redif olarak seçil-
diği -ân virür kasidelerinin kimi beyitleri üzerinde çok kısa olarak dur-
mak istiyorum. Nazım söz dizimi açısından yüklemin beytin sonunda
olmasının yani kasidenin ya da gazelin redifinin çekimli bir eylem olma-
sının öncelemeler açısından şairleri pek fazla etkilemediği bu kısa değer-
lendirme doğrultusunda açıkça görülecektir.
Fuzulî’nin Kazasker Kadir Çelebi için söylediği kasidenin (s. 98-101)
redifi “eyler” çekimli eylemidir. 45 beyit olan bu Kaside’sinde Fuzulî,
sözdizimsel işlev açısından büyük bir önemi olmayan bir iki kullanım
dışında yüklem öncelemesi yapmamıştır. Bunun karşılığında başka öncele-
melerle şiirine etkileyici bir söz düzeni ve cümle yapısı kazandırmıştır.
46 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Kaside’nin kimi beyitlerinde, cümlelerin “belirtili nesneleri”nin öncelen-


mesi, “baharın gelişi”yle “bahçe”nin “okul”a, “çiçekler”in de “öğrenci-
ler”e benzetilerek yapılan okul/ders/öğretmen/öğrenci ortamının somut bir
canlılık içerisinde sanki renkli bir tablo gibi algılanması yolunu açmıştır.
Şu beyitle (3. beyit) Fuzulî, “okul istiaresi”ni belirtir:
Yine pîr-i felek etfâl-i reyâhîni yığup
Feyz-i ta‘lîm ile bustânı debistân eyler1
Aşağıda örnekler arasından seçilmiş 2 beytin (5. ve 6. beyitler) di-
zelerinde “gonca, lâle, sünbül, sûsen” gibi, cümlelerin belirtili nesnesi
olan çiçek adları öncelenerek dikkatler bu sözler üzerine çekilmiş ve bu
çiçeklerin “öğrenci” rolünde olmaları nedeniyle özelliklerine uyan hangi
“ders”lerle uğraştıkları arka arkaya sıralanarak belirtilmiştir:
Gonceyi metn-i metâli‘de idüp ukde-güşây
Lâleyi şerh-i tavâli‘de sebak-hân eyler

Sünbüli ilm-i İlâhî’de kılup mûy-şikâf


Sûseni bahs-i riyâzîde sühan-dân eyler
Kaside’nin nesip bölümünde geçen başka türdeki öncelemeler de
“okul istiaresi”ni pekiştirici niteliktedir. Bunların dışında Kaside’de, aşa-
ğıdaki beyitte (17. beyit) olduğu gibi, tasavvufî mecazlara göndermelerle
başka güzel “nesne öncelemeleri” de yapılmıştır:
Katreyi müddet ilen muttasıl-ı bahr kılur
Zerreyi vâsıl-ı hur-şîd-i dırahşân eyler
Aynı Kaside’nin şu beytinde de (16. beyit) Fuzulî, dizede ikinci sı-
rada yer verdiği “daş” ve “su” nesnelerinden önce, “daşın la‘l” ve “su-
yun lü’lü”ye dönüşmesinde etken olan “uzun bir bekleme ve zaman
geçmesi” sürecini vurgulamak için “intizâr” ve “rûzgâr” sözlerini önce-
leyerek dikkatleri bu kavramlar üzerine çekmeyi amaçlamıştır:
1
Fuzulî’ye ilişkin olarak verilen beyitlerdeki sayfa numaraları için TD kısaltmasıyla
gösterilen şu esere bakılmalıdır: Fuzûlî, Türkçe Divan, (Haz. Kenan Akyüz, Süheyl
Beken, Sedit Yüksel, Müjgân Cunbur), Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara
1958.
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 47

İntizâr ile daşı la‘l kılup reng virür


Rûzgâr ile suyı lü’lü’-i galtân eyler
Nef’î de Sultan I. Ahmet’e sunduğu ve nesip bölümüne “fahriye” ile
başladığı Kaside’sinin (Dîvân 1252: Kas. s. 7-9) ilk 7 beytinde, şairlik yete-
neğini, şiir söylemedeki düzeyini ve gücünü, türlü abartılı imgelerle
süsleyerek belli söyleyiş kalıpları içerisinde birbirini destekleyen beyit-
lerde şöyle anlatır:
1 Her ma‘ni-i latîf ki cândan nişân virür
Ta‘bîr idince tab‘um anı nazma cân virür

2 Her nazm-ı dil-firîb ki benden sudûr ider


Lafzı cemâl-i şâhid-i ma‘nâya ân virür

3 Her nükte-i hafî ki kelâmumda derc olur


Mazmûnı dest-i âleme bir dâstân virür

4 Ol sihr-sâz-ı mu‘cize-gûyum ki nutkumun


Feyzi devât u kilke zebân u dehân virür

5 Ol nâzım-ı leâli-i nazmum ki şi‘rümün


Reşki cemâda tab‘-ı cevâhir-feşân virür

6 Pâkîze-gûy-ı nâdire-sencüm ki her sözüm


Şeh-nâme-i belâgata hüsn-i beyân virür

7 Vassâf-ı Muhteşem-sühanem kim kasâidüm


Şâhân-ı Cem-şükûh-ı cihân-bâna şân virür
Bu beyitlerdeki söz ve anlatım kalıplarını sergilemeye geçmeden
önce, Kaside’nin redifi olan “virür” yükleminin özelliğinden ötürü, 59
beyitlik bu Kaside’nin düz tümleç kullanılan yalnızca 5-6 beytinin dışın-
daki öteki beyitlerinde yönelmeli tümleçler (-a/-e) kullanıldığını belirtmek
yararlı olacaktır. Bu durum genellikle -e’li tümleç alan “vermek” eyle-
minden ileri gelmektedir. Başka bir yönden bu olguya bakıldığında,
şairin bu eylemden dolayı zorunlu olarak yönelmeli tümleçleri anlatımına
temel yaptığı ve bu tümleçlere dayanan cümleler kurduğu söylenebilir.2

2
Fuzulî’nin yukarıdaki Kazasker Kadir Çelebi için söylediği “eyler” redifli kasidesi-
nin pek çok beytinde cümleler, bu yüklem nedeniyle belirtili nesnelerle (belirtme
durumunda tümleç, -i’li tümleç) kurulmuştur.
48 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Bu zorunluluk, şairin özgürlüğünü bir yönden kısıtlıyor da olsa, bir


yönden de “tab‘ını” yaratıcılık açısından zor bir alanda sınamasına ola-
nak tanımaktadır. Zaten şairler böyle zor alanlara ne oranda açılırlarsa o
oranda ortaya güzel ve ilginç söylemler koydukları da açık bir gerçektir.
Yukarıdaki 7 beyitten, 1-3., 4-5. ve 6-7. beyitlerin kendi aralarında
ortak bir sözdizimsel yapı içerisinde söylendiği açıkça görülmektedir. Bu
beyitlerin 1. dizeleri ve 2. dizeleri, birbirlerine göre belli bir koşutluk
içerisinde ya da aynı söz kalıbıyla söylenmiş gibi görünse de, bu kalıpla-
rın içi değişik düşünce ve imgelerle doldurulmuştur. Bunlar ve aşağıda
verilen yinelemeli önceleme ve sonlamalar şiire, bir müzik yapıtındaki ritim
gibi, belli aralıklarla o bestede yinelenen ezgiler gibi bir ses ve söz
uyumu kazandırmakta, ayrıca kulakta da kalıcı bir etki bırakmaktadır.
Bunun yanı sıra asıl önemlisi de söz konusu değişik önceleme ve sonla-
malar, söyleyişe bir çağrışım zenginliği katmakta, soyut kavramlara bir
takım somut boyutlar (somutlaştırma) getirmekte, konuya bir renklilik,
genişlik ve derinlik kazandırmaktadır. Bu 7 beytin 1. dizelerinin başında
şiir/şair kavramları açısından birbirine çok yakın bir söz kuruluşu içeri-
sinde sırasıyla şu öncelemeler yapılmıştır. Bunlardan 1-3., 4-5. ve 6-7. be-
yitler bu söz kuruluşları yönünden kendi aralarında koşutluk göster-
mektedir:
1. by. Her ma‘ni-i ... ki...
2. by. Her nazm-ı ... ki...
3. by. Her nükte-i ... ki...
4. by. Ol sihr-sâz-ı ... -um ki...
5. by. Ol nâzım-ı ... -um ki...
6. by. Pâkîze-gûy-ı ... -um ki...
7. by. Vassâf-ı ... -um kim...
Bu öncelemelerin ilk üçündeki (1-3. by.) “her” sıfatı, ‘-in hepsi’ anla-
mıyla şairin söylediği ya da şiirlerine konu ettiği “sözlerin tümü”nü,
“bütün”ünü, “hepsi”ni kapsayan bir yaygınlık durumunu anlatmakta-
dır. 4-5. beyitlerdeki “ol” zamiri de, ‘öyle, o denli, o derece’ anlamlarıyla
Nef’î’nin şairliğine gönderme yapmaktadır. Kısaca bu “her” ve “ol”
sözleri, yinelemenin de etkisiyle önüne getirildikleri adın ya da kavramın
anlamını ve işlevini abartma amacıyla öncelenmiştir. 6-7. beyitlerde de
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 49

İran’ın ünlü eserlerine ve büyük şairlerine göndermeler yapılarak


Nef’î’nin şiiri ve şairliği sanki söz götürmez bir kesinlik içerisinde ta-
nımlanmaktadır. Ayrıca, 1-3. dizelerde “her”, 4-5. dizelerde “ol” keli-
melerinin öncelenmesinin aynı zamanda, dize başlarında bir ses uyumu
oluşturmak amacıyla yapılmış bir aliterasyon3 olduğu da unutulmamalı-
dır.
Yine aynı 1. dizelerin sonlarında da şu birbirine benzer söz kuru-
luşları (1-3, 4-5, 6-7) yer almıştır (sonlama):
1. by. -dan nişân virür
2. by. -dan sudûr ider
3. by. -da derc olur
4. by. ... nutk-umun
5. by. ... şi‘r-ümün
6. by. ... her söz-üm
7. by. ... kasâid-üm
Yukarıda gösterilen 7 beyitte yapılmış sonlamaların da, nazımdaki
görevi ve işlevi açısından öncelemelerden hiç bir farkı yoktur. Ancak bu
sonlamaların, söz konusu beyitlerin dize başlarındaki eş görevli öncele-
melerle bir arada kullanıldığında hiç kuşkusuz daha güçlü ve etkili bir
sonuç ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, bu 7 beyitteki önceleme ve sonla-
maların, her hangi bir anlatım zorunlululuğundan değil, şairin yaratıcı
üstün sanat gücünün bir ürünü olarak düzenlenmiş olduğu açık seçik
bir biçimde anlaşılmaktadır.
Şair 1. dizelerdeki bu önceleme ve sonlamalarla da yetinmeyerek,
“fahriye” konusunu daha da abartmak için 2., 3., 4. ve 5. beyitlerin 2.
dizelerinin başına da, yine kendi şiiri ve sanatına gönderme yapan tam-
lanan kuruluşundaki kelimeleri önceleyerek yerleştirmiştir. Burada he-
men belirtilmelidir ki öncelenen kelimeler, eğer, belirtili ad tamlamaları
kuruluşuyla dize içerisinde yan yana yer almış olsaydı, bu türlü kulla-

3
Kimi devriklemelerin, eski Türk şiirinden beri “başlangıçtaki sesin tekrarlanması
amacıyla yani aliterasyon için yapıldığı” bilinmektedir. Bu konu için bkz. Mihail
Simyonoviç Fomkin , “Sultan Veled (1226-1312)’in Şiir Sanatı ve Türk Şiir Gele-
neği”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten 1991, TDK Yay., Ankara 1994, s. 141.
50 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

nımların yarattığı etkiden eser kalmazdı. 4. ve 5. beyitlerdeki “nutku-


mun feyzi” ve “şi‘rümün reşki” tamlamalarının ikiye bölünerek dize
sonlarında ve dize başlarında yer alacak biçimde düzenlenmesi, beyitle-
rin okunuşunda tamlanan kelimeler üzerinde bulunan “cümle vur-
gusu”na aynı zamanda bir de “abartma vurgusu”4 görevi ekleyerek o
kavramların daha da ön plana çekilmesini sağlamıştır. 2. dizelerin ba-
şında yer alan söz konusu tamlanan öncelemeleri şöyledir:
2. by. (nazmumun) Lafzı...
3. by. (kelâmumun) Mazmûnı...
4. by. (nutkumun) Feyzi...
5. by. (şi‘rümün) Reşki...
Bunlara ek olarak, 9. beytin 1. ve 2., 10. beytin de 2. dizesinde “tab‘-
um, endîşe-m, hâme-m” kelimeleri yine aynı amaçlarla öncelenmiştir. 9.
beytin 2. dizesinde “endîşe-m” kavramından sonra “kalem-üm” kavramı
da getirilmiştir. Bu kavramların 1. kişi iyelik ekleriyle vurgulanarak
kullanılması önceki beyitlerde sıkça geçen -um/-üm kullanımını yaygın-
laştırarak Kaside’nin kompozisyonu açısından “fahriye” beyitlerindeki 1.
kişi anlatımını güçlendirmekte, “ben” kavramına verilen önemi daha da
pekiştirmektedir:
9 Tab‘um arûs-ı ma‘niye meşşâtalık ider
Endîşem âyine kalemüm sürme-dân virür

10 Hâmem ki nazmumı ider ihyâ midâd ile


Âb-ı hayâta reşhası rûh-ı revân virür
Kısaca değinilen, beyitlerdeki bu söz düzeni ve söyleyiş kalıpları
Kaside’ye, güzel bir “geometrik yapı” görünümü kazandırmıştır.
Nef’î yukarıdaki “fahriye” beyitlerinde, övünme kavramı açısından
ben zamirini ve 1. kişi -um/-üm iyelik ekini sıklıkla kullanmakla, Ka-
side’nin daha sonra gelen “medhiye” bölümünde Sultan I. Ahmet’i an-
latan “ol” 3. kişi zamirine “övme” kavramı açısından gönderme yaparak

4
Bkz.Tahsin Banguoğlu, Türkçenin Grameri, TDK Yay., 3. bas., Ankara 1990, s. 122.
(Bu terim, Prof. Banguoğlu’nun kitabında “obartma vurgusu” biçiminde geç-
mektedir.)
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 51

ben/o, öven/övülen arasındaki bağı güçlendirmiştir. Ayrıca, bu türlü bir


ben’li anlatımla Nef’î, “güçlü şairlik yeteneğini” her yönüyle tanımladık-
tan sonra aşağıda verilen 11. beyti söyleyebilmek için uygun bir ortam
hazırlamıştır. Söz konusu beytin başındaki “bu” gösterme sıfatı da, Ka-
side’nin başından beri Nef’î’nin anlattığı kendi “tab‘ı”nın üstünlüğünü,
büyüklüğünü, düzeyini, erişilmezliğini, yaratıcılığını... açık seçik olarak
belirtmek amacıyla öncelenmiştir. Bunun yanı sıra “bu” sözünde yapılan
imale de bir kusur değil, bu anlamları vurgulamak, pekiştirmek için
özellikle yapılmış bir ses sanatıdır. Ayrıca “bu” gösterme sıfatındaki
imale, beyitteki karşıt düşünceyi de güçlendirmektedir:
11 Bu iktidâr-ı tab‘ ile ammâ ne fâide
Ser-mâye-i tasavvuruma gam ziyân virür
Nef’î yine bu Kaside’sinin medhiye bölümünde başka söz kalıpları
yanında, yukarıda Fuzulî’nin Kaside’sinde olduğu gibi arka arkaya gelen
3 beytin her dizesinde Sultan I. Ahmet’e ilişkin olarak (onun...) “devri,
şemşîri, kahrı, hulkı, şânı, lutfı” tamlananlarını önceleyerek bu kavramlar
açısından padişahın özelliklerini, niteliklerini ve etkinliklerini ön plana
çıkarıp görkemli bir anlatım içerisinde vermeyi başarmıştır. Böyle bir
anlatımla Nef’î, I. Ahmet’in övgüsüne temel olan kavramlara yalnızca
dikkati çekmekle kalmamış, aynı zamanda dizelerin başına çekilen
“cümle vurgusu”nun üzerine “abartma vurgusu”nu da bindirerek padi-
şahın özelliklerinin en üst düzeyde dile getirilmesini sağlamıştır:
Devri zamân-ı Ahmed-i Muhtâr’ı andurur
Şemşîri Zü’l-fekar-ı Alî’den nişân virür

Kahrı sipihr-i pür-sitemün od ider yirin


Hulkı cihâna bûy-ı gül ü gül-sitân virür

Şânı şehân-ı âlemi hâr u hakîr ider


Lutfı gedâya saltanat-ı câvidân virür
Nef’î’nin bir kasidesinden aktarılan yukarıdaki birkaç örnek beyit
bile, onun duygu ve düşüncelerini anlatmak, renkli imgeler yaratmak, el
değmemiş mazmunlar oluşturmak, kendine özgü bir şiir dili kurgula-
mak için kelime seçimi konusunda ne denli bir sanatkâr olduğunu
açıkça göstermektedir. Ele aldığı konu açısından soyut kavramları an-
52 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

latmak için seçtiği kelimeler, onun şiir dilinde sanki elle tutulur gözle
görülür somut bir varlığı betimliyormuş, tanımlıyormuş gibi bir işlevle
karşımıza çıkar. Zaten Nef’î’nin şiir dili kelime hazinesi yönünden çok
zengindir. O, “kelimeleri konuya göre seçmede ve beyan ahenginde bü-
yük başarı göstermiştir5.”
Yine Fuzulî’nin yukarıdaki Kaside’sinde yaptığı gibi Nef’î de bu Ka-
side’sinde, hemen bu 3 beyitten sonra yine Sultan I. Ahmet’in “bir vezîr”i
ve “bir vekîl”inin görevlerini anlatırken, aşağıdaki beytin dizeleri ba-
şında “geh” belirtecini önceleyerek padişahın “Acem şahı” ve Tatar as-
keri” üzerindeki egemenliğinin sürekliliğini ve yeryüzünde her ülkeye
ulaşan yaygınlığını vurgulamaya çalışmıştır:
Geh bir vezîri şâh-ı Acem’den harâc alur
Geh bir vekîli asker-i Tâtâr’a han virür
Nef’î’nin bu Kaside’sinde çok az bir bölümünü sergilediğim birer
anlamsal birim niteliğindeki söz kalıplarının dışında, sözdizimsel yapı
oluşturan başka söz ve anlatım kalıpları da bulunmaktadır; ancak bun-
lara konu dışı olduğu için değinilmemiştir. Yukarıda Fuzulî’nin ve
Nef’î’nin kasidelerinden verilen anlatım kalıbı örneklerinin bir bölümü
zaten, divan şiirinin stilistik özellikleri açısından her şairde görülen ve
uygulanan söz yapılarıdır, Fuzulî’ye ve Nef’î’ye özgü değildir; ancak
şairler bunları kendi edebî kişiliklerine uyan ve üslûp inceliklerine yakı-
şan biçimlerde kendileri için özgüleştirerek kullanmışlardır. Bu konuda
son olarak şunu da belirtmekte yarar görüyorum, Fuzulî’nin ve Nef’î’nin
kasidelerinden gösterilen bu söz kalıpları ve düzenleri, dilbilgisel açıdan
cümle çözümlemelerine taban oluşturacak veriler olarak algılanmamalı;
bunlar, şiir çözümlemelerinde (ve şerhlerinde) birer stilistik öğe olarak
değerlendirilmelidir.
Şiir dilindeki her çeşit öncelemenin, beytin içeriğiyle yani beyitte “ne
söylendiği”yle doğrudan ve yakından bir ilgisi vardır. Bunun sonu-
cunda ortaya çıkan beytin söz yapısında “içerik”in “nasıl söylendiği”
konusu da büyük bir önem kazanır. Beyitte “ne söylendiği” insanı hay-
rette bırakabilecek ne kadar yüce bir düşünce de olsa, bunun şiirsel bir
5
Fatma Tulga Ocak,“Nef’î ve Eski Türk Edebiyatımızdaki Yeri”, Ölümünün Yüzellinci
Yılında Nef’î, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara 1987, s. 1-44.
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 53

etki yaratabilmesi ancak “nasıl söylendiği”6 ile sağlanabilir. Şiirde amaç


öncelikle bilgilendirmek değil, bunun yanı sıra duygulandırmaktır. Bu-
nun için beytin, gelişi güzel değil belli bir söz düzeni ve yapısı içerisinde
söylenmesi gerekir.
Eğer “teşbihte hata olmazsa”, beyitte “ne söylendiği” konusu ile
beytin “nasıl söylendiği” konusu şöyle bir metaforla anlatılabilir: Çatısı
çökmüş, duvarları yıkılmış, kapısı penceresi dağılmış bir evin eşyaları ne
denli güzel ve değerli olursa olsun göçüyormuş gibi darmadağınık ola-
rak ortalıkta duruyorsa; yerli yerine konmuş, zevkle döşenmiş sağlam
bir evin yaptığı etkiyi yapması asla beklenemez. Düzenli bir evde eşya-
lar sıradan da olsa insanın içini rahatlatan bir etki yapabileceği açık bir
gerçektir. İşte bu nedenle şairlerin “ne söylediği” ile “nasıl söylediği”
kavramları arasındaki ilişki, dağınık bir ev ile düzenli bir ev arasındaki
ilişki gibidir. Kısaca, eşyaların antika değerinde (öz, içerik) olması yet-
mez, bunların değerleri oranında düzenlenip yerleştirilmesi (biçim, deyiş)
de gerekir. Bu düşünceler doğrultusunda divan şiirinde söz ve anlam
açısından sağlam, düzenli ve dengeli bir bütünlük gösteren “beyt”in bir
anlamının da “ev7” olduğu unutulmamalıdır.
Kasidelerde ya da anlam bütünlüğü olan gazellerde (yek-âhenk) şii-
rin kompozisyonu doğrultusunda sergilenen konunun bir yönüne
odaklanmayı sağlama ya da o yönünü vurgulama amacıyla bir anlatım
özelliği olarak türlü öncelemelere baş vurulur. Bunlara benzer amaçlarla
pek çok kasidede koşut beyitler de yer yer kullanılmıştır. Koşutluk, belli

6
“Ne ...diği” ve “nasıl ...diği” anlatım kalıbı, pek çok olaya ve duruma uygulana-
bilecek bir özellik ve geçerlilik taşıyan büyülü bir göstergedir. Bu söz kalıbı,
giyimdeki zevk ve zarafeti nitelemek için “ne giydiği”/”nasıl giydiği” biçiminde
kullanılmıştır. Milliyet Gazetesi’nin 5 Kasım 2007 tarihli sayısının 28. sayfasında
çıkan bir haber bu anlatım kalıbını yansıtması nedeniyle çok ilgimi çekmişti. Kısaca
haberin konusu, İngiltere’de yayımlanan ünlü moda dergisi Vogue’un, “Zarafetiniz
ne giydiğinizle değil, nasıl giydiğinizle ilgilidir.” diyerek 81 yaşındaki Kraliçe II.
Elizabeth’i dünyanın en zarif kadını ilan etmesiyle ilgilidir.
7
“İki dizeden oluşan nazım” anlamındaki “beyt”in “ev”le ilişkilendirilişi semantik
açıdan Kamus’ta şöyle anlatılmıştır: “(el-beyt) ... iki mısrâdan mürekkeb manzû-
meye ıtlak olunur gûyâ ki sakf ve imâd ve sâir edevâtdan cem‘ ve binâ kılınmış
beyte teşbîh olunmuşdur”, Ahmed Âsım, Okyânûsü’l-Basît fî-Tercemeti’l-Kamûsi’l-
Muhît, İstanbul 1268 (1851), c. 1, s. 295.
54 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

amaçlara yönelik olarak önceleme ve yinelemeyle oluşturulduğu durum-


larda başka anlatım özelliklerine oranla sözün etkileyici gücünü artır-
mak açısından daha geniş kapsamlıdır. Bu türlü amaçlarla koşut bir yapı
içerisinde söylenmiş beyitlerin pek çok yetkin örneği Fuzulî’nin ve
Ahmed Paşa’nın8 kasidelerinde görülebilir. Her hangi bir olaya, duruma,
olguya, işleve, kişiye, nesneye, kavrama... belirleyici bir nitelik katmak,
bunlarda var olan bir özelliğe dikkati çekmek ya da önemsenen her
hangi bir şeye gönderme yapmak amacıyla pek çok mesnevinin beyitleri
arasında da aynı önceleme ve koşutlama örneklerine rastlanmaktadır.
Şiir çözümlemeleri ve stilistik incelemelerde öncelemeler, şu alan-
larda ele alınmaktadır: Görsel öncelemeler, sesbilgisel öncelemeler, bi-
çimbilgisel öncelemeler, sözdizimsel öncelemeler ve anlam öncelemeleri
(Özünlü 1997: 75-99).
Bu yazıda önceleme konusuna, genellikle sözdizimsel ve anlam öncele-
meleri alanlarına giren kullanımlar, kuruluşlar ve düzenlemeler açısın-
dan çok sınırlı bir ölçüde yaklaşılmıştır. Özellikle Fuzulî’den seçilenleri
desteklemek amacıyla başka şairlerden verilen örneklerin değerlendi-
rilmesi, konunun geniş ve kapsamlı olması nedeniyle ana çizgileriyle ele
alınmıştır.
Sözdizimsel öncelemeler açısından divan şiirine bakıldığında cümle-
nin her öğesinin anlam ve duygu değerine göre öncelenebildiği ve bu
yolla cümlenin devrikleştirilebildiği bilinen bir gerçektir. Ancak, üzüle-
rek belirtmek gerekir ki, divan şiirindeki bu türlü söz düzenlemelerinin
şiir dili ve şiirsel anlam açısından taşıdıkları “yazınsal değerler” üze-
rinde gerektiği ölçüde önem verilerek durulmadığı görülmektedir.
Nedim’in Damat İbrahim Paşa’ya sunduğu İstanbul “vasfı”ndaki
ünlü kasidesinin ilk beyti (Gölpınarlı 1972: 85), pek çok kişinin gönlünde
ve dilinde yer etmiş örneklerdendir:
Bu şehr-i Stanbul ki bî-misl ü bahâdur
Bir sengine yek-pâre Acem mülki fedâdur

8
Koşutluk ve koşut beyitlerin özellikleri ile kasidelerde hangi amaçlarla kullanıldığı
konusu için bkz. Cem Dilçin, “Ahmed Paşa’nın Şiirlerinde Paralelizm”, İstanbul’un
Fethinin 550. Yılı Anı Kitabı, DTCF Yay., Ankara 2004, s. 55-72.
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 55

Nedim’in ölüm tarihi olan 1730’dan günümüze kadar geçen 278


yıldır bu beytin dillerden düşmemesinin sırrı acaba nedir, nerededir?
Hiç kuşku yok ki bunun en baş nedeni “Bu şehr-i Stanbul” sözünün an-
lamı pekiştirici başka bir takım öğelerle desteklenerek öncelenmiş olma-
sıdır. “Bu” gösterme sıfatı, İstanbul şehrini her hangi bir şehir olmaktan
çıkarıp, onu belirli, bilinen, yaşanılan, sevilen, benimsenen ve bütün
coğrafî, tarihsel, kültürel özellikleri ve değerleriyle bir dünya şehri, bir
“pây-ı taht” olduğunu vurgulayan en çarpıcı öğedir. Ayrıca, “bu” sıfa-
tında vezin gereği yapılan imaleye, bir ses sanatı olarak İstanbul’un söz
konusu özelliklerini abartıcı bir görev de yüklenmiştir. İstanbul kelime-
sinin “-bul” hecesindeki med de, kentin bütün değerlerinin ve güzellik-
lerinin boyutlarını insan aklının sınırlarını aşan uzaklıklara taşıyan ikinci
bir ses sanatıdır. Bir aruz kuralı olan bu imale ve med, arka arkaya gele-
rek beyitteki konumları açısından anlamı abartmanın boyutlarını daha
da genişletmektedir. Semantik açıdan kısaca belirtmeye çalıştığım “Bu
şehr-i Stanbul” sözü, yukarıdaki anlam ve yorumların yaptığı çağrışım-
larla daha da derinlik ve yoğunluk kazanarak günümüzde uzunca bir
süredir benzeri ortamları tanımlamak, betimlemek, oralara bir özellik
verebilmek, farklılık katabilmek için kullanılır olmuştur. Bu kullanım
yaygınlaşınca, Nedim’in bir kasidesinin ilk beytinin ilk parçası olan bu
söz onun olmaktan çıkmış, bir anlamda deyimleşerek dil içerisinde her
duruma uyarlanabilen bir söz kalıbı niteliğine bürünmüştür.
Her öncelemenin başarılı olup olamayacağı açısından Nedim’in bu
beytiyle Ziya Paşa’nın “Çerâğan Sâhil-serây-ı Hümâyûn”u “vasfı”nda
Sultan Abdülaziz için söylediği bir kasidenin nesip bölümünde İstan-
bul’un övgüsündeki aşağıdaki beyit karşılaştırılınca (Göçgün 1987: 146)
çok farklı bir sonuç ortaya çıkmaktadır:
Stanbul şehri reşk-endâz-ı heft-iklîm-i devrândır
İki bahre iki iklîme zîrâ pertev-efşândır
Ziya Paşa bu Kaside’sini yazarken hiç kuşkusuz Nedim’in Ka-
side’sinden etkilenmiş ve esinlenmiştir. Hatta bu Kaside’nin, farklı vezin
ve kafiyede ancak aynı redifle Nedim’e söylenmiş bir nazire olduğunu
belirtmek de yanlış olmaz. Ziya Paşa’nın Kaside’sinde yaptığı önceleme
konusunda kısaca söylemek gerekirse, beytin başındaki “Stanbul şehri”
sözü, bir kenti bildirmek için kullanılan sıradan bir ad tamlamasından
56 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

ileriye gitmemekte, Nedim’in kullanımında bulunan hiç bir sanatsal


özelliği taşımamaktadır.
Yine Nef’î’nin Sultan I. Ahmet’e sunduğu ve Edirne şehrinin
“ta’rîf”inin yapıldığı kasidenin matlaı da şöyle başlamaktadır (Dîvân
1252: Kas. s. 13):
Edrine şehri mi bu yâ gül-şen-i me’vâ mıdur
Anda kasr-ı pâdişâhî cennet-i a’lâ mıdur
Nef’î’nin bu beytindeki önceleme, Nedim’in söyleyişindeki güzelli-
ğin kimi özelliklerini yansıtmaktadır. Divan şairleri bilindiği gibi, ken-
dilerinden önceki bir şairin kullandığı bir mazmunu, bir söylemi daha
güzel bir biçimde yeniden düzenlemeyi hep denemişlerdir. Bana göre
Nedim, Nef’î’nin bu öncelemesini değerlendirip onun söylemine önemli
birkaç semantik öğe katarak daha etkili bir biçimde söylemeyi başarmış-
tır. Ancak bu değerlendirmeden Nef’î’nin öncelemesinin başarısız olduğu
sonucu çıkarılmamalıdır. “Edrine şehri mi bu” sözünün bir soru cümlesi
içerisinde “tecâhül-i ârifâne”yle dile getirilmesi, Edirne şehrine ilişkin
bilinenlerin gerçekliğini abartarak anlatmak açısından çok etkili bir an-
latım yolu olmuştur. Nef’î’nin beytinde de her ne kadar öncelenmemiş
de olsa, “bu” sıfatının imaleli olması, kentin taşıdığı değerlere gönderme
yapmak ve onları vurgulayıp abartmak açısından çok etkilidir.
Yukarıda Nedim’in ve Nef’î’nin beyitlerinde geçen ve anlamı pe-
kiştirip abartmak amacıyla yapılmış çok başarılı ses sanatı örneği olabi-
lecek nitelikteki imaleler dışında, öncelemenin anlama kazandırdığı ve
iletişime kattığı değerleri yitirmeme amacıyla kullanılmış, ancak kusur
olarak algılanabilecek kimi imaleler de yapılmıştır. Durum böyle de olsa,
veznin büyük şairleri zorlamadığı, buna karşılık büyük şairlerin vezni
zorladığı unutulmamalıdır. Ahmed Paşa’nın aşağıdaki matlaında (Tar-
lan 1966: 305) olduğu gibi şairler, dizeleri ağır imalelerden arındırarak
vezne daha yatkın bir sözdizimi içerisinde söyleyebilecekken anlamın
odaklandığı iki tümleci önceleme yolunu seçerek anlamı öne çıkarmışlar,
deyim yerindeyse anlamı feda etmeyerek vezni anlamın hizmetine sok-
muşlardır.
Yüz mi döyer yüzüne bâğ-ı cinândur dimeğe
Dil mi varur lebüne çeşme-i cândur dimeğe
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 57

Bu beyitte, vezin yönünden “döyer” ve “varur” kelimelerinin ilk


hecelerinde ağır bir imale yapılmasına karşın Ahmed Paşa’nın, kendi şiir
sanatına özgü cümle (dize) düzenleme (phraseology) çabası apaçık gö-
rünmektedir. Çünkü beyti, feilâtün feilâtün feilâtün feilün veznine uygun
olarak “döyer” ve “varur” kelimelerinde imale yapmadan aşağıda ol-
duğu gibi iki ayrı düzenlemeyle (tedvîr9) söyleme olanağı varken Ahmed
Paşa “mi” soru ekini önceleyerek “yüz” ve “dil” kavramlarını öne çı-
karmıştır. Buna bağlı olarak “yüz/bâğ-ı cinân, leb/çeşme-i cân” sözleri
arasında kurulmuş yatay leff ü neşr sanatını ve yüz-dil (başkalarının)/yüz-
leb (sevgilinin) sözleri arasındaki karşıtlığı da pekiştirmiştir:
- Yüz döyer mi yüzüne bâğ-ı cinândur dimeğe
Dil varur mı lebüne çeşme-i cândur dimeğe

- Yüzüne yüz mi döyer bâğ-ı cinândur dimeğe


Lebüne dil mi varur çeşme-i cândur dimeğe
Ahmed Paşa’nın beytini tedvîr ederek benim düzenlediğim yukarı-
daki iki biçimde, “döyer” ve “varur” eylemlerindeki imaleler kalkmış
olmasına karşın, beytin aslındaki söz diziminin dağılması nedeniyle
“yüz mi”, “dil mi” öncelemeleriyle anlatılmak istenilen “olumsuzluk”
vurgusu yok olmuştur.
Bu yazıda öncelikle ele alınan yüklem öncelemelerinin dışında, türlü
ulaçların öncelendiği şiirler yani bir ulaç öncelemesiyle başlayan şiirler bu
açıdan değerlendirildiğinde, şiiri derinleştirecek pek çok anlam incelik-
lerinin ortaya çıktığı görülecektir. İlm-i Belâgat’ta eskilerin “hüsn-i
ibtidâ” terimiyle anlattıkları durum, yani “söze başlamadaki güzellik”
biraz dar bir anlamla, yukarıda verilen önceleme alanlarının birkaçında
geçerli olan uygulamalarla örtüştürülebilecek bir özellik göstermektedir.
Pek çok örnekten aşağıda iki büyük şairden verilen iki ünlü şiir birer
ulaçla başlamaktadır. Bu iki şiirin etkileme gücünün, belli bir oranda da
olsa, bu ulaçların şiirin konusu açısından çağrışım değerleri düşünülerek
öncelenmesi (hüsn-i ibtidâ) gerçeğine dayandığında hiç bir kuşku yoktur.

9
Akis (aks) sanatının bir türü olan tedvîri Tahir Olgun Edebiyat Lügati adlı eserinde
şöyle tanımlamaktadır: “Bir mısrâdaki kelimelerin yerini değiştirmekle veznin ve
mânânın bozulmaması, yâni, yine aynı meâlin anlaşılmasıdır.” (İstanbul 1937, s.
135).
58 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Yazının çerçevesini aşmamak için bunların daha geniş bir çözümleme-


sine girmeden söz konusu iki güzel örneği anımsatmakla yetiniyorum.
Namık Kemal’in Vatan Kasidesi adıyla da anılan Hürriyet Kasidesi, ikinci
dizenin başına getirilerek kesin yargılı “çekildik” yüklemiyle pekiştirilen
“görüp” ulacının 1. dizede öncelenmesiyle başlamaktadır10 (Akyüz 1970:
61). Şair bu ulaçla şiire başlayarak, “görmek” kavramına ilişkin olmak
üzere, metnin arka planında “ahkâm-ı asr” doğrultusundaki olumsuz-
lukları yansıtan düşünce ve simgelere göndermeler yapmıştır. Bu ulaç
bir anlamda, dikkati görüp/çekildik eylemlerinin vurguladığı yargıya çe-
kerek ilerideki beyitlerde söz konusu edilen olumsuzlukları gerektiği
biçimde algılayabilmesi açısından okuyucuyu koşullandırma göreviyle
kullanılmıştır:
Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetten
Çekildik izzet ü ikbâl ile bâb-ı hükûmetten
Bana göre yukarıda çok kısa olarak değinmeye çalıştığım önemli bir
stilistik işlevle öncelenmiş olan “görüp” ulacının Namık Kemal’in şiiri-
nin ilk kelimesi olarak kullanılmasını değerli hocamız Mehmed Kaplan
çok sert olarak şöyle eleştirmektedir: “Nazım ile “konuşma”sını bilen bir

10
Mehmed Kaplan, Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi’ni Leskofçalı Galip’in Di-
van’ındaki aşağıdaki beyitten duygulanarak yazdığını bir mektubuna dayanarak
belirtir (Kaplan 1963: 28):
Olup mecrûh-i peykân-ı havâdis tâir-i devlet
Dem-â-dem hûn akar çeşmim gibi enzâr-ı milletten
Görüldüğü gibi bu beyit de yine bir ulaçla, “olup” ulacıyla başlamaktadır. Na-
mık Kemal’in bu beytin “mazmûn”undan duygulandığı çok açık olmakla birlikte,
söyleyiş biçiminden esinlendiği, söz diziminden, söz kalıbından etkilendiği de
açıkça belli olmaktadır. Leskofçalı Galip’in beytindeki söylem içerisinde “olup”
ulacının semantik açıdan taşıdığı güçlü ve vurucu etkiyi sezen Namık Kemal de 31
beyitlik Kaside’sine, bu şiiriyle yaratmayı amaçladığı etkiye uygun olabileceğini
düşündüğü “görüp” ulacını önceleyerek başlamış olmalıdır. Bu durumu bir öykünme
(taklit) olarak düşünmemek gerekir. Bana göre, ülkesine ve ulusuna karşı çok güçlü
bir tutkuyla bağlı olan bir şairin, bu yöndeki kendi duygularını dile getirebilmek
açısından o “söz kalıbı”nı uygun bir kalıp olarak görmesinden daha doğal bir şey
olamaz. Divan şiirinde “nazire”, bir yönüyle aynı vezin, kafiye, redif ve “söy-
lem”le ya da benzer “söz kalıpları”yla değişik duygu, düşünce ve imgeleri dile
getirmek için yazıldığı gibi, daha önce söylenmiş bir “mazmûn”u ondan daha gü-
zel bir biçimde söylenebileceğini göstermek amacıyla da yazılabilmektedir.
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 59

şair, eserine “görüp” diye başlamaz. Nesrinde gerundifi sevmeyen Ke-


mal’in onu nazma sokması bir zâ’f eseridir.” (Kaplan 1963: 33)
Oysa Namık Kemal, gazellerinin ilk kelimesi yerinde başka ulaçların
yanı sıra -ıp/-ip ulacını 3 gazelinin matla beytinin yine ilk kelimesi olarak
önceleyerek kullanmıştır. Divan şairlerinin pek çoğunda da görülen bu
kullanımın yadırganacak bir uygulama olmadığı, tam tersine etkin bir
üslûp öğesi olarak kullanıldığı ve şairler tarafından bilinçli ve bilerek
öncelendiği kanısındayım. Gazellerinde öncelediği başka ulaçların ya-
nında, yalnızca -ıp/-ip ulacının kullanımına ilişkin aşağıdaki beyitler bile,
yukarıdaki eleştirinin tersine Namık Kemal’in bu konuda geleneği nasıl
izlediğini gösteren örneklerdendir. Aşağıdaki matlalardan birincisi 16
beyitlik “na‘t” konulu bir gazeldendir:
- Edip fülk-i cihân-peymâ-yı dil azm-i yem-i ma‘nâ
Açıldı bâd-bân-ı aşk b’ism’llâhi mecrâhâ11 (Ergun 1941: 68)
- Gösterip mahşere bir dâğını her çâk-i tenim
Olur âbisten-i sad mihr-i kıyâmet kefenim (Ergun 1941: 133)
- Verip âfâka lerziş na‘re-i mestâne-i aşkın
Felek zannetme oldu ser-nigûn peymâne-i aşkın (Ergun 1941:
154)
Fuzulî, -ıp/-ip ekiyle çekimlenmiş ulaçları birkaç gazelinde öncele-
diği gibi, iki gazelinin matlaının her iki dizesinde de anlamı pekiştirmek
amacıyla başa çekmiştir:
- Girüp mey-hâneye muğ meşrebiyle kim ki hû eyler
Olup mü’min behişte kâfirem ger ârzû eyler (s. 205)
- Görüp mühlik menüm çevremde bahr-i ışk tuğyânın
Kaçup bir dağa çıhmış Kûh-ken kurtarmağa cânın (s. 348)
Bakî’nin hocası Karamanlı Mehmet Efendi’ye sunduğu Sünbül Kasi-
desi “urınup” ulacının öncelendiği bir beyitle (Küçük 1994: 62) başla-
maktadır:
11
Ergun, bu gazelin Leskofçalı Galip’in aşağıda matlaı verilen gazele nazire oldu-
ğunu göstermiştir (Ergun 1941: 69):
Olup mersâ-yı hikmetten ser-efrâz-ı yem-i ma‘nâ
Açıldı keşti-i endîşe b’ism’llâhi mecrâhâ
60 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Urınup farkına bir tâc-ı mücevher sünbül


Oldı iklîm-i çemen tahtına server sünbül
Nedim de Sadrazam Şehit Ali Paşa için olan kasidesinin ilk beytinin
(Gölpınarlı 1972: 3) başında “başlayup” ulacını öncelemiştir. Nedim, bu
Kaside’sinin nesibinin bir bölümünde “fahriye” beyitlerine yer vermiş,
şiiri ve sanatıyla övünmüştür. İşte bu “başlayup” ulacının konumu, Ne-
dim’in şiir söylemeye “başlaması”yla sanatının nasıl bir coşkunluğa
ulaştığını yansıtması açısından önemlidir:
Başlayup cûşişe tab‘umda mezâyâ-yı sühan
Mevc-hîz oldı yine lücce-i deryâ-yı Aden
Yahya Kemal’in Süleymâniye’de Bayram Sabahı adlı şiiri de başlangıcı
etkili bir ulaç olan örneklerdendir (Beyatlı 1963: 9). Şiir, türlü motiflere
dayandırılarak geçmişten günümüze ulaşan, gözleri ve gönülleri doldu-
ran tarihî, dinî, millî... olaylara, “ışık” ve seslere çağrışım yoluyla gön-
dermeler yapma görevi yüklenmiş “artarak” ulacıyla başlamaktadır:
Artarak gönlümün aydınlığı her sâniyede,
Bir mehâbetli sabâh oldu Süleymâniye’de.
Şiirin sonunda şair, yüzyıllardır gittikçe “artarak” bir “bayram sa-
bahı”na ulaşan tarihî, dinî, millî, manevî, toplumsal, kültürel bir bütün-
lükle iç içe geçmiş olayların, kişilerin, nesnelerin simgesi niteliğindeki
“ışıklar”ın “gönlü”nü nasıl “doldurduğu”nu da “tek dizelik bir “bent”le
şöyle özetliyor (Beyatlı 1963: 13):
Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.
Bu türlü sözdizimsel yapılar içerisinde kurulan cümlelerde devrikleme
ya da önceleme sonucunda ilk sırada yer alan söz, hangi kelime türünden
ve cümlenin hangi öğesi olursa olsun okuyucuyu etkileme, yönlendirme,
yargıyı pekiştirme ya da kanıtlama, belli çağrışımlar uyandırma, bellekte
kalıcılık sağlama... gibi görev ve işlevlerle donatılmıştır. Şairler bunların
birini ya da birkaçını bu amaçlarla bilinçli olarak kullanırlar.
Sözdizimsel öncelemeler arasında “yine” belirtecinin çok yaygın bir
kullanım alanı vardır. Bu türlü örneklerin incelenmesinden de ilginç
açılımlara ulaşılabilmektedir. Kısaca değinmek gerekirse, “yine” belirte-
cinin (yüklemden önce ve sonra gelerek) en önemli ve güçlü işlevi “sü-
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 61

reklilik” özelliğini vurgulamak, zaman dilimleri içerisinde belli olaylar


açısından geçmiş/gelecek, olmuş/olacak... gibi bir süreç ilişkisi, hatta kimi
zaman da duygusal bir bağ kurmaktır. Buna bağlı olarak bir görevi de,
içine girilen yeni dönemin, yaşanılan yeni durumun daha önceden de
bilindiği ve daha eskiden de yaşanmış olduğu “yine” belirteciyle ortaya
konularak, okuyucuya, bugünden geçmişe hatta geleceğe bile uzanan bir
geniş zaman dilimini kapsayacak bir açılım sağlamaktır. “Yine” belirte-
cinin aynı zamanda yok olmuş, elden çıkmış bir kişinin, nesnenin, du-
rumun, olgunun yeniden ortaya çıkması ya da ona kavuşma duygusuyla
insanı etkileyecek güçlü bir coşku yaratma işlevi de vardır.
Örneğin “yine”12 belirtecinin öncelendiği, Bakî’nin ve Nef’î’nin
şiirlerinden seçilmiş beyitlerdeki öncelemeler, bir rastlantı ya da vezin,
kafiye zorlamasına bağlanamayacak güzel örneklerdir13. Bu beyitlerde,
kimi öncelenmemiş “yine” belirteçlerine yinelenmeleri (tekrîr) nedeniyle
öncelenenlerin anlamlarını pekiştirme ve güçlendirme işlevi de yüklen-
miştir. Bu örneklerdeki (yine) + (tekil 3. kişi -di’li geçmiş çekimli yüklem) ya
da bunun tersi durumundaki (yine) + (-dı), (-dı) + (yine) kullanımlarına
dikkat edilmelidir. Daha az olmak üzere (yine) + (-mış), (-mış) + (yine)
biçiminde kullanımlara da rastlanmaktadır. (Aşağıdaki beyitlerde önce-
lenen “yine” belirteci siyah harflerle, “yine” belirteciyle birlikte kullanı-

12
“Yine” belirtecinin Türkçe Sözlük’teki “1. Yeniden, bir daha, yine, tekrar, gene. 2.
Öyle de olsa, öyle olmasına karşılık. 3. Buna rağmen, bununla birlikte.” (TDK Yay.,
10. bas., Ankara 2005, s. 2184) anlamlarının yanında, Ahmet Vefik Paşa’nın Lehce-i
Osmânî’sinde geçen “... mükerreren, ez-ser-i nev, tekid için hatta, bir daha mana-
sına, yine bir kere daha.” anlamları da (Haz. Prof. Dr. Recep Toparlı, TDK Yay.,
Ankara 2000, s. 427) dikkate alınmalıdır.
13
Yinelenen bir özelliğin ya da öğenin stilistik açıdan taşıdığı işlevlerini incelerken,
değerlendirir ve yorumlarken bunların şairin dilinde belli bir kullanım sıklığına
ulaşmış olmasına, izlenebilir bir süreklilik ve görülebilir bir yoğunluk kazanıp ka-
zanmamış olmasına bakmak gerekir. Bazı çalışmalarda görüldüğü gibi bir rastlantı
sonucu kullanılmış bir iki öğeyi ele alarak “üslûp özelliği” gibi değerlendirmek
konuyla ilgilenenleri yanıltıcı bir sonuca götürmektedir. Bu nedenle üzerinde du-
rulan önceleme öğelerinin bir rastlantı sonucu ortaya çıkmadığını gösterebilmek
için bu yazıda biraz bolca örnek verme yoluna gidilmiştir. Ancak bu örnekleme
de, yazıyı okuyanlar üzerinde gereksiz yere uzatılmış etkisi yaratmamak için ola-
bildiğince çok sınırlı tutulmuştur. Yoksa bu konunun uzmanlarınca açık seçik ola-
rak bilindiği gibi divan şiiri ve genel olarak Türk şiiri söz konusu örnekler açısın-
dan çok zengin ve tükenmez bir kaynaktır.
62 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

lan -di’li geçmiş zaman çekimindeki yüklemler ve öncelenmemiş “yine”


belirteçleri italik harflerle gösterilmiştir.)
Bakî’nin Sultan III. Mehmet’e sunduğu Kudûmiye’nin ilk beyitleri
(Küçük 1994: 33) şöyledir:
Bi-hamdi’llâh refîk oldı yine tevfîk-i Rabbânî
Muzaffer kıldı sultân-ı cevân-baht-ı cihân-bânı

Kudûm-ı şâh ile halkun bu gün başına gün toğdı


Yine tâb-ı rikâbından cihânı kıldı nûrânî
.........
Yine ol sancak-ı zerrîn-ser ü sîmîn-kabâ kıldı
Livâ-yı subh-ı nûrânî gibi rûşen bu eyvânı

Cihân emn ü amân buldı yine şemşîr-i pûlâdın


Belâ Ye’cûc’ına sedd eyledi İskender-i sânî
Bakî’nin Sadrazam Alî Paşa için söylediği Bahâriye’den birbirini iz-
leyen 3 beyit de (Küçük 1994: 39) şöyledir:
Döşedi yine çemen nat‘-ı zümürrüd-fâmın
Sîm-i hâm olmış iken ferş-i harîm-i gül-zâr

Yine ferrâş-ı sabâ sahn-ı ribât-ı çemene


Geldi bir kafile kondurdı yüki cümle bahâr

Leşker-i ebr çemen mülkine akın saldı


Turma yağmâda yine niteki yağı Tâtâr
Yine Bakî’nin Sünbül Kasidesi’nin nesîbinde “yine” belirtecini, geç-
mişle şimdiki zaman arasında kurduğu ilgiyle eskiyi anımsatıp vurgu-
lama, yaşanılan dönemi pekiştirip güçlendirme gibi işlevlerle kullandığı
beyitler (Küçük 1994: 62-63):
Oldı gül-şen yine bir dil-ber-i müşgîn mergul
Şol kadar virdi ana zînet ü zîver sünbül
..........
Yine gömgök tere batmış çıka geldi çemene
Nev-bahâr irdi diyü virdi haberler sünbül
..........
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 63

Yine Fir‘avn-i şitâ ceyşine Mûsâ-mânend


Eyledi elde asâsını bir ejder sünbül
..........
Sâkiyâ zevrakı sür bâd-ı bahâr esdi yine
Sebze-zâr oldı yem-i ahdar u lenger sünbül
..........
Bürüdi kendinün etrâfını bâl ü per ile
Yine tâvûs-sıfat cilveler eyler sünbül
Yine ferrâş-sıfat destine cârûb almış
Ki ide hidmet-i hâk-i der-i dâver sünbül
Nef’î’nin Sultan I. Ahmet’e sunduğu Bahariye’den beyitler (Dîvân
1252: Kas. s. 9):
Bahâr irdi yine düşdi letâfet gül-sitân üzre
Yine oldı zemînün lutfı galib âsmân üzre

Yine her lâle bir şem‘-i muanber yakdı dûdından


Sehâb-ı anber-efşân oldı peydâ bûstân üzre

Yine çıkdı beyâza nakşı her serv-i gül-endâmun


Sarıldı yâsemen şâh-ı nihâl-i ergavân üzre
Nef’î’nin Şeyhülislam Mehmed Efendi için söylediği Bahariye’nin ilk
iki beytinin söyleyiş kalıbı, yukarıdaki Kaside’nin ilk iki beytinde olduğu
gibi (yüklem+belirteç)/ (belirteç+yüklem) çaprazlaması içerisinde söylenmiş-
tir (Dîvân 1252: Kas. s. 116):
Bahâr irdi yine bâğa döşendi nat‘-ı jengârî
Yine sultân-ı gül itdi müşerref taht-ı gül-zârı

Yine bâd-ı sabâ üftân u hîzân irdi gül-zâra


Dem-i Îsâ-veş ihyâ eyledi ezhâr u eşcârı
Nefî’nin Veziriazam Nasûh Paşa için söylediği Temmûziye ‘nin
ilk iki beyti (Dîvân 1252: Kas. s. 73) şöyledir:
Yine irişdi temûz oldı cihân pür-tef ü tâb
Girdi bir hilkate hep âteş ü bâd âb ü türâb

İrdi bir gayete te’sîr-i hevâ kim bir mûr


Bir dem-i germ ile eyler yedi deryâyı serâb
64 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Şeyh Galib’in çok ünlü bir gazelinin aşağıdaki beyitleri de “yine”


belirtecinin özgün kullanışının çok güzel örneklerindendir:
Yine zevrak-ı derûnum kırılup kenâra düşdi
Dayanur mı şîşedür bu reh-i seng-sâra düşdi14
..........
Erişüp bahâra bülbül yenilendi sohbet-i gül
Yine nevbet-i tahammül dil-i bî-karâra düşdi
Bütün bu yetkin örneklerin yanında, Fuzulî’nin Bağdat Valisi
Ayas Paşa övgüsünde söylediği kaside de bu konu açısından çok güzel
üslûp özellikleriyle doludur. Kasidenin ilk 3 beytinin her dizesinde
“yine” belirteci yinelenerek öncelenmiştir:
Yine kıldı sabâ gül-zâra da’vet bülbül-i zârı
Yine kumrî makam itdi fezâ-yı sahn-ı gül-zârı

Yine düşdi hevâdan sebze-zâra katre-i şeb-nem


Yine gül-zâra saldı zıll-i rahmet ebr-i âzârı

Yine dîvâne-i ışk eyledi dârü’ş-şifâ meyli


Yine gül-zâra çıhdı gûşe-i mihnet giriftârı (s. 68)
Bu beyitlerin dizelerinde, Ayas Paşa’nın “karışıklık ve olumsuz-
luklarla dolu bir ortama tek kurtarıcı ve koruyucu olarak gelişi nede-
niyle duyulan sevinci” vurucu bir biçimde yansıtmak amacıyla, aynı
“yine” sözünün karşılığında 6 ayrı eylemin (kıldı, itdi, düşdi, saldı, eyledi,
çıhdı), Paşa’ya ilişkin türlü mecazlarla birlikte anlamsal ve söz dizimsel
bir koşutluk oluşturacak biçimde kullanılması, yapısal açıdan öz-biçim
bütünlüğünü gösteren ilginç bir üslûp özelliğidir. Daha yalınlaştırarak
söylemek gerekirse, karışıklığın çokluğuna karşılık, kurtarıcının büyük
gücü ve halkın beklentisinin düzeyi çok dengeli bir söz yapısıyla veril-
miştir. Yine Ayas Paşa’nın övgüsünde söylenmiş ve aşağıda 4. maddede
söz konusu edilen Kaside’nin ilk 4 beytinde de buna çok benzeyen bir
üslûp özelliği sergilenmiştir. Bu Kaside’de öncelenen aynı “geldi” eyle-
miyle de, özelliklerine bağlı olarak Paşa’nın ilişkilendirildiği (Îsî, Hızr,
14
Şeyh Galib’in bu gazeli Hammâmî-zâde İsmail Dede Efendi tarafından mahur
makamında bestelenmiştir. Bu nedenle, aşağıda verilen şarkı örnekleri arasında da
düşünülebilir.
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 65

Mehdî, Âsâf) dinî kimlikleri ve kutsal kişilikleri nedeniyle onların top-


lumda ve insanlar üzerinde etkin olmuş üstün işlevlerine telmih yoluyla
gönderme yapılmıştır.
Yukarıdaki beyitlerin arkasından Fuzulî birkaç beyitle kendi duru-
mundan yakınır, bunlardan sonra da Paşa’nın övgüsüne geçmeden önce
şu beyitle (14. beyit) tekrar Kaside’nin ilk beytinde yaptığı gibi “bülbül”e
seslenir ve “Sen güle kavuştun, bana da Paşa’nın yüzü nasip olsun.”
diyerek Paşa’nın övgüsüne geçer:
Yine ey bülbül-i bî-çâre eyyâm-ı bahâr oldı
İrişdi vakt kim baht ola ehl-i derd gam-hârı
“Yine” belirtecinin divan şiirinde kullanımının yaygınlığının ne-
deni, bu belirtecin insanlara, çok geniş bir zaman dilimi içerisinde yaşa-
nan anılarına ve yaşam deneyimlerine çağrışım olanağı verdiği ve bun-
ları hayallerinde yeniden yaşama ortamı hazırladığı içindir. Aynı görevi
daha duygusal bir yönden olmak üzere şarkılar da yapmaktadır. “Yine”
öncelemesiyle söylenmiş pek çok şarkı güftesi bulunmaktadır. Bu şarkıla-
rın sevilmesinde bestelerinin güzelliği başta gelmekle birlikte, bu öncele-
menin uyandırdığı duygusal yoğunluğun ve çağrışım zenginliğinin et-
kisi de unutulmamalıdır. Divan şiirindeki örnekleri desteklemek ama-
cıyla birkaç ünlü şarkı güftesinin ilk dizeleri şöyledir:
a. Mevsim başlangıcını gösteren yine belirteçli öncelemeler: Bu ko-
nudaki “yine” öncelemeleri aşağıdaki örneklerde olduğu gibi genellikle,
mevsimlerin gelişiyle ortaya çıkan olumlu ve olumsuz durumların yeni-
den yaşanacağını vurgular:
-Yine bahâr oldu coştu yüreğim
Akar boz bulanık selli dereler

-Yine bir bâd-ı hazân esti güzel bahçemize


Yine bir başka bahâr hasreti düştü bize
b. Olay başlangıcını gösteren yine belirteçli öncelemeler: Bu türlü
“yine” öncelemeleri de genellikle, daha önce yaşanmış, benzeri baştan
geçmiş bir olayla yeniden bir kez daha karşılaşıldığını anlatır:
-Yine bağlandı dil bir nev-nihâle
Misâli gelmez âlemde hayâle
66 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

-Yine bir gül-nihâl aldı bu gönlümü


Sîm-ten gonca-fem bî-bedel bir güzel

-Yine düştü gönül bir dil-figâre


Gam-ı aşkıyla sînem pâre pâre

-Yine neş’e-i mahabbet dil ü cânım etti şeydâ


Yine bezm-i ayş-i vuslat idüp ehl-i aşkı ihyâ
c. Durum başlangıcını gösteren yine belirteçli öncelemeler: Bu
“yine” öncelemeleri de genellikle, daha önceden bilinen bir durumla bek-
lenmedik bir anda karşılaşılmasını belirtir:
-Yine bu yıl Ada sensiz içime hiç sinmedi
Dil’de yalnız dolaştım hep göz yaşlarım dinmedi15

-Yine bir sızı var içimde akşam oldu diye


Gözüm acıyor ağlarım hâlâ bilmem niye
“Yine” belirtecinin semantik ve stilistik kullanımı açısından yakın
bir benzeri belirteç de “hani”dir. Konuşma dilinde de kullanım sıklığı
(frequency) oldukça yüksek olan “hani” belirteci de “yine” belirtecinin
yazılı ve sözlü kullanımlarında olduğu gibi genellikle geçmişe gön-
derme yapılarak, geçmişte yaşanmış bilinen bir olayı, durumu ya da
geçmişte verilmiş bir sözü anımsatacak16 bir biçimde öncelendiği görül-
mektedir. Tevfik Fikret’in “ulu bir ağaç” metaforuyla “vatan”ı anlattığı
Çınar adlı şiiri de (Dilçin 2005: 411-412) konuşma dili doğallığı içerisinde
“hani” belirteciyle başlamaktadır. Bu önceleme, bu başlangıç, şiir dili açı-
sından yadırganacak bir kullanım olmak yerine, günümüzden gerilere
uzanan yani Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, İmparatorluk oluşu ve şiirin
yazıldığı yıllardaki durumunu kapsayan bir zaman dilimi açısından
yoğun bir duygu ve düşünce çağrışımlarına yol açmaktadır:
Hani bir gün seninle Topkapı’dan
Geliyorduk; yol üstü bir meydan,

15
Bu şarkının sözlerinde geçen Ada ve Dil yer adları, İstanbul’un toplumsal ve
kültürel yaşamında önemli bir yeri olan Büyükada’yı ve yine Büyükada’da âşıkla-
rın, çamlarının altında diz dize oturup denizi seyrettikleri ve el ele tutuşup gezin-
dikleri Dil Burnu’nu anlatmaktadır.
16
Türkçe Sözlük, TDK Yay., 10. bas., Ankara 2005, s. 843.
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 67

Bir çınar gördük: Enli, boylu, vakur


Bir ağaç; hiç eğilmemiş, mağrur
Koca bir gövde, belki altı asır,
..........
Yusuf Nalkesen’in bestesi olarak gönüllerde yaşayan bir şarkının
sözleri de Orhan Seyfi Orhon’un”un “hani” belirtecinin öncelendiği bir
şiirine dayanmaktadır. Bu önceleme o denli doğal bir söyleyiş içerisinde
yapılmıştır ki, sevgiliden olası bir ayrılık durumunda önceden belirlen-
miş davranış biçimlerinin olayın şiddeti karşısında uygulanamaması
açısından duyulan acı “sitem”i vurgulaması, şiiri okuyanlar ve şarkıyı
dinleyenler üzerinde derin bir duygu coşkunluğu yaratmaktadır:
Hani, o bırakıp giderken seni,
Bu öksüz tavrını takmayacaktın.
Şiirin son dizesinde yine “hani” sözü öncelenerek kişileştirilen “göz
yaşı”na seslenilmesi, birinci dizedeki öncelemeyi, yineleme (tekrîr, tekrar)
sanatı açısından pekiştirdiği gibi, “göz yaşı”nın “sözünde durmayışını”
da çok duygulu bir “sitem”le vurgulamaktadır:
Hani, ey göz yaşım akmayacaktın!
Fuzulî’nin şiirlerinde yüklem öncelemesi örnekleri ve bunların değer-
lendirilmelerine geçmeden önce, Hacı Ârif Bey’in hicaz makamındaki
eşsiz bir şarkısının17 güftesini sunmak istiyorum. Çok kısa olarak değin-
mek gerekirse şarkı güftesinin dizelerinde şair, bir “av” metaforuyla
sevgili-âşık arasındaki tek yönlü aşk ilişkisini, avcı-av arasındaki avlanma
olayıyla özdeşleştirerek, örtüştürerek ortaya koymuştur. Bu nedenle ilk
4 dizenin, yüklem+nesne/tümleç+özne sırasıyla devriklenerek dizeler arası
bir koşutlukla birbirini izlemesi, dize başlarındaki yüklem öncelemelerini
(avlama, bağlama, büyüleme, saplama) anlamsal yönden güçlendirerek şar-
kıya, dinleyenlerin deyim yerindeyse ciğerlerini delip geçen bir etkinlik
ve derinlik katmaktadır. Bunun yanı sıra, âşıkın edilgen bir tek “gönlü”ne

17
Hacı Ârif Bey’in bu şarkısı, çocukluğumdan beri bu yaşıma gelinceye kadar radyo
ve TV’lerden, plak, teyp, kaset ve CD’lerden yüzlerce kez bıkıp usanmadan tekrar
tekrar dinlediğim, kendi kendime mırıldandığım ve her dinleyişimde, her mırıl-
danışımda güfte ve bestesinin söz ve müzik değerleri açısından yeni bir estetik in-
celiğini sezerek duygulandığım olağanüstü güzellikte bir şarkıdır.
68 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

karşılık; sevgilinin etken dört güzellik öğesi olan göz, saç, bakış ve kaşının
ceylan, sünbül, büyücü, hançer gibi benzetmeliklerle güçlü/güçsüz karşıt-
lığı oluşturularak verilmesi, yapısal açıdan doğal olarak sevgilinin önde
olma durumuna okuyanı ve dinleyeni odaklandırmaktadır:
Sayd eyledi bu gönlümü bir gözleri âhû
Bend eyledi zencîre beni sünbül-i gîsû
Bilmem ki ne sihr eyledi ol gamze-i câdû
Saplandı ciğer-gâhıma dek hançer-i ebrû
Hûrî mi aceb nûr-ı mücessem mi nedir bu
Bu beş dizede içerik yönünden “ne söylendiği”ni derinleştirip et-
kinliğini artıran ve bunun sonucunda yoğun bir duygu coşkunluğu
sağlayan “nasıl söylendiği” konusuna stilistik açıdan yukarıda gösteri-
len ölçütlere ek olarak birkaçını daha kısaca sıralamak istiyorum: Önce-
lemeler, dikey ilişkiler açısından cümle öğelerinin koşutluğu, farklı eylem
ve sıfatları birbirini destekleyerek arka arkaya yineleme, söz ve anlam
ilişkileri açısından denge ve orantı, di’li geçmiş zamanın eskilik ve kesinlik
anlatmasına karşın kuşkulu söylem (bilmem ki) kullanma, “sayd eyledi,
bend eyledi, sihr eyledi, saplandı” eylemlerinin gerçekliğini “... mi aceb,
... mi nedir” sorularıyla pekiştirme, özne ve yüklem arasındaki eylem
uyuşması, “bu” kelimesinin hem gösterme sıfatı olarak ilk dizede “âşık”ı
hem de son dizede işaret zamiri olarak “sevgili”yi karşıtlayarak vurgu-
lama, güftenin kafiyeleri olan “-û” sesleriyle “âşık” ve “sevgili” kav-
ramlarının göstergesi olarak kullanılan söz konusu iki “bu” kelimesini
ses ve anlam yönünden pekiştirerek ilgiyi bu kavramlar üzerine yönlen-
dirip yoğunlaştırma, yine sevgilinin 4 güzellik öğesine ilişkin kelimelere
bağlı olan aynı kafiye sesleriyle, sevgilinin sıfatlarını anlatan “hûrî” ve
“nûr” kelimelerindeki “r” ile birlikte “û” sesleri arasında kurulan alite-
rasyonla sevgilinin güzelliğinin vurgulanması... Müzik yönünden şarkı-
nın etkinliğini artıran bence çok önemli iki nokta da şudur: Prozodi yani
söz ve anlamın besteyle olağanüstü uyuşması, bestede “gözler, sünbül,
gamze, hançer” kelimelerinin “göz-, sün-, gam-, han-” hecelerinin yine-
lenerek ve yükselen bir ezgiyle vurgulanarak okunması... bu okuyuşla
sevgilinin güzellik öğelerinin (gözler, sünbül, gamze, hançer) ve sevgili-
nin yüceltilmesi...
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 69

Fuzulî’deki yüklem öncelemelerine geçmeden önce şu noktayı özel-


likle belirtmekte yarar görüyorum. Yukarıda gösterilen önceleme örnekle-
rine daha pek çok ilginç örnek kolaylıkla eklenebilir. Bu yazı içerisinde
verilen örnekler de zaten öncelemelerin bir türü olan sözdizimsel önceleme-
lere ilişkindir. Öteki önceleme türleri de ele alınıp incelendiğinde çok zen-
gin bir kaynağın ortaya çıkarılacağında hiç kuşku yoktur. Böylece divan
şiirinin stilistik açıdan taşıdığı güzelliklerin ve değerlerin bir bölümüne
ulaşılmış olacaktır. Daha önce de belirtildiği gibi, yalnızca divan şiiri
üzerine değil, halk şiiri üzerinde bu yönde yapılacak çalışmalar da halk
şiirinin dili ve anlatımına, doğallığı ve güzelliğine hiç kuşkusuz çok şey
katacaktır.
Fuzulî’nin özellikle kasidelerinde gerçekleştirdiği yüklem önceleme-
leri, bunlara daha ayrıntılı olarak yaklaşılabilirse de genel bir çizgiyle
dönem, olay, durum, kişi ve kavram belirtme amacına dayanmaktadır. Ör-
neklerin genellikle kasidelerden seçilmesinin nedeni, öncelemelerin özel-
likle kasidelerin matlalarında ya da matlaı izleyen birkaç beyitte yapı-
lanlarının kasidenin konusuyla, konuya ilişkin motifleriyle, kompozis-
yonuyla doğrudan ilişkili olması, biçim-öz, yapı-anlam kaynaşması ve bü-
tünleşmesinde başka etkenlerle birlikte önemli bir işlevi olması nedeniy-
ledir.

1. Dönem belirten yüklem öncelemeleri:


Fuzulî’nin Kanuni Sultan Süleyman’a sunduğu Gül Kasidesi, türlü
özellikleriyle kaside boyunca betimlenecek olan “gül”ün açılarak kazan-
dığı yeni durum, dize başlarına çekilmiş, yani öncelenmiş “çıhdı” ve
“saldı” eylemleriyle18 (1. beyit) vurgulanarak başlamaktadır. 3. ve 4.
beyitlerde de bahar mevsiminin geldiği, yani yeni bir “dönem”e girildiği
18
Rahmetli Prof. Dr. Tunca Kortantamer de, Fuzulî’nin söz konusu Kaside’sini, ağır-
lıklı olarak anlam-yapı ilişkisi, biçim-öz kaynaşması açısından ele aldığı makale-
sinde (“Gül Kasidesi”, Eski Türk Edebiyatı Makaleler-I, Akçağ Yay., Ankara 1993, s.
413-435), Kaside’nin şiirselliğinin oluşmasında dilsel öğelerin düzenlenmesi konu-
suna da değinmiştir. Prof. Kortantamer bu makalesinde özellikle, Kaside’nin ilk
birkaç beytindeki yüklemler ve öteki dilsel öğelerin şiir-dil bütünlüğünü oluştur-
madaki işlevleri üzerinde durmuş, Fuzulî’nin şiirlerinden yansıyan güzel ve güçlü
Türkçe söyleyişe “bilhassa devrik cümleler”in katkısı açısından yaklaşarak özlü
değerlendirmeler (s. 431-434) yapmıştır.
70 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

“Geldi ol dem kim...”, “Yetdi ol mevsim ki...” biçimindeki yinelemeli ön-


celemelerle belirtilmektedir. 3. ve 4. beyitlerin başında yer alan ve yuka-
rıda tırnak içerisinde verilmiş söylemlerdeki “gösteren”ler farklı sözler
de olsa “gösterilen” aynıdır. Bu söylemlerdeki gelmek/yetmek ve
dem/mevsim sözleri yakın anlamlı kelimeler olmaları nedeniyle aynı kav-
ramı, “ulaşılan yeni dönemi” “ bahar”ı anlatmaktadır. Divan şiirinde,
aynı kavramın eşit ya da yakın anlamlı kelimelerle anlatıldığı yukarıda-
kine benzer yüzlerce güzel örnek gösterilebilir. Böyle durumların, yani
aynı kavramı değişik söylemlerle, bir öncekinden ayrı imiş gibi algılana-
bilecek ya da öyle bir izlenim bırakabilecek anlatımlarla yineleyen önce-
leme kalıplarını, gereksiz bir tekrar olarak görmekten kaçınarak, stilistik
açıdan şiire etkileyici bir yoğunluk katan üslûp öğeleri olarak değerlen-
dirmek daha uygun olacaktır. Çünkü, gelmek/yetmek ve dem/mevsim söz-
lerinin anlamları birbirine yakın olmakla birlikte birbirinden farklı çağrı-
şımlar yaratmaları nedeniyle gözde ve düşüncede canlandırılmaya çalı-
şılan imgeyi renklendirip zenginleştirmektedir.
Çıhdı yaşıl perdeden arz eyledi ruhsâr gül
Saldı19 mir‘ât-ı zamîr-i pâkden jengâr gül
............
Geldi ol dem kim ola izhâr-ı hikmet kılmağa
İnşirâh-ı sadr ile sadr-ı saf-ı ezhâr gül

Yetdi ol mevsim ki açmağa gönüller mülkini


Ola gül-şende reyâhin hayline ser-dâr gül (s. 37)
“Goncanın yeşil kabuklarının açılıp gülün yüzünü göstermesi” ol-
gusunu anlatmak amacıyla 1. beyitte öncelenen “çıhdı” eylemi, Ka-

19
TD’de “saldı” sözü yerinde “sildi” varyantı bulunmaktadır. Prof. Dr. Tahir Üzgör
bir makalesinde, konuya ilişkin olarak yaptığı araştırmaların sonucunda, doğru
varyantın “saldı” eylemi olması gerektiğini gerekçeleriyle göstermiştir. Bkz. “Fu-
zûlî’yi Anlamak”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sayı 3, Konya
1997, s. 87-101. (Ayrıca, Gül Kasidesi’nin bu ilk beyti, Fuzulî’nin, Divan’ından
Hadîkat’s-Sü’edâ’ya aktardığı beyitler arasında da bulunmakta ve orada da “saldı”
varyantıyla geçmektedir. Bkz. Şeyma Güngör, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.,
Ankara 1987, s. 47.) Prof. Üzgör de yukarıdaki makalesinde ayrıca, genel olarak
Fuzulî’nin şiirlerinde ve özel anlamda da Gül Kasidesi’nde bir üslûp konusu olmak
açısından eylemlerin taşıdığı öneme ana çizgilerle kısaca değinmiştir (s. 94-95).
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 71

side’nin 7, 8 ve 9. beyitlerinde de başka imgeleri anlatmak amacıyla bir-


kaç kez daha yinelenmiştir. Bu durum şaire, “gül”ü kişileştirerek “çık-
mak” kavramına ilişkin olarak bazı dinî konulara telmihler yapma yo-
lunu açmıştır. Başka bir deyişle “çıkmak” eylemi, Kaside’yi bu açıdan
çeşitlendiren temel bir üslûp öğesi olarak kullanılmıştır. (Aşağıda 5.
maddede değerlendirilen Su Kasidesi’ndeki “saçmak” eylemi de aynı
stilistik özelliği yansıtmaktadır.) Kaside’nin beyitleri incelendiğinde pek
çok beyitte “çıkmak” eyleminin anlamına ilişkin olarak açılmak, ayrılmak,
gitmek, uzaklaşmak, sıkıntıdan kurtulmak, özgür kalmak, değişmek, ulaşmak,
erişmek, artmak, oluşmak, gerçekleşmek, göstermek, görünmek, gizlemek, saç-
mak, aydınlatmak, yakmak.... gibi kavramlara gönderme yapıldığı ya da
bunların anıştırıldığı görülecektir.
Fuzulî’nin Hz. Ali’nin övgüsünde söylediği kaside de yine benzeri
bir “dönem” başlangıcını vurgulayan şu matla ile başlamaktadır:
İrişdi vakt ki fasl-ı hazân-ı nâ-hem-vâr
Kıla su tek harekâtın müzâhim-i eşcâr (s. 29)
Bu beyitteki öncelemelerle de “hazân mevsimi”nin gelişiyle bunun
sonucunda gelişen olaylara gönderme yapılmıştır.
Bu konuyu başarılı örneklerle çeşitlendirmek amacıyla Ahmed
Paşa’nın ve Nef’î’nin iki kasidesine değinmek uygun olacaktır. Ahmed
Paşa’nın Sultan Bayezid’e sunduğu bir kasidede arka arkaya eylem (yük-
lem) kullanma (geldi, oldı, açdı, düzdi), nicelik ve nitelik yönünden “çok-
luk” kavramını anlatmak içindir. Bu kullanma, aynı zamanda biçim-öz
kaynaşmasının oluşmasında da etken olmaktadır. Kaside’nin ilk iki bey-
tinde biçimsel açıdan 4 eylemin öncelenmesiyle öz açısından bu eylem-
lerle ortaya çıkan sonucun çeşitliliğine gönderme yapılmaktadır. Baharın
gelişiyle doğanın kazandığı canlılık ve güzelliğin “çokluk”u bu yüklem
öncelemeleriyle daha etkileyici bir boyut kazanmaktadır:
Geldi bir dem kim bezendi dürlü reng ile zemîn
Oldı ferrinden bahârun bâğ firdevs-i berîn

Açdı anber hokkasın sahrâda attâr-ı sabâ


Düzdi rengîn câmesin bustânda bezzâz-ı zemîn (Tarlan 1966:
69)
72 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Nef’î’nin IV. Murat’a sunduğu ünlü Bahâriye’sinin ilk iki beyti de


“baharın gelişi”ni anlatan eylemlerin öncelenmesiyle (Dîvân 1252: Kas. s.
35), yani “dönem” belirten güzel bir yüklem öncelemesiyle başlamaktadır.
Bu beyitlerdeki “esdi” ve “erdi” eylemlerinin öncelendiği dizelerde, aynı
-di’li geçmiş zaman kipinde “açıldı” ve “oldı” eylemlerinin de kullanıl-
ması, öncelemeleri nicelik ve nitelik yönünden de ayrıca desteklemekte-
dir. Bu arada 1. beytin 2. dizesinde “açsun” dilek-emir kipindeki yüklemin
öncelenmesi de göz ardı edilmemelidir. “Güller açıldı”, bunun karşılı-
ğında “gönüllerimiz de açılsın” koşutluğu, bu öncelemeyle etkileyici bir
neden-sonuç ilişkisi içerisinde verilmiştir. Bu koşutlukla anlatılan doğa-
nın insanı etkilemesi ve bunun sonucunda ortaya çıkan dış dünya/iç
dünya dengesi, “esdi” ve “erdi” eylemlerinin kullanım biçimiyle daha
güçlü bir nitelik kazanmıştır:
Esdi nesîm-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem
Açsun bizüm de gönlümüz sâkî meded sun câm-ı Cem

Erdi yine ürd-i behişt oldı hevâ anber-sirişt


Âlem behişt-ender-behişt her gûşe bir bâğ-ı îrem

2. Olay belirten yüklem öncelemeleri:


Bu türlü yüklem öncelemelerinde de yine ön planda gerçekleşen olay
anlatılmakla, betimlenmekle birlikte arka planda bu yeni olayın yol aç-
tığı sonuçlar söz konusu edilmektedir. Örneğin ön planda “baharın ge-
lişi” anlatılırken, arka planda “övülen kişinin gelişi”yle beklentilere
türlü göndermeler yapılmaktadır.
Fuzulî’nin Bağdat ve Şam Beylerbeyliği de yapmış olan Lala Cafer
Paşa’nın övgüsünde söylediği Kaside’nin ilk 5 beyti şöyledir:
Kıldı def‘-i gam dil-i uşşâkdan zevk-i bahâr
Âh kim gösterdi ışk ehline devrân hecr-i yâr

Sâkin-i hum-hâne peydâ kıldı şevk-i seyr-i bâğ


Geldi ol dem kim kıla bî-çâreler terk-i diyâr

Saldı göz gird-âbına nezzâre-i gül mevc-i hûn


Kıldı dil âyînesin pür jeng zevk-i sebze-zâr
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 73

Gonce tek çâk oldı ceyb-i sırr-ı erbâb-ı afâf


Aldı meyl-i seyr-i gül-zâr ehl-i temkinden vakar

Dutdı câm-ı lâle-gûn erbâb-ı işret gül görüp


Kan içürdi halka nîreng ile çerh-i hîle-kâr (s. 91-92)
Kasidenin 15 ve 16. beyitlerinde de koşut ve yarı koşut iki beyitte 4
yüklem (ideler, olalar, dutalar, ideler) öncelenerek olay vurgulanmıştır. Bu
Kaside’nin vezni fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün’dür. Bu beyitlerde önce-
lenmiş 4 yüklemin (ideler, olalar, dutalar, ideler) ilk hecelerinin açık olması
nedeniyle buralarda imale yapmak gerekmektedir. Birbirini izleyen bu 4
dizenin başında yapılan bu imaleleri bir aruz kusuru olarak değil, ger-
çek bir ses sanatı olarak değerlendirmek gerekir. Anlam açısından birbi-
rine bağlı bu 4 yinelemeli yüklem öncelemesi, yapılması gerekenlerin ne
denli zorunlu olduğunu belirtmesinin yanı sıra, bu eylemlerin ilk hecele-
rinde birbirini izleyen imaleler20 de “abartma vurgusu”yla yapılması
gerekenlerin mutlak ve kesinliğini ses yoluyla anlatmaktadır:

20
Birbirini izleyen bu imaleler bana, Nedim’in benzer özellikler taşıyan şu beytini
(Gölpınarlı 1972: 297) anımsattı:
Döğülmeğe söğülmeğe koğulmağa bi’llâh
Hep kailüm ammâ ki efendim senün olsam
Bu beytin vezni mef’ûlü mefâîlü mefâîlü faûlün’dür. Beytin ilk dizesinde arka ar-
kaya gelen 3 eylemin ilk hecelerinde (dö-, sö-, ko-) imale yapılmaktadır. Bu heceler-
deki gerektiği kadar uzatmaya uygun 3 yuvarlak ünlünün yarattığı abartılı ses yo-
ğunluğu, kulun efendisine, âşığın sevgiliye karşı yalvarış ve yakarışlarını yansıt-
maktadır. Bu imalelerin doğurduğu yalvarış ve yakarış tonu, hiç kuşkusuz böyle
bir söz düzenlenişinden ve o yönde bir söz, eylem ve yapı seçiminden ileri gel-
mektedir. Bu nedenle, bu eylemlerde yapılan imaleler bir aruz kusurundan çok
bir ses ve anlam sanatı değeri taşımaktadır. Nedim bu imalelerle, efendisinin ol-
ması karşılığında ona gönül rızasıyla boyun eğeceğini ve onun her türlü eziyetine
katlanabileceğini, birbirini izleyen bu ses vurgulamalarıyla, bu 3 eylemin üstüne
basa basa anlatmaktadır. (Beyitteki “koğulmağa” sözü yerinde Gölpınarlı’da “kul
olmağa” varyantı bulunmaktadır; benim yeğlediğim varyant ise Gölpınarlı’da
aparatta gösterilmiştir. Bu varyant, Halil Nihat Boztepe’nin hazırladığı Nedim Di-
vanı’nda da “koğulmağa” biçimindedir. (İstanbul 1338-1340, s. 190) Bence de doğ-
rusu bu olmalıdır. Çünkü, efendisinin, sevgilinin “kulu olmak” âşık için bir
amaçtır, onur ve mutluluk verici bir ayrıcalıktır. Bu nedenle, divan şiiri açısından
bakıldığında “kul olmak” isteği, “dövülmek” ve “sövülmek” kavramlarıyla bir
arada kullanılabilecek eş değer nitelikte bir kavram değildir. Divan şiirinde işle-
nen efendi/kul=sevgili/âşık ilişkisini ancak birbiri arkasına gelen söz konusu bu 3
74 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

İdeler gafillere tekmîl-i esbâb-ı gurûr


Olalar âriflere manzûr-ı ayn-ı i‘tibâr

Dutalar bir dem karâr ammâ yine dil-gîr olup


İdeler ser-menzil-i ma‘hûda dünyâdan firâr (s. 92)
Baharın gelmiş olmasına karşın Bağdat’ın güvenliksiz ortamının bu
duruma gölge düşürmesi nedeniyle Cafer Paşa’ya bir kurtarıcı olarak
umut bağlanılması, olayların çokluğunu simgeleyen arka arkaya yapıl-
mış yüklem öncelemeleri (kıldı, geldi, saldı, kıldı, aldı, dutdı) ve aşağıdaki
koşut söyleyişlerle anlam-yapı kaynaşması gerçekleştirilerek yansıtılmıştır.
Kasidenin kompozisyonu içerisinde yer alan durum/beklenti/uygulama
aşamaları bu türlü yapısal yaklaşımlarla öne çıkarılarak güçlü bir bi-
çimde verilmeye çalışılmıştır:
Ol felek-rif‘at ki râyındandur istihkâm-ı mülk
Ol melek-sîret kim andandur revâc-ı rûzgâr

