You are on page 1of 462

■IUTH REICHL

ROM AN
/ ^ T y ^ i l l i e Breslin New Yorkun en popüler
yemek dergisi Lezizl’âe işe başlam ak
K . S C > /iç in uzaklardan, Kaliforniya’d an yola
çıkmıştı. Yeni bir başlangıç yapmayı planlıyordu.
Ancak dergi aceleyle kapatıldığında, Billie'nin
yeni ailesi olan ekip dergi hayatını bırakıp gitmek
zorunda kaldı. Billie hariç. Bir sonraki karara
kadar derginin şikâyet ve tarifler için kullanılan
aktif hattı “Leziz! G aranti”de çalışacaktı.
Koskoca bir konakta tek başın a sürdüreceği bu
sıkıcı işin hayatını değiştiren lezzetli bir keşfe
dönüşeceğini nereden bilebilirdi...
Ö ZG Ü N ADI: Delicious!
KÎTABIN ADI: Tatlı Hayat
YAZAR: Ruth Reichl
ÇEVİREN: Seçil Şen
EDİTÖR: Zeynep Küçük
KAPAK TASARIM: Karen Yardımlı
BASKI VE CİLT: Kitap Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
Merk. Efendi Mah. Davutpaşa Cad. No: 123 Kat: 1
Topkapı/Zeytinburnu/İstanbul
Sertifika No: 16053

© Ruth Reichl, 2014


© PENA YAYINLARI A.Ş., İstanbul 2015

1. Baskı: Kasım 2015

ISBN: 978-605-9126-42-7

PENA YAYINLARI A.Ş.


Halaskargazi Caddesi No: 51 Şişli-İstanbul
M a RION C uN NIN GH AM i n ANISINA.

O n u h e r zam an ö z lü y o r u m .
Zencefilli Kek

“Taze zencefil iyi olurdu!”


Ben durduramadan sözcükler ağzımdan birden çıktı.
Üzülüp üzülmediğini görmek için Melba Teyze’ye baktım
ama bana açık bir hayranlıkla bakıyordu. “Ben neden düşü­
nemedim bunu!”
“Ve portakal rendesi.” Bana yine öyle bakmasını iste­
miştim.
“Başka fikrin var mı?” Melba Teyze sebzeliği karıştırı­
yordu.
Muzaffer bir edayla kafasının üzerinde büyük bir zencefil
yumrusunu kaldırdı, sonra tezgâha gidip rendelemeye
başladı ve keskin kokuyu havaya karıştırdı. “Nasıl oldu da
geçen yıl bir şey söylemedin?”
“Bana inanır miydin?”
10 Ruth Reichl

Sağ gözünün önüne düşen kalın kızıl lüleyi çekti ve


pişmanlıkla sırıttı. “Dokuz yaşındaki birinden tavsiye
istemek mi?” Uzanıp saçlarımı dağıttı. “Şimdi on yaşında
olduğundan, elbette her şey değişti.”
“Bu aptal keki her yıl yapıyorsun.” Kız kardeşim sinirlen­
mişti. “Hiç güzel olmuyor. Neden vazgeçmiyorsun?”
“Çünkü babanın sevdiği tek kek bu.” Melba Teyze yuka­
rıdaki rafta duran güzel seramik kâselerden birine uzandı.
“Ve annen doğumgünü için hep bunu yapardı. Geleneği
sürdürmeye çalışıyorum.”
“Annemden tarifi istemeliydin.” Genie benden bir buçuk
yaş daha büyüktü ve kendi fikirleri vardı.
“İstedim. Ama hiç vermedi. Kardeşim böyle şeylerde
garipleşiyordu. Sonra da çok geç oldu.”
“Doğru yapacağız!” İkisi de dönüp bana baktı; özgüvenim
yüksel değildir ama zihnimde kekin tadına bakabiliyordum.
Güçlü. Topraksı. Kokulu. Kırılgan kıvrımlar halinde gelen
tarçının burnu kaşındıran aromasını ve ezilmiş karanfillerin
rahatsız edici tozunu hatırladım. Hayalimde onları hamura
ekledim.
Melba Teyze şimdi portakal kabuğunu rendeliyordu,
muhteşem koku mutfağın havasını doldurmuştu. Ortalık
berbattı; yumurta kabukları her yere dağılmış, tezgâh
yapışkan hamur lekeleriyle kaplanmış, yere un dökülmüştü.
Yarım içilmiş sigaralarla dolu küllükler Melba Teyze’nin
yaptığı seramik tabak ve kâselerin arasına dağılmıştı; sera­
mikleriyle ünlüydü. Hepsinin ortasında her birinin küçük
bir eksiği olan birkaç ümitsiz kek vardı.
Melba Teyze yeni keki fırına koydu ve temizliğe başladı.
Tarçınlı kekin kokusu odayı doldurup pencereden dışarı
Tatlı Hayat 11

Montecito tepelerine dağıldı. Aşağıda Pasifik parlıyordu.


“Bu oldukça güzel kokuyor,” dedi Genie umutla.
Ne yazık ki bu kek de olmamıştı.
“Şimdi ne var?” Melba Teyze’nin cesareti kırılmış gibiydi,
yanıt bendeymiş gibi yüzümü inceledi. Bu his hoşuma
gitmişti.
“Kakule!” dedim becerebildiğim kadar otoriterce.
“Kakule mi? Sen kakuleyi nereden biliyorsun?”
“Pratik yapıyor,” diye yanıtladı Genie sesinde hafif bir
üstünlükle. Güzel, zeki ve idareyi ele almaya alışkındı. “Onu
görmelisin.”
“Pratik mi yapıyor?” diye sordu Melba Teyze.
“Evet,” dedi Genie. “Sürekli baharat dolabındaki şişeleri
kokluyor.”
Fark ettiğini bilmiyordum.
Önce sadece meraktandı; neden tek yumurta ikizi gibi
benzer rezene ve kimyonun böylesi ters kişilikleri vardı?
Tohumlarını parmaklarımın ucunda ezdim ve kokuları saat­
lerce kaldı. Bir başka gün bir şişe muskatı açtım ve küçük
küreler naftalin topu gibi kokulu şekilde ortaya çıkınca
şaşırdım. Bu kadar narin bir şeyin nasıl olur da bu kadar
yırtıcı bir kokusu olurdu? Yumuşak, dolgun, mor vanilya
çekirdekleri pörsümüş kahverengi kabuklara dönüşüp
parfümlerini havaya teslim ederken büyülenmiş halde
izledim. Baharatların hepsi çok ilginçti; mutfağa gidip de
içeride ne olduğunu görmek için dolabı açmamak imkansız
gibi bir şeydi.
Melba Teyze bana garip garip baktı. “Ve hepsini ayırt
edebiliyorsun?” Kakule kabuklarını ezdi ve derin, misk
kokulu aroma mutfağı doldurdu.
------ _______________________ R uth Reichl

Daha çok,’ dedim. “Daha çok kullan.” Kakule koku­


sunu nasıl unutabilirsin? Veya tarçını? Veya karanfili?
Keki kaç defa yaptığımızı hatırlamıyorum. Her sefe­
rinde Melba Teyze yeterince iyi olduğunu düşündü, ben de
yeniden denemesi için ısrar ettim. Tatların kafamda olması
onları yeniden hayal edebileceğim, onları tamamen yeni
biçimde bir araya getirebileceğim anlamına geliyordu. Bunu
sonsuza kadar yapmak istedim.
Mutfak tam bir kaos içindeydi ama her kek öncekinden
daha iyiydi. Öğleden sonranın ilerleyen saatlerinde Melba
Teyze altıncı veya yedinci hamuru karıştırdı; bu seferkinin
içinde ezilmiş biber tanesi, ekşi krema ve portakal özü vardı.
Tepsileri yağladım, Genie fırına koydu ve Melba Teyze
zamanlayıcıyı kurdu. Tam o anda oda titremeye başladı. Bu
sevdiğim tarzdaki depremlerden biriydi; sanki dünya sadece
hüznünü atıyormuş gibi inişli çıkışlı olanlardan. Melba
Teyze’nin kıymetli tabaklarından hiçbiri kırılmadı ama fırını
açtığımızda kekin çöktüğünü gördük.
Ertesi gün tarifi yeniden denedik. “Artık deprem yok,”
diye fısıldadı Genie, tepsileri fırına koyarken. Bu sefer kek
kahverengiydi ve kabarmıştı, baharatlar o kadar dengeliydi
ki her lokmada bir tane daha almak istiyordunuz. Zengin,
nemli ve gevrekti. Üzerine burbon sürdük, kokulu portakal
şurubu ekledik ve mükemmel oldu.
“Bu anneninkinden bile iyi oldu.” Melba Teyze yana­
ğımı okşamak için uzandı; avuç içi çok yumuşaktı. “Bu
bir yetenek, biliyorsun. Müzik kulağı gibi. Bunu ondan
almışsın. Senin gibi o da baharadarı koklardı. Bunu biliyor
muydun?”
Bilmiyordum.
Herkes kardeşime rahmetli annemize ne kadar benzedi­
ğini söylerdi. Genie sadece zeki ve güzel olmakla kalmıyordu,
çok artistik, popüler, neredeyse her konuda başarılıydı. Ben
utangaç olandım, odamda oturur küçük hikâyeler yazardım.
Kimse bir şekilde anneme benzediğimi söylememişti.
Ama onun yeteneğini miras olarak almıştım. Şimdi bunu
öğrenince bu bilgiyi daha yakından kucakladım.
On Bir Yıl Sonra

Jake Newberry benden yemek yapmamı istediğinde dondum


kaldım.
“Bir sorun mu var?” Gümüş saçlarından bir tutamı gözle­
rinin önünden çekti ve o ünlü soğuk mavi bakışıyla bana
baktı.
“Test mutfağındaki bir pozisyon için başvurmuyorum.'’
Hayal kırıklığımı sesimden uzaklaştırmaya çalıştım; iş
kulağa çok güzel geliyordu. “Yeni bir yönetici asistanı aradı­
ğınızı sanıyordum.”
“Arıyorum.” Sonra ekledi. “Sana kimse her adaydan
benim için yemek yapmasını istediğimi söylemedi mi?”
Bunu nasıl kaçırdım?
Jake uzandı ve ayağının yanındaki büyük sarı köpeği
sevdi; köpek zevkle kıvrıldı, bunu garip biçimde güven verici
ıs R u th Reichl

buldum. “Bak, Billie/’ Jake cesaretlendirici biçimde gülüm­


sedi. “Leziz,! için uygun biri gibi görünüyorsun. The Daily
CaTdc çalıştın. Mutfakta işini biliyor gibisin. Ve işi almak
için okulu bırakmaya niyetlisin. Bu hoşuma gitti; bunu ne
kadar istediğini gösteriyor.”
Okulu bırakmama bir açıklama bulmak için saatlerce
uğraşmıştım; bunu bir artı olarak düşüneceği hiç aklıma
gelmemişti.
“Tüm doğru cevapları da verdin.” Masasındaki kağıt yığı­
nına baktı, yeniden bana baktığında gülümsemesi çarpıl­
mıştı. “Beni Google’da arattın, değil mi?”
“Bunu yapmayan bir asistan ister miydiniz?”
“Güzel yanıt. Ama bu demek istediğimi kanıtlıyor. Müla­
katları pek doyurucu bulmam.”
Jake üzerine okuduğum her yazı onun kurumsal olmayan
bir adam olduğunu gösteriyordu ve bu da işe başvurma
sebeplerimden biriydi. Lezizl’&t çalışmak, bir kulübe
katılmak, kendi içinde küçük bir dünyaya girmek gibiydi ve
tam olarak istediğim şeydi. İhtiyacım olan şey. Bu mülakata
hazırlanarak, Jake’i araştırarak ve her detayın peşine düşerek
saatler geçirmiştim. Şimdi bunun yeterli olmadığı ortaya
çıkmıştı.
“Mülakatların nesi yanlış?” Zamana oynuyordum.
Gerçekten bir şeyler pişirmek istemiyordum.
“Açık değil mi?” Gerçekten harika görünüyordu; fotoğ­
raflar tam Amerikalı görünümünü ortaya çıkarmış ama
dudaklarının yukarı kıvrımını veya gözlerindeki dikkatli
zekâyı yakalayamamıştı. “Bana kitabı sevdiğini söylüyorsun
ama sonra, bundan nefret ettiğini söyleyemezsin.”
Kayboldum. Kitap mı? Neden bahsettiğini bilmiyordum.
Tatlı Hayat 19

“Ha! Bulmacanın bir başka parçası daha yerine oturdu.


Dergiler hakkında çok şey bilmiyorsun, değil mi? Bu
sektörde dergiler her zaman ‘kitap’ olarak anılır. Nedenini
bilmiyorum. Bildiğim şey mülakat için gelen her yazar
bu kitaba deli gibi âşıktır. Sonra ne okuduklarını sorunca
olağan şüphelileri servis ederler. The New Yorker ve şu anki
listedeki en etkileyici çoksatan.”
Fildişi bir zarf açacağıyla beni işaret etti. “İtiraf etme­
liyim, karışıma Brillat-Savarin koymak senin adına zekice
bir hamleydi; daha önce kimse bunu yapmamıştı.”
O kadar da zekice değildi: Kolej bitirme tezinde büyük
Fransız gastronomdan bahsettiğini bulmak o kadar zor
olmamıştı.
Jake beni inceliyordu, elimde olmadan güzel kızlardan
veya en azından biraz daha stil sahibi olanlardan biri olsaydım
bu kadar yüklenir miydi merak ettim. Melba Teyze siyah
bir etekle beyaz bir gömlek almamda ısrar etmişti ama ben
deneme zahmetine girmemiştim, etek biraz fazla kısaydı;
dizlerime yaklaştırmak için aşağı çektim. Ama anlaşılan Jake
görünüşümle ilgilenmiyordu. “Dün akşam ne yediğini sora­
cağımı bilip bilmediğini anlamaya çalışıyorum.”
Bu şanslı tahmin olmuştu ama ben bir yemek dergisinin
editörü olsaydım, ben de bu soruyu sorardım. Google'da
aratmış ve Jake’in Japon yemeklerine tutkun olduğunu
keşfetmiştim. Sonra East Village’da kitukata ramen ü/erine
uzmanlaşan kuytu yeni bir mekân bulmuş ve büyük erişte­
lerle dolu yoğun bir tadı olan çorbadan içmiştim.
“Kulağa harika geliyor!” dedi küçük restoranı vc onu
işleten eksantrik şefi anlattığımda. “O mekanı hiç dııvma-
mıştım, denemek için sabırsızlanıyorum. Sagol OU\
20
R u th Reichl

şu ki...” Gürültülü bir kamyonun geçmesi için bir anlı­


ğına durdu. Leziz! büyük eski bir konaktaydı ve bu sıcak
eylül sabahında Jake tüm pencereleri açmıştı. Etrafıma
bakındım ve ortalığın ne kadar dağınık olduğunu fark
ettim; bir sürü yığın halinde not vardı, oturmak için bir
yer bulmak bile zordu. “Senin hakkında öğrendiklerim
şunlar: Ev ödevini yapıyorsun. Bu iyi. Ama tüm bunların
bana gösterdiği tek şey zeki olduğun ve işi istediğin. Tüm
gün konuşabiliriz ve Leziz! için doğru kişi olup olmadı­
ğına dair hiçbir fikrim olmaz. Ama yemek yapmak fark­
lıdır; yalan söylemez. Bu sorun olur mu? Bana bir iyilik
yap, olmaz mı.”
O son cümlenin sonunda bir soru işareti yoktu. Jake
Newberry için çalışmak istiyorsam yemek yapmam gereke­
cekti.
Neden bunu beklememiştim? Çünkü bir sorun vardı: Bu
günlerde sadece yemek yapmayı düşünmek bile panik atağı
getirebiliyordu.
Şimdiden soğuk terlerin tüm vücudumdan aktığını
hissediyordum. Şimdi olmaz! diye düşündüm, kendimi
ayağa kalkmaya zorladım ve nefes aldım.
“Beklenti paniğin en kötü kısmıdır,” demişti terapist,
endişe üzerimden akıp Jake’i ofisinin dışına takip ederken
beni serseme çeviriyordu.
Önümüzde koşan ve kaygısızca kuyruğunu sallayan
köpeğe konsantre olmayı denedim. O anda onun yerinde
olmak, bu kadar umarsız olmak için her şeyi verirdim.
Uzaklaş! diye yalvardım paniğime ama şimdi içime girmiş,
büyük bir balon gibi genişliyor ve vücudumu endişeyle
dolduruyordu.
Tatlı Hayat 21

Ellerim titriyordu ve midem bulanıyordu ama Jake fark


etmemiş gibiydi. “Her zaman insanların benim için ne yapa­
cağını görmeye hevesliyimdir.”
“Zen...” diye başladım konuşabildiğim için memnun
olarak. İşe yarayabilirdi. Ama Jake elini sallayarak beni
durdurdu.
“Hayır, hayır, bana söyleme. Şaşırtılmayı severim.”
Onu merdivenlerde takip ettim, paniğe o kadar odak­
lanmıştım ki ince oyulmuş meşe tırabzanları ve yumuşak
ahşap merdivenleri fark etmemiştim bile. Tarife konsantre
ol dedim kendime, kafamda malzemeleri tekrarlamaya çalı­
şarak: portakal, kakule, karabiber, ekşi krema. Bunlar az çok
sakinleştiriciydi; belki de iyi olacaktı. Ama sonra mutfak­
taydık ve Jake kapıyı açıyordu. Şeker, un ve tereyağı kokusu
bana doğru esti, o kadar tanıdıktı ki kan yüzüme hücum
etti ve başım dönmeye başladı. Panik içerideydi, beni boğu­
yordu; dışarıdaydı, beni ezen büyük bir dalga gibiydi.
“İyi misin?” Jake’in eli kolumdaydı. Rengimin attığını
biliyordum.
“İyi. İyiyim.” Elimi uzatıp tezgâha tutundum ve dengemi
bulmaya çalıştım. Uzaktan bir yerden Jakein, “Peki, o zaman.
Bu Maggie, yemek başeditörümüz. İhtiyacın olan her şeyi
almanı sağlayacak,” dediğini duydum. Sonra gitmişti.
Tüm istediğim serin zemine uzanmaktı ama kafamı
kaldırıp önümdeki kadına odaklanmaya çalıştım. Yaşlı ve acı
verecek kadar inceydi, düz bir burnu, sanki bir oyma bıça­
ğıyla kazımış gibi görünen kısa siyah saçları vardı. Öfkeyle
bana baktı ve mırıldandı ama sesi duyabileceğim kadar
yüksekti. “Jake neden zamanımı boşa harcıyor? Onu asla işe
almaz.”
R uth Rcichl

Beklenmedik kabalık elektrik şokıı gibiydi ve beni


geriye doğru sarsıp o ana geri getirdi. Etkisi o kadar anlık
ve güçliiydü ki sersemlik ortadan kalktı. Mucize gibiydi;
neredeyse kahkaha atacaktım. En kötü ne olabilirdi? Bayı­
lacak mıydım? Çığlık mı atacaktım? Kendimi bir şekilde
aptal yerine mi koyacaktım? Doğruldum ve gözlerinin içine
baktım; zencefil, yumurta, portakala ihtiyacım olduğunu
söyledim ve baharatları işaretlemeye başladım. Sessizce
buzdolabını, dolabı ve baharat dolabını işaret etti; kısa
ve küçük hareketlerle, sanki her hareketi bana çok görür
gibiydi.
Kan başıma geri dönmeye başladı, şimdi yüzümden
ter damladığını hissedebiliyordum. Maggie’nin arkası
dönükken kâğıt havluyla yüzümü sildim. Sonra buzdolabını
açtım ve içine uzandım, yumurtaları alırken bana çarpan
soğuk çok iyi gelmişti. Hâlâ midem bulanıyordu ama artık
katlanılabilirdi, giden panik geride rahatlama bırakmıştı,
öylesine güçlüydü ki sevinç gibiydi. Daha sonra berbat bir
baş ağrım olacaktı ama bunu atlatacaktım.
Maggie ayaklarını vura vura daha yaşlı bir aşçının
makarna hamuru yaptığı yandaki tezgâha gitti. Oda kala­
balıktı -en azından sekiz başka aşçı daha vardı- ve pişen
keklerin, kızaran etlerin, karamelize soğanların kokusu
havayı dolduruyordu. Malzemelerimi topladım ve mutfağın
ritmi içinde rahatlamaya başladım, tamamen yalnız olduğum
o akışa bıraktım kendimi. Portakal kabuklarını rendeledim
ve soğuk yağın parmaklarımdaki hissine odaklandım. Bir
zencefil yumrusu aldım ve bıçakla yavaşça soyarken doğal
kokusunda kendimi kaybettim. Tarçın, kakule, karabiber ve
karanfil kokusu sardı etrafımı.
Tatlı Hayat 23

Mutfağın beni ele geçirmesiyle hızlandım, kaşığım kaseye


çarptı, vücudum tanıdık hareketlerle titredi. Unu karış­
tırmak, tepsileri yağlamak ve karışımı dökmekle o kadar
meşguldüm ki tepsiyi fırına koyduğumda konuştuğumu
fark etmedim.
“‘Artık deprem yok?’” Maggie’nin sesi kavgacıydı. “O da
ne demek şimdi?”
“Kaliforniya’yla ilgili bir şey.”
Alaycı şekilde burnunu çekti ve sivri çenesini çıkardı.
Birisi, “Tadın!” diye bağırdığında keskin bir yorum aranıyor
gibiydi.
Bu sözcük odada yankılandığında aşçıları canlandırdı.
Hepsi yaptıkları işi bıraktılar ve sese doğru ilerlediler, önle­
rinde savaşa ilerleyen şövalyeler gibi çatalları vardı. Aşçı­
lardan birinin fırından o anda çıkardığı bir kızartmanın
üzerine çöktüler, her biri ilk çatalı almak için yarışıyordu.
Ayakta dikilip çiğnerlerken bir sessizlik anı oldu, sonra
yemeği yeniden yapılandırırken bir sürü sözcük uçuştu.
“Daha çok tuz lazım.”
“Paula Wolfert yemeğini hatırlattı, warka\\ olan.”
“Neden achiote kullandın?”
On dakika sonra hâlâ konuşuyorlardı. Fırınımın kapa­
ğını açtım, zencefilli kekin koku karnavalı havaya yayıldı ve
konuşma bitmeden hepsi bana baktı.
Keki tepsiden çıkardım ve birkaç dakika soğumaya
bıraktım. Maggie tepeme dikildiğinde kaplamasını yeni
bitirmiştim. “Soğuması için ne kadar bekliyorsun?”
“Ben hâlâ biraz sıcakken yemeyi seviyorum.”
“Tadın!” diye bağırdı. Uzanmış çatallar bana doğru
gelirken geri çekildim.
Ruth Reichl

“İnanılmaz kokuyor,” dedi aşçılardan biri.


İdmanlı kavgacı olan Maggie onun çatalını savurdu. “İlk
ısırık benim,” dedi bir parça alarak. Ağzına koydu ve sanki
bir ağız dolusu sirke içmiş gibi dudaklarını büktü. Bir an
için nefret ettiğini sandım. Ama sonra isteksizce konuştu.
“Ah, Tanrım, bu harika. Jake buna bayılacak.”
Bahar Peyniri

Sevgili Genie,
Elbette zencefilli kek sayesindeydi; Jake tadına baktı­
ğında dünyanın en sıkıcı kekini bu kadar etkileyici -
gerçekten bu kelimeyi kullandı- bir şeye dönüştürebilen
birinin Lezizf'e ait olduğunu söyledi. Ancak tarifi alırsa
beni işe alacağını söyledi.
Sanki ona vereceğim!
Her şey çok hızlı oldu. İki hafta önce okuldaki son
yılım için geri dönüyordum, şimdiyse New York'ta bir
işim, dairem ve yepyeni bir hayatım var. Kendime
düşünme izni verirsem dehşete düşerim, bu yüzden
meşgul olmam iyi bir şey: Jake bazen gece yarısına
kadar çalışmam gerekeceğini söyledi. Ve çok az
ödüyor. Babam ilk yıl kiramı karşılayacağını söyledi.
Ruth Rrichl

okulu bıraktığım için benden bu kadar nefret etti­


ğini düşünürsek bu oldukça büyük bir olay. Ve beni
ne kadar özleyeceğini söylüyor. Melba Teyze onu
aramamı hatırlatmak için mesaj atıp duruyor. Bunun
babam için zor olacağını düşünüyor ama zaten o hep
babam için endişelenir.
Doğu Yakası'nın alt kısmında Beşinci Cadde'ye
yürüme mesafesinde inanılmaz bir yer buldum. Her
zaman hayalini kurduğum türde bir yer, o kadar
mükemmel ki bazen hayal gücümle yarattığımı düşü­
nüyorum. Küçük ama bir sürü ışık var ve harika eski
bir mahallede. Pencereleri açık tutarsam kaldırımda
oturup konuşan insanların seslerini duyabiliyorum ve
yeterince yüksek sesle konuşurlarsa konuşmadan ilginç
küçük parçalar duyabiliyorum. Tüm gün ve gece devam
ediyor; Rivington'da her zaman bir şeyler oluyor. Bunu
seviyorum.
Burada ilk gecemde köşedeki küçük Çin restora­
nında bir şeyler yemek için gece yarısı -gece y arısıI-
dışarı çıktım. Sonra kitapçıya gittim. O saatte bile, ilginç
hayatları var gibi görünen insanlarla doluydu.
Keşke bunları paylaşmak için burada olsaydın. Çok
yalnızım. Ve kıyafet sorunu var. İlk iş günüme gidiyorum
ve umutsuzum. Tüm o sabahlar boyunca senin giyinmeni
izledim; keşke dikkat etseydim.
Özledim.
xxb

Görkemli, zarif, eski Timbers Konağı, sokaktaki tüm güneş


ışığını içiyor gibi görünüyordu. Yumuşak taş merdiven­
lerden yavaşça çıktım ve yıpranmış tuğlalarla solmuş mermer
sütunlarını inceledim. Yüz yıl önce, 1910’da Leziz! dergisi
buraya taşındığında, Greenvvich Village bunun gibi evlerle
dolu olmalıydı ama şimdi ağaçların çevrelediği dar sokakta
ayakta kalan son konaktı.
İçeride, yüksek tavanlı lobi karanlık ve serindi. Antika
masada oturan bekçi kafasını kaldırıp baktı. “İlk gün, değil
mi?” Merdivene doğru işaret etti. “Jake seni bekliyor. İkinci
kat.”
Mülakat günümde çoğu şeyi fark edemeyecek kadar
gergindim ama şimdi etrafıma baktım ve detayları ince­
ledim. Mermer, işlenmiş meşe ve avizelerle çevrili bu eski
evde çalışmak ne kadar inanılmazdı. Her odada şömine ve
güneşi yakalayıp içeri çeken, camdan yapılma antika pence­
releri olmalıydı.
Jake ikinci katta gümüş bir avizenin altında bekliyordu.
Köpeği de oradaydı, dünyada en sevdiği insan benmişim
gibi selamlamak için aşırı mutlu şekilde zıplıyordu. Eğilip
onu okşamak istedim ama zıpladı ve patilerini göğsüme
koyup yüzümü yalamaya çalıştı. Kahkaha attım.
“Köpekleri sevmen iyi bir şey.” Jake onu geri çekti.
“Gönderdikleri geçici personel, Sherman’dan tırsıyordu.”
Köpeğin ipeksi kulaklarını hafitçe çekti. “Ama sen de onu
çok sevmedin, değil mi, oğlum? O kadın felaketti. Zavallı
Billie’nin ne tür bir belaya girdiğine dair hiçbir fikri yok.
Bunu sevdim; beni becerikli gösteriyordu. Sessiz kori­
dorda ilerlerken üzerinde tavana ulaşan kâğıtlar olan bir
masa hayal ettim, kaostan düzen yaratacağımı düşledim.
Onu ne kadar erken memnun edersem bana küçük yazı
işleri vermesinin de o kadar erken olacağını anladım.
-S R u th Reichl

Jake çevremizdeki kapalı kapıları işaret etti. “Saat onda


çoğu burada olur/' Sanki tüm personeli, iş etiği testinde
başarısız olmuş gibi özür dilercesine söylemişti. O anda boş
koridor, kalın halıları ve meşale şekilli kibar aydınlatma­
sıyla iş yapılan bir yerden çok lüks bir otel gibi görünü­
yordu.
Kasvetli küçük bir oda olan, bir masa, telefon ve bilgisayar
dışında bir şeyi olmayan “ofisime” geldiğimizde illüzyon
sona erdi. Jake durmadı, ben de büyük kemerli pencere­
lerden gelen ışık patlamasında gözlerimi kırpıştırarak ofisine
kadar onu izledim.
Sherman masaya gitti, üç defa çevresinde döndü ve altına
girdi. Çevremi inceleyerek etrafıma bakındım. Oda son
seferkinden bile büyük bir dağınıklık içindeydi; kitaplar,
notlar ve gazeteler her yere dağılmıştı. Deri ve odun yanığı
kokuyordu, anlaşılan şömine yanmıştı. Önünde, muhte­
melen on gün önceki mülakatımdan beri dokunulmamış,
kitap ve dergilerle dolu yuvarlak bir masa vardı.
Jake masanın arkasındaki koltuğa oturdu. “Otur, otur,”
dedi belirsizce elini sallayarak.
Nereye? Pencerelerin altındaki eski deri koltukta masa-
dakinden daha çok dergi ve kitap vardı. İki derin koltuk da
daha iyi durumda değildi; elyazmaları ve klasörlerle doluy­
dular. Küçük masaya baktım ama üzerindeki fil heykelinin
sivri köşeleri vardı. Sonunda koltuklardan birine gittim ve
kenarına iliştim.
Jake eğlenmiş gibiydi. “Oryantasyona gittin mi?”
Başımla onayladım.
“Yani bunun sadece bir deneme dönemi olduğunu bili­
yorsun. İş resmileşene kadar üç ay geçecek?”
Yeniden onayladım. Beni izliyordu, bekliyordu. Durak­
sama rahatsız edici olunca, “Referans mektubunda sessiz
olduğun yazılıydı,” dedi.
Öyleyim. Genie ikimizin yerine de yeterince konuşurdu.
“Hocan aynı zamanda güzel yazdığını ve harika bir
aşçı olduğunu söyledi. Yemek yapmanı istediğimde o
kadar rahatsız görünüyordun ki bunun yanlış olduğuna
emin oldum. Rengin atmıştı. Bunu atlatmadaki cesaretine
hayranım ama doğrusu çok şey beklemiyordum. Sonra o
zencefilli keki yaptın...”
“Maggie bile sevmişe benziyordu.”
Belki de bunu söylememeliydim. Bana dönen gözleri
kısıldı. Daha dik oturdum; boyum uzun ve kambur durma
eğilimim var. Babam saçıma bir şeyler yaparsam ve daha iyi
gözlükler alırsam daha güzel olacağıma dair beni ikna etmeye
çalışıyor ama o babam, tabii ki böyle düşünecek. Beyaz
gömleğimin kol düğmeleriyle oynadım ve geniş haki panto­
lonumu düzelttim. “Beni asla işe almayacağını söyledi.”
“Maggie bunu herkese söyler. Değişime alerjisi var.”
Fildişi zarf açacağıyla oynadı ve, “Açıkça fark ettiğin üzere
biraz kaba bir çizgisi var,” dedi. Birden ayağa kalktı. “Gel.”
Kapıya yöneldi. “Seni gezdirip tanıştırayım.”
Tüm kapılar açılmıştı, birbiri ardına ofislere girdik: yayın
yönetmeni, idari editör, yazı editörü, düzeltmen, redaktör...
Bir sürü isim ve unvan vardı, bu işi kolaylaştırıyordu; tüm
yapmam gereken el sıkıp merhaba demekti. Herkes dost
canlısı ve hafif bezgin görünüyordu. Muhabbete gerek
yoktu.
Koridordaki son kapı hâlâ kapalıydı, Sherman patilerivle
vurmaya başladı, burnuyla iterek açmaya çalıştı.
30 R u th Reichl

“Vazgeç, dostum.” Jake köpeği uzaklaştırdı. “Sammy


orada değil.”
Eski tarz pirinç isim plakasındaki harfleri parmaklarımla
takip ettim. “‘Samuel Winthrop Stone.’”
“Gezi editörü.” Jake köpeğin tasmasını bir kez daha
çekti. “Gel, Sherman, Sammy Fas’ta. Sana smoothie yok.
Belki mutfakta şansın yaver gider.”
“Mutfak” sözcüğüyle Sherman kulaklarını dikti ve merdi­
venlere koştu. “Bu köpek çok akıllı.” Jake bunu köpeğin
duymasından endişeleniyor gibi sessizce söyledi. “Smoothi-
eleri seviyor ve kime yavşayacağını kesinlikle biliyor. Paul
onun için küçük bir meyve sıkacağı bile aldı.”
Merdivenleri çıkarken onu takip ettim. “Sanat bölümü
dörtte,” dedi Jake işaret ederek. Duvarlardaki zarif alçı işle­
rini ve çelenkleri fark ederek parmağını takip ettim. Timbers
Konağı gerçekten güzeldi; Genie burada olsaydı şu anda
çizim defterine uzanıyor olurdu. “Kütüphane de yukarıda
ama bu konuda endişelenmene gerek yok: Yıllardır kilitli.
Burada...” üçüncü kat sahanlığına ulaştık ve sola döndü,
beni devasa krem renkli bir odaya götürdü, mutfak, ki
zaten gördün ve fotoğraf stüdyosu, bunu görmedin, bunlar
»
var.
Fotoğraf stüdyosu daha önce bir balo odası olmalıydı.
Şimdi bile, tavandan ışıklar sarkarken, zeminde kalın
elektrik kabloları yılan gibi kıvrılırken ve yarım düzine
tripoda bağlanmış fotoğraf makinesi kurulmuşken geçmişe
o kadar inatçı biçimde bağlıydı ki sıradaki vals için akort
yapan bir orkestrayı kolaylıkla hayal edebilirdim. Biz etrafı
izlerken mutfağa giden kapı açıldı ve bir kadın geri geri,
düzenlenmiş sebzeleri dikkatle koruyarak çıktı.
Tatlı Hayat 31

“Bu Lori,” diye fısıldadı Jake. “Yemek stilisti ve en iyi fırın­


cımız.” Kadın minik adımlar atarak odanın ortasına doğru
yavaş yavaş ilerledi ve tabağı çok yavaşça büyük bir örtüyle
kaplanmış fotoğraf makinesinin önündeki kaideye indirdi.
“Valante?” diye seslendi Jake ve kısa, tıknaz bir adam
örtünün altından çıkarak beni şaşırttı. Zarifçe elimi sıktı ve
sonra yeniden fotoğraf makinesinin arkasına girdi. Jake ve
ben, Lori’nin tabakla uğraşmasını, küçük yeşillikleri ve mini
havuçları önce bir tarafa, sonra diğerine taşımasını izledik.
Yakında duran bir masadaki tepsiden minik bir fırça aldı,
titiz bir biçimde zeytinyağı sürdü, sonra bir cımbızla tek
tek peynir parçası ekledi. Örtünün altından Valente her bir
minik parçanın kesin konumunu yönetiyordu.
“Maydanozu sağa kaydır, Lori,” dedi Valante. Lori cımbı­
zıyla küçük bir yeşilliği aldı ve birkaç milimetre sağa çekti.
Birden kapı sonuna kadar açıldı ve Maggie hızla içeri
daldı. Onu görünce içimde bir adrenalin kıvılcımı çaktı;
onu her gün görecek miydim? Esintiyle maydanoz hava­
landı ve yere indiğinde Valante tekrar ortaya çıktı. “Lanet
olsun, Maggie!” diye bağırdı. “Şimdi yeniden başlamamız
gerekecek.”
“Ah, üzgünüm.” Umurunda değildi. Valente burnundan
soludu ve örtüyü yeniden kafasının üzerine çekti. Maggie,
Jake e döndü. “Bana bir iyilik yapar mısın? Gerçekten iyi
ançueze ihtiyacım var, Thursday’İn yerinden.” Suratını astı
ve dudaklarıyla sirke içmiş gibi görünmesine neden olan
hareketi yaptı. “Yine. Bir kurye gönderirsem tüm gün sürer.
Sence yeni kız?..”
Jake sanki beni ayak işlerine göndermede isteksizmiş ama
Maggie’yi geri çevirmeye daha da isteksizmiş gibi utanmış
32 Ruth Reichl

göründü. Omuz silkip bana döndü. “Sorun olur mu?


Thursday, The Pig’in şefidir.”
“Onu duymuştum.” Amerikanın en ünlü kadın şefini
tanımamak için bir keşiş olman gerek. “Fotoğrafı bu sabah
Eaterdz. yayımlandı; Patti Smith dün akşam The Pig’de bir
parti verdi.”
“Biliyorum; oradaydım.” Jake bana bir yirmilik verdi.
“Taksi tut. Uzak değil, hemen Chelsea’de ama daha hızlı
olur.”

On beş dakika sonra 16. Sokaktaydım, o kadar batıdaydım ki


Hudson Nehri’ni görebiliyordum. Dışarıdan The Pig dökük
bir taverna gibi görünüyordu. Daha şık, en azından egzotik
bir şey bekliyordum. Annie Leibovitz’in ünlü “The Pig’de
Gece Yarısı” fotoğrafında restoranın karanlık, güçlü bir cazi­
besi vardı. Fotoğrafçı, Keith Richards’ı eksantrik arkadaşla­
rıyla ahşap bir masanın etrafında toplanmışken yakalamıştı.
Fotoğraf bana her zaman yirmili yılların Paris’ini hatırlatırdı
-orada olmak isterdiniz- bu yüzden biraz daha tarz bir yer
ummuştum.
Kapıyı çaldım ve dövmeli, burnunda halka olan bir adam
beni içeri aldı. Adam sanki viski fıçısına düşmüş gibi koku­
yordu ve gün ışığı odanın tüm romantizmini kurutmuştu.
“Thursday arkada,” dedi barın arkasındaki atkuyruklu
adam, kafasıyla kanatlı kapıyı işaret ederek. Boş bir şişeyi
büyük bir çöp kutusuna attı. Şişe gürültüyle dibe çarptı.
Yıpranmış kapıyı ittim. Mutfak loştu ve ortalama bir
Kaliforniya mutfağından çok daha küçüktü, hareket etmeye
neredeyse yer bırakmayacak ekipmanlarla tıka basa doluydu.
Thursday bir ocağın başında dikilmiş, bir buhar bulutuyla
Tatlı Hayat 33

çevrelenmişti. Kül rengi sarı örgüsü neredeyse beline ulaşan,


griyle mavi arasında bir yerlerde dolaşan gözleri ve siyah
kirpikleriyle hoş bir güzelliği vardı.
“Ben...” diye başladım.
“Şunun tadına bak.” Thursday ağzıma büyük bir tahta
kaşık soktu.
Ben yutarken dikkatle izledi. Beni yumuşak bir bulutla
beslemişti, saf doku dışında bir şey yoktu ama buharlaşırken
ardında bir lezzetin izini bıraktı.
“Limon rendesi,” dedim. “Parmesan, safran, ıspanak.”
Bir kaşık dolusu daha uzattı, bu kez tam sonunda bir tat
daha aldım, bir parça... limonsu bir şey ama ne limon ne de
mineydi. Hafif bir tarçın dokunuşu vardı. “Köri yaprağı!”
“Etkilendim.” Elleri ince kalçalarındaydı ve sesi... ne?
Alaycı mı? “Ama bunu sınamak için sormadım. Sadece bu
yeni gnocchi yle1bir yere varıp varmadığımı görmek istedim.”
“Bu inanılmaz bir bileşim. Safran çok harika, çok canlı
bir tat veriyor. Ama köri yaprağını kullanma sebebin ne? Bu
benim hayatta aklıma gelmezdi.”
“Son dakikada aklıma geldi gibi. Ne dersin işe yarar mı?”
“Evet! Ama belki de biraz daha kullanmalısın?”
Kızardım; ben kim oluyordum da Thursday Brown’a
tavsiye veriyordum? Ama gnocchi hin tadına bakıyor ve
şeflerin yaptığı gibi dudaklarını birbirine sürüyordu. “Öyle
mi dersin?”
Neredeyse tekrar tatmak isteyecektim ama o anda öyle­
sine bir keyifle, “Sal!” diye bağırdı ki omzumun üzerinden
arkaya baktım. Uzun, geniş beysbol şapkalı bir adam kapı
eşiğinde duruyordu. Sızıntıyı tamir etmeye gelmiş tesisatçı
1 Genellikle patates ve unla yapılan İtalyan yemeği, (ç.n.)
Ruth Reichl

gibiydi; kot pantolon, iş botları ve düz mavi işçi gömleği.


Muhtemelen elli yaşındaydı ama meraklı bir masumiyeti
vardı. Şapkasını çıkardığında, bir parça kalın, grileşen saç
neşeyle yukarı kalktı. Thursday gnocchi yi tekrar kaşıkladı.
"Yeni gnocchi mi tadıyorduk.” Kaşığı adamın ağzına soktu.
“Ne düşünüyorsun? O -adın ne demiştin?- biraz daha köri
yaprağı gerektiğini düşünüyor.”
“Aslında söylemedim. Billie Breslin.”
Thursday bana baktı ve gerçekten inceledi. “Demek
Jake’in yeni asistanı sensin? Bu iyi bir şey olmalı. İddiaya
varım bunun içinde köri yaprağı olduğunu bilen yüzde —
hayır binde- birdir.”
“Köri yaprağı mı?” Sal yeniden tadına baktı. “Binde bir
adını bile duymamıştır.” Thursday gibi o da beni inceli­
yordu, zihnimi görmeye çalışıyor gibiydi. “Bir defa tattın ve
orada olduğunu bildin mi?”
“Evet. Köri yaprağı başka bir şeye benzemez. Sanki
limonun hemen arkasında bir tarçın yankılanması var gibi.”
Sal tencereye uzandı ve gnocchi den bir kaşık daha
aldı. “Haklısın!” Gerçekten heyecanlı gibiydi. Thursday’e
döndü. “Ve daha çok kullanma konusunda da haklı. Ama
bana sorarsan yanlış peyniri kullanıyorsun. Bu sonbahar
Parmigianosu -haklı mıyım?- ve çok zengin. Senin bahar
peynirine ihtiyacın var. Sana biraz göndereceğim.”
Kesinlikle tesisatçı değildi.
“O peynire hemen ihtiyacım var!” Yeniden dönüp bana
baktı. “Sal peynirleri şehirdeki herkesten daha iyi bilir.
Neden onunla gitmiyorsun? Fontanari uzak değil, peyniri
sana verebilir. Sen geri dönene kadar ben de ançuezleri
nereye koyduğumu bulmuş olurum.”
Duraksadım. “Benim gerçekten geri dönmem...”
“New York’ta yenisin, değil mi?”
Onayladım.
“O zaman gidip Sal’in dükkânını görmelisin. Fontanari
inanılmaz; her aşçı bunu bilmeli.”
“Ben aşçı değilim.”
“Değil misin?” Sanki hayvanat bahçesinde nadir bir türle
karşılaşmış gibi baktı. “Böyle bir damakla? Peki Lezizl'de ne
yapıyorsun?”
“Ah, onu rahat bırak, Thursday,” dedi Sal. “Utandırı­
yorsun.”
Minnettarca gülümsedim. “Seninle gelmek isterdim ama
Maggie o ançuezleri hemen götürmemi istedi.”
Thursday kollarını kavuşturdu. “Bekleyecek. Lanet
kavanoz nerede onu bile bilmiyorum. Şimdi git!”
Elleriyle ufak bir kovalama hareketleri yaptı, direnmek
boşunaydı. Sal’i kapıdan dışarı takip ettim.
“İyi yaptın.” Sal neşeyle gülümsedi. “Bir şefle tartışmanın
anlamı yok. Hepsi otoriterdir ama Thursday en kötüsüdür.
Bir zamanlar Lezizl’de çalıştığını biliyor muydun?” Bana
baktı. “Yüzünden bunun nasıl sonuçlandığını merak etti­
ğini anlayabiliyorum. Şey, şöyle anlatayım, oldukça kötüydü.
Thursday okuldan yeni çıkmıştı ama o zaman bile kendine
has bir yöntemi vardı. O ve Maggie...” Islık çaldı, “liım söyle­
yebileceğim, söz konusu Thursday olduğunda tartışmanın
anlamı yoktur. Başından teslim olman iyidir. Nerelisin?”
“Santa Barbara...”
“Beni sorarsan, tam da buralıyım.” Şansıma Sal kibar
olduğu kadar konuşkandı da. “Aile dükkanım vü/ vıklır
Little Italy nin köşesinde.”
36
R uth Reichl

‘ Little Italy mi?” Nerede olduğunu hatırlamaya çalıştım.


“Sadece birkaç kilometre uzakta,” dedi rahatça. “İyi bir
yürüyüş bizi dünyanın en iyi yiyeceklerinden bazılarının
önünden geçirecek. Senin geldiğin yer; neresi demiştin? Bu
senin için ziyafet olacak.”
“Santa Barbara. Belki taksiye binebiliriz?” dedim.
“Taksi mi?” Şoke olmuş gibiydi. “Birkaç kilometre gitmek
için mi? New Yorklu olacaksan yürümeyi öğrenmelisin. Bu
şehirde gezinmenin tek yolu budur. Ayrıca bu şekilde sana
bir tur attırmış oluyorum.”
Sal sanki sokakların sahibi gibi yürüdü. Boş boş gezindi,
cümlenin ortasında durup başıyla sokağın diğer ucunu
göstererek oradaki dükkânın neler sattığından bahsetti.
Şapkalardan ekipmanlara kadar her şeyle ilgileniyordu.
Meatpacking Bölgesi’ndeki gece kulüpleri ve restoranlar
hâlâ uyuyordu ama Bleecker Sokağı’na ulaşınca kitapçı,
oyuncakçı ve sanat galerilerinin vitrinlerine bakmak için
her iki üç adımda bir durdu. Biz güneye ilerlerken mahalle
yaşlandı; dükkânlar daha çekici oldukça, eski fırınların
aromasını solumak, antika dükkânlara hayretle bakmak ve
hiçbir şeyi kaçırmamak için zig zağlar çizmeye başladık. Sal
gibi biriyle daha önce hiç tanışmamıştım; yürüyen ansik­
lopedi gibiydi ve sanki yanından geçtiğimiz herkesi tanı­
yordu. Bir parçam ofise dönmem gerektiğini biliyordu ama
bu yürüyüşten öylesine zevk alıyordum ki karşı konulmaz
biçimde içine çekilmiştim, zevkine ortak oldum ve anın
keyfini çıkardım.
“Joey! Seni görmek harika!” Yedinci Caddeyi geçerken
Sal bir polis memuru gördü. “Nerelerdeydin? Uzun zaman
oldu. Lütfen salamı başka yerden aldığını söyleme.”
Tatlı Hayat 37

“Senin mekanda her zaman çok sıra oluyor.” Polis


memuru suçlu görünüyordu.
Senin için değil.” Sal kolunu polisin omzuna koydu.
“Mavi üniformalılar için hiçbir zaman sıra olmaz. Yakında
gel, tamam mı? Kardeşim Theresa seni özlüyor. Hepimiz
özlüyoruz.”
Gördüğümüz her dilenci bir dolar ve “İyi şanslar” aldı.
“Rosalie -karım- çok yumuşak olduğumu düşünüyor ama
ben üzerimde Tanrı’nın merhameti olduğunu düşünüyorum.
Taş kalpli olmaktansa aptal olurum.” Yüzünü bu kadar cana
yakın yapan kalkık burnunun üzerinden elini geçirdi.
“İşte Benny!” Carmine Sokağı’mn karşısına el salladı.
“Onunla tanışmalısın. İddiaya varım Santa Barbara’da gerçek
kasabınız yoktur, Benny en iyilerinden birisidir.”
Beni en azından yüz yıldır değişmeden orada kalmış gibi
görünen bir dükkâna gururla soktu. Yerde talaş, havada
taze orman kokusu vardı, iyi etin mineral aromasına karışı­
yordu. Maydanoz demetlerine sarılmış farklı kesimler uzun,
soğutmalı dolapta gururla sergileniyordu. En üstte eski tarz
pembe kasap kâğıdı rulosu vardı; altında da antika bir ip
kutusu sallanıyordu. Müşterilerin fotoğrafları her yerdeydi
ve renkli iri bir kedi bir banka kıvrılıp oturmuş, gürültüyle
mırlıyordu.
Tezgâhın arkasındaki adamın dağ gibi vücudunun etra­
fına dolanmış, kana bulanmış bir önlük vardı. Yaşlanan bir
boksöre benziyordu ve onunla ilgili her şey -vücudu, elleri
ve hatta ayakları bile- kalın görünüyordu. Gülümsediğinde
dişlerinin arasındaki boşluğun onu daha az korkunç yaptı­
ğını gördüm. Sal beni ileri itti. “Billie’yle tanış. Daha yeni
Jake’in yanında işe girdi.”
Benny mamur gibi büyük olan elini uzattı. “Buraya
gel.” Bent ağır ahşap bir kapıdan tezgahın arkasına çekti. Et
dolabı karanlık ve soğuktu, kendimi çengelden sarkan bir
dananın dörtte birine bakarken buldum. “Şu filetoya bak!”
Benny hayvanı yıpranmış bir ahşap parçasına yatırdı. “T
kemiği bifteğinin nerede bitip bonfilenin nerede başladığını
biliyor musun?”
Kafamı salladım. Hayvanı kesmeye başladı, büyülenmiş
bir halde durup izledim. Gerçek bir kasabın çalışmasını hiç
izlememiştim. Benny kasların nasıl birleştiğini gösterirken
bir cerrah kadar titizdi, bıçağı inanılmaz bir hızla ilerliyor,
biftek, rosto ve pirzolaları çıkarıyordu. Elinde bıçak varken
Benny’nin tüm görüntüsü değişiyordu, her hareketi o kadar
emin ve hesaplıydı ki o devasa gövdeye bir zarafet geldi. Bu,
ölüm korkusu olmadan bir boğa güreşi izlemek gibiydi.
Benny, dış yüzeyi solmuş gül gibi kurumuş, uzun, dinlen­
dirilmiş bir fileto eti yatırdı. înce bir bıçakla tek bir geçişte
kabuğu kesip aldı. Altındaki et parlak kırmızıydı ve oldukça
ağır biçimde yağla kaplanmıştı. “Bazı insanlar, havasız
ortamda ıslak bekletmenin kuru bekletme kadar iyi oldu­
ğunu düşünüyor. Elbette daha ucuz. Elbette daha kolay. Ama
iyi bir biftek elde etmenin en iyi yolu, birkaç hafta askıda
bekletmektir. Ben? Benim için yirmi altı gün iyi ama bazıları
daha uzun sever. Tadı yoğunlaştırıyor. Bunu yapmanın başka
yolu yok.” Çok ince bir kıymık kesti. “Ağzını aç.”
Daha önce tattığım hiçbir şeye benzemiyordu, zengin
dilim ağzımda eridi, dokusu o kadar yumuşaktı ki nere­
deyse çiğnememe gerek kalmadı. Öte yandan tadı güçliıydü,
ağzımı hafif bir demir tadıyla doldurdu. “Daha harika bir
şey yediğimi sanmıyorum.”
Tatlı Hayat 39

Benny nin gözleri parladı.


“Şanslısın, çocuk.” Sal koluma dokundu. “Eski zaman
kasapları kayboluyor. Fırsatın varken öğren. New York’a bu
yüzden geldin, değil mi?”
“Evet,” diye neşeyle katıldı Benny. “Bu Neandertal yakla­
şımı ama işe yarıyor. Ve Tanrı’ya şükür New Yorklular, sanat­
çıları takdir eder.”
“Benny inanılmaz,” dedim yeniden sokağa çıktığımızda.
“Her zaman böyle açık değildir. Benny yeteneği konu­
sunda cimridir ama sanırım sende özel bir şey gördü. Gerçeği
bilmek ister misin? Benim için de bir ziyafet oldu; ilk defa
bütün bir budu doğramasını izlememe izin verdi.”
“Bu mahallenin tüm dükkânlarındaki herkesi tanıyor
musun?”
“Az çok. Burada büyüdüm. Çok gezerim -dükkâna
peynir almak için- ama evimde hep mutluyum. İnsanlar
Avrupa’da yiyeceklerin daha iyi olduğunu söyler ama sen
buna inanma. Onlara yetiştik; bu günlerde olman gereken
yer New York.”
“Keşke tüm günümü seni takip ederek geçirebilsem.
Herkesle tanışmak istiyorum!” Suçluluk duygusuyla kafamı
eğip saatime baktım; iki saattir dışarıdaydım.
“Endişelenme.” Güven vermek için sırtıma vurdu. ‘Artık
uzak değil.”
Sakince Prince Sokağı’na dönerek acele etmeden yürü­
meye devam etti. Ama sonra bir sonraki köşede birini
gördü ve Thompson Sokağı’na doğru hızlandı. “ Bu Kim!'
Yetişmem için beni çekiştirdi. “Şehirdeki en iyi çikolataları
yapıyor. Onunla tanışmalısm!”
Çikolatayı severim.
_________ _______________ __________________ R u th Reichl

İleride, şık Asyalı bir kadın bir dükkânın kapısında


dikilmiş bekliyordu. “Sal!” Sesi Noel Baba’yı görmüş bir
çocuğunki gibi neşeliydi.
“Jake’in yeni asistanıyla tanış. Billie Breslin. Kim Wong.”
“Hoş geldin.” Parıldayan cam kavanozlarla dolu antika
bir dükkânın kapısını açtı, sonra elime uzanıp beni içeri
çekti. Dükkân karanlık ve etkileyiciydi, çikolatalar kadife
üzerine serilmiş, mücevher gibi aydınlatılmıştı. Bu, fildi­
şinden işlenmiş yüzüyle, narin ve kuş gibi olan kadın için
mükemmel bir sahneydi.
“Çikolata sevdiğini biliyorum. Her zaman anlarım. Çiko­
latayı sertleştirmek üzereyim. Kendi yöntemim var; izlemek
ister misin?”
“İzleyebilir miyim?” Kafamın içinde küçük bir ses ofise
geri dönmem gerektiğini hatırlatıyordu ama çikolata koku­
suyla boğulmuştum, koku tüm duyularımı sert kakao ve
kahve köpüğü, çarkıfelek meyvesi, tarçın, karanfil kokusuyla
doldurmuştu. Gözlerimi kapattım ve bir an için Genie’yle
beraber Melba Teyze’nin mutfağına geri dönmüştüm.
Gözlerimi açtığımda Kim’i erimiş çikolata nehriyle dans
ederken buldum. Koku ve bir balerinin hareketlerinden
daha güzel olan hareketlerinin inceliğiyle hipnotize olmuş
halde öylece kaldım. Sürekli hareket ederek çikolatayı bir
sevgili gibi okşadı, beyaz bir mermer tabaka üzerinde tekrar
ve tekrar katladı, doğru dokuyu yakalamak için uğraştı.
Üzerine tuz serpilmiş şiddetli bir okyanus tadı olan bir
çikolatayla beni beslemek için durdu, sonra kavrulmuş
safranın yankılanan yoğunluğunu içeren bir başkasıyla. Bir
çikolatanın tadı yağmur, bir diğeriyse çöl gibi. Tatları takip
etmeye, ayırarak nasıl yaptığını anlamaya çalıştım ama bir
büyücü gibi numaralarını gizliyordu. İzi her takip edişimde
kayboldu, bir süre sonra vazgeçtim ve tatların beni baştan
çıkarmasına kendimi bıraktım.
Şimdi Kim çikolataya meyve batırmaya başlayınca koku
değişti: ahududu, yaban mersini, menekşe gibi kokan küçük
çilekler. Ağzıma çikolata ve karamel kaplı bir şeftali dilimi
koydu, öylesine yoğun bir yaz tadı vardı ki odanın ısındığını
hissettim. Zaman hissimi yitirdim.
Sal dışarıda bekliyor, cep telefonuyla konuşuyordu ama
beni görünce telefonu cebine koydu. “Çikolatalarını sevdin!”
“O bir büyücü. O yağmur çikolatası; fırtınadan önce hava
nasıl kokarsa öyle kokuyor. Bunu nasıl yaptığını bilmek isti­
yorum. Zufa otu ve belki mersin, biraz sinameki tadı aldım
ama sonra benden uzaklaştı. Tanrım, o inanılmaz!”
“Zufa otu, mersin, sende gerçekten bir şey var. Keşke
kızımda da şendeki tat yeteneği olsa. Ama...” İç geçirdi.
“Toni bir avukat ve iddiaya varım zufa otunu hiç duyma­
mıştır.” Hafif suçluluk duygusu içeren bir bakış attı. “Beni
yanlış anlama; Toni bir insanın isteyebileceği en iyi kız. Ama
işimizle hiç ilgilenmedi.”
Sal çok üzgün görünüyordu, içgüdüsel olarak konuştum.
“Sanırım babam da benim için aynı şeyleri hissediyor. O bir
avukat. Annem de öyleydi. Babam dünyadaki en iyi insandır
ama hayal kırıklığına uğradığını biliyorum. Benim de onun
izinden gitmemi isterdi.” Bu kadar çok şey-fazla şey?- söyle­
diğim için utanarak yeniden saatime baktım.
Sal uzandı ve eliyle saatimi kapattı. “Endişelenme.” Sesi
sempatikti. “Jake iyi bir adam. Ve...” beni yorumlaması zor
bir merhametle izliyordu, bir fırsat görüp bunu değeı
lendirdiğini anlayacaktır. Jake merakı takdir eder. Ve bu
_ ______________ _____ R uth Rcichl

insanlar Lcziz.rde çalışacaksan tanıman gereken insanlar.


Bizim dükkânımızı görene kadar bekle!” Fırınları, kasap­
ları ve Çin bakkallarını geçtik. “Birkaç blok daha kaldı.”
Kollarını genişçe açtı ve çevremizdeki dükkânları kucakladı.
“Ne\v York’a geldiğin için mutlu değil misin?”
Bu şehre olan sevgisi öylesine ikna ediciydi ki kendimi
her kapıdan çıkan aromayı -kızaran ördekler, soya, kuru
mantarlar- özel bir zevkle içime çekerken buldum.
“Büyürken kız kardeşim ve ben bloktaki herkesi tanırdık.
Ama mahalle değişti. Hâlâ iyi insanlar ama artık çoğu Asyalı.
İşte geldik!”
Sal kalabalık bir dükkâna döndü ve peynirin derin,
keskin kokusu bizi sardı. Sarmısakla domates kokusu aldım
ve bir yerlerde zeytinlerin antik kokusunu da. Şişelerce
berrak zeytinyağı ve koyu mor sirke buzlu camlarda parlı­
yordu; tavandaki kancalardan jambon ve salamlar sarkı­
yordu. Yüksek tezgâhın arkasındaki raflarda büyük ekmek
dilimleri tehlikeli biçimde dengede duruyordu ve çatı kiriş­
lerinden bitki dalları sarkıyordu. Küçük bir İtalyan köyünde
yürümek gibiydi, her bir insan içeri girdiğinde koku, ses ve
renk olarak değişen bir kaleydoskoptu sanki.
Daha önce hiç böyle bir dükkâna girmemiştim, üst üste
peynir tekerleklerinin benim boyumu geçtiği bir oda hayal
etmemiştim. En az üç düzine insan vardı ve hepsi aynı anda
konuşuyordu, gevezelikleri bir sürü heyecanlı egzotik kuş
gibi yankılanıyordu. Bastonlu yaşlı bir kadın uzanıp Sal’in
koluna dokundu, Sal eğilip kulağına İtalyanca bir şeyler
mırıldandı. Küçük bir kız ona bir çizim verdi, Sal onu
havaya kaldırıp çevirince ikisi birden kahkahayla güldüler.
Şık yaşlı bir adam ağır aksanlı bir İngilizce’yle konuştu.
“Bekliyordum. Peynirimi doğru kesen tek kişi sensin.” Sal
yanıt verdi. “Kardeşim Theresa sana her zaman fazla veriyor.”
Beni kalabalığın içinden geçirirken fısıldadı. “Peynirin
tadına bakmanı istiyorum, böyleceThursdayin neden bahar
Parmigianosu kullanması gerektiğini anlayacaksın.”
Thursday’i unutmuştum. “Ama peyniri ona götürme­
liyim! Bekleyeceğini söylemişti.”
“Rahatla.” En yakın peynir tekerleğine, neredeyse altmış
santim uzunluğundaki büyük tekere uzanıyordu. “Bu bahar
Parmigiatıosn.”
Ben onu durduramadan başladı.
Artık onu nereye gitse takip ederdim. Her tekerleğin
nasıl yıl ve ay olarak işaretlendiğini gösterdi, sonra da ilkini
açıp soluk krem rengi içini ortaya çıkardı. Büyük bir parça
kesti ve bana verdi. Bir ısırık aldım, ağzım taze yeşil çimenin
ve güneşi selamlayan genç çayır çiçeklerinin iyimser tadıyla
doldu.
“Bu bahar peyniri.” Sal üzerinde sonbahar tarihi olan
bir sonraki tekeri açıyordu, küçük bir parça kesti. Renk
daha derin, neredeyse altın rengiydi ve dokusu daha ağır,
düğümlüydü. Peyniri ağzıma koyduğumda daha zengin bir
tat aldım, dilimde bekletirsem ışığın solmaya başladığı geç
yazın bereketli tarlalarının tadını alabiliyordum.
Sal kış peynirinden bir parça kesti ve ağzıma koydu.
Dilimde farklı bir his bıraktı, bir şekilde daha yumuşak ve
tadı daha keskindi. “Farklı bir peynir gibi.” Tadını çıkarı­
yordum. Yeniden tattım; tanıdık bir tat vardı. “Saman tadı
var!”
“Evet!” Sal açık biçimde keyiflenmiş». “Bu peynirin
farkını tadabileceğini biliyordum*. Çoğu Amerikalı anlamıyor
M......... _ _____ ___ Ruth R cidıl

bile ama bıı peynir o kadar farklı ki eski günlerde farklı bir
isimle satılırdı. Parmesan aralıktan marta kadar inekler ahır­
dayken yapılır ve tadı çok farklı olduğu için ‘invernengo’
-kış peyniri- denir.” Sanki kendi kafasında biriyle karşılaşmış
gibi gerçekten mutlu göründü. Bu kadar ilgili olup bu kadar
ilgisiz müşterilere sahip olmanın ne kadar zor olduğunu
düşündüm. “Şimdi seni arkadaki mutfağa götürmek ve
karım Rosalie’yle tanıştırmak istiyorum. Mozzarellayı nasıl
yaptığımızı gösterecek.”
Bunu pas geçmeyecektim. Ama saatime yeniden baktım
ve Jake'in bile bu fırsatı tam olarak değerlendirmemi takdir
etmeyeceğini düşündüm. “Pazarlama becerisine ihtiyacım
olabilir. Beni kovarlarsa...” yarı ciddiydim, “... bana iş verir
misin?”
“Seni kovmayacaklar.” Bir önlük giydi. “Ama kovarlarsa
senin için Fontanari’de yer var.”
Yine de dergiden bahsedilmesi hafızasını hızlandırmış
gibiydi. Kafasını kaldırıp saate baktı. “Üçü geçiyor! Peyniri
hemen Thursday’e götürsen iyi olur. Umarım çok kızma-
mıştır.” Paketi bana verdi. “Sorun yaşarsan Jake’e beni
aramasını söyle. Ve söylediğimde ciddiyim: Burada her
zaman sana iş var.” Kurnaz bir bakış attı. “İlk tercihin
olmadığını biliyorum ama daha kötü de olabilir. Pickwick
Yayınları’nda verilen köle ücretlerinden çok daha iyisini
veriyoruz. Tüm gece de kalmak zorunda değilsin. Ve çok
şey öğrenirsin.”
“Sağol.”
Sal elini koluma koydu. “New Yorkta hiç arkadaşın var
mı'
“Buraya yeni geldim.”
Tatlı Hayat 45

“Haftasonu yalnızlık çekersen her zaman birine ihtiya­


cımız olur. Senden hoşlandım, çocuk. Yabancı olma.”

Thursday küçük bir kadın, hakkındaki her yazı, menekşe gibi


gözleri olduğundan ve çekiciliğinden bahsediyor. Ama The
Pig’e geri döndüğümde kaşlarını çatıyordu. “Bunu bugün
kullanmayı umuyordum.” Elini uzattı. “Kurye gönderme­
liydim. Maggie’nin de aynı şeyi dilediğini düşünüyorum.”
Kafasını salladı. “Bu işteki ilk günün değil miydi?”
“Evet,” dedim. “Sanırım batırdım.”
Gizemli şekilde baktı ve tencereyi karıştırmaya döndü.
Durdurmayı becerebildiğim taksi trafikte sürünerek iler­
ledi, ben de hâlâ Leziz!’de çalışıp çalışmadığımı merak ederek
öylece oturdum. Muhtemelen çalışmıyordum. Fontanari’de
çalışmak o kadar kötü olamazdı. Her zaman geçici eleman
olabilirdim. Belki de serbest olmayı denemeliydim. Buna
değmeliydi; bu günü başka bir şeye değişmezdim.
Öte yandan New York’taki en iyi işi batırmıştım. Tam bir
aptaldım.
Timbers Konağı’na şizofrenik bir halde ulaştım ve hızla
merdivenleri çıktım. Mutfak kapısına öyle bir yüklendim ki
arkasında duran Maggie tezgâha yapıştı. Aşçılar etrafında
yarım daire olunca kolunu ovdu ve suçlayıcı bakışlarla bana
baktı. Ançuezleri verdim ve gitmek için döndüm.
“Bekle!” Maggie’nin sesi buyurgandı. Kavanozu tezgâha
koydu ve saatine baktı. “Tebrikler. Leziz! tarihindeki en geç
teslimi yaptın.”
“Pardon?”
“Sekiz yıldır insanları SalTesti’ne gönderiyorum ve kimse
hu kadar uzun kalmamıştı.”
♦(> R u th Reichl

“Sal leşti mi?” Aşçılar beklentiyle bana bakarken bir


çarpıntı oldu. “Neden bahsediyorsun?” Gözlerim ne
olduğunu anlamak için birinin yüzünden diğerine geçti.
Sonunda anladığımda rahatlama, kızgınlık ve kabulle­
nememe duygularının karışımıyla bir kahkaha dalgasına
kapıldım.
“Bana bunu planladığını mı söylüyorsun?” dedim
sonunda konuşabilecek duruma gelince. “Thursday oyunun
içinde miydi? Benny? Kim? Hepsi mi?”
Maggie onayladı.
“Bana sorarsan herkes için zaman kaybı,” dedi huysuzca.
“Ama Jake kendi deyimiyle ‘beyaz yaka zımbırtılarla’ kuşa­
tılmak istemiyor. ‘Merakı’ takdir ediyor.” Maggie elleriyle
tırnak işareti bile yaptı.
Yine güldüm. Sal doğruyu söylemişti. Birden aklıma
takıldı. “Kaçmayı başaran oldu mu?”
“Çoğu.” Sesi, aklım varsa benim de onların arasında
olmam gerektiğini ima ediyordu.
“Onlara ne oldu?”
“Jake paralarını verdi, çok çok teşekkür etti ve burada
mutlu olamayacaklarını söyledi.” Maggie uzaklaştı. “Ah,
evet.” Omzunun üzerinden seslendi. “Ançuez için teşek­
kürler.”
“Onlara ihtiyacın var mıydı ki?”
Ama gitmişti bile.
“Hayır,” dedi kalp şeklinde yüzü olan güzel aşçı. “Buzdo­
labında iki kavanoz var.” Geniş aralıklı kahverengi gözlerinin
üzerinde tire gibi duran düz siyah kaşları vardı ve şimdi o
kaşlar sanki karar vermeye çalışır gibi kalkmıştı. Sonra kaşlar
rahatladı ve elini uzattı.
“Ben Diana. Maggie sana bunu asla söylemez ama sen
dükkândan çıktıktan sonra Sal, Jake’i aradı. Ona sıradışı
bir damağın olduğunu anlattı. Jake’in seni nasıl bulduğunu
bilmediğini ama hiçbir koşulda bırakmaması gerektiğini
söyledi. Buraya ait olduğunu söyledi. Lezizit hoş geldin!”
Garanti

“Bunları onaylattın mı?” Kreatif direktör masamda dikilmiş


köşedeki şarküteriden aldığım papatyalara ciddi ciddi bakı­
yordu.
Richard Phillips tanıştığım en çekici adamdı. Zeytin
rengi cildi, zümrüt yeşili gözleri ve keskin elmacık kemikleri
ona bir mankenin zahmetsiz, tıraşsız kibrini veriyordu ama
bu güzelliğin etkisini yumuşatan garip eski kıyafetler giyi­
yordu. Gülümsemesi daha da etkileyiciydi; yüzünün dönü­
şümünün sıcaklığını, ağzından gözlerine doğru giderken
seksiden tatlıya dönüşmesini izledim.
“Bu şeyler hakkında kurallarımız olduğunu bilmiyor
musun? Timbers Konağı’nda papatyalar...” Yüzü o kadar
ciddiydi ki benimle dalga geçip geçmediğini anlayamadım
bi türlü.
Tatlı H a y a t 49

“Papatyalar için kural mı var?”


“Ah, evet. Martha Stewart’ın üzerimizde etkisi yok.”
Bazen mavi bazen siyah görünen atkuyruğunu bir omzunun
üzerinden attı. “Bana Marsça konuşuyormuşum gibi
bakmayı kes.”
“Anlamıyorum.”
“Onunla çalışıyorsan her fotoğraf ve çiçeği onaylatma-
lısın. Duymadın mı?”
“Aile fotoğraflarını da mı?”
“Özellikle onları.” Başını bir yana devirdi, yeniden papat­
yalara odaklandı. “Demek istediğim, Martha hakkında söyle­
nenler doğru. Masana bir yığın kullanılmış lastik koymanı
Jake’in umursayacağını sanmam. Ama şimdi bahsettiğine
göre...” bir parça kâğıda bir şeyler karaladı, “... standartla­
rımız olmalı.” Kâğıdı verdi. “Bu numarayı ara, Sharon’ı iste
ve Sammy’nin arkadaşı olduğunu söyle.”
“Gezi editörü mü? Onunla daha tanışmadım.”
“Tanışacaksın. Sonsuza kadar Fas’ta kalamaz. Sammy’nin
arkadaşı olduğunu söylemenin asla canını yakmayacağım
öğreneceksin. Herkesi tanır ve herkes onu sever.” Küçük
odamda tembelce 360 derece döndü, yeniden bana döndü­
ğünde papatyaları tutuyordu. “Sharon’a sana haftada bir kez
küçük ve ilgi çekici bir şey göndermesini söyle. Jake’in hesa­
bına yazdır. Asla fark etmez.” Ve papatyaları çöpe bıraktı.
“Ama onları daha yeni almıştım!” diye itiraz ettim.
Bana doğru el sallayıp Jake’in ofisine girdi.
Diana bana dergideki herkesin Richard’a vurulduğunu
söylemişti ve tek nedeni bu kadar güzel bir adam olması
değildi. Aynı zamanda becerikli ve çok sakindi, onunla
konuşmak çok kolaydı.
__ ___ _________ R,jÜ,l ici^tl

Ama bana göre olmadığını biliyordum. Benimki gibi


bir kardeşle beklentilerinizi sınırlamayı öğreniyordunuz.
Daha çocukken bile Geııie’de yıldız tozu vardı. Ben genç
kız olduğumda tanıştığımız her çocuk onun menekşe gözle­
rine, kıvırcık sarı saçlarına bakmakla o kadar meşgul olurdu
ki beni fark etmezdi bile. O ve Richard baş döndürücü bir
çift olurdu; telefon çalmaya başladığında bunu canlandırı­
yordum.
“Jake Nevvberry’nin ofisi. Nasıl yardımcı olabilirim?”
“Annemin ünlü keki için bir tarif arıyorum,” diye başladı
arayan. “Ellili yıllardaki sayılardan birinde çıktığından
eminim. Çok zengindi ve içinde bir sürü yemiş vardı.”
“Ne tür yemişler?” diye sordum.
“Belki de pekan,” diye yanıtladı. “Ve içinde bir kat
badem ezmesi de olabilir? Veya bunu yanlış hatırlıyor olabi­
lirim. Ama harika bir kekti ve yarın brança götüreceğime
söz verdim.”
“Size nasıl ulaşabileceğimi söylerseniz neler yapabilece­
ğime bakacağım.” Telefonu kapattım. “Bu aptal tarifle bunu
nasıl bulacağım?”
“Zamanını harcama.” Zıpladım; Richard’ın Jake’in
ofisinden çıktığını görmemiştim. “Bu insanların çoğu çılgın.
Kolay yolu seç.”
“Onu görmezden mi geleyim?”
“M aggie’ye sormalısın. Bugüne kadar yayımladığımız
tüm tarifleri ezbere bilir. Mutfağa gidiyorum. Benimle
gel, seni koruyacağım.” Elimi tuttu ve beni sandalyemden
kaldırdı.
Sherman, Richard’ı ofisime kadar izlemişti, onu sevmek
için uzandım. “ Bizimle gel, köpek,” diye seslendim. Sherman
51

ofisin çok arkadaşça hissettirmesine neden olmuştu. “Belki


birileri sana smoothie yapar.”
Richard yanımdayken Maggie’yle yüzleşmekten çok daha
az korkuyordum ama üst kata çıktığımızda bize bir bakış
attı ve sesinde zehirle, “O yaratığı mutfağımda istemediğimi
biliyorsun!” dedi. Soluksuz kaldım, bu biraz sertti, onun için
bile.
“Köpeğe davetiye göndermiş değilim,” dedi Richard ve
beni kast etmediğini anlayarak nefesimi verdim. “Takip
etmesi benim suçum mu? Paul ve büyülü smoothie makine­
sini suçla.” Maggie’den hiçbir korkusu olmadığı açık olan
Sherman, bunu gıda arayışına çıkmak için yola koyulma
işareti olarak gördü. “Billie merak ediyor,” diye devam etti
Richard. “İçinde bir sürü yemiş olan ellilerden kalma kek
tarifini...”
Daha cümlesini bitirmeden Maggie yanıtlamaya başla­
mıştı. “The Fountain’in Ünlü Fransız Yemiş Keki. Ekim
1956. O tarifi kim istiyorsa söyle zamanlama önemli; şekeri
hamurla söylendiği kadar çırpması gerekli. Tembellik edersen
ölümcül değil ama oldukça ağır olur.”
Kendime rağmen etkilenmiştim. “Sağol,” dedim.
Sonunda varlığımı fark etmeye tenezzül etti. “Her
okuyucu sorusuna yanıt vereceğimi sanma. Yapacak daha
iyi işlerim var. Seni bu yüzden işe aldık.” Uygun bir cevap
veremeden Richard’ı yanında götürerek ayaklarını vura vura
uzaklaştı.
“Bunu kişisel algılama, Zencefilli Kek Kızı.” Diana
yanımda belirdi. “Herkese karşı kaba.” Diana nm ayakla­
rına baktım, boyu kısaydı, her zaman mutlağa son derece
uygunsuz yüksek topuklular giyiyordu. Bugünküler
R u th Reichl

mavi süetti. “Alışırsın. Ama burada olduğuna sevindim;


sana zencefilli keki sormak için bekliyordum. Richard’ın
kırmızı salatasından beri Jake’in aptal testinde pişirilen en
iyi şeydi.”
“Ne tür kırmızı salata?”
“Kızarmış pancar. Kırmızı hindiba. Pazı. Kırmızı soğan.
Bir parça ekşi krema. Harika. Muhteşem. Jake kapağa
koydu. Ama bilmek istediğim senin tarifi nereden aldığın.”
“Kendim uydurdum.”
Kaşları şaşkınlıkla fırladı. “Gerçekten mi?”
“Evet. On yaşındayken. Babamın doğumgünü için.”
Diana’nın yüzünden bana inanmadığını anlayabili­
yordum. “On mu?” Şüpheyle iç geçirdi. “Tamam, böyle bir
dahiysen bana bunun içinde ne eksik onu söyle.” Bana bir
kaşık verdi. “Dünyanın en zengin çikolatalı dondurmasını
yapmak istedim.”
Evet, dondurma zengindi ama biraz usandırıcıydı; şeker
çikolatayla saklambaç oynuyordu. “Daha az şeker ve bir
tutam tuza ihtiyacın var. Ve ben olsam erimiş çikolataya
çeyrek kap kakao koyardım.”
Diana nin kaşları yine o uzun tireyi oluşturdu. Parmağını
kâseye daldırdı ve dalgınca yaladı. “Sanırım çikolata konu­
sunda haklı olabilirsin.”
Parmağımı daldırdım; haklıydım. “İyi çikolata kullandın
ama daha iyi krema da alabilirsin, değil mi? İddiaya varım
Fontanari harika krema satıyordur; büyük fark yaratırdı.
Senin için biraz alabilirim.”
Diana hafifçe koluma yumruk attı. “Sanırım Maggie
haklı.”
“Hangi konuda?”
Tatlı H ayat 53

“Görünüşe göre Thursday ona yemek yapmadığını


söylemiş, Maggie de zamanımızı harcadığını düşünüyor.
Ama aslında harcadığın şey yeteneğin. Sal damak tadın
konusunda haklı ve iddiaya varım harika bir aşçı olurdun.
Tabii üstüme vazife değil.”
Ona anlatmaya nasıl başlasam?
“Herneyse, sorun sen değilsin.” Diana rahatsızlığımı
hissetmiş ve konuyu Maggie’ye getirmişti. “Jake’in asistan­
larına karşı her zaman kabadır. Şimdiye kadar onu aşması
gerektiğini sanırsın; artık fi tarihi olmuş.”
“İlişkileri mi vardı?” Google bundan bahsetmemişti.
Maggie’nin Paul olduğunu sandığım bir adamın yanında
ayakta durmuş, adamın tencerede karıştırdığı bir şeyleri işaret
ettiği, odanın uzak ucuna baktım. İlk düşündüğümden çok
daha gençti, muhtemelen ellilerindeydi ve harika kemikleri
vardı. Zorlarsam onu siyah balıkçı yaka kazak, siyah tayt ve
siyah bale ayakkabıları giyen gösterişli beatnik kızlarından
biri olarak görebilirdim.
“Uzun zaman önceydi.” Diana bakışlarımı takip etti.
“ 1980’lerde Jake’in gerçekten seksi olduğu zamanlarda. Bir
restoranları bile vardı. Sanırım adı Maja’ydı. Tüm bildiğim
bu ama geldiğinde Sammy’ye sormalısın. Tüm sırlarımızı
bilir ve dedikoduyu sever. Göreceksin, o ortalıktayken çok
daha eğlenceli olur. O...”
Birisi, “Tadına bakın!” diye bağırınca sustu.
Diana, özür diler gibi bir bakışla fırından yeni çıkan bir
yemeğin başına çöken diğer aşçıların arasına katıldı. Hepsi
aynı anda konuşmaya başladılar.
“Bu eti daha düşük sıcaklıkta pişirmeyi denedin mi?” Bu
stilist Lori’ydi. “Ben yirmi beş derece düşürürdüm.”
Ruth Reichl

“Tepsiye daha çok yağ koy, Paul.'’ Aşçılardan biri tepsinin


dibini dürtüyordu. “Soğanların kuru!”
“Baharatlardan emin değilim.” Diana dudaklarını büktü.
“Etle beraber mercanköşk mü?”
“Mercanköşkü severim,” dedi bir başka aşçı; hâlâ onları
ayı ramıyordum. “Ama bu diğer tat nedir? Boğazımı kapayan?”
“Boyotu.” Paul bir avuç pas rengi küçük çakılı gösterdi.
“Çok mu garip?”
Dinledim ve dünya üzerinde tariflerin bu kadar ciddiye
alındığı bir yere düştüğüm için ne kadar şanslı olduğumu
düşündüm. Aşçılar bu yemekleri neredeyse absürt biçimde
test ediyor; şundan biraz daha az koyup veya biraz daha düşük
sıcaklıkla yeniden ve yeniden pişirip her yemeği mümkün
olduğunca mükemmel hale getirmeye çalışıyorlardı. Hepsi
kendini doğru yapmaya adamıştı ve burada onların arasın­
dayken yeniden yemek yapabilmeyi diliyordum. Ama her ne
kadar panik bu aralar beni rahat bıraksa da gitmediğini bili­
yordum. Orada her zaman beklediğini hissedebiliyordum ve
onu hayatıma yeniden davet etmek üzere değildim. Şimdilik
burada olmak yeterliydi.
“Tamam.” Maggie kontrolü aldı. “Yeniden dene, Paul.
Daha düşük sıcaklık. Daha çok yağ. Baharatlarını gözden
geçir. Tamam mı?”
Tatma şimdi sona eriyordu. Shermana ıslık çaldım,
kuyruğunu bir bayrak gibi sallayarak geldi. Maggie’ye saldır­
ması için bir fırsat daha vermenin anlamı yoktu.

İkinci kata geri döndüm, Jake’in ofisine gittim ve ifadesini


çözmeye çalıştım. Rahatsızlık? Sherman’ı mutfağa götürme-
meli miydim? Belki masamdan çok uzun süre ayrı kalmıştım?
Tatlı Hayat 55

“Maggie’den bir tarif için yardım istiyordum.”


“İyi fikir.” Jake başıyla onayladı. uLeziz! in bilgikayna-
ğıdır.”
“Ama bana kütüphanenin anahtarlarını verseydin daha
kolay olmaz mıydı? O zaman orada arardım.” Ve Maggie’den
uzak dururdum.
Jake başını salladı. “Olmaz. Eskiden tam zamanlı çalışan
bir kütüphanecileri vardı. Ama ben buraya gelmeden çok
önce o pozisyon kapandı. Mekân darmadağındı: İnsanlar
kitapları alıyor ve geri vermiyordu ya da yerdeki yığınlara
bırakıyorlardı. Öyle bir dağınıklıktı ki kilitlemeye karar
verdik. Ve bir başka kütüphaneci çalıştırabilene kadar kilitli
kalacak. Bu da...” umutsuzca ekledi, "... yakın zamanda
olmayacak.”
“Her şeyi aldığım yere koyarım,” dedim.
“Eminim yaparsın.” Jake yatıştırıcı biçimde gülümsedi.
“Ama içeri girmene izin verirsem herkese izin vermem
gerekir. Bu yüzden hayır, veritabanına güvenmek zorun­
dasın.”
“Ve Maggie’ye,” dedim karamsarca.
“Bu konuşmak istediğim bir şey değil. İki haftadır bura­
dasın,” diye başladı, o kadar tereddütlüydü ki gerildim.
Denemenin çok iyi gitmediğini mi söyleyecekti? “Ve işinin
en önemli kısımlarından birini başarmanın zamanı geldi.
Leziz! Garantisi hakkında ne biliyorsun?”
“‘Tarif işe yaramazsa paranız iade’ mi?”
Jake onayladı. “Yani bunu duydun.”
“Bunun hileli bir reklam olduğunu varsaymiştim.”
“Ah, gerçek. İlk Arthur Pickwick dergiyi çıkarmaya
başladığında bir farklılık yaratmak istedi. Yüz yıl önceydi,
Ru th Reichl

o zamanlar herkes tarifleri daha etkili yapmaya çalışıyordu.


Ama kimse onlara garanti verme fikrini düşünmedi. The
Neıv York Times bunu tüm zamanların en iyi halkla ilişkiler
girişimlerinden biri olarak tanımladı. Herkes Genç Arthur
işi devraldığında buna bir son vereceğini düşündü ama o
buna karışmaması gerektiğini düşündü.”
“Sen bir sürü parayı iade etmeye son vermedin mi?”
Jake kafasını salladı. “Gerçek şu ki çok nadiren iade yapı­
yoruz.”
“Yani bu bir numara!”
“Hiç de değil. Teklif gerçek. Ama çoğu insan talimatları
izleyemez. Tarifimizi yaptıklarını düşünürler ama aslında
yaptıkları kendi tariflerini keşfetmektir. Senin yapman
gereken onlarla tarifi adım adım yapmak ve nerede yoldan
çıktıklarını görmek.”
“Eğlenceli gibi görünüyor.”
“Umarım bir hafta sonra da bunu söylersin.” Jake bana
bir yığın mektup verdi. “Ama bu hiç olası değil. Gördüğün
gibi yazan insanların çoğunun bilgisayarı bile yok, bu da kim
olduklarına dair çok şey anlatıyor. Son asistanım Garanti’den
nefret ederdi.”
Little Rock’ta bir ev kadınından gelen ilk mektubu
açtım, çok ciddi bir risotto sorunu yaşamıştı. Jake haklıydı:
Aradığımda ince pirinç kullandığı ortaya çıktı. Bayan
Amanda Bienstock pastasında kabartma tozu yerine
karbonat kullanmıştı. (“Gerçekten farkı ne?” diye şikâyet
etti.) Hamuru fazla akışkan olan kadınsa, itfaiyenin gelme­
sine neden olacak kadar çok duman çıkarmıştı, bir düzine
küçük kek tarifinin on beş santimlik bir tepsiye sığmama­
sını anlayamıyordu.
Tatlı Hayat 57

Colorado, Boulder’den John Kroger sa başka bir vakaydı.


Sakin bir sesle talimatları harfi harfine uyguladığını söyledi.
“Salatayı altüst edin dediğinde...” dedi samimi biçimde,
“... yaptım. Ve inan bana tüm o marulları yerden toplamak
hiç de kolay değildi.”
Buna karşı çıkamazdım. Ona iade sözü verdim ve sonraki
mektubu aldım.
“Yeni sayıdaki deniztarağı musu konusunda son derece
öfkeliyim,” diye yazmıştı Cleveland’dan Bayan Cloverly. “Bu
iğrenç.”
Telefonda sızlanan sesi, hamur gibi kabarmış vücudunu
örten geniş bir önlük ve beyaz saçlarını canlandırıyordu.
“Hayatım boyunca çok iyi yemekler yaptım,” diye beni
bilgilendirdi. “Ve bu, hiç şüphesiz en iğrenciydi.”
Sempatik olmaya çalıştım.
“Çok üzüldüm, o tarifi bulayım önce.” Veritabanına
girdim ve mest olmuş dört-beş yıldızlı okuyucu yorumla­
rıyla tarif geldi.
“Deniztarağı, krema, birkaç yumurta ve biraz şarabın,”
diyordu okuyuculardan biri, “bu kadar harika bir sonuç
vereceğine inanmazdım.”
Bayan Cloverly gerçekten yoldan çıkmıştı.
“Bu tarifle ilgili aldığımız ilk şikâyet bu...”
“İnsanların çoğu arayamayacak kadar tembel!” Onu tele­
fondaki parmakları titrerken hayal ettim. “Ama bu çok kötü
bir tarif ve diğer aşçıları uyarmayı görevim olarak görüyorum.
Bir zamanlar James Beard’ı çalıştıran bir derginin böyle bir
çöple işi olamaz. Ve malzemelerin de çok pahalı olduğunu
belirtmek isterim. Leziz! Garantisi’ne saygı göstermenizi ve
harcadığım parayı iade etmenizi istiyorum!”
R u th Reichl

“ Bakalım sorun nerede olabilir,” diye başladım. “ Deniz-


tarağıyla başlayalım: Ne tür sarın aldım/.'' Biiyük deniztarak-
ları mı, yoksa küçük körfez türü mü?”
“Alı, gerçekten mi?” Sesi şimdi soğuktu. “ Ben asla deniz­
tarağı almam. Çok pahalılar. Onların yerine konserve isti­
ridye aldım.”
“ Başka değişiklik?” diye sordum. “Belki ağır krema yerine
karışık krema kullandınız?”
“(îiilünç olma!” Şimdi kızmıştı. “Evde hiç krema olmaz;
çok pahalı. Ben hep süttozu kullanırım.”
“ Elbette.” Konuşurken neredeyse mutfağım görebili­
yordum. Küçiik buzdolabı ve küçük bir ocağı olan belki de
iki odalı bir evin mutfağıydı. Sesi çok üzgündü. “Sanırım
elinizde hiç şarap da yok?”
“Su kullandım. Ama biraz süslemesi için limon suyu
ekledim.”
Bu karışımın ne kadar garip bir tadı olacağını hayal etmeye
çalışırken hayal gücümde tam bir başarısızlık yaşadım.
“ İğrençti,” dedi. “Sadece iğrenç. Garanti’nizin arkasında
duracak mısınız?”
Ne yapacaktım? “Sizi bekletebilir miyim?” diye sordum.
“ Bir dakika için?”
“Sen yeni olmalısın.” Sesi yine şüpheliydi. “Diğer kız
beni hiç bcklctmezdi.”
“ 11 iç mi?” Bayan Cloverly ne kadar sık arıyordu? “Sadece
bir dakika sürecek,” dedim.
“Önemli değil.” Sesi yorgun bir boyun eğmeyle doluydu.
“ Ne söyleyeceğini biliyorum.” Acı bir işaret geldi. “İnsan­
lara yalan söyleyen ve vaatlerine saygı duymayan bir kurum
dah a”
59

Sesi çok yalnız ve çok umutsuz geliyordu. “Faturaları­


nızı bize gönderin, Bayan Cloverly,” dedim. “Biz Lezizfdc
herkesin tariflerimizden memnun kalmasını isteriz.”
“Gerçekten mir” Şoke olmuş gibiydi. “Emin misin?”
“Evet, efendim.” Ama son sözcük ağzımdan çıktığı anda
birden gerçeği gördüm: Bayan Cloverly, Jake’in tuzakla­
rından biriydi. Bir başka tuzağa düşmüştüm.
“Yaa, çok teşekkür ederim, tatlım.” Bir an için sesi o
kadar muzaffer çıktı ki gerçek olduğuna inandım. “Hâlâ
sözlerine saygı duyan insanlar olduğunu bilmek güzel. Sana
hayırlı günler.”
“Size de Bayan Cloverly.” Hayırlı diyerek aşırıya kaçmıştı.
“Cloverly?” Richard yeni çiçekleri incelemek için geldi ve
bir ortancaya dokunmak için nazik işaretparmağını uzattı.
“Ona iade verdiğini mi duydum? Büyük hata.”
“Onu ben de anladım.” İç geçirdim. “Tam batırdım,
değil mi? O da Jake’in testlerinden biriydi.”
Richard şaşkın görünüyordu.
“Biliyorsun, Sal Testi gibi,” dedim. “Leziz! için uygun
olup olmadığımı anlamak için bir başka yöntem.”
Richard’ın yüzü aydınlandı. “Jake bile Bayan Cloverly yi
uyduramaz. Söylemek istediğim, artık günde iki kere
arayacak. Ve tüm söyleyebileceğim, sana iyi şanslar.”
Jake göründü ve uzun vücudunu kapı çerçevesine doğru
eğdi. “‘Cloverly’yi mi duydum?”
“Evet.” Richard gülüyordu. “Billie ona iade verdi.”
“Ne yaptın?” Jake dehşete düşmüş gibiydi.
“Başka ne yapacağımı bilemedim.” Konuşmayı tekrar­
ladım ve Jake o kadar çok güldü ki Richard sırtına vurmak
zorunda kaldı.
60
Ru th Reichl

“Alı, Billie,” dedi sonunda yeniden nefes alabildiğinde.


“ Haftalarca bu hikâyeyi anlatacağını! Ona ödeyeceğimiz her
kuruşuna değer/’
‘Ama herkesin parasını iade edemeyiz!” dedim.
“Neden olmasın? Bunun bir PR şirketi tutmaktan ne
kadar daha ucuz olduğuna dair bir fikrin var mı? Ve sana
söyledim, Garanti halkJa iletişim kurmak için var. Ama
sen en iflah olmaz arayanı cesaretlendirdin ve buna pişman
olacaksın. O kadın acımasızdır.”
Hiçbir Yer

Sevgili Genie,
Bu şehri çok seviyorum. Bazı haftasonları öylesine metroya
binip rastgele mahallelerde iniyor, sokaklarda yürüyor,
fırınlara ve kasaplara girip çıkıyorum. Bir gün Jackson
Heights'a gittim ve neredeyse Delhi veya Mumbai'de
olduğuma ikna oldum. Sokaklar bile körilenmiş gibi
kokuyor, her yerde tatlı dükkânları var ve sokaktaki
erkekler dişlerini parlak kırmızıya dönüştüren paan satı­
yorlar. Bir süpermarkete gittim ve bir koridor dolusu daha
önce görmediğim -kokum, siyah tuz ve mango tozu-
baharat vardı. Böyle dışarı çıkmanın yalnızlığa faydası
oluyor ama kendimi hevesle çift halindeki insanlara
bakarken buluyorum ve bir daha öyle olup olmayacağımı
merak ediyorum. Haftasonları uzun olabiliyor.
62 R u th Reichl

Haftaiçindeyse bir başka konu düşünmeye zaman


yok. Jake asla dokuzdan önce çıkmıyor ve ben de
ondan önce çıkamıyorum. Geçen haftaki sayıyı kapattı­
ğımızda sabah ikiye kadar orada kaldık. Jake bizim için
akşam yemeği söyledi ama çoğu akşam köşedeki küçük
yerden, Ming'den bir şeyler alıp merdivenleri tırma­
nıyor, televizyonu açıp yemek çubukları elimde uykuya
dalıyorum.
İşte yeni kız olmak beni biraz geriyor; burada herkes
birbirini uzun zamandır tanıyor ve içlerine girmek zor.
Ama sanırım arkadaş edinmeye başladım. Diana aşçı­
lardan biri ve öğle yemeğinden veya işten sonra bir
şeyler içmek isteyip istemediğimi sormak için masama
uğruyor. İlk başta nezaketen yaptığını düşünmüştüm
ama sanırım bunun Sal Testi'yle ilgisi var. Herkese dama­
ğımdan bahsetmiş ve bu, Diana'nm ilgisini çekiyor; beni
test edip duruyor, ben de bunu çok eğlenceli buluyorum.
Ondan hoşlandım: Harika bir mizah anlayışı var ve
başkalarının ne düşündüğüne hiç önem vermiyormuş
gibi. Diğer tüm aşçılar işe eski kıyafetler ve makul ayak­
kabılarla gelirken o hep eski tarz kıyafetler, çok yüksek
topuklular ve bir sürü makyajla geliyor. Aptal olduğunu
düşünür müydün? Düşünebilirsin.
Bu akşam beni Alphabet City'de bir arkadaşının
açtığı yeni restoranda buluşmaya davet etti. Sanırım
erkek arkadaşı gitmek istemedi. Mekânın adı Hiçbir Yer.
Aptalca bir isim, değil mi? Kim İlk gibi? Umarım eğlen­
celidir.
Akşam yemeği için teşekkür olarak bir şey götürmem
gerektiğini düşündüm ve bu öğleden sonra bir hayır
Tatlı H ayat 63

kurumu mağazasının önünden geçerken vitrinde kadife


bir bere gördüm. Hoşuna gidebileceğini düşündüm ama
şimdi o kadar emin değilim. Ne düşünüyordum ki? Ben
birisi için kıyafet alıyorum?
Babam ve Melba Teyze bizsiz iyi gidiyor gibiler.
Ama Melba Teyze beni çıldırtıyor; benimle konuşmak
istese telefonu kaldırıp beni arayamazmış gibi babamı
aramamı hatırlatıp duruyor.
Seni özledim. Seni özledim. Seni özledim.
xxb

Hiçbir Yer adına uygundu, bu beni rahatlattı: Kendi başınıza


olduğunuzda sıradan bir restorana girmek parıltılı bir resto­
rana girmekten çok daha az utandırıcı. Ön taraftaki küçük
tezgâhın yanında bir tabureye tünedim ve hediye paketine
sarılmış bereyi yanıma koydum, Diana’nın fazla geç kalma­
masını umdum.
Bir restoran eleştirmeniymişim gibi davrandım ve
taburemin üzerinde dönüp ön tarafı inceledim. Sahipleri
ellilerden kalma bir restoranın koltuklarını içeri yığmak
dışında bir şey yapmamışlardı. Teneke çatıyı beyaza boya­
mayı ve yumuşak ahşap zemini zımparalamayı çok gördük­
leri hissine kapıldım. Bir bardak beyaz şarap sipariş edip
menüyü aldım.
Kızarmış domuz kulağı. Kendi suyunda pişmiş ördek
kalbi ve salyangoz. Turşu ve tostla domuz burnu yahnisi.
Izgara tavşan ciğeri ve beykın. Bütün ızgara uskumru.
Kuzu burger. Pane domuz kuyruğu... “Gördüğün gibi,
dedi arkadan bir ses. “Arkadaşım Tom burundan kuyruğa
birisi.”
64
R u th Reichl

Diana kısa düz bir etekle dar siyah kazak ve uzun siyah
çizme giyiyordu. Özür diler gibi yıpranmış haki pantolo­
numa ve yıpranmış kazağıma baktım.
“İyi görünüyorsun. Ben abarttım.”
“Eteğini sevdim.” Cesaretimi kaybetmeden önce ona
paketini verdim. “Bu uyabilir.” İnsanlara hediye vermek çok
samimi bir hareket; aslında onlara kim olduklarını düşün­
düğünü söylüyorsun ve hatalıysan iş bitiyor.
Diana paketi açtığında hemen kadınlar tuvaletine gitti.
Geri döndüğünde küçük kadife bereyi takıyordu ve yüzünde
büyük bir gülümseme vardı.
“Tanrım, sende harika oldu,” dedim.
“Biliyorum! Nerden anladın!”
“Bilmiyorum. Bana seni hatırlattı.”
Onu şaşırtmıştım; olumlu bir biçimde ve bu, doğru
hediye aldığınızda olur. İyi bir akşam olacaktı. Menüyü
aldım ve yüksek sesle okumaya başladım. “İnsanlar bu
şeyleri gerçekten sipariş edecek mi?”
Diana’nın gözleri genişledi. “Bu mahallede mi? Elbette,
ne kadar garip o kadar iyi.”
“Santa Barbara’da kimse domuz kuyruğu veya ördek
kalbi yemez...” diye başlamıştım ama şef bir tabakla yanı­
mıza gelince özür diler gibi durdum.
Tom kısa ve genişti, her yerinde, hatta tıraşlı kafasının
arkasında bile dövme vardı. “Domuz kulaklarımı deneyin.”
Tabağı tezgâha koydu. Çıtır parçalardan birini aldım ve
patates cipsi kadar gevrek olduğunu fark ettim, çiğnemesi
harikaydı. Biz yığının geri kalanına yumulurken barmen
bardaklarımızı serin, içimi güzel şarapla doldurmaya devam
etti. Dekoru yeniden gözden geçirdim; daha samimi geldi.
Tatlı Hayat 65

“İddiaya varım kuzu burgerlerimdeki gizli malzemeyi


tahmin edemezsiniz.” Tom ikimize de birer parça verdi.
Diana bir ısırık aldı. “Miso?” dedi. Tom başını salladı.
Isırdım. “Balık sosu!” Kesinlikle balık sosuydu.
Tom, Diana’ya baktı. Kel kafasını kaşıdı. “Arkadaşın
normal partnerine göre büyük bir gelişme.”
Diana ona vurdu. “Tom erkek arkadaşımın sıkıcı oldu­
ğunu düşünüyor.”
“Ned’in sıkıcı olduğunu düşünmüyorum,” diye itiraz etti
Tom. “Ned sıkıcı.”
“Öyle mi?” diye sordum Tom mutfağa çekildiğinde.
“Yoo.” Diana parmağındaki yüzüğü çevirdi. “Ned bir
mühendis ve nasıl olduklarını bilirsin; pizza ve burgerle
yaşarlar. Yemek arkadaşlarımın hiçbiri yemekle ilgilenmeyen
bir adamla ne yaptığımı anlamıyor. Ama ben aynı kendim
gibi birisiyle olmayı anlamıyorum.” Şarabından bir yudum
aldı. “Senin görüştüğün birileri var mı?”
“Cidden mi? Burada tanıdıklarım sadece işyerindekiler.
Ve hepsinin yaşlı, gay veya kadın olduğunu fark etmişsindir.”
“Veya Richard.”
“Veya Richard. O da kesinlikle benim ligimde değil.”
Bana karşı çıkmadı.
“Ayrıca,” diye devam ettim. “Bu iş saatleriyle nereden
zaman bulacağım? Siz mutfaktakiler dokuz-beş çalışıyorsunuz
ama aşağıda editör ekibi olarak biz bütün gece kalıyoruz.”
“Çılgın saatler,” diye itiraf etti. “Ama neden kendine bir
şeyler yapmıyorsun anlamıyorum. Çok sıkıntılı kıyafetler
giyiyorsun ve daha iyi gözlükler takabilirsin.” Durdu ve
dehşet içinde elini ağzına koydu. “Bunu söylediğime inana­
mıyorum. Çok fazla şarap. Üzgünüm. Çok üzgünüm.'’
R u th Reichl

“Hayır, sorun değil. Sadece ne düşündüğünü söyledin.”


“Hayır. Kesinlikle sorun. Ama anlamadığım şeyler var.
Kendini beğenmiş görünmüyorsun ama belki de insanların
senin hakkında ne düşündüğünü umursamıyorsundur?”
“ Bu komik,” dedim. “Kız kardeşime daha yeni senin,
insanların hakkında ne düşündüğünü umursamıyor görün­
düğünü yazdım. Bunu kıskanıyorum. Benim durumum
farklı. Genie o kadar güzeldi ki kimse bana bakmazdı, ben
de hiç denemeye değer görmedim. Şimdi de nereden başla­
yacağımı bilmiyorum.”
“Ablan mı?” Onayladım, Diana sempatik bir bakış attı.
“Sanırım ben şanslıydım. Dört abi. New Jersey’deki en
harika yaratıkmış gibi hissetmemi sağladılar, sanki evde
olmam onlar için bir ayrıcalıktı. Kolej yerine aşçılık okuluna
gideceğimi söylediğimde ebeveynlerim fenalık geçirdi ama
abilerim beni savundu. En büyük abim Michael masrafla­
rımı karşılamayı bile teklif etti; hep yapmak istediğim şeyin
bu olduğunu biliyordu.” Bir an için duraksadı ve sonra sanki
cesaretini kaybetmekten korkar gibi hızla konuştu. “Peki
kaba bir soru daha sorabilir miyim? Senin gibi damağı olan
biri nasıl yemek pişirmez?”
“Yemek yapabilirim.” Sözcükler ağzımdan fısıltı gibi
çıktı. “Aslında ablam ve benim fırınımız vardı.”
“Fırınınız mı vardı? Hadi oradan.”
“Evet. Kek Kardeşler. Gerçekten çok küçükken başlattık.”
“O zencefilli keki sattınız!” Son kalan parçayı bulmacaya
yerleştirip resmi tamamlamış biri gibi mutluydu. “O tarif
oradan geldi! On yaşındayken yaptığını söylemiştin.”
Onayladım. “Hepsi böyle başladı. Babamın doğum­
günü için zencefilli kek yaptık ve insanlar bu kekten almak
Tatlı Hayat 67

istediler. Sonra bir baktık işimiz var. Ablam genişlememiz


gerektiğine karar verdi ve Dev Hostes Keki’ni icat etti. Sonra
Melba Teyze bunları çift halinde satmayı düşündü, birisi
biraz ezilmiş halde, aynı süpermarkette oldukları gibi.”
Diana alnını ovdu. “Kek Kardeşler. Kek Kardeşler. Bunu
bir yerde okumuş olabilir miyim?”
Omuz silktim. “Mümkün. Basında çok çıktık. Bon
Appetit, L.A. Times, The New York Times. Ablamın fotoğraf­
larını çekmeyi seviyorlardı. Kekleri o tasarladı, ben de tarif­
leri hallettim. İlk yıl, ikimiz imzamız olabilecek birer kek
yaptık. Genie’nin kekinin adı Tanrıçaydı: Gerçekten yüksek
ve dışı tamamen beyaz, hindistancevizi, köpürtülmüş krema
soslarıyla sarılmıştı, ortasında da çarkıfelek meyvesi vardı.”
“Ve seninkinin adı da Küçülen Menekşe’ydi. Dışarıdan
mütevazi ama içine girince oldukça özel.” Uzanıp bileğimi
sıktı.
“Keşke bunu düşünseydim. Ablamı tanısaydın anlardın.”
Artık biraz sarhoş olmuştum. “Bir yıl Genie, Eriyen Kekleri
buldu. Bilirsin unsuz çikolata gibi, ortadan eriyen türden?
Harika neon renkleri vardı ve tatlarını yoğun yapmıştım; kan
portakalı, yaban mersini, limon, amber çiçeği ve karamel.
Ama bizi gerçekten ünlü yapan düğün pastalarımızdı. Hepsi
farklıydı ve piyasada satılan hiçbir şeye benzemiyorlardı.”
“Ama artık fırınınız yok. Ne oldu? Sattınız mı? Yoksa
birilerini zehirleyip eyaletten kaçmak zorunda mı kaldınız?"
“Kek Kardeşleri başlattığımızda gerçekten çok küçüktük.
Ve sonra...” Omuz silktim. “Büyüdük.”
“Maggie’ye anlatmalısın. İddiaya varım rahatlar.”
“Hayır!” Ağzımdan istediğimden daha yüksek çıkmıştı.
“Kimseye anlatamazsın. Söz ver bana.”
R u th Reichl

Diana bana garip biçimde baktı. Merak ediyor olma­


lıydı... Belki de bizi Google’da aratırdı. Bu çok mu kötü
olurdu?
“Tamam, Zencefilli Kek Kızı.” İşaretparmağını kalbinin
üzerinde tuttu. “Sırrın bende güvende.” O anda Tom bir
tabak kızarmış ananasla geldi ve çok fazla rom kullanıp
kullanmadığım sordu.
Geç vakte kadar kaldık ve sonsuz sayıda şarap içtik.
Dergideki insanlar ve Diana’nın erkek arkadaşı hakkında
konuştuk. Okulu bıraktığım için üzgün olup olmadığımı
sordu. Bunun yanıtı kolaydı.
“Her zaman yazmayı sevdim ve bunu yapmam gerekti­
ğini fark ettim. İşi yerinde öğrenmek. Şimdi tüm yapmam
gereken Jake’i bana bir görev vermesi için nasıl ikna edece­
ğimi bulmak.”
Diana elini salladı. “Endişeye gerek yok; deneme süresini
bitirdikten sonra, sen çığlık atana kadar işleri önüne yığacak.
Asistanlarının kitap için yazması hoşuna gider.”
“Bunu duymuştum; işe bu yüzden girdim. Sonra sonun­
cunun -Sarah mıydı?- tek bir satır yazmadığını gördüm ve
bunun doğru olmadığından endişelenmeye başladım.”
“Sarah tam bir hüsrandı; hiçbirimiz onu çok sevmezdik.
Özellikle Jake. Ama sen farklısın. Sal haklıydı: Sen bizden
birisin.”
“Sağol.” Bir bardak şarap daha aldım ve uzun zamandır
hissetmediğim kadar umutlu hissettim.
“Seni daha sık sarhoş etmeliyim,” dedi kapıdan çıkarken.
"Bu çok eğlenceliydi. Yakında yine yapalım.”
O akşam eve sonunda New York’ta bir arkadaş edinmişim
gibi gittim. En azından bir başlangıç yapmıştım.
Tatlı H ayat 69

Ama sabah kendimi berbat hissettim. Başım çatlıyordu ve


ağzım kuruydu, hâlâ akşam giydiğim kıyafetleri giyiyordum.
Gün önümde bomboş uzanıyordu.
Kapıdan çıktım ve merdivenlerden indim. Hava griydi
ve sokaklar herkesin evinde sevdikleri insanlarla birlikte
olduğunu düşünmenize neden olan pazar sabahı sessizliğiyle
doluydu. Evinde Ned’le birlikte olan Diana’yı düşündüm.
Babam ve Melba Teyze’nin neler yaptığını, bir arada olup
olmadıklarını merak ettim. Bir gazeteciyi geçerken manşet­
lere göz attım. Gazeteler hâlâ o hafta başında kurtarılan
Şilili madencilerin hikâyesini, yeraltında altmış dokuz
günün ardından aileleriyle bir araya gelişlerine dair güzel
hikâyeleri anlatıyordu. Bir şekilde bu daha da yalnız hisset­
meme neden oldu. Prince Sokağı’ndaki kitapçıya gittim
ama sıkıldım ve boş ellerle çıktım. Yürümeye devam ettim
ve kendimi Fontanari’nin önünde bulunca şaşırdım. Ayak­
larım başından beri nereye gittiklerini biliyordu ama beynim
daha yeni öğrenmişti.
İçeri girmeye çalıştım ama öğle zamanı olmasına rağmen
küçük dükkân o kadar kalabalıktı ki kapı açılmıyordu bile.
Oradan bile salamın sert, burnu karıncalandıran kokusunu,
peynirin zengin südü parfümünü koklayabiliyordum ve
öylesine baştan çıkarıcıydı ki kapıyı sertçe itip içeri girdim.
Şimdi burnuma gelen başka bir koku daha vardı ve kafamı
kaldırdığımda kirişlerden sarkan parlak kırmızı biber dizile­
rini gördüm.
Bir kokteyl partisi gibi gürültülü ve samimiydi, herkes
derin bir sohbete dalmıştı. Ayak parmaklarımın ucunda
kalkıp kafaların üzerinden mağazanın önündeki tezgâhı
görmeye çalıştım, o anda Sal hizmet verdiği tezgâhtan kafa­
70 R u th Reichl

sını kaldırdı. Yüzü rahatlayarak keyifli bir sırıtmaya dönüştü.


