You are on page 1of 6

DİLİN YÖRÜNGESİNDE FELSEFE: WITTGENSTEIN

(Hüseyin Subhi Erdem, Bilge Adam Yay. Van, 2007)

Mehmet Ulukütük

Ludwig Josef Johann Wittgesntein(1889–1951), Avusturya'nın çok zengin,


aristokrat ailelerinden birine mensup olmasına rağmen burjuva dünyasına duyduğu nefreti,
tüm malvarlığından feragat ettikten sonra Avusturya'nın bir köyünde öğretmenlik yapması,
Cambridge'de ders vermesine rağmen en önemli eserlerini Norveç‟in sakin bir fiyordunda
yazacak kadar yalnızlıktan hoşlanıyor olması, onun kendine has özelliklerinden sadece
birkaçıdır. Batılı anlamda felsefî çabaların bir dönem üzerinde yoğunlaştığı dil-gerçeklik ve
mantık gibi problematik alanlarda felsefî anlamda önemli değişim ve dönüşümler
gerçekleştirmiş olan Wittgenstein, dil ve felsefe ilişkisinin yoğun ilgi görmeye başladığı
son dönem Türk düşünce dünyasında özellikle de akademi mahfillerde her geçen gün
dikkatleri kendi üzerine çeken, felsefe dünyasında iki kez „devrim‟ yapmış olan önemli
Batı filozoflarından biridir. Terry Eagleton‟ın zekice, biraz da hınzırca, “keşiş, mistik ve
mühendis karışımı” diye tanımladığı filozofu tanımak/anlamak tek kelimeyle herkesin harcı
değildir. Hüseyin Subhi Erdem‟in hazırladığı “Wittgenstein: Dilin Yörüngesinde Felsefe”
adlı eser genelde dil-felsefe ilişkisine özelde ise Wittgenstein‟ın dil-gerçeklik-mantık
ilişkileri hakkındaki felsefî çabalarıyla ilgili problemlere mütevazı bir katkının ötesinde
derinlikli, farklı perspektiflerden bakabilen, kaynak hâkimiyetine sahip, iyi bir Türkçe‟de
Wittgenstein yorumu/okuması özelliğini taşıyan nadir eserlerden biri olmaya aday
gözükmektedir.

Kitap bir önsözden sonra üç bölüm halinde düzenlenmiş olup, günümüzün tabiri ile
total ve holistik, eskilerin tabiri ile efradını camii ağyarını mani bir eserdir. Zira
Wittgenstein bir yanda Tractatus Logico–Philosophicus adlı yapıtında ve önceki dönem
felsefesi olarak adlandırılan felsefesinde, dilin faklı söylem biçimlerinin kendisine
indirgenebileceği, geçerli, kuşatıcı bir mantıksal özü bulunduğunu savunurken, Felsefi
Soruşturmalar adlı yapıtında ve sonraki dönem felsefesinde farklı söylem biçimlerinin
özerkliği (autonomi)nin bulunduğunu ve bunların ancak kendi sınırları içinde anlaşılabilir
olduğu düşüncesine ulaşır. Hüseyin Subhi Erdem‟in hazırladığı “Wittgenstein: Dilin
Yörüngesinde Felsefe” adlı eseri ise bu iki dönemi de karşılıklı etkileri ve ortaya

1
çıkardıkları problematikleri açısından ele alan bir bakıma bütünlüklü bir Wittgenstein
okumasına giriş özelliğindedir.

