Professional Documents
Culture Documents
Giriş
Takiyettin Mengüşoğlu
İstanbul Matbaası
1958
Önsöz
Bu girişi, batı dillerinde yazılan girişlerden ayırt eden birçok noktalar
vardır: bir defa bu giriş, felsefeyi, ilmi, sanatı dö rt duvar içinde
hapseden, bilim, felsefe, sanat ile hayat arasında hiçbir mü nasebet
gö rmeyen gö rü şlerden ayrılıyor; Nietzsche’den beri felsefenin uğ raştığ ı
bu mü nasebeti (yani hayatla bilim, felsefe ve sanat arasındaki
mü nasebeti) kurmaya çalışıyor. Nietzsche, suya sabuna dokunmayan,
insanı, hayat mü nasebetlerini gö z ö nü nde bulundurmayan bir
felsefenin manasızlığ ını şu alaylı sö zlerle gö stermeye çalışıyor:
zamanımızda “felsefe, akademik ihtiyarlarla, akademik gençler
arasında olup-biten zararsız bir gevezelikten ibaret kalıyor”. Burada
bunun tersi olan bir gö rü şten hareket ediliyor; felsefe ile insan, felsefe
ile insan faaliyetleri, insan başarıları arasında sıkı bir mü nasebetin
bulunduğ u gö sterilmeye çalışılıyor.
Diğ er taraftan bu giriş, Batıdaki geleneklerden şu bakımdan da
ayrılıyor: batı geleneğ ine gö re girişler, felsefenin mantık, etik, bilgi
teorisi, metafizik gibi çok eski olan disiplinlerini ele alır; bunun yanı
başında felsefenin manası ü zerinde durulur ve felsefe ile bilim arasında
mü cerret mü nasebetler bulmaya çalışılır; veyahut da felsefe ile bilim
arasında hiçbir mü nasebetin bulunmadığ ı iddia edilir. Bu giriş, bunun
yerine felsefenin uğ raştığ ı veya uğ raşabileceğ i fenomen ve problem-
sahalarını (başlangıçta, ele alman felsefi disiplinler adlandırılmadan)
tasvir etmek suretiyle kendiliğ inden on dö rt felsefi disiplin ortaya
çıkarıyor ve bunların problem-sahasını tasvir ederek, felsefenin bü tü n
problem-sahalarını birleştiren bağ ı, temeli gö stermeye çalışıyor. Bu
bağ ın, bu temelin de daima ontolojik-antropolojik bir bağ , bir temel
olduğ u meydana çıkarılıyor.
Felsefenin çeşitli sahalarına ait olan bu problemler ele alınırken,
felsefenin kendi tarihi ile olan mü nasebeti de gö z ö nü nde
bulunduruluyor; bu, hem pozitif, hem de negatif bir karakter taşıyor.
Negatif olduğ u zaman bir hesaplaşma, pozitif olduğ u zaman da bu
fikirlerden bir faydalanma şeklinde ortaya çıkıyor.
Bu girişi, yine Batıdaki ö rneklerinden ayırt eden diğ er mü him bir nokta
da, onun “felsefe nedir” sualini sormamış olmasıdır. Bunun yerine,
felsefe problemleri tahlil ve tasvir edilmeye çalışılmıştır. Zaten bir şeyin
ne olduğ unu sormak verimsiz bir sualdir. Çü nkü buna, tek bir cevap
vermek veyahut onun açık cevaplarını bulmak mü mkü n değ ildir.
Bundan dolayı bir şeyin ne olduğ unu sormak yerine, onu gö stermenin,
tahlil ve tasvir etmenin daha doğ ru olacağ ına inanılmıştır.
Bu suretle okuyucuya peşin ve “hazır” şeyler (mesela tarifler)
sunmanın yerine, onun kendisinin bir fikir edinmesi tercih edilmiş ve
okuyucu hü kü mlerinde hü r bırakılmıştır; onun kendisinin felsefeyi, iş
başında, yani problemlerin tahlil ve tasvirinde tanıması denenmiştir.
Bu arada felsefeye yerleşmiş olan birçok peşin-hü kü mlerle mü cadele
edilmiştir; bilhassa memleketimizin Batının muayyen bir devrinden
aldığ ı ve bugü nkü felsefi gelişmenin seviyesi bakımından yanlış
oldukları ortaya çıkmış olan “kıymet-hü kü mleri” ve “metodoloji”
problemleriyle hakikat kavramı ve bunun çeşitli tefsirleri ele alınmış ve
bunlar, bugü nkü felsefi seviyeye gö re tahlil ve tasvir edilmeye
çalışılmıştır.
Bu kitabın diğ er bir hususiyeti de, Nietzsche’den beri devam edegelen
felsefedeki “anti-ism” temayü lü nü n benimsenerek, bunun her sahadaki
doğ ruluğ unun gö sterilmiş olmasıdır. Zira “izm”ler, sistem- felsefesi,
bugü nü n, zamanımızın antropolojik-ontolojik gö rü şü ne, zamanımızın
insanının kendisi hakkındaki gö rü şü ne de aykırı gelmektedir.
Zamanımızın insanı, artık tecrit edilmiş olmaktan kurtulmuştur. Zira
devrimizin sosyal-birlikleri arasındaki mü nasebeti, teması
kolaylaştıran teknik vasıtalar, bö yle bir tecride mâ nidirler. Sistem-
felsefesi (“izm”ler felsefesi), sosyal-birliklerin, insan topluluklarının
birbirinden oldukça ayrı yaşadıkları bir devrin mahsulü dü r. Mesela
Descartes zamanında felsefeyi, bir sistem kurmak manasında anlamak
henü z mü mkü ndü . Zira o zamanın insanı bir kale içine kapanmış
gibiydi ve Descartes’in de ocağ ının başında oturarak meditasyonlara
dalması mü mkü n idi.
Bö yle bir devirde bir kalenin penceresinden (yani bir sistem
penceresinden) dü nyaya bakmak da mü mkü n gö rü lebiliyordu. Bu
gü nü n insanı için dü nyaya, onun problemlerine bir pencereden bakmak
artık mü mkü n değ ildir ve bu onun mahiyetine, varlık-yapısına uygun
dü şmez. Çü nkü antropoloji (insan felsefesi), Scheler’den beri, insanın,
dü nyanın çeşitli alanlarına açıldığ ını, hayvanın ise bir “muhit” içinde
yaşadığ ını sö yleyip duruyor. Bugü nü n felsefesinin bu gö rü şten bazı
neticeler çıkarması, ondan faydalanması gerekir; yoksa ortaya atılan bu
gibi gö rü şler, sö zde kalan, havada duran gö rü şler olur. İmdi bugü nü n
insanının dü nyanın çeşitli alanlarına açılmış olan durumu gö z ö nü nde
bulundurulmalıdır. Çü nkü bu durum, insanın varlık-yapısına, onun
varlık-bü tü nü nde (kâ inatta) işgal ettiğ i hususi yere daha uygun
gelmektedir.
Bu girişte etik, sanat felsefesi, bilgi teorisi, din felsefesi, tarih felsefesi,
metafizik de yeni bir şekilde ele alınıyor. Etiğ i, sadece “normatif” bir
bilgi (“olması lazım”ın bilgisi) olarak kabul eden gö rü şü n aksine
hareket edilerek, onun bü tü n insan hareket ve faaliyetlerinin bir bilgisi
olduğ u gö steriliyor. Sanat felsefesi de, sanatkâ ra ö ğ ü tler veren, sanatı
hayat ve bilgiden tecrit eden “estetik” ve “sanat kritiğ i” olarak değ il,
sanat adını alan bu mü him “varlık-sahasının” felsefesi olarak
gö rü lmü ştü r. Aynı şekilde bilgi teorisinin de bilim adamına metotlar
dikte eden bir bilim nazariyesi veya bilim kritiğ i olarak terkedilmesinin
zamanı geldiğ i, onun da umumiyetle insan bilgisinin bir teorisi olarak
ele alınması gerektiğ i ü zerinde durulmuştur.
Din felsefesi de spekülasyonlardan temizlenerek, felsefenin
uğ raşabileceğ i bir saha haline getirilmiştir. Bir tarih-metodolojisi
veyahut bir tarih-metafiziğ i olmaktan ileri gidemeyen tarih felsefesinin
yerine de, insan-başarılarıyla, insan-olaylarının bir tü mü olan “tarihi
varlık-sahasının ontolojisinin” geçmesine çalışılmıştır. Metafizik de,
eski spekülasyonlarından kurtarılarak yeni bir manada tasvir edilmiştir.
Bö ylece bü tü n felsefi disiplinler, ontolojik-antropolojik bir esasa
dayatılmışlardır.
Bu giriş, bilim ve felsefe ile hayat arasındaki mü nasebeti gö z ö nü nde
bulundurarak, felsefe tarihini bir problem olarak gö rmü ş ve bu
problemin yeniden ele alınmasının zorunlu olduğ unu gö stermeye
çalışmıştır. Fakat bu problemin ele alınmasının gü çlü ğ ü de
gö rmemezlikten gelinmemiştir. Burada, bilhassa bilim tarihi ile felsefe
tarihi birbiriyle mukayese edilmiş ve bu mukayese de, felsefe tarihinin
gü çlü ğ ü nü gö stermek bakımından yapılmıştır.
Bundan başka bilimle felsefe arasındaki pozitif, sıkı mü nasebet de ele
alınarak, bilimle felsefe arasında on dokuzuncu asırdan beri devam
edegelen uçurumun, sö zde bir uçurum olduğ u gö sterilmiştir; fakat
bilimle felsefe arasındaki bu sıkı mü nasebetin, felsefenin ve bilimin
mü stakilliğ ine bir zarar vermediğ i de gö sterilmeye çalışılmıştır ve bu
hususta felsefenin “ikaz edici” rolü , yani bü tü n bilimlerin inceledikleri
varlık-sahalarının, tek ve bir varlık-âlemi içinde toplandığ ı; bilimin
soysuzlaşmaması için hayatla arasındaki mü nasebeti kollaması,
kaybetmemesi gerektiğ i de her yerde belirtilmiştir. Bunun neticesi
olarak da felsefenin, bilimle hayat arasındaki mü nasebet ü zerinde
durması gerektiğ ine işaret edilmiştir. Mesela bugü n artık tarihçinin
vazifesinin sadece vesika tozlarını yutmaktan veya sanat eserlerinin bir
kataloğ unu yapmaktan ibaret olmadığ ı, aksine onun çalışmalarının
hayatla, ait olduğ u memleketin problemleriyle, faaliyetleriyle
ilgilenmesi, onları canlandırması lazım geldiğ ine dikkat çekilmiştir. Dil
bilimleriyle diğ er bilimlerin durumları da aynıdır.
Bu sebepten dolayı bilim ve felsefenin milletlerarası mü şterek
meseleleri yanında, onların yapıldığ ı memleketin meseleleri ü zerine
eğ ilmesi de şarttır. Batı bilimi bunu daima yapmaktadır. Zira
problemlerin temellerine inilince, onların her memleketle, hayatla ilgisi
kendiliğ inden ortaya çıkıyor. Bunun içindir ki, bu giriş, misallerini
memleketimize ait olan problemlerden alıyor ve memleketimizdeki
problemler ü zerinde duruyor. Onlar, negatif veyahut da pozitif olarak
kıymetlendirilmeye çalışılıyor. Bu sebepten dolayı bu kitapta da dil
meselesi ile “tarihi varlık-sahası”nda ortaya çıkan meselelerimiz
ü zerinde durulmuş; onların gelişmesinin yollarına işaret edilmiş;
gerilemesinin, statik kalmasının motifleri araştırılmıştır.
Bu yö nden birçok memleket meselelerine temas edilmiştir. Mesela
devlet ve hukuk meselesinde aynı suretle hareket edilmiştir. Bö ylece
hayatla felsefe arasında kaybolan mü nasebet, kendi problemlerimiz
bakımından meydana konulmaya çalışılmıştır. Çü nkü bilim ve felsefe,
birer insan-başarısı olarak insan için, onun problemlerini ele almak,
işlemek içindir. Zira insan-problemleriyle, dü nya-problemleri, varlık-
problemleri, iç içe olan, birbirleriyle kenetlenen problemlerdir. Bundan
dolayı aktü el meselelerimize temas edilmekten çekinilmemiştir.
Felsefenin ve bilimin “kitabi”, “ö lü ”, “mü cerret” (hayat ve insan
mü nasebetlerinden çö zü lmü ş) şeylerle uğ raşması gerektiğ ine
inananlar bunu yadırgayacaklardır.
Yalnız bu kitabın mü him bir eksikliğ i, ilerde çıkarılması dü şü nü len ve
şimdilik ancak talebe tarafından bilinen “Felsefi Antropoloji”mizden
ö nce çıkmış olmasıdır. Kitap okunurken, bu eksikliğ in
hissedilmemesine imkâ n yoktur; çü nkü bü tü n bu fikirler,
anlaşılacaklarından daha kolay anlaşılacaklardı, eğ er bu yazımız
yayımlanmış olsaydı. Zira şimdiki yazımızın henü z bu yayımlanmamış
olan kitapla sıkı bir ilgisi vardır. Çü nkü bu yazıda ö bü rü ne dayanılmıştır.
Antropolojiye ait yazılan bö lü m, belki bazı dayanak-noktaları ele
verebilecektir; fakat bunların kâ fi geleceklerini sanmıyorum.
Nihayet, felsefenin anlaşılmazlığ ını peşin olarak kabul edenler için bu
kitap, çok basit gö rü necektir; bu derece kolay anlaşılır bir felsefe kitabı
olamayacağ ı kanaati uyanabilecektir. Fakat bu kolay anlaşılma, benim
bir başarım olmaktan ziyade, Tü rkçenin bir hususiyetidir; Tü rkçe gibi
bu derece somut olan ve bu somutluğ unu muhafaza eden bir dilde gü ç
yazmak —eğ er bu yazılan şey ezbere değ ilse— hiç de kolay değ ildir. Bu
kitabın gü çlü ğ ü , bilhassa somut dü şü nemeyenler, hayatla felsefe
arasında bir mü nasebet gö remeyenler için olacaktır ve bilhassa
felsefeyi “saf bir fantezi” veyahut beylik lâ flardan ibaret olarak kabul
edenler için olacaktır.
Bu kitabın diğ er mü him bir eksikliğ i de yabancı (yani Latince ve eski
Grekçeden gelen) kelimelerdeki şekil değ işikliğ inde ortaya
çıkmaktadır: mesela ontoloji, ontolojik; antropoloji, antropolojik ve
bunlara benzer tabirler. Bu hususta henü z yerleşmiş, sabit bir karakter
kazanmış umumi bir kaidenin mevcut olmamasına ve işin keyfiliğ e
dayanmasına çok ü zü lü yorum. Okuyucuların bu hususta beni mazur
gö rmelerini dilerim. Çü nkü tek bir insanın kendi diline kaide
koymasına imkâ n yoktur.
En sonunda bu kitabın çıkmasını sağ layan Edebiyat Fakü ltesi’ne
teşekkü r ederim. Kitabın sonuna ilâve edilen “umumi index”i
hazırlayan ve hazırlamak için bü yü k bir gayret sarf eden talebeme
teşekkü r ederim. Bu kitabın yanlışsız çıkması için bü yü k bir titizlik
gö steren İstanbul Matbaası’na ve bilhassa operatö r Şefik Atalay’a ayrıca
teşekkü r ederim.
İstanbul: 19 Mayıs 1958
Takiyettin Mengüşoğlu
A. Bilgi Fenomeni
1. Bilgi fenomeninin tasviri
Bü tü n bilimler ve felsefe arasında ortak olan bilgi, bir fenomendir; fakat
bu fenomen, felsefe için birçok problemler ihtiva eder. Bilim, bilgi-
fenomeninin bu problemlerinden hiçbirisiyle uğ raşmaz. Her bilim, naif
olarak kendi sahasına giren şeyleri (var olan şeyleri) ele alır; onlardaki
problemleri adım, adım takip eder; bu problemleri çö zmeye çalışır;
kendi sahasındaki bilgiyi geliştirir, derinleştirir, ilerletir.
Fakat hiçbir bilim, “bilgi nedir” sualini sormaz; elde ettiğ i bilginin
karakteri (apriori, aposteriori olması) ile, bu bilginin kazanıldığ ı şeyin
(var olan şeyin) ü zerinde de durmaz. Bilim, araştırmalar yapar; bu
araştırmalarla sağ ladığ ı ilerlemeyi, kendiliğ inden anlaşılan açık bir
fenomen olarak gö rü r. Bilim, araştırmalarının her adımında (her bilim
kendi varlık-sahasının hususiyetine gö re) elde ettiğ i bilgiyi kontrol
eder; fakat bilim, araştırmanın, ilerlemenin ne olduğ unu, kontrolü n
niçin yapıldığ ım sormaz.
Gerçi bü tü n bilimler bilgi ile uğ raşırlar; fakat bu bilgiyi elde edenle
onun kaynağ ım (var olan şeyleri) bedihi gö rü rler; bilim için, burada
sorulacak bir sual yoktur. Hâ lbuki bilgi hangi sahaya ait olursa olsun;
onun birbirinden ayrılmayan iki unsuru vardır: bunlardan birisi bilen
(insan), diğ eri ise bilinen, bilinebilen, araştırılan şey (var olan şey)’dir.
Her bilgi, bu iki unsura, bunlar arasında kurulan bağ a dayanır. Bilen
şeye (insana), bilgi nazariyesi terminolojisinde “sü je{8}”; bilinen,
bilinmesi gereken şeye de “obje” (var olan şey; bu var olan şey, tabii bir
şey, tarihi bir vesika, dil, edebi bir metin, riyazi bir teşekkü l, psişik,
sosyal, ekonomik bir fenomen olabilir...) adı verilir{9}. Bilim, sü je ile
objenin hususiyetleri, varlık-karakterleri ü zerinde durmadığ ı gibi, sü je
ile obje arasındaki bağ larla (edimlerle) da uğ raşmaz; bu bağ ların nasıl
kurulduğ unu incelemez; işte bü tü n bu problemlerle bilgi teorisi uğ raşır.
2. Düşünme edimi
Sü je ile obje arasında mü nasebet kuran bilgi edimlerinin
mü himlerinden birisi de dü şü nme-edimidir. Fakat dü şü nme-edimi ile
idrak-edimi arasında gerek sınırları, gerek ait oldukları sahalar, gerekse
başarıları bakımından esaslı farklar vardır. İdrak-edimi, ancak reel olan
varlık-sahalarına inhisar eder; ideal ve mental varlık-sahaları idrak-
ediminin direkt bir obje sahası değ ildirler; bu varlık-sahalarına ait olan
şeyler, realite sahasına geçtikleri zaman (mesela geometrik şekiller,
cebir denklemleri vesairede olduğ u gibi), idrak-ediminin sahasına
girerler.
İdrak-edimi sınırlıdır ve bu sınır duyudan duyuya gö re değ işir;
dokunma ve tatma duyulan için, doğ rudan doğ ruya obje ile temas
etmek icap eder. Koku duyusunda bu mesafe uzaklara kadar gidebilir ve
obje ile doğ rudan doğ ruya bir temasın bulunmasına lü zum yoktur; bu
temasın vasıtalı olması kâ fi gelmektedir; bilindiğ i gibi kokuyu nakleden
vasıta havadır. Kulak ve gö z için, bilhassa gö z için, bu mesafe çok
geniştir; gö rme duyusunun uzandığ ı mesafe, bulunduğ umuz yerin
ufkuna kadar devam eder. Gö z, optik â letlerle teçhiz edildiğ i zaman,
hem çok uzak olan, hem de çok kü çü k olan şeyleri gö rebilir. Hâ lbuki
çıplak gö zle ne bu kadar uzak mesafeleri (mesela yü z binlerce
kilometrelik mesafeleri), ne de çok kü çü k olan cisimleri gö rebiliriz. Ses-
dinleme cihazları da, çıplak kulak için işitilmesi mü mkü n olmayan
seslerin işitilmesini sağ lar. Fakat bü tü n bu teknik teçhizat ve imkâ nlar
idrak-ediminin sınırlı olmasını ortadan kaldıramazlar.
İdrak-edimi, yalnız reel-varlık-sahasına ait olduğ u halde, dü şü nme-
edimi, bü tü n varlık-sahalarına, hatta irreel olan şeylere, var olan
şeylerle ilgisi olmayan hayal alanına de ait olabilir, dedik. Zira biz hem
reel olan, hem de ideal ve mental olan bir şeyi, hatta hem de pü r bir
hayalden ibaret olan bir şeyi dü şü nebiliyoruz. İdrak-edimi, sınırlı,
zaman ve mekâ na bağ lı olduğ u halde, dü şü nme-edimi, ne zamana, ne
de mekâ na bağ lı kalır; imdi dü şü nme, yalnız bü tü n varlık sahalarına ve
irreel alanlara ait olmakla kalmıyor, aynı zamanda herhangi bir sınır da
tanımıyor ve idrak-ediminin aksine olarak sınırsız kalıyor.
Bu itibarla dü şü nme, varlık-modalitelerinden yalnız imkâ n, gerçeklik,
zorunluluk, gerçek olmayan, mü mkü n olmayan, muhtemel olan sahalara
değ il, hatta absü rt olana (mesela kare olan bir daireye) da ait olabilir.
İşte dü şü nmenin bu hususiyetleri, ona sonsuz bir hü rriyet
kazandırmaktadır. Bu hü rriyet, dü şü nme için hem pozitif, hem de
negatif bir karakter taşımaktadır. Zira bu durum, dü şü nü len her şeyin
bir bilgi karakterine sahip olamayacağ ını gö sterir; dü şü nme, ancak
varlık-alanlarının fenomenleri içinde kaldıkça bize bilgi sağ layabilir. Bu
sebepten dolayıdır ki, dü şü nme-edimi daima idrakle kontrol edilmeye
muhtaçtır; dü şü nme, idrakle kontrol edilmediğ i zaman, onun (yani
mahsullerinin) mantıki bakımdan kontrol edilmesi icap eder.
Dü şü nme-ediminin bu iki yö nden bir kontrole tâ bi tutulması, diğ er bazı
amillerle birlikte birçok felsefi “izm”lerin meydana çıkmasına sebep
olmaktadır; bu felsefi “izm”ler, ampirizm, sansü alizm, idealizm,
rasyonalizm gibi “izm”lerdir. Dü şü nmenin hü rriyeti, filozofu idealizme,
dü şü nmenin mantıki bakımdan kontrol edilmesi, onu rasyonalizme,
dü şü nmenin idrakle kontrol edilmesi de filozofu ampirizm-
sansü alizme sü rü klemektedir. Hâ lbuki bu “izm”lerden hiçbirisine
sü rü klenmek zorunlu değ ildir. Bu “izm”lerden herhangi birisine
sü rü klenmeye insan kabiliyetleri hakkında ortaya atılan yanlış bir
gö rü ş sebep olmaktadır.
Muhtelif vesilelerle işaret ettiğ imiz bu gö rü ş, insan kabiliyetlerini
birbirinden tecrit ediyor ve onlara mekanik bir sistem gö zü yle bakıyor,
tıpkı çeşitli işleri gö rmek için elektrik akımı nakleden elektrik kabloları
gibi. Fizik sahada bö yle bir tecrit, zorunlu ve yerinde olan bir tecrittir;
çü nkü teknikçi bu suretle her kabloya hususi bir vazife veriyor. Fakat
teknikçinin eseri olmayan insan kabiliyetleri bu neviden olan mekanik
sistemler değ ildirler; bu sebepten dolayı insan kabiliyetleri hiçbir
zaman ve hiçbir yerde birbirinden tecrit edilemezler; dü şü nme-edimi
de, diğ er birçok edimlerle daima birlikte çalışır.
Felsefe tarihinde bö yle bir tecridi kolaylaştıran melekeler psikolojisi ile
atomist psikoloji olmuştur; bu psikolojiler, son zamanlara, yani
yirminci asra kadar devam etmişlerdir. Bu psikolojiler, insan
kabiliyetlerine ayrı ayrı vazifeler veriyordu, onları içinde bulundukları
mü nasebetlerden çö zü yordu; bundan en çok zarar gö ren psikoloji ve
felsefe olmuştur; işte felsefi “izm”lerin hemen hemen hepsi ya bu
atomist gö rü şe veyahut da bu kabiliyetlerin mutlaklaştırılmasına
dayanıyorlar. Hâ lbuki insan kabiliyetlerinin bir bü tü n teşkil ettiğ ini
gö ren zamanımız için mekanik bir sisteme benzeyen bö yle bir tecrit
manasını tamamıyla kaybetmiştir.
Biz dü şü nme edimi sahasında da yine gü nlü k hayata dö nelim. Biz
gü nlü k hayatta yapacağ ımız işler hakkında bir plâ n hazırlarken; bu
işleri sıralarken, bize sorulan bir sualin cevabını verirken ü zerinde
çalıştığ ımız Bilimsel meseleleri araştırırken; matematikçi meselelerini
çö zerken, fizikçi, kimyacı, biyolog deneme-cihazların kurup araştırdığ ı
meseleler ü zerinde deneme yaparken; tarihçi vesikalarını tasnif edip
kıymetlendirirken, edebiyatçı metinlerini tahlil ederken, sanat tarihçisi,
sanat eserlerini tavsif ve tasvir ederken, hü lâ sa daha da sayılabilecek
sayısız faaliyetlerde başvurduğ umuz merci dü şü nmedir. Fakat her
yerde olduğ u gibi, burada da dü şü nme edimi diğ er edimlerle birlikte
çalışır; bilhassa dü şü nme sahasında idrak-edimi çok mü him bir rol
oynar; hele dü şü nme-edimi reel varlık-sahasına ait olduğ u zaman,
idrak-ediminin ehemmiyeti bü sbü tü n artar. Matematikte bile bir
meseleyi çö zerken kâ ğ ıt ve tahtaya ihtiyaç vardır; zihni hesaplar yapan
kimseler bile, muayyen bir idrak kabiliyetine dayanırlar; bu kabiliyet,
bazı insanlarda mevcut olan “eidetik” kabiliyettir.
Esas itibariyle dü şü nme çeşitli şekillerde ortaya çıkar: eğ er dü şü nme,
tipik olmayan bir durumun içine ani bir nü fuz etme şeklinde meydana
çıkarsa, dü şü nmenin bu gö rü nü ş şekline “zekâ” adım veriyoruz. Eğ er
dü şü nme, muayyen meseleleri tasarlar, onları kavramlarla ifade eder ve
bunlar ü zerinde ö lçü nmeye (teemmü le) dayanan izahlar yaparsa,
dü şü nmenin bu şekline de “akıl” adını veriyoruz. Eğ er dü şü nme, idrak
sahasına ait olan bir hadiseyi hiçbir ö lçü nme sarf etmeden doğ rudan
doğ ruya kavrarsa, dü şü nmenin bu şekline de “anlama” adını veriyoruz.
Eğ er dü şü nme, olup biten bir şeyi veya içinde bulunduğ umuz bir
durumu doğ rudan doğ ruya, yani hiçbir kavrama baş vurmadan
“his”ederse, dü şü nmenin bu şekline “seziş” adını veriyoruz. Eğ er
dü şü nme, hiçbir kayıt ve şarta bağ lı kalmadan ortaya çıkarsa,
dü şü nmenin bu şekline de hayal (fantezi) adını veriyoruz. Eğ er
dü şü nme, reel sahaya ait olan idrak-edimini, bu edimden sonra yeniden
canlandırırsa, buna da “tasavvur” adım veriyoruz ve nihayet
dü şü nmenin objektifleşmiş prodü ksiyonuna da “dü şü nce”, fikir, adını
veriyoruz. Adı geçen bü tü n bu fonksiyonlar bir ve aynı dü şü nmenin
muhtelif şekillerdeki gö rü nü şleridir.
Fakat eğ er dü şü nme-edimi, fizyoloji ve psikoloji bakımından ele
alınırsa, bu takdirde dü şü nme-edimi bir fonksiyon karakteri kazanır. Bu
bakımdan denilebilir ki, dü şü nmenin beyinle ilgisi vardır; hatta herkes
onu â deta lokalize edebiliyor. Nitekim biz bir meseleyi gö zerken ve çok
gü ç olan bir meseleyi dü şü nü rken kafamızın ağ ırlaştığ ına, hatta
kafamızın ısındığ ına şahit oluyoruz. Fakat bö yle bir lokalizasyon, bizi
yanlışlıklara sevk edebilir. Dü şü nmenin beyinle olan ilgisi şü pheden
aridir; fakat beyni faaliyete getiren, onu harekete getiren sayısız uzvi
fonksiyonlar ve gudde fonksiyonları vardır; bunlar gö z ö nü nde
bulundurulunca, lokalizasyonun tamamıyla doğ ru olmadığ ı meydana
çıkar. Zira bizi bu lokalizasyona gö tü ren fenomenler, çö zü lmeyen ve
çö zü lmesine imkâ n olmayan birçok problemler ihtiva ederler. Fakat
gerek bu lokalizasyon problemi, gerekse beyinle dü şü nme arasındaki
mü nasebet, bilgi nazariyesinin kendisiyle uğ raşacağ ı meseleler
değ ildir.
Nasıl ki idrak probleminde bilgi nazariyesi, idrakin kaynağ ı ile
fonksiyon olarak idrakle uğ raşmıyor idiyse, dü şü nme-ediminde de bilgi
nazariyesini ilgilendiren, dü şü nmenin lokalizasyonu, onun beyinle olan
mü nasebeti değ ildir; bilâ kis dü şü nmenin bilgi problemi için
başarısıdır, yani dü şü nme, bilgi problemi için ne başarır, sualidir.
Dü şü nmenin bilgi problemi için başarısı çok eskiden beri araştırılan ve
bilinen bir meseledir; idrak-edimine karşı her devirde şü pheler
belirdiğ i, onun başarısı hiçe indirilmek istenildiğ i halde, dü şü nmeye
karşı, bazı istisnalardan (ampirizm-sansü alizmden) sarfı nazar
edilirse, herhangi bir şü phe uyanmamıştır; bilâ kis dü şü nmenin
başarısı daima ö vü lmü ştü r; hatta bazı hallerde idrak, dü şü nmeye irca
edilmeye çalışılmıştır; mesela Leibniz için idrak bulanık bir
dü şü nmedir.
Dü şü nmeye daima bü yü k bir ehemmiyet verildiğ i halde, onun bilgi için
olan başarısı çok dar bir sahaya inhisar ettiriliyordu ve dü şü nme de
kısaca şö yle tarif ediliyordu: Dü şü nme, tahlil, terkip ve mukayese
yapmaktır, diğ er bir tabirle dü şü nme birleştirmek, parçalamak ve
karşılaştırmaktır. Bu tabirler, mantıki sahadan bilgi nazariyesi sahasına
alınsalar bile, onlar dü şü nmenin geniş sahasını kucaklamaktan çok
uzak kalırlar.
Dü şü nme-edimi, bu kadar dar bir çerçeve içine sıkıştırılamaz. Çü nkü
bü tü n dü şü nme-fenomenlerini bu kavramlarla ifade etmek mü mkü n
değ ildir. Zira tahlil, terkip ve mukayesenin hiçbir rol oynamadığ ı
dü şü nme fenomenleri vardır; tahlil, terkip ve mukayese dü şü nmenin
ancak çok hususi olan taraflarının bir ifadesidirler. Hiçbir mukayese,
hiçbir tahlil ve terkip yapmadan, hadiseler, vakalar arasında bir
mü nasebet kurmak; hadiseleri, hadise olarak tespit etmek; hadiseler
arasındaki mü nasebeti sezmek, olup biten şeyleri tasvir etmek, tasnif
etmek; yapılacak şeyler hakkında ö nceden planlar hazırlamak, bunların
gerçekleştirme şeklini tasavvur etmek; bazı hallerde idrak-ediminin
bize verdiğ i problemlerin temeline nü fuz etmek gibi sayısız fenomenler
dü şü nme-ediminin sahasına girerler.
Gerçi tahlil, terkip ve mukayese, dü şü nmenin en çok bilinen
fenomenleridir; her ü ç kavram, bir metot karakterine sahip oldukları
için, metodolojinin hâ kim olduğ u on dokuzuncu asırda dü şü nme
denilince, ya bu fenomenler, yahut da dü şü nme, psikolojik bir fonksiyon
olarak hatıra gelirdi; fakat nasıl ki idrak sahasını birkaç kavramla tespit
ve tasvir etmek mü mkü n değ ilse, aynı şekilde dü şü nme sahasını bu ü ç
kavramla sınırlandıramayız. Metodolojinin esaslı bir rol oynadığ ı bir
devirde, terkip, tahlil ve mukayesenin bü yü k bir ehemmiyet kazanması
icap edeceğ i tabiidir.
