Professional Documents
Culture Documents
4768-Iletishim Felsefesine Girish-Insani Letishimin Felsefi Temelleri-H.mustafa Achiqoz-2003-341s
4768-Iletishim Felsefesine Girish-Insani Letishimin Felsefi Temelleri-H.mustafa Achiqoz-2003-341s
Dizgi-Miı.anpaj
birey
Kapak
Ümit Karadağ
Baskı Cilt
•
/SBN
975-8618-56-3
Baskı
Mart 2003
birey yayıncılık
Yerebatan Cad. Çatalçeşme Sok.
Üretmen İşhanı No. 29/17 Cagaloğlu İstanbul
Tel: (0 212) 511 33 69 Fax: (O 212) 511 77 16
web: www.bireykitap.com
İletişim Felsefesine Giriş
••
H. Mustafa AÇIKOZ
birey
••
içindekiler
Sunuş....................................................... .. ,...........................
. 11
••
Birinci Bölüm
•
iletişim Ve Uygarlık.............................................................. 35
İletişim Olgusunun Genel Çerçevesi...................................... 35
Uygarlığın Tanımı Ve İletimi................................................. 38
İnsan Tiplemeleri: İleten Aktif İnsan
• •
ikinci Bölüm
• ••
iletilen..................................................................................... 79
İleti (İletse) Bilgi)'Nin Yargılanması ..................................... 80
••
Uçüncü Bölüm
18. Yüzyıl Ada Felsefesi Ve iletişim..................................... 83
•
••
Dördüncü Bölüm
Reid' in Sağduyu Felsefesinin Takdimi................................ 1O1
Sağduyu Kavramının Etimolojik Açılımı......... ... .. ............. 103 . . ...
••
Ozne 115
....................... . . . . . ......... . . . .......................... .......................
Beşinci Bölüm •
Altıncı Bölüm •
Yedinci Bölüm
•
Sekizinci Bölüm
• •
Dokuzuncu Bölüm
•
Onuncu Bölüm
•
Onbirinci Bölüm •
Onikinci Bölüm •
Onüçüncü Bölüm
•
Sonuç...................................................................................... 287
(Toplumlann Küreselleşme Maceralarına
Dair İleri Sürülecek Olası İletişim Hümanizmalarına Öndeyi)
Ek 1...................................................................................... 309
-
Kaynakça............................................................................... 329
Sunuş
11
nın kölesi yapması gibi insanı esir alışı gibi i letişim araçlarının
insanı esir aldığını detaylarıyla ele alıyor?
Kendisini çok az sayıda insanın ilgilendiği konularla i lgilen
meye adayan H. Mustafa Açı�öz'ün hazırladığı insani iletişimin
felsefi temellerini ele alan ''iletişim Felsefesine Giriş'' isimli çalış-
•
birey yayıncılık
12
••
Onsöz
13
inanmak ne demektir? Doğru veya yanlış olarak değerlendirdiği
miz diğerlerinin iletilerinin gerçekten doğru veya yanlış olduğunu
nasıl, hangi ölçüt ve dayanak ile biliyoruz? Yanılmış, kasıtlı ola
rak yanıltılmış olamaz mıyız? Bir iletişim eyleminde veya i letsel
bi lgi ediniminde i letişim mekanizmasını işleterek, i letinin içeriği
nin doğruluğu, iletilenin i letenin doğruluğuna olan inancı sebe
biyle mi doğru bilgi parçacığı o larak alınır? Yoksa iletilenin ileti
nin içeriğini sorgulayıp yargılaması sonucunda m ı doğru bilgi
parçacığı olarak nitelendirilir? İnsan kendini ve başkalarını bi
linçli olarak planlı, proğramlı bir amaca yönelik yanıltıp yanlış
olarak bilgilendirebilir mi? B ugün bu çerçevede, diplomasi, dip
lomatik dil, medya, propaganda, lobicil ik, reklam, siyaset, istih
barat birimleri, soğuk savaş, psikolojik savaş, ideoloj i, dünya
görüşü, kültür transferleri o lgularını ve çeşitli humanizmaları
nasıl açıklayab i liriz? Problem, bir bi lgi önermesinin kendisinden
mi, yoksa onu iletenin öneııııenin fonksiyonunu kendi niyet, a
maç, çıkarı çerçevesinde kullanım ve dağıtım iştahasından mı
kaynaklanır?
