You are on page 1of 12

Abdulaziz Bayındır'ın “KADER” Konusundaki Bir Saptırmasına

Reddiye

Abdulaziz
Bayındır'ın
“Kader“
Konusundaki Bir
Saptırmasına
Reddiye
Yazar
Ebu Muaz Seyfullah Erdoğmuş

Risale düzenleme
Özgür El Erdişi

1
Abdulaziz Bayındır'ın “KADER” Konusundaki Bir Saptırmasına
Reddiye

Abdulaziz Bayındır'ın “KADER” Konusundaki Bir Saptırmasına


Reddiye
Bismillahirrahmanirrahim
Şüphesiz hamd Allah içindir. Ona hamd eder, O'ndan yardım
ister, O'ndan bağışlanma dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve
amellerimizin kötülüklerinden Allah'a sığınırız. Allah kimi hidayet
etmişse onu saptıracak yoktur.
Kimi de saptırmışsa onu hidayet edecek yoktur. Şehadet ederim
ki Allah'tan başka ilah yoktur, O birdir, ortağı yoktur. Yine şehadet
ederim ki Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem O'nun kulu ve
rasulüdür.

Bundan sonra;
Birçok kimse söylemlerinin çok cüz'i bir kısmında Selefî'lerin
söylemlerine benzettikleri için;
Ehl-i Sünnet haricinde her türlü sapık fırkanın görüşlerini pislik
böceği gibi yumak yapan ve şakirtlerine helva diye yutturan Mustafa
İslamoğlu'yu ve Sapkın fırkalardan biri olan Mutezile'nin ülkemizdeki
temsilcilerinden Prof.Dr. Abdulaziz Bayındır'ı ''selefî''
zannetmektedirler!
Onların habis akidelerini ümmetin selefine nispet etmek, selefe
büyük bir iftiradır.
Forum sayfamda Mustafa İslamoğlu'nun sapıklıklarına işaret
eden bir kaç yazı yayınlamıştım.
Burada Abdulaziz Bayındır'ın Mutezile'nin en bariz özelliği olan
''kader inkârı'' özelliklerine nasıl intibak ettiğini, hatta mutezileden
olan öncülerini de solladığını göstererek, şüpheye düşürdüğü
zihinlere, hakkın delillerinden bir huzme sunmaya çalışacağım. Başarı
Allah'tandır.

Bayındır, Doğru Bildiğimiz Yanlışlar adlı kitabında (s.116)


Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in kader inancını eleştirdiği satırlarında şöyle
diyor:

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

2
Abdulaziz Bayındır'ın “KADER” Konusundaki Bir Saptırmasına
Reddiye

''Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki onlara iyice
açıklasın. Bundan sonra Allah dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni
de yola getirir. Güçlü olan o, doğru karar veren odur.'' (İbrahim
14/4)

Tefsir ve meallerin çoğunda âyete şu şekilde anlam verilmiştir:

''Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki onlara iyice
açıklasın. Bundan sonra Allah, dilediğini saptırır, dilediğini de yola
getirir. Güçlü olan o, doğru karar veren odur.''

Ayete bu şekilde anlam verenler şunları düşünmeliydiler:


Allah dilediğini yola getirecek ve dilediğini saptıracaksa neden elçi
gönderir?
Bu durumda elçinin, o toplumun dili ile açıklama yapmasının ne
anlamı olur?
Böyle anlamsız bir iş ''doğru karar veren'' Allah'a yakıştırılır
mı?

İçinde ciddi çelişkiler olan ifadeler, Allah'ın sözü olabilir mi?


Çelişkiler ''yeşâ''nın faili olan ''o'' zamirinin Allah lafzını gösterir
sayılmasından kaynaklanmıştır.

Hâlbuki burada zamir, yalnız ''men= kim''i gösterir. Uzağında olan


Allah lafzını göstermesi için karine gerekir. Burada böyle bir karine
yoktur.
Üstelik konu ile ilgili âyetler, yola gelmeyi ve sapmayı kişinin
fiili olarak göstermektedir...''