Zira tahlil, terkip ve mukayesenin indü ksiyon ve dedü ksiyonla ilgisi
vardır; mesela bir zoolog yeni bulduğ u bir kertenkele ferdini, mevcut
kertenkeleler sınıfına ithal edip edemeyeceğ ini tespit etmeye çalışıyor;
bunu tespit ederken, bu hayvanın uzuvlarım teker teker nazarı dikkate
alarak, bunları malum kertenkelelerinkilerle mukayese eder; fakat o
bununla da yetinmeyebilir; şimdi de bu yeni hayvan ferdinin parçalarını
birleştirerek meydana gelen terkibin, bü tü nü n, fonksiyonlarını da, daha
ö nce malum olan sınıfın bir ferdinin fonksiyonlarıyla mukayese eder;
zoolog, bu mukayesede varacağ ı neticeye gö re, ya bu hayvan mevcut
olan sınıfa ithal edilir; yahut da o fert hususi bir sınıfın ilk numunesi
olarak tespit edilir. Tahlil, terkip ve mukayeseye ait misaller daha da
çoğ altılabilir{11}.
Fakat hiç kimse, dü şü nmenin başarılarının bundan ibaret olmadığ ını
(yukarıda verdiğ imiz misallere ve şimdi vereceklerimize dayanarak)
gö rmekte de gü çlü k çekmez. Dü şü nmenin hayatta, bilim ve felsefedeki
mü him rolü nü gö rmek için, onun hayatta bilim ve felsefedeki
başarılarının, yukarıda verdiğ imiz misallerle birlikte gö z ö nü nde
bulunduralım. En basit bir hayat hadisesi, bizim dü şü nmemizi faaliyete
getirir; yapılması gereken bir işin planını zihnimizde tasarlarız. Basit
bir konuşmada karşımızdakinin sö ylediklerinin ü zerinde dü şü nerek
ona cevap hazırlamaya çalışırız. Bilimde dü şü nme, daha aktif bir rol
oynar; yaptığ ımız tecrü belerin neticelerini toplamak, onları bir nokta
etrafında teksif etmek; bu tecrü belerin bizi hadisenin nasıl bir izah
tarzına gö tü rdü ğ ü nü tespit etmek, aynı istikamette başka araştırılacak
meselelerin bulunup bulunmadığ ını meydana çıkarmak gibi birçok
başarıları dü şü nme, insan bilgisine sağ lamaktadır.
Felsefede ve matematikte dü şü nmenin daha ağ ır bastığ ı sö ylenir; zira
dü şü nme matematikçi ile felsefecinin kendi sahalarındaki problemlerin
işlenmesinde, çö zü lmesinde baş vurdukları son merci olarak
gö rü nmektedir; fakat bu bir “gö rü nü ş”ten ibarettir ve bu gö rü nü ş
felsefe ile matematiğ in tecrü bi (experimental) malzeme ile
çalışmamasından doğ uyor; işte felsefe ile matematik arasında gö rü len
yakınlık da bö yle bir gö rü nü şe dayansa gerek; yoksa felsefe ile
matematik arasındaki mü nasebet, felsefe ile diğ er bilimler arasındaki
mü nasebet gibidir; çü nkü bü tü n bilgi sahalarında dü şü nmenin rolü
aynıdır.
Bö yle bir zanna kapılmanın diğ er bir sebebi de şudur: felsefede ve
matematikte çok defa dü şü nme-edimi, diğ er bilgi-edimlerinden ve
bilhassa idrak-ediminden tecrit edilmektedir. Hâ lbuki her yerde bilgi-
edimleri arasında bir iş-birliğ i vardır; gerçi felsefe ve matematikte
dü şü nmenin ağ ır bastığ ı sö ylenebilir; fakat bu takdirde dü şü nme,
bü tü nlü ğ ü ile alınmalı ve hiçbir suretle diğ er edimlerle olan tabii
mü nasebetinden de çö zü lmemeli (tecrit edilmemeli)dir.
Bilimlerin tasnifinden bahsederken W. Windelband’in felsefe ile
matematiğ i rasyonel bir bilimler grubu olarak ayrı bir sınıfa soktuğ unu
gö rmü ştü k. Bö yle bir tasnif, dü şü nmenin diğ er bilgi-edimlerinden
tecrit edildiğ ini gö steren bir delildir; fakat bö yle bir gö rü ş doğ ru
değ ildir; çü nkü felsefeci ve matematikçinin de bilgi faaliyetleri, hiçbir
zaman yalnız dü şü nmeye dayanmazlar; onlar için de, hele bilhassa
hayattan ve fenomenlerden uzaklaşmayan felsefe için, idrak, mü şahede,
“tecrü be” ve diğ er edimler da mü him bir rol oynar. Fakat eğ er felsefeci
hayattan ve fenomenlerden uzaklaşırsa, bu takdirde dü şü nme
soysuzlaşır ve fanteziye inkılâ p eder; bu suretle felsefe de gerçek varlık-
â leminden, fenomenlerden uzaklaşmış, hakikat yerine de hayal
(fantezi) kaim olmuş olur. Fakat bö yle bir durum, dü şü nmenin negatif
olan bir tarafının gerçekleşmesinden başka bir şey ifade etmez.
Bilgi, hangi neviden olursa olsun, eğ er hakiki manasından uzaklaşmak
istemezse, bu takdirde onun varlık-â lemine, bu dü nyada olup biten
hadiselere, hayat hadiselerine ait olması, onlarla uğ raşması icap eder.
Aksi takdirde felsefe ile bilim bir satranç oyunundan ibaret kalır; hayal
ile hakikat, pü r “fantezi” ile halis dü şü nme arasındaki fark da ortadan
kalkar.
Dü şü nme-ediminin sonunda, dü şü nme ile dil ve konuşma arasındaki
mü nasebete kısaca temas etmek istiyoruz. Konuşma ile dü şü nme
arasındaki mü nasebet çok eski zamanlarda gö rü lmü ştü r. İlk defa
Platon, dü şü nmenin bir monolog olduğ unu sö yler; zira insan, kendi
kendisine bir meseleyi dü şü nü rken, bunu aynı zamanda zihninde dili ile
ifade etmeye çalışır; imdi, dü şü nme, insanın kendi kendisiyle bir
konuşmasıdır.
Modern felsefede dü şü nme ile dil arasındaki mü nasebet ü zerinde en
çok Schopenhauer durmuştur. Schopenhauer için, dil ile dü şü nme, onun
tabiriyle dil ile akıl arasında sıkı bir mü nasebet vardır. Fakat
Schopenhauer, dilin insana aklın verilmesiyle meydana geldiğ ini ileri
sü rer; ona gö re akıl, bize ü ç tü rlü kabiliyet sağ lar: bilim, ö lçü nme, dil.
Hayvanların akıl sahibi olmamaları, onların bir dilden, bir konuşmadan
da mahrum olmalarına sebep olmuştur.
Schopenhauer bu fikirleriyle, dil ile dü şü nme arasındaki mü nasebetin
ehemmiyetine işaret etmek istiyor. Fakat bu noktaya işaret etmek
isterken, bir “ö ncelik” (priorité ) fikrine saplanıyor. Asıl mesele, dil ile
dü şü nme arasındaki mü nasebettir; hangisinin ö bü rü nü n neticesi
olduğ u, hangisinin ö bü rü nden “ö nce” mevcut olduğ u meselesi ikinci
derecede bir ehemmiyeti haizdir. Çü nkü insan bilgisi, bö yle bir
“ö nceliğ i” (priorite’yi) tespit edecek bir durumda değ ildir. Eğ er
sü bjektif bir iddia ortaya atmak lazım gelirse, Schopenhauer’in
sö ylediklerinin tersini iddia etmek icap eder. Çü nkü insan ne ise, ancak
dili sayesinde odur; ancak dil sayesinde o, dü şü ndü klerini kendisinden
sonraki nesillere devredebiliyor; dil sayesinde insan, ü zerinde çalıştığ ı
şeyleri başkasına bildirip, Bilimsel ve felsefi araştırmayı ferde bağ lı
kalmayan bir “mü essese” haline getirebiliyor; başarılarını tespit ederek
kendisinden sonrakilerinin faydalanmasına terk edebiliyor{12}.
3. Anlama edimi
Obje ile sü je arasındaki mü nasebeti kuran diğ er mü him bir edim de,
anlama-edimidir. İdrak-edimi, sü je ile reel varlık-sahaları veya realite
sahasına geçebilen diğ er varlık-sahaları arasında bir mü nasebet
kuruyordu. Dü şü nme-edimi ise, sü je ile bü tü n varlık-sahaları, hatta
irreel olan şeyler arasında da bir mü nasebet kurabiliyor. Anlama,
dü şü nmenin idrak-sahasına ait olan hadiseleri hiçbir ö lçü nme sarf
etmeden doğ rudan doğ ruya kavraması olduğ una gö re, bu edimin de
yalnız reel sahaya veya bu sahaya geçebilen şeylere ait olması icap eder.
Fakat bununla beraber anlama, idrak-ediminin rolü sona erdiğ i yerde
bile devam edebilir. Çü nkü anlama-edimi, bir fenomenin herhangi bir
kıymet-strü ktü rü nü o fenomenle birlikte kavramaktadır; fakat
kıymetler de taşıyıcıları ile birlikte yine idrak-sahası içinde yer alırlar;
bu itibarla yine idrak-sahasından hareket ediyoruz demektir.
Şimdiye kadar tasvir edilen edimlerin psikolojik fonksiyonlarla
birbirine karıştırıldığ ını gö rmü ş ve bunları birbirinden ayırmaya
çalışmıştık. Fakat anlama-ediminde bö yle bir mesele ile
karşılaşmıyoruz; zira anlama, nihayet dü şü nmenin hususi bir yö nü dü r.
Dü şü nmenin fonksiyon olarak ele alınması, aynı zamanda anlamayı da
içine alıyor. Bu sebepten dolayı bilgi tarihi bakımından anlama-edimi
değ il, daha ziyade bu edimin biyopsişik bir ilişkisi olan anlayış-
kabiliyeti (mü drike) ele alınmıştır.
Felsefe tarihinde bilhassa John Locke, David Hume’dan beri bu bilgi
kabiliyetinin tenkidi yapılmıştır. Kant, anlayış-kabiliyeti ile akıl
arasında kesin bir fark yaptıktan sonra, anlayış-kabiliyetini, bir bilgi,
aklı da bir ide-sahası olarak ele alır ve aklın hududunu tayin etmeye
çalışır. Psikoloji ise, anlamadan fonksiyon olarak bahsetmemiş; bunun
yerine dü şü nmenin başka bir yö nü olan zekâ ile uğ raşmıştır.
Fakat bilgi nazariyesi, zekâ ile anlayış-kabiliyeti arasındaki mü nasebete
temas etmemiştir; tesadü fi olan bu temas etmeme yerindedir. Çü nkü
zekâ da bir fonksiyon karakteri vardır. Zaten anlamanın edim olarak ele
alınması zamanımızın bir meselesidir. Gerçi anlamaya metodolojik bir
damga vurmak isteyen bir gö rü ş (Dilthey ve mektebi) vardır; fakat bu
gö rü ş de anlamanın yalnız metodolojik tarafı ü zerinde durmuş ve
anlama-edimi ile ilgilenmemiştir. Hâ lbuki bizim için, anlama-ediminin
bilgi bakımından olan başarısı bahis konusudur; biz burada da yine
fenomenlerden, gü nlü k hayattan hareket edeceğ iz.
Anlamanın sahası da idrak-ediminin sahası gibi çok geniştir: bir sanat
eserini anlamak, bir dili, bir yü z-ifadesini, bir hareketi, bir insanı, bir
karakteri, bir durumu, bir kü ltü rü anlamak; bir metni, mesela felsefi,
edebi bir metni, bir şiiri, bir insanın ü zü ntü sü nü , sevincini, acısını
anlamak; bir hukuk sistemini, bir felsefi gö rü şü , bir fiziki kanunu, bir
riyazi problemi anlamak; bize karşı beslenen iyi veya kö tü bir zihniyeti,
bir tabiat manzarasını, bir hayvanı anlamak; bir kahramanı, bir devlet
adamını, bir tarihi devri anlamak gibi. Bü tü n bu fenomenlerle, daha da
sayılabilecek birçok fenomenler anlama-ediminin sahasına girerler.
O halde bir şeyi anlamak ne demektir? Bir şeyi, bir durumu, bir
hareketi, bir niyeti, bir sevinci, bir acıyı, herhangi bir sanat eserini, bir
ilmi, bir felsefi metni, bir milleti, bir insanı, bir zihniyeti, bir tarihi devri
vesaireyi anlamak demek, bü tü n bu fenomenlerin, hiçbir ö lçü nmeye
dayanmadan doğ rudan doğ ruya manasını anlamak demektir. İmdi biz
bir milleti, onun sanatını anlıyoruz dediğ imiz zaman, o milletin
başarılarının, sanatının manasını direkt kavrıyoruz demektir. Biz bir
insanı anlıyoruz demek, onun niyetlerini, hareket ve faaliyetlerini, bu
hareket ve faaliyetleriyle neyi gerçekleştirmek istediğ ini, gö rü ş-tarzım,
hiçbir vasıtaya başvurmadan doğ rudan doğ ruya biliyoruz demektir.
Fakat hangi sahaya ait olursa olsun, anlamadaki bilmenin, kavramanın
direkt olan bir bilme, bir kavrama olması şarttır; yani bu bilme ve
kavrama, herhangi mantıki bir prensipten veya nedensel (illi)
mü nasebetlerden hareket edilerek elde edilen bir bilme ve kavrama
olmamalı veya bu prensip ve mü nasebetlerden çıkarılan bir neticeye
dayanmamalıdır. Aynı şekilde biz bir felsefi metni, bir bilimsel metni
anlıyoruz demek, filozofun, bilim adamının bu metinlerle neyi
gerçekleştirmek, neyi gö rmek veya gö stermek istediklerini doğ rudan
doğ ruya kavrıyoruz demektir.
Fakat anlama-edimi için yalnız direkt kavrama ve bilme kâ fi gelmez;
anlama-edimi aynı zamanda bizden bir şeyi sevmeyi, sevgi ile
karşılamayı, ona açık olmayı, peşin hü kü mlerden sıyrılmayı; insanın
direkt, durumun, anlamak istediğ i şeyin içerisine girmesini, onunla
direkt temasa gelmesini de şart koşar; durumun, anlaşılması istenilen
şeyin dışında kalan sevgisiz bir tavır, soğ uk bir tavır, peşin hü kü mlerle
dolu olan bir tavır, bizi peşin olarak anlama fenomeninden mahrum
bırakır. İmdi sevgi ile anlama arasında karşılıklı bir mü nasebet vardır:
Sevmek için anlamak, anlamak için sevmek şarttır.
Bundan başka anlama, insan başarıları sahasında “ortak kıymet”lere
sahip olmayı da şart koşar; zira kü ltü r sahasında “ortak kıymet”lere
dayanmayan eserleri, mü esseseleri anlamakta gü çlü k çekilir; hatta
bazen bu mü mkü n olmaz. Çü nkü biz ancak “ortak kıymet”lerin mahsulü
olan insan başarılarını, birbiriyle teması olan kü ltü rleri anlayabiliriz;
bize yabancı olan kü ltü rleri, biz ancak onların gerçekleştirdikleri
kıymetlerin içine girdikten, bü tü n peşin hü kü mlerden sıyrıldıktan
sonra anlayabiliriz.
Fakat yine de birçok şeyler, fenomenler vardır ki, biz onları ancak
anlayabiliyoruz; ama izah edemiyoruz. Çü nkü izah, ya mantıki-riyazi
veyahut da fiziki-nedensel (fiziki-illi) bir temele dayanır. Zira izah,
ancak muayyen bir prensipten hareket ederek bir şeyi, bir hadiseyi
vasıtalı olarak kavramak, açığ a çıkarmak demektir. Hâ lbuki biz bir
insanın sevincini, acısını, sevgisini, nefretini, bir milletin sanatını
anlıyoruz dediğ imiz zaman, biz ne bu sevincin, acının, sevginin,
nefretin, ne de bu sanatın illi (nedensel) mü nasebetlerini, riyazi-
mantıki bir temelini (ki bö yle bir şey çok defa yoktur da) ele alarak ve
onlara dayanarak anlıyoruz demek değ ildir. Çü nkü illi mü nasebetlere,
mantık bakımından çıkarılan neticelere dayanıldığ ı zaman, anlama
edimi sona erer.
İmdi biz bir insanın sevincini, acısını, sevgi ve nefretini ancak direkt
olarak anlayabiliriz; zira bu fenomenlerin “motif”ini, temelini bulmaya
çalışmak bize hiçbir şey kazandırmaz ve ü stelik bu “motif” ve illetler
(nedensellik) çok çeşitli de olabilir; fakat bu “motif” ve illetlerden
hareket edilerek bize verilen bu somut, bu direkt sevince hiçbir suretle
varılamaz.
Zira bir şeyi anlamakla, onun “motif”lerini, illetlerini bulmak, yani izah
etmek bambaşka şeylerdir. Ben bir sanat eserini ya anlayabilirim
veyahut da buna karşı tamamıyla kapalı kalabilirim; sonuncu halde bir
sanat tarihçisi veya literatü r tarihçisi bana onu izah edebilir; ben
bunları, bu izahları yapan kimsenin sö zleri olarak ö ğ renebilirim; hatta
bana bu hususta sual sorulduğ u zaman, cevap da verebilirim. Çü nkü
verilen cevap, sanat eserinin anlamaya dayanan yapısından hareket
edilerek verilmemiştir; ö ğ renilmiş bir cevaptır; bu sebepten dolayı bu
bir anlama değ il, endirekt bir bilmedir. Bu bilgiyi bana veren sanatın
varlık-yapısı (varlık-strü ktü rü ) değ il, buna vasıta olan hocanın
sö zleridir; bunun için de endirekt bir bilgidir.
Gerçekten bir sanat eserini bir felsefi metni anlamadan da bazı esaslara
dayanarak başkasına izah etmek, ö ğ retmek ve ö ğ renmek mü mkü ndü r.
Bunun klâ sik bir numunesiyle turist olarak bir yere gittiğ imiz zaman,
turist rehberlerinin, camilerin, kiliselerin ve diğ er sanat eserlerinin stil
(ü slû p)ları hakkında el kitaplarından ö ğ renerek papağ an gibi verdikleri
izahlarda karşılaşırız.
Aynı şekilde Descartes’in iki substans problemi ile Kant’ın “idrak” ve
kavram arasındaki mü nasebet meselesini anlamak ve bunları bir ders
yoluyla veya bir el kitabı sayesinde ö ğ renmek arasında bü yü k bir fark
vardır. Bir sanat eserini anlamada bir nevi “tatma”, bir nevi sü kû nete
gelme vardır; felsefi bir fikri anlamada, onun içine girme, onunla
filozofun kast ettiğ i manayı anlama vardır. Hâ lbuki izahtan doğ an bir
bilgide, bize mal olmayan, yalnız bir “kelime yığ ınından” ibaret kalan
bir bilgi durumu ile karşılaşıyoruz; bu, tıpkı Almanca bilmeden
Wagner’in bir operasını sö ylemeye benzer. Artist aria’ları bü tü n
dikkatiyle bir Alman artisti gibi sö ylü yor; fakat onu anlamıyor.
Bu asrın başlarından beri anlama problemi hakkında bazı teoriler
ortaya atılmıştır; fakat bu teoriler bizi şaşırtmamalıdır; biz her yerde
olduğ u gibi burada da fenomenler ü zerinde durduk ve anlama edimini,
onun bilgi için başarısını gö stermeye çalıştık. Bu teorilerden birisi
anlamayı yalnız psişik objelerle, kü ltü r objelerine; diğ eri ise iadece
“şahıs”a (“Person”a) hasrediyor; birinciyi temsil eden W. Dilthey’dır;
İkinciyi de Max Scheler temsil etmektedir.
Max Scheler anlama-edimi hakkında çok yerinde olan bir tasvir yapar:
“Anlama, vakıalarla mü şahhas verilerin idrak kadar asli olan bir
kaynağ ını teşkil eder” . Bu çok mü him fikri ortaya koyan Scheler, bir
taraftan anlamayı yalnız “şahıs” ve onun edimlerinin sahasına
hasrediyor ve bazı yazılarında da anlamanın idrakle bir ilgisi
olmadığ ını sö ylemekle, bu ilk fikrinin aksini iddia ediyor ve bunun için
şö yle bir misal veriyor: Tanrı insanın ıstırabımı anlar; fakat bu anlama
idrak-edimine dayanmaz; zira Tanrı bu ıstırabı ancak “his”eder.
Diğ er taraftan Scheler, yanlış bir psikolojik teoriye dayanarak bir insana
ait olan edimleri anlamak için, onun bu edimlerinin kendisinden sonra,
kendisiyle birlikte gerçekleştirilmesi icap ettiğ ini iddia ediyor{13}. Diğ er
bir ifade ile “başka şahıslarla onların edimlerini anlayabilmek için,
onların hü r-edimlerini onlarla birlikte yaşamak, yahut bu edimleri bu
şahıslarla birlikte gerçekleştirmek, kendimizi onların irade ve
sevgileriyle, onların kendileriyle aynileştirmek icap eder”{14} diyor ki, bu
fikirlerin bugü n artık fenomenlere dayanarak doğ ruluğ unu gö stermek
mü mkü n değ ildir.
W. Dilthey da anlamayı yalnız psişik saha ile kü ltü r bilimlerine (manevi
bilimlere) hasretmekle kalmıyor; aynı zamanda anlamaya, daha ö nce de
gö sterildiğ i gibi, sadece metodolojik bir karakter atfediyor. W. Dilthey
ile başlayan bu teori, bu sahaya ait literatü rde manevi bilimlerle tabiat
bilimlerini birbirinden ayırmaya yarayan bir ö lçü olarak kullanıldı. İmdi
anlama, manevi bilimlerin bir metodu; izah da tabiat ve matematik gibi
bilimlerin bir metodu olarak kabul edildi. Bizim burada fenomen
sahasını gö stermeye çalıştığ ımız “anlama ediminin bu teori ile de bir
ilgisi yoktur. Zira bu teori anlamayı bir metot olarak gö rü yor; Hâ lbuki
bizim için anlama bir metot değ il, bir bilgi edimidir. Biz iç içe giren
varlık-â leminin tetkiklerini (yani onu inceleyen bilimleri) metotlara
gö re ayıramayacağ ımızı ve hiçbir suretle bö yle bir ayırmaya baş
vurmaya hakkımız olmadığ ını daha ö nce gö stermeye çalışmıştık.
Gerçekten tabiat bilimlerinde de anlamanın bir yeri vardır. Zira hakiki
bir fizikçi de fiziki sahayı direkt gö ren, direkt anlayan bir fizikçidir; izah
etme bu merhaleden sonra gelir. Aynı şekilde bir tabiat parçasını, tabii
bir manzarayı da, tıpkı fizik saha gibi direkt anlıyoruz, yahut
anlayamıyoruz.
Fakat anlama ile sevme arasında karşılıklı bir mü nasebet olduğ una
gö re, bir şeyi anlamadığ ımız zaman da sevemeyiz. Çü nkü sevmek için
anlamak ve anlamak için de sevmek şarttır. Her sahada olduğ u gibi
bilim ve felsefe yapan kimse de sahasını seven ve anlayan bir kimse
demektir; aksi takdirde sevgi ve anlama yerine izah kaim olur. Fakat
izah, yalnız başına bize bilginin ait olduğ u sahayı doğ rudan doğ ruya
değ il, ancak vasıtalı (endirekt) olarak tanıtır; her vasıtalı şey gibi, bö yle
bir bilgi de bizim olmayan, bizim dışımızda kalan, bizimle
kaynaşmayan, ameli hayatımıza, “şahsiyetimize” tesir etmeyen bir bilgi
olarak kalır. Hâ lbuki bilginin hedefi, ya direkt (doğ rudan doğ ruya)
veyahut da dolayısıyla hayata hizmet etmek olmalıdır; şahsiyetin
oluşuna yaramalıdır; fakat ancak anlaşılan bir bilgi, hayatın içerisine
giren, ameli olan bir bilgi olabilir; şahsiyetin oluşuna hizmet edebilir.
3. Mantığın prensipleri
Mantık, daha ö nce de sö ylediğ imiz gibi, dü şü nceler arasındaki
mü nasebeti ve dü zeni “tayin eden” kanun ve prensipleri tetkik eder.
Zira hiçbir varlık-sahası kanun ve prensiplerden mahrum değ ildir;
hiçbir varlık-sahası “determinasyon”suz değ ildir. İmdi bilimin vazifesi
varlık sahalarının kanun, kaide ve prensiplerini bulmak, onların
fonksiyonlarını tetkik etmektedir; mantık da aynı şeyi yapmalıdır.
Mantık çok eskiden kurulmuş bir bilimdir; onun sahası, kanun ve
prensipleri yine çok eskiden tespit edilmiştir. Mantığ ın tespit ettiğ i
kanun ve prensipler şunlardır: tenakuz (çelişme) prensibi, aynılık
(identite) prensibi, “ü çü ncü bir şıkkın imkâ nsızlığ ı” prensibi (ü çü ncü
bir şık olamaz prensibi). Dü şü nceler arasındaki mü nasebeti, dü zeni
“tayin eden” mantığ ın bu prensipleri hakkında literatü rde birbirinden
farklı kavrayış ve anlayışlar vardır; fakat bu kavrayış ve anlayışlar daha
ziyade bu prensiplerin izah şekli ile ilgilidir. Biz, mantığ ın diğ er
prensiplerini aynılık prensibi ile mü nasebete getiren, â deta diğ erlerini
bu prensibe gö tü ren bir gö rü şü benimsemek istiyoruz. Bu gö rü şle
bilhassa von Lö ringhoff Freytag’ın mantık adlı kitabında
karşılaşıyoruz{20}.
O halde ayniyet veya aynılık ne demektir? Aynılık bir tem el prensiptir;
bü tü n temel-prensipler gibi aynılık da tarif edilemez; fakat bu prensip,
diğ er malum olan başka kavramlarla mukayese edilerek izah edilebilir;
mesela aynılığ ı eşitlik ve benzerlikle karşılaştıralım: aynılık, ne eşitlik,
ne de benzerliktir. Zira eşitlik, ancak iki şey arasında bulunabilir; bir
şey, diğ er bir şeye eşit olabilir. Hâ lbuki ayniyet, bir şeyin (mesela bir
kavramın, bir fikrin) kendi kendisinin aynı olmasıdır; benzerlik de yine
iki şey arasında mü mkü ndü r: mesela iki gerçek obje veyahut dü şü nü len
iki şey birbirine çok benzeyebilir. Fakat aynılık, bunlardan her birisinin
kendi kendisinin aynı olmasını icap ettirir ve bö yle bir aynılık zamana
tâ bi değ ildir; yani aynılık zaman kaydına tâ bi olmadan devam etmelidir.
Mantıki aynılık (identite), aynılık formü lü adını alan bir formü lle ifade
edilir. Bu da şudur: “A, A’dır”. Fakat burada birbirinin aynı olan, objeler
değ ildir; dü şü nceler, dü şü ncelerden meydana gelen hü kü mlerdir. Gerçi
hem bu prensibin, hem de diğ er mantıki prensiplerin ontolojik olan bir
tarafları vardır; fakat bu takdirde mantıki prensiplerle var olan bir şey
kast edilir ve bu aynı mantıki prensipler, umumi ontolojik bir karakter
kazanırlar. Hâ lbuki mantıkta bö yle bir şey (yani bü tü n varlığ ı tayin eden
bir şey) değ il, ancak hususi bir varlık-alanı teşkil eden fikirler, fikir
sistemleri bahis konusu olabilir. İmdi aynılık da, fikirlere ait olan bir
aynılıktır ve fikirler arasındaki bu aynılığ ın, objeler arasındaki
aynılıktan kat’i olarak ayrılması lazımdır.
Mantık kitaplarında aynılık prensibi bazen şö yle de gö sterilir: “A=A”’dır
(A, A’nın aynıdır). Bu formü l A, A’ya eşittir şeklinde okunmamak şartıyla
doğ rudur. Fakat ayniyet prensibini bu şekilde yazmak hatalara sebep
olmaktadır. Bu sebepten dolayı onun şu şekilde gö sterilmesi tercih
edilmelidir: A/A; bu yazılış, “A, A’dır” yazılışının bir sembolle ifade
edilmesinden başka bir şey değ ildir.
Aynılık prensibi, kendi başına ele alındığ ı zaman, hiçbir şey ifade etmez
ve verimsiz bir prensip imiş gibi bir intiba bırakır; onun verimli
olduğ unu gö stermek için, diğ er prensiplerle mü nasebete getirilmesi
icap eder. Diğ er prensipler aynılığ ın zıddıdırlar; yani onlar farklı
(nonidentik)tirler. Bunlardan birisi tenakuz (çelişki) prensibidir; fakat
“tenakuz” daha ziyade hü kü mler arasındaki mü nasebete tahsis
edilmiştir. Hâ lbuki fikirler arasında da bir “tenakuz” olabilir; işte von
Lö ringhoff Freytag fikirler arasındaki tenakuza diversitas (birbirinin
aynı olmama, birbirinden ayrı olma) adını veriyor; diversitas, en az iki
fikrin mevcut olmasını şart koşar. Bu fikirlerden birisine A dersek,
ö tekisi ondan farklı olan bir fikir demektir. Yani A’nın aynı olmayan
diğ er bü tü n fikirler demektir. Bu prensip (yani diversitas), şu şekilde
ifade edilir: “A, A-olmayan değ ildir”; bu ifade, A’nın A-olmayan
olmadığ ını, ondan farklı, ondan ayrı olduğ unu gö steriyor; burada A ve
A-olmayan inkâ r edilmiyorlar, bilakis A’nın A ile ve A-olmayanın da A-
olmayan ile aynılığ ı olduğ u gö steriliyor. Zira bu ifade, A’nın A olduğ unu,
A-olmayan olmadığ ını; A-olmayanın da, A-olmayan olduğ unu ve A
olmadığ ını gö steriyor. İmdi bu ifadenin ilk kısmı, A’nın aynılığ ını; ikinci
kısmı da A-olmayanın aynılığ ını gö steriyor. Bü tü n ifade ele alınırsa; A,
prensibin pozitif tarafım, A-olmayan da aynı prensibin negatif tarafını
ve her birisinin de kendisinin aynı olduğ unu gö steriyor.
Esas itibariyle tenakuz prensibi, bir çelişmezlik prensibidir ve şunu
ifade etmek istiyor: pozitif olan, kendisinin negatifi olamaz. İmdi pozitif
olan A alanına yalnız bir A; negatif olan A-olmayan alanına de bü tü n A-
olmayanlar girebilir.
Bu sebepten dolayı mantıkta negatif kavramların sonsuz olduğ u
sö ylenir. Zira negatif kavramlar, pozitif olan A’dan başka olan bü tü n
kavramları ihtiva ederler. Bu sebepten dolayı bü tü n fikirler ya A-alanına
veyahut da A-olmayan alanına girerler; bunun ü çü ncü bir şıkkı yoktur,
tertium non datur. Bu prensip de “ü çü ncü bir şıkkın imkâ nsızlığ ı”
prensibidir ve bu da şu şekilde ifade edilebilir: “her X, A’dır veyahut her
X, A-olmayandır”; bunun ü çü ncü bir şıkkı yoktur “tertium non datur”.
Şimdiye kadar verilen ifade şekilleri, diğ er prensiplerin, aynılık
prensibine gö tü rü lebileceğ ini gö steriyorlar. Tenakuz prensibini de
sembolle şö yle ifade edebiliriz: A ↔ Ä , yani “A, A-olmayan değ ildir” .
Ü çü ncü şıkkın imkâ nsızlığ ı prensibi de sembolle şö yle ifade edilebilir: A
↔ Ä , yani bir X ya A’dır, yahut da A-olmayan (Ä )’dır.
“Kâ fi sebep prensibi”ni von Lö ringhoff Freytag’la birlikte mantıki bir
prensip olarak kabul etmiyoruz. Bu prensip şö yle bir iddia ile ortaya
çıkıyor: Her şeyin kâ fi gelen bir sebebi olmalıdır, yani her şeyin izah
edilebilen bir temeli olmalıdır. Bö yle bir iddia ile karşımıza çıkan bu
prensip, mantıki bir kanun, bir prensip olamaz; hatta onun
hakikatinden bile şü phe edilebilir; Zira bü tü n temellendirilme
mü nasebetleri, en sonunda bizi temellendirilmeyen mü nasebetlere
gö tü rmektedir. Bö yle bir prensip, ancak araştırmalar için bir hedef
olabilir; fakat onun tam olarak gerçekleşmesi, gerçekleştirilmesi
mü mkü n değ ildir. Schopenhauer, bu prensibin dö rt şekilde ortaya
çıktığ ını gö stermiştir. Fakat burada onlardan bahsetmeye lü zum
yoktur; çü nkü onlar bizim alakamızın dışında kalıyorlar.