Çeşme-i lutfından itmiş bahr tahsîl-i sehâ


Nâ’ib-i kudretden almış çerh ref‘-i iktidâr

Devr tavr-ı dil-güşâ kilkinden itmiş iktisâb


Çerh mihr-i bî-riyâ hulkından itmiş müste‘âr (s. 92)
Fuzulî’nin İbrahim Paşa için söylediği bir Kaside’sinin matlaı da
şöyledir:
Götürdi bâd burka‘ çihre-i gül-berg-i handândan
Getürdi âlemi mürg-ı çemen feryâda efgandan (s. 85)
Bu beytin dize başlarındaki götürdi /getürdi yüklemleri, bu eylemler
arasındaki anlam açısından karşıtlığı ve dizeler arasındaki neden/sonuç
bağıntısını güçlendirme amacıyla öncelenmiştir. Bu güçlendirmede ey-
lemlerin aynı çekimde olmaları ve dize başlarında koşut bir söz düzeni
içerisinde bulunmaları da etken olmuştur. Birbirini izleyen yani biri ol-

eylem yansıtabilir. Çünkü divan şiirinde âşık, sevgiliden sürekli olarak eza cefa
görür, horlanıp azarlanır, itilir kakılır. Bu açıdan bakılınca, “dövülmek, sövülmek,
kovulmak” eylemleri uygulamada birbirine bağlı, birbirini izleyen eylemlerdir.
Bu nedenlerle Gölpınarlı’daki “kul olmağa” varyantı beytin mazmununa uyma-
maktadır. Nedim kısaca, “Efendim! Tek senin kulun olayım, vallahi dövülmeye de
sövülmeye de kovulmaya da her şeye razıyım.” demek istiyor.)
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 75

mazsa öteki gerçekleşemeyen “gülün açılması-bülbülün (gülü görerek)


feryada başlaması” sürecinin mantıksal sırası bu türlü bir söyleyişle ke-
sinlik kazanmaktadır. Eğer 2. dizesi aşağıdaki biçimde söylenmiş ol-
saydı, bu durumda beytin belirtilen söz düzeninin etkisi büyük ölçüde
yok olacağı gibi, her iki dizedeki cümle yargısı da biri ötekinin ne-
deni/sonucu olma özelliğini yitirerek sanki bağımsız birer cümle duru-
muna düşecekti:
Çemen mürgı getürdi âlemi feryâda efgandan
Fuzulî’nin bir gazelinin aşağıdaki matlaında da, “sevgilinin gelişi”
“gelür” yani ‘geliyor’ yüklemiyle belirtilip öncelendikten sonra, “serv,
gül ve lâleye açılmaları”, “meh ve mihre doğup çıkarak sevgiliye bak-
maları” “açılun, çıhun, nezzâre kılun” emirleriyle anlatılmıştır:
Gelür ol serv-i sehî ey gül ü lâle açılun
V’ey meh ü mihr çıhun kudrete nezzâre kılun (s. 283)
Gazelin 2. beytinde de sevgilinin “bâğa geleceği” bir kez daha pe-
kiştirilerek, güllerin toplanıp bir araya gelmeleri ve sevgilinin yoluna
“altın saçmaları” “ide gelün, yığılun, derilün” eylemleriyle buyurul-
muştur. 2. beyit de şöyledir:
Azm-i bâğ eylemiş ol serv-i revân ey güller
Zer nisâr ide gelün cümle yığılun derilün
Bu beyitlerde “konuğun gelişi, güzel giysiler giyilmesi, ortamın ha-
zırlanması, herkesin toplanıp konuğu saygıyla karşılaması, ağırlanıp
konukseverlik gösterilmesi” olayı türlü metaforlarla anlatılmıştır. Böyle
bir olayın ekseni durumunda olan kişi hiç kuşkusuz “konuk”tur. Bu
nedenle sözün anlatımında sevgilinin “geliş”i, “gelür, azm eylemiş”
yüklemleriyle ilk sırayı almıştır. Sevgiliyi “karşılama” ise karşılayanlara
6 emir yüklemiyle bildirilmiştir. Bu durum, konuk/karşılayanlar, sev-
gili/âşıklar, tek/çok kavramlarını oluşturan ilk öğelerin önemi nedeniyle
“gelür” öncelemesinin yapıldığını açık seçik olarak göstermektedir.
Fuzulî yine bir gazelinin aşağıdaki beytinde olduğu gibi, “gönlü”
üzerinde yapılan işlemleri anlatan “bırahmış” ve üleşdürmiş” yüklemle-
rini önceleyerek, sevgilinin kendisine reva gördüğü eziyetin düzeyini ve
çokluğunu 2 eylemi bir arada kullanarak belirtmeye çalışmıştır:
76 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Bırahmış itlerine pâre pâre gönlümi ol meh


Üleşdürmiş kesüp erbâb-ı istihkaka kurbânın (s. 348)
Fuzulî’nin bir gazeli de şu matla ile başlamaktadır:
Olur ruhsâruna gün la‘lüne gül-berg-i ter âşık
Sana eksük degül gökden iner yirden biter âşık (s. 276)
Bu beyitte de sevgilinin âşıklarının ne denli çok olduğu (7 beyitlik
bu gazelin redifi “âşık”tır) vurgulanmak için “âşık olmak” deyiminin
yardımcı eylemi öncelenmiştir.
Fuzulî’nin yine bir gazelinin matla beytinde de, “gönlün perişan-
lığı”nın ve “mülkün viranlığı”nın “sevgili”ye ve “sultan”a sunulması
“(arz) kıl” öncelemesiyle daha belirgin duruma getirilmiştir:
Kıl sabâ gönlüm perîşân oldugın cânâne arz
Sûret-i hâlin bu vîrân mülkün it sultâna arz (s. 263)
Fuzulî, bir gazelinin şu beytinde de “kılma” ve “eyleme” eylemle-
riyle “âh”ın kendisini nasıl bir yoğun etki altında bıraktığını anlatmıştır:
Kılma her sâat meni rüsvâ-yı halk ey berk-ı âh
Eyleme rûşen şeb-i gam külbe-i ahzânumı (s. 387)
Fuzulî, bir gazelinden alınan aşağıdaki beyitte yaptığı “kıldı” ve
“döymedi” öncelemelerini, ışka heves kılmak/derde döymemek kavramlarına
bağlı olarak çohlar / men karşıtlığını vurgulamak için yapmıştır:
Kıldı Mecnûn kimi çohlar heves-i ışk velî
Döymedi derde men-i bî-ser ü pâdan gayrı (s. 395)

3. Durum belirten yüklem öncelemeleri:

Yüklemin bildirdiği yargı, kişiyi ortaya çıkan yeni duruma ya da


olaya hazırlar. Fuzulî’nin bir gazelinden aktarılan aşağıdaki beytinde,
“servi boylunun gölgesi üzerinden gitti” o nedenle “içine düştüğün du-
ruma ağla” denilerek, “sevgilinin gölgesinin etkisi”nin ve “karşılaşılan
kötü durum”un âşık yönünden önemi öncelenen yüklemlerle belirtil-
meye çalışılmıştır:
Gitdi başundan gönül ol serv-kaddün sâyesi
Ağla kim idbâra tebdîl oldı ikbâlün senün (s. 292)
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 77

Yine Fuzulî’nin,
Dün sâye saldı başuma bir serv-i ser-bülend
Kim kaddi dil-rübâ idi reftârı dil-pesend (s. 443-446)
dizeleriyle başlayan 7 bentlik ünlü Müseddes’inin 6 dizesi sevgilinin türlü
güzelliklerini betimleyen yüklem öncelemeleriyle başlatılmıştır. Müsed-
des’de belli aralıklarla yinelenen bu öncelemeler (egmiş, virmiş, salmış,
tökmiş, yahmış, düşmiş), sevgilinin güzelliğinin etkinliğini türlü yönleriyle
betimleyerek bunların geçmişte var olduğunu ve gelecekte de böyle sü-
rüp gideceğini vurgulamaktadır. Söz konusu 6 eylem, aynı zamanda
sevgilinin türlü güzellik öğelerinin bu yollarla ortaya çıkardığı sonuçlara
karşı dolaylı yoldan bir hayranlık duygusu da uyandırmaktadır. Bu be-
timlemeler ayrıca, sevgili-âşık ilişkileri açısından âşığın nasıl bir kuşatma
içine alındığına da gönderme yapmaktadır:
- Egmiş hilâli üstine tarf-ı külâhını (2. bend)

- Virmiş fürûğ şem‘-i ruhı gün çerâğına


Salmış şikest serv-i kadi gül budağına (3. bend)

- Tökmiş gül üzre sünbül-i gîsû-yı müşg-bâr


Yahmış latîf ayagına gül-berg tek nigâr (4. bend)

- Düşmiş izârı üzre muanber selâsili (5. bend)


Bu beyitlerde ve benzeri kullanımlardaki öncelemelerle, -miş’li geçmiş
kipinin dolaylı yoldan alınmış bilgileri anlatmaktan çok, anlatılan olaya,
olguya, duruma tanık olunduğu, bunların doğrudan görülerek algılan-
dığı daha öncelikli olarak belirtilmiş, vurgulanmıştır. Ayrıca bu yüklem
öncelemeleri, ortaya çıkan sonuçların gerçekliğinin ve etkinliğinin bir ka-
nıtı olma niteliğini de pekiştirmektedir. Bu nedenle çoğu -miş’li geçmiş
kipindeki anlatımlarda (duyulan, belirsiz geçmiş), yüklemin anlattığı eyle-
min psikolojik bir yakınlık sağlayarak nesneyi (âşığı) doğrudan etkile-
mesi söz konusu olmuştur. Böyle kullanımlarda genellikle -miş’li geç-
miş kipindeki yüklemlerin sanki -di’li geçmiş zaman ( görülen, belirli geçmiş)
gibi bir görünüşle (aspect) anlamı yansıtması zamana yeni boyutlar kat-
makta, dolayısıyla da algılanan etkinin kapsadığı alanı genişletmektedir.
Rüstem Paşa’nın veziriazamlığı üzerine Fuzulî’nin söylediği övgü
kasidesinin (s. 82-85) 17 ve 18. beyitleri, Bağdat ve çevresinde ortaya
78 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

çıkan yeni durumu ve gelişmeleri -miş’li geçmiş zamanlı yüklemlerle


şöyle niteliyor:
Tâze gül-zâr-ı vezâretde açılmış bir gül
Virmiş âfâka nesîm-i eseri lutf-ı İrem
Kılmış andan bu safâ kesbini gül-zâr-ı vücûd
Olmış anunla bu bünyâd-ı letâfet muhkem (s. 83)
Öncelenmemiş olmakla birlikte 1. dizedeki açılmış eylemi ve öteki
dizelerde öncelenen virmiş, kılmış, olmış eylemleri, bu türlü bir kulla-
nımla Kaside içerisinde bir masal anlatımı izlenimi uyandırmaktan çok,
ortaya çıkan yeni duruma herkesin tanık olduğu ve bu yeni durumun
kanıtlarının herkesçe görüldüğü yargısını vermektedir. Nitekim bu be-
yitlerden sonra gelen beyitler (19-23), kanıtların kesinliği yargısını pe-
kiştirmek üzere yüklemleri -di’li geçmiş zaman kipinde olan cümlelerle
kurulmuştur.
Divan şiirinin “övgü sistematiği” içerisinde “övülen kişi”nin
(memdûh) “çok küçük bir bağışının çok büyük sonuçlar doğurması” mo-
tifi, divan şiirinde türlü benzetmeler ve değişik imgelerle sık başvurulan
bir anlatım yoludur. Fuzulî de bu Kaside’sinde Rüstem Paşa’yı “bahr,
yem (deniz)” ve “kân (maden ocağı, kaynak)” ile karşılaştırarak “bağış-
larının bolluğunu” koşut, yarı koşut, yinelemeli, karşıtlamalı, abartmalı, ön-
celemeli, sonlamalı bir geometrik söz yapısı içerisinde 34-37. beyitlerde şöyle
anlatıyor:
Bahr ü kân eyleseler da‘vi-i ihsân ammâ
Kerem ü cûdını gördükde olurlar mülzem
Kanı ol rütbe ki cûdıyla anun bahs ide bahr
Kanı ol havsala kim kân-ı keremden ura dem
Her ne tedrîc ile min yılda olur behre-i kân21
Her ne yüz yılda mürûr ile kılur hâsıl yem

21
“Olur behre-i kân” sözünün karşılığında TD’de “vire bahr ile kân” sözü
bulunmaktadır. TD’deki bu varyantla beyte açık seçik bir anlam verebilmek zor-
dur. Bu varyantın TD’de aparatta gösterilen 5 nüshadaki biçiminin doğru olduğu
ve beyte daha kolaylıkla bir anlam verilebileceği kanısındayım. Önerdiğim bu var-
yantın doğruluğu, beytin koşut bir söz düzeni içerisinde söylenmiş dizeleri cümle
öğeleri açısından düşey ilişkiler (paradigmatic relations) dikkate alınarak aşağıdaki
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 79

Bezl bir demde ider meclisine hâzin-i cûd


Sarf bir günde kılur bezmine kassâm-ı kerem (s. 84)
Bu dizelerde bahr/kân, kerem/cûd, cûd/bahr, kân/kerem, kân/yem,
cûd/kerem anlam birimlerinin ikili bir söz düzeni içerisinde giderek yükse-
len bir tempoyla altışar kez yinelenerek, karşıtlanarak, oranlanarak
Paşa’nın bağışının denizle karşılaştırılması gerçekten olağanüstü dü-
zeyde bir abartı ortaya çıkarmaktadır. Kanı ol rütbe.../kanı ol havsala...
sorularının, her ne ... min yılda /her ne yüz yılda sürelerinin ve bezl...
ider/sarf... kılur eylemlerinin 6 dizede öncelenerek birbiri arkasına sıra-
lanması da “Paşa’nın bağışının çokluğu” ile “bahr’ın ve kân’ın verdiği-
nin azlığı (yokluğu)” arasındaki abartmayı bir kat daha güçlendirip pe-
kiştirmektedir. “Kerem ü cûd” kavramlarının 34. beytin ikinci dizesinde
öncelenmesi ile 37. beytin dizelerinin yine bu kavramlarla (cûd/kerem)
sonlanması da bir rastlantı değildir. Fuzulî, şiirlerinde bu ve benzeri
yapı-anlam ilişkilerini, üstün şairlik yeteneğinin ve sanatkâr yaratılışının
(tab‘)22 doğal bir gereği olarak “bi’l-iltizâm” oluşturmaktadır.
Yukarıdaki -miş’li geçmiş kipindeki durum belirten yüklem öncelemele-
rinin bir benzeri, Bakî’nin bir kasidesinin matla ve hüsn-i matla beyitle-

biçimde kurallı cümle düzenine konulduğunda açık seçik olarak ortaya çıkmakta-
dır. Tersi durumda, yani TD’deki biçimle cümle nesnesiz (belirtili ya da belirtisiz)
kalmaktadır. Zaten Fuzulî de, Rüstem Paşa’nın “kerem” ve “cûd”unun yanında
“kân” ile “bahr”ın yetersiz kalacağını, yüzlerce yılda bile hiç bir şey (nesne) vere-
meyeceklerini söylüyor. Ayrıca, yukarıda belirtildiği gibi, söz konusu beyitlerin
kuruluşuna ve kompozisyonuna egemen olan ikili söz düzeni de zaten bu yönde
düşünmeyi ve yorumlamayı zorlamaktadır. Beytin dizeleri arasındaki koşutluk
şöyle gösterilebilir:
Kân(ın)// her ne// tedrîc ile// min yılda// behre(si) olur
Yem //her ne// mürûr ile// yüz yılda// hâsıl kılur
Bu örnek, beyitte yapılan düzeltme, önceleme ve koşutlukların, yineleme ve
karşıtlıkların yalnızca “yazınsal değerler” açısından değil, “metin eleştirisi ve
onarımı” açısından da ne denli önemli olduğunu gösteren çok güzel örneklerden
birisidir. Bu konudaki daha geniş açıklama ve örnekler için bkz. Cem Dilçin, “Di-
van Şiirindeki Paralel ve Ortak Söz Yapılarından Metin Eleştirisinde Yararlanma”,
Türkoloji Dergisi, c. XIII, 1. sayı, Ankara 2000, s. 33-66.
22
Tab‘ kelimesi yukarıda, Nef’î’nin şu ünlü beytinde (Dîvân 1252: Kas. s. 7) geçen
anlamla kullanılmıştır:
Her ma‘ni-i latîf ki cândan nişân virür
Ta‘bîr idince tab‘um anı nazma cân virür
80 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

rinde (Küçük 1994: 24) sevgilinin güzelliğini betimleyen eylemlerle kar-


şımıza çıkmaktadır. Eylemlerin sık kullanıldığı, bunlara türlü belirteçle-
rin eşlik ettiği, adlardan önce sıfatların getirildiği tasvirî üslûp uygula-
maları açısından bakıldığında, Kaside’nin daha ilk beyitlerinde böyle
öncelenmiş eylemlerin resimlendirmesiyle karşımıza renkli bir portre
konulmakta ya da gözlerde bir doğa manzarası canlandırmaktadır:
Dökilmiş zülf-i müşg-âsâ o kadd-i dil-sitân üzre
Döşenmiş sâye-i Tûbâ bihişt-i câvidân üzre

Ten-i pâk-i arak-rîz olmış ol serv-i gül-endâmun


Dökilmiş katre-i şeb-nem nihâl-i ergavân üzre

4. Kişi belirten yüklem öncelemeleri:


Bu türlü öncelemelerde kişiler, genellikle konumu açısından taşıdığı
önem ve konu içerisindeki rolleri nedeniyle ön plana çıkarılmıştır.
Fuzulî, 1534’te Bağdat’ın fethi üzerine Kanuni Sultan Süleyman’a
sunduğu kasidesinin (s. 45-50) nesip bölümünde Bağdat’ı “tavsif etmiş”,
daha önceleri o bölgeyle ilişkisi olmuş ya da o bölgede ve çevre ülke-
lerde yaşamış, bulunmuş, egemenlik sürmüş din, tasavvuf, devlet bü-
yüklerinin, hatta, Leylâ ile Mecnûn, Ferhâd ile Şîrîn gibi mesnevi kah-
ramanlarının adlarını da andıktan sonra (s. 45-46), dolaylı olarak tarihin
geçmişlerinde kalmış o ulu ve ünlü kişilerin bu bölgeye daha önce “gel-
miş” olduklarını, son olarak da “cihan padişahı” Kanuni Sultan Süley-
man’ın “geldiğini” de 25. beytin 2. dizesinde kentin fetih tarihiyle (H.
941) birlikte söyleyerek vurgulamıştır (s. 47). Bu tarih dizesinde “geldi”
yükleminin öncelenmesi kesinlikle bir rastlantı değildir, yalnızca önce
gelen/sonra gelen ilişkisini göstermek yani, pek çok ulu kişiye ve büyük
sultanlara yurt olmuş o kutsal topraklara en sonunda Osmanlı padişahı-
nın da ayak bastığını somutlaştırmak içindir. Önce gelen/sonra gelen iliş-
kisini kurmak, bu ilişkinin tarihsel değerini ve önemini gösterebilmek
için de Kaside’de 14 dizede (5, 6, 7, 8, 9, 10, 11 ve 13. beyitler, s. 45-46)
‘burada, bu yerde’ anlamındaki “munda” sözü ve türevleri öncelenmiş-
tir. Söz konusu “geldi” öncelemeli dize, işte bu vurgulamaların karşılı-
ğında söylenmiştir. Bu vurgulamalarla Osmanlı padişahının oradaki
eksikliği ve orada bir kurtarıcı olarak beklendiği anlatılmak istenmiştir.
Nitekim Kanuni de Bağdat’a, Fuzulî’nin 23. beyitte belirttiği gibi “bayır
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 81

olmuş mülke mi‘mâr-ı hıred” ve “susamış gül-zâra ebr-i nev-bahâr”


olarak gelmiştir:
Geldi Burc-ı Evliyâ’ya pâdişâh-ı nâm-dâr
Bu dize “gelinen yer”i değil “gelen kişi”yi ön plana çıkarmaktadır.
Çünkü önemli olan “Bağdat’a Osmanlı padişahının gelişi” değil, “Os-
manlı padişahının Bağdat’a gelişi”dir. Tarih dizesi, ebced hesabı dikkate
alınmadan, Kaside’nin her hangi bir dizesi gibi aynı vezinde ve Ka-
nuni’nin sırf Bağdat’a gelişini ve kenti onurlandırışını anlatmak ama-
cıyla aşağıdaki biçimde de söylenebilirdi; ancak bu durumda “geldi”
yüklem öncelemesiyle sağlanan “kişiye odaklanma” olgusundan eser kal-
mazdı:
Evliyâ Burcı’na geldi pâdişâh-ı nâm-dâr
Fuzulî’nin Ayas Paşa’ya sunduğu Kaside’nin ilk 4 beyti de, gerçek-
ten güzel bir yüklem öncelemesi ve tekrir sanatıyla başlamaktadır. Bu önce-
leme ve tekrir (yinelemeli önceleme), Ayas Paşa’nın vezaret verilerek
1545’te Bağdat’a vali olarak atanmasını vurgulamak ve “gelişini” duyur-
mak işleviyle kullanılmıştır. İlk 4 beyit, “Geldi ol Îsî kim…”, “Geldi ol
Hızr-ı mübârek-pey kim…” , “Geldi ol Mehdî ki…” , “Geldi ol Âsaf
ki…” biçiminde farklı kişiliklerdeki büyük önderlerin benzetmelik ola-
rak yer aldığı aynı söz yapısı içerisinde çok görkemli, eski deyimle
“tumturaklı” bir biçimde söylenmiştir. Bu yüce kişilerin kutsal, tarihsel
ve kültürel bütün özelliklerinin Ayas Paşa’nın kişiliğinde toplanıp birbi-
rini izleyen 4 beyitte “geldi...” öncelemesiyle verilmesi, insanı, sanki ayrı
ayrı kişiler geliyormuş gibi güzel bir yanılsama içine düşürmektedir.
Zaten “şiir dili”nin amacı da kişiyi böyle bir düşsel ortama çekmek,
böyle bir imgesel alana götürmek değil midir?
Bu Kaside’deki “geldi” öncelemesinin yapıldığı 4 beyit, yukarıdaki
Kanuni Sultan Süleyman için söylenmiş örnekten biraz farklı da olsa çok
başarılı bir benzeridir. Bu beyitler şöyledir:
1 Geldi ol Îsî kim andandur hayât-ı ehl-i hâl
Yohdur ansuz halk cisminde hayâta ihtimâl
2 Geldi ol Hızr-ı mübârek-pey kim ansuz bî-delîl
Muztarib kalmışdı ehl-i fazl u erbâb-ı kemâl
82 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

3 Geldi ol Mehdî ki salmışdı zamân-ı gaybeti


Ikd-ı nazm-ı kişver-i İslâm’a bîm-i inhilâl
4 Geldi ol Âsaf ki kondurmışdı cünd-i şevketi
Dâmen-i Mülk-i Süleymân’a gubâr-ı ihtilâl (s. 54)
Bu beyitler, benzetildiği ya da karşılaştırıldığı önderler açısından
aynı kişinin farklı yönlerini vurgulamakta, gelen kişiyi halkın gözünde
yüceltip kurtarıcı bir önder düzeyine çıkarmaktadır. Sevgilinin, bir hü-
kümdarın ya da bir devlet büyüğünün bir meclise, bir kente, bir ülkeye
gelişiyle olağanüstü olumlu, güzel birtakım olayların ve durumların
ortaya çıkması motifi, “gelen kişi”nin benzetildiği Îsî, Hızr, Mehdî, Âsaf’ın
kimlikleri ve kişiliklerinin çağrışım gücüyle birleştirildiğinde insan bel-
leğinde geçmişin derinliklerine uzanan bir anı zenginliği yaratmaktadır.
Her ne kadar bu beyitlerde Ayas Paşa’nın “geliş”i ön planda gösteriliyor
ise de, arka planda adı geçen bu 4 kutsal kişinin “geliş”i sanki herkesin
gözünde yeniden canlandırılmaktadır. “Geldi ol...” biçiminde ilk 4 be-
yitte arka arkaya yinelenen bu yüklem öncelemeleri bu özelliğiyle yoğun-
laştırılmış bir anlatım öğesi olarak insan belleğinde bu yönde var olan
verileri tetikleyerek zengin bir duygu ve düşünce ortamı oluşturmakta-
dır. Kişi belirten öncelemelerin örneklerinden aşağıdaki gazel matla-
ında olduğu gibi, dilek-emir yapısındaki “yahma” ve “tökme” yüklemle-
riyle sevgilinin “can yakması” ve “kan dökmesi”ne karşılık “âşığın fer-
yadı” ve “göz yaşları”nın doğuracağı sonuçlar anımsatılıyor:
Yahma cânum nâle-i bî-ihtiyârumdan sahın
Tökme kanum âb-ı çeşm-i eşk-bârumdan sahın (s. 347)
Bir gazelden alınan aşağıdaki beyitte de yine aynı kuruluştaki
“çekme” yüklemiyle, “sevgilinin eteğini çekmesi”ne karşılık “âşıkların
ellerinin Tanrı’ya yakarmak için açılması”nın dikkate alınması güzel bir
karşıtlık içerisinde dile getirilmektedir:
Çekme dâmen nâz idüp üftâdelerden vehm kıl
Göklere açılmasun eller ki dâmânundadur (s. 209)
Yine bir gazel beytinde kişi belirten işlevle öncelenmiş “çekme”
yüklemi “tabip”ten beklentileri dile getirmektedir. Buna bağlı olarak
ikinci dizedeki sen/men zamirleriyle kurulan tabip/âşık ilişkisi de derd/çare
arasındaki zıtlığı kişiler açısından pekiştirmektedir:
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 83

Çekme zahmet çek elün tedbîr-i derdümden tabîb


Kim degül sen bildügün men çekdügüm bîmârlığ (s. 271)
Fuzulî’nin bir rübaisinin aşağıdaki dizelerinde de sevgilinin uzun
boyuyla görülmesi, “gördüm” ve “bahtum” yüklemleriyle âşığın ön
plana çıkarılarak içine düştüğü acıklı durum gözler önüne getirilmekte-
dir:
Gördüm seni elden ihtiyârum gitdi
Bahdum kadüne sabr u kararum gitdi (s. 519)
Bakî’nin bir gazelinin matla beytinin dizeleri (Küçük 1994: 134) de,
kişi belirtme amacıyla “açıl”, “salın” eylemlerinin sevgiliyi ön plana
çıkardığı dilek-emir öncelemesiyle başlamaktadır. Sevgiliye seslenilirken
aynı zamanda gül, nesrîn, serv, sanavber kişileştirilerek, bu çiçeklerden
beklenen eylemleri belirtmek için kullanılan “görsünler” yüklemi de,
dize başlarında öncelenen “açıl”, “salın” eylemlerini zıtlık ve teklik/çokluk
açısından pekiştirmektedir:
Açıl bâğun gül ü nesrîni ol ruhsârı görsünler
Salın serv ü sanavber şîve-i reftârı görsünler

5. Kavram belirten yüklem öncelemeleri:


Bu türlü öncelemeler genellikle, kasidede ya da başka tür bir şiirde
işlenen konuya ilişkin temel nitelikteki kavramlardan birini, bu kavramı
anlatmak açısından çağrışım değeri yüksek olan bir “eylem”le önceleye-
rek söze başlama biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Öncelenen “ey-
lem”in şiirin konusu açısından simgesel bir nitelik taşıması ya da böyle
bir anlam yüklenerek kullanılması, şiirin bellekte kalıcılığını destekleyen
etkili ve güçlü bir öğe olarak işlev görür. Şiirin redifiyle, ilk beyitte ön-
celenen eylem arasında anlamsal bir ilişki de varsa eylemin söz konusu
özelliği redif aracılığıyla bütün beyitlere yansıtılır. Böylece şair, çağrışım
gücünün etkisinden yararlanarak öncelediği eylemle şiir okuruna belli
bir yönde düşünme ve duygulanma alanı açar.
Bu konudaki örneklere geçmeden önce, “kavram belirten öncele-
meler”in yukarıdaki açıklamalara bakarak yalnızca yüklemlerle yapıldığı
sonucu çıkarılmamalıdır. Bu bölümde yazının konusu açısından böyle
bir sınırlama yoluna gidilmiştir. Yoksa, şiirin konusuna ilişkin olmak
84 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

koşuluyla özel adlar, cümle öğesi olan her tür kelime kavram yönünden
her hangi bir özellik taşıyorsa öncelenmesinden daha doğal bir şey ola-
maz. Nitekim yazının daha önceki bölümlerinde, yüklem dışında kav-
ram açısından beytin anlamını, şiirin konusunu kavrayıcı ve kapsayıcı
nitelikteki başka kelime türlerinin öncelendiği örnekler de verilmişti.
“Saçmak” eyleminin yüklem olarak öncelenmesiyle başlayan ve Ali
Şir Nevâî’nin bir gazeline nazire23 olarak söylenmiş Fuzulî’nin eşsiz na‘tı
Su Kasidesi, kavram belirten yüklem öncelemelerinin en güzel, en yetkin bir
örneğidir. Başka şairlerden verilen aşağıdaki örneklerde de görüleceği
gibi “saçmak” kavramı, kasidelerde ve gazel beyitlerinde işlenen tema
ve motiflerin temeli niteliğindeki bir eylem olarak seçilmiş, bu tema ve
motiflerin işlevini pekiştirmek için de aynı şiir içerisinde gerektiği yer-
lerde yinelenmiştir. Fuzuli’nin beyti dışındaki örneklerde “(su) saçmak”
eylemi ise “serpmek, dökmek, atmak, yağdırmak ...” kavramları açısın-
dan genellikle olumlu ya da zorunlu neden/sonuç süreçlerini belirtmek ve
ortaya çıkan iyi, güzel sonuçları betimlemek için kullanılmıştır.
Fuzulî’nin na‘t’ının matlaında ise kısaca söylemek gerekirse temel
düşünce, zıtlıkları, karşıtlıkları, olamazlıkları anlatmaktır. Bu beyitteki
od/su, yanmak/saçmak ve su-saçmak/su-çâre kılmamak kavramları arasındaki
birbiriyle çelişen yönleri vurgulamak için bundan daha uygun bir kur-
gulama düşünülemezdi. “Saçma” olumsuz emir kipindeki yüklemin
öncelenerek “göz yaşının gönülde tutuşan ateşi” söndüremeyeceği,
bunun imkânsızlığı ve bu işe kalkışmanın gereksizliği en güçlü bir bi-
çimde anlatılmıştır:
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su (s. 23)
Nevâî’nin gazelinin matlaı da (Kut 2003: 394) “saçmak” eyleminin
öncelenmesiyle başlamaktadır:
Saçtı tirdin gül üze ol serv-i gül-ruhsâr su
Köymekim def’iga kıldı ot üze izhâr su

23
Tahir Üzgör, “Su Redifli Şiirler ve Fuzulî’nin Su Kasidesi’nin Kompozisyonuna
Dâir”, İlmî Araştırmalar Dergisi, sayı 9, İlim Yayma Cemiyeti Yay., İstanbul 2000,
s.239-248.
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 85

Ahmed Paşa’nın Sultan Bayezit’e sunduğu 54 beyitlik Âb Kasidesi de


“saçsa” yüklem öncelemesiyle (Tarlan 1966: 102-105) başlamaktadır:
Saçsa benefşe zülfine ol gül-‘izâr âb
Şâmî gül-âb gibi olur müşg-bâr âb
12. beyitte “sal” öncelemesiyle birlikte ikinci dizenin başında “saç”
bir kez daha yinelenir. Bu beyitte ayrıca “sal” ve “saç” kişi belirten önce-
lemelerle sevgiliye seslenilerek “sal” eyleminin “hâk”, “saç” eyleminin de
“su” üzerindeki etkileri çok güzel bir koşutluk içerisinde verilmiştir. Bu
dilek-emir anlamındaki eylemler, koşut söz yapısıyla birlikte şiirsel söy-
leyişe etkin bir canlılık ve hareket kazandırmıştır:
Sal hâke sâyeni kim ola müşg-bû zemîn
Saç suya cür‘anı kim ola şehd-bâr âb24
Aynı eylem 50. beyitte bir kez daha yinelenir:
Lutfun rebîi itmek içün rûzgârı zeyn
Saçdı riyâz-ı zihnüme ey şehr-yâr âb
Necatî’nin Şehzade Mahmut’a sunduğu Âb Kasidesi de “saçdı” yük-
lem öncelemesiyle (Tarlan 1963: 32-34) başlamaktadır:
Saçdı zemîne çün yine ebr-i bahâr âb
Kıldı cihân yüzini yine sebze-zâr âb
Necatî’nin beytinde, yukarıda söz konusu edilen (-dı) + (yine), (yine)
+(-dı) söz yapısının güzel bir örneği görülmektedir.
Yukarıdaki örneklerde geçen ortak kullanımların ya da benzeri ko-
şutlukların birbirine nazire olduklarını ileri sürerek o yönde yorumlar
yapmak bana göre çok yüzeysel bir yaklaşım olur. Bu örneklerde, redifi
“âb” ya da “su” olmaları nedeniyle zengin bir çağrışım yoğunluğu olan
“saçmak” eyleminin kavram açısından taşıdığı önem nedeniyle önce-
lenmesinden daha doğal bir şey olamaz.

24
Ahmed Paşa’nın bu beytinin mazmûnunu daha sonra Fuzulî bir gazelinde şu bi-
çimde dile getirmiştir:
Aks-i rûyun suya salmış sâye zülfün toprağa
Anber itmiş toprağun adın suyun ismin gül-âb (s. 151)
86 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Fuzulî’nin “hançer” redifli na‘tı, (s. 25-27) doğal olarak “hançer”in


görevini, işlevini belirten “çekmek” eyleminin öncelenmesiyle başla-
maktadır. “Çekmek” eylemi ayrıca kasidenin 6, 24 ve 30. beyitlerinde de
öncelenmiştir. Bunların dışında 7 beyitte (3, 10, 19, 20, 21, 25, 26) daha
birbirini pekiştirecek biçimde ayrıca yinelenmiştir.
Çeker bî-rahmlar yanında her sâat zebân hançer
Günâhum sâbit eyler ölmegüm hâtır-nişân hançer (s. 25)
Öncelemede kavram belirtmek açısından Tevfik Fikret’in, İstanbul’un
tarihsel, siyasal, toplumsal, yaşamsal, kültürel... yönlerden özelliklerini,
bunlara ilişkin birtakım olumsuzluklarını, sisli bir günün doğal ortamına
uygun karamsar bir ruh durumu içerisinde anlattığı 44 beyitlik ünlü Sis
şiiri25 şu beyitle başlamaktadır:
Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı muânid,
Bir zulmet-i beyzâ ki pey-â-pey mütezâid.
Sis şiirinde başta adı olmak üzere, “sarmak” kavramıyla doğrudan
bir bağ kurularak şiirin konusu bu kavram çevresinde geliştirilmiştir.
Zaten ilk beytin söz varlığı “âfâk” kelimesinin dışında, “sarmak” eyle-
minin ortaya çıkardığı olumsuz durumlar ve “sis” olgusunun nitelik ve
nicelik açısından taşıdığı özelliklerin betimlendiği kelimelerden oluş-
maktadır: Sis/sarmak/duman/(sis’in sıfatı olarak) direnen, kalıcı/(görüşü en-
gellediği için) beyaz karanlık/sürekli artıp yoğunlaşan gibi. Bu söz varlığı
daha sonraki beyitlerde de azalarak ya da nitelik değiştirerek sürmekte-
dir. Bu nedenlerle şiirde söz konusu edilen “kaplamak, kuşatmak, tut-
mak, örtmek, çökmek, kapatmak, basmak, yayılmak...” kavramlarının
simgesi olarak şiirin başında “sarmış” yüklemi öncelenmiştir. Her ne
kadar şiirde, yukarıda belirtildiği gibi o yılların İstanbul’unun kimi
olumsuz görünümleri sergileniyorsa da, arka plandaki bu olumsuzluk-
ları örtüp gizleyen “sis”e ön planda yer verilerek bir anlamda onları
görmemek ve göstermemek gibi bir ikilem arasında kalındığı seziliyor.
Başka bir yönden bakıldığında önemli olan İstanbul’un taşı toprağı, dağı
tepesi, Boğaz’ı Marmara’sı değil, bunların ufuklarını tutmuş olan koyu

25
Şiirin, “kendi içinde incelenmesi” için bkz. ( Kaplan 1963: 104-110).
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 87

bir “sis”tir ve “sis”in işlevini anlatan “sarmak” kavramıdır. Burada he-


men bir deneme yapmak gerekirse, şiirin ilk dizesi yine aynı vezinde,
Âfâkını sarmış yine bir dûd-ı muânid
biçiminde söylenmiş olsaydı, öncelenen “âfâkını” sözüyle İstanbul kenti
ön plana çekileceğinden yukarıda yapılan bütün değerlendirme ve yo-
rumlar temelsiz ve dayanaksız kalacaktı. Ayrıca bu dizenin böyle olma-
sıyla, “sis” olgusuna bağlı olarak yaratılan imge ve çağrışımlarla ilişki
kopar, şiirin kompozisyonundaki bütünlük de zayıflardı.
Fikret, kişileştirdiği İstanbul kentine 17. beyitte de “sarmak” eyle-
miyle yakın anlamlı olan “örtmek” eyleminin emir kipindeki çekimi
“örtün” yinelemeli öncelemesiyle seslenir ve yine aynı beyti “örtün” dile-
ğini bir kez daha vurgularken şiiri sonlandırır:
Örtün, evet ey hâile... Örtün, evet ey şehr;
Örtün, ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!...
Daha yukarıda verilmiş (-mış) + (yine), (yine) + (-mış) biçimindeki
formül, Sis şiirinin ilk beytinde öncelenen söz kalıbına uymaktadır. Bu
söz kalıbı, daha önce bir çok kez karşılaşılmış ya da bir çok kez gerçek-
leşmiş bir olayın sürecini belirtmek için baş vurulan bir anlatım yoludur.
Nitekim İstanbul’un “sis”i yüzyıllardır bilinen, yaşanılan bir olgudur.
Bu söz kalıbıyla bu durumun eskiliğine ve sürekliliğine gönderme ya-
pılarak insanların belleklerinde önceden yer etmiş anı ve deneyimlerine
birtakım göndermeler yapılarak türlü çağrışımlar yaratılmıştır.
Metin dilbilimi açısından yaklaşıldığında iki beyitte 6 kez yinelenen
“örtün” eylemiyle anlatılan dilek-emir, apaçık görüldüğü gibi şiirin ba-
şındaki “sarmış” eylemine bağlıdır ve semantik açıdan “sis”in kalkma-
sını değil, tam tersine sürmesini acı ve buruk bir duyguyla belirtmekte-
dir.
Nazımda devriklemeler ve buna bağlı olarak da türlü öncelemelerde
kafiye ve redifin belli bir oranda da olsa etkisi vardır. Aşağıda ana çiz-
gileriyle sorunu tanıtabilmek amacıyla kısaca değinildiği gibi, vezinlerin
de öncelemeler açısından şairleri bir ölçüde yönlendirdiği görülmektedir.
Ancak bu görüşten şairlerin veznin, kafiye ve redifin tutsağı oldukları ya
da bunların etkisinden kurtulamadıkları gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır.
Türkçe’nin fonetik özellikleri nedeniyle bazı kafiye harfleri kimi kip ve
88 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

zamanları kullanmayı kısıtladığı gibi se, ha, zel, je, dad, tı, zı, ayn, fe gibi
harfler de tümüyle olanaksız duruma getirir. Çekimli eylemlerin redif
olarak kullanılabildiği ve bunlara uygun kafiyelerle yazılmış kaside ve
gazellerdeki devriklemelerde her türlü önceleme yapılabilirse de bir bö-
lümü önemsizdir. Ancak, yukarıda değinildiği gibi bunların çoğunluğu
semantik ve stilistik açıdan çok ilginç özellikler taşır. Böyle sözdizimsel
yapıdaki beyitlerin pek çoğunda şairlerin üstün şairlik yeteneklerini ve
sanatkâr niteliklerini yansıtan çok ilginç öncelemeler yapılmıştır.
Örneğin, Fuzulî’nin nesip bölümünde “sürâhî” (şarap şişesi) betim-
lemesi yaptığı kasidesinin kafiye ve redifi beytin ad cümlesinin yükle-
mini oluşturmaktadır. Böyle durumlarda da şairler söz yapıları açısın-
dan çok güçlü örnekler yaratmayı kolaylıkla başarmışlardır. Bunların
büyük bir bölümü “sehl-i mümtenî” denilebilecek türdendir. Kaside’nin
matla beyti şöyledir:
Bu sürâhî meselâ bir sanem-i ra‘nâdur
Ki dem-â-dem tarab-engîz ü neşât-efzâdur (s. 113)
Fuzulî’nin bu Kaside’si aynı zamanda, “yüklem” dışındaki “kavram
belirten önceleme”ler için güzel bir örnektir. “Bu sürâhî” öncelemesiyle
betimlenen nesne (sürâhî kavramı) belirtilmiş, sonra, “sürâhî”nin ben-
zetmeliği olarak kullanılan “serv” ve “şem” 2. beyitte öncelenerek çok
güzel bir koşut beyit içerisinde verilmiştir:
Serv tek kamet-i dil-cûyile uşşâk-firîb
Şem‘ tek pertev-i ruhsâr ile bezm-ârâdur
1. dizede “sanem-i ra‘nâ” diye nitelenen “sürâhî”nin bu beyitte de
sevgilinin sıfatları olarak kullanılan benzetmeliklerle bütünleştirilerek
iki katmanlı bir çağrışım zenginliği sağlanmıştır. “Sürâhî” adının başına
getirilen “bu” gösterme sıfatının görevi yalnızca “işaret etme” amaçlı
değildir. “Bu” sıfatı, onun bir “şarap şişesi” olduğunu, “su şişesi” ya da
“zeytinyağı şişesi” olmadığını belirleyen görevi yanında, betimlenen
nesneyi değerlendiren, özelleştiren, seçkinleştiren... bir amaçla da kulla-
nılmıştır.
Ayas Paşa’nın övgüsündeki bir kasideye Fuzulî şöyle bir öncele-
meyle başlamıştır. Bu beytin ‘nasıl’ anlamındaki “ne” sıfatıyla başlaması
(yüklemden önce öncelenmesi) ve cümlenin öteki öğelerinin de dize-
lerde koşut bir söz yapısı oluşturacak biçimde düzenlenmesi bir rastlan-
tıyla açıklanamaz:
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 89

Ne lutfdur yine kim buldı sebzeden gül-zâr


Ne feyzdür yine kim saldı bâğa bâd-ı bahâr (s. 66)
Kasidenin 2. ve 3. beyitleri de, 1. beyitte söz konusu edilen ve baha-
rın gelişiyle ortaya çıkan lutf/sebz, feyz/bâd bağıntısını, yani “lutf” ve
“feyz”in nasıl bir nitelikle göründüğünü anlatmakta, lutf/sebz, feyz/bâd
kavramlarına bağlı olarak aralarındaki neden-sonuç ilişkilerini belirtmek-
tedir. Bu anlatımı daha da açarsak, matlaın 1. dizesi 2. beyitle, 2. dizesi
de 3. beyitle açıklanmıştır. Ayrıca bu beyitteki “lutf” ve “feyz” keli-
melerindeki medler, öncelenen “ne” sıfatına bağlı olarak bu kavramların
“çokluk”unu anlatan bir “abartma vurgusu” görevi de yapmaktadır:
2 Müzeyyen oldı hat-ı sebze ile rûy-i zemîn
Letâfet-i hat-ı sebz ile eyle kim ruh-ı yâr
3 Hicâb-ı gaybda her feyz-i Hak ki mahfi idi
Cihâna eyledi lutf-ı nesîm gül izhâr
‘Nasıl’ anlamındaki aynı “ne” sıfatının öncelendiği şu gazel beyti de
yukarıdaki örneğe benzemekle birlikte biraz farklıdır. Yukarıdaki beyitte
“lutf” ve “feyz”in nasıl olduğu, daha sonra gelen iki ayrı beyitte açık-
lanmasına karşılık, bu beyitte “gam”ın “şerbet”inin ve “ruh”un “sihr”i-
nin nasıllığı eksilür/artar karşıtlığı içerisinde aynı dizelerde veriliyor:
Ne şerbetdür gamun kim içdügümce eksilür sabrum
Ne sihr eyler ruhun kim bahdugumca rağbetüm artar (s. 195)
Özellikle redifi kimi zaman da kafiyesi ad ya da eylem cümlesinin
yüklemi olan kaside ve gazellerde, söz dizimsel yapıları gereği olarak
birden çok cümleden oluşmuş az sayıdaki beyitlerin dışında, yüklem
öncelemelerine çok az rastlanır. Bu türlü kaside ve gazellerde kimi ortaç
ve ulaçlar dize başlarında yer alsa da, bunların her beyitte anlamsal açı-
dan etken olan bir öncelik değeri taşıdığı söylenemez. Redifi yüklem
olan cümlelerde doğal olarak anlaşılacağı gibi cümlenin başka öğeleri
öncelenir. Yukarıda, “yine” belirtecinin az sayıda örnekle en belirgin
yönleri üzerinde kısaca durularak önemi belirtildiği gibi, yüklem dı-
şında öteki cümle öğelerinin ele alınarak stilistik açıdan değerlendiril-
meleri divan şiirinin “yazınsal değerleri”ne ve divan şairlerinin sanatçı
kişiliklerine önemli katkılar sağlayacaktır.
Yüklem öncelemelerinde fiil kiplerinin belirlenmesinde anlamın ve
anlatımın yanı sıra kimi zaman vezin de etkili olabilmektedir. Ancak
90 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

bunu bir zorunluluk olarak algılamamak gerekir. Veznin açık ve kapalı


hecelerinin düzeni açısından bir olanaksızlık doğduğunda şair başka bir
cümle öğesini önceleyebilir ya da eylemin hecelerinde aruz kuralları
içerisinde imale, med, vasl yaparak uygun fiil kipi kullanabilir. Unutul-
mamalıdır ki şiir “dili kullanma sanatıdır”, yani “şiir söyleme” her hangi
bir “söz söyleme” değildir. Çünkü metin (text), manzum olsun mensur
olsun bütün söz, anlam ve deyiş ölçütleri göz önüne alınarak oluşturu-
lan bir “söz dokuması”, bir “söz örgüsü”dür. İplik has ipekten de olsa,
özenle dokunmamış, düzenle örülmemiş ise kumaşın güzelliğinden söz
edilemez.
Kesin bir genelleme yapılamazsa da örneklerin incelenmesinden
yüklem öncelemelerinde bazı yüklem kiplerini ve eylem çekimlerini vez-
nin yönlendirdiği izlenebilmektedir. Daha açık söylemek gerekirse, ka-
palı heceyle başlayan vezinlerde kapalı, açık heceyle başlayan vezinlerde
de açık heceyle başlayan fiil çekimlerinin öncelendiği bir kural olma-
makla birlikte görülebilen ve izlenebilen bir uygulamadır. Örneğin,
fâilâtün ya da feilâtün tef’ileleriyle başlayan vezinlerde sıklıkla -di’li
geçmiş zaman, mefâîlün tef’ilesiyle başlayan vezinlerde geniş zaman,
mef’ûlü tef’ilesiyle başlayan vezinlerde -miş’li geçmiş zaman ve emir kipi,
mefâilün tef’ilesiyle başlayan vezinlerde işteş ve edilgen çatılı fiil çekimle-
rinin kullanıldığı görülmektedir. Bunlara koşut olarak, yukarıdaki ve-
zinlerin ilk tef’ilelerine uyan zarf fiillerin ve sıfat fiillerin kullanım sıklığı
da oldukça yüksektir. Ancak, kimi eylem kiplerinin türlü çekimleri açı-
sından aruzun tef’ilelerine uymadığı da bilinen bir gerçektir. Bu nedenle
bu türlü çekimlenmiş eylemlerin örneklerine divan şiirinde pek rastlan-
maz.
Yukarıda belirtilen en belli başlı uygulamaların örneklerini ve ben-
zerlerini çok yaygın olmamakla birlikte divan şiirinin her türünde göz-
lemlemek olanağı vardır. Bunlardan, vezinleri yalnızca mefâilün feilâtün
mefâilün feilün (.-.-/..--/.-.-/..-) vezniyle yazılmış Fuzulî’nin, Bakî’nin ve
Nef’î’nin birer kasidesinden veznin ilk tef’ilesine uygun çekimlerde ya-
pılmış yüklem öncelemeleri ve “fiilimsi”lerden örnekler şöyledir:
Fuzulî’nin 92 beyitlik Tevhîd Kasidesi’nde (s. 15-92) edilgen çatılı fiil
çekimlerinin ya da veznin açık kapalı hece sırasına (.-.-) uyan fonetik
yapıdaki benzerlerinin öncelendiği yüklem örnekleri: Yazıldı (2 kez),
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 91

çekildi, bilindi, görindi, boyandı, bırahdı, götürdi (2 kez), kılurdı (2 kez),


olurdı, iderdi, olınca.
Bakî’nin Kubâd Paşa için “hilâl vasfında” söylediği 47 beyitlik kasi-
desinden (Küçük 1994: 49-52) örnekler: Takındı, takıldı, sarındı, sokındı,
tolaşdurur, götürdi, yazılmaya, boyandı, güzellenüp, koyınca.
Nef’î’nin IV. Murat’ın övgüsünde söylediği 53 beyitlik bir kaside-
den (Dîvân 1252: Kas. s. 48-50) örnekler: Asıldı, çalındı, yetişdi, döşendi,
dikildi, unutdurur, komazdı, çekerdi, bulurdı, iderdi, virirdi, olaydı,
çekilse, iderse, getirdi, olursa (2 kez), göreydi, sunınca, çekince, sürince,
yazınca, gelince (2 kez), olınca.
Yukarıda gösterilen yüklem ve fiilimsi örneklerinin beyit sayıları
verilen kasidelerdeki kullanım sıklığına bakılarak sayıca az görülmemeli-
dir. Çünkü, kasidelerde öncelenmiş öteki fiil çekimleri, kelime türleri ya
da cümle öğeleri açısından yüzdeye vurulduğunda yukarıdaki örnekle-
rin daha yüksek çıkacağı açık bir gerçektir. Bunun yanı sıra şu gerçeği de
belirtmek gerekir ki, kasidelerin başka beyitlerinde yukarıdaki örnekle-
rin benzeri olan, metnin yapısal bütünlüğünü sağlayan, anlatımı pekişti-
ren, söz konusu öncelemeleri destekleyen, ancak öncelenmemiş başka
yüklem örnekleri varsa da bunlar konunun dışındadır.
Yapısal açıdan sağlam bir bütünlük gösteren Bakî’nin mef’ûlü
fâilâtü mefâîlü fâilün (--./-.-./.--./-.-) veznindeki Kanuni Sultan Süleyman
Mersiyesi’nin (Küçük 1994: 75-81) doğayı ve canlı cansız bütün varlıkları
hep birlikte yas tutmaya çağıran III. ve IV. bentlerinin veznin iki kapalı
başlayan ilk tef’ilesine (--.) uygun kimi dilek-emir kipindeki öncelenmiş
yüklemleri şöyledir: Döksün, itsün, kılsun, geysün, yaksun, olsun (2 kez),
tutsun. Bu yüklemlerle anlatılan kavramları pekiştiren aynı bentlerdeki
ve bunları izleyen V. bentteki öncelenmemiş benzeri dilek-emir kipindeki
yüklem örnekleri de şunlardır: Olsun, tutsun, gezsün, çözsün, döksün, tut-
sun, çeksün, girsün (2 kez), batsun..
Yine doğayı, canlı cansız bütün varlıkları işlevlerini yapmayarak
ölen için yas tutmaya çağıran anlatımlara başka mersiyelerde de rast-
lanmaktadır. Ancak aşağıda verilen öncelenmiş yüklem örnekleri yuka-
rıdakilerin tersine, şiirde kullanılan vezin gereği olarak aynı dilek-emir
kipinin olumsuzu biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bu örnek, benzeri
duygu ve düşünceleri dile getirirken şairlerin veznin ezgilerine göre
92 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

deyişlerini nasıl kendilerine özgü ölçütlerle belirlediklerini gösteren


ilginç bir örnektir. Nergisî’nin Kaf-zâde Fâizî için feilâtün feilâtün
feilâtün feilün (..--/..--/..--/..-) vezninde söylediği Mersiye’nin (İsen 1993:
234-237) ilk bendinde, veznin tef’ilelerine uygun olarak şu yüklemleri
öncelemiştir: Dönmesün (çarh-ı felek), toğmasun (mâh-ı cihân), esmesün
(bâd-ı sabâ), yağmasun (nîsân-ı amânî), girmesün (zemzeme-i şevk ü sü-
rûr).
Mersiye türünde, ölen kişi için doğa ve bütün varlıklara yapılan
“yas tutma çağrısı”nın anlatımında aynı eylem kipinin (dilek-emir)
olumlu ve olumsuz çekiminin öncelenerek kullanımının örneğini karşı-
laştırabilmek amacıyla Bakî ve Nergisî’den birer beyti buraya aktarıyo-
rum:
Kılsun kebûd câmelerin âsmân siyâh
Geysün libâs-ı mâtem-i Şâh’ı bütün cihân
Nergisî’nin Mersiye’sinin ilk beyti:
Dönmesün çarh-ı felek hâk ile yeksân olsun
Toğmasun mâh-ı cihân ol dahi pinhân olsun
Fuzulî’nin şiirlerinden daha çok münâcât konulu birkaç gazelinde
örneğine rastladığımız benim “gizli önceleme” adını verdiğim bir anla-
tım yolunu da burada söz konusu etmeden geçemeyeceğim. Divan ve
Leylâ vü Mecnûn’daki bir iki münâcât konulu gazelinde bu “gizli ünlem
öncelemesi” karşımıza çıkmaktadır. Aşağıda matla ve makta beyitleri
verilen iki gazelin, ilk ve son dizeleri “Yâ Rab” öncelemesiyle başlamak-
tadır. Fuzulî, bu gazellerinin matla ve makta dışındaki beyitlerini de,
sanki “Yâ Rab” ünlemi öncelendiğinde anlamlı olabilecek bir sözdizim-
sel yapı içerisinde düzenlemiştir. Böyle bir düzenlemeyle bu beyitlerde
Tanrı’ya karşı dile getirilen yalvarma ve yakarışlar, insanın bütün benli-
ğini saran bir derinlik ve yoğunlukla algılanmaktadır. Bu açık ve gizli
öncelemelerin yanında, gazelin böyle bir derinlik ve yoğunluk kazanma-
sında başka stilistik özelliklerin katkısı da vardır. İlki Divan’ında ötekisi
de de Leylâ vü Mecnûn’da olan söz konusu iki gazelin matla ve makta
beyitleri şöyledir:
Yâ Rab hemîşe lutfunı kıl reh-nümâ mana
Gösterme ol tarîkı ki yitmez sana mana
..........
Fuzulî’nin Şiirlerinde “Yüklem Öncelemesi” ● 93

Habs-i hevâda koyma Fuzulî-sıfat esîr


Yâ Rab hidâyet eyle tarîk-ı fenâ mana (s. 127)
“Mecnun dilinden” söylenmiş gazelin ilk ve son beyitleri (Onan
1956: 113-114):
Yâ Rab belâ-yı ışk ile kıl âşnâ meni
Bir dem belâ-yı ışkdan itme cüdâ meni
..........
Nahvet kılup nasîb Fuzulî kimi mana
Yâ Rab mukayyed eyleme mutlak mana meni
Fuzulî’nin pek çok beyitte bunlar ve benzeri biçimlerde gerçekleş-
tirdiği “söz mimarisi”ne hayran olmamak mümkün değildir.
Yukarıda çok kısa açıklamalarla bir iki türüne değindiğim ve bun-
ları kanıtlayacak pek az örneğini verdiğim öncelemeler, divan şiirinin ve
şairlerinin sanat ve sanatçı yönünü ince çizgilerle ortaya koyabilmek
açısından, yapılması gereken stilistik çalışmaların ne denli gerekli ve ne
ölçüde zorunlu olduğunu sanırım apaçık göstermektedir.

KAYNAKÇ A
Ahmed Âsım, Okyânûsü’l-Basît fî-Tercemeti’l-Kamûsi’l-Muhît, c. 1, İstanbul
1268 (1851).
Ahmet Vefik Paşa, Lehce-i Osmânî, Haz. Recep Toparlı, TDK Yay., Ankara
2000.
Akyüz, Kenan (1970), Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, 3. bas., Ankara.
Banguoğlu, Tahsin, Türkçenin Grameri, TDK Yay., 3. bas., Ankara 1990.
(Beyatlı), Yahya Kemal (1963), Kendi Gök Kubbemiz, Yahya Kemal Enstitüsü
Yay., 2. bas., İstanbul.
(Boztepe), Halil Nihat, Nedim Divanı, İstanbul 1338-1340/1919-1921.
Dilçin, Cem, “Ahmed Paşa’nın Şiirlerinde Paralelizm”, İstanbul’un Fethinin
550. Yılı Anı Kitabı, DTCF Yay., Ankara 2004, s. 55-72.
Dilçin, Cem (2005), Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, TDK Yay., 8. bas., Ankara.
Dilçin, Cem, “Divan Şiirindeki Paralel ve Ortak Söz Yapılarından Metin
Eleştirisinde Yararlanma”, Türkoloji Dergisi, c. XIII, 1. sayı, Ankara
2000, s. 33-66.
Dîvân-ı Nef’î (1252/1836), Mısır-Bulak.
Dizdaroğlu, Hikmet (1976), Tümcebilgisi, TDK Yay., Ankara.
94 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Ergun, Sadettin Nüzhet (1941), Namık Kemal’in Şiirleri, İnkılap Kitabevi, İs-
tanbul.
Fomkin, Mihail Simyonoviç, “Sultan Veled (1226-1312)’in Şiir Sanatı ve Türk
Şiir Geleneği”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten 1991, TDK Yay.,
Ankara 1994, s. 137-148.
Fuzûlî, Türkçe Divan (TD), (Haz. Kenan Akyüz, Süheyl Beken, Sedit Yüksel,
Müjgân Cunbur), Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara 1958.
Gencan, Tahir Nejat (1979), Dilbilgisi, TDK Yay., 4. bas., Ankara.
Göçgün, Önder (1987), Ziya Paşa’nın Hayatı, Eserleri, Edebi Şahsiyeti ve Bütün
Şiirleri, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara.
Gölpınarlı, Abdülbâki (1972), Nedim Divanı, İnkılap ve Aka Kitabevleri, 2.
bas., İstanbul.
Güngör, Şeyma, Fuzulî, Hadîkat’s-Sü’edâ’, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.,
Ankara 1987.
İsen, Mustafa (1993), Acıyı Bal Eylemek, Türk Edebiyatında Mersiye, Akçağ
Yay., Ankara.
Kaplan, Mehmed (1963), Şiir Tahlilleri, Âkif Paşa’dan Yahya Kemal’e Kadar I,
Anıl Yay, 3. bas., İstanbul.
Kortantamer, Tunca, Eski Türk Edebiyatı Makaleler-I, Akçağ Yay., Ankara
1993.
Kut, Günay (2003), Alî Şîr Nevâyî, Garâ’ibü’s-Sıgar, İnceleme-Karşılaştırmalı
Metin, TDK Yay., Ankara.
Küçük, Sabahattin (1994), Bâkî Dîvânı, Tenkitli Basım, TDK Yay., Ankara.
Ocak, Fatma Tulga, “Nef’î ve Eski Türk Edebiyatımızdaki Yeri”, Ölümünün
Yüzellinci Yılında Nef’î, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara 1987,
s.1-44.
Olgun, Tahir, Edebiyat Lügati, İstanbul 1937.
Onan, Necmettin Halil (1956), Fuzuli, Leylâ ile Mecnun, MEB Yay., İstanbul.
Tarlan, Ali Nihad (1963), Necatî Beg Divanı, MEB Yay., İstanbul.
Tarlan, Ali Nihad (1966), Ahmed Paşa Divanı, MEB Yay., İstanbul.
Türkçe Sözlük, TDK Yay., 10. bas., Ankara 2005.
Ünsal, Özünlü (1997), Edebiyatta Dil Kullanımları, Doruk Yay., Ankara.
Üzgör, Tahir, “Fuzûlî’yi Anlamak”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları
Dergisi, sayı 3, Konya 1997, s. 87-101.
Üzgör, Tahir, “Su Redifli Şiirler ve Fuzulî’nin Su Kasidesi’nin Kompozisyo-
nuna Dâir”, İlmî Araştırmalar Dergisi, sayı 9, İlim Yayma Cemiyeti
Yay., İstanbul 2000, s.239-248.
Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi 1, İstanbul 2008, 95-168.

Anadolu Selçuklu Devleti


Döneminde Dil ve
AHMET KARTAL* Edebiyat
Tongue and Literature in the Period of Anatolian
Seljuk State

ÖZET ABSTRACT

Selçuklu hükümdarı Alp Arslan’ın 1071 tarihinde Ma- Islamization and Turkization of Anatolia began with
lazgirt’te Bizanslıları bozguna uğratmasıyla, Anadolu’nun defeat Byzantium in Malazgird in 1071 by Alp Arslan,
Türkleşmesi ve İslâmlaşmasının uzun süreci başlamıştır. the Seljukid Sultan. After Malazgird victory, the Oghuz
Malazgirt zaferini müteakip Anadolu’ya gelen Oğuz Turkish groups came to Anatolia, regarded as dâru'l-
kitleleri, “dâru’l-cihâd” saydıkları Anadolu’yu Türkleş- cihâd, in order to convert Anatolian people to Islam. They
tirmek ve İslâmlaştırmak için dinden aldıkları güçle brought to Anatolia their language, culture and
savaşmışlar, Anadolu’nun derinliklerine kadar ilerleyerek, traditions. The aim of this study is to reveal the
kendileri ile beraber, Türk dilini, kültürünü, örf ve idare- characteristics of the language and literature developed in
sini de götürmüşlerdir. Artık Anadolu’nun bir Türk yurdu Anatolia.
olmasının gayretleri içerisine girilmiştir. Bu yazının
amacı, böyle bir ortamda Anadolu’da dil ve edebiyatın
hüviyetini ortaya koymaktır.

ANAHTAR KELİMELER KEYWORDS


Anadolu Selçuklu Devleti, dil, şiir, şâir, edebiyat. State of Anatolian Selchukid, language, poem, poetry,
literature.

Selçuklu hükümdarı Alp Arslan (1063-1072)’ın Malazgirt’te 1071 yı-


lında Bizanslıları bozguna uğratması neticesinde Anadolu baştan başa
istilaya ve sürekli yerleşime açılmış, Anadolu’nun Türkleşmesi ve İs-
lâmlaşmasının uzun süreci başlamış (Itzkowitz 1997: 27), bütün Ön
Asya’nın, Selçuklular tasarrufuna geçmesi sağlanmıştır (Caferoğlu 1972:
3). Kaynaklar Horasan’da Selçuklu Devleti kurulduğu zaman Türkis-
tan’dan İslâm ülkelerine olan göçü nasıl “sel” gibi tasvir etmişlerse 1071
Malazgirt zaferini müteakip Anadolu’ya akan insan dalgalarını da aynı

*
Prof. Dr., Kırıkkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bö-
lümü, Kırıkkale. (ahmetkartal38@gmail.com)
96 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

şekilde aksettirmişlerdir (Turan 1998: 282)1. Anadolu’ya gelen bu Oğuz


kitleleri, dâru’l-cihâd saydıkları Anadolu’yu Türkleştirmek ve müslüman-
laştırmak için dinden aldıkları güçle savaşmışlar (Mazıoğlu 1972: 297),
Anadolu’nun derinliklerine kadar ilerleyerek, kendileri ile beraber, Türk
dilini, kültürünü, örf ve idaresini de götürmüşlerdir. Bütün Anadolu
Türklerin eline geçtikten sonra, Türk boyları ve halkları, eski Orta Asya
bozkır geleneklerinden ayrılarak yeni yerleşik hayat prensiplerine
yaklaşmak durumunda kalmışlardır (Caferoğlu 1972: 3-4). Türkmen de
denilen bu Oğuzların bir kısmı yeni yurtlarında şehirlerde yerleşmişler,
çoğu ise Anadolu’nun ıssız topraklarında yeni köyler kurmuşlar, ya da
göçebe hayatını sürdürmüşlerdir (Mazıoğlu 1972: 297). Bu çalışmada,
artık bir Türk yurdu hâline gelen Anadolu’daki dil, edebiyat ve kültürel
faaliyetler hakkında bilgi verilecektir.

Şiir ve Toplum
Anadolu halkı özellikle şiirin ahengi ile veznin ritmik tekrarının in-
san ruhunda oluşturduğu etkiden dolayı, şiire karşı bir temayül sergi-
lemiş, hatta kendisine aktarılacak her bilginin manzum olarak verilme-
sini istemiştir. Tabii ki bunda, şiirin öğrenmeye sağladığı katkı ve kolay-
lığın bilincine vararak öneminin farkına varılması ve bundan yarar-
lanma yoluna gidilmesi de etken olmuş olabilir. Şiiri seven ve ona sem-
pati ile bakan halkın isteğiyle şiir, Anadolu’da uygun bir ortamla bu-
luşmuştur. Şâirler bulmuş oldukları bu müsait ortamı en iyi şekilde
kullanarak, şiirin Anadolu’da oluşması, gelişmesi ve yerleşmesi nokta-
sında hummalı bir gayret içine girmişlerdir. Hatta şiirle ilgisi olmayanlar
da, Mevlânâ gibi, şiir söylemeye meyil etmişler, duygularını ve düşün-
celerini şiirle ifade etme yoluna gitmişlerdir. Şâirler, şiiri bir yandan
toplumu, özellikle halkı eğitme, aydınlatma ve bilgilendirmenin bir va-
sıtası olarak kullanırken, diğer yandan belli bir bilgi birikimine sahip

1
Bir anonim Bizans kroniği: kara ve deniz sanki bütün dünya kafir barbarlar (Türkler)
tarafından işgal edildi ve ıssızlaştırıldı. Onlar şarkın (Anadolu’nun) bütün köylerini, evleri
ve kliseleriyle birlikte, yağma ve istila ettiler ifadesiyle durumu açıkça, ancak hissî ola-
rak tasvir eder. Başka bir kronik Türklerin Anadolu’ya, eskisinden farklı olarak,
artık bir yağmacı değil işgal ettikleri bölgelerin hakiki sahibi olarak sıfatıyla gir-
diklerini belirterek daha isabetli bir görüşü temsil eder (Turan 1998: 282).
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 97

olup ‘hakikati’ ‘hakikatin diliyle’ öğrenenlerin estetik duygularına cevap


veren bir araç olarak görmüşlerdir. Böylece toplumun her kesimine hi-
tap eden ve onların ihtiyaçlarına cevap veren şiirler kaleme alınmıştır.
Özellikle doğum yeri olan Belh insanının daha çok nesire temayül etti-
ğini ve şâirliğe dolayısıyla şiire çok önem vermediğini belirten Mev-
lânâ’nın, eğer orada kalsaydı, büyük ihtimalle kendisinin de o bölge
insanının yolunda gideceğini, yani ders takrir eden, vaaz veren birisi
olarak kalacağını, fakat Anadolu’ya geldiğinde buranın insanlarının
arzusu doğrultusunda sahip olduğu hakikatleri vezinli bir şekilde yani
şiirle ifade etmeye meylettiğini gösteren şu sözleri, Anadolu halkının bu
durumunu göstermesi bakımdan önemlidir:
“Benim bir mizacım var, kimsenin benden incinmesini iste-
mem. Yanıma gelen dostlar benden mütemadiyen şiir istiyor-
lar, yoksa şiir nerde, ben nerde. Vallahi ben şiirden usanmı-
şım, benim indimde şiirden aşağı bir şey yok. Benim şiir söy-
lemem, misafir arzu ediyor diye ev sahibinin onları memnun
etmek için işkembeyi eliyle yıkayıp temizlenmesine benzer.
Çünkü misafirin canı işkembe çorbası istiyor. İnsan bir mem-
lekette hangi mal revaçta ise, bayağı bir şey bile olsa, onu alıp
satmalıdır. Bizim memleketimizde şâirlik kadar ayıp bir iş
yoktu. Eğer memleketimde kalsaydım, ben de oranın âdetle-
rine uyar; vaaz etmek, ders okutmak ve kitap yazmakla uğra-
şırdım. Ama Allah böyle istedi, ben ne yapabilirim? Benim
yaptığım, bir hekimin ilaçtan bıkıp onu içmek istemeyen, canı
şerbet çeken bir hastaya ilacı şerbete karıştırarak vermesine
benzer.” (Kılıç 2007: 69)

Şiir ve Sultanlar
Sultanlar, isimlerinin baki kalabilmesi için şâirler tarafından söyle-
nilen şiirlerin en önemli vasıtalardan biri olduğuna inandıkları için,
Anadolu Selçukluları’nda da aynen Karahanlı, Gazneli ve Selçuklu sa-
raylarında olduğu gibi, şâire büyük önem verildiği görülmektedir. Nite-
kim iki önemli kaynak eserden Çehâr Makâle (Semerkandî 1368: 62-63) ve
Râhatü’s-sudûr ve Âyetü’s-sürûr’da (Râvendî 1999: I/61) zikredilen bilgi-
ler ile Balasagunlu Yûsuf tarafından 1069/1070 yılında yazılan ve Türk-
çenin en önemli eserlerinden biri olan Kutadgu Bilig’in başlarında yer
98 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

alan Buğra Han övgüsündeki bölüm (Arat 1979: 28) ve Ögdülmiş’in


Odgırmış’a şâirlerle münasebet hakkında söylediği fikirler (Arat 1988:
318) bu durumu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Fahreddîn
Behrâmşâh’ın Nizâmî-i Gencevî’ye Mahzenü’l-esrâr’ına karşılık verdiği
hediyelerden sonra, yanındakilere söylediği şu sözler, bu düşüncenin
Anadolu’da da devam ettiğini göstermektedir: “Eğer şiir başarılı olursa,
hazineler ve defineler bağışlarım. Çünkü bu manzum kitapla benim adım bu
fani dünyada ölümsüz olarak kalacak. Bu fani dünyada ve geçici âlemde unu-
tulmadan kalmak ve ismin ebedî olarak anılması, çok büyük bir itibar ve ulaşıl-
ması zor bir başarıdır.” (İbn Bîbî 1996: I/92). Behramşah’ın şu ifadeleri de
bunu destekler mahiyettedir: “Eğer Firdevsî bu kitabını (Şeh-nâme) yazma-
saydı, o devrin padişahlarını, taç sahiplerini, ünlü pehlivanlarını kim hatırlaya-
caktı? Adlarını kim ağzına alacaktı?” (İbn Bîbî 1996: I/93).

Şiirin Dili
Türkler Anadolu’ya gelip yerleşmeden önce, Anadolu’da Rumlar,
Ermeniler, Süryaniler, Franklar, Yakubiler vs. yaşamaktaydı (Ocak 2006:
443; 2006a: 253). Türklerin Anadolu’ya gelmesi ve yerleşmesi iki safhada
gerçekleşmiştir. Bunlardan birincisi, Malazgirt Savaşının akabinde
Türkler kitleler halinde Anadolu’ya akın etmişler ve yerleşmişlerdir.
Bunlar içerisinde göçebelerin yanında, daha Orta Asya’da iken yerleşik
hayata geçerek şehirlerde yaşayan Müslüman Türkler de bulunmak-
taydı. Bunlar, Anadolu’daki şehirlere yerleşmişler ve oralarda meslekle-
rini icra etmeye devam etmişlerdir. Daha bu dönemlerde bile bu Müs-
lüman Türkler yerli Hristiyan nüfusa oranla Anadolu’da büyük bir ço-
ğunluğa ulaşmışlardır. İkinci safha ise, Moğol istilasının başlamasıyla
birlikte, Mâverâünnehr, Hârezm, Âzerbaycan ve Errân mıntıkalarından
oluşan yoğun göçlerin oluşturduğu dönemdir. I. İzzeddîn Keykâvus ve
I. Alâaddîn Keykubâd devirlerine rastlayan bu dönemde de, pek çok
şehirli Türk, göçebe Türk nüfusla birlikte Anadolu’ya gelmiştir (Ocak
2006: 447). Özellikle Türkler Anadolu’da yeni kasaba ve şehirler kur-
dukları gibi, eski Bizans şehirlerini kendilerine uygun hale de getirmiş-
lerdir (Baykara 2006: 291). Türklerle birlikte İranlıların da Anadolu’ya
geldikleri görülmektedir. Daha çok tüccar, ilim adamı, şeyh ve müritler-
den oluşan İranlılar, ekseriyetle şehirlere yerleşmişlerdir (Bayram 2001:
63).
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 99

Bu manzara Anadolu’nun dolayısıyla Anadolu Selçuklu Devleti’nin


hem karışık kültürlerden oluştuğunu hem de çok dilli bir ortam sundu-
ğunu göstermektedir. Nitekim İbn Bîbî, Anadolu’da halkın beş dil ko-
nuştuğunu belirtir (1996: I/97). Osman Turan'a göre bu diller Türkçe,
Farsça, Rumca, Ermenice ve Süryanicedir (Turan 2006: 471). Ancak İbn
Bîbî’nin bir başka yerde Anadolu’nun dilinin Arapça ve Farsça oldu-
ğunu kaydetmesi (1996: I/141) Arapçanın da dil olarak Anadolu’da
kullanıldığını göstermektedir.
Bilindiği gibi Büyük Selçuklu Devleti’nde resmî dil olarak Arapça
ve Farsça kullanılırken, medreselerde eğitim Arapça ile gerçekleştiril-
miştir. Bütün münevverler hem Arapça hem de Farsça bilgisine sahipti-
ler. Büyük Selçuklu Devleti’nin bir kolu olan Anadolu Selçuklu Dev-
leti’nde de doğal olarak bilim dili Arapça, resmî belge dili önce Arapça,
daha sonra Farsça olmuştur. Ancak bürokraside birçok Fars dilli memu-
run bulunması, Önasya’da hissedilmeye başlanan Moğol baskısı yüzün-
den bir çok Fars dilli münevverin Anadolu’ya göç etmesiyle Farsçanın
itibarı artmıştır (Develi 2006: 42-44). Hatta büyük merkezlerde yüksek
tabakanın edebî dili olduğu gibi, Türkçenin yanında bir derece konuşma
dili hüviyeti de kazanmıştır (Turan 2006: 471). XIII. asırda kaleme alınan
bazı eserlerin “sebeb-i te’lîf (yazılış sebebi)” bölümlerinde ‘halkın Fars
diline olan meyli’nden dolayı Farsça kaleme alındığı belirtilmiştir. Ha-
yati Develi’nin de belirttiği gibi, söz konusu halktan kasıt, idarî ve ente-
lektüel zümreler olmalıdır (Develi 2006: 44). Çünkü kırsal alanda yaşa-
yan halk Türkçe konuşuyordu, dolayısıyla kendisine hitap eden eserin
de Türkçe olmasını istiyordu. Nitekim Yunus Emre bu halka Türkçe ile
hitap edecektir. Mevlânâ (Turan 2006: 471) ve oğlu Sultan Veled
(Mansuroğlu 1950: 217 [dipnot 6]) Rumca bazı şiirler kaleme almışlardır.
Anadolu Selçukluları zamanında, aynen Büyük Selçuklular döne-
minde olduğu gibi yukarıda zikredilen dillerden Farsça hem resmî belge
dili hem de edebî dil olarak kullanıldığı için telif edilen eserlerin büyük
bir kısmının Farsça olduğu dikkat çekmektedir. Mikail Bayram, yaptığı
kütüphane taramaları neticesinde, Anadolu Selçukluları zamanında, 230
küsur eser telif edildiğini, bunlardan 20 tanesinin müellifinin meçhul
olduğunu, geriye kalan eserlerin 80 müellif tarafından yazıldığını belirt-
tikten sonra, bu eserlerden 145’inin Farsça, 68’inin Arapça, 15’inin
100 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Türkçe olarak kaleme alındığını, birkaç eserin de Süryanice ve Ermenice


olduğunu söylemektedir (Bayram 2004: 107). Bu manzara Anadolu Sel-
çuklu Devleti’nin hem karışık kültürlerden oluştuğunu hem de çok dilli
bir ortam sunduğunu göstermektedir. Bu da her topluma kendi diliyle
hitap eden çeşitli eserlerin yazılmasına sebep olduğu gibi, çok dilli şiirle-
rin (mülemma) yazılmasına da zemin hazırlamıştır.
Elimizdeki verilere göre Anadolu Selçuklu Devleti döneminde şiirin
dili başta Farsça olmak üzere Türkçe ve Arapça olmuştur. Nadiren
Rumca ile de şiirler söylenilmiştir.

