Professional Documents
Culture Documents
A T A T Ü R K ' ün
Nükteleri-Fıkraları
Hatıraları
Satış yeri:
K Ü L T Ü R K I T A B E V Î
Milletleri sevk ve idare eden adamlar, tabiî evvelâ kendi mille- MUSTAFA K E M A L ' E I N A N M A Z D ı M
t i n i n mevcudiyet ve saadetinin âmili olmak isterler. Fakat ayni za- Ben Maltaya sürülmeden de, memleketimin kurtuluş ve selâme-
m a n d a b ü t ü n miletler için ayni şeyi istemek lâzımdır. tine taallûk eden ü m i d i m kırılmış idi.
B ü t ü n dünya hâdiseleri bize b u n u açıktan açığa isbat eder. E n Kelimelerin neye delâlet ettiğini bilmiyen cehele ve hezele « ü m i t
uzakta zannetiğimiz bir hâdisenin bize bir gün temas etmiyeceğini ve azm» gibi lâfızlara «iymân» diyorlar. Bizde nelere i y m a n olunabi-
bilemeyiz. leceği ilmi-hâl kitaplarımızda yazılıdır. O n u n dışında bir şey'e iy-
B u n u n için beşeriyetin hepsini bir vücut ve bir milleti b u n u n m a n edersek, dinen âsim ve h â t t â - nauzu billâh - kâfir oluruz.
bir uzvu addetmek icabeder. Bir vücudün p a r m a ğ ı n ı n ucundaki acı- Evet, benim ü m i d i m , azmim kırılmış ve büsbütün kırılmıştı, ü m i d i -
dan diğer b ü t ü n âza müteessir olur. mi, azmimi evvelâ Afrika çöllerinde, sonra Balkan dağlarında ve
işte b u sükûnet içinde b ü t ü n dünyay-ı mütalâa etmek fırsatı biz- daha sonra U m u m î Harbin «Zafer-î nihaî» terranelerinde g ö m d ü m .
dedir: «Dünyanın filân yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne?» de- Mütârekeden sonra d ü ş m a n ordusunun başkumandanı Fransız Ge-
memeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş nerali Franse d'Eşpere, Fatih Sultan Mehnıed'in r u h u n u mecruh
i'ibi onunla alâkadar olmalıyız. Hâdise ne kadar uzak olursa olsun edecek bir debdebe ile istanbula girerken, herkes onun ihtişamını
l)U c\s;u<dan şaşmamak lâzımdır, tşte bu düşünüş, insanları, milletle- seyre koştu. Annelerimizin hafızâ ve vicdanımıza nakşetmiş olduk-
ıı vı- hükümetleri hodbinlikten kurtarırır. Hodbinlik şahsî olsun, ları lisan ile neşrolunan gazeteler, bu vakayı âdi bir hadise gibi
milli olsun daima fena telâkki edilmelidir. günlük havadisler sütunlarına geçiriyordu. Ve R u m ve Ermeni mat-
O halde konuştuklarımızdan şu neticeyi çıkaracağım: Tabiî ola- b u a t ı n ı n şevk ve sürûru karşısında, bu sükûn, bu kayıtsızlık tezat
rak kendimiz için b ü t ü n lâzım gelen şeyleri düşüneceğiz ve icabını değil, imtizaç teşkil ediyordu. Mâraz-i beyânda sükût, ikrar ve hat-
yapacağız. Fakat bundan sonra b ü t ü n dünya ile alâkadar olacağız. tâ bazı yerlerde yalan söylemektir. Bari hiç yazmayaydılar.
Kısa bir misal: Ben askerim. U m u m î hapte bir ordunun başında İşte azm ve ü m i d i m i bir kerre de o g ü n gömdüm. Hayatımı da
İdim. Türkiyede diğer ordular ve onların kumandanları vardı. Ben büsbütün gömemedimse, kabahat ne benimdir, ne sansür m e ' m u r u
yalnız kendi ordumla değil, öteki ordularla da meşgul oluyordum. yüzbaşı Aziz H u d a i Beyin, D ü ş m a n toplarının güllelerine göğüsleri-
Bir gün Erzurum cephesindeki hareketlere ait bir mesele üzerinde ni açıp ta ölmiyenlere Allah acısın.
durduğum sırada yaverim derdi k i : Evet, azm ve ü m i d i m i o gün de b i l m e m kaçıncı defa olarak göm-
— Niçin size ait olmıyan meselelerle de uğraşıyorsunuz? dümse de, kalbimin dibine gömmek istediğim ıztıraplardan feveran
Cevap v e r d i m : eden tek bir âhı, bir türlü gömemedim. O âh" benden bir son nefes
— Ben b ü t ü n orduların vaziyetini iyice bilmezsem kendi ordumu harharası halinde çıkmıştı.
nasıl sevk ve idare edeceğimi tayin edemem. Ben o dakikadan Afyonkarahisar cephesinin yarıldığı güne ka-
Bir devlet ve milleti idare vaziyetinde bulunanların d a i m a gö- dar yaşamıyor, mezarıma doğru sürükleniyor, çürüyordum. Size b i r
zönünde tutmaları lâzım gelen mesele budur. hadise daha nakledeyim:
B u münasebetle muhterem misafirimize şunu diyeceğim: Beıı Resmî liva ü n i f o r m a s ı n ı . giyinmiş, uzun boylu, müteharrik bir
düşündüklerimi sevdiklerime olduğu gibi söylerim. Aynı zamanda lü- heykel gibi yakışıklı bir adam olan istanbul muhafızı Ali Sait Paşa
zumlu olmıyan bir sırrı kalbimde taşımak iktidarında olmıyan b i r ve Celâl Nuri ve Velid Ebüzziya Beylerle, Sait Paşanın zenci hizmet-
a d a m ı m . Ç ü n k ü ben bir h a l k adamıyım. Ben düşündüklerimi d a i m a çisi islâm Ağa'dan ve benden müteşekkil esirler kafilesi, tüfeklerine
h a l k ı n h u z u r u n d a söylemeliyim. Yanlışım varsa halk tekzip eder. süngüler takmış ingiliz efrâdından bir müfreze ortasında, güpegün-
Fakat şimdiye kadar bu açık konuşmada halkın beni tekzip ettiğini düz, Arapyan H a n ı n d a n Tophane r ı h t ı m m d a k i istimbota naklolu-
nurken, Bebek tramvayının arabalarındaki kan ve iyman kardeşle-
görmedim.»
ri başlarını, belâya sokmamak için, öte tarafa çeviriyorlardı ve bun-
R o m a n y a Hariciye Nazırı Antoncsku ile ların arasında âşinâ çehreler de görmüştüm.
yaptığı bir k o n u ş m a d a n
Ben Tophane r ı h t ı m ı n d a n İngiliz bandıralı «Rezolişin» dreytno-
17/3/1937 t u n a ve Rezolişin dreytnotundan Malta'daki Polverista zindanına,
gönlümdeki bu yara ile gittim. «Zafer-i nihâi» kelimesi sinirlerime
— 14 —
— 15 —
N Ü K T E L E R - F ı K R A L A R - HATıRALAR..
EŞEKLİĞİNDEN YENİLMEYEN ATATÜRK
A h m e t Rasim'in hikâyesi idi bu. Yeşilay Derneğinin bir toplan-
Hüseyin Cahit Y a l ç ı n anlattı idi.
tısında konferansçı sorar:
Demokrasi devrine geçer geçmez bir gazeteden kendisine tele-
Sevgili dinleyicilerim, bir eşeğin önüne bir kova su, bir kova
f o n etmişler:
r a k ı koysanız hangisini içer?
— Atatürk devrinin en büyük sıkıntısını çekenlerden biri de
Hemen biri cevap verir:
sizsiniz. Şimdi sırasıdır; hâtıralarınızı yazmaz mısınız?... demişler...
— Tabiî suyu...
Hüseyin Cahit gülerek :
— Neden?
— Ne budala adamlar, yaşarken yenilmeyen ATATÜRK'Ü öl-
Bir keyif ehli de orada imiş. ikinci cevabı o verir:
dükten sonra yenilecek sanıyorlar, demişti.
— Eşekliğinden!...
A t a t ü r k hikâyeye bayıldı idi. Sık sık tekrar ederdi. Bir akşam D ü n y a : 5/4/1959 Falih R ı f k ı ATAY
Çiftlikte eski küçük köşkün ö n ü n d e oturuyorduk. Uzakça duran bir
işçi çocuğu bizi seyrediyordu. A t a t ü r k : HAKİKÎ İNSAN...
— Gel çocuğum buraya... dedi. Atatürk, muhtelif vesilelerle maiyetinde çalışan kimselerin sa-
Çocuk sofraya yanaştı. A t a t ü r k sordu: mimiyet ve sadakatlarmı imtihan etmesini gayet iyi bilirdi, insan-
— Bir eşeğin önüne bir kova su bir kova da rakı koysalar han- ların hâlet-i ruhiyesini, niyet ve emellerini teşhis ve temyiz etmekte
gisini içer? şerareler saçan bir zekâya mâlikti.
Çocuk önümüzdeki kadehlere bakarak : O büyük insan, bir gece Çankaya köşkündeki bir ziyafette dev-
— Rakıyı efendim, demesin mi? rin vekillerinden m â r u f bir zata şöyle bir sual sorar:
A t a t ü r k gülerek : — Beni hakikaten sever misiniz?
— A m a n «neden olduğunu sormıyalım» demişti. M u h a t a b ı hemen cevabı yapıştırır:
Falih R ı f k ı A T A Y — Sevmek ne kelime Atam, t a p a r ı m !
A T E Ş ! —• Peki, her dediğimi de yapar mısınız?...
934 yılı gezilerinde Bergamaya geldi. Kışla kapısından girince, — Derhâl!...
o sıra, top talimi yapmakta olan bir subaya : Atatürk, bu söz üzerine belinden tabancasını çıkarıp o n a uzatır:
— Ş i m d i kapıdan d ü ş m a n süvarisi giriyor, ne yaparsın? — öyleyse, al tabancamı, sık kafana...
Teğmen toplara : O n u n emreden bu hitabı karşısında ne yapacağını şaşıran zat:
— Nişangâh bastır, ateş serbest, emrini verirken kendi de, ta- — A m a n A t a m der, herhalde benimle şaka ediyorsunuz. Benim
bancasını çekerek kapıya doğru koştu. Bu olaydan çok hoşlanan ölmemi istemezsiniz.
Ata : Meseleyi anlıyan Atatürk, yeleleri kabaran bir aslan mehabetile
— Sizin gibi uyanık, cesur asker oldukça buraya d ü ş m a n değil, dışarda hizmet eden askeri y a n m a çağırıp aynı sualleri sorup ceva-
kuşlar bile giremez, dedi ve subaya, foir dileği olup, olmadığını sora- b ı m aldıktan sonra, karşısında Toroslar'dan kopmuş bir kaya par-
r a k iltifatta bulundu. çası gibi duran bu bağrı yanık Anadolu çocuğuna tabancasını uza-
S İ L İ N ! tıp kafasına sıkmasını emreder. Aslan Mehmetçik, b u emri bilâte-
Gazi yanında Fevzi Paşa ile 2 Eylül 922 pazar günü ikindi üze- reddüt yerine getirir, fakat kendisine birşey olmaz. Ç ü n k ü ; Atatürk,
ri, Uşak'a geldi, önce, yılancı Mehmet bey'in evine giderek el ve yü- daha önce tabancasındaki m e r m i n i n kurşununu çıkarmıştır.
z ü n ü yıkadıktan sonra, kaftancıların Adil bey'in eviııe misafir oldu. işte o zaman, Atatürk yanındakilere şöyle der:
Yemekleri, mebus Raif Bey'in evinde pişiyordu. B u evin mavi, be- — Beni ve vatanı seven hakikî insanı gördünüz mü?
yaz renge boyanmış olduğunu gören G a z i : R u h u şâdolsun.
— B u renk ne?
Teşvikiye: Mustafa Nafiz S E V İ L E N
— D ü ş m a n yaptı.
— Hemen, silin! dedi. F : 2
— 18 —
— 14 —
İSTİFA A T A T Ü R K ve M U S O L Î N İ
Bir aralık Maarif Vekili olan Âbidin ö z m e n Bey'e bir gece sof- 13 Nisan 1934 akşamı, Edremit'te Orduevi'nde verilen yemekte
rada Atatürk sormuş : italya olayları konuşulurken Atatürk şunları söyledi: «Mussolini bir
— Sizin için istifa etti diyorlar, doğru mu?. maceraperesttir. Milletini bir uçurma sürüklemektedir. Her tarafa
— Hayır Paşam, demiş, istida ile gelmedim ki istifa ile gideyim! saldırıyor. Beni Roma'ya davet etti. «Antalya'da görüşelim.» cevabı-
Y. Z. O n ı verdim. Bu adam yüzünden çok şımarmış olan bu millete birders
vermeyi çok isterdim, m a m a f i h yakında bir küçük millet onlara lâ-
A T A T Ü R K VE E S İ R GENERAL yık oldukları dersi verecektir, ve şunu da hatırlatırım ki Mussolini'yi
Kırk senelik rahmetli arkadaşım eski Kurmay Binbaşı Faruk bir gün gelecek kendi milleti linç edecektir. Bu sözlerimi kehanetime
Mirgün, T ü r k ü n ölüm kalım harbini başından sonuna kadar içinde hamletmeyiniz Bunlar benim kendi görüşlerimdir.. Yalnız sözlerime
yaşadığı için onu bâzan söyletirdik : kat'iyen siyasi bir m â n a atfedilmemesini rica ederim. Biz burada
— O n u n hiçbir zaman telâşlandığını görmedim. D a i m a sakin, kendi aramızda konuşuyoruz.» Gıyas Y E T K İ N
daima soğukkanlı idi. Arkadaşlarına ve maiyetine karşı son derece
nazikti. Taarruz başlamadan evvel b ü t ü n erkân ve ümerâyı topla- PASKAL SALİH
dı. Haritaların başında bir gece sabaha kadar hepsini konuşturdu B u isim ona taklid sanatındaki yüksek kabiliyetinden dolayı ve-
ve dinledi. G ü n ışıdığı zaman kalktı, harmanisine büründü, ileri sü- rilmişti. Paskal geçinmeye ne l ü z u m vardı, ne de ihtiyacı...
rülen b ü t ü n ihtimalleri hülâsa ettikten sonra kendi nokta-i nazarı- Genç j a n d a r m a mülâzimi S â l i h Efendi Çakıcı'ınm takibinden
n ı da birkaç cümle ile anlattı ve çıktı. başlıyarak, son 50 sene içinde girdiğimiz harblerde kendisine veri-
Omuzlarına aldığı mesuliyetin azametini ve ağırlığını biliyordu. len vazifelerin hepsinde başarılar göstermişti. Sırası gelince o da
Taarruz başladığı zaman hepimiz yürek çarpıntıları ile titriyorduk. emsalleri gibi emekliye ayrıldı. Ş i m d i bir kenara çekilmiş, başını
O n u orada görmeli idiniz. İnsan değil, çelikten bir yanardağdı. Ver- dinlendiriyor.
diği emirler, düşünülmüş taşınılmış, en ufak teferruatına kadar her O n u n zekâsından kimsenin şüphesi yoktu. Fakat paskal Salih'-
şey hazırlanmıştı. i n iç dünyasına hükmeden mânevi kuvvetler, bu zekânın daha
O a n d a hiç şakası yoktu. Bu yanardağdan fışkıran ruh bizi öy- müsbet iç işlere sarfedilmesine m â n i oluyordu. B u n u kendisi de
le sarmıştı ki deliye dönmüştük. bilmiyor değildi. Artist doğmuştu, zaman ona yalnız bir meslek sec-
Taarruz zaferle bittikten sonra Onda hiçbir değişiklik yoktu, tirmişti. Sâlih Bey, ö m r ü boyunca işte böyle bir r u h tezadı içinde
neticeden o kadar emindi. yaşadı.
Teslim olan düşman başkumandanını Ona ben götürdüm. Esir Paskal Sâlih'i rahmetli A T A T Ü R K de sever, onunla, şakalaşır,
Ceneral bitik halde idi, beraber h u z u r u n a girdik, M a ğ l û b u n u son l â k i n vazife zamanı geldi m i , sanki biraz evvel şaka yapan o değil-
derece nezaketle kabul etti, onu teselli etti. m i ş gibi, hemen kaşlarım çatar ciddileşiverirdi. Bir 30 Ağustos ge-
— Talih-i-harbdir, dedi, müteessir olmayın. Buyurun, oturun, cesi idi. Çankaya coşmuş, Ata neş'e içinde gülüyor. Yalnız A t a mı?
dinlenin. Ne emredersiniz? Yıldızlar, gök, bulutlar, h a t t â uykudan uyanan ağaçlar gülüyor.
M a ğ l û p Ceneral, aç olduğunu söyledi. Y a l n ı z bir kişinin içi burkuluyordu. Paskal Salih'in bu halini
—• Yemek yiyeceğiz efendim, o n d a n evvel bir kahve mi, yoksa A t a t ü r k hissetmişti. Son çıkan tâyinlerden Yarbay Salih'in pek
bir içki m i istersiniz m e m n u n olmadığını sezmişti. Birdenbire:
O, b u tarih sahifelerini anlatır ve biz ağlaya ağlaya dinlerdik. — Sâlih Bey! dedi. Bu defa siz nereye mürettepsiniz?
• • Yarbay Sâlih derhal toplandı.
Denizler kan köpürdü, dağlar âteş püskürüp durdu — Van'a Paşa Hazretleri! dedi.
Y a n a n vadiler üstünde Hilâlin saltanat kurdu. — Van'a m ı ?
Açıldı göllerin göğsünde solmaz goncalar, güller — Evet Paşam!
Zafer marşın t e r e n n ü m eyledi binlerce bülbüller! Ata'nın muziplik damarı yerinden oynamıştı.
Refi Cevat U L U N A Y — Tebrik ederim! dedi. Şansınız varmış!
— 14 —
— 23 —
Davetlilerden biri:
I H SI N BAYRAK
— Çanakkale Mustafa Kemali iyi tanır, demiş.
M e r h u m Nuri Conker omuz silkmiş: Mustafa Kemal o sabah savaş meydanını geziyordu, yerde par-
— Hayır, demiş, beni daha iyi tanır! çalanmış bir bayrak, bir d ü ş m a n bayrağı gördü, bir an durdu, ya-
A t a t ü r k hayretle sormuş: nındakilere seslendi:
— Y a beni? «Bu bayrağı kaldırınız, yenilmiş bir düşman bayrağı, fakat o
Nuri Conker gülmüş: b i r milleti, bir orduyu temsil ediyor, yerde kalmaya lâyık değildir!»
— Seni demiş, b ü t ü n dünya tanır. Ferit Celâl G Ü V E N
VİSKİ, RAKI, VOTKA MUKAYESESİ B u sesin aksini bir buçuk sene sonra M u r a t dağlarındaki Baş
O z a m a n k i adıyla Dük dö Gal, daha sonraki Sekizinci Edvard k u m a n d a n l ı k meydan muharebesinin toplarında işittim.
ve b u g ü n k ü D ü k dö Vindsor, yanında o günkü adıyla M a d a m Simp- Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri o gün de düşmanlarına teh-
son ve b u g ü n k ü Düşes dö Vindsor istanbul'a gelmişlerdi. A t a t ü r k like ve vatan ve milleti İnşirah oldu...
kendilerini karşıladı, yemeğe davet ve sevdiği misafirlerine yaptığı Şimdi de sadece «Gazi» yi tanıyorum. Ve bu döıt harfli kelime
gibi rakı ikram etti. b ü t ü n bir mâzi ve b ü t ü n bir âtiyi ifadeye kâfidir...
ingiliz prensi, Türk içkisini pek beğenmişti. Söz içkilerden açıl- H a d i artık genç dost, şen dost, hadi, seni randevuların, beni iz-
dı. D ü k dö Gal, Türklerin h a n g i içkileri sevdiklerini sordu. Atatürk: tıraplarım bekliyor, ayrılalım...
«— Kullanılan içkinin cinsi, biraz milletleri anlatmıya da ya- Sevdiklerimiz : 1928 Mecdi S A D R E T T I N
rar,» dedi. ŞEYHLERİN TAHSİSATI VAR MI?
D ü k dö G a l sordu:
Menemen hâdisesini takip ve Türk Ocaklarının lâğvedilmesine
«— Viskiyi nasıl bulursunuz?»
tekâddüm eden ayların birinde Reisicumhur Aydın Türk Ocağını zi-
«— Sarhoşluğu içten olur. Şarabmki gibi nara attırmaz..»
yaret ediyor. Oradaki gençlere:
«— Y a votka?»
— Efendiler, diyor. Tabiî eivarınızdaki köyleri ziyaret etmiş,
«— O bizi sarhoş etmiyor. Sadece midemizi bulandırıyor ve çı-
hallerini, ihtiyaçlarını, dertlerini öğrenmişsinizdir.
karıyoruz...»
Kimsede ses yok.
Cemal K U T A Y
Gazi tekrar soruyor:
AKA G Ü N D Ü Z A N L A T I Y O R : — Buraya en yakın köyün mesafesi ne kadardır?
Cevap yok.
— Gazi mi? O n u söylemem. Ç ü n k ü ilk harfinden heyecana ge-
Tekrar soruyor.
lirim. Kolağası Mustafa Kemal Efendiye yirmi iki sene evvel, Sela-
içlerinden biri:
nik'te, Kristal gazinosunun bir masası etrafında ve bir edebiyat mü-
— Efendim yirmi dakika.
bahasası esnasında taptım. Sarı saçlı güzel kolağası, m e r h u m Ömer
Diyor. O:
Naci, ben... Ömer Naciyi bir n o k t a d a n kıskanırdım: Mavi gözlü şık
— Peki anlatın, bu köyler ne haldedir? ihtiyaçları, dertleri, şi-
kolağasını benden önce tanıyıp taptığı için... O z a m a n Mustafa Ke-
kâyetleri nelerdir? Beni bunlar h a k k ı n d a aydınlatın.
m a l Efendi düşmanlarına tehlike ve dostlarına inşirahtı. Ezgin
Sükût... Sükût...
ruhlarımızı onun gözlerinde takviye ederdik...
Nihayet Aydın Türk Ocağı reisi, eğilerek bükülerek:
Sonra binbaşı Mustafa Kemal Beyi Bingazi cephesinde gördük.
— Efendim, diyor, köylere gitmek için araba, otomobil tahsisa-
B u sefer önünde alenî bir düşman ve arkasında hafi bin düşman
tımız yok.
vardı. Binbaşı Mustafa Kemal Bey bu sefer de düşm.anlaıına tehli-
B u n u n üzerine Gazi Paşa:
ke, dostlarına inşirahtı. Miralay Mustafa Kemal Beyfendi Anafarta-
— Menemen isyancı şeyhlerinin köy köy dolaşmak için tahsi-
larda İngilizlerden ziyade başkalarının k i n ve gayzmı körükledi. Ni-
satları m ı vardı?
çin vatanı kurtaran o, oldu diye... Gürbüz, güzel Miralay Beyfendi-
Cevap yok, başlar önde.
n i n tehlikesi ve inşirahı artıyordu. Çölleıde sardılar. D ü ş m a n l a r ı n a
Dr. Abdullah CEVDET
tehlike, dostlarına inşirah...
G u r u p k u m a n d a n ı Mustafa Kemal Paşa Hazretlerini Şişlideki BENİM HİSSEM
küçük odada söylerken dinledim. Arapyanda benim söylediklerim. O menhus Siroz hastalığına m ü p t e l â olduğu anlaşılmıştı. Y a -
O, odadaki gözlerden aldığım alevin tesirindedir. nındakiler, alkol almasına m ü m k ü n olduğu ka,dar m â n i olmıya ça-
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerini Ankara'da Leblebici ma- lışıyorlardı. Bir gün, yine böyle bir m ü m a n a a t sırasında, hissine hi-
hallesinde, Tevfik R ü ş t ü Beyle otuıduğumuz çarpık evin yer oda- tap etmek için, çok değer verdiği bir hanımefendi, kendisine alkol
sında ve bir tahta masa başında gördüm. Y u m r u ğ u n u masaya vur-
du ve «Bire kadar tepeleyeceğim» dedi. P: 3
— 14 —
— 34 —
BİR HARB ÇIKARSA yat, m e m a t mücadelesinde harap oldu. B u itibarla, zengin de olsa,
Atatürk'ü ziyarete gelen Amerikalı gazeteci Miss Gladya Baker devlet hazinesinden yardıma hakkımız yok. Diğer taraftan, bahis
(yıl 1935), bir savaş çıktığı takdirde Amerika'nın, tarafsız kalıp ka- mevzuu olan zatın h a t a l a r ı yüzünden, vatan ve hak müdafaası için
lamayacağını sordu. Atatürk; « İ m k â n ı yok» dedi « İ m k â n ı yok... Eğer boğuşmak mecburiyetinde kalarak şehit olan memleket evlâdının
h a r b çıkarsa, Amerika'nın milletler camiasında işgal ettiği yüksek yetim bıraktığı yüzbinlerce devlet yardımına m u h t a ç insan var. Bi-
mevki herhalde müteessir olacaktır. Coğrafî vaziyetleri ne olursa ol- naenaleyh, bu bahsi bırakalım çocuk... Y a l n ı z mektubu bir vesika
sun milletler birbirine birçok rabıtalarla bağlıdırlar.» Atatürk, dün- olarak sureti mahsusada hıfzediniz.»
ya milletlerini bir apartmanda oturan kiracılara benzetiyor. Ameri- Buyurdu, öyle yaptım; bu mektubu, zarf ile bir ikinci zarfa ve
ka, bu apartmanın en lüks dairelerinden birinde oturmaktadır. Ki- üzerine «Sureti mahsusada emir buyurulmuştur.» kaydını koyarak
racılardan bir kısmı a p a r t m a n ı ateşe verirse ötekiler de elbette 2ıususî kaleme tevdi ettiğimi hatırlıyorum.
yangının tesirinden uzak kalamazlar.
Hasan Rıza S O Y A K
Ü L K Ü : Temmuz 1935
E S K t B İ R M U H A L İ F E V E R İ L E N CEZA
VAHIDETTIN'E Y A R D I M EDEMEMENİN
ISTIRABI O n u n her hususta ne kadar hassas olduğunu, şerefine verilen
bir ziyafette de gördük. Mektep m ü d ü r ü Besim (eski Maarif Vekâ-
Çankaya'daki eski köşkte bir ilâve inşaat yapılıyordu. Kendisi
leti U m u m î müfettişlerinden) iyi bir n u t u k söyledi. Çehresinden
sonradan yanan üç odalı bir binada ikamet ediyordu. Birkaç gün-
denberi devam eden yağmurdan, dam akıyoıdu. B u l u n d u ğ u odaya ^jelli, Gazi işittiği sözlerden m e m n u n d u r . Herhalde zevkli nutukla-
girdim. O d a n ı n muhtelif yerlerine leğenler konulmuştu, kendisi de r ı n d a n birini daha dinliyeceğiz. Fakat ne o? Şefin ayağa kalktığı
b i r köşeye, bir koltuğa sığınmıştı. Kalktı. Ortadaki masanın başına yok. Halbuki başka zamanlar söylenen nutuklara hemen cevap ve-
geldi, o g ü n k ü evrakı takdim ettim ve çalışmağa başladık. Evrak rirken bu sefer neye gecikiyor? ü ç dakika, beş dakka, belki on daki-
arasında Mısır'da eskiden tanıştığı bir O s m a n l ı paşasından bir ka...
mektup da bulunuyordu. Paşa mektubunda, S a n Remo'ya gidip Vah- N u t k u n u söyleyip ziyafet bittikten sonra odaya çekildiğimiz za-
d e t t i n ! ziyaret ettiğini ve mükâleme esnasında Vahdettin'in Ata- m a n o t e a h h ü r ü n sebebini şöyle anlattı:
türk.ten sitayişle, hürmetle bahsettiğini hikâyeden sonra, Vahdet- _ Uzun masanın t a m karşısında (...) Paşa vardı, diyor, (Umu-
t i n ' i n sözlerinden, hal ve tavrından, maddî sıkıntıda olduğunu, yar- mî Harpte şöhret kazanmış paşalaıdan biri) n u t u k söylerken o n u n
d ı m a ihtiyacı bulunduğunu anladığını bildiriyor, muavenette bulun- yüzünü görmemek için sofranın ortasındaki yüksekçe çiçek saksısını
m a s ı n ı rica ediyordu. Ben, bu mektubu okurken Atatürk başını, so- siperlik yapabilip yapamıyacağını hesap ediyordum!
l u n d a b u l u n a n pencereye çevirmiş — Ben masanın sağında idim ve Ç ü n k ü o paşa da muhalifi olduğu halde halka karşı... Sözünü
yüzünü göremiyoıdum — dikkatle dinliyordu. B u arada, birkaç de- bitirince içimizden biri «demin avluda fotoğraf çıkarılırken yanımı-
fa, derin derin göğüs geçirdi. Mektup bitip de başını çevirdiği za- za kadar sokuluşunun sebebini şimdi anladım» dedi. — «Ne fotoğra-
m a n gözlerinin dolu dolu olduğunu gördüm, öylece bir an durdu fı?» diyor. Anlattılar: Lisenin paviyonunu ziyaret ettikten sonra ka-
sonra bana: fila halinde dönülürken fotoğrafçıların geri geri giderek makineleri-
« G ö r d ü n m ü d ü n y a n ı n h a l i n i çocuk, nerede o haşmet, nerede, o n i ayarladıkları sırada o paşa, geriden h a l k ı yara yara öne kadar
azamet, nerede o saltanat... Ş i m d i hepsinin yerinde yeller esiyor. •sokulmuş, ve t a m fotoğraf alındığı zaman...
H i ç biı şeye güvenilmez. B u n d a n dolayı hayatta daima ve çok ölçü- — «Anladım, anladım, dedi, getirin o fotoğraf camlarını.» ge-
l ü olmak lâzımdır!» tirdiler. Camı ışığa doğru tutarak: «Ne âlâ, diyor, en önde ben, re-
Dedi. Ve bir müddet düşünceye daldı. Çok müteessir olduğu her fikam ve o. Bir rötüşle ikinci plândaki kalabalık da silindikten son-
halinden belli idi. Nihayet b u zaaf ve merhamet hislerine h â k i m ol- ra yalnız ü ç ü m ü z ü n kalacağı bir fotoğraf. H e m bana muhalefet ede-
du, tekrar söze başladı: cekler, hem bak Gazi bizimle, diye o fotoğrafı gösterecekler.» Mai-
« — Nasıl yardım edilebilir? Benim şahsî servetim yok. Devlet yetinden birine döndü:
hazinesi de fakir. Memleketin en m â m u r yerleri de bilhassa son ha- — «Kırmız o camları...» Şangır...
İsmail Habip S E V Ü K
— 38 —
— 14 —
BÖY'LE GEÇİLİR E S E N T E P E
Atatürk, h i ç bir zaman sözünü sakınmazdı. B u n u n güzel bir m i - Şeyh Sait isyanının bastırılmasından sonra h ü k ü m e t gördüğü
sali: l ü z u m üzerine şarkta b u l u n a n bir kısım n ü f u z l u kürd beylerini ve
zenginlerini A n a d o l u ' n u n muhtelif yerlerine sevketmiş ve oralarda
Talât Paşa Sadrazam iken A t a t ü r k kendisini ziyaret etmiş, b a -
zı fikir ve endişelerinden bahsetmişti. Talât Paşa m ü t e m a d i y e n ka- o t u r m a l a r ı m mecbur etmişti. B u n l a r ı n içerisinden zenginliği bilhas-
çamaklı ve dolambaçlı cevaplar vermekteydi ve A t a t ü r k Sadraza- sa dillere destan olan M a r d i n l i A b d u l l a h Çelebi her nasüsa, feleğin
m ı n kendisini atlatmak istediğini de anlıyordu. bir cüvesi olarak İstanbul'a gelmişti, istanbul'u ilk defa gören bu
A t a t ü r k Talât Paşadan ayrıldıktan bir saat sonra bir arkadaşı; zengin ve hovardameşrep Anadolu çocuğu, Beyoğlunda kendisine
ile buluşmuştu. Tesadüfen Atatürk'den sonra T a l â t Paşayı ziyaret; fevkalâde konforlu bir a p a r t m a n kiralamış, döşemiş, dayamış ve çu-
eden b u z a t a Talât Paşa, M u s t a f a K e m a l ile olan m ü l â k a t ı n ı anlat- vallarla memleketinden getirdiği paraları h a r vurup, h a r m a n savur-
mış ve onu muvaffakiyetle atlattığını da söylemekten k e n d i n i a l a - m a ğ a başlamış ve bir taraftan da bu beklenmiyen m e k â n tebdilin-
mamış. d e n son derece mahzuz olduğunu etrafındakilere d u r m a d a n anlatır,
d u r u r m u ş . B u hayat değişikliğini yapmış o l a n Atatürk'e minnettar-
B u hâdiseden iki g ü n sonra Talât Paşayı telâşa düşüren bir hâ-
dise olmuş. Gece yarısı A t a t ü r k ' ü n evine a d a m göndererek davet et- l ı ğ ı n ı n bir nişanesi olmak üzere bir hediye göndermeyi düşünmüş
miş. A t a t ü r k , Talât Paşanın y a n m a gelince, birinci m ü l â k a t t a n son- ve memleketindeki oğlu Ö m e r Çelebiye derhal bir mektup yazarak,
ra görüştüğü arkadaşının da orada olduğunu görmüş. Talât Paşa- sa- e n çok sevdiği «Nume» adındaki atını Ata'ya göndermesini iste-
dede gelince, A t a t ü r k dayanamamış ve: miştir.
— Söylemekte m a z u r u m . . . demiş. Oğlu, babasından aldığı emir ile beraberine «Nume»yi alarak
— Neden? A n k a r a ' n ı n yolunu tutmuş, Ata'nın h u z u r u n a çıkarak babasının he-
— Ç ü n k ü ben size daha ü ç gün önce hayati bir meseleden bah- diyesini vermiştiı.
settim, fikir ve m ü t a l â a l a r ı m ı söyledim. Siz ise b e n i atlattınız, daha: Meselenin aslım öğrenen Ata, b u n u memnuniyetle kabul et-
doğrusu atlattığınıza zahip oldunuz. miş, fakat Ömer'e gülerek:
Talât Paşa: — B a b a n a teşekkür ederim, istanbul'daki vazifesini yapmakta
— Aslâ... diye cevap verince Atatürk, orada b u l u n a n dostunu: •devam etsin!
göstererek: Demiştir.
— Beni atlattığınızı söylediğiniz zat, işte yanınızda oturuyor. B u harikulâde at, bilâhare birçok yarışlar kazanmış, Ata'nın
A b d u l l a h Çelebiyi zaman z a m a n hatırlamasına vesile vermiştir.
SARAY İLE I L I M ADAMLARI Selim Cavid Y A Z M A N
Atatürk ilmî salâhiyetlere daima h ü r m e t k â r d ı . H i ç u n u t m a m bir Hz. M U H A M M E D
baloda gece yarısından sonra Neşet ömerle birlikte müsaadelerini B i r g ü n kendisine sordum:
almaya gittiğimiz vakit muayede salonunda bir zamanlar saçak öp- — Hazıeti M u h a m m e d h a k k ı n d a k i fikriniz nedir?
türen padişahların oturdukları yer tahtının y a n ı n d a bir koltukta, Tek kelime ile cevap verdi:
oturuyorlardı. Y a n ı n d a H a k k ı Tarık Bey vardı. Bize hitaben: — Samimîdir.
Orgeneral Fahreddin ALT AY
— 45 — — 17 —
d a n a telefonla ikinci bir emir verdirerek, bu tepenin ne kadar za- yulmuştu. B ü t ü n bu müddet içinde, dört, beş defa içmiştik. O, ba-
m a n d a zaptedilebileceğini sordu. Gelen cevapta, yarım saatlik bir şını işten kaldıramayışma rağmen, d a i m a neşeli, bizim kötü zan-
m ü h l e t isteniyordu. F a k a t aradan yarım saat geçtiği halde tepe, he- nettiğimiz vaziyetler karşısında bile d a i m a nikbindi. Hattâ, bir gün
nüz işgal edilememişti. Mustafa Kemal, bu vaziyet karşısında, bir kendisine sormuştum:
kat daha sinirlendi: «— Paşam, baksanıza bütün dünya bize düşman, vaziyet kötü-
— H a n i ya... Y a r ı m satte zaptedeceğini vadetmişti?. Niçin sö- ye gider gibi değil mi?»
zünü tutmadı? diye sordu. Hiç u n u t m a m , gözlerimin içine bakarak:
Gelen cevapta, fırka k u m a n d a n ı n ı n b u n u bir izzetinefis mese- — Canım, demişti, düşmanlarımız olan itilâf devletlerinin Ana-
lesi yaparak vaadini yerine getiremediğinden mütevellid bir teessür- dolu'yu işgal etmek için hiç olmazsa beş yüz bin kişilik bir kuvvete
le intihar ettiği kendisine bildirildi. E n büyük millî dâvanın kaza- ihtiyaçları vardır. B u n u ise, görmüyor musun vaziyetlerini, milletle-
nılması mevzuubahs olduğu bir sırada, vukua gelen bu ihtiyarî şe- ri artık vermez. Katiyen vermez. Farzı m u h a l verseler bile, on beş,
hadet vak'ası da ayrıca ve h a t t â başlıbaşına, T ü r k ü n ezelî celâde- yirmişer kişilik iki düzine çete ile bunları menzil hatlarını ve h e r
tine yeni bir n ü m u n e olarak tarihe geçecektir. şeylerini berbat etmek, bizim için m ü m k ü n d ü r . »
Mustafa Kemal, ancak hissedilir bir sesle, sadece: Nizameddin A T A K E R
— Allah rahmet etsin! dedikten sonra, aynı emri o n u n yerine
B İ R B O M B A İLE UÇURMALI
geçen k u m a n d a n a tebliğ ettirdi. Ve tepe birkaç dakika zarfında,
şiddetli bir hücumla zaptolundu!» Bir g ü n de, Vahdettin bir türlü yola gelmiyerek, gittikçe azdı-
Salih B O Z O K ğından bahsedilirken, dedi ki:
— Başka çare yok... Bunu, sarayına bir bomba koyup, saltanatı
R A K I VE K R A L KONSTANTIN
ile beraber a t m a k lâzım...
Mustafa Kemal İzmir'i istirdat ettiği zaman Krommer Palas B u sözü, neye yalan söyliyeyim, biz o zaman, gayri m ü m k ü n bir
oteline de uğramış, istirdadı müteakip izmir'e koşan ve aynı otele şey telâkki ederdik, tereddüt ve hayretle karşılamaktan kendimizi
inen F a l i h R ı f k ı o g ü n ü n ihtisaslarını şöyle anlatıyor: alamamıştık.