Birinci bölümde Wittgenstein‟ın hayatı felsefî arkaplanını etkileyen önemli


olaylarla birlikte gayet anlaşılır bir üslupla anlatılmış, Wittgenstein‟ın eserleri ise „ilk
çalışmaları‟, „ara çalışmaları‟, „geç çalışmaları‟ ve „önemli yayınlar‟ başlığı altında ayrıntılı
bir şekilde göz önüne serilmiştir. Bu bölümde dikkat çeken en önemli nokta
Wittgenstein‟ın üniversitede felsefe etkinliğine dair görüşleridir. Wittgenstein 1939 yılında
G.E. Moore‟un yerine onun kürsüsüne seçilmesine rağmen yaptığı işten hep büyük bir
hoşnutsuzluk duymuştur. Çünkü Wittgenstein, profesör olmanın bir filozofun entelektüel
dürüstlüğünü tehlikeye atacağına inanmaktadır. Ona göre bir insan sadece çözmek için
üzerinde yoğunlaştığı problemlerle, zihni ızdırap çektiği zaman gerçek bir filozof olabilirdi.
Filozofun, problemleri çözme gayreti, kendi varoluşunu muhafaza etme gayreti ile
eşdeğerdi. Felsefe öğretmek filozofça bir iş değildi. Bundan olacak ki 1947 yılında
Cambridge‟den kendi isteği üzerine ayrılmış, daha sonra İrlanda‟ya giderek „Felsefî
Araştırmaları‟ üzerinde çalışmalar yapmıştır (s. 21). Ludwing Wittgenstein felsefeyi bir
meslek olarak görmekten çok bir yaşam tarzı olarak gördü. Hayatı içerisinde düşünmek, bir
tercih olmaktan ziyade bir zaruret olarak ortaya çıktı. Bunu bize açık bir şekilde gösterecek
olan Wittgenstein dair Michael Wolff tarafında aktarılan bir hatıradır: Ahlak Bilim Kulübü‟
nün olağan toplantılarından birinden sonra Michael Wolff‟ la birlikte eve dönerken, iki
ABD kamyonu Wolff‟un paltosunun eteklerini uçuşturacak kadar yakınlarından geçer. “Bu
kamyonlarda çok hızlı gidiyor” diye homurdanan Wolff‟un söylediğini biraz önceki felsefi
toplantıya dair bir eğretileme sanan ve bu toplantıdaki meselelere dalan Wittgenstein, kıl
payı atlattıkları kazayı fark etmemiştir bile. Wolff‟un söylediğine “bunun konumuzla ne
ilgisi var, anlayamadım” diye karşılık verir. Felsefi acıları onu cepheye, dağ köylerinde
öğretmenliğe, İkinci Dünya savaşı sırasında hastane hademeliğine kadar sürükledi.
Metafizik sorunlarını fizik alanda kendini meşgul ederek çözmeye çalıştı.

Kitabın ikinci bölümü felsefe-dil ilişkisi üzerine yoğunlaşır. Öncelikle dilin


felsefedeki yeri tartışılır, felsefenin yüzyıllardır tartıştığı ontoloji, etik, estetik, bilgi, bilim
mantık gibi konu ve problemlerin hepsinin dilde, dil içinde ve dil aracılığıyla
somutlaştığının altı ısrarla çizilir.

2
“Çünkü zihin süreçlerinde olan biten her şey nihayetinde dil bağlamında ortaya konulmak
zorundadır. Dış dünyaya ilişkin her tür betimleme ve dış dünya hakkındaki saptama da yine dil
vasıtasıyla imlenir. O halde felsefe yapmanın ve ifade etmenin tek ve temel amacı dile dönüldüğünde
bunca konuşulan ve tartışılan konuların mahiyeti ve gerçekliğine ilişkin bir saptamada bulunmak
yine dil dairesi içinde mümkün görünmektedir” (s.34)

Bu önemli tespitlerden sonra dil felsefesinin kısa ama öz bir hikayesi ve dil
felsefesinin temel problematikleri hakkında önemli bilgiler sunulur. Yazar bu kısımda
önemli bir tespit yapmaktadır:

“Dil felsefesinin özerk bir felsefe dalı olarak bağımsızlığını kazanması bir yana, öteki
felsefe dalları içinde de belirleyici bir konuma yükselmesi, özellikle Wittgenstein‟ın „önceki dönem‟
ile „sonraki dönem‟ felsefelerinde sergilenen dilsel dönemeç aşamasıyla gerçekleşmiştir. Dil
felsefesinin özellikle 20. yüzyılın başından başlayarak felsefenin temel ilgi alanı olduğunu
görüyoruz. Özetle dil felsefesi; değişik söyleme olanaklarını çözümleyen, anlamı anlamlandırmaya
çalışan, anlamın nasıl oluştuğunu, dilde nasıl dolaştığını, nasıl iletildiğini araştıran, dil-gerçeklik
ilişkini açıklayan, dil-iletişim ilişkisini betimleyen, dil görüngüsünün kavranmasında belirleyici
boyutları ele alan, bir disiplin olarak şekillenmektedir. „Kendini‟ bilmek ile „dili‟ bilmek arasında
çok yakın bir ilişki ve örtüşme görülmektedir.” (s. 38)