Bayındır, kendisi için ''Arap dili konusunda mahir bir kimse''


görüntüsü vermeye çalışsa da aslında bu söyledikleri, Arap dilinde
uzman hiç kimse tarafından kabul edilmemiştir.
Hatta öyle ki Mutezile'nin ileri gelenlerinden ve arap dilinin
uzmanlarından olan Zemahşeri dahi, bu ayetin (İbrahim 4 ayetinin)
tefsirinde Ehl-i Sünnete muhalif bir yorumda bulunmasına rağmen,
Bayındır'ınki gibi fasid bir yoruma gitmemiş, şöyle demiştir:

3
Abdulaziz Bayındır'ın “KADER” Konusundaki Bir Saptırmasına
Reddiye

''Allah dilediğini saptırır, dilediğini hidayet eder'' ayeti tıpkı ''Bir


kısmınız kâfir, bir kısmınız da mü'mindir.'' (Tegabun 2)

“ ayetindeki gibidir. Zira Allah ancak iman etmeyeceğini bildiği


kimseyi saptırır ve ancak iman edeceğini bildiği kimseyi hidayet eder.
Saptırmakla kastedilen, yardımsız bırakmak ve lütufta bulunmamaktır.
Hidayet ise başarı vermek ve lütufta bulunmaktır. Böylece küfür ve
imandan kinaye olmaktadır.'' (el-Keşşaf 3/264)”

Görüldüğü gibi Mutezile imamı Zemahşerî dahi, Arap lügatinde


söz sahibi bir kimse olmakla beraber, ''men yeşa'' kalıbındaki dilemek
fiilinin zamirini Allah'a ait olarak yorumlamıştır.
Bayındır, mutezilî bir imam olan Zemahşeri'yi burada
sollamıştır. Zira bu sözlerinde görülen o ki, Zemahşeri, kadere imanın
rükünlerin biri olan ''ilm''i yani Allah'ın ezelden her şeyi bilici
olmasını kabul etmektedir. Bayındır'ın açıklaması ise ancak kadere
imanın ilim rüknünü inkâr eden kimselerin tarzını ifade etmektedir.

Bayındır şöyle diyordu:


''Çelişkiler ''yeşâ''nın faili olan ''o'' zamirinin Allah lafzını gösterir
sayılmasından kaynaklanmıştır. Hâlbuki burada zamir, yalnız ''men=
kim''i gösterir. Uzağında olan Allah lafzını göstermesi için karine
gerekir.''

Burada ayetin doğru i'râbı şu şekildedir:


''yudillullah'' fiil-i muzari olup faildir. ''Men'' ise mef’uldür.
''yeşâ'' sıladır. ''yehdî men yeşâ''; ''yudillullahu men yeşa'' üzerine
atıftır.

Bayındır'ın açıklaması, arap diline uygun olmayıp, ''men''in


mef'ul değil, fail olduğunu söylemekte ve ''yeşâ''nın sıla olmasını
inkar ettiğini göstermektedir. Bu sapmanın boyutunu herkesin açıkça
müşahede edebilmesi için, burada hemen aynı kalıpta başka bir ayeti
örnek olarak zikredelim:

Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur:

4
Abdulaziz Bayındır'ın “KADER” Konusundaki Bir Saptırmasına
Reddiye

''Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'a aittir. Dilediğini yaratır.