İlmî ve Kültürel Durum


Anadolu’da gerek Dânişmendliler gerekse Anadolu Selçukluları
döneminde ilmî ve edebî faaliyetler önce saray muhitinde başlamış, ar-
kasından bu faaliyetler II. Kılıç Arslan’ın oğullarının valilikleri döne-
minde şehirlerdeki şehzade muhitlerine de sirayet etmiştir. Özellikle
sükun ve asayişin iyice sağlanmasıyla Anadolu’da hummalı bir içtimaî
ve fikrî hareket kendini göstermiştir.
Anadolu’daki ilk ilmî faaliyetlerin 1071-1178 yılları arasında Sivas,
Tokat, Amasya, Kayseri, Malatya ve civarlarında hüküm süren
Dânişmendliler döneminde ve onların hüküm sürdüğü bölgelerde baş-
ladığı görülmektedir. Bu devletin kurucusu olan Melik Ahmed Gazi,
Selçuklu ailesinin muallimi olan Dânişmend Ali Taylu'nun oğlu olup
babası gibi bilge bir kişi olduğu için Dânişmend Gazi diye anılmakla
birlikte, kurduğu devlete de Dânişmendiye denmiştir. Melik Ahmed
Gazi, bir yandan yeni fetihlerle uğraşırken bir yandan da fethettiği böl-
gelerde yoğun bir kültürel faaliyette bulunarak ilmî çalışmalara zemin
hazırlamıştır. Nitekim bugünkü bilgilerimize göre Anadolu'da telif edi-
len en eski eser olup Melik Ahmed Gazi'ye sunulan Keşfu'l-akabe'de: "O
yüce zatı iltizam edenler çoğunlukla fâzıl ve filozoflardır. Dünyanın her yanın-
dan bilgin kişiler (ehl-i ukûl) o hazrete yöneldiler. Her biri ilmini yayması mik-
tarınca itibar görüp, o hazretin cömertlik denizinden paylarını aldılar" şeklinde
yer alan kayıt, Malazgirt Zaferi'nden kısa zaman sonra Dânişmendliler
ülkesinde ilmî çalışmaların başladığını ve Melik Ahmed Gazi'nin birçok
ilim ve fikir adamını himaye ederek çalışmalarına imkan sağladığını
göstermektedir. Ayrıca Melik Ahmed Gazi'yi sahib-kıran diye zikreden
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 101

Keşfu’l-akabe müellifi İbnü'l-Kemal, hem onun Rum, Ermen ve Şam (Su-


riye)'da gerçekleştirdiği fetihlerini dile getirmiş hem de bu yerlerde ge-
niş bir kültürel faaliyet içerisinde bulunduğunu, "Rum, Ermeni, Şam
memleketleri o sahib-kıranın varlığının feyzi ile İslâm nuruyla bezendi" şek-
linde ifade etmiştir. Dânişmendliler devleti emirlerinden Kastamonu
fatihi, Emir Karatekin'in İbn Makula'nın el-İkmâl adlı eserini okuduğuna
dair bir kaydın bulunması da, bu dönemde ilmî faaliyetlerin varlığını
göstermektedir. Anadolu'da yer alan medreselerin en eskilerinin XII.
asrın ilk yarısında ve Dânişmendliler zamanında Niksar, Tokat, Sivas ve
Kayseri'de yapılması bu açıdan dikkat çeken diğer bir noktadır (Bayram
2003: 2-3).
Dânişmendliler, özellikle Tokat, Sivas, Amasya ve Çorum bölgele-
rinde daha yoğun bir kültürel faaliyet içinde bulunmuşlar ve buralara
devletlerinin kültürel politikasını yerleştirmişlerdir. Böylece bu yöreler
çok erken tarihlerde belli bir kültürel karakter kazandığı gibi, gösterilen
bu yoğun millî ve dinî diyebileceğimiz faaliyetler neticesinde, buraların
çok erken sayılacak tarihlerde Türkleşmesi ve İslâmlaşmasını da ger-
çekleştirmişlerdir. Gazilik mefkuresine, Türk kültürüne ve Türkmencilik
ülküsüne büyük önem veren Dânişmendliler, bunu yerleştirmeye ve
yaymaya da çalışmışlardır. Nitekim Melik Ahmed Gazi ve beraberlerin-
dekilerin kahramanlıklarının anlatıldığı Dânişmend-nâme (Akkaya 1954)
bu kültürel anlayışın mahsulü olduğu gibi Dede Korkut Hikayeleri (Ergin
1989) de XIV. asırda yine bu yörede, Amasya’da derlenmiştir. Yine Ana-
dolu’da ilk Türkçe eser yazma geleneği Amasya’da başlamıştır. Moğol
iktidarına ve özellikle Pervâne Muînüddîn Süleymân’ın ağır baskılarına
rağmen Dânişmend İli, bu millî karakterini ve kültürel hüviyetini uzun
süre muhafaza etmiştir (Bayram 2003: 3-6).
Anadolu’nun Türkler tarafından fethedilmesinden önce Süryanîle-
rin elinde bulunan ve önemli bir kültür merkezi olan Malatya,
Dânişmendliler döneminde de bu özelliğini muhafaza etmiştir. Ma-
latya’nın Türklerin Anadolu’yu fethetmesinden sonra da, Kuzey Mezo-
potamya ve Suriye’den Anadolu’ya açılan ticaret yolu üzerinde bulun-
masının etkisiyle daha erken sayılabilecek bir tarihte önemli bir ilim
merkezi hâline geldiği görülmektedir. Özellikle Gıyaseddin
Keyhüsrev’in veziri Malatyalı Muhammed Gazi, Şeyh İzzeddin Ebu’l-
102 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

kasım-ı Hammuî, Şeyh Ebu Tâhir Ahmed-i İsfahanî, Muhammed b. Ebu


Bekr-i Tebrizî gibi İran asıllı kişiler Malatya’ya gelip yerleşerek burada
faaliyet göstermişlerdir. Böylece burada İran kültürü ile Süryanî kültürü
yeniden buluşmuş ve Sasanîler devrindeki ilmî ve fikrî hareket yeniden
oluşmaya başlamıştır. İran millî kültürünün yeniden canlandırılmaya
çalışıldığı Malatya, Selçuklular zamanında şehzadelerin eğitim gördük-
leri bir merkez hâline gelmiştir. Gıyaseddin I. Keyhüsrev ve oğlu
İzzeddin I. Keykâvus burada eğitim gören sultanlardandır. Bu Selçuklu
sultanlarının eski İran şahlarının adlarını kullanmalarında Türk cihan
hakimiyeti ülküsünün yanında Malatya ve çevresindeki İran kültürünün
de etkisi bulunmaktadır. Ayrıca burada eğitim gören sultanların çok iyi
Farsça bildikleri de müşahede edilmektedir. Türk kültürünü ülkelerinde
yaymaya ve yerleştirmeye çalışan Dânişmendlilerin, 50 yıl yönetimle-
rinde kalan Malatya’nın kültürel yapısını değiştirememeleri dikkat çek-
mektedir (Bayram 2003: 7-8). Selçuklular zamanında, sultanlar muallimi
diye anılan Malatyalı Şeyh Mecdüddîn İshak’ın da etkisiyle Malatya’da,
İslâmî ilimler alanında yoğun bir faaliyet göze çarpmaktadır (bak. Bay-
ram 2003: 9-10).
Tokat ve Malatya’nın Dânişmendliler zamanında iki önemli ilim ve
fikir merkezi hâline gelmesi, Selçuklular döneminde bu iki şehrin şehza-
delerin eğitim ve tahsil yeri olmasında etkili olmuştur. Selçuklular dö-
neminde bu iki zihniyet kendi şehirlerinde yetişen şehzadeyi iktidara
getirme gayreti içerisine girmiş ve bu yönde siyasî faaliyetlerde bulun-
muşlardır. Bu dönem ümerası da, ya bu iki zihniyetten birine mensup ya
da birini tercih etme durumunda kalmışlardır. Genellikle bu mücade-
lede Malatya’nın iktidarlar üzerindeki ilmî, kültürel ve siyasî ağırlığının
daha etkili ve yönlendirici olduğu görülmektedir. Tokat ve civarında
Türk kültürüne ve Türkmencilik ülküsüne büyük önem verilirken, Ma-
latya’da İran unsuru ağırlıkta idi. İbnü’l-esîr, İranlı meşhur İşrakî filozof
Şihâbeddîn-i Sühreverdî el-Maktûl (587/1237) olduğu anlaşılan bir filo-
zofun, Rükneddîn Süleymanşâh’ın Tokat emiri olduğu sıralarda Tokat’a
gittiğini ve Tokatlı bir bilgin (fakih) tarafından Süleymanşah’ın huzu-
runda tartaklandığı için Tokat’ı terk etmek zorunda kaldığını bildirmesi,
İranî zihniyet ile Türk düşüncesinin çatışma durumunda olduğunun
göstergesidir. Hatta Türkmen sufî Evhadüddîn-i Kirmânî (635/1237),
Malatya’da kendisine hizmet edeceği bir yer tahsis edilmediği için ora-
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 103

dan kırgın olarak ve bir daha dönmemek üzere ayrılmıştır. Yine


Evhadüddîn-i Kirmânî ile Mevlânâ’nın hocası Şems-i Tebrizî arasındaki
ihtilâf, Mevlânâ ve çevresi ile Ahi Evren Şeyh Nasireddin Mahmûd ve
çevresi arasındaki ilmî, fikrî ve siyasî mücadeleler de bu iki kültürel
çevre arasındaki ihtilaflarının uzantısıdır (Bayram 2003: 12-13).
I. Gıyâseddîn Keyhüsrev, oğullarından I. İzzeddîn Keykâvus’u
Malatya’ya, I. Alâaddîn Keykubâd ’i ise Tokat’a tahsil ve eğitim için
göndermiştir. I. Alâaddîn Keykubâd, sultanlığı döneminde Anadolu'da
Türkmencilik mefkuresini hakim kılmaya çalışmış, yüksek memurluk-
lara Türk asıllı kimseleri atamıştır. Hatta bu dönemde Türkmen şeyhler,
ilim ve fikir adamları himaye edilmiş, Ahi teşkilatı bütün Anadolu'ya
yayılmış, şehirlerde belediye hizmetleri Ahilere gördürülmüştür.
Alâaddîn Keykubâd, büyük oğlu II. Gıyâseddîn Keyhüsrev'in zihniyet
bakımından kendisine muhalif olan Malatya'daki çevrelerle irtibatını ve
yakınlığını, İranî zihniyete yatkınlığını fark ettiğinden dolayı, daha sağ-
lığında küçük oğlu İzzeddîn Kılıç Arslan'ı veliaht tayin etmiştir. Nitekim
İran unsuruna dayanan II. Gıyâseddîn Keyhüsrev'in iktidara gelişinin ilk
yıllarından itibaren Türkmenlere karşı olumsuz bir siyasî tutum içerisine
girdiği görülmektedir. Hatta saltanatının ilk yılında (635/1237) Eğri-
dir'de yaptırdığı kervansarayın kitabesinde kendisi için söylenen “Türk-
men (Havariç) ve Bagileri dağıtıp yok eden" sözü dikkat çekmektedir.
Gıyâseddîn Keyhüsrev'in tahta çıkmasında gösterdiği yararlılıklardan
dolayı atabek olan Sadüddîn Köpek, Türkmen ve Ahileri devlet kade-
melerinden uzaklaştırarak İran asıllı kişileri yüksek mevkilere getirme
gayreti içerisine girdi. Türkmen ve Ahiler Gıyâseddîn Keyhüsrev'e ve
onu iktidara getirenlere karşı ayaklanınca, iktidarına muhalif olan güç-
leri yok etme temayülü gösteren sultan atabeyi olan Sadüddîn Köpek
vasıtasıyla Türkmen yanlısı ileri gelen devlet adamlarını teker teker öl-
dürttü veya saf dışı etti. II. Gıyaseddîn Keyhüsrev, kendisini bir suikast
ile öldürüp Selçuklu tahtını ele geçirme niyetinde olan Sadüddîn Köpek
tehlikesini bertaraf ettikten sonra, yeniden iktidarına karşı olan Türkmen
çevrelerle mücadeleye koyuldu. Birçok Türkmen fikir adamlarını katletti
veya tutuklattı (Bayram 2003: 15-17).
Babailer İsyanı 1339’da pek çok siyasî, ekonomik ve dinî etkenin bir
araya gelmesiyle, öncülüğünü Baba İlyas ve halifesi Baba İshak’ın yap-
104 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

tığı, göçebe ve yarı göçebe Türkmenlerin Anadolu Selçuklu yönetimine


karşı giriştiği harekettir (bak. Ocak 1996a: 35-51, 142-51). Amasya ve
Tokat bölgesinde organize edilen ve devletin temelini sarsan Babaîler
isyanının en önemli neticesi, Anadolu’nun Moğol istilasına maruz kal-
masına zemin hazırlaması olmuştur. Nihayetinde Türk tarihinde çok
önemli bir dönüm noktası olan Kösedağ yenilgisi alınmıştır.
Moğol istilâsından sonra, Türkmen ve Ahilerin mücadeleleri, Moğol
emperyalizmine ve Moğollarla işbirliği içerisinde bulunan güçlere yö-
nelmiş ve bu hareket bütün Anadolu'ya yayılmıştır. II. Gıyaseddin'in
ölümünden sonra Anadolu Selçukluları’nın tanınmış devlet adamların-
dan Celâleddin Karatay (Tanyeri 1993), bu köklü rekabeti ve siyasî ihti-
lâfı bertaraf etse de, ölümünden sonra Türkmen çevrelerin desteklediği
II. İzzeddîn Keykâvus ile İranlı unsurların desteklediği IV. Rükneddîn
Kılıç Arslan arasında taht mücadelesi başlamıştır. Moğolların Anado-
lu'yu işgalinden sonra İranî zihniyeti temsil eden fikir adamları ve üme-
ranın Moğol yanlısı bir politika izlemelerinden dolayı İranlı yöneticiler-
den yana oldukları dikkat çekmektedir. Nitekim Moğolların desteği ile
kardeşi II. İzzeddîn Keykâvus'u yenen IV. Rükneddîn Kılıç Arslan 1261
tarihinde Selçuklu tahtına geçti. Onun döneminde ülkenin yönetimi
kendisini iktidara getiren Pervâne Muîniddîn Süleymân, Vezir Tâceddîn
Mu’tez ve Sâhib Fahreddîn Ali'nin elindeydi. Bunlar sultanın fermanını
da alarak Anadolu'da Türkmenlerin elinde bulunan medrese, tekke,
işyeri gibi müesseseleri gasp ettikleri gibi birçok yörede Türkmenleri
katliama tabi tutmuşlardır. XIV. asrın sonlarına kadar devam eden bu
uygulama neticesinde Türkmenler kitleler hâlinde uç bölgelere ve Suri-
ye'ye göç etmişlerdir (Bayram 2003: 18-19).
XII. asrın sonlarında Sultan II. Kılıç Arslan, Danişmendliler devle-
tini ortadan kaldırarak Danişmendlilerin başkenti Tokat ve çevresini
oğlu Rükneddin Süleymanşah’a verdi. Burada eğitim gören Rükneddin
Süleymanşah da Danişmendoğlu Melik Ahmed Gazi gibi ilim sever,
fazıl ve filozof bir kişiydi. Mutaassıp bir Şafiî olan İbnü’l-Esîr onun hak-
kında: “Ancak onun itikadının bozuk olduğu, felsefî inançlar taşıdığı, bu
inançta olanların ona sığındığı, ondan yardım ve himaye gördükleri nakledilir.
Fakat o akıllı idi. Halkın tepkisinden çekindiği için bu inanç ve itikadını açığa
vurmazdı” demektedir. Daha sonra Anadolu Selçuklu tahtına oturan
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 105

Süleymanşah, Tokat ve çevresinde Dânişmendoğlu Melik Ahmed


Gazi’nin başlattığı ilmî ve fikrî geleneği devam ettirmiştir. Yine İbnü’l-
Esîr, çeşitli mezheplere mensup ilim adamlarının onun huzurunda mü-
nakaşa ettiklerini kaydetmektedir (Bayram 2004: 123-24). İbn Bîbî ise
görüşlerini aklına uygun ve tabiatına yakın bulduğu Şihâbeddin-i
Sühreverdî’nin Pertev-nâme isimli eserini onun adına yazdığını bildir-
mektedir (I/44). Ancak Moğol istilâsı ile birlikte hem Tokat hem de Ma-
latya’nın ilmî ve fikrî bakımdan sahip oldukları bu özelliklerini kaybe-
derken, dönemin ünlü bazı filozoflarının, müderrislerinin ve âlimlerinin
toplanmaya başladığı Anadolu Selçukluları’nın başkenti Konya’da bu
açıdan bir canlanma olduğu dikkat çekmektedir. Nitekim bu dönemde
kelâm ve mantığa dair Metâli’u’l-envâr ve Konya medreselerinde okut-
tuğu Beyânü’l-hak ve Kitâbu’l-menâhic adlı eserleriyle Kadı Sirâceddin-i
Urmevî, mantık ve felsefe ile ilgili çalışmalarıyla Kadı İzzeddin-i Urmevî
ve Şeyh Sadreddin-i Konevî ile zahir ve batın ilimlerinde zirveye ulaşan
Mevlânâ Celâleddin-i Rumî Konya’da bulunan önemli simaları oluştur-
maktaydı (Ay 1998: 83). Kayseri, Sivas, Amasya, Erzincan, Niğde, Kırşe-
hir, Kütahya, Aksaray, Ankara, Kastamonu bu dönemde gelişme gös-
termiş diğer önemli kültür merkezleri olup her biri devlet ve hükümet
merkezi olan Konya kadar gelişmişti (Köymen 1976: 363; Sümer 1963:
221).
Anadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluşunu takip eden ilk 150 yıl
(yaklaşık 616/1220’ye kadar) ve Danişmendliler döneminde Anadolu’da
telif edilen eserlerin hemen hepsinin tıp, astronomi, matematik, felsefe
gibi aklî ve tabiî ilimlere dair olduğu, âlimlerin de bu yönde faaliyet
gösterdikleri görülmektedir.2 Anadolu’da görülen bu felsefe ve tabiî
bilimlere yönelişin en önemli sebebi, ilk dönem Selçuklu Sultanları ile
Danişmendli devlet adamlarının Mu’tezile3 eğilimli olmalarıdır. Selçuklu

2
Bu dönemlerde Anadolu’ya gelip Kayseri’ye yerleşen Ömer b. Muhammed b. Ali
es-Sâvî: “Diyâr-ı Rûm’a geldim. Herkesin ilm-i Nücûm (astronomi) ile uğraşmakta oldu-
ğunu, dinî ilimlerden bihaber olduklarını gördüm.” diyerek bu gerçeği ifade etmiş ve
dinî ilimlere olan ihtiyacı karşılamak amacıyla eserini yazdığını bildirmiştir (Bay-
ram 2003: 59-60).
3
Bilindiği gibi Mu’tezile mezhebi, İslâm’ın doğuşundan bir asır sonra ortaya çıkan,
İslâm dinini akıl ölçü ve kurallarına göre yorumlayan dinî ve felsefî bir harekettir.
106 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

hanedanına mensup kişiler ile bunlara yakınlığı olanlar arasında


Mu’tezile eğilimli kişiler ile şehzadeler bulunmaktaydı. Gerek Eş’arî
mezhebine mensup olan İbnü’l-Esîr’in4 Anadolu Selçuklu Devleti’nin
kurucusu Süleymanşah’ın babası Kutalmış için, gerekse İbnü’l-Kemal’in5
astronomiye dair olan Keşfu’l-akabe isimli eserinin önsözünde
Danişmend sultanı Melik Ahmed Gazi için söylediği sözler, bunu gös-
termektedir. Bu akliyeci geleneğin XIII ve XIV. asırlarda da Tokat ve
çevresinde devam ettiğini İbnü’s-Serrâc’ın 715/1315’te Kahta’da yazdığı
Teşvîku’l-ervâh ve’l-kulûb isimli eserinden öğrenmekteyiz6 (Bayram 2003:
59-62). İbnü’l-adîm, Anadolu Selçuklu sultanı II. Kılıç Arslan'ın felsefî
konulara ilgi duyduğunu ve bu konudaki ilmî tartışmalara katıldığını
bildirmektedir. Suriye atabegi Nureddin Mahmud ise onu geniş anlayışı,

Zaten Mu’tezile’yi diğer mezheplerden ayıran en önemli özellik nakli yani Kur’ân
ve Hadisi akla tatbik etmeleridir. Bundan dolayı bu mezhep mensuplarına İslâm
dünyası rasyonalistleri (akliyecileri) denilmektedir. Bunlar üzerinde özellikle o dö-
nemlerde İslâm âleminde yayılan Yunan felsefesinin büyük tesir görülmektedir.
Abbasîler bir dönem Mu’tezile’yi resmî mezhep olarak kabul ettiler. Bu mezhep
mensupları yüksek memurluklara tayin edilerek itibar görmüşlerdir. Ancak IV./X.
asırda Eş’arî ve Maturidî mezheplerinin devlet tarafından desteklenmesi ve tasav-
vufî düşüncenin halk hareketi hâline dönüşerek rağbet kazanması sonucu
Mu’tezile mezhebi geri plana itildi. Hatta Mu’tezile mezhebine mensup olanların
halkı hor görmeleri ve kendi inançlarından olmayanları baskı altına almalarından
dolayı sıkı bir takibata uğradılar (Bayram 2003: 60; Gölpınarlı 1979: 197-200).
4
Eş’arî mezhebine mensup olan İbnü’l-Esîr, şu sözleriyle Kutalmış’ın astronomi ve
felsefe bilmesini tuhaf karşıladığını, bu felsefî bilgilerin özellikle onun dinî inan-
cında yer tutmasını hoş karşılamadığını dillendirmiştir (Bayram 2003: 61): “Şaşıla-
cak şeydir ki, Kutalmış, Türk olmasına rağmen astronomi ilmini çok iyi biliyordu. Bundan
başka felsefe geleneği ile ilgili bilimleri de biliyordu. Kendisinden sonra oğulları ve ahfadı
da felsefe geleneğinden gelen ilimleri öğrenmeye devam ettiler. Ve bu alanda isim yapmış
olan bilim adamlarını himayelerine aldılar. Bu durum onların dinî inançlarında pürüz
meydana getirdi.”
5
Aynen eniştesi Kutalmış gibi felsefe geleneğinden gelen ve bundan dolayı kendi-
sine “Danişmend” de denilen Melik Ahmed Gazi hakkında İbnü’l-Kemâl şöyle
demektedir (Bayram 2003: 61-62): “Pek çok filozoflar ve faziletli kişiler ve dünyanın dört
bir yanından akliyeciler (ehl-i ukûl) o yüce zata yöneldiler ve her biri sahip oldukları ilimle-
rini yaymaları ve ilimlerini uyguladıkları ölçüde o Hazretin cömertlik denizinden pay al-
maktalar.”
6
İbnü’s-Serrâc, Tokat ve çevresindeki alimlerin akla ve mantığa uymayan şeyleri
kabul etmediklerini, bundan dolayı da dinî-tasavvufî düşünce ile evliya kerametle-
rini inkar ettiklerini belirterek bu yöre halkını eleştirmektedir (Bayram 2003: 62).
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 107

hür düşünceye ve felsefeye olan temayülü sebebiyle zındıklıkla suçla-


mıştır (Turan 2002: 231-32). İşte hem Danişmendliler hem de Anadolu
Selçukluları’nda bu felsefî ve ilmî geleneğin devam ettiği dönemlerde
daha çok aklî ve tabiî ilimlere dair eserlerin yazıldığı dikkat çekmekte-
dir.
Bu dönemde yani I. Alaaddin Keykubâd'ın cülûsuna kadar olan
zamanda (616/1220) yazılan eserlerin en belirgin özelliklerinden biri
ekseriyetle yerli olması (Ateş 1945: 133-34), bir diğeri de felsefe ile tabiî
bilimlere ait eserlerin dinî ve tasavvufî eserlere nazaran daha çok olma-
sıdır. Nitekim Anadolu’da telif edilen ilk eser olan Keşfu’l-akabe (bak.
Anadolu’da Yazılan İlk Eser), astronomi ve felsefeye dairdir.
Şihâbeddîn-i Sühreverdî’nin Berkyaruk namına yazdığı Pertev-nâme’si
de felsefeye aittir. Tiflisli Ebü’l-fazl Hüseyin Hubeyş b. İbrâhîm ibn-i
Mehmed’in Arapçadan Farsçaya tercüme ettiği Usûlü’l-melâhim isimli fal
kitabı, II. Kılıç Arslan adına yazdığı Kâmilü’t-ta’bîr isimli rüya tabirna-
mesi ile astronomi ile ilgili olan Beyânu’n-nücûm isimli eserleri de gaybî
ilimlere aittir. Tıbba dair ise Sıhhatü’l-ebdân ile II. Kılıç Arslan'ın oğulla-
rından Sivas valisi Kutbeddîn Melikşah adına yazdığı Kifâyetü’t-tıb isimli
eserleri vardır. Ayrıca Lügat ve emsile konusunda Kânûnu’l-edeb isminde
bir eser daha kaleme almıştır. Bu eserlerin daha çok geniş bir okuyucu
kitlesine hitap etmek için yazılmış oldukları dikkat çekmektedir.
Şihâbeddîn-i Sühreverdî, Farsça ve Arapça bir çok eser kaleme al-
mıştır. Arapça eserler içersinde en önemlileri, İşrâkî felsefesinin tam bir
dönemini ihtiva eden Hikmetü’l-işrâk, felsefe ve ilâhiyat ile ilgili et-
Telvîhât ile tamamen tasavvufî olan Heyâkilü’n-nûr (Sühreverdî
1988)’dur. Sühreverdî, felsefî konuları remiz ve işaretler yoluyla açıkla-
yan Farsça mensur bazı eserler de kaleme almıştır. Âvâz-i Per-i Cibrîl,
Kayseri’de telif edilen Bûstânu’l-kulûb, Erzincan veya Tokat’ta yazılıp
Nasireddin Berkyaruk’a takdim ettiği Pertev-nâme, Risâle-i Lügat-i Mûrân,
Risâle-i Sefîr-i Sîmurg, Mûnisu’l-uşşâk, Rûzî bâ Cemâ’at-i Sûfiyân, Risâle-i
Akl-ı Sorh bunlardandır. Bu eserlerin üslûbunun çok akıcı ve sade oluşu
dikkat çekmektedir. Temsilî olan eserlerin ekseriyeti hikâyeler şeklinde
olup soru ve cevap ile birlikte ve basit bir tarzda yazılmıştır. Bunda hi-
tap ettiği kesimin göz önünde bulundurulmuş olması etken olmuştur
108 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

(Safâ 2002: 149). Sühreverdî, Arapça, özellikle de tasavvufî mahiyette


yazdığı eserlerle bu dönemde dikkat çeken müelliflerdendir.
Bu dönemde Muhammed b. Gazî-i Malatyavî tarafından yazılan ve
Marzubân-nâme’nin Farsçaya ilk tercümesi olan Ravzatü’l-ukûl, edebî ma-
hiyette bir eser olmakla dikkat çekmektedir. Türü içerisinde oldukça
başarılı bir şekilde yazılmış olan eser, Nasrullah b. Muhammed b.
Hamîd’in Kelîle ve Dimne’si ve Zahîreddîn Kâtib-i Semerkandî’nin
Sinbâd-nâme’si ile mukayese edildiğinde, onlardan hiç de geri olmadığı
görülür. Ayrıca Marzubân-nâme’nin ilk tercümesi olması bakımından da
önemlidir. Yine onun Berîdü’s-sa’âde’si üslûbunun güzelliği ve hikâyeci-
likteki başarısını göstermektedir. Ravzatü’l-menâzır li’l-meliki’n-nâsır,
Kemaleddin Ebu Bekr b. Sâ’idü’r-râdî tarafından Farsça olarak
Nasireddin Berkyaruk namına yazılmıştır. Yirmi babdan oluşan eser,
kelâma dairdir (Uzunçarşılı 1948: 292).
Bu dönemde, Râvendî’nin 599/1203’te başlayıp 603/1206 yılında
tamamlayarak Gıyaseddin Keyhüsrev’e ithaf ettiği, Büyük Selçuklular
ile İsfahan Selçukluları’ndan bahseden Râhatu’s-sudûr ve Âyetü’s-sürûr
adlı tarihî eseri de (Râvendî 1333, 1999) dikkat çekmektedir. Fars nesri-
nin en güzel örneklerinden biri olan eser, hem sahip olduğu selaset hem
de bir çok tarihî ve sosyal olaydan bahsetmesinden dolayı, Moğol saldı-
rısından önce, VII/XIII. asrın en muteber kitaplarından sayılmaktadır.
I. Alâaddin Keykubâd'ın cülûsundan (616/1220) sonraki dönemde,
Anadolu Selçukluları zamanındaki bu fikrî ve ilmî gelişme Moğol istilâ-
sının etkisiyle, özellikle de Moğollar’ın 640/1243 yılında Anadolu Sel-
çuklu Devleti’ni hakimiyetleri altına almalarından sonra, tedricen zayıf-
larken, dinî-tasavvufî düşünce ön plana çıkıp gelişmeye başlamıştır.
Çünkü XIII. asrın ilk çeyreğinden itibaren çok sayıda mutasavvıf ve sufî,
Moğol istilâsından kaçarak huzur ve refahın mekanı olarak gördükleri
Anadolu’ya gelmişler ve burada gösterdikleri faaliyetler neticesinde de,
Anadolu’daki fikrî denge tasavvuf lehine bir ilerleme göstermiştir.
Bunda Moğol iktidarının Anadolu halkı üzerinde yarattığı şiddetli fikrî
ve siyasî baskı ile gerçekleştirdiği acımasız katliamlar neticesinde, çare-
sizliğe ve umutsuzluğa düşen Anadolu halkı için umut ve huzur kay-
nağı olan tekke ve zaviyelere rağbetin artması da etkili olmuştur. Böy-
lece hızlı bir şekilde mistikleşmeye doğru giden Anadolu halkının pozi-
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 109

tif ilimlere karşı olan ilgisi azalmaya başlamıştır. Ayrıca Moğolların


Anadolu’da gerçekleştirdikleri bu katliam ve zulümlerden dolayı birçok
münevver, kültürlü ve bilge kişiler ya öldürülmüş ya da Anadolu’yu
terk etmişlerdir. Bu da doğal olarak Anadolu’daki ilmî faaliyetleri olum-
suz yönde etkilemiştir (Bayram 2004: 134). Bu durum da doğal olarak
dinî ve tasavvufî mahiyette eserlerin sayısının artmasına sebep olmuş-
tur. Ayrıca burada insanları dinî yönden eğitme ve terbiye etme düşün-
cesinin de olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.
Bu devrede Anadolu’da ekseriyetle Farsça olmak üzere Farsça,
Arapça ve Türkçe yazılan dinî-tasavvufî-ahlâkî mensur eserlerin sayı-
sında gözle görünür bir artış vardır. Nitekim Farsça olarak kaleme alı-
nan Bahâeddîn Veled’in Ma’ârif (Furûzanfer 1352), Seyyid Burhâneddîn
Muhakkık-i Tirmizî’nin Ma’ârif (Seyyid Burhaneddin Muhakkık-i
Tirmizî 1972, 1995), Şems-i Tebrizî’nin Makâlât (Şems-i Tebrizî 1349,
1974-1975), Mevlânâ’nın Fîhi Mâ Fîh (Haşim 1333; Furûzanfer 1369;
Gölpınarlı 1959; Anbarcıoğlu 1990; Konuk 1994) ve Mecâlis-i Seb‘a (Tevfîk
1365; Gölpınarlı 1965); Sultan Veled’in Ma’ârif (Anbarcıoğlu 1991); Baba
İlyâs-ı Horasanî’nin Cihâd-nâme (Bayram 2004: 67-72), Necmeddîn-i
Dâye’nin Mirsâdü’l-ibâd mine’l-mebde’ ile’l-me’âd (Riyâhî 1352) ve Sirâcu’l-
kulûb, Hacı Bektaş-ı Velî’nin Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye (Hacı
Bektaş Velî 2004), Sa’îdüddîn-i Ferganî’nin Menâhicü’l-‘ibâd ile’l-me’âd
(Ateş 1945: 114) ve Şerh-i Kasîde-i Tâ’iye-i İbn-i Fâriz (Ateş 1945: 115-16),
Fahreddîn-i Irâkî’nin Lema’ât (Şeyh Fahruddîn İbrahim-i Hemedânî
1373: 381-416; Fahrüddin Irâkî 1988) ve İstilâhât-i ‘İrfâni-yi ‘İrâkî (Şeyh
Fahruddîn İbrahim-i Hemedânî 1373: 417-32), Sadreddîn-i Konevî’nin
Tabsıratü’l-mübtedî ve Tezkiretü’l-müntehî (Ateş 1945: 113-14), Ahi Ev-
ren’in Metâli’ü’l-îmân (Bayram 1996), Tabsıratu’l-mübtedî ve Tezkiretü’l-
müntehî, Mürşidü’l-kifâye, Yezdân-şinaht, Menâhic-i Seyfî ve Âgâz u Encâm’ı,
Arapça olarak yazılan İbn Arabî’nin el-Fütûhatü’l-mekkiyye (İbn Arabî
1405; Alpay 1986; Kılıç 1996), Fusûsü’l-hikem ve Husûsü’l-kilem (Konuk
1990), Fazl (Fezâ’il) Şehâdet el-Tevhîd ve vasf Tevhîd el-Mûkınî, Kitâb Hutbe
fî-Keyfiyet Tertîb el-Âlem ve Şeklih, Kitâb Hilyet el-Abdâl, Tâc el-Terâcim fî-
İşârât el-İlm ve Letâ’if el-fehm, Kitâb el-Şevâhid, Kitâb el-Celâle ve Huve
Kelimât Allah (Ateş 1952: 81-84), Sadreddîn-i Konevî’nin Nusus, Fükûk,
Risâletü’l-vücûd, Miftâhu’l-gayb, Hacı Bektaş-ı Velî’nin Makâlât (Hacı
Bektaş Velî 1996), Yûsuf b. Ebî Said Ahmed-i Sicistânî’nin Münyetü’l-
110 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

müftî ve Gunyetü’l-fukahâ (Özel 1990: 64)’sı ile Türkçe telif edilen Hacı
Bektaş-ı Velî’nin Şerh-i Besmele (Hacı Bektaş-ı Velî 1989)’si bunlardandır.
Sipehsâlâr diye meşhur Ferûdûn b. Ahmed’in Mevlânâ hakkında kaleme
aldığı Risâle-i Sipehsâlâr be-Menâkıb-i Hazret-i Hudâvendigâr (Sipehsâlâr
1325, 1331, 1977) isimli Farsça bir menkabesi vardır. Muhammed b. Mu-
hammed b. Mahmûd-ı Hatîb, Farsça Fustâtü’l-adâle fî-Kavâidi’s-saltana
(Riyâhî 1995: 126-28), Ahmed b. Sâd b. Mehdî-i Erzincanî ise, I. Alâaddîn
Keykubâd adına Arapça Kitâbü’l-letâifü’l-alâiyye fi’l-fezâili’s-seniyye
(Uzunçarşılı 1948: 299) isminde bir siyasetname kaleme almıştır.
İnşa sanatı hakkında Hasan b. Abdü’l-mü’min-i Hoyî’nin Gunyetü’l-
kâtib ve Münyetü’t-tâlib (Erzi 1963), Rüsûmü’r-resâ’il ve Nücûmü’l-fezâ’il
(Erzi 1963a), Nüzhetü’l-küttâb ve Tuhfetü’l-elbâb, Kavâ’idü’r-resâ’il ve
Ferâ’idü’l-fezâ’il (Terbiyet 1314: 113; Riyâhî 1995: 128-29), Emîr Bedreddîn
Yahyâ’nın ise Münşe’ât-ı Bedreddin Yahyâ (Riyâhî 1995: 135-36) isimli
eserleri dikkat çekmektedir. Mevlânâ’nın mektupları, Mektûbât (Mevlânâ
1335, 1937; Subhânî 1371; Gölpınarlı 1963), Ebu Bekir b. Zekî-i
Konevî’ninkiler ise Ravzatü’l-küttâb (Ateş 1945:120-22) başlığı altında bir
araya getirilmiştir.
Bu dönemde mantık ve hikmet alanında da eser verilmiştir.
Mahmûd b. Ebî Bekr b. Ahmed-i Urmevî’nin Letâ’ifü’l-hikme (Yûsufî
1351) ve Metâli’u’l-envâr (Riyâhî 1995: 132-35; Terbiyet 1314: 180) isimli
eserleri bunlardandır. Muhammed b. el-Hüseyn el-Mu’înî de Kur’ân’ın
anlaşılmasını kolaylaştırmak için yazdığı Beşâirü’n-nezâ’ir (Ateş 1945:
112-13) isimli bir sözlük hazırlamıştır. Nasireddin-i Sicistânî, gizli ilim-
lere dair Dakâyiku’l-hakâyık’ı (Riyâhî 1995: 137), İbn Bîbî de Anadolu
Selçukluları tarihi olan El Evamirü’l-ala’iye fi’l-umuri’l-ala’iye [Selçuk-
name]’yi kaleme almıştır (İbn Bîbî 1996). Bu dönemde tabiî ilimlere ait
bazı eserler de verilmeye devam edilmiştir.

Şiir ve Şâirler
Bugünkü bilgilere göre I. Alâaddîn Keykubâd'ın cülûsuna kadar
olan zamanda (616/1220) yetişen şâir sayısının azlığı dikkat çekmekte-
dir. Bunda devletin kuruluş aşamasında olması ve istikrarın tam oluş-
maması etken olmuştur. Bu şâirlerin Farsça, Arapça ve Türkçe olarak
söyledikleri bazı şiirleri günümüze kadar gelmiştir. Bu şiirlerin mesnevî,
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 111

kaside ve rubaî formunda söylendikleri görülmektedir. Ancak bu nazım


şekilleri içerisinde rubaînin belirli bir ağırlığının olduğu dikkat çek-
mektedir. Tiflisî’nin 2, II. Rükneddîn Süleymânşâh ile I. İzzeddîn Key-
kâvus'un bir rubaîsi vardır. Ancak bir yandan Bizans’a karşı mücadele
ederken diğer taraftan çevresinde bir edebî muhit oluşturan Ankara
Meliki Muhyiddîn Mes’ûd adına Ebu Hanîfe Abdülkerîm bin Ebûbekr
tarafından tertip edilen El-İhtiyârât min-Mecma’i’r-rubâ’iyyât adlı mecmu-
anın bize ulaşan birkaç sayfasından Münteceb oğlu Bedî’-i Engüriyeî’nin
4, Muhyevî-i Engüriyeî’nin 6, Hekim Mahmûd-ı Engüriyeî’nin 1 rubaîsi
ile karşılaşıyoruz. Ayrıca Anadolu’da yaşayıp şiir söyledikleri zannedi-
len Ali Unsâbâdî, Fahrî, İmâm Ali Hayşem ve Seyyid Eşref isimli şâirle-
rin de birer rubaîleri kayıtlıdır. Yine bu dönemde I. Gıyâseddîn
Keyhüsrev’in gurbete çıktığı sırada Rum ülkesinden Şam diyarına giden
Şeyh Mecdüddîn İshak’ı Konya’ya davet etmek için yazdığı manzum
mektup dikkat çekmektedir. Nasireddîn Berkyaruk’un İran efsanesine
dayanan Hür-zâd ile Peri-nejâd hikâyesini son derece güzel, akıcı, sanatlı
ve mükemmel bir şekilde Farsça olarak nazmettiği mesnevîsi ile bir ru-
baîsi bulunmaktadır. Yine bugün için kayıp olan Nizâmeddîn Ahmed-i
Erzincanî, mesnevî formunda söylediği bir şehnâmesi vardır.
Şihâbeddîn-i Sühreverdî, tasavvufî mahiyette Arapça şiirler kaleme al-
dığı gibi, İbn Sînâ’nın Arapça olarak kaleme aldığı Kasîde-i Rûhiye’sine
de bir nazire yazmıştır. Râvendî ise Gıyâseddîn Keyhüsrev’i övmek için
yazmış olduğu bir kasidesi bulunmaktadır. Bu durum bize 616/1220
tarihine kadar Anadolu’nun özellikle kültür ve sanat alanında ne sevi-
yede olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Hatta El-İhtiyârât min-
Mecma’i’r-rubâ’iyyât adlı mecmuanın fihristinden o dönemde yazıldığı
anlaşılan kasideler, bize kadar ulaşmış olsa idi hem o dönemde yetişen
daha çok şâiri tanımış olacaktık, hem de o dönem edebiyatı hakkında
daha sağlıklı bilgiye sahip olacaktık.
Bu dönemin Türk dili ve edebiyatı açısından en önemli hususiyeti,
Anadolu’da Türkçe olarak yazılan ilk manzum ve mensur eserlerin bu
devre ait olmasıdır. Ayrıca bu eserlerin Türkmencilik ruhunun hakim
olduğu, yoğun bir şekilde Anadolu’nun Türkleştirilmesi ve İslâmlaştı-
rılması için millî ve dinî diyebileceğimiz faaliyetlerin sergilendiği
Danişmendlilerin kurulduğu coğrafyada yazılması da dikkat çeken di-
ğer bir noktadır. Anadolu’da yazılan ilk Türkçe eser tıp alanında iken,
112 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

ilk Türkçe şiirin Anadolu’nun çeşitli yerlerinde özellikle büyük merkez-


lerinde gezerek orada bulunan halkı irşad etme mücadelesi veren
Evhadiye tarikatının kurucusu Şeyh Evhadüddîn-i Kirmânî tarafından
söylenmesi de önemlidir. Bu durumun Anadolu’da yaşayan Türklere
hem yaşadıkları bu dünyada kendilerinin maddî ihtiyaçlarına cevap
verecek bilgileri hem dinî vecibelerini tam ve doğru olarak yerine geti-
rebilmeleri ve dinî hayatlarını tanzim edebilmeleri için dini, hem de gö-
nül dünyalarını ihya ve mamur etmeler için de tasavvufu öğretme ihti-
yacından kaynaklandığı görülmektedir. Ortaya konulan eserlerin dilini,
hitap edilen kesimin belirlemesinden dolayı, artık Türk halkına kendi
dilleriyle seslenilmeye başlanılmış ve Anadolu’da Türkçe ile söylenilen
bir edebiyatın oluşmasına zemin hazırlanmıştır. İşte bu düşünceden
hareketle verilmeye başlanan eserler, Anadolu coğrafyasında Türk dili-
nin mükemmel bir ilim ve edebî dil olma yolculuğunun başlangıcını
teşkil etmiştir.
I. Alâaddîn Keykubâd'ın cülûsundan (616/1220) sonraki dönemde,
Anadolu Selçukluları zamanındaki bu fikrî ve ilmî gelişme Moğol istilâ-
sının etkisiyle, özellikle de Moğollar’ın 640/1243 yılında Anadolu Sel-
çuklu Devleti’ni hakimiyetleri altına almalarından sonra, tedricen zayıf-
larken, dinî-tasavvufî düşünce ön plana çıkıp gelişmeye başlamıştır.
Çünkü XIII. asrın ilk çeyreğinden itibaren çok sayıda mutasavvıf ve sufî,
Moğol istilâsından kaçarak huzur ve refahın mekanı olarak gördükleri
Anadolu’ya gelmişler ve burada gösterdikleri faaliyetler neticesinde de,
Anadolu’daki fikrî denge tasavvuf lehine bir ilerleme göstermiştir.
Bunda Moğol iktidarının Anadolu halkı üzerinde yarattığı şiddetli fikrî
ve siyasî baskı ile gerçekleştirdiği acımasız katliamlar neticesinde, çare-
sizliğe ve umutsuzluğa düşen Anadolu halkı için umut ve huzur kay-
nağı olan tekke ve zaviyelere rağbetin artması da etkili olmuştur. Böy-
lece hızlı bir şekilde mistikleşmeye doğru giden Anadolu halkının pozi-
tif ilimlere karşı olan ilgisi azalmaya başlamıştır. Ayrıca Moğolların
Anadolu’da gerçekleştirdikleri bu katliam ve zulümlerden dolayı birçok
münevver, kültürlü ve bilge kişiler ya öldürülmüş ya da Anadolu’yu
terk etmişlerdir. Bu da doğal olarak Anadolu’daki ilmî faaliyetleri olum-
suz yönde etkilemiştir (Bayram 2004: 134). Bu durum da özellikle dinî ve
tasavvufî mahiyette eserlerin sayısının artmasına sebep olmuştur. Ancak
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 113

burada tabii ki, insanları dinî yönden eğitme ve terbiye etme düşüncesi-
nin olduğunu da göz önünde bulundurulması gerekmektedir.
Bu dönemde gerek yetişen şâir sayısında gerekse ortaya konulan
şiir sayısında olan artış da dikkat çekmektedir. Bunda şiire ve şâire sem-
pati ile bakan ve onları destekleyen sultanlar ile devlet adamlarının da
önemli etkisi olmuştur. Özellikle I. Alâaddin Keykubâd döneminde olu-
şan huzur ve refahın etkisiyle Anadolu’nun şâirler ve sanatkârlar için bir
cazibe merkezi hâline gelmesi buna katkı sağlamıştır. Bu dönemde ya-
zılan şiirlerin de ilk dönemde olduğu gibi ekseriyetle Farsça söylendiği
dikkat çekmektedir. Bunda Orta Asya'da Türkler arasında hiçbir komp-
lekse girmeden dönemin kültür ve medeniyet dili olan Farsça ile yazma
âdetinin de etkili olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekmektedir.
Ancak Türkçe şiirlerdeki hem artış hem de söyleyişteki mükemmeliyet
gözlerden kaçmamaktadır. Arapça şiirlerin söylenilmesine de devam
edilmiştir. Bu dönemde yazılan şiirler mesnevî, kaside, gazel ve rubaî
formunda karşımıza çıkmaktadır.
Farsça mesnevîler içerisinde, şüphesiz en çok takdir ve hayranlık
uyandıranı Mevlânâ’nın 6 ciltlik Mesnevî-i Ma’nevî’sidir. Sultân Veled’in
İbtidâ-nâme, Rebâb-nâme ile son mesnevîsi olan İntihâ-nâme, Kadı
Burhâneddîn-i Anevî’nin Enîsü’l-kulûb, Kâni-i Tûsî’nin Selçuklu Şeh-nâ-
mesi ile Kelile ve Dimne Tercümesi, Nâsırî’nin Fütüvvet-nâme, Nasireddîn-i
Sicistânî’nin Mûnisü’l-avârif ile Fahreddin-i Irâkî’nin Uşşâk-nâme’si bu
dönemde kaleme alınan diğer mesnevîlerdir.
Bu dönemin dikkat çeken noktalarından biri de Farsça, Arapça ve
Türkçe divanların tertip edilmesidir. Bunlar içersinde en dikkati çeken
Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr’idir. Sultan Veled, Seyf-i Fergânî ve
Fahreddîn-i Irâkî Farsça divanı olan diğer şâirlerdir. İbn-i Arabî’nin ise
Arapça bir divanı bulunmaktadır. Rubaî de geçen asırda olduğu gibi
rağbet gören nazım şekillerindendir. Mevlânâ, Sultan Veled,
Evhadüddîn-i Kirmânî ve Fahreddîn-i Irâkî bu dönemde rubaî söyleyen
şâirlerin önde gelenlerindendir.
Bu dönemde de geçen dönemde olduğu gibi Türkçe eserler veril-
meye devam edilmiştir. Nitekim bu zamanda yaşayan Mevlânâ, Sultan
Veled, Nâsırî ve Dehhânî’nin bazı Türkçe şiirlerinin olduğu bilinmek-
tedir. XIII. asrın ortaları ile XIV. asrın başlarında yaşadığı tahmin edilen,
114 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Türkçe bir Dîvân tertip edip Risâletü’n-nushiyye (Tatçı 1990) adında bir
mesnevî kaleme alan Yunus Emre’nin bu şâirler içerisinde müstesna bir
yeri vardır.

Şiir ve Tasavvuf
Sûfî şâirler, günlük dilin sığ ve dar imkânları yanında aktarmak is-
tedikleri yüce mânâya şiirsel dilin daha fazla imkân sağladığını görerek
tercihen şiire yönelmişlerdir (Kılıç 2007: 70). Filibeli Ahmed Hilmî’nin de
belirttiği gibi İran’da zuhur eden mutasavvıfların hemen hepsi şâirdir ve
bunlar tasavvufî fikirlerini daha çok şiirle ifade etmişlerdir (Kılıç 2007:
34). Bu durumun Anadolu’da da yansımasının hemen hemen aynı ol-
duğu görülmektedir. Nitekim İhsan Fazlıoğlu’nun Anadolu’da da “ir-
fan”ın şiirle hayat bulduğunu belirten şu sözleri bu mânâda dikkat çek-
mektedir (2006: 420):
“İrfanî bilginin Varlık’la dolayımsız yani önceden tayin edilmeyen
bir dille ilişki kurması gerektiğini benimseyen, ancak sunumunda
nazarî bir dil kullanan irfan-i nazarî okulun tersine hem Varlık’la
alâkalı bilginin elde ediminde hem de sunumunda nazarî yöntemi
reddeden tasavvufî yaklaşımlar, Yunan düşünce hayatındaki şâir ile
filozof kavgasını hatırlatırcasına, şiir dilini benimsediler. Çünkü
onlara göre burhanî bilgide matlub (yani kıyasın sonucu) hedef iken
irfanî bilgide mahbûb (yani arzu edilen ya da Tanrı) hedeftir. Bu
kabul açısından burhanî bilgide matlub tahsil edilir; irfanî bilgide
ise mahbuba vüsul esastır. Visalde ise ana tavır, ön-deyisiz yani
herhangi kategorik bir dili benimsememek, başka bir deyişle çıkış
noktası olarak almamaktır. Özellikle Mevlânâ Celâleddîn’de, daha
sonra Yunus Emre’de göreceğimiz bu tavır özünde Varlık’ın yani
Hakikat’in sırrını (cevherini) bilmeyi esas alan bütüncül bir dünya
görüşü ve dünya tasavvuru sunar. Bu noktada ilginç olan bir husus
irfan-ı nazarî’nin kurucu isimlerinden Konevî’nin babası Şeyh
Mecdüddin İshak’ın, İzzeddîn Keykâvus (1211-1220) devrinde irfanî
bilgiyi şiir diliyle ifade etmesidir. Bu nokta irfanî bilginin ifadesin-
deki farklı tavırların başta Konya olmak üzere Anadolu toprakla-
rında ne derece yaygın olduğunu gösterir. Gerçekten de Anadolu’da
Varlık’la konuşulan bir dil olarak şiir her yönüyle gelişkindi”.
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 115

Türkler Gibb’in de ifade ettiği gibi tamamen işlenmiş ve organize


edilmiş bir şekilde buldukları İran’ın tasavvufî-felsefî sistemî ile şiir sis-
teminin her ikisini de alıp hiçbir komplekse girmeden kullanmışlardır
(Kılıç 2007: 33). Özellikle de Yûnus Emre tarafından bu dönemde adeta
bir Türk tasavvuf ve ıstılah dili kurulmuş ve bunun mükemmel örnek-
leri verilmiştir (Tatçı 1990: I/67).

Sultanlar ve Ödüller
Anadolu Selçuklu sultanlarının yazdıkları şiirleriyle isimlerini bu
fani âlemde baki kılan şâirlere verdiği bol ödül ve bahşişler çeşitli kay-
naklarda zikredilmektedir. Meselâ, İzzeddin Keyhüsrev, Hüsameddîn
Sâlâr’ın kızı tarafından kendisi için yazılarak Musul’dan gönderilen ka-
sideye karşılık 7200 dinar göndermiştir. Ayrıca kasideyi getiren posta-
cıya da hil’at, binek hayvanı ve iki bin dinar verilmiştir (İbn Bîbî 1996:
I/142-7; geniş bilgi için bak. Kartal 2006: 495).
Sultanlar, bazen güzel bir şiirinden dolayı bazı şâirlere ya sarayda
çeşitli görevler vermişler ya da derecelerini yükseltmişlerdir. Sultan I.
Keykâvus, Sahib Şemseddin Muhammed-i İsfahânî’nin söylediği bir
rubaî hoşuna gidince, onun mutfak sorumluluğu görevine (eşrâf-ı mat-
bah), has kâtiplik (inşâ-yı hâs) görevini de eklemiştir (İbn Bîbî 1996:
I/221). Şemseddin Tabas, Nizameddin Ahmed-i Erzincanî’nin yazdığı
bir kasideye, İzzeddin Keykâvus övgüsünde bir cevap yazınca, Sultan
ona Rum memleketlerinin emîr-i arizlik ve inşa makamını (mertebe-i
mansıb-ı inşâ-yi emîr-i arizi-yi memâlik-i Rûm) vermiştir (İbn Bîbî 1996:
I/149; Köprülü 1986: 209).

Şâirler ve Unvanlar
Şâire ilgi ve itibarın bir tezahürü olan melikü’ş-şu’arâ unvanının
Karahanlı, Gazneli ve Selçuklu saraylarında bulunan bazı şâirler için
kullanıldığı gibi (Kartal 2001: 57) Anadolu Selçuklu sarayında bulunan
kimi şâirlere de verildiği görülmektedir. Takrîru’l-menâsib’de yer alan bir
menşur bunu doğrulamaktadır. Nitekim Muhiddîn Ebu’l-fezâ’il’in
melikü’ş-şu’arâlığa tayinine dair olan bu menşurda, onun baba ve dede-
leri zamanından beri saltanata mülâzemet ettiği ve bu vazifeye getiril-
diği, her defa sultanın meclisinde musahiplere fesahat ve belâgatını
116 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

göstermesi, şiirleriyle gönüllere ferahlık vermesi, mübarek günlerde ve


bayram merasimlerinde tebrik şartlarını takdimden sonra, güzel şiirler
ve zarif sözlerle lâtif tabiatlı ve hassas kalpli olanlara tenezzüh bahşet-
mesi ve her şiirin sonunda devletin devamı için dua ibareleri koyması
bildirilmektedir (Turan 1988: 57-58). Bu menşurda yer alan ibareler, aynı
zamanda melikü’ş-şu’arâ’nın bizzat padişahın emriyle tayin edildiğini,
görevlerinin ne olduğunu ve kendilerinden neler beklendiğini ortaya
koyması bakımından da önemlidir. Anadolu Selçuklularında
Muhiddîn’den başka Hüsâmeddîn (Turan 1988: 157-58), Nizâmeddîn
Ahmed-i Erzincanî (İbn Bîbî 1996: I/147, 418) ve Bahâeddîn Kâni’î (Ah-
met Eflâkî 1989: I/354) de bu makamda bulunan şâirlerdendir.

Anadolu’da Yazılan İlk Şiir


Bugünkü bilgilere göre Anadolu’da ilk şiir söyleyen kişi
Kemâleddîn Hubeyş bin İbrâhîm-i Tiflisî’dir. Tiflisî, Anadolu’ya gele-
rek II. Kılıç Arslan’ın yakınları arasına girmiş, onun Malatya’da tertip
ettiği dinî ve ilmî toplantılara katılmış ve muhtemelen 579/1183’te öl-
müştür. Felsefe (hikmet), heyet ve nücum gibi ilimlerde maharet sahibi
olan Tiflisî’nin Farsça iki şiiri günümüze kadar gelmiştir. Bunlardan orta
dereceli bir şâir olduğu anlaşılan Tiflisî’nin Nüzhetü’l-mecâlis’te geçen bir
rubaîsini Muhammed Emin Riyahî zikretmektedir (Riyâhî 1995: 55-57):
Senin yüzünde kendi yüzümü görmek mümkün. Kemiğin içinden
iliğini görmek mümkün. Karanlıkta seni görmek o kadar kolay ki,
hatta lutfundan dolayı bedeninde canını görmek mümkün.

Anadolu’da Yazılan İlk Eser


Bugünkü bilgilere göre Anadolu’da telif edilen ilk eser, Malazgirt
Zaferi’nden 30 sene kadar sonra, Dânişmendoğulları’nın Kayseri Dizdarı
olan İbnü’l-Kemâl İlyâs b. Ahmed’in Kayseri’de yazdığı ve
Dânişmendoğulları Devleti’nin kurucusu Gümüş-Tigin Ahmed Gazi’ye
sunduğu Keşfü’l-akabe (Bayram 1981) adlı astronomiye dair Farsça
eserdir. Eserin mukaddimesinden anlaşıldığına göre asıl konusu felsefe
yani hikmettir. Ancak müellif bazı metafizik düşünce ve görüşlerini ast-
ronomik gerçeklermiş gibi göstermek amacıyla, konuya giriş mahiye-
tinde coğrafî ve astronomik bilgiler de vermiştir. Dört makaleden oluşan
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 117

eserin birinci makalesi, madde âleminin (âlem-i süflî) şekli ve yer kürenin
hareketsiz olduğunun ve dört ana unsurun (toprak, hava, su, ateş) var-
lıklarının ispatı hakkında olup 13 fasıldır. İkinci makale, cennet ve cehen-
nemin şekillerinin belirlenmesine dair olup iki fasıldır. Üçüncü makale,
nefs-i nâtıkanın (insan ruhunun) mahiyeti, dördüncü makale ise nefs-i
nâtıkanın saadet ve şekaveti hakkındadır. Özellikle bu eserde dünyanın
yuvarlak olduğu hakkında ortaya konulan delillerin mükemmelliği, ay
ve güneş tutulmasının şekillerle izahı, kuzey ve güney kutuplara gidil-
dikçe gece ve gündüz farkının büyüdüğü, kutuplarda ise altı ay gece ve
altı ay gündüz olup soğukluğun da en şiddetli olduğu, dünyanın çevre
uzunluğu, yüzölçümü ve 1 derecelik meridyen arasındaki mesafe için
verilen rakamların bugünkü ölçülere uygunluğu, dünyadaki iklim ku-
şakları ve kuşaklarda bulunan belde ve kavimler gibi bir çok konularda
yer alan bilgiler insanı hayran bırakacak tarzdadır. O dönemde Ana-
dolu’daki astronomi ilminin kendi çağlarına göre yüksek bir düşünce
seviyesinde bulunduğunu gösteren bu eser, her şeyden önce Türklerin
Anadolu’da ilim ile uğraşıp eser yazma geleneğinin VI./XIII. asrın ikinci
yarısından itibaren değil (Köprülü 1986: 208), bilakis bu asrın başların-
dan itibaren başladığını göstermesi bakımından önemlidir. Eserin dikkat
çeken taraflarından biri de, Hz. Muhammed’in mi’rac olayının astrono-
mik izahının yapılmaya çalışılmasıdır. Nitekim bazı metafizik meseleleri
astronomik gerçekler olarak telakki eden İbnü’l-Kemâl, eserinin ikinci
makalesinde, dünyayı tamamen kuşatan hava tabakasının yedi tabaka-
dan oluşan bir ateş tabakası (ateş seması) ile çevrildiğini, bunun da Hz.
Peygamber’in haber verdiği cehennem olduğunu, yine Hz. Peygam-
ber’in haber verdiği cennetin de cehennem semasını çepeçevre kuşatan
ve sekiz tabakadan meydana gelen sema (cennet seması) olduğunu ileri
sürer. Eserinin üçüncü makalesinde insan ruhunun mahiyetini inceler-
ken, dördüncü makalede bedenden ayrıldıktan sonra kalıcı olan ruhların
şekaveti (cehennemde kalışları) ve saadeti (cennete yükselişleri) anlat-
mıştır. Bir nevi Hz. Peygamber’in mi’rac hadisesinin astronomik izahı-
nın yapılması gayretinden doğan bu tarz düşünüş ve anlayış, İslâm
dünyasında hem bir seyr-i sülûk-i ruhanî, hem de edebî bir motif ol-
muştur. İşte İslâm dünyasında edebî bir motif olan bu tarz ve düşünceyi
ilk defa başarılı bir şekilde Ebu’l-alâ el-Ma’arrî (449/1057), Risâletü’l-
gufrân isimli eserinde işlemiştir. Ebu’l-alâ el-Ma’arrî’den yaklaşık 45-50
118 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

sene sonra, İbnü’l-Kemâl’in de aynı konunun astronomik izahını yap-


maya çalıştığı dikkat çekmektedir. Daha sonra İbnü’l-arabî (638/1242) el-
Futûhâtu’l-mekkiyye’de kendisi için ileri sürdüğü mi’rac olayında bu seyr-
i sülûk-i rûhânî motifini işlemiştir. Avrupa’da da inikası görülen bu
edebî tarz, İtalyan şâir Dante’nin (721/1321) İlahi Komedya’sına örnek
olmuştur. Anadolu’da da bu konunun astronomik bir izahının yapılmış
olması hem İslâm dünyası hem de Anadolu’nun kültür tarihi için bir
yenilik olarak görülmektedir (bak. Bayram 1981: 16-22).

Şâir Sultanlar
Şiire sempatiyle yaklaşıp şâirleri destekleyen Anadolu Selçuklu
sultanları arasında şiir söyleyenler de vardı. Bu sultanlarından II.
Rükneddîn Süleymân, Kayseri emiri Kutbeddîn Melikşâh’ın kardeşi
olup I. Keyhüsrev’in ilk sultanlık dönemine son vermiş ve 588/1192’de
onu Konya’dan çıkartarak tahta kendisi geçmiştir. 600/1203 yılına, yani
Rükneddîn’in son saltanat yılına kadar direnen ve o yıl yenilip öldürü-
len Muhyiddîn Mes’ûd Şâh dışında diğer kardeşleri ona itaat etmiştir
(Riyâhî 1995: 64). İşrakiye felsefesini benimseyen Rükneddîn Süleymân,
bu düşüncesini herhangi bir dedikoduya sebebiyet vermemek için gizli
tutmuştur. Hatta bir gün, kendi fikrinde olan bir filozofla görüşürken
yanlarına fakih denilen din âlimlerinden biri gelmiş, musahabe esna-
sında âlim ile filozof münakaşaya başlamışlar. Cevap vermekte aciz ka-
lan âlim, hiddetlenerek Rükneddîn’in huzurunda filozofu tokatlayıp
ağır sözler söyledikten sonra, çıkıp gitmiş. Bu davranış karşısında sulta-
nın sessiz kalmasından dolayı müteessir olan filozof: “Senin huzurunda
bana böyle muamele olunuyor da onu menetmiyorsun” deyince, sultan: “Ben
bir şey söylesem ikimizi de tepelerdi, senin fikrinin intişarı da mümkün ol-
mazdı” sözleriyle karşılık vermiştir. İşte bu münazara tarzı Sultan
Rükneddîn’in fikir hürriyetine hürmetini, serbest münakaşaya verdiği
önemi ve soğukkanlılığı ile itidalini göstermektedir (Uzunçarşılı 1948:
292-93). İbn Bîbî, kendisi de şâir olan Rükneddîn’in edebiyat hamiliği ve
bilgisi hakkında şunları söyler:
Yine cömertliği ve iyiliği yüzünden dünyanın ileri gelen âlimleri, fâ-
zılları, şâirleri ve sanatkârları onun sarayına koşup, sanatlarının in-
celiklerini onun yüce görüşüne arz ederler ondan çok miktarda bağış
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 119

alırlardı. Elbiseye, paraya ve şöhrete kavuşurlardı. Sultan, her biri-


nin nazım ve nesir nakdini, engin bilgisinin ve parlak zekasının te-
razisinde ölçüp tartar, mükemmeli eksikten, doğruyu yanlıştan,
sağlamı çürükten, kabayı inceden, iyiyi kötüden ayırt eder, şiirleri
aruz ve kâfiye açısından ustalıkla değerlendirirdi (I/79-80).
Şâirlere bu kadar değer veren ve onları himayesine alan sultanın
kendisi de Farsça şiir söylemiştir. Onun sadece kardeşi Kayseri Meliki
Kutbeddîn Melikşâh ile kavgalı olduğu sırada onun için söylediği bir
rubaîsi bugün elimizde olup tercümesi şu şekildedir (İbn Bîbî 1996:
I/78):
Ey kutup, felek gibi senden baş çekmem seni bir nokta gibi daireye
çekmeyince. Başının kasesinden perçemini çekmezsem, vücudumun
derileri omzumdan çıksın.
Anadolu Selçuklu sultanlarından I. Gıyâseddîn Keyhüsrev de bu
dönemde Farsça şiir söyleyen şâirlerdendir. II. Kılıç Arslan'ın küçük
oğlu olup hayatı ve saltanatı olaylar ve maceralarla geçmiş, biri 588-
597/1192-1201 diğeri 601-607/1204-1210 tarihleri arasında olmak üzere
iki kez sultanlık yapmıştır. Anadili Türkçeden başka Farsça, Rumca ve
Latince de bildiği söylenen (Uzunçarşılı 1948: 294) Sultan Keyhüsrev,
ataları gibi bilginleri ve şâirleri himaye edip onlara taltif ve ihsanlarda
bulunmuştur. Râvendî, 603/1206 tarihinde tamamladığı Râhatu’s-sudûr
ve Âyetü’s-sürûr isimli Büyük Selçuklular ile İsfahan Selçukluları’ndan
bahseden önemli tarih kitabını ona ithaf etmiş ve mukaddimesinde sul-
tanı öven bir kasideye de yer vermiştir (1999: 27-28). Keyhüsrev gurbete
çıktığı sırada Rum ülkesinden Şam diyarına giden Şeyh Mecdüddîn İs-
hak’ı Konya’ya davet etmek için yazdığı manzum mektuptan bazı be-
yitler, İbn Bîbî tarihinde yer alarak günümüze ulaşmıştır (1996: I/111-
13).
Sultan şâirlerden olan İzzeddîn Keykâvus, Gıyâseddîn
Keyhüsrev’in büyük oğlu ve Anadolu Selçukluları’nın büyük sultanla-
rından biridir. Zamanında kültür faaliyetleri yükselmeğe başlamış, ilim
ve sanat mensupları himaye görmüş, cülûsunu kaside ile tebrik eden
şâirler ihsanlara boğulmuştur. Nitekim Hüsâmeddîn Sâlâr’ın kızı tara-
fından kendisinin cülûsu hakkında yazılıp Musul’dan gönderilen 72
beyitlik kasidenin (Riyâhî 1369: 50-6) her beytine 1000 kırmızı dinar
120 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

vermesi (İbn Bîbî 1996: I/142-7) onun şiir sevgisine ve şâirleri koruma-
sına örnektir. Ayrıca Kadı Burhâneddîn-i Anevî, Enîsü’l-kulûb isimli
Farsça manzum eserini ona ithaf etmiştir. İzzeddîn Keykâvus, Ankara
kalesi haricinde evvelce Namazgâh denilen ve şimdi yerinde Etnografya
müzesi bulunan mahalde güzel bir medrese ile dârü’ş-şifâ ismiyle Si-
vas’ta bir hastane de yaptırmıştır (Uzunçarşılı 1948: 296).
Şiir ve edebiyatla da uğraşan İzzeddîn Keykâvus, Kayseri’de kar-
deşi Keykubâd’ın muhasarası sırasında yazmış olduğu güzel bir Farsça
rubaîsini, önce kendi tarafında olduğu halde kardeşi tarafına geçen
Zahîreddîn İli Pervâne’ye göndermiştir. Ölümünden önce söylediği ri-
vayet edilen Farsça hikmet-âmîz ve güzel bir kıt’ası da Sivas dârü'ş-şifâ-
sındaki bir taşa yazılarak ve İbn Bîbî tarafından da tarihine derç edilerek
(1996: I/216-17) bize kadar gelmiştir.7 İbn Bîbî, İzzeddin Keykâvus’un
üslûbu ve belâgatının son derece başarılı olduğunu, nazım ve nesirde
kelime ve deyim kullanışının övgüye değer bir ustalıkta bulunduğunu,
nükte ve mana zenginliğinde ise ödül alabilecek seviyeye sahip oldu-
ğunu kaydetmiştir (1996: I/149).
Sultan şâirlerden olan I. Alâaddîn Keykubâd, Gıyâseddîn
Keyhüsrev’in oğlu, İzzeddîn Keykâvus’un kardeşi ve halefi olup, Ana-
dolu Selçuklu sultanlarının en büyüklerindendir. İzzeddîn Keykâvus’un
ölümü üzerine, devlet büyüklerinin Alâaddîn Keykubâd’ı tahta çıkar-
masıyla, Anadolu Selçuklu devletinde büyük bir gelişme meydana gel-
miştir. Siyasî, idarî ve askerî yönlerden parlak bir devrin yaşandığı, ikti-
sadî refahın arttığı ülkede, büyük bir imar faaliyetine girişilmiş, millî
birliğin kurulmasına çalışılmıştır. Zamanı, Selçuklu devletinin en kud-
retli ve mesut devrini teşkil eder. Moğol istilâsı üzerine yakın şarka göç
etmek zorunda kalan birçok âlim, mutasavvıf, şâir ve edip Anadolu’ya
yerleşerek, burada ilmî ve edebî faaliyetlerin artmasına sebep olmuştur.
Ayrıca o tarihe kadar umumî İslâm kültürü çerçevesi içinde mühim bir
7
İbn Bîbî tarafından zikredilen ve Yazıcıoğlu tarafından Türkçeye nazmen çevrilen
bu şiir şu şekildedir (Turan 2002: 320):
Mâ cihân-râ guzâştîm u şodîm Bu cihânı kim terk edüp gittik
Renc ber-dil nigâştîm u şodîm Rencini dilde berk edüp gittik
Pes ez-în nevbet şumâst ki mâ Şemden sonra nevbet erdi size
Nevbet-i hîş dâştîm u şodîm Nitekim evvel ermiş idi bize
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 121

konumu olmayan Anadolu, önem kazanmaya başlamıştır. Mevlânâ


Celaleddîn-i Rûmî’nin babası Bahâeddîn Veled ile vahdet-i vücûd felse-
fesinin önderi olan İbn-i Arabî onun zamanında Anadolu’ya gelmiş;
Şeyh Sadreddîn-i Konevî, Mevlânâ Celaleddîn-i Rûmî, Necmeddîn-i
Dâye, Burhaneddîn Muhakkik-i Tirmizî gibi büyük mutasavvıflar da
onun döneminde büyük bir saygı ve hürmete mazhar olmuşlardır
(Uzunçarşılı 1948: 296).
Keykubâd bilgisi, cesareti, şiir, edebiyat ve sanatı himayesi bakı-
mından kendi hanedanındaki fertler arasında özel bir yere sahiptir. Şâ-
irleri ve sanatkârları himaye etmiş, onlara ilgi ve iltifatta bulunmuştur.
Nitekim Necmeddîn-i Râzî, Mirsâdu’l-ibâd isimli eserini kendisine hediye
etme maksadıyla yanına gelince, ona aşırı derecede ilgi ve iltifatta bu-
lunmuş; eserinin her harfi karşılığında ödemede bulunarak onu büyük
bir servete kavuşturmuştur. Satranç ve tavlayı iyi oynayan, iyi ok ve cirit
atan Alâaddîn Keykubâd, mimarlıkta, kuyumculukta, bıçak yapmada,
ressamlıkta ve dericilikte de büyük bilgi ve maharete sahipti (İbn Bîbî
1996: I/247).
Türkçeden başka Arapça, Farsça ve Rumca bilen, ayrıca son ikisini
konuşan (Turan 2002: 391) Alâaddîn Keykubâd, eski sultanlardan bah-
seden kitapları okumayı çok severdi. Nitekim İbn Bîbî, Büyük Gazneli
sultanı Mahmûd bin Sebüktegin ile Kâbûs-nâme’nin de müellifi olan
İran’ın Âl-i Ziyâr hükümdarlarından Kâbûs bin Veşmgîr’e hayranlık
duyup onları dilinden düşürmeyen ve kendisine örnek alan Alâaddîn
Keykubâd’ın sürekli olarak Gazâlî’nin Kîmyâ-yı Sa’âdet’i ile Nizâmü’l-
mülk’ün Siyerü’l-mülûk (Siyâset-nâme)’unu okuduğunu da kaydetmekte-
dir (1996: I/246). Müzisyenlerin semaını dinlerken musikî kitaplarından,
vezin, kafiye, usul gibi konulardan bahseden sultan, bazen zengin tabia-
tından, berrak ve saf kalbinden süzülen ve şahane incilere benzeyen
rubaîler de söylemiştir. İbn Bîbî’nin eserine aldığı (1996: I/246) ancak,
Ömer Hayyâm’a ait olarak tanınan bir rubaîsi (Riyâhî 1995: 71) günü-
müze kadar gelmiş olup tercümesi şu şekildedir:
Ayıkken akıl üzerine dayanırım. Sarhoş olunca akıl benden kaçar.
Şarap iç! Çünkü sarhoşluk ve ayıklık arasındaki vakit, hayatın ta
kendisidir.
122 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Bu sultanlar şiir yazmalarının yanında yazılan şiirleri eleştirip


Arapça ve Farsça yazılan eserlerin üslûbu hakkında düşüncelerini ifade
etme bilgi ve yeteneğine de sahiptiler. Nitekim İbn Bîbî, Sultan
Rükneddîn Süleymânşâh’ın şâirlerin ve nâsirlerin eserlerini engin bilgi-
sinin ve parlak zekasının terazisinde ölçüp tarttığını, mükemmeli eksik-
ten, doğruyu yanlıştan, sağlamı çürükten, kabayı inceden, iyiyi kötüden
ayırt ettikten sonra, şiirleri aruz ve kafiye açısından ustalıkla değerlen-
dirdiğini belirtir (1996: I/79-80). İzzeddîn Keykâvus’un edebiyatçıların
risaleleri ile şâirlerin kasidelerine yaptığı tenkitler ve eleştirilerin de dik-
kat çekici mahiyette olduğunu kaydeder (1996: I/149).

Şâir Şehzâdeler
Anadolu Selçuklu şehzadelerinin de sanata, ilme ve edebiyata önem
verip şiir söyledikleri görülmektedir. Bu dönem şehzade şâirlerinden
olan Nasîreddîn Berkyaruk’u, babası 584/1188 yılında ülkesini taksim
ederken Koyluhisar ve Niksar hâkimi olarak atamıştır. Felsefeye meraklı
olan Nasîreddîn Berkyaruk, Sühreverdî’nin görüşlerini aklına uygun
tabiatına yakın bulduğu için, kendisine rehber edinip bazı düşüncelerini
ona dayandırmış ve o konularda araştırma yaparak ilerleme kaydetmiş-
tir. Ayrıca Sühreverdî’nin kendi adına yazdığı Pertev-nâme’yi okuyup
inceleyen Berkyaruk, onda yer alan bütün sembol ve incelikleri öğren-
miştir (İbn Bîbî 1996: I/44). Bundan dolayı Şehâbeddîn-i Sühreverdî,
felsefede Berkyaruk’un üstadı sayılmaktadır.
İlme önem verip şâirleri ödüllendiren Nasireddîn Berkyaruk, Hür-
zâd ile Perî-nejâd hikâyesini son derece güzel, akıcı, sanatlı ve mükemmel
bir şekilde Farsça olarak nazmetmiştir. İbn Bîbî tarafından belâgat örneği
ve sanat mucizesi olarak nitelendirilen bu eserin sadece baş kısmı, İbn
Bîbî’nin tarihinde yer alarak günümüze kadar gelmiştir (1996: I/41-44).
II. Kılıç Arslan'ın oğullarından Muhyiddîn Mes’ûd Şâh’ın sanata ve
sanatçıya gösterdiği sempatiden dolayı, Ankara meliki iken etrafında bir
takım şâirler toplanarak edebî bir muhit teşekkül etmiştir. Süleymaniye
Kütüphanesi, Hâlet Efendi Nu. 238’de kayıtlı bir mecmua içerisinde
bulunan ve Muhyiddîn Mes’ûd Şâh adına Ebû Hanîfe Abdülkerîm bin
Ebûbekr tarafından 588/1192 yılından önce tertip edilen El-İhtiyârât min-
Mecma’i’r-rubâ’iyyât adlı bir mecmuanın bize kadar ulaşan birkaç sayfa-
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 123

sıyla fihristinden, 588/1192’den önce yaşayan bazı şâirlerden haberdar


olmaktayız. Bunlardan üçünün neseplerine göre Ankaralı oldukları
tahmin edilmektedir. Söylenilen rubaîlerin başında ne hakkında olduk-
larının belirtilmesi de dikkat çekmektedir. Münteceboğlu Bedî’-i
Engüriyeî’nin demirci (âhenger), hacamatçı (reg-zen), Habeş ismi ve
Hıristiyan çocuğu (tersâ-beçe) hakkında söylenmiş 4; Muhyevî-i
Engüriyeî’nin Melik Muhyiddîn, çamaşırcı çocuk [gâzur-puser] (iki
adet), saraç (sarrâc), Muhammed ve Ömer adı hakkında söylenmiş 6 ve
Hekîm Mahmûd-ı Engüriyeî’nin nalbant (na’l-bend) hakkında söylen-
miş bir rubaîsi vardır. Bunların dışında Anadolu’da yaşayıp şiir söyle-
dikleri tahmin edilen Ali Unsâbâdî, Fahrî, İmâm Alî Hayşem ve Seyyid
Eşref isimli şâirlerin de birer rubaîleri kayıtlıdır (Ateş 1945: 107-9).

Şâir Devlet Adamları


Anadolu Selçuklu devlet adamları arasında da şiir söyleyenler bu-
lunmaktaydı. Ebu’l-feth Rükneddîn Süleymânşâh’ın kâtipliğini yaptık-
tan sonra, vezir olan Muhammed bin Gâzî-i Malatyavî de bu dönem
şâirlerinden ve devlet adamlarındandır. Rükneddîn Süleymânşâh dö-
neminden önce İspehbûd Merzbân b. Rüstem’in Merzbân-nâme’sini
Taberî dilinden ağdalı bir dille tercüme ve tahrir etmeye başlayan
Malatyavî, Rükneddîn Süleymânşâh’ın hizmetine girince, onun da teş-
vikiyle tercümesini Ravzatu’l-ukûl (Düzen 1978) adı altında 598/1201
yılında tamamlayıp Rükneddîn Süleymânşâh’a takdim etmiş ve sultanın
teveccühünü kazanmıştır. Fakat devlet işlerinde başarı gösteremediğin-
den dolayı bu görevden ayrılmıştır. Ravzatu’l-ukûl’un mukaddimesinden
Malatyavî’nin bugün mevcut olmayan Mürşidü’l-küttâb adlı bir kitabı ile
divan yazışmaları ve dostlarına yazdığı mektuplardan oluşan bir inşa
mecmuasının da olduğu anlaşılmaktadır. Malatyavî, Ravzatu’l-ukûl’dan
dokuz yıl sonra Hz. Peygamber (S.A.V.)’in hadislerinden seçtiği kırk
hadisi anlatan, ayrıca sahabenin sözlerinden ve diğer hikmetli sözlerden
de bahseden Berîdü’s-sa’âde’yi I. Keyhüsrev adına kaleme almıştır. Bu
eserin mukaddimesinden Malatyavî’nin I. Keyhüsrev’in hocası olduğu
da anlaşılmaktadır. Müellifin her ne kadar burada bahsedilen eserleri
mensur ise de, bugün elimizde bulunmayan yazışma örnekleri ve dost-
larına yazdığı mektuplarda bazı şiirlerinin olduğu tahmin edilmektedir
(Riyâhî 1369: 62, 1995: 75-76; Ateş 1945: 104-6).
124 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâaddîn Keykubâd dönemi kâtiplerin-


den olan Nizâmeddîn Ahmed-i Erzincanî de bu dönemde Farsça şiir
söyleyen devlet adamlarındandır. Bir ara I. Alâaddîn Keykubâd'ın gaza-
bına uğramış, fakat daha sonra onun Celâleddîn Harezmşâh karşısında
aldığı zaferleri anlatan bir Fetih-nâme yazınca tekrar gözüne girip dîvân-ı
tuğrâ reisliğine getirilmiştir. Bir dönem I. İzzeddîn Keykâvus'un sara-
yına da giren Erzincanî, önce sultana münşi, sonra emîr-i ârız-ı Rûm
olmuştur. İbn Bîbî’nin “Sadrazam (sadr-ı kebîr)”, “söz meliki (melikü’l-
kelâm)” ve “saadet kaynağı (umdetü’s-saâde)” gibi lakaplarla anıp öv-
düğü (1996: I/147) Nizâmeddîn Ahmed hakkında söylediği:
“...Efendilerin efendisi, bilgi ve fazilet ülkesinin, ağaçların çiçekleri
kadar parlak ve zarif ifadelerin sahibi Firdevsi-yi Tûsî’den –Allâh
onu cennetinin en güzel yerine getirsin ve suçlarını bağışlasın-
sonra kahramanlık destanında daha üstünü bulunmayan, Deri dili-
nin inci kutusunu ondan daha iyi düzenleyenin bulunmadığı Vezir
Mahmûd’un oğlu lakabıyla meşhur olan Emîr-i arız Nizâmeddîn
Ahmed...” (1996: I/220).
sözlerinden, Erzincanî’nin inşa sanatındaki maharetinin yanında şeh-
name yazdığı da anlaşılmaktadır. Nitekim İbn Bîbî Muhtasarı’nda geçen
“Mesnevî inşasında ikinci Firdevsî’ydi” ibaresi de bunu göstermektedir
(Riyâhî 1995: 76). Erzincanî’nin I. Keykâvus'u öven ve Şemseddîn-i
Tabes’in kasidesine nazire olarak söylediği kaside (İbn Bîbî 1996: I/147-
48), sual – cevap rubaîsi (1996: I/220) ile Erzincan’ın fethini müteakip I.
Alâaddîn Keykubâd'ın topraklarını çocukları arasında paylaştırdığında,
konuyla ilgili olarak sultanın eğlence meclisinde söylediği bir rubaî
(1996: I/368) İbn Bîbî tarihinde kayıtlı olup tercümesi şu şekildedir:
İskender’in geleneğini yerleştirip imparatorluk ayinini kanunlaştı-
rınca bir güneşe (yani doğan çocuğa) şahlık sancağı verdin. Şam
(hem karanlık ve hem de Şam Eyyubîleri) için sabah aydınlığı açtın.
Mecduddîn Ebîbekr de bu dönem şâirlerindendir. İbn Bîbî, I.
İzzeddîn Keykâvus'un 617/1220 Şevvalinde vefatından bahsederken,
yeni sultanın seçimi hakkında devlet erkanının danıştığı kişilerden biri
olarak Mecduddîn Ebîbekr’i de anarak:
“Dünya fâzıllarının seçkini, devrin âkillerinin önde geleni...Sahib
Mecduddîn Ebîbekr; güzel hatta ve hızlı yazıda, uygun deyimler
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 125

kullanmada, sözün açıklığında, belâgatın inceliklerinde, nazmın


sağlamlığında, nesrin akıcılığında, beyan ilminin ayrıntılarını ve
mânâ ilminin gerçeklerini bilmede, sayılması çok uzun sürecek olan
fesahatin bütün dallarına hâkim olmada engin bir deniz, parlak bir
hilâl, ışık saçan bir güneş, aydınlık bir ay, zamanın önde geleni, dev-
rinin seçkini....yazışma metni usulünde (şîve-i inşâ-yı teressül) ve
şiir söylemede ünü yerleri ve gökleri tutmuş...”
der ve onun meşhur rubaîlerinden bir örnek verir (1996: I/219-20). İbn
Bîbî’nin ondan sâhib adıyla söz etmesi ve Deylemlilerin vezirleriyle kı-
yaslamasından onun Selçukluların veziri olduğu ve aynı zamanda ruba-
îlerinin de çok meşhur olduğu anlaşılmaktadır (Riyâhî 1369: 65-66, 1995:
79).
II. Keykâvus'un veziri olan Şemseddîn Muhammed-i Isfahanî, bil-
gin ve şâirliğinin yanında şâir ve edipleri himaye eden bir kişiydi.
Cüveynî-i Sâhib-divân’la karıştırılan Muhammed-i Isfahanî’nin çoluk
çocuğu ve akrabası yoktu (Riyâhî 1995: 80). I. İzzeddîn Keykâvus'un
mutfak sorumluluğu (eşrâf-ı matbah) görevinde bulunan Isfahanî, sulta-
nın meclisinde söylediği bir rubaî dolayısıyla, has kâtiplik (inşâ-yı hâs)
görevine getirilmiş, daha sonra vezirliğe kadar yükselmiştir (İbn Bîbî
1996: I/221). Dönemin önemli âlimlerinden olan ve Âlim-zâde diye tanı-
nan Taceddîn-i Tebrizî ile çeşitli konularda münazara eden Isfahanî,
Hoca Veliyüddîn Ali’den hüsn-i hat dersleri almıştır. Hatta tertip ettiği
meclislerde civar ülkelerden gelen âlimlerle Farsça ve Arapça eserler
üzerine konuşulmakta, çeşitli makamlarda musikî dinlenmekte, bazı
ilim dallarında özellikle de tarihî konular ile mizah ve lügaz alanlarında
müzakereler yapılmaktaydı (İbn Bîbî 1996: II/106-7). Eflâkî, Isfahanî’nin
Kayseri’nin hâkimi olduğu dönemlerde Mevlânâ’nın mürşidi olan
Seyyid Burhaneddîn’in mürit ve dostlarından olduğunu kaydetmektedir
(Ahmet Eflâkî 1989: I/61).
Muhammed-i Isfahanî, II. Keykâvus'un veziri olduğu zaman, o de-
vir vaizlerinden olan Amasya kadısı Melikü’l-kelâm Celaleddîn-i
Verkânî, ona 17 beyitlik bir kaside yazarak mektubuyla birlikte birkaç
yük de üzüm gönderdi. Isfahanî ise, vâiz Verkânî’nin gönderdiği birkaç
yük üzüm ve kasideye teşekkür olarak edibâne bir mektup ve bir kaside
göndermiştir (İbn Bîbî 1996: II/108-16). Selçukluların Moğollara yenil-
126 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

mesinden sonra, zindana düşen Muhammed-i Isfahanî, gördüğü birçok


işkenceden sonra öldürülmüştür.
Kaşan’a bağlı Cuşkan’dan olan Celâleddîn-i Verkânî de bu döne-
min önemli şâirlerindendir. O dönemin vaizlerinden olan Verkânî, aynı
zamanda Amasya’da kadılık görevinde de bulunmaktaydı. Takiyüddîn-i
Kâşî’nin tertip ettiği Hülâsatü’l-eş’âr isimli mecmuanın ikinci cildinin
birinci rüknünde onun bazı kaside, kıt’a ve rubaîlerine rastlanmaktadır
(Riyâhî 1995: 81). Yukarıda belirttiğimiz gibi, Celâleddîn-i Verkânî, Mu-
hammed-i Isfahanî, II. Keykâvus'un veziri olduğu zaman, ona 17 beyitlik
bir kaside yazarak mektubuyla birlikte birkaç yük de üzüm göndermiş,
o da Verkânî’nin gönderdiği birkaç yük üzüm ve kasideye teşekkür ola-
rak edîbâne bir mektup ve bir kaside yollamıştır (İbn Bîbî 1996: II/108-
16).
Bu dönem şâirlerinden Emîr Kemâleddîn-i Kâmyâr, Keykubâd hü-
kümetinin ileri gelenlerindendir. Felsefeye meraklı olan emir,
Sühreverdî’nin öğrencilerinden olup, onun Arapça söylediği felsefî bir
şiirine nazire söylemiştir (İbn Bîbî 1996: II/33). İbn Bîbî, tarihinde onun
ilmî makamı ile askerî ve siyasî faaliyetlerinden ayrıntılı olarak bahset-
miştir (I/289-90, 386-88, 421-27, 443-58). Nüzhetü’l-mecâlis’te Farsça iki
rubaîsi nakledilmektedir (Riyâhî 1369: 72-3, 1995: 83).
Selçuklu devlet ricalinden ve II. Keykâvus dönemi Rum Pervanesi
olan Nizâmeddîn Hurşîd de bu devir şâirlerindendir. Aksarayî, yete-
nekli bir kalem sahibi olan Nizâmeddîn Hurşîd’in güzel ibareleri ve isa-
betli görüşleri olduğunu belirtir (Riyâhî 1995: 114). 655/1257 tarihinde
Rükneddîn’in cülûsundan sonra da pervanelik görevini sürdüren
Nizâmeddîn Hurşîd, Aksaray’ın Alâiye Kervansarayı’nda ordunun ye-
nilmesine sebep olan Hoca Noyan’ı kabuğu soyulmuş bir armutla ze-
hirlemekle suçlanarak öldürülmüştür. Ölmeden önce duygulu tabiatın-
dan ve ince düşüncesinden doğup durumunu tasvir eden bir beyit İbn
Bîbî’nin tarihinde yer alarak bugüne kadar gelmiştir (İbn Bîbî 1996:
II/150).
I. İzzeddîn Keykâvus’un saray debirlerinden olan melikü’l-küttâb
Şemseddîn Hamza b. Müeyyed-i Tuğraî’nin İbn Bîbî’nin tarihinde bir
rubaîsi yer almaktadır (I/220).
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 127

Melikü’ş-şu’arâ Unvanlı Şâirler


Melikü’ş-şuarâ Emir Bahâeddîn Ahmed bin Mahmûd Kâni-i Tûsî
de, Anadolu’da Farsça şiir söyleyen şâirlerdendir. VI/XII. asrın sonla-
rında Tûs’ta doğan Tûsî, Moğol istilası sırasında Horasan’dan çıkıp de-
niz yoluyla Hindistan’a kaçmıştır. Oradan Aden, Mekke ve Bağdat üze-
rinden Anadolu’ya gelen Tûsî, 618/1221’de Konya’ya giderek I.
Alâaddîn Keykubâd’a intisap etmiştir. Onun ölümünden sonrada II.
Gıyâseddîn Keyhüsrev ve İzzeddîn Keykâvus’a intisap eden Tûsî, tam
kırk sene bu üç padişahın hizmetinde bulunmuş, onların medihleriyle
meşgul olmuş ve Selçuklu hanedanı hakkında otuz ciltlik muazzam bir
Selçuklu Şâhnâmesi nazmetmiştir. Selçuklu Şâhnâmesi’nde eski İran tari-
hinden, peygamber kıssalarından, İslâm tarihinin çeşitli dönemlerinden
uzun uzun bahsedildiği ve nihayet Gazneliler ve Büyük Selçuklular’dan
sonra, Anadolu Selçukluları hakkında çok geniş ve etraflı bilgi verdiği
sanılmaktadır (Köprülü 1943: 393-95).
Mürsel Öztürk, İbn Bîbî’nin eserinde şâirleri anılmadan nakledilen
bir çok şiir olduğunu, bunların başında Kânî-i Tûsî’nin şiirleri geldiğini
belirtir. Yine Tûsî’nin Selçuk-nâme isimli eserinin, İbn Bîbî’nin en önemli
kaynağı olduğunu belirttikten sonra, bu konuda Zebîhullâh Safâ’nın
şunları söylediğini nakletmiştir (İbn Bîbî 1996: I/7-8):
Bütün araştırmalar Kânî’nin Selçuknâme’sini kaybolmuş eserler
arasında sayarlar. Fakat bu eserin önemli bir kısmının İbn Bîbî
adıyla tanınmış olan Nasıreddîn Hüseyin Muhammed b. Alî’nin
yazdığı Selçuknâme de denilen el-Evâmirü’l-Alâ’iyye’nin I.
Gıyâseddin Keyhüsrev ve Alaaddin Keykubad ile ilgili bölümleri,
tamamen Kânî’nin Selçuknâme’sinden alınmıştır.
Tûsî, ayrıca II. İzzeddîn Keykâvus adına 658/1260 tarihinde man-
zum bir Kelîle ve Dimne (Kâni’-i Tûsî 1358) de yazmıştır. Padişahlarda
bulunması gereken hasletler ve faziletler hakkında söylenmiş uzun bir
mukaddime ile başlayan eserin tertibi Nasrullah’ın Kelîle ve Dimne’siyle
aynîlik göstermektedir (Ateş 1945: 112). Yaklaşık 4500 beyit olan eserin
tek nüshası British Museum (nr. 7766)’da bulunmaktadır. Eflâkî’nin ifa-
delerine göre, Tûsî, Mevlânâ’ya karşı büyük bir hürmet beslemiş, öl-
düğü zaman ise ona rubaî tarzında bir mersiye söylemiştir (Ahmet Ef-
lâkî 1989: I/16).
128 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Anadolu Selçukluları dönemi melikü’ş-şuarasından olan


Hüsâmeddîn’in varlığından Sa’deddîn Mes’ûd ile karşılıklı mektuplaş-
malarından haberdar olmaktayız. Sa’deddîn Mes’ûd, ona yazdığı mek-
tupların ilkinde kendisiyle görüşmek arzusunda olduğunu, bu maksatla
“sahil dağlarına muvassalat” ettiğini, müthiş fırtına ve sellerin yolları
kapaması üzerine geri döndüğü için hasret ve firakının arttığını edebî
bir dille anlatmıştır. Hüsameddîn’in buna cevabı uzun bir kaside ile
başlamakta ve kaydedilen bir tarihî hadise ile mektubunun zamanını da
belirtmektedir. Gerçekten de aynı arzu ve dostluk hislerini dile getiren
şâir, Mu’îniddîn Pervâne’nin Sinop’a hücumundan önce Merzubân-
nâme’nin şerhi olan, bu kaside ve mektuptan başka birkaç name daha
yazdığını, ancak gönderecek kişi bulamadığı için onları da buna ilâve
ederek gönderdiğini belirtmektedir. Gerek Hüsameddîn’e ve onun oğlu
Emir Nasrullah’a yazılan mektupların gerekse Hüsameddîn’in ona ver-
diği cevapların tamamıyla edebî manzum ve mensur parçalardan ve
dostane hisleri ifadeden ibaret olduğu görülmektedir (Turan 1988: 157-
58).

Tek Kadın Şâir


Erguvan Hatun, bu dönemde kadın olmasından dolayı dikkati çe-
ken şâirlerdendir. Kocası Cemâleddîn’e yazmış olduğu mektubuna ek-
lediği şiirinde, bir kadın şâirin duyduğu hasret ve iştiyakı dile getirmiş-
tir. Bu mektup Anadolu Selçuklu döneminde bir kadın şâirin varlığını,
yüksek zümrenin hususî hayatını ve özellikle karı-koca münasebetlerini
göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Kocası Cemâleddîn’in Ergu-
van Hatun’a yazdığı mektuba dört beyitlik bir şiirle başlaması, kendisi-
nin de şâir olduğunu göstermektedir (Turan 1988: 168-71).

İrfanî Şiirin Temsilcileri


Bu devrin hiç şüphesiz en önemli sufî şâiri Mevlânâ’dır. Yûnus
Emre, Sultan Veled ve Evhadüddîn-i Kirmâni de sufî şâirlerdendir (bak.
Türk Edebiyatının İlk Temsilcileri). Bu dönemin mutasavvıf şâirlerinden
olan Fahreddin-i Irâkî, Hamedan yakınlarındaki Kumcan kasabasında
doğmuştur. Ciddi bir tahsilden sonra 627/1299 sıralarında, serseri
sûfîlerden oluşan bir Kalenderler zümresine katılarak, Hindistan’a git-
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 129

miş ve burada tanınmış şeyh Bahâeddîn Zekeriyyâ Multânî’nin (ö.


666/1276) müridi ve damadı olmuştur. Bu evliliğinden Kebüriddîn İs-
mail isminde bir oğlu oldu. Uzun bir müddet Hindistan’da kaldıktan
sonra, hacca gitmiş, oradan Anadolu’ya gelerek büyük sûfî Sadreddîn-i
Konevî (ö. 672/1273)’nin Fusûs dersine, yani İbn-i Arâbî’nin bu addaki
eserini açıklamak için verdiği derslere devam etmiştir. Bu derslerden
aldığı ilham ile aşk hakkında en tanınmış eserlerden biri olan Lema’ât’ını
(Şeyh Fahruddîn İbrahim-i Hemedânî 1373: 381-416, Fahrüddîn İrâkî
1988) yazmıştır. Anadolu Selçukluları veziri Muînüddîn Pervâne ona
Tokat’ta bir tekke yaptırdıysa da galiba Moğol istilasından sonraki Ana-
dolu’nun karışık durumundan dolayı burada kalmayarak Mısır’a gitmiş,
oradan geldiği Şam şehrinde 688/ 1289’da vefat ederek Sâlihiye’de ta-
nınmış sûfî Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî’nin türbesi yakınına defnedilmiştir
(Ateş 1968: 160).
Irâkî’nin Farsça olarak kaleme aldığı manzum ve mensur eserleri bir
külliyât halinde toplanarak neşredilmiştir (Şeyh Fahruddîn İbrahim-i
Hemedânî 1373). Külliyât’ta kaside (39-86), gazel (87-250), terci-bend
(251-78), terkib-bend (279-91), kıt’a (292-295) ve rubaîlerden (359-80)
oluşan bir divanı bulunmaktadır. Fahreddîn-i Irâkî’nin Deh-fasl diye de
anılan Uşşâk-nâme (Şeyh Fahruddîn İbrahim-i Hemedânî 1373: 297-357)
isminde bir mesnevîsi de vardır. İrâkî, Vezir Şemseddîn-i Cüveynî’ye
ithaf ettiği eserinde, aşkla ilgili düşüncelerini bazen konuyla ilgili hikâ-
yeler anlatarak açıklamıştır.
Anadolu’da yaşayan ve tam adı Seyfeddîn Ebu’l-mahâmid Mu-
hammed-i Ferganî olan Seyf-i Ferganî, şiirlerinden ve Üniversite Kt. FY
171’de kayıtlı olan divanının sonunda bulunan kayıtta yer alan “imam,
âlim, zâhid, seyyidü’l-meşâyih ve’l-muhakkıkîn” gibi sıfatlardan anla-
şıldığı gibi büyük bir sufî şâirdir. Şiirlerinde Seyf veya Seyf-i Fergânî’yi
mahlas gibi kullanan ve nisbesinden Ferganalı olduğu anlaşılan şâir,
Moğol istilâsı üzerine memleketini terk ederek önce Tebrize, oradan da
Anadolu’ya gelmiş ve Konya Aksaray’ına yerleşmiştir. Seyf-i Fergânî,
“Anadolu’nun göz yaşı” denilebilecek bir şiirinde, Gazan Han
(694/1295-703/1304)’a ülkenin durumunu anlatırken başka bir şiirinin
başlığında da 705/1305-6 tarihini zikretmiştir. Şâirin bu tarihten sonra
çok yaşamadığı tahmin edilmektedir. Seyf-i Fergânî’nin genel olarak
130 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

dinî ve tasavvufî şiirlerini içine alan ve çok yüksek bir seciye ve ruha
delâlet eden kaside, kıt’a ve gazel şeklindeki şiirlerinden oluşan bir di-
vanı (Seyf-i Fergânî 1364) vardır (Ateş 1959, 1968: 207-9). Şiirlerinde XIII.
asır Anadolu’sunun sosyal ve siyasî yapısını da yansıtan şâir, aynı za-
manda içtimaî ve siyasî hicivler de kaleme almıştır (Çiftçi 2002: 269-74).