«Otel, ecnebi ve yerli hristiyanlarla dolu idi. Sonradan bize an- Nizameddin A T A K E R
lattıklarına göre Mustafa Kemal şehre girince bu otele uğramış. Ne-
sırması, n e de önünde arkasında koşuşan generalleri ve zabitleri v a r . İ N G İ L T E R E TAHTININ ÂK1BETINI
Dolu salona girmek isteyince garson yer olmadığını söylemiş. Fa- GÖREN ATATÜRK
kat müşterilerden biri tanıyıp da: 1926 senesi yazında idik. istanbul donanmış, yer yerinden oyna-
— Mustafa Kemal... Mustafa Kemal... mıştı. Türk tarihinin hiç bir devrinde görülmeyen bir şeref hâlesi
Diye bağırınca kalabalık birbirine girer, i h t i m a l hepsi dağıla- istanbul'un pembe ufuklarını yaldızlamıştı. Birkaç gündenberi 3
caklar. Mustafa Kemal: «Kimsenin rahatsız olmamasını» rica eder inci Edvard ve sevgilisi M a d a m Simpson Atatürk'ün ve Türkiye'nin
ve yamndakilerle bir masaya oturur. Garson mudur, otel müdürü en büyük misafiri sıfatiyle istanbul'da bulunuyordu.-
m ü d ü r , artık kim önce koşup gelmişse bir kadeh içki istediklerini ingiltere kralı kendisine gösterilen samimî misafirperverlikten
söyler ve sorar: fevkalâde mütehassis olmuştu.
— Kral Konstantin h i ç b u otele gelip de bir kadeh rakı içti m i ? ... i k i g ü n sonra Atatürk'le misafiri Modada deniz yarışlarım;
— Hayır, Paşa Efendimiz. bulundukları geminin güvertesinde hararetle seyrediyorlardı. Mus-
— öyle ise neden izmir'i almak istemiş? der ve izmire girişinm t a f a Kemal, pek .keyifli, pek neş'eli idi. Türk delikanlılarının gös-
ilk zevkli saatini o masada geçirir. terdiği başarıdan derin bir iftihar duyduğu muhakkaktı.
Falih Rıfkı \T.\Y Kral 8 inci Edvard, yanında M a d a m Simpson ile oturuyor. K r a l
ANADOLU İŞGÂL EDİLMEZ nedense düşünceli ve üzgündü. O n l a r ı neş'elendirmek ve kederleri-
Sivasta kaldığımız, dört aya yakın bir zaman zarfında, M u s t a f a n i dağıtmak için büyük Atatürk, b ü t ü n zekâsını kullanıyordu. Bir
Kemal Paşa, içkiye bile iltifat edemiyecek derecede çalışmağa ko- ara, m a d a m , elindeki d ü r b ü n ü ile yerinden kalktı. Davetliler ve ga-
_ 46 —
_ 47 —-
te böyle bir adam yoktur. Benim üzerimde müthiş bir tesir yaptı.
Dedim ki:
Kendisi iş başında kaldığı, bizzat âmil olduğu takdirde memleketin
— Şuradan bana, bir Türkiye haritası bul, masayı aç, o n u n üs-
salâh bulmamasına i m k â n yoktur. Kendisine sorduğum suallerden
biri şudur: tünde seninle konuşacağım.
ismet Bey derhal lâzım olan haritayı buldu, a ç t ı :
— Mademki bu Meclis Cumhuriyet ilân etmive kendisini salâ-
— Ne yapacaksın?
hiyetti gördü. O halde başka bir meclis de başka bir ekseriyet bir
Bu münasebetle ilâve etmeliyim ki, aramızda en iyi anlaştığı-
g ü n Meşrutiyet ilân ederse ne yaparız?
mız ismet Bey bu m ü l â k a t m sebebsiz olmadığına hemen hükmet-
— Olabilir. Fakat hepsini sopa ile koğarız.
mişti.
HİNDİSTAN İMPARATORU OLURDUM — Meselâ, dedim, hiç bir sıfat ve salâhiyet ve orada kurtuluş
Atatürk, hâtıralarını naklettiği sırada şu bahse temas ediyor: çareleri aramak için müsaid m ı n t ı k a ve beni o mıntıkaya götürecek
— Bir gün Enver bana: «Hindistana doğru sefer yapmak isteyip en kolay yol neresi ve hangisi olabilir?
istemediğimi sordu. Emrime ü ç alay vereceklerdi, iran'dan dünyayı — Yüzüme baktı, neşe ve ü m i d içinde güldü:
ayaklandıra ayaklandıra Hindistan'a kadar gidecekmişim. — Karar verdin mi? diye sordu.
— Ben o kadar kahraman değilim. — Şimdilik b u n d a n bahsetme. B a * a sırf memleketi, halkı ve
Dedim. Talât Paşa söze karıştı. orduyu anlamış ve tabiati yakından görmüş, tehlikenin büyüklü-
— B u vazifeyi niçin kabul etmiyorsunuz? ğünde şüphesi kalmış bir arkadaş gibi cevap ver.
Bize bir harita getirmelerini istedim. Bir mektep atlası getirdi- ismet Bey haritanın açılı bulunduğu masa kenarındaki sandal-
ler. Vaziyeti gösterdikten sonra: yeye ilişti. Düşünmeğe başladı. Bu sırada ben salonda ayakta dola-
—• Hem niçin üç alay, dedim; tek bir adam gönderiniz yeter. Na- şıyordum.
— Nihayet ismet Bey ayağa kalktı. Gülerek:
sıl olsa kendi kuvvetini kendi yapmağa m a h k û m değil mi?
— B u fedailiği üstüne almalıydın! — Mıntıkalar çok yollar çok! dedi.
(Kendi naklettiği hatıralardan) •
— Eğer böyle bir imkân olsaydı, sizin emirlerinizi beklemezdim.
Kendim gider, kuvvetler bulur, Hindistan'r fetheder ve imparator B E N İSMETİ İ Y İ T A N I R I M
olurdum. Millî Mücadele yıllarının en ateşli günlerinde Ankara Defter-
A T A T Ü R K VE M İ L L E T darı bulunan Y a h y a Galip merhum şöyle bir hâtırasını nakletmişti:
«Düşmanın faik kuvvetine karşı giriştiğimiz ikinci i n ö n ü mu-
Bir gün Atatürk'le beraber bulunurken şiir ve edebiyattan bah- harebesinin henüz neticesi alınmadığı günlerden birinde idi. M u s -
solundu. Hazır bulunanlardan bazıları zemin ve zamana uygun nük- tafa Kemal'in otomobili Millet Meclisi önünde durdu. Hemen yanı-
teli mısralar okudular. Atatürk şiir bahsini Fûzulî'nin şu beyti ile ka- n a koştum. Telâş ve endişe ile: «Paşam, i n ö n ü n d e n ne haber?» di-
padı : ye sordum. Aynen şu cevabı verdi: Vaziyet kritiktir.
— Kritik nedir? dedim. Anlamadım ki.
Camını cânân eğer isterse minnet cânıma
Mustafa Kemal: «Sana b u n u n cevabım on beş dakikaya kadar
Can nedir ki a n ı kurban etmiyem cânânıma.
veririm» dedikten sonra gülümsedi:
M I N T A K A L A R ÇOK, Y O L L A R Y O K ! — Ben ismeti iyi tanırım. Göreceksin, on beş dakikaya varma-
dan haberi alacağız.
Bir gün ismet Beyi (ismet i n ö n ü ) davet etmiştim. Şişlikedi evim-
Aradan çok kısa bir zaman geçti. Telgraf müvezziinin elinde
de beni yalnız bulan ismet Bey:
bir kâğıtla nefes nefese onun odasına girdiğini gördüm.»
—- Gene ııe var, diye sordu.
Yahya Galip b u n u saat 6,30 da Metris tepeden «Garp cephesi
Bu suali sorarken gözlerinin içi, malûm olan yüksek zekâsı ve k u m a n d a n ı ismet» imzasile çekilen ve: «Düşman binlerce maktul-
emniyet ve itimad vadeden derin şataretile fırıl fırıl dönüyordu. le doldurduğu muharebe meydanını silâhlarımıza terketmiştir.»
— Senden ne haber dedim.
— T a h m i n ettiğin gibi.- F: 4
— 51 —
— 14 —
NAPOLYON
boğazına uzatmış, var kuvvetiyle düşmanın gırlağını yakalamış.
D ü ş m a n neferinin boğazı i k i demir pençenin mengenesinde sıkışın- General Tawsand 12 Haziran tarihinde Adana'ya geldi. Kendi-
ca, bizim nefer, boks darbelerinin iptida hafiflediğini biraz sonra sine o vakit istihbaratta çalışan deniz yüzbaşılarından Cemil refa-
zail olduğunu görmüş. k a t subayı olarak tâyin edilmişti. General bir gece A d a n a ' d a Bursa
Nefer esirini sürükliyerek benim yanıma getirdi. Gece yarısın- otelinde kaldı. Ve ertesi g ü n ü hususî trenle Konya'ya geçti. O gü-
d a n sonra idi. Evvelâ düşman neferini isticvap ettim: n ü n akşamı saat 9 d a Mustafa Kemal, Tawsand'la görüşmelere baş-
— Ne oldu? Sen niçin buralara kadar geldin? - ladı. Tawsand görüşmeler esnasında kendince yaptığı bir müşabehe-
— Spor, cevabını verdi. t i Mustafa Kemal'e bildirerek:
Bizimkine s o r d u m : — «Siz Napolyon'a benziyorsunuz» dedi.
— Nasıl oldu? Mustafa Kemal bu müşabeheti reddetti:
Nefer, esirin verdiği ilmî cevabı anlamamış olmaktan korkarak: — «Napolyon arkasına bir sürü muhtelif milliyetteki insanı
— Bilmiyorum, dedi. toplayarak macera aramağa çıktı. Ve b u n u n içindir ki yarı yolda
Ben, birinci ilmî ve fennî değil, ikincinin cehilden ziyade edep kaldı. Ben bir anadan bir babadan gelen kardeşlerimle kendi vata-
ve terbiyesi üzerinde fazla durmadım. n ı m kurtarmak dâvası yolundayım. Ve muvaffak olacağım.» cevabı-
— Sen sportmen misin? n ı verdi.
«YÜCEL» den
— Evet, çok iyi...
MÎLLET ŞEREFİNE
— Bizim neferi nasıl buldun?
— Bilmiyor, dedi. Bir akşam, birdenbire Saray'dan kalkarak G ü l h a n e parkında
Türk neferine d ö n d ü m : H a l k Partisinin verdiği bir açık hava toplantısına gittiğimiz zaman,
— İşitiyor musun, senin için bilmiyor, cahildir, dedi... orada toplanan onbinlerce insana h a r f inkılâ:bını müjdelemiş ve b u
Kısaca : esnada ayağa kalkarak millete hitaben:
— Huzurunuza getirdim efendim, cevabını verdi. — «Arkadaşlarım, b u elimdeki rakıyı evvelce Padişahlar da, Ha-
Gazi devam e t t i : lifeler de içerlerdi. Fakat onlar saraylarında, dört duvar arasında
— Benden spor nedir ,diye sorulursa vereceğim cevap şudur: içiyorlardı. B e n ise aziz milletimin önünde ve o n u n şerefine içiyo-
«Spoı vatanın, milletin âli menfaatlerine tecavüz edenleri gırt- rum.»
lağından yakalayıp memleket ve millet hâdimlerinin huzuruna ge- Diye kadehini kaldırdığa zaman h a l k ı n alkış tufanı arasında
tirebilmek kabiliyeti maddiye ve mâneviyesidir.» Sarayburnu, dakikalarca çınlamıştı.
M i l l i y e t : 1952 Ali K I L I Ç
Falih R ı f k ı A T A Y
FİKRET'İN ÂŞİYANINDA,
CEPHEDE... Oradaki ilk gördüğü simaları, bilhassa gençleri birer birer so-
Bir gün, Sakarya Harbine takaddüm eden günlerde, a t t a n düş- r u p öğrenmiş olduğunda tereddüt etmem. Bir aralık biri y a n ı m a
m ü ş ve göğüs kemiği çatlamıştı. Cepheden Ankara Askerî Hastaha- geldi: «Mustafa Kemal Paşa sizinle görüşmek istiyor» dedi. A d ı n a ve
nesine dönmüş ve orada tedavi olunuyordu. Ziyaretine gittim. Ken- şimdi gördüğüm şahsiyetine zaten hayran olduğum büyük askerin
dilerine yolda tesadüf ettim. Y ü z ü sapsarı idi. Kemiklerini sardır- b u alâkası beni heyecana düşürmüştü. Derhal y a n ı n a şitap ederek
mıştı. Belli idi ki ızdırabı vardı. Kendilerinden istirahat etmelerini ismimi söyledim. O ince ve uzun parmaklı zarif ve kavi adaleli gü-
rica ettim. zel elini uzattı. Beni Çanakkale'ye ait şiirlerimle tanıdığını ve çok-
«— Olamaz, istirahat ve tedavi vazife ile beraber cephede! B e n t a n görmek istediğini söyleyerek pek asil bil tevazu ile taltif etti.
behemahal orada bulunmalıyım.» dedi. — Paşa Hazretleri, dedim, siz cepheden cepheye koşan bir ku-
Fedakârlığın böyle necip misallerinden O'nun hayatında kaç m a n d a n , nasıl oluyor da benim gibi "ehemmiyetsiz bir gencin değer -
binleri var. siz yazılarını okumaya vakit buluyor ve onları tahattür edebiliyor-
sunuz?
Refik İNCE Şu cevabı vermişti:
— 14 —
— 55 —
— 62 —
— Görsen ne yaparsın?
— Kâzım Bey, evde misin? Geleceğim.
— Ayaklarının altına köprü olurum.
— Çok taltif buyuımuş olursunuz, dedim.
B u cevabı almca güldüm ve Atatürk'ü gösterdim:
Y a r ı m saat sonra büyük bir heyecanla karşıladım ve yukarı ka-
— işte Mustafa Kemal...
t ı n küçük odasına şeref verdiler. Sigarasını yaktıktan sonra, şu
ihtiyar, bizi peygamberlik iddiasına yeltenmiş iki meczup gibi
tarzda söze başladılar :
süzdü, şahadet parmağı ile sağ gözünün alt kapağını aşağıya çekerek
— Kâzım, memleketin elemli vaziyeti malûmdur. Ben Anado-
güldü:
lu'ya ordu müfettişi olarak çıkıyorum. Seni Erkânıhaıp Reisi olarak,
— Pışşşt! dedi.
almak isterim, gelir misin?
F a k a t az sonra vardığımız kasabada geleceğimizi bildikleri için
— Büyük iltifattır, minnetle gelirim.
istikbale hazırlanmışlardı, i h t i y a r bunu görünce, kırdığı potu anla-
B u cevap yetmemiş olacak ki devam b u y u r d u l a r :
mıştı. Utancından, otomobil durur durmaz ortadan kayboldu. Ata-
— F a k a t bu işin ağırlığı çok büyüktür. Y a r ı n hâdiseler karşı-
türk, onu b u l m a m ı emretmişti. Biçare beni görünce, ayağıma ka-
sında Bâbaali, Halife ve Padişah ile ve h a t t â b ü t ü n itilâf devletle-
pandı :
riyle karşı karşıya husumetle döğüşeceğiz, hâdiseler bizim üstümü-
— Ne olur, dedi. Beni affedip bir defa elini öptürsün, ö m r ü m ol-
ze yüklenecektir. B ü t ü n bunları düşünerek m i söylüyorsunuz?
dukça çizmesinin çamurunu yiyeyim.
— Evet büyük k u m a n d a n ı m . B ü t ü n bunları düşünerek ve ina-
G ü l d ü m ve parmağımla sağ gözümün alt kapağını aşağı çekerek
n a r a k söylüyorum. Ç ü n k ü Türk'ün başka bir ü m i d i kalmamıştır.
aynı cevabı verdim :
— O halde tamamdır. Y a r ı n saat onda Erkânı Harbiyei Umu-
— Pışşşt...
miyede buluşalım.
işte hayatımın en büyük heyecanlarından birini de, onu Ata-
Trakya Dergisi: 1938 Kâzım D İ R İ K
t ü r k ' ü n y a n m a oturttuğum z a m a n duydum.
ihtiyarın, Atatürk'ün ayaklara altına kurbanlık bir koyun tesli- ATATÜRK'ÜN HOŞLANDIĞI KELİME
miyetiyle nasıl yıkılıverdiğini hatırlıyorum da, o anda, kalbimin na- Atatürk'ün has misafiri olarak Türkiyeyi ziyarete gelen (Şimdi-
sıl durmadığına hâlâ şaşıyorum. ki Ş a h ' m babası) Şah Rıza Pehlevî, Ege gezisinde tanıştığı izmir
Tan : 13/11/1938 Salih B O Z O K Valisi K â z ı m Paşa'yı pek dinç, coşkun ve hareketli görünce, yaşını
GELDİKLERİ GİBİ sormuş ve altmış olduğunu öğrenince, hayretle gülümsiyerek, ko-
istanbul'a geldiğimiz günü h i ç u n u t a m a m . Şehrin çok hazin b i r nuştuğu Azerî Türkçesi ile: «Maşallah, Diriksen paşa!.» demiştir. O
h a l i vardı, istanbul, hasım donanmalarının limana girmeleri felâ- güne kadar kullanmadığımız b u «Dirik» kelimesi Atatürk'ün o ka-
ketinin matemini tutuyordu. B u büyük matemine Atatürk'ü de or- dar hoşuna gitmiştir ki, b u n u Kâzım Paşa'ya soyadı olarak vermiş-
tak ediyordu. tir.
Atatürk ve ben askerî sevkiyatm bir köhne motoru ile deniz or- (Yakın Tarihimiz)
tasına yaslanan bu çelik o r m a n ı n içinden geçiyorduk. A t a t ü r k ' ü n
zarif dudaklarından «Geldikleri gibi giderler» cümlesini işittiğim za- MUZIR VÜCUTLAR
m a n ; mütarekenin doğurduğu derin ve elemli ümitsizliği derhal Atatürk'e, düşmanlarından bir bayan, bir ecnebi gazetede (so-
unutmuştum. kak çocuğu ve zalim) diye yazılar yazmak küçüklüğünü göstermiş-
Cevabımda istical e t t i m : ti.
— «Size nasip olacak, siz bunları kovacaksınız Paşam» dedim. Bir gün Y a t Kulüp'de Atatürk arkadaşlarına bu makaleden
Gülümsedi, aziz başının içinde teressüm etmeğe başlıyan vatanı bahsederek demiştir k i :
kurtarma plânlarını bir a n için yeniden geçiriyor gibi daldı; sonra: — B a n a sokak çocuğu diye yazmış... Ben pek küçük yaşta ley-
— «Bakalım» dedi. Cevad Abbas G Ü R E R lî bir talebe olarak mekteplere girdim, idadi'den Harbiyeye, oradan
da orduya hizmete gittim, sorarım sizlere, benim sokakta oynamağa
ANADOLUYA GİDERKEN vaktim m i vardı? (Bana (zalim) diyormuş... Ben eğer b u vatana
1 Mayıs 1919 sabahı saat on idi. Pangaltı'daki kira evinde tele-
fon açıldı. Büyük K u m a n d a n ı n sesi i d i : F : 5.
— 14 —
— 66 —
ihanet eden birkaç adamı mahkemeye vererek, k a n u n dairesinde bu
adamlar cezalarını buldularsa, benim onlara karşı sevgimden ziya- Atatürk:
de, T ü r k milletine sevgim d a h a büyüktür. B u sebeple Türk mille- — «Geç gelir bezme ekâbir!» cümlesini kullandılar. N u r i Con-
tine onlaran muzır vücutlarını feda ettim.» demişlerdir. ker hazırcevap i d i :
Millî Mücadele T a r i h i : 1959 Enver B e h n a n Ş A P O L Y O —• «Adamdan a d a m a fark var» buyurdu.
DÜŞMANSIZ ADAM Nuri Conker'in:
—• Kul kelimesi hoşunuza gitmiyor, büyüklüğü de kimseye ver-
İmzasını okuyamadığım bir avukat şöyle yazıyor :
miyorsunuz, demesi üzerine Atatürk, biraz hiddetli görünerek ve
«Atatürk'ten bahsederken «Düşmansız adam» demiştiniz. Ken-
d a h a fazla söyletmek istediğini belli etmiyerek:
disinin ağzından duyduklarımı bu münasebetle tekrarlayayım:
— «Ne demek istiyorsun, benim kudret ve n ü f u z u m u kıskanı-
1936 senesi Ankara'da Himayei Etfalin kostümlü balosu vardı.
yor musun? Yoksa rakip m i çıkmak istiyorsun, ne hakla ve ne li-
A n k a r a Palas'ta, alt salonda, pavyondaydık.
yakatla... Sen bir k u m a n d a mevkiinde her türlü vesaite malik ol-
Şef'in yemek masasında Bay Ş ü k r ü Saraçoğlu bulunuyordu.
d u ğ u n halde aciz göstermedin mi?»
Atatürk, herkesin dansetmesini, eğlenmesini istiyorlardı... B u g ü n k ü
Demeleri üzerine Conker'in gözleri biraz daha parladı. Ku-
gibi aklımda: (Esasen O'na ait hangi teferruat hafızada aynen zap-
m a n d a n l ı k bahsinde Atatürk'ün alaylarına t a h a m m ü l edemiyordu.
tedilmez?) Sırtında koyu kurşuni bir elbise vardı. Elinde düz beyaz
Bunu hepimiz biliyorduk ve bir pot kırılmasın diye üzülüyorduk.
keten bir mendil tutuyordu.
Nuri Conker bir elini masaya dayadı ve :
Sonradan yanma, Konya mebusu General Ali F u a t geldi. Arka
— «Ben büyüklük taslamıyorum, ancak Paşa hazretlerinin d e
tarafta, uzaktaki bir masada da General Refet oturuyordu, önder,
malûmudur. Mutlakiyet devrinde, haşmet ve dârat içinde yaşıyan,
birdenbire başını çevirdi. Masasına General Refet'i çağırdı. Ve bir-
n ü f u z ve kudretine ve kahir gazabına pâyan olmıyan müstebit pa-
den, dans, neş'e içinde, sesi yükseldi. Müzik de durdu.
dişahın bile gururunu taşırmamak için Cuma selâmlığında rnünadi-
Aynen ezberimden söylüyorum; şu sözleri sarfettiler :
ler bulundurulur ve:
— Medeniyet demek, afiv ve müsamaha demektir, iptidaî ka-
«Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var» diye bağı-
vimlerdir ki, kan dâvası güderler. Afve, müsamahaya dayanmıyan
rırlardı...»
medeniyet ceberruta dayanan medeniyettir; ki çöker... O, medeni-
T a n : 8.6.1940 Asaf İ L B A Y
yet değildir.
AN ANEVİ DOSTLUK
Ve sesi yavaşladı, yine yükseldi:
— Şiarımız iyi, güzel ve doğrudur... İyi ve güzelsiz, doğru ol- 28 Haziran 1933 A n k a r a Erkek Lisesinde:
maz... D a i m a , her zaman, her yerde iyi, güzel ve doğru, beraber! İ m t i h a n a giren çocuklardan biri sorulan bir suale şöyle cevap
Her yerde ve her zaman afiv... vermişti:
Bu kelimeyi (afiv) olarak telâffuz buyurduklarına da dikkat et- — Fransa ile olan ananevi dostluğumuz icabı...
miştim. Atatürk, derhal sözü keserek s o r m u ş t u :
— Afiv ve müsamaha... Ancak ve ancak millî dâvalarda, millî — H a n g i ananevi dostluk, bu da nereden çıktı, kim söyledi
kalkınmada, netayici kütleye müessir olan işlerimizde müsamaha- bunu?
n ı n yeri yoktur. Şahsî kinleri, şahsî husumetleri körükleyen ve gü- O zaman coğrafya öğretmeni ayağa kalkarak «Ben söyledim
denler ancak ve ancak iptidaî kavimlerdir... Paşam» diye onun hiddetini azaltmaya çalışmıştı. B a n a dönünce
ve «Sen söyle tarih hocası» deyince, hemen ayağa kalkarak cevap
Sonra yanma, Fıansız Sefiri Ponso'yu çağırdı. Çok sevdiği Ra-
vermiştim.
m o n a ' n ı n çalınmasını ve hepimizin dansetmesini istedi.»
Paşam ortada bir ananevi dostluk yoktur. Y a l n ı z müşterek ha-
O n u n için Yazılanlar, Söylenenler: 1949 Vâ - N û
reketlere Fransız muharrirleri ananevi dostluk vasfını vermişlerdir.
MAĞRUR OLMA PADİŞAHIM... — Meselâ Kırım Harbinde olduğu gibi...
Bir gece, Nuri Conker her yerde aranıldığt halde bulunamamış- — Aferin, bu hakikaten böyledir. Maalesef Türk'ün ananevi dos-
tı. Gece saat ikiye doğru geldi. Fazlaca neş'eli i d i : tu yoktur. Menfaatler müşterek olunca Avrupalılar buna h e m e n
(An'anevî dostluk) ismini vermişlerdir» buyurmuşlardı.
Cumhuriyet: 10.11.1950 Dr. Samih Nafiz TANSU
— 68 — — 69 —
HEP BERABER
«HALK İSTERSE BENİ DE KOVAR!»
18 Nisan 1935 de, istanbul'da beynelmilel kadınlar kongresi
toplanmıştı. Kongre azâlarından iki gazeteci bayan, kendilerini ka-
1935 senesinde idi. Atatürk'ün Çanakkale'ye geleceği rivayetle-
bul eden Atatürk'e:
ri dolaşıyordu.
— Türk kadınlarını da asker yapacak mısın? Sualini sordular.
O zamanlar dünyanın bazı yerlerinde olduğu gibi, memleketimi-
Atatürk:
zin de bazı bölgelerinde Yahudiler aleyhinde bir hareket ve ayak-
«— Biz erkeklerimizi bile h a r p felâketinden uzak bulundurmak
l a n m a başgöstermişti. Bu h a l karşısında b ü t ü n Museviler mallarını,
isteyen insanlarız. Fakat harp etmek zorunda bırakılırsak, vatan
mülklerini satarak yolculuğa hazırlanıyorlardı. Bunlar, o zaman ri-
müdafaasında kadınlarımız da, erkeklerimizle beraber dövüşecektir,
vayet olunduğuna göre Filistin'e gitmek istiyorlardı.
istiklâl mücadelesi b u n u n en yakın misalidir.»
işte bu sıralarda «Atatürk Çanakkale'ye geliyor!» dediler. Çok
Cevabını verdi.
sevindim. Ç ü n k ü Atatürk'ü daha hiç görmemiştim. Heyecanla Ata-
türk'ün geleceği Balıkesir caddesine koşarak gittim. B ü t ü n Çanak- SAYIM GÜNÜ
kale h a l k ı orada toplanmıştı. Ben de bir kenara dikildim. B u esna- Celâl Sahir, Atatürk'e bir şiir okuyormuş:
da y a n ı m d a tesadüfen b u l u n a n birkaç Y a h u d i n i n fısıltı ile pek ha- — Boş, boş, boş...
raretli olarak konuştuklarını gördüm. Alâkadar olmağa vakit kal- Sokaklar boş,
m a d a n karşıdan birkaç otomobil göründü. «Atatürk geliyor!» sözü Meydanlar boş,
yeniden ağızdan ağza dolaştı. D ü k k â n l a r boş,
H a l k ı n «Yaşa, varol!» nidaları arasında A t a t ü r k otomobilinden Hertaraf boş,
indi. Alkışlar devam ediyor, o da h a l k ı n ortasında ilerliyordu. Ga- Ufuk boş,
rib bir tesadüf ve talih eseri olarak Atatürk bizim önümüze gelince Toprak boş...»
h a f i f bir duraklama yaptı. Halka bakıyor ve kalabalığı selâmlı- A t a t ü r k mırıldanıyor:
yordu. — Ne o Sahir, bu şiiri nüfus sayımı gününde m i yazdın?
Tam bu esnada yanımda bulunan ve biraz evvel fısıltı halinde,
Y O H GOMUTAN...
fakat hararetli konuşan Yahudilerden biri, ileriye doğru yürüdü ve Anaiartalar muharebesinde, iyice bitkin düşen bir asker siper-
A t a n ı n önüne atıldı. Muhafızlar m â n i o l m a k istediler. Atatürk:
de uyukluyordu. O sırada teftişten dönen Binbaşı Mustafa Kemal
— Bırakın gelsin! dedi.
askere sordu:
B u Musevi vatandaş, Atatürk'ün önünde ellerini açtı, omuzla- — Söyle, uyuyor muydun? Ne yapıyordun?
rını yukarıya kaldırarak: Mehmetçik hemen bir cevap buluşturdu:
—• Paşam, bizi kovuyorlar. Biz ne yapacağız? dedi. — Y o h g u m a n d a n ı m , ölen gâvurların taklidini yapıyordum.,..
Atatürk, b u şekilde ö n ü n e atılan bu a d a m ı n ne demek istedi-
ğini, ve k i m olduğunu derhal anlamıştı. B u n a rağmen sordu:
KRAL EDWARD'IN SİGARASI
— Sen kimsin?
1936 yılında ingiltere Kralı Edward V I I I . , A t a t ü r k ü n misafiri
Ben Paşam, Çanakkale Museyilerinden Avram Palto.
olmuştu.
— Sizi k i m kovuyor? H ü k ü m e t m i ? K a n u n mu? Polis mi? Jan-
i k i devlet a d a m ı n ı n , aralarına Hariciye Vekilimiz de katılmıştı.
d a r m a m ı ? Bana söyle? dedi.
B i r hasbıhalleri sırasında Atatürk, Krala sigara takdim etti. Hari-
B u Musevî vatandaş durakladı, şaşaladı. Biraz sonra kendini
ciye Vekili, hemeıı kibriti yaktı ve «alışkanlık haline gelmiş bir ha-
toparlayarak cevap verdi:
reketile önce Atatürke, sonra Krala uzattı.»
— Hayır Paşam, halk kovuyor.
Yüce Ata, büyük misafirin yanında, vekili, düştüğü müşkül du-
Atatürk, b u adamın yüzüne dikkatle baktı, gülümsedi ve:
r u m d a n şöylece kurtarıverdi:
— Halk isterse beni de kovar, dedi ve yürüdü.
— Majeste, dedi, bilirsiniz ki kibritler ilk yandığı esnada zehir-
C. Y A L Ç I N l i bir gaz neşrederler. Türk misafirperverliği, b u zehirli gazi misa-
— 71 —
— 14 —
d ü m eden günlere ait notlar okuyor ve bu satırlardan hazırlanan
firin teneffüs etmesine mânidir. Biz misafirimizin sigarasını s a f v a k ' a n m b ü t ü n teferruatını keşfediyordu.
alevle yakarız. O, büyük insanların büyük vak'alar karşısında gösterdikleri
Abdullah Ö Ğ R E T M E N derin metanet ve dikkatle bu hâdiseden bahsederken ben, Türk
milletine bir vatan, bir medeniyet ve bir istikbal veren bu büyük
NAPOLYONTJN PROĞRAMI insana nasıl kıymak istediklerini düşünüyordum.
Sen değil m i ki, bir kitapta okuduğun şu: Napolyon'a sormuş- _ Yapamıyacaklardı, dedi, suikast keşfedilmeseydi, yine silâh-
lar: Programınız nedir? O da cevap vermiş ki: l a r ı n ı üzerime boşaltamıyacaklardı.
«Ben yürürüm, program benim hareketimden çıkar» sözüne: O ' n u n bronz haline gelmiş musikiye benzeyen sesi beni teessür-
— «Evet a m m a o t ü r l ü giden, sonunda başanı Sent Helen ka- den kurtardı.
yalarına çarpar» düşüncesini ilâve ettin... Büyük insan, biliyor ki, mucizeleriyle insaniyetin fevkine çıkan
"bir kahraman, beşerî silâhların tehlikesinden masundur.
Ruşen Eşref Ü N A Y D I N
Gazi Mustafa K e m a l : 1930 B u r h a n Cahit M O R K A Y A
YAŞAMALISIN!... SUİKAST
Atatürk'ün en büyük zevki, u m u m î toplantılarda rastladığı h e r izmir'de hazırlanan suikastta, Atatürk'ü öldürmeğe memur edi-
h a n g i birine âni bir sual sormak ve alacağı cevaba göre o şahsiye- lenlerden birini, suikast meydana çıkarıldıktan sonra, Atatürk, ya-
t i n kıymetini takdir etmekti. ınına çağırdı, ona bazı şeyler sordu, i ş i n garip tarafı, adam Ata-
Bir cumhuriyet balosunda yaverlerinden Nihat Beye şu sualfc türk'ü tanımıyordu.
sordu: Atatürk, cebinden tabancasını çıkararak adama uzattı:
— Ben ölürsem, ne yaparsın? — Mustafa K e m a l benim! Al, öldür!
— Ben de ölürüm, Paşam!... Bahtsız adam, dizüstü çökerek h ü n g ü r h ü n g ü r ağlamaya baş-
Ata, aldığı cevaptan m e m n u n kalmamıştı. Sert bir ifade ile» ladı. Salâhattin Güngör
şunları söyledi: HER EMRİM YAPILIR
— Eğer beni hakikaten seviyorsan, ölmemen lâzım. Y a ş a m a l ı - Ankara'da bir ziyafette:
sın ve benim telkin ettiğim ideallerin benden sonra da gerçekleş- Çok güzel tanzim edilmiş olan köşkün salonlarında ve iyi tar-
mesine, yaşamasına çalışmalısın. Hakikî sevgi budur... hedilmiş bahçede çok güzel bir gece geçirdik. Cumhurreisi, Nevzat
Beye iltifat ediyor, bol miktarda içki sunuyordu. Nevzat Bey içki-
E L İ M VAK'A ye mukavemet ediyor ve Gazi'nin iltifatlariyle gaşyolmuş görünü-
yordu.
İkinci defa Gazi Mustafa Kemal'in huzuruna, İzmir'de, N a i m -
Bir ara Gazi, ismet Paşaya hitabetti:
palas'taki dairesinde yine gazeteci bir arkadaşla kabul edilmiştim»
— «Vali olgun adama benziyor. İçki ya içilir, ya hiç içilmez. Di-
İnkılâp tarihimizin, evlât ve ahfadımızca duyulmaması için m ü h ü r -
m a ğ ı alkole t a h a m m ü l etmeyenler, içkiden kaçınmalıdır.»
lenmesi lâzım, siyah sahifesini dolduran elim vak'a, İzmir suikastı:
Ve hemen Vali Nevzat Beye şu suali sordular:
henüz olmuştu.
— «Normal veya alkollü kafa ile verilen emirler derhal yapıl-
Ben, bu teessür ve heyecan içinde idim. Gazi M u s t a f a Kemal,,
m a l ı mıdır?»
m ü t a l â a salonunda, gazete ve mecmualarla dolu m a s a n ı n başında:
— «Emirleriniz bilâkaydü şart tatbik edilir Paşam.»
tebessümle, iltifatla elimi sıktı.
— «Neden böyle oluyor?»
Hiyanet ve istilâdan kurtardığı şehrin sokaklarında ona h a i - — «Milletin mümessili, Devletin Reisisiniz, âmiri mutlaksınız
nane pusu kuranlar k a n u n u n pençesinde idiler. Paşam..»
Ben bu teessüıle ne söyleyeceğimi şaşırmışken O, şayanı h a y -
— «Hayır. Benim her emrim yapılır, çünkü benden yapümaya-
ret bir metanet ve inşirah ile konuşmağa başladı. c a k emirler sâdır olmaz.»
Elinde, maznunların üzerinde bulunan h â t ı r a defterlerinden; Tan: 8.6.1949 Asaf İ L B A Y
bir tanesi vardı. Yapraklarını çeviriyor, içinden bu suikasta t a k a d -
— 73 —
— 14 —
— 14 —
Biraz durdu. Elindeki bir renkli kalemi, önündeki açık duran
k a i m ciltli bir Fransızca kitaba dikine vurarak d ü ş ü n ü r gibi oldu.
du, «Fatma...» imiş. «Sigara içer misiniz» diye sordu. «Huzurunuz- B e n susuyordum. B u h â l bir iki dakika devam etti. Sonra birden-
da içmiyeyim» dedi. bire şu sözler çıktı ağzından:
Paşa kendi eliyle bir sigara verdi ve yaktı. B u manzaraya Rus,. — Sevme Abdülhamid'i! Gene de sevme! Fakat sakın hâtıra-
Afgan, Buhara, tran elçileri hayretle bakıyorlardı. Rus elçisi bu s ı n a hakaret edeyim deme. Senin neslin biraz d a h a temkinli ka-
kadının kim olduğunu sordu. Mücahitlerimizden olduğunu söyle- r a r l a r vermeye alışmalı. Bak çocuk! Şahsî kanaatimi kısaca söyle-
dim. Çok takdir etti. Çaylarımızı içtikten sonra, Paşa kendi g ü m ü ş yeyim: Tecrübe göstermiştir ki toprakları üstünde yaşayan insan-
tabakasını «Size yadigâr... bir küçük h â t ı r a vereceğim» diye uzattı. ların çoğunun ahvali meşkûk ve hudutları yalnız düşmanlarla çev-
F a t m a H a n ı m ı n tabakası ile değiştirdi. Ve yaverlerine, gümüş ta- r i l i bir büyük devlette A b d ü l h a m i d ' i n idare tarzı âzami müsamaha-
b a k a n ı n üzerine «Mülâzım Fatma'ya» i t t i h a f m ı yazdırın diye ten- dır. Hele bu idare o n dokuzuncu yüzyılın son yıllarında tatbik edil-
bih etti. Ve ayrıca resmî elbise yaptırması için yüz lira ikramiye m i ş olursa...
verdi. Yaver Salih Bey, tabakayı ittihaflı olduğu halde verdi. B u n u n üzerine ayrılmama müsaade buyurmuşlardı. Saygılarımı
Mustafa Kemal Paşanın yanandan çıktıktan sonra, onu b i z i m tekrarlıyarak huzurlarından uzaklaştım.
eve gönderdim. Ailemle tanıştı, misafirimiz oldu. Cepheye döner- H ü r r i y e t : 31.7.1958 Nizamettin Nazif T E P E D E L E N L I O Ğ L U
ken de, Mustafa Kemal Paşadan gördüğü iyi muâmele ve iltifatın:
TANRIYA İSTİDA
tesiri altında, tarif edilemez bir heyecan ve şevk içinde idi.
Hasan Sıddık H A Y D E R A N Î Cumhurreisliği Hususî Kalem M ü d ü r ü günlük evraklarla bera-
ber Atatürk'e, Dörtyol'da haksızlığa uğrayan bir vatandaşın garip
MÂZ1Y1 HATIRLARKEN bir istidasını sunmuştu.
Atatürk, mâziden hoşlanmaz bir adam değildi. Meselâ Cengiz'!', «Cumhurreisi M u s t a f a Kemal eliyle Hazreti Allaha» hitaben is-
Aksak Timur'u, Yıldırım'ı, Fatih'i çok metheder ve sofrasında ek- t i d a d a şunlar yazılıydı:
seri bunlardan bahsederdi. Yıldırım için bir defa şunu söylediğini « Y a rabbi! derdimi şimdiye kadar dökmediğim m a k a m kalma-
hatırlıyorum: d ı . Fakat hiçbir'çare bulamadım. Şimdi ise on yedi milyon insanın
kurtarıcısı büyük bir a d a m ı n vasıtasiyle size istida ediyorum. Eğer
— Bir gün ressamlar kahramanlık simasını kaybederlerse, Yıl-
h u sefer de derdime çare bulunmazsa, o zaman h a l i m a arzetmek
dırım'ı alsınlar, yapıversinler!
üzere huzurunuza varmaya mecbur kalacağım.»
