You are on page 1of 98

MAHMUT MAKAL

ÖTELERİN HAVASI
İngiltere'den Köylüye Mektuplar

İNKILAP VE AKA
KİTAREVLERİ Koli. Şti.
İstanbul, Ankara Caddesi No. 95
TAN GAZETESi VE MATBAASI
İSTANBUL-1965
BAŞLARKEN

Londraya gelmeden önce Avrupanın başka


memleketlerine de uğradım. Sözgelimi Fransada kal­
dım. Yıllardır "Batı" ya da Avrupa Medeni yeti diye
diye yurdumuzda sözü edilen şeyi biraz yakından gö­
rünce, bunun kof bir şey olmadiğını anhyor insan.
Ana meseleleri sağlam esaslara bağlanmış ya
da yoluna koyulmuş Avrupa Memleketlerine erişeme­
diğimizi açık yürekle kabul eder, bazılarımız 60, ba­
zılarımız da 100 yıl onlardan geri olduğumuzu söy­
ler dururuz. Bu söyleyiş yeni bir şey de değildir.
Bundan yiiz yıl önce buraya gelen Türkter de, Avru-
. palının kavu ştuğu düzeni, sefaletten uzaklaşpıışlığı­
n ı görünce, hayretten kendilerini alamamışlar, bu
durum .karşısında Anadolu köylerini acı acı düşün­
düklerini mektuplarında yazmışlardır. Ama o gündür
bu gündür onlar daha da ilerlerken, doğrusunu söy­
lemek gerekirse biz ileri gidememişiz. Asılında bü­
tün bunların sebeplerini bulup çıkarmak, vakit geçir­
meden paçaları sıvamak zorunluğunu duymanın za­
manıdır. İnsan ister istemez bizim durumumuzla,
içinde bulunduğumuz şartlarla karşılaştırıyor gör­
düklerini.
Karşılaştırıyoruz da n e oluyo r ? Evet, kuru ku­
ruya karşılaştırır ve işi orada bırakırsak, haliyle hiç
bir şeyin olacağı yok. Ama, onlarda olup da bizde ol­
mayanları milletce hayatıımza k�tmanın mümkün
olup olmadığı üstünde düŞ ünürsek, onların başardık­
ları sosyal hareketleri, meydana getirdikleri iyi ku-
4 ÖTELERiN HAVASI

ruluşları neden yapamadığımızı araştırır, engelleri


gidermeye bakarsak, işin biçimi değişir.
Avrupalının bugünkü duruma gelişi de kolay ol­
mamıştır. Daha da ne işleri var yapılacak. Ama, doğ­
ruyu, iyiyi, faydalı olanı aramaktan geri durmuyor­
lar. Her şeyi açık konuşuyorlar bir kere. Hastakile­
rin kusurlarını, aksayan işleri ve çıkar yolu �çık a­
çık söyleyebiliyorlar. Hürriyet denen şey biraz da bu
olsa gerek. Açık konuşmanın suç olmadığı bir mem­
leket. Herkes çalışıyor, her şeyin çalışınakla olaca­
ğına inanıyor. Çalışa çalışa, kötü gidişleri kınaya kı­
naya, doğruluğu baştacı ede ede böyle olmuşlar. Sır­
rı ,yok, sebebi var: Bizlerin "Gavur aklı" dediğimiz
şey budur herhalde. Diyeceksiniz ki, "Biz tembel mi­
yiz?" değiliz. Ataların, güzellik kişiliği � eEıasından
dedikleri gibi, çalışmak işin esasından: Işi temelden
düzeItmeli...
Bu yazılarımda İngiltereyi övmeye ve İngilizlere
kuru kuru hayranlık taslamaya çalışmak istemiyo­
rum. Ama: "Yiğidi öldür, hakkını ver" sözü gereğin­
ce hareket edeceğim.
Bütün girdisi çıktısıyla yakından tanıdığım Türk
köylerinin durumunu, ordaki yaşama şartlarını gözö­
nünde tutarak, İngilizlerin .içinde bulundukları ola­
naklardan söz edeceğim. Zorunlu kalmadıkça, şah-'
sen karşılaştırma ya da yorumlama yoluna gitmiye­
ceğim. Bu, onlarla .kendimizi kıyas etmeyelim, onla­
rm gittiği açık-seçik yoldan gitme çareleri düşünme­
yelim, demek değildir. Zaten, gören göz, duyan yü­
rek kadar, kulak ve çeken gönÜl de yapar o yorumu.
İngilterenin durumu en ideal durum da olmayabilir.
Ama, aldıklan yolun epeyce uzun olduğundan şüphe
edemeyiz.
İngilizlerin hayatını örgüleyen şartlara ve kuru­
luşlara geçmeden önce, bizzat İngilizler hakkında bir
·

kaç söz söylemek istiyorum:


ÖTELERİN HA VASI 5
" İngilizler soğuk insanlardır" denir. Bu belki
doğru. İngilizlerle karşılaştıktan sonra uzun uzun bu
yargı üstünde düşündüm. Onları, günlüık hayatları
içinde oldukları gibi tanımaya çalıştım.
İngilizler soğuk mu yoksa yapmaclk kavunısak­
lığa yakalarını mı kaptırmamışlar, diye düşündüm
onlarla karşılaşınca. Herkes, cnce işini düşünüyor,
işi neyi gerektiriyorsa onu yapıyor. Bir daireye gitti­
ğinizde, orada belli bir işi yapmak üzere bulunan me­
murla oturup çene çalmamza olanak yoktur. Bir ke­
resinde, saat üç buçukta gitmem gereken bir daireye
on dakika önce gittim. İçeri girernedim görüşme vak­
ti gelmeyince. Bekleme salonunda bekledim. Ka rar ­
laştırılan vakti biraz ge çi rseydhn , o zaman da görüş­
meme olanak kalmazdı. Saat gibi çalışıyorlar. Buna
pek soğukluk diyemedim.
Sorduğunuz bir soruya açık ve kısa cevap verip
geçiyorlar. Anlamaz da üsteterseniz kızdıkları oluyor.
Bu kızmalarıyla "soğukluk" larının bağdaşması da
zor. Kızmasalar daha soğuk olurlardı herhalde.
Kanunlara, ni�amlara son derece bağlllar. Bağ­
lıkları, düzeni bir kat daha lmvvetlendiriyor. Bu
bağlılığın, bizim gibi yabancıları şaşırttığı da oluyor.
Ekmek almaya gittim bakkala, meğer tam kapanma
vakti gelmiş, adam çıkacak. "Vakit tamam, artık
a ll ş - v e riş yapamam" dedi ve ricama kulak asmadı.
Ben de bir gecelik açlıktan sonra tedbirli olmaya a­
lıştım.
Onları laubalilikten de uzaklaştırmış bu tutum.
Haklarını elde etmişler, sonra kuzu kuzu yaşıyorlar...
GAVURUN YAŞANTISI

Kasım ayı ortalarında, Kalecik llçesinden oto­


büsle Artkara'ya dönüyordum.
Virajlı bir yokuşu inerken, bir küme köylü el
kaldırarak otobiisü durdurdular.
Otobüste İmanı olup olmadığını sordular. Adam­
lar yakın bir köydendi. Kendi İmamları çekip gitmiş
Karadeniz bölgesindeki köyüne, fakat köyde bir sii­
rü ağır hasta varmış, ola ki ölüverenler olurmus, ba­
şuçlannda Kur'an okumak istermiş. Bunun iÇ in İ­
mam arıyorlardı, bir, bir de ölenler varmış. O sabah
da iki kişi ölmüş, yıkayıcı yokmuş. Nerden akılları­
na estiyse, yola çıkıp imam aramaya durmuşlar. Ras­
lantıya bakın ki, otobüste bir imam varmış, indi,
başka bir gün yoluna gitmek üzere köyeı yollandı.
Bu olaydan on gün sonra Ankaradan Londraya
hareket edeceğim glın ba'bam geldi bizim köyden,
"köyde ne var ne yok?" dediğimde, "Millet bol bol
ölüyor" dedi.
. "Vadesi yetenler değil mi?" dedim "ne vade­
si" dedi. "Aslan gibi babayiğitler devrilip devrilip gi­
diyorlar" ve sonra bir dizi iE'Jm saydı: Kabüllünün
Mehmet, Karaların İsmail...
"Hastaneye falan gitmediler mi?" dedim.
"Aksaraya gidenler oldu ama, evinde hususi
muayene olup da; para veremeyince Doktor almamış
Hastaneye. Onlar geri gelince sonrakiler hiç gitmedi­
ler. . " cevabını verdi. Anamı da Hastaneye aldırama­
.

dığını ekledi.
İngiltereye ayak basınca, her§eyden önce hal-
ÖTELERİN HAVASI 7
kın sağlığı için kurdukları düzen ilgimi çekti ve her
şeyi bıra.kıp bu konuyu incelemek geçti içimden.
Kısa söylemek gerekirse, İngilizler doktorluğu
devletleştirmişler. Doktor devletin doktoru, hastane
de devletin 'hastanesi. Sınlrları içinde bulunan ya­
bancılar da aynı haklardan aynı şekilde faydalandık­
ları için devletin doktoruna tedavi olmak bana da na­
sip oldu.
Çoktandır sol böğrümde duyduğum sancı, bura­
ya gelince de üsteledi. Oturduğum evin sahibi olan
kadına, doktora gitmek istediğimi, ama yeni geldi­
ğim için burada doktora nasıl gitmek gerektiğini bil­
mediğimi söyledim.
Kadın, semtte doktorlar olduğunu, her.kesin is­
tediği doktora gidip kaydolduğunu ve gerektikçe gi­
dip muayene olduğunu söyledi. İstersem beni kendi
doktoruna götürüp kaydettireceğini de ekledi.
Memnuniyetle kabul ettim. Bir akşam ikimiz
birlikte gittik doktora.
Daktorun geniş bir muayene'lıanesi var. Öyle
kupkuru dört duvardan ibaret değil. Her türlü mır
ayene için gerekli olan ve idrar tahlili falan yapa­
bildiği bir çok aletler de mevcut.
Bekleme odasına geçtik, orada birkaç kişi daha
vardı doktora gelen. Sırayla giriyorlar, doktor daki­
kalarca uğraşıyordu her hasta ile. Slra bana gelince,
ev sahibim tanıştırd'ı, Türkiyeden yeni geldiğimi söy­
ledi ve çıktı.
Doktor, kayıt için hazırlanmış kartlardan birini
çıkardı, doldurdum. Harf sırasına göre öteki kartla­
rın arasına koydu. O andan itibaren ben artık onun
hastası oldum. Sonra derdimi söyledim. .Soydu, ada­
makıllı' bir muayene etti, ilaç için reçete yazdı. llacı
kullanıp hir gün sonra yeniden gelmemi söyledi. Çı­
karken acemilik edip de para vermeye kalkışmadım.
Eski alışkanlıkla böyle yapsam, doktor ne kadar gü­
lerdi kimbilir.
Eve gelirken bir eczaneye uğrayıp doktorun yaz­
dığı il�çları aldım. llacın fiatı daha pahalı da olsa,
yalnız iki şilin ödenirmiş. Benden de iki şilin aldılar,
ki bizim parayla ikibuçuk lira falan tutuyor.
Reçeteyi belli bir eczaneye götürmek zorup.da da
değilsiniz. Hangisine gitseniz aynı şey. Sonradan
Doktora birkaç kere daha gittim. Her keresinde id­
rar tahlili yaparak değişik ilaçlar verdi. .Şu sıralar­
da sol böğrümdeki ağrıyı duymuyorum artık.
Gerekse de Hastaneye yollasaydı, orada da mu­
ayene ve tedavi olmak kolay olurdu .
iBu doktorların maaşlarını devlet ödüyor. Bunun
dışında hastalardan para almlyorlar. Bir de, kendisi­
ne kayıtlı hasta sayısına göre aldıkları para biraz ar­
tıyor ya da azalıyor. Çünkü, herkes istediği, beğen·
diği doktora gitmekte serbest.
İ�terse, kartını bir doktordan alıp başka dokto­
ra gidiyor.
Doktorluğun devletleştirilmesi işi 14 yıl önce
gerçekleştirilmiş . Ama, araştlrınca öğrendim ki on•
dan önce de· fena değilmiş durum. Hastadan önce pa�
ranın sorulması anlayışı hiç bir zaman olmamış.
Halk, en büyük şehir olan Londradan, en küçük
bir kasabaya, çiftliğe kadar aynı imkanlara sahip
kılınmış...
Devlet, vatandaşiara hastalandıkları zaman ko­
layca tedavi edilmeleri için imkanlar hazırlamakla
kalmamış, bir yandan da onların sağlam vatandaş­
lar olarak yetişmesi ve hastahklara karşı korunma­
ları için tedbirler almış.
Üç çocuğu olan bir tanıdık aileye gitmiştim. An­
ne çocuğun üçünü de hastanede doğurduğunu söyle­
di.
"Hayli masraf etmişsinizdir" dediğimde güldü:
ÖTELERİN HAVAS! 9
"Ne masrafı" dedi "on para masraf etmediğim
gibi, doğumlardan önce her çocuk için 14 sterlin dev­
let bana verdi, doğum öncesi masraftarım için ... " An­
nenin söylediğine göre, o çocukla hastaneden çıkın­
ca, her seferinde bir memur gelip evlerini kontrol et­
miş.
"Neden?" dedim.
Anne dedi ki: ,
"Çocuğun peşini bırakmıyorlar, ana babaya bile
güvenemiyorlar. Evimiz havası, ışığı, slcaklığıyla ço­
cuğun büyümesini engelleyecek dur'lllllda olsaydı,
memur ona göre rapor verirdi ve bize daha uygun
bir ev bulurlardı hemen. Nitekim hir çoklarına yapı­
yorlar.... "
Anneye dedim ki:
"Çocuğunuz doktora giderneyecek kadar hasta
olsa, eve doktor getirebilir misiniz? Getirebilirse­
niz masrafınız ne olur?'
Anne gene güldü:
"Her zamanki doktorumuzu çağırırız, gene pa­
ra ödemeyiz"
Sonra ekledi:
"Doktora uğramayıp sağlık durumunuzdan ha­
ber vermeyi ihmal ederseniz, o sizi arar zaten. Mek­
tupla, telefonla "uğramaz oldunuz ne haldesiniz?'�
diye sorar.... "
Halkın uğraşmasıyla elde edilen ne güzel bir so­
nuç? Daha birçok girdisi çıktısı var bunun elbet. Ben
görüp aniayabildiğim kadarını anlattım, Bir kumu
için değil hepsi için kurmuşlar örgütü. istemişler,
güzel etmişler doğrusu.
Bizim memleketin başına darısı, diyeceğim ama,
"biz adam olmayız" deyimini ansıyorum. Gelin de
ansımayın: Londra Hastahanelerinden birine düşmüş
bir Türkle görüştüm. Yatakta kaybolup gitmiş. A­
dam Milyoner ama kanser ilerlemiş ciğerde... Son ü-
10 ÖTELERİN HA VAS!

mit olara,k kalkmış buraya gelmiş. Can çekişiyor.


Bu görüşmede, İsviçrede öğrenim gören tanıdığı bir
gencin sözü geçti. Bu gencin de babası zengin mi
zenginmiş. Çocuk bir yıl daha kalmak, elektrik mü­
hendisi olmak isterken, babacığı çağırıp dururmuş.
Hastamız da akrabası babayı yeğledi:
.. "Bir an önce dönmeli, Vehbi Koç'un böyle olması
bizden iki yıl önce işe başlamasındandır. Dönmeli ve
hemen ticarete atılmalı... "
Sömürenimiz de yaşamasını bilmiyor.
ÇOCUKTAN PİREYE

Gene sağlık davasından, onun yanında beslen­


meden söz etmek zoruuluğunu duyuyorum. Doktor,
ilaç davasını hallettikten sonra ipin ucunu bırakma­
m1şlar. Halkın doktora, ilaça düşecek kadar hasta­
lanmaması için de tedbirler almışlar. Bizde de sözü
edilen "hastalanmadan önce ·koruyuculuğa'' önem
vermişler. Ama bunu da lafta bırakmamışlar.
Eğer sabahleyin saat yedilerde uyanmışsanız
kulağınıza ilk gelen ses şişe takırtılan olacaktır. O
saatta, sokaklarda harıl hanl süt dağ1tılmaktaçlır
çünkü. Arabalar dolusu süt şişeleri evlerin önüne
bırakılmakta, önceden oraya bırakılmış boş şişeler
toplanmaktadır.
Süt hol ve temiz. Adam başına bir iki şişe süt
giriyor her eve. Bu kadar bol sütün nereden geldiğini
bilmeyenler bile var. Üzümünü yiyip bağını sormu­
yor-lar. Düzen öyle kurulmuş ki; bir günde kovalar
dolusu �.üt veren cins inekler yeterince besleniyor
çiftliklerde.
Ben de başladım tabii, her sabah bir şişe sütü
odaının kapısına bırakıyorlar. Gayet az tutan hafta­
lık parasını hafta sonlarında ev sahibine tutuşturu­
yorum.
Beş çocuklu bir Türk aileyi ziyarete gitmiştim.
Baktım, kapının bir yanmda yığınla boş şişe, öte
yanda da bir o kadar dolu şişe duruyor. Hayretimi
gizleyemedim�
":Bu kadar çok sUtU ne edersiniz" dedim. "Son-
12 OTELERiN HAVAS!

ra, ne ettiğiniz bir yana, nasıl para yetiştirirsi­


. ? ,
nız . ...
Cevapları şu oldu:
"Biliyorsunuz süt pa'hah değil burada. Üstelik
çocuklara da beş yaşına kadar yarı fiatına veriyor­
lar, neden almıyalım, bol bol içiyoruz... "
Gene kendimi tutamadım. Dedim ki:
"Çocuk .. çocuk. . çocuk... Çocuğa ev, çocuğa bah­
çe, çocuğa süt, çocuğa kitap, çocuğa okul... "
"Eee" dedi arkadaşım "çocuk her şeydir bura­
da... Daha anasının karnındayken onu korumaya
başlıyorlar. Çocuğun normal büyümesi ve yetişmesi
için ne gerekliyse yapılır... Bilir misin küçük çocuk­
lar için şişe şişe meyva myu da verir devlet.. . Millet
öyle faydalanıyor ki, adamaklllı zengin olanlar bile
arabayla gidip bu suyu alıyorlar çocukları için."
Yumurta da pek bol ve ucuz. Et derseniz ona gö­
re, hele tavuk eti. Et ete, yumurta da yumurtaya
benziyor üstelik .. İnsan ya bizim tavuklar, ya bizim
inekler... diyor kendi kendine.
Sağlık, beslenme davası diye sözü edilebilecek
ne varsa uygulanmış. Elle tutulup, gözle görülür ör­
nekleriyle karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz,
Beslenme de gelişi güzellikten kurtarılmış. Aslında
bunların hepsi de biribirine bağlı işler. Memlekette
en az para kazananlar, bir otobüs biletçisi sözgeli�i,
bizim parayla bin liranın ü�ıtünde para kazanıyor. Iş
sahaları geniş olduğu için işsiz kalanlar yok. Bu yüz­
dendir ki, yetmiş seksen yaşındaki insanlar bile dip­
diri_. Sandığıma göre "hayat kırkında başlar" sözü
de Ingilizlerindir. Yaşayışiarını görünce bu sözün
haklı bir söz olduğunu kabul ediyorsunuz.
Böylece, sağlam vücutta sağlam kafa olmak şar­
tiyle, bir nüfus artışı da oluyor.
Nüfus bizde de artıyor ama, Anadolu kadını do­
kuz doğuruyor da yaşatamıyor bazan. ilmin verileri-
ÖTELERİN HAVASI 13

nin insanların avucuna kadar geldiğini görünce araş­


tırdım da:
Muska takarak, kurşun döktürerek ya da üzerlik
tüttürerek hastalıklardan kurtulma yoluna gidenler
olma-dığını, böyle bir inanış ve anlayışın da olmadı-
ğını öğrendim. .
Sağlık baıkımının ve beslenmenin temizlikle bir­
likte yürüdüğü muhakkak. Temizleornek de bir me­
sele olmaktan çıkmıs tabii. Makina yap - ıyor bunu da
Makineleşmek, insa ı:i ların ihtiyaçlarına cevap verdi­
ği ölçüde iyi bir şey..
Yaygın olarak evi barkı elektrik süpürgesi te­
mizliyor. Sağı solu toza bulamadan, yerde ne varsa
toplayıp yutuyor. Çamaşır makinalarına gelince, ço­
ğunlukla evlerde var. 'Evine almayanlara, köşe baş­
larında bulunan daha büyük makinlarda, az bir pa­
ra ile bir stürü kirli çamaşırını yıkayıp kurutuyor.
Elektrikleşmek, makinalaşmak, bulunan yol bu.
Bunlar da biribirine bağlı. Kirin pirenin lafı da yok
kendileri de. Ama geçenlerde bir pire hikayesi geçti,
büyük söylemiş olmadan onu anlatayım.
Bir arkadaşın evinin bir odasında İngiliz bir kız
öğrenci duruyor. Kiracl. Kız Tıp öğrencisi, doktor
olacak. Odasında bir pire bulmuş. O da ev: sahipleri
de şaşırmışlar. ENi temizlemelerini istemiş kiracı kız.
Ev sah ' ibi ev:i ilaçlar.ken, o da pireyi götürüp hasta­
ne laboratuvarında incelemiş ve kedi piresi olduğu­
nu anlamış.
Ev sahibi Türk arkadaş, olanı anlatırken gülü­
yordu:
"Yahu, bizde olsa kim takar bir pireyi" diye..
BAZIGELENEKLER