Diğer Şâirler
Anadolu Selçukluları döneminde yukarıda zikrettiğimiz şâirlerin
dışında başka şâirler de bulunmakta olup şunlardır:
Bu dönemin aynı zamanda önemli münşilerinden olan Râvendî’nin
asıl adı Necmeddîn Ebûbekr Muhammed b. Alî b. Süleymân-i Râvendî
olup Kâşân vilayetine bağlı Râvend kasabasında doğmuştur. Küçük
yaşta babasını kaybeden Râvendî, yoksulluk ve kıtlık nedeniyle
570/1174-1175 yılında ailesiyle beraber, Isfahan’daki dayısı Tâceddîn
Ahmed-i Râvendî’nin yanına yerleşmiş ve dayısı tarafından yetiştiril-
miştir. Fazıl, bilgin, şâir, yazar ve sanatkâr olan Râvendî, Irak Selçuklu-
larının son padişahı Tuğrul bin Arslan’ın 590/1194 yılında öldürülme-
sinden sonra Anadolu’ya gelerek Anadolu Selçuklu hükümdarlarından
Gıyâseddîn Keyhüsrev ve Kılıç Arslan’ın hizmetinde bulundu.
599/1203’te telifine başladığı Râhatu’s-sudûr ve Âyetü’s-sürûr adlı eserini
(Râvendî 1333, 1999) 603/1206 yılında tamamlayarak Gıyâseddîn
Keyhüsrev’e ithaf etti. Bu eser, Fars nesrinin en güzel örneklerinden
biridir. Hem sahip olduğu selaset hem de bir çok tarihî ve sosyal olay-
dan bahsetmesinden dolayı, Moğol saldırısından önce, VII/XIII. asrın en
muteber kitaplarından sayılmaktadır. Râvendî, Farsça şiir de söylemiş-
tir. Ancak onun şiirdeki gücü nesirdeki gibi başarılı değildir. Râ-
vendî’nin Gıyâseddîn Keyhüsrev’i övmek için yazmış olduğu bir kasi-
desi, eserinin mukaddimesinde yer almaktadır. Ayrıca eserinde bahset-
tiği Selçuklu sultanlarıyla ilgili her bölümün sonunda söylemiş olduğu
bir şiire de yer vermiştir.
Bu dönem şâirlerinden Kadı Burhaneddîn-i Anevî, Türk asıllı bir
kumandanın oğlu olup ilk çocukluk ve gençlik yıllarını Ani’de geçirdi.
Farsçanın yanında diğer milletlerin dilleri ile Hristiyan ve Musevîlerin
dinî inançları hakkında bilgi edindi. Tefsir, hadis ve fıkıh gibi dinî ilim-
lerin yanında tıp ve astronomiyle de uğraştı. Ahlatşahlar’dan muhte-
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 131

melen Seyfeddîn Bektemür tarafından Abbasî halifesi Nâsır Li-Dinillah’a


elçi olarak Bağdat’a da gönderilen Anevî, Mahmûd isminde bir vaizin
telkiniyle Tebriz’de yazmaya başladığı Enîsü’l-kulûb adlı eserini
608/1212 tarihinde Konya’da tamamlayarak sultan I. İzzeddîn Keykâ-
vus’a takdim etti. Kisâ’î ve Taberî gibi tarihçilerin eserlerinden faydala-
nılarak aruzun feûlün feûlün feûlün feûl kalıbıyla yazılan eser, 28.000 beyit
olup ekseriyeti peygamberler kıssasına ayrılmıştır. Bu kıssaların yanında
Hz. Peygamber’in miracı, savaşları ve mucizeleri, Hulefâ-yı Râşidîn,
Emevîler ve Abbasîler devrinde meydana gelen bazı hadiseler ve halife-
ler hakkında da bilgi verilmiştir. Aslında dinî-ahlâkî mahiyette bir eser
olan ve yedi bölümden meydana gelen Enîsü’l-kulûb, Anadolu Selçuk-
luları tarihinin en eski yerli kaynaklarındandır. Bu eserin en dikkate
değer yanı, Abbasî halifelerinden söz ettiği kısımda Sünnî geleneğe uya-
rak X-XII. asır İslâm dünyasının çeşitli vakaları arasında özellikle
Gazneli Mahmûd’un Hindistan’daki fetihlerine ve Selçuklulara önem
vermesidir. O, Gazneli Mahmûd’un zaferleri arasında sadece Sumenat
fethinden bahsetmiş ve ona ait bir menkabe nakletmiştir. Gazneli
Mahmûd’u Hindistan’ı fetheden bir İslâm kahramanı olarak telakki eden
Anî, onun Türklüğünden hiç bahsetmezken İslâm tarihinde ilk Türk hege-
monyası devri olarak Selçuklular dönemini göstermiştir. Müellif, I.
İzzeddîn Keykâvus ile Nâsır Li-Dinillah arasındaki münasebetlerden
bahsettikten sonra, sultana yaptığı öğütlerin yer aldığı hâtime kısmı ile
eserini tamamlamıştır. İhtiva ettiği bazı bilgilerin dışında tarihî kaynak
olarak fazla bir değeri olmayan Enîsü’l-kulûb, VI/XII. asırda Anadolu’da
yer alan fikrî ve edebî hareketleri, belli bir sınıfın manevî eğilimlerini ve
hayat görüşünü yansıtması bakımından özellikle kültür tarihi açısından
öneme sahiptir (Davud İbrâhimî 1995: 242-43; Köprülü 1943: 459-70).
Bilinen tek nüshası Süleymaniye Ktp. Ayasofya, Nu. 2984’te kayıtlı bu-
lunan Enîsü’l-kulûb’un Kadır Billah’tan Nâsır Li-Dinillah’a kadar gelen
Abbasî halifelerine ayrılan ve Gazneliler ile Büyük Selçuklular ve Ana-
dolu Selçukluları dönemine ait bölümleri, özet hâlindeki Türkçe tercü-
mesiyle birlikte Köprülü tarafından yayımlanmıştır (1943: 470-85, 497-
519).
Bu dönem âlim, şâir ve tabiplerinden olan Sa’deddîn Mes’ûd’un
yazmış olduğu tamamıyla hususî mahiyette mektupları ihtiva eden
132 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

önemli bir münşeat mecmuası vardır. Bu mektuplar, kendisi ve Selçuklu


ricali hakkında olduğu gibi özellikle devrin edebî, kültürel ve içtimaî
tarihi bakımından da önemlidir. Sa’deddîn Mes’ûd’un divan ehlinden
olan İmâdeddîn isimli birisine yazmış olduğu iki mektupta Sinop şehri-
nin güzel bir tavsifi olan ve o dönemin içtimaî ve edebî hayatı bakımın-
dan önemli olan şiirlere yer vermiştir (Turan 1988: 156-57, 159-62).
VI./XII. yüzyıl ile VII./XIII. yüzyılın başlarında yaşadığı tahmin
edilen Tâceddîn-i Hâletî’nin, Nüzhetü’l-mecâlis’te üç rubaîsi kayıtlıdır
(Riyâhî 1369: 72, 1995: 82-3). Şeyh Evhadüddîn-i Kirmânî’nin halifelerin-
den olan Şeyh Şemseddîn Ömer b. Ahmed-i Tiflisî’nin şeyhi
Evhadüddin övgüsünde söylenmiş bazı Farsça rubaîleri vardır (Bayram
1993: 98; Kanar 1999: 16). Yine Şeyh Evhadüddîn-i Kirmânî’nin halifele-
rinden olan Kerîmüddîn-i Nîşâburî’nin Evhadüddîn’in hem övgüsü
hem de ölümü üzerine söylenmiş rubaîleri bulunmaktadır (Bayram
1993: 100; Kanar 1999: 16). Ebu Bekir bin Zekî-i Konevî (Riyâhî 1995:
136-37; Ateş 1945: 120-22), İbn Bîbî (İbn Bîbî 1996), Mühezzeb-i Kayserî
(Riyâhî 1995: 93-6), Nâsireddîn Sicistanî-i Sivasî (Riyâhî 1995: 137),
Necmeddîn-i Râzî (Miftâh 1374: 65-6), Sadruddîn-i Konevî (Sadeddin
Nüzhet vd. 1926: 89-93), Sirâceddîn-i Urmevî (Deyhîm 1367: I/335-7;
Riyâhî 1995: 132-35) bu dönemin diğer şâirleridir.

Arapça Şiir
Anadolu Selçukluları döneminde Arapça şiirler de kaleme alınmış-
tır. XII. asırda yaşayan ve I. Sultan Kılıç Arslan zamanında Anadolu’ya
gelen İran’ın büyük mutasavvıflarından olan Şihâbeddîn-i
Sühreverdî’nin tasavvufî mahiyette Arapça şiirleri bulunmaktadır. Ay-
rıca İbn Sînâ’nın Arapça olarak kaleme aldığı Kasîde-i Rûhiye’sine de bir
nazire yazmıştır (Van den Bergh 1997, Sühreverdî 1988: IV-V). İbn
Arabî’nin çeşitli mensur eserlerinde bulunan Arapça şiirleri, tasavvufî
mahiyette söyledikleriyle birlikte bir divanda toplanmıştır. Ayrıca Di-
van’ın sonunda muvaşşahat tarzında söylenmiş şiirlere de yer verilmiştir
(Ateş 1945: 53-54; 1997: 545). Sultan Veled ve Evhadüddîn-i Kirmanî’nin
de Arapça şiirleri bulunmaktadır.
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 133

Türkçe: Edebî ve Resmî Dile Doğru


Anadolu’ya gelip yerleşen Türklerin çoğunluğunu Oğuz Türkleri
oluşturduğu için, Anadolu’da oluşan Türkçenin esasını Oğuz Türkçesi
teşkil etmiştir. Anadolu’ya göç eden ve Anodolu Selçuklu Devleti’ni
kuran Türklerin, edebî gelenekten yoksun göçebe Oğuz boylarına da-
yanması sebebiyle; bunların beraberinde getirdikleri dil, bir yazı dilini
besleyecek özellikleri taşımamaktaydı. Ayrıca bunlar Kaşgarlı
Mahmud’un Hakaniye Türkçesi dediği Orta Asya edebî dilini de bilmi-
yorlardı. Bundan dolayı, Anadolu’da Türkçeye dayalı bir yazı dilini
kurmaya çalışan Türkler, uzun yıllar Arapça ve Farsçanın desteğini al-
mak zorunda kalmışlardır (Korkmaz 1995: 274).
Buna karşılık, Anadolu’nun fethi ve Müslümanlaştırılması için sa-
vaşan alp-erenlerin ve gazilerin gösterdikleri gayretlerle Anadolu, daha
XII. yüzyılda Türklerin dinî-menkabevi destan edebiyatı geleneklerini
sürdürdükleri uygun bir ortam hâline gelir. Bizanslılara karşı savaşmış
Müslüman bir Arap kahramanı olduğu ileri sürülen Battal Gazi (Ocak
1992) etrafında meydana getirilen Battal-name (Köksal 2003) Ana-
dolu’nun fethi sırasında Türk gazilerini gayrete getirmek, gönüllerin-
deki cihat ruhunu artırmak için yazılmıştır. Yine bu devirde, Danişment
Ahmet Gazi’nin (Özaydın 1993a) kahramanlıklarının menkabe ile karışık
olarak anlatıldığı Danişmend-name (Akkaya 1954; Mélikoff 1960) de Ana-
dolu’da aynı düşünceyle bu devirde oluşturulmuş bir destandır. Battal-
name’nin metni daha XIII. yüzyılda tespit edildiği gibi, 643/1245’te II.
İzzeddin Keykâvus'un emriyle Münşi-i Sultani Melik İbn Ula’nın
Danişmend-name’yi “essah-ı rivayat üzre tasnif” ettiği bilinmekte ise de,
bu metin şu an için kayıptır. Daha sonra II. Murad'ın emriyle Tokat diz-
darı Arif Ali Danişmend-name’yi manzum ve mensur olarak yeniden ka-
leme almıştır. Bu durum millî geleneklerine çok bağlı olan Oğuzların
yani Türkmenlerin, Orta Asya'da yaratmış oldukları destan geleneğini
Anadolu’da da sürdürdüklerini göstermektedir. Fetih sırasında orduda
savaşan, savaş sonrasında köy köy, diyar diyar dolaşarak destanlar ve
şiirler okuyan, halk hikâyeleri anlatan ozanların yarattığı sözlü edebiyat
geleneği ürünlerinin Anadolu’nun ilk devirlerinde halkın bedii ihtiya-
cını karşıladığı anlaşılmaktadır (Mazıoğlu 1972: 297-98).
134 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Türk asıllı şâirler, özellikle Türk dilli şâirlerin oluşumu ve gelişi-


minde etkili olduğu ve bedii zevklerini yansıttıkları İran edebiyatı este-
tiğinin mahsulü olan klasik şiire Gazneli ve Selçuklu dönemlerinde ol-
duğu gibi Anadolu’da da kendi dilleri yerine Farsça ile vücut vermişler-
dir. Bu şiirde Türkçeye geçiş azdan aza küçük denemelerle olmuştur.
Mülemmalar ve Farsça mısralar arasındaki Türkçe kelimeler bu geçişin
hem ilk basamakları hem de ilk habercisi görünümündedir (Akün 1994:
393). Özelikle bu duruma Anadolu Selçuklu Devleti’nin karışık kültür-
lerden oluşması ve çok dilli bir ortam sunması da uygun bir zemin ha-
zırlamıştır. Bu da her topluma kendi diliyle hitap eden çeşitli eserlerin
yazılmasına sebep olduğu gibi, çok dilli şiirlerin (mülemma) yazılmasına
da zemin hazırlamıştır. Çünkü bu tip toplumlarda her dilin kendine has
farklı işlevleri vardır ve her biri belirli bir amaç ve durum için kullanılır.
İşte çok dilli şiirler de bu durumun işlevsel bir yansımasını sergilerler
(Johanson 1993: 29). Hatta bu tip davranışın özellikle zengin bir Halk
edebiyatı geleneğine sahip olan Oğuz Türkçesinin aruz vezniyle söyle-
nilen edebî metinlerde de kullanılmasıyla edebî olarak etkin bir hâle
gelmesine yardımcı olduğu görülmektedir. Yani bu mülemma şiirler
edebî açıdan fazla işlenmemiş olan Oğuz Türkçesinin işlenmiş olan dil-
lerin özellikle de Farsça ve Arapçanın çatısı altında talim imkânı elde
ettiği söylenebilir. Nitekim Köprülü’nün değerlendirmesiyle Horasan ve
Maveraünnehir şâirlerinin oldukça etkin bir dönemde aruzla şiir yaz-
maya Türkçe-Farsça mülemmalarla başladıkları (Johanson 1993: 34-35)
gibi Anadolu’da da aynı durumla karşılaşmaktayız. Tabii ki burada
Johanson’un ifade ettiği gibi, bu dönemde modern tarzda dil ve millet
bütünleştirilmediği için son dönemlerdeki millî dile sadakat veya dil
milliyetçiliğinin olmadığı da hatırlanmalıdır. Ayrıca Orta Çağ Avrupa
edebiyatında olduğu gibi dil tercihi sanatçıların milliyetine göre değil,
edebî türe göre belirlenmekteydi (1993: 28).
Anadolu’da Türkçeye geçişin önemli sebeplerinden biri de İhsan
Fazlıoğlu’nun ilk defa dikkat çektiği gibi muhatap olarak alınan halkın
kendisine takdim edilen dili anlamasıdır (bak. 2003). Anadolu’da da
yoğun bir Türk halkı bulunduğundan dolayı, doğal olarak o insanlara
kendi diliyle hitap etme ihtiyacı doğmuştur. Ayrıca Anadolu’da Türk
diliyle yazılı bir edebiyata varışta gözden kaçırılmaması gereken husus-
lardan biri de, hiç şüphesiz bölgede gittikçe kuvvet kazanmaya başlayan
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 135

tasavvuf cereyanıdır. XIII. asrın ilk çeyreğinin sonlarına doğru Moğol


istilasından kaçıp Anadolu’ya gelen birçok büyük sufînin tesiriyle I.
Alâaddîn Keykubâd devrinden başlayarak tasavvufî düşünce hız ka-
zanmıştır. Diğer taraftan yine aynı sebeplerle bu defa Orta Asya ve özel-
likle Horasan sahasından Türkmen şeyh ve dervişleri de bu çağda akın
akın Anadolu’ya gelmişleridir. Büyük merkezlerde Farsça bilen şehir
halkına aynı dille hitap eden eserler yanında, tasavvuf fikriyatını geniş
halk tabakalarına yaymak şevki ve arzusuyla yazılan dinî ve tasavvufî
eserlerde Oğuz Türkçesi edebiyat ve yazı dili hüviyetiyle kendini gös-
termeye başlamıştır. Böylece XIII. asrın ilk yarısı içinde, doğrudan doğ-
ruya Farsça bilmeyen bir kitleyi irşad gayesi güden Türkçe dinî-tasav-
vufî bir edebiyatın doğuşuna şahit olunmaktadır (Akün 1994: 393). Bu
dinî-tasavvuf edebiyatının bugün için bilinen ilk temsilcileri Sultan
Veled ve Yunus Emre’dir. Yine Selçuklular döneminde yetişmiş olan
Hoca Dehhânî ise, Anadolu’da din dışı şiirin bilinen ilk temsilcisi olarak
kabul edilmektedir.
XIII. asırda, I. Alâaddîn Keykubâd (616/1219-634/1236) zamanında
yaşayan Dehhânî’nin şiirleri (İlaydın 1974), nazım tekniğinde ve üslu-
bunda görülen kusurlarına karşılık, dönemine göre gelişmiş bir dile sa-
hip olması, Anadolu’da Türkçe şiirin geçmişinin XIII. asırdan daha ge-
rilere gittiğini düşündürmektedir. Ancak elimizde yazılı veriler bulun-
madığı için kesin bir yargıya varmak güçtür. Aynı durum Orta Asya’da
da mevcuttur. XI. asra kadar yüksek bir edebiyat ve kültür dili meydana
getiren ve aynı asırda Kutadgu Bilig gibi büyük bir eser ortaya koyan
Türklerin, edebî alanda birdenbire gerilemesi beklenemez. Ayrıca İslâm
medeniyeti dairesine girilmiş olan bu dönemde, en azından İslâm dinini
öğretmek için birçok eserin yazılmış olması gerekir. Bu karanlık devrin
sebebi Canpolat’a göre Moğol istilasıdır. XII. asrın sonları ile XIII. asrın
başlarında yazıldığı tahmin edilen ve bugüne kadar gelmiş olan pek az
eserin istinsah tarihlerinin XIV. yüzyıla ve daha sonrasına ait olması da
bunu açık bir şekilde göstermektedir (1989: 165-66).
Bugün için aşağıda zikredilen ve Türk dilinin ilk temsilcileri olan
şâirlere ait elimizde bulunan metinlerden başka Eski Anadolu Türkçesi
özelliklerini taşımakla beraber dil bakımından karışık bir durum göste-
ren eserler de mevcuttur. Bu durumun en önemli sebebi, özellikle XII.
136 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

asrın sonu ile XIII. asrın başlarında Türkistan'dan Anadolu'ya siyasi ve


iktisadi baskılar ile ticari amaçlarla akın akın gelen din adamları, sufiler
ve şeyhlerin Anadolu halkı için Oğuz Türkçesi ile kaleme aldıkları eser-
lerine, kendi anadilleri olan Orta Asya Türkçesinin hususiyetlerini bile-
rek veya bilmeyerek katmalarıdır (Kut 2004: 320). Bunlardan birisi, Ali
adlı bir şâirin 630/1232’de, 8’li hece vezni ve dörtlüklerle yazmış olduğu
Yusuf u Züleyha (Ertaylan 1960; Hace Alî-i Harezmî 1376) hikâyesi; diğeri
ise 703/1303’te Şeyh Ali b. Muhammed tarafından istinsah edilen ve
dilinden XIII. asırda yazıldığı tahmin edilen Behcetü’l-Hada’ik fi-
Mev’izeti’l-Hala’ik (Ertaylan 1949; Buluç 1955, 1956, 1988; Canpolat 1989)
adlı dinî-ahlaki eserdir. Dil bakımından karışık bir durum arz eden bu
eserlerin nerede yazıldıkları bilinmemekle beraber, Selçuklular devri
Oğuz Türkçesiyle kaleme alındıkları söylenmektedir. Bu eserlerin dilin-
deki karışıklığın sebebi, Anadolu’ya Oğuz boyları ile birlikte sayıları az
da olsa Orta Asya’dan başka Türk boylarının da gelmeleri ve Oğuz
Türklerinin yazı dili olarak göçlerle bağlarını devam ettirdikleri Doğu
Türkçesini kullanmış olmaları gösterilmektedir (Mazıoğlu 1972: 301).
XIV. asırda yaşayan Şeyyad Hamza (Mansuroğlu 1946) ve Kadı
Burhaneddin’in de Doğu Türkçesiyle karışık şiir yazmaları bu durumu
doğrulamaktadır.
Anadolu Selçukluları devrinde Anadolu’da yazıldığı halde bugün
elimizde bulunmayan Türkçe eserler de vardır. Bunlar, Gülşehrî’nin
Mantıku’t-Tayr’ında “Bir kişi bu dâsitânı eylemiş / İlle lafzın key çepürdük
söylemiş // Eski bizden hûriye ton eylemiş / Bir keçeden aya pîlven eylemiş //
Veznçün lafzuñ gidermiş harfini / Artuk eksik söylemiş söz sarfını” (1957: 51)
mısralarıyla haber verdiği ve acemice yazıldığını söylediği manzum Şeyh
San’an Kıssası ile Şeyyad İsa’nın Salsal-name isimli eseridir. Fuad Köp-
rülü’nün XIII. asırda yazıldığını söylediği Salsal-name, bir kahramanlık
hikâyesi olup, Salsal adlı bir devin Hz. Ali ile savaşını ve yenilip yok
olmasını anlatır. Bu hikâye, sonraki yüzyıllarda da çeşitli şâirler tarafın-
dan yazılmıştır (1986: 253).
Bu dönemde, Karamanoğlu Mehmet Beğ, Anadolu Selçuklularının
son zamanlarına doğru, memleketteki karışık durumdan faydalanarak
Konya’yı Alâaddîn Keykubâd’dan alıp devlet idaresini vezir sıfatıyla ele
aldıktan sonra, 15 Mayıs 1277’de (H. 10 Zilhicce 675) "Bugünden sonra hiç
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 137

kimse divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil


konuşmayacak" (İbn Bibi 1996: II/209) şeklindeki kararını bütün şehre ilan
ettirip “defterleri dahı Türkçe yazalar” (Korkmaz 1995: 428) buyruğunu
verir. Bu buyruktan sonra Anadolu’da VI. yüzyıldan XIII. yüzyıla kadar
ayrı ayrı bölgelerde tek bir kol hâlinde ilerleyen eski Türk yazı dilinden
ayrılıp yepyeni karakterde müstakil bir yazı dilinin kuruluşu sağlanmış
(Korkmaz 1995: 424), Türkçe ilim ve edebiyat dili olarak Arapça ve
Farsça karşısında geçerlik kazanmaya başlamış ve resmi dil olmuştur.
Böylece takriben XI. asırdan itibaren Şuubiye hareketi dolayısıyla haki-
miyetini kısmen Farsça ile paylaşan Arapça; XIII. özellikle de XIV. yüz-
yıllarda başlamak üzere Türkçe ile paylaşmak zorunda kalmıştır (Sayılı
1964: 47). Türkler, Anadolu’da Türkçenin sadece konuşma dili olarak
kalmayıp bir kültür ve medeniyet dili olmasının temellerini de yine bu
dönemde atmışlardır.

Anadolu’da Yazılan İlk Türkçe Şiir


Bugünkü bilgilere göre Anadolu’da yazılan ilk Türkçe şiir,
Evhadüddîn-i Kirmânî tarafından kaleme alınmıştır (bak. Türk Edebiya-
tının İlk Temsilcileri).

Anadolu’da Yazılan İlk Türkçe Eser


Anadolu’da yazılan ilk Türkçe eser meselesi üzerinde ilk defa Fuad
Köprülü durmuştur. Köprülü, Ahmed Fakîh’in Çerh-nâme isimli kaside-
sini, Anadolu'da yazılan ilk Türkçe eser olarak kabul etmiştir
(Köprülüzâde Mehmed Fuad 1926a). Ancak son yapılan araştırmalar bu
eserin 1350’den sonra kaleme alındığını göstermektedir (Tezcan 1994;
Şentürk vd. 2007: 148-50). Bu sebeple, eldeki bilgilere göre Anadolu’da
yazılan ilk Türkçe eser, Hekim Bereket tarafından kaleme alınmış, tıp
ilmine dair Tuhfe-i Mübârizî olmalıdır (Bayram 2004: 10-11). Bu eseri,
Şehabeddin Tekindağ geniş olarak tanıtmış (1971: 134-39)’tır. Hekim
Bereket eserinin mukaddimesinde bildirdiğine göre, bu eseri Lubâbü’n-
Nuhab adıyla Arapça olarak yazmış, daha sonra bunu Tuhfe-i Mubârizî
adıyla Farsçaya tercüme edip Amasya emiri Halifet Alp Gazi’ye sun-
muştur. Hekim Bereket, onun tıp ilmi için faydalı olacak bu eseri beğen-
diğini, ancak Türkçe olarak kaleme alınsaydı değerinin daha da artaca-
138 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

ğını ifade ettiğini, bundan dolayı da bir süre sonra Türkçeye çevirdiğini
belirtir (Tekindağ 1971: 134-36). Yine Hekim Bereket’in bu ifadelerinden
bu dönemde Türkçe eserlerin çok nadir olarak mevcut olduğu, Halifet
Alp Gazi’nin de Türkçe eserler yazılmasını teşvik ettiği anlaşılmaktadır.
Büyük ihtimalle, bu teşvik neticesinde Hekim Bereket Hulâsa der-İlm-i
Tıb adıyla yine Türkçe bir başka eser yazarak yine Emir Halifet Gazi’ye
takdim etmiştir. Yine aynı cilt içersinde müellifi bilinmeyen Tabiat-name
isimli Türkçe bir mesnevî bulunmaktadır. Bu mesnevînin Hekim Bere-
ket’in diğer iki eseri gibi tıbba dair ve bir cilt içinde bulunması, dilinin
ise çok eski olmasından dolayı Hekim Bereket’e ait olduğu sanılmakta-
dır (Bayram 2004: 110).
Mahmud Mes’ud Koman, Tuhfe-i Mübârizî'nin hattıyla, eserin kapa-
ğında kayıtlı notun hattının farklı oluşuna dikkat çekerek, Tuhfe-i
Mübârizî’nin mukaddimesinin ve dil hususiyetlerinin Aydınoğlu Meh-
met Bey adına tercüme edilen Kısas-ı Enbiyâ ve Tezkiretü’l-Evliyâ’daki
mukaddimelere ve dil hususiyetlerine benzediğini ifade ederek:
“...namına kitap ithaf olunan bu büyük ve nüfuzlu emirin Aydınoğlu
Mübarizü’d-dîn Mehmed Bey olduğunu kuvvetle tahmin ediyoruz” demekte-
dir (1955: 701; Derin 1987: 5-6). Bu eserin ithaf edildiği şahıs, 1225
(Tekindağ 1971: 138) veya 1232 (Bayram 2004: 111) yılında şehit edilen
Amasya Emiri Halîfet Alp Gazi ise, eserin XIII. asrın ilk yarısında; eğer
bu şahıs 1330 yılında ölen (Koman 1955: 703) Aydınoğlu Mehmet Bey
ise, eserin XIV. asrın ilk yarısında tercüme edildiği söylenebilir. Ancak,
Hekim Bereket’i Türkçe eserler yazmaya teşvik eden Emir
Mübârüziddin Halifet Gazi, tanınan ve bilinen bir kişi olup Sultan I.
İzzeddin Keykâvus'un 610/1214 yılındaki Sinop fethine katılmış, Kuzey
sahilleri komutanı olmuş, I. Alaaddin Keykubad zamanında Amasya
valiliği yapmış, bu sultanın Gürcistan’a sevk ettiği orduda da bulunmuş
ve bu seferde iken 629/1232 tarihinde şehit düşmüştür. Halifet Gazi
606/1209’da Amasya’da bir medrese yaptırmıştır. Hekim Bereket’in
622/1225 tarihli bir vakfiyesi (Yınanç 1982) bulunan bu medresede mü-
derrislik yaptığı tahmin edilmektedir. Ayrıca Koman’ın dikkat çektiği ve
Tuhfe-i Mübarizî'nin kapak kısmında yer alan kayıttan Halifet Gazi’nin
babasının adının Tolı, dedesinin ise Terken Şah olduğu anlaşılmaktadır
(Bayram 2004: 110-11). Bunların her ikisinin de adı Danişmend-name’nin
kahramanları arasında geçmektedir (Turan 2002: 131). Bu da Halifet
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 139

Gazi’nin, Amasya emiri Melikü’l-ümerâ Mubârizu’d-devle ve’d-dîn


Halifet Alp Gazi olduğu ihtimalini artırmaktadır. Ayrıca Türkmencilik
hareketi ile Türk kültürünün himaye edilip desteklendiği yer olan
Amasya’da, Türkçe eser yazma geleneğinin de başlamış olabileceğini
göz önünde bulundurmak da gerekir.
Görülüyor ki, eldeki yazılı metinlere göre Anadolu’da Türkçe eser
verme geleneği XIII. asrın başlarında başlamıştır. Mustafa Canpolat’ın,
Behcetü’l-Hada’ik’ın Anadolu’da muhtemelen XII. asrın sonları ya da XIII.
asrın başlarında yazılmış olması gerçeğe en yakın ihtimaldir görüşü de
(1989: 165-75) bunu desteklemektedir. Bu da, bazı kaynaklarda ifade
edilen (İz 1995: II/XXVIII), Anadolu’daki ilk Türkçe eserlerin XIII. asrın
ortalarına doğru verilmeye başlandığı görüşünün doğru olmadığını
göstermektedir.

Türk Edebiyatının İlk Temsilcileri


Anadolu’daki Türk edebiyatının, Anadolu Selçuklularının son dö-
nemlerinde (XIII. Yüzyıl) yaşayan ilk temsilcileri, bazı Türkçe şiir-
leri/eserleri olduğu bilinen Evhadüddîn-i Kirmânî, Yûnus Emre,
Dehhânî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sultan Veled ve Nâsırî’dir. Aynı
döneme ait gösterilen Şeyyâd Hamza ve Ahmed Fakîh'in, son yapılan
araştırmalar neticesinde XIV. asırda yaşadığı tespit edilmiştir. Bugün
hâlâ Yûnus Emre ve Dehhânî’nin de yaşadığı dönemle ilgili farklı iddi-
alar ileri sürülmektedir.

Evhadüddîn-i Kirmânî
Anadolu’da en eski Türkçe şiir söyleyen şâir olan Evhadüddîn-i
Kirmânî’nin İran’ın Kirman bölgesinde 559/1164’te doğduğu tahmin
edilmektedir. Türk olduğu sanılan Evhadüddîn’in asıl adı Hâmid, lakabı
Evhadüddîn’dir. Şiirlerinde ‘Evhad’ mahlasını kullanmıştır. Tahsilini
Bağdat’ta tamamladıktan sonra, önce ‘muîd (asistan)’ daha sonra ‘mü-
derris (profesör)’ olarak Hankâhiye medresesinde çalışmaya başlamıştır.
Ancak tasavvufa meyleden Kirmânî, medrese ile hankahlar arasındaki
eğitim farkını görmüş ve Kutbuddîn-i Ebherî’nin halifesi Rukneddîn-i
Sucasî’ye (608/1211) intisap ederek tasavvuf yoluna girmiştir. Seyyah
bir sufi olarak tanınan ve Evhadiyye tarikatının kurucusu olan Kirmânî,
140 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

İran, Azarbaycan Kafkasya, Anadolu, Irak, Suriye, Mısır ve Hicaz’ın


birçok köy ve kasabalarında bulunmuştur. Gittiği her yerde devlet
adamı ve sultanlardan hürmet gören Kirmânî, muhtemelen 1204 yılında
Anadolu’ya gelmiş ve ertesi yıl Konya’da bulunan Muhyiddin ibnü’l-
Arabî ile görüşmüştür. Bu arada Malatya, Sivas ve Konya’ya gittiyse de
genellikle Kayseri’de ikamet etmiştir. Fütüvvet teşkilatının Ana-
dolu’daki şeyhlerinin lideri olarak halife tarafından gönderilen ve uzun
bir süre “Şeyhu’ş-şuyûhi’r-Rûm” unvanını taşıyan Kirmânî, Kayseri’de
evlenmiş ve Fatıma isminde bir kızı olmuştur. Mikâil Bayram’ın tespit-
lerine göre, Fatıma adındaki bu kız, Bâcıyân-ı Rûm adındaki kadınlara
özgü olan sivil örgütün lideri Fatıma Hatun’dur. Kirmânî, Riyâzu’l-âri-
fîn’e göre Bağdat’ta 635/1238 tarihinde vefat etmiştir (bak. Bayram 1996;
Kanar 1999).
Mehmet Kanar, Evhadüddîn-i Kirmânî’nin 2202 tane rubaîsini tes-
pit etmiştir (bak. Kanar 1999). Bunlardan 1153’ü Farsça, 16’sı Arapça,
33’ü ise Arapça-Farsça mülemmadır. Bu rubaîlerdeki konuların işleni-
şine, mazmunlara, kelime seçimlerine ve edebî sanatların kullanımlarına
bakıldığında, Kirmanî’nin ilmî yönü ağır basan, akılcı Hayâm ile
Fahrüddîn-i Irâkî, Senâ’î ve Mevlânâ gibi ilâhî coşku ve heyecan dolu
şâirler arasında bocalayan, vazgeçemediği şahidbazlık dolayısıyla her
taraftan gelen baskılara karşı koymaya çalışan, istisnai rubaîler dışında
zaman zaman zevksiz ve sıkıcı sanat gösterisi yapmaya çalışan, taklitten
kurtulamamış ve şiire kendi damgasını vuramayan bir şâir olduğu gö-
rülmektedir. Rubaîlerde vahdet-i vücûd, şahidbazlık, kadın, ilahî aşk,
şeriat, sema, tarikat adabı, kader, ibadet, dünya ve ahiret hayatı, ictimaî
durum ve ilim gibi konular işlenmiştir (Kanar 1999: 21-29). Süleymaniye
Kütüphanesi’nde (Ayasofya, nr. 2910) bulunan bir mecmuanın baş tara-
fında Evhadüddin’in bazı nasihatleri, bir mev’izası, biri Halife
Müstansır-Billah’a olmak üzere birkaç mektubu bulunmaktadır (Bayram
2005: 90).
Bugünkü bilgilerimize göre, Anadolu’da yazıldığı tespit edilen ve
elimizde bulunan Türkçe en eski şiir, XIII. asrın sonlarında Gelibolulu
Muhyiddîn tarafından Farsçadan tercüme edilen Tercüme-i Menâkıb-ı
Şeyh Evhadüddin-i Kirmanî (Mercan 1989) adlı eserde yer alan ve
Kirmanî'ye ait olan Farsça-Türkçe mülemma gazeldir. Bugün “olısar”
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 141

redifli olan bu mülemma gazelin sadece ilk beyti tespit edilmiş olup
Türkçe menkabede şu şekilde geçmektedir:
Me-râ ezeddür mescid der-i hammâr olısar8
Seccâde neyem lâyık me-râ zünnâr olısar”
(terc. Meyhane olduğu zaman mescit bana zıttır. Zünnâr olduğunda
ise seccade bana gerekmez.)
Yine aynı eserde yer alan, “Hazret-i Şeyh gûyendelere işâret eyledi, hûb
âvâzile Hazret-i Şeyhün bu gazeline ser-âgâz eylediler” ifadelerinden, bu
gazelin Şeyh Evhaduddîn’in müritleri tarafından hep bir ağızdan teren-
nüm edildiği de anlaşılmaktadır (Bayram 2005: 209).
Muhammed-i Kazvînî’nin Mecâlisü’n-nefâ’is Tercümesi’ndeki kay-
dından (Alî Şîr Nevâî 1323: 318; Kartal 2000: 34), Kirmânî’nin şiirlerinin
XVI. asırda bile Anadolu’da meşhur olduğu anlaşılmaktadır.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî


Bu dönemde Anadolu’da dinî ve tasavvufî mahiyette eserler kaleme
alan müelliflerin başında hiç şüphesiz Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gel-
mektedir. Asıl adı tezkire yazarlarının ittifakı ile Muhammed, lakabı
Celâleddîn olan, bugün Afganistan’ın kuzeyinde bulunan Belh şehrinde
604/1207 tarihinde doğan Mevlâna, uzun bir seyahatten sonra,
Konya’ya gelip yerleşmiş ve uzun müddet burada oturduktan sonra,
aynı şehirde 672/1273’te ölmüştür (Mevlânâ’nın hayatı hakkında geniş
bilgi için bak. Gölpınarlı 1985a; Furûzanfer 1990; Can 2003). Necmeddîn-
i Kübrâ’nın tarikatına dolayısıyla Horasan tasavvuf mektebine mensup
olan babası Sultânu’l-ulemâ Bahâeddîn Veled ile, daha çocuk yaştayken
Moğol istilası önünden kaçıp Anadolu’ya gelen Mevlânâ, Şam ve Halep
gibi dönemin önemli kültür merkezlerinde sağlam bir tahsil görmüş,
şer’î ilimlerde, özellikle fıkıh alanında ihtisas sahibi olmuş, bir taraftan
babasından tasavvuf terbiyesi alırken, diğer yandan da ilmî seviyesini
yükseltmiştir. Onun bu yetişme tarzının, kendi tasavvuf anlayışını

8
Bu beyit İsmail Hakkı Mercan tarafından hazırlanan yüksek lisans tezinde yanlış ve
Farsça olarak şu şekilde okunmuştur (Mercan 1990: 133): Me-râ ezar der mescid der
semâ evlîter / Seccâde nîm lâyık me-râ ez nâr evlîter.
142 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

oluştururken hiç şüphesiz büyük tesiri olmuş, Sünnî İslâm anlayışına


genelde sağlam bir tarzda sadık kalan bir tasavvufî sistem geliştirmiştir
(Ocak 2006b: 433).
Kendinden önceki pek çok meşreptaşı gibi mistik cezbesini, ilahî
aşkını ve tasavvufî düşüncelerini terennüm için şiiri bir araç olarak kul-
lanan (Ocak 2007: 17) Mevlânâ, yazmış olduğu eserlerle hem Osmanlı
hem de doğu zihniyet dünyasına ve edebiyatına tesir eden önemli bir
sufîdir. O’nun tasavvufî anlayışını ve düşüncelerini ortaya koyan Mes-
nevî-i Me’nevî, Dîvân-ı Kebîr, Fîhi Mâ Fîh, Rubâiyyât gibi eserleri, Farsça
yazılmış olmalarına rağmen, sanıldığının aksine, o devirde sadece yük-
sek tabakalara mahsus kalmamış, Türkmen çevrelerine de geniş ölçüde
nüfuz etmiştir. Nitekim Mevlânâ’nın o dönemin bir başka ünlü sufîsi
Hacı Bektaş-ı Velî ile yakın ilişki içinde olduğu bilinmektedir. Hatta
Anadolu’da Türkçenin müdafiliğini yapan XIV. asrın ünlü Türkmen
mutasavvıfı Âşık Paşa, Garîb-nâme adlı eserinde Mevlânâ’dan çok isti-
fade etmiş ve onu takdirle anmıştır. Mevlânâ’dan açıkça etkilendiğini
söyleyen ve ondan büyük bir hayranlıkla söz eden diğer bir Türkmen
şeyhi de Yûnus Emre’dir (Ocak 2006b: 433).
Mevlânâ’nın eserlerinden Mesnevî yahut tam adıyla Mesnevî-i
Ma‘nevî (Mevlânâ Calâleddîn-i Rumî 1993; Mevlânâ 1370, 1925-, 1988;
Gölpınarlı 1981-), Mevlâna’nın en çok okunan ve hayranlık uyandıran 6
ciltlik eseri olup, 25.634 beyitten oluşmaktadır. Mesnevî nazım şekliyle
yazıldığı için bu adı almıştır. Bugün de mesnevî denildiği zaman akla
hemen bu eser gelmektedir. Mevlânâ, tasavvufî sırları ve tarikat adap ve
erkanını açıklayan bir eser yazmayı düşünmüş ve ilk 18 beytini yazmış-
tır. Daha sonra Hüsameddin Çelebi’nin, kendisinden Senâ’î’nin Hadîka’sı
ya da Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ı vezninde, irfan sırlarını, tarikat usullerini
açıklayan bir eser nazmetmesini teşvik ve arzu etmesi üzerine de Mes-
nevî-i Ma‘nevî’yi yazmaya başlamıştır. Yazmış olduğu bu 18 beyitten
sonraki kısımlar Mevlânâ’nın her yerde, her vesile ile Hüsameddin Çe-
lebi’ye yazdırması suretiyle vücuda gelmiştir. Birinci cilt 657-660/1259-
1263 yılları arasında tamamlanmış, uzunca bir aradan sonra 662/1264
tarihinde ikinci cilt yazılmaya başlanmış ve hiç ara verilmeden bütün
eser Mevlânâ’nın ölümüne (672/1273 tarihine) yakın bir zamanda ta-
mamlanmıştır (Ateş 1968: 113-14; Furûzanfer 1990: 145-48, 211-12).
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 143

Bu hacimli eser, akıcı bir üslûba sahip olmasına karşılık, dil nazım
tekniği bakımından güçlü değildir. Bundan dolayı da sonraki müsten-
sihler bazı üslûp, özellikle de vezin aksaklıklarını düzeltmişlerdir (Ritter
1997: 57). Hiç şüphesiz bunda doğrudan doğruya bir edebî kaygıyla
kaleme alınmaması etkili olmuştur. Çünkü kendinisini toplumu aydın-
latmakla görevli sayan bir öğretmen gibi gören Mevlânâ’nın asıl derdi,
şiir söylemek değil, bilakis mesajını topluma ulaştırmaktır. Bundan do-
layı da şiirin kurallarını zorlamaktan hiç çekinmemiştir (Kırlangıç 2007:
222). Mevlânâ didaktik bir eser olan Mesnevî’de, belirli bir plana göre
hareket etmemiştir. Herhangi bir münasebetle bir hikâyeyi anlatırken,
çok kuvvetli olan tedai kabiliyetiyle başka bir hikâyeyi hatırlamış; o hi-
kâye, kendisini dinî, insanî konulara sürüklemiş, derken bir başka hikâ-
yeyi, bir başka olayı hatırlayıp onu anlatmaya başlamıştır. Bu şekilde
devam ederken tekrar ilk hikâyeye dönüp onu bitirmiştir (Gölpınarlı
1981-: I/IX). Belki bundan dolayı Mesnevî, “hikâye içinde hikâye” olarak
nitelendirilmiştir (Kırlangıç 2007: 221). Onun bu üslûbu, aynı zamanda
eseri okuyanları meraklandırıcı ve sürükleyici bir etki de oluşturmuştur.
İçerisinde birçok tasavvufî, dinî ve ahlâkî terim ve kavramlara yer
verilip anlamlarının açıklandığı Mesnevî’de anlatılan hikâyelerin bir ço-
ğunun, o devir Anadolu’sunun sosyal, siyasî ve kültürel hadiseleriyle
ilgili olduğu da görülmektedir. Mevlânâ, bu hikâyeleri çok ustaca seçmiş
ve görüşlerini, hem şâirlik dehasıyla anlatmış hem de muhaliflerini hic-
vetmekten çekinmemiştir (Bayram 2001b: 21-40).
Özellikle Mesnevî, Türk illerinde en çok saygı gören, en fazla oku-
nan ve en geniş ölçüde şerh edilen, seçmeler yapılan, anlaşılması güç
beyitleri için yorumlar düzenlenen, yorumları kuvvetlendirmek için
kendisinden hikâye, temsil ve beyitler aktarılan, hatta okuyucular tara-
fından daha iyi ve kolay anlaşılabilmesi için çeşitli sözlükler hazırlanan
bir eserdir. Nitekim bütün bu konularda birçok eserin kaleme alındığı
görülmektedir (bak. Çelebioğlu 1978; Öztekin 1998; Kartal 1999: 181-243;
Kunt 1996). Ayrıca muhteva olarak içerisinde barındırdığı fikirlerden
dolayı da, Türk edebiyatının oluşmasında önemli bir yere sahip olmuş-
tur.
Dîvân-ı Kebîr (Mevlânâ 1345, Mevlânâ Celâleddin 1992), onun ga-
zel ve bir kaç da değişik şekildeki şiir ve rubaîlerini ihtiva eden bir diğer
144 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

büyük eseridir. Ancak rubaîleri ekseriyetle ayrı bir eser hâlinde toplan-
mıştır (Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî 1312, Gölpınarlı 1964, Gençosman
1988, Can 1990, 1991). Mevlânâ, gazellerinin çoğunun sonunda kendi
adını veya mahlasını söyleyeceği yerde, şâirlerin usulleri hilafına Şems,
Şems-i Tebrizî isimlerini mahlas olarak kullandığı için, bu dîvâna Dîvân-
ı Şems veya Dîvân-ı Şems-i Tebrizî adı verilmiştir. Çok geniş bir hacme
sahip olduğundan Dîvân-ı Kebîr de denilen eser, yukarıda belirttiğimiz
gibi şiirlerde Şems ve Şems-i Tebrizî mahlasları kullanıldığından Külli-
yât-ı Şems ve Külliyât-ı Şems-i Tebrizî isimleriyle de bilinmektedir. Mev-
lânâ şiirlerinde mahlas olarak sıkça kullandığı Şems ve Şems-i Tebrizî
isimlerinin yanında Hâmûş kelimesi ile Selahaddîn-i Zerkûb ve
Hüsameddîn Çelebi’nin isimlerini de mahlas olarak kullanmıştır. Ancak
bu mahlasların çoğunun hitap mahiyetinde olduğu dikkatlerden kaç-
mamaktadır. Mevlânâ’nın Şems ile olan ilgisinden haberi olmayan kim-
seler, Şems’in Farsça yazılmış gazelleri olduğunu, bu çok değerli beyit-
leri onun yazdığını sanmışlardır. Halbuki Şems şâir olarak tanınma-
maktadır.
Mevlânâ’nın çeşitli yer ve zamanlarda özellikle sema sırasında duy-
gularını irticalen dile getirdiği şiirler, kâtib-i esrâr ismi verilen özel kâ-
tipler tarafından anında kaydedilmiş ve söylendikleri aruz bahirlerine
göre tertip edilmişlerdir. Böylece aruz vezninin yirmi bir farklı bahrinde
söylenmiş ve her bahri, ayrı bir dîvânçe teşkil eden büyük bir dîvân
meydana gelmiţtir. Dîvân’da yer alan şiirler, şiir söyleme veya yazma
endişesi içinde olmadan söylenmiştir. Mevlânâ, günlük olaylardan etki-
lenerek çoğu kere vecd içinde sema ederken hissettiklerini vezin ve kâ-
fiye potası içersinde söylemeye başlamıştır (Yazıcı 1994: 432). Nitekim
Ritter, Dîvân’ın hakiki şevk ve heyecanın en saf ifadesi olmak ve edebî
örneklere uyularak meydana getirilmesinden ziyade, his ve şahsî sergü-
zeştlerin yansıması oluşundan dolayı önemli olduğunu ifade etmiştir
(1993: 56-57).
Cezbe ve coşku içinde kendinden geçmiş bir âşığın dudaklarından
dökülen manzumelerden oluşan bir eser olan Dîvân-ı Kebîr, ağırlıklı ola-
rak gazel formunda söylenmiş şiirlerden meydana gelmektedir. Tasav-
vufî şiir geleneğinde bir zirve olan bu gazeller, aynı zamanda gazel na-
zım şeklinin en güzel örneklerini oluşturmaktadır. Kullanılan imgeler
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 145

bakımından güçlü şiirler içeren bu eser, özgünlük bakımından da dikkat


çekmektedir. Özellikle Mevlânâ bu gazellerinde, Farsça gazel geleneği-
nin bir takipçisi olarak, klasik şiirde tekrarlanagelen sembol ve imgeleri
tekrarlamakla yetinmemiş, bu imgeleri daha zengin çağrışımlarla kul-
lanmış, hatta daha gönce kullanılmamış imgeler bulup söylemiştir. Bu-
rada dikkati çeken, Mevlânâ’nın bu özgünlüğü sergilerken şiir adına
özel bir çaba sergilemeyip yaşadığı hâli dile getirmekten öte bir şey
yapmamasıdır. İşte bu kendiliğinden oluş, onun şiirine ayrı bir güç ve
çekicilik kazandırmıştır (Kırlangıç 2007: 222).
Mevlânâ’nın Dîvân’ındaki şiirleriyle Mesnevî arasında üslûp, ifade,
heyecan bakımından hiç mi hiç fark yoktur. Mesnevî’yi didaktik bir eser
kabul edip Mevlânâ’nın asıl lirik şiirlerinin Dîvân’da mevcut olduğunu
söyleyenler de vardır. Mesnevî, didaktik bir eser olmakla birlikte, bünye-
sinde yer yer lirizmin en kudretli ifadesini taşır. Dîvân’daki şiirlerin bir
çoğu da didakdiktir, fakat Mevlânâ, inancında o kadar özlüdür ki inan-
dırmak için söylediği sözlerde de lirizm ve didaktizmi âdeta bünyesinde
yoğurur ve yok eder. Dîvân’daki bir çok gazellerde Mesnevî hikâyelerini
özetleyen Mevlânâ, Mesnevî’deki bahislerin birçoğuna yine Dîvân’da yer
vermiţtir. Dîvân ve Mesnevî, hem uslûp, hem ifade, hem edâ, hem konu
bakımından aslında aynı olup bu iki eser arasında sadece tarz ve vezin
farkı vardır (Gölpınarlı 1992: I/X).
Arap ve İran Edebiyatı’na hakkıyla vâkıf olan Mevlânâ’nın Dîvân-ı
Kebîr’inde Farsça ve Arapça gazellerin yanında, Rumca ve Arapça mü-
lemmalar da mevcuttur. Mülemmaların toplam sayısı 64’tür. Arapça
gazelleri ise 91 adettir (Alp 1997: 5). Ayrıca Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde
ve Dîvân’ında yer alan beyitlerde birçok Türkçe kelimeye rastlanıldığı
gibi (M. Şerefeddin 1934: 111-155), Dîvân’da zaman zaman Türkçe ve
Türkçe-Farsça karışık beyitler de bulunmaktadır9 (M. Şerefeddin 1934:
156-167; Mansuroğlu 1988). Bu şiirlerde Türkçe, başlı başına bir man-
zume çapına çıkamasa da, beyit seviyesine yükselen dağınık ifadeler

9
M. Şerefeddin, Mevlânâ’ya ait olduğunu söylediği 17 tane Türkçe ve Türkçe-Farsça
manzume neşretmiştir (1934: 156-67). Mecdut Mansuroğlu ise, M. Şerefeddin’in
Mevlânâ’ya dil, sanat, eda ve konu bakımından uzak düşen bazı Türkçe beyitleri
de Mevlânâ’nın olarak tanıttığını ileri sürmüş ve bunlardan sadece 10’unun Mev-
lânâ’nın olabileceğini ileri sürmüştür (1988: 208).
146 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

hâlinde kendini göstermektedir (Akün 1994 : 393). Bunların Farsça şiir-


lerle çok az ortak noktalarının olduğu görülmektedir. Ekseriyetinin
dünyevî eğlence ile ilgili olduğu izlenimi veren bu Türkçe şiirlerde,
Mevlânâ’nın özel hayatına ait kullanımlar da vardır. Bazen bu şiirlerde,
Ân yekî Turkî ki âyed gûyedem “Hey geymü sen?” (Bana her gelen Türk
“hey iyi misin?” der) mısraında olduğu gibi Türkçe unsurların alelâde
bir ifadenin aktarımıyla sınırlı olduğu da görülmektedir. Bunun yanında
neşeli bir tarzda aşkın ve şarabın zevkinden bahseden şiirler de vardır.
Muhteva olarak dünyevî görülen bu şiirlerde, çeşitli deyimlere de yer
verilmiştir. Rûzî nişest hâhem yalguz sinün katunda / Hem sen çagır içer sen
hem men kobuz çalar men (Bir gün senin yanında yalnız oturmak istiyo-
rum; sen şarap içersin ben de kopuz çalarım) beytinde olduğu gibi. Bazı
şiirlerde ise ya bir “Türk”e hitap edilmekte ya da bir “Türk”ten bahse-
dilmektedir. Meselâ Turk-i mâh-çehre (ay yüzlü Türk), Merâ yârist Turk-i
ceng-cûyî (Kavgacı bir Türk dostum vardır), Resîd Turkem (Türküm geldi)
gibi. Mecdut Mansuroğlu bu şiirlerden ikisinin Türkler arasında dinî ve
tasavvufî fikirleri yaymak amacıyla yazıldığını söylemektedir (Johanson
1993: 29-31).
Vasfi Mahir Kocatürk’ün de dikkat çektiği gibi, Mevlânâ’nın mü-
lemma şeklinde söylenmiş şiirlerinde bulunan bazı mısraları vardır ki,
ifade, ruh, ritim ve duygu yönünden, kendisinden önce bir benzeri gö-
rülmediği gibi, ondan sonra da yaklaşık bir asır yani Nesîmî’ye kadar
benzerlerine rastlanmamaktadır. Özellikle,
Mâhest nemî-dânem hurşîd ruhet yâ ne
Bu ayruluk odına nice cigerüm yane
matlalı mülemmaındaki Türkçe mısralar, kendi eserindeki İran şiirinin
yüksek örneklerinden olan diğer mısralardan aşağı kalmayacak gerçek
şiir edası taşımaktadır. Bunlardan:
Mecnûn bigi vâveylî oldum gene dîvâne
Fitnelü elâ gözler çün uyhudan uyane
mısraları, zaman itibariyle olduğu gibi ruh itibariyle de, XVI. asırda
Bâkî’nin temsil ettiği Türk Klasik şiirinin sanki ilk pırıltılarındandır
(1970: 101).
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 147

Mevlânâ’nın Türkçe şiirlerinden biri şu şekildedir (Mansuroğlu


1988: 214-15):
Eger geydür karındaş yoksa yavuz
Uzun yolda saña budur kulavuz

Çopanı berk dut kurtlar öküşdür


İşit binden kara kuzum kara kuz

Eger Tat sen eger Rûm sen eger Türk


Zebân-i bî-zebânân-râ biyâmûz10
Mevlânâ’nın Farsça-Türkçe mülemma bir gazelinin bazı beyitleri ise
şöyledir (Cengiz 1985: 8-9):
Dânî ki min zi-’âlem yalguz seni sever min
Eger der berem neyâyî ender-gamet öler min

Men yâr-i bâ-vefâyem ber-men cefâ kılur sen


Ger to zi-men ne-porsî min hod seni sorar min

Rûzî nişeste hâhem yalguz sinün katunda


Hem min çakır içermin hem min teyiş biler min

Mâhî çü Şems-i Tebrîz gaybet numûd u goftâ


Ez-men diger ne-porsîd min söyledüm yazar min11
Mevlânâ gerek yaşadığı kültürel ortam gerekse içirisinde
bulunduğu hâlet-i rûhiye ve vecd gereği eserlerini Farsça söylemiştir.
Çünkü gönlünde bulunan o kabına sığmaz aşk coşkunluğunu ancak
gelişmiş ve işlenmiş bir dil olan Farsça ile terennüm edebilirdi.
Nitekim o Doğu Türkçesini biliyordu. Oğuz Türkçesini ise
10
1. Eğer, kardeş, iyi de, kötü de olsa, uzun yolda sana kılavuz budur. 2. Çobanı sıkı
tut, kurtlar çoktur; işit benden kara esmerim, kara esmer. 3. Eğer Acemsen, Eğer
Rumsan (ve) eğer Türksen (de), dilsizlerin dilini öğren (Mansuroğlu 1988: 214-15).
11
1. Bilirsin ki ben (bu) âlemde yalnız seni severim, eğer yanıma gelmezsen senin
gamınla ölürüm. 2. Ben vefalı âşığım (sen ise) bana cefa ediyorsun. Şayet sen beni
(arayıp) sormazsan, ben kendim seni (arayıp) sorarım. 3. Bir gün senin yanında tek
başıma oturmak isterim. Hem ben şarap içerim; hem de şarkı-türkü bilirim. 4. Teb-
rizli Şems gibi bir ay kayboldu ve dedi: Beni artık sormayın; ben söyledim, ben ya-
zarım.
148 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Anadolu’da öğrenmişti. Oysa Oğuz Türkçesi, ‘edebî dil’ hüviyetini


henüz o dönemde kazanamamıştı. Ancak yukarıda zikrettiğimiz gibi,
içlerinde bulunduğu ve belli bir noktada muhatabı olan Türk halkına
karşı da bigane kalmayıp ya mülemma şeklinde ya da beyte yayılmış
şekilde Türkçe şiirler söylemekten de kendini alamamıştır. Edebî
açıdan önemli olmayan bu şiirlerin, Johanson’un da belirttiği gibi,
“yerel” bir konuşma biçiminin bir yazı dili olarak gelişmesine katkı
sağladığı da yadsınamaz bir gerçektir (Demir 2007: 307).
Mevlânâ’nın bu manzum eserlerinin dışında Fîhi Mâ Fih, Mecâlis-i
Seb’a ve Mektûbât isimli Farsça mensur eserleri de bulunmaktadır.

Sultan Veled
Bu dönemin önemli şâirlerinden olan Sultan Veled, Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî’nin büyük oğlu olup 623/1226 yılında bugün Kara-
man olarak bilinen Larende’de doğmuştur. İlk öğrenimini babasından
alan Sultan Veled, erken yaşlarda babası ile birlikte dönemin ileri gelen
âlimlerinin de bulunduğu çeşitli toplantılara katılmış ve katıldığı bu
toplantılardan istifade etmiştir. Sadık bir mürit gibi babasına ve Şems-i
Tebrîzî’ye hizmet etmiş; ilk kayboluşunda Şam’a giderek (1246) Şems-i
Tebrîzî’yi geri getirmiştir. Şems-i Tebrîzî’nin ölümünden sonra (1247)
aynı saygıyı babasının halifeleri Selâhaddîn-i Zerkûb’a ve Hüsameddîn
Çelebi’ye de göstermiş, babasının ölümü üzerine (1273) onun yerine
geçmesi istenmişse de kabul etmemiş, bilakis Çelebi’ye tabi olmuştur.
Hüsameddin Çelebi ölünce (1284) ısrarlara karşı koyamamış, post-
nişinliği kabul etmiş, ancak gerçek halifenin Kerimüddîn Bektemür ol-
duğunu belirtmekten geri kalmadığı gibi, Bektemür’ün ölümüne kadar
da (1291) ona gereken saygıyı göstermiştir. Sultân Veled post-nişin ol-
duktan sonra babasının yolunu örgütlemeye çalışmıştır. Mevlevilik
onun zamanında örgütlü bir tarikat haline gelmiş, gerek yapıtları, ge-
rekse dört bir yana gönderdiği dervişleri ve halifeleriyle mevleviliğin
yayılmasını sağlamıştır. Sultân Veled, 86 yaşında olduğu halde 712/1312
tarihinde vefat etmiştir.
Şiirlerinde Anadolu halkını aydınlatmak ve Mevlânâ’nın görüşlerini
yayıp açıklamak ile büyüklüğünü telkin maksadını güden Sultan Veled,
arada Türkçe şiirler söylemişse de eserlerinin büyük bir çoğunluğunu
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 149

Farsça yazmıştır. Türkçe şiirleri Anadolu Türkçesinin eski örneklerinden


sayılır. Tasavvuf esaslarını öğretme mahiyetinde olan Türkçe şiirlerinde
aruz veznini ve daha ziyade mesnevî nazım şeklini kullanmıştır. Sultan
Veled’in bu Türkçe şiirleri Gibb’in söylediği gibi Osmanlı Devleti’nin
tesis edildiği sıralarda Batı Asya Türkçesine örnek teşkil etmesi bakı-
mından ilginçtir. Bu şiirlerde kullanılan Türkçe kelimelerin ekseriyeti
bugün unutulmuş, bir kısmı muhtemelen Osmanlı Türkçesinde hiç kul-
lanılmamış, geri kalanı da belki hâlâ bazı ağızlarda varlığını sürdür-
mektedir. Didaktik mahiyette olup sade ve yumuşak bir üslûba sahip
olan bu şiirlerde, özellikle amacından dolayı edebî bir zerafet yoktur.
Ancak Türk tarzı ölçüye uygun olup kafiyeler oldukça isabetli oluştu-
rulmuştur (Gibb 1999: 106).
Sultan Veled’in şiirlerindeki Türkçe, Mevlânâ’nınkiler gibi dağınık
mısra, beyit ve mülemmalardan ibaret kalmayıp sayısı 14’ü bulan gaze-
lin başından sonuna kadar yer alabilecek bir duruma gelmiştir. Sultan
Veled bununla da yetinmeyerek İbtidâ-nâme’sinin 76 beytiyle, Rebâb-
nâme’sinin 162 beyitlik bir bölümünü de Anadolu Türkçesiyle meydana
getirmiştir. Gerek 10.000 beyitlik İbtidâ-nâme’sinde gerekse 8.124 beyitlik
Rebâb-nâme’sinde Türkçeye hakim olamadığını bildiren sözlerinde onun
aruzlu ifadede nasıl zorlandığı, bundan dolayı her ikisinde ara yerde
yaptığı bu Türkçe çıkışlardan sonra söyleyeceklerini daha rahat anlata-
bilmek için tekrar Farsçaya döndüğü dikkat çekmektedir (Akün 1994:
393).
Sultan Veled’in özellikle Türkçe gazellerinde, Türk halk edebiya-
tında oldukça fazla kullanılan ve yer alan aliterasyonun varlığı dikkat
çekmektedir. Şâir, bu usülü kullanmakla kendi şiirlerini hiç şüphesiz
Türk halk şiirine yaklaştırmış, böylece halkın kendi şiirlerini kolayca
benimsemelerine zemin hazırlamıştır. Bu da hiç şüphesiz Sultan
Veled’in ortaçağ Anadolu’sunda meşhur olmasına vesile olmuştur
(Fomkin 1994: 137-41). Sultan Veled’in Türkçe şiirlerinin esasını,
Fomkin’in tespit ettiği gibi eski çağlardan gelen Türk şiir geleneği ile
onun kendi estetik tasavvurları oluşturmuştur (bak. Fomkin 1994).
Sultan Veled’in söylemiş olduğu bu Türkçe şiirler, daha sonra gele-
ceklerin bir nevi öncülüğünü yapmıştır (Akün 1994: 393). Nitekim aşa-
150 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

ğıdaki beyitlerde yer alan ve klasik şâirlerin ortak kullanımı olan maz-
munlar ve kavramlar sanki bunun delili gibidir:
Senün yüzün güneşdür yoksa aydur
Cânum aldı gözün daki ne eydür

Temâşâ çün berü gel kim göresin


Nite gözüm yaşı ırmak u çaydur

Ne okdur bu ne ok kim degdi senden


Benüm boyum sünüydi şimdi yaydur

Kaşlarun yâdur gözün oklar atar


Gönglüm ol oklarıçun oldı âmâç

Ol ne kaşdur ol ne gözdür cân alur


Ol ne boydur ol ne yüzdür ol ne saç
Sultan Veled’in Dîvân’ı ve mesnevîlerinde yer alan Türkçe manzu-
meleri (Sultan Veled 1341; Mansuroğlu 1958) ile Arapça şiirleri
(Değirmençay 1997) yayımlanmıştır.
Sultan Veled’in tamamı Farsça olan eserleri şunlardır:
Sultân Veled’in Dîvân (Uzluk 1941)’ı, kaside, gazel, kıt’a, terci-bend,
terkib-bend, musammat ve rubaîlerden oluşmaktadır. Rubaîler (Uzluk
1941: 559-616; Değirmençay 1996a) ise ayrı bir cüz halinde bulunmakta-
dır. Dîvân’da, Farsça 826 gazel, 32 kaside, 9 kıt’a, 10 terci-bend ve terkib-
bend, 23 musammat, 454 rubaî yanında Türkçe ve Arapça şiirler ile
Rumca beyitler de vardır. Bunlar, 62 beyitte 8 Arapça manzume ve 3
rubaînin yanında, Farsça bir gazel içinde 3 beyit, ayrıca bir de Farsça-
Arapça mülemma şiir; 123 beyitte, 14 Türkçe manzume ve Farsça-Türkçe
13 beyitlik mülemma bir gazel; 21 Rumca beyit ile Farsça-Türkçe, Farsça-
Arapça ve Farsça-Rumca bir arada mülemma şiirlerdir (Değirmençay
1996: 52).
Dîvân’daki gazellerin çoğu, Mevlânâ’nın gazellerine nazire olarak
yazılmıştır. Büyük bir edebî değeri olmayan bu eser, devrinin muhtelif
devlet ricali için yazılmış olan ve çok defa beyitlerinin ilk harflerinin
sıralanmasından, hakkında yazılmış olduğu şahsın adı çıkan manzume-
leri sebebiyle tarih tetkikleri bakımından mühimdir (Yazıcı 1997: 30).
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 151

Övgü ve mersiye mahiyetinde olanlar müstesna, bütün gazeller tasav-


vufî ve didaktik bir mahiyettedir. Bu gazellerin ve rubaîlerin en büyük
özellikleri ifadenin hepsinde açık ve sâde oluşudur.
Sultân Veled’in ilk mesnevîsi olan İbtidâ-nâme (Sultan Veled 1315,
1976), Mevlânâ’nın hayatı ve Mevlânâ âşıklarının ilk inançlarını gösteren
en eski ve doğru kaynak olması bakımından oldukça önemlidir. 1291
tarihinde yazılan mesnevîde 76 Türkçe, 180 Arapça ve 23 Rumca beyit
de bulunmaktadır.
Sultan Veled, mesnevîsinin başında Mevlânâ’nın, Mesnevî’sinde
geçmiş erenlerin kıssalarını zikrettiğini, onların kerametlerini ve ma-
kamlarını açıkladığını; onların kıssalarını anlatmaktan maksadının kendi
kerametlerini ve makamlarını belirtmek olduğunu; kendisiyle dost ve
gönüldaş olan Seyyid Burhaneddîn Muhakkık-ı Tirmizî, Tebrizli
Şemseddin Muhammed, Konyalı Şeyh Selahaddin Feridun, Konyalı Çe-
lebi Hüsameddin’in hâlleri ile kendi hâllerini, anlattığı hikâyelerle zik-
rettiğini belirttikten sonra, bazı kimselerin durumun doğruluğunu anla-
yacak, söylenen maksadı kavrayacak anlayış ve seziş kabiliyeti bulun-
madığı için Mesnevî’de bildirilen kendisi ve kendisiyle gönülleri bir olan
musahiplerinin ahvalinin okuyanlara ve dinleyenlere malum olsun,
şüpheleri ortadan kalksın diye etraflıca anlattığını belirtir (Sultan Veled
1976: 1-2).
Rebâb-nâme (bak. Değirmençay 1996) 1301’de nesir ve nazım olarak
kaleme almıştır. 8124 beyit olan mesnevîde 162 Türkçe, 36 Arapça ve 22
tane de Rumca beyit vardır. Sultan Veled, Rebâb-nâme’de, öğütlerden,
Hakk’ın sırlarından yani Kur’ân ayetlerinden ve tarikatın gereği olan
hususlardan bahsetmiştir. Bu bahisler içerisinde birçok âyet ve hadis
iktibaslarında bulunulmuş ve mânâları geniş açıklamalarla ifade edil-
miştir. Türkçe ve Arapça beyitlerde de aynı hususlar söylenmiş olup
nispeten Türkçe beyitlerde, Arapça beyitlere oranla biraz daha fazla
konu işlenmiş; ayrıca Mevlânâ’nın övgüsüne de yer verilmiştir.
Sultan Veled’in üçüncü ve son mesnevîsi İntihâ-nâme’dir. Eser,
baştan sona Farsça olup diğer eserlerinde olduğu gibi Türkçe, Arapça ve
Rumca beyitler yoktur (Değirmençay 1996: 54-55). İntihâ-nâme’de, tari-
katın gereği olan şeylerle, vaaz ve nasihatlerin anlatılması yanında,
Mevlevîlikle ilgili olarak Mevlânâ’nın Şems’e bağlanmadan önceki du-
152 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

rumu, yaşantısı ve diğer özellikleri ile Şems’e bağlanması ve Şems’in,


daha önce hiç sema yapmamış olan Mevlânâ’yı semaa başlatması;
semaın, bütün müritler tarafından yapılması ve sema ile ilgili birtakım
kısa anlatımlar da vardır (Değirmençay 1996a: 24).
Sultan Veled’in Maârif isminde Farsça mensur ve tasavvufî bir eseri
dahi vardır.

Nâsırî
Bu dönem şâirlerinden olan Nâsırî’nin de bazı Türkçe şiirleriyle
karşılaşmaktayız. Sivaslı olup Sultan Veled dervişlerinden Rükneddin
el-Urmevî el-Konevî’nin oğlu olan Nâsırî, tarikat hakkında manzum bir
kitap olmadığını görmüş ve Fütüvvetnâme (Gölpınarlı 1952: 181-203)
isimli mesnevîsini 679/1280 tarihinde Farsça olarak yazmıştır. Aruzun
"fâilâtün fâilâtün fâilün" kalıbıyla kaleme alınan ve 882 beyit olan mes-
nevîsini, Ahi Muhammed’e ithaf etmiştir (Ateş 1945: 118). Nâsırî’nin
manzum mensur karışık olarak kaleme aldığı İşrâkât adında bir eseri
daha vardır. Burada yer alan bazı hikâyeler Anadolu’da geçtiği için o
dönem Anadolu’suna dair bazı bilgiler vermektedir. Ayrıca şâirin, Mes-
nevî ve Garîb-nâme’de de geçen “üzüm hikâyesi”ni anlatırken Türkçe iki
beyte, başka bir latifesinde ise bir mısraa yer vermesi, onun Farsçanın
yanında Türkçe şiirler de söylediğini göstermektedir (Köprülü 1943:
446).

Yûnus Emre
Yaşadığı dönem konusunda farklı görüşler olan, XIII. asrın ortaları
ile XIV. asrın başlarında yaşadığı tahmin edilen, ilk Türkçe Dîvânı tertip
eden, Risâletü’n-Nushiyye adında bir mesnevî kaleme alan Yûnus
Emre’nin Türk edebiyatında müstesna bir yeri vardır. Türkçeyi çok iyi
bir şekilde kullanan Yunus Emre, Oğuz Türkçesine dayalı Anadolu
Türkçesinin müstakil bir yazı dili olarak kuruluşunda önemli bir rol
oynamıştır (Korkmaz 1995: 363). Halkın konuşma dilini en canlı bir şe-
kilde kullanmış, Türkçenin bir edebiyat ve kültür dili olmasında son
derece önemli hizmette bulunmuştur (Timurtaş 1997: 236).
Yunus’un eserlerinde kullandığı dil sade, canlı bir konuşma diline
yaslanmakla birlikte O, halk tarafından anlaşılan Arapça ve Farsça keli-
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 153

meleri kullanmaktan da çekinmemiştir. Bu onun şöhretinin geniş halk


kitlelerine yayılmasını sağlamıştır.
Yunus Emre’nin Divan’ında (Tatçı 1990; Timurtaş 1989) yer alan ga-
zellerinin konusu, hemen hemen tamamen din ve tasavvuf etrafında
odaklanmaktadır. O, Orta Asya’da Ahmed-i Yesevî ve dervişlerinin hik-
metleriyle başlayan çığırı, Anadolu’da devam ettirmiştir. Ancak bu de-
vam, taklidî mahiyette olmamıştır. Çünkü Yunus hikmet geleneğini
kendi kabiliyetiyle yoğurarak en üst düzeye çıkaran ve kendisinden
sonra bir Yunus mektebinin oluşmasını sağlayan orijinal bir şâirdir
(Tatçı 1990: I/71-72). Yunus, Orta Asya Türk tasavvuf geleneği ile tasav-
vuf felsefesini birleştirmiş yani Ahmed-i Yesevî ile İbnü’l-Arabî’nin dü-
şüncelerini kendisinde bir araya getirmiş bir şahsiyettir (Yakıt 2002: 17).
Bir şiirinde Mevlânâ Hüdâ-vendgâr bize nazar kılalı / Onun görklü nazarı
gönlümüz aynası [oldu] diyerek Mevlânâ’nın manevî nazarı altında oldu-
ğunu belirten Yunus Emre, bazı yazarlara göre “Mesnevî’yi ve Dîvân-ı
Kebîr’i okumuş, onlardan bir çok mazmûnları, kendince tasarruf etmiş, Mev-
lânâ’nın tesiri altında kalmış, hatta onun insanî görüşünü Türkçede dile getir-
miş bir şâirdir.” Bazılarına göre de “Daha önce İbn Arabî ve Mevlânâ’da
vahdet-i vücûd ve buna bağlı olarak diğer tasavvufî mefhumlar, en geniş ve
apaçık ifadesini bulmuştu. Fakat Türkçede ilk defa Yunus bu mefhumları ‘ür-
yan’ kılıyordu.” Yine onun Türk edebiyatındaki yeri ve tesirleri üzerinde
geniş bir çalışma yapan Köprülü’nün ifadesiyle “O, Muhyiddin-i Arabî ve
şakirtleriyle Celaleddin-i Rumî’nin yaydığı geniş ve serbest telakkîleri tama-
mıyla kendine maletmiş, rûhen mutasavvıf, büyük ve çok samimî ve sanatkâr
bir şahsiyetti” (Kılıç 2007: 79-80). Yunus Emre’nin "Çıkdum erik dalına anda
yidüm üzümi / Bostan ıssı kakıyup dir ne yirsün kozumı" matlaıyla başlayan
şiiri, diğer şiirlerinin aksine tamamen sembolik olarak kaleme alınmıştır.
Seyr ü sülûka giren dervişlerin karşılaştıkları güçlüklerin sembolik ola-
rak anlatıldığı bu şiire, bazı mutasavvıflar tarafından şerhler yazılmıştır
(Pekolcay vd. 1991; Yakıt 2002; Tatcı 2005).
Yunus Emre’nin 707/1307 tarihinde kaleme aldığı Risâletü’n-nushiye
(Tatçı 1990; Günay vd. 2004) isimli mesnevîsi, aruzun "fâilâtün fâilâtün
fâilün" kalıbıyla yazılan manzum bir girişle başlar. Kısa bir mensur bö-
lümden sonra, mefâîlün mefâîlün feûlün vezniyle yazılan mesnevînin
asıl bölümleri gelmektedir. 600 beyitten oluşan mesnevînin giriş man-
154 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

zumesinde Hz. “Âdem’in yaratılışı” ve “Anâsır-ı Erbaa (toprak, su,


hava, ateş)” açıklandıktan sonra, mensur kısımda akıl, iman ve ilim ma-
kamları ele alınmıştır. Daha sonra “ruh ve akıl”, “kibir ve kanaat”,
“buşu ve gazap”, “sabır”, “buhl ve haset” ile “gıybet ve bühtan” konu-
ları sırasıyla şerh edilmiştir. Risâletü’n-nushiye’de tasavvufî ahlâk, ya da
seyr ü sülûk denilen manevî yolculuk, insanın iç mücadelesi, kendini
bilme ve bulma gayreti, bir toplum düzeninden hareketle daha doğrusu
Anadolu Selçuklu Türk askerî teşkilatından ve sair sosyal hayatından
mehazlar alınarak anlatılmıştır. Ele alınan mücerret dünya anlayışı, mü-
şahhas örneklerle, hikâye diliyle ve nasihatçi bir anlayışla işlenmiştir
(Tatçı 1990: III/1-18). Eserin diğer bir özelliği de İslâmiyetle birlikte Türk
ruhunda meydana gelen değişikliği yansıtmasıdır. Nitekim eserde, dışa
dönük, savaşçı, maddî kuvvete dayalı alp tipi'nin yerini; içe dönük, ma-
nevî olanın peşine giden veli tipi almıştır. Yunus bu eserinde adeta eski
Türk akıncısını atından indirerek elinden kılıcını ve okunu almış ve onu
kendi içinde sefere davet etmiştir (Günay vd. 2004: 92). Risâletü'n-
nushiyye, her ne kadar muhteva ve kurgu yönünden başarılı olsa da,
nazım tekniği; yani işlenişi bakımından zayıf bir eserdir. Eserin türünün
ilk örneklerinden biri olması ve Yunus'un mizacına uymamasından do-
layı Yunus, mesnevîsinde ele aldığı konu itibariyle ön plana çıkmıştır.
Nitekim Yunus Emre, mesnevîsinden ziyade divanındaki gazel ve ilahî-
leriyle şöhret bulmuş ve bir Yunus mektebinin doğmasına sebep ol-
muştur (Günay vd. 2004: 97-98).

Dehhânî
Bu dönemde yazmış olduğu Türkçe şiirlerle dikkati çeken şâirler-
den biri de Dehhânî’dir. Dehhânî’nin hayatı hakkında bilgilerimiz çok
sınırlıdır. Bugün için elimizde bulunan tek kasidesinden bildiğimiz, Ho-
rasan’dan Anadolu’ya geldiği ve sultandan tekrar oraya dönmek istedi-
ğidir. Dehhânî’yi ilim âlemine tanıtan M. Fuad Köprülü’nün tespitlerine
göre şâir, III. Alâaddîn Keykubâd devrinde (1298-1302) Anadolu’ya
gelmiş ve bu sultana intisap etmiştir. Onun sarayında bulunan Dehhânî,
eğlence ve işret meclislerine de katılmıştır. Ayrıca bu sultanın isteği üze-
rine yirmi bin beyitlik Farsça bir Şeh-nâme kaleme almıştır (Köprülüzâde
Mehmed Fuad 1926; Köprülü 1986: 271, 337). Köprülü’den sonra Mecdut
Mansuroğlu (1947: 4-5) ve Vasfi Mahir Kocatürk (1970: 170) de
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 155

Dehhânî’nin III. Alâaddîn Keykubâd zamanında yaşadığını belirtmiş-


lerdir. Devriyle ilgili bazı hususiyetleri bünyesinde barındıran söz ko-
nusu kasidesinde yer alan bazı telmihleri, Hikmet İlaydın farklı şekilde
yorumlayarak onun I. Alâaddîn Keykubâd zamanında (1220-1237) ya-
şamış olabileceğini ileri sürmüştür (1974). Çetin Derdiyok da “Tematik
Bir Bakış”la değerlendirdiği kasidesinde bu sultanın büyük ihtimalle I.
Alâaddîn Keykubad olduğu sonucuna varmıştır (1994). Ömer Faruk
Akün ise, bir manzumesindeki ipuçlarından hareket ederek onun 1361
tarihinde daha hayatta olduğu ve Anadolu’dan henüz ayrılmadığına
dikkat çekmiştir (1994: 393). Günay Kut ise, Karaman Beyi Alâaddîn Ali
(ö. 1398) zamanında yaşadığını belirtmektedir (2004: 354). Ancak
Dehhânî'nin bilinen tek kasidesi, Mecmû’atü'n-nezâ'ir'e göre Ahmedî'nin
şiirine (Canpolat 1982: 26-28), Câmi'u'n-nezâ’ir'e göre ise Şeyyâd Ham-
za'nın şiirine (vr. 434b) yazılan nazireler arasında gösterilmektedir. Bu
da, nazire derleyicilerinin bu konuda yeterli dikkat göstermediklerini,
dolayısıyla Dehhânî'nin XIV. asırda yaşadığına dair sonuçlara ihtiyatla
yaklaşılması gerektiğini göstermektedir. Dehhânî'nin döneminin bazı
hususiyetlerini bünyesinde barındıran kasidesindeki görüşler ve döne-
min sultanı hakkında söylediği düşüncüler ise, onun Sultan I. Alâaddîn
Keykubâd döneminde yaşadığını düşündürmektedir. Çünkü Horasan
yöresinden Anadolu'ya olan sanatkar ve alim akımının, bu sultan dö-
neminde oluşan huzur ve istikrardan dolayı yoğunlaştığı bilinmektedir
(Kartal 2007: 473).
XV. asırda Ömer b. Mezîd’in Mecmû’atü’n-nezâ’ir’i (Canpolat 1982:
26-28, 32-33, 42, 54-55, 133-34) ile XVI. asırda Eğridirli Hacı Kemâl’in
Câmi’u’n-nezâ’ir’i gibi önemli nazire mecmualarında şiirlerinin bulun-
ması, Şeyhoğlu Mustafâ’nın Kenzü’l-küberâ’sında kendisinden bir şiir
seçilmesi (Yavuz 1991: 144) ve Hatîboğlu’nun Hacı Bektaş-ı Velî’nin ma-
kalelerini tercüme ettiği Bahrü’l-hakâyık isimli eserinde adının bazı ünlü
Türk şâirlerle anılması (Ertaylan 1960: 111 [metin]), Dehhânî’nin hem
şöhretinin hem de etkisinin sonraki asırlarda devam ettiğini göstermek-
tedir.
Fuad Köprülü, Dehhânî’yi Anadolu’da “lâ-dinî klasik şiirin başlan-
gıcı” olarak gösterir. Döneminde hemen bütün şâirlerin dinî-tasavvufî
konulara yönelmesine karşılık Dehhânî’nin şiirleri bahar, gül, işret mec-
156 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

lisleri gibi dünya zevklerini; hasret, arzu, heves, içli şikâyetler hâlinde
dünyevî aşkın çeşitli tezahürlerini, hayatın geçiciliğini, bundan dolayı
içinde bulunulan zamanı hakkıyla yaşamak gerektiğini yer yer şuh bir
eda ile aksettirmiştir. Bunda Horasan'dan Anadolu'ya gelmeden önce
büyük bir ihtimalle yine sarayda bulunması ve saray kültürünü yakinen
bilmesi de etkili olmuştur. Çünkü o dönemlerde Orta Asya coğrafya-
sında hüküm süren Türk hanedanlarının gerek saraylarında gerekse
saray etrafında vücut bulan edebiyata bakıldığı zaman, muhteva yö-
nünden bu tarzda olduğu dikkat çekmektedir (Kartal 2007: 473).
Daha çok maddî hayatı dillendiren ve şekil mükemmeliyetini temsil
eden din dışı klasik şiirimizin en başında yer alan Dehhâni’nin şiirleri,
dil bakımından, Mevlânâ ve Sultan Veled’inkilere nazaran daha müte-
kâmildir. Renkli ve oldukça ilhamlı bir ruha sahip olan şâir, şiirlerini
şekil güzelliği ile de süsleyerek mısralarında üstün bir ahenk oluştur-
mayı başarmıştır. Şiirleri arasında XIV. ve XV. asır klasik şiir edasını
müjdeleyen güzel beyitler bulunmaktadır. Klasik İran şiirinde kalıplaşan
ve klasik edebiyatımızda da kullanılan temsilî kelime ve mazmunları
Türk şiirine ilk girdirenlerden biri olarak dikkat çekmektedir. Onunla
birlikte, Türk edebiyatında muayyen bir estetik anlayışı, fikir ve sanat
malzemesi, telmih sahaları ve şekil örnekleri olan klasik şiir başlamış
olmaktadır. Dehhânî, maddî duygulu ve şekilci bir sanatkâr sıfatıyla,
kendisinden sonra gelen XIV. asır şâirlerine, özellikle de Ahmedî’ye tabii
bir tekamülle bağlanmaktadır. XV. asra kadar büyük şâirler arasında
sayılan Dehhânî, bilhassa Ahmed Paşa’dan sonra, hem şiir dilinin hem
de zevkin tekâmülüyle gölgede kalmış ve unutulmuştur (Kocatürk 1970:
109).
Dehhânî’nin bugüne kadar ele geçen şiirleri bir kaside ile altı gazel-
den ibaret olup toplam 79 beyittir. Biri özel kitaplığındaki bir mecmu-
ada, diğeri Eğridirli Hacı Kemal’in Câmi’u’n-nezâ’ir adlı nazireler mec-
muasında bulunan iki gazeliyle kasidesinin bazı parçaları ilk defa Fuad
Köprülü tarafından yayımlanmış (Köprülüzâde Mehmed Fuad 1926),
bunlara daha sonra Ömer bin Mezîd’in Mecmû’atü’n-nezâ’ir’inde bulu-
nan dört gazel daha ilâve edilmiştir (Köprülüzâde Mehmed Fuad 1928).
Mecdut Mansuroğlu, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndeki bir nazi-
reler mecmuasında yer alan üç gazeli, son beyitlerindeki “dehânı” keli-
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 157

mesinin “Dehhânî” mahlasının vezin gereği değiştirilmiş şekli olabile-


ceği düşüncesiyle Dehhânî’nin şiirleri arasına katmıştır (1942: 101-4).
Ancak daha sonra bunun isabetsizliği Köprülü tarafından ortaya kon-
masına (1943: 396 [dipnot 1]) rağmen, Mecdut Mansuroğlu bu üç gazeli
Dehhânî’nin diğer şiirleriyle birlikte ayrıca neşretmiştir (1947). Bu üç
gazelden birinin Hikmet İlaydın’ın “tahmin” kayd-ı ihtiyatıyla ifade
ettiği, M. Fatih Köksal'ın ise doğruluğunu teyid ettiği gibi XV. asır şâirle-
rinden Resmî’ye, diğer ikisinin ise XVI. asır âlim ve şâirlerinden
Kemalpaşazâde’ye ait olduğu tespit edilmiştir (İlaydın 1978; Köksal
2005). Hoca Dehhânî’ye ait olduğu bilinen bütün şiirler bazı filolojik
düzeltmeler, bir indeks-sözlük ve orijinal nüshasının fotokopisiyle bir-
likte Hikmet İlaydın tarafından yayımlanmıştır (1978). Günay Kut,
Dehhânî'nin bu yedi şiirine bir şiir daha ilâve etmiştir (Kut 1988).
Dehhânî’nin, Firdevsî’nin Şeh-nâme’si biçiminde bir şeh-nâme yaz-
ması için Sultan Alâaddîn Keykubâd’dan emir aldığı XIV. asır Anadolu
şâirlerinden Yarcânî’nin Karaman Oğulları Şâh-nâmesi’nde kayıtlıdır.
Dehhânî, bu emir üzerine 20.000 beyitlik Farsça bir Şelçuklu Şâh-nâme’si
yazmıştır. Fakat ne yazık ki bu eser bugün ortada yoktur.