Dilediği kimseye kızlar ihsan eder; dilediği kimseye de erkek evlatlar
verir. Yahut onları erkekler ve kızlar olarak çift verir; dilediğini de
kısır yapar. O, şüphesiz her şeyi hakkıyla bilendir; her şeye hakkıyla
kadirdir.'' (Şura 49-50)

Şimdi de bu ayetlere, Bayındır'ın zikrettiği kaideye göre tercüme


edelim, bakalım ne çıkacak?:

''Dilediği kimseye kızlar ihsan eder, dilediği kimseye de erkek


evlatlar verir…''

bu ayetlerde de Bayındır'ın zikrettiği kaideye(!) göre ''yeşa:


dileme'' fiilinin zamiri ''men: kim'' olması gerekir.
Buna göre mana:
''Dileyene kızlar ihsan eder, dileyene de erkek evlatlar verir…''
şekline gelir ki bu ayetleri bu şekilde tercüme edene herkes güler.
''Burada ''limen'' şeklinde, ''li'' edatı olduğu için bunu kabul etmeyiz''
de denilemez.

Çünkü kendi zikrettiği kaide gereği, burada ''li'' edatı, ''dileme''


fiilinin mef'ulünü etkilemez.

Hemen bir sonraki ayete geçelim:

''dilediğini de kısır yapar…''

Yani ''yec'alu'' fiil-i muzari olup faildir. ''men'' mef'uldür. ''yeşâ''


sıladır.

Bayındır'ın zikrettiği kaideye göre anlamı:

''Dileyeni de kısır yapar'' şeklinde olması gerekirdi ki akıl sahibi


birinin böyle bir tercümeyi kabul etmeyeceği malum.
İşte burada bize: ''Karineler' olduğu için ''Allah dilediğini kısır
yapar'' diye tercüme ederim'' demek zorunda kalacaktır.

5
Abdulaziz Bayındır'ın “KADER” Konusundaki Bir Saptırmasına
Reddiye

İşte o zaman biz de – her ne kadar ayetin i'rabı doğru tercümenin


Bayındır'ın açıkladığı gibi olmadığını gösterse de, ek olarak - deriz ki:
''Tıpkı bunun gibi, ''Allah dilediğini hidayet eder…'' şeklindeki
tercümeyi destekleyen karineler vardır.''

İşte bu karinelerden birisi:

Allah Azze ve Celle bizlere, kendisine nasıl dua edeceğimizi


öğreterek şöyle buyurmuştur:

''Bizi dosdoğru yola hidayet et…'' (Fatiha 5)

Dilediğini hidayet eden, dilediğini saptıran Allah değil de,


kulların hidayeti veya sapıklığı, kendilerinin dilemelerine göre
şekilleniyorsa, Allah'ın bize kendisinden hidayet talebinde
bulunmamızı öğretmesinin sebebi nedir? Allah'ın hidayetimizi
dilemesi için değil mi? Yine diğer bir karine şu ayettir:

Allah Azze ve Celle, İbrahim aleyhi's-selâm'ın şöyle dediğini


haber veriyor:

''Rabbim beni hidayet etmeseydi, muhakkak sapıklığa düşmüş


kimselerden olurdum'' demişti.'' (En'am 77)

Bu ayete Bayındır'ın kader inkârcısı mantığıyla baksaydık, ona


göre hidayet ve sapıklık kulun dilemesine göre olduğu için(!),
İbrahim aleyhi's-selâm'ın hidayeti istemeyen ve sapıklığı
dilediğinden dolayı sapıklığa düşebilecek bir kimse olduğunu
düşünebilir miydik? İbrahim aleyhi's-selâm'ın sapıklığı dileyen biri
olabileceğini düşünemeyiz.
Şüphesiz böyle bir düşünceyi ayet reddetmekte, İbrahim aleyhi's-
selâm'ın hidayeti isteyen biri olmasına rağmen, rabbi hidayet
etmedikçe sapıklığa düşeceğini itiraf ettiğini bildirmektedir.
İbrahim aleyhi's-selâm'ın hidayeti, kendisinin dilemesine değil,
Rabbinin hidayet etmesine bağlanmaktadır.

