Professional Documents
Culture Documents
Doğan Özlem
1944’te İzmir’de doğdu. İzmir Atatürk Lisesi’nde başladığı lise öğrenimini
tamamlayamadan kunduracı kalfası ve tezgâhtar olarak çalışmak zorunda kaldı. 1965’te
Sivas’a er olarak askere gitti. Liseyi askerliği sırasında dışarıdan sınavlara girerek bitirdi.
Yine askerliği sırasında üniversite giriş sınavını kazandı. 1967’deki terhisinden sonra
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde yükseköğrenimine başladı ve
bu bölümden 1971’de mezun oldu. 1971-1974 arasında Almanya’da bulundu ve çeşitli
işlerde çalıştı. Mezun olduğu bölümde 1974’te başlayıp daha sonra Max Weber’de Bilim ve
Sosyoloji (1990) adıyla yayımlanan doktora tezini 1979’da tamamladı. Yükseköğrenimi ve
doktora çalışması sırasında (1967-1979) Almanya’da ve Türkiye’de işçi, büro memuru,
sendikacı, muhasebeci ve yönetici olarak çalıştı. 1980’de, otuz altı yaşındayken, Ege
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde asistan olarak göreve başladı. 1988’de
doçent, 1993’te profesör oldu. 2001’de kendi isteğiyle emekliye ayrıldıktan sonra, aynı yıl
içinde, Muğla Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde yeniden akademik
hayata döndü ve uzun süre bölüm başkanlığı yaptı. 2003’te adına armağan kitap
yayımlandı. 2004’te TÜBA – Türkiye Bilimler Akademisi Hizmet Ödülü’nü aldı. 2007-
2014 arasında Yeditepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde çalıştı. Halen emeklidir.
Doğan Özlem’in
Notos Kitap’tan çıkmış kitapları
Bilim Felsefesi
Hermeneutik ve Şiir
Mantık
Tarih Felsefesi
Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi
Metinlerle Hermeneutik Dersleri I
Metinlerle Hermeneutik Dersleri II
Felsefe ve Doğa Bilimleri
Söyleşiler - Yaşamı ve Felsefeyi Anlama Serüveni
Etik - Ahlak Felsefesi
Persona
Kant Üstüne Yazılar
Türkçede Felsefe
Evrensellik Mitosu
Çeviri Kitapları
Wilhelm Dilthey, Hermeneutik ve Tin Bilimleri
Doğan Özlem
Kavramlar ve Tarihleri
Notos Kitap 140
Kuram 026
Felsefe 21
©Doğan Özlem, Kavramlar ve Tarihleri, 2016
©Notos Kitap Yayınevi, 2016
Birinci Basım
Nisan 2016
ISBN 978-605-9851-78-7
Sertifika 16343
Editör
Kaan Özkan
Kapak Resmi
Arthur Dove, Dans Eden Söğütler, 1944
Felsefe
ÖNSÖZ
Üsküdar, 2016
“KAVRAM TARİHİ” ÜSTÜNE
Genel
“Kavram tarihi” sözcüğü bizdeki felsefe çalışma ve tartışmalarında ne
yazık ki, hemen hemen hiç anılmayan bir sözcüktür. Oysa sözcük, 18.
yüzyılın sonlarından beri, özellikle Alman felsefe geleneğinde, felsefe
kavramlarının tarihini anmada sıklıkla kullanılan bir sözcüktür ve felsefe
kavramlarının tarihi, özellikle 19. yüzyılla birlikte, “kavram tarihçiliği”
denilen bir felsefi etkinliğin konusu olmuştur. Öyle ki, “kavram tarihçiliği”
kimi filozoflar tarafından felsefe yapmanın bir önkoşulu sayılmış ve hatta 19.
yüzyılın sonlarından itibaren, özellikle Almanya’da, bir felsefe disiplini olup
çıkmıştır.
“Kavram tarihi” sözcüğünü ilk kullanan filozof Hegel olmuştur. Hegel,
sonradan öğrencileri tarafından kaleme alınan Tarih Felsefesi Dersleri’nde,
tarih yazıcılığında, 1. ilkel tarih yazıcılığı, 2. refleksiyonlu tarih yazıcılığı, 3.
eleştirel tarih yazıcılığı, olmak üzere üç tarzdan söz eder. İlkel tarih yazıcılığı,
Herodotos ve Thukydides’te olduğu gibi, büyük ölçüde, tarihçinin bizzat
tanık olduğu veya başkalarından duyduğu olayları anlattığı yazıcılıktır.
Refleksiyonlu tarih yazıcılığında ise, tarihçinin yaşadığı dönem ile anlattığı
olayların yaşandığı dönem veya dönemler farklıdır. Tarihçi burada
kendisinden önce olup bitmiş tarihsel olayları kendi çağının kültürel kodları
altında ve kendi düşünce ve duygu dünyası içinde anlatır, yani refleksiyona
başvurur. Refleksiyonlu tarih yazıcılığının bir alt türü vardır ki, Hegel, “özel
tarih yazıcılığı” adını verdiği bu türü, başlıca örneğini felsefi dünya tarihi
yazıcılığının oluşturduğu eleştirel tarih yazıcılığına en yakın tür sayar. Özel
tarih yazıcılığı; din tarihi, sanat tarihi, edebiyat tarihi, bilim tarihi ve nihayet
felsefe tarihi gibi belli bir kültür alanının tarihine yönelir. Özel tarih yazıcılığı
bir halkın, bir devletin, bir kültürün tarihini, o halkın dini, sanatı, edebiyatı,
bilimi, felsefesi vb. zemininde ve bu zeminle bağıntılı olarak anlatmayı
amaçlar. Bu nedenle, bu alanların tarihlerinin yazılabilmesi genel bakış
noktalarından hareketle ve genel tasarımlar geliştirmekle mümkündür.
Örneğin Roma tarihi, özellikle Roma devletinin tarihinin aydınlatılmasında
Roma hukuku en önemli belirleyicilerdendir. Roma hukukunun tarihi de bu
hukuka kaynaklık etmiş olan, Romalılara özgü hukuk tasarımının ve bu
tasarımın öğeleri durumundaki genel hukuk kavramlarının anlam içeriklerinin
ortaya konulmasını gerektirir. Öyle ki, bu kavramlardan örülü bir sistem
olarak Roma hukuk sistemi anlaşılmadan Roma devlet düzeni anlaşılamaz.
Hegel, felsefe tarihçiliğinde de böyle özel bir tarih yazıcılığına ihtiyaç
olduğunu belirten ilk filozoftur. Ona göre, felsefe sistemlerinin anlaşılması,
bu sistemlerin öğeleri durumundaki kavramların sistem içerisindeki yerleri
bakımından anlaşılmasını gerektirdiği gibi, farklı sistemler içinde aynı
kavramların uğradıkları anlam değişmelerinin izlenmesini de gerektirir. Ve
en önemlisi, kavramlar tarihsel süreç içinde her dönemde anlam
değişmelerine uğrarlar. Yani hiçbir kavram, ilk tanımlanışında kendine
yükletilmiş olan anlamı sanki sabit ve değişmez bir anlammış gibi
koruyamaz. Dolayısıyla “hakiki” bir felsefe tarihçiliği, kavramların felsefe
tarihi içinde uğradıkları anlam değişmelerini, kavramların serüvenlerini
izlemek zorundadır. Bu durum, kavramların eleştirel irdelenişi kadar onların
tarihlerini izlemeyi, bu tarihi bilmeyi gerekli kılar ve işte bu gerekliliği yerine
getirecek bir felsefi inceleme tarzına ihtiyaç vardır ki, Hegel buna “kavram
tarihçiliği” adını vermiştir. Bu alanda gerçekleştirilecek çalışmalarsa,
“kavram tarihi” başlığı altında anılacaktır.
Anlamı ve işlevi bu şekilde belirlenen “kavram tarihi”nin Hegel’den
önceye, 18. yüzyıl başlarına kadar adı konulmaksızın uzanan bir geçmişi de
vardır ve kavram tarihçiliği o zamandan bu yana iki yönlü bir gelişim
göstermiştir: 1. Felsefe sözlüğü/ansiklopedisi yazıcılığına kılavuzluk eden bir
kavram tarihçiliği tarzı. 2. Felsefe tarihinin bir felsefesine kılavuzluk eden bir
kavram tarihçiliği tarzı.
KAYNAKÇA
Blumenberg, H., Paradigmen in einer Metaphorologie in der
Begriffsgeschichte, Stuttgart, 1960.
Gadamer, H.G., Wahrheit und Methode, 1960, s. XXVIII. Krings, H., Idee
und Grundsâtze für das Habilitation der philosophischen Grundbegriffe,
Berlin, 1969.
Gadamer, H.G., “Zur Systemidee in der Philosophie”, Festschrift Paul
Natorp içinde, 1924, ss. 56-69.
Meier, H.G., “Begriffsgeschichte”, Histarisches Wörterbuch der
Philosophie içinde, Wissenschaftliche Buchgesellschaft, Darmstadt, 1965.
Windelband, W., Geschichte der Philosophie, Marburg, 1910 (5. baskı
1966) Cilt V, ss. 547-553.
TEKNİK-TEKNOLOJİ1
Giriş
Sakarya bölgesi sanayicilerinin girişimiyle kurulan Sakarya Kalite
Derneği’nin düzenlemiş olduğu bu sempozyumla, bildiğim kadarıyla,
sanayiciler ile felsefeciler ülkemizde ilk kez bir toplantıda bir araya gelmiş
oluyorlar. Batılı ülkelerde birbiriyle ilgisizmiş gibi görünen alanların
insanlarını bir araya getiren toplantıların hep var olduğu ve hele son
zamanlarda giderek sıklaştığı bilinen bir husustur. Bu sempozyumun bu türlü
toplantıların ülkemizde de yaygınlaşması bakımından örnek oluşturmasını
diliyorum.
Bununla birlikte, bu tür toplantılarda, değişik kesimlerden ve meslek
gruplarından insanların birbirlerini anlamalarında belli güçlükler vardır. Bu
güçlüklerin başında, herkesin kendi meslek dilini veya jargonunu
kullanmasından kaynaklanan anlaşmazlıklar ve hatta gitgide birbirini
anlamamalar gelir. Ben bu bildirimde, bu gibi güçlükleri asgariye indirmek
amacıyla, bir felsefeci olarak, kendi alanımın terminolojisine ve jargonuna,
zorunlu olmadıkça başvurmadım.
“Teknik” Üstüne
“Teknik” teriminin Grekçe özgün şekli olan “techne” sözcüğü iki
anlamlıdır: 1. Bir nesnenin üretilmesi veya bir amaca ulaşılması için gerekli
olan ilkelerin bilgisi. 2. Bu bilgiler ışığında üretilecek nesne veya ulaşılacak
amaç için başvurulan yöntem, beceri ve el yatkınlıklarının tümü. Her iki
anlamı içerecek şekilde “teknik”i doğada var olan nesneleri insani/toplumsal
yaşamda kullanım değeri olan araçlara ve gereçlere dönüştürme faaliyeti ve
bu faaliyet sırasında belli bir plana göre yönlendirilmiş beceriler ve
başvurulan yöntemler topluluğu olarak da tanımlamak mümkündür.
Bu tanımlamalara göre teknik, insanın yapay yoldan ve belli bir amaç veya
plana göre doğada rastlanmayan nesneler yaratma yetisi olarak kendini
gösterir. Teknik yoluyla üretilen nesneler, yani teknik nesneler, doğada
kendiliğinden bulunan veya meydana çıkan nesnelerden, insan tarafından
yaratılmış olmaları yönünden ayrılırlar. Grekler, hem doğal, hem insan eliyle
meydana gelme ve getirilme sürecine poiesis (yaratma) derlerdi. Bu durumda
techne (teknik), insanın maddeye kendine göre biçim vermesi şeklinde
beliren bir poiesis, bir yaratma faaliyeti olarak görülmüştür. Şüphesiz ki,
teknik öncelikle, insanın kendi doğal eksikliklerini giderme ihtiyacının bir
ürünü olmuştur. Diğer hayvanlara göre doğal donanımı zayıf olan insan, bu
açığını kapatmak üzere aletler yapmak, yapılan aletler yardımıyla barınaklar
inşa etmek, giyinmek, araç ve gereç kullanarak avlanmak, tarım yapmak vb.
zorunda kalmıştır. Ne var ki tüm teknik nesneler eksikliklerimizi gidermek
amacıyla üretilmiş de değildirler. İnsan, doğadan gelen açığını kapatmak için
teknik nesneler üretmedeki zorunluluğun ötesine geçmeyi bilmiş, refah ve
konfor için de teknik nesneler üretmeyi bilmiştir. Açıktır ki, teknik nesne
ister zorunlulukların üstesinden gelmek, ister daha fazla refah ve konfor
sağlamak için üretilmiş olsun, en nihayet, kullanım amaçlı nesnedir.
Tekniğin, bir taş parçasına bir sap bağlayarak onu balta veya çekiç olarak
kullanan taş devri insanından beri hep var olan bir fenomen olduğu açıktır.
İnsanı nitelendirmekte kullanılan iki nitelik, homo sapiens (düşünen, akıl
sahibi insan) ile homo faber (alet yapan, teknik ortaya koyan insan) şüphesiz,
insanı insan kılan en önemli nitelikler arasında yer alırlar. Diğer hayvanlar
gibi doğal çevresinde kalsaydı, insan insan olamazdı. İnsanın insan haline
gelmesi, aklının yardımıyla teknik ürünler ortaya koyması sayesinde mümkün
olabilmiştir. İnsan; taştan, bakırdan, tunçtan, demirden aletler yapabildiği
sürece bir toplumsal yaşam, bir kültür, bir uygarlık yaratabilmiştir. Örneğin
Henri Bergson’a göre tarihöncesinden tarihe geçişi sağlayan en önemli
aşama, insanın homo faber haline gelmesidir. Öyle ki, insanı hayvandan
ayıran en önemli yönlerden biri, insanın yapay nesneler üretebilmesidir.
Kısacası teknik, insan ve toplum yaşamının en temel unsurlarından biridir.
“Teknoloji” Üstüne
“Teknik” teriminin bin yılları bulan tarihine karşılık “teknoloji” terimi en
fazla son 250 yıldır kullanılmaktadır. Her iki terim anlamdaş yönler
içermekle birlikte “teknoloji” terimini her şeyden önce sanayi devrimiyle
birlikte ortaya çıkan bir fenomeni adlandırmakta kullanmak, sık rastlanan bir
durumdur. Buna göre teknoloji, ancak sanayileşmiş bir toplumda ortaya
çıkabilen, gelişmiş, sistemleşmiş ve karmaşıklaşmış teknik faaliyetlerin
tümünü içerir. Bu tanımıyla teknolojiye, tekniğin sanayi toplumunda ulaşılan
çok ileri bir aşaması olarak da bakılabilir, ona “modern teknik” adı verilebilir
ve “teknik” ile “teknoloji” arasında olsa olsa bir derece farkından söz
edilebileceği belirtilebilir ve teknolojiyi karakterize eden yönün seri üretim
yapabilen makineler üretmek kadar makineler üreten makineler üretmek,
bunlar için gerekli organizasyon ve mekanizasyon faaliyetinde bulunmak
olduğu da söylenebilir.2
Bundan sonra “teknik” terimini yer yer kullanmakla birlikte, genellikle,
sempozyumun amacını gözeterek, yukarıdaki ilk tanımı ışığında “teknoloji”
üzerinde duracak ve onun bir toplumsal fenomen olarak diğer toplumsal
fenomenlerle bağı ve günümüzdeki anlamına ve değerine değinmeye
çalışacağım.
Kültür ve Teknoloji
Modern bir felsefe disiplini olan kültür felsefesinde kültür, toplumların
doğal durumdan çıkıp kendileri için güzel ve yararlı saydıkları şeyler
üretmek, iyi ve doğru belledikleri amaçlara ulaşmak ve bu amaçları
gerçekleştirme yolunda gösterdikleri tüm faaliyetleri ve bu faaliyetler sonucu
meydana getirdikleri tüm ürünleri ve yaratımları adlandırır. Bu tanıma göre,
dil, ekonomi, bilim, teknik/teknoloji, tarih, din, sanat, devlet, ahlak, hukuk,
siyaset, eğitim ve nihayet felsefe, kültürün başlıca öğeleri ve yapı taşları
olarak sıralanırlar. Kısacası, insanın düşünüp gerçekleştirdiği her şey kültüre
dahildir. Buna göre tekniğin/teknolojinin yerinin de kültür olacağı bellidir.4
Öyle ki, teknik/teknolojik nesneler doğada yer alırlar; fakat onlar doğanın
değil, kültürün parçalarıdır.
Öbür yandan, kültürü oluşturan öğeler birbirinden bağımsız değildir,
aralarında sürekli bir bağ vardır. Buraya kadar teknik ve teknoloji, sadece
tanımlayıcı bir tutumla, bilimle olan bağı dışında, diğer kültür öğeleriyle
bağından az veya çok yalıtılmış haliyle ele alındı. Oysa birer kültür öğesi
olarak tekniği ve teknolojiyi diğer kültür öğelerinden yalıtılmış bir halde, tek
başına ele almak yetersizdir. Öyle ki, tekniğin ve teknolojinin özü, diğer
kültür öğeleriyle sürekli bağı içinde ortaya çıkar.
