Professional Documents
Culture Documents
Nurdan Gürbilek Kör Ayna Kayıp Şark
Nurdan Gürbilek Kör Ayna Kayıp Şark
© N urdan Gürbilek, 2 0 0 4
© M e tis Yayınları, 2 00 4
ISBN -13: 9 7 8 -9 7 5 -3 4 2 -4 8 9 -8
N urdan Gürbilek
Kör Ayna, Kayıp Şark
EDEBİYAT VE ENDİŞE
metis
NURDAN GÜRBİLEK
BÜTÜN YAPITLARI
Giriş
9
Kadınsılaşma Endişesi
Efeminc Erkekler. Hacitm Oğullar,
Kadtn-Adanılar
51
Doğıt'nun Cinsiyeti
Kudretli Erkek, İhtiyar Âşık, Mistik Anne
75
Müebbet. Çocukluk
Her Zaman Eksik, Her-Zaman Muhtaç,
Her Zaman Çocuk
139
Çocuk Ulkc Edebiyatı
Kahramanın Seçimi, Kabilenin Masalı
169
Anlatabilmeiiydim
Sahicilik, Sahtelik, Sahtecilik
195
Çiftkalpli Yapıt
Tiksinti ve Çilecilik. Kendi ve Öteki
213
Giriş
Kar Ayna, Kayıp Şark edebiyata yön veren endişelerden söz ediyor.
"Endişe" derken yalnızca yazarın değil, okurun da yabancısı olma
dığı, başkalarına bir şeyler anlatmaya çalışan hemen herkesin yakın
dan tanıdığı huzursuzluğu kastediyorum. Anlatmanın yarenlik et
mekten farkını sezmiş herkes yaşamıştır bunları: Anlatmak istediği
mi iyi anlatabilecek miyim? Benden önce anlatanlardan farklı, daha
iyi anlatabilecek miyim? Etki altında mı kalacağım yoksa? Karşım
daki anlayabilecek mi beni? Gülünç duruma mı düşeceğim? Kendi
mi boşuna eleverecek, başkalarının gözünde küçük mü düşeceğim?
Anlattıklarımı dinledikten sonra başkaları ne düşünecek hakkımda?
Diyelim anladılar; anlatmaya değer mi ki hikâyem? Hem sonra ya
şanan yaşandı bitti; bir anlamı var mı anlatmanın?
Anlatmayı başlı başına bir soruna dönüştüren bir yığın endişe.
Üstelik bütün bu endişelerin çoğu zaman ulusal-kültürel endişelerle
iç içe geçtiğini de biliyoruz. Peyami Safa’nm "Türk nıhunun en bü
yük işkencesi" olarak tarif ettiği "Doğu-Batı sorunu'na doğan mo
dem Türk edebiyatı için özellikle geçerli bu. Ama ben edebiyatın hu
zursuzlukları, anlatmanın sancıları üzerinde yoğunlaşan bu kitapta,
bugüne kadar daha çok "Batılılaşma", "ulusal küllür", "kültürel kim
lik" gibi kavramlar etrafında tarlışılagelen sorunlann yazar için nasıl
olup da bir içsel endişeye dönüştüğünü anlamaya çalışacağım. Yaza
rın iç dünyasını bir ulusal-kültürel problemle açıklamak yerine, tüm
toplumu ilgilendiren bu büyük endişenin nasıl içsel endişelerle iç içe
geçtiğini, nasıl olup da bir "ruhsal işkcncc"yc dönüştüğünü, nihayet
bu işkencenin anlatma çabasını nasıl derinden etkilediğini açıklama
ya çalışacağım. Bu kitaptaki toplumsal cinsiyet eksenli okumaları,
özellikle de "Erkek Yazar, Kadın Okur", "Kadınsılaşma Endişesi" ve
10 KÖR AYNA. KAYIP ŞARK
kek neden bir kadınsı okur, bir efemine züppe olarak temsil edil
işti? Züppe neden hep kadınsı bir figür, bir kadın-adam olarak an-
tılmıştı? Ayıtı anda hem bir modernlik işareti hem de tehlikeli bir
lavuz olarak görülen romanın kadınsılaşmayla ilişkilendirilmesi
:den? Etkilenme neden hep aşırı etkilenme, aşın etkilenme neden
emineleşme anlamına geliyor? Daha önemlisi, bütün bunlar yaza-
ı kendi etkilenme endişesi hakkında ne söylüyor bize? Etkilenme
ıdişesi neden aynı zamanda bir kadınsılaşma endişesi olarak ya
ndı bu ilk romanlarda? Kendisi de roman yazan, o halde yabancı
kilere açık olan yazarın iç dünyasında nasıl bir çatışmaya yol aç
ış olmalıdır bu?
Cemil Meric'in, Türk kültürünün Avrupalılaşmayla birlikte yaşa-
ğı yenilginin "cenk meydanlarında değil, yatak odalarında" yaşan-
ğını söylemesi tesadüf değil. Bu tür ifadelerin yalnızca Meriç'in
zgın üslubuna özgü olduğunu da düşünmeyelim. Doğu-Batı ilişki-
başından bu yana evliliğin, en azından kadınla erkek arasındaki
nsel ilişkinin terimleriyle, bir baştan çıkma hikâyesi olarak, ya da
sm Peyami Safa’nın hem de Cemil Meriç'in başvurduğu bir benzet-
eyle söylersem, "zifaf döşeği"nde kurulmuş bir ilişki olarak düşü-
ilmüştü. Bu ilişkide eril olan, erkek olan Doğu’ydu başlangıçta,
enç Batı'ya nüfuz edecek, onu fethedecek, oradan aldığı ganimeti
:ndi halkına dağıtacaktı Doğulu yazar. Aşağı yukarı böyle bir fetih
ilyasıyla tanımlanmıştı Doğu nun eril kimliği.
Bu fetih hülyasının bugün de lam yıkıldığı söylenemez. Yine de
ı süreçte süreklilikler kadar kopuş noktaları, tekrarlanan kalıplar
ıdar kalıbın bozulduğu yerler, anlatıcı kimliğinin inşa edildiği an-
r kadar çözüldüğü anlar da önemlidir. "Doğu'nun Cinsiyeti" adlı
ızı biraz da bu sorulara cevap arıyor: İlk romancıların eril bir akıl-
, fethetme ve bozma kudretiyle ilişkilendirdiği Doğu nasıl oldu da
ıdretsiz bir erilliğe, bir "ihtiyar âşık’a, "rezil bir zevkperest"e dö-
iştü sonradan? Daha önemlisi, nasıl oldu da kadınsı bir "ruh diya-
’na, mistik bir anayurda, "imkânların imkânım saklayan" doğur-
ın anaya dönüştü? Nasıl oldu da "cl değmemiş mazi rüyası" ve
aunis ayna"sıyla dişil bir sahneye, bir "ana Şark"a dönüşebildi?
uşkusuz aynı kopuş Batı imgesi için de geçerli: Nasıl oldu da fet-
12 KÖR AYNA. KAYIP ŞARK
❖
OSMANLI-TÜRK romanının erken örneklerini okuyanlar, ilk bakışta
önemsizmiş gibi duran bir ayrıntının farklı yapıtlarda tekrar tekrar
karşılarına çıktığını fark etmişlerdir. Ahmet Midhat'tan Yakup Kad-
ri'ye, Hüseyin Rahmi'den Halid Ziya'ya, Nabizade Nûzım'dan Peya-
mi Safa'ya yarım yüzyılı aşkın bir süre boyunca yayımlanmış ro
manların birçoğunda kadın kahramanın elinde bir roman vardır. Da
ha önemlisi, okuduğu romandan fazlasıyla etkilenmiştir kadın. Ah
met Midhat'ın Müşaheden'ında küçük yaşta anasız babasız kalan
Agavni, hayatı okuduğu romanlardan öğrenir örneğin; romanların
da etkisiyle sefih bir hayatı seçer. Ahmet Midhat'ın Bahtiyarlık adlı
uzun hikâyesinde bu kez Nusret Hanım romanların etkisiyle hayalle
hakikati karıştırır; yanlış adamı koca seçer. Aynı yazarın Jön Türk'
ündeyse okuduğu kitaplar yüzünden bir ifrat-kadına dönüşen, so
nunda da canına kıyan frenkmeşrep Ceylân çıkar karşımıza. Yine de
örnekler Ahmet Midhat’Ia sınırlı değildir. Nabizade Nâzım'ın Zehra'
sında Zehra da aşkı romanlardan öğrenir.
Hayatı ya da aşkı romandan öğrenen kadınla ilgili bu ayrıntının
dönemin gerçeklerini yansıttığını söylemekte acele etmeyelim. Çün
kü her fırsatta tekrarlanan bir kalıba, erken romanın neredeyse tür
sel özelliğine dönüşmüştür ayrıntı. Zehra'da kocasını bir cariyeyc
kaptırınca yine romana döner Zehra; ihanet eden kocasından inti
kam alabilmek için bir intikam romanı, Alexander Dumas'nın Mon
te Kristo'sunu okur. İntikam almayı beceremeyince bu kez de oku
duğu romanların cesurca intihar eden kadın kahramanlarına özenir.
Tesadüf mü; Aynı romanda kocayı ayartan cariye Sırrıcemal de boş
20 KÖK AYNA, KAYIP ŞARK
II.
rinde lıovarizmi bir içsel lelkiıı eksikliği, kişinin "dış çevrenin telkinine boyun eğ
mesi” olarak ianımlar. Zamanla bir edebi terime dönüşen "bovarizm" kişinin (ya
zarın ya da kahramanın} kendini başkasının yerine koymasını, bir başka deyişle
gerçek dışı, sahte bir kendiliğe sığınma eğilimini belirtir.
22 KÖR AYNA. KAYIP ŞARK
bütün romanlarında neden roman okuyan bir genç kız var? Sefile'de
Mazlunıe ve İkbal. Bir Ölii/ıii/ı Defterinde Nigâr, Ferıli ve Şürekâ
sı' uda Hacer, neden hepsi boş zamanlarında roman okur? Neınide'de
"can sıkıntısı" hastalığının pençesindeki Nemide yalnızlık içinde ge
çen saatlerini neden "babasının kütüphanesini dolduran kitaplardan
birini okuyarak veya gökyüzünde parlayan yıldızlardan birini seyre
derek" geçirir? Birçok romanda konuyla doğrudan ilgisi olmasa bi
le neden ısrarla romana girmiştir bu bilgi? Reşat Nuri Güntekin’in
Yaprak Dökümünde Ali Rıza Bey'in içine kapanık kızı Fikret örne
ğin, neden "hasta gözü için bir tehlike teşkil edecek kadar çok" ro
man okur? Çalıkuştinun Feride'si Anadolu'nun ücra bir kasabasında
öğretmenliğe gitmeden önce, neden "La Dam O Kamelya rolü oyna
yan bir aktris jestiyle" ya da "romanlarda okuduğu Amerikan kızla
rı gibi" davranır? Mehmet Rauf Genç Kız Kalbi'nde "genç kız kal-
bi"ni neden "edebiyatın hayat veren ziyalariyle beslenmiş", okudu
ğu kitapların vadettiği parlak hayatın özlemiyle hülya cenneti İstan
bul'a gelen "hassas, hülyalı, şiir sever" Pervin aracılığıyla anlatmayı
dener? Gerçekten de Flaubert'vari bir arzu, bovarist bir kapılma öy
küsüdür Genç Kız Kalbi. Pervin şair Behiç Bey'e âşık olur; ama Be-
hiç Bey'in kendisinden de önce şiirlerine "mukavemet edilmez bir
surette" bağlanmıştır. Mehmet Raufun Pervin'in ağzından yazdığı
şu bölüm, etkilenmeye fazlasıyla açık kadın okurun bu şuursuz sü
rüklenişini en iyi yansıtan pasajlardan biridir: "Hiçbir zaman hiçbir
kitap bir kalbi, benim bu kitapta okuduğum kadar coştumıanııştır.
Artık hayatım benim değil, iradem elimde değil, ölmek, yaşamak,
mes’ut olmak için onun bir emrini, bir işaretini bekliyorum; ve ye
min ederim ki, saadetle hayatımı feda ederim."
Romanlara gerçeği yansıtan belgeler olarak baksaydık açıkla
mak kolay olacak, bu yapıtlardaki kadın okur bolluğunu gerçek ha
yatta roman okuyan kadınların çoğaldığını gösteren bir sosyolojik
veri olarak görecektik. Oysa yazarın bir problemle baş etmeye çalış
tığı metinlerdir aynı zamanda romanlar. Nasıl rüyanın içeriği rüya
da görülenden çok, rüyayı gören hakkında fikir verirse, romanlarda
yularcasına roman okuyan, okuduğu romandaki kahramanlara öze
nen, bu kapılma yüzünden gerçekle bağım yitirmiş kadının bu kadar
24 KÖR AYNA. KAYIP ŞARK
III.
IV.
oranla daha fazla önem kazandığı modem şiiri açıklamak üzere ge
liştirmiş olması tesadüf değildir. Ama sonraki yıllarda yalnızca mo
dem şiirin değil, yalnızca şiirin de değil, tüm güçlü edebiyat yapıtla
rının temelinde bu endişeyi arayacak, edebi etkilenmenin temel ger
çeğinin bu karşı konulmaz endişe olduğunu söyleyecektir Bloom.