KAYNAKÇA
Ahmet Eflâkî (1989), Âriflerin Menkıbeleri I-II, (Çev.: Tahsin Yazıcı),
İstanbul: MEB Yay.
Akkaya, Şükrü (1954), Kitâb-ı Melik Dânişmend Gazi: Eine Türkische
Historischer Heldenroman aus der Mitte des 13. Jahrhunderts, Ankara.
Akün, Ömer Faruk (1994), “Divan Edebiyatı„ mad., DİA, 9: 389-427.
Alî Şîr Nevâî (1323), Mecâlisü’n-nefâis, Der-Tezkire-i Şu‘arâ-i Karn-i Nohum
Hicrî, Te’lîf: Mîr Nizâmuddîn Alî Şîr Nevâ’î, (Be-Sa‘y u İhtimâm-i Alî
Asgar Hikmet), Tehrân.
Alp, Faruk (1997), Dîvân-ı Kebîr Nüshaları [Tavsif - Mukayese - İndeks], Konya:
Selçuk Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi.
Alpay, Selahattin (1986), Fütûhât-ı Mekkiyye, İstanbul: Şakir Hoca Kitabevi.
Anbarcıoğlu, Meliha Ülker (1990), Mevlânâ, Fîhi Mâfih, İstanbul: MEB Yay.
Anbarcıoğlu, Meliha (1991), Sultan Veled, Maârif, İstanbul: MEB Yay.
Arat, Reşid Rahmeti (1979), Kutadgu Bilig I, Tıpkıçekimle Yapılmış İkinci
Baskı, Ankara: TDK Yay.
158 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Arat, Reşid Rahmeti (1988) Yusuf Has Hâcib Kutadgu Bilig, (Çeviri), Ankara:
TTK Yay.
Ateş, Ahmed (1945), “Hicrî VI-VIII. (XII-XIV.) Asırlarda Anadolu’da Farsça
Eserler”, Türkiyat Mecmuası, VII-VIII, Cüz: II: 94-135.
Ateş, Ahmed (1952), “Konya Kütüphanelerinde Bulunan Yazmalar”, Türk
Tarih Kurumu Belleten, 61: 49-130.
Ateş, Ahmed (1959), “Anadolu’nun Unutulmuş Bir Şâiri: Sayf al-Dîn Mu-
hammed al-Fargânî”, Belleten, XXIII: 415-25.
Ateş, Ahmed (1968), İstanbul Kütüphanelerinde Farsça Manzum Eserler I [Üni-
versite ve Nuruosmaniye Kütüphaneleri], İstanbul: Millî Eğitim Basımevi.
Ateş, Ahmed (1997), “Muhyi-d-din Arabî” mad., İslâm Ansiklopedisi, 8: 533-
55.
Baykara, Tuncer (2006), “Türkiye Selçuklularında Şehir/Kent ve Şehirli-
ler/Kentliler”, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, c. I,
Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, s. 275-291.
Bayram, Mikâil (1981), Anadolu’da Telif Edilen İlk Eser: Keşfu’l-akabe, İbnu’l-
Kemal İlyas b. Ahmed, Konya.
Bayram, Mikâil (1993), Şeyh Evhadü’d-dîn Hâmid el-Kirmânî ve Evhadiyye Tari-
katı, Konya.
Bayram, Mikâil (1994), Fatma Bacı ve Bacıyân-ı Rûm (Anadolu Bacıları Teşki-
lâtı), Konya.
Bayram, Mikâil (1996), Ahi Evren (Şeyh Nasîrü’d-din Mahmud Al-Hoyi) İmânın
Boyutları (Metâli’ü’l-îmân), [Konya].
Bayram, Mikâil (2001), “Anadolu Selçukluları’nda Devlet Yapısının Şekil-
lenmesi”, Cogito, 21, s. 61-72.
Bayram, Mikâil (2001a), Tarihin Işığında Nasreddin Hoca ve Ahi Evren, İstan-
bul.
Bayram, Mikâil (2001b), Tarihin Işığında Nasreddin Hoca ve Ahi Evren, İstan-
bul.
Bayram, Mikâil (2003), Türkiye Selçukluları Üzerine Araştırmalar, Konya:
Kömen Yay.
Bayram, Mikâil (2004), Destursuz Bağdan Üzüm Yiyenler, Konya: Kömen Yay.
Bayram, Mikâil (2005), Şeyh Evhadü’d-dîn Hâmid el-Kirmânî ve Menâkıb-nâ-
mesi, İstanbul: Kardelen Yay.
Buluç, Sadettin (1955), “Eski Bir Türk Dili Yadigârı Behcetü’l-hadâ’ık fî-
Mev’ızeti’l-halâ’ik”, TDED, 6: 119-31.
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 159

Buluç, Sadettin (1956), “Behcetü’l-hadâ’ık fî-Mev’ızeti’l-halâ’ik’den Örnekler”,


TDED, 7/ 1-2: 16-37.
Buluç, Sadettin (1988), “Behcetü’l-hadâ’ık fî-Mev’ızeti’l-halâ’ik’ten Derlenmiş
Koşuklar”, TDAY– Belleten 1963: 161-201.
Caferoğlu, A. (1972), “İlk Anadolu Vatan Kültürü Kurucuları”, Türkiyat
Mecmuası, XVII 1972: 1-12.
Can, Şefik (1990), Hz. Mevlânâ’ın Rubaileri I, İstanbul: KB Yay.
Can, Şefik (1991), Hz. Mevlânâ’ın Rubaileri II, İstanbul: KB Yay.
Can, Şefik (2003), Mevlânâ, Hayatı-Şahsiyeti-Fikirleri, İstanbul: Ötüken.
Canpolat, Mustafa (1982), ‘Ömer bin Mezîd Mecmû’atü’n-nezâ’ir, Ankara: TDK
Yay.
Canpolat, Mustafa (1989), “Behcetü’l-hadâ’ık’ın Dili Üzerine”, TDAY – Belleten
1967: 165-75.
Çelebioğlu, Âmil (1978), “XIII - XV (ilk yarısı). Yüzyıl Mesnevilerinde Mev-
lânâ Tesiri”, Mevlânâ ve Yaşama Sevinci, (Hzr. Feyzi Halıcı), Ankara:
99-133.
Çiftçi, Hasan (2002), Klâsik Fars Edebiyatında Hiciv ve Sosyal Eleştiri, Ankara:
KB Yay.
Dâvud İbrâhimî (1995), “Enîsü’l-kulûb” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, 11:
242-43.
Değirmençay, Veyis (1996), Sultan Veled ve Rebabnâme, Atatürk Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doğu Dilleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı,
Erzurum [Basılmamış Doktora Tezi].
Değirmençay, Veyis (1996a), Sultan Veled Rubailer, Erzurum: AÜFEF Yay.
Değirmençay, Veyis (1997), Sultan Veled’in Arapça Şiirleri, Erzurum: AÜFEF
Yay.
Değirmençay, Veyis (1997a), “İntihânâme Mesnevisinde Mevlânâ ve Mevlevî-
likle İlgili Anlatımlar”, Yedi İklim, 11/84: 53-8.
Demir, Nurettin (2007), “Batı Türk Yazı Dilinin Oluşumu”, Türk Edebiyatı
Tarihi, c. 1, İstanbul: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.: 302-11
Derin, Adnan (1987), Tuhfe-i Mübârizî [Metin-Gramer Notları-Sözlük], Ankara:
Gazi Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi.
Develi, Hayati (2006), Osmanlı’nın Dili, İstanbul: 3F Yayınevi.
Deyhîm, Muhammed (1367) Tezkire-i Şu’arâ-yi Âzerbaycan –Târîh-i Zindegî ve
Âsâr-, Du Cild, Tebrîz.
160 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Düzen, İbrahim (1978), Muhammed b. Gazi al-Malatyavî ve Eseri Ravzat al-


Ukul, II Cilt, Erzurum [Basılmamış Doçentlik Tezi].
Ertaylan, İsmail Hikmet (1949), “h. VII. (m. XIII) Asra Ait Çok Değerli Bir
Türk Dili Yâdigârı: Behcetü’l-hadâ’ık fî Mev’ızeti’l-halâ’ik”, TDED, III:
275-7.
Ertaylan, İsmail Hikmet (1960), Hatiboğlu, Bahrü’l-hakâyık, İstanbul: İÜEF
Yay.
Erzi, Adnan (1963), Gunyetü’l-kâtib ve Münyetü’t-tâlib, Ankara.
Erzi, Adnan (1963a), Rüsûmü’r-resâ’il ve Nücûmü’l-fezâ’il, Ankara.
Fahrüddin Irâkî (1988), Lemâat [Parıltılar], (çev.: Saffet Yetkin): MEGSB Yay.
Fazlıoğlu, İhsan (2006), “Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Türk
Felsefe-Bilim Tarihine Önsöz”, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi
Uygarlığı, c. I, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, s. 413-428.
Fomkin, , M. S. (1994), “Sultan Veled (1226-1312)’in Şiir Sanatı ve Türk Şiir
Geleneği”, TDAY-Belleten 1991, Ankara: 137-48.
Furûzanfer, Bediu’z-zaman (1347), Menâkıbnâme-i Şeyh Evhadüddîn-i Kirmânî,
Tehrân.
Furûzanfer, Bediu’z-zaman (1352), Bahâeddîn Veled, Ma’ârif I-II, Tehrân.
Furûzanfer, Bediu’z-zaman (1369), Kitâb-i Fîhi Mâfîh ez-Guftâri Mevlânâ Ce-
lâle’d-dîn Muhammed Meşhûr bâ-Mevlevî, Çâp-i Şeşom, Tehrân.
Furûzanfer, B. (1990), Mevlânâ Celaleddin, (Çeviren: Feridun Nafiz Uzluk),
İstanbul: MEB Yay.
Gençosman, M. Nuri (1988), Mevlânâ’nın Rubaileri I-II [Tam Metin], İstanbul:
MEGSB Yay.
Gölpınarlı, Abdülbaki (1945), Mevlânâ, Seçme Rubailer, İstanbul: MEB Yay.
Gölpınarlı, Abdülbaki (1952), “İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı ve
Kaynakları”, İ.Ü. İktisat Fakültesi Mecmuası, XI: 1-354.
Gölpınarlı, Abdülbâki (1959), Mevlânâ Celâleddin, Fîhi Mâ Fîh, İstanbul:
Remzi Kitabevi.
Gölpınarlı, Abdülbâki (1963), Mevlânâ Celaleddin Rûmî Mektuplar, İstanbul:
İnkılap ve Aka Kitabevleri.
Gölpınarlı, Abdulbâki (1963a), Mevlevî Âdâb ve Erkânı, İstanbul: İnkılâp ve
Aka.
Gölpınarlı, Abdülbâki (1964), Rubâiler, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Gölpınarlı, Abdülbâki (1965), Mecâlis-i Seb’a [Yedi Meclis], Konya: Konya
Turizm Derneği Yay.
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 161

Gölpınarlı, Abdülbâki (1976), Sultan Veled, İbtidâ-nâme, Ankara: Konya Tu-


rizm Derneği Yay.
Gölpınarlı, Abdülbâki (1979), Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şiîlik, İstan-
bul: Der Yay.
Gölpınarlı, Abdülbâki (1981-1983-1984), Mesnevî Tercemesi ve Şerhi, I.-II. Cilt,
III.- IV. Cilt, V.-VI. Cilt: İstanbul: İnkılâp ve Aka.
Gölpınarlı, Abdülbâki (1983), Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul: İnkılâp
ve Aka.
Gölpınarlı, Abdülbaki (1985), M. Celâleddin Rumî, Fîhi Mâ-Fîh ve Mecâlis-i
Seba’dan Seçmeler, Ankara: KTB Yay.
Gölpınarlı, Abdülbâki (1985a), Mevlânâ Celâleddin, İstanbul: İnkılâp Kitabevi.
Gölpınarlı, Abdülbâki (1992), Yunus Emre ve Tasavvuf, 2. Baskı, İstanbul:
İnkılâp Kitabevi.
Gölpınarlı, Abdülbâki (1992a), Alevî-Bektaşî Nefesleri, 2. Baskı, İstanbul: İn-
kılâp Kitabevi.
Gülşehrî (1957), Mantıku’t-tayr [Tıpkı Basım], (Önsözü Yazan: Agâh Sırrı
Levend), Ankara: TDK Yay.
Günay Umay, Osman Horata (2004), Risâletü'n-nushiyye, Ankara: Akçağ
Yay.
Hâce Alî-i Hârezmî (1376), Yûsuf u Züleyhâ (Türkî), (Mukaddime: M. Ke-
rîmî), Zengân.
Hacı Bektaş-ı Velî (1959), Hazret-i Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî’nin Vasiyetnâmesi,
Kitâbü’l-fevâ’id, (nşr. İ.Ö.), İstanbul.
Hacı Bektaş-ı Velî (1989), Şerh-i Besmele, (Hzr.: Rüştü Şardağ), Ankara.
Hacı Bektaş Velî (1996), Makâlât, (Prof. Dr. Esad Coşan’ın Tenkidli Basımın-
dan Sadeleştiren: Hüseyin Özbay), Ankara: KB Yay.
Hacı Bektaş Velî (2004), Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, (Çev.: Davut
Duman), Ankara.
Haşim, Muhammed Mîrzâ (1333), Kitâb-i Fîhi Mâ Fih, Tehrân.
İbn Arabî (1405), el-Fütûhatü’l-mekkiyye, (tas. Osman Yahya-İbrahim
Medkûr), Cilt: I-XIV, Kahire.
İbn Bibi [El-Hüseyin b. Muhammed b. Ali el-Ca’feri er-Rugadi] (1996), El
Evamirü’l-ala’iye fi’l-umuri’l-ala’iye [Selçuk-name], (Çev.: Mürsel
Öztürk), II Cilt, Ankara: KB Yay.
İlaydın, Hikmet (1974), “Anadolu’da Klasik Türk Şiirinin Başlangıcı”, Türk
Dili, XXX/ 274-279: 765-74.
162 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

İlaydın, Hikmet (1978), “Dehhânî’nin Şiirleri”, Ömer Asım Aksoy Armağanı,


Ankara: TDK Yay.: 136-76.
İz, Fahir (1995), Eski Türk Edebiyatında Nazm, I-II, Ankara: Akçağ Yay.
Johanson, Lars (1993), “Rûmî and the Birth of Turkish Poetry”, Journal of
Turkology, 1/1: 23-37.
Kanar, Mehmet (1999), Rubaîler, Evhadüddîn-i Kirmânî, İstanbul: İnsan Yay.
Kâni’-i Tûsî (1358), Kelîle ve Dimne-i Manzûm, (be-Tashîh: Magali Tudova),
Bunyâd-i Ferheng-i Îrân.
Kartal, Ahmet (1999), Osmanlı Medeniyetini Besleyen Kültür Merkezleri (XI.
Asırdan XVI. Asrın Sonuna Kadar Türk Edebiyatı ve Fars Edebiyatının
Münasebetleri), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara
[Basılmamış Doktora Tezi].
Kartal, Ahmet (2000), “Ali Şîr Nevâî'nin Mecâlisü'n-nefâis İsimli Tezkiresi
ve XVI. Asırda Yapılan Farsça İki Tercümesi”, Bilig, 13: 21-65.
Kartal, Ahmet (2001), “Karahanlı, Gazneli ve Selçuklu Saraylarındaki Edebî
Faaliyetler Üzerine Düşünceler”, Bilig, 17: 55-70.
Kartal, Ahmet (2001a), “Türk Yazı Dilinin Gelişme Çağları”, Türk Yurdu-
Türkçeye Saygı Özel Sayısı, 162-163: 221-49.
Kartal, Ahmet (2002), “Anadolu’da Farsça Şiir Söyleyen Şairler (XI-XVI.
Asırlar)” Türkler, 7: 682-695.
Kartal, Ahmet (2006), “Anadolu Selçukluları ve Beylikler Döneminde Şiir ve
Şâirler”, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, c. I, Ankara:
Kültür ve Turizm Bakanlığı, s. 493-519.
Kartal, Ahmet (2007), “Anadolu’da Türk Edebiyatının Öncüleri”, Türk Ede-
biyatı Tarihi, c. 1, İstanbul: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.: 465-80.
Kartal, Ahmet (2007a), “Tarihî, Sosyo-Kültürel Bağlam”, Türk Edebiyatı Ta-
rihi, c. 1, İstanbul: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.: 439-64.
Kılıç, Erol (1996), “el-Fütûhatü’l-mekkiyye” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, 13:
251-58.
Kılıç, Mahmut Erol (2007), Sûfî ve Şiir, İstanbul: İnsan Yay.
Kırlangıç, Hicabi (2007), “Mevlânâ’nın Şiir Anlayışı”, Mevlânâ, Ankara:
Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.: 219-25.
Kocatürk, Vasfi Mahir (1970), Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara.
Koman, Mahmud Mes’ud (1955), “Tuhfe-i Mübârizî [Lübâbü’n-nuhab tercü-
mesi], İ.Ü. Tıp Fakültesi Mecmuası, 18/3.
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 163

Konuk, A. Avni (1990), Fusûsü’l-hikem Tercümesi ve Şerhi, Cilt: I-III, (Hzr.: M.


Tahralı-S. Eraydın), İstanbul.
Konuk, Ahmed Avni (1994), Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, (Yayına
Hazırlayan: Selçuk Eraydın), İstanbul: İz Yay.
Korkmaz, Zeynep (1995), Türk Dili Üzerine Araştırmalar, Birinci Cilt, Ankara:
TDK Yay.
Köksal, Hasan (2003), Battal Gazi Destanı, Ankara: Akçağ Yay.
Köksal, M. Fatih (2005), “Yanıltıcı Mahlaslar veya İbn-i Kemâl’in Ettikleri”,
Türk Edebiyatı, Şubat/376.
Köprülü, M. Fuad (1943), “Anadolu Selçukluları Tarihi’nin Yerli Kaynak-
ları”, TTK Belleten, VII/27: 379-522.
Köprülü, M. Fuad (1986), Türk Edebiyatı Tarihi, 4. Basım, İstanbul: Ötüken.
Köprülü, M. Fuad (2003), Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, 3. Baskı, An-
kara: Akçağ Yay.
Köprülü, M. Fuad (2003a), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 9. Baskı, An-
kara: Akçağ Yay.
Köprülüzâde Mehmed Fuad (1926), “Selçukiler Devrinde Anadolu Ţâirleri:
Hoca Dehhânî”, Hayat, 1/1: 4-5.
Köprülüzâde Mehmed Fuad (1926a), “Selçukîler Devrinde Anadolu Şâirleri
II: Ahmed Fakîh”, Türk Yurdu, IV/26: 286-95.
Köprülüzâde Mehmed Fuad (1928), “Selçukiler Devri Edebiyatı Hakkında
Bazı Notlar”, Hayat, IV/102: 488.
Kunt, İbrahim (1996), Mesnevî Sözlükleri ve ‘Abdullatîf b. ‘Abdullâh’ın Letâifu’l-
lugat’ı, Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doğu Dilleri ve
Edebiyatları Anabilim Dalı, Fars Dili ve Edebiyatı Bilim Dalı, Konya
[Basılmamış Yüksek Lisans Tezi].
Kut, Günay (1988), “Yazmalar Arasında II”, Osmanlı Araştırmaları, VII-VIII:
181-95.
Kut, Günay (2004), "Erken Dönem Nazım (XIII-XIV. Yüzyıl)", Türk Dünyası
Edebiyat Tarihi, Ankara: AKM Yay.: 304-564.
Mansuroğlu, Mecdut (1942), “Anadolu Metinleri XIII. Asır II: Dehani” Tür-
kiyat Mecmuası, VII-VIII: 101-104.
Mansuroğlu, Mecdut (1947), Anadolu Türkçesi (XIII. Asır) Dehhani ve Manzu-
meleri, İstanbul: İÜEF Türk Dili ve Edebiyatı Mezunları Cemiyeti Yay.
Mansuroğlu, Mecdut (1950), “Anadolu’da Türk Yazı Dilinin Başlama ve
Gelişmesi”, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 4, İstanbul, s. 215-229.
164 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Mansuroğlu, Mecdut (1958), Sultan Veled’in Türkçe Manzumeleri, İstanbul:


İÜEF Yay.
Mansuroğlu, Mecdut (1988), “Mevlânâ Celâleddin Rumî’de Türkçe
Beyit ve İbareler”, TDAY-Belleten 1954: 207-20.
Mazıoğlu, Hasibe (1972), “Selçuklular Devrinde Anadolu’da Türk
Edebiyatının Başlaması ve Türkçe Yazan Şairler”, Malazgirt Armağanı,
Ankara: TTK Yay.: 297-316.
Mélikoff, Irène (1960), La Geste de Melik Dânişmend: Etude Crituque du
Dâniţmendnâme, Tome I: Introduction et Traduction, Paris; Tome II:
Edition Critique, Paris.
Mercan, İsmail Hakkı (1989), Menâkıb-nâme-i Şeyh Evhadeddîn Kirmânî, Kay-
seri: Erciyes Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi.
Mevlânâ (1335), Mektûbât-i Mevlânâ Celâle’d-dîn-i Rûmî, Önsöz ve Ekler: Yû-
suf Cemşîd Purgulâm Huseyn Emîn, Tehrân.
Mevlânâ, Mevlânâ Celâleddîn Muhammed-i Mevlevi-yi Rûmî (1345),
Kulliyât-i Dîvân-i Şems-i Tebrîzî [be-
inzimâm: Seyri der-Dîvân-i Şems be-kalem-i Alî Deştî - Şerh-i Hâl-i Mevlevî be-
kalem-i Bedîuzzamân Furûzanfer], Çâp-i sevvum, Tehrân.
Mevlânâ (1370), Mesnevi-yi Ma‘nevî, Te’lîf: Celâleddîn Muhammed bin Mu-
hammed bin el-Huseyn el-Belhî er-
Rûmî, (Hzr. Reynold A. Nicholson), Çâp-i Heftum, Si Cild, Tehrân.
Mevlânâ (1925-1940), Mesnevi-yi Ma‘nevî, Te’lîf: Celâleddîn Muhammed bin
Muhammed bin el-Huseyn el-Belhî sümme er-Rûmî, (Hzr. Reynold A.
Nicholson), Heşt Cild, Leiden.
Mevlânâ (1937), Mevlânânın Mektupları, Mukaddime: Veled İzbudak, Önsöz:
Nafiz Uzluk, Düzelten: Ahmed Remzi Akyürek, İstanbul.
Mevlânâ (1988), Mesnevî, (Çev.: Veled İzbudak, Gözden Geçiren: Abdülbaki
Gölpınarlı), 6 cilt, İstanbul: MEB Yay.
Mevlânâ Celâleddin (1992), Dîvân-ı Kebîr, (Çev.: Abdülbaki Gölpınarlı), 7
Cilt, KB Yay.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1312), Rübâ’iyyât, İstanbul: Ahter Matbaası.
Mevlânâ Calâleddîn-i Rûmî (1993), MESNEVÎ (Faksimile Basım), Ankara: KB
Yay.
Miftâh, İlhâme – Velî Vehhâb (1374), Nigâhî be-Revend-i Nufûz ve Gosteriş-i
Zebân ve Edeb-i Fârsî der- Turkiye, Tehrân.
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 165

M. Şerefeddin (1934), “Mevlânâ’da Türkçe Kelimeler ve Türkçe Şiirler”,


Türkiyat Mecmuası, IV: 111-68.
Ocak, Ahmet Yaşar (1992), “Battâl Gazi (ö. 122/740 [?])”, mad. TDV İslâm
Ansiklopedisi, 5: 204-5
Ocak, Ahmet Yaşar (2006), “Türkiye Selçukluları ve İslâm (Genel Bakış)”,
Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, c. I, Ankara: Kültür
ve Turizm Bakanlığı Yay.: 443-457.
Ocak, Ahmet Yaşar (2006a), “XIII.-XIV. Yüzyıllarda Anadolu Şehirlerinde
Dini-Soayal Hayat (Selçuklulardan Osmanlılara Genel Bir Bakış)”,
Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, c. I, Ankara: Kültür
ve Turizm Bakanlığı Yay.: 249-263.
Ocak, Ahmet Yaşar (2006b), “Selçuklular ve Beylikler Devrinde Tasavvuf”,
Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, c. I, Ankara: Kültür
ve Turizm Bakanlığı Yay.: 429-39.
Ocak, Ahmet Yaşar (2007), “Mevlana Önce Kendi Zaman ve Zemininin İn-
sanıdır Yahut Mevlana’yı Doğru Anlamak Üzerine”, Mevlana, An-
kara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.: 15-37.
Özaydın, Abdülkerim (1993), “Dânişmendliler” mad., TDV İslâm Ansiklope-
disi, 8: 469-74.
Özaydın, Abdülkerim (1993a), “Dânişmend Gazi (ö. 477/1085[?])” mad.,
TDV İslâm Ansiklopedisi, 8:
Özel, Ahmet (1990), Hanefi Fıkıh Âlimleri, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı
Yay.
Öztekin, Nezahat (1978), Mevlânâ’nın Mesnevi’sindeki Hikâyelerin XII –
XV. Yüzyıl Andolu Mesnevilerine Etkisi, İzmir.
Pekolcay, Necla-Emine Sevim (1991), Yunus Emre Şerhleri, Ankara: KB Yay.
Râvendî, Necmüddîn Ebûbekr Muhammed bin Alî (1333), Râhatu’s-sudûr
(be-Tashîh: Muhammed İkbâl), Tehrân [Ofset ez-Çâp-i 1921 Leiden].
Râvendî, Muhammed b. Ali b. Süleyman er-Râvendî (1999), Râhat-üs-sudûr
ve Âyet-üs-sürûr [Gönüllerin Rahatı ve Sevinç Alâmeti], 2 cilt, (Muham-
med İkbal’in 1921’de G.M.S., H’de bastırdığı Farsça metinden Türk-
çeye çeviren AHMED ATEŞ), 2. Baskı, Ankara: TTK Yay.
Ritter, H. (1997), “Celâleddîn Rûmî” mad., İslâm Ansiklopedisi, 3: 53-59.
Riyâhî, Muhammed Emîn (1352), Mukaddime ber-Mirsâdü’l-ibâd-i Necm-i Râzî,
Bungah-i Tercume ve Neşr-i Kitâb, Tehrân.
166 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Riyâhî, Muhammed Emîn (1369), Zebân u Edeb-i Fârisî der-Kalem-rov-i Os-


mânî, Çâp-i Evvel, Tehrân.
Riyâhî, Muhammed Emîn (1995), Osmanlı Topraklarında Fars Dili ve Edebiyatı,
(Türkçesi: Mehmet Kanar), İstanbul: İnsan Yay.
Sadeddin Nüzhet – Mehmed Ferîd (1926), Konya Vilâyeti Halkiyyât ve
Harsiyyâtı, Konya: Vilâyet Matbaası.
Safâ, Zebîhullah (2002), İran Edebiyatı Tarihi, (Çev.: Hasan Almaz), Cilt I,
Ankara: Nüsha Yay.
Semerkandî, Ahmed Nizâmî Arûzi-yi Semerkandî (1368), Çehâr Makâle, (be-
Sa’y u İhtimâm u Tashîh-i Allâme Muhammed Kazvînî), Tehrân.
Seyf-i Fergânî (1364), Dîvân-ı Seyf-i Fergânî, (nşr. Zebîhullah Safâ), Çâp-i
Devvom, Tehrân.
Seyyid Burhânüddîn Muhakkık-i Tirmizî (1972), Ma’ârif, (Çev.: Abdülbaki
Gölpınarlı), Ankara.
Seyyid Burhânüddîn Muhakkık-i Tirmizî (1995), Ma’ârif, (Terc.: Ali Rıza
Karabulut), Ankara.
Sipehsâlâr, Feridûn b. Ahmed-i Sipehsâlâr (1325), Zindegî-nâme-i Mevlânâ
Celâleddîn-i Mevlevî, (nşr.: Sa’îd-i Nefîsî), Tehrân.
Sipehsâlâr (1331), Menâkıb-ı Hazret-i Mevlânâ Celâlüddîn-i Rûmî, (terc.: Avni
Konuk), İstanbul.
Sipehsâlâr (1977), Mevlânâ ve Etrafındakiler, (Çev.: Tahsin Yazıcı), İstanbul.
Subhânî, Tevfîk H. (1371), Mektûbât, Tehrân.
Sultan Veled, Behâe’d-dîn Mevlânâ Celâle’d-dîn Muhammed bin Huseyn-i
Belhî (1315), Veled-nâme [Mesnevi-yi Veledî], (Bâ-Tashîh u Mukaddime-
i Celâl-i Humâî), Tehrân.
Sultan Veled (1341), Dîvân-ı Türkî-i Sultân Veled, (Câmi’î ve Muhaşşîsi: Kas-
tamonu Meb’ûsu Veled Çelebi, Musahhihi: Kilisli Muallim Rifat), İs-
tanbul.
Sultan Veled (1976), İbtidâ-nâme, (nşr. Abdülbâki Gölpınarlı), Ankara: Konya
Turizm Derneği Yay.
Sühreverdî (1988), Nur Heykelleri, (Çev.: Saffet Yetkin), İstanbul: MEGSB
Yay.
Şems-i Tebrîzî (1369), Makâlât, (nşr.: Ahmed-i Hoş-nuvîs), Tehrân.
Şems-i Tebrîzî (1974-1975), Konuşmalar “Makâlât”, 2 Cilt, (Çev.: M. Nuri
Gençosman), İstanbul.
Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 167

Şentürk, Ahmet Atillâ-Ahmet Kartal (2007), Eski Türk Edebiyatı Tarihi, İstan-
bul: Dergâh Yay.
Şeyh Fahruddîn İbrâhîm-i Hemedânî (1373), Külliyât-i Dîvân [Kasâyid,
Gazeliyyât, Terci‘iyyât, Terkîbât, Mukatte‘ât, Musellesât, ‘Uşşâk-nâme yâ
Deh-nâme, Rubâ‘iyyât, Leme‘ât ve İstilâhât-i ‘İrfâni-yi ‘İrâkî], (Mukaddime-i
Sa‘îd-i Nefîsî), Tehrân.
Tatçı, Mustafa (1990), Yunus Emre Divanı I [İnceleme], II [Tenkitli Metin], III
[Risâletü’n-nushiyye – Tenkitli Metin], Ankara: KB Yay.
Tatcı, Mustafa (2005), Yûnus Emre Külliyâtı: V Yûnus Emre Şerhleri, İstanbul:
MEB Yay.
Tekindağ, M. C. Şehabeddin (1971), “İzzet Koyunoğlu Kütüphânesinde Bu-
lunan Türkçe Yazmalar Üzerinde Çalışmalar I”, TM, XVI: 133-62.
Terbiyet, Muhammed Ali (1314), Dânişmendân-i Âzerbaycan, Çâp-i Evvel,
Tehrân.
Tevfîk, H. Subhânî (1365), Mecâlis-i Seb‘a, Tehrân.
Tezcan, Semih (1994), “Anadolu Türk Yazınının Başlangıç Bir Yazar ve Çarh-
nâme’nin Tarihlendirilmesi Üzerine”, Türk Dilleri Araştırmaları, 4: 75-
88.
Timurtaş, Faruk K. (1989), Yunus Emre Divânı, Ankara: KB Yay.
Timurtaş, Faruk K. (1990), Tarih İçinde Türk Edebiyatı, İkinci Baskı, İstanbul:
Boğaziçi Yay.
Timurtaş, Faruk K. (1997), Makaleler [Dil ve Edebiyat İncelemeleri], (Hzr.
Mustafa Özkan), Ankara: TDK Yay.
Turan, Osman (1988), Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar (Metin,
Tercüme ve Araştırmalar), İkinci Baskı, Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve
Tarih Kurumu Yay.
Turan, Osman (1993), “Keyhusrev I ( ? – 1211)” mad., İslâm Ansiklopedisi, 6:
613-20.
Turan, Osman (1993a), “Keykâvus I, İzzeddîn ( ? – 1220)” mad., İslâm Ansik-
lopedisi, IX: 631-42.
Turan, Osman (1993b), “Keykubad I ( ? – 1237)” mad., İslâm Ansiklopedisi, VI:
646-61.
Turan, Osman (1998), Selçuklular Târihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, 7. Baskı,
İstanbul: Boğaziçi Yay.
Turan, Osman (2002), Selçuklular Zamanında Türkiye-Siyasî Tarih Alp
Arslan’dan Osman Gazi’ye (1071-1328)-, 7. Baskı, İstanbul: Boğaziçi Yay.
168 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Turan, Osman (2006), “Ortaçağ Türkiyesi’nde Türkler ve Yerliler”, Anadolu


Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, c. I, Ankara: Kültür ve Tu-
rizm Bakanlığı, s. 467-471.
Uzluk, Feridun Nafiz (1941), Divanı Sultan Veled, Ankara: Uzluk Basımevi.
Uzluk, Feridun Nafiz (1952), Anadolu Selçukluları Devleti Tarihi III, Ankara.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı; (1948), “XII. ve XIII. Asırlarda Anadolu’daki Fikir
hareketleri ile İctimaî Müesseselere Bir Bakış”, III. Türk Tarih Kongresi,
Ankara 15-20 Kasım 1943, Kongreye Sunulan Tebliğler, Ankara: TTK
Yay.: 287-306.
Van Den Bergh, S. (1997), “Sühreverdî” mad., İslâm Ansiklopedisi, 11: 88-90.
Yakıt, İsmail (2002), Yunus Emre’de Sembolizm Çektım Erik Dalına, Ankara: KB
Yay.
Yınanç, Refet (1982), “Amasya Halifet Gazi Medresesi ve Vakıfları”, Vakıflar
Dergisi, XV: 5-22.
Yınanç, Mükrimin H. (1997), “Dânişmendliler” mad., İslâm Ansikloedisi, 3:
468-79.
Yûsufî, Gulâmhuseyn (1351), Letâ’ifu’l-hime, Tehrân: Bunyâd-i Ferheng-i
Îrân.
Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi 1, İstanbul 2008, 169-190.

Metin Tamiri
(Usul ve Esaslar,
Uygulamalar ve Bazı
M. FATİH KÖKSAL*
Teklifler)
Text Reparation (Wises and Substances, Practices
and Some Proposals)

ÖZET ABSTRACT

Eski Türk Edebiyatı çalışmaları çerçevesinde yapılan Text publications still form the majority in the
yayınlar içinde metin neşri hâlen en büyük yoğunluğu publications that is issued about the classical Turkish
oluşturmaktadır. Metin neşri, tabiatı gereği, neşre esas literature. Text publication naturally is a process that has a
eserin nüshalarının tespitinden yayım aşamasına kadar lot of problems from determining the main copy among
birçok problemi barındıran bir ameliyedir. Bahis konusu various editions. A part of these problems is general, but
problemlerden bir kısmı genel, bir kısmı da her metnin other part of them is the specific problems about the text.
kendine özgü problemlerdir. Metin neşrinin en kayda One of the most remarkable sub-problem of text publication
değer alt problemlerinden birini de “metin tamiri” is formed by “text reparation”. Hitherto in the most of text
konusu teşkil etmektedir. Bugüne değin yapılan metin publications, it is observed that the editors were oblivious to
neşirlerinin çoğunda nâşirlerin metin tamiri konusuna the text reparation subject. There is not such work about
–türlü sebeplerle- kayıtsız kaldıkları gözlenmiştir. Metin text reparation except from a little work by Ali Niad Tarlan
tamiri konusunda Ali Nihad Tarlan tarafından which is prepared to show text reparation samples for
hazırlanan, lisans öğrencilerine metin tamiri örneklerini university students. This article which has wises and
gösterme gayesine matuf küçük risale dışında bir subtances of the text reparation, some practises and some
çalışma bulunmamaktadır. Metin tamirinin usul ve proposals about the subject is written with a hope to answer
esasları, uygulamaları ve konu hakkında bazı terim the purpose and to bring the ideas together about the text
tekliflerini ihtiva eden bu makale, bu konudaki ihtiyaca reparation.
cevap verebilmek, metin tamiri meselesinde bir birlik
oluşturabilmek ümidiyle kaleme alınmıştır.

ANAHTAR KELİMELER KEYWORDS


Klâsik Türk şiiri, metin neşri, metin tenkidi, metin Classical Turkish poem, text publication, text criticism, text
tamiri. reparation.

Arap harfli Türkçe metinlerin Latin harfleriyle neşri, edebiyat araş-


tırmalarının en kapsamlı alanlarından birini oluşturmaktadır. Tür-
kiye’de üniversitelerin ve ilgili bölümlerin sayısının artması nispetinde
metin neşri çalışmaları da artmıştır ve bu oldukça sevindirici bir geliş-
medir. Ne var ki yapılan metin neşirleri arttıkça yeni yeni meseleler or-

*
Doç. Dr., Ahi Evran Üniversitesi Fen Edebiyat Fak. Türk Dili ve Ed. Böl., Kırşehir.
(mfkoksal@gmail.com)
170 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

taya çıkmış, bunların aşılması için de türlü arayışlara girilmiştir.


Hususen bu konuyu işleyen bilimsel toplantılar yapılmış, konunun türlü
yönlerini ele alan makaleler, kitaplar yayımlanmış,1 bütün bunlarla bir-
likte problemler devam edegelmiştir.
Metin neşri konusunda karşılaşılan esaslı problemlerden bir kısmı
da “metin tamiri” konusu etrafında kümelenmektedir. Metin tamiri,
“metin neşri” ameliyesinin önemli parçalarından birini teşkil eder.
Bir metnin yanlış veya eksik olduğu tespit edilen kısmına, yanlışlığı
düzeltmek ve eksikliği tamamlamak amacıyla belirli karinelerden hare-
ketle nâşir tarafından yapılan müdahaleye metin tamiri denmektir.
Metin tamiri söz konusu olunca, tabiatıyla ortada tamir edilecek
metin ve metin tamirini yapacak kişi (nâşir); yani bir subje ve bir de obje
var demektir. Şu hâlde bir metni tamire muhtaç kılan hususların neler
olduğu ve metin tamiri yapacak nâşirin ne gibi donanımlara sahip ol-
ması gerektiği soruları, öncelikli iki temel husustur. Bu sorulara metin
tamiri ameliyesinin usul ve esasları çerçevesinde cevap arandıktan
sonra, aynı çerçevede diğer hususlar üzerinde durulacak, nihayet ko-
nuyla ilgili mevcut uygulamalara ve açıklamalı metin örneklerine yer
verilecektir.

I. Metin Tamiri’nin Usul ve Esasları

I.1. Hangi metinler üzerinde, hangi durumlarda metin tamiri


yapılmalıdır?
Ne tür metinlerde metin tamiri uygulaması yapılabileceği, öncelikle
metni kurulacak eserin nüshalarıyla ilgili bir meseledir. Birden çok nüs-
hası olan eserlerde, nüshanın birinde eksik veya yanlış olan bir kelime /
ibare / bölüm, diğer nüsha(lar)da umumiyetle tamam veya doğru ola-

1
Doğrudan metin neşri üzerine veya metin neşri konusu etrafında yapılan çalışmala-
rın bazıları: Ateş 1941-1942; İlaydın 1972; Tolasa 1976; Alpay Tekin 1979; Korkmaz
1979; Tulum 1983; Pekolcay 1985; Kut 1992; İnce 1992; Horata 1992; Ünver 1992;
Ünver 1993a; Ünver 1993b; Köksal 2005; Dosay – Demir 1995; Akkuş 1996; Bilkan
1996; Kılıç 1996; Çeltik 1996; Mengi 1997; Kut 1997; Kut 1999; Tulum 1999; Tulum
2000; Kılıç 2004; Aksoyak 2007; Aydemir 2007; Çeltik 2007; Mengi 2007; Tanyıldız
2007; Yıldırım 2007.
Metin Tamiri ● 171

cağından çoğu zaman metin tamirine ihtiyaç duyulmaz. Böyle olmakla


birlikte eldeki bütün nüshalara rağmen metinde tamire muhtaç yerler
bulunabilir. Bunun tek nüsha eserlere göre daha zayıf bir ihtimâl ol-
duğu, izahtan varestedir.
Bir metinde şu gerekçelerle metin tamiri uygulanabilir:
a. Metin, kâğıtta kopukluk, yırtıklık, yıpranma, kurt yeniği,
yapışıklık, nemlenme, mürekkep lekesi, üzeri karalanmış olma
vb. nedenlerle fizikî bakımdan okunamayacak durumda ise,
b. Müstensih tarafından bilerek veya dalgınlıkla boş bırakılmış
kelime / ibare varsa,
c. Müstensihten kaynaklandığı çok belirgin olan şekil (kafiye,
vezin) veya anlama dayalı bir yanlışlık veya eksiklik varsa,2
d. Müstensihin, bilgisizlik dolayısıyla okuyamadığı kelimeyi
benzetmeye çalışarak yazması sonucu ortaya çıkmış anlamsız
veya yanlış imlâ varsa,
e. Müstensihin bilgiçlik vb. nedenlerle metin üzerinde bilerek
tahrifat yaptığı tespit edilmişse.

Nâşirin neşredeceği metin üzerinde metin tamiri veya başka yol-


larla yapacağı her türlü tasarruf, bu tasarrufun derecesi ve hudutları,
tespit edip üzerinde çalıştığı nüsha veya nüshaların sıhhati ile doğrudan
ilişkilidir. Müellif hattı veya -aşağıda üzerinde ana hatlarıyla duracağı-
mız kriterlerden hareketle- nüshanın sağlamlığını belirleyici vasıfları
haiz olup olmaması, nâşirin metne dahlinin şeklini ve sınırlarını belirle-
yici faktörlerin başında gelir.
Şu hâlde öncelikle “Müellif hattı nüsha nedir? Bunu belirleyici bilgi
veya emareler neler olmalıdır?” sorularına cevap bulmalıyız.
Müellif hattı nüsha, eserin bizzat müellifinin el yazısıyla (hatt-ı dest)
yazılmış olan nüshadır. Bir nüshanın müellifin kaleminden çıktığı bilgi-
sini bize öncelikle yazmanın kendisi verir. Hemen çoğu yazma eserin

2
(b) maddesinde ifade edilen metinde bir kelimenin yerinin boş bırakılmasıyla bu-
rada kastedilen kelime eksikliği birbirinden farklı durumlardır.
172 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

sonunda adına “ketebe” de denilen “ferâğ kaydı”3 bulunur. Bu ferağ


kaydında nüshanın müellif hattı olduğuna dair bilginin bulunması çok
önemli bir işarettir. Bir “işaret”tir, diyoruz, çünkü sağlam olduğuna
hükmedeceğimiz bu bilginin bizi yanıltma ihtimâli de vardır.4
Eserin müellif hattı olduğuna dair kayıt, nüshanın ferağ kaydında,
zahriyesinde5 veya herhangi bir yerinde bulunmadığı hâlde kütüphane
katalog veya kartoteksinde yahut demirbaş defterinde yer alabilir. Bu
kaydın doğru olması ihtimâlini daima göz önünde tutmak ama ona da
ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Bu bilgiyi ilk defa kaydeden kütüphaneci-
nin bunu yazarken bir dayanağı olması gerektiği düşüncesinden hare-
ketle doğruluk ihtimâli; eser adları ve özellikle müellif adları konusunda

3
“Ferâğ kaydı”, yazma nüshaların sonunda, çoğunlukla asıl metinden ayrılığını
vurgular biçimde sivri ucu alt kısımda olan bir üçgen şeklini andırır tarzda tutulan,
istinsah bilgilerine denir. Müellif veya müstensihin eserini tamamlamasından do-
layı “rahatladığı” için bu adı alan ferağ kayıtları çoğunlukla Arapçadır. Eserin mü-
ellif veya müstensihinin (el-hakîr, el-fakîr gibi tevazu ifadeleriyle birlikte) adı,
künyesi, eserin veya nüshanın tamamlandığı tarih (bazen yıl, bazen ay ve yıl, ba-
zen her üçü birden, kimi yazmalarda “sabah, öğle vakti” gibi bitirildiği vakit), ba-
zen yerinin de bildirildiği bu bölüme “ketb” (yazmak) kökünden “ketebehu” keli-
mesiyle başlandığı için “ketebe” de denmiştir ve halk arasında bu adlandırma
daha yaygındır. Ferağ kaydı, istinsah bilgilerini içerdiği için istinsah kaydı olarak
da anılır.
4
Meselâ icazetli olmayan kâtiplerin mesleklerine saygıları dolayısıyla ferağ kaydına
kendileriyle ve istinsahlarıyla ilgili bir şey yazmadıkları bilinmektedir (Nitekim
günümüzde dahi hüsn-i hatla meşgul olan hattatlar arasında bu gelenek devam
ettirilmektedir). Dolayısıyla böyle bir müstensihin kaleminden çıkan nüshadaki
ferağ kaydı bilgileri, esasında istinsah edilen nüshaya değil, telif esere ait bilgiler
olacaktır. Aynı problem, başka müstensihlerin elinden çıkan nüshaların istinsa-
hında da yaşanacaktır. Yani icazeti olmayan bir müstensihin çoğalttığı nüshanın
ferağ kaydındaki bilgiler asıl müstensihe değil, kopya edilen nüshaya ait bilgiler
olacaktır. Bu gibi durumlarda tereddüt hasıl olduğunda nüshanın tahminî yaşını
belirlemede kâğıdın durumu, cilt özellikleri, tezyinât gibi fizikî özellikler de göz
önünde bulundurulmalıdır.
5
“Sırt, arka” anlamındaki “zahr” kelimesinden türeyen “zahriyye”, bazı yazma
eserlerin başında (1a yüzünde), bulunur. Eser veya müellifi hakkında bilgilerin
bulunduğu baklava dilimi madalyon, dikdörtgen veya mekik tarzı çizilmiş, bazen
tezyin de edilmiş bulunan kısımdır ki, yazma nüshanın mülkiyetinin kime, hangi
kütüphaneye, tekkeye, vakfa vs. ait olduğunu belirten “temellük kaydı” da bazen
zahriye sayfasında yer alır. Ancak zahriye yazmaların çoğunda bulunmaz.
Metin Tamiri ● 173

kütüphane kayıtlarında çok sık rastlanan yanlış ve eksik bilgiler göz


önüne alındığında da ihtiyatlı olma gereği ortaya çıkar.
Bizzat müellifin elinden çıkmış başka eser(ler) bulunuyorsa, o yazı-
larla elimizdeki nüshanın yazısını karşılaştırmak bir ışık tutabilirse de
bununla kesin sonuca varabilmek mümkün olmadığı gibi konunun ta-
mamen farklı bir uzmanlık alanı olması, bu hususta söyleyeceklerimizi
en azından nüshanın kendisi kadar meşkuk bırakacaktır.
Müellif hattı nüsha, eğer tebyiz6 edilmemiş ise kolaylıkla tanınabilir.
Çünkü tebyiz edilmemiş, yani müsvedde hâlindeki müellif hattı nüsha-
larda sık sık karalamalar, ekleme ve düzeltmeler, talikatlar7, boşluklar;
bu boşluklar içinde bazen doğrudan metinle ilgili olmayan “el’ân boş
bırakıldı”, “bi’l-âhere itmâm olunacak”, “tamamlanamadı” veya buna
benzer kimi notlar bulunur. Müstensihlerin böyle şeyler yapma yetki ve
görevleri yoktur. Zaten güzel bir metin (eser) ortaya koymayı hedef itti-
haz eden müstensih, istinsah ettiği nüshada bu gibi durumlar olsa da
kendi nüshasına bunların son ve doğru olarak gösterilen şekillerini ala-
caktır. Müstensihlerin yer yer metne müdahaleleri görülürse de onların
müdahale tarzı bu şekilde değildir. Dolayısıyla nüsha üzerinde veya
kütüphane ve katalog kayıtlarında müellif hattı nüsha olduğu yazılı
değilse bile bu nitelikleri barındıran yazmaların müellif hattı olduğuna
hükmetmek zor değildir.
Metin neşrinde amaç, -müellifin yazdığı metne ulaşmak mümkün
değilse- nüsha karşılaştırması yoluyla “mümkün olduğu kadar müellifin
kaleminden çıkmış metnin aynı bir metin” vücuda getirebilmektir (Ateş
1941-42: 255). Fakat öyle durumlar olur ki, müellif nüshasına ulaşmış
olmak da bizi metin sağlamlığı konusunda nihaî hedefe vardırmayabilir.
Müellif, eserini muhtelif zamanlarda yeniden kaleme almış ve her sefe-

6
“Tebyîz”, müsvedde (karalama) bir nüshayı “beyaza çekme”, bugünkü söyleyişle
“temize çekme” demektir.
7
“Ta’lîkât”, yazma eserlerin asıl metin gövdesi dışında kalan ve adına “derkenar” da
denilen yan taraflarındaki boşluklara, genellikle satırları her iki yana eğik tarzda
yazılan açıklamalara denir. Dikkat çekmek üzere, talikatın hangi kelime, ibare veya
mısra ile ilgili olduğu genellikle bir rumuzla gösterilir.
174 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

rinde eklemeler, çıkarmalar, takdim-tehirler8, değiştirmeler vb. türlü


müdahalelerde bulunmuş olabilir. Söz konusu eser bir mesnevi ise bir
öncekine göre eklenen, çıkarılan veya takdim-tehir yapılan beyitler /
bölümler; biyografik bir eserse eklenen veya çıkarılan kişiler veya bilgi-
ler; divansa yine öncekine göre çıkarılmış, ilave edilmiş manzumeler söz
konusu olabilir. Farklı türden eserlerde de muhtevaya göre değişik ek-
leme - çıkarmalar, takdim-tehirler söz konusu olabilir. Bu durumda -
imkânlar elveriyorsa- hedefimizi metnin müellif elinden çıkmış en son
şeklini tespit etmek olarak değiştirmek zorundayız demektir. Bir tek
müellif hattı nüshaya ulaşmanın bile çoğu kere gerçekleşmeyeceği dü-
şünüldüğünde nadir karşılaşılabilecek bu durum, nâşire asıl problemi
birden çok kere kaleme alınmış bir metnin istinsah nüshalarıyla uğraşır-
ken yaşatacaktır.
İşte burada doğrudan metin tamiriyle ilgili yeni bir soruyla daha
karşı karşıya geliriz: Müellif hattı olduğu belirlenen nüshada da emin
olunan bir yanlışlık / eksiklik tespit edilmişse metin tamiri yoluna gi-
dilmeli midir? Bize göre böyle bir durumda metin tamiri yapılmaması,
ancak tespit edilen hata ve eksikliğin aparatta belirtilmesi gerekir. Aksi
hâlde, yani müdahaleyi ana metin9 üzerinde yaptığımızda artık eseri
müellifin aidiyetinden çıkarır, metne biz de ortak olmuş oluruz.

8
“Takdîm” öne alma, “te’hîr” ileri alma demektir. Bu tabir, el yazmalarının dünya-
sında ise iki mânâda kullanılır. Birisi, metnin bir bölümünü müellif veya müsten-
sihin (ki bu tür müstensih müdahaleleri makul değildir ve hoş karşılanmaz) önceki
şekliyle yer değiştirmesi anlamındadır. Bir mesnevinin ilk şeklinde yeri önde olan
bir bölük beyti ikinci yazışta arkaya almak veya tersi; bir divanda gazellerin yerini
değiştirmek yahut bir şiirdeki beyitlerin yerini değiştirmek gibi. İkinci tip takdim
tehir ise aynı mısra veya satır üzerindeki iki kelime veya kelime grubunun vezin /
ifade / anlam kusurunun fark edilmesi üzerine takdim-tehir yapılmasıdır. Bu tür
takdim-tehirler genellikle metin üzerinde rumuzla gösterilir ki bu rumuz “Tak-
dìm” kelimesindeki “‫ ”م‬ve “tehir” kelimesindeki “‫ ”خ‬harfleridir. “‫ ”خ‬rumuzu çoğu
kere nın noktası yazılmadan “‫ ”ح‬şeklinde karşımıza çıkar. Zor seçilecek kadar kü-
çük olan bu rumuzlar üzerine konulduğu kelime / ibarelerin biri biriyle yer değiş-
tirilmesi gerektiğini işaret eder.
9
Yazıda ileride de geçecek olan “ana metin” tabiri, nâşir tarafından Lâtin harflerine
çevrilen metnin dipnot / aparatlar dışında kalan “metin” kısmını ifade etmektedir.
Metin Tamiri ● 175

Bu noktada neyin “yanlışlık” veya “eksiklik” sayılması gerektiği de


önemlidir. Nâşirin “Bu kelime buraya yakışmamış, şöyle olsa daha sa-
natkârâne olur.” veya “Şu kelime yanlış olmalı, onun yerine şu kelime
kafiyeyi ve anlamı daha muhkem yapacaktır.” tarzında keyfî bir man-
tıkla dahli asla doğru değildir. Hatta bu, sadece müellif hattı nüsha için
değil, istinsah nüshalar için de düşünülmemesi gereken bir yaklaşım
tarzıdır. Âdeta ironik bir mübalağa gibi gelen bu tür müdahalelerin bir-
çok metin neşrinde cesaretle ve rahatlıkla uygulandığı gözlenmektedir.
Metnin edebî hüviyetini değerlendirmek tamamen ayrı bir hadisedir.
Nâşirin, müellifin edebî kişiliğinde noksanlık görüp bunu metin içinde
tashih ve tekmil etme gibi bir hürriyeti olamaz. Tamamen izafî olan bu
tür tasarrufların dipnotta dahi belirtilmesi uygun olmaz. Ancak Klâsik
şiir geleneğine uymayan bir kafiye yapısı, vezin kusurları, anlamsızlık-
lar, müelliften sadır olması imkânsız (veya çok küçük bir ihtimâl) olan
bariz ifade kusurları tespit edilmişse bunları dipnotuyla belirtmek bila-
kis uyarıcı ve faydalı olur.

I.2. Metin tamiri yapacak nâşirde bulunması gereken özellikler


Metin tamiri ameliyesini yapabilmek için nâşirin bir takım vasıf ve
birikimlere sahip olması gerektiğine şüphe yoktur. Aşağıda sıralayaca-
ğımız vasıfların vüs’ati, nâşirin metin üzerinde bulunabileceği tasarru-
fun sınırlarını da belirler. Başka bir deyişle nâşirin metne tasarruf veya
müdahale salahiyeti, -bir yere kadar- onun birikim ve nitelikleri ile
orantılıdır.
Metin tamiri yapacak nâşirde, nazım şekilleri, aruz, kafiye gibi Klâ-
sik edebiyatımızın şekle müteallik konularına hakkıyla vâkıf olmaktan
başka, bu şiirin edebî sanatlar, benzetmeler, mecazlar ve mazmunlar
âlemi ile bu edebiyat çerçevesinde oluşan tarihî, dinî, sosyal ve kültürel
arka plâna hâkim olmak vasıfları da aranır.
Türk dilinin Orta Türkçe, Eski Anadolu Türkçesi, Klâsik Osmanlıca
gibi Arap harflerinin geçerli olduğu tarihî devrelerinin dil ve imlâ husu-
siyetlerini iyi bilmek de hakkıyla metin tamiri yapabilmek için gerekli-
dir. Bu cümleden olmak üzere Türkçe, Arapça ve Farsça kelime hazine-
sinin zenginliğinin çok mühim bir avantaj olduğu da kaydedilmelidir.
176 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Nâşirin yazma eserlerin türlü niteliklerini tanıması da önemli bir


husustur. Sözgelimi mukabele kaydı10, ketebe kaydı, sima’ kaydı11, temel-
lük kaydı; takdim-tehir, temmet işaretleri12, haşiye, ta’likat, derkenar,
ayak13, tesvid, tebyiz gibi el yazması eserlere mahsus lugatçe ve rumuz
bilgisi üzerine donanımı kuvvetli olmayan nâşirin hatalara düşmesi ka-
çınılmazdır.
Bu genel bilgilerden başka, müellif yeteri kadar tanınıyorsa nâşirin
müellifin edebî kişiliği, dili ve üslûbu; eserin genel yapısına hâkimiyet
gibi özel bilgilere de sahip olması, onun, müellifin tamire muhtaç kı-
sımda ne(ler) söylemiş olabileceği hususunda daha isabetli karar verme-
sini sağlayacaktır.

10
Müellif hattı nüsha ile karşılaştırılmış olan bir nüshanın sonunda bu durum
kaydedilir ki buna “mukabele kaydı” denir.
11
Simâ’ kaydı, bir yazma eserin, müellifine okunmuş olan, yani bir anlamda müelli-
fin düzeltmeleriyle onayını almış olan nüsha olduğunu belirten kayıttır. Mukabele
kaydı gibi bu özelliği “ferağ kaydı” içinde belirtilir. Müellife okunduğu ve müelli-
fin “duyduğu” için bu adla anılmaktadır.
12
Ferağ kaydı bulunmasa da hemen bütün yazma eserlerde, metnin tamamlandığına
ifade eden “temme” veya “temmet” şeklinde bir kayıt düşülür. Bazen temme veya
temmet ibareleri lafzen bulunmaz, bunun yerine rumuz olarak ikisi üstte biri altta
olmak üzere (ferağ kaydındaki şekle benzer tarzda) “mim” harfleri konur. Bazen
de yine ters üçgen oluşturacak tarzda birçok “mim” harfiyle eserin bittiğine işaret
olunur. Temmet kaydı yazma nüshanın o noktada tamamlandığını bildirmesi açı-
sından önemlidir.
13
Eskiden kitaplara sayfa numarası vermek âdeti yoktu. Birçok yazmada görülen
varak (nadiren sayfa) numaraları ise hemen tamamen kütüphaneciler tarafından
sonradan kaydedilmiştir. Sayfalara numara vermek yerine her varağın (b) yüzü-
nün sol alt kısmına bir sonraki varağın (a) yüzünün ilk kelimesi veya ilk kelime-
sinden birkaç harf yazılır, böylece varaklarda kopukluk veya karışıklık olup olma-
dığının tespiti amaçlanırdı. Bu kılavuz kelimelere yaygın olarak “ayak”, “çoban”,
“garip” denmektedir. Bu kılavuz kelime veya işaretlere bunlardan başka -Orhan
Şaik Gökyay’ın tespitlerine göre- “reddâde, reddâdiye (geri döndüren), râbıta,
murâkıb (gözleyen), müş’ir, müş’ire (bildiren), müşîr (işaret eden), müşâhide
(gözlemci), ta’kîbe (izleyen), rakabe (gözetici, uyarıcı), pâyende (gözleyen) olmak
üzere toplam 15 farklı isim verildiği tespit edilmiştir (Bkz. Gökyay 1995: 69-70).
Metin Tamiri ● 177

II. Metin Tamiri Uygulaması ve Örnekler


Yukarıda da ifade edildiği gibi nâşirin niteliği metin tamiri mesele-
sinde birinci derecede etkendir. Nâşir yukarıda bahsettiğimiz bilgi ve
tecrübeyle mücehhez değilse metin tamirine teşebbüsü son derece sınırlı
olur / olmalıdır. Ali Nihad Tarlan, kısa bir giriş kısmından sonrasını
tamamen örneklere tahsis ettiği “Metin Tamiri” adlı risalesinde bu hu-
susa temasla;
“Bazen hiçbir hayali ve hususiyeti ihtiva etmiyen ve mesela bir rabıta mev-
kiinde bulunan kelimeleri tayin için gramer malûmatı kâfidir. O zaman bu ça-
lışmanın âdi bir gramer temrininden farkı kalmaz. Düşürülen kelimenin ilmî
bir kıymeti olması lâzımdır.” demektedir (Tarlan 1937: 6).
Tarlan, bir anlamda nâşirin bir takım hâl ekleri, atıf vavları, izafet
kesreleri gibi çok basit vezin - gramer bilgisiyle tamamlanabilecek ek-
siklikleri bir metin tamiri olarak görmeyip sıradan gramer temrini olarak
değerlendirirken -zımnen- daha ileri seviyede tamir yapabilmek için
geniş bir birikim olması şartını işaret etmektedir.
Metin tamirinde nâşirin kanaati şüphesiz ki büyük önem taşır ve en
kayda değer âmildir. Fakat nâşir bu kanaatine belirli usuller çerçeve-
sinde ulaşır, katiyen keyfiyet söz konusu olamaz. Bu usul ve esasların
başında metin tamirinin ne surette yapılması gerektiğini işaret eden “ka-
rine”ler gelir.
Bu karineler; “anlam, vezin, kafiye, edebî sanatlar, mazmunlar, dil ve
gramer hususiyetleri ile metne ve müellife özel nitelikler” olarak sayılabilir.
Tamire muhtaç bölüm doğrudan ana metin üzerinde gösterilebile-
cek durumda ise; yani metinde bir “eksiklik” söz konusu ise, tamirle
eklenen bölüm günümüz metin neşirlerinde çoğunlukla ayraç veya kö-
şeli ayraç işareti içinde gösterilmektedir. Ayraç muhtemelen başka du-
rumlarda da (vezin gereği yapılan ses türemesi, okunamayan yerler vs.)
kullanılacağı için köşeli ayraç işaretini münhasıran metin tamirlerini
gösterirken kullanmak daha isabetli olur.
178 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Metin tamiri ameliyesine esas teşkil eden karineler gözetilerek ya-


pılmış bir metin tamirine örnek olarak şu beyti gösterebiliriz: 14
Yazalum naķş u reng-ile içini
Ki taģsìn eylesün naķķā …….
Tek nüshası bulunan bir mesneviye ait olan bu beytin ikinci mısra-
sının sonu, aparattaki açıklamaya göre müstensih tarafından eksik bıra-
kılmıştır. Bu beyitte metin tamiri yapabilmemize imkân veren birden
çok karine vardır:
1. Kafiye karinesi: Birinci beyte uygun bir kafiye (i / ni / ìni /
ìnì vb.) gerekmektedir.
2. Vezin karinesi: Mesnevi aruzun mefâ‘îlün mefâ‘îlün fe’ûlün
kalıbıyla kaleme alınmıştır. Mısranın sonunda ve fe’ûlün (. _
_) tef’ilesinde üç hecelik bir eksiklik vardır.
3. Anlam karinesi: Anlamsız olan “naķķā” kelimesi; beyitteki
“nakş” (resim), “reng”, “yazmak” (resim yapmak)
kelimelerinin bulunması, bu kelimelerle anlam ilişkisi olan bir
kelime veya söz grubunu gerektirmektedir. Ayrıca eksik olan,
yapılan resmi tahsin ve takdir edecek, bu yetkiyi haiz birisi
olmalıdır.
4. Gramer karinesi: Beytin her iki mısrasında ayrı birer cümle
bulunduğu görülmektedir. Eksik bırakılan ibare ikinci
mısradaki cümlenin öznesi durumundadır.
5. Metin ve müellife özel nitelikler: Şair metin boyunca modern
şiirde tunç kafiye, eski şiirimizde ise bir cinas türü olarak
tanımlanan kafiyeyi çokça kullanmaktadır.
Bütün bu karineler bize mısranın “naķķāş-ı Çìnì” tamlamasıyla
bütünlenmesi gerektiğini gösterir. Metnin tamir edilmiş şekli şöyle ola-
caktır:

14
Metin tamiri hakkında bundan sonraki düşünce, tespit, değerlendirme ve teklifleri-
mizi, yayımlanmış metinlerden örnekler vererek ifadeye çalışacağız. Ancak bu ya-
zıda amaç, metin neşirleri üzerinde eleştiri yapmak olmadığı ve bir polemiğe mey-
dan vermemek için aktarılan örnek beyitlerin hangi yayından alındığı belirtilme-
yecektir.
Metin Tamiri ● 179

Yazalum naķş u reng-ile içini


Ki taģsìn eylesün naķķā[ş-ı Çìnì]
Aynı eserden alınan şu beyitlerdeki metin tamirleri de aynı karine-
lerden hareketle yapılmıştır:
Çü cidd ü cehd ile ģāŝıl olur iş
Dilerseñ sen daĥı cehd eyle [düriş]
* * *
Sözüm dil bāġınuñ tāze gülidür
Dilüm cān gülşeninüñ [bülbülidür]
Bir başka mesnevi metninde, dipnotunda “metinde yırtıklık olduğu
için” okunmadığı bilgisi verilen kısım şu şekilde metin tamiri yapılarak
tamamlanmıştır:
[And virü]p bi’llāhi gel alma didi
Beni ķurb-ı ģażrete iltme didi
Bu beytin eksik kısmının tamamlanması, vezin ve gramer karinelerine
ek olarak metne özel nitelik karinesinden hareketle yapılabilmiştir. Çünkü
bu beyitten birkaç beyit sonra;
Ba’dehu İsrāfìl’e emr eyledi
Yir aña da and virüp alma didi
beyti gelmektedir. Bu durumda, aynı hadisenin anlatıldığı bu beyitteki
eksikliğin “[And virü]p” olarak tamir edilmesi gerektiği, neredeyse şüp-
heye mahal bırakmayacak şekilde belirginleşmiştir.
Bir divan neşrinde yapılan aşağıdaki metin tamirini inceleyelim:
Ser-i rehde nigāh-i āşiyānìdür ġaraż yoķsa
O āhū-çeşm ile hemvāre [āfet] ķanda ben ķanda
Bu beyitteki eksiklik nâşir tarafından “āfet” kelimesiyle doldurul-
muştur. Beytin anlamına bakalım. “Maksad(ım), yolun başında tanıdık
bir bakış (bulmak)tır; yoksa o âhu gözlüyle sürekli (….) nerede, ben ne-
rede?”
Kafiyesi “-et” ve redifi “ķanda ben ķanda” olan bu şiirde nâşir tara-
fından yapılan tamir, “vezin” ve “kafiye” karinelerine göre doğrudur.
Ancak “o âhû gözlü” sevgili olduğuna göre tekrar açık istiare ile sevgili-
180 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

nin bir niteliği olarak gösterilen “âfet”in kullanılması mânâya halel geti-
rir. Bu tamir, gramer karinesine de uygun değildir. Çünkü “hemvâre”
(sürekli, daima, her zaman) bir zarftır ve ardından zarfa uygun bir ke-
lime gelmesi gerekir. Bizce aranan kelimenin “ülfet” (yakınlık, yakın
olma) olması gerekir. “Ülfet kelimesi anlamı da pekiştirmektedir:
“Maksad(ım), yolun başında tanıdık bir bakış (bulmak)tır; yoksa o âhu
gözlüyle sürekli yakın olmak nerede, ben nerede?”:
Ser-i rehde nigāh-i āşiyānìdür ġaraż yoķsa
O āhū-çeşm ile hemvāre [ülfet] ķanda ben ķanda
Eğer yapılacak tamir, takdim-tehir, kelime veya ek değişikliği zaru-
retleriyle ana metin üzerinde ayraçla gösterme imkânı vermeyen bir
müdahale gerektiriyorsa, ne tür bir müdahale yapıldığı -tabiî olarak-
aparatta ifade edilecektir.
Aşağıdaki beyitte bu türden bir tamir yapılmıştır. Nâşir “Selmân’ı”
kelimesine düştüğü dipnotunda “Metinde Süleymân’ı yazılmış ise de,
iki kez tekrarlanan bu kafiye kelimesinin vezin gereği ‘Selmân’ı’ olması-
nın uygun olduğunu düşünüyoruz.” demiştir:
Yine bâzâr-ı belâgatde Behiştî nazmuñ
Kıldı kıymetde dür-i güfte-i Selmân’ı şikest
Bir başka çalışmada ana metne;
kim ola ki itdügüni bulmaya
hìç kimesne ķaçuban ķurtulmaya
şeklinde yazılan beytin dipnotuna “ķurtulmaya: -metin- ķurtulmadı” ya-
zılmıştır. Buradaki müdahalenin kafiye karinesinden hareketle yapıldığı
anlaşılmaktadır. Bu iki beyit, metindeki kusur, lafız gereği ana metin
üzerinde işaretle gösterilmeye elvermediği için dipnotlarıyla gösterilen
isabetli tamir örnekleridir.
Birinci örnekte görüldüğü gibi tamir veya tashihin neden yapıldığı-
nın belirtilmesi isabetli bir yoldur. Ama vezin ve kafiye gibi şekle dayalı
gerekçelere dayanan ve müdahalenin gerekçesi çok belirgin olan du-
rumlarda ikinci örnekte olduğu gibi açıklamaya gerek görülmeyebilir.
Bazı metin neşirlerinde ayraç içinde gösterilen tamir -ihtiyaç olmadığı
hâlde- bir de dipnotta açıklanmaktadır ki, bu gereksizdir.
Metin Tamiri ● 181

Metin tamiri ancak “zaruret” hâlinde başvurulan bir yol olmalıdır.


Bu zaruret hâlinin neler olabileceğine yazımızın başında değinmiştik.
Özellikle yukarıdaki son örneklerde olduğu gibi metinde mevcut bir
kelimeyi / ibareyi değiştirmek şeklinde bir müdahalede bulunulacaksa
öncelikle mevcut ibarenin doğru olmadığından emin olunmalıdır. Şu
beyitte yapılan metin tamirine bakalım:
‘Ömr tāzì gibi gider bir nefes dönmez daĥı
Cān-ı şìrìn bigi ol bì-iĥtiyār elden çıķar
İlk mısradaki “tāzì” kelimesi orijinal metinde15 “tāze” şeklindedir.
Nâşir metnin dizininden anlaşıldığına göre (aparatta bu müdahaleden
söz edilmemektedir) kelimenin tāzì (Arap atı) olması gerektiği düşünce-
siyle metin tamiri yapmıştır. Şair burada ömrün hızlı geçip gittiğini ifade
ettiğine göre bu metin tamiri ilk bakışta haklı görülebilir. Fakat metin
kurarken öncelikle metni orijinal hâliyle değerlendirmek ve metindeki
ibarenin doğru olmasını kuvvetli ihtimal olarak düşünmek zorundayız.
Şair gazelinin bir önceki beytinde şöyle diyor:
Ķaydını gör çünki ol devlet hümāsı oldı ŝayd
Āşikārādur ki bir gün ol şikār elden çıķar
Metin tamiri yapılan beyitte de “elden çıkacak olan” aynı “devlet
hümâsı”dır. Tāzenin bir anlamı da “genç” olduğuna göre şair “ (O devlet
hüması) genç ömrü gibi (çabucak) gider ve tatlı can gibi irademiz dışında
elden çıkar.“ demektedir. İkinci mısra başının “Cān-ı şìrìn gibi” olması,
ikinci mısranın yine benzer bir söyleyiş olan “‘Ömr-i tāze gibi” ibaresiyle
başlamasını gramatikal denklik açısından da daha anlamlı kılmaktadır.
Şairin iĥtiyār kelimesinin metinde kastedilmeyen “yaşlı” anlamıyla ilk
mısradaki tāze (genç) kelimeleri arasında yaptığı îhâm-ı tezâd sanatı da
göz önüne alındığında metnin mevcut şekliyle doğru olduğu ve metnin
değil, burada metin tamiri yapmanın yanlış olduğu anlaşılır.
Aynı duruma bir başka örnek:
Ķāmeti şimşādına hem-ser dizilmiş nārven
Serv anuñ-çün ķaķıyup ķarşusına ser depredür

15
“Orijinal metin”, daha ziyade müellif hattı nüshalar için kullanılan bir tabirdir. Bu
yazıda neşre esas olan Arap harfli el yazması nüsha(lar) için kullanılmaktadır.
182 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Bu beyitte nâşir orijinal metindeki “dirilmiş” kelimesini uygun


görmeyerek “dizilmiş” yapmış ve bu müdahaleyi aparatta göstermiştir.
“diril-“ fiilinin anlamlarından biri de “taslamak, … davasında bulun-
mak”tır. Metin tamiri yapılmayıp orijinal metin olduğu gibi bırakılsa,
“Sevgilinin şimşir ağacı gibi boyuna karaağaç arkadaşlık taslamış. Servi ağacı
da onun için kızarak (karaağacın) karşısında başını sallar” anlamıyla beyit
yerli yerinde bırakılmış ve problem yaratılmamış olurdu.
Bir başka divan neşrinden alınan şu mısra da yanlış metin tamirinin
ana metin üzerinde gösterilişine bir örnektir:
Sadefden yapılupdur bir letâfet [kasrı durur] köşk
“[kasrı durur] ibaresinin yanına düşülen dipnotta “Metinde kelime
‘kasrıdur’ ise de vezin gereği bu şekilde okundu.” denmektedir. Halbuki me-
tin bu şekliyle doğrudur ve metin tamiri gereksiz, daha doğrusu yanlış-
tır. Kaldı ki bu metin tamiri ile anlam büsbütün karmaşık hâle gelmiştir.
Mısra metinde yazılı olduğu ve doğru şekliyle şudur:
Sadefden yapılupdur bir letâfet kasrıdur kûşeñ
“Nâşirin metin tamiri yaparken tasarruf veya müdahalesinin bir sı-
nırı olmalı mıdır? Olmalı ise bu sınır nedir?” soruları metin tamiri me-
selesinin en temel sorularından olmak gerekir.
Aşağıdaki örnekte, köşeli parantez içinde sıra noktalar ile gösterilen
bölüm için dipnotunda “Bu bölüm silinme dolayısıyla okunamıyor.” kaydı
düşülmüştür. Boş bırakılan yer için birçok kelime bulunabilirdi. Ancak
burada yeterli karine bulunmadığından doldurulacak kısım tamamen
nâşirin metni algılaması sonucu ulaşacağı indî bir “yorum”dan ibaret
kalacaktı. Benzeri durumlarda burada yapıldığı gibi metne müdahale
etmemek daha isabetli olur. Nitekim bu beytin problemli yeri neşirde
ayraç içinde sıra noktalar gösterilerek boş bırakılmıştır:
(…..) Ĥıżrına sözdür āb-ı ģayvān
Mey-i nāb ol-durur kim cāmıdur cān
Şu örnekte ise bunun tam tersi bir uygulama yapılmıştır.
Ĥayāli ķaddüñüñ gitmez gözümden
[Gören dir šūbidür uçmaġ içinde]
Metin Tamiri ● 183

İşaretten de anlaşılacağı gibi bu beyitte ikinci mısranın tamamı nâşir


tarafından tamir edilmiştir (daha doğrusu, eklenmiştir). Beytin aparatına
da “Yanlışlıkla beytin ikinci dizesi yeniden yazılmış. Şiirin gelişine göre biz
tamamladık.” notu düşülmüştür. İşte bu noktada “Nâşirin metin tamiri
yaparken nereye kadar müdahale hakkı vardır veya olmalıdır?” sorusu
bir kez daha önem kazanmaktadır. Bunun hudutlarının belirlenmesi
kolay değilse de nâşirin niteliklerinin önemli bir belirleyici olduğuna
yukarıda değinmiştik. Ancak nâşir ne kadar ehil ve mütebahhir olursa
olsun böyle bir metin tamiri yapmak, nâşirin müellifle birlikte metne
ortak olması demektir ki, bununla metin neşrinin amaçlarından oldukça
uzaklaşılacağı da ortadadır. Doğrusu bu tür müdahalelere “metin ta-
miri”nden ziyade herhâlde “metin tahmini” demek daha uygun düşer.
Doğru olan, mısranın eksik olduğunu bir işaretle gösterip bunu
aparatta ifade etmektir. Bir başka çalışmada aynı durumdaki bir beyit;
Fiġānì bu cihān içre ġaraż dilberden oldur kim
.....................................
şeklinde yazılarak aparatta “Beytin son mısraı yoktur.” bilgisi verilmiştir.
Nâşirin metin tamiri konusunda ifrat-tefrit uçlarına kapılmamaya
dikkat etmesi gerekir. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi bir mısranın baş-
tan sona nâşirce tamamlanması nasıl doğru değilse, metin tamirinin ka-
çınılmaz olduğu yerlerde bu usule müracaat etmemek de o kadar yan-
lıştır.
Bazı metin neşirlerinde elzem dahi olsa kat’î surete metnin orijinal
şekline bir tasarrufta bulunulmamakta, ana metinde metin tamiri cihe-
tine gidilmediği gibi orijinal metindeki eksiklik veya yanlışlığa dipno-
tuyla dahi temas edilmemektedir:
Çü Mūsā bigi söz geldi elinden
Yed-i Beyżā görindi Šat dilin
Bir mesneviden alınan bu beyitte anlam, gramer, kafiye ve vezin kari-
nelerinin hepsi birden bize son kelimenin “dilin[den]” olması, bir başka
deyişle metin tamirinin zaruri olduğunu gerektiğini söylemektedir.
Keza aynı mesnevideki;
Ģaķìķì ģikmet ıssı ĥvāce ‘Aššār
Me’ānì genci mest ol pìr-i dìn
184 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

beytinin son kelimesinin de aynı karinelerle “dìn[dār]” olması gerektiği


açıktır.
Metne hiçbir hâl ü kârda müdahale edilmemesi, metne sadık kalmış
olmakla müdafaa olunabilir bir yaklaşım ise de, bu tavrın bilimsel ba-
kımdan bazı mahzurları beraberinde getireceği de kesindir. Ancak nâşir
bu tercihini neşrinin başında açıkça ifade ederse bu da makul bir yol
olarak değerlendirilebilir. Ne var ki, yukarıya örnek olarak iki beytini
aldığımız metnin nâşiri, “Metni Kurmada Tutulan Yol”u anlatırken as-
lında tam tersini söylemekte ve hatta metne müdahil olmama seçeneğini
kabul etmemektedir: “Eldeki nüshaların tek başına, hiçbirisinin metni kur-
maya esas alınamayacağını anlayınca, müellifin yerine geçmekten başka çare
kalmıyor.” Yine nâşir devam ederek şöyle söylüyor: “(Müellif) olsaydı, bu
kelimenin yerine şunu koyardı, diyerek eldeki metni meydana getirdik. Böylece
karşılaştırmaya esas alınan dört nüshadan farklı yeni bir nüsha meydana gelmiş
oldu.” Bu cümlelere rağmen söz konusu neşirde yukarıdaki beyitler gibi
tamire muhtaç olduğu hâlde öylece bırakılan yüzlerce örnek bulunması
ilginçtir.
Metin tamiri yapılırken nâşirin alan bilgisi, müellif ve eserine olan
ünsiyeti ve yukarıda bilvesile sayılan nitelikleri taşıması şüphesiz ki çok
mühimdir. Fakat her ne hâl olursa olsun kurulan metnin her safhasında
müellif nüshasına mümkün olduğunca en yakın metni oluşturmak hede-
fini gözetmesi gerekir. Şu hâlde nâşirin behresi bir noktaya kadar tayin
edici olabilir. O sebeple Ali Nihad Tarlan’ın şu tespitlerinin tartışmaya
açılması ve üzerinde yeniden düşünülmesi gerektiği kanaatindeyiz
(1937: 7):
“Bir nevi kelimeler daha vardır ki onlar mazmun, mukayese ve diğer usul-
lerin haricinde ve serbesttirler. O zaman onları tayin etmek çok güçleşir. Bu
çalışmalar esnasında bazı ani ve isabetli buluşlara şahit oldum. Bir nevi hadistir
ki tahteşşuur bir hazırlanışın neticesidir. Bu buluşun ilmî kıymeti yok denile-
mezse de bazan isabet eder; ekseriya etmez. Yukarıda arzedilen maddeler göz
önüne alındıktan sonra bir nokta gelir ki artık afakî her şey bitmiştir. Mesele
tamamen zevke kalmıştır.”
Bu alıntıdan anlaşıldığına göre Tarlan, “nâşirin zevki”nin metin ta-
mirinde belirleyici bir unsur olmasını tabiî karşılamaktadır. Hâlbuki
“zevk” tamamen şahsî ve izafî bir kavramdır. Kuşkusuz tamir esnasında
Metin Tamiri ● 185

-karinelere göre- alternatif olabilecek birkaç kelimeden birini tercih


ederken zevk de devreye girecektir. Ama “zevk”in sınırı orada bitmeli-
dir. Hele ifade edildiği gibi vezin, kafiye, anlam, gramer, edebî sanatlar –
mazmunlar gibi karinelerin hiç biri bize bir ipucu sunmuyorsa, Tarlan’ın
ifadesiyle “artık afakî her şey bitmişse”, zevk de kenara çekilmelidir,
diye düşünüyoruz. En azından ilmî ihtiyat bunu gerektirir. Metin tami-
rinin hudutları söz konusu olunca “son uç” burası olmalıdır.
Nâşirin metne müdahil olmasının zaruri olduğu durumların da bir
ölçüsü, derecesi, miktarı, mikyası, sınırı var mıdır?
Eserin yazılışıyla istinsahı arasındaki zaman aralığı arttıkça metnin -
dil özelliklerinin korunması bakımından- sağlamlığı umumiyetle zayıf-
lar. Bazı özel durumlarda bunun tersi olması da mümkündür. Ancak
burada esas temas etmek istediğimiz şudur: Elimizde, türlü karinelerden
hareketle Eski Anadolu Türkçesi döneminde kaleme alındığını tespit
ettiğimiz bir eserin XIX. yüzyılda istinsah edilmiş bir nüshası olsun.
Başka nüshası da bulunmayan bu eserde müstensih Eski Anadolu Türk-
çesinin değil, yaşadığı dönemin dil özelliklerini metne aksettirmiş olsun.
Bunun yanı sıra bu asır istinsahlarında sıkça karşılaştığımız “nazal n (‫)ڭ‬
– nun (‫ ”)ن‬karmaşası dahil birçok dil problemiyle de malul olan böyle
bir metin karşısında nâşir nasıl bir tavır belirlemelidir? Eldeki metin çok
geç bir istinsah olduğu için “metne sâdık kalmak” adına metni bütün
hatalarıyla aynen transkribe etmek bizi metin tenkidinin asıl hedefinden
uzaklaştıracaktır. Kaldı ki, özellikle bilgisiz veya bilinçsiz müstensihlerin
kaleminden çıkan bu tür istinsahlarda hem telif döneminin, hem de
müstensihin çağının dil özelliklerini bir arada bulunmasıyla da sıkça
karşılaşılmaktadır. Yani müstensih bir yerde “anuñ” şeklinde harekele-
diği bir kelimeyi metnin başka bir yerinde “anıñ” olarak harekeleyebil-
mektedir. Bu durumda metni aynen aktarmak, aynı metin içinde aynı
eklerin farklı şeklerde yazılması gibi bir garabet ortaya çıkacaktır.
Bize göre bu tür eserlerde Arap harfli metni mevcut hatalarıyla bir-
likte aktarmak doğru olmadığı gibi dil hususiyetleri ve müstensihin bil-
gisizliğinden kaynaklanan imlâ kusurlarının her birine aparatlarda ayrı
ayrı işaret etmek de pek anlamlı olmaz. Aparatları hemen hepsi birbiri-
nin aynı tashihlerle doldurmak yerine, “Metnin Kuruluşunda İzlenen
Yöntem” veya benzeri bir başlık altında nüshanın bu durumu örneklerle
186 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

ortaya konulmalıdır. Bu açıklamada, metnin âdeta bir imlâ hususiyeti


hâline gelen imlâ hatalarına metin neşrinde tek tek işaret edilmediği ve
eserin telif dönemine uygun dil özelliklerinin benimsendiği belirtilmeli-
dir.
Kimi metin neşirlerinde, eklemelerin veya metin tamirlerinin [ ]
veya ( ) işareti ile gösterileceği belirtilmekle birlikte metin boyunca bu-
nun tek bir örneğinin görülmediğine; kimilerinde ise tam tersine metin
tespitinde uyulacak esaslar hakkında bilgi verilirken bu hususa temas
edilmediği hâlde bu işaretlerin metin tamiri amacıyla kullanıldığı dikkat
çekmektedir. Her ikisi de bilimsel neşirler için nakısa ve zaaftır.