Teknolojinin bilimle ilişkisi üzerinde daha önce duruldu ve özellikle
bilimsiz bir teknolojinin düşünülemeyeceği vurgulandı. Şimdi burada
yalnızca, bilimin bir kültür öğesi olduğunun belirtilmesi, bilim-teknoloji
ilişkisinin kültür kapsamında ve kültür öğeleri arasında gerçekleşen bir ilişki
olduğunun görülmesi bakımından gerekli olabilir.
Teknolojinin ekonomi ile ilişkisi, en az bilim ile ilişkisi kadar yoğun bir
ilişkidir. Ekonomiyi, kabaca, insan ihtiyaçlarının üretilen mal ve hizmetlerle
giderilmesi için sürdürülen faaliyetlerin tümü olarak tanımlarsak; ekonomide
teknolojinin yerine ve işlevine örtük olarak değinmiş oluruz. Çünkü üretim
teknik beceriyle, teknik araç ve gereçlerle teknik nesneler üretme biçiminde
gerçekleşir. Ekonomik olarak ihtiyaç duyduğumuz her şey, teknolojiye bağlı
bir dizi işlem ve faaliyet olarak ekonomiyi belirler. Ekonomi teknolojiyle,
teknoloji ekonomiyle iç içe geçer. Ekonomide “mal” denen şey, doğada
kendiliğinden bulunan nesnelerden farklı olarak, insan eliyle, bir teknikle,
teknolojiye başvurularak üretilmiş bir üründür. Teknolojideki gelişmeler
ekonomiyi etkiler; ekonomik ihtiyaçlar yeni teknolojilerin meydana
çıkmasına yol açar.
Teknoloji ile diğer kültür öğeleri arasında, bilim ve ekonomi ile olan
ilişkideki yoğunluk kadar olmasa da hep bir karşılıklı etkileşim olduğunu
gözlüyoruz. Örneğin, teknolojinin hukuk ile bağı pek göze batmaz; oysa bu
bağ pek sıkıdır. Teknolojik ürünlerin üretim şekli ve standardizasyonu bazı
hukuksal yaptırımları gerektirir; yasalar, yönergeler, yasaklar, kararlara
ihtiyaç gösterir. Bu, dolaylı olarak teknolojinin devlet ve siyaset ile bağını da
gösterir ki, bu husus üzerinde bildirimin son bölümünde özellikle duracağım.
Teknolojinin eğitim ile bağı çok daha açıktır. Özellikle günümüzde bu
konuda sadece bilgisayarlı eğitimi örnek vermek, bu bağın niteliğini görmek
için yeterlidir. Tekniğin ve teknolojinin sanat ile bağı oldukça tartışmalıdır.
Örneğin Heidegger, sanatın bir yaratma, bir poisesis faaliyeti türü olarak
techne olduğunu belirtir, sanatın teknikten çıktığını söyler. Bununla birlikte
sanatta hayal gücü ve sezginin, teknolojide ise akıl ve düşünmenin
yönlendirici olduğunu belirtenler, teknolojinin “yararlı”yı, sanatın ise
yarardan arınmış “güzel”i hedeflediğini söyleyenler, sanat ile teknoloji
arasında bir karşıtlık olduğuna inanırlar. Ne var ki, sanatta bir teknik yön
olduğu bellidir. Ayrıca teknolojide de sanatsal bir esine, sezgiye rastlanması
hiç de nadir değildir.
Tekniğin ve teknolojinin ahlak ile olan bağı da oldukça tartışmalıdır ve son
on yıllar içinde daha da tartışmalı hale gelmiştir. Tekniğin ve teknolojinin
ahlaksal yaşamı çok yakından etkilediğini belirtenler kadar ikisi arasında bir
nedensellik bağıntısı görmeyenler de vardır. Birinci görüşten yana olanlar,
televizyonun, bilgisayarın, internetin ve diğer teknolojik ürünlerin kişisel,
ailesel, hatta toplumsal ilişkileri etkilediğini, sınırladığını veya yeni ilişki
şekillerinin belirmesine yol açtığını belirtiyorlar. Tekniğin ve teknolojinin
ahlaksal yaşamdaki etkisinin fazla olmadığını savunanlarsa, insanların ve
toplumların, tarihleri yüzyılları, bazen bin yılları bulan gelenek ve törelerinin,
ahlaksal yaşam tarzlarının, teknik ve teknoloji ile hiç de öyle kolayca
sarsılmadığını vurguluyorlar.
Teknik ve teknoloji ile din arasındaki bağın niteliği konusunda ise,
özellikle günümüzde, daha çok ikinci görüşten yana olanları, yani ahlaksal ve
dinsel yaşam tarzlarının teknik/teknoloji ile hiç de kolayca sarsılmadığını
savunanları haklı çıkaracak bir görünümle karşılaşıyoruz. Özellikle son on
yıllarda, teknolojide meydana gelen patlama niteliğindeki gelişmelerin,
insanların ve toplumların dinsel yaşamlarında herhangi bir değişime yol
açmadığını, hatta dinin bu dönemde eskisine oranla daha da güçlendiğini
görebiliyoruz.
Teknolojinin ahlak, din ve siyasetle bağı konusunda şunu söylemek
gereklidir: Teknolojinin bu üç kültür öğesi üzerindeki etkisi sınırlıdır; fakat
bunların teknolojinin imkânlarını ve teknik nesneleri kendileri adına
kullanmalarının hızı, gün geçtikçe ve sınırsızca artmaktadır.
Günümüzde Teknolojinin Yol Açtığı Sorunlar
Günümüzde teknolojinin yararları kadar yol açtığı sorunlar da
gündemimizden düşmüyor. Bunlara burada üç başlık altında kısaca
değineceğim.
a. Teknoloji-Doğal Çevre İlişkisi: Teknolojik ürünler yapay yoldan
meydana getirilmiş olsalar da en nihayetinde doğa içinde yer alan
nesnelerden ibarettirler. Bu ürünler ve teknolojinin getirdiği sonuçlar olumlu
ve olumsuz olabiliyor.
Olumlu bakıldığında, teknolojik ürünler, kim ne derse desin, hiç şüphe yok
ki, kişilerin, toplumların yaşamını kolaylaştırıyor. Zaten bu kolaylıklara hiç
kimse tam olarak sırtını dönemiyor. Olumsuz bakıldığında ise, bu ürünler
çoğu kez doğanın görünümünü değiştiriyor, onun kendi halindeki düzenini
olumsuz etkileyebiliyor. Betonlaşma, sanayi bölgelerinin çoğalması, nükleer
santrallerdeki radyasyon kaçakları, sentetik madde üretiminde kullanılan
kimyasal maddeler, sanayi atıkları, yeni makine ve cihazlar, hurda makineler,
araba ve makine çöplükleri vb. doğanın dengesini bozmaktadır. Hatta
teknolojik ürünler doğayı işgal etmiş durumdadır. İnsan pek çok yönden,
teknoloji aracılığıyla doğaya düşman bir tavır almış görünmektedir.
Teknolojinin insanlığın ilerlemesine büyük katkıları olduğunu düşünenler,
teknolojiye iyimserlikle bakanlar, “modern insan”ın teknolojiden yana olması
gerektiğini ileri sürenler, onun sunduğu büyük imkânların altını çizenler,
özellikle tıptaki teknolojik gelişmeleri haklı olarak işaret edenler, ne var ki,
aynı teknolojinin olumsuz sonuçlarıyla fazla ilgilenir görünmüyorlar. Oysa
kötümserlerin tespitleri hiç de göz ardı edilecek gibi değildir. Onlara göre
teknolojinin yol açtığı zararlar sağladığı yararlardan çok daha fazladır.
Teknoloji, sadece doğal dengeyi tahrip etmekle kalmıyor, yaşama koşullarını
da olumsuz yönde değiştiriyor; toprağı, suyu, havayı kirletiyor. Hele
silahlanma, aşırı mekanizasyon, teknolojiyi öldürücü ölçüde tehlikeli
kılabiliyor.
b. Teknoloji ve Toplumsal Yaşam: Teknoloji bir yandan toplumsal
yaşamda bireyler ve kurumlar arası iletişimin boyutlarını sınırsızca
genişletirken, öbür yandan ve paradoksal olarak, insanlar arasındaki bire bir
ilişkiyi sınırlandırıyor; insanlar birbirleriyle yüz yüze değil, internet
aracılığıyla iletişim kuruyorlar. Teknoloji, insanları, teknolojik ürünlerle
çevrili bir ortamda, bunlarla haşır neşir bir durumdayken yalnızlaştırıyor.
c. Teknoloji ve Bilgi: İleri teknoloji düzeyine ulaşmış toplumlara,
günümüzde “teknolojik toplum” dendiği gibi “bilgi toplumu” da deniyor.
Teknoloji sayesinde bilginin bugüne kadar rastlanmadık ölçülerde aktarılıp
yayıldığı bilinen bir husustur. Ne var ki, internet ve diğer teknolojik araçlar
yardımıyla aktarılıp yayılanın gerçekten de bilgi mi, yoksa sadece
enformasyon, malumat mı olduğu da sık sık soruluyor. Ayrıca aktarılıp
yayılanın bilgi olduğu kabul edilse bile bu bilginin niteliği ve kalitesi bir
tartışma konusudur. Aktarılıp yayılan bilgi, iletişim sürecine katılımı ve bu
süreçte kullanılan teknolojik araçların kullanımını teşvik eder bir işlev
yüklenmiş görünüyor. Bilgi aktarım mekanizmaları, bir küçük azınlığın
denetiminde ve tüketim kültürüne hizmet eden bir işlevle karşımıza çıkıyor.
Bu azınlık üstelik giderek küçülüyor; buna karşılık büyük çoğunluk bilgi
çevresinden dışlanmış oluyor. Dünyada bugün bilgiyi ileten, denetleyen ve
yöneten bir “bilgi yönetimi oligarşisi”nden söz ediliyor. Bilgi
yaygınlaşamıyor, demokratlaşamıyor. “Bilgi toplumu”, bilgiyi üreten ve
elinde tutan oligarşilerin, sermaye tekellerinin güdümünde bir toplum olarak
kendisini gösteriyor.
SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA
Ellul, J., Sözün Düşüşü, Çeviren Hüsamettin Arslan, Paradigma Yayınları,
İstanbul, 1999.
Heidegger, Martin, Tekniğe İlişkin Soruşturma, Çeviren Doğan Özlem, 2.
baskı, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999.
Özlem, Doğan, Felsefe ve Doğa Bilimleri, 5. baskı, Notos Kitap, İstanbul,
2013.
Özlem, Doğan, Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, 6. baskı, Notos Kitap,
İstanbul, 2015.
Özlem, Doğan, Bilim, Tarih ve Yorum, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1998.
Pöggeler, O./Allemann, B., Heidegger Üzerine İki Yazı, 2. baskı,
Paradigma Yayınları, İstanbul, 2001.
Ströker, E., Bilim Kuramına Giriş, Çeviren Doğan Özlem, 2. Baskı,
Gündoğan Yayınları, Ankara, 1995.
Uygur, Nermi, Çağdaş Ortamda Teknik, Ara Yayıncılık, İstanbul, 1989.
1 “Teknoloji İnsani Amaçlar İçin Bir Araçtır”, Sakarya Kalite Derneği tarafından 07-08 Haziran
2001’de Bolu Abant Otel’de düzenlenen II. Teknoloji, Kalite ve Üretim Sistemleri konulu
sempozyumda bildiri olarak sunulmuştur.
2 “Techne” ve “logos” sözcüklerinden oluşmuş bir terim olarak “teknoloji”, aynı zamanda teknik
üzerine bir bilgi faaliyeti ve hatta “tekniğin bilimi” anlamına da gelir ve sınai faaliyetin çok çeşitli
alanlarında kullanılan takım, makine, araç vc yöntemleri incelemeyi, bunların bir bilgisini ortaya
koymayı ifade eder. Burada terimin bu anlamı üzerinde değil, aynı terimle ifade edilen insani/sosyal
fenomen üzerinde durulduğu açıktır.
3 Burada bilim kavramıyla doğa bilimlerini kastettiğim açıktır. Teknolojinin sosyal bilimler ve hele tin
(kültür) bilimleri ile olan bağı ayrıca ele alınmayı gerektirir. Bu konuda yazının sonundaki kaynakçada
yer alan telif ve çeviri çalışmalarıma bakılabilir.
4 “Kültür” ile “uygarlık”’ arasında ayrım yapanlar, ”teknik”i ve tabii ki “teknoloji”yi uygarlığa dahil
ederler. Bana göre uygarlıktan sayılan her şey, yukarıdaki tanımına göre, “kültür”den sayılır. Yapay
kültür-uygarlık ayrımının bulanıklığa yol açtığını, bu ayrımın terk edilmesi gerektiğini birçok
çalışmamda belirtmeye gayret ettim.
FELSEFE TARİHİNDE “SEVGİ” KAVRAMI5
Giriş
Kavramlarımızın nesne, durum, süreç ve ilişkilerin kavramları oldukları,
duyguların kavramlarının değil, sadece adlarının olduğu, bu nedenle onlara
ancak sözcükler aracılığıyla gönderme yapılabileceği belirtilir. Gerçi
mantıksal olarak her şey için bir kavram oluşturmak mümkündür. Fakat
nesne, durum, süreç ve ilişki olmayan şeylerin kavramlarının, ad takma
yoluyla ve mantıkta “ad tanımı” veya “sözcük tanımı” dediğimiz bir tanım
türüne göre tanımlanıp kavramlaştırılabildiklerinden ötürü içeriklerinin daima
belirsiz ve tartışmalı kaldıkları iddia edilir.
Ne var ki, “sevgi” söz konusu olduğunda durum biraz değişir. Çünkü
“sevgi”, felsefe tarihi boyunca hem bir nesne, durum, süreç, kuvvet ve
ilişkinin kavramı hem de bir duygunun adı, sadece o duyguyu çağrıştıran bir
sözcük olarak görülebilmiştir. Dolayısıyla “sevgi”den söz edildiği her
durumda, bununla bir kavramın mı, yoksa bir duygu adının veya sözcüğün
mü kastedildiğinin belirtilmesi gerekir. Fakat buna özen gösterilmiş olsa bile,
“sevgi” anlam içeriği bakımından bir bulanıklığı da hep beraberinde taşır.
Ben burada “sevgi”den, tartışmalı olduğunu bile bile, sözcükten çok bir
kavram olarak söz edeceğim.
Benim buradaki amacım, biraz önce değindiğim bu bulanıklığı ve
tartışmalı durumu minimal ölçüde de olsa gidermekten çok, sorunlu “sevgi”
kavramı hakkında daha açık bir bilinç edinmeye götürecek bir yola dikkat
çekmektir. Bu yol, kavramın felsefe tarihi içindeki serüvenini izleme yoludur.
Dolayısıyla amacımı: 1. Felsefe tarihi boyunca “sevgi”den anlaşılanları
hatırlatmak ve bu hatırlatmalar ışığında bazı belirlemeler ve ayrımlar
yapmak. 2. Bu belirlemeler ve ayrımlar ışığında kendi görüşümü birkaç
satırla ortaya koymak, şeklinde belirledim. Ne kadar sınırlı tutulursa tutulsun,
böyle bir amacı bir bildiri yazısının dar kapsamı içinde yeterince
gerçekleştirmenin mümkün olamayacağı kendiliğinden anlaşılır. Dolayısıyla
burada bu amaca ulaşmaktan değil, felsefe tarihi içinde konuyla ilgili belli
başlı birkaç görüş, akım ve filozof adını anmak suretiyle oldukça eksik ve
yetersiz bir şekilde ona yaklaşmaktan söz edilebilir.
I. İlkçağda “Sevgi”
1. Kozmik Anlamıyla Sevgi
“Sevgi” kavramıyla felsefe tarihinde ilk kez kozmolojik bir kavram olarak
karşılaşıyoruz. MÖ 8. yüzyılda Hesiodos İşler ve Günler adlı eserinde, eros’u
evreni yaratan kozmik kuvvet olarak tanımlamıştır. Hesiodos’un anlattığı
şekliyle tanrıların soykütüğünde (theogonia) Eros, tanrılar arasında ilk doğan
tanrıdır ve “ölümsüz tanrıların en güzeli” olarak anılır. Tanrı Eros’ta ifadesini
bulan bu kozmik sevgi kavramı, daha sonra Empedokles’in doğa üstüne
şiirinde ve Lucretius’un De rerum natura’sında (Doğa Üstüne) en yüksek
kuvvet olarak gösterilmeye devam eder. Empedokles, döneminin
canlımaddeciliği (hylozoizm) içinde evreni, hepsini canlı saydığı dört
maddenin, toprak, su, ateş ve havanın değişik bileşimlerin toplamı sayar.