Bıçağını koyarak kalabalığın içinde yolunu açtı.
“Millet.” Sesi çok mutluydu. “Şansımız var. Yardım
geldi.” Beni kalabalığın içinden geçirdi ve tezgâhın arkasına
çekti.
Kardeşi Theresa sanki beni bekliyormuş gibi başıyla
hafifçe selam verdi.
“Ama ne yapacağım?” Tam anlamıyla şaşkındım.
“Önce...” sanki soru aptalcaymış gibi davranıyordu, “...
mutfağın arkasına gideceksin ve ellerini yıkayacaksın.” Düz,
beyaz bir önlük verdi. “Sonra bunu giy. Sıradaki müşteriye
ne istediğini sor. Ve ona istediğini ver.”
“Ama ben salam dilimlemeyi veya peynir kesmeyi
bilmem!”
Elimi tuttu. “Atom mühendisliği değil. Sadece benim
yaptığımı yap; iyi olacaksın. Rosie.” Beni kırklı yaşlarında
gümüş çizgili siyah saçları olan güzel bir kadının mozzarella
yaptığı arkaya çekti. “Bu sana bahsettiğim LezizI’dekl kız
Billie, karım Rosalie.”
Rosalie iri göğüsleri, rahat kalçaları ve ince beli olan ufak
tefek bir kadındı. Düz saçları ensesinde topuz yapılmıştı
ve kusursuz beyazlıkta bir önlük giyiyordu. Gördüğüm en
temiz insandı.
“Seninle tanıştığıma çok memnun oldum.” Ellerimi
yıkadığım lavaboya gelmişti. “Sal birlikte geçirdiğiniz gün
hakkında konuşup duruyor.” Sesini fısıltıya çevirerek devam
etti. “Sana söylediğimi ona anlatma ama geri gelmeseydin
büyük hayal kırıklığı yaşardı. Şu önlüğe bir bakayım.”
Utanarak kırışmış kıyafetlerime baktım ama o, fark bile
etmedi. Önlüğü aşağı çekip düzeltti ve o kadar rahat bir
Tatlı Hayat 71

şekilde yeniden bağladı ki düzgün, derli toplu hissettim. “Bu


daha iyi.” Memnuniyetle dişlerini tıkırdattı. “Adın gerçekten
Billie mi?”
“Gerçek adım Wilhelmina.”
Gözleri parladı. “Çok daha iyi. Bir kraliçe adı. Sana böyle
sesleneceğiz. Sal sana iş teklif ettiğini söyledi. Umarım evet
dersin. Ve Bay Pickwick’i tanıdığım kadarıyla para işine
yarayabilir.” Elimi koluna taktı ve tezgâha kadar bana eşlik
etti, sıranın başındaki gri kısa saçlı tıknaz kadını işaret etti.
“Jane...” beni biraz itti, “... bu Wilhelmina’nm ilk günü,
0 yüzden kibar ol.” Garip bir fısıltıyla ekledi. “Jane, Sal’in
hayatının aşkıydı.”
Jane’in gözleri eğlenceyle dans etti. “Bu büyük aşkın
birinci sınıfa ulaşmadan bittiğini bilmelisin.” Beni baştan
aşağı süzdü. “Sal çalışmasına izin mi veriyor?”
“Damak tadına güveniyor.” Rosalie bunu sanki başka bir
açıklamaya hiçbir şekilde gerek yokmuş gibi kesin biçimde
söylemişti.
“O zaman etkilendim.” Jane beni hafifçe selamladı ve
Rosalie’nin kibarlıktan fazlasını yaptığını fark ettim: Sal
gerçekten burada çalışmamı istiyordu.
Rosalie koluma hafifçe vurdu. “Jane zor beğenen bir
müşteridir ama bunun sorun olmasına izin verme. Tercihini
yapmadan önce her bir mozzarella topunu göstermeni iste­
yecek...”
“İstemeyeceğim!”
“Ve prosciuttosunu1 keserken bir kartal gibi seni izle­
yecek,” diye devam etti Rosalie. “O kadar çok peynirin
tadına bakacak ki öğle yemeği yemesine gerek kalmayacak. ’
1 Jambon, (ç.n.)
R u th Reichl

Jane buna hafifçe gücendi. “Ama...” Rosalie koluma bir kere


daha hafifçe vurdu, “... acele etme, iyi olacaksın.”
Bu Fontanari mantrası gibiydi; gün ilerledikçe ve müşteri
yığını daha da arttıkça Sal daha da aceleci değildi. Müşteri­
lerin arasında, bembeyaz saçlı, cildi altındaki mavi damarları
görebileceğiniz kadar şeffaf, küçük, ince bir adam gördü­
ğünde bağırdı. “Gennaro!” Sal tezgâhın arkasından aceleyle
çıkıp adamı iki yanağından öptü. “Annen nasıl? Daha iyi
mi?” Mortadella1 dilimleyen kardeşine işaret etti. “Theresa
bu adamın açlıktan öldüğünü görmüyor musun? Üzerimize
bayılmadan önce ona yiyecek bir şeyler ver.”
Pecorino parçaları dağıtarak, ailelerinin hatırını sorarak
ve hikâyeler anlatarak müşterilerinin arasında gezindi. Sessiz
kalmanın bir değer olduğu bu yer benim için harikaydı.
Ama Sal’in arada bir kapıya beklentiyle baktığını ve hafif
hayal kırıklığı yaşadığını fark ettim. Kimi beklediğini merak
ettim.
Saat iki gibi sakallı bir adam kapıdan girdi ve sorumun
yanıtını buldum. Sal’in yüzündeki tüm çizgiler yukarı kalktı
ve beklenti ifadesi saf zevk ifadesine dönüştü. İfadesini
kontrol altında tutmak için mücadele etti, adamı gördüğü
için çok mutluydu ama bunu göstermek konusunda istek­
sizdi. Tezgâhın karşısını işaret etti.
“Ona Bay Şikâyetçi,” diyoruz dedi alçak bir sesle. “Adam
her pazar geliyor. Asla şikâyet etmekten vazgeçmez. Ona
göre hiçbir şeyi doğru yapmıyoruz. Ama yine de gelmeye
devam ediyor.”
Bay Şikâyetçi uzun ve iri yapılıydı, muhtemelen otuzlu
yaşlarının başındaydı, eğlenceli olduğunu yansıtan canlı
1 Sucuk, (ç.n.)
Tatlı Hayat 73

kahverengi gözleri, kalın, kıvırcık kahverengi saçları ve


karışık sakalları vardı. Hafif solmuş kot ve kırık saten
gömlekle oldukça yakışıklıydı. Dükkândaki tüm gözler
onun üzerindeydi ve o bundan rahatsız olmuş gibi değildi.
“Sen kimsin?” dedi bana.
“Wilhelmina’yla tanış,” dedi Sal.
“Sakın sonunda yardım için birilerini tuttuğunu
söyleme!”
“Duaların kabul oldu.”
“Hayır, hayır, hayır.” Bay Şikâyetçi bir acı parodisiyle
kafasını salladı. “Dualarımın kabul olması için küçük bir
kadından çok daha fazlası gerek.” Diğer müşterilere seslenmek
için döndü. “Burayı işletme biçimi neredeyse Amerikan dışı.
Şehirdeki en iyi peynir ama saatlerce beklemen gerek. Peki,
Sal Fontanari ne yapıyor?” Beni işaret etti. “Bu açıkça neye
bulaştığından haberi olmayan zavallı ruhu işe alıyor.” Gözle­
rimin içine bakarak ekledi. “Sözümü dinle ve kaç. Koşabil­
diğin kadar hızlı koş. Çok geç olmadan git!”
Zekice bir yanıt vermek için çabaladım ama Sal zaten
konuşuyordu. “Sen,” dedi heyecanla, “senin ruhun yok.
Sana kalsa Fontanari fabrikaya dönerdi.”
Adam yılmıyordu. “Burayı daha verimli yapsan ölür
müsün?”
“Sana hep söylediğim gibi, dostum, bir sürü başka yer
sana seve seve peynirini satar.”
Bay Şikâyetçi yine bana döndü, en azından biraz daha
Genie’ye benzemek istediğim o anlardan birini yaşadım.
Ama işe yarayıp yaramayacağından emin değildim; ben
devam eden bu dramada bir figürandım, Bay Şikâyetçi
kendini rolüne kaptırmıştı. “Görebildiğin gibi bu adam
74 R uth Reichl

umutsuz. Ama...” komik ve dramatik bir biçimde omuz


silkti, "... sen yeni bir başlangıçsın. Kim bilir? Belki onunla
bir şeyler yapabilirsin.”
Dükkândaki herkes durmuş gösteriyi izliyordu ve açıkça
bu, her iki adama da zevk veriyordu. Her yıl her hafta bu
tanıdık ritüeli canlandırırken onları hayal ettim. Bu her
haftasonu oluyor muydu? Sal salama uzandı ve başını eğip
her zamankinden isteyip istemediğini sordu. Bay Şikâyetçi
neredeyse anlaşılmaz biçimde başıyla onayladı ve Sal kesmeye
başlayınca adamın ağzı hafif bir memnuniyette aralandı.
Sonra Sal bir mozzarella topu aldı ve adam kafasını
şiddetle salladı. Sal gülümsedi ve elini başka bir kâseye
daldırıp farklı bir top aldı. Adam onayladı.
“Yaz Parmigianosunu yeni açtım.” Bay Şikâyetçi elini
uzattı ve hepimiz altın rengi parçayı ağzına koymasını
izledik. Sadece bir defa onayladı ve Sal ona büyük bir dilim
kesti.
Sözcüklerin önemli olup olmadığını düşünsem bile
konuşmayı kesmemişlerdi. Bu belli ki eski bir rutin, bir
ritüeldi. “Elbette,” diyordu Sal. “Daha hızlı çalışabiliriz,
daha çok para kazanabiliriz. Ama o zaman bu sohbet için
zamanımız olur mu? Olmaz. Çalışmadığın zamanlarda zevk
almak için para yığmanın anlamı ne? İşimden zevk almayı
tercih ederim.”
Bay Şikâyetçi kahkaha attı. “Ah, Sal, beni hiçbir zaman
hayal kırıklığına uğratmıyorsun.”
“Dostum,” diye yanıtladı Sal. “Umarım hiç uğratmam.”
Adam paketini aldı ve tereddüt etti, gözleriyle raflarda
satın alacak bir şeyler arayarak ayrılma zamanını ertelemeye
çalıştı. Görünüşe göre bir şey bulamadı çünkü yenilmiş gibi
Tatlı Hayat 75

hafifçe omuz silkti ve kapıya yöneldi. İnsanlar geçmesi ve


kapıdan çıkması için ona yol verdi.
“Sıradaki!” dedi Sal. Ufak bir peynir tekeri aldı ve uzattı.
“Stelvio! Daha yeni geldi. Az bulunur. Sadece yazın, inekler
yaz otlaması için dağlara çıktığında yapıyorlar. Al bir tadına
bak; yağlı ama keskin. Gördün mü?” Sesi hiç durmadı,
yorucu gün boyunca bize destek olan sakinleştirici bir
kurdele gibiydi. Altı gibi kalabalık azalmaya başladı, yedide
son müşteri kapıdan çıkıyordu. Sal bir tabureye oturdu ve
alnını sildi.
“Cumartesileri daha kalabalıktır,” dedi. “Önümüzdeki
hafta gelecek misin?”
“Bilmiyorum.” Son Stelvio parçasını alıp ağzıma attım.
“İkinci bir işte çalışabilir miyim emin değilim. Jake bundan
hoşlanmayabilir. Buna izin var mı bilmiyorum.”
“İzin mi?” Sesi öfkeyle yükseldi. “İzin mi? Burası Amerika.
Soru şu: İyi zaman geçirdin mi?”
Vücudumdaki her kas ağrıyordu ve ellerim yanıyordu.
Ama Sal bana gerçek balzamik sirkenin sırrını göstermiş,
sirkenin sırasıyla geçtiği yıllanmış meşeden, kiraz, kestane,
dut ve son olarak ardıcın sert tatlarını ayırt edebilene kadar
yeniden ve yeniden tadına bakmamı sağlamıştı. Theresa
ahşap üzerinde kavrulan kahve çekirdeklerinden espresso lar
vermişti. Ve günün sonunda, tam kapatırken Rosalie bir
kavun dilimleyip parlak turuncu bir dilim uzattı. “Wilhel-
mina,” diye buyurdu. “Tadına bak!” Bir ısırık aldım ve
ağzımdaki kantalup tadının uğultusuyla şaşkına döndüm.
“Evet,” dedim. Buraya aitmişim gibi hissetmemi sağla­
mışlardı. “Evet, iyi bir gündü.”
“O zaman gelecek cumartesi görüşürüz.”
Fırsatları Değerlendirmek

Artık merdivenler yapraklarla kaplıydı ama sonbaharda


Timbers Konağı’ndaki ışık yaz sıcağında göründüğünden
bile daha güzel görünüyordu. Pazartesileri seviyordum,
uykulu bir haftasonundan sonra eski evin bizi karşılamasını
seviyordum. Lobiye girerken yaşlanmış ahşap ve mobilya
cilasının kokusunu içime çekmek için durdum.
Ama üst kata çıktığımda iriyarı bir adamın Jake’in
yıpranmış deri kanepesine uzandığını ve turuncu çorapla­
rının kolçaklardan taştığını görünce rahatsız oldum. O kadar
eski bir tüvit kumaş giymişti ki artık bir parçası gibi görü­
nüyorlardı. Jake daha gelmemişti, tedbirli biçimde adama
bakıp güvenliği nasıl geçtiğini merak ettim.
Orada kolları başının altında uzanıp beni inceledi. Ceke­
tini işaret etti.
Tatlı Hayat 77

“Eşsiz, değil mi? Çok uzun zamandır tüvit giyerim. Her


Londra’ya gittiğimde Savile Row’un terzilerine giderim.
Sevdiğin bir şeye denk geldiğinde ona yapış. Bu benim
mottom.” Ayağa kalktı ve isteksiz biçimde esneyip elini
uzattı. “Yeni Sarah sanırım?” Kolonyasını sevdim, baharat­
lıydı. “Gel yerleşmeme yardım et.”
“Aha, hayır, yapma.” Jake gelmişti. “Sammy her zaman
insanları inine çeker, orada saatlerce kaybolup onun istedik­
lerini yaparlar. Tavşan deliğinden düşmek gibidir. Kendini
koru, yoksa çok geç olur.” Sherman zıplayarak geldi ve
zevkle adamın yüzünü yaladı. Aptal gibi hissettim.
“Sen Sammy’sin!” Nasıl bilemedim.
“Hizmetinizdeyim.” Sammy komik biçimde hafifçe
reverans yaptı. Eski zamanların profesörlerine benziyordu,
cömert bir yüzü, sarımsı kızıl saçları ve kemik çerçeveli
gözlüklerinin böldüğü aşırı büyük yüz hatları vardı. Kaç
yaşında olduğunu tahmin etmek imkânsızdı ama Jake’ten
daha yaşlıydı. Sanırım altmış yaşındaydı.
Belki.
“Geçici olarak kaldığım Fas’tan yeni geldim. Çok gizemli
ve görkemli bir yer. Hiç gittin mi?”
Kafamı salladım.
“Ne kadar talihsiz bir durum. Bir makineye girip zamanı
geri sarmak gibi.” Sammy eğildi ve ayaklarının dibindeki
yıpranmış şal desenli kumaş çantayı karıştırmaya başladı.
Muzaffer bir edayla doğruldu, elindeki büyük sosis
sarmalını neşeyle Jake’in boynuna doladı. “Minnettarlı­
ğımın küçük bir göstergesi,” dedi.
“Bu merguezi gümrükten nasıl geçirdin?” Jake biraz
irkildi. “Köpekler kokusunu almadı mı?”
R uth Reichl

“Moi? ” diye sordu Sammy, Sherman elini koklarken.


“Şunu bilmeni isterim, o köpekler en iyi dostlarım. Bir gün
benimle yolculuk yapmalısın; birkaç değerli sırrımı açıkla­
yabilirim.” Kocaman gülümsemesiyle bana baktı. “Yerleş­
meme yardım eder misin? Seni temin ederim buna pişman
olmayacaksın.”
“Yağcı!” dedi Jake ben koridorda Sammy’yi takip ederken
Sherman’ı tutarak.
“Jake sana değer veriyor,” dedi ofisine doğru giderken.
“Sal Testi’ndeki başarını anlatan bir e-posta gönderdi bana.
En yüksek notla. Gelecek vaat eden genç bir kadın oldu­
ğunu düşünüyor.”
“Gerçekten mi?” Böyle düşündüğüne dair bana en küçük
bir ipucu bile vermemişti, küçük bir zevk oku içimde dolaştı.
“Gerçekten. Benden seni izlememi istedi, görebildiğim
kadarıyla hızlı arkadaş olacağız.” Sammy elimi eline aldı ve
beni darmadağın ofisine çekti. Bir dokunuşta devrilecekmiş
gibi tehditkâr biçimde yükselen yığına baktım. Antik bir
kalitesi olan kalın, üfleme camdan gelen güneş ışıkları da
uzak bir geçmişten geliyor gibiydiler. Sammy’nin Fas tarifini
hatırladım.
Sammy sanki uzun zamandır görmediği akrabalarıymış
gibi sevgiyle eşyalarına dokundu. “Bu ofisin bir zamanlar
James Beard’ın mülkü olduğunu biliyor musun?”
“Sürekli arayan çılgın biri bir zamanlar burada çalıştı­
ğından bahsetmişti ama doğru olduğundan emin değildim.”
“Öyle. Ünlü kariyerinin başlangıcındaydı. Amerikan
mutfağının babası olarak tanınmadan çok önce.” Sammy
üzerinde büyük metal bir tekerleği olan antik metal bir
nesneyi okşamak için durdu. “Bu gerçek bir ördek presiyle
Tatlı Hayat 79

ilk karşılaşman mı? Fransız Turizm Bürosu 2003 te yayım­


ladığım Paris sayısına teşekkür olarak gönderdi.” Parmak­
ları zengin biçimde mücevherle süslenmiş bir kılıcın
kabzasını keşfetmek için üzerinde gezindi. “Bu Caypur
Mihracesi’nden.” Sammy hoş kulakları olan bir file binmiş
türbanlı küçük bir adamın olduğu fotoğrafı gösterdi. “Son
derece küçük bir hikâye için müsrif bir teşekkür. Mücev­
herler ne yazık ki sahte.” Kendisinin Nil Nehri’nde rafting
yaptığı bir başka fotoğrafa dokundu.
“Bunlar nedir?” Dikkatim duvardan taşan kar beyazı
çiçeklere çekilmişti. “Saksıları yok mu?”
“Onlar havada yaşar.” Sanki küçük kuşlarmış gibi orki­
delerini okşadı. “Nefis, değil mi?” Bir şişe aldı ve hafifçe su
püskürtmeye başladı. “Toprağa ihtiyaç duymazlar ama hafif
nemi severler. Richard benim yokluğumda onlara göz kulak
olur.”
Sammy uzun zamandır görmediğim amcamı yeniden
bulmuşum gibi hissetmeme neden oldu, sanki aramızda her
zaman bir bağ vardı. Beni süslü oymaları olan bir sandalyeye
oturttu (“Bunu Venedik’te keşfettim”) ve bana bez çantasını
verdi. “Her şeyi çıkar,” dedi. “Sonra nereye koyacağımıza
karar vereceğiz. Ama önce bir bardak çay içmeliyiz.”
Bir ısıtıcıyı açtı ve güzel bakır bir demlikte Darjeeling
demledi; bu arada ben de bez çantayı taradım, kuru incirleri,
soluk sarı kabuklu iri fıstık ve küçük bitter çikolata çıkardım.
“Her yolculuktan yeni yiyecek üçlüsüyle dönmeyi bir
kural haline getirdim.” Kırılgan bir porselen fincanı bana
uzattı. “Bunu ilk görevimde öğrendim. Şeker?” Kendi finca­
nını alarak büyük deri bir berjer koltuğa yerleşti. “Ne yolcu­
luktu ama!” Bir yudum aldı, boğazını temizledi ve ağzını
Ruth Reichl

açtı. Ama görünüşe göre fikrini değiştirdi. “Belki daha


sonra...”
Bez çantasından çıkardığım en küçük torbaya uzandı.
“Elini uzat.” Avuçlarımı birleştirdim, içlerini turuncu
çiçeklerle doldurdu. Kelebek kadar hassas çiçekler elimi
gıdıkladı ve tatlı hafif asidik bir parfüm odayı doldurdu.
“Bunun ne olduğunu biliyor musun?”
Bilmiyordum.
Çiçeklerden birini burnuna tuttu ve minnettar biçimde
kokladı. “Bu osmanthus. Güney Çin’de yetişir, orada tatlı, ekşi
soslar ve çok nefis çay demlemek için kullanılır. Amerika’da
yetiştirmek imkânsızdır, Maggie’nin ne olduğunu bilemeye­
ceğini umuyorum, bu, sinirlerini bozacak.” Bunu bir soru,
bir meydan okuma olarak ortaya attı ve yüzümü inceledi.
“Ah.” Memnuniyetle onayladı. “Hayatını berbat ettiğinden
emindim.”
“Nasıl bildin?”
“Jake ve Maggie hakkında bilgilendirildin mi?” İfadesini
ve ses tonunu okumak zordu.
“Bir zamanlar birlikte restoranları olduğunu biliyorum.
Maja, değil mi?” diye duraksayarak konuştum.
“Evet, karanlık çağlarda, sen daha doğmadan önce. Çok
garip bir çifttiler. Jake hemen hemen bugün olduğu gibiydi;
her şeyin her zaman çok kolay geldiği sakin ve yakışıklı
bir adam. Ama Maggie’yi tanıyamazdın. Siyah saçlarından
vahşi bir yelesi olan harika bir yaratıktı. Çok kısa etekler
giyer, abartılı makyaj yapardı ve dövmesi olan tanıdığım ilk
kadındı.”
“Maggie’nin dövmesi mi var?” Daha önce hayal ettiğim
beatnik kızını zihnimden siliyordum.
Tatlı Hayat 81

“Üç. Biri kolunun üst tarafında. Küçük biri hemen


ayak bileğinde. Ve omzunda çok sanatsal bir kelebek. Bu
ocağın arkasında didinen herkesin dövmenin zorunlu oldu­
ğunu düşünmesinden çok önceydi. Ama o Maggie’ydi;
iştah kabartan, kışkırtıcı, hatta zalim.” Devam etmeden
önce Maggie’ye dair görüşlerimi yeniden düzenlememi
izledi. “Maja, Amerikan mutfağında belirleyici bir andı.
Yerel ürünlerde ısrar edenler arasında ilktiler. Jake’in Sal’le
arkadaşlığı o zamanlara dayanır. Maja nin imza niteliğin­
deki yemeği Fontanari’nin taze ricottasına dayanan kabak
çiçeği dolmasıydı. Jake’in Fontanari’nin şu anki ününde en
azından kısmen rolü olduğuna inanıyorum.”
“Bu birçok şeyi açıklıyor; nasıl arkadaş olduklarını merak
etmiştim. Peki restorana ne oldu?”
Sammy bir yudum çay içti. “Başarı.” Sesi bunun gayet net
olduğunu ima ediyordu. “Jake ilk yemek kitabını yazdı ve şu
berbat televizyon programlarından birine bulaştı. Seyahat
etmeye başladı ve genç kadınlar sanki bir rock yıldızı gibi
peşine takıldılar. Bu arada Maggie restoranı yönetmek için
geride kalmıştı. Bir başka kadınla fotoğrafını gördü... gerisi
daha çok klişe; daha sonra neler olduğunu hayal etmekte
çok zorlanayacağım sanmıyorum? Maggie, Lezizle çalış­
maya geldi ve bir daha karşılaşıncaya kadar yıllar geçti.”
“Editör olarak mı geldi?”
“Aynen. Maggie seksenlerin ortalarında buraya geldi ve
Jake görünene kadar bir on iki yıl daha geçti. O zaman bile
Maggie o kadar sinirliydi ki tam iki sene boyunca katı sessiz­
liğini korudu.”
“Tanrım.”
“Maggie’miz intikamı çok soğuk servis ediyor.”
82 R u th Reichl

Ama elbette bunu aşmıştır.”


Sam m y nin gülüşü acıklıydı. “Bu onun uyum sağlama
yeteneğine bağlı.”
“Evet, düşmanlığını Jake’in asistanlarına yöneltiyor.
Onun için çok uygun.”
Sammy geçti geçti ifadesiyle dizime vurdu. “Tavsiye
istersen biraz yardım önerebilirim. Zevkli Diana bana bir
yemekteki neredeyse tüm malzemelerin tadını alabildiğin
bilgisini verdi. Bu doğru mu?”
“Denerim.”
“Ama yine de mutfak işine bulaşmak istemiyorsun.”
“Doğru. Yemek yapmam.” Bunun gittiği yerden hoşlana­
cağımdan emin değildim.
“Hiç öğrenmedin mi?”
“Yemek yapabilirim. Sadece yapmıyorum.”
“Senin açından önemli bir yanlış hareket.” Ses tonu
nötrdü. “Bir nedenin olmalı.”
“Konuşmak istemiyorum.”
Sammy kaşlarını kaldırdı. “Ne güzel. Gizemi severim.”
Ayağa kalktı. “Şimdi gitsen iyi olur. Jake iyidir ama sandı­
ğının yarısı kadar bile iyi değildir. Geri dönüşümün ilk
gününde onu kızdırmak istemem.”
“Zaten gitmeliyim.” Ben de ayağa kalktım. “Jake beni
suşi için dışarı götürüyor ve öğle yemeğinden önce yapmam
gereken çok şey var.”
Sammy’nin kaşları kalktı. “Ah, geleneksel ikinci ay işareti.
Hazırlıklı ol.”
“Ne için?”
Sammy gizemli biçimde gülümsedi. “Göreceksin.”
Kapıyı açtı.
Jake’in en sevdiği restoran 8. Sokakta yemek salonundan çok
bir spa gibi görünen kendi halinde sakin bir yerdi. Personel
onu yerlere kadar eğilerek karşıladı, montlarımızı almak ve
herkesin Jake Nevvberry’nin mekânı onurlandırmaya geldi­
ğini görmesi için bizi oturacağımız ön masaya götürmek
üzere bir acele başladı.
Yaşlı ve güzel bir kadın buharı tüten havlularla sade
seramik fincanlarda yeşil çay getirdi. “Sumiko senin elle-
rindeyiz,” dedi Jake ona, yemek çubuklarını açıp düz siyah
taşa yerleştirirken. Sonra bana baktı. “Sal bana Fontanari’de
çalıştığını söyledi.”
“Ah, sadece haftasonları.” Kalbimin hızlandığını hissede­
biliyordum; bu kovulma nedeni olur muydu? Ama bu aptal-
caydı; neden işin iyi gitmediğini söylemek için beni iyi bir
restorana götürsün ki? “Sana sormalı mıydım?”
“Boş günlerinde ne yaptığın...” Jake kayıtsız görünü­
yordu, “... tamamen senin bileceğin bir şey. Uyanık tüm
saatlerini çalışarak geçirmek istiyorsan bu senin yeteneğin.
Ama Sal neden sana Willie diyor merak ediyorum.”
“Rosalie kızlar için erkek isimlerini onaylamıyor. Bana
gerçek adımla sesleniyor Wilhelmina; Sal kısalttı.”
Garson ikimizin de önüne küçük cam kâseler koydu.
Dantel gibi küçük yeşil yapraklar şeffaf sıvıdan görülebili­
yordu; bana baharın ilk günlerinde, karlar eridikten hemen
sonraki orman kaynak sularını hatırlattı. Bir yaprak aldım,
ağzıma koyunca bir anlık serin, saf tazeliği yaşadım.
“Nedir bu?” diye sordum Jake e büyülenerek.
“Mozuku, Okinawa’dan gelen özel bir deniz yosunu türü.
R u th Reichl

“ Kaygan ama ağzımdaki hissini sevdim.”


“Seni işe almamın doğru olduğunu biliyordum!”
İlk endişelerim mozuku nun ilk birkaç tadıyla kayıp gitti,
az sonra ona Bayan Cloverly’le neredeyse günlük hale gelen
konuşmalarımı anlatıyordum. “Uydurduğu saçma sapan
tarifleri yazıyorum.” Yumuşak su yosunundan bir kaşık daha
aldım. “İnanılmaz komikler.”
Sumiko on mükemmel suşi parçasının sanatsal biçimde
düzenlendiği levha şeklinde bir tabakla geri döndü. Jake’in
nori sarılmış balık parçasını almasını, soya sosuna batırma­
sını ve yutmasını izledim, istediği zaman suşi yiyebileceği
için ne kadar şanslı olduğunu düşündüm.
“Biliyorsun, Sal Fontanari senden çok hoşlanıyor.”
Konunun değişimi o kadar aniydi ki beni rahatsız etti. “Sal
Testi’ne girdikten sonra aradı ve ikinizin aynı şekilde düşün­
düğünü söyledi. Ailesi dışında orada çalışmasına izin verdiği
ilk insan olduğunu biliyor muydun?”
“Gerçekten mi?” Jane’in beni tezgâhın arkasında gördü­
ğünde şaşırmasına şaşmamak gerek.
Jake onayladı. “Gerçekten. Ve bu bana bir fikir veriyor.”
Bir parça ton balığı suşi yedi, wasabi hin etkisiyle titredi­
ğini gördüm. “Her zaman Sal’le ilgili bir hikâye yayımlamak
istedim ama reklam hakkında ne düşündüğünü biliyorsun.
Ne zaman bu konuyu açsam bana ünün gelgeçliği üzerine
nutuk çekiyor. Sonra konuyu değiştiriyor. Ama iddiaya
varım sen fikrini değiştirebilirsin. Ona Fontanari hakkında
yazmak istediğini söyle.”
“Çok isterim!”
Jake bana parmağını salladı. “Elbette istersin. Yoksa
neden burada olasın? Asistanım olmanın anlamı bu zaten.”
Tatlı H ayat 85

“Ve Sal mükemmel bir konu.”


“Daha iyisi yok,” diye katıldı, ortak komplocularmışız
gibi göz kırparak.
Bu beni durdurdu. Sonunda yazı yazmam istendiği için
o kadar heyecanlıydım ki ana meseleyi gözden kaçırdım.
Kendi tabağıma baktım ve konuşmayı geriye sarıp Sal’i
düşündüm. Bunu yapamayacağımı, hatta soramayacağımı
biliyordum.
Doğrudan Jake’e baktım; bundan hoşlanmayacaktı.
“Sal’den prensiplerine karşı çıkmasını isteyemem.” Bunu
söylemekten nefret ettim. Çok ciddiydim.
Jake bir parça ton balığı aldı. “Hırslı olduğunu sanmıştım.
Çok fazla şey istediğimi sanmıyorum.” Balığı uzmanca soya
sosu içinde döndürdü, hafifçe batırdı ve ağzına koydu. “İlk
defa bir asistanım beni geri çeviriyor.”
“Üzgünüm.” Beni duymak için öne eğilmesi gerekti.
“Yapamam.”
“Peki, o zaman başka bir hikâye bul.” Jake soğuktu, onu
yüzüstü bırakmıştım.
“Ama ne hakkında yazmalıyım?”
Jake garson arayarak odayı taradı ve hesabı istemek için
imza hareketini yaptı. “Bu tamamen sana kalmış. Ama sen
kitap için bir şeyler yazmadan iş resmi olmayacak. Ve sen
harika bir hikâyeye sırtını dönüyorsun. Yarısı kadar iyi bir
şey bile bulamayacaksın.”
Şükran G ünü

Sevgili Genie,
Şükran Günü. Kış geliyor. Kar yağdı bile. Soğuktan
nefret ediyorum. Kısa günlerden nefret ediyorum. Jake'in
beni içine düşürdüğü durumdan nefret ediyorum.
Sen hikâyeyi yazardın, değil mi? Sal'i evet demeye
ikna ederdin. Ama ben sen değilim. Sal asla kabul etme­
yecek. Ve etse bile, ona hakkını nasıl veririm?
Hâlâ kendimi insanları izlerken buluyorum, eve gelir
de bir şeyler yazarım diye küçük parçaları saklıyorum.
Dün Bay Şikâyetçinin sıraya girip çıkmasını, S a İin
ona hizmet etmesini umarak ihtimalleri hesaplamasını
izledim. Tüm düzenli müşteriler bunu yapıyor. Sanki eve
varınca peynirin içine sarılmış iyimser bir ruh bulacak­
larını düşünüyor gibiler. Hiçbir şeyi kaçırmayan Rosalie
Tatlı Hayat 87

beni ona bakarken yakaladı ve yanlış anladı. Eğildi ve


fısıldadı. "Bekâr olduğundan oldukça eminim."
Şu anda bunu düşünemiyorum bile. Ama itiraf
edeyim Sal ve Rosalie'nin yanında olmak yalnız hisset­
meme neden oluyor; çok sağlam bir çiftler ve birbirlerini
gerçekten seviyorlar. Onlara bakıyorum ve bir partne­
rimin olmasının ne kadar güzel olacağını düşünüyorum.
Ve Bay Şikâyetçi'den hoşlanıyorum: enerjisi, gözlerin­
deki mizah, hayattan zevk alıyormuş gibi görünmesi. Ve
tanıştığım en gerçek insan. Her zaman adamın düşme­
sinden korkuyormuş gibi Gennaro'nun koluna giriyor.
(Gennaro o kadar kırılgan ki hepimiz onun için endi­
şeleniyoruz.) Dükkânda küçük bir çocuk varsa uzanıp
kalabalığın üzerinden görebilmesi için onu omuzlarına
kaldırıyor. Yaşlı değil ama kendi halinde rahat davra­
nacak kadar uzun yaşamış gibi görünüyor. Bunu sevdim.
Yine de Sal'e o kadar düşkün ki beni görmüyor bile.
Ertesi gün onun numarası geldiğinde müşteriye bakma
sırası bendeydi. Dürüst bir yüzü var, Sah beklemek iste­
diğini söylerse alınır mıyım diye merak ederek kendi­
siyle mücadele edişini görebiliyordum. Sonunda büyük
tatlı gülümsemesiyle mozzarella istedi.
"Bizimki mi, ithal mi?" Bu bizim yaptığımız bir şaka.
Her zaman İtalyan mozzarellası alır ama ben Rosa-
lie'ninkini denemesi için ısrar ediyorum. Rosalie her gün
yapıyor ve gerçekten iyi.
Bizimkinin İtalya'daki gibi manda sütünden yapılma­
dığını, bu yüzden gerçek olmadığını söylüyor. Ben de
bir parça ithal peynir çıkarıyorum, peyniri sararken bir
daha, bir sonrakinde de, onu beklediğimde aynı ritüeli
88 ________________ _____ R u th Reichl

tekrarlayacağımıza dair sıcak bir his geliyor. Ve sonra


ümitsizleşiyorum; beklediğim bu mu? Ama ondan bu
kadar söz etmek yeter.
Melba Teyze Şükran Günü için eve gitmemi istiyor.
Bana bilet bile gönderdi. Kapıdan içeri girdiğimi
görmenin babamı mutlu edeceğini söylüyor ama babam
istemedi. Melba Teyze'nin en iyisini istediğini biliyorum
ama sen orada olamazsın ve ben de hazır değilim. Bu
yüzden Şükran Günü'nde Sammy'deyim.
"Sadece ikimiz," dedi ve bu da... özel hissetmeme
neden oldu. Eminim onu sen de severdin. Keşke sen de
burada olsaydın.
xx b

Sammy’nin dairesinin de ofisi gibi sıcak ve dağınık olmasını


bekliyordum ama Sammy sürprizlerle doluydu. Yeni Chelsea
gökdelenlerinden birinin otuz dördüncü katına konmuş
mekânın keskin açıları ve soğuk camları vardı, aşağıda
Hudson Nehri’nin parıldayan manzarası görünüyordu. Kar
yağıyordu ve pencerenin önünden geçen iri beyaz taneler
kapana kısılmış gibi hissetmeme neden oluyordu.
Sammy, beni ağır gri ipekten yapılmış ve üzerine ejder­
halar işlenmiş bir Çin bornozuyla karşıladı. Montumu
aldı ve beni koyu kırmızıyla kaplanmış yumuşak tüylü bir
koltuğa oturttu, bana sapı o kadar ince bir bardak verdi ki
elimde parçalanacak diye korktum. Soğuk beyaz şaraptan
bir yudum aldım, ağzımı karamela ve güneş ışığıyla doldu­
rurken sıvıyı dilimin üzerinde tuttum.
“Eski Meursault.” Sammy neredeyse kelimeleri şarkı
söyler gibi mırıldandı. “Hayat kötü şarap için fazla kısa.”
Tatlı H ayat 89

“Kaç yaşındasın?” Birden onu gücendirdiğim için endi­


şelendim.
“Altmış iki yaşındayım,” dedi hiç utanmadan. “Ama
hayatını ziyan etmediysen yaşın hiçbir önemi yok.”
“Sence sen ettin mi?”
“Ben böyle demezdim.” Sözcükleri yavaşça seçti. “Kimse
benden daha çok eğlenmemiştir. Ama her zaman, bir gün
büyüdüğümde, harika şeyler yapacağıma inanmıştım. Sonra
bunun tam olarak ne zaman olacağını merak ettim.”
“Başka ne yapıyor olabilirdin?” Tüm insanlar içinde
Sammy’nin kendinden memnun olduğunu sanmıştım.
“İşte, meselenin özü bu.” Yemek odasını işaret etti ve
bir kibrit çaktı. Sammy masanın tüm merkezini çiçek ve
mumlarla doldurmuştu, kısa süre içinde odayı titreyen bir
ışık kapladı. Nefesimi tuttum; ateş üç taraftaki pencere­
lerden yansıyor ve nehrin panoramasını yansıtıyordu. Masa
pencereler arasında uzanıyordu, bu yüzden havada oturu-
yormuşuz gibi bir illüzyon vardı. Masa, yumurta kabuğu
inceliğinde saf beyaz tabakları taşıyan düz, basit bir cilalı
ahşaptı. “Şimdi otur, otur; sufle hazır ve hemen yemezsek
dağılır.”
“Hindi yok mu?”
“Standart menüye bağlı kalma isteksizliğim seni hayal
kırıklığına uğrattıysa özür dilerim. Ama itiraf etmeliyim ki
hindinin hep üzücü bir kuş olduğunu düşünmüşümdür.
Seni önceden bilgilendirmeliydim; hayal kırıklığın çok mu
büyük.”
“Hiç de değil.” Nasıl olabilir. Sammy nin gorgonzoLi1
suflesi yoğun parfümlü havadan biraz daha yoğundu, o
1 İtalyan peyniri, (ç.n.)
90 Ruth Reichl

kadar hafifti ki ağzımda asılı kaldı, oradaysa şaşırtıcı dere­


cede güçlii bir darbe indirdi.
“Ailen onlara katılamadığın için yıkıldı mı?”
“Emin değilim,” diye itiraf ettim. “İlk defa orada olma­
yacağım. Melba Teyze’nin bir milyon kişiyi davet etmesini
beklerdim ama anlaşılan o ki etmemiş. Kendi evinde yemek
veriyor, sadece babam ve o.”
“Bu çok samimi. Çok yakınlar mı?”
“Evet. Birbirlerini gerçekten seviyorlar.” Bunu söyleyince
Genie’ye e-postamda Sal ve Rosalie’nin ilişkisini tanım­
lamak için kullandığım aynı kelimeler olduğunu fark ettim.
“Ama çift değiller?”
“Hayır!” Bu fikir bir şekilde şoke ediciydi. “Elbette
değiller. O annemin kardeşi.” Melba Teyze sadece oradaydı,
karşı komşu, demirbaş.
Sammy şiddetime şaşırmış gibiydi. “Bilirsin eskiden...”
dikkatle inceledi, “ ... karısını kaybedecek kadar talihsiz
bir adam çoğu zaman onun kardeşiyle evlenirdi. Böylece
çocuklar annesiz kalmazdı.”
“Pratik,” dedim. “Ama hiç romantik değil.” Ama neden
ikisi de hiç evlenmedi? Bildiğim kadarıyla hiç birileriyle
görüşmediler. Beraber çıktığımız aile tatillerini hızla hatır­
ladım ve babamla Melba Teyze’nin ayrı odalarda kalmayı
ne kadar önemsediklerini düşündüm. Fazla mı önemse­
diler? Tüm bu yıllar boyunca bunu gözden mi kaçırdım?
Melba Teyze’nin babamın cümlelerini tamamlamasını, ona
her baktığında yüzünde beliren sevgi dolu gülümsemeyi
düşündüm. Sonra Sammy ayağa kalktı.
Ben de kalktım. “ Bana hizmet edemezsin,” dedim tabak­
ları toplayıp peşinden mutfağa giderken.
Tatlı Hayat 91

Sammy kalamarları dokunaçları gevrek küçük parçalara


dönüşüp, vücudu da kadife kadar yumuşayıncaya kadar
kızarttı. Sonra hepsini sarımsaklı mayonez sosuna daldırdı.
“Hindiden çok daha iyi,” dedim son gevrek dokunaca
çatalımı batırırken. “Lezizfdc çalışmadan önce ne yaptın?”
“Diğer dergilerde çalıştım,” diye yanıtladı. “Ama gerçek
şu ki karanlık çağlardan beri kitaptayım.” Salatayı, cham-
pagne vinaigrette içindeki keskin yeşilleri karıştırmaya başladı
ama yarısında durdu. “Lezizfden önce Sammy zamanın sisi
içinde gizlenmiş. Bilmeni isterim ben bir kurumum!”
İlk iki yemeğin zenginliği üzerine salata mükemmeldi,
minnettar bir sessizlik içinde yedim. Sonra Sammy en basit
tatlıyı ikram etti: yoğun çikolata ve karamel sosunda bekle­
tilmiş hafif pişirilmiş armut. “Bu yediğim en iyi Şükran
Günü yemeği.” Bunu söyleyince yemeğin Sammy ye çok
benzediğini fark ettim... eşsiz.
“Elbette abartıyorsun.” Ama ışıl ışıldı, bu kadar küçük
bir şeyin onu böylesine mutlu etmesine sevinmiştim. “Bu
sosu Leziz?in koruması altında yaptığım ilk yolculukta
öğrendim.”
Konuşurken ilk tanıştığımızda nasıl bu hikâyeyi anlat­
maya başladığını düşündüm, sadece birkaç hafta önce oldu­
ğunu düşününce şoke oldum. Sammy birden New York’takı
hayatımın en iyi şeylerinden biri olmuştu.
“Yetmişlerde, burada gerçekten çalışmaya başlamadan
önce burayla dışarıdan çalışıyordum. Beni, adı duyulmamış
Toskana’yı ortaya çıkarmam emriyle göndermişlerdi. Tali­
hime şaşırmıştım. Kadrolu fotoğrafçı Remmy -son derece
yakışıklı bir adam—benimleydi. Füm ekipmanlarını kiralık
bir Mercedes’e doldurduk, bir harika köyden diğerine keyifle
92 R u th Reichl

sürüp güzel yemekler ve harika şaraplarla baştan çıktık. En


akılda kalıcı öğün tüm gıda maddelerini kendilerinin ürettiği
bir manastırdaki öğle yemeğiydi. O günlerde bu neredeyse
duyulmamış bir şeydi; zeytinyağını bile kendi zeytinleriyle
yapıyorlardı, peyniri kendi koyunlarının sütünden yapıyor­
lardı. Yemek için oturduğumuzda rahiplerden biri bahçeye
gitti ve domateslerle geri geldi; ağzımıza koyduğumuzda hâlâ
dışarıdaki havanın sıcaklığını taşıyorlardı. Rahipler manas­
tırın arkasında yetiştirdikleri üzümden şarap yapmışlardı -
zengin eski Sangiovese- kuzu pirzolaları ızgara yaptılar. Tatlı
olarak bu sosu yeni toplanmış armutla servis ettiler.”
Işıklarında yeniden canlanmış gibi, Sammy mumlara
baktı. “Öğün basitliğin ta kendisiydi ama sanki, o ana
kadar gerçekten hiçbir şeyin tadını almamışım gibi hisset­
meme neden oldu. Daha sonra tepelerde bir kasabadan
diğerine giderken sevdiğimiz operalardan aryaları söyleyerek
gezindik. Öğleden sonra geç saatlerde birden kendimizi bir
trafik sıkışıklığının ortasında bulduk. Dini bir tören için
olduğunu sanıyorum. Orada uzun bir süre oturduk, sonra
Remy arabadan atlayarak, ‘Hadi gidelim!’ diye bağırdı ve
tepeyi tırmanmaya başladı. Birkaç kilometre sonra tatlı
küçük bir pansiyona vardık ve gece için bir oda tuttuk.
İnanılmaz romantikti.”
“Peki ya araba?” Onu yolun ortasında mı bırakmışlardı?
Sammy elini saldı; onun için bu önemsiz bir detaydı.
“Sabah geri döndüğümüzde araba tam olarak bıraktığımız
yerdeydi; trafik çevresinden akıp gitmişti. En azından kimse
kıpırdatmamıştı.” Bir an sustu.
Yeniden konuşmaya başladığında Avrupa’nın Amerika­
lılar için ucuz bir oyun alanı olduğu eski güzel günleri anma­
Tatlı H ayat 93

sını bekledim. Veya editörlerin gazetecileri romantik gezilere


gönderdiği dergilerin o altın çağından bahsetmesini. Ama
beni yine şaşırttı. “Arabaya geri döndüğümde ne kadar şanslı
olduğumu düşünüyordum. Çoğu insan gidene kadar kendi
iyi talihini anlamaz. Sonrasında da çok geç olur.”
“Peki ya Remy? Ona ne oldu?”
“Büyük aşkımız New York’a dönünce bitti. Başka bir
dergide işe girdim ama arkadaş kaldık. Lezizle geldiğimde,
o, büyük şehirden yorulmuş, Korfu’ya taşınmıştı ve hâlâ da
orada yanmış, kırışmış. Onu son gördüğümde tamamen
beyaza sarınmıştı, hindistancevizi kokuyordu ve çok fazla
yüzüğü vardı.”
Kahkaha attım; Remy’yi çok net görebiliyordum. “Ama
sen harika bir aşçısın. Hiç restoran açmayı düşünmedin mi?”
Tabağımın etrafında son çikolatayı kovalıyordum.
“Sana söyledim.” Masaya doğru eğildi. “Ben çok üşengeç
bir adamım. Ve kendimden yoruldum. Şimdi sıra sende.
Örneğin senin gibi damağı olan birisinin neden yemek
yapmayı reddettiğine dair derin, karanlık bir gizem var.”
Odada sanki bir esinti varmış gibi mumlar titredi. “Bu
konuda konuşmak istemiyorum.”
“Haklısın. Sabrın sonu selamettir.” Alınmamıştı ama beni
hemen bırakmaya da niyeti yoktu. “Ama o zaman bana ne
hakkında yazdığını söylemelisin. Jake her zaman kalıcı bir iş
vermeden önce asistanlarından bir yazı yazmasını ister.
Ona Fontanari fikrinden ve huzursuz öğle yemeğimizden
bahsettim.
“Elbette başka bir hikâye bulmanın en iyisi oldu­
ğunun farkındasın. Senin yerinde olsam ben de hızla bunu
yapardım. Dergi işinde her şeyin yolunda olmadığını tark
R uth Reichl

etmişsindir. Para az. Ve zaten söylediğim gibi Jake kendi


düşündüğü kadar iyi değil. Sonsuza kadar beklemeyecek.”
“Ama başka bir hikâyem yok!”
“O zaman bunu yapmak için bir yol düşün.”
“Yapamam!” Sammy’den daha çok destek beklemiştim.
“Sal deliye döner.”
Elini salladı. “Bir an için Bay Fontanari ve endişelerini
bir kenara bırakalım. Bana dükkândan bahset.”
Konuşmaya başladım, hepsi masada toplanana kadar
kişileri anlattım. Ona Sal’den ve gün boyu konuşmasından,
müşterilerinin kendisi gibi yiyeceklerini sevmesini istedi­
ğinden bahsettim. Bay Şikâyetçi’nin gelmesini nasıl bekle­
diğini ve atışma rutinlerini anlattım. Her gün annesinin
peynirini almak için gelen kırılgan Gennaro’yu anlattım.
Sal’in ilk aşkı Jane oradaydı ve sakin kardeşi Theresa. Ve
elbette Sal’in yolunu kaybetmesini engelleyen pusulası
Rosalie.
Bitirdiğimde sanki Sammy hepsinin odadan çıkmasını
bekliyormuş gibi uzun bir sessizlik oldu. “Ne yazacağını tam
olarak biliyor gibisin!” Ellerini kucağında birleştirdi. “Şimdi
eve git ve her şeyi tam olarak bana anlattığın gibi kâğıda dök.”
“Peki ya Sal?”
Sammy soluk gözlerinde sessiz bir düşünceyle beni ince­
ledi. Sonra sandalyesini geri itti ve masadan ayrıldı.
Tozlu bir Armagnac şişesiyle geri döndü, ikimize de birer
bardak doldurdu; zengin, kuru üzüm gibi aroma odaya
doldu. “Courage!”1 Kadehi havaya kaldırırken Fransızca
bağırdı. “Kendine güven. Sal’in iznine ihtiyacın yok. Öfke­
sini göze al. îyi yazarsan, dürüstçe yazarsan alınmayacaktır.”
1 Cesarete! (ç.n.)
Tatlı Hayat 95

“Öyle mi dersin?”
Sammy yine elini salladı. “Rahat yatağından çık, şansın
varken fırsatı değerlendir; gelecekte ne olacağını asla bile­
mezsin. Hakkında konuşmakla yapmak arasındaki fark
yapmaktır.”

Karda yürürken son sözcükleri kafamın içinde yankılandı.


Sokaklar garip biçimde boştu, kar ses çıkaracak kadar hızlı
yağıyordu ve ayak izlerim arkamda kapanıyordu. Eve gidip
merdivenlerden çıktım ve ardımda küçük eriyen kar yığın­
ları bıraktım.
Oturdum, bilgisayarı açtım ve kalabalık dükkânı yeniden
bir araya getirdim. Çevremde toplanırlarken -Sal, Rosalie,
Theresa, Jane, Gennaro ve Bay Şikâyetçi- sesleri kafamı
doldurdu ve durmaktan, düşünmekten, bunun uğursuzluk
getirmesinden korkarak yazmaya başladım. Kelimeler öfkeli
bir fırtına gibi geldi; bittiklerinde kar durmuş, güneş ışıl­
dıyordu. Hikâyenin mantıklı olup olmadığına dair hiçbir
fikrim yoktu ama cesaretimi yitirmekten korkuyordum.
Jake’e bir e-posta yazdım, yazımı ekledim ve “Gönder’e
bastım.
Tükenmiştim. Fontanari, Şükran Günü nedeniyle hafta-
sonu için kapalıydı ve bu da içimi yiyip tüketmem için bana
tam üç gün veriyordu. Pazar günü o kadar gergindim ki
bütün gün küçük dairemde huzursuzca volta attım, sonunda
yatağa gittiğimde de uyuyamadım. Jake’le yüzleşme beklen­
tisi o kadar dehşet vericiydi ki pazartesi sabahı neredeyse
hastayım diye gitmeyecektim. Bunun yerine düşünmemek
için uzun bir duş aldım ve yolda Sherman a bir smoothie
almak için durdum.
R u th Reichl

“Geç kaldın.” Jake’in sesi tersti. Sherman, Starbucks


torbasını görünce geldi ve içinde olduğunu bildiği smoothie
için zıpladı. “Ben burada nerede olduğunu merak ederken
sen Starbucks sırasında miydin?”
Smoothieyi Sherman’ın kabına döktüm. “Geç kaldığım
için üzgünüm.”
“Bu yazı için uzun zaman bekledim. Ama Billie, söyle­
meliyim ki...” duraksadı, “... buna değdi.”
“Beğendin!” Yüzümün parlamaya başladığım hissedebi­
liyordum.
“Harika.” O da rahatlamış görünüyordu. Bunun nedeni
yazım konusunda endişeli olması mıydı, Sal’e haksızlık edece­
ğimden endişelenmesi miydi, yoksa yeni bir asistan bulmak
zorunda kalmanın stresi miydi? “Yaklaşımını, Fontanari’yi
bir peynir dükkânından daha fazlası olarak göstermeni
beğendim. Ve Sal’i o uzun soluklu aptal konuşmasına kadar
yakalamışsın. Umarım eleştiriye hazırdır. Bayılacaklar. Onu
nasıl ikna ettin?”
“Etmedim.” Sesim zorlukla duyuluyordu.
“Ne?” Sözcük ağzından hızla çıktı. “Haftalarca not aldın
ve ona bundan bahsetme zahmetine girmedin mi? Billie ne
düşünüyordun?”
“Bunu yapabileceğimden emin değildim. Başlamadan
önce Sal’e sormak istedim ama Şükran Günü akşamı öylece...
oluverdi. Bir anda öyle geldi.”
Jake şüpheli görünüyordu. “Bunu bir akşamda mı yazdın?
Hepsini?”
Onayladım.
“Sanırım sana inanmak dışında bir seçeneğim yok.”
Çıktısını aldığı sayfalarla oynadı. “Ama bunu Sal’le hallet­
Tatlı Hayat 97

meden önce işin yok. Sal bir yabancı değil ve bunu izni
olmadan yayımlamamın bir yolu kesinlikle yok.”
Bu senin lanetfikrindi! diye bağırmak İstedim ama bunun
yerine, “Sence basmamıza izin verir mi?” diye sordum.
“Hayır.” Jake’in sesi hiç hoş çıkmıyordu. “Sanmıyorum.
Tüm prensiplerine aykırı. Bu yüzden senden yazmanı
istedim: Onu ikna edebilecek tek insanın sen olduğunu
sandım. Açıkçası bu kadar iyi yazmanı beklemiyordum, hata­
larını düzeltebileceğimi düşündüm. Doğrusunu söylemek
gerekirse, onunla konuşmadan hikâyeyi yazacağını hiç ama
hiç düşünmemiştim.”
Jake’in övgüsünün zevki buharlaşmış, gerisinde utanç
ve endişe dışında bir şey bırakmamıştı. Farklı bir hikâye
bulmalıydım.
“Yazdıklarımı ona gösterebilir miyim?”
Jake şoke olmuş gibiydi. “Elbette hayır! Bu hiç profesyo­
nelce olmaz.”
“Bilmiyordum...”
“Ona sormalısın.” Jake telefonu işaret etti.
“Öyle olmaz,” diye rica ettim. “Yüz yüze olmalı.”
“O tren kalkalı çok oldu.” Sesi sertti. “Sadece erteli­
yorsun.” Sonra yüzü yumuşadı. “Belki haklısın. Şimdi git.
Sal’i hiç öfkeli gördün mü?”
“Hayır.”
“Ben gördüm.” Şimdi sesi biraz hoş çıkıyordu. “Hoş
değildir.”

Fontanari’ye yürüdüm, odasına gönderilmiş bir çocuk


gibi bu yürüyüşü uzatabildiğim kadar uzattım. Kar sulu
çamura dönmüştü ve soğuk gri New York sisi ruh halime
98 R u th Reichl

uyuyordu. Dükkâna vardığımda ayakparmaklarım donu­


yordu, parmaklarım kırmızıydı ve nemli yün kokuyordum.
“Willie?” Safin sesindeki memnuniyet beni benden
aldı. “Pazartesi günü burada ne yapıyorsun? Şükran Günü
nasıldı?” Kucaklayarak sarıldı ve arka mutfakta mozzarella
yapan Rosalie’nin yanına götürdü.
“Sal seninle konuşmam gereken bir şey var...”
Beyaz floresan ışıkların altında tereddütle hikâyemi
anlattım. Rosalie kafasını kaldırmadan peynir topları
yapmaya devam etti ama Sal’in yüzü gittikçe karardı. “Ooff,”
dedi bitirdiğimde bir tabureye çökerek. Sanki karnına sert
bir yumruk atmış gibiydim.
“içinde hoşuna gitmeyecek bir şey yok,” diye yalvardım.
“Reklam hakkında neler hissettiğimi biliyorsun! Kimseye
bizim hakkımızda yazması için izin vermedim. Hiç. Burada
dürüst iş yapıyoruz ve bunu ukalanın birisi dünyanın
geri kalanına ne kadar harika olduğumuzu anlatsın diye
yapmıyoruz.” Genelde hoş olan yüzü, uzak ve sertti. Derin
bir iç geçirdi ve sanki ışık fazla gelmiş gibi ellerini gözle­
rinin üzerine getirdi. “Sana aileden biriymişsin gibi yakın
hissettim. Anladığını düşünmüştüm.”
Öfkeyi karşılamak daha kolay olurdu. “Unut gitsin,”
dedim. “Hepsini unut. Jake’a asla göndermemeliydim. Sen
tamam demeden basmayacak, bu yüzden endişelenmene
gerek yok. Önemli değil.”
“Hayır.” Sonunda Rosalie işinden kafasını kaldırıp
konuştu. “Önemli. Jake yazdığınla ilgili ne dedi?”
“Fontanari’yi bir yaşam biçimi gibi anlattığımı.” Her
ikisinin de bu yazıya döktüğüm sevgi ve hayranlığı anlama­
sını umuyordum.
Tatlı Hayat 99

Sal anlamıyordu. “Benim İçin öyle,” dedi ifadesizce.


Ama Rosalie beni duymuştu. “Wilhelmina bizi anlıyor
ve bu onun için büyük bir şans. Bunu elinden almamalıyız.”
Sal karısının eline uzandı. “Başka birisi olsaydı...”
“Ama başkası değil. Ve seni asla incitmeyeceğini bili­
yorsun.” Bana bakışı sertti, sanki tersini kanıtlamamam için
meydan okuyordu.
“İncitmem. Bunu biliyorsun.”
Sal sanki sırtı incinmiş gibi yavaşça kalktı. “Bunu bir
düşüneyim.”

Jake yazıyı mart sayısına koydu, yayıncılık standartlarına


göre yıldırım hızıyla. Ama gerçek dünya şartlarına göre bu
Sal’e yazı ve dükkânın olası etkileri üzerine acı çekmesi için
üç ay veriyordu.
Yazı bir cuma akşamı internette yayımlandı. Anında
yoğun bir tepki aldı. Cumartesi sabahı dükkânı açmadan
önce sokak boyunca uzanan uzun bir kuyruk vardı. “Hepsi
yeni müşteri,” diye inledi Sal pencereden dışarı bakarak.
Bay Şikâyetçi saat on gibi -normalden bir gün önce-
geldi. “Hey Sal,” diye seslendi kalabalık dükkânın arka
tarafından. “Şimdi ünlüsün, biz sıradan insanlar için hâlâ
zamanın var mı?”
Sal bana ben-sana-ne-dedim bakışı attı ve pancar
gibi kızardım, sırada ne var diye endişelendim. Ama Sal
hemen yanıt verdi. “Sen ne zaman yemek dergisi okumaya
başladın?” diye sordu, Bay Şikâyetçi tezgâha yaklaşırken.
Dramadan etkilenen yeni müşteriler yol verdi.
“Ben Leziz! okumam,” diye itiraf etti Bay Şikâyetçi.
“Ama arkadaşlarım sık sık buraya geldiğimi bildiklerinden
100 R u th Reichl

bana linkini gönderdi. Hiçbirinin beni tanımaması için dua


ediyorum. ‘Bay Şikâyetçi’ mi? Lütfen bana öyle demediğini
söyle.”
Adını bile bilmiyordum; ona Bay Şikâyetçi demeye
çok alışmıştım ve baskıda görünce nasıl hissedeceğini hiç
düşünmemiştim. Yazıyı okuyabileceği aklıma gelmemişti ve
şimdi yazdığım her şeyi düşününce hafif keyfîm kaçmıştı.
Sal’e karşı bir erkek olarak vurgun olduğundan bahsetmiş
ve peynire komünyon ekmeği gibi davranıp başka ellerden
kabul etmediğini yazmıştım. Şimdi bunun onu incitebilece­
ğini görüyordum.
“Bu sevgiden,” dedi Sal aceleyle. “Biliyorsun. Gelme­
diğin haftalarda seni özlüyoruz.”
“Ama yazar bunu nereden biliyor? Ve kim bu adam zaten?
Buralarda dolanıp not alan birisini hatırlamıyorum.”
Sal’in beni ele vermemesini umdum; Bay Şikâyetçi’nin
hain olduğumu bilmesini istemedim. Kimsenin bilmesini
istemedim. Sal beni rahatlatarak, “Dergideki yeni bir çocuk.
Oldukça sessiz yaptılar. Benim bile çok geç olana kadar
haberim olmadı,” dedi.
“îyi bir hikâye,” dedi Bay Şikâyetçi. “Benimle ilgili
kısmı hariç. Neredeyse diğer herkesi doğru yazmış. Sen ve
Rosalie’yle ilgili söylediklerini gerçekten sevdim.” Sonra
sanki orada olduğumu yeni fark etmiş gibi bana baktı.
“Zavallı Wilhelmina.” Bu yanlış anlaşılmanın gerisinde
oldukça sempatikti. “Şenle ilgili tek bir satır yok. Nasıl oldu
da bu adam seni ıskaladı?”
“Sanırım çok fark edilir değilim.” Önlüğümü çektim ve
gözlerimi kaçırdım. Dükkândaki en soluk karakter oldu­
ğumu fark etmişti.
Tatlı Hayat 101

Beni şaşırtan biçimde çok sessizce konuştu. “Bence


kendini hafife alıyorsun.”
Şimdi gerçekten utanmıştım. Nazik davranıyor ve kendi
yazdığım yazının dışında kaldığım için kötü hissetmemi
engellemeye çalışıyordu. Söyleyecek bir şeyler bulmaya,
konuşmayı başka yöne çekmeye çalıştım. Düşün! Ve sonra
buldum.
“Senin Rosalie’nin mozzarellasını hafife alman gibi mi?
Sanırım yazıda Fontanari’nin harika Amerikan mozzarella-
sıyla ilgili bir şeyler vardı. Belki biraz denemek istersin?”
“Hayır, sağol.” Normal rutine döndüğümüz için benim
kadar rahatlamış görünüyordu. “Gerçek bir top mozzarella
di bufalax istiyorum ve kalbimin doğru yerde olduğunu
göstermek için bu seferlik Sal’in yerine senin elinden kabul
edeceğim.”
“Bundan emin misin? Kefaretini ödemek için bir düzine
dua etmen gerekebilir.”
“Şansımı deneyeceğim,” dedi.

Tüm gün kapıdan yeni müşteriler girdi ve Sal’in ruh hali


akıntıdaki bir tekne gibi alçalıp yükseldi. Bir noktada şehrin
yukarı kısmından bir kadın vizon kürkünü bir omzuna attı
ve söylenmeye başladı. “Bu dükkânın nesi harika anlamı­
yorum. Grace Pazarina gidip taksi parasından kâr ederdim.”
Sal’in bana o karanlık bakışıyla baktığım söylemek az kalırdı.
“Ne yaptığını gördün mü?”
“Endişelenme.” Rosalie öğleden sonra sessizce arkama
gelmişti. “Utandı ama geçecek.”
Yüzünü görebilmek için döndüm. “Utandı mı? Neden?”
1 Manda mozzarellası. (ç.n.)
102 R uth Reichl

“Sonra anlatırım.” Görünmez bir saç parçasını topuzuna


geri itti. “Gerçek şu ki ilgiden memnun. Ama Sal kendine
yalan söyleyebilen bir adam değil ve bu canını sıkıyor. Bizim
hakkımızda yazmak için izin isteseydin sana hayır derdi.
Ama istemedin, şimdi kendi payına düşeni almalı ve yemeli
de.” Tezgâhın öte tarafındaki küçük bir kıza peynir veren
Sal’i izledi. “Bunu düşününce, derinlerde korkuyor.”
“Neden?”
“Kafasına gireceğinden, onu değiştireceğinden.” Koca­
sına bakışında hem sevgi hem de inanç vardı. “Ama değiş­
tirmeyecek. Safi değiştiremezsin. Hiçbir şey değiştiremez.
Bu yüzden endişelenmene gerek yok. Bu uzun sürme­
yecek, bir veya iki hafta içinde her şey önceden olduğu gibi
olacak. Göreceksin. Şimdi biraz ara ver ve yürüyüşe çık,
biraz buradan uzaklaş.” Beni hafifçe dürttü. “Açık hava iyi
gelir.”
Önlüğümü çözdüm ve dükkândaki hafif hayal kırık­
lığı havasını hissettim; müşteriler şimdi biraz daha fazla
bekleyecekti. Çin Mahallesi’ne doğru yürüyüp soya sosu,
kurutulmuş karidesle sarmısak kokusunu içime çekerken
kendimi kalabalık insan seliyle akan sokağa bıraktım ve akın­
tıya karışınca omuzlarımın rahatladığını hissettim. Ucuzluk
vaadine kanarak bir hamur köftesi dükkânının vitrinine
baktım, çenesine kadar gelen kahverengi saçları ve geniş bir
ağzı olan; uzun, ince, renksiz kıyafetler giyen kadını görünce
rahatsız oldum. Herhangi birisi olabilirdi ama gözlüklerini
düzeltmek için elini kaldırdığında onun ben olduğunu fark
ettim. Hızla elimi indirdim, küçük, buharlı dükkâna girdim
ve bir dolara beş acı, sulu hamur köftesi aldım. İlk ısırığı
alırken telefonum titredi. Ekrana baktım: Melba Teyze.
Tatlı Hayat 103

“Billie!” Sesi yüksek, biraz nefessiz ve açık biçimde


sevinçliydi. “Yazını şimdi okuduk! Seninle gurur duyu­
yoruz; baban Santa Barbaradaki tüm Lezizi kopyalarını aldı.
Sal Fontanari’yi Noel Baba ile Dalai Lama arasında biri gibi
anlatmışsın; New York’a gelip onunla tanışmak için sabırsız­
lanıyorum.”
“Daha bilet almayın,” diye araya girdim hızla. “Şu anda
dükkân yabancılarla dolu ve oldukça kızgın.”
“Olamaz!” Babam paralel hattaydı. “Adamı bir aziz gibi
anlattın.” Yani teyzemin evinde birlikteydiler.
“Sal’i tanımıyorsunuz. Reklamdan nefret eder, küçük
evrenini yabancıların işgal etmesinden nefret eder. Kapıdan
her yeni biri girdiğinde bana öfkeyle bakıyor.”
“Hiçbir şey sonsuza kadar sürmez.” Babam avukat sesini
kullanıyordu. “Bunu aşar. Bu...”
“... sadece ilk gün.” Melba Teyze araya girdi ve hep cümle­
lerini nasıl tamamladığını hatırlattı.
Ne kadar garip, diye düşündüm: Rosalie’yle aynı sözcük­
leri kullanıyorlardı ama anlamlan çok farklıydı. Rosalie kaya
gibi sağlam bir dünyada yaşıyordu ve her şeyin bildik kalıp­
larına geri döneceğine inanıyordu.
Tek gereken zamandı. Ama biz deprem bölgesinden geli­
yorduk ve ailem her şeyin tek bir anda değişebileceğini bili­
yordu.
Köftelerimi kâğıt bir tabakta taşıyarak dükkândan çıktım
ve Ailen Sokağı’na doğru çimenlik bir yere gittim. Bir banka
çöktüm, soğuk yeşil tahtaların bacaklarıma değdiğini hisse­
debiliyordum; ruh halime uyuyordu. Fontanari’ye geri
dönmeye isteksiz olduğumdan köfteleri yavaşça yedim ve
kendimi çiğ sarımsaklı tatlarında kaybettim.
104 R u th Reichl

“Selam, hanımefendi, bir köfte verebilir misin?” Bay


Şikâyetçi bankımın önünde duruyordu. Kahverengi saçları
rüzgârda savrulmuş, yanakları soğuktan pembeleşmişti ve
harika görünüyordu. Tek kalan köfteyle tabağı uzattım,
köfteyi aldı ve gerçekten içine çekti.
“Bu şeyleri seviyorum,” diye itiraf etti yanıma oturarak.
“Anlaşılan paylaştığımız gizli bir takıntı. Sal’e söyleme;
onaylamaz.”
“Sırrın bende güvende.”
“Tanrı’ya şükür. Sal bana ikinci en iyi parmesam vermeye
çalışırdı ve bununla baş edebileceğimden emin değilim.”
Kahkaha attım, burada ne yaptığını merak ettim.
Sanki düşüncemi söylemişim gibi yanıt verdi. “Genelde
Fontanari’den sonra Çin Mahallesi’nde alışveriş yaparım.
Şuradaki yerde...” sokağın karşısını işaret etti, “en iyi kızarmış
domuz yapılıyor.”
“Peki satın aldıklarınla ne yapıyorsun?”
“Ne yaptığımı sanıyorsun? Yemek yapıyorum. Ben böyle
rahatlıyorum ama ciddileşmeye başladı. Geçen yıl İtalya’ya
gittim ve iki haftalık yemek kursu aldım. Harikaydı.”
Onu hep dükkâna Sal’i görmeye gelen, dışarıda bir varlığı
olmayan biri olarak görmem, aldığı makarna, zeytinyağı ve
peynirleri ne yaptığını merak etmemem garipti.
Yazdıklarım hakkında daha da kötü hissetmeme neden
oldu.
Bir kere daha zihnimi okumuş gibiydi. “Yazarın maka­
lede senden bahsetmemesi garip. Umarım Sal’in işe aldığı
ilk yabancı olduğunu biliyorsundur. Bu gerçek bir iltifat. Ve
hâlâ buradasın! Ne kadar oldu, dört ay mı? Sanırım o adam
oldukça ilginç bir hikâyeyi kaçırdı.”
Tatlı Hayat 105

Böyle giderse itiraf etmek zorunda kalacaktım. Hızla


ayağa kalktım. “Gitmeliyim. Gerekenden daha uzun bir ara
verdim ve dükkân bugün çıldırdı. Hepsi de yeni müşteriler.”
“Tabii,” dedi. “O Bili, adı her neyse, vereceği hesap
kabarık. Sanırım haftaya görüşürüz, Wilhelmina. Şansımız
varsa bu kargaşa da dinmiş olur.”
Geri dönerken ne kadar garip bir konuşma olduğunu
düşündüm. Hâlâ adını bilmiyordum ve ikimiz de birbiri­
mize normal sorular sormamıştık: Ne iş yaparsın, nerede
yaşarsın, okula nerede gittin? İnsanların özel hayatlarına
burnumu sokmak her zaman garip hissettirir ama o herkese
her şeyi sorabilecek rahat insanlardan biri gibi görünüyordu.
Sanırım öğrenmek umurunda değildi.

Fontanari’ye döndüğümde sıra daha uzundu ve akşam yakla­


şırken müşteriler huzursuzdu. Sal’in ruh hali hâlâ denge­
sizdi, ihtiyatla onu izledim.
“Sıradaki!” dedim. Abartılı makyajlı ince bir sarışın
şüpheyle bana baktı. Arkadaşını dürttü. “Bu kızın kim oldu­
ğunu bilmiyorum.” Theresa yı işaret etti. “Ama o kardeşi
olmalı. Ve şu da...” parmak Rosalie’ye kaydı, “... karısı.
Fontanari’lerden biri uygun olana kadar bekleyelim.”
Duymamış olmasını umarak rahatsızca Sal’e baktım ama
bıçağını bırakmış ellerini siliyordu. “Affedersiniz,” dedi ilgi­
lendiği müşterisine. Sonra geldi ve kolunu omzuma attı.
“Bu bir aile kurumu,” dedi sesinin duyulduğundan emin
olarak. Başlar döndü. Omzumu hafifçe sıktı. “Ve burada
hepimiz Fontanari’yiz.” Bana göz kırptı ve tezgâhın kendi
köşesine çekildi. Rosalie kollarını göğsünde birleştirdi ve
başıyla onaylayarak beni kabul etti.
Anın Çılgınlığı

Rosalie’nin tahmin ettiği gibi, yeni müşteriler bir sonraki


moda yere gittiler ve Fontanari bildik yörüngesine geri
döndü. Bir haftasonundan diğerine, Gennaro annesi için
özel peynirler seçti. O yaz Jane taşraya gitti ve büyükan­
nesinin tarif kutusunu buldu; Sal, Theresa ve Rosalie’nin
tatması için uzun zamandır unutulmuş yemeklerle gelmeye
başladı. Bay Şikâyetçi de geldi; artık onunla ilgilenirken
satın aldığı pecorino1 veya ithal San Marzano domateslerini
nasıl kullanacağını soruyordum.
“Önerin var mı?” diye soruyordu doğrusu ama ben
sadece kafamı salladığımda, “Aşçı sensin,” diyordu. Onunla
“yemek yapmıyorum” muhabbetine girmek gibi bir niyetim
yoktu.
1 Sert peynir, (ç.n.)
Tatlı H ayat 107

“Neden ona bir şans vermiyorsun?” diye sordu Rosalie,


bu konuşmalardan birini duyduktan sonra.
“İstemiyor.”
Rosalie’nin dudakları sözcüklerini tutarak kıvrıldı ama bir
şey söylemedi. Bir fırsatı kaçırıyor olduğuma ikna olmuştu.
Hamur köfte gününden sonra aramızda bir şey olabileceğini
düşünmüştüm ama bir daha beni aramadı.
Sorun değildi. Yoğundum. Lezizlide bir yılımı doldur­
duğum zaman Jake’in ofis işlerini yürütmek kolay bir rutin
olmuştu. Haftaiçi telefonlara baktım, okuyucu isteklerine
cevap verdim ve Sherman için bir sürü smoothie aldım.
Maggie’nin kabalığına dayandım ve en azından haftada üç
kez Bayan Cloverly’nin artarak büyüyen Lezizi Garantisi
şikâyetlerini dinledim.
Aynı zamanda düzenli olarak yazıyordum. Jake, Fonta-
nari yazısını kabul ettiğinde işim resmi oldu ve yazmaya
devam etmem için beni teşvik etti. Benny hakkında yazabi­
leceğimi söyledim ve Jake kasabın harika bir hikâye olacağını
kabul etti. Nisanda onunla bir hafta geçirdim. Önce eski
donduruculu minibüsüyle Pennsylvania’ya gidip gördüğüm
en güzel tarlada özgür koyunlar yetiştiren centilmen bir çift­
çiyi ziyaret ettik. Güzel hayvanlar tepelerde oduyorlardı ama
bizi görünce koşarak geldiler. “Paskalya yaklaşıyor,” dedi
Benny, ellerimizi koklarlarken. Benny bir düzine koyun için
anlaştı ve onları bir daha gördüğümde sadece et olacaklarını
düşünmek beni üzdü.
Ertesi gün, Batı Massachusetts’de genç bir çiftçiyi ziyaret
ettik. Taconic’e doğru giderken Benny, “Sean bugüne
kadar yediğin en iyi domuzları yetiştirir,” dedi. Çiftçi Sean
utangaç, sakallı bir adam çıktı, benden çok yaşlı değildi.
108 R u th Reichl

Domuzlan kamyonetine yüklemesine yardım ettik ve onu


küçük, aile tarafından işletilen mezbahaya kadar takip ettik,
îzleyemedim veya dinleyemedim. Domuzumuz minibüste
şehre giderken mutluydum.
Ama dükkânda Benny hayvanın kuyruktan ayağına kadar
rosto, jambon, fileto ve pirzolaya nasıl ayrıldığını gösterdi­
ğinde mide bulantımı unuttum. Sonunda tüm kafayı temiz­
ledik ve kıtır kulakları, düz burunu ve yumuşak dili lezzetli
bir yığın olarak ayırdık.
Jake bu yazıyı sevdi ve yazın beni her sabah balığa çıka­
rarak müşterilerinin en taze balıkları yemesini sağlayan bir
şefin yanında bir haftasonu geçirmem için Long Island
Sound’a gönderdi. Şefin “balık çöpü” dediği, özellikle ezip
derin yağda kızarttığı ve buhar gibi kızarmış tavuğu andıran
balon balığı kuyruklarını sevdim.
Sonbaharın başlarında, Thursday, Kuzeydoğu Organik
Buğday Projesi’nden bahsetti; taşla öğütülen buğday
konusunda o kadar heyecanlıydı ki onu neyin özel yaptı­
ğını bulmak için New York Trumansburg’a bir hac ziyareti
yaptım. Oradaki çiftçiler, yerli buğdayın glüten intoleran-
sına çare olduğuna ikna olmuş ciddi bir gruptu. Kendilerine
miras kalan buğdayları gösterişle sunarken, tarlalarda onları
izledim. “Çiftçi Greg, buradaki buğdayın daha 1800’lerin
sonunda bitki yetiştiricisi Elbert Carman adında birisi tara­
fından bu iklim için geliştirildiğini söylemişti.” Yazı ülke­
deki tüm organik kurumlar tarafından beğenildiğinde Jake
çok sevinçliydi.
O sonbaharda daha sonra Kuzeybatı Pasifik’te matsutake
mantarları aradım, adam gizli noktaları bir daha bulama­
yayım diye gözlerimi bağlayıp arabayla daireler çizmemiz
Tatlı Hayat 109

için ısrar etti. Jake bu mantarlarla ilgili yazıyı o kadar


çok sevdi ki bana terfi sözü bile verdi. Ama çok heyecanlı
değildim; kimse Lezizl’&en ayrılmamıştı.
Düzenli işim, yazı yazmak ve Fontanari’de çalışmak
arasında sosyal hayatımın eksikliğine üzülemeyecek kadar
yoğundum. Yine de tam bir sıfır değildim: LezizJ insanları
sık sık işten sonra toplanıyordu ve Sammy düzenli olarak
beni evine yemeğe davet etti.
Babam aradığında artık çok daha yerleşiktim, Şükran
Günu nde eve gelmem için yalvardı, aslında bunu düşün­
müştüm.
“Uzak kalman gerektiğini biliyorum,” dedi. “Ve canını
sıkmamaya, yeni bir hayat inşa etmene izin vermeye çalı­
şıyorum. Ama Billie...” duygularını yuttuğunu hissede­
biliyordum, “... seni son gördüğümden beri bir yıl oldu.
Ve seni özledim.” Bir şey söylemedim, babam sessizlikte
konuştu.
“Genie’nin burada olmayacağını biliyorum. Ama benim
için gel. Lütfen?”
Nasıl reddedebilirdim?
“Kardeşim olmadan eve gitmeyi düşünmek beni geriyor,”
diye itiraf ettim Diana ya. Onunla kolay bir arkadaşlı­
ğımız vardı, daha önce bildiğim hiçbir şeye benzemiyordu.
Haftada bir içmeye gittik, Ned’i ve burgerlerini sık sık ekti,
böylece düzgün yemekler yiyebildik. Bir akşam üçüncü
şarap bardağından sonra, “İlk akşam yemeğine çıktığımız
akşamı -Tanrım bir yıldan fazla olmuş- hatırlıyor musun?”
diye sordum.
“Hiçbir Yer’i mi diyorsun? Bana bereyi verdiğin zamanı?"
Uzandı ve şapkaya dokundu, sürekli takıyordu.
R u th Reichl

“Çok endişeliydim. Şapkadan nefret edersen her şeyin


garipleşeceğini ve benden de nefret edeceğini düşün­
müştüm.”
“Senden nefret etmek mi? Bu damakla? Delirdin mi? O
geceyle ilgili en çok hatırladığım şey Tom’un sürekli gizli
malzemelerini tanımlamamız için bize bir şeyler getirmesi
ve senin her seferinde bilmendi. Çok etkilenmişti!”
“Ama çok kolaydı!”
“Keşke bunu söylemeseydin.” Anında kendimi berbat
hissettim; bunun herkes için böyle olmadığını unutup duru­
yordum. “Daha kötü hissetmeme neden oluyor. Sen bir melo­
diyi bir kere duyan ve piyanonun başına oturup onu çalan
insanlar gibisin. Bu hiç adil değil. Ve bundan bahsetmişken...”
Şimdi sıranın neye geldiğini biliyordum: Diana işe
girdiğim günden beri Kek Kardeşler tariflerini ona vermemi
sağlamaya çalışıyordu.
“Dün akşam yine zencefilli kekini yapmaya çalıştım ve
doğru yapamadım.”
“Sana tarifi veremem. Teyzeme bunu vermeyeceğime dair
söz verdiğimi biliyorsun,” dedim en azından yüzüncü kez.
“Üzgünüm. Ama sanırım sonunda yaptığında harika hisse­
deceksin.”
“ Yapacağım. Bir gün. Ama bunun sana o akşam söyle­
diğim berbat şeylerin intikamı olduğunu biliyorum. O
konuda hâlâ berbat hissediyorum.”
“Hissetme,” dedim. “Bir tür rahatlamaydı çünkü öyle
şeyler söylemeyeceğini biliyorum.”

Ekim ayının son günü erken kar şokuyla uyandım; çılgın bir
kar fırtınası patlamış ve sokakları yoğun, beyaz bir örtüyle
Tatlı Hayat 111

kaplamıştı. Artık New York kaldırımlarında tüm mevsim­


lerde gezinmiştim. Göz teması kurmak çok hoş karşılan-
mazdı. Ama beklenmedik Cadılar Bayramı havası bizi
samimi biçimde şaşırttı ve işe giderken yanından geçtiğim
herkese gülümsedim. Timbers Konağı’na vardığımda yanak­
larım kırmızıydı.
Masama vardığımda telefonum çalıyordu. Genç Arthur
erkenci, diye düşündüm numarayı tanıyıp zamanı fark
ederek. Bay Pickvvick her pazartesi saat tam onda arardı.
Hızlı konuşmasını duymak için telefonu açtım. “Hemen
Jake’le konuşmam gerek,” diye havladı, “hemen.”
Çağrıyı yönlendirdim, konuşmanın içeriğini düşün­
meden sabah postasını düzenledim. Jake’in o gün için
takviminin çıktısını aldım ve ofisine götürdüm. Masasında
oturmuş, sanki cildini yakacak gibi ahizeyi kulağından
uzakta tutuyordu. Yüzü kemikleri erimiş gibi görünüyordu.
“Jake! Ne?” Kalp krizi geçirdiğini sandım ama eliyle beni
uzaklaştırdı. Sherman masanın altında karnının üzerinde,
bir patisini burnuna koymuş yatıyordu. Havada radyasyon
vardı; kaçtım.
Saniyeler sonra telefonun sertçe kapatıldığını duydum
ve parmaklarımın ucunda geri dönüp göz ucuyla odaya
baktım. Jake’in yüzü griydi. Bir kâğıt parçası tutuyor ve
inanmadan titreyerek bakıyordu. “Herkesi topla...” Sesi
kısıldı. “Fotoğraf Stüdyosuna,” dedi sonunda. “Bir saat
içinde. Tüm personeli.” Sonra ayağa kalktı ve kapıyı kapatıp
beni orada, tırnaklarımı yiyip olacaklar konusunda dehşete
düşmüş halde bıraktı.
Bir saat sonra parlak takım elbiseleri içinde uğursuz
görünen bir grup adamı geçerek stüdyoya doluştuk. Genç
112 R u th Reichl

Arthur’u kamera ve ışıkların arasında sakarca dururken


görm ek beni rahatsız etti.
Mutfak çalışanları bir tarafta, editörler diğer tarafta,
gevşek bir yarım daire olduk. Sanat bölümü bir arada duru­
yordu ama Richard, Jake’in yüzüne bir defa baktı ve yanına
gitti.
Genç Arthur sanki dikkatimizi çekmeye ihtiyacı varmış
gibi boğazını temizledi. “Uzunca düşündükten sonra...”
özür diler gibi görünmek istediğini umabilirdiniz, “Leziz?i
kapatmaya karar verdik. Reklam ortamı bizi zorluyor, gücü­
müzü diğer yayınlara odaklayacağız. Çok üzgünüm.”
Çoğumuz o kadar şaşkındık ki tüm yapabildiğimiz açık
ağızlarla ona bakmak oldu. Herkes derginin zor zamanlar
yaşadığını biliyordu ama işlerin bu kadar kötü olduğunu
bilmiyorduk. Leziz! yüz yaşın üzerinde bir Amerikan dergi-
siydi. Konuşma bittiğinde odadaki tek ses nefes alma sesle­
riydi.
Maggie gözyaşlarına boğulana kadar. Şoke olmuştum
ama sonra otuz yıldır Lezizl’&z olduğunu hatırladım. İlk
defa onun için üzüldüm. Şimdi ne yapacaktı? Ve sonra
Maggie’nin tek olmadığı kafama dank etti: Hiçbirimizin
artık işi yoktu. Richard’a, Diana’ya ve Jake’e baktım, iki
dakika içinde hayatlarımız değişmişti.
Jake, Maggie’nin yanına gidip omzuna dokundu ve bir
çekim için orada duran süslü kokteyl peçetelerinden verdi.
Sonunda Maggie kendine geldi. “Ne zaman ayrılacağız?”
diye sordu yüzü ıslak ve şişmiş halde.
Genç Arthur kol düğmeleriyle oynadı ve yere baktı.
“Sanırım bu önemsiz,” diye mırıldandı. “Çok hızlı çıkabi­
lirsiniz.”
Tatlı H ayat 113

“Birkaç hafta mı?” Soru Diana’dan geldi; mutfak envan­


terini kafasında çıkarmaya başladığından emindim.
“Ah, hayır.” Genç Arthur ona baktı. Şaşırmış görünü­
yordu, küçük bir erteleme olacağını fark edince odadaki
gerilim azaldı. “Bugün ekimin son günü. Bugün kalabilir­
siniz. Yarın akşam beşe kadar.”
“Yarın mı?” Diananın ağzı açık kaldı. “Yarın akşama
kadar her şeyi taşımamızı mı istiyorsun?”
“Evet.” Genç Arthur gülümsedi. “Çok şey almayacaksınız.”
Kabloların arasından yolunu buldu. “Hepinize bol şans
dilerim,” dedi kapıya ulaştığında. “İnsan Kaynakları sorula­
rınıza yanıt vermek için birazdan burada olur.”
“Bekle!” diye bağırdı Maggie.
Döndü. “Evet?” Ona baktı. “Maggie, değil mi?”
“Sadece bilmeni isterim,” dedi Maggie sertçe, “baban
mezarında ters dönüyor. Bu onun ilk dergisiydi, Pickwick
İmparatorluğunun başlangıcı ve her zaman favorisi.”
“Haklı olabilirsin,” diye yanıtladı adam. “Ama bilirsin,
babam içinde döndüğü o mezarında.” Ardında şaşkın bir
sessizlik bırakarak çıktı.
Ortak bir şaşkınlık içinde, mutsuz odadan uzaklaşma
hevesiyle stüdyodan çıktık. Yan odaya girdim ve mutfağı
kaos içinde buldum. Aşçılar bir Güney festivali çekimlerine
hazırlanıyorlardı ve her tezgâh yemekle doluydu.
“Domuz sırtlarım!” diye inledi Maggie. “Bu çekim için
yeterli eti bulana kadar bir hafta harcadım. On kilo mavi
yengeç ve altı kilo uykuluğumuz var. Tüm bunlarla ne yapa­
caklar merak ediyorum.”
“Bu artık sizin sorununuz değil,” diye gürledi Genç
Arthur’a binaya girerken eşlik eden takım elbiseli adam­
114 Ru th Reichl

lardan biri. Beş çift soğuk göz hiçbir şeyi kaçırmadan bizi
izledi. Lori dikkatle bir bıçağı bir tülbende sarıyordu. “Onu
nereye götürdüğünüzü sanıyorsunuz?” diye sordu içlerinden
biri.
“Bu benim bıçağım,” dedi Lori kendini savunarak.
“Okuldan mezun olduğumda aldım.”
“Çok kötü.” Adamlardan biri bıçağı elinden aldı. “Kişisel
eşyanı bu mutfağa getirmemeliydin. Ekipmanın tamamı
burada kalacak; artık şirket mülkü.” Bıçağı tezgâha fırlattı ve
bıçak durana kadar şiddetle takırdadı.
“Zaten yeni bıçak alma zamanın geldi, Lori.” Paul onu
yatıştırmaya çalıştı. “Mezun olduğundan beri uzun zaman
geçti.”
“Bir ömür boyu kalmaları gerekirdi,” dedi Lori.
Paul ona tezgâhta duran açık bir şişeden bir bardak şarap
verdi. Sabahın on biriydi. “Bunu Pickvvick’lere bırakmanın
anlamı yok.”
Adamlardan biri kafasını kaldırıp anlamlı bir biçimde
bardağa baktı. Paul öfkeyle bakarak karşılık verdi ve şarabın
da Pickwick mülkü olduğunu iddia etmesi için ona meydan
okudu. Adamın omuzları takım elbisesinin içinde huzur­
suzca oynadı ama önce o göz kırptı. Paul gösterişli biçimde
büyük bir yudum aldı ve profesyonel bir şarap gurusu gibi
gürültüyle ağzına hava çekti. Arthur’un adamlarından biri
ona çirkin bir bakış attı ama diğerlerinin de onu izlemesini
söyleyen bir hareket yaparak uzaklaştı.
Diana sessizce raflarım boşaltıyor, tarif kitaplarını
topluyor, gizli baharatlarını giydiği eski tarz önlüklere sarı­
yordu, ne kadar sakin olduğunu düşünerek onu izledim.
Öfkeli görünmüyordu. “Ne düşünüyorsun?” diye sordum.
Tatlı Hayat 115

Dikkatli biçimde raflardan baharat, un ve kapları kutuya


aktarmaya devam etti. “Deneyimli aşçılar için dışarıda bir
sürü iş var.”
Sakinliğine şaşırmış halde yüzüne baktım. Aşçıların çoğu
toplanırken ağlıyordu. Dergi işi değişiyordu ve iş bulmak
zordu; bunun gibi test mutfakları artık geçmişte kalmıştı.
Bundan sonra kadrosuz çalışmak isterler miydi? Elveda sosyal
yardımlar. Midem taş yutmuşum gibi oldu ve ofisime gitti­
ğimde iki elimin de karnımda olduğunu fark ettim. Kahve­
rengi karton kutular koridorlara yayılmıştı, birine sağlam
bir tekme atıp merdivenden aşağı düşmesini memnuniyetle
dinledim.
Jake ofisinde masasına yığılmıştı; Richard diğer taraftaydı
ve sert görünüyordu. Beni içeri çağırdılar.
Jake perişan haldeydi. “Richard neler olduğunu bildiğimi
düşünüyor. Genç Arthur’un bunu uyarı vermeden yapaca­
ğını düşünmüyor. Bunu bildiğimi ve arka planda fikirlerini
değiştirmeye çalıştığımı düşünüyor. Lütfen ona doğruyu
söyler misin?”
“Richard, çağrı geldiğinde Jake’i görseydin... yüzünün
rengini hiç unutmayacağım. Bunun geldiğini bilmiyordu.”
“O piçler!” Richard ayağa kalkarken yumruğunu masaya
indirdi. “Tam tatillerden önce mi? Bekleyemezler miydi?”
“Tam bir aptal gibi hissediyorum.” Jake, Richard’ın
gitmesini izledi. “Nasıl bu kadar kör olabildim? Reklam­
ların düştüğünü biliyordum.” Kendini sakinleştirmek için
görünür bir çaba harcıyordu. “Keşke Sammy burada olsaydı.
Şu anda Türkiye’de geziniyor olması çok kötü. O sempatik
enerjisi işimize yarardı. Herkesi sakinleştirirdi. Onu aradın
mı?”
R u th Reichl

“Ararım.” İstanbul’daki otelini aradım ama görevli şehir


dışında olduğunu ve ulaşılamayacağını söyledi.
“Mesaj bıraktım,” dedim Jake’e, “ama ne zaman dönece­
ğini bilmiyorlar.”
“Lanet olsun!” Jake’in sesi zavallı çıkmıştı. “Keşke burada
olsaydı, ona hiçbir şey işlemez.” Sonra ellerini masada birleş­
tirdi ve bana baktı. “Ama seninle konuşmak istediğim bu
değil.”
Sadece öğlen olmuştu ama Genç Arthur’un arama­
sının üstünden sadece üç saat geçmiş olmasına rağmen,
Jake yaşlanmıştı; şimdi elli dört yaşının tamamı yüzüne
işlenmişti. Bugünden sonra onu bir daha görmeyebilece-
ğimi düşünerek Sherman’ı okşadım. Richard’ı, Sammy’yi
düşündüm. Midem bulandı ve bir an için Jake’in masasına
kusacağım diye panikledim. Bu duyguyu yutmaya odak­
landım.
“Peki, istiyor musun?” Jake’in sesi uzaktan geliyor gibiydi.
“Neyi istiyor muyum?” Dinlemiyordum.
Jake başını salladı. “Odaklan, lütfen. Genç Arthur
Garanti için birilerini tutmayı istiyor diyordum. Birden
kesmenin şirketin imajı açısından kötü olacağını ve bir
şekilde diğer dergileri etkileyeceğini düşünüyor. Bana göre
tamamen mantıksız... herneyse ona bunu birisi yapacaksa
bu kişinin sen olması gerektiğini söyledim.”
“Kitabı kapatsalar bile bana para ödemeye devam mı
edecekler?” Bu çılgıncaydı. “Bu ne kadar sürebilir ki?”
“Söylemedi,” diye itiraf etti Jake. “Ve bu iyi bir soru.
Sonsuza kadar süreceğini sanmam. Ama okurlar eski sayı­
larına bağlı kalacak ve Genç Arthur, okuyucuları mutlu
etmeye devam etmek istiyor. Kurunun yanında yaşın da
Tatlı H ayat 117

yanmasını istemiyor veya belki de ekonomi düzeldiğinde


yeniden canlandırmak gibi fantezileri vardır.”
Yüzümde ne görünüyordu bilmiyorum ama bir şeyler
eklemesine neden oldu. “Sen iyi bir yazarsın, Billie ama
henüz yeterince deneyimin yok. Yeni bir iş bulmak bu
ekonomik durumda zor olacaktır ve hâlâ bir işin varken
bulmak her zaman daha kolaydır. Kadrosuz çalışmak zordur.
Bir süre kalarak ne kaybedersin ki? Tüm bu personel yeni
iş arıyor olacak. Herkes için elimden geleni yapacağım ama
kolay olmayacak.”
Tüm editörleri, redaktörleri ve grafıkerleri kapıları çalıp
iş isterken düşündüm. Sammy’yi merak ettim. Sonra iki
çocuğu olan Paul’ü ve üç çocuğu olan redaktörü düşündüm.
İşsizlik parası ne kadar sürerdi? Ama birden hepsi beni
tüketti. Düşünemiyordum. Jake beni izliyor ve bekliyordu.
Sessizlik uzadı. “Bunu evet olarak kabul ediyorum.”
Jake’in sesi daha sağlamdı. Sandalyesinden kalktı ve odada
dolaştı. “Şimdi işe dönebilir miyiz? Yapılacak çok şey var.”
Neredeyse hemen telefon çaldı. Basım düşünmemiştim.
Leziz! sevilen bir kurumdu ve derginin kapanması tüm
dünyada haber olmuştu. Gazeteciler Jake’i arayıp durmuş,
bildiklerini ve ne zaman öğrendiğini anlatması için yalvar­
mışlardı. Gazeteciler ona ulaşamayınca beni sorguladılar,
ertesi gün boyunca sonların kendine has bir heyecanı oldu­
ğunu keşfettim. Anın çılgınlığında ne kaybettiğini unutmak
mümkündü.
Çoğumuz o ilk akşamı ofiste içki dolabından bir şeyler
içerek geçirdik. Sabah ofisin daha hovarda bir görüntüsü
vardı, aceleyle taşınma sonrasında eski konağa daha az benzi­
yordu. Son kutuları da bantlayınca Jake kahve ve Jacques
118 Rutlı Reichl

Torresin onun için içini özel olarak çikolatalı moussela


doldurduğu çörekler sipariş etti. Maggie beklenmedik bir
davet yaptığında şeker ve kafeinle ayılmaya çalışıyorduk. “Bu
akşam bana gelin,” dedi herkese. “Düzgün bir veda edelim.”

Başkalarının evleri her zaman beni şaşırtmıştır ama en vahşi


hayallerimde bile Maggienin seksenlerden kalma rock yıldız­
larının -Bruce Springsteen, Guns N ’ Roses, Talking Heads-
posterleriyle dolu, kahverengi taşlı, eski bir Brooklyn evinde
yaşamasını beklemezdim. Sendeleyerek geldiğinde bir Cyndi
Lauper posterine bakıyordum.
“Kızların eğlenmesi gerek.” Sözcükleri zorla söyleyebil­
mişti. “Merak ediyorsan gerçekler.”
Jake ona şöyle bir baktı. “Ne kadar sarhoşsun?” Biraz
endişeli görünüyordu.
“Çok,” dedi Maggie. “Ve bir süre daha böyle kalmaya
niyetliyim. O lanet yerde kaç yıl çalıştım biliyor musun?”
“Bana ihtiyacın olursa burada olduğumu biliyorsun.”
Sesi alçaktı ama kolunu ona doladı. Gözlerimi kaçırdım;
garip biçimde samimi bir andı.
“İyi olacağım.” Onu itti ve meydan okur gibi baktı. “Bir
catering şirketi kuracağım.”
Jake kahkahaya boğuldu. “Sen mi? İnsanlar seni partile­
rinden uzak tutmak için iyi para öder.”
“Alındım.” Burnunu çekti. “Jake Newberry olmayabi­
lirim ama Park Avenue takımını memnun edecek kadar iyi
yemek yapabilirim.”
“Ah, hadi ama, Mags. Yemek yapmana çamur atmıyorum.
Ama sen, hizmet sektöründe? Bunu bir düşün.” Aslında
Maggie’nin kendinden daha kaba kadınlara hizmet etmesi
Tatlı Hayat 119

fikrini beğenmiştim ama bu düşünceyi kendime sakladım.


O anda birbirimize karşı kibar olmaya çalışıyorduk.
“Peki ya sen?” Maggie, Valante’ye. “Senin ne gibi büyük
planların var?” diye sordu.
Valante utanmış göründü. Gözlüğüyle oynadı, şimdiden
New York dergisi, Food & Wine, Williams~Sonomddaxv
aradıklarını itiraf etti; önümüzdeki iki ay için doluydu.
Richard kendisinin de bir düzine telefon aldığını
söyledi. “Peki ya sen Diana.” Maggie’nin sesi acılığın kıyı-
sındaydı. “Sanırım senin de önüne bir düzine güzel fırsat
gelmiştir?”
Diana nin her zaman anlaşılır olan yüzü kapandı. “Bunu
size söylemek için doğru anı bekliyordum.” Anlaşılır biçimde
rahatsızdı, doğrudan bana baktı. “Aslında bir süre önce bir iş
teklifi aldım. Ned, Palo Alto’da yeni açılan bir şirkette çalı­
şacak ve Sunset dergisinde yeni açılan bir test mutfağı var.
Ne yapacağım konusunda kafam karışıktı ama Bay Pickwick
benim yerime karar verdi.”
“Ne?” Gözyaşlarımı bastırmakta zorlandığımı anlayınca
dehşete düştüm. Diana için mutlu olmalıydım; bir işi vardı.
Ama benimle kalacak tek insan olduğunu düşünmüştüm.
Bir kucak dolusu kirli tabağı aldım ve mutfağa çekildim.
Lavaboyu kaynar suyla doldurdum, deterjanı sıktım ve elle­
rimi ıslak sıcağa daldırdım.
“Kızdığın için üzgünüm.” Diana sessizce beni takip
etmişti. “Sen benim arkadaşımsın ve sana söylemeliydim.
Ama gerçekten gideceğimi düşünmedim.”
“Hayır, bu harika. Gerçekten. Seni ne kadar özleyece­
ğimden öte işin olduğu için mutlu olacağım. Şimdi kim
kıyafetlerim için canımı sıkacak?”
uo R u th Reichl

Kollarını bana doladı. “Benden o kadar kolay kurtulaca­


ğını sanma.”
Ben de ona sarıldım ve o arada onu ıslattım.
“Sana o kadar çok e-posta atacağım ki gittiğimi anla­
mayacaksın bile,” dedi. “Ve o zencefilli kek tarifinden de
vazgeçmiş değilim...”
w
Sihirli Anlar

Sevgili Genie,
Diana'nın gitmesini izlerken kendimi çok kötü hissettim.
Aynı senin gitmeni izlemek gibi değildi ama yine de...
İletişimi kesmeyelim gibi şeyler söyledik ama uzaktan
her şey farklı. Bildiğin gibi.
Bu haftasonu Fontanari'de çalışmaktan, her şeyden
sonra eve dönmek kadar kötüydü; hep o acıma. Rosalie
çöpçatanı oynamaya devam etti ve beni kapıdan giren
tüm bekârların önüne itti. Hepsinin benim için endişe­
lendiğini anlayabiliyorum ama bu beni daha gergin ve
huzursuz yapıyor.
Yeni iş yarın başlıyor ve dört gözle bekliyorum.
Nasıl bu kadar şanslı oldum? Geri kalan herkes iş
arıyor ve ben bir sonraki hamlemi düşünürken sıcak bir
124 Ru th Reichl

konakta takılacağım. Eminim bir diğer dergide yardımcı


editörlük bulabilirim ama Leziz!'den sonra, her seçenek
kötü. Sadece yazmak istemiyorum, yiyecekler hakkında
yazmak istiyorum. Fontanari'de her zaman çalışabi­
lirim. Ama onları ne kadar sevsem de ilerliyormuşum
gibi hissetmiyorum. Benim yerimde olsan ne yapardın
diye düşünmeye çalışıyorum.
xx b

Anahtarım hâlâ çalışıyordu ama ben merdivenleri çıkarken


konak o kadar sessizdi ki kendi hafif ayak seslerim bile boş
binada yankılandı. Jake tek olacağımı söylediğinde sadece
benim olacağımı tam anlamamıştım.
Garip biçimde boş koridorları, gürültülü sessizliği ve
çöple dolu boş ofisleri hayal edemezdim. Biz gidince beş
gün içinde mobilyanın çoğu taşınmıştı ama kırık parçaları
bırakmışlardı, orada burada bir veya iki bacağı eksik, ters
çevrilmiş bir sandalyeye denk geliyordum. Atılmış fotoğraf
parçaları her odada yığınlar halindeydi ve koridorlarda büyük
çöp poşetleri eski defterler, kırık zımbalar ve unutulmuş ofis
kırtasiyesiyle dolup taşıyordu. Kullanılmamış kutu yığınları
doldurulmayı bekliyordu. Hava nemli kâğıt kokuyordu ve
her şey çürüyormuş gibi garip bir koku vardı.
Ofis kapılarının çoğu açıktı; her eşiğe sarı bantla
KONTROL EDİLDİ + BOŞ yazılmıştı. Karanlıktı, çok
karanlık. Sammy’nin kapısı kapalıydı ama sanki içeride kötü
bir virüs varmış ve saldırmaya hazırmış gibi onun eşiğine
de TEMİZLENMEDİ yazılmıştı. Koridorda yürüyerek boşu
boşuna tüm ışıkları açtım ama sonunda kafama dank etti:
Birisi tüm ampulleri almıştı.
Tatlı Hayat 125

Ofisimde bir çift bırakmışlardı, ışıkların yanmasını


izlemek rahatlatıcıydı. Ama bunun ötesinde Jake’in boş ofisi
karaltı gibi duruyordu. Sherman’ı duymayı bekledim ama
elbette orada yoktu.
Nasıl bu normal bir iş günüymüş gibi davranabilirdim?
Yine de lobi kapısına yayılmış halde bulduğum postaları
açmaya başladım.
Sevgili Leziz? diyordu ilki. “Garanti sözünde durmaya
devam edeceğiniz doğru mu? Öyleyse son sayınızdaki hindi
doldurmadaki yabani mantarlarda’ yabani bir şey olmadığını
belirtmek isterim. Bildiğiniz gibi shiitake1artık her yerde...”
Peki bu konuda tam olarak ne yapmamı istiyorsun? diye
düşündüm kızarak. Anlaşıldı ki Bayan Bowman “yanlış
iddia” nedeniyle bir iade istiyordu.
Bir öfke seli içimi kapladı. “Sevgili Bayan Bowman kendi
mantarlarınızı kolaylıkla toplayabilir ve tariftekilerin yerine
kullanabilirdiniz.” Yazmayı kestim. Neden umurumda
olsundu ki? Tek tek kelimeleri sildim.
“Sevgili Bayan Bowman.” Daha yavaş yazıyordum.
“Mantar konusunda mutsuz olduğunuz için çok üzüldüm.
Faturalarınızı gönderirseniz mutlulukla paranızı geri öderiz.
Okuyucularımızın bu harika dergiyle ilgili mutlu anıları
olmasını istiyoruz. Burada Lezizl’de hepimiz, size mutlu
tatiller dileriz.”
Hayalet iş arkadaşlarımın etrafımda toplanıp sessizce
tezahürat yaptıklarını hissettim. Sonra diğer mektubu
aldım. Herkese parasını geri verecektim. Neden olmasın?
Yarın, diye düşündüm, ampul alacağım. Ve biraz çiçek. Su
ısıtıcısı getireceğim. O kadar kötü değil...
1 Japon mantarı, (ç.n.)
R u th Reichl

Koridordan bir ses geldi ve kalbim hızla çarptı. Korkuyla


koridora bakmak için zıpladım. Boştu. Köşeden kaybolan
bir fare kuyruğu muydu? Yoksa sadece hayal gücüm müydü?
Kendimi sakinleştirmeye çalışarak oturdum. Saçmalı­
yordum, bunu biliyordum ama insan sesine ihtiyacım vardı.
Melba Teyze’yi aramayı düşündüm, sohbetin nasıl oalca-
ğım biliyordum. Sempatik olacaktı. Bir kere daha babamın
beni ne kadar özlediğini söyleyecekti. Bir kere daha işi
bırakıp eve dönmemi söyleyecekti. Teşekkürler, almayayım.
Ben bunu düşünürken telefonum çaldı, bakınca babam
olduğunu gördüm.
“Sadece sesini duymak istedim,” dedi. “Zor olmalı. îşler
çok iyi gidiyordu ama şimdi bu çıktı. Şükran Günu nde hâlâ
eve gelip gelmediğinden emin olmak istedim.”
“Ben de seninle bunu konuşmak istiyordum zaten.
Gelmezsem çok kırılır mısın?”
“Evet.” Sesi kısıktı. “Fena kırılırım.” Derin ve duyulur
biçimde iç geçirdi. “Seni özledim. Senin için endişeleni­
yorum. Seni görmek istiyorum. Ama anlayabilirim.”
“Gerçekten mi?”
“Nasıl hissettiğini bilmediğimi mi sanıyorsun?” Sesi
neredeyse öfkeliydi. “Neden kaçtığını anlamadığımı mı
sanıyorsun? Bu hoşuma gitmiyor ama anlıyorum. Ve bize
neden mesafeli durman gerektiğini de biliyorum. Şimdi eve
gelmenin çok zor olacağını düşünüyorsan, peki, senin için
en iyisinin ne olacağını düşünüyorsan onu yapmalısın.”
“Gerçekten mi?” dedim yeniden cömertliğine şaşırarak.
“Sağol, baba. Seni seviyorum.”
“Ben de seni seviyorum. Ve sen hazır olduğunda gele­
ceğim... geleceğiz. Sen söyle yeter.”
Tatlt H ayat 127

Telefonu kapattım ve ağladığımı fark ettim. “Kes şunu!”


dedim kendime. “Kes, yeter!” İhtiyacım olan şeyin Bayan
Cloverly’nin tanıdık mızmızlanan sesi olduğunu biliyordum.
“Bir sorun mu var, tatlım?” Aramam onu endişelendir­
mişti. Derginin kapandığını açıkladığımda üzgün ve sulu
bir iç çekiş duydum. Nasıl hissettiğini biliyordum; dünyası
küçülmüştü.
Ama Garanti olduğu gibi devam edecek.” Sesimin neşeli
çıkmasına çalışmıştım.
Sesi umutluydu. “Hâlâ arayabilir miyim?”
“Kesinlikle.” Çok daha neşeli hissetmeme neden olma­
sına şaşırmıştım. “Her gün burada olacağım.”
Ama her gün karanlık bina daha da bakımsız oldu ve
benim ruh halimi canlı tutmam zorlaştı. Genç Arthur un
binanın tamamen terk edilmiş görünmesini engellemek için
birisini orada tutmak istediğini anlamıştım ama üçüncü
pazarteside boş odalar ve sarı bantlar daha yasakçı göründü;
Jake’in karanlık ofisinin ağır ve sitemkâr bir varlığı vardı.
Fark ettiğim garip koku güçlendi, çarşamba günü, bütün fare
ailesinin duvarlar arasında çürüdüğünü hayal ediyordum.
Koridorda yürürken ve uzun Şükran Günü için ayrılırken,
ayaklarım unutulmuş fotoğraf yığınlarından birine çarptı.
Bir yılan gibi bana doğru kıvrıldılar, merdivenlerden aşağı
koşup dışarı çıkarken kapıyı arkamdan çarptım. Birkaç gün
uzak kalacağım için mutluydum.