Çünkü önce gelen yazarlar yerlerini kolay kolay yenilerine terk et
mezler: Herkes Shakespeare'e göre gecikmiştir. Bu bilginin ışığında
romana dönersek, orada da benzer bir paradoks olduğunu görürüz.
Özgün bir tür olarak, bir özgünlük arzusuyla ortaya çıkmıştır roman;
ama diğer yandan özgünlüğün zeminini yitirdiği, arzunun giderek
kitabileştiği bir dönemin ürünüdür. Tek tek her bireyin anlatılmaya
değer bir yaşamöykiisü, tekil ve yepyeni bîr deneyimi olduğu fikrin
den hareket eder roman; ama diğer yandan sirayet eden arzuların,
bulaşıcı tutkuların, salgın bir hastalık gibi yayılan fikirlerin tehdidi
altındadır deneyim. Dahası, deneyimin tekilliğini yitirmesinde ro
manın kendisi de etkili olmuştur. Doğallığı ve kendine yeterliliği
öven Paul ve Virginie yazılır yazılmaz doğallık da kendine yeterlilik
de çoktan ortadan kalkmıştır. Paul ve Virgiuie Flaubert'in Emma Bo-
vary'sinin de Samipaşazade'nin Dilber'inin de başucu kitabıdır artık.
Bu paradoks romanın yalnızca konusunu, yani yalnızca roman kah
ramanının dinamiğini değil, aynı zamanda romanın türsel dinamiği
ni de oluşturur: her roman ister istemez kendinden önceki romanlar
la ilişkiye hapsolmuştur. Fransız eleştirmen Rene Girard'ın modele
duyulan hayrarılık-düşmanlık diyalektiği üzerine kurulu "dolayım-
lanmış arzu" kuramını öncelikle bir roman kuramı olarak, özellikle
de ondokuzuncu yüzyıl Avrupa ve Rus romanından yola çıkarak te
mellendirmiş olması tesadüf değildir.7 Özgünlükte ısrar eden yaratı
cı zihin modelin gölgesini fark ettiğinde, kendiliğindenlik arzusu
dcvralınmışlığını sezdiğinde, emsalsizlik özlemi gecikmişliğini gör
düğünde, işte böyle bir endişe anında, arzunun ödünç alınmış oldu
ğu gerçeğine, modelin gölgesine, bu borçlannuşlığa tahammül ede
bilirse derinleşecektir roman.
cak kadar ağır bir safdillikle roman okuyan kadının romanla imtiha
nına yer verebilmişti. Özellikle de Cumhuriyet dönemi romanında,
kadının Batıya duyulan arzuyla imtihanına dönüşür bu. Kiralık Ko
nak’ta artık ulusal benlik kaybının simgesi olmuştur kadın okur; okur
olması aşın etkilenmesi, aşın etkilenmesiyse kendini kaybetmesi de
mektir. Yerli kadın yabancı kitapların çekim alanına girmiş, okudu-
■ğu romanlar yüzünden yabancı dünyalara kapılmıştır. Pevami Sa-
fa'nın Bir Tereddüdün Romanı'ndu yer verdiği marazi kadın okurdan,
"romanesk muhayyilesinin ısran"yla zıvanadan çıkmış, "romanesk
bir cinayet yapmak isteyen hayalperest" Vildan'dan söz etmiştim yu
karıda. Romanın adı bizi yanıltmasın: Aslında tam da etkiiennıişliğin
getirdiği endişeyi savmak, endişeye eşlik eden tereddüdü kovmak.
ya2 arm iç dünyasını tereddütten arındırmak üzere romana konmuş
gibidir Vildan. Tereddüdü cinnete vardırmış bu marazi okur sayesin
de, Goethe'nin Werther'inden etkilenip ölümü seçenleri ya da "Ba-
udelaire'i, Nictzsche'yi, Dostoycvski'yi okuyup Allah'a, cemiyete,
insana, kendine isyan" edenleri temsil eden bu tekinsiz okur sayesin
de, romanın esas kahramanının (Peyami Safa'nın romandaki temsil
cisi olan yazarın) inanmakla inkâr arasında, kendi kendini tahrip aş
kıyla yaratıcı hırslar arasında, hürriyetin tadıyla boşluğun esareti,
ölüm korkusuyla hürriyet iştiyakı, cemiyetin parçası olma isteğiyle
bohem hayat arasında yaşadığı onca tereddüt mutlu sona olmasa da
milli sona bağlanmış olur. Vildan’m hazin sonundan ders çıkartıp
"çılgın, kudurmuş tereddüd "ün kendisini karşısına alacaktır yazar.
Zaten romanın sonunda "kudurmuş tereddüt vc şüphe çağina, milli
duygularını kaybetmiş ”deracine"'lere, "desenchantee"lere, köklerin
den kopmuş monden "harp sonu kızlan’na, "ruh azabını "vice" olarak
taşıyan münevver cici beyler ve hanımlar"a, "onların Bodlerycn ede
biyatı ve Niceen Felsefesine, "’metempsycose hayalleri içinde felse
fe yapanlar"a, "bütün bir harp sonu neslinin rom anina, "Avrupa fik
riyatının züppeliğine çatacak, her türden ruh buhranına karşı milli
duyguları savunan, içtimai köklerimize geri dönme çağrısıyla ta
mamlanan bir vaaz verecektir yazar. Nihayet yazarın tereddüde yol
açan bütün ilgilerinden kurtulup doğan güneşle birlikte yeniden doğ
masıyla biter Bir Tereddüdün Romanı; tereddüdün değil, tereddüdün
38 KÜR AYNA. KAYIP ŞARK
V.
10. Ahmet Haindi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabc-
vi. 9. basım. 2001. s. 462.
11. "Kendine ait oda" benzetmesi Handan İnci’nin. "Felsefe-i Zenân Hakkın
da", Fctscfc-i Zenân. yayıma hazırlayan Handan İnci, Arma Yayınlan. 1998.
40 KÖR AYNA. KAYIP ŞARK
da fenadır, tefrit de" (aşırılık da kötüdür eksiklik de) tarzı bir ona yo
lu benimsemesine rağmen farklı yapıtlarında farklı vurgular vardır.
Örneğin Fatma Aliye Hanım'la birlikte kaleme aldığı Hayâl ve Haki-
kat'de roman okumanın kadındaki "boş hayallere kapılma" (ya da
Ahmet Midhat'm bilimsel teşhisiyle "hyslcrie") eğiliminin kaynağı
olmadığı, tersine roman okumayı yasaklamanın histeriyi daha da ar
tıracağı gibi yenilikçi bir tavır alırken, Buhtiyarlık'\ak\ mesaj olduk
ça muhafazakârdır. Romanlardan etkilenen Nusret Hanım hoppa mi
zaçlı, sefih ve züppe Senai’yi koca seçerken "Ferhad ile Şirin", "Şah
İsmail", "Arzu ile Kanber" gibi masallardan etkilenen Zeliha roma
nın olumlu kahramanı Şinasi'yle evlenir. Jön Türk'ün mesajı da çok
farklı değildir. İşi melunluğa vardırıp sonunda intihar eden alafranga
Ceylân'ın okuduğu kitaplar yabancı kitaplarla sınırlıyken "yeniyle
eskiyi meze ederek" mükemmel bir eğitim gördüğü söylenen Ahdi-
ye'nin kütüphanesine yeni romanlar şöyle dursun "Şah İsmail'lerin,
"Kerem"ierin, "Âşık Garip'ierin bile girmediğini öğreniriz. Roma
nın sonunda evlenip mutlu olan iyi kızın kütüphanesi "Muhammedi-
ye"ler. "Ahmediye"ler ve "Battal Gazi" hikâyelerinden ibarettir.
Düz bir çizgiden çok, bir sarkaç hareketiyle işliyor gibidir endi
şe. Önce yenilikçilik, sonra endişe: bu kez endişe, sonra muhafaza
kârlık. Yine de yazarın aklına yeni romanlara olan "donkişotça” ilgi
yi getiren "boş hayallere kapılma" yatkınlığının hemen her dunımda
ifrata kaçan kadm okur (ya da kadmsılaşmış züppe) üzerinden tartı
şılmış olması tesadüf değildir. Jale Parla, Ahmet Midhat'ın Jön
Türk’ünde aşırı Batıklaşan Ceylân’ın intiharının, yine Batı'dan aşırı
etkilenen yazar Beşir Fuad’ın intiharının bir edebi projeksiyonu ola
bileceğine işaret eder.MAhınet Midhat'ın gözünde Beşir Ftıad'm in
tiharı, Avrupa'ya yönelme gayreti içindeki oğulun seçtiği yanlış yo
lun ifadesidir. Yabancı kitaplara duyulan bu "donkişotça" ilgi, baş
kasıyla yer değiştirmeye yönelik bu şuursuz arzu oğulu yıkıma sü
rüklemiştir. ("Don Kişot'u kitaplar çıldırtmıştı, Beşiri kitaplar öldür
dü" diyecektir yıllar sonra Cemil Meriç.1415) Yazan huzursuz eden
problemin Jön Türk'le yine bir kadın okur, Batı denen kitabı yanlış
okuyan, bazı yönleri "eksik” alırken bazılarını da "lüzumundan pek
çok fazla alan" bir serbest kız üzerinden tartışılmış olması yeterince
anlamlıdır.
Yazar aynı yazar, ama ne kitap aynı kitap ne de zaman aynı za
mandır. Fclsefc-i Zcnân'm okudukça bilgeleşen, okudukça yatışan
kadın okurunun yerini Jön Türk'le okudukça kendinden geçen, kita
bi tutku yüzünden felakete sürüklenen kadın okur almıştır. Tanzimat
romanında sık sık karşımıza çıkan, Nubizade Nâzım’dan Hüseyin
Rahmi'ye birçok yazarın romanın vazgeçilmez motiflerinden birine
dönüştürdüğü, Peyami Safa'ya gelindiğinde artık tam bir klişeye dö
nüşen vazar-okur sözleşmesi ana İratlarıyla şekillenmiştir.16
16. Burada akla hemen ilk kadın ronıancılann, omeğiıı Faima Aliye Hanm
yapıtlarının bu sözleşmeye uyup uymadığı geliyor. Bu yazının sınırlarını aşıyor bu
konu. Yine de Ahmet Midhat'ın Fainıa Aliye’yie birlikle yazdığı, "Ahmet Midlıat
Efendi ve 'Bir Kadın"' adıyla yayımlanan. Fatma Aliye'nin Alımcı Midhaı'ın des-
leğiylc (kentli adını kullanmayarak da olsa) edebiyat dünyasına adım altığı Hayâl
vc Hakikat adlı aşk romanında bazı ipuçları var. Ramanın "olanca vaktini okuma
ya yazmaya" ayıran kadm kahramanı Vcdâd boş hayallere kapıldığı için Vcfâ'ya
karşılıksız bir aşkla bağlanır, ardından du ölür. Romanda, kadın kahramanın hikâ
yesinin anlatıldığı "Hayâl” bölümünü Fatma Aliye'nin, erkek kahramanın olayla
rın aslında nasıl "dişliğini unlattığı mektubuna yer veren "Hakikin" bülümüııüysc
Ahmet Midhaı'ın kaleme almış olması, ayrıca Ahmet Midhaı'ın anlatının sonunda
fizyoloji ve psikoloji bilimlerinin de desteğiyle Vedâd'ın bir histerik olduğunu ka
nıtlayan "İsıeri-Hysleric" başlıklı vaka tahliline yer vermiş olması, yazar-okur
sözleşmesinin burada da toplumsal cinsiyet ayrımına göre yapılmış bir hayal-ha-
kikat. bir hisıeri-scığukkanhlık, bir eıkilencıı-eıkileıımcyen sözleşmesi olarak ku
rulmuş olduğu izlenimini verir. Gerçi histerik kadınların romandan uzak tutulma
sı kanısında değildir Alımcı Midimi. Ama "zihninden bir takım hııyâlâıı çıkarama
yan" kadınların ebeveynlerinin vesayetinde "ciddi" kitaplar okumaları gerekliğini
de vurgulamayı ihmal elmez. İlginç olan, romanın kadın kahramanının yazgısıyla
kadm yazarının yazgısı arasındaki paralelliktir. Ahmet Midhat kendi okuru olun
Falına Aliye'yi elinden ııııup yazar yapmış, ama anlatılan hikâyeyle dc ona, kızııt
muhayyilesinin bilip babanın vesayetinin başlayacağı noktayı haurlaımış gibidir.
Bu konuyla ilgili Faldı Altugün Hayâl re Hakikat in ycnibasımı (Eylü! Yayınlan,
2002. çcvrimyazı Yalıya Bostan) içinde ver alan "Babalar ve Kızlar11adlı önsözü
ne bakılabilir.
ERKEK YAZAR. KADIN OKUR 47
VI.
Kadmsılaşma Endişesi
Efemine Erkekler. Hadım Oğullar.