Her hangi bir eserin önsözünde bu kadar soru bombardıma
nıyla karşılaşıp, tahammül ederek yaklaşık bir buçuk dakika har
camak zorunda kaldınız mı? Kaldıysanız eğer, bu tahammülü
kitabın sonuna kadar sürdürdünüz mü? Eğer her iki soruya da
cevabınız evet ise, bu cevaptan en hoşnut olacak kişi okuma lüt
ftinde bulunduğunuz kitabın yazarı olsa gerektir. Tabi yayınevini
de unutmaına.k gerek. Yok eğer cevabınız hayır ise bence bu ce
vap iki şekilde anlaşılıp yorumlanabilir. Cevabınız olumsuzdur
çünkü:
1.) Konuı1un çok popüler olup, pratikte gündelik hayatta açık
ve seçik olarak yoğun bir şekilde yaşandığı için, sizde teorik veya
spekülatif seviyede konuya dair orijinal niteli kli bir eser ortaya
konmasınıı1 olası görülmemesi anlayışı hakimdir.
i l .) Bu yüzden de eser yine sizin içiı1 içerik ve nitelik bakım
larından pek bir şey ifade etmeyip, konuya dair pek çok eser orta-
14
ya konduğundan, elinizdeki kitap aynı konunun değişik tarzlarda
paketlenip sunulması olarak değerlendirilecektir.
Bu iki değerlendirmenin elinizdeki esere yansıtılıp yansıtıla
mayacağı konusuna geçmeden önce hemen şu hususu peşinen be
l irtmek isterim. Eğer bu eseri okumayı seçerseniz, yukarıda sunu
lan genel soruların yanısıra bir dizi bunaltıcı özel soru gruplarıyla
da karşı karşıya kalacaksınız. Göreceksiniz ki, bunlara verilen ce
vaplar aynı zamanda yeni, alternatif bir ''Sağduyu Felsefesi Tüm
eli İ letişim B i lgi Kuramı ve Hümanizması''nın teorik cephede
15
kendilerine has özel paketleme ve pazarlama dil tekniklerini kul
lanıp, bu kullanıma kitle iletişim araçlarını vasıta yapmaktadırlar.
Bu yüzdendir ki, kimi zaman ve durumlarda (günümüzde ço
ğu zaman) bu rollerin icrası sürecinde etken ve edilgen bireyler,
topluluklar, toplumlar ve uygarlık çevreleri olarak olumlu olum
suz maddi ve manevi (ahlaki, hukuki) faturalar ödemekteyiz. Bu
durumdan sık sık gerek kişisel, gerek toplumsal seviyelerde şika
yet etmekteyiz .
Oyle ki, çağdaş insan ilk defa bilgi bombardımanından bu
••
16
diyemez. Geniş anlamda insan, beden uygarlığı ile akıl veya ruh
uygarlıklarından birinin seçimine zorlanmaktadır. Günümüzde
istikamet beden uygarlığı yönünde tayin edilmiştir.
Bu kısa durum tespitinde anlaşılacağı üzere, elinizdeki bu ki
tap kişiler arasında geçen basit gündelik konuşmalar vasıtasıyla
şekillenen sıradan, doğal, masum ve insani i letişimden söz etme
mektedir. Bu yüzden yukarıda söz konusu edilen okuyucu profili
nin değerlendirilmesiyle örtüşmez. Zaten kitabın yazarı da öyle
bir çerçeve ve nitelikteki bir eser için enerj isini ve zamanını har
camak istemez.
Bu eserin özce içerik, varlık nedeni ve amacı şu şekilde ifade
edilebilir. ''Yeryüzünde bilgi (ileti konusu) güçtür, ona sahip olan
dünyaya sahip olur'' düşüncesini esas alıp, insanları (toplulukları,
toplumları ve uygarlık çevrelerini) bilgi satıcıları (ileticileri) ve
alıcıları (iletilenleri) diye genel de iki gruba özelde çeşitli alt gu
ruplara bölen baskın, aktif ve dikteci anlayış ve uygulamalarının
arka planına veya bilinçaltına inme denemesidir.