Fakat bu dört unsur kendiliklerinden bileşime girmezler; onları bileşime
sokacak ve tekrar birbirlerinden ayıracak kuvvetlere ihtiyaç vardır. İşte, dört
unsuru birleştiren kuvvet, sevgi (eros); ayrıştıran, bölen, parçalayıp çatıştıran
ve dağıtan kuvvet ise nefrettir (neikos); Empedokles, eros yerine bazen
philotos sözcüğünü de kullanır ki, daha sonraları Aristoteles’in philia şekliyle
sahiplendiği bu sözcük, dostluk, ahbablık anlamlarına gelir. Evren, sevgi ve
nefret adlı bu iki kuvvetten birinin diğerine üstün gelmesine göre, birleşmiş,
düzenli bir halden dağınık, parçalanmış bir hale veya parçalanmış bir halden
düzenli bir hale, durmaksızın dönüşüp durur.
2. Platon ve Plotinos’da Sevgi
Platon özellikle Şölen diyaloğunda, eros’u kozmik bir kuvvet olmaktan
çıkarır ve onu bütün ölümlü varlıklarda bulunan bir ölümsüzlük çabası diye
tanımlar. Eros’u öncelikle, insanların kendilerini yok olmaktan kurtuluş
isteklerinin en somut şekli olan cinsel birleşmede bulabiliriz. Çünkü Platon
eros’un kaynağını ve işlevini, Aristophanes’in anlattığı bir mitosu aktararak
şöyle betimler: Kibire, azamete ve taşkınlığa (hibris) kendilerini kaptırmış
olan insanlar, taşkınlığı tanrıların yurdu Olimpos’a saldırmaya kadar
vardırmışlardır. Ve tabii Zeus tarafından cezalandırılmaktan
kurtulamamışlardır. Verilen cezaya göre, insanlar iki yarıya bölünürler. Her
bir yarı, artık o andan itibaren öbür yarısını bulma, onunla birleşip
bütünlenme ateşiyle tutuşmaya başlar; yitik bütünlüğünü elde etme, ona
yeniden sahip olma tutkusuyla kavrulur. Bu, karşı cinsle birleşmeyi
gerektirir. Onlar, ancak bu birleşme arzusu ve itilimiyle, yani eros sayesinde,
kendi suçları dolayısıyla yitirmiş oldukları birliğin mutluluğuna yeniden
kavuşabilirler. Burada Empedokles’in kozmik eros kavramının
antropomorfik bir versiyonunu bulmak da mümkündür. Buna göre eros,
insani olan her şeyde bir itici, harekete geçirici kuvvet olarak faaldir. O yarım
haldeki karşı cinsten insanlara sert, saldırgan, baskıcı, sahiplenici, hatta
vahşice bir birleşme tutkusu aşılar; ne var ki, karşı cinslerin birbirlerini elde
etmeleri için işveye, cilveye, şirinlik göstermeye, zarif davranmaya, kur
yapmaya da ihtiyaçları vardır ki, bu yönler eros’un sert yapısını yumuşatır,
karşı cinslerin birbiriyle daha incelikli ve soylu bir ilişki kurmalarını sağlar.
Fakat eros bundan ibaret değildir ve bazı insanlarda yüksek bir karakter
kazanır. Bu en yüksek şekliyle eros, idealara ve özellikle en yüksek idea
olarak İyi ideasına yönelir. Eros burada kaba/bedensel bir tatmin sağlama
çabası olmaktan çıkıp gerçek özüne, ideaları seyretme itilimine , bir felsefi
itilime dönüşür. Artık eros, soyu sürdürme çabası olmanın ötesine geçip
ideaları görüp temaşa etme (theoria), erdemli işler yapma itilimine
dönüşmüştür. Öyle ki eros, bu şekliyle, hatta bilme ve bilgelik sevgisi, philo-
sophia ile özdeşleşir. Ahlak, siyaset ve sanat problemleri de ancak böyle bir
sevgi, böyle bir itilimle çözümlenebilirler. Burada eros artık, “philosophia”
sözcüğün de geçen philia olarak karşımıza çıkar. Bu sevgi, “ilksel olana, En
Yüksek İyi’ye, Kendinde-Güzel’e duyulan sevgi” olarak proton philia adını
da alır. İnsan, eros’tan philia ya doğru yükselmelidir. Philia’ya doğru
yükselme sırasında hepsi aynı kaynaktan, eros’tan çıkan farklı sevgi
çeşitleriyle karşılaşılır. Özellikle Lysis diyaloğunda, insanlar arasındaki
ilişkilerde ortaya çıkan sevgi çeşitleri olarak; 1) eşyaya 2) hayvanlara 3)
yemeklere 4) içkilere duyulan sevgiden 5) ebeveynlerin çocuklarına
duydukları sevgiye ve 6) dostlar arasındaki sevgiye kadar birçok sevgi çeşidi
üzerinde durulur. Fakat en yüksek sevgi, tabii ki, bilme ve bilgelik sevgisi,
yani philo-sophia ile ruhları tutuşmuş insanların bir araya gelip felsefe
yapmaları ile oluşan beraberlikte beliren sevgi olarak, dostluktur. Platon,
Lysis’te, eros’taki elde etme, sahip olma itiliminin bir analizini de yapar ve
eros’taki bu yönün baskıcı karakteri üzerinde durur. Örneğin ebeveynler pek
tabii ki çocuklarını severler, fakat korumak ve himaye etmek kisvesi altında,
kendi kişiliklerine sahip olmalarını önleyecek derecede onları baskı altında
tutmaktan da pek vazgeçmezler. Aynı durum siyasette de karşımıza çıkar.
Liderler halklarını sevdiklerini söylemekten bıkmazlar; fakat onları
kendilerine göre biçimlendirmek amacıyla tahakküm ve baskı altında tutmayı
da ihmal etmezler. Sevgideki bu sahip olma, elde etme hırsı, Platon’a göre
ancak philosophia’dan dolayı bir araya gelen dostlar arasında ortadan kalkar.
Bu, diğer tüm sevgi çeşitlerinde az veya çok sahip olma, elde etme ve baskı
altına alma eğiliminin bulunduğunun bir onaylanışır da.
Plotinos için Platon, “tanrısal Platon”dur. O, eros kavramını Platon’dan
alır ve onu Eros Üstüne adlı eserinde kendi mistik ve panteist öğretisinin
temel kavramı kılar. Cinsel birleşmede somutlaşan ilksel yönü yanında eros
kavramına mistik bir yön, zaten Platon’da katılmış bulunuyordu. Ne var ki
Plotinos, Platon’dan farklı olarak, eros’un cinsel birleşmede somutlaşan
birincil yönü değil de sadece, Tanrı ile evrenin özdeşliğini ifade eden Bir’e
yönelik kurtarıcı ruhsal kuvvet olarak ikinci yönü üzerinde durur. Bir’in
mistik deneyimi ikinci yönüyle eros sayesinde mümkün olur. Bu tamamen
bireysel bir deneyimdir. Bu deneyimle, bu münzevî ve kendi içine dönük
yaşantıda, her türlü toplumsal bağdan uzaklaşma ve Bir’e yönelme yolunda
yürünür. Platon’un saydığı sevgi çeşitleri arasında önemli bir yer tutan ve
ancak toplumsal zeminde gerçekleşebilir olan dostluğa, hele philo-sophia
dolayımında gerçekleşen dostluğa, Plotinos’ta hemen hiç yer yoktur. Onun
yerini Plotinos’ta bireyin kendi içine dönerek Bir’e ulaşma çabası
doğrultusunda kendisine beslediği sevgi, kendini-sevme (self-love) alır.
Çünkü Bir kendisini bireyde, bireyin içinde belli eder. Bir’i sevmek kendini
sevmekten geçer. Platon ve Plotinos Hıristiyan mistisizminin olduğu kadar
İslam tasavvufunun da temel düşüncelerini ve özellikle sevgi (aşk)
anlayışlarını hazırlayan filozoflardır.
III. Yeniçağ
1. Rönesans’ta Platonik Sevgi ve Kahramanca Tutku
Rönesans’ın önemli adlarından Marsilio Ficino, Platoncu bir tutumla, amor
ve caritas arasında bir ayırım yapmaksızın üç sevgi formu ayırır: 1. Eşitler
arasındaki sevgi. 2. Alttakinin üsttekine duyduğu sevgi. 3. Üsttekinin
alttakine duyduğu sevgi. Bu üç sevgi formu, Ficino’ya göre insanın yapıp
ettiği her şeyin, yani “humanitas”ın ortaya çıkışında belirleyicidir.
Mirandola’da da benzeri bir düşünüşü buluruz. Giordano Bruno, sevgiyi
Tanrı’yla özdeşleşmeyi amaçlayan panteistik bir pathos, patetik bir itilim,
çok güçlü bir tutku (furori) sayar. Bu yönleriyle sevgi, Bruno’da da her şeyi
inşa eden ve harekete geçiren tutku olarak görülmüş olur. O şöyle der: “Sevgi
her şeydir ve her şeyi itilime getirir ve her şey ondan hareketle ifade edilebilir
ve her şey ona yükletilebilir.”
8. Psikanalizde Sevgi
Freud’un teorisi, sevgi kavramının tarihinde önemli bir yere sahiptir.
Freud’a göre, sevginin tüm tezahürleri, görünümleri, onun kökeninde bulunan
libido sexualis’ten çıkarlar. O şöyle der: “Bizim sevgi diye hissettiğimiz,
şairlerin üstüne şiirler yazdıkları şeyin çekirdeğini, cinsel birleşmede
somutlaşan cinsel sevgi oluşturur.” Freud indirgemeci olmakla birlikte,
seksüel tatmini erotik tatminden ayırmayı ihmal etmez. Sadece seks yoluyla
erotik amaca ulaşılamaz. Hatta Freud, cinsel kaynaklı olmakla birlikte,
sevginin yüceltilmiş, tinselleştirilmiş formları olduğunu da belirtir. Bu
formlarda sevgi, ana kaynak olarak libido içinde ve fakat ondan gitgide artan
bir uzaklaşma içinde, seksüel yönü olmayan tatmin nesnelerine de yönelir.
Sanat, bilim, din ve felsefe, böyle bir yönelişin meyveleridir. Sevgi,
başlangıçtan beri nefretle birliktedir ve hatta sevgi ve nefret bir ve aynı şeyin
iki yüzü gibidirler. Bunun en somut kanıtı, cinsel birleşmede haz ve acının
aynı anda ve beraber hissedilişidir. Freud burada da durmaz ve sevgi
kavramının spektrumunu daha da genişletir. Seksüel objelere yönelen
sevginin, libido’nun yanında, ondan çıkan ve fakat ondan farklılaşan, insanın
kendisini sevmesini sağlayan narsistik bir libido da vardır. Her insan belli
ölçülerde narsisttir. Ve bu narsizm, kendinden hoşlanmadan kendinden haz
almaya kadar kendi içinde derecelenme gösterir. Bu narsistik libido, hayal
gücünü harekete geçiren en büyük kuvvettir. İnsandaki bu ilkel narsizm, daha
sonra dış nesnelere yönelir ve buradan “ilgi” dediğimiz şey çıkar. Ne var ki,
dış nesnelere yönelik bu “ilgi”nin de kökeninde, narsist insanın kendini dış
nesnelerde yansıtma ve gösterme eğilimi ağır basar; sanat, bilim, din ve
felsefede olduğu gibi. Son olarak Freud, sevgi ve nefretin aynı şeyin iki yüzü
olmasında şunu da görür: Her sevgi, aynı zamanda yaşamdan nefreti ve
ölüme doğru ulaşma arzusunu da içerir. Eros, canlıları birbirine bağlayan
temel kuvvet olduğu kadar yıkıcı bir kuvvettir de. Eros’u karakterize eden
yön, onda kurma ve inşa etme ile çözme ve yıkma eğilimleri arasındaki
gerginliktir. Freud sadizm ve mazohizmi de bu eros tanımından hareketle
açıklar. Sadizm ve mazohizm, seksüel tatminde kendini nefret olarak
gösteren sevgiden kaynaklanır.
Jung, sevgiyi libido sexualis içinde temelendirmeyi kabul etmez. O,
libido’yu en genel anlamda “yaşam ilgisi” olarak görür ve bu yaşam ilgisinin
kendini seksüel formlar içinde de gösterdiğini belirtir. Aslında libido tek
başına yönlendirici de olamaz. Libido, bilinçsiz eğilimler kadar kolektif
yaşama biçimlerinden, arketiplerden, kalıplardan da etkilenir ve bunların
güdümünde yönlenir. Wilhelm Reich, Freud’un tanımladığı şekliyle libido’yu
yaşamın biyolojik temeli sayar. Psişik yapı, biyolojik yapının bir devamıdır,
sadece onun üst katıdır. Dolayısıyla “Yaşamda mutluluğun temeli seksüel
mutluluktur”; geriye kalan her şey seksüalitenin üstüne çekilmiş bir ciladır.
Erich Fromm, sevginin “sembiyotik formlar”ına yönelir ve annesiyle
sembiyotik bir ilişki içinde olan bebekteki anneden ayrılma korkusunu
libido’nun kaynağı sayar. Ona göre, sevginin en son şekli mistik Tanrı
sevgisidir. Ama Tanrı sevgisinin temelinde bile Tanrı’nın insanı terk etme
olasılığından kaynaklanan korku vardır.
Değerlendirme
“Sevgi” üzerine bir küçük tarihsel panorama sunmaya gayret ettim. Şimdi,
bu panoramayla ilgili kendi değerlendirmemi sunarak sözlerimi bitirmek
isterim.
Sevgi, nesnel-idealist ve metafizikçi filozoflarımızın, örneğin
Empedokles’in ileri sürdüğü üzere, (nefretle birlikte) evreni yöneten bir
kozmik güç olmadığı gibi, Tanrı’nın içimize yerleştirmiş olduğu bir evrensel
yeti veya asli duygu da değildir. O, sadece ve ancak, kaynağını öznede bulan
bir biyopsişik güç, bir itilimdir. Onun tüm insanlarda istisnasız ve ortaklaşa
bulunan bir güç ve itilim olmadığını yinelemekte yarar vardır. Çünkü
yüzyıllardan beri kimi filozoflarımızın değindikleri ve son olarak psikolojinin
ve psikiyatrinin bize öğrettikleri gibi, sevgi başta olmak üzere, bazı duygulara
yabancı kalan, bazı duygular konusunda “apatik” oldukları söylenen insanlar
da vardır. Kısacası, sevgi evrensel değildir. İçleri sevgi dolu insanların
sevgiyi evrensel saymaları, buna içtenlikle inanmaları ve herkesi bu konuda
ikna etmeye çalışmaları, tam da içlerinin sevgiyle dolu olmasının bir
sonucudur ve bu, onların genellikle “apati”, özellikle “sevgiden yoksunluk”
fenomenini kavramalarını hatta önler. Fakat tabii ki bu insanların da
“anlaşılmaları” gerekir ki, bu da hermeneutik bir edim, bir “empati” ve
“kendinde-hissetme” edimiyle mümkündür. Bu husus, sevginin öğretilebilir
bir şey olup olmadığı sorusunu gündeme getirir. Bir “duygu eğitimi”nden söz
edildiğini hep biliriz. Bana göre, bir biyopsişik güç, bir itilim olarak sevginin
kendisi öğretilebilir değildir; fakat apatiklerde sevgi olmasa da sevgiye yakın,
ona akraba bir duygu çeşidi, “yatkınlık” diyebileceğimiz bir şey, o da ancak
toplumsal taklit mekanizmaları çalıştırılarak ve bir dereceye kadar
uyandırılabilir ve geliştirilebilir.
Sevgi çeşitleri göz önünde tutulduğunda günümüzde hâkim sevgi çeşidinin
ne olduğu da sorulmalıdır. Yeniçağdan bu yana ve özellikle 20. yüzyılda
cinsel sevginin ve Platon’un “eşya sevgisi” adını verdiği bir sevgi çeşidinin,
tüm diğer sevgi çeşitlerinin önüne geçtiği görülüyor. Bir bakıma
Aristippos’un bedensel sevgiyi ve hazzı esas alan hedonizmi günümüzün
kapitalist yönelimli tüketim toplumunda tüm kapsamıyla yeniden canlanmış
görünüyor. Aristippos’un mutluluğu bedensel hazda arayan aşırı bireyci ve
hatta egoist öğretisi, sınırsız üretime ve sınırsız tüketime koşullanmış
günümüz insanının egoizmine pek denk düşüyor. Bu sevgi çeşidini
dengeleyecek diğer sevgi çeşitlerine ihtiyaç vardır. Özellikle diğerkâmlığı
güçlendirecek olan, daha Aristoteles’in tanımlayıp betimlediği şekliyle
“philia”yı (yine onun tanımladığı şekliyle “phronesis”i bireysel ve toplumsal
bir erdem haline getirmek suretiyle) ayakta tutmak ve yaygınlaştırmak
yolunda çaba sarf etmek, düşünen kafalar için bir ödev olarak duruyor.
KAYNAKÇA
Schöpf, A., “Liebe”, Historisches Wörterbuch der Philosophie, Haz. J.