6
Abdulaziz Bayındır'ın “KADER” Konusundaki Bir Saptırmasına
Reddiye

Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

''Allah kimi hidayet ederse o, hak yola ulaşandır ve kimi de


saptırırsa, işte bunlar ziyana uğrayanlardır'' (A'raf 178)

Hadislerden karine olarak da şu iki rivayet yeterli olacaktır:

Abdullah b. Mes'ûd radıyallahu anh şöyle dedi:

Doğru olan ve tasdik edilmiş olan; Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve


sellem şöyle buyurdu:

“Sizden birinizin yaratılışında, ilk kırk gün anne karnında meni


şeklinde kalır. İkinci kırk günde bu meni bir kan pıhtısı şeklini alır.
Üçüncü kırk günde ise bu kan pıhtısı bir çiğnemlik et haline gelir. Yüz
yirmi günü doldurunca Allah Azze ve Celle ona bir melek gönderir. Bu
melek ona şu dört şeyi yazmakla emrolunur. O meleğe denilir ki:
Onun amelini, rızkını, cennetlik mi yoksa cehennemlik mi olacağını
yaz. Sonra ona ruh üflenir. Sizden biriniz, cennetliklerin amelini
işler. Öyle ki kendisiyle cennet arasında bir kol boyu mesafe kalır.
Onun yazgısı öne geçer de cehennem ehlinin amelini işler ve
cehenneme girer. Yine bir kimse cehennem ehlinin amelini
işler. Öyle ki cehennemle kendisi arasında bir kol boyu mesafe kalır.
Bunun da önüne yazgısı geçer. Cennet ehlinin amelini işler de cennete
girer'' (Buhari: (328), Muslim: (2643)

Sürâka b. Mâlik b. Cu'şum Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve


sellem'in yanına gelip şöyle dedi:

''Ey Allah'ın Rasûlü! Bize sanki şimdi yaratılmışız gibi dinimizi beyân
et!
Bugün neden amel ediyoruz? Hakkında kalemlerin kuruduğu ve
yazılanların cereyan ettiği konuda mı, yoksa önüne geçebileceğimiz
bir konuda mı?''
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

''Hayır!

7
Abdulaziz Bayındır'ın “KADER” Konusundaki Bir Saptırmasına
Reddiye

Bilâkis hakkında kalemlerin kuruduğu ve yazılanların cereyan ettiği


hususta!'' Sürâka: ''O halde niçin amel ediyoruz?'' dedi. Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
''Siz amel edin. Herkese (takdir edilen ameli) kolaylaştırılır.'' (Muslim
2648)

''Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki onlara iyice
açıklasın. Bundan sonra Allah,
dilediğini saptırır, dilediğini de yola getirir''

Diğer bir ifadeyle: Bayındır hidayeti istedi, fakat Allah onu


hidayet etmeyi – belki de henüz - dilemediği için, o Rasul (sallallahu
aleyhi ve sellem) ile gelen beyana uymadığı gibi, Rasulün yolunda
giden müminlerin de yoluna uymadı.
Gitti Leopold Weis/Muhammed Esed adında
sonradan Müslüman(!) olmuş birinin arap diline de uymayan
yorumunu tercih etti!
Bayındır'ın bu sapıklığa düşmesi bile bu ayete yanlış anlam
verdiğinin delilidir. Çünkü Muhammed Esed Müslüman olana kadar
müminlerden hiç kimse bu ayete böyle iman etmedi.

Bu tutum ise Kur'an'da doğru yolda olanların sıfatı olarak


bildirilen şu hususa aykırı düşmektedir:

''Her kim, kendisi için doğru yol apaçık belli olduktan sonra,
Peygambere muhalefet eder ve mü'minlerin yolundan başka bir yola
tâbi olursa, onu girdiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası
ne kötü bir yerdir.'' (Nisa 115)

Evet, Muhammed Esed, Mustafa İslamoğlu ve Abdulaziz Bayındır


ortaya çıkıncaya kadar mü'minler ''Allah dilediğini hidayet eder''
şeklinde iman ettiler.