İkinci baskıya sunulan bu kitapta: ana gövde muhafaza edi
lip; yeni bölüm eklemeleri ve yer yer çıkaııııalar yapılarak; eser
yeniden gözden geçirilip genişletilmiştir. Genel olarak dört aşa
madan geçirilip: Giriş; müstakil onüç bölüm; sonuç; ve bir Ek
maddesinden oluşturulmuştur.
Birinci aşamada (Giriş, 1. ve il. Bölümlerde): iletişim eylemi
nin icraatında iletişim mekanizmasını temel nosyon, öğe, unsur ve
ilkelerini kullanarak; masum insani iletişimin mikro (çekirdek iki!
iletişim) ve makro (toplumlar ve uygarlıklararası i letişim) sevi
yelerinde i letse) bilginin içeriği ile hangi amaç ve motivasyon
larla; nasıl bir insanlık dışı düşünce, metot, yaklaşım, üslup ve
tavır ile determine edilip oynalınarak; ne tür bir mantık yürütümü
ve argüman zincirleri ile küresel insanc ılık, objektiflik, rasyonel
lik, bilimsellik, medenilik, barış, dostluk, mutluluk, dinginlik,
hoşgörü ve yeni dünya düzeni söylemleri adına niçin sergilendi
ğinin felsefi bir resminin çekilmesi amaçlanmıştır.
17
İkinci aşamada (ili., iV. ve V. Bölümlerde): bu resimden ha
reketle, dünya siyaset ve diplomasi tarilıinin geçmişinde ve bugü
nünde büyük bir etkinliğe sahip olan Britanya düşünce çevresinin
18. yüzyıl filozoflarından Hume'un ( 1 7 1 1 - 1 776) empirik ve
Reid' in ( 1 7 10- 1 796) sağduyu direkt realist epistemolojilerindeki
insan figürü ve onun eylem alanındaki iletişimsel işlevlerine dair
görüş ve yaklaşımlarının karşılaştırmalı analizi yapılarak elde edi
len verilerden hareketle kuramımızın oluşturulmasına zemin ha
zırlanmıştır.
••
18
mız çerçevesinde sahalarının i letişim teori ve etiklerini ortaya
koyarlar.
Ayrıca, Ek 1 bölümünde ise, Habermas ve iletişimse) eylem
teorisinin genel bir eleştirisi yapılarak materyalist çerçevede sağ
duyuya nasıl yönelip kullandığının bir değerlendirilmesi
yapılmıştır.
Ülkemizde i letişim konusuna dair çeşitli eserler var ise de,
bizim, ''İletişim Felsefesine Giriş (İletişimin İnsani Temelleri:
Sağduyu Tümcü İ letişim Bilgi Kuramı ve Uygulama Alanları)'',
adl ı bu eserimiz ülkemizde bu isim ve içerik ile yayınlaşmış ilk
eserdir. Ayrıca, ilk defa bu eser yoluyla bu özel konuda bir kuram
ortaya konulmaya çalışılıp, siz okurların takdirine sunulmuştur.
Umarım okurlara faydası olup, en azından onlarda i letilenler sını
fının üyesi olmaklığın bir alınyazısı olmadığı bil incini uyandırıp,
onların iletenler grubuna doğru yol alma azimi, çabası, iradesi ve
eylemin i körükler.
Sonuçta, kitabın basıma giriş aşamasına kadar olan teknik sü
reçte her zaman olduğu gibi, gönüllü teknik yardımı ve önerileri
için sevgili dostum Yrd. Doç. Dr. Cercis l KIEL'e; basım önce-
• •
sinde kitabı bir kaç defa satır satır okuyup düzeltmeleri yapıp,
ısrarla gecikmeden ikinci baskısınıı1 yapılmasında diretip adeta
beni bunaltan sayın Ali ÖZTÜRK'e; yi11e aynı şekilde ikinci bas
kı talebinin bir an önce karşı lanıp geniş okur kitlesine ulaştı
rılmasını isteyen ve bu isteği fiiliyata geçiren sayın Mahmut
BALCI'ya ve onun şahsında Birey Yayınevine teşekkür ederim.