İngilizler, bir zararını görmedik leri gelenekleri­


ni, atalarından gördükleri gibi sürdürüyorlar. Her­
şeyi birdenbire allak-bullak edip d e ğiştirmekte fay­
da olmadığını,- ötedenberi gözetmisler . .
İlk günlerde, arabaları yolu � solundan suruş­
l e ri ni yadırgamıştım. Sonra tartıları nı anlamak da
mesele oldu. Kilo ölçüsü kullanmıyorlar. Bizim eski
Osm anlı Okkasına benzer ölçülerle yürütüyorlar tartı
işl e r in i . Yarım kilodan biraz az (pound) var tartı bi­
rimi olarak. Bir kilo, iki kilo dendiği gibi, bir pound,
iki pound istiyorsunuz alacağınız neyse.
Para işleri de öyle. En büyük paralarma da .(p o ­
und) eliyorlar ki pound, bizim parayl a 2,6 lira tutu ­
yor. Pound'a bizde "Sterlin" de deniyo r. S terlin ayr ı ­
ca yirmi şiiing oluyor. Bir şii ing 125 Kr., bizim pa­
rayla. Şiiing de 12 p e ni oluyor. En küçük paraları ya­
rım peni. Bizim beş kuruşun karşılığı... Yüz üzerin­
den para hesap etmeğe alışmış bizler için, bu parayı
kullanınağa alışmak da epey zaman istedi.
İngilizlerin para düzeni çok eskiden kurulmuş
ve değiştirilmemiş bir düzen. Bundan 70 - 80 yıl ön­
ce basılmış paraları kullanıyoruz her gün. Kral ya
da Kraliçe değiştikçe yeni basılan paralara yeni ge­
lenin resmini basmışlar, ama eskileri de kullanınağa
devam ediyorlar. Onun içindir ki eski paralardaki
eski kralların resimleri yanında, son yıllarda hası­
l'an paralarda da Kraliçe 2 nci Elizabeth'in resimle­
rini görüyoruz.
Paraları yeniden basarken de ' aynı büyüklükte,
ÖTELERİN HAVA8I i5

aynı biçirnde basıyorlar. Çünkü, işleri hep birbirine


l::ağlı olarak. ayarlamışlar. Söz gelimi, telefon etmek
için telefon kutularına peni atmak gerek. Telefon
kutularının delikleri özellikle peninin gireceği şekil­
de açılmış. Yeniden basarken, peniyi biraz büyütmek
ya da küçültmek, telefon kutularının da değiştiril­
mesini gerektirir. Ondan dolayı, peniyi her seferinde
aynı ölçüde basmakta fayda görmüşler. Havagazı
ocakları da şilin ya da yarım şilin atmakla çalışıyor.
Otomatik çamaşır makinaları, otomatik satış maki­
naları..... hep bu paralara göre ayarlanmış. Birini
değiştirdiniz mi, silbaştan ötekini de değiştirmek
zorunda kalacaksmız.
İngilterenin idare şekline bakınca da aynı tutu­
mu görürliz:
Aslında İngiltere demokratik diizenle idare edi­
len bir memleket. Zamanı gelince seçimler yapılır,
hangi parti çoğ·unluğu sağlamışsa iktidara gelir, hli­
kfım eti kurar ve memleketi idare eder. Her çeşit
parti de var üstelik .. Onlar da mt<halefet görevlerini
yaparlar. Lordlar Kamarası, Avam Karnarası olarak
çift meclisleri var.
Kısaca söylemek gerekirse, dünyada, eskiden
birçok memlekette, şimdilerde bazı memleketlerde
olduğu gibi, diktatörlük idaresi, yani hir kralın ya
da ona benzer birinin memleketi dediğim dedik şek­
linde idare etmesi, yok İngilterede. Ama ·gene de
ötedenberi babadan oğula ya da şimdi olduğu gibi
kıza doğru sürüp gelen bir krallık var orada. Halen
İngiliz Kraliçesi bir kadındır: 2 nci Elizabeth. De­
mek kraliçeleri de var bir yandan. Hem krallık, hem
demokrasi içiçe... Yani, ilerlerken geleneğe bağlı kal­
mak! Belki de, millet olmanın temelinde, her şeyi ça­
lakalem söküp atmak yoktur, diye düşünmüşler. Süs
gibi de olsa bir k ral bulunduruyorlar başta.
Kendilerine zararlı olmayan, hatta para biçimi
16 ÖTELERİN HAV ASI

gibi, değiştirilmesi masraflı bile olan şeyleri değiş­


tirmekle uğraşmanın, boş bir uğraşma olduğuna
inanmış olmalılar. Bunun yanında, memleketin iler­
lemesi, milletin ihtiyaçlarının karşılanması için ge­
rekli tedbirleri almışlar, kanunları ile bunu sağlama
b'ağlamışlar. Faydalı olanı yaratmışlar ve gelenek­
leri tutarken, yeni şeylere kapıları kapamamışlar.
Yıkmadan yapmak yoluna gitmişler.
Kendi tutum ve anlayışiarına göre, budur du­
rumları. İngilizlere (muhafazakar) demeleri belki
bu sebeplerdendir.
Bütün bunlara rağmen, belki hiçbir şey, onlarca
da demirin kertiği gibi, ille böyle gidecek şeklinde
görülmemektedir. Nitekim yıllar ve yıllarca sonra,
değişen dünya şartları karşısında, paralarının, bir­
çok milletin parası gibi yüzdelik sistemine getiril­
mesinin mümkün olup olmadığı hakkında, Mecliste
bir inceleme açmış olduklarını öğrendim. Değiştir­
menin şart olduğu:qa karar verirlerse, pound, şilin ve
peni'nin değerlerinde, belki de biçimlerinde bazı de­
ğişiklikler olur her halde. Gereğine inanınca her şey
değiştirilebilir demek.
Nişan - Düğün:
Nişanlanmada, oğlanı evermek için kız evine
dünür gitmiyorlar, böyle bir adet yok. Uzun zaman­
dır birbirini tanıyan, nişanlanmaya ve sonra da ha­
yatlarını birleştirmeye karar veren kız ve oğlan, ka­
rarlarını, sonradan ana - babalarına aç:ıyorlar. Ana -
babaları bu karara karışmıyor. Kız istediğine var­
makta, oğlan istediğini almakta tamamiyle serbest.
Kızı kendi gönlüne bırakırsan ya davulcuya varır, ya
da zurnacıya varır, diye bir endişe yer etmemiş aile­
lerde .
.

Nişan yapılırken, bizdeki şerhet içmeye benzer


ÖTELERİN HAVASI 17
her'h angi bir toplantı - dernek yapılmıyor. Birbirini
isteyen kızla oğ lanın karş ılıklı sözleşmeleriyle ta­
mam oluyor. Ancak, bir çoğu bunu gazetelerde i lan
ederek eşine dostuna du yurmaya çalışıyor.
Böylece, aradan altı ay bir yıl geçince, sıra dü­
ğüne geliyor. G e çen nişanlılık devresinde, yeni kura­
cakları evin eşyalarını alabilmek için oğlan para bi­
riktiriyor, kız da kendine göre çeyizini hazırlıyor.
Bu hazırilklar bittiğinde düğünü yapıyorlar. Yapı­
y o rl a r ya, nerede biz dek i gibi davul dövdürüp zur­
na ç aldırara k, halaylar çektirerek, etlik kesip yemek­
ler yedirerek, ve kına geceleriyle, meydan güreşle­
riyle b ir hafta süre n seymenli - y engeli düğünle r! ..
Burda düğün, başladığı gün bitiyo r. Bu ara da eğlen­
ce fa lan da yapılmı yor. Eşierini dostlarını davet edi­
yorl ar, onların da katılm asıyla zaten kısa süren me ­
r asi m i t amam lıy orlar .
Düğün gününde neler yapı ldığını daha iyi anlat­
mak için, bir arkadaşıının geçen hafta yapılan düğü­
nünden söz açmak daha iyi olacak:
O gün, gelin geli nliğini , güvey güveyliğini giyi­
nerek kiliseye geldiler. Biz davetliler de hazırdık ta­
bii. Ben oğla n tarafının davetiisi o ldu ğu m için, bizim
taraflılada birlikte sağda durdum kilis;ede. Kız ta­
rafının davetiileri de sol yanda yer a lmışlardı. Gü­
vey ile sağdıcı da Papazın yanında. Hafiften müzik
ç al ıy ordu , org denen bir çalgının sesiydi kulakları­
mıza gelen. Derken, yanın da bab asıyla, ge linim iz o­
lacak kız geldi. Ağır a ğır yürüyerek, p apaz la güveyi­
nin durduğu yere vardılar. -
Düğün merasimi baş lamış oldu böylece.
Papaz efendi, adet olduğu üzere, ortalığa sor-
du:
"Bu kızı kim seviyor? "
"Ben!" dedi, kızın babası . Bu, b izdek i gibi ver­
din mi, verdim, verdin mi, verdim, diye üç kere değil
18 ÖTELERİN HA VASI

bir kere soruluyor. Bu arada sağdıcın uzattığı düğün


yüzüğünü alan güveyi onu gelinin parmağına taktı.
Ardından da gelinin çıkardığı bir yüzüğü alıp kendi
parmağına taktı.
..,. ', .

Papaz da : "Bunları evlendirdim, artık karı ko­


ca oldular" dedi .
"Hastalıkta, sağlıkta, ölüm sizi ayırana kadar
biribirinize bağlı kalın, diye ekledi.
Bundan SL.lıra gelin ve güvey, ana babalarıyla ;
güveyin sağdıcı ve gelinin de en yakın kız arkadaşı,
ki buna "baş yenge" diyebiliriz, yanlarmda olmak
üzere bir odaya girdiler. Orada papazın huzurunda
evlenme defterini imzaladılar. Böylelikle, işin hem
dini hem de kanun gereği resmi işlemi aynı yerde ve
aynı zamanda tamamlanmış ve nikah kıyılmış oldu.
Gelin ve güvey, merasimden sonra birlikte çık­
tılar , arkadan da davetliler tabii. Gelinin babası evi­
ne geldi. Bir kahve içtik, düğün pastası yedik, hep
birlikte . Gelin güvey çok kalmadan ayrıldılar. Dü­
gün de bitmiş oldu.
Güveyi arkadaşın önceden söylediği gibi, düğün
elbiselerini değiştirip gündeliklerini giyerek hemen
o akşam balayı için, yola çıkmışlar . On beş günlüğü­
ne uzak hir yere gittiler herhalde. Çünkü nikahtan
sonra evde kalınağı gerektiren ve yerine getirilmesi
şart olan başka adetleri yok .. .
Dilğünün ilk gecesinde, doğacak çocuğun sağır
olmaması için bir kadının konuşulanları kapıdan din­
lemesi ya da bir başka kadının kapıda bekleyip iş
bittikten· sonra çarşafı alarak kız babasına muştaya
gitmesi adeti yok.
Gene birisinin elde tüfek bekleyip, işin bittiğini
duyurmak içi n tetiğe sarılması yok.
ÖTELERİN HAVASI 19
Düğünlerin yapılışı aşağı yu k a rı memleketin her
yeri n de aynı.
Dinsel inançlar çeşitli de olsa hepsinin düğün
adeti birii,Jirine benziyor. Kız babasının düğün günü
yen e nie re ve kızının çeyizine yB!ptığı neyse, o kadar
masrafı oluyor topu topu. Bunun yanında oğlan ba­
bası hiç ma�raf yapmıyor. Oğlan tarafının kız baba­
slna başlık parası vermediği gibi, kız tarafı da o ğ­
lan tarafına , drah om a şeklinde bir para ödemiyor.
AYAKLI KİTAPLIK

Bazı şeyler vardır ki, sözü edildiği zaman pek


üstünde durulmaz da, görüldüğü zaman insanı me­
raka düşürür, iyice dikkatini çeker ve düşündürür.
Kitabın, okumanın öneminden söz açtığımız, halkın
bol okuyalıilmesi için kitaplıklar kurulması gereğin­
de,· gezici kitaplıklar yoluyla, kitabın .halkın evine
kadar götürilimesi hakkında fikirler ileri sürdüğü­
müz olur. Bu konuşmaların, istenenierin pratik bir
şekilde fiilen yapıldığını görünce, insan ister istemez
duygulanıyor. Dünya kadar laJın basitçe uygulana­
rak halka indiğini, elle tutulur hale getirildiğini göz­
leriyle gÖ_!Ünce insan imreniyor. Londra'da bir gün
gittiğim Ingilizce kursundan dönüyordum. Oturdu­
ğum yer bu koskoca şehrin kıyısında. Trenden inip
de yola doğrulunca, sokaklardan birinde büyük bir
kalabalık gördüm. Saat iki buçuk falan. Çoğunluğu
ev kadını kalabalığın. Tekerlekli oda biçimine sıokul­
muş bir kamyonun çevresini doldurmuşlar. İçine
girenler, çıkanlar, kuyrukta bekleyenler... Bir de
baktım ki yaklaşınca, girenierin de, çıkanların da el­
lerinde birer ikişer kitap var. Önce düşündüm; di­
yelimki bu bir kitap satıcısı. Ama girenlerde de kitap
var, bu nesi? Derken kafama denk etti, (sakın bu
gezici kitaplık olmasın?)
Hava da soğuk mu soğuk. Kitap alıp vermelerini
yakından görmek içerdeki memurlarla konuşarak
çalışmaları hakimıda bilgi almak aklıma esti. Kuyru­
ğa girip de öteki okuyucular gibi beklerneğe vaktim
yoktu. Hem de bu zayıf bedenle soğukta beklemek
benim harcım değildi. Onun için, tir açık gözlülük e-
ÖTELERİN HAV ASI 21
derek girip çıkanların arasından içeri süzüldüm. Bu
hareketim için ne diyeceklerini o anda düşünmedİm
bile ...
Ne göreyim girince : bashayağı teşkilatlı , kosko­
ca bir kitaplık. Sağ tarafta millet harıl harıl kitap
­
.. seçiyor ve okuyacağı kitabı seçtikten sonra sol ta
raftaki küçük bölmede oturan memura kaydettirip
çıkıyor . Memurlar iki kişi. Neşe içinde çırpınarak ça­
lışıyorlar. Alfabetik sıraya göre yerleştirilmiş kart­
lara, alınan ve verilen kitapların işlemini kız olanı
yapıyor, erkek olan memur da bu kitapları yerleştir­
me, kitap seçenlere yardım etme işini yürütüyor. Kı­
za göre erkekle konuşmak duruma daha uygun dü­
şecekti. Çünkü kızın başını kaşıyacak vakti yoktu.
Türkiyeden bir öğretmen olduğumu, aslında ki­
tap almak ya da teslim etmek için gelmediğimi, yol­
dan geçerken görüp uğradığımı, çalışmaları hakkın­
da kısaca bilgi rica ettiğimi, söyledim.
Delikanlı, elindeki kitabı yerleştirdi ve "Olur"
dedi. Konuşmamızın özü şu : Bu "Ayaklı kitaplık"
Batı Ektın semtine has ve 13 sokak var bölgesinde.
İçinde iki bin kitap var. Aşağı yukarı 3 bin okuyucu­
su var bu gezici kitaplığın . Her okuyucu bir seferde
birden üçe kadar kitap alabiliyor. Öyleki istediğiniz
bir kitap olurda kitaplıkta bulunmazsa , not alıyor­
lar ve gelecek sefere merkezdeki kitaplıktan bulup
getiriyorlar size.
Her okuyucunun elinde kartlardan bir tane de
bana verdi.
B u kartta, hangi sokağa, hangi gün ve hangi sa­
atte uğrayacakları yazılı. Bir sokağa haftada iki,
bazılarına üç kere uğruyorlar. Bazı günler üç, bazı
günler beş saat duruyorlar uğradıkları yerde . . Bu ge­
lişi güzel değil, nerede, ne gün, ne; kadar kalacakla­
rını saptamışlar kartta. Günü, saati gelince sokağa
çıkan okuyucu, kitaplığı eliyle koymuş gibi buluyor.
22 ÖTELERİN HAVASI

Bu gezici kitaplığın Londra şehrinde elli kadar oldu­


ğunu memur söyledi. Bunlar şe'hrin merkezindeki
büyük bir kitaplığın kolları...
Memura dedim ki: "Ben, memleketinizin başka
yerlerini gezip görmedim. Oralarda da böyle teşkilat
var mı? Yo km yalnız Başşehir Londra da mı bu?"
Dedi ki: "Başşehirde olan şeyin benzeri yurdun her
yerinde var."
(Gerçekten sonraki aylarda İ ngiltereyi güney ­
den kuzeye gezdiğimde memurun doğru söylediğini
anladım... )
Okumak için ben de bir kitap alabilir miyim,
dediğimde, oturduğum sokağı sordu ve karta baka­
rak, bizim sokağa ertesi günü saat 11 de gelip birde
ayrılacaklarını, ancak o zaman uğrayıp okuyucu o­
larak yazılabileceğimi ve istersem kitap alabileceği­
mi söyledi. Nizarn da başlarının üstünde...
Bu gezici kitaplıkların dışında, her semtin asıl
kitaplıkları var. Bunlardan bir kaçma uğrayıp çalış­
tığım oldu . Oralardan da bir kart almak suretiyle
miliet evine kitap alıp okuyabiliyor. Basılan kitapla­
rın milyonlarca sattığını ve sabahleyin ilk iş olarak
herkesin gazetesini okuduğunu, trenlerde otobüsler­
de kitabı gazeteyi e19-en düşürmiyenlerin çoğunlukta
olduğunu görünce, Ingilizlere (Okuyorlar) diyebili­
riz ...
Bundan dolayı olmalı, hizmetçilikte, bir yeri si­
lip süpürrnek işinde çalışan bir kadın bile, sabahle­
yin iş başı yapmadan önce, yurdunda ve dünyada o­
lup bite,ni öğrenmiş oluyor. Hükumetin çalışması, iş­
çinin hakkı gibi, şu ya da bu mesele hakkında bir so­
ruyla karşılaşınca da, karşılığını şıp diye yapıştırı­
yor. Vatandaşlığını duyuyor·ve herşeyi takip ediyor.
Bizde bunlar yok. Bizde, milletin okuması, uyan ­
ması için çalışanları sorgulamak, tedirgin etmek, ez­
mek dururken, kim uğraşır öyle işlerle...
EVLİYE EV

Dünyada mesken ahrettte iman, diye bir söz var


ya bizde, bu sözle önemi gerektiği kadar belirmiş o­
lan mesken işinin, buradaki durumunu aniatmağa ça­
lışacağım:

Yeni geldiğim günlerde bir süre otelde kaldım.


Londrada otel fiyatları ucuzdur, diyemem. Bize göre
pahalı da. Benim bulduğum en ucuz otelin geceliği
bir sterlin, beş şilindi; ki bizim para ile en aşağı otuz
beş lira eder. Ama bu memleketin kurulu düzeni ve
hayat seviyesi içinde göze batmıyor. Bu, bizde gece­
liği dört beş liraya kalmabilen otelin karşılığı olu­
yor, aşağı yukarı. Bunun iki misli, üç dört misli olan­
lar da var.

Onun için özellikle az gelişmiş ülkelerden, çalış­


mağa, birşeyler görüp öğrenmeğe ya d� yıllarca öğ­
renim yapmak üzere doğrudan doğruya öğrenci ola­
rak buraya gelenlerin otelde kalmaları mümkün de­
ğil. Tabii gide gide bu iş de kendiliğinden bir biçime
girmiş:

Bir kısım aileler, iki üç odalı evlerinin hiç değil­


se bir odasını kiraya veriyor. Haftalık olarak ödenen
kiraların aylık tutarı bizim para ile 300 lira filan olu­
yor. Bir odıı ayda normal olarak üçyüz lira getiriyor
yani. Evine böyle kiracı alanlar, çoğunlukla kiracıya
kahvaltıyı ya da kahvaltıyla akşam yemeğini vermek
üzere pazarlık yapıyorlar ki o zaman aldıkları para
iki kat oluyor. Böyle yemekli kiracı olmayı herkes
istiyor ya, yer bulmak zor. Neden istediklerine ge-
24 ÖTELERİN HAV.ASI

lince, bir kere evin horantasıyla konuşarak İngilizce­


yi çabuk ve iyi öğrenmek mümkün oluyor. İkincisi,
lokantalarda karın doyurmak da çok tuzluya oturu­
yor. (Arada şunu söyliyeyim ki belli bir zaman için
bir iki yıllığına buraya gelmiş olan yabancılar, bizim
yufka ekmeğe yumurta, peynir düründüğümüz gibi,
iki dilim ekmeğin arasına yumurta, peynir sıkıştırı­
larak yapılan sandviçlerle gün geçiriyorlar. Yanında
kahveden çaydan bir bardak da sulu şey oldu mu
tamam oluyor.) İ şte bu yüzden, bir aile yanında ye­
mekli kalmak , ne kadar pahalı olursa olsun, dışarı­
da yemek yiyerek yaşamaktan yine ucuza geliyor.

Bizim olmamakla birlikte, bazı memleketlerin


Paris'te yaptırdıkları kendi öğrenciierine has yapı­
lardan da yok burada.

Bunun için, yabancı memleketlerden gelenlerin


olsun, İngilterenh-i başka yerlerinden Londraya ge­
lenlerin olsun, çoğunluğu, oda oda kiraya verilen bi­
nalarda kalıyorlar. Tabii buralar ekmeksiz ev. İçin­
de bir yatak, sandalya ve masa... Ayda üçyüz-dört­
yüz lira kira ödeyemediğinizi de isterseniz odanızda
kendiniz yaparsınız. Yapamıyorsanız, benim gibi dü­
rümle çayla idare edersiniz.

Kirası da bir yana, bir ucundan öte ucuna yüz


kilometreden fazla çeken ve içinde on milyonun üs­
tünde insan barınan koca şehirde, bu odaları bulup
yerleşmek de o kadar kolay olmuyor . Şehri dolduran
nüfusun büyük bir kısmı yabancı. Kum gibi kaynı­
yor. Afrikadan tutun Avusturalyaya kadar beş top­
rağın çeşitli memleketlerinden, gelen gelene. .. Ama
İ ngilizler, dii.zeni kendilerine göre ve kendileri için
kurmuşlar. Yabancıların burada iş bulup .çalışmala­
rı, nerede ise imkansız. Bunlar, üç-beş ay için de gel­
seler, önce kurslara gidip merarolarını anlatacak ka-
ÖTELERİN HAVAS I 25
dar İng ilizce öğreniyorlar. Bu kurslarda her çeşit
insanı görmek mümkün. Bizim sınıfta yirmi kişiyiz.
Nerede ise her birimiz bir ayrı memleketten . Bizim
gibiler için üç aylık sürelerle açılan kurslara İngili z
hükumeti de yardım ettiğinden, oralara az para öde­
niyor bereket.

Kız erkek, bu kurslara gidenlerin, bir işte çalı­


şanların, ucu ucuna bir geçimle barındıkları bu evler,
şahısların tabii... Tanışıp k o nuştukla nında n çoğu, en
kolay geçim yolu olarak, böyle bir ev edinmek i stedik­
lerinden söz _ettiler. Ama bu biçim evleri edinenierin
içinde, İngili z olanlar çok az. Şu ya da bu memleket­
ten gelip yerleşenlerdir bunlar, çokça.

Ev kiralarını her hafta Peşin ödüyorum. Çıka­


cak olursak bir hafta önce haber veriyoruz. Çıkarıla­
cak olursak da bir 'hafta önce haber veriyorlar. On­
dan sonra herkes başının çaresine bakıyor. Londra­
da her renkten insan dolu durduğu halde ve özellik­
le tren ve otobüslerde çalışanların çoğu kara adam­
lar olduğu halde ev il anlar ında kara adamlar isten­
mediğine de rastlıyabiliyorsunuz. Dünya dönse İngi ·
liz İngi lizliğini muhafaza ediyor. ..