Aksak Timur'u da çok akıllı bulurdu. Ve bir gün şunu dediği-
Atatürk şu cevabı verdi:
n i hatırlıyorum: «Vasıtamla büyük Tanrıya yazılan istidanız tarafımdan okun-
— Ben, dedi, T i m u r zamanında olsaydım, onun yaptığım yapa- d u . Bizim yapabileceğimiz işler için huzura çıkmanıza lüzum yok-
bilir m i i d i m o n u söyleyemem. Fakat o benim z a m a n ı m d a olsay- t u r . B u n d a n sonra, ben hayatta olduğum müddetçe, derdinizi ilk
dı, belki d a h a fazlasını yapabilirdi. olarak b a n a söyleyiniz, eğer aciz gösterecek olursam o zaman bü-
y ü k varlığa başvurabilirsiniz. Dileğiniz yerine getirilmiştir.»
M a h m u t Esat BOZKURT
Tarih Dergrisi: 1952 Sıtkı ULUATA
« M A K E D O N Y A »
TÜRKİYE'DE İLK DİKİLEN HEYKEL
1937 yılında idi. Y a z aylarından biri. Doğrudan doğruya kendi
Türkiye'de dikilen ilk heykelin Koçhisarda Sivas Valisi M u a m -
kontrolundaki bir gazetede «Makedonya» adlı bir eserim tefrika
m e r Bey'in yaptırdığı «Osman gazi» büstü olduğu biliniyorsa da
ediliyordu. Bir akşam üstü Başyaver Celâl bey beni telefonla aradı.
t a m anlamıyla Türkiye'de dikilen ilk heykel Viyanalı ünlü heykel-
Dolmabahçe sarayına davet edildim. Ve saraya gidince de h e m e n
traş Krippel'in yapmış olduğu Sarayburnundaki « A T A T Ü R K HEY-
hiç bekletilmeden üst k a t a çıkarıldım. Bir kapı açıldı, kendimi Bü-
K E L İ » dir. B u heykel yapılırken A T A T Ü R K heykeltraş Krippel'i
yük A d a m ı n karşısında buldum. Saygılarımı bildirince m û t a d b i r
h u z u r u n a kabul ederek kendisine uzun u z u n poz vermiştir. Heykel
iki nezaket cümlesi ile beni taltif etti. Sonra:
13 E k i m 1924 te törenle açılmıştır. Y a k ı n Tarihimiz
— Yazını okuyorum, dedi. Hürriyetin ilân edildiği z a m a n k ü ç ü k
bir çocuk olman lâzım. F a k a t tebrik ederim, o günleri iyi canlan-
dırıyorsun. Yalnız Abdülhamid'i hiç sevmediğin belli.
— 77 —
— 14 —
TOKATLI YAN'DA
« H a t t â o yapılan heykellerini de istemedi. Yalnız «heykel» is- O gün Tokatlıyan oteline lâcivert kostümlü, koyu renk bir bo-
tedi» Memlekete heykel m e f h u m u girsin, diye! B u güç m e f h u m u yunbağı takmış sarışın, deniz mavisi rengindeki gözlerinin içi ze-
memlekete, ancak O ' n u n heykeli sokabilirdi, ve sağlığında y a p ı l a n kâ dolu bir adam giriyor. B u genç ve sıhhatli adamın bilhassa göz-
heykellerine onun için razı oldu.
leri dikkat çekicidir.
B u r a d a bir vakayı yazmadan geçemiyeceğim: Taksim'deki hey-
B u gözler, karşısındakine dik dik ve tatlı bir hâkimiyetle ba-
kelini yapan Kanonika'ya yazdığım şiiri, Atatürk'e okumuşlardı.
kıyor. Sarışın adam, Tokatlıyan'm lokanta t a r a f ı n d a n geçiyor. Kö-
Kanonika'yı kastederek ve m û t a d ı olduğu üzere çok güzel güle- şedeki masada oturuyor. Ve her z a m a n buraya gelişinde kendisine
rek b a n a sordu: hizmet eden şef garsona:
— Ne istedin ondan? — Karabet, diyor, bana bir şiş kebap... O n d a n sonra pilâv, üze-
_ Sizi istedim Paşam, dedim. rinde fasulye olsun... E l m a kompostosu... A m a pilâvla kompostoyu
— öyle ise, şiirini oku bir de senden dinleyeyim; dedi. sonra getir.
O z a m a n yüzüm sevinçle dolarak okuduğumu, bugün sesim yaş- Zaten şef garson Karabet, bu güzel yüzlü sarışın a d a m ı n b ü t ü n
larla dolarak tekrarlıyacağım: arzularını ezbere bilir. O'na 1908 denberi hizmet etmektedir.
K A N O N İ K A ' Y A B u şef garson, istenilen yemekleri getiriyor. B u sırada lâcivert
elbiseli adamın y a n ı n d a u z u n boylu, zarif giyinmiş bir de arkadaşı,
Elbette bilirsin, o n u herkes gibi kimdir, vardı.
L â k i n o n u sen anlatamazsın o, bizimdir. Bir aralık, sarışın adam, şef garsonun yüzüne bakıyor, ona:
Bilmem ki b u ellerle o temsil edilir m i ? — Karabet buraya gel... Yaklaş... Diyor.
Her neyse... nedir malzemen taş m ı , demir m i r Karabet yaklaşıyor. Ş u sual karşısında kalıyor:
— Nedir bu? Karadenizde gemilerin m i battı? Niçin dertli du-
Mermerse eğer cansız olan rengine n û r at,
ruyorsun
Yok, t u n ç ise bünyanı avuçlarla alev kat.
— Paşam, düşmanı düşünüyorum.
Yıldızları mezcet gece renginde demirse, Lâcivert elbiseli zat:
Y a n s ı n içi nisyan onu, hâşa, kemirirse. — Düşünme... Diyor. Onlar kaçtı, ötekiler de düşmanlar da bu-
Yıldızlar, alev oklu fecirle avucunda, radan gidecekler... Şimdi sen bana hesabı getir...
Bir meşale olsun kürenin bin bir ucunda! Garson hesabı getiriyor, dolgunca bir bahşiş alıyor. Lâcivert
elbiseli adam Tokatlıyan'dan çıkıyor. Anadolu'ya geçmek için o g ü n
Nabzındaki kan taştaki nabzında da vursun,
istanbul'dan ayrılıyor.
Gökten iniyormuş, uçuyormuş gibi dursun!
Bu, memleketi kurtarmağa giden Mustafa Kemal'dir.
Hayretle b a k ı p seçmeliyim kol m u , kanat m ı ? Aradan seneler geçiyor. Anadolu'da zafer kazanılmış, A t a t ü r k
D i n l e n d i p bir dal m ı cihan, bindiği at m ı ? ilk defa İstanbul'a gelmişti. İstanbul sevinç içinde en büyük kahra-
Sırtında tutuşsun da, uçsun da şafaklar, m a n ı göğsüne bastırıyor. Eski m a t e m günleri, kara günler geç-
Tarihe «benimdir» diye bassın o ayaklar. miştir. Millet bayram yapıyor.
Birgün gene Tokatlıyan'dan içeri, sarışın mavi gözlü a d a m gi-
H ü r başların ikbali biriksin de başında, riyor: Gazi Mustafa Kemal.
Kurtardığı bayrak alev olsun bakışında. Hafıza kudretine bakınız ki derhal otelin kapıcılarını tanıyor,
insan boyu olsun, fakat eflâke sürünsün, onlardan birine:
Göğsünde de bir milletin ebadı görünsün. — Senin ismin Marko değil mi?
— Senin adın ibo...
Dağ parçalarından da mehip olsun omuzlar,
Sonra lokanta kısmına geçiyor. Anadolu'ya geçeceği gün otur-
Sırtında b ü t ü n mamelekim var, v a t a n ı m var.
duğu masanın başına tekrar oturuyor. Kendisine her zaman hizmet
Son Posta: 10.11.1953 M i t h a t Cemal K U N T A Y
— 14 —
— 79 —
eden garsonu çağırıyor.
— Karabet... Bu sözleri dikkatle dinleyen Gazi:
Garson yaklaşıyor: — «Bu daveti siz kendiliğinizden m i yapıyorsunuz, yoksa hü-
— O n sene evvel ben nerede oturmuştum? kümetiniz adına m ı konuşuyorsunuz?» diye sordu. B u soru karşı-
— Y i n e bu masada Paşam. sında Büyükelçi hemen kendisini topladı:
— S a n a ne demiştim? — «Muvafakatinizi hükümetime bildirirsern h ü k ü m e t i m de bu-
— Bir g ü n memleketteki ecnebiler gidecek demiştiniz. n u büyük bir şeref sayar.» dedi.
— Ne yemiştim o gün?... Gazi'nin yüzü değişti. Çök kesin bir dille:
— Şiş kebabı, elma k-ompostosu Paşam. — «Ekselâns, Paris'i çok görmek istiyorum, ama büyük tören-
Ve A t a t ü r k büyük bir hafıza kuvvetiyle ilâve ediyor: lerle karşılanacağım Paris'i değil. Ben Paris'e, dünyanın bu güzel
— Pilâvı unuttun!... şehrine, operalarını, tiyatrolarını, revülerini, zarif kadınlarını bir
Akşam: 15.11.1938 Hikmet Feridun ES daha görmek için gitmek isterim. D e d i m ya gençlik hâtıralarımı
tazelemek için... Böyle olunca da «mütenekkiren» belli olmadan git-
C U M H U R İ Y E T . . .
mek isterim. Yoksa törenlerle karşılanmak için değil.»
Bir gün, Erzurum Kongresinde, Mazhar M ü f i t Kansu Atatürk'e:
Büyükelçi gaf yaptığını anlamıştı. Biraz sonra bir iş uydurarak
— B u hareketin sonu ne olacak? demiş.
sofradan kalktı. Gazi'nin de neş'esi kaçmıştı.
A t a t ü r k şu cevabı vermiş.
— «Kalkalım çocuklar, sofraya Çankaya'da devam ederiz» de-
—. Ne olsun, istiyorsun?
di. Sofradakilerin çoğunu pavyonda bıraktı. Yalnız iki üç yakın
M a z h a r Müfit:
arkadaşını birlikte aldı. Yolda kendisine:
— Cumhuriyete m i gidiyoruz
— «Eçi çok fena bozuldu, a d a m ı söylediğine de, söyliyeceğine
Atatürk:
de n â d i m ettiniz.» dedim.
— B u n d a şüphe m i var?
Artık kızgınlığı geçmişti:
M a h m u d Esad B O Z K U R T — «Bana bak Kemal, sen de başıma kırk yıllık diplomet kesil-
K I R K Y I L L I K DİPLOMAT me. A d a m ı n zihniyetini anlamadın m ı ? B u Avrupalılar bizi bir
A t a t ü r k ' ü n bir konuşmasını b u n d a n yirmi beş yıl önce rahmet- türlü kavrayamıyorlar. A d a m beni bir Şark Emîri sanıyor. Hangi
l i Kemalettin Sami Paşadan Berlin'de dinlemiş, ağzından çıktığı gi- donanmayı kimin emrine, hangi orduyu kimin kumandası altına ve-
bi yazmıştım. Paşa şöyle anlatmıştı: riyor? B u n l a r a kendimizi tanıtacağız. K i m olduğumuzu öğrenecek-
«Ankara'ya son gidişimde bir akşam Gazi, beni Ankara Palas'a ler. Yoksa ben kaba bir adam değilim, çocuğum.»
g ö t ü r m ü ş t ü . Sofrada birkaç kişi daha vardı. Yedik, içtik, eğlendik. Atatürk, çok ince bir adamdı.
Geceyarasına doğru Fransız Büyükelçisi pavyona geldi. Paşa bu el- Cevat D U R S U N O Ğ L U
çiden hoşlanıyordu. Sofraya çağırdı. Birkaç kadeh de onunla bir- MUSTAFA KEMALLER
likte içildi. Büyük şehirlerden, Paris'ten söz açılmıştı. Bu arada Bü- Bir akşam kendisine nazı geçenlerden biri:
yükelçi Gazi'ye: — Düşünmelisiniz ki eğer ölürseniz; heykelinizi paramparça
— «Ekselâns, Paris'i bir daha görmek istemez misiniz?» dedi. ederler. Yaptıklarınızın hiç biri ayakta kalmaz. Çok yaşamağa
Mustafa Kemal Paşa: bakmalısınız, dedi.
— «Nasıl görmek istemem? Gençlik hâtıralarımı tazelerim.» Ben de sofrada idim. G ü l d ü , işte o zaman bize gönlünün sırrı-
diye cevap verdi. B u karşılığa çok sevmen Büyükelçi: n ı açtı:
— «Böyle bir seyahat Fransa'yı çok sevindirir. Ben de refaka- — Unutmayınız ki Mustafa Kemaller yirmi yaşındadır, dedi.
tinizde b u l u n m a k t a n şeref duyarım. E n büyük Fransız zırhlısı bizi Falih R ı f k ı A T A Y
i z m i r ' d e n alır, Akdeniz donanması emrinize verilir. Marsilya'ya çık- ANLAMIŞTIM
tığınızda Fransız ordusu kumandanız altına girer. H ü k ü m d a r l a r a
Atatürk'ü, istiklâl zaferinden bir yıl önce izmit'e ilk geldiği za-
yapılmayan bir törenle karşılanırsınız.»
m a n görecektim.
— 80 — — 81 —
— 14 —
gibi, Elbirûni gibi... B u yabancı isimlerin karşısında, bunların Türk
belki bir tesadüftür... Bir d a h a attı, bir d a h a vurdu, ü ç ü n c ü y ü de olduklarını ispat etmemiz lâzım geliyor ve ispat için de uğraşıp du-
vurunca A t a t ü r k , tüfeği uzatıp dedi ki: «Bu tüfek sana yakışır, o n u ruyoruz. B u n a son vereceğim ve kendi adımla başlıyorum!
•sana hediye ettim.» Ve Gazi Mustafa Kemal o gece Atatürk'tü. Ertesi g ü n kanun
Radyo Dergisi: 1939 Aka GÜNDÜZ b u vak'ayı tasdik etti. O'nun k a n u n a bu kadar nazı geçerdi.
M i t h a t Cemal K U N T A Y
YAŞASIN BAŞKUMANDAN
BILDIRCIN KEBABI
1923 de Konya'da irad buyurdukları bir n u t k u , ayrılacakları ge- Atatürk, bir akşam, misafirleriyle Florya köşkünde oturuyordu.
ce matbuata verilmek üzere tekrar okutturuyorlar. Sofra uzun ve (kalabalıktı. Bir kayak tabağın içinde tepeleme bıldır-
M u h t a r Bey (Şakacı bir a d a m olan ingiliz M u h t a r ) kadehini cın kebabı getirdiler, sofranın ortasına koydular, başta kendisi, her-
kaldırıyor: kes keyifle birer tane aldı. O sırada sofranın öbür ucunda oturan
— Yaşasın Başkumandan!... rahmetli Salih Bozok, eğlence olsun için cebinden bir canlı bıldır-
— Niye Mustafa Kemal demiyorsun da Başkumandan diyorsun? cın çıkarıp sofranın kenarına koydu. Kalabalıktan ve bol ışıktan
M u h t a r bey i m â l i bir eda ile: ürken kuşcağız, tabakların üstünden atlayarak koşa koşa gitti, Ata-
— Hele, diyor, ne olur ne olmaz, daha epeyi müddet şu Baş- t ü r k ' ü n kucağına atılıp saklandı.
k u m a n d a n l ı k üzerinizde kalsın! Konuşmalar durdu, çatal sesleri .kesildi, ortalığı derin bir sükû-
Şakalaşıp duran Gazi kartallaşıveriyor: net kapladı. Atatürk, kuşu aldı, okşadı, ceketinin y a n cebine koy-
— Vay, sen beni Başkumandanlıktan m ı kuvvet alır zannedi- d u k t a n sonra, garsona kebap tabağını göstererek şu emri verdi:
yorsun? (Sesini tabiîleştirerek) Dinle bak öyle ise, sana bir hâtıra — Bu tabağı kaldırınız ve bir daha soframa bu kuşun yemeği-
anlatayım: H a n i ben Erzurum'da ordu müfettişliği nişanlarını ya- n i getirmeyiniz.
k a m d a n atarak «ferdî millet» kalmıştım ya? O zamana kadar emir- Radyo Dergisi: 1939 Aka GÜNDÜZ
lerimi dinleyen k u m a n d a n (ismini söyliyecekti, söylemedi) ondan YEDI DÜVEL
sonra verdiğim emirleri dinlememeğe başlamasın mı? Makamına
Bir seyahatinde, Kolordu binasının kapısında aslan yapılı bir
gittim: — Paşa, Paşa dedim, size o emirleri bu yakadaki yıldızlar
Mehmetçik gördü. Çağırdı ve iltifat etti. Sordu:
vermiyor, Mustafa Kemal veriyordu, o gene karşmızdadır, yazınız!
— Sen güreş bilir misin?
Yazdı, emir gideceği yere gitti. Fakat çıktıktan sonra aklıma Yamndakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreş-
gelmişti. Y a k u m a n d a n düğmeye basıp da, «Posta, b u n u dışarı çı- tirdi.
karınız!» deseydi. (Sesi yine heybetleşerek): — Fakat diyemezdi, Genç asker d a i m a galip geliyordu. Çok neş'elendi, ayağa fırla-
M u h t a r , karşısında Mustafa Kemal var, diyemezdi! dı. Caketini çıkarıp Mehmet'e ense t u t t u :
M u h t a r bey kadehini kaldırarak yürekten bağırıyor: — Haydi, bir de benimle güreş!
— Yaşasın Mustafa Kemal! Sâf ve temiz Anadolu çocuğu Atasının yüzüne hayranlıkla
ismail H a b i p S E V Ü K baktı:
— «Atam, dedi. Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir
ATAT Ü RK
M e h m e t m i bu işi başarır?»
D e m i n bir sözü yanlış söyledim, Gazi'yi, B ü y ü k Millet Meclisi, Gözleri doldu ve a ğ l a m a m a k için gülmeğe çalıştı.
kanunla «Atatürk» yaptı, dedim. Bu söz, eksiktir. O, kendini «ATA-
Millet: 1946 Tahsin Ü Z E R
T Ü R K » yaptı. K a n u n , vak'ayı kabul etti. O günlerde, soyadı kanu-
KUMANDANIN TARİFİ
n u çıkacaktı. Bir akşam yemeğinde, Gazi, «Atatürk» adını alacağım,
Dolmabahçe sarayındaki toplantılardan biri. Meşhur Paşalar
dedi. İtiraz ettiler:
da orada. Gazi bir aralık askerî erkâna h i t a p ediyor:
— Memleket, dünya, tarih «Gazi Mustafa Kemal»i tanıyor. O-
— Bana, k u m a n d a n ı n tarifini yapınız?.
na nasıl dokunulur?.
Hepsi mütereddit, içlerinden biri cevap vermiş:
Atatürk cevap verdi:
— E n tanınmış Türkler, yabancı isimler taşıyorlar, i b n i Sina
— 85 —
— 86 —
— ö y l e ise siz bu m a s a n ı n başından kalkınız, Nadi bey.
Nadi bey masadan kalktı. Atatürk, Falih R ı f k ı beye sordu:
— Müşterek gaye uğruna, dedi. H ü r ve mesut yaşıyacağımız
— Sen ne dersin?
günler için, Türkiye'nin kurtulması şerefi için.
— Bendeniz de olmaz derim, efendim.
O gece Ata'yı harem dairesinde misafir ettiler.
— öyje ise sen de masadan kalk. Enver B e h n a n ŞAPOLYO
Falih R ı f k ı bey kalktıktan sonra Atatürk, Necmeddin Sadak'a
döndü: UFUKLARIN ÖTESİ
— Sizin fikriniz nedir, Necmettin bey?
Necmettin Sadak doğruldu: Atatürk bir gün gençleri Halkevinde toplamıştı. Y ü z ü m ü z e ma-
— Müsaade buyurursanız bendeniz de masadan kalkayım efen- n a l ı m â n a l ı baktıktan sonra, bilmem neler d ü ş ü n m ü ş olacak ki,
dim. gür bir sesle:
«__ Çocuklar Ufuklara kadar görüyoruz, onun ötesini görme-
Selâmi izzet SEDES
ğe çalışacağız!.»
ATATÜRK BEKTAŞÎ ÂYIN-t CEMİNDE Diye bir emir verdiler. Bu, A t a ' n ı n gençliğe yeni bir hamle ve- N
ren emri idi. Ufukların ötesi neresiydi? O n u n işaret etmek istediği
Atatürk, Samsun'a ayak bastıktan sonra ilk defa Ankara'ya gi- m u h a k k a k ki, şu idi: i n s a n zekâsı, ufuklara kadar görünen birçok'
decekti. B u maksatla Sivas'tan yola çıktılar. Fakat evvelâ Kırşehir keşiflerde bulundu. F a k a t insanlığa yarıyacak b u kadar değildir...
Hacı Bektaştaki Cemalettin Efendiyi ziyareti muvafık buldu. Bu O n u n ötesindekileri de siz görmeğe çalışınız! Y â n i yeni icatlar ve
keşiflerde bulununuz...
zat, Anadolu'daki altı milyon kızılbaşm bağlandığı en büyük Şeyh-
Demek istemişlerdi. O, istikbali gören büyük bir d â h i idi... Bu-
di. B ü t ü n Türk alevileri bu zatla Hacı Bektaş dede postnişini veki-
n u ispat eden bir tarihî hâdiseyi yazmaktan kendimi alamıyorum.
l i Niyazi Babaya âdeta tapıyorlardı.
Atatürk, ordularının başında Anadolu'yu istilâ eden düşman
A t a ' n m arabası Hacı Bektaşa d a h a gelmeden Cemalettin* Efen-
kuvvetlerini «vatanın h a r i m i ismetinde» boğduktan sonra, izmir'e
d i Ata'yı Bektaşlar mevkiinde karşılamıştır. Bu, Mustafa Kemale
girmişti. Türk orduları İzmir'e girer girmez, ingiliz parlâmentosu
atfedilen harikûlâde ehemmiyetin bir nişanesiydi. Zira, bir zaman-
fevkalâde bir toplantı yaptı. Lordlar kamarası üyeleri yerlerini al-
lar A n k a r a Valisi Sırrı Paşa Hacı Bektaşi ziyarete geldiği z a m a n
dılar... Büyükelçiler de bu tarihî oturuma iştirâk ettiler, i l k defa
Baştarlada arabasından inip yeri öptükten sonra yaya olarak Hacı
kürsüye, işçi partisi lideri Makdonald çıkarak:
Bektaşa gitmişti. Talât ve Enver Paşalar Hacı Bektaşi ziyarete gel-
— H ü k ü m e t t e n şunu sormak isterim. H ü k ü m e t Anadolu'yu ga-
dikleri z a m a n Çelebi, bu iki Paşayı d a ancak dergâhının selâmlığın-
l i p devletler arasında paylaşmak maksadiyle hazineden binlerce al-
da-karşılamıştı. Çelebî'nin,' Ata'yı Baştarlada karşılaması üzerine
K a y m a k a m Vekili Nihat Bey: t ı n aldı. istanbul ve Boğazlar B ü y ü k Britanya'nın olacak, i z m i r ,
Yunanlılara, Antalya ve Konya italyanlara, A d a n a ve havalisi
— Paşam, Çelebinin bu hareketi dâvamız için bir fali hayır di-
Fransızlara verilecek, Doğu'da bir kürdistan ve bir müstakil Erme-
ye hâdisenin ehemmiyetine işaret etmişti.
nistan kurulacaktı... Ne yazık ki, b u n l a r ı n h i ç birisi olmadı; bu
Çelebi, Mustafa Kemale, oğlu H a m d u l l a h efendinin muhteşem
taksim projesini Mustafa Kemal'in süngüleri altüst etti. B u husus-
salonunu tahsis etti. B u salonda bir sofra kurulmuş, âyin-i cem
t a h ü k ü m e t t e n izahat istiyoruz!»
başlamıştı. Sofrada adaklar, bâkireler şakilik ediyordu. Çelebi efen-
Dediği zaman, o z a m a n başvekil bulunan Loid Corc ağır, ağır
di Ataya hürmeten başından yeşil sarığını çıkararak rahleye koy-
kürsüye gelerek:
muştu. A t a :
«— insanlık tarihi birkaç asırda ancak bir dâhi yetiştirebiliyor,
— Çelebi Efendi, içmez misiniz?
şu talihsizliğimize bakınız ki, beklenilen o dâhi, b u g ü n Türkiye'de
Diye sordu. Çelebi h i ç tereddüt etmeden:
doğmuştur, elden ne gelebilirdi?»
— içmiyorum. Fakat sizin şerefinize zehir de olsa içerim.
Diyerek kürsüden indi. B u cevaba b ü t ü n ingiliz milleti baş
Derhal kadehe sarıldı ve içti.
Ata da kadehi kaldırdı: eğmek zorunda kaldı. B u n d a n sonra Loid Corc başvekillikten isti-
fasını verdi.
Enver B e h n a n Ş A P O L Y O
— 88 — — 89 —
PADİŞAHI ÇAĞIR sini arzeder. Biz de memuriyetlerini kabul ve tasdik ettikten son-
Ali R ı z a Paşa kabinesinin henüz istifa ettiği sıralarda idi. Bir ra, kabine bilfiil teşekkül etmiş olur. Meşrutiyetle idare olunan bü-
sabah, beni Ankara Ziraat mektebindeki evine, aeele çağırdı. Kapı- t ü n memleketlerde olduğu gibi, bizde de kabineyi murakabe ve ica-
dan içeri girer girmez bir şeye canı sıkıldığını anlamıştım. Ayakta, b ı n d a iskat hakkı, doğrudan doğruya meb'usan meclisinindir. Bu
emrini bekliyordum. Bana söylediği şey şu oldu: meclisi âli varken, kabinenin şu veya bu zat tarafından teşkil edil-
—• G i t Padişahı telgraf başına çağır!... Ve kendisine münasip mesine, efradı milletten kimsenin itiraza ve mütalea beyanına se-
bir lisanla anlat. D a m a d Ferid Paşanın yeniden iş başına geçiril- lâhiyeti olamaz. Keyfiyetin halka iblâğı!»
mesini, millet kat'îyen istemiyor. Ortada dönen rivayetleri h e m e n Vahideddin, taleblerimize sade itiraz etmekle kalmıyor, haddi-
tekzib ederek bizi t a t m i n edecek bir cevap versin!... n e b a k m a d a n bize ayrıca kanunu esasî dersi de veriyordu! B u küs-
Ş u a n d a hiçbir resmî vazifesi bulunmadığı halde padişaha uşa- t a h l ı ğ ı cevapsız bırakmamıza i m k â n yoktu. Vahideddine vaziyeti şu
ğı gibi h i t a p etmesini, hayretle karşılayacak kimseler bulunabilirdi. yolda bildirdik:
Fakat, ben o n u az z a m a n d a anladığım için, «Padişahı telgraf başı- <«— Ahali kulları, tarif edilmez bir galeyan halinde bulunuyor-
n a çağır!» emrini vermesinde hiçbir fevkalâdelik b u l m a m ı ş t ı m . Şe- lar. Maazallah, büyük bir iğtişaş çıkmasından' b i h a k k ı n korkulabi-
h i d M a h m u d Beyle, Erkânıharbiye Reis Vekili Halis Beyi y a n ı m a lir. Efendimizin iradelerini, telgrafhane önünde toplananlara tebliğ'
alarak, doğruca telgrafhaneye koştum. M a k i n e başındaki nefere, etmek üzere, bize birkaç dakika müsaade buyurunuz...»
h e m e n sarayı bulmasını söyledim. Birkaç dakika sonra, saray kar- Biraz sonra, tekrar makine başına geçtik:
şımızda idi: «— Efendimiz, halkla vâki olan temasımızın neticesini arzedi-
— Burası Ankara... Padişahımızı ( ! ) istiyoruz! dedim. yoruz! Ahali kulları, iradei seniyelerine karşı şu cevabı veriyorlar;
Cevap epeyce gecikti. Nihayet, kısa bir tıkırdı arasında bildir- «Kabine reisini i n t i h a b etmek şevketmeab efendimizin h u k u k u mu-
diler: kaddesei h ü k ü m r a n i l e r i cümlesinden olduğunu biliriz. Yalnız, ken-
— Başkâtip karşınızdadır, konuşunuz! dileri de derhatır buyururlar mı ki, padişah intihab etmek h a k k ı da
— Hayır, dedim, Başkâtiple konuşmağa mezun değilim. Biz- bizimdir!»
zat şevketmeab efendimizi... telgraf başına çağırınız!... Ve ilâve ettim:
Bir müddet, gene ses kesildi. B u sefer, bizimle görüşmek isti- «— Eğer, başkaca bir iradei seniyeleri sadır olursa, onu da teb-
•yen seryaverdi. l i ğ ederek cevabını arzeylerim.»
Ayni cevabı verdim: Padişah b u n u duyunca etekleri tutuştu ve yelkenleri indirerek
— Seryaverle de konuşmağa mezun değilim. Şevketmeabı ma- şu cevabı verdi:
kine başına çağırınız! «— Ahaliye tarafımdan, selâmımla birlikte tebliğ ediniz. Ya-
Bilmem nekadar zaman bekledikten sonra, telin öteki ucunda, r ı n sabah erkenden Meclisi Meb'usan reisi Celâleddin Arif Beyi da-
«zatı akdesi hazreti padişahî» n i n bize muhatap olduğu cevabı geldi. vet ederek kendisile görüşeceğim. Herhalde milletin arzusuna mu-
Ş i m d i bizzat Vahideddin soruyordu: vafık b i r h ü k ü m e t iş başına getirilecektir. B u n d a n odlayı müste-
— Ne istiyorsunuz?... r i h olsunlar...»
Nefere, hemen şu sözleri dikte ettirdim: Biz, Padişahla muhavere ederken, diğer hatlar üzerinden, An-
— Zatı şevketsimatlarmdan ahali k u l l a n istirham ediyorlar. A l i kara'ya mütemadiyen soruyorlardı:
R ı z a Paşanın vukuu istifası üzerine burada dolaşan bazı şayialar, —• Vali nerede?... İsyan eden h a l k çok mu?...
efkârı tehyic etmektedir. B u şayiaları tekzib buyurarak, D a m a d Fe- Makine başındakiler, bizden aldıkları talimat' üzerine, onları
rid Paşanın bir daha sadaret mevkiine getirilmiyeceğine dair temi- b ü s b ü t ü n merakta bırakacak cevaplar veriyorlardı:
nat vermenizi istiyorlar! Maruzatımız b u n d a n ibarettir.» — Sayılmaz ki... O n bin, kırk bin... Belki de yüz bin kişi...
Vahideddinin telgrafla verdiği cevap, oldukça küstahane idi: — İçlerinde asker var mı?...
«— K a n u n u Esasinin bahşettiği salâhiyete binaen kabine reisi- — Elbette!... Olmaz mı?... B ü t ü n kıtalar, kumandanlarile bir-
n i intihab h u k u k u mukaddesei şahanem cümlesindedir. Herkesçe likte, geldiler, M u s t a f a Kemal Paşanın işaretini bekliyorlar... '
m a l û m d u r ki, kabine reisi, kendi arkadaşlarını tesbit ederek, liste- B u n u soranlar, h i ç şüphe yok ki, istanbul h ü k ü m e t i n i n adam-
— 14 —
— 91 —
ları idi. Kendilerine verilen m ü p h e m izahatla, mânevi kuvvetleri
büsbütün kırılmış olduğuna şüphe yoktu. O anda, istanbul'a çöken kâbustan sıyrılmış gibi, r u h u m u n bir
Vazifemi muvaffakiyetle başarmanın verdiği sevinçle otomo- ü m i t ışığıyla birdenbire aydınlanmış olduğunu hissettim.
bile atladım ve Halis Beyle M a h m u d Beyi beraberime alarak doğ- — Y a r ı n d a n itibaren emrinizdeyim Paşam!... dedim ve tarif
ruca M u s t a f a K e m a l i n y a n m a d ö n d ü m . edilmez bir heyecanla, evime giderek çantamı hazırlamağa başla-
Her zamanki odasında idi. Halinde hissidilir bir sabırsızlık dım.
vardı. Beni görünce: — Ve birkaç g ü n sonra, Samsuna birlikte hareket ettiniz, de-
— Ne yaptınız? diye sordu. ğ ü mi?
Padişahı makine başına getirttiğimizi söylediğim zaman, mem- — Evet... F a k a t henüz istanbul'dan ayrılmadan, Kavaklar hi-
n u n oldu. Gülümsiyerek: zasında iken, Mustafa Kemal'in, bu sefere ne maksatla çıktığını bir
— Çok iyi... Çok iyi... dedikten sonra, geceleri kapısının eşiğin- daha belirten, çok enteresan bir hâdiseye şahit olduk. Karadenize
de yatıp, gündüzleri nöbetini bekliyen fedakâr emirber neferine ç ı k m a k üzere iken vapurumuz durdu. Bir motörle yanaşan işgal
seslendi: devletleri zabitleri güverteye çıktılar.
— Bize kahve yapsınlar!... Biz, ne oluyor, bunlar ne istiyorlar diye bakınırken, Mustafa
Yahya GALİP
K e m a l , k a p t a n a sordu:
KAFA GÖTÜRÜYORUZ... — B u herifler niçin gelmişler?
K a p t a n da:
— Birinci D ü n y a Harbi sonunda, yâni Mütareke esnasında, — Efendim... Silâh, cephane arıyorlarmış... deyince, Mustafa
Kafkas cephesinde Kâzım Karabekirin Erkânıharbiye Reisi iken, K e m a l , gülerek:
tedavi için mezunen istanbul'a gelmiştim. Bir gün Mustafa K e m a l — Sersem herifler... Cephane ve silâh değil, biz kafa götürüyo-
Paşanın beni görmek istediğini söylediler. ruz... dedi.
" ü ç ü n c ü O r d u Müfettişliğiyle Şarka gideceğini duymuştum. Fa- Hüsrev G E R E D E
kat, o ana kadar kendisini tanımıyordum.
Mütareke günlerinin istanbul'unda, sivil gezmekten başka çare RİYADAN NEFRET!
yoktu. Fakat Mustafa Kemal Paşanın dâvetine icabet ederken, üni-
9 Ağustos 1928 g ü n ü akşamı, Atatürk, Sarayburnu parkı'nda Ye-
formamı giydim. Şişlideki - şimdi Atatürk müzesi olan - evine git-
n i Türk Harflerini müjdeleyen konuşmasını bitirdikten sonra ka-
tim.
d e h i n i kaldırarak dedi ki: «Eskiden b u n u n bin mislini mezbelele-
O da beni ilk defa görülyordu. B u n a rağmen munis bakışları
rinde gizli gizli içerek enva-ı mefsedeti irtikâbeden m ü r a i sahte-
karşısında h i ç yabancılık hissetmedim, emirlerini sordum. Müfet- k â r l a r vardı. Ben onlardan değilim. Milletimin tealisi şerefine içi-
tişliğe tâyin edilmiş olduğunu söyliyerek: yorum.»
— Sizi erkânıharbiyeme almak isterim., dedi.
Derhal muvafakat ederek, düşman işgali altındaki istanbul'da, (Cumhuriyet: 11 Ağustos 1928)
ancak kendilerini ziyaret için ü n i f o r m a m ı giydiğimi söyledim.
— Şimdi, neyle meşgulsün? diye sordu. Cevap verdim: PRENSİP
_ Millî sahada, vatandaşlarımız ikaz etmek üzere arkadaşla- «Gazi Mustafa Kemal, bu işler için m u h a k k a k ki h u k u k kitap-
rımla çalışıyorum. Aynı zamanda (Memleket) gazetesine n a m ı müs- ları okumuştur. F a k a t onların hiç birisini, aynen tatbik mevkiine
tearla yine vatanî ve millî mevzularda yazılar yazıyorum... koymamıştır.
Dedi ki: H a t t â bir gün kendi anlattığından işittiğime göre, meşhur bir
— D ü ş m a n süngüsü altında millî birlik olamaz. Ancak h ü r va- T ü r k hukukçusu, kendisine: «Bu tatbik ettiğiniz esaslar hiç bir hu-
t a n topraklarında hamiyetli, fedakâr arkadaşlar, el ele vererek k u k kitabında yoktur» diyor. Mustafa Kemal'in cevabı şudur:
memleketin istiklâli ve milletin hürriyeti için çalışabilirler. Ben de — «Tatbik edilip tecrübe edilen işler, kaide ve prensip haline-
zaten, onun için gidiyorum. gelirler. Ben yapayım, siz kitaba yazarsınız.»
Atatürk'ten H â t ı r a l a r : 1950 Prof. Dr. Âfet İ N A N
— 93 — — 101 —
— 14 —
şı K â m i l Beyle görüşmüş. B u görüşüp konuşma şöyle oluyor: «Kâ-
m i l Bey Millî Mücadelede vazifesini bitirdikten sonra Avanosa ge-
Garson çekilince karşı masanın yaşlı bir adamı yanlarına gele-
lerek yerleşir. Kazanılan büyük neticenin sarhoşluğunu tadabilmek
rek:
ve B ü y ü k A t a ile konuşmak için Çankaya'ya giderek, «Saraydan Kâ-
— Affedersiniz, acemi bir çocuk bir kusurdur etti. Ben af dili-
m i l Bey» der. Atatürk'e haber verince hemen içeri almalarını em-
yorum, isterseniz onu getireyim de tarziye versin, demiş.
reder. Atatürk:
Ve bir kadeh içkilerini reddetmemelerini rica etmiş, içmişler,
«Sana kahve içerken dediğimi yaptık, değil mi?» diye sormuş.
bir kadeh de onlar i k r a m etmişler.
Ve K â m i l Beyle kucaklaşarak bu defa Türk kahvesini Çankaya'-
Biraz sonra Mustafa Kemal:
da içip uzun uşun konuşmuşlar.
— Haydi kalkalım M ü f t ü o ğ l u , işte şimdi gidilebilir, demiş.
Yücel M . Haydar O Ğ U Z
• SELİMIYEDE
i k i n c i hâtırayı Irak devlet adamı Nuri Sait Paşadan dinlemiş-
tim. Kendisi Osmanlı ordusunda iken bir g ü n bir lokantada Musta- Edirne müzeler m ü d ü r ü Necmi Ağabey şöyle anlattı:
fa Kemal ve birkaç arkadaşı ile beraber imişler, içlerinden biri kı- Atatürk, Edirneyi ziyaretinde Selimiye camiini gezdi. Çıkarken:
tanın sıhhiye reisi. «Bana Balkan harbinde düşman topçusunun ateşiyle zarar görmüş
Askerler arasında hastalık var. Mustafa Kemal şikâyetçi. Sıhhi- bir bina gösterebilir misiniz?» diye sordu. «Emredersiniz Paşam» de-
ye reisine sitemlerde bulunmakta. Sıhhiye reisi bir aralık askerle- d i m ve derhal henüz bahçesinde bulunduğumuz Selimiyenin dış du-
re okuyup yazma öğrettiğinden bahsetmiş. Mustafa Kemal: varlarından birini gösterdim. O zaman büyük a d a m ı n gözlerinde
— O n u tabur i m a m ı da yapar. Siz asıl kendi vazifelerinize bak- şimşek çaktı. Ve şu emri verdi. «Bu yara asla tamir edilmiyecek ve
malısınız, demiş. Ve bir ağır söz de ağzından kaçırmış. alınacak bir öcün nişanesi olarak saklanacaktır.»
