You are on page 1of 61

Demir

Küçükaydın
Mihri Belli
Üzerine
Yazılar
Türkiye’nin Sosyalist ve Aydınlarıyla Polemikler

Yayınları

1
Mihri Belli Üzerine Yazılar
(Türkiye’nin Sosyalist ve Ayarınlarıyla Polemikler)

Demir Küçükaydın

Dijital Yayınlar
İndir – Oku – Okut - Çoğalt – Dağıt

Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır.

Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir.

Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.

Yayınları

2
İçindekiler

Gogol’ün Paltosu – Mihri Belli’nin 90 Yaşı Vesilesiyle ......................................................................... 4

"Vatan Partisi Program Eleştirisi"nin Eleştirisi ................................................................................. 11


Giriş: Türkiye İşçi Sınıfının Asgari Talepleri: V.P. Programı ........................................................... 11
Genel Eleştiri ................................................................................................................................. 12
Eleştirinin Analitik Eleştirisi: Amerika Konusu .............................................................................. 13
Demokrasi Konusu ........................................................................................................................ 20
“Ucuz Devlet” Konusu................................................................................................................... 22
“Şuurlu Ticaret” Konusu ............................................................................................................... 24

“Yurtseverliğin Derini” ya da “Milli Gurur İnsanı” Nereye “Götürür” (Mihri Belli’nin Günahı) ......... 27
“Millet Gerçeği” Üzerine ................................................................................................................... 34

Mihri Belli’ye Fax ............................................................................................................................... 43


Abdullah Öcalan'ın Yargılanması ve Gelişmeler ........................................................................... 43

Ekler................................................................................................................................................... 48
Mihri Belli’nin 1974 yılında Emekçi Dergisinde Yayınlanan Kıvılcımlı Eleştirisi ............................ 48

3
Gogol’ün Paltosu – Mihri Belli’nin 90 Yaşı Vesilesiyle

“Hepimiz Gogol’ün paltosundan çıktık”


Dostoyevski

Mihri Belli’yi ilk gördüğüm yıl 1968’dir. Yani 38 yıl geçmiş. Demek ki, o zamanlar 52
yaşındaymış. Yani benim şimdiki yaşımdan biraz daha gençmiş Mihri ağabey o zaman. Ben
19 yaşındaymışım.
Cağaloğlu yokuşunun Nurosmaniye caddesiyle kesiştiği köşedeki binanın en üst katı Yapı
İşçileri Sendikası’ydı. İsmet Demir, yer bulamayan Devrimci Öğrenci Birliği’ne Yapı İşçileri
Sendikası’nda (YİS) yer vermişti. Alt katında da Türk Solu dergisi çıkıyordu. Mihri Belli
Ankara’da yaşıyor ama sık sık İstanbul’a da geliyordu. Geldiğinde elbette Türk Solu’na da
uğruyordu.
Deniz, “Mihri Ağabey gelecek, oturup biraz sohbet edeceğiz, sen de katıl” demişti.
Ben de kuşağımın birçok sosyalisti gibi daha lise çağlarında Türkiye İşçi Partisi içinde ilk
politik ve örgütsel tecrübelerimi edinmiştim. Türkiye İşçi Partisi’nde eski komünistler
hakkında genellikle küçümsemeyle konuşulurdu. Adeta onlar ve onlara ilişkin konular bir
tabu gibiydi. Şimdi onların en bilinenlerinden birini yakından görmek ve dinlemek mümkün
olacaktı.
Hiç de öyle bizlere yansıtıldığı gibi değildi. Bizlerle bizlerden biri, ama tecrübeli bir ağabey
gibi konuşmuştu. Çok okumak gerektiğinden, okulu asmamak gerektiğinden, Marksizmi iyi
bilmek, Marksist klasikleri okumak gerektiğinden söz etmişti. (o sıra Aybar Prohudon okuyun
diyordu. ) Faşistlerle iyi mücadele edebilmek, polisin işkencesine, hapishane hayatına
dayanabilmek için spor yapmak ve sağlıklı yaşamak gerektiğinden ve şu an hatırlamadığım
daha bir sürü şeyden söz etmişti. Soruları, daha doğrusu sohbeti Deniz ve Gürkan
sürdürüyorlardı esas olarak, biz sessizce dinliyorduk.
Doğrusu bu ilk karşılaşma beni çok etkilemişti. İşte nihayet bizim gibi, bizim dilimizden
anlayan bir insan vardı. Haklarında estirilen o olumsuz havaya hiç de uymuyordu
karşılaştığım insan. TİP’te Aybar’la ya da Aren’le oturup böyle, bu konularda bir sohbet
etmek hayal bile edilemezdi. Karşımızdaki insan onlardan çok daha fazla çekmiş, çok daha
eskilerden beri mücadele etmişti. Tam da bizlerin kafalarındaki sorunları rahatlıkla
konuşabildiğimiz, bizden biri, bir ağabeyimiz vardı karşımızda. O zamana kadar TİP’te görüp
alıştıklarımıza hiç benzemiyordu.
Gerçi MDD’yi savunan DÖB’ün (Devrimci Öğrenci Birliği) bir üyesiydim ama ben hala
kendimi bir TİP’li kabul ediyordum o ana kadar. Kafamda bir sürü sorular vardı. TİP’te eksik
ve çürüyen bir şeyler vardı. Sosyalizm için mücadele etmiş, yıllarını hapislerde geçirmiş bu

4
eski sosyalistlere TİP’te cüzzzamlı muamelesi yapılıyordu. Bunun nasıl bir haksızlık
olduğunu, Mihri Belli ile kanlı ve canlı olarak görmüştüm. Benim için TİP, orada bitti. TİP’li
kabuğum, YİS’in o küçük odasında Mihri ağabey ile o sohbetten sonra kırıldı.
Yıllar sonra, 1980’lerin başında, teorik evrimimi anlatan bir önsözde bu dönemi şöyle
anlatmışım:
“TİP genellikle burjuva aydınların, kasaba avukatlarının, aristokrat işçilerin – sendikacıların
– egemen olduğu bir partiydi. Onların yapısı tüm partiye damgasını vuruyordu. TİP
saflarından çıkmış, üniversitedeki militan eylemlere katılmış her devrimci genci TİP'in bu
havası boğmaya başlamıştı. Bu gençler "eski"lerle karşılaşınca, tam psikolojilerine uygun bir
havayı da onlarda buluyorlardı. Eskiler de uzun bir mücadelenin imbiğinden geçmiş dava
adamlarıydılar. Onların güçlü kişilikleri, savaşçı nitelikleri, yaşlarından beklenmeyecek
devrimci coşkunlukları, dünün TİP'te yetişmiş militanları üzerinde silinmez izler bırakıyordu.
Bu etki TİP'in yanlış tanıtmaları ölçüsünde de artıyordu. TİP kendisinin Türkiye'nin ilk işçi
partisi olduğunu iddia ediyordu. "Eski Tüfekler"i hor görüyor, kapısından içeri adım
atmalarına bile müsaade etmiyordu. Eskiler için "Bir zamanlar bu işle uğraşmışlar ama hiç
bir şey yapamamışlar; işte biz bir çıktık, pir çıktık. Türkiye'nin en ücra köyüne bile sosyalizmi
duyurduk" anlamındaki böbürlenmelerinden geçilmiyordu. Bu yöndeki propagandayla
yetişmiş genç, eskilerle karşılaşınca, TİP kurucuları kumda çomak oynarken sosyalizm
uğrana mücadele vermiş, hapisler yatmış, işkenceler görmüş eskilerin inancı ve heyecanıyla;
TİP'lilerle kıyaslanamayacak üstünlükteki Marksizm bilgisi, örgütlenme tecrübesi ile
karşılaşınca, en azından, davayı yıllarca sırtlamış bu insanların gördüğü muamele karşısında
isyan etmekten kendini alamıyordu. TİP'in silahı geri tepiyordu; nefret yerini saygıya
bırakıyordu. Her şey, tarih nasıl anlatılmıştı ve gerçek nasıldı? Hele TİP'in eskileri
kapısından içeri uğratmamasının gerçek sebebi olan, burjuva legalitesinden, hoşgörüsünden
yararlanma kaygısı anlaşılınca, her devrimci genç, yerini ezilmiş ve ezilen eskilerin yanında
belliyordu. ” (Kıvılcımlı Eleştirisine Önsöz)
*
Aklımda kalan karşılaşmalardan ikincisi, Teknik Üniversite’nin yemekhanesinde “Millet
Gerçeği” başlığıyla yaptığı toplantıdır. Bir tür yarı legal bir toplantı sayılırdı bu, ilk kez açık
açık Kürt sorunu söz konusu olmuş ve bir tabu kırılmıştı. En azından biz genç kuşaklar
açısından.
Marks, Gotha programını kastederek, Alman işçilerinin onda olmayan şeyleri ve kendi
özlemlerini gördüklerini söyler. İdeolojik olarak Mihri Belli’nin o konuşması çok yanlış ve
tartışmalı olabilirdi. Ama onu önemli yapan bizlerin onda gördüğü ve o dönemdeki nesnel
anlamıydı kanımca. Bu da ilk kez Kürt sorunundan “doğu sorunu” olarak değil, adını
koyarak, “Kürt sorunu” olarak söz edilmesiydi.
*
Ama Mihri ağabeyi daha yakından tanıma ve gözleme imkanını 1969’daki Dev-Genç
kongresinden önceki günlerde bulmuştum.

5
FKF’nin Dev-Genç’e dönüşeceği kongreden önce, biz İstanbul ekibi olarak, daha doğrusu
artık FKF üyesi olmuş DÖB’lüler olarak, daha sonra Beyaz Aydınlık adını alacak, şimdiki
Doğu Perinçek’in o sıralar billurlaşmaya çıkmaya başlayan çizgisine karşı ideolojik mücadele
vermek ve Kongre hazırlıklarına katılmak, Ankaralı arkadaşların havasını yoklamak için
erkenden Ankara’ya gelmiştik. Siyasal kantininde ve koridorlarında, hemen hepsi de eli kalem
tutan kişiler olan doğu Perinçek ekibiyle teorik tartışmalar oluyordu. Bizlerin ağzı laf yapmayı
pek bilmezdi. Ağzı laf yapanların neredeyse tamamı Doğu’nun tarafındaydı ve bizleri sola
sapmakla suçluyorlardı. Biz de onları sağa sapmakla, halk savaşından vazgeçmekle ve
cuntacılıkla. Şimdi burjuva basınında her biri birer köşe yazarı olmuş, Şahin Alpay’lar,
Cengiz Çandar’lar o zamanlar Doğu’nun teorik koçbaşları gibiydiler. Bizlerin içinde onlarla
teorik aşık atacak tek kişi Mahir Çayan’dı.
Kongre öncesinde akşamları İstanbul ve Ankara’nın bütün önde gelen militanları Mihri
Ağabey’in evinde toplanıyorduk. Orada hem ayrılık noktalarımızı tartışıyorduk hem de Dev
Genç kongresinde yönetimin kimlerden oluşacağını. Sevim Abla da bir yandan bizleri
dinliyor bir yandan da Fransızca’dan yine bir klasiği çeviriyor, ara sıra da çok nadir olarak
söze karışıyordu.
Mihri ağabey, yıllardır MDD içinde tanınmış bilinen bir kişi olduğu, ayrıca terziler
tevkifatından eski bir komünistin oğlu olduğu için Dev-Genç’in başkanlığına Atilla Sarp’ı
önermişti. Bizlerin bir itirazı yoktu. Zaten böyle şeylere fazla önem de vermiyorduk.
Bizim dikkatimiz şimdi Doğu’larla ayrılık konusuna yönelmişti. Kendimizi RSDİP İkinci
kongresinde gibi görüyorduk. Onlar da yıllarca uğraşıp tam parti kongresi yaptıklarında
Bolşevik-Menşevik diye bölünmemişler miydi? Şimdi aynısı bizlerin de başına geliyordu.
Doğu ve diğer kalemşorlar da bizlerin Menşevikleriydi. Bölünmenin gerçekten, “sertler” ve
“yumuşaklar”; “Kalemşorlar” ve “Silahşorlar” arasında olduğu söylenebilir. Bizlerin bu
ayrılığını anlamakta zorlanan eski kuşaklar, biraz da tarafların ortalama özelliklerine göre
saflarını seçtiler denebilir. Daha sonraları, Kıvılcımlı’nın, Beyaz aydınlıkçıları kastederek,
hep kırmızı yanaklı, iyi beslenmiş çocuklar olduklarından söz ettiği söylenir.
Mihri Belli de Doğu’larla ayrılıklar konusunda başlangıçta orta yolu bulmaya, uzlaştırmaya
çalışan bir çaba içinde görünürken, sonra Ankara ve İstanbul’un, bütün militan ve dövüşçü
takımının Doğu’lara karşı tavır aldığını gördükçe, giderek Doğu’lar karşısında bizleri
desteklemeye başlamıştı. Mihri Belli’nin hayatının her döneminde militan ve radikal olana bir
eğilim, ondan uzak düşmeme kaygısı sezilir. Bu içgüdüsü veya hayatın tecrübelerinden
süzülmüş sezgisi, teorik ve ideolojik olarak çok yanlış ya da belirsiz olduğu durumlarda bile
onun daima daha muhalif, daha radikal bir konumu sürdürmesini sağlamıştır. Bunu ilk kez
Dev-Genç kongresi hazırlıklarında yakından gözlemiştim.
Bu daha yakından ilk gözlemler sonucunda Mihri ağabeyin bizlerin ayrılıklarımıza nüfuz
edemediği şeklinde bir izlenim edinmiştim. Bizim yolumuzu Mihri açmış, TİP kabuğunu
kırmamızı o sağlamıştı, ama bizler, yirmi yılların yirmi günde yaşandığı zamanlarda
yaşıyorduk ve çok hızlı bir şekilde değişiyorduk ve Mihri ağabeyin bu değişime ayak
uyduramadığı hissediliyordu.

6
*
Bir daha Mihri ile 1970 yılının son baharında karşılaştık sanırsam. Yazın Aliağa grevlerini
yönetmiştik. Bu arada Kıvılcımlı’nın TİP, Beyaz Aydınlık ve Mihri’yi eleştirdiği “Devrim
Zorlaması Demokratik Zortlama” adlı kitabı çıkmıştı. Kitap artık Mihri Ağabey’in kabuğuna
sığmayan bizler için bir tutamak olmuştu.
Biz de bu arada Boğaz Köprüsü inşaatında da örgütlenme çalışmaları yürütüyorduk Bu
çalışmalarda, eski TKP geleneğinden gelen ve Mihri Ağabey ile yakın ilişkileri olan Ekrem
Şikak gibi Ortaköy’lü işçilerle de birlikte çalışıyorduk. Mihri’nin de muhakkak ki bu
çalışmalardan haberi vardı. Dolayısıyla politik eğilimlerimizi de biliyordu sanırım. Mihri
Ağabey örgütçü ve uyanık bir insandı. Kimin ne yaptığını izlerdi.
İşte Kıvılcımlı’nın bu kitabının çıkışından kısa bir süre sonra, sanırım Yerebatan’ın oralarda
Türkiye Solu binasında karşılaşmıştık. Kıvılcımlı’ya çok kızgındı. Bizlerin onun görüşlerini
benimsediğimizi biliyordu.
Ama bu politik ve teorik ayrılıklarımız bir yana, bizi yine de onore etmekten geri durmamıştı.
Politik, teorik ayrılıklar olabilirdi, ama militanlara, dava insanlarına başka türlü yaklaşmak
gerekir der gibiydi.
Rus devrimcilerinin, Bolşeviklerin o tutkulu tartışmalarının ama aynı zamanda birer dava
adamı ve devrimci olarak birbirlerine saygıda kusur etmeyen geleneklerini bizim kuşağa
Mihri ve Kıvılcımlı gibiler aktardı denebilir. Kıvılcımlı, Kerim Sadi ile ilgili bir yazısında,
eskilerin en sert tartışmalardan sonra birbirlerini gördüklerinde nasıl sevgiyle kucaklaştıkların
ve yeni kuşakların bunu iyi öğrenmeleri gerektiğini yazmıştı. Kendisi de Mihri’yi en sert
şekilde eleştirmesine rağmen, Mihri’ye insan ve devrimci olarak verdiği değer anılarda
görülür. Mihri Belli de Kıvılcımlı’ya öyle davranmıştır.
*
Sonra 12 Mart döneminde, gizlendiği bir evde, görmedim ama öksürüğünü duydum sanırsam.
Odada politik olmayan başkaları da olduğu için diğer odadan çıkmamıştı muhtemelen. Ama
yan odadan duyduğum öksürük Mihri Ağabeyin öksürüğü gibiydi. Daha sonra oralarda
gizlendiğin duymuştum. Belki de benzetmişimdir.
*
1974-75 yılları. Toptaşı’nda yatıyorduk. Gençliğinde partizanlara yiyecek taşımış
Yunanistanlı balıkçı ve yoksul köylü Nikolai Varvacikis, Yunanistan’da tutuklanmış bir Türk
casusuyla değiştirmek için Türk devletince rehin alınmış ve casusluktan cezalandırılmıştı.
Cezayı yedikten sonra da diğer “casus”larla birlikte Toptaşı Cezaevi’ne getirilmişti.
Niko bizlerin sevgilisiydi. O emekçi insanlara has sağduyusuyla okuma yazma bile bilmeyen
bir insan olmasına rağmen bizlere örnek oluyor, bizleri eğitiyordu. İşte bu Niko, iç savaş
sırasında bir “Kaptan Kemal”den söz ediyordu partizanları anlatırken. Biz de olsa olsa bu
bizim Mihri Ağabeydir diye akıl yürütüyorduk.
O ara Beyaz Aydınlıkçılardan bir takım tutuklanıp geldi. Gün Zileli, Nuri Çolakoğlu gibi

7
bilinenler de vardı. Onlarla birlikte eski DÖB’lü Mustafa Gürkan da, yanlışlıkla düşmüştü
cezaevine. Tabii o zaman Mihri ağabey de Gürkan’ı görmeye, ziyarete gelmişti.
O zaman biz koşarak Niko’yu çağırdık ve Mihri ağabeye de burada kendisini tanıyan
gençliğinde Partizanlara yemek taşımış bir Yunanlı köylü olduğundan söz ettik. Tanışmak
istedi. Niko geldi ve Mihri Ağabey ile Yunanca epey konuştu.
Evet, Niko’nun o duyup bildiği Kaptan Kemal, bizim Mihri Ağabey’di.
*
Mihri ağabey, çıkardığı Emekçi dergisinde Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi Program’nın eleştirisi
biçiminde bir Kıvılcımlı eleştirisi yazmıştı. Biz sıradan genç bir militan olarak, o akademik
eğitim de görmüş ve o sıralar “doktorcu” da olan TSİP yöneticilerinin bu tür eleştirilere cevap
vermesini bekliyorduk. Kimseden ses çıkmıyordu. O zaman iş başa düştü deyip kaleme
sarılmış Mihri Belli’nin eleştirisine bir cevap yazmıştık. Sonra da Murat Belge’nin eleştirisine
cevap vermiş ve bunları bir kitapta yayınlamıştık.
İşte yazdığım ilk teorik yazı Mihri Belli’nin bu eleştirisinin eleştirisiydi. Psikolojide “baba
katli” diye bir kavram vardır. Bir insanın yetişkin ve bağımsız bir insan olması için, manevi
bir “baba katili” olması gerektiğinden; bir “Baba katli” yapması gerektiğinden söz edilir.
Bu ilk teorik yazım, belki benim için ilk “baba katli” oldu. Daha sonra birçok kereler “baba
katili” oldum. Seksenlerin sonunda Kıvılcımlı’yı öldürdüm. Doksanların sonunda Troçki ve
Mandel’i, İkibin dört ve beş yıllarında Mark ve Engels’i, Lenin’i.
Mihri ağabey benim ilk cinayetim, ilk “baba katli”mdir.
*
Devlet 12 Mart’ın hapisteki bütün kılıç artıklarını Niğde Cezaevi’nde toplamıştı. Bir açık
görüş gününde Mihri ağabey gelmişti ziyarete. Hepimiz Mihri Ağabey’in geldiği masanın
etrafına oturmuştuk. Tıpkı eski günlerdeki gibiydik. İşte yine bir aradaydık. O hayatımızın en
verimli, en güzel günlerindeki gibi. Hepimiz benzer şeyleri aklımızdan geçiriyorduk. Hatta bu
güzel an kalsın diye resim bile çektirmiştik. O ara Mihri ağabey dayanamadı “İşte hep böyle
olalım” dedi.
Önce miydi sonra mıydı, hatırlamıyorum şimdi. Mihri Belli’ye suikast yapıldığını , ağır
yaralandığını, hastanede yattığını duyduk. Hemen toplanıp bir telgraf yazdık ve yolladık.
Mihri ağabeyin o ilk karşılaştığımda söyledikleri, spor yapmak, uyanıklık, savunmak
konusunda söyledikleri geldi aklıma. Suikastten tam da o söyledikleri sayesinde ölmeden
kurtulabilmişti onca yaşına rağmen. Bu sefer pratiğiyle kanıtlamıştı söylediklerinin nasıl işe
yaradığını.
*
Yıllar sonra, bir vesileyle, Avrupa ülkelerine dağılmış, bazı sürgün eski 68’liler olarak biraz
da rastlantıyla İsveç’e Stockholm’e gitmiştik. Orada yaşayan Orhan Savaşçı, Latife Fegan,
Ersen Olgaç gibilerle de buluşmuştuk. Hoş bir atmosfer oluşmuştu. Mihri ağabey de aramızda

8
olsun, ona saygılarımızı sunalım, politik ve teorik ayrılıklardan azade olarak biraz oturup
sohbet edelim diye düşünmüştük.
Mihri ağabey geldi ama bizleri yanlış algıladı. Baktı ortada epey “troçkist” var sandı ki,
kendisiyle teorik, ideolojik tartışma yapılmak isteniyor. Eski bir gerilla olarak ortalığı bir
koloçan ettikten sonra, baskın basanındır diye, “Ben Pablo’ya dedim ki” diye başladı Troçkiyi
ve Troçkistleri eleştirmeye.
Bizlerin ise hiç böyle bir niyeti yoktu. Ne Mihri Ağabey ile tartışmak, ne de onun
eleştirilerine cevap vermek istiyorduk. Biz bu davaya devam eden bir insan olduğu için ona
olan hürmetimizi göstermek istemiştik. Her şeye rağmen yerinin ayrı olduğu göstermek
istemiştik.
Kimse tartışmaya girmedi tabii, ama bir yanlış anlama olmuş o düşünülen rahat sohbet ortamı
oluşmamıştı. Baştan yanlış gitmişti bir şeyler, bir yanlış anlama olmuştu. Havanın değişmesi
de mümkün olmuyordu. Herkes tedirgin olmuştu. Bir süre sonra, artık eve gideceğini evde işi
olduğun söyledi. Eve bırakmak üzere Orhan Savaşçı’yla arabaya bindik.
Yolda, “Mihri Ağabey” dedim “bir yanlış anlaşılma oldu. Dostoyevski, “biz hepimiz
Gogol’ün paltosundan çıktık.”der. Bizleri de siz yetiştirdiniz. Biz bunu göz önüne alarak söyle
eski günlerdeki gibi oturup sohbet etmek istemiştik. ”
O zaman sanırım anladı kaçan fırsatı. Ama artık çok geçti. Eve yaklaşmıştık.
*
Bir sendikanın sunduğu bir olanağı bulunca, bari bununla bir Kıvılcımı Sempozyumu
düzenleyelim demiştik. Ölümünün 30’uncu yılı geliyordu. Bu Sempozyuma en azından
Kıvılcımlı’yı tanımış eski kuşak sosyalistlerden yaşayanların katılmasını sağlamak büyük
önem taşıyordu. Ama bunun için birilerinin ilk başta hiç tereddüt etmeden ben katılırım
demesinin büyük önemi vardı.
İşte kendine doktorcu diyenlerin bile ya açıkça desteklemediği ya da sabote etmeye çalıştığı
bu girişime daha ilk anda Mihri Belli ve Sevim Belli hiçbir tereddüt göstermeden
katılacaklarını söylemişlerdi. Onların bu net tavrı olmasaydı bu Sempozyum gerçekleşmezdi.
Onlar geldiği için Vedat Türkali, Rasih Nuri İleri, gibi diğer eski sosyalistler de gelmiş
böylece çok başarılı Kıvılcımlı Sempozyumu gerçekleşebilmişti.
Bunu Sempozyum’un açış konuşmasında söyle belirtmiştim:
“Bu sempozyum fikrini ortaya attığımızda, insanlar büyük bir çekingenlik içinde
bulunuyorlardı ve başlangıçta, internet gruplarında hiç kimse bir katkı sunmak yönünde bir
girişimde bulunmuyordu. Bu kritik durumda, (Savaşta böyle kritik durumlar vardır, her iki
tarafın da dengelerinin eşit olduğu. Böyle durumlarda bir tarafa koyacağınız bir gram bile
bütün dengeyi alt üst edip, öbür tarafın yenilgisine yol açabilir. Bu noktada o bir gramın nispi
ağırlığı, gerçek ağırlığıyla kıyaslanmaz bir büyüklük kazanır sonuçları bakımından. ) işte tam
böyle kritik bir durumda, başlangıçta, herkesin ürkek ve çekingen olduğu, girişimin dana
doğmadan ölebileceği veya ölü doğabileceği noktada, sayın Mihri Belli ve Eşi Sevim Belli,

9
hiçbir tereddüt göstermeden, “biz bu sempozyuma katılırız” dediler. Keza Ayşe Düzkan ve
şimdi burada aramızda bulunan Ali Osman Alayoğlu da hemen başında, “Biz bu sempozyuma
katılırız” diyerek başlangıçta insanların tereddütlerinin yıkılmasında büyük rol oynadılar. Bu
arkadaşlar başlangıçta, kimseyi beklemeden böyle bir tavır göstermeselerdi, belki bu
sempozyum hiç gerçekleşemeyebilirdi. ”
Kıvılcımlı tarafından en sert biçimde eleştirilmişti, kendisi de Kıvılcımlı’yı en sert biçimde
eleştirmişti, ama onun anısına yapılacak Sempozyumun yapılmasına en küçük bir tereddüt
göstermeden “İlk saatin işçisi” olarak destek veriyordu Mihri ağabey. Artık böyle
şövalyeliklerin bulunmadığı bir dünyada, bu davranışların değeri ölçülemez.
*
Sempozyum hazırlıklarında, Kıvılcımlı’nın zamanında Mihri’yi eleştirdiği söz konusu
edilerek, Mihri Belli’nin sempozyuma katılmasına itiraz eden bir parya muamelesinden başka
bir şeyi hak etmeyen çapsız cücelere karşı şunları yazmışız:
“Mihri Belli’yi de eleştirmiş ona eletiri yazmış tek kişiyim. Ama yine ben Mihri Belli’nin
eleştiri konusu olmuş yazısını, çok sınırlı zamanıma rağmen digitalize ettim ve sayfaya
koydum. Sizler ise, onun davet edilmesine bile karşı çıkıyorsunuz. Diyorsunuz ki Mihri’nin
fikirleri şöyledir, Tavrı böyledir. Buyurun baylar, Kıvılcımlı bağlamında o Sempozyumda
kendisine söyleyin bu eleştirileri.
(. . . )
Bu vesileyle Mihri’ye ilişkin bir söz. Ben kendisini son derece sert teorik olarak eleştirdiğim
halde, kendisine saygıda kusur etmemeye çalışırım. Kıvılcımlı, Mihri, Şevki Akşit gibilerin
üzerimizde emeği vardır. Yani örneğin ben Mihri’yi eleştirimi Mihri’nin bizzat kendisine de
borçluyumdur. Ve de Hz. Ali’nin dediği gibi, “bana bir kelime öğretenin kulu olurum”.
Ama sadece bu kadar da değil. Mihri bütün o Kemalizmle çok kaynaşmış sizlerinkine benzer
ideolojik yaklaşımları ve yanlış görüşlerine rağmen, Kürt Ulusal Hareketini destekler
durumda kalmış çok az solcudan biridir. Hangi gerekçeyle olursa olsun bu tavır benim
açımdan büyük değer taşır. ”
*
Sanırım bu sözlere yeni bir şey eklemek gerekmiyor.
Mihri Belli’yi eleştirsek de, bu eleştiriyi yine ona borçlu olduğumuzu hiç unutmayacağız.
Ertuğrul Kürkçü’nün dediği gibi, “Mihri büyük adamdır” bu cücelerle dolu dünyada.
Cüceler ülkesinde bir Gulluver’dir.
O bizler için “Gogol’ün Paltosu”dur, o dev Rus Romanının içinden çıktığı.