Ritter/G. Gründer, Cilt 5, Wissenchaftliche Buchgesellschaft Darmstadt,
1980, ss. 290-328.
Fromm, E., Die Kunst des Lieben, 1956.
Kranz, G., Liebe und Erkenntnis, 1972.
Kuhn, H., Eros, Philia, Agape, 1945, 1994.
Sander, G. Die Empfindsamkeit, 1974.
Leibbrand, W. Förmen des Eros, 1972.
Scholz, H., Eros und Caritas, 1929.
Susman, M., Vom Sinn der Liebe, 1912, 1986.
Wippin, I., Eros und Unsterblichkeit in der Diotima-Rede des Symposions,
1965, 1998.
5 Mersin Üniversitesi Rektörlüğü’nün desteğiyle anılan üniversitenin Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe
Bölümü tarafından 13-15 Ekim 2000 tarihlerinde düzenlenen “Sevgi” konulu VI. Mersin Felsefe
Günleri’nde bildiri olarak sunulmuştur.
FELSEFE TARİHİNDE “DEĞER” KAVRAMI6
1. “Değer” Üstüne
“Değer” (Wert, value, valeur, kıymet) kavramı, felsefe tarihinde, öznelci ve
nesnelci açılardan çok değişik şekillerde tanımlanmıştır. Öyle ki, bu tanımlar
çokluğundan birlikli bir “değer” tanımı çıkarmak olanaksızdır. Bununla
birlikte, değerlerin kaynağını öznede bulan öznelci ve hepsi olmasa da bazı
değerlerin nesnel idealiteleri ve hatta mutlaklıkları olduğunu ileri süren
nesnelci değer anlayışları açısından yapılmış “değer” tanımlarında ortak
olarak dile getirilen bazı yönlere dikkat çekilebilir.
i. Pozitivizm
Pozitivizmin temel tezi, bilimsel nesnelliğin ancak değerden bağımsızlık
ve yansızlıkla sağlanabileceğidir ve zaten değerden bağımsızlık ve yansızlık,
bilimi bilim kılan başlıca koşuldur. Pozitivizme göre olguları konu alan bilim
nesnel, buna karşılık değerler ve değer yargıları özneldirler. Dolayısıyla
bilimde değer yargılarına başvurmak, öznelliğe ve hatta keyfiliğe yol açmak
olur. Bilim insanları, bilimsel araştırmanın her evresinde, kişisel eğilim, tavır,
kanaat, önyargı, dinsel ve metafiziksel inanç, siyasal seçim ve tercihlerinden
bağımsız olmak zorundadırlar. Bu bağımsızlık sadece doğa bilimleri için
değil, hatta özellikle sosyal bilimler için, bilimsel araştırma yapmanın
önkoşuludur. Doğa bilimlerinin yöntemlerinin büyük ölçüde sosyal bilimler
için de geçerli olduğunu savunan pozitivizm, sosyal bilimleri sadece sosyal
olguları kaydetmekle yetinmesi gereken teknik birer disiplin olarak görür. 20.
yüzyılda da neopozitivist filozoflar ve Albert, Popper, Topitsch gibi
kendilerine “eleştirel rasyonalist” adını veren filozoflar, özellikle sosyal
bilimlerin değer yargılarından bağımsızlığını savunmuşlardır.
ii. Marksizm
Marksizm pozitivistlerin yaptıkları olgu yargısı-değer yargısı ayrımını
reddeder. Marksistlere göre, pozitivizm sığ bir deneyimciliğe dayanır ve en
önemlisi, tarihsel/toplumsal gerçeklik alanının, bireylerin, grupların,
zümrelerin, sınıfların bilincinden bağımsız olma anlamında “nesnel” bir
tavırla inceleneceğine inanır. Oysa tarihsel/toplumsal gerçeklik sürekli
değişen bilinç içeriklerine göre, değişik şekillerde kavranır. Bireylerin,
grupların, zümrelerin, sınıfların bilinçleri ise her zaman taraflıdır ve
pozitivistlerin anladığı anlamda “nesnel” olması mümkün değildir. Gruplar,
zümreler ve sınıflar sosyal dünyayı kendi grup, zümre ve sınıf bilinçleri ve en
önemlisi kendi değerleri doğrultusunda, yani taraflı olarak inceleyebilirler.
İşçi sınıfı, tarihe ve topluma kendi sınıf bilinciyle, emeğin en yüksek değer
olduğu bilinciyle eğilirken, burjuvazi en yüce değerin kişisel özgürlük, özgür
girişim ve refah olduğu bilinciyle eğilir. Pozitivizm de aslında taraflıdır;
çünkü o sözde “nesnel” olma iddiasıyla, burjuvazinin ve tekelci kapitalizmin
sınıflararası karşıtlıkların üstünü örtmeye yönelik politikalarına hizmet
etmektedir. Başka bir ifadeyle, pozitivizm kapitalist Batı’nın kendi yanlılığını
“nesnellik” kılıfı içinde saklamasına ve aynı yanlılığı yansızlık olarak lanse
etmesine yardım ve yataklık etmektedir.
4. Değerler ve Erdemler
Değerlerden söz edildiği her durumda, “erdem”den de söz etmek
kaçınılmazdır. Çünkü “erdem”, ister öznel ister nesnel sayılsın, değerin öznel
bağlılaşığı, korelatıdır. Erdem, ilkçağ ve ortaçağın değerleri varlığın içinde
gören rasyonalist ve nesnel idealist öğretilerinde iddia edilenin tersine,
özneye ait bir şeydir ve değere yönelik eylem için öznenin gereksindiği
liyakat, yararlılık ve yeterlilik olarak anlaşılabilir. Başka bir ifadeyle, erdem
(arethe, virtus) bir değerin gerçekleştirilmesinde öznenin belirli tarzda
eylemlerde bulunabilme kapasitesi, yetisi ve yeterliliği anlamına gelir.
Örneğin bir atletin erdemi, güçlü olması ve hızlı koşabilmesidir.7
Buraya kadar birkaç yerde değindiğimiz değerler çokluğu ve çoğulluğu
fenomeni beraberinde bir erdemler çokluğu ve çoğulluğunu da getirir. Kısa
bir tarihsel bakış, bunu görmeye yetebilir.
Antikçağın site devletlerinde “erdem” denildiğinde ilk anlaşılan şey,
politik yönden etkili, güçlü, gerektiğinde gözü kara olma ve politik hâkimiyet
kurabilme kapasitesidir. “Erdem” karşılığı olarak Grekçede kullanılan
“arethe” terimi, “güçlülük, yiğitlik” anlamlarına gelen bir kökten gelir ve
aristokratik bir kültürde tek erdemin “güçlülük”, “yiğitlik” olması da
anlaşılabilir bir husustur. Oysa demokratikleşmenin hızlandığı bir dönemin
filozoflarında, örneğin sofistlerde “arethe”nin aristokratik (ve tek) anlamı
değişir. Değerler konusunda öznelci olan sofistler için erdem, insanın
kendisini çevresine en iyi şekilde kabul ettirebilmesi için gerekli olan
kapasitedir. Bir başka ifadeyle sofistik erdem, sözcüklerin ikna aracı olarak
kullanılmasında bir üstün tekniktir. Buna göre erdemli insan ikna gücü
yüksek olan, dili ikna aracı olarak kullanma kapasitesine, retorik güce sahip
bulunan insandır. Ne var ki, tüm insanların bu ve benzeri tekniklere,
kapasitelere, güçlere sahip olmaları beklenemez. Erdemler, hayatı
kolaylaştırıcı pratik yeterliliklerdir ve koşullara göre değişiklik gösterirler.
Buna karşılık Sokrates ve Platon, bu sofistik erdem anlayışına şiddetle karşı
çıkarlar. Onlar, kendi nesnel-idealist ve evrenselci değer anlayışları
doğrultusunda, erdemleri de nesnel ve evrensel kılarlar. Çünkü evreni,
kosmosu yöneten tanrısal akıl, Logos, insanı kosmik düzene uyum
göstermekle yükümlü kılmıştır. İşte, erdemler bu yükümlülüğü yerine
getirebilmek için gereken nesnel yeterlilikler ve kapasitelerdir ve tüm
insanlarda mevcutturlar. Olsa olsa, onların doğurulmaları (maiotik),
uyandırılmaları, harekete geçirilmeleri, bu yolla alışkanlık yaratacak şekilde
edinilmeleri (habitus, esis) gerekir. Grek felsefesinde tipik olduğu üzere, en
büyük değer mutluluktur (eudaimonia). Dolayısıyla erdemler, en yüksek
değer (en yüksek iyi) olarak mutluluk değerinin gerçekleştirilmesine yönelik
tinsel edinimlerdir (habitus, esis). Erdemler, mutlu olmanın koşullarıdır.
Platoncu okulda bu konuda dört temel erdem kabul edilir: Kendine hâkim
olma, cesaret, bilgelik, adalet. Aristoteles, dört Platonik erdemi muhafaza
eder, fakat bunlara başkalarını ekler: cömertlik, ölçülülük, şeref, ağırbaşlılık,
edep, dostluk.
Ortaçağda, Hıristiyanlığın ve geç antik dönem Stoa felsefesinin etkisi
altında, antikçağın kabul ettiği erdemlerin çoğunun korunduğu, fakat bunlara
yeni ve hatta antikçağın bazı bireyci erdemlerine karşıt erdemlerin konulduğu
görülür: itidal, (stoacı) ataraksiya, diğerkâmlık (altruizm), içtenlik, sadakat,
vefa, güven, alçakgönüllülük, fedakârlık vb. Bu erdemler aynı zamanda
Tanrı’ya giden yolda kesin etkili olan “teolojik erdemler” sayılırlar.
Yeniçağın yükselen burjuvazisi, ilkçağın aristokratik ve ortaçağın teolojik
erdemlerinin çoğuna ilgi göstermemiştir ve bunların karşısına yeni erdem
kategorileri çıkarmıştır: muktesitlik (para biriktirme), kâr etme amacıyla
girişimde bulunma, sebat, iş üretme, çalışkanlık vb.
Erdemler üstüne bu kısa bakış, erdemlerin değişiminde ve dönüşümünde
tarihsel koşulların ve hâkim sosyal sınıf veya tabakanın yönlendiriciliğinin
etkili olduğunu gösterebilir. Şu da görülür ki, her değer öğretisi kendi erdem
öğretisini de getirmiştir.
5. Sonuç Yerine
Çağlar üstü bir geçerliliğe sahip (mutlak ve kutsal değerler başta olmak
üzere) hiçbir değer olmadığı gibi (her çağ için geçerli olma anlamında) çağlar
üstü bir değerler ve erdemler öğretisi de olamaz. Değerler ve erdemler
rölatiftirler ve değerlerin ve erdemlerin rölativitesi felsefi bir seçim ve tercih
konusu değil, bir tarihsel realitedir. Ve bu tarihsel realite, evrenselci
felsefelerin bıkmaksızın sürdürdükleri çabalarla ortadan kalkmamıştır
kaldırılamaz. Başka bir ifadeyle, felsefede nesnelci, evrenselci ve mutlakçı
olmak, değerlerin ve erdemlerin tarihsel ve rölatif oldukları realitesini
değiştirememekte, işin ilginç yanı, bu rölativiteyi aşmak için girişilen her
nesnelci, evrenselci ve mutlakçı felsefi girişim, tarihsel süreç içinde,
girişimler içinde herhangi bir girişim olarak kalmakla, diğer girişimler
karşısında kendi rölativitesini yaratmaktadır. Değerler ve erdemler tarihsel
konumlara bağlıdırlar ve anlam ve önemlerini o durum içinde bulurlar.
Nesnelcilik, evrenselcilik ve mutlakçılığı, değişik çalışmalarımda ve
özellikle son yıllarda, günümüzün Anglo-Amerikan güdümlü
küreselleşmeciliği örneğinde, sık sık eleştiriyorum. Burada da değerler
sorunuyla ilgili olarak şunları söylemek isterim:
Değerler ve erdemler rölatiftir, tarihsel koşullara göre sürekli değişirler. Bu
nedenle hiçbir sosyal grubun, hiçbir toplumun, hiçbir kültür çevresinin değer
ve erdemleri nesnel, evrensel ve hele hele mutlak olamaz. Felsefe,
Greklerden beri iddia edildiği üzere hiç de “mitos”un yerini “logos”un
almasının bir meyvesi olmamıştır. Çünkü “evrensellik” fikri bir mitos, hem
de yaşayan en güçlü felsefi mitos olmaya hâlâ devam ediyor. Tarih
bilincinden yoksun olan Grekler ve onların modern Batı’daki izleyicileri,
“evrensellik” ile “tarihsellik”in çeliştiğini hiç de açıkça görememişler, Hegel
gibi bunu gören bazı filozoflar ise, “evrensel”e “tarih”in sonunda ulaşılacağı
zehabıyla ve Hıristiyanca kaygılarla felsefi ütopyalar üretmişlerdir. Batı’nın
ürettiği ve ihraç ettiği bu evrenselci düşünme modelinden ve bu model içinde
ortaya sürülen evrenselci felsefelerden artık yarar bekleyemeyiz.
Tarih bilinci şunun da bilincidir: “Evrensel”in gerçekleşmesine tarihsel
olarak imkân yoktur. İçinde bulunduğumuz sosyal grup, toplum ve kültür
çevresinin değer ve erdemlerine ne ölçüde bağlılık gösterirsek gösterelim,
bunların tarihsel süreç içinde değişeceklerini hatırdan çıkarmamak
zorundayız. Ne var ki, bu değişimin niteliği ve şekli hakkında açık bir bilince
ihtiyaç vardır. Önemli olan, bu değişimin başka sosyal grup, toplum ve kültür
çevrelerinin etkilerine elden geldiği kadar açık olmakla birlikte bağlı
olduğumuz sosyal grup, toplum ve kültür çevresinin kendi iç dinamikleriyle
gerçekleşmesini sağlamaktır. Aksi halde, değerlerini ve erdemlerini başka
sosyal grup, toplum ve kültür çevrelerinin ikna ve güç yoluyla tayin ettiği,
bağımlı sosyal grup, toplum ve kültür çevrelerinin bağımlı insanları olmaktan
kurtulamayız. Bugün “küreselleşme” terimini bir de değerler ve erdemler
açısından irdeleme, yorumlama ve eleştirme görevi, özellikle ve öncelikle
bizim ülkemiz gibi ülkelerin filozoflarınca yerine getirilmesi getiren bir görev
olarak duruyor.
KAYNAKÇA
Schrey, H.H., Axiologische Ethik, Wissenschaftliche Buchgesellschoft,
Darmstadt, 1973.
Scheler, M., Der Formalismus in der Ethik und die materiale Wert ethile,
1913.
Tugendhat, E., Vorlesungen Über Ethik, 1993.
6 Mersin Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nün 3-4-5 Mayıs 2002 tarihlerinde
Mersin’de düzenlediği “Mersin Felsefe Günleri”nde sunulan bildirinin metnidir. Aynı metnin “Değer
Felsefesinin Temel Sorunlarına Toplu Bakış” başlıklı bölümü, bazı eklemelerle, Muğla Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü tarafından 16-17 Mayıs 2002 tarihlerinde Muğla’da düzenlenen
“Bilgi ve Değer” konulu sempozyumda da bildiri olarak sunulmuştur.
7 Türkçede “erdem”, önceleri (“fazlalık”, “üstünlük” bildiren “meziyet” -ziyade olmaklık, zaitlik-
sözcüğünün de karşılığı olarak) “artam” şeklinde söyleniyordu. “Artam”ın “artmak” fiilinden geldiği
anımsandığında, “artam” veya “erdem”in, insanda fazladan bulunması gereken bir kapasite olarak
anlaşıldığı açıktır. “Erdem” karşılığı olan Arapça “fazilet”in de “fazlalık”la ilgili bir fiilden geldiğini
biliyoruz.
“BAROK” ÜSTÜNE8
Giriş
İzmir Büyükşehir Belediyesi İzmir Sanat Evi’nin düzenlemiş olduğu
“Barok Yıllar” haftasının açış konferansında sizlere hitap etmekten onur ve
mutluluk duyuyorum. Bir haftalık programda çeşitli dinletiler yanında, Barok
sanat ve Barok kültür; Barok mimariden Barok heykele, Barok resime, Barok
müziğe, Barok edebiyata kadar bu konuların değerli uzmanları ve sanat
eleştirmenleri tarafından işlenecektir. Ben Barok sanat üzerine burada
uzmanca değerlendirmeler sunma yetkisini ve yeterliliği kendimde
görmüyorum. Bu türlü değerlendirmeler için diğer konferansçıları dinlemek
pek tabii daha uygun olacaktır. Ben Barok sanat hakkında burada ancak genel
ve ansiklopedik notlar sunmakla yetinebilirim. Bundan da amacım, Barok
sanata ve giderek Barok kültüre, birkaç noktayla sınırlı da kalsa, felsefe
içinden nasıl bakılabileceği hususunda bir küçük örnek sunmaktır. Tabii
böyle bir bakışın kendi felsefi tavrım doğrultusunda olacağı açıktır.