Bu bölümün önemli başlıklarından birisi de „Dilbilimsel Felsefenin Kapsamı‟nı


taşıyan başlıktır. Kant‟la zirveye çıkan bilinç merkezli felsefe yaklaşımı yerine, dil
merkezli felsefî etkinliklerin günümüzün hâkim eğilimlerinden biri olduğunu ifade eden
yazar, Analitik felsefesinin tarihsel serencamını resmettikten sonra dilbilimsel yaklaşım ile
davranışçılık arasındaki karşıtlıkları okumaya girişir. Davranışçılık, eylemi davranışa
indirgeyerek, toplumu doğayla içselleştirip, nesne alanlarının yapısal farklılıkları karşısında
kararlı bir bilinemezci tavır takınırken; dilbilimi, simgesel olarak sağlanan davranış
biçimlerinden doğal yönü bütünüyle silmekte ve toplumu idealist bir biçimde bir simgeler
bağlamına yüceltmektedir(s.41). Davranışçılık ile dilbilimsel yaklaşım arasındaki bu
zıtlıklar yazarı gündelik dil ve dilin mantığı ile ilgili Wittgenstein, Peter Winch ve Jurgen
Habermas üzerinden dil eleştirisi, dil oyunları, anlayıcı sosyoloji ve yaşam biçimleri
konuları etrafındaki soruşturmalarıyla ilgili iyi bir okuma/yorumlama denemesine sevk
etmektedir. “Wittgenstein‟ın Felsefesinde Dilin Yeri” (s. 71-82) ise felsefe-dil ilişkisinin
bir diğer başlığı olup bu başlık altında Wittgenstein‟a gelinceye kadar dil felsefesinde
ortaya çıkan akımlar değerlendirilmiş, Wittgenstein‟ın dile ilgisinin serüveni ve geçirdiği
aşamalar dikkatle yansıtılmış, olgusal-betimsel, etik-estetik önermelerin mantıksal

3
statüsüyle ilgili tartışmalar anlatılmıştır. “Dil ile Dünyanın Sınırlarını ya da Dil-Gerçeklik
Bağlantısı” (s. 83-97) adlı bir diğer başlıkta dil-gerçeklik ilişkisi dil-dünya, önermeler-
olgular, temel önermeler-şey durumlar, isimler-objeler ilişkisi, bir cümlenin dünyayı
yansıtması için gerekli şartlar bağlamında incelenmiştir. Burada en önemli tespit
Wittgenstein‟ın “dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” sözünün dil ile dünya arasında
ontolojik anlamda ayrılmaz bir ilişkinin olduğu şeklinde yorumlanmasıdır. İşte tam da bu
bağlamda ortaya din dili ve din dilinin tanımladığı varlık alanı ve bu varlık alanın
açımlanmasının nasıl mümkün olduğu sorusu çıkmaktadır. Yazar bu soruya D. Hume, A.
Suruş ve İbn Sina‟dan yola çıkarak cevaplamaya çalışmakta ve konuyu I. Kant‟ın kurgusal
metafizik konusundaki görüşlerine getirmektedir. “Anlam Sorunu ve Dil” başlığı adı
altında ise dil-dünya-mantık ilişkisi Wittgenstein‟ın iki farklı dönemine denk gelen „dilin
mozaik kuramı‟ ile „dilin satranç kuramı‟ çözümlenir(s. 90–95). “Wittgenstein‟ın Gerçeklik
Anlayışının Önemi” başlığı altında Wittgenstein öncesi dört büyük Batı filozofuna karşın
Wittgenstein‟ın konumu belirlenir.