Çocuklu aileye burada da k ola y kolay ev vermi­


yorlar. İnsanların, çocuk sevgisi kadar çocukluya ev
vermeyişleri gerçeği burada da karşıma çıkb. Kira­
cıyı çıkarınaları da kolay. Hele ev dayalı döş eli olur­
sa, kanun gereğince istediği zaman kiracısını çıka­
rabiliyor ev sahibi. Bu yüzden, içinde bulunduğumuz
yılda bir çok aile Londrada ciddi mesken sıkıntısı
çekmiştir.
Mesken meselesi aniatmakla bitecek mesele mi?
Kıyısından köşesinden şöyle bfr baktık. Bir gözle­
mirole yazımı bitirmek istiyorum:
Geçenlerde bir arkadaş ev arı yordu . Bulunduğu
26 ÖTELERİN HAVAS!

evin sahibi sordu: " Ço cuğunuz var mı?" Arkadaş


safça k arşılık verdi: "Yok a ma , · bir kaç ay içinde
doğacak." Arka d a ş ın .genç eşi de yan ında idi. Ev sa­
hibi onu göstererek " Z aten söylemesen iz de belli, ço­
cuk do ğu nc a çıka rırım, isterseniz şimdi oturun." de­
di. Ç'o cuk do ğunc a yeniden ev aramak zorunda kal­
mamak i çi n, oraya girmedi ark adaş . Bereket ver sin
bir b aş ka sı "Bizim duvarlar ses geçirmez " , di yerek,
çocuk gürültüsüne aldırmıyacağını söyledi de oraya
ye rleşti ler.
UYGARLIK DEDİKLERİ

Medeniyet, medeniyet der duı·uruz. Ne ola bunun


aslı astarı acaba? Adı var kendi yok cinEtinden uzun
kanadlı bir Zümrütü Anlm kuşu mu bu? Yoksa, ana
dilimizi rahatça konuşma yerine anlaşılmaz lafları
dilimize dolayarak karşımızdakileri şaşırtma oyunu
mu? Boynumuza medeniyet yuları geçirmekten iba­
ret mi yoksa? Kadınlarm zayıflama modası, erkek­
lerin dar paçalı yerine bol paçalı pantolon giymeleri­
ni de sokacak mıyız içine? Kimine göre sakallı gez­
mek, kimine göre her gün sinek kaydı traş olmak
medeni olmaya yetiyor.
Olmıyacak şeyler geliyor insanın aklına. Kafa­
larımızda kupkuru bir laf, medeniyet, medeniyet!
Onu kafamızdan çıkarıp da günlük hayatımızda ara­
maya kalkarsak, elimizde kalacak olan ne?
Ben, kafamdaki o kuru medeniyet kavramını at­
tım. Çevreme, çevremdeki insanların günlük yaşayı­
şma bakarak, bu insanların yaşamalarını kolaylaştı­
ran öte-beriyi inceleyerek hir sonuç çıkarmak iste­
dim. O zaman "Ben maksada bakarım" dediği gibi
ben de sonuca bakıyorum. Zehir zemberek bir hayat
yaşıyan insanların aksine, buradakilerin yaşayışı
adam akıllı kolaya binmiş. Birçok Avrupa memle­
ketlerinde olduğu gibi İngilizler de kolayını bulmuş­
lar. Dediğim gibi makineleşrnek ve makineleşmenin
sonucu olarak yapılan araçlar, gereçler yaşamayı
zevk haline getirmiş. "Bu dünyada rahat etmek ga­
vurların 'hakkı," der de gözümüzü cennete çeviririz
ya, bakmayın, onların bulduğu kolaylıkları hayatı·
mıza katsak da Cennet faslı nasıl alacaksa öyle olsa.
28 ÖTELERİN HAVASI

Şimdi geçelim medeniyetin kendisine:


Medeniyet deyince, koca koca lafları atmalı ön­
ce. Çünkü medeniyet yalanı dalanı atmakla, pireyi
deve ya da deveyi pire yapmaksızın herşeyi olduğu
gibi görüp göstermekle başlıyor. Gösterişi de heybe­
nin arka gözüne bırakacaksın. Olduğun gibi görüne­
ceksin, durumun neyse öyle olacaksın. İşte Avrupa­
da göze çarpan ilk davranış bu. Böyle bir temelden
başlayınca da yapılan yapı işe yarıyor. Söz yerine
her tarafta hava gazını, elektriği sokarak insanı
kurtarınayı gaye edinmişler ve bunu başarmışlar.
Ufacık bir parayı deliğine attın da düğmesini açtın
mı, havagazı ocağı evi ısıtır. Ne külü ne pisliği var.
Kömür yakanlar da var ya, ben çoğunluğun havaga­
zı yaktığını gördüm. Böylece İngilizler israfın da ö­
nünü almışlar bir bakıma. Üstelik İstiyen istediği ka­
dar kömür alıp kullanabilir. Buracıkta tezekten, o­
dundan söz etmeği yersiz buluyorum. İki gün önce bi­
zim ev sahibi bahçedeki ağaçları budadı. Bir de bak­
tım bahçeden bir duman yükseldi. Pencereden bakın­
ca ne göreyim, adamcağız o bir dünya odunu yığmış,
üstüne de dökmüş gazı, çatır çatır yakıyor. İçerden
bir o kadar da tahta taşıyıp yaktı. Onun gözünde,
bunların hiç değeri yoktu. Yakıp, kalabalığından
kurtulmak istiyordu. Ama ben neler düşünüyordum
o koca koca dalların, tahtaların yanışını seyreder­
ken...
İngilterenin, özellikle Londranın kışı bu yıl hay­
li soğuk geçti, ama Mart kimseyi kapıdan baktırma­
dı. Yaba, kürek yaktırmasına da imkan yok. Odun
tezek derdi yok. İnsanlar ele geçirmiş tabiatın yula­
rını. Tabiat onları lmrkutmuyor, onlar tabiata hük­
mediyorlar.
Öyle bir şehir kurmuşlar ki, dünyanın yağmuru
yağar, bir damla su birikintisi, bir çimdik çamur gö­
remezsi n. Çünkü yağmur sularını alıp götüren kana-
ÖTELERİN HAVASI 29
lizasyon da iyi düzenlenmiştir. Şehrin altında elek­
trikli trenler çalışıyor. Bu yer a ltı trenleri dünyanın
sekiz harikasına eklenecek değerdedir. Bir yerden
bir yere üç beş d a ki ka da çarçabuk gidilebilir, bu
trenlerle. Daha bunu n altında yer-altı posta treni
var ki o da bir ayrı hi k aye. Bu y ö n den büyük şehir
küçücük oluyor. Bilet le ri bile makinenin düğme sine
basarak veriyorlar. Ya da sen parayı atıyorsun bile­
tin i makine v e ri yo r , parayı makine bo zuyo r. Yeral­
tına yirmi-otuz metre iniyarsu n trene binrnek için.
Bu iniş l e rde ya kırk elli k iş i yi hemen indirip çıkaran
otomatik aEansörlere ya da otomatik merdivenlere
biniyorsun. Merdiven boyuna dönüyor. Basamağa
basmaula yukarı çıkman, dip aşa ğıya inmen bir olu­
yor.
Sokaklara k oy ul an otomatik maRineler var. Süt,
sigara gibi şeyleri otomatik olarak satıyorlar. Değe­
ri olan p a r ayı attın mı makine istediğinden veriyor.
Dün y ada olanı biteni evin köşesine getiren tele­
vizyonu bir başka yazı da anlatacağım: Hazır, p ra tik
ve ucuz giyecekl erin de insanları bir sürü sıkıntıdan
nasıl kurtardığına değinmek isterim... Çamaşır ma·
k in el er i sayesinde kadınların en büyük yükten nasıl
kurtarıldıklarını be l irtm iş tim Beş dakikada yemek
.

m e sel e si n in üstesinden gelen hava gaz ı o caklar ı , o


çabuklukta bul a şı kl a rı temizleyen bulaşık makinele­
ri, yağı k i ri bir anda yok e den yıkamada kullanılan
m e y iller ve b u laşı k tozları da k adı nı mutfaktan kur·
tar ı yo r Bu basit _şeyler ban a çok önemli geliyor.
.

Bunl a r a yalnız kutu açılarak ısıtılma m kalan hazır


,

yemekleri de ekleyerek, kadının mutfak hamalı ol­


maktan çıkarıl mı ş ol duğu nu a çı kla y abil iriz . . Gelin, şu
elektrikli süpürgeyi de u n u tm ay al ı m. Çünkü ko lay
tarafından evi ev eden medeniyet araçlarından biri
de o.
GUnlük hayatın, do l ayı siyl e yaşamanın kolay·
30 ÖTELERİN HAVASI

!aşması, bence medeniyetin kendisidir. Omuz zoru


ile değil , parmak ucuyla düğmelere basarak yaşanan
bir çeşit otomatik hayat karşımıza çıkıyor. Bunun
bir adına da huzura kavuşma diyemez miyiz ? Hu­
zur da !afla gelecek değil a ! Üstelik bir iki şehrin bel.
li semtlerinde değil, aşağı yukarı memleketin her ye ­
rinde bu kolaylıklar. . . Böyle olunca da kadınlar, kız­
lar başka işlerde çalışahilme imkanına kavuşuyorlar.
Onların çalışmalan da zaten gelişmeyi sağlamakta
önemli bir rol oynuyor. Hem bu çalışmalar az ente­
resan değil. .
TELEViZYON

Londraya gelirken, yolumun üstünde bulunan .


Fransanın başşehri Pariste üç gün kalmıştım. Orada
kaldığım üç günün bir akşamında, bir eve ınİsafirli­
ğe gittim. Televizyon denen sihirli kutuyu ilk o evd e
gördüm. O gün dünyada, Fransada, içinde bulundu­
ğumuz Pariste n eler olmuşsa, gözümüzün önüne ge­
tirdiler televizyonda. Bir yerde �ğrencilerin bağır­
tısını deyneklerle polislerin nasıı durdurduğun u ver­
diler önce. Bakanların toplantısını gördük. Yeraltı
kenlerinde çalışanlar, ücretlerinin artması için grev
yapıp işlerınİ ter·ketmişlerdi, onlardan birkaçıyl a
karşı karşıya konuştular. Her şey gözümüzün önün­
de olup bitiyordu. Şarkı söyliyeni, haber anlatanı,
dans edeni, güleni, ağlayanı yanımızdaymışlar gibi
görüyorduk.
Londraya gelince de eşin-dostun evinde seyret­
meye başladım. Nerede bir şey olmuşsa, onu sadece
sözle anlatmıyorlar, filmiyle de gösteriyorlardı. Kra­
liçenin kızkardeşi mi doğurdu , bebeği kucağında onu
görüyorduk. Postacılar, trenciler grev mi yaptı, bu
meselenin nasıl başladığından başka nasıl karşılan­
dığını da 'her türlü vatandaşla sokakta konuşarak,
size capcanlı aktarıyorlardı. Önemli bir mesele hak­
kında radyonun konuşucusuyla karşılıklı konuşan
yetkili birisi, gözünüzün içine baka baka anlatıyor­
du anlatacaklarını. . Olanla r gözümüzün önünde olu­
yordu sanki. E'vet, insanlık olanı biteni resmiyle, fil­
miyle olduğu gibi evinde seyretme imkanına çoktan
kavuştu. Onbeş yılı geçiyor televizyon yayılmaya
·

başlayalı.
İlk zamanlar ancak varlıklı kimselerin eğ'lenc e
aracı durumundayken, şimdi özellikle Avrupada, ço­
ğunluk bu araçtan yararlanabiliyor. Londrada , tele-
30

32 ÖTELERİN HAVASI

vizyon makinasını alamayanlar, az bir ücretle kiralı­


yorlar. Bozulunca da veren mağaza bedavaya onarı­
yor. Kiralaması satın alınmasından daha iyi. Bu ko­
laylıktan olacak, ailelerden başka bir işçi kızın, bir
fakir öğrencinin bile odasında televizyon görmek
mümkün. Büyükçe bir radyoya benziyen bu ayaklı
makinanın karşısına geçip, çoluk çocuk, saatlerce
seyrediyorsunuz. Bu istasyonun programını beğen­
mezseniz düğmeyi ötekine çeviriyorsunuz. Çünkü ge­
nellikle iki istasyon var. Merkez olarak. Eğlendiren,
öğreten, düşündüren çeşitli programlar: .. Büyük kü­
çük herkes aradığını buluyor. Gençlerin programı,
çocuklann programı, ana-babaların programı . .. Ka­
la kala, programların daha yararlı hale getirilmele­
ri kalıyor ki, o da hayli mesele. Kimisi daha eğlence­
li, kimisi daha öğretici program istiyor çünkü. Her­
halde işin bu yanı da gide gide durulacaktır .. .
Gitgide yayılan ve nerdeyse bir eğitim-öğretim
aracı haline gelen televizyonun, dünyadaki durumu
hakkında da biraz bilgi vermek yerinde olacak .
Bir çok milletler, televizyonu, okullarda , h alka
temel bilgileri öğretmek için halk eğitiminde kullan­
manı n yollarını arıyorlar. Afrika memleketlerinden
bir kısmı çoktan televizyona kavuştu. Bir kısmı şim­
dilerde tunu memlekete sokmak için çaba gösteri­
yorlar. Mcnıleketlerine b unu n çok yararlı olacağına
inanıyo:·Iar çünl�ü. Cezayirden Mısıra kadar, bildiği­
miz bazı memleketler de bu işi çoktan hallettiler. . .
Televizyon istasyonları o n yıl önce yalnız beş
memlekette kurulmuşken, bugün aşağı yukarı altmış
memlekette yayılmış bulunmaktadır. Boyuna da ya­
yılıyor. Buna karşılık, on yıl önce dü n yada dört mil­
yon olan televizyon alıcısı sayısı da bugün seksenbeş
milyona yükselmiştir. İnsanlık, daha kısa yoldan ay­
dınlanma yolunda. Sözgeli mi , 1959 da . televizyona
kavuşan ve bir Afrika memleketi olan Nijeryada al-
ÖTELERİN H AV A S I 33
tı bin televizyon olduğunu öğrendim. B u sayı o ka­
dar çok olmamakla birlikte, bu televizyonlardan bin
tanesini okullara ve hastanelere yerleştirmişler ki,
o zaman işin önemi artıyor. Hatta söylediklerine gö­
re, bu memleketlerden bazılarında, meydanlığa tele­
vizyonu oturtuyorlar, 'halk da yığın halinde seyredi­
yormuş. Nitekim Mısırda da televizyonu halk eğiti­
minde kullanmaya çalışıyorlar. Londraya gelince,
akşamdan sonra mağazaları kapatırken , vitrinlerde­
ki televizyonların düğmelerini a çıyorlar, hem reklam
işi yerini buluyor, hem de gelen geçen seyrediyor . .
Milletierin ekonomik meseleleri yanında, yani,
ekmek derdine eş olarak, bir de kafalarının aydın­
lanması, doyması işi var. Bu bakımdan, televizyon i şi­
ni ben , kel ba.şa şimşir tarak olarak kabul etmiyo­
rum. Ancak, bir memleketin televizyon istaşyonu
kurması epiyce para istese de, paranın yanında hal­
ka göre programlar hazırlayıp bunu gerekebildiği ka­
dar yararlı halde yürütmek şarttır. Bunun için ekip­
ler yetiştirilmesi de var. Ama bunlardan daha önce,
televizyonu getirmeye kalkışacak memlekette elek­
trik meselesinin de stkı tutulması gerekmektedir.
Hangi şeyin başı elektrik değil k i zaten ? Ne desek
bir yanı elektrik gücüne dayanıyor. Sonra da, olan­
ları televizyon için filme almaya, film merkezleri
kuruLması gelir. Hepsi de !biribirine bağlı işler bun­
ların. Birini' ötekine ulamak zorundasınız. İşte bu
yüzden, geri kalmış ülkelerde, okullara televizyon
yerleştirerek eğitim programlarını yurdun dört buca­
ğına ulaştırma konusu üstünde çalışılırken , bir yan­
dan da elektrikleşrnek için uğraşılmaktadır.
Belki bir gün bizde de bu hareketler başlar. Ek­
mek derdi var aşktan önce, derler. Ama, aşk olma­
yınca meşk olduğu nerde görülmüş ? . . Aydınlanma,
ışığa kavuşma tek taraflı olmuyor. Sade ekmekle ya­
şanmaz sözü de epiyce eskidir ...
F. 3
ALT YANI BİR GARSON KY.l

Bu dünyada rahat etmenin "Gavurların" hakkı


olduğunu söyler, öte dünyadaki rahat hayatın da bi­
zi beklediğine inanırız. Bu inanışımız üzerinde dur­
maksızın, Avrupalının hayatını kolaylaştıran sebep­
lerden birini açıklamak istiyorum. Konum, çalışma
durumu , özellikle kızların, kadınların çalısması ola­
·c ak. Aslında, İngilizler, yarattıkları ort am içinde
gösterişsiz ve sistemli olarak çalışıyorlar. Bu sis­
temli çalışmanın doğmasında ve insanların hayatını
örgülemesinde, Avrupalının boş inanışlardan yakasıı­
nı kurtararak olumlu anlayışa çoktan ulaşmış olma­
sının da etkisi büyüktür. Zaten, insan elinin uzama­
sından başka bir şey olmayan bir takım aletlerin ya­
pılması, buluşların çoğalması da bu anlayışın eseri
değil mi ? A nlayış çalışmaya, çalışma bulmaya dö­
nük.
İngilizler, çalışmasını ve yaşamasını biliyorlar.
Alın terinden başka güvendikleri bir kapı yok. El­
bette bu memlekette de çok zengin olanlar , zengin
olmayanlar var. Ama iş-yerleri, herkese yetecek şe­
kilde geniş. Böylelikle herkesin, temiz tarafından ha­
yatını kazanması, bir yandan da sosyal dengeye ve
ilerlemeye hizmet etmesi kendiliğinden meydana gel- '
miş oluyor . . . Bu kısa girişten sonra, genel çalışma
düzeni ve havası içinde, kızların, kadınların çalışma­
larını, ve küçük yaştan hayatlarını nasıl kazanmaya
başladıklarını anlatmaya çalışa ca ğım : _

Avrupa havasını, bizim hududu geçer geçmez


çalışan kadınları · görerek kokladım. Trenleri temiz-
ÖTELERİN HA VAS! 35
leyen, kahveleri,lokantaları, ya da otelleri idare eden­
lerin çoğunluğu, tertemiz giyinmiş, taranmış kadın­
lardı. Sadece garsonluk edenler değil, oraları idare
edenler de kadınlardı . Fransa'dan sonra İngiltere'de
de kadınların çalışmasını gördükten sonra, yıllardan
beri duya duya içimde tartulanmış olan "Kadın bir
çiçektir, evde erkeğini beklemelidir, çalışırsa solar,"
sözünü düşündüm. Bu sözün ve altında duran yüzyıl­
larca öneeye ait anlayışln üstüne bir sünger çekme
zamanının çoktan gelip geçtiğini bir kere diaha an­
ladım. Söylenenler ne olursa olsun, esasen bizim köy­
lerde de kızlar kadınlar erkeklerle omuz omuza ça­
lışmıyorlar- mı ? Demek çalışma anlayışı haklınından
bizim köylülerle Avrupa insanının bir ayrımı yok.
Yalnız, arada bazı imkansızlıklar ve dağlar var, o
kadar . . .
Kızların e n ç o k çalıştığı yerler, lokanta v e kah­
velerden sonra otobüs biletçiliği, tren istasyonların­
da kontrollük ve biletçilik, yazıhanelerde sekreterlik,
mağazalarda eıatıcıhk , hastabakıcılık . . . özellikle has­
tabakıcılık, İngilizlerin övünebilecekleri bir durum.
Nerdeyse onlara has bir iş bu . .. Devlet dairelerinde
memurluk edenler de var. Ama m emurluk edenler
daha az. Arada şunu söylemeliyim ki, İngilizlerde n­
le memur olmak için okumak, yeti ş rn ek anlayışı yok.
Bu anlayı şın bulunmayışıdır ki, nered'e ve hangi işte
olursa olsun çalışmayı kutsal kılıyor onlara. Şu ya
da bu işte çalışan insana başka gözle bakılmıyor.
"Hadi canım, alt tarafı bir garson kız" veya "Ne
olacak, olsa olsa bir otobüs biletçisi olabildi" şeklinde,
ya da "Altucu falanca mağazanın asansörcüsü" şek­
linde sözler işitmeniz imka�sızdır. Aksine çalışan se ­
viliyor. Kahvede garsonluk eden bir kızla bir doktor
nlşanlanabiliyor. Bunu gördüm. Kraliçelerinin kız­
kardeşi de bir fotoğrafçı: ile evli. Zaten öteki işlerin
kazancı memurluktan çok. İngilterede memur da az
36 ÖTELERİN HAV ASI

üstelik. Bir yumurtayı iki kişiye taşıtıp onu da kır­


dırmak istememişler. Gittiğiniz d'a irelerde, bankalar­
da , işten göz açamayan bir kaç memurla karşıtaşa­
bilirsiniz ancak. Bu ten'lıalık bazan hayrete düşürür
sizi.
Evet, çalışmayı kutsal bilmek, şu işi ötek i işten
ayrı görmemek ve yaşamanın , hele iyi yaşamanın
ancak çalışına kla mümkün olabileceği inanışı İngi­
li zlerin benliğine sinmiş. Bundan dolayıdır ki, saba­
hın alacakaranlığında kuşlardan önce uyanıp işine
koşan ve akşamüstüleri yorgun argın işten dönen
küme küme kızların arasında, tam anlamıyla zengin
kızları da dolu durmaktadır. Babanın zenginliği ev­
ladın kendi hayatını kendi kendine kazanarak yaşa­
maktan zevk alacak şekilde yetişiyor. Bir ilgilinin
bana söylediğine göre, yalnız Londrada bir milyon·
dan fazla bu şekilde İngiliz işçi kız varmış. Başka
memleketlerd en gelip çalışanların sayısı · da beş bin
kadarmış . . . Yabandan gel enler daha çok ev hi zm etçi­
liğini, çocuk bakımı işini seçiyorlar. Ama adları hiz­
metçi, aldığı para iyi ve dansını eğlencesini ihmal et­
miyor. Altında arabası olan sevgilisi var çoğunun.
Bunlardan birikisini tanıdım. Öyle yaşamak dostlar .
başına doğrusu. Milyoner denecek kadar zengin biri­
siylE} tanıştım. Kızı bir mağa�ada satış memurluğu
yapıyordu. Bizde tezgahtarlık dediğimiz iş. Baba o
kadar memnundu ki kızının çalışıp hayatını kazan­
masından. Hayatını kazanma lafını boşuna etmiyo­
rum : Bu kızlardan çoğu , işe yerleşince aile ocağın­
dan da ayrılıp bencileyin kiralık odalarda oturuyor­
lar. En az kazanan'In bizim parayla bin liranın üsıtün­
de aylık kazancı olduğunu daha önce söylemiştim.
Nitekim; tanıdığım zenginin kızı da aileden ayrılmış,
çalışıp, kazanıp yaşıyordu. Babasının zenginliğinden
faydalanarak yan gelip yatmak aklından bile ge ç mi­
yordu. Koskoca bir zengin kızının tezgahtarlık yap-
ÖTELERİN HAV ASI 37
masının ya da bir zenginin kızına tezgahtarlık yaptır�
masını kınamak diye bir şey de kimsenin aklından
geçmiyor. İşin bütün sırrı da burada sanırım. Bun­
l arın yanında, ailesinin yanında kalarak çalışan kız­
lar d a, saçlarını başlarını kendi kazançlanyla yap­
tırıp üst-başlarını kendi kazançlarıyla düzüyorlar.
Sanki bir kiracı gibi aileye de belli bir para ödüyor­
lar haftada. Bir uçtan da evienirken masraflarını
karşılamak üzere para biriktiriyorlar.
Bu kızları, iş yerlerinde önlükle harıl harıl ça­
lışırken görürsünüz, bir başkadırlar. İşi bitince önlü­
ğü çıkarıp kapıdan çıkınca, gene başkadırlar. Giyim
kuşam takıp takıştırma yerinde. Dansı, eğlencesi,
odasında televizyonu onu bekliyor. Oturduğum bina­
da bunlardan dört tane var. İkisinin aileleri Londra­
ya uzak şehirlerde. İkisinin ailesi Londra'da. Hafta
sonlarında akıllarına eserse ana babalarını yoklama­
ya giderler. Geri kalan zamanda, eğer bir yere eğlen­
meye gitmemişlerse, kız, erkek arkadaşlarıyla sık
sık toplanarak geçerler televizyonun başına, 1ıa ba­
bam neş'elenirler el çırparlar. Çalışan kadınlardan
çocuklu olanların, işe giderken çocuklarını bırakıp
dönüşte aldıkları ana okulu diyebileceğimiz kreşler
var. Bu da büyük bir kolaylık sağlıyor çalışan kadın­
lara.
öZGÜRLÜK