Konferansımı şu altbaşlıklar altında sunacağım:
1. “Barok”un anlamları. 2. Barok sanatın özellikleri. 3. Barok sanata yön
veren dinsel/politik etkenler ve Barok zihniyet veya Barok’taki felsefe. 4.
Barok sanat ve Aydınlanma felsefesi. 5. Barok ve günümüz.
1. “Barok”un Anlamları
a. “Barok”un Sözlük Anlamları: Diderot, Ansiklopedi’de iki tanım verir: 1.
Felsefe ve mantık terimi olarak “barok”, anlamsız düşünce, uyumsuz
düşünme biçimi (baroco) anlamlarına gelmiştir. 2. Sanat terimi olarak
“barok”, özellikle bir müzik terimi olarak, karışık ve uyumsuz müziği
nitelendirmekte kullanılırdı. 3. Günümüzde ise, “barok”un “pürüzlü, şekilsiz
inci” anlamına gelen bir Portekizce sözcük olduğu yaygın olarak kabul
ediliyor.
b. Bir Üslup Çeşidi Olarak Barok: “Barok” sözcüğünü sadece sanatta ve
düşüncede değil, yaşamın her alanında karşılaşılan ve yapmacıklık, gösteriş,
abartma içeren, karışık ve uyumsuz tüm ifade şekilleri tüm üsluplar için
kullananlar vardır. Onlara göre, sanat ve düşünce tarihinin hemen her
döneminde şu veya bu ölçüde “barok”a rastlanır (bu nedenle küçük harfle
yazılmalıdır). Kısacası “barok”, belli özellikleriyle hep var olan, değişmeyen,
zaman zaman ön plana çıkabilen bir üsluptur. Sanat tarihçisi D’Ors
Hellenistik mimari ve heykelcilikten 19. yüzyılın sonlarında karşılaşılan bazı
abartılı mimari ve heykel çalışmalarına kadar bu konuda bir dizi örnek
veriyor. Kültür tarihçisi ve filozof J. Burckhardt da “barok”u sanatta dönem
dönem rastlanan bir çeşit vahşilik olarak görüyor. Sanat tarihinden verilen
örneklere, felsefe ve özellikle edebiyat tarihinden örnekler ekleyenler de
vardır. Gerçekten de ilkçağda Grek dünyasında yarı teolojik, yarı felsefi bir
düşünce geleneği olarak karşılaştığımız “sofistik” geleneğinde,9 yukarıda
tanımlandığı şekliyle barok üslubun birçok yönüyle kendisini gösterdiğini
saptarız. Hellenistik dönemin birçok metninde de barok üslup kendini belli
eder. Ortaçağın felsefi/teolojik metinlerinin önemli bir kısmında da aynı
durumla karşılaşırız. Ayrıca filozoflarımızın bir kısmı, çoğu kez devlet
baskısından ve sansüründen yakalarını sıyırmak kaygısıyla, bâtıni (ezoterik)
ve ayrıca barok üsluba bilerek başvurmak zorunda kalmışlardır. Edebiyatta
ise barok üslup, felsefeye göre çok daha sıklıkla başvurulan bir üslup
olmuştur. Öyle ki barok, güçlü veya güçsüz, etkili veya etkisiz, kültür
tarihinin hemen her döneminde, felsefeden sanata, her alanda rastlanan bir
üsluptur.
c. Bir Sanat Anlayışı ve Sanat Tarihinde Bir Dönem Olarak “Barok”:
“Barok”, 16. yüzyılın ortalarından 18. yüzyılın ortalarına kadar Avrupa
sanatına hâkim olmuş bir akımdır. (Sadece bu döneme ait bir akımın adı
olarak, büyük harfle yazılmalıdır.) Akım Latin Amerika’da etkisini 19.
yüzyılın başlarına kadar sürdürmüştür. Bu akım İtalya’da Bernini ve
Borromini’nin eserleriyle birlikte doğmuş ve oradan tüm Avrupa’ya
yayılmıştır. Almanya ve Avusturya’da Hildebrandt, Fischer von Erlach,
İspanya’da J. de Ribera ve J. de Arellano, akımın ilk ve önemli
temsilcileriydiler. Barok üslup, öncelikle mimaride, dinsel ve sivil amaçlı
yapılarda uygulandı. Barok mimari bir yandan Latin Amerika’ya atlarken, bir
yandan da öbür sanat türlerini etkiledi. Resimde Andrea Pozzo, Rubens,
Maulbertsch, Simon Vonet; müzikte Bach, Scarlatti, Vivaldi, J.P. Rameau;
heykelde Puget, Le Vau, R. Donner gibi isimlerle gelişimini sürdürdü. 18.
yüzyılın ikinci yarısında Rokoko üslubuna dönüşen Barok, “yeni klasizm”in
ortaya çıkmasıyla gerilemeye başladı. Türkiye de Barok’tan etkilendi.
Nuruosmaniye Camii, çeşitli sebiller, Ayazma Camii, Lâleli Camii,
Dolmabahçe Sarayı, Beyoğlu’ndaki bazı özel konutlarda ve iç süslemede
Barok etkiler vardır.
c1. Klasizm ve Yeni Klasizm Arasında Barok: Barok, 16. yüzyılın eski
klasizmine tepki olarak gelişti ve ne var ki ki yine klasizme, fakat bu kez 18.
yüzyılın ikinci yarısının yeni klasizmine yenik düşerek dönemini kapattı. Bu
nedenle Barok’u anlamak için eski ve yeni klasizmin ne olduğuna kısaca
bakmak gerekir:
Genellikle klasizm; antik Grek ve Latin mimari üslubuna kadar uzanan;
Barok, Manyerizm (üslupçuluk, tarzcılık, yapmacıklı incelik) ve Romantizme
karşıt sayılan sanat ve edebiyat akımı olarak bilinir. Klasizm alanındaki ilk
hareketler Bramante, Palladio gibi 16. yüzyıl İtalyan mimarlarının geleneksel
Roma mimarisinin temel öğelerinden yararlanma girişimleri olarak ortaya
çıktı. Aynı dönemde Fransa’da Lescot, Bullant, Delorme, bu akımı
benimseyerek yapıtlarında uyguladılar. Resim alanında ise Raffaello (Rafael)
klasizm taraftarlarının örnek aldıkları ustalardan biri oldu. Poussin, klasik
üslubu akla dayalı öğelerle geliştirdi ve Fransız resmini önemli ölçüde
etkiledi. Tarihsel olayları konu alan resimler daha fazla ilgi görmeye başladı
ve bu ilgi Ingres ile 19. yüzyılın ortalarına kadar sürdü. Mutlak monarşi
döneminde Colbert ve Le Brun’ün etkisi altında antikçağ örneklerine sıkı
sıkıya bağlı kalan Fransız heykelciliği, XV. Louis döneminde Bouchardon,
Falconet, Vasse gibi sanatçıların çalışmalarıyla ulusal bir nitelik kazanırken,
Alpardi ve Duguesnoy gibi sanatçılar hareketsiz bedenlerin sakinliğini sade
giysi kıvrımlarıyla ifade etmek suretiyle, sadeliği ve basitliği bir üslup haline
getirmeye çalıştılar. Grek ve Latin yazarlarının yeniden önem kazanması
XIV. Louis çağında başladı ve etkileri Racine, Pascal, Bossuet, Moliere gibi
yazarların yapıtlarına yansıdı.
On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında yaygınlaşan yeni klasizm ise, anıtsal
orantılarda, ABD’nin yeni başkenti Washington başta olmak üzere, ABD’de
ve Avrupa’da rağbet gördü.
Eski ve yeni klasizmin ortak noktaları şöylece özetlenebilir: 1. Sanata aklın
eşlik etmesi; sanatsal etkinlikte aklın yol göstericiliğine başvurmak. 2. Her
türlü kurmacanın ve hayal gücü ürününün reddedilmesi. 3. Sanatçının icat
eden eden değil, keşfeden kişi olduğunun kabulü. Sanatçı, olsa olsa, mevcut
olanın örtüsünü kaldırır. 4. Güzel nesne ile bilimsel nesnenin eşdeğer
sayılmaları. Güzel nesne de doğada aklın yasalarına uygun olarak ortaya
çıkar. 5. Klasizm, her türlü barok üslubu sanatçıya yasaklar. 6. Sonuç:
klasizm, teoriyi ve bilgiyi, yaratmanın ve sanatın önüne alır.
Özetle klasizm, aklı, bilimi, dengeyi, ölçülülüğü esas alır; hayal gücünün
aşırılıklarına, düzensizliğe, karmaşaya tahammülü yoktur. Barok’u klasizmle
karşıt kılan yönler böylece ortaya çıkıyor.
c2. Hıristiyanlık ve Barok: Barok sanat, en çok Katolik ülkelerde, özellikle
de Karşı Reform’un son yılları olan 1600 yıllarında gelişmiştir. Roma
Kilisesi, Protestanlığın ilerlemesine karşı koymak için Trento Konsili’nden
sonra (1563’de sona ermişti) geleneksel öğretilerini kesin olarak yeniden
ortaya koydu ve yoğun bir misyoner etkinliğine girişti.
5. Barok ve Günümüz
Aydınlanma, felsefede akılcılığı, bilimciliği ve deneyciliği öne çıkarırken,
sanatta buna koşut olarak yeni klasizmi başlattı. 19. yüzyıl, felsefede görülen
çok çeşitlilik ve renkliliğe rağmen Aydınlanma felsefesine büyük ölçüde
sadık kaldı. 20. yüzyılda da, 1960’lara kadar akılcı, bilimci ve deneyci
felsefenin egemenliğine tanık oluyoruz. 1960’lardan itibaren akılcılık,
bilimcilik ve deneycilik, geçen yüzyılda başlamış ve fakat fazla etkili
olamamış olan bilimcilik ve pozitivizm eleştirisi dolayısıyla bir sarsıntı
geçirdi. Bunu, 1980’li yıllarda postmodernizm dalgası ve postmodernizme
özgü akılcılık, bilimcilik eleştirisi izledi. Postmodernizmin doğuşunda ve
gelişiminde tıpkı Barok’un doğuş ve gelişiminde olduğu gibi, başta mimari
olmak üzere plastik sanatlar başı çekti. Günümüzün postmodern sanatı; akıl,
ölçü ve dengeyi gözeten klasizmin çok uzağında ve hatta bunlara karşıt bir
konumda gelişimini sürdürüyor. Sanatın her alanına kitsch ve kolaj hâkim
olmuş görünüyor. Barok’a özgü yapmacıklık, günümüz postmodern sanatında
birçok yönden yeniden gündeme gelmiş durumda. Bir postmodern slogan,
“...miş gibi yapmak” ibaresiyle ifade edilen bir slogan Barok’a özgü
yapmacıklığı, dünyayı büyük bir tiyatroya dönüştürme hevesini çağrıştırıyor.
Barok sanat ile postmodern sanat arasında başka koşutluklar da kurmak
mümkündür. Tabii postmodern sanatın yeni bir Barok sanat olarak görülmesi
çok doğru olmaz; hatta bu, en azından Barok’ta sık sık gördüğümüz türden
büyük bir abartma örneği olur. Ne var ki, Barok’la postmodernizm arasında
benim burada birkaçına değindiğim pek çok koşutluk kurulabileceği de
açıkça görülüyor.
Bunlardan ne gibi bir sonuca varılabilir?
İlkçağda septiklerin ve sofistlerin irrasyonalizmlerine karşı Sokrates,
Platon ve Aristoteles’in rasyonalizmlerinin ortaya çıkıp geliştiğini görüyoruz.
Fakat birkaç yüzyıl sonra Plotinos’un mistisizmi ve koca bir ortaçağ boyunca
bu mistisizmin Hıristiyan renkler içinde yenilenişi karşımıza çıkıyor.
Rönesans’tan bu yana felsefe ile sanatın gelişimlerine eşzamanlı olarak
bakıldığında ise, şunları saptamak mümkündür: Rönesans’a hâkim olan
felsefi atmosfer, akılcılık ile akıl dışıcılığın, deneycilik ile büyünün,
olguculuk ile mistisizmin tuhaf bir karışımıydı. 16. yüzyıl başları ise
felsefede akılcılığın (Descartes, Spinoza vd.), sanatta ise akılcılığı temel alan
klasizmin hâkimiyetine tanıklık etti. 16. yüzyılın ikinci yarısından 17.
yüzyılın ortalarına kadar felsefede yine büyük ölçüde rasyonalizm hâkimdi.
Ne var ki aynı dönemde Avrupa tam bir dinsel ve siyasal kargaşa yaşadı ve
rasyonalizmin tüm kıtayı saran bu kargaşaya kitleler bazında önereceği bir
çözüm de pek yoktu. İşte, Barok sanat ve genellikle Barok kültür, bu
kargaşaya dinsel/mistik bir örtü çekmek, insanlara kilise aracılığıyla yeni bir
umut aşılamak, onların melankolilerine, bizzat bu melankoliyi dinsel
güdümlü sanatın bir temel teması haline getirmek suretiyle yanıt vermek
istedi. Felaket ve melankoli çağı bitip Avrupa burjuvazi önderliğinde ticaret
ve sanayide büyük hamlelere girişip zenginleştikçe, akılcılık, bilimcilik ve
deneycilik yeniden umut kaynağı oldu. 1960’lardan itibaren büyük bilimsel
ve teknolojik atılımlara rağmen akılcılık, bilimcilik ve deneycilik, septik ve
dinsel kaynaklı bir eleştirinin konusu olmaya başladı. Postmodernizm böyle
doğdu.
Bu tablo, Batı tarihinde akılcılık ve bilimcilik ile septisizm ve mistisizmin
her zaman olmasa da zaman zaman birbirlerini izledikleri, birinin diğerine
tepki olarak geliştiği izlenimini veriyor. Bu sadece bir izlenimdir. Bu yüzden,
bir genellemeye varmak için pek tabii ki yetersizdir. Yine de bu izlenim şunu
düşündürtüyor: Postmodernizm yeni bir irrasyonalizm çağına, belli yönleriyle
sınırlı kalsa da yeni bir Barok’a dönüşebilir mi? Ben kendi payıma böyle bir
dönüşümden mutlu olacağımı sanmıyorum. Üstelik Barok kültür ve Barok
sanat nasıl ki döneminin muhafazakâr kültürüne hizmet etmişse,
postmodernizm de günümüz dünyasının Batı kaynaklı, görünüşte liberal,
uygulamada ise oldukça muhafazakâr olan kültürüne hizmet etmektedir.
Barok sanat, hele Barok müzik, insandaki irrasyonaliteyi, karmaşayı, çatışkılı
duyguları işlemesi ve insana çok önemli bir boyutunu göstermesi bakımından
bundan sonra da izleyicisini bulacaktır. Bununla birlikte postmodern kılıklar
içindeki yeni bir Barok kültür ve Barok sanatın kültür yaşamının tümünü
istila etmesine, bu istilanın felsefi ve bilimsel düşüncenin ve eleştirinin
zayıflamasına neden olmasına izin verilmemelidir. Duygu ve düşünce
dünyamızın aynı anda her ikisine de açık olmasını sağlayan bir felsefi ve
pratik tavır alışa, eskisinden daha çok ihtiyacımız vardır. Böyle bir felsefi
tavır alışın günümüzdeki en etkileyici örneklerinden birinin, otuz yıldır bağlı
olduğum hermeneutik tavır alış olduğunu belirtmek isterim.
8 İzmir Sanat Evi’nin 11-17 Aralık 2000 tarihleri arasında düzenlemiş olduğu “Barok Yıllar” haftası
kapsamında, yazarın 11 Aralık 2000 tarihinde vermiş olduğu açılış konferansının metnidir.
9 Bu düşünce geleneği ile “sofist” filozofların (Protagoras, Gorgias vd.) temsil ettiği düşünce tarzı
arasında bir ilişki yoktur.