Demir Küçükaydın
10 Mart 2006 Cuma

10
"Vatan Partisi Program Eleştirisi"nin Eleştirisi

Giriş: Türkiye İşçi Sınıfının Asgari Talepleri: V.P. Programı


Emekçi Dergisinin Kasım 1974 tarihli 1. sayısında Vatan Partisi Programı'nın bir eleştirisi
yayınlandı. Aşağıda okuyacağınız çalışma bu eleştiriye bir cevap olacaktır. Eleştirinin
eleştirisine girmeden önce Programın bazı özelliklerinden söz etmek, okuyucuya program
hakkında bir fikir vermesi bakımından yararlı olacaktır.
V. P. Programı 1954 tarihini taşımakla birlikte, onun gelenekçil kökleri 1919'lara ve ilk
taslakları 1930'lara kadar gider. Program "yarım asrı bulan geçmişimiz" dediğimi şeyin
mantıki sonucudur. Bu olgu kavranılmadığı sürece olaylar kafamızda anarşiden kurtulup,
sistemleşip, aydınlığa kavuşamaz.
1930'larda yayınlanan "Demokrasi: Bugünkü Türkiye Ekonomi Politikası" adlı etüt V. P.
Programının ilk şeklidir denebilir. Şöyle bir soru akla gelebilir: "Şimdi 1976 yılındayız,
kökleri 1930'lara giden bir program bu günün ihtiyaçlarına cevap verebilir mi?" Evet,
verebilir. Çünkü, geçen yıllarda Türkiye'nin ekonomi, politika, sınıf ilişki ve çelişkilerinde
köklü, nitel bir değişme olmamıştır. 40 yıldan beri hala demokratik bir devrimi, Kıvılcımlı'nın
deyişiyle "İkinci Kuvayı Milliye"yi başaramamanın sancıları içindeyiz. Program; bir
demokratik devrim programıdır.
Bu programı okuyan pek çok kişi, özellikle kitle bağlarından yoksun aydınlar onun yumuşak
diline bakıp "Bilimcil Sosyalizme uygun" bir program olduğunu kavrayamazlar. Bu görünüşe
aldanmaktır. Gerçekte program: Bilimcil Sosyalizm'in Türkiye Toplumu'na yaratıcı bir
şekilde uygulanmasıdır.
Bu programın öz ve biçimce klasikleşmiş programlarda pek görülmeyen ya da az görülen
katkıları da vardır. Bunların bir kaçından kısaca söz edelim.
Klasikleşmiş programlarda çoğu kez sadece taleplerle yetinilir. V. P. Programında her talep, o
talebi gerçekleştirebilecek ÖRGÜT BİÇİM ve PAROLALARI ile birlikte verilir.
Program organik bir bütündür. Eklektik değildir. Biraz açalım. Örneğin Alt Yapı son
duruşmada Üst Yapıyı belirler. Bu, işin alfabesi. Şimdi, bir programda üst yapıya ilişkin
talepler, alt yapıya, kısaca ekonomiye ilişkin taleplerin üç katı yer tutuyorsa: en azından bu
nicelik ve biçim programın toplumun organik bütünlüğünü gereğince yansıtmadığını gösterir.
İşte V. P. Programında bu anlamda nicelik olarak, biçim olarak organik bir bütünlüğün yanı
sıra, nitelik yani taleplerin özü bakımından da aynı bütünlüğü görebiliriz. Bunu da şöyle bir
benzetmeyle açıklamaya çalışalım :
Eski Divan Edebiyatında beyitlerle yazılan bir tür şiir vardır. Bu şiirlerde her beyit kendi
başına bağımsız olarak bir anlam taşır, beyitlerden bir ikisini çakarsanız, ya da yerlerini

11
değiştirseniz şiirin bütün olarak anlamında bir eksiklik bir değişiklik fark edilemez bile. Ama,
mesela modern şiirde bir tek sözcüğü değiştirmek, bir mısrayı atlamak şiire bütün anlamını
kaybettirebilir. Her sözcük birbirine ve şiirin bütününe bağlıdır. Benzer şekilde V. P.
Programından da bir talebi çıkarsanız ya da değiştirseniz hemen sırıtır, eğreti durur. V. P.
Programı bir şiire benzer.
V. P, Programındaki gerekçelerin de bazı özellikleri vardır. Ve gerekçeler şimdiye kadar
yanlış değerlendirmelere uğramıştır... Türkiye'de yaygınlaşmış bir gerekçe yazış tarzı var. Bu
da başlıca iki özellik gösteriyor:
a) Genellikle bir partinin varlık gerekçesiyle, program gerekçesi birbirine karıştırılmaktadır.
Program gerekçesi olarak yazılanların çoğu bir program gerekçesinden çok, parti gerekçesine
benzemektedir. Fakat kesin olarak bir parti gerekçesi de denemez, ikisi arası bir metindir.
b) Bu gerekçelerde programdan önce, ayrı bir bölüm halinde epey akademik bir dille yazılmış
tahliller olur. Bu da ister istemez belli bir teorik düzeye ulaşmış kişilerin anlayacağı bir metin
olur. Programı açıklayıcı, bölümler arasında bağlantı sağlayıcı bir fonksiyon yüklenmez.
V. P. Programında ise:
a) Programın gerekçesi, programa tabidir ve ayrı bir bölüm oluşturmaz. Bölümlerden veya
taleplerden önce kısa metinler şeklinde yer alır. Bu biçim özelliği sayesinde program aynı
zamanda bilinçlendirici aydınlatıcı eğitici bir fonksiyon da görür.
b) Gerekçe, son derece somut örnekler ve alıntılara dayanır. En akademik konuları bile
hayatın örnekleriyle politik sorunların pek yabancısı olmayan herhangi bir emekçinin
anlayacağı bir şekilde koyar.
Program hakkındaki bu kısa açıklamalardan sonra, "Eleştiri"nin eleştirisine girebiliriz.

Genel Eleştiri
Bir programın ciddi bir eleştirisinin nasıl olması gerektiğini gösteren örnekler ustalarda var.
Mars'ın Gotha Programı'nın eleştirisi, Engels'in Erfurt Programım eleştirisi, Lenin'in Iskra'yı
çıkarırken kaleme aldığı R.S.D.I.P. Program Taslağı'na ilişkin eleştirileri klasik örneklerdir.
Bütün bu eleştirilerde ortak olan yan: programın madde madde ve bütün olarak ele
alınmasıdır. Eleştiriler oradan buradan seçilmiş bir iki maddeye değil de, her bir maddeye ayrı
ayrı ve her maddenin bütün içindeki anlamı kollanarak yapılır. Emekçi'nin eleştirisinde ise: ne
böyle bir metot, ne de böyle bir kaygı güdülmüyor.
Eleştiri 13,5 sayfa kadar tutuyor. Bu 13,5 sayfanın hemen hemen yarısı gerekçelerin seçilmiş
bir iki örneğine; geri kalan yarısı da, programın bütününden tecrit edilmiş taleplerin bazılarına
veya Tüzüğün birinci maddesine (ki bu madde genel bir program özetidir) yöneliktir.
Örneğin Programın 1. paragrafının eleştirisi 3,5 sayfa tutar, ama öte yandan işçilere,
köylülere, eski devlet cihazının tasfiyesine yönelik taleplere bir kelime ile bile dokunulmaz.
Yazar eleştirinin bu çürük biçim ve metoduna az çok mantıki bir görünüm kazandırmak için:

12
sanki programı önemsemiyormuş (ki bu onun önemini kavramadığını gösterir) gibi bir hava
veriyor. Gerçekte ise, böyle yapmasaydı her talebi gerçek anlamı ile ele alsaydı ya da bu
anlamı kavrama kaygısı gütseydi, taleplere demagojik anlamlar yüklemeseydi,. programın
önü ardını tutar bir eleştirisini yapabileceği yerini bulamazdı.
Eleştirinin bu özelliği ister istemez cevabı da etkileyecektir. Cevap eleştiriye bağlı
olacağından konu programın somut taleplerinden epeyce uzaklaşacaktır.

Eleştirinin Analitik Eleştirisi: Amerika Konusu


Eleştiri'nin ilk ve en uzun bölümü Programın birinci paragrafına yönelik. Önce bu paragrafı
olduğu gibi aktaralım:
"Vatanımızın 'Amerika' derecesinde yüksek teknikli medeniyet kurmasından bahsediliyor.
Lakın, bir şey unutuluyor: Amerika'yı Amerika yapan hız, Amerikalıların 90 yıl önce köleliği
kaldırmak uğruna vatandaş harbini göze alabilmeleriyle, yani, keskin hürriyet kavgası ile
başlamıştır. Ve şu üç sebeple gelişmitir. l - Devletin kırtasiyeci ve askerci olmayışı, (Tam
demokrasi) 2 - Derebey artıklarının yok edilmesi (Toprak reformu), 3 - Sanayi sermayesinin
ötekilerden üstün olması (Teknik yaratıcılığı)."
Bu paragrafta anlatılmak istenen nedir?.. Önce, şu gerilikten kurtulmamız; yüksek teknikli
modern bir medeniyet seviyesine ulaşmamız mı isteniyor? Önce, derebey kalıntılarını
kökünden kazımak için icabında sivil savaşı göze almak; bürokratik, askercil, baskıcı (Pahalı)
devlet cihazını tasfiye etmek; toprak reformu yapmak, ve ağır sanayie öncelik vermek; bütün
bunları başarabilmek için de başta işçi sınıfımız olmak üzere üretmen yığınlara dayanmak;
onların girişim, örgüt ve kontrolleriyle hareket etmek zorunludur. Bu talebin sosyalist
teorideki karşılığı "demokratik devrim"dir.
Fakat, paragraftaki "Amerika" sözü kafaları çok karıştırıyor. İlerde görüleceği gibi Amerika
benzetmesi özce teoriye uygun olmakla birlikte, biçimce başka bir benzetmeye baş vurulamaz
mıydı? Evet vurulabilirdi. Fakat Amerika benzetmesine baş vurulmasının sebebini özellikle
ellilerdeki politika edebiyatımızda aramak gerekir.
İyi bilinir, 1950'lerde Türkiye'de bir Amerika demagojisi yaygındı, körü körüne bir Amerikan
hayranlığı, Türkiye'yi "küçük Amerika" yapma hedefleri vardı. Bu benzetmeyle, .Amerika
demagojisine baş vuran bezirgan politikacıların iç yüzleri onların demokrasi düşmanı
oldukları, demokrasi demagojisi yaptıkları göze batırılmaya çalışılıyor. Öte yandan bu
benzetmeden, Amerika gibi kapitalist yolu izleyip Amerika gibi emperyalist olalım şeklinde
bir anlam da çıkmaz. Göze batırılmak istenen klasik burjuva anlamda bile bir demokrasiden
ne kadar uzak olduğumuzdur.
Emekçi'nin bu paragrafa ilişkin eleştirilerine gelince:
"Amerika'yı Amerika yapan, yani bu ülkeyi dünyanın en" zengin; en güçlü emperyalist ülkesi
yapan şey, burada iddia edildiği gibi ne "Tam demokrasi"dir, ne de "Toprak reformu" dur.
Amerika'yı en zengin, en güçlü emperyalist ülke yapan şey, her şeyden önce bu ülkenin, tarihi

13
ve coğrafi şartlan gereği, dünya halklarını sömürmede öteki emperyalist ülkelerden baskın
çıkmasıdır. Linç töresinin hüküm sürdüğü bir ülke olan Amerika, tarihi boyunca hiçbir
zaman, burjuva anlamıyla dahil "tam" bir demokrasiyi, gerçek bir toprak reformunu
tanımamıştır."
Bu alıntıda, "Amerika'yı en zengin en güçlü emperyalist ülke yapan" sebep: "tarihi coğrafi
şartlar" diye ne olduğu belirsiz, soyut olaylara bağlanıyor. "Tarihi" sözcüğüyle geçiştirilen
sebepler somut tarihte hangi özelliklerdir?.. Olmadığı iddia edilen "burjuva anlamıyla dahi,
tam bir demokrasi" ve "toprak reformu" dur. Elbette bütün bunlar 19. yüzyıl Amerika'sı için
söz konusudur.
Ayrıntılarıyla görelim:
"(...) Amerika tarihi boyunca hiçbir zaman burjuva anlamıyla dahi "tam" bir demokrasiyi (...)
tanımamıştır."
Lenin, "Amerika Birleşik Devletlerinde Kapitalizm Ve Tarım" (Toprak Meseleleri s. 79)
başlıklı yazısında aynen şöyle yazıyor:
"Modern kapitalizmin önde gelen ülkesi, modern tarımın sosyal ekonomi yapısının ve
evriminin incelenmesi bakımından özellikle ilgi çekicidir. Amerika Birleşik Devletleri, 19.
yüzyılın başlarında, kapitalizmin gelişmesindeki hız bakımından, hali hazırda sağlanmış
yüksek gelir düzeyi bakımından ve halk yığınlarının siyası özgürlük derecesi [biz çizdik] ve
kültürel düzeyi bakımından en ileri ülkedir. Gerçekten bu ülke, birçok bakımlardan burjuva
uygarlığının modeli ve idealidir."
Aşağıdaki cümleler, Engels'in 1891 deki Erfurt Program Tasarısının Eleştirisi'nden
alınmıştır:
"Halk temsilcilerinin bütün iktidarı ellerinde topladıkları ülkelerde, anayasa gereğince,
ulusun çoğunluğu seni destekledikçe, herşeyi yapabileceğin ülkelerde, Fransa ve Amerika gibi
demokratik cumhuriyetlerde..."
"Demek ki, tek bir cumhuriyet: Ama 1798'de kurulmuş olan imparatorluğun imparatorsuz
şekli olan bu günün Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. 1792'den 1798'e kadar her Fransız
vilayeti, her belediye, Amerikan modeline uygun olarak kendi yönetimine sahip bulundu, bize
de böyle bir şey lazım. Böyle bir özerklik nasıl örgütlenebilir ve bürokrasisiz nasıl edilebilir.
Amerika ve Fransız Cumhuriyeti bunun nasıl olacağını bize gösterdi" (Gotha, Erfurt
Programlarının Eleştirisi s. 110)
Bu alıntılardan sonra ayrı bir yoruma gerek var mı?..
"(...) Amerika, tarihi boyunca, hiçbir zaman, burjuva anlamıyla dahi.(...) gerçek bir toprak
reformu tanımamıştır."
Bu iddia doğru mudur?
"Burjuva anlamıyla toprak feromu" ne demeye gelir? Bu deyimin sınırlarını, ya da
belirsizliğini kavramak gerekiyor.

14
Toprak Reformu, esasen, özü gereği burjuva demokratik bir taleptir. Derebeylik kalıntısı
sınıfların ve üretim ilişkilerinin tasfiyesi için yapılır. Gerçekte burjuvazi soyut tarih
bakımından toprağın hava gibi, su gibi millet malı olmasından yanadır. Ama somut tarihte
toprak mülkiyetine yapılacak bir saldırı, burjuvazinin kendi egemenliğini de tehdit
edeceğinden; burjuvazi en devrimci çağında bile, hiç bir zaman "burjuva anlamıyla dahi"
köklü bir toprak reformunu yapamamıştır. "Burjuva anlamıyla" toprak reformlarını somut
tarihte ancak proletarya yapabilmiştir.
Burjuvazinin somut tarihte yaptığı en köklü toprak reformu belki de Fransa'da görülür. Kilise
ve derebey toprakları köylülere verilmiş veya satılmıştır. Eğer "burjuva anlamıyla" toprak
reformundan kasıt burjuvazinin tarihte yapabildiği en köklü toprak reformu ise, Amerika bu
örnekler arasında sayılabilir.
Sonuç olarak "burjuva anlamıyla toprak reformu" kesin sınırları olan, muhtevası belirli bir
tanım değildir. Tarihte hiçbir ülkenin burjuvası, burjuva anlamıyla dahi bir toprak reformunu
yapmamıştır, ya da her ülkenin kendi burjuvazisinin ayrı bir "burjuva anlamında toprak
reformu" vardır.
Amerikanın "tarihi boyunca" bir toprak reformu tanıyıp tanımadığına gelince:
Amerika, tarihinde iki aşamalı burjuva devrimine tekabül eden iki toprak reformu tanımıştır.
Birincisi Amerikan Bağımsızlık Savaşına, İkincisi İç Savaş'a denk gelir.
Amerika, İngiltere tarafından sömürgeleştirildiği zaman, İngiltere kralları, Yeni Dünya'daki
"sahipsiz" "toprakları" İngiliz Lordlarma bol bol bağışlıyordu, "İngiliz otoriteleri, Amerikan
kolonilerini kapitalistleşen İngiltere'nin bir tarım uzantısı yapmak için burada feodal bir
rejim kurmak istiyorlardı. Krallar, ellerinde hiçbir şey olmayan kolonları ("zorunlu uşaklar"
ya da gerçekte beyaz köleler) kullanan İngiliz aristokratlanna çok geniş toprak parçaları
verdiler. Ana ülke, kendisine ucuz hammadde sağlayan ve önemli vergiler ödeyen Amerikan
kolonilerinin ekonomik gelişimini sınırlamayı hedefliyen yasalar empoze ediyordu." (Batı Av-
rupa ve Amerika Birleşik Devletleri ile Mukayeseli Olarak Rusya'da Kapitalizmin Doğuşunun
özellikleri, Nikoiai DROUJİNINE: Social Sciences'ten Ürün'ün aralık 1974 sayısınca yapılan
iktibas: s. 85)
"Toprak spekülasyonu yapan ve topraklan kiraya veren zenginlerin elinde çok büyük
toprakların oluşmasına paralel olarak, squatter hareketi de doğdu. Squatterler, elinde hiçbir
şey olmayan kolonlar olup yasal bir mülkiyet unvanı olmaksızın keşfedilmemiş topraklar
üzerine yerleşmekte ve böylece küçük tarım alanları açmaktaydılar." (a.y. s. 85-86)
Bu hareketin yaptıklarına fiili ve tabandan bir toprak reformu da denebilir.
"Bağımsızlık Savası, Kuzey Devletlerinde köleliği ortadan kaldıran, İngiliz aristokratlarının
topraklarını ulusallaştıran, işgal edilmiş topraklan dağıtan ve satan bir burjuva devrimi
olmuştur. Zengin tabakaların zorlu direncine rağmen, yeni devlet 1841 yılında "squatteizm"i
resmen onaylamıştır" (s.y. s. 86).
Görüldüğü gibi Bağımsızlık Savaşı sürecinde.

15
1) Kralın İngiliz derebeylerine bağışladığı topraklar millileştirilmiş, kolonlara dağıtılmış veya
satılmıştır.
2) Kolonların, Kralların otoritesini tanımayarak bileğinin hakkına ele geçirdikleri topraklarda,
hiçbir yasaya dayanmayan küçük çiftlikler kurmaları, bu fiili ve tabandan toprak reformu
yasal olarak benimsenmiştir.
Bütün bu tedbirler "burjuva anlamda" bir toprak reformundan başka nedir ki!..
İkinci toprak reformu sanayici Kuzey ile Köleci Güney arasındaki savaşın en kızgın anında
kanunlaşır.
"Fakat Amerikan kapitalizmi tarafından gerçekleştirilen ilerlemeler ne kadar büyükse,
sanayici Kuzey ile Köleci Güney arasındaki ekonomik ilişkiler de o kadar keskindi. Kölecilik
iç pazarın oluşmasına ayak bağı oluyor, plantasyonlar da emeğin üretkenliğini azaltıyor ve
krizleri yaratıyordu. Zaman zaman köylüler özgürlük için ayaklanıyorlardı; onbinlerce zenci
Kuzey ve Batı devletlerine kaçıyor ve buralarda ekilmemiş bölgelere yerleşiyordu. Köleciliğin
ortadan kaldırılması sorunu birinci plana çıkmış ve bu durum 19. yüzyılın 60 yıllarında Kuzey
ve Güney arasında iç savaşa yol açmıştı. Bu iç savaş, içeriği ve sonuçları ile ikinci bir
burjuva devrimidir. Savaşın en kızgın olduğu dönemde Federal hükümet, yoksul çiftçilerin
sömürgeleştirilen bölgelerde isletmeye açılmamış topraklara vergi ödemeksizin yerleşmelerini
sağlayan "homestead" yasasını ilan etmiştir. Kuzeylilerin zaferi köleciliği ortadan kaldırdı, ve
zencilerin hukuksal eşitliğini sağladı. Alınan tedbirler geçmişin bütün kalıntılarını ortadan
kaldırmamakla beraber, Birleşik Devletlerin kapitalist gelişimine büyük etkide bulunmuştur.
Güneyin yeniden inşaası sürecinde büyük topraklar parçalanmakla ve köleciliğin en gayretli
taraftarları ortadan kaldırılmakla beraber, zenciler, gerçek eşitliğe kavuşmamışlardı;
zencilerin büyük çoğunluğu aynı büyük plantasyon sahiplerinin topraklan üzerinde yarıcı
olmuşlardı. Buna paralel olarak burjuva rekabeti, küçük çiftliklerin büyük kapitalist
işletmeler oluşturmaları yönünde konsantrasyon sürecini başlatmıştı." (a.y. s. 87).
Bu araştırmadan da anlaşılacağı gibi Amerika "burjuva anlamda" bir toprak reformu
tanımıştır. Ve ileri kapitalist ülkeler içinde bile böyle bir toprak reformu tanıyan birkaç
ülkeden biridir.
Amerikan iç savaşı yıllarında faaliyete başlayan Birinci Enternasyonal, Kuzey'i desteklemiş;
öte yandan Kuzeyin zaferini daha köklü tedbirlerle pekiştirmesi için propaganda yapmıştır.
Kuzey Güney savaşında Kuzeyin zaferinin ilerici yönü unutulamaz. Emekçi Dergisi ise bugün
Türkiye'deki Anti-emperyalizmle adeta içice olan Anti-Amerikan duyguları tahrik edip
sömürerek, bu ilerici yönü unutturmaya es geçmeye çalışmaktadır. Eğer zaferi Güney
kazansaydı bunun Amerika ve Avrupa'daki sonuçlarının ne kadar gerici olacağını gözden
kaçırmaktadır.
1. Enternasyonal tarafından A. Lincoln'ün yeniden başkan seçilmesi dolayısıyla yollanan,
Marx'ın kaleme aldığı şu metin Emekçi Dergisinin problemi nasıl çarpıttığını göze batırır.
"Efendim;
Büyük çoğunlukla yeniden seçilmenizden dolayı Amerikan halkını kutlarız. İlk seçilmenizin

16
ihtiyatlı parolası köleci iktidara direnme olduysa, yeniden seçilmenizin muzaffer savaş narası
Köleciliğe Ölüm' dür.
Muazzam Amerikan mücadelesinin başlamasıyla birlikte, Avrupa işçileri içgüdüsel olarak,
yıldızlı bayrağın kendi . sınıflarının kaderini taşıdığını hissettiler.
Topraklar uğruna girişilen ve korkunç destanı başlatan yarışma, muazzam bakir toprakların
göçmenin emeğine karılık mı, yoksa kölecinin serserisine fahişelik mi edeceğini belirlemek
için değil miydi?"
Emekçi Dergisi Amerikan iç savaşının ilerici yönünü küçümsemekte onun anlamını
çarpıtmaktadır. Bunu da şöyle bir "mantık"la yapmaya çalışmakta:
1) Amerika'nın tarihinde hiçbir zaman feodalizmi tanımadığı iddia edilmekte,
2) Bunun sonucu olarak da iç savaşın özünde derebeyliğe karşı niteliği görülmemekte,
3) Bütün bunlar inkar edilince de Amerika'yı dünyanın en ilerici en büyük ülkesi yapan şeyin
ne olduğu izah edilmemekte, mecburen son derece belirsiz, "tarihi ve coğrafi özellikler"
deyiminde mantıki bir tutamak aramakta.
Şimdi, Emekçi Dergisinin bu işi nasıl yaptığını kendi dilinden somut olarak izleyelim:
1) "Kıvılcımlı, Amerikan iç savaşı sonucunun "derebey artıklarının yok edilmesi (Toprak
reformu)" olduğunu söylerken tarihin herkesçe bilinmesi gereken bu gerçeklerinden habersiz
görünüyor (...). Kuzey Amerika Kıtası hiçbir zaman bir feodalizm tanımamıştır ki, onun
artıkları yok edilebilsin (...)"
Emekçi'nin bu iddiası yeni değildir. Diyalektik ve metafizik mantıklar arasındaki mücadele
sürdüğü sürece de benzer iddialarla sık sık karşılaşılacaktır. Çünkü metafizik mantık, olayları
klişelere uydurmaya çalışır. Çünkü feodalizm deyince akla Batı ortaçağının senyörlü, serfli,
şatolu klasik tipi gelmektedir. Bu demir yatağa sığmayan her olay anlaşılmaz kalmaya
mahkumdur.
Yarım asır kadar önce hemen hemen aynı sözcüklerle aynı iddiada bulunan liberal bir
ekonomiste karşı Lenin şöyle diyor:
"Bay Himmer şunları yazıyor: "Amerika Birleşik Devletleri feodalizmi hiç tanımamış onun
hiçbir iktisadi kalıntısına sahip olmıyan bir ülkedir."(...) Bu iddia gerçekle taban tabana
zıttır: Çünkü köleliğin kalıntıları, feodalizmin benzer kalıntılarından hiçbir şekilde farklı
değildir."
Emekci'nin iddialarına yarım asırdan fazla bir zaman önce Lenin gereken cevabı vermiş, fakat
Emekçi bu iddiasını .Marx'tan aldığı bir paragrafla "kanıtlamaya" çalışıyor. Aşağıya
aktarılacak olan Marx'tan yapılmış bu alıntı, bizi Amerika tarihinin daha eski devirlerine
götüreceği, program konusundan epeyce uzaklaşacağımız gerçek olmakla birlikte yine de ele
alınması gereken bir konudur.
"Daha geçen yüzyılın ilk yansında Marks ve Engels, 'Kuzey Amerika toplumunun bir feodalite
aşamasından geçmeyisinı şöyle açıklamaktadır:

17
"(...) gelişmiş bir tarihi döneme birden bire giren Kuzey Amerika gibi ülkelerde, gelişme hızlı
olur. Böyle ülkelerde, oraya yerleşen ve eski ülkenin ihtiyaçlarına aykırı düşen değişim
tarzları yüzünden yeni ülkeye gelmiş bulunan bireylerden gayrı doğal önkoşullar yoktur.
Demek ki bu ülkeler, eski dünyanın en çok evrime uğramış bireyleriyle ve dolayısıyle de bu
bireylere uyan en gelişmiş değişim tarzıyla, hatta bu değişim sistemi eski dünyaya egemen
olmadan önce işe başlamaktadırlar." (K. Marks ve F. Engels, Feuerbach, L'opposıtion de
Conception Materialiste et İdealiste.)
Dikkat edilirse görülecektir. Emekci'nin Marx'tan yaptığı bu alıntıdan Amerika'da derebeylik
kalıntılarının, etkilerinin olmıyacağı gibi bir anlam çıkmaz. Emekci'nin karıştırdığı,
derebeylik aşamasının var olmasıyla, derebeylik etkileri ve bunların kalıntılarının var
olmasıdır. Gerçekten Amerika egemen üretim ilişkileri olarak derebeyliği tanımamıştır ya da
derebeylik egemenliği mevzii kalmıştır. Ama, Eski Dünya'nın gerçekliği "en çok evrime
uğramış bireyler" ve bunlara uygun "gelişmiş değişim tarzı" kadar, geri değişim tarzını da
içerir. Ve bu geri değişim tarzının etkileri en azından Kralın Lordlara verdiği büyük
toprakların mülkiyet belgeleriyle Yeni Dünya'da görülmüştür. Özetlenirse, derebeylik
aşamasının bulunmaması, derebeylik etkileri ve kalıntılarının bulunamıyacağı anlamını
içermez. Bu nedenle Marx'tan yapılan alıntı Emekci'nin iddialarına bir kanıt teşkil etmez.
Yukarıdaki alıntıda Marksın genel bir kanun şeklinde formüle ettiği prose: Somut tarihten
çıkarılmıştır, ve bu proseyi somut tarihte kısaca ele almak, konumuzla doğrudan ilişkili
olmasa da "Tarih Tezi" hakkındaki spekülasyonlara kısaca değinmek bakımından yararlı
olacaktır.
Biliyoruz, Latin (Orta - Güney) Amerika ile Kuzey Amerika çok ayrı bir gelişim
göstermişlerdir. Her iki kıta da "Gelişmiş bir tarihi döneme birden bire" girmelerine rağmen,
neden birisi sanayi ülkesi olabilmiş, diğeri hala onun sömürgesidir. Bunu Yeni Dünya'ya
gelen bireylerin sosyal karakterlerinde aramamız gerekiyor. Çünkü: "Yeni ülkeye gelmiş
bireylerden gayrı doğal önkoşul yoktur".
Demek ki, Güney Amerika nasıl geri bir yarı sömürge, Kuzey Amerika nasıl bir Emperyalist
olmuş?.. Bu gelişimin tarihi köklerini kavramak için o ülkelere gelen muhacir insanlara
(bireylere) dayanmak gerekiyor.
Somut Tarih'te "eski ülkenin ihtiyaçlarına aykırı düşen değişim tarzları yüzünden" yeni
ülkeye gelenler kimlerdir?.. "Eski Dünya'nın en çok evrime uğramış bireyleri" kimlerdir.
Kuzey Amerika'ya ilk gelenler İngiltere'de gericiliğin baskısından kaçan Püritenler ve
Qaker'lerdir. Bunlar mezhep isimleri. O zaman bu mezheplerin neyi ifade ettiğini, hangi
saiklerin etkisiyle ortaya çıktığını da anlamak gerekiyor.
Mezhepler orta çağın siyasi partileridir. Ve burjuvazi derebeyliğe karşı çıkarken ilk
muhalefetini bizzat derebeyliğin kurumları çerçevesinde tarikatlar şeklinde örgütlemişti.
He:men hemen bütün halk muhalefeti tarikatlarda örgütlenmişti. İngiltere'de de Püritenlik,
halk muhalefetinin, ilkel sosyalizm gelenekleri üzerinde dini bir biçim altında ortaya yıkmış
şeklidir.