Sevgili Genie,
Timbers Konağı bir kâbusa dönüştü ve kimseye ne
kadar kötü olduğunu anlatamıyorum. Babam ve Melba
Teyze eve gelmemi istiyorlar ama Kaliforniya'da ne
Ruth Rt'ichl

yap aca ğ ım ? Okula geri mi döneceğim? Hayır, kalsın;


bunu yapabileceğim i sanmıyorum. Sal'le Rosalie bana
tam zamanlı iş önerdiler ama hayatımın geri kalanında
yapm ak istediğim bu değil ve onları incitmeye d aya­
namam. Sence sonuna kadar dayanm alıyım, değil mi?
En azından başka bir şey bulana kadar? Ö yle düşündü­
ğünü biliyorum.
Şükran Günü'nü Fontanari'de çalışarak geçirdim ve
sonrasında hepimiz üst kata çıkıp birlikte hindi yedik.
Bu, Sammy'yi düşünmeme neden oldu. Evinde ilk akşam
yemeğinde bana söylediği bir şeyi hatırladım; ne zaman
mutlu olduğunu bilecek kadar şanslı olduğunu söylemişti.
Onu kıskanmıştım ama şimdi geçmişe bakınca aptal
gibi hissetmeme neden oluyor çünkü her şeye rağmen
o anda ben de oldukça mutluydum. Öylece yanımdan
geçip gitti. Umarım bir dahaki sefere sahip olduğumda
mutluluğu tanıyacak kadar akıllı olurum.
Seni özledim, seni özledim, seni özledim.
xxb

Şükran Günü’ndeıı sonraki pazartesi, Timbers Konağı


daha da kötü kokuyordu. Bir elimde kahve bir elimde bir
demet gül, merdivenleri tırmandım ve burnumu çiçeklere
gömdüm. Koridorda gözlerimi ileri dikerek kırık mobilya,
çöp ve kapılardaki bantlardan sakınmaya çalıştım. Gülleri
bir vazoya koydum, bir yudum kahve aldım ve minnettar
biçimde sandalyeme çöktüm. Sonra telefonu kaldırıp Bayan
Clovcrly’yi aradım.
Bu karavan parkındaki yaşlı çılgın kadının varlığının
böyle gerekli olması gerçekten acınacak bir durumdu ama
J2 <)

onunla konuştuğumda hiçbir .şeyin değişmediği konusunda


kendimi kandırabiliyordum. Haftasonunu yemek yaparak
geçirmişti ve üç kötü yemeği bizi bir saat kadar meşgul etti.
Ama kapattığımda sessizlik o kadar yoğundu ki kori­
dorda bir tahta gıcırdadığında zıpladım.
Hayal gücüm değildi: Dışarıda birisi vardı ve bana doğru
yürüyordu. Adrenalinin vücuduma pompalandığını hisse­
debiliyordum. Ayağa kalktım. En azından beni hazırlıksız
yakalamayacaklardı.
Ayak sesleri kapı eşiğimin dışında durdu ve endişeli bir
ses duydum. “Orada birisi mi var?”
Bu sesi tanıyordum! Koridora koştum ve kollarımı
Sammy’ye doladım.
“Sen burada ne yapıyorsun?” diye sordu. “Beni korkudan
öldürüp erkenden mezara mı göndereceksin?”
“Sen nasıl oldu da içeri girebildin?”
“Bilmeni isterim ki anahtarım hâlâ çalışıyor. Ve kişisel
eşyalarımı ilk fırsatta almak istedim.”
“Peki, neden daha önce gelmedin?”
“Bunun için mi?” Elini sallayıp içinde bulunduğumuz
dağınık koridoru gösterdi. “Uzun mektubun bana ulaştı­
ğında şehir dışındaydım. Çığlık attım. İnledim. Ağladım.
İstanbul’a döndüm ve çılgın bir tavuk gibi şehri didiklemeye
başladım, biletlerimi değiştirmeye, ilk Ncw York uçağına
atlamaya niyetlendim. Havayolu ofisinde birden aklıma
geldi: Pislik gibi davranıyordum. Bu son tangoydu ve kimse
masraflarımı sorgulamayacaktı. Ben de biletlerimi alıp bir
limuzin kiraladım, kral dairesine geçtim ve İstanbul'un en
iyi restoranlarında yer ayırttım. Genç Arthur’a lanet olsun!
Beni baştan aşağı süzdü ve konuşmaya devam etti. “Görü­
130 Ru th Reichl

nüşe göre sen de benzer bir şey yapmış olmalıydın, canım.


Neyin peşindeysen sana pek iyiliği olmamış.”
Elimi saçlarıma koydum ve bu sabah tarama zahmetine
girmediğimi hatırladım. Keşke yüzümü yıkasaydım. Hafta
boyunca kimseyi görmemiştim ve bazı sabahlar işe pijama­
larımla gelmek istiyordum. Yine de böyle yakalanmak utanç
vericiydi. “Beni unut. Sen ne yapacaksın?”
“Canım benim, beni düşünerek bir anını bile harcama.”
Tüvit takımını düzeltti. “Sen daha doğmadan önce ben bu
işin içindeydim. Herkesi tanıyorum. Şimdi döndüm ve bu
hafta bitmeden üç teklif aldım.” Beni koridorda çekti. “Gel
toplanmama yardım et.”
Sammy şüpheyle burnunu çekti ve, “Bu acınası aroma
nedir?” dedi.
Omzumu silktim. “Sanırım duvarların arasındaki ölü
fareler. Artık kimse temizlemeye gelmiyor.”
“Hımm.” Sammy kapalı kapısının önünde durdu ve sarı
banda öfkeyle baktı. “Temizlenmemiş mi?” Şiddetle koparıp
attı. “Temizlenmemiş?” Anahtarını kilidine soktu. “Ne
barbarca bir düşünce.” Kapı menteşelerinden gıcırdayarak
içeri doğru açıldı ve nefesimi tuttum.
Sevgili orkideleri ölmüştü. Kuruyup iskelete dönüşmüş,
duvara yaslanmışlardı, yaprakları öyle yatıyordu. Ama diğer
her şey hayatta kalmıştı, zarar görmemiş halde bulmaktan
mutlu bir şekilde güzel bakır çaydanlığını aldım. Sammy
elimden aldı ve sanki sevdiği bir evcil hayvanmış gibi
parmaklarını tozlu çaydanlıkta gezdirdi. Yeniden zavallı
çiçeklerine baktı ve sonra hafifçe duvardan alıp çöpe attı.
“Ruby -Genç Arthur un sekreteri, bilirsin- günlük mesajlar
bırakıyordu, üstü kapalı biçimde ofisimi temizlemezsem her
Tatlı H ayat 131

şeyin Pickwick’e kalacağını ima ediyordu. Ama sen henüz


buradaki varlığını açıklamadın. Bekle/’ Elini kaldırdı. “Dur,
tahminde bulunayım. Garanti mi?”
“Çok zekisin.”
“Bundan Bayan Cloverly’nin hâlâ bir numaralı müşterin
olmaya devam ettiğini anlıyorum.”
Elimde olmadan gülümsedim. “Artık değil. Yeni çılgınlar
onu aratıyor.”
“Ne güzel.” Sammy eğlenmiş gibiydi. “Anlat!”
“Bundan daha iyisini yapacağım.” Birden endişesiz hisse­
derek o günün en saçma mektubunu almaya gittim.

Sevgili Bay veya Bayan,


Derginin talihsiz, zamansız ve bana göre tamamen gereksiz
kapanışına rağmen Leziz! Garantisinin arkasında durmanızı
beklemek çok mu fazla olur? Umarım olmaz çünkü son derece
ciddi bir şikâyetim var.
Her yıl ailemin her bir üyesi Noel için özel bir kurabiye
ister. Bu yıl Emma Teyze yetmişlerde yayımladığınız Fındıklı
Kayısılı Dantel Kurabiyeyi istedi. Onların gevrekt yoğun ve
oldukça hoş olduklarını hatırlıyorum. Evet, efendim tarifi
kaybettiğimi sanmıştım ama dosyama gittiğimde bulmakta
zorluk çekmedim.
Tarifin bazı önemli malzemeler bakımından eksik oldu­
ğunu düşündüm. Ama iyi aşçılarınıza inancım çok büyük ve
tarifi yazıldığı gibi izledim. Bunların berbat hokey diski gibi
olduklarım ve tarifi kaybetmiş olmayı dilediğimi söylemeliyim.
Sonra Leziz! Garantisini hatırladım. Malzemeler pahalı
değildi - yu laf çok değerli değil- ama anlarsınız ya prensip
meselesi.
132 R u th Reichl

Faturalarım ektedir. Fındıklı Kayısılt Dantel Kurabiyeyi


andıran harika bir tarifiniz varsa, lütfen çekle beraber onu
d a gönderin. Emnıa Teyzeyi hayal ktrıklığına uğratmak
istemem.
Saygılarımla,
Em majane (Bayan Gifford) Janson

Sammy hırıldayarak soluyana kadar güldü. Sonunda ciddi­


leştiğinde kuşkuyla bana baktı. “Şu anki işin bu mu? Antik
tarifleri sorgulayan kadınlara yanıt vermek mi?”
“Anlaşılan Garantide bir kısıtlama yok.”
Yine kahkaha atmaya başladı. “Bahse girerim Emmajane
tarifi yanlış kopyaladı. Orijinalini aradın mı?”
“Veritabanında yoktu.”
“Peki ya tarif indeksi?”
“Jake eski sayıları aldı.” Bir an tereddüt ettim. “Bunu
yapmak için kütüphaneye gitmem gerek. Ve...” Yukarıyı
işaret ettim.
“Uzun zamandır kilitli o odaya girmeye niyetin yok.
Çok iyi anlıyorum. Korkma.” Koluma dokundu. “Sana eşlik
edeceğim. Anahtarın var mı?”
“İddiaya varım Jake’in masasındaki çekmecelerden birin-
dedir. Masa o kadar büyük ki taşımaya zahmet etmediler.”
Kolunu koluma taktı ve beni Jake’in neredeyse boş ofisine
götürdü. “Bir zamanlar kütüphane bu binadaki en sevdiğim
yerdi ama Jake yasakladığında var olduğunu unuttum. Uzun
zaman oldu... son bir bakış atmak isterim.”
Anahtar olmasını beklediğim yerdeydi. Aldım ve beraber
büyük, tozlu merdiveni çıktık. Biz çıkarken kötü koku o
kadar güçlendi ki Sammy bir mendil çıkardı ve burnuna
Tatlt H ayat 133

tuttu. “Hiç şüphesiz bu, derginin etrafımızda çürüyen cese­


dinin kokusu. Bu koku! Nasıl katlanıyorsun?”
“Alışıyorsun.”
Eliyle elime vurdu ve gözlerinde acımayla bana baktı.
“Ah, canım benim.” Sesi yumuşaktı. “Ah, canım benim.”
Bir zamanlar sanat bölümü olan kederli hengameyi
geçtik ve korkutucu kütüphane kapısının önünde durduk.
Sağlam bir ahşaptı ama anahtarı kilide sokunca menteşeleri
içeri doğru açılırken hafifçe iç geçirdi. Ayak uçlarımızda
serin karanlığa girdik; hava kâğıt, deri ve garip biçimde
elma karışımı antik bir parfüm kokuyordu. İran halısı o
kadar yumuşaktı ki uzun, yüksek, kitap dolu odada süzü-
lüyormuşum gibi hissettim. Perdelerle kapalı pencereler
aydınlatma sağlamıyordu, el yordamıyla ışık düğmesini
aradım. Işığı açınca oda meşe masaların üzerinde sanki her
an geri dönmek üzere olan hayalet okuyucular bırakmış
gibi duran kitap yığınlarına düşen yumuşak san bir ışıkla
doldu.
Derin süet koltuklar davetkâr biçimde odaya dağılmış­
lardı; Tiffany lambalar üzerlerinde mücevher gibi parlıyor­
lardı. Büyük, antik bir dünya küre, benden daha uzundu,
bir köşede duruyordu ve bir diğer köşede ahşap bir dayanağa
kral gibi kurulmuş devasa bir sözlük vardı. “Bu odanın ne
kadar güzel olduğunu unutmuşum,” diye fısıldadı Sammy
bir tür saygıyla.
Odanın ortasındaki masaya yürüdüm; fantastik bir
ahşap işlemesiyle süslenmişti, burç haritasındaki yıldızların
gökyüzünde dağılımını gösteriyordu. Masanın arkasındaki
sandalye bir taht kadar uzundu ve koyu mavi kadife minde­
rine oturduğumda beni kucaklamak için çökmüş gibiydi.
134 R uth Reichl

Sandalyenin yanındaki rafa baktım ve Lezizfm eski sayıla­


rını barındırdığını görünce şaşırmadım.
Sammy keşfe çıkarken ben sandalyeye yerleştim ve
Fındıklı Kayısılı Dantel Kurabiye tarifini bulmak için eski
sayıları karıştırdım. Tarif orada olsaydı kesinlikle bulurdum,
Aralık 1979 sayısını yerine koyduğumda Bayan Gifford’ın
tarifinin başka bir yerden geldiğine emindim.
“Buraya gel!” Sammy’nin sesi sanki uzak bir mesafeden
geliyormuş gibi boğuktu. Ayağa kalktım ama onu göre­
medim. “Kütüphanenin alt kısmındayım. Acele et!”
Sesini takip ettim ama arka duvara ulaştığımda Sammy
hâlâ görünürde yoktu. “Neredesin?”
“Son rafın yanında mı duruyorsun?” Sesi duvarın arka­
sından geliyordu.
“Neredesin?”
“Kitap rafının sonuna git ve iyice it.” Rafın ucuna
yürüdüm ve iki elimi de öne koyup ittim. Biraz titredi,
birkaç santim oynadı ve sonra eski yerine geri döndü.
“Kibar olma. Daha sert!”
Bu kez tüm vücudumla yüklendim, raf yana kaydı ve
duvarda gizli küçük bir kapı ortaya çıktı. Birden Sammy’nin
kafası kabuğundan çıkan bir kaplumbağa kafası gibi belirdi.
“Lütfen gel.” Beni şaşırttığı için belirgin biçimde heyecan­
lanmıştı, yüzü kaybolmadan önce keyifle sırıttı.
Dar kapı yüz otuz santimdi, eğilip bükülerek girerken
Sammy’nin nasıl sığdığını merak ettim. Onu tek bir ampulle
aydınlatılan, bir çocuğun yatak odası büyüklüğünde loş bir
odada ayakta dururken buldum. Dört duvar, zeminden
tavana kadar raflarla doluydu ve hepsinde kâğıtlar vardı. “Bu
nedir?” diye fısıldadım. “Burada olduğunu biliyor muydun?”
Tatlı H ayat 135

“En az senin kadar şaşkınım.” Sammy’nin yüzünde


merak vardı. “Rafları kurcalarken 1860’lardan kalma son
derece nadir bir seyahat rehberi keşfettim. Düşürdüm -ne
kadar sakar olduğumu bilirsin—ve kitabı almak için eğil­
diğimde kitap rafının altındaki tekerlekleri gördüm. Ve...”
dramatik biçimde durdu, “... tekerleklerin olmasının bir
nedeni olmalıydı. Ve ittim. Voilâ! Gizli bir oda, gizli bir
hâzineyle dolu.” Rafları işaret etti. “Mektuplar!” Raftan bir
dosya aldı. “Binlercesi, Leziz?m doğduğu günlere kadar
uzanan yazışmalar.”
“Ama burada ne yapıyorlar? Neden gizlenmişler?”
Sammy dosyayı açtı. “Hiçbir fikrim yok.” Yaşı yüzünden
çatlamış bir sayfa çıkardı. “Ama bir tahminde bulunup yıllar
önce istiflendiklerini ve sonra da unutulduklarını söyleye­
ceğim. Var olduklarını bilen, yaşayan kimsenin olmaması
mümkün.”
“Çok garip.”
“Leziz?in gizemi.” Sammy heyecanlanmış gibiydi.
“Olağanüstü, değil mi? Bir sırrı açığa çıkardık; biraz şansımız
varsa derin bir uğursuzluk çıkabilir. Ama...” Kağıdı elinde
tuttu; net, okunaklı bir yazıyla yazıldığını görebiliyordum.
“Ama bu konuda çok ümitli değilim. Görünüşe göre bu
genç bir kız tarafından kaleme alınmış, sadece bir çocuk.”
Okumaya başlayınca omzunun üzerinden baktım:
“‘3 Kasım 1942, Sevgili Bay Beard... ’”
“Neden James Beard’a yazıyor?”
“Sanırım Leziz?in düzenli destekçilerinden birisi olduğu
için. Devam etmeme izin verirsen bu mektubun neden
yazıldığını keşfedeceğimize eminim.” Boğazını temizledi ve
yeniden okumaya başladı:
136 R u th R e ich l

Sevgili Bay Beard,


Geçen bahar radyoda Başkan Roosevelt burada, yurt cephe­
sindeki her birimizin kendi savaşlarımız olduğunu söyledi:
Morallerimizi yüksek tutmalıyız. Elimden geleni yapıyorum
ama bence Ciğer Özütü ümitsiz bir iş çünkü herkesin moralim
anında bozabilirler.
Bu.yüzden annem deniz aşırı ülkelerdeki cesur adam­
lardan daha iyi şeyler yememizin yanlış olduğunu söyle­
diğinde ona iğrenç şeyler yemenin onlara nasıl bir fayda
sağlayacağım anlamadığımı söyledim. Ama Bay Beard, yeni
başlıyorsanız iyi yemek yapmak çok zordur! Annem uçak
fabrikasındaki vatansever görevine başladığında beni tarifler
konusunda uyarmalıydı. Onlara güvenemezsiniz! Sağduyulu
Pennynin tarifleri o kadar kötü ki onları çöpün tam ortasına
atmak istiyorum.
Yan komşumuz Bayan Davis bana savaş zamanı tarif
broşürlerinden birini verdi ve ciğer sotesini okuyunca gözüme
çok romantik göründü. Ama ciğeri sıcak suda yirmi dakika
pişirip, küp küp kesip, una bulayıp yağda sotelediğimde tüm
mutfak zemininde unlu ayak izlerim vardı. Et suyu ve krema
ekleyince ikisi de öfkeli kediler gibi tısladılar. Sonra da biraz
çekirdekleri çıkarılmış zeytin ekledim ve baharatlandırdım.
Ama doğruca lavaboya tükürdüm.
Annem eve geldiğinde çok yorgun görünüyordu ve ona
yemek olarak soteyi veremedim. Onu arka bahçeye gömdüm
ve anneme yumurta kızarttım. İsrafın kötü olduğunu bili­
yorum ama seçeneğim yoktu. Yarın yeniden deneyeceğim;
Bayan Davis’in bana verdiği ve “tutumluluk modeli” dediği
tarif kitabından Fıstık Ezmesi ve Lima Fasulyesi Somununu
gözüme kestirdim.
137
Tatlı H a y a t

Bu yüzden yazıyorum Bay Beard, daha iyisini yapabileceği­


nizi biliyorum. Sizce de benim gibi yemek yapmayı yeni öğrenen
insanlar için bir yemek kitabı yazmanız iyi birfikir olmaz mı?
Bu biraz zaman alabilir ama bu arada bir sorum var.
Askerlere göndermek için okulda kurabiye yapıyoruz ve şeker
payımı bu aptal kitaplardan çıkan bir şeylere ziyan etmek iste­
miyorum. Bu yüzden, lütfen, lütfen, lütfen bana güvenebile­
ceğim bir tarifgönderir misiniz?
Posta kutusunu her gün kontrol edeceğim.
Saygılarımla,
Lulu Swan

“A caba yanıt yazmış mı?”


“Tarihe bakılırsa...” Sammy bir sonraki mektubu tutu­
yordu, “ ... acele yanıt yazmış.”

15 KASIM 1942

Sevgili Bay Beard,


Fort Dix’te olduğunuzu veya editörlerin mektubumu iletti­
ğini bilmiyordum ama söylememin mahzuru yoksa, benim
gibi insanlara yardımcı olarak savaş çabalarına çok daha iyi
katkıda bulanabilirsiniz. Sizi övmeye çalışmıyorum ama Sam
Amca yeteneklerinizi harcıyor. (Ah, evet sorunuzun yanıtı
neydi? On iki yaşındayım, yakında on üç olacağım.)
Tarım Bakanlığının broşürleri için teşekkürler. Şüphe­
lerim vardı ama siz haklısınız: Kesinlikle Sağduyulu
Pennyninkilerden daha iyiler. Dün tavsiyelerine uydum ve
yeşil domates harcı yaptım; dalında kalan son domatesleri
tüketmek için iyi bir yol olduğunu söylediler.
138
R u th Reichl

Keşke işim bittiğinde mutfağı görebilseydiniz: Kapıda bir


kasırga patlam ış gibiydi! Am a hepsini temizledim ve annem
eve geldiğinde tüm mutfak sıcaktı ve baharatlı kokuyordu,
Bing Crosby radyoda “White Christmas”ı söylüyordu, temiz bir
önlük giyiyordum ve annem bana "küçük reis” dedi.
Siz domatesli kurabiyeler için ne düşünüyorsunuz? İddiaya
varım başka kimse bunu düşünemez! Bay Beard bana bir
ta rif bulm am da yardım ederseniz söz veriyorum sizi bir daha
rahatsız etmem. Yemin ederim.
Saygılarım la,
Lulu Swan

“Yeşil domates harcı bana özellikle lezzetli gelmedi.”


Sammy mektubu zarfına koydu.
“Ama tutumlu,” dedim. “Ve ona o broşürleri göndermesi
kibar bir hareket.”
“Bundan fazlasını yaptı.” Sammy bir başka mektup aldı
ve sonra yavaşça zemine çöktü. “Oturmak çok daha hoşken
ayakta dikilmenin anlamı ne?” Yanındaki zemine vurdu ve
ben de oturdum...

29 KASIM 1942

Sevgili B ay Beard,
Annem tarifinizi değiştirmemin “küstahça” olduğunu söyledi
am a alınm ayacağınızı biliyordum çünkü daha iyi yaptım.

Tommy Strohun “o eski p izzalar” dediği tadı vermek için biraz

fın d ık ekledim. Onlara yeni bir isim de verdim; Ağlayan Bebek

Kurabiyeleri üzerine çok düşünmedim. Sihirli A nlar oldular.

Çok daha iyi, sizce de, öyle değil mi?


Tatlı Hayat 139

Annem adil bir takasın hırsızlık olmadığını söyler, bu


yüzden teşekkür olarak bir fırın tutacağı ekliyorum. Kendim
yaptım. Akçaağaç yaprağı yapmaya çalıştım ama daha çok
sincaba benzedi, bu yüzden lütfen yumuşak ve tüylüymüş gibi
davranın.
Arkadaşınız,
Lulu

Not: Annem yazışmamıza devam etmek istediğinizi söylerken


samimi olup olmadığınızı sormam gerektiğini söyledi. Öyle
misiniz? Daha çok tarif isteyebilir miyim?

Sammy hafifçe gülüyordu. “Kim bu çocuğa hayır diyebilir?


James Beard kesinlikle diyemez. Ve duyduğuma göre hayran­
larına karşı sıradışı biçimde cömertmiş.” Dosyayı kurcalı­
yordu. “İşte bir başkası!” Kırışmış sarı bir sayfayı çıkardı.

8 ARALIK 1942

Sevgili Bay Beard,


Mektubunuz için teşekkürler. İnsanların kendi tariflerini
yapması için tarif takas etmelerinin güzel olduğunu söyledi­
ğiniz yeri anneme okudum. Çok bilge bir adam olduğunuzu
söyledi.
Geçen hafta tüm okul kurabiye paketlemek için toplantı
salonunda toplandı. Önce paketlemek için bir sürü mısır
patlattık, sonra hepsinin tadına bakabilmek için kurabiye­
leri takas ettik. Tommy benimkinin en iyisi olduğunu söyledi
ve kendini beğenmiş görünmek istemesem de haklıydı. Bana

harika bir tarif göndereceğinizi biliyordum!


140 R uth Reichl

Tommy ve ben kurabiyelerini paketlerken insanları eğlen­


dirmek için bir radyo oyunu sahneledik. Okul balosunda
giyeceği elbise için p ara biriktiren am a son dakikada, “Sadece
kıyafet ” deyip bunun yerine parayı orduya gönderen bir kızla
ilgiliydi. Oyun çok başarılıydı ve tüm okulum orduya yardım
etmeye söz verdi, bu da beni mutlu etmeliydi. Ama bana garip
bir his verdi; herkes seninle hemfikir olduğunda propaganda
yazm ak kolay. Anlıyor musunuz? Santrım kurabiye pişirsem
d aha iyi; daha dürüst geliyor.
Arkadaşınız,
Lulu

Sammy bana baktı. “Tam senin kafanda bir kız!” dedi.


“Bence bir kadının ‘Sadece kıyafet,’ demesi ve bu konuda
ciddi olması çok nadirdir.” Yüzü düşünceliydi. “Annem
savaş geldiğinde gerçekten kim olduğunu keşfedersin derdi.
Kadınlar değişir. Çocuklar bir gecede büyür. Buna ne oldu
acaba?” Klasörü açtı ve Lulu’dan bir başka mektup bulana
kadar sayfaları karıştırdı.

9 ARALIK 1942

Sevgili Bay Beard,

Bu kad ar kısa sürede yemden yazdığım için üzgünüm; annem


sizi mektup bom bardımanına tutm am am gerektiğim söylüyor.

A m a Sihirli A n larım ı dün gönderdim ve sizi düşünmeme


neden oldu.

Umarım kurabiyeler babam a burada, Lookout Caddesinde

hep onu düşündüğümüzü, uçağını güvenle indirmesi için dua

ettiğimizi gösterir. Ve um arım ona burada, Akron’d aki haya-


Tatlı Hayat 141

timizi hatırlatır. Veya belki de eskiden olduğu halini deme­


liydim, savaş her şeyi değiştirmeden önceki halini.
Annem fabrikada uçak yapmaya başladığından beri
kahkaha attığını duymadım. Önceden hep radyo şarktlarına
eşlik ederdi ama dün “Covv Cow Boogie” çalmaya başladığında
radyoyu kapattırdı; onu sinirlendirdiğini söyledi. Önceden
diğer anneler gibi her şeye sinirlenmezdi ama şimdi her küçük
şey onu kızdırıyor. Bugün ekmeği çok kalın kestiğim için bana
bağırdı; israf olduğunu söyledi. Ama devletin dilimli ekmek
satışını yasaklayan aptalca kuralına uygun olduğunu söyle­
yince, odama gidip ekmeği olmayan askerleri düşünmemi
söyledi. Keşke savaş bitse, babam evde olsa ve annem mutfağa
geri dönüp radyoyla şarkı söylese. Hayat bir daha normale
dönecek mi?
Arkadaşım olduğunuz için teşekkürler.
Lulu

Hayatın eskisi gibi olmasını dilemenin nasıl olduğunu bili­


yorum. Herkesin başına aynı anda geldiği savaş zamanla­
rında durum farklı mıydı? Bu kadar yalnız hissetmediğin
zaman daha mı kolaydı?
“Savaş hakkında ne hatırlıyorsun?” diye sordum
Sammy’ye.
“Sence ben ne kadar bunadım?” dedi hemen. “Bilmeni
isterim ki ben bu dünyaya girmeden çok önce sona erdi.”
Yüzümün kızardığını hissedebiliyordum. “Endişelenme.”
Sammy elime vurdu. “Annemin savaş üzerine söylediklerini
anlatıp gevezelik ederek kendim kaşındım. Ama inanıyorum
ki onlar hayatının en mudu yıllarıydı.”
“Dur biraz, baban gittiği için mutlu muydu?”
R u th Rcichl

Duvara yaslandı. Burası rahattı, odanın çamurumsu


ılığında yerde oturuyorduk, Sammy yanımdaydı ve çevre­
mizdeki kâğıtlar hışırdıyordu. “Tersine. Savaş sırasında bir
benzin istasyonu işletti ve bunu kesinlikle seviyordu: motor­
ları çalıştırmak, yağ değiştirmek, benzin doldurmak, pence­
releri temizlemek. Savaş bitince ve ev kadını rolüne yeniden
dönmek zorunda kalınca daha kötüydü; mutfakta öfkeyle
dolaşıp tencere ve tavaları birbirine vurduğunu hatırlı­
yorum.” Sammy kendini durdurdu. “Annemi bir canavar
gibi anlatıyorum ama değildi. Ev işi yapmak onun kaderinde
yoktu.” Bu konuşmayı bitirmek için hevesli halde klasöre
baktı. “ Hadi bir mektup daha.”

18 ARALIK 1942

Sevgili Bay Beard,

Telgrafçı dün geldi. Lookout Caddesin de yürümesini, küçük

beyaz kapım ıza gelmesini, aşm alı çardağın altına girm esini ve

kapım ıza doğru kaldırım taşlarının üzerinde gelişini kalbim

hızla çarp arak izledim. K apı çaldığında cevap vermek iste­

medim.

B ab am ölm edi a m a Savaş Bakanı operasyonda kaybol­

duğun a d air bizi bilgilendirdiği için üzülüyordu. Ağlam ayı

bitirdiğim de m utfağa gittim , yüzüm e su çarptım ve sağlam bir

güveç için tüm et pu an larım ı harcadım . Annemin gücünü ve

m oralini korum ası gerek.

K ap ıdan girdiği a n d a bir şeylerin yanlış olduğunu anladı.

Elim de telgrafı gördü. “Yoksa?.” diye sordu. Ve sonra kafam ı

sallayın ca sıkıca ban a sarıldı ve ellerini yık am aya gitti. Onu

ağlarken görm em i istemedi.


Tatlt H ayat 143

Annem her zaman en kötüsüne hazırlanmamız gerek­


tiğini söyler. Ama bu seni nereye götürür? Ayrıca bir an için
bile babamın öldüğüne inanmıyorum. Dünya o olmadan
daha yalnız olurdu ve hâlâ aynı hissettiriyor. Bir gün Sihirli
Anlarımın tadına bakacağını biliyorum.
Noel için size biraz gönderecektim ama annem Akrondan
yemek yapmayı bilmeyen küçük bir kızdan gelecek kurabiye­
lere ihtiyacınız olmadığını söyledi. (Beni hep hafife alıyor ama
bu da benim meselem.) Bu yüzden size bir fırın tutacağı daha
gönderiyorum. Tatilinizin bizimkinden çok daha iyi geçmesi
için en iyi dileklerimle birlikte.
Arkadaşınız,
Lulu

“Ağlıyor musun?” diye sordu Sammy.


“Tabii ki hayır.” Odanın karanlık olmasına sevinmiştim.
Lulu’yu mutfağında tek başına hayal etmek içimde bir
şeylerin kırılmasına neden oldu. “Sence babası kurabiye­
lerinden yemiş midir?” diye sordum. “Acaba hayatta kaldı
mı?”
Sammy bir sonraki kâğıdı aldı. Elyazısı Lulu Swan’ın
değildi.
“Babasına ne olduğunu öğrenmeyecek miyiz?”
Sammy rafları işaret etti. “Burada binlerce mektup var
ve Luludan gelen daha çok mektup olduğuna dair iddiaya
varım. Kız öyle çabuk pes edenlerden değil.”
“Ama nasıl bulacağız onları?” Binlerce kırışık sayfa içeren
klasörlere baktım.
“Sen becerikli bir genç kadınsın,” dedi canlı biçimde.
“Eminim bir şey düşünürsün.” Bir an için sessizdi, sonra,
144 Ruth Reichl

sanki konuştukça kelimeler akıyordu. ‘“ Sevgili James Beard’


güzel bir yazı olurdu. Yeterince mektup olursa bir kitap bile
olabilirdi.”
“Mektupları biliyordun, değil mi? Bana bir proje vermek
için beni buraya çektiğini anlamıştım.”
“Affedersin?” Sammy gerçekten şaşkındı, yanıldığımı
anladım. “Bu dikkate değer fikirle gözünü açtığım için
üzgünüm ama ben de tüm bunlarla afallamış durumdayım.”
“Afallamak! Ne güzel kelime.”
“Lütfen bu yazıyı yazmayı düşün. Bu harika bir fikir.”
“Yapacağım. Bunu düşüneceğim.”
“Peki, çok uzun düşünme. Timbers Konağı büyük hazine
ederinde ve uzun vadede Genç Arthur burayı satmayı dene­
yecek. Pazar şu anda düşüşte ama bu elbette değişecek.
Lulu’nun mektuplarını bulmak istiyorsan bunu çabuk
yapsan iyi olur. Ve bu, canım, konuşmanın sonu.” Yerden
kalktı. “Gezinmeli ve kan akışımı düzenlemeliyim.”
Sammy elini uzattı ve beni de kaldırdı. Eğilerek kapıdan
çıktık ve kitap rafını yerine itip kütüphane kapısından çıktık.
Kapı arkamızdan kapanırken binanın iğrenç kokusu
daha önce olmadığı kadar güçlü biçimde bize saldırdı. Ama
beni çok etkilemedi. Bir şeyler değişmişti. Lulu kütüpha­
nedeydi, Timbers Konağı’nı benimle paylaşıyordu. Artık
yalnız değildim.
Kütüphane Kadınları

“Senin sorunun ne?” Sal müşteriye ikinci kez yanlış peynir


verdiğimde homurdandı. “Kafan başka yerde.” Kaşları
çatılmış halde elimi tuttu ve beni arka mutfağa götürdü.
“Neler oluyor?”
“Savaşı düşünüyordum.”
“Vietnam mı? Kore mi?”
“Hayır, büyük olanı. İkinci Dünya Savaşı’nı. Karne
sistemi olduğu zamanlarda nasıldı biliyor musun?”
“Babam ne kadar zor olduğundan bahsederdi. Gemi
hatları kapanınca Avrupa’dan hiçbir şey alamamışlar. Peynir
karneye bağlı değilmiş ama alabildikleri ürünler Amerika’da
yapılanlarmış. Neden sordun?”
Sürekli ölüm korkusuyla yaşamanın nasıl bir şey oldu­
ğunu hayal etmeye çalıştım. Sevdiğin erkekler her an ölebi-
146 Ruth Reichl

lirdi; aslında çokran ölmüş de olabilirlerdi. Lulu bu bilgiye


nasıl karlandı? İnsan nasıl katlanır?
Rosalie arka mutfağa geldiğinde Sal’e mektupları anlatı­
yordum.
“Theresa ve benim ön tarafta yardıma ihtiyacımız var,”
dedi beni kolumdan çekerek. “Bugün pazar.”
Saatime baktım: Neredeyse iki olmuştu, bu da Bay
Şikâyetçi’nin genelde geldiği saatti. “Yapma, Rosalie, adamın
benimle hiç ilgilenmediğini biliyorsun.”
“Hiç belli olmaz,” dedi beni yeniden dükkâna götürerek.
“Hiç kontak lens takmayı düşündün mü? Gözlerin çok
güzel.”
Tam o anda Bay Şikâyetçi kapıdan içeri girdi. Ama bugün
yalnız değildi.
“Ah, o kadın çok ince.” Bay Şikâyetçi kuzu derisi mont
giyen sarışım yönlendirirken Rosalie onları izliyordu. Bu
Rosalie’nin hiç hoşuna gitmemişti.
Bay Şikâyetçi kadına Fontanari’ye has şeyleri gösterdi:
yükselen Parmigiano tekerleri, tavandan sarkan kırmızı
biberler, odun ateşinde kavrulmuş kahve kutulan. Kadın
büyülenmiş gibiydi, kahkahalar atıyor ve koluna sarılıyordu.
Onu Jane’le tanıştırdı, Jane elini tutup anlayışla gülüm­
sedi, dükkânda genç sevgilileri görmenin bir zevk olduğunu
söylediğini neredeyse duydum.
“Bu makyaj da şarküteriye gitmek için çok fazla,” dedi
Rosalie.
“Oldukça güzel,” dedim.
“Çok ince,” diye tekrarladı Rosalie sıraları gelince beni
ileri iterek. Bay Şikâyetçi tezgâhın sonuna doğru hayal kırık­
lığına uğramış bir bakış attı.
Tatlı Hayat 147

“Bu...” itfaiyeden elemanlara hizmet eden Sal’e doğru


işaret etti, “... efsanevi Sal Fontanari ve en sevdiği müşterile­
rinden biriyle olduğundan bu en az bir saat sürmeli. Bu arada
biz de belki Wilhelmina nin çok becerikli ellerinde olabiliriz.
Sal’in Fontanari tezgâhının arkasına geçmesine izin verdiği
dışarıdan gelen ilk insan. Hepimiz büyülü güçleri olduğuna
ikna olduk. Ve bu...” bana döndü, “... Amy, Fontanari gibi
bir dükkânın olmadığı New Jersey’ın derinliklerinden sizi
selamlıyor.”
“Tanıştığımıza memnun oldum,” dedi Amy fazla resmi
biçimde. Ondan nefret ettim.
“Sizin için ne yapabilirim?” diye sordum.
“Bir parti veriyoruz.” Bay Şikâyetçi konuşmayı devraldı.
“Kaç kişi?”
“Dokuz.” Amy ye baktı. “Doğru söyledim mi? Sence ne
almalıyız?”
“Sıradan şeyleri,” dedi ve ona Fontanari’de sıradan bir
şey bulamayacağını söylemek istememe neden oldu. Dilimi
tuttum. “Biraz Brie belki ve biraz gravyer. Çok güçlü şeyler
değil. Biraz salam ama sarmısaklı olandan değil.”
“Sarmısaksız salamımız yok,” diye yanıt verdim, sanki
öyle bir şey hiç yokmuş gibi.
Bay Şikâyetçi ye baktı. “Boyd sarmısak yiyemiyor bili­
yorsun.”
Bay Şikâyetçi acılı göründü.
“Bologna mı?” dedi mortadelldyı işaret ederek.
“250 gram kadar alacağız.” Bana en hoş gülümsemele­
rinden biriyle baktı. “Ve belki de Amy’ye fontina1 tattırabi-
lirsin. Bu iyi olur.”
1 Çabuk eriyen peynir, (ç.n.)
148 R u th Reichl

En yumuşak peynirimizden bir dilimi tezgâhın karşısına


uzattım ve sarışın, bir köşesini ısırdı. “Ah,” dedi, “bu çok iyi.”
Lisede ponpon kız olduğuna iddiaya girerdim.
“Sana o adamın bekâr olduğunu söylemiştim,” diye kula­
ğıma sertçe fısıldadı Rosalie. “Beni dinlemeliydin.” Söyle­
medikleri -ve artık çok geç olduğu- havada asılı kaldı.
“Biraz prosciutto?” Bay Şikâyetçi tezgâhın arkasında
cereyan eden dramadan habersizdi. “Tattırır mısınız?”
San Danieley\x aldım ve kâğıt inceliğinde bir parça kesip
tezgâhın diğer tarafına uzattım. Amy şüpheyle kokladı.
“Garip kokuyor,” dedi. “Nedir bu?”
“İtalyan jambonu,” dedi Bay Şikâyetçi. “Tadına bak.”
Kız sanki tehlikeli olabilirmiş gibi eti inceledi ve yağ şeri­
dini ayırıp mümkün olan en küçük ısırığı aldı. “Ben bildiğin
Amerikan jambonunu tercih ederim,” dedi.
Bay Şikâyetçi utanmış göründü ama itaatkâr biçimde
onun talimatlarını takip etti; bu partideki konuklar bilin­
meyen tatlarla rahatsız edilmemeliydi. “Biraz mozzarella
almak zorundayız,” dedi. “Betty seviyor.”
“Emin misin?” Amy şüpheli gibiydi.
Bay Şikâyetçi emindi.
“İnek sütü mozzarellası mı istersiniz, yoksa manda
sütünden yapılanı mı?” Benim kabalığımdı ama kendimi
tutamadım.
Amy tam umduğum gibi tepki verdi. “Manda sütü mü?
Sen ciddi misin? Manda sütünden yapılmış peynir?”
Bay Şikâyetçi ona baktı, biraz sabırsız göründüğünü
düşündüm. “Gerçek mozzarella, senin sevdiğin kapris sala­
tasına konan, manda sütünden yapılır.”
1 Jambonun yapıldığı şehir, (ç.n.)
Tatlı Hayat 149

Amy görünür biçimde ürperdi. “Manda mı? Sanırım bir


daha yemeyeceğim.”
Odanın öte tarafında Sal kaşlarını kaldırdı; Bay Şikâyetçi
gözünden biraz düşmüştü. Rosalie daha da sıkıntılıydı.
Gittiklerinde hafifçe hayıflandı. “Prosciutto hakkında söyle­
diklerini duydun mu?”
“Sana benimle ilgilenmediğini söylemiştim.” Ona en
iyi sana söylemiştim bakışımı attım ama garip olduğunu da
düşünüyordum. İtalya’da yemek dersi alan bir adamın onun
gibi bir kadınla ne işi vardı? O kadar da güzel değildi.

Pazartesi günü konağa her zamankinden daha iyi bir ruh


halinde geldim, karanlık koridoru görmezden gelip merdi­
venleri çıktım, berbat kokuya da aldırmamaya çalıştım.
Daha da kötüleşmiş olması mümkün müydü? Küçük odama
kaçtım ve işimi mümkün olduğunca çabuk bitirmeye karar­
lıydım. Lulu’dan gelen diğer mektupları aramaya karar
vermiştim.
İlk arayanım şekeri ilk defa karamelize etmeyi denemişti
ve sonuç felaketti. “Karamel soğumadan önce hep tıslar,
kabarır ve yapışır,” dedim.
“Peki, neden öyle söylemediniz?” dedi huysuzca.
İkinci arayan sebzeli tavşan ciğeri yahnisini vejetaryen
yemeğine dönüştürmeyi denemişti ve üçüncüsü de rendede
işaretparmağının ucunu kesmişti. Böyle gidiyordu, zaman
kaybına neden olan bir felaketten diğerine devam etti, tarif
isteklerine geçinceye kadar saatler geçmişti.
San Francisco’da Blum’un Yeri’nde yaptıkları Çıtır
Kahve Keki için iki istek vardı, o kadar popüler bir tarifti ki
masamda tutuyordum. Bir başkası ellilerden hatırladığı taze
150 R uth Reichl

hindistancevizi kekini istemişti, bu da kolaydı. 1965 Noel


sayısının bir kopyasını istemek İçin merkez ofise döndüm.
Ama Rio Vista Kaliforniya’dan Julie Marr beni şaşırttı.
“ Babamın doksanıncı doğumgünü geliyor,” diye yazmıştı.
“Savaşta yediği o harika keklerden bahsedip duruyor. Anzak
bisküvisi tarifiyle onu şaşırtmak istedim ama bir sürü farklı
tarif var ve hangisine güveneceğimi bilemiyorum. İmdat!”
Anzak bisküvisi mi?
Google’ın biraz yardımı oldu ve Anzak’ın “Avustralya
ve Yeni Zelandalı Askerler”den geldiği konusunda bilgi
sahibi oldum ama sonra çevrimiçi geçmiş biraz bulut­
landı. Bir kaynak onları Kuzey İskoçya’ya kadar götürürken
diğeri Aborjinlere dayandırıyordu. Kütüphaneye gitmeyi
düşündüm. Bisküvileri arar ve sonra Lulu’ya bakardım.
Merdivenlerden üçüncü kata çıkarken pis koku durmadan
kötüleşti; bu normal olamazdı. Merkez ofisten birilerini
aramam gerekiyordu. O kadar kötü oldu ki dördüncü katın
son birkaç merdivenini koşup serin elma kokusuna hasretle
kütüphaneye depar attım. Oda uzanıp beni içine çekmiş
gibiydi, yumuşak koltuklar oturmam için beni davet etti.
Odanın içlerine ilerlerken sessizlik daha da derinleşti. O
kadar huzurluydu ki kendi kalp atışlarımın odayla birlikte
nefes alıp yaşına saygı duyuyormuşum gibi yavaşladığını
hissettim.
Kart katalogları, üç büyük ahşap klasör, harika masanın
yanında duruyordu. Üst tutacağından çekince hırıldadı
ve biraz toz kaldırdı. Zihnimin arkasında bir yerde Santa
Barbara Halk Kütüphanesindeki kart kataloğunun ve
Dewey sistemiyle düzgün biçimde yazılmış ciddi indeks
kartlarının puslu anısı vardı. Bu farklıydı; karşımda renkli
Tatlı Hayat _ 151

mürekkep denizi vardı: “Anzak”a geçtim ve ilk kartı çektim,


kendimi kırmızı bir kalemle çiziktirilmiş eğimli bir yazıya
bakarken buldum. “Anzak bisküvilerine dair ilk tarifler
Savaş Sandığı Yemek Kitabında (Sidney, 1917) çıktı. Ancak
o tarif bugün bildiğimizden tamamen farklı bir bisküviydi.
Şimdi Anzak Bisküvisi olarak bildiğimiz şeye dair ilk tarif
St. Andreıu Yemek Kitabı (Dunedin, 1921) 9. baskısındaki
Anzak Çıtıridır.”
Arkasındaki kart belirgin biçimde bir başkası tarafından
yazılmıştı. Siyah tükenmez kalem yazısı net ve yuvarlaktı, her
“t” düzgün biçimde çizilmişti, “i”lerin üzerindeki noktalarsa
tam yerindeydi. “Anzak Günü, Gelibolu Savaşı’nda ölen­
leri anmak için ulusal bir anma günüdür. Anzak bisküvileri
yulaf ezmesi, kurutulmuş hindistancevizi, şeker, margarin,
şeker pekmezi, kabartma tozu ve kaynar su içerir.”
Üçüncü bir kart vardı, zarif kaligrafık yazı, turkuvaz bir
mürekkeple yazılmıştı ve o kadar rahatsız edici bir parlaklığı
vardı ki geçmişten bir haykırış gibiydi. “Anzak bisküvileri
farklı boyut ve şekillerde yapılan bukalemunlardır. Standart
bir tarif yoktur ama İkinci Dünya Savaşı sırasında okuyu­
cular düzinelerce farklı türünü göndermiştir. Bunları 1943
mektup dosyalarında bulabilirsiniz. Ve Avustralya nin harika
Sağduyulu Yemek Kitabı her zaman güvenilirdir.”
Bu renk kodlu kartları ne tür bir eksantrik kütüpha­
neci ordusu yaratmıştı? Çekmeceleri açarak diğer renkleri
ve farklı elyazılarını aradım, kaç kişi olduklarına karar
vermeye çalıştım. Ama yeşil, mor veya sarı renk bula­
madım. Bu garip kartlar sadece kırmızı, siyah ve mavi
renkti. Bu kütüphane kadınları kimlerdi? Bu garip kata-
loğu ne zaman yapmışlardı?
R u th Reichl

Kütüphane rafları sadece kitap veya dergileri içeriyordu,


bu yüzden turkuvaz kartta bahsedilen mektuplar gizli
odadakilerin arasında olmalıydı. Kütüphanenin arka tara­
fına yürüdüm ve küçük kapı eşiğinin yok olmuş olmasını
bekleyerek kitap rafını yana çektim. Ama hâlâ oradaydı, dar
açıklıktan eğilerek içeri girdim, ışık anahtarına uzanmadan
önce gözlerimin karanlığa alışmasını bekledim.
Mektuplar yıllara göre kronolojik olarak düzenlenmişti;
1943 tüm bir rafı kaplamıştı ve o kadar yüksekti ki etiket­
leri okumak için parmaklarımın ucunda uzanmam gerek­
mişti. Yüzlerce klasör vardı ama “Anzak” veya “Bisküvi”
etikedi hiçbir şey göremedim. O okuyucu tarifleri nere­
deydi? Raftaki ilk klasör, garip biçimde “Amerikan Yerdo-
muzları” olarak etiketlenmişti, uzandım. Yerdomuzları
mı? Amerika’da yerdomuzu mu var? Dosyayı açtım ve ilk
mektubu çıkardım.

Sevgili Leziz!,

Son yarışm an ıza yanıt olarak yazıyorum : îşte savaş zam anı

yu m u rtasız mayonez tarifim . H aşlanm ış küçük bir patatesi


soyup ezin. B ir çay kaşığı hardal, bir tutam tuz ve bir yemek

kaşığı sirke içinde karıştırın. Son olarak iki yemek kaşığı salata

yağın da yavaşça ısıtın. Yiyecek savaşı kazanacak!

Saygılarım la,

fu lia J. Applebee

Bir sonraki mektup da yarışmaya yanıttı. Bu umutlu aşçı,


fırınlanmış yulaf ve soğuk ezilmiş patatesli rulo pasta
göndermişti. Üçüncü mektup sardunyalı börekti... ve böyle
devam ediyordu. Klasörde yerdomuzu yoktu, sadece son
Tatlı Hayat 153

derece garip savaş zamanı tarifleri vardı. Kafam karışmış


halde klasörü geri koydum ve bir sonrakine uzandım.
Bu seferki daha inceydi ama adı ilki kadar anlaşılmazdı.
Küçük plastik etiketine düzgün biçimde “Abrakadabra”
yazılmıştı, açtığımda mektupların bir başka yarışmaya
başvuru olduğunu anladım. Dergi okuyucularından bulması
zor malzemeler için “büyülü ikameler” göndermeleri isten­
mişti. En çok hoşuma giden turta yerine tatlı patates servis
etmenin yirmi yolunu anlatan bir kadından gelendi.
Bir sonraki klasörü çekerek etiketlerin şifresini çözmeyi
denedim. “Büyük Peynir” genel yayın yönetmenine gelen
mektupları içeriyordu, “Acı”da sadece şikâyetler vardı. Bu
dosyaları kim yaptıysa kötü bir mizah duygusu vardı ama
sadece kendisinin bildiği gizemli bir sisteme göre organize
etmişti. Sistemini anlamam için bana meydan okuduğunu
hissettim.
Raflara bakıp etiketleri inceledim. Savaş öncesi yıllarda
gelen mektuplar nadirdi ve sadece birkaç dar rafı doldu­
ruyordu, 1972’den sonra dosya yoktu. Ama 1942 ve 1946
yılları arasında düzinelerce raf vardı, on binlerce mektup
içeriyor olmalıydı. Hepsini okumak için asla zamanım
olmazdı. “Amerikan Yerdomuzları” klasörünü indirdim ve
yeniden mektupları karıştırıp yerdomuzlarının yarışmayla
ne ilgisi olduğunu anlamaya ve sistemi çözmeye çalıştım.
Ama yerdomuzu neydi ki zaten? Emin değildim. Dev
sözlüğe gittim ve yerdomuzlarının termitlerle beslenen
tarih öncesi canlılar olduğunu, nesillerinin tükendiğinin
düşünüldüğünü öğrendim. “Afrika kültüründe,” diyordu
sözlük, “yemek için gayretli arayışı yüzünden yerdomuzuna
hayranlık duyulur.” “Yerdomuzları” klasöründeki yarışma
154 R u th Reichî

da yiyecek için gayretli bir arayış içindi; belki oradan bir


alaka kurulmuştu?
Kart dosyasına gittim ve Anzak kartlarını inceledim.
Gelibolu bir ipucu muydu? Sonra gözüm Avustralya yemek
kitabının adına takıldı: Sağduyulu Yemek Kitabı. Bu umut
verici gibiydi, gizli odaya geri dönüp “S” klasörlerini taradım.
“Sabır.” “Saç.” “Saçak.” Ve işte burada “Sağduyulu.” Keşifle
öylesine heyecanlanmıştım ki raftan çekerken dosyayı yere
düşürdüm ve mektuplar ayaklarıma döküldü.
Toplamak için yere eğilince yığının ortasında paslanmış
bir ataçla birbirine tutturulmuş yarı saydam kâğıt yığınını
gördüm. En üsttekini açınca dikkatli bir okul kızının yazı­
sıyla yoğun biçimde kaplanmış olduğunu gördüm. Anzak
bisküvileri anında aklımdan çıktı.

15 ŞUBAT 1943

Sevgili Bay Beard,

Babam ın geri döneceğini söylediğimde annem buna “büyülü


düşünm e” diyor am a benim söylediğim, umut etmekten zarar
gelmez. B iraz büyü annemin işine yarardı. Tüm gün boyunca

Tesis A d a oturuyor ve kolalı ketene şem a çiziyor. Çizim m asa­

sın a eğilmek zorunda ve geceleri bir elini sırtındaki ağrıyan


yere bastırıyor. Zor bir iş olduğunu söylüyor am a sanırım

çok romantik, çiziminin bir kopyası her bir C orsaire1gidiyor.

Babam için onun çiziminin uçağında olduğunu bilmenin bir


rahatlık olduğunu biliyorum.

Dün Sevgililer G ünüydü ve annem i neşelendirmek için özel

bir şeyler yapm ak istedim. Beacon Dergisinde peynirli sufle

1 Uçak modeli, (ç.n.)


Tatlı H ayat 155

tarifi buldum, annemin bundan hoşlanacağını biliyordum;


özellikle karneyle verilen tek bir malzeme kullanmadığım için.
Her zaman suflelerin zor olduğunu duymuştum ama sonra
sizin söylediğiniz şeyi hatırladım: “Suflenin çökmesine neden
olacak tek şey çökmesinden korktuğunu anlam asıdır,Beni
altüst etmesine izin vermeyecektim ve işe yaradı! Bol yağlı ve
kabarık çıktı, tarife göre dört kişilik olmasına rağmen annemle
ben hepsini yedik!
Moralimizi yüksek tutmaya çalışıyorum ama bu çok zor.
Size bir sırrımı açıklayayım mı? Sınıf öğretmenim Bayan
Dickson korkunç bir cadı! Yetişkinler hakkında kötü konuş­
manın doğru olmadığını biliyorum ama herkes ondan nefret
ediyor. En kötüsü de Bay Shoemaker savaşa gittiğinden,
gelecek yıl da yine ona düşecek olmam. Buna katlanabilece-
ğimden emin değilim.
Şimdi sıra sizde. Bana göre ordudan ayrılıyor olmanız
çok iyi bir şey. Eminim kriptoloji önemlidir ama Sam Amca
mantıklı davranıp sizi bize geri yolladığı için mutluyum. Belki
artık yeni aşçılar için şu kitabı yazacak zamanınız olur.
Şimdi bir sivil olduğunuza göre çok yoğun mu olacaksınız?
Umarım hâlâ yazabilirsiniz. Sizin gizli arkadaşım olduğunuzu
düşünüyorum ve bunun ne kadar rahatlatıcı olduğunu hayal

bile edemezsiniz.
Arkadaşınız,

Lulu

Umut etmekten zarar gelmez. Zihnimde bu cümleyi defa­


larca çevirdim. Acaba iyimserlik kaç yaşında sona eriyordu?
Lulu’nun annesi haklıydı: Kızı büyülü düşünme ustasıydı.
Ve sadece kendisini babasının hayatta olduğuna -tüm olası-
156 R u th Rcichl

lıklara karşı- ikna ettiği için değil. Ünlü bir yabancıyı da


sihirli dostu haline getirdiği için. James Beard’ın devasa
vücudunu masaya oturmuş mektupları yazarken canlandır­
maya çalıştım. Keşke neler yazdığını da görebilseydim.

1 M ART 1943

Sevgili B ay Beard,

D ün b ah ar gibi hissettirdi. B abam bu gü nlere “lü tu f ” derdi ve

ne zam an böyle bir gün gelse bahçemizi düzenlemeye başlardık.

B u rad a olm asa da Burgess tohum kataloğunu çıkardım çünkü

Altın Yürekli havuçlar ve İlk Servet salatalık lar gibi isim leri

okum ayı seviyorum. A m a kim hayvan pan carı, jap o n sa rm a -

şığı veya a lab aş yetiştirm ek ister? İsim leri berbat!

Tommy okula beraber yürüm ek için geldi ve ona Tırm anan

S arm aşık domateslerinin resim lerini gösterdim ; k atalog beş

metre uzadığım ve y ü z kilo meyve verdiğini söylüyor! Tommy

bunun kullanabileceğim den d ah a fa z la olduğunu söyledi ve

o k a d a r kızdım ki okulu p a s geçip tavsiye istemek için North

H ürdeki İtalyan şarküteriye gitm eye k arar verdim.

S onun da Tommy benimle geldi. Cappuzzelli dükkânı

küçük fin c an la rd a kahve içen, ellerini sallayan ve İtalyancayı,

İngilizceden iki k at d ah a hızlı konuşan in sanlarla doluydu.

Sahibi, karısının ban a ta r if vermekten m utlu olacağını söyledi,

biz de üst kata, dairelerine çıktık.

B ayan C appuzzelli o k ad a r ufak ki bir e lfg ib i görünüyor,

kapıyı açtığın d a d ışarı çıkan ve sarm ısak la dom ates kokan

bu h ar bulutu içinde onu güçlükle görebildik. B ir topuz halinde

bağlan m ış uzun g ü m ü ş saçları ve gülüm seyen siyah gözleri

var, önlüğü küçük bir kız gib i beline üç defa dolanm ış.
Tatlı H a y a t 157

Bizi ahşap bir masaya oturttu, büyük bir somundan ekmek


dilimleri kesti ve zeytinyağıyla sarm ısak sürdü. Tarifleri sordu­
ğum da eylülde gelirsem bana domates sosunu (o “et sosu” dedi)
nasıl yaptığım göstereceğini söyledi.
Güzel bir gündü; en azından annem eve gelene kadar.
Etrafı kokladı -sarm ısak kokusundan nefret eder- ve nereye
gittiğimi bilmek istedi. Okulu astığımı söyleyemezdim, ben de
öğle yemeğinde yediğim spagettinin içinde sarm ısak olmalı
dedim. O an için elimden gelenin en iyisiydi am a savaş başla­
dıktan sonra spagetti vermediklerini öğrenirse başıma üçlü bir
bela almış olurum.

Yakında tohum siparişimi vereceğim. Zafer Bahçesi ürün­


leri için öneriniz var mı?
Arkadaşınız,
Lulu

Kütüphanecinin bunu “Sağduyu” klasörüne koymasına


şaşmamak gerek. Mektuba baktım ve sebze isimlerini
okudum. Hayvan pancarı da neydi?
Dışarı çıkarken kart dosyasında durdum. İşte orada,
turkuvaz mürekkeple yazılmış karttaydı. “Hayvan pancarı
veya şeker pancarı İç Savaş’a kadar önemli bir Amerikan
ekini olmadı. Karayip kökenli şeker kamışı sektörü köle
emeğine dayanıyordu ve bir alternatif arayan kölelik karşıt­
ları kamış yerine pancar yetiştirmeye başladılar. Savaşın
başlamasıyla sektör kuzey eyaletlerine şeker sağlamak için
hızla büyüdü.”
Ne kadar ilginç bir bilgi ve kartın başka bir kitapla
görünür bağlantısı olmadan orada durması ne kadar garip.
Kartı çevirdim, arkasında bir başka not vardı: “ İkinci Dünya
Ruth Rcichl

Savaş ı’ndaıı okuyucu mektupları dosyalarında şeker ikame­


leri üzerine ilginç mektuplar var. İç Savaş’ altında ara.”
Runıın Luluyla ilgisi olup olmadığını düşündüm.
Muhtemelen yoktu ama yarın dosyayı arayacağımı düşü­
nerek \İç Savaş’ diye not aldım. Işıkları kapatıp koridora
çıktım ve şeker pancarlarıyla iç savaşları tamamen unuttum.
Bir şeyler kesinlikle ve çok kötü biçimde yanlıştı.
Kâbus Mutfağında

Koku. Kütüphanenin taze elma kokusundan çıktığımda


çürüme kokusu inkâr edilmeyecek şekilde güçlenmişti.
Konakta bir yerlerde bir fareden çok daha büyük bir şeyler
çürüyordu. Merdivene yaklaşınca kötü koku iyice güçlendi,
üçüncü kata ulaştığımda koku o kadar güçlüydü ki öğürdüm
ve burnumu dirseğimin iç kısmına gömdüm.
Berbat koku anlaşılır biçimde mutfaktan geliyordu; bunu
daha önce nasıl fark etmemiştim? Kapıya doğru ilerlemeye
başladım; yaklaştıkça koku daha da güçlendi, sonunda
durmak zorunda kaldım. Nefesimi tutup burnumu kapattım,
merdivenlere doğru geri döndüm ve ofisime koştum. Ağzımı
ve burnumu kapatacak bir şeylere ihtiyacım vardı.
Atkımı başıma üç kere dolayarak tekrar mutfağa çıktım
ve tereddütle kapıyı itip açtım. Dışarı çıkan şeye koku dene­
160 R uth Reichl

mezdi; etrafımda dönen, dokunaçlarıyla etrafımı kaplayan,


yaşayan, beni pis bir sisle saran ve saçıma, boynuma, burun
deliklerimdeki hassas edere filizlerini bulaştıran bir şeydi.
Kötü bir şeydi ve bana saldırıp beni boğuyordu. Öksürerek
geriye doğru sendeledim.
Avuçlarımla ağzımı ve burnumu kapatarak çömeldim,
pis havada el yordamıyla ışıkları aradım. Floresanlar çıtır­
dayarak yandığında doğrulup gördüğüm şeye şaşırarak ve
midem bulanarak bakakaldım.
Pickwick Yayınlarina ait hiçbir et veya ürünün aşçılarla
birlikte oradan ayrılmasına izin verilmemişti. Arthur’un
adamları işlerini gayretle yapmışlardı. Ekipmanı koru­
muşlardı. Sonra mobilyayı almış, ışıkları kapatmış, kapıyı
kilitlemiş ve uzaklaşıp gitmişlerdi. Beş hafta boyunca
kendi haline bırakılan mutfak devasa bir kimya deneyi
olarak çürümüştü. Bozulmuş domuz omuzları mutfak
tezgâhı üzerinde suları akarak duruyordu, yengeçler üzer­
lerinde vızıldayan sineklerden oluşan bir yığın halini
almıştı. Yeşillikler şimdi sümüksü bir pisliğe dönüşmüştü
ve iğrenç sıvılar sızdırıyordu. Bu, cehennemden bir görün­
tüydü.
Nefretle titreyerek hızla kapıya doğru geriledim. Tezgâhta
bir portakal duruyordu, şekli sağlam, rengi hâlâ parlaktı,
o kadar normal görünüyordu ki çıkarken ona uzandım.
Kokuşmuş bir su balonu gibi kendi içine çöküp parmak­
larımdan damlamaya başlayınca bir çığlık attım. Burada
hiçbir şey sağlam kalmamıştı.
Bir havlu alıp ellerimi sildim ve koşarak mutfaktan
çıktım, kapıyı arkamdan çarparak yangından kaçar gibi
çılgıncasına merdivenlerden indim. Son kez ayrılıyor olabi-
Tatlı Hayat 161

leceğimi düşünerek temiz havaya çıkmadan önce koridorda


yön değiştirip nıontumu aldım.
Dışarıda, konağa bakarken neredeyse, çürümüş yiye­
ceğin pencereleri patlatmasını umuyordum. Ama eski
konak taş gibi yerinde duruyordu. Hava soğuk ve nemliydi,
öğleden sonranın hafif ışığında titreyerek orada durdum ve
paniklediğim için utandım. Telefonumda Bay Pickwick’in
numarasını tuşladım, sekreterine sahneyi anlatmaya başla­
dığımda parmaklarımda hâlâ çürümüş portakalın bıraktığı
his vardı.
“Temizlik ekibini mümkün olduğunca çabuk gönderi­
yorum.” Ruby nin sesi sıradandı; Pickwick Yayınları’nda
başka bir gün. “Bu akşam başlamalarını sağlamaya çalışırım.
Ama sen benden haber alana kadar konağa gitme.”
Soğuk ve nemli bir akşamdı, derinizin altına, kemik­
lerinize işleyen türde bir soğuk vardı, bir daha asla sına­
mayacağınızı hissetmenize neden oluyordu. Güneş batmış
ve ardında kurşuni bir hava bırakmıştı. Artan karanlıkta
şehir merkezine yürüdüm ve The Pig’de dost bir yüz bula­
bileceğimi düşündüm. Thursday orada olurdu ve belki de
Jake.
Beni şaşırtacak biçimde Richard’ı barda otururken
buldum. Thursday diğer tarafta oturuyordu, ben izlerken
ona doğru bilinçli olarak neredeyse alınları değene kadar
eğildi ve kül rengi sarı saçları Richard’ın mavi-siyah saçla­
rına karışırken gözlerine baktı. Demek birlİktelerdi! Bunun
ne zaman olduğunu merak ettim.
Beni görünce Thursday geri çekildi ve gülümseyerek
Richard’m yanındaki tabureyi işaret etti, bara bir tabak
tavuk ciğerli tost koydu.
162 R u th Reichl

Bunları yapmakta ünlüydü ama o müthiş çöküntü yığı­


nına bakmak midemin sallanmasına neden olmuştu. Tabağı
ittim. Kaşlarını kaldırdı.
“İyi misin?” Gözleri gerçekten güzeldi. “Ne oldu? İşta­
hını kaybettiğine göre gerçekten kötü bir şey olmuş.”
Richard elini koluma koydu. “Hayaletlerle yürümüş
gibisin.”
Sahneyi anlatmaya başlayınca Richard tabağı barda daha
ileri itti. “Fotoğraf çektin mi?” diye sordu merakla.
“Tanrım, hayır.”
“Çekmeliydin. İnanılmaz görünüyor!”
“Lütfen! Oradan nasıl kaçacağımı bilemedim.” Midemin
yine bulandığını hissedebiliyordum.
“Bunu görmeliyim.” Ceketini giydi ve her zaman taşı­
dığı fotoğraf makinesini aldı. “Gel!” Beni tabureden çekti.
“Temizlik ekibi her şeyi mahvetmeden önce oraya gitme­
liyiz.”
Beni kapıya doğru aceleyle çekti ve taksilerin lastiklerini
gıcırdatarak durmalarına neden olan delici ıslıklarından
birini çaldı. Ben daha kollarımı montuma sokmayı becere-
meden şehir merkezine varmıştık bile.
Konağa geri döndüğümüzde merdivenleri üçer üçer
koşarak çıktık. Richard öğürdü, atkısıyla ağzını ve burnunu
kapattı. Sonra kapıyı açtı.
Mutfakta yürürken yüzü okunmuyordu. Fotoğraf maki­
nesini gözünün önüne getirdi.
“Tanrım,” diye iç geçirdi. “Hiç böyle bir şey görme­
miştim. Burada on binlerce dolarlık çürümüş yiyecek
olmalı. Bunları tekrar almak için neler yapman gerektiğini
biliyor musun?”
Tatlı Hayat 163

“Yapamazsın.” Orada bir dakika daha geçirmeye katlana­


mazdım. “Ben alt katta olacağım.” Gittiğimi duyduğundan
emin değildim.
Uzun süre bekledim. Büyük sarkaçlı saat gürültüyle
tıkladı; lambalar takıldığında bile gece konakla ilgili korku­
tucu bir şey vardı. Richard fotoğraf makinesiyle oynayarak
geri döndüğünde sevinmiştim. “Umduğumdan bile daha
sıradışıydı.” İleri geri yürüyor, beni görmüyordu, aklının
üst katta, mutfakta kaldığını, hâlâ odayı canlandırdığını
biliyordum. Sanki enerji alanına girip elektrik toplamış gibi
canlı görünüyordu. Neredeyse ozon kokusu alacaktım.
“Fotoğrafları ne yapacaksın?”
“Emin değilim.” Sesi dalgındı. “Banyo edene kadar bile­
meyeceğim.”
“Hiç dijital fotoğraf çeker misin?”
“Ben eski tarzım. Suyun içinde görüntülerin bulanma­
sını seviyorum. Onlara dokunmayı seviyorum, fiziksel deği­
şiklikler yapmayı. Bilgisayarda çalışmaktan çok daha tatmin
edici. Fotoğrafçı olarak başladığımı biliyorsun, değil mi?”
Şaşırmış halde ona baktım. Yaratıcı direktörlüğün onun
hayalindeki iş olduğunu, en alttan başlayarak her zaman iste­
diği şeyi elde ettiğini düşündüğümden çok emindi. Başka
istekleri olup olmadığını sormayı hiç düşünmemiştim.
“Dergilerde çalışmaya nasıl başladın?” Onun başka bir şey
yapmak istediğini düşünmek çok garipti.
Şaşkınca bana gülümsedi. “Sanatçı olarak yaşamak
hakkında bir fikrin var mı? Kolej boyunca çalışmak zorun­
daydım, sonra eğitim borçlarımı ödemek için dergi işine
girdim. Sadece kısa bir süre için yapacaktım...” Bir kere daha
orantısızca sırıttı. “Sanırım Genç Arthur beni kapı dışarı
R uth Reichl

ederek gerçekten iyilik yaptı. Ve senin sayende burada bir


şeyler bulmuş olabilirim.”
Elleri hareket ediyor, kafasında resimleri yerleştiriyordu.
“O mutfaktakine benzer bir şeyi asla hayal edemezdim. Bu
yüzden görmeliydim. O kadar iğrençti ki kusmak istememe
neden oldu -şey bunu zaten biliyorsun- ve aynı zamanda
egzotik ve çok güzeldi.”
“Güzel mi?” İnanmamıştım. “Bunu güzel mi buldun? Bu
bir kâbustu!”
“Benim için değil. Bir başka gezegene inmek gibiydi.
Umarım hakkını vermişimdir. Sana ne kadar teşekkür etsem
az.”
Dünyayı onun gördüğü gibi göremediğim için pişman­
lıkla, hatta biraz utanarak ona öylece baktım. Bir parçam
çok geç olmadan bir daha bakmak istiyordu. Ama kaçma
ihtiyacı çok daha güçlüydü.
“Benim için zevkti,” dedim.
İpekotunun Altında

Mutfağı temizlemeleri iki gün sürdü ama sonsuza kadar


sürmüş gibi hissettirdi. Tüm bu süre boyunca “hayvan
pancarı” kelimesi bir melodi gibi aklıma takıldı. Çok saçma
bir kelimeydi ve “îç Savaş” dosyası altında Lulu dan gelen
başka bir mektup grubu bulmak için sabırsızlanıyordum.
Ruby mutfağın “temizlendiğini” söylemek için arar
aramaz Timbers Konağı’na gittim. Öğleden sonraydı ama
teorimi test etmek için bekleyemedim.
Hava çamaşır gibi tertemiz kokuyordu, merdivenlerden
yukarı çıkarken tozlanmış tırabzanları da sildiklerini fark
ettim. Çirkin çöp kutuları hâlâ koridorda öylece duruyordu
ama çöpün büyük kısmı götürülmüştü. Derin bir nefes
aldım.
166 Ruth Reichl

Doğruca kütüphaneye gitmeyi planlamıştım ama ofise


montumu bıraktığımda telefon çaldı.
“Ah, Billie.” Bayan Cloverly’nin sesi rahatlamıştı. “Seni
bulduğuma çok sevindim! Seni arayıp durdum ve sen hiç
cevap vermedin. İyi misin? Çok kötü bir şey olduğundan
korktum.”
Gerçekten dokunaklıydı, devam etmesine izin verdim.
Ev yapımı makarna yapmaya çalışmıştı, sonuçları tahmin
edilebilirdi; tarif yumurta tozuyla işe yaramamıştı.
Sonunda şikâyet etmeyi kesince üst kata koştum. Üç
gün önce fikir mantıklı gelmişti ama şimdi düşünce o kadar
absürt geliyordu ki “İç Savaş” kalın dosyasını “Turunçgiller”
ve “Deniztarağı” arasına düzgünce yerleştirilmiş bulunca
şaşırdım.
İlk mektup Oshkosh’tan bir okuyucudan gelen heyecanlı
bir şalgam övgüsüydü. “İç Savaş sırasında,” diye yazmıştı,
“kızartıldığında oldukça tatlı olduğu anlaşıldı. Ama
neden...” bilmek istiyordu. "... insanlar bu çok yönlü sebzeyi
görmezden geliyorlar?”
“Belki de tadı berbat olduğu içindir,” diye mırıldandım,
mektubu kenara koyarak.
Bir sonraki okuyucu tatlandırıcı olarak süpürge darısı
övgüsü yazmıştı ve üçüncüsü elma suyuyla yiyecekleri
tatlandırmanın altı harika yolunu bulmuştu. Mektuplar az
ve hassastı, büyük bir sosyal deneye yakalanmış tutumlu
bir ulusun itiraflarıydı. Geride kalan bu kadınlar bildikleri
tek yöntemle savaşıyor, tencere ve tavalarını savaş gemile­
riyle mermilere dönüştürerek pişirme yağlarından cephane
için feragat ediyorlardı. Ve Lulu da burada rolünü oynu­
yordu.
Tatlı Hayat 167

16 MART 1943
Sevgili Bay Beard,
Sarmısak beni ele verdi. Annemin okulda biraz yedim dediğimi
unuttuğunu sanmıştım ama îç Savaş (vatansever olacaktı)
üzerine okul oyunu sergilediğimiz akşam Bayan Dicksona
bahsedeceğini bilemezdim.
“Spagetti mi?" Salonun öteki ucundan Bayan Dicksonm
sesinin her zamanki berbat biçimde yükseldiğini duyabilir­
diniz. “Spagetti mi?Elbette Jennings Ortaokulunun kafeterya­
sında düşman yiyeceği vereceğini düşünmüyorsunuz?”
Annem gözlerini kısarak bana baktı. Sonra parmaklarını
koluma o kadar sert geçirdi ki sabah kolum morarmıştı. uBunu
sonra konuşacağızdedi. “Konuşma” hiç hoş değildi. Ve bu
konuda söyleyeceklerimin hepsi bu.
Bunun yerine artları önerdiğiniz için size teşekkür etmek
istiyorum. Ne kadar güzel bir fikir! Bayan Cappuzzelli arı
bakıyor ve onlardan hiç korkmuyor. Küçük yaşlı bir kadın arı
kovanıyla baş edebiliyorsa, sanırım ben de edebilirim. Zafer
için arılar; tasarruf edeceğim şekeri düşünün!
Arkadaşınız,
Lulu

Düşman yemeği mi? Spagetti mi? Bu şoke edici bir fikirdi.


Herkes Japon kökenli Amerika vatandaşlarının savaş sıra­
sında gözaltına alındığını bilir ama İtalyan Amerikalılara
karşı bir ön yargıyı daha önce duymamıştım. İlk içgüdüm
Sal’i aramaktı ama Sammy nin savaşı sorduğumda nasıl
aşağılanmış hissettiğini hatırlayınca vazgeçtim.
Sammy neredeydi peki? Lulu hakkında çok heyecanlıydı
ama o zamandan beri on gün geçmişti ve geri gelmemişti.
168 R u th R eichl

T ü m eşyaları da hâlâ ofısindeydi. Dairesini aradım, sonra


da cep telefonunu ama elime geçen sadece ses kaydıydı.
“ Lütfen mesaj bırakın, m üm kün olunca geri döneceğim.
Lütfen telefon numaranızı bırakmayı da unutmayın.”
Bir şey duyup duymadığını öğrenmek için Jake’i aradım.
“Sam m y için endişelenme.” Sesi şaşkındı. “Em inim şimdi
tropik bir plaja uzanmış, bir sonraki lüks durağını düşünü­
yordur.”
“Tabii,” dedim rahatlayarak. “ Bunu düşünmeliydim. Sen
nasılsın?”
“ O kadar iyi değil,” diye itiraf etti. “ H âlâ bittiğine inana­
m ıyorum . Sanırım tatilden sonra uzaklara gidebilirim .”
“ İyi bir fikir gibi. Sen uzaktayken Sherman’a bakabi­
lirim. O n u işe bile getirebilirim. Eski zamanlardaki gibi.”
Büyük sarı bir köpeğin benimle birlikte konakta olm ası çok
hoşum a giderdi, bir an için Jake’in evet diyeceğini sandım
am a sonra beceriksizce boğazını temizledi. “ Sağol am a gerek
yok. Sonra konuşuruz,” dedi. 1
Sesi biraz garip miydi? M uhtem elen ben uyduruyordum ;
her şey garipti. Sam m y’nin evini her gün aradım am a hiç
yanıt veren olm adı. Kimseye tek kelime etm eden gideceğine
inanm ıyordum . Richard’ı aradım am a o da Jake gibi endi­
şesizdi. “Sam m y kendine iyi bakar. M uhtem elen büyük gezi
kitaplarından biri için bir şeyler yapıyordur. Arayıp öğren­
m em i ister m isin?”
“Yapar m ısın?” Rahatsız edici olduğum u biliyordum am a
sadece birkaç yeri arayacaktı.
Biraz daha iyi hissederek L u lu n u n m ektuplarına geri
döndüm . H âlâ Sam m y’yi, bunları onunla paylaşm anın ne
kadar eğlenceli olacağını düşünüyordum .
Tatlı H ayat 169

8 NİSAN 1943

Sevgili B ay Beard,

Ş e f Boiardi'nin savaşta y a p tıkla rım an la ttığ ın ız için teşek­

kürler. A n n e m e Ş e f Boyardee’nin sadece İtalya’nın P iacenza

şehrind en gerçek bir İtalyan olduğunu değil, ayn ı za m a n d a

C levelan d’d aki fa b rik a sın d a askerlerim iz için spagetti ya p tığ ın ı

da a n la ttım , spagettinin "düşm an ye m eğ i” o lduğunu d ü ş ü n ­


dü ğ ü için utandı.

B ir g ü n Bayan D icksona anlatm a cesaretini de bulacağım

(çok fa r k yaratacağını düşünm esem de).

B u g ü n sınıfça o rm a n a gidip ardıçların g ö çü n ü izledik.

U çuş yo lla rın ı ta kip edip G üney A m erika 'ya g id e n yo lla rın ın

h a r ita s ın ı çıka rıyo ru z. G ö kyü zü n e bakınca ben d e k u ş olabi­

leceğim i d ü ş ü n d ü m : Sınırları, kontrol noktaları veya p a sa ­

p o r tla r ı yo k . Savaş yo k . “Kuş gibi ö zg ü r” a rtık benim için çok

d a h a a n la m lı.

Yağışlı bir bahar oldu, her yerde kuzu m a n ta rla rı var.

T o m m y ’y e babam la birlikte m a n ta r topladığım ız gizli yerleri

g ö sterd im ve daha fa r k etm eden b ü yü k bir yığ ın ım ız oldu. O

sırada B a ya n D ickson b izi buldu.

Z eh irli olabileceklerini söyleyerek bıra km a m ız için bize

bağırdı.

Gerçek bir ku zu m a n ta rın ı sahtesinden nasıl ayıracağım ı

b iliyo ru m a m a elbette bana inanm adı. "Baban burada olsaydı

fa r k lı o lurdu,” dedi ve bu da çok hoş değildi. B abam ın kayıp

o ld u ğ u n u biliyor. T üm k u zu m a n ta rla rın ı attırdı ve bence bu

b ü y ü k bir israf. A m a son dakikada acıdı ve bu kadar u zm a n

o ld u ğ u m a göre k e n d im in k in i tutabileceğim i söyledi. Santrım

on la rı y iy ip ö lm e m i um uyor.
170
R u th Reichl

B u a k şa m y e m e k için krem alı m a n ta r yapacağım . B u

a n n e m için g ü z e l bir ziy a fe t olacak. A m a kalanı k u r u tu p

k e n a ra a y ırm a y ı p la n lıyo ru m .

S ize b ira z g ö n d ereyim m i? A p ta l fır ın tu ta ca kla rın d a n çok

d a h a ku lla n ışlı olur.

A rka d a şın ız,

L u lu

N o t: K u z u m a n ta r ı toplarken b ü y ü k bir ip eko tu fi liz i yığ ın ı

b u ld u k ve le zzetli görünüyorlar. îp e k o tu y e n ir m i?

Bir sonraki mektubu aldım, sonrakini ve tüm dosyayı


taradım ama “İç Savaş” dosyasında Luludan başka bir
mektup yoktu. Lulu’nun sözcüklerini tarayarak bir sonraki
mektup için ipucu aradım. “Spagetti” umut vaat ediyordu.
Veya belki de “kuzumantarı”? Sonra ek kısmı gözüme takıldı
ve bunu da yazdım. “İpekotu yenir mi?” İpucu değildi
ama meraklandım. Kütüphane kadınlarına bakmaya karar
verdim.
Bu konu üzerine söyleyecek çok şeyleri olduğu ortaya
çıktı ama asıl maden mavi karttaydı. “İpekotu,” diye
yazmıştı kütüphaneci. “İkinci Dünya Savaşı’nda önemli bir
rol oynadı. Bu konu üzerine 1943’ün ‘Yemek Arama dosya­
sında aydınlatıcı mektuplar var.”
Gerçek olamayacak kadar iyi göründü: bir diğer
doğrudan talimat. Bu kadar kolay olamayacağını düşünerek
gizli odaya geri döndüm. Ama gerçekten de “Yemek Arama”
olarak adlandırılmış kalın dosyadaydı ve dosyayı açtığımda
aydınlatıcı mektuplar en üstteydi.
Tatlı Hayat 171

18 EYLÜL 1943

Sevgili Bay Beard,


Okul başladı ve bu berbat bir çile. Yine Bayan Dickson var
ve bundan iyi bir şey çıkacağım sanmıyorum. Keşke uçak fabri­
kasında çalışmanın vatanseverlik görevi olduğuna karar verse!
Akrondaki tüm gençler sevinirdi. Son projesi Tommynin USS
Dickson dediği şey. Artık Japonya’dan yastık pamuğu alam a­
dığımızdan, cankurtaran yelekleri yapmak için ipekotu toplu­
yoruz. Yarım kilo ipekotu yünü bir denizciyi on saat boyunca
su üzerinde tutabilir ve Bayan Dickson tüm bir savaş gemisi
için cankurtaran yeleği yapacak kadar çok toplamamızı istiyor!
Bugün kabuklardan birini açıp içine baktım. Geçen bahar
bana ipekotu filizleriyle ilgili gönderdiğiniz tarifler hoşuma
gitti -tatları kuşkonmaz gibi- ama şimdi yünü düşünüyorum.
Pişirebilir miyiz? Hiç pişirdiniz mi? İyi mi?
Arkadaşınız,
Lulu

28 EYLÜL 1943

Sevgili Bay Beard,


Bugün bana iki kez yalancı dendi. Ve hepsi sizin hatanız.
îpekotu topluyorduk ama bugün sizin dediğinizi yaptım
ve gelişmemiş olanları eve götürmek için ayrı bir çantaya
koydum. Bayan Dicksonm beni izlediğini bilmeliydim çünkü
çanta dolunca hemen yanıma geldi. İpekotu projesini baltala­
maya çalışan bencil ve vatanını sevmeyen bir kız olduğumu
söyledi. Ona gelişmemiş olanların cankurtaran yeleğinde işe
yaramayacağını söyledim ama bana inanmadı. Bana yalancı
dedi ve beni müdürün odasına gönderdi.
172
Ruth Reichl

Sanırım Müdür Jotıes ona inandı, kimse ipekotu yemez,


dedi. Sonra mükemmel bir cezası olduğunu söyledi: Pişirip
yiyerek söylediğimi kanıtlamamı istedi. Beni mutfağa götürdü
ve bana bir tencere verdi. Size güvenmem iyi oldu.
önce bir ısırık almaya korktum ama Müdür Jones izli­
yordu, ben de gözlerimi kapattım ve bir kaşık dolusu aldım.
Haklıydınız! Çok güzel ve çiğnemek gerekiyor. İkinci bir kaşık
daha aldım ve yüzümdeki ifade değişmiş olmalı çünkü Müdür
Jones bir kaşık alıp tadına baktı. Kalanı paylaşmak için otur­
duğumuzda, “Bayan Dickson sana bir özür borçlu,” dedi. Diğer
yiyeceklerle karıştırıldığında tadının peynire benzediğini söyle­
diğinizi anlattım ve bir gün bunu denemek istediğini söyledi.
Kabukların kalanını eve götürdüm ve pirinçle pişirdim.
Peynire o kadar çok benziyordu ki anneme tencerede peynir
olmadığını söylediğimde bana inanmadı. “Neden yalan söylü­
yorsun bilmiyorum, Lulu ” dedi ve beni odama gönderdi.
Bazen savaş annemi kaçırmış gibi hissediyorum, eski halinden
çok farklı. Eskisini geri istiyorum.
İpekotu lezzetli ama ona doydum.
Arkadaşınız,
Lulu

Mektubu katladım. Keşke Sammy burada olsaydı; Lulu ve


ipekotu yünü hikâyesini severdi.

10 EKİM 1943

Sevgili Bay Beard,


Tüm sorunlarımı sizinle paylaşıp durduğum için üzgünüm
ama annem ne kadaryantlsalar da hep öğretmenlere inanıyor.
Ve benim de binlerine anlatmam gerek.
Tatlı Hayat 173

Bugün Bayan Dickson beni müdürün odasına gönderdi.


Yine. Nedeninin kabalık ve asilik olduğunu söyledi ama
aslında birisi ondan farklı görüşe sahip olduğunda buna katla­
namıyor! Yurttaşlık bilgisi dersinde Amerika’nın neden büyük
bir ülke olduğunu konuşuyorduk. Ben hepimizin dünyanın
farklı yerlerinden geldiğini ve birbirimizden öğrenmemizin
önemli olduğunu söyledim.
Bunun ilginç bir bakış açısı olduğunu söyledi ve açıkla­
mamı istedi. Ben de Bayan Cappuzzelliyi ve bana domatesler
konusundaki yardımlarını anlattım. Bitirdiğimde Bayan
Dickson annemin "düşmanla arkadaşlık ettiğimi” bilip bilme­
diğini sordu.
Bu beni öylesine kızdırdı ki biraz bağırdım ve Cappuzzel-
lilerin en az onun kadar Amerikalı olduğunu söyledim. O da
bana bağırdı ve “koyu tenlerinden’ ve “barbar dillerinden”
bahsetti. Hükümetin hepsini Japonlar gibi kamplarda topla­
ması gerektiğini söyledi, böylece bizi arkamızdan vurmak
için mesaj göndermeleri konusunda endişelenmemize gerek
kalmazmış.
Bayan Cappuzzelli’nin ordudaki üç oğlu dışında kimseye
mesaj göndermediğini söyledim. Ve bu, konuşmayı bitirdi.
Yeterince duymuştu.
Beni müdürün odasına götürdü ve beni sopayla dövmesi
gerektiğini söyledi. Kalbim hopladı ve masasının arkasında
asılı sopaya baktım; çok büyüktü. Müdür Jones parmaklarım
birleştirdi ve uzun süre onlara baktı. Sonra döndü ve küreği
aldı.
Ağlayacak gibi hissettim ama Bayan Dicksonın önünde
ağlamamaya kararlıydım. Küçük kötü ağzı gülümsedi ve
böylesi kötü bir ihlal için on vuruşun iyi bir ceza olacağım
174 Ruth Reichl

söyledi. Ağzım açık kaldı, Bay Jones bile biraz şoke olmuş
göründü.
Müdür Jones bunu yapmamız gerektiğini söyledi, ben de
ayağa kalktım. Sonra Bayan Dicksona cezalarını bir başka­
sının izlemesine izin vererek öğrencileri aşağılamanın iyi
olmadığım söyledi. Bayan Dickson hayal kırıklığına uğramış
gibi göründü am a Müdür Jones orada öylece durup çıkmasını
bekledi.
O gidince bana oturmamı söyledi. Yüzünde çok garip bir
ifade vardı, sanki bir şey söylemek istiyordu am a söylememesi
gerektiğini de biliyordu. Uzun süre orada oturup birbirimize
baktık. Sonra küreği bırakıp bana öfkemi kontrol etmeyi
öğrenmem gerektiğini söyledi.
Bu hafta her gün derslerden sonra okulda kalmalı ve tüm
sınıflardaki tahtaları temizlemeliyim. Bu çok külfetli, bazen
kürek yemeyi tercih edeceğimi düşünüyorum.
Arkadaşınız,
Lulu

Sonraki mektubu aldım ve sonrakini ama klasörde ilerlerken


istemeden de olsa bu klasörde Luludan gelen başka mektup
olmadığını kabul ettim.
Bir sonraki seri nerede olabilirdi? Geri dönüp gizli keli­
meyi aradım. Aklıma hiçbir şey gelmedi. “Yün”, “yurttaşlık
bilgisi” ve “vatansever’i denemeye karar verdim ama tele­
fonum çaldı. Muhtemelen sürekli arayan ve Noel için eve
gelmemi isteyen Melba Teyzeydi. Babamın beni ne kadar
özlediğini, ikisinin de özlediğini anlatıp duruyordu ve ben
bu konuşmayı yeniden yapmaya hazır değildim. Ama arayan
Melba Teyze değildi.
Tatlı Hayat 175

“Sammy’nin nerede olduğunu buldun mu?” dedim


Richard’a.
“Üzgünüm.”
Sesi kırgındı. “Unuttum. Sorarım. Ama burada olma
nedenim bu değil.”
“Burada mı? Konakta mı?”
Anahtarım hâlâ çalışıyor. Fotoğrafları yeni aldım ve sana
göstermeye geldim. Sen nerelerdesin?”
“Kütüphanede.”
Kütüphanede mi?” Kelimeyi söyleyişi sanki aydayım
demişim gibiydi. “Oraya hiç girmedim.”
“Seveceksin. Yukarı gel. Seni kapıda karşılarım.”
Dakikalar sonra Richard eşikte durmuş, sessizce odayı
gözlüyordu. “Hayal ettiğimden daha güzel,” dedi ama çok
dikkatini çekmediğini anlıyordum. Dosyasındaki fotoğ­
raflara odaklanmıştı, masaya gidip dikkatle onları sermeye
başladı.
Güzel ama yabancı bir dünyayı fotoğraflamıştı; hem
ürkütücü hem de garipliğiyle baştan çıkarıcıydı. Richard’ın
mutfağında çürümüş yemekler soyut biçimler olmuştu, hem
cazip hem de tehlikeli bir yıkım manzarasıydı. Fotoğrafları
Georgia O ’KeefFe’in orkide fotoğraflarının tuhaf erotik kali­
tesiyle Diane Arbus’un ucube serisinin garip sıradanlığını
birleştirmişti. Uzaklaşmak istiyordun. Ama aynı zamanda
çerçevenin içine atlayıp bu gizemli yerde yürümek isti­
yordun. Bunun her zaman yapmak istediği şey olmasına
şaşmamak gerekti; öylece dikilip Richard’ın fotoğraflarına
baktım ve tüm bunları görebilmesine şaşırdım. “Hepsi çok
güzel. Ve aynı zamanda berbat.” Görüntülerinden büyü­
lenmiş halde uzun zaman baktım.
176 Ruth Reichl

Sonra elimi uzattım ve onu büyük ahşap kart kataloguna


götürdüm; karşılığında ona bir şey vermek istedim. “Bir
çekmece aç.”
Richard nedenini sormadı. Onda en çok hoşuma giden
şeylerden biri de buydu. Sadece en yakındaki çekmeceyi
çekti ve uzun, becerikli parmakları ilgisini çeken bir tane
bulana kadar kartları karıştırdı. ‘“ Bottarga,”’ diye okudu.
“‘Kurutulmuş tekir veya ton balığı yumurtası, genelde ‘fakir
havyarı’ olarak adlandırılan Güney Akdeniz lezzeti. Modern
yemek kitapları genelde bunu görmezden gelir; mektuplar
en iyi kaynağınızdır. Elizabeth David (birkaç şarap kade­
hinden sonra özellikle iyi olur) ve harika (ama sık sık hatalı)
Waverley Root mektuplarında ilham bulacaksınız.’” Richard
turkuvaz kartı dosyaya geri koydu.
“Mektuplar nerede saklanıyor?”
Oda boyunca yürüyüp tüm ahşap masaları geçerken
elimdeki elinin gayet farkmdaydım ve kitap rafını yana çekip
duvardaki küçük kapıyı açığa çıkardığımda şaşkınlıktan
hafifçe sallanmasını da fark ettim. Tek söz etmeden eğildi ve
içeride kayboldu. Keskin bir nefes alma sesi duydum.
Eğilip içeri yanına girdim ve ışığı açtım. Richard uzandı
ve en yakın rafı canlı bir varlıkmış gibi okşadı.
“Bunlar mektuplar mı? Hepsi mi?” Yerde açık bıraktığım
klasörü işaret etti. “Onu mu okuyordun? Neyle ilgili?”
“îpekotu.” Ona Luludan bahsetmem gerektiğinden emin
olamadan sesimin kayıtsız çıkmasına çalıştım. Ama elbette
çok geçti. Klasörü almış ve yere çökerken okumaya başlamıştı.
Odanın derin sessizliğinde onu izledim ve soluğunun sesini
dinledim. Kahkaha, öfke, acıma gibi tüm duygular yüzünden
geçiyordu. Sonunda kafasını kaldırdı. “Daha var mı?”
Tatlı Hayat. Mİ

“Bir yazıya dönüştürecek kadarını bulmayı umuyorum.


Bu Sammy’nin fikriydi; küçük bir kitap bile olabileceğini
düşündü.”
“Yapmalısın!” Sesinde keskin bir öfke vardı. “Savaş sıra­
sında İtalyan Amerikalılara ne olduğunu bilen çok insan
yok.” Boğazındaki bir kasın gerildiğini görebiliyordum.
“Benim de İtalyan olduğumu biliyor muydun?”
“Phillips mi? Bu tam olarak İtalyan adı sayılmaz.”
“Ellis Adası’nda değiştirdiler. DiPellicci göçmenlik büro-
sundakiler için çok uzundu, bu yüzden kısalttılar. Ama
isimleri değiştirmek yeterli değildi. Herkes Japonların gözal­
tına alınması hakkında konuşur -berbattı- ama ülkenin
bazı kısımlarında, İtalyan olmak da bir o kadar kötüydü.
Doğu Yakası’ndaki insanların etkilendiklerini sanmıyorum
ama büyükannem San Francisco’da yaşıyordu ve başlarına
gelen çok kötü şeyler anlatıyordu. Roosevelt orduya şüpheli
düşman yabancıları tutuklamak için emir vermişti ve babası
hapse atıldı. İtalyanları gözaltına almak istediler. Alamadılar
ama büyükannem evinden on kilometre uzağa gidemezdi
ve hava kararınca dışarı çıkamazlardı. Sokağa çıkma yasağı
vardı. Çılgın zamanlardı. Orduda iki kardeşi vardı ama
önemli değildi; bir gün bazı adamlar geldi ve onları evle­
rinden attı.”
“Evlerinden mi attı?” İnanmıyordum.
“Sadece onlar da değildi.” Sesindeki acılığı saklamaya
çalışmadı bile. “Tüm mahalle boşaltılmıştı. Kaliforniya’da
on bin insan evini kaybetti.”
Söyleyecek bir şey bulamıyordum.
“Büyükannem annesinin bu kadar çok sevdiği ülkenin
ona bunları yaptığına inanamadığını söyler.” Richard
Ruth Reichl

etrafımızdaki raflara baktı ve ne gördüğünü merak ettim.


“Araştırabilirsin. Joe DiMaggio ulusal kahramandı ama o
ordudayken tüm hayatı boyunca balıkçılık yapan babasının
San Francisco körfezine girmesine izin vermediler. Onu bir
güvenlik riski olarak gördüler.”
“Peki ya büyükannen? O ne yaptı?”
“Büyükannemin babası hapisteydi ve annesi o olmadan
gitmek istemiyordu. Ama San Francisco belediye başkanı
-adı RossiVdi- faşist selamı vermekle suçlanınca korktu.
Ödünç para aldı, New York’a gelip arkadaşlarının yanına
taşındı. Büyükannem hâlâ utandığı için bundan bahsetmeyi
sevmez.”
“Babasına ne oldu?”
Richard öfkeyle kahkaha atı. “Çılgınlık yıl bitmeden
sona erdi. Fiorello La Guardia, Rossi’den daha cesurdu ve
büyük olay çıkardı. Başsavcı Carnegie, Columbus Günü’nde
H alfa gitti ve İtalyanların artık düşman olarak görülmeyece­
ğini söyledi. Ama bu, büyükbabamın çok işine yaramadı; o
Batı Yakası’ndaydı, Avrupa’da savaş bitene kadar onu hapiste
tuttular.” Konuyu değiştirmek için belirgin bir çabayla hırıl­
tılı bir soluk aldı. “Lulu kaç yaşında?”
Milyon tane soru sormak istiyordum ama Richard açıkça
artık bundan bahsetmek istemiyordu. “Bunları yazdığında
on üç yaşında olmalı. Beard’a savaş boyunca yazdığını
umuyorum.”
“Ama Beard’ın mektuplarını bulamadın? Onun yanıtla­
rını da bulsan ne kadar harika olurdu! O zaman gerçekten
kitap olurdu.” Ailesiyle ilgili konunun kapanmasıyla rahat­
lamış gibiydi.
“Ama neden burada olsunlar?”
Tatlı Hayat 179

Richard vücudunu duvara yaslayarak esnedi. “Neden


tüm bu mektuplar burada? Onları saklamalarının amacı
neydi? Sammy’nin fikri var mı?”
“Sanırım o da benim kadar şaşkındı. Ama anlaşılan çok
ilgisini çekmiyor, bu gizli odayı bulduğumuz günden beri
geri dönmedi.”
“Peki ya Maggie? Hayatının yarısını Lezizlide geçirdi.
Ona sormalısın.”
“Hayatta olmaz! Benim için derginin kapanmasının en
iyi yanı Maggie’yi bir daha asla ama asla görmek zorunda
olmamam.”
“O kadar kötü değil. Onu The Pig’e götürelim ve üç
kütüphaneci hakkında neler bildiğini öğrenelim.”
“Sen ara.” Maggie’yi görmek istemiyordum. “Ben
yokum.”
“Ah, hadi ama.” Sesinde meydan okuma vardı. “Senin
ödlek olduğunu bilmezdim.”
Dans Eden At

The Pig’e vardığımda Maggie barda Richard’la oturmuş bir


Manhattan içiyor ve Thursday önlerine baharatlı yumurta
koyuyordu. Thursday, Madonna gibi gülüyordu. Onu bu
kadar mutlu eden Richard’ı görmek miydi?
“Kötü görünmüyorsun.” Maggie beni üstünkörü ince­
ledi. “İşsiz kalmış bir sürü insan gibi yarı aç görünürsün
sanmıştım.”
“Senin gibi mi demek istiyorsun?” Eski kin kükreyerek
geri gelmişti, artık patronlarımdan biri değildi.
Bir kahkaha attı. “Evet, haklısın, kötü zamanlama oldu.
Catering işindeyim, bu da cehennemdeyim demenin başka
bir yolu.”
“O kadar kötü mü?”
Richard yumurtadan bir ısırık aldı.
Tatlı Hayat 181

“Daha kötü.” Maggie bardağı dikti ve içkisinden büyük


bir yudum aldı. “Dün akşam Beşinci Cadde’de Noel kokteyl­
leri yaptım ve dürüst olmak gerekirse akşam bitmeden
ev sahibini öldüreceğimden korktum. Lezizf’de ne kadar
şımardığıma dair hiçbir fikrim yoktu. Geceden önce son
iki haftada altı defa ordövr provası’ için dairesine gittim. O
kadar zengin olmasa sadece beleş yiyecek istediğine yemin
edebilirdim.”
“Asıl meseleyi kaçırıyorsun.” Richard hâlâ yutmak yerine
yumurtanın uçlarını kemiriyordu. “Bu parayla ilgili değil.
Sana kimin patron olduğunu göstermek istiyor.”
“Haklısın.” Maggie hatırlayarak kaşlarını çattı ve tek
bir ısırıkta yumurtanın çoğunu mideye indirdi. “Bu işe hiç
girmemeliydim. Tüm tariflerde değişiklik istedi. Her bir
lanet tarifte! Ve hepsini de daha kötü yaptı.”
“Hayır.” Richard eğlenmiş gibiydi. “Onları kendinin
yaptı.”
“Benim evimde.” Maggie sesini yükseltti, Julia Child’ın
kötü bir parodisi gibiydi. “Sadece en iyi sığır eti servis ederiz;
bana kasaptan aldığın faturayı göstermelisin. Bu kullandık­
ların sıradan elmalar mı? Lütfen! Mutfağımdaki her şey aile
yadigârıdır. Ve tedarikçinin puf böreğini hemen önümde
görebileceğim yerde yapmasında ısrar ederim. Süpermar­
ketten her aptalın alabileceği dondurulmuş ürünler için
neden tüm bu parayı ödeyeyim?”
“Buna katlandın mı?” Şaşkındım. “Sen?”
Utanmış göründü. “Paraya ihtiyacım var. İşte çuvallayıp
çuvallamayacağımdan emin değilim. Yine de tek kabul edile­
bilir havyarın Karadeniz’den mersin balığı olduğunu söyle­
yince ona başka birini bulmasını söyledim. Gezegendeki son
182 R u th Reichl

mersin balığı yumurtasını servis etmek içime sinecek bir şey


değil.”
“Bravo!” Richard alkışladı.
“Bunun...”
Maggie bir elini kaldırıp onu alkışın ortasında durdurdu,
“... ciddi bir hata olduğu ortaya çıktı. Çünkü sürdürülebi­
lirlik mevzusunu açınca gözleri parlamaya başladı ve, ‘Tüm
menüyü yeniden yapmalıyız! Her şey yerel ve sürdürülebilir
olmalı,’ dedi.”
Maggie, Beşinci Cadde ev kadını tarafından mı sindirili­
yordu? Bunu sevmiştim.
“Eee!” Bana döndü. “Ben kokteyl kalabalığında kendimi
öldürürken, sen yatakta bonbon yiyordun herhalde. Kilo
almış gibisin.”
“Sıkıntının seni değiştirmemesine sevindim.”
Bir kahkaha daha attı ve bardağının dibindeki kirazı
aldı. “Sanırım Jake’in gölgesinden çıkmak senin için çok iyi
olacak.”
“Senin için de iyi olmayacak mı?”
“Jake’in işimi finanse edip etmediğini soruyorsan yanıtı
evet.” Alayla gülümsedi. “Sanırım seksenlerde sahip oldu­
ğumuz restoran konusunda suçluluk hissediyor; öküzlük
etmeseydi şimdiye bir imparatorluğumuz vardı. Ama belki
de parayı ondan almamalıydım.”
“İnsanlara karşı nazik olmak çok zor olmalı.” Durumdan
bu kadar memnun olmama şaşırmıştım. Maggie’ye bakıp
Lulu nun Bayan Dickson’a karşı böyle mi hissettiğini merak
ettim.
“Gerçekten zor. ” Maggie bunu hiç utanmadan söyledi.
“Ama sen bu günlerde ne yapıyorsun?”
Tatlı H ayat 183

“Bizim de...” Richard bir fırsat gördü ve yakaladı, “...


seninle konuşmak istediğimiz bu. Billie hâlâ işte, Garanti’yi
sürdürüyor...”
“Şaka yapıyorsun!” Maggienin sesi şimdi keskindi.
“Genç Arthur Leziz!i kapattı ama seni tuttu mu? Pickwick’in
bu kadar sorun yaşamasına şaşmamak gerek.”
“Evet, çok teşekkürler.”
“Ah, dur, hemen heyecan yapma. Bununla bir şey ima
etmedim.”
“Ve... ” Richard sanki sözü kesilmemiş gibi devam etti,
“... kütüphaneye gitti. Leziz!kütüphanecileri hakkında neler
biliyorsun merak ettik.”
“Üzgünüm.” Manhattanı bitirdi. “Size o konuda
yardımcı olamam. Sonuncusu ben geldiğimde gitmişti.”
“Ama bir şeyler duymuş olmalısın.” Thursday baş işare­
tiyle bizi The Pig’deki masa yerine geçen narin antika şeylere
yönlendirdi. “Onları tanıyan insanları tanıyor musun? Bir
şeyler hatırlıyor musun? Herhangi bir şey?”
Maggie koltuğuna yerleşirken kaşlarını çattı. Thursday’in
masanın ortasına koyduğu küçük Kumamoto istiridye taba­
ğına baktı, birini alıp kafasını geriye yasladı ve tatlı sala­
talık tadındaki yumuşakçayı boğazından aşağı kaydırdı.
Thursday bir şişe şarap açarken bizi dinledi. “Bayan Van
Ailen zamanında dergi senin bildiğin yerden bambaşka bir
yerdi. Bir tür kızlar okuluydu. Sammynin cinsinden birkaç
seçilmiş erkeğin personele katılmasına izin veriliyordu ama
daha çok kızlardık. Pickwick’te insan kaynaklarından biri
bana bir keresinde asistan olarak denenmesi için iri bir adam
gönderdiklerini ve Bayan V.’nin arayıp aklınızdan ne geçiyor
diye sorduğunu söyledi. ‘Kızlar ve ben,’ demişti, ‘Bundan
R uth Reichl

hiç hoşlanmadık.’ Her gün beyaz eldiven giymelerini sağlı­


yordu.” Maggie bir başka istiridyeyi mideyi indirmek için
duraksadı. “Ben geldiğimde beyaz eldiven günleri sona
eriyordu ama eski kızlardan birkaçı hâlâ oradaydı. Tanrım o
kütüphaneye tapıyorlardı! Ne zaman onun hakkında konuş­
salar gözleri aydınlanırdı. Onlara göre dergi son kütüphane­
cisini kaybettiğinde ruhunu da kaybetti.”
Maggie çok fazla istiridye yemiş ve artık Thursday’in
daha muhteşem eserlerinden biri olan salataya geçmişti.
Thursday kıvırcık lahanayı konfeti gibi parçalamış, küçük
tatlı kuş üzümü ve bolca kızartılmış çam fıstığıyla karıştır­
mıştı. Limon suyuyla yağ eklemiş, parmesanla süslemişti ve
bu inanılmaz bir karışımdı. Maggie ağzına bir çatal dolusu
attı ve tadını çıkarmak için duraksadı.
“Peki sana son kütüphaneciyle ilgili bir şeyler anlattılar
mı?” diye sordu Richard.
“Bertie mi?” dedi Maggie. “Neyin doğru olduğunu
anlamak zordu. Hepsi Bertie efsanesine âşık olmuştu.”
“Ne demek efsane?”
“Görünüşe göre Bertie’nin yemekle ilgili bilmediği
hiçbir şey yoktu. Hiçbir şey. Ona istediğin soruyu sorabilir
ve anında yanıtını alırdın. Örneğin balık çorbası için tarif
istiyorsan Marsilya’da her zaman iskorpit, kırlangıç balığı ve
mığrı kullandıklarını ama Batignolles’de, hemen biraz ileride,
morina içermedikçe gerçek kabul edilmediğini öğrenirdin.
Bertie araştırmadan sana bir tarif verebilir ve Waverley Root,
Elizabeth David, Julia Child tariflerinin arasındaki farkları
anlatabilirdi. Ne zaman bir kaynak arasam eski geveze piliç­
lerden biri gözlerini devirir: ‘Ah, keşke Bertie burada olsaydı.
Bertie yanıtı bilirdi,’ derdi.”
Tatlı Hayat 185

“Ama onunla hiç tanışmadın?”