Kadm-Adamlar
1. Uçma Moran. Türk Romanımı Eleştirel Bir Bakış, 1. cilt, İletişim Yayınl
rı, 2. basım, ID87, s. 250-9.
54 KÖR AYNA. KAYIP ŞARK
Yazartm Anyor'unıia genç kız rolünü oynayan Mariıı Casares için kullanır Tanpı-
nar. Casares aslen İspanyol'dur, ama Paris onu "iliklerine kadar ısırmışTır. Tanpı-
nar'a göre "millet denen şeyi kabile olmakııın kurtaran" da bu karışım, biraz da bu
"ödünç şahsiyettir. Tanpınar'ın, cıı azından bu yazısında olumsuz bir anlam yük
lemediği bu durum erken Türk romancılarının birçoğu için bir benlik kaybı, bir
köksüzlük, bir iğretilik anlamına gelir. Tanpmar, "Paris Tesadüfleri: Tablolar
Önünde İken", Yaşadığım Gibi, Dergâh Yayınları, 3. basım, 2000. s. 270.
4. Cemil Meriç'c göre Ümiı Yaşar "virilile si olmayan bir sınıfın. Türk bur
vazisinin ’'virirue"si olmayan şâir’i, bir "bir hadımlar şâiıi"dir. Celal Sahir "Kadı
köy nazeninlerinin şâiri"dir. (Jurnal, 1. cilt, İletişim Yayınları, s. 139-40 ve Jurnal
2, cilı, İletişim Yayınları, s. 159). Edebiyııl-ı Cedide dönemini zevk ve idrak bakı
mından bir "lıarcm ağalığı devri” olarak niteleyense Cemil Meriç değil, Necip Fa
zıl Kısakürck'ıir. "Beklenen Sanatkâr", Necip Fa:ıl Kısakiirek içinde, M. Orhan
Okay, Şülc Yayınları, 3. basını, 2003. s, 163.
KAD1NSILAŞMA ENDİŞESİ 57
ğındun, romanın "daha dişi bir manevî iklim"in, "daha dişi, daha
kaypak, daha geveze bir topIum"un eseri olduğundan, esas alkışlayı-
cısınııı kadın olduğundan, kadın okurun Madame Bovary' gibi roma
nı okumakla kalmayıp yaşamaya kalktığından söz eden de yine Mer
riçttr. Bütün bu yazma ve okuma tarzı "kendini iman ve aksiyonda
gerçekleştiren", "gevezeliği vakarına yakıştırmayan", bir başka de
yişle kadınsı bir ifşaata değil, erkeksi bir zihin temrinine, ikaza ve
ahlak dersine önem veren Osmanlı için yabancıdır.56Avrupalılaşmay
la birlikte yaşanan erillik yitimini kültürün "romanesk”leşnıesiyle,
romaııeskleşmcyi ise kadmsılaşmayla özdeşleştirdiğini, en azından
"daha dişi" bir uygarlığın ürünü olun roman türünü "virilile1kaybı
nın bir işareti olarak algıladığını göstermesi bakımından önemlidir
Meriç'in sözleri. Ama aynı sözler, Meric'in kendisinin roman sevgi
siyle roman korkusu arasında nasıl bölünmüş olduğunu göstermesi
bakımından da ilginçtir. Cemil Meriç romancı değildir, ama düşün
ce dünyasına romanlar aracılığıyla girmiş, Balzac ve Hugo'yu "bü
yük bir aşkla" sevmiştir. Üstelik romanı okumakla kalmayıp yaşa
maya da kalktığını, kendindeki bu bovarist kapılmayı açıklıkla dile
getirmiş az sayıda yazardan biridir: "Benim vatanım Don Kişot’un
İspanyayıydı, Emmn Bovari'nın yaşadığı şehir. Sonra Balzac çıktı
karşıma. Balzac'ta bütün bir asrı yaşadım, zaman zaman Votren ol
dum, Rastinyak oldum, dört bin kahramanda dört bin kere yaşamak."
Ya da: "Paris benim de rüyalarımın şehri. Ben de yıllarca orada ya
şadım. Marius'la, Rastignac'la. Julien Sorerie..."f’ Her ne kadar "bo-
5. Cemil Meriç, Kırk Ambar, 1. cilt: Riimuz-iil Edeli. İletişim Yayınlan. 1998,
s. 138. W6. 169.287.330.
6. Cemil Meriç, "Mektuplardan alınlı. Bu Ülke içinde, yayıma hazırlayan
Mahmul Ali Meriç, İletişim Yayınları, 5. basım. 1985, s. 37; Jıırmıl. I.cilt, s. 105;
Cemil Meriç'in kendi bovarist yanından söz edebildiğini söyledim, ama Yalı
ya Kemal'in dc hakkım yemeyelim. O da kendisindeki Paris aşkını bir bovarist ka
pılına öyküsü olarak anlatabilmiştir. "Paris Sevdası" adlı yazısında, Tcvfık Fikret'
in şiirinin. Halid Ziyn'nın nesrinin peşine takılıp Fransızeadaıı çevrilmiş romanlar
da gördüğü âleme katılmak islediğinden söz eder: "Bilhassa Paris hayâlimin fev
kinde bir yıldız gibi parlıyordu. Manakyan ın tiyatrosunda La Dame a ta cameli-
o.s'yı görmüştüm. Romanını okumuş ve ağlamışımı. Bu aşk scrcncâmımn kahra
manı Armanı/ Dural ve o hazin Margıtcrıu' Cuııricr aşklarının geçtiği u bulvarlar
la. o tiyaıro localarıylc, o Bauyival sayfiyesiyle, visalleriyle ve ayrılıklarıyla gö-
58 KÖR AYNA, KAYIP ŞARK
II.
ğı. "Süslü bey" Ahmet Midhal'ın Müşahedaı'vnûa. tla geçer. Romanda züppe
Kirkor eldivenleri, bastonu ve alım kordonuyla bir "süslü bey" olarak (arif edil
miştir.
10. "Didon herif’ o dönemde Fnııısızlara verilen ad, "tatlısu marsıvnnı"y
"Avrupalılık taslayan eşek” demek.
KADINS1LAŞMA ENDİŞESİ 63
III.
11. Gerçi Efruz Bey de bir göriinlii düşkünüdür, bir süslü beydir, ama bir g
cede hüniyeıpcrvcr, sonra salon adamı, sonra Turancı, sonra Yunan medeniyeti
hayranı kesilen, uydurduğu hikâyelere kendi inanmakla kalmayıp havariler de edi
nen bu züppe daha çok bir "kabuk adam" olarak anlalılmışlır romanda.
KADINSILAŞMA ENDİŞESİ 65
12. ”Tanco''nun tanımını da verir Peyami Safa: 'Tangolar, halis Türk, dini bü
tün müslünıan mahallelerinde yeni kadınlara verilen isimdi." Süitle Kızlar, Ölükcn
Neşriyat, 23. basım, 2000, s. 179.
13. Başlangıçla Hıristiyan Rum kadınlar için kullanılan "kokona" sözcüğü za
manla "süslü kan" anlamını kazanır.
66 KÖR AYNA, KAYIP ŞARK
nenin bir tarafından erkek olarak çıkıp öte taraftan kadın olarak" gi
receklerdir. Romanın başkahramanı Necdet de İngiliz zabitlerin,
Fransız bahriyelilerin, Amerikalı milyonerlerin bulunduğu karma
davette "yan kadın, yan erkek, yan İngiliz, yarı Şarklı bir mahlûk"Ia
yan vana bulunduğu için, ulusal olduğu kadar cinsel de olan bu me
lezliğe tahammül edemediği için tedirgin olur. Romanda züppe kız
dolayısıyla gündeme gelen iffet problemi şunu görmemizi engelle
mesin: Romanın "kızı kızla, erkeği erkekle kızıştıran" ortamında
esas korku, mitolojik Sodom ve Gomore kentlerine yapılan gönder
melerin de pekiştirdiği bir sodomi korkusu, erkeğin sodomiye ma
ruz kalıp bir "galat-ı hilkat"a (hilkat garibesine) dönüşeceği korku
sudur. Nitekim romanda çağdaş Sodom, işgal altındaki günahkâr
kent İstanbul Necdet'in gözünden, ırzına geçilmiş bir kadın olarak
değil, kendisine "alçakça bir iş yapılmış" bir erkek olarak anlatılmış
tır: "O gün İstanbul, kendisine zorla ve açıkça alçakça bir iş yapıl
mış ve utançtan yüzü koyun yere yatmış bir adamı hatırlatıyordu. Bu
adam aylarca başını kııldırmaksızın hep aynı durumda sessiz ve ha
reketsiz kaldı." Necdet’i hadım-adamlıktan halis erkekliğe götürecek
aydınlanma anı da bu an olacaktır. Erkek kahramanın dikkatini İs
tanbul’dan Anadolu'daki direnişe çevirmesinin, snob Leylâ'nın çe
kim alanından uzaklaşıp cinsel endişeden arınmasının, bir bakıma
lam anlamıyla erkekleşmesinin de hikâyesidir roman. Sonunda hay
siyete dönüşecektir zillet: "Halk denilen tuzlu ve baharlı denizin
içinde bir zerre" haline gelmiş, "bu sonsuz milli şuurun içinde eriyip
giderek" erkekleşmiştir Necdet.
Benzer bir dönüşüm Kiralık Kanak’Vd da vardır. Hiçbir zaman
"hayat adamı" olamamış, züppe Seniha'nın çekim alanında kalakal
mış Hakkı Celis bir hanım evladı, bir nazenin şair olmaktan ancak
bir dava adamı olarak, o ana kadar yazdığı her şeyi yakıp savaşa ka
tılarak, milli ideal uğruna cephede ölerek, bir "hayat adamı" olama
dığına göre bir "ölüm adamı" olarak kurtulur. Yalnızca yabancıdan
ödünç alınmış şahsiyetten değil, kadından ödünç alınmış cinsiyetten
de kurtulmak demektir bu: Hakkı Celis’in savaşa katılmasıyla birlik
te "kirli bir kâğıt" üzerine karaladığı "topal mısrakıfın yerini al bay
rağın çırpınışları, yüz bin kişinin haykırışları, demir çivili asker to
68 KÖ R A Y N A . K A Y IP Ş A R K
IV.
15. Tanpınar, 19. Asır Tiirk Edebiyatı Tarihi. İstanbul Üniversitesi Edebiy
Fakültesi Yayınları, 1956, s. 445-51; yeni basımı Çağlayan Yayınları, 9. basım,
2001,.s. 458.
KAD1NSİLAŞMA ENDİŞESİ 71
17. Buradaki yorumumu bilyük ölçüde Jale Parln'nın, Araba Sevdası mn, ik
uzlaşmaz cpisıcmolojik sisıcmin "birlikle varolabilecekleri fikrinin meıinsel bir
yadsıması" uldugu yolundaki yorumuna borçluyum. Parla'ya göre "anlam çıkmaz
larını, iletişim açmazlarını ve giderek kendi metnini yadsıyan stratejileri" barındı
ran, bu bakımdan da döneminin yazınsal krizinin simgesi olan bir anlatıdır Araba
Sevdası. "Metinler Labirentinde Bir Sevda: Araba Sevdası'', Babalar ve Oğullar,
s. 105-24. Araba Scvıiası'nm "Bihruz scndromu"nu aynı anda hem paylaşıp hem
de anlamsızlaşurdığıyla ilgili dalıa ayrımdı bir yazı için: Nurdan Gürbilek, "Oriji
nal Türk Ruhu", Kötü Çocıık Türk içinde, Metis Yayınlan, 2001, s. 94-134.
74 KÖR AYN A , K A Y IP Ş A R K
Doğu'mın Cinsiyeti
Kudretli Erkek, İhtiyar Âşık, Mistik Anne
S. Ahmet Hamdi Tan pınar. 19. Asır Tiirk Edebiyatı Tarihi. Çağlayan Kilabevi.
9. basını, 2001, s. 45G.
9. Meriç, Ümrandan Uygarlığa. İletişim Yayınları. 1996. s. 9; Jurnal. 1. cilt,
İletişim Yayınlan, 1992. s. 106.
10. Şöyle söylüyor Meriç: "Şahsiyet celâdet demektir, kabadayılık demektir...
İslâm'ın bu beşeri kıymetlere sahip olduğuna inanıyorum elbeıtc. Zaten bu kıymet
lere sahip olmasaydı, dünyayı istilâ edemezdi, muzarferiyetler de kazanamazdı.
Kazandı ve bu celâdeti kaybcltliği gün sükut eni. ZüiTİycti, erkekliği kalmadı."
"Cemil Meriç'le Bir Konuşma", Cemil Meriç ile Söyleşiler, s. 163.
DUÜU'NUN CİNSİYETİ Sİ
11. Meriç, Jurnal, 1. cilı, s. 139-40; Jurnal. 2. cilt, İletişim Yayınları, s. 159.
12. Meriç, Ümrandan Uygarlığa, s. 28.
13. Meriç, Jurnal, 1. cilt, s. 255-6: tlu Ülke, s. 103: ümrandan Uygarlığa, s.
25.