18
"Daha önceleri İskoçya'da (daha barbar bölgelerde H. K.) mutlak iktidar sahibi olan
Calvinizm, hemen İngiltere' nin içine işledi. Kilisenin göbeğine demokrasiyi soktu; ne Kralın,
ne piskoposların din otoritesini o tanımıyordu; ve nassların ta, içlerinde de ciddi değişiklikler
yapıyordu. Rahipler Mechsi'nde (Prasbytare) herkes eşitti: Presbyter'ciler adı bundan
geliyordu. Özelliği böyle belirtilen Kalvinistlere ve onların yanı başlarında yükselen öteki
protestan tarikatlarına genel olarak puritain (tasfiyeci) adı verildi. Henry VIII. bu çeşit
tarikatların yükseldiğini görünce hepsini sapıklar, diye koğuşturdu: (Halkı uyarmak değil,
kapıkulu yetiştirmek isteyen iktidar H.K.); katolikleri asıyordu, ama püritenleri diri diri ateşte
yakıyordu... Püriten uğradığı işkencelere karşı yiğitçe tahammül göstermekle uyandırdığı
genel ilgiden başka, (halk gibi) hür ve fakir kalıyordu... (günümüz devrimcileri gibi)"
"İngiltere'de modern kapitalist devrimi o püritenler yapacaklardı." (İlkel Sosyalizmden
Kapitalizme İlk Geçiş: İngiltere, H.K. s. 103).
Görüldüğü gibi Amerika'nın ilk göçmenleri henüz barbar geleneklerini yitirmemiş, kollektif
aksiyon yetenekli sosyal devrim müjdecileriydiler.
Öte yandan, Güney (Latin) Amerika'ya gelince: Oraya yerleşenler İspanyol ve Portekizlilerdi,
İngiltere'de bu protestan tarikatlarda örgütlenen halk muhalefeti sosyal devrim yapar, Kuzey
Amerika'da ilk kolonilerde bile ilerde Amerikan yasasına kaynaklık edecek ilk meclislerde
demokrasiyi yaşarken, İberik yarımadasında, Engizisyon mahkemelerinde, cadı kazanlarında,
Sen Bartelmi katliamlarında kurban edilmişler, bütün insancıl ve demokratik öz kazınmıştı.
Buralarda "en çok evrime uğramış bireyler"in köküne kibrit suyu ekilmişti.
Engels bir roman hakkında yazdığı bir yazıda (tahminen) şöyle der:
"Bir Norveç küçük burjuvası hiçbir zaman serf (toprakbent) olmamıştır. Ve bir Alman küçük
burjuvası (Filisteni) karşısında gerçek bir insandır."
Bunun anlamı surdur: Norveçli barbarlıktan modern topluma geçebilmiş ve tarihinde şu veya
bu şekliyle köleliğin yıkıcı etkilerine maruz kalmamıştır. Ama, Antika medeniyetlerin
yüzlerce yıl damgasını vurdukları yerlerin halkına köleliğin izleri öyle sinmiştir ki, onları
insanlıktan çıkarmıştır. Norveç veya Almanya yerine İngiltere ve İspanya'yı da koyabiliriz.
Konu biraz dağılmış olmakla birlikte burada görülen nedir? Kıvılcımlı'ya son zamanlarda bir
eleştiri yöneltiliyor. "Sübjektif idealist olduğu, Marksizmde insancıl üretici güçler diye bir
şeyin olmadığı" iddia ediliyor. Gerek Marx gerek Engels'ten yapılan alıntılar, bu iddiaların ne
kadar bayağılaştırılmış olduğunu yeterince kanıtlar. Marx, bireylerden bile söz etmekten
çekinmiyor.
Kuzey ve Güney Amerika'nın mukayeseli tarihi ayrı bir etüt konusu olabilir. Tekrar yazıya
dönülürse: sonuç olarak; Amerika'da "feodalizm" olmadığına dair kanıt olarak öne sürülen
paragrafın, somut tarihin bir yönünün genel bir formülasyonu olduğu, derebeyliğin, şu veya
bu şekilde etki ve kalıntılarının bulunmadığı anlamına gelemeyeceği açıktır.
Tarih sınıf mücadelelerinin tarihidir. Eğer Amerika'da derebeyliğin, kalıntı ve etkileri yok
sayılırsa, bu, giderek: Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve İç Savaşının sınıfsal özünü, devrimci
özünü şu veya bu şekilde çarpıtmaya karar.

19
Emekçi Dergisinde, birinci aşama "Amerikanın hiçbirzaman feodalizmi tanımadığı" iddiası,
mantıki sonucunu izliyerek ikinci aşamada, Amerikan İç Savaşının ilerici özünü inkara,
çarpıtmaya, küçümsemeye gidiyor. Bunu başta Amerikanın burjuva anlamıyla dahi toprak
reformu ve demokrasiyi tanımadığı iddialarım eleştirirken görmüştük. Tekrara gerek yok.
Yalnız, bugün genellikle burjuva devrimlerinin, özellikle Amerikan İç Savaşının ilerici
yönünü unutturmak, onu çarpıtmak bizzat emperyalizmin ideolog ve tarihçilerinin yaptığı bir
iştir.
"16-18. yüzyıllar Avrupa'sında Burjuva Devrimlerinin evrelere ve Bölgelere Gönre
İncelenmesi" başlıklı Ürün'de çıkan bir yazıda, Emperyalizmin tarihçilerinin "Burjuva
devriminin tarihsel rolünü küçültmek ve sosyal ekonomik içeriğini inkar etmek"
özlemlerinden, hatta bu özlemlere dikkati çeken bazı burjuva tarihçilerinin, bir yandan bu
özlemleri eleştirirken, öte yandan "burjuvazinin devrimci geçmişinin parlaklığını
silikleştirmek için gösterdiği eğilimlerden" söz edilir ve bir de örnek verilir:
"Buna benzer bir eğilim de (inkara, küçültmeye), ülkesinin modern tarih bilimi yazarlığının,
çok büyük kısmına Kon federal Güneyliler için az ya da çok açık ifade edilen bir sempatinin
ve zenci halka karsı duyulan ırkçı önyargıların nüfuz ettiğini kaydeden Amerika'lı tarihçi H.
Aphteker' in Birleşik Devletler iç savaşma karşı takındığı tavır da, (silikleştirme)
gözlemlenmektedir."
Emekçi'nin Amerikan tarihini ele alışı da bu liberal tarihçiden pek farklı değil. "Soldan" da
olsa ister istemez aynı kapıya çıkıyor.
Amerika üzerine bu kadar yeter. Herhalde okuyucu Amerika'yı Amerika yapan şeyin,
Emekçi'nin dediği "tarihi ve coğrafi" özelliklerin, burjuva anlamda bir toprak reformu, bir
demokrasi ve devrimci savaşlardan geldiğini ve Emekçi'nin demagojisini kavramıştır. . .

Demokrasi Konusu
Emekçi'nin bu konudaki eleştirisi, Programın, biçimine ilişkin eleştirilere bağlı olmakla
birlikte, biçime ilişkin eleştirilerine ilerde tekrar dönmek üzere, özellikle V. P. Programı'nın
demokrasi tanımına karşı yönelttiği eleştiriyi ele almak gerekiyor. V.P. Programının birinci
maddesi: "Hürriyetin hedefi: Fakir Halk" parolasıyla şu tanımı yapar:
"Demokrasi: (iki asır evvel yaşamış, Frenk filozofu Condorcet'nin dediği gibi) en kalabalık,
en fakir sınıfın maddi, manevi, ruhi, içtimai, bakımdan iyileşmesi olmalıdır'"
Bu maddeye yöneltilen eleştiri şöyle:
"Sınır dışına, hem de iki asır gerilere gitmenin gereği yoktu. Bizim sahte demokrasinin bütün
gerici demagogları seçim nutuklarında buna benzer şeyler söylerler. Hem kimdir bu
Condorcet? Burjuva devriminde bile (Büyük Fransız Devrimi söz konusudur) karşı devrimci
bir tutuma sürüklenmiş ve devrimci terör döneminde atıldığı hapishanede, giyotne gitmemek
için, intihar etmiş bir idealist felsefeci; hiç şüphe yok ki, Türkiye proletaryasının siyasi örgütü

20
olma iddiasında olan bir partinin programında adı hiç geçmeyecek biri."
Görüldüğü gibi eleştiri demokrasi anlayışının özüne pek değinmemekle birlikte yine de bir
takım ip uçları veriyor.
Condorcet'in kişiliği hakkında, siyasi görüşleri hakkında biz pek birşey bilmiyoruz. Ve
Emekçi'nin söylediklerini doğru kakül ediyoruz. Buna rağmen eğer bir söz konusu doğru bir
fikri, bir gerçeği dile getiriyorsa onu ilk sarf edenin durumu ikinci planda kalır. Çünkü en
gerici kişiler bile zaman zaman kendilerini methederken, mert kıpti misali hırsızlıklarını
anlatırlar. Ve onların bu sözleri Marksistler için daima verimli bir kaynak ve delil olmuştur.
Kaldı ki bu Fransız, filozofunda pek böyle bir durum da yok.
Bizim bezirgan politikacıların seçim nutuklarında buna benzer tanımlara bol bol
rastlıyabileceğimiz iddiasına gelince. Özellikle izledik ve bu tanıma yaklaşabilecek bir söze
rastlayamadık. En demokrat geçinen Ecevit bile Demokrasiyi sadece seçim ve parlamenterizm
olarak anlamaktan öteye gidebilmiş değil. Hatta sosyalist bilinen politikacılarımız bile, hatta
bizzat Emekçi Dergisiyle adaş Emekçi Partisi bile demokrasi tanımında ne yazık ki bu Frenk
filozofundan bile geridir.
Emekçi Dergisinin, "Sosyalist Parti Sorunu" başlıklı yazısında şöyle bir demokrasi tanımı var:
"Her sosyalist, her yurtsever demokrasi uğruna savaşmakla yükümlüdür. Sosyalistler için bu
görev somut olarakf sosyalist partinin politika alanında yerini alma uğruna mücadeledir."
Bu önermenin mantıki sonucu nedir? Sosyalist parti politika alanında yerini aldığı an
demokrasi bir gerçeklik olur. Eh, bugün beş tane sosyalist parti var. Demokrasi de var!..
Doğru mu? Hayır. Çünkü en fakir, en kalabalık sınıf, gün geçtikçe her bakımdan daha fazla
gerilemekte, ezilmekte. Görüldüğü gibi V. P. Programındaki tanım: Demokrasi için çok esaslı
bir kriter getirmektedir.
Yine aynı dergide şöyle bir demokrasi tanımı daha var:
"DEMOKRASİ, ulusu oluşturan bütün sınıfların örgütlü biçimde ve bütün güçleriyle orantılı
olarak ülkenin kaderini tayin edebilmesidir." Bu tanımda kullanılan tanıma muhtaç
kavramları da açıklamak konuyu kısmen aydınlatacaktır.
1) "Ulusu oluşturan bütün sınıflar": Ulusu oluşturan sınıflar araslnda ezilen sınıf ve tabakalar
kadar, ezen sınıf ve zümreler de vardır. Bu tanım hepsini eşit şartlarda eşit şanslarda imiş gibi
ele alarak tamamen soyut, sınıf muhtevasından yoksun bir demokrasi anlayışını sınıflar üstü
bir demokrasi anlayışını savunmaktadır. Çünkü somut hayatta iktidardaki sınıf su veya bu
yolla ulusu meydana getiren diğer sınıfların örgütlenmesini engelliyecektir. Sınıf mücadelesi
az çok eşit şartlarda hazırlanarak yapılan sportif bir yarışma değildir.
"Güçleriyle orantılı olarak": Gücün ölçüsü nedir? Sayı mı Halk kitleleri sayı olarak büyük bir
güçtür. Öte yandan küçük burjuvazi çoğu kez işçi sınıfından fazla sayıdadır. Eğer gücün
ölçüsü sayı ise iktidarın küçük burjuva olması gerekir. Fakat biliyoruz ki küçük burjuvazi bir
tabakalar yığını olduğu için modern sınıflardan birinin peşine takılır. Örgüt ve bilinç düzeyi
mi? Hakim sınıflar çıkarlarının bilincinde ve çok iyi örgütlü. O halde güçlerine uygun olarak

21
ülkenin kaderini tayin ettikleri dolayısıyla da demokrasi olduğu savunulabilir... Ve nihayet
bizzat iktidar bir güç kaynağı değil midir?.. Evet, bugün Türkiye'de sınıflar "güçleriyle
orantılı olarak" ülke kaderini tayin etmektedirler... Bu tanıma göre Türkiye'de bugün
demokrasi olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Ve bu iddia tanımın mantığına uygun olacaktır.
Ama V. P. Programındaki tanıma göre bugün Türkiye'de demokrasi olduğu iddia edilemez.
Çünkü halk işsizlik ve pahalılık cehenneminde yanmaktadır.

“Ucuz Devlet” Konusu


V. P. Programı devlet cihazına ilişkin taleplerini "Ucuz Devlet" parolasıyla özetler.
Emekçi'nin bu parolaya karşı eleştirilerini teker teker ele alalım.
"(...)V. P. Programının yukarıya aktarılan ilk paragrafında "Amerika'yı Amerika yapan hız"ın
devletin kırtasiyeci ve askeri olmayıp, (tam demokrasi)den ileri geldiği söylenmektedir.(...)"
Amerikan toplumu bir bakıma en kırtasiyeci ve her bakımdan en askerci bir toplumdur."
Evet, 20. yüzyılın Emperyalist Amerika'sı öyledir. Yalnız V. P. Programında bu günün
Amerikası gibi olalım denmemektedir. İç savaş örnek olarak alındığına göre Türkiye iç savaş
öncesi 19. yüzyılın ilk yarısının Amerika'sına benzetilmekte ve hedef olarak iç savaştaki gibi
derebeyliğin tasfiyesi önerilmektedir. Gerçekten de 19. yüzyılın ilk üç çeyreğinde Amerika
dünyanın en az askerci ve bürokratik, en ucuz devlet cihazına sahiptir. Sürekli bir ordusu
yoktur. İç savaştaki ordu bile bir gönüllü milis ordusuydu. Devlet memurları seçilirdi. Hatta
Marx - Engels Yunker Almanya'sında Amerikan devletini örnek olarak gösterirler. Amerikan
devlet cihazını, devrim döneminin Fransa'sına benzetirler.
Gerçekten de tarihte, Fransız devriminde görüldüğü gibi, burjuvazinin devrimci dönemde,
derebeyliğe karşı emekçi kitlelerin inisiyatif ve yaratıcılığına ihtiyacı olduğu dönemlerde
bürokratik ve askeri olmayan bir devlet cihazıyla yetindiğini gösterir. Burjuvazi derebeylerle
ittifaka girdikçe, işçi sınıfı ve halk kitlelerinin devrimci muhalefeti arttıkça, devrimci dönemin
bu demokratik devlet cihazını tasfiyeye, eski mutlakiyetçi devlet cihazını restore etmeye
yönelir. Bunun en tipik örneği Fransa tarihinde görülür. Fransa böyle bir devleti ancak altı
sene kadar tanıyabilmiştir.
Amerika'da ise böyle bir devlet cihazı hemen hemen yüz yıl kadar sürmüş, yirminci yüzyılın
arifesinde işçi sınıfı mücadelesinin artması, burjuvazinin büyük toprak sahipleriyle ittifaka
girmesi, kapitalizmin rekabetçi aşamadan emperyalist aşamaya girmesiyle birlikte eski devlet
cihazı yavaş yavaş değişmiş, bürokratik ve militer bir devlet cihazı haline gelmiştir.
Amerika'da bu demokratik devlet cihazının hemen hemen yüz yıl kadar yaşayabilmesi bir
özelliğidir. Sebepleri özel bir inceleme konusu olabilir. Kısaca, Amerika'da kapitalizmin
gelişmesi ölçüsünde olgunlaşmış, burjuvaziyi tehdit edecek bir işçi hareketinin yok denecek
kadar zayıf kalması, askeri bakımdan güçlü bir komşu devletin bulunmaması, muazzam bakir
toprakların memnuniyetsizler için daima bir umut kapısı olması burjuvazinin uzun süre
askerci ve bürokratik bir devlet cihazına gerek duymamasına sebep olmuştur denilebilir. Bu

22
istisnai durumdan dolayı Amerika uzun süre burjuva uygarlığının modeli ve ideali kalmıştır.
Emekçi Dergisi bu örneğin kastettiğim anlamazlığa getirerek, sanki günümüzün Amerikası
örnek veriliyormuş gibi ele alarak bir yığın gereksiz eleştiriler yöneltmektedir. Bu kadarla da
kalmamakta, devlet sorununu hiç anlamadığı özellikle "ucuz devlet" parolasına yönelttiği
eleştirilerde görülmektedir.
"Tarih boyunca ucuz devlet burjuva liberalizminin sloganı olmuştur. Liberal burjuva bütün
alanları özel teşebbüse devretme taraflısı olduğundan, hükümetin hükümet etme alanlarının
alabildiğine kısılmasından yanadır. "En iyi hükümet hiç olmıyandır" sözü, liberalizmin bu
tutumunu ifade eder. Tabiidir ki, eylem alanı alabildiğine sınırlanan bir devletin masrafları
da az olacaktır, böyle bir devlet ucuz devlet olacaktır."
"Ama buna karşılık, sosyalist devlet, ya da sosyalizme yönelmiş bir devlet ucuz devlet olamaz.
Çünkü böyle bir devlet, devlet sektörünü mümkün olduğu kadar genişletme ve özel sektörü
mümkün olduğu kadar daraltma politikasını uygular. Sosyalist Devlet, pahalı, hem çok pahalı
devlettir; çünkü üretimi, hizmetleri o sağlıyacaktır ve bütün alanlarda yatırımları o
yapacaktır." (s. 75)
Bunları yazan bir Marksist!.. İşe alfabesinden başlamak gerekiyor.
Devlet: bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı aracıdır. Tarih boyunca, Sosyalist devlet ortaya
çıkıncaya kadar; bütün devletler çok küçük bir azınlığın muazzam yığınlar üzerinde
bir baskı aracı olmuştur. Tarih boyunca hakim sınıfların küçük bir azınlık, ezilen
sınıfların muazzam bir çoğunluk olmasına rağmen bu küçük azınlık ancak güçlü bir
devlet cihazıyla hakimiyetini sürdürebilmiştir. Bu ise pahalı, bürokratik, militer bir
devlet cihazını şart koşar. Çünkü baskı altına alınanlar geniş yığınlardır, çoğunluktur.
Bunlara karşı yüzlerce, binlerce memur, asker, idareci beslemek, hapishaneler yapmak vs.
ister istemez pahalı bir devlet mekanizmasını şart koşar. Hatta aynı sınıfın çıkarını koruyan
farklı biçimlerdeki devletler bile baskı ve zulüm arttığı oranda daha pahalı bir mekanizma
haline gelirler. Örneğin: 1860'larda Amerika'daki devlet de bir burjuva devletidir;
Almanya, Fransa'daki devlet de bir burjuva devletidir. Ama birisi daha demokrat, daha ucuz
bir devlettir; daha az baskıcı, daha az askerci, daha az bürokratik bir devlettir. Ama aynı
yılların bir Bismark Almanya'sı, bir Bonapart Fransa'sındaki devlet baskıcı, pahalı,
bürokratik, askerci bir devlettir. Bu sadece modern medeniyetler çağı için değil, antika
medeniyetler çağında da böyledir.
Örneğin Osmanlı Devleti ilk kurulduğu, ekonomi tabanında dirlik düzeni hakim olduğu
sürece daha az baskıcı, daha az bürokratik, daha az pahalıdır. Ama tefeci-bezirgan ilişkiler
geliştikçe, derebeylik arttıkça devlet daha fazla baskı yapmış, bu baskıyı yürütebilmek için
daha fazla asker, memur vs. beslemiş, daha çok hapishane yapmış dolayısıyla da daha pahalı
bir cihaz haline gelmiştir.
Tufeyli, sömürücü azınlıkların devletleri bile, bu azınlığın ihtiyaçları geniş yığınların
ihtiyaçlarıyla az çok bir paralellik, bir yakınlık gösterdiği sürece, kitlelere az çok daha genlikli
bir hayat sağladığı, patlamaları nispeten amortize edebildiği sürece daha küçük bir baskı

23
mekanizmasıyla ihtiyacını karşılayabilmiş, buna bağlı olarak da devlet cihazı daha az
masraflı, daha az pahalı olmuştur.
Son örnek de Kurtuluş Savaşımızdır. Kurtuluş Savaşı birkaç bin memurla başarıldı. Masraflar,
bütçenin % 5'ini (eğer hafızamız yanıltmıyorsa) geçmezdi. Çünkü hareket ilericiydi, halka
dayanma durumundaydı, milletin sinmesinde değil başkaldırmasında çıkarı vardı. Ama
bugün, milyonları aşan resmi yarı resmi kapıkulu yığınlarıyla, ordusuyla, polisiyle, her gün
Ortaçağ kaleleri gibi yeni yeni yapılan hapishaneleriyle son derece baskıcı, pahalı bir devlet
mekanizması vardır. Ve bu devletin masrafları bütçenin yarısından az değildir.
Buraya kadar ele alınanlar azınlığın devletleridir. Ve gördük ki, bu azınlık devletleri bile
halkın özgürlükleriyle ters orantılı olarak nispeten pahalı veya ucuz olabilirler.
Sosyalist bir devlet pahalı olabilir mi? Buna ihtiyaç var mı? Yoktur. Çünkü o çoğunluğun
devletidir ve küçük bir azınlık üzerinde baskı söz konusudur. İster istemez, böyle bir devletin
daha az masraflı, daha ucuz olacağını bir çocuk bile kavrayabilir.
Bugün, sosyalist ülkelerde askeri harcamalar emperyalistlerin tehdit ve provakasyonlarmı boş
çıkarmak için biraz yüksek ise de, yine de emperyalistlerden çok daha az masraflıdır.
Öte yandan, sosyalist devlet sosyalizm yerleştikçe, gittikçe daha ucuz, daha az bürokratik bir
mekanizma haline gelir. Devletin sırtındaki bin bir işi emekçilerin tamamen aşağıdan gelme
girişim, örgüt ve denetimlerine bırakır. Örneğin, Sovyetler Birliğinde çeşitli Sovyetlere
seçilen yöneticilerin sayısı, 4 milyon civarındadır. Bu Sovyetlere bağlı çeşitli komisyonlarda
çalışanlar 20 milyon kadardır. Ve bu milyonlarca insan aynı zamanda ya fabrikada, ya da
kollektif çiftliklerde üretmen olarak çalışmaktadır. Bu milyonlarca insan hazır yiyiciler ordusu
değildir. Böyle bir devlet cihazı pahalı olabilir mi?
Devletin pahalılığı devletin üretime yatırdığı sermayeler ile ölçülmez. Çünkü burada üretim
söz konusudur, devletin devlet olarak baskı fonksiyonu değil, Devletin pahalılığı derken her
şeyden önce halkın sırtına yüklediği hadsiz -hesapsız kapıkullarını beslemek,
teşkilatlandırmak, eğitmek için vergiler gelir. Devletin fabrikasında çalışan bir işçi ise bir
üretmendir, üretmenler üzerinde baskıya yönelik bir kapıkulu değil.
Emekçi dergisi, programdaki "ucuz devlet" parolasını liberal burjuva bir talep olarak
nitelerken, bizzat, sosyalist devlete "pahalı" diyerek kendisi liberal burjuvalarla aynı yargıda
birleşmiş oluyor.

“Şuurlu Ticaret” Konusu


Emekçi dergisi, V.P. Programındaki "Şuurlu ticaret" parolasının da bir liberal burjuva talep
olduğunu iddia ediyor. Gerçekte liberal burjuvazi tabiri caizse şuursuz ticaretten yanadır.
"Bırak yapsın, bırak geçsin" nedir? Tam büyük balığın küçük balığı yuttuğu rekabet anarşisi
değil midir? Kapitalist ekonomide anarşiden, orman kanunundan söz edilebilir, şuurdan değil.
Kaldı ki, tekelcilik öncesi dönemde burjuvazi, rantiye, banker, diğer kapitalistler ve işçiyle
mücadelesi yüzünden, onu kendi çıkarı açısından az çok "şuurlu" hareket etmeye zorlar. Ve
24
bu çıkar ister istemez yeni teknik gelişmelere yol acar. Bizde ise, bu anlamda bile "liberal" bir
şuurdan söz etmek zordur. Bizde Kapitalizm vurguncudur, ticaret vurgunculuktur. İleri hiç bir
ülkenin kapitalisti malını dışarıya ucuza satıp, dışardan pahalı almaz. Ama bu bizde olur.
Dışarıya malımızı yarı yarıya ucuza satarız, dışardan iki misli pahalı alırız. Klasik burjuva
şuuru buna müsade etmez. Ama bizim vurguncu bezirganlığımız için bu gayet olağandır.
Kaldı ki, "şuurlu ticaret"de kastedilen sadece bu anlamda bir şuur değildir. Şuur deyince;
"hangi sınıfın şuuru" diye sormak gerekir. V.P. programında ise azıcık okuduğunu anlayan
birisi, işçi sınıfının şuurunun söz konusu edildiğini görür. Dış ticareti millileştirmek; herhalde
işveren sınıfının şuuruna uygun düşmez. Reklamcılığı kaldırmak, üretim ve tüketim
kooperatiflerini yaygınlaştırmak, spekülatörlüğü tasfiye etmek bütün bunlar içinde
bulunduğumuz demokratik devrim aşamasında işçi sınıfı şuurunun gerektirdiği minima
talepler değil midir?
Okuyucu buraya kadar eleştirilerin nasıl yapıldığını her halde kavramıştır, bunun yanı sıra yer
yer programda var olan talepleri yok gibi gösterme çabaları da var. Bir örnek yeter:
"Sömürücü sınıflar vergilendirilerek 'milli istihsal mücadelemizin para maddesini' sağlamak
yok."
V.P. Programı, Pahalılık Bölümü:
"Madde: 4 - DEVLET POLİTİKASI:
a) Vasıtalı vergiler: Türkiye'de 13 senede bütçenin yansının üçte ikisine çıktığından, ilk hedef
olarak bu nispet tersine çevrilecektir.
b) Vasıtasız vergiler: Geçim endeksi derecesine kadar olan gelirlerden alınmayacak. Ondan
yukarısında ilerleyici vergi. (1954 rayiciyle: 400 liradan % 5 600 liradan % 15,1000 liradan
% 35,10.000 liradan % 75 ve ilh alınacak."
Yüzleri kızarır mı dersiniz?