“Dürüst olmak gerekirse Bertie’nin gerçek olduğuna hiç
inanmadım. Onun geri kalan bizlerin aptal gibi hissetmesini
sağlamak için uydurdukları bir hayalet olduğunu düşündüm.”
“Ne zaman ayrıldığına dair bir fikrin var mı?”
Maggie salataya yüklenmişti, ağzı tam doluyken konuştu.
Haftalardır yemek yememiş gibi yiyordu ve Thursday hava
gibi hafif gnocchi tabaklarıyla geldiğinde gözleri parladı. “Tam
istediğim!” diye bağırdı birini alarak. “Hiçbir fikrim yok.”
“Hadi, Mags!” dedi Richard. “Biraz daha zorla. Sen orada
ne zaman başladın?”
“Seksenlerin ortalarında. Ve o zaman Bertie’nin en az on
yıl önce gittiğini sanıyorum. Bir efsane yaratmaları bu kadar
sürmüştür. Kütüphaneyi uzun zamandır düşünmemiştim
ama Bertie’nin geceleri gizlice girip gizemli bir proje üzerinde
çalıştığına dair bazı fantastik hikâyeler hatırlıyorum.”
“Ne?” Richard ve ben beraber bağırdık, Maggie çatalını
bırakıp gözlerini kocaman açtı. “Dur. Siz ikiniz neyin peşin­
desiniz? Neden bunları bilmek istiyorsunuz?”
“Sadece merak,” diye başladım ama aynı anda Richard
ağzından kaçırdı. “Billie’nin bulduğu...” Öfkeli bakışım onu
durdurdu.
“Ne buldu?” Maggie anlamlı biçimde bana bakıyordu.
“Kütüphanedeki inanılmaz kart dosyasını,” dedim.
Maggie’nin gülümsemesi yüzünü yumuşattı ve bir
zamanlar ne kadar güzel olduğunu gördüm. Omzundaki
kelebek dövmesini düşündüm.
“Bunu neredeyse unutmuştum.” Yüzünde rüyadaymış
gibi bir ifade vardı. “O kartları karıştırmak için oraya gitmeyi
severdim. Tüm o renkler!”
186 Ruth Reichl

“Hangisi Bertie?” diye sordum. “Biliyor musun?”


“ Belli, değil mi? Tabii ki mavi olan.”
“Mükemmel!” Richard’ın sesinde kahkaha vardı.
“Elbette. O renk SheafFer mürekkep çalışanları onu turkuvaz
olarak yeniden adlandırmadan önce tavuskuşu mavisiydi.”
“Bunu nereden biliyorsun?” Maggie ona şüpheyle bakı­
yordu.
“Bilmeni isterim ki fountainpennetwork.com>un gururlu
bir üyesiyim,” dedi.
“Sanat yönetmenleri!” diye dalga geçti.
Boğazımı temizledim. “Bertie’ye geri dönebilir miyiz?
Orada çalışırken kaç yaşındaydı? Evli miydi? Kayıtlı kütüp­
haneci miydi?”
Maggie elini salladı. “Hiçbir fikrim yok. Tüm bildiğim
Bertie’nin sirkten kaçmış dans eden bir at olduğu. Lezizl’deki
son günlerinde gece yarısı gizlice kütüphaneye girip çıktığı
dışında hiçbir şey bilmiyorum. Ne zaman kütüphaneden söz
edilse Bayan V. anlayışla gülümser ve bir gün tüm dünyanın
Bertie’ye minnettar olacağını söylerdi.”
“Neden olduğuna dair bir fikrin var mı?” diye sordu
Richard ama Maggie bıkmıştı. “Bundan sıkıldım.” Sesi
kızgındı. “Lezizle lanet olsun, Bertie’ye lanet olsun, Pick-
wick Yayınları’na lanet olsun. Bizi kovdular ve bana sorar­
sanız cehenneme gidip efsanelerini de beraberlerinde
götürebilirler.”
Şarap kadehinden uzun bir yudum aldı. Kadehi geri
koyduğunda yüzü kepenk indirilmiş gibi boştu. Bu geceyi
kapatmıştı.
Yedi Balık Festivali

Selam Genie,
Şikâyet etmeyeceğim. İşler Lulu'nun mektuplarını buldu­
ğumuzdan beri kesinlikle daha iyi. New York öncesi
zamana geri dönmeyi düşünemiyorum; henüz değil. Ama
geçen yıl bu zamanlarda Fontanari hikâyesi içimi yiyordu
ve sonunda basıldığında Sal'in tepkisinin ne olacağından
ödüm kopuyordu. Ama bunda sorun çıkmadı.
Saçma bir işim varsa ve geleceğimle ilgili hiçbir
fikrim yoksa ne olmuş?
Sammy kaybolduysa ve kimse nerede olduğunu
bilmiyorsa ne olmuş?
Edindiğim tek iyi arkadaşım eyalet dışına çıkıp hiç
dönmeyecekse ne olmuş? (Her gün yazacağı konusunda
yalan söylememesine rağmen.)
188 R u th Reichl

Bay Şikâyetçi bile kaybolmuş gibi; son iki pazardır


Fontanari'ye gelmedi ve itiraf etmeliyim ki onu özledim.
Elimdeki şansı özlemeyeyim de ne yapayım. Eğer hiç
şansım vardıysa.
Şikâyet etmeyeceğim mi demiştim? Pardon.
Noel'deyiz. Her gün Fontanari'de çalışıyorum ve
mekân dolu. Yeni yıl arifesini Rosalie ve Sal'le geçire­
ceğim. Yeni yıl hedefim lens almak, sadece Rosalie'yi
susturmak için. Daha kötü olabilirdi.
Böyle giderse gelecek yıl daha iyi olacak, değil mi?
Seni seviyorum.
xx b

Tina Fey bir The New York Times muhabirine tüm arka­
daşlarına Fontanari zeytinyağı hediye ettiğini söylemişti
ve dükkâna gittiğimde sokak boyunca uzanan bir sıra
vardı. Sal, Bay Şikâyetçinin bizi neden terk ettiğine ikna
olmuştu: Sonunda daha etkili bir dükkâna gitmişti. “Polis
ve şikâyetçilerle dolu bir dükkân istiyordun,” demişti surat­
sızca. “Şimdi Bay Şikâyetçi yi kaybettik. Sırada kim var?”
“Başka bir yere gitmez,” dedim bir şekilde bunun doğru
olduğunu bilerek. Sonra son seferinde yanında olan sarışını
hatırladım ve utanıp utanmadığını merak ettim. Sal’in hayal
kırıklığı bakışını yakalamış mıydı? Umarım yakalamamıştır;
onsuz pazar günleri daha uzun oluyordu.
Yeni yıl arifesi yılın en yoğun günüydü ve saat yedide
kapıyı kapattığımızda hâlâ içeri girmeye, alacakları son
şeyle partilerini kusursuz yapmaya çalışan müşteriler vardı.
Sal kolay ikna oluyordu, sonunda Rosalie müdahale edene
kadar.
Tatlı H ayat 189

“Bu bizim gecemiz,” dedi kapıyı sertçe kilitleyerek. “Vere­


ceğimiz sözler var! Geliyor musun, Theresa?” Hepimizi üst
kata götürdü.
Sal ve Rosalie New York’ta tanıdığım, gerçek bir evde
oturan tek insanlardı. Dükkan zemin kattaydı, yatak odaları
en üstteydi ama arada çok büyük bir oda vardı. Kısmen
mutfak, kısmen oturma odası, kısmen yemek odası, kardeş,
teyze, torun ve kuzenlerle doluydu; hepsi konuşuyor, el
hareketleriyle anlaşıyor ve öpüşüyordu. İnsanlar hâlâ geliyor
ve uzun masada bir tabak daha koyacak yer arıyorlardı.
Sal şarap kadehini masaya doğru kaldırdı. “Biz Noel
yerine yeni yıl arifesinde geleneksel yedi balığı yaparız.”
Bana bir şarap kadehi verdi. “Senin ailen yeni yıl arifesinde
ne yapar?”
“Çok bir şey değil.” Babam, Melba Teyze ve ben Times
Meydanı’ndaki topun inmesini izleyecek kadar ayakta
kalmaya çalışırız ama bunu başardığımızı hatırlamıyorum.
Genie’nin hep randevusu olurdu.
Sal kaşlarını çattı. “Peki ya yeni yıl sözleri?” Beni odada
gezdirdi ve kızı Toni gelip beni kurtarıncaya kadar şaşırtıcı
sayıda akrabayla tanıştırdı.
“Baba! Dur! Billie’nin bizimle akraba olan herkesi tanıma­
sına gerek yok.” Elimi tutarak beni kanepeye çekti. “Bunun
kötü olduğunu mu düşünüyorsun?” Yanıma oturdu. “Eve
erkek arkadaşlarımı getirdiğimde nasıl olduğunu hayal
etmeye çalış. Babamı konuşarak durdurabilen tek sevgiliyle
evlendim.”
Başımla onayladım, o da benden bunu bekliyordu; bu,
kelime girdabında sessizlik kabul edilirdi ve ben de izleyip
dinlemekten memnundum. Sal kadehine kaşıkla vurdu ve
190 R u th Reichl

loni beni masaya çekip yanıma oturdu. Sal diğer yanıma


oturduğunda gecem tamamlanmıştı, aralarında oturunca,
demirlemiş ve güvende hissettim.
Rosalie ayakta kaldı ve arka arkaya servis tabaklarıyla
yiyecek taşıdı. Yemek salamura kalamar, istiridye fondip-
leri, salamura ançuez ve scungilli1 salatasıyla başladı. Sonra
Rosalie, Safin önüne devasa bir pasta con le vongole2 kâsesi
koydu ve durmadan konuşan Sal bir kepçeyle önüne aldı.
Spagettinin ardından büyük servis tabaklarında karidesler
geldi ve elden ele uzattık. Rosalie masaya devasa, doldu­
rulmuş kalkan koyduğunda saat neredeyse on birdi, bir
tabak sıcak şeker serpilmiş sfinge3 getirdiğindeyse gece yarı­
sına geliyordu.
“Böylece yeni yılda ilk tadımız tatlı olacak,” diye fısıldadı
Sal kulağıma. Sol elimi tuttu, Toni de sağ elimi; masa etra­
fında hepimiz bağlandık ve gelen yıl ne getirecekse onunla
yüzleştik. Sal fısıldamak için eğildi. “İtalyan aileleri her
zaman yeni yılı böyle karşılar.” Elimi sıktı ve bağırdı. “On!”
Richard’ı düşündüm ve ailesiyle el ele tutuşup ondan geri
sayıp saymadığını merak ettim. Sal bağırdı. “Dokuz!” Ve ben
de onlarla birlikte bağırmaya katıldım. “Sekiz! Yedi! Altı!”
Saniyeler geçerken masada etrafıma bakındım. Her bir
yıl burada oturup bu geleneği sürdürmelerini düşünmek
rahatlatıcıydı. Yine Richard’ı düşündüm. Savaş hakkında
hâlâ acı şeyler düşünen büyükannesinin yanında mıydı?
Hemen onun ardında canımı sıkan bir başka düşünce
vardı.
“Beş!” diye bağırdık. “Dört!”
1 Deniz ürünleri. (ç.n.)
2 Kum midyesi soslu spagetti, (ç.n.)
3 İtalyan lokması, (ç.n.)
Tatlı Hayat 191

Richard’ın büyükannesi hayattaysa Lulu neden olma-


sındı?
“Üç!”
Kaç yaşında olurdu? Hesaplara başladım. 1942’de on iki
yaşındaydı...
“İki!”
... yani 1930 doğumlu. O zaman şimdi...
“Mutlu yıllar!”
Yanımda Toni bir düdük üfledi. Lulu seksen bir yaşında
olurdu.
Hâlâ hayatta olabilirdi.

Unutamadığınız bir şarkı gibi “düşman yemeği” sözcükleri


kafamda tekrar ve tekrar kendilerini yinelediler. Sonra bir
ritim bile kazandılar, o eski “Mother-in-Law” şarkısınınki
gibi, böylece çok geçmeden mırıldanmaya başladım. Kütüp­
haneye geri dönmek ve bir sonraki ipucunu bulmak için
gerçekten sabırsızlanıyordum.
2 Ocak günü pazartesiye denk geliyordu, bu yüzden çok
beklememe gerek kalmadı. Konağa gittiğimde posta, tatil
felaketlerinin hikâyeleriyle doluydu: kuru hindiler, harap
olmuş jambonlar, eriyen süslemeler. Hızla mektupları ve
e-postaları atladım. Felaket bekleyebilirdi.
Kütüphanede “Danimarka Mutfağı” ve ‘Develer
arasında “Düşman Yemeği” başlıklı tek bir kart buldum.
Kartı aldım ve tavuskuşu mavisine baktım. “İkinci Dünya
Savaşı sırasında İtalyan olan şeylere karşı öylesine derin bir
önyargı vardı ki tüm makarna türleri ‘düşman yemeği’ olarak
kabul ediliyordu. 1943 ‘İtalyan Tarifleri’ konusu altında bazı
çok ilginç mektuplar var.”
192

İçgüdümün doğru olmasına memnun olarak gizli odaya


gittim. “İtalyan Tarifleri”ni aldım, sırtımı duvara yaslayıp
oturdum ve dosyayı açtım.

14 EKİM 1943

S e v g ili B a y B eard,

B u s a b a h o lg u n k a b a k la r ım ı to p l a d ım ve o k u ld a n so n ra

Tom m y o n la r ı B a y a n C a p p u z z e lliy e ta ş ı m a m a y a r d ım

e t t i . B a n a ö z e l raviolisini n a s ıl y a p t ı ğ ı n ı g ö s te r m e y e s ö z

v e r m iş ti. M a r c o iç e r i g ir d iğ i n d e iç in i h a z ı r lıy o r d u k , e lle r iy le

k o l la r ım s a lla y a r a k b a ğ ır m a y a b a ş la d ı. “A m e r i k a n y e m e ğ i ,

m a m a ! A m e r i k a n y e m e ğ i ! M u s s o l in i m a k a r n a y i y o r ve

o n u n y e d iğ in i y e m e y e c e ğ i m ” O n u B a y a n D i c k s o n l a ta n ı ş ­

tı r m a k is te r im .

B a y a n C. te k k e lim e e tm e d i a m a M a r c o s o n u n d a m u t f a k

k a p ıs ın ı ç a r p a r a k ç ık tığ ın d a ç o k e n d iş e li g ö r ü n d ü . B u n u n

y e m e k le ilg isi o ld u ğ u n u s a n m ıy o r u m : “G e rç e k A m e r i k a l ı ”

o ld u ğ u n u k a n ı tla m a k iç in y a ş ıy la ilgili y a l a n s ö y le y e r e k o r d u y a

y a z ıl m a y a ç a lış m a s ın d a n k o r k u y o r .

O n u n e ş e le n d ir e c e k b ir ş e y le r b u lm a y a ç a lış tım a m a n e y in

işe y a r a d ığ ın ı h a y a tta b ile m e z s in iz : K a b a k y a p r a ğ ı y i y i p y e m e ­

d iğ in i s o r d u m . B u n u n d u y d u ğ u e n k o m ik ş e y o ld u ğ u n u s ö y le d i

v e o k a d a r ç o k k a h k a h a a ttı k i a ğ la m a y a b a şla d ı. “İ n s a n la r iç in

değil, sa d e c e d o m u z l a r i ç i n d e d i g ö z le r in i s ile rk e n .

B u n u n n e s i k o m ik a n la m ıy o r u m . B iz p a n c a r v e şa lg a m

y a p r a k la r ın ı y iy o r u z ? N e d e n k a b a k y a p r a ğ ı o lm a s ın ? B a y a n C.

a sla k a b a k y a p r a ğ ı y e m e y e c e ğ in i s ö y le d i a m a ç iç e k le r in n a s ıl

p iş ir ile c e ğ in i b a n a g ö sterec ek. Ç iç e k le n p iş ir m e f i k r i n i s iz d e

s e v m e d in iz m i? T e n c e re n in iç in d e a ç tık la r ın ı d ü ş ü n ü n . A m a
Tatlı H ayat 193

ka b a k y a p ra ğ ın d a n da va zg eçm iy o ru m ; iddiaya va rım siz d e

yiyebilirsin iz.

H er z a m a n arkadaşınız,
L u lu

N o t: B urası o ka d a r sıcak k i y a z so n su za ka d a r sürecek gibi.

B a b a m p a s tır m a y a z ın ı severdi, her neredeyse güneşin o nu

a yd ın la ttığ ın ı d ü ş ü n m e k h oşum a gidiyor. A n n e m y a k ın d a ölü

ka b u l edildiği m e k tu b u n u alacağım ızı söylüyor a m a o hep en

k ö tü s ü n ü bekler, bu insanı nereye g ö tü rü r ki?

Lulu’nun yaşlı bir kadın olarak neye benzediğini hayal


etmeye çalıştım ama kafamda inatla on üç yaşında kaldı. Bir
insanın evlilik soyadını, nerede yaşadığını veya son yetmiş
yılda ne yaptığını bilmeden onu nasıl bulabilirsiniz?
Belki Tommyyle evlenmiştir. Bu iyi bir başlangıç olabilir.
Babasının askerlik kayıtlarını da araştırabilirim. Belki bir
Akron telefon rehberi bile bulabilirim.

2 KASIM 1943

S evg ili B a y Beard,

S o r d u ğ u n u z için teşekkürler a m a ü zü lerek sö ylü y o ru m k i

işler d a h a iy i değil. B a y a n D ickson ben d e n n efre t ed iyo r ve

k a lb im d e diğer y a n a ğ ım ı d ö n m e k için sevgi yo k . B a n a sa ta ş­

tığ ın d a h ep s in ir im e y e n iliy o r u m ve bu y ıl M ü d ü r Jo n e su iyi

ta n ıy a c a ğ ım ı d ü ş ü n ü y o r u m .

D ü n “P earl H a rb o r t H a tırla D a h a Sıkı Ç a b a la ” y a z a n b ir

a fiş astı. S o n ra h e p im izi a tö lyeye in d irip örgü şişleri y a p tır d ı.

A s k e rle r için a tk ı ö r ü y o ru z. B a n a s o ra rsa n ız b u y u m r u lu ,


194 R u th R eich l

k a ş ın d ır a n , eski ş e y le r i is te m e z le r a m a b u n u s ö y le m e y e c ü r e t

e tm e d im . T o m m y ö r g ü n ü n k ı z l a r iç in o ld u ğ u n u s ö y le y in c e

B a y a n D ic k s o n o n u m ü d ü r ü n o d a s ın a g ö n d e r d i. K ü r e ğ i y e d i

m i b ilm iy o r u m a m a k ı r m ız ı b ir s u r a tla g e r i g e ld iğ in d e d e li g ib i

ö rg ü ö r d ü . B u n d a ç o k iyi. B e n d e ğ ilim ; B a y a n D ic k s o n h e r k e s in

g ö r e b ilm e s i iç in ö r d ü ğ ü m a tk ıy ı h a v a y a k a ld ır d ı. “B u n u a la n

z a v a llı a s k e r e y a z ık ,” d e d i v e ilk d e fa b ir k o n u d a a n la ş tık .

K a b a k y a p r a ğ ı ta r ifi iç in te şe k k ü r le r . T a r ifin iz o ld u ğ u n u

b iliy o r d u m ! T a m s ö y le d iğ in iz i y a p t ı m , y a p r a k l a r ı n tü m lifle ­

r in i ç ık a r d ım , g e r ç e k te n iy i y ı k a d ı m v e in c e ş e r itle r h a lin d e

k e s tim . Sonra b ir a z s o ğ a n la iy ic e y u m u ş a y ın c a y a kadar

p iş ir d im . D o ğ r a n m ış d o m a te s d e e k le d im .

A n n e m y ü z ü n ü b u r u ş t u r d u a m a o n a s ıfır m a s r a f o ld u ­

ğ u n u v e ç o k b e s le y ic i o ld u k la r ın ı s ö y le y in c e (b u k ıs m ın ı ben

u y d u r d u m a m a e m in im d o ğ r u d u r ) h e p s in i y e d i. B u sa b a h

ö ğ le y e m e ğ i ta s ın a k o y d u v e b e n ş a ş ır ın c a C o r sa ir g r u b u n d a k i

k a d ı n la r ın t u t u m l u l u k y a r ış ı y a p t ık l a r ı n ı s ö y le d i. B u k ış en a z

k a r n e p u a n ıy la e n g ü z e l ö ğ le y e m e k l e r i n i y a p a n , P a s k a ly a için

ta m b ir j a m b o n k a z a n a c a k .

E m i n i m a n n e m k a z a n a c a k ç ü n k ü o n a y a r d ım edeceğim .

Y a rın ç iğ k a b a k s a la ta s ı y a p a c a ğ ız . B i r a z b a lk a b a ğ ı r e n d e le y e ­

ce ğ iz, ü z e r in e li m o n s ık ıp s o n r a s o ğ a n , d o m a te s ve o tla k a r ış ­

tıra c a ğ ız . A n n e m ü z e r in d e b ir a z d a b a l g e z d ir e b ilir iz diyor.

T ek b ir k a r n e p u a n ı y o k v e n e k a d a r g ü z e l o la c a ğ ın ı d ü ş ü n .

A n n e m i n y e n i d e n y e m e k l e ilg ile n m e s i h o ş, d e ğ il m i?

A r k a d a ş ın ı z ,

L u lu

G o o d y e a r H a v ac ılık Şirketi! F ab rik ad a B ayan Swan’ın çalış­


m asın a d air b ir kayıt olm alı.
Tatlı H avut 195

4 ARALIK 1943

Sevgili Bay Beard,


Dün akşam radyoda Bay Murrow'u dinledik. Yayınını
duydunuz mu? Berlin’e bir bombardımana katıldı ve giden
uçakların bazıları geri dönmedi. Bunu duymak berbat bir
şeydi. Anneme baktım ve yüzü beyazdı. Sonra uçurdukları
o uçakların bazılarını onun yapmış olabileceğini hatırladım.
Corsairin tarihteki tüm avcı uçakları içinde en büyük, en
güçlü motora ve en geniş pervaneye sahip olduğunu biliyor
muydunuz?
Sonrasında anneme gazetede okuduğum hikâyeyi anla­
tarak neşelendirmeye çalıştım. Askerler malzemeleri bir
konserve kutusuna koyup kutuyu da ısıtmanın olmadığı
uçağın arka tarafına koyarak dondurma yapıyorlardı. Titre­
şimler kremayı köpürtüyor ve soğuk da donduruyordu. Bunun
çok zekice olduğunu düşündüm ama annem düşmanla sava­
şırken böyle anlamsız bir şey yapacaklarından emin olmadı­
ğını söyledi.
Bazen babamı hiç hatırlamadığım düşünüyorum ve bu
çok üzücü çünkü bu tam da onun yapacağı bir şey. Babamı
kolunun altında bir dondurma kutusuyla uçaktan inerken
görebiliyorum. “Ölümü yine atlattım. Bir kaşık kap, kutlaya­

ca ğ ız r derdi.
Umarım yakında kutlayacağımız bir şey olur.

Arkadaşınız ,
Lulu
Berbat Bir Senfoni

Murrow yayınını internette buldum. Adı “Cehennem


Orkestrasi’ydı, iki defa dinledikten sonra bilgisayar başına
gidip ikinci Dünya Savaşı üzerine beş kitap siparişi verdim.
Lulu’nun hâlâ hayatta olduğunu düşünmek her şeyi değiştir­
mişti, bir zamanlar antik tarih olan şey, artık şimdiyi doldu­
ruyordu.
1943 sonu berbattı. Ingilizler Berlin’i bombalıyordu
ama bedeli çok büyüktü. Savaş tüm gezegene yayılıyordu ve
nereye giderseniz gidin çok kötü şeyler oluyordu. Pasifik’te
Amerikalılar Gilbert Adalarinda çatışıyor ve Rangoon’a
baskın düzenliyorlardı, tngilizler İtalya’da berbat deneyimler
yaşıyordu ve Amerikalılar onlara katılmak için yola çıkmıştı.
Hemen Noel’den sonra Eisenhower sonunda Normandiya
Çıkarması olacak olan Overlord Harekâtı’m üstlendi.
Tatlı H a y a t 197

Buna nasıl katlanabildiler? Askerler yıllarca uzaktaydı ve


bazıları asla evine dönemedi. İnternet yoktu, Skype yoktu
ve mektupların hepsi sansürlüydü. Birisi öldüğünde aile­
sinin öğrenmesi aylar sürüyordu. Başka bir dünya gibiydi, o
zamanlarda yaşayan insanlar, karanlık çağlardaki gibi, farklı
ve güçlüydüler.
O gece rüyamda gökyüzünden düşen cesetler gördüm.
Uykumda bile 11 Eylül görüntülerini tanıdım; cam kuleden
çıkmış, bacakları kıvrılmış, botları kendinden önde giden
adam. Rüyam her şeyin çok daha yakın görünmesine neden
oldu. Lulu’nun savaşı benim savaşım olmuştu.
Ama ertesi sabah daha fazlasının olduğunu fark ettim.
Beni endişelendiren sadece Lulu değildi. Cam binayı
canlandırdım ve buranın Dünya Ticaret Merkezi olmadı­
ğını gördüm; Sammy nin yaşadığı yerdi. Neredeydi? Tatil
araştırması yapıyor olsaydı şimdiye kadar dönmesi gerekirdi.
Dairesini aramaya devam ettim ama hâlâ yanıt yoktu. En
son birileri ondan haber alalı beş hafta olmuştu.
Banyoya gittim ve yüzüme soğuk su çarparak rüyamdan
uzaklaşmaya çalıştım. Konağa gittiğimde masama oturdum
ve Sammy’nin numarasını çevirdim. Yanıt yok. Bu doğru
değildi; çok uzun zamandır yoktu. Telefon çaldığında
gerçekten paniklemeye başlamıştım. En mızmız haliyle
Bayan Cloverly’ydi.
“Noel için harika olacağını düşünerek bir süre önce
kapakta yayımlanan kırmızı salatayı yaptım. Ama hiç öyle
değildi! İğrençti, kesinlikle iğrenç!”
“Size de Mutlu Yıllar, Bayan Cloverly,” diye yanıtladım.
“Ah!” Kendi kabalığına şaşırmış gibiydi. “Umarım tatilin
iyi geçmiştir, canım.” Ve sonra sanki haftalardır telefonun
198 R u th Reichl

yanında oturuyormuş, bu şikâyetini göğsünde biriktirmiş


gibi aceleyle devam etti. “Bu adi salata yüzünden tatilim
mahvoldu!”
Richard yukarı geldiğine dair mesaj attığında özür dile­
meye başlamıştım. “Ne tesadüf ama, Bayan Cloverly. Bu
yemeği keşfeden adam şimdi burada olacak. Belki tarifi
onunla tartışmak istersiniz?”
“Ah, hayır, canım,” dedi hızla. “Bir adam mı? Bunu
yapamam. Aslında ben işime bakmalıyım.”
“Çok garip,” dedim Richard geldiğinde. “Bir erkekle
konuşma fikri onu dehşete düşürmüş gibiydi. Neden
acaba?”
“Muhtemelen kocası öldüğünden beri uzun zaman
geçmiştir ve yıllardır bizden birisiyle konuşmamıştır.”
“Çok yalnız olmalı! Onu tüm arkadaşlarından uzun
yaşayan çok yaşlı bir kadın olarak hayal ediyorum.” Konu­
şunca birden Lulu’yu hatırladım. “Seninle konuşmalıyım.”
Richard’a sandalyeyi işaret ettim.
Richard sandalyeye oturunca ona Fontanari’lerden ve
büyük İtalyan ailesiyle yemeği paylaşmanın büyükannesini
düşünmeme neden olduğundan söz ettim.
“Haklısın.” Benden öteye bakıyor ve arkamdaki duvarda
benim göremediğim bir şeyler görüyordu. “Büyükannem
hayattaysa Lulu’nun olmaması için hiçbir neden yok. Ama
onu nasıl bulabileceğine dair hiçbir fikrim yok. Senin var
mı?
“Hayır,” diye itiraf ettim. “Ama insanları bulmaktan
bahsetmişken: Sammy için endişeleniyorum. Arayıp duru­
yorum ama yanıt yok. Buraya son gelişinden beri bir ay
geçti. Böyle yapmazdı.”
Tatlı H ayat 199

“Sammy’yi bilirsin.” Richard biraz utanmış gibiydi,


anlaşılan bazı yerleri arayacağı için verdiği sözü hatırla­
mıştı. “Üzgünüm,” dedi. “Tatiller ve diğer işler araya girince
unuttum. Ama eminim bir yerlerde bir plajda yatıyor ve
güzelce bronzlaşıyordur. Veya egzotik bir yerlere gitmiş,
deveye biniyordur. Onun için endişelendiğini öğrenince çok
gülecek.”
“Umarım haklısındır.” İkna olmamıştım. “Ama buraya
Sammy’den bahsetmek için gelmedin.”
“Hayır. Sadece kütüphaneye yeniden bakmak istedim.
Biraz fotoğraf çekebileceğimi düşündüm. Sakıncası var mı?”
“Hayır, tabii ki yok.” Eşlik edecek birinin olmasına sevin­
miştim. “Ve bir sonraki ipucunu seveceksin.”
“Peki bu ne olacak?..”
“‘Dondurma’ olduğuna oldukça eminim.”
Dondurma için düzinelerce kart vardı ama hiçbiri parlak
turkuvazla yazılmamıştı. Hayal kırıklığına uğramış gibi
görünüyor olmalıyım ki Richard, “Hâlâ haklı olabilirsin.
Belki dondurma için başka bir kelime altında dosyalan­
mıştır?” dedi.
Neşelendim.
“Babası Fransa’da olabilir. Belki de ‘creme glacee altın­
dadır.”
Ama değildi.
“Peki ya İtalya. ‘Gelatoyu dene,” diye önerdi Richard.
Ama orada da yoktu.
Vazgeçmeye hazır değildim. “Akron a özel bir dondurma
türü var mı?” diye düşündüm yüksek sesle, hâlâ doğru
ipucunu bulduğuma inanıyordum.
“Bakalım.” Richard telefonunu çıkardı ve bir şeyler yazdı.
200
R u th Reichl

1936’dan beri Akronda olan Strickland’in Donmuş


Kreması diye bilinen bir yer var.”
Ve işte buydu. “Donmuş Krema” kartı parlak maviyle
yazılmıştı ve Bertie lafı dolaştırmamıştı. “Dondurmayla
en iyi ne gider? Elbette kurabiye. 1943 yılından okuyucu
mektuplarında çok ilginç bir not bulacaksınız. ‘Exotica
etiketli dosyaya bakın.”

15 ARALIK 1943

S evg ili B a y Beard,

K u ra b iye lerin iz geldiğinde a n n e m onları k a b u l e tm e m e m

g erektiğ in i söyledi a m a sonra n o tu n u z u o k u d u . G oodyear

k ızla rın ın size teşekkü rlerin i gö n d e rd ik le rin i s ö y le m e m i istedi.

B u n la ra K a rn esiz a d ın ı verd ik ve fa b r ik a d a k i h erkes h a rika

o ld u k la r ım düşü n ü yo r.

D u r m a d a n size n a sıl te şe k k ü r ed e ceğ im i d ü ş ü n ü y o r u m

ve b ir s ü re d ir u m u ts u z d u m . A m a so n ra iy i b ir p la n y a p tım .

B iz e M ü k e m m e l S a va ş K u r a b iy e s in i g ö n d e r d in iz. B e n de

s iz e M ü k e m m e l S a va ş S o n ra sı K u r a b iy e s in i g ö n d e r iy o ru m ;

sa d ece h a y a lim d e v a r a m a en ço k ö zle d iğ im tü m m a lz e m e le r i

içeriyor.

K u ra b iy e le rim e K a r to p u a d ın ı ve rd im a m a sadece öyle

g ö r ü n d ü k le r i için değil. B öyle h issettird ikleri için. B u z g ib i

s o ğ u k b ir g ecede b ir k a r to p u s iz e d o ğ ru u ça rken n a sıl o ld u ­

ğ u n u bilirsiniz? Y ıld ızla r p a rlıy o rd u r ve k a r k ıp ır k ıp ırd ır a m a

s iz eld iven le b otlara sarılm ışsın ızd ır, y a n i f ı r ı n k a d a r sıcak-

sın ızd tr. B u h e m ş a şk ın lık h e m rahatlıktır, hepsi a y n ı anda;

işte ta tla r ın ın böyle o lm a s ın ı istiy o ru m . N e d e m e k isted iğ im i

a n lıy o r m u s u n u z ? İşte tarif: Ç o k ya ğ lı bir h a m u r iç in d e çiko ­


Tatlı H ayat 201

lata, kiraz, şekerleme ve pekan fıstığı var. Lezzetli olacaklarını


biliyorum .

Keşke babam için bir tepsi pişirebilseydim. Savaş biter

b itm e z pişireceğim. Sizin için de bir tepsi yapacağım . Bu

arada size m u tlu bir Noel dilerim. Şim di Birleşik D enizciler

H iz m e tin e katıldığınıza göre ziyaret ettiğiniz her egzotik

yerd en bir m ektup gönderm enizi bekliyorum . Porto Riko!

Brezilya! P anam a! İsimleri bile lezzetli geliyor! Gelecek yılın

h ep im iz için gü zel şeylerle dolu olm asını um uyorum .

A rkad aşınız,

L u lu

Tarifi bir indeks kartına yazmıştı ve yazı her zamankinden


bile daha dikkatliydi. Richard bir an için inceledi ve dudak­
ları malzeme listesi üzerinde gezindi. “Bunlar kulağa oldukça
harika geliyor.”
“Hayır, gelmiyor! Kulağa iğrenç geliyor. Düşünsene -
çikolata, kiraz, şekerleme, pekan fıstığı- bu çok fazla.”
“Böyle bir yemek snobu olduğunu hiç bilmezdim.”
Richard omzuma hafifçe vurdu. “Kurabiyeler çocuk yemeği
olmalı; içindeki çocuğa ne oldu?”
“Anlaşılan içimdeki çocuk senin içindekinden daha
mantıklı.” Gerçekten bu aptalca tartışmayı yapıyor muyuz?
Richard indeks kartını cebine koydu. “Hatalı olduğunu
kanıtlayacağım. Lulu’nun Kartopu’nu yapacağım ve sen de
sözlerini yiyeceksin.”
“Tarif kartını geri getirmeyi unutma!” Mektubu klasöre
koydum ve rafa geri yerleştirdim.
“Hayatım pahasına koruyacağım.” Richard fotoğraf
makinesini çıkararak fotoğraf çekmeye gitti.
Kurabiyeleri gerçekten yapacağına inanmamıştım ama ertesi
gün elinde kurabiyelerle geri gelmişti. “Ne diyorsun?” İri bir
tanesini uzattı.
Bir ısırık aldım. “Haklıydım: Hamura sıkışmış ve ölümcül
bir dövüşte kilitli kalmış bir dizi malzeme. Biraz yorucu.”
“Belki de erkek işidir,” dedi. “Ben sevdim ama Thursday
seninle hemfikir. Aslında kendisininkini tükürdü.”
“Bekle,” dedim. “Bana bir fikir verdin. Erkekler bu kadar
seviyorsa birazını Sammy’ye götürelim.”
“Ama o uzakta,” dedi Richard.
“Yakında geri dönmek zorunda. Güzel bir eve dönüş
hediyesi olur.”
Richard düşünceli halde bana baktı. “Gerçekten endişe­
lisin, değil mi? Onu görmek istiyorsun.”
“Kimse bir kart bile almadı. Sanırım bir şeyler yanlış.
Ama eve yalnız da gitmek istemiyorum. Bana bir iyilik yapar
mısın?” diye rica ettim.
Richard bana gülüyordu ama umursamadım. Sammy yle
ilgili içimde kötü bir his vardı.
“Tamam.” Teslim oluyordu. “Saat onda The Pig’de bulu­
şalım, sonra birlikte gideriz. Belki Thursday de gelir.”
Sonunda Jake bize katıldı ve bunun iyi bir şey olduğu ortaya
çıktı. Sammy nin binası ziyaretçilerin bildirildiği yerlerden
biriydi ve o interkoma yanıt vermeyince kapıcı, kollarını
birleştirip bizi içeri almayı reddetti. Onu suçlayamazdınız; geç
olmuştu ve uyumsuz bir gruptuk. Sonra Jake’i tanıdı, komik
biçimde geç anladı ve özür dilemek için çok çabaladı.
Kapıcıyı alt katta bıraktık, biraz endişeli görünüyordu ve
Sammy nin katına çıkmak için asansöre bindik. Zili çaldım.
Tatlı H ayat 203

Hiç ses yoktu. Jake sertçe yüklendi, sonra kapıya vurup


bağırmaya başladık. Richard biraz uzakta durup kollarını
göğsünde birleştirdi. “Size burada olmadığını söylemiştim,”
diyordu ki kapı hafifçe açıldı.
Sammy’nin burnu çıktı. “Hemen durun! Komşularımı
kaldırmak mı istiyorsunuz?” Kapıyı daha fazla açmak iste­
medi.
“Sana bir hediye getirdik...” diye başladım ama Sammy
sözümü kesti.
“Neden bir işgale niyetlendiniz?”
Jake kapıya yüklendi, omzuyla açtı ve Sammy geriye
sendeledi. Kırışmış pamuk pijamalarının içinden bize soluk,
köstebek gibi gözlerini kırpıştırarak baktı. Sonra homurdan­
maya başladı. “Burada ne yapıyorsunuz? Sarhoş musunuz?
Gidin! Defolun! Kaybolun. Saat geç. Beni yataktan böyle
kaldırarak ne yapmak istiyorsunuz?”
“Sana Lulu’nun neyin peşinde olduğunu göstermek
istedik.” Richard kurabiye tabağını uzattı.
“Kim?” Sammy’nin dudakları ileri uzandı.
“Lulu,” diye hatırlattım. “Kütüphanedeki küçük kız.
Hatırladın mı?”
“Ah, evet.” O kadar belirsiz söyledi ki hatırladığından
tam olarak emin olamadım; onu son gördüğümden beri
kırılgan, yaşlı bir adama dönüşmüştü.
Hâlâ kapı eşiğinde duruyorduk, şimdi Jake Sammy’yi
kenara ittirerek ilerledi. Sammy direnç göstermeyince geri
kalanımız da peşinden gittik.
Ortalık berbattı. Zarif oturma odası boş şişe, kirli bardak
ve buruşturulmuş gazetelerle doluydu. Boş şeker kutulan
sehpaya yayılmıştı. Yıkanmamış kıyafet kokuyordu ve tüm
204
R u th Reichl

yüzeylerin üzerinde bir toz tabakası vardı. Neredeyse tiksin­


diriciydi.
Aynı şeyi bekleyerek mutfağa girdik ama bir ameliyat
odası kadar boştu. Buzdolabı kapısını çektiğimde boş bir
şampanya şişesi ve buruş buruş bir limon dışında bir şey
bulamadım.
“Ne yiyordun?” diye sordum.
“Ah...” Sammy’nin sesi belirsizdi, “... bu günlerde pek
iştahım yok.”
“Ne yapıyordun?” diye sordu Richard.
“Çoğunlukla uyuyorum.” Sammy esnedi. “Sanki tamam­
lamam gereken yıllar sürecek uyku varmış gibi.”
“Evden en son ne zaman çıktın?” Bu Jake’ten geldi.
“Ne bu engizisyon mu?” Sammy kollarını birleştirdi.
“Sizi hiç ilgilendirmez.” Kendini bir mutfak sandalyesine
atmıştı. “İstanbul’dan önümde harika bir macera olacağını
düşünerek dönmüştüm. Harika bir adamla tanışmıştım
ve dünya ayaklarımın altındaydı. Ne aptalım, yeni bir iş
aramanın güzel bir zevk vereceğini sandım.”
Elini saçlarında gezdirdi ve yüzünü soluk, kabarık bir hale
gibi çevreleyinceye kadar saçlarının dikelmesine neden oldu.
“Karşılaştığım şey tam ilgisizlikti. Ümidimi yitirdim mi?
Hiç de değil. Sonraki hamlem için özgeçmişimi cilaladım
ve sadece dünyaya varlığımı hatırlatmak için ‘mülakatlara
gittim. Sanırım şehirdeki tüm yayın kurumlarmı aradım
ve onlarca editörle konuştum, onlarcasını öğle yemeğine
çıkardım. Boşa kürek çekmekten başka bir şey değil: Bana
artık ihtiyaç yok, kimsenin ihtiyacı yok.” Yüzü kasvetliydi.
“Seçeneklerim azaldı ve sonunda hepsini tükettim.
Günler kısalıyordu. Moralim bozuluyordu. Ve bir gün
Tatlı Hayat 205

döndüğümde Andre’nin dolabın kendi tarafını temizledi­


ğini keşfettim. Bahanesi ‘tatilde ailesinin yanında’ olmaktı
ama ikimiz de bir daha asla geri dönmeyeceğini biliyorduk.
Bitmişti.”
“Bu ne zamandı?” diye sordu Jake.
“Bilmiyorum.” Sammy ellerini saçlarında gezdirdi.
“Birkaç hafta önce? Bir ay? Andre gittikten sonra zaman
hissimi kaybettim. Hayatımın daha iyi olması için başka yol
düşünemiyorum.”
Bu his yani kasvetli umutsuzluk tanıdıktı, yanına gidip
ona sarıldım. Beni itmedi ama kollarımın arasında kımılda­
madan durdu.
Artık umursamıyorsa birisini hayata nasıl geri döndü­
rürsünüz? Bu sürmeyecek demek istedim ona. Daha iyi
hissedeceksin. Ama kelimeler ağzımdan çıkmadı ve aptalca
yetersiz hissederek orada dikilip ne söyleyeceğimi bilmeyi
diledim.
Ama bir planım vardı. Richard’ın kolunu tuttum ve onu
oturma odasına götürdüm. Ağırbaşlı biçimde dinledi ve
sonra kahkaha atmaya başladı. “Harika fikir! Bunu kesin­
likle yapabiliriz.”
Jake o kadar çok soru soruyordu ki Sammy, Thursday ve
Richard’ın sessizce gittiklerini fark etmedi. Geri döndükle­
rinde kolları köşede yirmi dört saat açık marketten aldıkları
malzemelerle doluydu.
“Size akşam yemeği yapıyorum,” dedi Thursday, bir kutu
yumurta, peynir ve mutfağın yoğun cumartesi sabahı köy
marketi gibi kokmasına yetecek kadar şey çıkararak.
“Neden gecenin bu saatinde akşam yemeği yemek iste­
yeyim?” diye sordu Sammy tersçe.
206 Ruth Reichl

“Çünkü yemek yemiyordun.” Thursday önlüğü bağlayıp


ufak bir kâseye uzandı. “Ve açlıktan ölmene izin vermeye­
ceğiz.” Fırını açtı.
“Kurabiye yiyebilirim,” dedi huysuzca.
“Hayır.” Thursday yumurtaları kırmaya başladı. “Sana
güzel bir peynirli sufle yapacağım.”
“O kâse çok küçük,” diye çığlık attı Sammy yumurtalar
tezgâha dökülünce. Thursday umduğumdan bile daha iyi
bir oyuncuydu. “Viski içmişsin,” diye suçladı Sammy. “Ve
görünüşe göre bayağı da içmişsin.”
Richard da çok iyi oyuncuydu. O kadar sarhoş numarası
yaptı ki peyniri rendelerken küçük bir kar fırtınası yaratarak
tüm mutfağa yaydı.
“İkiniz de alkollüsünüz.” Sammy bir başka yumurtanın
tezgâha düşmesini izledi. “Dur, dur, dur, ortalığı batı­
rıyorsun. Mutfaktan çıkın.” Çırpma telini Thursday in
elinden aldı ve onu uzaklaştırdı. Planım işe yaramıştı!
Dolabı açtı ve parlak bakır bir kâse çıkardı. “Sufle böyle
yapılır.” Bileğinin birkaç kıvrak hareketiyle yumurtanın
sarısını beyazından ayırdı. “Suflenin çökmesine neden
olacak tek şey...” kendi kendine konuşuyordu, “... çökme­
sinden korktuğunu anlamasıdır.”
“Jake,” diye emretti, “tüm parmesan yere dökülmeden
önce Richard’ı diğer odaya götür. Sarhoşların mutfağa
girmesine asla izin verilmemeli.”
Sufle tabağını yağlamaya, marulu yıkamaya ve sosu
yapmaya başladı. Eriyen peynirin aroması yağla karıştı ve
mutfağa yayıldı. Taze sıkılmış limonun güçlü ve saf kokusu
da buna katılmıştı. Sammy’nin yüzündeki umutsuzluk
gitmişti, zarafet ve kararlılıkla hareket ediyordu.
Tatlı Hayat 207

“Billie.” Sesi artık sert bir komuttu. “Masayı kur. Gümüş­


leri kullan. Bir şişe şarap aç. Orada bir yerde bir ‘82 Ducru
bulacağını sanıyorum, özel bir gün için saklıyordum. Bu da
olur. Bu arada sanırım tıraş olmalıyım.”
Sufle yüksek ve altın rengi çıktı. Her bir çıtır marul
yaprağında çok ince bir zeytinyağı tadı vardı. Gece yarı­
sını geçmişti. Yemek mükemmeldi, şarap ağzımızda kadife
gibiydi. Richard ve Thursday in beşlik çaktığını gördüm.
“Ve şimdi,” dedi Sammy, “senin için sakıncası yoksa o
kurabiyeden alacağım.” Richard tabağı ona uzattı.
“Adı nedir?”
“Kartopu.” Adını hafifçe ve minnetle söyledim.
Sammy bir ısırık aldı. “Mükemmel,” dedi bir tane daha
alarak. “Ve adına uygun.”
Taşan Puding

“Göster bana!”
Zıpladım, hâlâ kaç insanda konağın anahtarı olduğunu
unutuyordum.
“Seni korkuttum!” Sammy’nin sesi kırgındı. “Niyetim
kesinlikle bu değildi.”
Önceki akşam dairesinde köşeye sıkıştırdığımız ürkmüş
köstebek kaybolmuştu; Sammy geri dönmüştü. Her zamanki
tüvitlerini giymişti, tanıdık tütün, baharat kokusunu yayı­
yordu ve genel sağlığı iyiydi. Saçını bile kestirmişti.
“Eşyalarını almaya mı geldin?”
“Uygun bir zamanda. Mektupları çok merak ediyorum.”
Başka birisi yapsa çok saçma gelecek o eski tarz küçük reve­
ranslardan birini yaptı ve bana kolunu uzattı. “Kütüphanede
bana katılır mısın?”
Tatlt Hayat 209

“Resmi olmuyor mu?” dedim merdivenleri çıkarken.


Sammy uzun bir an için kütüphane kapısında durdu,
kütüphaneye baktı. Sonra yavaşça ileri doğru hareket ederek
kendini odaya yeniden tanıttı. Bu, ilk tanıştığımız zamanı ve
Fas yolculuğundan sonra eşyalarını nasıl selamladığını hatır­
lamama neden oldu. Sonra gizli odaya yöneldi.
Onu durdurdum.
“Önce sana bir şey göstermek istiyorum.” Onu kart
dosyasına yönlendirdim, orada durup şüpheyle ahşap dolaba
baktı. “Ne yapmam gerek? ‘Abrakadabra’ mı diyeceğim?”
“Bir çekmece aç. Bir şeyler ara.”
“Ne?”
“Ne olursa. En sevdiğin yemek nedir?”
“Yorkshire pudingi!” İtaatkar biçimde “XYZ” çekmece­
sini açtı, daha yakından bakmak için eğilerek sanki bu bir
ocakmış ve sosun hazır olup olmadığına karar verecekmiş
gibi havayı kokladı. Kartları karıştırdı ve birini çekip parlak
mavi yazıyı okumaya başladı.
“‘Yorkshire pudingi için ilk kayıtlı tarif 1737’de Kadının
Tüm Görevinde yayımlandı, orada ‘Taşan Puding’ olarak
geçiyordu. On yıl sonra Pişirme Sanatını Sadeleştirme ve
Kolaylaştırmada. Hannah Glasse bunu yeniden adlandırdı,
kimse nedenini bilmiyor. (Bu arada, genelde güvenilir Bayan
Beeton tarifi yanlış almış.) James Beard, Yorkshire pudingine
‘İngiltere’den bir hediye’ der ama Amerikan tariflerinin çoğu
hakkında hâlâ şüphecidir, bunlar için ‘hazmı zor olmaları
bir yana yenilmez,’ der.’”
Sammy yüzüne yayılan bir tür düşünceli nostaljiyle kartı
inceledi. “Vay canına. Bertie efsanesini nasıl unutabildim?
Eskiler onunla ilgili nasıl da konuşurdu! Kadını tanıma­
liııllı Rcit lıl

dığım için hep üzülürdüm ama ben geldiğimde çoktan tarih


olmuştu. l;evkalade, değil mi, bunca yıl sonra mürekkebin
bu kadar canlı kalması? Ne ihtişam ama!”
“Bertic’yi biliyor muydun?”
“Tabii ki. Timbers Konağı’nın koridorlarına zarafet katan
müthiş karakterlerden biri.”
‘'Bertie’nin mavi kütüphaneci olduğunu tahmin etmiştik.
Ama bu kart üzerinde ipucu yok.”
“ipucu mu? Ne demek istediğini anlamadım.” Sammy
başını bir yana eğip bana baktı.
Açıklamalar çok karmaşık göründü. Bunun yerine
dondurma kartını çektim ve ona verdim. “Bertie bir tür
define avı yaratmış. Lulu’nun mektuplarını bulmak için
dosyadaki son mektubu okumalı ve en sıradışı kelimeleri
aramalısın. Bir süre sonra anlıyorsun. Sonra kart kataloğuna
çıkıyorsun. Tahminin doğruysa Bertie sana sonraki mektup­
ları tam olarak nerede bulacağını söylüyor.”
“Demek öyle.” Sammy dondurma kartını okudu.
‘“ Dondurmayla en iyi ne gider? Elbette kurabiye. 1943
yılından kalma okuyucu mektuplarında çok ilginç bir not
bulacaksınız. ‘Exotica etiketli dosyaya bakın.’” Kart kata­
loğuna geri bıraktı ve gizli odaya doğru yürümeye başladı.
“Doğru anladıysam Bertie bizi Lulu’nun bir sonraki mektu­
bunun 1943 yılı mektupları içinde ‘Exotica’ etiketli dosya­
sında olduğuna dair bilgilendiriyor?”
“Kesinlikle!”
Sammy sürgünü sırasında kilo vermişti, bu da küçük
kapıdan girmesini kolaylaştırmıştı. Ben 1943 mektupla­
rına gidip “Exotica” klasörünü çıkartırken o yere çöktü,
klasörü ona verdim. Odanın yoğun sessizliği içinde bir an
lallı I layat

için okudu, yüksek sesle okumaya başladığında sesinde nere­


deyse saygı vardı. ‘“ Bu/ gibi soğuk bir gecede bir kartopu
size doğru uçarken nasıl olduğunu bilirsiniz? Yıldızlar parlı-
yordur ve kar kıpır kıpırdır ama siz eldivenle botlara sarıl-
mışsmızdır, yani fırın kadar sıcaksımzdır. Bu hem şaşkınlık
hem rahatlıktır, hepsi aynı anda.”’ Kafasını kaldırıp bana
baktı. “Ne hoş çocuk.” Mektubu koyup bir başkasını aldı.
“O klasörde bir mektup daha mı var?” Bunu nasıl kaçır­
mıştım?
Sonra Richard’la kurabiyeler üzerine tartışmamızı hatır­
ladım. Tarif kartıyla gitmişti ve ben de klasörü kaldırmıştım.
Şimdi ne kaçırdığımı görmek için Sammy nin omzunun
üzerinden eğildim.

26 OCAK 1944

Sevgili B a y Beard,

D ü n C appuzzellilerin evine gittiğim de hem en bir şeylerin

yo lu n d a olm adığını anladım . Bayan C. çok sıkıntılı görü n ü ­

yo rd u . “G itti,” dedi.

M a rco yd u . B ir n o t bile bırakm am ıştı. Bay C. askere alım

yerlerin e g itm iş ve ondan bir iz bulam am ış olsa bile, Bayan C.

em in d i. M u h te m elen adını değiştirdiğini söyledim . Bayan C.

b u n u asla yapm ayacağını söyledi am a bana göre yaşıyla ilgili

y a la n söylüyorsa ism iyle ilgili de söyleyebilir.

K o lu n u ban a doladı. “D ö rd ü n ü de aldılar: M ario,

M a ssim o , M a u ro ve M arco. A m a en a zın d a n burada bir

k ız ım v a r ” d ed i ve bu hissi sevdim . “Sana köftelerim in nasıl

ya p ıld ığ ın ı göstereceğim ,” dedi k ıy m a m akinesini çıkararak.

O n la rı “p a z a r s o su ” dediği şeyin içine koydu ve bana da biraz


212
R u th Reichl

a y ırd ı b öylece a n n e m e öğle y e m e ğ i için köfteli sa n d viç y a p a ­


bileceğ im .

B elki fa b r ik a d a k i a d a m la r kabalaştığında bu onu neşe­

lendirir. A n n e m ka d ın ın ye rin in ev olduğuna inandıklarını

sö ylü y o r a m a bana sorarsanız ö zg ü rlü ğ ü m ü z için savaşm aya

g itm e d ik le r in d e n utanıyorlar. Ve a n n em b u n u hiç söylem ese

bile, A lm a n la rın bir g ü n fa b r ik a y a saldırm a la rın d a n ve birbi­

r im iz i so n su za ka d a r ka y b etm em izd en endişelendiğini bili­

yorum .

Ve işte biraz iyi haber: A n n e m ya rışm a d a Estelle D ixo n

ha riç h erkesten önde ve bitm esine daha iki a y ım ız var!

A rka d a şın ız,

L ulu

“Bana şu yarışmadan bahset.”


“Sanırım en başından itibaren tüm mektupları okuma­
lısın.” Ayağa kalktım ve kronolojik sırasına göre raftan tüm
mektupları aldım. Yığını ona verdim ve oturup soluk ışıkta
omzunun üzerinden okudum.
Son klasörü kapattığımızda Sammy, “Lulu nun annesi
annemin savaş sırasında tanıştıklarına hiç benzemiyor,” dedi.
Klasörler kucağındaydı ve sanki orada bir kedi kıvrılmış gibi
bilinçsizce onları okşuyordu. “Çok daha ümitsiz görünüyor.
Sanki evinden ayrılmadan savaşa gitmiş gibi.”
“Sanırım bunun nedeni Akron’da olmasıydı.” Bunu
biraz düşünmüştüm. “Tüm şehir kendini savaşa adamıştı.
Savaştan önce Goodyear Havacılık’ta altmış kişi çalışıyordu,
savaş sona erdiğinde çalışan sayısı neredeyse kırk bindi. Ve bu
savaş fabrikalarından sadece biriydi: Firestone makineli tüfek
yapıyordu; Goodrich kauçuk tekneyle can yeleği yapıyordu
Tatlı H ayat 2)3

ve Sun Kauçuk adlı yerel bir şirket gaz maskesi işindeydi.


Sanırım geride kalan tüm o insanlar kendilerini cephenin bir
parçası olarak ülkeyi kurtarıyormuş gibi hissettiler.”
“Görüyorum ki zamanını boşa geçirmemişsin.”
“İyi bir yazı ve belki iyi bir kitap olabileceğini söyleyen
şendin. Haklı olabileceğini düşündüm. Ama gerçeği bilmek
istersen, Lulu olmasa burada olmak beni delirtirdi.”
“Ah.” Sammy yüzüne yayılan endişeyle bana baktı. “Izdı-
rabımda yalnız olmadığımı görüyorum. Ne yazık ki birbi­
rimizi avutamadık. Bunun değişmesinin zamanı geldi de
geçiyor.”
Bunun ne anlama geldiği hakkında hiçbir fikrim yoktu.
Sammy ayağa kalktı. “Hadi gidip yemek arayalım. Seninle
konuşmak istediğim bir şey var. Ve canım Yorkshire pudingi
çekiyor.”

Yorkshire pudingi o anda moda değildi ve New York’un son


kırmızı kadifeli restoranlarından birine gittik. Altıncı yaş
günümde babam beni ve Genie’yi House of Prime Rib’e
götürdüğünden beri böyle bir yere gitmemiştim. Ve bu
mekân daha bile eskiydi; “servis yapan kızlarıyla” birlikte
tam Viktorya dönemi genelevlerine benziyordu. Sammy
aşırı büyük koltuğa rahatça oturdu ve garson minik ekmek­
lerimizi, soğuk tereyağını ve harika biftek dilimlerini getirdi.
İkinci şarap şişesinde kendimizi o saçma odaya bırakmıştık;
savaş bitmiş, aradaki zamanı telafi ediyormuşuz gibi kemik­
leri sıyırıp parmaklarımızı yalıyorduk. Harika biçimde eski
tarz çikolatalı eklerimizle yemeği bitirdik.
Bu anla ilgili garip bedensel bir şey vardı, bu anı benim
iki katı yaşımda ve kendi cinsinin üyelerini tercih eden bir
2 )4 Ruth Reichl

adamla paylaşıyor olsam bile, bunun bir baştan çıkarma


sahnesi olduğu hissini üzerimden atamıyordum.
Yemeklerimizi bitirdiğimizde Sammy sandalyesinde
geriye yaslandı ve, “Küçük grubunuzun dün akşam sergile­
diği oyun oldukça iyiydi,” diye konuştu.
“Sarhoş mutfak sahnesi mi?” Bundan yırttığımızı düşün­
müştüm. “Benim fikrimdi. Hiçbir aşçının mutfağının
altının üstüne getirilmesine, ortalığın dağıtılıp yemeğin
ziyan edilmesine dayanamayacağını düşündüm. Thursday
kabul etti ve sen bir şey yapamayacak kadar depresyondaysan
bizim de sıradışı önlemler almamız gerektiğini söyledi.
Hatta dördüncü yumurtada çırpıcıyı elinden alacağına dair
Richard’la on papeline iddiaya bile girdi.”
“Kazandı mı?”
“Üçüncüye kadar ancak dayanabildin.”
“Richard’ın Thursday’e karşı iddiaya girmesi ne kadar
aptalca!” Sammy şarabının son yudumunu aldı. “Onun
en kıymetli inancı her sorunun doğru tarifle çözüleceğidir.
Herkesin onu özellikle bu kadar çekici bulmasının nedenle­
rinden biri budur: Bulana kadar durmaz!”
Sonra kafasını eğip yüzümü inceledi. “Açık konuşabilir
miyim?”
Birden dikkat kesildim. İnsanlar bunu genelde size
duymak istemediğiniz bir şey söylemeden önce sorarlar.
Ben yanıt vermeyince doğrudan konuya girdi. “Hep böyle
kılıksız miydin?”
Beklediğim son şeydi ve soru beni o kadar savunmasız
yakaladı ki alınmış gibi davranmayı unuttum. “Aaa, muhte­
melen. Küçükken herkes ablama bakmakla o kadar meşguldü
ki nasıl göründüğüm hiç önemli gelmedi. Annem gibi o da
Tatlı Hayat 215

güzel doğmuştu. Ben baba tarafına çekmişim. Kimse bana


iki defa bakmazdı.”
“Ablan mı?” Sammy öne eğildi. “Nasıl oluyor da ondan
hiç bahsetmiyorsun? Kavgalı mısınız?”
“Elbette hayır!” istediğimden daha sert konuşmuştum.
“Genie’yle kavga etmek zor olurdu; o mükemmel bir
insandır, bana hiç benzemez. Her şeyi var. Lisede son sınıfta
başkandı ve münazara takımındaydı, Santa Barbara gençler
tenis şampiyonuydu ve hep A alırdı. Aynı zamanda sanatçı;
her şeyi çizebilir. Dünyanın en kötü ablası olmalıydı ama
onda bile iyiydi.”
Sammy’nin yüzünde gördüğüm acıma mı? “Neden bana
öyle bakıyorsun?”
Yüzü sanki duygularının üzerine bir perde çekmiş gibi
yine durgunlaştı. “Bir tahminde bulunacağım.” Dikkatle
konuşuyordu. “Arkadaşlarından sakladığın bu kusursuzluk
örneği ablanın, dış dünyaya sunduğun son derece itici
görüntüyle bir ilgisi var. Ama sevgili kızım, bu saçmalığın
durmasının zamanı geldi.”
“Kötü görünmeye çalıştığımı mı düşünüyorsun?” Kork­
tuğum gibi sesim çatallı çıkmıştı. “Sence bunu bilerek mi
yapıyorum? Tüm hayatımı ablam gibi görünmek isteyerek
geçirdim! Ama öyle değilim.”
Ben patlayınca Sammy’nin yüzü canlandı. “Bana istedi­
ğini söylemekte özgürsün.” Derin bir nefes aldı. “Bu senin
kararın. Benim kararım da sana inanmamak.” Masada bana
doğru eğildi ve elimi tuttu. Gözlüklerinde yansımamı göre­
biliyordum ve bir an için donuk saçlardan, kalın gözlük­
lerden, küçük deliklerden takımyıldız yapmış yıpranmış gri
kazağımdan nefret ettim.
R u th Reichl

Bana öyle geliyor ki,” diye devam etti. “Bu görüntü


dünyayı dışarıda tutmak için ördüğün bir bariyer. Elbette
beni hiç ilgilendirmez.”
“Haklısın,” dedim elimden geldiğince soğuk bir ifadeyle.
“Seni ilgilendirmez.”
Bir kaşını kaldırdı. “Ama gecenin bir yarısı evime
dalmakta bir sakınca görmüyorsun...”
Haklıydı.
“Çabalarını takdir ediyorum,” diye devam etti. “Sen de
benimkini etmelisin. Arkadaşlar ne içindir? Dün gece beni
gerçeklerle yüzleşmeye zorladın.”
“Peki bu gerçekler neymiş?” derken öfkeyle masanın
karşısına baktım.
Gözlerini kırpmadan baktı ve kapalı yumruğunu
kaldırıp yavaşça başparmağını açtı. “Bir. Leziz! sıradışı bir
yolculuktu ama şimdi sona erdi. İki...” işaretparmağını
kaldırdı, “ ... kimse beni işe almayacak; çok yaşlandım. Ve
üç...” ortaparmak diğerlerine katıldı, “ ... mali durumumu
ayarladım ama geleceğimle ilgili sorunu çözmeden kendi
sonumu getirmem çok olası. Dün akşam sizin grup ayrıl­
dıktan sonra aklımı topladım ve büyük bir plan yaptım.
Seni de içeriyor.”
“Beni mi?”
“Bir yol ayrımına geldim ve ne tarafa döneceğimi bileme­
yecek kadar kaybolmuş durumdayım. Şu anda bir projeye
ihtiyacım var ve sana yardım etmeme izin verirsen bana
büyük bir iyilik yapmış olacaksın.” Tereddütle gülümsedi;
bunun onun için zor olduğunu anladım. “Sonsuza kadar
sürmeyecek. Uzmanlar pazarın havayla değişeceğini düşü­
nüyor. Ve ekonomi düzeldiği anda Genç Arthur emlakçı-
Tatlı Hayat 217

larını çağıracak. Şimdi ocak ayındayız ve bu bize üç kısa ay


veriyor; bu da Lulu’nun mektuplarının tamamını bulmak
için oldukça kıymetli ve kısa bir zaman.”
Şaka mı yapıyordu? O kasvetli eski konakta bir arkadaş
süper olurdu. Kim kime yardım ediyordu. Ama Sammy
daha bitirmemişti.
“Biz...” elime uzanıp tuttu ve itirazları savuşturmaya
hazırlandı, “... karşılıklı bir anlaşma yapacağız.”
“Yapacak mıyız?” Şaka yaptığını düşündüm.
“Yalnızlık ölümcüldür ve yediğin şeyler saçma görünüyor;
bana söylenene göre ucuz Çin yemekleri yiyorsun. Düzenli
olarak akşam yemeği yiyerek başlayacağız.” Ciddiydi! “Besle­
yici bir yemek ruh halinde harikalar yaratacak. Ve biraz arka­
daşlık benimkini düzeltecek.”
“Yemek yapmadığımı unuttun mu?”
“Saçmalık!” Bunu önemsiz bir ayrıntı gibi görüyordu.
“Bu yemek yapmayı reddetme tavrın, saldırgan bakımsız
görünüşün kadar yorucu. İkisi de saldırı halinde. Son derece
becerikli genç bir kadınsın. Ama bu arada şefin olmak benim
için zevk olacak.”
“Peki karşılığında ne yapmalıyım?”
“Birkaç abes değişiklikle oldukça çekici olabilirsin.”
Düşünceli biçimde saçıma baktı. “Buklelerini açabi­
lirsin,” diye düşünüyorum. “Biraz renk de oldukça alımlı
olur.”
“Dünyada abes’ ve alımlı’ kelimelerini bu şekilde
kullanan tek insan sensin.”
“Teşekkür ederim.” Kafasını eğdi ve sonra gözlerimi
işaret etti. “Lense ne dersin? Ve gardırobunda birkaç yeni
şeyin moraline faydalı etkileri olabilir.”
218 Ruth Reichl

Bu saçm aydı. K en disin i peri büyükbabam gibi görü­


yordu ve ben tartışm anın faydası olm adığını biliyordum.
G iderek artan enteresan sözcük seçim i kesin olarak sarhoş
old u ğu n u n göstergesiydi, m asanın altından parmaklarımı
çaprazlayıp sabah a her şeyi un utm uş olacağına ikna olarak
her şeyi kabul ettim .
Anzio

Sevgili Genie,
Sammy'nin ne hissettiğini anlıyorum; yaşlı ve kaybolmuş
hissetmenin nasıl olduğunu hayal bile edemiyorum.
Leziz!'i kapattıklarında ben bir iş kaybettim ama onun
için bu bir tepeden düşmek gibiydi. İlerliyor, hayatından
zevk alıyor ve işlerin hiç değişmeyeceğini düşünüyordu
ve sonra... güm! Kendini tutunacak bir şey bulamadan
havada buldu.
Şimdi beni buldu ama başka bir hayal kırıklığı olaca­
ğımdan korkuyorum. İnek Billie'nin bir tür Tanrıça'ya
dönüştüğü öncesi-sonrası fantezilerinden birini yaşam ak
istiyor gibi. Bu olmadığında ne yap acak? Tek umudum
Lulu'nun mektuplarından bir kitap yazm aya yetecek
kadarını bulmak. Bu onu çok mutlu ederdi.
220
R uth Reichl

Ve itiraf etmeliyim ki konakta olması her şeyi değiş­


tirdi. Mektupları okumak onun için tüm erkeklerin gittiği,
kadınların idare ettiği garip ve yeni bir gezegeni
keşfetmek gibiydi. Hayatları her gün değişiyordu. Şimdi
her sabah işe gitmek için hevesle uyanıyorum.
O na senden bahsettiğim için de mutluyum. Bunu pek
sık yapmıyorum -sanırım diğer tek arkadaşım D iana-
ama gerçek arkadaş olacaksak senin orada olduğunu
bilmeli. Her zaman oldun, her zaman olacaksın.
xxb

Artık Sammy konakta olduğundan Lulu’nun mektupla­


rını aramak eğlenceliydi. Kolay değildi; ipuçları daha zor
bulunur olmuş gibiydi. Bir sonrakinin “köfte” olacağına
ikna olmuştum ve bu işe yaramayınca vazgeçmeden önce
bir düzine varyasyonu - “polpette”, “frikadel”, “albon-
digas”, “bouletten”, “bola bola”— deneyerek bir hafta
geçirdik. Sonrasında “yarışmalar”ı denedik. Amerika’da
şaşırtıcı derecede çok yemek yarışması var ama eski tarz
turta yemeden Rocky istiridye turnuvalarına ve tezek keki
denemelerine kadar her şeyi araştırdıktan sonra istemeden
de olsa bir yere varamadığımızı kabul ettik. Sonra “sos”u
denedim; bir kart bizi amaçsızca Italyan yemek kitapla­
rına, bir başkası on sekizinci yüzyıl Fransız tariflerine ve
üçüncüsü domatesin tarihine gönderdi; sonunda yenilgiyi
kabul ettik. Bertie’nin bizi bilinçli olarak saçma aramalara
gönderdiği hissinden kurtulamıyordum; iki hafta sonra
başladığımız yere dönmüştük.
Mektupları yeniden okuduk. “Belki de Beard’ın çalıştığı
kurumu araştırmalıyız,” dedi Sammy.
Tatlı H ayat 221

“Peki ‘Ulusal Denizciler Hizmeti’?” Kart dosyasına


gittim. “Hiçbir şey.”
“‘Denizciler’i dene,” dedi. “Veya ‘Hizmet’?”
Ümitsizce kartları karıştırdım. “Hiçbir şey.”
“‘Birleşik Devletler Hizmeti’?” dedi.
Parmaklarım hareket etmeyi kesti ve bir kart çektim.
“‘Birleşik Devletler’ değil. ‘Birleşik Denizciler.’” Kartı
Sammy’ye verdim.
“‘Her ne kadar ticari denizciler sürekli saldırı altında
olsalar da asker olarak görülmüyorlardı. Ama devlet bu
gezgin denizcilerin hayati bir bilgi kaynağı olduklarını anladı
ve onlara yiyecek, içecekle kalacak iyi bir yer sağlamak için
uluslararası kulüpler dizisi yarattı. İkinci Dünya Savaşı’yla
ilgilenenler Savaş Gemiciliği Yönetimi’nin bu eşsiz bölü­
müyle ilgili mektupları harika bulacaklardır; 1944 dosyala­
rında bulunabilirler.’”
Sammy son cümleyi bitirdiğinde kapıdan içeri giri­
yordum.

16 MART 1944

Sevgili B ay Beard,
B abam bulundu! Kedi gibi olduğunu ve kazadan kurtulduğunu,

sekiz canı daha olduğunu söylüyor. Bize detayları anlatam az

a m a Sicilya’d a bir hastanede ve kısa süre sonra yeniden uçaca­

ğ ın ı söylüyor. A r tık sanki yazm adığı zam anları telafi etm ek ister

gibi neredeyse her gün yazıyor. A n n em de farklı görünüyor; dün

duşta "Kâğıt Bebek” şarkısını söylediğini duydum .

C appuzzelliler de bir m ektup aldı. M arco yaşıyla ilgili yalan

söylem iş ve d en iz aşırı yolculuğa çıkm ıştı. B ay C. ko m u ta n ın a


222 Ruth Reichl

telgraf çekm ek istiyor am a Bayan C. inleyerek, N e anlam ı var?


Eve d ö n düğünde on sekizine gelmiş olacak ve sonra yeniden
katılacak, diyor.
Birkaç g ü n önce Bayan C.’y e baharda Sicilya’d a ne ye d ik ­
lerini sordum . B ana tepelerde topladtkları yabani sebzelerden
bahsetti. Bu da geçen baharki ipekotu filizle rin i hatırlattı, bu
y ü z d e n ipekotu toplam aya gittim . N e kadar lezzetli olduklarını

u n u tm u şu m .
A n n e m e öğle yem eği için güzel kü ç ü k bir ipekotu salatası

ya p tım . B u Estelle D ixona g ü n ü n ü gösterm eli! H âlâ bizden

ö n d e a m a P askalyaya daha birkaç hafta var ve ben vazgeçm i­

y o ru m . Yarışm a bittiğinde üzüleceğim ; annem le bu idareli öğle

ye m ek lerin i y a p m a k eğlenceliydi.

Soğan ha kk tn d a kesinlikle haklıydınız. Çok ince iki dilim

kestim , üzerlerine tuzla karabiber serptim ve sirkeyle kapladım .

Sonra birkaç saat buzdolabında beklettim ; a n n em sandviçlerin

böyle çok daha iyi olduğunu söylüyor.

A rkad a şınız,

L u lu

“Neden bu kadar üzgünsün?” Sammy sevinçliydi. “Babasının


keyfi yerinde. Annesi duşta şarkı söylüyor. Ve Lulu kırsalda
ipekotu filizleri topluyor. Ne tür bir talihsizlik bekliyorsun?”
“Tarihe bak.” Mektubun üstünü işaret ettim.
“Mart 1944. Ne var ki?”
“Okuduğum kitapları biliyorsun? Babası Sicilya’daysa
Anzio seferinin bir parçası olacak demektir; çıkarmanın
adı Shingle Harekâtı’ydı. Kötü başladı ve daha kötü gitti.
Müttefikler kıtadaki diğer her yerden çok bombaladılar. Ve
çok bir faydası olmadı. Almanların uçaksavar silahları vardı
Tatlı Hayat 223

ve hava desteğine rağmen askerler kolay hedef oluyordu.


Martta iki aydır çıkmaza girmiş haldeydiler. Generaller de
kendi aralarında çatışıyordu -bunu okumak insanı deli
ediyor!- ve adamları ordudan ayrı düştükleri çılgın sortilere
gönderiyorlardı. Berbattı.”
Sammy ürperdi. “Anzio diye bir film vardı sanırım. Acı
verecek kadar gerçekçiydi. Hatırladığım kadarıyla hafta­
larca kâbus görmüştüm. Ama mart sonunda Çıkarma Günü
yaklaşmıştı. Tahminimce tüm pilotlar çıkarmayı korumak
için Normandiyaya gönderildi.”
“Gönderilmediler.” Ev ödevimi iyi yapmıştım. “Eisen-
hower İtalya’da bir şaşırtma yapmak istedi ve onları orada
tuttu.”
“Her yer Normandiya’dan daha iyidir,” diye mırıldandı
Sammy. “Şimdi, sence bir sonraki mektubuyla nerede karşı­
laşacağız?”
‘“ Kâğıt Bebek’ şarkısını kim söylüyor?” Sammy bir an
düşündü ve sonra kahkaha atmaya başladı. “Sen ne kadar
zeki bir kadınsın! Mills Brothers’dı. İdeal bir ipucu.”
Hızla kart kataloguna gittik ve “mili”, “miller” veya “mill-
stone” için tek bir kart bile bulamayınca ikimiz de inana­
madık. “Mükemmel görünüyordu!” dedim gizli odaya geri
dönerken. Günün geri kalanında hiçbir yere varmayan ipuç­
larını takip ettik. “Kedi”, “soğan”, “sirke”. Hepsi işe yara­
mazdı.
“Sanırım bugünlük bu kadar yeter,” dedi Sammy. “Anzio
görüntüleriyle bombardımana uğradım.” Çok solgun görü­
nüyordu. “Aklımdan silemiyorum. Yarın yeni bir gün.”
Çıkmak için döndü, çantamı unuttuğumu fark ettiğimde
kütüphane kapısına gelmiştik bile.
224
Ruth Reichl

G izli od ad a bıraktım .” Geri almak için döndüm .


“Cesur genç asker,” diye seslendi Sammy arkamdan.
“Hayatını ve kolunu Anzio’da düşen arkadaşını kurtarmak
için riske atar.”
“Sanırım gizli odayı vaftiz etmiş oldun,” dedim yeniden
çıkınca.
Sammy zorla kıkırdadı ama hâlâ endişeli görünüyordu.
“İstediğin kadar gül.” Merdivenlerden inerken çantama
sarıldım. Kafasındaki savaş görüntülerini silmek için konuş­
maya devam etmeye niyetliydim. “Ama bu cesur genç asker
gerçekten bir tür kurtarma planlıyor. Pazar günü Rosalie’nin
doğum günü ve SaTe ne yapacaklarını sorunca bana deliy­
mişim gibi baktı. ‘Doğum günlerini çok büyütmeyiz,’ dedi.”
“Anladığım kadarıyla onaylamıyorsun?”
“Onaylamıyorum. Rosalie çok çalışıyor.” Büyük bir parti
vermek istedim ama sonra vermemenin daha iyi olacağını
anladım. Rosalie bütün akşamı herkesin eğlenmesini sağla­
makla uğraşarak geçirecekti. “Romantik bir öğle yemeğinin
hoşuna gideceğini düşündüm. Neredeyse hiç yalnız zaman
geçirmiyorlar.”
“Thursday’i işe dahil ettiğini sanıyorum?” Yanaklarına
yeniden renk geliyordu.
“Evet, fikri sevdi ve harika küçük bir menü hazırladı. Ve
Richard, The Pig’in özel yemek odasını dekore edecek.”
“Ben de bir şişe Dom Perignon’la katkıda bulunabilirim,”
dedi Sammy ihtişamla ve savaşı unutmasını sağlayabildiğimi
umdum.

“SaTi o dükkândan nasıl çıkaracaksın?” diye sordu Thursday


son toplantımızda.
Tatlı H ayat 225

“Yöntemlerim var,” dedim neler olduğunu gerçekten


merak ederek.
Pazar sabahı erken saatte dükkâna giderken bir demet gül
almak için durduğumda hâlâ bu konuda endişeleniyordum.
Bu başlangıçtı.
“Bunlar Rosalie için mi?” diye sordu Sal. “Hoşuna
gidecek.”
An bu andı. “Düşünüyordum da...” diye başladım durak­
sayarak, “bu, yılın en kesat zamanı...”
Hepsini anlatmam biraz zaman aldı ama sonunda bitirdi­
ğimde Sal bana uzaylı bir yaratıkmışım gibi baktı. “Dükkânı
sana ve Theresa’ya mı bırakayım?” Sesi bir çift orangutana
bırakmanın daha olası olduğunu ima ediyordu. “Müşterile­
rimi terk edeyim? Ne düşünecekler?”
“Beni Sal Testi’ne götürdüğünde saatlerce uzak kalmıştın,”
dedim. “Farkı ne?”
İnanmayarak bana baktı. “O işti! Jake için yapıyordum.
Sadece iyi zaman geçirmeye gitmemiştim. Ayrıca Rosalie
buradaydı.”
“Senin...” dedi, Rosalie’yle birlikte sessizce gelen Theresa,
“... hayatında ilk defa normal bir insan gibi davranmaya ve
karına müşterilerinden fazla değer vermeye karar verdiğini
düşünecekler.” Sal’i ikna etmekle o kadar meşguldüm ki
dükkâna girdiklerini fark etmemiştim. Rosalie raflara ekmek
koyuyor, kasaları dolduruyor ve olayın onunla hiç alakası
yokmuş gibi davranıyordu. Ama itiraz etmedi, bu da iyiye
işaretti.
Dengeyi bozan neydi bilmiyorum ama Kim Wong,
Rosalie’ye doğumgünü için hazırladığı çikolata davetiyeyi
getirince Sal ellerini kaldırdı. “Teslim oluyorum,” dedi. “Siz
R u th Reichl

kazandınız. Rosalie montunu al. Görünüşe göre bugün izin


yapıyoruz.”
Dükkândan çıkarken hâlâ talimatlar veriyordu.
“Gennaro’nun annesinin yaz değil bahar Parmigianosu
sevdiğini unutmayın. Jane’e soğuk mozzarella vermeyin,
yüzünüze atar. Ve Bay Abruzzo bresaola1 tercih eder.”
“Bu dükkânı işletmeyi bir tek senin mi bildiğini sanı­
yorsun?” Theresa onu kapıdan dışarı itti. Kapıyı arkasından
kapatırken, “Hayır, buna yanıt verme. Lütfen,” dedi. Ama
döndüğünde endişeli olduğunu gördüm. “Daha önce
dükkânda Sal veya Rosalie olmadan hiç yalnız kalmadım,”
diye itiraf etti.
İlk başlarda her şey iyiydi. “Rosalie’nin doğumgününü
kutluyorlar!” Gennaro soluk elleriyle alkışladı ve dua eder
gibi tavana baktı. “Benissimo! M am a buna çok sevinecek.”
Jane gerçekten mozzarella için beni övdü. Ve tahmin edildiği
üzere bu soğuk şubat gününde dükkân her zamankinden
daha az çılgındı.
Ama sonra iki aydır ilk defa Bay Şikâyetçi kapıdan girdi.
“Ah, hayır!” Ne yazık ki bunu yüksek sesle söylemiştim.
“Seni görmek de güzel.”
“Öyle demek istemedim.” Bir parça pecorino kestim ve
tezgâhın karşı tarafına uzattım, bir barış teklifi. Mutlulukla
fark ettiğim üzere berbat Amy yoktu. “Sadece Sal seni kaçır­
dığı için yıkılacak.”
“ Burada değil mi? O hep buradadır.” İki elini de kıvırcık
saçlarında gezdirdi. “Bir sorun mu var? Hasta mı?”
“O iyi. İyi. Rosalie’nin doğumgünü ve onu yemeğe
götürdü.”
1 Kurutulmuş et. (ç.n.)
Tatlı H ayat 227

“Yani...” Theresa katıldı, “... onu yemeğe götürmesini


sağladın.”
“Gerçekten mi?” diye sordu Bay Şikâyetçi. “Aferin!”
Gülümsemesi öyle sıcaktı ki yanaklarımın kızarmaya başla­
dığını hissedebiliyordum.
“Kimse Sal’e bir şey yaptıramaz,” dedim.
“Sanırım alçakgönüllü davranıyorsun.” Kendi söyledi­
ğinin memnuniyetiyle parlıyordu.
“Öyle.” Theresa katıldı.
“Küçük bir yemek planladım,” diye itiraf ettim, bana
öyle bakmaya devam etmesini umarak kendimi şaşırttım.
“Ve Sal tam olarak heyecanlı değildi. Neden gelip işleri
kötüleştirdin? Bunun için beni asla affetmeyecek; her pazar
seni bekledi.”
“Gerçekten mi?” Bay Şikâyetçi açık bir zevkle kahkaha
attı. “Bunu öylesine söylemiyorsun, değil mi?”
“Hayır. Seni gerçekten özlüyor.”
Anlaşılan Sal’in ondan ne kadar hoşlandığına dair bir fikri
yoktu. Tezgâhın karşısına bir parça daha peynir uzattım.
“Sıranın daha kısa olduğu sokağın aşağısına gittiğine
ikna olmuştu.”
“Bu çılgınlık!” Bay Şikâyetçi inanılmaz memnun olmuş
gibiydi. “Asla gitmezdim... Bunu bilmeli. Pazar günlerimi
Sal’le şenlendiriyorum.”
“Peki nasıl oldu da gelmedin?”
“Cambridge’de öğretmenlik yapıyorum. îki aydır ilk defa
şehre indim.”
Bir profesör? Bir profesör müydü? Ama bir dönem ders
vermesi onu profesör yapmazdı. Yazarlar da bazen ders
verir. Melba Teyze Cranbrook’ta bir dönem ders vermişti.
228 R u th Reichl

Ve sanırım diğer bir sürü insan üniversitelerde kendi işleri


dışında şeyler yapıyordu. Ne dersi verdiğini sormak istedim
ama bu Fontanari yöntemi değildi; Sal müşteriler kendi­
leri hakkında anlatmak isterlerse sorun değil, demişti ama
sormak bize düşmezdi. Ama bunu söyleyebilirdim: “Sal’e ne
zaman döneceğini söyleyelim?”
“Elimdeki iş biter bitmez -yazar nasıl demişti- ‘Fonta­
nari mihrabına tapmaya geri döneceğim.”
Sözcüklerimi hatırlamıştı!
“Ama bu arada önümüzdeki iki ayı geçirmemi sağlayacak
bir yardım paketine ihtiyacım var. Fontanari’nin tadı hiçbir
şeyde yok.”
Parmigiano, pecorino, prosciutto\ hepsinden istedi. Beni
durdurduğunda siparişi paketliyordum. “Ve Wilhelmina,
sanırım üç top mozzarella alsam iyi olur.”
“Gerçek olanından mı?”
“Tabii ki gerçek olanından!” İthal mozzarella di bufaldyz
uzanırken beni durdurdu. “Neden Rosalie’nin bu sabah
yaptığı peyniri alabiliyorken bir haftalık İtalyan işinden iste­
yeyim? Hiçbir şey bilmiyor musun?”
İnanmayarak ona baktım. “Bu...” peyniri fıçıdan
çıkardım, “... Rosalie’nin gününü gün edecek.”
“Lütfen ona mutlu doğumgünü dileğimi ilet.”
“Bunu yapacağım.” Gitmek için döndü ve sonra sanki
bir şey unutmadığından emin olmak ister gibi rafları kontrol
etti. Sonra Sal’le yaptığı şeyin aynısını yaptığını fark ettim:
Gidişini geciktirmeye çalışıyordu.
Kapıya ulaştığında cesaretimi topladım ve arkasından
seslendim. “Kendini özletme.”
Onu özleyen tek kişi Sal değildi.
Tatlı Hayat 229

*
Sal’le Rosalie pembe yanaklarla döndüler, Rosalie telefo­
nunu çıkarıp Richard’ın tüm masayı defne yapraklarıyla
kaplayarak yaptığı masa örtüsünü gösterdi. Sal, Theresa’dan
ayrıntılı bir hesap aldı.
Sıra Bay Şikâyetçiye gelince Sal inledi. “Tahmin etme­
liydim. İlk defa çıkıyorum ve adam gelmeye karar veriyor.
Tam onun işi. Geri gelecek mi?”
“Willie’ye sor,” dedi Theresa, kalçasını biraz sallayarak.
“Bayağı konuştular.”
Rosalie telefonunu kapattı. “O kadın yanında mıydı?”
“Hayır. Ve senin mozzarellandan istedi.”
Sal şapkasını çıkardı ve sonra daha rahat biçimde yeniden
taktı.
“Rosalie’nin mozzarellasından mı aldı?” Kolunu karısına
doladı. “Şimdi onu kesin sonsuza kadar kaybettik.”
“Zaten bir süreliğine kaybettik,” dedim. “Birkaç ay. Şehir
dışında bir yerde ders veriyor.”
“Şehirden uzak mı? Zavallı adam!” Sal birilerinin iste­
yerek New York’tan ayrılacağına inanamıyordu. “Kim bilir
bu kadar uzun kalmasını gerektirecek ne dersi veriyor?”
“Bilmiyor musun?” Şaşırmıştım.
“Hiç konusu açılmadı.” Sal kendini topladı. “Önemli
olana bağlı kalırız.”
Rosalie sanki Bay Şikâyetçinin hayaleti hâlâ oradaymış
gibi kapıya baktı. “İki ay uzun zaman. Bu akşam yemeğe
gel. Tamam mı?”

“Rosalie kendi doğumgünü yemeğini yaptı,” dedim ertesi


gün Sammy’ye. “Ve harikaydı. Elbette. Yerelması, o kadar
230 R u th Reichl

gevrekti ki ağzına koyunca çatlıyordu, lazanya, porchetta1


ve puntarelle salatası yaptı. En büyük yeğeni de oradaydı
ve onu yanıma oturttu. Bana tek bir defa baktı, yemeğini
çiğnemeden yuttu ve kapıya koştu.”
Sammy güldü.
“Keşke çöpçatanlığı bıraksa. Ben sevgili istemiyorum!”
“Tabii ki istemiyorsun.” Doğrudan gözlerime baktı.
“Neden romantizm isteyesin ki? Hayatın bu haliyle
dopdolu.”
“Dediğini anladım,” dedim.
“Ama olay şu: Ezik bahaneler buluyordu ve Rosalie
sanki bu onu orada tutacakmış gibi, ‘Dondurma yaptım!’
dedi. Ezik, gerçekten yanıma alabilir miyim diye sordu.
Rosalie mağlup halde hafifçe omuz silkti ve paketlemeye
başladı. Birden Lulu’nun babasının uçağın merdivenle­
rinden kolunun altında dondurmayla inerek, ‘Ölümü yine
atlattım,’ demesi aklıma geldi.”
“Bunu benimle paylaşmak zorunda hissetmenin bir
nedeni olduğunu sanıyorum.”
“Lulunun mektubunun ilk cümlesi: ‘Babam Bulundu!’
Belki bu ipucudur.”
“İpucu ne?”
“Baba!”
“Katalogda ‘baba ya mı bakmalıyız?”
“Hayır, ‘baba değil.” Heyecanımdan zar zor konuşabili­
yordum. “Baba bir kuğu. Bir sonraki ipucunun ‘Kuğu’ oldu­
ğuna eminim.”
Sammy’nin yüzüne bir gülümseme yayıldı. “Bu tam da
Bertie’nin zevkine göre bir ipucu olurdu.”
1 Domuz çevirme, (ç.n.)
Tatlı Hayat 231

Merdivenlerden koşarak çıktık ve büyük bir beklentiyle


“S ”1çekmecesini açtık. Sam m y kartları karıştırdı.
“Sadece bir tane mi? Ve kırmızı?” Yüzüm gülünç olm a­
lıydı.
“ Elbette başka bir yanıtı olmalı.” Sam m y hüzünlüydü.
“ Şunu bir düşün. Kuğu için alternatif bir sözcük var mı?”
Bir an için düşündüm . Sonra bulm uştum . “ Baba bir
kuğu am a Lulu değil.”
Sam m y sanki delirmişim gibi baktı.
“ O genç bir kuğu.”
“Çirkin ördek yavrusu!” Sammy anında ne demek iste­
diğimi anladı. Ne kadar keskin zekâlı bir kadınsın!” “D ”2
dosyasına gitti ve muzaffer biçimde mavi kartı çekti. “Savaş
zamanı kısıtlamaları sırasında avcılık önemli bir et kayna­
ğıydı. 1944 yılı okuyucu mektupları arasında ördek yavru­
larının bakımına dair eşsiz James Beard’dan inanılmaz
tavsiyeler bulacaksınız.”
Gizli odaya yarışımız -Sammy oraya artık Anzio diyordu-
kitapların devrilmesine neden oldu. 1944 rafına gittim ve
klasörleri karıştırıp “Ördek Yavrulari’nı aradım. Dosya çok
kalındı. “Burada bir sürü mektup olmalı!” Heyecanla raftan
çektim ve yerde Sammynin yanma oturdum.

18N ÎSA N 1944

Sevgili Bay Beard,


Annem yarışmayı kazandı! Jambon tarifleri için beynimi
tırmalıyorum, şimdiye kadar jambon salataları, jambon ve
melas somunu, jambonlu fasulye çorbası yaptım. Dün Corsair
1 İngilizcede ‘kuğu’ swan.
2 İngilizcede ‘ördek’ duck.
g n d m n d a k i ti im k a d ı n la r iç in j a m b o n l a b ö r e k y a p tım ; a n n e m

ç o k lu i f i i ı t h o ld u ğ u n a sö y le d i. İk i k işi, ja m b o n ve s o n s u z lu k

h a k k ı n d a s ö y le d ik le r in i a n la m a y a b a ş lıy o r u m . J a m b o n iç in

ilg in ç ta r if le r in i z va r s a lü tfe n g ö n d e r in .

D iin akşam hava b a s k ın ı ö n le m l e r i a m ir i a c il d u r u m

t e d a r i k i m i z i k o n t r o l e t m e k iç in g e ld i. T iiın m a h a lle d e o lm a s ı

g e r e k e n h e r b ir şe y itı o ld u ğ u te k e v in b i z i m k i o ld u ğ u n u s ö y le d i:

u c u n d a p ü s k ü r t m e b a ş lığ ı o la n o t u z m e tr e b a h ç e h o r t u m u , elli

k ilo k u m , s u d o lu o n litr e lik ik i k o v a , b ir k ü r e k , b ir ç a p a , b ir

b a lta v e b ir m e r d iv e n . D e r i e l d iv e n l e r im iz v e k o y u g ö z l ü k l e ­

r i m i z b ile v a r !

T o m m y b iz o n la r ı işg a l e t m e d e n ö n c e A l m a n l a r ı n b iz i işg a l

e d e c e ğ in i d ü ş ü n ü y o r v e a y a k k a b ıla r ı m ı z l a u y u m a m ı z g e r e k t i­

ğ i n i s ö y lü y o r .

Tek tedirgin olan o değil. Her gece karartma var ve şimdi


büyük çıkarma yakın olduğundan kimse iyi uyuyamıyor.
Lütfen bana yazın, Bay Beard. Bazen Akrondaki herkesin
delirdiğini düşün iiyorum.
Arkadaşınız,
Lulu

5 HAZİRAN 1944

Sevgili Bay Beard,


Roma düştü!Bay Roosevelt’in şehrin kurtulduğunu anlatmasını
yeni dinledik ve çok mutluyum. Bencilce olduğunu biliyorum
ama umarım babam hâlâ İtalya’d adır ve planlanan büyük
işgalin bir parçası değildir. Hepimiz çok yakında başlayacağını
biliyoruz ve askerler büyük bir tehlike içinde olacaklar. Bazen
yatağımda uzanıyorum ve insanın nasıl düşman ateşinin
ta m ü z e r in e k o ş a c a k k a d a r ce su r o la b ilec eğ in i d ü ş ü n ü y o r u m .

K e n d im in d e ya p a b ile c e ğ in i d ü ş ü n m e k iste rd im a m a k a lb im d e

y a p a m a y a c a ğ ım ı b iliy o r u m . K eşke d a h a cesur o lsa y d ım .

B aşkan R o o se v e lt'in k o n u ş m a s ın ı duydunuz m u ? liir

p a r ç a s ın ı y a z d ım . “İla ly a n la r B irleşik D e v le tle re m ily o n la r la

g eld iler. İy i ka rşıla n d ıla r, geliştiler, iyi va ta n d a şla r, to p lu lu k la r

ve d e v le t lid e r le r i oldular. O n la r Ita lya n A m e r ik a lıla r değiller.

O n la r A m e r ik a n Ita ly a n k ö k e n li A m e rik a lıla r.”

O k o n u ş u r k e n a n n e m e b a k tım , ağzı çizgi g ib i s ım sık ı k a p a ­

lıy d ı. H a ta lı o lm a k ta n n e fre t e d iyo r a m a u m a r ım bu B a y a n

C .’y e d ü ş m a n d e m e s in in s o n u olur.

O k u l n e r e d e y se b itti ve b u nered eyse d a n s e tm e m e n ed e n

o la c a k . O r t a o k u l b itti, N o r th L is e s in e g id e ceğ im ve b ir d a h a

Bayan D ic k s o n ı n se sin i duym ak zo ru n d a o lm a ya c a ğ ım .

Y a k ın d a k a tıla c a ğ ım . Z a fe r Ç iftliğ i g ö n ü llü sü o la ra k b u y a z ı

ç o k g ü z e l g e ç ir e b ilir im .

Arkadaşınız,
Lulu

27 HAZİRAN 1944

S e v g ili B a y B e a rd ,

D ü n ta tilin ilk g ü n ü y d ü v e ço k iy i başladı. A r tı k savaşı k a z a ­

n ıy o r g ib i g ö r ü n m e m i z d a h a iyi, d a h a iy im se r h issed iy o ru z.

T a r ım B ir lik le r i b a ş la m a d a n ta m b ir h a fta m v a r ve bu

h a ft a t a m a m e n b a n a a it. B a y a n C. b a n a orecchiette ( k ü ç ü k

k u l a k l a r a n la m ın a g e liy o r ) y a p m a s ın ı ö ğ re tm e y e sö z v e rm işti,

h a m u ru yoğurm aya b a ş la d ığ ım ız d a telgrafçının m e r d iv e n ­

le r d e n ç ık tığ ın ı g ö r d ü k . B a y a n C. ö n lü ğ ü n ü k a fa sın a g eçird i ve

a ğ la m a y a b a ş la d ı, B a y C. n e le r o ld u ğ u n u g ö r m e k için iist k a ta
234
R u th Reichl

g e ld i. Telgrafçıyı g ö r ü n c e ka fa sın ı sa lladı ve, "Git, git, başka bir

e v e g it,” d edi.

Telgrafçı b iz e d o ğ ru g elirken o rada d u r u p p e r d e k a p ıd a n

o n u izle d ik . A s ır la r s ü rd ü - h e r b ir a d ım ı bir sa a t g ib iy d i- ve

h iç v a r m a m a s ın ı u m d u m . K a p ıy ı v u r m a d ığ ı sürece herkes

h a y a tta y d ı.

A m a s o n u n d a o ra d a yd ı ve B a y C. telgrafı elin d en alıyordu.

“H a n g is i? ” d e d i B a y a n C., o k a d a r sessizce so rd u k i g ü ç lü k le

d u y d u m . B a y C., “M arco,” d e d iğ in d e çığlık a ttı ve y e r e yığ ıld ı.

O n g ü n so n ra o n s e k iz y a ş ın a girecekti.

T elg ra f k ısa ve s o ğ u k tu . S a va ş b a k a m o ğ u lla rın ın ç a tış­

m ada ö ld ü r ü ld ü ğ ü n ü b ild ir m e k te n ü z ü n tü d u yu yo rd u ve

b ü y ü k ka y ıp la r ı için a c ıla r ım p a y la şıy o r d u . S o n r a te lg r a f

“k o ş u lla r ” gereği n a a ş ım a la m a d ık la r ın ı ve b a şka bilgi e d in ir ­

lerse k e n d ile r in e iletileceğini s ö y lü y o rd u . B a y C., B a y a n C .n in

y a n ı n a g it ti ve o n u k o lla r ın a aldı, o ra d a öylece b irb irle rin e

s a rılıp ağladılar. N e y a p a c a ğ ım ı b ile m e d im , b en d e o d a d a n

sessizc e ç ık tım ve k a p ıy ı a r k a m d a n ses ç ık a r m a d a n k a p a ttım .

B ird e n b ir y a b a n c ı g ib i h isse ttim .

B a y B e a rd h a y a t ço k h ız lı değişebiliyor; b ir a n m u tlu s u n u z

d iğ e rin d e d eğ ilsin iz. B a y a n C .n in b e n i b ir d a h a g ö r m e k iste­

m e y e c e ğ in d e n k o r k u y o r u m ç ü n k ü k ö tü ş a n s g e tir d iğ im i d ü ş ü ­

n ecek. O ra y a h e r g id iş im d e telgra fçıyı b e k liy o r olacak.

T a rım B ir lik le r in d e m u tlu b ir y a z o la c a ğ ın ı d ü ş ü n m ü ş tü m .

A m a ş im d i sa d ece sa va şı k a z a n a c a ğ ım ız h is s in in y e tm e d iğ in i

b iliy o r u m . B u b e r b a t ş ey ta m a m e n b itm e d e n h iç b ir im iz m u tlu

o la m a y a c a ğ ız.

A r k a d a ş ın ız ,

L u lu
Tatlı H ayat 235

“Bir sorun mu var?” Sammy nin sesi telaşlıydı. Duraksadı­


ğını hissedebiliyordum. Gözyaşlarımı silmeye çalıştım ama
gelmeye devam ettiler ve uzun bir süre ikimiz de hareket
etmedik. Her zaman taşıdığı büyük beyaz keten mendili
verdi ve sırtıma vurdu. Boğazım kurumuş ve gömleğim
ıslanmıştı ama ağlamaya devam ettim.
Sonunda kafamı kaldırdım ve Sammyye baktım.
“Tahmin etmem gerekirse...” yavaşça konuşuyordu, bu
derin bunalıma sadece Lulu yüzünden sürüklenmedin?”
Zorlukla yutkundu. “Ablan mı?”
İçimin yumuşadığını, sözcüklerin ağzıma dolup dışarı
çıkmak istediğini hissettim. Sammy uzandı ve kollarını
bana doladı. Dudaklarını kulaklarıma dayadı; fısıldadığında
nefesi sıcaktı. “Anlat bana, anlat bana.”
Kek Kardeşler

Nereden başlamalı? Gözlerimi kapattım ve kendimi geriye


attım.
Ve sonra Sammy ye hikayemi anlattım. Hepsini.

On yaşındayken babamın doğumgünü cumartesiye denk


gelmişti. Üçümüz geç kalktık ve kimin en yukarı fırlata­
cağını görmek için haftalık krep yarışmamızı yaptık. Her
zamanki gibi bu yarışmamız eski mutfağı berbat etti. Ama
babam hamura bulanmış tezgâha, kirli tava ve tabaklara
bakarak, “Bulaşıkları unutun, bugün doğumgünüm. Plaja
gidiyoruz,” dedi.
Tatil gibi gelmişti, Noel veya Şükran Günü gibi,
mayomu almak için merdivenlerden hızla çıktım. Genie
beni yavaşça takip etti. “Babanla plaja gitmek...” havluları
Tatlı Hayat 237

gönülsüzce raftan aldı, utanç verici.” Neredeyse on iki


yaşındaydı.
Sıcak, açık bir gündü, babamla ben dalgalarda süzü­
lürken Genie kumlara uzandı. Su yumuşaktı, babam bize
katılması için Genie’ye el salladı. Ama çizim defterini çıkar­
mıştı. Babam hafifçe gözlerini kıstı, ıslak siyah saçları suda
fok gibi olmuştu ve ona baktı. “Her gün annene daha çok
benziyor.” Bakışlarını takip ettim, buradan bakınca Genie
bikinisi kalçalarında gerilmiş, uzun altın bacaklarını beyaz
kuma uzatmış bir kadın olabilirdi.
“Annem bu kadar güzel miydi?” Eski fotoğraflardan
anlayamıyordunuz ve anneme dair hiç anım yoktu. İnsanlar
bunun çok üzücü olduğunu söylerdi ama babam ve Melba
Teyzem vardı. Genie’m vardı.
“Güzeldi.” Babam bana su sıçrattı. Soluk cildimi,
kahverengi gözlerimi ve düz saçlarımı sanki beni ilk kez
görüyormuş gibi İnceledi. Parmakları yanaklarıma hafifçe
değerken yüzümü çevreledi. Bir dalgaya daldım; yüzeye
çıktığımda hâlâ daldığım yere bakıyordu. “Buna inanmaya­
cağını biliyorum,” dedi. “Ama bir gün sen de güzel olacaksın.
Genie’den daha güzel.”
“Teşekkürler,” dedim, “ama kimse Genie’den daha güzel
değildir.” Neden böyle saçma bir şey söylemişti? Yeniden
daldım ve gözlerimi açınca çamurlu su altı yeşilliğinde yüzen
bir denizanası sürüsü gördüm. Güvenli bir mesafeden hassas
paraşütler gibi suda asılı kalmalarını izledim ve güzelliğin
sadece bir parçası olduğunu düşündüm. Genie her şeyde
iyiydi, o kadar sosyaldi ki öğretmenlerimiz akraba olduğu­
muza asla inanmazdı. Yüzeye çıktım ve plaja baktım. Genie
gözleri kapalı plajda yatıyordu.
238 R u th Reichl

Eve gittiğimizde güneşten mest olmuş ve uykuluyduk,


merdivenlerden çıkarken arkamızda kum izleri bırakıyorduk.
Duşa girdim ve havluyla kurulanırken aynaya baktım,
kendimi babamın beni gördüğü gibi görmeye çalıştım. Ona
inanmak istedim ama yapılı, gözlüklü on yaşında bir kız
aynadan bana bakıyordu. Sıkıcı. Sıradan. Beli, kalçası yoktu
ve saçı o kadar kısaydı ki erkek de olabilirdi. Beyaz pamuk
bir elbise giyip sandallarımı ayağıma geçirdim. Yan odada
Genie bir Randy Newman şarkısı söylüyordu ve şarkının
sözleri bana doğru geldi. “Barmenden biraz viski aldım.
Bir arkadaştan biraz kokain aldım. Tek yapmam gereken
devam etmek. Yeniden kollarına dönene kadar.” Güzel bir
sesi vardı, Melba Teyze hazır olduğuna dair bize işaret edene
kadar onunla beraber mırıldandım.
Bizi çağırdığında Genie koridorda babamın odasına
doğru koştu. “Çabuk!” dedi. “Melba Teyze’nin fırını tutuştu.
Yardım etmeliyiz!” Hâlâ kafasına bir tişört geçiren babam
merdivenlerden hızla indi ve Genie’yle ben arkasından
sessizce izledik. Yan tarafın çit kapısının arkasında kaybol­
duğunda otuz kişinin bağırdığını duyduk: “Sürpriz!” Küçük
titremesinin sırtından yukarı çıkışını görmek için tam zama­
nında içeri girdik.
“Neden beni uyarmadın?” diye sordu Melba Teyze’ye;
kırışık pamuklu tişörtüne, yıpranmış kot pantolonuna ve
çıplak ayaklarına bakıyordu. Babam sürprizleri sevmez.
Zencefilli keki düşündüm ve keşke doğumgünü pastasına
benzer bir şeyler yapsaydık dedim.
“Hadi, Bob,” dedi teyzem kolunu okşayarak, “kırkıncı
doğumgününü unutacağımı sanmadın, değil mi?” Sonra
özür dilemeye başladı. “ Barb’ın paella veya kızarmış domuz
Tatlı Hayat 239

yapacağını biliyorum. Veya egzotik bir şeyler. Ama elimden


geleni yaptım.”
“Harika iş çıkardın,” diye onayladı babam ve tavrını
düzeltmek için gözle görünür bir çaba gösterdi. Yanağından
öpmek için eğildi ve ilk defa annemin kız kardeşinden çok
daha uzun olması gerektiğini anladım. Ben şimdiden Melba
Teyze kadardım ve Genie onu birkaç santim geçmişti.
Harika bir partiydi. Izgara biftek ve Melba Teyze’nin
mükemmel mücveriyle -dışı gevrek içi neredeyse erimiş—
mavi peynir soslu salatasını yedik. Yetişkinlere romlu kokteyl
servis etti, kendi yaptığı renkli seramik testilere koydu ve
partinin sesi biraz yükseldi. Karanlık çökmeye başlayınca
bir meşaleyle bahçeyi çevreleyen ağaçlara astığı kâğıt fener­
lerdeki mumları yaktı. Güzeldi, etrafıma bakınırken Melba
Teyze’nin her şeyi kusursuz yapmak için ne kadar çok çaba­
ladığını düşündüm. Ama Genie ve bana çok benziyordu: Ne
yaparsa yapsın Melba Teyze annemin daha iyisini yapacağını
düşünüyordu. Sonra pastayı hatırladım ve içimde küçük bir
endişe dalgası kabardı. Babam nefret edecekti. Annemin-
kine ulaşmasının imkânı yoktu.
Şarkı söyleme zamanı gelince Melba Teyze bizi içeri
çağırdı. Genie’yle ben zencefilli keki uzun oturma odasına
taşıdığımızda hayal kırıklığının neden olduğu bir anlık
sessizlik oldu ve davetlilerin daha tatlı bir şey -veya en
azından çikolata—beklediğini anladım. Önce hem heyecan­
lanan hem de endişelenen Melba Teyzeye, sonra yüzünde
çok garip bir ifade olan babama baktım. Bu ifadeyi daha
önce hiç görmemiştim ve kesin olarak bir hata yaptığımızı
anladım. “Mutlu Yıllar” sona erdiğinde mumları üfledi
ve Melba Teyze keki kesti. Babam bir ısırık aldı, o kadar
Ruth Rcichl

hareketsiz duruyordum ki mideni bulandı. Odada bir tür


elektrik vardı herkes hissedebilirdi— sonra babanı bize
uzandı, Genie'yi bir yanına beni diğer yanına aldı ve acırın-
caya kadar kucakladı.
“Kızlarını,” dedi. “Teşekkürler.” Ama başlarımızın
üzerinden baktığı Melba Teyze ydi. Kutsal, neredeyse korku­
tucu bir andı. Sonra babanı gülümsedi. “Biliyor musunuz?
Bu, annenizin zencefilli kekinden bile güzel.”
Odadaki gerilim elle tutulurdu ama şimdi kırılmıştı,
herkes rahatlamayla sersemleyerek aynı anda konuşmaya
başladı. “Ne kek ama!” dedi babamın avukat ortaklarından
biri, bir diğeri bir dilim daha istedi. Üç kadın tarifi iste­
diler.
“içinde taze zencefil var...” diye başladı Genie ama Melba
Teyze onu durdurdu.
“Tarifi bir sır,” dedi Melba Teyze, babam hemen arkamız-
dayken bizi mutfağa ittirerek.
“Neden?” diye sordu Genie.
“Asla bilemezsin. Tarifleri vermemelisin. Bunu işe dönüş­
türmek isteyebilirsin.”
Babam sanki bu konuşmayı bitirmek istiyormuş gibi elle­
rini kaldırdı. Aiiıa çok geçti.
“Neden birileri çocukların yaptıkları keki satın almak
istesin?” diye sordu Genie.
“Çünkü çocuklar yapıyor.” Melba Teyze gözlerime
bakıyor ve konuştuğunda benimle konuşuyordu. “Bir kek
sadece kektir ama çocukların yaptığı kek özel bir şeydir.
Özellikle de senin gibi yetenekli bir çocuğun. İddiaya varım
bir sürü para kazanabilirsin.”
“Bunda ciddi değilsin,” dedi babam.
24!
'tU tlı lla y a t

“Evet.” Babamın yüzüne baktı. “Ciddiyim. Hizmetçi


kadın mutfağı batırmalarını istemezse benimkini seve seve
kullanabilirler.”
Herkesi şaşırtacak biçimde (Melba Teyze hariç) Kek
Kardeşler başladı.
Melba Teyze tüm gazete kupürlerini sakladı. îlki Santa
Barbara Haber Ajansından utandırıcı bir parçaydı; ne
kadar küçük, sevimli olduğumuzu ve işimizi başlatmak için
merhum annemizin zencefilli kekini kullandığımızı anla­
tıyordu. Korkmama neden oldu. İkincisi daha iyiydi, Los
Angeles Timesda adını annemize ithaf ettiğimiz melek keki­
mizle ilgiliydi. Gazeteci ayrıca kiraz dolgulu çikolata gana-
jıyla minik yoğun dolgulu karışımı olan Melba’ya hayran
olmuştu.
Bu gazete kupürü albümünün yapraklarını çevirdikçe
pastalar artarak ayrıntılı bir hal alıyordu. İkinci yılımızda
Genie Dev Ev Sahibi Kapkeki’ni uydurdu ve en inanılmaz
tarifi çıkardım. Bu büyük başarıydı; Food & Wine dergisi
buna “inanılmaz, yenilebilir pop art” dedi. Sonraki yıl
Genie’nin Eriyen Kekleri geldi ve bunları yapmanın yolunu
buldum. Ama bizi gerçekten ünlü yapan düğün pastaları-
mızdı. Albümde düzinelerce vardı ve her biri eşsizdi. Birkaç
yıl içinde her Santa Barbara gelini Kek Kardeşler tasarımını
doğal hakkı olarak gördü, oldukça yoğunduk.
Melba Teyze kendini projemize verdi; tatlı sanatlarıyla
ilgili bir kurs için New York’a bile gitti.
“Seramiklere çok benzeyeceğini düşünmüştüm,” dedi
bana yaptığı harika şeker çiçeklerini gösterirken. "Ve
haklıydım. Çok eğlendim, kafanda bir şey hayal edip sonra
onu yapmak kadar harika bir şey yok.”
242 R u th Reichl

“Keşke bunu yapabilsem,” dedim istekle.