Mantığ ın bu prensipleri hü kü mlere tatbik edildiğ i zaman şu ifadelerle
karşılaşırız: mesela ayniyet prensibi; her hü kü m, kendisinin aynı
olmalıdır; yani biz bü tü n fikirlerimizde aynılığ ı muhafaza etmeliyiz. Bir
esas-fikir, bir esas-hü kü m olarak ortaya attığ ımız bir ifade, sonuna
kadar aynı kalmalıdır. Bu prensiplerden tenakuz prensibi, hü kü mlere
tatbik edildiğ i zaman şö yle bir ifade şekli kazanır: Birbirini nakzeden
iki zıt hü kü m birden yanlış olamaz; bunlardan birisinin doğ ru olması
lazımdır. Fakat “birbirini nakzeden zıt hü kü mler”, gelişi gü zel zıt
yü klemleri (predikatları) olan hü kü mler değ ildirler; bö yle hü kü mler,
hem sü jeleri (mevzuları), hem de yü klemleri aynı olan hü kü mlerdir; bu
hü kü mler yalnız keyfiyetleri bakımından birbirinden farklıdırlar; yani
bu hü kü mlerden birisi pozitif ise, diğ eri negatiftir. Mesela tahtayı sü je,
siyah olmayı da yü klem olarak alan ve birbirini nakzeden iki zıt
hü kü mden birisinin yanlış olması zaruridir; yani “tahta siyahtır; tahta
siyah değ ildir” hü kü mlerinden birisi yanlış ise, diğ eri mutlaka
doğ rudur; birisi doğ ru ise, diğ eri mutlaka yanlıştır ve bu hü kü mlerin,
ikisinin birden yanlış olmasına imkâ n yoktur; yani ya pozitif olan
yanlıştır; yahut da negatif olan yanlıştır.
“Ü çü ncü şıkkın imkâ nsızlığ ı” prensibi de, tıpkı tenakuz prensibi gibi
birbirini nakzeden iki hü kü m arasındaki mü nasebete aittir. Fakat
tenakuz prensibi, bu gibi hü kü mlerin ikisinin birden yanlış olmasına
imkâ n olmadığ ını ifade ettiğ i halde, ü çü ncü şıkkın imkâ nsızlığ ı prensibi
ise, “birbirini nakzeden zıt iki hü kmü n”, ikisinin birden doğ ru olmasına
imkâ n yoktur, der. Yani bu hü kü mlerden birisi doğ ru ise, diğ eri mutlaka
yanlıştır. Bu suretle bu prensip, doğ ruluğ u iki hü kü mden birisine
hasrediyor; ü çü ncü bir imkâ nın olmadığ ını, yani ü çü ncü doğ ru bir
hü kmü n imkâ nsız olduğ unu gö steriyor. Mesela “S, P’dir” ; “S, P değ ildir”
hü kü mlerinden birisi, mesela “S, P’dir” doğ ru ise, “S, P değ ildir” hü kmü
zorunlu olarak yanlıştır; yahut “S, P değ ildir” hü kmü doğ ru ise, “S, P’dir”
hü kmü zorunlu olarak yanlıştır.
Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, tenakuz prensibi, “birbirini nakzeden
zıt iki hü kü m”den birisinin zorunlu olarak yanlış olduğ unu iddia ediyor.
Hâ lbuki “ü çü ncü şıkkın imkâ nsızlığ ı” prensibi, “birbirini nakzeden zıt
iki hü kü mden” birisinin zorunlu olarak doğ ru olduğ unu iddia ediyor.
Gerçi tenakuz prensibi “birbirini nakzeden iki zıt hü kü mden” birisi
yanlış olduğ u zaman ö bü rü nü n yanlış olamayacağ ını sö ylü yor; fakat bu
husustaki kararı ü çü ncü şıkkın imkâ nsızlığ ına bırakıyor. Tenakuz
prensibinin aksine olarak “ü çü ncü şıkkın imkâ nsızlığ ı” prensibi de
şö yle bir iddia ile ortaya çıkmaktadır: “Birbirini nakzeden zıt iki
hü kü m”den ancak birisi zorunlu olarak doğ ru olabilir. Fakat bu
hü kü mlerden birisi doğ ru olduğ u zaman, ö tekinin de zorunlu olarak
doğ ru olamayacağ ını sö ylü yor; ama bu husustaki karan tenakuz
prensibine bırakıyor. İmdi tenakuz prensibi, yanlışlığ ın, “ü çü ncü şıkkın
imkâ nsızlığ ı” prensibi de doğ ruluğ un prensibidir. Bundan anlaşılıyor ki,
bü tü n mantıki prensipler birbirini tamamlayan prensiplerdir.
Mantığ ın bu prensiplerinin hedefi, içkin bir hakikati gerçekleştirmektir.
Umumiyet itibariyle “içkin hakikat”e doğ ruluk adı verilir; zira doğ ruluk
tabiriyle, ayniyet, tenakuz, “ü çü ncü şıkkın imkâ nsızlığ ı” prensiplerine
uygunluk kastedilir ve doğ ruluk da, aşkın hakikatin ilk şartını teşkil
eder; daha ö nce de gö sterildiğ i, gibi, aşkın hakikat, sü je ile obje
arasında mü nasebet kuran edimlerin sü jedeki kutuplarıyla objedeki
kutuplarının birbirine uygun gelmesidir. Aşkın bir hakikat için,
doğ ruluk şarttır; fakat kâ fi gelen bir şart değ ildir.
***
Geleneğ in mantığ ı ile bizim anlatmaya çalıştığ ımız mantık arasında bir
fark var gibi gö rü nü yor. Biz mantığ ı, fikirler (dü şü nceler) arasındaki
mü nasebet ve dü zeni “tayin eden” prensipleri araştıran bir bilim olarak
tarif ettik. Hâ lbuki geleneğ in mantığ ı, kendisini kavramların,
hü kü mlerin, hü kü mlerden çıkarılan neticelerin bir bilimi olarak gö rü r.
Gerçekten mantığ ın tarihi gö z ö nü nde bulundurulacak olursa, mantık
daima kavramlardan, hü kü mlerden, hü kü mlerden çıkarılan
neticelerden bahsetmiştir. Yalnız bazen ağ ırlık noktasını hü kü mler,
bazen hü kü mlerden çıkarılan neticeler, bazen de kavramlar teşkil
etmiştir. Fakat dikkat edilirse, hü kü mlerin fikirlerden meydana geldiğ i
gö rü lü r ve hü kü mlerden çıkarılan neticeler ise yine fikirlerdir. Kavram
da fikirlerin unsurudur. Bu sebepten dolayı mantığ ın geleneksel tarifi
ile bizim tarifimiz arasında bir çelişki yoktur; ancak dışa ait bir fark
vardır. Fakat bu farkın temelleri açıklanınca, gö rü şler arasındaki zıtlık
da kendiliğ inden ortadan kalkar.
2. Varlık fenomenleri
Bugü nü n ontolojisi, artık bu metafizik yü kten sıyrılmıştır. Bugü nü n
ontolojisi, “varlığ ı”, “var olan”ın kendisini, en son şey olarak
gö rmektedir; zira varlık-fenomenleri, bize varlığ ın, “var olan”ın
gerisinde bulunan, gö rü nü ş sahasına çıkmayan herhangi bir metafizik
temelden haber vermiyorlar. Bugü nü n ontolojisi için, gö rü nü ş ve “kendi
başına varlık”, bir “birlik” ifade ederler. Bugü nü n ontolojisi “var olan”ı,
varlığ ı tarif etmekten vaz geçmiştir; zira tarifi, ancak araştırmalarını
bitirmiş, sonuna gelmiş bir bilgi yapabilir; bö yle bir bilgi ise mevcut
değ ildir; imdi hiçbir bilgi mantıki manada tarif edilemez. Bugü nü n
ontolojisi her bilgi gibi, fenomenlerden hareket eder; bu fenomenler,
varlık-fenomenleridir. Fakat ontoloji için, bu fenomenlerin gerisinde
cevheri bir şey yoktur ve ontoloji, fenomen tabirinden şu basit manayı
anlar: fenomen, bir şeyin, açığ a çıkması, kapalı kalmaması, gizli
kalmaması, kendisini gö stermesi demektir. Varlık, “var olan”, kendisini
fenomenlerinde bize gö sterir.
Fakat bu fenomenlerin halis (hakiki) olup olmadıklarını ayrıca
incelemek icap eder. Bu sebepten dolayı bugü nü n ontolojisinin ilgisi de
halis fenomenleri, sahte (pseudo) fenomenlerden ayırmak meselesi
ü zerinde toplanmaktadır. Nasıl ki bilgi sandığ ımız her şey bilgi (hakikat
olan bilgi) değ ilse, fenomen olarak karşımıza çıkan, kendisini bize
gö steren bir şeyin de halis bir fenomen olması icap etmez. Mesela kanlı,
kırmızı gö rü nen bir yü zdeki bu “kırmızılık fenomeni”, hem sahte, hem
de halis bir fenomen olabilir; eğ er bu “kırmızılık” yeni başlayan ateşli
bir hastalığ ın ifadesi ise, bu sahte bir fenomendir; eğ er bu “kırmızılık”
bir sıhhatin ifadesi ise, bu takdirde bu fenomen halis bir fenomendir;
bilim (tıp) bunları birbirinden ayırt edebilecek bir durumdadır.
Bulduğ umuz herhangi tarihi bir vesikada ortaya çıkan bir fenomenin de
halis bir fenomen olabilmesi için, bu vesikadaki metnin halis (yani
gerçekten olup-biten bir olayın metni) bir metin olması lazımdır. Buna
tipik bir misal olarak Fatih hakkında on yedinci, on sekizinci asırlarda
Avrupalı yazarlar tarafından yazılan romanlar gö sterilebilir. Bu
romanlarda Fatih’in aşk mektuplarıyla karşılaşıyoruz; hatta burada
uydurulmuş isimler yanında doğ ru isimler de gö rü lü r. Bir tarihçi için
yapılacak ilk iş, bu metinlerde ifadesini bulan tarihi fenomenin halis
olup olmadığ ım tespit etmektir.
Gü nlü k hayatta insanlar ehli hayvanlardan kö peğ e sadakat, kediye
nankö rlü k atfederler; zira kedi ve kö pekte ö yle davranışlarla karşılaşırız
ki, bu davranışlar, dış gö rü nü şleriyle ilk defa insan â leminde ortaya
çıkan sadakat ve nankö rlü k gibi fenomenlere benziyorlar. Hâ lbuki
biyoloji ve hayvan psikolojinin son araştırmalarına gö re, hayvanlara
insanların ahlaki davranışlarına benzeyen davranışlar atfetmenin bir
antropomorfizm olduğ u meydana çıkmıştır. Bizim dilimizin bu hususta
derin manalı bir sö zü vardır: “gö rü nü şe aldanmamalı”; yani gö rü nü şü n
halis olup olmadığ ını araştırmalı.
Diğ er taraftan suya daldırılan bir baston da kırık gö rü nü r. Bastonun
kırık gö rü nmesi optik bir aldanmadır; fizik, bunun neden ileri geldiğ ini
bize açık olarak gö steriyor. Sayılı gö rü nü şlere, intibalara dayanarak bir
insana atfedilen herhangi bir kabiliyetin, halis olup olmadığ ı, o insanın
başarılarında meydana çıkmalıdır. Biz bir insana dü rü st, diğ er birisine,
menfaatine dü şkü n diyoruz; bu fenomenlerin halis olup olmadıkları,
yine o insanların hareketlerinde, işlerinde meydana çıkmalıdır.
Bü tü n bu misaller bize gö steriyorlar ki, fenomenlerin halis veya sahte
fenomenler oldukları ayrıca tetkik edilmeye muhtaçtır. Fakat bundan
dolayı bu fenomenlerin taşıyıcısı olan varlığ ın gerisinde bir substans
(bir cevher) veya herhangi bir ide kabul etmeye lü zum yoktur (cevherin
de, idenin de yerleri vardır; yani bu suretle onlar inkâ r edilmiş
değ illerdir); çü nkü bö yle bir gö rü ş, bizi yanlış yollara sevk eder; bu
takdirde ontolojik sahayı terk etmiş, metafizik spekü lasyonların içine
dü şmü ş oluruz; bö yle spekü latif, çü rü k bir zeminde yolunu bulmak,
ondan kurtularak tekrar sağ lam bir zemine ayağ ını basmak hemen
hemen mü mkü n değ ildir.
Çü nkü her konstrü ksiyon, bizi yeni bir konstrü ksiyona, sü rü kler. Bizi bu
konstrü ksiyonlara, sü rü kleyen gö rü ş, kaynağ ını varlığ ı ikiye bö lmekte
bulur. Ö teden beri felsefeye yerleşmiş olan bu ikilik iddiası, bizi daima
aykırılıklara sü rü kler. Bu ikilik tezine gö re, varlığ ın iki tarafı vardır:
1. Varlığ ın “kendi başına” olan tarafı;
2. Bu “kendi başına” varlığ ın gö rü nü şü .
Bö yle bir gö rü şü n en iyi misalini Kant vermiştir. Kant’a gö re, “kendi
başına” olan varlık, bilinmeyen bir varlık-sahasıdır; bilinen saha, ancak
bu varlığ ın zaman-mekâ n içindeki gö rü nü şü dü r.
Fakat Kant’ı bu gö rü şe sevk eden ontolojik dü şü nceler değ ildir; daha
ziyade epistemolojik ve etik dü şü ncelerdir{22}. Buna yakın bir gö rü şü n
en eski bir misalini Platon bize vermiştir; onda da ideler “daima var
olan” bir varlık sahasıdır; bu idelerin bir gö rü nü şü olan şeyler ise,
değ işen, oluş içinde bulunan bir sahadır; yani bu saha, hakiki bir varlık
olmaktan çok uzaktır. Schopenhauer’ın gö rü şü de, Kant ve
Platon’unkine benzeyen bir gö rü ştü r; onun için de “asli varlık” iradedir;
diğ er şeylerin hepsi bu “asli varlığ ın” gö rü nü şleridir. Kant daha tenkidi
bir filozof olduğ u için, Platon ve Scho'penhauer’dan başka olan
neticelere varır; çü nkü Kant için gö rü nü ş, Platon ve Schopenhauer’da
olduğ u gibi, bir hiçten ibaret değ ildir.
Hâ lbuki zamanımızın ontolojisi için, “var olan”, “varlık” bir bü tü ndü r ve
“var olan”, “varlık” daima ve her yerde “kendi başına” olan bir
“varlık”tır. Burada “kendi başına var olma” tabiriyle karanlık, mü phem
herhangi bir şey kastedilmemektedir. Bunun manası şudur: “var olan”
ve “varlık”, sü jenin, insanın veyahut insan-üstü bir varlığ ın herhangi bir
edimi veya hareketi sayesinde meydana gelmez; “var olan”, sü jeye,
insana veyahut insan ü stü bir varlığ a tâ bi olmadan mevcuttur. “Var
olan”, ne ise odur; insanın onu bilmesine veya bilmemesine, insanın
onun hakkında dü şü ndü klerine karşı kayıtsızdır. Fakat diğ er taraftan
“var olan” bü tü n şeyler arasında içten bir mü nasebet, bir bağ lılık vardır;
diğ er bir tabirle “her şey, her şeye tâ bidir”; tecrit edilmiş
(mü nasebetlerinden kopmuş) hiçbir şey mevcut değ ildir.
İmdi “kendi başına” var olma, herhangi bir soyutlama, bir-tecrit edilme
(mü nasebetlerinden çö zü lme) değ ildir. Ontolojinin bu gö rü şü , aynı
zamanda onun bü tü n “izm”lere karşı kayıtsız olduğ una ve
araştırmalarını herhangi bir “izm”e dayanmadan yapabileceğ ine işaret
ediyor. Zira bü tü n “izm”ler peşin hü kü mlerdir. Hiçbir peşin hü kme
saplanmak istemeyen bugü nü n ontolojisi için, insan tarafından
meydana getirilen şeyler, yani insan başarıları da “var olan” şeylerdir.
Çü nkü insan tarafından meydana getirilen varlık-alanları da, bir kere
meydana geldikten sonra, insana, onu meydana getirene, tâ bi olmayan
bir mevcudiyete sahiptirler. Bü tü n fikirler sahası, bü tü n sanat sahası,
bü tü n teknik saha, bö yle birer varlık-sahalarıdır. Mantıktan
bahsederken bö yle bir varlık-alanıyla karşılaşmıştık; daha sonra da
diğ er varlık-sahalarıyla karşılaşacağ ız. İmdi “kendi başınalık” kayıtsız-
şartsız bü tü n varlık-alanlarına ait olan bir hususiyettir.
Ontoloji, “var olan”ı incelemek için, onun fenomenlerinden hareket
eder, dedik. Şimdi şö yle bir sual sorulabilir: fenomen bir şeyin bize
kendisini gö stermesi, açığ a çıkması, ö rtü lü kalmaması şeklinde tasvir
edildi. O halde açığ a çıkamayan, kendisini gö stermeyen, ö rtü lü kalan bir
şeyi yok mu sayacağ ız? Bu, asla bö yle değ ildir; burada bize kendisini
gö stermeyen, açığ a çıkamayan, ö rtü lü kalan bir şey “yoktur” gibi bir
dü şü nce ileri sü rü lmü yor. Araştırma vasıtaları ilerledikçe varlığ ın
kendisini ele vermesi, kendisini gö stermesi de ilerleyecektir. Çü nkü
“var olan” şey, bilinen şeyin aynı değ ildir; “var olan” bilinirliğ in ve hatta
bilinebilirliğ in sınırını çok aşar. Bilimsel ve felsefi araştırmalar, direkt
fenomenlerle bir şeyin bilgisine erişemedikleri zaman, bu sefer
endirekt vasıtalara başvururlar. Fakat asıl bilgi direkt vasıtalara
dayanan bilgidir; çü nkü bu takdirde bilginin kontrol edilmesi daima
mü mkü ndü r.
Verilen izahattan anlaşılıyor ki, ontoloji için “var olan”ı parçalamaya
ihtiyaç yoktur; “var olan”ı parçalamak zorunda kalan bilgi kuramıdır.
Gerçi ontoloji, ancak varlığ ı tahlil ve tasvir ederek, onun bilgisine
erişiyor; fakat bunun için de ontolojinin varlığ ı gö rü nü ş ve “kendi
başına” varlık diye ikiye bö lmesine ihtiyacı yoktur; çü nkü bö yle bir şey
onu konstrü ksiyonlara sü rü kler.
2. Varlık-türlerinin tasviri
Varlığ ın nevileri ikidir:
1. Reel varlık;
2. İdeal varlık.
Her iki varlık-tü rü birbirinden çok farklıdır. Reel varlık, zaman-mekâ n
içinde bulunan bir varlık-tü rü dü r. Bu varlığ ın zaman-mekâ n içinde
bulunması, onun oluş içinde bulunmasını, değ işmesini ifade eder. Oluş,
hem meydana gelme, değ işme, hem de başka şekillere girme demektir.
Bü tü n reel varlık-â leminde bu fenomenleri tespit etmek çok kolaydır;
bunun için de insanın çevresine, etrafına bakması kâ fidir. Bilhassa
organik sahadaki değ işmeleri gö stermek hiç de zor bir şey değ ildir.
Organizma, gö zü mü zü n ö nü nde daima değ işmektedir; mesela insan
fert olarak doğ uyor, bü yü yor, gelişiyor ve gelişme neticesinde değ işik
ifade şekilleri kazanıyor ve nihayet yerini yeni fertlere, yeni nesillere
bırakıyor. Jeolojik devirler de gö z ö nü nde bulundurulursa, kö mü rleşme
fenomeni, yine uzvi varlığ ın şekil değ iştirmesinden başka bir şey
değ ildir. Bitkiler sahasında değ işmenin ve oluşun bü tü n merhalelerini
kısa bir zaman içinde tespit etmek çok kolaydır. Anorganik saha da, hiç
durmadan değ işmektedir. Fakat bu sahadaki değ işmeler, yavaş yavaş
olmakta ve bu sebepten dolayı kısa bir ö mrü olan ferdin gö zü ne
çarpmamaktadır; jeolojik devirler, bu varlık-sahasının da ne kadar çok
değ iştiğ ini bize gö steriyorlar.
Reel varlık-alanında bir ferdilik (teklik) vardır. Değ işik dereceler
gö stermek şartıyla, bu ferdilik (teklik) anorganik sahadan başlar;
organik sahaya ve insana kadar gelir. İnsanda ferdilik, en yü ksek
derecesine erişir; çü nkü insanda ferdilik (teklik) en bariz vasıflarını
bulur; ferdilik (teklik) demek, tam manasıyla benzeri, numunesi,
mü messili bulunmamak demektir. Gerçekten insan â leminde hiçbir
insan, diğ erinin yerine tam manasıyla geçemez; hiçbir insan, diğ er bir
insana benzeyemez, onun yerini tutamaz. İnsanlar arasında gö rü nü şte
bir benzerlik olsa da, yine de insanlar hareketleri, karakterleri,
başarıları, tavır takınmaları bakımından birbirinden çok farklıdırlar.
Bunun içindir ki, ferdiliğ in sonuna kadar bilinmeyeceğ ine çok erkenden
işaret edilmiştir: individuum est ineffabile.
Ö teden beri, hiç olmazsa Descartes'ten beri, ruhi varlık-sahasına (res
cogitans) yalnız zaman içinde bulunan bir varlık-alanı nazarıyla
bakılmıştır. Hâ lbuki organik ve anorganik varlık-sahalarına (res
extensa’ya), hem zaman, hem de mekâ nda bir “yer kaplama”
atfedilmiştir. Bilim ve felsefenin bugü nkü durumu için bö yle bir farkın
yapılmasına lü zum yoktur. Zira bugü n bizim ruhi varlık-sahası
hakkındaki gö rü ş ve bilgimiz, dü nü nkine nazaran çok değ işmiştir.
Çü nkü bugü n bilim ve felsefe için, bir organizmaya bağ lanmayan bir ruh
tasavvuru terkedilmiştir ve ruhi varlık-sahasını diğ er sahalardan
“nazari” olarak ayırmak da artık kolaylaşmıştır. Bu sebepten dolayı
Descartes’m zamanından arta kalan bu gö rü şü n artık terk edilmesi icap
eder. İmdi, ruhi varlık-sahası da, mekâ nda “yer kaplayan” bir
organizmada meydana çıkmaktadır; bu sebepten dolayı ruhi varlık-
â lemi, dolayısıyla da olsa, mekâ n içinde bulunmaktadır. Bunun için de
biz bü tü n reel varlık-â lemini, zaman-mekâ n içinde bulunan bir varlık
olarak vasıflandırdık.
İdeal varlık, reel varlığ ın tam zıddıdır. İdeal varlık, zaman-mekâ nda bir
“yer kaplamaz”. Bundan dolayı ne değ işir; ne de oluş içinde bulunur.
Bunun neticesi olarak da ideal varlık, meydana gelmez, değ işmez, başka
bir şekle girmez ve onun bir ferdiliğ i de yoktur. Bu sebepten dolayı ideal
varlığ ın mevcudiyeti, ö teden beri itirazlarla karşılaşmış, mü nakaşalara
en çok sahne olmuş bir varlık tü rü olmuştur. Birçok felsefi teoriler, bu
varlığ ı sü jenin herhangi bir kabiliyetinin bir mahsulü sayarlar ve
sü jenin bu varlığ ı meydana getirdiğ ini sö ylerler; hatta varlık adını bile
bu saha için kullanmaktan çekinirler.
Gerçi idealist teoriler, reel varlığ ı da sü jeye, onun herhangi bir
kabiliyetine gö tü rmeye (irca etmeye) çalışırlar. Fakat reel varlığ ın sü je
tarafından meydana getirildiğ ini iddia etmek, onu sü jenin
kabiliyetlerine irca etmek (gö tü rmek) “naif” insanı inandırmaktan çok
uzaktır. “Naif” insan, yani tabii gö rü şe dayanan insan, hiçbir zaman reel
olarak “var olan” şeylerin, sü jenin veya onun kabiliyetlerinin bir
mahsulü olduğ una inanmaz. Olsa olsa, reel varlığ ın “insan-ü stü ” bir sü je
tarafından ve bir defaya mahsus olarak yaratıldığ ını kabul edebilir;
hatta bunu kabul etme bile tabii ihsan gö rü şü için bir ö lçü nme
mahsulü dü r. Gü nlü k hayatta bö yle bir ö lçü nme bile kimseyi meşgul
etmez. Reel varlığ ın ağ ır basması, inkâ r edilememesi, temelini bu tabii
gö rü şte bulur.
Hâ lbuki ideal varlık, bö yle naif bir gö rü şe dayanmaz. Naif gö rü şü n
çerçevesi içinde onun hiçbir yeri yoktur, ideal varlık, ilk defa felsefe ve
bilimde meydana çıkar. Gerçi naif insan, gü nlü k hayatında hesap
ameliyeleri yapar; başkasına karşı dü rü st hareket etmeyeni, sö zü nü
tutmayanı beğ enmez; ö yle bir insana karşı emniyet gö stermez; iyi ve
kö tü hareketlerden bahseder. Fakat bu fenomenler onun için bir mesele
teşkil etmezler; bunlar onun için apaçık şeylerdir; tıpkı damarlarında
dolaşan kan gibi.
Bu sebepten dolayı bu varlık-nevilerini sü jeye veya onun kabiliyetlerine
irca etmekte bir fark vardır. Felsefi teori, reel varlığ ı başka bir şeye irca
ederken (gö tü rü rken) tabii insanın gö rü şü yle çatışmamaya, onun
mukavemetiyle karşılaşmamaya dikkat eder; onun için felsefi teori, hiç
olmazsa reel varlığ ı gö rü nü ş ve gö rü nü ş olmayan diye iki kısma ayırır;
veyahut da başka bir şekilde bu fikrini ifade etmeye çalışır, fakat felsefi
ve bilimsel teoriler, ideal varlık için bö yle bir şeye lü zum gö rmü yorlar.
Çü nkü ideal varlık naif gö rü şü ilgilendirmiyor ve gü nlü k hayatta o,
başka adlarla ortaya çıkıyor; hatta naif gö rü ş, bazı hallerde bu varlık-
sahasını da, reel varlık-sahasının aynı olarak, kabul edebiliyor (mesela
adetlerde olduğ u gibi), imdi temelini naif gö rü şte bulmayan ideal
varlığ a, teoriler istedikleri gibi tasarruf edebiliyorlar. Çü nkü ideal
varlığ ın başka bir şeye irca edilmesi (gö tü rü lmesi) her sathi gö rü şü
kandırabilecek bir durumdadır.
Buna ideal varlığ ı gö stermenin gü çlü ğ ü de ilâve edilirse, teorilerin
hü rriyetlerinin ne kadar artacağ ı tasavvur edilebilir. Gerçekten ideal
varlığ ı gö stermek, reel varlığ ı gö stermek kadar kolay değ ildir. Nitekim
ö teden beri ideler, daima reel varlık-alanlarının dışında
gö sterilmişlerdir. İdeler âlemi, bu reel â lemi aşan, bu â lemin temelini
teşkil eden mü stakil bir â lem olarak kabul edilmiştir, ideler hakkındaki
bu felsefi teori de, ideal varlık-tü rü nü n metafizik yü kü nü ağ ırlaştırmış
ve ondan sarfı nazar edilmesini mü mkü n kılmıştır. Çü nkü bu yapısal
metafizik teori, problemi açıklayamamış, bilâ kis onu mü phem kılmıştır.
Fakat ontoloji, ideal varlıkla, reel varlık-â lemini aşan, onunla hiçbir
ilgisi olmayan herhangi mü stakil bir varlık â lemi, yani bu reel varlık-
â leminin dışında bulunan bir ideler â lemi kastetmemektedir. Ontoloji,
ideal varlığ ı, aynı reel varlık-â leminin içinde gö rmekte ve bu bakımdan
ontoloji çok mü şahhas fenomenlerden hareket etmektedir.
İmdi ontoloji, ideal varlık tabiriyle matematik sahayı, kıymetler ve
fikirler sahasını kastediyor; yani matematik sahada, kıymetler ve
fikirler alanı meydana çıkan fenomenleri gö z ö nü nde bulunduruyor.
Zira ontoloji, bu varlık-sahasını da, tıpkı reel varlık gibi fenomenlerde
aramaktadır. İdeal varlık-â lemi de, tıpkı reel varlık-â lemi gibi çeşitli
alanlardan meydana gelmektedir. Nasıl ki reel varlık â lemi, ruhi
(psişik), manevi (tarihi), organik ve anorganik alanlardan meydana
geliyorsa, ideal varlık da matematik saha, kıymetler ve dü şü nceler
(fikirler) sahası gibi çeşitli alanlardan meydana gelmektedir. Bu varlık
alanları da, tıpkı reel varlık-alanları gibi “kendi başına var olan” varlık-
alanlarıdır. Bu varlık-alanları “kendi başına var olma” bakımından
hiçbir suretle reel varlık-alanlarından geri kalmazlar.
Gerçi ideal ve reel varlık-nevileri iç içedirler; birbirleriyle mü nasebet
halindedirler. Fakat bununla beraber birbirinden çok farklıdırlar. Mesela
matematik varlık-sahası, reel varlık-â leminde bulunan veya bulunması
mü mkü n olan mü nasebetler ihtiva eder (mesela 36=729; çok kenarlı bir
şeklin açılarının toplamı = 2 (n—2)R dir; burada R dik açıyı ve p ise
kenarların sayısını gö steriyor; π=3,14159 gibi). Matematik, bu
mü nasebetleri tespit ederken hiçbir suretle reel varlık-â lemini gö z
ö nü nde bulundurmaz; ona tâ bi olmaz; yani reel â lemde ister bu
mü nasebetler bulunsunlar, isterse bulunmasınlar; fakat bununla
beraber çok defa matematik mü nasebetler reel varlık â leminde
gerçekleşebiliyorlar.
Kıymetler sahası da, aynı suretle ideal varlığ ın hususi bir alanını teşkil
ederler. Fakat kıymetlerle matematik mü nasebetler arasında bir fark
vardır. Matematik teşekkü ller, reel varlığ ın bü tü n sahalarında ve
bilhassa anorganik sahada gerçekleşebildikleri halde; kıymetler, yalnız
insan hareket ve faaliyetlerinde ve bunların bir mahsulü olan bü tü n
insan başarılarında meydana çıkarlar. Zira insan başarıları arasında
kıymetlere karşı kayıtsız kalan hiçbir başarı mevcut değ ildir; fakat
kıymetlerin diğ er herhangi bir varlık-alanıyla de bir ilgileri yoktur.
Gerçi kıymetler de matematik teşekkü ller gibi “kendi başına bir varlığ a”
sahiptirler ve sü jeye tabi olmadan da mevcutturlar; fakat kıymetler, reel
varlık â leminde herhangi bir determinasyon sağ layamazlar; kendi
alanları bakımından ideal bir varlık-alanı teşkil eden kıymetler, ancak
insan hareket ve faaliyetlerini tayin ettikleri zaman reel varlık-alanına
geçerler; fakat kendileri yine de reel değ ildirler. Nasıl ki matematik
formü ller reel varlıkta bir gerçekleşme (realisation) bulabiliyorlarsa,
kıymetler de insan hareket ve faaliyetlerini determine ederken, bu
hareket ve faaliyetlerde ve bunların mahsullerinde (başarılarında) bir
gerçekleşme şekli bulurlar.
Fikirler sahasının idealitesine gelince: fikirler sahası hususi bir durum
gö sterir. Zira buradaki idealite, hususi bir şekilde bir araştırmaya
ihtiyaç gö stermeden gö sterilmesi mü mkü n olan bir idealitedir. Fikirler,
ya yazı ile tespit edilirler veyahut da ata-sö zleri gibi sö zlü olarak
nesilden nesle geçerler. Her iki halde de onların varlık karakteri,
herhangi bir itirazla karşılaşmaz. Zaten fikirlerin idealitesi ile onların
değ işmemesi, zaman kaydına tâ bi olmaması kastediliyor.
Fakat fikirler sahasında matematik ve kıymetler sahasında olduğ u gibi
bir gerçekleştirme bahis mevzuu değ ildir. Fikirler â leminde ancak
onların yeni baştan canlanması, aktif bir alanın, yani reel bir
dü şü nmenin tetkik objesi olması veya olmaması bahis konusudur.
Fikirlerin reel bir dü şü nmeyi determine etmeleri ise onların
bilinmesine bağ lıdır.
Bü tü n bunlardan anlaşılıyor ki, her ü ç alan da birbirinden farklıdırlar,
tıpkı reel varlık-alanları gibi. Nitekim reel varlık-alanlarında da organik,
anorganik ve diğ er alanlar arasında bü yü k farklar vardır.
4. Varlık-tarzları{31}
Fenomenlerden hareket eden ve formel olmayan bir ontolojinin yalnız
varlığ ın tü rlerini, “var olanda” temel teşkil edeni, yani varlığ ın
determinasyon prensipleri olan kategorileri gö stermesi kâ fi değ ildir;
ontolojinin tasviri tarifinde meydana çıkan varlık-modalitelerini, yani
varlık-tarzlarım da bize gö stermesi icap eder. Ontoloji varlık-
tarzlarından imkâ n, gerçeklik, zorunluluk, tesadü filik, imkâ nsızlık ve
gerçek olmamayı anlar.
Varlık-modaliteleri:
1. Zorunluluk → başka tü rlü olamamak.
2. Gerçeklik → bö yle olmak ve başka tü rlü olmamak.
3. İmkâ n → bö yle olabilmek veya bö yle olamamak.
4. Tesadü filik → zorunlu olmamak; başka tü rlü de olabilmek.
5. Gerçek olmama → bö yle olmamak.
6. İmkâ nsızlık → bö yle olamamak.