Biçime Elişkin Eleştiriler


Yazının başında V.P. programının biçim özelliklerinden söz edilmişti. Emekçi dergisinde
eleştiriyi yapan; bu biçim özelliklerine hiç dikkat etmiş değil.
Programın gerekçe bölümlerinde konuyu popüler örneklerle açıklayabilmek için somut
örneklere ve alıntılara baş vurulur. Bu özelliği sayesinde program eğitici bir broşür niteliğine
de sahiptir. Emekçi, bu alıntıları göz önüne alarak, "aktarmaların parti programında yeri
yoktur" diyor. Fakat aktarmaların program bölümlerinde değil gerekçe bölümlerinde olduğunu
gözden kaçırıyor.
Programda belli başlı aktarma Condorcet'in yukarıda tartışılan sözüdür.
Emekçi bir de aktarmaların Falih Rıfkı gibi burjuva yazarlardan yapılmasını eleştiriyor.
Örneğin Falih Rıfkı'nm şu sözü var:
"Hürriyet eğitimi, ancak hürriyet içinde elde edilebilecek bir şeydir. Okullarda verilecek

25
diplomalı mezunlarla sağlanamaz. Bin yıl beklesek, gene başladığımız yerden yola çıkarız."
Türkiye'de hala halkı sürü gibi gören, "sözü ayağa düşürmeme" gayreti içinde olanlar; "bize
eli sopalı bir adam. lazım" diyenler, okuma yazma bilmeyenlerden oy hakkım almakla
gericiliğin alt edileceğini söyleyen ve bunları büyük bir buluş gibi ortaya atanlar varken, kim
söylerse söylesin söz doğrudur. Kaldı ki aynı özü Kıvılcımlı kendi üslubuyla, değişik bir ifade
kullanarak da verebilirdi, ama o sözü başkaları etmişse hırsızlık gerekmez. Programa laf
aktarılmaz doğmasına kapılınmaz.
Emekci'deki eleştirinin her cümlesi aşağı yukarı yukarıda örnekleri görülen yanlışlarla dolu.
Her yanlışı teker teker eleştirmek sonuçları pek değiştirmeyecektir. Okuyucu,, eğer
üşenmezse, Emekci'deki yazıda bunu ayrıntılarıyla görebilir.
Emekçi, eleştirisini hangi gayeyle yapmış olursa olsun, programı eleştirmek zorunda kaldığını
itiraf etmesi programın her şeye rağmen susuş komplosundan kurtulmaya başladığını gösterir.
Ve bu sevindirici bir gelişmedir.
Emekçi, kendisini Dr. Şefik Hüsnü Değmer adına bağlı 1946'da kurulmuş T.S.E.K.P.'in
ideolojik ve politik devamcısı saydığını ihsas ettiriyor. Bu, gelenekcil bağlara sahip çıkması
bakımından sevindirici olmakla birlikte, gerçek durum oldukça farklıdır. Biz, onların bu
gelenekcil bağlara hakkıyle sahip çıkmadığını düşünüyoruz. Bu elbette kanıtlanması gereken
bir iddiadır. Bu iddianın kanıtı ise TSEKP ve TEP programlarının mukayeseli bir eleştirisi
yapılarak kanıtlanabilir. Gerçekte TEP programı, TSEKP Programından çok daha geridir.
Bunu Emekçi dergisinin kendi bile itiraf ediyor: Söyle yazıyor: "Ve eğer biz bugün programı
(TSEKP Programı kastediliyor) olduğu gibi kabul edemiyorsak, bu Türkiye'nin, tezgahlanan
karşıdevrim ile, 1946'ya kıyasla, bağımsızlık ve demokrasi bakımından çok daha gerilere
sürüklenmiş olmasından ötürüdür." (Emekçi: Sayı: l sayfa. 80).
Gösterilmek istediğinin tersine V.P. Programı, TSEKP programının daha gelişkin, onu aşmış
bir devamı sayılabilir. Ve V.P. Programına en yakın program, bugün var olan sosyalist
partilerinki de dahil, TSEKP'inkidir.
Bütün bunlar henüz pek bilinmemekte. Programlar üzerine derin incelemeler gerekmekte. Bu
tür bir çalışma sosyalist hareketin tarihi üzerine yayılmak istenen duman perdesini dağıtmak
bakımından da yararlı olacaktır.
Demir Küçükaydın
(Bu yazı muhtemelen 1975 yılında yazılmış olmalı. 1976 Ekim ayında, Kıvılcım Yayınları
arasında çıkan "Emekçi-Birikim'in Dr. Hikmet Kıvılcımlı Eleştirileri Üzerine" başlıklı
kitabın 13 ve 41. sayfaları arasında, H. Yılmaz imzasıyla yayınlandı. 21 Aralık 2000
Perşembe günü dijitalize edilmesi tamamlandı.)

26
“Yurtseverliğin Derini” ya da “Milli Gurur İnsanı” Nereye “Götürür”
(Mihri Belli’nin Günahı)

“ “...Kemalizmle sosyalizm arasında aşılmaz


duvarlar yoktur.” Bu “duvar” nedir? “Belli”
değil. “Milli gurur insanı sosyalizme götürür”.
Faşizme Götürmez mi? Gene: “Belli”.” (Dr.
Hikmet Kıvılcımlı, Devrim Zorlaması, Demokratik
Zortlama)
Bu gün Türkiye’deki sosyalistleri tümüyle sarmış ve onları Genel Kurmayın basit bir aracı
haline dönüştüren milliyetçiliğin böyle yaygın ve etkili olmasında Mihri Belli’nin günahı
herkesten fazladır.
Açıktan Genel Kurmay solculuğu yapan bütün yayınlara bakın, hepsinde yurtseverliğin
sosyalizmin ayrılmaz bir bileşeni olarak savunulduğu görülür.
Yine hepsinde Atatürk’ün resmi sosyalizmin sembolü olmuş insanların resmiyle bir arada
koyulur. Atatürk’ün resimleriyle, Che ve Deniz Gezmiş’in resimlerinin bir arada sunulur.
Mihri Belli’nin “Kemalizm ile sosyalizm arasında aşımaz duvarlar olmadığı” tezi, ete kemiğe
bürünmüş bir kanıt gibi dikilir.
“Türkiye Komünist Partisi” “Yurtsever Cephe” kurar. “İşçi Partisi” “Ulusal Kanal” kurar.
Irkçılar “Türk Solu” çıkarır ya da “Türk solu” ırkçılık yapar.
Daha burada saymakla bitmeyecek gerici milliyetçiliğin bu görünümleri öylesine
yaygınlaşmış bulunuyor ki, sosyalizm ile yurtseverliğin birbirinden ayrılmayacağı gibi bir
anlayış neredeyse toplumdaki haksızlıklara tepki duyan, sosyalizme eğilim gösteren her genç
insanın kanına işliyor. Sosyalizmin sadece milliyetçiliğe değil, milletlere de karşı olduğunu
hatırlayan bile bulunmuyor.
Yurtseverlik veya milliyetçiliğin sosyalizmden ayrılamayacağı yönündeki bu anlayışın Türk
(ve Kürt) sosyalistleri arasında böylesine yaygınlaşmasında Mihri Belli’nin büyük günahı
bulunmaktadır.
Elimizde yazılı kaynaklar bulunmadığı için büyük ölçüde hafızamıza dayanarak, bu “ilk
günah”ın nerede ve nasıl işlendiğini göstermeye çalışalım.
*
1960’ların sonunda, Mihri Belli, İstanbul Teknik Üniversitesinde “Millet Gerçeği” isimli bir
konferans vermişti.
Bu konferans, bir bakıma ilk kez Kürt sorunun 68 kuşağı içinde açık tartışılmasının da
başlangıcı olarak görülebilir.
O günün koşullarında bu konuşma, içeriği bir yana, bu nesnel tarihsel anlamıyla, Kürtler

27
üzerindeki ulusal baskıya sosyalistlerin ve 68 gençliğinin karşı duruşunu; Kürtlerin
demokratik özlemlerine sahip çıkışını ifade ediyordu.
Zaten o dönemde sosyalistler toplumdaki demokratik özlemlerin savunucuları olduğundan,
örneğin gerçek bir laikliği savunduklarından Aleviler; Ulusal baskıya karşı durduklarından ve
Türk devletine karşı mücadele ettiklerinden Kürtler ve diğer ezilen halklardan insanların
desteğini alıyorlardı. Bu demokratik özlemler kendilerini genel olarak sosyalizm bayrağı
içinde ifade ettiğinden, Kürtler, Aleviler vs., hepsi kendine sosyalist diyorlardı. Bu nedenle,
sosyalist hareketin ana kitlesini Kürtler ve Aleviler oluşturuyordu.
Daha sonraki yıllarda, sosyalizmin bu devrimci demokratik özlemlerin ifadesi olmaktan
çıkmasına paralel olarak, bu baskıya karşı demokratik özlemleri nedeniyle sosyalist olanların
aynı şekilde bu baskıya karşı tekrar Alevi veya Kürt olduklarını keşfetmeleri aslında çoğu kez
sosyalist hareketin devrimci demokratik karakterini yitirmesine, ulusçulaşmasına,
Türkleşmesine karşı bir direniş anlamı taşımaktadır.
Mihri Belli’nin “Millet Gerçeği” adlı bu konferansının o zamanki nesnel tarihsel anlamı
üzerine bu kısa değinmeden sonra Konferans’ın içeriğine gelirsek, aslında Mihri Belli bu
konferansında tıpkı bu günkü gibi, son derece geri bir fikri savunuyordu. (Bu gün bile, Mihri
Belli’nin “Kaçak Yayın”, “Yeni Harman” gibi gençleri bir tür “Genel Kurmay Sosyalizmi”
etrafında örgütleyen yayınların sürekli misafiri olması hiç de bir rastlantı değildir.)
Mihri Belli, o konuşmasında, (sonra yanlış hatırlamıyorsam, “Millet Gerçeği”nin yayınlanan
biçimine de alıntı olarak koymuştu) Fransız sosyalisti, pasifist ve humanist, Jean Jaures’in bir
sözüne dayanarak fikrini geliştiriyordu. O söz şuydu:
“Milliyetçiliğin azı seni enternasyonalizmden uzaklaştırır, milliyetçiliğin derini seni
enternasyonalizme götürür. Enternasyonalizmin azı seni milliyetçilikten uzaklaştırır,
Enternasyonalizmin derini seni milliyetçiliğe götürür.” (tam kelimesi kelimesine hatırlamıyor
olabilirim ama aşağı yukarı böyle idi.)
Yani Mihri Belli bu sözle şunu demiş olmak istiyordu: “Gerçek ya da “derin” Türk
milliyetçiliği, Kürtlerin üzerindeki baskıya karşı çıkar; böylece enternasyonalizmin de
gereğini yerine getirmiş olur; Gerçekten derin enternasyonalist görevlerini yerine getirip
Kürtlerin üzerindeki ulusal baskıya karşı çıktığında da gerçek Türk milliyetçisi olarak
devranmış olur”.
Mihri Belli’nin yazılarını izleyenler bilirler, Mihri Belli’nin görüşleri bu gün değişmemiş olup
hala aynı görüşler savunmaktadır.
Mihri Belli, sorunu böyle koyup savunduğunda, (ilk kez Kürt sorununu gündeme taşımak;
sosyalistlerin Kürtlerin üzerindeki ulusal baskıya karşı çıkışları gibi nesnel anlamlarından öte)
o dönemin atmosferi içinde bu tarz koyuşun içerik olarak da o günün ideolojik atmosferinde
ve dünyasında bunun az çok kabul edilebilir bir anlamı bulunuyordu.
O zamanlar bütün dünyadaki İşçi hareketine ve ulusal hareketlere Stalinist parti ve hareketler
egemendi. Stalinizm zaten “Tek Ülkede Sosyalizm” ile daha baştan enternasyonalizmi fiilen
reddeden bir ulusal sosyalizm olarak doğmuştu.

28
Bu tek ülkede sosyalizm “teorisi” fiilen, Birinci ve Üçüncü enternasyonallerin “Emeğin
kurtuluşu ne yerel ne de ulusal bir sorun olamaz” ilkesini, “Tek ülkede sosyalizm (yani
emeğin kurtuluşu) olur” biçiminde revize ve inkar etmek anlamına geliyordu.
Zaten özdeki bu reddediş bir süre sonra fiilen mantık sonuçlarına ulaşmış, efsanevi Üçüncü
Enternasyonal bir süre diğer ülkelerdeki Komünist Partileri Sovyet dış politikasının araçları
olarak kullanma işlevi gördükten sonra Stalin’in bir emriyle ortadan kaldırılmıştı. Hitler’e
karşı savaşılırken, Enternasyonal Sovyetlerin marşı olmaktan çıkarılmış, savaşa “Büyük Vatan
Savunması” adı verilmişti.
Hitler’e karşı kazanılan zafer, Sovyetler’in ekonomik başarıları bu milliyetçiliğin nasıl bir yok
oluşun tohumlarını içinde taşıdığının görülmesini engelliyordu. Keza, savaş sonrasının ulusal
kurtuluş hareketleri de çoğu kez bu Stalinist Partilerce yürütülüyordu.
İşçi hareketinin devrimci demokratik geleneklerinin sürdürücüsü Anarşist ve Troçkist akımlar
ise, küçük grupların dünyasının dışına bir türlü çıkamıyorlardı.
İşte böyle bir dünyada ve ideolojik iklimde, milliyetçiliğin derininin enternasyonalizme
götürdüğü türünden önermelerin, ilk bakışta gözlemlerle de, olaylarla da doğrulanır gibi
görünen bir yanı bulunuyordu.
Diğer yandan sosyalizmin bu milliyetçiliğe kayışı, bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de
bütünüyle milliyetçi kaygılarla kendine sosyalist demeyi de kolaylaştırmıştı.
Yani Mihri Belli veya Şefik Hüsnü veya Mustafa Suphi’lerin sosyalizme gelişlerinin
ardındaki gerçek motiv, aslında, Türkiye’nin neden geri olduğu gibi, milliyetçi bir motifti.
Sosyalizm Türkiye’nin gelişmiş ve zengin bir ülke olması, modernleşmesi için bir yol olarak
görüldüğünden dolayı sosyalist olmuşlardı, yer yüzündeki sınıfları ve ulusları yok etmenin,
yani sosyalizmin özündeki gerçek motivin, pratik ve somut politika bakımından, bir Pazar
vaazından öte fiili bir anlamı bulunmuyordu.
Yani Mihri Belli gibiler de, neredeyse bütün diğer sosyalistler gibi, tamamen ulusal bir
problematikle sosyalist olmuşlardı. Dolayısıyla Stalinizm milliyetçilerin kendilerine sosyalist
demelerini kolaylaştırmış oluyordu. Aslında milliyetçilik artık sosyalizm biçiminde ortaya
çıkıyordu. Yeni kuşak da bundan azade değildi. Yani aslında Mihri’nin kendisi gibi
muhatapları da tamamen milliyetçi bir paradigma çerçevesinde düşünüp davranıyorlardı.
Böyle bir bağlam içinde, milliyetçiliğin enternasyonalizm veya sosyalizmle ilişkisi üzerine
söylenen bu tür sözler, bu milliyetçiliğe devrimci demokratik bir nitelik kazandırmanın da
aracı sayılabilirdi.
Yani bizler insanları kendi hakkındaki yargılarıyla değil, nesnel konumlarıyla
değerlendirirsek, Marksist açıdan son derece yanlış olan bu sözler, söyleyenlerin ve
dinleyenlerin gerçekte milliyetçi oldukları göz önüne getirilirse, milliyetçiliğin devrimci
demokrasiye doğru bir eğilim göstermesi olarak da bir anlama sahip bulunuyordu. Bu
bakımdan, bu günkü yurtseverlik ile sosyalizmi birleştirenlerinkinden tamamen farklı bir
eğilimi yansıtıyordu aynı sözler. O zaman bu sözler, milliyetçilerin devrimci demokrasiye
veya sosyalizme doğru bir eğilimini ifade ederken bu gün; milliyetçiliğin en gerici faşist bir

29
ırkçılığa doğru evrimini ifade etmektedir. O zaman Türk devletin karşı bir işleve sahiptiler, bu
gün Türk devletinin Kürtleri baskı ve inkar politikasının bir aracıdırlar.
*
Ne var ki, bu formülasyon, gerek içerik, gerek köken bakımından klasik Marksist gelenekle
kesin bir çelişki içindeydi.
Birincisi, işçi hareketi ve Marksizmin geleneği, sadece milliyetçiliğe değil, milletlere de
karşıydı. O ulusların ve ulusal sınırların, en azından üretimin sosyalleşmesiyle, üretim araçları
üzerinde özel mülkiyet, arasındaki çelişki kadar temel önemde olduğu varsayımından yola
çıkıyordu. Enternasyonalizm soyut bir şiar değil, maddi hayattaki bu çelişkiyi çözmenin
somut bir programıydı.
Ama unutulan bir yan daha vardı. Marks, Engels döneminde, dünyadaki ulusal devletler,
Okyanus’un iki kıyısındaki, ABD Fransa, İngiltere, Hollanda gibi devletlerden ibaretti ve bu
devletlerde hala, aydınlanma döneminin gelenekleri yaşadığından, ulusun bir dile, dine, etniye
göre tanımlanmasına dayanan gerici bir ulusçuluk kural olmaktan ziyade istisnai bir karakter
taşıyordu. Jaures bir Fransız sosyalisti olarak, bir humanist olarak, Fransız Devrimi’nin bu
ulus ve ulusçuluk anlayışının geleneğindendi.
Yani Jaures bir bakıma, Mihri Belli’nin aktardığı sözleri ederken, kendini dile, dine, etniye
göre tanımlamış bir ulusçuluğu kastetmiyordu. “Vatanım yeryüzü, milletim insanlık” diyen
bir ulusçuluğun geleneğini temsil ediyordu. Bunda dil, din, etni, ırk vs. hiçbir politik anlamı
olmayan, ulusun tanımında yeri bulunmayan gerici bir özellik olarak görülüyordu.
Mihri Belli ise Jaures’in bu sözlerini, kendini Türklükle tanımlamış bir devletin vatandaşı
olarak, bir Türk olarak, Türk Solu’nu adlı derginin redaktörü olarak aktardığında, bu sözler
ikinci bir çarpılmaya ve zıddına dönüşe uğruyor; kendini Türklükle tanımlamış gerici bir
milliyetçiliğin ve devletin savunusu haline geliyordu.
Tam da bu nedenle bu gün bütün genel kurmay solcuları bu sözlere fiilen sahip çıkmaktadırlar
*
Bir devlet kendini bir dille, dinle, etniyle, soyla, tarihle tanımladığında bir ezilen ulus ve
ezilen ulus üzerindeki tahükküm ortaya çıkar.
Ve bu ezilen ulus üzerindeki tahakküm iki şekilde ortadan kalkar. Ya o ezilme ilişkisini
yaratan egemen ulus yok edilir, ulusun tanımından o ezme ezilme ilişkisini yaratan ayrımlar
çıkarılır ya da ezilen ulus, yine kendisini tıpkı ezen ulus gibi tanımlayarak ayrı bir devlet
kurar. Ama bu durumda da, dünyada hiçbir ulus saf olmadığından, ulusal baskı başka
biçimlerde sürer.
Mihri Belli aynı zamanda çözüm noktasında da devrimci demokratik değil, gerici
milliyetçiliği destekler bir çözüm de öneriyordu.
Mihri Belli, Türk Devletini yok etmeyi; bir ulus olarak Türklüğü yok etmeyi, yani ezen ulusu
yok ederek ezilen ulusu yok etmeyi; yani bu devrimci demokratik programı, yani bu anlamda
“milliyetçiliğin derinini” değil, Türklüğün ve Türk devletinin devamını; bunun Kürtlükle
30
ittifakını savunuyordu.
Yani kendini Türklük ya da Kürtlükle tanımlamayan, hiçbir etnik., dilsel., dini, tarihsel
göndermesi bulunmayan bir ulusu değil; her biri kendini Türklük ve Kürtlükle tanımlamış
ulusların ve devletlerin ittifakını savunuyordu. Dolayısıyla Kürtlerin haklarını savunmak,
Türklüğe göre tanımlanmış ulusu yaşatmanın bir aracı idi onun mantığında. Böylece somut
aktarımda, sözler orijinalinde, yani Jaures’te olabilecek programatik ilericiliğini de yitirmiş
bulunuyordu.
*
İşte ulusçuluğun sosyalizmle çelişmediği düşüncesi 68 sonrasında politize olan genç
kuşakların kafasına ilk önce bu kanaldan ve böylesine gerici bir milliyetçilikle kirlenmiş;
demokratik özünü yitirmiş bir biçimde girdi.
Ama hikaye burada bitmedi.
Yanlış hatırlamıyorsak, daha sonra, keskin sosyalist görünen doğu Perincek, Mihri’nin tahrifat
yaptığını söyleyip, Jean Jaures’in milliyetçilikten (Nationalizm) değil, yurtseverlikten
(Patriotizm) söz ettiğini, dolayısıyla Mihri’nin, enternasyonalizmden yüz çeviren bir
milliyetçi olarak, Jaures’i kendi milliyetçi emellerine alet edip çeviri tahrifatı yaptığını
söyledi.
Perinçek’in buradaki hedefi, genç kuşaklardaki radikalleşmeyi kontrol altına almaya, kendi
değirmenine akıtmaya yönelikti, yoksa, yurtseverliğe yüklediği anlam bakımından Mihri’den
hiç de daha farklı bir şey söylemiyordu. Hatta daha gerici bir milliyetçiliğin savunusunu
yapıyordu.
O zamana kadar, somut pratikte herkes yurtseverlik ve milliyetçiliği aynı anlamda
kullanırken, ya da en azından böyle bir ayrım gereği duyulmazken, ve sosyalistler ile
milliyetçiler karşı saflarda bulunurken; sosyalistlerin milliyetçi değil ama yurtsever olacağı
tarzında bir anlayış yerleşmeye başladı.
Ne var ki, buradaki yurtseverlik, ulusu tanımlamakla ilgisi olmayan, insanların doğduğu ve
büyüdüğü, yaşadığı yerleri sevmesi gibi bir anlamda kullanılmıyordu. Yurtseverlik denilerek
tanımlananın kendisi tipik gerici milliyetçilikti. Yani Doğu Perinçek, Milliyetçilik zehirini
Yurtseverlik şekerine bulayarak sosyalistlere aktarıyordu.
Örneğin bir insanın içinde doğup büyüdüğü toprakları, dinlediği müziği, yemekleri sevmesi
de yurtseverlik olarak tanımlanabilir. Bu anlamda yurtseverliğin, kanarya severlikten veya
kuru fasulye severlikten veya bir takımın taraftarlığından farkı yoktur.
Sosyalistler sadece bu anlamda bir yurtseverlikten söz ederler. Politik bir anlamı olmaması,
daha doğrusu yurdun politik bir anlamı olmaması politik bir hedef olduğundan, bu devrimci
demokratik karakterli yurtseverlikten söz edilebilir sosyalistlerde. Dolayısıyla bu anlamda
yurtseverliğin kendisi değil, yurtseverliğin politik bir anlamının olmaması politik olarak
devrimci demokratik bir anlama sahiptir.
Bu anlamda gerçekten bir yurtseverliğin derininin enternasyonalizme götüreceğinden bile söz

31
edilebilir. Bugün insanların doğup büyüdüğü toprakların, oralardaki insanların gerçekten
insanca yaşamaları için, yeryüzündeki bütün ulusların ve ulusal devletlerin parçalanması
şartından hareket eden bir yurtseverlik anlamında yurtseverliğin derini enternasyonalizme
götürür.
Bu anlamda yurtseverlik, politik olanın, ulusun belli bir yurtla, toprak parçasıyla, belli bir din,
dil, etni, soy ile tanımlanmasıyla bir arada bulunamaz. Bu anlamda, yurtsever olmak, ulusun
ya da devletin belli bir yurt ile tanımlanmasına bile, yani ulusal devlet ve sınırlara karşı
çıkmayı şart görür.
Ama Doğu Perinçek’in yurtseverliği, bu anlamda ilk adım olarak kendi yurdu üzerindeki
devleti yok etmeye yönelik bir yurtseverlik değildir. Aksine o Türklükle tanımlanmış bir
devleti ulusu yaşatmaya yurtseverlik demektedir. Yani devletin Türklüğünü bile ortadan
kaldırmayı, az çok demokratik denebilecek bir hedefi bile değil, Türk devletini yaşatıp
savunmayı yurtseverlik olarak tanımlanmaktadır. Yani en alasından gerici milliyetçiliğe
yurtseverlik demektedir. Bir şeyin adı değişmekle kendisi değişmiş olmaz.
Böylece Milliyetçilik zehiri, yurtseverlik şekeriyle kabul edilebilir bir hale geldi sosyalistler
arasında.
*
Şimdi o zamanları daha iyi göz önüne getirelim. O zamanlar, faşistler kendilerine milliyetçi,
devrimci demokratlar kendilerine sosyalist diyorlardı. Dolayısıyla milliyetçilik sosyalistler
arasında daha baştan netameli bir isimdi ve şovenizmle, faşizmle özdeşti.
Ama bu müdahaleden sonra, onlar şöyle düşünmeye başladılar. Biz milliyetçi değiliz ama
yurtseveriz. Yani ülkemizin kalkınmasını, zenginleşmesini, zengin ve yoksul farklarının
azalmasını istemek, bunun için mücadele etmek yurtseverliktir. Böylece demokratlar önceleri
kendilerine sosyalist derken, artık sosyalistler kendilerine yurtsever demeye başladılar.
Yurt da Türk devletinin topraklarıyla tanımlanınca ve devletin Türklüğü ve Türklük
sorgulanmak bir yana bir gurur vesilesi olarak görülünce, adı yurtseverlik kalsa da fiilen
gerici bir milliyetçiliğe dönüştü o yurtseverlik.
*
Kavramın Kürt hareketinde ve Türkler arasında içeriği farklı bir evrim gösterdi.
Kürt hareketi de, ulusal harekete destek verenleri, sempatizanları, koruculardan veya bu
harekete ilgisizlerden ayırmak için, Yurtsever olarak tanımladı. Bu yurtseverlik devrimci
demokratik özlem ve karakteri, tıpkı 68 gençliğinde olduğu gibi iyi kötü koruyordu. Bu
nedenle Kürt ulusal hareketinde kadınlar, Ezidiler, yoksullar omurgayı oluşturdular.
Kürt hareketi, milliyetçilikten farkını vurgulamak için her zaman, Türk Halkı’ndan değil, “TC
Devleti”nden, onunla savaştığından, Kürtlükten ziyade “Kürdistan’lılık”tan söz etti. Bununla
gerek egemen ulusun ezilenlerine, gerek Kürdistan’daki dini ve etnik azınlıklara mesaj
vermiş, kendi demokratik karakterini vurgulamış oluyordu. Kürt hareketinde Yurtsever
kavramı Kürtlükten ziyade Kürdistanlılık yüklü oldu. Yani bir etniyle, bir dille