Şaşıran Melba Teyze sordu: “Ama sen kek yaptığında
böyle hissetmiyor musun?”
“Hayır. Bu çok kolay. Zihnimde tadına bakıyorum ve
sonra tüm yapmam gereken, doğru tatları bulmak. Genie
gibi çizebilmeyi tercih ederdim.”
Beni uzun uzun bakarak inceledi ama tüm söylediği şu
oldu: “Umarım ne istediğin konusunda yanıldığını anlaman
benim anlamam kadar uzun sürmez.”
Genie koleje gittiğinde pastaneyi kapatmayı umuyordum
ama mezuniyet balosu için giyinmesini izlerken (sınıf başkanı
Eli Pierce’la gidiyordu) öylesine, “Kek Kardeşleri gelecek yıl
açık tutmaya ne dersin? Biraz para gerçekten işime yarar,”
dedi.
Aynanın önünde tek ayak üstünde döndü, yansıması
hoşuna gitmişti. “Bunları takmalı mıyım?” Bir zamanlar
anneme ait olan barok inci gerdanlığı tuttu, kafasını eğdi
ve saçını ensesinden çekti. “Takmama yardım eder misin?”
Leylak, esmer şeker ve küçük hindistancevizi gibi koku­
yordu.
“Nasıl olur ki?” Sesimi tekdüze tutmaya çalıştım ve
yüzümü görememesi için kafamı çevirdim. Geniesiz bir
hayattan çok korkuyordum. “Pastane yani, sen Berkeleyde
olacaksın.”
“ Dünyanın öbür ucuna gidiyor değilim.” Aynaya son kez
memnun biçimde baktı. Aşağıda Eli zili çaldı. “Haftasonları
evde olabilirim.”
Bunu yapacağını düşünmemiştim ama yanılmıştım:
Genie eve o kadar sık geldi ki hiç ayrılmamış gibiydi. Melba
Teyze bundan memnun değildi. “Bu doğal değil,” diye
Tatlı H ayat 243

Genie’nin ilk yılının ortasına homurdandı. “Çocuklar kolej­


deyken evden uzaklaşıp orada kalmalı. Sana biraz soluk­
lanman için yer açması hoş olurdu.”
“Ama burada olmasını seviyorum.” Sadıktım. “Ve paraya
ihtiyacı olduğunu biliyorsun. Güzel şeyleri seviyor.”
Melba Teyze burnunu çekti. “O spor araba! Ve tüm o
kıyafetler. Buna üzülecek; otuz yaşına geldiğinizde onun
parası bitmiş olacak ve sen şeninkini yeni alacaksın. Baban
şeninkini fona yatırdığı için mutlu olacaksın. O zamana
kadar en azından ikiye katlanmış olacak.”
“Yani zengin olacağım, benden borç alabilir.”
Melba Teyze bıkkın görünüyordu.
Birkaç ay sonra kolej kabul mektupları almaya başladı­
ğımda hâlâ huysuzdu. Reed veya Stanford’ı seçmemi isti­
yordu; Berkeley dışında neresi olursa.
“Neden?” diye sordum, Genie’nin ayak izlerini takip
etmemi neden istemediğini anlayamıyordum.
Yanıtı beklediğim şey değildi. “Genie gibi bir ablan
olmasının nasıl olduğunu biliyorum. Barb her zaman her
şeyde daha iyiydi. İyi notlar alırdım ama onunkiler mükem­
meldi. Oynadığımız her oyunda beni yenerdi. Ben yeterince
güzeldim ama o çok güzeldi. Peki ya sonunda?” Kelimeler
boğazına takılıyordu. “Babanızı kaptı.”
Okula gideceğim haftasonuna kadar bundan bahsetmedi.
Genie ve ben Kuzey’de olacağımızdan pastaneyi kapatmaya
karar verdik. Melba Teyze ekipmanları paketlememe yardım
etti, kek kalıplarını bir kutuya koyarken biraz kederli görü­
nüyordu. “Buralarda bir yerde okula gitseydin,” dedi. “Fırını
açık tutabilirdin. Genie’ye ihtiyacın yok; pişirmek senin
becerin, onun değil.”
244 R uth Reichl

“Ama o olmadan eğlenceli olmazdı.”


Melba Teyze büyük koli bandı rulosunu aldı ve kutunun
kapaklarını kapatarak sıkıca bantladı.

Berkeley’ye gittiğimde Melba Teyze’nin tavsiyesini dinleme­


diğime sevindim. Genie’nin orada olmasından mutluydum
ve benim için bir yol çizmesine minnettardım. Hangi ders­
leri alacağımı, hangi kulüplere katılacağımı söyledi. Beni
partilere götürdü, arkadaşlarıyla tanıştırdı ve bazen de erkek
arkadaşıyla randevu ayarladı (ikinci en iyiyi aldıkları için o
kadar hayal kırıklığına uğramışlardı ki hiç işe yaramadı).
İlk yılımın baharında Telegraph Caddesi’nde oturmuş
İngilizce dersinden tanışıp çıkmaya başladığım çocukla buzlu
çay içiyordum ve masamıza bir gölge düştü. Çocuk kafasını
kaldırdı ve o an gözlerinde Genie’yi gördüm. Kısa, dar siyah
bir etek, soluk pembe tişört ve gümüş sandaletler giyiyordu,
saçı yüzünün etrafında gevşekçe kıvrılmıştı. Çocuk yeterince
kibardı ve sevişmelerimiz iyiydi ama çoğunlukla sınıfın en
inek iki öğrencisi olduğumuz için birbirimize düşmüştük.
Şimdi yutkunmasını duydum ve gözlerini perdelemek için
ellerini kaldırmasını izledim.
“Bu Owen,” dedim.
Genie kısaca ona bakıp oturdu, çayımdan bir yudum
aldı.
“Melba Teyze aradı.” Bir yudum daha aldı. “Beverly
Jackson haziranın beşinde evleniyor ve pastasını bizim
yapmamızı istiyor.”
“Ama fırını kapattık.”
“Melba Teyze bunu söyledi. Ama Beverly’yi bilirsin. Saçma
derecede zengin ve her zaman istediğini alır. Beni aradı.”
Tatlı Hayat 245

“Sorun değil,” dedim. “B planını uygula.”


“Evet, sorun,” dedi Genie. Saçını parmaklarına dolu­
yordu, Ovven’ın gözlerinin ellerini takip ettiğini gördüm.
“Uyguladım.”
“B planı nedir?” Owen bilmek istedi.
Genie ona ağzını açmadan gülümsedi. “Bir işi istemedi­
ğimiz zaman absürt miktarda para isteriz. Yani şaka değil,
çılgın bir para. O kadar büyük olur ki aklı başında kimse
evet demez.”
“Beverly’nin evet dediğini varsayıyorum?” Owen
doğrudan ona baktı.
“Anlaşılan yeterince istemedin.”
“Otuz bin?” Genie sakin bakışıyla ona baktı.
Owen soğuk çayında boğuluyordu.
“Yok artık!” dedim.
“Evet.” Hâlâ saçını çekiyordu. “İkinci bir düğün planla­
madığını ve bunun ne kadara mal olduğunu da umursama­
dığını söyledi. Ben de ona geri döneceğimizi söyledim. Ne
diyorsun?”
“Bu çok fazla para...” Değerini vermemizin imkânı yoktu.
“Ben de öyle düşündüm.” Genie canlı biçimde gülümsedi
ve beni yanlış anladığını fark ettim. Ayağa zıpladı, Owena
doğru “tanıştığıma memnun oldum” bakışı attı ve uzaklaştı.
Umutsuzlukla arkasından baktım.
Owen sanki tüm bu süre boyunca nefes almamış gibi
nefes verdi. “Bu ablan mı?” Tişörtünün soluk pembesini
izledi. Omuz silktim; buna alışmıştım.

Bir kek nasıl otuz bin dolar eder? O gece geç saate kadar
uyanık kaldım ve Genie ye ulaşmaya çalıştım. Ona vazgeç-
246 Ruth Reichl

meşini söylemek istedim ama anlaşılan bunu beklemişti.


Telefonu doğrudan telesekretere düşüyordu.
Sabah Sproul Plaza boyunca yürüdüm ve Genie’nin üç
ev arkadaşıyla paylaştığı daireye gittim. Kapıyı açtığında
üzerinde iç çamaşırı ve tişörtü dışında bir şey yoktu. Gözle­
rinde küçük kırmızı çizgiler ve yanaklarında maskara vardı.
Arkasından yüksek sesli bir horlama geldi, dağınık kanepede
uyuyan yarı çıplak bir adam gördüm, etrafında boş şişeler
ve taşan küllükler vardı. “Üzgünüm.” Gözlerimi takip etti.
“Zor bir geceydi.”
“ Biraz kahve yapacağım.” Döküntünün içinden geçtim.
“Bu pastayı yapamayız. Üzgünüm ama otuz bin çılgınlık.”
Genie banyoya gitti ve dişlerini fırçalamaya başladı. “Üç
yüz kişi için.” Ağzında diş fırçası vardı ve kelimeler ağzından
anlaşılmaz çıkıyordu. Ağzını çalkaladı. “ Büyükleri araştırdım
-R on Ben-Israel ve Sylvia Weinstock—ve ne ücret aldıkla­
rına baktım. Özel siparişler için bu paraları hep alıyorlar.”
“Pastalarını gördün mü?” Kahve öğütücüsünün sesini
bastırmak için bağırmak zorunda kalmıştım.
“ Biz onlar değiliz. Onlar gerçekten ne yaptıklarını bili­
yorlar. Biz sadece Santa Barbara’dan kek yapmayı bilen iki
kardeşiz.”
“Beverly’yi rahatsız etmiyorsa...” yatak odasına gitti ve
kapalı kapıdan seslendi, “... seni neden rahatsız ediyor?”
Buna yanıtım yoktu. “Yanlış hissettiriyor.” Bulabildiğim
tek şeydi. “Utandırıcı.”
“Bana öyle hissettirmiyor.” Lavanta rengi ipek bir bornoz
içinde yatak odasından çıktı, birden çok daha uyanık
göründü. Kahve kokusu havayı doldurdu ve bira kokusunu
sildi. “Benimkine bolca süt koy,” diye ekledi, “ve şeker. Ener-
Tatlı Hayat 247

jiye ihtiyacını var.” Sütü kokladım -tam bozulmamıştı- ve


fincanına koydum. Üç çay kaşığı şeker attım ve karıştırıp
verdim.
Büyük bir yudum aldı ve iç geçirdi. “Daha iyi.” Bir yudum
daha aldı. “Mezuniyet mayısta, bu da bize sonrasında eve
gidip pastaya konsantre olmak için üç hafta veriyor. Bunu
bir düşün, Billie; bu yaz çalışmak zorunda kalmayacağız!
Hukuk fakültesine başlamadan önce boş zamanım olacak.”
“Neden şimdi başlamıyorsun? Uyumaya zaman ayırıyor-
musun?”
“Çok değil.” Bir yudum daha kahve aldı. “Son dakikada
genel ortalamamı patlatacak değilim.”
“Şimdiden Yale Hukuk’a girdin. Öylesine bir A eksi
gerçekten önemli mi?”
Genie iğneli bir bakış attı. “Konuyu değiştirme; pastadan
bahsediyoruz. Bir fikrim vardı.”
Masasına gitti ve eskiz defterini aramaya başladı. Kahve­
sinden derin bir yudum aldı ve çizmeye başladı. Kalemin
sayfanın üzerinde hafifçe kaymasını izlerken, yine, neden
hukuk fakültesine gittiğini merak ettim. Anneme daha
çok benzemek için mi? Parmaklarının altında bir manzara
şekillenmeye başladı, her birinin üzerinde farklı bir çiçek
olan yüzlerce küçük kapkek. Ben izlerken küçük kekleri
mükemmel bir on sekizinci yüzyıl bahçesi oluşturacak
şekilde katmanlara ayırdı.
“Tatlarını düşünmeye başla,” dedi. “Gülsuyu, lavanta,
portakal çiçeği... sen bulursun.”
“Bunu becerebileceğimizden emin misin?” diye sordum.
“Elbette!” En ikna edici gülümsemelerinden biriyle
gülümsedi. “İnanılmaz olacak!”
248 Ruth Reichl

Genie mezun oldu ve Santa Barbara’ya eve döndük.


Sonraki üç hafta boyunca o pastayı yaşayıp onu soluduk.
Genie ve Melba Teyze tasarımlarla uğraşırken ben gülsuyu,
portakal yağı ve safranla deneyler yaparak her bir küçük
kekin tam tadını bulmaya çalıştım. Bir sabah bir safran
karışımı demledim; un, süt ve yumurtayla karıştırdım,
karışımın renk alarak canlı altın rengine dönüşmesini
izledim. Parmağımı daldırıp yaladım. Çok mu güçlü?
Yayılan renkten büyülenmiş halde seslendim. “Biri gelip
şunun tadına baksın.”
Melba Teyze’nin parmağı karışıma daldı ve ağzında
kayboldu. “Sen bir dâhisin. Tadı görünüşünden bile iyi.”
Yeniden daldırdı.
“Genie nerede?”
“Banyoda. Kendini çok iyi hissetmediğini söylüyor.”
“İkimizden de daha sıkı çalışıyor.” Neden onu savunmak
zorunda hissettim ki?
“O hep sıkı çalışır.” Melba Teyze parmağını yeniden
daldırdı ve düşünceli biçimde yaladı. “Bu harika.”
“Harika olan ne?” diye sordu Genie mutfağa gelerek.
Kaşığı uzattım ve tereddütle yaladı. Yanaklarının kızardığını
fark ettim.
“İyi misin?”
“İyi,” dedi. “İyiyim.”
Düğün yaklaştıkça günlerimiz de uzadı. Melba Teyze’yle
ben gece yarısı tükenmiştik ve bırakacaktık ama Genie
yorulmak bilmez görünüyordu. Bizi bu işe o sokmuştu.
Sabah geldiğimizde mutfağı biz uyurken yaptığı inanılmaz
çiçeklerle dolu bulurduk.
Tatlı Hayat 249

Düğün sabahı, her biri elyapımı bir çiçekle süslü iki bin yüz
küçük keki Melba Teyze’nin minibüsüne doldurduk ve Jack-
son ların malikânesine giden uzun, dolambaçlı, ağaçlarla çevre­
lenmiş giriş yoluna sürdüm. Evin önünde dik bir eğim vardı,
iyice yavaşlayarak evin uzak ucunda kurulmuş devasa çadıra
baktım. Çiçekçiler, servisçiler ve müzisyenler yoğun çabayla
çadırı düğün için harikalar diyarına dönüştürmeye çalışıyordu.
Haziranın ilk günlerine göre hava sıcaktı, pastaların
erimesi riskini almak istemedik. Kekleri klimalı mutfağa
yığdık: manzarayı çadırın içinde, kademe kademe, yavaşça
inşa edecektik.
“Taşıma işini ben yaparım.” Genie yorgun ve gergin
görünüyordu.
“Tamam,” diye kabul ettim ve kekler mutfaktan gelirken
zemini hazırlamaya başladım.
Tüm öğleden sonramızı aldı ama bahçe bir araya gelince
Genie’nin haklı olduğunu anladım: Küçük kek yığını
çizimin kendisinden bile daha güzel olmuştu. Nefes kesi­
ciydi, bir Monet tablosu gibiydi, birkaç kişi izlemek için
çadırın altına toplandı.
Son dokunuşlar için hazır olduğumuzda kalabalık
artmıştı. Kuaförler fön makinelerini kapattılar ve ani sessiz­
likte müzisyenlerin akort yaptıklarını duyabildik. Sonra
müzik durdu, çalanlar bize katılmaya gelince flüt ve kemanlar
sessizleşti. Servis işiyle uğraşanlar parlattıkları gümüş kaşık­
ları yerleştirirken metal sesleri geldi. Buz küplerini güneşte
erimeye bırakarak barmenler de geldi. Ben bir merdivene
tırmanırken nedimelerin gergince kıkırdadığını, Genie ilk
katmanı verince hafif bir dalgalanmanın olduğunu, kala­
balığın ortaklaşa nefesini tuttuğunu duyabildim. \avaşça
250 R u th Reichl

yerine yerleştirirken çadırda bir iç geçirme dalgalandı. Işıklar


parlaktı ve Genie arka arkaya katmanları bana verirken şahe­
serini tamamlayan bir sanatçı gibi hissettim.
Minyatür bir çardak altında küçük gelinin küçük
damadın yanında durduğu son katmana gelmiştik. Yer
değiştirmeyi teklif ettim böylece pastayı Genie tamamlaya­
caktı; sonuçta bu onun icadıydı. Ama reddetti. “Ben gidip
son katmanı alırım. Lavaboyu kullanmam gerek,” diye
seslendi omzunun üzerinden. “Sen zaten merdivendesin.”
Evin içinde kayboldu.
Geri çıktığında hepimiz araç girişini geçerken onu
izledik, gözleri kucağındaki pastanın üzerindeki iki küçük
figüre odaklanmıştı. Dönemeçten fırlayarak gelen Jaguarı
hiç görmedi. Beverly nin kardeşi frenlere asılınca kauçuk,
asfaltın üzerinde titrerken çıkan tiz sesi de duyduğunu
sanmıyorum. Genie havalandı, pasta da öyle ve asılı kaldı.
Ve sonra ikisi de düşüyordu, hareket o kadar yavaştı ki yere
hiç ulaşamayacak gibiydi.

“Kurtuldu mu?” Sammy beni ürküttü. Sesi çok uzaklardan


geliyormuş gibiydi.
Yavaşça kafamı salladım.
“Yani bana bazen adını andığın ablanın neredeyse iki
yıldır ölü olduğunu mu söylüyorsun?”
Başımla onayladım. “Ama ölmesi gereken bendim. O
araba benim içindi.” Son sözcükte sesim çatallandı. “Genie
merdivene çıkmalıydı. Benim hatamdı.”
Sammy sertçe omzumu yakaladı. “Hayır, Billie.” Sesi
sempatikti ama başka bir şey daha duydum. “Senin hatan
değildi. Trajik bir kazaydı.”
Tatlı Hayat 251

“Anlamıyor musun? Melba Teyze Kek Kardeşleri


Genie’den daha iyi olduğum bir şeyler yapabileyim, diye
düşünmüştü! Bunu benim için yaptı.”
Onun, babam ve Melba Teyze’nin yaptığı gibi tartışma­
sını, suçlu hissetmem için bir neden olmadığını söylemesini
bekledim. Ama Sammy sadece orada oturdu, sessizce sırtımı
ovdu ve ağlamama izin verdi. Birkaç dakika sonra kaslarımın
ellerinin altında gevşemeye başladığını hissettim.
“Bana şimdi anlatmana neden olan ne?”
Lulu’nun mektubu olduğunu, artık herkesin ona daha
farklı baktığını ve kötü şans getirdiğini hissetmesi olduğunu
sanmıştım. Genie öldüğünden beri ben de tam olarak böyle
hissediyordum.
Tüm bu berbat hikâyeyi bilen herkesten kaçtım ve
bilmeyen herkesten de sakladım. Genie’nin gerçekten öldü­
ğünü kendime bile itiraf edememiştim. İnsanların bana
baktıklarında, omzumun ötesinden telgrafçı adamı göre­
cekleri ve trajik haberlerini bekleyecekleri bilgisine katlana­
madım.
Ben sözcükleri sıralarken Sammy sabırla bekledi. Sonra
saklamaktan bıkmış halde kelimeleri bıraktım. “Lulu ‘Hayat
çok hızlı değişebilir, bir an mutlusun diğerinde değilsin
yazdığında her şey geri geldi. Çünkü o anda benim için her
şey değişti.”
“Billie, Billie, Billie.” Sammy’nin elleri omuzlanma
gömüldü. “Nasıl bu kadar kör olabilirsin? Değişim iki türlü
de olur. Bu anlan kabul etmeli, yaşamalı ve bırakmalısın.
Çünkü o dakikaya sıkışmana izin verirsen bir daha hiçbir
şey değişmez.”
“Ne diyorsun?”
Ruth Reichl

Sana işler kötüye gidebiliyorsa tersinin de olabileceğini


söylüyorum. Ama ancak sen kendini olasılıklara açarsan.
Lulu nun yaptığı gibi. Onu bu kadar çekici yapan şey de bu
zaten.”
Düşünecek çok şey vardı. Gergindim. Artık kendimle
veya kardeşimle ilgili konuşmak istemiyordum.
“Başka mektup var mı?” diye sordum.
Sammy iç geçirdi, bu anın gitmesi konusunda isteksiz
olduğunu anladım. Konuşmaya devam etmek istiyordu ama
zorlamadı. “Sadece bir tane,” dedi klasörün içine bakarak.
Kolunu bana doladı, kendine çekti ve ben de beraber okuya­
bilmemiz için ona sokuldum.

15 HAZİRAN 1944

S evgili B a y Beard,

H a klıyd ın ız; B a y a n C. için y e m e k y a p m a k d a h a iyi hisset­

m e m e n ed en oldu. B a n a Noel'de öğrettiği panettoneyıi y a p tım

ç ü n k ü ce n a zed e n sonra b u n u servis e tm e n in h o şu n a gideceğini

düşün düm .

C en a ze g ü zeld i. P a d u a St. A n th o n y K ilisesin d e ya p ıld ı,

ila h iyi d in lerken B a y a n C .nin ba n a söylediklerini ha tırla d ım .

K ilise in şa ed ildiğinde tü m İta lya n aileleri k a tk ıd a b u lu n ­

m u şla r ve o d a k ü ç ü k k ırm ız ı bir arabayla m a h a lle d e dolaşıp

işçiler için y iy e c e k toplam ış.

A y in b ittiğ in d e h e p im iz evlerine g ittik . İn sa n la r a yn ı a n d a

a ğ lıyo r ve k a h k a h a atıyorlardı, b ü y ü k a n n e m ö ld ü ğ ü n d e b iz im

e v d eki d u r u m d a n çok fa r k lıy d ı. B a y a n C. panettoney* benim

y a p tığ ım ı herkese s ö yled i ve sonra beni öptü. A y rılm a d a n önce

1 Üzümlü kek. (ç.n.)


Tatlı Hayat 253

ona bir daha beni görmek istemeyeceğinden çok korktuğum u


söyledim, bana hafifçe vurdu ve pazzesca, deli dedi. Kötü
zam anlarda bizi seven insanların yardım edebileceğini söyledi.
Sonra beni kocaman kucakladı ve Marco’nun geri gelmeyece­
ğini am a anılarının hâlâ onda olduğunu, birbirimizin yanında
olduğum uz için m utlu olduğunu söyledi. Ailesinin bir parçası
gibi hissettim , eve giderken çok daha iyiydim.

Arkadaşınız,
Lulu
1 Nisan Şakası

Sammy ve ben artık aynı gizli dili paylaşıyorduk, ne zaman


kötü bir şey olsa -yağmur durmazsa, bir tencere taşarsa,
birisi bize gelen taksiyi kaparsa- bana dönüp ağzıyla sessizce,
“Pazzesca!”1 yapıyordu.
Küçük bir şeydi ama kendimi güvende ve dünyaya
sakince demirlemişim gibi hissetmemi sağlıyordu. Birbiri­
mize sahiptik. Sanırım bu yüzden sonunda oyalamayı kesip
lens aldım.
Ben çok fark görmedim ama Sammy sevinçliydi. “Seni
yeni bir kuaföre de ikna edersem sonunda insan ırkına katı­
labilirsin.”
“Şansını zorlama,” diye uyardım.
“Pazzesca!” dedi ve kahkahalara boğuldum.
I Italyancada çıldırmış.
Tatlı H ayat 255

Bu yeni rahatlık kütüphanedeki kötü zamanı atlatma­


mıza yardımcı oldu. Lulu kaybolmuştu.
Önce gizli kelimenin “panettone” olduğuna ikna
olmuştuk, tam bir hafta boyunca bunu izledik; ekmeğin
arka planını öğrenip bölgesel olarak taradık ve kullanılan
farklı malzemeleri araştırdık, sonunda yenilgiyi kabul ettik.
Bertie daha aldatıcı olmuştu, zihnini okumak için daha sıkı
çalışıyorduk.
“Peki ya paralel dünya?” dedim. “Belki ‘kek’?”
Ama o da sonuçsuzdu. Noel ekmeklerini araştırarak bir
hafta daha geçirdik: “kugelhopf”, “la pompe des rois, ” \‘jule-
kage. ” Telaffuz edilemeyen “joululimppu\ geldiğimizde
ikimiz de yanlış iz üzerinde olduğumuzu itiraf etmeye
hazırdık.
Zaman tükeniyordu. Havalar ısınıyordu, Fontanari’ye
yürürken St. Patrick’in Eski Katedrali’nin duvarlarının
üzerinden ağaçlardan çıkan küçük yeşil filizleri görebili­
yordum. Mart ortasında bir gün elimi kaba tuğla duvara
sürdüm ve Lulu’nun Padua’lı Aziz Anthony Ayini’ni nasıl
anlattığını düşündüm. Bu bana bir fikir verdi.
“En önemli azizler hangileri?” diye sordum Rosalie’ye
dükkâna gidince.
“Farklı görünüyorsun. Dindar mı oldun?”
“Hayır, sadece lens.”
“Ben sana demedim mi? Bak ne kadar iyi görünüyorsun!”
İçgüdüsel olarak bana sarıldı. “Belki şimdi saçını da kestire­
bilirsin?”
“Azizler,” dedim. “Bana azizlerden bahset.”
“Herkesin kendi sevdiği vardır.” Hafifçe kaşlarım çattı
ama görünüşümle ilgili konuşmaktan vazgeçti. Başım
R u th Reichl

belada olduğunda Aziz Anthony’ye dua ederim; hep en


sempatiği o gibi görünür. Ama Sal, Aziz Jude taraftarıdır,
bilirsin ümitsiz vakaların koruyucu azizi.”
“Hiç öyle değil!” Sal kasayı dolduruyor ve her bir peyniri
en çekici tarafı müşterilere bakacak şekilde yerleştirene kadar
döndürüyordu.
“Benimki Aziz Bartholomew’dur; peynircilerin koruyucu
azizidir. Ama Willie azizlerin arasında ipucu arayamazsın,
çok fazla var.”
Bu konuda haklıydı. Dini bakış açısı bizi bir yere götür­
meyince “küçük kırmızı araba”yı ve sonra umutsuzca
“büyükanne”yi denedik.
Nisan ayı yaklaşırken başladığımız yerdeydik; Bertie
kesinlikle daha aldatıcıydı. Sonraki iki hafta boyunca
mektupları tekrar ve tekrar okuduk ama bir sonraki ipucunu
bulamadık.
Meteoroloji uzmanı 1 Nisan için şiddetli bir yağmur
fırtınası tahmininde bulunuyordu ve bu da ruh halime
tam olarak uyuyordu. Şimşek ve gök gürültüsüne razıydım,
sonuçta birkaç saat için yağıp sonra denize giden önemsiz
bir yağmurdu. Sonrasında kuru, güzel bir hava vardı, ertesi
gün Sammy beklenmedik güneşle sevinçli halde konağa
geldiğinde ona hırladım.
“Neden bu kadar neşelisin? Nisan ayındayız ve altı
haftadır mektup bulamadık.”
“Bu projenin,” diye yanıtladı, “sonuna varmış olduğumuz
olasılığını düşünmemizi öneriyorum.”
“Hayır!” Hatalı olduğundan emindim. “Bulduğumuz
son mektubun tarihi Haziran 1944’tü. Savaş bir yıl daha
sürdü. Ona yazmaya devam etmiş olmalı.”
Tatlı Hayat 257

“Belki de mektupları artık Leziz/e göndermedi. Veya


belki de Bertie projeden bıktı. Bir sürü olasılık var. Benim
ertelemeye ihtiyacım var. Bir gün için beni hoş görsen?”
“Nasıl?” Daralan zamanımızdan endişelenerek takvime
baktım.
“Bana soru sorma. Bir öğle yemeği keşfine çıkacağız.”
Öğlen beni Washington Sokağı’nda kuzeye götürdü ve
12. Sokakta Little West’ten batıya dönüp Onuncu Caddeye
çıkardı. “Nereye gidiyoruz?” diye sorup durdum ama küçük
butiğe gelene kadar söylemeyi reddetti. Geriye çekildim ama
Sammy kolumu yakaladı ve beni içeri soktu.
“Hermione müsait mi?” diye sordu tezgâhın arkasındaki
kadına. Yanıt olarak bir sürü siyah buklesi olan zayıf genç bir
kadın bize doğru geldi ve kendini aşırı sevinçle Sammy nin
kollarına attı. “Neredeydin?” diye çığlık attı ona sarılarak.
Biraz rahatladım. Yuvarlak yanakları, kırmızı dudak­
ları, vahşi saçıyla şehrin yukarısındaki dükkânlarda gezinen
soğuk ve kibar satışçı kadınlara hiç benzemiyordu. Ellerini
kalçalarına koydu ve Sammy ye döndü. “Seni Fas’ta bıraktı­
ğımda arayacağına söz verdin. Ve bu ne kadar önceydi?”
“Çok uzun zaman,” diye itiraf etti Sammy beni ona doğru
çekerek. “Bu arkadaşım Billie, bir değişim düşünüyor. Sence
ona yardımın dokunur mu?”
Hermione açıkça beni inceledi, gözleri tepeden aşağı
gezindi.
“Sakıncası var mı?” Dokunmak için uzandı. “Bu torba
gibi kıyafetlerin altında ne olduğunu anlamak zor.” Havaa-
lamndaki güvenlik görevlileri gibi hafifçe dokundu ve çığlık
attı. “Çok incesin!” Sammy’yi bir sandalyeye yönlendirdi.
“Otur! Seni büyüleyeceğiz. Ne eğlence! Beni dükkanda
2S8 R u th Reichl

çekiştirdi ve kollarını ince etekler, dar pantolonlar, paskalya


yumurtası renginde kazaklarla doldurdu.
“Sadece bir fikir edinmeye çalışıyorum.” Beni değişim
odasına doğru dürttü. “Sende hangi renklerin güzel durdu­
ğunu görmek istiyorum.” Pantolon rafının önünden
geçerken bir tane aldım. Hermione etiketine baktı ve hafifçe
homurdandı. “Kırk iki mi?” Elimden aldı. “Şaka yapıyorsun,
değil mi?” Otuz altı bedenle değiştirdi.
Şüpheyle kumaş parçasına baktım. “Buna sığmam
imkânsız.” Fermuarı çekerken hâlâ itiraz ediyordum.
“Mükemmel!” Sesi gururluydu. “Sanırım elbiselerinin
çoğunu ucuzluktan alıyorsun.”
O kadar belli miydi? “Moda söz konusu olduğunda
oldukça çaresizim,” diye itiraf ettim.
Mor, ipek bir bluz verdi. “Bunu dene. Senin vücudun
için cinayet işleyecek kadınlar tanıyorum. Ve iddiaya varım
spor salonuna bile gitmiyorsun.”
Bana kıyafetleri verip sanki orada yokmuşum gibi analizler
yapması çok garipti. Canlı bir oyuncak gibi hissettim. Bana
bir bluz daha verdi. “Bunu giy. Yeşil zor bir renktir.” Geri
çekilerek dikkatle beni inceledi. “Ama anlaşılan senin için
değil; bu harika. Şunu da bir deneyelim.” Bir kırmızı kazak.
Bir sarı kazak. “Sende güzel durmayan bir renk var mı acaba?
Ve bunu giyip etrafta dolanıyorsun.” Yıpranmış haki kazağı
yerden aldı, sonra bir anlık düşünceyle bej pantolonumu
da aldı. İtiraz etmek için biraz ciyakladım ama geri almama
izin vermedi. “Değişimi kucakla! Dur! Şimdi aklıma bir fikir
geldi. Mükemmel olacak bir şeyim var.”
Eski kıyafetlerimi götürürken beni ilk defa aynaya baka­
bilmem için yalnız bıraktı. Daha önce fark etmediğim bir
Tatlı H ayat 259

bel vardı ve bu pantolonlar gerçekten kalçalarımı çıkarmıştı.


Yana döndüm; vücudum mu değişmişti?
“Bunu dene.” Hermione geri dönmüştü, gökkuşağı renk­
lerinde şifondan çok ince bir elbise verdi, o kadar hafifti ki
ayışığındaki ateş böceklerini düşündüm; renkler her hare­
kette değişip göz kırpıyordu. Giydim: Korsesi göğüsle­
rimle belime sıkıca oturdu, etek bir tütü gibiydi ve baştan
çıkarıcı biçimde bacaklarıma sürtüyordu. Bırakın giymeyi,
gördüğüm en kadınsı elbiseydi. Sevmiştim.
“Git Sammy’ye göster.”
Fiyat etiketine baktım. “Ah, hiç sanmıyorum...”
“Göster ona!” Beni deneme odasından dışarı itti.
Sammy ön tarafta oturuyordu, gözleri dikkatle bir
dergide geziniyordu. Elbise bana cesaret verdi ama birden
Hermione’nin oyuncak bebeğinden fazlası olmak istedim.
Gri, erkek ceketi kadar resmi bir ceket aldım ve elbisenin
üzerine giydim. Hermione’nin kafasını kaldırdı. “Ah,
Tanrım!” dedi. “Bu mükemmel! Bunu nasıl düşündün?”
Beni yeniden deneme odasına götürdü ve aynaya bakmamı
sağladı. “Ve bir de modadan anlamam demiştin!”
Kombinasyon harikaydı: Ceketin ciddiliği elbisenin
inceliğini öne çıkarıyordu. Hermione denediğim kıyafet­
lerin hepsini topladı. “Bunları unut. Çıkıp etrafına bakmanı
istiyorum. Hoşuna giden her şeyi al; bedeni veya nasıl giye­
ceğin konusunda endişelenme. Sadece sana uyan her şeyi
bana getir. Hem de her şeyi.”
Şaşkın halde bana çekici gelen şeyler için dükkânı
dolaştım. Elbisenin kumaşının bacaklarıma değdiğini hisse­
debiliyordum, hiç düzeltmeden içgüdülerime göre hareket
etmeye, gözüme çarpan her şeyi almaya başladım, tik akında
260 R u th Reichl

birkaç basit kesimli ama renkli elbise aldım ve deneme


odasına geri döndüm, uzun turuncu çorapların üzerine kısa
kırmızı bir etek ve İncili bir tişört giyerken Hermione’yi
görmezden geldim. Kollarını birleştirip hiçbir şey söyle­
meden izledi.
Sonra siyah pantolon ve yumuşak beyaz keten gömlek
denedim, gömleğin kabarık kollarıyla düğmeli manşetleri
bileklerimi kapladı. Uzun Viktorya tarzı yeleği giydim ve
etrafımda döndüm, etkisini sevdim. Hermione gülümsedi.
Siyah erkek gömleği ve siyah pantolon giyince havadan
yapılmış gibi yumuşak kırmızı süet bir ceket ekledim.
“Harika!” dedi Hermione. “Bu renkler sende çok iyi
durdu!”
“Sadece oynuyordum,” dedim özür diler gibi. “Aslında
bu ceketi giyecek cesaretim hiç yok.”
“Neden olmasın? İnanılmaz görünüyorsun. Bunun gibi
kıyafetler için vücudun mükemmel. Git Sammy’ye göster.”
“Şaka yapıyorsun, değil mi?”
“Hayır! Lütfen bana inan: İyi bir gözün ve kendine has
bir stilin var. Sadece bunu bilmiyordun. Git Sammy’ye
göster,” diye tekrarladı beni deneme odasından dışarı
iterek.
“Kadın çıldırmış!” dedim Sammy’yi görünce. “Kesinlikle
aklını kaçırmış. Bu saçma kıyafetin iyi göründüğünü düşü­
nüyor.”
“İyi görünmüyor.” Sammy etrafımda dönüyordu. “Büyü­
leyici ve garip biçimde kibar görünüyor. Pazzesca olmuş!”
“Sen ciddi misin?” Yumuşak cekete dokundum. Daha
önce giydiğim hiçbir şeye benzemiyordu ama doğru gibiydi.
Rahat. Sanki bana aitmiş gibi. Genie beni böyle giyinmiş
Tatlı H ayat 261

görse ne düşünür acaba? Ama yanıtı biliyordum: Genie


evden çıkmama izin vermezdi. Kapının önünde durur ve
aptal olma, derdi. Sonra Melba Teyze’yi düşündüm; bu
kıyafet için o ne düşünürdü?
Deneme odasına geri döndüm, uzun keten gömleği
ve Viktorya tarzı yeleği giydim. Aynada kendime baktım,
gördüğüm hoşuma gitti ve geri döndüm.
Sammy, Hermione’ye döndü. “Paketle, lütfen. Hepsini
alacağız. Ve bunları...” Hermione eski kıyafetlerimi tutu­
yordu. “Yak onları!”
“Ama bunları ödeyemem!”
“Ben yanlış mı hatırlıyorum? Baban Kek Kardeşlerden
gelen gelirle senin için bir hesap açmadı mı?”
“Ama otuz yaşına gelinceye kadar ona dokunamam!”
“Sadece babandan küçük bir avans istemen gerek.”
Sammy uzandı ve manşetine dokundu. “Buna uymaktan
çok memnun olacağına eminim.” Hermione’ye geri döndü.
“Paketle lütfen,” dedi tekrar, ihtişamla. “Ve benim eve
gönder. Ne yazık ki arkadaşımın hayatını kolaylaştıran
şeyleri yok. Kapıcısı yok.”
Kolunu bana uzattı. “Gidelim mi? Böylesi nazik bir yara­
tığa eşlik etmekten son derece memnun olacağım. Talihli bir
adam gibi hissetmeme neden oluyorsun. Bu günden iyi bir
sonuç bekliyorum, Lulu’dan gelen kayıp yazışmaları bulaca­
ğımıza dair beklentim büyük.”
Ama konağa geri döndüğümüzde bulduğumuz Ruby’deıı
gelen bir mesajdı. Onu hemen aramamı istiyordu.
“Ah, Billie,” dedi genelde düz sesinde bir heyecan kıvıl­
cımıyla. “Bay Pickvvick emlakçılarıyla yeni görüştü ve yola
çıktılar. Konağı satacak!”
2t>2
R u th Reichl

Son beş aydır bu anı bekliyordum ama yine de nefesim


kesildi.
“Sen iyi misin?” diye sordu, sessizce duvara baktığımı ve
telefona sarıldığımı fark ettim.
“Evet, iyiyim.” Aklım başka yerdeydi. Ne kadar zama­
nımız vardı? H afif sersemlemiş halde Sammy’nin ofisine
daldım. “Her an burada olacaklarını söyledi.”
Yüzü kül gibi oldu. “Gelmeleri yakın mı?” Bakır
çaydanlık, halılar, ördek presi ve kılıca bakarak çaresizce
küçük bir mimik yaptı. “Bizi habersiz yakalamaları ne kadar
kötü oldu. Önceden uyarı geleceğini ummuştum. Bu bana
kişisel eşyalarımı almak için yeterli zaman bırakmıyor. Ne
yapacağız? Kendimi göstermemem gerektiği ortada.”
“O ‘Temizlenmemiş’ bantlarını sakladın mı? Kapının
üzerine yapıştırıp kapını kilitleriz. Anahtarım yok derim.”
Kapıyı kapattık ve Sammy kilidi çevirdi, ben uzun sarı
bantlarla kapıyı çapraz bantlarken anahtarı cebine attı. Yapış­
tırma işiyle uğraşırken Sammy beni izledi. “Seni terk etmek
istemiyorum. Ama şimdi gitmeliyim. Hiçbir koşul altında
bu insanları kütüphaneye alma. Anahtarın uzun zaman önce
gittiğini unutma. Talihimiz varsa seçtikleri çilingir New York
tüccarının normal tembelliğiyle hareket eder. Bu bize biraz
zaman kazandıracak.”
“Sen nereye gidiyorsun?”
“Fales Kütüphanesine uğrayacağım. Bu üzücü gelişmeye
rağmen şansımız olduğunu düşünmeye devam ediyorum.
Fales bildiğin gibi Amerika’nın en büyük antika-yemek
kitabı koleksiyonunu içeriyor.”
“New York Üniversitesi mi? Radcliffe’teki kütüphanenin
en büyük koleksiyona sahip olduğunu sanıyordum.”
Tatlı Hayat 263

“Eskiden öyleydi. Fales, RadclifFe’i gölgede bıraktı, New


York’ta uzmanlaştılar. Hayırlı görünüyor; belki oradan biri-
leri Bertie’ye dair bir şeyler biliyordur.”
“Hayırlı!” Kelimeleri hâlâ beni güldürüyordu.

Zil çaldığında Sammy binadan yeni çıkmıştı. Soylu bir


çift yavaş adımlarla lobiye girdi ve değerlendiren bakışlarla
etrafa baktılar. “Joan-Mary Whitfıeld,” dedi kadın kahve­
rengi çocuk eldivenlerini çıkarıp güzel biçimde manikürlü
tırnaklarıyla düz, beyaz elini uzatarak. Devetüyü rengi
montu dalgalı bir küt şeklinde kesilmiş saçlarının devamı
gibi omuzlarında kaygısızca asılıydı. Boynuna ustalıkla ipek
bir şal sarmıştı ve renkli atnalı baskısında “Hermes” yazısı
mükemmel biçimde görünüyordu. Çizmeleri en yumuşak,
tek bir kar tanesi altında eriyen türden deridendi. Her
zaman böyle güzel miydi, yoksa orta yaşlarında daha çekici
olan kadınlardan mıydı merak ettim.
“Ve bu...” adamı gösterdi, “... meslektaşım Christopher
Van Patten.”
“Chris,” diye düzeltti adam kadınınki kadar bakımlı elini
uzatarak. Uzun ve sağlam yapılıydı, odaya hükmetmeye
alışık gibi görünüyordu. Yeni kıyafetlerime değer biçtiğini
fark ettim ve Sammy’nin haklı olduğunu düşündüm; bu
özel dikim takım içindeki adam bana saygıyla bakıyordu.
Bu hoşuma gitti. Gözleri beni geçip merdivenin üzerindeki
avizeye takıldı. “Bu büyük bir zevk.” Sesi bilinçli olarak
derindi, sanki o derin bas sesi çıkarmak için bir ses eğitimci­
siyle çalışmıştı. “Timbers Konağinın önünden çok sık geçer
ve içerisinin nasıl olduğunu merak ederdim.”
“Mitch’i beklemek istemiyor musun?”
264 Ruth Reichl

Kadın suratını astı. “Fiyatını düşününce zamanında


gelmesini bekliyorsun.” Bana doğru baktı ve açıkladı.
“Binaya değer biçmesi için bir mimari tarihçiden yardım
istedik.” O anda zil çaldı. “Bu o olmalı.”
Kapıya gittim ve merdivenlerde tanıdık birini görünce
şaşırdım. Bir an için orada öylece dikilip gülümsedim.
Burada ne yapıyordu?
“Bu o değil,” dedim omzumun üzerinden.
Bay Şikâyetçi yıpranmış kot pantolonu, spor ayakka­
bıları ve eski bir denizci montuyla duruyordu. Sırtına bir
sırt çantası asmıştı, saçları bir süredir kesilmemişti ve sakalı
uzundu, bu ona aylardır ilk defa karaya çıkmış bir denizci
görüntüsü veriyordu. Beni gördüğüne sevinmiş ama sanki
buna şaşırmış gibiydi. Rosalie’nin onu gecikmiş bir 1 Nisan
şakası olarak gönderip göndermediğini merak ettim. “Buraya
nasıl geldin?” diye sordum.
“Yürüdüm.” İçeri girmek için hamle yapmadı, onun da
hafif şaşkın bir ifadesi olduğunu fark ettim. Belki de onu
Rosalie göndermemişti? “Önlük giymediğin zaman çok
farklı görünüyorsun. Dur... farklısın. Gözlük takmıyorsun!”
diye konuştu.
“Lens aldım.”
Görünüşe göre hep böyle giyindiğimi düşünmüştü,
bu fikir hoşuma gitmişti. Sammyye göre ben kelebeğe
dönüşen tırtıldım ama Bay Şikâyetçi için bu gerçek dünya­
daki görünüşümdü. Açık bir hayranlıkla beni seyrediyordu,
bu kendime güvenmeme, hatta biraz sersemlememe neden
oldu.
Arkamda Joan-Mary sabırsızca seslendi: “Duydum seni
Mitchell Hammond. Bizi bekletme.”
Tatlı Hayat 265

“Sizin tarihçiniz değil,” diye tekrarladım ve o anda Bay


Şikâyetçi konuştu. “Hemen geliyorum.”
Zıpladım. “Sen mi?” Suçlama gibi olmuştu. “Sen
Cambridge’de ders vermiyor muydun?”
Beceriksizce onayladı ve elini uzattı. “Mitch Hammond,
Mimarlık Tarihi 346. Harika sonuç çıkarma güçlerim
SüperPeynirKız’ı oynamadığın zamanlar gazeteci Billie
Bresline dönüştüğünü söylüyor. Sanırım bunu tahmin
etmeliydim ama biraz yavaş anladım. Wilhelmina: Billie,
şimdi anlam kazanıyor.”
En az onun kadar rahatsız biçimde elini tutum. İkimiz
de onun için neler yazdığımı hatırlıyorduk. Ama elimi güçlü
biçimde sıktı, yazı hakkında hissettiklerini ardında bıraktı­
ğını hissedebiliyordum. Uzun zaman olmuştu.
İçeriden Joan-Mary yeniden seslendi. “Mitch!” Şimdi
sesi daha acil havası veriyordu.
“İçeri girsek iyi olacak,” dedi. “Önden buyur.”
“İşte buradasın!” Joan-Mary onu her iki yanağından birer
kez öptü ve Chris elini sıktı. “Lütfen başlayabilir miyiz?
Yapacak çok işimiz var.”
Joan-Mary merdivene baktı. “Asansör yok mu?”
Bay Şikâyetçi’nin arkamda olduğunun farkında olarak
yanıtladım. “Hayır. Üzgünüm.” Ve anında neden özür dile­
diğimi merak ettim.
“Tanriya şükür,” dedi.
“Ama bu, binayı daha değerli yapardı,” dedi Joan-Mary.
“Binayı mahvederdi,” dedi kısaca. “Geçen yıl yok etti­
ğiniz federal konak gibi.”
“Beni suçlayamazsın. Müşteriler merdiven çıkmak iste­
medi.”
R u th Reichl

Chris küçük deri bir not defteri çıkardı ve düzgün, köşeli


elyazısıyla bir şeyler yazdı. “Profesyonel bir satış yapacaksak
bir asansör koymak isteyebilirler.”
“Lütfen bunu söyleme!” Bay Şikâyetçi lobide bir tur attı.
“Bu odayı mahveder.”
“Bu tartışma için...” Joan-Mary tırabzana bakıyordu, “...
çok erken. Karar almadan önce elimizde ne var onu görelim.
Güzel işleme.”
“Doğru.” İki adam üst kata çıkarken onu takip etti. Kat
kat ilerlerken son derece ciddiydiler ve Mitch ikimiz arasına
mümkün olduğunca çok mesafe koymaya kararlı gibiydi.
Fontanari’ye getirdiği sarışını hatırladım ve Cambridge’de
onunla birlikte mi merak ettim.
Joan-Mary, Sammy’nin kapı koluyla oynadı ve anahtarı
sordu, Chris not aldı.
Şömineler çalışıyor muydu? Jake’in şöminesinin çalıştı­
ğım ama diğerlerinden emin olmadığımı söyledim. Bir not
daha.
“Güzel oranlar,” dedi Joan-Mary fotoğraf stüdyosundan
geçerken. “Buradan ne kadar harika bir yemek odası çıkaca­
ğım düşün!”
Hepimiz mutfağa gittiğimizde Joan-Mary uzun bir
dakika boyunca etrafa baktı. Ne anlama geldiğini anlaya­
madım ama tüm söylediği, “Burada daha çok zaman geçir­
meliyiz ama sizinkini harcamanın bir anlamı yok. Üst kata
çıkalım.” Tekrar merdivene yöneldi. “Yukarıda ne var?”
“Sanat bölümü vardı,” dedim.
Onayladı ama sanat bölümünün kapısına ulaştığımızda
hepsi şoke içinde bir adım geri çekildi. Floresan ışıklara ve
yığılmış metal eşyalara tepki verdiklerini sandım ama sonra
Tatlı Hayat 267

Mitch çok öfkeli bir sesle, “Bu suç!” dedi ve dahası oldu­
ğunu anladım. Odanın ortasına yürüdü. “Tüm duvarları
yıkmışlar! Aslında burada bir dizi küçük oda olmalıydı.
Hizmetlilerin odaları.” Kütüphane kapısını işaret etti. “Ama
buranın ne olduğunu anlayamadım. Kapı orijinal olabilir
ama buraya ait değil.” İlk defa bana baktı. “Orada ne var?”
“İçeri hiç girmedim.” Yüzümün hissettiğim kadar sıcak
olmamasını umdum. “Kütüphane olması gerek ama ben
buraya gelmeden yıllar önce kilitlemişler.”
Chris kapıya gidip kolu zorladı, sonra daha şiddetli olarak
bir kez daha zorladı. “Kesinlikle kilitli.” Bir not daha aldı.
“Bu kapı ve aşağıda ikinci kattaki var.” Chris ve Joan-Mary
beklentiyle Mitch’e döndü ama o bilinçli olarak uzaklaştı.
“Nutuk çekmeyecek misin?” diye sordu Joan-Mary.
Biraz kızardı ve kafasını salladı.
Joan-Mary bana baktı. “Kızarıyor çünkü normalde bir
çilingir çağıracağımızı biliyor. Ama bir başkası ‘onun bina­
larına dokununca Mitch çılgına döner.”
“Devam edin,” dedi. “Beceriksiz bir hödük çağırıp tüm
detayları yok etmek istiyorsanız benim için hiçbir sorun yok.
Bu binanın tarihini neden öğrenmek istiyorsunuz? Kilitlerin
ne zaman takıldığı, tamirlerin ne zaman yapıldığı, burada
kimin yaşadığı ve hayatlarının nasıl olduğu gibi önemsiz
küçük şeyler. Bunları neden bilmek istiyorsunuz?”
“Kilitlere bakarak bunları anlayabilir misin?” Meraklan-
mıştım.
Mitch duvara yaslandı. “Ne aradığını biliyorsan, evet.
Çiviler, kilitler, çizikler, tamirler... bunlar parmak izi gibi­
dirler.”
“Suç mahalli gibi anlattın.”
268 R uth Reichl

“Suç mahalli değil. Bir fırsat.” Joan-Mary’ye döndü.


“Bu şeyler bir binanın hikâyesini anlatır. Neden bunu
yok etme riskini alasın?”
“Yani nutuk geliyor” Neredeyse mahcup biçimde ona baktı.
Mitch ellerini kaldırdı ve ileri bir adım attı. “Nutuk
yok. Ama bu, kapıları benim açmamla ilgili sorununuz tam
olarak nedir?”
Bir mahcup bakış daha. Ve o fısıltı gibi ses. “Sıradan bir
çilingirin iki katı ücret aldığını biliyorsun.”
“Ödediğinin karşılığını alıyorsun.”
“Oradan erken geldiğin için mutlu muyum acaba? Nere­
deydin?”
Joan-Mary yan yan ona baktı.
Açık biçimde bundan hoşlanıyordu, bu bana Bay
Şikâyetçi’nin Sal’le atışma rutinini hatırlattı. Mitch herkesle
böyle miydi? Sıradan hayatın tüm suyunu sıkmaya niyetli
görünüyordu.
“Cambridge.”
“Korkarım meslektaşının uzun izninden erken dönüşü
bana pahalıya patlayacak gibi.”
“Ama çok daha ilginç de olacak. Ayrıca ödeyen sen
değilsin.”
Başıyla onayladı. “Tamam, ortalıkta dolaş ve istediğini
yap. Chris ve ben bodrum katına inmeli, altyapı konusunda
neler var görmeliyiz.”
“Sizin için sorun değilse yarın geri geleceğim.” Mitch
merdivene gitti. “Aletlerimi getirmedim. Ve başlamadan
önce biraz araştırma yapmak istiyorum.”
Gitmesini izlerken içimde karışık duygular vardı. Beni
Fontanari dışında görmenin, onu benim kadar rahatsız etti­
Tatlı llayat 269

ğini ve bunun kaçmasına neden olduğunu hissettim. Ama


ben de rahatlamıştım: Ya hemen orada Sammy’nin ofisini
açsaydı? Beynimi zorlamış ve makul hikayeler bulmaya çalış­
mıştım ama şimdilik ertelenmişti.
Sammy ve ben bu akşam gelip boşaltabilirdik.
“Umarım çok ilginç bir şeyler bulmaz.” Joan-Mary kendi
kendine konuşuyordu.
“Ne demek istiyorsun?” Meraklanmıştım.
“Ünlü birinin burada yaşadığını öğrenirse veya önemli
bir savaşta kullamldıysa sıkıntılı bir hal olabilir.”
“Hiç sanmam,” dedi Chris. “Bilirdik.”
“Umarım haklısındır.” Joan-Mary bana döndü. “Muhte­
melen bir süre burada olacağız, kalorifer ve binanın elektrik
kapasitesini değerlendireceğiz. Lütfen, daha fazla zamanını
harcamayalım.”
Sonraki birkaç saatte binanın içinde gezinmelerini
dinledim, arada sırada birkaç cümle duyuyordum. Sanki
ısıtma ve elektrik ekipmanından umudu kesmişlerdi, antik
pencere çerçevelerindeki çatlak camları nasıl değiştirecekleri
konusunda endişeli gibiydiler.
Kapıma yaklaştıklarında tartışıyorlardı. Chris profes­
yonel kullanım için satılması gerektiğini düşünürken, Joan-
Mary varlıklı bir ülkenin elçiliğine satmaları gerektiğinde
ısrar ediyordu.
“Çok hoş bir ev,” dedi.
“Joan-Mary,” dedi. “Hırçın iş kadını görünümünün
altında bir romantiğin kalbi atıyor.” Joan-Mary kahkaha
attı; çok, müzikal bir sesti ve kapıdan girdiğinde yanakları
kızarmıştı.
“Sizce bina satılır mı?” diye sordum.
Ruth Rcichl

Joan-Mary ağzı hafif açık bana baktı. “Ciddi misin?


Sence sağlam bir federal dönem konağı Manhattan’ın göbe­
ğinde ne kadar sık satışa çıkıyordur? Federal dönemden evler
var ama konaklar son derece nadir. Var olan birkaç tanesi
apartmana dönüştürülmüş veya trajik biçimde yenilenmiş.
Bu kesinlikle iyileştirilebilir ama dikkate değer biçimde
korunmuş. Kesinlikle satar.”
“Hızlı mı?” diye sordum.
“Bu,” diye yanıtladı Chris. “Bir sürü etkene bağlı. Fiyata
hiç değil.”
“Ama şimdilik.” Yine Joan-Mary konuşuyordu. “Mitch
ne yapacaksa onu bitirene kadar Bay Pickvvick’e binanın
düzenlenmesini önereceğim. Bunun oldukça rahatsız edece­
ğini üzülerek söylüyorum.”
Chris sanki bunu kabul ediyormuş gibi Joan-Mary ye
yüzünü astı.
“İnsanların burayı ev olarak düşünmesini istiyorsak olası­
lıkları görmeleri konusunda onları cesaretlendirmeliyiz.”
Joan-Mary eldivenlerini takıyordu. “Gözü olan herkes,”
dedi. “Bu binanın anılar için yapıldığını anlar.” Hafifçe el
salladı. “Sağol, yakında görüşeceğiz.”

Timbers Konağinı sevmeye başlamıştım ve burayı sevdiği


için Joan-Mary’den de hoşlanmıştım. Eski binanın düzel­
tilip eve dönüştürülmesini düşünmek beni mutlu etti.
Belki bir çocuk gizli odayı bulurdu. Joan-Mary ne demişti?
Burası “anılar için yapılmış”. Kelimeler yankılandı ve birden
Lulu’nun son mektubunu düşündüm. “Hâlâ anısı bizimle,”
demişti Bayan Cappuzzelli. Bir anlık dürtüyle kütüphaneye
koştum ve kelimeyi aradım.
Tatlı Hayat 271

Bertie bu ipucunun ne kadar zor olduğunu biliyor olma­


lıydı. Sözü uzatmamıştı. Kartta sadece altı kelime vardı
ve kalın turkuvaz elyazısıyla yazılmıştı. “Anılar. ‘Çiftçilik’
dosyasında 1944 okuyucu mektuplarına bakın.”

21 AĞUSTOS 1944

Sevgili Bay Beard,

N eden çiftçiliğin ne kadar yorucu olduğunu bana söyleme­


diniz. Hiçbir fik r im yoktu. Gece o kadar bitkindim ki yem ek
ya p m a k için bile enerjim kalmamıştı ve annem pişirme işini
devraldı. B u nu söylemek istemezdim ama donm uş fasulyeden

fa zla sıyla hoşlanm aya başladı. Bizim için iyi olması gerekti­

ğ in i söylüyor ve karneye bağlı olmadığından istediğimiz kadar

yiyebiliriz. A m a o iğrenç şeyleri kim ister? Ayrıca çoğu gece

yiyem eyecek kadar yorgun oluyorum.

En sevdiğim iş sü t sağmak. İlk başlarda beni korkut­

m u ştu a m a şim d i bunu rahatlatıcı buluyorum . Ellerimi


ineğin tü y lü böğrüne dayıyorum . Ve sonunda sanki y ü k ten

k u rtu ld u k la r ı için m innettarm ış gibi hareketlenmeleri

h o şu m a gidiyor.
En sevm ediğim işse ahududular; kollarınızı çizen kötü

şeyler. A rıla r da onlar için mücadele ediyor, bu yüzden dün

bitirip m ısıra geçtiğim iz için sevindim. Çiftçi Loudon mısır

p ü skü llerini koparm a işini en iyi kızların yaptığını düşünüyor.

Ç ok p is bir iş am a en azından eğilmenize gerek yok. Ekipler

halinde ekinler arasında ileri geri yürüyoruz ve sapların

p ü skü llerin i koparırken konuşuyoruz.

B u y a z çok şey öğrendim. A m a en çok öğrendiğim şey çiftçi

o lm a k istemediğim . B undan sonra, bir bahçe yeter, teşekkür


272 Ruth Reichl

ed e rim . A n n e m ra h a tla d ığ ın ı sö ylü y o r; k ız ın ın çiftçi olm asını

istem iyor.

G tim e liy im . O to b ü s sa b a h a ltıd a g e liy o r ve ş im d i bu, birkaç

d a k ik a son rası g ib i g ö r ü n ü y o r .

A r k a d a ş ın ız,

L u lu
Eski Yemek Kitapları

“Mısır püsküllerini koparmak mı?” Sammy’nin etrafını Çin


tavasından çıkan buhar kaplamıştı ama öyle olsa bile içgü­
düsünün doğru olmasından ne kadar memnun olduğunu
anlayabiliyordum: Şanslı bir gün olmuştu. “Ne olabileceğine
dair bir fikrin var mı?” Bulutların içinden çıkan metal bir
spatulayı bana doğru tuttu. “O mektuba dikkat et. Mutfakta
işi yok.”
Wikipedia’ya göre mısır püskülünü koparmak; mısır
bitkisinin üzerindeki polen üreten çiçekleri kopararak
iki mısır türü arasında melez yapmanın bir yolu. “Görü­
nüşe göre,” dedim, mektubu dikkatle katlayarak ve zarfına
koyarak. “Savaş sırasında mısır çiftçileri kırsaldan gelen
yardımcıları istiyordu çünkü nasıl yapılacağını biliyor­
lardı.”
274 R u th Reichl

“Kulağa oldukça ortaçağdan kalma gibi geliyor.”


Tezgâhtaki beyaz demir servis tabağını almamı işaret etti,
buharda pişmiş pembe karidesleri yığarken tabağı tuttum.
Tepeden tırnağa şehirli Sammy hoşlanmamış gibiydi. “Hiç
şüphesiz bu koparma görevi artık makineler tarafından yapı­
lıyordun” Eliyle yemek odasını işaret etti. “Acele et; kari­
desler soğuyor.”
“Hayır. Bugün bile, genetik olarak üretilmiş mısırda da
hâlâ koparmayı elle yapıyorlar.”
“Etkilendim.” Benim için bir sandalye çekti. “Bu bilginin
bir gün sana bir faydası olmasını umuyorum.”
“Ve sanırım bu yeni ipucu.” Sammy’nin en sevdiğim
akşam yemeği olan, ince kabukları içinde inci gibi yarı
saydam kıvrımlı karides yaptığını unutmuş değildim. Güzel
Çin porselenlerini de kullanmıştı. Bir şeyler oluyordu ama
ne olduğunu söylemiyordu, Bay Şikâyetçinin konağa geli­
şini ona anlattım.
“Doğru hatırlıyorsam bir ay gibi bir süre daha dönmeye­
cekti, değil mi?” diye sordu Sammy.
“Görünüşe göre işe erken dönen bir meslektaşının yerine
bakıyormuş.” Bundan Joan-Mary bahsetmişti. “Ama keşke
böyle ilginç bir mesleği olduğunu bilseydim. Fontanari’ye
geldiğinde fiyatlar hiç umurunda değil gibiydi ve İtalya’da
yemek kursunda birkaç hafta geçirdiğini söylediğinde onu
zengin bir adam olarak görmüştüm.”
“ Ben de...” Sammy ayağa kalktı, “... şoke edici bir şey
yaşadım.” Dramatik biçimde durdu. “Bertie’yi buldum.”
“H adi oradan!”
Son karidesi düşürdüm, soya sosu, sirke, kırmızıbiber ve
zencefili gömlek manşetime sıçrattım.
275
Tatlı Hayat

“Gerçekten.” Sammy muzaffer görünüyordu. Oldukça


rastlantısal olduğunu itiraf edeceğim. New York Üniversite­
sindeki araştırmada bulduğum kütüphaneci oldukça güzel
ama bir o kadar işe yaramazdı. ‘Belki de Bonnie Slotnick
size yardımcı olabilir,’ dediğinde keyifsiz bir halde dönmek
üzereydim.”
“Bonnie kim?”
“Bonnie Slotnick, Village’daki antika yemek kitapları
dükkânının sahibesi. Birkaç blok uzakta olduğundan kaybe­
decek bir şey yok dedim ve onun yanma gittim.”
“Bertie’nin gerçek adı Bonnie mi?” Aklım karışmıştı.
“Billie!” Sammy bana kaşlarını çattı. “Elbette bu kadar
kolay olmasını beklemiyorsun, değil mi?”
“Ama onu bulduğunu söyledin.”
“Bonnie yemek kitapları üzerine etkileyici bilgilere sahip
sevimli bir kadın ama kesinlikle Bertie değil.”
“Ama onu tanıyor?”
“Hayır, tanımıyor. Söylemek zorunda olduklarımı çok
uysal biçimde dinledi, sonra Pickwick Yayınları’na ve en
sevdiği dergiyi mahvetmelerine dair hicivlerini sıraladı.
Püskürerek son verdiğinde bunun boşa kürek çekmek oldu­
ğunu düşünmüştüm ama bir fikri olduğunu söyledi. Bir
numarayı aradı ve uzun bir süre konuştu. Sonunda telefonu
kapattığında, ‘Anne Milton geliyor,’ dedi.”
Önce Bonnie şimdi de Anne. “Peki ya Bertie?”
“Şimdi oraya da geleceğim.” Hayal kırıklığıyla avucumun
içini masaya vurdum. Gümüşler zıpladı. Sammy bir kaşını
kaldırdı. “Yirmi dakika sonra oldukça görkemli bir hanım
Bonnie’nin mağazasına girdi. Göze çarpan birisi: Oldukça
uzun, safir gözlü, kalın ve kesinlikle mükemmel beyaz saçlı.
R uth Rcichl

■Eklemeliyim, sıradışı mavisiyle bıı giine kadar görme ayrıca­


lığına eriştiğim en şık dikilmiş takımı giyiyordu.”
“ Bertie yi hep böyle hayal etmiştim!”
“Bertie değildi! Anne emekli edebiyat profesörü. Ve en
yakın arkadaşı kütüphaneciydi...”
“Leziz!He. Bertie miydi?”
“Şey...” Anlaşılan Sammy hikâyeyi uzatmak istiyordu.
“Evet ve hayır. Arkadaşı gerçekten de Bertie’ydi. Ve Bertie
Lezizf’dc çalışıyordu. Ama bizim Bertie’miz değil.”
“Ne demek bizim Bertie’miz değil?”
“Arkadaşı Bertram Arnold Joseph Ancram’dı.”
“Bertie bir erkek mi?”
“Aynen. Erkek cinsinden. Daha fazla şaşıramazdım.”
“Sence Maggie biliyor muydu?”
“Ah, Maggie.” Elini salladı. “Hep yaramazlık peşinde.
Ama şüphe etmek faydalı olsa da benden daha fazla şey
bilmemesi fazlasıyla olası. Bertie ikimiz de Leziz! e gelmeden
önce ayrıldı. Biz sadece Bertie mitiyle tanıştık.”
“iddiaya varım biliyordu,” dedim.
“Şu anda önemsiz. Önemli olan Bayan Milton’ın gizli
odadan tamamen haberdar olması.”
“Anzio’yu biliyor muydu? Bertie mi inşa etmiş?”
“Senin yokluğunda hikâyesini anlatmasının doğru olma­
yacağını düşündüm. Yarın akşam yemekte bize katılacak ve
her şey açıklığa kavuşacak.”
Onun gitmesine izin mi vermişti? “Gerilime dayanabi­
leceğimden emin değilim. Yarın akşama uzun zaman var.”
“Zaman uçar gider; yapacak çok şey var. Sabahtan önce
ofisimi boşaltmalıyım. Ve Anzio’ya bir gece yarısı baskını
yapmaya niyetliyim. Anne’in çok iyi önerileri var.
Tatlı Hayat _____________________ _________________

“Lulu’yu biliyor mu?”


“Her şeyi biliyor gibi görünüyor. Bertie’nin bulmaca ve
kelime oyunlarına düşkünlüğünü fark edip etmediğimizi
sordu. Çirkin ördek yavrusu gizemini ortaya çıkarmamızın
ne kadar uzun sürdüğünü anlatınca ancak acıma olarak tarif
edebileceğim bir şeyle bana baktı. Sonra diğer isimlerdeki
harfleri karıştırıp karıştırmadığımızı sordu.”
“Bunu düşünmeliydik!”
“Bunu düşündüm, ‘Lulu içindeki sınırlı harflerle çok az
olasılık sunuyor ama ‘SwanMile oyalanırken çileden çıktım.
Bunu nasıl göremedik? Kesinlikle açık bir sözcük var. Bertie
buna karşı koyamaz.”
“Ne?”
“Söyleyebileceğim kadarıyla Kuğu için sadece bir
anagram var. Ve çok âlâ.”
“Çok âlâ?”
“Awns bilgin olsun, buğday bitkilerinin üzerindeki oka
benzeyen küçük dikenlerdir. Tüm tahıllarda; arpa, çavdar ve
bunlar gibi bir çok şeyin üzerinde vardır. Onlar...” Kendini
durdurdu.
“Ah, Tanrım!”
“Püskül!”

Ay, neredeyse dolunaydı ve kütüphanenin uysal karanlı­


ğında her zamankinden bile daha büyüleyici görünüyordu.
Buradaki günlerimizin sayılı olduğunu bilerek şimdiden bir
nostaljiyle etrafıma baktım.
Sammy elime uzandı ve yavaşça, birlikte nefes alarak, kart
dosyasına doğru hareket ettik. “Diken” kartı bizi çeşitli tahıl-
1 İngilizcede kuğu, (ç.n.)
278 Ruth Reichl

lara yöneltti, tek tek tahıl kartlarını geçtik, Bertie’nin notlarını


dikkatle okuduk. “Yaban Buğdayı”nda aradığımızı bulduk.
“Yaban buğdayının dikenleri kendinden yetişir,” diye
okurken Bertie’nin kartı yazarken kendi zekâsından
memnun halini görebiliyordum. “İkinci Dünya Savaşı
sırasında birçok genç eşit biçimde kendi kendine yetmeye
zorlanmıştı. Ne kadar becerikli olduklarının 1944 ‘Buğday’
dosyası altındaki mektup kadar iyi kanıtı yoktur.”
Bulduğumuz dosya sıkıntı verecek kadar inceydi, önse­
ziyle açtım.

1 EKİM 1944

S evg ili B a y B eard,

T elg ra f d ü n geldi. “Savaş B a k a n ı, k o c a n ız Jam es Sw an’ın 14

E y lü ld e n beri Fransa'da operasyon sırasında ka y bolduğu için

ü z ü n tü le r in i b e lir tm e m i istedi. D a h a fa z la bilgi veya d eta y elde

ed ilirse h e m e n size bildirilecektir,”

A h , B a y B eard, b a b a m ın Fransa’y a gö n d erild iğ in i bile

b ilm iy o r d u k ! P aris k u r ta rıld ığ ın d a n g ü n e y d e bir ye rd e olm alı.

A m a y ü r e ğ im d e ö lm ed iğ in i biliyorum ; ölseydi d ü n y a d a h a boş

o lu rd u . A m a d ü n ve önceki g ü n h issettiğim g ib i hissediyorum

ve h â lâ h a y a tta , orada bir ye rd e o ld u ğ u n u kesinlikle biliyorum .

S a d ece k ö tü y a r a la n m a m ış o lm ası için d u a ediyorum . Ş im d i

o ra d a h a v a n ın g ü z e l olm ası ben i teselli ediyor. U m a rım ke n d i

y iy e c e k le r in i y a p a n , k e n d i arıları olan k ü ç ü k g ü z e l bir kö y d ed ir

ve iy i in s a n la r ta r a fın d a n k o r u n u y o r d u n

B a y B e a rd b iz im le b eraber d u a e d e rsen iz a n n e m ve ben

m in n e tta r olacağız.

A r k a d a ş ın ız ,

Lulu
279
Tatlı Hayat

“İyi bir şey çıkmayacağını biliyordum!” Savaşın sonuna


kadar okumuştum; ‘44 yazının sonunda Churchill’in itiraz­
larına rağmen Eisenhower birliklerini İtalya’dan Fransa’nın
güneyine taşımaya başladı. “Harekâtın adı Dragoon’du,”
dedim Sammy’ye. “Bir başka Normandiya çıkarması gibiydi
ama çok fazla ilgi çekmedi. İngilizler kaynakların İtalya’da
veya Balkanlarda daha iyi kullanılması gerektiğini düşün­
düler ama Eisenhower ısrarcıydı. Marsilya ve Toulon liman­
larını açmayı istiyordu.”
“Başarılı oldu mu?”
“Evet ama maliyetliydi. On yedi bin müttefik askeri öldü
ya da yaralandı.”
“Ve babası onlardan biriydi,” Sammy düşüncelere daldı.
“İkinci kez. Fark edilir bir sıklıkta kendini kayıp gösteriyor.”
Sammy konuştukça aklına bir şey geliyormuş gibi yavaşça
söyledi. “Belki de bunu bilerek yapıyordur, böylece düşman
hatlarının gerisinde bilgi topluyordur? Bir casus olabileceği
hiç aklına geldi mi?”
“Ah, lütfen.” Bu biraz zorlama gibi göründü. “Bana öyle
geliyor ki Bertie bizi hep gerilimde bırakıyor. Babası nerede?
Kurtarılacak mı? Öğrenmek için sonraki bölümü izleyin.
Keşke zamana karşı yarıştığımızı bilseydi; bunu daha kolay
yapabilirdi. Şimdi ne yapıyoruz?”
“Oldukça aşikâr, sence de öyle değil mi?” Sammy yerden
kalkmaya başlıyordu, ne kadar yorgun olduğunu görebili­
yordum. “Lulu’nun mektubunda Beard’m adından ne kadar
sık bahsettiğini elbette fark etmişsindir. Şimdi ‘Beard’ için
anagramlara bakma zamanımız.”
“Bu akşam değil,” dedim. “Eşyalarını ofisinden çıkarma­
lıyız.”
280 R u th Reichl

Her şeyi kutulayıp dairesine götürdüğümüzde çok geç


olmuştu, eve gidemeyecek kadar tükendiğimden kanepeye
çöktüm, üstüme kaşmir bir şal çektim ve aralıksız bir uykuya
daldım.
Aniden uyandığımda sanırım Timbers Konağı üzerine bir
rüya görüyordum, etrafta bir parça kâğıt aradım ve “James
Beard” için anagramlara başladım.
“Mad bee1 jars.” “Be dear jams.” “Jades Amber.” “Rad
bee jams.” Kelimelere bakınca ipucu netleşti. Kanepeye
gidip rüya görmeden uyudum.
Kahve ve portakal kokusuna yeniden uyandım. Mutfağa
gittim ve Sammy bir fincan kahve uzattı. “Bal!” dedim çok
zeki hissederek.
“O şeyden nefret ettiğimi biliyorsun,” dedi. “Bu yüzden
kahvene tatlandırıcı olarak istemediğini varsayıyorum;
geceyi anagramlarla geçiren sadece sen değilsin.”
Gururun yüzümden silindiğini hissettim.
Sammy koluma vurdu. “Boşver. Sadece harika zihinlerin
benzer çalışması. Bal kesinlikle ipucu. Hızla kahveni iç; bu
teoriyi araştırma fırsatın varsa hemen gitmelisin.”
“Üstümü değiştirmeliyim.” Üzerimde uyuduğum
kırışmış bluza baktım, kolları soya sosuna bulanmıştı. “Yeni
kıyafetlerimi nereye koydun?”
Sam m y belirgin bir sabırsızlıkla bana baktı. “Modayı
düşünme zamanı değil!” Ama gitti ve paketi getirdi. “Dönü­
şümünden pişman olmaya başlıyorum. Acele et! Konağa o
adam dan önce gitmelisin.”
Banyoya gittim ve hayatımın en kısa duşunu aldım.
Kırmızı eteği, pembe tişörtü ve turuncu uzun çorapları

1 İngilizcede arı. (ç.n.)


281
Tatlı Hayat

giydim, aynada kendime baktım ve hızla çıktım. “Endişe­


lenme,” Sammy yi yanağından öptüm. “Taksiyle gideceğim.”

O umutlu ilk nisan günlerinden biriydi, taksiden çıkıp bir


an için durdum, temiz havayı içime çektim, pencerelerdeki
bulut yansımalarını izledim.
“Seni şikâyet edeceğim.” Neredeyse gökyüzüne zıpladım.
Bay Şikâyetçinin sesi aniden gelmiş gibiydi. En üst basa­
makta oturduğunu fark etmemiştim.
“Ne?”
“Sal’e işe taksiyle geldiğini söyleyeceğim. Onaylamaya­
cağını biliyorsun; taksilerin sadece turistler için olduğunu
düşünür.” Gözlerini gölgelemek için bir elini kaldırdı.
“İlginç kıyafet.”
“Hoşuna gitmesine sevindim.”
“Ve ilginç bir tepki.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Ne zamandır Fontanari’de çalışıyorsun? Bir buçuk yıl
mı? Ve ilk defa Sal veya salam dışında bir şeyle ilgili soruma
doğrudan bir yanıt verdin.”
“Gerçekten mi?” Bu doğru olamazdı.
Bay Şikâyetçi konuşmaya devam etti ve bunun bir süredir
düşündüğü bir şey olduğunu anladım. “Ailen Sokağinda
seni bulduğum zamanı hatırlıyor musun?” Hatırladım ama
beni aradığını hiç bilmiyordum.
“Hamur köftesi yerken mi diyorsun?”
“Evet. Oturdum ve dükkânla ilgili konuştuk. Sonra
daha kişisel bir şey sormaya cüret ettim ve hemen zıplayıp,
‘Gitmem gerek,’ dedin. İlişkimizin sadece peynirle sınırlı
olduğunu gayet açık biçimde belirttin.”
282 R uth Reichl

“Ah.” Harika yanıt ama aklıma sadece bu gelmişti.


“Ve...” Pantolonunu silkeleyerek ayağa kalktı, “... şimdi
o yazıyı yazanın sen olduğunu biliyorum, anladım. Benim
hakkımda ne düşündüğünü gayet açık söyledin.”
Yüzü sözcükleriyle uyumlu değildi, yüzü açık, neredeyse
umutluydu ve bu bana güven verdi. Bir adım yukarı çıktım,
böylece doğrudan ona bakıyordum ve fikrimi değiştir­
meden önce konuştum. “Bu uzun zaman önceydi. Yeniden
başlamak ister misin?”
Bir adım geri attı, çok mu konuşmuştum? Sonra elini
uzattı. “Selam, ben Mitch Hammond.”
“Billie Breslin.” Elini tuttum. “Ve bilmek istediğim sabah
sekiz buçukta merdivenlerimde oturarak ne yaptığın?”
“Binayı dinliyorum. Joan-Mary’ye onunla onda burada
buluşacağımı söyledim ama erken geldim, mekânı hissetmek
için dışarıda oturmanın iyi bir fikir olduğunu düşündüm.”
“Binayı dinleyerek mi?”
“Evet. Binalar seninle konuşur, onlara izin verirsen.
Timbers Konağı’yla ilgili çok garip bir şey var; onu araş­
tırmaya çalışıyorum ama elim boş. Bu daha Önce hiç olma­
mıştı. Her zaman bir şey vardır. Sınırı aşıyorsam söyle ama
Joan-Mary gelmeden önce kütüphane kapısını hafiften
açmama izin vermeni umuyorum. Başlamak isterim. Beni
yukarı çıkarabilir misin?”
“Neden olmasın?”
Kapıyı açtım ve içeri girdik. Onu merdivenlere yönlen­
dirirken gözlerinin üzerimde olduğunun farkındaydım.
Ama arkamı döndüğümde beni izlemiyordu. “Bana
Timbers Konağı’nın bir mücevher olduğunu söylediler,”
dedi minnetle etrafına bakarken. “Ama böyle olacağını hiç
Tatlı Hayat 283

düşünmemiştim.” Elini sevgiyle tırabzanda gezdirdi. “Bu


harika bir işçilik. Ve hiç boyanmamış. Burası gerçekten
banliyö sarayı olmalı.”
“Banliyö mü?”
“Manhattan adanın en uç kısmında küçük bir koloni
olarak başladı. Zengin insanlar çocuklarına sağlıklı kır havası
vermek istediklerinde şehrin yukarısına taşındılar.”
“Burası şehrin yukarısı mıydı?”
“Bu ev inşa edildiğinde öyleydi. Tanrım, umarım tarihe
hiç saygısı olmayan zengin bir serseriye gitmez. Düzgün
biçimde restore edilmeli.”
Joan-Mary’nin neden onu tuttuğunu anlamaya başla­
mıştım. Bina için tutkusu hissedilirdi, benim kaçırdığım
detayları anlatmaya devam ediyordu. “Tavana bak...”
Parmağını takip ederek duvarla buluştuğu yerde diş benzeri
süslemeleri gördüm. “Bu klasik Federal dönem özelliğidir.
Dışarıda fark ettim, çatı hizasında yansıyor.”
Dördüncü kata ulaştığımızda sanki hissettiği acı fizik­
selmiş gibi inledi. Çatı pencerelerine gitti ve ellerini sanki
dokunuşuyla onları iyileştirebilecekmiş gibi camda gezdirdi.
“Burada yaptıkları...” başını salladı, “Dün söylediğim
gibi duvarları yıkmışlar. Bu çok yanlış. Aslında burada
hizmetkârlar için bir dizi ısıtılmayan oda olmalı.”
“Kışın soğuk.”
“Çok. Kütüphanenin orijinal olduğu ortaya çıkarsa çok
garip olacak. Neden insan bu kata bir kütüphane kurar ki?”
Ben onu kapıya götürürken hâlâ kaşlarını çatıyordu,
bir an orada durup düşündü. Sonra kilidin önünde çöktü
ve parmaklarının ucuyla hafifçe dürttü. Kilit kalın siyah
boyayla kaplıydı ve oldukça sıradan görünüyordu. Bir be/
284 Ruth Reichl

açtı ve alet kitindekileri çıkarmaya başladı. “Bana bu odayla


ilgili bildiklerini anlat.”
“Çok değil. Buraya geldiğimde kilitliydi ve yıllardır öyle
olduğunu söylediler.”
Kilidin durumundan kapının kısa süre önce açılıp açıl­
madığını anlayabilir miydi acaba? Kilide döndü ve ellerini
yüzeyde gezdirmeye devam etti. “Bu şeyin üzerinde kaç kat
boya var anlamaya çalışıyorum. Kilidi çıkarıp boyayı kazı­
yacağım ama başlamadan önce mümkün olduğunca çok şey
öğrenmek istiyorum. Çok hızlı hareket etmenin sonu hiç iyi
olmaz.” Bunu söylerken bana baktı ve nutuğun gelip gelme­
diğini merak ettim.
“Küçük detaylar çok şey anlatır ama insanlar ne aradık­
larını bilmediklerinde genelde onları yok ederler. Belki bu
boyanın altında saklanan bir şey bulabiliriz.” Küçük bir fırça
alıp bir tür solüsyona batırdı, vidaların kafalarında gezdirdi
ve sonra her bir deliğe bir tornavida sokup yavaşça çevirdi.
Eli çok hafif gibiydi, vidalar hafifçe inleyerek çıktılar ve
dikkatle incelerken elinde kıvrıldılar.
“Bronz.” Sesi muzafferdi. “Vidalar som bronz. Ve iddiaya
varım bu kapı plakasını çıkarınca o da bronz olacak.”
Birkaç dakika sessizce çalıştı, duvara yaslanıp, dikkatle
plakayı çıkarırken gömleğinin altında çalışan kaslarını
izledim. İşine dalmış halde muhtemelen orada olduğumu
unutmuştu, Fontanari’de olduğunda ne kadar farklı oldu­
ğunu düşündüm. Orada bir ziyaretçi, öğrenebildiği kada­
rını çeken, memnun etmeye hevesli bir süngerdi. Burada
yetki tamamen ondaydı. Hareketleri kısa, etkili ve güven
doluydu. Ne yaptığını kesinlikle biliyordu ve beceriyi iş
üstünde görmekten daha çekici bir şey yoktu.
Tatlı Hayat 285

Plakanın arkasını kontrol etti, sanki düşüncelerini onay­


lamış gibi başını salladı ve bez üzerine yerleştirip kilidi tatlı
sözlerle antik tahtadan çıkardı. “Sen ne güzel şeysin,” dedi
kilit ellerine kayınca. “Som bronz. Al, hisset.” Kilidi bana
verdi.
“Ağır!” Neredeyse düşürüyordum. Dış kısmı boyayla
örtülmüştü ama gizli kısımları, kapının içinde saklanan
kısmı soluk metalik bir parlaklık yayıyordu.
Başıyla onayladı. “Sana şunu söyleyeyim: Ev inşa edildi­
ğinde kilit burada değildi.”
“Bunu nereden biliyorsun?”
“Bunu görüyor musun?” Yan tarafa basılmış başharfleri
gösteriyordu.
“‘BLW; ” diye okudum.
“Branford Lock Works anlamına geliyor, ancak İç Savaş
sonrasında bu isimle anılan eski bir New York şirketi.”
“Ve ev bundan önce inşa edilmişti?”
“Şüphesiz. Tahminim 1830’ların başları, Federal stilin
son nefesleri. Bu hâlâ belirsiz ama kilit daha sonra eklenmiş;
boyayı kazıyıp altındaki kalıbı görmeden daha fazla şey
bilemem.”
“Kapıya neden yeni bir kilit taksınlar ki?”
“Neden mi? İnsanları dışarıda tutmak için. O zamanlar
kilitler mahremiyet sağlamanın tek yoluydu ve varlıklı
insanlar teknoloji geliştikçe değiştirme eğilimindeydiler.
Kilit sektörü çok büyük ve son derece rekabetçiydi, kilit
ustaları da hep daha yeni, daha etkili modeller geliştirmeye
çalışıyorlardı. Elbette bu odada saklanan önemli bir şey
vardı.”
“Ne gibi?”
286 R u th Reichl

“Her şey olabilir. Eğer bir ofisse sahibinin kimsenin


kâğıtlarını karıştırmasını istemediğini varsayabilirsin. Bir
kütiiphaneyse değerli kitaplar içeriyor olmalı. Her birkaç
yılda bir yeni kilit takmak oldukça ucuz bir güvence olur.
Yeterince zaman verirsek oda bize anlatacaktır.”
Elime uzanıp beni kendi seviyesine çekerek beni şaşırttı.
Nefesi sıcaktı, bir an için yüzü tüm görüş alanımı kapladı.
Sonra kilidin kapı içinde bıraktığı boşluğa bakmak için
döndü ve sert iç çekişini duymaktan çok hissettim.
Nazikçe omuzlarımdan tutup beni önüne getirdi ve
kilidin olduğu yerdeki delikten bakmamı sağladı. “Bana ne
gördüğünü söyle.”
Oda gölgeler içindeydi, yüksek kitap yığınlarıyla dolu
kütüphane masalarını, lambaları ve rahat sandalyeleri seçe­
biliyordum. Buradan oda uzak, büyük bir tablo gibi görü­
nüyordu; anahtar deliğinden uzanıp beni içine çekmeye
çalışıyor gibi hissettim. Mitch’in ellerinin omuzlarımdaki
baskısının farkındaydım. “Çok güzel bir kütüphane.”
“Hayır.” Yumuşak sesi kulağımın içinde ısındı. “Daha
odanın içine bakma. Önceden kilidin olduğu yere odaklan.
İşlenmiş başharfleri görüyor musun?” Gözlerimi kıstım ve
sonra evet, onları gördüm, abartılı bir “F” ve daha da abartılı
bir “A” eski tarz yazıyla kazınmıştı.
“Birisi bu odaya imzasını atmış. Birisi buradaki bir şeyle
o kadar gurur duymuş ki buraya izini bırakmak istemiş.
Ama adam -erkek olduğunu varsayıyorum- izini kimsenin
muhtemelen göremeyeceği bir yere bırakmış. Bu garip.
Bunu daha önce sadece bir defa gördüm.”
Ona bakmak için döndüm. Tüm yüzü canlanmıştı. Beni
çekip kaldırdı.
Tatlı Hayat 287

“Hadi içeri girelim. Başka birisi gelmeden etrafa bakmak


istiyorum. Önden buyur.”
Kapıyı itip açtı ama hemen içeri girmedi. Eşikte durup
havayı içine çekti.
“Bu elma kokusunu hep sevdim...” Elimi ağzıma
kapattım.
Ama Mitch bana dikkat etmiyordu. Havayı içine çekerek
derin ve minnettar soluklar alıyordu. “Elmalar. Deri. Kâğıt.
Eski kütüphane kokularını şişelemek isterdim.”
“Tarihin aroması.”
“Hiç değil.” Hafifçe omzuma vurdu. “Tarihin kokusu
daha çok lazımlık, kullanılmış keten ve yıkanmamış vücut­
lardır. Eski New York oldukça kötü kokan bir yerdi; vatan­
daşlarına temiz su sağlamak konusunda diğer şehirlerin çok
gerisindeydi. Croton Rezervuarı 1842’ye kadar açılmadı.
Geçmişin iyi kokması, en azından kırsalda olası ama ev
içi tesisatın keşfinden önce bu şehir iğrenç kokularla dolu
olmalı. Eski kütüphanelerde en sevdiğim şeylerden biri bu...
geçmiş hayal ettiğimiz gibi kokuyor.”
Küçük bir hayal kırıklığı darbesi hissettim. Aptalca oldu­
ğunu biliyorum ama elimde olmadan terslenmiş gibi hisset­
miştim. Kütüphaneye bir adım attı ve ben de onu izledim.
Mitch odanın ortasında durdu, sanki sesleri dinler
gibi yavaşça döndü. Sessizlikte ben de onları duyduğumu
düşündüm: Bir istiridye satıcısı mallarını bağırarak satıyor;
bir tellal haberleri duyuruyor, at arabaları dışarıda ayakla­
rını vuruyor. Odun dumanının kokusunu alabileceğimi
düşündüm ve ürperdim.
“Soğuk mu?” Büyüyü bozdu. “Buranın daha soğuk olma­
sını bekliyordum. Bir oda bunun kadar uzun süre kapalı
288 R u th Reichl

kalırsa her zaman soğuk olur. Odanın ısınması haftalar süre­


bilir. Ama burası soğuk değil. Çok garip.”
Konuşurken dönmüştü, bu yüzden yüzünü okuya-
madım. Bir şeyden mi şüpheleniyordu?
“Burası hep kütüphane miydi?” Sorudan çok dikkat
dağıtmak içindi.
“Henüz bilmiyorum.” Etrafı kolaçan ediyor, lambaları,
küreyi, üzerine işlenmiş zodyak işaretleriyle masayı inceli­
yordu. Yanından geçtiği her mobilya parçasına sanki parmak
uçlarından bilgi alıyormuş gibi hafifçe dokunmuştu. “Bu
binanın tüm planı garip ama buraya, hizmetçi odalarının
yanına neden bir kütüphane kurmuşlar hiç anlamadım. Bir
nedeni olmalı.” Benden çok kendiyle konuşuyordu. “Burada
bir hikâye, bir sır var. Bu ciddi bir kilit, açıkça meraklıları
yıldırmak için kullanılmış. Boyayı kazıdığımda daha çok şey
öğreneceğim.”
“Restore edecek misin?”
“Joan-Mary nin aklında ne olduğuna bağlı. Müşteri para
harcamak istemeyebilir. Dediği gibi ben pahalıyım.”
“Doğru.” Joan-Mary o kadar sessiz gelmişti ki biz varlı­
ğını fark etmeden önce konuşmuştu. Şimdi kütüphane
eşiğinde yüzünde şaşkınlıkla durduğunu görüyordum.
Hafifçe, mutlulukla iç geçirdi.
“Ne güzel bir oda. Umduğumdan da fazlası.” Mitch’e
baktı. “Seni aradığımız iyi oldu.”
Mitch kapıya gitti, Joan-Mary nin elini tutup onu odaya
çekti, garip bir hareketti, sanki kütüphanenin sahibiydi ve
bir ziyaretçi gibi onu içeri almıştı. “Bu kapıya çilingir çağır­
madığın için çok minnettarım. Kilitler benimle konuşmaya
başladı bile.”
Tatlı Hayat 289

Joan-Mary kahkaha attı ve saçını yüzünden çekti. “Peki,


ne söylüyor?”
“Şu anda yüzyıldan eski bir boyayla kaplı, bu yüzden sesi
biraz kısık. Ama bir Branford, bu da konağın orijinali olma­
dığını gösteriyor. Squires kilit şirketi bu ev inşa edildikten
ancak otuz yıl kadar sonra Branford Lock Works oldu. Ve
bu da...” tüm ciddiyetiyle ona baktı, “... bu odayı neden
buraya koyduklarını, hep bir kütüphane olup olmadığını ve
en önemlisi neden kilitlediklerini anlatabilir. Ne halt saklı­
yorlardı? Bu odanın bazı sırları var ve ne olduklarını bulmak
hoşuma gidecek.”
“Ne kadar zamana ihtiyacın olacak?” Joan-Mary nin
sorusu saat başına ücret alıp almadığını merak etmeme
neden oldu.
“Bu değişir. Bu kilitle başlayacağım. Sanırım bir Eastlake
modeli, 1880’lerden, yani ev inşa edildikten yaklaşık elli yıl
sonrasına denk gelir. Sonra etrafta gezinip mekânı tanımak,
satışa etki edecek küçük restorasyon var mı yok mu görmek
istiyorum. Sana haber veririm.”
“îyi. Tüm gün randevularım var ama bu projenin kapsa­
mıyla ilgili bir fikrin olduğunda beni ara. Bu öğleden sonra
bahçeyi temizlemek için birileri gelecek. Ve muhtemelen
mekânı düzenlememiz gerekecek.”
“Dekoratörlerini bu odadan uzak tut, tamam mı?”
Joan-Mary şaşkın bir bakışla ona döndü. “Neden onları
buraya alayım? Bu kütüphane bu haliyle mükemmel.”
“Ve konağın geri kalanına yabancıları salmadan önce
bana bir gün falan daha ver.”
“Biliyorum, biliyorum.” Eldivenlerini takmaya başladı.
“Suç mahallini berbat etmelerini istemiyorsun.”
290 R uth Reichl

Omzumda bir el hissettiğimde kapıdan dışarı çıkı­


yordum.
“Billie? Sana birkaç soru sormamın sakıncası var mı?”
Garip biçimde gerilerek durdum.
“Ne bilmek istiyorsun?”
“Sadece insanların kütüphaneyle ilgili ne söylediklerini
hatırlamanı.”
“Ben buradayken kimse kütüphaneyle ilgili konuşmadı.”
Bilmek istediği gerçekten bu muydu? Bir şey söylemeden
beni izliyordu, kahverengi gözlerinin altın beneklerle kaplı
olduğunu fark ettim. Sessizliği bozan bendim. “Özel bir şey
mi arıyorsun?”
Omzumu sıktı. Son derece gerçek bir adam. Fontanari’de
nasıl olduğunu hatırladım, var olan tüm havayı tüketen iri
bir adam. “İlginç bir kadın.” Ağzı biraz titreyerek bana baktı.
“Her adam aramaz mı?”
Kızardım. “Onu demek istemedim.”
Hafifçe yanağıma dokundu, çektikten çok sonra bile
parmaklarının cildimi yaktığını hissettim. “Biliyorum.
Dürüst olmak gerekirse tam olarak neyin peşinde olduğumu
bilmiyorum. Ama bin defa yeniden boyanmamış ve yeniden
dekore edilmemiş böyle bir odanın, açıklayacak çok şeyi
vardır. Evin geri kalan zeminleri değiştirilmiş ama bunlar...”
Çöktü ve uzun parmaklarını tahtaların üzerinde gezdirdi.
“Bana elini ver.” İkimiz de çökene kadar beni aşağı çekti ve
sonra elimi, şaşırtıcı biçimde yumuşak, pürüzsüz tahtanın
üzerine koydu.
“Zaman içinde zımparalanmış. Burada kıymık yok.
İnsanlar üzerinde neredeyse iki yüzyıl boyunca yürümüş.
Kesinlikle deneyebilirler ama bunu taklit edemezler.”
Tatlı Hayat 291

Beni de kendisiyle birlikte çekerek ayağa kalktı ve


pencerelere yürüdü. Perdeleri kenara çekti. “Camı gördün
mü?” Eşit olmayan camlar amber gibiydi, kalın, dalgalı­
lardı ve içlerine binlerce küçük baloncuk sıkışmıştı. “Bu
evdeki tüm pencereler Palladian ama iddiaya varım sadece
bunlar orijinaldir. Işığın nasıl bulanık olduğunu görüyor
musun? Modern cam, ışığı tamamen farklı biçimde
yansıtır.”
Uzandım ve cama dokundum, parmaklarımın altında
çok pürüzsüzdü. Dışarıda, bahçede altınçanak açmak
üzereydi. Mitch, “Kütüphanenin neden burada olduğunu
anlayabilirsem evin geri kalanını da değerlendirebilirim.
Gizli paneller, saklı odalar olabilir,” dedi.
Kalbim parende attı. “Peki ya hayaletler?”
“Ah, onu istemek fazla olur. Perili evler için istenen ücret­
leri biliyor musun?” Benimle kapıya yürüdü. “Buradan git
ve çalışmama izin ver. Ama ara sıra gelip beni kontrol et.
Olur da o hayaleti bulursam diye.”

Mitch tüm gün kütüphanedeydi ve ben yıpranmıştım. Bir


parçam gitmesini, böylece “bal”ı aramayı istiyordu ama
bir parçam orada olduğunu bilmekten hoşlanmıştı. Arada
sırada ofisimin kapısından kafasını uzatıp küçük bir detayı
paylaşıyordu. “Şuna bak!” Görünüşe göre antika kilide onun
kadar heyecanlanmayabileceğimi anlamamıştı ama heyecanı
bulaşıcıydı. “Haklıydım. Bu bir Eastlake.”
Belirsiz Asya motifini görebilmem için kilidi uzattı.
“Bunu Branford icat etti ama yaygın biçimde kopya­
landı. İlginç olan kilidin daha ciddi bir tanesiyle değişti­
rilmesi. Aslında üç tanesiyle. Bu evin inşa edildiği zamanla
292 R u th Reichl

Eastlake takılana kadar geçen sürede o odada önemli bir şey


saklandı.”
“Joan-Mary haklı,” dedim. “Burayı bir suç mahalli olarak
görüyorsun. Ne olabileceğine dair bir fikrin var mı?”
Mitch koridora doğru döndü ama omzunun üzerinden
konuştu. “Bir şeyler hissediyorum ama daha fazlasını öğre­
nene kadar kendime saklayacağım.”
Şimdi gitmesini istiyordum. Lulunun mektuplarını
aramalıydım ve Mitch’in çalışkanlığı zamanımızın bittiğini
hatırlatıyordu. Mitch ortalıkta tek dolaşan değildi; Joan-
Mary’nin bahçıvanları gelmişti ve tüm öğleden sonra dışa­
rıda, çim kaplarken, çalılıklar yerleştirirken ve yüksek sesle
işin zorluğundan şikâyet ederken seslerini duymuştum.
“Bir başka istiridye kabuğu!” diye bağrıldığını duydum.
“Ne oluyor!” Jake’in ofisine gittim ve pencereden dışarı
baktım; bahçenin uzak ucunda, arka çitin yanında büyük
bir kabuk yığını vardı. “Burada ne geziyor bunlar?” diye
sordu bahçıvanlardan biri. “Manhattan’ın bu tarafında deniz
dolgusu falan yapılmadı.”
“Sadece işimizi zorlaştırmaya çalışıyorlar,” diye homur­
dandı bir meslektaşı biraz daha kabuk atarak.
Bahçeciler beni rahatlatacak biçimde tam saat beşte
gittiler. Mitch onlardan biraz sonra gitti. “Seninle çalışmak
güzeldi,” dedi. “Görüşürüz.”
Bu kadar mıydı? Yüzüstü bırakılmış gibi hissettim ama
en azından ani gidişi üst kata koşup “baT’ı aramam için
zaman vermişti.
Kart katalogunda düzinelerce girdi vardı ama sadece iki
tanesi turkuvazdı. “Ohio’nun ne yazık ki yeterince değer
görmemiş arıları,” diye yazmıştı Bertie ilk karta. “Dünyanın
Tatlı Hayat 293

en iyi ballarından birini üretir. Nadir ve gizemli bir ürün


olan Mad Bee Jars’a uzmanlar yüksek değer biçer. Bu sıradışı
Amerikan yiyeceği üzerine notlar arıcılık üzerine mektup­
larda bulunabilir.”
İkinci kart üzerinde sadece şu vardı: “Aynı zamanda
ürünle yakından ilgili olan ‘Jades Amber’a bakın.” “J ”
çekmecesine baktım ve girdiyi buldum, kalın turkuvaz yazıyı
okurken Bertie’nin kendi zekâsına kıkırdadığını hayal ettim.
“Bal,” diye yazmıştı, “İkinci Dünya Savaşı sırasında yaygın
biçimde şeker ikamesi olarak kullanıldı ve yeni arı kovan­
ları kuruldu. Bunların arasında Akronda küçük bir şirket
vardı, Jades Amber, genç sahibi savaş boyunca arı yetiştirdi.
Oldukça ilginç bazı tarifler önerdi, bunları arıcılık üzerine
mektuplarda bulabilirsiniz. Ne yazık ki savaşın sonunda
kovanlar kapandı. Aynı zamanda bakınız ‘Mad Bee Jars’.”
“Arıcılık.” Elbette. Dosya oldukça kalındı.

18 EKİM 1944

Sevgili B ay Beard,

B a b a m d a n hâlâ haber yok. A nnem ve ben hâlâ u m u tlu y u z

a m a bu çok zor. A n n e m benim için neşeli olm aya çalışıyor,

fa r k ın d a y ım am a bazen izlediğim i fa r k etm ediğinde ne kadar

ü zg ü n olduğunu görebiliyorum.

D ü n m ü d ü r beni odasına çağırdı. B iraz g erildim a m a

s ın ıf ö ğ re tm e n im B ayan B ridgem an çok cesaretlendirici

b iç im d e g ü lü m s e y in c e çok kö tü bir şey olm ayacağına karar

ve rd im .

M ü d ü r Jones'la konuştuğu ortaya çıktı , o da ona ipeko-

tu n u anlatm ış. Sonra arı kovanlarım ı sordu; o da arı besle­


294 Ruth Reichl

meye çalışıyormuş ama onu korkutuyorlarmış. Sanırım bunu


beni rahatlatmak için söyledi ama bir süre konuştuk, sonra
beni şaşırtarak mutfak dersleri vermek isteyip istemeyeceğimi
sordu.
İstemez miyim! İlk dersim gelecek hafta olacak. Ne öğret­
memi istediğini sordum ama tek söylediği, “Öğretmen sensin
Lulu,” oldu. Yani sevgili harika Bay Beard, fikriniz varsa çok
minnettar olurum.
Arkadaşınız,
Lulu

29 EK İM 1944

Sevgili Bay Beard,


Tüm bu fikirler için teşekkürler. Kesinlikle haklıydınız:
Balkabakları üzerine bir ders başlamak için iyiydi. Cadılar
Bayramı için balkabakları üzerine bir ders yapacağımı
söylediğimde herkes eski, sade kabaklı turta bekliyordu. Çok
şaşırdılar! Önce çekirdeklerin nasıl kavrulacağım gösterdim.
Elbette benim balımı kullanarak turta yaptık ama sonra
kabak yapraklarım getirdim ve bunları da pişireceğimizi
söyledim. Herkes biraz şaşırdı ve Bayan Bridgeman bir ısırık
alana kadar kimse tadına bakmak istemedi. Lezzetli oldu­
ğunu söyledi ve ancak ondan sonra birkaç kişi daha tadına
bakma cesaretini gösterdi. Rosie Mullaney hoşuna gittiğini
bile söyledi. Yine de üzülerek söylüyorum ki kabak yaprağı
Akronun özel yemeği olamayacak.
Bayan Bridgeman balkabağını kullanmak için başka
yöntemler bilip bilmediğimi sordu, ona Bayan Cappuzzellınin
raviol'{sinden bahsettim. Ve bilin bakalım ne oldu? Gelecek
Tatlı H a y a t 295

h a fta B a y a n C. b ize n a sıl y a p ıla ca ğ ım g ö s te r m e k için gelecek.

K eşke M a rco a n n e sin in A m e rik a lıla ra o n u n sev m e d iğ i y e m e ğ i

ö ğ rettiğ in i görebilseydi.

A r k a d a ş ın ız,

L u lu

8 KASIM 1944

S e v g ili B a y B eard,

B a b a m ı y a v a şç a k a y b e ttiğ im i h issediyor g ib iyim . B azen, y a ta ­

ğ ım d a y a ta r k e n y ü z ü n ü h a tırla m a y a çalışıyorum , elim d eki

te k g ö r ü n tü s ü ş ö m in e ü z e r in d e k i fo to ğ ra fı. B a tıl in a n ç o ld u ­

ğ u n u b iliy o r u m a m a o n u a k lım d a tu ta b ild iğ im sürece g ü ve n d e

o la c a ğ ın a in a n ıy o r u m .

B u sa v a ş b ir g ü n bitecek m i? Postacı o ka d a r y o ğ u n çalı­

ş ıy o r k i o n a Ö lü m M eleği d iy o ru z. G eçen h a fta Susie R ivera’n m

b a b a s ın ın L e y te ’d e v u r u ld u ğ u n u d u y d u k . Rosie M u lla n e y in

a h ile r in d e n ü çü G ü n e y P asifik'te ö ld ü rü ld ü . T o m m y n in en

b ü y ü k a b isi Joe, A a c h e n d a bir bacağını ka y b e tti ve eve g ö n d e ­

rild i.

S a n ır ım b u y ı l veya bir d a h a h in d i yiyem eyeceksiniz. S izi

ve M ia m id e k i askerler için p işird iğ in iz iki bin kilo h in d iy i ne

z a m a n d ü ş ü n s e m k a h k a h a a tıy o ru m . A m a b iz de h in d i y e m e ­

ye ceğ iz; b esled iğ im h in d i o k a d a r b ü y ü d ü k i a n n e m C a p p u zze l-

lilere v e r m e y i önerdi. T a vu ğ u n b iz im işim izi göreceğini söyledi

v e o n la r ın a ilele ri ço k b ü y ü k . B a zen a n n e m b en i şaşırtıyor.