82 K Ö R A Y N A . K A Y IP Ş ARK
II.
Aslında Cemil Meriç kadar geç örneklere gitmeye gerek yok. Her ne
kadar Avrupa uygarlığı karşısında eril seslerini koruduklarından söz
ettiysek de, baştan çıkarıcı Avrupa'yla özdeşleştirilen kadının edil
gen kıhnmadığı takdirde tehlikeli olabileceğinin faikındaydı ilk ro
mancılar. Şeytani kadının kurbanı olan oğul teması, Namık Kemal'in
İntibalımdan Nabizade Nâzım'm Zehra'sına, Hüseyin Rahminin
Miirebbiye'sinden aynı yazarın Metresine kadar birçok romanda sa
yısız kez işlenmiştir. İntibalın aşkın ulviyetini Ali Bey, felaket ge
tiren aşağılık arzusuysa şeytani zekâya sahip şehvet düşkünü kadın;
Ali Bey’i kalbiyle değil, vücudu ile seven Mehpeyker temsil eder.
İlk romancılar oğulun kapıldığı arzuyu Avrupa'nın yozlaştırıcı etki
sine bağlamakla kalmamış, lenselliği de yetim oğulu ayartacak dişil
bir tehlike olarak temsil etmişlerdi. Tanzimat romanında züppenin
ondokuzuncu yüzyıl Avrupa edebiyatında olduğu gibi kadına karşı
kayıtsız biri olarak değil, hemen her durumda bir karı düşkünü, bir
zampara olarak temsil edilmiş olması da aynı probleme işaret eder.
Evet Avrupa kadındır, oğulda arzu uyandırır, ama bu arzunun oğu-
D O Ğ U N U N C İN S İY E T İ 83
mesi için. Doğunun Batının bir "köşe"si olması, evin geri kalan bö-
liimlerininse Beyoğlu'ndaki dükkânlardan alınmış Avrupai mobilya
larla döşenmesi gerekiyordun Sanki bu evin, kahramanda suçluluk
duygusuna yol açmadan kurulamıyor olmasından kaynaklanmış gi
bidir Mai ve Siyalı'la trajik çatışma. Batılı emeller "tohum halinde"
kalmaya mahkûmdur; ama öbür yandan Doğu'ya da her zaman çok
tan geç. kalınmıştır. Bu yüzden de Halid Ziya’nın kahramanlarına
Doğu artık yalnızca yeis, yalnızca hayal kırıklığı, yalnızca suçluluk
vaat ediyordur.
111.
15. Peyami Safa, "Amerika'da Bir Türk Gencinin İcadı", 20. Asır Avrupa ve
liiz, Üıükcn Neşriyat. 3. basım. 1990. s. 256.
16. Burada Doğu-Batı karşnlığım, Necip Fazıl Kısakürck'in aynı tarihli (1939)
sözleriyle özetlemiş oldum. "AvrupalI Olmamak Şcrefi"nde geçer: "Bence As
ya’nın bugünkü sefaleti nasıl geniş mikyasla bir madde ihmâlinden başka bir mü
essire bağlanamazsa, Avrupa içtimai hâilesi de aynı mikyasla bir ruh kifatvctsizli-
ğiııdcn aayn bir sebebe irca edilemez." Ergun Göze. Üç Biiyiik Mustarip: Cemil
Meriç, Peyami Safa. Necip Fazıl Kısakiirek, Boğaziçi Yayınları, 1995. s. 25.
DOĞU'NUN CİNSİYETİ 87
18. Peyami Safa. "Ruhumu Geriye Ver", 20. Asır Avrupa iv Biz, s. 271.
D O Ğ U 'N U N C İN S İY E T İ 89
19. Peyıımi Safa, "Şark-Garb Münakaşasına Bir Bakış." 20. Asır Amıpıı r
Biz. s. 220.
90 KÖR AYNA. KAYIR ŞARK
20. Formül. Sal'n'tıın Yalnızız romanının sonunda yer alır. Cümlenin lanınım
şöyle: "...bul kendini, bul rulıunu, bul, sev, bi), an. gör, kendi içinde gür Allah'ını.
Kendine dün. kendine bak, kendine gel." Öliiken Neşriyat, 14. basım. 1999, s. 364.
92 KÖR AYNA, KAYIP ŞARK
riç'in şu sözler: "Bu bir fetih olmalıydı, istilâya uğradık."21 Ama na
sıl Batı Doğu'yu kurgularken kendini de kurgulamışsa, Doğu da Ba
tı'yi kurgularken aynı zamanda kendini de kurgular. Yine de İkinci
sinde, yerli kültürün Avrupa karşısında yaşadığı yenilgiyi, dolaylı bir
biçimde de olsa içermek zorundadır kurgu. Fetih umutlarıyla başla
yan macera boyun eğerek bitmiş, Garb'tn tahakkümü karşısında sa
vunmaya çekilmiştir artık Şark. Yine de "yenilgi” sözü yanlış anla
şılmasın: Her ne kadar "ikinci cins"le ilişkilendirilirse de Safa'nın
yapıtlarında hiçbir zaman boynu bükük bir kadın olarak temsil edil
mez Asya. Bütün milliyeıçi-romantik savunmalarda olduğu gibi bu
rada da Garba, bir zamanlar Şark'm tilmizi olduğunu hatırlatma, ya
ni güç ilişkisini tersine çevirme, Şark'ı maddi değilse de manevi ik
tidar alanı olarak yeniden yüceltme gayreti, nihayet kendi gecikmiş-;
ligini, kendi "fikre geç kalmışlığını"22 sevme, en azından katlanılır
kılma çabası vardır. "Ana Şark, oğul Garp” formülü kısmen bu tersi-:
ne çevirme çabasının ürünüdür: Garp ne kadar güçlü, akıllı ya da fe-
tilıçi olursa olsun, düşüncenin beşiği, inancın anayurdu, esrarlı ve
mistik Şark'tır. Asya'yla ruh, ruhla anne arasında kurulan bu üçlü:
ilişki yalnızca SaFa'da değil, başka yazarlarda da (özellikle de As
ya'yı "ruhun namütenahi derin tekevvün â!emi"yle, sonsuz derinlik
teki varoluşuyla özdeşleştiren Büyük Doğucu Necip Fazıl Kısakü-.
rek'te) farklı vurgularla da olsa tekrar tekrar karşımıza çıkacaktır.
Yine de Şark imgesindeki bu önemli değişimde, Safa'nın "bize
has'' olanı savunma gayretinin yanı sıra, kendi başkalığını başkası
nın bakışıyla görüyor olmanın, yani şarkiyatçı bakışın içselleştiril
miş olmasının da bir payı olabileceğini unutmamak gerekir. Şarki
yatçı edebiyatta Doğunun kadın gibi, kadının da Doğu gibi gizem
li, yabancı, vahşi; edilgen, eksik, yoksun; baştan çıkarıcı, şehvetli,
şuursuz; tuhaf, tehlikeli ve tehditkâr olarak temsil edildiğini biliyo
ruz.23 Peyami Safa’nın cezbe âlemine dalmış, medeniyete bigâne, es
rarlı ve şiirsel, tehlikeli ve suskun, şekilsiz ve şuursuz, cömert ve do-
21. "Muallim Naci Üzerine Cemil Mcriç'e Sorular". Cemil Meriç ile Söyleşi
ler, s, 55.
22. "Fikre geç kalmış bir bilinç" sözü, İranlı yazar Daryuslı Slıaycgan'm. Ya
ralı Bilinç. Metis Yayınları, 1991, çeviren Haldun Bayrı, s. öö.
DOGU'NUN CİNSİYETİ 93
IV.
Tanpınar'ın dişil Şark'ına geçebiliriz şimdi. Evet, eril bir kudret ola
rak değil, daima dişil özellikleriyle temsil edilmiştir Tarpmar’da
Şark. Ama bunun Safa'nın dişil Asya'sından farkını da görmek gere
kir. Şark'ı mekândan çok, zamanın terimleriyle düşünmüştü Tanpı-
nar. Safa’daki "kendine dönme" izleği onda da yok değildir; ama
Tanpınar’da buna daima bir geri dönüşsüzlük izleği eşlik eder. Bir
başka deyişle daima geçmiş zamanla, yitik zamanla, vaktiyle yaşan
mış bir tamlığı hatırlatan, ama şimdi anık varolmayan "velût ve yek
pare zaman"la, Beş Şehir'de olduğu gibi "el değmemiş mazi rüya-
sı"yla, insanı kendine doğru çağıran ama çoktan yitirilmiş "büyük
mazi giilü"yle ilişkilendirilmiştir Tanpınar'da Şark. Suyun "munis
bir ayna gibi hayatımızın her tarafından uzandığı" eski İstanbul;
içinde saltanat kayıklarının yüzdüğü eski Boğaziçi; "günün her anı
na tılsımlı aynasını tutan" su seslerinin mekânı, köken şehir Bursa:
Hepsi de bize kendi yüzümüzü yansıtan "geniş ve munis" bir tabiat
la, "hayalın ahenk içinde olduğu mesut çağlar"la, bir zamanlar ya
şanmış bir ruh saltanatıyla birlikte düşünülmüş bir Şark imgesi su
nar. Tanpınar'da bu imge, hemen her zaman çocuğun anneyle yaşa
dığı ilk narsisistik deneyimin terimleriyle ("munis ayna"yla, aynanın23
24. "Şark dediğimiz o ledünnî şevk dünyası” vc ”cn saf billur gibi kalıksı
Şark” sözleri Yahya Kemal'de geçer. Yapı ve Kredi Yayınları. 1999, s. ItO-l.
D O Ğ U N U N C İN S İY E T İ 95
Kurumuşo Pınar,1
Kör Ayna, Kayıp Şark
Ophelia, Sn ve Rüyalar
Ophelia anısında bir benzerlik kurulmuş gibidir Fıızuli'nin Leylâ'sı gibi Shakcspe-
are'in Ophclia'sında da "bu sade bekleyiş bilindeki varlığı, onun dışlan gelen en
küçük müdahalede darmadağın olacağını bilen ve kendi içinde toplanan mukavc-
mctf'ııi, "o bembeyaz safiyeti ve çok defa ölümden başka her harekeli reddeden
mutavaatım" bulur Tanpınar. Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yayınları, 3.
basım, 1993, s. 137-40. Delki daha ilginç olan, Tanpınar'm Oplıcliu'yı bir ifade ka
lıbına, cümlede neredeyse kendiliğinden devreye giren bir sembole dönüştürmüş
olmasıdır: "Daha evvel mısra kırılmıştı: Suda Ophelia'nın saçları gibi" (Turan Alp
tekin. Alırneı Hamdı Tanpınar: Bir Kültür. Bir İnsan, İletişim Yayınlan, 2001, s.
143) ya da "İşle size Ofelya'nın suda yüzen saçları gibi ıcr ü laze, esiri üç lürkü
nıısraı...: "Son 25 Senenin Mısraları" (1936) Edebiyat Üzerine Makaleler, s. 385.
Edebiyat Fakültesindeki ders notltınnda sinemayla tiyatronun farkını yine Ophc-
lia'yıı başvurarak anlatır Tanpınar: "Sinema tiyatronun attığı hareketleri ele alır,
mesela Ophelia'nın suya atlayışını gösterir, tiyatro ise ölüsünü getirir." (Edebiyat
Dersleri, Yapı ve Kredi Yayınları, hazırlayan Abdullah Uçman, 2002, s. 49) Tatı-
pıtıann 'Terdi saadet" hasretiyle ölüm düşüncesini birlikte ele aldığı "Şiir ve Rü
ya" (1944) denemesinde sözünü etliği "beyaz ve munis ıcstimiyct" imgesinde de
yine Ophelia'nın izleri vardır: ”... tıpkı bir zambak veya su nergisi koklarken gelen
ölüm gibi, bu beyaz ve munis teslimiyet vc hepsinin sonunda bütün bu şehrâyin-
den avucumuzda kalan gül rengi boşluk vc onun hiç beklemediğimiz bir zamanda
benliğimizin bir tarafından bir sarmaşık gibi, kalın yosunlar gibi canlanıp bizi sar
ması...". Edebiyat Üzerine Makaleler, s. 37.
102 KOR A Y N A . KAYIP ŞARK
3. Oplıclia'yı konu alan çok sayıda ressam arasında, aynı zamanda şair de ola
Dantc Gabricl Roseııi. ayrıca Franccsco Bartolozzi, John Evereli Millais ve Eugü-
nc Dclacrois var. Şair vc ressamların elinde güzelliği, deliliği ve genç yaştaki ölü
müyle zamanla mitolojik bir figüre, hatta bir kült figürüne dönüşmüştü Oplıclia.
Edebiyat eleştirisinde ise Hunilerin gölgesinde kalmış, romantizmin etkisiyle on-
dokuzuncu yüzyılda ilgi odağı olmaya başlamışsa da daha çok feminist ve psika-
nalitik eleştirinin gelişmesiyle yirminci yüzyılın ikinci yarısında yorumlanmıştı.
Bu konuyla ilgili bir kaynak için bakınız Carol Solomon Kiefcr, The Myth and
Mıuluess of Ophelia. Mcad An Muscum. Amhersi College, 2001.