Varlığ ın bu tarzlarından, şemada gö rü ldü ğ ü gibi, ü çü pozitif, diğ er ü çü
de negatiftir. Fakat tarih boyunca varlık-modalitelerinin durumu, varlık-
kategorileriyle, varlık-tü rlerinin durumundan başka olan bir çehre
gö sterir. Zira varlık-kategorileri tarihin hiçbir devrinde bugü nkü
zenginliğ i ile ele alınmadıkları gibi, varlık prensipleri olarak da kabul
edilmediler; onlara sü jenin bir kavramı veya formu nazariyle bakıldı-ve
hatta onlar sayı bakımından bile tespit edildiler. Varlık-tü rlerine
gelince, onlar da mevcudiyet (existentia) ve mahiyet (essentia ile) bir
tutuldular ve ancak zamanımızda ontoloji, onları tarihi peşin
hü kü mlerden kurtararak hususi bir araştırma sahası haline getirdi.
Hâ lbuki modalite problemi, başlangıçtan beri mantığ ın ve bilgi
kuramının bir problemi olarak ele alındı. İlk defa Aristoteles, modaliteyi
ontolojik bir problem olarak gö sterdi. Onun bu hususta kullandığ ı
tabirler dynamis ve energeia’dır. Fakat Aristoteles, bu kavramları daha
ziyade metafizik manada kullanıyordu; yani o, bu tabirleri organik
sahadaki tohuma ve bu tohumdan meydana gelen bitkiye tatbik
ediyordu ve bundan hareket ederek bü tü n tabiatta bir gaye (telos)
gö rü yordu. Ortaçağ , Aristoteles’in dynamis kavramına pontentia ve
energeia kavramına da aktus adını verdi.
Gerçekten modalitenin bilgi ve mantıkta bir rolü vardır. Modalite
mantıkta bilhassa hü kü mlere tatbik ediliyordu; daha ö nce Kant’tan
bahsederken onun hü kü mleri modalite bakımından ü çe (assertorik,
apodiktik, problematik) ayırdığ ını gö rmü ştü k. Aynı şekilde bilgi
probleminde de modalite ile karşılaşmaktayız; nitekim bilgi sahasında
zorunlu, gerçek, mü mkü n, tesadü fi vesaire olan bilgiden
bahsedilmektedir. Fakat gerek mantıkta, gerekse bilgi probleminde
karşılaştığ ımız modalite, “var olana”, varlığ a ait bir modalite değ il,
bilâ kis “var olan”dan kazanılan bilgiye ve bu bilgideki mü nasebetlere
aittir.
Hâ lbuki ontolojik modalite “var olan”a aittir; yani “var olan”ın
tarzlarıdır. Pozitif olan varlık-modalite’leri arasında sıkı bir mü nasebet
vardır; mesela zorunluluk kendisinden sonra gelen gerçekliğ i ve imkâ nı
ihtiva eder; gerçeklik ise imkâ nı ihtiva eder. Zorunluluk modalitesi,
determinasyonu tam olan bir modalitedir. Zira bir şeyin zorunlu
olabilmesi için, gerçek olması lazımdır; fakat bir şeyin gerçek
olabilmesi için de, daha ö nce mü mkü n olması şarttır. Bu itibarla
zorunluluk, gerçeklikten, gerçeklik de imkâ ndan fazla olan birer varlık-
tarzlarıdır.
Fakat negatif modaliteler arasındaki mü nasebet başka tü rlü dü r,
imkâ nsızlık, varlığ ın asgarisini ihtiva eder; tesadü filik ise zorunluluğ un
bulunmaması demektir. Fakat gerçek olmamada varlık-tarzının
tesadü filikten; imkâ nsızlıkta varlık-tarzının gerçek olmamadan daha az
olduğ u sö ylenebilir mi? Şü phesiz sö ylenemez. Gerçi pozitif modaliteler
birbirini ihtiva ediyorlar; fakat negatif varlık-tarzları için aynı şey
sö ylenemez. Zira gerçek olmamayı tesadü filik, imkâ nsızlığ ı da gerçek
olmama ihtiva etmez.
Negatif modaliteler arasındaki mü nasebeti anlamak için, bu
modalitelerle pozitif modalitelerin gü nlü k dildeki manalarına kısaca
temas etmek icap eder. Gü nlü k hayatta tesadü filiğ in çeşitli manaları
vardır. Gerçi bu manaların modalite problemi ile hiçbir ilgisi yoktur;
fakat bununla beraber gü nlü k hayatın modalitelere verdiğ i manalar,
ontolojik modalite problemine karışıyor ve bu, ontolojik modalite
probleminin anlaşılmasını gü çleştiriyor.
Tesadü filiğ in gü nlü k dildeki manaları şunlardır: Vapurda veya
tramvayda bir insana çarpıyorum; bu çarpışma tesadü fen olmuştur;
bunda benim hiçbir suçum yoktu; onun için de ö zü r dilerim; veyahut
hiç beklemediğ im halde sokakta “X ” le karşılaşıyorum; bu karşılaşma
da tamamıyla tesadü fidir. Diğ er taraftan yazı veya turanın çıkması
niyetiyle bir parayı havaya atıyorum. Burada yazı veya turadan birinin
çıkmasını istiyorum. Fakat yazı veya turadan birisinin çıkmasında
benim hiçbir tesirim yoktur. Bu manada tesadü filik bilinmeyen ve
ö nceden hesap edilemeyen demektir. Bunu olduğ u gibi kabul etmem
lazım. Çü nkü yazı veya turanın çıkması kaçınılmaz bir durumdur; bu
manadaki tesadü filik hakiki manada (contingentia) olasılıktır, yani bu,
saf bir modalitedir.
Diğ er taraftan bir ü çgenin açılarının toplamının 180 derece olduğ unu
sö ylersem, bu bir zorunluluk ifade eder. Fakat aynı ü çgenin açılarından
birisinin 64 derece olması tesadü fidir. İmdi eğ er ben ü çgenin
açılarından birisinin 64 derece olmasının bir tesadü f olduğ unu
sö ylersem, burada yukarıdaki manalardan başka manada olan bir
tesadü filik kastediyorum; burada bir varlık-tesadü filiğ i bahis
konusudur. Zira aynı ü çgenin bu açısı 64 dereceden fazla da olabilirdi.
Çü nkü bu muayyen açının 64 derece olması, ü çgenin varlığ ı bakımından
tesadü fidir; yani onun mahiyetine ait değ ildir; ü çgen için bu
(aksidentel) rastlantısaldır. Bu tabirle muayyen bir vakanın varlık-tarzı
kastediliyor; herhangi bir bilgi tarzı, burada bahis konusu değ ildir.
Bü tü n bu verilen misallerde yalnız yazı ve tura misalindeki tesadü filik
ontik bir modalitedir. Çü nkü burada ontik bakımdan tayin edilmeyen
bir hadise, yahut reel olarak temellendirilmeyen, zorunlu olmayan bir
hadise kastediliyor. Bö yle bir durumda ben hadiseyi bü tü n
determinasyonlarından tecrit edilmiş, çö zü lmü ş olarak dü şü nü yorum;
yani hadisenin aynı şartlar içinde daha başka bir şekilde olabileceğ ini
de tasavvur ediyorum. Çü nkü hadise, tecrit edilmiş olarak kabul edildiğ i
için bu şartlara tâ bi değ ildir. İmdi ben tek bir hadiseyi şartlarından
tecrit ediyorum ve bu şartlara tâ bi olmayan bir hadise olarak kabul
ediyorum; fakat burada hadisenin zorunlu olmadığ ı kastedilmiyor;
onun gerçekten zorunlu olmadığ ı kastediliyor. Bunun manası şudur: bu
hadiseyi hiçbir şey tayin etmemiştir; o hadise kendiliğ inden ö yledir,
yani olduğ u gibidir; işte bö yle bir durumda “reel kon tingens” olasılık
bahis konusudur.
Şimdi tesadü filiğ in zıttı olan zorunluluğ un çeşitli manalarını tasvir
edelim. Gü nlü k dilde zorunlu olanın manalarından birisi şudur: Bir şey
için lazım olan; veyahut bir gayeye erişmek için muhtaç olduğ umuz bir
şey manasına gelir; mesela bir ev yapmak için, arsaya, yapı
malzemesine ihtiyaç vardır. Bir de kader manasına gelen bir zorunluluk
vardır. Ü stü n bir kuvvet, bir insanın başından geçmesi zorunlu olan bir
hadiseyi ö nceden tayin ediyor; insan bunu değ iştiremiyor; ona mani de
olamıyor; buna gö re bir şeyin olup-bitmesi veya olmaması icap ediyor.
Zorunluluğ un bu manası teleolojiktir; onun ontoloji ile ilgisi yoktur.
Zorunluluğ un ü çü ncü bir manası da şudur: bu manadaki zorunlulukla
değ iştirilmesine, olmamasına imkâ n olmayan bir hadise
kastedilmektedir. Burada teleolojik manadaki zorunlulukta olduğ u gibi
ö nceden tayin edilmiş bir şey yoktur; onun içindir ki bö yle bir durumda
şö yle ifadeler kullanılır: Bunun bö yle olması zorunlu idi. Çü nkü bu
şartlar altında başka tü rlü olmasına imkâ n yoktu. Fakat bu imkâ nsızlık,
“kendi başına” olan bir imkâ nsızlık değ ildir; “bizim için”, “bize gö re”
olan bir imkâ nsızlıktır. Eğ er olacak olan şeye karşı koyacak vasıtalara
sahip olsaydık, bu takdirde olacak olan şeyin ö nü ne geçebilirdik. Zira
bö yle bir durumda biz, nedensel mü nasebetlerin karşısındayız
demektir. Hâ lbuki nedensel mü nasebetler, mukabil tedbirlerle başka bir
istikamete sevk edilebilirler.
Zorunluluğ un bu manalarından başka, felsefe bakımından olan
manaları da vardır:
1. Mantıki zorunluluk;
2. Mahiyet zorunluluğ u (bu zorunluluk, mantıki zorunluluğ a yakın olan
bir zorunluluktur);
3. Epistemolojik zorunluluk (mesela bir şeyin neden bö yle olduğ unu
bilmek ve burada neden başka tü rlü değ il de, bö yle bir bilmenin zorunlu
olduğ u);
4. Ontolojik zorunluluk.
Ontolojik zorunluluk, diğ er bü tü n zorunlulukların dışında bulunan ve
onlardan tamamıyla farklı olan bir zorunluluktur; buna “reel
zorunluluk” adı verilir; bu da başka tü rlü olmasına imkâ n olmamak
demektir; işte asıl varlık-modalitesi de bu manadaki zorunluluktur.
Zorunluluk, daha ö nce de işaret edildiğ i gibi, bir taraftan tesadü filiğ in,
diğ er taraftan da imkâ n ve imkâ nsızlığ ın zıddıdır. Zira imkâ nsızlığ ın
kendisi, bir nevi zorunluluktur; fakat bu zorunluluk, negatif olan bir
zorunluluktur. Hâ lbuki zorunlulukla imkâ n arasındaki zıtlık bambaşka
bir durumdadır; zira imkâ nla zorunluluk arasındaki zıtlık, keyfiyet
bakımından olan bir zıtlık değ ildir; modal olan bir zıtlıktır. Mü mkü n
olan demek, başka tü rlü de olabilen demektir. Hâ lbuki zorunlu olan
demek, olduğ undan başka tü rlü olamayan demektir.
İmkâ nın da birçok manaları vardır. Fakat bunlardan sarfı nazar edilecek
ve imkâ nın gü nlü k dildeki şu iki manası ü zerinde durulacaktır:
1. Sadece mü mkü n olan: Sadece mü mkü n olan bir şey, henü z gerçek
olan veyahut zorunlu olan bir şey değ ildir. Sadece mü mkü n olan bir şey
hakkında Aristoteles’in şu ifadesi caridir: İmkâ n, “var olanın” ve “var
olmayanın” aynı zamanda mü mkü n olmasıdır. Fakat bu ayrık hü kmü n
hududu gerçekliğ e kadardır; yani gerçek olarak her iki halden ancak
birisi olabilir. İkisi birden olamaz. İmdi bu ayrık hü kmü n geçerliliğ i,
yalnız imkâ n sahasına mü nhasır kalıyor; gerçeklik, bunu bertaraf
ediyor.
2. Mutlak imkâ n: mutlak imkâ n sadece mü mkü n olan demek değ ildir;
bu sebepten dolayı mutlak imkâ n, hem gerçeklikle, hem de zorunlulukla
uzlaşabilir.
İmkâ nın bu manaları yanında şu felsefi manaları da vardır:
1. Mantıki imkâ n (çelişmezlik, yani dü şü nme imkâ nı demektir);
2. Mahiyet imkâ nı (mesela bir ü çgende ancak bir açı 90 derece olabilir);
3. Epistemolojik imkâ n (yani bilginin imkâ nı);
4. Reel imkâ n; işte asıl ontolojik modalite de budur. Reel imkâ nda bü tü n
şartlar gerçekleşmiş bir durumdadır; onun gerçekliğ ine mâ ni olacak
hiçbir eksiklik kalmamıştır.
Gerçeklik: Gerçekliğ in de tesadü filik gibi gü nlü k dilde birçok manaları
vardır. Gerçeklik, zorunlulukla imkâ n arasındaki mü nasebet gibi,
herhangi bir tabilik (tabiiyet) mü nasebetine dayanmaz. Bu sebepten
dolayı gerçeklik tarif edilemeyen bir (modus) kiptir. Fakat bu kip, çok
esaslı olan bir kiptir. Hiç kimse gerçeklikte anlaşılmayan bir şey
gö rmez; bu sebepten dolayı bu kip, gö rü nü şte en çok anlaşılan bir kip
olarak kabul edilir.
1. Biz bir insanın takındığ ı maskelerin zıttı olarak onun “gerçek” olan
bir tarafından bahsederiz ve burada gerçeklik tabiriyle, o insanda halis
olan taraf kastedilir. Bu tabirin modalite problemi ile ilgisi yoktur.
2. Diğ er taraftan gerçeklikle realite bir tutulur. Gerçeklikle realitenin bir
tutulması, reel modalitelerle (yani reel imkâ n, reel zorunluluk, reel
gerçek olmama vesaire ile), mahiyet-modalitesi, ideal, mantıki ve bilgi
kuramsal modalitelerin birbirine karışmasına sebep olur. İmdi
realitenin gerçeklikle bir tutulması, varlık-alanlarıyla varlık-kiplerini
birbirine karıştırıyor.
3. Gerçeklik olay (vakıa) ile de bir tutulmaktadır. Olayın (vakıanın)
hakiki manası reel gerçeklik demektir. Gü nlü k dil ise, olay (vakıa)
tabiriyle realitenin verilmesini kastediyor; bu ise ontik değ il,
epistemolojik bir modalitedir.
4. Gerçekliğ in mevcudiyetle de bir tutulması, yine dilin sebep olduğ u bir
hatadır. Gerçi mevcudiyette mü him olan unsur, gerçeklik unsurudur;
fakat bir şeyin mevcudiyeti mü mkü n, zaruri, tesadü fi de olabilir. Bu
sebepten dolayı bu tabirleri de birbirine karıştırmamak lazımdır.
5. Felsefede gerçekliğ in “tesir etme” ile bir tutulduğ una da rastlanır. Bu
da doğ ru değ ildir; bu takdirde “tesir etmeyen” bir şeye gerçeklik
atfetmemek icap eder.
6. Eski bir geleneğ e gö re, varlığ ın muhtevasını meydana getiren, varlığ ı
zıt olarak tayin eden şeye gerçeklik adı verilirdi. Bu geleneğ e gö re,
varlık-modaliteleri, varlık-alanlarına gö re değ işir; bö yle bir gö rü ş için
organizma, anorganik sahadan, ruhi varlık, organik sahadan daha
gerçek bir karakter taşır (zamanımızda Max Scheler bö yle bir gö rü şü
benimsedi). Bu gerçeklik kavramı, skolastik felsefenin realite
kavramına yaklaşır; zira skolastik felsefeye gö re Tanrı en reel bir
varlıktır, yani Tanrı bir Ens Realissimum, en gerçek varlıktır. Zaten o
devirde “reel” ve “gerçek” tabirleri birbirinden ayırt edilmiyordu; bu
yü zden onları birbirine karıştırmak çok kolay oluyordu. Aynı Ortaçağ ,
gerçeklik kavramının yanında diğ er bir gerçeklik kavramı daha kullandı
ki bu da aktualitas (aktus) dır. Aktualitas, potentia’nm zıddıdır ve
kaynağ ını Aristoteles’in energeia veya entelechia’sında bulur.
Gerçekliğ in bu kavramı, idemsi olan bir şeyin (essentia’nın, eidos’un)
realize edilmesi demektir.
Yeniçağ da da gerçeklik “idrak edilebilirlik” le bir tutuldu; hatta duyu-
verileriyle gerçek olanın bir tutulduğ u zamanlar da oldu. Bu suretle
gerçeklik sadece bir bilgi-kipi (bilgi-tarzı) oldu ve bö ylece de veri-tarzı,
bir varlık-tarzının yerine geçti. Gerçi duyu-verileri, bize reel
gerçeklikten haber verdikleri için, onun verileridir; fakat duyuverileri,
bü tü n gerçekliğ in verileri değ ildirler; bilâ kis muayyen bir gerçeklik-
tarzının verileridir. Bundan başka duyu-verileri, bize sadece gerçek
olanı verirler; fakat bu veriler, gerçekliğ in kendisi değ ildir.
Gerçekliğ in manaları, bu sayılanlardan ibaret değ ildir. Onun felsefede
daha birçok manaları vardır:
1. Mantıki gerçeklik ( “bu, bö yledir” gibi);
2. Epistemolojik gerçeklik. Epistemolojik gerçeklikle “var olan” bir şey
değ il, “var olanda” mü şahede edilen, idrak edilen, tespit edilen
kastedilmektedir.
3. Mahiyet gerçekliğ i; bu gerçeklik tabiriyle de riyazi mevcudiyette, yani
riyazi varlık alanın karşılaşırız.
4. Reel-gerçeklik: İşte asıl ontolojik modalite budur. Dar manadaki
gerçeklik, “reel-gerçeklik” tir. Bu sebepten dolayı reel-gerçeklik, çok
defa realite olarak kabul ediliyor. Reel-gerçeklik, bir şeyin veriliş-
tarzıyla, verilen bir şeyin geçerlilik tarzından apayrı bir şeydir. Çü nkü
reel-gerçeklik, “var olan” bir şeydir ve bilinip bilinmemesine karşı
tamamıyla kayıtsızdır. Reel-gerçeklik, mantıki gerçeklikle, mahiyet-
gerçekliğ ine, zorunluluk ve tesadü filiğ e karşı da kayıtsızdır. Reel
gerçeklik, reel olanın yapısına ait bir unsur da değ ildir. Reel-gerçeklik,
“bö yle-olmak ve başka-tü rlü -olmamak” demektir; fakat onun “bö yle-
olması, başka-tü rlü -olmaması” hiçbir temele dayanmaz; bu bilhassa
dü nyanın, varlığ ın bü tü nü gö z ö nü nde bulundurulursa, daha iyi
anlaşılır; zira dü nyanın mevcudiyeti, ne bir temele, ne de bir şarta
dayanır.
Modalite problemi hakkında şimdiye kadar verilen izahattan şö yle bir
netice çıkarılabilir: saf ontolojik modaliteler, reel-zorunluluk, reel-
gerçeklik, reel-imkâ n ile bunların negatifleri olan reel tesadü filik, reel-
gerçek-olmama, reel-imkâ nsızlıktır. Reel-zorunluluk, “var olan”ın
başka-tü rlü -olamamasını ifade eder; bu itibarla bu varlıktarzının
determinatioriu tamdır. Fakat bir şeyin reel-zorunlu olabilmesi için,
daha ö nce reel-gerçek olması şarttır. Reel-gerçeklik, bö yle olmak ve
başka-tü rlü -olmamak demektir; mesela organik olan bir şey, gerçek
olarak ne ise o dur; yani o anorganik bir şey olamaz. Fakat gerçek bir
şeyin, reel-gerçek bir şey olabilmesi için, daha ö nce reel-mü mkü n
olması icap eder.
Fakat bununla beraber reel-gerçeklik kendisinden başka bir temele
dayanmaz; yani bü tü n gerçek varlığ ın kendisinden başka bir temeli
yoktur; yani onun temeli, Ortaçağ felsefesinde veya her idealizmde
olduğ u gibi, insan-ü stü bir varlık veya insan veyahut herhangi bir
cevher, transandantal sü je değ ildir; reel-gerçeklik, kendi kendisinin
temelidir. Hâ lbuki Ortaçağ felsefesi, daha ö nce de işaret edildiğ i gibi,
reel-gerçeklik için temel olarak bir ens realissimum kabul ediyordu.
Bugü nü n ontolojisi, fenomenlerde ifadesini bulmayan bö yle yapısal bir
temeli felsefe bakımından çok tehlikeli buluyor.
Reel-imkâ n da ontolojik bir varlık-tarzı olarak başka bir şeye dayanmaz.
Bir şeyin reel-mü mkü n olması demek, o şeyin “bö yle-olabilmesi ve
bö yle-olamaması” demektir. Fakat o henü z ne bö yle-olmuştur, ne de
bö yle-olamamıştır; bu şıklardan birisinin gerçekleşmesi, ö tekini
bertaraf eder; yani bir şey, bö yle-olabilirse, başka-şekilde-olamaz.
Mü mkü n olan bü tü n reel hadiseler buraya dâ hildir.
Negatif olan modalitelerden reel-tesadü filiğ e gelince; reel-tesadü filik,
reel-zorunluluğ un zıddıdır. Reel-zorunlulukta bü tü n determinasyonlar
tamamlanmış olduğ u halde, burada bir determinasyon eksikliğ i vardır;
veyahut hadiseler bazı sebepler yü zü nden —bunlar bilinen veya
bilinmeyen sebepler olabilirler— determinasyonlarından tecrit
edilmiştir; yani onu tayin eden şartlar herhangi bir şekilde diğ er şartlar
tarafından bertaraf edilmişlerdir. Haddi zatında varlık bakımından
tesadü filik yoktur; reel-tesadü f, ya bir determinasyon eksikliğ idir
veyahut olup-biten hadise, bü tü n mü nasebetlerden çö zü lerek gö z
ö nü nde bulundurulmuştur.
Reel-gerçek-olmamaya gelince: “bö yle-olmamak” demektir. Fakat bir
şeyin “bö yle-olmaması, başka-tü rlü -olmasını imkâ nsız kılmaz. Demek
oluyor ki burada da bir alternatif var. Reel-imkâ nsızlığ a gelince: “bö yle-
olamamak” demektir. Fakat “bö yle-olamamak” demek başka-tü rlü -
olamamak demek değ ildir. Aynı alternatif burada da var demektir.
3. Tabiat kategorileri
Tabiat felsefesinin diğ er mü him bir vazifesi de tabiatı determine eden
prensipleri incelemektir. Tabiat adını alan organik ve anorganik
sahaları tayin eden mü şterek prensiplerin bulunduğ unu gö sterdik.
Fakat bir de yalnız organik ve yalnız anorganik sahaya mahsus
determinasyon-tipleri vardır. Bunlara umumi ontolojiden bahsedilirken
de temas edildi. Organik sahaya ait olan determinasyon
prensiplerinden bazıları şunlardır: Seleksiyon, mutasyon, tü rü n devamı,
potansiyel ö lü msü zlü k, individuum ve tü rü arasındaki mü nasebet,
regeneration ve soysuzlaşma (degeneration), prodü ksiyon,
reprodü ksiyon, ırsilik, organik form. Gayelilik gibi prensipler yalnız
organik varlık-sahasına, cevher, mekanik nedensellik, boyut, hiçbir şeye
tâ bi olmayan mü stakillik, kuvvet-sistemleri, aynı zaman ve mekâ nda
karşılıklı tesir vesaire gibi prensipler de yalnız anorganik varlık-
sahasına aittirler.
Gerçekten anorganik sahada ne bir seleksiyon ve mutasyon, ne de tü rü n
devamı, regeneration gibi prensipler bahis konusu olabilir. Aynı suretle
anorganik varlık-sahasında kendi kendisini tanzim etmek, yeni formlar
meydana getirmek diye bir fenomen grubu da yoktur. Mesela insan
tarafından yapılan bir bina, muayyen fizik ve mekanik kanunlara,
prensiplere dayanır. Bu binayı ayakta tutan prensiplerde bir sarsıntı
meydana geldiğ i zaman, o binanın yıkılması zaruridir. Hâ lbuki organik
sahada bu şekilde bir zorunluluk yoktur; çü nkü organik varlık, kendi
kendisini “tamir” edebilir; yeni bir muvazene sistemi meydana
getirebilir; organik varlık, bü tü n bunları başaramadığ ı takdirde, o fert
veya o nevi olarak gö çmeye mahkû m kalır.
Organizmanın en mü him kategorilerinden birisi de gayelilik
prensibidir. Bir organik sistemde, ö yle bir muvazene sistemi hü kü m
sü rer ki, sanki burada gaye gü den bir prensip varmış. Hâ lbuki bu
gayelilik, onun, yani organik varlığ ın, yapısına aittir; yoksa bu prensip,
organizmada herhangi bir dış motif veya kuvvet tarafından dikte
edilmiş bir prensip değ ildir. Organizmada karşılaştığ ımız bu prensip,
uzun mü ddet bü tü n tabiata tatbik edildi. İlk defa Darwin bunu organik
sahadan, daha ö nce de Galilei, Newton bu teleolojik prensibi anorganik
sahadan dışarıya attı.
Fakat organik varlıkta bir gayeliliğ in mevcudiyeti de inkâ r edilemez. Bu,
organik varlığ ın yapısına ait bir hususiyettir; fakat bu prensip Kant’ın
bir tabiriyle konstitutiv değ il, regulativ bir prensiptir. Nitekim anorganik
varlığ ın yapısına da bir gayesizlik aittir; çü nkü burada herhangi bir
gayelilik bahis konusu değ ildir. Zira gayelilik, ancak organik varlıkta
bulunan diğ er birçok prensipler yanında rolü nü oynayabilir (mesela
bozulan muvazenenin tamir edilmesi yani regeneration vesaire
yanında); anorganik sahada nedensellik ve diğ er kozmolojik prensipler
hâ kimdir ve nedensellik prensibi de, tabiatta olup-bitmekte olan birçok
hadiselerin birbirine tesir etmesinin bir neticesidir.
Gerçi organik sahada da “sebepsiz” hiçbir şey vukua gelmez; fakat
buradaki “sebep” başka karakterde olan bir “sebep”tir. Yani buradaki
nedensellik organizmanın hususiyetleri tarafından başka şekiller
alabiliyor ve bu şekiller, organik ferde, anorganik cisimden farklı olan
bir karakter kazandırır. Mesela alttaki tabaka bir çö kü ntü ye uğ radığ ı
zaman, ü stteki tabakanın kayması veya çö kmesi zaruridir. Fakat
organik bir varlıkta vukua gelen ve negatif olan bir hadise, onun gö çü p
gitmesine sebep olmayabilir; o buna rağ men mevcudiyetini pekâ lâ
devam ettirebilir; hatta o, tü rü n devamı bakımından kendisine tabiatın
verdiğ i fonksiyonu bile gerçekleştirebilir; yani o çoğ alma hadisesine
bile iştirak edebilir.
İşte canlılıkla birlikte meydana çıkan bu hadiseleri, canlılığ ın
hususiyetini ve canlılığ ın bu hususiyetleriyle, anorganik varlığ ın
kendisine has olan karakterlerini tespit ve izah etmek, tabiat
felsefesinin mü him olan vazifelerindendir. Bu suretle tabiat felsefesi,
diğ er felsefi disiplinler gibi, bilimle el ele vererek yü rü r; bilimin vardığ ı
neticeleri ve ortaya koyduğ u sağ lam bilgiyi gö rmemezlikten gelemez;
fakat bilimden de kendisine herhangi bir şey dikte ettirmez; bö yle bir
durum, mü stakil olan her bilgiye has bir durumdur.
Bü tü n bu izahattan anlaşılıyor ki, tabiat felsefesi, umumi ontolojinin bir
kısmını teşkil ediyor; fakat yine de onun aynı değ ildir; ama ona dayanır.
Burada bilhassa organik ve anorganik varlık-sahalarının
determinasyon prensipleri bahis konusudur. Hâ lbuki umumi ontolojiyi
bü tü n reel ve ideal varlık-nevileri ilgilendirmektedir ve bü tü n varlık-
alanları ve varlık-tarzları onun tetkik sahasına girmektedir.
2. Mekân kategorisi
Mekâ n, tabii varlığ ın, hatta bü tü n reel varlığ ın bir determinasyon formu
olarak ö lçü lmenin, ö lçü lebilmenin, her tü rlü buutların, hatların temelini
teşkil eder ve idrak mekâ nı olarak da ü ç buutlu bir teşekkü ldü r. Bü tü n
tabii hadiseler, tabii şeyler mekâ n denilen varlığ ın buutları içinde yer
alır ve onun içinde ö lçü lebilirler. Diğ er bazı tabii hadiseler de vardır ki,
onlar da zaman ve mekâ n denilen çeşitliliğ in birbiriyle mü nasebete
getirilmesi sayesinde ö lçü lebilir bir hale gelirler.
Tarihi varlık-sahası için mekâ n bambaşka olan bir karakter taşır. Bir
defa tarihi varlık-sahası için, mekâ n kozmik bir mekâ n değ ildir; zira
tarihi varlık-sahası insanla birlikte meydana çıkmaktadır. İnsan için
mekâ n, kendisinin işgal ettiğ i, bulunduğ u yer, yani onun vatanıdır; bu
da arz ü zerinde herhangi bir “yer”dir; bu yerin jeofizik ve tarihi bir
yapısı vardır. Mekâ nın jeofizik yapısının ister istemez insanın hayatı,
onun prodü ksiyon'lan ü zerinde tesiri vardır. İklim, toprağ ın struktur’ü ,
onun bereketli olup olmaması, o yerde yaşayan insan gruplarına ister
istemez tesir eder; muayyen bir bö lgede yaşayan bir sosyal-birliğ in
bereketli bir toprağ a sahip olmasının, iklimin elverişli olmasının, o
sosyal-birliğ in prodü ksiyonları, başarıları ü zerinde az veya çok tesiri
vardır.
İnsan, ü stü nde yaşadığ ı toprağ ın jeofizik şartlarını hesaba katmak
zorundadır; nitekim ilk insan kü ltü rleri de iklimi ve diğ er jeofizik
şartları mü sait olan Anadolu’nun bazı kısımlarıyla Mezopotamya ve
Mısır’da meydana gelmiştir. Zamanla insan nesilleri ilerledikçe,
meydana getirdikleri teknik vasıtalar geliştikçe, insan, tabiatın birçok
şartlarına hâ kim olmaya başlamış ve bu suretle de onun kü ltü rü ve
eserleri, mekâ nın bu jeofizik şartlarına tâ bi olmaktan oldukça
kurtulabilmiş ve dü nyanın her tarafına yayılabilmiştir ve insan da her
tü rlü iklim şartları altında yaşamaya muvaffak olmuştur.
Mekâ ndaki teşekkü ller, insan birliklerini birbirine bağ ladıkları gibi,
onları birbirinden ayırırlar da. İnsan birliklerinin birbiriyle mü nasebete
gelmesi, onların kü ltü rlerinin arasında ortak noktaların meydana
çıkmasını sağ lar; aksi halde bu mü nasebetler azalır. Tekniğ in,
vasıtaların çok başlangıçta olduğ u devirlerde bu durum, daha bü yü k bir
rol oynamaktaydı. Bugü n vasıtaların çoğ alması, tekniğ in ilerlemesi, bu
durumu oldukça değ iştirmiştir. Fakat bü tü n sosyal-birliklerin, aynı olan
bir kü ltü rü n içinde yoğ rulmasına yine de imkâ n yoktur. Zira mekâ nda
ifadesini bulan jeofizik, tarihi varlık-sahasını determine eden
prensipler ve diğ er şartlar, insanların birbirinden ayrı, hiç olmazsa
oldukça ayrı gelişmelere, başarılara sahip olmasını sağ lamaktadır.
Fakat teknik ve teknik vasıtalar sayesinde ortaya çıkan mü nasebetler,
ancak muayyen bir dereceye kadar tesirlerini gö sterebilirler. Zira bu
teknik vasıtalar meydanda yokken veya bunlar çok başlangıçta iken,
arzın muhtelif kıtalarına yayılan insan gruplan, oldukça hususi
başarılar, hususi prodü ksiyonlar meydana getirmişlerdir; bunlar da
insanın kendisine tesir etmişler ve ona bir defa muayyen bir form
kazandırmışlardır. Bu formu tamamıyla bertaraf etmeye imkâ n yoktur.
Hali hazır mü nasebetler, ancak bu formu tadil edebilirler; ona ancak
yeni unsurlar kazandırabilirler; daha eski zamanlarda olduğ u gibi,
muayyen bir kü ltü r çevresinin kendi içine kapanıp kalmasına mâ ni
olurlar. Bö ylece her kü ltü r, dışarıdan gelen tesirlere az veya çok maruz
kalır. Fakat bü tü n bunlara rağ men insanın bulunduğ u yerin jeofizik
yapısının tesiri, hiçbir suretle bertaraf edilemez.