32
tanımlamayışın; Kürt Milliyetçiliğinden farklılığın bir bayrağı veya ifadesiydi.
Ne var ki, ABD’nin Irak’a girişinden sonra, Bu devrimci demokratik gücün konumunun
zayıflamasıyla birlikte Kürdistanlılığın yerini Kürtlük; TC’nin yerini Türklük almaya başladı.
Ama yine de, bu devrimci demokratik karakterli Milliyetçilik kendisini, bunlara “ilkel
milliyetçi” diyerek, onlardan ayırmaya çalıştı ve çalışıyor.
Buna karşılık egemen ulus arasında, yurtseverlik, en gerici milliyetçiliği gizleyen ve onu sol
bir görünüm içinde sunan bir kavram haline geldi. Tıpkı sosyalizm, enternasyonalizm,
işçicilik gibi daha fazla savunulur oldu. Yurtseverlik bütün devrimci demokratik vurgu ve
kaygılarından arındırılarak fiiliyatta bütünüyle gerici bir milliyetçiliğe dönüşmesine rağmen
ve tam da o nedenle, o ölçüde daha çok kullanılır oldu.
Yurtseverlik, bizzat kendisi en gerici Türklükle tanımlanmış ülke ve devleti savunmanın
ifadesi oldu. Artık en gerici milliyetçilik kendisine yurtseverlik demektedir.
*
Mihri Belli sadece enternasyonalizm ile milliyetçiliği birleştirmekten söz etmedi; bunun diğer
görünümleri de Kemalizmle sosyalizmi birleştirmek; milli gururun insanı sosyalizme
götürdüğünü söylemek oldu.
Ağacı tohumundan tanıyamıyorsan meyvesinden tanı derler.
O zaman Kıvılcımlı bu “Milli Gurur”un sosyalizme değil, faşizme de götüreceğinden söz
etmişti.
Yazının başındaki alıntı bu gün gerçekleşmiş bir kehanet olarak görülüyor.
O alıntının yapıldığı bölümün başında da şöyle yazıyordu. Kemalize sosyalizmi birleştiren ve
gururdan sosyalizm çıkaranlara karşı:
“MDD’ciler Teorik yanılgılarını haklı çıkarmak için Küçükburjuvazi’yi “ileri sınıf” ve
“Kemalizmle sosyalizmi” aşılır duvarlı sandılar. “Gurur”dan sosyalizm çıkardılar. Devrim
gibi her şeylerini küçükburjuvalaştırdılar.”
Bu gerici milliyetçiliğin kendisini de, o sanki bu satırları hiç yazmamışçasına, Che gibi,
Deniz gibi gerici milliyetçiliği gizlemek ve genç kuşakları genel kurmay solculuğuna
bağlamak için alet edeceğini tahmin bile edemezdi.
01 Mart 2006 Çarşamba

Demir Küçükaydın

33
“Millet Gerçeği” Üzerine

Bu serinin ikinci yazısında Mihri Belli’nin “Millet Gerçeği” başlıklı konuşmasından söz
etmiş ve o konuşmasında, Jaures’ten yaptığı “Milliyetçiliğin derini...” ile ilgili alıntıyı
hafızamıza dayanarak aktarmıştık.
Biz bu yazıyı yazdıktan sonra, tam yayınlamak üzereydik ki bir arkadaş o gün Mihri Belli’nin
90. doğum yıldönümü olduğunu söyledi. Bunu üzerine yazıyı yayınlamayı erteleyip, kısa
zaman içinde Mihri Belli’nin doksanıncı doğum yılı için “Gogol’ün Paltosu” adlı yazıyı
yazdık ve yayınladık. Bir süre sonra, doğum günü vesilesiyle yayınlamayı ertelediğimiz ikinci
yazıyı (“Yurtseverliğin Derini” ya da “Milli Gurur” İnsanı Nereye Götürür) yayınladık.
Tam bu sırada, Mihri Belli’nin doksanıncı yılı vesilesiyle ilgili olarak açılan sitenin
yöneticisinden, “Gogol’ün Paltosu” adlı yazının siteye koyulduğuna dair bir bilgi notu aldık.
Bunun üzerine uygun bir vakitte girip bu ilginç siteye bakınca, sitede bizim hafızamıza
dayanarak aktardığımız sözlerin yer aldığı “Millet Gerçeği” adlı konuşmanın tam metninin
sitede yer aldığını gördük. (http://mihribelli.org/content/view/22/54/ ) Tabii ilk önce
hafızamızın bizi yanıltıp yanıltmadığına baktık. Neredeyse kelimesi kelimesine doğru
hatırlıyormuşuz. Doğrusu yanlış hatırlıyor olmaktan çekiniyorduk.
Bu vesileyle yıllar sonra “Millet Gerçeği” adlı bu konferansın metnini tekrar okuduk. Yıllar
sonra yapılan bu okuma doğrusu bizim için gerçekten bir şok oldu. En gerici türden
milliyetçiliğin savunulduğu ve olumlandığı bir metin karşısındaydık. Ve işin ilginci, bir kez
daha, fikirlerin ve yazıların gerçek içerikleriyle onun somut tarihsel anlamları arasında
neredeyse hiçbir doğrudan ilişki bulunmadığının yeni bir kanıtı daha karşımızdaydı.
Gerçekten de Türkiye’de Kürt sorunun tartışılmasına ve sosyalist ve devrimcilerin Kürtlerin
hakları için mücadeleyi bayraklarına yazmalarına doğru gidişe vesile olan ve o zaman ilerici
bir işlev gören bu konuşma aslında en gerici biçimiyle milliyetçiliğin savunulduğu ve
olumlandığı bir metindi.
Bir zamanlar Marks’ın Gotha programıyla ilgili olarak dediği gibi, bizler bu konuşmalarda,
gerçekte söylenenleri değil, kendi ideal ve özlemlerimizi görüyorduk.
Mihri Belli’nin konferansı, aslında politik olarak, Kürt sorunu ve Kürtlerle ilgili olduğundan,
biz bu konferansın başlığı olan “Millet Gerçeği” sözlerini, “Kürt Gerçeği” “Kürt Milleti
Gerçeği” gibi anlıyorduk. Bu başlıkta “Kürt Ulusu Gerçeği” veya “Kürt Gerçeği”nden söz
edilmemiş olmasını da, bir Ezop dili kullanışı; kanunların ve devletin şiddetini çekmekten
kaçınma ama buna rağmen derdini anlatma olarak kavrıyorduk. Ve bu nedenle başlığı
oluşturan sözlere eleştirel bir gözle bakmayı aklımızdan bile geçirmemiştik.
Elbette “Millet Gerçeği”ni “Kürt Gerçeği” gibi anlama hiç de temelsiz değildi ve onun böyle
bir yanı da vardı. Konu bir sosyolojik tartışma bağlamında, “Millet” denen olgunun ne

34
olduğu ve çözümlenmesi bağlamında değil, politik bir bağlamda, tartışılıyordu. “Doğu
Sorunu” gibi sözlerle ifade edilmiş “Kürt Sorunu”nun adını konarak tartışılması bağlamında
gündeme geliyordu. Dolayısıyla, “Millet Gerçeği” bilimsel bir sempozyumun değil, canlı ve
yükselen politik bir hareketin gündemindeki sorunlarla ilgiliydi ve böyle anlaşılması son
derece doğaldı.
Ayrıca yazının kendisi de bu bağlantıyı bizzat ima ediyor ve vurguluyordu. Örneğin yazını ilk
paragrafını ele alalım:
“Türkiye'de hangi meselelerin tartışılacağını ve hangi konuların konuşulacağını,
emperyalizmin işbirlikçisi statükocu güçler değil, devrimciler tayin edecektir. Halkımızın
milli' demokratik devrim mücadelesinin zafere ulaşma-sı için, tam bağımsız ve gerçekten
demokratik Türkiye için, gün ışığına çıkması gereken konular, Aydınlık'ta birbir ele
alınacaktır. Buna engel olmaya çabalayan baskı ve yıldırma tedbirleri bizi yolumuzdan
alıkoyamaz.”
Bu satırlarda bir tek Kürt sözcüğü bile geçmemesine rağmen, yazan burada “Hangi konuların
konuşulacağı” “gün ışığına çıkması gereken konular” derken “Kürt sorunu”nu kastediyordu;
okuyan da “Konu” sözü geçen her yeri “Kürt sorunu” olarak anlıyordu.
*
Yazının nesnel anlamı ile içeriği arasındaki farka ilişkin bu kısa değinmeden sonra artık
“Millet Gerçeği” adlı yazının içeriğine geçebiliriz. Mihri Belli konuşmasına şu çarpıcı ve
dramatik sözlerle başlıyor. Aynen aktaralım:
“İkinci Dünya Savaşında Doğu Cephesinde en çetin, en kanlı savaşlar verildiği, Sovyet
topraklarına derinliğine giren Alman Nazi orduları Stalingrad'a dayandıkları bir sırada,
Sovyetler Birliği resmi marşını değiştirmek gereğini duydu. 1943'e kadar Sovyetler Birliğinin
marşı enternasyonal di. 1943'ten sonra bugünkü milli marş kabul edildi. Enternasyonalin
sözleri ve müziği Fransızlarındı. Onu ilk söyleyen Fransız işçileri olmuştu. Adı üs-tünde bütün
dünya proleterlerinin marşıydı. "Uyan! Dünyanın lanetle damgalanmış açları, köleleri!» diye
başlıyordu enternasyonal.
İkinci Dünya Savaşından bu yana SSCB marşı şöyle başlar:
«Büyük Rus ulusunun perçinlediği
Özgür Cumhuriyetlerin parçalanmaz birliği,
Yaşasın halkların iradesiyle kurulmuş olan
Yüce ve güçlü Sovyetler Birliği»
1917 Ekim İhtilalinin baş sloganı, "Bütün dünya işçileri birleşiniz!». sloganıydı. 1941-1945
savaşına Sovyetler «Anayurt savaşı» adım verdiler. Ve bu savaşta baş slogan, «Alman
istilacılarına ölüm» sloganıydı. Bu savaşta 12. yüzyılda yaşamış aziz AIeksander Nevski'den
sosyalist ihtilalin Çapayev'ine kadar Rus tarihinin kahramanlarını yücelten afişler, yazılar,
cephede ve cephe gerisinde savaşanların bilinçlerini biledi.

35
Bütün bunlar neyi gösterir? Sosyalist ihtilalin koptuğu I917'den çey-rek yüzyıl sonra
Sovyetler Birliğinin «Büyük Rus ulusu» diye başlayan bir marşı milli marş olarak kabul
etmesi neyi gösterir? Avrupa'da tarih ve kültür bakımından Ruslara en yakın olan
Bulgarların, sosyalizm yolunu tuttuktan sonra da Koburg hanedanından Kral Ferdinand
zamanında kabul edilen milli marşlarını ve üç renkli milli bayraklarını muhafaza etmeleri
neyin kanıtıdır? Sosyalist düzene geçen ulusların kendi ulusal değerlerine dört elle
sarılmaları, ulusal kültürlerinin engelsiz açılıp gelişmesi için se-ferber olmaları neyi
gösterir? Yalnız sosyalist ülkelerde değil, kapitalist dünya sistemi içindeki ülkelerde de
yığınları harekete getiren en güçlü etkenin ulusçuluk olması neyi kanıtlar?
Çağımızın en büyük gerçeğinin millet gerçeği olduğunu.
Millet gerçeği çağımızın en büyük gerçeğidir. İçinde yaşadığımız tarihi dönem, halkların
uluslaşma Sürecinin dünya ölçüsünde yer aldığı dönemdir.”
Bu satırlar gerçekten ibretliktir. Bunları yazan, kendinin sosyalist ve enternasyonalist
olduğunu söyleyen bir savaşçı.
Bu savaşçı, bir gerici ve karşı devrimci anlayışı, kendisine karşı mücadele edilecek bir
gerçek değil, olumlanacak ve kendisine teslim olunacak bir gerçek olarak anlamaktadır.
Yani bizzat o karşı devrimin savunusunu yapmaktadır, “Millet Gerçeği” diyerek.
Bu mantıkla, Hegel’in “Akli olan gerçektir” sözü, yani doğru olan bir gün gerçek olacaktır
sözü, ters yüz olmakta, “Gerçek olan doğrudur” tutucu ve gericiliğine, statüko
olumlayıcılığına varmaktadır.
Mihri Belli’nin mantığıyla gidersek, örneğin, Muhammet’in ölümünden sonra yarım asır
geçmeden bütün İslam devletlerinde yöneticilerin hanedanlara dayanması ve seçimle
gelmemesi gerçeği, tıpkı millet gerçeği gibi “hanedanlık gerçeği” biçiminde tanımlanıp,
hanedanlıkların olumlanmasına varılır.
Mihri Belli, eleştirmek, karşı çıkmak ve kendisine karşı mücadele edilmesi gereken bir gidişi,
örnek alınacak, savunulacak bir gidiş olarak ele alıyor.
Ulusların kendisine karşı mücadele edilecek bir gerçek olarak tanımlanması başkadır;
olumlanarak benimsenmesi başkadır. Örneğin biz “Orta Doğu İçin Demokrasi Manifestosu”
adlı metnimize tıpkı Mihri Belli gibi, “Millet Gerçeği”nden hareketle başlarız Ama
ulaştığımız sonuçlar ve çıkarsamalar tamamen tersidir
“Bundan yüz elli altı yıl önce, Avrupa’yı kasıp kavuracak 1848 devrimlerinin arifesindeki
günlerde, Marks ve Engels adlı, henüz otuzuna varmamış iki genç, daha sonra “Komünist
Manifesto” adıyla ünlenecek bildirilerine “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, Komünizm
hayaleti” sözleriyle başlıyorlardı.
Ama yirminci yüzyılın ve günümüzün hayaleti, Komünizm değil Milliyetçilik oldu. Bu gün
yazılacak bir bildirinin ilk sözleri: “Dünyada bir hayalet dolaşıyor, Milliyetçilik Hayaleti”
olabilir.
Bu hayalet, bu gün göründüğü biçimiyle, tam da “Komünizm Hayaleti”nden söz ederek

36
başlayan bildirinin yazıldığı günlerde doğdu.
Ve bu hayalet, içinde bulunduğumuz şu günlerde, yüz yıldan fazladır felç edip böldüğü Orta
Doğu’yu, yeni kan deryalarına sokmaya hazırlanıyor.”
(http://www.koxuz.org/koxuz/fusion_public/downloads/odm.rtf )
Mihri Belli, korkunç bir şekilde “Enternasyonal”in, dünya işçilerini marşının yerine “Büyük
Rus Ulusu” sözleriyle başlayan bir “Milli marş” koyulmasında karşı çıkmak, eleştirmek
gereken hiçbir şey görmemektedir.
Gerçi bu bizi şaşırtmıyor. Çok önceleri Sovyetler’de bir bürokratik kastın iktidarı almasıyla
birlikte, sosyalizmin milliyetçilik olduğu, bundan sonra milliyetçilerin kendilerini sosyalist
olarak tanımlamaları için bir engel kalmadığını belirtmiştik defalarca. Örneğin “Tersinden
Kemalizm” adlı kitabımızda aynen şöyle yazıyorduk.
“Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir. Her biri aslında ulusçuluğun her
biçiminin gerçek düşmanları olan, Lenin, Luxemburg, Troçki gibi büyük Marksistler, bizzat
bu gerici milliyetçiliğe teslimiyetin yolunu açanlar oldular. Özgür komünlerin biriliği olan,
politik olanı her hangi bir din, dil, soy, kültür ile değil, haklarla tanımlayan “Demokratik
Cumhuriyet” projesi, Fransız ve Amerikan devrimlerinin ulusçuluk anlayışı gitti, onun yerini,
“ulusların kendi kaderini tayin hakkı” aldı.
“Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” deniyordu. Peki ulus neydi? Ulusu bütün orta ve doğu
Avrupa’da burjuvazi, yani gerici ulusçuluk, bir dil, soy, kültür, tarih ortaklığına göre
tanımlıyordu. Böylece ulusların kaderini tayin hakkı, aslında, gerici ulusçuluğu dayanan
burjuvazinin ulus anlayışının kabulü ve desteklenmesi anlamına geliyordu.
Eğer bu ilke geçerli olsaydı, Amerikan iç savaşında, ayrılan güney eyaletlerine karşı hiçbir
şey denemeyeceği görülmüyordu. Bir ulusu bir dile veya bir soya göre tanımlamanın da bir
ırka göre tanımlamakla aynı gericiliği başka bir biçimde üretmek anlamına geleceği
düşünülmüyordu.
Böylece gerici ulusçuluğun ulus tanımı da bilinçsizce benimsenmiş oluyordu. Bu gidiş, bizzat
Lenin, Troçki ve Luxemburg gibi, büyük Marksistlerin eliyle gerçekleşti. Bunların hiç biri,
ulusun dile, soya, tarihe göre tanımlanmasını sorgulamayı aklından bile geçirmedi.
Elbette bunlar ölünceye kadar devrimci demokrasiyi savundular. O dile göre tanımlanmış
ulusların, bütün dillere, kültürlere eşit davranacaklarını var sayıyorlardı. Ama eğer öyle ise
de, ulusun niye bir etni, dil veya tarihe göre tanımlandığı sorusunu bile sormayı akıl
edemiyorlardı.
Örneğin, Balkanlar’da, her biri politik olanı, her hangi bir dile, soya, dine, etniye
dayandırmayı reddeden, insan haklarıyla tanımlayan ulusların, yani devrimci döneme göre
tanımlanmış ulusların ya da özgür komünlerin birliği değil; “Balkan Federasyonu”
savunuluyordu. Yani dile, soya, dine dayanan gerici ulusçuluklara dayanan devletlerin ilerici
bir federasyonunu istiyorlardı. III. Enternasyonal bile bunu savunuyordu. Ulusların birer
etniye, ya da dile göre tanımlanmasını ise sorun bile etmiyorlardı. Çünkü, farkına varmadan,

37
burjuvazinin ulusçuluk anlayışını paylaşıyorlardı; ulusçuluğun nasıl tanımlanırsa
tanımlansın, politik olanın ulusal olana göre tanımlanması olduğunu anlamıyorlar,
ulusçuluğu, bu tanımlananın çıkarlarını önde tutmak olarak tanımlıyorlardı. Ulusçuluğun,
dini özel olarak tanımlamak anlamına geldiğini anlamıyorlardı; ulusçuluğun ulusal ve özel
ayrımı yapmanın kendisi olduğunu anlamıyorlardı.
Tabi bu süreç öyle hemen bir anda gerçekleşmedi. Bu iki anlayış uzun süre bir arada ve
çelişki içinde yaşadı. Örneğin Lenin, bir ulusu büyük ölçüde insanların sübjektif kabullerine
bağlı olarak anlıyordu. Tüm dillerin ve kültürlerin eşitliğini, bir tek çocuk için bile ana dilde
eğitimi savunuyordu. Ulusların kaderlerini tayin hakkını demokratik bir cumhuriyetin fiili
sonucu olarak anlıyordu. Ama bunu savunduğu devletlerin kendilerini bir etni veya dile
dayanarak bir ulus olarak tanımlamalarını da aynı şekilde olağan kabul ediyordu.
Ne var ki, ulusların tanımının burjuvazinin gerici ulusçuluğuna veya ulusçulara bırakılması
ve bunun dünyanın aslında artık sadece gerici ulusçulardan oluştuğu bir dönemde yapılması,
fiilen gerici ulusçuğun ulus tanımlarını kabul etmek anlamına geliyordu. Sonunda bu fiili
kabul, bir teorik kabul haline de dönüştü.
Bu Lenin’in övdüğü Stalin’in tanımında veya Otto Bauer’in ulus tanımında açıkça görülür.
Orada ulus tam da ulusçuların, hem de gerici ulusçuluğun ulusçularının anladığı biçimde
tanımlanır. Ulusçuluğun aslında, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik olanı ulusal olana
göre tanımlamak olduğu yönünde; ulusları ulusçuların yarattığı şeklinde bir kavrayışın izine
bile rastlanmaz1.
Troçki veya Luxemburg da farklı değildir. Örnek olarak Troçki’nin bir tanımını alalım:
“Ulus insan kültürünün sürekli ve canlı bir faktörüdür. Ulus sadece şu andaki savaşı değil
kapitalizmi de mezara gönderecektir. Ve sosyalist bir rejimde, politik ve ekonomik bağımlılık
zincirlerinden kurtulan ulus, tarihi gelişmede uzun süre temel bir rol oynayacaktır.” (Troçki,
Ulus ve Ekonomi, 1915, zikreden, Enzo Traverso, “Marksistler ve Yahudi Sorunu”, s.187)
Troçki’nin bu satırlarının altına hangi gerici milliyetçi imza atmaz ki. Ulus hem tarihe hem de
geleceğe ait bir “insan kültürünün sürekli ve canlı bir faktörü” olarak tanımlanmaktadır,
milliyetçi hiçbir öznel güdüsü olmayan Troçki tarafından bile. Ulusun kapitalizmin üstyapısı,
1
Bugün de durum farklı değildir. Örneğin bu Lenin, Luxemburg, Troçki geleneğinden bir Michael Löwy bile,
hala şöyle yazabilmektedir:
“Böyle bir sınıflayıcı teorik çerçeve kurmak için yapılan en sistematik çaba, hiç kuşkusuz, Stalin'in 1913'ten beri
ünlü Marksizm ve Ulusal Sorun adlı denemesidir. Bütün "nesnel" ölçütleri (dil, toprak, ekonomik yaşam ve "ruhsal
biçimlenme" birliği) tek bir tanım içinde birleştirerek, Stalin, "bütün özelliklerin bir arada bulunması halinde bir
ulus vardır" görüşünde ısrar etmiştir. Bu katı ve dogmatik çerçeve, tam bir ideolojik Procrustrean yatağıydı ve
Yahudiler, Birleşik Devletler'deki Siyahlar vb. gibi "hetorodoks" ulusal toplulukları anlamanın önünde on yıllar
boyunca dikilen büyük bir engel haline geldi. Bu tanım, Gümrük Birliği yoluyla ekonomik birliğini kurmadan çok
önce de Almanların bir ulus haline nasıl geldiklerini, ya da Fransızca konuşan Belçikalı veya İsviçrelilerin Fransız
ulusunun neden bir parçası olmadıklarını açıklayamaz.”
(Löwy, Vatan mı Yeryüzü mü? http://f50.parsimony.net/forum202260/messages/49.htm )
Yani daha esnek bir ulusçuluk tanımını daha sert bir ulusçuluk tanımına karşı savunuyor. Böylece, esnek ya da
katı bu tür ulus tanımlarının ulusçuların tanımları olduğunu,bunun kendisinin yanlışlığını görmüyor.

38
dini olduğunu anlamamaktadır. Onun tarihsizliğini anlamamaktadır.
*
Ama bu dönemde bile hala, bu gerici ulusçuluk, Marksizm içinde henüz bir hastalıktır ve
bütün vücudu ele geçirmemiştir.
Ama Rusya’da devrimin tecrit olması ve bir süre sonra bürokrasinin iktidarı ele geçirmesiyle
birlikte, Stalinizm’in egemenliğiyle birlikte, gerici ulusçuluğun ulus tanımı ve anlayışı tüm
dünya işçi ve sosyalist hareketine damgasını vuracak; demokratik cumhuriyet; özgür
komünlerin birliği ve ulusal baskının ulusun tanımından her türlü etnik, dilsel, tarihsel, dinsel
belirleyiciyi dışlayarak ortadan kaldırılması anlayışı terk edilecek ve unutulup gidilecektir.
Böylece sosyalistler ve işçi hareketi gerici ulusçuluğun ulus anlayışlarının fiili bir
savunucusuna dönüşecektir.
Böylece, burjuvazinin dininin en gerici biçimi, sosyalizmi kendi içinden teslim almıştır artık.
Bundan sonra dünyadaki, soya, dile, dine, etniye, tarihe yani gerici bir ulusçuluğa dayanan
ulusların çoğunu bizzat Sosyalistler, Marksistler kuracaktır. Ulusları ve ulusçuluğu yok etmek
için çıkmış bu öğretinin taraftarları gerici bir ulusçuluk anlayışına dayanan ulusların
kurucuları olurlar.
Bir rastlantı değildir, Sosyalistlerin kurdukları bütün uluslar, bir etniden ya da dilden
kaynaklanan ada sahiptir. Amerika Birleşik Devletleri kadar olsun, yani burjuvazinin
devrimci dönemindeki kadar olsun, demokratik isimler bile almamışlardır, savundukları
gerici ulusçuluğa uygun olarak. Örneğin Doğu Avrupa veya Balkan Demokratik
Cumhuriyetler Birliği gibi; Orta Asya ve Sibirya Demokratik Cumhuriyetler Birliği; Hindiçin
Demokratik Cumhuriyetler Birliği gibi. Bir coğrafya adıyla sınırlı, hiçbir etnik, tarihsel
göndermede bulunmayan uluslar kurmamışlardır. İster Vietnam, ister Özbekistan, ister
Azerbaycan, ister Bulgaristan, ister Polonya veya Çekoslovakya, ister Slovenya, ister,
Sırbistan olsun, hepsi bir etniye, bir dile, bir soya, bir tarihe gönderme yapan, devrimci
demokratik karakteri olmayan gerici bir ulusçuluğa dayanan uluslardır bunlar. Bu nedenle
bir rastlantı değildir, Tito ile Enver Hoca’nın, Çin ile Vietnam’ın; Kamboçya ile Vietnam’ın;
savaşları ve buradaki ulusal nefretler.
Marksistlerin hiçbiri hiçbir yerde, ne ulusu dile, soya, dine, tarihe göre tanımlayan
devletlerde, ne de bu devletlere karşı başka dile, soya, dine, göre ulusu tanımlayarak çıkan
ulusal hareketlerde, bu tanımlamaların kendisini sorun yapıp ona karşı çıkmamıştır. Siz hiç,
Türk devletinin adının Türk, ülkenin Türkiye, tarihinin Türk tarihi, dilinin Türkçe olmasına
karşı çıkan bunu gerici bir ırkçılık olarak tanımlayan; bu topraklarda yaşayan insanların,
özgür yurttaşlar olarak bir ulus oluşturmalarını ve ulusun tanımından tüm bu göndermelerin
atılmasını, bütün bunların hiçbir politik anlamı olmamasını talep eden bir sosyalist gördünüz
mü? İşin kötüsü bu sadece Türkiye’de böyle değil, bütün dünyada sosyalist ve işçi hareketinde
böyleydi. Aynı şey, bu devletlerin ulusal baskılarına karşı hareketleri içinde de yoktur.
Böylece Marksistler sadece ulusçuluğun değil, gerici ulusçuluğun savunucuları ve bu
ulusçuluğa dayanan ulusların kurucuları olunca, burjuvazinin, yani gerici ulusçuların