K U R U M U Ş P I N A R , K Ö R AYNA, KAYIP Ş A R K 303
II.
mış olmalıdır. Buna daha sonra geleceğiz. Ama önce. Yalıya Kemal'e
dönelim. Bu kitapta Ophelia kompleksini "suyun daveti" ya da "su
yun telkini” olarak tanımlar Tanpınar. Yahya Kemal yorumunda ana
hatlarıyla Bachelard'a bağlı kalmıştır ama Bergson ve Proust üzerin
den gelen bazı içeriklerin de buraya eklendiği görülür. Suyun za
manla. hafızayla, hatırlamayla ilişkisini vurgular Tanpınar. Nitekim
Yahya Kemal'in şiirlerindeki suyu "akıp giden yahut güneş altında
kamaşan unsur olduğu kadar, toplayan, muhafaza eden ve hatırlayan
unsur" olarak tanımlayacaktır: "Su, onun şiirinde hem zamanın ken
disi, hem de onu saklayan hafızadır.” Yahya Kemal'in "gemiler geç-
miyen ummari'ı da "bir çeşit durdurulmuş veya birikmiş zaman'dır
Tanpıııar'a göre. Yahya Kemal’in "Kaybolan Şehir"ini yorumlarken
bu kez Bachelard'dan çok klasik psikanalize, ömeğin Maric Bono-
parte'm Poe okumasına daha yakın bir okumanın, şiirle şairin kişisel
geçmişi arasında bağ kurma isteğinin öne çıktığı görülür. Yahya Ke
mal'in öksüzlüğünü fine çıkartmıştır Tanpınar: "Kaybolan Şehir"de-
ki kayıp duygusu, anne ölümünün hazırladığı bir zemine yerleşmek
ledir. Şairin doğup büyüdüğü, imparatorluğun tasfiyesiyle birlikte
kaybettiği şehir Üsküp, biraz da ölen annenin kendisidir Tanpınar’a
göre. Anneyle anavatan, kaybolan çocukluk şehriyle kökensel ev,
kökensel evle deniz arasındaki çağrışım ağı hep aynı içeriğe işaret
ediyordur: Yahya Kemal'de "...ölen bir anneye ait bir merkezleşme
nin evvelâ kaybolan bir şehirle, sonra da bütün bir vatanla ve bir
başka koldan da kaybolmuş bütün bir âlemle birleştiği aşikârdır.",3
Yahya Kemal’de suyun davetinin, ölü anneye geri dönme isteği
ne denk düştüğünü söylüyordur Tanpınar. Gerçi Yahya Kemal'le iİ-
gili başka yazılarında, denizin hürriyet idealiyle ya da cemiyetin
kendisiyle eşlcştirildiği başka yorumlar da yok değildir.1314Ama o yo
rumlarda bile Tanpınar’ın Ophelia etrafında kümelediği dişil imgeler
devreye girmekte gecikmez: "Yahya Kemal’in şiirleri hafızamızda
III.
IV.
Yine sudan söz edeceğiz. Beş Şehir'ın "İstanbul" bölümü, bir Arabis
tan şehrinde hummaya tutulmuş, hastalanır hastalanmaz İstanbul'un
sularını sayıklayan bir yaşlı kadından söz ederek başlar. Büyülü ço
cukluk deneyimlerinden biri olarak anlatır bunu Tanpınar. Su adları,
odanın "berrak su ile doldurulmuş havuz dibi loşluğuna" teker teker
düştükçe, Tanpınar dört yanını "su sesleriyle, gümüş tas ve billur ka
deh şıkırtılarıyle, güvercin uçuşlarıyla dolu" sanır. Tıpkı yaşlı kadın
gibi Tanpmar'ın kendisi de söziin kudretiyle (suyu çağrıştıran bir di
zi imgeyle; "berrak"la, "havuz"la, "gümüşle, "billûr"la) bir çorak
lıktan kurtulmak ister gibidir. "Hayatımın biiyiik kısmı çölde geçti”
diye yakınan, "asıl menbaaından uzaklaşmış ruhun menbaa hasre-
U"niy önemsemiş Tanpmar'ın imgeselinde de önemlidir çoraklık.
116 KÜR A Y N A , KAYIP ŞARK
bir kainatta yaşar; hepsinde "kendisinin bir başka çehresi olan” Nu-
ran'ı görür. Nuran'ın yüzünün Mümtaz için bir aynaya (bir "mazi ay-
nası"na, bir "billur kadeh"c) dönüştüğünü. Mümtaz'ın Nuran'la bir
likte "bir aynanın içine iki kişi girip oradan tek bir ruh olarak" çık
ma arzusunu, nihayet Nuran'la Mümtaz'ın ellerinin "aynanın suların
da" birleştiğini de hatırlayalım. Ama yalnızca Behçet Bey, Mümtaz
ya da Nuran da değil. "Yaz Yağmuru"nun genç kadınının ya da Sa
atleri AyarlamaEnsitüsii'nün Hayri Irdal'ının aynada kendini seyret
me ihtiyacını, Mahur Beste'nin Behçet Bey'inin aynasıyla birlikte
aynaya bakma ihtiyacını da Sahnenin Dışındakilerinm Ccmal'ine
miras bıraktığını da unutmayalım. Tanpınar’m kahramanları için ne
redeyse kaderdir bu. Bakışların takılıp kaldığı, her şeyi sonsuza ka
dar çoğaltan, büyük bir sırra açılacakmış gibi duran ağır gölgeli ay
nalar, aynalaşmış sularla doludur Tanpınar'm imgeseli. Huzurdu
başka örneklerine de rastladığımız "her arzunun annesi ve aynası"
tarzı ifadeler de aynayı yapıtın merkezine taşıyan aynı aşırı sembo
lizmin örnekleridir.:<l Beş Şchir'e dönersek, "Bursa'da Zaman"da su
sesleriyle birlikte ayna imgesi yine merkezi önem taşır. Gümüş kap
lı küçük el aynaları, su seslerinin aydınlattığı ıssız geceler, gümüşi
parıltılar ve billurlar arasında nihayet köken şehrin kargaşalı tarihin
deki ilk kudm yüzlerinden biri, "kuruluş devrinin sert simasına aşkın
tebessümünü getiren" Nilüfer Hatun karşımıza çıkacaktır. Bu kadın
yüzü önemli; çünkü birkaç paragraf sonra bu kez şehrin kendisini bir
kadına, "erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek
başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına
27. "Pazar Posıası’na (2)", Mücevherlerin Sırrı, Yapı Kredi Yayınlan. 2002, s.
95.
28. Fransız psîkanalısı Andre Grccn'in bir kavramı "ölü anne". Grccn bu kav
ramla annenin gerçek üliimiinii değil, çocuğun erken yaşla yaşantıladığı simgesel
bir ölümü; bu ruhsal kaybın belirleyici ıravma olduğu, ölü annenin tüm içsel me
kânı doldurduğu, zihnin o imagoylıı fazlasıyla meşgul olduğu durumları anlatır.
Çocuk için canlılık kaynağı olan imge birdenbire uzak, donuk, cansız bir figüre
dönüşmüştür. Canlı canlı gömülen, bu yüzden de ölümüyle bugüne gölgesini dü
şüren. öznenin iç dünyasını işgal eden, bir başka deyişle bir türlü ölmek bilmeyen,
öliilüğüylc. gerçek hayattaki yokluğuyla mevcut olan bir annedir bu. Bir lür sürek
li yas hali. Andre Grecn. "Tlıe Dead Moılıcr”, On Private Madncss, The Hogarlb
Press and the İnstituıe of Psycho-Analysis, 1986. s. 142-73.
KURUMUŞ PINAR. KÖR AYNA, KAYIP ŞARK 119
V.
Yine de Yahya Kemal'i Tanpırıar için model kılan şey, yabancı fikir
lerin ortasında "kendi” olma arayışıdır. Yalıya Kemal kitabında, mo
delin neredeyse bir mitoloji kahramanı gibi anlatılmış olması ilginç
tir. Aynca Tanpınar'tn Yahya Kemal’i tarif ederken kullandığı nere
deyse bütün imgelerin, bu yazının önceki bölümlerinde çözümleme-;
ye çalıştığımız içerikleri hatırlatıyor olması da anlamlıdır. Bize ana
dilimizin kapısını açan, Şark’tn kapısını aralayan, bize kendimizi ve-_
Ten adamdır Yalıya Kemal. Kayıp sesi bulan, kınlan zinciri onaran,
Şark-Garb ikiliğini sona erdiren kişi; evin anahtannı bulan, dili ök
süzlükten kurtaran, kurumuş pınarı canlandıran adam. Evet, on sene
Avrupa'da yaşamış, "kayıtsız şartsız Avrupalı" olmuştur, "jestlerinde
bile Fransız şansoniyelerinin tesiri vardır", ama sonunda "kendine
gelen” adamdır o. Nitekim Yahya Kemal'i "kaçış kapıları arayan in
san” olarak değil, "eve dönen adam" olarak niteleyecek, şiirlerinde
"bir çeşit vicdan azabına çok benzeyen bir eve dönüşü" bulacaktır
Tanpınor. Kendisi de Garpla işe başlayan, bu yolla geleneğin çem
berinden kurtulup bir bakış hürriyeti elde eden (ama belli ki Garp-
Şark mukayesesinin verdiği yetersizlik duygusundan olduğu kadar,
Şark'ı geride bırakmanın huzursuzluğundan da kurtulamayan) Tan-
pmar için de önemlidir bu geri dönüş. Yahya Kemal'in "mektepten
memlekete" formülü Tanpınar'a kendi "cezri Garpçılığından" kurtul
ma imkânı tanıdığı kadar, kendi "su ve rüyalar"im tarihsel sahneye
taşımasında da etkili olacaktır.
Yahya Kemal'in Tanpınar üzerindeki etkisinden çok söz edildi,
ama şunu da unutmayalım: Model müridi etkiler, ama bu arada mü-
rid de modeli kendi masalına yerleştirmiştir çoklan. Huzurdaki Ak
deniz'le özdeşleştirilmiş deniz mağarasının yerini Beş Şehirde ga
zellerin yankılandığı, içinde saltanat kayıklarının yüzdüğü kültür de
nizi Boğaziçi (ya da su seslerinin "ledünnî bir rüya gibi etrafı dol
durduğu" köken şehir Bursa) almıştır. Tanpınar'ın ilgisinin ana rah
miyle eşleştirilmiş bir deniz mağarasından kültürle yumuşatılmış
daha az arkaik bir suya yönelmesinde kuşkusuz Yalıya Kemal'in pa
yı vardır. Ama şu da doğru: Yahya Kemal'in kültürünü de bir fetih
konusu, bir kavga alanı olmaktan çıkarıp "geniş, munis tabiat”a doğ
ru açmış, daha dişil bir vurguyla yeniden tanımlamıştır Tanpınar.
KU R U M U Ş PINAR, KÖR A Y N A . KAYIP ŞARK 123
VI.
32. Tanpmar'ın Tanzimat'ları bu yana yaşanan değişimi bir "baba katli" olara
gtiren yazılan da yok değildir. Örneğin "Medeniyet Değiştirmesi ve İç İnsan"dan
şu ciimlc: "Cesaret cdcbilscydim. Tanzimat'tan beri bir nevi Ocdipus kompleksi,
yani bilmeyerek babasını öldürmüş açkımın kompleksi içinde yaşıyoruz, derdim.".
(yaşadığım Gibi, s. 38). Kendi şalisi masalım kurarken de benzet bir yetimlik duy
gusundan söz eder Tanpınar. Antalya'dan mütareke İstanbul'una geldiğinde, dün
yıllık savaşın sonunda küçülmüş şehirle karşılaştığında, "bir miiddcı bir nevi ye
timlik hissi içinde yaşadım" der ("Ahmet Hamdi Taııpınar Anlatıyor", Yaşadığım
Gibi. s. 303). Yine de bir bütün olarak bakıldığında, Tanpmar'ın yapıtlarında "cilü
anne" imgesi daha belirgindir.
K U R U M U Ş PIN A R . KÖR A Y N A . KAYIP ŞARK 125
35. Sclûhuttin Hilâv. "Tanpınar Üzerine Notlar", Yeni Dergi, sayı 106, 1973:
"Bir Gül Bu Karanlıklarda" içinde, s. 208-209.
36. "Kelime dini" ifadesi de Tanpınar'ın. Sembolistlerden, özellikle de Mnller-
meden süz çimektedir Tnnpınar. "Ahmet Haşim'e Dair". Edebiyat Üzerine Maka
leler, s. 2Ü7.
37. Tanpınar'ın şiirinde imgenin zihinsel ve kitabi olduğunu söyleyen bir yazı
için Şerif Akıaş'tn "Millî Romantik Duyuş Tarzı ve Türk Edebiyatı - VI: Ahmet
Hamdi Tanpınar" adlı yazısına, Tanpınar'ın şiirinin "düşünce şiiri" ya da "dar söz
lüklü bir şiir" olduğu tezlerine karşı ise Melih Cevdet Andny'ın "Ahmet Hamdi
Tanpınar" vc Cemal Süreya'ııın "Tanpıntır’m Şiiri" adlı yazılarına bakılabilir. Bu
128 KÖR A Y N A . KAYIP ŞARK
VII.
yazıların hepsi Bir Güt Bıı Karanlıklarda adlı kitap içinde bulunabilir, sırasıyla s.