Fakat ileride gö rü leceğ i veçhile insana tesir eden faktö rler yalnız
jeofizik faktö rler değ ildirler; o, kendisinin meydana getirdiğ i birçok
başarıların da tesiri altındadır; asıl şaşılacak şey de budur; yani insanın
kendisi tarafından meydana getirilen şeylerin yine de kendisine tesir
etmesi!
Sosyal-birliğ in bulunduğ u yerin (mekâ n parçasının) tarihi yapışma
gelince: sosyal-birliğ in işgal ettiğ i bir “yer” olan, kendisine “vatan” adı
verilen bu mekâ n parçasıyla, sosyal-birlik arasında sıkı, manevi bir bağ
vardır; zira bir “yere” yerleşen bir sosyal-birlik, bu “yere” tarihi
olaylarla, bu “yer”de meydana getirdiğ i eserlerle bağ lıdır; hatta bu
eserlerin, bu mekâ n parçasına sonradan yerleşen sosyal-birliklerin
kendi başarıları olması bile şart değ ildir; bu prodü ksiyonlar, muhtelif
devirlere ve sosyal-birliklere de ait olabilirler. Fakat mademki bu
eserler aynı mekâ n parçası ü zerinde meydana gelmişlerdir; o halde
sonradan buraya yerleşen bir sosyal-birliğ in eserleriyle, eski sosyal-
birliklerin eserleri arasında kuvvetli bir bağ ın bulunması zaruridir.
Çü nkü bu yeni eserler, çok defa aynı ustaların, aynı sanatkâ rların
veyahut bu eserlerden ilham alan sanatkâ r ve ustaların meydana
getirdiğ i eserlerdir. Zira bu mekâ n parçasına yeni yerleşen sosyal-birlik,
eskileriyle kaynaşmış, yekpare bir mevcudiyet haline gelmiştir; artık
onları birbirinden ayırmaya imkâ n yoktur. Zaten bü tü n insan
başarılarının birbirine tesir ettiğ i her tü rlü şü phenin ü stü ndedir; bu
sebepten dolayı başarılar arasındaki bu alışveriş, yani bu tesir
mü nasebeti, aynı mekâ n parçasında gerçekleşirse, buradaki bağ ların
daha kuvvetli bir karakter taşıması zaruridir.
İmdi aynı mekâ n parçasıyla (toprak parçasıyla) bu sosyal-birlik, her
bakımdan haşir ve neşir olmuştur; bu toprak, sosyal-birliğ in kanıyla,
canıyla yoğ rulmuştur; bu toprak parçası o sosyal-birlik için efsanevi bir
karakter kazanmıştır.
Fakat sosyal-birlik, yalnız başarılarıyla bu mekâ n parçasına bağ lı
değ ildir; aynı zamanda ö lü leriyle de ona bağ lanmıştır. Zira hayvana
nazaran ö lü lerini hususi bir muameleye tâ bi tutan yaşayan insanla, bu
ö lü ler arasında da çok hususi olan bir bağ vardır. Bu sebepten dolayı
bö yle bir mekâ n parçası, bir sosyal-grubun bü tü n maddi ve manevi
bağ larıyla bağ landığ ı tarihi bir varlık-alanıdır. Fakat sosyal-birlikle bu
mekâ n parçası arasındaki mü nasebetler, mü cerret olarak
dü şü nü lmemeli; bu mü nasebetler çok mü şahhas dü şü nü lmelidir. Zira
sadece sosyal-birlikten ve bu birliğ in muayyen bir mekâ n parçasıyla
olan mü nasebetinden bahsetmek, çok umumi olan bir konuşma
tarzıdır; gö z ö nü nde daha ziyade sosyal-birliğ i meydana getiren
nü veler bulundurulmalıdır. Zira sosyal-birliğ i teşkil eden nü velerden
(yani ailelerden) ve bunları meydana getiren fertlerden her birisi,
herhangi bir şekilde derin bir duygu ile hatta irrasyonel olan bir duygu
ile kendi yerine, bu yerin iklimine, bu yerin mahsullerine, bu yerin
tabiatına, manzaralarına, bu yere gö mdü klerine ve kendisinin de gü nü n
birinde gö mü leceğ i bu yere bir sevgi ile bağ lıdır. Gü nlü k hayat dilinde
“memleket veya vatan hasreti” dediğ imiz bu irrasyonel duygu ve sevgi
bu çeşitli bağ ların mahsulü olan bir duygudur. Eğ er muayyen bir grup
insan, ü zerinde yaşadığ ı mekâ n parçasına, bu derin bağ larla bağ lı
olmasaydı, bu takdirde arz ü zerinde hudutların sosyal-birlikler arasına
girmesinin bir manası kalmazdı ve bü tü n bu bağ lar, hiçbir zaman
sadece ekonomik hadiselerle, maddi servet kaynaklarıyla izah
edilemezler.
Nitekim sö mü rgeciler bile, anayurtla sö mü rge arasında bir fark
yaparlar; sö mü rge, anayurdun eksikliklerini tamamlayacak olan bir
yerdir (sö mü rgeciliğ in meşru olup olmamasını bir tarafa bırakalım).
İnsanı kendisine bu derece derin bağ larla bağ layan bu mekâ n
parçasının mevsimleri, bu mevsimlerin alışıla gelen sevimliliğ i ve hatta
korkunçluğ u, tabii manzaralar ve sairedir ve işte bu bağ , insanın
muayyen bir toprak parçasının bü tü n fenomenleriyle haşir ve neşir
olmasından doğ an bir bağ dır. Bü tü n bu sevgi mü nasebetleridir ki,
soysuzlaşmayan sosyal-birliklere, bu toprak, bu mekâ n parçasını bü tü n
mevcudiyetleriyle mü dafaa ettiriyor; insanın kendisi için en kıymetli
bir nimet olan hayatını bile feda ettiriyor.
Vatan adı verilen bu mekâ n parçasına, herhangi bir şekilde bağ lı
olmayan bir insana, bu sö ylenilen şeyler sadece bir hayal mahsulü olan
fikirler olarak gö rü nü rler. Bö yle insanlar, hiçbir yere kö k salmayan
bitkilere benzerler ve nerede kendilerini besleyen bir gıda kaynağ ı
varsa, oraya saplanıp kalırlar. Bitkiye benzetilen bö yle insanların her
yerde bulundukları bir gerçekliktir. Fakat sosyal-birliğ in çoğ unluğ u
bö yle değ ildir; ancak çoğ unluğ un bö yle olmadığ ın bir yerde bir yurt, bir
memleket sevgisi vardır. Bu sevgi soysuzlaşabilir; fakat bu takdirde
tarihte karşılaştığ ımız hadiselerle karşılaşırız; yani bu muayyen sosyal-
birliğ in, bu sosyal birlik olarak ortadan kalkması kaçınılmaz bir netice
olur. Fakat insanlık tarihi bakımından bö yle bir sevgi, yani muayyen bir
mekâ n parçasına karşı olan sevgi, hiçbir zaman eksik olmayacaktır.
Bunun insan kaderi ü zerinde şü phesiz menfi bir tesiri vardır; kavgalar,
mü cadeleler çok defa bu gibi bağ lardan doğ arlar. Fakat insan denilen
varlık, bir kere bö yle disharmonik bir varlıktır; onda bunu bertaraf
etmek imkâ nsızdır ve onu olduğ u gibi gö rmek icap eder.
4. Nedensellik kategorisi
Tabii varlık sahasında nedensellik, bir ö nceki hadisenin bir sonraki
hadiseyi tayin etmesi, determine etmesidir. Tarihi varlık-sahasında bu
manada bir nedensellik yoktur; bu manaya yakın gelen bir nedensellik,
ancak irsi hususiyetler sahasında bahis konusu olabilirdi; fakat orada,
bile determinasyonun tabiattaki gibi kesin olmayacağ ını sö ylemeye
lü zum bile yoktur. Zira birçok insan hadiseleri, birçok faktö rler, bu
biyopsişik potansiyellerin tamamıyla gelişmelerine mâ ni olabilirler.
İnsan â lemindeki nedensellik, diğ er bir tabirle tarihi varlık sahasındaki
nedensellik, insanın başarıları ile olayları arasında olup-biten bir
determinasyon mü nasebetidir. Gerçi tarihi varlık-sahasında, her ö nceki
olay, her sonraki olayı; her ö nceki başarı, her sonraki başarıyı
determine edebilir; fakat bu determinasyon mü nasebeti, hiçbir suretle
tabii varlık-sahasındaki determinasyon mü nasebetinin aynı değ ildir.
Zira her olay, tavır takınan, bir kıymetler duygusu olan, “ö nceden
gö ren”, “ö nceden tayin eden”, hü r olan, hareket ve faaliyetlerinin
arkasında bulunan (yani irade sahibi olan) bir varlığ ın, yani insanın
meydana getirdiğ i bir olaydır. Bu olay, onu meydana getiren insan veya
onu meydana getiren bir sosyal-birlik ise, onun namına hareket eden
devlet adamı tarafından durdurulabilir; durdurulmadığ ı zaman da, yine
bu olayın akış ve cereyan etme şekli tabiattaki bir olay gibi kö rü kö rü ne
devam edip giden bir akış değ ildir; zira tarihi olay diriger, yani sevk ve
idare edilen bir olaydır.
İnsanların bir ö nceki başarılarının, prodü ksiyonlarının, bir sonraki
başarılarına, prodü ksiyonlarına tesir etmesi de tabiattaki gibi olup-
bitmez. Çü nkü bir ö nceki başarının, bir sonraki başarıya tesir etmesi
için, şimdi yaşayan insanın kendisinden ö nceki başarıların şuurunda
olması, onları bilmesi icap eder; bu başarıların farkında olunmadığ ı, bu
başarılar bilinmediğ i mü ddetçe, onların kendilerinden sonraki insan
başarılarına tesir etmesine imkâ n yoktur. Ö yle insan başarıları vardır
ki, meydana geldikleri devirde tamamıyla tesirsiz kalabilirler; ancak
gü nü n birinde bu başarılar bilindiğ i zaman, yeni başarılara tesir
ederler, yani onları determine ederler ve yeni başarıların meydana
gelmesine sebep olurlar. Bö yle bir durum, insan başarılarının varlık-
yapısının bir neticesidir. Çü nkü mevcut başarıların aktif bir alana
geçmeleri veya pasif kalmaları, onları kendi mahsulü sayan insanın
veya insan gruplarının tavırlarına bağ lıdır.
Hâ lbuki tabii varlık ne ise, odur; onun gerisinde onu idare eden bir
insan veya insan-ü stü bir varlık yoktur; imdi tabii olayları
değ iştirebilecek bir kuvvet de yoktur; tabii olaylar, tabiatta hü kü m
sü ren varlık-prensipleri, kanunları yü zü nden kendiliklerinden birbirine
tesir ederler; veya birbirinin tesirlerine mâ ni olabilirler; fakat bu
takdirde bile tabii hadiseler, yine kendiliklerinden yeni bir istikamette
tesirlerini devam ettirirler; burada muvakkat gecikmeler olabilir; ama
onlar hiçbir suretle durdurulamazlar{43}. Hâ lbuki insanın başarıları
kendisinin mahsulü dü r; yani onun edinmeleri ve didinmelerinin,
gö rü şlerinin, dü nya ile bü tü n varlık-â lemiyle hesaplaşmasının,
bilgisinin vesairesinin mahsulü dü r; insan onları bizzat kendisi
meydana getirmek zorundadır. Asıl hayret edilecek şey de budur; yani
insanın kendi mahsulü olan şeylerin, yine onun kendisine tesir etmesi
ve insanın bunlara şekil kazandırmasıdır; hatta insan bu hususta
muayyen planlar yapmak, muayyen istikametlerde cehitler sarf etmek
zorundadır. Fakat bir kere ortaya çıkan başarılar, er-geç onu ve
başarılarını determine etmekten hali kalmazlar.
Bu hususta ilgi çekici birçok misaller verilebilir: mesela Marx’ın,
Descartes’m, Kant’ın fikirlerini gö z ö nü nde bulunduralım; bu filozoflar,
fikirlerini muayyen bir tarihi devirde ortaya koydular. Bir kere ortaya
konulan bu fikirler, bu başarılar, kendilerinden sonra gelen nesillerin
başarılarına, fikirlerine, tavırlarına tesir ediyorlar, yani onları
determine ediyorlar; hatta bu tesirlerin ö nü ne, bu filozofların kendileri
de (mesela hayatta olsalardı) geçemezler. Zira bir kere meydana
getirilen başarılar, tarihi varlık-sahasına geçmişlerdir ve bö yle bir
varlık-sahası olarak daima tesirlerini gö sterirler ve gö stereceklerdir.
Edebi ve diğ er sanat sahalarında da vaziyet başka tü rlü değ ildir. Bir
Sophokles’in, bir Aischylos’un, bir Homer’in, bir Goethe’nin, bir
Yunus’un başarıları da kendilerinden sonrakileri (yani kendilerinden
sonraki başarıları) determine ederler. Fakat, daha ö nce de işaret
edildiğ i gibi, bö yle bir determinasyonun meydana gelebilmesi, onların
başarılarının bilinmesine, okunmasına, onların ü zerinde
“dü şü nü lmesine” bağ lıdır. İnsan başarılarının daha ö nceki başarılar
tarafından “tayin edilmesi”, yeni başarıların meydana çıkmasını sağ lar
ve insan kü ltü rü de ancak bu sayede ilerlemeler kaydeder. Hâ lbuki tabii
varlık-sahasındaki determinasyonlarda bö yle bir şey dü şü nü lemez bile;
yani tabii hadiselerde bir ilerleme ve gelişme, hiç olmazsa tarihi varlık-
sahasındaki determinasyon manasında, yoktur.
Bu, bize tarihi varlık-sahasındaki nedenselliğ in tabii varlık sahasındaki
nedensellikten çok farklı olduğ unu da gö steriyor. Zira insan, “ö nceden
gö ren”, gö rdü klerinin istikametini “ö nceden tayin eden” bir varlıktır.
Hâ lbuki tabiata bu vasıfları atfetmek antropomorf ve yapısal bir
metafiziğ e kendisini kaptırmak demektir. Gerçi gerek tabii varlığ ı,
gerekse tarihi varlığ ı tayin eden birçok faktö rler vardır; fakat tabii
varlık-sahasını tayin eden bu faktö rler, ne kadar çeşitli olurlarsa
olsunlar, onların hepsi tabiat gibi her tü rlü bilgi ve şuurdan mahrum
olan bir varlık-sahasının faktö rleridir. Hâ lbuki tarihi varlık-sahasını
tayin eden faktö rler arasında hem bir kıymetler, bir bilgi
determinasyonu, hem de jeofizik ve diğ er tabii faktö rlerin bir
determinasyonu vardır. Fakat jeofizik ve diğ er tabii prensiplerin insana
tesir edebilmesi için, onun başarılarına, hayatına bir kıymet atfetmesi,
yaşamak istemesi şarttır; çü nkü insanın hayatına, başarılarına şekil
veren, onun yaptıklarını tayin eden kıymetlerdir; ancak insanın
hayatının mü şahhas, yaşanmış kıymetlerle bezenmiş olması, onun
başarılarına, hayatına şekil kazandırabilir, onları geliştirebilir.
Fakat bu şu demek değ ildir: insanı, onun başarılarını tayin eden sadece
mana-strü ktü rleri, yani kıymetlerdir; mana-strü ktü rlerinin yanında
tabii prensiplerin de (mesela zaman, mekâ n, nedensellik gibi) bir
determinasyonu vardır; fakat bu tabii determinasyon, tabiatta olduğ u
gibi kö r bir determinasyon değ ildir. İnsan her zaman ve her yerde kendi
bilgisine, “ö nceden gö rme” ve “ö nceden tayin etme” gibi vasıflara
dayanarak girişimini kullanacak bir durumdadır; şü phesiz insanın bu
girişiminin hudutları vardır; fakat bu takdirde tabii faktö rler ve
prensipler, onun kuvvetinin, imkâ nlarının ü stü ne çıkmış, onun
imkâ nlarını aşmış demektir. Bö yle bir durumda insan için yapacak bir
şey yoktur; mesela insanın yaşlanması, gelip-geçici olması, yani gü nü n
birinde ö lmesi gibi.
Diğ er birçok hallerde de insan tabii faktö rlerin, prensiplerin
istikametini değ iştiremez; onları bertaraf edemez; ancak onlar için
engeller hazırlayabilir ve bazı hallerde buna muvaffak da olabilir;
mesela insan tabii bir hadise olan soğ uğ u, hastalığ ı bertaraf edemez;
fakat onlara karşı tedbirler alabilir. Nitekim insan kendi başarısı olan
tıp sayesinde hastalık hadisesinin başıboş cereyan etmesine karşı
geliyor. O bu hususta tedbirler alıyor ve bunda muayyen bir dereceye
kadar muvaffak olabiliyor; insan yine kendi başarısı olan teknik
sayesinde soğ uğ a karşı korunmayı sağ layabiliyor; bö ylece insan, her iki
halde de â deta tabii hadiselerin cereyan şekline mü dahale etmiş oluyor.
Yukarıdan beri verilen izahattan anlaşılıyor ki, tarihi varlık-sahasındaki
nedensellik de, tabii varlık-sahasındaki nedensellik gibi, bir ö nceki
hadisenin, bir sonraki hadiseyi determine etmesidir; fakat bü yü k bir
farkla. Bir defa insan â leminde, yani tarihi varlık-sahasında, olup-biten
hadiselerin kendisinden sonraki hadiselere tesir edebilmesi için, bu
hadiselerin (bu başarıların) bilinmesi, bunlar hakkında bir şuurun
bulunması, bunların kavranması, aktifleşmesi şarttır. Hâ lbuki tabiatta
bö yle bir şey bahis konusu değ ildir; yani tabiatta bö yle bir şey yoktur;
tabiatta bilgiden, şuurdan, kendisi tarafından kavranmış olmaktan
mahrum olan kö r bir determinasyon hü kü m sü rer ve tabiattaki bir
hadise, ancak diğ er bir hadise veya hadiseler kompleksi tarafından
uzun veya kısa devam eden bir zaman sü resi için kendiliğ inden
engellenebilir; yani engellere çarpabilir. Fakat engellenmediğ i, engellere
çarpmadığ ı zaman da aynı istikamette, veya alacağ ı yeni tesirler
dolayısıyla değ işik bir istikamette cereyan eder; bö ylece tabii
determinasyon, hiçbir hedef ve gaye gü tmeden kendi yolunda devam
eder.
Nasıl ki tarihi varlık-sahasında birçok faktö rlerin, determinasyon-
prensiplerinin birlikte tesir etmesi varsa, aynı suretle tabii varlık-
sahasındaki hadiseler arasında da bir birlikte tesir etme vardır. Fakat
burada bu birlikte tesir etme kendiliğ inden olup-bitmektedir; tarihi
varlık-sahasında olduğ u gibi, herhangi bir seleksiyona, yani seçmeye,
herhangi bir bilgiye ihtiyaç gö rü lmemektedir. Çü nkü tarihi varlık-
sahasında hedefler, gayeler vardır; bunların gerçekleşmesi diye bir şey
vardır; bu sebepten dolayı gaye ve hedefe gö re vasıtalar seçilir; birçok
ehemmiyetsiz şeyler bertaraf edilir ve asıl gayenin gerçekleşmesine
çalışılır. Tabiat bü tü n bu hususiyetlerden mahrumdur.
7. Eğitim – kategorisi
Tarihi varlık-sahası bakımından mü him bir determinasyon prensibi
olan gö rü ş-tarzı, ne hazır bir şekildedir, ne kendiliğ inden şekil kazanır,
ne de onun şekil kazanmasını sağ layan faktö rler basittir; onun teşekkü l
etmesi (şekil kazanması) kısa bir zamanın işi olmadığ ı gibi, tek bir
faktö rü n işi de değ ildir. Onda asırların, çeşitli prensip ve faktö rlerin
hissesi vardır; bu prensiplerin en mü himlerini eğ itim, kıymetler,
gelenek gibi determinasyon prensipleri ve dini gö rü ş, bilimsel ve felsefi
bilgi gibi mü him faktö rler teşkil eder.
Başlangıçta, gö rü ş-tarzının teşekkü lü nde, dini gö rü şü n bü yü k bir rolü
vardır. Zira dini gö rü ş kü tleye hitap eder ve kü tlenin hayat, insan, kâ inat
hakkındaki gö rü şü ne şekil kazandırır; bu sebepten dolayı dini gö rü şü n
ve dini eğ itimin rolü , hiç de kü çü msenemez. Dini gö rü şü n yanı başında
insan başarılarının yaratıcısı olan fertlerde, felsefi ve bilimsel gö rü ş de
çok mü him bir role sahiptir; zira felsefi ve bilimsel gö rü ş, dini gö rü şü n
statik, “donmuş” bir karakter kazanmamasına yardım eder. Fakat
bunlar kendiliğ inden olmadığ ına gö re, bir sosyal-birliğ in insan, hayat,
tabiat hakkındaki gö rü şü , ancak herhangi bir eğ itim sayesinde şekil
kazanır ve gelişebilir; zira muayyen bir eğ itim sistemi sayesinde yeni
yetişen nesiller yoğ rulur, onlara muayyen bir gö rü ş istikameti
verilebilir.
Fakat insan, hiçbir sahada hazır başarılara konmadığ ına, onun bü tü n
başarılan, kendi emek ve çalışmalarının bir neticesi olduğ una gö re,
muayyen bir gö rü ş tarzını insanın kendisinin edinmesi icap eder. Bunu
da, ancak gaye ve hedefi tespit edilen muayyen bir eğ itim- sistemi
sağ layabilir. Zira insanda hazır olarak ancak biyopsişik nü veler vardır;
insan nesillerine dü şen iş, bu biyopsişik nü veleri geliştirmektir. Bu da
yeni neslin mesuliyetini yü klenen daha ö nceki nesillerin tatbik edeceğ i
bir eğ itim-sistemi sayesinde gerçekleşebilir. Ancak eğ itim sayesinde
bir sosyal-grubun, insan, hayat ve tabiat hakkındaki gö rü şü
değ iştirilebilir; bir insanın diğ er insanlara ve umumiyetle canlı
varlıklara karşı olan muamelesi değ iştirilebilir ve gaye olarak istenilen
gö rü ş şekli elde edilebilir. Eğ itim sayesinde insanın hak ve adalet
duygulan geliştirilebilir ve insanın başarıları daima gelişen bir
istikamete sevk edilebilir ve kendisi de bu başarıların sadece alıcısı
olmakla kalmaz, aynı zamanda bu başarıların yaratıcısı da olur.
Fakat bir sosyal-grubun gö rü ş-tarzını değ iştirmek, ona yeni bir
istikamet vermek, gö rü ndü ğ ü gibi basit değ ildir. Çü nkü bunun elde
edilmesi, radikal bir eğ itim-sisteminin tatbik edilmesine bağ lıdır ve
bö yle bir eğ itim sisteminin gayesi, her şeyden ö nce muayyen bir gö rü ş-
tarzının benimsenmesi, hazmedilmesi ü zerinde toplanmalıdır, imdi
bö yle bir eğ itim sistemi, ampirik, gelip-geçici tedbirler almaya değ il,
hakiki, halis bir eğ itim-idesine dayanmalıdır. Bö yle bir eğ itim idesi, yeni
yetişen nesillerde sosyal-birliğ i ilerletecek, geliştirebilecek halis yü ksek
kıymetlerle birlikte vasıta-kıymetlerin bir ahenk içinde uyanmasını
hedef edinmelidir. Fakat bö yle bir eğ itim-sistemi uzun vadelidir; sabır
ve devam ister; burada acele hü kü mlerin, ampirik tedbirlerin bir yeri
yoktur; bu sahada alınacak tedbirler, verilecek hü kü mler, bilimsel ve
felsefi bir temele dayanmalı; halden ziyade istikbali gö z ö nü nde
bulundurmalı; kemiyet dü şü ncesinden ziyade, keyfiyet dü şü ncesi, bö yle
bir eğ itim sistemine hâ kim olmalıdır.
Bö yle bir eğ itim-sistemi her tü rlü “siyasi” ö lçü nmelerin, mü dahalelerin
dışında ve ü stü nde kalmalıdır. Zira eğ itim meselesi, siyasi mevkii işgal
eden bir ferdin —bu fert ne kadar kabiliyetli olursa olsun— işi değ il;
bilâ kis en başta bilim ve felsefenin, sonra sosyal birliğ i teşkil eden
sosyal nü velerin (yani ailelerin), mekteplerin, hatta bü tü n fertlerin bir
işidir. Her aile, mesuliyetini ü zerine aldığ ı çocuğ un, doğ arken iyilik ve
kö tü lü k bakımından farksız olduğ unu, çocuğ un iyiliğ inin ve
kö tü lü ğ ü nü n kendisinin mahsulü olduğ unu bilmelidir. Hatta her fert,
kendi hareketlerinde ve tavırlarında bü tü n bir sosyal-birliğ i temsil
ediyormuşçasına davranmalı ve diğ erlerine ö rnek olmayı gaye
edinmelidir; zira eğ itim problemine, sosyal nü veleri, fertleri
ilgilendirmeyen mü cerret bir saha nazarıyla bakılamaz. Bu sahada her
fert başka bir şeyden, kendisiyle ilgisi olmayan soyut bir şeyden
bahsedercesine fikir yü rü tmeye kalkamaz; bilâ kis her fert, bu
bakımdan ait olduğ u sosyal grubun her şeysinden, yani gö rü ş
tarzından, ilerlemesi ve gerilemesinden kendisinin de herkes gibi aynı
derecede mesul olduğ unu bilmelidir.
İmdi eğ itim-sistemi, eğ er yeni bir gö rü ş-tarzı benimsenmek
isteniyorsa, topyekû n bir inkılâ p ister; yani sosyal bir mesele olan
eğ itim problemi, her ferdi kavrayan ve her ferdi aynı derecede
ilgilendiren bir problem olarak gö rü lmelidir. Bu bakımdan herkes,
şundan bundan şikâyet etmemeli, bilâ kis bu şikâyetin kendisine de ait
olduğ unu bilmelidir. Zira bir memleketteki bozuk dü zenden herkes aynı
derecede mesuldü r.
Gö rü ş-tarzına şekil kazandıran eğ itim meselelerini bir dü zene koymak
o kadar gü çtü r ki, bunun için o kadar çok ö n-şartlara ihtiyaç vardır ki,
bunlar gerçekleşmeden bu meselelerin ü zerine eğ ilmeye bile imkâ n
yoktur. Bunun için bir defa her yerde ehliyet, liyakat, bilgi, karakter
hâ kim bir rol oynamalı ve her tü rlü kayırmalar bertaraf edilmelidir;
bunun için bir memlekette bir defa mü essese fikrinin yerleşmesi
lazımdır; zira mü essese, şahsa bağ lı olmayan objektif olan bir kuruluş
demektir. Mü essese kurulduğ u andan itibaren her şey kendiliğ inden
bilim ve felsefenin eline verilir; her sahadaki kararı bilgi, “ihtisas” verir;
mü essesenin idaresi de o sahada bilgisi, tecrü besi olan insanların eline
verilir. Fakat milletler bö yle bir duruma, semavi bir lü tuf sayesinde
değ il, ardı arası kesilmeyen çalışmalar, gayretler sayesinde gelebilirler.
Hâ lbuki birçok doğ u memleketlerinde mü esseseler bir tü rlü
kurulamıyorlar; mü esseseler kurulamadığ ı için, bir teşekkü lü n başında
bulunan insana bü tü n salâ hiyetler veriliyor; o istediğ i gibi, dü şü ndü ğ ü
gibi başında bulunduğ u teşekkü lü idare ediyor; bu suretle idare eden
şahıs, her şeye istediğ i şekilde mü dahale edebiliyor. Şahsa bağ lı olan
bö yle bir idare sisteminde, teşekkü lü n başına geçen, her şeyden ö nce,
hatta yanlış da olsa, değ işiklik yapmaya kalkar; bu yü zden daha ö nceki
tecrü belerden faydalanmaya lü zum bile gö rü lmez. Bö yle bir idare
sisteminde şahsın rolü o kadar bü yü ktü r ki, bazen ehliyetli, dü rü st bir
şahsın kurduğ u nizam, o şahıstan sonra tanınmaz bir hal alır. Hâ lbuki
bir teşekkü l, mü essese haline gelirse, şahsa bağ lılık ortadan kalkar.
Çü nkü şahıs, kim olursa olsun, bir defa o da herkes gibi bir “fâ ni”dir; asıl
mü him olan mü essesedir; onu işletecek elemanı yetiştirmektir.
Bö yle bir durumdan bir sosyal-birliğ i kurtaracak tek çare, yeni bir gö rü ş
getirecek bir eğ itim-sisteminin cezri bir surette tatbik edilmesidir.
Nitekim batılı gö rü ş-tarzının teşekkü lü nü gerçekleştiren, radikal bir
surette tatbik edilen ve asırlarca sü ren bir eğ itim-sistemi olmuştur.
Başlangıçta bü tü n milletlerde (yani doğ uda ve batıda) dini gö rü ş-tarzı,
biricik gö rü ş-tarzı idi. Bir sosyal grubun, insan, hayat ve tabiat
hakkındaki gö rü ş-tarzını, başlangıçta dini gö rü ş sağ lamakta idi.
Zamanla bilimin, felsefenin, sanatın gelişmesiyle, dinin temin ettiğ i
statik, “donmuş” gö rü ş-tarzı da akıcı bir duruma giriyor. Bu sayede
sosyal-birliğ in ilerlemesi, gelişmesi sağ lanıyor.
Bö yle bir gelişmeyi birlikte yapamayan sosyal-birlikler, statik,
“donmuş” bir gö rü ş-tarzını, yani dini gö rü ş tarzım muhafaza ediyorlar
ve bu gö rü ş-tarzı tarafından tayin ediliyorlar. Bilhassa eğ er bu dini
gö rü ş, bu dü nyaya ait olan işlerle, ö bü r dü nyaya ait olan işleri
birbirinden ayırt etmeyen bir dini gö rü ş ise, bu takdirde bu statik
gö rü ş, bu “donmuşluk”, onun taşıyıcısı olan milletleri tamamıyla bir
çıkmaza sokar ve bö yle bir gö rü ş-tarzı da, bü tü n gelişme imkâ nlarını
kaybeder. Bu “donmuşluğ u” silkip atamayan sosyal-birlikler bunun
farkında bile değ ildirler; ancak bö yle bir durum, ilk defa bilim ve
felsefenin bir tetkik objesi olursa, bu “donmuşluk” bü tü n açıklığ ıyla
ortaya çıkarılabilir.
Fakat sosyal-birlikler, eğ er onlar sö mü rge değ ilseler, birbirleriyle
mü nasebet halindedirler. Bu mü nasebetler, mü spet oldukları gibi menfi
bir karakter de taşıyabilirler. Menfi karakterdeki mü nasebetler,
milletleri birbiriyle karşı karşıya getirirler; onları birbiriyle
savaştırırlar. Bilhassa cephelerde dö vü şen insanlar ve onları idare
edenler, maddi olan malzeme farkını, malzeme ü stü nlü ğ ü nü bü tü n
mü şahhaslığ ıyla kendi ö z canında tadıyorlar, canıyla, kanıyla ö dü yorlar.
İşte bu gibi motifler Osmanlı İmparatorluğ unu bu meseleler ü zerinde
dü şü nmeye şevketmiş; herhangi bir gö rü şe dayanmadan sadece pratik
sahaya ait olan ihtiyaçları karşılamak maksadıyla batıdan faydalanma
dü şü nü lmü ş ve yeni mü esseselerin kurulmasına çalışılmış; mesela
Yeniçeriler yerine muayyen bir askeri eğ itimden geçirilen kıtalar kaim
olmuş; bu kıtaları idare edecek elemanlan yetiştirecek askeri mektepler
kurulmuştur. Nitekim tıbbiye, mü lkiye gibi mektepler de yine ameli
gayelerden, ihtiyaçlardan hareket edilerek kurulmuşlardır. Nihayet
bunlara talebe yetiştirecek orta tahsil mü esseseleri de yavaş yavaş
kurulmuştur. Bu suretle imparatorluk, aldığ ı bu yarım ve ameli
tedbirlerle vejetatif olarak asrımıza kadar sü rü klenmiştir. Çü nkü
Osmanlı imparatorluğ u, kuruluşu ve gö rü ş-tarzı icabı, topyekû n bir
inkılâ p yapabilecek bir durumda değ ildi.
Bö ylece dini eğ itimin yanında Bilimsel bir eğ itimin mevcut olması
lazım geldiğ i bedihi olarak kabul ediliyor; fakat ağ ırlık noktası, yine de
dini eğ itim ü zerinde bulunuyordu. Bö ylece medrese ve mektep, hâ kim
ve kadı yan yana kalıyorlar; hayatın her sahasında bir ikilik hü kü m
sü rü yor. İlk defa bu yarım tedbirlerle bizim batılı bir gö rü ş-tarzının
içine giremeyeceğ imizi kavrayan bü yü k devlet adamımız Atatü rk
olmuştur. O bü tü n ikilikleri bertaraf etmiştir; bu da ancak topyekû n bir
inkılâ p olan bizim inkılâ bımız sayesinde gerçekleşebilirdi. İnkılâ bımız
şekil bakımından doğ ulu olan her şeyi, bü tü n ikilikleri ortadan kaldırdı.