Y a k ın d a N ew Y ork’a g eri d öneceğinizi öğrenince çok

s e v in d im . B e lk i sa va ş b ittiğ in d e ta n ışa b iliriz.

A r k a d a ş ın ız ,

L u lu
12 A R A L IK 1944

Sevgili Bay Beard,


Yemek dersleri çok iyi gidiyor. Tommy bana yardım ediyor.
Sanırtm abisi eve döndüğünden evden çıkmak için bir baha­
neye ihtiyacı var. Joe öfkeli, acılı bir adam olarak döndü ama
onu suçlamak zor. Bacağt gitmiş olmasına rağmen hâlâ çok
canı yanıyor. Buna “hayalet acı” diyorlar ve belki de hayatı
boyunca olacak. Hiç adil değil. Bu savaştan nefret ediyorum.
Haftaya kurabiye yapacağız. Kartopu için malzemeleri
almak her zamankinden daha imkânsız oba bile onlarla başla­
yacağız. Gelecek yıl bu zamanlar savaş bitmiş olabilir ve karne
olayı geride kalır. Umut etmekten zarar gelmez.
Arkadaşınız,
Lulu

29 A R A L IK 1944

Sevgili Bay Beard,


Çok kötü bir Noel bekliyordum ama hayatın neler getireceğini
bilemezsiniz. Bayan Bridgeman, annemi ve beni Noel yeme­
ğine davet etti. Bay Bridgemanın Güney Pasifik’te olduğunu
ve ona iyilik yaptığımızı söyledi. Karne pullarımızı bir araya
getirip gerçek bir rosto aldık. Konserve fasulyeyle havuçla­
rımdan biraz getirdim ve Kurtuluş Pastası yaptım. Ben onu
dondururken, babamın askerlerin kuru ekmeğe "diyelim ki
kek” dediklerini söylediğini hatırladım. Umarım her neredeyse
Noel'de gerçek bir pastası vardır.
Bayan Bridgemanın evinde bir başka sürpriz vardı: Bay
Jones. Artık müdürüm olmasa bile yemek masasının karşı­
sında oturması ürpermeme neden oldu. Ama sonrasında ateşin
Tatlı H a y a t 297

y a n ın d a d u r u p N o el şarkıları s ö yle d ik ve b ir a n için o k a d a r

n e ş e le n d im ki savaşı u n u ttu m . S onra bir su ç lu lu k d u y g u s u y la

gerçekliğ e g e r i d ö n d ü m . O z a m a n B a y Jones eğilip k u la ğ ım a

fıs ıld a d ı. Ü zgün o lm a n ın b a b a m ı g eri g etirm eyeceğini, nered e

o lu rsa o lsu n m u tlu o lm a m ı isteyeceğini söyledi.

N e h iss e ttiğ im i n a sıl bildi? A m a o z a m a n d a n b eri sö zlerin i

d ik k a tle d ü ş ü n d ü m ve h a klı o ld u ğ u n a ka ra r verdim . B u n d a n

so n ra a n n e m için iyi b ir ö rn ek o lm a ya ka ra r verdim . B a b a m ın

b u n u isteyeceğ in i b iliyo ru m .

U m a r ım s iz d e g ü z e l bir N o el geçirm işsinizdir.

A r k a d a ş ın ız ,

L u lu

Bu “Arıcılık” dosyasındaki son mektuptu, sonraki mektuplar


için ipuçlarını aramaya başladım. Anne Milton ın Bertie için
söylediklerini düşündüm. Anne Milton! Yemeği tamamen
unutmuştum. Mektupları çantama tıktım ve kapıya koştum.
Mad Bee Jars

“Çök geç kaldın!” Sammy nin sesi gücenmiş gibiydi ama


yüzü rahatlamıştı. “Anne Milton on beş dakikadır oyala­
nıyor.”
“Ama bak ne buldum...” Mektupları çantamdan çıkardım
ve yüzüne salladım.
Mektupları itti. “Şimdi değil, şimdi değil.” Sammy
koşmaya çok yakın bir hızda Çin bornozunda sallanarak
aceleyle yemek odasına gitti. “Korkarım tavuk kuru olacak.”
Onu izleyerek yemek odası kapı eşiğinde durdum ve deği­
şimle şaşkına döndüm. Sammy son derece modern odayı
kiraz çiçekleri yığınlarıyla doldurmuştu. Masayı büyükan­
nesinin ağır Şam kumaşı örtüsüyle örtmüş ve üzerini şaşır­
tıcı derecede çok süslü gümüşle doldurmuştu. Tüm odaya
şamdanlar yerleştirmiş ve eski tarz bir lüks etkisi yaratmıştı.
Tatlı Hayat 299

Gördüğüm en göz alıcı yaşlı kadın pencerenin kenarında


duruyordu. İnce ve dimdik Anne Milton, gül kurusu rengi
yün takımla beyaz saten bluz giyiyordu. “Güzel, değil mi?”
Elimi tuttu ve anlık olarak genç görünmesine neden olan
hafif kahkahalar attı. “Bu günlerde sık sık yaptığım gibi tek
başıma yemek yememek büyük bir zevk. Bertrarnı masada
özlediğim kadar hiçbir yerde özlemiyorum.”
“Oturun, oturun.” Sammy bizi sofraya davet etti ve
şarabın taze kokusu odayı doldurana kadar narin kristal
kadehlere soluk renkli Raveneau Chablis doldurdu. Bir
bıçak aldı ve çıtır çıtır parlayan derisini dilimleyerek kuşu
kesmeye başladı.
“Umarım kabalık etmiyorumdur...” dedim. Sadece çok
meraklıydım.
Anne sempatik bir şekilde gülümsedi. “Hiç de değil,
tatlım. Sabırsızlığını anlıyorum. Bertie’yle nasıl tanıştığımı
merak ediyorsun.”
Sandalyesine yerleşti, bir kaşık aldı ve çevirerek parma­
ğını üzerindeki inci çiçeği kabartmasında gezdirdi. “Japonya
Zaferi Günüydü. Ben o zaman Barnard Koleji’ndeydim,
haberler geldiğinde kızlarla hepimiz sokağa koşup Times
Meydanı’na yürüdük. Sanki tüm şehir bir arada olmak için
bir dürtüyle çekiliyormuş gibi oraya doğru yürümeye çalışı­
yordu. Çanlar mı çalıyordu? Sanırım ama belki sadece öyle
hissettik.
“Savaşın gerçekten bittiğine, erkeklerin eve döneceğine
inanamıyorduk ve... şey fotoğrafları görmüşsünüzdür. Ayak­
larınız donduğunda ama sonra birden kan gitmeye başla­
yınca nasıl olur bilir misiniz? Orada olduğunu unuttuğunuz
vücut parçalarınızı hissetmeye başlarsınız. Böyleydi. Her şey
30 0 R u th Reichl

iyi, temiz ve mümkün göründü. Kimseyi kaybetmemişseniz


kutsanmış hissediyorsunuz. Ve kaybetmişseniz o an için o
fedakârlık en azından asil görünüyordu; sonuçta, dünyayı
kurtarmış oluyorsunuz.”
Sammy sebzeleri uzattı ve Anne tabaktan birkaç parça
kuşkonmaz almak için durdu.
“Şehir merkezine kadar yürüdük, Times Meydanina
vardığımızda öyle bir izdiham vardı ki arkadaşlarımdan
ayrıldım. Tüm o kahkaha ve mutlu insanlar arasında itişerek
çılgın gibi etrafta onları arıyordum, çok garip bir şey oldu:
Gördüm ve kendime baktığımı gördüm. İkizime.”
Yumuşak, müzikal sesine, narin ellerinin zarif hareket­
lerine mest olmuştum ama şimdi kimden ve neden bahset­
tiğini hatırladım. “Kim olduğunu bilmiyordum ve bir an
için o anın neşesiyle aklımı yitirdiğimi sandım. O devasa
kalabalıkta Times Meydaninda olmak ve ikizime bakıyor
olmak çok olanaksız görünmüştü. Boyumuz bile aynıydı. O
da benim kadar huzursuz olmuş gibi görünüyordu ve sonra
beni kendine çekip öptü. Tutkulu bir öpücük değil, Avrupa
öpücüğü, her yanaktan birer defa. Ve sonra elimi tuttu,
sokakta birlikte yürüdük. Dünyanın en doğal şeyi gibi geldi.
Tek kelime etmemiştim ama hayatımızın geri kalanında
birlikte olacağımızı o zaman biliyordum.”
“Evlendiniz mi?” Zihnimde tam olarak Anne gibi
görünen bir adamı bembeyaz kilise koridorunda eli onun
elinde yürürken hayal ettim.
“Ah, hayır,” dedi aceleyle, açıkça yanlış bir izlenim
vermek istemeden. Hayalimdeki resim soldu ve onun yerini
neyin alacağını görmek için bekledim. “Şey, onunla evlene­
bilirdim.” Sesi alçaldı. “Anlıyorsunuz ya ona âşıktım. Bertie
Tatlt H ayat 301

de beni sevdi ama o anlamda değil. O kadınlarla ilgilenen


bir adam değildi, ne demek istediğimi anlarsınız.”
Bunu utanç izi olmadan söyledi. Anne bir zamanlar hayal
kırıklığı veya öfke yaşamışsa bile bu duygular artık gitmişti.
Hayal ederken hızla Sammy’ye baktım: Sevdiği adam uzak­
taki kaslı yabancıya özlemle bakarken Anne onu izliyor.
“Ama mektupları neden sakladı?” dedim birden.
Sammy’nin eli masaya indi. Gümüşler takırdadı.
“Müdahale etmeyi kes! Anne’in hikâyesini anlatmasına
izin ver. Henüz onları saklayanın Bertie olup olmadığını
bilmiyoruz.”
“Kütüphane okuluna gitmişti,” diye devam etti Anne.
“Bu yüzden ordu onu New Jersey’de kriptolojide eğitti.
Orada Bay Beard’la kısa süre görüştü ve onu çok etkiledi.
Bay Beard gibi Bertie de umutsuzca deniz aşırı hizmet
vermek istiyordu ve Virginia’ya gönderildiği için oldukça
üzgündü. Her ne kadar saklamaya çalışsa da devletin homo­
seksüel olduğundan şüphelendiğini ve bu nedenle onu
cepheye göndermeyi reddettiklerini düşündü. Ne olursa
olsun sonunda onu serbest bıraktıklarında doğruca New
York’a geldi. Ben onunla tanıştığımda yeni gelmişti.”
“Leziz!'de mi çalışıyordu?”
“Hayır, o zaman değil. Biz tanıştığımızda özel bir okulda
kütüphaneciydi ama bu onun için yanlış işti. Otuzların-
daydı ve çocuklar konusunda yetenekli değildi. Leziz?in bir
kütüphaneci aradığını öğrenince hemen işe başvurdu.”
Anne’e baktım, zihnimde kırk yılı sildim ve onu bir erkek
yaptım. Bertie çok yakışıklı olmalıydı, uzun ve dimdik, o
mavi gözler, kumral saçlar, kırmızı yanaklar. Bir rahatsızlıkla
Jake gibi görünmesi gerektiğini fark ettim. Leziz?m beyaz
302 R u th Reichl

eldivenli kadınları arasında ciddi bir heyecana neden olmuş


olmalıydı.
“Kimin yerini aldı?” diye sordum.
“Siyahla yazan kadının adını bilmiyorum. Sıradan bir
aklı olduğunu söylemişti ama savaş sırasında bulabildikle­
rinin en iyisiydi. Bertie’nin onayladığı bir şey yapmıştı...”
Tavuktan bir parça almak için durdu.
“Çok lezzetli. Savaş zamanı posta hizmetine güvenmedi­
ğinden, iletmeden önce her bir mektubun kopyasını almıştı.
Derginin bir Verifax fotokopi makinesi vardı -o zamanlar
yeniydi- ve kadın onunla gurur duyuyordu. Güvenlik için
kaybolmaları riskini almak yerine orijinalleri kütüphanede
tuttu.”
Masanın karşısında Sammy dikkatle bana baktı. “Savaş
bittikten sonra kopyaları almaya devam etti mi?”
“Evet, o zaman bu onun alışkanlığı olmuştu. Ama Bertie
bunu durdurdu; savaş sırasında mektupları kopyalamanın
makul bir önlem olduğunu ama sonrasında onları kopyala­
manın mahremiyeti ihlal olduğunu söyledi.”
“Diğer kütüphanecileri tanıyor muydu?” diye sordu
Sammy, sinirlenip onu durdurmaya çalışarak elimi uzattım.
Ne önemi vardı? Ama Anne’nin yanıtı kısaydı.
“Bertie kırmızıyla yazan diğer kadını hiç tanımadı ama
ona hayrandı. Görünüşe göre oldukça ani ölmüştü. İşin
garip yanı Bertie de beklenmedik biçimde öldü. 1972’de
bir bisiklet kazasında öldü, hâlâ oldukça genç bir adamdı.
Altmışında bile değildi. Son mektupları ölmeden önce
saklayabilmiş olması tamamen şans.”
“Ama neden? Neden sakladı onları?” Sormak için daha
fazla bekleyemedim.
Tatlı Hayat 303

“Bu...” hafifçe güldü, “... tartışmaya açık. Gerçeği öğre­


nebileceğimizi sanmıyorum. Söylediği, mektupları korumak
için sakladığı.”
“Neden korumak?”
Anne masaya bakarken çatalıyla oynadı ve sözcüklerini
tarttı. “Yaşlı Bay Pickvvick’ten. Bay Beard’ın tüm mektupla­
rını yok etmek istiyordu.”
“Ama neden?” Sammy ve ben aynı anda sorduk. Anne
Milton iç geçirdi. “Bu ellilerin başında oldu. O zaman bu
ülkede neler olduğunu düşünün.” Kendimiz bulmamız için
bizi teşvik ediyor, dik dik bakıyordu ve sınıfında çok rahat
olduğu belliydi. “Çok kötü zamanlardı, bilirsiniz McCarthy
dönemi, cadı avı ve şüphe dönemiydi. Ülkenin her yerin­
deki insanlar kötüydü. Ve yaşlı Bay Pickwick, Bay Beard’ı
çok az seviyordu.”
“Ama Pickwick onu işe aldı!” Sammy nin tutkusunun
patlaması benden bir adım önde olduğunu gösteriyordu.
“Onu kovdu da. Yoksa bunu bilmiyor muydun?”
“Pickwick, Beard’ı kovdu mu?” diye sordu Sammy.
“Bunu kesinlikle Leziz! efsanesinin dışında bırakmışlar. Ne
oldu?”
“Gerçek hikâyeyi kim bilebilir? Sadece Bertie’nin bana
anlattığını biliyorum ve doğru olduğundan emin olamam.
Ona göre Bay Beard bir grup arkadaşıyla içeri girdiğinde Bay
Pickwick öğle yemeği yiyormuş. Bolca şarap içtikten sonra
daha da şamatacı olmuşlar. Pickwick kanaatkar bir tipti,
ayaklarını vura vura ofise geri dönmüş ve böyle bir insanın
dergiyi temsil etmesini istemediğini söylemiş. Sonra Beard'ı
çağırmış, eşyalarını toplamasını ve gitmesini söylemiş.”
Bunu hiç duymamıştım. “Emin misin?”
304
Ruth Reichl

"Hayır. Tek söyleyebileceğim Bertie’nin bana anlattığı.


Farklı da olmuş olabilir; belki istifa eden Beard’dı. Bildiğim
şu ki, Bay Beard gittikten sonra Bay Pickwick editörlere
masasını boşaltmalarını ve kâğıtlarını imha etmelerini
emretmiş. Arkasında tek bir kâğıt parçası, o adamın dergide
çalıştığına dair tek bir kanıt kalmasını istemiyormuş.”
“Anlıyorum.” Sammy nin sesinde hem üzüntü hem de
boyun eğme vardı. “Gay olduğu içindi.”
“Bertie kesinlikle öyle olduğunu düşündü.”
Bununla ne demek istiyordu? Kendisi farklı mı düşünü­
yordu? “Anlamıyorum.”
“Ah, Billie.” Sammy iç geçirdi ve Anne’e baktı. “Bazen ne
kadar genç olduğunu unutuyorum. Bir düşün.”
Anne uzanıp elime vurdu. “Sanırım senin neslin için
işlerin o zaman farklı olduğunu anlamak zor. McCarthy
herkesi komünist olmakla suçlayarak bir paranoya yarattı.
İnsanların peşine sadece politikaları yüzünden düşmediğini
unuttuk; nefret dolu bir adamdı ve eşcinsellerden de nefret
ediyordu. Buna Lavanta Korkusu deniyordu ve insanlar
işlerinden atılıyordu. Gerçek şu ki, Pickwick’in Bay Beard’ı
kovmasının bununla ilgisi var mı yok mu bilmiyorum;
Bertie’nin bu konuda hep aşırı hassas olduğunu düşündüm.
Ama Bay Beard’ın cinsel yönelimlerini çok sonradan halka
açıklamasından önce eğilimlerinin bilindiği de doğru. Bay
Pickwick çok tutucuydu ve belirgin bir eşcinselin, dergisini
temsil etmesini takdir ettiğini sanmıyorum. Nedenlerinin
ne olduğunu asla öğrenemeyeceğiz ama bildiğimiz, Beard’ın
kayıtlardan silinmesini istediği. O günden sonra Beard,
Leziz!'den ve Leziz!, Beard’dan söz etmedi. Çok Orwell
tarzıydı.”
Tatlı Hayat 305

“Sonra ondan kesinlikle bahsettiler!” Sammy öfkeliydi.


“Sanırım,” dedi Anne sessizce, “bu ancak yaşlı Bay Pick-
wick öldükten sonraydı.”
“Ama Bertie’nin mektupları saklama nedeninin bu olma­
dığını düşünüyorsun, değil mi? Başka bir şey olduğunu
düşünüyorsun,” diye tahminde bulundum.
Beni şaşırtacak biçimde kızardı. “Çok zeki bir genç
kadınsın.” Birden daha genç göründü. “Haklısın; bir ara
Bertie’nin başka bir nedeni olduğundan şüphelendim.”
Sammy kendisinden beklenmeyecek biçimde sessizleş-
mişti, ben de onu takip ettim. Anne’in aklında ne varsa onu
ürkekleştiriyordu. Neredeyse nefes almadık.
“Bu konuda konuşmak hoşuma gitmiyor çünkü... şey
olası değil,” diye başladı tereddütle. “Belki de Bertie’nin krip­
tocu olarak göreviyle ilgili anlattığı bir sürü hikâye yüzünden
bunu ben uydurdum. Ama...” Gözlerini indirdi, peçetesiyle
oynadı, katladı ve yeniden açtı. Sonunda dikkatle üçgen
yaptı ve tabağının yanına dikkatle yerleştirdi. “Bay Beard da
kriptocu olarak eğitilmişti ve hep o mektuplarda bir şeylerin,
Bertie’nin tanıdığı türden bir kodun gizlenip gizlenmediğini
merak ettim.” Şimdi hem gözlerini hem de sesini yükselt­
mişti. “Aptalca, hatta çocukça. Muhtemelen hatalıyım. Ama
Bertie mektupları korumak için o kadar kararlıydı ki elimde
olmadan genç bir kız ve ünlü bir aşçı arasındaki yazışmadan
fazlası olabileceğini düşündüm. Mektupların, tarihi belge
olarak değeri olduğunu, Bay Pickvvick’in yok etmesine
izin vermeyeceğini söylüyordu. Öte yandan...5 Bir an için
durup düşündü. “Ayrıca her şeyi belki de olduğundan daha
önemli, daha gizemli gibi göstererek kafama şüphe ekmek
için yoldan çıktığının farkındayım. Bu onun yapacağı bir
306 R u th Reichl

şeydi; fark etmiş olabileceğiniz üzere dramatik becerileri çok


iyidir.”
“Nedeni ne olursa olsun.” Bunu kendime saklayamazdım.
“Mektupları neden eve götürmediğini anlamıyorum. Bana
sorarsanız bir sürü gereksiz zahmete girdi.”
“Ben de aynı şeyi düşünüyorum,” dedi Anne açıklıkla.
“Benim söylediğim de tam olarak bu. Ama Bertie bunların
hiçbirini almadı. Bir hırsız değilim, dedi.”
“Ama Piclevvick mektupları istemedi!”
“Aynen.” Öfkesi bunca yıl sonra bile canlıydı.
“Mektupları çalmayı’ reddetti ve onları yok etmeyecekti,
bu yüzden bir sürü saçma ve sıkıntılı hafta geçirdi. Sürekli
birilerinin mektupların hâlâ orada olduğunu anlamasından
korkarak yaşadı.”
“Zavallı adam.” Sammy görünüşe göre Anne ve benden
daha çok sempati besliyordu. “Bu ne kadar sürdü?”
“Birkaç hafta amaçsız kararsızlıktan sonra, Bertie çözümü
buldu. Gerçek anlamda. Gizli odayı buldu ve bunun kaçak
mektuplar için mükemmel yer olduğunu anladı.”
“Nasıl buldu?” diye sordu Sammy.
“Daha çok sizin bulduğunuz gibi. Ama bir fark vardı:
Bertie kesinlikle şaşırmamıştı. Timbers Konağı’nın bir
zamanlar bir Yeraltı Demiryolu1 istasyonu olduğundan
şüphelenmişti ve şimdi kanıtı vardı.”
“Yeraltı Demiryolu!” Sammy benim kadar şaşkındı.
“ Her şey uyuyor. Timbers Konağı 1830’Iarda inşa edilmiş
olmalı.”
“Odayı bulduğunda mutluydu,” diye devam etti Anne,
sanki Sammy konuşmamış gibi. “Sorunu için ideal çözümü
1 İç Savaktan önce Kuzeyde esirleri kaçırmak için kullanılan gizli kaçış yolu, (ç.n.)
307
Tatlı Hayat

bulmuştu. Timbers Konağı’yla ilgili eski bir şüpheyi doğru­


lamıştı. Ve dergide ününü arttırdı. ‘Büyücü olduğumu sanı­
yorlar,’ demişti bana büyük bir neşeyle. ‘İstediğim zaman
kaybolabileceğimi sanıyorlar.’”
“Söylemek istediğin...” diye sordum bu imalı anlatımı
sindirirken, “... gizli odadan kimseye hiç bahsetmediği mi?”
“Bunu bilmiyorum.”
“Peki ya mektupların geri kalanı? Binlerce mektup var.
Bertie’nin Beard’ın mektuplarını korumak istemesini anlı­
yorum ama diğerlerini de oraya koymanın amacı neydi?”
“Ah.” Bunu sanki önemi yokmuş gibi gelişigüzel söyle­
mişti, “bu çok sonra oldu.” Hesaplamaya başladı. “Yaklaşık
yirmi yıl sonra, sanırım.”
“Hikâye büyüyor.” Sammy ayağa kalktı ve sandalyesini
geri itti.
“Ama hikâyenin sonuç kısmını anlatmaya başlamadan
önce yemeğin son parçasını alayım.”
Mutfağa gitti ve çileklerle dolu antik bir Çin kâsesi ve
yoğun, eski balzamik sirkeli kristal bir şişeyle geri döndü.
Anne’in önüne nefis, kâğıt kadar ince langues de chat1 tabağı
koydu. Anne bir tanesinden narin bir ısırık aldı ve anlat­
maya devam etti.
“Şimdi 1970’e zıplıyoruz. O dönemi hayal edin. Bayan
Van Ailen o zaman editördü, çalışanlarına sadece soyadla-
rıyla hitap eden ejderha gibi bir kadındı. Tüm kadınların
ofise geldiklerinde şapka, çorap ve beyaz eldiven giymesini
zorunlu kılardı. Amerika’da olanlar onu dehşete düşürü­
yordu: Savaş karşıtı hareketi İğrenç bir şey olarak görüyor,
medeniyetin kaybedilmesine çığlık atıyor, hippileri dıışün-
lKedi dili, (ç.n.)
308 Ru th Reichl

dükçe ürperiyor ve uzun saçlı herkesin hapsedilmesi gerekti­


ğini düşünüyordu.”
Zamanın bir resmini çıkarırken -altmışların sloganları
ve protest şarkıları- Anne tüm bir dönemi hatırlattı ve
ne kadar iyi bir öğretmen olduğunu anladım. Bayan Van
Allen’ın pencereden bakıp ellerinde dövizleriyle protes­
tocular geçerken inleyişini hayal ettim. “Bertie, korkunç
yaşlı bir kadın olduğunu düşündü ama duygularını sakla­
makta uzmandı, Bayan Van Ailen hiç anlamadı. Onun
kendisinin dediği gibi ‘bir peri’ olduğunu bilseydi şaşkına
dönerdi. Yaşlı Bay Pickwick ölünce dudakları titreyerek
ve koşarak Bertie’ye geldi, bir dönemin bitmesinden
korkuyordu. Bertie onu yatıştırdı ama aslında sevinmişti;
umudu genç Bay Pickwick’in yeni kan getirmesiydi. Ama
Bay Pickwick kütüphanede sayım yapması için bir eksper
tuttuğunda Bertie endişelendi. Kitapların güvende oldu­
ğunu biliyordu ama mektuplar üzerine kara kara düşünü­
yordu.”
Mum ışığında Sammy’yle göz göze geldik; aynı şeyden
korkuyorduk. Anne bakışı yakaladı ama yanlış anladı.
“Anlamalısınız.” İleri doğru eğildi. “O zamanlar çok az insan
yemek ve yemek tarihiyle ilgiliydi, mektupların değersiz
olarak görüleceğini düşünmekte haklıydı. Bertie, Amerika­
lıların kendi yemek tarihleriyle ilgileneceği zamanın gele­
ceğine ikna olmuştu. ‘Onları kaybetmek suç olur,’ deyip
duruyordu. Mektuplarını zaten saklamıştı ve şimdi kalan
mektupları da gizli odaya taşımanın ne kadar kolay olaca­
ğını düşünüyordu.”
“Bu yetmişlerin başlan mıydı?” Mektupların orada kesil­
diğini fark etmiştim.
Tatlı Hayat 30 9

“Evet! Öldüğü yıldı. Yardımı olacaksa günlüğümde tam


tarihine bakabilirim çünkü ona yardım ettim.”
Onları gecenin karanlığında gizlice ortalıkta dolaşırken
hayal ettim ama bunu anlatınca Anne kahkaha attı. “Çok
romantik!” Gözleri parıldadı. “Ama gerçekten çok uzak.
Anlıyorsunuz ya, Bertie yirmi beş yıldır Leziz!'*deydi ve
kütüphane özel alanıydı. Hafta boyunca çalıştık. Çok eğlen­
celiydi. Son klasörü rafa koyduğumuz ve gizli odadan son
kez çıktığımız zamanı hatırlıyorum. Kitap rafını yerine geri
ittiğimizde Bertie mektupları kimin bulacağı ve bunun ne
zaman olacağı üzerine konuşmaya başladı. Yüzü bulutlandı,
ne olduğunu sorduğumda o kadar üzgündü ki bir dakika
konuşamadı.”
Canını sıkan şeyi tam olarak biliyordum. “Mektupları
kimsenin bulamamasından korkuyordu!”
Anne onayladı. “Tüm bu zahmete kadanmıştı ve birden
aldığı büyük riski anladı.” Anne masanın karşısına baktı ve
canlı biçimde bana gülümsedi. “Burada olmaması ne kadar
kötü. Sen gerçek anlamda rüyalarının gerçekleştiğinin kanı­
tısın.”
Yemeyi Seviyorum

Sevgili Genie,
"Gönder" düğmesine bastığımda tüm bu sözcüklerin bir
yıl, dokuz ay ve otuz gündür açılmayan bir gelen kutu­
suna gideceğini biliyorum. Ama seni çok özlüyorum ve
bir şekilde yazmak iyi geliyor.
O la y şu ki Anne, Bertie ve garip, kederli aşk hikâyeleri
üzerine düşünmeden edemiyorum. Ve bunu konuşmak
istediğim kişi sensin. Büyük bir israf gibi görünüyor, tüm
o tutku kimseye faydası olmadan orada öylece duruyor.
Anne kendini işine adamış, Bertie kurnazca bir define
avı yaratarak kendine büyük bir eğlence yaratmış.
G a rip bir biçimde bana M aggie ve Jake'i hatır­
latıyor: Beraber iyi değillerdi ama ikisi de başkasını
bulmadı. Oldukça yalnız olmalılar. Sonra babamı ve
311
Tatlı H ayat

Melba Teyze'yi düşündüm... ve bununla nereye varaca­


ğımı bile bilmiyorum. Gittiğimiz tüm o aile gezilerini,
ayrı odalar almak için ne kadar dikkatli olduklarını hatır­
lıyor musun? Ama hep beraberlerdi, teyzem babamın
cümlelerini bitirirdi, yine de onları hiç el ele görmedik.
Sen gördün mü? Bizim arkamızdan sinsice iş mi çeviri­
yorlardı? Yoksa sadece iyi arkadaşlar mıydı? Artık ne
olduklarını biliyorlar mı?
Ve sonro Bay Şikâyetçi'm var. Kendimi merdivenlerde
ayak seslerini beklerken, gelmesini isterken buluyorum.
Deli miyim? Orada değilken orada olmasını istiyorum.
Ve oradayken bana dokunmasını istiyorum. Bu nasıl
oldu? Fontanari'de sürekli onu başımdan savdığım konu­
sunda haklı mı? Geriye bakınca kişisel bir şey sordu­
ğunda hep konuyu değiştirmişim gibi görünüyor. Belki
de değişen benim?
Ama sonra dükkâna getirdiği berbat sarışını hatır­
lıyorum ve merak ediyorum: Hâlâ beraberler mi?
Değillerse bile ben onun tipi olamam. Kendimi mi kötü-
lüyorum?
Ah, Genie sadece bir gün için hayatta olamaz miydin?
Sende her zaman yanıtlar vardır. Seni bırakmam gerek­
tiğini biliyorum. Ama daha değil. Daha değil. Lütfen.
xxb

Not: Saçımı kestirmeye karar verdim. Yeni lensler, yeni


kıyafetler... Neden yeni bir saç olmasın? Muhtemelen
kötü bir yer seçeceğim ve ucube gibi görüneceğim. Bu
tam benlik olur.
312 Ruth Reichl

“Gönder’e bastım ve kelimelerin yok olmasını izledim.


Sonra yeni gardırobumu izledim; Genie’nin onaylamayacağı
bir şey yoktu. Bugün, diye düşündüm, kırmızı süet ceket
günü. Diğer her şeyi basit tuttum: siyah pantolon, siyah bir
tişört, düz siyah babetler. Aynada kendime baktım ve başka
bir şeye daha ihtiyacım olduğunu fark ettim, sadece küçük
bir nokta. Bir çift ince kırmızı çorap çektim, kendime son
kez baktım ve konağa gittim.
Tüm sabah Mitch’in sesini duymak için bekledim ama
sonunda zil çaldığında gelen, arkasında iki yakışıklı ve sıska
genç olan Joan-Mary ydi. Timbers Konağı’na hayranlıkla­
rından sesleri cızırtılıydı.
“Burada tam olarak ne yapılacağını biliyorum,” dedi
sarışın olanı, sorumlu o gibi görünüyordu. “İşimiz bitti­
ğinde insanlar burayı almak için kıyasıya mücadele edecek.
İlk günde on teklif alacaksın.”
“Söz mü?” Joan-Mary memnun göründü. “O zaman
sana bırakacağım.” Dikkatini bana verdi. “Eric ve Alex
bugün sadece keşif yapacak ama üzülerek söylüyorum yarın
farklı olacak. Merdivenlerden mobilya indirip çıkaracaklar.
Korkarım oldukça rahatsız edici olacak ve senin yerinde
olsaydım yollarına çıkmazdım.”
“Ama burada birisinin olması gerekmez mi?”
“Onları içeri alacaksın. Ve gittiklerinde kilitleyeceksin.
Ama onlar çalışırken burada kalman için kesinlikle bir
neden yok. Hiçbir işini halledemezsin.”
“Yani İnsan Kaynakları’na yarın için bana izin verdiğini
söyleyebilir miyim?”
“Aynen.” Şaka yapıyordum ama espriyi anlamadı.
Konaktan ayrıldı, hemen Sammy’yi aradım.
Tatlı Hayat 313

“Bir çift dekoratörle yalnızım. Konağı düzenleyecekler.


Ama şimdi Mitch kütüphaneyi açtığı için sanırım doğruca
içeri girebilirim. Sence nereye bakmalıyım? Bir sonraki
ipucunun ‘balkabağı’ olduğunu sanıyorum.”
Ben merdivenleri çıkarken o sessizce bir an bunu düşündü.
“Yeterince kurnazca değil,” diye karar verdi sonunda.
“Peki ya ‘Kurtuluş Keki’?”
“İmkânsız değil. Ama oyunun sonuna yaklaşıyoruz ve
Bertram karmaşıklığı arttırmış gibi. ‘Bread’1 ile uğraşmanın
boğucu olduğunu kabul ediyorum. ‘Beard’ için çok çekici
bir anagram.”
“Belki Fransız ekmeği?” diye önerdim. “Fransa’da olduğu
için? ‘Pairii mi denemeliyim?”
“Çok basit. ‘Baguette belki?”
“Deneyeceğim,” dedim şüpheyle, kart kataloguna gittim
ve “B” çekmecesini açtım. “AmanTanrım, Bertie’nin ruhuyla
iletişim mi kuruyorsun?” diye sordum. “İşte burada! Yazdığı
bu: ‘İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa Cephesi’ndeki
Amerikan askerleri gerçek Fransız ekmeğini ilk defa tattılar.
1945’in ‘Boulangerie dosyasında bu konu üzerine bazı ilginç
mektuplar var.’”
Sammy’nin memnun ifadesini hayal ettim.
“Basit, tatlım. Hemen mektupları bulmanı ve dosyayla
ofisine gitmeni öneririm. Kütüphanede dikkat çekmek
aptalca olur.”
“Tamam.” Telefonu kapattım, dosyayı buldum ve ofisime
gittim, merdivenlerde yanlarından geçerken Eric’le Alex’e
neşeyle el salladım.

1 Ekmek, (ç.n.)
314 Ruth Reichl

26 MART 1945

Sevgili B ay Beard,
L ütfen çok çok dikkatli olun ; sizin Avrupa'da olm anız fik r i beni
çok korkutuyor. Oraya gitm ek, kurtarılınca yeniden Paris’te

o lm a k için heyecanlandığınızı bilm em e rağmen çok korku­

tu cu görünüyor. Yapacak önem li bir işiniz olduğunu biliyorum

a m a G ü ney A m e r ik a ’d a olduğunuzu d üşündüğüm de daha

m u tlu y d u m .

Ç ok k o rktu ğ u m d a sizi o k ü ç ü k Fransız fırın la rın d a n birine

girerken ve sonra ko lu n u zu n altında o u zun, gevrek ekm ek

dilim leriyle y ü rü rken düşünüyorum , bu ke n d im i daha m u tlu

hissetm em e neden oluyor.

L ü tfen ke n d in ize çok iyi bakın, B ay Beard. Sizi d ü şü n e­

ceğim.

A rka d aşın ız,

L u lu

12 NÎSAN 1945

Sevgili B a y Beard,

B a y a n C .ye N a p o li’d en gö n d erd iğ in iz tarifleri verdim ve

sa va ş b ittik te n sonra birlikte mozzarella in carrozza* y a p a ­

cağız, dedi. H erkes savaş b ittik ten sonra ne y a p a c a ğ ım ızla

ilgili konuşuyor.

Toplam a kam pları hakkın d a bir şeyler o k u d u n u z m u?

Ş im d i A u sc h w itz gibi yerleri bildiğim için babam ın savaş esiri

o ld u ğ u n d a n endişelenm eden edem iyorum . G azete aç bıra­

kıldıklarını, çu k u r açtıklarını, taş kırdıklarım ve g a z odala­

rına g ö n d erilip boğulduklarını söylüyor. Esir alındıysa ona

1 Mozzarellaiı kızarmış sandviç. (ç.n.)


Tatlı Hayat 315

ne olduğu gerçeğini asla bilemeyeceğimizden korkuyorum.


A n n em ve ben bunu konuşm uyoruz ama zaten gerek yok.
O nun da tam olarak aynı şeyi düşündüğünü biliyorum.
Lütfen bana neşeli haberler gönderin.
Arkadaşınız,
Lulu

13 NİSAN 1945

Sevgili Bay Beard,

Başkan Roosevelt öldü. Çok büyük bir şok. Hatırlayabildiğim


tek başkan o ve Beyaz Sarayda bir başkasını düşünemiyorum.
E m inim Başkan Truman iyi bir adamdır ama adını böyle
a n m a k bile ağzım da garip bir tat bırakıyor. Başkan Roosevelt
olm ayan bir dünya garip ve korkutucu bir yer.

Bay Jones haberleri aldığımızda evdeydi, kollarım annemle


bana sardı ve birbirimizi rahatlatmaya çalışarak orada öylece
durduk. Savaş bitmeden başkanın ölmesi üzücü, değil mi?
Herkes sonun artık uzak olmadığını söylüyor.

Sınıfta Bayan Bridgeman, Bayan Roosevelt'in oğullarına

gönderdiği telgrafı okudu. “Başkan bu öğleden sonra uykuya

daldı. İsteyeceği gibi sonuna kadar işini yaptı. Hepinizi ve

sevgim izi kutsuyorum !’ Uykuya daldı; bunu söylemek için ne

gü zel bir yol, değil mi?


Ve biz de işlerimizi yapacağız, savaşın bitmesini, hayatın

eski haline dönm esini bekleyeceğiz. Çok uzun zaman oldu;

nasıl olduğunu hatırlamıyorum bile.

A rkadaşınız,

Lulu
316 Ruth Reichl

Mektuba Öylece baktım ve Başkan Roosevelt’in savaş


bitmeden önce ölmesinin ne kadar üzücü olduğunu
düşündüm; üç hafta sonra Avrupa’da savaş bitmişti. Kafamı
kaldırdığımda Eric’in kapımda durduğunu gördüm.
“Bugün için işimiz bitti,” dedi. “Yarın dokuz otuzda gele­
ceğiz. Sana uyar mı?”
“Tamam. Yarın görüşürüz.”
O çıkana kadar bekledim ve sonra dosyadaki bir sonraki
mektubu aldım. Ben okuyamadan önce telefon çaldı.
Sammy’ydi. “Thursdayin gnocchi’si için kontrol edilemez
bir açlık duyduğumu fark ettim. The Pig’de bana katılır
mısın?”
“Şimdi mi? Tüm mektupları okumadım!”
“Katla ve onları da getir. Yemekten sonra inceleyebiliriz.
Bekleyebilir. Hadi acele et, son derece aç olduğumu düşünü­
yorum.” Bana tartışma şansı vermeden kapattı.

The Pig o kadar kalabalıktı ki Sammy’nin yalnız olmadığını


anladığımda yemek salonunu yarılamıştım bile. Richard,
Jake ve Maggie masanın etrafında otururken, Thursday
elleri Richard’ın omzunda ayakta duruyordu. Ben yakla­
şırken hepsi, utandıracak biçimde dönüp izlediler.
Bu sürpriz parti miydi? Neden hepsi buradaydı?
Jake ayağa kalktı. “Bak hele!” Bir sandalye çekti. “Keşke
moda böceğini daha önce yakalasaydın. Bu giydiğin o sıkıcı
kıyafetlere göre büyük gelişme.”
“Harika ceket.” Richard uzandı ve süete parmağını sürdü.
Maggie, “Şu dergilerin öncesi sonrası kurbanlarından
biri de sen mi oldun? Bana sorarsan herkes öncesinde daha
iyi görünüyor,” diyene kadar oldukça iyi hissediyordum.
Tatlı Hayat 317

“Bırak artık,” dedi Thursday. Tepeden tırnağa bana baktı.


“Lensler iyi bir gelişme. Ama böyle giyineceksen saçına da
bir şeyler yapmalısın.”
Açık sözlülüğü ona güvenmemi sağlıyordu. “Biliyorum.
Biliyorum. Ama nereye gideceğimi bilmiyorum.”
“Eva’ya tabii ki.” Thursday barda oturan saçları parlak
kınalı kadını işaret etti. “O en iyisidir.”
“Şimdi lütfen yiyebilir miyiz?” Maggie boş tabağını
uzattı. “Geri kalanınızı bilmiyorum ama ben bundan çok
sıkıldım.”
“Ah, ah.” Thursday mutfağa doğru gitti. “Canavarı
beslesem iyi olacak.”
Thursday restoran boyunca yürürken, Maggie onu
izledi, Evayla konuşmak için durunca gözlerini kıstı. “Bu
toplantının nedeniyle devam edebilir miyiz, lütfen? Müsrif
editörün eve dönüşü için buradayız. Söylesene Jake, ne
zamandır yoktun?”
“Büyük Sammy müdahalesinden beri üç ay olacak.” Jake
bardağını Sammyninkine vurdu. “Ertesi gün ayrıldım.”
“Ve yeni döndün?” dedi Sammy. “Bu bayağı sağlam bir
yolculuk.”
“Doğru.” Jake kollarını kaldırıp hepimizi toparladı. “Ne
şamata! Hiçbir fikrim yok. Dünyanın yarısını dolaştım ve
bana tek kuruşa mal olmadı; her şey ziyaret ettiğim ülkeler­
deki turizm büroları tarafından ödendi. Sherman öldükten
sonra...”
“Sherman öldü mü?” Dehşete düşmüştüm. “Neden
bana söylemedin?”
Jake iki eliyle masanın karşısına uzandı ve elimi eline
aldı. “Billie, çok üzgünüm. Bir şey söylemeliydim ama bu
318 Ruth Reichl

konuda konuşamadım. Değer verdiğim her şeyi birden


kaybetmek gibiydi. Önce dergi ve sonra Sherman.”
Sherman’a bakmayı teklif ettiğim o konuşmayı
düşündüm. “Bu yüzden mi bu kadar gariptin? Sherman
zaten ölmüştü, değil mi?”
“Veterinerden yeni gelmiştim,” dedi. “Bununla ilgili
konuşursam ağlamaya başlayacağımı biliyordum. Üzgünüm.
Senin de onu sevdiğini biliyorum.”
Bardağımı kaldırdım. “Sherman’a: Umarım cennette
smoothie vardır.”
“O gidince beni burada tutan bir şey kalmadı. Hep
Madrid Fusion’a gitmek istemiştim ve oldukça harikaydı;
tüm moleküler tipler oradaydı. Ferran soğuk başlayan ve
yutarken giderek sıcaklığı artan bir çorba yaptı. Sonra
havuçları saf havaya çevirdi. Japon bir adam ot pişiri­
yordu.”
“Ot?” Sammy kuşkucuydu.
“Evet, tütsüledi. Tadı müthişti. Oradayken Yeni Zelan­
da’daki Hokitika Yabani Yemekler Festivali’nden bir davet
aldım. Gerçekten yabaniydi. Canlı huhu tırtılları, kurtçuk
trüfleri ve keseli sıçan turtası yapıyorlardı. Redzepi’nin aşçı­
larından biri Noma’dandı, demolar yapıyordu ve Danimar­
ka’daki 159 tür yabanturbu içeren bir tarif yaptı.”
Garson masaya bir tabak istiridye koydu. “Yeni Zelanda’da
çok inanılmaz istiridyeler var, büyük -belon’ların1 baki­
rimsi tadı var- ama aynı zamanda gevrek. Sonra Tayvan ve
Singapur.”
“Geri dönmeye neden tenezzül ettin?” Maggie’ydi tabii
ki.
1 Fransa’da nehirde yetiştirilen iri istiridyeler. (ç.n.)
Tatlı Hayat 319

Jake ona sırıttı. “Geçen gün Top Chef Mastersa çıkmak


isteyip istemediğime dair bir telefon aldım. Eğlenceli olabi­
leceğini düşündüm.”
“Jake Newberry olmak güzel olmalı.” Acılı olduğu için
Maggie’yi suçlayamazdınız. “Ben aşçılık konusunda seni
beşe katlarım ama kimse beni bir yere davet etmedi. Sence
bunun kadın olmamla alakası var mı?”
“Sence kötü dilinle bir ilgisi var mı?” Jake’in yüzünden
bir gölge geçti ve ellerini kaldırdı. “Pardon, bu kabaydı.
Bunu söylememeliydim.”
“Hayır,” dedi Maggie. “Söylememeliydin.” Bir istiridye
aldı, limon sıktı, kafasını geriye attı ve yuttu.
Sammy, Richard’a dönüp konuşuncaya kadar utangaç bir
sessizlikte istiridye yedik. “Ve siz efendim, kameranızla yaka­
lamak için başka felaketler ortaya çıkardınız mı?”
Richard bir istiridye aldı ve oyalandı.
“Aslında çıkardım. Great Jones Sokağı’ndaki itfaiyedeki
adamlar onlarla beraber gitmeme izin verdi. Onları çalı­
şırken çekmedim ama yangın söndürüldükten sonra fotoğ­
raflar çektim. Kalanları, sondaki dramayı seviyorum. Bu
seriye ‘Maddi Anılar diyorum ve sanırım sıradaki gösterim
olacak.”
Sonlar, diye düşündüm. Yıkım. Bunda bile bir güzellik
bulabiliyordu. Bir anlığına bile olsa yine dünyayı onun
gözleriyle görebilmeyi diledim.
Thursday grıocchi ile geldi ve daha çok şarap içtik. Domuz
yavrusunu getirdiğinde barış sağlanmıştı, sesler etrafımda
yumuşayıp koza gibi rahatlatıcı bir hal aldı. Masada etrahma
bakınıp bu insanlar hayatımda oldukları için ne kadar şanslı
olduğumu düşündüm.
320 Ruth Reichl

On buçukta Sammy ayağa kalktı ve büyük bir esneme


gösterisi yaptı. “Şimdi gitmeliyim.” Dikkatle bana baktı.
Ben de itaatkâr biçimde ayağa kalktım. “Ben de,” dedim.
“Erkenden randevum var.”
“Ve sonra bir tane daha.” Thursday elime bir kâğıt
parçası sıkıştırdı. “Eva’nın adresi. Öğle yemeği saatinde
gidebileceğini düşündüm, bu yüzden öğlen seni bekleme­
sini söyledim.”

Mektupları Sammy’nin evine götürdük ve beraber okuyabi­


leceğimiz kanepeye yerleştik.

23 AĞUSTOS 1945

Sevgili Bay Beard,


Japonya Zaferi günü çok heyecan vericiydi! Hepimiz sonunda
savaş bittiği için çok mutluyduk! Her şeyin bu kadar çabuk
kötüleştiğine inanamıyorum. Tarım Birliklerinde çalışıyordum
ama haberleri duyunca herkes sanki gizli bir plan yapmışız
gibi aletlerini btraktp şehre yürümeye başladı. Her çatıda
insanlar vardı ve ağustosta çılgın bir Noel gibi her yere tuvalet
kâğıtları asılmıştı. Bir parti varmış gibiydi. Hava kararmaya
başlayınca herkes evine gitti ama çok sıkı bir trafik vardı ve çok
uzun sürdü. Sirenler çalıyor, insanlar dans ediyordu ve kala­
balık otobüste bir başka parti var gibiydi. Yine de keşke daha
hızlı gitseydi, annemin evde benim için endişelenmesinden
korkuyordum. Ama oraya gittiğimde mutfakta, karanlıkta
ağlıyordu.
Önce telgrafçının geldiğini sandım ama öyle değildi. Annem
duyuru yapıldığında fabrikadaki herkesin neşeyle bağırdığını
Tath H ayat 321

söyledi. A m a sonra d u yu ru sistem i y in e çalışmış ve şu n u söyle­

m işti: “H er şeyin izi y a n ın ıza alın. Kapıları kilitliyoruz.” K a d ın ­

la rın hiçbiri anlam am ıştı.

A n n e m am irin e sorunca, ona erkekler geri dönünce işlerini

b ıra km a yı ka b u l ettiklerine dair im zaladıkları belgeyi hatır­


lattı.

“A m a geri dönm ediler!” dedim . A n n e m önem li olm adığım ,

ço k fa z la u çak ya p tıkla rın ı ve şim di savaş bittiği için bunlara

ih tiya ç d u yu lm a d ığ ın ı söyledi. D evlet tü m sözleşmeleri iptal

ed iyo r ve şirket, kadınları çıkarıyor. Yine iş olursa geri dönen

askerlere verecekler.

B a y B eard ka fa m kariştı. Ü lkem ize h izm et eden cesur

a d a m la r ın işlerini geri alm alarının hakları olduğunu bili­

y o r u m . A m a y a kadınlar? O nlar da bir şansı hak etm iyor m u?

A n n e m g ib i k a d ın la r her şeyi yaptı; savaş bittiği için bunlar

s a y ılm ıy o r m u? A n n e m babam ı kaybetti ve şim di işini kaybe­

diyor. B u a d il görünm üyor.

B a b a m eve gelse bankaya dönm eyi düşüneceğini bili­

y o r u m . D u r u m böyle olsaydı, d ü rü st olm am gerekirse, son

b irka ç y ıld ır o n u n işini y a p a n kadını d üşünm ezdim sanırım .

A m a ş im d i o n u ve ne yapacağını m erak ediyorum . Belki onun

d a kocası dönm eyecektir, belki işe ihtiyacı vardır.

A n n e m en d işe len m em em i söylüyor; bizi en azından bir

sü re idare edecek ka d a r p a ra m ız olduğunu söylüyor. A m a

a n n e m kısa süre içinde iş bulam azsa, sanırım evim izi satm ak

z o r u n d a kalacağız. Ç ok u m u ru m d a değil am a her şeyi birden

k a y b e tm e k a n n e m e zo r geliyor gibi.

S a va ş b itince h er şeyin daha iyi olacağını d üşünm üştüm .

B a b a m h âlâ ölü ka b u l ediliyor am a üzülerek söylüyorum ki

u m u d u m d a n vazgeçtim . B eni dün ya d a ki diğer tüm şanslı


322 Ruth Reichl

insanlardan aytran b ü y ü k bir uçuru m var gibi hissediyorum ;

o n la rın ön lerinde birçok şey var.

A rka daştntz,
L u lu

“Genie öldüğünde tam olarak böyle hissediyordum,” dedim


Sammy’ye. “Sanki bir daha başıma iyi bir şey gelmeyecekmiş
gibi.”
“Anlıyorum.” Bunu öyle bir merhametle söyledi ki
gerçekten anladığını biliyordum. “Noel’de benim yaşa­
dığım da buydu. Çok kötü bir yola girmişim ve hep sokağın
karanlık tarafında kalmaya lanetlenmişim gibi hissettim.
Umutsuzluk berbat bir hastalık.” Kısa bir sessizlik oldu ve
sonra Sammy boğazını temizledi. “Başka mektup var mı?”
“Dört,” dedim.
Elimi tuttu. “Hepsini okuyana kadar konuşmak yok.”

9 ARALIK 1945

S evgili B a y B eard,

D evlette n h a b er g elm e d i ve b abam ı ölü ilan e tm e lerin i d ilem eye

b a şla d ım . B u n u s ö yle m em k ö tü m ü ? K o rku n ç o ld u ğ u n u bili­

y o r u m , k e n d im i çok d ü ş ü n m ü y o ru m a m a asıl en d işe m a n n em .

B u b elirsizlik o n a çok z o r geliyor. D ü n bulaşıkları y ık a r k e n

ra d yo d a B in g C rosby çıktı ve “W h ite C h ristm a s”ı söyledi,

a n n e m la va b o d a d u r u p g ö zyaşlarına boğuldu. Sava şta n önceki

so n N o e l’i, b a b a m ın eve radyoyla gelm esin i hatırlattı; p a tr o ­

n u n d a n b ir hediyeydi. R a d y o y u açtığında “C hattanooga C hoo

C h o o ” çalıyordu, a n n e m e doğ ru eğilip, “M a d a m , bu dansı

b a n a lü tfed e r m is in iz ? ” dem işti. Sonra ikisi de ka h k a h a la r


Tatlı Hayat 323

içinde nefes nefese kalana kadar onu m utfakta çevirdi. Ohio’d a


iki kü çü k insan olduğum uzu ve Washingtonda endişelenmeyi
gerektirecek bir sürü başka şey olduğunu biliyorum am a bizi
habersiz bırakmaları çok kötü.

A n n em hâlâ iş arıyor ama askerler döndüğü için şansı


yok. H er akşam eve cesareti kırılmış halde dönüyor ve benden
saklam aya çalışmasına rağmen para konusunda çok endişe­
lendiğini biliyorum. Geçen akşam B ayjonesu akşam yemeğine
davet ettim , annem dom uz pirzolası yapm ayı planladığımı
görünce ağzı sıkılaştı ve karneli dağıtımın bitmesinin et yiye­

bileceğimiz anlam ına gelmediğini söyledi. Yine de Bay Jones


gelm eden güzel bir elbise giydi ve hatta ruj bile sürdü, yani
sanırım çok canı sıkılmadı.

Arkadaşınız,
Lulu

6 OCAK 1946

Sevgili B ay Beard,

U m arım darılm azsınız; Paris'ten gönderdiğiniz çikolataları

N oel yem eği için gittiğim izde Cappuzzellilere götürdüm, önce

Bayan C. alm ak istemedi -bana gönderildiğini söyledi- ama

paylaşırsak tatlarının çok daha güzel olacağım söyledim.

İyi çikolata bulm ak burada hâlâ im kânsız ve çok harika bir

lezzetti!
Bayan G, Tom m y’y i de davet etti ama ailesiyle evde

kalm ası gerekti; savaş bittiğinden beri birlikte ilk Noelleri. Bay

Jones’u da davet etti. “Ço/c üzücü, bekâr bir adam tatilde yapa­

y a l n ı z d e d i . Sonra yanağım a dokundu ve uzun süre yalnız

olm ayacağım söyledi.


324 Ruth Reichl

A k ş a m y e m e ğ in d e n so n ra h e p im iz P a d u a St. A n th o n y

K ilis e s in d e g ec eya rısı a y in in e g ittik . A n n e m K a to lik le r e ço k

sa yg ı d u y m a z , k a b u l ed in ce şa şırd ım . A m a tü m m e r m e rle r i

ve y a n a n m u m la r ıy la kilise g ü z e ld i, a n n e m g ö z le r in i k a p a tıp

k o r o y u d in le d i. O a n d a y ü z ü b a b a m g itm e d e n ö n c e o ld u ğ u g ib i

h u z u r lu y d u . O a n sa d ece o n u n için k ü ç ü k b ir d u a e ttim .

Y a n i s o n u ç ta n ered ey se m u tlu b ir NoeVdi. U m a r ım s iz in k i

d e öyledir.

A r k a d a ş ın ız ,

L u lu

4 ŞUBAT 1946

S e v g ili B a y B eard,

E v im iz i s a ttık . Ç o k h ız lı o ld u ! A n n e m e v le r in b u k a d a r a z

o lm a s ı y ü z ü n d e n s a tm a n ın v a ta n se v e r c e o ld u ğ u n u s ö yle d i.

G a z e te y e b ir ila n verd i, e r te si s a b a h k a p ıd a in s a n la r sıra ya

g ir m iş ti.

E r te s i h a fta E liz a b e th P a r k V a lle y d e n ta ş ın ıp N o r th H ilVde

k ü ç ü k b ir d a ir e y e y e r le ş tik . K ü ç ü k v e k a r a n lık b ile olsa b ö yle

b ir y e r i k ir a lık b u ld u ğ u m u z iç in ş a n slıy ız, a n n e m in n e k a d a r

m u t s u z o ld u ğ u m u g ö r m e m e s i iç in e lim d e n g e le n i y a p ıy o r u m .

A m a k ir a u c u z ve m u tfa k ta m o d e r n a le tle r v a r (o y e n i e le k tr ik li

f ı r ı n h a k k ın d a n e h is s e ttiğ im d e n e m in o lm a s a m d a ). B a y Jones

is te d iğ im z a m a n o n u n m u tfa ğ ım k u lla n a b ile c e ğ im i söylüyor.

B a h a r g e ld iğ in d e b a h ç e m i ö z le y e c e ğ im i b iliy o r u m . T o m m y

o n u n e v in e e k e b ile c e ğ im i s ö y lü y o r a m a b u , g ittik ç e d a h a k a b a

o la n J o e y a k a t la n m a k d e m e k . Ve B a y a n S tr o h u n h o ş u n a g id e ­

ce ğ in i d e s a n m ı y o r u m ; ş im d i f a k i r o ld u ğ u m u z iç in b a n a ka r ş ı

es k isi k a d a r iy i d e ğ i l
Tatlı H ayat 325

Y eniden N e w York’a d ö n d ü ğ ü n ü bilm ek hoş. B elki bir gün,

s o n u n d a bu lu şu ru z? A m a belki de buluşm asak da h a iyi olur.

Ya s o n u n d a birb irim izd en hiç hoşlanm azsak?

A rk a d a şın ız,

L u lu

AĞUSTOS 1946

S evg ili B a y Beard,

T elevizyon ! Televizyona çıkacaksınız! Sabırsızlıkla bekliyorum .

B a y Jo n e su n televizyonu var, şansım a, çünkü annem sizi

iz le m e k için bile olsa bara g itm e m e izin verm ez. O, T om m y ve

b en - v e C appuzzellilerden kaçı B ay Jonesun oturm a odasına

sığ a rsa - Yemeyi Seviyorum’u izleyeceğiz . Garip, değil mi?

S a n k i s o n u n d a tanışacakm ışız gibi hissediyorum .

Y a yın b ittiğ i d a kika yazacağım .

A rk a d a ş ın ız,

L u lu

“Bu sonuncuydu,” dedi Sammy. “Bu Lulu’nun yayın sonrası


mektup yazma sözünde başarısız olduğu anlamına mı
geliyor?”
“Belki başka bir yerdedir.”
“Ne büyük bir hayal kırıklığı! Acaba Anne sonrasında
olanları biliyor mu?” Sammy bana kapıya kadar eşlik
ederken düşündü. “Sabah ilk iş araştıracağım. Ve söz veri­
yorum gecikmeden haber veririm.”
Ertesi sabah Sammy arayıp Anne’in yayma dair bir
mektup hatırlamadığını söylediğinde konağa daha yeni
gelmiştim. “Ama...” dedi neşeyle, “... bana en az bir mektup
326 Ruth Reichl

daha olduğunu söyledi. Lulu büyük adamla tanıştıktan


sonra yazmış.”
“Onunla tanışmış mı?”
“Görünüşe göre, ama oldukça sonra; Anne birkaç yıllık
ara olduğunu söylüyor.”
“Anne, babasının gelip gelmediğini biliyor mu? Annesi iş
bulmuş mu?”
“Maalesef Anne’in mektupların içeriğine dair anısı yok.
Ve...” sesi hafif endişeliydi, “aynı zamanda sahiplik konu­
sunu açtı. Mektupların kime ait olduğunu araştırmanın
gerekebileceğini söylüyor.”
“Bunlar tarihi belge. Neden birisine ait olsunlar ki?”
“Anne bana her şeyin birisine ait olduğunu ve ilk fırsatta
bir avukata başvurmamızı söyledi. Önemli sonuçlan
olabilir.”
“Babamı ararım,” dedim ama bunun neden önemli
olacağını anlamamıştım, telif hakkı sona ermiş olmalıydı.
“Ama şimdi yapamam. Dekoratörler geldi.” Zil çalıyordu ve
yetişmem gereken bir randevum vardı.
Biraz Turşu

Öğlen salonun kapısında duruyordum, elim camın üzerinde


fırıl fırıl Eva, Eva, Eva yazan yerin üzerindeydi. Kalın sarı
saçları olan bir kadın çıktı ve geçmesi için kenara çekildim,
dikkatle inceledim. Omuzlarına düşen dalgalar doğal görün­
meye çalışmıyordu ve geniş siyah kaşlarıyla ağır gözlükleri
ona doğaya nanik yapan arsız bir özgüven vermişti. Güzel
değildi ama dikkatinizi çekiyordu ve gözlerinizi alamıyor-
dunuz. Beni dik dik bakarken yakaladı. “O kadar kötü mü?”
“Hayır. Çok güzel. Gerçekten.”
“Bilmiyorum.” Sesi emin değil gibiydi. “İçeri girdiğim
halime göre çok farklı görünüyorum...”
“Acaba bana da aynı şeyi yapacak mı?”
“Öğrenmenin tek bir yolu var.” Yabancı kapıyı tuttu.
“Dövme veya pirsing gibi değil. Küçük bir detay. Kökü sende.”
328 Ruth Reichl

Üç saat sonra herkesin bana benim o kıza baktığım gibi


baktığından emindim. Eva saçımı kısa kesmiş, yüzümün
etrafında toplarken itirazlarımı susturmuştu. “Çok güzel
elmacık kemiklerin var,” diye mırıldandı keserken. “Onları
öne çıkarmak istersin. Ve o gözler...” Folyolar, pamuk ve
fırçalar içeren bir tür karmaşık, zaman gerektiren işlem
uyguladı; işi bittiğinde saçım yumuşak bir haleye, ışıkta
parlayıp göz kırpan altın ve bronz cümbüşüne dönmüştü.
Saçıma dokundum ve parmaklarımın altındaki pürüzsüz
ipeksi dokunuş hoşuma gitti.
“Makyajını yapayım.” Sandalyeden kalkmaya çalıştım
ama Eva beni nazikçe yeniden oturttu. “Benim hediyem
olacak. O gözleri harcamanı görmeye dayanamıyorum.”
“Çok sıkıcılar.” Boş boş aynaya baktım. Ağır gözlükler
olmadan bile düz kahverengiydiler.
“Bekle.” İzleyebilmem için sandalyeyi döndürdü. Çok
uzun sürmedi ama işi bittiğinde gözlerim dumanlı bir
burbon olmuştu. Şimdi kocamandılar, ağzımı hafif bir
pembeyle boyamıştı, ne kadar cömert olduğunu öne çıka­
rıyordu. Ayağa kalktım ve aynadaki yabancıya baktım,
katmanlı boyanmış saçlarına ve güzel kıyafetlerine baktım.
Hissettiğim şeyin güzellik değil, güven olduğuna karar
verdim. Bu kızı sokakta yürürken görsem harika oldu­
ğunu, inanılmaz bir hayatı olduğunu düşünürdüm. Gerçek
bana hiç benzemiyordu. Ama belki de insanların çoğu bir
görünüşün arkasına saklanıyordu. Belki de gösterişli Joan-
Mary nin içinde korkmuş küçük bir insan vardı. Sammy’nin
tüvit üniforma seçmesinin nedeni bu muydu? Ona cesaret
mi veriyordu? Belki de öyle konuşmasının nedeni buydu.
Belki herkes korkuyordu.
329
Tatlı Hayat

Salondan çıktığımda güneş yükselmişti ve kaldırımları


parlatıyordu. Yavaşça yürüyüp sıcaklığın tadını çıkardım
ve önlerinden geçerken pencerelerdeki yansımama hâlâ çok
inanmayarak baktım. İnsanların gözlerini üzerimde hissede­
biliyordum -ışıkta beklerken topuklarının üzerinde zıplayan
uzun siyah bir adam, matkaplarının üzerine eğilmiş inşaat
işçileri, mesaj atarken kafalarını kaldırıp bakan bir çift genç
kız—bu kadar görünür olmak garip hissettiriyordu. Bundan
nefret edeceğimi sanmıştım ama yanılmışım. Bu parlak
bahar gününün bir parçası olmak güzeldi.
Konağa geri dönünce önceden boş olan lobiyi pencere­
lerinde uzun perdeleri ve yerde bir Türk halısıyla süslenmiş
buldum. Bunlara uyan kırmızı kadife kaplı bir çift kanepe
de çerçeveli resimler ve güzel bitkilerle çevrelenmiş büyük
sarkaçlı saate bakacak şekilde yerleştirilmişti. Genel etkisi o
kadar eski tarzdı ki istemeden de olsa Edith Wharton un vals
yaparak güzel merdivenlerden inmesini bekliyordunuz.
Üst kata çıktığımda daha büyük bir dönüşüm gördüm.
Ofisler yatak odasına dönüştürülmüştü, benim ofisime
dokunulmamıştı, şimdi kederli biçimde buraya ait değilmiş
gibi görünüyordu. Alex’i Jake’in ofisindeki yüksek ve örtülü
dört direkli karyolanın yanında eğilmiş, bir halıyı çekişti­
rirken buldum. Şaşkınca sırıttı. “Sanırım biraz abartmış
olabiliriz.” Bir başka raptiye daha tutturdu. “Çok mu fazla?
İlk defa Joan-Mary için çalışıyoruz ve iyi bir izlenim bırak­
maya çalıştık. Yemek odasını görünceye kadar bekle!”
Beni gururla merdivenlerden eski fotoğraf stüdyosuna
götürdü, oda şimdiye kadar gördüğüm en büyük masayı
barındırıyordu. “Otuz altı sandalye,” dedi gururla. “İhtiyaç
olursa kırk. Bunun için yeterince büyük bir oda bulmak
330 Ruth Reichl

için ölüyordum. Buranın ne kadar harika bir elçilik olaca­


ğını düşün; o devasa mutfak catering için mükemmel.”
Özür diler gibi hafifçe gülümsedi. “Ama umduğumuzdan
daha uzun sürüyor ve korkarım dördüncü kata başlamadık
bile.”
“Benim acelem yok.”
“Endişelenme, birkaç saatten uzun sürmez. Üst katı
yarma bırakırız. Burada fazla bir şey yapmayı planlamıyoruz;
açık alanı bir çocuk oyun alanına dönüştürmek istiyorum ve
bunun için antik bir sallanan atla eski bir beşikten fazlası
gerekmiyor. Kütüphane elbette şu anda olduğu haliyle çok
güzel.”
Dekoratörlerin bitirmesini beklerken babamı aradım.
Sessizce dinledi, konuştuğunda sanki bir müvekkiliyle
konuşuyor gibiydi. “Mektuplar Pickwick Yayınlarına aittir.
Bu konuda sorun yok. Ama bu, onları yayımlayabilecekleri
anlamına gelmez; telif haklarına sahip değiller.”
“Mektuplar Beard’a yazıldığı için mi diyorsun? Yani telif
hakları ona mı ait?”
“Hayır. Mektupları Lulu yazdı, bu yüzden telif hakları
ona ait. Yayınlamak için onun iznine ihtiyacın var.”
“Ama yaşadığından emin değilim.”
“Bu durumda haklar varislerine geçer.”
“Peki ya Beard’ın ona yazdığı mektuplar?”
“Onları tuttuğuna inanmak için nedenin var mı?”
“Elbette var!” Bu konuda emindim. “Saklamış olmalı.”
“Haklı olabilirsin. Ama fiziksel mektuplar onda olsa
bile...”
“Biliyorum, biliyorum. Telif haklan Beard’a ait. Keşke
bundan daha önce bahsetseydim; bu kadar eski bir şey için
Tatlı Hayat 331

telif hakkı üzerine endişelenmemiz gerektiğini hiç düşün­


memiştim.”
Babam endişeli gibi değildi.
“Ben çok endişelenmezdim. Bulunca varislerin bulduğun
şeyden heyecanlanacağını sanıyorum. Beard tarafı da öyle.
Bu çekici bir hikâye.”
Telefonu kapattım ve uzun bir süre bu yeni sorunu
düşündüm. Son mektubu bulamasak bile harika bir yazı için
yeterince mektubumuz vardı; yayımlayacak bir yer bulabile­
ceğimizden emindim. Ama Lulu veya varislerini bulmadan
bunu yapamazdım. Nereden başlamalı...
Sammy’yi aradım ve babamın söylediklerini anlattım.
“Bu endişe verici,” dedi.
“Biliyorum. Lulu’yu nerede aramaya başlayacağımızı bile
bilmiyoruz.”
“O değil.” Sesi aksiydi. “O soruna bir çözüm bulacağı­
mızdan hiçbir şüphem yok. Beni endişelendiren Evayla
randevuna dair tek kelime etmemiş olman. Sonuç kesinlikle
iğrenç mi?”
“Hiç sanmıyorum,” dedim. “Ama kendin görmelisin.”
“Bunun için sabırsızlanıyorum. Ne yazık ki bu zevki
yarına kadar ertelemeliyim. Anne Milton beni akşam yeme­
ğine davet etti.”
Bunu tereddütle söylemişti, duygularımın incinece­
ğinden korkuyordu. Ama rahatlamıştım; saçıma alışmak için
zamana ihtiyacım vardı. “Böyle daha iyi,” diye itiraf ettim.
“Görünüşüm konusunda çok gerginim, bu yüzden Sal ve
Rosalie’yi arayıp bu haftasonu çalışamayacağımı söyledim.
Orada nasıl olduğunu biliyorsun; tüm daimi müşteriler
bunu konuşmak isteyecek.”
332 Ruth Reichl

“Çok bilgece,” dedi. Ve sonra aklına bir şey gelerek


kederle ekledi. “Ama sanırım bu akşam Bay Ming’e kala­
caksın. İtiraf etmeliyim ki vasat Çin yemeğine bağlı olmanı
çok acınası buluyorum.”

Ertesi sabah uyanıp dünkü yabancıyı aynada görmek tam


bir şoktu. Ona gülümseyerek, kaş çatarak, sağa sola dönerek
farklı suratlar yaptım ve hoşuma gidip gitmediğine karar
vermeye çalıştım. “Bu bir dövme değil,” dedim yüksek sesle.
“Kalıcı değil.”
Mitch bugün muhtemelen gelecekti, kendimi
Hermione’nin bana zorla aldırdığı şifon elbiseye uzanırken
buldum. Sonunda köpüksü malzemenin üzerine ciddi gri
ceketi çektim ve kollarını katladım. Bir çift uzun çorap ve
sade siyah bale ayakkabısı ekledim. Çantamı aldım ve anah­
tarımı bulup dışarı çıktım; kendimi hem şaşkın hem de
neşeli hissettim. Ama bahardı, hava tatlıydı, konağa kadar
yürüdüm.
Mitch’i en üst merdivende otururken buldum. “Her
gün taksiyle gelmediğini görmek güzel.” Ayağa kalktı. “Vay!
Saçını kestirmişsin!”
Onun için yaptığımı düşünmemesini umdum. Kızar­
maya başladığımı hissedebiliyordum.
“İyi görünüyor.” Devam etti, anlaşılan ona çok büyük
bir olay gibi gelmemişti. “Joan-Mary’ye bugün işçilerin ne
yaptıklarını gelip göreceğime dair söz verdim. Bana anahtar­
ları verdi ama seni korkutmak istemedim.” Varlığı için özür
dilemesine gerek yoktu, bu gülümsememe neden oldu; beni
görmek mi istemişti? “Onlarla daha önce hiç çalışmamış ve
bir felaketse hazırlıklı olmak istiyor.”
Tatlı Hayat
333

Kapıyı açtım, ışıkları yaktım ve onu yenilenmiş lobiye


aldım. Yüz ifadesinden bir şey anlayamadım. Yavaşça etrafta
dolandı, perdeleri çekti, kanepeleri denedi ve çiçeklere baktı.
Büyük saate gitti ve dolabına kafasını dayayıp çarkların
dönüşünü dinledi.
“Alex abarttıklarından korkuyordu,” dedim.
“Ben öyle derdim.” Hâlâ onaylayıp onaylamadığını anla-
yamıyordum. “Üst kata yaptıklarını görmek için sabırsızla­
nıyorum.”
“Önden buyur.” Postayı aldım ve üst kata çıktım.
“Yapacak işlerim var.”
Defteri elinde beni izledi, ofisime girdiğimde hol boyunca
odalara girip çıktığını duydum. Her şeyi uzun uzun inceledi,
benim koridorumun sonuna ulaşması birkaç saat sürdü,
J benim çalışma alanımdan Jake’in ofisine geçti.
Birkaç dakika sonra içeri girince onu şöminenin önünde
şömine rafını incelerken buldum.
“Neye bakıyorsun?”
Ön taraf boyunca ilerleyen derin yarığı işaret etti.
“Bunun değiştirilmesi gerek. Bu, insanların görmeyecekleri
çatlaklar üzerine endişelenmeye başlamasına neden olacak
türden bir detay. Birkaç saat içinde tamir edebilirim.” Uzun
bir liste olduğu anlaşılan şeylere bunu da ekledi ve sonra not
defterini gömleğinin cebine sokup bana döndü. “Aç mısın?
Sanırım dışarısı yemek yemeye yetecek kadar sıcak. Hadi
gidip bakalım.”
Bahçeciler bahçeyi tırmıklamış ve çimi yerleştirmişlerdi;
dekoratörler küçük bir taş masa eklemişlerdi. Bahar güneşi
bulutların arasından tereddütle parlıyordu ve alrınçaııak
bahçenin etrafında parlıyor, havanın daha sıcak görün-
334 R u th Reichl

meşine neden oluyordu. “Kesinlikle piknik havası,” dedi.


“Genelde nereden sipariş verirsin?” Sammy büyük bir hasır
sepetle geldiğinde hâlâ yemek seçeneklerini konuşuyorduk.
“Seni görmeden bir dakika daha geçmesine izin vere­
mezdim!” Sepeti dramatik biçimde masaya koydu. Bir an için
beni inceledi ve sadece benim duyabileceğim bir sesle ekledi.
“Thursday’i hafife almışım, onun yargısına güvenmek için
şüphelerim vardı ama endişelerimin boşa olduğunu görü­
yorum. Gönülden destekliyorum.” Mitch’e elini uzattı ve
daha yüksek sesle konuştu. “Ben Sammy Stone.”
“Mitch Hammond.” Sammy’nin beni mi, yoksa
Mitch’i mi incelemeye geldiğini merak ettim. İkisi de, diye
düşündüm.
“Tanıştığımıza memnun oldum.” Sammy şimdi Mitch’i
değerlendiriyordu. “Billie bu projeye senin katılımından
bahsetmişti.” Sepeti işaret etti. “Yemeğimize katılırsan
seviniriz.” Sarılmış tabakları çıkarıp masaya yerleştirmeye
başladı.
“Yeterince var mı?”
Sammy ona şaşkınca baktı, limon ve sarmısak kokan
soğuk tavuğu, haşlanmış yumurtaları, ev yapımı turşu
kavanozlarını çıkardı. Tatlı olarak bir şişe taze limonata ve
browni getirmişti.
“Şanslı günüm.” Mitch tavuk butlarından birini aldı.
“H em de birçok yönden.” Bana göz kırptı.
“Bir turşu al.” Sammy cam turşu kavanozunu uzattı.
“Kirbyden. Ben kendim yaptım.” Konağı işaret etti. “Kilit­
leri açmışsın. Ne gibi karanlık sırları açığa çıkardın?”
“Oldukça önemli bir kütüphane. Yemekten sonra ister­
seniz sizi gezdirebilirim.”
Tatlı Hayat 335

“Çok teşekkürler ama buna gerek olmayacak. Oda yasak­


lanmadan çok önce buradaydım. Aradaki yıllarda çok değiş­
tiğini sanmıyorum.” Elleriyle gözlerini güneşe karşı korudu
ve bahçe duvarına doğru baktı. “Öte yandan şuradaki garip
yığın merakımı uyandırıyor. Ne olabilir?”
“Bunu ben de merak ediyorum,” dedi Mitch.
Tavuk budumu bıraktım.
“İstiridye kabukları,” dedim. “Bahçeciler toprağa her
kürek vurduklarında daha çok kabuk çıkmasından şikâyet
ediyorlardı.”
“İlginç.” Mitch yığını dikkatle inceledi. “New York
Limanı bir zamanlar istiridyelerle doluydu. Sular çekil­
diğinde gidip bir yığın toplayabilirdiniz. Fakirler bunları
yerdi.”
“Ama Timbers ailesi fakir değildi.” Sammy’nin turşu­
larından birini ısırdım ve tadı ağzımı doldurdu. “Neden
istiridye kabuklarıyla dolu bir bahçeleri olsun ki? Mantıklı
değil.”
“Bulmacanın bir başka parçası. Bunu almam sorun olur
mu?” Mitch tavuk budunu tuttu. “İşim hakkında en çok
sevdiğim şey bu. Bilgi topladıkça sırlarını açıklaması için
binayı kandırıyorsunuz. Sonunda her zaman parçalar yerine
oturur. Sadece kalıbı bulmalısınız.”
Sammy’yle Mitch bir süre eski binalardan bahsettiler,
oturup dinledim ve bunun ikisinin de sevdiği bir konu
olduğunu düşündüm. Yarım saat kadar sonra Mitch ayağa
kalkıp tabakları toplamaya başladı. Bir browni alıp havaya
attı. “Bunu sonrası için alıyorum, olur mu? Yemek için
teşekkürler; bu işi aldığımda bu kadar şanslı olacağımı hiç
bilmiyordum.”
336 R u th Reichl

Sammy onun uzaklaşmasını izledi. “Demek Bay


Şikâyetçi’n bu?” Hasır sepeti yeniden doldurmasına yardım
ederken, Sammy düşünceliydi. “Her ne kadar son derece
hoş bir adama benzese de son derece tatsız bir karmaşayı
temsil ediyor. Benim için çok meraklı ve o buradayken
Lulu’nun son mektubunu arama fikri hoş olmayacak. Ne
kadar kalması bekleniyor?”
“Kimse söylemedi.”
“Korkarım buradaki varlığın onun işini yavaşlatabilir.”
“Neden bahsediyorsun?”
Sammy buna bir yanıt vermedi. “Senin genç adam bana
aptal gibi görünmedi, Anzio’nun çok uzun süre dikkatinden
kaçacağını sanmam. Peki, o zaman biz nerede olacağız?”
“Çok fazla endişeleniyorsun,” dedim. “İşe geri dönme­
liyim. Bu sabah dağ gibi mektup vardı.”
Bu doğruydu. Leziz! kapandıktan sonraki beş ay içinde
posta hacmi üç katına çıkmıştı. Sanki okuyucular sevgili
dergilerinin geri dönmesini istiyor gibiydi. Bugünün en
umut vaat eden projesi Ekvador’dan Talamanca biber tanesi
arayan bir okuyucuydu. “Mayıs 2008 sayınızda,” diye
yazmıştı, “bunların dünyadaki en iyi biber tanesi olduğunu
yazmıştınız. Ve haklıydınız! Kullandığım diğer tüm biber
tanelerine göre daha kokulu ve baharatlıydılar. Tellicherry i
kom ik gösteriyorlardı. Sizin önerdiğiniz kaynaktan sipariş
veriyordum ama dün yeniden sipariş vermeyi deneyince
stoklarında olmadığını söylediler. Yardım edin! Doza ihti­
yacı olan bağımlı gibiyim. Lütfen nereden alabileceğimi
bana söyleyin.”
Mükemmel bir dikkat dağıtıcıydı; bir saat sonra bu özel
biberin kokusu ve tadı üzerine söyleyecek çok şeyi olan
Tatlı H ayat 337

tutkulu bir biber ithalatçısıyla konuşuyordum. Konuşmaya


o kadar dalmıştım ki kafamı kaldırıp Mitch’in eşikte durdu­
ğunu görünce rahatsız oldum. Ne zamandır oradaydı?
“Biber tanelerinin...” dedim ona sonunda biber ithalat­
çısı telefonu kapatınca, “... dünya baharat ticaretinin yüzde
yirmi beşini oluşturduğunu biliyor muydun?”
“Harika. Ama benim bulduğum kadar harika değil.”
İçimde bir adrenalin dalgası yükseldi. Anzio! Şimdiden!
“Nasıl buldun?”
Eğlenmiş göründü. “Bodrum eski bir evde her zaman ilk
keşfetmen gereken yerdir.”
“Bodrum mu?” Kafam karışmıştı, şaşırmış numarası
yapmama gerek yoktu. Soru ağzımdan garip bir vurguyla
çıkmıştı.
“Evet, bodrum. Birçok Federal dönem evinde bodrum
tam olarak toprak altında değildir. İlk kat veya salon katında
misafirlerin kabul edildiği resmi odalar vardır. Yatak odaları
ikinci veya üçüncü katlarda, yukarıdadır, bir ofis veya kütüp­
hane varsa bu da genelde oradadır. Hizmetçilerin odaları her
zaman en üst kattadır. Peki, bu resimde ne eksik?”
“Mutfak!” Çok rahatlamıştım.
“Kesinlikle! Gel ve gör.”
Koridorda onu izledim, yürürken konuşmaya devam etti.
“Bunun gibi evlerde genellikle mutfağı yazın serin, kışın
sıcak olması için yerin altına koyarlar. Eski mutfağı bulmak
için alt kata indim ve orijinal ocağı buldum.”
“Ama Joan-Mary ve Chris orada çok zaman geçirdiler.”
“Geçirdiklerine eminim; fırını görene kadar bekle!
Altyapıyla çok meşgul oldukları için diğer her şeyi kaçırmış
olmalılar. Onları suçlayamam; karanlık çağlardan kalmış.
338 Ruth Reichl

Muhtemelen tam zamanı bilinemez ama büyük olasılıkla


çok eski.” Bodrumun kapısını açtı ve beni köhne merdi­
venlerden aşağı indirdi. “Burada dikkatli ol. Bazı yerler de
çürümüş. Bana tutun ve benim bastığım yere bas.”
Elimi beline koydum, adımlarımı dikkatle attım ve yakın
durdum. Bodrumun tüm yönlerde pencereleri vardı ama o
kadar pislerdi ki bu parlak günde bile kasvetli bir karanlığa
indik. Zemine ulaştık ve bizi antik, küflü bir kokuyla saran,
dans eden tozların içine girdik.
Devasa bir alet tepemizde çok büyük bir metal örümcek
gibi yükseliyordu, incelen bacakları ilerlememizi yavaşlatı­
yordu. Mitch elimi tuttu ve beni fırının arkasına götürdü.
“Bu şey en az yüz yaşında olmalı,” dedi boştaki eliyle uzun,
paslı borulardan birine vurarak. “Kafana dikkat et.”
Boru labirentinin altında kafamızı eğdik ve yavaşça arka
duvara doğru ilerledik. Elimin elinde olmasının o kadar
farkındaydım ki birden bırakınca bir tür hayal kırıklığı
yaşadım.
“Orada!” Mitch gururla kapalı bir fırını işaret etti.
Bana pek etkileyici gelmedi ama karanlıktı. İncelemek için
yaklaştım ve elimi kaba tuğla yüzeyinde gezdirdim.
“Gördün mü?” dedi sevinçle arkamdan gelerek. “Bu
sadece ocak değil, bu duvarın içine inşa edilen orijinal fırın.
Çok nadirdir: Neredeyse tüm eski fırınlar dökme demir
fırınlar gelince yıkılmıştır. Sanırım şehirdeki tek kalan bu
olabilir. Joan-Mary memnun olmayacak.”
“Neden olmasın? Heyecanlanmayacak mı?”
“Bir karışıklık yaratacak.” Eski fırına baktım ve
JoanM ary’nin Mitch’in fazla ilginç bir şey bulmasından
endişelendiğini hatırladım. Görünüşe göre bulmuştu. “Kent
Tatlı Hayat 339

Simgesi Koruma Komisyonu kokusunu alınca binanın içini


kent simgesi yapmak isteyebilir.” Şimdi arkamdaydı ve kula­
ğıma konuşuyordu.
“Ama bu konağı daha değerli yapmaz mı?” Arkama
dönmedim.
Kafasını salladığını hissedebiliyordum. “Muhtemelen
tam tersi. Şu anda konağı alan kişi canı ne isterse yapabilir.
Hatta,” diye ekledi cam sıkılarak, “Pickvvick’in dördüncü
kata yaptığı gibi duvarları bile yıkabilir. Ama iç kısım şehir
simgesi olursa tüm değişikliklerin komisyon tarafından
onaylanması gerekir.”
“Ya kütüphane? O da şehir simgesi olmaya değmez mi?”
“Bir kütüphane...” nefesini ensemde hissettim ve kolla­
rımdaki tüyler diken diken oldu, “... çok güzel bile olsa o
kadar nadir değildir ve bu konuda komisyona koşmayı
düşünmüyorum.”
Anzio’yu bulana kadar bekle, diye düşündüm. Eski ve
güzel bir kütüphaneden fazlası olduğunu keşfedene kadar
bekle. Yeraltı Demiryolu nun bir durağı olduğunu keşfedene
kadar bekle. Gizli odayı bulacağından hiç şüphem yoktu,
tek soru ne zaman bulacağıydı.
Ellerini omuzlarıma koydu ve şaşkınlığımı ayak parmak­
larıma kadar hissettim. Eğildi ve kulağıma fısıldadı. “Joan-
Mary beni tuttuğu için pişman olacak diyelim.” Çok yavaşça
yüz yüze bakacağımız şekilde beni çevirdi. O kadar alçak
sesle konuşuyordu ki duymak için ona doğru yaklaştım.
“Öte yandan ben...” eli hafifçe yanağımı okşuyordu, “...
beni tuttuğu için çok memnunum.”
Nefesi meyve gibi kokuyordu, portakal ve kiraz gibi.
Onu basamaklarda gördüğümden beri bu anı beklediğimi
340 Ruth Reichl

fark ettim. Ellerine baktım ve yüzük takmadığını görüp


Rosalie’yi düşündüm. Nereden biliyordu? Sonra kollarını
bana doladı ve beni öpmeye başladı, vücudunun temiz,
hafif tuzlu tadını içime çektim. Sakalı çok yumuşaktı. En
son öpüştüğüm zamanı düşünmeye çalıştım. Çok uzun
zaman önceydi, bir başka hayatta, Genie hâlâ hayat­
tayken. Sonunda düşünmeyi hepten bıraktım ve sadece
onu öptüm.
Zamanın durup hislere teslim olmanın nasıl bir şey oldu­
ğunu unutmuştum. Beni bıraktığında nefessiz kaldım ve
hafif başım döndü; vücuduma, odaya geri dönerken nerede
olduğumu hatırladım. Gözlerimi açtım ve ona, vahşi kahve­
rengi kıvrımlarıyla bu hoş adama baktım. Gözleri büyük bir
umutla benimkilerle buluştu.
“Sen hiç hislerini saklamaz mısın?” diye sordum.
Ellerini yüzümün iki yanma koydu ve uzun bir an
birbirimize baktık. Göz kırpmadı. “Korku seni çok uzağa
götürmez,” dedi. “En azından benim deneyimlerime göre.”
Dünyaya karşı hislerini bu kadar açık taşımanın ne kadar
güven gerektirdiğini düşündüm. Umut can yakmaz. Ve
sonra burada olup bunu yaşadığım için ne kadar şanslı oldu­
ğumu düşündüm. İşler bir anda değişebilirdi.
Sonra Lulu’yu düşündüm ve ayaklarımın yere basması
için uzanıp ocağa yeniden dokundum. Parmaklarımı eski
fırının pürüzlü yüzeyinde gezdirdim ve artan hislerinde her
sesin, her kokunun farkına vardım.
Belki de bu fırına bakıp yüzyıllarca burada durup, yuka­
rıdaki aile ve kısa bir süre için de olsa dördüncü kattaki
kaçaklar için yemek yapan kadınları düşünmeme neden
olan Mitch’le birlikte olmamdı.
Tatlı Hayat 341

tik defa gizli odanın çok uzak olduğunu fark ettim.


Yemeği yukarı kim taşıyordu ve lazımlıkları kim indiri­
yordu? Hizmetçiler miydi? Aileden birisi her gece karanlıkta
gizlice yukarı çıkıyor ve gizli konuklara yemek mi taşıyordu?
Bu düşünceye bir başkası eklendi: Son ipucunu nerede bula­
cağımı biliyordum. Aslında uzun bir süredir biliyordum.
“Ne?” Mitch tüm vücudumda bir ürpertinin gezindiğini
fark etti. “Ne oldu?”
“Bir fikrim var.” Yüzümü göğsüne gömdüm. Kokusunu
sevmiştim. “Uzun zaman önce düşünmüş olmam gereken
bir şey.”
T rib o ro u g h K ö p rü sü ’yle
U nion M ey d an ı A ra sın d a

Kızarmış ve kafam karışmış halde ofisime döndüğümde


Bayan Cloverly’den gelen bir mesaj görmek beni mutlu
etmişti.
“Şu çikolatalı dondurma,” dedi sızlanarak. “Tarif şimdiye
kadar tadına baktıklarım içinde en zengini olacağım söylü­
yordu...”
Diana için tadına baktığım, tarifi oluştururken kullan­
ması için ısrar ettiğim Fontanari kremasını hatırladım.
Bayan Cloverly konuşmaya devam ederken Diana ya bir
e-posta gönderdim ve Bayan Cloverly’nin keçiboynuzu
tozu, toz kahve, yağsız süt kombinasyonunu okurken nasıl
kahkaha atacağını hayal ettim. “Bir parça bile değişmedi,”
diye yazdım. “Dondurma iğrençti.”
Tatlı Hayat 343

Ben yazarken Mitch’in konak içinde dolaştığını duyabi­


liyordum. Bayan Cloverly’den hoşlanacağını düşündüm ve
onu üst kattaki fotoğraf stüdyosunda bulana kadar sesi takip
ettim. Duvarlara tıklatıyor ve ayaklarını yere vuruyordu
ama ona hikâyeyi anlatınca neşeyle kükredi. “Ah, onunla
tanışmak isterdim,” dedi ve sonra sanki bu konuştuğumuz
bir şeymiş gibi rahatça sordu, “bu akşam nerede yemek
yiyelim?”
“Bu akşam seninle yemeğe çıkamam,” demem biraz
zaman aldı.
Hayal kırıklığına uğramıştan çok şaşırmış gibiydi. “Son
yarım saat içinde daha iyi bir teklif mi aldın?”
“Hayır, ama daha önce verilmiş bir sözüm var.” Tam
olarak yalan sayılmazdı.
Mitch gizli odayı bulacaktı ve bu çok yakındı. Oraya
önce ben girmeliydim. Koruma Komisyonu yla ilgili konuş­
ması beni rahatsız etmişti; o öğrenince herkes de öğrene­
cekti. Bu, engelleyemeyeceğim bir şeydi.
Bunu kabul etmişe benziyordu. “Alacağım olsun?” diye
sordu.
“Alacağın olsun,” diye kabul ettim.
“Yarın o zaman?”
“Yarın,” diye söz verdim.
Uzandı ve iki yanağımdan da öptü. “Rüyamda seni göre­
ceğim.” Ve aletlerini toplamaya başladı.
Saat neredeyse sekizdi ve arkasından odaları gezip ışık­
ları kapattım. Dolunay vardı ve mobilyaları gümüşsü bir
parıltıyla aydınlatıyor, Timbers Konağı’na bir huzur hissi
veriyordu. Güzel odalarda yürürken ilk defa kütüphanenin
buraya ait olduğunu hissettim. Ev ruhunu geri kazanıyordu
344 Ruth Reichl

ve ıızun yıllardır ayrı, uzak duran kütüphane eskiden neyse


o haline dönüyordu: bu evin kalbi.
Kart kataloguna gittim ve eski ahşap dolabın en alt
çekmecesine ulaşmak için diz çöktüm. Kartlan çevirdim
ve sonunda tam olmasını beklediğim yerde “Yeraltı
Demiryolu’na ulaştım.
Sıradan bir okuyucu için Bertie’nin kelimeleri anlamsız
olabilirdi.
“Yeraltı Demiryolu,” diye yazmıştı, “tarihte kısa ve
umutlu bir an için işledi. Yabancılar birbirine ulaştı ve daha
iyi bir hayat sözüyle yardım sundular.” Onun hayal ettiği
gibi ben de onları hayal ettim, genç kızın savaşı atlatma­
sına yardım eden yaşlı adamı düşündüm. “Bu karşılaşmalar,”
diye devam ediyordu Bertie, “çoğu zaman gece hızla geçip
giden şeylerdi. Ama bazen tehlikeli girişimler kalıcı bağlar
oluşturdu ve hayatlar geri alınamaz biçimde değişti.” Bir an
için durdum ve son satırın tadını çıkardım. “O zamandan
kalan tarifler nadiren yazılmıştır. Çoğu sözlü bir gelenekle
bir insandan diğerine geçmiştir. Ancak 1948’in ‘New York’
arşivleri sıradışı bir tanesini içeriyor.”
Gizli odaya gittim, kitap rafını arkamdan yerine koymaya
ve kapıyı kapatmaya özen gösterdim. Bu kutsal bir an gibi
hissettiriyordu.
“New York” dosyasına bakmayı düşünmemiştim ama
dosya yıllar önce Bertie’nin tam olarak bıraktığı yerdeydi.
“Triborough Köprüsü” ve “Union Meydanı” arasındaki ince
bir klasörde. Buna son dokunanın Bertie olduğunu bilerek
“Yeraltı Demiryolu” klasörünü açtım ve tek zarfı çıkartırken
ürperdim.
Tatlı Hayat 345

PASKALYA GÜNÜ, 28 MART 1948

Sevgili Bay Beard,


M a cyn in kasabında buluşmayı önerdiğinizde çok romantik
gelmişti. A m a sonunda geldiğimde daha geleneksel bir yer
seçmiş olm anızı diledim. Beni nasıl tanıyacaktınız? Ya sizi
hayal kırıklığına uğratırsam? Ya beni görüp yanım dan geçip
giderseniz? Herald M eydanını geçerken berbat bir an için
annem in de benimle gelmesine izin vermiş olmayı diledim ve
kapıdan içeri girerken gerginlikten titriyordum.
Sizi hem en gördüm ama arkanız bana dönüktü, orada
öylece durdum ve kaçmayı düşündüm. Sonra döndünüz. O
ana kadar birinin yüzünün parıl parıl olduğundan bahsedil­
diğinde bunun öylesine söylendiğini düşünürdüm. Ah, Bay
Beard her anını sakladım ve burada, Akrorida işler kötü gitti­
ğinde kü çük m utfağınızda nasıl birlikte yemek yaptığımızı
düşüneceğim. Sanki bunları daha önce yapm ışız gibi garip

bir his vardı içimde ve siz daha söylemeden ne söyleyeceğinizi


biliyordum . Daha fırından çıkarmadan önce bile K artopunun

çok tatlı olacağını biliyordum. Haklısınız, bu bir çocuk kurabi­


yesi ve artık büyüdüm . Tarif değişmeli.

Sizin evinizde akşam yemeği! Hâlâ annemin bir bardak


şarap içm ek için on sekizin yeterince büyük olduğunu kabul

etm esine inanam ıyorum . O Burgonya şarabının tadını veya

ağzım da yarattığı neredeyse ağır, sudan çok farklı o hissi

unutacağım ı sanm ıyorum .


H a yatım ın en güzel günü olduğuna inanmıştım; ama bu

cum artesi hen ü z gelmediği içindi. Rum plemeyerın yerindeki

ka h valtıdan -kesinlikle dünyanın en iyi çikolatasıydı- çift katlı

bir otobüsün üzerinde Beşinci Caddeye yaptığım ız yolculuğa

ka d a rki her şeyi hatırlıyorum .


346 R u th Reichl

Ç in M ahallesi d ü k k â n la rın d a g ö rd ü ğ ü m ü z tü m garip

yiyecekleri T o m m y y e anla ttığ ım d a -k u r u karides, d en iz

ka p lu m b ağaları ve u z u n a h ta p o tla rı- bunları u yd u rd u ğ u m u

d ü şü n d ü . A m a ona ka çm a ya çalışan ve k a ld ırım d a zıplayan

za va llı kurbağayı anlatınca y ü z ü y a şla r içinde ka la n a ka d a r

k a h k a h a attı. Keşke k ü ç ü k, k o m ik “Çin çay sa lo n u n d a ” b izim le

birlikte olsaydı ç ü n k ü y e m e k le r i tepsiyle getirip gösterm elerini,

o ra d a n istediklerini seçm eyi severdi. B u n u n basitliğini ve boş

ta b a kla rı sa yarak hesabı tu tm a la rın ı ta k d ir ederdi.

Ama Le P avillo n d a b izim le b irlikte olm adığı için

m e m n u n u m . O y e m e ğ i veya b en im için n e a n la m ifade ettiğ in i

asla a n la y a m a zd ı. M a sa d a o ld u ğ u m u z birkaç s a a t için s a n k i

b aşka bir in san o lm u ş u m g ib i h issettim .

B elki d e B a y S o u le n in o g ü z e l o d a ya g ird iğ im d e s a n k i özel­

likle b en i b ek liyo rm u ş g ib i d a v r a n m a sı y ü z ü n d e n d i. İpeksi

so su yla d il balığından, siyah ye rm a n ta r la r ıy la ta v u ğ a k a d a r

h e r b ir lo k m a y ı h a tırlıyo ru m . B u n u n g ib i lü k s bir ö ğ ü n ü n

b a şın d a n b eri B a y a n C a p p u z ze llin in b a n a ö ğ retm eye çalış-

tığı şeyi a n la m a m ı sağlam ası garip, değil m i? H a rik a bir öğün

v ü c u d u n u z d a n fa z la s ın ı besleyen bir d en e yim d ir.

B u h is b e n im le k a ld ı. E rte si sa b a h a n n e m , B a y Jones ve

b en , in s a n la r ın e lle r in i tu r ş u fıç ıla r ın a d a ld ırd ık la r ı, tü t s ü ­

le n m iş b a lık la r ı işa re t e ttik le r i ve d ilim le n m iş rin g a balığı

y e d ik le r i o g a r ip k a la b a lık so k a k la rd a y ü r ü r k e n s a h n e y i

y e p y e n i b ir b a k ış a çısıyla g ö r d ü m . Y iyecek a lm ıy o rla rd ı: E v le ­

r in e g id iy o r la r d ı.

L ittle Ita ly ve G re en w ic h Village b o y u n c a y ü r ü d ü k , k e n d im i

y a b a n c ı b ir ü lk e d e h a y a l e tm e y e ç a lıştım . Ve h a y a l k u r a r k e n

b a b a m g ü ç lü b iç im d e b a n a g e r i d ö n d ü . K u lla n d ığ ı tıraş losyo­

n u n u k o k la y a b iliy o r d u m ve sesin i a r k a m d a d u y d u ğ u m d a n
Tatlı Hayat 347

em indim . Elbette o değildi am a bir kere daha babam ın ö lm edi­


ğinden em in olm am ı sağladı.

Bu his eskiden beni m utsuz ederdi am a şim di annem Bay


Jones’la olduğundan ve Wellesley Kolejine gideceğimden a rtık
kızgın değilim. Babam ın hayatta olduğundan em inim ve her
neredeyse um arım mutludur.

B ay Beard sizi bir daha görecek m iyim bilm iyorum .


U m arım görürüm . A m a bu olmayacaksa um arım arkadaş
olm aya devam ederiz. Bana çok şey verdiniz.

A rkada şınızdan çok çok teşekkürler,


Lulu

Not: Bayan Cappuzzellıye eski parmesanı verince ellerinde

elm as varm ış gibi davrandı. Sonra biraz fettuccine1 yaptı - o

ka d a r ince açtı ki arkasını görebilirdiniz- oturup tereyağı ve

rendelenm iş peynirle yedik. Hep en sevdiğim m akarna olacak.

N o ta N ot: B ayan Stroh konusunda kesinlikle haklıydınız;

T o m m y ve ben üç yıldır çıkıyoruz am a sanırım Schaller &

W eberden o leberkâse’yı ona verince ilk defa bana gülümsedi;

gerçekten.

Bu kadardı. Lulu gitmişti. Bir daha bu sesi duyacak mıydım?


Mektubu kucağımda tutarak uzun süre oturdum ve yeni
Lulu’yu hayal etmeye çalıştım. Hayalimde bir resim canlan­
dırdım ve sonunda yaşlı bir kadın oluncaya kadar, yüzünde
çizgiler oluşmasına, saçının beyazlamasına izin vererek
yaşlandırdım. Gözlerimi yarı kapattım, onu hayal ederken
neredeyse uyuklayacaktım. Sonra kütüphanede bir sandalye
düştü ve ses bir adrenalin dozu gibi beni delip geçti. O neydi?
1 İnce şerit makarna. (ç.n.)
Ruth Rcichl

Sadece hayal gücüm. Geç olmuştu ve yaşlı boş binada


yalnızdım, bu küçük odadaydım. Kulaklarıma hücum eden
kaııın sesi o kadar yüksekti ki başka bir şey duymuyordum.
Ve sonra duydum, yavaş bir ses, bir hayvanın kütüphanede
sakarca gezinmesi gibi. Duvara yapıştım ve ne yapacağımı
düşündüm. Gidecek bir yer yoktu. Derim önce ısındı sonra
soğudu, kollarımdaki tüylerimin ürperdiğini hissedebili­
yordum. Sesler yaklaştı. Hayal gücüm değildi.
Ama Sammy dışında kimse gizli odayı bilmiyordu;
burada güvendeydim. Çantamı kütüphanede mi bırak­
mıştım? Ya montumu? Nabzım hızlanarak yere baktım ve
yan tarafımda çantamı ve altında ceketimi görünce rahat­
ladım. Güvendeydim! Ne için gelmişlerse onu alıp gidebilir­
lerdi. Gerekirse bütün gece burada saklanarak kalabilirdim.
Ama sesler metodikleşmişti; dışarıda ne varsa bir şey
arıyordu. H afif sesler büyüdü ve duvara bilinçli darbelere
dönüştü. Yaklaşıyorlardı. Dehşete düşmüş halde yavaşça
kalktım ve sersemce sallanan ampulün ipine uzandım. Işık
söndü ve kalbim göğüs kafesime deli gibi çarparken yoğun
karanlığı kucakladım.
Mantıklı ol, dedim kendime, sakin ol, kim olabileceğini
düşünmeye çalış. Sammy böyle aramazdı ve Mitch evinde
yatağında olmalıydı. Anne Milton birine odadan mı bahset­
mişti? Vuruşlar yaklaştı, vücudumda yankılanmalarını hisse­
debiliyordum. Kitapların hareket ettiğini duydum, şimdi
yaratık arkamdaki duvara ulaşmıştı. Raf hareket edince
sürtünme sesi çıktı ve sonra ayak sesleri kapıya yaklaştı.
Karanlıkta çöktüm ve ilk ışık görününce taş kesildim.
Yavaşça büyüdü ve sonra berbat bir çığlık duvarlarda zıpla­
maya başladı, o kadar yüksekti ki kulaklarımı kapattım.
Tatlı Hayat 349

Çığlığın kendi ağzımdan çıktığını fark edene kadar bir


on saniye geçmiş olmalı.
Önce sadece boyutunu fark ettim. Adam çok iriydi.
Sonra gözlerim odaklandı ve hayalet... Mitch?
Eğildi ve beni kollarına aldı. “Şşh, şşh, şşh,” diye mırıl­
dandı ve saçlarımı yüzümden uzaklaştırdı. “Tamam, sadece
benim.” Beni sağlam vücuduna doğru salladı ve korkum
geçerken kaslarım içlerinde dolaşan adrenalinin çekilmesiyle
ağrımaya başladı.
“Burada ne yapıyorsun?”
Mitch bana baktı. “Ben de aynısını sana soracaktım.”
Duvara yaslandı ve beni kendine çekti, sırtım göğsüne yasla­
nıyordu; kollarıyla beni kucaklamıştı. “Önemli bir sözün
olduğunu sanmıştım. Geç saatte burada ne yapıyordun? Ve
kütüphaneye hiç girmediysen bu gizli odayı nasıl buldun?”
“Önce sen.” Rahatlık tüm vücudumu sarıyordu. Sonunda
güvende hissederek ve rahatlayarak ona yaslandım.
“Benimle akşam yemeği yemeyince reddedilmiş gibi
hissettim. Seni yanlış okuduğumdan endişelendim. Eve
yürüdüm ve vardığımda o kadar huzursuzdum ki kendi
başıma ne yapacağımı bilemedim, ben de geri gelip gizli
odayı bulmaya karar verdim; burada olması gerektiğini
biliyordum.” Bir an durdu ve devam etti. “Kesinlikle seni
bulmayı beklemiyordum. Sanırım ben seni ne kadar korkut-
tuysam sen de beni o kadar korkuttun.”
“İyi.” Ona doğru eğildim. “Ortalıkta dolaşmanın sonu
budur. Ama Anzio’yu nasıl öğrendin?”
“Anzio?”
“Sammy ve ben bu odaya öyle diyoruz. Uzun hikâye.
“Benimki de.” Kolunda bir kasın zıpladığını hissettim.
350 R uth Reichl

“Yani diyorsun ki...”