Bu üçünden sonra da mü'minler aynı şekilde iman etmeye devam


ediyorlar ve edecekler. Hak, asr-ı saadetten beri müminlerin
inandıkları şey olduğuna göre, haktan sonra sapıklıktan başka ne
vardır?

8
Abdulaziz Bayındır'ın “KADER” Konusundaki Bir Saptırmasına
Reddiye

Bayındır şöyle diyordu:


''Ayete bu şekilde anlam verenler şunları düşünmeliydiler: Allah
dilediğini yola getirecek ve dilediğini saptıracaksa neden elçi
gönderir? Bu durumda elçinin, o toplumun dili ile açıklama
yapmasının ne anlamı olur? Böyle anlamsız bir iş ''doğru karar
veren''
Allah'a yakıştırılır mı? İçinde ciddi çelişkiler olan ifadeler, Allah'ın
sözü olabilir mi?''

Bunun cevabı Ebu Hayyan'ın Bahru'l-Muhit adlı tefsirindeki


(7/145) şu açıklamasıdır:

''Allah Teâlâ gönderilen rasullerden her birinin, kavminin diliyle


gönderilmesinin illetinin, onlara açıklamak olduğunu beyan ediyor.
Sonra Allah Teâlâ saptırmayı dilediğini saptırdığını ve hidayet etmeyi
dilediğini hidayet ettiğini zikrediyor ki, bu konuda rasulün tebliğ edip
açıklamaktan başka görevi yoktur. Rasul, hidayet etmekle mükellef
değildir. Bilakis bu, daha öncesinde takdir edilmiş olup Allah'ın
elindedir. O kendisine galip gelinemeyen el-Aziz'dir.
Herşeyi hikmeti ve dilemesinin gerektirdiği yere koyan el-Hakim'dir.''

Kurtubi İbrahim 4. Ayetinin tefsirinde şöyle demiştir:

''Artık Allah, kimi dilerse saptırır, kimi dilerse de doğru yola iletir”
buyruğu ilahî meşîetin etkin olduğunu belirtmekte ve bu hususta
Kaderiye'nin görüşünü reddetmektedir. Bu cümle yeni bir
cümle olup ''Apaçık anlatsın diye'' buyruğuna atfedilmiş değildir.
Çünkü peygamber göndermek saptırmak için değil, apaçık beyan
etmek içindir. Bununla birlikte; ''Saptırır'' kelimesinin nasb ile
okunması da caizdir. Çünkü Peygamber gönderilmesi (hidayeti kabul
etmeyenler için)
saptırılmaya sebep olmuştur. O takdirde bu da yüce Allah'ın: ''Çünkü
sonunda onlara bir düşman ve bir tasa (sebebi) olacaktı'' (el-Kasas
8) ayetindeki gibi olur. Peygamber göndermenin saptırmaya sebep
olması, onların peygamberler kendilerine geldiğinde, peygamberi

9
Abdulaziz Bayındır'ın “KADER” Konusundaki Bir Saptırmasına
Reddiye

inkâr etmeleri sebebiyledir. O bakımdan adeta bu onların küfürlerine


sebep gibi olmuştur.''

Burada irade/dilemenin kısımları hakkında da şu açıklamayı


nakledelim ki, Bayındır'a reddiye sadedinde söylediklerimiz,
okuyucuyu Cebriye mantığına sürüklemesin.
Şeyh İbn Useymin rahimehullah, Vasitiye şerhinde şöyle
demiştir:
İrade/dilemenin kısımları:

İrade/dileme iki kısma ayrılır:

Birinci kısım kevnî irade/dilemedir. Bu irade tamamen meşiet/dileme


kelimesiyle aynıdır. Bu irade;

Birincisi:

Allah'ın sevdiği şeyler hakkında olabildiği gibi sevmediği şeyler


hakkında da olabilir. Buna göre bir kimse: ''Allah küfrü diler mi?'' diye
sorarsa şöyle dersin:
''Evet, kevnî iradesiyle
diler. Şayet Allah Azze ve Celle bunu dilemeseydi meydana gelmezdi.''