Sinirli bir adam olan doktor Mustafa Kemal'e bir kadeh atmış Yücel : 1948
ve başım yarmış. Sofradakiler ayağa kalkarak kavgayı önlemişler. İHTİYAR AĞAÇ
Mustafa Kemali bir odaya almışlar. Yarasının kanını silmişler. Nu-
Bahçe m i m a r ı Mevlût Baysal a n l a t t ı :
ri Sit Paşa da odadakiler arasında. Mustafa K e m a l ona dönerek:
Çankaya köşkünün bahçesini yapıyordum. Bir g ü n Atatürk,
— Memleket ne hâle geldi görüyor musun? Ne altı var, ne üs-
yaveri ve ben bahçede dolaşıyorduk. Çok ihtiyar ve geniş bir ağa-
tü! Bir adamın çıkıp baştan aşağı ıslah etmesinden başka çare kal-
cın Ata'mn geçeceği yolu kapattığını gördük. Ağacın bir yanı dik
madı, demiş.
bir sırt, diğer yanı suyu çekilmiş bir havuzdu. Ata havuz tarafın-
Gel z a m a n git zaman Nuri Sait Paşa Ankara'ya gelir. Mustafa daki kısma yaslanarak karşı tarafa geçti. Derhal atıldım: «Emre-
Kemal Cumhurbaşkanı. B u vak'ayı hatırlatarak: derseniz derhal keselim Paşam» dedim. Bir an yüzüme baktı. Sonra:
—. O adamın kendiniz olduğunu düşünür müydünüz? der. Mus- «Yahu» dedi «Sen hayatımda böyle bir ağaç yetiştirdin m i ki, kese-
tafa Kemal güler. Sonra Nuri Sait Paşa: ceksin.»
— Acaba o doktor ne oldu, diye sorması üzerine:
Y ü c e l : 1948
— Galiba Erzurum'dadır ve Miralaydır, cevabını verir.
«ALLAH H E R K E S İ N KAFASI K A D A R BÜYÜKTÜR»
Falih R ı f k ı A T A Y
Atatürk
TÜRK KAHVESİ
Büyük dâhi Atatürk'e örümcek kafalı softalar dinsizlik isnat
Kahvecibaşı K â m i l Bey sarayda çalışırken, Mustafa Kemal de, ederler. Halbuki, hakikatte bu iftira garazkârâne bir kasıtla ileri
sık sık saraya gelerek, ilerde yapacağı önemli işlere zemin hazırlar- sürülmüştür. Anlatacağım şu hâtıra bu i d d i a m ı teyit eden en bariz
mış. Ve ayrılacağı sırada K â m i l Beyin y a n m a uğrayarak, içli fakat bir delildir. B u delil, bize herşeyde olduğu gibi din cihetinden de
kendine güvenen bir sesle: «Bir kahve yap içelim.» Der sonra gide- B ü y ü k A t a ' n m çok temiz ve çok kuvvetli bir görüşe sahip olduğunu
ceği sırada «Biz nasıl olsa bu sarayı günün birinde yıkacağız. Ve göstermekle kalmamış, inanç bakımından onun ruhundaki ş ü m u l ü n
bu millet kendi öz h a y a t ı n a kavuşacaktır.» Diyerek çıkıp gidermiş. b ü y ü k l ü ğ ü n ü de anlatmıştır.
Büyük Atatürk, büyük kafasında tasarladığı yüce işleri, T ü r k
milletiyle birlikte başardıktan sonra, Çankaya köşkünde Kahveciba-
— 101 —
— 97 —
ATATÜRK VE GENÇLİK hale ve hareketimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmiş-
sem, b u haksızlığı meydana getiren sebep ve âmilleri düzeltmek de
Bursa'da Ulucamide n a m a z kılan yüz kadar insan, aralarında
benim vazifemdir!...»
konuşmuşlar; neden istanbul'da ezan Arapça okunurken Bursa'da
Atatürk, gözlerini sofradakilerin yüzlerinde dolaştırdı:
Türkçe okunuyor diye dedikodu yaptıktan sonra, işi evkaf müdü-
— İşte benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği!... dedi.
ründen sormağa karar vermişler. Evkaf m ü d ü r ü , Valiye gidin, de-
Rıza Rüşen Y Ü C E R
miş. Cemaat topluca vilâyete gidiyorlar. Fakat vali öğle yemeğinde.
H ü k ü m e t konağının mermer merdivenlerine çömelip bekleşiyorlar.
S O N B A L O D A
Mesele polise, Tümene, jandarmaya aksediyor. Tertibat almı-
yor; bu arada Ankara'ya da «Bursa'da irtica var!...» diye telgraf çe-
Memlekette ve millet içinde son büyük seyahati. Gemlik yo-
kiliyor. Atatürk, otomobille izmir'e gitmektedir. Haberi yolda alı-
l u n d a n otomobillerle Bursa'ya son gelişleri.
yor. Yaptığı ve inandığı inkılâpların öz m a l sahibi sıfatiyle, tehlike-
Şerefine belediyede büyük bir balo hazırlandı. O akşamın mü-
de gördüğü eseri için, hemen Bursa'ya koşuyor. İşi bizzat inceliyor;
h i m olaylarını ertesi sabahki «Bursa» gazetesine yetiştireceğim için
kararını Anadolu Ajansına kısa bir tebliğ ile bildiriyor. «Bu, d i n
matbaadayım, istanbul'dan gelen bay Asım Us'la bay Vâlâ Nuret-
meselesi değil, dil meselesidir!...»
tin ( V â - N û ) henüz m a t b a a d a n ayrılmışlardı ki, Bursa gazetecile-
O akşam, Çekirge yolundaki köşkte Atatürk'e bir yemek veril- rinden bay Musa Ataş, yanında iki bayanla çıkageldi. Bayanların
di. Sofrada on üç, on dört kişi var. O günkü hâdiseden dolayı Ata- ikisi de, gül kurusu pembeden bir örnek tuvalet giymişlerdi. Birisi,
türk'ün gönlünü almak üzere, bu on dört kişiden birisi: bay Ataş'm eşiydi. Ötekisi de, arasıra gördüğüm, fakat o z a m a n a
— Efendim, diye söze başladı; Bursa gençliği bu hâdiseyi hemen kadar hiç görüşmediğim bir öğretmen bayan.
bastıracaktı. Fakat zabıta ve adliyeye olan güveninden ötürü... Bay Ataş y a n ı m a geldi:
Devam edemedi. Atatürk bir işaretle sözünü kesti: — Her erkek ancak bir bayanla gidebilecekmiş, dedi; senden ri-
— Bursa gençliği de ne demek? diye biraz sert, sordu. Memle- c a m şu: başka bir bayanla gitmiyeceksen, bizim şu bayanla gidiver,
kette parça parça, yer yer gençlik yoktur, sadece ve toplu olarak baloda bulunmayı pek istiyor...
Türk gençliği vardır! Böyle takıp takıştırıp matbayaa kadar geldikten sonra, bu olup
Sonra Türk gençliğinden ne anladığını şöyle târif etti: bittiye uymaktan başka çare var m ı ki?
— Türk genci, inkılâpların ve rejimin sahibi ve bekçisidir. Bun- — Fakat, dedim, bir şartla. Ben sık sık matbaaya dönmeğe
ların lüzumuna, doğruluğuna herkesten, çok inanmıştır; rejimi ve mecburum; kendilerine devamlı kavalyelik edemem.
inkılâpları benimsemiştir. Bunları zayıf düşürecek en k ü ç ü k veya — Maksat içeri girmek, diye cevap verdi, orada bizimle otura-
en büyük bir kıpırtı ve bir hareket duydu m u , bu memleketin poli- cak. Sen işini bitirdikten sonra gelirsin, olur biter.
si vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adliyesi vardır... demi- Böylece anlaştıktan sonra, hep beraber kalktık, belediyeye gel-
yecektir. Hemen müdahale edecektir. Elle, taşla, sopa ve silâhla... dik. Onları bırakarak döndüm. Henüz Atatürk gelmemişti.
nesi varsa onunla, kendi eserini koruyacaktır. Teşriflerini müteakip salona girdim. Nutuklar söylendi. Töre-
n i n resmî kısmı sona erdi. B u n l a r ı toparlayıp gazeteye verdikten
Polis gelecektir; asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalıya -
siuLra, artık işim bitmiş olarak baloya gelince bir de ne göreyim;
caktır. Genç, «polis henüz inkılâp ve Cumhuriyetin polisi değildir»
Atatürk, salonun köşesindeki yerinde oturuyor ve yanındaki bir ba-
diye düşünecek, fakat aslâ yalvarmıyacaktır. M a h k e m e onu mah-
yana sigara veriyor, neşeli neşeli bir şeyler anlatıyor!
k û m edecektir. Yine düşünecek; «demek adliyeyi de ıslah etmek,
B u bayan, pembe bir tuvalet giymişti, benim «dam»m ta ken-
rejime göre düzenlemek lâzım!...»
disiydi!...
O n u hapse atacaklar. K a n u n yolundan itirazlarını yapmakla
Birkaç defa büfeye gittiler, dans ettiler. B u m ü t h i ş «rakip»
beraber; bana, ismet Paşaya, Meclise telgraflar yağdırıp haksız ve
karşısında benim için artık bizim «dam»a uzaktan seyirci kalmak-
suçsuz olduğu için tahliyesine çalışılmasını, kayırılmasını istemiye-
t a n başka çare yoktu.
cek. Diyecek ki: «Ben, i n a n ve kanaatimin icabını yaptım. Müda-
Arkadaşlar, — m u z i p l i k olsun diye,— benim eli boş kalışımı, şu-
— 100 — — 101 —
n a b u n a , bu arada rahmetli bay İsmail Müştak Mayakon'a da fısıl- raciğerinin şiştiğini görenler «İçme Paşam!» diye yalvardıkları za-
damışlar. m a n , O, Bingazi yollarındaki falcı bedeviyi hatırlayarak güldü:
— Atam, dedi, bu gazeteci arkadaşm damını kapmışsınız. — Arap vaktiyle söylemişti, dedi, bizim padişahlık nasıl olsa on
Ata, sert bir dönüşle bana baktı: heş yıl sürecek!... Ve ilâve etti: «Hesapça b u , son senemizdir!»
— Senin dam'ın adı neydi? diye sordu. R ı z a Rüşen Y Ü C E R
— Bayan Hatice!... dedim.
B 1 S B 1 S !
Başını salladı:
— Kimsenin d a m ' m ı k a p m a d ı ğ ı m ı n işte isbatı! Dedikten sonra, Atatürk'le Mussoli'nin arası m a l û m . İkinci D ü n y a Savaşının
yanındaki pembeli bayana sordu:
«sinir harbi» dediğimiz söz hücumları Mussolini'nin baş silâhı.
— Lütfen adınızı söyler misiniz? İtalyan diktatörü, o sıra yine bir n u t u k söyliyerek, aklınca si-
Hepimiz genç kadına bakıyorduk. Pembeli bayan, m e m n u n ve nirlerimizi bozmak istemişti. Atatürk, b u n a fiilî bir cevap mahiye-
m a ğ r u r bir eda ile cevap verdi:
tinde, Antalya'ya bir seyahat hazırladı.
— Ataca!... Y o l d a otomobiller, güzel bir yerde mola verdiler. Atatürk, ku-
Atatürk: lağına akseden bir türkü ile ilgilendi. E t r a f ı aradılar. B u n u bir ço-
— G ö r d ü n ü z mü?., dedi ve muzaffer bir tebessümle, kolunu ba- "ban söylüyordu.
y a n Ataca'ya uzattı.
Çobanı getirdiler. Atatürk:
O zaman öğrendim ki, Atatürk, o akşam bir vesile ile iltifat — Türküyü sen m i söylüyordun?
ederek y a n m a aldığı bizim dam'a sormuş ve «Hatice» cevabını
Diye sordu. Çoban «evet» deyince:
alınca:
— Sesin güzel, o k u m a n da fena değil, burada da söyle de dinli-
— «Ben olsam, Ata'ya bu kadar yakın olduğum için a d ı m ı Ata-
ca kordum!» diyerek, bayanın adını değiştirmiş!... yelim!...
Bayan Hatice, o gün bugündür, o tarihî gecenin o lâtif hâtıra- Çoban, nazlanmadan ve yadırgamadan başladı: «Demirciler de-
sından yadigâr kalan «Ataca» ismini taşımaktadır. m i r döver tunç olur».
Rıza Rüşen Y Ü C E R Türkü bitmişti. A t a t ü r k ellerini çırptı, alkışladı ve:
— Bis, bis!... diye bağırdı.
ARAP SÖYLEMİŞTİ Çoban bir şey anlamamıştı. Ata, izah etti:
— Bis demek, beğendik, bir daha söyle, tekrarla demektir.
Mustafa Kemal, arkadaşlariyle birlikte Bingaziye gidiyordu; Çoban türküyü tekrarladı.
Trablusgarp savaşma katılacaklardı. O z a m a n Atatürk, cebinden bir «elli liralık» çıkardı, çobana
Yolda bir bedeviye rastladılar. B u adam, el falından çok iyi an-
uzattı.
ladığını söyliyerek, genç subayların fallarına bakmayı teklif etti.
Çoban paraya baktı, aldı, m e m n u n bir tavırla kuşağının arası-
Hepsi avuçlarını gösterdiler, talihlerini öğrenmek istediler.
n a koyduktan sonra, ellerini çırptı ve yüksek sesle haykırdı:
Sıra Mustafa Kemal'e gelmişti. O, ya fala inanmıyor, yahut bir
— Bis, bis!...
bedevinin kehanetine itimat etmiyordu. B u n u n l a beraber, arkadaş-
Atatürk, bu zeki hareket ve cevap karşısında o kadar m e m n u n
larının ısrarına dayanamadı, elini uzattı.
olmuştu ki, yanındakilere döndü:
Sarışın subayın yumuşak elini sert avuçlarına alan bedevî, bu
— İ m k â n olsaydı da Musolini şu sahneyi görseydi ve şu cevabı
elin çizgilerine bakar bakmaz yerinden fırladı, ayağa kalktı ve bü-
îsitseydi, dedi, hangi millete n u t u k söylediğini anlardı!...
yük bir heyecanla: Rıza Rüşen Y Ü C E R
— Sen padişah olacaksın!, diye bağırdı: Padişah olacaksın ve
İ L K H E D E F
15 yıl h ü k ü m süreceksin!...
Gülüştüler; bedeviyi bırakıp yollarına devam ettiler... Neşeli bir toplantının hayli ilerlemiş bir saatinde bir vatandaş:
Aradan yıllar geçti. Mustafa Kemal, Türkiye devletinin Cum- — Abe Paşam, diye söze başladı; ne vakittir hep merak ederiz.
hurbaşkanı oldu. Cumhuriyetin on dördüncü yılında hastalandı. Ka- M i l l î Mücadelenin sonuna doğru: «Ordular ilk hedefiniz Akdeniz-
— 101 —
— 103 —
dir, ileri!...» emrini vermiştiniz. A r a d a n bunca zaman geçti. O r d u - A t a t ü r k takdir dolu gözlerle Mehmede baktı:
lara son, y a h u t ikinci hedefi göstermediniz. Akdeniz ilk hedef ol- — Aferin sende b u kabiliyet varken, dilini de düzeltirsin. Şim-
duğuna göre, ikinci hedef neresidir? d i ünle bakalım da güreş başlasın!
Atatürk, kendisine teklifsizce «Abe Paşam» deyişinden bile R u - Mehmet, selâmı çaktı, erlere döndü:
melili olduğu anlaşılan bu vatandaşa dikkatle ve yumuşak bir te- — Hudri meydan!... diye bağırdı.
bessümle baktıktan sonra, masadaki kadehini alarak kaldırdı: Birkaç er ayrıldı. M e h m e t sıra ile hepsini teker teker yendik-
— Abe hemşerim, diye cevap verdi; hele şimdilik ilk hedefin şe- t e n sonra, A t a ' n ı n karşısına gelip:
refine içelim!... - T a m a m Paşam, başka pelvan kalmadı.
«NOT: Hatırlatalım ki, b u konuşma yapıldığı zaman Hatay he- Atatürk:
nüz A n a v a t a n a kavuşmamıştı.» — K a l m a d ı mı?... diye gülerek sordu. D u r bakalım, asıl güreş
Rıza Rüşeıı Y Ü C E R b u n d a n sonra başlıyacak. Benimle güreşeceksin!...
i r i yapılı Kurt Mehmet, iki adım geri çekildi. Hem gülüyor, hem
KURT MEHMET "başına sallıyordu:
Atatürk akşamları Çankaya'dan çıkarsa, çoğu z a m a n köşke, ge- — A m a n Atam, dedi, hiç seninle güreşebilir miyim?...
ce geç vakit dönerdi. Bir akşam yine erken çıktı. — Neden? Korkuyor musun yoksa?...
Parlak bir yaz mehtabı vardı, ortalık gündüz gibiydi. — Elbet korkarım. Sen, dünyanın sırtını yere getirmiş adam-
Ata'nın geç döneceğini bilen m u h a f ı z erlerden bir kısmı, yol sın!...
kenarındaki çimenlikte toplanmışlar, güreşerek eğleniyorlardı. Atatürk ayağa kalktı. Elini, bu mert ve zeki erin omuzuna
Atatürk, nedense o akşam erken dönmüştü. Otomobille geçer- koydu:
ken, soyunup dökünmüş erlerin büyük bir telâşla kaçıştıklarını gör- — Sağol Mehmet! dedi.
dü. — Sen de sağol Atam!...
i n d i , bir el işaretiyle hepsini oldukları yerde durdurdu: Rıza Rüşen Y Ü C E R
— Bozmayın keyfinizi! dedi.
Birkaç adım ilerledi. Y İ N E Y A K !
— Ne yapıyorsunuz burada?.
i r i yapılı bir er cevap verdi: Atatürk, Florya'dan Çekmece'ye doğru bir yaya yürüyüşünde,
— Oyun oynuyorduk paşam. "bir ağaç altında dinlenen ihtiyar bir adama rastladı. Adam hürmet-
— Ne oyunu bu? l e ayağa kalktı, Ata'yı selâmladı.
— Asker oyunu, güreşiyorduk. Atatürk sordu:
Atatürk: — Beni t a n ı r mısın?
— Pekâlâ, dedi, haydi güreşe devam edin. Hanginiz baş p e h l i - Tanımaz olur m u y u m , evimde resmin bile var!...
van? Atatürk m e m n u n olmuştu. Konuşmağa başladılar. İhtiyar:
iri yapılı er, bir adım ilerledi: Bir işine aklım ermedi, dedi. Cumhuriyetçiliği, inkılâpçılığı,
— Benim efendim. milliyetçiliği, halkçılığı, hattâ devletçiliği anlıyorum ama, şu «lâikli-
— Adın? ği» pek kavrıyamadım. Neden her şeyi birden bozdun?
— Kurt Mehmet!... Ata:
Ata'nın kaşları çatıldı: — B u n u sana bir hikâye ile anlatayım, dedi. Amr-ibnil-Âs, Mısı-
— Y a p ı n güzel ama, dilin düzgün değil. Sana, k u r t gibi kuvvet- r ı fethettiği zaman, Halife Ömer'e bir mektup yazmış: «Burada bir
li olduğun için m i K u r t Mehmet diyorlar? çok kütüphaneler, içlerinde de bir sürü kitaplar var. Bunları yaka-
Zeki Mehmet, Ata'nın «Kurt» lâfına canı sıkıldığını anlamıştır yım mı, yoksa bırakayım mı?... Ömer cevap vermiş: «Kitapları tet-
— Paşam, kusura bakma, h e m vücut, hem de dil, ikisi birden* k i k et, eğer faydasız şeylerse, yak. Y o k , eğer faydalı şeylerse, yine
terbiye edilemiyor. Evet, benim a d ı m K u r t Mehmettir. yak. Ç ü n k ü halk, o kitapları okudukça, onlara uymaktan vazgeçmi-
— 104 —
daima d ü ş m a n olacaklardır!...
Hikâyeyi anlatan Ata, ihtiyara sordu: Atatürk sordu:
— Şimdi sana lâikliğin ne olduğunu izah edeyim mi?. — Neden b u n u şimdiye kadar bana söylemedin?
ihtiyar, derin bir sezgi ve sağduyu ile cevap verdi: — Sen okumuşların sözüne daha çok inanırsın da ondan!...
— istemez Paşam, dedi; hepsini anladam!... Ata:
Rıza Rüşen Y Ü C E R — B u lâfın doğrudur, dedi; ben okumuşların sözüne daha çok
i n a n ı r ı m . Fakat b u yaşa kadar toprakla uğraşan sana da i n a n ı r ı m .
SEN D E O K U M U Ş SAYILIRSIN!... Ç ü n k ü bu işde sen de, «okumuş» sayılırsın!
Etimesut köyünde ihtiyar bir ahbabı vardı. Adam eski R u m e l i Rıza Rüşen Y Ü C E R
göçmenlerindendi. Pek teklifsiz senli benli konuşurlardı.
Fidan dikme ve Ankara'yı ağaçlama ve yeşertme merakı, Ata- M İ S T İ K SAĞ OLSUN
türk'ü her g ü n çiftliğe çekiyordu. Bir kısım arazide, t ü r l ü deneme- Atatürk, gençliğinde, Harbiye'deki bir koltuk meyhanesine uğ-
lere rağmen ağaç t u t t u r m a k m ü m k ü n olamamıştı. rar, her z a m a n aynı masada otururmuş. Meyhane sahibi, babacan,
Atatürk ısrar ediyor, toprağı tahlil ettiriyor, çeşitli fidanları,, şakacı bir adam. Mustafa Kemal bazan; «Barba, bu akşam param
tecrübeden geçiriyordu. Hiç biri, istenen ve beklenen neticeyi ver- yok!» dermiş. Meyhaneci, genç subayın o m u z u n u okşar ve d a i m a şu
medi. teklifsiz cevabı verirmiş: «Mistik sağ olsun be!...»
A t a ' n ı n bu işle çok uğraşıp didindiği ve bu yüzden çok da ü z ü l - Yıllarca sonra A t a t ü r k bir akşam, gençliğinde devam ettiği bu
d ü ğ ü n ü gören Etimesutlu ihtiyar, bir gün: meyhaneyi hatırlamış: «Bu akşam oraya gideceğiz!» Demiş. Cum-
— Abe Paşam, dedi, zor işlerden hoşlanırsın, olmıyacağı oldur- hurreisinin otomobillerle meyhanesine geldiğini gören ve bir kat da-
m a k istersin ama, bu toprak kıraçtır, f i d a n tutmaz, neye bu k a d a r h a ihtiyarlamış olan barba, hemen Atatürk'ün eski yerini hazırla-
zorlanırsın? m ı ş , masayı donatmış.
Atatürk: Eski bir gençlik hâtırasının tazelenmesi ile neşelenen Atatürk,
— Mademki topraktır, m u t l a k a tutacak! i l k kadehten sonra:
Diye kestirip attı. — «Barba, demiş; haberin olsun, bu akşam yanıma para alma-
İhtiyar: dım!»
— B e n i m demin toprak dediğime bakma, diye ilâve etti; toprak: Barba yerlere kadar eğilerek, nail olduğu büyük şerefin minnet-
dedimse, l â f ı n gelişine göre söyledim. Dediğin doğru olurdu; burası tarlığını anlatmış.
toprak olsaydı... Fakat bu, toprak değildir! Ata, biraz sonra yine seslenmiş:
Her fikre, her ihtisasa hürmet eden Atatürk: — Sahi söylüyorum, y a n ı m d a hiç para yok!...
— Y a nedir öyleyse? B a r b a yine eğilmiş: «Aman efendim, p a r a n ı n lâfı m ı olur?..»
Deyince, ihtiyar: demiş. Mustafa Kemal, ü ç ü n c ü defa olarak:
— Kayadır!... cevabını verdi. — Barba, sen inanmıyorsun ama, vallah parasızını!... deyince,
— A m m a yaptın ha? Bunca ziraat mühendisi baktı; topraktır ihtiyar meyhaneci dayanamamış; tıpkı eskiden yaptığı gibi, büyük
dediler!... lıir teklifsizlikle, elini A t a t ü r k ' ü n o m z u n a koyarak:
— Ne dediklerini bilmem. Fakat onlar habire bu arazinin yü- — Aldırma be, Mistik sağ olsun!...
zünde dolaşıyorlar. Halbuki bu ince yüzün alt tarafı, boydan boya,, Dedikten sonra ilâve etmiş:
düpedüz kayalıktır, i n a n m a z s a n , kazdır. — Zo, bana b u n u söyletmek m i istersin?!...
Atatürk, bu cahil, fakat toprağın dilinden çok iyi anlıyan tec- Rıza Rüşen Y Ü C E R
rübe a d a m ı n ı n sözünü dinledi. Arazinin muhtelif yerlerini kazdırdı.
TUHAF T E S A D Ü F
Nereye kazma vurulduysa, otuz kırk santim alttan pekpare, sert b i r
kayalığın vücudu anlaşıldı. Millî Mücadele zaferinden sonra, Bursa'ya ilk gelişiydi. Beledi-
yede bir «kabul resmi» yapıldı. Salonun bir tarafında, başında kal-
p a k , müşir «mareşal» üniformasiyle ayakta duruyordu. Tek sıra ile
— 106 —
— 104 —
DERSLERİNE ÇALIŞACAKLAR
ATATÜRK'ÜN BEĞENMEDİĞİ ADAM
Onuncu yıl Cumhuriyet balosunda:
Bir aralık, danseden çifte dikkatle baktı. Dansdan sonra y a n m a Atatürk, bu zatın düşüncelerini, hareketlerini ve plânlarını hiç
çağırttı, ikisi de pek genç yaştaydılar, ö n c e kıza, hangi mektepte beğenmiyordu. Esasen, girişilen son hareketi de tamamen faydasız
okuduğunu sordu. Genç kız bir yabancı okulun adını söyledi. Deli- b u l m a k t a ve Irak'ta hiçbir netice elde edilmiyeceğine inanmaktay-
kanlı da ona benzer başka bir mektepte öğrenciydi. dı. B u n a rağmen, kendisine verilen görevi başarmak ve yurduna fay-
Atatürk, meşhur suallerine başladı: dalı olmak için, elinden geleni yapmağa kararlıydı.
— «Sakarya harbi ne zaman oldu? Millî Mücadele kaç safha A n c a k Mareşal Falkenhayn; ne olursa olsun, O'nunla anlaşmak,
sürmüştür? Türk inkılâplarının esası nedir? kendisini elde etmek ve avucuna almak istiyordu. B u n u n için Mus-
— 1C8 — — 109 —
tafa Kemal Paşa'nm 7 nci O r d u Komutanlığına tâyininden sonra„ lih Bozok ve Cevad Abbas Beyler vasıtasiyle Falkenhayn'a gönderip,
hemen faaliyete geçti. Atatürk, bu sırada, Beşiktaş'ta, Akaretler'de kendi imzalı senedini geri istedi. Lâkin gelen cevap şu idi:
76 n u m a r a l ı evde oturuyordu. — Mareşal Hazretleri, böyle bir para verdiğini ve karşılığında
da bir senet aldığını hatırlamıyor. B u n u n için Ali Rıza Paşanın se-
KARARGÂHTA BÎR ZÎYARET nedini de kabul etmiyor.
SENEDİ G E R İ ALIN
Yeni vazifesine başlamak üzere, Halep'e hareke edeceği g ü n ü n
gecesinde Mareşal Falkenhayn'm karargâhında bulunan bir Türk; O zaman Mustafa Kemal Paşa, yaverlerine şu kesin emri verdi:
K u r m a y subayı, bir A l m a n subayı ile birlikte o n u ziyarete geldi. Ya- — Şimdi tekrar Mareşalin yanına gideceksiniz ve diyeceksiniz
nında, küçük ve zarif sandıklar içinde b u l u n a n bazı şeyler getirmiş- ki: «Verdiğiniz altınlar, olduğu gibi duruyor. Size, b u n a karşılık bir
ti. Mustafa Kemal Paşa: senet verilmiştir. Senet olmadığına ileri sürmek, altınların varlığını
— Bunlar, nedir? diye sordu. değiştirmez. O belgeyi kaybetmiş olabilirsiniz. O halde verdiğiniz al-
A l m a n subayı: tınları iade edeceğiz. Karşılığında bunları aldığınıza dair bir senet
— istanbul'dan ayrılıyorsunuz. Mareşal Hazretleri, bir m i k t a r veriniz. Bizi buraya gönderen komutanımızın, memleket meseleleri,
altın gönderdiler, dedi. üzerinde m ü s a m a h a gösterecek kimselerden olmadığını öğrenmeliy-
Mustafa Kemal Paşa, şaştı: diniz. Paralarınız duruyor; lâkin, onlardan çok daha değerli olan.
— «Bunlar bana yanlış gelmiş olacak. O r d u Levazım Reisine Mustafa Kemal imzası sizde kalamaz.
gönderilmesi lâzımdı.» Haydi gidin ve müspet bir cevap almadan gelmeyin.»
— O d a başka. i k i yaver gittiler ve senedi alıp getirdiler.
Atatürk, b u n u n üzerine, Türk subayına: Hürriyet: 30.8.1963 M i t h a t SERTOĞLTJ
— Paranın m i k t a r m ı öğren. Teslim alındığına dair, bir senet
SELÂNİK'TE B İ R GECE
yaz. imzalıyayam dedi.
A l m a n subayı, buna hacet bulunmadığını söylediyse de, Ata- Edirne'nin Selimiye dibindeki evlerinden birinde idik. Sallarla
türk: döşeli bir asma altında, küçücük bir fıskiyenin yambaşmda iki genç
— O bilmiyor, böyle yapılması lâzımdır, diye kesip attı. "şairle gündüzki konuşmamı tenkid ediyor, «Görmeye geldim» şiirin-
Bu para, Atatürk'e, yabancı subaylar komutasında bulunan den mısralar tekrarlıyarak Atatürk'ü anıyorduk Geniş alnına saçı
Türk Birliklerinin onların keyfince harcanmasına, temiz Türk ev- hafifçe dökülmüş, R u m e l i türkülerine hâs, ıslak gözlü gülümseme-
lâtlarının yabancı çıkarlar için, sorumsuz bir şekilde fedâ edilmesi- siyle bizden biraz daha yaşlı bir a d a m içeri girdi. Tanıştırıldık; soh-
ne göz yumması için, rüşvet olarak veriliyordu. Atatürk, b u n u he- betin havasına hemen giriverdi. Atatürk'e ait hâtıralarından birini
m e n sezmiş ve gerekli tedbirleri almıştı. bitirmiştim ki söz sırasını ona gelmiş bulduk, «işte bende Bulgarca
gazeteler saklı» diye konuşmaya başladı. Bulgaristan'da çıkan bu
gazetede, Osmanlı imparatorluğunda memurluk etmiş bir yaşlı
PLÂN BAŞARI KAZANAMIYOR
Bulgarin, yeni harflerin kabul edildiği aylarda, yazdığı bir makale-
den bahis açtı... Makalenin özeti şu:
Olaylar, tamamen Mustafa Kemal'e h a k verdi. Falkenhay'm plâ-
n ı muvaffak olamadı. L â k i n Alman Mareşali h â l â dediğinde ısrar «Galiba 1902 yılmdaydı, bir memuriyete tâyin edilerek Selânik'e
ediyordu. Atatürk b u n u n üzerine b u p l â n ı n yanlış've sakat tarafla- geldiğim ilk akşamdı. Otelimin iyi olmayan odasında geçireceğim sa-
rını ortaya koyan ve Türk askerinin, Türk olmayan komutanlar atleri azaltmak için karşıdaki kıraathaneye gitmeyi uygun bulmuş-
elinde boş yere nasıl israf edildiğini açıklayan bir rapor düzenliye- t u m . Bir arkadaşla beraberdik. Y a n ı m ı z d a k i masada sivil - asker bir-
rek, Başkomutanlığa gönderdi. Lâkin, Başkomutanlık tarafından bu çok Osmanlı memurları oturuyorlardı. Şuradan buradan konuşuyor-
düşüncelerine iştirak edilmediği bildirildiği için, yerine Ali R ı z a Pa- lar; fikre benzer, tenkide benzer, birşey ileri sürdüler m i masada gel-
şayı bırakıp istifa etti. istanbul'dan beri el sürmediği altın sandık- diğimden beri sesini duymadığım bir tek kelime konuştuğunu gör-
larını dıı ona verdi ve karşılığında bir senet aldı. B u n u , yaverleri Sa- mediğim bir genç zabite bakıyorlardı. Saraya m ı mensuptu, gam-
— 111 —
— 101 —
mazlanırız diye m i korkuyorlardı, yoksa o duyunca istenen tesirin
h a l k o l u n m a s m a sebep olur diye m i umuyorlardı; bilmem... Geniş A T A T Ü R K VE MEVLÂNA
alınlı, ışık saçlı, gök gözlü, uzun, ince elli bir zabit... Ben de o ara-
d a bu komşu m a s a n ı n sözlerine katılmış, bazı fikir kırıntılarını ge-
Büyük Taarruz'un arefesinde, 24 T e m m u z 1922 günü, A t a t ü r k ' ü n
velemiş olmalıydım. O n l a r birer birer dağılıyorlardı. O genç zabit
ansızın Akşehir'den Konya'ya geldikleri ve Konya'da b u l u n a n Gene-
masada tek başına kaldı. Son arkadaşı da gidince, birden sandalye-
ral Townshendle müzakereler yapacağı haberi yayılmıştı. Konya'da
sini benim masaya çekti ve hiçbir merasime lüzum görmeden «Şim-
A t a t ü r k ' ü n bir evi vardı. Her z a m a n döşeli b u l u n a n bu evi, Konya-
di konuşabiliriz» diye söze başladı.
lılar Ata'ya bağışlamışlardı. O gece A t a ' n ı n evinde, perdeler sıkı sı-
İmparatorluğun o çöküş yıllarındaki b ü t ü n sakatlıkları, becerik- kıya kapalı, içeri kimse alınmıyor, hiçbir haber sızmıyordu. Ertesi
sizlikleri anlatıyor, anlatıyor, «Ben bir gün re'sikâra gelirsem...» de- gün Atatürk'ün, sabahın erken saatlerinde Mevlâna Türbesini ziya-
yip kalkınma ve t u t u n m a çareleri sıralıyordu, imparatorluğun her ret ettiği ve Mevlâna Dergâhı şeyhi olan Konya Milletvekili Abdül-
milletine ayrı h a k tanıyor, Türk milletini ayakta t u t m a n ı n çareleri- halim Çelebi ile uzun uzun konuştukları haberi, şehre yayıldı.
n i düşünüyor, şapkadan Lâtin harfine kadar herşeyi ileri sürüyor- •
du. R ü y a d a bir adamdı. Gözleri çakmak çakmaktı. Mantık, gülüne-
bilecek kadar muhalden bahsettiğini insana telkin ediyor, fakat Bir ay sonra B ü y ü k Taarruz, parlak bir zaferle neticelhendi. A-
h a n g i kuvvet bilinmez, insanı içinden ona inanmaya sevkediyordu. tatürk, zaferden sonra, 1923 yılının 20 Martında, Konya'yı teşrif edi-
K a h v e n i n sandalyeleri etrafımızda kuleler gibi üstüste yığılmıştı; yorlardı. Şehir baştanbaşa bayraklarla süslenmişti. Halk, B ü y ü k
vuran şakaklarımızdan ağaran ortalığı farkedememiştik. Geç oldu- Kurtarıcı'yı aralarında görmenin coşkun sevincini yaşıyordu. O gün
ğ u n u farkedip te sözlerini kesecek diye nefes almaktan korkuyor- geç vakitlere kadar, Konya Türk Ocağı'nda gençlerle konuşan Ata-
d u m ; gözlerimin içine bakarak: «Çok geç olmuş, t u t t u m sizi» diye türk, sözü bir ara dinî konulara getirerek: (Çok büyük bir islâm dâ-
özür diledi. Ben otelin merdivenlerini çıkarken onun uyanık sayık- hisinin, M e v l â n a ' n ı n şehrindeyiz. O, d a i m a ileri düşüncenin müsa-
l a m a l a r ı m tekrarlıyordum. mahanın, müsbet-fikrin mümessili olmuştur.) demiş ve Türk Ocağı
O geceden sonra neler oldu: Osmanlı imparatorluğu dağıldı. defterine şu cümleleri kaydetmişti: (Konya, asırlaıdanberi tüten bü-
Türk milleti istiklâlini aranıyordu. Türkiye'den ne gün bir karışık- yük bir n u r u n ocağıdır. Türk harsının esaslı m e m b a ğ l a r m d a n biri-
lık, bir yenilik haberi gelse gazetelerde o zabitin ismini ve resmini dir. B u ocaktan milletin hissini, mefkuresini daima ısıtacak, nur-
arıyordum; u m u d u m boşa çıkmıştı. «Hayalperestin biri imiş; bizi de landıracak, parlak alevler semâlara yükselmelidir, çok yükselmelidir.
rüyasına âlet etti» diyordum... O kadar ki bu alev vatanın b ü t ü n ufuklarında aydınlıklar vücuda
U m u m î Harbin m ü t h i ş akıbeti Bulgaristan gibi Türkiye'yi de get irebilsin...) Ertesi günü, Mevlâna Türbesini ziyaret ediyordu.
can noktasından yakalamıştı, ben o zabitin hâtırasını çoktan zih- Dergâh şeyhi olan Konya milletvekili Abdülhalim Çelebi, b ü t ü n
n i m d e n silmiş, nice başka hâtıralar yaşamış ve dertlere düşmüş- dervişleri ile birlikte, Ata'yı saygı ile karşılamış, kafile huzur kapı-
t ü m . Bir gün Sofya'da bir kahvede omuzlarım çökük, milletimin ve sından Mevlâna Türbesine girmişti. Atatürk, bir müzeden farksız,
kendimin talihinden şikâyetçi, pineklediğim bir saatte, gazetecilerin binlerce sanat eseriyle donanmış Türbeyi, ilgi ve hayranlıkla gezdi.
sesleriyle silkindim: «Anadolu'da bir isyan! Bir general halk kuv- Mevlâna'nın Merkadi önünde saygı duruşunda bulunarak Fatiha
vetlerinin başına geçti.» diye bağrışıyorlardı. Gazeteyi almamla he- okudu ve daha sonra Dergâh semâhanesine geçti. Bu sırada, Çelebi'-
celediğim ismi h a t ı r l a m a m bir oldu: «Mustafa Kemal!» n i n bir işareti ile musiki başlamış, semâ'a girecek dervişler yerleri-
Şimdi bu satırları yazarken onun yirmi altı yıl önce Selânik'in n i almışlardı. Atatürk, bu müzik, şiir ve semâ ziyafetinde kendinden
bir kahve köşesinde, rüyada konuşur gibi bahsettiği, şeylerden bir geçmiş, derin bir vecdle, yanındakilere (Mevlâna büyük, çok büyük..)
çoğunun Türkiye'de gerçekleştiği 1928 senesindeyiz. Anadolu gaze- diye seslenmişti.