“Kütüphaneyle ilgili çok fazla garip şey vardı, birbiri
ardına anormallikler bulunca Yeraltı Demiryoluna çıkacak­
larından emin oldum.”
Benden çok daha hızlı ilerlemişti. “Ne tür garip şeyler...”
“Öncelikle kütüphanenin burada, dördüncü katta
olması; mantıksız. Sonra kilidin içinde kazınmış başharfler
vardı. Bunları daha önce sadece bir defa kölelik karşıtı bir
mimarın tasarladığı gizli bir odada bulmuştum. Kapıda üç
kilit olduğunu keşfettiğimde neredeyse emindim. Ve sonra
istiridye kabuklarını gördüm...”
“Onların bununla ne alakası var?”
“New York’un Yeraltı Demiryolunun en ünlü durağı Wall
ve Broad Sokağı’nın köşesindeki Thomas Downing’nin İsti­
ridye Evi’ydi. Görünüşe göre Bay Downing istiridye toplamak
için sandalla açıldığında kaçak köleleri de topluyor ve onları
bodrumunda saklıyormuş. Bu, her şeyin yerine oturmasını
sağladı ve Timbers Konağı’nın Yeraltı Demiryolunun sadece
bir durağından fazlası olduğunu düşünmeye başladım. Özel­
likle kölelik karşıtı davaya yardımcı olmak için inşa edilen
bir başka ev olduğunu düşündüm. Bu çok şeyi açıklıyor.”
“Ne gibi?”
“Öncelikle Timbers Konağı’nın inşasına dair neden
hiçbir belge bulamadığımızı. Yıllarca kölelik yüzünden
Kuzey’de bile öfkeli isyanlar vardı ve kaçak köleleri barın­
dırmak için bir ev yapacaksan bunu gizli tutmak isterdin.
İnternette belge aradım.”
“Bir şey buldun mu?”
“Önceleri hayır. Timbers ailesi mahremiyete son derece
önem veriyordu ve günlük veya mektup anlamında çok az
Tatlı H ayat 351

şey bırakmışlardı. Ama neredeyse şans eseri başka bir şeye


rastladım.”
“Ne?”
“Boston Daily Advertiser m 1824’teki sosyal sayfalarından
bir not. Çok bir şey değildi; sadece ‘Bay ve Bayan Charles
Timbers, Bayan Timbers’ın kız kardeşinin onurlarına verdiği
baloya katıldılar, vesaire, vesaire.’ Ama bir de davetli listesi
vardı, ben de davetlilerin hepsini araştırdım. Değerli bir şey
bulup bulamayacağını asla bilemezsin. Ve buldum. Bay ve
Bayan David Lee Child partideydiler. Adam avukattı, kadın
da Lydia Maria Child’dı. Bir şeyler hatırlattı mı?”
“Onu hiç duymadım.”
“Ama şüphesiz en ünlü şiirini duymuşsundur. Herkes
duymuştur. ‘Nehrin Üzerinden ve Ormanın İçinden ? Ama
sadece bir şair değildi; aynı zamanda önemli bir kölelik
karşıtı ve Kadın Kölelik Karşıtlığı Derneği’nin kurucu­
suydu. Çok bir şey değil ama diğer her şeyle birlikte burada
gizli bir oda olacağına dair oldukça emin olmama yetti. Ben
de tüm belgelerin bir kopyasını çıkardım.” Durdu ve bana
baktı. “Ne?”
Sammyyle birlikte Lulu’nun mektuplarının kopyasını
çıkarmadığımızı hatırladım. Önce hepsini bulmayı isteyerek
bunu erteleyip durmuştuk.
Şimdi de çok geç olabilirdi.
“Önemli bir şey değil. Devam et.”
“Başka bir şey yok. Yarın araştırmaya başlayacaktım ama
çok huzursuzdum, ben de ne olacaksa şimdi olsun diyerek
geldim. Olağanüstü buluşumla seni şaşırtacağımı sanmıştım.
Ve sonra...” gözleri parladı. “... benimle yemek yiyecektin.”
“Beni korkudan öldürecektin.”
35 2 R u th Reichl

“Üzgünüm. Planımda bu yoktu. Ne zamandır bu odadan


haberdarsın? Ve neden bana söylemedin?” Sanki ilk defa
farkına yarıyormuş gibi üstümüzdeki raflara baktı. “Ve bu
odada beni ekmene neden olacak kadar önemli ne var?”
Ona dört ay önce Sammy nin odayı keşfetmesini anlattım,
Lulu’nun mektuplarına gelince soru sormaya başladı. Kaç
tane vardı? Beard’ın mektupları da burada mıydı? Sammy ve
benim o gizli odayı bulmadan önce son mektubu keşfetmeyi
istediğimizi söyleyince anladı.
“Elbette. Koruma kuruluna koşacağımdan, son şansı­
nızı kaybedeceğinizden korktunuz ve üzülerek söylüyorum
hatalı değildiniz. Seçeneğim yok. Buldunuz mu?”
Ona mektubu verdim. Okurken kâğıt hışırdadı ve biti­
rince kafasını kaldırıp bir alıntı yaptı. “‘Yiyecek almıyorlardı:
Evlerine gidiyorlardı.’ Bu çok hoş, Billie... Sen de öyle.”
Sonra uzanıp beni kendine çekti ve işte yine öpüşü­
yorduk. Bu seferki öğleden sonranın nazik öpücüğüne
hiç benzemiyordu. Kabaca, büyük bir arzuyla öptü beni,
vücudum ona doğru eğilirken dudaklarımın şiştiğini
hissedebiliyordum. Altımdaki zemin sertti, tüm ağırlığı
üzerimdeydi, aynı derecede rahatlamayla zevk hissettim.
Kafamdaki tüm sesler sustu ve kendimi sadece hislerime
sürüklenmeye bıraktım.
Öpmeyi bıraktığında tükenmiş ve sırada ne varsa
yapmaya hazır hissettim. Mitch fısıldadı. “Bekle, bekle.”
Önce kendi ceketini, sonra benimkini çıkarıp küçük bir
yuva gibi kabarttı.
“Daha iyi bir fikrim var.” Kendimi kurtardım, kütüpha­
neye gittim, sandalye minderlerini topladım ve gizli odanın
zeminine bıraktım.
Tatlı H ayat 353

Mitch yastıklara çöktü, beni üzerine çekti ve bu kez


sonsuz bir yumuşaklıkla beni öpmeye başladı; ellerini göğüs­
lerimde, kaburgalarımda ve kalçalarımda gezdirdi. “Keşke
birkaç gül yaprağım olsaydı,” diye mırıldandı.
Onlara ihtiyacımız yoktu. Yavaşça kıyafetlerimizi çıkardık
ve bunu yaparken birbirimizi izledik. Yapılıydı. İri ama zarif.
Neredeyse iki yıldır biriyle beraber olmamıştım ve utanma­
dığıma şaşırmıştım.
“Mükemmelsin,” dedi ellerini vücudumda gezdirerek.
“Değilim.”
“Şşh,” diye fısıldadı, güçlükle duyulacak şekilde. “Buraya
gel.” Vücudu çok sıcak, cildi çok yumuşaktı ve etim etiyle
buluşunca hatırlayabildiğim kadarıyla ilk defa tam olarak
olmak istediğim yerde olduğumu hissettim.
“Uyuma,” diye yalvardım sonunda, beni iyice kendine
çekip saçlarıma fısıldadı. “Hayal bile edemem. Çok fazla
sorum var. Şimdi son mektubu bulduğuna göre ne yapa­
caksın?”
Sırtüstü döndüm ve tavana baktım. Eski dostlarım
gibi etrafımda toplanmış dosyaları hissedebiliyordum. Bu
gecenin hiç bitmemesini istedim. Sonsuza kadar burada
kalmayı ve boynumun altında kolunu, kasıklarımda baca­
ğını hissetmek istedim. Demirlenmiş hissettim.
“Son mektubu buldum,” dedim. “Ama şimdi Lulu yu
bulmalıyım.”
Kulüp Üyesi

Beni sarsan biri vardı, isteğim dışında rüyamdan uyandırdı.


“Bırakın uyuyayım,” diye mırıldandım, elleri itip dalgın
kalmaya çalışarak.
Ama ses kulağımdaydı, yumuşak ve ısrarcı. “Billie uyan,
sabah oldu.”
Gözlerimi açtım ve üzerimde Anzio dosyalarını gördüm.
Uyanıp nerede olduğumu hatırlayınca kalbim tekledi. Sonra
dikkatle Mitch’e baktım. Şimdi ne olacak?
Sanki ne düşündüğümü anlamış gibi uzandı ve hafifçe
saçımı karıştırdı. “İyi miyiz?” Kedi gibi kafamı ona sürttüm
ve beni kendine çekip fısıldadı. “İlk sabahlar garip olabiliyor
ve bunu batırmak istemiyorum.”
“Peki ya sarışın?” Kelimeler ağzımdan çıkana kadar ne
söyleyeceğime dair hiçbir fikrim yoktu. Ne düşündüğümü
ben bile bilmiyordum.
Tatil Hayal 355

“ Ne sarışını?” Şaşkın bir ifadesi vardı.


“ Kız arkadaşın.”
“ Kız arkadaşım yok. En azından şu an.”
“Cambridge’deyken ondan ayrıldın mı yani?”
Şaşkın ifade yüzünden ayrılmamıştı. “Gerçekten kimden
bahsettiğini bilmiyorum. Bir süredir ciddi bir ilişkim
olmadı.”
“Peki ya Fontanari ye getirdiğin güzel sarışın?”
“Amy mi?”
“Evet, Amy.”
“Güzel olduğunu mu düşünüyorsun?” Şimdi kahkaha
atıyordu.
“Dükkândaki herkes çok güzel olduğunu düşündü.”
Göğsüne hafifçe vurdum.
Mitch ellerimi yakaladı ve arkamda birleştirdi, göğüsle­
rimiz birbirine değene kadar beni kendine çekti. “Sanırım
aşağılanmış hissediyorum.”
Beni öptü, çok sert.
“Amy gibi birisiyle çıktığımı nasıl düşünürsün? Onu
duydun mu? Hatırladığım kadarıyla içinde sarmısak olan
her şeyi reddetti, prosciutto’nun garip koktuğunu söyledi
ve mozzarellanın manda sütünden yapıldığını keşfedince
dehşete düştü. Çok utanmıştım.”
“Peki neden onunla parti veriyordun?”
“Annemle babamın ellinci yıl dönümleriydi. Bunun
için eve dönmüştüm ama aptal yengemin benimle alışveriş
yapmak için ısrar edeceğini bilseydim gelmezdim. Öyle bir
kadınla ilgileneceğimi düşünmene çok alındım.”
“Üzgünüm.” Ama içimden şarkı söylüyordum. Sonra
saati gözüme takıldı ve doğrulup oturdum: Sekizi geçiyordu.
356 R uth Reichl

“Mitch! Buradan çıkmalıyız! Eric ve Alex sanat bölümünü


düzenlemek için gelecek.”
“Bugünün cumartesi olduğunu bilmiyorlar mı?” Beni
yeniden kendine çekti ve kahkahasını göğsünde bir titreşim
olarak hissettim. “Kesin Joan-Mary de geliyor. Emlakçılar
asla dinlenmez ve fırını görmek isteyecek. İddiaya varım
yola çıkmıştır.” Ama kımıldamadı, tembelce ellerini kolla­
rımda, sırtımda ve göğüslerimde gezdirdi.
Zorla kendimi uzaklaştırdım ve ampulün ipine uzandım.
“Her an gelebilirler!” Etrafa bakınıp kıyafetlerimi bulmaya
çalıştım.
“Acele et! Birisi gelmeden önce buradan çıkmalıyız.”
“Ya da...” çıldırmış ruh halimi görmezden geldi, “... tüm
gün burada saklanabiliriz. Bizi asla bulamazlar. Daha kötüsü
de olabilir.” Kolları bana uzandı ama kaslarımı gergin tuttum
ve sonunda beni bıraktı.
Neredeyse anlaşılmaz biçimde iç geçirdi ve bana bakmak
için toplandı. Yüzünün ciddileşmesini izledim. “Ona gizli
odayı anlatmak zorunda olduğumu biliyorsun?”
Hafifçe omzuna vurdum. “Bu yüzden acele ediyorum!
Koruma Komisyonu da, değil mi?”
“Seçeneğim yok.”
“O zaman kalk ve bana yardım et. Lulu’nun mektupla­
rını buradan çıkarmalıyım! Daha onları kopyalamadık...”
Çoraplarımı bacaklarıma geçirdim, şifon elbiseyi giydim ve
fermuar için arkama uzandım.
“Dur yardım edeyim.” Mitch yüzüne yayılan bir gülüm­
semeyle beni izliyordu. Hâlâ yatarken fermuara uzandı.
“Ayağa kalk!” Raflardan mektupları toplamaya başladım
ve eğreti yatağın üzerine bıraktım. “Acele et!” Mektup­
Tatlı Hayat 357

ların hangi dosyalarda olduğunu hatırlamaya çalışıyordum.


“Lütfen giyinebilir misin?”
“Sorun değil! Dünyanın sonu olmaz. Buraya bir daha
giremeyecek değilsin.” Ama ben her bir dosya adını, “‘Sağdu­
yulu, ‘Exotica\ ‘Çiftçilik’, ‘Arıcılık’...” diye mırıldanırken
efendice giyinmeye başladı. Neden okurken bunları kopya-
lamamıştık? Veya en azından hepsini bir yere toplamamıştık?
Ofisime sekiz yolculuk yaptık ve her seferinde ön kapının
açıldığını duymayı bekledim. Ama Joan-Mary lobiden,
“Merhaba?” diye seslenmeden önce son seferimizdeydik.
Mitch ani bir U dönüşü yaptı ve acele etmeden merdiven­
lerden çıktı. Kütüphaneye girdiğini duydum ve elindeki
dosyaları saklayacak güvenli bir yer bulmasını umdum.
Ofisime daldım, dosyaları bir çekmeceye tıktım ve koltu­
ğuma oturdum. Kızarmıştım, nefes nefese parmaklarımı
saçlarıma geçirip düzeltmeye çalıştım.
Her zamanki gibi şık olan Joan-Mary deniz mavisi fala­
rını boynunda açarak ofisime girdi. “Cumartesi günü burada
ne yapıyorsun?” Şimdi bile hırıltılı sesi beni şaşırtıyordu.
“Diğer işimden izin aldım,” diye doğaçlama yaptım hızla.
“Böylece işlerimi tamamlayacağım. Geçen gün öğleden
sonra izin almam gecikmeme neden oldu.”
“Ne kadar dürüst!” Joan-Mary masaya daha da yaklaştı
ve dikkatle bana baktı. “Saçını kestirmişsin. Harika. Kim
yaptı?
“Eva diye bir yere gittim.”
“Bond Sokağı’nda mı? Onu duymuştum. Kadın çok iyi.”
“Sağol. Fırını duydun mu?”
“Evet.” Suratını astı. “Ve şehirde tek olduğunu bilivor-
sundur. Tarihsel önemi olduğunu söylediler.”
358
R u th Reichl

“Bu harika!”
4‘Ah, evet, süper.”
Sesini duyduğumu sandım.” Mitch dağınık ve hoş görü­
nümüyle ofisime girdi.
“Sen de mi buradasın?” dedi. “Artık kimse haftasonuna
inanmıyor mu?”
Beni rahatlatacak şekilde Mitch yorumunu duymazdan
geldi.
“Fırını unut. Çok daha ilginç bir şey buldum.”
“İlginç şeylerin peşine düşecek zamanı nereden buldun?
Gecelerini de mi burada geçiriyorsun?”
“Takıldığım bir şey vardı ve kontrol etmek için erkenden
geldim.”
“Harika.” Joan-Mary kaşlarını kaldırdı. "Ne buldun? Bir
panelin arkasına saklanmış gizli bir oda belki de?”
“Nereden bildin?”
Gözleri huzursuzca Mitch’in yüzüne kaydı. “Şaka yapı­
yordum.”
O hınzır gülümsemelerinden biriyle gülümsedi. “Ben
yapmıyorum.”
“Nerede?” Şimdi yüzü hem merak hem de huzursuzlukla
kaplıydı. Beyninin sol yanı bunu kendi avantajına çevirmek
için yoğun bir şekilde plan yapıyorken sağ tarafı gizli bir oda
fikriyle heyecanlanıyordu.
“Kütüphanenin arka tarafında, sahte bir duvarın arka­
sında.” Mitch heyecanını saklamaya çalışmadı. “Konağın
Yeraltı Demiryolunun bir durağı olduğundan çok eminim.
Ama asıl ilginç şey şu: Gizli oda sonradan eklenmemiş.
Orijinal; Timbers ailesi kölelik karşıtıydı. Kütüphaneyi özel­
likle bu amaç için tasarlamışlar; bu yüzden yeri garip.”
Tatlı Hayat 359

“Ah, Tanrım.” Joan-Mary aniden oturdu. “Bunu bekle­


miyordum. Sanırım Koruma Komisyonunu araman gerek?”
Gözleri yalvarıyordu ama Mitch onaylayınca gerçeği kabul
etti. “Bay Pickvvick’le konuşana kadar bekler misin? Bunu
ona anlatmak ve sonuçlarından haberdar etmek istiyorum.”
“Sorun değil. Sonuçta haftasonu.” Ona bir sayfa kâğıt
verdi. “Bir öneri listesi yaptım. Bir ön değerleme de var.”
Joan-Mary şimdi tamamen iş havasına bürünmüş halde
ayağa kalktı, kâğıtları katlayarak çantasına koydu ve telefo­
nunu çıkardı. Numarayı tuşlamaya başladı. “Benden haber
alıncaya kadar hiçbir şey yapma. Ona yüz yüze anlatmaya
çalışacağım.” Dışarı çıktı ve sesi koridorda kaybolurken
Genç Arthur’a kendisiyle yarım saat içinde buluşup buluşa-
mayacağmı sorduğunu duyduk.
“Gizli odayı görmek istemedi bile!” Bu kadar meraksız
olması beni şoke etti.
“Kriz modunda.” Mitch ceketini giydi. “Satışı kurtar­
maya çalışıyor. Ben de gitmeliyim.” Birden o da iş havasına
girmişti. “Dosyalarını kütüphanedeki ilk masanın üzerine
bıraktım. Görmemen imkânsız.”
Ses tonu değişmedi ama gözleri gözlerimi yakaladı.
“Buluşmamız hâlâ geçerli mi?”
“Bu akşam değil. Sammy ve ben mektupları kopyala-
malıyız. Tüm bu insanlar girip çıkarken yapamayız ve erte­
leyerek her şeyi riske etmek istemiyorum. Bunu bu akşam
yapmalıyız.”
Bir an için beni inceledi, bunun aramıza bir mesafe
koyma girişimim olup olmadığına karar vermeye çalışı­
yordu. Sonra uzandı ve elini koluma koydu, ikimi?, de
aramızda geçen elektrik akımını hissedebiliyorduk. “Bu seni
360 R u th Reichl

korkutuyor mu? Bunu kesinlikle beklemiyordum ve beni de


korkutuyor. Ama böyle şeylerin hep yapmaya değer olduğu
çıkar. Bu yüzden bunun peşini bırakmayacağım. Keşke yarın
senin için yemek yapabilseydim ama New Jersey’de anne ve
babamı ziyarete gideceğime söz verdim. Yani pazartesiye
kadar beklemeliyiz.”
“Sen mi pişiriyorsun?” diye sordum havayı hafifletmek
için. Beni doğru okuyup okumadığını, benim kendime bile
itiraf etmeye hazır olmadığım bir şey görüp görmediğini
merak ettim. Burada, acıtma şansı olmadan bitirmek çok
daha kolay olabilirdi. Dürüst olmam gerekirse ilişki düşün­
cesi içimi korkuyla dolduruyordu.
“îyi bir aşçıyım. Göreceksin. îşten hemen sonra gel. Sana
adresi mesaj atarım; Fontanari’den uzak değil.” Öpücüğü
uzatmadı ve hızla çıktı, sanırım bana fikrimi değiştirme
fırsatı vermekten korktu.

Yapacak çok işim vardı. Sammy’yi aramalıydım. Ama uzun


süre hiçbir şey yapmadan masamda oturdum ve dün akşamı
düşünüp geleceği merak ettim. Sanırım koridordaki ayak
sesleri bölmeseydi bütün gün hayal kurabilirdim. Kendimi
toplayarak araştırmaya gittim. Şaşırtacak biçimde Genç
Arthur’u buldum.
Onu derginin kapandığı günden beri görmemiştim ve
elbette beni tanımadı. Garip ve rahatsız olmuş bir hareket
yaptı, bundan da kimsenin haftasonu çalışmasını bekleme­
diğini anladım. “Ben Billie Breslin,” dedim hızla. “Leziz!
Garantisi için buradayım.”
“Ah, evet,” dedi dalgınca. “Unutmuştum.” Bana öyle
geliyor ki bugünün cumartesi olduğunu bile bilmiyor olabi-
361
Tatlı Hayat

lirdi. “Gizli varlıkları duydun mu?” Boğazımın kaşınmasına


neden olan bir tür parfüm kullanmıştı.
Başımla onayladım. “Oldukça heyecan verici.”
“Bazıları öyle düşünebilir.” Ofisime girdi ve şüpheli
şekilde ayakta durarak etrafına bakındı. Konuştuğunda
daha çok benimle değil de kendi kendine konuşuyordu.
“Ama benim bakış açıma göre bu, işleri daha karmaşık hale
getiriyor. Emlakçı şimdi bana hızlı bir satışın neredeyse
imkânsız olduğunu söylüyor; kimse böyle bir yükü almak
istemez. Tarihi parçaları gelip kendim görmek istedim.”
Genç Arthur, Jake’in eski ofisine girdi ve sanki daha
önce hiç görmemiş gibi etrafa bakındı. Hızla dört direkli
yatağa oturdu ve yatağını deneyen bir çocuk gibi hafifçe
zıpladı. Ayağa kalkıp parmaklarını şömine rafının üzerin­
deki uzun çatlakta gezdirince Mitch’in söylediklerini
hatırladım. Sonra pencereye gitti ve altınçanağın artık
sarı bir isyan haline geldiği bahçeye baktı. Birden döndü
ve dışarı çıktı. Sanırım orada olduğumu unutmuştu.
Merdivenlerden ağır ağır çıktığını ve kütüphaneye girdi­
ğini duydum. Oyalanmadı, beş dakika sonra inen ayak
seslerini duyduğumda sonunda telefonumda Sammy’nin
numarasını tuşladım.

Ona son mektubu okurken geceden kalma kesik kesik


anları ve tepetaklak hisleri anımsadım. Mitch’in kollan beni
sarmış, sesi kulağımda ve vücutlarımız kaynaşmış.
“Bir kere daha oku.”
Şimdiki zamana zıpladım ve bu sefer kelimelere odak­
landım. Lulu’nun daha önce sahip olmadığı olgun bir
cömertlik edindiğini düşündüm. “‘Her neredeyse umarım
362
R u th Reichl

mutludur, diye tekrar ettim. “Sence gerçekten hayatta


olduğuna inanıyor mu?”
Ama Sammy başka bir şey duydu. “Onu Le Pavillon’a
götürmüş!” Sesi hülyalı ve çok uzaktı. “Hep oraya gitmek
istemiştim.”
“Ünlü müydü?”
Telefonun diğer ucunda küçük bir korku tıslaması vardı.
“Ünlü mü?” Sesi kırıldı. “Canım bundan daha fazlasıydı:
Önemliydi. Belki de geçen yüzyılın ilk restoranıydı. 1939’da
Fransız hükümeti Henri Soule’yi Dünya Fuarı alanında bir
restoran açması emriyle New York’a gönderdi. Ona sınırsız
yetki verdiler; tek görevi gerçek Fransız mutfağının üstün­
lüğünü kanıtlamaktı. Soule bir süper şefler grubu topladı,
onları New York’a gönderdi ve büyük bir heyecan yarattı.
Başarısı o kadar kesindi ki hükümet bir sonraki yıl onları
yeniden gönderdi. Sonra felaket oldu; onlar bu kıtadayken
savaş başladı. New York’ta sıkışan tüm ekip kendi başlarına
bir yer açtılar. Evrenin en ünlü restoranına girince Lulu’nun
nasıl hissetmiş olabileceğini düşün.”
“Mahcup olmuş gibi görünmedi.”
“Anlaşılan Soule onu onaylamış. Bu konuda ünlüydü;
her bir müşteriyi dikkatle incelerdi ve favori müşterileri
‘kulüp üyesi’ olarak seçerdi. Kriterleri anlaşılmazdı; kime
rağbet göstereceğini bilmek imkânsızdı. Ün veya servetle hiç
alakası yoktu; ‘bir his’ dediği bir şeydi.”
Le Pavillon, Sammy’nin tarzında bir yermiş.
“ Lulu elbette bu harika adam dan iyilik görmüş; haya­
tının nasıl değiştiğini öğrenmek için neler vermezdim.”
“Şey, bazı şeyler biliyoruz. Annesi ve Bay Jones’un bir
araya geldiğini biliyoruz.”
Tatlı H ayat 363

“Tahmin edilebilir.” Sesi ilgisizdi. “Bunu bir süre


önce tahmin etmiştim. Lulu’nun Tommy’yle evlendiğini
düşünmek de mantıklı mı?”
“Sanmam. İnsanlar genelde lisedeki erkek arkadaşlarıyla
evlenmez.”
“Haklı olabilirsin.” Sammy’nin sesi keskinleşti. “Mektubu
nerede bulduğunu sorabilir miyim?”
Ona anlattım. “Ne kadar cahilim!” dedi. “Aylardır Yeraltı
Demiryolu üzerine konuşuyoruz.”
“Mitch de anladı,” dedim olaya nasıl karıştığını anlatarak.
“Ne kadar korkunç! Düşman saldırısı altında Anzio’da
tek başına çok korkmuş olmalısın.”
“Eğlenceli değildi.”
“Bundan emin misin?” Sesinde bir bilgiçlik vardı.
Küçük bir mutluluk hissettim. Bu kez Mitch’in anısı
değildi: Sammy’nin beni bu kadar iyi tanıdığı gerçeğiydi.
Daha fazla soruya gerek yoktu. “Hevesle mektupları
tararsak iyi olur. Şimdi geleyim mi?”
“Riske etmesek daha iyi. Dekoratörler bugün geri geliyor.
Belki Genç Arthur da. Ve Joan-Mary’nin Anzio ve fırına göz
atmak için ne zaman geleceğine dair bir fikrim yok.”
“Konağın gürültülü çevresini düşünürsek gündüz vakti
riske etmek akıllıca olmaz. Bir geceyarısı görevi yapalım mı?”
“Aklın yolu bir.”
“Harika.” Sesi canlandı. “Akşam onda konakta diyelim
mi?”
“Resmi olmadı mı?”
“Sevgili kızım, başka türlü olabilir miydi?”
İnsan Kaynakları

“Sabah bir buçuk.” Sammy, Lulu nun son mektubunun


kopyasını dikkatle kutuya koydu. Tam uymuştu. “Başka
mesaj aldın mı?”
“Yatmış olmalı.” Mitch tüm gece küçük mesajlar atmış,
Amy’ye yaptığı anlatılmaz şeyler konusunda beni bilgilen­
dirmişti.
“Adamını sevdim.” Sammy doldurduğumuz iki kutuyu
kapattı ve klasörleri toplamaya başladı. “Orijinallerini
normal yerlerine götürelim.”
Klasörleri Anzio’ya geri götürdük ve raflara koyduk,
işimiz bittiğinde eşikte durduk ve çevremize bakındık.
Sessiz küçük oda, tek ampulü sessizce asılı şekilde bize boş
gözlerle geri baktı. Sammy iç geçirdi. “Muhtemelen bunu
bir daha göremeyeceğiz.” Telefonumu çıkarıp bir fotoğraf
Tatlı Hayat■_ 565

çektim ve sessizliğin neredeyse fiziksel, yoğun hissini, hoş


küf kokusunu ezberlemeye çalıştım. “Burada mutluyduk,”
dedi Sammy.
Dışarıda yağmur çiselemeye başlamıştı ve bir taksi
durdurduk, araba yağmurun ıslattığı sokaklarda hızla iler­
ledi. Değişen trafik ışıkları ıslak asfalt tuvale yakalanırken
sulu kırmızı ve yeşilleri geçtik. Çok sakindi, kaldırımlar
boştu ve sadece güneye giden birkaç taksi vardı. “New York
gecenin ortasında bir vaha gibi görünüyor.” Sammy yüzünü
pencereye yapıştırdı.
“Bu an için şehir sadece bize ait.”
Kapıcı bir şemsiyeyle kutulara yardım etmek için çıktı.
Taksiye geri binmeye çalıştım ama Sammy beni durdurdu.
“Kal.” Şoföre parasını verdi. “Lütfen? Yalnızlık tercihim
değil. Bu akşam değil.”
Rahatlamıştım. Ben de yalnız olmak istemiyordum, şık
lobisinde Sammy yi izleyip minnettar biçimde ipek yastık­
ları ve kadife yorganları düşündüm. Yarının ne getirece­
ğine dair hiçbir fikrim yoktu ama bu akşam burada sığınak
bulduğum için minnettardım.

Ertesi sabah Sammy kahvaltı yaptı; ben yerken pazartesi


sabahı ilk iş Genç Arthur’la iletişim kurmasını önermek
için Anne’i aradı. “Onu kütüphanede saklanmış değerli
mektuplar konusunda bilgilendirir ve bunları ücretsiz olarak
sınıflandırmayı önerirsen, onları berbat bir kaderden kurta­
rabilirsin.” Ben çıkarken hâlâ strateji belirliyorlardı. Eve
gittim, Sal ve Rosalie’ye gidemeyeceğimi söylediğim için
sevindim. Son bir haftada çok fazla şey olmuştu ve önümde
uzun ve boş bir gün vardı.
36 6
Ruth Reichl

Sesin mutlu geliyor. Babam her pazar arardı. “Bir şey


mi oldu?”
‘ Yoo.v O kadar belli miydi? “Sadece bahar. Havalar
güzel. Şehirdeki herkes mutlu.” Son birkaç gün yaşadık­
larım üzerine konuşmaya hazır değildim. Henüz değil.
Metroya binip Flushing’e kadar gittim ve kendimi Hong
Kong veya Seul’de gibi hissedeceğim kadar yabancı mahal­
lede kayboldum. Egzotik mağazalara girip çıkarak saatlerce
gezdim. Eve gidince uzun bir duş aldım, büyük Ming karı­
şımı sipariş ettim, yarım şişe şarapla mideye indirdim ve
erkenden yattım.
Sabah özlemle şifon elbiseye baktım ve önceki gece
giymemiş olmayı diledim; çok iyi hissetmeme neden
olmuştu. Ama Mitch’in her gün onu giydiğimi düşünme­
sini istemedim, bu yüzden turuncu uzun çoraplarımı, kısa
kırmızı eteği ve sedef gibi görünen tişörtü giydim. Aynada
kendime baktım -iyi görünüyor muyum?- ve sonra taksi
çağırdım. Garip biçimde kırılgan hissediyordum ve günün
getirecekleri yüzünden endişeli, bu akşam Mitch’le yiye­
ceğim yemek yüzünden gergindim. Elbette taksi konağa
gelince telefonum çalmaya başladı ve Mitch’in numarasını
gördüm. İptal etmek için mi arıyordu?
“Annen ve babanla iyi zaman geçirdin mi?” diye sordum.
“Seninle olmayı ne kadar çok istediğimi sana anlatamam.
Ama arama nedenim bu değil. Önceki gece beni ekip
mektuplarının kopyalarını çıkarmakta haklıydın. Görünüşe
göre Pickwick dünü Timbers Konağı’nda kamp kurarak
geçirmiş, şimdi de satmamaya karar verdi. Şimdi kendi
kişisel dekoratörüyle yola çıktı.”
“Nereden biliyorsun?”
367
Tatlı Hayat

“Benimle orada buluşmak istedi. Joan-Mary benim


faydalı olabileceğimi önermiş.”
“Zavallı Joan-Mary; çok sıkı çalıştı. Öfkeli olmalı.”
“îşin içinde bu da var. Zor bir iş. Ve hepsi boşuna değildi;
onu zengin arkadaşlarına önerecek.”
“Şimdi Anzio ve fırını neden bela olarak gördüğünü
anladım.”
“Beni ilgilendirdiği kadarıyla...” Kısa bir an için durdu
ve söylemek üzere olduğu şeyin bilgeliğini tarttığını hissede­
bildim. Şansını denedi. “Bana göre bu, evrenin bizi bir araya
getirme yöntemiydi. Pickvvick evi satışa çıkarmasaydı, sen
ve ben hayatlarımızın geri kalanını Fontanari’de birbirimize
uzaktan bakarak geçirecektik.”
Gayretine hayran kalmalıydım. “Evet, senin içinde büyük
bir şikâyetçiden fazlası olduğunu asla anlayamayabilirdim.”
“Sanırım bu kapatmam için işaretim.”
Ruby hemen arkasından aradı ve Genç Arthur’un yolda
olduğuna dair beni uyardı. “Bay Pickvvick binaya eski şöhre­
tini yeniden kazandıracağını söylüyor, bu ne demekse.”
Sandalyesine yerleştiğini, dedikoduya hazırlandığını duya­
biliyordum. “Onu duymalıydın, neredeyse normaldi.”
“Timbers Konağı’nı bir müzeye mi dönüştürüyor?”
“Hayatta olmaz. Orayı şirket merkezi yapacak. Klas
olacağını düşünüyor. Gracie Konağıyla kıyaslıyor. Ve şunu
dinle; mekânı Pickvvick Evi olarak yeniden adlandıracak.”
“Bunu yapamaz; burası hep Timbers Konağı oldu.”
“Ona göre, Pickwick’ler Timbers ailesinin toplamından
daha uzun zamandır orada ve çok uzun zaman önce yeniden
isim vermiş olmaları gerekiyordu. Herneyse bir tarihçi atadı
-sesi yaşlı bir bayan gibiydi- ve kütüphanede gizli bazı
368 R u th Reichl

değerli mektuplar olduğunu söyledi. Bana şüpheli geldi ama


görünüşe göre geçmişteki kütüphanecilerden birini tanı­
yormuş. Bu günlerde araması garip, değil mi? Onları sınıf­
landırmak istiyor ve avukatlar bir vergi avantajı olabileceğini
düşünüyorlar.”
Anne zaman kaybetmemişti; onlara ulaşamadan mektup­
ları atacaklarından korkmuş olmalıydı.
“Yani,” diye devam etti Ruby, “hazır ol. Tarihçiyle orada
buluşacak. Ve bazı başka garip tipler de geliyor. Çok âşık
olduğu ve Tanrı’nın evrene bir hediyesi olduğunu düşün­
düğü o dekoratör. Mimarı ve mimarlık tarihçisi, her ne
demekse.”
Ait kat kapısı açıldığında Ruby hâlâ konuşuyordu.
Seslerden anladığım kadarıyla üç kişilerdi ama merdiven­
lerden çıktıklarında destek gelmişti. Koridorda ilerledik­
lerinde kim olduğunu görmek için kapıya gittim. Anne,
Arthur’un arkasından kaçamak bir el salladı. Mitch de. Genç
bir yüz üzerinde şoke edici beyaz saçları olan adam mimar
olmalıydı. İlgisiz siyahi genç kadın dekoratör ve yanında bir
deftere hızla not alan bezgin görünüşlü kız da asistanı.
Genç Arthur kapı eşiğinde beni gördü. Cumartesi günü
olduğu gibi beni gördüğüne şaşırmıştı. Anlaşılan burada
çalıştığımı unutmuştu. “Peki ya o?” diye sordu siyahi kadın
benim tarafımı işaret ederek.
“Ben çalışırken Timbers Konağı’nda kimse olamaz.” Ruby
haklıydı; kibirli bir tavrı vardı. Asistanına döndü. “Taşınması
gerekecek. Ruby yi ara ve İK ’dan birileriyle ayarlasın.” Bera­
berindekiler Jake’in ofisine geçerken, Anne dikkatli biçimde
göz temasından kaçındı ama Mitch kaşlarını oynattı ve
kahkaha atmamak için elimle ağzımı kapattım.
Tatlı Hayat
369

Yan odada Mitch ve mimar görüş belirtirken, Genç


Arthur dekoratöre bu ofisin nasıl yeniden döşenmesini
istediğini anlattı. Masalardan, kanepelerden ve kitap rafla­
rından söz etmesini dinlerken Leziz?m Timbers Konağı’yla
birlikte kaybolacağını anladım. Şehrin yukarı kısmında
şirket ofisi mi? Gitme zamanı geldiğinde nasıl olacağını
merak ediyordum. Genç Arthur ve beraberindekiler bölgeyi
terk ettiğinde telefonu aldım, Pickvvick Yayınları’m aradım
ve İnsan Kaynakları’nı istedim. İşim bitmişti.
Konuştuğum kadının kafası karışmıştı. “Yani iki hafta
önceden mi haber veriyorsun?”
“Hayır. Bugünün son günüm olmasını istiyorum.” Sal
beni Fontanari’de tüm gün işe alacağını hep söylemişti.
“Anladığım kadarıyla binada yalnızca sen varsın,” dedi
ve sesindeki tereddüt ne yapacağını bilemediğini anlamama
neden oldu. “Seni bekletmem gerekecek.”
Yeniden telefona gelmesi en az beş dakika sürdü. “Hemen
şimdi birisini gönderiyoruz,” dedi bana. “Bir çıkış görüşmesi
yapacak, aklına gelen sorulara yanıt verecek. Bir saat içinde
orada olur.”
“Bir ikilem yarattın,” dedi Sammy konuşmayı anlatınca.
Ellerini zevkle ovmasını neredeyse görebiliyordum. “Bu özel
durumun bu şekilde sonlanması için bir talimat yok. Doğal
olarak şirket mülküyle kaçmadığından emin olmak istediler.
Dalkavuğun teki bilgisayarını alabilir ve sana mülk dışına
kadar eşlik edebilir. Çok değerli ve az vaktin var. Benimle
konuşarak bir anını daha harcama.”
“Ne yapmalıyım?”
Sammy alışılmadık biçimde kısaydı. “Elektronik izle-
rini sil. E-postalarını sil. Ve gelecekte faydalı olabilecek tüm
Ruth Reichl

telefon numaralarını ve e-posta adreslerini kopyaladığından


emiıı ol.”
“Ne gibi?”
“Eski meslektaşlarımızla iletişim halinde olmamız için
bir yol olduğunu bilmek akıllıca olacaktır. Cep telefonuna
almadığın numaralar elbette vardır.”
Sesinde bir parça Öfke vardı. “Sadece Rolodex’ini gözden
geçir. Değerli numaralar kendilerini hemen belli eder.
Oyalanmayı kes!”
Sonra babama ve Melba Teyzeye mesaj attım.
“O sefil işi bırakmanın zamanı gelmişti.” Melba Teyze’nin
cevabı anında geldi.
Hemen ardından babamınki geldi. “Melba haklı. Eve
dön!”
“Hayır,” diye yanıtladım. “Akron’a gidiyorum. Lulu yu
bulmalıyım. En azından denemeliyim.”
“Ne kadar heyecan verici.” Melba Teyze’nin anlık yanı­
tıydı. “Onu bulacağını hissediyorum. Nasıl biri çıkacağını
çok merak ediyorum.”
Babamın yanıtı tipik biçimde daha ölçülüydü. “Elinden
geleni yap. Ama lütfen çok fazla şey bekleme. Uzun yıllar
geçti ve izini sürecek çok fazla şeyin yok. Yardım edebile­
ceğim bir şey olursa...”
Sonunda Bayan Cloverly’yi aradım ve ona artık Leziz!
Garantisi’ni yürütemeyeceğimi söyledim. Ne yazık ki
derginin altmışlarda yazdığı iğrenç bir İngiliz muffîn tari­
fini anlatmakla o kadar meşguldü ki anladığından emin
olamadım.
“Ama neden ev yapımı İngiliz muffin’i yapma zahmetine
giriyorsunuz ki?” diye sordum pes ederek.
371
Tatlı Hayat

“Belli değil mi, tadım? Dükkândan aldıklarımdan çok


daha ucuza geliyorlar. Ve birisi doğumgünüm için bana
İngiliz muffin’i kalıbı verecek kadar kibar olduğundan boşa
gitmesine izin veremezdim.”
“İnsanlar iyi aşçı olduğunuzu düşünüyor olmalı.”
Bunu söylerken gülümsedim ama şakayı hiç anlamadı.
“İnsanlar hep bana mutfak aletleri veriyor.” Çok ciddiydi.
“Çoğu zaman geri götürüyorum -artık kimin mutfak
aletlerine ihtiyacı var— Cleveland Cookshop’da oldukça
sağlam bir hesabım oldu. Ne yazık ki kapattıklarında hâlâ
vardı. Söylemeliyim ki bu çok sinir bozucu. Ama bunun
konumuzla alakası yok. Muffın’lerden bahsediyoruz. Keşke
tatlarına bakabilseydin.”
“Şey,” dedim bunun Leziz!'den ayrıldığımı anlaması
için daha iyi bir fırsat olduğunu düşünerek, “bu imkânsız
değil. Artık işim olmadığından Akrona bir yolculuk plan­
lıyorum.”
“Cleveland çok yakın! Ziyarete gelmelisin.” Beni bilerek
mi duymazdan geliyordu? “Aslında benimle kalabilirsin.
Neden otele para ödeyesin?”
Davetini aceleyle reddettim; evini hep bir karavan
parkında, büyük bir seramik kuş koleksiyonuyla dolu iki
odalı bir yer olarak görmüştüm. “En azından çaya gel,” diye
ısrar etti adresini vererek. “Sana bu iğrenç muffinlerden
yedirmeyeceğime söz veriyorum.”
Söz verdim. Sonra telefonu kapattım ve masamı boşalt­
maya başladım. İK’dan gelen adam vardığında bilgisayarım­
daki son dosyayı siliyordum.
“Her şeyi aldın mı?” Üzerine olmayan bir takım içinde,
beklediğimden daha genç ve yorgun görünüyordu.
372 R u th Reîchl

Küçük mukavva kutuyu işaret ettim. “Alacak çok şey


yok. Burayı tam olarak ev edinmedim.”
Bir form çıkardı ve neden işten ayrıldığıma dair üstün­
körü sorular sormaya başladı. Bitirdiğinde gergince cebin­
deki bozuk parayla oynadı. “Sana kapıya kadar eşlik etmem
gerek.”
“Bir dakika beklemenin sakıncası olur mu? Son bir defa
bakmak istiyorum.”
Gergince dudaklarını yaladı. “Sana izin vermem gerekti­
ğini sanmıyorum.”
“Ah, hadi ama. Sadece birkaç dakika sürecek.”
Sıkıntılı göründü ama sonunda onayladı. “Aşağıda bekle­
yeceğim. Çok uzun sürmesin.”
Merdivenlerden çıktım, Jake’le Shermanın beni sahan­
lıkta beklediği o ilk sabahı ve o güzel köpeğin ölümünün
kederini hatırladım. Lezizl’d eki ilk arkadaşım olmuştu.
Eski fotoğraf stüdyosunda Maggie’nin beni ançuez almaya
göndermesini hatırladım. Mutfaktan geçerken neredeyse
Diana nın sesini duydum. “Zencefilli Kek Kızı... Maggie
zamanımızı harcadığını düşünüyor. Ama aslında yeteneğini
harcıyorsun.”
Merdivenlerden çıkarken ve boş sanat bölümü boyunca
sözleri benimle birlikte kaldılar.
Sonra kütüphanedeydim. Güven verici elma kokusu
içimi doldurdu ve Sammy’yle birlikte bu kapıdan ilk giri­
şimi hatırladım. Odanın bizi şimdiye iten ve gelecekle
yüzleşmeye itecek hayaletlerle dolu olduğunu bilmiyorduk.
Işığı açtım ve yumuşak altın sarısı ışığın raflarda parlama­
sını izledim. Derin sükûnetin tadını çıkararak yumuşak süet
kolçaklı sandalyeye oturdum ve uzun kütüphane masasına
Tatlı Hayat 373

yığılmış kitaplardan birini aldım. Kalktım ve kart katalo­


guna gittim, yanağımı kaba ahşap yüzeyine dayayıp derin,
neredeyse insani inlemesini duymak için bir çekmece açtım.
Renklere baktım, Sammyyle arkadaşlığımı geliştiren iyi
kütüphanecilere minnettar kaldım. Anne’in, Pickwick’lerin
planladığı yalnız kader her neyse kitapları ondan kurtarabil­
mesini diledim.
Zodyak masasına ilerledim ve harika yüzeyinde
Richard’ın fotoğraflarını yaydığı günü düşündüm. Fotoğraf­
larını ilk defa görünce grotesk içindeki güzelliği görme bece­
risine hayran kalmıştım. Ama bundan daha çok Richard
bunun bir yetenek değil, iradi bir hareket olduğunu anla­
mamı sağlamıştı.
Anzio’ya son kez girdim, ışığı açtım ve tüm o yığılmış
dosyalara baktım. Burada Mitch’le birlikte uyandığımda ne
kadar güvende hissettiğimi hatırladım ve sonra anılar çığ gibi
indi. Sammy’nin annesinin savaşım anlatması. Richard’ın
büyükannesi ve evini kaybetmesine duyduğu öfkeyi.
Murrow yayını. “Cehennem Orkestrası.” Ve Sammy’yi
Genie’yle tanıştırdığım... ve gitmesine izin verdiğim günü.
“Teşekkürler, Lulu.” Yüksek sesle söyledim ve aptal gibi
hissettim. Ve sonra yeniden söyledim. “Her şey için teşek­
kürler.” Anzio’dan çıktım, kitap rafını yerine kaydırdım ve
Timbers Konağı’ndan son kez çıktım.
3.
Bölüm
İştah

Mitch’in evi benimkinden uzak değildi ama şehrin Aşağı


Doğu Yakası’nın Çin Mahallesiyle karıştığı ve daha önce hiç
gitmediğim garip biçimde gizli bir cebindeydi.
“Doğu Broadway’e giden F trenine bin,” diye
mesaj atmıştı. Metrodan çıkınca kendimi Manhattan
Köprüsü’nden gelen kamyonların doldurduğu yoğun trafıkli
geniş bir sokakta buldum. Sokağın yan tarafında çocuklar
parkta oynuyordu, diğer tarafında yayalar kaldırımda birbir­
lerini geçerek karanlık çökmeden eve varmak için yarışıyor­
lardı. Vitrinlerinde gevrek, kızarmış ördeklerin asılı olduğu
marketler, butik kahve dükkânlarının ve egzotik turşularla
dolu fıçıların olduğu dükkânların yanındaydı.
“Boya dükkânına gelince bana mesaj at,” demişti.
“Onunla komşuyum. Aşağı inip seni içeri alırım ”
37 8
Ruth Reichl

Eski ve zarif bir şey bekliyordum ama bu bina yepye­


niydi. Mitch lobi kapısının yanında bekliyordu. Beni içeri
aldı, kollarını bana sardı ve boynuma sokuldu. “Burada
olmana sevindim. Fikrini değiştireceğinden korkuyordum
ama erken bile geldin.” Kolları hâlâ bana sarılı halde ince
apartman asansörü kapısından geçirdi.
“İşimden ayrıldım!”
“Ayrılacağını düşünmüştüm,” diye yanıt verdi sakince.
Hayal kırıklığına uğramış halde ona baktım; daha çok tepki
beklemiştim.
Ruh halimi sezmiş gibiydi. “Luluyu bulmaya gitmen
gerektiğini söylemiştin.” Yumuşak sakallarını yanağıma
sürttü. “Bunu yaparken işinde nasıl kalabilirsin? İkiye bas.”
Asansör kapıları kayarak açıldığında doğruca dairesine
girdik, burası bana anlık bir açıklık ve aydınlık hissi verdi.
Sonra bunun bir daire değil, her iki ucunda zeminden tavana
kadar pencereler olan uzun, açık, yüksek tavanlı bir çatı katı
olduğunu gördüm. Dolaplar karamel rengi ahşaptan yapıl­
mıştı ve tüm duvarı kaplıyordu. Diğer duvar beyazdı ve
karşısındaki kırmızı kanepeyi çok parlak, geometrik sehpa-
yıysa çok siyah göstermişti. Odanın ortasında aynı karamel
rengi ahşaptan yapılmış iki lavabosu, eski tarz yüksek arka­
lıklı iki ocağı, dört gözlü ve ızgaralı siyah-beyaz emaye fırını
olan bir masa vardı.
Doğu ucundaki pencerelere yürüdüm ve sokağın karşı­
sındaki parka baktım. Bir adam iki çocuğu salıncakta
sallıyor ve onları hep daha yükseğe itiyordu. Mitch elimi
tuttu. “Gel.” Beni dairenin diğer ucuna götürdü. Yaklaşınca
zeminin spiral bir merdivenle bittiğini gördüm. Bu uçtaki
pencere zemine kadar bir başka kata iniyordu. Geç öğleden
Tatlı Hayat 379

sonrası saatlerinin ışığında hemen dışarıdaki bahçeye açılan


alan hava ve güneş ışığıyla doluydu ve harikaydı. Çimlerle
ağaçları görebiliyordum ve ortada bir şey daha. Bir bank
belki de?
“Beklediğim bu değildi.”
“Eski bir evim olduğunu düşündün, değil mi?” Mitch
ayakkabılarını çıkardı ve çoraplarının aynı olmadığını
gördüm, biri turkuvaz diğeri mordu. Gülümsedim. “Eskiden
vardı. Kolejden hemen sonra Brooklyn’de harabe bir
Viktorya dönemi binası aldım, o zamanlar Fort Greene’de
onları yok pahasına satın alabiliyordun. Yıllarca üzerinde
çalıştım. Aslında bir East-Lake’ti.”
“Kilit gibi mi?” Hatırladığıma sevinmiştim.
“Evet! Ev sürekli onarılması gereken bir detay konusunda
beni rahatsız ediyordu ve bir şekilde hep daha fazlasını yapı­
yordum. Sonra bir müşteri gördü ve âşık oldu. Bana redde-
demeyeceğim bir teklif yaptı. Her şeyi istiyordu; sadece
mobilyayı değil, sanat eserlerini ve tabakları da. Her şeyi.
Satmayı düşünmüyordum ama...” Ellerini kolumda yukarı
çıkardı. “Önce depresyona girmiş gibiydim ama sonra bana
bir tür özgürlük sunduğunu fark ettim. Eve gelip hiçbir şey
yapmamanın nasıl bir rahatlık olduğunu tahmin edemezsin.
Gel, seni aşağı götüreceğim.”
Spiral merdivende onu izledim. Arkasındaki duvar koyu
yeşile boyanmıştı ve çerçeveli resimler, çizimlerle doluydu.
Çoğu, binalara aitti ama kayak yapan veya tekneye binen
büyük bir ailenin de fotoğrafları vardı. Bir fotoğrafta dışa­
rıda bir piknik masasında oturuyorlardı. Bir başkasında
hepsi Paris’te Nötre Dame önünde duruyordu. En yeni
fotoğrafa bakmak için yaklaştım; babası Mitch’e o kadar çok
380 R uth Reichl

benziyordu ki otuz yıl sonrasına bakıyormuşum gibi garip


bir izlenime kapıldım.
“Büyük aile,” dedim.
“Evet.”
Sesinde savunmacı bir şey vardı, bu-konuda-konuşmak-
istemiyorum kalitesinde bir şey, elimi çekti ve beni
merdivenlerden indirdi. Yatak odası çatı katının yarısı uzun-
luğundaydı ama devasa pencere açık ve engin görünmesine
neden oluyordu. Bahçeye bakmak için durdum, gelip kolla­
rını bana doladı ve sırtımı göğsüne dayadım. “Çok güzel.
Dışarıda olmak gibi.”
Kollarını sıkılaştırdı.
“Gece burada yatıp yıldızlara bakıyorum. Bazen bir
şömine olsa keşke diyorum ama her şeye sahip olamazsın.”
Yatak odası üst kattaki çok modern kattan farklıydı.
Baktığım her yerde gözüm sıradışı bir nesneye takılıyordu.
Bir kiliseden kurtarıldığı belli antika bir ahşap melek, kafa­
larımızın üzerine asılmış, bir boru üflüyordu. Merdivenin
altında metal İleride Çalışma Var tabelasında komik oran­
tılı bir adam kalın bir parmakla yukarıyı işaret ediyordu.
İki yıpranmış mermer sütun -üzerlerinde hiçbir şey yoktu-
banyo olduğunu sandığım yerin girişini çevrelemişti.
Pencereye bakan yatak, renkleri hafifçe solmuş, yıpranmış
Kızılderili yıldız yorganıyla kaplı yüksek bir platformdu.
Mitch kendini yatağa attı ve altına uzandı. “Ve şimdi de ana
eğlence.” Sırtımda hafif bir ürperti gezindi. Garip bir şey
mi olacaktı? Çekmeceyi çekti. Işık açıldı ve bir soğuk hava
dalgası hissettim.
“Yatağının çekmecelerine buzdolabı mı yaptın?”
Mitch elinde kurabiye kavanozuyla yakalanmış bir çocuk
381
Tatlı Hayat

gibi sırıttı. “Gecenin bir yarısı canın dondurma çektiğinde


üst kata çıkmak tam bir eziyet oluyor.”
“Bu gördüğüm en ucube şey olabilir.”
“Sen...” beni yatağa çekti, “... anlaşılan korunaklı bir hayat
sürmüşsün. Ucubelik hakkında öğreneceğin çok şey var.”
“Ve sen de bana öğreteceksin?”
“Denemek isterim.”
Uzun bir süre ikimiz de konuşmadık.
Büyük pencerede ay parıldarken uyandım. Mitch yıldız
yorganı geri itmişti ve çarşaflar bacaklarımın altında pürüz­
süzdü. Kafamı çevirdim, beni izliyordu.
“Umarım yemek mahvolmamıştır.” Uzandı; alnıma,
yanaklarıma ve çeneme dokunarak elini yüzümde gezdirdi.
“Endişeye gerek yok.” Memnun halde gerindim. “Her
zaman dondurma yiyebiliriz.”
“Kesinlikle olmaz. Seni yemeğe davet ettim. Ve yemek
yiyeceksin.”
“Aç değilim.” İştahım o kadar net biçimde kaybolmuştu
ki açlığın nasıl bir his olduğunu hatırlayamadım veya bir
daha aç olacağımı hayal edemedim.
“Şey, ben açlıktan ölüyorum.” Yataktan çıkmaya başladı,
gitmesini istemediğimden ona uzandım. Beni öpmek için
eğildi ve onu yeniden aşağı çektim. “Gitme.” Vücudu,
bacaklarını benimkilere doladığında cıva gibiydi.
Sonrasında hatırladığım ilk şey, “Şimdi gerçekten açlıktan
ölüyorum,” demesiydi. Kalktı ve bir şort giydi. “Yiyecek bir
şeylere ihtiyacım var. Sen burada kal, akşam yemeğini yata­
ğına getireceğim.”
Merdivenlerden çıktı ve birkaç dakika sonra ızgarada
tıslayan etin sesini duydum; pişen etin kokusu alt kata indi.
382
Ruth Reichl

Ben gelmeden önce patatesleri fırına koymuş olmalı, diye


düşünerek havayı kokladım; kızaran kabuklarının topraksı
kokusunu alabiliyordum. Bir şişenin açıldığını ve sıvının
şişeye dolduğunu duydum.
Mitch salataya koyduğu sirkenin kokusunu da birlikte
getirerek alt kata indi. Derin kristali koyu, neredeyse siyah
sıvıyla dolu bir şarap kadehini bana verdi.
“Bu kadehleri eski ev için almıştım. Bu kalan son çift.”
Bir yudum aldı. “Ama bu şarap onları hak ediyor. Hugh
Johnson, Hermitage için ‘Fransa’nın en mert şarabı’ der.”
Kadehin içine eğildim, tüm menekşeyi ve deriyle birlikte
alkollü kokuyu içime çektim. İlk yudumu alıp şarabı
ağzımda gezdirirken beni izlediğini hissedebiliyordum.
Yukarı çıktı ve tik ağacından yapılmış bir salata kâsesinin
üzerine dikkatle yerleştirilmiş ahşap bir tabakla geri döndü.
Tabakta pişmiş patates ve devasa bir biftek vardı.
“Benny’ninkilerden biri mi?”
“Sal beni iyi eğitti.” Kesmeye başladı. “Başka bir yerden
et almaya cüret edemezdim.” ince bir dilim aldı ve eti bana
yedirdi. Et az pişmiş ve gevrekti, metalik bir tadı vardı; daha
seksi bir öğün hayal etmenin imkânsız olduğunu düşündüm.
Çok fazla yemedik.
Yeniden uyandığımda Mitch’i göğsünde dengede duran
bir kase dondurmayla yanımda yatarken buldum. “Benim
cennet fikrim,” dedi. “Gecenin bir yarısı kahveli dondurma
ve güzel bir kadın. Bir adam daha ne isteyebilir?” Beni öptü­
ğünde kahveyle şeker tadı aldım, hâlâ soğuk parmaklarıyla
bana dokundu. “Sabah...” yatağın benim tarafıma yuvar­
landı, “... bir duş alırız.”
“İkimizi alacak kadar büyük küvetin var mı?”
Tatlı Hayat 383

“Şu aslan ayaklı eski porselen canavarlardan biri. Banyo­


larını yaptırdıklarında bizimkilerin evinden aldım. Atacak­
lardı.” Bunu sanki korkunç bir suçun gerçekleşmesini
önlemiş gibi söyledi.
“Eski şeyleri sevmiyorlar mı?”
“Tam olarak değil. Sürekli gelişime inanıyorlar. Hele
konu bensem.”
“Ama sen direniyorsun?”
“Her zaman. Dört kardeşin en küçüğüyüm ve ailem;
Bruce, Bili ve Bryanla harika iş çıkardılar. Hepsi babam
gibi mimar. Benim de aile işine girmemi beklediler. Ama en
önemli şey bende eksikti.”
“Ve bu da?..”
“Dünyada bir iz bırakma isteği. Mimar olacaksan buna
ihtiyacın var. Öte yandan ben zaten burada olanı korumaya
inanıyorum.”
“Yani ailedeki kara koyun şendin?”
Bunu şakayla karışık söylemiştim ama vücudunun geril­
diğini hissedebiliyordum.
“Büyük hayal kırıklığı. Ama sanki hep ne olacağımı bili­
yorlarmış gibiydi. Annemin adı Betty, babamınki de Boyd.”
“Ve tüm ahilerinin adı ‘B’yle başlıyor.”
“Anladın. Ve ben ‘B’ ailesindeki ‘M’yim. Bana Bernard
Mitchell adını koydular ama kimse bana Mitchell dışında
bir şey demedi. Tanrıya şükür! Bernie olmaktan nefret
ederdim ama ailem için her zaman biraz Bernie oldum.”
Başka bir “B”yle beraber olduğunu hatırlatmak için iyi
bir zaman değilmiş gibi geldi.
“Hepsi Boyd Hammond Associates için çalışıyor. Birbir­
lerine 80 kilometre mesafede yaşıyorlar. Hepsi Amy ye
384 Ruth Reichl

benzeyen ince sarışın kadınlarla evliler ve onları neredeyse


ayıramıyorum.”
“Amy’nin kocası...”
“Bryan. Valeri ve Karen da onun gibi. Benden bu kadar.
Senin sıran.”
Kaslarımın gerildiğini hissettim. Genie hakkında
konuşmak istemedim; çok erkendi. Ama bahsetmeme gerek
kalmadı çünkü yeniden konuştu. “Gerçekten bilmek iste­
diğim, Fontanari’ye nasıl geldiğin. Bunu hiç çözemedim.”
Mükemmel soruydu; rahatlamıştım. Ona Sal Testi’ni
anlattım ve gözlerinden yaşlar gelene kadar güldü. “Sekiz yıl
boyunca Jake’in asistanlarına bunu mu yapmışlar? Bu delilik!
Ama birinin uzaklaşmasına izin verirken Sal’in yüzünü hayal
edebiliyorum. Kesin bütün günü mahvoluyordur.”
“Sen çıldırdın mı? Bütün haftası mahvoluyordur.”
“Haklısın.” Uzandı ve saçlarımı okşadı. “Saçını gördü
mü?”
“Sadece dört gün oldu!”
“Ne olmuş? İlk ben gördüm diye kıskanacak.”
“Hayır. Kıskanmayacak.” Bunun bir -olabilir mi?- ilişki
olabileceğini fark etmeye en yakın olduğum andı ve Mitch
fark etmemişti. Beni göğsüne iyice çekti ve kaşık pozisyo­
nunda sarıldık.
“Demek istiyorsun ki,” şimdi kulağıma fısıldıyordu, “bizi
birlikte gördüğü için sevinecek?”
Bir şey söylemedim ama kafamın ona sürtünerek onay­
ladığını hissettim, iyice yaklaştı, vücudumun nerede bitip
onunkinin nerede başladığını söylemek zordu. Yeniden
uyudum. Dikkatle birbirimize açılıyorduk ve son bilinçli
düşüncem buydu: Mutluyum.
Tatlı Hayat 385

Gözlerimi bir daha açtığımda ışık odaya giriyordu,


yükselen güneş uzaktaki gökdelenlerden yansıyordu.
Sabahtan korkarak ve yatağın güvenliğinden çıkarsam
gecenin zor kazanılmış yakınlığını kaybedeceğimden endişe
duyarak gözlerimi hızla kapattım.
Ama Mitch zıpladı ve uzunca gerindi, tüm vücudu neşe
saçıyordu. “İkimiz için banyoyu hazırlayacağım.” Absürt
mermer sütunların arasında kayboldu ve küvete su dolarken
mırıldandığını duydum.
Onu takip ettiğimde aslan ayakları hemen pencerenin
önüne yerleşmiş küvetin devasa olduğunu gördüm. Güneş
ışığında bahçenin ortasındaki yosun kaplı taş çeşmeyi göre­
biliyordum. “Floransa’dan aldım.” Mitch muslukları kapattı
ve su şırıltısı durdu. Bir avuç toz attı, portakal ve karanfil
kokusunu odaya doldurdu. Kendisi için alacağını hayal
ettiğim türden şeyler değildi ve bunları bir kadının bırakıp
bırakmadığını merak ettim.
“Bunlar Emma’nındı.” Sanki aklımı okumuştu. “Uzun
süre önce gitti.”
Kendimi suya bıraktım. Sıcak, kokulu ve harikaydı.
Saçımın buharla kıvrıldığını hissedebiliyordum, suyun
altına girdim. Çıktığımda Mitch kapıdan dışarı çıkıyordu.
“Gelmiyor musun?”
“Bir yere gitme.”
Dönmüştü ve beline bir havlu sararken o güzel sırt çizgi­
siyle düz, sıkı kalçasını gördüm.
Vücudum hâlâ mutluluktan tıngırdarken sıcak sunin
keyfini çıkardım. Şimdi güneş yükselmişti ve küçük kuşlar
yer için kavga ederek taş çeşmenin üzerinde zıplıyor, arada
sırada bana bakıyorlardı.
386 R u th Reichl

Mitch kreplerle dolu bir bakır tavayla döndü. “Ben...”


bir parça kesti, koyu bir akçaağaç şurubu havuzuna batırdı
ve bana yedirmek için eğildi, “... dünyanın en harika krep-
çisiyim.”
“Babam krep kralı olduğunu düşünürdü,” dedim.
“Hayır,” diye düzeltti Mitch. İnce küçük krep, tüy gibi
hafif, kenarları gevrek ve parlak şurup kaplamasının altında
yumuşaktı. Yarım bir krebi kendi ağzına doldurdu. “Hari­
kalar, değil mi?” Bir tane daha yuttu. “Aşık olmak beni hep
acıktırıyor.” Mitch yere oturmuş krep yerken ben küvette
oturmuş portakal, karanfil, tereyağı ve pekmez kokusunu
içime çekiyordum.
“Sık âşık olur musun?”
“Ah, evet, sürekli.” Sesi alaycıydı ama yeniden konuştu­
ğunda alay yoktu. “Aslında sadece iki defa. İlki kolejin yarı­
sına kadar süren lise aşkıydı. Tanrım birbirimize nasıl âşıktık!
Heidi olmadan gerçekten yaşayamayacağımı sanırdım. Bir
başkasını bulunca yıkıldım ve yeniden öyle hissedene kadar
uzun zaman geçti.”
“O zaman ne oldu?”
“Emma yla birlikte dört yıl yaşadık ve çok hoştu. O hari­
kaydı ve çok iyi arkadaştık. Aslında hâlâ öyleyiz. Sanat tarih­
çisi, herkes birbirimiz için yaratıldığımızı düşünüyordu.
Ama ben...” gözlerime baktı, “daha çoğunu istedim.”
Tam olarak yanıt vermedim.
“Sanırım aşk, iştahımın kapanmasına neden oluyor,”
dedim, utanarak suyun altına girmeden önce. Korkmuştum.
Ç ok hızlı gidiyordu.
Çıktığımda hâlâ beni izliyordu. “Sanıyor musun?” Tabak­
taki son krepleri şuruba buladı. “Bilmiyor musun?”
387
Tatlı H ayat

“Hayır.” Bunu söylemem gerektiğinden emin değildim.


“Sadece daha önce hiç iştahım kapanmamıştı.”
Mitch gözlerini bende tuttu ve bir şeyler bekledi. Sessiz
kalınca omuz silkti, çıktı ve bir başka krep dolu tavayla
geri döndü. Yere koydu, havlusunu çıkardı ve küvete girip
su neredeyse kenara yükselinceye kadar kendini bıraktı.
Memnun biçimde iç geçirdi ve kreplere uzandı. Doğrudan
tavadan yavaşça yedi ve su hafifçe etrafımızda çalkalanırken
her bir ısırığın tadını çıkardı. Bitirdiğinde küvetten uzandı
ve sonsuz bir dikkatle tavayı yere koydu.
“‘Bir süre’ ne kadar uzun?” diye sordum.
“Emma ne zaman ayrıldı mı demek istiyorsun? Nere­
deyse iki yıl.” Bana doğru hafifçe sırıttı. “Ama benim için
üzülme. Tamamen yalnız değildim.”
“Paylaştığın için sağol.” Ona su sıçrattım.
“Ama sanırım sen uzun zamandır yalnızsın?” Saçı kafa­
sına yapışmıştı, ıslak sakalıyla bir şekilde daha küçük, daha
savunmasız göründü ve gülümsediğinde ağzı yüzünde daha
çok yer kapladı. “Bana Santa Barbarada büyümenin nasıl bir
şey olduğunu anlat.”
Kafamı eğip suya baktım ve kendimi gördüm, akıllı,
güzel ablamın ardından giden utangaç küçük çocuk. Bir
görüntü yükseldi, kim olduğunu bilmediğim biri babama,
Genie bu kadar güzel olduğu için ne kadar şanslı oldu­
ğunu anlatıyordu. Babamın endişeli gözlerini üzerimde
görebiliyordum, gözlerime düşen saçları düzelten elini
hissedebiliyordum. Kafamı kaldırdım; Mitch beni izli­
yordu.
“Sanırım konuşmakta zorlandığın çok kötü bir şey oldıı.
Küvetin porselen basamağına uzandı. “Bana anlatabilirsin.
.'88 R u th R eichl

Gözlerimi kapattım ve başladım. Önce bebekken


annemin ölümünü, ablam, tarlı babam ve yan komşum
teyzemle büyümemi anlattım. Ona Geııie’yi anlattım, ne
kadar güzel ne kadar akıllı olduğunu. “O kadar güzeldi ki
insanlar menekşe gözlerine bakabilmek için onu sokakta
durdururdu. Her şeyde iyiydi: 4.0 ortalaması vardı, iyi bir
atletti ve çizemeyeceği şey yoktu. Yale Hukuk Fakültesi’ne
girecekti. Herkes onu severdi.”
“Küçük kardeş olmak zor olmalı.”
“Sammy de aynı şeyi söyledi ama dürüst olmak gerekirse
o olmadan nasıl idare ederdim bilmiyorum. Utangaçtım
ama o her şeyi kolaylaştırıyordu. Her zaman ne yapmam
gerektiğini söyleyen oydu.”
Mitch hafifçe homurdandı. İyi bir dinleyiciydi, ben konu­
şurken sessiz bir yoğunlukla dinledi. Kek Kardeşlerle ilgili
kısma gelince küvetin içinde uzandı ve beni çevirdi, kollarıyla
göğsümü sardı, böylece suyun içinde kaşık pozisyonu aldık.
Sırtımda nefesini hissedebiliyordum, yüzümü görmüyorken
konuşmak daha kolaydı. Genie’nin otuz bin dolarlık pastayı
yapmamızda ısrar edişini anlatırken sessizce dinledi ve kolla­
rımı okşadı. Hiç uyumadan tüm gece nasıl uyanık kaldığını
anlattım. Beverly’nin düğününe ve hızlanarak gelen Jaguarlı
kısma geldim. “Sonra okulu bırakıp New York’a geldim,”
artık su soğumuştu, “...ve gerisini biliyorsun.”
Mitch üzerimden uzandı ve tapayı çekip musluğu açtı.
“Bu gerçekten zor, Billie,” dedi. Sıcak su küvete doldu ve bir
buhar patlaması çevremizdeki suyu ısıttı.
Sonra yüzümü görebilmek için bana döndü. “Ama sen de
güzelsin. Ve yetenekli.”
“Yetenekli mi? Hangi konuda?”
Tatlı Hayat 389

Sanki çok açık söylemesine gerek olmayan bir şeyi kaçırı-


yormuşum gibi bana baktı. “Son duyduğumda mükemmel
damağı olan, Sal Fontanari’nin kıymetli dükkânında çalış­
masına izin verdiği ilk yabancı olan kızdın.” Musluğu kapattı
ve sessizlik sesini daha yükseltti. “Yetenekli de bir yazarsın.
Ve yanılmıyorsam bir kitap yazmak üzeresin. Bana oldukça
iyi görünüyorsun.” Küvette geriye yaslandı ve gözlerini
kapattı. “Çok rahatım ama gitmeliyiz. Bu akşam yemeğinde
The Pig’de buluşalım, tamam mı? Akrona gitmeden önce
yapmam gereken çok şey var.”
“Benimle mi geliyorsun?” Bu ne zaman oldu? Bu iyi bir
fikir mi? Daha çok başlardayız ve orada ne bulacağıma dair
hiçbir fikrim yok. “Senin işin yok mu...” kelimeler çıkmadan
önce takıldım, “Pickvvick Evi’nde?”
“İşim var.” Sol ayağımı aldı ve tabanına masaj yaptı.
“Ama yardım etmek istedim.”
“Sammy’yi götürebilirim.”
“Bu...” ayağımı bıraktı, “... büyük bir hata olurdu. Ne
kadar faydalı olacağımı düşün.”
“Nedenmiş o?”
“Çünkü...” sağ ayağımı alıp masaj yapmaya başladı ve
tüm vücuduma titreşimler gönderdi, “Sammy’nin bu tür bir
araştırmayı nasıl yapacağına dair hiçbir fikri yok.”
“Ve senin var?”
Sağ ayağımı da bıraktı. “Tarihçiler bunu yapar: araştırma.
Nereden başlayacağını biliyor musun?”
“Sen ne önerirsin, büyük tarihçi?”
İstifini bozmadı. “Kütüphaneye git. Eski telefon rehber­
lerini iste. Kırklardan başla ve yukarı doğru çık. Mektup­
larda bahsettiği herkesin adresine bak.”
390 Ruth Reichl

“Bu çok fazla insan demek. Swan’lar, Stroh’lar, Cappuz-


zelliler...”
“Kötü kalpli Bayan Dickson’ı unutma. O da faydalı
olabilir. Veya olmaz. Bunun gibi bir araştırma zaman ister.
Ve çoğu zaman çıkmaz sokağa girersin. Ama bu iş böyle
yapılır.”
“Peki sonra? Kapıları mı çalacağız? Yetmiş yıl önce orada
yaşayan bir aileyi hatırlayan olup olmadığını mı soracağız?”
“Hayır.” Sesi sanki beyni olan herkes bunu anlayabilirmiş
gibi netti. “Önce arayacaksın.”
“Eski telefon numaralarını mı? Bu delice!”
“Şaşırırsın.” Yine sol ayağıma dönmüştü. “Yetmiş beş
yıllık telefonları aradım ve ilk denemede bingo. Akron’un
küçük bir şehir olması iyi; bir ev nesiller boyu aynı ailede
kalır. Şansın yaver gider ve bir sürü zaman kazanırsın. Hadi
beni de götür. Ayrıca...”
Biraz romantizm bekleyerek ona baktım. Mitch ise,
“Bayan Cloverly’nin Cleveland’da yaşadığını söylemedin
mi? Akrona yakın. Onunla tanışmak istiyorum,” dedi.
Zihnin Bir Oyunu

Delancey’i geçince mahallenin ne kadar değiştiğini fark


ederek Essex’e yürüdüm. Kuzeye gittikçe eski mağazalar daha
modernleşti, hırdavat dükkânlarıyla küçük bakkallar fırın­
lara, butiklere ve gurme dondurma mağazalarına dönüştü.
Geçtiğim yayalar giderek gençleşti. Sıcaktı ama hâlâ nisandı,
evlerinden montları olmadan çıkan insanlar dirseklerini
kucaklamış üşümüyormuş numarası yapıyordu.
Telefonum cebimde titredi ve çıkardığımda altı mesaj
gördüm. Üçü Melba Teyze’dendi. Biri babamdandı. Biri bir
şekilde istifa ettiğimi duymamış olan Jake’tendi. Ve en yenisi
Sammy’dendi. “Hemen gel! Kahvaltı bekliyor. Plan yapma­
lıyız.”
Üstümü değiştirme zahmetine girmemeye karar verdim
ve şehrin yukarısına doğru yürümeye devam ettim.
39 2 R u th Reichl

Sammy ye vardığımda neredeyse on olmuştu, Anne ve o


saatlerdir orada oturmuş tostla marmelat mı yiyorlar, yoksa
kahvaltıya yeni mi başlıyorlar anlamamıştım. Anne masanın
başına oturmuş Sammy’nin büyükannesinden kalan gümüş
çaydanlığı sanki elinde onunla doğmuş gibi tutuyordu.
“îşi aldın mı?” diye sordum otururken.
“Elbette.” Masanın diğer ucundan bir fincan uzattı;
fincan müzikal biçimde şeffaf tabağına çarptı. “Bay Pick-
wick mektuplarını sınıflandırmayı teklif edince son derece
memnun oldu. Avukatları da bunun vergi avantajı sağlaya­
cağını düşünüyor ve normalde böyle bir iş için oldukça iyi
bir ücret ödemesi gerekecekti.”
“Yani mektuplar kurtuldu?” *
“Öyle.” Rahatlayarak gülümsedi.
Çin bornozunu giymiş Sammy masanın diğer ucuna
oturdu. Önünde taze zencefil buharı tütüyordu. Tabağı
uzattı. “Mitch’le kahvaltı ettim.”
Sammy buna cömertçe gülümsedi ve tabağı benim tara­
fıma doğru itti. “Pazzescal Bunlar karşı konulmaz.”
“Hayır, gerçekten aç değilim.”
Eli tabağın üzerinde asılı kaldı, sonra kendisi için bir tane
daha aldı. “Şimdiki planın nedir?”
“Yarın Ohio’ya gidiyorum. Benimle gelir misin?”
Sammy ürperdi ve çöreği bıraktı. “Seni oraya götüreceği
kesin, o küçük uçaklardan birine binmeye kesinlikle niyetim
yok. Zamanımı kasvetli ve küçük bir şehirde etrafta dola­
şarak geçirmeye de niyetim yok. Ve Mitchell’ın sana eşlik
edeceğini sanıyorum, üçüncü teker olmak gibi bir niyetim
de yok. Her durumda Lulu’yu ortaya çıkaracağından da
emin değilim.”
Tatlı H ayat 393

“Muhtemelen haklısın.” Orada kaldığına inanmak için


bir neden yoktu. “Ama hâlâ nerede olduğunu öğrenebiliriz.”
“Kesinlikle!” Yarım yenmiş çörekle benim tarafımı işaret
etti. “Lulu hâlâ hayattaysa sen nerede olduğunu keşfettiğin
an bir uçağa atlayacağım. Sana söz veriyorum.”
“Keşke ben gelebilseydim.” Anne masanın karşısında
hafifçe kaşlarını çattı. “Ne yazık ki burada yapacak çok işim
var. Hemen başlamaya niyetliyim; genç Bay Pickvvick’e
fikrini değiştirmesi için şans vermek istemiyorum.”
“Ne bulmayı umuyorsun?”
“Gizem yok: sıradan hayatlar üzerine yazan sıradan
insanlar. Ama tam olarak görmezden gelinen belgeler de
bunlar. Bu projede beni heyecanlandıran şey de bu; günlük
mektuplar günlük hayat üzerine size bir biliminsanının
çalışmasından çok daha fazla şey anlatır.”
“Bunu Bertie için yapıyorsun, değil mi?”
Çenesini kaldırdı. “Neden böyle düşündün?” Anlaşılan
bu öneri onu açıkça kızdırmıştı. “Tarih, geleceğe geçmişle
ilgili anlattığımız hikâyedir ve bunu doğru yapmak gibi
bir sorumluluğumuz var. Bunun gibi bir şans kırk yılda
bir gelir.” Gümüş çaydanlıktaki çarpık yansımasına baktı.
“Mesleki bir seviyede bu belgeleri tarama fırsatı bulduğum
için heyecanlıyım. Ama kişisel olarak... insanı genç tutan şey
çalışmaktır.”
Sammy ye baktım; işimin onun için ne anlama geldiğini
çok düşünmemiştim. Şimdi ne yapacaktı? Benzer şeyler
düşünüyor olmalıydı çünkü boğazını temizledi ve Anne e
baktı. “Belki ben yardımcı olabilirim?”
“Buna güveniyordum.” Anne bunu o kadar kolay söyledi
ki tüm hayatları boyunca birbirlerini tanıdıklarını düşüne­
394 Ruth Reichl

bilirdiniz. “Bu tarihi araştırmanın son derece sakinleştirici


olduğunu göreceksin. Tüm gününü eski kâğıtların arasında
geçirdiğinde insanlar senin için canlanacak ve şimdiki
zamanı farklı gözlerle görmeye başlayacaksın. Genç insan­
ların bunun zamanda sadece bir nokta olduğunu ve çok hızlı
geçtiğini bildiklerini göreceksin. Bu rahatlatıcı. Zamanın
zihnin bir oyunundan başka bir şey olmadığını anlaya­
caksın; bazı günler kendimi genç halimin hâlâ burada farklı
bir sokakta yürüdüğüne ikna ederim.”
Bu düşünce eve giderken yol boyunca aklımda kaldı.
Güneş şimdi tam tepedeydi ve gölge yoktu. Paralel bir
evrende Genie’nin bir sokakta yürüdüğünü, saçlarını savur­
duğunu düşünmek hoşuma gitti. Bir trafik lambasının
değişmesini beklerken zamanı ileri sarmaya ve kendimi yaşlı
bir kadın olarak düşünmeye çalıştım. Bu köşe neye benze­
yecekti? Hâlâ arabalar olacak mıydı? insanlar ne giyecekti?
Zamanın esnekliği başımı döndürdü. Ming’in dükkânının
vitrinine hamur köfteleri dizdiği Rivingtona ulaşmıştım.
Kafasını kaldırıp el salladı, kesinlikle şimdiki zamandaydı ve
beni geri getirdi.
Eve vardığımda yapacak çok işim vardı. Ama önce Melba
Teyze’yi aramalıydım.
“İşi bıraktığımı anlatmakla o kadar meşguldüm ki
saçımı kestirdiğimi söylemeyi unuttum. Ve lensleri. Dur,
bir fotoğraf çekiyorum.” Telefonu çevirdim, gülümsedim ve
aşağıdan yukarı tarayarak kısa bir video çektim. “Gönder’e
bastım ve boşluğa giden fotoğrafın sesini dinledim.
Bekleme sessizliği oldu ve sonra inlemeye benzer bir ses
geldi. “Ah, Billie!” Melba Teyze’nin sesi çatallaştı. “Şuna bak!
Harika görünüyorsun! Bu kıyafetleri nereden aldın?”
Tatlt Hayat 395

“Hoşuna gitti mi?”


“Hoşuma gitti mi? Hayır, hoşuma gitmedi. Âşık oldum.
Biraz daha genç olsam böyle giyinirdim. Bu giysileri senin
için kim seçti?”
“Hey.” Kızdığımı fark ettim. “O kadar sefil değilim.
Kıyafeti kendim seçtim.”
“Elbette!” Melba Teyze’nin sesindeki zafer rahatsızlığımı
sildi. “Buna güvenmeyi öğrenirsen kendi stilini yarataca­
ğını hep biliyordum.” Sesinde gurur da vardı. “Baban bu
videoyu görene kadar bekle. Onu şaşırtalım! Bu haftasonu
gelebiliriz...”
“Akrondan geri döner miyim bilmiyorum. Orada ne
kadar kalacağımı bilmiyorum. Ne bulacağıma bağlı.”
İç geçirdi. Ama sonra konuştu. “Muhtemelen böylesi
iyi. Sanırım yarın Bob da bir yerlere gidiyor. Ama geri
döndüğün zaman haber ver. Seni böyle görmek onu çok
mutlu edecek. Ve yolculuk planını bana e-postayla gönder,
tamam mı? Nerede olduğunu bilelim. Bize ihtiyacın olursa
burada olduğumuzu biliyorsun.”
Melba Teyze’nin tepkisi tam beklediğim gibiydi. Güve­
nilirdi. Ama dün akşama kadar, Mitch kendi ailesinden
bahsedene kadar, şansımın farkına varmamıştım. Çok şey
söylememişti ama sevgiyi asla garanti bir şey gibi görmedi­
ğini anlamama yetmişti. Genie beni terk etmişti ama beni
yalnız bırakmamıştı. Bunun ne kadar önemli olduğunu nasıl
bilebilirdim?
Yolculuk için heyecanlanıp Cleveland’a uçuşları
Google’da arattım. Yine de aklımın bir köşesinde Mitch’i
götürmenin iyi bir fikir olup olmadığını merak ediyordum.
İlişkimiz çok yeniydi.
3% R uth Reichl

Plan yaparken tüm öğleden sonra bu soruyu düşündüm.


Akroıı tanıdık gelmişti. Elizabeth Park Valley’nin harita­
sının çıktısını alırken Lulu’nun Lookout Caddesi’ndeki
evini hayal edebiliyordum. North Hill haritalarıyla birlikte
bir klasöre koydum. Padua St. Anthony Kilisesi’ne bir rota
çizdim, North Lisesi’ni daire içine aldım, eski Goodyear
Havalimanı’na ve şehir merkezindeki kütüphaneye giden
yolu Google’da arattım. Cleveland’ın doğu tarafında Bayan
Cloverly’nin evine giden yolun bile haritasını çıkardım. Adı
Wade Malikânesi’ydi ve bu, gülümsememe neden oldu. Bir
karavan parkı için ne büyük bir isim! Klasörü kolumun altına
aldım, şifon elbisemi giydim, kumaşın etrafımda hışırdaması
hoşuma gitti ve Mitch’le buluşmak için evden çıktım.
Fontanari’ye uğradım. Ben oraya vardığımda neredeyse
kapanma zamanıydı, ilerlemek için itişen kalabalığın arasına
daldım. Gennaro ön tarafa yakın yerde sabırla oturuyordu,
beni görünce gözleri büyüdü. Tek kelime etmeden elimi
tuttu, kıvırdığı kolunun üstüne koydu ve resmi biçimde
benimle tezgâha yürüdü.
Yüksek sesle boğazını temizledi. Sal kafasını kaldırıp
bakmadı. “Orada olduğunu biliyorum, Gennaro. Sıradan
seni alacağım, dostum.” Gennaro boğazını yeniden temiz­
ledi. Sal kafasını kaldırdı. “Ne?” Sesi şimdi rahatsızdı.
Doğrudan Gennaro’ya baktı, o da beni işaret etti.
İlk an Sal beni tanımadı. Sonra teatral bir hareket yaptı
ve elini kalbine götürüp şaşkınlıktan bayılıyor numarasına
girişti. “Willle! Saçını kestirmişsin!”
Rosalie arkadaki mutfaktan çıktı, bana baktı, beni
tezgâhın arkasına çekti ve her tarafımı görebilmek için
çevirdi. “Ve yeni kıyafetler almışsın!” diye kocasına katıldı.
Tatlı Hayat 397

“Fark ettim,” dedi Sal. Açıkçası etkilenmemişti.


Ama Rosalie her şeye bakıyordu. “Onu çok şey göster­
mişler.” Doğru kelimeyi ararken bekledim. Çılgın belki de?
Modern? Hayır, Rosalie değil. New York? Olabilir. Kalifor­
niya? O da olabilir. Benim için seçtiği kelimeler beni sarstı.
“Kadınsı.” Sal’e kurnazca baktı.
“Öyle diyorsan.” Sal’in sesi şüpheliydi. “Daha önce de
iyi göründüğünü düşünüyordum.” Huzursuzlaşan müşteri­
lerine döndü. “Geliyorum. Geliyorum.”
Son dakika acelesine yardım etmek için kaldım, son
müşteriler isteksizce ayrılınca Sal ve Rosalie’ye artık Pick-
wick Yayınları’nda çalışmadığımı söyledim. “Akron’a gide­
ceğim,” dedim. “Ve...”
“...ve yeni bir erkek arkadaşın var.” Kelimeler ben onlara
söyleme fırsatı bulamadan önce Rosalie’nin ağzından çıktı.
“Tanıyor muyuz?” diye sordu Sal.
“Tabii ki tanıyoruz.” Rosalie o bakışı yeniden attı. “Bay
Şikâyetçi geçen gün yeniden ortaya çıkmadı mı? Ve ben
sana Wilhelmina için mükemmel olduğunu söylemiyor
muydum?”
Büyülenmiş halde ona baktım. “Ama ben sana kim oldu­
ğunu söylemedim!”
Sal bana döndü. “Hatalı olduğunu mu söylüyorsun?
Bizim Bay Şikâyetçi değil mi?” Kafamı salladım ve güldüm,
“îlla Rosie’ye anlatmana gerek yoktur.” Sal’in sesinde gurur,
sevgi ve hayranlık vardı. “Bir şekilde o her zaman bilir. ’
“O zaman git.” Rosalie beni kapıya doğru itti. Bildiğim,
akşam yemeğinde onunla buluşacağın. Ve sanırım geç
kaldın.”
Sal bana bir yirmilik verdi. “Taksi tut,” dedi.
398 Ruth Rcichl

Taksiye binerken Fontanari ve The Pig arasında yaptığım


ilk yolculuğu, Sal’in aşağılayarak, “Taksi mi? Birkaç kilo­
metre gitmek için mi?” dediğini hatırladım. Hayatımın en
uzun üç kilometresiydi.
Geldiğim de Mitch barda oturuyordu, döndüğünde beni
gördü, Lulu’nun Bay Beard hakkında söylediklerini hatır­
ladım: “ İnsanların birisinin ‘yüzünün parıl parıl olduğundan’
bahsederken bunu öylesine söylediklerini sanırdım.”
Ayağa kalktı, beni öpmek için eğildiğinde —onunla
değilken iri vücudunu unutm uştum - cin tadı aldım. Barda­
ğını kaldırdı. “Bir tane ister misin?”
Tat çok baştan çıkarıcıydı. İlk yudum la birlikte bir parça
krep dışında bir şey yemediğimi hatırladım am a zaten çok
geçti ve içki doğrudan beynime gidiyordu. Neden dikkatli
olayım? Bir yudum daha aldım ve bir yudum daha.
“ Cin kaçmıyor.” M itch bardağı elimden aldı. “ Bunun
gezegendeki son martini olmasından korkuyormuş gibi
içiyorsun.”
“Tadı çok güzel.” Umarsızca bardaktaki zeytini aldım ve
içindeki cini emdim.
wEe uçağımız ne zaman?” M itch yaklaştı ve bacağını
bacağım a bastırdı. Barın sönük alacakaranlığında merakla
bana bakıyordu. “ Şu anda gözlerin neredeyse menekşe. Bu
seni korkutuyor mu?”
“ Beni korkutmak mı?”
“Ablanın menekşe gözleri olduğunu söylemiştin.”
Martinimi geri aldım. “Vardı. Ama bu beni neden
korkutsun?”
“ Bazen sen de,” dedi yumuşakça, neredeyse tereddüt­
lüydü, “ablan gibi olacağından korkmuyor musun?”
Tatlı Hayat
399

O zaman içkinin kafama gittiğini biliyordum çünkü ne


dediğini anlamıyordum. Genie gibi olmak mı? Sanki münkün
de! Keşke. Bunun mümkün olmasının hiçbir yolu yoktu.
“Ne demek istediğini anlamadım.”
“Uyuşturucu.”
“Uyuşturucu mu?” Mitch yabancı bir dil konuşuyordu.
Altyazıya ihtiyacım vardı. “Uyuşturucuyla ilgili ne zaman
bir şey söyledim?”
“Söylemedin. Belki de seni yanlış anladım.” Ellerini saçla­
rında gezdirdi, kelimeler ağzından o kadar isteksizce çıkı­
yordu ki bu konuyu açmamış olmayı istediğini anlıyordum.
“Ama söylediğin...”
“Sen aklını mı kaçırdın? Genie asla uyuşturucuya dokun­
mazdı!”
Mitch sakalım kaşıdı, aklında bu konuşmayı yeniden
kurarken dikkatle düşündüğünü anlayabiliyordum. “Santa
Barbara’ya çok fazla geldiğini ama neden olduğunu hiç
bilmediğini söyledin.”
“Gelirdi.” Genie koleje gittiğinde nasıl korktuğumu ve
geride kaldığım için nasıl ödümün koptuğunu hatırladım.
Fırını kapatmayı beklemiştim ama açık tuttuğumuzda uzun
yoldan bıkacağına emindim. Ama her iki hafitasonundan
birinde oradaydı ve sanki hiç gitmemiş gibiydi. “Bunun
uyuşturucuyla ne ilgisi var?”
“Düğün pastasını yaparken...” hâlâ kasıtlı olarak yavaş
konuşuyordu, “...Genie’nin bütün gece ayakta kaldığını
söyledin. Sabah kalktığında mutfakta olduğunu, hâlâ çiçek­
leri yaptığını söyledin. Her zaman gergin olduğunu söyledin.
Ve paraya ihtiyacı olanın o olduğunu. Lavaboya çok gittiğini
söyledin. Kokain kullandığını düşünüyorsun gibi geldi.
400 R u th Reichl

“Elbette bunu düşünmedim!”


İnanmayarak ona baktım. “Bunu nereden çıkardın?
Genie asla uyuşturucu kullanmaz! Tanrı aşkına summa cum
laude1 ile mezun oldu!” Öfke ve telaş kalbimin daha hızlı
çarpmasına neden oluyordu.
“Tamam.” Bar taburesinin üzerinde rahatsızca dönü­
yordu. “O zaman söylediklerini yanlış anlamış olmalıyım.
Ablan gibi olmakla ilgili söylediklerimin hepsi, her zaman
o kadar mükemmel olmak için çalışmanın çok büyük çaba
gerektirmiş olmasıydı.”
“Genie’nin hiç çalışmasına gerek yoktu!” İnsanlar bize
dönüp bakınca Mitch elleriyle susturma işareti yaptı ve
bağırdığımı fark ettim. Sesimi alçalttım. “O böyleydi. Her
şeyi iyi yapardı. Ve inan bana,” ona baktım, “burada olsaydı
ona âşık olurdun. Tanıştığı her erkek gibi.”
Mitch martinisinden bir yudum aldı. “Beni bundan emin
olacak kadar iyi tanımıyorsun.” Bardağını koydu. Kendisini
kontrol etmeye çalıştığını görebiliyordum. “Ve beni aşağı­
ladığının farkında mısın? Sana seni sevdiğimi söylüyorum
ve sen kız kardeşini tercih edeceğimi söylüyorsun. Ağzından
çıkanı kulağın duyuyor mu?” Yüzü konuşuyordu ama sesi
iyice alçaldı. “Üzgünüm, Billie. Gerçek şu ki ablan uyuş­
turucu kullanıyor mu, hiçbir fikrim yok. Ve açıkçası beni
ilgilendirmez. Ve küstahlaşıyorsam beni affet ama sanırım
derinlerde, ablanla sadece çok genç öldüğü için onu özlemen
dışında daha büyük sorunların var.”
O anda ondan kesinlikle nefret ettim. “Ablamla sorun­
larım yok! Bunu uyduran ve kendi aptal bilinçaltından
çıkaran sensin.”
1 Onur belgesi, (ç.n.)
Tatlı Hayat 401

“Sen bilirsin.” Sesi yorgun gibiydi. “Ama elimde olmadan


bir hayalede yarıştığını hissediyorum.”
Taburemi bardan iterek uzaklaştırdım. “Akron’a gitmeden
önce yapacak çok işim var. Ve hayır, benimle gelmeni iste­
miyorum.”
“Hiç şaşırmadım.” Cüzdanını çıkardı ve bara para bıraktı.
“Yalnız yapmak istediğin bir şey olduğu belli. Bu aptalca
kavgayı da bu yüzden çıkardın.”
Gözümün ucuyla Thursday’in bara bir tabak tavuk ciğeri
koyduğunu görebiliyordum. Tabağı itti, hedeflemesi o kadar
iyiydi ki tabak önümde durdu. Bir tane aldım ve ısırdım.
“Acıktın mı?” Mitch beni yakalamıştı. “Sanırım aşktan
çok çabuk vazgeçiyorsun.”
İrkildim. “Beni çok iyi tanıdığını düşünüyorsun, Bernard
Mitchell.” Sıkılı dişlerimin arasından konuşuyordum. “Ama
tanımıyorsun. Ama ben senin hakkında bir şeyler biliyorum.
‘B’ ailesinde küçük bir ‘M’ çocuğusun ve bu canını yakıyor.”
Sözcüklerin yüzüne yansıdığını gördüm. Nasıl bu kadar
çabuk acı ve öfkeye kapılmıştık?
“Hemen hemen haklısın,” dedi usulca. “Ben ailenin
uyumsuzuyum. Hep öyle olacağım. Ve haklısın: Bu yalnızlık.
Ama durum şu ki ben bununla baş ediyorum.”
Mitch hikâyesini anlatarak bana güvenmişti ve bunu ona
karşı kullanmıştım. Ona en kolay, en ucuz yoldan ihanet
etmiştim. “Keşke bunu söylemeseydim.” Tabağı ittim.
“Söylediğin iyi oldu; üzgün olmaktansa öfkeli olmayı
tercih ederim.” Ayağa kalktı. “Akronda iyi şanslar. Umarım
aradığın şeyi bulursun. Umarım...”
Kendini tuttu, döndü ve gitti.
Akron

Uçakta Mitch konusuna takılmamayı denedim. Fırtınalı


havada uçmamız işe yaradı. Yanımdaki kadın elimi tuttu,
o kadar sert sıktı ki eklemleri beyazlaştı. Lulu’nun babasını
ve pilotların türbülansı kullanarak dondurma yaptıklarını
hatırlamaya çalıştım ama aklım hep Mitch’e gitti.
Söylediği şey neden bu kadar öfkelenmeme neden olmuştu?
Genie’nin uyuşturucu kullandığını söylediği anda beni delip
geçen öfkeyi düşündüm. Sanki korkunç bir şekilde ablamı
çiğnemiş gibi hissetmiştim ve bunun için onu affedemezdim.
Sanki benden bir şey çalmıştı. Ve çalmıştı da: Kafamda taşı­
dığım imajı yok etmiş, tanımadığım bir şeyle değiştirmişti.
Geçen akşam Genie’ye yaptığını düşündüğüm şey yüzünden
kızgın olduğumu düşünüyordum ama beni bu kadar delirten
şey bu değildi: Bana yaptığı yüzünden delirmiştim.
Tatlı Hayat 403

Elbette Genie konusunda yanılıyordu ama bu benim


hatamdı. Ona hikâyeyi yanlış anlatmış ve onu yanlış yola
götürmüştüm.
Başka ne söylemişti? Ona âşık olacağını söyleyerek onu
aşağıladığımı mı? Belki haklıydı; belki de bu sefer fark­
lıydı. Belki de hayatımda ilk defa Genie yerine beni seçecek
birisiyle tanışmıştım. Dairesindeki uzun gecede bunu,
beraber ne kadar uyumlu ve ne kadar rahat olduğumuzu
düşünmüştüm. Sadece vücutlarımız değil, zihinlerimiz de
uymuştu. Çok doğru gelmişti.
Uçak birden düştü ve midemi de beraberinde götürdü.
Komşumun eli elime gömüldü ve beni şimdiki zamana geri
getirdi, bu bir rahatlamaydı.
“Sanırım midem bulanıyor,” diye inledi komşum. Koltuk
arkası cebindeki kâğıt torbaya uzandım ama başını salladı.
Kâğıt gibi bembeyaz olmuştu. “Konuş benimle; lütfen,
sadece konuş benimle.”
Ne yaptığımın hiç farkına varmadan Sal’e bağlandım
ve Fontanari hakkında konuşmaya başladım: müşteriler,
peynirler, New York sokakları. İndiğimizde hâlâ konuşu­
yordum.
Uçak alkış, ıslık ve bağırışlarla doldu. Yerde olmak çok
rahatlatıcıydı. Koltuk arkadaşımın koridorda sendeleyerek
ilerlemesine yardım ettim. Dışarıda uçağa son bir kez iğre­
nerek bakmak için döndü. “New York’a karayoluyla dönü­
yorum.”
Soğuk, gri bir sabahtı, valizimi kiralık Camry’ye atıp
Cleveland Hopkins Havaalanı’ndan Akron’a giden tabela­
ları takip ettim. Şehre ulaşmak sadece kırk beş dakika sürdü;
Lulu’nun Akron’unun otoyol öncesi bir şehir olduğunu.
Ruth Reichl

antik arabaları ve karneyle verilen yakıtın küçük mesafeleri


büyük engellere dönüştürdüğünü hatırladım.
Otoyoldan çıktım, eski ve tükenmiş, değişim enerjisi
kalmamış gibi hissettiren şehir boyunca yavaşça ilerledim.
Elizabeth Park Valley güzeldi, sokaklar her biri özel, eşsiz,
sanki ağaçların arasından organik biçimde büyümüş gibi
duran temiz evlere açılıyordu. Her evin önünde küçük bir
bahçe vardı, bazıları hoş karşılamayan çitlerle çevriliyken,
diğerleri açık ve davetkârdı. Lulu’nun evinde artık posta­
cının Savaş Bakanlığından mektupları getirirken yürüdüğü
kaldırım taşı döşeli yol yoktu ve aşmalı çardak gitmişti ama
hâlâ siyah-beyaz televizyondan çıkmış çekici küçük Amerikan
kasaba eviydi. Kendimi gözlerimi kısarsam Lulu’yu yanında
Tommy, kitapları kucağında okula giderken, tel kapıyı kapa­
tırken göreceğime ikna etmiştim.
North High’a sürerken onları zihnimde takip ettim.
Güzel bir yokuş yukarı yürüyüştü; konuşmak için bolca
zamanları olmalıydı. Ama okula ulaşınca görüntü soldu ve
geniş park alanının etrafında ümitsizce dönerken şehir lise­
sinden çok kolej kampüsüne benzeyen devasa tuğla binalara
baktım. Bu binalar yeniydi, bu büyük modern komplekste
Lulu’yu hayal edemedim. Kurşuni gökyüzüne baktım ve
havanın etrafımda kalınlaştığını hissettim; yağmur yağa­
caktı.
Yavaşça sürerek Lulu’nun evine geri döndüm, bir tepeyi
çıkarken ve bir başkasından inerken çevre yolunun kena­
rından ilerledim. Little Italy’yi bulma umuduyla North Hill’e
ilerledim ama Talmadge Caddesi’ne yaklaşınca binalar daha
sıkıcı ve ticari olmaya başladı. Mağazaları, ucuzluk mağaza­
larını, ön tarafı dükkân kiliseleri geçtim. Italyan North Hill
Tatlı Hayat 405

geçmişe ait bir şey gibi görünüyordu ve değişen demogra­


finin St. Anthony’yi bir Baptist kilisesine, bir sinagog veya
camiye dönüştürmüş olmasından korktum.
Ama kilise hâlâ oradaydı, büyük, boş park alanının
yanında cüce gibi kalan alçakgönüllü bir binaydı. Sadece
benim arabam vardı, çıktığımda kendimi eğimli bir teker­
lekli sandalye rampasında buldum. Kapı kilitliydi, içeri
girmek için başka bir yol bulmak üzere binanın etrafını
dolaştım.
Küçük bir yan kapı açıktı, karanlık binaya girdim ve
mumla umudun kokusunu içime çektim. Gözlerim karan­
lığa alışınca içerisinin tamamen kakma mermerden yapıldı­
ğını gördüm, renkleri fark ederken -krem, kırmızı, sarı- bir
an Mitch’in bunu görmek için burada olmasını diledim. Her
taşın neden oyulduğunu bilirdi. Kendimi, hikâyesini daha
sonra ona anlatmak için kaydederken ve renkleri sayarken
buldum. Durmadan önce on üçe gelmiştim. Sonra diye bir
şey olmayacaktı.
Lulu’nun geceyarısı ayini hakkında söylediklerini hatır­
lamaya çalışarak mihraba doğru yürüdüm. Cappuzzellilerle
birlikte gelmişti; gözlerimi kapatıp burada mumlarla ve
koronun müziğiyle dolu kilisede oturduklarını hayal etmeyi
denedim. Harika bir şey olmalıydı. Sonra annesinin de
burada olduğunu, ayinin hoşuna gitmesinin Lulu yu nasıl
şaşırttığını hatırladım. O günlerde Katolik olmalıydı. Bay
Jones onlarla mıydı? Öyle olduğunu düşündüm.
Yanımda bir hışırtı oldu, gözlerimi açınca bir çift yaşlı
rahibenin meraklı gözlerle beni incelediğini fark ettim.
1940’lardan Cappuzzelli adında bir aileyi hatırlayıp hatır­
lamadıklarını sorunca gülümsediler, birbirlerine baktılar
406 R u th Reichl

ve sonra kafalarını salladılar. “Bahsettiğin zamanda burada


değildik,” dedi ilk rahibe bir fısıltıyla. “Peder Marino ve
Trivisonno’nun zamanındaydı.”
“Rahibelerden hiçbiri burada değildi,” dedi ikinci rahibe.
“Emidio bilirdi,” diye fısıldadı ilk rahibe. “Ellilerde bir
pizza salonu açtı, bilirsin. Ama şimdi Tanrı’nın yanında.
Doksanı geçmişti.”
“Gidip DeVitis’e sormalı.”
“Evet. Gidip DeVitis’e sormalısın. Uzak değil.”
DeVitis & Oğulları şarküterisine giderken Cappuzzelli-
lerin geçmişi ve şimdiki hallerine dair düşünürken aklımda,
sıcak mozzarella yığınlarıyla bana ziyafet çekecek yaşlı bir
adam fantezim vardı. Bunun yerine tezgâhın arkasında bir
genç buldum ve ne istediğimi sorduğunda neredeyse, “Seni
değil,” diyordum. Beyaz kasap kâğıdına sarılı büyük bir
sandviçle ayrıldım.
Camry’nin içinde oturdum, domates sosuna batı­
rılmış ve üzerine peynir serpiştirilmiş sarımsaklı köftenin
her bir ısırığının keyfini çıkardım. Lezzetliydi. Sonra
parmaklarımı yaladım ve Melba Teyze’ye mesaj atacağımı
hatırladım, arabayı çalıştırıp Akron halk kütüphanesine
yöneldim.
Cappuzzelliler Akron telefon rehberinden ellilerde yok
olmaya başladılar ve altmışlarda bir tane bile kalmadı.
Nereye gittiklerini merak ettim. Bayan C .’nin torunla­
rından oluşan bir grup için makarna yaptığını hayal ettim
ama sonra Massimo, Mauro ve Mario’nun kendi çocukları
olduğunu hatırladım. Devam ettim, Swanları ve Strohları,
Jonesları ve Dicksonları aradım, bulduğum tüm numaralan
kaydettim. Sonra kütüphaneden çıktım, aramalar yarma
Tatlı H ayat 407

kalabilirdi. Bayan Cloverly’ye çay için orada olacağıma söz


vermiştim.