39
Marksist olmaması için bir neden de kalmaz. Böylece Marksizm veya sosyalist hareket bir
süre sonra, gerici ulusçuluğun kendini ifadesinin ve gerici özünü gizlemesinin bir aracı olur.
Ama Marksizm ulusçuluk haline dönüşünce, ona artık sadece o gerici ulusçuluğa hizmet etme
dışında ihtiyaç da kalmaz. Böylece, Sovyetler’in yıkılışında ve sonrasında görüldüğü gibi,
aslında gerici ulusçular olan sosyalistler böylece sosyalizm kabuğunu da atarak en gerici
milliyetçiler olarak ortaya çıkarlar; asıllarına rücu ederler.
Sadece bu Marksist ve sosyalist görünümün egemen ulusun çıkarlarını ve egemenliğini
korumaya hizmet ettiği yerlerde, örneğin Türkiye, Sırbistan, Rusya gibi ülkelerde, bu
ulusçular birer Marksist olduklarını iddia ederek varlıkların sürdürürler. Örneğin,
Türkiye’deki bütün sosyalist hareketler, aslında Kürtlerin ezilmesi karşısında bir
suskunluğun, egemen ulusun pozisyonunu korumanın bir örtüsü olduğu için hala Marksizm ya
da sosyalizm sıfatına sahip çıkmaktadırlar. Türkiye’deki sosyalizmin hala bu kadar yaygın
olmasının nedeni, sosyalizmin ya da Marksizm’in değil, gerici milliyetçiliğin yaygınlığının bir
yansımasıdır.
Eğer bunlar, bırakalım sosyalist olmayı bir yana, bir parça devrimci ve demokratik bir
ulusçuluğu savunsalardı, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulusun, bir dilin, bir etninin adıyla
tanımlanmasına; bir tarihin bir kültürün devamı olarak tanımlanmasına karşı mücadeleye
girer, ulusun tanımından tüm etnik, dilsel, dinsel, kültürel ve tarihi göndermeleri dışlamak
için mücadeleye girerlerdi. Yani dilsiz, dinsiz, tarihsiz, etnisiz, soysuz bir ulus tanımına
geçmeye çalışırlar, bu yoldan ulusal baskıları ortadan kaldırmaya çalışırlardı.
Bugün dünyada Marksist kalmamış bulunuyor. İleri ülkelerdeki Marksistler bile, ulusal olanla
politik olanın çakışması ilkesini sorgulamadığı; nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulusal olanın
da, yani burjuvazinin dininin de, özel olan olarak tanımlanması, yani bütün ulusal sınırların
ve devletlerin reddi gibi bir programa sahip olmadıkları için, yeryüzü ölçüsündeki artık
ırkçılığa dönüşmüş, dünyanın yoksullarını bir Bantustan’da tutmanın aracı olmuş bir
ulusçuluğun fiili savunucularıdırlar. Geri ülkelerdeki Marksistler fiilen etniye, dile, tarihe
dayanan gerici ulusçuluğu savunmaktadırlar; böyle bir sorunun pek olmadığı Amerika ve
Avrupa gibi ileri ülkelerdeki Marksistler ise, ulusal olanın politik olana göre tanımlanmasını
sorgulamadıklarından, yeryüzü ölçüsündeki bir ırkçılığı savunur durumdadırlar.
Düşüncelerin kendi mantığı vardır. Ve bu mantık kişilerin niyetlerinden bağımsız olarak işler.
Eğer Marksizm doğuşunda, bir ulus ve din teorisine sahip olsaydı; daha doğarken, “bütün
ülkelerin işçileri birleşin tarzındaki stratejik, güce ilişkin çağrısına; “ulusal olanla politik
olanın çakışması ilkesini kaldırın; burjuvazinin dinini de diğer dinleri tıktığı yere tıkın”
diye söze başlasaydı bu gün çok başka bir yerde olurdu dünya. Bu gün, ulusçuluk dini,
modern toplumun dini, savunmada olur, milyonlarca insan bu dine karşı, bu dini diğer
dinlerin yanına tıkmak için mücadele ediyor olurdu. Böyle bir dünyada belki faşizmler, ulusal
katliamlar yaşanmazdı.
Bu gidişin en büyük suçlusu, burjuvazinin dininin gerçek yüzünü göremeyen ve onu diğer
dinlerin yanına atmak yönünde bir program geliştiremeyen sosyalistler, Marksistler olmuştur.
Marksizm eski gücünü tekrar kazanabilmek için, modern toplumun dininin kabullerinden

40
kurtulmak, bunun için de çok köklü bir arınma ateşinden geçmek zorundadır.”
(http://www.comlink.de/demir/kitaplar/besik2.doc )
*
Sosyalist harekete nasıl bir gerilemenin damgasını vurduğu, Ekim devrimi kuşağından olan
Kıvılcımlı ile Stalinizm çağının Mihri Belli’si arasındaki farkta görülebilir.
Mihri Belli, Enternasyonal’in lağvında, (ki Enternasyonal yerine Büyük Rus Ulusu’ndan söz
eden Marşın geçirilmesi bunun bir yansımasıdır sadece) kendisine karşı çıkılacak değil,
savunulacak ve kendisine teslim olunacak bir gelişme görürken, Kıvılcımlı, Enternasyonal’in
lağvını, kendisinin bütün Stalinizmine rağmen, hazmedemez ve eleştirir. Örneğin ölümünden
az önce yazdığı “Brejnev’e Mektup”ta şöyle der:
“Stalin’in bir emriyle III. Enternasyonal ortadan kaldırılalı beri, mahşer (Kaos) oldu. Bu
istenilmiş anarşiden çıkan komplikasyonlar üzerinde durmak istemiyorum.”
Burada Enternasyonal’in sadece kaldırılış biçimi ve kaldırılmasının örgütsel ve biçimsel
işleyiş bakımından yarattığı sorunlara değinilmesine rağmen, bu çerçevede bile olsa bir
kabullenmeme, bir eleştirme vardır. Bu Mihri Belli’de olmayan bir özelliktir.
Çünkü o dünyada gericiliğin, Stalinizmin egemen olduğu; milliyetçiliğin en gerici biçiminin
tüm sosyalist ve işçi harekete damgasını vurduğu dönemin bir sosyalistidir. Onu sosyalist
yapan bizzat milliyetçiliğidir. Bu nedenle, Kıvılcımlı’ların, hala Ekim Devrimi döneminin
geleneklerini bir ölçüde de olsa taşıyan kuşaklarından daha da geri ve gericidirler.
Bu konuya geçenlerde yazdığımız “Geç Gelmek ve Geç Kalmak Üzerine” adlı yazıda
değinmiştik. Mihri Belli’nin bu yazısında dile gelen görüşler bunun somut bir örneği olarak
da okunabilir. O yazıda şöyle diyorduk:
“Rus devriminin bir köylü ülkede tecrit olması ve iç savaşın yarattığı yıkımlar temelinde
bürokrasi bir karşı devrimle iktidarı ele alır ve Fransız devriminden beri gelen yükselişin
ürünü olan Rus aydın ve devrimcileri kuşağını 1930’lara gelindiğinde öldürüp tasfiye eder.
Benzeri, Komünist Enternasyonal ve onun prestiji ve otoritesi aracılığıyla, dünyanın diğer
ülkelerinde de yaşanır.
Böylece geri ülkelerde, eşitsizliklere tepki ve/veya Ekim devrimi etkisiyle sosyalizme yönelen,
toplumsal mücadeleye giren aydınların veya sürgünlerde yaşayanların, daha önceki Alman ve
Rus devrimcilerinin aksine, çağın en ileri fikir akımlarıyla ve örgüt biçimleriyle bir ilişkiye
geçip onları özümleme şansı kalmaz.
Marks-Engels’ler Adam Smith, Ricardo; Hegel ve Feuerbach; Sen Simon, Owen,
Fourier’lerin bıraktığı yerden başlıyorlardı; Lenin’ler ve Troçki’ler Marks-Engels’lerin
bıraktığı yerden başlıyorlardı. Ama 1920’lerden sonra radikalleşen aydınlar, SBKP tarihleri,
Kuusinen, Politzer, Stalin, Mao’ların skolastik kitaplarıyla.

Artık öğrenilen, burjuva aydınlanmasından bile geri, Marksizm görünümünde ama özünde

41
yöntemsel olarak bir skolastik ve eklektik Stalinizm’dir.
Yani emperyalizme geçiş nedeniyle işçi sınıfının üretim ilişki ve tekniklerinde geriliğe
mahkum olması gibi, Sosyalist düşünce ve davranış da, çağın en geri düşünce ve teorilerine
mahkum olur. Sonradan gelenin artık, daha da gelişmiş fikir akımları ve örgütsel deneyleri
tanıması ve özümlemesinin yolu tıkanmıştır. Böylece öznel olarak geç gelmenin faziletlerini
yaşama sansı da ortadan kalkmış, sadece geç gelmenin reziletlerine mahkum olunmuştur.
Gerek entelijansiyanın ve gerek işçi sınıfının bu geriliğe ve az gelişmişliğe; bu az gelişmenin
gelişmesine mahkumluğu, birbirini karşılıklı olarak da beslemiştir. Böylece bir tersine
seleksiyon dönemi başlamıştır. İşçi hareketinin yokluğu ve geriliği sosyalist teori, örgüt ve
pratikleri kakırdatmış, bu kakırdamış örgüt, hareket ve düşünceler var olan sınırlı işçi
hareketini demoralize etmiştir. Bunlar karşılıklı olarak birbirini beslemiştir.
Bu geriye gidiş, o dönemin sosyalist kuşaklar arasındaki farklarda bile görülebilir.
Örneğin, henüz 1920’ler öncesinde, yani bürokrasinin zaferi öncesinde sosyalizmle tanışmış
az gelişmiş ülke aydın ve devrimcileri, sonraki bütün Stalinist engellemelere rağmen, yine de
az çok orijinal, yaratıcı eserler verebilmişlerdir. Ama 1920’lerin ortalarından sonra sosyalist
olanlarda hiçbir teorik yaratıcılık görülmez.
Tipik örnek olarak, Meritegiu ve Kıvılcımlı zikredilebilir. Her ikisi de Stalinizmin zaferi
öncesinin kuşaklarındandırlar. Bu ayarda devrimci ve teorisyenler sonraki kuşaklarda
görülmez. Latin Amerika Stalinizmin etkilerine nispeten daha uzak olmasına rağmen, benzeri
ayarda yeni teoriysen kuşakların ortaya çıkabilmesi için, ta 1960’ların yükselişlerini, Che’leri
beklemek gerekmiştir. Che bile, teorik orijinalite ve genelleme yeteneği bakımından
Maritegiu’ya hala uzaktır.
Türkiye’deki sosyalist hareket açısından da bu görülebilir. Soın duruşmada bir Osmanlı aydnı
olan ve ekim devrimi rüzgarıyla radikalleşmiş Kıvılcımlı’yı göz önüne getirelim. Bir de,
1930’ların Roosvelt’i ortaya çıkaran, Amerikan işçi hareketinden etkilenmiş Mihri Belli’yi
göz önüne getirelim. Mihri Belli, Amerika gibi bir yerde radikalleşmiş, dünyayı görmüş
olmanın bütün öznel avantajlarına rağmen, aslında Ekim devrimiyle radikalleşmiş bir
Osmanlı Aydını olan Kıvılcımlı’dan, sadece teorik çap ve derinlik bakımından değil, politik
bakımdan da son derece geridir. Biri Üçüncü Enternasyonal’in lağvında bir felaket görürken
örneğin, diğeri, kendisine teslim olunacak “millet gerçeği”ni, kendisine öykünecek bir
durumu görür.”
(http://www.koxuz.biz/index.php?option=com_content&task=view&id=619&Itemid=5 )
14 Nisan 2006 Cuma
Demir Küçükaydın

42
Mihri Belli’ye Fax
Selam Mihri Ağabey,
Aşağıda son olarak yazdığım ve aynı zamanda bizim buradaki girişimin bildirisi olarak da
kabul edilen metni yolluyorum.
Fax numaranızı İrfan'dan almıştım.
Sevim ablaya da selamlar.
Demir Küçükaydın
Nernstweg 33
22765 Hamburg
tel: + 49 (040) 39 66 84
e-mail: demiray@topmail.de

Abdullah Öcalan'ın Yargılanması ve Gelişmeler

Abdullah Öcalan'ın mahkemede hukuki veya siyasi bir savunma yapmaması; aksine savaş
yürüten taraflardan birinin önderi olarak Türkiye'ye barış önermesi ve somut bir
demokratikleşme planı sunması ve bunun gereği olarak yaptığı diplomatik jestler; savaş
rantiyelerinin kontrolündeki medya tarafından psikolojik savaş yöntemlerine uygun olarak bir
propaganda bombardımanı altında Öcalan'ın teslimiyeti, korktuğu ve canını kurtarmaya
çalıştığı şeklinde yansıtıldı. Bir çok ciddi yayın organının bile benzer yayınlar yaptığı
görüldü. Kürt Ulusal Hareketi'nin bir çok dostu bile bu bombardımanın da etkisi altında
kalarak, Öcalan'ın tavrına kuşkuyla yaklaşmaktadır.
Şimdi medyanın bombardımanının yol açtığı toz duman dağılırken, giderek Öcalan'ın teslim
olmadığı; aksine bir stratejik geri çekiliş ve taktik esneklikle sorunun çözümü için yeni
ufuklar açtığı görülmektedir.
HADEP: bütün baskılara rağmen seçimlerde aldığı sonuçla Kürdistan'da birinci büyük parti
olduğunu kanıtlamış ve bir çok yerleşim biriminde mahalli idarelerin yönetimini ele almış bir
yasal partidir. PKK: binlerce gerillası, taraftarı, sempatizanı ile, dünyadaki en büyük ve etkili
ordulardan biri olan Türk ordusuna karşı gerilla savaşı yürüten en etkili ve büyük gerilla
örgütlerinden biridir. Şimdi bu iki örgüt de, en asgariye inmiş ve aslında Generallerin bile
hayır diyemeyeceği, Öcalan'ın sunduğu programdan ve bunun için barıştan yana olduklarını
belirtmiş bulunuyorlar. Türkiye'deki ve aynı zamanda dünyadaki en büyük ve etkili iki Kürt
örgütü (HADEP ve PKK), Öcalan'ın tekliflerini desteklediklerini resmen ilan etmiş
bulunuyorlar. Bu açık tavırlar, Öcalan'ın mahkemede sunduğu projeye ayrı bir ağırlık
vermektedir.

43
Bu proje, anayasal bir vatandaşlık çerçevesinde, Kürt kültürünün ve kimliğinin tanınmasını,
kültür ve dil farklılıklarının bir kazanç olarak görülmesini; mahalli seçilmiş yöneticilere daha
büyük yetkiler verilmesini; demokratik reformları kapsamaktadır. Buna karşılık Kürtler de,
silahlı savaşı durdurmayı ve var olan devletin ve ülkenin bütünlüğü içinde kalmayı
önermektedirler.
Şimdiye kadar Kürt ulusunun verdiği mücadeleyi, ayrı bir devlet kurma mücadelesi olarak
görenler, bu projeyi kendi hedeflerine ihanet olarak görmektedirler.
Ne var ki, bu değerlendirme ne doğrudur ne de gerçekçidir.
Doğru değildir, çünkü, PKK bütün geçmişi boyunca, ayrılmaktan ziyade, ayrılabilme
hakkının olduğu bir demokratik sistem için mücadele ettiği vurgusunu yapmıştır. Hatta
sorunu ayrılıp ayrılmamak ve ayrı bir devlet kurmaktan öte, bir ulusun kimliğinin tanınması
ve kendi kişiliğini geliştirmesi olarak anladığını vurgulamıştır.
Gerçekçi değildir, çünkü, Kürtler ancak belli uluslar arası dengeler ortamında, çok elverişli
tarihsel koşullarda, dünyadaki etkili güçlerin, güçlü Türk, İran ve Arap devletlerinin en
azından bazılarını karşıya almayı göze alabilecekleri bir durumda ayrı bir devlet kurma
olanağı edinebilirler. Bugün ise, buna olanak yoktur. Ne ABD'nin ne da Avrupa'nın ne de
onlar karşısında etki alanı hızla gerileyen Rusya'nın böyle bir projeyi destekleyerek söz
konusu ülkeleri karşıya alması beklenemez ve beklenemeyeceğini de, Öcalan'ın trajik bir
sonuca ulaşan Odyssseusu esnasındaki dramatik gelişmeler göstermiş bulunmaktadır. Ayrıca
Kürt ulusal hareketi, tarihte eşi benzeri olmayan bir şekilde, ABD'nin yeryüzü ölçeğindeki
total kontrolü nedeniyle önderini savaştığı güçlerin eline esir vermiş ve lojistik desteğini
büyük ölçüde yitirmiş, tayin edici olmasa da çok önemli bir yenilgi almış bulunmaktadır.
Bizzat bu yenilgi ise, Türkiye'deki savaş rantiyelerine ve onların Kürtlerin varlığını inkara ve
ezmeye yönelik politikalarına güç vermiş ve kısa zaman önce yapılan seçimlerde bu
politikaların savunucusu partiler ezici bir çoğunluk kazanmışlardır.
İşte, Abdullah Öcalan, Öcalan'ın şahsında da Kürt Ulusal Hareketi, ölüm ve yok olma tehdidi
altında iken en zor koşullar altında bir salto mortale (ölüm parendesi) ile kendini kendisi
olmaktan çıkarıp, yepyeni bir ulusun tohumu olarak yeniden ortaya koymaktadır.
Belli uluslar arası dengeler el vermediği sürece, Kürt ulusal hareketi sadece bağımsız bir
devlet için savaştığı takdirde başarıya ulaşamazdı. Kürt Ulusal hareketi, kendini ezen ulusların
ezilenleri için de bir program geliştirdiği, yani sadece Kürtleri, kendini değil, kendini
ezenlerin de ezilenlerini kurtarmaya kalktığı takdirde; yani bir ulusal kurtuluş hareketi
olmaktan çıkıp bir sosyal kurtuluş hareketine dönüştüğü takdirde; yani bir salto mortale ile
kendisi olmaktan çıktığı takdirde başarı kazanabilirdi.
Kürt hareketleri içinde, plebiyen yapısıyla sadece PKK bu güne kadar böyle bir kendini aşma
potansiyeli ve emareleri gösterebiliyordu. İşte, Öcalan'ın şahsında, en elverişsiz koşullarda,
büyük ölçüde daha önceki evriminin de mantıki bir sonucu olarak, Kürt ulusal hareketi,
kendini kurtarmak için ezenini de kurtarmaya; zafere ulaşabilmek için önüne daha büyük
görevler koymaya; bir yandan kendisi olarak kalırken diğer yandan da kendisi olmaktan

44
çıkmaya girişmiş bulunuyor. Medyanın pişmanlık, korku gibi gösterdiği tavırların gerçek
niteliği budur.
Öcalan artık sadece Kürt Ulusal hareketinin bir önderi olarak davranmamakta, Kürtleri,
Türkleri ve diğer halkları da anayasal bir vatandaşlık temelinde kapsayacak yeni bir ulusun
tohumu ve kurucusu olarak davranmaktadır. Artık muhatabı sadece Kürtler değil, Türklerdir.
Hatta Kürtler üzerindeki büyük prestiji nedeniyle esas kazanılması gerekenler Türklerdir.
Kürtler Türklere başka bir ulus altında birleşelim diyor. Yani Kürt ulusal hareketi kendi
olmaktan çıkıp, başka yepyeni bir ulusun tohumu oluyor. Kürt ulusal hareketi böylece, son
yüzyılın etnik temizliklerle sonuçlanan ve benzeri Balkanlar ve Kafkaslar'da, Afrika'da büyük
acılara ve ölümlere yol açan monolitik ulusçuluk dönemi yaşamadan, bugünün dünyasına
uygun, örneğin, ABD, Avrupa ve İsviçre'de olduğu türden farklı kültür ve dilleri zenginlik
olarak gören bir ulusçuluk projesine ulaşmış bulunuyor. Kürt ulusal hareketi, sadece geç
gelmenin reziletleri içinde bunalmadı, bu projeyi geliştirebilmesi onun aynı zamanda geç
gelmenin faziletlerinden de yararlanabileceğini göstermektedir.
Biçimsel olarak bakıldığında, Türkçe'nin resmi dil olarak kabulü, Kürtçe'nin Kürtler arasında
ikincil bir dil olarak tanınması; mahalli seçilmiş idareye daha geniş yetki; demokratik
reformlar Kürt Ulusal hareketi için büyük bir gerileme gibi görülebilir. Kimi reformist, ya da
silahlı mücadeleyi reddeden Kürt örgütleri, yıllardır bunları savunmuyorlar mıydı? Madem bu
noktaya gelinecekti de niye bunca yıldır gerilla savaşı verildi? Bu varılan nokta onların
haklılığını kanıtlamıyor mu?
Bu yaklaşım da toplumsal bir dönüşümü sadece siyasi, idari, hukuksal ya da ekonomik bir
takım dönüşümlerle sınırlayan yüzeysel bir anlayıştır. Bu yaklaşım, insandaki, Kürt'teki
dönüşümü ve bunun önemini kavramamaktadır.
Yirmi yıl öncesinin Kürdü ile bu günün Kürdü arasında dağlar kadar fark vardır. Yirmi yıllık
gerilla savaşı, dünün köle ruhlu, kendinden utanan Kürd'ünün yerine bambaşka, kimliğinden
utanmayan, ona güvenen, isyanın ateşinden geçmiş, aşiretler yerine modern partilerde ve
derneklerde örgütlenmiş, kadınların açık ya da gizlice başını çektiği yepyeni bir Kürt ortaya
çıkmış bulunuyor. Bu aşama yaşanmasaydı, bugün öcalan'ın sunduğu proje, kendine güvenen
kişilikli bir ulusun teklifi değil, kölece yalvarmalar anlamına gelirdi ve benzer çizgileri
eskiden savunanlarda bu anlamdaydı.
En sağlam dostluklar, en sert kavgaların sonunda oluşabilir. İngilizler Norman ve Saksonların
uzun ve sert savaşlarının potasında oluşmuşlardır. Bir insanın sağlıklı ruhsal gelişimi için bile
ana babasına isyan edip, kendi kişiliğini geliştireceği bir dönem gerekir. Böyle bir isyanı
yaşamayanlar, ruhça çocuk kalmaya ve olgunlaşamamaya mahkum kalırlar. Bu isyandan
sonra ana babayla kurulan karşılıklı kabule dayanan saygı ilişkisi ile, isyandan önceki ilişki,
dış görünüş bakımından bir birine benzerse de, bunlar kökten farklı ilişkileri ifade ederler.
Kürt ulusunun sağlıklı bir gelişimi için bu isyan dönemi gerekliydi. Bu olmadan ancak bir
kölenin efendisiyle ilişkisi olabilirdi. Buradan gerçek bir dostluk, saygıya dayanan bir dostluk
ve kaynaşma çıkamazdı. Gerçek, eşit ve karşılıklı kabule dayanan bir barış ancak bir savaştan
sonra olabilirdi.

45
Kürt Ulusal Hareketi, Öcalan'ın şahsında, kendisini aşarak bu yeniden doğuşunu olağan üstü
elverişsiz koşullarda yaşamaktadır. Karşı cephe çok güçlüdür. Diğer yandan da zaman çok
kısıtlıdır. Sunulan program ve teklif bu savaştan çıkarı olmayan bütün toplum katmanlarını
kazanmaya yöneliktir.
Kartlar karışmış ve yeniden dağıtılmış bulunmaktadır. Artık bölünme, Kürtler ve Türkler
arasında değil, bunların kendi içinde olacaktır. Ancak bu safların yeniden şekillenmesi ve
kristalize olması, yani toplumun bilincindeki bu değişmeler, olağan durumlarda, çoğu kez
hızlandırılmış hukuki prosedürlerden çok daha yavaş gerçekleşirler. Öcalan'ın idamı, bu
süreci geri döndürüp onlarca yıl geriye itebilir. İdam olmaması ve gecikmesi halinde,
toplumdaki bu yeni bölünme gerçekleşip bir ağırlık kazanabilir ve savaş yanlısı inkarcılar
tecrit olabilir. Bu aynı zamanda Öcalan'ın idamdan Kurtulması ve bir müzakere partneri
olması demektir.
Başlangıçta, gerilla savaşını ve Kürdistan'daki kitlesel ayaklanmayı bastırmak için kurulmuş,
kanunlar üstü ve dışı gizli özel savaş aygıtı, bir süre sonra onu kullandıktan sonra basit bir
araç gibi bir kenara atabileceğini düşünen kurucularının başını yedi. Bu aygıtı yaratanlar
başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücüye döndüler. Bu aygıtı ilk yaratanlar, yine Kürt
sorununun şiddetle çözülemeyeceğini ilk görenler oldular. Bunların bir uzlaşma zemini
arayışları, yarattıkları aygıtın şiddetini üzerlerine çekti ve yarattıkları canavarın kurbanı
oldular. General Eşref Bitlis, Turgut Özal ve daha sonra niceleri... Bu cinayetler, bir
uzlaşmanın yollarını tıkadı ve binlerce insanın ölümüne, Türk ulusunun giderek çürümesine
yol açtı.
Bu özel savaş aygıtı bugün Türkiye'nin gerçek egemenidir. Bu aygıtı zayıflatmaya yönelik,
devletin diğer kanatlarından gelen girişimler (Susurluk) bu aygıtın gücünü sarsmaya
yetmemiş, hatta bunlar seçimlerden daha da güçlü olarak çıkmıştır. Bu aygıt için, savaş artık
politikanın başka araçlarla bir devamı değil, kendi başına bir amaçtır. Hiç de
küçümsenmeyecek, hukuki, siyasi ve iktisadi imtiyazlarla ve güçlerle donanmış bu aygıt, bu
günkü konumunu sürdürmek için elinden geleni yapacaktır. Varlığını sürdürmesi, Kürtlerin
ezilmesine, inkarına bağlıdır. Kürtlerin ve Türklerin düşmanlığını kışkırtmak bu aygıtın
varlığını sürdürmek için tek olanaktır.
Bu durumda, bu savaş rantiyeleri kastı, Öcalan'ın bir an önce idam edilmesi; böylece Türkler
içinde Kürtlerle birlikte barış içinde yaşama yanlılarıyla Kürtlerin varlığını inkar edenler
arasında gerçek ve yeni bir bölünmenin olgunlaşma ve serpilme olanağı bulmadan yok
olması; bunun yerine Kürt ve Türkler şeklinde bir bölünmenin güçlenmesi için elinden geleni
yapacaktır. Buna karşılık Öcalan'ın yaşaması, barış isteyen güçlerin etkisinin ve onun
güçlenmesinin bir ifadesi olacaktır. Kürt ve Türk halkları arasındaki barış ve Öcalan'ın yaşamı
ayrılmazca birbirine bağlanmış bulunmaktadır.
Dolayısıyla, bugün Öcalan'ın yaşamını savunmak, aynı zamanda barışı savunmaktır ve bu her
zamankinden de daha acil ve önemli bir görev olarak ortaya çıkmaktadır. Öcalan'ın yaşamına
savunmak, bu inkarcı savaşı sürdürmek isteyen savaş rantiyelerine karşı durmak demektir.
Öcalan'ın yaşamını savunmak, şoven bulutların dağıtılması, sınıf farklılıklarının ve

46
gereklerinin yeniden berraklaşması, Türk halkının, değişik milliyetlerden işçi sınıfının
sorunlarının başka her türlü sorundan daha önemli olduğu ve onun çizgisinin yaşanan
sorunlara kalıcı çözüm getirme yeteneğine sahip olduğunun görülebilmesi olanağını verir.
Öcalan'ın yaşamının savunulması belki de Kürtlerden fazla Türklerin; daha spesifik olarak da
sınıf mücadelesinin savunucusu sosyalistlerin büyük bir ihtiyacıdır. Özellikle sosyalistler anın
tek görevi olarak bunu benimsemek durumundadırlar. Sadece enternasyonalizm, insancıllık
vb. adına değil, bizatihi sınıf mücadelesinin stratejik konumunu etkileyebilecek durumdaki,şu
anki taktik çıkarı adına.