52S-38, 105-7 v c 260-1.
KURUMUŞ PINAR. KÖR AYNA. KAYIP ŞARK 129
39. Ncrval'in ünlü "siyah güneş’i Tanpınar'da da geçer. Mahur Besic'öc Beh
çet Bey "siyah bir güneş"iıı etrafında yaşar. Aynı imge Aydaki Kadında da tekrar
lanır.
132 KÖR AYNA, KAYIP ŞARK
tarz bir bakışın izi neredeyse hiç yokıur. Bcnjamin'de geçmiş bir enkazdır, enkaz
dan ise ancak parçalar kurtanlubilir. Bu yüzden sembole değil alegoriye; bütünden
kopmuş parçaya: Tanpınar'ın sözcükleriyle söylersek "arkasından Tanrısı çekilmiş
şekil"c. "biçare ve manasız artık'a önem verir Benjamiıı.
43. "Boğaziçi Mehtapları", Edebiyat Üzerine Makaleler, s. 410.
44. "Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor", Yaşadığımı: Gibi. s. 308.
134 KÖR AYNA, KAYIP ŞARK
Suad'ın hayata (bu arada Mümtaza) otan itirazı da yarım kalır. Suad'ın romanda
tefrikada olduğundan daha büyük bir rol oynaması, bir bölüme adını verecek kadar
işlenmiş bir karaktere dönüşmesi, Tanpınar'ın Suad'la ilgili bu eksikliğin farkında
olduğunu gösterir. Tanpınar'ın sonraki söyleşilerde Suad'ın mektubunu ayrıca ya
yımlamaktan söz etmesi de bu görüşü destekler. Belli ki Suad Tanpınar'ın zihnini
meşgul etmeye devam etmiştir; yine dc mektup bir türlü yayımlanmaz. Mümıaz'ın
içe bakma çabası, dolayısıyla da Huzur bence bu yüzden yarım kalmıştır. Bu konu
yu bir başka yazıda ayrıntılı olarak lartışıığını içiıı burada değinmekle yeriniyorum.
"Kötü Çocuk Türk I”, Kötü Çocuk Türk içinde, Metis Yayınları, 2001. s. 66-88.
138 KÖR AYNA, KAYIP ŞARK
VIII.
1. Alımcı Hamdi Tanpınnr. 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul Ünivcrs
ıcsi Edebiyat Fakültesi Yayınlan, 195ö, s. 45S; Çağlayan Kitabevi. 9. basım, 2001,'
s. 45S.
M ÜEBBET ÇOCUKLUK 143
II.
"Anne, müsaade eder inisin? Senin dizine yatayım... Hııniya bir vakitler'
beni dizine yatırır da saçlarımı okşardın? İşte yine öyle yatayım, beni yine
öyle, güya sekiz on yaşında bir çocuk gibi okşa... Ah! Bilscn, anneciğim,
bugün okşanmak, sevilmek için ne kadar ihtiyacım var. Hususiyle çocuk o k
mak, o mesul zamana biraz avdet etmeye nasıl muhtacım!"
MÜEBBET ÇOCUKLUK 149
III.
6. Berna Manın, Tiirk Romanına Eieprel Bir Baki}. 1. dil. İletişini Yayınlan.
2. basım, 1987, s. 98-99.
7. "Lekesiz muhabbet" arzusu Halid Ziya'da sık sık tcknırlanır. Bihter Adnan
Bey i "lekesiz, arızasız bir mulıabbet"lc sevmek istemiştir, ama romanın ilerleyen
sayfalarında Bchlül'ü de "lekesiz, azapsız bir muhabbct"lc scvnıck istediğini söy
ler. Aynı sözcükler Mai ve Siyah'lu da geçer. Ahmet Cemi) aileye dışardan gelen
adamla, "kendisinden kardeşinin mahremiyetini çalmış bir adamla", yani enişte
siyle "lekesiz bir muhabbet" kuramayacağını düşünür. Demek ki Halid Ziya'da "le
kesiz muhabbet" kişinin kendinden farklı birini bir yabancı olarak değil, kendini
sever gibi sevebilmesini, cn çok da anneyle çocuk arasındaki erken bağı çağrıştırır.
152 KÖR AYNA. KAYIP ŞARK
prizması arasından onu yan karanlık bir aynaya uzaktan yansımış bir
vüz gibi akıcı ve değişken görürdüm."IJ Bu soluk hayalin cinsel bir
figür olmadığından, kendisi için zamanla bir ideale dönüştüğünden
de söz eder aynı yerde. İlk romanı Nemicle bu hayalden doğmuştur.
Vaktinden önce dünyaya gelen, doğar doğmaz annesini yitiren, nem
li gözleri ve kırılgan yaradılışıyla "narin bir su çiçeği"ni andıran bu
derinden yaralı genç kız Halid Ziya'nın sonraki genç kızlarının, Fer
di ve Şürekâsının öksüz Hacer'inin, Aşk-ı Menmıtniın "sanki hissiz,
hayatsız, gaşyeden (kendinden geçiren) bir ölümün rüya dalgaların
da asude bir cereyan ile yüzen" Nihal'inin de taslağı gibidir. Sonra
dan Tanptnar’da da karşımıza çıkar: Hem aynanın önünde bekleme
ye mahkûm özne hem de aynaya yansımış soluk yüz olarak anlatı
lan, hemen her zaman suda yelişmiş bir çiçeği andıran bu donuk ba
kışlı, aşın kırılgan genç kız figürü narsisistik ilişkinin hem öksüz öz
nesini hem de yitik nesnesini, hem suya eğilen yüzü hem de suyun
kendisini, hem aynaya duyulan şiddetli ihtiyacı hem de kör aynanın
kendisini aynı anda temsil ediyor gibidir.
Romanlarında genç kızlan; özellikle de kızların yatak odalarını
cn ince ayrıntılarıyla anlatır Halid Ziya. Bu betimlemelerde dc nar
sisistik ilişkinin iki farklı yüzü aynı anda devreye girer. Mavi kaya
lıkları andıran atlas perdeleri, beyaz şelaleleri andıran solgun tülle
ri, mum ışığıyla aydınlatılmış aynalarıyla "kutsal bir hayal tapına-
ğı"na benzeyen bu yan karanlık odalar genç kızların dış dünyadan
kaçıp sığındığı korunaklı bir denizaltı mağarasını andırır. Ama ba
zen dc tersine, Ferdi ve Şiirekâsı'nın sonlarında olduğu gibi, yine bir
mağara, ama bu kez "bir mağaranın korkunç ağzı" gibi açılarak ona
rılmaz gerçeği, bırakılmışlığını öksüz Hacer’in yüzüne haykırır. Fer
di ve ŞiüeAdsi'nın en çarpıcı bölümlerinden biri, yine annenin ölü
müyle ilgilidir. Seniha’nın henüz küçük bir çocukken, fırtınalı bir
gecede, ölen annesinin başucunda kurduğu cümle, Halid Ziya'nın
neredeyse bütün yapıtlarında karşılaştığımız narsisistik imgelemin
de esas cümlesi gibidir: "Annem yok!"9
9. Halid Ziya, Kırk Yıl, Iııkilâp Kitubcvi, yayıma hazırlayan Şemsettin Kullu
1987. s. 228.
MÜEBBET ÇOCUKLUK 155
IV.
min payı olmalıdır. Bihter'i baştan çıkaran bir kadın ya da tersine fet-
hedilmeyi bekleyen bir ülkeymiş gibi değil, ayna bağımlısı bir kadın
züppe ya da sonu hüsranla bitecek bir ibret öyküsünün çocuksu kah
ramanı olarak da değil, kendisinin de paylaştığı bir içsel eksiğin, bir
tamlık özleminin öznesi olarak anlatabilmiş, kendi yazgısıyla BiK-
ter'inki arasında bir benzerlik kurmuş, kendini "kadmsılaşma" olarak
algılanmış bir edebi duruşun içinde bulmuş olmalıdır Halid Ziya.—
Eleştirmenler sık sık Halid Ziya'nın erkek kahramanlarının ka-
dınsılığından söz eder.11 Gerçekten de yalnızca öksüz kızların değil,
iktidarla bağları seyrelmiş kudretsiz erkeklerin; kızlarının yarım kal
mış duygu eğitimlerini üstlenmek zorunda kalmış, kaderin "ikinci
anneliğe" zorladığı babaların da romancısıdır Halid Ziya. Nemi-
rftr'nin Şevket Bey'i. kızından arta kalan zamanını bahçesinde giil ye
tiştirerek geçirir. Aşk-1 Memnunun Adnan Bey'i tahta oymacılığıyla
uğraşır; bütün zamanını kâğıt bıçaklan, hokkalar ve kibrit kutulan
arasında geçirir. KaFaları cemiyetin davalanyla meşgul olmayan;
tersine kadınların alanına, eve çekilmiş erkeklerdir bunlar. Yazarla?
kahramanları arasında burada da bir özdeşleşme, en azından bir ya
kınlaşma olmalıdır. Halid Ziyanın kendisi de cemaatin büyük dava
larıyla yakından ilgili bir işten, önceki Tanzimat yazarları gibi öz
gürlük davasıyla, halkın eğitimiyle, toplumsal seferberlikte yakıtı-10
olmadığı için Bihlcr'e düşmandır. Bclılüi kendisini arzu edilen konumuna düşür
düğü için Bililere, hizmetçiler evin hanımı olduğu için Bihıcr’c. Bcşir Nilıal’c acı
çektirdiği için yine Bihler'e düşmandır. Nihaycı Bililer kendisini terk eden Bclı-
lUl’c karşı, ihanetini kocasına itiraf etmeye varacak kadar büyük bir husumet du
yar. Bir yasak aşk öyküsü olduğu kadar, evin içyüzünü anlatan bir "adavcı" öykü-
siisüdür Aşk-ı Memnu. Ama daha önemlisi, Halid Ziya’nın edebiyatın kentlisine de
aile romansının, her an bir "aile celıcnncmi"ne dönüşen bu romansın terimleriyle
bakıyor olmasıdır. Hem Mai ve Siyalida lıenı de Kırk Yı/'da bir rekabet, lıasct ve
husumet alanı olarak anlatılmıştır "edebiyat pazarı."
15. Roland Barthcs, "Biçeni İşçiliği", Yazının Sıfır Derecesi, çeviren Tahsin
Yücel, Mclis Yayınları, 19S9, s. 5G-5S.
16. Kırk Yıl, s. 435,
160 KÖR AYNA, KAYIP ŞARK
17. Kâmil Yazgıç, Ahmet Mithat Efendi. Ha van re Hattı alan, 1940, s. 24-25;
aktaran Cevdet Kudret, Tiirk Edehivatmda Hikâve re Koman, I. cilt, İnkilâp Kita-
bevi, 1998 s. 33-34.
18. Tanpınar, "Türk Edebiyatında Cereyanlar”, Edebiyat Üzerine Makaleler,
Dergâh Yayınlan, hazırlayan Zeynep Kerman, s. 119.
19. Koçak, "Kapıınlmış İdeal", s. 103.
MÜEBBET ÇOCUKLUK 161
V.
II.
9. Halid Ziya, Kırk Yıl, yayıma hazırlayan Şemsenin Kullu, İnkilâp Kitnbev
3. basım. 1987. s. 517.
Ç O C U K Ü L K E E D E B İY A T I 181
10. Orhan Koçak. "Kaptırılmış İdeal", Toplum ve Bilim, sayı 70, Güz 1996
"1920’lerden 1970'lcre Kiillür Politikaları", Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce:
Kemalizm, cilı 2. s. 370-418. İletişini Yayınları, 2001; "Kanon mu. Siz İnanıyor
musunuz'?’', Kitup-lık, Ocak 2004. sayı 68, s. 60-65.
182 K Ö R A Y N A . K A Y IP Ş A R K
11. Fecr-i Âti topluluğuyla özdeşleşen "sanal şahsi ve muhteremdir" sözü, top
luluğun kurucuları arasında yer alan, Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın polemiğiyle de.:
lamnan Şahabettin Süleyman'ındır. Hüseyin Rahmi'nin Şahabcilin Süleyman'a ya
nın için Cadı Çarpıyar ve Şakavct-i Edehiyye 'ye (Özgür Yayınlan, 1998. yayıma
hazırlayan Kemal Bek) bakılabilir.
12. Gregory Jusdanis, Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kiiltiir, çeviren Tuncay.
Birkan, Metis Yayınlan, 1998.
Ç O C U K Ü L K E E D E B İY A T I 183
III.