Bu yazımı kendilerini gereksiz bağnazlıklara


garketmeden, İngilizlerin günlük yaşayışiarını na­
sıl değ·erlendirdiklerini, tatlandırdıklarını ve ya.rat­
tıkları serbes�lik ortamını belirtmeye ayırdım. öte­
ki deyimle, bazı toplumların uğrunda çırpınıp durdu­
ğu ve adına hürriyet denen nesneyi, günlük hayata
nasıl indirdiklerini , önce teker teker fertlerin, sonra
da millet bilincinin vardığı hürriyet anlayışı sayesin­
de herkesin düşünmede ve düşüncesini söylemekte,
istediği gibi hareket etmekt·e nasıl serbest hale geldi­
ğinin örneklerini vermek istiyorum : İngilterenin ik­
limi aslında ılık deniz iklimidir. Güneşli açık havada
az rastlanan bir nimet. Buna rağmen, yaratılmış o­
lan manevi havanın kendine has sıcaklığını Londra­
da her an duymak mümkün. Yağmur sürekli yağar,
ara verdiği çok azdır, doğru. Ama caddelerin o sula­
rı bir sünger gibi yuttuğu da doğru. Derde derman
için çamur arasanız bulamazsınız bu yüzden. Çamur
olmayınca da kimsenin kimseye çamur sıçratmasına
imkan yok . . .
Herkes o kadar kendi işinde v e kendi halindedir
ki, başkalarının davranışlarlnı gereksiz yere tenkit
etme, ondan anlamlar çıkarma alışkanlığı hiç dikiş
tutturmadan silinip gitmiş. Bunun aksine, her fikre
hürmet baş tacı edilmiş . Ahlak ve namuSı anlayışı
da durulmuş, öte dünya korkusuyla olur olmaz kılık­
Iara sokulmamlş. İnsanlığın kurtarıcısı olan medeni
araçların ve imkanların gelişmesi İngilizleri hiç de
şımartmamış , onların a'hlak ve namus anlayışlarını
yıpratmamış. İçinde bulunduğum on milyon nüfus-
ÖTELERİN HAV A S I 39
lu Londrada yaşıyanların kavuştuğ·u sessiz, d üzen l i
hayat,- yeni i m k a n la rl a o kökiii anl ayışın birleşme­
sinden doğuyor. Bundan i yi si de can sağlığı.
Her şeyde olduğu gibi, d em i n d e nb e r i anlattığım
senuçların da e lb e tt e sırrı yok sebepleri var. O hal­
de gelelim örneklere :
Önce şunu tekrar edeyim ki, İngiltere krallıkla
idare edilen bir memleket . Yani, "Cumhuriyet" değil
id a renin adı. Bunu, beni cok düşündüre n bir sözü ha­
tırladığım için tekrar e ttim. Geçenlerde Londra ü­
niversitesine gittim. İyi Türkçe bilen Türk dostu de­
ğerli profesör Bernard Lewis'in çağırısıyla gitmiş­
tim . Bana Enstitüsünün kitaplığını falan gezdirdi.
Sonra da oturup konuştuk. 'Bir ara, avluda v e mer­
divenlerde gördüğüm sakalli, giyimleri gelişigüzel
öğrencileri , yerli kılıklarıyla dolaşan Hint'ten, Çin'­
den gelmiş kız öğrencileri hatırlıyarak, bunlar için
ne düşündüğünü sordum. Çünkü, biliyorum ki İngi­
lizler giyime de gösterişsiz tarafından önem ver·en bir
millet. Terbiyelerinin temelinde va r bu. Nitekim ufa­
cık bir çocuk, kırk yaşındaki babası kadar munta­
zam giyinir.
Profesör Lewis'in verdiği karşılık şu oldu :
"Biliyorsun, İngilterede Cumhuriyet yok, ama
hürriyet var."
O kadar güzel özetlemişti ki meseleyi, içinde bu­
lunduğum toplumun yaşayışma bir kat daha alıcı
gözle bakmak heyecanını duydum. Gözlemlerim de
kafamda toplandı. Cumhuriyeti olmayan İngiltere­
nin Anayasasının da olmadığını düşündüm. Her iki­
si d e k ağıtlarda değil kafalardaydı. Hürriyetin de
başlangıcı hoş görme galiba. Muntazam giyinenler
kadar bulduğunu takıştıranlar da var. Ama kimse
kimseye giyinişinden dolayı dud'ak bükmüyor ve kar­
şısındakini kıhğıyla ölçmüyor. Hürriyetin oldu ğu
yerde, fert olarak önce insan kıymetli.
40 ÖTELERİN HAVASI

Tren istasyonlarında, otobii.s duraklarında ra­


hatça kucaklaşıp öpii.şen sevgiiiierin yaptığı değil,
asıl onları r ahatsız e tm e k ahlaka aykır ı görülii.r. O
kalabalıkta kim se kimsenin yaptığıyla ilgilenmez.
Sevişmek de suç değil B a tı d a . Kimsede gereksiz avu­
'

kat olmak havesi yok öyle zamanlarda. Kızların, deli­


kanlıların çoğunluğu siga ra içer. Ana ibabanın yanın ­
da da dumanlarlar, gii.lerler, eğlenirler . Bunların da
ahiakla bir ilişkisi olmadığını biliyor adamlar.
'isteyen istediğini yapar, istediğini söyler. İyi­
ce daralırsa Haydi Park'a gidip orada toplananlara
bUtun diişii.ndüklerini çekinmeden anlatabilir. İçinde
isteyen istediğini söylediğinden dolayı bu Hyde park
dünyaca bilinir. İki kere de ben gittim, içi dolu olan­
ların 'hararetli konuşmalarını dinledim. Doğu Afri­
kadan buraya okumağa gelen öğren cilerden birkaçı
sırayla çıkıp İngilizlerin hoşlanmadıkları taraflarını
bağıra bağıra sayıp dökii.yorlardı. Toplanmış olan­
lardan bazıları düşüncelerinin doğru olmadığını söy­
lediler konuşanlara. Öyleydi, böyleydi derken ser­
best bir tartışma başladı. Boştan yere haklı çıkmak
için karşı tarafı kötülemiyorlar. Kötü damgalar vur­
mağa yeltenmiyorlardı biribirine . İki taraf da hakkı
bulmağa çalışıyordu. Başka bir köşede kendi biiku­
metinin tutumunu tenkid eden bir yaşlı İngilizi, öte ­
ki köşede Amerika Cumhurbaşkanını tenkid etmeğe
kalkan birisini dinledim. Ellerindeki kartonlara da
alaylı sözler yazmışlar, resimler yapmışl ardı. Kadın
erkek, yerli yabancı yüzlerce insan can kulağı ile
dinliyordu çekilen nutukları. Birçokları manzarayı
kaçırmadan fotoğraf çekiyordu. Oracıkta dolaşan iki
polisi hiç ilgilendirmiyordu ileri sii.rülen fikirlerin
şöyle ya da böyle oluşu. Ancak bir dövüş falan Çıkar­
sa ona karısabilirlerdi . Londranın başlıca meydan­
larından biri olan Trafalgar meydanında Pazarları
ÖTELERİN HAVAS! 41
her türlü toplantıyı, orada da herşeyin açık söylendi­
ğini kaç kere gördüm.
Kurulması yasaklanmış hiç bir parti de yok İn­
gilterede. Biraz daha yakma geleyim . Londra radyo­
sunun Şube müdürü geçenlerde bir konuşmamda ile­
ri sürdiiğüm fikirleri kendi düşüncesine aykırl buldu,
sonra da şunu söyledi : "Fikir senindir, mademki öy­
le düşünüyorsun, düşlindüğün gibi konuş. Konuşma­
larına karışmam. Yalnız ben senin gibi düşünmüyo­
rum. " Kendisininkine uymayan diişünceyi olağan
karşılama burada o kadar tabii ki . . . Sonra düşündüm
ne ola acaba bu havanın , bu anlayışın meydana gele­
bilmesinin sebepleri ? İlkin terbiye şekli geldi aklıma.
Terbiye ama nasıl terbiye : Ailede ve okulda çocuklar
alabildiğine serbest yetişiyor. Ama bu serbestlik cid­
diyetİn hakim olduğu, muhakemeye ve şahsiyetin
gelişmesine yöneltilmiş bir serbestlik . Bunda iş ter­
biyesinin de rolü var tabii. Bu da lilfla olmuyor. Fik-
. ri geliştirici, besleyici her türlü kitap yazılıyor, baş­
\ ka dillerden çevriliyor. Fikrin sansürü yok. Çocuk­
lar b aşkalarının uygun gördüğünü okuyarak yeti şi­
ycrlar. Çocuk küçümsenmiyor, önemseniyor. .
BEBELERİN OKULU

İngiliz eğitim kurumlarının kuruluş ve işleyişini


yakından tanıdıkça, bunların, biribirini tamamlıya­
cak şekilde düzenlenmis olduklarını ve biribirinin bö­
lünmez parçaları olar ak düşünülü p kurulduklarını,
daha iyi anlıyor insan.
Şimdi, dört yaşındaki çocukları alan , 'hem aile
fertlerinin çalıŞmalarına kolaylık sağlıyan, hem de
onları küçücükken, yaşken nereye çeksen oraya eği­
len ağa_ç dalları gibi, hep iyiye ve doğruya göre ayar­
lanmış bir yerde bütün gün terbiye eden okullardan
EJÖz açmak istiyorum. Bu okulların durumunu daha
açık belirlebilmek düşüncesiyle de, Brentfield okulu­
nu örnek alacağım . Bu örnek aldığım okul, aynı tip
okulların bir seçmesi değildir. Hatta kıyaslamak ge­
rekirse, ortalama bir okul olduğu anlaşılıyor. Zaten
şehrin merkezinden de hayli uzakta, trenle yarım sa­
atte gidilen Taş Köprü Parkında.
Trenden inip birazcık yürüdükten sonra , okulu
buldum. Bulunca da gene içim 'aydınlandı. Doğrusu,
okul derneğe değer bir yer. Çocuklara verilmek iste­
nen iyi terbiye, bu aydınlık ve temiz yerlerde verilin­
ce bir anlam kazanır herhalde. Düşünün, ölçüsünü
tahmi n edemiyeceğim kadar geniş bir arsa ayırmış­
lar. Bir yanına, sıradan derslikleri yapmışlar. Bu
derslik lafını d'ers verilen oda anlamına kullanıyorum
ama, aslında bu okulda bildiğimiz ıjekild e ders yapıl­
mıyor . Küçükleri nasıl yetiştirdiklerini piraz so:nra
anlataca ğım.
·
ÖTELERİN H AV A S I 43
Evet bir· yanına derslikleri sıralamışlar. Bir ya­
nında yemek �:alonu. Oyun yeri ise her taraf. Yem­
yeşil, dümdüz çayır, salıncaklar filan, tam çocuk bah­
çesi. Çocukluklarını tam yaşıyor yavrular. Anne ba­
bala'rının da kaygı çekmelerine hacet yok . S a bahtan
akşama kadar güvenilir öğretmenierin elinde onlar.
Öğle yemeğini de onların bakımı altında rahat rahat
yiy o rlar. O dört b e ş yaşlarındaki yumurcakların, ta­
haklarını götürüp bir yemek alışları vardı dağıtılan
y e r de n , tertipli, düzenli ve neşeli. Kendilerine göre
ufacık masalar, ufacık s a nd a lyalar . . . Rahatça otura­
biliyorlardı. Ömrünün sonuna kadar yaklasm:ış bir
ingilizin eriştiği görgü ve terbiye ne ys e, ufacıkken,
aynı şeyi bunlar da öğreniyorlardı. Hem, kulaklarına
küpe olsun diye söyl e nenleri di nle yer ek değil, yapa
yapa, unutulmayacak şekilde öğreniyorlardı . . .
Her okulda olduğu gibi yapılar gene tek katlı,
l: ol ış ı klıydı. Şöyle iki yanına bakınca insan, büyük
şehrln koca koca yap ıl a rını görmüyor. Fera'hlıyo r ve
"İşte çocuk böyle yerde eğitilir, öğretilir ve yetişti­
rilir " diyor, kendi kendine.
4 ve 8 yaş arasındaki çocukları toplayan bu okul
da, masrafları devletçe karşılanan bir okul. Küçük­
lerin aileleri hiç para ödemiyorlar . O yüzden de oku­
lu daha çok beğendim. Çünkü 8 yaşına gelmiş bir ço­
cuğu ilk o kula yollamak mümkün, o gidince ana ba­
ba da işl erine gidebilirler. Ama 4-5 yaşındaysa ço­
cuk, okul çağına g elmemiştir ve başlna bir adam is­
ter. Bizde birkaç şehirde de buna benzer okullar var,
ama en zenginlerin ödeyebileceği para karşılığında
alır çocukları. Üstelik okul dedikleri yer de şehrin en
gürültülü yeri ne sıkıştırılmış , bahçesiz, yeşillik siz
kat kat üstüne bir yapıdan i bar ettir.
Gelelim okulda çocukların nasıl gün geçiriliğine :
Okulda üç sınıf var. Bölüm d e diy ebiliri z buna. Biri-
44 ÖTELERİN HA VASI

si 4 ve 5 yaşındaki çocukların bu lu nduğu bölüm , ü­


çüncÜE:Ü de 6 ve 7 yaşında bul u nanların bölümü.
Baş öğr e � menl e birlikte �ört öğretmen var. Hep­
si d e bayan. Ingilterede de ilkokulun altlndaki bu
okullarda ve normal ilkokullarda genel olarak öğret­
menler bayan.
Çocuklar sabah saat 9 da geliY�orlar. 12 ye kadar
oynayıp eğleniyorlar. Öğleyin bir buçuk saat yemek
paydosu var. Bu zaman içinde yemeği yiyip dinleni­
yorlar. öğleden sonra da, ik i saat, öğretmen başla­
rında olduğu halde ders yapıp saat üç buçukta dağı­
lıyorlar.
Ders yapıyorlar dedim ya, onların çalışmaları­
na uymuyor bu· söylediğim. Ders konusu, ders saati
diye birşey arama. Olsa da yürümez zaten. 4 ve 5 ya­
şındakilere boyuna oyun gösterip, onlara neşe içinde
gün geçirtiyor öğretmenler. Çocuklar kendi evlerin­
de gibi rahattılar oynarken . Oyuncakların her çeşidi,
istemediğin kadar. Öğretmen nasıl yapacaklarını
gösteriyor, onlar da ata tu ta oynuyorlardı : O, dün­
yad a eşi olmayan saf gülüşleriyle . . . . 5 yaşın üstün­
dekilere d e oyun sırasında onları sıkmadan, nerede
ise gizlice okuma- yazma öğretiyorlardı azar azar.
Tatlı resimlerle basılmış güzel kitaplar doldurmuş
köşeyi bucağı. Çocuklar , parçaları birleştirerek ev,
hayvan gibi şeyler yapıyorlardı, ilk bölümde. İkinci
bölüm de bugün, kağıtları kesip dosyalara yapıştıra ­
rah: resimler meydana getiriyorlardı.
Zengin fakir çocuğu diye bir ayrım yok. Öyle bir
tohum ekilmemis burada insanlara ; insanlar da ço­
cuklarına ekmerri. işler. İnsan insandır, o kadar. Fır­
çayı alan resim yapıyor, koca koca kartonları doldu­
ruyor. Tüplerle , kutulada boya sebil oluyor çocukla­
rın elinde, vıcık vlcık. Altından girip üstünden çıkı­
yorlar onların. Okulun · havasında : "Ne kadar çok
ÖTELERİN HAVASI 45
kırar, döker ve kullanılırsa, o kadar iyi yetişirler,
herşey ç ocuklar i ç in, helal olsun ! " diyen bir ses var
sanki, boyuna kulağımıza gelen.
Oradan ayrılırken de peşimi hırakmadı o ses.
Hala duyuyorum. Bir gün bizim çocuklar da köyde
kentte bu sesi duyarlar, bu olanaklara kavuşurlar­
sa, ölsem de gam yemem ben . . .
BİR BAŞKASI

Okulun 13 öğretmeni , 300 öğrencisi vardı. Öğ­


renciler kız erkek karışık ders alıyorlar. 18 tane
derslik vardı . Bunların dışında da iki büyük salon,
birisi beden terbiyesi dersleri için, öteki müzik ders­
leri için. Bu okul da geniş bir sahaya oturtulmuş,
oyun · yerleri, bahçesi ihmal edilmemiş. Bu okula da
habersiz gelmiştim. Çok kibar bir hanım olan Başöğ­
retmenin rehberliği ile okul çalışmalarını yakından
gördüm. Yeri geldi de söylüyorum, başöğretmene ki­
bar derken aklıma geldi, İngilizler genel olarak efen­
di insanlar, fakat, gittiğim okulların hepsinde öğret­
menl.e ri ayrı iklimden gelmiş, ayrı insanlar olarak
gördüm. Bayıyla , bayanıyla öğretmenler daha neş'­
eli, daha sıcak ve konuşkandılar. Belki de öğretmen­
liğin, onların benliğine yerleştirdiği anlayışın eseri
olan bir davranışıydı bu.
Bu kibar ve neş'eli başöğretmenle ilk girdiğimiz
derslikte, elis dersi vardı. Bu saatte, hazı. maddeler­
den örtü yaparak el maharetini arttırınağa ve bazı
eşyalar elde etmeğe çalıştıklarını söyledi öğretmen.
Öğrencileri de kendisi de işlerine iyice vermişler ken­
dilerini. Öğretmen tam bir arnele tavrına ve kılığına
girmiş, örüyor, ördürüyordu. Ne kravat, ne ütülü
pantalon . . . Alnında ter vardı. Ve onun alnındaki ter,
öğretmenliğin n asıl yapılacağını çok iyi anlatıyordu.
Evet, !bu derslikte, yığın yığı n kova otu vardı
kış günü, hani çayırlıklarda biten, işte ondan çöp se­
petleri örüyorlardı. Bu sınıftaki ç o cukl arı n yaşları
da 10. İşdersi anlayışı ve okulun çocuklara neler
..
ÖTELERİN HA V ASI 47
vermesi, öğretmesi gerektiği hakkında uzun uzun dü­
şünmeğe yer bır:akmıyordu bu örnek de. Ama aniı­
yan beri gelsin, değil mi ?
Ondan sonra gittiğimiz derslikte de ona benzer
bir manzara. Önlerine kitaplarındaki planları seven
çocuklar, onlara bakarak, uçak, araha vesaire yapı­
yorlardı kartondan. Kukla yapıp oyuatanlar vardı,
sıcağın sıcağına. Gelin de düşünmeyi, gene, okul eli­
kolu bağlı, elini sıcak suya bile sokmayan instanlar
mı yetiştirmeli , yoksa burada görüldüğü gibi bir yol
mu tutmalı ? Bizim Köy Enstitüleri de bunların en
gelişkin şekliydi zaten. önemli olan karar vermek,
laf öğretimi mi, iş eğitimi mi ? Hem düşündüm hem
çalışan çocuklarla konuşarak kendimi avuttum daki­
kalarca.
Filmle coğrafya dersi yapan bir sınıfın kapısını
aralayıp karanlığa baktıktan sonra jimnastik salo­
nuna gittik. Gene ll yaşındaki çocuklar, kız erkek
karışık en zor tırmanma ve atlama hareketlerini ya­
pıyorlardı. Her cins okulda olduğu gibi burada da
bu ders sıkı tutulmuştu . Salonda beden eğitimi için
gerekli düzen kuruluydu. Bunu her vaki� sürdürdük ­
leri için olacak, İngilizlerin kadın olsun erkek olsun,
vücudları saman çuvalına benzemiyor.
Müzik salonunda öğretmen piyano ile eşlik etti.
Öğrenciler de, ellerinde nota kitapları olduğu halde
şarkılar okudular. Salona sere serpe oturdular ve
hep bir ağızdan tek sres gibi çıkan şarkılar. . . Görü­
yorsunuz, müzik dersinin de gereği yerine getiriliyor.
Laf olsun diye müzik dersi yapılmıyordu. Netekim
sınıfça söylenen şarkılar bittikten sonra, bir başka
müzik öğretmeninin idaresinde 10-11 y aşları arasın­
daki dört kız öğrenci de, tadı unutulmaz cinsten bir
k on se r verdi bize. Önlerindeki notaya göre dördü,
çeşitli müzik aletleriyl e çalarken, gene önündeki no­
taya g öre , okudu içlerinden bir tan e s i .
48 ÖTELERİN HA V ASI

Kız öğrenciler için, bacaklarını açıp jimnastik


yapmak , şarkı okumak, bir müzik aleti çalmak gayet
olağan. Hayatın anlamına uygun. İngilizleri n eğitim
ortamı, bu gibi şeylerin gerekli olduğu inancını ya­
ratmış. Neye saklayayım, okuldan ayrılırken halk
türkülerini halk dansiarına eş ederek akerdeonların
ve mandolinlerin inlediği, davulların gümbürdediği
meydana bin kişilik topluluğumuzia coştuğumuz köy
Enstitüsü yılları bir sinema şeridi gibi geçiyordu ka­
famda. Coşkuyu elde görüyordum şimdi...
İLK

Nihayet, sıra, ası l ıbeni ilgilendirmesi gereken


konuya geldi. Yeni geldiğim Londraya alışmaktı, in­
gilizce kursuydu, kıştı, geçim derdinin yoluna ko­
nulmasıydı derken , ilk zamanlar okullara gitme fır­
satı bulamadım. Bu fırsat, aradan dört ay geçtikten
sonra, ancak Mart'ın sonunda elime geçti. Eşin dos­
tun da yardımıyl a önceden haberleşerek birkaç ilko­
kul gördüm. Bugün, bu ilkokullarda gördüklerimi
anlatmak, gördüklerim hakkında düşündüklerimi de
yer yer belirtmek istiyorum. Gittiğim Orta okul, Lise,
ve o ayarda kültür teknik bir arada olmak üzere kar­
ma öğretim yapan okullardan da imkan bulursam ya­
zılarda söz açmayı düşünüyorum.
Saatlerce kalıp çal�malarını yakından gördü­
ğüm ilkokullar birbirine benziyordu. Herhalde ileride
göreceklerimin de onlardan pek ayrımlan olmıya­
caktı. Esasen, bizde, özellikle büyük şehirlerde az
çok benzerleri bulunan özel okulları katmazsak , nor­
mal okulların idaresini mahalli idareler yürütüyor . O
yüzdendir ki bizdekinden tamamen ayrı bir kuruluş
düzeni var. Mahalli idarelerin eğitim daireleri para
bakımından okulları destekliyor. Daire de halkın
ödediği vergilerle destekleniyor, tabii. Bu daire, ço­
cuk · başına, bizim para ile 65-70 lira tutan bir para
yardımı yapıyor okula. Bu para ile, okulun başöğ­
retmeni, tabii öteki arkadaşlarına da danışarak, ih­
tiyaçlarını alıyor. Okula temin edilen araç ve gereç­
lerin başlıcaları, ders kitapları, kütüphane için ki­
taplar , harita, defter, kalem, resim boyası, karton . . .
Bir d e bunları kesip biçrnek için gerekli olan makas
F. 4
vesaire. Öğrenciler kuşluk vakti 250 gramlık birer
küçük şiş e E�Üt içiyorlar. Bu sütlerle ve öğle yemek­
leriyle eğitim dairesinin beslenme bölümü ilgileniyor.
Beslenme işine okul idaresi karışmıyor. Bizim para
ile 125 kuruş tutan bir şilin ödiyerek her gün okulda
iki ya da üç ka:p öğle yemeği yiyor çocuklar. Yemek
parasını günü gününe veya h aftalık olarak ödüyor­
lar. Okuluna göre değişiyor. Yemek masraflarının
da geri kalan kısmını daire karşılıyor.
Londrada aşağı yukarı 500 ilk okul var. Bütün
bu okullarda sınıf mevcutları 40-45 arasında değişi­
yor. 45 ten fazla öğrencisi bulunan sınıf yok.
Örnek olarak, gittiğim okullardan birinin du­
rumunu açıklıyayım. Bu okul George Elliott ilkokulu .
.Okulda 5 ila ll yaşları arasındaki öğrenciler okuyor.
İlkokul yaşı bu, İngilterede. Okulun 350 öğrencisi
vardı. Bunun tam yarısı kız, yarısı erkekti, ama ölçüp
çi,berek böyle yapmamışlar, kendiliğinden rastlantı
olarak yarı yarıya düşmü�. Sınıflarda karışık olarak
oturuyorlardı. Sabahları çoğunlukla okumayazma,
tarih coğrafya, gibi kitapla, defterle harita ile yürü­
tülen dersler yapılıyor, öğleden sonra el-işlerine sıra
geliyordu. Özellikle el-işleri dersleri çok canlı ve ye­
tiştirici geçiyordu. Zaten serbest bir hava içinde, is­
tedikleri gibi 'h areket eden çocuklar öğretmenin reh­
berliği altında neler yapıyorlardı. Kağıtlarda şekille­
ri basılı bulunan kamyon, tren, uçak gibi oyuncakla­
rı, tahtaları kesip biçerek kıvıra kıvıra yapıyorlardı.
Birazı ' 10 yaşın altında, birazı üstünde olan bu ço­
cukların yaptığı oyuncaklar görrneğe değerdi, doğru­
su. İlkokulda böyle başlıyan çocukların bir sonraki
okula gittikleri zaman 14 yaşında iken yarattıkları
eserlerden, orta okulları anlatırken bahsedeceğim.
Ders kitapları dahil, öğrencilerin kullandığı her­
şeyi okul parasız veriyor. Süt'le öğle yemeği de bir
bakıma öyle. Okul doktoru da, her hafta gelip, okul-
daki özel odasında çocukların sağlığını kontrol edi­
yor. Ufacık arızası olanları, gecikmeden tedavi edil­
meleri için hemen hastahaneye yolluyor. Okul dokto­
runun çalışması da imrenilmiyecek gibi değildi. Her
çocuğa bir dosya açmış, çocuğun sağlık durumu apa ­
çık göze çarpıyordu oradaki kayıtlarda . Anlaşılıyor­
du ki, çocuğun yalnız öğrenmesınİ değil, onun yanın­
da beslenmesini ve hastalıklardan korunmasını. da
birlikte düşünüyorlardı. Çocuk sağlam ve becerikli
yetiştiriliyordu . Üstüne üstlük, ögrettikleri de sade­
ce kuru laf değildi. Çocuklara öğretmenler yol gös­
teriyorlar, onlar kitaplıkta mevcut bulunan çeşitli
kitapları inceleyerek, kendi kendilerine içlerine sin­
dire sindire öğreniyorlardı. Testere ile, çeki çle, ren­
de ile yaptıkları işler de onların ellerini terbiye edi­
yor, böylece, el - kafa birlikte çalışmış oluyordu.
Her okulda olduğu gibi, Elliott Ilkokulunun öğ­
retmenleri de çocuklara neler okutacaklannı kendi­
leri kararlaştırıyorlar. Bunu neden öğretiyorsunuz
da, şunu öğretmiyorsunuz şeklinde kimse karlşmıyor.
İstederse Türkiye coğrafyasını programıarına alı­
yorlar, istemezlerse almıyorlar, veya şu okul alıyor
da bu okul almıyor. Her okul başına buyruk sayılır
bu konuda. Tabiidir ki, ll yaşınd a çocukların geçire­
cekleri imtihanı göz önünde tutarak , ana hatları iti­
bariyle gelişkin ve en hayati konuları i çine alan prog·
ramlar hazırlıyorlar. George Elliott ilkokulunda
dersler 35 er dakika sürüyor. Her sınıfın bir öğret­
meni var. Okulda okunan dersler, aritmetik başta
olmak üzere, okuma yazması, dil bilgisi, edebiyatıyla
İngilizce, tarih, coğrafya, fen ve tahiyat bilgisi, el­
işleri, san'at, beden terbiyesi, müzik olmak üzere 9
cins. Aritmetik haftada 8 ders okutuluyor. Bütün
parçalan da'hil 12 ders saati İngilizce okutuluyor.
Beden terbiyesi 5 ders. Tarih, coğrafya gibi dersler
haftada 70 er dakika, ikişer ders saati yani.
ORTASI