18 Haziran 1999 Cuma


Öcalan'ın Yaşamanı Savunmak İçin Hamburg Türk Girişimi

E- Mail: apohki@topmail.de
Homepage: http://home.t-online.de/home/apohki/
V.i.S.d.P. Avni Yolalan, Bartelstr. 2a, 20357 Hamburg

47
Ekler

Mihri Belli’nin 1974 yılında Emekçi Dergisinde Yayınlanan Kıvılcımlı Eleştirisi


Aşağıdaki yazıyı yayınlamanın gereğini duyuyoruz. Kıvılcımlı arkadaşın Sosyalist hareket
içinde 1930'lara kadar pek ciddiye alınmayan bazı görüşleri 12 Mart arifesinde ve sonraları
bazı çevrelerde benimsendi. Bu durumun, yaratılan Faşist Terör havasının Türkiye solu
üzerinde bir ölçüde etkisinin bir sonucu olduğu söylenebilir. Yazı 1971'de kaleme alınmış
olmasına karşın aktualliğini korumaktadır.
Yazının sonunda ayrıca iki belge de yayınlıyoruz. Birincisi Vatan Partisi Program
gerekçesinin önsözüdür. İkincisi Kıvılcımlı arkadaşın Cemal Gürsel Paşaya çektiği 28 Mayıs
1960 tarihli telgraftır. Okurun iki belgeyi de ilginç bulacağını sanıyoruz.
Vatan Partisi Programı Eleştirisi
Vatan Partisi Programının eleştirisine girişmeden önce şunu belirtelim: 1954'te
(MenderesBayar yönetimi sırasında) Vatan Partisi çıkışı, o dönemin şartları gözönünde
tutularak değerlendirilmelidir. Nasıl ki, onu yeniden diriltme çabasını da bugünün (1971'in)
şartları içinde değerlendirmek gerekirse. Siyasi çizgi ve kadro bakımından ne kadar kusurlu
olursa olsun, o dönemde Vatan Partisi'ni kurma girişimi, gene de, sosyalist akımın bir kolunun
demokrasi uğruna mücadelesini, bu yolda bir keşif hareketini temsil eder; ve bu anlamda
olumlu karşılanmalıdır..
Bu yazıda sadece Kıvılcımlı tarafından kaleme alınmış olan Vatan Partisi Programının kısa
bir eleştirisi sunulmakla yetinilecektir.
V.P. Programı şu paragrafla başlar:
"Vatanımızın 'Amerika' derecesinde yüksek teknikli medeniyet kurmasından bahsediliyor.
Lakin bir şey unutuluyor. Amerika'yı, Amerika yapan hız,. Amerikalıların doksan yıl önce
köleliği kaldırmak uğruna vatandaş harbini göze alabilmekleriyle, yani keskin hürriyet
kavgasıyla başlamıştır. Ve şu üç sebeple gelişmiştir: l Devletin kırtasiyeci ve askerci olmayışı
(Tam demokrasi), 2 Derebey artıklarının yokedilmesi (Toprak reformu). 3 Sanayi
sermayesinin ötekilerden üstün olması (Teknik yaratıcılığı)." (V.P. Programı, 1954 baskısı, s.
9)
Gerici politikacıların, "nurlu ufuklar" edebiyatında, kapitalist yoldan kalkınmanın örneği
olarak Birleşik Amerika'yı göstermeleri olağandır. Politikacı aldatmacasına göre, Türkiye de
emperyalist Amerika'nın yolundan yürüdüğü takdirde, onun gibi kalkınacak bir ikinci
"Amerika" olacaktır. Ama bir sosyalist parti olma iddiasında bulunan Vatan Partisi'nin
programında, tarihi şartları bambaşka olan Türkiye toplumunu emperyalist Amerika ile
kıyaslayarak. Amerika örnek gösterilerek söze başlanması çok yadırganacak bir durumdur.

48
Burada "Amerika'yı Amerika yapan hızın" 90 yıl önceki "keskin hürriyet kavgasıyla
başladığı" (altını biz çizdik) söylenmektedir. Yani bu hız 90 yıl ünce başlamış ve bugüne dek
(1954'e dek) devam etmiştir. O halde, Amerikan emperyalizmi İkinci Dünya Savaşı yıllarında
ve sonraki dönemde tarihinde en hızlı iktisadi kalkınmayı gördüğüne göre, söz konusu "hız"ın
büsbütün arttığı, "geliştiği" dönem, emperyalist Amerika'nın öteki emperyalist ülkeleri
gerilerde bırakarak başı çekmeye başladığı bu son dönemdir. Bu duruma göre, yukarıdaki
pasajda sıralanan "üç sebep" bugünün Amerika'sını da kapsamaktadır. Yani bize kalkınma
örneği olarak gösterilen Amerika sadece 1860'ların Lincoln Amerika'sı değildir, Yirminci
Yüzyılın emperyalist ülkesi Amerika'dır.
Amerika'yı Amerika yapan, yani bu ülkeyi dünyanın en zengin, en güçlü emperyalist ülkesi
yapan şey, burada iddia edildiği gibi ne "Tam demokrasi" dir, ne de "Toprak reformu"dur.
Amerika'yı, en zengin, en güçlü emperyalist ülke yapan şey, her şeyden önce bu ülkenin,
tarihi ve coğrafi şartları gereği, dünya halklarını sömürmede öteki emperyalist ülkelerden
baskın çıkmasıdır. Linç töresinin hüküm sürdüğü bir ülke olan Amerika, tarihi boyunca hiçbir
zaman, burjuva anlamıyla dahi, "tam" bir demokrasiyi, gerçek bir toprak reformunu
tanımamıştır.
Amerikan iç - savaşı (18611865), özünde, feodalizmi değil, kapitalist pazar için hammadde
üretiminde bulunan ve özellikle İngiltere'nin tekstil endüstrisi ile sıkı ekonomik bağları olan
özel nitelikte bir kölelik düzenini ortadan kaldırmayı amaç edinen bir savaştır. Savaşın eninde
sonunda vardığı hedefin, örneğin bir Abraham Lincoln ya da bir Thadeus Stevens gibi
idealistlerin kafalarında yer alan yüksek ülkülerle bir ilgisi yoktur. Güney'in kapitalist kuzeye
meydan okuyan resmi kölelik düzeni yıkıldı, yerine Kuzeye boyun eğen, resmi olmayan
kölelik düzeni kuruldu; zenci köleye sadece kuzeyin sanayi merkezlerinin gettolarında
barınıp, ücret kölesi olarak sömürülme özgürlüğü sağlandı. Güney'de demokratik dönüşüm
(Reconstruction) baltalandı ve önlendi. Zenci toprak emekçisi hiç bir zaman özgür köylü
durumuna gelemedi. Büyük plantasyonları parçalama yolunda çabalar başarısızlığa uğratıldı
"20.000 doların üstünde değer taşıyan mülklerin sahiplerinden alınması" ya da "her özgürlüğe
kavuşan köleye 40 akr toprak ve bir katır" sloganıyla ifadesini bulan toprak reformu hiçbir
zaman gerçekleşmedi. Büyük plantasyon sahiplerinin terörist teşkilatı olan Ku Klu Klan zenci
emekçinin demokratilk özgürlük özlemlerini kan içinde boğdu. Kıvılcımlı'nın "keskin hürriyet
kavgası" dediği şey, işte bu sonucu verdi.
Savaşın tek galibi Amerikan kapitalizmi, Kuzeyin ücret kölelerinin. Güneyin de savaştan
öncekine kıyasla daha feci bir duruma düşürülmüş olan toprak emekçilerinin kanını eme eme
azmanlaşma yolunu buldu.
Kıvılcımlı, Amerikan iç - savaşı sonucunun "Derebey artıklarının yokedilmesi (Toprak
reformu)" olduğunu söylerken tarihin herkesçe bilinmesi gereken bu gerçeklerinden habersiz
görünüyor ve herhalde farkında olmadan "Amerikan hayat tarzı" propagandacılarının
tahriflerine düşüyor. Kuzey Amerika kıtası hiçbir zaman bir feodalizm tanımamıştır ki, onun
artıkları yok edilebilsin. Daha geçen yüzyılın ilk yarısında Marx ve Engels, Kuzey Amerika
toplumunun bir feodalite aşamasından geçmeyisin! şöyle açıklamışlardır:

49
"(...) gelişmiş bir tarihi döneme birdenbire giren Kuzey Amerika gibi ülkelerde, gelişme hızlı
olur. Böyle ülkelerde, oraya yerleşen ve eski ülkenin ihtiyaçlarına aykırı düşen değişim
tarzları yüzünden yeni ülkeye gelmiş bulunan bireylerden gayri doğal önkoşullar yoktur.
Demek ki, bu ülkeler, eski dünyanın en çok evrime uğramış bireyleriyle ve dolayısıyla da bu
bireylere uyan en gelişmiş değişim tarzıyla, hatta bu değişim sistemi eski dünyaya egemen
olmadan önce işe başlamaktadırlar." (Kari Marx ve Friedrich Engels. Feuerbach,
L'opposition de Conception Materialiste et İdealiste), Ocuvres clıoisies, tome I, p. 71,
Editions Progres, Moskova 1970.)
Marx ve Engels'in burada söz konusu ettikleri "eski ülke", feodal ilişkileri hala barındırmakta
olan o çağın Avrupa'sıdır. Kuzey Amerika'ya göçedenler genellikle "eski ülkenin ihtiyaçlarına
aykırı düşen değişim tarzları yüzünden yeni ülkeye gelenlerdir." Bunlar eski dünyanın en
gelişmiş bireyleri olarak feodal baskıya uğradıkları için Yeni Dünya'ya göçetmişlerdir.
Vardıkları yeni ülkede feodal baskı yoktur. Çünkü Kuzey Amerika'da "eski dünyanın en çok
"evrime uğramış olan", (yani kapitalist üretim ilişkileri ile bağdaşan) kendilerinden başka
"doğal önkoşul" yoktur. Kuzey Amerika'nın bir feodalite aşamasından geçmeden, o çağın "en
gelişmiş değişim tarzıyla" (kapitalist üretim tarzıyla) evrimine başlamış olması bu yüzdendir.
Kuzey Amerika kıtası ve özellikle ABD, batı Avrupa'da görülen cinsten bir toprak reformu da
tanımış değildir. İlk muhacirler geldiler ve aileleri ile birlikte işleyebilecekleri büyüklükte
topraklara sahip çıktılar. Sonraları üzerinde yerleşmek ve çiftçilik yapmak şartıyla devlet
toprakları, azami 160 - akr'lık çiftlikler halinde halka dağıtıldı (1862 Homestead Kanunu). Bu
yoldan son iskan yüzyılımızın başlarında olmuştur. Ama buna rağmen, Amerikan tarımında
gelişme, başından beri, küçük çiftliklerin büyük tarım işletmeleri tarafından yutulması, ya da
ortakçılığın yaygın bir hal alması doğrultusunda olmuştur. Besbelli ki burada toprak reformu
ile kastedilen, geçen yüzyılın ikinci yansından başlayarak beyaz adamın iskanına açılan Batı
eyaletleri topraklarında çiftliklerin kurulmasıdır. Nitekim Programın "Köylüye Toprak"
başlıklı bölümünde (Madde 16, sayfa 27) "Amerika'nın 1862 (Homestead Kanunu) usullerine
göre, topraksız ve yarı göçebe nüfusumuz orta halli müstahsiller durumuna getirilecektir"
denmektedir. Beyaz ırktan olanlara dağıtılan bu "devlet topraklarının, o toprakların asıl sahibi
kızılderililerin toptan öldürülmesi ve kavim olarak yok edilmesiyle ele geçirildiğini de hatırda
tutalım.
V.P. Programının yukarıya aktarılan ilk paragrafında "Amerika'yı Amerika yapan hızın
devletin kırtasiyeci ve askeri olmayıp, (tam demokrasi)den ileri geldiği söylenmektedir. Bu
program 1954 yılında yazılmıştır. Yani dünyada en yüksek askeri bütçesiyle, beş kıtayı
kaplayan askeri üsleriyle en askerci emperyalist ülke olan Birleşik Amerika'nın Türkiye'yi
boyunduruğu altına aldığı bir dönemde. Bu şartlarda, birinci görevi, başta Amerika olmak
üzere, emperyalizme karşı mücadele etmek oları bir "sosyalist" partinin programında
saldırgan emperyalist Amerika'dan "tam demokrasi", "askerci olmayan devlet" diye söz
edilmesine şaşmamak elden gelmiyor. Bir sosyalist yazarın legalite olanaklarını hesaba
katarak ifade tarzını ayarlaması doğaldır. İlkelerden taviz vermeden politik esneklik
göstermek de anlaşılır bir şey olabilir. Engels olsun, Lenin olsun, sansürün baltalamalarını
önlemek için zaman zaman görüşlerini ılımlı bir dil ile ifade etme zorunluluğunu

50
duymuşlardır. Ama fikirden asla taviz vermeden. Ilımlı ifade ile meramı anlatmak belli
koşullarda haklı ve yerinde bir davranıştır. Nitekim Türkiye'de sınırlı basın özgürlüğü
şartlarında proleter devrimci yazarlar çok kez üslup cambazlıklarına başvurarak fikirlerini
ifade etme zorunluluğunu duymuşlardır. Ama yazı üslubunda taviz başka şeydir, fikirden
taviz başka şeydir; ve hele seni boyunduruğa almış olan saldırgan emperyalist devleti "askeri
olmayan tam demokrasi" olarak, nitelendirmek bambaşka şeydir.
Amerikan toplumu bir bakıma en kırtasiyeci ve her bakımdan en askerci bir toplumdur. Ve
cumhurbaşkanlarının sokak ortasında egemen tröstlerin kiraladığı katiller tarafından köpek
gibi öldürüldüğü bir toplumda, linç töresinin hüküm sürdüğü bir toplumda "Tam
demokrasimden söz etmek gülünçtür.
"Amerika'yı Amerika yapan hız"ın "sanayi sermayesinin ötekilerden üstün olması" nedeniyle
geliştiği iddiasına gelince:
Bu da tartışma götürür bir iddiadır. Dr. Kıvılcımlı'nm finans - kapital terimine büyük bir
bağlılığı olduğunu biliyoruz. Kıvılcımlı genellikle finans - kapital terimini emperyalizm
karşılığı olarak kullanmaktadır. Oysa, nasıl ki kapitalizmin en önemli unsuru olan kapital
(sermaye) tek başına kapitalizmi ifade edemezse, kapitalizm, sermayeden başka daha birçok
şeylerin bileşimi ise; aynı şekilde emperyalizmin en önemli unsuru olan finans - kapital de tek
başına emperyalizmi ifade edemez.
Kıvılcımlı'nm finans - kapital terimine düşkünlüğü ona bu terimi, emperyalist dünya sistemi
içinde sömürülen geri bir ülkedeki egemen sınıfı ifade etmek için bile kullanmaya kadar
götürmüştür. Ona göre, Türkiye'de egemen sınıf, yerli finans - kapitaldir. Oysa Leninist
terminolojide finans - kapital, gelişmiş kapitalizm şartlarında teknolojik gelişmeler yüzünden
üretimin ve sermayenin yoğunlaşması sonucu tekelleşmiş banka sermayesiyle tekelleşmiş
sanayi sermayesinin kaynaşmasıyla meydana gelen egemen sermayedir.
Türkiye gibi gerçek kapitalist gelişmeyi hiçbir zaman tanımamış, sömürülen geri bir tarım
ülkesinde yerli bir finans - kapitalden egemen güç olarak sözetmek besbelli ki Leninist
emperyalizm anlayışının inkarından başka bir şey değildir.
Amerikan ekonomisinde, bugün sanayi tekellerinin öteki sermayeye üstünlüğünü iddia
edenler, bu yolda kanıtlar ileri sürenler vardır; bu kanıtlar üzerinde tartışılabilir. Ama finans -
kapitalin kapsamını bu kadar yayan Kıvılcımlı'nın baş emperyalist ülke Amerika'da finans -
kapital'in hegemonyasından söz etmemesinin bir çelişki olduğu açıktır. Finans - kapital'den,
egemen güç olarak söz edilecek birinci ülke emperyalist A.B.D.'dir.
Vatan Partisi programının bu birinci paragrafı üzerinde belki gerektiğinden fazla durduk. Ama
bu sekiz satırlık paragraf tek başına, 1950 - 1960 döneminde, işbirlikçi sermaye ve feodal
mütegallibenin baş temsilcileri durumunda olan Demokrat Parti'nin (sahte parlamenter
muhalefetin de desteğiyle) anti - kemalist karşı - devrimi gerçekleştirdiği, Türkiye'nin toprak
altının, toprak üstünün ve göklerinin Amerikan emperyalizmine peşkeş çekildiği, proleter
devrimcilerinin zindanlarda en ağır şartlar altında tutulduğu o dönemde, Hikmet
Kıvılcımlı'nm nasıl bir şartlanma içinde bulunduğunu veciz göstermesi bakımından çok

51
anlamlıdır. Bu dönemde "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" zihniyetinin Kıvılcımlıyı, o
yılanın eninde sonunda kendisini de sokacağını düşünmeden, tutum ve davranışlarında
proleter devrimci siyasi çizgiye aykırı durumlara sürüklediği açıktır.
Bu aykırı tutum, Vatan Partisi Programının Birinci Kısmında açık seçik bellidir. Bu kısım bir
Hürriyet Kasidesi niteliğindedir.
Burada millete ve dolayısıyle demokrasiye inanmadığı için "Kızıl Sultan" Abdülhamit
yerilmekte, hürriyet düşmanlığının yakın tarihimiz boyunca nasıl süregeldiği belirtilmekte ve
şöyle denilmektedir:
"(...) Tek Parti Şefliği (İnönü kastedilmektedir), yumruğunu masaya vurarak, "idaremiz bütün
manasıyla halk idaresidir" (Meclis 2.11.1944 nutku) tehdidiyle herkesi susturuyordu.
Demokrasi, "Vatanda anarşi ve sözü ayağa düşürmek" (Meclis nutku 24.5.1945) sayılıyordu...
Böylece Hamit saltanatı kadar uzun süren yıllarda, Anayasamız, kendine zıt kanunlarla
muhasaraya alındı. DP iktidara gelmeden, mevzuatımızda binlerce antidemokratik kanun
buldu. İktidara gelince, kendisinin "demokrat" olmasını yeter buldu." (Vatan Partisi Tüzük ve
Programı sayfa 10, 11. 1954 baskısı, İstanbul).
Bu satırlar, 1954 yılında yazılmaktadır. Bu sırada iktidardaki DP, kapitülasyonların
hortlatılmasmdan başka şey olmayan Amerikan uzmanlarının hazırladığı yabancı sermaye ve
petrol kanunlarını Meclis'ten geçirmiştir. Ve DP'nin kurucusu Bayar, Türkiye'nin
Cumhurbaşkanı sıfatıyla Amerika Birleşik Devletlerine yaptığı bir ziyaret sırasında (25 Ocak
1954'te), "Washington'da düzenlediği bir basın toplantısında, Türkiye'yi bir tatlı karlar ülkesi
olarak Amerikan emperyalistlerine şu sözlerle peşkeş çekmektedir:
"Türkiye'ye yapılan iktisadi yardım zaten yükselmekte olan ekonomik bünyeye kuvvetli bir
müzahir olarak gelmiştir. Türk milletinin satın alma kudretinin artması ve hayat standardının
yükselmesiyle, memleket mamul maddeler, istihlak maddeleri için büyük bir pazar haline
gelmiştir. Yeni kabul edilen bir kanun, yabancı sermayenin Türkiye'ye en müsait şartlar
altında akmasını mümkün kılacaktır. Hülasa, denebilir ki, Türkiye'de sarfedilen her dolar,
münbit toprağa ekilmiş refah ve bereket filizlerini verecek bir tohum gibidir."
Bu durumdaki bir DP iktidarına Kıvılcımlı'nın yönelttiği eleştiri "iktidara geçince kendisinin
'demokrat' olmasını yeter bulmaktan" ibarettir. Ama o, DP'nin seçim demogojisine uygun bir
şekilde, Kurtuluş Savaşımızdan bu yana "Hamit saltanatı kadar uzun süren yılları" kapsayan
tüm Cumhuriyet yönetimini çok daha ağır bir dille yermektedir.
Hamit saltanatı 32 yıl sürmüştür. 1954'ten 32 yıl gerilere gidersek 1922'ye varırız. Böylece
Kıvılcımlı, siyasi bağımsızlığını, ilk başarılı milli kurtuluş savaşında kan pahasına elde etmiş
bir Türkiye'yi, sinsice tezgahlanan karşı devrim sonucu emperyalizme bağımlı duruma
düşürülmüş olan bir Türkiye ile aynı sepete koymaktadır. Dün DP'nin, bugün de AP'nin
sözcüleri ve karşı - devrim cephesinin öteki demagogları irticaa taviz ve emperyalizme
yaranma çabalarında kemalist reformlara karşı çıkarken hep bu dolambaçlı dili
kullanmışlardır, "kırk yıllık zulüm idaresinden" sözetmişlerdir.

52
Besbelli ki bir marksist böyle bir dil kullanamaz. Cumhuriyetin Kemalist döneminin
reformlarının yüzeyselliğini, küçük - burjuva radikallerin emekçi sınıflara karşı olumsuz
tutumlarını eleştirmek başka şeydir, Kemalist Türkiye'yi, İkinci Dünya Savaşından bu yana
tezgahlanan anti - Kemalist karşı - devrimin sonucu olan Amerikan emperyalizminin
boyunduruğu altındaki Türkiye ile bir tutmak başka şeydir.
Vatan Partisi Programının bu "Hürriyet" bölümünde yazar (tezini güçlendirmek için olacak)
bir parti programında yeri olmayan, hele sosyalist parti programında çok yadırganması
gereken bazı aktarmalar yapmaktadır Hem de Falih Rıfkı Atay gibi, ya da Ahmet Emin
Yalman gibi hürriyet kahramanlarından (!)
Şöyle deniyor: "Falih Rıfkı'nın yazdığı gibi, 'Hürriyet eğitimi, ancak hürriyet içinde elde
edilebilecek bir şeydir. Okullarda verilecek diplomalı mezunlarla sağlanamaz. Bin yıl
beklesek, gene başladığımız yerden yola çıkarız. Ulus, 3.2.1946)"
AP'nin Babıali'deki en saldırgan kalemşoru olarak hayata gözlerini kapayan Falih Rıfkı Atay
böyle parlak kelam etmiş.1946'da ve bizim Kıvılcımlı arkadaş bu yavan, beylik lafları, bir
matahmış gibi, sekiz yıl saklamış ve Vatan Partisi Programına aktarmış.
O dönemde Amerikan emperyalizminin Babıalideki bir numaralı sözcüsü olarak tanınan
Ahmet Emin Yalman'dan yapılan aktarma da şöyle:
"Bizzat Ahmet Emin Yalman'ın şu sözlerini asla unutmadık: 'Kendimiz gibi düşünmeyen
adamı bir vatan haini, satılmış, bedbaht, acınacak bir gafil diye tahkir ederek üzerine
saldırıyoruz. Hele siyasi parti münakaşaların da saygı ve tahammül kaide değil, istisna...'
(Vatan, 5.10.1958)"
Genel kural olarak aktarmaların parti programlarında yeri yoktur. Marksist partiler, sosyalizm
düşmanlarının yavan hürriyetçi lafazanlıklarını değil, Marx'm, Engels'in ya da Lenin'in
fikirlerini bile programlarına alırken bunları aktarmazlar, sadece özetlerler. Alman Sosyal -
Demokrat Partisinin Engels'in denetiminden geçen Erfurt Programında da bu böyledir.
RSDİP'nin Lenin'in denetiminden geçen programında da böyle. Oysa V.P. Programında
"Hürriyet" tezine dayanak olarak zikredilen Ataylar, Yalman'lar gibi emekçi halk
düşmanlarının Filipin demokrasiciliği denen anti - demokratik düzeni tezgahlama çabasında
söylenmiş laflarıdır.
V.P. Programında yabancı kaynaklardan alınma aktarmalar da var. Örneğin, "Hürriyetin
hedefi: Fakir Halk" başlıklı madde aynen şöyle: "Demokrasi, (iki asır evvel yaşamış Frenk
filozofu Condarcet'nin dediği gibi) 'en kalabalık ve en fakir sınıfın maddi, manevi, ruhi,
içtimai bakımından iyileşmesi olmalıdır.'"
Sınırdışına, hem de iki asır gerilere gitmenin gereği yoktu. Bizim sahte demokrasinin bütün
gerici demagogları seçim nutuklarında buna benzer şeyler söylerler. Hem kimdir bu
Condorcet? Burjuva devriminde bile (Büyük Fransız Devrimi sözkonusudur) karşı - devrimci
bir tutuma sürüklenmiş ve devrimin terör döneminde atıldığı hapishanede giyotine gitmemek
için intihar etmiş bir idealist felsefeci; hiç şüphe yok ki, Türkiye proletaryasının siyasi örgütü
olma iddiasında olan bir partinin programında adı hiç geçmeyecek biri.

53
Programda, O.İ.T. (Organisation Internationale du Travail - Uluslararası İş Teşkilatı) bildiri
ve raporlarından pasajlar da, yabancı kaynak olarak gösterilmektedir (sayfa 18, 29, 30, 31).
Bunlardan ilkinde şöyle deniyor: "Cihana, O.İ.T.'ın anatüzük mukaddimesini hatırlatacağız:
'Fukaralık nerede bulunursa bulunsun, herkesin refahı için bir tehlikedir.'"
O.İ.T. Birinci Dünya Savaşından sonra emperyalist devletlerin kurdukları ve ilk sosyalist ülke
Sovyetler Birliği ile ilk başarılı milli kurtuluş savaşı vermiş ülke Türkiye'yi uzun seneler
üyeliğine kabul etmedikleri Cemiyeti Akvam'a bağlı kapitalist ülkelerin gerici sendikalarının
desteklediği bir kuruluştur. Ve bu kuruluşun Anatüzük Önsözünden buraya aktarılan cümle de
onun ne menem bir işçi kuruluşu olduğunu belli etmektedir. Bu aktarmada hitap, emekçilere
değil; zenginlere, sömürücüleredir. Onlara "fukaralık senden uzaklarda olsa da, gene senin
servetin için, refahın için tehlike teşkil eder, onun için o kadar katı yürekli olma, fakir
fukaraya merhamet et" denmek istenmektedir. Ve Vatan Partisi bir tradeunioncuya, bir
protestan papazına layık bu sözü bütün "cihana hatırlatacaktır". Ve (sosyalist ülkeler O.İ.T.
çağrılarım ciddiye almayacaklarına göre) bu sözü duyan emperyalistler "ağır sanayi
hamlemizi hakkıyla desteklemek üzere, en az faizle en uygun yardımı" (Madde, 26.) bize
yapacaklardır.
V.P. Anatüzüğünün Gaye ve Konu maddesi, bu partinin programının bir özeti niteliğindedir.
Bu maddeyi buraya almanın gereği var:
ANA TÜZÜK, madde 2:
"GAYE ve KONU: Şahsi nüfuz yerine, mutlak surette kanun yolu ile,
"a) Devleti milletten değil, milleti devletten üstün tutan gerçek hürriyeti fiilen kurmak ve
antidemokratik kanunları ayıklamak.
"b) Müzmin işsizlik ile hayat pahalılığı kanser haline gelmiştir. Bunları köklerinden kazımak
için, ikinci bir kuvayımilliye seferberliği gerektir. Bu iktisadi seferberliğimizi, atom dahil en
son sistem ağır sanayi temeline dayandırmak.
"c) Milli istihsal mücadelemizin, para maddesini ne sadakayla, ne zorla ancak UCUZ
DEVLET ve ŞUURLU TİCARET yolu ile sağlamak.
"d) Bu mübarek iktisadi kuvayımilliye seferberliğimizin güdücü ruhunu başta işçi sınıfımız
gelmek üzere cahil, alim, köylü, şehirli.. Bütün değer yaratan iyiniyetli vatandaşlar tamamiyle
aşağıdan gelme ve tamamiyle serbest (TEŞEBBÜS - TEŞKİLÂT - KONTROL)larında bulmak;
ve bu emelle, bütün organlarda bilfiil müstahsilleri çoğunlukta görmek, yarımız olan kadını
ön safta bulmak, gençliğe sonsuz inanmak."
"Milleti devletten üstün tutma", "gerçek hürriyet", "atom sanayii", "zora" başvurmama
vaadleri, "Ucuz Devlet", "şuurlu ticaret", "bütün organlarda müstahsillerin (üreticilerin)
çoğunluğu" özlemleri, bütün bunlar, hem ifade hem öz bakımından liberal burjuva taleplerdir
ve proletarya partisinin asgari programında yadırganır. Bu Gaye ve Konu maddelerinde olsun,
Vatan Partisi Programının geniş bölümlerinde olsun, bir Turhan Feyzioğlu'nun katılmayacağı
fazla bir şey yoktur.