Bayan Cloverly’nin mahallesi Lulu’nun büyüdüğü yerden


daha büyüktü ve çok daha şehirseldi. Bir karavan parkı
ararken Wade Malikânesini geçtim ve sonra geri dönüp
neredeyse ikinci kez geçtim. Aradığım son şey görkemli eski
bir oteldi; şatafatlı lobi, dönem filmlerinden kopyalanmış
olabilirdi ve Bayan Cloverly hakkında bildiğim her şeyi
hızla yeniden düşünmeme neden oldu. Daha neredeyse en
başından, başarısız tariflerin Bayan Cloverly nin dünyayla
iletişim kurmak için bahanesi olduğundan şüphelenmiştim
ama gönderdiğimiz küçük çeklere ihtiyacı olduğundan
emindim. Bu yerin görünüşüne bakılırsa ihtiyacı olmaya­
bilirdi.
Kapıcı, üniformalı bir kapı görevlisi çağırdı. “Lütfen
Bayan Cloverly nin misafirine süitine kadar eşlik edin,”
dedi etkileyici biçimde. Kapı görevlisi beni lobiden daha
lüks, tamamı altın yaldızlı ahşaptan, oturarak çıkmak iste­
yenler için kadife bir kanepesi olan bir asansöre götürdü.
Asansör durduğunda görevli kapıyı açtı ve beni uzun, kalın
halı döşenmiş bir koridordan benzer bir başkasına götürdü.
Dışa eğimli ahşap kapılarla döşenmişlerdi, birine hafifçe
vurunca sessiz bir davul gibi çınladı. “Bunlar eski.” Görevli
durdu. “Artık bunlardan görmüyorum. İçinde rafları olan
çifte kapı. Bakın...” birini çekip açtı, Mitch’in bunu çok
seveceğini düşündüm, "... dışarıdan açılıyor, böylece tesli­
matları içeri kaydırıyoruz. Eski günlerde cam süt şişeleri ve
kremaydı. Şimdilerde çoğunlukla ilaç. Bunlar dünyadaki
sonuncular olabilir.”
408 Ruth Reichl

Devam etti ve saygıyla koridorun ilerisindeki bir kapıyı


vurdu. “Yirmili yıllarda burası, New York ve Chicago arasın­
daki en iyi oteldi.” Şapkasını vurup selam verdi ve halı
döşeli koridorda sessizce uzaklaştı. Kapı hafifçe aralanırken
kendimi hazırladım.
Wade Malikânesi karavan parkına ne kadar benziyorsa,
kapıda duran kadın da benim Bayan Cloverly hayalime o
kadar benziyordu. Bu küçük, süslü kadına baktım ve geriye
bir adım attım.
“Billie!” Platin saçları kıvır kıvırdı, küçük yüzü tamamen
makyajlıydı ve parfümü güçlüydü. Bana hafifçe sarıldı ve
görebilmek için geri itti. “Seni hayal ettiğim gibi değilsin.”
“Lafı ağzımdan aldınız.” İkimiz de hafif gergince güldük.
“Ne hayal etmiştin?” diye sordum hızla o bana sormadan
önce.
“Şimdi utandım.” Utanarak bana baktı. “Ama bu kadar
güzel olduğunu hiç düşünmemiştim.” Sanki kafasındaki
Billie’yle karşısında duranı eşleştirmek ister gibi beni yuka­
rıdan aşağı inceledi. “Daha kilolu ve bakımsız olduğunu
düşünmüştüm. Gözlüklü hayal ettim. Dürüst olmak gere­
kirse canım, sesin çok iyi geliyordu ama... talihsiz gibiydin.
Ne düşünüyordum acaba? İçeri gel, içeri gel.”
Bayan Cloverly beni havasız ve bir ömür boyu toplanmış
eşyalarla dolu bir oturma odasına aldı. Tema mavi ve
beyazdı, her bir süslü mobilya parçası “pahalı” diye bağırı­
yordu. Bayan Cloverly hakkında düşündüğüm hiçbir şeyin
doğru olmadığını anlamaya başlamıştım. Tüm yüzeylerde
gümüş çerçeveli fotoğraflar vardı, çay yapmaya gidince
odada yavaşça yürüdüm ve hayatının farklı evrelerinde onu
keşfettim.
Tatlı Hayat 409

Güzeldi, tüm fotoğraflarda kocası ona gururla bakı­


yordu, görünüşe göre şansı onu şaşkına çevirmişti. Fotoğraf­
ların hiçbirinde çocukları yoktu ama çift yaşlansa da adamın
yüzündeki bakış hiç değişmedi. Yaşlı bir adam olarak bile
Bay Cloverly hafif şaşkın gurur ifadesini sürdürdü.
Bayan Cloverly büyük gümüş bir tepsi taşıyarak geri
döndü ve XIV. Louis sehpasına koydu. Fotoğraflarına
hayranlıkla baktığımı görünce derince iç geçirdi. “Elton on
beş yıl önce öldü ama her gün her dakika hâlâ onu özlü­
yorum. Gel otur.”
Detaylı çiçek deseni olan bir Fincan verdi ve madlen
kek tabağını uzattı. “Bir tane al.” Gururla gülümsedi. “Ben
yaptım.”
“Ah, hayır, Bayan Cloverly teşekkür ederim.” Tabağa
baktım. Küçük kekler yeterince iyi görünüyordu ve harika
kokuyorlardı.
Kahkaha attı. “Bana Babe de... tüm arkadaşlarım öyle
der. Ve lütfen keki dene.” Tabağı bana doğru itti. “Şaşıra­
bilirsin.” Reddetmenin kibar bir yolu yoktu, ben de birine
uzandım ve ufak bir ısırık aldım. Babe beni dikkatle inceli­
yordu, yüzüme dikkat ediyordum. Ama kek hoş ve hafifti,
tadı zengin ve yağlı ama çok tatlı değildi. “Çok lezzetli!”
Sesimi nötr tutmayı becerememiştim.
Babe neşeyle yeniden güldü. “Şaşırdın mı?” Kızardım ve
onayladım.
“Evet, tatlım.” Tabağı yeniden uzattı ve bir tane daha
aldım. “Elton ölene kadar bir an bile yalnızlık nedir
bilmedim. Tüm hayatım boyunca bir gece bile yalnız
uyumadım. Büyürken kız kardeşim Susie ve ben aynı yatağı
paylaştık, evlendikten sonra da Elton ve ben hiç ayrılmadık.
410 Ruth Reichl

Ama en kötüsü bu değildi. Öldüğünün ertesi sabahı kalktım


ve kendi başıma ne yapacağımı bilemedim. Tam olarak
kaybolmuştum. Elton yemeyi severdi ve ben de günlerimi
yemek yaparak doldurdum.”
“Yani yemek yapabiliyorsunuz.”
“Ah, evet.” Babe utanmış gibi görünmedi. “Oldukça
iyiyim.” Durdu, kafasını kaldırıp baktı ama aslında bana
bakmadığını biliyordum.
“Elton için yapabildiğim şey buydu ve her zaman elimden
gelenin en iyisini yaptım.”
Sesi aynıydı ama Babe ve telefondaki Bayan Cloverly yi
birbirine uyduramadım. Sesini dinlemek ve onu kişi olarak
görmek oldukça şaşırtıcıydı. “Size bir şey sorabilir miyim?”
Başını eğdi, iyilik için izin veren bir kraliçe gibi.
“Aradığınızda söylediğiniz tariflerden hiçbirini gerçekten
yaptınız mı?”
“Elbette yaptım!” Babe içerlemişti. “O İngiliz mufFınle-
rinden getireyim.” Üstünde küçük kaya gibi yığınlar olan bir
tepsi alıp geldi. Aklıma “berbat küçük hokey diskleri” geldi.
“Bir tane al,” diye ısrar etti. “Kötü bir tarif görünce
anlarım.” Kayalardan birini aldı ve avucunda çevirdi. “Ve
şimdi Elton yok, ben de kendimi böyle eğlendiriyorum.
Yemek yapacak kimsem yok.”
“Arkadaş?”
“Gittiler.” Yüzüklerle kaplı elini salladı ve sahneden inmiş
arkadaşlarını gösterdi. “Hepsi. Çocuğumuz yoktu, toru­
numuz da yok. Her gün yogaya gidiyorum ve arada sırada
konsere. Kütüphanede derslere katılırım. Ama sana söyle­
yeyim, uzun ömür, sağlıklı olsan bile insanların söylediği
kadar iyi değil. Son kalan şenken hayat o kadar eğlenceli
411
Tatlt Hayat

değil. Sanırım Lezizide canını sıkmamalıydım ama zararsız


göründü.” Biraz durdu ve sonra ekledi. “Gerçek şu ki beni
ciddiye aldığına hiç inanamadım.”
“Nasıl başladı?” Bir kek daha aldım.
Memnun olmuş gibi göründü. “Ah, çok masumdu. Bir
gün, Elton öldükten bir hafta kadar sonra, çok kötü hisse­
diyordum ve kendimi neşelendirmek için bir şeyler pişir­
meye karar verdim. Malzeme bakımından çok şeyim yoktu
ve mağazaya gidemeyecek kadar kötüydüm. Ama süttozu
ve margarin gerektiren bir tarif buldum, acil durumlar
için elimde vardı. Çok bir şey beklemiyordum ama sonuç
son derece kötüydü, ben de şikâyet etmek için aradım. O
genç bayanla konuşmak -adı Victoria’ydı- beni neşelen­
dirdi. Böylece bir sonraki hafta yalnız kaldığımda bilerek
kötü bir tarif buldum ve yeniden aradım. Bir yıl kadar
sonra gerçekten kötü tariflerim bitti; işte o zaman ikamelere
başladım. Zms/'deki genç kadınla konuşmak benim küçük
oyunumdu. Bana bekleyecek bir şey verdi.”
“Ama dergiyi arayan kaçık yaşlı bir kadına hiç benzemi­
yorsunuz!”
“Teşekkürler.” Dudaklarını birbirine sürdü. “Çok
teşekkür ederim, tatlım. Ama anlamıyorsun, eğlencesi de
buydu! Tarifler gittikçe daha aptal oldu ama sen hiç sorgu­
lamadın. Benim ne düşündüğümü bilmek istersen, genç
insanlar yaşlıları o kadar hor görüyor ki yaptığımız her
aptalca şeye inanıyorsunuz. Bir anlamda beni senin yarattı­
ğını söyleyebilirsin. Tam olarak beklediğin gibiydim.”
Jake’in o hikâyeyi haftalarca anlatacağını söylediğini
hatırlayınca yüzüm kızardı. Babe’in yüzümde ne gördüğünü
bilmiyorum ama bir şey aniden hızla küçük ayaklan üzerine
Ruth Reichl

kalkmasına neden oldu. “Benimle gel.” Elini uzattı. “Sana


bir şev göstermek istiyorum.”
Beni mutfağa doğru götürüyordu, bir an için onunla
yemek yapmamı isteyeceğini düşündüm. Bahaneler
uydurarak geride kalmaya çalıştım ama mutfak kapısına
gelmeden durdu. “Burası eskiden oteldi.” Mutfağı işaret
etti. “Ve mutfaklar ciddi aşçılar için değildi. Ekipmanımın
hepsini buraya sığdıramazdım.” Kapıyı savurup açtı ve ışığı
yakıp tencere, tava ve mutfak eşyalarıyla dolu geniş bir kileri
aydınlattı.
“Bir dükkân açmalısınız!”
Azalan bir sırayla bir düzine kadar iç içe geçmiş kek
kalıpları yığını vardı. Düzinelerce turta kabı ve muffin kalıbı
var gibiydi. Uç boy balık tavası bir rafa dizilmişti ve bir diğe­
rinde tagine, güzel Japon seramik pirinç pişiricisi ve en az on
Çin tavası vardı.
“Sana insanların bana...” bir kutuya uzanıyordu, “ ...
mutfak malzemesi verdiğini söylediğimde doğruyu söylü­
yordum.” Bir ortaçağ sazına benzeyen telli bir alet çıkardı,
“iddiaya varım bunlardan birini hiç görmemişsindir.”
“Aslında gördüm.” Elinden aldım. “Ev yapımı makarna
için chitarra. Fontanari’de satıyoruz. Hiç kullandınız mı?”
“Elbette.” Bir başka kutu çıkarıyordu. “Burada kullan­
madığım hiçbir şey yok. Ama eski makarna makinemi tercih
ediyorum.” Kutudan yıpranmış tutacağı olan eski bir şey
çıkardı. “Elton makarnayı severdi... Neden, sorun nedir?”
Gözlerimi takip ediyordu.
“Neye bakıyorsun?”
“Bir şey değil.” Boğuk sesim beni ele verdi. Kutudaki
etikete bakıyordum. Parlak kırmızı etikette Cleveland Yemek
Tatlı Hayat 413

Dükkânı yazıyordu. Ve altında daha küçük harflerle Mal


Sahibi Lulu Taber yazıyordu.
Babe kutuya baktı. “Sana insanların bana hediye vermeyi
sevdiğini söylemiştim, değil mi, tatlım? Gerçeği istersen
biraz rahatsız edici; bir insan ne kadar mutfak eşyası kullana­
bilir? Aynı tencere ve aletleri hep gönderiyordum. Dükkân
kapandığında —ah on yıl kadar önce- hâlâ dikkate değer bir
hesabım vardı.” Kızgın gibi kafasını salladı. “Sanırım bu
benim hatam; o kredilerin bazıları yıllar öncesinden kalma.
Böyle kapanmaları çok yazık oldu...” Açıkça kafası karışmış
halde durdu. “Ne dedim? Bana çok garip bakıyorsun?”
“Mal sahibinin adı.” Ona bakmadan edemiyordum.
“Akron’u ziyaret etme sebebim bir Lulu arıyor olmam.”
“Lulu buralarda yaygın bir isim,” dedi. “Veya benim
zamanımda öyleydi. Her Lucy, Lucille ve Louis, Lulu olarak
kısalıyordu. En az beş Lulu tanıyorum.” Durdu ve kendini
düzeltti. “Tanımış olmalıyım.”
“Ama benim aradığım Lulu yemek yapmakla çok ilgi­
liydi.” Lulu nun bir yemek dükkânı açmış olmasını hayal
edebilirdim. “Muhtemelen benim aradığım değildir ama
kontrol etmeliyim.” Kutuyu geri verdim ama önce adresi
cep telefonuma kaydettim. “Market Caddesi’ne gitmem ne
kadar sürer?”
“Dükkân artık yok,” diye itiraz etti. “Sana söyledim.
Oraya gitmenin bir anlamı yok.” Bu çok iyi bildiğim kavgacı
ses tonuydu, Babe in bu aptal yaşlı kadını bir nedenle
yarattığını hatırlatıyordu. Yalnızdı ve kaçıp gitmeme izin
vermekten nefret ediyordu.
“Zaten gitme zamanım gelmişti.” Oturma odasına
döndüm. “Otelime gitmem gerek, yarın uzun bir gün
Ruth Reichl

olacak. Ama sanırım çok uzak değilse Market Caddesi’ne


gideceğim. Hiç bilemezsin; belki birileri Yemek Dükkâm’yla
ilgili bir şeyler biliyordur. Veya Lulu hakkında. Denemeye
değer.”
“İletişimi koparma olur mu?” Sesi gergindi.
“Endişelenme, Babe.” Öpmek için eğildim. “Artık
Leziz!’de olmayacağım ama benden o kadar kolay kurtula­
mazsın.”
“Yol için de kek al.” Bir tanesini peçeteye sardı ve elime
tutuşturdu. “Beni hatırlaman için.”
Bir Sürü İlaç

Uçan Mango tezgâhında çalışan kız, Cleveland Yemek


Dükkânı’nı daha önce hiç duymamıştı. “Belki de West Side
Pazarı’nda sormalısınız?” Tezgâhta kahvemi uzattı. “Ameri­
ka’daki en eski pazarlardan biridir, bazı tezgâhların yüz yıldır
aynı ailede olduğunu duydum.” Saatine baktı. “Yakında
kapatırlar. Ama sadece birkaç blok ötede.”
Küçük masalardan birine oturdum ve Fontanari’de
gün sonunun nasıl hissettirdiğini, son müşterileri kapıdan
göndermek için ne kadar hevesli olduğumuzu hatırladım.
Sabaha kadar bekleyebilirdi. Babe muhtemelen haklıydı:
Cleveland Yemek Dükkânını hatırlayan binlerini bulsam
bile benim Lulu’mla ilgisi olma olasılığı çok düşüktü.
Küçük, titiz sarayında bir kere daha Babe'i düşündüm.
Beklediğim mızmız yaşlı kadına hiç benzemiyordu ama
41 6 R u th Reichl

yalnızlık gerçekti. Dışarı açılıp arkadaş edinmek için


bambaşka bir insan yaratmak zorunda olması acınacak bir
şeydi. Genie’nin söylediği Randy Newman şarkısının son
satırı aklımda dönüp durdu: “Biliyorsun, kendim dire-
nemem; bir başkasıymışım gibi davranmam için bir sürü
ilaç gerek.”
Sözler kafama girmiş ve sıkışıp kalmış bir kayıt gibi orada
kalmıştı; Babe’i düşünürken tekrar ve tekrar çaldı. Lulu da
Babe gibi olduysa? Durum böyleyse onu bulmasam daha iyi
olur.
Kahvemi bitirdim, Camry’me bindim ve otele yöneldim.
Geceyi Cleveland’da geçirmeye karar verdiğim için
mutluydum ama Hyatt Regency’ye gidince bir sürpriz daha
keşfettim. Vale arabamı götürünce kafamı kaldırdım ve
sokağın karşısında Cleveland’ın büyük mermer kütüphane­
sini gördüm. Sabah ilk iş gidip Cleveland Yemek Dükkânı
hakkında bulabileceklerime bakacaktım.
Valizimi alıp lobiye girdim ve kayıt masasında sıkıntı
verecek kadar uzun bir sırayla karşılaştım. Banyo, oda servisi
burgeri, büyük bir kızarmış patates ve rahatlatan bir tele­
vizyon programı istiyordum. Düşünmek istemiyordum.
Aklımda bir yerde Mitch ve söylediği her şey beni bekli­
yordu. Bununla baş edecektim, edecektim ama bu akşam
değil. Şarkı kafamda tekrar etti ve tüm düşünebildiğim o an
yabancıların arasında yalnız olduğum için ne kadar mutlu
olduğumdu.
Sırada bekledim, bu yalnızlık örtüsüyle öylesine sarıl­
mıştım kİ bir sesin, “Billie? Billie?” dediğini duymadım.
Burada kimse beni tanımıyordu. Dönüp çekici gümüş saçlı
adamı gördüğümde bile anlamam birkaç saniye sürdü.
Tatlı Hayat_ 417

“Baba?” İşte babam ellili yaşlarında, hâlâ ince, eski tarz


lacivert bir takımla buradaydı. Ekose kravatına baktım ve
kırk üçüncü doğumgününde verdiğim nispeten gösterişli
olan kravattı. “Burada ne yapıyorsun?”
“Ah, Billie!” O kadar üzgün görünüyordu ki keşke
daha hoş karşılasaydım, diye düşündüm. Ama otelimde ne
yapıyordu? Ve neden bu garip ifadeyle bakıyordu? “Unut­
muşum,” sesi o kadar kalındı ki konuşamayacaktı, “ne kadar
güzel olduğunu.”
Saçlarımı kestirdiğimi ya da artık gözlük takmadığımı
fark etmemiş gibiydi. Sanırım ona göre hep böyle görünü­
yordum. “Ben mi?” dedim.
Uzandı ve yüzümün etrafındaki saç tutamlarına dokundu.
“Hiç aynaya bakmıyor musun?”
Sözcüklerin kalbime kazındığını hissettim ve bir an için
Genie’ye acıdım. Sözcükler onun için hiçbir zaman benim
için olduğu kadar değerli olmamıştı; bunlara fazla alışmıştı.
“Sağol, baba.” Elini tuttum. “Ama burada ne yapı­
yorsun?”
Babam kafasını eğdi. Gözleri ayakkabılarında, neredeyse
utanarak konuştu. “Chicago’da bir davam vardı. Ve Cleve­
land yakın. Melba burada tek başına olduğunu söyledi ve
biraz yardıma hayır demeyeceğini ekledi.” Utanarak gülüm­
sedi. “Yanlış bir şey mi yaptım? Sen ve ben birlikte zaman
geçirmeyeli uzun süre oldu.”
Birden mutlulukla doldum. “Sağol, baba.” Uzandım ve
hızla öptüm. “Burada olmana sevindim.”
“Gerçekten mi?” Nefesini bıraktı.
“Gerçekten.” Şimdi Mitch’i -elimde değildi-ve ebeveyn­
leri hakkında söylediklerini düşünüyordum. Babam çeki­
418 R u th Reichl

nerek sanki onu itecekmişim gibi kollarını bana sarınca onu


daha yakına çektim. “Onu gerçekten bulabileceğimi düşün­
meme neden oluyorsun.” Sesim ceketiyle örtülmüştü.
Kaslarının gerilmeyi bıraktığını hissedebiliyordum. “Bu
yüzden geldim.” Arkamızda bir adam sabırsızca öksürdü,
sıra ilerlemişti. Bize gelmişti.
Babam kredi kartını verdi. “Ben ödüyorum.” İtiraz
edince, “Sen artık işsizsin, hatırladın mı?” dedi. Anahtarları­
mızı aldık ve asansöre yürüdük. “Aç mısın?” Babam sekizinci
kat düğmesine bastı. “Yakınlarda iyi restoranlar olmalı.”
“Uzun bir gündü. Odaya kapanıp oda servisi ve tele­
vizyon planlıyordum. Bana katılır mısın?”
Babam omuzları rahatlıkla çökerek bana baktı. “Bu sabah
Chicago’ya gelen beş kırk beş uçağındaydım, yani saat üçten
beri ayaktayım. Oda servisi cennet gibi.”
Babamın odasında yedik, ikimiz de kendi büyük yatak­
larımızda Sopranos un tekrarını izlerken bir şişe Merlot’u
birbirimize uzatıp durduk. “Aynı eski zamanlardaki gibi,”
dedi babam yastıklarına yaslanırken. Kısa bir an için
odadan bir gölge geçti çünkü elbette eski zamanlardaki
gibi değildi.
Babam dizinin yarısında uyudu. Ben sonuna kadar
uyanık kaldım, tepsilerimizi kapının önüne koydum, ayak­
kabılarını çıkardım, ışığı kapattım ve onu elbiseleri üzerinde
uyur halde bıraktım.

Sabah kot pantolon ve tişört giyen babam on yaş daha genç


görünüyordu. “Dün akşam o kadar yorgundum ki işe yarar
bir şey bulup bulmadığını bile sormadım.” Babam kahvesine
süt koydu.
Tatlı Hayat 419

“Bulmuş olabilirim.” Haşlanmış yumurtama bir dilim


tost batırdım ve ona günümü anlattım, Bayan Cloverly’nin
kutusuyla bitirdim. “Muhtemelen doğru Lulu değil —Babe
bu adın buralarda çok yaygın olduğunu söylüyor- ama yine
de...”
“Kutuyla başlayalım!” Babamın sesi heyecanlı gibiydi ve
bunu sadece destek için yapmıyordu; takibin zevkini çıka­
rıyordu. Melba Teyze onu gelmesi için cesaretlendirdiğinde
bunu biliyor olmalıydı.
“Ve çıkmaz sokak olduğu anlaşılırsa Akron’a geri döne­
ceğiz. Ama kutu umut vaat ediyor gibi. Kütüphane ne
zaman açılıyor?”

Cleveland Halk Kütüphanesinin ana merkezi, edebiyata


ayrılmış ayrıcalıklı tapınak, saat onda açıldı. Merdivenlerden
çıkıp heybetli mermer sütunları geçerken umutluydum;
sağlam bina güven vericiydi. Danışma masasındaki kadın
uzun yeşil bir atkı örüyordu, şişlerini bıraktı ve nasıl yardım
edebileceğini sordu.
“Ben size Cleveland Yemek Dükkânı’nı kesinlikle anlata­
bilirim. Cleveland’lı herkes anlatabilir; yerel bir dükkândı.
Yemek yapmayı orada öğrendim; çocuklar için verdikleri
dersler çok eğlenceliydi. Hepimiz o derslere gittik.”
“Yani kek süsleme gibi şeyler mi?” dedim. Babam endi­
şeyle bana baktı. Koluna dokundum.
“Hayır!” Kütüphaneci neredeyse alınmış göründü. “O
şirin şeylerin hiçbiri yoktu. Bayan Taber-Yemek Dükkânı’nı
o işletiyordu- onlara inanmazdı. Bize nasıl gerçek yemek
yapılacağını öğretti. İlk dersimden sonra eve gittim ve ailem
için akşam yemeği yaptım; sanırım on veya on bir yaşım-
420
R u th Reichl

daydım, kendimle gurur duymuştum. Ama en çok keşif­


leriyle ünlüydü. Bizi parklara veya uzun yürüyüşler için
göle götürürdü ve akşam yemeğine yetecek yiyecekle geri
dönerdik. Her zamanki mantarlar veya su teresi değildi;
garip şeylerdi.”
“Garip şeyler mi?” diye sordu babam. “Ne gibi?”
“Madımak. Semizotu. îpekotu.”
“İpekotu mu?” Sesimin bu kadar yüksek çıkmasını iste­
memiştim.
Kütüphaneci bana sempatiyle baktı.
“Garip geldiğini biliyorum ama oldukça lezzetliydi.
Bugün bile çıkıp sonbaharda hâlâ toplarım. Çok garip bir
şey; öyle olmadığını bilmeseniz peynir olduğuna yemin
edersiniz.”
Babamın kolunu sıktım ve heyecanlanma hareketiyle
koluma vurdu. “Dükkân neden kapandı?”
Kütüphaneci ördüğü yeşil atkıya baktı. “Hatırlamı­
yorum,” dedi yavaşça. “Ama sanırım dramatik bir şeydi.
Sahibi mi ölmüştü?”
“Hayır!” Babam ve ben aynı anda bağırdık ve kütüpha­
neci şaşırdı. “Bayan Taber’la akraba mısınız?”
“Hayır.” Yine aynı anda konuşmuştuk. Babam ekledi.
“Ama onunla tanışmayı umuyoruz.”
Bir kutudan gözlüklerini çıkardı. “Yanılıyor olabilirim.”
Gözlükleri taktı. “Bir şey olduğunu hatırlıyorum ama tam
olarak ne olduğunu hatırlayamıyorum. Bakalım neler bula­
bileceğim.” Ayağa kalktı. “Bir dakikaya dönerim.”
Boş elle döndü. “Yanılmışım.” Sesi daha neşeliydi.
“Birkaç yıl önce bir yangın çıkmış. Tüm dükkânı alevler
sarmış ama anlayabildiğim kadarıyla kimse yaralanmamış.
Tatlı H ayat 421

Ve ilginizi çekebilecek bir şey buldum: Yangından önce


Bayan Taber kütüphaneye bir bağışta bulunmuş. Bir tür
belge; henüz sınıflandırılmamış ama isterseniz arayabiliriz.
Uzak bir tesisimizdeler, bu yüzden bir iki gün sürer. İster­
seniz diye talep formu getirdim. Ama bu arada neden The
Plain Dealer&z yangın haberine bakmıyorsunuz? On bir
veya on iki yıl önceydi ve eminim gazetede haberi vardır.
Dediğim gibi dükkân Cleveland’a özgüydü.”
“Bu durumda...” yüksek sesle düşünüyordum, “... Bayan
Taber ölmüş olsa bir ölüm ilanı olurdu. Değil mi?”
“Şüphesiz. Bilgisayarlar şu tarafta. İyi şanslar.” Sıradaki
diğer insanlara baktı. “Yardımcı olabilir miyim?”

Lulu Taber için ölüm ilanı yoktu.


“Ama bu, hayatta olduğu anlamına gelmez.” Babam hâlâ
bir şeyler yazıyor ve ekranı tarıyordu. “Taşınmış olabilir.
Bekle.” Parmakları durdu. “Sanırım bir şeyler buldum. Şuna
bak. Peter Taber için bir ölüm ilanı. On dört yıl önce. Belki
akrabasıdır.”
Babam hızla birkaç kez tıkladı, oldukça ince, beyaz saçlı,
nazik yüzlü kibar ve yaşlı bir adam bize bakıyordu. Ondan
hemen hoşlandım. Babam, “‘Doktor Peter Taber’ın,’” diye
okudu, “‘geride Lulu Swan Taber.
“Lulu Swan Taber!” diye bağırdım. Kütüphanede çatık
kaşlı kafalar bize döndü.
‘“ Kırk altı yıllık eşi,’” diye devam etti babam, “ uç çocuğu;
Cleveland’dan James Swan Taber, Manhattan’dan Joanııa
Taber ve Los Angeles’tan Francesca Taber Cappuzzelli ve
sekiz torun bıraktı. Aile çiçek göndermek yerine Aşevi'no
bağış yapılmasını istiyor.’”
Ruth Reichl

“Bu Lulu.” Başım dönüyordu. “Tommy’yle evlenmedi.


Ve üç çocuğu oldu!”
“Dr. Taber ilginç bir adama benziyor.” Babam hâlâ
okuyordu. “Pratisyen doktor, kitabı olan bir şair ve kuşlar
üzerine bir otorite.”
“Onu bulduk.” Hâlâ inanamıyordum. “Onu gerçekten
bulduk. Oğluna babasının adını vermiş. Ve kızlarından biri
bir Cappuzzelli’yle evlenmiş! Acaba kimin oğlu? Ah, lütfen
hâlâ hayatta olsun.”
“Ölüm tarihi yok.” Babam batıl inançla ahşap masaya
vurdu ve kötü şansı kovdu. “Bakalım telefon rehberinde bir
şeyler var mı?”

Lulu Taber listelenmemişti. “Evet, olmayabilir.” Babam


hâlâ bir şeyler arıyordu. “Dullar nadiren fatura isimlerini
değiştirir. Muhtemelen telefonu adamın adına bıraktı. Ve...”
Birkaç kez daha tıkladı. “İşte burada. Dr. Peter Taber. Lanet!”
Omzunun üzerinden baktım. “Ne?”
“Adres de telefon numarası da listelenmemiş.” Babam biraz
daha tıkladı ve sonra memnuniyetle iç geçirdi. “İşte bulduk:
oğlu James S. Taber, adresi, telefon numarası, her şeyi.”
Ağırca sandalyeye oturdum. Başım hafif dönüyordu.
Sammy yle benim Lulu’nun mektuplarını bulmamız, uzun,
çılgın bir takipten sonra, aylar sürmüştü ve şimdi bu çok
hızlı olmuştu. Babamla birlikte kütüphaneye geleli daha
bir saat olmamıştı. “Onu bulduk,” deyip duruyordum bir
mantra gibi tekrarlayarak. “Onu gerçekten bulduk.”
“Sence de acele etmiyor musun?” Babam gözlerinde
endişeyle beni izliyordu. “Daha onu gerçekten bulmadık.
Hayatta olduğunu bile bilmiyoruz.”
Tatlı Hayat 423

“Ama onu nasıl bulacağımızı biliyoruz. Artık bir hayalet


değil.” Bunu söylerken ürperdim; bilinçsizce Mitch’in keli­
mesini kullanmıştım. “Adını biliyoruz; hayatını nasıl geçir­
diğini biliyoruz; çocuklarını nerede bulacağımızı biliyoruz.
Hepsi çok hızlı oldu!”
“Hayal kırıklığına uğramış gibisin.” Babam parmaklarını
klavyeden çekti ve sandalyesinde geriye yaslandı.
Ne hissettiğimi bilmiyordum. Aynı anda hem heyecan­
lıydım hem de hayal kırıklığına uğramıştım.
“Bayan Cloverly’nin kutusunu görmesen ne kadar sürerdi
diye merak ediyorum?” Yüksek sesle düşünüyordu ama
babam haklıydı. Babe’in evinde kutuyu görmemiş olsaydım,
Lulu yu aramak için haftalar geçirebilirdik; çok talihli bir
kısa yol olmuştu. “Şimdi ne yapıyoruz, Sherlock Holmes?”
“James’i arıyoruz sanırım.”
Kütüphane sohbet edilecek bir yer değildi, biz de dışarı
çıkıp merdivenlerde durduk. Güneşli bir sabahtı ve mermer
sütunlardan yansıyan ışık harikaydı. Telefon telesekretere
bağlandı. “Taberlar şu anda evde değiller ama Clara, Jim,
Pete veya Sophie için mesaj bırakabilirsiniz, en kısa zamanda
size geri döneceğiz.”
Mesaj bırakmadım. “Oğluna sorular sormaya başla­
madan önce Lulu nun hayatta olup olmadığını öğrenmemiz
iyi olur. Pazara gidelim, bakalım onu tanıyan birilerini bula­
bilecek miyiz?”
Sokağın karşısına geçtik ve kapalı bir alışveriş merke­
zine dönüştürülen camla kaplı Viktorya dönemi binası olan
Arcade’in içinden geçtik. Ama dükkânların yarısı kapan­
mıştı, ayak seslerimiz güzel boş alanda kederle yankılandı.
Babam ön tarafı tahtayla kaplanmış dükkânlardan birini
424 Ruth Reidıl

gösterdi. “Sanırım pazar da az çok böyle olacak. Lulu’yu


soracak birisini bulursak şanslıyız.”
“Umudumdan vazgeçmeyeceğim.” New York’un eski
pazar yerlerinin ne kadar sefil olduğunu, yıllar süren ihmalden
sonra ancak kendine geldiğini hatırladım. Arcade’den çıktık
ve pazara doğru kuzeye yürüdük. “Orada biri varsa bu
mucize olur.” Boş blokları geçerken James Taber’ı ve aradı­
ğımızda ne söyleyeceğimizi düşündüm. Annesinin James
Beard’la yazışmalarından haberi var mıydı? Derin düşün­
celer içinde, sokakların torbalarla malzeme taşıyan insanlarla
dolmaya başladığını fark ettim, bir köşeyi dönüp Batı Yakası
Pazarı’nın üzerindeki saat kulesini ve kapılarından çıkan
insan kalabalığını görmek şoke ediciydi. Bir blok öteden
mekânın canlı enerjisini hissedebiliyordunuz; büyük, iyi
aydınlatılmış binadan içeri girdiğimizde beklenti içindeydik.
Ama Batı Yakası Pazarı fayanslı ve kubbeli tavanıyla bir
sürprizdi. Güzel, eski bir binaydı ve bir şeyler yiyen, para
veren, dolu bir tezgâhtan diğerine giderken bağırıp çağıran
insanlarla o kadar doluydu ki sesimizi duyurmak için birbi­
rimize bağırmak zorunda kaldık. Yüzlerce satıcı var gibiydi
ve dünyanın her köşesinden akla gelebilecek her şeyi satı­
yorlardı.
Babam omuzlarını dikleştirerek pazar içinde bir görev
adamı gibi dikkatle yürüdü ve farklı satıcılara baktı. Kasap­
lara, peynircilere, balıkçılara. Sonunda garip, telaffuzu zor
isimleriyle pembe ve kahverengi sosis sergileyen bir tezgâha
yürüdü. “ Csabai kolbâsz.” Hecelemekte zorlandı. “Kielbas.”
Yan tarafta, tezgâhtaki dağınık beyaz saçlı adamı işaret
etti. “Orada,” dedi. “Lulu’yu tanıyıp tanımadığını sora­
cağız. Tanıyabilecek biri gibi görünüyor.” Adamın kafasının
Tatlı H ayat 425

üzerinde bir tabelada AİLEMÎZ 1912’DEN BERÎ TÜ TSÜ ­


LEN M İŞ E T SATIYOR yazıyordu.
Tezgâha yaklaştık, yaşlı adamın soluk mavi gözleri
babamın sorusunun yanıtını düşünürken ihtiyatla bizi ince­
ledi. Sonra soluk pembe bir somun aldı, birkaç İnce dilim
kesti ve boğumlu parmaklarıyla tezgâhın karşısına bize
uzattı. “Gizli aile tarifimiz. Lulu bunu sever; biraz leberkâse
almadan pazardan asla dönmez.”
Babam omzumu o kadar sıkı sıktı ki canım yandı; adam
şimdiki zaman kullanmıştı! Bir ısırık aldım ve tadı ağzımı
doldurdu; keskin, hafif baharatlı ve biraz soğanlı, bir parça...
Neydi bu? Mercanköşk! Tat güçlü, ilkel ve rahatlatıcıydı.
“Her hafta gelir.” Adam bana bir dilim daha verdi. “Dün
buradaydı. Lulu sadıktır. Dükkânına yazık oldu ama başa­
rılı olmuştu. Şikâyet etmiyor.” Delici soluk mavi gözleriyle
tezgâhın karşısından baktı.
Bu doğru andı; bunu hissediyordum, “Lulu yu...”
diye dikkatle sordum. “... nerede bulabileceğimizi biliyor
musunuz?”
Babam bir durdurma önerisi olarak hafifçe koluma
dokundu.
Ama yaşlı adam istifini bozmamıştı. “Buralarda bir
yerlerde telefon numarası olacaktı.” Et kasasının arka­
sındaki tezgâhın üzerinde küçük kâğıt parçalarını karış­
tırmaya başladı. “Bir bakayım. Uzakta yaşamıyor, hâlâ
Cleveland’a ilk geldiklerinde doktorla birlikte satın aldık­
ları yerde. Çocukları daha uygun bir yere taşınması için
onu ikna etmeye çalışıyor -tüm o merdivenler yüzünden-
ama Lulu yerinden kımıldamayacak. Demek istediğim,
aferin ona.”
*26 R uth Reichl

Kendi kendine söylenerek ve kafasını sallayarak arandı.


“Faydası yok.” Özür diler gibiydi. “Bulunacak gibi görün­
müyor. Hiç kendim aramadım; eve giderken arada sırada
uğrarım.”
“O zaman belki bize adresini verebilirsiniz?” Sesimin
titremesinden nefret ettim.
“Sorun değil.” Kulağındaki düz karakalemi alarak bir
parça kâğıdı ters çevirdi ve arkasına bir adres yazdı. “Hemen
Köprü Caddesi’nin üzerinde.” Kapıyı işaret etti. “Wally’den
selam söyleyin.”
Ellerim öyle kötü titriyordu ki bana uzattığı kâğıt parça­
sını tutamadım. Wally bana garipseyerek baktı. Sonra
babamın eli omzumun üzerinden uzandı. “Burada olmam
iyi oldu,” dedi.
Strudel

Lulu bir köşe parsele rahatça yayılmış, solmuş tuğlaları


güneşi içen geniş bir koloni dönemi evinde yaşıyordu. Ev
çok eski ağaçlarla çevriliydi, dalları çatıya yayılmıştı, yazın
yapraklardan oluşan bir örtüyle korunacaktı. Yamuk bir
dövme demir çit evin etrafında gelişigüzel dolanıyor ve geniş
bahçeyi koruyordu. Bahçeye bakan pencereler siyah kepenk-
lerle çerçevelenmişlerdi ve sonuna kadar açıklardı, böylece
ikinci katta bir güneş ışığı parçasında kıvrılmış büyük
turuncu bir kediyi görebildik.
“Çatının açısını sevdim.” Babam saçakların hemen
üzerindeki tek pencereye baktı. “İddiaya varım çocuklar o
oda için kavga etmiştir.”
Evin yan tarafına doğru gittik ve küçük bir verandaya
açılan bir kapı bulduk. “Acaba doktorun ofisi burada mıydı?"
428 R u th Reichl

Ayrı bir giriş vardı. “Yeterince büyük. Hastalar aileyi rahatsız


etmeden gidip gelebilirlermiş.”
Köşeyi döndük, sonra yeniden döndük, gizlice Lulu’nun
kapıyı açacağını, kediyi dışarı çıkarıp çöpü bırakacağını
umduk. Ama bununla geçen bir iki dakikadan sonra babam,
“Komşular evi gözetlediğimizi düşünecek,” dedi.
Kapı zili bir dizi melodiden oluşuyordu, biri seslendi.
“Geliyorum, geliyorum.” Kapıya doğru gelen ayak sesleri
yaşlı bir kadın için fazla hızlıydı. Bir an şüphe ettim. Burası
doğru ev miydi?
Ama çok geçti. Kapı açılmıştı ve eski bir kot pantolonla
ekose gömlekli ufak, zinde görünen bir kadın önümüzde
duruyordu.
“Merhaba. Sizi tanıyor muyum?”
Luluydu. Neredeyse tam olarak onu hayal ettiğim
gibiydi.
“Siz Lulu Swansınız,” dedim birden.
“Öyleyim.” Yabancıların karşısında istifini bozmadan
sakince kapıda dikiliyordu. “Veya en azından öyleydim.
Uzun bir süredir Lulu Taber’ım.” Yeniden bize baktı ve
konuştu. “Sizi tanıyor muyum?”
Onu bulduğumuza inanamadan öyle boş boş bakmaya
devam ettim. Yüzü oldukça yuvarlak ama yine de güzeldi ve
samimi bir havası vardı.
Makyajı yoktu ama yüzü neredeyse kırışıksızdı ve sırtı
düzdü. Gri gözleri canlı ve zekiydi; saçı sık, beyaz ve sanki
sadece makasın ucuyla kısaltılmış gibi kulaklarının altında
kesilmişti. Basit kıyafetleriyle neredeyse erkek gibi görünü­
yordu.
Kelimeler beni terk etmişti sanki.
Tatlı H ayat 429

Babam sessizliği bozdu. “Bizi tanımıyorsunuz.” Elini


uzattı. “En azından şimdilik. Ben Robert Breslin ve bu da
kızım Billie. Bir süredir sizi bulmaya çalışıyor.”
Yarım saniye kapı eşiğinin ortasında durdu ve sonra yana
çekildi. “İçeri girin o zaman.” Kapıyı daha geniş açtı. “Bir
şey pişiriyorum ve şimdi duramam.”
Babam elini kaldırıp onu durdurdu. “Bir çift yabancının
evinize girmesine izin mi vereceksiniz? Neden burada oldu­
ğumuzu bilmek istemiyor musunuz?”
Babama döndü. “Genç adam.” Babamın bunu nasıl karşı­
ladığım görmek için yana baktım. Memnun görünüyordu.
“Benim anladığım kadarıyla üç seçeneğim var. Kapıyı suratı­
nıza çarpabilirim, ki bu kabalık olur. Burada durup size kim
olduğunuzu sorabilirim ama siz bunları anlatırken hamurum
kurur. Veya içgüdülerime güvenebilirim. Bana seri katil gibi
görünmediniz. Bu yüzden kusura bakmazsanız şimdi eve
gireceğiz, böylece pişirmeye dönebilirim. Strudel beklemez!”
Canlı adımlarla yürüyerek koridorda bize öncülük etti.
İlk dönem Amerikan mobilyalarını, eski cam lambaları,
parlayan pirinç heykelleri ve duvara asılmış halıları gördüm.
Bir balkabağı tarlasının resminin olduğu yemek odasına
girdik. “Genelde burada pişirmem.” Odanın ortasındaki
ahşap masanın üzerindeki oklavaya uzandı. “Ama sftudel
bolca yer gerektiriyor. Ve bu, evdeki tek yuvarlak masa.”
Masanın etrafında dönüp hamuru yaymaya, etrafında yürü­
yerek inceltmeye başladı. “Hamurun diğer tarafını görebi­
lecek duruma gelinceye kadar açmanız gerek.” Hızlı ve etkili
darbelerle çalışıyordu. “Çalışırken konuşabilirim. Lütfen
oturun.” Oklavayla işaret etti. “Ve bana kim olduğunuzu
yeniden söyleyin.”
430
Ruth Reichl

İsimlerimizi tekrar edince gözleri hamurdan tekrar bana


kaydı. “Ve sanırım bana neden burada olduğunuzu anla­
tırsanız da iyi olacak.” Sanki yabancıların kapısına gelmesi
günlük bir olaymış gibi kısa ve özdü.
“Ben Leziz!’d t çalışıyordum.”
“Öyle mi?” Açmaya devam ederken hamura bakıyordu.
“Dergiyi kapattıklarını sanıyordum.”
“Kapattılar. Ama beni Leziz! Garantisi’ni sürdürmek
için çalıştırdılar. Ve bir gün...” Babama baktım, gülümse­
yerek başını salladı ve devam etmemi sağladı. Nefes aldım ve
yeniden başladım. “Bir gün kütüphaneye çıktım ve gizli bir
oda buldum.”
Lulu masanın etrafında yürüdü ve hamuru açmaya
devam etti. “Evet?” Sesi kibardı. Mesafeliydi.
“Dosya ve mektuplarla doluydu.”
Lulunun ayakları birden durdu. Dikkatle oklavayı
masaya koydu. “Mektuplar mı?” diye sordu alçak sesle.
“Evet,” dedim. “Ve sizin savaş sırasında Bay Beard’a
yazdıklarınızı buldum.”
“Ah, Tanrım.” Sanki ayakları altından çekilmiş gibi
aniden oturdu. “Hepsini mi?”
“Hepsi olup olmadığını bilmiyorum. Sormak istedikle­
rimden biri bu. Ama oldukça çok var.”
Lulu sandalyesini geri itti ve kesin biçimde ayağa kalktı,
ellerindeki unu temizledi. “Bu yapılmış en iyi strudel olma­
yacak. Ama işe yaramalı, hamur yeterince ince.” Birkaç
ustaca hareketle hamura erimiş tereyağı sürdü, büyük haşhaş
tohumu yığınını yaydı ve sardı. Bir halka haline getirdi ve
hamuru bir pişirme kâğıdına koyup mutfakta kayboldu.
Tüm işlem bir dakikadan az sürmüştü.
Tatlı H ayat 431

Yeniden ortaya çıktığında yüzü oldukça değişmişti; bizi


kapıda karşılayan rahat kadın mesafeli ve tedirgin olmuştu.
“Beni nasıl buldunuz?” Sorudan çok suçlar gibiydi.
“Billie buldu.” Babam Lulu’nun tavrındaki değişimi fark
etmemiş gibiydi. “Tam bir hafiye oldu. Ama adresinizi bize
veren Wally’ydi.” Bununla yüzü biraz rahatladı.
“Ah, Wally.” Bir an için duraksadı ama sonra kararını
verdi. “Çay getireceğim.” Yeniden mutfağa girdi.
Geri döndüğünde yüzünde sıkı ve kibar bir gülümseme
vardı. Üzerinde çaydanlık, fincanlar ve kabarık altın sarısı bir
ekmek olan bir tepsi taşıyordu. “Bu Bayan Cappuzzelli’nin
panettonesı mi?” O mektupları yazan Lulu’yu çağırmak için
zarf atıyordum. “Marco öldüğünde yaptığınız?”
Lulu irkildi, tepsiyi koyarken ellerinin titrediğini fark
ettim.
“Evet.” Bunu tersçe söyledi. “Sanırım tarifi istersin.” Üç
dilim kesti ve her birimize bir tabak verdi. Elleri artık titre­
miyordu. Bir ısırık aldım; ekmek tadı ve hafifti, yumurta,
limon kaplaması, kuru meyveyle zenginleştirilmişti. “‘Anısı
hâlâ bizimle.’” Mektubu hatırlıyordum. “Bayan Cappuzzelli
size böyle demişti. Ve birlikte olduğunuzu.”
Lulu’nun gülüşü soldu; anlaşılan yüzünü kontrol etmekte
zorlanıyordu.
“Kızınızın Cappuzzellilerden biriyle evlendiğini okudum,”
diye şansımı denedim yeniden tanıdığımı sandığım Lulu yla
iletişim kurmaya çalışarak. “Kimin oğluydu?”
“Massimo’nun oğlu Lucas,” dedi hızla.
“Bu sizi mutlu etmiş olmalı.”
Bana soğukça baktı. “Neden bu beni mutlu etsin?”
Kelimelerini seçiyor gibiydi.
432 Ruth Reichl

“Demek istediğim...” şimdi zorlanıyordum, “... savaş sıra­


sında ailenin bir üyesi olduğunuz. Sonunda ailenin gerçekten
bir parçası olduğunuzu bilmek Bayan C.’yi memnun etmiş
olmalı.”
“Nasıl hissettiğini bilmemizin bir yolu yok.” Lulu’nun
sözleri kısa ve soğuktu. “Frankie ve Lucas evlendiklerinde
Cappuzzellilerin ikisi de ölmüştü.”
Neden bunu bu kadar zorlaştırıyordu? Geçen her daki­
kada tanıdığım Lulu biraz daha geriye çekiliyor ve yerini bu
soğuk yabancıya bırakıyordu. Onu hiç bulmasak daha mı iyi
olurdu, diye düşünmeye başladım. Belki de mektuplardaki
Lulu artık yoktu.
Onu geri getirmek için umutsuzca şansımı zorladım.
“Babanıza ne olduğunu hiç öğrenebildiniz mi?”
Odanın havası değişti. Babam dehşete düşmüş görünü­
yordu, parmaklarını gergince saçlarında gezdirdi. Lulu çata­
lını düşürdü, çatal sessiz odada porselen tabağa gürültüyle
çarptı. “Üzgünüm.” Şimdi öfkeyle bana bakıyordu. “Ama
gitmenizi isteyeceğim.”
“Ah, hayır, lütfen... bu kadar yol geldik, çok uzun
zamandır bunu bekliyordum ve bir sürü sorum var.”
Çatalının tabakta hâlâ titreşmesini izledi, kafasını topla­
dığını hissedebiliyordum. Sonra gözlerime baktı. “Gitmenizi
istiyorum. Şimdi. Bu çok rahatsız edici. Sizi tanımıyorum
ama siz beni tanıdığınızı sanıyor gibisiniz. Ve bir nedenle size
bir şeyler borçlu olduğumu düşünüyorsunuz.” Bir dakika
duraksadı sonra yumruklarını sıktı. “Buraya böyle gelerek
kim olduğunuzu sanıyorsunuz?” Yanakları kızarmış, gözleri
parlamıştı ve düşmanlığına rağmen ruhu tanıdığım genç kızı
düşünmeme neden oldu. “Nasıl- hissettiğimi hayal etmeye
433
Tatlı Hayat

çalışın! Günün birinde hiçbir uyarı olmadan birisi kapınızı


çalıyor ve sorular sorup unuttuğunuz geçmişi kurcalamaya
başlıyor.”
Ne söyleyeceğimi bilemedim.
Babam biliyordu. Pürüzsüzce avukat moduna girerek çay
fincanını masaya bıraktı ve ayağa kalktı. “Lütfen bizi affedin,
Bayan Taber.” Sesi pişmanlıkla doluydu. “Çok haklısınız,
son derece düşüncesiz davrandık. Hemen gideceğiz. Ama
merak ediyorum.” Durdu, sanki izin ister gibi bana baktı.
“Sizi yemeğe götürebilir miyiz? Bu akşam değil elbette ama
daha sonra, bu fikre alışmak için biraz zaman geçince.”
Bu söylenecek mükemmel şeydi. Lulu kafasını kaldırıp
özür diler gibi ona baktı. “Büyük bir şok oldu. Beni uyarabi-
lirdiniz. Gelmeden önce arayabilirdiniz.”
“Elbette aramalıydık,” diye yatıştırdı babam. “Herkes öyle
hissederdi.” Bana baktı ve sessizce katılmam için işaret etti.
“Çok üzgünüm,” demeyi becerdim kendimi onun yerine
koyarak. Doğrudan söze girmiştik. Doğruca ona bakarak
hayal kırıklığımı saklamaya çalıştım. Çok fazla şey bekle­
miştim. “Böyle gelmek, size sorular sormak düşüncesizlikti.
Sadece...” elimde değildi, “anlıyorsunuz ya aylardır mektup­
larınızı okuyorum, cesaretinize hayranım ve arkadaşım
olduğunuzu hissediyorum. Ve sizi tanıdığımı hissediyorum.
Ya da...” hüzünle gülümsedim, “... hissettim.”
Yüzü rahatladı. Biraz. Şimdi gitmeyi kabul ettiğimizden
daha rahat görünüyordu. “Merak ediyorum acaba bir insanı
hiç tanıyabiliyor muyuz?” diye yanıt verdi sesi dalgınca. O
anda mektuplardaki Lulu’nun sesini duydum. Sonra sesi
yine sertleşti. “Bay Beard’ın o mektupları saklayacağını hiç
hayal etmezdim.”
434 R u th Reichl

Mektuplarım saklayanın Bay Beard olmadığını söyle­


menin zamanı sayılmazdı. Ama onun kendininkileri saklayıp
saklamadığını sorma zamanı olabilirdi. Babam beni uyaran
bir bakış atarak elini kaldırdı ve ben sorma şansı bulamadan
araya girdi. “Sizi yemeğe götürmemiz için bize izin verir
misiniz?” diye tekrarladı. “Bizim için onur olur.”
“Belki,” dedi şüpheyle.
“Bunun için ne zaman hazır olabilirsiniz?” diye ısrar etti
babam.
“Bana bir iki gün verin.” Lulu ayağa kalktı.
“Yarın o zaman?” Babam şimdi avukat rolüne tam girmiş,
ısrarcı davranıyordu.
“Tamam.” Kazanmıştı. “Yarın. Ama sizin için yemek
yapmama izin verin.” Babama hınzırca gülümsedi ve açık
açık konuştu. “Bir sürü aptalca soru soracağınızı bili­
yorum ve ev sahibi olmanın avantajını istiyorum. Size nasıl
ulaşırım?”
Bize kapıyı gösterdi ve arkamızdan sıkıca kapatınca
babam kafasını salladı. “Benim suçum.” Kapı sürgüsünün
çekildiğini duyduk. “Aceleyle buraya gelmenin işe yara­
mayacağını bilmeliydim. Birdenbire yabancılar gelip sana
sorular sormaya başlasalar nasıl hissedeceğini düşün. Ve ne
oldu da babasıyla ilgili konuyu açtın?”
“Ağzımdan çıktığı an hata olduğunu biliyordum.
Beklemek, onu rahatlatmak istedim. Ama kendimi tuta­
madım: En çok bilmek istediğim şey ağzımdan çıktı.”
“Kimse senden iyi bir sorgucu çıkacağını söylemedi.”
Bana yan yan güldü.
“Sence bir şeyler mi saklıyor?” Çok garip görünmüştü.
“Geçmişle ilgili unutmak isteyeceği onca şey var gibi?”
Tatlı H ayat 43 5

“Yanılıyorsun.” Babam kafasını salladı. “Saklayacak bir


şeyi olsaydı bizi yeniden görmeyi kabul etmezdi. Ama sana
doğruyu söylemem gerekirse bunu neden kabul ettiğini
anlamıyorum.”
“Çünkü çok ikna edicisin.” Koluna girdim. “Şimdi ne
yapıyoruz?”
Babam arabanın kapısını açtı. “İşlerimi halletmeye
çalışmak için otele geri dönüyorum. Ve programımı yeniden
yapmam lazım; yarma kadar kalmak planda yoktu. Ama bu
akşam yemek yiyelim, tamam mı? Melba otele yakın bir
restoranın adını verdi. Greenhouse Tavern iyiymiş. Rezer­
vasyon yaptıracağım. Sekiz iyi mi?”

Arabayı valeye bıraktım ve Sammy' yi aramak için odama


gittim. Ona Lulu’nun bizi kapı dışarı ettiğini anlatınca
hayal kırıklığıyla iç geçirdi. “Ne kadar da sıkıntılı. Hüsrana
uğradım. Senin bu kadar incelikten yoksun bir şekilde
davranacağını düşünmüş olsaydım sana eşlik eder ve bu
felaketi önlerdim.” Yeniden iç geçirdi. “Onun duygularını
düşün!”
“Ama Sammy unutmak istediği geçmişi kurcaladığımızı
söyledi. Sanki geçmişinde utanılacak bir şey varmış gibi.”
“Sanırım vardır,” dedi kibarca. “Seksen iki yaşını hiç
sırrı olmadan tamamlayan birisi son derece sıkıcı olurdu.
Ben mesela onlarla tanışmakla hiç ilgilenmezdim. Hepi­
mizin saklayacak bir şeyleri var. Dönüşünde harika bir şarap
almayı unutma. Ve ben...” sesi neşelendi, ‘ ... senin adına bir
çiçek göndereceğim.” Bu mutlu düşünceyle avunan Sammy
kapattı.
*
436 Ruth Reichl

Geçirecek boş zam anım olduğundan dizüstü bilgisayarımı


açtım .

Sevgili Genie,
Lulu'yu bulduk ve o

O ne? Ekranda kelimelere baktım ve yavaşça sildim. Ablam


ölmüştü. Ve Lulu da gitmiş olabilirdi. Bu kadar zaman sonra
onu bulunca, mektuplarını bulmamdan dolayı heyecanlana­
cağını ve benimle tanıştığı için sevineceğini düşünmüştüm.
Şimdi ne olacak? Elbette yazı hiç olmayacak. İşim yok. Ve
Mitch’le olabilecek ilişkimi mahvettim. Ne yapacaktım?
İçimde bir boşluk hissiyle kafamı verniklenmiş masaya
dayadım. Uyumuş olmalıyım çünkü uyandığımda akşam
karanlığı çökmüştü ve boynum ağrıyordu. Saatli radyoya
baktım, babamla buluşmama bir saatten az vardı. Kalktım
ve sırtımın üst kısmını ovarak kan akışını hızlandırmaya
çalıştım.
Duşa girdim, suyu dayanabileceğim kadar sıcağa ayar­
layıp uzun bir süre altında dikildim, su üzerimden aktı.
Ama su Mitch’in anısını getirdi, sözcüklerini tekrar tekrar
dinledim. “Bir hayaletle yarışıyorsun.” Suyu kapattım ve
yemek için giyindim. En azından boynum daha iyiydi.

Babamı barda buldum, bir bardak viski içiyordu, bir an


için durup uzaktan onu izledim. Takım elbisesini giymişti,
sağlam, güvenli ve güvenilir görünüyordu. Burada olmasına
sevinmiştim. Ama gerçek şu ki, ona her ihtiyaç duyduğumda
her zaman yanımdaydı. İkinci sınıf öğretmenim “ısrarlı
utangaçlık” dediği şeyi konuşmak için onu çağırdığında
43 7
Tatlı Hayat

kafamın üstünü okşamış ve, “Billie söyleyecek önemli bir


şeyi olduğunda söyler,” demişti. Sonra beni taco ve salsa için
La Super-Ricaya götürmüştü. Yemeğimizi yerken, “Diğer
herkes gibi olmak zorunda değilsin. Olduğun gibi iyisin,”
demişti.
Yanına oturdum ve fikrimi değiştirmeden önce hızla
sordum. “Genie uyuşturucu mu kullanıyordu?”
İçkisinden kafasını kaldırmadı. “Neden soruyorsun?”
“Soruma yanıt vermedin.” Ama vermesine gerek yoktu;
yüzü gerçeği söylüyordu. “Biliyor muydun?” Sözcüklerim
fısıltı halinde çıktı.
Kafasını salladı. “Ama bilmeliydim. Tüm işaretler bunu
gösteriyordu.” Birden kaşlarını çattı. “Sen?”
“Tabii ki hayır!”
“Neden sordun?”
“Bir...” Mitch için ne demeliydim bilemedim bu yüzden
tökezledim. “Bir arkadaş.”
“Erkek arkadaş mı?” Babam hiçbir şeyi kaçırmıyordu.
“Evet. Erkek arkadaş. Ona Genie’den bahsedince uyuş­
turucu kullanıyormuş gibi göründüğünü söyledi. Şoke
olmuştum. Sinirlendim ve ona saçmaladığını söyledim.”
“Peki, o ne dedi?”
“Fikri benim ona anlattıklarımdan almış olabileceğini.”
“Demek o kadar barizdi? Bir arkadaşın, Genieyle hiç
tanışmayan bir yabancı satır aralarını okuyabildi mi? Biz
nasıl bu kadar kör olabildik? Melba ve ben sürekli kendimize
bunu soruyoruz.”
“Ama doğru olduğunu nereden biliyorsun?” Hâlâ içimde
küçük bir umut vardı.
“Eli Pierce’ı hatırladın mı?”
438 Ruth Reichl

Eli’yi hatırlıyordum. Genie’nin odasında oturmuş,


mezuniyet balosu için giyinmesini izlediğimi hatırlıyordum.
Koleje gittikten sonra Kek Kardeşler’i devam ettirmeyi
ilk defa o akşam teklif etmişti. Genie aptal olma sesiyle,
“Dünyanın öbür ucuna falan gidiyor değilim,” dediğinde
hissettiğim rahatlamayı hatırlıyordum.
Sonra derinlerde gömdüğüm yerden başka bir cümle
çıktı. “Biraz para gerçekten işime yarar.”
“Eli’nin bununla ne alakası var?” diye sordum.
“Geçen sene uyuşturucu satmaktan tutuklandı ve ortaya
çıktı ki tüm satışlarının ayrıntılı bir kaydını tutmuş. Daha
aptalca bir şey hayal edebiliyor musun? Genie, Eli’nin en
iyi müşterilerinden biri olduğu için savcı beni görmeye
geldi. Defterlerini görmemi sağladı; dört yıldır ondan
kokain alıyormuş. Önce çok az ama kolejden mezun olduğu
dönemde iyice alışmış. Hepsi yazılı kayıtlardaydı. Genie’nin
adını dışında tutmayı becerdim ama kanıtlar çok açıktı.”
“Ah, baba.” Yüzündeki acıyı görmeye dayanamıyordum,
ona sarıldım ve yüzümü omzuna gömdüm. “Senin için ne
kadar korkunç. Bana anlatmalıydın.”
Kafamın üzerini öptü. “Yeterince sorunun vardı. Melba
ve ben bir başkasına ihtiyacın olmadığını düşündük.”
“Ama belki de size yardım edebilirdim. En azından dene­
yebilirdim.” Sadece beni acıdan uzak tutmak istemişlerdi
ama yine de bu hoşuma gitmedi; bana çocuk gibi davranmış
ve kederlerini paylaşmama izin vermemişlerdi. “Biz bir
aileyiz. Birbirimize yardım etmeliyiz ve sır saklamamalıyız.
Özellikle de bunun kadar büyüğünü.”
Babam yüzümü görebilmek için çenemi kaldırdı.
“Genie’nin ölümü için kendini suçlamaya hazırdın, uyuştu-
Tatlı Hayat
439

rucuyu öğrenmenin daha kötü olacağını düşündük, ölümü


bir kazaydı ama uyuşturucunun buna katkısı olup olmadı­
ğını merak ettik. Sen de aynı şeyi hissederdin ve seni bundan
kurtarmak istedik. Senden saklamaya çalışmıyorduk.”
“Ama benden sakladınız!”
Babam taburesinde döndü ve uzaklaştı, durmam gerekti­
ğini biliyordum. Koluna uzandım. “Beni korumak istediğini
biliyorum. Bunun için sağol.” Onu incitecek bile olsa bir
sonraki soruyu sormalıydım. “Sence bilseydik onu durdura­
bilir miydik?”
Yanıtını tarttığını ve bana gerçekten hissettiklerini
söyleyip söylememesi gerektiğini düşündüğünü görebi­
liyordum. Sonunda konuştu. “Dürüst olmam gerekirse
gerçekten bilmiyorum. Deneyebilirdik. Ve şunu biliyorum:
Hiçbir şey yapmamaktan daha iyi olurdu. Ama bunu
çok iyi saklamıştı. Tam bir kusursuzluk örneğiydi; herkes
notları, becerisi ve çalışkanlığı yüzünden onu sürekli takdir
ediyordu. Genie kadar mükemmel birinin sorunlu oldu­
ğunu nasıl anlarsın?”
“Belki,” dedim, “mükemmelliğin bedelini anlarsın.”
Kelimeler ağzımdan uçup gitti, Mitch’le kavga ettiğimden
beri içimde olduklarını anladım.
Sonra babamın yüzündeki acıyı gördüm ve koluna
dokundum. “Genie öldükten sonra bana söylediğin şeyleri
hatırlıyor musun? Bunun benim hatam olmadığını? Sanırım
şimdi bunları kendine söylemelisin. Kimsenin daha iyi bir
babası olmadı. Genie ve ben iki şanslı kızdık. Her zaman
yanımızdaydın. Her zaman.”
Babam beni kendine çekti ve sıkıca sarıldı. “Sağol,
tatlım,” dedi. “Sen de o kadar kötü değilsin.”
440 R u th Reichl

“Konuşacak daha çok şeyimiz var,” dedim. “Ama şimdi


birini aramam gerek.”
“Melba mı?” diye sordu.
“O, sabaha kadar bekleyebilir. Bu bekleyemez.”

Mitch ilk başta mesafeliydi, yanıtları evet ve hayırla sınır­


lıydı. Ama hata yaptığımı, haklı olduğunu açıklayınca sesin­
deki soğukluk gitti. Söyleyecek bir şey kalmayınca konuştu.
“Sana iki soru soracağım ve doğrudan yanıt vermeni isti­
yorum.”
“Tamam.”
“Sarhoş musun?”
“Bu sefer değilim. Başka ne bilmek istiyorsun?”
“Gerçekten özür dileyip dilemediğini.”
Sesinde bir gülümsemenin başladığını, en azından
buzların eridiğini duyduğumu sandım.
“Evet.”
Kısa bir sessizlik oldu. Sonra Mitch konuştu. “Biliyor
musun, sanırım babanla tanışmak hoşuma gider.”

Ertesi sabah göğsümün tam ortasında bir yerde bir düğümle


uyandım. Tüm işaretler oradaydı ve hepsini görmezden
gelmiştim. Mitch haklıydı: Bilmek istememiştim. Genie’nin
ölmüş olduğunu kabul etmek istemediğim gibi. Telefonumu
aldım ve Melba Teyzeyi aradım.
Sesini duyunca onu yeşil mutfağında papatyaları ve her
zamanki duman halesiyle çevrelenmiş halde otururken hayal
ettim. “Babam bana uyuşturucu meselesini anlattı.”
“Biliyorum,” dedi. “Keşke anlatmamış olsaydı; bunun
sana ne faydası olacak anlamıyorum.”
441
Tatlı Hayat

“Faydası olmasıyla alakası yok. Gerçeği bilmeye hakkım


var. Ve sanırım bununla beraber yüzleşirsek bizim için -
hepimiz için- daha iyi olur. Belki size yardım edebilirdim.
Bu hiç aklına geldi mi?”
“Ah.” Sesi şaşırmış gibiydi. “Biliyorsun, bazen büyüdü­
ğünü unutuyorum. Beni affet, Billie. Üzgünüm.”
“Şimdi Genie’yi gerçekten hiç tanımamışım gibi hissedi­
yorum. Anlamaya çalışıyorum ama beceremiyorum. Neden
uyuşturucuya ihtiyaç duydu. Her şeyi vardı.”
“Anlaşılan bu yetmedi.” Melba Teyze’nin sigarasından bir
nefes aldığını ve dumanı bir an içinde tuttuğunu duydum.
“Genie kardeşime çok benziyordu. Çok yetenekli ve bir
o kadar doyumsuz. Annen gibi o da kendini çok yüksek
standartlara adadı. İmkânsız standartlar. Belki ona da fazla
geldi.”
“Ne demek ona da?”
“Barb bir şeyi ne kadar iyi yaparsa yapsın hep çok daha
iyi yapması gerektiğini düşünürdü. Böyle yaşamak kolay
değildir.”
“Ama Genie her şeyi çok kolay yapardı! Ve herkes onu
severdi.”
“Billie, sen onun küçük kardeşiydin. Nasıl davranmış
olursa olsun Genie’nin yıldız olduğunu düşünürdün.”
Sesinde çok fazla kırılmışlık vardı; benim için olduğu
kadar Genie için de olduğunu düşündüm. Ve belki biraz da
kendisi için.
“Sence onu durdurabilecek bir şeyler var mıydı?” Melba
Teyze’nin ne söylemesini beklediğimi veya duymak isteyip
istemediğimi bilmiyorum. Ama yanıt hiç beklenmedik bir
şeydi.
442
R uth Reichl

“Yapabileceğimiz bir şey olup olmadığını soruyorsan,


okuduklarıma göre muhtemelen hayır. Genie’yi durdurabi­
lecek tek kişi Genie’ydi. Ama sana şunu söyleyeyim, Billie
Breslin, bu dünyada hiçbir şey bilmiyorsam bunu biliyorum.
Genie ölümünün seni ne kadar inciteceğini bilseydi, sanırım
kederini önlemek için her şeyi yapardı. Seni bu kadar etki­
lemesinden nefret ederdi. Benden bile...” sesi titredi, "... çok
nefret ederdi. Ve inan, bu gerçekten çok.”
“Ah, Melba Teyze.” Büyük bir şefkat dalgası beni içine
aldı. “Hiçbir fikrim yoktu.”
“Baban da aynı şeyi hissediyor. Seni çok seviyoruz.”
Orada öylece elimde telefonla ne söyleyeceğimi bilemeden
oturdum. Ve sonra birden söyledim.
“Melba Teyze...” bunu söylerken ne kadar ciddi oldu­
ğumu anlamasını umdum, “... sence de babamla evlenme
zamanınız gelmedi mi?”
Gerçek ve Sonuçlar

Melba Teyze telefonu kapattıktan sonra uzun süre yatakta


uzandım ve telefonu pelüş bir oyuncak gibi sıkıca göğsüme
bastırdım, kalkmak ve hayatıma böyle devam etmek istemi­
yordum. Kapım vurulup uyandırıldığımda yeniden dalmak
üzereydim. “Benim.” Babamın sesi. “Şimdi Bayan Taber
aradı.”
“Fikrini mi değiştirmiş?” Kalktım ve onu içeri aldım.
“Bizimle konuşmamaya mı karar vermiş?”
“Öyle değil.” Babam içeri girdi, kıyafetleri saatlerdir
uyanıkmış gibi kırışıktı. “Bizi görecek ama akşama kadar
beklemek istemiyor. Bizi bu sabah görmek istiyor. Aslında
hemen şimdi.”
“Neden acaba?”
“Varsayımların faydası yok,” dedi. “Yakında öğreneceğiz."
444
Ruth Reichl

Lulu kapıya o kadar gösterişli geldi ki aklımı başımdan


aldı, bize her ne anlatacaksa bunun için çok dikkatli hazır­
lanmıştı. Bugün gri yün pantolonun üstüne gelincik rengi
bir kazak giymişti ve saçları yüzünün etrafında kalın beyaz
dalgalar halinde kıvrılmıştı. Dudakları daha kırmızıydı ve
yanaklarında renk vardı. Dün neredeyse erkek gibi görünü­
yordu; bugün Maggie’ye acı çektiren o Beşinci Cadde kadın­
larından birine dönüşmüş gibiydi. “Günaydın.” Neredeyse
resmi gibiydi. “Lütfen içeri gelin.”
Yemek odasına doğru yürürken, mobilyaların eski olma­
sına rağmen ilk ziyaretimizde gözden kaçırdığım bir sadelik
ve zarafet fark ettim. Ahşap Shaker bankını geçerken sıcak
kiraz ağacına dokunmak için uzandım; avucumun altında
yumuşaktı.
Bugün yemek odasının büyük yuvarlak masası güzel
antik Çin porseleniyle donatılmıştı, ortasında vadinin ıtır­
ları, menekşe ve zambaklarından oluşan bir grup çiçek selam
veriyordu. “Çiçekler için teşekkürler.” Lulunun ellerini
üzerinde gezdirmesiyle zambakların kokusu bize geldi. “Çok
düşüncelisiniz.”
Oturduk, Sammy nin çiçeklerinden ve havadan
konuştuk. Sohbette birkaç dakika geçince garip bir sessizliğe
büründük ve huzursuzca bir şeylerle oynadık.
“Aç mısınız?” diye sordu sonunda. “Peynirli sufle yapı­
yorum. Çok hafif, bu yüzden harika bir branç yemeği
olmalı.”
“Suflenin çökmesine neden olacak tek şey,” dedim refleks
olarak birisi bu yemekten bahsedince her zaman yaptığım
gibi, “çökmesinden korktuğunu anlamasıdır.” Alıntıyı ilk
Tatlı Hayat 445

defa nerede duyduğumu hatırlayarak nefesimi tuttum ve


özür dilemeye başladım.
Lulu beni rahatlatacak biçimde hafifçe güldü. “Bu en
sevdiğim sözlerinden biri. Bay Beard’ı o kadar sık düşünü­
yorum ki bazen yemek yaparken sanki hemen fırının yanında
dikiliyormuş, benimle birlikteymiş gibi hissediyorum. Onu
bulduğum için çok şanslıydım; gerçekten onun mektupları
olmasa savaş zamanını nasıl atlatırdım bilmiyorum. Bana
bekleyecek bir şey vermişti. Sık sık tüm o yıllar boyunca
bana yazmasına neyin neden olduğunu merak ediyorum.
Çok nazikti.”
“Herkes yazardı,” dedim içgüdüsel olarak. “Mektupla­
rınız inanılmaz. Hayat dolu. Onlara kimsenin karşı koyabi­
leceğini sanmıyorum.”
“Gerçekten mi?” Yüzündeki ifade gerçekten şaşkındı,
onları sıradan olarak gördüğünü anladım. “Nasıl bulduğu­
nuzu söylemediniz.”
Başlangıca, kütüphaneye ve Sammynin Anzio adını
verdiğimiz odayı keşfetmesine döndüm. Kütüphane kadın­
larım ve Bertie’yle Anne’i anlattım.
Lulu sessizce dinledi. “Bu tam bir destan,” dedi ben biti­
rince. “Ve beni bulmak için oldukça uğraştınız. Ama henüz
nedenini söylemediniz.”
Bunun önemli olduğunu ve doğru yapmam gerekti­
ğini biliyordum. Babam cesaret vermek için başıyla onay­
ladı. “Dediğim gibi, mektuplar hayat dolu, Sammy ve ben
sizi tanıyormuşuz gibi hissettik. Bittiklerinde ve siz bizim
için kaybolduğunuzda, bu bir dostu kaybetmek gibiydi.
Sizi bırakmaya hazır değildik. Sonra ne olduğunu bilmek
istedik, iyi olduğunuzu bilmek istedik.”
446 R u th Reichî

Uzun bir dakika bana baktı ve inanıp inanmamaya karar


vermeye çalıştı. “Ama bir şey daha var, değil mi?”
“Diğer herkesin hayatlarında neler oldu bilmek istedim.
Sadece sizin değil; annenize ve Bay Jones’a, Cappuzzellilere,
Tommy Stroh’a. Ama en çok bilmek istediğim babanızın eve
dönüp dönmediği. Bilememek çok büyük hayal kırıklığıydı.”
“Kitabın sonuna gelemeden kaybetmek gibi.”
“Kesinlikle.”
“Ama hepsinin bu olduğunu sanmıyorum. İstediğin
bir şey daha var.” Bunu inkâr etmenin faydası yok gibiydi.
Onayladım.
“Hâlâ Bay Beard’ın mektuplarının bende olup olmadı­
ğını merak ediyorsunuz. Yayın işindesiniz ve muhtemelen
iyi bir yazı, hatta kitap olabileceğini düşünüyorsunuz.”
Aptal değildi.
“Ve sonra...” devam etti, “... tüm o kayıp tarifler var.”
Omuzlarını dikleştirdi ve doğruca bana baktı. “Üzgünüm
ama hepsi gitti; mektuplar, tarifler, her şey.”
“Onları saklamadınız mı?” Hayal kırıklığımı saklayama-
mıştım.
“Elbette sakladım.” Sesi keskindi. “Benim için çok değer­
lilerdi. Güvenlik için hepsini dükkânda tuttum. Değer­
lerinin farkındaydım ve onları orada tutmak daha güvenli
geldi. İronik, değil mi? Yangında diğer her şeyle birlikte
kayboldular.”
“Ah, hayır!” Yanıtım o kadar ani ve açık biçimde sami­
miydi ki Lulu birden ayağa kalktı, sandalyesini dikkatle
masanın altına itti ve konuşmaya başladı. “Size hikâyenin
sonunu anlatabilirim. Ama branç bitmeden olmaz. Bay
Beard, korku konusunda tamamen haklıydı. Sufle çöker.”
Tatlı Hayat 447

Odadan çıktığında babam masanın diğer ucundan


eğildi. “Düşünmüyorum...” diye başlarken, Lulu tabağından
muhteşem biçimde taşan sufleyle odaya geri döndü. Suflenin
çökmesini izlerken cümlesini yuttu.
İştahım olmamasına rağmen bir parça kabul ettim ve
sonra zengin aromasıyla hafifliği yüzünden bir ikinci parça
daha aldım. Lulu hep beklediğim gibi biri değildi ama
kesinlikle harika bir aşçıydı. “Biraz daha?” diye sordu. “Şey,
sadece küçük bir parça,” dedim, hiçbir aşçının böyle bir yiyi­
ciye hayır diyemeyeceğini düşünerek.
“Peki ne bilmek istiyorsunuz?” Sufle bitmişti. Babam
bana bir bakış attı, beni yavaş gitmem için uyardığını
anladım.
“Tommy ye ne oldu?” Başlamak için güvenli bir yer gibi
gelmişti.
“Neredeyse yirmi yıl önce öldü. Kalp krizi. Ama tüm
hayatı boyunca iyi arkadaş olarak kaldık. Benim için abi
gibiydi.”
“Erkek arkadaşın değil miydi?” Elimde olmadan
sormuştum.
“Öyleydi, ama sadece o zamanlar bir erkek ve kadının
sadece arkadaş olabileceğini hayal edemediğimiz için.
İnsanlar şimdi çok daha sağlıklı; torunlarım bu konuda çok
hassaslar. Ama Tommy ve ben birbirimize elveda demeye
cesaret bulmak için aylar geçirdik. Gerçekten komikti.
İkimiz de bir başkasına âşıktık ve söylersek diğerinin mahvo­
lacağına inanıyorduk. Çok aptalca. Tommy’nin karısı Gayle
ona daha çok yakışıyordu.”
“Peki ya Cappuzzelliler?” Bunun sorun olup olmadı­
ğını görmek için masanın karşısından onu izledim ama gri
448 Ruth Reichl

gözleri net ve rahattı. “Onları Akron telefon rehberinde


aradım ama burada yaşayan tek bir tane bile yok. Dükkân
da gitmiş.”
“Çocuklar Gazi Aylığı’yla koleje gittiler. Mario eczacı
oldu, Mauro bir inşaat şirketi kurdu ve Massimo, sanatçı
olan, reklam işine girdi. Bay ve Bayan Cappuzzelli çok
gururlandılar! Tek tek hepsi batıya gitti ve ellili yılların başla­
rında Bay C. dükkânı sattı ve torunlarına yakın olmak için
Kaliforniya’ya taşındılar. Hepimiz Bayan Cappuzzelli’nin
ölümsüz olduğunu sanırdık -bir gün bile hasta olmamıştı-
ama bir Şükran Günü sabahı fırından lazanyayı çıkarırken
düşüp öldü. Neredeyse yüz yaşındaydı.”
“Ne kadar mükemmel!” Neredeyse görebiliyordum. “Ben
de böyle ölmek isterim.”
“Hepimiz böyle ölmek isteriz.” Bunu o kadar doğal,
o kadar kolayca söylemişti ki dikkatli olmayı unuttum ve
aklımdaki en önemli soru ağzımdan kaçtı.
“Babanız casus muydu?”
Lulu’nun gözleri büyüdü ve sol eli ağzına gitti, küçük
öfkeli sesleri bastırmayı denedi. Babam dehşet içinde
bana baktı. İşi batırmıştım. Bunun öfke olmadığını fark
edene kadar nasıl özür dileyeceğimi düşünüyordum: Lulu
kahkaha atmamaya çalışıyordu. Ama gülmeye karşı koya­
madı ve babamla ben afallamış halde onu izledik. Sonunda
gözlerini sildi. “Babam birçok şeydi ama kesinlikle bir
casus değildi.”
Babam da benim gibi rahatlamış gibiydi. “Böyle çılgınca
bir fikri nasıl edindin?” diye sordu.
“Bertie’den. Anne mektupların bir tür şifre olduğuna dair
bir fikri olduğunu söyledi.”
Tatlı Hayat 449

“Birkaç eski mektubu saklamak için bu kadar şey yapan


bir adamdan başka türlüsünü de beklemezdim zaten. Elbette
adamın bayağı deli olduğunu fark etmişsinizdir?”
“Ama en harika biçimde.” Sesinin hafifliği bana cesaret
verdi. “Ama babanız, hiç eve döndü mü?”
Lulunun kahkahası soldu. “Hiç dönmedi.” Söyleme
biçiminden daha fazlası olduğunu düşündüm.
Babam da duymuştu. “Ama savaşta ölmedi?” Doğruca
sormuştu, yağmur yağıp yağmadığını veya bir tarife iki
yerine bir yemek kaşığı şeker konması gerektiğini sorar gibi.
“Hayır. Ölmedi.”
“Yani hayatta kaldı.” Babam bunu duygusuzca söyledi.
“Güzel bir hikâye değil. Kimseye anlatmadım, kendi
çocuklarıma bile.”
“Ama sanırım bize anlatmak istiyorsunuz. Sanırım bizi
geri çağırma nedeniniz bu,” dedi babam.
Lulu bir an için sessizdi, ona güvenip güvenmemesi
gerektiğini tartıyordu. Yüzünü okuması kolaydı, çatış­
mayı ve sonra çözümü görebilirdiniz. “Hikâyesini birisiyle
paylaşmak isterim. Bunu göğsümden atmalıyım. İçimde
sıkışıp kalması berbat bir şey. Peter hâlâ yaşıyor olsaydı...”
durdu, düşüncelerini topladı, "... ama bunların hiçbirinin
bu odadan çıkmayacağına dair söz vermelisiniz.”
“Elbette. Ben avukatım. Siz müvekkilim değilsiniz ama
bunu ayrıcalıklı bilgi olarak değerlendireceğim. Ve Billie sır
saklayabilir.”
Lulu ellerini masada birleştirdi ve derin bir nefes aldı.
“Mektup geleli gelecek hafta beş yıl olacak. Posta pulu
Fransa’dandı ve elyazısını tanımıyordum. İlk kelimeleri
‘Merhaba kardeşim’di.
450
R u th Reichl

“Yazı benimle iletişim kurmak için bu kadar bekledi­


ğinden özür dileyerek başlıyordu. Babasının -benim babam,
bizim babamız, sanırım- ölüm döşeğinde kendisine bu
korkunç sırrı anlattığını söyledi. Benimle iletişime geçmek
için cesaretini toplaması yıllar sürmüş ama şimdi çok
hastaymış ve rahibi hâlâ zamanı varken bunu yapmasında
ısrarcı olmuş.”
Lulu ellerine bakıyor ve çok hızlı konuşuyordu. “Garip
şeyse şaşırmamış olmamdı. Bir anlamda bu mektubu tüm
hayatım boyunca beklemiştim. Babam savaştan geri dönme­
yince... Ölmediğini biliyordum. Biliyordum işte. Ve bunca
zaman sonra o mektubu okurken asıl hissettiğim rahatla­
maydı. Sonunda gerçeği öğrenmiştim. Ve annemin ölmüş
olmasına, bize nasıl ihanet ettiğini duymamasına minnet­
tardım.”
Lulu bakışlarını pencereye çevirdi ve bizim gözlerimizden
kaçındı, şimdi çoğunlukla kendi kendine konuşuyordu.
“Babam için nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalıştım. İki
defa yaralanmıştı. Fransız bir kadın hayatını kurtarmıştı;
birbirlerine âşık olmuşlardı. Sanırım bu, düşündüğümüzden
daha sık oluyor.”
“Onunla tanıştınız mı?” Elimde olmadan sordum.
Bir yudum su aldı. “Kız kardeşim? Lucette? Ben Fransa’ya
gittiğimde ölmüştü.”
“Lucette!” Sessiz kalacağıma dair kendime söz vermiştim
ama birden patladım. “Bu korkunç!”
Lulu kısaca gülümsedi. “Benim de tüylerimi ürper­
tiyor. Kendimi adını verdiğinde beni düşündüğüne ikna
etmeye çalıştım ama bunu hiç beceremedim. Ne olursa
olsun ben oraya gittiğimde Lucette zaten ölmüştü. Ama üç
Tatlı Hayat 451

kızıyla iki oğlu vardı ve bana Grand-pere dedikleri adamla


ilgili hikâyeler anlattılar. Gerçekten babam olduğuna dair
şüphelerim varsa da hemen kayboldu. Yeğenlerimden biri,
Claudine bana Grand-pere in onu ormana götürdüğünü
ve kuzumantarlarını nerede bulacağını gösterdiğini anlattı.
Bana da aynısını yapmıştı.
“Bana evlerini de gösterdiler ve gördüğümde... eh,
neden kaldığını anlamak zor değildi. Ev taştı ve çok eskiydi.
Güzeldi. Bir şarkı vardı? Provence’i gördükten sonra onları
nasıl çiftlikte tutacaksın?”1
“Onu affettin mİ?”
“Affetmek mi?” Kaşları kalktı ve eli yanağına gitti. “Onu
affetmek mi? Elbette etmedim! Öfkeliyim. Şimdi bu kadar
yıl sonra bunu düşünmek bile kanımın kaynamasına neden
oluyor. Nasıl bizi böyle terk etmeye cüret eder? Beni terk
etmeye nasıl cüret eder? Ve beni en çok neyin kızdırdığını
bilmek ister misin?” Saçlarını düzeltti. “Sona geldiğinde bile
gerçeği, bizi incittiği için üzgün olduğunu söylemeye, bizden
af dilemeye cesareti yoktu. Bunun için onu affedemem. Asla
affetmeyeceğim.”
“Ama Bay Beard’a mutlu olmasını umduğunuzu söyle­
miştiniz!” Son mektupta bu sözcükleri okuduğumda neler
hissettiğimi, sıradışı cömertliği için on sekiz yaşındaki
Lulu’ya nasıl hayran kaldığımı hatırlıyordum.
Lulu ancak acıma diyebileceğim bir şeyle bana baktı.
“Çok gençtim ve kahramanca davranmaya çalışıyordum.
Öyle hissetmem gerekiyor gibi gelmişti, gerçekten iyi bir
insanın hissedeceği gibi.” Gözlerime baktı. “Mektupların
en güzel yanı bu, bilirsin: Olmak istediğin insan olursun.
1 Birinci Dünya Savaşından sonra bestelenen şarkı, (ç.n.)
4S2 R u th Reichl

Seni hayal kırıklığına uğrattığım ı görüyorum ve bunun için


ü zgünüm , am a gerçek bu .”
“Hayal kırıklığına uğramadım, Lulu.” Uğramamıştım.
“Ona kızgın olmana sevindim. Ablamla ilgili hissettiklerim
yüzünden daha az bencil hissetmeme neden oluyor. Ona
bir araba çarptı, aptal bir kazada öldü ve bunu düşününce
ona deli gibi kızıyorum. Hayatı için nasıl bu kadar umarsız
olmaya cüret eder? Nasıl gider ve beni yalnız bırakır? Ve
sonra böyle hissettiğim için kendimi berbat hissediyorum.
Sonuçta o ölü ve ben hâlâ buradayım. Ona nasıl kızarım?”
Beni dehşete düşürecek biçimde ağlamaya başladım.
Babam kalkıp beni sakinleştirdi ve kollarında hissiz-
leştim. Yüzüne baktığımda, sanki sonunda bir soruya yanıt
almış gibi rahatlama gördüm. Lulu ayağa kalktı, odadan
çıktı ve bir kutu kâğıt mendille geri döndü.
“Elbette haklısın.” Lulu sanki bir sohbete kaldığı yerden
devam ediyormuş gibiydi. “Gençken, sevdiğin birisini
kaybedince nasıl, neden olduğu önemli olmuyor. Önemli
olan onların gitmiş olması ve senin de hâlâ burada olman.”
Ellerini yeniden birleştirdi ve sanki bir arada tutmaya çabalı-
yormuş gibi masaya koydu. “Ama adil olmak istiyorum. Bir
sürü adam savaştan kırılmış döndü. Tommy’nin abisi Joe’yu
ve eve dönen acılı adamı düşünüyorum. Babam gerçekten
sevdiği birilerini geride bırakmış olsa ve bize geri dönse...
Belki de böylesi daha iyi oldu.”
Durdu ve pencereden dışarı baktı. “Biliyorsunuz, annem
Paul Jones’la çok mutluydu. Sanırım birçok anlamda birbir­
lerine babama göre daha uygundular.”
“Peki...” babam sonunda birkaç laf etme riskine girdi, “ ...
neden çocuklarınıza anlatmadınız?”
Tatlı Hayat 453

“Büyükbabalarının -gerçek olanının- korkak ve yalancı


olduğunu mu?” Babama döndü. “Hayır, kalsın, ben alma­
yayım. Sürekli adını duydukları ‘kahramanın aslında
insanlıktan nasibini almamış birisi olduğunu bilmelerini
istemedim. Bu çocuklarınızın bilmesini istediğiniz bir şey
olur muydu?”
Babam soruyu düşündü ve bilinçsizce çenesini kaşıdı.
Yorgun görünüyordu. “Zor bir sohbet olurdu... Gerçek her
zaman rahatsız edicidir ama bu bize onu saklama hakkını
vermez.” Gözleri bana kaydı. “Ben de bunu yeni öğreni­
yorum. Billie’den sakladığım şeyler vardı... Haklı nedenleri
vardı; onu korumaya çalışıyordum. Ama şimdi nelere katla-
nabileceğine karar vermenin bana kalmadığını anlıyorum.
Senin de çocuklarının yerine karar verme hakkın olduğunu
sanmıyorum. Bir gün öğrenecekler; senden öğrenmeleri
daha iyi.”
“Haklı olabilirsin. Bazen hayalimde Peter’la tartışıyorum
ve sana katılıyor. Ama Frankie, Jo ve Jiıriin bir gün öğrene­
ceklerini düşünmene neden olan nedir?”
Babam zıpladı. “Dünyadaki en ünlü şeflerden biriyle
uzun bir yazışmam olsaydı çocuklarıma bu mirası aktar­
manın bir yolunu bulurdum. Seninle çok gurur duyarlardı.”
Biraz yavaştım ve ne demek istediğini anladığımdan
emin değildim. Daha zeki olan Lulu ona çelik gibi bakış­
larla baktı. “Size söyledim: Mektuplar gitti. Yangında yok
oldular.”
“Söyledin. Ama sana inanmıyorum.”
“Peki neden?” Eğleniyor gibiydi.
“Dün kütüphanedeydik. Bazı belgeler bağışladığını
söylediler. Yangından önce.”
454
Ruth Reichl

Hayranlık ve korku Lulu’nun yüzünde gezindi. Hangi­


sinin kazanacağını merak ederek çatışmayı izledim. Üçümüz
orada sessizce oturduk. “Mektupları kütüphaneye verdim,”
dedi sonunda. “Ama ölümümden yirmi yıl sonrasına kadar
mühürlü kalacaklarına dair talimatlar bıraktım. Çocuklara
büyükbabalarıyla ilgili gerçeği anlatmam gerektiği konu­
sunda haklı olabilirsiniz ama hikâyemizi dünyayla paylaşmak
için bir neden görmüyorum.”
“Ama kimsenin bilmesine gerek yok!” diye bağırdım.
Lulu bana döndü. “Peki, sence...” dedi, insanların
öğrenmesi ne kadar sürecek? Siz beni aramaya geldiniz ve
son olmayacaksınız. Hayır, üzgünüm; bunu çocuklarıma
yapamam. Veya bu anlamda babama. Güzel bir hikâye değil
ve aile içinde kalmasını tercih ederim.”
Ayağa kalktı ve sonra tabakları topladı. Kahve ve kura­
biyelerle döndü ama onun için mektuplarla ilgili tartışma
bitmişti. “Beni bulmayı nasıl becerdiniz?” Kurabiye tabağını
uzattı. “Henüz anlatmadınız.”
“Kazara oldu.” Ona Bayan Cloverly’yi ve kutuyu anlattım.
Gözleri yüzüme kaydı. “Hâlâ yaşıyor mu?”
“Onu tanıyor musun?”
Lulu kızardı. “Üzgünüm ama tanıyorum. Uzun yıllar
boyunca en iyi müşterilerimizden biriydi. Ama kocası ölünce
değişti ve ziyaretleri bizim için işkence oldu. Çok zor bir
kadındı ve ne zaman dükkâna girse görevliler gizemli biçimde
bir bir kaybolurdu. Kimse onunla ilgilenmek istemiyordu.”
“Leziz!’&e de efsaneydi,” diye itiraf ettim. “Ama muhte­
melen telefonda farklıydı. Aramasını bekliyordum.” Ona
Babe’in mektuplarını anlattım, deniztarağı kremasını anlat­
tığımda Lulu kahkahadan titriyordu.
Tatlı H ayat 455

“Deniztarağı yerine konserve istiridye mi kullanmış?”


“Ve ben ona inandım! Olay bu. Hepsini bilerek yapmış.
Arayıp şikâyet edebilmek için bu tamamen şapşal benliği
uydurmuş.”
“O kadar yalnız olmak,” dedi Lulu, “gerçekten acınası.
Sanırım dükkânda da aynı şeyi yapıyordu. Biz gidince kime
işkence ettiğini merak etmiştim. İyi bir insan olsam onu
arardım.”
“Bu çok hoş olurdu.”
Sonra hınzırlık dolu bir gülümseme yüzüne oturdu,
sonunda bize katılmaya karar veren mektuplardaki Lulu’ydu.
“Bir gün iyilik etme dürtüm baskın geldiğinde o zavallıyı
yemeğe davet edeceğim. Ama şu an için tüm iyilik puanla­
rımı harcadım. Size.”
Oyunculuğu beni cesaretlendirdi. “James Beard’ı bir
daha gördünüz mü?”
“O ilk yolculuktan sonra sadece bir defa.”
“Nasıl oldu?”
“Sizden kurtulmanın o kadar kolay olmayacağını anlı­
yorum. Şimdi daha fazla soru için zamanım yok ama size bir
teklifim var: Akşama planladığımız o yemek için gelin. O
zaman size kakalayacak bir şeyler bulurum.”
Babam boğazını temizledi. “Nazik davetinizi geri çevi­
rirsem kızar mısınız? Cleveland’da planladığımdan fazla
kaldım. Eve gitme zamanım geldi.”
“Sadece biz kızlar o zaman,” dedi Lulu.
Zencefilli Kek Kızı

Lulu kapıyı açtı, bezgin görünüyordu ve bir çırpıcı tutu­


yordu.
“Üzgünüm.” Çırpıcıyı bana verdi. “Yiyecek arama dersi
veriyordum ve geç başladı. Makul bir saatte yiyeceksek
yardımına ihtiyacım olacak.”
“Denerim,” dedim onu koridorda izleyerek. “Ama sizin
için yemek yapmak konusunda biraz gerginim.”
“Neden herkes bunu söylüyor?” Lulu beni mutfağa
sürükledi. “Ç ok saçma!”
Lulu’nun mutfağı sakindi, bu neşeli düzensizlik biraz
M elba Teyzenin tarzını hatırlattı. Bir duvarın tamamında bir
kitap rafı vardı; kitap karmaşası o kadar yoğundu ki kitapların
yarısı yere düşme tehlikesi altındaydı. Pencerelerdeki saksılar
neşeyle el sallıyordu ve bir köşedeki demir ocak odayı nazik bir
Tatlı Hayat 457

sıcakla dolduruyordu. Uzun, iyice yıpranmış bir ahşap masa


odanın ortasındaydı, Lulu uzandı ve üzerine boylu boyunca
esneyerek uzanmış büyük turuncu kediyi nazikçe itti.
“İn aşağı, Stanley.” Kediyi yeniden itti. “Billie karak­
tersiz olduğunu sanacak.” Kedi yavaşça tüneğini terk etmeye
tenezzül ederken ona meşum sarı gözleriyle bir bakış attı.
Masadan zıplamasını izledim ve sonra bir baş dönmesiyle
sersemledim. Kendimi dengelemek için elimi uzattım;
vücudumun sallandığını hissedebiliyordum.
“Billie! Sen iyi misin?” Lulu’nun sesi çok uzaktan geli­
yormuş gibiydi. “Rengin attı. Otursan iyi olur. Bayılmak
üzere gibisin.” Bir sandalye çekti. “Kafanı bacaklarının
arasına koymayı dene.”
Panik atak o kadar ani, o kadar beklenmedik gelmişti ki;
bunları aştığımı sanmıştım. Bir an için doğal olarak nasıl
nefes alınacağını unuttum ve havayı ciğerlerimden çıkar­
maya odaklandım. Lulu endişeyle beni izledi.
“İyi olacağım,” dedim. “Üzgünüm.”
“Üzülmeni gerektirecek bir şey yok,” dedi, sakince
bardağa uzandı. Çeşmeden suyla doldurdu ve bana verdi.
Yavaşça içtim ve tüm enerjimi boğazımdan aşağı inen soğuk
sıvıya odakladım. Lulu bardağı geri aldı ve yeniden doldu­
rurken su etrafa sıçradı.
Lulu elini uzattı ve alnıma dokundu. “Bu yeni gribin
hızlı ilerlediğini söylüyorlar ama senin ateşin yok.”
“Panik atak.” Biraz fazla hızlı söyledim.
Lulu tamamen sakindi. “Hep olur mu?”
“Hayır. Sadece ablam öldüğünden beri. İki yıl kadar
önceydi ve bunu aştığımı sanıyordum. Sadece mutfağa
girince oluyor... onu çok özlüyorum.”
458
Ruth Reichl

“Anlat bana.” Bir sandalye çekti ve yüzü bana dönük


halde oturdu, sonra iki elimi ellerine aldı. O samimi gözle­
rine bakınca Lulu yu, benim Lulu’mu gördüm ve konuş­
maya başladım. Ona Kek Kardeşleri, Genie’yi ve Jaguarı
anlattım. Ve sonra, son olarak kokaini anlattım. Lulu gözle­
rini benden ayırmadı ve ben konuşurken hiçbir şey söyle­
meden sadece başıyla onayladı. “O arabanın benim için
geldiğini hep biliyordum,” diye bitirdim. “Ama şimdi uyuş­
turucuyu duyunca daha kötü oldu. Çok aptaldım. Bilme­
liydim! Onu durdurmalıydım!”
Lulunun yüzü sempati doluydu. “Çocuk olmanın en kötü
yanı bu: Her şeyin senin hatan olduğuna ikna oluyorsun.”
“Sen de mi öyle hissettin?”
Onayladı. “Daha iyi bir kız olsaydım babamın eve döne­
ceğinden emindim. Tüm savaş boyunca babamı aklımda
tuttuğum sürece güvende olacağından emindim. Onu
unutup hayatıma devam edince suçlu hissederdim. Ve geri
dönmeyince... evet, benim hatam olduğunu biliyordum.
Onu hayal kırıklığına her uğratışımda kendime işkence
ettim. Ben daha iyi, daha kibar ve daha cömert olsaydım
bize döneceğine ikna olmuştum.”
“Ama senin hatan değildi!”
“Elbette değildi!” Avucunu masanın üzerine vurunca ses
zıplamama neden oldu. “Ama bunu bilene kadar, gerçekten
anlayana kadar asla bırakamazsın. Bunu yaptığımı sanmıştım
ama Lucette’nin mektubu gelince derinlerde suçluluk
duygusuna bağlı kaldığımı anladım. Fransa’ya gitmek bunu
değiştirdi; sonunda yapabileceğim hiçbir şeyin babamı eve
getiremeyeceğini anladım. Hiçbir şey. Benim hatam değildi.
Özgürdüm.”
Tatlı Hayat 459

“Peki neden onu koruyorsun? Gerçekten özgürsen


dünyanın babanla ilgili ne düşündüğü ne fark eder?”
“Ah, Tanrım! Bu tuzağa kendim düştüm, değil mi?” Lulu
ayağa kalktı.
Mutfakta etrafıma bakındım. Sersemlik gitmişti. “Genie
seni asla tanımayacak.” Bunu yüksek sesle söyledim.
“Hayır.” Anlamış gibiydi. “Asla tanımayacak.”
Gözlerimi kapattım ve bir an için yeniden Kek Kardeş­
lerdeydim. Genie masada yeni bir pasta çiziyordu ve kafamda
tarifi oluştururken kaleminin kâğıt üzerinde hareket edişini
izliyordum. Gözlerimi açtım ve görüntü buharlaştı. Lulu
yüzünde sempatiyle beni izliyordu.
“Birçok suç çeşidi var.” Sesi nazikti. “Her zaman en
affedilmez olanının bir yetenek sahibi olmak ve ona sırtını
dönmek olduğunu düşündüm.”
Bana vurmuş olsaydı daha az canımı yakardı. İnsanlar
aynı şeyi daha önce de söylemişlerdi -Sammy, Diana, hatta
Thursday- ama onları duymaya hazır değildim. Şimdi
hepsini süzdüm ve içimdeki iyiden kaçmaktan vazgeçmenin
zamanı olduğunu anladım. Yemek yapmak benim yetene-
ğimdi ve Genienin ölümü bunu değiştirmemişti.
Ayağa kalktım ve Lulu’ya baktım. “Hiç zencefilin var mı?”
“Başka neye ihtiyacın var?”
“Bir portakal. Tereyağı. Un. Yumurta.”
Lulu dolabı işaret etti, kakule, tarçın ve karanfil için
uzandım.
Lulu burbon aramaya gitti ve ben de mutfağı devralıp
odayı ezberlemeye çalıştım. Bu huzurlu yeri saklamak ve
bir daha paniklediğim zaman şimdi nasıl hissettiğimi hatır
lamak istedim.
460 Ru th Reichl

Portakalı aldım ve kabuğunu rendeledim, havayı


dolduran asidik kokunun tadını çıkardım. Zencefili ezdim
ve bıçağımın altındaki patlamayı hissettim. Unu eledim ve
izlerin yağlı kâğıda çıkmasını izledim.
Akşam çöküyordu, solan ışık mutfağın parlamasına
neden oldu. Uzakta bir yerlerde Lulu radyoyu açmıştı, hafif
bir müzik odaya doldu. Şekeri yağla çırptım ve iki maddenin
birleşmesini izledim. İlk yumurtayı kırdım ve beyazının
kadife çiçeği rengiyle büyülendim. Baharatları karıştırmaya
başlayınca Stanley masaya yeniden zıpladı ve burnunu
merakla kâseye soktu.
“Bunu yapmaman gerektiğini biliyorsun.” Lulu burbonu
bana verdi. Stanley mağrur bir bakış attı ve kuyruğunu
gururla havada tutarak uzaklaştı.
Kek kalıplarını yağladım, biraz un serptim ve hamuru
doldurdum. Üstlerini düzeltim, büyük bir dikkatle kalıpları
fırına koydum. Fırının kapağını kapattım ve sonunda sağlam
zeminde olduğumu bilerek fısıldadım. “Artık deprem yok.”
Son Mektup

Sevgili Genie,
Babam ve Melba Teyze evleneli tam bir yıl oldu. Büyük
bir olay değildi, evde sadece dördümüz vardık ama
güzeldi.
Seni özledim ama zaten hep özlüyorum. Farklı olan
şimdi sen yanımda değilken saatler geçirebiliyorum.
Söylemeye çalıştığım şey, hâlâ yas tutuyorum ama katla­
nılır hale geldi.
En kötü kısmı şu: Mitch'i asla tanımayacaksın.
Sanırım onu benim kadar severdin. (O da seni severdi
ama bu artık beni eskisi kadar korkutmuyor. O günler
sona erdi.)
Ve en iyi kısmı: Her gün mutlu olduğumu bildiğim bir
an oluyor.
462
Ruth Reichl

Lulu sürekli buralarda; New York'a doyamıyor.


Şimdi o ve Sammy çok yakın olduklarından bu fırsatı
kaçırmanın yazık olacağını söylüyor. Bazen bizimle
kalıyor ama onunla kalmayı tercih ediyor. Sanırım
bütün gece uyumadan konuşuyorlar. Sammy hâlâ onu
kitap için ikna etmeye çalışıyor. Bu konuda ona iyi
şanslar.
Bir kitap olacaksa Sammy'nin kitabı olacak. Ben
çok yoğunum. Ohio'dan dönünce Sal bana bir teklif
yaptı. Fontanari Fırını açmak istiyordu ve bunu benim
yapmamı istedi. Söylediği, "Rosie senin bu iş için yara­
tıldığını düşünüyor. Ve o asla yanılmaz. Yeteneğini
harcamayı bırak," oldu.
İlk birkaç ay için fırın iyi iş yaptı. Sonra MJ açıldı,
Jake onların hamur işlerini tedarik etmemizi istedi ve
ortalık yıkıldı. Maggie mutfakta, Jake ön tarafta ve
mekân o kadar deli bir başarı sağladı ki yetişmekte
zorlandım. Önümüzdeki ay Diana bana yardım etmek
için New York'a taşınacak. Ned'de gelebilir ama
Diana diyor ki, Ned'le zencefilli kek tarifine ulaşmak
arasında kaldığında...
Mitch ve ben muhtemelen evleneceğiz. Bir gün.
Ailesini davet etme fikrini her düşündüğünde çekiniyor.
Ve asla büyük bir düğün istemiyorum. (Fontanari Fırını
düğün pastası yapmıyor. Para ne kadar olursa olsun.)
Bazı üzücü haberler de var. Anne Milton geçen ay,
Leziz! mektuplarını sınıflandırmayı bitirdikten hemen
sonra öldü. Her zaman tahmin ettiğim gibi oldu:
Uyumaya gitti ve uyanmadı. Onu ne zaman özlesem
zamanın zihnin bir oyunu olduğunu düşünüyorum ve
Tatlı H a yat 463

bir yerlerde bir başka sokakta yürüdüğünü biliyorum.


Ve ne zaman bunu düşünsem senin de onunla oldu­
ğunu biliyorum.
xx b
Billienin Zencefilli Keki

Bu kekle ilgili bir sürü anım var. Tüm yapmam gereken


zencefili rendelemeye başlamak ve sonra yeniden on yaşın­
dayım, Genie ve Melba Teyzeyle birlikte mutfakta yemek
yapmayı ne kadar sevdiğimi öğreniyorum. Portakalları alınca
LezizJ’â zki ilk günümde Jake’in benden onun için yemek
yapm am ı istemesini düşünüyorum, artık korkmadığım
için minnettarım. Kek fırına girdiğinde, zengin baharatlı
aromasını havaya verdiğinde, Lulu’yu ve onu kısa zamanda
bulduğum için ne kadar şanslı olduğumu düşünüyorum.
Kek kaplandığında harika ama ertesi gün daha da iyi:
daha baharatlı, zengin ve daha güçlü. Ağzıma küçük bir
dilim koyunca samimi yoğunluğu artık hayatımı ne kadar
sevdiğimi hatırlatıyor ve ikinci ısırık için Mitch’e uzatı­
yorum.
Tatlı Hayat 46 5

Zencefilli kekim annemin yaptığı kadar iyi mi? Nasıl


bilebilirim? Ama şunu biliyorum: Yeterince iyi.

KEK
tam tane karabiber
tam karanfil
tüm kakule
1 tarçın çubuğu
2 kâse un
1 çay kaşığı kabartma tozu
1 çay kaşığı karbonat
Vı çay kaşığı tuz
3 büyük yumurta
1 büyük yumurta beyazı
1 kâse ekşi krema
1 yh çubuk (180 gr) tuzsuz tereyağı, oda sıcaklığında
1 kâse şeker
2 büyük parça taze zencefil kökü (ince kıyılmış, sıkı pakette Vakâse)
2-3 portakal kabuğu (1 Vı çay kaşığı, ince kıyılmış)

Fırını 180 dereceye önceden ısıtın. 6 kâselik Bundt tepsisini


yağlayıp un serpin.
Karabiber, karanfil ve kakuleyi öğütün, her birinden lÂ
çay kaşığı alın. (Önceden çekilmiş baharat kullanabilirsiniz
ama tadı bunun kadar iyi olmaz.)
Tarçın çubuğunuzu öğütün ve 1 çay kaşığı alın. (Yine
mecbursanız çekilmiş tarçın kullanabilirsiniz.)
Unu, kabartma tozu, karbonat, bahara ve tuzu küçük bir
kâsede karıştırın.
466 Ruth Reichl

Bir başka küçük kâsede yumurtaları ve yumurta beyazını


ekşi kremayla çırpın. Bir yere ayırın.
Yağı ve şekeri mikserde köpük gibi hafıfleşene, neredeyse
beyaz olana kadar çırpın. Bu üç dakika kadar sürmeli.
Zencefil kökünü -burada çok zencefil var- ve portakal
kabuğunu rendeleyin. Ve şeker yağ karışımına ekleyin.
Un karışımıyla yumurta karışımını sırasıyla hamura katın
ve çırpın. Hamur köpük kadar hafif olmalı.
Hamuru hazırladığınız kalıba koyun ve kek altın sarısı
olana kadar 40 dakika pişirin.
Dışarı çıkarın ve 10 dakika kalıpta soğutun.

SO S
kâse burbon
1 V2 yemek kaşığı şeker

Kek, kalıbında soğurken burbon ve şekeri küçük bir tavada


4 dakika kadar kaynatın. 1/3 kâseye düşecektir.
Kek hâlâ kalıbındayken burbon karışımının yarısını
fırçayla üstteki yüzeye (kekin altına) sürün. Şurubun birkaç
dakika nüfuz etmesini bekleyin ve sonra keki ters çevirin.
Kalan karışımı kekin üstüne sürün.

JÖ L E
3A kâse pudra şekeri
5 çay kaşığı portakal suyu

Kek soğuyunca şekeri portakal suyuyla karıştırın ve kekin


üzerine rastgele damlatın veya bir sıkma şişesiyle kontrollü
biçimde üzerine serpin.
YAZAR NOTU

Bu kitap bir kurgudan ibarettir. Her ne kadar James Beard


birçok dergi için yazı yazmış olsa da Pickwick Yayınları
için hiç çalışmadı. Lulu Swan ona mektup yazmışsa cevap
vermiş olduğunu düşünmek isterim (mektup yazanlara karşı
çok çok cömertti). Bay Beard gerçekten suflenin çökmesine
neden olacak tek şeyin onun çökmesinden korktuğunuzu
anlaması olduğunu söylemiştir ve İkinci Dünya Savaşı sıra­
sında hayatındaki ayrıntılar doğrudur. Ama Lulu’ya mektup
yazdıysa bile, bu mektuplar bulunamadı.
TEŞEKKÜR

Benim için yazmak bir bekleyip görme işi. Küçük stüd­


yoma gidiyorum, odun sobamı yakıyorum, sonra bilgisa­
yarımı açıyorum ve ekrana bakıyorum. Radyoyu açıyorum.
Radyoyu kapatıyorum. Koltuğum la oynuyorum. Ve sonra,
iyi günlerimde bir süre için kayboluyorum. Yazma gerçekle­
şiyor ve ben içinde oluyorum.
D aha önce hiç kurgu yazmadım ve süreci hiçbir şekilde
anlatamam. A m a ilk teşekkürüm kendilerini bana veren
karakterlere, Billie, Lulu, Sammy, M itch ve Jake’e.
Sonraki teşekkürüm Susan Kam il’e. Hem eleştirel hem
de cesaretlendirici olm ak gibi son derece nadir bir editörlük
kalitesine sahip. Karakterlerinize âşık oluyor. Siz düşün­
mezken bile onları düşünüyor. Ve kitap, olabileceği kadar
iyi olana kadar durmanıza izin vermiyor. O olmasa bu kitabı
yazamazdım.
Tatlı Hayat 469

Ayrıca temsilcim Kathy Robbins’e büyük minnet borç­


luyum. Kendimi birden işsiz bulunca, “Hep bir roman
yazmak istediğini söylerdin. Şimdi zamanı,” dedi. Sonra
elimi tuttu ve sayısız taslağı okuyarak bu süreç boyunca beni
yalnız bırakmadı.
Kocam Michael Singer ve oğlumuz Nick’e teşekkürler.
Gerçekten onlarla birlikte olmayıp kafamda Timbers
Konağı’nda gezdiğim sayısız akşam yemeğine katlandılar.
Benzersiz Ann Patchett taslağı okuduğunda ve bana
düşünceli notlar iletti. Bir daha asla Çehov kuralını unut­
mayacağım. Umarım kitabın arka planı üzerine konuşarak
geçirdiğimiz gün, benim için olduğu kadar onun için de
eğlencelidir.
MacDowell Colony bu kitap üzerine çalışmak için
mükemmel yeri sundu, oradayken bulduğum huzur, zaman,
destek ve dostluk için gerçekten minnettarım.
Ayrıca teşekkür etmek istediklerim: Projelerimi takip
eden asistanım Francesca Gilberti. Kek için danışmanlık
yapan zencefilli kek uzmanları Robin McKay ve Maggie
Ruggiero. The Robbins Office’teki herkes, David Halpern,
Louise Quayle ve özellikle her zaman neşeli, heyecanlı,
umutlu, yardımsever olan Arielle Asher. Random House’taki
harika ekibe ve kitap daha yazılmadan adını veren Gina
Centrello’ya. Sam Nicholson, Molly Turpin, Avideh
Bashirrad. Harika tasarımı yapan Barbara Bachman. Her bir
kelimeyi kontrol edip kronolojiyi çözen harika redaktörler
Loren Noveck ve Kathy Lord’a borçluyum.
Son olarak bu kitap için ilham kaynağı olan birçok
mutfak insanına teşekkür etmek istiyorum. Tanışma fırsatı
bulduğum yetenekli kasap, fırıncı, çiftçi, çikolatacı ve
peynircilerden çok şey öğrendim. Ve elbette tüm aşçılara
sonsuz teşekkürler. İnsanları beslemek cömertliktir -iyi bir
aşçının pinti olabileceğini sanmıyorum- ve bunu onurlan­
dırm ak için elimden geleni yaptım.
Değerli Okuyucumuz,
Pena Yayınları’nı seçtiğiniz için teşekkür ederiz. Okuduğunuz bu
kitabın beklentinizi karşıladığını umarız. Pena’da, bir kitap kapanır, yeni
bir iletişim başlar.
Bize www.penayayinlari.com ve www.facebook.com/penayayinlari
sayfalarımızdan ulaşarak bu iletişimi daha da zenginleştirebilirsiniz:
• Kendiniz ve arkadaşlarınız için kitap önerilerine göz gezdirebilir,
• Kitap videolarını izleyebilir,

• Kitaplarımızın ilk bölümlerini okuyabilir ve kendiniz için en uygun


olanı seçebilir,
• En sevdiğiniz yazarların imzalı kitaplarına ulaşabilir,
• Yarışmalarımıza katılabilir ve hediyeler kazanabilir,
• Yazarlarla iletişime geçebilir,
• Görüşlerinizi paylaşabilirsiniz.

Aşağıdaki bilgilerinizi okuyucu@penayayinlari.com adresine


gönderdiğiniz takdirde bu fırsatlardan her zaman yararlanabilirsiniz.

Ad:
Soyad:
E-posta:
Doğum tarihi:
Cinsiyet:
Adres (Kataloğumuzun adresinize gelmesini istiyorsanız):

* Yeni! İletişim bilgilerinizi doldurduktan sonra bu sayfanın fotoğrafını


çekip yukarıdaki e-posta adresimize gönderin, bu fırsatları kaçırmayın.

Sevgilerimizle,
PENA YAYINLARI

You might also like