Alegoriyi yalnızca bir edebi tür olarak değil, aynı zamanda okurun
metne gösterebileceği farklı tepki türlerinden biri olarak da ele alı
yorum burada. Zaten "ulusal alegori" tezi de Üçüncü Dünya metin
lerinin türsel çözümlemesinden çok. Batılı okura bu metinleri okur
ken bir anahtar sunmak, bir bakıma yabancıyı anlama kolaylığı ya
ratmak üzere geliştirilmiş gibidir. Ama bunu yaparken, daha önce de
söylediğim gibi, Şarkiyatçılığın da temelinde yatan kategorik bölün
meyi bir kez daha harekete geçirmiş olur. Yine de her yerde "kabile
nin masalf’m görmek isteyen bir okuma tarzının Türkiyeli okura da
çok yabancı olmadığını biliyoruz. Edebiyat eleştirisinde örneğin Na-
hit Sırrı Örik'in Kıskanmak'inin değil de Peyami Safa'nm romanları
nın, Safa'mn ulusal kimlik problemleriyle pek de ilgisi olmayan,
"ağaçların bile sıhhatine imrenen" hasta bir adamı, hastalığın gölge
sinde gelişen bir aşkı anlattığı Dokuzuncu Hariciye Koğuşunun de
ğil de Fatih-Harbiyc'smm öne çıkmış olması, Tanpınar'ın uzun yıl
lar ulusal kimlik problemi çerçevesinde tartışılmış olması, yani Tan-
pınar'm bir teklif adamı, yapıtlarının da Doğu-Batı problemine veril
miş yanıtlar olarak ilgimizi çekmiş olması, bütün bunlar ulusal ale
gorik okumanın burada da en azından bir okuma kolaylığı yarattığı
nı, edebiyat eleştirisinin edebi yapıtları hep o "toplumsal bütünlük”
açısından, aynı anda hem Batılılaşmak hem Batı'ya direnmek, hem
modem hem muhafazakâr olmak isteyen bir ulusal kültürün bir tür
lü çözülemeyen kimlik problemi açısından okumayı tercih ettiğini
gösterir.
Peki, bir okuma önerisi olarak ne kazandırır, ne kaybettirir bize
"ulusal alegori" tezi? Örneğin Oğuz Ataya bu önerinin ışığında bak
tığımızda ne görürüz romanlarında? Oğuz Atay'ı örnek vermem te
sadüf değil. Alay okurları Tutuııanıayanlar ve Tehlikeli Oyunlar ın
1 84 K Ö R A Y N A , K A Y IP Ş A R K
17. Sibel Izık "Allcgorical Livcs: The Public and the Privaıc" adlı yazısında
Adalet Ağaoğlünun Ölmeye Yatmak, Oğuz Atay'ın Tııtııtıamayaıılar, Tanpınar'ın
Saatleri Ayarlama Enstitüsü ve Orhan Pamuk'un Kar romanlarından yola çıkarak,
ulusal ulceurinin Türk romanında nasıl aynı zamanda bir kâbus olarak onaya çık
tığını tartışır. The South Atlantic Quarıerly, s. 551-67.
194 KÖR A Y N A , KAYIP ŞARK
Anlatabilmeliydim
Sahicilik, Sahtelik, Sahtecilik
kumaşa ("her atkısı her çözgüsüne sıkı sıkıya bağlı bir kumaş") ben
zetmeyi sürdürür Karasu, ama başlı başına bir dil, kusursuz bir ku
maş oluşturması istenen dokunun epridiği, metnin seyreldiği yere
işaret etmeyi de ihmal etmez, Gece'nin sonlarına doğru, yine aynı
soru: "Bii'yapıt yaratmak, büyük bir iş başarmak, iyi, dolu, güzel bir
yaşam yaşamasını bilmiş olmaktan, başarmış olmaktan daha önem
li sayılabilir mi hiç?"
II.
"İyi, dolu, giizel bir yaşaırfdan söz ederek başlamanın Vüs'at O. Be-
ner'le ilgili bir yazıya doğru giriş olmadığının farkındayım. İyiliğin,
doluluğun, güzelliğin değil, giderilmez eksikliğin, yokluğun, inanç
sızlığın: sıkıntılı içeriklerin; kaba, ters, hoyrat ayrıntıların yazarı
çünkü Vüs'at O. Bcncr. Ama Gecenin yazarının, metnin dışındaki
bir tamlıktan çok, gerçekten iyi, dolu, güzel geçmiş bir yaşamdan
çok, içerdeki boşluğa, ne kadar kusursuz dokunmuş olursa olsun
metnin eksiğine işaret ettiğini unutmayalım. Yazıya giremeyen, gir
diği an yazınsallaşan, demek ki yazıda ancak bir yokluk olarak var
olabilen, yokluğu sezdirilebilen bir şeyden söz ediyordur Gccc'de
Karasu. İşte yapıtla bu "şey" arasındaki gergin alışverişin Vüs'at O.
Bener'in anlatılarının kurucu (ama aynı zamanda yıkıcı) özellikle
rinden biri olduğunu söylemeye çalışacağını bu yazıda. "Seni öykü
ler dışı tutacağım" diyordu "Kapan”da. Öyküyle "dış"ı arasında, an
latılanla anlatılamayan arasında, yazıya girenle giremeyecek olan
arasında, kurucu olabileceği gibi yıkıcı da olabilen bir gerginlik var
demek ki burada.
Bener'in yapıtlarında otobiyografinin ağır bastığını biliyoruz.
Kendisiyle yapılan söyleşilerde yaşamıyla ilgili anlattıklarından, an
siklopedilerde yaşam öyküsü hakkında verilen bilgilerden, yapıtla
rında yer alan doğum tarihleri, yapıt ya da yer adlarıyla bu bilgiler
arasındaki örtüşmedeıı çıkartabiliyoruz bunu. Bütün kurmaca çaba
sına rağmen, okuruna kendi yaşamıyla uğraştığını sezdiriyor Bcncr.
Taşranın durağan yaşamında bir an birbirine değip yeniden uzakla
200 KÖR A Y N A , KAYIP ŞARK
III.
parçası kılmıştır Bener. Bence iki şey birden var burada. Birincisi
basit: Kendi cümlelerinin büyüsüne kapılmayan bir yazar Bener; on
lara dışarıdan bakabiliyor. İkincisiyse biraz daha karmaşık: Kendi
içindeki (ve dışındaki) bütün seslere sadık kalarak, sahteliğin izini
önce kendi yapıtında sürerek, kendi anlatısını bir günah keçisine dö
nüştürerek, anlatıyı içine düştüğü görecelik burgacından kurtaracak
bir doğruluk, bir sahicilik ölçütü geliştirmeyi deniyor. "Eh işte çizik-
liriyorum bir şeyler!" dedirtse de anlatıcısına, bence fazlasını, çok
daha fazlasını; yazıda yalanı, çıkarı, şıklığı geride bırakabilecek bir
içtenlik ânı olsun istiyor.
Burada Bener'in Alay'la akrabalığı üzerinde biraz daha durmak
ta yarar var. Atay gibi Bener de acıyı, aczi, zaafı, kederi ancak bir
oyun alanı içinde, oyunun görelileştiren, hafifleten, yabancılaştıran
atmosferi içinde anlatmayı dener. Ama yalnız bu da değil. Söylem
tuzaklarına düşmemek için hep yeni manevralara başvurma, başka
larından önce davranıp kendi yapıtını hırpalama, ciddiye alınmama
ya da fazla ciddiye alınma tehlikesine karşı kendini koruma, anlatı
yı "ağlatı 'ya dönüştürmeden, acıyı "pomo'laştırmadan, "kendine
acıma bencilliği”ne, "fukara edebiyatı"na vardırmadan anlatma ça
bası; bencillik, haksızlık, basmakalıplık karşıtlığını nutukçuluğa
düşmeden savunma kaygısı, Atay gibi Bcncr’de de var bunlar. Yine
de Bener'in çoğu zaman kurmaca çabasından, yapılın sürekliliğin
den, güzel cümle kurma gayretinden, anlatıyı parlak da kılabilen bir
taşkınlıktan, bir ”iç yangmı'ndan hepten vazgeçmesinin başka ne
denleri olmalı. Bunlar üzerinde de durmak gerekir.
Geçip giden, dağılan, çözülen şeyleri anlatır Bener. Bir yıkıntı
olarak algılanmış bir geçmiş ("acınası toz yığınfndan söz eder "Sa-
yıklama”da), "kısa, sonuçsuz sevdalar, dayanılmaz ekonomik sıkın
tılar. boğuşmalar.” HuyaLtaıı kopukluk, yalnızlığa dayanıksızlık,
başkasına yük olmak. Yeryüzüne atılıvcmıişlik duygusu, zamanın
oyuncağı olmak, iç sıkıntısı, ölüm acısı. Hepimizin yaşadığı, ama
edebiyatın artık pek anlatmadığı şeyler. Kolay kolay yüceltilemeye-
cek şeyler. Yalnızca ruhsal çöküntü de değil, arıza çıkaran bir beden,
yüksek tansiyon, damar sertliği, sırt ağrısı, gırtlak hırıltısı, bağırsak
gurultusu. Vennidoıı. onadron, lidanil, isordil, nobraksin, parol, cip-
208 KÖR A Y N A , KAYIP ŞA R K
ram. Nc çok ilaç adı geçer anlatılarında. Nc çok hastalık adı. Kuşpa
lazı, köpek memesi, kan çıbanı, bronşektazi; anfızem, glokom, para
noya, dipsomani. Zaten günlük hayat da yalnızca iç sıkıntısıyla de
ğil, bütün "keçiboynuzu ayrıntılarıyla, "güncel, basit gerekseme-
ler"iyle, "yaşamın canına okuyan ayrıntılarıyla girmiştir yazıya: ço
rap yıkanacak, paspas yapılacak, çarşaf değiştirilecek, doğalgaz fa
turası ödenecek, vergi iadesi zarfı doldurulacak. Evye deliği tıkanır,.
tuvalet su kaçırır, sonunda evi bok da basar Salıtegi'dz.
Kötü yazgı iyileştirilmeden, zaaf yüceltilmeden, olumsuzluk
olumlu bir cümleye dönüştürülmeden nasıl anlatılır? Umutsuzluk
tan, saçmalıktan, hiçlikten, yoksulluktan, çözümsüzlükten bir "ede
biyat" yaratmadan anlatılır mı bunlar? "Kötü bir yaşantı, fakat iyi bir
oyun," diyordu Hikmet Tehlikeli Oyunlarda.. Yanlış bir hayat ama
doğru bir cümle, zayıf bir hayat ama kuvvetli bîr yazar; kurtuluşsuz-
luk üzerine parlak bir yapıt. Bütün bunlarda bir tuhaflık yok mu?
Atay gibi Bener de edebiyata biraz dışardan bakabilmemizi sağlaya
cak bu soruları sormamızı sağlar. Yine de yöntemleri arasında önem
li bir fark vardır.
Oğuz Atay eksilterek değil, çoğaltarak çalışmıştı. Tıpkı kahra
manı Turgut gibi "kaba, gürültücü adam"lığı üstlenerek, iç (ve dış)
dünyanın bütün seslerini kaydetme telaşıyla, can havliyle, inanılmaz
bir sözcük seli, laf ebeliği ve söz cambazlığıyla, topladığı bütün ke
limeleri kırbaçlaya kırbaçlaya "an!atılamayan"ın emrine vermişti.
Kelimeyse kelime, duyguysa duygu, melodramsa melodram; ama
hep fazlası. Bencr'e gelince; Atay'vari bir taşkınlık değilse bile bir
"söz bıçkınlığı" onda da var. O da başvurur söylem içi yabancılaştır
malara; alaturka şarkılara, reklam spotlarına, "Batsın bu dünya"ya,
"Düştük bu hale neden?"e. "öyle sarhoş olsam ki, bir daha ayrılma-
sam!"a. Kendi karalığıyla dalga geçme, kendini "gayriciddiye" alma
("Parçala bakalım Behçet!", "neymiş efem?", "neymiş neymiş!"),
duyguyu ironiyle denetleme, onda da var. Ama farklı bir şey daha
var Bencr'de. Savrulmaya, gürültüye, laf ebeliğine karşı olan, söz
bıçkınlığını (Sahlegi’dc geçer; "Eğlendirici değilsem, kapkaralığıma
dayanamıyorlar. Verdiğim zekât yetmiyor mu? söz bıçkınlığım?")
bir "zekât" olarak gören bir yan. "Anlatılamayan"ın ancak susmaya
ANLATABİLM ELİYDİM 209
IV.
3. A.g.y.. s. 8.
ANLATABİLM ELİYDİM 211
VI.
tez. Leylâ Erbil'de bazen devlet, bazen din, bazen ahlak, bazen aile,
bazen de en yakındaki kişidir öteki: kişinin "kendi" olabilmek için
olumsuzlamak zorunda olduğu cehennem. Ama öbür yandan, Er-
bil'in en az varoluşçuluk kadar önemsediği psikanaliz "ben" denen
şeyin de bir cehennem olduğunu anlatır bize. Leylâ Erbil'in yazdığı
en güzel metinler de Erbil'in huzursuz, karmaşık, karanlık bir iç dün
yaya bakabilme yeteneğini psikanalizin verimiyle buluşturmasının
ürünüdür. Gecede, Tuhaf Bir Kadın, özellikle de “Baba" bölümü, İki
Sevgilinin "Bunak"ı, Karanlığın Güıur. Hepsi de bilincin karardığı,
uykuyla uyanıklık arası anları, hastalık ya da bunamayla ortaya çı
kan zihinsel dağılmayı, yoğun iç çatışmanın çözüp parçalarına ayır
dığı bir içsel mekânı, gündelikten kopmuş dalgın zihnin gelgitlerini
açığa çıkaran, şimdiyle uzak larihin iç içe geçtiği parçalı iç konuş
maları, bilincin çalışmalı ruhsal içeriklerine yer açan düzeni bozul
muş cümle akışları, bazen de sonlara itilmiş öznelerinin, sonlara itil
miş nesnelerinin üzerine devrile devriie ilerleyen yüklemleriyle Ley
lâ Erbil'e özgü bir anlatım tarzının en yetkin örnekleriyle doludur.