Gittiğim ortaokul, şehrin kenar semtlerinden bi­


rinde, Taşköprü Parkı yakınlarındaydı. Öğrenci
mevcudu 500. Kız - erkek karışık okuyor. Sınıf mev­
cutları otuz - kırl{ arasında değişiyor . Londra şeh­
rinde sayısı iki yüz kadar olan ortaokullardan bir ta­
nesi. Okulda 1, 2, 3 ve 4 üncü sınıflar var. On bir ya­
şında ilkokuldan ayrılan çocuklar alınıyor ve bura­
da on beş yaşına kadar dört yıl okuyorlar. Ancak,
on bir yaşmda çocukları elekten geçirircesine eleyen
bir imtihanları var İngilizlerin. O imtihanı başaran­
lar Gramer Okulu denen okullara seçilip gidiyorlar.
Orada başarı gösterenler de fakülteye. Geri kalan
çoğunluğun okulları da Eözünü etmekte olduğum or­
taokullar ya da karma okullar . . . Bu gidişi beğenme­
yenler var. On bir yaş imtihanını, eğitim sistemi�ü
tenkit edenlere rasladım . Hyde Park'ta Pazar gün­
leri nutuk çekenlerden de bundan şikayet edenler
var. "Memleketin en büyük serveti insandır, onlarm
yeteneklerini boşuna körletmekten vazgeçerek, her
okulun kapısını herkese açalım" diyorlar. Daha çok
da bu yapmacık sınıflamanm ortadan kalkmfl s•nı
istiyorlar. Tutumun yeterli olmadığı ortada. Am a ,
bunun farkında olmaları ve eksik tarafların dü.:el­
tilrnesi için uğraşmaları ne kadar yerinde. Ön�mli
olan da, eksikliği görmek, kabul etmek değil midir ?
Arada on bir yaş imtihanını da andıktan s·Jnra. ,
ortaokulun durumuna döneyim. Ortaokulda da, ilko­
kulda olduğu gibi İngiliz dili ve edebiyatıyla mate·
matik dersleri başköşeyi tutuyorlar. Bu iki ders haf-
ÖTELERİN HAVAS! 53
tada 6 şar saat, ikinci olarak haftada 4 saatle Fran­
sızca geliyor. Coğrafya, tarih, tabiat bilgisi ve eği ­
tim psikolojisi ikişer ; ev idaresi, dikiş, demircilik,
marangozluk ve teknik resim üçer saat ·Jkutuluycr.
Derslerin adından da anlaşılacağı gibi, okut::ı. tam
hayat adamı yetiştirecek bir düzen verilmiş.
Okulun müdürü, ufacık odasında binb�r işle nğ­
raşıyordu vardığımda. Okulda , günlük Ç.alı.}ma de­
vam ederken beni gezdirmeyi memnuniye tle kab ul
etti. önce demircilik atelyesine girdik. Kağıttaki
planları inceleyerek onlara göre koni ve ona benzer
şeyler yapıyordu birinci sınıf öğrencileri . Geçerken,
boş ve geniş bir oda dikkatimi çekti. Kapı açıktı, ora­
ya yürüdüm. 20 masada 20 yazı makinesi hazır bek­
liyordu. Oğlanların demircilik, marangozluk dersleri­
ne karşılık, kızların da ev idaresi ve dikiş dersleri ya­
nında makine ile çabuk yazı yazmasını da öğrenme­
leri ne kadar iyi. Haftada dört saat de bunun dersi­
ni alıyor kızlar.
O saatte "Yazma" dersi yoktu. Yürüdük ; çatır
çatır dikiş diken, nakış işleyen kızların dersini görüp
laboratuvarıara geçtik. Bizde kimya adı altında ka­
ratahtada gösterilen derslerin öğretildiği yerdi bu­
ralar. Gerekli bütün aletler vardı. Bu teskilatlı labo­
ratuvarda öğrenciler, neyin nereden gelip neyle bir­
leştiğini deneyerek, görerek öğreniyorlardı. Onun
ardından, bütün teşkilatıyla bir spor salonu. Kış ol­
sun, yaz olsun, öğrenciler her türlü jimnastik hare­
ketini burada koşa oynaya yapabilirler. Nitekim ya­
pıyorlardı. Coğrafya dersi verilmekte olan bir salo­
na doğru yürüdük. Tahtabaşında ders anlatan öğ­
retmenle, yorgun yorgun onu dinleyen öğrencileri
görmeyi içimden geçirdim müdür kapıyı açarken, bir
de ne göreyim, içerisi kapkaranlık, dersle ilgili film
gösteriyorlar. Lafla ders öğretmek anlayışı başını
alıp buralardan gitmiş olmalı. Hangi diyarda yaşa-
54 ÖTELERİN. HAV ASI

dığını düşünürken, ev i daresi dersi yapılan salona


gelmiştik. Öğretmen, evde nasıl temizlik yapılacağı­
nı öğretiyordu o saatte. Ama nasıl ? Şöyle yaparsa­
nız şöyle olur, böyle yaparsanız böyle olur diye an­
latmıyor, kız öğrenciler de imtihan zamanı ezberle­
yip kağıda yazmak üzere d efterlerine not etmiyor­
lardı tabii. Buz dolapları, çamaşır makineleri, hava­
gazı ocakları yerleştirilmiş duruyordu ders salonu­
na. Bunların başında çalışıyordu kızlar. Önlerinde
leğenler, temizlik bezleri, temizlik tozları . . . Bir şey­
lerini temizliyorlardı. Temizlik yaparken temizlik
yapmayı öğreniyorlardı. .. Oraya bitişik bir baŞka
bölmeye geçtik. Orada da herhangi bir İngiliz evi,
mutfağı, oturma odasl ve yatak odaı:.ıyla kurulmuş,
hazırdı. Üç kız mutfakta yemek yapıyorlardı. Pata­
tes , kıymalı börek ve bir lahana yemeği yapıyorlar­
dı. Ben lafa tutunca yemekleri de taştı çocukların.
( Şunu hemen eklemeliyim ki, okula habersiz gitmiş­
tim ve müdür gezme isteğimi kabul etmese bu çalış­
maları da göremezdim. Onlarln gösterişle ilgilerinin
olmadığını arada bir kere daha belirtmekte fayda
gördüm. ) Bu kızlar nöbetçiyınişler bugün. Salı, Çar­
şamba ve Perşembe günleri kızlar üçer üçer nöbet
tutarak, yemek pişirmeyi öğreniyorlar. Tıpkı bi r eve
benzeyen bu bölmeye, n öbetçi olanlar, öteki arkadaş­
larını konuk olarak çağırıyorlar ve yemeği birlikte
yiyorlar . Yem ek öğrenmek için alınan yiyeceklere
okul müdürlüğü haftada 25 şilin masraf yapıyor, bi­
zim parayla 40 lira falan . . . Okul haftada beş gün
açık, iki gün kapalı. Her ders olmak üzere, öğrenciler
günde yedi ders alıyorlar. Okul yılda 40 hafta öğre­
tim yapıyor. . .
"MEl\IUR OLACAGIM''

Bugün, o rta ve liseye eş olan fakat tekniğe de


fazlaca yer vererek karma öğretim yapan bir okulda
gördüklerimi size aniatacağım :
Okul Londranın kuzey tarafında ve şehrin mer­
lmzinden uzakça bir yerde. Ortaokullar gi!bi bu okul
da ilkokulu bitirmiş fakat Gramer okuluna giderne­
miş ola,'n 12 yaşındaki ·Çocukları bağrına basmış.
Tabii olarak da hayat adamı yetiştiriyor. !ş atelye­
lerin i gezerken anlıyoruz ki, ilkokulda başlayan el
terbiyesi gittikçe gelişiyor. Oradaki kağıttan, kar­
tondan oyuncak yapma işi, burada ge:rıçekten kul­
lanılabilecek aletler yapma şekline girmiş. Demir­
cilikte, marangozhanede öğrenciler, haril harıl çalı­
şıyorlar, ve işe yarar şeyler yapıyorlardı. Bu okul­
da sınıf mevcutlarını 15'e indirmişler. Başlarındaki
öğ-retmen öğretmenliğini tam yapıyor, öğrenciler de
öğreneceklerini öğretmenden gereği gibi Ögreniyor­
lar. Demircilikte ve m arangozhanede dersi olan sı­
nıf geldiği zaman, herkese bir tezgah düşüyor. Her
öğrencini n bir alet takımı var ve işine yarayabilecek
herşey var içinde. Onlar yetişmezse, herkesin küllan­
ması için konulmu ş aletleri kullanıyorlar. Bunun so­
nunda da rahatça çalışarak kollarını k:ullanmağı
öğreniyorlar ve hayatta işsiz kalmamanın yolunu
' · ' ! .. ;ıı;-ı
buluyorlar.
in
12 yaşındaki bir ci sınıf öğrencilerinin bile,
gözümün önünde, kürek, mala, sandalya; masa, hat­
ta şu "İngiliz anahtan" dediğimiz şeyi yapınağa ça­
lışışları içimi açtı. Atelyele·rin bitişiğİndeki bölme­
de demiri, tahtası çıtas yla kullanacakları malzeme-
56 ÖTELERİN HAVASI

yığılı duruyordu. Yalnız lbi r sınıfa yıllık gereç mas­


rafı, yan i kullanılacak malzemenin alınması içi n ve­
rilen para, 125 Sterlin. Dört bin liraya yakın tutu­
yor, bizim parayla. Tamirhane kılığında geniş bir sa­
lona gittim. Bir otobüs motörünü ve iskeletini yer­
leştirmiş ler oraya, yalınç olarak. Küçük bi r vidaya
varıncaya kada r görünüyor. Öğrenciler direksiyona
geçip alıştırma yapıyorlar. Motörün parçalarını in­
celiyerek neyin ne olduğunu anlıyorlar. Bu kısımda
ilerde garajcılık ve t amir i şleriyle uğraşacaklar ders
görüyor. Bi r bakıma şimdiden, herkes işini seçiyor.
Arabası eskiyenler de getirip kapının önüne bıra­
kıyorlarmiş arabalarını. Dostorları n ölü incelediği
gibi eski arabaları didikliyor çocuklar. Benim bildi­
ğim 20 - 25 yaşındaki öğrencilere mukavva kutu yap ­
tırarak geçiştirilen, en yüksek okuldaki iş dersi ner­
de, bu nerde . . . .
B�ni e n çok saran taraf, öğrencilerin iş i seve­
cek şekilde yetişmiş olmalarıydı. Çalışırlarken bunu
okuyordunuz yüzlerinde. Onlardan, zorla lafa tut­
tuklanm oldu. Bir tanesi aynen şöyle karşıladı :
Atelve •Çalışmaları hakkındaki sorumu : "Benim ge­
leceğim i çin de İngilterenin geleceği için de teknik
bir adam olarak yetişmem, banka memuru olarak
yetişmemden kat ka t iyi ve faydalıdır. " Gördünüz
mü, toplumların en çok muhtaç olduğu kurtarıcı an­
layışı ?
O bu değil ya, bu yaştaki öğrencilerin teknik
plan çizmekte olduklan atelyede iyice gözüro doydu.
15 yaşında seıtifika alıp hayata atılacak !bunlardan
çoğu. Bu okuldan sonra iki yıl daha okuyup yüksek
sertifika almak isteyenler azınlıkta idi. Bir an önce
Makinistler Enstituüsüne üye olup hayata atılmağı
düşünüyorlardı. Bana en garip gelen tarafsa hiçbir
yerde, elini cebine koyup "memur olac ağım" yani ka-
OTELERiN HAVAS! 57
lem efendis i olacağım, diyen birisine rastlamayışım­
dır, bu memlekette.
Resim dersi yapılan atelye ayrı bir Uemdi.
Sehpalar, sehpalar. Boyalar, boyalar . . Renkler, renk ­
ler, renkler . . . . Okulun her tarafı çalışmak, zevkle
çalışmak için hazırlanmış bir zemindi. Atelyeden
atelyeye giderken bahçeden yürümek gerekiyordu.
Burada kat kat üstüne yapılmı ş ne bir ilkokula, ne
ortaokula, ne de teknik okula rastlamadım. Geniş
bir saha üstünde arada yeşil çayırlıklar, yapılar
serpilmiş. Çoğ·unlukta da tek katlı bol ışıklı . . . Bizim
Köy. Enstitüler i gibi.
Her çocuğun zekası bi r değil tabii. Ama zeki
olanla daha az zeki olana aynı işleri öğretiyorlardı
bu okulda. Yalnız çabuk öğrenenin iki saat gördüğü
dersi, çalışmayı ağır öğrenene altı saat gösteriyor­
lardı. Onlara ayrı bir sınıf yapmışlar.
Dedim ya okul karma okul. Atelyelerde bu işler
yapılırken öteki dersliklerde de tarih, coğrafya, ede­
!biyat gibi genel bilgi dersleri yürüyor. Sırası gelen
iş atelyesine, sırası gelen tarih dersine . . . !şin bu yö­
nü de bizim Köy Enstitülerindeki tutuma benziyor­
du.
Gider ayak b ir d e tarih dersi dinledim. Konu
İkinci Dünya Harbinin niçin çıktığı konusuydu. öğ­
retmen, kültürü yerinde bir gençti. Sıkıştırmaca
korkutmaca hiç girmemiş dersliğine. 16 mevcutlu
sınıfta herkes rahatça düşüncelerini söylüyordu.
Kimse kimseye kızmıyordu fikrinden dolayı. Ortaya
atılan her fikir, başkalarınca yorumlanıyordu. Ger­
çek de yavaş yavaş ortaya çıkıyordu.
Kitabi, önceden ezberlenmiş bir laf ·çıkmıyordu
ağızlarından. Düşünmeğe alıştınlmış çocuklar. Da­
ha önemlisi düşündüklel'ini rahatça söylemiye. En­
düstrinin ilerlemesi, ordunu n onunla desteklenmesi,
nüfus artışları gibi sebepler çıkıyordu ortaya. Dev-
58 ÖTELERİN HAVAS!

letlerin durumunu kedi fare hikayesine benzeten


vardı bir de. "Devletlerin yaptığı silah yarışını fert­
ler birbirine yapsa, dünya yaşanacak halde n çıkar"
dedi. "Devletler arasındaki ilişkiler de fertler ara­
sındaki gibi tatlılaşırdı". Böyle serbestlik içinde öğ­
retilen ıbir dersi de burada dinlemek nasipmiş de­
mek !
İş yerinde, dersliMe saniyeyi kekitmeden çalı­
şan öğretmenler, soluk alma zamanı öğretmenler
odasında öyle kalenderdiler ki. . . Çaylarını kendileri
koyup içiyariardı altsız bardaklara, güle oynıya.
Öğretmenler odasına her türlü gazeteyi sokmuşlar.
-
Şu partiyi, şu fikr i tutan, çeşit çeşit. Okul kitaplı­
ğına her çeşit kitap girmiş, giriyor. Öğretmenlerden
partilere kayıtlı olanlar da varmış. İnanç serbestliği
bu da . . .
Girişteki bir aralık müdür odasıydı. Sade ufa­
cık bir yer. Gösterişli, konforlu müdür odası , ona
göre de müdür aradı gözlerim.
Ayrılırken okul çalışmalarına ait resimler gör­
mek istedim. Hani, albümler falan olmaz m ı okullar­
da, o biçim. Yok dediler. Araya araya okul öğrenci­
lerinin kendi yaptıkları bir yelkenli ile ayni nehri
üstünde çekilmiş bir r esimlerini buldum, öğretmen­
lerden birinden. Nasılsa çekmişler rastlantı olarak.
Şu gösterişi nerede bulacağım bakalım ! . .
SİLAHL·ARA VEDA

Bugün, iy i işlediği ve ne yapmas ı gerektiğini


bildi ği tak di rde , halkın g ü ve n ini kaza nm ası müm­
kü n olan, bu güveni kazan ı nc a da toplumun muhtaç
old u ğu emniyeti s a ğlıya n bir teşkilattan söz a•çaca­
ğım. O teşkila t ki, iyi işlemez ve görevinin gerekl e ­
rini bilmeye n anlamayan yetişmemiş kimselerin eli ­
ne düşoı•se, onlara güvenerek sakıncasız yaşamak
isteyen hemşehriler in e baş belası da ol ab i lir. Polis
teşJ;llatında n söz açacağıını anladınız değil mi ?
Londra polisinin çalışmasını, vatandaşl a olan
münase-betini hep merakla izledim. Benim için ente­
resan t a rafla r ı vardı, çünkü. İlkba ştan, p eliste sila­
ha, bıçağa b e nzer hiçbir şey görm ü yorsun uz . �neri­
ni. kollarını sallıya sallıya dolaşıyorlar caddelerde .
Derdi olan, başına bi r i ş gelen vatandaşı n da, saat­
lerce polis k arako l u ya da polis aramasına hacet
kalmıyor. Her aradığın yerde çifter ç ifter dev r i y e
gezen poli s leri bulmak mümkün. Polisin çok olması
doğru mu, de ğil mi orası ayrı mesele. Yalnız, Lond­
ra gibi ırımın ln r ım ın i n sanıyl a dolup taşa n bir koca
şehirde, herhalde gerekli bu. Adım başında hadise
çıkması işten bile değilken, ufak tefekleri bir yana,
ağır vakalar ayda bire filan d ü ş ü yor .
Burada polis gerçekten halkın güve n ini kazan ­
mış g ö r ün ü y o r . Polisin kendine ancak yardım edebi­
leceği.ne, ondan kötülük gelmiyeceğine in anıyor
Londra.lı. Polisi seviyor. Bu da tabi idi r · ki, k arş ılık­
lı. Polis de halkın yardımcısı olduğ un u !bil i yor . Gün­
lük hayatta bunun örneklerini bo yun a görüyo rum .
O silahsız poli s , gerektiği nde kendi canını verdiği
halde, h alkta n kimsenin burnunu k anatmı y or. Darda
60 ÖTELERİN HAVAS !

kaldığı zaman kullanması şartiyle, bir karışıklık , bir


deynek taşıyor cebinde. Poli s vatandaşa cefa etmi­
yor. Po1isin adam öldürmes i en ağır suç. Cezası ida­
ına kadar gidiyor. Sırf vatandaşa hizmet anlayışıy­
la hareket ettiğinden dolayı, zararlı çıkan polis olu­
yor. Geçen yıl Londra'da vazife uğruna birkaç poli­
sin öldürüldüğü halde, polis tarafından hiçbir va­
tandaşın öldürülmediğini öğrendi;!ll . Öldürmek ne ke­
lime ? Yol sorana, bir derdin i dökene, eşyası yitene,
polisin davranışı çok candan. Hizmet etmek yerine
güçlük çıkarmak nerde, buranın - polisi nerde. Siz
sormadan bile "Yardım edebilir miyim size" diye
onlar soruyor. "Ne var lan" şeklinde bir davranışıri
gelmesi de zaten imkansız. İyi yetişmiş elemanları
seçin alıyorlar. En az orta okul mezunu olmak- Ü ze­
re, - Üniversite mezunu polisler var.
Merakım beni ])olis merkezlerine kadar götür­
dü. Londra'nın en karmaşık semtlerinden biri ol an
Chelsea polis karakoluna girerek, onların çalışmala­
rını gözledim bir gün. Birkaç vatandaş gelip polise
başvurdu benim kaldığım iki saat içinde. Çoğu oto­
lbüste unuttukları eşyalarını n bulunmasın ı istiyor­
lardı. Bu gibi eşyaları bulanlar, kendiliğinde n poli­
se teslim ediyordu zaten. Nitekim o .s ırada bir genç
kız, bulduğu bir takım evrakı, cep defterini ve para
cüzdanını g-etirip teslim etti. Polisin yaptığı, yiti­
renlerin telefon numarasını alarak, onun kaydettir­
di.:fi eşyaya benziyenler ortaya çıkınca ona haber
etmek. Kayıpların yüzde doksan kısa. zamanda bu­
lunduğunu ve sahiplerine ulaştırıldığını .belirttiler,
Chelsea karakolunun komiserleri.
Polisler, sekizer saat olmak üzere günde üç bö­
lük halinde çalışıyorlar. Yani, gün yirmi dört saat ,
her yerde ve aynı şekilde vazife g-örüyorlar. Sabahiri
altısından öğleden sonra ikiye, ikide n gecenin onu­
n a ve ondan sabahın altısına kadar. . . Ben karakol-
dayken, saat ikide va z ifeye gidecekler defterlerini
imzalayıp hazırlanıyorlardı. Onlarla da konuştum.
Her soruma hemen karşılık ve riyorlardı, "Amirime
sor, ben bilme m" diye r e k çekineni, kork anı yoktu .
"Sen de kimi n nesisin" demiyorlardı bana da . .
"Neye eli sopalı dolaşmıyo r sunuz ?" dedim biri­
ne, "Bizde adet değil " dedi. Polisin ·bazan zevk içi n
�bile adam dövebileceğini düşünerek, "Suç işleyen ya
da sarhoş o larak yakaladığınız vatandaşiara dayak
atar mısınız ?" dedim birkaçına. Yanılmış1m. Çün­
kü " O da nesi ? " der ees i ne yüzüme baktılar. ö ğren­
dim ki, sopa atmak diye birşey girmemiş karakoldan
içeri. İnsana sopa atmak, en yakışıksız bir hareket
olarak gö r ülüyor. Bunun yer ine evine giderniyecek
kadar sarhoş olan bir vatandaşı, getirip güzelce duş
yaptırarak yatırı yorlar , ayılınca sabahleyin evine
yolluyorlar. Böylelerinin istirahati için üç oda gör­
düm karakolda.
Palisıerin hiç mi silahı olmadığını sordum baş
komisere. Her karakolu n m ür a c aat kısım ında bir ta­
n ecik rovelver tabancanın, her ihtimale karşı dolap­
ta bulundurulduğunu söyledi ve ben görmek isteyin ·
ce de d olaptan çıkarıp göste rdi. Ne olsa polis her
yerde polis tabii.. .
Londra'da 18.000 polis var. Bunun 500'ü kadın.
Sayı kabarık' görünüyor ama, şehir de o kadar kaba­
rık ve geniş ki. . . Sayılan az olduğu için caddelerde
devriye gezen p o lisler içinde kadın p olisler daha sey­
rek görülüyor.
Polisler uygun yaş ve b o yda , genç, dinç kimse­
ler. Aylıkları bizim parayla ortalama 2.000 lira. Ama
h elal e tt i ri yorlar .
Chelsea Karakolundan ayrılırken rahat bir so­
luk aldım. Ç ünkü, :bana ve öteki vatandaşıara karşı
polislerin efendice davranışları, işlemleri iç i mi ra­
hatlatmıştı . . . .
G E Z E R K E N