19
Giriş
21
•
22
paylaşıldıkça artan bir olgudur. Her ikisiı1in paylaşımı veya
çoğalımı ancak iletişim mekanizmasının işleti lmesi sonucunda
gerçekleştirilebilir. Bu süreçte kişi, zorunlu olarak içsel ve dışsal
iletişime ihtiyaç duyar. Keı1di varl ığıı1 ı ne denli dışsal laştırıp di
ğerlerine iletirse o denl i varlık alanındaki yeri pekişip, kuvetlenip
tescillenir. Çünkü insan doğası ve yaratılış amacı gereği ileten ve
kendisine iletilen bir varlıktır. Ayrıca, ileti konuları da çeşitli bilgi
alanlarına dair bilgi parçacıklarıı1ı içerir. Aynı durum makro ileti
şim seviyesinde insan gurupları, toplulukları, toplumları, kültür
leri ve uygarlıkları içinde geçerlidir.
Diğer taraftan hemen belirtelim ki, gerek mikro gerek makro
iletişiın seviyelerinde: insanın doğası ve işlevinin; gücü ve yetileri
belirlenip diğer insanlar, canlı ve cansız varlıklarla olan iletişi
mini ve etkileşimini sağlayan ileti konularını oltışturaı1 bilgi par
çacıklarının hangi amaç ve anlay�şla, hangi ölçüt ve yaklaşımla
nasıl tespit edilip, analiz edilip, yargı lanıp ve bir ilkeler dizgesine
bağlanarak iletildiği sorusuna koştıt olarak bir dizi problem ile
'
23
malıdırlar. Bu teknoloj iyi olur olmaz iletilerin aktarımlarında kul
lanılamaz. Hatta kimi durumlarında iletilerin içeriklerinin kendi
leri belirleyerek bir sansür mekanizmasından geçirirler. Çünkü
onların teknoloj i ürünleri nasıl kendi markalarını taşıyorlarsa,
sattıkları iletişim araçlarının taşıdıkları iletilerin arkaplanında
kendi markaları yer alıp, kendi kültür ve uygarlık ürünleri taşın
mal ıdır. Bilgiyi ve ona bağlı olarak geliştirilen her türlü teknolo
j inin üreticileri olarak bunları tabi hakları olarak göt ıııektedirler.
Çü11kü değil mi ki onlar, insana, maddeye ve bunların içeri
sinde yer aldıkları dünyaya şekil verip sevk ve idare etmektedir
ler, öyleyse ürünlerinin alıcılarını da, aracı bayileri de, kullanım
amaçları, alanları, şekilleri ve metotlarını da doğal olarak kendi
leri belirlemelidirler. Sonuçta bilgi ve teknoloj i transferi kendile
rinin anladıkları türden ''adamlık'' anlayışına sahip adamlara,
topluluklara, toplumlara, kültür ve uygarlık çevrelerine kendi leri
nin çıkarını garantiye alacak bir tarzda pasif, edilgen ve adiktik
alıcılara yapmak istemektedirler. Bunların kendi kontrollerinden
ve inisiyatif alanlarının dışına çıkıp, alternatif bir adamlık anlayı
şına sal1ip bilgi ve teknoloj i üreticilerine tahammü lleri yoktur. Bu
anlaında alıcı lar ancak palan ve çul sahibi olabilirler.
Diğer taraftan, satıcı i letenlerin bu anlayış ve uygulamaları
nın farkında olup, onlardan etkilenen alıcı iletilenler kitle iletişim
araçları örneğinde olduğu gibi, bilgi ve teknoloj i ürünlerini almak
için ınaddi bedeller ödemenin yanısıra manevi, kişisel kimlik, ka
rakter, psikolojik, sosyal ve kültürel erozyonlara neden olan ma
nevi ödemeler de yapmak zorunda kalırlar. Sonuçları bakımların
daı1 eı1 val1im olanı manevi türden yapılan ödemelerdir.