•
teleri L â t i n harfleriyle çıkmakta... Ben çökmüş bir ihtiyarım, o
şahlanmış bir yiğittir. Ne o bu yazılarımı okuyacak, ne ben onu bir
Birgün Çankaya'daki köşkünde Mevlâna'dan söz açılmıştı. Ata-
daha göreceğim!... Ben bu makaleleri sadece bir büyük adama ait
türk, Mevlâna hakkındaki fikirlerini şu cümlelerle özetlemişti: (Mev-
bir güzel hâtıra kaybolmasın diye yazıyorum.
lâna, m ü s l ü m a n l ı ğ ı Türk r u h u n a intibak ettiren büyük bir refornıa-
20. Asır : 3.11.1955 Behçet Kemal Ç A Ğ L A R tördür. Müslümanlık, aslında geniş mâııasile, müsamahalı ve mo-
— 112 —
— 104 —
— D e m i n de farkettin de yasak diye söylemedin anlaşılan. A ç - ler ellerimizi sıktı. Sonra hep beraber şeref salonuna geçtik. Heyet
mek yasak değil mi? reislerini birer birer karşısına götürdüler. K i m i n e tatlı, kimine acı
— Evet efendim. Men'i müskirat kanunu mucibince memnudur.. baktı. Balkan memleketlerinden birinin dış b a k a n ı n a çıkıştığını bi-
— Peki ya ben içersem? le gördük. Osmanlı padişahlarının Yedikule günlerini h a t ı r a getiren
— Estağfurullah, içmezsiniz efendim. korkulu bir hava idi. Ali Fuat Cebesoy hepsinden talihli çıktı. Hit-
— Ne estafurullahı? Süs için koymadık ya. Y a şimdi içersem? ler onunla konuştuğu sırada güler y ü z ü n ü ve sıcak bakışını takındı:
— Estağfurullah, içmezsiniz efendim. — Atatürk, b ü t ü n varı yoğu elinden alınsa dahi, bir milletin ken-
O sırada karanlık basmaya başladığı için elektrikler yandı. A t a - d i n i kurtarabilecek vasıtaları yaratabileceğini göstermiştir. O n d a n
türk birden ışığı göstererek sorguyu değiştirdi: ilk dersi Mussolini almıştır. İkincisi benim.
— Peki bu nedir? Akşehir'de G a r p Cephesi karargâhındaki tarihî geceyi hatırlıyo-
— Elektrik efendim. r u m . Türkiye h a l k ı n ı n canlı ve cansız varı yoğu Y u n a n ordusunun
—• Buyurun, yerinize gidin. karşısında idi. Mustafa Kemal'in önünde bu bir avuç kuvvet, arka-
Yeni Maarif Vekiline dönerek: sında sabırsızlık vardı. D ü ş m a n ı n ne kenrisi, ne de efendileri ile an-
— Şimdi siz m u h a f ı z erlerinden istediğiniz birini sesleyin. laşma i h t i m a l i yoktu. Kat'î bir netice almak lâzımdı. Halbuki silâh-
Vekilin, tâ uzaktaki nöbet tutan neferlerden birine işaret ettiği ça ve askerce Yunanlılardan üstün değildik. B u n d a n başka düşman
görüldü, gidip onu çağırdılar, er gelip selâm verdi. Atatürk bu defa. kaleler arkasında ve siperler içinde idi. Bir tek çare, düşmana hiç
yeniden içki ile yarı doldurulmuş kadehi göstererek sordu: sezdirmiyerek, b ü t ü n orduyu Afyon'un güney ve batı-güneyine yığ-
— B u nedir? m a k , ve buradan taarruza atılmaktı. Fakat bu toplanışla, cephenin
Er hiç tereddütsüz, bir O r t a Anadolu şivesiyle, cevap verdi: b ü t ü n kuzeyini izmit'e kadar ve Ankara'ya doğru açık bırakıyorduk.
— Irakı, efendim! Eğer düşman b u hareketi sezip de yedek kuvvetlerini de ileri süre-
— Peki, b u n u içmek yasak değil mi? rek taarruz ederse, ne olurduk? Bir kumandanımız:
— Yasak! _ «— Tarih b u n a cinayet adı verir» diyordu. Aşağı yukarı şu söz-
— Y a ben içersem? leri söylediğini de duymuşum:
— Sen içmiyeceksin de biz m i içeceğek, elbet içeceksin. — Türk milletinin verebileceği son silâh ve son asker budur. O-
Mustafa Kemal, m e m n u n , ışığı gösterip sordu: n u n varını yoğunu bir tek ihtimal için nasıl ortaya atabiliriz?
— Bu nedir? Mustafa Kemal:
— Elektrih, paşam! — Türk milletinin verebileceği son silâh ve son asker bu mu-
— Elektrik nedir yâni? dur? diye sordu. O halde zaferi b u n u n l a kazanmaktan başka çare
— Ne idiğü bilinmez ettiğinden bellidir. yok.
(Kuvvetler eserleriyle ölçülür'ün bir başka ifadesi.) Ve danışmayı bırakarak emir verdi: l
Atatürk Vekile dönerek şöyle dedi: Kıtaların Afyon güney ve batı-güneyine doğru bu akışı 15 gün
— işte, ya Türk halkını bu emsalsiz sezişi ve sağ duyusu ile bı- kadar sürmüştür. Yürüyüşler gece yapılıyor, gündüzleri herkes b i r
rakın, ya okutacaksanız yarı münevverliğin ötesine ulaştırın. çalı dibine, bir kovuğa, bir kaya dibine sokulup siniyordu.
Yücel: Şubat 1948 Mustafa Kemal son g ü n ü sordu:
İ K İ N C İ D E R S — D ü ş m a n ı n hareketimizi hissettiğine dair bir haberiniz var m ı ?
— Hayır.
Hitler'in ellinci yıldönümü şenliklerine Türkiye de dâvetli idi. — ö y l e ise...
General ve saylav Ali Fuat Cebesoy'un reisliği altındaki heyetle bir- Ve «Düşmanın işini bitirdik» m â n a s ı n a gelen bir halk k ü f r ü sa-
likte Berlin'e gidenler arasında ben de vardım. Şehir, sırma, silâh ve vurdu.
kibir kadar koyu bir gurur içinde idi. Harbin yüzümüze solduğunu Y u m r u k indi. Zafer ordunun da önünde koşarak, dolu dizgin ve
hissediyorduk. soluk soluğa İzmir'e girdik.
Başbakanlık sarayının somaki sütunları arasında mavi gözlü Hit- Başka bir çare kalmayınca, kirpik bile oynatmıyarak, en büyük
— 118 —
— 101 —
-tehlikeyi göze almanın b u büyük dersi Hitler'in h a t ı r ı n d a idi. sen Maliye Nazırı olabilirsin!» diye birer m a k a m m ü n a s i b görmüştü.
B e n ona bir de Çankaya gecesinin bir dersini a n l a t m a k ister- E n yakm bir arkadaşı:
d i m . Atatürk Hatay meselesinden sinirli ve âdeta hasta idi. Bir ge- — Pek iyi ama, dedi, baş k i m olacak?
ce sofra arkadaşlarından biri dedi ki: O z a m a n Mustafa Kemal Bey şu cevabı verdi:
— Paşam, niçin bu kadar üzülüyorsun? Y a r ı n sabah bir fırka — Y a h u sen ne kafasızsın, bu kadar tevziatı yapabilen adam ne
göndersen Hatay'ı alabilirsin. Renani'nin işgalinde gördük. O olup- olursa işte ben de o makamda, yani yeni idarenin şefi olacağım.
bittiye ses çıkarmıyan Fransa, Suriye'nin bir sancağı için bizimle Reşid Halid G Ö N Ç
muharebe m i edecek?
Birden realist ve asker, kuvvet ve ihtimal hesaplarını h i ç bir va- «TAMİMLE İNKILÂP OLMAZ!»
kit m a n t ı ğ ı üstünden kaldırmıyan Atatürk uyandı, gözlerini dike-
1-024 ilkbahar aylarında idi. Erzurumda ve Pasinlerde,, deprem-
rek: den birçok köyler yıkılmıştı.
— Evet, dedi, bir fırka ile yarın Hatay'ı alacağımı bilirim. Fran- Atatürk, yıkılan köyleri bizzat görmek için Pasinlere gelmişti.
sa bir Suriye sancağı için bizimle muharebe etmez, o n u da bilmez Zarar gören o civar köylerinin h a l k ı Pasinlere toplanmıştı. R a h m e t l i
değilim. Y a b u sefer şeref ve haysiyeti tutar da muharebe ederse... Atatürk te zarar gören halkla görüşmek için, okulun önündeki mey-
Ve elini masaya vurarak: danlığın bir köşesinde maiyetile birlikte oturmuştu.
— Ben vilâyetlerimize bir sancak k a t m a k için b ü t ü n Türkiye'yi
O z a m a n Pasinlerih ihtiyar bir kaymakamı, genç bir tahrirat
tehlikeye koymam, dedi. kâtibi vardı. Ata, evvelâ kaymakamla yapılacak işler üzerinde gö-
Hitler bu ikinci dersi almamıştı. Birinci ders M ü n i h ' e kadar rüştü, sonra etrafını çeviren h a l k ı n içinden ihtiyar bir köylüyü ça-
işine yaradı. Fakat ikinci ders, Almanya'yı yokolmaktan kurtarırdı. ğırdı:
Aile: 1949 Falih R ı f k ı A T A Y — Depremden çok zarar gördün m ü baba? diye sordu.
«PEKİ A M M A , B A Ş K İ M O L A C A K ? » B u anî ve beklenmedik soru karşısında ihtiyar şaşırdı, kollarını
göğsünde bağladı, boynunu büktü; bir şeyler söylemek istedi. Ata, ih-
Emekli bir kurmay albay, bir musahabemiz esnasında b a n a Ata- tiyarın tereddüdünü görünce tekrar sordu:
t ü r k hakkında bu fıkrayı anlatmıştı. Çok yakın bir dostum olan b u — H ü k ü m e t sana kaç lira verse zararını karşılıyabilirsin?
zatın anlattıklarına h i ç bir ilâve y a p m a d a n aynen aşağıya kaydedi- İhtiyar, K ü r d şi vesile:
yorum: — Valle Padişeh bilir! dedi.
— Selânik'te Ordu K u m a n d a n l ı ğ ı Erkânıharb Reisinin başkan- Atatürk gülümsedi, ihtiyarın ne demek istediğini tamamen an-
lığında ekseriyeti kurmay ve bir kısmı piyade ve süvari m u h t e l i f lamıştı. Y u m u ş a k bir sesle:
rütbelerde zabitler heyetile o zamanlar usulden olduğu veçhile bir, — Baba, padişah yok! onları siz kaldırmadınız mı? Söyle baka-
bir buçuk ay kadar h u d u d civarında tatbikat yapılmakta idi. Mira- l ı m zararın ne?
lay rütbesindeki E r k â n ı h a r b Reisine o zaman kolağası rütbesinde İhtiyar gene aynı durumla tekrar etti:
olan Mustafa Kemal Bey m u a v i n vaziyetinde bulunuyordu. B ü t ü n — Padişeh bilir.
tatbikat meselelerini kendisi tertip ediyordu. Bir ay kadar dolaştık-
B u cevap karşısında A t a t ü r k ' ü n y ü z ü n ü n hatları anide değişti.
t a n sonra Bulgaristan h u d u d u n d a k i Cumaibâlâ kasabasının sırtla-
Kaşlarını çattı ve kaymakama döndü:
rında gayet sıcak bir temmuz g ü n ü yedi sekiz saatlik t a h k i m a t ya-
— Siz daha inkılâbı yaymamışsmız! dedi.
pılmıştı.
Bir a n d a dona kalan k a y m a k a m ı n imdadına yetişmek ister gi-
Bir çardak altında heyet meyanmdaki en samimî arkadaşlardan bi genç tahrirat kâtibi öne atıldı. Ve vazifesini başarmış insanlara
yedi sekiz kişilik bir grup oturmuşlar, yemek yiyorlardı. Sohbet es- h a s b i r ağırbaşlılıkla:
nasında Mustafa Kemal Bey: — Köylere t a m i m ettik Paşam, dedi.
— Artık bu idare hakikaten tefessüh etmiştir. B u n u k ö k ü n d e n A t a t ü r k ' ü n deminki fırtınalı yüzü daha ziyade karıştı. Kaşları-
değiştirmek lâzımdır. n ı yukarıya kaldırdı:
Dedi ve b u mey anda arkadaşlarının her birine «Sen Harbiye, — O ğ l u m , dedi, tamimle inkılâb olmaz! Cemal R I F A T
— 121 —
— 104 —
inekle iktifa etmiştir. Gerçi uzun bir m ü d d e t Reşit Galib'i huzuru-
n a kabul etmemek suretiyle dargınlığını göstermiştir. Lâkin, bu üç'
DENİZİ SEVERDİ
dört ay devam etti.
Bir gece, eski Çankaya köşkünde sofrada idik. içinde Reşit Ga-
Mustafa Kemal, bir sahil çocuğu olduğu için, denizi çok severdi.
Iip'in ismi geçen bir bahis açıldı. M u s t a f a Kemal «O nerelerde? Hiç
Fakat son hastalık günlerinde hasret çektiği yer, bir çam o r m a n l ı ğ ı
görmüyorum.» dedi. Ve biraz sonra emredip çağırttı. Reşit Galip ye-
idi. B u n a vesile veren, kendisine hediye edilmiş, bir o r m a n l ı k ve ça-
m e k salonuna geldiği vakit, hepimiz zorlu bir i m t i h a n devresi geçi-
yırlığı gösteren tablodur.
receğini zannediyorduk. Fakat herşey h a f i f bir şaka içinde geçti. Re-
O n a yattığı yerden uzun uzun bakar ve y a n m a girdiğimiz z a m a n
şit Galip'e, sofrara yer gösterip o t u r t t u k t a n beş on dakika sonra dı-
«Âfet, bana memleketimizin ormanlık güzel yerlerinden tanıdıkları-
şarıdan iki nöbetçi neferi çağırıldı. Mustafa Kemal: «Şu efendiyi
n ı anlat, onlara gidelim, ağaçlar altında dolaşabileyim, basit bir ha-
oturduğu yerden kaldırınız.» dedi. Ve bu iki kuvvetli A n a d o l u çocu-
yata kavuşalım, son arzum yeşillik ve ağaçlık, fakat yaz kış yeşil du-
ran ağaçlar arasında olmaktır.» diyen ıztırablı, hasta sesi h â l â ku- ğu bir hamlede Reşit Galip'i kucaklayıp havaya kaldırdılar. M u s t a f a
laklarımda akisler yapıyor. K e m a l gülerek:
— «Biz işte a d a m ı böyle kaldırırız.» dedi. Ve bu sahne, bu söz
O, hastalığının ağırlığını m ü d r i k t i ve belki kurtulamıyacağım bi-
Reşit Galip'in ü ç dört ay evvel Dolmabahçe sarayındaki sofrada
liyordu. Fakat etrafındakilere ümitsizlik vermek istemediğinden, ya-
«Sen beni b u r a d a n kaldıramazsın. Ç ü n k ü : B u saray ve bu masa
şıyacağı yeni muhitler arar gibi idi; ancak, bugün anlıyorum ki, ye-
milletin malıdır.» sözüne bir cevaptı.
şilliğin ebediyetinde son uykusunu uyumak arzusunu, b a n a vasiyet
etmek istemiştir. A t a t ü r k : 1946 Y a k u p Kadri K A R A O S M A N O Ğ L U
Atatürk'ün yeşile hayranlığı, Faruk Nafiz'in şu şiir parçasını tek- A T A T Ü R K ' E AİT H Â T I R A L A R . .
rarladığı zamanlarda, ne kadar belli olurdu:
Mecliste Hilâfetin kaldırılması konuşuluyordu. O g ü n k ü g ü n d e m
Yeşil h e m de! bu idi. B ü t ü n mebuslar noksansız Mecliste idiler, i z m i r mebusu rah-
m e t l i Seyit Bey, Hilâfet meselesi hakkında ilmî ve esaslı bir konuş-
B e n b u rengi taşırım c a n köşemde. m a yapıyordu. B u esnada bazı arkadaşlar arasında istanbul'daki Hi-
Yeşilde ne arar da b u l a m a z insan oğlu? lâfeti lağvedersek kim Halife olacak? diye bir dedikodu geçiyordu..
Yeşil bu... varlık dolu, gök dolu, u m m a n dolu. B u sırada, İsparta mebusu rahmetli Hacı Hüsnü Efendi ayağa
Bir ucu gözlerinde, bir ucu engindedir, kalktı: «— Gazi Paşamız Halife olsun... teklif ediyorum» der demez'
Meyve veren ağaçlar, bu çini rengindedir. orada b u l u n a n Gazi birdenbire kükredi:
B u çini rengindedir bahar, deniz, kır, orman, «— Hoca!... Hoca!... ne yapıyorsun, otur yerine!...»
Bana Tanrım gözükür, yeşil dediğim z a m a n . Gözlerinden fışkıran kıvılcımlar kalbimin en derin noktalarına,
kadar işlemişti. Hoca'mıı rengi bozuldu ve yerine oturdu. Ben, Ata-
Mustafa Kemal, b u şiiri okuduğu zamanlarda, p ü r s ı h h a t bir
t ü r k ' ü n iki defa kükrediğini gözümle gördüm. Gözündeki şimşeğin;
varlıktı. Fakat, kendisi yeşile hasret çektiği z a m a n ise, f â n i varlığı-
çaktığını i k i defa gördüm. Biri bu, diğeri de şöyle bir olay idi:
n ı n erimekte olduğunu hissediyordu.
B i r g ü n A t a t ü r k , zaferden sonra yine Mecliste n u t u k veriyordu.
Böylece O, bu son arzusu ile çam ağaçları Ve yeşillikler arasın-
N u t k u n bir yerinde «Asri hayata intibakımız lâzım...» dedi. B u n u n
da olmak istemiştir.
üzerine n u t k u n bitmesini beklemeden Konya mebusu Naim Hazım,
Atatürk'ten Hâtıralar: 1950 Prof. Dr. Âfet İ n a n
o t u r d u ğ u yerden kalkarak:
«— Asrî hayat ne demektir, Paşa?» deyince, Atatürk'ün gözleri'
BİZ ADAMI BÖYLE KALDIRIRIZ...
şimşek gibi çaktı:
«— A d a m olmak demektir, hoca!... adam olmak demek!...» dedi'..
B u hâdisenin patlak verdiği akşam ben hazır değildim. Fakat
Hoca d a yığılır gibi yerine çöktü.
hazır bulunanların ifadesine göre, Reşit Galib'in Mustafa Kemal'e
karşı geldiği ve h a t t â O'na meydan okuduğu muhakkaktır. •
O ise, buna mukabil, sofrayı terk edip hususi dairesine çekil-
— 104 —
— 123 —
Bir g ü n Çankaya'da yemekte, Selanik ve Rumeli'nin güzelliğin-
den bahsediliyordu. Atatürk çok müteessir ve âdeta ağlamaklı oldu.
B E Y K O Z İ M A M I VE A T A T Ü R K
O çelik gibi a d a m ı n ilk defa gözlerinin yaşardığını gördüm.
• Geçen yıl, bir h a f t a kadar kalmak için Ankara'ya eniştemin ya-
Atatürk sık sık dilcileri ve tarihçileri yemeğe çağırır, geç vakit- n m a gitmiştim, i l k gece bazı komşular ziyaretimize gelmişti hep
lere kadar ilmî bahisler üzerinde konuşmalar yapılırdı. Yine böyle beraber meşguldük. Bir ara kapı çalındı ve içeriye beyaz top sakallı
bir gün K ö p r ü l ü ile münakaşa eden ve rumca'mn Türkçeden çıktı- yaşlı b l r adam girdi. B u nuranî yüzlü ihtiyarı, eniştem: «Sabık Bey-
ğını söyleyen bir profesör ( A h m e t Cevat değil) «Millet» kelimesinin koz i m a m ı Hafız Efendi» diye takdim etti.
aslının Türkçe bir kelimeden geldiğini söyledi. Orada b u l u n a n N a i m
Hazım, birdenbire atılarak, «Millet» kelimesinin aslı «Yol» dan gel- H a f ı z m meclise katılması ile konuşmamız dinî mevzulara inti-
miştir, dedi. Atatürk, kelimenin k ö k ü n ü n «il» olduğunu ortaya attı. kal ederek, bir hayli hararetlendi. Tarihin büyük adamlarının din
Her ikisi de kendi dâvalarında ısrar edince sonunda Atatürk: inanışları ve bu husustaki bilgilerinden bahsedilirken, Hafız Efendi*
— Sırası gelmişken sizlere b ü t ü n ömrümce unutamıyacağım b i r
«— Siz b u kelimeleri masa başında uydurdunuz, ben, masaya h a t ı r a m ı anlatayım da dinleyin.
gelmeden uydurdum» dedi.
Dedi ve devam etti:
*
Yeşilordu, Kızılordu gibi şayiaların dolaştığı bir sırada idi ki ba- — B ü y ü k inkılâbların birbirini takib ettiği günlerdeydi Ben o
zı mebus arkadaşlar, ümitsizlenerek, çekilip gittiler. Bu sırada, bazı zamanlar Beykoz camiinde imamlık yapıyordum, sarıkların yalnız
arkadaşlar da Yeşilordu meselesini, ciddiye aldüar, inandılar, bir vazife başında sarılacağı bildirilmiş olduğundan, camiden çıkınca,
v
şapka giyiyorduk.
halâskâr gibi saydılar. Bir gün mebus arkadaşlardan Abidin Bey,
kürsüye çıktı: «Yeşilordu şöyle geliyor, böyle gelecek.. Memleketin Bir ikindi vakti iskelenin yanındaki kahvede oturuyordum b i r
kurtulmasında büyük dahli olacak...» gibi sözlerle yarım saat ko- ara kahvenin önünde birkaç otomobil birden durdu, en önde duran
nuştu durdu. otomobilden, o z a m a n a kadar hiç karşılaşmamış olduğum, fakat gö-
Benim bu halden canım sıkıldı. Söz istedim, kalktım, h a t ı r ı m d a r ü r görmez tanıdığım, Atatürk çıktı. Sevincimden şaşkına dönmüş-
kalan kısımlarını kısaca arz edeceğim: t ü m O n u n geldıgı haberi o kadar çabuk yayılmıştı ki, b ü t ü n Bey-
«— Başkasından ü m i t ve zafer bekleyenler, zafer yüzü göremez- kozlular bir an içinde etrafını sardılar. Ben de kendimi toparlıyarak"
ler, Ne yapacaksak, kendi kuvvet ve kudretimizle' yapalım. Bir baş- kalabalığın arasına karıştım ve onu çok yakından görebilmek için
kası bizim için tatlı c a n ı n d a n vazgeçmez, b u n u bilmemiz lâzımdir. - e n o n g a f l a r a kadar yanaştım H . a l k m sevinç nidaları uğultu ha~
Biz, Enver Paşa seferberliğinde b u n u n pek acı örneklerini gördük. i m d e yuksehyor ve herkes biraz daha ileri yaklaşmaya çalışıyordu
Şeyhül-islâm Efendi, fetva ile b ü t ü n islâmları mukaddes' cihada ça- Atatürk, vakur bir samimiyetle etrafına baktıktan sonra halkı s t '
ğırıyordu. Kaç m ü s l ü m a n memleketi, b u dâvete can attı? Bilâkis her k u t a davet ederek:
tarafta bize en büyük fenalık yapanlar, m ü s l ü m a n sömürgelerden — Beykoz i m a m ı burada mı? Gelsin de konuşalım, dedi.
toplanmış olan renkli renksiz bir sürü kimselerdi. B u dâva, mület
dâvasıdır. ü m i t ederim ki, istisnasız her arkadaş b u dâvayı candan tim v e t C n t a m karŞ1Smda idlm
' kala
b a l ı k t a n sıyrılarak ileriye çık-
kabul etmiş olurlar. Biz atalar huzuruna, kara yüzle gitmektense, — Buyur Paşam konuşalım, dedim.
kanlı gömlekle gitmeyi tercih ederiz» diyordum.
A t a t ü r k , sol avucunda duran üzümleri bana göstererek-
B u n u n üzerine Atatürk kürsüye geldi:, «— Arkadaşlar, ben bu
bU h6İâI d3 b i m i m SUyU n İ Ç f a h a r a m ? Bİze
dâvaya, kazanılacağına inanarak atıldım. Düşmanı behemehal yene- dedi7 ' anlatsana,,
ceğiz. Ben kimseyi benimle birlikte çalışmaya zorlamıyorum. isteyen
gelir, isteyen gidebilir. Tek başıma kalsam, dağ başına çıkarak, bay- , a M B İ r d ! n b İ r e ? a Ş l r m i Ş t l m ' b u SüÇ s u a l e *en nereden cevap bula-
rağımıza sarılarak ölmek istiyorum.» dedi. caktım, bir m u a d e t d ü ş ü n d ü m , aklıma hiçbir cevap gelmiyordu ba-
yılacak gibi o l d u m ve A l l a h t a n imdat bekliyordum Bir a r a ^ a s ı l o l
Beraberiz sesleri ve alkışlar... B ü t ü n Meclis tekrar tek vücut ha-
line geldi. M l d ü ve6"1' a M i m a £6len
°Ümle gayriihti
y a r î dudaklarımdan dö-
Y a k ı n Tarihimiz Besim A T A L A Y
— Paşam, karın sana nasıl helâl da, kızın niçin haram? dedim.-
— 125 — — 101 —
Atatürk, bu sözümü işitince hafifçe tebessüm ederek yüzüme vetliler içmektedirler. Masasında bulunan herkesin içip eğlenmesini
baktı ve başını sallıyarak: arzu eden Atatürk, Ş a h a içmesi için ısrar ediyor. Fakat kıymetli mi-
— Hoca sen âlimsin, ben ise softaları arıyorum, yarın saraya gel safiri, affedilmesini dileyip, tekrar reddediyor. Atatürk, belki haya-
de seninle konuşalım, dedi. tında ilk defa, istediği şeyi yerine getirememiş o l m a n ı n sıkıntısı
Ertesi gün saraya gittim, beni karşısına oturtu, saatlerce b a n a içindedir, öyle bir müddet oturuyorlar. Ş a h ı n düşünceli bir tavır ta-
Kur'andan âyetler okutarak, kendisi tefsir etti... kınması üzerine Atatürk, ona dönüyor:
Hacı Bayram camiinde okunan yatsı ezanının sadaları gelirken, —• Üzüldüğünüz bir şey m i var?
Hafız Efendi sözlerini bitirmişti... «O, çok büyük adamdı, Allah rah- Şah:
met eylesin!...» diye mırıldanıyor, gözlerinden dökülen yaşlar, be- — Asla, diye cevap veriyor; çok iyi vakit geçiriyorum. Dalgınlı-
yaz top sakalına yuvarlanıyordu. ğ ı m ı n sebebi o ğ l u m u hatırlamış olmam. Kendisi Fransa'da tahsil-
dedir. Çoktandır görüşemedik.
Nazif K Ü L Ü N K
Atatürk, derhal yaverini çağırıyor, ikisi arasında esrarlı bir gö-
«TÜRKLERE ARABA ÇEKMEK YAKIŞMAZ!» rüşme. Yaver:
Büyük A t a n ı n 4 Eylül 1919 tarihî Sivas Kongresini toplantısm- — Emredersiniz, Paşam.
danberi Sıvasa ikinci gelişi 1925 yılında sıcak bir yaz gününe tesa- Deyip uzaklaşıyor. Birkaç dakika sonra yaver geri dönüyor:
düf etmişti. Y u r d düşmandan temizlenmiş, Cumhuriyet i l â n edilmiş, — Hazırdır, Paşam.
hilâfet kaldırılmıştı. Halk günlerdir sabırsızlanıyor, büyük kurtarı- Atatürk misafirine hitab ediyor:
cıyı bir i l â h gibi karşılamayı tasarlıyordu. B ü t ü n yaşlılar böyle bü- — Oğlunuz telefonda sizi bekliyor Şah Hazretleri.
yük bir gün henüz görmediklerini, ne Meşrutiyetin ilânı ve ne de Şah Ata'nın bu inceliği karşısında ne yapacağını şaşırmıştır.
mütarekelerin kendilerine bu kadar heyecan vermediğini söylüyor- Oğluyla "görüştükten sonra tekrar masadaki yerini alıyor ve samimî
lardı. Sivas baştanbaşa donanmış, B ü y ü k Atasını bekliyordu. Şehrin bir heyecan içinde doldurulan kadehini kaldırıyor:
dolaylarında sabahın erken saatlerindenberi b ü t ü n şehir h a l k ı yer — Ş u n u bir kere evlendiğim z a m a n içmiştim. Şimdi bir de sizin
almış, okullar, askerî kıt'alar hepsi o nurlu yüzü görmek için sıra- şerefinize içiyorum.
lanmışlardı. Nihayet akşama doğru bir otomobil kafilesi göründü.
Zeyyad SELİMOĞLU
Heyecan son h a d d i n i bulmuştu. Şehrin Gazhane denilen yerine gel-
dikleri zaman h a l k «yaşa, varol!» âvâzelerile büyük Münciyi alkış-
« M E N L E Ş K E R E M , SEN S E R D A R Ş E N ! »
lıyordu. İlk otomobilden elinde baston, başında kalpağı Büyük A t a
ve yanında çizmeli ve kalpaklı, elinde kırbacı bulunan Lâtife Hanım-
i r a n Ş a h ı Rıza Pehlevi, Atatürk'ün misafiri.
la yaverleri indiler. Hepimizin gözlerinden sevinç yaşları akıyordu.
Bu sırada hazırlanan arabaya B ü y ü k A t a ile Lâtife H a n ı m bindiler. Ilık bir bahar g ü n ü mektep koridorlarında şimşek gibi bir haber
Memleketin genç münevverleri derhal arabanın atlarını çözüp ken- yayıldı. Şimşek gibi diyorum, hakikaten hepimiz bir anda elektrik-
lenmiştik.
Atatürk geliyor!
dileri arabayı harekete getirmek istediler. Güzleryüzle arabaya bi-
nen Ata, kaşlarını çatarak sert bir tavırla: i z m i r Muallim Mektebi, kendi tarihi için önemli olan bu ziyare-
te kendini hazırlıya dursun, biz bir alay çocuk, onu yakından göre-
— Efendiler, Türkler tarih boyunca köle olmamışlardır. Onun
bilmek imkânının verdiği sevinçle sarhoşuz, izciler, siviller pırıl, pı-
için araba çekmezler. Bırakınız arabayı hayvanlar çeksin!
rıl... Vakit öğle... Yemek zili boşuna çalıyor. Caddeden, 40 basama-
Dedi.
ğ ı n ucundaki cümle kapısına kadar b ü t ü n merdiveni dolduruyoruz.
B u fıkrayı, o zaman bizzat gören ıağabeyim doktor O r h a n Akde-
Ben, t a m kapı ağzında nöbetteyim.
niz'den dinledim. Sami A K D E N İ Z
Tâ uzaklardan kopup gelen «yaşa» larla alkışlar, yüreklerimizi
O'NUN Ş A H P E H L E V I Y E G Ö S T E R D İ Ğ İ İNCELİK ağzımıza getiriyor...
işte karşıdalar... Hazırol vaziyette heyecandan donmuş birer
i r a n Ş a h m ı n Türkiye'yi ziyareti sıralarında... Atatürk, Ş a h ve
heykeliz sanki... Yalnız, yaşadığımızı hissettiren kalbimiz ve onun-
diğer bazı zevat bir akşam yemeğindeler. Ş a h müstesiıa, b ü t ü n da-
— 104 —
— 126 —
la birlikte yürüyen nazarlarımızda hareket var! * i n d u y u r a b i l e c e ğ i bir bitiş, bir sona eriş hissi içinde idik. Vatanper-
T a m yanıbaşımda, kapıdan bir adım geriliyerek o cihanşümül verliğinde hiç şüphe olmıyan bir fikir adamımız-
nezaketi ile misafirine yol gösteriyor: — Parçalıyacaklar mı, toptan m ı alacaklar? Artık mesele bun-
— Buyurun. da tngiItere bizi toptan asla
Merdivenleri mütebessim çıkan İran Şehinşahı Rıza Şah Pehlevi X 22: -
birden ciddileşerek sağ elini yukarı kaldırdı ve : Bu bir Türkçü, bir yazıcı, bir üniversite profesörü idi. Osmanlı
— Yok!... dedi, M e n leşkerem, sen Serdarsen. seçkinleri bir ümide benzer her düşünceyi, Mısır gibi bir sömürge
Atatürk, çaresiz önden yürüdü. o m a k fikrini bile zihinlerine u ğ r a t m a z l a r d , Şehrin havasında şTm!
dıden bir sahip değiştirme hali vardı, ikide bir caddelerde bir kala-
Murtaza M U R T A Z A O Ğ L U balık... Çıglıklı bir kaynaşma... Gazeteye koşan biri havadis verir-
— Ayasofyaya çan takacaklarmış.
A T A N I N İNCE H İ S L İ L İ Ğ İ
Ayasofyayı kurtarmak Üzere yokuştan çıkanlara bakardım Yal-
«Yoksul Kadınları Himaye Cemiyeti» ismindeki derneğin idare nız halk idi. Kravatsız, ütüsüz, başıbozuk halk . '
meclisi azası ve aynı zamanda kâtibi idim. 1934 yılında Ankara Or- Cafer de bitkinlik içinde idi. Sigara paketini uzatırım-
duevinde Derneğimize yardım temin etmek için bir «Analar Sofra- — Off... der.
sı» tertip etmiştik. . i k r a m ettiğim kahveyi getirirler
Atatürk, o gece soframızda bulunmayı bize vadetti. Cumhurreis- — Off... der.
liği orkestrasını da o gece için Cemiyetin emrine vermişti. Orkestra Bir müddet sonra gözleri yaşararak:
istiklâl M a r ş ı n ı çalmaya başlayınca, biz idare meclisi azaları, B a y a n — Bak, dedi, beni pencereye çağırdı.
Makbule Eldenizin reisliğinde onu karşılamağa koştuk. ingiliz donanması l i m a n a giriyordu, irili ufaklı tekneler Üskü-
Atatürk «Mavi Tuna» valsi çalınırken, bizzat büfemizi açtı. Son- dar ve Sarayburnu sularına dağıldılar. E n büyüğü ağır ağır geldi
ra Analar Sofrasının şeref yerine oturdu. Bize: Galata rıhtımına yanaştı. Hepsinin topları havaya dikilmişti
— Cemiyetinizin adı nedir? diye sordu. Zafer, Osmanlı İmparatorluğunu yere serenlerin zaferi Padisa-
— «Yoksul K a d ı n l a r ı Himaye Cemiyeti» dir, diye cevap verdik.
«Yoksul» kelimesini beğenmedi. Bu sıfatın Türk kadınına yakış- mhle°ıSSUğU D
°lmabahÇe Sarayimn y a n m
açığına de-
mıyacağmı söyledi ve: O pençe, derin ve onulmaz ıstırapların pençesi, b ü t ü n tırnakları-
— Cemiyetinizin adını ben koyuyorum. «Kadın Esirgeme Kuru- n ı boğazımıza geçirmişti. Hiç kıramıyorduk.
mu» dedi. Bir aralık Cafer'i deli olmuş sandım. Birden gözieri kurudu iki
B ü t ü n analar ve kızlar Atatürk'ün bu nazik dikkatini derin bir y u m r u ğ u n u pencereden zafer filosuna doğru sıkarak-
hassasiyetle ve gözleri yaşararak alkışladılar. Biz sana gösteririz, dedi.
Çıktı, gitti.
Saadet A K P R I M işte Mustafa Kemal 19 Mayısta, silâh ve kuvvet olarak o sı-
rada b u t u n halk, yokuşun halkı olan bu delikanlının sıkılmış ki
Ş lkl
EN K I Y M E T L İ H Â T I R A L A R I M yumruğu ile Samsun'a ayak bastı.
Bizim «Akşam» gazetesi « i k d a m Yurdu» n u n bitişiğindeki aşı bo-
yalı ahşap binada idi. Arka oda Boğazı ve l i m a n ı görür. Eski i t t i - •
hat ve Terakki merkezinden ve D ö r d ü n c ü O r d u Şifre kaleminden ta- G£ neral F r a n c h e t
na , \ d'Esperey Galata rıhtımında beyaz zafer atı-
nıdığım Cafer, o sabah beni ziyarete gelmişti. Temiz yürekli, sıcak
gönüllü bir Rumeli çocuğu idi. Fazla okumuş yazmışlardan değildi. ^ m S k ™ ' ^ ^ ^ ^ ^ " «s-
F a k a t pek sezinişli, gördüklerini, duyduklarını sevgi ve inanış sırrı- — Sus! diye kırbacı ile hakaret etmişti
n a varan sağduyulu bir efendi idi.
Ksprü ıaıaba
Mondros mütarekesini imzalamıştık. Ancak soğuk ölüm nefesi- "6' >»
— 128 —
— 104 —
Ağır bir hastalığın nöbetleri içinde ö l ü m ü iki gözleri ile gör- eylemiş ve bu zan kendisini felce duçar etmişti. O n d a n sonra b ü t ü n
m ü ş gibi olanlar yardır. Ben iki gözümle battığımızı gördüm ve kur- mücadele seneleri onun hayatını elem, ıztırap içinde geçirmişti. Pa-
tulduğumuzu gördüm. dişah ve h ü k ü m e t i n i n ve b ü t ü n düşmanların daimî tazyiki ve işken-
Mustafa Kemali u n u t a m a m . cesi altında kalmıştı, ikametgâhı b i n türlü sebep ve vesilelerle bası-
- O sonra daha da büyüdü. Kendi milletine tekrar o günleri gös- lır ve taharri edilir, kendisi iz'aç olunurdu. Valdem üç buçuk senelik
termek için, asıl kurtuluş savaşma zaferden sonra girdi. b ü t ü n gece ve gündüzlerini göz yaşları içinde geçirdi. B u göz yaşları
i n k ı l â p nizamının Atatürk'ü zaferin Mustafa Kemalini gölgede ona gözlerini kaybettirdi. Nihayet pek yakm zamanda O'nu istan-
bıraktı. Kendini gene kendi geçti. bul'dan kurtarabildim. O'na kavuşabildim ki, O artık maddeten Öl-
Gençler, bizim çektiklerimizi çekmemek ve bu halka çektirme- müştü, yalnız m a n e n yaşıyordu.
mek için, siz de Atatürk'ü unutmayınız. M u s t a f a Kemal bizimdi. A~ Valdemin ziyamdan şüphesiz çok müteessirim. Fakat bu teessü-
tatürk sizindir. r ü m ü izale ve beni müteselli eden bir husus vardır ki, o da anamız,
Cumhuriyet: 1951 Falih Rıfkı AT A Y vatanı m a h v ve harabiye götüren idarenin artık bir daha avdet et-
memek üzere mezarı âleme götürülmüş olduğunu görmektir. Valdem
ANNEMİN MEZARI BAŞINDA
bu toprağın altında, fakat hakimiyeti milliye ilelebet payidar olsun.