“Wittgenstein felsefesi Platon‟dan başlayan ve kendisine kadar gelen süreçteki felsefe


anlayışına üç noktada alternatif bir yaklaşım getirir. Platon felsefesinde ifadesini bulan, şeylerin
hakikatinin/gerçekliğinin idelerle karşılanması, şeylerin hakikatini ideal alemde bulmasına karşı
duruş, ikincisi; Aristoteles felsefesinde çözümlemesini bulan şeylerin gerçekliğinin zihinde
karşılanmasına itiraz; üçüncüsü ise; Descartes‟ten beri süregelen ve Kant felsefesinde doruğa ulaşan
gerçekliğin fenomen-numen ayrımı sonrasında algıyla sınırlandırılmasına itirazdır. Wittgenstein
kendisine kadar gelen bütün felsefî geleneğin, şeyin hakikatine ilişkin oluşturduğu yaklaşımı,
felsefesinde yerinden eder ve bu yaklaşımlara karşı şeyin hakikatinin ancak dil ortamında ifşa
edilebileceğini öne sürer” (s.95).

Kitabın ilerleyen sayfalarında Wittgenstein‟ın birinci dönemine damgasını vurmuş


olan “Anlamın Resim Kuramı” ele alınır. (s. 103–119) Resim kuramının en kritik noktası
metafizik önermelerin statüsü problemidir. Yazar Tractatus‟u resimsel anlam teorisini
anlamaktan geçer der ama Wittgenstein‟ın dilin, gerçekliği; cümlelerin de gerçek durumları
temsil etmeleri için, cümle ile gerçek veya olgusal durum arasında ortak bir şeyin olmasını
düşünmesi ya da gerçek durum ile bu durumu temsil eden cümlenin ortak bir yapısı olması
gerektiğine ve cümlenin bu anlamada mümkün bir olgunun resmine benzediğine kurgusuna
ve bu kurguya göre bir resimdeki öğeler dünyadaki resimlere tekabül ederler şeklinde
yaklaşımın dili metafizikten temizleme amacı güttüğünü belirtir. Akabinde hemen şu
uyarıyı yapar: “Wittgenstein‟ın dili metafizikten temizleme amacı metafiziği yok sayma

4
anlamına gelmez bilakis onun yerinin dil olmadığı anlamına gelir” (s. 105). Yazar “Dilin
Mantığı” başlığında ise Tractatus‟un dil-dünya-gerçeklik bağlamıyla olgu zemini
gözetirken bu zeminin bir alternatifini İslam felsefesinde İbn Sina‟nın „varlık
kategorileriyle” ortaya koymaya çalışır. İbn Sina varlığı; mutlak, zihinde ve zihin dışında
varlık(dış dünyada, Ayanda varlık) olarak ayırırken Wittgenstein varlığı Ayanda varlıkla
sınırlama teşebbüsünde bulunur, der. Yazar ikinci bölümde buraya kadar anlatılanın geri
kalan kısmında Tractatus‟un tezlerini mantık, önermelerin yapısı, önerme türleri, totolojik
önermelerin doğruluk koşulları ve metafiziksel önermelerin doğruluk koşulları ara
başlıkları halinde açımlamaya girişir (s.119–126).

Yazar ikinci bölümde ise Wittgenstein‟ın ikinci dönem felsefesine yoğunlaşır.