İkincisi:

Dilenen şeyin meydana gelmesi gerekir. Yani Allah her ne


dilerse mutlaka gerçekleşir.
Bunun meydana gelmemesi mümkün değildir.

İkinci kısım ise şer'î iradedir. Bu irade sevme/isteme anlamındadır.

Birincisi:

Allah'ın sevdiği şeylere hastır. Allah ne küfrü ne de günahı şer'î


dilemesiyle dilemez.

İkincisi:

10
Abdulaziz Bayındır'ın “KADER” Konusundaki Bir Saptırmasına
Reddiye

şer'î irade ile dilenen şeyin gerçekleşmesi gerekmez. Yani,


Allah'ın şer'î iradeyle dilediği bir şey gerçekleşmeyebilir. Allah
Subhanehu yarattıklarından kendisine kulluk etmelerini ister.
Bu dilemesi mutlaka gerçekleşmeyebilir. Nitekim Allah'a kulluk
edenler de, etmeyenler de vardır. Kevnî iradesi/dilemesi ise böyle
değildir. Böylece bu iki irade arasında iki açıdan fark söz konusu
olmaktadır:

1- Kevnî iradede, dilenen şey mutlaka gerçekleşir. Şer'î irade bu


mutlak değildir.

2- Şer'î irade Allah'ın sevdiği hususlara özeldir. Kevnî irade ise


sevdiği ve sevmediği şeyler hakkında geneldir.

Bir kimse ''Allah Teala sevmediği bir şeyi kevnî olarak nasıl
diler? Yani küfrü, günahı veya isyanı sevmediği halde bunları nasıl
diler?'' derse,

Cevap:

Bu, Allah Teala'nın bir yönden sevdiği, bir yönden de sevmediği


bir şeydir. Büyük maslahatlar içermesinden dolayı Allah bunu sever.
Masiyet/günah olmasından dolayı da sevmez.

Bir şeyin hem sevilen ve hem sevilmeyen olmasına bir engel


yoktur. Bir kimse ciğerinin parçası ve kalbinin meyvesi olan
çocuğunu, cildini yarması ve ona eziyet veren maddeyi çıkarması için
tabibe götürür. Şayet insanlardan biri gelip neşterle de değil, tırnağıyla
onu yaralasa onunla vuruşur. Ama cildini yarması için tabibe kendisi
götürür, onu sevinerek seyreder. Çocuğunu kor haline gelmiş kızgın
demirle dağlaması için tabibe götürür ve çocuğunu dağlamasına razı
olur.

O, bu kimsenin çocuğu değil mi, buna nasıl razı oluyor? Çünkü


bundan başka dilediği büyük bir maslahat vardır.

11
Abdulaziz Bayındır'ın “KADER” Konusundaki Bir Saptırmasına
Reddiye

İradeyi anlamamız sebebiyle tutulacak yol açısından şu iki


hususta istifade ederiz:

Birincisi:
ümidimiz, korkumuz, bütün hallerimiz ve amellerimizi Allah ile
alakalandırırız. Zira her şey O'nun iradesiyledir ve bu bizim tevekkülü
gerçekleştirmemizi sağlar.

İkincisi:

Allah'ın şer'î olarak dilediklerini işleriz. Bir şeyi Allah'ın şer'î


olarak dilediğini öğrendiğimizde onu sevdiğini anlarız. Şüphesiz bunu
işlemek için azmimiz kuvvetlenir.

Bunlar, iradeyi anlamamızın tutulacak yol açısından faydalarıdır.


Birincisi Allah'ın kevnî iradesine itibarla, ikincisi ise şer'î iradesine
itibarladır.

“Subhanekallahumme vebihamdike ve eşhedu en lâ ilahe illa


ente vahdeke lâ şerike leke ve estagfiruke ve etûbu ileyk.”

12

You might also like