ETİK-AHLAK AYRIMI ÜSTÜNE10
1. Ahlak, tek kişinin, bireyin veya bir insan topluluğunun belli bir tarihsel
dönemde belli türden eğilim, düşünce, inanç, töre, alışkanlık, görenek vb. ve
bunlarda içerilmiş olan değer, buyruk, norm ve yasaklara göre düzenlenmiş
ve bu haliyle gelenekleşmiş, yerleşmiş yaşama biçimidir.12
2. Ahlak, bir kişinin, bireyin, bir grubun, bir halkın veya halkın bir
kesiminin, bir toplumsal sınıfın, bir ulusun, bir kültür çevresinin belli bir
tarihsel dönemde yaşamına giren ve eylemlerini yönlendiren inanç, değer,
norm, buyruk, yasak ve tasarımlar topluluğu veya ağıdır.13
3. Ahlak, “iyi” olduğuna yaşama deneyimiyle veya düşünüp tartarak ya da
herhangi bir irdeleme ve eleştiri olmaksızın, din, devlet veya cemaat türünden
bir otorite kaynağı tarafından ikna veya dayatma, hatta zor yoluyla
benimsettirilmiş bir yaşama tarzı ve kurallar topluluğu ve bu tarz ve kurallara
uygun eylemler bütünüdür.14
4. Ahlak, bireylerin veya toplulukların belli yaşam ilgileri ve değersel
yönelimler bakımından kendisine uyarak yaşama yükümlülüğünü hissettikleri
temelli dünya görüşüdür.15
5. Ahlak, mutlak anlamda “iyi” olduğu düşünülen bir yaşam görüşünde
yapılanıp yerleşiklik kazanan, gelenekler ve göreneklerle taşınan, yazılı ya da
yazılı olmayan eylem kurallarıdır.16
6. Ahlak, bilinçli olarak seçilen veya bilinçsiz olarak bağlanılan yaşama
değerleri, erekleri ve tasarıları topluluğudur.17
7. Ahlak, belli bir toplum içinde yaşayan insanların kendileriyle,
birbirleriyle, kurumlarla ilişkilerini düzenleyen ilkeler, değerler, kurallar,
töreler bütünüdür.18
8. Ahlak, bir ulustan bir başka ulusa, bir dönemden bir başka döneme, bir
yaşam dünyasından bir başka yaşam dünyasına hem kapsam, hem içerik
bakımından değişiklik gösteren değerlemeler alanıdır.19
9. Ahlak, kişinin karakter sağlamlığını oluşturan tutumlar, eğilimler ya da
eylemler topluluğudur.20
10. Ahlak, değerlerin yaşama geçirilmesinde birinci dereceden bağlayıcı
olan yaradılış, doğa, huy, tıynettir.21
1. “Ahlakçı” ve “etikçi” diye iki farklı düşünür tipi ayırmak bir gereklilik
olmakla birlikte bir yerden sonra bir zorlamadır. A.J. Ayer, ahlakçı ile
etikçiyi ayırma konusunda şunları söylüyor: “Ortaya bir ahlaksal ilkeler
kodeksi atan ve bizi bunları izlemeye davet eden bir ahlak öğreticisinin
yaptığı ile, tam tersine, görevi daha çok onların yapısını çözümlemek olan bir
etikçinin yaptığı arasında, her durumda hiç de göze batmayan bir ayrım
vardır.”23 Ne var ki, Ayer’in ahlakçı ile etikçi arasında, hiç de göze batmasa
bile, yine de bir ayrım olduğunu ileri sürerken dayandığı gerekçeler
tartışmalıdır. Ayer bir mantıkçı empirist olarak, ahlak kavramlarının ve ahlak
yargılarının nötr ve nesnel bir tavırla inceleme konusu kılınabileceğine
inanmakta ve büyük bir güvenle ve sonradan “etiğin duygusal teorisi” adıyla
da anılan bir çerçevede ahlak kavramlarının ve yargılarının bir
çözümlemesine girişmektedir. Ne var ki, aynı Ayer “sorumluluk”,
“belirlenim” ve “özgürlük” gibi kavramları kapsamlı bir şekilde çözümlerken
ve özellikle belirlenim-özgürlük kavram çifti üstünde dururken, ahlak
alanındaki belirlenimin bir nedensellik türü olarak zorunlu belirlenim
(determinasyon) şeklinde anlaşılmaması gerektiğini, aksi takdirde insanları
eylemlerinden ötürü sorumlu tutmanın olanaksızlaşacağını belirterek,
özgürlükle belirlenimin bağdaşırlığını savunan bir özgürlükçü ahlak tipi
içinden bize seslenmekten kendini alamamıştır. Bu durum, Ayer’i, ahlakta
karşıt bir noktadan, zorunlu belirlenimcilikten hareket etmiş olsa da bir
Spinoza ile aynı ahlak alanı içinde değerlendirmemizi, ikisini de “ahlakçı”
olarak adlandırmamızı zorunlu kılar. Bunun gibi, A.R. Hare de “ahlak
mantıkçılığı” adı altında geniş kapsamlı bir ahlak dili çözümlemesi
geliştirirken, yani bir çözümlemeci etik çalışması gerçekleştirirken, sonunda
şunları belirtmekten geri kalmaz: Hiçbir ahlak ilkesi evrensel değildir ve
evrenselleştirilemez. Bununla birlikte toplum içinde birbirimizle en az
sorunlu bir konumda yaşamamızı sağlayacak bazı duygular ve sezgiler
yaygınlaştırılabilir ve az sayıda ahlak ilkesinde birleşilebilir. Hare’e göre bu
türden ahlak ilkeleri de Kant’ın ödev ahlakı ile Anglo-Saksonlara özgü yarar
ahlakının belli yönlerini birleştirmek suretiyle elde edilebilir. Ayer ve Hare’in
girişimlerine başka girişim örnekleri de eklenebilir. Sadece bu iki örnek bile
şunun görülmesini sağlayabilir. Ne kadar yansız ve nesnel olduğu iddiasıyla
karşımıza çıkarılırsa çıkarılsın hiçbir etik şu veya bu türden ahlaksal
içermelerden tam olarak arınmış olamaz. Etikçi Ayer’de Aydınlanmacı
esintiler taşıyan bir özgürlük ahlakının, etikçi Hare’de ödev ve yarar
ahlaklarından belli yönlerin benimsendiği ve önerildiği görülür. Genelleme
yapmanın tüm tehlikelerine rağmen şöyle bir genellemeye başvurmak
kaçınılmaz görünüyor: Her etikte, açık veya örtük, bir ahlak veya bir veya
birkaç ahlakın belli yönleri içerilmiştir.
2. Bunun tersi de belli ölçülerde doğru görünüyor. 20. yüzyılın başından
beri etiğin kendisine temel görev olarak koyduğu, “iyi”, “kötü”, “erdem”,
“sorumluluk”, “özgürlük”, “mutluluk” vb. gibi temel bazı kavramların
kendilerine göre bir tanımını yapmayan, bunları kendi temel postulaları
ışığında değerlendirmekle sınırlı kalsa da irdeleyip çözümlemeyen bir ahlak
da pek yoktur. Örneğin “sorumluluk”, “özgürlük”, “mutluluk” kavramlarının
mutlulukçu ahlak öğretilerinde, yararcı anlayışta, ödev ahlakında, bu öğreti,
anlayış ve ahlakların kendi postulaları doğrultusunda, ama mutlaka,
tanımlamaya, irdelemeye, çözümlemeye tabi tutulduklarını saptarız.
Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik’i bu konuda ilk ve hâlâ en iyi örneklerden
birisidir. Aristoteles, kendisinden önce ortaya konulmuş çeşitli ahlak
görüşlerini sınıflandırarak sistematik bir biçimde eleştiren, ahlak üstüne
araştırmalara ilk kez bir sistematik getiren filozoftur. Bu yönüyle o, ilk etikçi,
hatta etiğin kurucusudur. Bununla birlikte aynı Aristoteles, Eudemos’a
Etik’te ve fakat esaslı olarak Nikomakhos’a Etik’te kendi ahlak görüşünü de
geliştirmiş ve bilindiği üzere, Greklere özgü bir mutlulukçu ahlak tipi içinde,
kapsamlı bir erdem ahlakı ortaya koymuş, böylece ahlaklar çokluğuna bir
ahlak daha katılmıştır. Aristoteles’te etikçi ve ahlakçı kimlikler yan yana,
hatta iç içe geçmiş bir halde önümüzdedir. (Bunun başka türlü
olamayacağına, konuşmamın sonunda ayrıca değineceğim.) Yine bir
genellemeye sığınarak şunu söylemek gerekli görünüyor: Her ahlakta, açık
veya örtük, bir etik yön içerilmiştir.
11 Örneğin, Maclntryre’da “etik” ve “moral” terimlerinin hemen hemen eşanlamlı olarak kullanıldığını
görürüz. Bkz. Maclntyre, A., Ethik’in Kısa Tarihi, Çeviren Hünler, H./Hünler, S. Z., Paradigma
Yayınları, İstanbul, 2001.
12 Doğan, Özlem, Etik-Ahlak Felsefesi, Notos Kitap Yayınevi, 4. Basım, İstanbul, 2016, ss. 15-16.
13 a.g.e., s. 17.
14 a.g.e., s. 202.
15 Ulaş, Sarp Erk, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 2002, ss. 24-25.
16 a.g.e., s. 25.
17 a.g.e., s. 25.
18 a.g.e., s. 25.
19 a.g.e., s. 25.
20 a.g.e., s. 25.
21 a.g.e., s. 25.
22 Anglo-Sakson felsefe çevrelerinde ahlak karşılığı olarak “moral” terimi yanında “etik” (ethics)
teriminin daha yaygın olarak kullanıldığı görülüyor. Bu durumda “meta-etik” terimiyle aslında tekil
ahlaklar çokluğu üstüne bir felsefe etkinliği ve tarzı olarak “ahlak felsefesi”nin kastedildiğini belirtmek
gerekir.
25 Steenblock, V., “Tradition”, a. Historisches Wörterbuch der Philosophe içinde, cilt 9, s. 1322-1327.
Önemli not. Bu yazıda Steenblok’un bu ansiklopedik yazısından geniş ölçüde yararlanılmıştır.
Dipnotlarında gösterilen kaynakların önemli bir kısmı yine bu yazıdan naklen alınmıştır.
32 a.g.e., s. 1235.
33 a.g.e., s. 1235.
34 a.g.e., s. 1236.
35 a.g.e., s. 1236.
39 Locke. J., İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme, 1663, (Türkçe çevirisi: Vehbi Hacıkadiroğlu),
ss. 141-145.
41 Kant, I., Salt Aklın Sınırları İçinde Din, 1793, ss. 7-11.
43 Leibniz, G.W., İnsan Anlığı Üzerine Yeni Denemeler, 1704, 1962, s. 93. (Steenblok’tan naklen).
44 Müller, A.H., Vorlesungen, 1806, 1979, s. 93 (Steenblock’tan naklen).
45 Baader, F.X., Verband der Religion mit der Naturwissenschaften, 1834, 1963, s. 336.
(Steenblock’tan naklen)
46 Hamann, J.G., Metakritik über den Purismum der Vernunft, 1784, 1949, s. 36.
47 Herder, J.G., Verstand und Erfahrung, Eine Metakritik zur Kritik der reinen Vernunft, 1799. 1963, s.
21 vd.
48 Herder, J.G., Abhandlungen über den Ursprung der Sprache, 1772, 1963, s. 23 vd.
49 Herder, J.G., ldeen zur Philosophie der Geschichte der Menschheit, 1784, 1964, s. 345.
52 Schiller, F., Was heisst und zu welchem Ende studiert man Universalgeschichte? 1751, 1970, s. 9.
54 a.g.e., s. 310.
55 a.g.e., s 374.
56 a.g.e., s. 388.
57 Heder, J.G., Auch eine Philosophie zur Bildung der Mienschheit, 1774, 1963, s. 5.
58 Schlegel, F., Geschichte der europaeischen Kultur, 1803, 1972, s. 25. (Steenblock’tan naklen)
59 Goethe, J.W., Italien Reise, 1786. hrsg. Von E. Trunz, 1948, s. 45. (Steenblock’tan naklen)
60 Müller, E. von, Gesprach mit Goethe, 1830, 1948, s. 710. (Steenblock’tan naklen)
66 Schleiermacher, F.D.E., Brouillon zur Ethik, 1805, 1927, s. 2, 174. (Steenblock tan naklen)
68 Hegel, G.W.F., Vorlesungen über die Geschichte der Philosophie, 1805, 1927, s. 17, 28 vd.
69 Hegel, G.W.F., Vorlesungen über die Aesthetik, 1818, 1980, s. 14, 68.
72 Hegel, G.W.F., Grundlegung der Philosophie des Rechts, 1821, 1980, s. 269.
73 Marx, K., Die Deutsche Ideologie (Alman İdeolojisi, Türkçeye çeviren Selahattin Hilav), 1845,
MEW, 1970, cilt 3 s. 43.
74 Marx, K., Das Kapital3, 1894, MEW 25, s. 801. (Steenblock’tan naklen).
75 Marx, K., Der 18 Brumaire des Louis Bonaparte, 1852, MEW 1970, s. 115.
78 a.g.e., s. 145.
79 Horkheimer, M., Zur Kritik der Instrumentalischen Vernunft, 1967, 1991, 27 vd.
84 Windelband, W., Über Wesen und Wert der Tradition im Kulturleben, 1908, 1976, s. 232.
85 a. g.e., s. 236.
86 Dilthey, W., Die Typen der Weltanschaung und ihre Ausbildung in den metaphysischen Systemen,
1911, Gesammelte Schriften, 1968, s. 76.
89 Dilthey, W., Einleitung in die Geisteswissenschaften, 1883, 1968, s. 66, 74, 90.
90 Spengler, O., Der Untergarg des Abenlandes 2, (Türkçesi Batının Çöküşü), 1915. 1987, s. 98 vd.
91 Heidegger, M., Sein und Zeit, (Türkçesi: Kaan H. Ökten, Varlık ve Zaman), 1927, 1977, s. 27 vd.
92 Gehlen, A., Das Bild des Menschen im Lichte der modernen Antropologie, 1952, 1983, s. 138.
93 a.g.e., s.167.
94 Gehlen, A., Das Bild des Menschen im Lichte der modernen Antropologie, 1952, 1983, s. 138.
96 a.g.e., s. 98.
97 Snell, B., Tradition und Geistesgeschichte, Studium generale, 1951, s. 339-345. (Steenblock’tan
naklen)
98 Litt, Th., Hegels Begriff des “Geistes” und das Problem der Tradition, 1921, 1988, s. 321.
100 Weizsaecker, C.F., Die Rolle der Tradition in der Philosophie, 1969, s. 37. (Steenblock’tan naklen)
101 Blumenberg, H., ‘Saekularisation’ Kritik einer Kategorie historischen lllegitimitaet, 1964, s. 240-
265. (Steenblock’tan naklen)
102 KoIakowski, L., Vom Sinn der Tradition, Merkur 1969, s. 1085-1092. (Steenblock’tan naklen)
103 Popper, K. R., Versuch einer Theorie der Tradition, 1994 (İngilizce baskısının -1963- çevirisi), s.
176.
104 Albert, H., Plaedoyer for kritischen Rationalismus, s. 42. (Steenblock’tan naklen)
105 Kuhn Th. S., Die grundlegende Spannung: Tradition und Neuen in der wissenschaftlichen
Forschung, 1977, s. 308 vd. (Steenblock’tan naklen)
106 Lübbe, H., Dezisionismus - eine kompromittierte politischen Theorie, Diskurs Politik içinde, 1977,
s. 283 -296. (Steenblock’tan naklen)
107 Marquard, O., Apologie des Zufaelligen, 1986, s. 106. (Steenblock’tan naklen)
108 Böhme, H., Über das gegenwaertlichen Selbstbewusstsein der Geisteswisse, 1989, s. 17.
(Steenblock’tan naklen)
112 Riceur, P., Zeit und Erzaehlung, 1991, s. 362 vd. (Steenblock’tan naklen)
Giriş
Batı felsefesinde birer değer olarak Güzel ve İyi’nin birlikteliği, istisnalar
dışında, Grek mitolojisinde rastladığımız, dağınık, fakat esas itibarıyla felsefi
nitelikte olan belirlemelerden bu yana, sıklıkla rastlanan bir birlikteliktir. Bu
iki değerin birlikteliğine Doğru (Hakikat) değeri de sıklıkla eşlik eder. Öyle
ki, Platon’da karşılaştığımız İyi-Güzel-Doğru üçlü birlikteliği, Batı
metafiziğini karakteriz eden, temel öneme sahip bir birliktelik olmuştur.
Bununla birlikte, bu üçlü birliktelik içinde Güzel-İyi ikili birlikteliğine daha
çok vurgu yapılmış olduğu da felsefe tarihinden bildiğimiz bir husustur. Buna
karşılık Güzel ile İyi’nin ayrılığını savunanların iddiaları da felsefe tarihi
boyunca yankı bulmuştur.
Bu bildiride, etkinliğin Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde düzenlenmiş
olmasını dikkate alarak, Güzel-İyi birlikteliği ve ayrılığı üstüne yapmaya
çalışacağım belirleme ve değerlendirmelerde Güzel kavramına öncelik
verecek, onu odağa alacak ve söz konusu birliktelik ve ayrılığı Güzel
kavramının felsefe tarihi içindeki değişik kavranılış şekillerine göndermelerle
koşutluk içinde işlemeye gayret edeceğim. Bununla birlikte bu bildirinin
amacı Güzel ve İyi kavramları üstüne bir felsefe tarihi sergilemesi yapmaktan
çok, kavramların tarihsel serüvenini değerler felsefesi bağlamında ve (ancak
birkaç noktayla sınırlı kalsa da) tarihselci/hermeneutik anlayış doğrultusunda
değerlendirebilmektir.
Güzel ve İyi kavramlarının tarihsel serüveninin burada bir bildiri kapsamı
içinde ve ancak seçilmiş örneklerle sınırlı olarak izlenebileceği zaten bellidir.
Burada bu sınırlı izlemenin sistematik bir izleme olmasına yardım edeceğini
ve bildirimin sonuç bölümünde yapmaya çalışacağım değerlendirmelere ışık
tutacağını düşündüğüm bazı ön belirlemelerde bulunmayı gerekli buluyorum.