Memleketleri, insanlar ı tanımak zor. Hele kısa


zamanda bir yeri, bu yerin insanlarını tanımağa
imka n yok. Sözgelimi ben, bir yıl içi n yurttan ayrıl ­
dım, şöyle değişik yerler göreceğim de görgüm ge ­
nişliyecek sözde. O yıl da bitti bitiyor. Bırakın bir uç­
tan öbür uca İngiltereyi, zamanını geçirdiğim Londra
şehrinin bile içine sokulmak kolay olmadı. İşte o yüz·
den, dış görünüş olarak Londrayı aniatmağa çalış­
tım hep. Bugünse, Londrada dolaşışlarımı şöyle bir­
kaç çizgi halinde toplamak istedim. Londra iki katlı
şehir. Bu şehre ilk geldiğim akşam alt kata indim.
Ve yeraltı treni ile bir solukta uzak bir semte gittim.
Sabahleyin millet işe giderken ve akşam işten döner ­
ken tıklım tıklım dolan bu trenler olmasa şehrin üst
katında, caddelerde kalabalıktan geçilmez.
Gene yeni geldiğim günlerde, ki yılbaşına ya­
kındı, bütün millet Kristmasa hazırlanıyordu, lsa­
nın doğum gününü kutlamağa. Ama !bu eğlenme,
dinlenme geleneği olarak hayatıarına yerleşmiş.
Caddeler, evler, ışıklarla donatılmış, süslenmişti.
Mevsim başlarında yapılan ve stokların tükenmesi­
ne faydası da ola n ucuzluk günleriydi. Millet haba­
bam hediye alıyordu birbirine.
Böylece, caddelerle aramızdaki yabancılık usul
usul kalktı. Onlar bana alıştı mı bilmem ya, ben on­
lara alıştım. Köpek besleyen, onların tasmasından
tutarak saatlerce, caddelerde ve parklarda gezdiren
kadınları süze süze yürürüm. Bu e.üs köpeği besleme­
lerini kafam a sığdıramam. Hadi bir kısmı yalnız can
yoldaşı yapıyorlar, bir kısmına ne demeli ? Bu şe'hrin
tükrük; balgam nedir bilmeyen caddelerinde bu kö-
pekierin pisliklerini yer yer gorurum . Bu köpeklere
has yiyecekler var piyasada. Televizyonda , ve rek­
lam kağıtlarında, köpek yiyeceklerinin övgüsünü gö­
rür durursunuz. Köpeklerin muntazam dinlenme,
gezdirilme ve yemek saatleri var. ikide bir yıkıyor­
lar onları. Caddeler, hele ana caddelerin dışındaki
yollar araba ile dolu. Araba deyince bizim aklımıza
ilk gden at arabası olur. Burada akla taksi · gelmeli.
Cebinden anahtarını çıkaran bir ev kadınım, bir bak­
kah, manavı, arabasına girip gaza basarken görür­
sünüz. Bizim köyde nasıl çoğunluğun eşeği varsa bu­
rada da çoğunluğun arabası var. 'I'ulumu çekip ara­
.ba temizleyen kızlar görürsünüz. İş vakti iş der ge­
'
çersiniz.
Yeraltı trenine inmek istemeyip otobüse binrnek
isterseniz bir yerden bir yere yer üstünden de kolay­
ca gitmeniz mümkün. istediğiniz anda gideceğiniz ta­
rafa otobüs bulursunuz. Buranın otobüsleri de iki
katlı. Otobüslerde ne kadar oturacak yer varsa o
kadar yolcu alıyorlar. Kalanlar sonraki otobüse . . .
hak verip geçersiniz. İnsan taşıdıklannı biliyorlar.
100 kişiyi külüstür bir açık kamyona doldurup da
uçuruma götürülmelerini bekleyemezsiniz adamlar­
dan. Sonra, yollarda bir yandan öte yana korkusuz­
ca geçebilirsiniz. Trafik ışıklarına tamamiyle uyuyor
şoförler.
Sinemalara, tiyatrolara, konseriere sık gideme­
dim. Bana göre çolı: pahalı. Bir sinemanın en ucuz
yeri bizim parayla 3 lira filan. Bizdeki gibi bütün gün
oturulup vakit öldürülen kahveler yok, vakit nere­
de zaten. Bunların kahvelerinde hafif yemek filan
yiyip, iş bitince de çıkılıyor. Büyük lokantalarda · içki
içmek de mümkün ama, burada hususi meyhaneler
var. Onlar da belli saatlerde açılıyor. Kadın, kız, er­
kek, canı istiyen gidip orada içiyor. İçe.rken meze
kullandıkları da yok. Şehrin her yerinde dolu bu
_
64 ÖTELERİN HAVASI

meyhanelerden. İçki fiyatları da bizdekine göre hay­


li pahalı.
Gezerken dükkaniarın vitrinierinde sebil olmuş
yiyicekleri görürsünüz. Etin de semizi ve her çeşiti
mesela. Her mevsimde 'her meyva. Domates, salata­
lık bile kış yaz süreli bulunuyor. Hele şu yumurta,
günü gününe, dünya kadar yumurta, altışar ya da
12 şerlik kağıt kutulara yerleştirilip önünüze sürülü­
yor. Bunca gündür yumurta alıp, cılık, ya da çürük
bir yumurtaya rastlamadım. Eşe dosta sorduk, onlar
da rastlamamışlar. Nasıl rastlıyabilirs.iniz ki, her
türlü yiyeceğin satıldığı bir mağazaya girdim, kızın
birisi teker teker makine ışığına tutup kontrol edi­
yordu yumurtaları. öğrendim ki bir haftadan fazla
bekletmiyorlarmış yumurtayı. Bir hafta geçince böy­
le kontrol edip, bayatlıyanları satıştan çekiyorlar­
miş. Ne i.ş değil mi ? Ayakkabı fiyatları , aşağı yuka­
rı bizdeki hesaba geliyor karşılaştırınca . Sağlamlık­
ları da anınağa değer. Giyecekler de kaliteli olması­
na rağmen bize gör e ucuz. Buradaki hayat seviyesi­
ne göre dUşünecek olursak, iyice ucuz demektir. Za­
ten ünü dünyayı tutmuş olan İngiliz dokusu kumaş­
lardan yapılan yünlLi. bir talnm elbiseyi bizim para
ile 300 liradan tutu n da, kalite değiştikçe 600 liraya
kadar edinmek mümkün.
Ama , en aşağı kaliteli bir kumaş şekli var ki
hepsi giyrneğe değecek kumaş. Hazır alındığında da­
ha da düşLUr fiyatta. Artık o basma cinsleri için, ne­
rede ise "Sudan u cu z " deyimini kullanmak yerinde
olur. Pazarlık ctı-r:ck, bir malı ya da eşyayı alırken,
üç aşağı beş yukarı uyuşarak fiyat indirmek diye bir
şey yok. Hani biz "Almnda yazarı mı var ? " der de
fiyatı indirmeğ e ç al ışır ı z ya, burada en küçüğünden
tutun en büyüğüne kadar, piyasada satılan her tür­
lü malın alnında yazarı var. Üstündeki fiyattan ne
bir kuruş aşağı, ne bir kuruş yukarı. Ölçülmüş, biçil­
miş , değeri belli olml.iŞ.
ÇOCUKLAR ADlNA ÜZ"ÜNTÜ

K ahvel eri , m e yhan el eri anmıştım. Onların ya­


nında, kitaplıkları unutmamalıyım. Şehrin h er ı:,em­
tinde, yeteri kadar kitaplık var. Tam anl a mıyla arı
kovanı gibi iş liyo rlar. Ö nemli tarafları da kapıları­
nın herkese açık olması, her gelenin i çeriye serbest­
çe girerek kitapları karıştırıp, okumasıdır. iç e rde
bulunan bir ilri memur, işlerinden başlarını bile kal­
dıramazlar. Okumak için kitap alanları, okudukları­
nı getirenleri hep kuyruk halinde göriirsünüz. Bir
getiren bir yığın kitap bırakır masanın üstüne, te s ­

lim etmek i ç in . Kita pl ı ğın için e yayılmış o l anla rı , sı­


çanlar gibi kitapl arı yiyo r s anırsı nız , ö yl esine dalgın
karıştırmakta, okumaktadırlar. Bu kitaplıklardan
bir kısmı da ç ocukl ar için ay rılmıştır ki, onlar da bi r
baş k a alem. Çocuklar da yığın yı ğın eve götürüp o­
kuyor kitapları ..
Gezerken, insanların birb iriyl e k onuşuşlarınd a,
davranışlarında kat'i bir ci ddiyetin hakim o lduğu iç­
tenli ği ve bi rib iri ne gösterdikleri saygıyı izler duru r­
sunuz.
Dil en cil iğin b iç imi de başka burda. Tak tak ka­
p ı n ızı vurarak "Allah için" bir şeyler isteyenlere pek
r as tl amıyorsunuz. Pek seyrek olarak, birisinin yanı­
nıza yakl a ştı ğı nı , "bir ekmek parası, diye kul ağını ­

za fısıldadığını du yarsınız. Tren istasyonlarının çıkış


yerinde ya da kalabalığın sel gibi aktığı yerlerde, ba­
karsınız birisi keman çalar, birisi akordion çalar öte­
de, mızıka çalanını görürsünüz. Ya yere bir çaput
parçası k oymu ş ya da çaldığı şeyin sapma bir kese
F. 5
66 ÖTElLERiN HAV ASI

asmıştır. O tatlı müziği dinleyenlerin içinden gelirse


ufak bir para atar, gelmezse atmadan geçer.
Bazı c'a ddelerin yaya kaldırımlarında, sabahtan
akşama kadar, kaldırırnın üstüne resim yapanlar gö­
rürsünüz. Bir kız resminden , bir canavar resminden
tutun da, kendi hayatıyla ilgili resimlere kadar.
"İşte bu benim hayatım" diye de yazarlar altına. Ge­
len geçen seyreder, yabandan gelmiş turistler resim­
lerini çeker onların. Kendinden epeyce uzağa, eski
bir şapka koymuştur onlar da, içinden gelen ufak bir
para bırakır. Bazan kendileri gidiyor, şapkalan kalı­
yor resimlerin yanında, . Akşama gelip biriken para­
ları alıyorlar. . .
Şehrin en kalahalık semtlerinden biri olan Pic­
cadilly Meydanına yolunuz düşerse bir akşam para
atarak makin'alarla kumar oynıyanları, başka maki­
nalara para atmak suretiyle istedikleri pHlğı dinli­
yenleri, sevgililerini bekleyen avuç avuç kızlan , ya
da delikanlıları görerek geçer, özellikle paralı yaban­
cıları bekleyen Striptiz klüplerini, barları, yalnız ka­
dmiarın bulundukları yerleri süze süze dolaşabilir­
siniz.
Londra'da gezip görrneğe değer yerlerin başında
müzeler gelir belki. Her birini anlatmak günlere sığ­
maz. Tarihi eserlerin her türlüsünü, büyük gayret­
lerle derlenerek değerlendirildiği British Museum 200
yıldır günden güne zenginliği artan, gittikçe de ge ­
nişleyen bir tarih okulu . . . Onun devamı olan Natu­
ral History de öyle. Hele, gerçek bir okul durumun­
da olan ve çocuklann çıkmak istemedikleri, herşe­
yin başlangıcını, oluşumunu, düğmelere basa basa
görüp öğrendikleri Science Meseum'u gezerken onla­
rın adını, lafını bile duymayan milyonlarca çocuk a­
dına · içinizin yandiğını duyarsınız. Elektrik nasıl elde
e diliyor, telefon santrallan nasıl çalışıyor, dünya na­
sıl dönüyor, fotoğraf, film nasıl çekiliyor, küçük ör-
tıekleri gözünüzün önünde. Gemiler, trenler, moto•
sikletler, şu bildiğimiz at arabaları ilkin ne biçim ya­
pılmış , sonra ne hale gelmiş . . . Çocuklar oynıya aynı­
ya öğreniyorl'ar. Sonra, İngilizlerin kendi hayatla­
rındaki gelişme saf.halarını, tabii halde görüyor ço­
cuklar . Sözgelimi , yüzyıl önceki İngiliz evi, mutfağı
nasıldı, onu orada görmek mümkün. Bana sorarsa­
nız yüzyıl önc e de iyi imiş durumları. Mutfaklarında
bile sandalya varmış ya ona bakın. Eşekle odun ta­
şıdıkları devrin üstünden de yüz yıllar geçmiş. Ama
bu gelişmelerin kolay olmadığını, insan gibi yaşamak
için çok kelle kesildigini de tarihi Tower Haph::hane­
sindeki baltaları görünce anlıyorsunuz.
Yüzyıllardan beri sanatçıların elinden çıkmış
resimlerini de aynı titizlikle toplayıp benim Galeri
Müze dediğim bir yerde sergileınişler. Yeni resim ya.
panların eserlerini sergilemeleri için de çok sergi ye­
ri var. Bunların hepsi .i nsan emeğinin ve iyinin, dü­
zeni � korunmasından başka nedir ?
Insanın dört duvar arasında kalır gibi, binaların
ve kalabalığın orta sında kalıp da bir sıkılması var
ya, onu duymuyorsunuz Londra' da. Tabiyatı aramak
için uzağa gitrneğe sebep kalmamış çün kü. Öyle bir
kuruluşu var ki şehrin, nereye yürürseniz geniş ve
yemyeşil bir park çıkıyor önünüze . Müzelere nasıl pa­
ra pul ödemeden giriliyorsa, parklara da öyle. Dört
bir kapısından girip çıkıyor millet. Herşey insanlar
için. İşinden çıkıp da bir parkta oturan, yeşil çayır­
ların üstünde şöyle bi r geçen insan, kendini büyük
şehrin gürültüsü dışında buluyor. Evlerin de çoğun­
lukla, küçük büyük bir bahçeleri. var, çayırlı, çimenli.
Parklar ki, çiçekleri, ağaçları, gölleriyle iç :a çıyor­
lar. Ağaçlarda kuşlar, göllerde ördekler. Bunlar ger­
çek'"en değerli şeyler büyük şehrin şurasında bura·
sında. Ama anlamıyla belirtmek zor. Soluk alın·
maz hale getirmemişler şehri. Thames nehri de bu
68 ÖTELlliRİN HA VASI

ferahlığı arttırıyor. Parkların bazılarında spor sa·


haları var. O yeşilliğin üstünde gönene gönene çeşit·
li sp o rbır yapan kızlı e rk e kl i gruplar görürsünüz.
Çifte b a lı a rı birlikte yaşarlar. Ama kızların hacak­
ları açık, diye çırpınan , onlara yan gözle bakanları
görmek, duymak ne mümkün. L ondrad an çıkıp bir
grup halinde başka şehirlere g ittiği ni z de de ara nızda
kız varmış, gelin varmış, diye size bakanlar çıkmaz.
Kadın da kurtulmuş. Şehrin kıyı tarafları parklar
gibi de değil. Al a bil di ği ne yeşillik. Araba ile dakika­
l ar ca gidersiniz bitmez. Bin al ar , merkezde nasılsa
kenarda da o biçim , muntazam yapılır. Gecekondu ev­
leri, ma'h al l ele ri göremezsiniz. İne.anlar sihhatli.
ÇİFTLİKTE

Bugün, bir çiftlikte n söz açmak dilimin d öndü­


ğü kadar oradaki durumu sizlere anlatmak istiyo­
rum.
G::>rdüğüm çiftlik orta halli bir çiftlikti. Lond­
radan 100 kilometre kadar uzakta, güneyde. Deniz
kenarında sayılmaz ama, yakındı denize.
Çiftlik bir şahsın çiftliği. Yeterince arazisi var.
Buğday ekilen, sebze ekilen yerleri var. Besledikleri
40 ineğin otlayacağı yerleri de ayırmışlar. Çiflik evi­
nin yakınındaki modern ahırda barınıyor inekler. Bu
inekler tam süt ineği. Günde iki kere sağıyarlar ve
bir inek ortalama 7 litre süt veriyor. Çiftlikte paralı
misafir kalıyordum ve kahvaltılarımı da orada yapı­
yordum. Yatma ve kalıvaltı parası olarak günde 15
şi lin ödüyordum ki, bizim parayla 25 lira falan de­
mektir. Bir sabah kahvaltıda, inekler üstüne konu­
şuyorduk ev sahibiyle. Bizim inekleri sordu. Etini
budunu, sütünü sordu ineklerin. Anlattım. Özellikle,
bizim Orta An'a doludaki kapıdan yetme kara inekle­
rio az �.üt verdiklerini söyledim. "Onlar et içindir"
dedi adam. Oysaki etlerini-butlarını da biliyorum ben
o kara ineklerin. Karşılık olarak dedim Id adama :
"Belk i düşündüğünüz doğru, belki bir yerlerde, yal­
nız et için beslenen kara inekle r görmüşsünüzdür; A­
ma otun, yemin azlığından mı, yoksa iklimden mi, her
nedense bizimkiler pek etlik olmaya da yaramazlar
bence. "
"Doğru" dedi adam, inek demek, yeygi-yiyecek
demektir ve de bol yeşil ot demektir."
Evet, yet?il ot i s e , çiftliğin dört bi r yanında ala-
70 ÖTELERİN HAVAS!

bildiğine uzanıyordu. Değil çiftlikteki 40 inek, onun


kırk misli inek bile hakkından gelemezdi bu diz boyu
fışkıran yeşilliğin . . .
Gene çiftliğin çevresinde modern kümesler var­
dı. Günü gününe yumurtlayan , yumurtalan da yu­
murtaya benzeyen sürüyle tavuk vardı. Onların da
yem ve yeşillik bakımından rahatları . yerindeydi. Ora­
da eld e edilen süt ve yumurtayı gördükten sonra,
köyde kentte, başşehir Londrada neden süt ve yu­
murtanın bol olduğunu , günü gününe çiftlikten şe­
hirlere ulaştırıldığını anlıyor insan.
Gene bir sabah, kalıvaltı vaktinde, çiftlik sahibi
ve benden başka orada bulunan , büyük şe'hirden din­
lenmek için gelmiş olan dört misafir, bizde çok tavuk
beslenip beslenmediğini sordular. Tam da az pişmiş
tazecik yumurtaları karıştırıyorduk bu HHın açıldı­
ğında . Ne demem gerektiğini düşündüm birdenbire.
Sonra gerçeği bir parça duymaya çalışmak için şöy­
le söyledim : "Anadoluda tavuk yetiştirme ve besle­
me işi de bir mesele olmaktan çıkmamıştır. Birkaç
modern devlet çiftliğimiz vardır. Oralarda da, tıpkı
sizin çiftliğinizde olduğu gibi , en iyi şekilde beslenen
inekler ve sürüvle
· tavukla r vardır. Gönlüınüz bu tu­
tumun yurdun her yanına yayılmasını istiyor. E:Sa­
sen bu örnek çiftliklerin, yurdun şurasında burasın­
da kurulmalarının gayesi de budur. Ne yazık ki bu
güzel ve önemli gaye henü z gerçekleşmemiştir. Onun
için de, köyüroüzde kentimizde tavuk besleme işi ge­
lişi güzellikten kurtulamamıştır. Özellikle köylerde
her aile tavuk beslerneye çalışır. Ama modern kimse­
ler yoktur ve tavukların beslenme işine pek önem ve­
rilmez. Tavuklar kışın yumurtayı keser, bu yüzden
de bol bol taze yumurta bulmak kolay olmaz.
Bütün bunlara rağmen, son yıllarda, köy ensti­
tüsünü bitirmiş birçok · köy öğretmeni.. bu yönden
de köylüye örneklik etmeye başlamışlardır. Anadolu
ÖTELERİN HAVAS! 71
köylüsü için çok önemli olan arıcılık, tavukçuluk, bu
öğretmenler �.ayesinde yayılmakta ve arılar için mo­
dern kovanlar, tavuklar için modern kümesler, bir
uçtan köylerde belirmektedir. Bunun yanında tavuk
·cinsi de ıslah edilmeye çalışılmaktadır. Ama neye ya­
Ian söyleyim, sizin durumunuza ulaşmak için, yurdun
her yönünde böyle verimli çiftiikierin belirmesi için,
çok zaman ister."
Evet çok zaman isterdi ve de palavrayı bıraka­
rak çalışmak . . . Çünkü yapılacak işler çoktu ve o k a­
dar biribirine bağlıydı ki , sözgelimi, bu çiftlikte elek­ 1

trik vardı. Dağın başına, ovanın düzüne önce ışık gir­


miş, ondan sonra her şey. Ondan sonra da önce i nsan
kurtulmuş tabii. Bu çiftlikte de, istediğiniz anda sı­
cak su . Kolayca temizlenebilirsini�. Neden önemli bııı­
luyorum acaba, bu kadarcık basit şeyleri ? Kendi
kendime sordum bunu. Karşılığım da şu oldu :
İnsanı insan eden bu basit şeyler zaten. Baksa­
mza çiftliğin hizmetini gören karı kocaya. Ne kadar
tertemizler, ne kadar yerinde sağlıkları. Az şey midir
bu ? İnsanın, insandan sonra hayvanın sağlığı yerin­
de. Sağlam ve bakımlı hayvanın verimi yerinde. On­
dan sonra da insanların yaşayışı yerinde. Ne demek
istediğimi, ancak, bir çok basit şeyden bile yoksun
köylüm anlar. . .
ÜNİVERSİTE ŞEHİRLERİNDEN