Bun lar daha ziyade kitle iletişim araçları vasıtasıyla iletişim
mekaı1izmasının işletimi sonucunda transfer edilen iletilerin içe
riklerine müdahalelerde görülmektedir. B u durum alıcı pozisyo
nundaki kişileri, toplulukları ve toplumları (bilgi ve teknoloj i sa
l1alarıı1daki varlıklarının idamesini onlara borçlu olduklarındaı1)
satıcılara (baskın bi lgi ve teknoloj i toplumları üyelerine) bir şey
ler söyleyemediklerinden onların ürünlerine karşı animist bir an
layışa sürükleyip palan ile meşgul ettirmektedir. Hatta alıcı top
lulukları, toplumları, kültür ve uygarlık çevrelerini oluşturan bi
reyler palan veya çullardan hızlarını alamayıp kendilerini mazo-
24
şistçe dövmekte ve dövünmektedir. Böylece onlar, uygar ve mo
dern olmanın kendilerince tadını çıkarmaktadırlar.
Bu ürünlere bozuk, kötü yakıştırmaları veya tekmelemeleri
rasyonel bir tavıra karş ı l ık gelmese de satıcılardan habersiz icra
edilen çaresiz bir tepki olarak değerlendirilebilir. Oysa, gerçekte
hem palanı hem de kitle i letişim araçlarını dövmenin mazoşistçe
psikoloj ik tatminden başka hiç bir mantıklı gerekçesi yoktur.
Çünkü i letişim mekanizması, onu oluşturan öğeler ve araçlar ken
diliklerinde masum iken, bilgi gücünü tekelinde tutup sadist dona
n ımlı bilgi üreticileri, denetçi leri ve dağıtıcılarının elinde tehl ikeli
bir silaha dönüşebilmektedir.
Peki bu gayri insanı ve ahlakdışı irasyonel anlayış ve uygula
malara karşın alıcı durumu11da olan kişiler, topluluklar ve toplum
lar ne yapıpta hem maddi hem manevi bedel ödemekten hemde
olumsuz palancılık psikoloj isinden kurtulmalıdırlar? Alıcı duru
munda olan toplumların bu duruın değişmez bir alın yazısı mıdır?
Başka bir deyişle, hep alıcı kalmaya mahkum mudurlar? Yoksa
bu pozisyondan sil kinip kalkmanın ve satıcı pozisyona geçmenin
bir yol u yok mudur?
İşte bu soruların birinci derecedeki muhatapları alıcı ülkeler
deki bilimadamları, düşünürler, aydınlar ve devlet adamlarıdır.
Eğer bunlar pasif alıcı (iletilen) pozisyonundan aktif, üretgen
satıcı (ileten) pozisyonuna geçiş yapmak istiyorlarsa, kendi lerine
büyük sorumluluklar düşmektedir. Özellikle bunlar eğitim kurum
ve kuruluşlarında faaliyetler gösteriyorlarsa. Çünkü, dünyanın her
yerindeki üniversiteler bağlı oldukları ülkelerin insanlarını çeşitli
mesleki bilgi ve becerilerle donandırıp hazır uzman işgücü olarak
devlet veya sivil kurum ve kuruluşlara istihdam edilmek üzere ye
tiştiııı1ektedir. Dolayısıyla, bir ülkeı1in üniversiteleri bozuk ve
yetkin değilse devletin kurum ve kuruluşları da bozuk ve dejenere
olacaktır.
Öyleyse, en azından ün iversiteler bilgiye araç olarak değilde
amaç olarak yönelmelidirler. Bu yönetimdeki üst amaç olan kişi
lerin manen ve maddeı1 refahı, mutluluğu ve dinginliği gözardı
edilmemelidir. Eğer bilgi araç olarak değerlendirilecekse, ancak
bu bağlamda değerlendirilebilir. üniversiteler bilgi üretimi ve
iletimi merkezleridir. Bilgi bu merkezlerde derlenip toparlanıp,
rafine edilip, paketlenerek eğitim ve öğretim yoluyla bireylere
25
iletilir. Bu iletimde iletişim mekanizması kaynaklara inilerek pro
fesyonelce yapıl ır. Burada genel akıl hamallığının özel alt kümesi
olan bilgi hamalları bilginin bir güç hatta varlıkta kalmaklık ne
deni olup, onun saklandıkça atı l, iletilip dağıtıldıkça çoğalıp çe
şitlilik kazandığının bilincinde olmalıdırlar.