27/1/1923 İzmir
Beni müteselli eden en büyük kuvvet budur. Evet, hâkimiyeti milli-
Zavallı validem b ü t ü n millet için mefkure olan izmir'in mukad- ye ilelebet devam edecektir.
des topraklarına tevdi-i vücud etmiş bulunuyor. Valdemin r u h u n a ve b ü t ü n ecdat r u h u n a m ü t e a h h i t olduğum
Arkadaşlar, ölüm hilkatin en tabii bir kanunudur. Fakat vicdan-yeminimi tekrar edeyim. Valdemin medfeni ö n ü n d e ve Alla-
böyle olmakla beraber bazen en h a z i n tecelliler arzeder. Bu- h i n huzurunda aht ve peyman ediyorum, bu kadar kan dökerek mil-
r a d a yatan valdem, zulmün, cebrin b ü t ü n milleti felâket uçu- letin istihsal ve tesbit ettiği ve hâkimiyetin m u h a f a z a ve müdafaa-
r u m u n a götüren bir idarei keyfiyenin kurbanı olmuştur. B u n u sı için icabederse valdemin yânına gitmekte aslâ tereddüt etmiyece-
izah etmek için müsaade buyurursanız hayat ıztırabınm bâriz ğim. Hâkimiyeti milliye uğrunda c a n ı m ı vermek, benim için vicdan
bir kaç noktasını arzedeyim. Abdülhamit devrinde idi. 1320 ve namus borcu olsun.
(1905) tarihinde mektepten henüz erkânıharp yüzbaşısı olarak çık-
mıştım. Hayata ilk hatveyi atıyordum. Fakat bu hatve hayata değil, Gazi M. K E M A L
zindana tesadüf etti. Hakikaten bir gün beni aldılar ve idarei müste-
bidenin zindanlarına koydular. Orada aylarca kaldım. Valdem bun- *
dan ancak m a h b u s t a n çıktıktan sonra haberdar olabildi. Ve derhal
b e n i görmıye şitap etti. İstanbul'a geldi. Fakat orada kendisiyle an- K II B t L A Y
cak ü ç beş g ü n görüşmek nasip oldu. Ç ü n k ü tekrar idarei müstebi-
Devrim düşmanı geri düşünceli yobazlar, Menemen'de ayaklana-
denin hafiyeleri, casusları, cellâtları ikametgâhımızı sarmış ye beni
rak, öğretmen Kubilây'ı şehit etmeleri üzerine, öfkelenen Ata:
alıp götrümüşlerdi. Valdem ağlıyarak arkamdan takip ediyordu. Be-
— Menemen, top ateşine tutulsun, taş taş üstüne kalmasın, is-
n i m e n f a m a götürecek olan vapura bindirilirken benimle görüşmek-
tasyona yeniden bir kasaba kurulsun, demiş ise de, b u n a karşı Fevzi
ten menedilen valdem göz yaşlariyle Sirkeci r ı h t ı m ı n d a elemler ve
paşa:
kederler içinde terkedilmiş bulunuyordu. M e n f a d a geçirdiğim tehli-
keler o n u n hayatını ıztıraplar ve göz yaşları içinde geçirtimştir. Baş- — B ü t ü n h a l k ı n suçu yok, mahkeme kuralım, suçu olanları ce-
k a bir nokta daha: Mütareke zamanında Anadolu'ya geçtiğim vakit, zalandıralım, demesi üzerine, çok sevdiği ve her zaman «benim da-
valdemi muztarip bir halde istanbul'da terke mecbur olmuştum. ğım» dediği Fevzi paşa'mn b u arabulma davranışım iyi karşılamış,,
Y a n ı m d a kendisinin terfik ettiği bir adamım vardı. B u n u Erzurum- biraz yumuşayarak:
d a n istanbul'a gönderdiğim z a m a n valdem bu a d a m ı n yalnız olarak — Devrimlere karşı gelenlere acınmaz, ilerlemeyi köstekliyen b u
geldiğinden haberdar olduğu dakikada, benim hakkımda Halife ve geri görüşlü kimseler, millet hainidir. Sizin sözünüz doğru, ben de
Padişah tarafından verilmiş olan idam kararının infaz edildiğini z a n b u n a uyarım, dedi.
— 133 —
O aralık «Atatürk iniyor» haberi işitildi. K â z ı m ı n y a n m a git- kahve içerken K â z ı m geldi. Müjdeyi verdim: « A m m a sen gene lâü-
tim. Sofrada hareketlerini ayarlamasını ihtar ettim: Mustafa Ke- İDalilik etmemeğe gayret et.» dedim. O akşam ben Çankaya'da bu-
mal'i sen m i bana öğreteceksin, t â Meşrutiyetten önce ben o n u n l a l u n m a d ı m . K â z ı m ' m ifadesine göre Atatürk, davet etmiş, t â yanına
arkadaşım» dedi. Pekâlâ dememe kalmadı. Atatürk bilardo salonuna oturtmuş. Hazır bulunanlara karşı onu taltif etmiş, gönlünü almış.
girdi. Ve Kâzım Nâmi'yi görür görmez elini uzattı: işte bir fıkra ki Atatürk'ün yüksek ahlâkını, r u h necabetini,
— Safa geldin Kâzım N â m i ! diye herkesten önce o n a iltifat et- müstesna adamlığını açıkça gösterir. Kimsenin gönlünün kırılması-
ti. Yemek salonuna geçildi. n a t a h a m m ü l edemezdi...
«Güneş - dil» teorisi zamanı idi. Masanın baş tarafında ve Ata-
türk'e yakın bir yerde koca bir siyah t a h t a duruyordu. H e m «apera- •
r
tif» almıyor, hem de Atatürk'ün kendilerine işaret ettiği arkadaşlar,, Gene bir akşam sofraya otumuştuk. A t a t ü r k tarih hakkında Â-
t a h t a başına geçerek yazdırdığı kelimelerin, Güneş - Dil f o r m ü l ü ile fet h a n ı m l a ismet Paşa arasında bir fikir ve görüş ayrılığı olduğun-
etimolojik vaziyetlerini tahlil ediyorlardı. R a h m e t l i İ b r a h i m Necmi'- d a n bahsetti. Âfet h a n ı m : «Tarihin bilhassa genç nesle milliyet ve
ye, sonra bana işaret etti. Sıramızı savarken F a l i h Rıfkı Atay: iyi fikirler aşılamak için bir vasıta olduğunu» ileri sürmüş, ismet
«— Paşam bu işi hocalar iyi başarıyor, bakınız İbrahim Necmi Paşa ise, «her ilim gibi tarihin, ilk hedefinin kendi sahasındaki ha-
ve Ali Canip ne kolay yaptılar.» dedi. Ben bu sözden hemen istifa- kikatleri olduğu gibi ortaya kaymak olduğunu, bilvasıta ondan isti-
de ettim: fade edilse bile, bu istifade uğruna tarihî hakikatleri aynen tahkik
«— Atatürk, kırk sekiz yaşındayım, etimoloji ile şimdiye k a d a r ve tesbitten ayrılmamak icabettiğini» ileri sürmüş.
uğraşmadım, şimdiden sonra da zât-ı devletlerine bu hususta fay- Atatürk:
dalı olamıyacağımı sanıyorum,» dedim. Atatürk ne demek istediği- — Bu mesele hakkında Ali Canip Beyi hakem yapalım, bakalım
m i bittabi derhal intikal ederek, güler yüzle: o n u n fikri nedir! dedi.
«— Pekâlâ, sen o büyük kamus için kitaplardan derlettiğin fiş- Kendi kendime, içimden:
lere devam et, bundan sonra Güneş - Dil meselesi ile uğraşma» de- «El'aman ey dil ne müşküller sual olmuş sana!...»
di. Ve başka arkadaşları kaldırmağa başladı. Yanıbaşımda oturan Demekle beraber, ayağa kalktım, şunları söyledim:
Kâzım N â m i boyuna p a r m a ğ ı n ı kaldırıyor, tahtaya k a l k m a k isti- — Efendim, ben, Hanımefendi ile Paşa hazretlerinin mütalâala-
yordu. Nihayet Ata: TI arasında ve esasta bir fikir anlaşmazlığı görmüyorum. Ç ü n k ü Ta-
«— B u y r u n bakalım! dedi. K â z ı m tahta başına geçti. Atatürk" rih esas itibariyle, her ilim gibi yalnız kendi sahası içindeki haki-
bir ibare yazdırdı. Kâzım bittabi b u n u formüle vuramadı. A t a t ü r k katleri arar, başka bir mülâhaza tesiriyle bu aramasından fâriğ ola-
bekledi, bekledi; nihayet: maz. Bu fikri ileri süren İsmat Paşa hazretlerinin mütalâasına, Ha-
«— H e m yapamazsın, hem kendini kaldırtırsm, beceriksiz!» de- n ı m e f e n d i n i n de iştirak edeceklerine şüphe etmiyorum. A m m a , bir
di ve fakat (Yerine otur!) demedi. Kâzım, belki yarım saat ayakta m u a l l i m , dersinde tabiî her mevzu gibi tarihten de istifade edecek
kaldı. Dizlerinin yorulduğu görülüyordu. Atatürk: ve öğrencilerine tarih hâdiseleri delâletiyle m ü l î ve ahlâkî telkinler
«— Efendim, bu zâtı tâ Selanik'ten tanırım, samimî adamdır,, yapacaktır. B u n u da Paşa hazretleri bilirler ve kabul ederler, yani
fakat işte böyle beceriksizlikleri de vardır,» diye biraz daha söylen- mesele esasında hiçbir ihtilâf arzetmiyor.»
di, nihayet oturmasına müsaade etti. Ertesi gece tabiî, Kâzım yok- B e n i m sözlerimi işitemiyen ismet Paşa, Atatürk'e benim ne söy-
tu. Atatürk beni y a n m a çağırdı: lediğimi sordu. Atatürk eliyle parmaklarını birleştirerek iyi işareti-
«— D ü n akşam K â z ı m Nâmi'yi biraz hırpaladım, çok eski ve sa- n i verdi ve bahsi kesti.
m i m i bir arkadaştır. O n u çağırıp gönlünü alacağım.» dedi. Cevap
verdim: •
«— Paşam, Kâzım sizi tâ gönülden sever, âşıkımz ve hayranı- Bazı geceler, bahis şaka sınırını aşmazdı. Meselâ bir akşam ü n i -
nızdır.» versite hoclarmdan Fazıl Nazmi Beyle A h m e t Cevat Beyi birbirine
«— Bilirim, hakikaten beni sever, a m m a bir kere çağırıp gönlü- kapıştırdı.
n ü alacağım.» dedi. Ertesi günü sabahleyin Meclise gittim: Gazinoda: Mevzu eski Y u n a n c a ve yeni Y u n a n c a — Y a n i R u m c a — mese-
— 104 —
— 136 —
lesi idi. Şakaya pek istidadı olmayan ve pek çok dil, bu arada eski
Yunancayı — Ç ü n k ü yıllarca darülfünunda o n u okutmuştu— bilen: — II —
Fazıl N a z m i Bey, birdenbire «Paşam o eski Y u n a n c a y ı bilmez» de-
yiverdi. M ü f r i t ve sinirli olan Cevat Bey de birden taştı. Ve Türk- Atatürk bir akşam sofraya oturulmadan önce misafirlerine de-
çeyi de unutarak Fazıl Nazmi Beyle R u m c a münakaşaya başladı. A - d i ki:
tatürk işin kıvamına geldiğim görünce: — Hitler, bana bir filim yollamış. Y u k a r ı çıkalım da seyredelim..
— Yoo, Cevat, kaçamak istemem, Türkçe cevap ver ki biz de a n - ö n ü m ü z e düştü:
layalım, dedi. Cevat Bey coşmuştu, ağzından adetâ köpükler saçılı- «Buyurun!» dedi... Çıktık. Filim başladı. Filim, Nazi'lerin, he-
yor. n ü z iktidarı a l m a d a n önceki hallerini gösteriyordu: Omuzlarında
«— Paşam bu nasıl lâf, ben Y u n a n c a bilirim. B e n i m bilmediği- silâh yerine u z u n sopalar... Gayet m u n t a z a m ve heybetli bir yürü-
m i nasıl söyleyebilir?» dedi. yüş... Sahne değişiyor; fakat her sahnede daima Hitler, yüksek bir
Atatürk, neş'e içinde Fazıl Nazmi Beye teklif etti: yerde... Teşkilâtını kendi usulünce selâmlıyor... Ve filim h e p bu
«— Eski Y u n a n c a bir ibare yazınız, Cevat Bey onu hem T ü r k - monotoni içinde devam etti ve sona erdi.
çeye, hem de yeni Yunancaya tercüme etsin!» dedi. Salon aydınlanınca Atatürk ayağa kalktı, ö n ü m ü z e düştü. Aşa-
Fazıl Nazmi Bey tahtaya bir ibare yazdı, oturdu. Cevat B e y ğıda, sofra başında sıralandık...
kalkta. Biraz duraladı. Atatürk: Atatürk, ortaya bir mesele attığı zaman, o mesele hakkında fik-
«— Galiba kıvıramıyacak» deyince, Cevat Bey: r i n i söylemeden, etrafına sormak âdeti idi:
«— A m m a Paşam tarafsız k a i m , beni şaşırtmayın» dedi. Hepi- — Nasıl buldunuz? dedi... B u sual misafirlerin fikrini almak için
miz ihtiyarsız güldük. B u n a da içerledi, kafasını iki tarafa salladı: değil, lânse ettiği mesele hakkında bir m u k a d d i m e mahiyetinde
ve bir çırpıda Türkçe ve R u m c a tercümelerini yazdı. olurdu. İçimizde h ı k m ı k edenler, şöyle veya böyle; birkaç kelime ve
Fazıl Nazmi Bey, şaka ile pek başı hoş olmıyan b i r arkadaştım. cümle söylenir oldu... Atatürk'e bu kadar kâfi idi... B u tarz Ata-
B u n d a n dolayı lâtife yoluyla değil, ciddi ve samimî bir tavırla: t ü r k ' ü n eskidenberi tâkip ettiği usuldü. Selanik'te iken Yonyo'da ve-
«— Paşam, h e m Rumcası, h e m Türkçesi yanlış» deyip kesti, attı- y a Asker klübünde de böyle yapardı, ö n c e arkadaşlarını söyletir,
Gene curcuna koptu... Fakat Atatürk işi yeter buldu, münakaşayı: sonra kendisi itiraz kabul etmez bir m a n t ı k l a söze başlar ve daima
kesti, tşte sofrada arasıra böyle lâtifeler de olurdu. mevzua h â k i m olurdu. Orada Askerî K u l ü b ü n d e harita üstünde h a r b
• oyunları tertip ettirdiği geceler, Y u n u s N a d i ile ben —iki sivil din-
Bir akşam Atatürk benden b i r kaç şiir o k u m a m ı istedi. Birkaç- leyici— kendi rütbesinden yüksek subaylara karşı, pervasızca ten-
parça okudum. Devam etmemi söyledi. Gene iki üç parça o k u d u m : M d l e r i n i yapıp, dâvayı kazandığını görürdük. Muallim Naci'nin «ir-
«— Paşam hatırımda bu kadar var» dedim. K e n d i parçalarım- câ-a Nazar» ü n v a n l ı manzumesinde, Napolyon hakkında söylediği
dan o k u m a m ı emretti. «Şarkın Ufukları» adlı m a n z u m e m i okudum.. bir mısra, Atatürk için de sahih idi:
B u şöyle bitiyordu:
Her harbe o talip, yine her yerde o galip
«Her zulmü, kahrı boğmaya bir parça k a n yeter.»
«Ey Şark, uyan yeter; yeter ey Şark, u y a n yeter!» Şu fark ile ki, Napolyon için harp âdeta bir «satranç» oyunu
Sofrada bulunanlardan Hariciye Vekili Tevfik R ü ş t ü Aras: îdi... Atatürk aslâ bir «sergüzeştçi» değildi. Ve olmamıştı... Bilâkis
«— Paşam bu m a n z u m e yirmi beş yü önce yazılmıştır.» sergüzeştçilerin karşısına dikilir, onları a m a n a getirirdi... Hitler'in
Diyerek, kendi zu'munca bir su'i t e f e h h ü m ü n ö n ü n ü almak iste- yolladığı filmi bize seyrettirdikten ve ortaya attığı «Nasıl buldu-
di. A t a t ü r k kaşlarını çatarak şu cevabı verdi: nuz?» sualinden sonra, fikirlerini şöyle sıraladı ve neticeye vardı:
« _ Ne demek istiyorsunuz beyefendi, b u g ü n yazılmış olsa ne* «— Efendim, bu adam, filimde gördüğünüz gibi tiyatral bir ham-
çıkar?» l e ile işe girişti... B u g ü n Almanya'nın b ü t ü n askerî gücü onun elin-
Atatürk, asla dar düşünmez, vesvese ile alışverişi olmayan e n g i n de... Yaran harbe girişecektir. O ve o n u n mukallidi Mussolini harbe
zekâlı bir adamdı. O n u n sofrasında hırpalananları, hattâ ağlayan- hazırlıkla meşguller... Evet yakın bir atî'de harbe dalacaklardır.
ları gördüm, fakat Atatürk her zaman kibar, her zaman centilmen- Dalacaklardır, ç ü n k ü asker değillerdir, h a r p ne demektir bil-
di. Alî Canip Y Ö N T E M mezler... H a r b bir felâkettir ve hele b u i k i müttefik için m u h a k k a k
— 138 — — 101 —
ölümdür. Talih Almanya'ya öyle bir toprak vermiştir ki, o, daima i k i İki mısra' söylemiştik ki Atatürk:
ateş arasında kalmağa m a h k û m d u r . . . «— Güzel güzel a m a tekke kokuyor...» dedi. Böylece bâdireyi at-
Kör körüne hesapsız, kitapsız bir nefis itimadı, tamamen oto- lattık...
m a t i k bir ordu sistemi, ilk hamlede korkunç bir kuvvet tesiri yapa- Sofraya davetli arkadaşlardan bir kısmı, bir bahis açıldığı za-
cak, fakat bir kere b i r tarafı sakatlandı m ı , t â r ü m a r olacak, o çalış- m a n ileri geri söylenmeğe başlarlar, bir ikimiz, aralarında ben de ol-
kan millet yere serilecektir. Ortada ne Hitler, ne teşkilâtı kalacak- "mak üzere, lâfı u z a t m a m a k için susardık. Birgün bir dostum «Ali
tır. Mussolini'den hiç bahse hacet yoktur, o, efendisinin ortadan Canip Bey, daima susuyorsunuz, Atatürk şahsen size sual tevcih et-
kalktığı g ü n yok demektir...» mezse bahse karışmıyorsunuz» dedi. Cevap verdim: «Bu büyük
Zeki, uzağı gören Atatürk, Hitler'in âkıbetini göremedi, fakat a d a m bizi akıl danışmak için çağırmıyor, bize kendi fikirlerini tel-
benimle beraber o gece bu sözleri dinliyenler gördüler... Ve O ' n u n k i n için çağırıyor. D i k k a t ederseniz bana bilhassa sorduğu z a m a n bi-
«önceden görme» kudretine hayran oldular. l e cevaplarım aspirin komprimesi gibidir ve bu kâfidir.» dedim.
• •
Bir gece Dolmabahçe Sarayında, sofra başındayız. Atatürk pek Sofra müdavimlerinden eski bir arkadaşım vardı. Atatürk bir
akşam ona «Cumhuriyet Gazetesi»nde imzası altında neşretmek üze-
neş'eli:
re bir makale zemini dikte etti. Arkadaş beyaza çekmek üzere yan
«— Hepimiz, ayrı ayrı birer şarkı söyliyelim» dedi. Y a n ı n d a mer-
odalardan birine çekildi. A t a t ü r k bize dedi ki:
h u m Reşat Nuri vardı. Etrafa b a k t ı m : Hemen çoğumuz ses cihetin-
«Çok çalışkan, âdeta canlı bir makinedir. Maksadı da derhal kav-
den sıfırdık: Maarif Müsteşarı i h s a n Bey, Vakit Başmuharriri A-
rar. O önce Abdülhamid'e hizmet etti, sonra ittihatçılara, şimdi de
sıim Bey, Reşat Nuri ve ben. i l k piyango Reşad'a düştü. Sevgili dos-
bize. Elbette bizden sonra da başkalarına edecektir.» Evet belki böy-
t u m âdeta kırıtarak: Telgrafın telleri'ne başladı. Atatürk hemen
le idi, fakat ömrü vefa etmedi. Hakikaten çok zeki ve zekâsı nisbe-
«Çok güzel a m a kâfi» dedi. ihsan Beye teklif ederken Reşat Nuri'-
tinde yorulmak bilmaz bir çalışkanlığa mazhar olan bu arkadaş, A-
n i n muzipliği tuttu. K u l a ğ ı m a «ihsan Bey m u h a k k a k en ziyade ma-
t a t ü r k ' ü n ö l ü m ü n d e n biraz evvel vefat etti.
val'da m u v a f f a k olur» dedi. Kendimi zor t u t t u m . Asım Bey, kendi-
ne mahsus sükûnetle bir şeyler söylemek istedi. Fakat kıs kıs gül- •
mesi terennümün devamına m â n i oldu. Atatürk bana işaret etti, de- Atatürk hakikaten vefakârdı. O ' n u n hastalığının başlangıcı olan
dim ki: zamanlarda (1938) de ben de ehemmiyetlice bir ameliyat geçirdim.
«— Paşam, müsaade buyurunuz, beni istisna ediniz... Ç ü n k ü t â , Bir gün huzurundaki arkadaşlara:
ilk gençliğinizdenberi her sahada daima ileri yürüdünüz, h a r p «— Ali Canib'i görmüyorum. O muhakkak bana gelirdi» demiş.
meydanları zaferlerinizle dolu... Fakat sesimi işitir işitmez, korka- İ s m a i l Müştak:
rım ki masayı terkedeceksiniz!...» G ü l d ü . Israr etti. Dedim ki: «— Paşam, m ü h i m bir amelyat geçirdi» cevabını verımiş. Ben
«— Paşam, Ruşen Eşref Bey yardım ederse, belki nöbetimi pek D o k t o r Asım Beyin Şişli Şifa Y u r d u n d a yatıyor ve kımıldanamıyor-
zararlı savmam...» d u m . Ameliyatımı rahmetli dostu Akif Şakir yapmıştı. Bir gün Asım
«— Peki» dedi. Ruşene «Yine zevrak-ı derunum»u okumamızı bey y a n ı m a geldi.
teklif ettim. B u bir güzel parçadır ki güftesi «Şeyh Galip» merhu- «— Atatürk'ün Başyaveri Celâl Bey şimdi telefon etti. A t a t ü r k
mun, bestesi Dede'nindir. «Dar-ül Muallimîn-i Âlîye» Birinci H a r p hatırınızı sormuş. Celâl Bey ameliyatınız h a k k ı n d a m a l û m a t istedi,
esnasında Kadıköyünde «Sen Josef» mektebinde bulunurken, rah- izahat verdim» dedi. Bir telgrafla, doğrudan doğruya kendisine arz-ı
metli «Süreyya» Bey bu harikulâde parçayı, daha birçokları ile bir- •teşekkür ettim. Atatürk kendi hastalığı esnasında beni hatırlamış ve
likte talebeye öğretmiş, çocuklarımız hakikaten nefis bir terennüme Başyaverle h a t ı r ı m ı sormuştu. Bu büyük adam vefakârdı. B u n d a n
muvaffak olmuşlardı. Ruşen ve ben, o z a m a n orada öğretmendik, iş- sonra ziyaretçilerim, beni merak eden, h a t ı r ı m ı soran dostlarım hay-
te şimdi Atatürk'ün h u z u r u n d a bunu söyleyecektik. Ruşenin sesi gü- li çoğalmıştı.
zeldi, zaten herşeyi taklitte fevkalâde istidadı vardı. Başladık: Ruşen Eşref, ikimizin ahbabı bir zatten bahsederken birgün ba-
Tine zevrak-ı derûnum... n a dedik ki: «— i k i m i z i de bu akşam evine dâvet ediyor. Kendisine
/
— 140 — — 101 —
kuşgönü pastırma gelmiş. M u t l a k a geliniz, beklerim eliyor, Gazi'den r i için bir h i k m e t ve san'at kaynağı, bir entellektüel hürriyet aka-
izin alalım da gidelim...» demisi, bir millî, insanî eğitim müessesesi olmamış mıydı? Ve Halk-
«— Pekâlâ» dedim ve gittik. Bir iki tanıdık daha vardı. İçtik ve evleri temsil kollara b u gayelerle kurulmamış mıydı? K a d ı n bu kül-
enfes pastırmadan da, bol bol yedik. Saat gece onbire doğru kapı t ü r hareketinin nasıl dışında bırakılabilirdi?
önünde bir otomobil sesi işitildi. Arkasından kapı çalındı. Ev sahi- Reşit Galip'te bu düşünceler hâkimdi. Bunlar Atatürk'ün dü-
bi aşağı i n d i ve hemen yukarı çıkarak, haberi verdi: şünceleriydi. Reşit G a l i p O ' n u n yolunda, O ' n u n açtığı çığırda yürü-
«— Atatürk otomobil yollamış, size istiyormuş.» yordu. B u n u ve Atatürk'ün kendisine itimadını bildiği için, serbest
Eyvah... Ç ü n k ü Gazi'nin sofrasında meza olarak kuş sütü bile ve cesur bir eda ile sesini perde, perde yükseltti ve sertleştirdi. A-
vardı, fakat hemen her R u m e l i l i gibi, o da pastırmadan ve sarım- tatürk, büyük bir itidal ve sükûn ile:
saktan nefret ederdi. Şimdi ne yapacaktık? Ev sahibine dedim ki: — «Merak etmeyin, hepsi düzelecek.» diye doktoru yatıştırmak
«— A m a n birader bize birer demet maydanoz bul.» istedi, fakat bu t e m i n a t t a t m i n etmedi, bilâkis heyecanı şiddetlendi,,
«— Vallah bizim evde yok, saat de onbiri geçiyor, komşular uyu- feveran halini alda ve nihayet b o m b a gibi patladı:
muşlardır» dedi. — «Kabahat hep sizde... Hocam diye cahilleri başımıza koydu-
Israr ettim. Nihayet maydanoz bulundu. Ruşen Eşrefle hem çiğ- nuz!»
niyor, h e m gidiyorduk. Atatürk, Reşit Galip'i çok severdi. Zekâsını, çalışma kuvvetini,,
Çankaya'ya vardık... Salona girdik. Akşi gibi tenhalıktı. D ö r t beş dinamikliğini, inkılâpçılığını, vatanseverliğini ve kendisine bağlılığı-
kişi ancak vardı. Masanın t â öteki ucuna iliştim. Ruşen de y a n ı m d a . n ı görmüş, o n u samimiyetine almıştı. O n u çok sevdiği için n a z ı n ı da
Gazi: «— Kalabalık yok, yaklaşsamza» diye emretti... çekerdi. Sevdiklerinin n a z m ı çekmek Atatürk'ün kalbinin bir ihtiya-
Dedim ki: «Paşam, kabil olsa, kapanın dışında oturacağız.» cı idi. F a k a t bu sert i t h a m O ' n u kalbinden vurdu: «Sizi bir kere da-
«— Niçin?» dedi... h a sabır ve sükûna davet ederim, arzularınız olacaktır.» dedi. Dok-
«— Sizden ketmedemeyiz. Pastırma yedik» dedim. Hoşuna gitti. tor Reşit G a l i p o kadar oldgundu ki, nefsine ve sözüne h â k i m ola-
«— Pekâlâ, a m a n uzak kalalım» dedi... Neş'e içinde bir iki saat mıyor, şikâyet oklarım biribiri ardından, bir yaylım ateşi gibi, Ata-
geçirdik.. türk'ün başına fırlatıyordu. Sofrayı ve oturanları trajik bir hava
boğuyor, kimse nefes alamıyordu. A t a t ü r k mustaripti, fakat vakarım
( Y a k ı n Tarihimiz) Ali Canip YÖNTEM
ve soğukkanlılığını kaybetmedi. Ve bir arslan kendini ısırmağa kal-
— III — kan yavrusunu okşar gibi, sakin ve müsamahalı bir eda ile: «Siz
böyle konuşmakta devam ederseniz, ben size m u h a t a p o l a m a m a k t a
mazurum.» dedi. Reşit Galip kendini büsbütün kaybetti, ç ü n k ü o bir
B u akşam sofra hususî, tenha ve sakin. Meğer b u sükûn bir ih-
heyecan adamıydı ve yumruğiyle masaya vurarak, şiddetle bağırdı:
tilâl saklıyormuş. « M û t a d zevattan başka yalnız rahmetli Celâl S a h i r \
ve ben varız.» — «Beni kovuyor musunuz? Burası milletin malıdır. Allah da
Doktor Reşit .Galip'te tabiî olmayan dolgun bir h â l var. Göz- gelse beni buradan kovamaz!...»
leri kıvılcım saçıyor. B ü t ü n vücudu bir elektrik bataryası gibi hassa- Bu trajedinin son h a d d i n i bulduğu en nazik andı. Acaba Ata-
siyet içinde. Dokunulsa ateş alacak. t ü r k şimdi ne yapacaktı?... Çanakkale denizlerini ingiliz armadası-
İçinde kaynaşan heyecanını gizleyemiyor. Nihayet dayanamadı n a mezar yapan, Y u n a n l ı l a r ı Anadolu'dan denize döken, Sevr'de
esaret muahedesini parçalıyan, Lozan'da, ü ç asırlık bir inkıraz dev-
ve sözü Halkevlerinden açtı. (O tarihte Parti U m u m î İdare Hey'e-
rinden sonra ilk feda yeniden, Avrupa emperyalizmini dize getiren,
tinde Halkevleri onda idi.) Temsil kollarında k a d ı n rolleri için Kız
yurt içinde b ü t ü n asırlık zincirleri kırarak, esir bir h a l k t a n h ü r ve
Lisesinden kendi arzu ve rızalarıyie seçilen amatör sanatkâr öğret-
müstakil bir millet yaratan büyük Fetih'e, kendi eliyle yetiştirdiği,
menlere Maarif Vekili Esat- Beyin izin vermediğinden şikâyete baş-
sevdiği ve güvendiği evlâdı, ne kadar saf ve samimî d a olsa, görü-
ladı.
nüşte işte meydan okuyor ve istemiyerek de olsa, gururunu yara-
Reşit Galip istikbaldi... Esat Bey mâzi... Bu şikâyet yeni ile es-
lamış oluyordu. Ş i m d i ne yapacakta?... Diktatörler böyle hâdiseler-
kinin çarpışması idi.
de ne yaparlardı?..
Tiyatro, eski Yunanlılardanberi, insanlık için ve k ü l t ü r milletle-
— 142 — — 101 —
Hayret!... koltuğunu geriye itti, yaralı bir arslan gibi ayağa kalk- IV —
tı, ve:
— «O halde ben buradan giderim.» dedi ve sofrayı terkederek, Atatürk izmir'e bir gidişinde Kordon Boyundaki evinin salo-
n u n a büyük bir sofra kurulur. Davetliler t a m a m olup oturulacağı
yandaki yatak odasına çekildi. Bu gidişte, Dumlupmar Meydan
vakit, sokakta biriken h a l k ı n içerisini seyrettiğini gören Vali, perde-
Muharebesini kazanan Muzaffer Serdar'm insan b ü y ü k l ü ğ ü n ü çizen
lerin indirilmesini emreder. Atatürk der ki:
bir heykel ihtişamı vardı
Doktor Reşit Galip şimdi sinir buhranları geçiriyor, söyleniyor — «Vali bey, dışarıdaki h a l k acaba bizim ne yaptığımızı sanı-
yor? i ç k i içtiğimizden şüphesi yok. Fakat şimdi masa üstünde k a d m
ve ağlıyordu. Çok mustaripti. O bu neticeyi istememiş, fakat bir
d a oynattığımızı zannedecekler, i ç k i içmekten başka bir şey yapma-
kaza oku yayından çıkmıştı. Arkadaşlar, okşıyarak ve yalvararak
dığımızı görmeleri için perdelerinizi açtırınız.»
o n u sofradan kaldırdılar ve Erenköy'e evine gönderdiler.
Bir müddet sonra A t a t ü r k , Doktoru Maarif Vekili yaptı. B u tâ- Y a p t ı ğ ı n ı saklamak mürailiğine düşmekten daima tiksinmiştir.
yin Atatürk'ün o sofra isyanına bir mukabelesiydi. Ayaı zamanda, b u D a h a da coşkun ve cümbüşlü bir geceden sonra, Çankaya'daki
evine gitmiştim. Kendisine dedim ki:
Reşit G a l i p saadetiydi. Eski D a r ü l f ü n u n lâğvedilecek ve yeni üniver-
site kurulacaktı. B u bir büyük inkılâptı; eski müderrislerin çoğu çı- — «Şimdiye kadar sizin için ecnebi dillerde yalnız frenkler yaz-
dılar. Biz yanındayız. Sizi onlardan d a h a iyi tanıyoruz. Müsaade et-
karılacak, yerlerine genç yeniler ve A l m a n mütehassısları getirilecek,
mez misiniz, Y a k u p K a d r i ile ben hayatınız ve eserleriniz h a k k ı n d a
üniversine modernleştirilecekti. B u ağır nazik iş için Doktor Reşit
bir kitap hazırlasak?...»
Galip kuvvetli bir eldi.
Bilârdo istakasmı bırakarak yüzüme baktı:
Reşit Galip Maarif Vekilliğinden ayrıldıktan sonra, uzunca bir
— « D ü n geceyi yazacak mısınız?»
m ü d d e t Atatürk'le dargın kaldılar. Bir gece, Çankaya'da Atatürk,
— «Canım efendim, bu kadar da hususiyetlere girmeğe ne lü-
"birdenbire: «Doktor ne yapıyor? Çağıralım» dedi. B u â n i hatırlayış-
z u m var?»
t a bir sjrpriz gizlendiğini sezen ve Atatürk'ün arkadaşlarıyle olan
«Ama bunlar yazılmazsa ben anlaşılamam ki...»
münasebetlerinde daima iyi h a v a esmesine dikkat eden bayan Âfet:
— «Paşam, şimdi vakit geç, saat iki; başka bir akşam çağırtırız» Dünya: 3.3.1952 Falih R ı f k ı A T A Y
dedi. Fakat Atatürk fikrini değiştirmedi ve doktor gelince, şen şa-
t ı r ayağa kalktı: _ V —
— «Gel bakalım doktor, seni çok özledim.» dedi. Doktoru, ku-
cakladı, öptü. Doktor sofrada açılan yere oturdu. Sıhhatine içildi. Atatürk, boş zamanlarında çok defa M u h a f ı z Alayındaki erlerin
Bir m ü d d e t sonra, içeriye iki asker geldi. Atatürk askerlere şu em- güreşlerini seyrederler, onların en küçük teknik hatalarını bulup
ri verdi: tashih ederlermiş.
— «Beyefendiyi omuzlarınıza alın, bana getirin.» Askerler elle- — « D ü n yirmi neferin güreşlerini seyrettim. Birbirleriyle kıya-
sıya döğüştüler, her musaraanın sonunda biri galip çıkar ya!... Çok
r i n i birbirine bağladılar, doktoru oturttular ve Atatürk'ün yanma
ve ciddî çarpıştılar. Okadar ki gömlekleri parçalandı. B u derece dö-
götürdüler. Atatürk tekrar ayağa kalktı, doktoru kucakladı, öptü ve
ğüşmeye ben sebep olmuştum. Gömleklerini ödemem icab ederdi.
askerlere:
— «Gene yerine götürün!» emrini verdi. K e n d i gömleklerimi bunlara dağıttım. Giymelerini söyledim. Hiçbi-
Ve Atatürk: risi giymedi... Hayretle sebebini sordum: «Köylerimize, çocuklarımı-
— «Doktor, dedi, işte biz böyle bindiririz ve indiririz!» za ve evlerimize b u n d a n daha büyük ne götürebiliriz?» dediler.
B u bir ders mi, bir sitem mi, bir azizlik mi, bir şaka mıydı? Her- Atatürk zile bastı... E m i r verdi:
halde Atatürk'e has birşeydi ve sevdiği Reşit Galip'e kayıtsız kala- — «Benim elbise dolabımda üzeri etiketli bir nefer gömleği var.
m ı y a c a ğ m ı ve onu unutamıyacağmı gösteriyordu. Ve b u n d a n sonra O n u alıp buraya getiriniz!...»
sofra neş'e içinde geçti. — «Bu gömleği görüyor musunuz arkadaşlar! D ü n akradaşlar.ı-
Dr. Reşit Galip: 1953 Hasan Cemil Ç A M B E L n ı n hepsiyle başa çıkan neferin gömleği... Y a m a l ı bir gömlek, fakat,
tertemiz... Türk köylüsü gibi... O n u n r u h u gibi sade... K e n d i dola-
— 145 —
b ı m d a , kendi eşyalarımın yanında, benim için sevimli, gözümü doyu- Buyurdu. Çok mütehassis idi. Güzel gözlerinin nemliliği farkedi-
r a n , içimi ferahlandıran bir hâtıra...» liyordu. Eşim ayağa kalktı:
Hudutsuz mavi gözlerinin içi hafif bir yaş parlaklığıyle sıvandı: — «Paşam, bütün millet sizin çocuklarımızdır.» dedi.
— «Dünyada sevgisi benim için yegâne cömert olan şey Mehme- — «Doğru; işte ben de b u n u n l a teselli buluyorum. Evet, mille-
d i n , Türk köylüsünün asaletinden gelen şeylerdir. O n u n sevgisine t i m sağ olsun.»
i n a n m ı ş ve kanmış olanlar, insanların en bahtiyarıdırlar» dediler. Ve bir an sonra ilâve etti:
Tarifi bence asla m ü m k ü n olamayan bu insani sahnelerden, içi- — «Belki benim çocuğum olmadığında bir h i k m e t vardır. Çok
n i n taşkınlığı, sesindeki ürpermelerden anlaşılan bir arkadaş: sevdiğim bir tayımın ö l ü m ü n d e n o kadar müteessir olmuştum ki,
— «Atam, dedi, sizin bu içli, asil duygularınızda inkılâbın bü- günlerce acısını u n u t a m a d ı m . Yemek yiyemedim. Y a çocuğumu kay-
yük edebiyatı çağlayan haliyle seslenmekte, ne çare ki; en marifet- betmiş olsaydım; ne olurdum bilmem...»
lilerimiz, en cömert istidatlarımız bile bu gömlekleri işleyebilmek, Tan: 8.6.1949 Asaf İ L B A Y
nakledebilmekten çok uzaktırlar. Sana bizler k â f i değiliz...»
A t a t ü r k ' ü n y ü z ü n ü pembe bir mahcubiyet rengi kapladı, piş- — VIII —
m a n l ı k l a o güzel başını önüne eğdi, hafif bir sesle:
Yalova: Y ı l 1938
— «Estağfurullah» dedi.
Yücel: Kasım 1939 Ferit Celâl G Ü V E N — «Buyurunuz efendiler! diye bağırdı. Kendinizi evinizde addet-
menizi rica ederim.
— VI — Saate baktım:
Yediye on var.
Bir akşam yanındaki hanıma sofrasmdaki bir davetliyi göstere-
Hayatı neş'e ile hülâsa eden büyük a d a m ı n misafirleri sofraya
rek:
otururlarken, tanburi Selâhattin'in ilk akortları kulağıma çarptı.
— B u a d a m ı n ne bayağı olduğunu bilemezsiniz, demişti. H a n i
B u gece masada içki de vardı. Bir m ü d d e t sonra Atatürk'e mukad-
çöp tenekesi vardır, içine her türlü süprüntüler konur. Ne kadar bo-
der olan en son eğlence ve neş'e gecesi olduğu pek acı tarzda anlaşı-
şaltsamz, dibinde yapışık birşeyler kalır, işte bu o şeylerdenrir, söz-
lacak ve belki de tarihe ilâvesindeki fayda inkâr edilemiyecek olan
lerini ilâve etmişti.
gece başlıyordu.