Fakat şekil, hiçbir zaman herhangi bir muhtevadan â ri olamaz; bu
sebepten dolayı şekil ile birlikte bazı içerikler de girmiş ve
benimsenmiştir. Fakat bu şeklin tamamıyla muhtevaya çevrilmesi,
muhtevalı olması için manevi bir kalkınmaya ihtiyaç vardır. Bu, bizim
ve bizden sonraki nesillerin bir başarısı olacaktır. Başlangıçta buna
imkâ n yoktu; çü nkü aydınlar azınlıkta idi. Bugü n artık şekil bakımından
tamamıyla muvaffak olduğ umuz bu başarıların, muhteva bakımından
işlenmesinin zamanı gelmiştir. İşte bunu bize sağ layacak, tatbik
edilecek “istikrarlı” bir eğ itim-sistemi olacaktır. Bu sebepten dolayı
eğ itim-sistemimizin bü tü n sarsıntılardan azade, objektif bir sistem,
yani bir mü essese haline gelmesi zorunlu bir duruma girmiştir.
Gerçekten ancak radikal bir eğ itim-sistemi bizim gö rü ş-tarzımızı, yani
hayat, insan ve tabiat karşısındaki tavrımızı değ iştirebilecektir. Ancak
yeni bir gö rü ş-tarzı, kendimize mal ettiğ imiz bir gö rü ş tarzı sayesinde
biz de diğ er Batı milletleri gibi insan başarılarının yalnız alıcısı
olmaktan kurtulur, aynı zamanda onların yaratıcısı da oluruz.
Bu bize gö steriyor ki, eğ itim-sistemi tarihi varlık-sahasını (yani insan
başarılarını) determine eden mü him bir prensiptir. Zira bu prensibin
determinasyonu hem pozitif, hem de negatiftir; eğ itim sistemi bozuk
bir dü zen içinde bulunan bir topluluk, sadece vejetatif bir hayat sü rer;
ancak eğ itim-sistemlerinde muayyen bir gaye, bir hedef gü den ve bu
sayede muayyen bir gö rü ş-tarzı kazanan bir topluluk, kendi tarihi
oluşuna pozitif bir istikamet kazandırabilir. Dü şü nmeliyiz ki, bü tü n
insan başarılarının temelini, bilim, felsefe ve sanat teşkil etmektedir.
Bilim, felsefe ve sanat sahalarının içine girmek ve bu sahalarda
prodü ktif olarak çalışmak, ancak bizi buna hazırlayacak bir eğ itim-
sistemi sayesinde mü mkü ndü r. Bu sebepten dolayı eğ itim problemi,
bü tü n sosyal problemlerin başında gelir; çü nkü her şey, onun sayesinde
şekil kazanmakta, onun sayesinde verimli olmaktadır; onsuz kalan bir
topluluk, ancak statik, “donmuş” bir durumun içinde vejetatif
yaşayabilir; fakat asla prodü ktif olamaz.
8. Gelenek – kategorisi
Tarihi varlık-sahasının mü him bir determinasyon prensibi olan gö rü ş-
tarzının şekil kazanmasında bir taraftan eğ itimin, diğ er taraftan
gelenek ve kıymetler gibi kategorilerle, din, bilim, ve felsefe gibi bilgi
nevilerinin bü yü k hisseleri vardır. Eğ itim kategorisinin bu hususta
oynadığ ı rolü gö stermeye çalıştık.
Nasıl ki gayesi ve hedefi belli olan bir eğ itim sistemi, gö rü ş-tarzına yeni
istikametler veriyor; ona bir akıcılık, bir gelişme sağ lıyorsa, geleneğ in
de bu hususta bü yü k bir tesiri vardır; geleneğ in gö rü ş-tarzına olan
tesiri, negatif olduğ u gibi, pozitif de olabilir. Pozitif tesiriyle gelenek
gö rü ş-tarzının statik, “donmuş” bir karakter kazanmamasına, negatif
şekli ile de gö rü ş-tarzının statik, “donmuş” bir karakter kazanmasına
hizmet eder.
Biz geleneklerin negatif şekline “gelenekçilik” adını veriyoruz.
“Gelenekçilik” hayvan â lemindeki insiyaka benzetilebilir; zira
“gelenekçilik”te de bir form ve muhteva sadakati vardır. Nesiller
boyunca hiçbir değ işiklik geçirmeden aynı şekilde devam eder; tıpkı
hayvan â lemindeki yuva yapma, yavrulama, kış dolayısıyla yer
değ iştirmede olduğ u gibi. Yalnız insan â leminde geleneğ in bir
başlangıcı, gelişmesi ve sonraları da “donmuş” bir karakter kazanması
vardır ve insanda gelenek, zamanın seyri içinde biraz değ işiklik
kaydedebilir. Fakat bu değ işiklik çok az olduğ u için, geleneğ in statik
karakterine halel getirmez; zira değ işiklik daha ziyade forma aittir;
muhteva bakımından gelenek aynı kalır. Hâ lbuki hayvandaki içgü dü
(insiyak), başlangıçtan beri ona hazır olarak verilmiştir; ne gelişir, ne de
geriler. Fakat insan, daima geleneğ in bu statik durumundan
sıyrılabilecek imkâ nlara sahiptir; el verir ki, o bu statik formdan
kurtulmak istesin. Hayvan için bö yle bir şey bahis konusu olamaz;
çü nkü hayvan bir imkâ nlar varlığ ı değ il, statik bir varlıktır.
Fakat gelenek tabiriyle ne kastedilmektedir? Gelenek tabiriyle insan
nesillerinin birbirine devrettikleri ve devir aldıkları başarılar, hayat-
şekilleri, devredilen ve devir alman bü tü n muhteva ve formlar
kastedilmektedir; bu itibarla gelenek bir topluluğ un nesilleri arasındaki
bağ ın kopmamasına da yardım etmektedir. Her insan topluluğ unun bir
geleneğ i vardır; her nesil, kendisinden ö nceki nesillerin başarıları,
hayat-şekilleri, gö rü ş-tarzları içinde doğ ar, bü yü r, gelişir; herkes
formunu o gelenek içinde kazanır; muayyen bir tavır takınmayı da o
gelenek formlarına gö re edinir. Hatta her ailenin, her teşekkü lü n
gelenekleri vardır. Fakat gelenek, yalnız hususi hayata, hususi
topluluklara inhisar etmez; bü tü n sahalarda ortaya çıkar; yani bü tü n
insan başarılarının, insan teşekkü llerinin bir geleneğ i vardır. Çü nkü her
nesil, kendisinden ö nceki nesillerden aldığ ı form ve içeriklerle
beslenerek form ve muhteva kazanır. Her memlekette, her toplulukta
bir çalışma geleneğ i vardır; bu çalışmanın hedef ve gayelerine ait
gelenekler vardır; bunun içindir ki, insan, başka toplulukların
gelenekleriyle temasa gelmedikçe her şeyin, her yerde kendisininkilerin
aynı olduğ unu zannedebilir; fakat bu, bir zandan ibarettir.
Yeni yetişen nesiller, bu formları, bu gelenekleri benimsemeye çalışırlar
ve benimserler de. Mesela her yerde ü niversite hocasının, talebesinin,
daire â mirinin, memurların içinde yetiştiğ i ve devir aldığ ı formlar ve
içerikler vardır. Yeni nesiller bu formlar ve içerikler içinde yetişirler.
Gelenek bazı memleketlerde ve bazı hallerde o derece statik bir şekil
kazanır ki, o geleneğ in içinde bulunan bir topluluk, hayvanların
insiyakında olduğ u gibi, onun kaskatı formu içinde erir. Nasıl ki
insiyakta bir ilerleme ve gerileme yoksa, statik bir gelenek formu içinde
bulunan bir insan grubu da hiçbir ilerleme kaydetmez; hatta gerileme
de yoktur. Yalnız şu şekilde bir gerileme olabilir: Durmadan ilerleyen,
akıcı bir geleneğ e sahip olan muayyen insan grupları karşısında bu
“gelenekçi” topluluklar zorla da olsa, bazı şeyler almak mecburiyetinde
kalırlar. Fakat bu alman şeyler, mevcut, hâ kim gelenek içinde gelişmesi
mü mkü n olan birçok şeyleri soysuzlaştırır ki, bu bir nevi gerilemedir.
Bu suretle geleneğ in ne eski formu muhafaza edilebilir; ne de yeni bir
form kazanmak için, onun içinden sıyrılıp çıkılabilir.
Bö yle bir durumda sosyal-birliğ i teşkil eden muayyen fertler ve
muayyen tabakalar dış gö rü nü şleriyle hayat-şekillerini değ iştirmiş
gö rü nü rler. Fakat muhtevayı hiçbir suretle değ iştirmezler; yine aynı
insan telâ kkisi, yine aynı aile ve çocuk telâ kkisi, aynı gö rü ş-tarzı olduğ u
gibi devam eder; ancak devrin zorladığ ı dış şeyler, yani bazı teknik
şeyler girebilir. Mesela elektrik ve elektrik cihazları; nakil vasıtaları gibi.
Fakat bu teknik unsurların alınması, bu statik gelenek içinde bulunan
insanları ancak dış gö rü nü şleri bakımından değ iştirebilir; ama aynı
hayat tarzı, aynı hayat telâ kkisi devam eder; zira bu teknik vasıtalar
ithal edilmektedirler; başka gelenekleri, başka hayat tarzı ve telâ kkisi
olan insan gruplarının emeklerinin mahsulü dü rler. Bu sebepten dolayı
bu ithal malı olarak gelen teknik vasıtalardan ancak muayyen bir zü mre
faydalanabiliyor; fakat geniş halk kitlesi bu gibi vasıtalardan habersiz
yaşar.
Gerçi bugü nü n sosyolojisi, yeni vasıtaların ithal edilmesiyle bazı
değ işikliklerin meydana geldiğ ini tespit etmeye çalışıyor; fakat
sosyolojinin bu gibi faktö rlerin tesiriyle meydana gelen ve yine de
forma, dışa ait olan bu değ işiklikleri tespit etmekle ne elde etmek
istediğ ini anlamak gü çtü r. Tabiidir ki, bir tren yolunun ü zerinde
bulunan bir bö lge ile bu yoldan uzak olan bö lgelerde, dış gö rü nü şe ait
bazı değ işiklikler tespit edilebilir. Fakat sadece dışa ait olan bu
değ işikliklerin o bö lgede yaşayan halkın hayat-şekli, gö rü ş ve hayat-
tarzı ü zerinde hiçbir tesiri olmuyor.
Sosyoloji, burada tabii muayyen bir teoriye dayanıyor; bu teori, çoktan
beri bilimsel araştırmaların dışına atılmış bulunan muhit teorisidir; bu
teori, her şeyi dış şartların değ işmesiyle izah eder; imdi muhitin bazı
unsurlarının değ işmesiyle, o muhitin içinde bulunan insanlar da
değ işirler deniliyor; fakat bu değ işikliğ in hududu ve muhtevası
ü zerinde durulmuyor. Kaldı ki dış değ işikliğ in hududu ne olursa olsun
“içi” değ iştirmiyor; zira asıl değ işikliğ in içe, esasa ait olması gerekir;
yani halkın hayat-tarzında, hayat-telâ kkisinde, hayatlarının şekil ve
nizamında, barınma ve korunma vasıtalarında olması icap eder. Fakat
bö yle bir değ işikliğ in de dış motiflerle sağ lanmasına imkâ n yoktur; bu
da ancak, daha ö nce temas edildiğ i gibi, muayyen bir eğ itim-sistemi
sayesinde sağ lanabilir.
Nasıl ki statik bir gö rü ş-tarzı Doğ uya mahsus bir determinasyon
prensibi ise, “gelenekçilik” veya statik gelenek de Doğ uya mahsus bir
determinasyon şeklidir. Nasıl ki batılı, statik olan dini gö rü şü
Ortaçağ dan Yeniçağ a geçerken bertaraf etmiş ise, aynı suretle
“gelenekçiliğ i” de Ortaçağ dan Yeniçağ a geçerken tasfiyeye tâ bi tutmuş
ve bu suretle onunla birlikte gö rü ş-tarzı da değ işmiştir.
Doğ uda “gelenekçilik” gü nlü k hayatta başlar. Eğ er dikkat edilirse,
doğ ulunun iki hayat-tarzı vardır; bunlardan birisi hususi olan ev hayatı,
diğ eri de dışarıya aksedenidir ve bunlar arasında bariz bir fark vardır;
hatta onların birbirleriyle hiçbir ilgisi yoktur. Doğ ulunun ev hayatı,
dışarıya aksetmez ve bunun bilhassa dışarıya aksetmemesine dikkat
edilir. Bu, eski Roma imparatorluğ unda bö yle idi; bu, eski Mısırda da
bö yle idi. Onun içindir ki, Mısırlı rahipler, eski Anadolu Greklerini
çocuklara benzetiyorlardı; bununla Mısır rahipleri, onların çocuklar gibi
her yerde olduğ u gibi gö rü ndü klerini kastediyorlardı{47}. Hâ lbuki
doğ ulunun hiçbir zaman çocuk gibi iç ve dış hayatı aynı olamaz; o
dışarıda ve içeride kendisini başka şekillerde gö sterir; o kendisini naif
olarak ve olduğ u gibi gö stermez; bilâ kis kendisini saklamaya çalışır.
Bu yü zdendir ki, doğ uluda umumi bir tasarruf fikri de yoktur; doğ ulu
intim alanında ancak ve gü ç halle yiyecek, içecek bulabildiğ i halde,
dışarıda, yani dış gö rü nü şü yle orta halli veyahut bunun ü stü nde
bulunan bir insan tesirini bırakmaya gayret sarf eder ve o bunda
oldukça da muvaffak olur. Batılı bunun tam tersine hareket eder; o iç ve
dış-hayatım birbirine uydurur ve hakiki durumunu saklamaya lü zum
gö rmez, bilâ kis durumunu daima artan bir gayretle dü zeltmeye çalışır.
Doğ ulunun şahsi ve gü nlü k hayatında başlayan bu ikilik, her sahada
gö ze çarpar. Mesela bir mü essese teftiş gö receğ i zaman, bambaşka bir
şekilde kendisini gö stermeye çalışır; her tarafta temizlik yapılır; her
şeye dikkat edilir; her şey, teftişin devamı boyunca mü kemmel bir
şekilde gö sterilir. Teftiş yapan kimse de, bü tü n bunların teftiş
dolayısıyla yapıldığ ını bilir; çü nkü o da bö yle bir geleneğ in içinde
yetişmiştir; onun için de bu gibi şeyler, bilinmeyen şeyler değ ildir. Fakat
buna rağ men o da bu yapılanlara inanmış gibi gö rü nü r; imdi her iki
taraf da bü tü n bunların bir gö rü nü ş ve gö sterişten ibaret olduğ unu
bildiğ i halde, bunun ü zerinde konuşmazlar; bu hususta mutlak bir
“susma” hü kü m sü rer.
Hâ lbuki batılı gelenek içinde bunun tersine hareket edilir; batılı teftiş
için hazırlanmaz; o her vakit aynı şekilde hareket eder; zira onun için
bir iş, başkası için, herhangi bir gö steriş için değ il, kendisi için yapılır.
Doğ ulu, gö rü nü ş sahasına çıkan bü tü n işlerinde kendisi için değ il,
başkası için, dışarı için yaşar; bu sebepten dolayı bu ikiliğ i hususi
hayatına da tatbik eder. Nitekim doğ ulunun bir misafir odası vardır; o
daima hazır ve temiz bir vaziyettedir ve bu oda yalnız dışarıdan gelecek
ziyaretçilere açıktır; başka zamanlarda hep kapalı bulunur. Bu ikiliğ i
hayatın her sahasında gö stermek ve tespit etmek mü mkü ndü r. Bö ylece
doğ ulu bü tü n mü esseselerinde gü nlü k ve hususi hayatında bu ikiliğ i
bü yü k bir titizlikle muhafaza etmeye gayret sarf eder.
Bö ylece geleneğ in negatif şekli, yani gelenekçilik her sahada statik bir
durumun, bir gö rü nü şü n devam etmesine yaramaktadır. Fakat onun
“donmuş” karakterine dokunmak da gü çtü r; çü nkü onun ağ ır mü dafaa
vasıtaları vardır. Zira statik gelenek bir taraftan daima dinin ve diğ er
birtakım “çü rü k inançlar”ın, diğ er taraftan da bazı hallerde bir sahte-
nationalism’in himayesine sığ ınmıştır. Zaten onun “inkılâ p”sız
sö kü lmesi gü ç olan kö klerinin kuvveti de buradan gelir. Statik gelenek
bu kuvvetlerle, bilhassa dini gelenekle bir ittifak akdettikten sonra,
onun karşısına çıkan her kuvvet, ya hemen erir veyahut da er-geç ona
boyun eğ meye, uymaya mecbur kalır. Bir sosyal-birliğ i bö yle bir
“donmuşluk” tan kurtaracak biricik kuvvet bilim ve felsefedir. Nitekim
batılı gelenek de ancak bilim ve felsefe sayesinde dinin baskısından
sıyrılmış, statik olmaktan kurtulmuştur.
Geleneğ in pozitif şekli, akıcı, seyyal olan şeklidir. Nasıl ki geleneğ in
statik, yani negatif olması, sosyal-birliğ in hayat-şeklini donduruyorsa,
pozitif gelenek de nesilden nesle devredilen insan başarılarının, form
ve içeriklerin gelişmesine yardım ediyor. Çü nkü akıcı olan gelenek,
daima tasfiye ve tesviye gö ren bir gelenek şeklidir. Geleneğ in bu tü rü ,
daha ziyade hayat durumlarına, şeylere (objelere) yö nelmiştir; durum,
içinde bulunduğ umuz gerçeklik değ iştikçe, bu da değ işir. Hâ lbuki
negatif gelenek formalisttir; objelerle, var olan şeylerle, insanın içinde
bulunduğ u durumla hemen hemen ilgisi yoktur.
Bö yle bir geleneğ in içinde bulunan insanlar, bu geleneğ in statik
karakterinin mesuliyetini insanlara değ il; o insanların meydana
koyduğ u formlara, nizamlara yü klerler; insan, bö yle bir gelenek içinde
sırf bir vasıtadan, formların, nizamların bekçisi olan bir vasıtadan
ibarettir ve insan, nihayet muayyen bir formalizmin tatbikçisidir. Bö yle
bir insan kü tlesi, bü tü n kararlarını, bü tü n durumlarını bu formlara gö re
tayin eder. Bö yle bir formalizmin sakatlıkları, ancak bilim ve felsefe
sahasında ortaya çıkıyor, kendilerini ele veriyorlar. Zira bilim ve
felsefede, formalizm değ il; eşyanın, var olan şeylerin kendileri, objeler
esastır. Hâ lbuki doğ ulu, kendisini objelere, var olan şeylere, hayat
durumlarına uyduracağ ı yerde, objeleri, var olan şeyleri, hayat
durumlarını bu formlara uydurmaya çalışır ve o, bunda muvaffak da
olur. Çü nkü o bö yle bir geleneğ in içinde yetişmiştir; doğ ulu için objektif
olmak, içi ve dışı bir bü tü n teşkil eden bir çocuk gibi hareket etmek diye
bir şey yoktur; bilâ kis o, muayyen bir formalizmle, içi, muhtevayı,
bertaraf eder ve sadece forma gö re hareket eder.
Bö yle bir durumla her sahada karşılaşmaktayız. Mesela doğ ulu
talebesini, hocasını, şeylerin, eşyanın karakterinin gerektirdiğ i şekilde
değ il, muayyen bir formalizme saplanarak yetiştirir; hocanın muayyen
bir zaman sonra bu husustaki kanunun, yani formalizmin, şu veya bu
maddesine gö re şu unvandan bu unvana yü kselmesi icap eder; onun bu
hususta bir başarısı olsun veya olmasın; bunun hiçbir ehemmiyeti
yoktur. Talebe de şu veya bu kadar zamanda devamını bitirir ve bu
husustaki formalizmi yerine getirerek devam ettiğ i mü esseseyi bitirir;
o da bu hususta kendisinden muayyen bir olgunluğ un istenileceğ ini
dü şü nmez bile. Zira talebenin de muayyen bir zaman sü resi içinde bu
mü esseseyi bitirmesi gerekir; bitiremediğ i takdirde başarısız bir
talebe olarak kabul edilir. Çü nkü gelenek, ondan muhtevaya bakmadan
formun realize edilmesini istemektedir. Bö ylece doğ unun geleneğ i her
şeyi formalize etmiştir ve yalnız form ü zerinde durmayı ö ğ renmiş ve
ö ğ retmiştir.
Fakat eğ er doğ ulunun zaman hakkındaki şuuru gö z ö nü nde
bulundurulursa, yukarıdaki durumun tersini beklemek lazım gelirdi.
Çü nkü doğ ulunun zaman şuuru bambaşka bir karakter taşır ve
doğ ulunun geleneklerinde zamanın hiçbir rolü yoktur; onun daima
geçmesini, ö ldü rü lmesini istediğ i bir zamanı vardır. Hâ lbuki batılının
zaman hakkında kat’i bir şuuru vardır ve bu da açık ifadesini, birçok
dillerde kullanılan şu İngilizce sö zde bulur: “time is money”, vakit
nakittir. İmdi batılının boşuna geçireceğ i, ö ldü receğ i bir zamanı
olmadığ ı gibi, zamanına gelişigü zel tasarruf edilmesine de mü saade
etmez; o, zamanını titiz bir surette bö ler ve onun muhtevalı ve manalı
geçmesine çalışır.
Hâ lbuki doğ ulunun geleneğ i, zamanın muhtevalı geçmesine imkâ n
bırakmamaktadır. Zira doğ ulu hayatının mü him bir kısmını
beklemelerle geçirir; en basit bir iş, onun için çok uzun sü ren bir
zamanın israfına mal olur. Çü nkü bu basit işi gö recek ve gö rdü recek
olanların karşılıklı olarak zaman hakkında kesin bir şuurları yoktur;
imdi zaman, her iki taraf için henü z bir kıymet ifade etmemektedir. Bu
sebepten dolayı aynı işin yarına, ö bü r gü ne ve daha sonraya
bırakılmasında bir mahzur gö rü lmemektedir. Doğ ulu zamanım
herhangi bir etü tle veyahut kendisini insan olarak geliştirecek eserleri
okumakla da geçirmez; o daha ziyade zorunlu olanı, istenileni yapar ve
geriye kalan zamanını çok defa boş ve faydasız konuşmalarla, boş
kuruntularla geçirir. Zira doğ ulu için zaman, israf edilecek kadar boldur;
onu geçirmek esas gayedir (teşbihin doğ ulunun gü nlü k hayatına ait
olması, ü zerinde durulması icap eden bir fenomendir).
Doğ ulunun zaman karşısındaki bu kayıtsız tavrıyla, onun muayyen
şeyler, mesela mektebini vaktinde bitirmek veya tam zamanında terfi
etmek istemesi gibi durumlar karşısında zaman bakımından çok titiz
davranması arasında bir tenakuz var gibi gö rü nü r. Fakat bu tenakuz,
çok zahiri bir tenakuzdur. Çü nkü zaman karşısında takınılan bu tavır,
zamanın kıymetli olmasından ziyade, İktisadi faktö rlerin ve bilhassa
sosyal-alana ait kıymetlerin ve geleneklerin bir neticesidir. Zira
zamanında mektebini bitiremeyen veya mesleğ inde terfi etmeyen bir
kimseye, ya tembel veyahut da kabiliyetsiz bir kimse nazarıyla bakılır
ve bunun zamanın kıtlığ ı veya onun bir kıymet ifade etmesiyle bir ilgisi
yoktur; bu daha ziyade doğ ulunun insan, hayat ve tabiat hakkındaki
gö rü ş-tarzıyla, onun formalist, gelenekçi olan tavrıyla ilgilidir.
Çü nkü doğ ulunun geleneğ inde kabiliyet veya kabiliyetsizlik başarı ile
ö lçü lmez ve başarılara bakılmaz; hâ kim olan muayyen bir formalizme
gö re, mademki bir kimse mektebini zamanında bitiremiyor; zamanında
terfi edemiyor; o halde o kimse kabiliyetsizdir denilir. Bu sebepten
dolayı bir insanın kıymetli olmasıyla kıymetsiz olması hakkında sadece
dedikodular hü kü m sü rer. İmdi doğ uda ne ö vme, ne de yerme hakiki bir
mesnede dayanır; her ikisi de sü bjektiftir, takribidir. Hâ lbuki ö vmenin
de, yermenin de muayyen bir ö lçü sü olmalıdır ve bu da mutlaka
başarılara ve başarısızlıklara dayanmalıdır. Fakat doğ uda her sahada
bir ö lçü sü zlü k hü kü m sü rer; doğ ulu, yermede ö lçü sü z olduğ u gibi,
ö vmede de ö lçü sü zdü r; o her şey hakkında superlative’lerle konuşur.
Batılının geleneğ inde hem bir akıcılık, hem de bir objektiflik olduğ u
için, bu gelenek içinde her sahada şahsiyet, başarı ö n safta yer alır;
sosyal çevre, insanlar hakkında muayyen bir formalizme, etikete gö re
hü kü mler vermez; her sahada başarı, liyakat, kabiliyet esas teşkil eder.
Bu gelenek içinde ö vmenin de, yermenin de, bilgili ve bilgisiz olmanın
da bir ö lçü sü vardır ve bu ö lçü nü n temeli ontiktir; yani bu ö lçü , forma,
etikete gö re değ ildir. Batılı için, zaten form muhtevayı kurtarmak ve
geliştirmek için mevcuttur; yoksa form, kendi kendisi için, yani form,
form için mevcut değ ildir.
Aynı değ işiklik batılının zaman karşısındaki tavrında gö rü lü r: batılının
geleneğ inde zamanın bü yü k bir ehemmiyeti vardır. Batılının zaman
karşısındaki tavrı, onun zaman şuuru, şarklınınki ile mukayese
edilemeyecek derecede başka bir karakter gö sterir. Batılı zaman
bakımından çok hasis davranır; hatta onun bü tü n teknik cehitleri bile
zamandan tasarruf etmek ü zerinde toplanmaktadır; bu itibarla o,
zamanı ü zerinde â deta titrer ve vaktini hiçbir suretle boş geçirmez;
zaman, daima bir muhteva ile doldurulur; mesela bu, tabii gü zellikleri,
tabiatı, sanat eserlerini tatmak şeklinde tecelli edebilir. Hâ lbuki
doğ ulunun geleneğ inde tabiatın hiçbir rolü yoktur; tabiat, bitki â lemi
onda amansız bir dü şmanını gö rmektedir; o kendi sanat eserlerine
karşı da çok kayıtsızdır; onlarla ilgisi çok sathidir; kendi sanat
eserlerinin, kendi gö zleri ö nü nde yıkılmasıyla bile ilgilenmez; bü tü n
bunlar maziden devralınan geleneklerin bir neticesidir ve ancak eğ itim-
sayesinde tashih edilebilir.
Gelenekle bir topluluğ un hayat-şekli, yani gö rü ş-tarzı arasında o kadar
sıkı bir mü nasebet vardır ki, en gü nlü k, en banal olarak gö rdü ğ ü mü z ve
hiç dikkat etmediğ imiz formlar, muayyen hayat durumlarının
mahsulü dü rler. Bilmem dikkat edilmiş midir; bizim memleketimizde
bir aileden birisi seyahate çıktığ ı zaman, komşular, o evi ziyaret ederler
ve bazı temennilerde bulunurlar. Bunun kö kü nü bizde şu durum teşkil
etse gerek: imparatorluk Tü rkiye’sinde ö yle yerler vardı ki, oraya giden
bir Tü rkü n bir daha dö nmesinin ihtimalleri çok azdı; mesela vaktiyle
Yemen vilâyetimize giden askerlerimizin durumu bö yle idi. Bu, bize
aynı zamanda her form ve geleneğ in muayyen bir hayat-tarzının
mahsulü olduğ unu gö steriyor.
Dikkat edilirse, insan topluluklarının bu gibi gü nlü k hayat-alanları
arasında bü yü k farklar vardır ve bu farklar, şü phesiz çeşitli
toplulukların geçirdikleri hadiseleri ve içinde bulundukları durumları
aksettiriyorlar. Fakat eğ er gelenekler, yalnız bu gibi gü nlü k şeylere
inhisar etselerdi, o vakit bunun ü zerinde durmaya lü zum kalmazdı.
Çü nkü bu gibi şeyler, zararsız şeylerdir ve bu gibi gelenek formlarının
devam etmesinde, tarihi varlık-sahasını determine etme bakımından
ne bü yü k bir mahzur, ne de bir fayda vardır; bu olsa olsa, bu gibi
topluluklarda henü z zamana gerektiğ i gibi bir kıymet atfedilmemesinin
bir ifadesi olabilir.
Fakat bir insan topluluğ unun hayatı bir “bü tü n”dü r ve en basit gü nlü k
hadiselerden başlar; en ehemmiyetli hadiselere kadar devam eder;
bö yle bir fenomenle bilhassa doğ ulunun hayat-seyrinin, hayat-akışının
“bü tü n” ü ne bir tesadü filiğ in hâ kim olmasında karşılaşırız. Nitekim
doğ ulunun bü tü n işleri, mesela serveti, bir işe, bir memuriyete girmesi,
birçok hallerde tesadü fi olmakla kalmaz; aynı zamanda o bu işinde, bu
memuriyetinde kalıp kalmayacağ ından ve ne kadar kalacağ ından da
emin değ ildir. Zira tesadü filik emniyetsizlik şuurunu da birlikte
getiriyor.
Fakat bu durum, sadece devlet işlerine inhisar etmez; aynı şekilde
hususi iş sahipleri de servetlerinin, işlerinin istikbalinden emin olarak
yaşamazlar; herkesin bu hususta bir korkusu vardır. Bu emniyetsizlik
şuuru, o kadar salgın bir hale gelmiştir ki, hiç kimsenin kimseye
emniyet etmediğ i bir dereceye kadar varır; bu gelenek Doğ uda
lü zumsuz kontrollerin yapılmasına, bunu gerçekleştirmek için çok
sayıda memur ve işçinin kullanılmasına sebep olmaktadır ve bu yü zden
hiç kimse mesuliyet yü klenemiyor ve mesuliyet çok parçalanıyor.
Neticede mesuliyet ortadan kaybolup gidiyor; en sonunda yapılan işten
kimin mesul olduğ unu meydana çıkarmak çok gü çleşiyor; hatta çok
defa mü mkü n olmuyor. Çü nkü herkes muayyen formalizmi yerine
getirmiştir; fakat buna rağ men iş eksik kalmıştır; ama buna sebep olanı
bulmak mü mkü n değ ildir; zira mesuliyet lü zumundan fazla bö lü ndü ğ ü
için “anonim” bir karakter kazanmıştır.
Diğ er taraftan bu durum, bö yle bir emniyetsizlik şuuru, ifadesini
doğ unun hak, adalet tanımayan insanlarının despot ruhunda bulur.
Gelenek halini alan gö rü ş-tarzının hususiyetinin bir neticesi olarak
doğ ulu, haksızlığ a maruz kalmayı da haksızlık yapmak gibi hoş gö rü r.
Zira Doğ uda herkes tecrit edilmiş, birlik-şuurundan mahrum,
atomlaşmış bir durumdadır ve kendisine dokunulmadığ ı mü ddetçe,
herhangi bir tepkide de bulunmaz ve her şeyi hoş gö rü r. Bu, gerçekten
muayyen bir hayat, bir gö rü ş-tarzının birlikte getirdiğ i bir gelenektir;
nitekim bunu bilhassa şu atalar-sö zü nde açık olarak gö rü yoruz: “Bana
dokunmayan yılan binler yaşasın!”
Fakat doğ ulu ve batılı geleneklerden hiçbirisi, semavi kuvvetlerin bir
mahsulü değ ildir. Cezri bir eğ itim-sistemi sayesinde doğ ulu gö rü ş-tarzı
ve geleneklerin hepsi bertaraf edilebilir. Bü tü n batılı milletler de, bu
“donmuş” geleneklerini tasfiye ve tesviye etmek suretiyle
gelişmişlerdir; zira bu “donmuş” karakterdeki gelenekler tasfiye
edilmeden herhangi bir gelişmeye imkâ n yoktur. Yalnız herhangi bir
yanlış anlaşılmaya yer verilmemek için, bizim burada geleneklerle,
bilhassa statik geleneklerle ne kastettiğ imiz gö z ö nü nde
bulundurulmalıdır. İmdi gelenekleri tasfiye etmek demek, milli
hususiyetleri, milli karakteri tasfiye etmek demek değ ildir; bilâ kis
bununla gelişmelerimize mâ ni olan peşin hü kü mlerle dolu olan mazinin
hurafelere bü rü nmü ş, fosilleşmiş kalıntılarını bertaraf etmek
kastedilmektedir.