Yine de ilginç olan. Erbil'in psikanalizden etkilenmiş bir karanlı
ğı kurcalama isteğiyle varoluşçu kaygıları aynı anda sürdürmedeki
ısrarıdır. Evet, bir çifte yöneliş; ama bu aynı zamanda bir kararsızlı
ğı, kararsızlık değilse de yapıtlarını gerginleştiren bir içsel çatışma
yı, bir bölünmüşlüğü de beraberinde getirmiş gibidir. Her türlü kirli
kabulden kurtulup "kendi" olma ısrarıyla, bu kendiliğin de kirli bir
malzemeden yapılmış olduğu gerçeği arasında; "ne idüğü belirsiz
kaygan yaratık" olarak tanımladığı toplumdan, insanın üstüne üstüne
gelen aldatıcı bir kültürden, kişiye yaşam hakkı tanımayan kanlı bir
tarihten duyulan tiksintiyle her tiksintinin ardında bir arzunun kıpır
dadığı bilgisi arasında; hasta, zavallı, suçlu bir toplumda yaşamanın
verdiği bulantıyla, yazarın kendisinin de hasta, zavallı, suçlu olduğu
sezgisi arasında; işkenceye, zulme, kıyıma karşı çıkma, dünyayla
birlikte kendini de kötülükten arındırma çabasıyla, kendi sanatının
da karanlıktan, kötülükten, demonik olandan beslendiği bilgisi ara
sında; nihayet Sait Faik’in hümanizmiyle Dostoyevski, Lautrcamont,
Kalka gibi yazarların daha yabanıl, daha karamsar bakısı arasında
bölünmüş, yapıtlarında her iki yönelişe de ayrı yaşam alanları ııçnuş
21S KÖR AYNA, KAYIP ŞARK
bir Leyla Erbil. Yoksa "sakatlayan, hadım eden, alt edilmek korku
suyla delice geberten baba"dan2 duyulan nefretle. Tuhaf Bir Kadirim
en güzel bölümünün ölüm döşeğindeki babanın içsel gelgitlerine ay
rılmış olması; Gecede'nin "Vapur"urıun giden, gelmeyen babanın
gölgesinde yazılmış olması ("Babam kimdi benim, neredeydi, neden
hiç dönmemişti?") arasındaki gerilimi nasıl açıklarız? Erbil'in edebi
yat yapıtının kendine yeterliliğine yaptığı vurguyla, o yapıtın içinde-
bazen en beklenmedik yerde dışsal gerçeğe (Mustafa Suphi ve arka
daşlarının öldürülmesi, Sivas Olayları, yedi TİP'Iinin katledilmesi.
Gazi Kıyımı, Metin Göktepe'nin öldürülmesi gibi Cumhuriyet tarihi
ni lekelemiş, lekelemeye devam eden gerçek suçlara) yer açması ara
sındaki karşıtlığı; başkalarım ele geçiren "morarmış tutku”dan3 du
yulan tiksintiyle, yazarı yazar yapan şeyin de büyük ölçüde hırs oldu
ğu sezgisi arasındaki çatışmayı; yapıtlarındaki ısrarlı hakikat arayı
şıyla, o arayışın da bir hırsa, hem kendine hem de başkalarına karşı
yapılmış bir haksızlığa dönüşebileceği bilgisi arasındaki karşıtlığı
nasıl açıklarız? Karanlığın G'ıV/uV’nün anlatıcısı Neslihan'la kızı Bilge
arasındaki (Bilgenin, annesinin "gerçek" merakına isyan ettiği) ko
nuşmadan şu bölüm:
"Asıl olan gerçektir, sen dc görmektesin gerçeği Bilge!"
"Karıştırma! hayır!, gerçekleri falan karıştırma, arkadaşlarım olsun isti
yorum; yalnız kalmak istemiyorum, yalnız başına dolaşan dürüst bir buda
la olmak islemiyorum, gerçeğin verdiği bir güçle donanmış akıllı bir kızı
ben nc yapayım! Kimse istemiyor o kızı! sen bana güçlü olan gerçektir, şen
sin diyorsun, püf!, ben yapayalnızım, bu yaşta yapayalnızım ve ağlıyorum,
neye yarar benim doğruluğum, böyle bir dünyada ha, anne (...) Gülmek is
tiyorum sana; akılsız olduğunu düşünüyorum senin sadece!, akılsız! Zaval
lı olduğunu! Das Kapiial'lc, Ene! Hak arasında, dürüstlük adına yaşayama
dığın dünya adına, doğruluk yüzünden yaranamadığın insanlar adına! (...)"
II.
111.
10. Rene Girard "iiçgen ;ırzu"nun kaçınılmaz sonucu olarak gördüğü "arzu u
runa çilecilik”] özellikle Sıendhal'in Kırmızı ve Siyah'ı bağlamında tartışır: "Tıpkı
mistiğin Tanrı'yı kendine bakıımıak vc lülfunu bağışlamasını sağlamak için dün
yaya sın çevirmesi gibi. Julicn dc Mailıiide'in ona dönmesi ve nnu kendi arzusu
nun nesnesi yapması için kıza sinini döner." Feragate, tövbeye, arzudan sırı çevir
meye dayalı bu tarz çilecilik Girard'a göre inatçı bir uşkınlık arzusunun ürünüdür.
Romantik Yalcın re Romansa! Hakikat: Edebi Yapıda Ben ve Öteki, Metis Yayınla
rı, 2001, s. 134.
22ü KÖR A Y N A . KAYIP ŞARK
11. Reııı; Girard. Vulery'dcn ilibaren önem kazanan "ün kazanma isteksizliğ
için kullanır "negatif kur” kavramım. Yazar okuruna açıkça kur yapmak yerine
"olumsuz bir kur" yapıyor, bir başka deyişle üne sırtını dönerek, hayranlığı geri çe
virerek. arzudan feragat ederek aslında negalir yoldan, perhiz yoluyla ün ve hay
ranlık kazanmak istiyordur. Girard’a göre bu sözde kayıtsızlık, modem dünyanın
cn son romantik miıosudur. A.ç.v.. s. 212-3.
230 KÖR A Y N A , KAYIP ŞARK
IV.
12. Zcus kannea biçimine girerek Teselya kralı Myrmidon'un kızı Eurymcd
sa'yı gebe bırakır. Doğan çocuk, Myrnıidon’ların alası olur. İkinci efsane ise bir sü
rü psikolojisine gönderme yapar. Zcus, halkı vebadan kırılmış olan Aigina'da ka
rıncalan insana dönuşıüıür. Myrmidon'ların Akhillcus’a gösterdiği bağlılıktan ölü
rü. emirleri gözü kapalı yerine gcıircnlcrc Myrmidon adı verilir.
234 KÖR AY N A . KAYIP ŞARK
uzak derinlikliğinde şimdi bir saman alevi gibi yanıp sönen, çoktan
yitirilmiş kökenscl BEN'i anımsamayı deneyecektir Zenîme Hanım:
"sen ki biliyordun artık seni: İngilizce’de I am, Zimmer'de ama-mayaya
diye geçen. Hinduca'da ah-atn, Asya'da es-em, Mısırca’da ı-ama (kitap). Ye-
dalar'da auın. Kuran'da en'anı olun, insanı doğurun, tiim harflerin hecelerin
sözcüklerin içinde barındığı ilk canlı nesneyi kitaba çeviren Ben’i; T'ama,
Anıen, anıentü... ’M ' ile titreşen saf sesini doğanın..."
13. "ıVTnin anaerkil çağla en çok yaşamsal bağı olan ses olduğu tezi. Yıldız
Cıbıroğlu'nun K u d ııım Y a zısı: T a rih i: "M " v c “N " S e s i (Paycl Yayınlan, 1996) ad
lı kitabında savunulur. Bu leze göre, eril tanrılar öncesi bir dönemde Eski Mısır,
Mezopotamya. Anadolu ve Eski Yunan'da "M " sesi dişilliğin göstergesi; bitki kül
türünün simgesi lanrı-umının kutsal sesidir. Suyla, sütle, berekel büyüleri ve dişil
yamacılarla ilişkilendirilen bu sesi, iddiaya göre kadın sül veren lıayvanlann. sı
ğır ve davarın sesine öykünerek bulmuştur. Teklanrılı dinlerin yargılayan, cezalan
dıran, öfke vc gazap dolu baba tanrısından önce varolduğu varsayılan bir ima kül
lünün sesi. Benim burada amacım bu tezin doğruluğunu ya da yanlışlığını tartış
maktan çok. bunun Leylâ Erbil'dc kükcnscl-tanrısul bir dişil "ben" kurma çabasın
da nasıl ele alındığını anlamak.
14. "Söyleşi”. Z ih in K u ş la rı, s. 162
15. "Leylâ Erbil'lc Söyleşi". İdil Önemli, V arlık. Man 2002. Leylâ Erbil aynı
söyleşide Yıldız Cıbıroğlu’nun kitabının yanı sıra Muazzez İlmiye Çığ, İsınel Ze
ki Eyüboğlu, Lcvi-Straııss, Mircea Eliadc vc Joscph Campbell gibi araştırmacıla
rın ş aplılarının da benzer bilgiler içerdiğinden söz eder.
236 KÖR A Y N A , KAYIP ŞARK
V.
16. Yunan mitolojisinde bir nişaneye göre, Zeus tanrıların en akıllısı otan Mc
lis’i hamile bırakır. Metis kızı Allıena’yı doğuracakken, Zeus Mclis'in daha sonra
doğuracağı erkek çocuğun onu yerinden edip "tanrıların kralı" olacağım öğrenir.
Bunun üzerine karısı Mctis'i yular. Alhcna daha sonra babası Zeus'un kafasından/;
zırhlı ve miğferli, yani savaşa hazır olarak doğar. Barışçı akıl tanrıçası Metis'in
yerini silahlı akıl tanrıçası, lıcııı akıl hcnı savaş tanrıçası Athcna almıştır.
ÇİFTKALPLİ YAPIT 237
Aklı başında, sağlığı iyi, hali vakti yerinde olan Zenîme Hanım,
Leylâ Erbil'in başında söylediği gibi sonunda intihar mı etmiştir ger
çekten? Yoksa bir kez tepeye çıkıp inişe katlandıktan sonra, aynanın
merkezine bir yumruk indirip çekildiği odasında, bir kez Cikc'yi
yazdıktan sonra Leylâ Erbil, yeraltından yerüstüne çıktıktan sonra
metin, kendisine adıyla seslenildiğinde dönüp bakmamayı, gerçek
ten kayıtsız olmayı başarabilmiş midir? Tepenin tepe olmadığını
gördüğünde, yaralı doğup yaralı öleceğini anlamış, tırmanmanın bo-
şunalığtnı fark edip gerçekten vazgeçmeyi öğrenebilmiş midir?
Bence okuruna sorduğu sorulardan biri de budur Cücenin.
Erbil'in önceki yapıtlarının hem devamı hem de yeniden düşü
nülmesi olduğunu söylemiştim Cüce'nin. Evet, "zebani kültür"Ie,
"haydutlar ülkesi"yle, "kara koyun sürüsü"yle, yılların "kurtlu ta
rih "iyle, sanat alanında benlik sorunlarını azdıran medyayla, yaratı
cılığı "yazın adamlığıyla sınırlayan bir edebiyat tarihiyle, ama aynı
zamanda kendi "kendi" arayışıyla da yüzleştiği, büyübozanın kendi
büyüsünün de bozulmasını göze almış bir metin. Bu yüzden okur
olarak bizler de, bize şu zebani kültürün dışında kalmış olduğumu
zu hissettirip gururumuzu okşayan, kendi istisna olma arzumuzu
kışkırtan sahnelere dikip gözümüzü, oradan soylu, mağrur bir "zenî-
melik" çıkartmak yerine, yapıt boyunca aynı anda ayrı ayrı atan iki
karşıt yüreğin sesine kulak vermeliyiz. Çünkü bu yürekler yapıtta
aynı anda attığı sürece orada ne bir kadın ne bir kötülük ne de bir
hiçlik edebiyatı bulacağız. Leylâ Erbil Ciice'ylc edebiyatta yalanın
(Girard'ın deyişiyle "yalan." Erbil'in deyişiyle "riya'nın) ancak iki
kalbin ritmine aynı anda yer açarak aşılabileceğini gösteriyor bence.
V I.