H a n ı m şaşırarak:
Tanburi Selâhattin, m ü t h i ş yorulmuştu. Ancak, insan takatinin
— A m a n Paşacığım öyle ise ne diye sofranıza alıyorsunuz? de-
fevkinde bir «cebrinefis» gösterdiği için sandalyası üzerinden düşme-
mesi üzerine:
diği anlaşılıyordu.
— Ha... işte onu sen bilemezsin, kızım... cevabını vermişti.
Evvelâ bir: «Eseri hicrin olan yâreme ıbak...» dinledik.
D ü n y a : 22.5.1952 Falih R ı f k ı A T A Y
Az sonra: «Bir ilâhi neş'e doğsun nağmei tanburdan...» dinledik.
B u n u da: «Eseri hicrin olan...» daha takip etti.
_ VII —
Nihayet mızrap dönüp dolaştı: « M â n i oluyor h a l i m i takrire hi-
Bir baloda: c a b ı ı m a dayandı.
Atatürk'e ayrılmış olan masa önüne herkes ailesi ile birlikte ge- Artist güzel çalıyor. Ve şarkılar b u gece, bunları yazıp bestele-
lip kendilerini takdim ediyorlardı. Ben de eşim ve kızımı t a k d i m et- miş olanların duydukları ve ifadeye çalıştıkları tahassüslere tama-
t i m . Paşa ayağa kalktı. Bize yer göstermek lütfunda bulundu. O- miyle intibak eden bir m u h i t içinde tekrarlanmaktadır. Atatürk'e
turduk. Kızıma baktı ve dönerek, kızım Bedia'nın adını ve yaşını dikkat ediyorum: Dudaklarında öyle hafif bir terennüm var k i salo-
sordu. O n altı yaşında olduğunu söyledim. Paşa hazuruna h i t a p ede- n u n sükûtu bile b u n u n işitilmesine m â n i gürültü gibi...
rek: Y a r ı kapalı gözleri kimseye bakmıyor, kimseyi görmüyor. Belki
—. «Asaf ile bir mahallenin çocuğuyuz. Belki aynı yaştayız da.. bu nağmelerde şef sihirbaz bir m i m a r i bulur gibi oluyor. Bir m i m a r
Demek ben de vaktiyle evlenmiş olsaydım, on altı yaşında çocuğum, ki gençlik günlerine ait hâtıralara, kimbilir bu büyük tarihî şahsiye-
olacaktı.» F : 10
— 146 — — 101 —
ti tekevvün ettirirken ne i h m a l edilmiş bir insan hayatından aziz dan istikbale gelmezdi. Ben Hocanın memleketine misafir olarak
hâtıralara muhayyileden hat, şekil ve can veriyor. Dalmıştı. Fek geldim. Eski arkadaşlığımızın hatırını sayarak gelmeleri icabederdi.
enginlere dalmıştı. Birdenbire ürperir gibi oldu. Bir yudum su içme- Hoca refikalarını göndermek suretiyle Türklerin güzel bir an'anesi-
siyle beraber Salâhattin'e işaret etti:
n i ihya etmiş oldular, selâmlarımı söylersiniz.»
— D u r ! B u akort bozuk... Lâ sesi kulağıma bozuk geliyor. Ver A t a t ü r k Kırşehir'de: 1956 Cevat H a k k ı T A R I M
bana tanburu!
Salâhattin. hürmetle doğruldu ve bir m i h r a b a mukaddes bir XI -
kitap koyar gibi tanburu, Şef'in asabi .parmakları arasına bıraktı. B u
parmaklar teller üzerinde bir iki doşlatı. Sonra mandallardan bir Gazi Mustafa K e m a l birgün sofrasında, temrin olarak b a n a şu
ikisini sıkıştırdı. Fakat üçüncü bir hareket Şef'in dudaklarında bir
kelimeleri verdi:
hayret nidası çıkarttr:
«insan, bîhudut, beşeriyet, tezahür eder, aşk, ruh, ten, dudak,
— Vay!... Lâ teli mi, si teli mi? Hangisi ise, işte biri kopuvermiş.
saç, hayat, hayat, şefkat, muhabbet," ö l ü m , hayat, hayat, bilmem.»
Ne yapacağız şimdi? Başka tel yok m u ?
— B u kelimeler sana ne ilham eder? dedi.
— Y a n ı m d a yok, fakat otelde var.
Ş u n u yazdım:
— Güzel... Getirt!...
« i n s a n isen sevginde bîhudut ol... Beşeriyetin kemali b u n d a te-
Yüzünde, komşu çocuğunun oyuncağı ile oynarken kazaen oyun-
zahür eder... B u n u anlamayan hiç bilmeyecek güzel saç, berrak ten,
cağı kırmış yavrunun masum hicabı belirmişti.
duygulu dudak nedir!... O bilmeyecek aş nedir, r u h ne!
S o n Balo: 1953 Nizamettin Nazif T E P E D E L E N L I O Ğ L U
Böyle biri için hayat bile ölümdür. F a k a t beşeriyet b u n u iste-
mez. O hayat diler, hayat, hayat!... Gel, ey fâni, anla ve gör ki hayat
— IX —
nedir...
Şefkattir o, muhabbetir o... Hayat budur... ötesi ölümdür, o n u
O r m a n Çiftliğindeyiz.
ben bilmem... Hayat isterim, hayat...»
Atatürk Neş'et Ömer beye dedi ki:
Dinledi ve beğendi.
— «Bir çocuğum olsa idi, büyük sevinç duyacaktım. Milletime,,
D a m l a D a m l a : 1929 Ruşen Eşref t l N A Y D I N
benden sonra benim neslimden, b a n a benzer bir evlât bırakmayı
çok isterdim. Profesör, b u n u n çaresi yok mudur?»
Neş'et Ömer Bey gülüyordu. Eşim söze karıştı: — XII —
— «Bir değil, birkaç evlâdınız olmalı idi. Belki birisi bir nebze
size benzerdi. Çünkü, Paşam, size benzemek okadar güç birşey ki.»
( H a l i t Beğ) adlı h â t ı r a l a r d a n :
A t a t ü r k ' ü n güzel gözleri uzaklara, derinlere dalmıştı.
Bir gün sofrada uzun süren sohbetler ve fikir yoklamaları sıra-
Tan: 8.6.1948 Asaf İ L B A Y
sında, Atatürk, yanında oturttuğu eski Maarif Nazırı, koyu ittihat-
çılardan i z m i t mebusu Şükrü Beğ'le de konuşmuş. Halit Beğ'in de
— X —
bulunduğu bir yerde b u muhaverenin cereyan tarzını anlatan Şük-
Şubat 1933 Kırşehir seyahatlerinden : rük beğ; fırsattan istifade, demokrasinin icaplarından, Fransa bü-
yük inkılâbından, hürriyet ve millet hâkimiyeti prensiplerinden,
Sofrada Atatürk, M ü f i t Efendiye karşılayıcılar arasında tesadüf
bunların Fransız milleti üzerinde yaptığı müsait tesirlerden bahse-
edemediğini söyler. Ata'nın ııe maksatla böyle konuştuğunu birden-
derek, zımnen bizde de böyle olmasını arzuladığını söylemek iste-
bire idrak edemiyen vali: «Dâva takibi için yakın kazalardan birisi-
miş. B u n u n üzerine Reisicumhur A t a t ü r k ' ü n cevabı şu olmuştu:
ne gittiğini biliyorum. Burada olsalardı, sofranızda d a yer alırlardı,
— «Sen, beni Fransa Reisicuhuruna benzetmek istiyorsun. Ben
Paşam.»
bir mösyö Dumerg olmak istemem. Millet ve memleket idaresinde
Valinin bu iltizami cevabmdaki mânayı sezen A t a t ü r k :
neye l ü z u m görülürse, onu yapar ve yaptırırım.»
— «Hoca burada olmasalardı refikaları onun müsaadesi olma-
(1956) Dr. Ziya G Ö Ğ E M
— 148 — — 101 —
M i h r i h a n ı m müdafaa ediyordu: H â m i d ' i n Alay Köşkünde, mü- — Gazi, Nuri Conker'e cevap vermedi, Ahmet Refik beye:
temadiyen oturması lâzım değildi. Çay günlerini Alay Köşkünde ya- — Beyefendi, dedi, siz Conker'e bakmayınız; o, insanın başın-
pardı, misafirlerini çaya orada çağırırdı. Kendisine bir iki hizmetçi daki kütüphaneyi görmez de çenesindeki sakalı görür!
*de verilirdi. M i h r i h a n ı m bu cümleyi bitirince Recep beye bakarak: Birkaç h a f t a evvel A h m e t Refik beye Gazinin söylediği sert şey-
«Bir hizmetçisi de ben olurum!» dedi. B u söz üzerine, Recep bey, ler bir anda silinmişti. Gazi yine büyük ve yine güzeldi. Fakat bir
M i h r i h a n ı m a , bir ikinci «acayip» daha dedi. M i h r i h a n ı m , b u sefer, çok insanlar da yine küçük ve yine çirkindi. Ç ü n k ü birkaç h a f t a
sinirli sinirli Recep beye sordu: «Neden acayipmiş, beyefendi?» Re- evvel Gazi ile A h m e t Refik arasında geçen fena sahneyi, A h m e t Re-
cep bey: « Ş u n d a n acayip ki, hanımefendi, dedi; bu A b d ü l h a k H â m i t fik'in aleyhinde olduğu için, telefonla birbirlerine yetiştiren kadınlı
bey kimdir, ben tanımıyorum.» M i h r i h a n ı m : «Büyük şairi tanımı- erkekli bir yığın insandan bir tanesi olsun, A h m e t Refik beye Gazi-
yorsunuz demek?» diye sordu. Recep bey «Evet, tanımıyoruz efendim, n i n tarziyeye benziyen b u iltifatını tekrarlamadı. Ve b u n u , anlata-
çünkü biz, Abdülhak H â m i t beyin sesini duymadık.» dedi. M i h r i ha- n ı n yalnız benden ibaret kalması ne hazin.
nımefendi Recep beye şu cevabı verdi: «Hakkınız var beyefendi, Hâ-
•
mit, avam için yazmaz, havas için yazar.»
Yine B ü y ü k a d a n m aynı kulübü. Telefonla, Gazinin yaveri şu
Recep bey o gece, masadaydı, kendi «acaip» lerini M i h r i hanı-
müjdeyi verdi: Çarşamba akşamı Reisicumhur hazretlerinin bir ye-
m ı n h ü c u m l a r ı n ı zeki tebemmüsle dinliyordu. Gazi, kahkahalarla
gülüyordu: Maksadı, Recep beye takılıyor görünmekti. Evet, takıl- m e k dâvetleri var. Sizin de refikanızla beraber teşrifinizi rica edi-
m a k değil, takılıyor görünmek... Ç ü n k ü Recep bey, «Biz A b d ü l h a k yorlar. Gelip gelmiyeceğinizi de bilmek istiyorlar.
H â m i t beyin sesini duymadık.» derken, «Gazi Mustafa Kemal inkı- Büyük yükranlar ve tâzimlerle geleceğimizi söyledim. Ve gittik.
lâbının şiirini Hcmit'ten duymadık» demek istemişt. ( G a z i Mustafa Kemal ,misafir çağırdığr zaman, tarihten çıkar, kü-
ç ü k bir burjuva ev sahibi olur ve b ü t ü n davetlilerini bir müsavi ne-
* zaketle çağırır, y a h u t çağırtırdı).
Yine bir yaz gecesi. Y i n e Y a t Kulüp, k u l ü b ü n bahçesinde Kızı- Dolmabahçe Sarayının cümle merdiveninden çıkarak bir salona
lay balosu. Gaziye hazırlanan u z u n masa saat üçe kadar boş. Saba- girdik. Refikalariyle gelen otuz kadar dâvetli vardı. Herkes ayak-
h a doğru, üçte Atatürk motörle geldi ve daima beraberinde olan ze- taydı; Gazi geldi. Kendisini bu ufak kalabalığa o kadar güzel da-
vat ile masada. ğıttı ki, tanımıyan kimse, aramızda eşsiz kahramanı bulamazdı. Ye-
Uzun masada, bir tek boş sandalye yok. H a t t â bir tanesinde de m e k sarayın Muayene salonunda yenecekti. Fakat oraya gitmemiz
yine ben. de, yine G a z i n i n muaşeret inceliğiyle, gayet tabiî oldu ve bir hâdise
Bir m ü d d e t sonra, Tarihçi A h m e t Refik bey, peyda olurcasma, olmadı. Gazi:
birdenbire, Atatürk'ün karşısında durdu. Arkasında skomini vardı, — Burası çok sıcak. Aşağıya inmez miyiz? dedi.
fakat traş olmamıştı. M u h a k k a k ki, Büyükadada oturan A h m e t Re- Saffeti Ziya bey, protokol şefi idi. Yemek masasındaki yerlerin
fik beyi uyandırmışlar, Gazinin geldiğini söylemişlerdi; o da, traş şemasını yapmıştı. Davetliler oraya bakarak yerlerine oturuyorlar-
olacak kadar gecikmeye razı olmıyarak, smokinine rağmen, b i r kaç dı. Fakat Gazi, bu resmîliği, dâvetlileriyle o kadar müsavi meşgul
günlük sakalla gelmişti. A h m e t Refik beyi Gazinin karşısında gö- olarak, azaltıyordu ki, sabaha kadar süren yemek masası sekiz, do-
rünce, dondum. Ç ü n k ü birkaç h a f t a evvel Gazi ile aralarında sert k u z saat mütemadiyen sevimliydi.
bir sahne geçmişti; ve, bu gece de o sahnenin ikincisi olacak diye Güneş doğarken, çok müstesna bir hâdise oldu: Muayede salo-
korktum. Halbuki bilâkis! Gazi, Ahmet Refik Beye: n u n u n büyük kapılarının parmaklıklarından, doğan güneş ve deniz
— Buyurunuz beyefendi, dedi. Ve, t a m karşısında Nuri Con- içeriye vuruyordu. B u çerçevenin içinde, Gazinin mânevi kızların-
ker'in y a n m a oturttu. d a n Nebile h a n ı m , Gazinin işaretiyle, sandalyesinin üstüne, çok
Gazi ile Conker, uzaktan ciddî sanılacak kadar birbirlerine sert mevzun ve narin endamiyle, güzel ve süsleyici kumral başiyle çık-
şakalar yaparlardı. Ebedî dargınlıkla bitmesi lâzım gelen bu şaka- tı, sabah ezanı okumıya başladı. Bir aralık baktım. Nebile h a n ı m ı n
lar, ebedî sanılacak kadar uzun kahkahalarla biterdi. B u gece de ses damlalarına yaş damlaları karışıyordu: Gazi Mustafa Kemal ağ-
N u r i Conker, Gaziye, öfke ile A h m e t Refik beyi gösterdi: lıyordu.
— Paşa, çenesinde şu bir karış sakala bak, dedi. A Y D A B Î R : Kasım - 1952 Mithat Cemal K U N T A Y
— 152 — — 101 —
Abdülkadir bey, 22 yaşında deli dolu bir genç. 1914 de Sivas sul- dizdiği yazı, işte bu gazetenin 14 Eylül günü çıkacak 1 n u m a r a l ı
tanisinden mezun olur olmaz harbe gitmiş, Filistin cephesinde yara- nüshası içindi. (Harekâtı millîyenin esbabı) adlı bu yazıyı, Mustafa.
lanmış, dönmüş Sıvasa, Vilâyet matbaasının müdürü yapmışlar. K e m a l Paşadan aldığı direktif üzerine yazan, istanbul delegesi ola-
Gözlerini dikmişti Nadir efendiye: rak kongreye katılan bir gazeteciydi: ismail H a m i ( D a n i ş m e n d ) (1),
— «Evet. Sadrazam D a m a d Ferit için söylüyor!» D ö r t sahifeli gazetenin üst tarafı kongre haberlerine bırakılmıştı.
Osmanlı devletinin bir vilâyetinde, hem de Vilâyet matbaasında M u s t a f a Kemal Paşanın açılış n u t k u , kongrece Padişaha çekilen
Sadrazam için «haindir» diyen bir yazı nasıl dizilirdi? Bunu dizenin telgraf, millete hitaben yazılan beyanname, gene Mustafa Kemalin,.
başına neler gelmezdi? ihtiyar mürettibin aklı havsalası b u n u almı- Mayıs ayında Havza'dan Padişaha yolladığı telgraf...
yordu. Matbaanın genç m ü d ü r ü onu iknaa çalışmıştı: Sermürettip H a m d i , bunları peşi peşi sıra sütunlara yerleştirmiş,,
— «Bunu Mustafa Kemal Paşa yazdırmış, sen korkma, dizmeye sahifeleri bağlamış, baskı makinesinin bulunduğu yandaki odaya,
bak!» yollatmıştı. Y e n i gazetenin başlığını, klişe ile yapacak kimse şehir-
Nadir efendi, terini silerek tezgâhın başına dönmüş, titreyen de bulunmadığından 36 punto nesih harflerle hazırlamışlardı.
parmakları «Hain Ferid» diye başlayan cümleyi tamamlayabilmişti. Sivas Vilâyet matbaasının meşrutiyette getirilen baskı makine-
Sırat köprüsünden geçmiş kadar rahat bir nefes almıştı. Hemen ar- sinin motoru çarkçı Riza idi. Anadoludaki diğer bir çok köhne ma-
kasından da gözleri şu kelimelere takılıyordu: kineler gibi bu da kolla çevrilirdi. Kol dönmüş, ilk nüsha çıkmış,.
«Alçak Sadrazamın h a i n kabinesi... Aynı mel'unun » Mustafa Kemal Paşanın yaveri R u h i bey, daha mürekkebi yaş gaze-
Gene duraklamıştı. Sermürettip H a m d i bey ise «Haydi... Hay- teyi alarak, koridorun hemen ötesindeki bir odaya girmişti. Vilâyet
di... Bitirin artık!» diye söylenip duruyordu. Emektar mürettibin, matbaasının b u l u n d u ğ u binanın sağı mürettiphane, makine dairesi,
mırıldanmaya başladığı âyet biterken yazı da dizilmiş, prova tezgâ- solu da idarehane idi. Başka yer bulunamamış, Sivas Müdafaai Hu-
h ı n a veriliyordu. k u k Cemiyetinin merkezi, bu idarehanenin bir odasına yerleşmişti.
M u s t a f a Kemal sık sık buraya gelir, gazetesinin yazılarını burada
Günlerdenberi Sivas, t a r i h i n i n en heyecanlı sahifelerini yaşı- dikte ederdi. İ R A D E İ M i L L i Y E ' n i n ilk nüshasına şöyle bir göz gez-
yordu. Mustafa Kemal Paşanın reisliği altında toplanan Sivas Kon- dirdiğinde canı da sıkılmamış değildi. Bir prensip kararı vardı: Ga-
gresi, istiklâli ve hürriyeti uğruna isyan eden, ihtilâl bayrağını çe- zetede imzalı yazı yok! B u n a rağmen, verdiği direktifle yazılmış ya-
ken Anadolunun takip edeceği yolu çizmişti. A l m a n kararlar telgraf- z ı n ı n altında koca bir imza duruyordu: ismail H a m i !
la istanbul hükümetine, itilâf devletlerine ulaştırılmıştı. Y a Ana- F a k a t daha evvel halledilmesi gereken acele işler vardı. İRA-
dolu halkı... ihtilâli hedefe götürecek olan oydu. Asıl ve evvelâ ona D E İ M İ L L İ Y E , işgal altında veya D a m a d Ferid'in bendesi valilerin
d u r u m u anlatmak gerekirdi. sıkı kontrolünde olan şehirlere nasıl sokulacaktı? istanbul telgraf-
Mustafa Kemal Paşa 11 Eylülde Sivas kongresi sona ererken b u hanesi, almış olduğu emir üzerine, Sivas kongresinin, şehir posta-
çok m ü h i m silâhtan m a h r u m olduğunu görüyor, kongre azalarından hanesinden yollamaya teşebbüs ettiği telgrafları bile kabul etmiyor,
Sivas'ın emektar muallimi Rasim beye başvuruyordu: makineyi kapıyordu. Şüpheyi dâvet etmiyecek bir vasıta bulunmalı
— «Bir gazete çıkaracağım. Mesul m ü d ü r l ü ğ ü n ü üzerine alacak ve kongre kararları istanbula da, diğer şehirlere de ulaştırılmalı idi.
i t i m a d a şayan biri lâzım.» Ortaya atılan bir teklif hemen tasvip görmüştü. Biraz sonra da vi-
Rasim bey de aramış taramış, talebelerinden 22 yaşındaki öğ-
retmen Selâhaddin beyi bulmuş, itimat ettiği bu gence teklifi yap- (1) İ R A D E İ M i L L i Y E ' n i n ilk iki sayısında imzasına rastlanan,
mıştı. Sivas valisi Reşit Paşa, millî harekâtm içinde olduğundan ismail H a m i , Heyeti Temsiliye ile Ankaraya gitmemiş, 1919'un son
izin kolaylıkla almıyordu. Gazetenin adını da, başlık altını da Mus- günlerinde Anadoluyu terkederek İstanbula dönmüştü. Bu gazetede
t a f a Kemal Paşa bizzat tesbit etmişti: imzası altında İstanbula en ağır hakaretler yapılmış olmasına rağ-
m e n ismail Hami, Padişah h ü k ü m e t i t a r a f ı n d a n Barselonaya şeh-
İRADEİ MİLLÎYE bender tâyin edilmiş, Avrupaya gitmiş, büyük zafere kadar Anado-
«Metalip ve Amali Milliye'nin müdafiidir.» luya dönmemiştir. Sonra istiklâl Mahkemesine verilmiş ve beraet
etmiştir.
13 Eylül Cumartesi g ü n ü mürettip Nadir efendinin, ter dökerek
— 156 —
— 104 —
işgal» diye bağrıldığmı bu gazetenin yazmasından şikâyet ediyor, bu savaşta gazetenin büyük rol oynıyacağmdan öylesine emindi ki! Sı-
gibi neşriyatın önlenmesini istiyordu. Mustafa Kemal Paşa istan- vasta başlamış, fakat orada kurduğu ilk gazeteyi, ( İ R A D E İ MİLLÎ-
bulun b u telgrafına sinirlenmişti: Y E ) yi teslim ettiği eller onu bırakmak istemeyince, başkent yap-
— «Ne garip ve şayanıhayret bir siyaset, acaba h ü k ü m e t işgali mayı düşündüğü Ankaraya gene gazetesiz gelmişti. Bir gazeteye sa-
şayanı takbih görmüyor m u ? Yoksa görmüyor da işgali alkışlayacak h i p olmak! Bu, ihtilâl liderini öylesine kavrayan bir konu idi ki,
bir siyaset m i takip ediyor?» Sivas - Ankara yolculuğunda b u n u düşünmüş. Ankaraya vardıktan
İ R A D E İ M İ L L İ Y E böyle telgraflarla ihtilâl yolundan şaşacak bir h a f t a sonra da etrafındakilere d ö n m ü ş ve: «— Bir gazete çıka-
değildi! 1919 yılının son günlerine kadar aynı yolda yürüyordu. Mus- cağız» demişti.
t a f a Kemalin, Anadolunun merkezine, cephelere doğru daha çok so- Sıvastaki tecrübeden ders aldığı görülüyordu. B u defa gazeteyi
kulmak istediği günlere kadar... Ve nihayet Ankara yolculuğu için çıkartmak vazifesini, kendisine de, dâvasına da körükörüne bağlan-
hazırlık başlamıştı. Mustafa Kemalin en büyük arzusu yeni müca- mış bir yedek subaya veriyordu: Recep Z ü h t ü ! R a u f (Orbay) ile
dele merkezinde de yanında İ R A D E İ M i L L i Y E ' y i görmekti. Fakat birlikte Sıvasa gelip Mustafa Kemale orada tanıştırılan bu subayı
Sivas M ü d a f a a i H u k u k Cemiyeti üyeleri İ R A D E İ M i L L i Y E ' y i bı- kongreyi dağıtmak isteyen Elâzığ'daki Bedirhanilere karşı yollamış,
rakmak istemiyorlardı, i h t i l â l liderinin gazetesi için mesul m ü d ü r vazifesini de başarmıştı. Ona itimadı vardı. Yarın Ankaradan ay-
yaptığı genç de onlara katılmıştı. rılmak zorunda bırakılsa, bu defa gazetesinin de kendisiyle bera-
18 Aralıkta Mustafa Kemal Sıvastan yola çıkıyordu. D a h a An- ber geleceğinden emindi. Vefa lisesinden mezun Manastırlı bu genç,
karaya doğru yol alırken, orada tekrar bir gazete kurmak gerekece- Recep Z ü h t ü 1920 yılının ilk günlerinde Ankarada bir gazeteyi na-
ğini kendisi ile birlikte seyahat edenlere anlatıyordu. sıl çıkaracaktı? Şehirde yalnız Vilâyet matbaası vardı. Oraya meş-
Milliyet : 37/7/1962 Ömer Sami C O Ş A R rutiyetten sonra getirilen matbaa makinesi için daha o yıllarda «işe
yaramaz» demişlerdi. Taş baskısı! B u makine on yıldan beri ne ta-
HAKİMİYETİ MİLLÎYE m i r görmüş, ne kılığa sokulmuştu! Orada biraz kâğıt, biraz da mü-
rekkep vardı. Z a m a n zamaıı çıkan renksiz bir de vilâyet gazatesi!
1921 yılının ilk günleri... Eskişehir'den gelen marşandiz katarın- O n a başvurmaktan başka çare yoktu ki!
dan atlayanlar, Ankara istasyonunun hemen yanandaki küçük bina- Gazetesi olmayan bir ihtilâl nasıl hedeflerine götürülebilirdi?
ya koşmuşlar, Mustafa Kemal Paşaya müjdeyi vermişlerdi: Sıvasta tutulan gazetesine ( İ R A D E İ M İ L L Î Y E ) adını koyan Mus-
«— Paşa! Matbaayı getirdik.» tafa Kemal şimdi yeni bir ad b u l m a k zorundaydı. Zorluk çekme-
Anadolu ihtilâlinin lideri, emellerinden birine nihayet kavuş- mişti: « İ R A D E İ M i L L Î Y E ' y i müessir ve faal bulundurmaktaki ga-
m a k t a olduğunu görmenin sevinci içindeydi: yemiz nedir? Memlekette milletin hâkimiyetini tesis etmekten baş-
«— Artık günlük bir gazetemiz olacak» diyordu. ka bir şey mi? O halde İ R A D E İ M İ L L Î Y E yerine çıkaracağımız ga-
B.M.M. hükümetine isyan eden Çerkeş Etem Eskişehirde b i r zetenin adı H Â K İ M İ Y E T İ M İ L L İ Y E olacak.»
matbaaya el koymuş, kendisine bağlanan Arif ( O r u ç ) adında istan- Muştulu Kemal Ankaraya ayak bastıktan t a m 14 gün sonra ye-
bullu bir gazeteci de burada ( Y E N İ D Ü N Y A ) adlı bir gazete çıka- n i gazetesi, vilâyet matbaasının köhne makinesinden çıkmıştı. Bu-
rarak Çerkeş Etemin sözcülüğünü yapmaya koyulmuştu. Bir dere- n u n l a da dâva halledilmiş olmuyordu ki! K â ğ ı t da, mürekkep de
beyinin gazetesi olan Y E N İ D Ü N Y A üstelik Bolşevik bayrağını çe- kıt, muharrir yok! Hepsinden de m ü h i m : Para yok! Gazetesini, haf-
kerek Eskişehir demiryolu işçisini B.M.M. h ü k ü m e t i n e karşı ayak- tada iki gün do olsa, neşretmeye devam edebilmek kaygusu Mustafa
landırmaya da kalkışmıştı. Fakat birkaç hafta önce Çerkeş Etemin Kemal'i o kartiir sarmıştı ki, b ü t ü n işleri yanında ona abone temini
kuvvetlerini dağıtmışlar, o da Y u n a n kuvvetlerine iltihak etmişti. ile de bizzat meşgul olmaktan geri kalmıyordu. Gazetesinin çıktığı
1921 yılının ilk günleri Eskişehirden Ankaraya alelacele getirilen günden 24 saat soımU Anadolu ve R u m e l i Müdafaai H u k u k Cemi-
işte Çerkeş Etemin el koyduğu bu matbaa idi. Mustafa Kemal gün- yeti) merkezlerine birer şifre yollayarak, H Â K İ M İ Y E T İ M İ L L Î Y E
lerden beri onu bekliyordu. için abone temin edilmesini rica etmişti. Görmüştü ki yalnız para
Tam bir yıl önce! Anadoluda ihtilâl bayrağını açan Mustafa ile de iş bitmiyor! G ü n geçmezdi ki vilâyetin köhne makinesi bo-
Kemal, saltanata, itilâfcılara, Yunanistana karşı giriştiği topyekûn zulmasın, hemen hemen 400 gün içinde ancak 100 defa gazeteyi çı-
— 104 —
— 160 —
F : 11
— 104 —
— 162 —
Meselâ şirketleri yavaş yavaş millileştiririz. H ü k ü m e t inhisarını halk
lehine çoğaltırız ve tafsili burada uzun süreceü daha bir çok İslâhat
yapabiliriz. Tâbiri mahsusu ile bir nevi devlet sosyalisti oluruz...» MUSTAFA K E M A L ' I N M A K A L E S I
B u yazılar ne z a m a n çıkıyordu? Millet Meclisine, birakaç kadın-
la n i k â h l a n m a y ı kolaylaştıracak k a n u n teklifleri getirilip, m ü d a f a a Mustafa K e m a l , dâvasına merkez seçtiği Ankara'ya bayrağını d a
edildiği sıralarda! Yobazlar h o m u r d a n m a y a başlamıştı. Evvelâ, Mat- dikmeyi u n u t m a m ı ş ; Hâkimiyeti Millîye gazetesini k u r m u ş ve Bü-
buat ve İstihbarat M ü d ü r l ü ğ ü bütçesi görüşülürken, bu bütçeden yük Millet Meclisine dair ilk makaleyi de kendisi yazmıştı. B u n u , o
Hâkimiyeti Millîye'ye her ay verilmekte olan 1-500 liralık yardımın gazetenin koleksiyonundan çıkarıp sunuyoruz :
kesilmesini inatla talep etmişler, m u v a f f a k olamayınca da, propa-
«... B u g ü n Ankara, hakikaten tarihî bir vak'aya hem şahit h e m
gandaya o kadar ihtiyaç duyulduğu günlerde müdürlüğünün tüm
sahne oluyor. Tehlikelere maruz olan mukadderatını selâmet sahi-
bütçesinde i n d i r m e yaptırarak hırslarını çıkarmaya gitmişlerdi!
line çıkarmak endişe ve azmi ile bîkarar bulunan milletin her ta-
Sonra... Veli H a m n d a k i odaya sık sık uğrar olmuşlardı. O gün-
rafta ve pek kısa bir zamanda i n t i h a p ve izâm ettiği mebuslar bu-
lerde hemen hemen b ü t ü n Meclis üyeleri silâhlı Yobazlar da! Gaze-
rada, büyük bir Millet Meclisi halinde içtima ediyorlar. B u vak'a,
tedekiler devamlı tehditler karşısında tedbir alıyordu. Çok az önce
harikalarla dolu olan tarihimizde, milletin yaşamak kabiliyetini is-
İstanbuldan kaçıp Ankaraya gelen genç gazeteci Ziya Gevher şim-
p a t edici delillerin'belki en yükseğim teşkil eder, denilse h a t a ol-
di Hâkimiyeti Milliye'nin yazı m ü d ü r ü ! Elinde, selefi Nafi Atuf'un
maz.
bıraktığı t a h t a saplı bir mürekkep kalemi, önünde bir hokka, biraz
Milletimizin yalnız Osmanlılık hayatı nazarı itibara alınırsa,,
da kâğıt. Belinde de tabancası! H a n ı n ahırında sermürettip, serma-
yedi asırlık ve daha şâmil bir nazarla bakılacak olursa binlerce se-
kinist Ahmet usta (Ulus) hem tabancalı, hem bıçaklı. Altı müretti-
nelik hayatında pek çok felâket bâdireleri geçirmiş, âdeta i n h i l â l
b i n hepsi de silâh taşıyor. Gazetenin tek muhabiri izzet Ulvi hariç!
ve izmihlâline h ü k ü m verilmekten başka yapılacak bir şey yok gibi
Kaç defa hışımla, sallanan kapıyı savurup yazı m ü d ü r ü n ü n odasına
görünen hengâmeler içinde yuvarlanmıştır.
giren milletvekili, Ziya Gevher'in silâhından, yazı m ü d ü r ü de kar-
Fakat her bâdireyi, akıllara hayret verecek- yeni bir hayatın,
şısında duran Meclis üyesinin tabancasından gözlerini ayırmadan
temelleri ve binaları takip etmiş, d ü n artık inhilâl ve izmihlale ye-
konuşmuşlardı!
niden kalkınmış ve yükselmiş olduğu görülmüştür.
Böylece aradan 4, 5 ay geçmişti. Çok az öncesine kadar her met-
Türk ili ve i s l â m yurdu olan şu mübarek Anadolu toprakların-
rekaresine birkaç kişi s ı ğ m a n Ankara şehrine ne olmuş, birden böy-
da Selçuk h ü k ü m e t i n i n tavaif-i mülûke istihale ile zavale yüz tut-
le tenhalaşmıştı? Tehditler savurarak gazetenin odasına girenler de
t u ğ u bir sırada, o n u n yerine Ertuğrul evlâtlarının bağbuğuyla daha.
uğramaz olmuştu! Sakarya meydan muharebesinin devam ettiği,
muazzam bir saltanat çıkarmış olan milletimiz değil midir?
Y u n a n ordusunun H a y m a n a ovasına, A n k a r a m n b u r n u dibine sark-
Meselâ, şu A n k a r a ovasında, Y ı l d ı r ı m Beyazıt'm Timurlenk'e
tığı günlerdeydik. Bakanlıklarda bile bir kaç kişi kalmıştı. Hâkimi-
bağlûp ve esir düşmesi neticesinde Osmanlı saltanatı tarumar ve
yeti Millîye ise cephenin hemen gerisinde, t ü m kadrosu ile vazife
perişan olup gitmiş sayılacak bir vaziyete düşmüş iken, az zaman-
başındaydı. Yalnız biri yoktu: İdare m ü d ü r ü , mesul m ü d ü r Recep
da derlenip toplanmağa ve mukadder istilâ mecrasında yürümeğe
Z ü h t ü ! Fakat o da Mustafa Kemal'in karargâhında, şimdi de harp
zafer bulması, milletin hayat kabiliyetine ait bir mucizeden başka
muhabiri olarak çalışıyordu.
bir şey midir?
6 Eylül akşamı... Ziya Gevher, haftalardanberi devam eden uy-
kusuzluktan bitkin halde sahifesini hazırlamıştı. Günlerdir cephe- işte bugün, yine aynı millet, hayat ve mematına ait m ü t h i ş ih-
den sevine verici haber gelmemişti. Çıkacağı sırada o gece kimbilir timaller önünde yeni bir i m t i h a n devri geçirmeğe davet edilmiş bu-
kaçıncı defa postacı ile yüzyüze gelmiş, gene de ü m i t l e harp muha- lunuyor.
biri - idare m ü d ü r ü n ü n telgrafına göz atmış ve birden mürettipha- Ankara'da toplanmakta olan Büyük Millet Meclisi, işte bu devr-i
neye fırlamıştı. Müsveddeyi uzattığı mürettip ilk dört kelimeden i m t i h a n ı n pek bariz ve fiilî bir macerasıdır. Bir macera ki, m i l l e t
gerisini sevincinden okuyamaz hale gelivermişti: onu belki gayri ihtiyarî bir hareket ve iradetle fiil ve icra mevkiine
«SON D A K İ K A : D ü ş m a n ı n ric'ati...» çıkarmaktadır.
Milliyet: 28/Î/1962 Ömer Sami C O Ş A R
— 104 —
— 164 —
Y I L 1937
bir dâva şeklinde m ü t a l â a ve m ü d a f a a edilmemelidir. Milliyet dâva-
sı siyasî bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir ü l k ü mesele- Atatürk, yine bir gece Türk Dil K u r u m u ileri gelenlerinden mû-
sidir. Şuurlu ü l k ü demek müsbet ilme, İlmî usullere d a y a n d ı r ı l m ı ş t a d zatleri de Çankaya'daki köşke dâvet ediyor. Sofrada, dil işleri
bir hedef ve gaye demektir. O halde propagandalarda müsbet usul- -üzerine bazı konuşmalar yapılıyor. B u alanda biraz konuşulduktan
lere müracaat etmek şarttır. Hareketlerin i m k â n sınırları ve sırala- sonra Atatürk, K u r u m ileri gelenlerine hitaben şunları söylüyor:
rı mutlaka hesaba katılmalıdır. Türkiye dışında kalmış olan Türkler «— Türk Dil K u r u m u ' n u n çalışmalarma ilelebet iştirak edecek
ilkin k ü l t ü r meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük dâ- değilim. Kardeş Tarih K u r u m u ' n u n kuruluşunu takip eden ü k yıl-
vasını böyle bir müsbet ölçüde ele almış bulunuyoruz. B ü y ü k T ü r k larda Tarih üzerine arkadaşları teşvik için beraber çalıştım. B u Ku-
tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski T ü r k r u m , tamamiyle teşkilâtlandıktan ve ilmî çalışmalarına hız verdik-
eserlerine ö n e m veriyoruz. Baykal ötesindeki Y a k u t Türklerinin dit ten sonra, Tarih K u r u m u ' n u n mesaisine karışmıyorum. Onlar, bildik-
ve kültürlerini bile i h m â l etmiyoruz.» leri gibi akademik çalışmalarına devam ediyorlar. Dil K u r u m u ' n u n
mesâisiyle de münasebetim böyle olacaktır. Dil âlimlerinin, müte-
A t a t ü r k bu n o k t a d a n başlıyarak kültürel Türkçülük meselesi-
hassıslarının onlar gibi akademik çalışmalarına m ü d a h a l e etmiye-
n i n muhtelif cephelerine geçti; sonra tahlillerini birer birer toplaya-
ceğim. Sizin de mesâinizi i l m i n son verimlerine uydurmanız lâzım-
rak tekrar dil konusuna döndü.
dır.»