III. Bazı Terim Teklifleri


Yukarıdaki örneklerden de kısmen anlaşılacağı üzere hepsinin
adına genel olarak “metin tamiri” dendiği hâlde, bu başlık altında, mü-
dahale yapılan kelimenin / eksikliğin lafzî pozisyonuna göre yapılan
işlemler farklılık arz etmektedir. Biz bu farklı işlemlerin farklı adlarla
anılması gerektiği düşüncesindeyiz. Bunu aynı metin neşrinden alınan
(benzerleri yukarıdaki beyitlerde de bulunan) örneklerle gösterelim:
Örnek 1:
Perìler taĥt urup ģavż u bıñara
Ŝu gibi aķdılar ol çeşmesāra
Bu beyitte italik dizilen kelime, çalışmaya esas olan nüshada “akar-
lar” şeklinde olmasına rağmen, olayın genel akışı içindeki anlatım bi-
çimi, gramatikal yapı ve vezin gereği “akdılar” yapılmış ve durum apa-
ratta açıklanmıştır.
Burada yapılan, nüshada yanlış olan şekilden farklı fakat doğru bir
imlâ ortaya koymak, yani metni “doğrulamak”tır (tashîh). Bu sebeple bu
tür tamirlere “metin tashihi” denilmesini öneriyoruz.

Örnek 2:
Anuñ da ‘ìşı[nı] devr āĥir itdi
Šolusın Hürmüz’e nūş itdı gitdi
Metin Tamiri ● 187

Bu örnekte, nüshada “‘ìşı” olan kelime vezin, gramatikal yapı ve


anlam karineleriyle tamamlanmıştır. Burada yapılan, mevcut bir keli-
menin eksik parçasını tamamlamak, bütünlemek, ikmâl etmek; yani
“tekmîl” olmuştur. Bu tür müdahaleler için “metin tekmili” terimini
öneriyoruz.
Örnek 3:
Ģużūrında şehüñ Şābūr-ı naķķāş
Oturmış [ķıl] ķalem gibi egüp baş
Yukarıdaki beyitte bir öncekinden farklı olarak metinde eksik yazı-
lan kelime yine aynı karinelerden yola çıkılarak tespit edilmiştir. Burada
yapılan işlem, yazılı olmayan veya kopukluk, yırtıklık v.b. fizikî gerek-
çelerle okunamaz durumdaki bir kelimenin yerine karinelere dayanarak
en uygun kelimeyi belirlemektir (ta’yîn). Bu sebeple bir veya daha fazla
kelime, ibare, tamlama ile yapılan tamirleri “metin tayini”dir.16 Üçüncü
teklifimiz de budur. Bu durumda meselâ Tarlan’ın Metin Tamiri risale-
sinde tamir ettiği bütün beyitlerdeki ilaveler / müdahaleler “metin ta-
yini” olmaktadır.
Bunlardan başka kelimelerin yerlerinin değiştirilmesi suretiyle ya-
pılan tamir usulü de vardır. Ancak o tür tamir için “takdim-tehir” terimi
zaten genel olarak bilinmekte ve kullanılmaktadır.
“Bu terimlere ihtiyaç var mıdır?” sorusu sorulabilir ve ilk bakışta
böyle bir tereddüt veya itiraz taraftar da toplayabilir. Fakat şöyle dü-
şünmemiz gerekmez mi? Terzilik mesleğinde “dikme, örme, yamama”
gibi birbirinden epeyce farklı ameliyeler vardır. Hepsinin üst adı “tamir”
veya “onarım” ise de kumaş ne tür bir onarıma muhtaç ise o işlem yapı-
lır ve bu işlemlerin adları ayrı ayrıdır. Metin tamirinde de durum aynen
öyledir.

16
Tamire muhtaç ibare sayısı arttıkça tamir (tayin) işinin zorlaşacağı âşikârdır. Bu
sebeple birden fazla kelime ile yapılan metin tayinlerinde karinelerin çok sağlam
olmasına dikkat edilmelidir. Hissiyata dayanan, izafi ve sağlam mesnetleri bulun-
mayan tayinler yapmak yerine tamire muhtaç bölümü boş bırakmak tercih edil-
melidir.
188 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

“Metin tamiri” tabirini, yukarıda saydığımız “metin tashihi”, “me-


tin tekmili” ve “metin tayini” işlemlerinin üst başlığı; başka bir deyişle
bu terimleri “metin tamiri”nin alt şubeleri / dalları olarak kabul ediyo-
ruz. Bu açıdan bakıldığında metne yukarıdaki örneklerde gösterilen
türde yapılan her türlü müdahale veya tasarrufu metin tamiri olarak
adlandırmakta bir beis olmamakla birlikte yapılan müdahale şeklinin
vurgulanması gerektiğinde alt isimlendirmelerin kullanılmasının isabetli
olacağı kanaatindeyiz.

KAYNAKÇA
Akkuş, Metin (1996), “Nef'i Divanı'nın Metin Tenkidi Öncesi Nüshalar
Şeceresinin Tespiti Üzerine”, GÜFEF Sosyal Bilimler Dergisi, S. 1, s. 63-
90.
Aksoyak, İ. Hakkı (2007), “Kefeli Hüseyin’in Raz-name Adlı Eserinde
Nüsha Ailesi Kurmada izlenen Yöntem”, II. Kayseri ve Yöresi Kültür,
Sanat ve Edebiyat Bilgi Şöleni, 10-12 Nisan 2006, Kayseri, s. 635-641.
Ateş, Ahmed (1941-1942), “Metin Tenkidi Hakkında”, Türkiyat Mecmuası,
VII-VIII / 253-167.
Aydemir, Yaşar (2007), “Metin Neşrinde Mecmuaların Rolü ve Karşılaşılan
Problemler”, II. Kayseri ve Yöresi Kültür, Sanat ve Edebiyat Bilgi Şöleni,
10-12 Nisan 2006, Kayseri, s. 673-685.
Bilkan, Ali Fuat (1996), “Nabi Divanlarının Nüsha Şecerelendirilmesi”,
GÜFEF Sosyal Bilimler Dergisi, S. 1, s. 91-118.
Çeltik, Halil (1996), “Tenkitli Metin Yöntemi Açısından Üç Şeyh Galib
Divanı”, Bilig, S.2, s. 284-289.
Çeltik, Halil (2007), “Tenkitli Divan Metinlerinde Nazım Şekilleri
Problemleri”, II. Kayseri ve Yöresi Kültür, Sanat ve Edebiyat Bilgi Şöleni,
10-12 Nisan 2006, Kayseri, s. 696-705.
Dosay, Melek – Remzi Demir (1995), “Bilim Tarihinde Metin Çalışmalarının
Önemi”, Felsefe Dünyası, S. 7, s. 60-69.
Gökyay, Orhan Şaik (1995), “Eski, Yeni ve Ötesi”, Eski, Yeni ve Ötesi, İletişim
Yay., İstanbul, s. 67-72.
Horata, Osman (1992), “Klâsik Edebiyatımıza Ait Metinlerin Neşrinde
Karşılaşılan İmlâ ile İlgili Bazı Problemler”, İLESAM, I. Eski Türk
Edebiyatı Kollogyumu, 17-18 Ocak 1992, Ankara.
İlaydın, Hikmet (1972), “Metin Sağlamlığı Sorunu”, Türk Dili, C. 26, S. 250, s.
286-291.
Metin Tamiri ● 189

İnce, Adnan (1992), “Tenkidli Metin Kurmada Karşılaşılan Güçlükler”,


İLESAM, I. Eski Türk Edebiyatı Kollogyumu, 17-18 Ocak 1992, Ankara.
Kılıç, Atabey (2004), “Günümüzde Metin Neşri veya Edisyon Kritik: Genel
Görünümler, Problemler, Öneriler”, I. Kırşehir Kültür Araştırmaları
Bilgi Şöleni, 8-10 Ekim 2003 Bildiriler, Kırşehir, s. 331-346.
Kılıç, Filiz (1996), “Meşairü'ş-şu’ara ve Tenkitli Metni Oluştururken İzlenen
Yöntem”, GÜFEF Sosyal Bilimler Dergisi, S.1, s.23-42.
Korkmaz, Zeynep (1979), “Eski Osmanlı Kaynaklarının Yayınında
Transkripsiyonla İlgili Bazı Değerlendirmeler”, Türkoloji Dergisi, C. 8,
s. 67-78.
Köksal, M. Fatih (2005), “Metin Tenkidi Usulü Açısından İbni Kemâl
Divanı”, Berceste, S. 39, s. 9-14.
Kut, Günay (1992), “Metin Neşri”, İLESAM, I. Eski Türk Edebiyatı
Kollogyumu, 17-18 Ocak 1992, Ankara.
Kut, Günay (1997), “Metin Tespitinde Dikkat Edilecek Hususlar”, IX. Milli
Türkoloji Kongresi, 15-19 Eylül 1997.
Kut, Günay (1999), “Metin Tesbitinde Birinci Aşama: ‘Vezin ve Anlam’”,
İlmi Araştırmalar, S. 8, s.189-198.
Mengi, Mine (1997), “Metin Şerhi, Metin Tahlili ve Metin Tenkidi Üzerine
Görüşler”, Dergah, S.93, s. 8-10.
Mengi, Mine (2007), “Metin İncelemesi Aşamaları, Terimleri ve Bunlardan
Biri: Metin Tahlili”, II. Kayseri ve Yöresi Kültür, Sanat ve Edebiyat Bilgi
Şöleni, 10-12 Nisan 2006, Kayseri, s. 759-768.
Pekolcay, Necla (1985), “İslâmî Türk Edebiyatına Dair Metinlerde Sentaksın
Önemi”, V. Milletlerarası Türkoloji Kongresi, 23-28 Eylül 1985 Tebliğler
Türk Dili C. I, İstanbul, s. 215-219.
Tanyıldız, Ahmet (2007), “Süreli Yayınlar Bağlamında Bazı Çeviriyazı
Sorunları”, II. Kayseri ve Yöresi Kültür, Sanat ve Edebiyat Bilgi Şöleni, 10-
12 Nisan 2006, Kayseri, s. 772-781.
Tarlan, Ali Nihad (1937), Metin Tamiri (Seminer Çalışmalarından I), İstanbul:
Burhaneddin Basımevi.
Tekin Alpay, Gönül (1979), “Hamdullah Hamdî’nin Yeni Bir Leylâ ve
Mecnun Nüshası ve Metin Tenkidi Hakkında Bazı Düşünceler”,
Journal of Turkish Studies, Ali Nihad Tarlan Hatıra Sayısı, V.3, s. 307-342.
Tolasa, Harun (1976), “Edebiyat Tenkidinde Karşılaştırma Yolu ve Divan
Şiirinde Bir Karşılaştırma Denemesi”, Milletlerarası Türkoloji Kongresi,
Tebliğ Özetleri, İstanbul, s. 144-145.
Tulum, Mertol (1983), “Filolojik Çalışma ve Eski Metinlerin Neşri Üzerine
Görüş ve Tenkitler”, Türk Dünyası Araştırmaları, S.27, s.1-8.
190 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Tulum, Mertol (1999), “Osmanlı Dönemi Yazılı Kaynaklarının Filolojik


Neşirleri Üzerine”, Osmanlı Dünyasında Şiir Uluslararası Sempozyumu,
22 Kasım 1999, İstanbul.
Tulum, Mertol (2000), Tarihî Metin Çalışmalarında Usul – Menâkıbu’l-kudsiyye
Üzerine Bir Deneme, İstanbul: Deniz Kitabevi.
Ünver, İsmail (1992), “Arap Harfli Türkçe Metinlerin Çevirisinde
Karşılaşılan Yanlışlar”, Türk Dili, S. 483, s. 789-798;
Ünver, İsmail (1993a), “Eski Türk Edebiyatıyla İlgili Sorunlarımız”, Türk
Dili, S.500, s.118-126.
Ünver, İsmail (1993b), “Çeviriyazıda Yazım Birliği Üzerine Öneriler”,
Türkoloji Dergisi, XI / 51-89
Yıldırım, Ali (2007), “Metin Tenkidi ile İlgili Hususlar ve Kâmî Divanı
Örneği”, II. Kayseri ve Yöresi Kültür, Sanat ve Edebiyat Bilgi Şöleni, 10-12
Nisan 2006, Kayseri, s. 799-811.
Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi 1, İstanbul 2008, 191-204.

Divan Edebiyatında “Adl


ve Adalet” Üzerine Klişeler
GÜNAY KUT*
Some Clichés on “Adl [Fairness] and Adalet
[Justice]” in Divan Literature

ÖZET ABSTRACT

İkili ilişkilerden toplumsal hayata, siyasetten devlet- The justice, which is a determinative concept in various
ler hukukuna kadar pek çok alanda belirleyici bir kavram fields – from mutual relations to social life, or from politics
olan “adalet”, divan şairlerinin de öncelikli konuların- to international law – is one of the first priority themes of
dan biridir. Kutadgu Bilig’den bu yana yazılmış çok the Divan poets. Many books on morality and politics
sayıda ahlâk ve siyaset kitabı, adaletin yönetim meka- written since “Kutadgu Bilig” clarify the functions of
nizmalarındaki işlevlerini tüm boyutlarıyla açıklar. justice within the administrative mechanisms in all aspects.
Divan şiirinin, sevgiliyi bir hükümdar nitelikleriyle However, the classical notion of love in Divan literature
donatan klasik aşk anlayışı ise adalet kavramının çok which depicts the beloved with the characteristics of a ruler
farklı metinlerde yankı bulmasını sağlar. Özellikle provides the concept of justice to be echoed in diverse texts.
mesneviler, bireysel ve toplumsal hayat penceresinden Especially the mesnevis provide many important clues in
adalet kavramının gelişimini izleyebilmek için çok order to follow up on the development of the concept of
önemli ipuçları taşırlar. Lügatlerdeki “adalet” maddele- justice from individual and social perspectives. Starting
rinden yola çıkarak Işknâme, Süheyl ü Nevbahâr, with the definitions of “justice” in the dictionaries and
Cemşîd ü Hurşîd, Hurşidnâme, Gûy u Çevgân, Vâmık ranging to the related parts of the texts such as Işknâme,
u Azrâ, Hayrâbâd, Mecnûnnâme vb. metinlerdeki ilgili Süheyl ü Nevbahâr, Cemşîd ü Hurşîd, Hurşidnâme, Gûy u
bölümlere uzanan bu araştırma, kavramın çağrışım Çevgân, Vâmık u Azrâ, Hayrâbâd, Mecnûnnâme, etc. this
katmanlarına dair önemli bulgulara ulaşmaktadır. research comes up with important findings on the
connotation layers of the concept.

ANAHTAR KELİMELER KEYWORDS


Divan edebiyatı, mesnevi, adl, adalet, adil. Divan poets, Divan literature, law, airness, justice.

Türk edebiyatında “adalet, âdil olma” üzerine pek çok eser yazıl-
mıştır. Adl ve adalet konusu genellikle Ahlâk ve Siyaset türü eserlerde ele
alınır. Bunun edebiyatımızdaki en eski ve çarpıcı örneklerinden biri
Kelîle ve Dimne Tercümesidir. Adl1 kelimesi için lügatlere bakıldığında
genellikle şöyle bir tanımla karşılaşılır:
Ķâmûs Tercümesi’nde adl, “cevr etmeyip nüfûs ve ukûlde istiķâmeti ķâim
ve derkâr olan emr ve hâleti icrâ eylemek ma’nâsınadır. Lisânımızda adâlet ey-

*
Prof.Dr., Boğaziçi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü, İstanbul. (kutgunay@boun.edu.tr)
1
Adl kelimesinin kelâm ve tasavvuftaki anlamlarıyla ilgili bkz. Bekir Topaloğlu,
“Adl”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi I (1988): 387-88.
192 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

lemek ta’bîr olunur ki sultân ve vâlîye göre zulm ve sitem etmeyip dâd ve insâf
eylemekten, hâkime göre hak ve hükm eylemekten ibârettir.” (Mütercim Âsım
1250: 281) ibareleriyle;
Ķâmûs-ı Türkî’de “ihķâk-ı hak, bî-tarafâne hüküm, hakķâniyet, adâlet,
dâd” tanımları birinci madde olarak, “müsâvât, tesâvî ve sevî mu’âmele”
(Şemseddin Sâmi 1318: 930) ikinci madde olarak;
Lehçe-i Osmânî’de “zulm zıddı, hakkı teslîm etme, adâlet, dâd, ma‘kûli-
yet, i‘tidâl” (Ahmed Vefik Paşa 1306: 1231) olarak verilmiş, Türk Lüga-
ti’nde ise yine cevr ve zulmün karşıtı olarak ayrıca “ifrat ve tefrit arasında
emr-i mutavassıt, hakkı ve müsâvâtı gözetmek, işleri yerinde ve evķâtında
yapmak” (Kadri 1943: III, 486) şeklinde tanımlanarak Kur’ân’dan,
hadislerden örneklerle şiirdeki kullanımlarına tanıklar getirilmiştir.
Bu makalede “adl, adalet ve âdil olma” konusunun divan edebiya-
tında, özellikle mesnevilerde ne şekilde anlatıldığı üzerinde durulacak-
tır. Sultan-kul, âşık-maşûk ilişkilerinde ön plana geçen bu “adalet” fikri-
nin Türk edebiyatındaki en tipik örneğinden söz etmeden asıl konuya
geçilmeyecektir. O da Yusuf Has Hâcib tarafından hicri 462/milâdî
1069-70 yılında yazılan Kutadgu Bilig adlı eserdir. Herkesin başucu kitabı
olması gereken bu harikulade eser devlet idaresiyle ilgili bir eser olması
bakımından çok önemli olduğu kadar eserdeki kişilerin adlarının alego-
rik olmasıyla da dikkat çekicidir.2 Türklerin ilk edebî eseri olan ve “Saa-
det Verici Bilgi” anlamına gelen bu eserde hükümdarın ismi Kün-
toğdu’dur; Kün-toğdu adaleti, vezir Ay-toldu mutluluğu, kutu; vezirin
oğlu Ögdülmüş aklı ve bilgiyi; vezirin yakını Odgurmuş ise kanaati temsil
eder. Bu dört öge ile devletin adaletle yönetilmesi, ama bu adaletle yö-
netme sırasında da yönetilenlerin mutluluğunun ön planda tutulması,
aklın ve bilginin (bilgisizlik ve cahillik karşıtı) ışığında hareket edilmesi
ve son olarak da kanaatin (ihtiras ve yetinmezliğin karşıtı) yeri vurgu-
2
Türklerin ilk yazılan bu edebî eseri, devlet idaresi, insan olmanın, doğru ve yararlı
olmanın erdemleri bakımından bir ahlâk ve siyaset kitabı niteliğindedir. Bu
bakımdan da Hintlilerin “gizli kitap” olarak nitelendirilen Beydeba’nın ünlü eseri
Kelîle ve Dimne’nin içerik açısından yani işlediği konu açısından aynıdır. Kelîle ve
Dimne de devlet idaresi ile ilgili bir ahlâk ve siyaset kitabıdır. Baş kahramanları
Kelîle ve Dimne adında iki çakaldır. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Zehra
Toska, Türk Edebiyatında Kelile ve Dimne Çevirileri ve Kul Mesud Çevirisi, Basılmamış
Doktora Tezi, İstanbul, 1989, İstanbul Üniversitesi.
Divan Edebiyatında “Adl” ve “Adalet” Üzerine Klişeler ● 193

lanmaktadır. Zira kanaat etmeyenler hiçbir zaman mutluluğa ulaşa-


mazlar. Kün-toğdu adının, hükümdarın adı olması ve adaleti temsili dik-
kat çekicidir. Eserin kendisinde de buna değinilmiş, bizzat Kün-toğdu,
Ay-toldu’nun adının neden Kün-toğdu olduğu sorusuna, adının anlamı-
nın güneş olduğunu, güneşin hiç küçülmediğini hep aynı şekilde kaldı-
ğını, güneşin doğmasıyla dünyanın aydınlandığını ve ışınlarının herkese
eşit olarak dağıldığını, güneş burcunun aslan olduğunu, onun da hep
sabit yani yerinde kaldığını söyler. Böylece “sultan-güneş-aslan-adalet”in
birleştiğini ve sultanın halka tavrının ve sözünün kim olursa olsun en
yakını da olsa âdilane olduğunu anlatır (Kutadgu Bilig 1942: 48;
Silahdaroğlu 1996: 78-79). Divan edebiyatında sevgili, sultandır. Dolayı-
sıyla sultana ait vasıflar sevgilide de mevcuttur. Ahmet Hamdi Tanpı-
nar’da da yorum aynen böyledir: “Binaenaleyh aşk da bu cinsten bir istiare
olacak, sevgili hükümdara benzeyecekti. O kalp âleminin hükümdarıdır. Bu
sistemde hükümdara, dolayısıyla sevgiliye asıl hususiyetlerini veren güneştir.
Ortaçağ hayallerinde hükümdar daima güneştir. Onun gibi kendi menzilinde
ağır ağır yürür. Rastladığını aydınlatır. [...] Hayvanlar âleminde aslanın hü-
kümdarlığı da yüzü güneşe benzediği içindir. Böylece hükümdara, dolayısıyla
güneşe benzeyen sevgili, onun ünvan ve sıfatlarını, kudretlerini elbette ki taşı-
yacaktır” (Tanpınar 1976: 6).
Divan edebiyatında, özellikle gazellerde, aşk-âşık-mâşuk hayalle-
rinde sıkça görülen hükümdar/mâşuk, âşık’a cevreder, ama isterse ih-
sanda bulunur. Kısacası “kurb-ı sultân âteş-i sûzândır” mısraının ta kendi-
sidir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sözleriyle “Sevgilinin bütün davranışları
hükümdarın davranışlarıdır. Sevmez, bir nevi tabii vergi gibi sevilmeyi kabul
eder, isterse iltifat ve lutfeder. Hatta hükümdar gibi ihsanları vardır. Yine onun
gibi isterse, bu lutfu ve ihsanı esirger. Hatta cevreder, öldürür. Kıskanılır, fakat
kıskanmız. Bir saray, bir yığın mabeyinci gözde veya gözde olmaya namzetlerle
doludur. Sevgilinin etrafında da rakipleri vardır. Âşık tıpkı bir saray adamı gibi
bu rakiplerle mücadele halindedir. Hülâsa saray nasıl mutlak ve keyfi irade,
hatta kapris ise, sevgili de öylece naza giden hür bir iradedir”(Tanpınar 1976:
6): Kimi örnekler:
Ġam gicesinde ķalmışam ol āfitābumuñ
İrgür esenliği ĥaberin ey ŝabāģ eser (Çavuşoğlu ve Tanyeri
1988: G. 1061/4) (âfitâb=sevgili)
194 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Âh kim baña naŝīb olmış cefā mabūbdan


Geçdi ‘ömrüm görmedüm bir dem vefā maģbūbdan (Çavuşoğlu
1980: G. 62/1) (mahbūb: cefâ edici)

Cefā vü cevr ile mu‘tādem anlarsuz nolur ģālüm


Cefāsına ģad ü cevrine pāyān olmasun yā Rab (Tarlan 1950: G.
XXV/6) (sevgili: cevr ü cefâ edici)

Cefā vü cevr ile ķan oldu baġrum yā Rab ol bed-ĥū


Niçün terk eylemez cevr ü cefāsın bir kerem ķılmaz (Tarlan
1950: G. 119/4)

Gāh olur ol meh-liķā mihr ü vefālar gösterür


Geh döner bir lûšfına biñ biñ cefālar gösterür (Tarlan 1966: G.
40/1) (sultan= sevgili= bazen lutf
bazen de cefa edici )
Sonuç olarak divan edebiyatında tasavvufî göndermeler dışında
sevgili (maşûk, nigâr, cânân, cânâne, mahbûb, âfitâb) ve sultan, hâl ve
harekatında, tavır ve edasında emr ü fermanında birleşirler ve aynilik
gösterirler. Sultan, kula/bendesine nasıl davranıyorsa sevgili de âşıkına
öyle davranır.
Lügat anlamları yukarıda verilen “adl”e gelince adl sulta-
nın/hükümdarın başta gelen vasıflarından biridir. Bu vasıf Kutadgu
Bilig’deki Kün-toğdu’nun kendisini tanımlamasından tutun da bütün
ahlâk ve siyaset kitaplarında, pend-nâmelerde, vasiyyet-nâmelerde, ata-
sözlerimizde değinilen ve divanlarda özellikle methettiği padişahın
adaletinden, ihsanından, iyi huyundan, cömertliğinden söz edildiğinde
oldukça abartılı bir biçimde vurgulanan bir kavramdır. Meselâ Ahmed
Paşa3 (ö. 1497) Bayezid için yazdığı bir kasidesinde sultanın adaleti ya-
nında diğer vasıflarını da dile getirir:
Nedür bu ‘adl ü diyānet nedür bu ĥulķ u kerem
Nedür bu cūd u seĥāvet nedür bu fażl u kemāl (Tarlan 1966: 66)
Ahmed-i Dâ‘î (ö. 1421’den sonra) ise padişahı överken “adl” bahsini
oldukça uzun tutarak gulüvv sanatı ile padişahın adaletinin sadece halkı
üzerinde olmadığını, bütün canlılar arasına yayıldığını söyler.
3
Şairlerin ölüm tarihleri sadece miladi olarak verilmiştir.
Divan Edebiyatında “Adl” ve “Adalet” Üzerine Klişeler ● 195

Dâ‘î kasidesinde padişahın ülkesindeki adaleti nasıl sağladığını


şöyle anlatır:
Çü rā‘īdür ra‘iyyet üzre ‘adlüñ
Ra‘iyyet emn ü rāģat birle rāti‘

Senüñ ķorķuñ bile çūbān olur ķurd


Çü dārü’l-emn olupdur hep merāti‘

Šoġan keklik bile oldı muvāfıķ


Geyik aŝlan bile oldı mużāci‘

Güneşsin ‘āleme hergün doġarsın


Ķamu źerrāt olur şu‘leñde lāmi‘ (Özmen 2001: 31)
Mesnevilerde ülkeyi yöneten sultanın adlinin anlatılması, genel-
likle masal unsurları bulunan iki kahramanlı aşk hikâyelerinde yer alır.
Mesnevinin kurgusu gereği tevhit, münacât, naat ve devrin padişahına
övgüden ve sebeb-i te’liften sonra Âgaz-ı dâsitân veya Matla’-ı dâsitân
başlığıyla konuya girilir. Ülkesini yöneten hükümdar çok âdil, halkı
memnun ve müreffeh, aynı zamanda doğadaki hayvanların bile birbi-
rine davranışlarını dostça ve sevgiyle dolu hâle getiren ideal birisi olarak
tanıtılır. Böyle bir hükümdarın, hükmü altında yaşamak sadece insanlar
için değil hayvanlar için bile bir egemenlik ve mutluluk kaynağıdır.
Ama ne yazık ki böylesine mükemmel bir hükümdarın çocuğu yoktur.
Bir çocuğunun olması ile mesnevi kendi kurgusu içinde devam eder.
Şimdi bu âdil hükümdarların dönemindeki adaletin nasıl bir
klişe içinde anlatıldığını görelim. Bu anlatı geleneği besbelli çok eskilere
dayanmaktadır. 11. yüzyılın ilk edebî devlet idaresi ile ilgili çok önemli
bir eserimiz olan Kutadgu Bilig’de de geçen ve daha sonra kullanılan
klişeler hemen hemen aynıdır. Kimi şairler bu klişelere yenilerini ekle-
mişlerdir. Özellikle doğa gereği birbirini öldürerek hayatlarını sürdüren,
birbirine düşman olan hayvanlar sultanın adaleti karşısında birbirleriyle
dost olmuşlardır. Kurt-kuzu v.b. gibi. Kün-toğdu ile veziri Ay-toldu bir-
likte ülkedeki huzuru öylesine teminat altına almışlardır ki Hakanın adı
dünyaya yayılmış, kurt ile kuzu yan yana yaşar olmuştur:
Keçürdi kovançın sevincin küni
Ajunka yadıldı çavı at üni
196 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Tirildi bir anca yüridi bu neng


Böri toklı birle kozı boldı teng (Kutadgu Bilig 1942: 61;
Silahdaroğlu 1996: 95)
Bu adalet kavramının mesnevilerde nasıl anlatıldığına gelince,
Kutadgu Bilig’de anlatıldığından pek farklı değildir. Klişeler devam eder.
Abartılı bir biçimde anlatılmasına rağmen önemli olan padişahın adale-
tini vurgulayarak okuyuculara bu konuda verilen mesajdır. Mehmed’in
(ö. 1398’den sonra) Işknâmesi’ nde (Yüksel 1965):
Zamāne ‘adl güninde münevver
Cihān inŝāfı ayına musaĥĥar ...

Ķısılurlardı ķaplanlar geyikden


Ķaçarlardı şāhinler ügeyikden

Eger bir dem baķaydı egri šurġay


Yidügin atmaca ķılurıdı ķay

Zamānı olalı ol şehriyāruñ


Ĥazān eskitmedi bir gün bahāruñ

Hevāya ķılayıdı serçe pervāz


Yuvada gizlenürdi niçe şehbāz

Ser-āġāz eylese ŝaģrāda ķoyun


Šaġ üzre döndürürdi ķurt boynın

Geyik gösterse boynuz hemçü tīşe


Olurdı aŝlana zindān mīşe

Şu resme olmış idi ili ma‘mūr


Yuvasın yañılup bulmazdı zenbūr (754-766)
Mes‘ûd bin Ahmed’in (14. yüzyılın ikinci yarısı) Süheyl ü Nev-bahâr
(Dilçin 1991) adlı mesnevisinde:
Bizüm bir ulu şāhumuz var idi
Ki eylük ile añılurdı adı

Bahādur u ehl ü kerīm u saĥī


Cihānda nažīri yoġ idi daĥı
Divan Edebiyatında “Adl” ve “Adalet” Üzerine Klişeler ● 197

Uyımışdı ‘adlinden ili içi


Mušī‘ idi ģükmine ulu kiçi

Anuñ ķorķusından ķamu ķurd u ķuş


Ki dirler ‘Arabca šuyūr u vuĥūş

Eger šaġda ola vü ger ovada


Ger aġaçda yata vü ger yuvada

Barışmışlar idi şunuñ bigi kim


Ŝunar idi aŝlan ŝıġıra dikim

Dutardı šoġan yöresin ügeyik


Ögür ķaplan ile olurdı geyik

Şāhin görse virmezdi ördek boyın


Ķarar idi ķuzıyile ķurd oyın

Gelür idi šavşan elinden bayıķ


Ki šavşancıla egmeyeydi bıyıķ (3625-3633)

Ki ol ilde bir key ulu şāh idi


Çalap ķorĥusından key āgāh idi

Düzüp idi ķamu ilin ‘adl ile


Üzüp idi žulmin bilin ‘adl ile

Anuñ ķorĥusından ulu vü kiçi


Aradan götürmişler idi güci

Maģabbet düzeni düzilmiş idi


‘Adāvet šılısmı bozulmış idi

Degürmezdi mažlūma žālim güci


Kelebek kovalardı ķarlaġucı

Yaz u ķış yabānlarda ķoyun u ķurt


Šutarlar idi bir aracuĥda yurt

Görürdi anı Hind iline giden


Ki barışdıdı pīl ile kergeden
198 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Virürlerdi itler çetüge selām


Bir arada yirlerdi bile ša‘ām

Balıķcır balıĥlar il’içmişdi and


Örümcek şeşüpdi sinekden kemend

Ilan leglegüñ öper idi gözin


İşidür idi şāhin ördek sözin

Šalaşmazdı biri biriyle ĥorus


Yol azdurmaz idi ĥılabandorus

Neheng ādeme açmaz idi eñek


Üşendürmez olmışdı pīli siñek

Ķarınca ayaġına batsa diken


Çıķarurdı aŝlan anı ir iken

Uruşmazdı ķoç nice olsa çevük


Aña boynuz olmış idi ķuru yük

Yüzi suyılaydı ķınında ķılıç


Ķayurmaz idi deglügeçden biliç (4529-4545)
Cemşîd ü Hurşîd’de (Meriç 1997):
Ulu sulšān idi ol adı faġfūr
Seĥā-y-ıla cihānd’olmışdı meşhūr

Cihān cümle anuñ ģükminde-y-idi


Şehinşehler anuñ emrinde-y-idi

Şu resme ‘adl iderdi ol şehinşāh


Kimesne žulm elinden itmez id’āh

Ki ‘adlinden anuñ kebk ile şehbāz


Biri biriyle olmış-ıdı dem-sāz

Ķoyun ķurd ile olmış idi hem-dem


Geyik şīri idinmiş idi maģrem

O şeh ‘adlinde her-dem böyle-y-idi


‘Ašā itse daĥı hem böyle-y-idi (1149-1154)
Divan Edebiyatında “Adl” ve “Adalet” Üzerine Klişeler ● 199

Hurşîd-nâme’de (Ayan 1979):


Anuñ in’āmı vü ‘adli vü dādı
İle eylük getürür şehre şādī

İli firdevs uçmaġına beñzer


Šaşı šaġı irem bāġına beñzer (481-482)
Lâmi’î’nin (ö. 1532) Gûy u Çevgân (Tezcan 1994) adlı mesnevisinde:
Devrinde cihān şu resme ĥoş yeng
Yoġ idi fiġān ider meger çeng

Āşüfte dil ü şikeste-ĥāšır


Ĥūbān ŝaçı idi evvel āĥir

Bir baĥt-ı nigūn-ser ü siyeh-ģāl


Bulunmaz idi meger ĥaš u ĥāl

Ma‘mūr idi ‘adli ile ‘āle


Mesrūr idi ĥulķı ile ādem

Şādī vü šarabda idi herkes


Sevdā-zede zülf ü ĥāl idi bes

Yār aġzı gibi ġam idi nā-yāb


Baĥtum gibi fitne idi der-ĥˇāb (870-75)
Yine aynı yazarın Vâmık u Azrâ’sında (Ayan 1998):
Baĥtiyār u lāyıķ-ı taĥt u külāh
Dirler idi adına Šaymas şāh

‘Adli devrānında il ü şehr ü kend


Şöyle dād u ĥurrem idi bī-gezend

İtmez idi birbirinden ayru iş


Şīr ü āhū bāz u tīhū gurk u mīş

Yoġ idi gencine vü māline ģadd


Kim ķılurdı leşker ü ĥayline ‘add

Gerçi her maķŝūd aña virmişdi dest


Līk bī-ferzend idi göñli şikest (473-77)
200 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Nâbî (ö. 1712)’nin Hayr-âbâd (İz 1995: II, 853-54) mesnevisinde yine
Âgâz-ı dâsitân’dan 15 beyit sonra hükümdarın adli anlatılır:
Vāreste ra’iyyeti sitemden
Āsūde bilādı derd ü ġamdan
(....)
‘Adliyle bir idi āb u āteş
Mānend-i ruĥ-ı bütān-ı mehveş

Etmişdi nesīm-i ‘adl ü dādı


Hem-çihre behişt ile bilādı
(....)
Mülkinde o deñlü žulm nā-yāb
Gūyā ramażānda bāde-i nāb

‘Aŝrında yoġ-ıdı zār u giryān


Dersin unuda meger ki ŝıbyān
(...)
‘Ahdinde yoġ idi ‘uķde-i dil
Olmasa mu‘ammeyāt-ı müşkil
(....)
Metrūk idi ālet-i şikence
Ķullanmaz idi tüfeng šabanca

Şehrinde bulunmaz idi düzdān


Dil-dūzlik etmeseydi ĥūbān

Ŝoymaġa ider yoġ idi iķdām


Olmasa vilāyetinde ģammām
(...)
Etmezdi cihānda kimse bī-dād
Ķan dökmez idi meger ki faŝŝād

Girmezdi vebāle hīç merdüm


Geh gāh meger ki ba‘ż-ı encüm

Yoġ idi cihānda çeşm-i nemnāk


Tāze budana meger ser-i tāk
Divan Edebiyatında “Adl” ve “Adalet” Üzerine Klişeler ● 201

Zār olmaz idi meger ķumārī


Āh etmez idi meger buĥārī
İnsanların, kötü yani kem-mâye olanları bir kenara bırakılırsa, rü-
yası ve hayali budur. Aslında yazarların bu denli idealize ederek ver-
dikleri bu mesaj dünyada hiç gerçekleşmemiş de olsa aslında istenen
huzurlu, adaletli bir dünyadır.
Yine bu şekilde uzun uzun hükümdarın adaletini anlatan bir diğer
mesneviyi de aynı geleneği sürdürmüş olması bakımından dikkatlerden
kaçırmamalıdır.
İşte bu en yeni mesnevi Prof. Dr. Cem Dilçin tarafından hazırlan-
mıştır. Dilçin’in Mecnûn-nâme adıyla bin beyit olarak kaleme aldığı bu
mesnevi tehzîl türünde yazılmıştır. Diğer bir adı da Tehzīl-i Leylā vü Mec-
nūn olan bu mesnevide hükümdarın adaleti önce de belirttiğimiz gibi
geleneğe uyarak divan edebiyatı estetiği içinde ve örnekleri çoğaltılarak
aynı klişelerle anlatılır:
Eyle itdi ol kerīm çün ‘adl ü dād
Geldi me’mūr işçinüñ aġzına dad

Šaġ u šaşı šutdı anuñ ‘adli hep


Vaģş u šayrı utdı anuñ ‘adli hep

Vaģş u šayruñ ģāli gör kim nic’olur


Kim Kelīle Dimne oķıyan bilür

‘Ādet idi meśnevī yolında bu


Men de eytdüm bir kezin sen de oķu

Barışıķ idi ŝıġır arslan ile


Hem ögür idi geyik ķaplan ile

Ne öküz süser ne ķoç ururdı šos


Anlara olmışdı boynuz ķurı süs

Birbiriyle eş olup ķurd u ayı


Šolanup gezerler idi her köyi

Dilküye ķonuķ olurdı bedinus


Yemlenürdi kerkes elinden šavūs
202 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Anasuz ķuzıları ķurd emzürür


Ŝıçġan aġzına pisik süt šamzurur

Bir çetük geçse öñinden añsuzın


Her itüñ işi aportdı geñsüzin

Cırlayuķ ķarıncaya olur ķonuķ


Ķış güni andan alurdı hem azuķ

Uçmaz ise yollu yolınca eyi


Ķarġalar ġaġalaya atmacayı

Kim šoġan birle uçardı ceddelek


Karlaġuçla gezer idi kebelek

Devlügeç ķapmaz idi hīç serçeyi


Leglek itmişdi yuva her bāceyi

Cümle örümcek şeşüpdiler kemend


Ne siñek ne aru görmezdi gezend

Ķurtarup bülbül de gülden yaķasın


Şād oluban sildi göñlinden pasın

Bülbüle bıraķdı gül nāz itmegi


Ĥārdan ol daĥı āvāz itmegi
(.....)
Sāde eşyā ķurd u ķuş mı beyledür
Bil kim ebnā-yı beşer de eyledür

Ķoñşı ivin ķoñşı bekler ŝubģa dek


Ĥırlı ĥırsuz girmeye ol ive tek

Yā kötek ata mı ķarıya ķoca


Ŝaç ŝaça gele mi hīç elti ķuma

Analar hīç dögmedi ķızlarını


Āĥirü’l-emr dögdiler dizlerini
Ĥˇāce şāgirde daĥı öf diye mi
Baba oġlan ģaķķını hiç yiye mi
Divan Edebiyatında “Adl” ve “Adalet” Üzerine Klişeler ● 203

Uzun, abartılı bir biçimde adaleti idealize eden anlatılar yanında di-
ğer mesnevilerde de “adl ü dâd”dan muhakkak bir beyitle de olsa söz
edilir. Atabetü’l-Hakâyık’ta “adl”den iki kez söz eden (mısra 40 ve 62)
Edib Ahmed b. Mahmûd Yüknekî (ö. XII. yy.), Emir Muhammed Dâd
İspehsâlâr Bey’in methinde şahın erdemlerini sayarken şu beyti söyler:
Siyāset riyāset kiyāset kerem
Ziyādet ula ‘adl eşit uk munı (Arat 1951)
Meselâ Ûdî’(ö. ?) nin Mâcerâ-yı Mâh (Kutlar 2005) adlı mesnevi-
sinde:
Zamān ‘adli ile Nūşīrevānı
Odur meydān-ı adlüñ ķahramānı (309)
Şeyhî (ö. 1431) ve Fahrî (ö. 1367’den sonra)nin Husrev ü Şîrîn’inde,
Zâtî’nin (ö.1546) Şem’ ü Pervânesi’nde de hükümdarın adaletinden birer
beyitle söz edilmiştir.
Bunun dışında divan edebiyatında insan hayatı için çok önemli olan
bu adalet kavramını iki kişi sembolize eder. Biri üçüncü halife Hazret-i
Ömer, diğeri Nûşîrevân’dır. Pek çok kaside ve gazelde bu iki kişiye
adalet örneği olarak gönderme yapılır. Hazret-i Ömer, adaletli olması,
haklıyı haksızdan ayırması sebebiyle Fârûk lakabıyla anılır. Nûşîrevân
ise, Medâyin’de yaptırdığı sarayının Tâk-ı Kisrâ adı verilen tarafındaki
mekânda zulme uğramış insanları dinlemesiyle, hatta bu tâka asılan bir
çan ve ona bağlanan zincir vasıtasıyla da onun adaletine sığınanların bu
zinciri çekerek haksızlığa uğradıklarını Nûşîrevân’a anlatmalarıyla ün-
lüdür (Pala 1989: II, 247). Dolayısıyla adalet ile birlikte Nûşîrevân ismi
de geçer.
Sonuç olarak “adl, adalet” hemen her zaman Divan edebiyatında
dile getirilmiş; kasidelerde, mesnevilerde üzerinde durulmuş bir kav-
ramdır. Adaletli bir hükümdarın adaletini, ülkesindeki insanlar, hay-
vanlar kısacası bütün canlılar arasında yaygınlaştırmasının işlenmesi
geleneği aynı zamanda “adalet” kavramının insan hayatında ve ru-
hunda ne denli önemli olduğunu da ortaya koyar.
204 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

KAYNAKÇA
Ahmed Vefik Paşa (1306), Lehçe-i Osmânî, İstanbul: Mahmut Bey Matbaası,.
Arat, Reşid Rahmeti (1951), Edib Ahmed b. Mahmud Yükneki, Atabetü’l-
Hakayık, İstanbul: TDK Yay.
Ayan, Gönül (1998), Lâmi’î, Vâmık u Azrâ- İnceleme-Metin, Ankara: Atatürk
Kültür Merkezi Yay.
Ayan, Hüseyin (1979), Şeyhoğlu Mustafa, Hurşîd-nâme (Hurşîd ü Ferahşâd)
İnceleme-Metin-Sözlük-Konu-Dizini, Erzurum: Atatürk Üniversitesi Yay.
Çavuşoğlu, Mehmet (1980), Vasfî, Dîvan, İstanbul: İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yay.
Çavuşoğlu, Mehmet ve M. Ali Tanyeri (1988), Zati Divanı, 3, İstanbul: İstan-
bul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.
Dilçin, Cem (1991), Mes‘ûd bin Ahmed, Süheyl ü Nev-bahâr (İnceleme-Metin-
Sözlük), Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay.
İz, Fahir (1995), Eski Türk Edebiyatında Nazım, 2 cilt, 2. baskı, Ankara: Akçağ
Yay.
Kadri, Hüseyin Kâzım (1943), Türk Lûgati, 4 cilt , İstanbul: TDK Yay.
Kutadgu Bilig (1942), Tıpkıbasım I: Viyana Nüshası, İstanbul: TDK Yay.
Kutlar, Fatma Sabiha (2005), Ûdî, Mâ-cerâ-yı Mâh, Ankara: Öncü Kitap.
Meriç, Münevver Okur (1997), Cem Sultan, Cemşîd ü Hurşîd (İnceleme-Metin),
Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay.
Mütercim Âsım (1250), El-Okyanusu’l-Basît fî Tercümeti’l-Ķâmûsi’l-Muhît, 3,
Kahire: Bulak Matbaası.
Özmen, Mehmet (2001), Ahmed-i Dâ’i Divanı, Ankara: TDK Yay.
Pala, İskender (1989), Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, 2 cilt, Ankara: Kültür
Bakanlığı Yay.
Silahdaroğlu, Fikri (1996), Günümüz Türkçesi ile Kutadgu Bilig Uyarlaması,
Ankara: Kültür Bakanlığı, 1000 Temel Eser Dizisi.
Şemseddin Sâmî (1318), Ķâmûs-ı Türkî, Sahip ve Naşiri Ahmed Cevdet, İs-
tanbul: İkdam Matbaası.
Tanpınar, Ahmet Hamdi (1976), 19uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 4. baskı,
İstanbul: Çağlayan Kitabevi.
Tarlan, Ali Nihad (1950), Fuzuli Divanı, I, İstanbul: İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yay.
Tarlan, Ali Nihad (1966), Ahmed Paşa Divanı, İstanbul: MEB Yay.
Tezcan, Nuran (1994), Lâmi’î, Gûy u Çevgân, Stuttgart: Frans Steiner Verlag.
Topaloğlu, Bekir (1988), “Adl”, DİA, 1, İstanbul: TDV Yay.
Toska, Zehra (1989), Türk Edebiyatında Kelile ve Dimne Çevirileri ve Kul Mesud
Çevirisi, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul.
Yüksel, Sedit (1965), Mehmed, Işk-nâme (İnceleme-Metin), Ankara: Ankara
Üniversitesi.
Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi 1, İstanbul 2008, 205-240.

Kelâmî Mahlaslı İki


Divan Şairi:
Kelâmî Cihan Dede ve
CİHAN OKUYUCU* Kelâmî-i Rûmî
Two Divan Poets in Kelâmî Appellation:
Kelâmî Cihan Dede and Kelâmî-i Rûmî

ÖZET ABSTRACT

Klasik şiirimizde Kelâmî mahlasıyla bilinen toplam There are four divan poets known in the appellation of
dört divan şairi mevcuttur. Bu yazıda bu dört Kelâmî. In this article two of these four are discussed:
şairden ilk ikisini; 1004/1595 tarihinde vefat eden Kelâmî Cihan Dede who died in 1004/1595 and Kelâmî-i
Kerbelalı Kelâmî Cihan Dede ile 17.yy.ın hemen başında Rumi who lived in the very beginning of 17th century and
yaşayan ve “Vekâyî-i Ali Paşa” isimli mühim bir eser had a considerable work named as “Vekayi-i Ali Paşa”. The
yazmış olan Kelâmî-i Rumi ele alınmıştır. Kerbelalı Works of Kelâmî from Kerbela are Divan and Kıssa-i Ebu
Kelâmî’nin “Divan”ı ile “Kıssa-i Ebu Ali Sina” isimli Ali Sina. As a more fertile poet, Kelâmî-i Rumi has the
eserleri vardır. Daha velût olan Kelâmî-i Rûmî’nin works: Kelâmî Mecmuası, Vekayi-i Ali Pasha and
eserleri ise; “Kelâmî Mecmuası”, “Vekâyî-i Ali Paşa” ve Sehername. Among these works, Vekayi-i Ali Pasha is more
tarafımızdan tespit edilen “Sehername”’den meydana important than the others, for it gives historical information
gelmektedir. Bu eserler arasında “Vekâyî-i Ali Paşa” and comprises some poets who are not included in tezkires
verdiği tarihî bilgiler ve bazıları tezkirelere geçmemiş (encyclopedic biographies of poets).
bilinmeyen şairlere yer vermesi bakımından bilhassa
önemlidir.

ANAHTAR KELİMELER KEYWORDS


Kelâmî-i Rûmî, Kelâmî Cihan Dede, Vekâyî-i Ali Kelâmî-i Rumi, Kelâmî Cihan Dede, Vekayi-i Ali Paşa,
Paşa, Sehername, Divan, Kıssa-i Ebu Ali Sina, Kelâmî Sehername, Divan, Kıssa-i Ebu Ali Sina (Story of Ebu Ali
Mecmuası. Sina), “Mecmua” of Kelâmî.

Klasik şiirimizde Kelâmî mahlasıyla bilinen toplam dört divan şairi


mevcuttur. Biz bu yazıda bu dört şairden ilk ikisini; 1004/1595 tarihinde
vefat eden Kelâmî Cihan Dede ile 17. yy.ın hemen başında yaşayan ve
Vekâyî-i Ali Paşa isimli mühim bir eser yazmış olan Kelâmî-i Rûmî’yi ele
alacağız. Kaynaklar bunlardan başka aynı mahlası kullanan daha muah-
har iki şairi daha kaydetmektedirler. Biz de asıl konuya geçmeden önce

*
Prof.Dr., Fatih Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü,
İstanbul. (okuyucu@fatih.edu.tr)
206 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

mahlasdaş olmak bakımından zaman zaman diğerleriyle karıştırılan


Kelâmî mahlaslı bu sonraki iki şairi kısaca tanıtarak işe başlayalım:
1. Kelâmî, İbrahim Efendi: Şeyhî, Sicill-i Osmanî, Safayî ve Güftî
gibi tezkirelerde ismi geçen bu zat Ergeneli imiş ve Harem’de yetişip
Defter-i Hakanî emini olmuş. 1075 h.de vefat etmiş. Güftî’ye göre Os-
manlı ülkesinin şiirde üstadı imiş (Tuman 2001: II, 856).
2. Şeyh Kelâmî Mustafa Efendi: İstanbullu olup Ramiz’e göre 1151,
diğer bazı kaynaklara göre 1197 yılında vefat ederek Mevlevihane kapısı
haricinde defnedilen bu zat hakkında da başta Ramiz ve Ayvansarayî
olmak üzere bazı dönem kaynaklarında bilgi mevcuttur (Tuman 2001: II,
857).

I-KERBELALI KELÂMÎ CİHAN DEDE


Kelâmî mahlaslı şairlerin ilki olan bu zat hakkında en geniş bilgi
şairle yakınlığı bulunan Ahdi’nin Gülşen-i Şuara’sında mevcuttur (Sol-
maz 2005: 492-93). Bu bilgilere göre Kerbelalı olan şair Hz. Hüseyin Tür-
besi nezdindeki Abdalan-ı Rum tekkesinde Hüseyin Dede’ye müntesip
imiş. Ahdî, bilhassa Acem taraflarında çok gezmesinden dolayı kendi-
sine Cihan Dede denildiğini haber verdiği şairin tezkire yazıldığı sırada
bahsi geçen Abdalan-ı Rum tekkesinde postnişin olduğunu haber veri-
yor. Ahdî tezkiresinin ilk yazımı olan 1565 tarihinde bile bir hayli yaşlı
olan şair sonraki kaynaklardan anlaşıldığına göre uzunca bir süre daha
yaşamış ve 1004/1595-96 tarihinde vefat etmiştir. Divanında yer alan
birkaç şiirinden Kelâmî’nin dostu olduğu anlaşılan Bağdatlı Ruhî, bu
vefata da uzunca bir tarih düşürmüştür (Ak 2001: I, 271).
Esrar Dede, Semahane-i Edeb ve onlardan aldığı bilgileri tekrar eden
Tuhfe-i Nailî gibi kaynaklarda şairimizle, kendisinden Derviş Kelâmî
yahut Derviş Kelâmî-i Meczup şeklinde bahsedilen, Sultan Divani der-
vişlerinden olup 1050/1640 tarihinde vefat ettiği bildirilen diğer bir
Kelâmî’nin karıştırıldığı görülmektedir.(Genç 2000: 460) Kelâmî Cihan
Dede’nin şimdilik tespit edilebilen tek nüshası Yapı Kredi Bankası Ser-
met Çifter Kütüphanesi Yazmalar Kataloğu’nda 611 numara ile kayıtlı
bir divanı ile İstanbul Üniv. Türkçe Yazmaları arasında 690 numara ile
kayıtlı Kıssa-i Ebu Ali Sina isimli mensur bir eseri vardır. Şimdi bu iki
eser hakkında kısaca bilgi verelim:
Kelâmî Mahlaslı İki Divan Şairi ● 207

1- DİVAN: 138 varak hacmindeki nüsha güzel bir talikle yazılmış


olup her sayfada 13 satır mevcuttur. İstinsah tarihi belli olmamakla bir-
likte kapak sayfasında yer alan ve yazı benzerliğine binaen müstensihe
ait görünen 1035 tarihli bir kayıt bu konuda bir fikir vermektedir. Divan;
34 kaside, 334 gazel ve bir kısmı Farsça olmak üzere çoğu şairin çevre-
sindeki kişilere düşürülmüş tarihlerden meydana gelen 86 kıt’a ile
muhtelif diğer şiirlerden mürekkeptir. Başta yer alan kasidelerin çoğu
III. Murad devrinin Irak valisi olan Çığalazade Sinan Paşa ile çeşitli gö-
revlerle bölgede bulunan Özdemir Oğlu Osman Paşa, Süleyman Paşa,
Mehmet Paşa ve Hızır Paşa gibi zevata yazılmıştır. Hayli bir yer tutan
manzum tarihler Bağdat ve Kerbela çevresindeki olaylara dairdir. Vali-
ler, defterdarlar, müftüler ve bunlarla ilgili atanma ve azillerle, şair
dostlar ve onların hayatındaki mühim hadiseler -bilhassa-doğum ve
ölüm tarihleri- bu şiirlerin konuları arasındadır. Kerbela hassasiyetini
sık sık dile getiren şair (115b) bir şiirinde de III. Murad zamanında Hz.
Hüseyin türbesinde görevli görünüyor(110b). Divanın son kısmındaki
şiirlerin çoğu muhtelif zevata yazılan musammat türünde mersiyelerdir.
136a-137b arasındaki ‘nicedir” redifli manzum mektupta ise şair Bağ-
dat’taki dostlarını tek tek anıyor ve hatırlarını soruyor. Bunlar arasında
Fuzulî’nin oğlu Fazlî, Bağdatlı Ruhî, Keşfî Çelebi, Ehlî, Nevres, Muslî,
Tarzî ve Tezkireci Ahdî gibi şahsiyetlerin de bulunması şiirin önemini
arttırmaktadır. Bu manzum mektubun az farkla Bağdatlı Ruhi Divanında
da yer alması şiirin gerçekte kime ait olduğu hususunu şüpheli hale ge-
tirmektedir. Sade fakat kuvvetli bir söyleyişi olan şair, gazellerinde
özellikle Necatî, Hatayî, Fuzulî, Bakî, Emrî ve Hayalî etkisinde görünü-
yor. Gerek bu etkiler gerekse bütün olarak Divanın tarihî hadiselere ışık
tutması bakımından önemli bulunan yönler, 4 yıl önce bir tebliğle ilim
alemine sunulmuştur.1 Ancak uzun süre yayınlanmadan kalan tebliğ
metnini yeniden ele aldığımız şu günlerde internette yaptığımız tara-
mada eser üzerinde bir Yüksek Lisans tezi yapıldığını gördük. Gazi
Üniv.de Mustafa Karlıtepe tarafından yapılan (Karlıtepe 2007) ve YÖK
sitesinde PDF formatında kullanıma açık bulunan bu tez göz atabildiği-
miz kadarıyla, şairi ve Divanını çeşitli yönleriyle ele alan ve dolayısıyla

1
bkz. (Okuyucu 2004)
208 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

bizim tebliğ metnini yayınlamamızı gereksiz kılan başarılı bir çalışma-


dır. Ancak kendi metnimizle söz konusu çalışma arasındaki kısa bir mu-
kayese sonucunda tezde bilhassa tarihî materyalin yeterince işlenmediği
kanısına vardık. Ayrıca şairin edebî şahsiyetinin ele alındığı bölümde de
Kelâmî üzerinde çok bariz olan Fuzuli etkisinin yeterince işlenmediği
kanaati hasıl oldu. Bu bakımdan biz burada çalışmamızın bütününden
sarfınazar ederek yukarıda bahsi geçen tezde biraz ihmal edildiğini dü-
şündüğümüz bu etkiyi ele almak ve bu hususta bazı örneklere yer ver-
mek istiyoruz.
İlginç olanı, Divanında kendisini Necatî ve Bakî muakkibi sayan ve
bilhassa aşağıdaki beyitlerde Bakî’nin kendi şiirini beğenmesiyle övünen
şairimizin de Fuzulî’nin adını bir kere olsun anmayışıdır:
Bākī edā-yı nazmuma tahsīn eyler imiş
Mir’āt-ı tab‘a bāis-i nūr u ziyā budur
Tercīh eylemiş şuarā-yı zamāneden
Ol cān-fezā müşāhede-i dil-güşā budur
Bākī kelāmı cümleden a‘lā edā ider
Hakk-ı sühanda hāsıl efendi edā budur ( 38/102b)
Oysa gerek nazireleri gerekse şiir üslubu bakımından Kelâmî üze-
rindeki en belirgin tesir Fuzulî’ye aittir. Şimdi konuyla ilgili bazı örnek-
lere geçebiliriz: Fuzulî, “peydâ” redifli na’t-gazelinin son beytinde şii-
rindeki başarıyı ilahî bir lütuf olarak niteliyor:
Nisâr-ı şefkatindür kim ola izhâr-ı hamdinçün
Fuzûlî tîre-tab’ından kelâm-ı cân-fezâ peydâ
Aynı fikir redifi farklı olmakla Kelâmî’nin gazelinde aşağıdaki ifa-
deye bürünmüştür:
Kelām-ı mu’cizündendür bu hem kim na’t-ı pākünde
Kelāmī’nün zebān-ı ebkemi her dem olur gūyā (19a)
Yine Fuzulî’nin dünyadan istiğnasını dile getirdiği meşhur:
Cîfe-i dünyâ değil gerkes gibi matlûbumuz
Bir bölük Ankâlaruz kâf-ı kanâat beklerüz
beyti Kelâmî tarafından aşağıdaki şekilde tanzir edilmiştir:
Kelâmî Mahlaslı İki Divan Şairi ● 209

Sanma kim beyhūde yıllar künc-i mihnet beklerüz


Bir perî itmeğe teshīr halvet beklerüz (?)

Niçe yıldur yār kūyında Kelāmī sākinüz


İtleriyle hem-nişīn olmağa fırsat beklerüz (39a)
Fuzulî’nin dinî tutumu bakımından şaşırtıcı şiirleri arasında yer
alan;
Büt-i nev-resüm namâza şeb ü rûz râgıb olmış
Bu ne dîndür Allâh Allâh büte secde vâcib olmış
matlalı şiiri de yine şairimizde kılık değiştirerek karşımıza çıkmaktadır:
Yine pīrlikde gönlüm o civāna rāgıb olmış
Yeni başdan ol fakīre gam-ı aşk gālib olmış

Sana secde eylemekden bizi men‘ mümkin olmaz


Sen o kıblesin ki Hakdan sana secde vācib olmış (52a)
Yine Fuzulî’nin başta Niyazî Mısrî olmak üzere sonraki bazı şairle-
rin reddiyelerine maruz kalan görünüşte, namazdan niyazdan, camiden,
cemaatten uzak durmayı teklif eden:
Gönül tâ var elinde câm-ı mey tesbîhe el urma
Namâz ehline uyma anlarınla turma oturma
matlalı şiiri Kelâmî tarafından da yadırganmış görünüyor:
Dilā tâ var elünde târ-ı subha cāma el urma
Harābāt ehli ile olma hem-dem turma oturma

Müezzinden sadā-yı nağme-i tevhīdi gūş eyle


İşit vāiz kelāmın rind-i bī-huddan haber sorma

Düşersin ayağa meyveş sakın hum-hāneye girme


Ve ger nā-geh girersen hum misāli anda çok turma

Gice gündüz götürme alnunı hāk-i ibādetden


Sürāhī kulkulıyla murg-ı aklı başdan uçurma

Sakın meyhāne gebrin pīr idinme sakla İslâmun


Katı lā-ya’kıl olma ihtiyārun ana tapşurma
210 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

-
Yeter mey içdün ü mahbūb sevdün dār-ı dünyāda
Kelāmī gel dahi bu bed-fi’âli hadden aşurma (82b)
Fuzuli Divanı’nın en başarılı şiirleri arasında yer alan ve onun
dostların vefasızlığı, kaderin acımasızlığı etrafında kopkoyu bir tablo
çizdiği ilk bendini aşağıya aldığımız müseddesi de Kelâmî’nin tanzir
ettiği şiirler arasında yer alıyor:
Dost bî-pervâ felek bî-rahm devrân bî-sükûn
Dert çok hem-dert yok düşman kavî tâli zebûn

Sâye-i ümmîd zâil âfitâb-ı şevk germ


Rütbe-i idbâr âli pâye-i tedbîr dûn

Akl dûn-himmet sadâ-yı tane yer yerden bülend


Baht kem-şefkat belâ-yı aşk gün günden füzûn
Kelâmî:
Aşk kāmil ömr müsta’cel o kābil bî-sükūn
Şevk gālib sabr gāyib derd bī-had gam füzūn

Dīde giryān sīne büryān dil hazīn ben muztarib


Hicr-i mülk-i ışk muhrik gam kavî tāli’ zebūn

Māh muğber hūr pür-āzer şām muzlim subh ‘ūr


Necm tīre baht hīre çarh kec-rev dehr dūn

Bādbān-ı ömr te’sīr-i hevādan çāk çāk


Keştī-i ümmīd girdāb-ı belādan ser-nigūn

Eylesün hāsıl Kelāmīden fesāhat tarz-ı ney


Âlem-i ilm ü hünerde var ise bir zü-fünūn (78b)

İlki Nevayî tarafından yazılmakla birlikte Fuzulî ile asıl şöhretini


bulan “su” redifli şiire nazire yazanlar kafilesine Kelâmî de katılmıştır.
Bu şiirin benzer beyitlerinden bazılarını aşağıya alıyoruz:
Eylemiş bir kez meh-i ruhsāruna nezzāre su
Kim özinden gitmiş olmış her taraf āvāre su
Kelâmî Mahlaslı İki Divan Şairi ● 211

Nā-tüvān dil hançer-i hun-hārun eyler ārzū


Şöyle kim matlūbdur ekser dil-i bīmāre su

Reng-i būy-ı rūy u mūyun olmasa gülzārda


Her zaman olmazdı cārī cānib-i gülzār(a) su

Eyledi vīrān binā-yı ömrümi seylāb-ı eşk


Veh ki te’sîr itdi āhir bu bozuk dīvāra su

Yedi deryā mahv kılmaz oldu gönlüm şu’lesin


Aşk bir oddur Kelāmī ana kılmaz çāre su (80a)
Şairimiz, Fuzulî’nin;

Hayret ey büt sûretin gördükte la’l eyler beni


Sûret-i hâlim gören sûret hayâl eyler beni
matlalı şiirine de aşağıdaki nazireyi yazmıştır:
Cilve kılsa serv-i nāzı pāyimâl eyler beni
Nutka gelse la’l-i şekker-handi lāl eyler beni

Ben ki hicr-i târ-ı zülf-i yārdan incelmişim


Her gören ol zülfden bir mū hayāl eyler beni (92a)
Kelâmî’nin nazireleri şüphesiz yukarıya aldığımız örneklerle sınırlı
değildir. Ancak nazirelerin de ötesinde Kelâmî divanının bütününde ruh
ve tavır bakımından kuvvetli bir Fuzulî etkisi mevcuttur. Biz de bu
bahsi, sözü edilen ruh birliğine örnek olmak üzere seçtiğimiz birkaç be-
yitle bitirelim:
Kelāmī itlerinden kat’-ı peyvend eyledik zīrā
Ser-i kūyunda ol bīgānenün bir āşināmuz yok
-
Ömri oldukça belā dāmından āzād olmasun
Olmayan sergeşte-i zülf-i perīşānun senün
-
Ney-i bezm-i belā uşşāka dem-sāz oldugın bildüm
Figān itdükde anlarla hem-āvāz olduğın bildüm (71b)
212 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

2. KISSA-İ EBU ALİ SİNA


Bağdatlı Ruhi, Kelâmî Cihan Dede’yi övdüğü bir şiirinde onun na-
zım kadar nesre de hâkim olduğunu belirtiyor:
Nazmı revnak-fezâ-yı hıtta-i Rûm
Nesri makbûl-i münşiyân-ı Acem (Ak 2001: I, 271)
Bu ifadelere nazaran Kelamî’nin yukarıda tanıtılan Divanı dışında
bazı mensur eserler yazmış olması da muhtemeldir. Bu düşünceden
hareketle yaptığımız kütüphane taramalarında İstanbul Üniv. yazmaları
arasında içinde bir kaç kere Kelâmî mahlası geçen mensur bir Ebu Ali
Sina Kıssası’na tesadüf ettik. Telif tarihi olarak 1001 yılı gösterilen bu
eserin tanıttığımız iki Kelâmî’den hangisine ait olduğu çok açık değildir.
Eserin telif tarihi bakımından 1004 tarihinde vefat eden Kelâmî Cihan
Dede’ye uygun olduğu gibi hemen o yıllarda telif edilmiş eserleri bulu-
nan –aşağıda tanıtacağımız- Kelâmî-i Rûmî’ye de ait olma ihtimali var-
dır. Ancak aşağıda alıntıladığımız parçalarda yer alan, şairin kendisi
hakkında verdiği bazı bilgiler -sözgelimi ehl-i beyt sevgisi, çok diyar
gezme, şeyhlik yapma gibi hususlar- bize onun Kelâmî Cihan Dede ol-
duğu intibaını vermiştir. Yukarıda bahsi geçen Mustafa Karlıtepe’ye ait
tezde de bu eserden söz edilmediği için eseri burada kısaca tanıtmayı
gerekli buluyoruz.
Manzum-mensur karışık olarak yazılmış olan bu eser İstanbul Üniv.
Kütüphanesi Türkçe yazmaları arasında 690 numara ile kayıtlıdır. Yıp-
ranmış mukavva cilt içindeki bu 77 varaklık küçük eser muhtemelen 18.
yy.da bozuk bir nesihle çoğaltılmıştır.
Eser, ilk beyti :
Huda birdir nazîr olmaz Hudâya
Hem ol evvel dürür her ibtidâya (1b)
olan bir tevhitle başlıyor. Eser boyunca yazar birkaç kere kendi ismini
zikretmekte ve kendisini ehl-i beyt muhibbi olarak nitelemektedir:
Ko imdi küfrü it medh Kelâmî
Resûl-i Hakk irgürsün peyâmı (2a)
-
Hakîrem ben dahı bir bî-nevâyım
Muhibb-i hânedân-ı Mustafâyım (2a)
Kelâmî Mahlaslı İki Divan Şairi ● 213

Tevhit ve na’t gibi şiirlerden sonra şair aşağıdaki beyitlerde eserin


yazılış amacından bahsediyor ve onu Sultan 3. Mehmed’e sunma niye-
tini izhar ediyor:
Çü vardır hâtırında çok hikâyet
İşitdür âşıkâne bir rivâyet

Ki sun Sultan Mehemmed bin Murada


Murâdı el verir her nâ-murada

Budur çün nâmınun anı Kelâmî


Hudâdan dileriz ola tamâmı (2b)
Yazar bunu takip eden beyitlerde de kendisi hakkında bazı ipuçları
veriyor:
Gehî rind olmuşam meyhânelerde
Gehî râhip gibi büt-hânelerde

Gehî küffâr birle ceng içinde


Gehî âteş misâli seng içinde

Gehî şeyh olmuşam kâşânelerde


Gehî baykuşlayın vîrânelerde

Temâşâ eyledim hayli diyârı


Tolandım bir nice dem rûzigârı

Tevârîhden muhabbet düştü câna


Aradım (...) gibi yana yana
Şair daha sonra “Sebeb-i Telif” kısmında (5a) bu eserin kaynakları
hakkında bilgi veriyor. Buna göre yazar İbn-i Sina hakkında Kâbusname
ve emsali bazı eserlerde gördükleriyle derviş sohbetlerinde işittiklerini
bir araya getirmiş ve bu eseri yazmış. Bundan sonra başlayan asıl me-
tinde İbn-i Sina’nın başından geçen hadiseler, kardeşi ve bilhassa
Gazneli Mahmut’la ilişkileri ile ölümü hakkındaki menkıbeler yer al-
maktadır. Eserin sonunda Kelâmî telif tarihini de tespit ediyor:
Bu acâyip kıssayı ben ey hümâm
Bin birinde hicretin kıldım tamâm ( 76a)
214 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

(76b)’de yazar eserin telifiyle ilgili bir ayrıntıya daha yer veriyor.
Buna göre eser; ”Sultan Murad b. Mehemmed Han (...) unsur-ı latifleri
letayife mâyil (..) olduğu ecilden..” yazılmış. 3. Murad’ın hikâye merakı
döneme ait başka bir çok kaynakla da sabittir. Bu bakımdan Kelâmî’nin
eseri ona sunmak üzere yazmış olması anlaşılır bir gerekçedir. Ancak bu
bilgiyi “Sebeb-i Telif”te yer alan ve eserin 3. Murad’ın oğlu 3. Mehmed’e
sunmak üzere yazıldığını bildiren ifadeyle nasıl telif etmeliyiz? Telif
tarihine nazaran eserini 3. Murad’ın saltanat döneminde bitirmiş; ancak
muhtemelen ona takdim imkanı bulamamış olan yazar, 1003(1595) tari-
hinde 3. Mehmed tahta geçince -başka şairlerde de sıklıkla karşılaşıldığı
üzere- ithaf kısmını değiştirerek eseri yeni sultana takdim etmek istemiş
olmalıdır.
Eser aşağıdaki beyitle son buluyor:
Bir duâdır dünyada ancak murâd
Er ölür kalır cihânda yahşı ad (77a)

II-KELÂMİ-İ RÛMÎ
Yukarıda bahsi geçen mahlasdaşlarının aksine kaynaklarda adına
rastlanmayan bu Kelâmî, daha önceki bir çalışmamıza konu olmuştur.2
Nedense araştırıcılar arasında şimdiye kadar hakettiği dikkati çek-
memiş olan Vekayî-i Ali Paşa isimli eserin müellifi olan bu zat hakkında
adı geçen eseri sayesinde bazı bilgiler edinme imkanına sahibiz.
Sözkonusu eser 1010-1012 hicrî tarihleri arasında Mısır’da vali olarak
bulunan Malkoç Ali Paşa’nın buradaki icraatlarını anlatmaktadır. Ancak
eser çok sayıda şairin Ali Paşaya sunduğu şiirleri ihtiva etmesi bakımın-
dan aynı zamanda bir nevi şiir antolojisi niteliğindedir. Dolayısıyla ge-
rek Mısır’daki Osmanlı idaresi hakkında verdiği bilgiler gerekse adı
şuara tezkirelerine geçmemiş bazı şairlere yer vermesi bakımından
önemli bulduğumuz Vekayî-i Ali Paşa’nın tek nüshası Süleymaniye Kü-
tüphanesi’nde Hâlet Efendi koleksiyonunda 612 numarada kayıtlıdır.
Nefis hayvan ve bitki figürleriyle süslü güzel bir lake cilt içinde 149 va-
raktan meydana gelen bu büyük boy eser; yazı, süsleme ve 8 adet saray

2
bkz. (Okuyucu 2003).
Kelâmî Mahlaslı İki Divan Şairi ● 215

işi minyatürüyle büyük bir sanat değeri taşır. Eserinde yeri geldikçe
kendisinden de söz eden şairin, Ali Paşa’nın kâtiplerinden biri olduğu
anlaşılıyor. Bu eserin biri Kahire (Kahire Üniversitesi Kataloğu: 237)
diğeri de Bibliotheque Nationale’de (Blochet 1932: 29) iki nüshası daha
mevcuttur. “Kasaid-i Bülega-i Asr fî Medh-i Ali Paşa Vali-i Mısr” ismiyle
kayıtlı olan Kahire nüshasında yazar adı “Mehmet b. Ahmet Beğ
Camizade el-mütehallas bi-Kelâmî” şeklinde kaydedilmiştir. Bu künye-
den Kelâmî’nin II. Selim’in atmacabaşısı olup bilahare Mısır’a sancak
beyi olarak atanan Cami Beğ’in oğlu olduğu anlaşılıyor (Vekâyi-i Ali
Paşa: 81-83). Şair İstanbul Üniv. Kütüphanesi Türkçe Yazmaları 181 nu-
marada kayıtlı olan “Ravza” ismindeki mesnevisinde babası hakkında
oldukça geniş bilgi vermektedir (Ravza: 26-28). Bunlar dışında Tunus
Milli Kütüphanesi yazmaları arasında da (nr. 9592) Kelâmî’ye ait bir
mecmuaya tesadüf edilmektedir. Şimdi sırayla bu eserleri tanıtmaya
çalışalım:
1. KELÂMÎ MECMUASI: Tunus Milli Kütüphanesi’nde 9592 nu-
marada kayıtlı 48 varaklık küçük bir mecmuadır. Her satırda talikle ya-
zılmış 11 satır mevcuttur. Mecmuanın başında hem eserin 1000 tarihinde
Hafız Ahmet Paşanın valiliği sırasında yazıldığı bildiriliyor hem de için-
deki üç küçük eserin adı zikrediliyor:(1b) “Risale-i Gazale-i Vâcibu’l-
izâle ve Risâle-i Nîliyye ve Hacname ez-te’lifât-ı Kelâmi b. Câmi-i Rumî
der-zaman-ı eyâlet-i Hâfız Ahmed Paşa vâki’ şüd, fî sene elf”. Bu başlığa
göre mecmuadaki üç küçük mesnevinin isimleri şöyledir:
1. Risale-i Gazale
2. Risale-i Nîliyye
3. Hacname
(1b)’de : Başlayalum söze be-nâm-ı Hudâ
Tûti-i tab‘umuz ola gûyâ
beytiyle başlayan ilk mesnevide Sultan III. Murad’ın fitne ve fesadı
söndürmek üzere Hafız Ahmet Paşa’yı Mısır’a tayin edişi ve bu tayinle
memleketin nizama kavuştuğu anlatılmaktadır.
Yani Sultan Murâd o din-penâh
Oldu rûy-ı zemîne zıllullâh (2b)
216 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Her zamân ol şeh-i adâlet-kîş


İdüp ahvâl-i âlemi teftîş

Mısırın yâd olındı ahvâli


Zulm-i bî-dad ile geçen sâli

Cevr-i bî-hadleri re‘âyânun


Mihneti zümre-i berâyânun

Pâdişâh-ı cihân-penâh ol-dem


Cümleden bu makâmı gördi ehem (3a)

Dedi ol-dem (ki) Hazret-i Sultân


Hâfız Ahmed o kâr-dân-ı cihân

Varsın itsün diyâr-ı Mısra nazar


Eylesün cümle cânibine güzer (3b)
Yazarın bildirdiğine göre Arap kabileleri arasında işleri fesat olan
Gazale namında bir kabile vardır ve eserin adı bu kabilenin tenkili ile
görevlendirmeden gelmektedir. Ahmed Paşa’nın Mısır’a gelişiyle fitne
fesat durulur ve tekrar düzen tesis edilir. Yazar eserin sonunda kendi
ismini şu suretle zikrediyor:
Ey Kelâmî kelâmın itme dırâz
Evc-i ma’nâda eyleyüp pervâz

Kıl duâ pâdişâh-ı İslâma


Ana tahrîr idüp duânâme (24b)
Mecmuanın ikinci mesnevisi 25b-40a arasında kayıtlı olup Risale-i
Nîliyye adını taşımaktadır. Nil’le ilgili olarak Makrizî tarihinden alınmış
olan -taşmayı önlemek için kurban olarak kız takdim etmek gibi- bazı
eski âdetlerle, Mısır’da icra edilen şenlikler ve Paşanın Nil’deki bir gezi-
sinin tasviri eserde bahsedilen konulardan bazılarıdır.

Baş:
Hazret-i Hâlık-ı zemîn ü zamân
Bir dem içre cihânı kıldı ayân (25b)
Kelâmî Mahlaslı İki Divan Şairi ● 217

Son:
Ola dâyim safâda âzâde
Görmeye hiç elem bu dünyâda (40a)
Mecmuanın 41a-48b arasında yer alan ve Hacca dair olan son kısmı
ise “Risâle-i Hacc-ı Şerif” adını taşıyor. Eserin sonunda telif tarihi, süresi
ve beyit sayısı şu suretle ortaya konmaktadır:
Hayr ile bu resâyil oldı tamâm
Cümle bir ay içre buldu nizâm

Sene-i elfde nizâm buldu


Nazmı bin beyt ile tamâm oldu (48b)
Bu risaleler konu bakımından büyük ölçüde şairin aşağıda tanıtaca-
ğımız Vakâyî-i Ali Paşa ve Sehername isimli diğer eserleriyle benzeşiyor.
Anlaşılan yazar aradan geçen süre içinde bu küçük eserleri yeniden ele
alarak genişletmiştir.3

2. VEKÂYÎ-İ ALİ PAŞA:


Yukarıda da belirttiğimiz üzere eser 1601 tarihinde Mısır’a vali ola-
rak atanan ve burada iki sene görev yapan Yavuz Ali Paşa’nın icraatını
anlatmaktadır. Uzunçarşılı’nın verdiği bilgilere göre Ali Paşa daha sonra
Yemişçi Hasan Paşa’nın yerine sadrazam olmak üzere İstanbula davet
edilecek, ancak 1. Ahmed (1603-17)’in iradesiyle gönderildiği Belgrad’da
1013(1606)’te vefat edecektir (Uzunçarşılı 1983: III, 91). Mısır hakkında
kapsamlı bir çalışma yapan Seyyid Muhammed es-Seyyid Muhammed
(Seyyid Muhammed 1990) incelediğimiz eseri de görmüş ve kaynakları
arasında bir iki yerde ona da yer vermiştir. Seyyid Muhammed’in çalış-
masına göre Kelâmî’nin Mısır’da bulunduğu sıralarda görev yapan Mı-
sır valileri ve valilik süreleri şöyledir:
1. Hafız Ahmet Paşa, 998-1003 H
2. Kurt Paşa, 1003-1004 H

3
Kelâmî Mecmuası için bk. (Okuyucu 2000-2001: 135-169).
218 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

3. Mehmet Paşa, 1004-1006 H.


4. Hızır Paşa, 1006-1010 H.
5. Yavuz Ali Paşa, 1010-1012
Daha önce Kelâmî’nin Tunus Milli Kütüphanesi’nde kayıtlı mec-
muasını Hafız Ahmet Paşa’ya ithaf ettiğini belirtmiştik. Bu duruma göre
şairin en az 10 senedir Mısır’da ikamet ettiği anlaşılmaktadır.
Fizikî özelliklerini yukarıda verdiğimiz Vekâyî-i Ali Paşa, manzum-
mensur karışık olarak yazılmıştır ve şöyle başlamaktadır:
Baş(1b): “Hamd-i bî-eshâ ve şükr-i cezîl-i lâ-yu’add u ve-lâ-yuhsâ ol
hâlık-ı kevneyn ve rezzâk-ı sakaleyn hazretine ki mahlûkun vücûdı cûdı
bahrinden bir katre ..”
Bu başlangıcı Tevhit, Naat, Çehar Yar ve Sultan 3. Mehmed övgüleri
takip eder. Bundan sonra Ali Paşa’nın Mısır’a gönderiliş sebebi hikâye
edilir. Kelâmî, İbrahim Paşa zamanından eserin yazıldığı 1009 tarihine
kadar, kötü yönetim ve yersiz vergiler yüzünden Mısır’da halkın ve as-
kerin içinde bulunduğu huzursuzluğu şu cümlelerle ifade ediyor:
(4a)“Bu takdîrce vezîr İbrahim Paşa zamanından bu ana gelince niçe
devr mürûr itmiş olur. Husûsâ fî zamâninâ hâzâ hicret-i nebeviyyenün
sene tis’a ve elf târihine dek niçe umûr tebdîl ve tagyîr olup uslûb-ı ka-
dîm isti’mâl olınmayup niçe ef’âl-ı nâ-pesendîdeye mübâşeret olınmağın
miyân-ı ahkâm-ı ‘asâkire şikâk vâki’ olup ‘ale’d-devâm fitne ve fesâddan
hâlî olınmazdı. Zîra ulûfe ve sâliyâneler (..)mahlûl olmadın hızâne-i
âmireden ve anbârhâne-i hâssadan ifrât üzre virilmeğin ve zümre-i
‘asâkire dahi ecnâs-ı muhtelife karışmağın nizâm-ı intizâm-ı ‘asâkir-i
Mısra her sene âhirinde kemâl-i mertebe ihtilâl ü ihtilâf vâki’ olurdı.”
Metnin devamında anlatıldığına göre sık sık İstanbul’a şikayet
mektupları gönderilmekte ve bu durum padişahı da üzmektedir. Suçun
nereden kaynaklandığı tam olarak bilinmediği için padişah bu işi nasıl
çözeceği ve işi kime havale edeceğini derin derin düşünürken hatırına
birden silahtarı Ali Paşa gelir. Her bakımdan ehil olduğu cihetle onu bu
işle görevlendirir ve adaletten ayrılmaması konusunda ayrıca nasihat-
lerde bulunur.
Kelâmî Mahlaslı İki Divan Şairi ● 219

Bu atanma haberi Mısır’da sevinçle karşılanır. Şairimiz de mühim-


matı gemilerle İskenderiye’ye çıkarılan Paşa’yı karşılayan ve sevincini
şiirle ifade edenler arasındadır:
(7b) “Ol hînde bu Kelâmî-i ahkar ve bu bende-i muhakkar münâsib-i
hâl görilmegin bu gazel-i hoş-edâ nazm olup huzûr-ı sa’âdetlerinde tak-
rîr ü tahrîr olındı:
Seherden hamdülillâh gûş-ı hûşa bir nidâ geldi
Sürûş-ı âlem-i gaybun deminden bir sadâ geldi

Olup sevk-i ezel itdi işâret mülhem-i gaybî


Safâ verdi kulûba (kim) ‘Aliyy-i hoş-likâ geldi”
Daha sonra görevlendirme emrini havi ferman, Kahire’de
Karameydan denilen yerde devrin meşhur âlimi Altıparmak Efendi tara-
fından okunur. Aşağıdaki mısralarda da şair bunu tasvir ediyor:
‘Ayn-ı a‘yân ü mefharu’l-fuzalâ
Fâzıl-ı dehr efâzılı’l-‘ulemâ

Altıparmak Efendi ya‘ni o zât


Vâ‘iz u nâsıh u hamîde-sıfat

Aldı ol hatt-ı hümâyûnı (vz.?)