Bu kez iki kültür merkezinden, Oxford ve Camb­


ridgıe'dıen söz açacağım. Bu iki şehir İngilterenin
başlıca üniversite şehirleridir, aynı zamanda. Ayrıca
her ikisi de gayet küçük, sevimli şehirler. Hele Camb­
ridge . . .
Önce Oxford'a gittim. Bir öğleden sonra varmış ­
tım şehire. Daha önce Türkiyeden tanıştığımız bir
dostun kılavuzluğu ile kollejleri gezdim. Yıllardır ni­
celerini bağrına basarak yetiştirmiş olan o gösteriş­
siz eski yapılar ortasında öylesine yeşil ba'h çeler,
parklar bırakmışlar ki, tabiatı okulun içinde görü­
yor, yaşıyorsunuz. Gene bizim Köy Enstitülerini dü­
şündüm onl arı gezerken. İnsan nefret ediyor, yemek­
liği, dersliği , yataklığı . . . her şeyi iç içe, üst üste sı­
kıştınlmış tek yapılı okullardan . . . öğrenciler sırtla­
rını, bağırlarını açarak uzanmışlar çimenlerin üstü­
'
ne, hem ders çalışıyorlar, hem gii.neşten alacaklarını
alıyorlardı . . . O akşam, bir hafta sonu yemeğinde ü­
niversite öğretmenleriyle tanıştım. Sabahleyin de
şehri gezd'i m. Önce an a kitaplığa gittim. O ne kuru­
luş, o ne tertip düzen ... Aradığınız kitabı bir anda
bulmanız mümkün. Bulunmayan kitap da yok. Dedim
ya kültür merkezi diye. Onun ardından gördüğüm ·

Blackwell Kitabevi ben i iyice sardı. Nasıl sarmasın,


o ufacık ufacık, kitapların ıkış tepiş üst üste doldu­
rulduğu kitapçı dükkanlarını düşünün. İstediğiniz
kitabı bulamazsınız bir, ikincisi de, alacağınız kitabı
şöyle bir kanştırıp inceliyerek almamza imkan yok­
tur. Oysa ki Blackwell, kat kat üstüne her türlü kita­
bın bulunduğu, gezilecek, kitaplada ah,baplık edile-
ÖTELERİN HAVASI 73
cek şekide kurulmuş bir kitabevi. İçindeki satıcılar
nasıl sinek avlamıyor, boyuna kitap satmaktaysalar,
içeris i de o ölçüde zınkazınk dolu. Millet oturarak,
ayakta, boyuna kitap karıştırıyor, kitap okuyor. Ala­
cağı kitabı bir iyi·c e seçiyor. Daha olmazsa, küçük
bir kitabı ya da bir kitabın kendisi için gerekli yeri­
ni orada okuyup çıkabiliyor. Gez dünyayı, gör !}on­
yayı dedikleri gibi ben de gör kitabevlerini, anla
memleketi dedim, kendi kendime.
Oxford v e Cambridge kollejlerini gezerken, ya­
pıların kıyılarında sıralanmış yü?Jerce bisiklet dik­
katimi çekti. Öğrencilerin, halkın çoğu birer hisikiete
sahip. Onunla gelip onunla geziyorlar . Ö n tarafların­
da aynı örnekten birer sepet var hu bisikletlerin. Ki­
taplarını yerleştiriyorlar, öteberi dolduruyorlar ge­
reğinde. Oxford Üniversitesinde, birçok memleketi
yakından tanıyan, O memleket! er e has uzman öğret­
.
menler tanıdım. llgilmdikleri, dersini okuttukları
ülkelerin dillerini de iyice öğrenmiş olan bu öğret�
menlerle konuşunca anladım ki, Türkiyenin bir�ok
meselesi de, Oxford üniversitesi dersliklerinde incele­
niyor. Gönül, bunun, Türk Üniversitelerinde de ya­
pılmasını hemen istiyor , Şehrin dışında bir yere git­
tiğim için Oxford'da o akşam tiyatroya gidemedim.
Çok istediğim halde. Shakespeare'in "Bir Yaz Gecesi
Rüyası" adlı eserini, Kollej öğrencileri bir bahçede
oynuyorlardı. Tam piyesin havasına uygun bir bah­
çeydi. Oyunu seyretme iınkanını bulamayınca gidip
oynadığı yeri gördüm. Turgenyev ve Çekov'un, yani,
iki Rus yazarının iki eseri, iki ayrı tiyatroda oyna­
nıyordu. Sanat için yasak masak göremeyince, insa­
nın içi aydınlaniyor. Öyle ya, Rus eseri, Fransız ese­
ri ya da İngiliz eseri, ama sanat eseri. İsteyen istedi­
ğini oynuyordu. Neden oynuyorsunuz diyenler çıka­
cağını sanmak da gülünç olurdu.
74 ÖTELERİN HA VAS!

Cambridge'e gelince : oraya ü niversite son sınıf


öğrencilerinin okulu bitir.me törenlerini görrneğe
gitmişim sanki. Bir baktım, caddelerde, sırtında be­
yaz tavşan derisiyle siyah bezden yapılmış yelekie­
ri olduğu halde dolaşanlar var. Bunlar, o gün okulu
bitirenlermiş. Ve geleneğe uyarak bir gün içinde
okulu bitiren . her öğrenci bu yeleği giyiyor, sonra
okula gittiğimde gördüm ki, bahçe ana baba günü
olmuş. Öğrenci kümeler i kapının bir yanından girip
içerde gerekli işlemi gördükten sonra çıkıyorlardı.
Analar babalar, tanıdıklar da öteki kapıdan çıkanları
alıp, tebrik ederek, fotoğraf çekerek, götürüyorlardı.
Yol üstünde birçok köy ve kasabalar vardı. Bunlar­
dan birini gezdim. Bu, üç dört sene önce kurulan ye­
ni bir kasabaydı : Harlow. Günlerden Cumartesiyd i
ve HarloW'un hafta pazarı idi. Bu yeni kasaba, bana
tıpkı, bizim Anadolu kasabalarını hatırlattı. Hele pa­
zar yeri tı;ı.m bizim pazar yerlerine benziyordu. Ko­
leji, kilisesi, burada yaşıyanların ' Ç alıştığı ve biraz
uzağa kurulmuş fabrikalariyle, şipşiri n bir yerdi.
Şehre hele büyük şehre akın yerine, yeni kasabalar
ve yanına fabrikalar kurmak düşüncesinin ürünle­
rinden biriydi gördüğüm . . .
PIRIL PIRIL

Biliyorsunuz bizde kırk binde n fazla köy var ve


her bi r i n in kendine özgü bir durumu var. Batı Ana­
dolu d a bazı kö ylüler i n yaşayışı bir başka türlü, Or­
ta ve Doğu A na dol uda k i leri n yaşayışı da bir :b aş­
ka türlü. Ama genel olarak, uygarlığı n olanakları
köyler-i mize sokulmuş değildir. El e ktrik ışığı su ve
yol yönünden ilk çağlarda olduklarından farklı de­
ğillerdir. İş-güç yönündense köylümüzfuı meselele­
ri çatal çataldır. Elbette burada sayıp dökmeme im·
kan yoktur. Olsa da neye yarayacak. Zaten y ı llard ı r,
genç kuşağın köylü v e k ö y c ü yazarlarınca halimiz
ortaya dökülmektedir.
Bunun yerine ben, İn g ilte r e de köylerin duru­
munu ve kö yl üle ri n yaşayışını aniatmayı ye ğ tutu­
yorum. önce b e lirtme k gerekir ki, !n g i lte rede biz­
dekilere ·benzer, kendi i çine kapanmış köyler artık
tarihe ka rış mı ş . Uygarlığın olanakları yurdun her
yönüne u la ş tı rı l m ı ş ve hayat düz en i , en büyük şe­
h irden en k üç ü k köye kadar bi�birine bağlanmış.
Onun için İng il tere de köy hayatı derken, bizdeki k öy
hayatınm tam aksini anlamak gerekir. Bir kere bu­
rada, asıl yaşanılacak hayat köylerde. Köylerden,
ekmek parsı kaza n ma k için akın akın büyük şehir­
lere giden gurbet kuşları göremezsiniz. Aksine , bir
temiz hava solumak içi n hafta sonlarında mi lle t bü­
y ü k şeh i rlerde n k ö ylere akın e d i yor. Bunun sebep­
leri ise gayet basit. 'Ekmek kazanmak kapı l a rı yal­
nız büyük şehirlerde değil, aksine büyük şehirlerin
dışında kqrul mu,ş . Fabrikalar, çiftlik ler ve başka i ş-
76 ÖTELERİN HAVASI

letmeler.. . Şimdi, gezdiğim, gördüğüm köylerin du­


rumunu kalın çizgilerle kısaca anlatmak istiyorum :
İlk gittiğim köy İ ngiltereni n güneyinde, küçü­
cük Rolton köyü. Londradan trenle iki buçuk saat
sürdü. Yan i büyük şehrin yakını n da bir köy değil.
Köyde her ailenin en azından bir arabası var. Arka­
daşıının anası aralbasıyla istasyona gelerek bizL aldı.
O n dakika sonra köydeydik. Geldiğimiz zaman, evin
önünde postadan henüz gelm i ş mektup ve paketler
bulduk. Önce eve, sonra oradan bahçeye geçip otur­
duk. Öğretmen emeklisi büyük baba, bahçede kitap
okuyordu. Önce bir içki sundular, oturup akşam ye­
meklerimizi yedik. Çorba, et ve sebze yemeği ile
pasta yedik yemekte. Az sonra da trenle iki buçuk
saat ötede bulunan Londradaki bir tanıdığa telefon
açtık. Bir dakika içinde aradığımız karşımızdaydı.
Tabii köy pırıl pırıl. Elektrik var. Yol var. Bah­
çeler, tarlalar yemyeşiL Bütün olanaklar bu 15 ha­
nelik uza.k köye de girmiş, soğuk-sıcak su evi n i�irı ­
de. Ertesi günü de toplanıp · deni ze gittik;. Öğleyin
yiyeceklerimizi evde n götürdük. Azığımızda ciğer
ezmesi, peynir, meyva vardı. Fakat, ilk işimiz orada,
df:nize girmeden, saatı saatına köye yetişmiş olan ve
yanımıza. aldığımız o günün gazetesini okumak ol­
du. Bu i � de böyle Ingilterede. Gazeteni n basıldığı
büyük şehirdeki vatandaşia uzak köydeki vatanda­
şın eline aynı anda, . sabahın olmasıyla ulaşıyor ga­
zete. Ve her yerde vatandaş, ilk önce dünya nın ve
memleketinin gidişini gözden geçiriyor, olayları ken­
dine göre yorumluyor, ondan sonra işine bakıyor.
Üstüne düştüğü zaman da , vatandaşlık görevin i tam
olarak ve bilerek yapacağı, vatandaşlık haklarını
kimseye çiğnetmiyeceği muhakkak. . . O akşam da,
köyün kii.çük meyhanesinde bira içerek köylülerle
konuştum.
Gittiğim köylerden birisi d e bu kö yün ta:ın ııd·
dı istikam ette ve Londraya aşağı yukarı aynı uzak­
lıkta Sandford köyü. Bu köye de bir öğle üstü uğra­
dım. Buranın da ·bir küçük okul u, okulun bir bayan
öğretmeni vardı. Tabii köyün küçücük kilisesi ge­
ne tertemizdi. Bu köyden de bi r arkadaşım vardı.
Onunla gelmiştik köye. Ö ğle üstü, önce birer bardak
bira içtik köyün. meyhanesinde, sonra öğle yemeği­
ne gittik. Yemeği anne hazırla.mıştı. Çorba, et yeme­
ği ve üstüne tatlı vardı. Masaya oturup hep birlikte
güle oynaya yedik. Burada da, köylülerin konuşma­
larıyla şehirlileri n konuşması arasında azcık fark
gördüm. Şiveleri değişikti. Ve şunu da gördüm, ad­
ları soğuğa çıkan İngilizler, özellikle köylüleri.
öyle sıcak, öyle ko nukseverdiler ki. . . Üstelik göste­
rişle zerrece ilgilerinin olmayışı da cabası . . .
B u köyün o tertemiz lbakımlı küçük evleri, beş
altı yüz yıl önce yapılmış. İçinde oturduğumuz bana
g öre yepyeni yapının, beşyüz yıl önce yapıldığını
söylediklerinde zo r inandım.
Bu k öyün halkı 50 sene kadar önce bizde olduğu
gibi basit çiftçilikle geçinirmiş. Ş imdi köye uzakça
bir yerde fabrika var, çiftçiliği bırakıp işçiliğe baş�
lamışlar. Ama ne işçilik.,. Ailelerinin en az birer
arabası var. Bazılarının bir büyük bir küçük olm ak
üzere iki arabası var, garajlarında. Kazançları tam
anlamıyla yerinde. Her köydeki ev durumu da hoştu,
tıpkı burada olduğu gibi. Ev, evin garajı, arkasın­
da ya da önünde genişçe bahçesi ağaçlariyla, çayır
çimeniyle . . .
B A H Ç E L İ

Gezdiğim yerlerinde İngiltere ' nin, köy ilk ve or­


taokullarının hepsi gelişkin uygulama bahçelerine sa ­
hipti. Bu bahçeler, öğrenciler tarafından, tabiat bil­
gisi ve tarım ö ğretmenlerinin rehberliğiyle işlenmek­
tedir. Mümkün olan her türlü bitki, sebze yetiştiril�
mektedir. Sözgelimi, İngiltere'de patates çok yenil­
mektedir. Okul bahçelerinde de öğrencilerin bol bol
patates yetiştirdiklerini, t a zesi tazesine oku l mut­
fağında pişirildiğini gördüm. Bundan başka, çeşitli
meyva ağaçlarını özenle koruyarak ve aşılıyarak bu
bahçelerde .öğrenciler yetiştirmektedir. Bahçeleri n
kıyma köşesine modern arı kovanları yerleştirmiş­
ler. . .
İngilterenin iklimi bizimkine benz,e mediğinden,
bu bahçelerde sala.t alık, fasulye ve domates camla
örtülü yerlerde büyük emek verilerek yetiştiriliyor­
du. Gezdi ğ im !bütün köy okullarında gördüğüm bah­
çe ler ve bahçelerde yetiş.tirilenler, aşağı yukarı bir­
birine benziyordu. Hangisine varsanız, başlarında
tarım öğretmenleri olduğu halde, bir küme öğrenciyi
patates sökerken, ağaç budarken , a.şılarken ya da
sebzelerin dibini çapalarken görüyordunuz. Kolları
sıvayıp toprağa bulanm.ışlar. Bahçede çalışırken öğ­
retmenler de, öğrenciler de tam iş kılığına bürü­
nüyorlar.
Onları soğanla, baklayla, pancar, havuç ve la­
hanayla uğraşır gördükçe okul bahçelerinde, hele
o güzelim çiçekleri daha iyileştirmek için elleri ya­
kışarak aşılayışiarını seyrettikçe, elmaların sarkı­
şını, arıların uçuşunu ve tavukların modern kümes-
lerde gıt gıtlayışiarın ı gqrdükçe laftan başka bir
şeyin öğretilmediği okulları ve i nadım i n at, diye ez-
. bercilikte direnenleri düşünmemek elde değildi. Son­
ra işlik çalışmaları : Köy ilk ve ortaokullarında de­
mircilik, dülgerlik atelyeleri gene köy Enstitüleri
yoluyla bizde köylere sokulmak istendiği gibiyd i.
Bu okullarda, belaların yapılışı da anınaya <te­
ğer doğrusu. Geniş, kullanışlı :ve çoğunluğa yetecek
şekildeydiler. O sessiz ve soğukkanlılıkla yuğrulmuş
terbiyede bunun etkisi yok mu dersiniz ?
Anlamıyla eğitim ve öğretim yuvası olan, hatta
başkent Londradakilere taş çıkartacak durumda bu­
lunan . köy okullarının ardından, gene her köyde tıkır
tıkır çalışan Gençlik Klüplerin i anınam gerekir.
Gençlik Klüplerini bir örnekle anlatmaya baş­
lamak gerekirse, bizdeki Köy Halk Odalarına benzet­
rnek doğru olur. Sağlam yapılı büyük bir bina. Her
türlü toplantı ya da toplu oyuna yetecek salonundan
başka, mutfak da i çinde olmak üzere gerekli bölme­
leri var. Okulu bitirmiş ve artık hayati işini tutmuş
ya da tutmak üzere olan genç kızlar ve delikanlılar,
klübe üye oluyorlar. Kendi aralarında bir teşkilat
kurarak orasını i dare ediyorlar. Belli akşamlarda
toplanarak, futbol, tenis oyunları, danslardan başka
herhangi bir konuda fiki r tartışmas ı yapıyorlar.
Birçok köyde klüplerin toplantılarına gittim. Birbi­
rini o kadar tatlı ve kızınadan tenkid edişleri vardı
ki, hayran olmadım dersem yalan olur. İngilizlerin
· karakterinin çocuklarda nasıl belirmeğe başladığını
o tartışmalarda capcanlı görüyordum. Okulun ardın­
dan bu klüpler geliyordu demek. Kız çocukla r erkek
çocuklarla ne güzel, sululuğa inmeden tertemiz dans
. ediyorlardı. Köylerin düğün dernek işleri de bu sa­
lonlarda yapılıyor. Ve taassubun yerini, arkadaşlı­
. ğın, insanca, dostça ilginin alıverdiğini görüyor­
cdunuz.
80 ÖTELERİN HAVASI

Dahası var : İş okulla, Gençlik Klüpleriyle kal­


mıyor, köyde ve şehirde büyüklerin de toplantıları­
na katıldım. Halk eğitimi salonlarında toplan dılar
onlar da. . . Öğretmenlerde n biri çıkıyordu, sözgelimi
bir ortaokulun ekonomi öğretmeni, günün, üstünde
en çok konuşulan mesele "Ortak Pazar" konusunda
halkı aydınlatmağa çalışıyordu. Dinleyenler de o ko ­
n u ile zaten ilgilenmekte olduklarından, kendilerin­
ce karanlık olan noktalar ı soruyorlardı.
Ortak Pazar kim, o konuda halkı t oplıyarak
bilgi verecek öğretmen kim, nereden nereye, deme­
yin. Asıl öğretmenlik böyle olur. "Böyle şeylere bur­
nunu sokma" demek yerine, takdi r ediyorlar böyle ­
lerini. , . Köy okullarının · ve Gençlik Klüplerinin bir­
likte yürüttükleri halk eğitim kursaları var, bir de.
Köylül�r ( Her kursa 200 kadar geliyorlar ve ço­
ğunluğunu kadınlar teşkil ediyor) , haftada üç gün
ve günde ikişer saat bu kurslara katılarak, tarımda
yeni gelişmelerden haberdar oluyorlar. Toprağından
daha iyi ürün almanın yollarını öğreniyorlar. Mo­
törcülük, sağlık ve beden eğitimi dersleri de veri­
liver bu kurslarda.
Sonuç olarak da, kuzu gibi geçiniyorlar. Kavga
eden çocuklara, iki kişinin birbiriyle döğüşüşüne
rasiarnanız mümkün değil. Her kuruluş, toplu yaşa­
ma terbiyesini verecek şekle sokulmuş ve bu gaye
gerçekleşerek bugünkü sonucu vermiş.
C A P C A N L l

Gittiğim ılıölgelerden biri de İngiltere Krallığı­


nın Wales Bölgesi. Burada Wels'ler yaşıyor. Heıne­
kadar İngilizcey i konuşabiliyorlarsa da, esas olarak
lmnı:ıştuklar ı Wels dili.
Bu bölgede birçok köyler gezdim. Köylülerle
görüştüm. Bu arada köy okullarına uğradım. Okul­
larda öğle yemeğini toplu olarak yiyen çocukların,
yemeklerini mutfaktan alışları, masalarda tertipli­
ce tabaklarına dağıtışları çok hoştu.
Köyün birinde üç, birinde iki gece konukladım.
Köylerde büyük oteller yok haliyle. Bazı aileler, ev­
lerinde bir ya da iki odayı, kalıvaltı da dahil olnÜı.k
üzere kiraya veriyorlar, otel gibi. İşte bu evlerde pa­
ral ı konuk oldum. Wels aileleriyle aynı masada ye­
mek yedim, uzun uzun konuştum, dereden tepeden.
Gençler İngilizceyi adamakıllı konuşuyorlar ar­
tık. Herhalde kısa ,bir süre sonra, Wels dilinin yalnız
,, ) adı kalacak. Bununla birlikte genç Wels kızlarının,
kendi türkülerini kendi dillerinden okuyuşları unu­
tulacak cinsten değildi.
Köylüler boyuna, yemeklerini nasıl bulduğumu
soruyorlardı. Ne de olsa insan alıştığı yemekleri arı ­
yor. Bizim yemekleri aradığıını söyledim onlara.
Yalnız, onlarınkini de iyi bulduğumu ekledim. Genel
olarak, kahvaltıları kuvvetli. Sahanda yumurta ile
domuz pastırması, süt, çay oluyor kahvaltıda. Öğle­
leri ya da akşamları ; çorba, soğuk veya sıcak et ye­
meği, bir de tatlı bulunuyor.
Okullarda gene, çocuklar boyalara gömülmüş
resim yapıyorlar.dı. Tarih dersinde bir gün, insan la­
F. 6
82 ÖTELERİN HA VA S !

rın kökünü, nereden gelip ürediklerini sordum 11


yaşındaki Wels çocuklarına, "Adem ve Havvadan"
dediler . . 18-20 mevcutl u sınıflarda ilkokula hazırla­
.

nan küçük çocukla r k i 4-5 yaşlarında, gönene göne ne


oynuyorlardı çeşitli oyuncaklarla. Öğretmenler, bu
çeşit okulların bizde de olup olmadığını sordular.
Birkaç özel okul var paralı, onlar da büyük şehirler­
de, geri kalan çocuklar için böyle okullar yok, de­
dim. Akılları almıyor. "Peki n e yapar küçük çocuk­
lar ? " diyorlar. " Sokaklar yetişiyo r şimdilik" dedim.
Ve ekledim : " Siz 7 yaşına basanlara okuldan ve öğ­
retmenden haber verin, yeter". Çünkü, boyuna, bizi m
ilkokulların sınıf mevcutlarını da soruyorlardı. "Si­
zinkilerden kalabalık, lOO'e doğru yaklaştığı da
oluyor. " diyordum. İkili, üçlü öğretim meselesine
inanmıyorlardı. Wales köylerinde n biri n de, köy ka""
dınlarının toplantısına katıldım. Birisi piyanoya geç­
ti, hep bir ağızdan şarkı söylediler toplantı başlar­
ken. Almanyaya gidip gelmiş bir kadın, Almanyada
gördüklerini tatlı tatlı anlattı. ötekiler de sessizce,
olgunca dinlediler. 70-80 yaşlarındaki kocakarıların,
yağmurun şakır şakır yağmasına rağmen, yağınur­
luğu . ç ekip toplantıya yetişmeleri görülecek şeydi.
Onlara imrenmedim diyemem. İmrendim de ;
kendi kendime ınırıldandım bir manzumenin dörtlü­
lüğünü :

Ahır köşelerine sokulmuş fen göreyim


Anaın ı mektup yazar, !bacımı tahsilinde
Babamı motör sürer, yavrumu şen göreyim
Geçmişim göremedi ne olur ben göreyim.

imrenmemek elde değil. Köylü kadınlar bu hale


gelmişler, köyler bu hale gelmiş . . .
İnsanlar, tabiatın elinde birer oyuncak gibi ka­
ranlıklar içinde kıvranmıyor. Anneler, çocuklarını
ÖTELERİN tiA VAS ! 83
el yordarrı.ıyİa emzirmiyorlar karanlıkta. Geceler ka­
ranlık değil. İnsanla r uyuşuk değil. Şarkı söyleyişle­
rinden adım atışıarına kadar hepsi capcanlı. Bu
şartlarda ömürleri de uzuyor. Evlerinde üç gün kal­
dığım Overto n köyündeki Bevan ailesinin, birlikte
yeme k yediğimiz horantası içinde evin annesi 60,
kocası da 59 yaşında. Ama onların anaları da 85 yaş­
larında, ve canlılıkta 60 yaşındak i çocuklarından
hiç de geri kalmıyorlardı.
Kadınlar görüyordum, 25-35'lerde dersiniz. Öğ­
reniyorsunuz ki, ya 50 sinde ya da 55 indeler . . .
Burası, İngilterenin e n son gelişmiş kıyı bölge­
lerinden biri. Köye elektriğin, içme suyunun, tele­
fon teşkilatının gelişini Bevan ailesinin yaşlılar ı ha ­
tırlıyorlar. 50 yı l önce gelmiş bu kuruluşlar. Köy
de en ufak köylerden : 21 hane.
Köye asfalt yolun gelişi Çok eski. Am a şehirle
köy arasında otobüs seferleri 35 yıl önce 1926'da
başlamış.
Bu saydığım şeyler köye gelmeden önce, köy­
lüler basit çifçilik yapıyorlarmış. Şimdi çoğu, fabri­
kalarda çalışıyorlar. Her evden 2 kiş i Swansea şeh­
rindeki fabrikalarda çalışıp akşam otoıbüsle dönü-
Y yorlar. Sabahleyin de 8 otobüsüne bindiler mi, saaf
9'da şehirdeler. "Orada otursalar daha iyi olur, bu
ge lip gitmeler yorar" demiş bulundum.
"Aksine, gürültüden sıyrılı n ca dinleniyorlar"
dediler . . .
BİR. İNGİLİZ KÖYÜNDE