Gelenek, hangi şekilde olursa olsun, insan başarılarının seyrini, akışını,
yani tarihi varlık-sahasını tayin eden, ona şekil kazandıran mü him bir
determinasyon prensibidir. Bu determinasyon, insan
prodü ksiyonlarının ya ilerlemesini (gelenek pozitif olduğ u zaman)
veyahut aynı statik durumun devam etmesini (gelenek negatif olduğ u
zaman) sağ lar.
Fakat statik bir geleneğ in içinde meydana gelen insan prodü ksiyonları,
tavır ve hareketlere ait formlar bir hususiyet gö sterirler ve bunlar
ancak bö yle statik bir gelenek içinde mevcudiyetlerini devam
ettirebilirler. Zira bu prodü ksiyonlar, muayyen bir zaman-şuuru,
muayyen bir eğ itim-sistemi ve gö rü ş-tarzının mahsulü dü rler. Çü nkü
gelenek bü tü n insan mü esseselerine, teşekkü llerine damgasını basan
bir determinasyon prensibidir. Fert, kendisinin mahsulü olmayan,
nesillerin işi olan bu gelenek formlarına yalnız başına (inkılâ plar
mü stesna) mü dahale edemez; ancak yeni ve mukabil bir hareketin
başlaması ve bunun da geniş bir kü tleyi kavraması sayesinde bazı
şeyler elde edilebilir.
Hâ lbuki akıcı bir gelenek bambaşka olan insan prodü ksiyonlarının,
tavır ve hareketlere ait formların meydana çıkmasına sebep olur; bö yle
bir gelenek şekli daima tasfiye ve tesviyeye başvuran bir gelenek
şeklidir; bunu da bilim ve felsefe sağ lamaktadır; zira akıcılık ancak
bilim ve felsefe sayesinde gerçekleşebilir. Bö yle bir gelenek içinde
bambaşka bir zaman-şuuru, bir eğ itim-sistemi ve gö rü ş tarzı hü kü m
sü rer.
Fakat insan prodü ksiyonları, insanın tavır ve hareketleri, hangi gelenek
şekli içinde bulunursa bulunsunlar, bunlar herhangi bir kıymet-
strü ktü rü nden â ri değ ildirler; statik bir geleneğ in devam etmesinin
bile, hiç olmazsa muayyen statik formel kıymetlerin
determinasyonlarına dayanması icap eder. Bu kıymet determinasyonu,
dış amiller yü zü nden determinasyon-canlılığ ını kaybettiğ i andan
itibaren, bu statik geleneğ in taşıyıcısı olan topluluk da ya geriler;
veyahut da bu statik gelenekten sıyrılarak yeni bir durumun içerisine
girer; bu yeni durum, artık bu topluluğ un hususiyetlerine,
kabiliyetlerine gö re istikamet alır.
Zira hayatın canlı, akıcı bir şekilde devam etmesi, ancak muhtevalı,
yaşanmış muayyen kıymetlerin determinasyonlarına, bağ lıdır. Her iki
gelenek şeklinde de kıymet-determinasyonu canlılığ ını kaybettiğ i
zaman, her ikisinin durumu değ işir; statik gelenek sona erer; statik
olmayan gelenek ise yeni bir aktivite şekli kazanır. Bö yle bir durum,
nesillerin değ işmesinde daima karşılaştığ ımız bir fenomendir.
İmdi kıymetler, gelenek, gö rü ş-tarzı ve eğ itim-sisteminin yö nlerini
tayin eden bir determinasyon şekli olarak ortaya çıkıyorlar. Bu
sebepten dolayı çok mü him ve hususi determinasyon prensipleri olan
kıymetlerin ayrıca ele alınması icap etmektedir. Çü nkü bü tü n insan
prodü ksiyonları, tavır ve hareketleri herhangi bir kıymet konstellation'u
tarafından tayin edilmektedir.
9. Kıymetlerin determinasyonu
Tarihi varlığ ın determinasyon probleminde, kıymetler de çok mü him
bir rol oynar. Zira eğ er bir gelenek devam ediyorsa veya akıcı bir şekil
kazanıyorsa, eğ er bir gö rü ş-tarzı hâ kim bir duruma geliyorsa, bir
eğ itim-sistemi yeni yetişen nesillere bir şekil kazandırıyorsa; bu, bü tü n
bu kategorilerin muayyen kıymetler ihtiva etmesine dayanır; hatta eğ er
muayyen bir mekâ n parçası olan vatan seviliyorsa; onu savunmak için
muayyen fedakâ rlıklara katlanılıyorsa; eğ er ü ç buutlu zaman içinde
cereyan eden vakalar arasında bir mü nasebet kuruluyor; onlardan
bazılarına bir imtiyaz veriliyor ve gelişmelerine çalışılıyorsa; eğ er insan
başarıları birbirine karşılıklı tesir ediyorlarsa; bu, bunlarda muayyen
kıymet-strü ktü rlerinin bulunmasına bağ lıdır. Zira insan hayatı, insanın
hareket ve faaliyetleri, insanın bağ anları, prodü ksiyonları herhangi bir
şekilde kıymetlerle bezenmiş ve kıymetler tarafından tayin
edilmişlerdir. Bu itibarla tarihi varlık-sahasında ağ ır basan
determinasyon, kıymetlerin sağ ladığ ı determinasyondur. Çü nkü insanın
herhangi bir ilgisinin veya alâ kasının, herhangi bir idealinin
bulunmadığ ını kabul etmek, onun hayat faaliyetleri, olup-biten şeyler
karşısında hiçbir tavır takınmadığ ını, onlar karşısında kayıtsız kaldığ ını
kabul etmek demek olur ki, buna imkâ n yoktur. Bö yle bir durum,
hayatın durduğ unu, hareketsiz ve faaliyetsiz kaldığ ını ifade eder.
Hâ lbuki insan, çö zü lmesi, gerçekleştirilmesi gereken sayısız hareket ve
faaliyetler içinde bulunur; insanın onlara herhangi bir yö n vererek,
bazılarını ö ne alması, bazılarını sonraya bırakması gibi birtakım
çarelere baş vurması icap eder; bu da ancak insanın bunlar karşısında
kayıtsız kalmadığ ı, onlar karşısında herhangi bir tavır takındığ ı bir
durum içinde imkâ n dahiline girer; Hâ lbuki her tavır takınma,
kıymetlere dayanan bir tavır takınmadır. İnsanın içinde bulunduğ u
sayısız, ardı arası kesilmeyen durumlar vardır; insanın bu durumların
içinden çıkması, onun bunlara herhangi bir kıymet-strü ktü rü
atfetmesine bağ lıdır.
Burada kıymet tabiri çok geniş manasıyla anlaşılmalıdır: her tü rlü gaye
ve hedefler, her tü rlü alâ ka ve menfaatler; ihtiraslar, her tü rlü idealler,
her tü rlü kuvvet ve iktidar faktö rleri, her tü rlü mevki ve şeref hırsı; iyi
ve kö tü ye ait kıymetler, inançlar, dü rü stlü k, sevgi, saygı vesaire... Fakat
bü tü n bu kıymet-strü ktü rleri iki grupta toplanabilir:
1. Yü ksek kıymetler;
2. Vasıta-kıymetler.
Vasıta kıymetlerle fayda, alâ ka ve menfaat alanı, her tü rlü maddi
kıymetler, ihtiraslar, kuvvet ve iktidar faktö rleri, mevki ve şeref hırsı
vesaire gibi kıymet-strü ktü rleri kastedilmektedir. Yü ksek kıymetlerden
de idealler, inançlar, dü rü stlü k, dostluk, sö zü nde durma, sevgi ve saygı,
iyi ve kö tü ye (kö tü negatifi yü ksek olan bir kıymettir) ait kıymetler
vesaire gibi kıymet-strü ktü rleri anlaşılmalıdır.
İnsan, yalnız hayatına bir kıymet, bir mana atfetmekle kalmaz; aynı
zamanda bü tü n faaliyetlerine ve bu faaliyetlerin mahsullerine (mesela
başarılarına) herhangi bir şekilde bir kıymet atfeder. İnsan hayatı, insan
faaliyetleri ve bunların mahsulleri yü ksek kıymetler tarafından tayin
edildiğ i gibi, ikinci grup, yani vasıta-kıymetler tarafından da tayin
edilmektedir. Bilhassa ikinci grup kıymetler, geniş insan kü tlesinin
hayatında en ö n plâ nda yer alırlar. Zira insanların çoğ unluğ unun hayat
faaliyetleri, fayda ve alâ ka alanına ait vasıta-kıymetler tarafından tayin
edilir. İster bu determinasyonlar siyasi sahaya ait olsunlar, yani bir
sosyal-birliğ in hayatını ilgilendirsinler, isterse muayyen grupların
hayatına veya ferdin hayatına ait olsunlar; bü tü n bu sahalarda vasıta-
kıymetlerin mü him bir rol oynadıklarından şü phe edilemez.
Zira sosyal-birlikleri idare eden insanların hepsinin muayyen yü ksek
kıymetleri gerçekleştirmeyi gaye edinen devlet adamları olacaklarını
kabul etmek gü çtü r. Burada ister iktidarda kalmak, iktidarın sağ ladığ ı
fayda, sayılma ve diğ er birçok vasıta-kıymetler tarafından tayin
edilmek şeklinde olsun; ister daha kü çü k ve şahsi menfaatler tarafından
tayin edilmek suretiyle olsun; bu gibi determinasyonlar, ferdin hayatı
için bü yü k bir ehemmiyet ifade ederler. Sosyal birlikleri idare eden
fertler, gerek bu şahsi, sü bjektif vasıta kıymetler tarafından tayin
edilerek, gerekse objektif yü ksek kıymetler tarafından determine
edilerek iyi ve kö tü manada bazı şeyler yapmaktadırlar ve bu yapılanlar,
bir devrin, hiç olmazsa bir neslin kıymet-ufkunu teşkil eder. Aynı şey,
İktisadi faaliyetler sahasında da caridir. Zira endü stri ve ticaretle
uğ raşanların da hepsinin birden yalnız muayyen idealleri, yü ksek
kıymetleri gerçekleştirmek istediklerini kabul etmek gü çtü r; hatta bu
gibileri çok nadirdir; çoğ unluk için, maddi kıymetlerin
determinasyonları, yani refah mü him bir rol oynar.
Her devirde sosyal-birlikleri tayin eden kıymetler vardır ve bunlar
çeşitlidirler. Mesela bugü n sosyal-birliklerin hayatında maddi refah
sahasına ait vasıta-kıymetlerin ne kadar bü yü k bir ehemmiyet
kazandıklarını gö rmemek mü mkü n değ ildir. Hatta birçok harpler bile,
iktisadi rekabet ve diğ er iktidar ve kuvvet rekabetleri tarafından tayin
edilmektedir. Fakat bu determinasyonların temelinde başka karakterde
olan yü ksek kıymetler, mesela idealler de bulunabilir. Bugü n
zamanımızda birçok memleketlerde maddi refahın herkes arasında
bö lü nmesini isteyen ideolojiler vardır; bu ideolojilerin asıl temelini,
maddi refah ve bu maddi refahın herkes arasında eşit bir surette
bö lü nmesi gibi ü topik iddialar teşkil etmektedir; bu tü r iddiaların
gerçekleşip gerçekleşmeyeceğ i bir tarafa bırakılsa bile; bunlar, kü tleleri
harekete getirmekte ve bu kü tleler, tarihi-varlığ ın muayyen sahalarını
ve hatta bazen bü tü n sahalarını determine etmektedir. Bilim ve teknik
bile bö yle bir gayeden hareket edilerek yapılmaktadır.
Fakat bilim adamlarında maddi determinasyonun bö yle bir rol
oynadığ ını, yani onlara maddi refahın direktif verdiğ ini sö ylemek
gü çtü r. Bö yle bir iddia, bilim hakkında ortaya atılan materyalist bir
gö rü şten geliyor; hatta sanat bile, bö yle bir gö rü şten hareket edilerek
izah edilmek isteniliyor; ama sanat ve bilim sahasındaki hakiki
eserlerin bö yle bir determinasyonun neticesinde meydana geldiğ ini
iddia etmek mü mkü n gö rü lmemektedir. Zira hakiki bilim ve sanat
eserleri, ancak muayyen ideallerin determinasyonu sayesinde meydana
gelir, bilim ve sanat sahasına ait eserlerin hakiki motifi, materyalist
gö rü şlerin iddia ettikleri gibi, hiçbir zaman maddi bir determinasyon
olamaz; burada daima yü ksek kıymetlerin mü him bir rolü vardır. Gerçi
bu rolü bir devrin hali hazırı için tespit etmek gü çtü r; fakat muayyen bir
zaman geçtikten sonra yü ksek kıymetlerin rolü nü gö stermek kolaylaşır.
Saf materyalist bir gö rü ş, ancak çok iptidai ve geri kalmış insan
topluluklarının fertlerinde ve bu fertlerin hayatlarında mü him bir rol
oynayabilir: Mesela her ne pahasına olursa olsun servet sahibi olmak,
iktidarda kalmak vesaire gibi. Fakat bu gibi durumlar ve devirler gelip
geçicidirler. Çü nkü herhangi yü ksek manevi bir kıymete dayanmayan
maddi kıymetler, er-geç yıkılmaya mahkû mdurlar. Zira insan hayatı
uzun bir zaman sü resince sadece maddi kıymetler tarafından tayin
edilemez; insanın er-geç hayatına, faaliyetlerine bir mana atfetmesi
icap eder. Çü nkü maddi kıymetler sahası, insanların birbiriyle çatıştığ ı,
çarpıştığ ı, didiştiğ i bir sahadır. Bu çatışmalar, er-geç bu maddi
kıymetlerin temelini sarsarlar; ü stelik muayyen ellerde toplanan maddi
kıymetlerin sosyal bir adalete dayanan bir gö rü ş tarafından tanzim
edilmesini gerçekleştirecek cehitler belirmeye başlar.
Fakat insan hayatında ve umumiyetle tarihi varlık-sahasında olup-biten
şeyler, herhangi bir ö lçü nmeye dayanmazlar; onların oluşunda ö nceden
gö rü lmeyen, hesaba katılmayan faktö rlerin de bir rolü vardır; hiç
beklenmedik hadiselerin vukua gelmesi, mevcut determinasyonlara ve
bu suretle insan-prodü ksiyonlarına, olaylarına tesir ediyorlar. Zira
tarihi oluş, tecrit edilmiş, tek bir sosyal-birliğ in değ il, bü tü n dü nya
milletlerinin malıdır; imdi tarihi varlık-sahasının oluşunda her milletin
değ ilse bile, birçoklarının az veya çok bir rolü , bir hissesi vardır. Her
milletin kıymet-ufku birbirinden az veya çok farklı olduğ u için
determinasyonlar da birbirinden farklı olurlar; bö ylece mü cadele
devam edip durur.
Gerçi her sosyal-birliğ in, her devirde kendisine has bir determinasyonu
vardır; fakat aynı zamanda her sosyal-birliğ in, muayyen bir devrinde
santral bir determinasyona sahip olan bir kıymet grubu da mevcuttur.
Santral bir determinasyona, sahip olan bu kıymet grubu, kendisini
bertaraf edecek yeni bir santral determinasyon meydana çıkıncıya
kadar, bü tü n kuvvetiyle ve tek başına tarihi varlık-sahasına hâ kim olur.
Fakat bö yle bir durumla, ancak maddi refah sağ layan kıymetler
sahasında karşılaşabiliriz. Çü nkü yü ksek kıymetlerin tarihi varlık-
sahasında tek başına hâ kimiyeti eline alması, tarihte çok nadir olan
devirlerdir. Yalnız sanat sahasında, bilimsel ve felsefi başarılarda maddi
refahı sağ layan kıymetlerin determinasyonuna benzeyen bir durumla
karşılaşmak mü mkü ndü r: bir devri canlandıran bilimsel ve felsefi
gö rü ş, mevcut gö rü şleri bertaraf ederek tek başına hâ kim olabiliyor ve
bö yle bir devir, bazen çok uzun sü rebiliyor; ancak bu gö rü ş, bü tü n
meyvelerini verip de verimsiz olmaya başlayınca, onun yerine diğ er bir
gö rü ş geçiyor; veyahut da bö yle bir gö rü ş meydana çıkmıyor; bilim,
felsefe ve sanatta da araştırma ve yaratma krizleri başlıyor.
Fakat insanı insan yapan hakiki başarılar, ancak her iki kıymet
grubunun tarihi determinasyona iştirak ettikleri bir devirde meydana
çıkarlar. Gerçi ideallerin, yani yü ksek kıymetlerin bir devirde tek başına
hâ kim oldukları da tarihi bir vakıadır. Bö yle bir devirde tarihi
determinasyon yü ksek kıymetler tarafından sağ lanır; mesela Ortaçağ da
olduğ u gibi. Yalnız ö bü r dü nyanın kıymetlerine, ilahi kıymetlere inanan
bir devirde yine tek taraflı başarılar meydana çıkıyorlar; nitekim
Ortaçağ da bu kıymet grubunun hâ kim olması sadece yü ksek bir sanat
kıymeti taşıyan dini mabetlerin meydana gelmesine sebep olmuştur;
ama diğ er sahalar, bu sanatla at başı gidemiyorlar; geri kalıyorlar.
Gerçekten bu mabetler, ancak insanın ö bü r dü nya için çalıştığ ı bir
devirde yapılabilirler. Fakat aşağ ı mertebeler ü zerindeki kıymetleri hiçe
sayan bu gibi devirlerin de er-geç, başka gö rü şler tarafından tasfiye
edilmesi mukadderdir.
İlkçağ daki kıymet-konstellation’u muhtelif mekâ n-parçalarında değ işik
karakterler gö sterir. Zira ilkçağ da milletlerin birbiriyle temasları çok
seyrekti; ancak harpler ve istilâ lar bö yle bir teması sağ layabiliyorlardı.
Bu sebepten dolayı oldukça dar bir mekâ n-parçası ü zerinde çeşitli
kü ltü rler meydana çıkmışlardır. Mesela Mısır kü ltü rü gibi statik bir
kü ltü rle, onun tesirine az veya çok maruz kalan Mezopotamya kü ltü rü
gibi yine statik bir kü ltü r meydana gelmiştir; her ikisi de tek taraflı
ilahi, ebedi kıymetler tarafından tayin edilmiştir. Hâ lbuki Hitit kü ltü rü
ve eserleri daha akıcı bir karakter arz ediyorlar. Bu kü ltü r için de, iki
tü rlü kıymet determinasyonu kabul etmek mü mkü n gö rü nü yor. Mahalli
olan ve doğ u kü ltü rü gibi statik olmayası Hitit kü ltü rü nde insanların
kendi topraklarına, mahsullerine ne kadar bağ lı olduklarım ve bunu
eserlerinde nasıl dile getirdiklerini gö rü yoruz.
Aynı çift kıymet determinasyonu, Ege bö lgesindeki eski Yunan
eserlerinde de gö rü lmektedir. Burada da statik bir gö rü ş yerine, akıcı
bir gö rü ş-tarzı meydana çıkıyor; burada insanların tanrılarla aynı
dü nya içinde yaşadıklarını, onların hem yü ksek, hem de vasıta
kıymetler tarafından determine edildiklerini, onların başarılarında
tespit etmek gü ç değ ildir. Hâ lbuki bu mekâ n-parçasına sonradan hâ kim
olan Romalılarda ise, sadece maddi kıymetlerin, ihtişam ve gö rü nü şe
ait olan vasıta kıymetlerin daha hâ kim bir rol oynadığ ı gö rü lü r.
Verilen misaller bize gö steriyorlar ki, tarihi varlık-sahası, ancak
birbirine zıt bu iki grup kıymet-konstellation’u ve bunların birbiriyle
mü cadele etmesi sayesinde şekil kazanıyor. Fakat bu şekil kazanma,
daima pozitif bir manada gerçekleşmez, yani bir ilerleme şeklinde
olmaz; bazen negatif, yani bir gerileme olabilir. Zira tarihi varlığ ın şekil
kazanması, teleolojik olarak ö nceden tayin edilmiş, hudutları çizilmiş,
pozitif bir hedefin gerçekleşmesi demek değ ildir. Bö yle bir durum,
tarihi olayları, insan başarılarını determine eden faktö rlerin ilahi,
harmonik tek bir kuvvet tarafından idare edilmesini şart koşar. Hâ lbuki
bö yle bir şey bahis konusu değ ildir. Zira tarihi oluşu meydana getiren
faktö rler (determinasyon-unsurları), ne ö nceden tarihi varlık-sahasının
istikametini tayin eden ilahi bir kuvvet tarafından dikte edilmişlerdir;
ne de bunlar sadece bir çeşit faktö rden ibarettir; bilâ kis bu
determinasyonu sağ layan heterojen gaye ve hedefleri olan heterojen
sosyal-birliklerin çeşitli faktö rleridir.
Çü nkü çeşitli kıymet-konstellationlarının taşıyıcısı olan milletlerin
mahsulü olan determinasyonların, tek bir faktö r tarafından
sağ lanmasına da imkâ n yoktur. Tarihi gelişmeler (ister negatif, ister
pozitif olsun), ancak çeşitli, heterojen, antagonist kuvvetler tarafından
gerçekleşebilir. Tarihi varlık-sahasındaki gelişmeleri veya krizleri
(gerileme, tıkanıp kalma), zıt kıymet gruplarından yalnız birisine
dayanarak izah etmek ve bu determinasyonu başka mahiyette olan
kuvvetlere irca etmek yanlış dü şü ncelerin, fenomenlere uygun
gelmeyen gö rü şlerin meydana çıkmasına sebep olur. Bundan dolayı
tarihi varlık-sahasını ne Hegel gibi (tek bir faktö r, mesela ide veya akıl),
ne de Marx gibi (yine tek bir maddi faktö r) tek bir faktö rle izah etmek
mü mkü ndü r ve bu, bizi ister istemez, yanlış neticelere gö tü rü r; zira
tarihi varlık-sahasını tayin eden çeşitli kategoriler ve kıymet-
gruplarıdır.
Tarihi fenomenlerin bu durumunu gö rmek ve tespit etmek için, geniş
tarihi devirleri gö z ö nü nde bulundurmak icap eder. Tarihi varlık-
sahasının determinasyonunda bize rehber olacak, tarihi varlık-sahası
hakkında ortaya atılan Hegel ve Marx’in metafizik gö rü şleri veya
herhangi metodolojik bir gö rü ş (mesela Dilthey’in gö rü şü ) değ il, bilâ kis
insan fenomenlerinin, yani tarihi varlık-sahasına ait fenomenlerin tahlil
ve tasvir edilmesidir. Tarihi varlık-sahasındaki fenomenler de, her
insan fenomeni gibi, daima insanın bü tü nlü ğ ü ne hitap eder; yani onun
bü tü n determinasyon-unsurlarına dayanır. Gerçi insan hayatında, bazı
fertlerin sadece bir çeşit determinasyon unsuru (mesela kıymet
gruplarından birisi) tarafından tayin edildiğ i intibaını uyandıracak
durumlar vardır; fakat bu, mutlak değ ildir; yani bu, diğ er kıymet
grubunun mevcut olmadığ ını ifade etmez; bilâ kis yok zannedilen
kıymet-grubunun determinasyonunun mü him bir rol oynamadığ ını
gö sterir. Aynı şey, sosyal-birlikler hakkında da caridir.
Her bilim, her sanat adamı, her filozof ve devlet adamı da nihayet birer
insandırlar. Her insanda santral bir determinasyon vardır; fakat bu
santral determinasyon, ikinci derecede olan diğ er determinasyonlaxm
bulunmadığ ım ifade etmez; bu, ancak santral determinasyonun
diğ erlerinden daha baskın olduğ unu gö sterir. Her sanat eserini, her
Bilimsel ve felsefi eseri meydana getiren insanda da, devlet işlerini
idare eden devlet adamında da tali determinasyonl&r vardır. Fakat
şü phe gö tü rmeyen bir şey varsa, o da hakiki bir eserin meydana
gelmesini sağ layan determinasyonun, yü ksek kıymetlere dayanan bir
santral determinasyon olmasıdır; aynı şey devlet işleri için de
sö ylenebilir.
Zira ancak santral determinasyonun kaynağ ını yü ksek bir kıymet veya
kıymetler grubu teşkil ettiğ i zaman, hakiki bilim, sanat ve felsefe
eserleri meydana gelebilir. Bö yle bir durumda bile, fertlerin içinde
yaşadığ ı sosyal-birlikteki cari kıymetlerin, geleneklerin, gö rü ş- tarzının,
eğ itim-sisteminin de bir rolü vardır; mesela bir sosyal- birlikte sanat,
bilim ve felsefe eserlerine bir değ er verilmesi veya verilmemesi gibi.
Onlara değ er verilmediğ i zaman, bu gibi insanlar azınlıkta kalır; netice
itibariyle bunlar, sosyal-birliğ in hayatında istikamet verici olamazlar.
Bö yle bir sosyal-birlikte, vaziyete gö re, kâ h şu, kâ h bu kıymet
determinasyonu hâ kim bir rol oynar. Fakat bunlardan hiçbirisi
istikamet verici olamaz; bö yle bir topluluğ un hayatı da kaotik bir
manzara arz eder. Hiç şü phe yok ki, insanlar arasında şö hret ve şeref
dü şkü nü , hırs sahibi olan fertler de vardır; bunlarda yaratmaya amil
olan, vasıta-kıymetler olabilir; gerçi bö yle insanlardan bü yü k başarılar
beklemek gü çtü r; fakat bunlar bile, yü ksek değ erdeki başarıların
meydana çıkmasına sebep olabilirler.
Fakat kıymet gruplarının ve bilhassa bunlardan birisinin, hâ kim bir
duruma geçmesini sağ layacak olan, eğ itim sistemidir. Gerçi kıymetler,
kaynağ ını insanın biyopsişik varlık-yapısında bulurlar; fakat onlar
geliştirilmezse, bunları geliştirecek bir gö rü ş-tarzı, statik olmayan bir
gelenek sağ lanmazsa, kıymetlerin hakiki rolleri meydana çıkamaz; daha
doğ rusu bu kıymet gruplarından hiçbirisi, hâ kim rolü ele alamaz. Gerçi
fertler arasında bu kıymet gruplarından hem birisini, hem de diğ erini
temsil edenler, onlara gö re hayatlarını tanzim edenler bulunabilir; fakat
insan başarılarının, prodü ksiyonlarının verimli olmasını sağ layan,
çoğ unluğ un kıymet determinasyonunun istikametidir; işte bunu da
ancak eğ itim gerçekleştirebilir.
Zira yeni yetişen her nesil, henü z her tü rlü gö rü ş-tarzı ve şekilden
mahrumdur; onları muayyen bir kıymet-konstellationu istikametinde
yetiştirmek ve geliştirmek, onlara muayyen bir gö rü ş-tarzı
kazandırmak icap eder. Fakat bunu sağ layacak olan eğ itim-sistemi,
hiçbir zaman bu kıymet gruplarından yalnız birisine dayanmamalıdır;
her iki kıymet grubunun birliğ ine dayanmalıdır. Çü nkü hakiki bir
gelişme, ancak her iki kıymet grubu istikametinde olabilir. Tek bir
kıymet grubu, mesela maddi kıymetler, vasıta-kıymetler, ekstrem bir
materyalizmin temel atmasına sebep olur; sadece yü ksek kıymetlere,
ideallere yö nelen bir neslin ayaklan bu dü nyanın topraklarına basmaz;
havada kalır; ü stelik gerçek hayat bö yle bir eğ itim sistemini tekzip eder.
Bu sebepten dolayı eğ itim, hem reel faktö rlerin, hem de ideal
faktö rlerin yeni yetişen nesiller tarafından hazmedilmesini hedef
edinmelidir.
Bu, bize tarihi varlık-sahasındaki determinasyon probleminde eğ itimin
ne kadar mü him bir yer aldığ ını gö steriyor. Onun içindir ki, Kant eğ itim
problemine bü yü k bir ehemmiyet vermiş ve şu fikirleri ileri sü rmü ştü r:
Eğ itim sayesinde insan kabiliyetleri muayyen bir istikamete çevrilir ve
insanda nü ve halinde bulunan kabiliyetler, geliştirilebilir; her şey
değ ilse bile, birçok şeyler, eğ itim sayesinde elde edilebilir. Çü nkü insan
doğ uştan ancak muayyen kabiliyetlerin nü vesine sahiptir; bu
kabiliyetler, iyilik ve kö tü lü k bakımından farksızdır; insan neslinde iyiyi
geliştirecek, kö tü yü dizginleyecek muayyen bir ideye dayanan bir
eğ itim-sistemi, bir eğ itim-tarzıdır.
Eğ itim-tarzının insanda meydana getirdiğ i durum, kuvvetli bir toprağ ın
ve ziraat tarzının bir nebatta meydana getirdiğ i durumla mukayese
edilebilir: “Mesela ayıkulağ ı, kendi fidanından yetiştirilirse, aynı renkte
olan çiçekler elde edilir. Hâ lbuki bu nebat, kendi tohumundan
yetiştirilirse, birbirinden çok farklı renkte çiçekler meydana gelir. Gerçi
tabiat ona asıl gelişme nü vesini tohumla birlikte vermiştir; fakat bu
nü venin gelişmesinde nebatın alacağ ı renkler, ona tatbik edilecek
ziraatın tarzına gö re değ işir. İşte aynı şey insan â leminde de olup-
bitmektedir{48}”; yani insan da, kendisine tatbik edilecek eğ itim-
sistemine gö re şekil kazanır.
Şimdiye kadar tasvir ve tahlil edilen determinasyon-prensipleri, tarihi
varlık-sahasının oluşunu meydana getiriyorlar. Tarihi varlık-sahasının
oluşu, bü tü n bu determinasyon-prensiplerinin birlikte çalıştığ ı bir
yerdir; fakat oluş da ayrıca bir prensiptir. Şimdi tarihi varlık-
sahasındaki oluşun ne olduğ unu gö stermeye çalışalım.
2. Bilgi ve sanat
Sanat da tıpkı bilgi gibi muayyen bir gö rü şü n mahsulü dü r ; bilgi ise,
sü je ile obje arasındaki mü nasebettir. Bilgi problemi için, obje çok geniş
bir saha teşkil eder ve var olan bü tü n sahaların bir bilgisi vardır; bilgi
teorisi, bü tü n bu var olan şeylerle sü je arasındaki mü nasebeti ve bunu
kuran edimleri tahlil ve tasvir eder. Bilgi teorisi, bu tahlil ve tasvirlerin
sonunda objenin, var olanın, kavranılmasının veya kavranılmamasının
ne olduğ unu ve bunun bir işaretinin (ö lçü tü nü n) bulunup
bulunmadığ ını, bilgide bir ilerleme ve araştırmanın nasıl meydana
geldiğ ini inceler.
Gerçi sanatta da sü je ile obje arasında hü kü m sü ren bir mü nasebet
bahis konusudur; fakat buradaki mü nasebet bambaşka bir
mü nasebettir; bu mü nasebeti kuran edimler ve bu edimlerin birbirine
bağ ladığ ı sü je ile obje değ işik manalar kazanırlar. Bir defa bu
mü nasebeti kuran edimlerin tahlil ve tasvir edilmesi, bize sanat denilen
hususi mahiyetteki bilgiyi veremez; zira burada sanatkâ rın da tam
manasıyla bilmediğ i, hakkında hesap veremediğ i unsurların bir rolü
vardır ki, asıl sanat eserini bilgiye ait bir eserden ayırt eden, onu sanat
eseri yapan da, bu tam manasıyla bilinmeyen unsurlardır. Diğ er taraftan
sanat sahasında mü nasebet kuran edimlerin, objeyi bilimsel bilgi
manasında kavraması veya kavramaması ve bunun için bir işaretin
aranması da bahis mevzuu değ ildir; bilgi probleminde mü him bir rol
oynayan ilerleme ve araştırma gibi edimlerin da sanat adını alan
bilgide bir yeri yoktur; sanatta yü ksek derecede bir bireyciliğ in
bulunması ile bir devamlılığ ın bulunmaması da buna dayanır.
Bundan başka sü je ile obje arasındaki mü nasebet, bilimsel, felsefi bilgi
ile hayat bilgisinde dil ile ifade edilir; burada ancak bazı hallerde
işaretler ve şekiller bir yer alır ki, bunlar da bir nevi dildir. Hâ lbuki
sanatta sü je ile obje arasındaki mü nasebet, çok çeşitli bir malzeme ile
ifade edilir; hatta dil de burada bir nevi malzeme rolü nü oynar; sanatın
kullandığ ı bu malzeme, bilindiğ i gibi ton, renk, hacım ve kitle,
hareketlerdir. Bu sebepten dolayı sanatı tetkik eden bilimler de çeşitli
şekillerde meydana çıkıyorlar. Sanat tarihi, umumi bir isim olduğ u
halde, her nedense yalnız resim ve heykelden bahsediyor; bunun
yanında mü zik, mimari tarihi, tiyatro tarihi vesaire gibi sanat tarihleri
yer alıyorlar; nihayet bunlara, bir de edebiyat tarihini katmak gerekir.