Bil indiği üzere palan, semer veya hebe altından da olsa asıl
olan palanı taşıyandır. Hüner ve marifet ünvan ve ona koşut elde
edilen akademik ve idari pozisyonlarda değil, gerçek ilmi bilinç,
irade, söylem ve eylemi ortaya koyacak olan bilimsel liyakattadır.
Nasıl ki, ''işe göre aş''ın esas olması gerekirse, işe göre adam ol
mal ıdır, ''adama göre iş veya aş olmaz''. Olmamalıdır.
Eğer olur den i lirse, günümüz Asya toplumlarında gözlemle
nen ''keramati kendileriı1den menkul'' palan, çul ve hebe (boş
veya borç ile doldurulmuş) kreasyonlarıı1ı tanıtım podyumunda
boy gösterip merdi kıptice süzülen sözde bilimadamları, düşü
nürler, aydınlar ve medyatik tipler ortaya çıkar. Bunlar şişirilmiş
balon ve asalak cüce-devlerdir ki, mensubu oldukları toplumlara
egoist ve sadistçe maddi ve maı1evi çok ağır faturalar ödetirirler.
Hatta bu ödemelerin çoğu gelecek ı1esillere fatura edilir.
Çünkü toplumların uygarlık sevi�eleri ancak onların bilime
olan katkı ları ile ölçülüp, bu katkı larına koşut olarak insanlık sını
fına dahil edilir. Böylece katkı ları tescillenip süı·ekli olan toplum
lar, iletilenler veya borç alanlar sın ıfından sıyrılıp, iletenler veya
borç verenler sınıfına yükselirler. Lamb' inde kişisel seviyede
işaret ettiği gibi, tarih bize gösteriyor ki:
''İnsan türü, borç alan adaın lar ve borç veren adamlar olmak
üzere iki farkl ı ırktan oluşur." (Lamb, 1 775-1 834)
Yukarıda söz konusu edilen sıyrılma ve yükselme sanıldığı
gibi kolay ve çabuk gelişen an lık bir olay değildir. Aksine uzun
bir süreci gerektirir. Yani, çağ atladık; şu uygarlık seviyesine
ulaşıp; şu uygar çağdaş topluluğu, birl iğe veya çevresine girelim
demek ile olmaz. Çünkü haklı olarak bilgi pazarında ''ürettiğin
kadar konuş''; ''önce eyle sonra söyle'' ilkesi geçerlidir. Uygar
toplumlar podyumdakilere veya vitrindekilere değil, podyum ve
vitrin gerisine bakmaktadırlar. Yani bilgi pazarındaki iletiler yarı
şında bilgi toplumlarının kendi bireylerine karşı suı1ulan ürün
lerde makyaj ve plastik cerrahi vasıtasıyla yapı lan aldatmacalara
yer yoktur. Çünkü satıcısı da (ileteni de), alıcısı da (iletileni de)
26
bilgi sahibi olup; hem ayran, hem ayranı elde edecek mandırası
hem de kendi imalları olan ihtiyaçlarını giderecek teknik vasıta
ları mevcuttur. Bu tür olumsuzluklar ancak onlar, ayranı olmaksı
zın ilıraç ve montaj vasıtalar ile ihtiyacını övünerek gideren ger
çek bilgi toplumu veya toplumları olmayan diğer toplumlara karşı
sergilenebilir.
Genel ve özel anlamlarda, mikro ve makro seviyelerde ileti
şim mekanizmasını işleterek baskın, etkin ve aktif düşünce ve
uygarl ık çevrelerinin uygarlık ürünlerini edilgen, pasif ve alıcı
toplumlara borç verirken takındıkları tavır, yaklaşım ve ileri sür
dükleri şartlar karşısında alıcıların bir dizi ciddi tehlikeli durum
larla ama bil inçli ama bilinçsiz olarak karşı karşıya kaldıkları
malumumuzdur. Bu olumsuz gayri insani sonuçlara karşı kimi
durumlarda müspet ve menfi olmak üzere çeşitli savunma meka
nizmaları geliştirmişlerdir.
Bunlarda11 ilkinin, en basit tepkisel olanı ve irasyonel bir psi-
koloj ik duruma karşılık gelen ''palancılık'' olduğunu belirttik.