W ales Bölgesinin Overton köyünden Bevan aile­


sinde üç gün konukladım. Bu üç . gün içinde farkına
vardım ki yeniden, uygarlığın olanakları köylülerin
ayağına kadar gelmiş. Bunlara erişmek kolay olma­
mış belki, ama çok da zor olduğunu sanmıyorum.
Onları yönetenler ve toplumun çeşitli işlerinde, top ­
luma hizmet için görev yüklenenler, doğru hareket
etmişler, çünkü .. Kişisel çıkarlar öne geçip, asıl ya­
pılması gereken işleri en arkada bırakmamışlar.
Sabahı n saat 9 unda postası geliyor köyün. O­
günün gazetelerini sıcağ ı sıcağına, mektuplarla bir­
likte dağıtıyor gazeteci. Köyde sabahleyin hayatın
başlayışı ;bir alemdi. Postacının ardından, etci etini ,
balıkçı balığını, sütçü sütünü, yumurtacı yumurta­
sını dağıtıyordu, arabalariyle kapı kapı gezerek. Et
ve balıkçının arabaları haliyle soğuk hava tertibat­
lıydı. İstediğiniz her şeyi en uzak köyde de bulmak
ve yemek mümkün. Değirmenin suyu nereden geli­
yor, diyeceksiniz, kurumuş ve tıkır tıkır işleyen dü­
zenden, derim. . . ( Müslümandır domuz eti yemez )
diye bana sığır etinden yemek hazırlamak istediler
bir keresinde, ( Mümkün mü acaba, canım taze balık
istiyor) dedim. Hemen yaptılar.. .
Evin öte odalarından birine; bir kızla-oğlan girip
çıkıyorlardı. Onlar da gezmeğe gelmişler. Ev salıi­
besi Bayan Hanıma sordum ·b irinde, (bunların ev­
lenme cüzdanına baktın mı ? ) diye. (Onlar evli de­
ğil, oğlanın kız arkadaşıdır yanındaki. ) İngiliz köy­
lüsünün, hele Wales bölgesindeki 60 lık kadının dü­
şünce yönünden de yaşlı olmasını nasıl isteyebiliriz ?
ÖTELERİN HA VASI 85
Dipdiri bir kere. Sonra, entellektüelinden, bilim ada­
mından tutun köylü kadınma kadar görgü, terbiye
aynı . . . Bir kalıptan çıkmışlar sanki. Ayırım varsa
:bile ufak tefek bilgidedir belki.
Evlenme cüzdanı olmayanların eve ya d a otele
alınışlarıyla kıyameti n kopmıyacağını çoktan anla­
mışlar. Bir kızla bir oğlanın arkadaşlık etmelerinin,
birlikte gezmelerinin hoş görülmediği yerlerde, ter­
biyenin de gelişmeyeceği ortada. İlerleme laf top­
l uluğunun içinde bu yönlerin temel taş ı olduğu da
kavranmış . . .
Yalnız Overton'da oturup kalmadım. Gündüzle­
ri öteki köylere de gidip gezdim otobüsle. Otobüs­
ler, köy araların a uğrayarak, yolcuları belli dakika­
larda belirli duraklardan alıp köyden köye ya da şeh­
re götürüyor.
Motörünü traktörünü sürerek tarlaya giden, tar ­
lada çalışan köylüle r görüyordum, gidip gelirken
Ata ve eşeğe binrnek tarihe karışmış olmalı ki hiç
görmedim, hayvana binen. At arabası, öküz arabası
da gör.medim. Çiftçilikte de bu hayvanlar kullanıl ­
mıyor. At, eşek ve öküzü, Londranın hayvarrat bah­
çesinde , ay görmüş gibi seyrediyor İngiliz çocukla­
rı.
Köy aralarında, hatta yollarda genel telefon
vardı. Başı daralan, acele işi olan, memleketin her
yerine sesini ulaştırabilirdi buradan, isterse.
Posta ara!bası, günde iki kere köylerin posta
kutularını açıp postayı götlirüyor.
Her işi makinenin yapması, çocukları olana pek
iş bırakmıyor. Köylüler gökte uçan kuştan medet
umar hale gelmiyorlar yaz aylarında. Onun ıçın,
okullar Temmuz ayı sonuna kadar açık. Çocukla­
rın bütün vakti okulda g-eçiyor. Bi:r buçuk ay yaz
tatili yapıyorlar, o kadar. Böylelikle daha iyi yetiş­
me imka,nı l:ruluyorlar,
86 ÖTELERİN HA VAS!

Köylerin hepsinde orta okul yok. Bu yüzden


4-5 köye bir, ortaya düşen köylerde olmak üzere Or­
taokullar yapılmış. Ora� ara sabah ot obüsleriyle ge­
lip de rs sonu yine otobüsle köylerine dön üyor ço ­
cuklar. Yani, her çocuk, k olayca orta ö ğretimden
geçme imkanına sahip. Burada mecburi öğretim ya­
şı 15 zaten. İ n g il i zle r bunu da az bulmakta, 16 ya,
17 ye çıkmasını istemektedirler.
Köyleri gezerke n dikkatimi çe ken iki şeyin de
sözün ü etm e k isterim : Bunlardan biri , şehirlilerle
köylülerin giyimlerinde n en ufak bi r ayırım g öze
çarpmayışıdır. Yurdun her yerinde giyim, heme n
hemen aynı. .

İ kinci ve önemli bir nokta da, k ö y il k ve orta


okullarında çalışan öğretmenlerin, köylere yerleş­
miş olmalarıydı. Eğer köyün yeriisi de ğ ilse, okul ta­
tilinde ke n d i köylerine gidiyorlar. Bunların içind e
30 yı l d ı r aynı köyde ç al ı şan karı koca ö ğretmenler
vardı. Çocukları gösterip, ( Bunların ana-babasını
da ben okuttum ) diyorlardı. Öğretmenliğinin ilk yı­
lından beri, 10 - 15 y ıldı r aynı köyde çalışan, o köye
gömülmek is teye n ib ay ve bayan öğret m e n l e r gör­
düm. İ ster istemez sordum on l a r a ( şehirde yaşamak
istemez miyiz ? ) Aşağı yukarı hepsi de ( Köy haya­
tını nasıl de ğişirim, şehrin gürültüsüne, orada ne
gezer bu temiz hayat. ) dediler.
De m e k uy garlı ğ ın v e ri l eri kö yle r e sakulunca
köylU de, öğretmen de ş ehre akın etmekten yaka
silkmeğ·e başlıyor. Kış ı zorla köyde geçirip yazı iple
Çekecek şehrin kahvesine sığınma anlayışının üstü­
ne perde çeken püf noktası da, sanırım imkanların
köye götürütmesi noktası ile birleşmiş duruyor.
Gezdiğim üç ayr ı b ö l geni n 20 köyünde, öğret­
men l er de, k ö ylü ler de, büyük şehrin yaşamak için
olmadığını söylüyorlardı. Benim daha çok Londrada
lı;:aldığımı öğrenince de, nasıl ya şı y abi l di ğ ime şa§I·
\ ÖTELERİN HAYA SI 87
yorlardı . Hoş, nasıl yaşıyabildiğime ben de şaşıyor­
dum.
Ama, bun a rağmen Londrada yükünü tutmuş
olmalı ki, Londranın büyürnemes i içi n hükümet ted­
bir alıyor. Londrayı dolduranlar İngilizler değil ki
ama . Polonyadan, Almanyadan ve başka yerlerden
gelip yerleşenler. Bir de yabancı öğrenciler, Londra
İngilterenin özel şartları olan bir şehri olarak tek
kalıyor bu yüzden . . .
Köyleri gezerken ağaıçlıklar, yeşillikler ortası n ­
da, ye r yer koca koca hastahaneter in oturtulmuş ol­
duğunu gördüm. Tevekkeli, Londra hastahanelerinin
önünde bekleyen bir hasta görmek mümkün değildi.
Yurt yüzeyine insanlar nasıl dağılmışsa , onlarla il­
gili kuruluşlar da öylece dağıtılmış.
Tıpkı orta okullar gibi, üç ya da 4 köyün merke­
zinde doktor var. Baş ı ağrıya n telefonu açıyor, he­
men doktor geliyor. Durumu ağır değilse hastanın,
cankurtaran gelip alıyor. Köy merkezinin doktoru
elinden geleni yapıyor. Taıbii para pul alması yasak.
Eğer daha başka ve kendinin alamıyacağı tedbirler
gerekiyorsa, cankurtaran arabası yakın hastahane­
lerden birine götürüyor. Öyle salgın hastalığa fa­
hn pek rastlanmıyor zaten . .
Bu onlarda. Bizde ? . . Söyler misiniz biz nelerle
uğraşıyoruz ? Behzat Ay'ın yazdığı gibi, müdürlük
kavgası, af kavgası, koalisyon kavgası , sen kaçırdın
oen kaçırdım kavgası . . . Bu gidişle (kaçırmak ) tan
·

kurtulamıyacağız sanırım. .
DENİZDEN ÇlKMA

İngiltere hudutları içinde gezdiğim bölgeler, ba ­


zan en verimli toprağa sahip bölgelerdi. En verimli
diyorum, çünkü verimsiz toprak yok. Holand böl­
gesi sözgelimi, dümdüz denizden çıkma topraktı ve
kan eksen can bitiren cinstendi. Çileğin, şekerpan­
carının, patatesin en iyi ve en bol yetiştiği yer. Bu­
na laleyi de eklemeliyim. Tarlaların arasından ge ­
çerken milleti harıl harıl, motörün söktüğü patatesi
toplarke n görüyordum. Bir u'çtan da, gene motörle
lahana dikiyorlardı. Bu tarım bölgesinde, yıllık ta­
rım gösterisi de orada bulunduğum zamana rastladı
ve gidip gördüm. Bi r çeşit panayırdı bu. Gittiğim
gün, üç gün sürecek gösterinin ikinci günüydü. İs­
koçya hal k dansiariyle da süslenen bu gösteride, ye­
tiştirilmiş, ıslah edilmiş, her çeşitten yüzlerce ine­
ğln, boğanın, atın . . . dizi dizi meydana çekilip gös­
terilişleri gerçekten enteresandı. Bakıcıla r ve göste­
ricilerin çoğu köylü kızlarıydı. tnekler memelerini,
boğalar etlerini taşıyamıyacak hale gelmişler. Da­
nalar etli, inekler sütlü yani. Hele o, İngilterenin
her yerinde görüp durduğum ala inekler. Doğrusu,
ta karnının altından itibaren bütün bacak arasını
doldurup yere değen inek memesini ilk bu ala inek­
lerde görüyordum.
Sergide, her türlü tarım makinesi döküm edil ­
mişti. Traktörden tutun orak makinasına kadar. Ta­
vuk ve domuz gibi canlı malların da ihmal edilmedi ­
ği sergiyi, birçok mahsullerin tohumluğu ve yetiş­
roişi süslüyordu. Soğan, bakla, pancar, kabak, çeşit­
li yiyecekler. Hepsinin de yüzüne bakınağa de ğer di.
·
ÖTELERİN HAVAS! 89
Gürbüz, iyi yetişmiş şeylerdi. Sergiden sonra bazı
özel çiftlikler ve bi r tarım Enstitüsünü ziyaret et­
tim. Bunlardan ilki Bay Harrison'un çiftliğiydi,
Burton Pidsea köyünde. 400 hektar patates, 200 hek.
tar börülce, 160 hektar buğday ve 60 hektar arpa: eK­
miş Harrison Ağa, bu yıl. Domuzlara yiyecek ola­
rak 500 hektar da çayırlığı var.
Bay Harrison , yılda 5 bin domuz yetiştiriyor.
Malum ya, domuzla r he r dört ayda bi r kere dağur­
dukları ve bir defada 10-12 yavruyu birden verdik­
leri için et kaynağı sayılırlar. Yavrular altı a yda et
yumağı haline gelip hemen fabrikaya pastırma ya­
pılmıyaı sevkediliyor. Ama domuzlara verecekleri ye­
min girdisini çıktısını çok iyi hesaplıyorlardı.
Bir de kuş cinsinden hayvanların yetiştirildiği
çiftlikler i gezdim. Burada da hali hazırda altı bin
hindi vardı. Yılda 9 bi n kada!' yetiştiriliyor, beş ay­
lıkken satıyor, adam. Bir o kadar da tavuk yetişti­
rilmekte. Tavuk, hindi, domuz, dana . . . herşey verim­
li ve emeksiz şekilde . . .
Gelelim tanm enstitüsüne. Fabrika�ar hasta­
hımeler gibi Tarım E n st itüs ünü de çıkarıp atmışlar
büyük şehirden, uzaklara kurmuşlar. Gezdiğim Ta­
rım Enstitüsünde , her şey daha bir esaslı yetiştiril­
mekte , Ucaret kaygusu güdülmeden örnek verilmek­
teydi. Üç ci n sten üç bin tavuk, beş yüz domuz, yüz
dana, altmış inek ve iki yüz koyun besliyorlardı. Kız
- erkek öğrencileri de vardı, deneyerek, iş içinde ye­
tişiyorlardı onlar da. Bunun gi bi 50 tane T a rı m Ens­
titüsü olduğunu öğrendim İngiltere'de.
Bu enstitüler de, buğday, arpa, patate s gib i çe­
şitli ürünleri, geniş topraklarında bol bol yetiştiri­
yorlar. Üçüncü olarak gittiğim Hull bölgesinde de,
daha çok köylerin demircilik, m a r a n g o z luk gibi iş
yerlerini gezdim. · Bir günde beş köy geziyordum .
An l a dım ki, işin ibu yanı da gelişigüzel değildi. Bir
90 ÖTELERİN HA VASI

dükkanda yalnız bahçe çitleri, 'b irinde yalnız ev çatı­


ları, birinde kapı pencere, birisinde saksı kaplar,
birisinde çocuk oyuncakları. . . yapılıyordu. Bi r ma­
rangozha ne yalnızca domuz ağılı ü s tüne çalışıyordu.
İş yerlerinde de iş bölümü vardı. Kadınlar hızlar
oturmuş herkes kendin i ilgilendiren kısmı ya p ı p öte­
kine havale ediyo r du. Köylüler dünya meselelerini
de dak ika s ı dakikasına gözden geçiriyorlaT. "e�er
ortak pazar işi gerçekleşirse, bu işler gevşer" diyor­
lardı. Köylerde bir de "Tarım Evleri" diyebileceği­
miz kuruluşlara rastladım. Yeni makinelerin, yedek
paPGaların dolu durduğu depolariyle, tamirhanel e ­
riy1e, geniş işçi kadrosuyla köylülerin emr i ne hazır­
dı bu evler. Çiftlikte makinesi bozulanın bir telefonu
yetiyor, hemen imdadına koşuyorlar.
Bütün gezdiğim köylerde , genel telefonların dı­
şında her beş evin birinde telefon vardı. İsteyen he­
men alabilmekte tabii. Televizyon hemen hepsinde
vardı. Sık sık köy evlerine de dalıyor, girdisini çık­
tısını görüyordum. Hepsi de sağlığa uygundu, mut­
fağına modern elektrik ocağı girmişti. Oturma oda­
sı, yatak odası, banyosuyla, en azın dan üç-dört göz­
dU her biri. Kendis ( yaptıramıyana devlet, daha doğ­
rusu vilayet teşkilatı yaptırmış, her ay gayet az ibİr
para ödeyerek oturuyorlardı.
Oldu olacak, İngilterede olmayan bir şeyin de
söziin ü etme sırası geldi : Hani ozan demiş ya : ' ' Bir
de sirnit a�acı ols a bizim sayılırdı saadet" diye.
Onp.n gibi. bir de gün ı ş ı ğı olsa İn g ilt e rede her şey
tamamdı, diyeceğim.
Be n Bosto n şehrindeyken, bir sabah hava ada­
makıll ı ach. Temmuz ayindaydık ya, hemen, oteli n
cak ivi günes almakta olan kapısı önüne çıktı mil­
let. A ma on d akik a sonra bulutlar he me n kabardı.
Kös kös içeri yürüdük. Sekiz aydır bakarım da, şöyle
gUne�in kulağını gören l er, dışa rı çıkmasalar bile ,
ÖTELERİN HA VASI 91
pencereden boyunlarını uzatıp gü n eşlenmeğe çalışı­
yorlar. Böyle güneşli sabahlarda , en büyük muştuyu
söyleyip duruyorlar :
"Ne güzel sabah, değil mi ?" diyen diyene birbi­
rine.
ilerki günlerde havanın açacağını söylerse ha ­
va raporları, "Gün ışığ ı olacak" diye baş konu ola-
·

rak bu muştuyu veriyor gazeteler .


Evet, nimetierin en lbüyüğü olan güneş, bazan
kula�ı:nı gösterirse de göz açıp kapayıncay a kadar
geri çekiliyor. O yüzden İngilizler, kısa bir tatil geç ­
ti mi ellerine, soluğu güneşl i memleketlerde alıyor­
lar, yaz aylarında.
INKILAP ve AKA KİTABEVI

· YAYlNLARI

Fiatı
Atatürk İçin (İsmail Habib Sevük) 500
Atatürk İçi n Bütün Şiirler ( Baki Süha) 500
Adsız Pınar ( Şiirler) (M. Ş. Erdem ) 200
Ahmet Haşim - hayatı, şahsiyeti, şiirleri 400
Atayinin Hilye-tül-efkarı (A. S. Levend) 100
'Ata Sözleri (Reridun Fazı! Tülbentçi ) 1000
Bahailiğin Birinci Yüzyılı (Mecdi İnan ) 100
Behçet Yazar - hayatı , şahsiyeti, şiirleri 250
Bir Ömür Böyl e Geçti (Faruk Nafiz) 750
Cez.mi (N amık Kemal ) ) 500
Destan Gibi ( Orhan Veli ) 100
Dinle Benden (Hasan Ali Yücel ) 250
Emin Bülent - hayatı, şahsiyeti, şiirleri 250
Erenler ve Gaziler (Haluk Nihat Pepeyi ) 150
ffişref - Bütün şiirleri - (F. Uzun ) 500
Fatih Kazası - Şiirler (Melih Erçin ) 250
Fransız Edebiyatı v e Edebi Okullar 150
Fuzuli Divanı (Abdülbaki Gölpınarlı) 2000
Fuzuli - (Abdülkadir Karahan ) Ciltli 2500
Gazinin veeizeleri 500
Güneş Altında - Şiirler (S. S. Arsal ) 100
Heyecan ve Sükfın (Faruk Nafiz) 1000
!{ırk Halk .Şairi - (Cenab Oz:ankan ) 500
93

Fiatı
Külde Kıvılcım - Şiirler ( Mualla Anıl) 250
Mustafa Kemalin Anafartalar Destanı 250
Mustafa Kemalin lstiklal Destanı 250
Mevlana Celalettin
(Abdülbaki Gölpınarlı ) 2000
Mevlana Celalettin - Mektuplar
(Abdülbaki Gölpınarlı ) 2000
Mevlevilik (Abdülbaki Gölpınarlı) 2000
Mevlevi Adab ve Erkanı
(Abdülbaki Gölpınarlı) 1500
Milli Bir Edebiyat Yaratabilir miyiz ? 250
Nedim Divanı (Abdülbaki Gülpınarlı) 2000
Özdeyişler Işığında : Çalışma, Başarma 250
özdeyişler Işığında : Eğitim v e Öğretim 250
Ö z deyişler Işığın da : Edebiyat ve Sanat
Rıza Tevfik (M. Ragıp Esatlı) 250
Rübab-ı Şikeste (Tevfik Fikret) 1500
Safahat (Mehmet Akif) 1500
Seccade (Nurettin Artam) 100
Sophokles 100
Tanzimat Edebiyatı ( İsmail Habip) 250
Tarık (Abdülhak Hamit ) 250
Türk Ata Sözleri (Mustafa Nihat Özön) 750
Türkler İçin S öyle ne n Büyük Sözler 250
Vilayetname (Menakıbı Hacı B ektaş -ı
Veli ) - Abidül b aki Gö lpına rlı 1000
Yunus Emre Divanı ( Burhan Toprak) 750
Yurttan Yazılar (İsmail Habib Sevük) 500
94

GÜZFJL SANATLAR
Fiatı
Şefik Can
Klasik Yunan Mitolojisi - Ciltli 1500
E. Giiven
Resimden Anlamak İçin 300
Açık Konuşalım (James Byrnes ) 300
Amerika 1000
Birinci Türk Tarih Kongresi 1500
Cenup Doğu Anadolu Eski Zamanloarı 1500
Cinnet Müstatili ( N . F. Kısakürek) 300
Eski Zaman Kadınları Arasında ( Örik) 300
Gazi Gemilerimiz ( C . Saraçoğlu ) 50
Geçmiş Zaman Olur ki. . .
(Abdülhamit'ten Hatıral•a r) 300
Geçmişte B ugün 2 - 3 F. F . Tülbentçi 300
Göbels'in Hatıraları 200
Halife İkinci Abdülmecid 250
Harp Hatıralarım I (Ali İhsan Sabis) 250
" " II " 500
" " V " 750
İtt fh at ve Terakki İçinde Dönenler 1000
İngiltere ve Hindistan (A. Ağaoğlu ) 250
�üpiter 50
Kahraman Denizcilerimiz
(Cemalettin Saraçoğlu) 100
Kemalizm İnkılabını n Prensipler i - 2 Cild 500
Kırkdokuz Saat Zeppelin ile Havada
Seyahat - ( Yunus Nadi) 250
95
Fiatı
Küçük Asya ve Sungur (Eski Yazı ) 250
Mehemmed Bin Murad - Han
(Fatihin Deruni Hayatı ) N. Araz 250
Osmanlı İmparato rluğu Tarihi I 1000
O smanlı Saraylannda Harem Hayatı 500
Resimli Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi 1250
Sıvas Kongresi (V. Cem Aşkun) 500
Soğuk Harp (A b dül ahat Akşin) 500
Harihi Odalar ( H. Şehsuvaroğlu) 300
Taht Uğruna Baş Veren Sultanlar 500
Türk Devleti Hizmetinde Ermeniler 600
Türk İnkılabına Bakışlar (Peyami Safa ) 500
Türk Güreşi (İsmail Habib Sevük) 500
Türkiye Tarihi ( E . B. Şapolyo ) 1000

FELSEFE

Beccaria Suçlar ve Cezalar


- 1500
Büyük Adam Olmak ( Cemil . S ena) 500
Düşünceler ve Sohbetler (Epiktetos ) 250
İran Mektupları ( Montesquieu ) 3000
Ruhi Olaylar ( Sinan Onbulak ) 1000
Tanrı Huzurunda (Maeterlinck ) 150

İKTİSAT ·- TİCARET
Para, Kullanmak, Kazıanmak sanatı 500
Muallimsiz Daktilografi (A . Yar ) 150
Ticaret Mektupları (T. A. Gökşingöl ) 500
Mali Bilanço ( Şahabettirı' Acar) 2500

You might also like