Felsefe tarihi boyunca Güzel-İyi birlikteliğini savunan ve bunu sürekli öne
çıkaran felsefeler, büyük ölçüde rasyonalist/idealist felsefe yapma tarzı içinde
karşılaştığımız, ontolojik/metafiziksel çıkışlı, nesnelci felsefeler olmuşlardır.
Buna karşılık, Güzel ile İyi’nin ayrılığını savunan felsefeler ise büyük
çoğunlukla empirist/realist felsefe yapma tarzı içinde karşılaştığımız, hatta
ontolojik ve metafiziksel yönelimi dışlayan, en azından dışlamak isteyen
öznelci felsefeler olarak görünmektedirler. Bununla birlikte, empirist/realist
gelenekte de Güzel-İyi birlikteliğini savunan filozoflara, felsefelere
rastlanması hiç de ender değildir. Bu durum Güzel-İyi birlikteliği ve ayrılığı
konusunu belirli felsefe yapma tarzlarına özgüleyerek ele almanın bazen
yanıltıcı olabileceğini de gözden ırak tutmamak gerektiğini hatırlatır. Örneğin
18. yüzyılda Güzel kavramını odağa yerleştiren “estetik” adlı yeni bir felsefe
disiplininin Baumgarten tarafından kurulmasıyla birlikte yüzyılların klasik
Güzel-İyi birlikteliğinin bir sarsıntı geçirdiğini saptarız. Baumgarten
kurucusu olduğu yeni disiplinin, İyi kavramını odağa yerleştiregelmiş olan
ahlak felsefesinden olabildiğince bağımsız bir disiplin olmasına çalışır. Kant
da estetiğe bağımsız bir statü kazandırmak ister. Ama her ikisi de iki kavram
arasında şu veya bu şekilde bağ kurmaktan vazgeçmezler. Öbür yandan
filozoflarımızın kolay kolay vazgeçemedikleri İyi-Güzel (-Doğru) birlikteliği,
daha antikçağda eleştiriye uğramıştır. Platon’un antikçağdaki
eleştirmenlerinden, çağdaşı ve yeğeni Speusippos, Platon’dan sonra
Akademia’nın başına geçip Platon öğretisini yaygınlaştırmaya çalışmış olsa
da Güzel ve İyi’yi yücelten dayısı Platon’a ciddi eleştiriler yöneltmekten de
çekinmemiştir.
Speusippos, Platon’un idea düzeyine yükselttiği sayıları somut ilkeler
saymış, Güzel ve İyi’nin ise ilk ilke (Urprinzip) statüsüne sahip
olamayacaklarını, onların ancak varlık düzeni içinde ikincil bir statüye sahip,
sonradan oluşmuş ilkeler (Prinzipat) olabileceklerini, aralarında da hiçbir
zorunlu bağıntı veya birliktelik bulunmadığını bildirmiştir. (Bu eleştirilere
bildirinin sonunda yine değinilecektir.) Platoncu Güzel-İyi (ve Doğru)
birlikteliğine daha sonra da eleştiriler yöneltilmiş olmakla birlikte bu
eleştiriler Platon’un ezici otoritesi karşısında yüzyıllar boyunca fazla etkili
olamamışlardır. Bununla birlikte, örneğin 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20.
yüzyılın başlarında Baudelaire, Rimbaud, Lautremont gibi avangardistler ve
sürrealistler, bu geleneksel birlikteliği köktenci bir şekilde reddetmişlerdir.
Onlar Güzel-İyi birlikteliği düşüncesinin esasen bir yanılsama olduğunu, bu
yanılsamaya estetiğin Güzel’i odağa alan bir disiplin sayılmasının da dahil
bulunduğunu belirtmişlerdir.
Böylece felsefe tarihinde biri Güzel-İyi birlikteliğini savunan güçlü bir
gelenek ile Güzel ile İyi’nin ayrılığını savunan ikinci bir gelenek bulunduğu
söylenebilir. Aşağıda onların birlikteliğini onaylayan ve reddeden filozof ve
felsefe anlayışlarından vereceğim örnekler bildirinin son bölümünde değerler
felsefesinde karşımıza çıkan iki temel tavır olarak nesnelci ve öznelci tavırlar
açısından ve tarihselci/hermeneutik yönelimli bir eleştiriye dayanak
oluşturacak şekilde değerlendirileceklerdir.
Antikçağ
Grek felsefesinde Grek mitolojisinden gelen etkiler çerçevesinde
mükemmel ölçülere sahip insan bedeni, Güzel’in, Güzelliğin başlıca örneği,
prototipi, hatta bizzat kendisi sayılmıştır.116 Esasen, Grek-Roma antikitesinde
ortak olan bir husus, Güzel’in öncelikle ve genellikle “doğal Güzel” olarak
anlaşılmış olmasıdır. Oysa bilindiği üzere, modern zamanlarda “sanatsal
Güzel” “doğal Güzel”in önüne konmuştur.
Burada antik ve modern Güzellik anlayışları arasındaki üç önemli farka
değinmek, bildirinin bundan sonraki hemen tüm bölümlerinde üstünde
durulacak olan hususların değerlendirilmesine ışık tutacak önemdedir:
1. Hemen tüm antikçağ Güzel’i parçalar arası simetri, büyüklük, orantı,
renk kategorilerine göre belirlemiştir ki, bu, aynı Güzel’i imlem, kavram, ide
ile bağıntılı bir şey olarak anlayan modern dönemlerin estetik tavrına
tamamen karşıttır.
2. Antikçağın Güzellik anlayışlarının çoğunda keyif, zevk ve erotizm
Güzel’in alımlanmasında belirleyici bir yere sahiptir. Oysa modern estetikte
keyif, zevk ve erotizmin Güzel’in alımlanmasında hemen hiçbir belirleyiciliği
yoktur.
3. Güzel-İyi birlikteliği açısından çok önemli olan bir husus olarak şu
belirtilmelidir ki, antikçağ Güzel’e bağımsız bir statü tanımaz; tersine, bu çağ
Güzel’i İyi’nin kapsamında düşünür, hatta ona ağırlıklı olarak ahlaksal bir
tavırla yönelir. Oysa modern estetikte Güzel İyi’den çok Doğru ile bağıntı
içinde ele alınır. Çünkü modern zamanlarda Güzel’e epistemolojik bir ilgiyle
yönelinir ve en önemlisi Güzel İyi’den ayrı bir yere konulmak, hatta Güzel’in
İyi’den ilkece ayrı olduğu gösterilmek istenir. Oysa antikçağda Platon ve
Yeni Platoncular dışında Güzel’e epistemolojik bir ilgiyle yönelişe hemen hiç
rastlanmaz; buna karşılık antikçağ filozoflarının büyük kısmında Güzel-İyi
birlikteliğine sürekli vurgu yapıldığı görülür.
Kültür tarihçilerinin ve felsefe tarihçilerinin üstünde büyük ölçüde
birleştikleri bir saptamaya göre, Güzel ve Güzellik üstünde hemen hiçbir
kültürde Grek kültüründeki kadar yoğunlukla durulmamıştır. Örneğin,
Hegel’e göre Grek kültürünü karakterize eden tinsel motiflerin başında
Güzellik gelir; bu kültürü anlamak için bu kültürde Güzellik idesinin Grek
yaşamını nasıl yönlendirdiğini görmek gerekir. Öyle ki Hegel’e göre “Grekler
Güzel’le ve Güzellik’le âdeta büyülenmişçesine ilgilenmişlerdir.”117 Bu
ilginin somut örneklerini mitoslarda (Paris’in Helena’ya aşkı vb.), dinde
(tanrı yontuları, kültik güzellik yarışmaları), edebiyatta (epos, lirik, eleji,
epigram) bulmak olanaklıdır. lsokrates’e göre “Güzel en saygın, en değerli ve
en tanrısal olandır.”118
Klasik Yunancada Güzel ve İyi sözcükleri homonim sözcüklerdir. Daha
Homeros’ta Güzel’in (kalos) İyi’yi (kallos) de içerecek biçimde çeşitli
anlamlarda kullanıldığı görülür: 1. Güzel, hayranlık uyandırdığı kadar erotik
duyguları da kışkırtan nesnedir. 2. Güzel, insani ihtiyaçları karşılamakta
kullanılan “yararlı” nesnedir. 3. Güzel, ahlaksal anlamda “uygun”, “yaraşır”,
“iyi” olan nesne ve eylemdir. Herakleitos Tanrı için her şeyin Güzel, İyi ve
Adil olduğunu, ne var ki insanların bazılarının aynı şeyi Güzel, bazılarının
Çirkin saydıklarını, bazılarının İyi ve Adil bulduğunu diğerlerinin böyle
bulmadıklarını belirtir. Yine Herakleitos’a göre, Güzel ve İyi, tanrılar katında
mutlak iken, insanlar katında görelidir.119 Demokritos Güzel’i çok büyük ve
çok küçük olmayan, ölçülü ve dengeli nesnelerin özelliği sayar ve aynı
ölçülülük ve dengenin ahlaksal edimlerin, eylemlerin de özellikleri olması
gerektiğini söyleyerek Güzel’in İyi ile birlikteliğinin psikolojik bir
çözümlemesine girişir. Öyle ki, ona göre Güzel nesneler insan ruhunda neşe
uyandırırlar, Güzel bedenler erotik duyguları kışkırtırlar.120
Güzel-İyi birlikteliğine vurgu yapan bu filozoflara karşı, sofist Epicharmos
hiçbir şeyin doğası gereği Güzel ve İyi olmadığını, bir şeyin Güzel veya
Çirkin sayılmasını, İyi veya Kötü olarak nitelendirilmesini insani eğilimlerin,
hep farklı olan beğenilerin ve bunlar kadar etkili olacak şekilde kültürün ve
göreneklerin (kairos) belirlediğini söyler.121
Sokrates sofistlerin göreciliğini bir tehlike olarak görür ve Güzel ve İyi’nin
belirlenmesinde herkes için geçerli ölçütlerin olması gerektiğini ileri sürer.
Ne var ki, aynı Sokrates bu tavrıyla çelişki oluşturacak bir şekilde, Güzel’i
Yararlı ile özdeşleştirerek, eleştirdiği sofistik göreciliğin tuzağına düşer. Bir
lazımlık yararlı bir eşyadır ve amacına uygun bir işlev ve kullanıma sahip
olduğu için Güzel’dir de. Buna karşılık kötü yapılmış bir altın şilt Çirkin’dir.
Sokrates sistematik bir Güzellik felsefesi geliştirme yolunda bir girişimde
bulunur görünürken, belirlemelerinde ve verdiği örneklerde gelenekle
aktarılagelen kanaatlerin sınırlarını hiç de aşmış görünmez.122
Platon, Sokrates’in temellendirme girişimini sürdürür. Ne var ki, bu arada
Sokrates’inki de dahil, tüm geleneksel yorumları, kavrayış şekillerini eleştirir,
bunların yetersizliklerinin altını çizer ve Güzel’i şöyle tanımlar: “Kendisi
aracılığıyla diğer her şeyin Güzel göründüğü şey, Güzel’in kendisidir.” Bu,
Güzel hakkındaki geleneksel kanaatlerin sınırlarının aşıldığı bir tanımdır.
Güzel, göze ve kulağa hitap eden, bizde sevinç, coşku uyandıran, bize Yararlı
olan şeyle özdeş değildir; o bunlara neden olan, fakat kendisi öyle
olmayandır. Güzel bulduğumuz şeylerin güzelliği, o şeylerden bağımsız
olarak, Güzel idesinden gelir; Güzel şeyler kendilerinden dolayı değil, Güzel
idesinden pay almaları dolayısıyla Güzel görünürler ve Güzel idesi olmadan
hiçbir şey Güzel görünemez.123 Güzel şeylerden Güzel idesine giden bir yol
vardır ve Platon bu yolu Şölen’de Diotima’ya şöyle açıklar: İnsan Güzel
bedenlere duyduğu erotik heyecanın124 kışkırtmasıyla tek tek bedenlerden
Güzel bedene, Güzel eylemlere, Güzel yasalara, Güzel bilgilere ve en nihayet
bunlardan mutlak Güzel’e yönelir. “Güzel hep kendi içindir; diğer tüm Güzel
şeyler ondan pay alırlar. Tüm diğer Güzel şeyler meydana gelirler, gelip
geçicidirler; mutlak Güzel ise meydana gelmemiştir; o, oluştan (genesis)
bağımsızdır, salttır; ne büyür, ne küçülür ne de herhangi bir etkiye maruz
kalır.”125 Güzel bilgilerden, Güzel eylemlerden söz etmekle Platon, Güzel-
İyi-Doğru birlikteliğini de pekiştirmiş olur. Bununla birlikte Güzel idesi
duyusal olarak algılanabilirlik özelliği de taşıdığı düşünülen biricik ide olarak
ideler öğretisinin anahtar idesi konumundadır.126 Güzel, algılanabilir şeyler
olarak düzenle, ölçüyle, harmoniyle, simetriyle işaret edilebilir bir şeydir.127
Ne var ki Güzel’deki algılanabilirlik ile onun her türlü algılanabilirlikten
arınmış salt idealitesi arasında bir bağdaşmazlık olduğu açıktır ve bu
bağdaşmazlık bundan sonra örneklerle de değinileceği gibi, hemen tüm Batı
metafiziğinde sürekli bir sorun olarak karşımıza çıkar.
Aristoteles Platon’un idealar öğretisine yönelttiği genel eleştiri
kapsamında, onun ontolojik temelli Güzel yorumunu da kabul etmez. O,
esasen Güzel’i İyi’den ayırır.128 İyi daima eylemle birlikte ortaya çıkan,
kendisini eylemle bağıntılı olarak tanıdığımız bir şey iken, Güzel kendisini
duyusal olan aracılığıyla gösterir.129 Tüm Grek düşüncesinde “kalon”un,
“kalos”un hem Güzel hem İyi anlamına gelmesi Aristoteles’te de karşımıza
çıkar. Öyle ki, o, “kalon”u geleneksel, ahlaksal anlamıyla ahlaksal eylemin
amacı olarak belirlediğinde terimi İyi karşılığı kullanırken, kalokagathia
(Güzel-İyi) terimini kullandığında buradaki “kalon” daha çok Güzel’i
karşılar.130 Öyle ki, Aristoteles Güzel’in (kalon) diğer Grek filozoflarından
çok daha fazlasıyla, ahlaksal değil estetik yönüne vurgu yapmak ister.131
O, Poietika’sında sanatı bir taklit etkinliği olarak belirlerken, bu taklidin
ereğinin ahlaksal olduğunu ekler. Özellikle tragedyada amaç, korku ve acıma
duygularının (pathos) uyandırılmasıyla ruhun arındırılmasını (katharsis)
sağlamaktır. Böylece sanatsal Güzel ahlaksal İyi’nin gerçekleşmesinin
araçlarından biri olur; fakat bu bir Güzel-İyi özdeşliğine yol açmaz.132
Helenistik çağ filozoflarının temel ilgileri ahlak sorunlarına yöneliktir.
Estetik sorunlar ve ilgili olarak Güzel kavramı bu uzun çağ boyunca hiç de
yoğunlukla ele alınmaz. Epikuros Güzel’i hazla, yararla ilgi içinde ele alır;
sadece haz veren şeyin Güzel olarak adlandırılabileceğini söyler ve hatta
onun estetik anlamına hemen hiç değinmez.133 Hele sanatsal Güzel’e hiç
önem vermez; edebi eserleri “şairce zırvalar, edebi şamatalar” olarak
nitelendirir.134 Öğrencisi Philodemos Güzel’i Yararlı ve İyi’ye karşıt bir
konuma bile yerleştirir.135 Gerçekten de Epikurosçu okulda
empirist/materyalist bir eğilim doğrultusunda Güzel ve İyi farklı yerlere
konulur ve aralarında ilişki kurulmaz. Kalon’un çifte anlamından ancak İyi
anlamı üstünde durulur.
Stoa Okulu Epikuros’un Güzel’in tek yanlı olarak sadece hedonistik yanını
öne çıkarmasına karşı çıkar ve Güzel’in rasyonel olarak kavranabilir bir
bileşimine ulaşmak ister. Örneğin Stoacıların anahtar kavramı “simetri”dir ve
onlar etik ve estetik bakış açıları arasında bu kavram aracılığıyla bir köprü
kurarlar. Chrissippos için “Güzel İyi’dir, doğası gereği sayılarla belirlenebilir
olan bir mükemmellik olarak simetriye sahip olan şeydir.”136 Kitionlu Zenon
bu konudaki Stoacı temel önermeyi şöyle formüle eder: “Ancak Güzel olan
İyi olabilir.”137 Chrissippos kalon’la agathon’u özdeşleştirir.138
Güzel birbiriyle bağıntılı parçaların simetrisidir. Stoacılar için simetrinin
sadece estetik bir anlamı yoktur; hatta o daha fazlasıyla psikolojik ve ahlaksal
bir anlama sahiptir. Ruhta da simetri vardır. Chrissippos “duyguların
simetrisi”sinden söz eder. Ahlaksal yaşamda da aynı simetri olmalıdır. Bilge
insan kozmostaki düzenin, Logos’un hükmettiği bu düzenin bir küçük örneği
(mikrokozmos) olarak Güzel-İyi birlikteliğini gerçekleştiren insandır.139
Güzel kavramına tutkuyla bağlı olan Plotinos, Güzel’in Bir’e giden yol
üzerinde bulunan insanın duygu dünyasına geçişli bir şey olduğunu söyler.140
Hatta mistik bir algılamanın konusu olarak Güzel, Bir ve İyi’den daha üstte
bir statüye sahiptir.141 Böylece Plotinos İyi’yi bir bakıma Güzel’in altına
koymuş olur ki, bu noktada Platoncu Güzel-İyi özdeşliğini benimsememiş
olduğu açıktır.142
Ortaçağ
Ortaçağda Güzel’in iki farklı gelenek tarafından işlendiğini görüyoruz.