O gece, her zaman olduğu gibi, büyük A t a t ü r k ' ü n fikir, i m â n
irade çağlayanı halinde taşan sözlerini hayranlıkla dinledim. O n d a Atatürk, dil konusunda aslâ tasfiyeci değildi. Bize anlattıkları-
dinmek bümeyen Türklük sevgisinin vecitli ifadelerine bugün vakit n a göre Meşrutiyet devrinin «Türkçecilik - Tasfiyecilik» gibi dil ha-
vakit dönmekle tatlı bir teselli duyuyorum, ilerleyen yaşımın dur- reketlerini de tâkip etmişti. O güzel, temiz ve muasır seviyeye yük-
gunluğu içinde o sözlerin derin yankıları gönlümü ferahlatıyor. Ba- selmiş bir Türk dili istiyordu; akademik çalışmaları çok seviyordu.
n a h a y a t m büyük bir m â n â s ı olduğunu kabul ettiren, bu mânâyı- B u n a rağmen dil, bir aralık, ap-alaca bir kisveye bürünmüş, bir
milletimizin parlak istikbalinde aratan, o istikbâle kendim erişemi- çıkmaza girmişti. A m m a , b u n u n tarihî sorumluluğunu O büyük,
müstesna insanda değil, d a h a çok o z a m a n etrafını çevreleyen «Dil
yecek olsam bile i m â n ı m ı , güvenimi artıran h e p A t a t ü r k ' ü n bendeki'
K u r m a y Hey'eti»nin gayri mütecanis, h a t t â kifayetsiz oluşunda ara-
güzel hatıralarıdır O hatıraların r u h u m d a sönmez güneşi olarak
malıdır. Dilcilik, i l m i n geniş ve önemli bir dalı büyük bir ihtisas sa-
parlayan A t a t ü r k ' ü n diri, genç, enerjik yüzünü, çelik bakışlarını dai-
hasıdır. B u «Kazıyye», b u g ü n olduğu kadar, dün de öyle idi, sanıyo-
m a içimde buluyor, seyrediyorum; tunç sesini gönlümde işitiyorum-
ruz.
O bakışların ve o sesin kuvvetiyle yaşıyorum.
Türk Y u r d u : Kasım 1960 Abdülkadir İNAN' •
• M . Şakir Ü L K Ü T A Ş I R
ATATÜRK'TEN İKİ H Â T I R A
Y I L : 1935 ATATÜRK ANILARIM
Kurtuluş savaşı biteli çok > olmamıştı. Babam askerlikten ayrıl-
Atatürk, bir gece, Çankaya'daki köşklerinde —aynı zamanda b i r m ı ş Bandırma'da doktorluk yapıyordu. Ben de ilk okulun üçüncü sı-
ilim ve edebiyat mecma'ı olan meşhur sofrasında— yine dil mesele- n ı f ı n d a okuyordum. O zamanlar ulusal bayramlar çok coşkunca kut-
leri görüşülürken, Arapçaya ait bir Sarf (Gramer) kitabı istiyor. Ha- lanırdı. H a l k ı n heyecanı daha durulmamıştı. Biz öğrenciler de bu
cı Z i h n i efendinin, bulunup kendisine takdim edilen «Elmüşezzeb» "bayramlara sevinçle katılırdık.
adlı Sarfını o gece okuyor tetkik ediyor. Ertesi akşamki toplantıda Bir gün bir haber duyuldu. Gazi Paşa gelecekmiş. Hepimiz se-
bermutad dâvetli bulunan D i l K u r u m u ileri gelenleri ile sofraya ka- vinçten uçuyorduk. B ü t ü n B a n d ı r m a büyük kurtarıcıyı bağrına bas-
tılan diğer zatlere hitaben şöyle diyor: m a y a hazırlanıyordu.
«— Arkadaşlar! Kitap, mektup! ilim, âlim benim. Geri kalanr. Güneşli, ılık bir bahar günüydü. Yediden yetmişe kadar herkes
arabmdır.» isokaklara dökülmüştü. B ü t ü n gözler mavi ufuklarda idi. G a z i Paşa'-
Atatürk, her halde b u kabil kelimeler artık halk diline kadar 71 getirecek gemi uzaktan görününce heyecan ve sabırsızlık son had-
girmiş ve bizim olmuştur, demek istemiş bulunsalar gerek.
— 171 —
— 104 —
müddet elimde tuttuktan sonra yanımdaki üzeri mermerli konsolun — Beyefendi bir misafir bir yere gelir de ev sahibi o misafiri
üstüne usulca koydum. Sohbet devam ediyorru. Bilmem farkına kabul etmek istemezse artık o misafir de «lütfen beni kabul buyu-
vardılar d a ısrar m ı etmediler, yoksa mevzuun ehemmiyeti karşısın- run» şeklinde bir istida ile müracaat etmez, ederse ayıp etmiş olur!,
da b e n i m kadehi dolu olarak konsolun üstüne bırakmış olduğuma dedim; döndüm, buraya geldim.
dikkat m i buyurmadılar? Her ne ise ikinci bir içki teklifi karşısın- Donakaldımdı. Ç ü n k ü otelde Velid Beyden başka kimsecikler
da kalmadan nezdlerinden ayrıldım... yoktu. Diğer t a r a f t a n beş on adım ötedeki evimde biz i z m i r l i gaze-
— Peki beyfendi, şayet ısrar buyurmuş olsalardı ne yapardınız? teci arkadaşlar toplanacaktık, ü s t a d ı m ı o ıssız ve soğuk otelde yal-
— O z a m a n da y ü z ü m ü kızartıp: «Mazur görün paşam, hayatım- nız bırakmaya gönlüm razı olmadı, sırf onun g ö n l ü n ü almak için:
da ağzıma rakı koymadım, içemem!» demek mecburiyetinde kalır- — ü s t a d ı m , dedim, burada sizi yalnız bırakamam. B u akşam
dım... dediydi. bendehanede izmirli meslekdaşlar toplanıp akşam yemeğini birlik-
Acaba böyle zor bir d u r u m d a böyle dermiydi? Bence derdi ve' te yiyeceğiz. Lütfen siz de buyurun, avunmuş olursunuz...
ölüm A l l a h m emri, ölürdü, fakat o bir kadeh içkiyi içmezdi. Burada T a n r ı n ı n birliğine kasem ederek itiraf ediyorum ki, bu
İşte rahmetli Ebüzziyazade Velid bey bu karakterde, bu k ı r a t t a dâveti yaparken m ü n h a s ı r a n kalbimden kopup gelen samimî bir sev-
bir adamdı. gi ve saygının sesine uymuş, aklıma hiçbir şey gelmemişti. Yoksa,
aradan b u kadar vakit geçtikten ve her türlü tehlike zail o l d u k t a n
ATATÜRK'E PROTESTO ÇEKEN GAZETECİ
sonra:
1924 Şubatının beşinci Salı günü Gazinin i s t a n b u l l u meslekdaş- — Bilerek yaptım, G a z i n i n sofrasına kabul etmediği bir gazete-
ları kabul buyurmaları takarrür etti. Akşam yemeğini Gazi hazret- ciyi evime dâvet ile bir nümayiş, bir nevi protestoda bulunmak iste-
leriyle Göztepe'deki Uşşakîzade M u a m m e r Bey köşkünde yiyecek- dim! yolunda bir yalan ile bir nevi nefis övmesine tenezzül edebilir-
lerdi. O akşam da izmirli gazeteci arkadaşlardan «Sadayı Hak» sa- dim. Hayır, tekrar ediyorum, böyle birşey hatırıma gelmeden, tehli-
h i b i Sırrı Beyle refikası, ismail H a k k ı m e r h u m l a eşi hep beraber keli bir teşebbüste b u l u n d u ğ u m u düşünemedim. Sadece kalbimin se-
bizde yemek yiyecektik. Yangından henüz çıkmış izmir'de gazino, lo- sine uyarak meslek hocamı mütevazı soframa dâvet ettim. O da ka-
kantadan sarfınazar şöyle adamakıllı bir bakkal dükkânı bile yoktu. bui etti, birlikte eve geldik, güle oynaya yemeğimizi birlikte yedik.
Diğer taraftan içki yasağı yüzünden içki hiç bulunmuyor, yahut pek R a h m e t l i Sırrı'nın refikası Lûtfiye H a n ı m pek şakacı bir hanım-
güçlükle tedarik edilebiliyordu. Bu itibarla bazı kafadar aileler nö- efendidir. Sofrada biz erkeklerin demlenmemize karşı Velid merhu-
betleşe, evlerde toplanıyor, aramızda vakit geçirmeğe çalışıyorruk. m u n gösterdiği m ü s a m a h a karşısında:
G e ç vakit m a t b a a d a n çıkıp, otele geldim, içeri girdim. Bir de — A m a n beyefendi biz uzaktan sizi başı sarıklı, sakalı göbeğin-
baktım ki odada Velid Bey bir aşağı, bir yukarı dolaşıyor, kendisin- de, eli tesbihli ulemadan bir zat tasavvur ederdik. Değer ne kadar
den başka kimsecikler de yok. Şaşırdım, t ü t ü n paketi elimde kendi- yanılıyormuşuz!... kabilinden bir hayli latifelerde bulundu. Gece ya-
sine yaklaştım. rısına doğru da misafirimi alıp oteline kadar getirdim, kendisine
— Hayrola üstad, rahatsız mısınız? Niçin ziyafete gitmediniz? hayırlı geceler diledikten sonra evime döndüm.
— G i t t i m hazret, fakat kabul edilmedim. Ertesi g ü n ü öğleden sonra m a t b a a d a bir kıyamettir koptu. Bak-
— Ne söylüyorsunuz? t ı m Haydar Rüştü,, Necati merhumlar benim yazı yazdığım tarafa
— Evet, ben yola çıktıktan sonra Abidin Daver Bey gazeteye: doğru bakarak aralarında fiskos birşey konuşuyorlar. Yüzleri endi-
«Başmuharririmiz Gazi Hazretlerinin daveti ü z i r ' n e izmir'e hareket şeli, bana doğru bakışlarında âdeta bir acıma hissi okunuyor. Daya-
etmiştir» diye bir havadis yazmış. Halbuki dâvet değil de gazeteciler namadım, yanlarına yaklaşıp niye b a n a aoır gibi baktıklarını sor-
saygılarını belirtmek için izmir'e gitmişlerdir şeklinde yazılacakmış. dum. R a h m e t l i Necati Bey delişmen, alabildiğine merd ve açık söz-
B u haberi görünce Gazi'nin fena halde canı sıkılmış, beni kabul et- l ü bir insandı. Benim sualime cevap verecek yerde:
memeğe karar vermiş. B u n u n üzerine Başyâver bana: «Haberin si- — Y a h u d ü n akşam sen ne yapmışsın!, diye sordu.
zin tarafınızdan yazılmadığını, b u n a herkesten evvel bizzat sizin — Ne yapmışım ki?...
üzüldüğünüzü» yazın da Paşaya arzedelim, belki kabul buyururlar yo- — Velidi akşam yemeğine dâvet etmişsin.
l u n d a birşeyler söyledi. Ben de: — Ettim, ne olmuş ki?...
— 174 —
— 101 —
U m u m î İstihbarat Şubesi M ü d ü r ü beyefendinin telefonla resmin işte o sırada, Mustafa Kemal Paşa ile karşılaştık. Beni görün-
neşri müsaadesini verdiğini söyledik. Zavallı da inandı, âmirine bir ce, o kendine mahsus samimî haliyle:
d a h a birşey sormadan çekinerek provanın kenarına imzayı bastı. — Çocuk... diye eliyle işaret ederek, y a n m a çağırdı:
Ertesi g ü n ü de gazetede (Arıburnu) k a h r a m a n ı n ı n yâni Mustafa Ke- —• Sen ne yazmışsın?
mal'in ilk resmi intişar etti. Sansürü atlatmıştık, diğer gazeteleri de.. — Y a z d ı m Paşam... dedim, çok müteessir oldum. K i m i n m a l ı n ı
Bizdeki sevince payan yoktu. kime veriyorlar? Bu Sevr muahedesini nasıl imzalarlar? Bir Kasta-
• m o n u d a n başka bir yer kalmıyor bize... B u nasıl olur?
Enver Paşanın M u s t a f a Kemali fena halde kıskanıp çekemediği- Hiç u n u t m a m , o m a v i gözlerinde, sanki şimşekler çakıyordu
n i söylemiştim ya, Paşa m e r h u m bu resmi görünce küplere binmiş; bir adım daha yaklaşarak, gözlerimin içine baka baka:
İstihbarat Şubesi M ü d ü r ü Seyfi Bey de esasen fena halde köpür- Ne demiştim: (Padişahımız Halifemiz efendimiz hazretleri b u
müş, evvelâ sansür zabitini ü ç gün hapsettiler, bizi de cepheye gön- gün ingilizlerin elinde esirdir.) demedim mi, işitmedin m i b u n u ?
dermek tehdidiyle m ü t h i ş surette haşladılar. Bereket versin ki, Yu- Ben b u n u söylerken ne demek istedim. B u g ü n , vaziyetin iç y ü z ü n ü
nus Nadi bey mebustu. B u yüzden gazeteyi k a p a m a k t a n çekindiler. bilmiyen bütün Anadolu, b ü t ü n memleket Padişaha bağlı... Biz de
F a k a t sonra bir bahane icat ettiler, «Tasviri Efkâr» ı on g ü n müd- onlara uyarak, bağlı görünmek mecburiyetindeyiz. Yoksa, takririn
detle kapattılar. Buldukları bahane de şuydu: Şehremini ismet Be- kabul edilmiş olsa, Anadoluyu baştan başa aleyhimize ayaklandır-
yin kardeşi Savni Bey Yeniköy dairesi belediye reisi tâyin edilmişti. mış oluruz. A m m a , sen haklısın... Y a l n ı z biraz sabret Merak etme,
— Vay «kardeşi» kelimesini ilâve ederek bu haberi yazdınız, o n u n da zamanı gelecek...)
b u n d a kötü niyet var «dedilerdi.» — Peki Paşam... dedim.
Biliyorum ki, O , herşeyi, bizim hepimizin görüşümüzden daha
20. Asır: 28/1/1956 Cemalettin S A R A Ç O Ğ L U
iyi ve d a h a çok uzaklarına kadar gören tek adamdır. H a t t â gençlik
•
H E R Ş E Y İ ZAMANINDA YAPAN MUSTAFA KEMAL heyecaniyle b u takriri yazdığım zaman riyasete vermeden evvel,
kendisine göstermek l ü z u m u n u duymamış oluşuma da kızdım.
Rahmetli Ziraat Vekili Sabri Toprak, Millî Mücadelenin ilk yıl- B u n u n üzerine Mustafa Kemal Paşa, takririmi, o sırada Büyük
l a r ı n d a Posta ve Telgraf U m u m M ü d ü r ü iken, istanbuldan, h a t t â Millet Meclisi Başkâtibi olan Recep (Peker) e: (— Al b u n u bir hâ-
d ü n y a d a n haber alabilmek için, sık sık ziyaretine giderdim. tıra olarak, dosyasında hıfzet...) diye verdi.
Bir gün, yine böyle, m a k a m ı n d a otururken, Sultan Vahidettin'- O günden sonra, ben, hep Paşanın beklediği, o gelecek (zama-
i n Sevrdeki heyeti m u r a h h a s ı n a çekmiş olduğu bir telgrafın sureti n ı ) iple çekerek, bekleyip durmağa başladım.
ele geçti. Vahidettin bu telgrafında, Sevrdeki heyeti nıurahhasası Nihayet bir gün, kulaktan kulağa; (Çankayada m ü h i m toplan-
reisi D a m a t Ferit Paşaya hülâsaten: (Muahedeyi her ne pahasına tılar oluyor...) fısıltıları gelmeğe başladı. Birbirlerine:
olursa olsun imza edin ve gelin) diyordu. — Y a h u ! . . . Çankayada toplantı varmış... Ne oluyor?... Birşey
B u n u görünce, beynim attı. Hemen Büyük Millet Meclisine git- duydun mu? Söylesene; diyenlerin en sabırsız meraklılarından biri
t i m . Kaleme sarıldım: (Memleketin ne kadar uleması varsa hepsini de bendim.
toplayıp, vatanı parça parça eden bu Sevr muahedesini göstererek, B u merakımız çok u z u n sürmedi: Artık herkesin bildiği gibi, is-
b u n u imza ve kabul eden Halife ve Padişahı hal' kararı alalım) di- tifa eden, daha doğrusu istifaya dâvet edilen Ali Fethi Bey kabine-
ye bir takrir yazarak, riyasete sundum. si yerine yeni bir heyeti vekile seçmekte uğranılan güçlükler üze-
Meclis riyaseti m a k a m ı n d a , Hasan F e h m i Bey oturuyordu. B u rine, Halk Fırkası Reisi sıfatiyle müdahalesi istenen Mustafa Kemal
takriri görür görmez, rengi atmış: (— Ne yapıyorsun se^ı?) diye bir Paşanın, yakın arkadaşlariyle de istişâre ederek, bulduğu çarenin
lâhzada hasıraltı etmişti. pek tabiî neticesi olarak, Teşkilâtı Esasiye k a n u n u n a ilâve edilen
. Sinirlendim a m m a , ses çıkarmadım. Ferdası günü, yine aynı maddelerle, (Cumhuriyet) kabul ve ilân edildi.
takriri verdim. B u sefer Meclise doktor Adnan (Adıvar) riyaset edi- Meclisin, o anda arzettiği manzarayı tarife i m k â n yoktur. Bü-
yordu O da, takriri okur okumaz, cebine atarak, (Böyle şey olmaz) t ü n Meclis, bir yanardağ gibi feveran halinde, alkışlarla çınlıyordu.
demişti. F : 12
— 179 —
— 104 —
Yalnız bu arada, pişmiş aşa soğuk su k a t m a k kabilinden vâki olan — Düşmanların izmir'e çıktıkları ve b ü t ü n vatanı parçalamağa
mânâsız bir teklif, nerede ise, Meclisi çileden çıkaracaktı: karar verdikleri günlerdeydi ki, köhne Bandırma vapuriyle istan-
Cumhuriyetin ilâniyle, saltanat o t o m a t i k m a n sona ererken, ta- bul'dan ayrılarak 19 Mayısda Samsun'a gelmiştim. B u güzel şehirde
bii, h a n e d a n ı saltanat da, k a p ı dışarı ediliyordu. de düşman askerleri dolaşıyordu. B u güzel şehir ahalisinin dahille
işte, b u mevzu görüşülürken, Dahiliye Vekili Ferit Bey, kalkıp irtibatı Merzifon'da b u l u n a n yabancı askerlerle katolunmuştu. Ka-
radenize açık olan bu şehir ve onun vatanperver halkı, düşman
da:
donanmasının tehdidi altında bulunuyordu.
— Hanedanın erkekleri çıkarılsın a m m a , kadınları kalsın... de-
mez mi? Fakat, bunlara rağmen, ben Samsun'u ve Samsunluları gördü-
Vay efendim vay!... Sen misin b u n u söyliyen? Alimallah kıya- ğ ü m zaman, memleket ve millete ait b ü t ü n tasavvurlarımın, karar-
metler koptu... larımın, her halde kabili istihsal olduğuna bir defa daha, ve kuv-
— Hayır!... Hayır!... Hepsi, hepsi!... Bilaistisna çolukları çocuk- vetle kani oldum.
lariyle cümlesi!... Samsunluların h a l ve vaziyetlerinde gördüğüm, gözlerinde oku-
Diye bar bar bağıranlar, kürsülerin üstüne çıkarak, ortalığı al- d u ğ u m vatanperverlik, fedakârlık ve ümit... Tasavvurlarımı müsbet
lak bullak ediyorlardı. Meclis, açıldığı gündenberi, böyle bir heyeca- kanaate isale kâfi geldi. B u n d a n üç sene sonra, Büyük Millet
n a sahne olmamıştı. Meclisinde verdiği b ü y ü k nutukta ise, Samsun'a çıktığı günkü,
G ü r ü l t ü , patırdı öyle bir h a l aldı ki, k i m i n ne dediği, k i m i n ne memleketin u m u m î vaziyet ve manzarasını, yine bizzat ve aynen
istediği anlaşılmaz oldu, t â ki; haber alıp gelen Atatürk'ün, müda- — O s m a n l ı devletinin dahil bulunduğu grup, Harbi Umumîde
halesiyle, mesele m a l û m şekilde, yâni b ü t ü n hanedanın istisnasız su- m a ğ l û p olmuş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır
rette h u d u t dışma çıkarılmaları kabul edilinceye kadar... bir mütarekename imzalanmış. Büyük harbin uzun seneleri zarfın-
B u h a l b ü t ü n Meclisin Cumhuriyeti ne kadar hararetle, ne bü- da, millet yorgun ve fakir bir halde, millet ve memleketi bu harbe
y ü k bir hahişle isteyip kabul ettiğini sarahatle gösteriyordu. sevkedenler, kendi hayatları endişesine düşerek, memleketten firar
Ben, o gün, şöyle bir düşünceye daldım: etmişler. Saltanat ve hilâfet mevkiini işgal eden Vahdeddin, müte-
Eğer, diyordum kendi kendime... Eğer, fi tarihinde vermiş oldu- reddi, şahsî ve yalnız t a h t ı n ı temin edebileceğini tahayyül ettiği de-
ğ u m takrir, o gün Meclise arzolunsaydı, acaba, yine bugünkü gibi n î tedbirler araştırmakta.
hararetle ve içten gelen tezahüratla, tasvip ve kabul edilir miydi?.. D a m a d Ferit Paşanın riyasetindeki Kabine, âciz, haysiyetsiz,
Hayır... Asla... Bilâkis, A t a t ü r k ' ü n t a h m i n ettiği gibi, b ü t ü n mem- cebin, yalnız padişahın iradesine tâbi ve onunla beraber şahıslarını
leketle beraber, bu Meclisteki birçoklarının hoşnutsuzluğunu, h a t t â vikaye edebilecek her h a n g i bir vaziyete razı.
isyanını mucip olurdu. Demek ki, ben, vaktini bilememişim... ve de- O r d u n u n elinden silâhları ve cephanesi alınmış ve alınmakta.
mek ki, her şeyin olduğu gibi, b u n u n da vakit ve zamanını en iyi
i t i l â f devletleri, mütareke i m k â n ı n a riayete lüzum görmüyor-
bilebilmiş olan yine O'dur.
lar, birer vesile ile, donanmaları ve askerleri istanbulda. Adana Vi-
işte, Atatürk budur ve en büyük eseri olan (Cumhuriyet) i,
lâyeti, Fransızlar; Urfa, Maraş, Antep ingilizler tarafından işgal
böyle, zemin ve zamanını en mükemmel şekilde hazırlamak suretiy-
edilmiş. Antalya ve Konya'da italyan askerî kıt'aları; Merzifon ve
le tahakkuk ettirmiştir.
Samsun'da ingiliz askerleri bulunuyor. Nihayet, söz başlangıcı ka-
00 Asır : 1953 KANDEMİR
bul ettiğimiz 19 Mayıs 1919 tarihinden dört gün evvel de, i t i l â f dev-
•
letlerinin muvafakatiyle Y u n a n ordusu izmir'e ihraç ediliyor.
Mustafa Kemal'in H a y a t ı n d a Hiç Bilinmiyen Taraflar işte; Atatürk, ayrı ayrı tarihlerde, Samsun'a ilk ayak bastığı
g ü n k ü vaziyeti böyle anlatmıştır.
ATATÜRK'ÜN ANADOLUDA İLK MİSAFİR OLDUĞU OTEL Şimdi; o n u n b u derece ümitsiz ve feci görünen bir vaziyette
Samsun'a gelişine rağmen; (memleketi bu m ü t h i ş badireden kurta-
Atatürk, zaferden sonra 20 Eylül 1924 de, ikinci defa olarak
racağına nasıl emin o l d u ğ u n u ) anlamak için, Anadoluya geçerken
Samsun'a gittiği zaman, şerefine verilen ziyafette, 19 Mayıs 1919 da-
ilk uzun molayı vererek yirmi g ü n kaldığı Havzada, oteline misafir
ki ilk gelişini kısaca şöyle anlatmıştı:
— 180 — — 101 —
olarak gece gündüz beraber b u l u n d u ğ u meşhur Ali Babayı dinliye- — Mükemmel, dedi, yalnız b u n u n (Vilâyat-ı Şarkiye) si ile
lim: (Milliye) sini kaldıralım, yalnız (Müdafaa-i H u k u k ) olsun...
— Havza K a y m a k a m ı Fahri Bey, bir g ü n beni çağırdı. (Çok — Hay, hay!... dendi, kabul olundu.
muhterem bir paşa geliyor. B ü t ü n müşterilerini çıkararak, otelini B u n u n üzerine Paşa, şu teklifte b u l u n d u :
boşalt, temizle, hazırla!...) dedi ve ilâve etti: (Paşa burada kaldığı — Bir de burada halkı tenvir etmek lâzım. B u n u n için bir mi-
müddetçe, b ü t ü n hizmetini sen göreceksin! Bir lâhza bile yanından ting yapalım. O n d a n evvel de camide bir mevlit okutalım... Vakıa
ayrılmıyacaksm!) şeker buhranı var a m m a , zarar yok, cemaata şeker yerine i z m i r
Bizim otel elli yataklıdır ve Puntos çetecileriyle dolu idi. ü z ü m ü dağıtırız...
K a y m a k a m d a n aldığım emir kati olduğu için k â h güler yüz, kâh Ertesi g ü n ü otel kapısının ö n ü n d e duruyordum. Köylüler araba-
bahanelerle ve kâh: ( A n a n yahşi, baban yahşi!) diyerek, tepeden l a r a yüklenmiş oldukları ölüleri götürüyorlardı. Sordum: (— D ü n
tırmağa kadar silâhlı çetecileri otelden çıkardım. gece Puntosçu çeteler vurdu!..) dediler. H e m e n Paşaya koştum:
Mayısın 25 inci pazartesi günüydü. (Paşa geliyor!) dediler. Ka- — Bak Paşa Hazretleri... Şu cenazelere bak!. Her gün işte böyle
pıya indim. Biraz ötedeki otomobilden inmiş olduğu anlaşılan, basit, oluyor. Her gece Türk köylerini basıyorlar. Hattâ, H a t t â , Havzayı
mütevazi görünüşlü bir yolcu halinde geldi. K a y m a k a m F a h r i Bey, bile basacağız, diye haber gönderiyorlar. Artık sen bilirsin...
beni tanıtınca, elini göğsüne götürdü: A r k a m ı okşadı:
— Selâmünaleyküm Ali Baba!... diye gülümsedi. — A l i Baba... Ali Baba!... Sabret, her iş yoluna girecek... Hep-
— Aleykümselâm Paşam!., dedim amma, ne paşasıdır, adı ne- sini i m a n a getireceğiz A l l a h m izniyle... Merak etme!... dedi.
dir, h â l â bilmiyordum. Allah bilir ya, Paşanın dediğine pek inanmıyordum.
Otele girdik. Y o l gösterdim. Y a n ı n d a K a y m a k a m F a h r i Beyle — Paşam!., redim, ne ile i m a n a getireceğiz? Topları, tüfekleri,
yaveri vardı. mitralyöleri, paraları var. Her yana h â k i m oldular, her tarafa bay-
Biraz dinlendikten sonra Havza eşrafı ve belediye reisi filân zi- r a k astılar. Bizde kala kala bir meşe sopası kaldı. Geceleri basacak-
yaretine geldiler. Kahvelerini içtiler. Y a r ı m saat kadar konuştular. lar diye anamız uyuyorsa babamız ayakta. Mahalle mahalle (bekli-
Çıkarlarken sordum. K e m a l Paşa imiş, müfettişmiş... (— Ne müfet- yoruz. A m a işte o kadar... Yaptıklarını görüyorsunuz!...
tişi?) dedim. ( ^ Canım, askeriye müfettişi, işte...) cevabını verdiler. — Müsterih ol diyorum sana... Müsterih ol, daha başka bir di-
Böylece, k i m olduğunu öğrendik. yeceğin var mı?
Ziyaretçiler gittikten sonra, baktım, masasının üstünde harita- Sustum.
lardan başka bir şey yok. Zaten onlarla konuşurken de, haritaları Havzada alay kumandanlarımız filân vardı amma, bunların at-
göstererek: (Konya burası, İzmir şurası, A d a n a orada, düşman şu- l a r ı n a bakacak neferleri bile yoktu. Her şey darmadağınık ve peri-
rada...) gibi lâflardan başka bir şey söylediği de yoktu. şandı... Bir gece işte bu tabur kumandanlarından Saim Beyle Kâ-
Ertesi akşam Havza eşrafı, Belediye Reisi İbrahim Cebecinin m i l Bey, otelin kapısına gelmişler, beni çağırttılar:
evinde toplanmıştı. Paşa da yaveri Muzaffer Beyle beni aldı, oraya — Ali Baba, dediler, sana m a h r e m bir şey söyliyeceğiz. B u n u ,
gittik. Hoşbeşten sonra sordu: bir yolunu bulup hemen Paşaya yetiştir, çok m ü h i m d i r , ingilizler
— Eli silâh tutar, ne kadar erkek verebilirsiniz bana? H a r p u t t a n , Malatyadan, Diyarbekirden toplayıp kırk katıra yükle-
— Eşraftan Bayram Con ile Belediye Reisi: dikleri tüfek mekanizmalarımıız Samsuna götürüyorlar. Ş i m d i iki
— D ö r t bin kadar silâhlı verebiliriz paşam... dediler, ötekiler saat ötedeki Cendek karakolunda mola veriyorlar.
de, bu sözü tasdik edince, m e m n u n oldu: Hemen, merdivenleri çifter çifter atlıyarak, yukarı çıktım, ne-
— Teşekkür ederim, fakat yapılacak başka bir iş de var. Evvelâ fes nefese, olanı biteni Paşaya anlattım.
söyleyin bana, burada ne gibi teşekküller var? dedi. — G i t bana Bayram Con Beyle Belediye Reisini çağır... dedi.
Belediye Reisi, İ t t i h a t ve Terakkinin lâğvolduğunu anlatarak; G i t t i m , uyandırdım, Paşanın y a n m a getirdim. Y a r ı m saat kadar,
— Şimdi, Trabzonda teşekkül etmiş (Vilâyat-ı Şarkiye Müda- odada ne konuştular bilmem. Yalnız, kırk katır yükü mekanizmalar,
fa-i Milliye Cemiyeti) var. Bize de bazı şeyler yazıyorlar, deyince, o ertesi g ü n ü Samsuna değil, Havzaya bize geldi. Hattâ, iki g ü n sonra
evrakı görmek istedi. Getirdiler, okudu: d a katırlar belediyece mezada çıkarıldı.
— 104 —
— 182 —
37 Eski Bir Muhalife Ceza (ismail Habip Sevük) 71 Suikast, Her E m r i m Y a p ı l ı r (Asaf i l b a y )
72 Sıfır, Kemalizm ve Hitlerizm ( M a h m u t Esat Bozkurt)
38 Böyle Geçilir, Atatürk'e Hakaret Eden Köylü.
73 Senin Partinden (Ruşen Eşref ü n a y d m ) , Atatürk ve Mülâzim
39 Esentepe, B ü y ü k A d a m ölünce (A. Tekin B ü y ü k u t k u )
F a t m a (Hasan Sıddık Hayderani).
39 B u Mebus i m t i y a z ı m Beğenmedim...
74 Maziyi Hatırlarken ( M a h m u t Esat Bozkurt), Makedonya...
40 Atatürk ve Talât Paşa...
40 Saray ile i l i m Adamları (M. Kemal ö k e ) 75 Tanrıya istida (Sıtkı Uluata), i l k Dikilen Heykel.
41 istanbul'daki Vazifesini Yapsın (Selim Cavit Y a z m a n ) 76 Kanonika'ya ( M i t h a t Cemal K u n t a y )
41 Hazreti M u h a m m e d (Org. Fahrettin Altay) 77 Tokatlıyanda (Hikmet Feridun Es)
78 Cumhuriyet ( M a h m u t Esat Bozkurt), Kırk Yıllık Diplomat
42 A t a t ü r k i k i Araba K a v u n u Nasıl Almıştı? (Mustafa Baydar)
79 Mustafa Kemaller (F. R ı f k ı Atay), A n l a m ı ş t ı m (H. Kılıçoğlu)
43 Geldikleri Gibi Giderler (Faik Reşit U n a t )
80 Aniıbal, Evlenmeden önce (Halide E d i p Adıvar).
43 i n t i h a r Eden K u m a n d a n (Salih Bozok)
81 K a m ç ı (Lâtife Uşaklıgil), B u tüfek sana yaraşır (Aka G ü n d ü z )
44 R a k ı ve Kral Kostantin (Falih R ı f k ı Atay)
82 Yaşasın Başkumandan (ismail Habip Sevük), Atatürk...
44 Anadolu işgal Edilmez (Nizamettin Ataker)
83 Bıldırcın Kebabı ( A k a G ü n d ü z ) , Yedi Düvel, Kumandanın
45 Bir B o m b a ile Uçurulmalı (Nizamettin Ataker)
Tarifi (Tahsin ü z e r )
45 İngiltere Tahtının Akıbetini Gören Atatürk (S. Nafiz Tansu)
84 i l i m Sevgisi (Prof Dr. Afet i n a n ) , Bir milyon da Siz (C. K u t a y )
45 ikinci Dünya H a r b i n i n Çıkacağını Bilmişti ( R . Eşref ü n a y d m )
85 Atatürk'ün İfşa Ettiği Sır, Bir i n t i k a m (Selâmi izzet Sedes)
47 E m i r Altına A l m a m ı y a n A d a m , Hepsini Sopa ile kovacağız
48 imparator Olurdum, Atatürk ve Millet... 86 Atatürk Bektaşî Âyin-i Cem'inde (Enver B e h n a n Şapolyo)
87 Ufukların ötesi (Enver B e h n a n Şapolyo)
49 Ben İsmeti iyi Tanırım...
88 Pâdişâhı Çağır ( Y a h y a G a l i p )
50 Bir Türk Dünyaya Bedeldir, ikimiz de Gazi'yiz.
90 Kafa Götürüyoruz (Hüsrev Gerede)
51 Ne Çareki, A t a t ü r k ve Spor (Falih R ı f k ı Atay)
91 Riyadan Nefret, Prensip (Prof. Dr. Afet i n a n ) .
53 Napolyon (Yücel), Millet Şerefine, Fikretin Âşiyanmda.
92 ö l e n ve Yaşayan ( F a l i h R ı f k ı Atay)
54 imparator (Falih Rıfkı Atay)
93 i k i Hatır acık (Falih R ı f k ı Atay)
54 Teshir Kuvveti ( B u r h a n Göksel)
94 Türk Kahvesi (M. Haydar Oğuz)
55 Abbas Halim Paşa Y a t ı n d a (Refik Fersan)
95 Selimiye'de (Necmi Ağabey), ihtiyar Ağaç (Mevlût Baysal),
56 Kabahat, Hayat, Güzel Gözler.
Allah Herkesin Kafası Kadar B ü y ü k t ü r (Mazhar Çubukçu)
57 Medreseler ( M a h m u t Esat Bozkurt), Netice (Hulûsi K ö y m e n )
96 Bir Tarih Dersi (Erkan T u n a )
57 Devlet Gemisi (Nihat Reşat Belger), Hatay işi (Ali Kılıç).
97 Atatürk'ün Kahve içtiği Fincan (M. Kemal Çoksever)
59 Memleketin Efendisi ( M a h m u t Esat Bozkurt), Olur Şey De-
98 Atatürk ve Gençlik (Rıza Ruşen Yücer)
ğil (ismail Habip Sevük), Millî Mücadele Sıralarında.
99 Son Balo'da (Rıza Ruşen Yücer)
60 Mehmetçik ve i m a m ( M a h m u t Esat Bozkurt), Memleket i ç i n
100 Arap Söylemişti ( R ı z a Ruşen Yücer)
(Arif Oruç), Vaadimi T u t t u m ( i b r a h i m Tali ö n g ö r e n )
101 Bis bis, İlk Hedef (Rıza Ruşen Yücer)
61 Beraber Çalışacağız (Ali Fuad Cebesoy), Mustafa Kemalle M ü -
102 K u r t Mehmet (Rıza Ruşen Yücer)
lakat (Ruşen Eşref ü n a y d m ) .
103 Yine Y a k (Rıza Ruşen Yücer)
62 Değişmeyen i n s a n (Ali Fuat Cebesoy).
104 Sen de O k u m u ş Sayılırsın (Rıza Ruşen Yücer)
63 Onları Denize Dökeceğim (Ali Kılıç), Pışşştt! (Salih Bozok)
105 Mistik Sağ Olsun, Tuhaf Tesadüf (Rıza Ruşen Yücer)
64 Geldikleri Gibi Giderler, Anadoluya Giderken...
106 Derslerine Çalışacaklar (Rıza Ruşen Yücer)
65 Atatürk'ün Hoşlandığı Kelime, Muzir Vücutlar (E. B. Şapolyo).
107 Atatürk'e Verilmek istenen Rüşvet (Mithat Sertoğlu)
66 Düşmansız A d a m (Vâ-Nû), Mağrur O l m a Pâdişâhım (A. i l b a y )
109 Selânik'te Bir Gece (Behçet Kemal Çağlar)
67 An'anevî Dostluk (Samih Nafiz Tansu).
111 Atatürk ve Mevlâna (Mehmet Önder)
68 Halk isterse Beni de Kovar (C. Y a l ç ı n )
112 Veled Çelebi'ye Hediye
69 Hep Beraber, Sayım G ü n ü , Y o h G o m u t a n , Kral Edvard.
113 Atatürk S a n k i Bize Yüreğini Vermişti (Nesibe)
70 Napolyon'un Programı (Ruşen Eşref ü n a y d m ) , Yaşamalısın,
— 192 —
Hilmi Yücebaş'm, k ü t ü p h a n e l e r i n l s f e ^ İ M B ^ B M p j h
bu eserlerini kitabevimizden veya ( İ s t a n b u l J - | Postapcj-
tusu: 255) ten isteyiniz.
KÜLTÜR KlT/fi^H
İstanbul, Ankara Öad.
ŞAİRLER ve E D İ P L E R
(Millî Eğitim Bakanlığınca O k u l l y B H j j ^ ^ ^ M B
Edebiyatımızda A T A T Ü R K .... j
N E Y Z E N T E V F İ K ve Ş İ İ R L E R İ
Büyük Mücâhit, Hüseyin Cahit
Filozof Rıza Tevfik (3. Basılış) • i l . . 500
Hiciv Edebiyatı Anatolojisi (2.
Şair Eşref (2. Basılış)
Türk Mizahçıları (Nüktedanlar v £ Şairler)
Ahmet R a s i m : Aşkları - H â t ı r a l a ı |
Cemal Nadir ve Karikatürleri
Bütün Cepheleriyle Y A H Y A K E >
REŞAT NUFj
ERCÜMENT
AHMET H A Ş
AKA G Ü N D Ü
NAMIK K E M k L 400
TEVFİK FİKRET 400
MEHMET ÂK1F 500
300
Edebiyatımızda Mevlâna
Karikatür Üstadlarımız C E M ve
Yedi Şairden Hâtıralar
(Abdullah Cevdet, Sâmih Rifat, p e l â l Sahir, |Eniş|
Behiç, İbrahim Alâeddin, İhsan Hamamı, Halil Ni-
had) m Hayatı, Şiirleri... Fıkra
Ö M E R S E Y F E D D 1 N (Hayatı, f a i k Ş y f e l e i î , , Ş i î r î e f j "
ŞÂİR PADİŞAHLAR
Ö M E R H A Y Y A M ve RUBÂİLEÜR
( B u kitapta ayrıca bütün Türk ş a M M M K f f i M ^ M
si vardır.)
# "te
Nükteleri-Fıkraları*
Hilmi Yücebaş'm, kütimhanelftrm.M^illWAilll!WAIPBBİ^B
bu eserlerini kitabevimizden veya (İstanbul — Posta
t u ş u : 255) ten isteyiniz.
K Ü L T Ü R KİTAP,EVİ
Hatır
İstanbul, Ankara Cad. -62/2
Fiyatı 5
ît i ' k y.ujM