Nush u pend itdi cümle mazmûnı
İçerik bakımından oldukça renkli fakat konu bakımından biraz karı-
şık olan eserde ana tema Ali Paşa’nın faziletleri ve Mısır’daki icraatları-
dır. Buna göre Ali Paşa’nın gelir gelmez ilk icraatı haksız vergileri kal-
dırmak ve keşufiye adıyla toplanan 300 bin filoriyi sahiplerine iade et-
mek olur. Topraklarına zorla el konan köylülere topraklarını iade ve bu
haksızlığı irtikap eden kul taifesini tedip eder. Paşa bu iyiliklere mukabil
kendisine takdim edilen paraların yüzüne bile bakmamış. Kelâmî soru-
yor: Peki böyle insan sevilmez mi?:
Sevdi ser-cümle âsümân halkı
Sevinüz siz de ey cihân halkı (15b)
Ziraî, üretimi arttırmak için köylüye toprak dağıtan âdil ve mukte-
dir Paşa, şehirlere baskınlar yapan bedevîlere de göz açtırmaz. Böylece
yetmiş seksen yılın tahribatını 7-8 ayda tamir eder. Şair, Paşa’nın hayır
220 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

işlerinde de gayretine örnek olarak Cebel-i Mukattam’da harabeye


dönmüş bir mescidi tekrar ihya edişini gösteriyor.
Yazar yeri geldikçe onun padişahla olan yakınlığından, yay çek-
mekteki ustalığından vs. bahseder. Öyle ki Paşa’nın çektiği bir yayı şe-
hirlerde sergilemişler ve “benim” diyen hiçbir pehlevan onun kirişini
çekmeye kadir olmamış. Onun silahtarlığa gösterdiği rağbet dolayısıyla
Mısır’da küçük büyük herkes okçuluğa merak salıp, idmana başlamış
(16b).
Ancak yazar her vesileyle araya başka konular da sokuşturur. Mısır
ve Kahire’nin faziletleri, Nil’in taşmasıyla ilgili bilgiler ve efsaneler, ne-
hir üzerindeki gezintiler, bayram eğlenceleri, evliya menkıbeleri vs. bu
kabildendir.
Sözgelimi “Ağaz-ı dâstân-ı kesr-i Nil-i Mübarek der-zaman-ı vezir-i
mükerrem a‘nâ Hazret-i Ali Paşa-yı muhterem” başlığı altında yazar
İmam Suyutî’nin Hüsnü’l-muhâdara fi ahbâr-ı Mısr ve’l-Kahire isimli ese-
rinden ve diğer bazı kaynaklardan naklen şunları söylüyor: Habeş tara-
fına yedi aylık mesafede kubbe gibi bir yerden zuhur eden Nil, 12 ır-
makla birleşir ve bunların altısı Habeşistan’a diğer altısı Mısır’a gelirmiş.
Nil nehrinin kabarmasını ölçmek üzere ta Kıbtîler zamanından kalma bir
seviye çubuğu kullanılırmış. Bu çubuğa bakarak su seviyesi ölçülür ve
nehrin taşacağı, her tarafa önceden bildirilirmiş. Kelâmî, Hz. Peygam-
ber’in ve Ebussud’un Mısır’ın şerefiyle ilgili sözlerine de yer veriyor.
Kelâmî’nin verdiği bilgilerden Ayni kasabasında Gavr kasrının
halkın mesire yeri olduğunu ve burada çeşitli eğlenceler tertip edildiğini
öğreniyoruz (22a). Nitekim Ali Paşa Nil’in taştığı bir zaman burada bü-
yük bir eğlence tertip etmiş ve zevrakla Nil üzerinde gezinmiş. Halkın
kimi sahilde kimisi kayıklarla onu takip etmişler. Bu esnada hanendeler
dairelerle düyek usulu tutarken hafızlar da Kuran okumuşlar. Kendisi
de bu münasebetle Kaside-i Nîliyyeyi söyleme fırsatı bulmuş. Şair
Nîliyye’de, yapılan eğlenceleri tafsilatıyla anlatıyor: Buna göre süslü
gemilerden göğe şuleler atılmış, kandillerle meydanlar aydınlatılmış,
çifte surna ve nekkare çalan mehteran yeri göğü kaldırmış. Bu neşeli
gecenin sabahında da herkesin davetli olduğu bir sofra açılmış. İsteyen-
ler Zehebiyye adlı süslü gemiyle tekrar seyre çıkmışlar.
Kelâmî Mahlaslı İki Divan Şairi ● 221

Kelâmî “Acayibat (27a)” başlığı altında Nille ilgili bazı halk inanışla-
rına da yer veriyor. Buna göre şenlik yapılmadığı takdirde Nil küser ve
suyunu azaltırmış. Bu yüzden Çerakise ve Kıbtîyân zamanında her yıl
kurban olarak suya genç bir kız atma âdeti varmış. Bir yıl atılmayınca az
su gelmiş ve halk susuz kalmış. Mısır’ın fethinde durum Hz. Ömer’e
anlatılınca o akmasını emreden bir pusula yazıp suya bırakmış ve bun-
dan sonra nehir azalmaz olmuş. Paşa’nın gelişinde de taşma gününe üç
gün kala hâlâ su yokken, sonra birden taşmasını şair, bu gelişin uğuruna
bağlıyor. Yazar kabaran suyun cetvel ve havuzlarla çevreye yayılması ve
arazi sulanması hakkında da bilgiler veriyor.(28a)
Eserin 43b-44b varakları arasında da askerlerin bazı bayram âdetleri
tasvir edilmektedir. Çerkes idaresinden kalan bu âdete göre bayramın 2.
günü Paşa ata binip askerleriyle önce Remle denilen yere oradan da
Ridaniye meydanına gitmiş. Burada at üzerinde ustalık gerektiren birta-
kım gösteriler yapılmış. Sözgelimi iki kişi hareket halindeki bir atın sağ
ve sol üzengisine ayak basıp aynı anda inip binerek meydanın sonuna
kadar atı koşturmuşlar. Bir başkası süratle giden at üzerinde ayakta
durmuş ve atın nalını vurmuş. Bir çok kişi hedef kabağına ok atmış ve
vuranlara hilat giydirilmiş. Bu gösteri meydanı aynı zamanda âşıkların
buluşma mahalli imiş. Kelâmî gösterilerden sonra herkesin Paşa’yla bir-
likte şehri gezişini tarif ediyor ve kendisinin de bu vesileyle aşağıya bir
beytini aldığımız “ıyd” redifli kasidesini sunuşunu anlatıyor:
Ağzını açdırur mıydı medhünde kimseye
Olsa Kelâmî gibi sühanver hilâl-i ‘ıyd (45a)
Eser boyunca Paşa’nın iyi hasletlerinden bahseden yazar sık sık
metne, anlattığı konuya uygun hikâyeler serpiştirerek telkinlerde bu-
lunmayı da ihmal etmemektedir. Sözgelimi 51b’de yer alan hikâyenin
özeti şudur: Gazaplı bir padişah öfkeli bir anında önüne çıkan günahsız
bir gencin katlini emreder. Genç yaşlı annesini görmek için birkaç gün
mühlet ister. Padişah bir kefil karşılığında bu isteği kabul edince vezir
çocuğa kefil olur. Sultan tam vaktinde geri dönen çocuğa niçin kaçmadı-
ğını sorunca delikanlı şu cevabı verir: “Kimse bu dünyada vefa kalmadı,
desin istemedim”. Sultan bu sefer vezire, “niye böyle tehlikeli bir kefil-
liği üzerine aldığını” sorunca o da: “Dünyada kimse kerem kalmadı de-
mesin, istedim” cevabını verir. Bunun üzerine sultan da: “Ben de kimse-
222 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

nin, “dünyada af kalmadı” demesini istemem” der ve genci affederek


vezirlikle taltif eder.
Kelâmî, Mısır’ın bazı binalarına da eserinde yer veriyor. Özellikle
“Kûh-ı Ehrâm” dediği Piramitler şairin çok ilgisini ve hayretini çek-
mektedir:
Agrebidür ‘acâib-i dehrin
Görmemiş çeşmi dehr-i pür-kahrun

A‘cebidür bu rub‘-ı meskûnun


Görmemiş ‘aynı şems-i gerdûnun

Gerçi Mısrun binâları çokdur


Bunun üstine bir binâ yokdur…

Tûlı dört yüz zirâ‘ olmışdur


Bu kadar irtifâ‘ bulmışdur

İçine kimse girmemiş anun


Kimse gavrine irmemiş anun

Niçe sûretler olınup tasvîr


Kimse nakşını idemez tahrîr

Böyle bünyâd olur mı dünyâda


Âferîn anı yapan üstâda (34b)
Revaklarında iki bin talebenin ders aldığı muhteşem Ezher Camisi
ve şehirdeki su kaynakları ve dolaplar da şairin ilgisini çeken diğer ya-
pılar arasındadır.
Bu bahisler arasında yeri geldikçe kendi şiirlerine de yer veren şair
61b’de yeni bir zahriye altında o zamana kadar Paşa’ya sunulmuş olan
tebrik kasidelerini, düşürülen tarihleri ve arzuhalleri bir araya topluyor.
93b’den sonra yer alan ve Ali Paşa’nın Mısır’a gelişi ile ilgili olarak düşü-
rülen bu tarihlerde bazen 1009 bazen 1010 tarihine rastlanmaktadır.
127a’ya kadar devam eden bu antolojide şiiri bulunan şairler ve şiir sa-
yıları alfabetik sırayla şöyledir:
Beytî, Bezmî, Bülbülî (8). (Bunlardan 11a-117b arasında yer alan “Ri-
sâle-i Bülbülî ez dervişân-ı âsitane-i Gülşenî ki der-vasf-ı Hazret-i Ali
Kelâmî Mahlaslı İki Divan Şairi ● 223

Paşa, dâme izzuhu” başlıklı küçük mesnevi, Paşa’nın bir nevi hayat hi-
kâyesi gibidir). Daî, Derbanî(2), Edayî, Esirî, Füruġî, Garbiye mukataa-
cısı Mehmet Efendi, Gavsî, Gınayî, Haşim, Huşûî, Hüseynî (2) İbrahim,
Mahfî (2), Muhitî (7), Kalbî, Kâsım (2), Kâsım-ı Belgıradî, Mısrî, Muhlisî,
Münşî(2), Muhyî(3); (Bunlardan 95a-119a arasında yer alanı küçük bir
nasihat mesnevisidir), Nihalî, Neylî, Osman, Remzî, Sabrî (2), Sadıkî,
Safî (2), Sıdkî, Molla Sehabî, Sührab, Şahidî (2), Şerifî (2), Tabî, Ubudî,
Vechî, Vücudî (2), Yusuf, Zıllî(2).
125a-127a arasında Arapça yazılmış bazı şiirler de mevcuttur. Mah-
lası olan şiirlerde; Mısır’ın Şafiî mezhebi müftüsü Şeyh Bekrizade Mu-
hammed Zeynelabidin, Ezher Camii hatibi Derviş Muhammed,
Kıyamuddevle, Ahmet ve Muhammed isimlerine tesadüf olunuyor. Bu
kısım bize şuara tezkirelerinde adına rastlanmayan bir çok yeni ve ma-
hallî şaire ulaşma imkanı vermektedir. Eseri önemli kılan hususlardan
birisi de bu özelliğidir.
Kelâmî, bu bölümün sonunda yer alan aşağıdaki satırlarda hem
eseri hem de kendisine gelen şiirleri bir araya getiriş şekli hakkında bilgi
veriyor:
(127b) “ Ol râzık-ı âlem ve hâlık-ı beni âdem hazretlerine hamd-i
firâvân-ı bî-nihâye ve şükr-i cezîl-i bilâ-gâye olsun ki bu Kelâmî-i hakîr
a‘nâ bu bende-i pür-taksîr me’mûr olduğı risâle-i sîret-i Hazret-i vezîr
Ali Paşayı hayr ile itmâma ve evsâf-ı hamîdelerin zikr-i cemîl ile encâma
irgürmek müyesser oldı. Ve eyyâm-ı saadetlerinde şuarâ-yı zamânenin
bi-tariki’l-medh îrâd ettikleri kasâid ü gazeliyyat tahtına kayd olup her
nâzım-ı dürer-bârun kâilin ism ü resmiyle ‘ayân ve her tab‘-ı mevzûnun
kelâm-ı mu‘ciz-nizâmın hâme-i rengin-edâ ile beyan olınup cümle
kasâid ki bu hakîre yevmen fe-yevmâ vârid oldugı i‘tibârıyla dür-i leâli-
misâl rişte-i sütûra derc olındı. Egerçi zîr ü bâlâda bu hakîrün inşâ vü
nesri miyânında bir niçe kasâid irâd olmışdur, lakin bu zümre-i erbâb-ı
dilânun kasâidiyle ma‘an ma‘dûd olınmak ârzûsıyla “defter” redîf bir
kasîde-i zîbâ ve bir nazm-ı dil-ârâ tahrîr olınup cümle kasâid-i şuarâdan
sonra küstâhâne bu mahalle kayd olındı:
Sepîde-dem ki aça mihr-i âsümân defter
Sehâ vü mekrümetünden vire nişan defter (ilh..)”
224 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Kelâmî’nin Şiirleri:
Antolojide yer alan şairlerin şiirleri müstakil bir çalışma konusu
olacak değerdedir. Bu şairler yanında bizzat Kelâmî’nin de çeşitli vesi-
lelerle yazıp Paşa’ya sunduğu şiirler büyük bir yekün teşkil etmektedir.
Şair, çok zaman bu şiirlerini hangi vesilelerle yazdığını da ayrıca belirt-
mektedir. Biz de bu kısımda Kelâmî’nin bu kabil şiirlerinden bazı ör-
nekler vermek istiyoruz. Sözgelimi aşağıya aldığımız beyitlerde şair
çeşitli meziyetlerini dile getirdiği Paşa’nın atanmasıyla ilgili sevincini
dile getiriyor:
Sehergehden irişdi gûşuma ahbâr-ı sultânî
Esüp subh-ı sa‘âdet irdi çün eltâf-ı Yezdânî
..
Silâh-dâr-ı şeh-i devrân ki oldı hâkimi Mısrun
N’ola artarsa günden güne kadr ü rağbet ü şânı
..
Vezâretle Ali Paşa’ya kıldı pâdişeh i‘tâ
Anunçün giydi kat kat hil‘at-i garrâ-yı sultânî
..
Vezîr-i bî-nazîri pâdişeh-i ‘âlem-ârânın
‘Adâlet nîlin icrâ itdi halka oldı ihsânı
..
İdüp şemşîr-i ‘adli niçe a‘dâ bağrını pür-hûn
Emân ister siyâsetten bu deştün şimdi ‘urbânı (11a)
Şu beyitlerde de Paşa’nın şiire ilgisini övüyor ve bu ilgiden kendisi
için de bir pay ümit ediyor:
Görüp eş‘âra meylin cümle ‘âlem şi‘re meyl itdi
İdüp medhin olur her biri bir murg-ı hoş-elhânı
..
‘Aceb mi ehl-i tab‘a iltifât olsa zamânında
Ma‘âni mısrınun oldur Kelâmî mîr-i mîrânı

Kelâmî bülbüli olsun demâdem eylesün vasfın


Açılsun ol gül-i gülzâr-ı hüsnün verd-i handânı
..
Anun medh-i şerîfinde zebânum dür-feşân her dem
İder mânend-i kilk-i dür-feşânum gevher-efşânî (11b)
Kelâmî Mahlaslı İki Divan Şairi ● 225

..
Sehâ mülkine ser-tâc ol buyur bu bendene hidmet
Ko yazsun kâtibün dâyim senün in‘âm-ı sultânı

Hezârân lutf u ihsânun umar bu bende-i muhlis


Kulunı ber-murâd eyle ana güldürme nâdânı

Anun eksükligine kalma sultânum sen ihsân it


Ne denlü var ise dahi ‘ubûdiyyette noksânı

Yazardum sana ahvâlüm fe-emmâ neyleyem bilmem


Ne tahrîr olmağa kâbil ne takrîre var imkânı

Beni akrânum ile imtihân itmek olaydı ger


Bu tab‘um düldüline göstereydüm ben de meydânı

Cenâb-ı Hazret-i Hakdan gelür takdîr olan kısmet


Melûl olma irişe bir gün ola lutf-ı Yezdânî

Derinde anun melhûzıdur kim sana lutf itmek (vz?)


Zuhûr eyler gamın çekme sakın ol lutf-ı Subhânî (12a)
Hemen her vesileyle Paşa’ya şiirler sunan şair, aşağıdaki kasidede
bir yandan onu yazma sebebini açıklarken diğer yandan kendi hayatı
hakkında -sözgelimi çok yer gezdiği vs - bazı ipuçları veriyor: (17b) “Bu
Kelâmî-i hakîr-i pür-taksîr dahi eyyâm-ı bahâr-ı adâlet irişdi diyu bu
kasîde-i bahâriyyeyi nazm idüp hâkipây-i şeriflerine ihdâ itdiler. Kasîde:
Bir subh oldı husrev-i hurşîd âşikâr
Taht-ı zümürrüdine çıkup oldı şehriyâr
..
Alsan ‘inân gibi elini bu Kelâmînün
Kaldı rikâb gibi ayakda zelîl ü hâr

İrdi gubâr-ı gam elem-i rûzgâr ile


Hâli mükedder oldı çü seylâb-ı nevbahâr (18a)
..
Dôlâb-ı çarh gibi yeter gezdi serseri
Devr-i ‘adâletünde kulun ola ber-karâr

Havfum budur ki nâme-i nazmu vire sudâ‘


Tab‘-ı latîfine sözi gel eyle ihtisâr (18b)
226 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Aşağıdaki beyitleri de Kelâmî’nin gül redifli kasidesinden aldık:


Rûy-ı gülşen serteser açıldı hep hemvâr gül
Bülbül-i nâlâna arz itdi yine gülzâr gül
..
Dir gören ma’nâ-yı rengînümle nazmum hânesin
Bu ne beyt olur ki zeyn olmış der ü dîvâr gül

Girdi ebyâtum meger kim gülşen-i evsâfuna


Her birisinün birer dâne elinde var gül
..
Ey Kelâmî bir kadem teşrîf iderse gülşenün
Yâsemenveş tüller (? )üzre açıla hemvâr gül (24a)
Hemen bu kasidenin altında şair hem Mısr redifli kasidesinin yazı-
lış sebebini açıklıyor hem de kendisini şair Hassan’la kıyaslıyor:
25b “Bu risâle-i dil-küşânun müellifi ve bu hadîka-i safâ-bahşun
musannifi olan Kelâmî-i pür-taksîr ol hînde medh ü senâ dürerlerin
hâme-i şîrin-beyân birle sahâyif-i evrâka derc idüp “Mısr” redîf bu ka-
sîde-i zîbâ ve bu nazm-ı rûh-efzâ huzûr-ı hâkipây-ı sa‘âdet-bahşlarına
ihdâ olındı ki vürûd-ı kudûm-ı meymenet-rüsûm-ı Hazret-i Paşaya
cümle a‘yân u erbâb-ı dîvân intizâr üzre idiler...” Kasîde li-mü’ellifihi:
Gül-rûy ile güle yine gülistân-ı Mısr
Açıla nutkı ile gonca-i handân-ı Mısr

Müjde-i makdemi ile ayağı yer mi basar


Kendüden gitse n’ola nîl-i firâvân-ı Mısr
..
Leb-i deryâya varur destini bûs eylemege
Şevk ile döne döne nîl-i firâvân-ı Mısr
..
Müstahakın beni ihsânun ile şâd eyle
İde tahsîn sana cümle sühan-dân-ı Mısr

N’ola medhünde belîğ olsa benüm ebyâtum


Bu kulun da anılur şi’r ile Hassân-ı Mısr
Kelâmî eserinde yer yer Paşa’yla arasında geçen bazı hadiselere de
yer vermektedir. Aradaki yakınlığı gösteren bu hadiselerden biri şu rüya
yorumudur:
Kelâmî Mahlaslı İki Divan Şairi ● 227

(35b-36a) Bir gün Paşa rüyasında denizde giderken bindiği gemiye


biraz su girdiğini görür ve ürker. Uyanınca bunu Kelâmî’ye anlatır. O da
İbn- Arabî’nin ruhaniyetinden istimdattan sonra hazır olan kitapların-
dan birinden tefeül çekince karşısına şu nükte çıkar: “Su dünyadır, gemi
ise insandır. Dünya sevgisi gemiye girerse onu batırır, bu yüzden dünya
sevgisinden kaçınmalıdır”. Paşa da bu tefeüle uygun olarak kendisine
yeniden çekidüzen verir. Şair bu vesileyle hakkında her devirde müna-
kaşalar yapılan İbn-i Arabi’ye hayranlığını ifade ediyor ve Kanuni’nin
bir sorusu üzerine İbn-i Kemal’in verdiği cevabı naklediyor: İbn-i Kemal
bu cevapta mealen şöyle demiş: “Bu büyük zatın bazı sözleri anlaşılır ise
de bazıları idrak haricidir. Ama inkar edenleri tedip etmek lazımdır.
Anlayamayana yakışan susmaktır”.
Yine aşağıdaki ifadeler şairin Paşa’yla yakınlığına tanıklık etmekte-
dir: (40b) “Bu hakir-i pür-taksîr huzûr-ı şerîflerinde hizmet-i
mülâzemetde dâyim ve makâm-ı ubûdiyyetde kâim olup ..”.
Şair, “kerem” redifli kasidesinde de Paşa’nın kimselere yaklaştıra-
madığı adaletini överken yardım talebini yinelemeyi de ihmal etmiyor:
Ey sehâ mülkünün ma‘deni vü kân-ı kerem
Hâtem-i cûd (u )lutf dâver-i devrân-ı kerem (51a)
..
Kalmasun gûşe-i nisyânda Kelâmî benden
Nazar-ı merhamet et ey şeh-i fermân-ı kerem (51b)
Bu bahsi geçmeden önce eserde pekçok olan bu tür taleplerden son
bir örneği daha verelim:
Hamdülillâh ki erişdi yine ol rûz-ı şerîf
Ya’ni eyyâm-ı mübârek meh-i ıyd-ı Şevvâl

Geldi evsâf-ı latîfinle Kelâmî kapuna


Cebr idüp hâtırını koma perîşân-ahvâl

Taht-ı Yûsufda Hudâ ide mukîm ü dâim


Bu kulun ide senün hidmetini her meh ü sâl (60b)
Paşa, Mısır’ı teftişten sonra Süveyş kaptanı Osman Ağa’yı durumu
özetleyen bir mektupla İstanbul’a gönderdiğinde duyduklarından çok
memnun olan Sultan, bir murassa kabza ile iki hilat gönderir. Bunlar
228 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

gelince âdet üzre ümera huzurunda ferman okunmuş ve hediyeler dağı-


tılmış. Kelâmî bu hadiseye aşağıdaki tarihi düşürüyor:
Kelâmî hil‘ateyne didi târîh
Kabâ-yı ‘izzeti olsun mübarek 1010 (42b)
Bütün kasidelerini Paşaya hasretmiş olan Kelâmî ilk beytini aşağıya
aldığımız kasidesinde ise devrin hükümdarını övmektedir:

Kaside berâ-yı Sultân Mehemmed bin Sultân Murâd Hân:


Şol dem ki çekdi tîğ-ı zer-endûd âfitâb
Oynatmaz oldı zengi şeb-i nîze(?) şihâb (32a)
127b’den itibaren tekrar nesre dönen Kelâmî, Ali Paşa’nın faziletleri
bahsine devam ediyor. Yazar konu arasında padişahın Mısır’daki du-
rumdan memnuniyetini bildiren Cemaziyelevvel 1010 tarihli bir Hatt-ı
Hümayun’un suretini de vermektedir (135b-137b). Sancak beyleri, kul
ağaları, müteferrikalar, çavuşlar, kethüdalar ve sair kullara hitap eden
bu önemli mektupta Sultan, Paşa’yı tayin sebebinden, geçmiş aksaklık-
lardan bahsediyor ve görevlilerin Paşa’ya itaatını öğrenmekten duyduğu
memnuniyeti izhar ediyor. Emre uymayanlara ceza konusunda da
Paşa’ya tam yetki veriyor. Bu fermandaki takdir kul taifesinin de hoşuna
gitmiş ve Celâlîlik yoluna gidenler de aflarını arzedip affolunmuşlar. Bu
kısımda yine konuyla bağlantılı bir takım öğüt ve kıssalar yer almakta-
dır.
Eser, şairin kendini övdüğü ve dua talep ettiği şu beyitlerle sona
eriyor:
İhtitâm-ı netice-i hâme:
Hamdülillâh ki irdi ‘unvâna
Nice ünvâna hatm-i pâyâna
..
Hele şâirlik ise ancak olur
Yani sâhirlik ise ancak olur (148a)
-
Beni bir fâtiha ile kim ana
Rahmet-i Hak müyesser ola ana (148b)
Kelâmî Mahlaslı İki Divan Şairi ● 229

Minyatürler:
Şimdi kısaca eserde yer alan minyatürler üzerinde durabiliriz. Bu
eseri minyatürleri bakımından ele alan Nezihe Seyhan’a göre (Seyhan
1991) eserde mevcut 8 adet minyatür geç klasik dönem özelliklerini
gösterir. Bu özellikler arasında şunlar sayılabilir: Bazı önemli şahsiyet-
lere ait figürler önemlerini göstermek üzere diğerlerinden daha büyük-
tür. Kompozisyonlar klasik döneme göre daha az kalabalıktır. Minya-
türler yazı alanının tamamını kaplar. Ufuk çizgisi yüksekte ve gökyüzü
altın yaldızla boyalıdır. Sanat tarihçisi Zerrin Akalay minyatürlerden
birinin Nakkaş Hasan Paşa (-1622/23) tarafından yapıldığını (Akalay
1973) söylüyorsa da bu husus kesin değildir. Ancak 1604’de vefat ettiği
bilinen Ali Paşanın vefatından hiç söz edilmemesi eldeki resimlerin bu
tarihten önce yapıldığını düşündürmektedir. Eserin minyatürleri ile
Uygur geleneğine bağlı görünen ve çeşitli hayvan desenleriyle süslü
olan lake cilt üslupça birbirinden farklıdır. Kapak resimleri Uygur gele-
neğine bağlı görünmektedir. Bu genel bilgilerden sonra mevcut sekiz
minyatürü birkaç cümleyle kısaca tanıtmak istiyoruz.
Resim 1 (5b) Resimde Sultan 3. Mehmed tahtında oturmakta ve sağ
eliyle tayin fermanını Ali Paşa’ya uzatmaktadır. Çevrede iç oğlanları ve
hizmetkârlar resmedilmiştir. Tahtın üzerinde “taht-ı şerîf” yazısı oku-
nuyor.
Resim 2 (6b) Kara Meydanda Hatt-ı Hümayun’un okunması. As-
kerler ve devlet memurları hiyerarşiye uygun olarak yerlerini almışlar,
devrin meşhur vaizi Altıparmak Efendi tarafından okunan Hatt-ı Hü-
mayun’u ayakta dinliyorlar.
Resim 3 (9b) Ali Paşa’nın görevlendirmeden sonra, beyaz bir kaf-
tanla at üzerinde saraydan çıkışı resmedilmiştir. Kapının üzerine “Bâb-ı
Hümâyûn-ı saadet-makrûn” yazılmış.
Resim 4 (10b) Sultan 3. Mehmed saray önünde maiyetiyle birlikte
görülüyor. At üzerindeki padişahın etrafında saray erkanı yer almıştır.
Resim 5 (24b) Ali Paşa nehir sularının yükselmesini kutlamak üzere
yapılan eğlencelerde Zehebiyye adı verilen süslü bir sandalla Nil üze-
rinde geziniyor. Yelken ipi üzerinde bir canbaz gösteri yapıyor.
230 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Resim 6 (25a) Mısır’a gelen Ali Paşa’nın ilk icraatlarından biri


Münevfiye’de halka zulmeden idarecilerden Perviz’in başını kestirmek
olur. Resimde Ali Paşa otağında oturuyor, başı kesilmiş Perviz ise yerde
yatmakta.
Resim 7 (32b) Ali Paşa, halk arasında mukaddes bir yer olarak bili-
nen ama zamanla harabeye dönen Mukattam Dağı’ndaki bir minberi
tamir ettiriyor. Resimde Paşa maiyetiyle birlikte ziyarette.
Resim 8 (56b) Ali Paşa’nın asayişi sağlamak için zaman zaman kıya-
fet değiştirerek halk arasında dolaşması resmedilmiş. Minyatürde, Paşa
at üzerinde ve pelerinli, arkasında da bir hizmetçisi geliyor.
Sonuç olarak diyebiliriz ki Vekâyî-i Ali Paşa, gerek ihtiva ettiği tarihî
malumat, gerekse bir kısmı Mısır’da yaşayan çok sayıda Divan şairi
hakkında verdiği bilgiler bakımından büyük bir önemi haizdir.

3. SEHERNAME
Kelâmî’nin diğer bir eseri İ. Üniv. Kütüphanesi Türkçe Yazmaları
181 numarada kayıtlı olan Sehername yahut Ravza ismindeki mesnevisi-
dir. Klasik bir cilt içindeki müzehhep mihrabiyeli ve altın cetvelli nüsha
her sayfaya 15 satır gelecek şekilde güzel bir talikle yazılmıştır. Yazarın
diğer eserleri gibi Sehername de konu bakımından biraz karışık olmakla
birlikte esas olarak ahlakî bir mesnevi görünümdedir. Metinde bazı say-
faların düşmesi ve karışması yer yer konu takibini zorlaştırmaktadır.
Ortalama bir şair olan Kelâmî’nin bu eseri bize göre edebî değerinden
çok, yazarın kendi hayatı ve babası hakkında verdiği bilgiler bakımın-
dan bir ehemmiyeti haizdir. Telif tarihi belirtilmemekle birlikte sonda
yer alan ve Mısır valisi Kurt Paşa’yı kötüleyen ifadelerden bu konuda bir
tahminde bulunmak mümkündür. Kurt Paşa 1003-1004 tarihleri ara-
sında bu görevde bulunmuştur. İfadesi biraz karışık olmakla birlikte
eserin bu yıllar arasında yahut hemen sonrasında yazıldığı anlaşılmak-
tadır.
Metin, şairin eseriyle ilgili olarak Allah’tan muvaffakiyet talep ettiği
şu beyitlerle başlıyor:
Ey nümāyende-i reh-i tahkīk
V’ey küşāyende-i der-i tevfīk
Kelâmî Mahlaslı İki Divan Şairi ● 231

Nātık eyle beni fesāhat ile


Ola gūyā dilüm belāġat ile

Vaktidür nev-arūs-ı ferruh-fāl


Hacle-i dehre vire hüsn-i cemāl

Bikr-i fikrümle ola çehre-güşā


Hūr-ı pākīze-i cinān-āsā

Bula gül gibi raġbet-i tāze


Günbed-i dehre sala āvāze

Li’llāhi’l-hamd tab‘-ı gevher-zāy


Oldı çün nükte-bend-i ukde-güşāy

Gel kalem birle ol sühan-perdāz


Tā ki rūşen ola sahīfe-i rāz

Kalemümdür kilīd-i sīne-i rāz


Umarın açıla hazīne-i rāz

Dergehünden budur ümīd ü recā


Ola medhünde dillerüm gūyā

Bana ihsān u lutf-ı tām eyle


Nāme-i nazm ile benām eyle (1b)
Eserdeki bazı beyitler şairin daha sonra yazdığı Vekâyî-i Ali Paşa
isimli eserinde de mevcuttur. Sözgelimi Allah’a yakarırken söylediği şu
beyitler bu kabildendir:
Zer içün kimseye el açdurma
Gül gibi yüz suyını saçdurma

Ko kapunda eger tokam eger aç


Beni mahlūka eyleme muhtāc
Tevhit ve münacâttan sonra şair Hz. Peygamber’i çeşitli vasıflarıyla
övüyor ve şefaat talep ediyor:
Hazret-i Mustafā şefī‘-i ümem
Tercümān-ı lisān-ı hāl-i kıdem
232 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Zāt-ı pāki hulāsa-i kevneyn


Efzalü’l-halk seyyīdü’s-sakaleyn

Hāşimī-nisbet ü Kuraşī-haseb
El-Bathī-tıynet ü Tehāmī-neseb

Fe’stakim vasf-ı istikāmetidür


Mihr ü mihri nişān-ı devletidür

Ve’dduhā rūyına işāretdür


Zülfi ve’l-leylden kināyetdür

Tūtī-i gülşen-i “ene’l-efsah”


Şerh-i śadrı olup “elem-neşrah”

Hātem-i hayl-i enbiyā oldur


Server-i cem‘-i asfiyā oldur
-
Mu’cizāt-ı Muhammed-i Arabī
Muntafī kıldı nār-ı Bū Lehebi

Bu günehkāre ger olursa şefī’


Māh-ı kadrüm felek-veş ola refī’ (5a.)
Bu na’tı Hz. Peygamber’in Miracını anlatan bir bahis takip ediyor.
Nihayet şair sözü devrin hükümdarı 3. Mehmed’e getiriyor ve onu çe-
şitli yönleriyle uzun uzadıya övüyor:
Zübde-i dūdmān-ı mecd ü celāl
Kıdve-i hānedān-ı fazl u kemāl

Zāt-ı pāki hulāsa-i edvār


Āb-ı rūyı nikāde-i a‘sār

Dürc-i şehvāre burc-ı devletde


Necm-i seyyāre burc-i himmetde

Mihr-i devlet çerāġ-ı bezm-i sehā


Şāh-ı ādil mürebbī-i fuzalā

Savlet-i savlecān-ı şāh-ı cihān


Ser-i a‘dāyı kıldı ser-gerdān
Kelâmî Mahlaslı İki Divan Şairi ● 233

-
Her gedā kim yanında āh kılur
Virür ol denlü zer ki şāh kılur (7a)

Fātih-i Hürmüz diyār-ı Aden


Kālı‘-ı Basra vü kılā‘-ı Yemen

Būstān-ı keremde serv-i revān


Mesned-i ehl-i dil penāh-ı cihān

Ola çün şāh-bāz-ı himmeti var


Taht-ı devlet şikārın itse ne var

Kapun ey şehriyār-ı rūy-ı zemīn


Āşiyān-ı humā-yı devlet ü dīn

Sensin ol pādişāh-ı ‘ālī-şān


Adl ile yād olan Mehemmed Hān

Kapuna sürmek ile rūy-ı niyāz


Bulsalar gün gibi n’ola i‘zāz (7b)
Bu bahislerden sonra şair, tutulduğu mecazî bir aşktan ve araya gi-
ren bir rakiple kendisinden uzaklaşan sevgilinin ardından çektiği sıkın-
tılardan söz ediyor. Çeşitli vesilelerle araya gazel ve kasideler sokan şair,
sözkonusu sevgiliyle ilgili olarak da matla beytini aşağıya aldığımız bir
gazel söylüyor:
Hadd-i gülgūnun gibi bir ġonca-i ter görmedük
Bir perī-peykersin ādem cānı gözler görmedük (13a)
Çeşitli sıkıntılarla bunalan ve ne yapacağını şaşıran Kelâmî perişan
halde iken Bâleybelen gibi tuhaf bir sözlük yazmış olan devrin renkli
sufilerinden Muhyî aşağıya aldığımız nasihatleriyle onun imdadına yeti-
şiyor :
Mālikān-ı meālik-i tahkīk
Sālikān-ı mesālik-i tevfīk

Muktedā-yı meşāyih-i İslām


Reh-nümā-yı efāzıl-ı eyyām
234 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Kıdve-i hānedān-ı zühd ü salāh


Umde-i dūdmān-ı rüşd ü felāh

İhtiyārı ibād u ubbādun


Müsteşārı cemī‘ zühhādun

Her sözi mahzen-i rümūz-ı salāh


Her sözi ma’den-i künūz-ı felāh

Hazret-i Muhyī fāzıl-ı devrān


Gördi çünki (?) hakīri ser-gerdān

Anladı kār itdügin firkat


Bildi ahvālümi idüp şefkat

Didi ey mübtelā-yı derd ü belā


Kadün olmış benefşe gibi dü-tā

Sözümi gūş-ı cān ile dinle


Ya’nī sem‘-i cinān ile dinle

İzn-i iz‘ān ile semī‘ olgıl


Sulehā pendine mutī‘ olgıl

Menba‘-ı ‘ilm ü ma‘den-i ifzāl


Mecma‘-ı hilm ü zātı mahz-ı kemāl

Didi oldur bu demde devlet-i Mısr


Kādī-‘asker-i vilāyet-i Mısr

Ya‘nī ol sadr-ı suffa-i iclāl


Gūş ide hālüni ‘ale’l-icmāl

Var cenābına ‘arz-ı hāl eyle


Vākı‘ olan vekāyi‘i söyle

Sūret-i da‘vânı idüp tasvīr


Eyle mā-fi’z-zamīrüni takrīr

Di ki zulm oldı bana şehr içre


Olmadı kimseye bu dehr içre
Kelâmî Mahlaslı İki Divan Şairi ● 235

İstimā‘ eyledüm o dem pendin


Der-miyān eyledüm anun bendin

Didüm ey dil sana meded-resdür


Bilene bir sözi anun besdür

Nush u pendi olup mahall-i kabūl


Sözleri oldı dür gibi makbūl

Der-i rif‘at-me’ābına gitdüm


Hākipāyına rūy-māl itdüm (16a)
Şair de bu nasihatlara uyarak tavsiye edilen Kazaskerin eşiğine yüz
sürmüş. Ancak O;
Dergehi kıblegāh-ı ehl-i kemāl
İşigi kıblegāh-ı mecd ü celāl

Mihr-i devlet çerāġ-ı bezm-i sehā


Zāt-ı ‘ālī mürebbī-i fuzalā
gibi vasıflarla övdüğü bu kazaskerin ismini vermiyor. Bu buluşmanın
neticesini vermeyen şairimiz daha sonra başka bir konuya geçiyor ve
şair dostu Vechî’nin kendisine, yaşadıklarını kaleme almasını
salıkladığını bildiriyor. Vechî onu şu sözlerle cesaretlendirmiş:
Barmağın gibi al elüne kalem
Hâl-i hayret-meâlün eyle rakam
..
Nazmda pey-rev-i Nizâmîsin
Devrde neşve-dâr-ı Câmîsin
..
Bir kitâb it alup ele hâme
Ola erbâb-ı aşka ser-nâme (23a)
..
Hamdülillâh kudretün vardur
Mesnevîde mahâretün vardur (23b)
..
Sen kodun mesnevîde tarz-ı cedîd
Nice tarz-ı cedîd râh-ı sedîd (24a)
236 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Bu bölümde Vechî şairimizi şu mealde sözlerle övüyor: Hilalî senin


şiirini duysa kölen olurdu, Kemal-i Hocend duysa “âferin” derdi, Sel-
man görse candan beğenirdi vs.
Kelâmî de bu teşvikle eserini kaleme almış ve bitirince Ravza ismini
vermiş:
Lutf-ı hak ile bulıcak itmâm
Ravza nâmıyla nâmı oldı tamâm

Tarz-ı hâs üzre eyledüm tahrîr


Meh gibi yok felekde ana nazîr (24b)
Ancak eserin sonunda bu ismin “Sehername” şeklinde kaydedildi-
ğine şahit olacağız.
Şair kendi şiiri vesilesiyle yeni bir bahis açıyor ve şiire ilk başladığı
yıllarda babasının ve onun şair dostlarının huzurunda kendisine Kelâmî
mahlasının verilişini hikâye ediyor. Bu kısımda asıl mühim olanı baba-
sının adı, mesleği ve vefatı ile ilgili olarak söyledikleri:
Câmî-i Rûmî idi devrânda
Böyle yâd eyler idi yârân da

Âhir ârâmı arz-ı Mısr oldı


İhtirâmı bu vech ile buldı
..
Bendegân-ı der-i saâdetden
Yanî gılmân-ı bâb-ı izzetden

Ahmed idi o serverün nâmı


Muhlis-i Hak tahallüsi Câmî (26a)
Babası şairin adını vermediği bir de kitap tercüme etmiş:
Tercüme bir kitâb itmiş idi
Tarz-ı makbûl üzre gitmiş idi (26b)
Bu bilgilerden sonra metinde Câmî’nin Davut Paşa için söylediği
“şem‘” redifli kasideye yer veriliyor. Kelâmî’nin bildirdiğine göre babası
emin-i bina olarak tayin edildiği Mekke’de vefat etmiş. Bundan sonra
Kelâmî Mahlaslı İki Divan Şairi ● 237

şair ölümün mukadder olduğunu söylüyor ve kendi kendisine bazı na-


sihatlerde bulunuyor:
İt te’emmül nedür bu tûl-i emel
Niçe bir nazm u nesr ü şi‘r ü gazel (29a)
Bu kısımda söylediklerinden şairin yaşını başını almış biri olduğu
düşünülebilir:
Çün zuhûr itdi geldi mûy-ı sefîd
Zindegâniden ol yüri nevmîd (29b)

Kadün oldı benefşe gibi dü-tâ


Tuta nergis gibi elinde ‘asâ

Sakalun ağı virdi kara haber


Şeb-i târa irişdi nûr-ı seher (30a)
Ancak aşağıdaki beyit onun çok yaşlı olmadığını sezdirmektedir:
Tâzelükden egerçi vardur eser
Geçe bir an içinde ide güzer
Bundan sonra şair çeşitli ahlakî bahislere geçiyor ve örnek hikâyeler
naklediyor. Bu bahisler içinde Ehl-i beyt sevgisi, cömertlik ve Hâtem-i
Tayî’nin örnek cömertliği, dünyayı sevmeme lüzumu vs. sayılabilir. Ya-
zar adalet bahsinde örnek bir şahsiyet olarak kabul ettiği Yemen fatihi
Sinan Paşa’nın hayatını, Doğu ve Batı’daki gazâlarını uzun uzun anlatı-
yor. İlim bahsinde de 2 bin talebenin aynı anda ders gördüğü, hafızların
Kur’an okuduğu Ezher Camii ve Ezher uleması tasvir ediliyor. Şair
bunlar arasında Kudsî, Remlizade ve Bekrizade gibi büyük âlimlere is-
men yer veriyor. Gerek Ezher bahsi, gerekse hemen bundan sonra yer
alan Ehramlar, sulama dolapları, Mısır eğlenceleri ve Nil’de gezinti ba-
hisleri neredeyse bütünüyle aynı olmak üzere şairin sonraki eseri Vekayî-
i Ali Paşa’da da mevcuttur. Bu tekrar beyitlerden bir kaçına burada yer
verelim:
Agrebîdür ‘acâyib-i dehrün
Görmemiş çeşmi dehr-i pür-kahrun

A‘cebîdür bu rub‘-ı meskûnun


Görmemiş ‘aynı şems-i gerdûnun
238 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Gerçi Mısrun binâları çokdur


Bunun üstine bir binâ yokdur (51b)
Daha aşağıdaki bir tevhidde de şairin bu sefer Mevlid yazarı Süley-
man Çelebi’nin bazı ifadelerini alıntıladığı görülmekte:
Bir dürür birliğine şek yokdur
Gerçi bunda hatâ iden çokdur (62b)
Bir münasebetle tekrar devrin hükümdarı 3. Mehmed’e övgülerde
bulunan şair ondan yardım ümidini dile getirirken kendisinin kâtip
zümresinden olduğunu düşündürecek ifadeler kullanıyor:
Kâtibün al elini eyleme red
Kalıcak cirm gibi sıfru’l-yed (58b)
Kelâmî bu kısımda Mısır’da bir görev değişikliğinden de söz ediyor
ve azledilen zalim valinin yerini adil bir halefin almasından dolayı
memnuniyetini dile getiriyor:
Şükr eyle Hudâya gel ey dil
Hâkim-i Mısr oldı bir ‘âdil (60a)
66a’da eski vali Davud Paşa’nın iyiliklerinden bahseden şair, onun
yerine geçtiğinden söz ettiği Kurd Paşa’yı ise alabildiğine eleştiriyor.
Burada bahsi geçen Kurd Paşa malum olmakla birlikte Davud Paşa’nın
kimliği meçhuldür. Zira Davut Paşa’nın Mısır valiliği çok daha öncelere
aittir (H. 956). Şimdi onun Kurt Paşa için söylediklerine bakalım:
Şimdi ol sadra geçdi bir echel
Oturup hâkim oldı bi’se bedel
-
Kuyucıbaşı san‘atı kuyucı
Rüşvet almada kurd gibi kapıcı

Yanî Pâşâ-yı Kurd-ı zulm-âver


Şehri zulm ile kıldı zîr ü zeber
Bu ifadeler sözkonusu Kurd Paşa’nın halen görevde olduğu intiba-
ını vermekle birlikte:
Cümle kârında nefse uymış idi
Pâdişâhı vebâle koymış idi (66b)
Kelâmî Mahlaslı İki Divan Şairi ● 239

beytinden onun artık görevde olmadığı anlaşılmaktadır. Bu durumda –


muhtemelen varakların karışmasından dolayı 60a’da geçen “zalim vali-
nin yerine âdil bir halefin geçtiği” şeklindeki ifadelerde kastedilen zalim
valinin Kurt Paşa, âdil halefinin ise hemen ondan sonra gelen ve 1004-
1006 yılları arasında görev yapan Mehmet Paşa olduğunu düşünebiliriz.
Şairimiz son varaklarda eserini bitirebildiği için şükrediyor ve ver-
diği ismi belirtiyor:
Hamdülillâh irdi ‘ünvâna
Nice ‘ünvâna hatm-i pâyâna
..
Buldı itmâm bu Sehernâme
Sa‘y-i hâmeyle irdi itmâma (68a)
Kelâmî kendi şairliğinden oldukça emindir:
Hele şâirlik ise ancak olur
Ya’ni sâhirlik ise ancak olur (68b)
Şair dua kısmında Allah’tan mecazî aşkını gerçeğe tahvil etmesini
niyaz ederken okuyuculardan da bir “Fatiha” bekliyor:
Eyle aşk-ı mecâzumı tebdîl
Ola ‘aşk-ı hakîkate tahvîl
-
(Son)
Beni bir Fâtihayla kim ki ana
Rahmet-i Hak müyesser ola ana (72a)

KAYNAKLAR
Ak, Coşkun (2001), Bağdatlı Ruhi Divanı, 2 cilt, Bursa.
Akalay, Zeren (1973), XVI. “Yüzyıl Nakkaşlarından Hasan Paşa ve Eserleri”
1. Milletler arası Türkoloji Kongresi, X, 15-20.
Blochet, E. (1932), Catalogue des Manuscrits Turcs de la bibliotheque Nationale,
I, nr. 77, Paris.
Genç, İlhan (2000), Esrar Dede, Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviye, Ankara: AKMB
Yay.
İpekten, Halûk ve Mustafa İsen vd. (1988), Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı
İsimler Sözlüğü, Kültür Bakanlığı Yay.
240 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Kahire Üniversitesi Türkçe Elyazmaları Fihristi, I-X, Fotokopi, III, nr.237


Karlıtepe, Mustafa (2007), “Kelâmî Cihan Dede: Hayatı, Edebî Kişiliği ve
Divanının Tenkitli Metni”, Y.Lisans Tezi, Gazi Üniv.
M. Süreyya (1996), Sicill-i Osmanî, (haz. Nuri Akbayar), 3 cilt, İstanbul: Tarih
Vakfı Yurt Yay.
Okuyucu, Cihan (2000-2001), “Tunus Milli Kütüphanesindeki Türkçe El-
yazmaları”, Akademik Araştırmalar Dergisi, 7-8,135-169.
Okuyucu, Cihan (2003), “Vekâyî-i Ali Pasha”, Kelâmî’s Work And Its
Importance in The Classical Turkish Poetry (26-28 Mayıs), Association
Europenne des Bibliothecaires du Moyen-Orient (MELCOM ).
Okuyucu, Cihan (2004), “Kelâmî Mahlaslı Şairler ve Kerbelalı Kelâmî”,
CİEPO, Warşav, Polonya.
Ravza, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Türkçe Yazmalar 181, 72 vr.
Seyhan, Nezihe (1991), “Süleymaniye Kütüphanesindeki Minyatürlü Yazma
Eserlerin Kataloğu”, Master of Art, Boğaziçi Üniversitesi.
Seyyid Muhammed es-Seyyid Muhammed (1990), 16. Asırda Mısır Eyaleti,
İstanbul: Edebiyat Fakültesi Basımevi.
Solmaz, Süleyman (2005), Ahdî ve Gülşen-i Şuarâsı, Ankara: Atatürk Kültür
Merkezi Başkanlığı Yay.
Tuman, M. Nail (2001), Tuhfe-i Naili, 2 cilt, Ankara: Bizim Büro Yay.
Uzunçarşılı, İ. H. (1983), Osmanlı Tarihi, III, Ankara: TTK Yay.
Vekâyi-i Ali Paşa, Süleymaniye Kütüphanesi, Hâlet Efendi Bölümü 612, 149
vr.
Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi 1, İstanbul 2008, 241-254.

CUMHUR ÜN* Nâbî’nin Bir Latifesi

Münşeât ya da münşeât mecmuaları çok genel bir tarifle; şâir, edip ve


kalem erbabının başta mektup olmak üzere her türden mensur yazısının
bir araya toplandığı eserlerin adıdır. Münşeât mecmualarında sayıları az
da olsa manzum mektupların da bulunduğunu belirtmeliyiz.
Münşeât mecmuaları, yazılış amacı, tertip şekli ve tertip eden gibi
özellikleri yönünden çeşitli şekillerde tasnif edilmiştir (Uzun 2006).
İlk numunelerini 15. asırdan itibaren görmeğe başladığımız
münşeât mecmuları, müteakip asırlarda Arapça ve Farsça’nın Türkçe
üzerindeki baskısına paralel olarak külfetli, sanatlı, secili metinler haline
gelmiş, metnin külfeti kudret-i kalemiyye alâmeti sayılmıştır (Tansel 1964:
386; Gökyay 1974: 17-18).
Şiirlerin toplandığı dîvânların mukabili diyebileceğimiz, her türden
mensur yazıların ve kısmen manzum mektupların toplandığı münşeât
mecmuaları, bu külfetli ve anlaşılması güç üslupları sebebiyle olsa
gerek, edebiyat araştırmacıları tarafından divanların gördüğü rağbeti
görememiştir.
Münşeât mecmualarında talebeye numune olmak üzere kaleme
alınan temsilî mektuplar bulunduğu gibi bir çok hakiki mektup da
bulunmaktadır. Münşeâtı kaleme alan münşîlerin ekseri aynı zamanda
şair ve edip olduğundan, bu hakiki mektuplar edebiyat tarihimiz
açısından ayrı bir önem arzetmektedir. Söz konusu şair ve ediplerin
hayatlarına, ruh dünyalarına dair tezkireler ve edebiyat tarihlerinde

*
Dr., İstanbul. (cumhur.un@gmail.com)
242 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

bulunmayan bazı ipuçları bu mecmualarda bulunabilmektedir (Hakse-


ver 1998: I/75). Bu mektupların kültürümüz açısından önemini Orhan
Şaik Gökyay şu sözlerle ifade eder:
“Ne çeşitten, hangi üslupta olursa olsun, bu türde yer
alan mektupların, insanların ve onların bağlı bulun-
dukları toplumun psikolojisi, dünyaya bakışı, her yerde
sıkı sıkıya yapıştığı gelenekleri, inançları, bir ulusun
bütününe paylaştırılmış olan kültür hazinesi, tarih olay-
larını değerlendirme hatta kitaba geçmemiş yanlarını
görme açısından büyük yararı olduğuna inanıyorum.
Dil yönünden de bunların ayrı bir değeri vardır.
Türk’ün sözlük hazinesi, anlatım gücü bunlarda görülür.
En ağır üslupla yazılmış olanlarda bile, bir satır köşe-
sinden karşımıza çoktan unutulmuş, ne anlamda kulla-
nıldığı artık kesin olarak bilinemeyen bir deyim, bir söz,
bir atasözü çıkar. Dilimiz açısından bunların önemi var-
dır. Bu mektupları bu gözle okuyanlar, dilin o günden
bugüne nasıl değiştiğini bunlarda kolayca izleyebilirler;
daha kitaba geçmemiş yeni kurallar, dil sorunları bula-
bilirler. Üstelik dilimizin gelişmesi açısından bunlardan
yararlanabilirler de. Onun için bize, bunları, okunmuş işi
bitmiş, yırtılıp atılması beklenen mektuplar saymak
yerine, dilimizin, tarihimizin, yazınımızın pek abartma
sayılmazsa, tek sözle insanımızın, işlenmemiş belgeleri
olarak değerlendirmek düşer, diyorum” (Gökyay 1974:
23).
*
Bu yazımızda metnini vermeye çalışacağımız Nâbî’nin münşeâtı
(Nâbî’nin münşeâtının genel bir dökümü için bkz. Haksever 1998: 78-80)
arasında bulunan latîfe, sıradışı bir muhteva ve kurguya sahip olduğu
gibi, zamanının cemiyet hayatı ve geleneklerine dair ilgi çekici veriler de
barındırmaktadır.
Nâbî’nin bu latîfesine, Fevziye Abdullah Tansel: “Münşîler yalnız
ifadece ahenkli değil, aynı zamanda yarattıkları mevzu, tertip bakımın-
dan da çok san’atlı hususî mektuplar yazmışlardır. Şair Nabî’nin mektep
çocuklarının bazı sergüzeştlerini ve mektep hocaları ile muhakemelerini
Nâbî’nin Bir Latifesi ● 243

anlatan mizahî mektubu çok meşhurdur.” (Tansel 1964: 388) ifadesi ile
temas etmiş, ancak Gökyay, Tansel’in bu ifadesini, farklı münşîlere ait
inşâ numunelerinin derlenmesinden oluşan Letâif-i İnşâ’daki söz konusu
latîfenin başlığını da vererek: “Şair Nabi’nin mektep çocuklarının kimi
sergüzeştlerini ve mektep hocalarıyla muhakemelerini anlatan yazısının
mizahî bir mektup sanılması yanlıştır. Okununca anlaşılır ki bu bir
mektup değil, bir temessük, bir bakıma bir ‹‹mahkeme ilâmı››dır.
Nitekim Letâif-i İnşâ’da (s. 33-43) bunun için “Mektep çocuklarının bazı
sergüzeştleriyle ve hocalarıyla mahkemesine1 dair Nabi merhumun
kaleme aldığı hüccet suretidir” başlığı konmuştur” (Gökyay 1974: 19)
şeklinde tenkit etmiştir. Nitekim Sahhâf el-Hâc Nûrî Efendi’nin farklı
münşîlerden derleyerek Münşe’ât-ı Azîziyye fî Âsâri Osmâniyye adını
verdiği eserinde söz konusu latîfeye verdiği: “Mektep hâcesiyle çocuk-
ların muhâkemesine dâir Nâbî merhûmun gâyet tuhaf ve latîf olarak
(tahrîr eylediği)2 huccet-i urefâ sûretidir” (Sahhâf el-Hâc Nûrî Efendi
1303 h./1886: 57) şeklindeki başlık da Gökyay’ı teyit etmektedir.
Sözkonusu latîfede, mektep çocuklarının çektikleri sıkıntıya rağmen
haftalık izinlerinin azlığından şikâyetle mahkemeye müracaatları, hoca-
larının buna mukabil yaptıkları savunma ve nihayetinde mahkeme
yoluyla anlaşmaları anlatılmakta; hadise, çocuklar, mahkeme heyeti ve
hocalar arasında geçen münazara şeklinde cereyan etmektedir.
Münşeât mecmuaları arasında benzerleri bulunması muhtemel
“muhâkeme” şeklindeki bu kurgunun, tesadüf edebildiğimiz bir örneği,
Ömür Ceylan tarafından neşredilen; “bütün kahramanları ve yer adları
kuş isimlerinden seçilmiş” latîfedir (Ceylan 2003: 20-22). Kuşlar arasında
geçen mahkeme safahatını anlatan müellifi bizce meçhul bu latîfenin
sonundaki hükm tarihi 1259’un (1843), aynı zamanda bu latîfenin yazım
tarihi de olduğunu düşünürsek, Nâbî’nin latîfesinden çok sonra yazılmış
olmalıdır.

1
Letâif-i İnşâ’da bu kelime “muhâkeme” şeklindedir. Dizgi hatası yapılmış olması
muhtemeldir. Bkz.: (Tevfîk 1281 h./1865: 33).
2
Parantez içindeki kısım metinde bulunmayıp cümledeki düşüklüğü gidermek için
tarafımızdan eklenmiştir.
244 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Nâbî, çocukların ağzından, özellikle doğumdan okula gidinceye


kadarki safahatı anlatırken çok ince teşbihler kullanmış, bunları uygun
deyim ve mısralarla süsleyerek, fevkalade başarılı bir şekilde birbiri
ardınca sıralamıştır.
Sözkonusu latîfe okunduğu zaman görüleceği üzere zamanının
cemiyet hayatı ve geleneklerine dair birçok ipucu da içermektedir.
Ezcümle; bebeğin kundaklanması, bebeği dadının emzirmesi, mahalle
çocuklarının ağaç(tan) at oynaması/binmesi, sünnet edilmek üzere olan
çocuğun ağzına tatlı verilmesi, sünnet ameliyesini berberin3 yapması,
sünnet yarasına kül sürülmesi4 ve bununla tevriyeli olarak kulanılan
başka bir kaynakta rastlayamadığımız, zamaneden şikâyet için yüze
göze kül sürülmesi gibi unsurları örnek verebiliriz. Yine metinde;
“…ta‘dâd-ı mehâsin-i muallim-hâne…” şeklinde geçen muallim-hâne
terkîbi ilgi çekicidir. Bu terkibin kullanılma sebebini, İlber Ortaylı’nın,
1578’de ülkemize gelen Salomon Schweigger isimli Protestan papazının
seyahatnamesinden aktardığı bölüm zannımızca izaha kafidir:

“İlk dereceli olarak kurulan okullarda erkek çocuklar


eğitilip okuma yazma öğretilir. Bunlardan Constan-
tinopel şehrinde diğer şehirlerde olduğu gibi çok vardır.
Burada okul öğretmeni olmak isteyen herkes öğretir.
Düzenli ve bu iş için ayrılan okul binaları değildir.
Bilâkis öğretmenin evi neredeyse orası okuldur. Zengin
kimselerin çocukları için evlerinde hususi hocaları
vardır.” (Ortaylı 2007: 85)
*
Latîfenin metnini günümüz harflerine aktarırken amacımız önce-
likle kurgu ve muhtevaya dikkat çekmek olduğundan edisyon kritik
yapma yoluna gitmedik. Sözkonusu latîfe bazı Münşeât-ı Nâbî nüsha-
larında mevcut değildir. Latîfe metninin bulunduğu nüshalar arasında

3
Metni kurmakta yararlandığımız matbu nüshalarda “berber”, yazma nüshalarda
ise “cerrâh”tır.
4
Kesik ve yaralara kül sürülmesi, bir halk tababeti ameliyesi olup günümüzde Ana-
dolu’nun birçok yerinde halen devam etmekte ve bu iş için özellikle meşe külü ter-
cih edilmektedir.
Nâbî’nin Bir Latifesi ● 245

Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi 3324 No’lu (2b-3b varaklar arası)


müellif nüshası5 olarak kayıtlı nüshadan istifade ettik. Yine latîfe metninin
bulunduğu, yukarıda adları geçen Münşeât-ı Azîziyye fî Âsâri Osmâniyye
ve Letâif-i İnşâ isimli matbu eserlerden ve sözkonusu münşeâtın Süley-
maniye Kütüphanesi; Esad Efendi 3325 (167b-170b), Hacı Selim Ağa 1000
(164b-169a), Yazma Bağışlar 2763 (146a-150b) numaralı nüshalarından
yararlandık. Esas kabul ettiğimiz müellif nüshasında bulunmayıp diğer
nüshalarda bulunan önemli gördüğümüz ve metni tamamladığına inan-
dığımız kelime veya kelimeleri ( ) işareti içinde italik harflerle gösterdik.
Yine müellif nüshasında bulunmakla beraber diğer nüshalarda farklı
şekli bulunan, önemli olduğuna kanaat ettiğimiz kelime veya kelimeleri
/ işareti ile ilâve edip italik harflerle gösterdik. Daha sonra metni günü-
müz Türkçesi ile ifadeye çalıştık. Ancak hemen belirtelim ki işbu ‘günü-
müz Türkçesi ile ifade’ ister istemez kuru, ve metnin orijinal ifadesin-
deki çeşitli söz oyunlarıyla zengin tedaileri yansıtmak noktasında –bizce
de– kifayetsiz kalmıştır.

Latîfenin Metni:
Sebeb-i tahrîr-i vesîka-i letâ’if ve mûcib-i tastîr-i nemîka-i zarâ’if
budur ki; medîne-i sabâvetde vâkıc mahalle-i tufûliyyet sâkinlerinden
baczı kûdekân-ı nâ-resîde, meclis-i irfâna hâzır olup bu siyâk üzre bast-ı
makâl ü keşf-i serîre-i hâl eylediler ki:

5
Bu nüsha katalogda müellif nüshası olarak kayıtlıdır. Ancak bu husus ihtilaflıdır.
Mecmuanın girişine, Haleb nâibi Feyzullah Efendi, Nâbî’nin kaleminden çıkma söz
konusu evrakı 1162 h.(1748-49)’de perişan bir halde bulduğunu ve zayi olmasın-
dan korkarak ciltlettiğini kayıt düşmüştür. Bu kaydın altına ise, mecmuanın daha
sonra intikal ettiği kütüphanenin sahibi Sahhâflar Şeyhi-zâde Es’ad Efendi (ö. 1264
h./1848), konumuz olan latîfenin de dahil olduğu birinci varaktan yirmi altıncı va-
raka kadar farklı bir kalemden, yirmi yedinci varaktan mecmuanın sonuna kadar
ise Nâbî’nin kaleminden çıkma olduğunu, 23 C. Evvel 1259’da (21 Haziran 1843)
kaydetmiştir. Kaldı ki, Nâbî’nin Halep’te yaşadığı dönemde kaleme almış olması
muhtemel bu metinde, 1710’da Baltacı Mehmet Paşa ile İstanbul’a dönüşünde bazı
ilâve ve değişiklikler yapmış olması mümkündür. Çünkü Nâbî’nin (ö. 1712) vefa-
tından önceki bu İstanbul devresinde “derlediği Münşeât’ını gözden geçirerek ona
bir mukaddime yazdığı” nakledilmektedir. (Bkz.: Karahan 2006: XXXII/259) Nâbî,
bu gözden geçirme esnasında söz konusu latîfeyi münşeâtı arasına almış mıdır?;
almışsa metnin son şekli ne olmuştur?. Bu soruların cevabını, herhalde Nâbî’nin
münşeâtı üzerine yapılacak etraflı bir çalışma ile vermek mümkün olacaktır.
246 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

―Bizler bir alay tuyûr-ı tâze-bâl menzilesinde etfâl-i melâ’ik-hısâl


olup, hevâ-yı âlem-i ıtlâkda tâ’ir ervâhımız ber-vech-i dil-hâh pervâz
üzre iken (nâ-gâh dâne-i kazâ ile dâm-ı takdîre esîr olup) bir zamân aslâb-ı
âbâ-yı ulvî ve erhâm-ı ümmehât-ı süflî zindânlarında Yûsuf-misâl pâ-
beste olup, bir müddet dahi düzd-i töhmet-âlûde-i bî-günâh gibi
mahbes-i sulb-i pedere giriftâr iken su yolundan ferce-i halâs tevakkuc
itdiğimiz duyulmağıla, bir zamân dahi rahm-i mâder nâmında olan
kanlu kuyuya habs olunup, ol zindân-ı teng ü târda selâsil ü aglâl-i urûk
u acsâbile ez-ser tâ-kadem maglûl ü mukayyed olup dokuz ay dahi
künc-i meşîme-i mihnetde (nevâle-i hûn-ı cigerle) ser-be-zânû-yı tengnâ-yı
hayret iken nâ-gâh bir gün küşâyiş-i derîçe-i ümmîd müyesser olup,
zencîrin sürür dîvâne şeklinde sahrâ-yı vücûda vazc-ı kadem idüp,
istişmâm-ı nesîm-i hayâtile teneffüs ve mihen-i sâlifeden necât buldu-
ğumuza secde-i şükr ü girye-i sürûra der-kâr iken, dâye-i nâ-mihrbân
sûret-i şefkatde bizi kat-kat …..6 /kımâta pîçîde idüp, bizler ise; “Yâ Rab!
Bu ne baht-ı vâj-gûndur ki «Dâma düşeriz kafesden âzâd olsak»”
mısrâcıyle giryeye dem-sâz oldukça ser-i pistânın bize mühr-i dehân
idüp, lihâfe-i kımâtda bizi habs itdiği gibi feryâdımız dahi sûrâh-ı
gelûmuzda muhtebes eyledi. Anınla dahi kanâcat itmeyüp, iki tâk ve bir
sütûnlu gehvâre tacbîr olunur bir hâne-i pür-zelzele-i pâ-der-hevâda
esîr-i firâş idüp kat-kat rîsmânlar ile bend eyledi. Bir müddet dahi ol
mihnetle ülfet idüp âkıbet mihnete sabr u cevre şükrden gayrı muhlis
olmadığın bilmeğile zarûrî gülistân-ı cemâlimizde gonçe-i lebimiz
lebrîz-i gül-hand-i tebessüm olduğun göricek bendlerimize küşâyiş
virüp, gâh âgûş-ı nevâzişde mekîn ve gâh dûş-ı iltifâtda hoş-nişîn itmeğe
başladı. Ammâ girye-i iştikâya şurûc itdiğimiz gibi yene (mucâmele-i
eltâfın cevre tebdîl ve) zindân-ı mehdde mukayyed idüp, el-hâsıl mısrâc;
«Böyledür ahvâl-i âlem gâhi şâdî gâhi gam» tıbkınca carsa-i âlemde
üftân u hîzân bir zamân dahi sürünüp ve yuvarlanup tâ ana dek ki gûşt-
pâre-i mercân-reng-i mahrûtî-sîmâ yacnî zebân-ı harf-peymâmızda
kudret-i güftâr ve pây-ı pergâr-sîmâmızda kuvvet-i reftâr bedîdâr olıcak,
âsâr-ı mukaddemât-ı tekâlîfe nevcan isticdâd zuhûru sebebi ile peder ü
mâderlerimiz evvelâ şeker-pâre-i tezvîrile demâg-ı ümmîde halâvet-

6
Esas kabul etiğimiz nüshada tam olarak okunamayan bu kelimenin “kaputa” ol-
ması muhtemeldir, ancak diğer nüshalardaki “kımâta” bizce daha uygundur.
Nâbî’nin Bir Latifesi ● 247

bahş olarak sünnet-i seniyye-i hitâna şurûc idüp cerrâh-ı/berber-i hûn-


feşân cellâd-ı bî-amân gibi tîg-i bürrânın/bir ustura der-kâr idüp; (“Ol
şerîcat kesdiği parmak acımaz” diyerek şeker-pâre-i karîb(?) ile demâgımıza
şeker ezüp), zucmunca bu hidmet zımnında takye kapmak sevdâsına
düşüp âşiyâne-i zihârımızda perverde olan cürre şâhînin başından
üsküfün alıcak, hasretle fevvârevâr dîdesinden hûn revân olup, kîr-i/bî-
çâre-i ser-bürehnenin niçe müddetden sonra henûz hokka-i laclîn-i carûs-
dan icrâ ideceği hûn ber-vech-i pîşîn burnundan gelüp, dest-i sitem-i
rûzgârdan şikâyet içün yüzüne gözüne kül sürüp7, câkıbet ol kürre-i
remîdenin başına torba asmağıla gücile zabt olunup, etrâfa dokunma-
mak içün (niçe günler) cârifâne hazer üzre sülûk idüp el-hâsıl ol cerâhat-
den dahi rehâ-yâfte-i emân olıcak (gerisinde olan hâne-i haşefe aynı ile
gâşiyesi alınmış eyer hânesine dönüp); “Bacde’l-yevm pîşgâh-ı hayâtımızda
kayd-ı düşvâr u dâm-ı müşkil kalmadı. Bundan sonra âzâde-hırâm-ı
çemenzâr-ı zevk u hevâ olacağımız emr-i mukarrerdür” diyü tasavvur
ider iken nâ-gâh bir gün peder-i hayr-hâh-ı câkıbet-endîşimiz rûz-be-rûz
mekteb ü mucallim tarafların reh-güzâr itmeğe başladı. “Anda niçe hem-
sinn ü hem-sâl ve akrân u emsâl etfâlle hergün hem-zânû-yı encümen-i
cemciyyet ve sebak-dâşt-ı sahîfe-i kırâ’et ve refte-refte derecât-ı cilm ü
macrifet ve hüsn-i hatt u kitâbete bâlig olmadan gayrı dünyevî vü uhrevî
tahsîl-i re’sü’l-mâl-i sacâdet itmek ne sacâdetdür!” diyü tacbîrât-ı şevk-
engîz ve kelimât-ı mahabbet-âmîz ile tacdâd-ı mehâsin-i mucallim-hâne
iderek bir gün bizi bir üstâd-ı debîristân-ı taclîmin hidmet-i mülâzeme-
tine tacyîn eylediler. İbtidâ-yı emrden kurb-i mektebe vusûlde avâze-i
etfâl sâmica-i şevkımıza istikbâl idüp, delâlet-i hevesle dâhil-i mekteb
olıcak caynı ile halka-i mektebiyân, kûdek-i nev-âmedeye halka-i dâm ve
kebûter-i tıfl-ı âvâreye reme-i hamâm idiği mütecayyin oldu; ammâ ne
çâre? Mısrâc; «Mürg-ı zîrek çün be-dâm üfted tahammül bâyedeş». Kâne
mâ-kâne, mezâ mâ-mezâ. El-hâletü hâzihî hulâsa-i iddicâmız budur ki;
böyle hengâm-ı tufûliyyetde esîr-i künc-i mekteb olup evâ’il-i bahâr-ı
hayâtımız künc-i peygûle-i mektebde güzâr idüp, (gül gibi handân olacak
mahalde, bîm-i gadab-ı mucallimden gonçe-sıfat âb-beste kalup, nesîm-i sabâ

7
Esas kabul ettiğimiz metinde bu kelime “saçup” şeklindedir. Ancak üzerine
“sürüp” şeklinde tashih yapılmıştır. Diğer nüshalarda da “sürüp” kullanıldığından
bu şekli tercih ettik.
248 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

gibi sürûr-ı hevâ geşt ü güzâr idecek zamânlarda habâb gibi mekteb kapusında
müclis olup,) mucallim kısmı hod her nekadar aslında melek-haslet ise de
yene etfâl nazarında cifrît-sıfat görünmeğile huzûruna tacallüm içün
kucûdda isticâze-i etfâl zarûrî olduğu cümle mihnet-keşân-ı mektebin
maclûmudur. Husûsan zâtında gazûb u bî-merhamet olup, taclîm-i etfâl
olanca dimâgına dahi yubûset virüp, gazab-ı mahz u âteş-i sûzende
olduğundan gayrı, (menkûhasına dahi maglûb olup, ol cacûzdan çekdiği
eziyyetin intikâmın bu bî-çârelerden almağa der-kâr olup,) pederimiz ibtidâ-yı
teslîmde taclîme gâyet-i hırsından mektebde müstacmel olan; “Eti senin,
kemüği benim!” sûkıyâne/sûfiyâne tacbîrin dahi itmiş, hâce efendi hod
mecâz ile hakîkat beynini fark itmeyüp, hakîkaten gûşt-i bedenimize
dendân-ı tamacı tîz itmekle bu etfâl-i bî-çârenin ahvâli neye müncer ola-
cağı zâhirdür. Elif-sıfat hidmetinde kâ’im ve hâ gibi iki aynımız işâretine
mülâzım olup, dâl gibi kâmetimiz ubûdiyyetinde ham ve gayn gibi
caynımız pür-nem iken yene lâm-elif gibi ayağımız falakadan inmeziken,

bu kadar âlâm u ıztırâba haftada bir nısf-ı hamîs ve tamâm-ı cumca gâyet
kalîldir. Etfâl-i mahalle atlara süvâr olıcak biz birer kara katır nâmında
falakaya süvâr oluruz; etfâl-i mahalle cirid oynadıkda biz ciridin ayağı-
mız altında oynadığın görürüz. «Ne aceb tîz geçer zevk u sürûr eyyâmı
♦ İrmedin nısf-ı nehârı irişür ahşâmı» kavlince (nısf-ı) yevm-i hamîs
zamân-ı vuslat gibi serîcu’z-zevâl ve yevm-i cumca fikr-i şenbe ile telh u
pür-melâl geçmeğile yene lezzet-i âzâdîden mahrûmuz. Bize bu husûsda
her vechile tecaddî olunmadadır. Eslâf-ı mucallimîn bu husûsda şart-ı
ictidâli ricâyet itmeyüp, etfâl-i mütecallimîne gadr olunmuşdur. Bu husûs
hakîkati üzre keşf olunup su’âl olunması matlûbumuzdur didiklerinde,
esâtize-i tıfl-âmûz meclis-i murâfacaya ihzâr olunup, istintâk-ı keyfiyyet-
i ahvâl ve; “Bir gün dahi zamîme-i cumca vü hamîs olunmak mertebe-i
imkânda mıdır?” diyü alâ-tarîkı’r-recâ su’âl olundukda, mucallimîn-i
fazl-âyîn cevâbların kâlıb-ı hikmete bu vech üzre ifrâg eylediler ki:
―Üstâdân-ı selef bu resmi kanûn-ı hikmet üzre vazc idüp ricâyet-i
şart-ı hürmetde taksîr itmemişlerdür. Ancak kûdekân-ı nâ-dîde-rûzgârın
şucûrları olmamağıla dacvî-i bî-macnîye şurûc itmişlerdir.
Mucallimînin bu takrîrleri beyyinât-ı akliyye vü berâhîn-i hikemiyye
ile temhîd olunmak iltimâs olundukda evvelâ terkîb-i unsurî ile istişhâd
idüp didiler ki:
Nâbî’nin Bir Latifesi ● 249

―Anâsır dört kısm iken mâ vü nâr u türâb sûret-i kuyûdda sâbit


olup ancak hevâ sûret-i ıtlâkda cilveger olmağıla taksîm-i hikmet üzre
dörtde bir ıtlâk vâkıc olmağın bu hisâb üzre haftada bir buçuk gün ıtlâk
olunmak hakk-ı sarîhleridir. Belki tedkîk olunsa beş buçuk günde bir
buçuk gün vâkıc olmağıla bir niçe sâcat kendülere ziyâde hurmet olun-
muşdur.
Vâkıcâ bu tevcîhleri karîn-i hüsn-i kabûl-i huzzâr oldukdan sonra
mucallimîn vech-i âhar üzre dahi temhîd-i mebânî-i müddecâya şurûc
eylediler:
―Sâ’ir erbâb-ı hırefden tacallüm-i sınâcat iden etfâl-i müslimîn
ancak yevm-i cumcada ıtlâka nâ’il olup, ol dahi gâh müyesser olup gâh
olmadığı cümlenin maclûmudur. Bunların tacallümü eşref-i culûm
olduğu cihetden şeref-i tilâvet ü kırâ’et berekâtında anlardan fazla nısf
gün dahi kendülere ricâyet olunmuşdur. Etfâl-i Yehûd ve Nasârâ dahi
ancak sebt ü bâzârda mutlak oldukları bu macnâyı mü’eyyiddir.
Bu cevâb-ı hikmet-nisâb karîn-i imzâ-yı kabûl oldukdan sonra
üstâdân-ı dakîka-dân dönüp makâm-ı dacvâda kıyâm idüp didiler ki:
―Bu etfâlin recâ-yı zamm itdikleri ol zamânda müsellem olur ki
eyyâm-ı üsbûcu tamâmen mülâzemet-i mektebde imrâr itmede sâbit-
kadem olalar. Bunlar evvelâ gâh temâruz idüp, gâh peder ü mâderine
nâz idüp, gâh hem-sâyemizde ve gâh akribâmızda sûr (u ziyâfet) oldu ve
gâh hânemizde libâs yaykarlardı veyâhod müsâfir gelmişidi yâhod civâr
u akâribimizde fülân kimesne yâ sefere giderdi yâ seferden gelmiş idi
diyü birer bahâne-i cüz’iyye ile firâr idüp, gâh bî-bahâne hemân çend
rûz sarâhaten firâr itdiklerinden mâ-cadâ gâh Nevrûz ve gâh Kadr ü
Berât ve gâh mukaddemât-ı acyâd bahâneleriyle niçe günler dahi âzâd
olup gâh alaylar temaşâsı ve gâh huccâc teşyîcleri ve gâh hatm-i
Kelâmu’llâh iden etfâl takrîbiyle âzâd olmaları dahi niçe hâtıra gelmez
bahâne-i tıflâne ile firâr itmeleri bi’l-cümle hisâb olunursa haftada iki yâ
üç gün ancak mektebe mülâzemet itmiş olurlar. Anlar bi’l-cümle bu
bahâneleri refc idüp müstemirren ve tamâmen mektebe müdâvim
olurlarsa biz dahi ol nısf-ı hamîsi zamm idelim, didiklerinde, etfâle: “Siz
ne dirsiz, bu kavle râzî mısız?” diyü istintâk olunduklarında ki vâkıcâ
hâce efendilerin takrîri vâkıca mutâbık ve evvelden cârî ola gelen resm-i
kadîm kendülerin zevkına muvâfık olduğun anlayup, az tamacla çok
250 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

ziyân u zarar ideceklerine câzim olmağıla yene âdet-i sâbıka üzre


haftada bir buçuk güne karâr virmek üzre hâce efendilerle müsâlahaya
bin cân u dil ile tavcan râzî olmalarıyle hudûd-ı kadîme tecâvüz
olunmamak vechi üzre musâlahaya hükm birle bi’t-taleb ketb olundu.

Günümüz Türkçesi ile İfade:


Latîfeler vesikasının yazılma sebebi ve zariflikler mektubunun
kaleme alınma gerekçesi budur ki; sabîlik şehrinde bulunan çocukluk
mahallesi sâkinlerinden bazı yeni yetmeler, irfan meclisine gelip şu ifade
şekli üzre söz açtılar ve içlerini döktüler ki:
―Bizler bir alay yeni kanatlanmış kuşlar yerinde melek tabiatlı
çocuklar olup başıboşluk âlemi havasında uçan ruhlarımız gönlümüzün
isteğince uçmakta iken (ansızın kaza tanesi ile kader tuzağına tutulup), bir
zaman yüce baba (gezegenler) belleri ve alçak anne (dört unsur)
rahimleri zindanlarında Yûsuf (a.s.) gibi ayağı bağlı olup, hayli bir
müddet hırsızlık töhmetiyle suçlanan masum gibi pederin beli hapis-
hanesine tutulmuş iken su yolundan kurtuluş çıkışı beklediğimiz duyul-
makla, nice bir zaman ana rahmi ismindeki kanlı kuyuya hapsolunup, o
dar ve karanlık zindanda zincirler ve damar ve sinir prangaları ile baş-
tan ayağa prangalanmış ve bağlanmış olup, dokuz ay kadar da dölyata-
ğının meşakkatli köşesinde, (ciğer kanı gıdasıyla) hayret hücresinde başı
dizinde –elemle- otururken, ansızın bir gün ümit penceresi kolayca
açılıp, zincirini sürür deli şeklinde varlık sahrasına ayak basıp hayat
rüzgarını koklayarak nefeslenip, geçmiş sıkıntılardan kurtulduğumuza
şükür secdesi ve sevinç gözyaşlarıyla meşgulken merhametsiz dadı,
sözüm ona şefkat/merhamet içgüdüsüyle bizi kat-kat …/kumaşlara sarıp
sarmalayıp, bizler ise: “Yâ Rab! Bu ne ters talihtir ki; «Tuzağa düşeriz
kafesten kurtulsak» mısra’ıyle ağlamaya başladıkça, memesinin başıyla
ağzımızı mühürleyip, kumaş sargısında bizi hapsettiği gibi feryâdımızı
dahi boğaz deliğimizde hapsetti. Onunla dahi kanâat etmeyip iki kemer
ve bir sütunlu beşik tabir olunur ayağı havada –temelsiz- sarsıntılarla
dolu bir odada yatağa esir edip kat kat iplerle bağladı. Bir müddet de o
zorluğa alışıp, nihayet zorluğun son bulmasına sabır ve zulme şükürden
başka kurtarıcı olmadığını bilmekle zaruri olarak yüzümüzün gül bah-
çesinde, gonca dudaklarımızın açılan gül gibi tebessümle dolu olduğunu
Nâbî’nin Bir Latifesi ● 251

görünce bağlarımızı çözüp, kâh gönül alıp okşama kucağında ve kâh


iltifat sırtında taşımağa başladı. Ama biz şikâyet ağlayışına başlar
başlamaz yine (lutuf muamelesini zulme döndürüp ve) beşik zindanına
bağlayıp vel-hâsıl mısrâ; «Dünyanın hali budur: kâh mutluluk kâh gam»
sözünce, dünya meydanında düşe kalka bir zaman daha sürünüp ve
yuvarlanıp ona değin ki konik görünümlü mercan renkli et parçası yani
konuşma organı olan dilimizde konuşma gücü ve pergel görünümlü
ayağımızda yürüme kudreti belirince, dinî emirlerin başlangıcı olan
geleneklere bir nevi uygunluk meydana çıkması sebebiyle baba ve anne-
lerimiz, önce yalan şeker-pâresi -tatlı sözü- ile ümit damağına tatlılık
bahşederek –Peygamber sünneti olan– sünnet etmeye başlayıp, amansız
cellattan farkı olmayan kan saçıcı cerrâh/berber keskin kılıcını/bir ustura
hazırlayıp; (“Şeriatın kestiği parmak acımaz” diyerek şeker-pâre ile yol bulup
damağımızı tatlandırarak), zannınca bu hizmet karşılığı takke kapmak
sevdâsına düşüp, edep yeri yuvamızda yetişen erkek şahinin başından
başlığını alır almaz, gözünden hasretle fıskıye gibi kan akıp, başı açık
tenasül uzvunun/çaresizin nice müddet sonra vakti gelince gelinin
kırmızı mürekkep hokkasından akıtacağı kan peşin olarak burnundan
gelip, zamanın zulüm elinden şikâyet içün yüzüne gözüne kül sürüp,
sonunda o ürkek tayın başına torba asmakla güclükle zabt olunup,
etrafa dokunmaması için (nice günler) ârifâne ihtiyat üzre yol tutup,
sonunda o yaradan kurtulunca, (geride kalan haşefe bölümü aynı ile örtüsü
alınmış eyer oturağına dönüp): “Bu günden sonra hayatımız önünde
çözülmesi güç bağ kalmadı. Bundan sonra istek ve arzumuzun çimen-
liğinde hür gezeceğimiz kesinleşmiş bir iştir” diye düşünürken, ansızın
sonumuzun hayırlı olması isteğiyle düşünen babamız günden güne
mektep ve muallim taraflarını uğrak yapmağa başladı. “Orada nice
yaşıt, denk, aynı yaşta çocuklar ile her gün topluluk meclisinde dizdize
oturup, okuma sayfasını birlikte okuyarak git gide ilim ve irfânın
dereceleri, güzel yazı ve yazmayı öğrenmeden başka dünyevî ve uhrevî
sermâyenin kazanılması ne saâdettir!” diye isteklendirici ta’birler ve
sevdirici sözlerle muallim evinin güzelliklerini sayarak, bir gün bizi bir
mektep hocasının öğrenciliğine verdiler. İşin başında mektebin yakınına
ulaştığımızda istek kulağımızı çocukların sesleri karşılayıp hevesle
mektebe girince mektep çocuklarının halkasının aynen; yeni gelen
çocuklara tuzak ilmeği ve başı boş güvercin gibi gezen çocuklara güver-
252 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

cin sürüsü olduğu meydana çıktı ama ne çare?; «Akıllı kuş tuzağa
düştüğünde tahammül etmelidir». Olan olmuş, geçen geçmiştir. Şimdi
iddiamız özetle şudur ki; böyle çocukluk çağında mektep köşesine esir
olup, hayatımızın baharının başları mektep köşesinde geçip, (gül gibi
açılacak yerde muallimin gazabının korkusundan gonca gibi donup, sabâ
rüzgarı gibi mutluluk havasında gezecek zamanlarda hava kabarcığı gibi mektep
kapısında oturup), muallim kısmı her ne kadar aslında melek tabiatlı ise
de yine çocukların gözünde ifrit gibi görünmekle huzuruna öğrenme
için oturmada çocukların Allah’a sığınması zarûrî olduğu bütün mektep
eziyeti çekenlerin malûmudur. Özellikle hocamız, zâtında gazaplı ve
acımasız olup, çocuklara öğretmek bütün dimağına kuruluk verip ve sırf
gazap ve yakıcı ateş olduğundan başka (karısına dahi güç yetiremeyip, o
kocakarıdan çektiği eziyetin intikamını bu çaresizlerden almaya uğraşıp),
eğitim-öğretime pek bir düşkün olan babamız bizi teslim ettiğinde,
çarşı/sûfî deyimi olarak mektepte kullanılan; “Eti senin, kemiği benim!”
anlamsız sözünü söylemiş bulunup, hoca efendi ise mecaz ile gerçek
arasını ayıramayıp, gerçekten et parçası bedenimize aç gözlülük dişini
bilemekle, bu çaresiz çocukların halinin neye varacağı açıktır. Elif [‫ ]ا‬gibi
hizmetinde dikilip ve hâ [‫ ]ه‬gibi iki gözümüz işaretine hazır olup, dâl [‫]د‬
gibi belimiz kullukta iki büklüm ve gayn [‫ ]غ‬gibi iki gözümüz yaş dolu
iken, yine lâm-elif [‫ ]ﻻ‬gibi iki ayağımız falakadan inmezken, bu denli
elem ve ıztıraba haftada bir Perşembe’nin yarısı ve Cuma’nın tamamı
çok azdır. Mahalle çocukları (çubuk) atlara binince biz sırayla kara katır
isimli falakaya bineriz; mahalle çocukları cirit oynadığında, biz ciridin
ayağımız altında oynadığını görürüz. «Ne de tez geçer(miş) zevk ve
mutluluk günleri/zamanı ♦ Ermeden günün yarısı erişir akşamı»
sözünce (yarım) Perşembe, vuslat zamanı gibi çabuk geçici ve Cuma
günü Cumartesi düşüncesiyle acı ve hüzün dolu geçmekle yine
serbestliğin tadından mahrumuz. Bize bu hususta her yönüyle zulmedil-
mektedir. Önceki muallimler tarafından bu hususta ölçülülük şartı
gözetilmemekle, talebelere haksızlık edilmiştir. Bu hususun hakikati
üzre açıklanıp sorulması isteğimizdir dediklerinde, öğrenci yetiştiren
üstadlar mahkeme meclisi huzuruna getirilip, durumun nasıl olduğu
sorgulanıp ve; “Perşembe ve Cuma’ya bir gün daha eklenmesi acaba
mümkün müdür?” diye rica yollu sorulduğunda, faziletle donanmış
muallimler cevaplarını hikmet kalıbına bu şekil üzre döktüler:
Nâbî’nin Bir Latifesi ● 253

―Önceki üstadlar bu usulü hikmet kanunu üzre koyup, hürmet


şartını gözetmede kusurlu davranmamışlardır. Ancak gün görmemiş
tecrübesiz çocuklar, şuursuzca anlamsız bir davaya girişmişlerdir.
Muallimlerin bu sözlerini aklî deliller ve hikemî tanıklarla açmaları
istendiğinde, evvelâ elementlerin birleşmesini şahit gösterip dediler ki:
―Elementler dört kısım iken su, ateş ve toprak bağlı şekilde sabit
olup, ancak hava serbestçe hareket etmekle, hikmet taksimi üzre dörtte
bir serbest bırakılmış olmakla bu hesap üzre haftada bir buçuk gün
salıverilmek açık haklarıdır. Belki araştırılsa beş buçuk günde bir buçuk
bulunmakla bir nice saat kendilerine çokça hürmet olunmuştur.
Gerçekten bu yorumları, hazır olanların iyi şekilde kabulüne yakın
olduktan sonra muallimler başka yönden dahi iddianın dayanaklarını
açıklamaya başladılar:
―Başka sanat erbabından sanat öğrenen müslüman çocuklarının
sadece Cuma günü tatile nail oldukları ve bu günün dahi bazen ele
geçip bazen geçmediği herkesin malumudur. Bunların öğrenimi
ilimlerin en üstünü olması sebebiyle, sesli ve sessiz okumanın şerefi
bereketiyle onlardan fazla yarım gün dahi bunlara gözetilmiştir. Yahudi
ve Hıristiyan çocuklarının da ancak Cumartesi ve Pazar’da serbest
bırakıldıkları bu anlamı destekler.
Bu hikmet esaslı cevap kabul imzasına yakın olduktan sonra
incelikleri bilen üstadlar dönüp, dava makamında kalkıp dediler ki:
―Bu çocukların, eklenmesini istedikleri o zamanda bilinir ki
haftanın günlerini tamamen mektebe devamda geçirmekte sözlerinde
duralar…Bunlar evvelâ kâh kendini hasta gösterip, kâh baba ve
annesine nazlanıp, kâh komşumuzda ve kâh akrabamızda düğün ve
ziyafet oldu ve kâh evimizde elbise yıkanmaktaydı veyahut misafir
vardı, yahut civar komşu ve akrabalarımızdan falan kişi ya sefere
giderdi ya da seferden dönmüş idi diye birer küçük ve sudan bahane ile
kaçıp, kâh bahanesiz birkaç gün aleni olarak kaçtıklarından başka kâh
Nevruz ve kâh Kadir ve Berat ve kâh arife-şerife bahaneleriyle nice
günler dahi serbest olup, kâh alaylar seyri ve kâh hacıların uğurlan-
maları ve kâh Kur'ân’ı hatmeden çocuklar olma yoluyla serbest kalma-
ları ve daha nice akla hayale gelmez çocukça bahanelerle kaçmaları
254 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

toptan hesap olunursa haftada iki yâ üç gün ancak mektebe devam


etmiş olurlar. Onlar bütün bu bahanelerini kaldırıp düzenli ve kesintisiz
mektebe devam ederler ise biz de o Perşembe yarısını ekleyelim
dediklerinde, çocuklara: “Ne dersiniz, bu söze razı mısınız?” diye sorul-
duğunda, gerçekten hoca efendilerin sözleri gerçeğe uygun ve önceden
geçerli olagelen eski âdetin kendilerinin zevkine uygun olduğunu
anlayıp, az tamahla çok zarar edeceklerine karar verip, eski âdet üzre
haftada bir buçuk güne karar verilmek üzere hoca efendiler ile anlaş-
maya bin canıgönülden razı olmalarıyla eski sınıra tecavüz olunmamak
hususunda anlaşmaya hükmedilerek istek üzerine kaleme alındı.