Augustinus’un başını çektiği ilk gelenek, Platon’un Timaos diyaloğundaki
belirlemelerden hareketle, Güzel’in özünü çokluktaki birlik, nesnelerin
sayılabilir/hesaplanabilir orantılılığı ve harmonisi olarak tanımlar. Augustinus
şöyle der: “Güzel (pulchrum) bizzat kendisiyle uyumlu olan, fakat diğer
şeylerle de harmoni içinde bulunandır.” “Bedenin güzelliği parçalarının
orantısına bağlıdır, bu parçaların arasında da uygunluk olmalıdır.”143
Boethius da Timaos’taki belirlemelerden hareketle ve Augustinus’u izleyerek,
“en Güzel”in (pulcherrismus) Tanrı olduğunu, onun her şeyi
biçimlendirdiğini, onun biçimlendirdiği haliyle dünyanın matematiksel bir
düzene sahip bulunduğunu, matematiğin dünyanın yaratılışında Tanrı’nın
başvurduğu modeli oluşturduğunu, bu nedenle evrendeki güzelliğin sayılar
arasındaki harmoniden kaynaklandığını söyler ve Tanrı’nın ve onun
yaratısının tam da bu nedenle İyi olduğunu ekler.144
Ortaçağın Güzellik anlayışını belirleyen ikinci gelenek Ps.Dionysius
Aeropagita’ya dayanır. Bu gelenekte göstergesel olan, sadece harmoninin
değil, açıklığın (claritas) da Güzellik için özsel olduğu ve Güzel’in İyi ile
özdeşliğidir. “Güzel’den ve İyi’den payını almayan hiçbir şey yoktur.”145
Ayrıca Güzel-İyi özdeşliği, örneğin Albertus Magnus’ta kallos (pulchrum) ile
kalos’un (bonum) özdeşliği olarak bir kez daha pekiştirilir. İyi, kendisine
ulaşılmak istenen şey olması dolayısıyla Güzel ile özdeştir.146 Bununla
birlikte İyi ve Güzel özdeş olsalar da aralarında bir kavramsal ayrım da
vardır. Buna göre Güzel, İyi’nin eksakt/somut halidir. Bu demektir ki, Güzel,
algıya bağlıdır ve bu yüzden salt kavramsal olan İyi’ye göre ikincil bir
açıklığa sahiptir. İyi’de ise heyecanlarımızı artıran, bizi sevince boğan bir
açıklık vardır. Güzel’in algıya bağlılığı onu İyi’den çok Doğru’ya yakın kılar.
Tabii ki Güzel ile Doğru arasında yine de bir ayrım kalır. Doğru’da içsel bir
açıklık varken, Güzel bu açıklığa ancak dışsal olanla ilişki içinde sahip
olur.147 Johannes Scotus Eriugena yaratılmış her şeyi “Tanrı’nın görünüşe
çıkması”, yani “teofani” olarak anlar.148 Tanrı’nın en önemli
manifestasyonlarından biri ise “ışık”tır. Görünüşe çıkmış olan her şey,
Tanrı’nın mutlak Güzelliğinin bir simgesidir; “görülebilir olan formlar
görülemeyen Güzelliğin (Tanrısallığın) suretleri, kopyalarıdır.”149 Tabii ki o,
aynı zamanda tanrısallıktan pay alması dolayısıyla İyi’dir de.
Bonaventura, Aristoteles’in dört neden öğretisinden hareketle var olmanın
dört belirleniminden söz eder: Bir, Doğru, İyi ve Güzel. Bir (Tanrı) etkin
neden, Doğru formel neden, İyi erek nedendir. Güzel ise sentetik bir işleve
sahiptir: “Güzel üç nedeni de kapsar ve hepsinde ortaktır.”150 Aquinolu
Thomas Yeni Skolastik içinde çok alıntılanan şu tanımı yapar: “Güzel seyirde
hoşa giden şeydir.”151 Aquinolu Thomas’a göre Güzel ve İyi birbirine sıkı
sıkıya bağlıdır. İyi’ye ulaşma Güzel eşliğinde olur. Güzel, bilgisi hoşa giden
şeydir de.152 Albertus Magnus’un öğrencisi Ulrich von Strassburg’a göre bir
şeyin hem İyi, hem Güzel olmasını sağlayan temel neden “form”dur. Form
bir şeyin yetkinliğini serimlediği kadarıyla o şeyin İyi olma halidir ki, bu
durumda o, Güzellik’tir.153
Ortaçağın sonlarına doğru Güzel ile İyi’nin metafizik ve teolojik yönlerden
belirlenmesine duyulan ilginin azaldığı, hatta 13. yüzyılda Güzel’in
optik/görsel yönden belirlenmesi girişiminde bulunulduğu görülür. Witelo,
her türlü metafizik ve teolojik belirlenimden arınmış bir tavırla, Güzel’in ışık,
renk, ayrım, perspektif, uzaklık, yakınlık gibi optik/görsel niteliklerle sınırlı
bir analizini yapar ve bir estetik göreciliğe varır: Mağribiler ile
Danimarkalıların sevdikleri renkler farklıdır, her halk kendi özgül Güzellik
anlayışına sahiptir.154 Aquinolu Thomas, her ne kadar Skolastik felsefe
içinden konuşsa da onun yukarıda alıntılanan ve Güzel’i seyirde hoşa giden
şey sayan tanımı, yeniçağın öznelci estetiğinin Güzel tanımına pek uyar.
Rönesans
Ortaçağın Güzel ve İyi üstüne gerçekleştirdiği tüm düşünümü, istisnalar
dışında, Platoncu ve Yeni Platoncu düşüncelerin Hıristiyanca bir yorumlanışı
ve uyarlanışı olarak saptamak mümkündür. Ve bu saptama, bakış açılarındaki
önemli farklılıklara rağmen Rönesans ve erken yeniçağ için de büyük ölçüde
geçerli bir saptamadır. Platon, Plotinos, Augustinus ve Ps.-Dionysius
Aeropagita, başta Aquinolu Thomas, Albertus Magnus olmak üzere ortaçağ
filozoflarını derinliğine etkilemişlerdir. Rönesans ve erken yeniçağ
filozoflarının hem antikçağ hem ortaçağ filozoflarından etkilenmiş oldukları
ise bilinen bir husustur. Yalnız, Güzel ve İyi üstüne tartışmalarda önemli olan
husus, bu tartışmaların artık Skolastik felsefenin tamamen dışında vuku
bulmuş olmasıdır.
Rönesans çağında, 15. ve 16. yüzyıllarda, Güzel (pulchre) ve Güzellik
(pulchritido) kavramları genellikle metafiziksel/ontolojik bir bağlam içinde
kullanılmışlardır. Bununla birlikte burada amaç, deneyim üstü bir söyleme
başvurulmaya devam edilse bile, ilginçtir ki, deneyimsel/algısal olanın
Güzel’e ulaşmadaki rolünün açığa çıkarılmasıdır. İyi de geleneksel birliktelik
gözetilerek bu çerçevede ele alınır. Nicolaus Cusanus, M. Ficino, Mirandola,
G. Bruno hep bu amaca yönelik çalışmalarıyla öne çıkarlar. Öbür yandan
sanatçı kuramcılar olarak anılan Leonardo da Vinci, Albrecht Dürer, L.B.
Alberti’nin başını çektiği bir grup, bir yandan Platoncu gelenekten, öbür
yandan Hıristiyan geleneğinden etkilenerek, Güzel’i orantıya dayandıran
teoremlerden hareket ederlerken deneyimci/algıcı tavra metafiziksel/ontolojik
tavırdan daha fazla yer verirler. Bununla koşut olarak, bu grup içinde yer alan
sanatçı kuramcıların Güzel ve İyi üstüne bir yandan kozmolojik-ontolojik,
öbür yandan psikolojik-epistemolojik kalkış noktalarından hareket ettikleri
görülür. Onlar aslında birbirine karşıt bu kalkış noktalarını teolojik bir üst
bakışla teoride birleştirmek isterler. Öyle ki, kozmolojik-ontolojik kalkış
noktası bu teorinin “nesnel”, psikolojik-epistemolojik kalkış noktası ise
“öznel” kutuplarını oluşturur gibidir. Örneğin A. Nifo psikolojik-
epistemolojik bir yönelişle Güzel’in psişik kökenini soruştururken,155 N.
Cusanus aynı Güzel’de Tanrı’nın adını ve tanrısal özün mutlak özgünlüğünü
gören kozmolojik-ontolojik bir açıklamayla karşımıza çıkar. Tanrı Cusanus’ta
“pulchritudo prima” (ilk ve yetkin Güzellik), Ficino’da “divina beltade”dir
(Kutsal İyi). Aynı Ficino Güzelliği Doğru ve İyi ile birlikte Tanrı’nın mutlak
yüklemleri sayar.156
Cusanus kozmolojik-ontolojik bakışla kavranmaya çalışılan mutlak ve
tümel Güzel yanında psikolojik-epistemolojik bakışla kavranan göreli ve tikel
Güzel’den söz eder. Birincisine zihinsel, ikincisine duyusal yoldan ulaşılır.
Aralarında yine de bir bağ vardır. Öyle ki, göreli ve tikel Güzel mutlak ve
tümel Güzel’in “ışımalar”ı (splendor, resplendentia) veya
“manifestasyonlar”ıdır.157 Öyle ki, göreli Güzellik Mutlak Güzelliğin
Tanrı’daki mutlak düşümdeşliğinden (Koinzidenz) ve yakınsamasından
(Konvergenz) türer. Göreli Güzellik aynı zamanda mutlak Güzelliğin bir
açımlanışı ve türevlenişidir.158 G. Bruno’ya göre Güzel’in sebebi Tanrı’dır;
dolayısıyla mutlak Güzellik Güzel’in tüm çok yüzlü belirlenimlerini bir araya
toplayan birlik olmayı da ifade eder. Tek tek Güzel olan şeylerin varoluşunun
ve anlamının sebebi bu birliktir. Güzel ile ilgilenmek felsefi çaba için en
yüksek onurdur. Ruh Güzel karşısında kendisini mükemmellikle donanmış
bulur; bu, aynı zamanda ahlaksal yetkinliğin ifadesi olarak İyi’ye kavuşma
halini de kapsar.159
Böylece Güzel’in zihinselliği ve duyusallığı arasında Platon’dan beri
karşılaştığımız çatlak, “nesnelci” ve “öznelci” bakış açılarını zoraki bir
bağdaştırma çabası içinde karşımıza yine çıkar. Bu bağdaştırma çabası içinde
sıkça kullanılan terim “Güzel’in çifte doğası”dır. Güzel tanrısal birliğin
sebebidir ve kozmolojik-ontolojik düzlemde rasyonel/zihinsel yoldan
kavranır. Fakat aynı Güzel duyusal bir kaynağa da sahiptir. Ontolojik
düşünüldüğünde Güzel Tanrı’nın kendini dışlaştırma ve açımlamasının teorik
olarak kavranabilirliğidir.
Böylece dünya Tanrı’nın yaratısı olarak Güzel’dir ve tek tek Güzel olan
tüm şeyler Güzelliğin ve tanrısallığın birer temsili olarak anlaşılır.
Diacetto’ya göre Güzel ve İyi Tanrı’nın kendini kendinden hareketle öne
çıkarışı ve yine kendine dönüşüdür.160
Rönesans dönemi kozmolojik, ontolojik, metafiziksel, psikolojik,
epistemolojik ve nihayet teolojik bakış açılarının, aralarında bir bağdaşma
olup olmadığının yeterli bir sorgulaması yapılmaksızın, birbirine geçmiş
olduğu bir dönemdir ve Güzel ve İyi kavramları çoğu birbiriyle bağdaşmaz
olan bu bakış açıları altında ve ama bağdaştırmacı bir tavırla ele alınmışlardır.
116 Ritter, J., “Aesthetik”, HWP içinde, Band I, s. 555-557. Önemli not: Bu yazıda gönderimde
bulunulan kaynakların büyük bölümü Histerosiches Wörterbuch der Philosophie’nin (bundan sonra
HWP kısaltmasıyla gösterilecektir) “Schün, Schöne” ve “Gut, Gute” maddelerinden aktarılmıştır;
Wissenschaftliche Gesellschaft Darmstdat, 1971.
126 Platon, Sofist 228 a, Devlet 283 c, Philebos 51 c-d (HWP 561).
130 Aristoteles, Retorik I, 1366 a, Nikomakhos’a Etik III, 1115 b (HWP 565).
142 Bkz. Beienvaltes, W., Metaphysik des Lichtes in der Philosophie Plotins, ss. 334-362.
149 Eriguena, J. Scotus, Expos. Sup. Hierarchiam, 122, 128 (HWP 583).
156 Cusanus, N., Trial. De posset, 10 (HWP 590), Ficino, M., Theolog. Plat XI, 4 (1469) (HWP 591).
157 Cusanus, N., De ludo globi I, Philosophischer-theologische Schriften, 3, 266 (HWP 592).
162 Bacon, F., Essays our counsels civil and moral XLIII (of Beauty) (1625), (HWP 597).
164 Spinoza, B., Epistulae (XXXII) an H. Oldenburg, (1665), 11, 20 (HWP 598).
165 Nicole, P., Traite de la vraie et la fausse beaute (1659), (HWP 599).
167 Pascal, B., Discours sur les passions de l’amour, Oevr. Comp. (1658), 43 (HWP 600).
172 Diderot, D., Ansiklopedi, “Güzel, Güzellik” maddesi (Paris 1751), 69-181 (HWP 608).
173 Early Shaftesbury, A.A.G., The moralitss. A philos. Rhapsodey (1709), 246 (HWP 611).
178 Hume, D., Of the standart of taste (1757), 266-284 (HWP 615).
183 Mendelssohn, M., Briefe über Empfindungen (1755), 20, 22 (HWP 620).
184 Sulzer, J.G., Unterredungen über die Schönheit der Natur (1770), 124 (HWP 619).
185 Winckelmann, J., Geschichte der Kunst des Altertums (1763-68), 260 (HWP 620).
186 Baeumler, A., Aesthetik (1934), Görtner, R., Die drei Wertstufen dees Wahren, Schönen und Guten
in der deutschen Klasik (1939), Pennekamp, H., Die ldee des Wahren, Schönen, Guten von Shastesbury
bis W. v. Humboldt (1929).
187 Kant, I., Ahlak ve Teoloji İlkelerinin Apaçıklığı Üstüne Araştırma (1764), 42 (HWP 625).
189 Schiller, F., Über die aesthetischen Erziehung des Menschen (1795).
197 Nietzsche, F., Götzen-Daemmerung oder Wie man mit dem Hammer philosophiert (1888), 20-23.
199 Benjamin, W., Das Kunstwerk im Zeitalter seiner technischen Reprodizierbarkeit (1936), 38.
200 Becker, O., Von der Hinfaelligkeit des Schönen und der Abenteuerlichkeit des Künstlers (1929);
Marquard, O., Zur Bedeutung der Theorie des Unbewussten (1968); Dessoir, M., Aesthetik und
allgemeine Kunstwissenschaft (1906); Utitçz, E., Grundlegung einer allgemeinen Kunstwissenschaft
(1914)
EKLER
FELSEFE ÇEVİRİSİ ÜZERİNE201
204 Herder, J.G., Ideen zur Philosophie der Geschichte der Menschheit, 1784-91, s. 24.
205 Cassirer, E., İnsan Üstüne Bir Deneme, Çeviren Necla Arat, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1980, s. 23.
210 Kant, I., Kendini Düşüncede Yönlendirmek Ne Demektir? (1786) Immanuel Kants Werke, Berlin,
1922, cilt IV, s. 363.
211 Kant, I., “Salt Aklın Sınırları İçinde Din” (1793), Immanuel Kants Werke, Berlin, 1922, Cilt VI, s.
323.
212 Kant, I., Wolke’ye 28 Mart 1776 tarihli mektubu, age., cilt XI, s. 149. Ayrıca, Cilt VI, s. 328, 338,
345.
213 Kant, I., “Dünyanın Sonu” (1794), Immanuel Kants Werke, Berlin 1922, Cilt VI, s. 356.
214 Cassirer, E., Devlet Efsanesi, Çeviren Necla Arat, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1982, s. 323.