54
"Devleti milletten üstün değil, milleti devletten üstün tutan gerçek hürriyet" gibi, "organlarda
üreticilerin çoğunluğu? (tabii bu sömürücülerin azınlıkta olsalar da organlarda yer almaları
demektir), "değer yaratan iyi niyetli vatandaşlar", "kadına ön safta yer", "gençliğe sonsuz
inanmak" gibi yuvarlak laflara bütün burjuva partilerin programlarında rastlanabilir.
"Milli istihsal mücadelemizin para maddesi ne sadakayla (kastedilen dış yardım olsa gerek),
ne de zorla" sağlanmayacakmış. Yani emperyalizmin işbirlikçisi sömürücü sınıfların sömürü
ve tahakküm olanaklarının millileştirilmesi diye bir şey yok. Sömürücü sınıflar
vergilendirilerek "milli istihsal mücadelemizin para maddesini" sağlamak yok. Bu para UCUZ
DEVLET ve ŞUURLU TİCARET yolu ile sağlanacak!
Neymiş ucuz devlet? Programın "Elverişli Sermaye" bahsinin 5. maddesinde bu açıklanıyor
(s. 27): "Devlet, belediye vb. bütçelerinden resmi, yarı resmi iktisadi teşekküllerde lükse,
israfa son verilmesi "DP iktidara gelirken 1,5 milyarlık bütçede 300 milyon lira (yani beşte
bir) tasarruf imkanı bulduğuna göre, masraflar en az dörtte bir kısılacak. (...) müsrif bütçe
usulü kaldırılacak."
İşte böylece, proleter devrimci iktidar hiç kimsenin burnunu kanatmadan, yatırımlar için
gerekli para maddesini sağlayacak ve "iktisadi seferberligimizi" gerçekleştirecek. Bu ciddiye
alınamayacak gülünç bir iddiadır.
Tarih boyunca Ucuz Devlet burjuva liberalizminin sloganı olmuştur. Liberal burjuva bütün
alanları özel teşebbüse devretme taraflısı olduğundan, hükümetin hükümet etme alanlarının
alabildiğine kısılmasından yanadır. "En - iyi hükümet hiç olmayandır" sözü, liberalizmin bu
tutumunu ifade eder. Tabiidir ki, eylem alanı alabildiğine sınırlanan bir devletin masrafları da
az olacaktır, böyle bir devlet ucuz devlet olacaktır.
Ama buna karşılık, sosyalist devlet, ya da sosyalizme yönelmiş bir devlet ucuz devlet olamaz.
Çünkü böyle bir devlet, devlet sektörünü mümkün olduğu kadar genişletme ve özel sektörü
mümkün olduğu kadar daraltma politikasını uygular. Sosyalist devlet, pahalı, hem çok pahalı
devlettir; çünkü, üretimi, hizmetleri o sağlayacaktır ve bütün alanlarda yatırımları o
yapacaktır.. Ya "Şuurlu Ticaret. nedir? Programda aynı bahsin 3. maddesinde (s. 26) o da
açıklanıyor: Dış ticarette: malımızı değeri ile alanın malı, münakasa (eksiltme) yoluyla
alınacak; vurgunculuğa elverişli dış ticaret rejimleri uygulanmayacak,
İthalat sanayileşme planına uygun şekilde yapılacak, fatura hilelerine meydan verilmeyecek;
hilenin önüne geçilemeyen branşlar millileştirilecek; dış ödemeler ucuz dövizle yapılacak;
döviz kaçakçılığını besleyen acentelikler millileştirilecek; demir, çelik ve makine ithalatı
milletlerarası münakasa (eksiltme) yoluyla millileştirilecek (!); Devlet tekelindeki mahsullerin
ihracatı devlet eliyle yapılacak; bütün bunlardan sağlanacak olan 3-4 yüz milyon millet
kalkınmasına harcanacak.
İç Ticarette de "Şuurlu Ticaret" şu (madde, 4): milli sermayenin israfı önlenecek, reklam
masrafları önlenecek, kooperatifler kurulacak. Küçük tasarruflar büyük istihsale teşvik
edilecek, değer yaratmaz tembel iratçılığa ağır vergiler konacak: Devlet Bankaları
sanayileşme planını destekleyecek, şehir ve köy üreticilerini kooperatiflere çekecek tedbirler

55
alacak, "Özel Bankalardan her biri mevduatlarını, kendi seçecekleri istihsal branşlarında, para
sahipleri için de daha istikrarlı bir verim sağlayacak olan istihsal seferberliğimize destek
yapacaklar" (s. 27) (altını biz çizdik).
Bu satırları yazan kimse sanki Türkiye'nin emperyalist dünya sistemi irinde sömürülen bir
ülke olduğunun farkında değildir. Emperyalizmin, tahakküm ve sömürüsünü sürdürmek için
ülke içinde asalak sınıflarla ittifaklar kurduğu ve bu emperyalizmin işbirlikçisi sınıfların dış
ticaret gibi, bankacılık gibi, montaj, ambalaj sanayii gibi kaleleri olduğunu ve Türkiye'nin
gerçek bir iktisadi kalkınma görebilmesi için bağımlılık durumuna son verilmesinin ve bu
kalelerin millileştirilmesinin şart olduğunu sanki hiç bilmemektedir. Ve, fatura hilelerini
önleyerek, ucuz dövizle ödemelerde bulunarak, tekel ürünlerinin devlet eliyle ihracını
sağlayarak "Şuurlu dış ticaret" yapıp; ve iç ticarette de israfları önleyerek küçük tasarrufları
büyük üretime iterek (yani gelişmiş kapitalist ülkelerde olduğu gibi anonim şirketler kurarak),
emlak ve. arazi spekülasyonunu önleyerek "tembel iratçılığı" vergiye tabi tutarak, özel
bankaları üretim seferberliğini desteklemeye davet ederek Türkiye'yi kalkındırmaya
kalkmaktadır.
Güven Partisi de, Yeni Türkiye Partisi de bundan daha sağ taleplerle ortaya çıkmıyor. Besbelli
ki, Vatan Partisi Programının "Ucuz Devleti', "Şuurlu Ticaret" sloganları bilimsel sosyalist
düşüncenin değil, liberal burjuva dünya anlayışını yansıtan sloganlardır ve bunların bir
emekçi partisinin programında yeri olamaz.
V.P. Anatüzüğünün "Gaye ve Konu" maddesinde "mübarek iktisadi kuvayımilliye
seferberliğimizin güdücü ruhunun (...) bütün değer yaratan iyi niyetli vatandaşların (teşebbüs -
teşkilat - kontrol) larında" bulunulacağı ifade edilmektedir.
Bu "değer yaratan iyi niyetli vatandaşlar" ifadesi üzerinde biraz duralım: Bu, proleter
devrimci dünya anlayışının reddettiği, tamamen bireyciliğin ifadesinden başka bir şey
değildir. Marx ve Engels, sosyal gelişmede iyi niyetin, kötü niyetin yeri olmadığını defalarca
belirtmişlerdir. Bir proleter, genel ölçülerle kötü niyetli olabilir, ama o kendi sınıfı şartlanması
içinde bir devrimci ya da potansiyel devrimcidir. 'Onun için, o, devrimci açıdan olumlu bir
kimsedir. Bir kapitalist, genel ölçülerle çok iyi niyetli insan olabilir, ama, o, kendi sınıfı
şartlanması içinde sömürü düzeninden yanadır, karşı - devrimcidir. Onun için, o, devrimci
açıdan olumsuz bir kimsedir.
Değer yaratıcıları safında yani emekçiler safında "iyi niyetliler", "kötü niyetliler" diye bir
ayrım, ya da sömürücüler arasında "iyi niyetliler", "kötü niyetliler" diye bir ayrım marksizme
aykırıdır.
Vatan Partisi Programının meselelerin marksist ele alınışını reddeden yüzeyselliği özellikle
İKTİSAT bölümünde (KISIM II) açık seçik görülmektedir. Bu bölümde yer alan işsizlik bahsi
üzerinde, biraz duralım. Bu bahsin gerekçe kısmında (s. 20) işsizliğin "Ümmülhabais -
kötülüklerin anasın olduğu söylenerek konuya giriliyor. Azıcık marksist ekonomi politik
okumuş olan bilir ki, "kötülüklerin anası" sıfatı kapitalizmin ayrılmaz bir unsuru olan işsizliğe
uymaz. İşsizler ordusu, kapitalist düzenin yedekte tutmak zorunda bulunduğu bir kuvvettir.
Kapitalizm olduğu sürece işsizlik olacaktır. Kapitalizmin buhran ya da refah dönemlerinde

56
işsizliğin nispeten daha çok ya da daha az oluşu bu genel kanunu değiştirmez. Onun için
işsizlik, "kötülüklerin anası değildir; "kötülüklerin anası" kapitalizmdir; işsizlik de onun
yavrusudnr. Ve işsizliğe karşı mücadele, toplumun bütün yaratıcı gücünü toplum yararına
seferber eden sosyalist toplum uğruna mücadeledir. V.P. Programında önerilen işsizliğe karşı
"mukaddes cihad" ise, kurulu sömürü düzeninin hep, devam edeceği varsayımını kabul eden
bir "cihadadır.
Bu "mukaddes cihad" şöyle verilecektir:
"l - MUKADDES CİHAD İLÂNI: Bütün memleket radyoları ve bekçileri,. sabah, akşam
ezanlarından sonra, şehir ve köy meydanlarında şu büyük milli hakikati her gün
haykıracaklar:
"'Tarlada, fabrikada, karada, denizde, havada çalışmak, masa başında, salonda, sarayda
oturmaktan çok daha üstün ve şereflidir!'"
Ve arkasından Kur'an'dan bir ayet: (Leyse lilinsane illa mesea) "İnsan, için işten gayrisi
yalandır".
"2 - İŞSİZE SES: En büyük şehirlerimizin en kıyı mahallelerinden en ücra köyümüzün dağ
başına kadar, her nerede bir tek yurttaş işsiz kalırsa, orada, hususi, resmi bütün telefon,
telgraf ve ulaştırma vasıtaları, derhal, bedavadan o yurttaşa açık tutulacak. Masraflar
belediyece ödenecek.
"3 - İŞSİZE İMDAT: (...) bir işsizin haberi geldi mi, tekmil devlet cihazı, ile halk, belediye
teşekkülleri, işsiz vatandaşın imdadına, yangına koşarca, yıldırım süratiyle koşacak (...)
"Hükümetin birinci vazifesi: Eşkıya bastırmaktan önce. issize iş bulmak olacak.
"4 - İŞSİZE TAZMİNAT: (...) her işsize, iş bulamayan ilgili teşekkül ve makamlar (...)
tazminat ödeyecek. Bu hususta ihmali görülenler, başta Cumhurbaşkanı ve bakanlar gelmek,
bütün devlet erkanı da dahil olmak üzere zincirleme kendi ceplerinden işsizlik tazminatı
ödemeye sembolik mahiyette olsun katılacaklardır.
"5 - Memleketimizden her yıl ihraç edilen 65 milyon kilo üzüm, 30 - 40 milyon kilo incir, 40 -
50 milyon kilo tütün, hatta maden ve emsali gibi birçok ilk ve hammaddeler dış pazarlara
gitmezden, kendi işçilerimizce azami derecede elden geçirilip işlenecek, standarize edilecek
(...)" (sayfa 20, 21). Ve işte böylece 6 milyonu aşkın açık - gizli işsizimize iş bulunmuş
olacak. İşsizliğin devası bu...
Buraya bu kadar uzun bir pasajı niçin aktardığımız herhalde takdir edilir. Pasaj o kadar
ilginçtir ki, okuyucu, uzunluğunu bize bağışlayacaktır.
Böylece, işsizlik denen, kapitalizmin o devası olmayan derdi, V.P. Programına göre, milli
demokratik devrimi gerçekleştirerek ve sosyalizm doğrultusunda yol alarak ortadan
kaldırılacak değildir. İşsizlik derdine "sabah - akşam ezanlarından sonra" meydanlarda
tellallara ayet okutarak, işsize bedava muhabere imkanı sağlayarak, cumhurbaşkanı dahil,
yüksek görevlilere sembolik işsizlik tazminatı ödetilerek, ihraç ettiğimiz üzüm, incir ve tütünü
kendimiz ayıklayıp ambalaj yapacak, "hatta" ihraç ettiğimiz madenleri bile kendimiz azami

57
ölçüde işleyerek deva bulacağız. Bağımlı kapitalizmden söz yok. Sınıf çıkarı Türkiye'yi
emperyalizmin sömürü alanı olarak tutmakta olan işbirlikçi sermayenin ve feodal
mütegallibenin gerçek sanayileşmeyi bilinçli olarak baltalamasından söz yok.
Besbelli ki, V.P. Programının işsizliğe deva olarak bu örneklerine "hayır" diyecek Filipin
demokrasiciliğinin unsuru tek bir parti yoktur.
Kısacası, burjuva demokratik devrimini, burjuva devrimler çağından yapmış olan ABD (s. 9,
33, 37), Belçika (s. 33), Felemenk (s. 36), İsveç (s. 28) vb. gibi kapitalist ülkeleri, burjuva
demokratik devrimlerin tarihe karıştığı bir çağda Türkiye için örnek olarak gösteren;
Türkiye'de emperyalizmin vesayetinden, emperyalizmin işbirlikçisi sınıflardan, bunlara karşı
devrimci sınıf zümrelerinin mücadelesinin zorunluluğundan, sosyalizm yolunda ilk adım
olarak milli demokratik devrimden söz etmeyen "her içtimai sınıf, zümre ve tabakanın en
vatansever, en namuslu, en canlı ve en ileri unsurlarını feragatle içine alan "umumi bir milli
seferberlik" (s. 25) önererek, uzlaşmaz çelişki halindeki sınıf ve zümreler arasında uzlaşmayı
öneren Vatan Partisi Programı liberal burjuva programıdır. Ve Türkiye işçi sınıfı ve yoksul
köylülüğü bu programda kısa vadede gerçekleşecek olan kendi özlemlerini bulamaz. ..
OYSA biliyoruz ki, bu programı kaleme alan Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın orijinallikleri, hataları
ne olursa olsun, içtenlikle sosyalizmden yana olan bir kimsedir. Sömürü düzeninin
Zindanlarında yirmi yıl yatmış olması buna tanıklık eder.
Nasıl oluyor da böyle bir kimse 1950-60 DP döneminde bir liberal burjuva program kaleme
alacak kadar bir sapmaya düşebiliyor?
Bu sorunun cevabını Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın formasyonunda ve o formasyon sonucu 1950-
60 dönemindeki şartlanmasında aramak gerekir. Kıvılcımlı 1929'a kadar bir gençlik militanı
olarak örgütlü eylemin içindeydi. O noktaya kadar yolu proleter devrimcisinin tabii yolu idi.
O tarihten sonra bazı sebeplerden ötürü örgütlü devrimci eylem ile bir ilişiği olmadı ve
genellikle Babıali'de legal yayınla uğraştı. Kıvılcımlı'nın 1938'de Nazım Hikmet ve
arkadaşlarıyla birlikte mahkumiyeti bu legal yayın faaliyetinden ötürüdür. Bu
mahkumiyetinin bir adli hata olduğu bilinmektedir. Bu örgüt dışı durum bir proleter
devrimcisi için olağan sayılamaz. Örgüt dışılık Kıvılcımlıdaki bireyci eğilimin
kuvvetlenmesine sebep olmuştur.
Kıvılcımlı, Demokrat Partinin 1950 affı ile hapishaneden çıkmıştır. DP, bu affın hemen
ardından bir karşıdevrimci teröre girişti. 1951'de TKP tevkifatı başladı. Ve bu örgütle ilgisi
bulunduğu iddia edilenler 10 yıllık DP dönemini genellikle zindanda ve sürgünde geçirdiler.
DP'nin, ilkten örgüt dışında kalan sosyalistlere karşı tutumu ılımlı oldu. Bir yandan örgüt
içindekiler görülmedik zulme uğratılırken örgüt dışındakilere pek ilişilmedi. Sosyalistler
arasında bu ölçütte bir ayrım yapıldı. Daha önceki CHP iktidarları zamanında uzun yıllar
hapis yatmış olan Kıvılcımlı'nın DP'nin bu özel muamelesinin etkisi altında kaldığı
anlaşılmaktadır. VP Program ve Tüzüğünde olsun, Program gerekçesinde olsun, o dönemde
yazdığı öteki yazılarda olsun., bu etki açıkça görülür. Bu yazının sonunda sunduğumuz
1957'de kalem: alınan "Vatan Partisi Programı gerekçesi önsözü" bu şartlanmanın yazan

58
nerelere vardığını gösteren bir belgedir. Bir sosyalistin sol kanatta yapılan bu akkoyun-
karakoyun ayrımından işbirlikçi iktidarın güttüğü maksadı sezmemesi ve bela taşından bir
süre için başını koruyabilmiş olmasını siyasi manevrada başkalarının acemiliğine ve kendi
ustalığına hamletmesi, çok önemli hatalara sürüklenme tehlikesini taşıyan devrimci
uyanıklığa aykırı bir tutumdur. Bu tutumun, devrimci dayanışma ile bağdaşmadığı da açıktır.
DP iktidarının Kıvılcımlı'ya karşı ilgisiz ya da nispeten hayırhah tavrı, 1957 Vatan Partisi
tevkifatına kadar sürdü. O tarihten sonra, o da kara koyunlar safına itildi.
Evet, Kıvılcımlı'nın 1954'de marksist dünya görüşü ile kesinlikle çelişen bir liberal burjuva
programı kaleme alması, onun örgüt dışı formasyonu ve 1950'den sonraki dönemde bu şekilde
şartlanmasıyla açıklanabilir. Ve bu programın, bugün de, önümüze bir sosyalist parti programı
olarak sürülmesi de olsa olsa, tükürdüğünü yalamama çabası olabilir.
Kıvılcımlı, MDD'ci Küçükburjuva Zortlaması adlı kitabında yarım yüzyıllık sosyalist hareket
tarihinde "adı duyulmuş" sosyalistleri çifter çifter, zaman sırasına
Göre dört grupa ayırmakta ve kendisini Şefik Hüsnü Deymer arkadaş ile birlikte "en eski
sosyalistler" kategorisi içinde sınıflandırmaktadır.
İki adam arasında düzey farkını görebilmek için Vatan Partisi Programı ile Türkiye Sosyalist
Emekçi ve Köylü Partisi faaliyet Programını kıyaslamak yeter. TSEK Programı derin bir
marksist formasyonu olan, bilimsel sosyalizmin metodunu iyi kavramış bir kimsenin, Türkiye
gerçeklerini gözönünde tutarak kaleme aldığı bir asgari programdır. TSEKP, proleter
devrimci hareketimiz için çok değerli bir ilham kaynağı olmuştur. Ve eğer biz bugün
programı olduğu gibi kabul edemiyorsak, bu Türkiye'nin, tezgahlanan karşıdevrim ile,
1946'ya kıyasla, bağımsızlık ve demokrasi bakımından çok daha gerilere sürüklenmiş
olmasından ötürüdür.
Örneğin, TSEKP Programının Milletlerarası Anayasa ve Memleketin Dış Münasebetleri
bölümünün 22. maddesi şöyledir:
"Madde 22. - TSEKP Doğu Akdenizde milli çıkar ve amaçlarımıza yabancı ve hatta zararlı
emperyalist manevralara sürüklenmekten ve alet olmaktan dikkatle kaçınmak zorunda
bulunduğumuzu genel oya her fırsatta hatırlatmayı başlıca ödevleri arasında sayacaktır."
(Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köyiü Partisi Programı, s. 31, İstanbul, 1946.)
1946'dan buyana Doğu Akdeniz'den epey sular akmıştır ve "Akdeniz'de emperyalist
manevralarına sürüklenmekten" kaçınmaktan söz etmek, bugün, artık bize pek önemli
gelmemektedir. Emperyalizm, bugün, saldırı üsleriyle, askeri birlikleriyle Anadolu toprağına
yerleşmiştir. Amerikan emperyalizmi toplumsal hayatımızın bütün alanlarına
hükmetmektedir. Bugün, milli bağımsızlığı hedef tutan talepler, bir sosyalist programda, çok
değişik şekilde ifade edilmelidir.
Peki bu kadar göze batan hatalar, hiç bir şekilde haklı gösterilemeyecek tavizler içeren, özü ve
terminolojisi bakımından bir sosyalist parti programı değil, bir liberal burjuva programı olan
Vatan Partisi Programı bugüne dek niçin eleştirilmedi?

59
Eleştirilmedi, çünkü bu programın birinci ve ikinci yayınlanışında (1954, 1957) zaten legal
yayın olanağı yoktu ve programı bilimsel sosyalizm açısından hakkıyla eleştirebilecek olan
arkadaşlar cezaevinde idiler. Ve zaten proleter devrimcileri, Vatan Partisini, sadece iyi niyetli
bir keşif hareketi saymışlar, bu partiyi, hiçbir zaman sorumluluğunu taşıdıkları hareketin
siyasi örgütü olarak kabul etmediler.
1960'tan sonraki dönemde mahkeme önünde beraat etmiş olan Vatan Partisi, hiç bir eylem
göstermedi ve böylelikle kendi kendisini kapatmış oldu. Bizzat parti Genel Başkanı Hikmet
Kıvılcımlı üye olabilmek için TİP'e başvurdu. TİP yönetimi talebini reddetti. Bu durumda da
Vatan Partisi Programı ile uğraşmanın gereği yoktu.
Bugün bunun gereği vardır. Çünkü, Vatan Partisini diriltme girişimi ile karşı karşıyayız. Ve
bu girişim proleter devrimci hareketin siyasi örgütünü kurma yolunda çalışmaları baltalama
niteliğine bürünmüştür. Bütün baltalamalar gibi, bu da, yenilgiye uğratılacaktır ve Türkiye
işçi sınıfının ve yoksul köylülüğünün siyasi örgütü mutlaka kurulacaktır. MART 1971

İki Belge
Vatan Partisi Program Gerekçesinin Önsözü
Bu kitapçık 1954 yılı, pratik bir maksatla kaleme alındı. Maksat: Birin Kuvayimilliye
hareketinden çıkacak derslerle, ikinci bir iktisadi Kuvayimilliye lüzumunu belirtmekti. Birinci
Kuvayimilliye Seferi: Topluluğumuzu boğan ve dış tesirli TEFECİ-BEZİRGAN kabusuna
karşı idi. İkinci Kuvayimilliye Seferi: Aynı kabusa karşı, toprak reformu ve ağır sanayi
temelleri üzerinde modern halk teşebbüs, teşkilat ve kontrolü altında, iktisadi, içtimai
kalkinmamızı millete mal etmekti...
Eser, Vatan Partisine fikir zemini oldu. Vatan Partisi, en derebeğice tepkilere uğradı.
Şaşmadık. Sabırla bekledik... Bu gün, Sayın Başvekilimiz Adnan Menderes aynen şöyle
buyuruyor:
"İçte ve dıştaki siyaset bezirganları, elele vermek suretile, Türk milletini bu itila yolundan
saptırarak, onu iktisadi ve dolayısi ile siyasi istiklalinden Kısmen olsun mahrum etmek
istemektedirler." (9 Ağustos 1957, İnebolu.)
Demek, Birinci Kuvayımilliye savaşımızdan 38 yıl sonra, çok partili demokrasi
denemelerimizden 12 yıl sonra, Vatan Partisi "GEREKÇE"sinden 4 yıl sonra "iktisadi ve
dolayısiyle siyasi istiklalimize" kastedebilecek kuvvet vardır. Başvekil devam ediyor:
"Memleketin iktisadi inkişafını önlemek suretile, onu dış pazarlara açık bir istismar sahası
halinde teslim etmek ve siyasi istiklalimizi bu yoldan tazyiklere maruz bırakmak istikametinde
içli, dışlı çalışanları, Türk milleti mutlaka mağlup edecektir." (İnebolu nutku).
Vatan Partisi o tehlikeye karşı, bu ümitle kurulmuştu, O zaman, açtığımız kutsal milli
davamızı feci bir telaş içinde lekelemeye çabalıyanların hangi iç ve dış millet düşmanları
olduklarını çok iyi tanıyorduk. Bunlar gayet sinsice, D.P.'nin iyi niyetini "açık bir istismar"a

60
uğratmak istiyorlardı. Fakat, idealist ve gerçek vatansever D.P.lillerin er geç tepki
gösterecekleri muhakkaktı.
Menderesin son hamlesini, yaklaşan seçimlerin demagojisi zannedenlere hak verdirmeyecek
sebepler var. Menderes Hükümetleri, (C.H.P.'nin hazırladığı ve öğünme vesilesi yaptığı)
LİBERASYON tuzağını atlatır atlatmaz, her ne pahasına olursa olsun, sanayileşme gayreti
güttü. Bu uğurda, TEFECİ-BEZİRGAN şebekelerine kaptırılan fırsatları herkesten iyi gördü.
1955'ten beri, müsbet ne yaptıysa, toptan hepsini çamura bulamak isteyenleri bizzat teşhis
etti. Menderes'e göre; o tefeci bezirganlar şimdi: "Ne diye Anadolunun köylerine ve
köylülerine su getiriyorsunuz, bent yapıyorsunuz, fabrika kuruyorsunuz, Ne diye bu işlere bu
kadar masraf ediyorsunuz, demektedirler. "Onlar size yaptıklarınızı çok görüyorlar, çünkü
onlar, sizin nafakanıza göz dikmişlerdir."
Menderes: "Beynelmilel siyaset karaborsacılarının müseccel simsarlarını" teşhir ederken
diyor ki: "Demokrat Parti köylünün ve halkın ve aziz Türk milletinin menfaatlerini en üstün
tutan ve onu koruyan partidir." İnşallah, Köylünün kitlece teşkilatlanıp topraklandırılması ve
cihazlandırılması, zirai kalkınmamıza temel yapılır. Menderes: "Ağır Sanayi İşçileri
Sendikası Başkanı" seçiliyor. İnşallah, ağır sanayi maddesile, demokratik işçi ruhu sınai
kalkınmamıza temel yapılır. Derebeği artığı tefecilerle et-tırnak olan komprador bezirganlar,
inşallah, şuurlu ticaret ve ucuz devlet ihtiyacımız önünde imana getirilirler. İnşallah
Menderes, köylülerin Başbakanı, işçilerin sendika Başkanı kalır. Her yiğidin bir yoğurt yeyişi
olur.
Vatan Partisine göre: Olayların kendiliğinden gelişimile, ikinci kuvayimilliye seferberliğimiz,
istesek de, istemesek de günün meselesidir. Bu meseleyi bir köşeciğinden de "GEREKÇE" miz
aydınlatacaktır, sanıyoruz. Sözlerin buruk ve ekşi tarafları, ilk hamlığına bağışlansın. Bir
partinin klasik edebiyatı arasına girmiş ve ana çizgileri doğru çıkmış bir yazının kusurlarını
rötuş etmiye kimsenin hakkı yoktur. Yalnız, 1954'ten sonra ele geçip de, açıklanmaya
yarıyacak olayları sahife altlarına "Not" etmekten kendimizi alamadık.
Mübarek iktisadi ve içtimai kuvayimilliye seferimiz, sevgili milletimize uğurlu olsun.
15 AĞUSTOS 1957, SULTANAHMET
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Kuvayimilliyeciliğimiz ve İkinci Kuvayimilliyeciliğimiz, Tarihsel
Maddecilik Yayınları, İstanbul, 1965, (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Kuvayimilliyeciliğimiz
(Gerekçe), s. 34, Vatan Partisi Yayınları, Celikcilt Matbaasıjstanbul, 1957')

(Mihri Belli’nin Kıvılcımlı Eleştirisi burada bitiyor)

61

You might also like