Diğerlerini şöylece sıralayabiliriz:
iki: Mevcut duruınu kabül lenerek taklit ve kopyac ıl ığın sem-
•
27
nin bilincinde olup aldığı ürünleri rafine edip bir senteze ulaşarak
bir süre sonra da bilgi pazarına kendi markasını taşıyan ürünleri
çıkaran sentezci toplumlar.
Sekiz: Maddi bedeli öderken manevi bedelden kaçınmaya ça
lışıp alıcı ve satıcılığın konjektürel bir durum olmasına rağmen
insan faktörünün önplana çıkarıldığı adamlığın bilincinde olup,
bedel ödemesinden sonra satıcı toplumlara gerisinde keyfiyet
benimdir deyip bilgi yarışına katılma düşüncesinde, azminde,
iradesinde ve eyleminde olan alıcı ülkeler.
Dokuz: Bir koyup üç almaların muhatabı olan alıcı toplumla
rın çeteleler tutup hesabı istikbale bırakma eğilimleridir.
Öte yandan bu maddelerden hareketle alıcılara (iletilenlere)
dair aşağıdaki insan ve toplum profillerin i çıkaııııak mümkündür.
Bunları:
1.) Pasif, edilgen ve silik;
il.) Meramını anlatamayıp iletilen veya alıcı durumda kal-
maya mahkum olan;
111.) Polyana tatlı limoncu;
iV.) Mazoşist;
V.) Tesl i miyetçi ve kaderci ;
VI.) Ucuz hesapçı, desinlerci ve görsünlerci;
VII.) Uzağı göremeyen ilkesiz anlık pragmatist;
VIII.) Basireti bağlanmış kişiliksiz, kimliksiz, karaktersiz ve
gamsız;
IX.) Aman ürkütmeden, kızdırıp küstürmeden gunu •• ••
kurtaralımcı;
X.) Sanalite i le realite arasında gel gitler yapan istikametini
kayıp etmiş insan ve toplumlar olarak karşımıza çıkarlar; ve son
olarak
XI.) Zorunlu olumsuz konjektürel duruma rağmen, agah olup
ileriye yönelik hesaplaşmayı düşünen istikbalciler diye sıralaya
biliriz.
Anlaşılacağı gibi, bu sınıflamalar edilgen durumda olan borç
alan toplumlara karşılık gelir. Oysa biz biliyoruz ki, birde bunları
lütfedip muhatap alan aktif borç veren toplumlar vardır. Bu top
lumlar yukarıdaki maddeleri oluşturan toplumların kendilerine
yönelik ne düşünüp nasıl bir tavır takındıklarının bilincinde ol
duklarından onlara ekonomik, coğrafi, sosyal, dini, ırki, bilimsel
28
ve düşünsel etkinlikler, kültürel vesair zemin lerden hareketle
çeşitli sıfatlar yükleyerek sınıflamalara tabi tutmuşlardır.
Bunlardan bir kaçını şöylece sıralayabi liriz.
Ekonomik zeminde: gel işmiş; azgel işmiş; gel işmekte olan; ve
gel işmemiş fakir ü lkeler.
Bilimsel ve düşünsel etkinliklerine göre: birinci, ikinci ve
üçüncü dünya ülkeleri.
Coğrafi konumdan hareketle: genelde Doğu ve Batı ü lkeleri;
özelde ise, Amerika (Kuzey, Güney) ve Avrupa eksenl i ülkeler,
Afrika, Ortadoğu, Asya (ön, orta, doğu), Pasifik ülkeleri gibi
vesair sınıflamalara gitmişlerdir.
Kültür ve uygarlık çevreleri dikkate alındığında: Batı dü
şünce ve uygarlık çevresi ve bunların müttefikleri olan ülkeler; bu
müttefik baskın bloka karşısında yer alan Doğu düşünce ve uy
garlık çevresi mozağini (müttefikleri değil) oluşturan edilgen
ülkeler olmak üzere yeryüzünü bölmüşlerdir.
İdeoloj iler esas alındığında: kapitalist, l iberalist, komunist
veya sosyalist, faşist vesair.
Dinsel temelli olarak Yahudi, H iristiyan, Islam, Hindu, Bu-
•
')Q
Bir: Bilginin bir güç ve hükmetme vasıtası olduğuna dair bir
bilinç sahibi olmalarıdır.