Gerçi bilimler de çeşitlidirler; fakat bilimlerde bu çeşitlilik, sanat
sahasına nazaran daha homojen bir karakter gö sterir; nihayet hepsinin
gaye ve ifade vasıtası aynıdır. Hâ lbuki sanatta bu gaye ve ifade vasıtası
değ işik şekiller kazanıyor; yalnız sanatın mü şterek bir hususiyeti vardır
ki, o da sanatın daha ziyade gö ze, kulağ a hitap etmesidir. Fakat burada
gö z ve kulak fizyolojik-psikolojik birer duyu organı olarak
anlaşılmamalıdır; burada onlar anlamayı, gö rmeyi, dü şü nmeyi harekete
getiren ve bü tü n insan kabiliyetleriyle birlikte çalışan organlar
oluyorlar.
Fakat sanat adını alan bilgi ile bilim, felsefe ve hayat bilgisi arasında,
bilgi teorisi bakımından ne kadar bü yü k farklar bulunursa bulunsun;
yine de sanat, bir tü r bilgidir. Gerçi biz sanat adını alan bilgiye, bilgi
teorisinin metotlarım tatbik edemiyoruz; fakat bu, sanat sahasının ayrı
bir saha olmasından ileri gelmektedir; yoksa bu, sanatın bir bilgi
olmamasından doğ mamaktadır. Estetik adını alan felsefi disiplin,
burada gö rü len tenakuzdan kaçınmak için sanattaki prensipler
ü zerinde, yani gü zellik vesaire ü zerinde durmuştur. Zira estetik,
kendisiyle bilgi teorisi arasında tasavvur ettiğ i şö yle bir analojiye
dayanıyordu: Eğ er bilgi teorisi hakikatten bahsediyorsa, estetik de
onun yerine “gü zel olan”dan; eğ er bilgi teorisi hatadan bahsediyorsa,
estetik de “çirkin olan”dan bahsediyordu.
Bilgi teorisi ile estetik arasındaki bu analoji, bu koşutluk muhafaza
edildiğ i mü ddetçe, sanat meselesinin bu şekilde ele alınmasında bir
zorunluluk vardı. Fakat eğ er bu analoji ve koşutluk terkedilir ve sanat
sahasındaki sü je ile objeye ve bunlar arasındaki mü nasebete başka bir
gö zle bakılırsa, bu takdirde sanat meselesini yeni bir yö nden, yani
ontolojik-antropolojik bir yö nden ele almak icap eder. Bu suretle
meydana çıkan tenakuz da estetik ile bilgi teorisi arasında kurulan
analoji ve koşutluğ un bertaraf edilmesiyle kendiliğ inden ortadan kalkar.
Sanat sahasında sü je-obje kavramlarıyla, bunlar arasındaki
mü nasebetle, bu mü nasebeti kuran edimler kavramı değ işik bir mana
kazanırlar. Ö yle ise bu değ işik mana nedir? Sü je, burada artık bilgi
teorisindeki sü je değ il, bilakis muayyen insan başarıları, muayyen bir
gö rü ş-tarzı, muayyen bir gelenek içinde bulunan, belli bir devirde
yaşayan somut insandır. Gerçi felsefi antropoloji bakımından bilgi
sü jesi de, herhangi bir kıymet-konstellalion’undan, herhangi bir
gelenekten mahrum değ ildir; fakat bilgi sü jesi olan insan, daima aktü el
bir durumda bulunan bir bilgi-sü rekliliğ i içinde muayyen bir yer alan ve
bilgi sü rekliliğ i ile hesaplaşan, bu bilgi sü rekliliğ ine dayanarak ona yeni
bir şey eklemek, onu ilerletmek isteyen bir insandır ve bilgi teorisinin
de, bö yle bir insan faaliyetini, yani bilginin ilerleme ve araştırma
fenomenini açıklaması, temellendirmesi şarttır. Hâ lbuki sanat
sahasında bilgi sü jesi olan somut insan için, bö yle bir bilgi-sü rekliliğ i
yoktur; bu sebepten dolayı burada mevcut olana bir şey eklemek,
mevcut olanı ilerletmek diye bir şey de yoktur; bu bakımdan sanat
felsefesi için ü zerinde durulacak bir problem de mevcut değ ildir.
Gerçi her devirde trajediler yazılıyor; tonlar kompoze ediliyor; resimler
yapılıyor; mimari eserler meydana getiriliyor; Sophokles de, Aischylos
da, Shakespeare de, Goethe de trajediler yazmışlardır; Bach, Mozart,
Beethoven da tonlar kompoze etmişlerdir; Rafaello da, Rembrandt da,
van Gogh, Picasso da resimler yapmışlardır; mimar Sinan da Bonatz da
mimari eserler meydana getirmişlerdir. Fakat ne her dö rt şairin
yazdıkları trajediler, birbirinin devamı olan ve birbirini tamamlayan
eserlerdir; ne de her dö rt ressamın eserleri bö yle bir durumdadırlar; ne
de her iki mimarın eserleri birbirinin devamı ve tamamlayıcısıdırlar.
Bilâ kis bunların eserlerinden her birisi, kendisine has bir ferdilik ifade
eder; bu sebepten dolayı bu eserlerden birisi diğ erinden mü kemmeldir
de denemez.
Gerçi sanatkâ r da, filozof ve bilim adamı gibi bir insandır; onu
çevreleyen dü nya da aynı dü nyadır; fakat bu aynı dü nyanın her devirde
gö sterdiğ i bir hususiyet vardır; işte sanatkâ r bu hususiyeti kavrar ve
mü şahhas olarak bize bildirir. Fakat asıl bü yü k sanatkâ r, yalnız bu
hususiyeti kavramakla yetinmez; aynı zamanda İnsani olanı, her zaman
olup-biteni veya olması mü mkü n olanı da birlikte kavrar; eseri tarih-
ü stü (ö lmez) yapan da bu hususiyettir; yani sanatkâ rın işlediğ i varlık-
sahasının mahiyetine ait olan şeyleri kavramasıdır. Her bü yü k eserin
daima taze kalmasını sağ layan da budur.
Aynı suretle sanat sahasındaki obje de, bilgi sahasındaki objeden
farklıdır; fakat bu fark, objelerin geniş veya dar bir saha teşkil
etmesinden ziyade, onların insanla olan mü nasebetinde ortaya çıkar;
yani onların herhangi bir mana taşımasına dayanır. Gerçekten sanatta
obje olan şey, ya direkt veyahut da endirekt insanla mü nasebeti olan bir
şeydir. Zira sanat objesi, en başta insanla, insan mü nasebetleriyle,
insanın durumlarıyla, karakterleriyle, onun varlık â leminde işgal ettiğ i
yerle, insanın her devir ve her durumda içinde bulunduğ u problemlerle
ilgilidir; hatta sanat objesi, bir tabiat parçası, bir tabiat ahengi olduğ u
zaman bile, yine o insanla sıkı bir mü nasebet kurmaktadır.
Sanat sahasında insanla (yani sü je ile) obje arasındaki mü nasebet de
değ işik bir karakter kazanır. Nietzsche’nin çok doğ ru olarak sö ylediğ i
gibi, bilim ve felsefe bir şeyi bilgi haline getirdikten, bir problemi
çö zdü kten sonra, artık onun ü zerinde durmaz. Hâ lbuki sanatta bö yle
bir durum mevcut değ ildir. Sanat için bu mü nasebet, şahıstan şahsa
değ işik bir karakter gö sterir; fakat hiçbir zaman sü je ve obje arasındaki
mü nasebet, diğ er bilgi sahalarında olduğ u gibi terkedilmez; obje,
burada her defa ve her devirde yeni baştan, yeni bir mü nasebetin
temeli olur; yani o objeye her zaman dö nü lebilir. Mesela bilim, herhangi
bir insan hadisesi veya diğ er bir hadise hakkında temele nü fuz eden bir
bilgi elde ederse, artık bu bilgi herkese mal olur; herkes de ona dayanır.
Hâ lbuki sanat sahasında bö yle bir durum yoktur; sanat, objesini daima
yeni baştan ele alır ve yine de yeni bir şey ortaya koyabilir.
Gerçi sanatta da bilgide olduğ u gibi, sü je ile obje arasındaki mü nasebeti
kuran edimlerdir. Fakat sanatta sü je ile obje arasındaki mü nasebeti
kuran bu edimlerin değ işik olması gayet tabiidir. Nasıl ki dil yalnız
başına sanat sahası için kâ fi gelemiyor idiyse, sü je ile obje arasındaki
mü nasebeti kuran bilgi edimleri de kâ fi değ ildirler ve hatta bilgi
edimlerinin bir kısmı sanat sahasında fonksiyonlarını tamamıyla
kaybederler; bir kısmı da sanat sahasında başka bir şekil kazanırlar.
Bilgi probleminde sü je ve obje arasında mü nasebet kuran edimler,
idrak, mü şahede, deneme ve sınamadan ibaret olan tecrü be edimi, izah,
anlama, dü şü nme, mukayese, tahlil, terkip, indü ksiyon, dedü ksiyon,
seziş vesaire gibi edimlerdir. Sanatta sü je ile obje arasında mü nasebet
kuran edimlere gelince, izah, mukayese, tahlil, terkip, indü ksiyon,
dedü ksiyon gibi edimlerden sarfı nazar edilirse, diğ er edimler yanında
gö rme, hususi bir seziş, yaratma gibi edimler yer alır.
Bu edimler sayesinde sanatkâ r da, bilim adamı da objesini kavrar; fakat
bu kavramalar arasında da bü yü k farklar vardır. Hâ lbuki bilgi ve sanat
sahasında mü şterek olan edimler vardır. Onun için de bu kavramalar
arasında bü yü k farkların bulunmaması beklenebilirdi. Fakat bö yle bir
durum yoktur. Sanat sahasında kıvranılanın başında ferdiyetçilik gelir.
Hâ lbuki bilimin kavradığ ı, hiçbir zaman bir ferdiyetçilik değ ildir; bilâ kis
ferdiyetçiliğ in zıttı, umumi ve tipik olandır. Bu sebepten dolayı bilim ve
felsefede kavramların teşkili, onların kullanılması ve yerinde
kullanılması şarttır. Kavramlar ise daima umumi olan bir şeyi
gö sterirler; onun için de birçok filozoflar, bu arada bilhassa
Schopenhauer, bilim ve felsefe bilgisine soyut bilgi adım veriyor. Fakat
bu fikir doğ ru değ ildir; çü nkü umumi olanın soyut olması şart değ ildir;
bu çok somut olabilir; elverir ki, kullanılan kavramla bir şey kavranılmış
olsun. Zira soyut tabirinin en kö tü manasıyla içi boş olan kavramlar
kastedilir; mesela “kavramlar bilimin meyvesidir” gibi manasız bir
cü mle tamamıyla soyut bir cü mledir. Fakat “idraksiz kavramlar boş,
kavramsız idrak ise kö rdü r” cü mlesi tamamıyla somuttur. Hâ lbuki bu
ifade, çok umumi bir ifadedir; fakat buna rağ men soyut değ ildir.
Sanat, bilim ve felsefe manasında umumi kavramlar ortaya koymaz.
Sanat tek olan, eşi olmayan bir şeyi, yani ferdi olan bir şeyi işler. Onu
bü tü n ferdiyetçiliğ iyle kavramaya çalışır; fakat sanat, bö yle bir şeyi
kavramak için herhangi umumi bir kaide ele vermez; imdi her
sanatçının, objesini kendi hususi malzemesi, kendisine has edimleriyle
kavraması icap eder. Fakat bu kavranan şey, yanlışlık ve doğ ruluğ a karşı
kayıtsızdır; bununla beraber sanat sahasında objenin derinliğ i ile
kavranıp kavranmaması ehemmiyetlidir. Çü nkü ancak kendi objesini
derinliğ i ile yani onun varlık-temelini kavrayan eser, bir sanat eseridir;
bunu sağ layamayan, bir sanat eseri değ ildir. Fakat burada halis olanı,
halis olmayandan ayırt etmenin gü çlü ğ ü vardır; çü nkü sanat eseri taklit
de edilebilir. Hâ lbuki bilim ve felsefede bö yle bir durum yoktur; onun
için bilim ve felsefe sahasında taklitten değ il, intihal vesaireden
bahsedilebilir.
İşte sanat sahasında bireyciliğ in hü kü m sü rmesi, bu ö zgü n olanı
kavramanın esas olması yü zü nden, burada bir sü reklilik olamıyor. Bu
itibarla edebi sahada hiçbir zaman “Faust”un bir devamı, resim
sanatında Rafaello’nun, mü zik sahasında Bach’ın, mimari sahasında
Sinan’ın bir devamı dü şü nü lemez. Hâ lbuki Kant’ın ortaya koyduğ u
felsefi fikirlerin bir devamından, bu fikirlerin bilgi tarihinde takip ettiğ i
bir seyirden bahsedilebilir. Zira Kant’ın ortaya koyduğ u fikirlere yeni
fikirler, onları ilerleten fikirler eklenebilir; o fikirler tenkit edilebilir;
onlarla hesaplaşılabilir, onlar çü rü tü lerek reddedilebilirler. Aynı şeyle
daha açık bir şekilde fizik, biyoloji ve diğ er bilimlerde karşılaşıyoruz.
Çü nkü bilim ve felsefe sahasında bir araştırma, bir sü reklilik vardır ve
bundan dolayı da ' ortaya konulana bir dayanma ve bunu ilerletme diye
bir şey vardır.
Sanat sahasında bö yle bir durum yoktur; ancak her devrin kendisine
has bir sanatı vardır ve eski devirlere ait sanat eserlerinin, yenilerine
bir tesiri vardır. Nitekim sanat tarihçisi, bir bilim adamı sıfatıyla bir
devrin sanatım tahlil ederken, onda mazinin unsurlarını arayıp
bulmaya çalışır; fakat eseri meydana getiren sanatçının kendisi için, bu
unsurlar eskiye ait olan unsurlar değ ildir; bilâ kis bunlar, yeni bir gö rü ş
ve kavrayışla yaratılan unsurlardır. Tarihçi, ü slû pları, renkleri birbiriyle
mukayese edebilir; kullanılan imajları, renk ve tonları ele alabilir; sanat
eserlerinde mü şterek olan noktalar bulabilir; fakat bunlar sanat eserini
anlamak ve anlatmak vazifesini ü stü ne alan ve bir bilim olan tarihin
yapmaya mecbur olduğ u şeylerdir. Çü nkü sanatçı, aynı objeyi bile
daima yeni bir ışık altında, yeni bir gö zle daima yeni baştan ele alır;
fakat her defasında yeni ve ö zgü n bir eser meydana getirir; bunun
tekliğ i, eğ er bu bir sanat eseri ise, şü phe gö tü rmez. Onun içindir ki,
sanat sahasında meydana getirilen bir eser başkası tarafından
dü zeltilemez; mesela hiçbir kimse çıkıp da “ben Hamlet’i dü zeltmek
istiyorum” diyemez. Çü nkü bir şeyin başkası tarafından dü zeltilmesi
veya tamamlanması, ancak yanlışlığ ın ve doğ ruluğ un hü kü m sü rdü ğ ü
bir yerde bahis konusu olabilir.
Fakat sanat sahasında “sü reklilik yoktur” tabiri şö yle anlaşılmamalıdır:
Sanatçı kendisinden ö nce yapılanlardan hiç faydalanmaz. Bilâ kis her
sanatçı kendisinden ö nce yaratılmış olan eserlerden faydalanır; onlar
tarafından determine edilebilir. Fakat bu, hiçbir zaman başarılana
kaldığ ı yerden başlamak, mevcuda yeni bir şey eklemek gibi bir manaya
gelmez ve bö ylece meydana gelen bir eser, hiçbir zaman bir sanat eseri
olamaz.
Gerçekten sanatta da eski olandan bir faydalanma vardır; fakat bu
faydalanmaya rağ men, yine de yeni, ö zgü n bir karakter taşıyan bir eser
ortaya koymak, yaratmak icap eder. Eğ er Ayasofya olmasaydı, belki de
Mimar Sinan Sü leymaniye’yi yapamayacaktı; fakat bu demek değ ildir ki,
Sü leymaniye Ayasofya’nın bir kopyasıdır; bilâ kis Sü leymaniye
tamamıyla başka bir karakter taşıyan, ö zgü n olan bir eserdir; gerçi
Ayasofya’yı yü zbinlerce gö z gö rmü ştü r; fakat ancak Sinan ondan
faydalanarak Sü leymaniye’yi yaratmıştır.
Schiller de, Goethe de, Hö lderlin de Eskiçağ ın klâ siklerini okumuşlar,
sanat gıdalarını onlardan almışlardır ve onlar bu eski başarılardan
faydalanmışlardır; fakat onların yarattıkları eserler, hiç de eskilerin
kopyaları değ ildir; mü stakil ve ö zgü n eserlerdir. Hatta meşhur bir
edebiyat tarihçisi (Robert Cü rtius), Homer’siz Avrupa edebiyatının
dü şü nü lemeyeceğ ini iddia etmiş ve bunu gö stermeye çalışmıştır. İmdi
her devirde, tıpkı bilimsel ve felsefi sahada çalışan insanlar gibi,
sanatkâ rın da, kendisini yetiştirmesi, çalışması, malzemesini
kullanmasını ö ğ renmesi lazımdır. Fakat bu, sanat için kâ fi değ ildir ve
bö yle bir durumda henü z bir sanat eseri meydana gelmez; asıl sanat
eseri, sanatkâ rın eserine ö zgü n bir damga vurmaya muvaffak olduğ u
bir yerde, yani sanatkâ rın malzemesi için yepyeni bir hal şekli bulduğ u
yerde başlar; bu, her sanat eserinde istisnasız bö yledir.
2. Dilin varlık - yapısı, dil ile varlık – âlemi, dil ile insan başarıları
arasındaki münasebet
Bü tü n tarihi varlık-â lemi, insanın bir başarısı olduğ u halde, dil adını
alan varlık-sahası bir insan başarısı değ il, insanla birlikte meydana
gelen, insanla birlikte mevcut olan bir varlık-sahasıdır. Fakat bununla
beraber dil de, tarihi bir varlıktır. Zira tarihi olan her varlık-sahası gibi,
dilin de bir oluşu vardır; fakat bu oluş, insan başarılarının dışında
bulunan veya onlara paralel olan bir oluş değ il, insan başarılarıyla
birlikte ortaya çıkan bir oluştur. Fakat dil, yine de insan başarılarının
bir taşıyıcısıdır. Bu sebepten dolayı dil, tarihi varlığ ın en mü him bir
varlık-sahasını teşkil eder; hatta tarihi varlık, temelini dilde bulur.
Çü nkü insan başarılarının, insan prodü ksiyonlarının bir “bü tü nü ” olan
tarihi varlık-â lemi, dilde şekil kazanır; dilde ifadesini bulur; onun
sayesinde gelişir.
Zira dil olmadan tarihi varlık, insan tarihi diye bir saha mevcut
olmayacaktı; bu takdirde insan da hayvan gibi tarihi varlık-sahasından,
“tarihilik”ten mahrum kalacak ve sadece tabii bir varlık olacaktı. Çü nkü
dil olmadan insan fertleri de, hayvan fertleri gibi birbirinden habersiz
kalacaklar ve yan yana yaşayacaklardı; insanlar arasında birleştirici,
iletişimsel bir bağ bulunmayacak, yani insanların birbirini anlamaları
veya anlamamaları mü mkü n olmayacaktı. Bö ylece insan, Leibniz’in
“monad”ı gibi tek başına kalan —her şeyi kendi iç â leminde meydana
getiren— bir “monad” olacaktı. Zira ancak dil sayesinde hali hazırın
zaman buuduyla, mazinin zaman buudu içinde yaşayan insan nesilleri
arasındaki birleştirici bağ kopmaz; insan nesillerinin yaptığ ı tecrü beler,
edindikleri bilgi, tespit edilebilir ve nesilden nesle devredilerek,
insanların faydalanmasına arz edilebilir. Hayvan ferdinin tecrü besiyle
bilgisinin (eğ er hayvan için bö yle bir şey kabul etmek caizse) sadece
kendisine mü nhasır kalmasının sebebini, onun dilden mahrum olması
teşkil eder. Çü nkü dil ile birlikte diğ er birçok kabiliyetler de meydana
çıkıyorlar. Bu sebepten dolayı hayvan, her tü rlü tarihi bağ andan
mahrumdur ve hayvanın mazisi ile hiçbir bağ ı yoktur; her hayvan ne ise
ve ne olmuş ise kendisinin mahsulü dü r.
Hâ lbuki insan, kendi kendisinin değ il, kendi tarihinin mahsulü dü r; zira
hiçbir insan ferdi kendisiyle, kendi başarısıyla başlamaz; kendisinden
ö nce yaşayan insan nesillerinin başarılarına dayanır. Başlangıçta her
fert, mevcudu, dili sayesinde ö ğ renmek mecburiyetindedir; ancak bu
merhaleden sonra fert, mevcut başarılara yenilerini katabilir; onları
ilerletebilir; bu da, ancak bir birlikte çalışma ve sıkı bir dayanışma ile
dil sayesinde sağ lanabilir. Bunun içindir ki, insan, bü tü n hususiyetlerini
dile ve onun başarılarına borçludur, diyoruz. İmdi bilim, felsefe, sanat,
teknik, bir kelime ile bü tü n insan başarıları (insan kü ltü rü ) dilin
mahsulü dü r. Dilin bulunmadığ ı bir yerde, hiçbir insan başarısı bahis
konusu olamaz; bunu biz hayvan â leminde mü şahhas olarak
gö rmekteyiz. Gerçi ö teden beri hayvanların çıkardıkları seslere, onlara
has işaretlere, dil nazarıyla bakılmak istenildi; fakat bö yle bir analojinin
sakat bir analoji olduğ u, bugü n çok açık olarak meydana çıkmıştır. Zira
dil bir işaretler, bir sesler-sistemi değ ildir; dil, insanla insan, insanla
diğ er var olan şeyler arasında birleştirici bir mü nasebet kuran bir
varlık-sahası, bir mana-sistemidir; bö yle bir durumla ancak insan
â leminde karşılaşıyoruz. Çü nkü insan, ancak dil sayesinde insan-olmak
vasfını kazanıyor ve meydana getirdiğ i başarılarla dü nyada işgal ettiğ i
yere lâyık bir varlık oluyor.
Fakat dil ile insan başarılan arasındaki mü nasebet, karşılıklı ve çok
içten olan bir mü nasebettir. Çü nkü dilin oluşu, onun muhtevasını teşkil
eden tarihi varlık-sahasıyla birlikte olmakta olan bir oluştur. Gerçi
insanın bü tü n başarıları, dilin mevcut olmasının bir neticesidir; çü nkü
dil olmadan, ne bir insan başarısından, ne insan-başarılarının bir
sü rekliliğ inden, ne de onların nesilden nesle devredilmesinden,
gelişmesinden bahsedilebilirdi. Fakat insan başarılan olmadan da, dil
kendi başına gelişemezdi; bilâ kis çok primitif (iptidai) bir teşekkü l
olarak kalırdı; tıpkı gü nlü k dil gibi. Dil ile tarihi varlık-sahası, yani
insan-başarılan arasındaki mü nasebet o kadar içten olan bir
mü nasebettir ki, onları birbirinden ayırmaya ve bu mü nasebetin
dışında ele alıp anlamaya imkâ n yoktur. Fakat bu bağ anların meydana
gelebilmesi için, dilin daha ö nce mevcut olması şarttır. İmdi “ö ncelik”
dile ait bir hususiyettir. Zira dil ve insan-olmak, aynı şeyi ifade eder;
ancak dil sayesinde insan bü tü n varlık-â lemi ile kendi kendisiyle, diğ er
insanlarla iletişimsel bir mü nasebet kurabiliyor ve kendisini tecrit
edilmekten, yalnız başına kalmaktan kurtarıyor.
Gerçekten dil ile bü tü n varlık-sahaları arasında sıkı bir mü nasebet
vardır; dil, var olan şeyleri adlandırmak suretiyle, onların ne
olduklarının bilinmesine yarıyor ve hiç değ ilse bizi buna zorluyor.
Hangi dil olursa olsun; bu dil, ne kadar primitif (iptidai) olursa olsun,
çevremizdeki şeyleri adlandırır; çevremizi aşan ve duyu uzuvlarımızın
ulaşamadığ ı sahalardaki şeyleri de, yine dil adlandırmaktadır. Fakat
bö yle bir adlandırma, artık terminoloji sahasına girer. Zira terminoloji,
insan dü şü nmesinin analojilere dayanarak mevcut dilden ü rettiğ i
hususi bir dildir; fakat bu da keyfi değ ildir. Çü nkü dil, hangi şekilde
kullanılırsa, kullanılsın, var olan şeyleri aksettirmek, varlık-â lemi ile
insan, insanla insan arasında iletişimsel bir mü nasebet kurmak
zorundadır. Bu fenomenler, bü tü n dillere hastır. Bü tü n diller, bö ylece
varlık-â lemi ile insan, insanla insan arasında iletişimsel (birleştirici)
bir mü nasebet kurarlar; bu mü nasebeti kaybeden kelimeler veya
kelime gruplan, ortadan kaybolmak, gö çmek, dilin tarihinde yerini
almak zorundadırlar; onun içindir ki dilde uydurulmuş kelimeler
tutunamıyorlar. Burada uydurulmuş demek, hiçbir gö rü ş ve dü şü nmeye
dayanmadan, varlığ ı aksettirmeden, sadece bir ses olarak dile sokulan
kelimeler demektir (bu kelimeler, tarihe mal olan kelimeler de olsa
vaziyet değ işmez).
Esas itibariyle bö yle bir mü nasebet, yani dil ile var olan şeyler
arasındaki mü nasebet, dilin mahiyetine (temel-yapısına), varlık
yapısına aittir; zira dil, bö yle bir mü nasebeti peşin olarak kurmak
suretiyle meydana geliyor. Dilin varlık-yapısı ile bü tü n diğ er var olan
şeylerin yapısı arasında â deta bir karşılıklı mü nasebet vardır. Çü nkü
dilin unsurları, varlığ ın unsurlarını tespit ediyor. Mesela sıfatlar, varlık-
â lemindeki kalitelere (vasıflara) tekabü l ediyorlar. İsimler, varlık-
â leminde taşıyıcı olana işaret ediyorlar. İsimlerle birlikte gelen vasıflar,
bu taşıyıcı olanın hususiyetini gö steriyorlar. Adetler, varlık-â lemindeki
“kemmiliğ i” ifade ediyorlar. Edatlar (mü nasebet kuran kelimeler ve
edatlar), olup-biten bir hadisenin zamanım, yerini, istikametini,
sebebini gö steriyorlar. Fiiller, hareketleri, yapılanı, olup-biten şeyleri
gö steriyorlar. Nidalar, insanın bir şey karşısında gö sterdiğ i şaşkınlığ ı,
hayranlığ ı ifade ediyorlar; zarflar, fiillerin tarzlarını; “bağ kuran
kelimeler” (harf-i atıflar), temellendirme mü nasebetlerini, bir şeyin,
yani olup-biten bir şeyin “nedenlerini”, niçinlerini gö sterirler.
Dilin varlık-yapısı ile onun aksettirdiğ i varlığ ın yapısı arasındaki ilişki o
kadar ileri gidebilir ki, dilde gö rdü ğ ü mü z, karşılaştığ ımız her şeye,
varlık-â leminde bir şey tekabü l ediyor. Bu tekabü l aksadığ ı zaman, dilin
yapısında ifadesini bulan fikir de anlaşılmaz bir hale gelir. Hatta yan
yana sıralanmış “kelime dizileri” gramer bakımından doğ ru olsalar bile,
bu tekabü l, kaybolduğ u vakit, bu “kelime dizileri” ile ne kastedildiğ i,
nasıl bir mana ifade edilmek istenildiğ i tespit edilemez; herhangi bir
anlaşma veya anlaşılma da gerçekleşemez. Çü nkü dil ile varlık-â lemi
arasındaki tekabü l, kelimelerle bir şeyi gö rmek, bir şeyi dü şü nmek
sayesinde sağ lanabilir.
İmdi kelimelerle birlikte bir şeyi gö remeyenler ve kelimelerle bir şey
dü şü nemeyenler, dil ile varlık-â lemi arasında bir mü nasebet
kuramazlar. Bu sebepten dolayı ancak varlık-â leminde bir şey gö ren
veya gö rebilen bir insanın elinde dil ile varlık-â lemi arasında objektif
bir mü nasebet kurulabilir. Bu objektifliğ i kaybeden, yani varlık-
â leminde bir şey gö remeyen bir kimse, dili de gelişi gü zel kullanır;
bö yle bir insan için, ancak herhangi bir ses çıkaran kelimeler vardır. Bir
dile yakıştırılmış ve uydurulmuş kelimeler sokanlar da bunlardır. Çü nkü
bö yle bir insan, dile gelişi gü zel tasarruf edebilir. İşte bö yle gelişi gü zel
tasarruflarda, yani kelimelerle hiçbir şey gö rmeden, hiçbir şey
dü şü nmeden yapılan tasarruflarda, artık varlıkla dil arasındaki ilişki
aranılmamaktadır; bö yle bir tasarrufta, ancak gramer bakımından
doğ ru olan cü mleler teşkil edilebilir; fakat varlık-â lemi ile kurulması
istenilen iletişimsel mü nasebet kurulamaz ve teşkil edilen cü mlelerin
de içi boş kalır.
Bu sebepten dolayı bir şeyi gö rmeden, dü şü nmeden yazı yazanların
veya sö z sö yleyenlerin “kelime dizileri”, bunlar bizde ne kadar hoş bir
intiba bırakırlarsa bıraksınlar, hiçbir şey ifade etmez. Bö yle bir kimseyi
okuyan veya dinleyen, ö nceden ne biliyorsa, onunla kalır; bö yle bir
tasarrufta dilde meydana getirilen bu kaotik durumun, insanın naif
olarak bildiğ i şeylere zararı dokunur; hatta naif gö rü ş altü st edilebilir.
Bü tü n yapısal fikirler, her tü rlü mantık oyunları, uydurulmuş,
yakıştırılmış kelimelerle ifade edilmek istenilen bü tü n fikirler bö yle bir
durumdadırlar.
Dile, varlık-â lemine ait fenomenleri gö rmeden, dü şü nmeden tasarruf
etme, dilin şu mü him hususiyetine dayanır: Bir dilin kelimeleri
kullanılırken, bu kelimeleri kullanan, hiçbir mukavemetle karşılaşmaz;
bir dile hâ kim olduğ umuz zaman bu, kendiliğ inden olup-biter; bu
sebepten dolayı dil, bir varlık-alanı olarak çok “masum” olan bir varlık-
alanıdır. Bu yü zden dil, hem iyiye, hem de kö tü ye kullanılabilir; çü nkü
dilin bu hususta hissedilebilir bir mukavemeti yoktur; ancak birinci
halde bir bilgi, kavranmış bir şey, bahis konusu olabilir; ikinci halde ise
bilgi namına, kavranmış bir şey namına, herhangi bir şeye tesadü f
edilmez; ancak “kelime dizileri” ile karşı karşıya kalırız.
Bu sebepten dolayı bir şeyi kendi ö z dili ile gö ren ve dü şü nen bir insan,
o şeyi kendi dili ile mutlaka ifade edebilir. Bir şeyi, dü şü nü len ve
gö rü len bir şeyi, kendi dili ile ifade edemeyen bir kimse, ezbere gö ren
ve ezbere dü şü nen, yani varlık-â leminde bir ilişkiye (karşılığ a)
dayanmadan sö z sö yleyen, yazı yazan kimsedir. Zira insan bir şeyi gö rü r
ve dü şü nü rken, dil ile birlikte gö rü r, birlikte dü şü nü r; ancak sonradan
daha uygun, daha keskin ifade şekilleri aramak diye bir şey bahis
konusu olabilir.
Dil ile varlık-â lemi, dil ile insan edimleri arasındaki bu sıkı mü nasebet,
gö z ö nü nde bulundurulmadığ ı için, bugü n bizim dilimiz, korkunç bir
durumla karşı karşıya bulunuyor. Biz dilimizin ayıklanmasını yanlış
anlayarak, kelime-fabrikasyonuna kendimizi kaptırıyoruz. Zannediliyor
ki, kendisiyle hiçbir şey dü şü nü lmeyen, gö rü lmeyen bir kelimenin
yerine, başka bir kelime konulursa, bir kazanç sağ lanmış olur.
Bilinmiyor ki, bizde eksik olan mü stakil dü şü nme ve gö rü ştü r; işte
bizim yoksulluğ unu çektiğ imiz hep budur. Bu yoksulluk, ne yazık ki,
maddi yoksulluk kadar gö ze çarpmıyor; fakat bü tü n kelimecilik, bu
manevi yoksulluğ un bir neticesidir.
Bir insan, varlık-â leminde peşin olarak kendi dili ile kendi gö zü yle bir
şeyi gö rmeli; yani bu gö z ne Arap ve Acem gö zü olmalı, ne de Frenk
gö zü olmalıdır; bunu başaran bir insan hiçbir sıkıntı ile karşılaşmaz.
Zira dili geliştirecek kelimecilik değ il, dilin taşıyıcısı olan insanların
dü şü nme ve gö rü şleridir; bir dil ile ne kadar dü şü nü lü r ve ne kadar
gö rü lü rse, o dil de o nispette gelişir; çü nkü gö rü ş ve dü şü nme ile dilin
gelişmesi arasında sıkı bir muvazilik vardır.