İkinci dönem Wittgenstein‟ı öncelikle “Dil Felsefesinde Dilbilimsel Felsefeye” başlığı
altında değerlendirmeye başlar. Dilbilimsel felsefe ya da dilbilimsel çözümleme
terimleriyle ifade olunan felsefî tarz, özellikle Anglo-Sakson dünyasında gelişen ve 1940-
1950‟lerde gerçekleşen felsefe etkinliğidir. Bu felsefe tekniğinin merkezleri Oxford ve
Cambridge‟dir. Oxford‟da J.J.Ausitin ve G. Ryle, Cambridge‟de ise Wittgenstein bu
yönelimin etkin simalarındadır(s. 196). Dilbilimsel felsefe mantıkçı pozitivizmden
ayrılmayı simgeler. Pozitivizm anlamlı insan konuşmalarının düzenini ve bilgiyi bir bilim
olarak alır. Bunun yanında başka konuşma biçimleri olduğunu da kabul eder. Pozitivizm
felsefeyi bilim felsefesi ile sınırlar, hâlbuki dilbilimsel çözümleme ya da felsefe, insan
konuşmasının çeşitliliğin farklı biçimlerinin bilincine varır(s.197). Dilbilimsel felsefe, dil-
varlık-gerçeklik ve dilin edimlerinin sınırını bizzat dilin kapasitesini göz önüne alarak
değerlendirmek ister(s.198). Dilbilim felsefesi özel bir yöntem koymak yerine dil
bağlamında dil-dünya ekseninde bütün konuları tartışma iddiasındadır(s. 198). Kitabın
ikinci bölümünün alt başlıklarından ilki “Dilden Dilbilimine”dir. 1930 sonbaharında
Wittgenstein felsefede doğru yönteme ilişkin bir kararı zihninde netleştirir. Güz döneminde
vereceği derslere bir genellemeyle başlar. O, “felsefenin nimbusu dağıldı” der(s.199).
Wittgenstein felsefenin “nimbusunu” bulanıklığını ve mistikliğini deldiğini ve arkasında
hiçbir şey olmadığını fark eder(s. 200). Wittgenstein felsefe anlayışını özel türden bir yap-
boz durumundan yani dil yap-bozlarından kurtulma girişimi olarak kurtulma girişimi olarak
özetler(s.200). İkinci bölümün bir diğer başlığı “Metafiziksel Önermelerin
Mahiyeti”dir(s.208). Bu başlıkta Wittgenstein‟ın birinci ve ikinci döneminde etik-estetik-

5
metafizik önermelere yaklaşımı dil-gerçeklik mantık ve dil oyunları bağlamında
karşılaştırmalı bir şekilde incelenir.

Sonuç olarak yazar Wittgenstein‟ın birinci ve ikinci dönemiyle ilgili


okumalarını/çözümlemelerini önemli tespit ve eleştirilerle sona erdirir. Mesela yazara göre

“Tractatus‟un 1, 2, 3, nolu önermeleri eserin metafizik vurgusunu temellendirir. 4, 5, 6,


nolu önermeler ise, pratiğe dayalı önermelerdir. Bu konuda ilk üç sıralı önermenin Wittgenstein
tarafından daha önce düşünülmüş ev tasarımlanmış olması gerektiği üzerine bir kanaat oluşmuştur.
Ama o muhtemelen Tractatus‟un ikinci yarısına yerleştirmesi gereken ilk üç sıralı önermeleri başa
alarak; başa yerleştirmesi gereken 4, 5, 6, sıralı önermeleri kitabının ikinci yarısına koymuştur. Bu
yüzden Wittgenstein‟a „Tractatus‟un düzenlenmesinde bile eseri metafizik bir temele oturtmuştur‟
eleştirisi yapılır. Böylece metafiziğe karşı radikal bir eleştiri ve karşı çıkışta bulunan eser, ilk
önermeleriyle metafiziğe teslim olur. Gerçekliği felsefî düzlemde mutlaklaştırmak bağlamındaki her
girişim, aslında gizli ya da açık metafizik yapma durumuna gelmiştir”(s.242).

Aslında Wittgenstein‟a göre dünyayı zihinsel kategoriler içinde bölümlemek ve


kategorize etmek yerine; olanı olduğu gibi kabul etmenin en uygun ve tutarlı davranış
olduğu Wittgenstein‟ın felsefî serüveninden çıkarılacak en iyi derstir(s.244). Dilin aldatıcı
gücünün esiri olduğumuzu gerçeği de bu düşüncesinin bir açımlamasıdır. Yazar
Wittgenstein üzerinden dil-felsefe-mantık ve gerçekliği yasalaştırma arzusunun imkânını
ve sorunlarını açık bir Türkçeyle bilgi arkeolojisi özgün, sistematiği sağlam, ekonomik
anlatım örgüsüne sahip bir şekilde okumakta ve düşünce dünyamızda önemli ufuklar
açmaktadır.

You might also like