KAYNAKÇA

Ceylan, Ömür (2003), Kuş Cenneti Şiirimiz –Klasik Türk Şiirinde Kuşlar-, İstan-
bul: Filiz Kitabevi.
Gökyay, Orhan Şaik (1974), “Tanzimat Dönemine Değin Mektup”, Türk Dili,
S: 274, Ankara, 17- 23.
Haksever, H. İbrahim (1998), “Münşeat Mecmuaları ve Edebiyat Tarihimiz
İçin Önemi”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, S: 1, 73-
86
Karahan, Abdülkadir (2006), “Nâbî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklope-
disi, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay., XXXII, 258-260
Ortaylı, İlber (2007), Osmanlı Toplumunda Aile, İstanbul: Pan Yayıncılık.
Sahhâf el-Hâc Nûrî Efendi (1303 h./1886), Münşe’ât-ı Azîziyye fî Âsâri
Osmâniyye, Cemâl Efendi Matbaası.
Tansel, Fevziye Abdullah (1964), “Türk Edebiyatında Mektup”, Tercüme,
Ankara: XVI/ 77-80, 386-413.
Tevfîk (1281 h./1865), Letâ’if-i İnşâ, İstanbul: Tercümân-ı Ahvâl Matbaası.
Uzun, Mustafa (2006), “Münşeat”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay., XXXII, 18-20.
Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi 1, İstanbul 2008, 255-280.

Metin Te’sisinde Şiir


Mecmualarının Katkısına
Bir Örnek: Süleymaniye
OZAN YILMAZ*
Kütüphanesi Hacı Mahmud
Efendi Koleksiyonu 5214
Numaralı Mecmua ve
Muhtevası

Aynı veya farklı yüzyıllarda yaşamış şairlere ait manzumeleri ba-


rındırma özelliğiyle birer seçki mahiyetindeki şiir mecmuaları; Klâsik
edebiyat, Halk edebiyatı ve Tekke edebiyatı mahsullerini bir arada bu-
lundurmasıyla da ayrı bir önem arzetmektedir. Şairlerin divanların-
dan/külliyatlarından belli bir dikkatle seçilmiş manzumelere ev sahip-
liği yapan bu mecmualar kültür tarihimizin önemli kaynakları arasında
sayılırlar.
Şiir mecmualarında gazel, kaside, kıt’a, murabba, muhammes, tah-
mis vb. nazım şekilleriyle yazılmış birçok şiir bulunmakta, ayrıca çeşitli
berceste beyitlere rastlanmaktadır. Klâsik edebiyatın hemen her yüzyı-
lında örneği bulunan nazireler de, çoğu zaman derli toplu olarak bu
mecmualarda görülebilmektedir. Bunun yanısıra şiir mecmualarını asıl
önemli kılan, şairlerin divanlarına dahi geçmemiş, muhtemelen her-
hangi bir divanın tertibini takiben kaleme alınmış manzumeler içermele-
ridir. Yazma kütüphanelerinde sayısız örnekleri bulunan mecmualar bu

*
Dr., Marmara Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul.
(ozanyilmaz80@hotmail.com)
256 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

gözle incelendiğinde, günümüze kadar ulaşamamış birçok şiirin hatta


şairin varlığından haberdar olmak mümkündür.
Şiir mecmualarındaki manzumelerin seçiminde “genel beğeni” ve
“nazire geleneği” ön plandadır. Nitekim mecmualar, çoğunlukla divan-
larda bulunan manzumeleri okuyucunun beğenisine sunarken, bazen
bir kasidenin tegazzül bölümüne ait bir gazele76 (Erünsal 2006: 17) bazen
de bir mesnevinin olay örgüsü içinde anlatımı güçlendirmek amacıyla
kullanılmış çeşitli manzumelere77 (gazel, tardiye, murabba vs.) mecmua-
larda yer verilmiştir.
Mecmualardaki bazı şiirler, müelliflerine ait yayınlanmış divan-
larda dahi bulunmamaktadır. Neşredilmiş divanlarda bulunmayan kı-
sımlar bazen bir gazel, bir kaside vb. olabildiği gibi bazen de bir man-
zumenin tek bir beyti şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu durum dikkate
alınacak olursa, mecmuaların muhteviyatını incelemenin klâsik edebiyat
araştırmalarına epey katkı sağlayacağı inkâr edilemez bir gerçektir. Do-
layısıyla mecmuaları dikkate almadan yapılacak çalışmalar bir yönüyle
eksik kalacak, böylece edebiyat tarihinin “unutulanları” arasında kalmış
ve gün ışığına çıkarılmayı bekleyen şairlerin/şiirlerin keşfedilmesi zor-
laşacak hatta mümkün olmayacaktır (Aydemir 2001: 153).
Bu yazıda değerlendireceğimiz Süleymaniye Kütüphanesi Hacı
Mahmud Efendi bölümü 5214 numaraya kayıtlı mecmuada 16, 17 ve 18.
yüzyıllardan örnekler sunulmaktadır. Mecmuanın baş tarafında
“Meşâyıh-ı Mevleviyyeyi Beyân ve Dîger Mecmua” kaydı bulunmakta-
dır. Bu kaydın yanında 1259/1843-1844 tarihi okunmaktadır. Ancak
mecmuanın daha eski tarihlerde yazılmış olması muhtemeldir. Bu başlı-
ğın altında “Ahmed Eflâkî el-Mevlevî” yazısını hâvî bir mühür vardır.
Şiirlerin geneline bakıldığında, Klâsik Edebiyat ve Tekke Edebiyatı
mahsullerinden örnekler görülmektedir. Mecmuada manzumesi bulu-
nan şairler alfabetik olarak şöyle sıralanabilir:

76
Hacı Mahmud Efendi 5214 numaralı mecmuaya alınan Nef‘î’ye ait “Nigâhı âfet-i
dîn gamzesi âşûb-ı dünyâdur/ Bu gûne şûha dil virmek ‘aceb derd özge
sevdâdur” (30b) matlalı bir gazel bu duruma örnektir.
77
Mecmuadaki, Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn’undan seçilmiş gazeller bu duruma
örnek verilebilir (16b, 39b-42a).
Metin Te’sisinde Şiir Mecmualarının Katkısı ● 257

‘Abdî, ‘Âlî, ‘Azîzî, Bâkî, Behiştî, Bezmî, Cinânî, Çâker ‘Ali, Emîn,
Esîrî, Esrâr Dede, Fasîh, Fuzûlî, Gaybî, Gubârî, Hasîb, Hatâyî, Hayâlî,
Hayretî, İbrâhim (Oğlan Şeyh), Kânî, Latîfî, Lutfî, Makâlî, Meylî, Muhyî,
Nâbî, Nedîm, Nef‘î, Nûrî, Remzî, Reşîd, Rindî, Rûhî-i Bağdâdî, Sâbit,
Sabrî, Sâlim Efendi, Seher Abdal, Seyfullâh, Sırrî, Sultân Murâd
(Murâdî), Şem‘î, Şeydâyî, Tîgî, ‘Ulvî, Usûlî, Vâsık Efendi, Vechî, Vehbî
(Seyyid), Vusûlî, Yahyâ, Zihnî.
Mecmuadaki şiirlerin çoğu gazel nazım şekliyle yazılmıştır. Bu ga-
zeller içerisinde âşıkâne gazellerin ilk sırayı aldığı gözlenmektedir. Bu-
nun yanısıra murabba, muhammes, müseddes gibi nazım şekilleriyle
yazılmış şiirler de mevcuttur. Bazı şiirlerde kelime ve harf eksikliklerine,
vezin kusurlarına rastlanmakla birlikte metnin tamamına nazaran bu
eksiklikler önemli bir oran teşkil etmez.
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi şiir mecmuaları, estetik beğeniyle
meydana getirilmiş seçkiler olmalarının yanısıra, metin tenkidine katkı
sağlamalarıyla da dikkate değer konumdadır. Şairlerin divanlarından
hareketle yapılan tenkitli metin neşirleri çoğu zaman bir şairin bütün
şiirlerini ihtiva ederken, bazen şairin divanına geçmemiş yahut divanı
tertip edildikten sonra yazılmış manzumelere mecmualarda rastlan-
maktadır. Ayrıca, herhangi bir manzumede görülebilecek dörtlük, beyit,
mısra eksiklikleri; kelime değişiklikleri ve kelime eksikliğinden doğan
vezin kusurları mecmualar sayesinde tamir edilebilmektedir.
Hacı Mahmud Efendi 5214 numarada kayıtlı mecmuayı bu gözle in-
celediğimizde, şiir mecmualarının yukarıda bahsettiğimiz olası katkıla-
rından bazılarına şahit olduk. Buna göre şiir mecmualarının tenkitli me-
tin neşirlerine katkıları şöyle tasnif edilebilir:

1. Şiir mecmualarının tenkitli neşirlere geçmeyen manzumeler


içermesi: Bazen neşri yapılmış divanların içerisinde bulunmayan bir
manzumeye şiir mecmualarında tesadüf edilebilmektedir. Mecmua-
mızda bu durumla ilgili çeşitli örnekler vardır.
* Aşağıda ilk bendini verdiğimiz ve Usûlî’ye ait müseddes “Usûlî
Divanı”nın mevcut neşrinde (İsen 1990) yoktur:
258 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Bana hicrân belâsı hep bu çarh-ı bî-vefânundur


Şefâ‘at merhamet şefkat Resûl-i kibriyânundur
‘Atâ vü lutf u bahş ol Hâlık-ı kevn ü mekânundur
Dilâ bîhûde sanma kim bu söz bir nüktedânundur
Erenlerden ümîdün kesme himmet evliyânundur
Tevekkül kıl visâl-i yâr içün virmek Hudânundur (2b)
* Aşağıya matla beytini aldığımız 6 beyitlik gazel “Bağdatlı Rûhî
Dîvânı” neşrinde (Ak 2001) bulunmamaktadır:
Eski yâr-ı gam-güsâr-ı bezm-i rindândur kadeh
Mahrem-i râz-ı derûn-ı bâde-nûşândur kadeh (Rûhî) (7b-8a)
* Mecmuamızın 13b varağında geçen ve ilk beytini örnek verdiğimiz
5 beyitlik aşağıdaki gazel “Nâbî Dîvânı” neşrinde (Bilkan 1997) bulun-
mamaktadır:
Kıyâs itme gönül kûyına bî-rehber gider cânâ
Önince cûybâr-ı eşk-i çeşm-i ter gider cânâ (13b)
* Aynı şekilde Cinânî’ye ait:
Gam-ı hâlün ile ol zülf-i anber-fâma düşmüşdür
Harîs-i dâne olmag-ıla miskîn dâma düşmüşdür (33b-34a)
matlalı gazel “Cinani Dîvânı” neşrinde mevcut değildir (Okuyucu 1994).
* Mecmuamızın 34b-35b varaklarında kayıtlı olan ve aşağıya ilk
bendini aldığımız 12 bentlik manzume “Rûhî” mahlasını taşımaktadır.
“Bağdatlı Rûhî Dîvânı” başlıklı neşirde (Ak 2001) rastlayamadığımız bu
manzume, mecmuamızdaki diğer Rûhî mahlaslı şiirlerin de “Bağdatlı
Ruhî Divanı”nda bulunması sebebiyle kuvvetle muhtemel ona aittir:
Sâkiyâ mey sun bize Bârî Hudânun ‘aşkına
Sürelim bir dem Muhammed Mustafanun ‘aşkına
İdelüm ‘izzet ‘Aliyyü’l-Murtazânun ‘aşkına
Nûş idelüm Şâh Hasan hulk-ı Rızânun ‘aşkına
Cûş idelüm Şâh Hüseyn-i Kerbelânun ‘aşkına (Rûhî)

2. Bozuk/eksik kelime yahut vezinli metinlerin tamir edilme-


sinde şiir mecmualarının katkısı: Bu durumla ilgili olarak aşağıdaki
örnekleri vermek mümkündür:
Metin Te’sisinde Şiir Mecmualarının Katkısı ● 259

* Mecmuanın 1b yaprağında bulunan, Sun‘ullah-ı Gaybî’ye ait 15


beyitlik manzumenin ilk beyti “Sun‘ullah-ı Gaybî Divanı” başlıklı ne-
şirde şu şekildedir:
Gönül tıflı dem-â-dem ders alur pîr-i vahdetden
Olur lâ-büdde müstahrec bu esrâr-ı hüviyyetden (Kemikli 2000:
352)
Görüldüğü üzre beytin ilk mısrasında vezin bozuktur. Bu beyit
mecmuamızda şöyle kayıtlıdır:
Gönül tıflı dem-â-dem ders okursa sırr-ı vahdetden
Olur lâ-büdde müstahrec bu esrâr-ı hüviyyetden
Beytin ilk mısrasında geçen “alur” kelimesi yerine nüsha farkları ara-
sında gösterilmeyen “okursa” kelimesi getirilirse vezin ve anlam düzel-
mektedir.
* “Abdülahad Nûrî Divanı” başlıklı neşirde:
Ser-kâra erişmek dileyenler eder ikrâr
İnkârı ko inkâr ile în kâr ele girmez (Coşkun 2001: 87)
şeklinde geçen beyit, mecmuamızda:
Bir kâra irişmek dileyenler ider ikrâr
İnkârı ko inkâr ile ikrâr ele girmez (7b)
şekliyledir. Buna göre “ser/bir” ve “în kâr/ikrâr” değişiklikleri de dik-
kate değerdir.
* “Nâbî Dîvânı” neşrinde:
Olurmuş hançer-i ser-tîz çeşm-i yâre besbelli
Dil-i mecrûh açılmaz bana ammâ yâre besbelli (Bilkan 1997: II,
G. 830, 1081)
şeklinde geçen beyit, mecmuamızda:
Urulmuş hançer-i ser-tîz-i çeşm-i yâre besbelli
Dil-i mecrûh açılmaz bana ammâ yâre besbelli (15a)
olarak geçmektedir. Dolayısıyla “olurmuş/urulmuş” değişikliği ile beyit
yeni bir anlam kazanmaktadır.
* “Bâkî Dîvânı” neşrinde:
260 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Biz dahı kâ’ilüz insâfa dilâ bûs u kenâr


Her gün olmasa hele bâri her ahşâm olsa (Küçük 1994: G. 435,
370)
şekliyle kayıtlı beyit, mecmuamızda şöyledir:
Biz dahı kâyilüz insâfa dilâ bûs u kinâr
Her gün olmazsa hele bâri bir ahşâm olsa (2. beyit, 25a-25b)
Buna göre nüsha farkları arasında gösterilmeyen “olmasa/olmazsa” ve
“her/bir” değişiklikleri dikkate değerdir.

3. Şiir mecmualarının çeşitli nazım şekilleriyle yazılmış manzu-


melerdeki eksik kısımları tamamlaması: Bazen gazel, kaside, murabba,
muhammes vb. nazım şekilleriyle yazılmış manzumelerin eksik kalmış
veya müstensihlerin dikkatinden kaçmış bir beyti/bendi şiir mecmuaları
sayesinde tamamlanabilmektedir. Bu eksiklik çoğu zaman naşirlerin de
dikkatini çekmemektedir. Bu duruma aşağıdaki örnekler verilebilir:
* Şah İsmâil Hatâyî’ye ait 7 dörtlükten oluşan manzumenin aşağı-
daki 4. dörtlüğü “Şah İsmail Hatâ’î Külliyatı” başlıklı neşirde (Cavanşir
ve Necef 2006: 424-425) bulunmamaktadır:
Mûsî-i Kâzımı her kim bildi oldur ehl-i Hak
Gel şehenşâh-ı ‘Ali Mûsî-i ra‘nâdan al sebak78
Ten gözini gide[r]üp [sen] cân göziyle ëMž« bak
Kıblegâhumdur Muhammed secdegâhumdur ‘Ali (2b-3a)
* Nâbî’ye ait:
Çemende cûy-veş bu cüst-cûlar hep senünçündür
Miyân-ı bülbülânda güftgûlar hep senünçündür (Bilkan 1997: I,
G. 221, 625-626)
matlalı gazelin aşağıdaki beyti divanın neşrinde mevcut değildir:
Niçün ey nazm-ı Nâbî tâze tâze cilve etmezsin
Kalemden safhaya bu ser-fürûlar hep senünçündür (7.beyit, 14a)

78
Bu mısraın vezni bozuktur. “Al şehenşâh-ı ‘Ali Mûsî-i ra‘nâdan sebak” şeklinde bir
tamirle vezin düzelmektedir.
Metin Te’sisinde Şiir Mecmualarının Katkısı ● 261

4. Mecmuaların, divanı bilinmeyen/olmayan bir şairin şiirlerini


tespit etmeye katkısı: Divanı olmasına karşın günümüze kadar
ulaş(a)mayan veya bir divan tertip edecek miktarda manzumesi olma-
yan şairlere ait manzumeleri tespit etmede mecmualar önemli kaynak-
lardandır. Günümüz tenkitli metin çalışmalarında, mecmuaların kulla-
nılması suretiyle oluşturulmuş metinlere rastlanmaktadır. Görebildiği-
miz kadarıyla Yaşar Aydemir’e ait “Behiştî Dîvânı” neşri (Aydemir
2000), şairin “Divan”ında bulunan şiirlerine mecmualarda kayıtlı 334
manzumesinin eklenmesiyle meydana getirilmiştir. Bu yazıda inceledi-
ğimiz Hacı Mahmud Efendi 5214 no’lu mecmuada da Behiştî’nin bu tür
şiirleri yer almaktadır (18a, 18b, 19a).
Yine bu duruma örnek olarak, “Gül ü Bülbül” mesnevisiyle ünlü
şair Kara Fazlî’nin de divanı hâlen tespit edilememekle birlikte, 12 mec-
muada yer alan şiirleri toplanarak “Dîvân”ı oluşturulmuştur.79 Dolayı-
sıyla mecmualar, günümüze kadar ulaşamayan manzumeleri, hatta her-
hangi bir şairin divanını oluşturacak miktarda şiirleri içerme özelliğiyle
edebiyat araştırmalarının hatırı sayılır kaynaklarıdır.
Yukarıda örnekleri verilen kısımların yanısıra mecmuaların; bir ya-
zarın edebî kimliğini tespit etmede, edebiyat tarihimiz boyunca çözüle-
memiş önemli meseleleri halletmede ve çeşitli nedenlerle ismi günü-
müze ulaşamamış müelliflerin ortaya çıkarılmasında katkıları vardır
(Aydemir 2001).

Hacı Mahmud Efendi 5214 No’lu Mecmuayı Oluşturan Şiirler:


Mecmuayı oluşturan asıl şiirlere geçilmeden önce, baş tarafta, Ga-
lata Mevlevihanesi, Yenikapı Mevlevihanesi, Kasım Paşa Mevlevihanesi,
Beşiktaş Mevlevihanesi ve Üsküdar tekkesindeki Mevlevî şeyhleri ismen
zikredilmiştir. Bu kısımlardaki başlıklar sırasıyla şöyledir:

‘Meşâyıh-ı Mevlevihâne-i Galata Kullekapusı binâ-i İskender


Paşa’

79
bkz. Mustafa Özkat, Kara Fazlî’nin Hayatı, Eserleri, Edebî Kişiliği ve Dîvânı (İnceleme-
Tenkitli Metin), Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul, 2005.
262 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

‘Meşâyıh-ı Mevlevihâne-i Bâb-ı Cedîd bânî-i merhûm Yeniçeri


efendisi Mehmed Efendi tarih-i binâsı’
‘Meşâyıh-ı Mevlevihâne-i Kasım Paşa bina-i kerîme-i Kâdı Ömer
Efendi evâhir-i Sultan Ahmed Hân-ı evvel’
‘Meşâyıh-ı Mevlevihâne-i Beşiktaş bina-i Hüseyin Paşa’
‘Meşâyıh-ı Mevleviyân der-zâviye-i Üsküdar binâ-i Numan Beg
Hanım Sultanzâde bed’-i mukâbele-i şerîf sene 1211’
Bundan sonra Galata Mevlevihanesi şeyhlerinin ismen zikredildiği,
Keçecizade İzzet Molla’ya (ö. 1829) ait 51 beyitlik bir manzume bulun-
maktadır. Molla’nın “Bahâr-ı Efkâr” adlı Divanı’nda da bulunan (Ceylan
ve Yılmaz 2005: 696-700) ve mecmuada “Meşâyıh-ı Mevlevihâne-i Galata
(ks.)” ser-levhasıyla verilen bu manzume şöyle başlamaktadır:
Sevindürdi kudûm-ı devletiyle Hân Süleymânı
Şeh-i iklîm-i himmet hazret-i Sultân-ı Dîvânî
Bu kısımlardan sonra asıl mecmuaya geçiş yapılmıştır. Mecmuadaki
şiirler, başlangıç kısımları ve varak numaraları dikkate alınarak aşağı-
daki şekilde sıralanabilir:
Gönül tıflı dem-â-dem ders okursa80 sırr-ı vahdetden
Olur lâ-büdde müstahrec bu esrâr-ı hüviyyetden (Gaybî) (G, 15 b. 1b)

Dü ‘âlem zâhir [ü] bâtın hakîkat bir işâretdür


Dil-i âdemde dem dem çalınan tabl-ı beşâretdür (İbrâhim) (K, 13 b.
1b-2a)
Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler
Yevme lâ yenfa‘uda kalb-i selîm isterler (Rûhî) (G, 10 b. 2a)

Bana hicrân belâsı hep bu çarh-ı bî-vefânundur


Şefâ‘at merhamet şefkat Resûl-i kibriyânundur
‘Atâ vü lutf u bahş ol Hâlık-ı kevn ü mekânundur
Dilâ bîhûde sanma kim bu söz bir nükte-dânundur
Erenlerden ümîdün kesme himmet evliyânundur

80
Bu mısra Sun‘ullâh-ı Gaybî Divanı’nda “Gönül tıflı dem-â-dem ders alur pîr-i
vahdetden” şeklindedir ve bu şekliyle vezin bozuktur. “Okursa” şekli gösterilen
nüshalarda mevcut değildir (Kemikli 2000: 352).
Metin Te’sisinde Şiir Mecmualarının Katkısı ● 263

Tevekkül kıl visâl-i yâr içün virmek Hudânundur81 (Usûlî) (Müsed-


des, 5 bend, 2b)

Bendeyim ben cân u dilden pâdişâhumdur ‘Ali


Gözlerim nûru cihânda bedr-i mâhumdur ‘Ali
Yolına cânum fedâdur toğrı râhumdur ‘Ali
Kıblegâhumdur Muhammed secdegâhumdur ‘Ali 82 (Hatâyî) (Mu-
rabba, 7 bend, 2b-3a)

Ol zamân kim ‘âleme kıldı nazar Perverdigâr


Nûr-ı Ahmedden ‘Ali nûrı olupdur âşikâr
Vird-i Cibrîl idi oldı çün cihâna yâdigâr
Lâ fetâ illâ ‘Ali lâ seyfe illâ Zülfekâr (Seyfullâh) (Murabba, 15 bend
3a-3b)

Açıl bâğın gül-i nesrîni ol ruhsârı görsünler


Salın serv-i sanevber şîve vü reftârı görsünler (Bâkî) (G, 5 b. 4a)

Gidersün işveyi güller o gül-ruhsârı görsünler


Kosun feryâdı bülbüller bu âh u zârı görsünler (Makâlî) (G, 5 b. 4a)

Elinde sâgar-ı gülgûn ile dil-dârı görsünler


Cinân bâğında açılmış gül-i bî-hârı görsünler (‘Ulvî) (G, 5 b. 4a)

Cemâlin pertevin ‘arz it güneş ruhsârı görsünler


Salın serv-i sanevber-veş bugün reftârı görsünler (Remzî) (G, 5 b. 4a-
4b)

Salın gülzâre ey serv-i revânum gül zamânıdur


Misâl-i gonçe ey tâze cüvânum gül zamânıdur (Lutfî) (G, 6 b. 4b)

Açıl gülzâre ey şîrîn-zebânum gül zamânıdur


Hemân handân ol ey gonçe dehânum gül zamânıdur (Reşîd) (G, 5 b.
4b)

Gül-i gülzâre gel ey murg-ı cânum gül zamânıdur


Açıl ey gonce-fem tâze civânum gül zamânıdur (Sâlim) (G, 6 b. 4b-5a)

81
5 bentten oluşan bu manzume “Usûlî Divanı” neşrinde yoktur (İsen 1990).
82
7 dörtlükten oluşan bu manzume “Şah İsmail Hatâ’î Külliyatı” neşrinde 6 dörtlük-
tür (Cavanşir ve Necef 2006: 424-425).
264 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Çıkup bâğa sefâ kıl mihribânum gül zamânıdur


Hırâm it nâz ile serv-i revânum gül zamânıdur (Sırrî) (G, 7 b. 5a)

Ne bezmün şem‘isün pervâne-i bî-tâkatün kimdür


Ne burcun mâhısun pertev-perest-i tal‘atün kimdür (Sabrî) (G, 5 b.
5a)

Ne bâğun verdisin bûy-âşinâ-yı ülfetün kimdür


Ne bezmün şem‘isin sûz-âzmâ-yı sohbetün kimdür (Fasîh) (G, 5 b.
5a-5b)

Ruhsârum üzre dîdelerüm katre-pâş olur


Râz-ı dilüm o vechle dil-dâre fâş olur (Hasîb) (G, 5 b. 5b)

Andukca la‘l-i yâri gözüm kanlu yaş olur


Düşdükce şekli hâtıra bağrumda baş olur (Sırrî) (G, 5 b. 5b)

Şimdi ben bir kâmet-i bâlâdan ayrıldum meded


Cevri az bir dil-ber-i ra‘nâdan ayrıldum meded (Emîn) (G, 5 b. 5b)

Bir perî-peyker melek-sîmâdan ayrıldum meded


Hûblara server şeh-i vâlâdan ayrıldum meded (Sırrî) (G, 5 b. 5b-6a)

Niçe demdür ol cüvânumdan cüdâ düşdüm meded


Kâmeti serv-i revânumdan cüdâ düşdüm meded (Emîn) (G, 5 b. 6a)

Hayf ol rûh-ı revânumdan cüdâ düşdüm meded


Dil-nüvâzum mihribânumdan cüdâ düşdüm meded (Sırrî) (G, 5 b. 6a)

Riyâz-ı hüsnde olmuş o la‘l-i nâb lezîz


Cinân içinde bilürsin olur şarâb lezîz (Bâkî) (G, 5 b. 6a)

Egerçi bî-şek olur zevk-i vasl-ı yâr lezîz


Velîk bana gelür andan intizâr lezîz (Nâbî) (G, 5 b. 6b)

Hûbân-ı sitemgâr cefâdan mütelezziz


‘Uşşâk-ı dil-figâr rızâdan mütelezziz (Nâbî) (G, 5 b. 6b)

Kaşun ki dil ü cânuma gamzenle ok urdı


‘Âlemde bugün mihr ü vefâ yayın o kurdı (Tîgî) (G, 5 b. 6b)

Cân kasdın idüp kaşlarının yayın o kurdı


Virmedi amân gamze-i cellâdı ok urdı (Bezmî) (G, 5 b. 6b-7a)
Metin Te’sisinde Şiir Mecmualarının Katkısı ● 265

Zâhidâ dirsen nedür mahbûb-ı garrâdan garaz


Sun‘-ı Hak seyr itmedür her hüsn-i zîbâdan garaz (Rûhî) (G, 5 b. 7a)

Yâr ‘aceb subha degin ağladuğum bilmez mi


Nâr-ı hasretle ciger dağladuğum bilmez mi (Esrâr Dede) (G, 5 b. 7a)

Mest iken o şûhun leb-i handânını öpdüm


Bakdum haberi olmadı her yanını öpdüm (Esrâr Dede) (G, 5 b. 7a)

Kâküllerine ol mehin ey şâne tokunma


Zincîri kırar bu dil-i dîvâne tokunma (Esrâr Dede) (G, 5 b. 7a-7b)

Ağyârı çü terk etmeyesin yâr ele girmez


Yokluk yoluna gitmeyesin var ele girmez (Nûrî) (G, 5 b. 7b)

Hem-dem-i dîrîne-i erbâb-ı irfândur kadeh


Belki dürd-âşâm olanlar cismine cândur kadeh (Sâlim) (G, 6 b. 7b)

Eski yâr-ı gam-güsâr-ı bezm-i rindândur kadeh


Mahrem-i râz-ı derûn-ı bâde-nûşândur kadeh (Rûhî) (G, 6 b. 7b-8a)

Olmuş esîr-i ‘aşk o perî nev-cüvân iken


Yanmış firâka âteş-i sad-hânümân iken (Nâbî) (G, 11 b. 8a)

Düşmüş mahabbete dahı nevres cüvân iken


Olmuş esîr pâdişâh-ı hüsn ü ân iken (Vehbî) (G, 9 b. 8a-8b)

Takrîr-i râz-ı ‘aşka zebânum mı var benim


Cânândan şikâyete cânum mı var benüm (Nâbî) (G, 6 b. 8b)

Mümkin mi rûy-ı yâre nigâh etmeyem desem


Her bir nigâhda nâle vü âh etmeyem desem (Nâbî) (G, 8 b. 8b-9a)

Girmedi âgûş-ı vasla dil-rübâlardan biri


Düşmedi dil-haste-i ‘aşka devâlardan biri (Nâbî) (G, 11 b. 9a)

Hisseme kande ki bir dilber-i meh-pâre çıkar


Tâli‘ümdür geh sitemgâre geh âvâre çıkar (Nâbî) (G, 6 b. 9a)

İstemem sâgarı zîb-i kef-i yâr olmayıcak


Kim bakar âyîneye âyine-dâr olmayıcak (Nâbî) (G, 5 b. 9b)
266 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Kim düşer dâmenüme katre-i hûndan gayrı


Kim öper pâyumı zencîr-i cünûndan gayrı (Nâbî) (G, 5 b. 9b)

Nâme yazsam yâre destümde kalem nâbûd olur


Harf âteş hâme hâkister mürekkeb dûd olur (Nâbî) (G, 8 b. 9b)

Nakş-ı zuhûr sanma ki bî-ihtilâf olur


Cûy-ı vücûd geh bulanur gâh sâf olur (Nâbî) (G, 6 b. 10a)

Gerçi hayr u şer miyânında muhayyer gelmişüz


Lîk ma‘nen hükm-i takdîre musahhar gelmişüz (Nâbî) (G, 7 b. 10a)

Hat-ı lebinde hurûf-ı mülâyemet yokdur


O şâh-beytde ma‘nâ-yı merhamet yokdur (Nâbî) (G, 5 b. 10a)

Sîmîn kemer ki zîver-i mûy-ı miyânıdur


Çengelli belde sanki gümüş kârbânıdur (Nâbî) (G, 10 b. 10b)

Ne dem bir şûhu âgûş-ı hayâlimde mekîn buldum


Hayâlüm benden evvel leblerinden bûse-çîn buldum (Nâbî) (G, 5 b.
10b)
Lâubâlîlik ile gerçi ki meşhûr biziz
Çalana terk-i riyâ etmege me’mûr biziz83 (Nâbî) (G, 5 b. 10b-11a)

Ne denlü olsa da âlûdelik ‘alâmetümüz


Kabûl eder yine ashâb-ı özr imâmetümüz (Nâbî) (G, 5 b. 11a)
Zebân-ı ma‘nî-i maksûddur işâretümüz
Tehallüf itdigi yokdur bizüm beşâretümüz (Nâbî) (G, 5 b. 11a)
Safâ-yâbem ne denlü gamzesi pür-çeşm-i çîn olsa
Dem-i serdüm nesîm-i mevce-i çîn-i cebîn olsa (Nâbî) (G, 7 b. 11a)
Esâs urdukca bünyâd-ı müdârâya ta‘ablarla
Gelür vîrân ider seylâb-ı istiğnâ gazablarla (Nâbî) (G, 5 b. 11b)
Noktayı idrâk ider harf üzre tahmîl itdügin
Kâtib-i sun‘un bilen icmâli tafsîl itdügin (Nâbî) (G, 6 b. 11b)

83
Bu gazelin ilk beyti “Nâbî Dîvânı” neşrinde “Lâubâlilik ile gerçi ki meşhûruz biz/
Çâre ne terk-i riyâ itmeğe me’mûruz biz” şeklindedir. Diğer beyitler de “biz” redifi
etrafında devam etmektedir (Bilkan 1997: II, 694, G. 316).
Metin Te’sisinde Şiir Mecmualarının Katkısı ● 267

İnkâr iderse gamzesi düzdândan oldugun


Ebrûları işâret ider andan oldugun (Nâbî) (G, 5 b. 11b)

Gerçi biz rind [ü] kalenderlikle şöhret vermişüz


Halka der-gûşuz ‘ubûdiyyetle hüccet vermişüz (Nâbî) (G, 9 b. 11b-
12a)
Dü mengûşı kalender rûy-ı bed-fercâma uydurmuş
Şarâbı sûfî engûrîden almış câma uydurmuş (Nâbî) (G, 5 b. 12a)

Her bâğ-ı dil-küşâda ki nâ-yâb ola gamın


Firdevs olursa başına teng olur âdemin (Nâbî) (G, 5 b. 12a)

N’ola âhumla çeksem tâk-ı ‘arşa anberîn perde


Beni leb-rîz-i sevdâ etdi bir şûh-ı siyeh-çerde (Nâbî) (G, 5 b. 12a-12b)

Hilâl-i [‘ıyd] kalmış ebr-i gevher-bârun altında


Misâl-i gûş-ı meh-rûyân ham-ı destârun altında (Nâbî) (G, 7 b. 12b)

Râz-dârın olsa râzın söylemez cânânenün


Çıkmadı gitdi dehânından haber pervânenün (Nâbî) (G, 7 b. 12b)

Bu hasret böyle kalmazdı dil-i endûhgînümde


Demâğ olsa eger harf-i niyâza nâzenînümde (Nâbî) (G, 7 b. 13a)

Pây-ı yâre düşmege ağyârdan nevbet mi var


Sâyesinde nahl-i ümmîdün meger râhat mi var (Nâbî) (G, 5 b. 13a)

Dâğsız bir sîne var mı şem‘-i rûyundan senün


Dil-perîşân olmadık kim kaldı mûyundan senün (Nâbî) (G, 6 b. 13a)

Kıyâs itme gönül kûyına bî-rehber gider cânâ


Önince cûybâr-ı eşk-i çeşm-i ter gider cânâ84 (Nâbî) (G, 5 b. 13b)

Nedür ey şûh bu bîhûde gazab n’oldı sana


Meşrebün düşmene nâz itdi ‘aceb n’oldı sana (Nâbî) (G, 5 b. 13b)

Engüşt-i nüvâziş ki leb-i yâre yapışmış


Mıkrâzdur ol şem‘-i ziyâ-dâre yapışmış (Nâbî) (G, 5 b. 13b)

84
Bu gazel “Nâbî Dîvânı” neşrinde yoktur (Bilkan 1997).
268 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Bir zamân hüsn ile ol âfet-i meh-rû ne imiş


Nâz u şîve ne imiş kâmet-i dil-cû ne imiş (Nâbî) (G, 5 b. 13b-14a)

Hisse-yâb oldu[n] ise zâ’ika-i ma‘nâdan


Secde-i dâimenün lezzetin al Tûbâdan (Nâbî) (G, 8 b. 14a)

Çemende cûy-veş bu cüst-cûlar hep senünçündür


Miyân-ı bülbülânda güft-gûlar hep senünçündür (Nâbî) (G, 7 b. 14a)

Yine85 sûz-ı dilün ol86 şem‘-i bî-pervâ ne söylersün


Tabîb-i câna derdin söylemez de yâ ne söylersün (Nâbî) (G, 7 b. 14a-
14b)

Sarf eyler idüm vasfına câm-ı mey-i nâbın


Hâsıyyetin inkâra mecâl olsa şarâbın (Nâbî) (G, 5 b. 14b)

Düşmeden şi‘ri garaz dâ’ire-i techîde


Ma‘ni-i vahşîyi bend eylemedür zencîre (Nâbî) (G, 9 b. 14b-15a)

Urulmuş hançer-i ser-tîz-i çeşm-i yâre besbelli


Dil-i mecrûh açılmaz bana ammâ yâre besbelli87 (Nâbî) (G, 5 b. 15a)

Eyyâm-ı zemistânda beni gerdiş-i devrân


Bir hâne-i vîrân-şudede eyledi mihmân (Nâbî) (G, 8 b. 15a)

Bir zamân tohmı kazâ pâ-zede-i hâk eyler


Bir zamân zîb-i serâ-perde-i eflâk eyler (Nâbî) (G, 7 b. 15a-15b)

Zann itme zer-i kalbümi meskûk degildür


Tuğra-zededür sikkesi meşkûk degildür (Nâbî) (G, 5 b. 15b)

Sanma âsâyiş-i dil zâr u hazîn olmadadur


‘Âkıbet künc-i tevekkülde metîn olmadadur (Nâbî) (G, 5 b. 15b)

85
Bu kelime “Nâbî Dîvânı” neşrinde “dime” şeklindedir ve farklılıklar arasında
yoktur (Bilkan 1997: II, 911, G. 598).
86
“Ol” yerine “ey” olması ihtimal dahilindedir.
87
Bu beyit “Nâbî Dîvânı” neşrinde “Olurmuş hançer-i ser-tîz çeşm-i yâre besbelli/
Dil-i mecrûh açılmaz bana ammâ yâre besbelli” şeklindedir (Bilkan 1997: II, 1081,
G. 830).
Metin Te’sisinde Şiir Mecmualarının Katkısı ● 269

Hayâlünden gelür gam hâtıra cânâneden gelmez


Sitem hep âşinâlardan gelür bîgâneden gelmez (Nâbî) (G, 5 b. 15b-
16a)

Evsâf-ı mahabbet dehen-i hâmeye sığmaz


Ta‘bîr-i merâyâ-yı nihân nâmeye sığmaz (Nâbî) (G, 5 b. 16a)

Gâh nev-bâfte-i hüsn mezâd olmadadur


Gâh zer-kerde-i engüşt kesâd olmadadur (Nâbî) (G, 5 b. 16a)

Nikât-ı nüsha-i hüsne o kes ki vâkıf olur


Edeble bûse-zen-i dâmen-i mesâhif olur (Nâbî) (G, 7 b. 16a)

Cânumun cevheri ol la‘l-i güher-bâra fidâ


‘Ömrümün hâsılı ol şîve-i reftâre fidâ (Fuzûlî)(G, 7 b. 16b)

Hayâliyle tesellîdür gönül meyl-i visâl etmez


Gönülden taşra bir yâr oldugun ‘âşık hayâl etmez (Fuzûlî) (G, 9 b.
16b)

Ey mezâk-ı câna cevrün şehd [ü] sükker dek lezîz


Dem-be-dem zehr-i gamun kand-i mükerrer dek lezîz (Fuzûlî) (G, 7
b. 16b-17a)

Pembe-i merhem-i dâğ içre nihândur bedenüm


Diri oldukca libâsum budur ölsem kefenüm (Fuzûlî) (G, 4 b. 17a)

Her kitâba kim leb-i la‘lün hadîsin yazalar


Rişte-i cân birle ‘aşk ehli anı şîrâzeler (Fuzûlî) (G, 5 b. 17a)

Zülfi gibi ayağın komaz öpem nigârum


Yokdur anun yanında bir kılca i‘tibârum (Fuzûlî) (G, 6 b. 17a-17b)

‘Aşk derdi ey mu‘âlic kâbil-i dermân degül


Cevherinden eylemek cismi cüdâ âsân degül (Fuzûlî) (G, 5 b. 17b)

Yine erbâb-ı işret geldiler meclis müheyyâdur


Getür sâki mey-i gülgûnı kim bir başka sevdâdur (Vâsık Efendi) (G,
5 b. 17b)

Ne hûnîdür gözüm sâki ki bağrumdan kebâb ister


Döküp nâ-hak yere kanum gözüm yaşın şarâb ister (Şem‘î) (G, 6 b.
17b)
270 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Salınup nâz ile seyr itmege serv-i semeni


Kademün etse n’ola müşerref sahn-ı çemeni
Cilve eyyâmıdur ammâ ki bu gam aldı beni
Nice toyunca görem sen gül-i nâzik-bedeni
Kendü kirpigüm olupdur bana gözüm dikeni (Behiştî) (Muhammes,
5 bend, 18a)
Niçün böyle karâr üzre degüldür hâlün ey deryâ
Senün hâletlerün her dem ider ‘âşıkları şeydâ (Behiştî) (G, 5 b. 18a)
Cihândan fâriğ olmuşdum dil [ü] cândan dahı geçdüm
Vücûdum fikri kalmışdı bugün andan dahı geçdüm (Behiştî) (G, 5 b.
18a-18b)
Yaşum deryâsı mevc urdukca bahr-i bî-gerân inler
Figânum ‘âlemi tutdukca her kûh-ı girân inler
Derûnum nâle peydâ eyledükce ins ü cân inler
Kaçan kim zâr [u] dil-haste olup bir nâ-tüvân inler
Anun feryâdına rahm eyleyüp kevn ü mekân inler (Behiştî)
(Muhammes, 5 bend, 18b)
Mübtelâ-yı derd-i gam bulsam melâlüm söylerim
Ehl-i hâle râst gelsem hasb-ı hâlüm söylerim (Behiştî) (G, 5 b. 18b-19a)
Çekdim yakasın gerden-i ağyâre yapışdum
Gavgâ büyüdü dâmen-i inkâre yapışdum (Sâbit) (G, 6 b. 19a)
Nûş it mey-i gülgûnı leb-i câma tuyurma
Bûs-ı leb-i yâr it fem-i gül-fâma tuyurma (Kânî) (G, 5 b. 19a)
Çâk oldı yakam cevr-i firâvânun elinden
Sad-pâre iken dâmen-i dil anun elinden (Bâkî) (G, 7 b. 19a-19b)
İrişdüm bahre cûy-âsâ basît-ı hâkden geçdüm
Bisât-ı kurba irdüm çenber-i eflâkden geçdüm (Bâkî) (G, 6 b. 19b)

Münevver kıldı âfâkı yüzün ey meh ziyâlıkdan


Yaraşur Sidre kaddüne dem ursa müntehâlıkdan
Ferâgat eyledi sandum seni ben pür-cefâlıkdan
Gözüm yaşını bahr etdün firâkunla cüdâlıkdan
Senünle kanı a zâlim su sızmazdı aralıkdan (Latîfî) (Muhammes, 5
bend, 19b-20a)
Metin Te’sisinde Şiir Mecmualarının Katkısı ● 271

Şâh-ı gülde jâle düşmüş gonçe-i ra‘nâ mıdur


Şâh elinden ya murassa‘ sâgar-ı sahbâ mıdur (Bâkî) (G, 5 b. 20a)

Nihâl-i hoş-hırâmun seyr idenler sahn-ı gülşende


Didiler serve cânun var ise reftâre gel sen de (Gubârî) (G, 5 b. 20a)

Musâhibdür benümle künc-i firkatde gamum vardur


Beni bîgâne sanma pâdişâhum hem-demüm vardur (Gubârî) (G, 5 b.
20a)

Rûz [u] şeb ebrûn-ıla ruhsârun eylerler murâd


Anun içün mihr [ü] meh bir yerde etmez ittihâd (Gubârî) (G, 5 b. 20b)

Pervâne degülmişse ruhun şem‘ine cânum


Çak böyle yanar mıydı benüm rûh-ı revânum (Gubârî) (G, 5 b. 20b)

Ey melâhatde Yûsuf-ı Ken‘an


Mısr-ı hüsn içre yok sana akrân (Gubârî) (G, 5 b. 20b)

Nazar yok âşık-ı bî-dillere dil-dâr incinmiş


Dirîgâ kullarına hazret-i hünkâr incinmiş (Gubârî) (G, 5 b. 20b-21a)

Ağlamazdum andelîb-âsâ figân [u] zârdan


N’eyleyim ol gonçe-i ra‘nâ kesilmez hârdan (Gubârî) (G, 5 b. 21a)

Her kaçan vahşî gazâlum geşt ide sahrâ yüzin


Hây hûyum âh kim ol dem tutar dünyâ yüzin (Hayâlî) (G, 5 b. 21a)

Başum diyâr-ı gamda belâ kûhsârıdur


İki gözüm bi-aynihi anun buñarıdur (Hayâlî) (G, 5 b. 21a)

Gazeliyyât-ı Vehbî

Yûsuf da görse tal‘atini bî-nevâlanur


Erbâb-ı ‘aşk şâh da olsa gedâlanur (Vehbî) (G, 6 b. 21b)

Dil Yûsufını çâh-ı zenahdâna düşürdüm


Ol tıfl-ı ‘azîzi yine zindâna düşürdüm (Vehbî) (G, 7 b. 21b)

Görüp sükûnumı zann etme râhatümdendür


Gam ile ‘arbedeye za‘f-ı tâkatümdendür (Vehbî) (G, 5 b. 21b)
272 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Mahabbet ehli mahzûn olsa da mesrûr olur elbet


Serây-ı şâh kalmaz münhedim ma‘mûr olur elbet (Vehbî) (G, 7 b. 22a)

Verdim kirişm-i şûhuna cânâ ne var ne yok


Cân tende sînede dil-i şeydâ ne var ne yok (Vehbî) (G, 7 b. 22a)

Sâkiyâ sun bâde gül-fâm olsa da mâni‘ degil


Ana la‘lün nukl yarım olsa da mâni‘ degil (Vehbî) (G, 5 b. 22a-22b)

Yine şemşîr-i âhı ol büt-i gaddâra göstersek


O şûh[ı] ya‘ni tahvîf eyleyüp gaddâre göstersek (Vehbî) (G, 6 b. 22b)

La‘lün ki dil-rübâ leb-i câm-ı şarâba kor


Bir neşüküfte gonceyi gûyâ ki âba kor (Vehbî) (G, 7 b. 22b)

Nigâh-ı mesti bezm-i işvede çün bâde-nûş olmuş


Hum-ı mey-veş dil-i pür-hûn-ı ‘âşık pür-hurûş olmuş (Vehbî) (G, 5 b.
22b-23a)

Gark-âlûde ruh-ı dilber-i mey-gûn hamı gör


Gülşen-i hüsnde gül-gonçe-i pür-şebnemi gör (Vehbî) (G, 8 b. 23a)

Zühd ile ‘aşk ülfet ider mi o kar o kor


‘Âşık çeker mi çille-i cevri o zâr o zûr (Vehbî) (G, 10 b. 23a)

Câm-ı şarâb-ı la‘lüni handân olur gören


Esrâr-ı hatt-ı sebzini hayrân olur gören (Vehbî) (G, 10 b. 23b)

Seni ey nâme der-i dilbere irsâl ideyim


Ya‘ni ber-beste-i dâğ-ı dil-i meyyâl ideyim (Vehbî) (G, 9 b. 23b)

Gönül kim nakd-i cânı bir büt-i nâ-râm içün saklar


Sadefler gevherin gavvâs-ı [dehr] her şâm içün saklar (Vehbî) (G, 11
b. 24a)

Nihâl-i nâzenînün neşv nemâsı artar eksilmez


Dükenmez genc imiş nakd-i cefâsı artar eksilmez (Vehbî) (G, 9 b. 24a)

Perîşândur tecâvüz itmek ile hadd [ü] gîsûlar


Nizâm-ı şâneye hâcet değil müjgân [u] ebrûlar (Vehbî) (G, 5 b. 24b)

Çeşm-i merdüm-küşü mey-hâre degildür de nedür


Mest-i hûn-ı dil-i bî-çâre degildür de nedür (Vehbî) (G, 5 b. 24b)
Metin Te’sisinde Şiir Mecmualarının Katkısı ● 273

Hatt-ı püşt-i leb nigîn-i la‘lüne pervâzedür


Târ-ı gîsû mushaf-ı ruhsâruna şîrâzedür (Vehbî) (G, 5 b. 24b)

Ebr-veş mihr-i ruh-ı dil-dârı pinhân itdi hat


Rûz-ı ‘uşşâkı şeb-i târîke yeksân itdi hat (Vehbî) (G, 7 b. 24b-25a)

Şehâ gördüm cemâlünde senün bu dört şehr ‘ıyân


Biri Ay’dur biri Gün’dür biri Zühre biri Rıdvân (Bâkî) (G, 5 b. 25a)

Hoş geldi bana meygedenin âb u hevâsı


V’allâhi güzel yerde yapılmış yıkılası (Bâkî) (G, 7 b. 25a)

Sîneye çekmege bir serv-i dil-ârâm olsa


Ser-keş olmasa igen ‘âşıkına râm olsa (Bâkî) (G, 5 b. 25a-25b)

Dilâ bülbül sanurdum ben hemân gülşende dil-dâde


Belâ bu güllerün ruhsârına şebnem de üftâde (Bâkî) (G, 5 b. 25b)

Gel ey sâki bulunmaz böyle ‘âlî dil-küşâ meclis


Getür câm-ı musaffâyı ki olsun pür-safâ meclis (Bâkî) (G, 5 b. 25b)

Eylesün la‘lini dermân dil-i bîmâra meded


Dostlar uşta ben öldüm bana bir çâre meded (Bâkî) (G, 5 b. 25b)

Dilâ bezm-i cihânda kimse âhir pây-dâr olmaz


Müdâm elde koma ayağı fursat ber-karâr olmaz (Bâkî) (G, 5 b. 26a)

‘Aşkunun zahmeti hod cânuma rahmetler idi


Dostum cevr ü cefâlar da ne zahmetler idi (Bâkî) (G, 5 b. 26a)

Yârdan cevr [ü] cefâ lutf u kerem gibi gelür


Gayrdan mihr ü vefâ derd [ü] elem gibi gelür (Bâkî) (G, 5 b. 26a)

Gönder efendi sîneme tîr-i belâlarun


Olsun siper belâlarına mübtelâlarun (Bâkî) (G, 6 b. 26a-26b)

Müşkil imiş ki dil-rübâ tıfl ola dil-sitân ola


‘Âşık-ı zâr-ı mübtelâ pîr ola nâ-tüvân ola (Bâkî) (G, 5 b. 26b)

Cevr ü cefâna kâ’il olurdum velî şehâ


Mahsûs olaydı ol da cihânda hemân bana (Bâkî) (G, 5 b. 26b)
274 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Hadden efzûn mihrüm ol nâ-mihribân bilmezlenür


Hep bilür çok sevdügüm ammâ hemân bilmezlenür (Bâkî) (G, 5 b.
26b)

Tesellî virmez ey dil derdin ol cânâne söylersin


Açılmaz sana gûyâ gonçe-i handâna söylersin (Bâkî) (G, 5 b. 27a)

Cânâne safâ kılsa n’ola câna safâdur


Ağyâr elemin çekdügümüz ya ne belâdur (Bâkî) (G, 6 b. 27a)

Gönül bir rind-i ‘âlem-sûz şûh-ı şeh-levend ister


Ki ‘aşk odına yakmaga dil ü cânın sipend ister (Bâkî) (G, 5 b. 27a)

Yâr olup ağyâra âdemler begenmez ol perî


Kendüye hem-râz idindi ya‘ni bizden yegleri (Bâkî) (G, 5 b. 27a-27b)

N’ola gelse dil-i mecrûha derd-i dil-rübâdan haz


İder haste ne denlü nâ-ümîd olsa devâdan haz (Bâkî) (G, 6 b. 27b)

Sâkiyâ kalmaz imiş çünki bu sohbet bâkî


Mey-i gülgûn içelim var ola elbet bâkî (Bâkî) (G, 5 b. 27b)

Her cefâ kim eyledün geldi vefâlar bilmiş ol


Rûha râhatdür gamun câna safâlar bilmiş ol (Bâkî) (G, 5 b. 27b-28a)

Gül gibi olmak dilersen şâd u hürrem ey gönül


Lâle-veş elden düşürme câmı bir dem ey gönül (Bâkî) (G, 5 b. 28a)

Müje haylin dizer ol gamze-i fettân saf saf


Gûyiyâ cenge turur nîze-güzârân saf saf (Bâkî) (G, 5 b. 28a)

Gönül dâğ-ı gamunla sînede bir şem‘ uyandurmış


Çerâğ-ı ‘aşka bir garrâ kızıl altunı yandurmış (Bâkî) (G, 5 b. 28a)

Mihr-i ruhunla dilde kimün tâze dâğı var


Tâb-ı çerâğ-ı şems ü kamerden ferâğı var (Bâkî) (G, 6 b. 28a-28b)

Çehresinden görünen sanman o hûnînin dehân


‘Âşıkın kurbân iderken sıçramış bir katre kan (Bâkî) (G, 5 b. 28b)

Sabr eyle dilâ derdini cânâna tuyurma


Cân içre nihân eyle dil [ü] câna tuyurma (Bâkî) (G, 6 b. 28b)
Metin Te’sisinde Şiir Mecmualarının Katkısı ● 275

İrdim figân u zâr ile ol âsitâne ben


Çıkdım figân-ı nâle ile âsumâne ben (Bâkî) (G, 6 b. 28b-29a)

Dil çeker ol târ-ı mûy-ı ‘anberînün minnetin


İstemez ‘âlemde zülf-i hûr-ı ‘înün minnetin (Bâkî) (G, 6 b. 29a)

Bir haber vir ey sabâ n’oldı gülistânum benüm


Kimler ile seyr ider serv-i hırâmânum benüm (Bâkî) (G, 5 b. 29a)

N’ola dehr içre nişânum yoğ-ısa ankâyum


Ne ‘aceb seyl gibi çağlamasam deryâyum (Bâkî) (G, 4 b. 29a)

İki zülfini biribirine bend itdi sabâ


Dili cebr ile88 giriftâr-ı kemend itdi sabâ (Nef‘î) (G, 5 b. 29b)

Gördügün ‘âşık ider bir büt-i ra‘nâsın sen


Katı üftâdesi çok dilber-i zîbâsın sen (Nef‘î) (G, 5 b. 29b)

Diller nice bir çâh-ı zenahdânuna düşsün


Sâyen gibi zülfün de ko dâmânuna düşsün (Nef‘î) (G, 5 b. 29b)

Nice bir dil gam-ı zülfünle perîşân olsun


Göreyim zülfünü kim hâk ile yeksân olsun (Nef‘î) (G, 5 b. 29b-30a)

Degil hatt-ı mu‘anber sâye-i zülf-i siyâhıdur


Degil ebrû-yı pür-çîn gamzenin perr-i külâhıdur (Nef‘î) (G, 7 b. 30a)

Nigâhı âfet-i dîn gamzesi âşûb-ı dünyâdur


Bu gûne şûha dil virmek ‘aceb derd özge sevdâdur89 (Nef‘î) (G, 7 b.
30a)

Lebünden bûse almadı kimesne câmdan gayrı


Soyup koynuna koymadı seni hammâmdan gayrı (Hayretî) (G, 5 b.
30a-30b)

Nev-bahâr oldı gönül sev yine bir bî-bedeli


Eger uslu isen ‘âlemde deli ol be deli (Hayretî) (G, 5 b. 30b)

88
Bu beyit “Nef‘î Dîvânı” neşrinde şöyledir: “İki zülfün ki biribirine bend etdi sabâ/
Dil-i Cibrîli giriftâr-ı kemend etdi sabâ” (Akkuş 1993: 282, G. 3).
89
Bu gazel “Nef‘î Dîvânı” neşrinde 48. kasidenin tegazzül kısmındadır (Akkuş 1993:
205).
276 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Açıldı bâğ-ı hüsnünde gül-i ruhsârı Mahmûdun


Çemende gonçeyi lâl eyledi güftârı Mahmûdun (Gubârî) (G, 5 b. 30b)

Çemende bülbüli lâl eyleyen güftârı Mahmûdun


Nihâl-i servi ayakda koyan reftârı Mahmûdun (Vechî) (G, 5 b. 30b)

Firâkundan ciger yandı âyâ dilber kebâb-âsâ


İki gözden akar yaşum benüm cânum şarâb-âsâ (Sultân Murad) (G, 7
b. 31a)

Döne döne yanar hecr âteşine dil kebâb-âsâ


Dem-â-dem iki çeşmümden akar yaşum şarâb-âsâ (Gubârî) (G, 7 b.
31a)

Yüzüm sürsem n’ola pâyine dil-dârun rikâb-âsâ


Beni pâ-mâl idüpdür dâ’îmâ ol meh türâb-âsâ (‘Azîzî) (G, 5 b. 31a-
31b)

Âh ile şerha çekdüm sînemde yara düşmüş


Hâb içre yâri bulmuş tâ ki uyara düşmüş (Sultan Murad) (G, 5 b. 31b)

Pâkîze-dil safâdan ruhsâr-ı yâre düşmüş


Bir katre şebnem olmuş bir lâlezâre düşmüş (Bâkî) (G, 7 b. 31b)

Ne denlü kim cefâ taşın urursun câna incinmez


Elünden her ne gelse ‘âşık-ı dîvâne incinmez (Zihnî) (G, 5 b. 31b)

Gönül her şeb belâ vü gussa-i cânâna incinmez


Esîr-i sohbet-i yârân olan mihmâna incinmez (Meylî) (G, 7 b. 32a)

Tokunsa günde bin kez tîr-i gamzen câna incinmez


Hezârân zahm urursa bu ten-i ‘uryâna incinmez (Vusûlî) (G, 5 b. 32a)

Ne denlü tîr-i cevrün atılırsa câna incinmez


Kaşı yayum sana togrı varan kurbâna incinmez (Murâdî) (G, 5 b. 32a)

Semâ‘ u devr-i Mevlânâyı zâhid gör ki sâ‘îdür


Murâdı döne döne halkın anda intifâ‘îdür (Muhyî) (G, 6 b. 32a-32b)

N’ola etsem bugün ol yâr-ı bî-pervâya istiğnâ


Gedâ gâhî ider şâh-ı cihân-ârâya istiğnâ (‘Abdî) (G, 5 b. 32b)
Metin Te’sisinde Şiir Mecmualarının Katkısı ● 277

‘Aceb olmaz idersem sen şeh-i hûbânâ istiğnâ


Cihânda vakt olur eyler gedâ sultâna istiğnâ (Muhyî) (G, 5 b. 32b)

Ey gönül gayrıya meyl eyleme cânân bir olur


Bir yeni derd derûnunda biter cân bir olur (‘Ulvî) (G, 5 b. 32b-33a)

Vefâsız yârin el çek ‘ârızından kâkülinden hem


Ferâgat kıl cihânın lâlesinden sünbülinden hem (‘Ulvî) (G, 5 b. 33a)

Bitmez yüregüm yâreleri işler onulmaz


Sabr eyleyelüm çâre nedir bitmez iş olmaz (‘Ulvî) (G, 5 b. 33a)

Fikr-i femün ile dil-i nâlân öleyazdı


Yok yire ‘adem şehrine mihmân olayazdı (‘Ulvî) (G, 5 b. 33a)

Yâd-ı leb-i la‘lünle bugün kan olayazdı


Dil cür’a-sıfat hâk ile yeksân olayazdı (‘Ulvî) (G, 5 b. 33a-33b)

Binâ-yı gam gibi ahvâl-i ‘âlem ber-karâr olsa


Sa‘âdet kalsa bâkî ‘izz ü devlet pây-dâr olsa (‘Âlî) (G, 5 b. 33b)

Ben ol sultân-ı ‘aşkam dûd-ı âhumdan ‘alem çekdüm


Belâ tablını çaldum u sipâh-ı derd-i gam çekdüm (Rindî) (G, 5 b. 33b)

Gam-ı hâlün ile ol zülf-i ‘anber-fâma düşmüşdür


Harîs-i dâne olmag-ıla miskîn dâma düşmüşdür90 (Cinânî) (G, 5 b.
33b-34a)

Biribiriyle müjgân safları gavgâya girmişdür


Nigâh-ı gamze gûyâ sulh içün araya girmişdür (Nedîm) (G, 5 b. 34a)

O şîvelerle tebessüm o nâzlarla ‘itâb


O handelerle tekellüm o işvelerle cevâb (Esîrî) (G, 5 b. 34a)

Gönül bağlandı zülfi târına bir şâh-ı hûbânun


Nazîri yok cihân bâğında ol serv-i hırâmânun (Şeydâyî) (G, 5 b. 34a)

Hâlüme rahm eyleyen derdüme dermân kılmasun


Yârdan gayrı gözüm yaşını kimse silmesin (Yahyâ) (G, 5 b. 34a-34b)

90
Bu beyit “Cinânî Dîvânı” neşrinde yoktur (Okuyucu 1994).
278 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Dil [ü] câna ziyâ sultân ‘Alîden gayrı nem vardur


Murâdum hâsılı ‘ummân ‘Alîden gayrı nem vardur (Çâker Ali) (G, 7
b. 34b)

Sâkiyâ mey sun bize Bârî Hudânun ‘aşkına


Sürelim bir dem Muhammed Mustafanun ‘aşkına
İdelüm ‘izzet ‘Aliyyü’l-Murtazânun ‘aşkına
Nûş idelüm Şâh Hasan hulk-ı Rızânun ‘aşkına
Cûş idelüm Şâh Hüseyn-i Kerbelânun ‘aşkına91 (Rûhî)
(Muhammes, 12 bend
34b-35b)

Yine seyyâh olalı destüme aldum teberi


Yine ‘azm-i diyâr itmege kıldum seferi
Dün gün âh iderek yârümi buldum seherî
Münkirün taşına gerçi ki virdüm siperi
Tevbeler bir dahı men kimseye etmem kederi
Yüri ey zülf-i siyâh noktadan aldum haberi (Seher Abdâl)
(Müseddes, 5 bend 35b)

Muhtelif beyitler (Farsça, Türkçe) (36a-37a)

Rubâ‘iyyât-ı Nâbî Efendi (14 rubâî, 37b-38a)

Târîh-i vefât-ı Nâbî-i merhûm (Şâhidî) (38a)

8 adet kıt’a- (2’si Zühdî ve Vâsık’a ait, diğerlerinin şairi belli değil)(39a)

Niçün ol şem‘-i kâfûr üzre gülgîn müşgbâr etmez


Yazup bir ruk‘a bin lutfa bizi ümmîdvâr etmez (Fuzûlî)(G, 5 b. 39b)

Ne dil-ber kim dem-â-dem ‘âşıka ‘arz-ı cemâl etmez


Kalur nâkıs bulup feyz-i nazar kesb-i kemâl etmez (Fuzûlî)(G, 7 b. 39b)

Bu ‘âlem kim gönül kaydın çekersen mihnet [ü] gamdur


Fenâsın menzilin seyr eyle kim bir hoşca ‘âlemdür (Fuzûlî)(G, 6 b. 39b)
Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedür
Ben kimem sâkî olan kimdür mey [ü] sahbâ nedür (Fuzûlî)(G, 5 b. 40a)

91
Bu manzume “Bağdatlı Rûhî Dîvânı” neşrinde yoktur (Ak 2001).
Metin Te’sisinde Şiir Mecmualarının Katkısı ● 279

Ey kılan şeydâ beni benden bu istiğnâ nedür


Nişe sormazsın ki ahvâl-i [dil-i] şeydâ nedür (Fuzûlî) (G, 5 b. 40a)

Biz cihân ma‘mûresin ma‘nîde vîrân bilmişüz


‘Âkıbet küncin bu vîrân içre pinhân bilmişüz (Fuzûlî) (G, 5 b. 40a)

Âh kim bir dem felek re’yümce devrân etmedi


Vaslı dermânıyla def‘-i derd-i hicrân etmedi (Fuzûlî) (G, 9 b. 40a-40b)

Açmadı gönlüm felek tâ bağrumı kan etmedi


Kılmadı hürrem beni tâ zâr [u] giryân etmedi (Fuzûlî) (G, 7 b. 40b)

Yâr rahm etdi meger nâle vü efgânumuza


Ki kadem basdı bugün külbe-i ahzânumuza (Fuzûlî) (G, 7 b. 40b-41a)

Küfr-i zülfün salalı rahneler îmânumuza


Kâfir ağlar bizüm ahvâl-i perîşânumuza (Fuzûlî) (G, 6 b. 41a)

Cân virme gam-ı ‘aşka kim ‘aşk âfet-i cândur


‘Aşk âfet-i cân oldugı meşhûr-ı cihândur (Fuzûlî) (G, 7 b. 41a)

Yâ Rab kemâl-i mertebe-i Mustafâ hakı


Sıdk u safâ-yı silsile-i enbiyâ hakı (Fuzûlî) (G, 7 b. 41a-41b)

Yâ Rab kemâl-i bârgeh-i kibriyâ hakı


Ya‘ni fürûğ-ı nûr-ı ruh-ı Mustafâ hakı (Fuzûlî) (G, 7 b. 41b)

Felek ayırdı beni cevr ile cânânumdan


Hazer etmez mi ‘aceb nâle vü efgânumdan (Fuzûlî) (G, 9 b. 41b-42a)

Yâ Rab belâ-yı ‘aşk ile kıl âşinâ beni


Bir dem belâ-yı ‘ışkdan etme cüdâ beni (Fuzûlî) (G, 8 b. 42a)

Vefâ her kimseden kim istedüm andan cefâ gördüm


Kimi kim bî-vefâ dünyâda gördüm bî-vefâ gördüm (Fuzûlî) (42a)

Yukarıda örnekleri verilen şiirler ve bunlardan bazıları hakkındaki


tespitlerimiz, şiir mecmualarının önemine dikkat çekmeye yönelik ma-
hiyettedir. Günümüz klâsik edebiyat araştırmacıları için mecmuaların
incelenmesi 2 yönden önem taşır. Bunlardan birincisi mecmuaların ten-
kitli metin neşrine getireceği katkılar, diğeri ise mecmuaların tertip özel-
likleri ve şiir seçiminde ne gibi kriterlere dikkat edildiği hususudur.
280 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

Klâsik edebiyat alanında günümüze kadar yapılan metin çalışmaları,


daha çok divan-mesnevi tarzı eserlerin neşredilmesine yönelik çalışma-
lar olmuştur. Bu tip neşirlerin beraberinde mecmuaların incelenmesine
yönelik çalışmaların da yapılması, klâsik metinlerin daha sıhhatli bir
şekilde neşredilmesini ve hatta bazı sorunlu kısımların kolayca çözül-
mesini beraberinde getirecektir. Ayrıca mecmualara seçilen şiirlerin
estetik gözle değerlendirilmesi, eskilerin şiir zevkini, hatta nazire gele-
neğini ana hatlarıyla ortaya koyacaktır. Böylelikle edebiyat tarihimizde
“kısırdöngü” haline gelmiş birçok meselenin çözülmesinde önemli
adımlar atılmış olacaktır.

KAYNAKÇA
Ak, Coşkun (2001), Bağdatlı Rûhî Dîvânı, 2 cilt, Bursa: Uludağ Üniversitesi
Yay.
Akkuş, Metin (1993), Nef‘î Dîvânı, Ankara: Akçağ Yay.
Aydemir, Yaşar (2000), Behiştî Dîvânı, Ankara: MEB Yay.
Aydemir, Yaşar (2001), “Şiir Mecmuaları ve Metin Teşkilinde Mecmuaların
Rolü”, Bilig, S. 19, Kazakistan: Hoca Ahmed Yesevi Üniversitesi, 147-
155.
Bilkan, Ali Fuat (1997), Nâbî Dîvânı, 2 cilt, İstanbul: MEB Yay.
Cavanşir, Babek ve Ekber Necef (2006), Şah İsmail Hatâ’î Külliyatı, İstanbul:
Kaknüs Yay.
Ceylan, Ömür ve Ozan Yılmaz (2005), Hazâna Sürgün Bahâr: Keçecizâde İzzet
Molla ve Dîvân-ı Bahâr-ı Efkâr, İstanbul: Sahhaflar Kitap Sarayı.
Coşkun, Ali Osman (2001), Abdülahad Nûrî Dîvânı, İstanbul: MEB Yay.
Erünsal, İsmail E. (2006), “Divan Neşirlerinde Karşılaşılan Güçlükler I: Gü-
venilir Bir Metin Te’sisi”, Osmanlı Araştırmaları XXVII (Prof. Dr.
Mehmed Çavuşoğlu’na Armağan-III), İstanbul, 17-45.
İsen, Mustafa (1990), Usûlî Divanı, Ankara: Akçağ Yay.
Kemikli, Bilâl (2000), Sun‘ullâh-ı Gaybî Dîvânı (İnceleme-Metin), İstanbul: MEB
Yay.
Küçük, Sebahattin (1994), Bâki Divanı, Ankara: TDK Yay.: 601.
Okuyucu, Cihân (1994), Cinânî Hayatı Eserleri Dîvânının Tenkidli Metni, An-
kara: TDK Yay.: 570.
Özkat, Mustafa, Kara Fazlî’nin Hayatı, Eserleri, Edebî Kişiliği ve Dîvânı (İnce-
leme-Tenkitli Metin), Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniver-
sitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul, 2005.
DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ'NİN YAYIN İLKELERİ

1. Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, divan edebiyatı alanında yapılan aka-


demik çalışmaların yayımlandığı hakemli sosyal ve beşerî bilimler alan dergisidir.
Dergide; divan edebiyatı üzerine hazırlanan ilmî makale, tercüme, eleştiri ve mec-
mua tanıtımı yayımlanır.
2. Makaleler daha önce herhangi bir yerde yayımlanmamış, akademik stan-
dartlara uygun ve orijinal olmalıdır. Yüksek lisans veya doktora tezlerinin bir bö-
lümü veya özeti mahiyetindeki yazılar yayımlanmaz. Bilimsel bir toplantıda sunul-
muş olan bildiri, başka bir yerde yayımlanmamışsa makale formuna konularak ve bu
durum belirtilmek şartıyla kabul edilir.
3. Derginin dili Türkçe’dir. Ancak ana dili Türkçe olmayan araştırmacıların
yaygın doğu ve batı dillerinden biriyle hazırladıkları yazılar ve Türk lehçelerinde
yazılmış yazılar da yayımlanabilir. Yayımlanacak her yazının başında Türkçe ve
İngilizce özet ve bunların yanı sıra Türkçe ve İngilizce anahtar kelimeler verilir.
İngilizce özetin başına İngilizce başlık da konmalıdır. Diğer dillerde yayımlanacak
makaleler için o dillerde özet ve anahtar kelime eklenebilir. Özetler 100 ile 150'şer
kelime arasında, anahtar kelimeler ise en fazla 8'er kelime olmalıdır.
4. Dergi, Bahar ve Güz döneminde olmak üzere yılda iki kez yayımlanır. Ge-
rekli hallerde Yayın Kurulunun kararıyla Özel Sayı olarak da yayınlanabilir. Bir
yazarın bir sayıda birden fazla yazısı yayımlanamaz.
5. Dergi, hakemli bir yayındır. Gönderilen yazılar önce konu, sunuş tarzı ve
teknik bakımdan Yayın Kurulunca incelenir. Yayımlanmaya uygun bulunanlar ko-
nunun uzmanı iki hakeme gönderilir. Hakem raporlarının olumlu olması hâlinde
yayımlanır. Raporlardan birinin olumlu diğerinin olumsuz olması hâlinde ise ma-
kale üçüncü bir hakeme gönderilir ve onun kararına göre hareket edilir. Hakemler
raporlarında bazı hususların düzeltilmesini istemişlerse düzeltmelerin yapılması için
makaleler yazara geri gönderilir. Yazar, hakem kararlarına katılmıyor ise sebebini
yazılı olarak açıklamalıdır. Yazıların değerlendirilmesi esnasında gizlilik esastır.
Hakemlere yazar adı gönderilmez, yazarlara da hakem adı bildirilmez. Raporlar beş yıl
süreyle saklı tutulur.
6. Yazılarda Türk Dil Kurumunun imlâ kılavuzuna uyulması tavsiye edilir. An-
cak, netice olarak yazılardaki imlâdan yazarlar sorumludur.
7. Yazılar, basılı üç kopya (ikisi isimsiz ve yazarı tanıtan dipnotsuz) hâlinde ve
disketleriyle gönderilmelidir. Yazıda metin okuma varsa, metnin orijinalinin fotoko-
282 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

pisi de incelemenin sağlıklı olabilmesi için dosyaya konmalıdır. Aynı durum tercü-
meler için de geçerli olup tercüme metnin orijinali de gönderilmelidir. Zira, tercüme
çalışmaları da telif çalışmaları gibi hakem onayına gönderilir.
8. Yazılar IBM uyumlu bilgisayarda MS Word adlı programla, normal metin
için Times ya da Times New Roman fontuyla yazılmış olmalıdır. Normal metinde 12,
dipnotta 9 punto ölçüsü kullanılmalıdır. Makalede transkripsiyonlu metin bulunu-
yorsa, dizgi aşamasında, Dergi Editörlüğünden temin edilecek font (Fatih Transkrip-
siyon) kullanılmalıdır. Arap harfleriyle dizilmiş metin için kullanılan font CD veya
disket ile makalenin yanısıra verilmelidir.
9. Yazar adı, başlığın altına yazılmalı; unvanı, görev yeri ve elektronik posta
adresi dipnotta (*) işareti ile yazılarak belirtilmelidir. Başlığa konacak dipnotu da (*)
işareti ile gösterilmelidir.
10. Kaynak göstermede takip edilecek usuller:
Dergide, paragraf içi başvuru yöntemi (yazar tarih: sayfa) uygulanmaktadır. Bu
sistemde kaynak başvurusu paragraf içinde ilgili yerde parantez içinde yazarın so-
yadı, eserin baskı tarihi ve sayfa numarası şeklinde verilir (Bilgegil 1989: 34). Birden
çok ciltli eserlerde sayfa numarasından önce Romen rakamlarıyla cilt numarası da
verilir (Pakalın 1993: II/706). Kaynak iki yazarlı ise iki yazarın da soyadları belirtilir (
Çavuşoğlu ve Tanyeri 1984: 45). Kaynak ikiden fazla yazarlı ise birinci yazarın so-
yadı yazılır, ondan sonra “ve diğerleri” anlamına gelen “vd.” kısaltması konulur
(Akyüz vd. 1958: 50). Birden fazla kaynağa gönderme yapılmışsa bunlar aynı parantez
içinde gösterilmeli ve aralarına noktalı virgül konulmalıdır.
Aynı yazarın birden fazla çalışmasına başvuru yapılması durumunda, eğer bu
çalışmalar farklı yıllara aitse yukarıda belirtilen normal sistem uygulanır. Parantez
içine soyadından sonra yazılan yıl farklı olduğu için hiçbir karışıklık olmayacaktır.
Ancak bir yazarın aynı yıl yayımlanan birden fazla çalışması varsa, bunları ayırt
etmek üzere baskı yılının sonuna a, b, c... gibi küçük harfler konulabilir (Çelebioğlu
1975a: 33) ve (Çelebioğlu 1975b: 46). Eklenen bu küçük harfler sona konulacak olan
Kaynaklar listesinde de gösterilmelidir.
Yazarsız çalışmalar başlıklarıyla kaynak gösterilirler. Bunun için başlıkta an-
lamlı kısaltmalar yapılabilir.
Dipnotlar, ilgili kelime veya cümlenin sonuna rakam konarak sayfa altında ve-
rilmeli ve sadece açıklamalar için kullanılmalıdır.
Metinde paragraf içinde gösterilen başvuru kaynaklarının tümü makalenin so-
nunda bibliyografya/kaynakçada verilmelidir. Yararlanıldığı hâlde metinde yer
verilmeyen kaynaklar bibliyografyada gösterilmez. Kaynaklar yazar soyadına göre
alfabetik olarak şu biçimde verilmelidir:
The Publication Policies ● 283

Kitaplarda: Yazarın Soyadı, Adı, (Basım tarihi), Kitap adı, Baskı sayısı, Basım
yeri: Yayınevi.
Örnek: Çelebioğlu, Âmil (1999), Türk Edebiyatında Mesnevi (II. Murad Devri Mes-
nevileri), İstanbul: Kitabevi Yay.
Birden çok cildi olan eserlerde: Yazar Soyadı, Adı (Basım tarihi), Kitap Adı,
Baskı sayısı, (cilt), Basım yeri: Yayınevi.
Örnek: Şemsettin Sâmi (1996), Kâmûsu’l-A‘lâm, Tıpkıbasım, (VI cilt), Ankara:
Kaşgar Neşriyat.
Çift yazarlı eserlerde, birinci yazarın soyadı, adı ve ikinci yazarın adı soyadı
yazılır. İki yazar arasına “ve” bağlacı konur.
Örnek. Çavuşoğlu, Mehmet ve M. Ali Tanyeri (1984),...
İkiden fazla yazarlı eserlerde, ilk yazarın soyadı, adı yazıldıktan sonra diğerle-
rinin tamamının ad ve soyadları sırasıyla yazılır.
Makalelerde: Yazarın Soyadı, Adı (Basım tarihi), “Makalenin başlığı”, Derginin
adı, sayısı, sayfalar.
Örnek: Çavuşoğlu, Mehmed (1970), “Zâtî’nin Letâifi I”, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, XVIII, 25-51.
Arşiv malzemelerinin kullanımında defter isimleri italik, belge tasnifleri ise
normal karakter ile dizilmelidir.
Herhangi bir internet adresine yapılan göndermelerde bu adresler kaynaklar
arasında verilmeli ve mutlaka indirme tarihi belirtilmelidir: (http://www.
turkiyat.gazi.edu.tr/turkiyat (14.10.2006)
11. Yazıların her türlü sorumluluğu yazarlarına aittir.
12. Yazar, ad ve soyadı ile birlikte akademik unvanını ve görev yaptığı kurum
adını tam olarak belirtmelidir. Ayrıca, kendisiyle irtibat kurulabilmesi için sürekli
adresini, telefon numarasını, varsa belgegeçer numarasını ve elektronik posta adre-
sini vermelidir.
13. Yayımlanacak makalelerde esasa ilişkin olmayan redaksiyon değişiklikleri
ve tashihler, dergi Yayın Kurulu ve Anadili Sorumluları tarafından yapılır.
14. Makale, tercüme veya eleştirisi yayımlananlara 25 adet ayrı basım ile bir
adet dergi verilir.
15. Hakemlere ücret ödenir.
16. On sayıda bir (10, 20, 30’uncu sayılarda...) dergide yayımlanan yazıların in-
deksi yayımlanır.
17. Basılmayan yazılar iade edilmez.
284 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

THE JOURNAL OF OTTOMAN LITERATURE STUDIES


THE PUBLICATION POLICIES AND INFORMATION FOR AUTHORS

1. The Journal of Ottoman Literature Studies is a refereed journal aiming to


publish academic works in the field of social sciences and humanities. In the Journal,
the scientific articles, translations, critical reviews and journal reviews on Ottoman
literature are published.
2. Submission of an article is taken to imply that it has not been previously
published, they should be appropriate to the academic standards and should be
original. Parts of an M.A. or a Ph. D. thesis or their abstracts are not published. A
paper presented at a scientific meeting can be published in the form of an article if it
is not published anywhere else. Authors in doubt about what constitutes prior
publication should consult the academic coordinators.
3. The language of the Journal is Turkish. However, the articles written in
other widespread languages or in one of the Turkish dialects are also welcomed. All
contributions should include an abstract in both Turkish and English, and the
keywords both in Turkish and English are also required. The English abstract should
have an English title, too. For the articles written in other languages, an abstract and
keywords in that language should be added. The abstracts should be in 100 - 150
words, and the keywords should not exceed 8.
4. The Journal is published semiannually in autumn and spring. If required,
upon the decision of the Editorial Board, a Special Issue can be published
additionally. In every issue only one article of the same author can be published.
5. The Journal is a refereed journal. The articles submitted for publication are
firstly evaluated by the Editorial Board in terms of their content, style and
methodology. The ones which are chosen to be published are sent to two specialists
of the subject for refereeing. If both of the reports of the referees are positive, they are
published. If one of the reports is positive and the other one negative, the article is
passed to an external referee and according to the decision of this referee the final
decision is given. If the referees ask for some changes in their reports, the article is
sent back to author for the changes. If the author does not agree with the conditions
of the referees, s/he should explain her/his reasons in a written form.
Confidentiality is the main point in the evaluation of the articles. For the purposes of
blind refereeing, the names of the authors are not sent to the referees, and the
authors are not informed with the names of the referees. The reports are kept for five
years as confidential.
The Publication Policies ● 285

6. The spelling rules in the Spelling Guide of the Turkish Language


Association are advised to be followed. However, the writers are responsible for the
spelling in their articles.
7. The articles should be submitted in three copies (two of the copies without
the name of the author and without any footnotes introducing him/her) in diskette
or CD. If there are transliterations in the articles, the photocopies of the original texts
should be enclosed to the file sent so as to provide a reliable evaluation. The same
condition is also valid for the translations, therefore the source texts of the
translations should also be submitted since the translations are also evaluated by the
referees.
8. The texts should be written on an IBM compatible computer by using MS
Word programme. For the main texts a legible font like Times or Times New Roman
should be used, and for the transliterated texts a font based on Times should be used.
The font used for the transliterations should be added to the floppy disc/CD as well.
The font size of the main text should be 12 pt, and for the footnotes should be 9 pt.
9. The name of the writer should be written under the title of the article; the
academic title, the institution and the e-mail address of the writer should be given as
a footnote with an asteriks (*). The footnote(s) related to the titile of the article should
also be given with the asteriks.
10. The guidelines for references:
In the Journal in-text citation method should be used (author publication year:
page number(s). A system for referencing the sources through parenthetical citations
is used by indicating the surname of the author, the publication year of the work
cited and the page number(s) of it (Bilgegil 1989: 34). For the references of multi-
volumes, the number of the volume should be mentioned by putting the number of
the volume before the page number(s) with the Roman letters (Pakalın 1993: II/706).
If the reference work has two authors, the surnames of both authors should be given
(Çavuşoğlu ve Tanyeri 1984: 45). If the reference work has more than two authors,
the surname of the first author should be given, then the abbreviation “vd.”,
meaning “et al”, should be used (Akyüz vd. 1958: 50). If to more than one
publication in the same sentence are referred, they should be given in the same
parantheses, and should be separated by semicolons.
If there are more works cited by the same author, and if these works are of
different years, then the method mentioned above is used. If the publication year
mentioned in the parentheses after the surname is different, there would not be any
confusion. However, in case of having more works by the same author in the same
year, small letters, a, b, c, … can be put at the end of the publication year in order to
distinguish them (Çelebioğlu 1975a: 33) and (Çelebioğlu 1975b: 46). These small
letters added should be mentioned in the bibliography which should be given at the
end of the article.
286 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

The anonymous works should be cited with their titles. Meaningful


abbreviations for the titles can be made thus.
The footnotes should be indicated at the end of the word or sentence by giving
numbers at the bottom of the page, and these should only be used for explanations.
All of the in-text citations should be given at the end of the article in the
bibliography/references section. The works consulted are not mentioned in the
bibliography. The references should be given in alphabetical order of the surnames
of the authors.
For the books: Surname of the author, name of the author (publication year),
Name of the Book, number of the copies printed, publication place: publishing house.
Example: Çelebioğlu, Âmil (1999), Türk Edebiyatında Mesnevi (II. Murad Devri
Mesnevileri), İstanbul: Kitabevi Yay.
For the works of multi-volumes: Surname of the author, name of the author
(publication year), Name of the Book, number of the copies printed, (volume),
publication place: publishing house.
Example: Şemsettin Sâmi (1996), Kâmûsu’l A‛lâm, Tıpkıbasım, (VI. cilt), Ankara:
Kaşgar Neşriyat.
References to two-author works, the surname of the first author, the name of
the first author and the surname of the second author, the name of the second author
should be written. There should be an “and” between the names of the two authors.
Example: Çavuşoğlu, Mehmet ve M. Ali Tanyeri (1984), …
References to multi-author works, after the surname and the name of the first
author has given, the names of all the authors should be given in the same order.
For the articles: surname of the author, name of the author (publication year),
“Title of the Article”, Name of the Journal, issue of the journal, page number(s).
Example: Çavuşoğlu, Mehmet (1970), “Zâti’nin Letâifi I”, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, XVIII, 25-51.
For the use of materials from the archives, the names of the registers should be
written in italics and the classifications of the documents in standard fonts.
For the references to the web addresses, these addresses should be given in the
bibliography and the date of the last visit to these addresses should be mentioned.
<http://www.turkiyat.gazi.edu.tr/turkiyat> (14.10.2006)
11. The authors of the articles are responsible for their works.
12. The writers should mention their academic titles and their institutions
exactly, besides their surnames and names. Moreover, the writers should add their
permanent addresses, phone numbers, fax numbers (if any), and e-mail addresses
for correspondance.
The Publication Policies ● 287

13. For the articles to be published, the changes in editing and proofreading
which are not related to the content are done by the Editorial Board and editors of
the native language.
14. To the writers whose articles, translations or critical reviews are published,
25 offprint of their works and a copy of the Journal are sent.
15. Referees are paid.
16. Once in every ten issues (10th, 20th, 30th, … issues) of the Journal, the index
of the published works is given.
17. The Works which are not published are not returned.

You might also like