İki: Bilgi üretiın, rafine, depolama, iletme merkezlerine (üni
versiteler, akademiler, topluluklar gibi bilgi kurum ve kuruluşla
rına) bu anlayış ile sahip olmaları.
Üç: Bilgiyi elde etmeyi, işlemeyi, paketlemeyi, pazarlamayı,
satışa çıkarmayı belirli bir anlayış ve metod dahilince
profosyonelce yapmaları.
Dört: Bilginin yerine göre amaç, yerine göre vasıta, yerine
göre de her iki fonksiyonuda göreceğinin bilincinde olamaları.
Beş: Bilginin gerek teorik gerek pratik boyutta her türlü kul
lanıma açık edilgen bir özelliğiğe sahip olduğunun farkında olma
ları.
Altı: Bilgi insanların varlıkta kalmalarının ve
varlıktalıklarının sürekli, etkin olmasının teminan olan güçlü bir
silah olduğunun farkıı1da olmaları.
Yedi: Bilgide tekelcilik esas olup, ileride kendilerine rakip
olabilecek yanlış ellere aktarılmamalı.
Sekiz: Bilgi planlanmış özel bir iletişim anlayışına koşut ola
rak belirli bir iletişiın metodu dahilinde belirlenmiş kişiye, kişi
lere, topluluklara ve toplumlara maddi ve manevi yaptırımlar
karşılığında iletilip satılmalıdır.-
30
Yukarıda olduğu gibi bu maddelerden hareketle bu kez satıcı
lara dair aşağıdaki insan ve toplum profillerini çıkarabiliriz: Bun
lar:
1.) Aktif, üretgen, dominant, i leten ve satıcı;
II.) Realist ve rasyonel a11layışlı pozitivist yaklaşım l ı ;
III.) Sadist, egoist ve narsist;
iV.) Liberal ve kaderci olmayan indeterminist dünya görüşlü;
V.) Uzağı görüp uzun vadeli düşünebilen ve geleceğe yönelik
plan ve programlar yapabilen;
VI.) Kendine güvenen, sekular (bizde anlaşıldığı şekilde de
ğil), dünyacı ve çifte standartçı;
VII.) İlkeli, kimliği ve karakteri oluşmuş ve faydayı uzun va
deye yabilen pragmatist;
VIII.) Kavramlar ile istediği şekilde oynayıp gereğinde içini
boşaltıp, ya yok eden ya da yerine menfatına uygun içerik yükle
mesi yapan; ve son olarak
IX.) Tekelci, profesyonel pazarlaınacı ve dil kullanım ustası.
Bütün bu özelliklerinden dolayı kendi lerini diğer alıcı top
lumlara birinci sınıf gerçek insan ve toplumları olarak takd im
ederler.
Tahmin edileceği üzere, bu her iki alıcı ve satıcı toplumları
nın anlayış, tavır ve yaklaşımların hepsi aynı zamanda insan top
lumlarında birer müstakil hüman izmaya ve bu insancılığın uygu
lanması sonucu ortaya çıkan farklı ahlaki ve hukuki yapılara kar
şılık gel ir. Ülkelerarası ilişkiler her bakımda ve seviyede bu farkl ı
insancı l l ık anlayışları çerçevesinde şekillenir.
Buraya kadar söz konusu ettiğimiz genel çerçeveli konular
günümüz insanı için afaki olmayıp, aksine alıcı satıcı çarkında
çeşitli alanlarda ve seviyelerde farklı tarzlarda da olsa, etken ve
edilgen olarak yer alıp birebir yaşayıp tecrübe ettikleri şeylerdir.
Zaten insan olma yapı, donanım ve potansiyeli de bunu gerektirir.
Bilgi alış-veriş süreci ancak iletişim mekanizmasının işletimi
sonucu başlatılıp sürdürülebilir.
Oyleyse sormak durumundayız: Eğer iletişim bu kadar bilin-
••
31
cephede en azından genel insani değerler dikkate alındığında ger
çekleştirilemez mi?
Sorulara olumlu ya da olumsuz verilecek cevap birincileyin
insan kavram ve olgusuna; i kincileyin insan topluluklarına, top
lumlarına, kültürlerine ve uygarl ıklar111a yüklenecek olan içerik,
anlam, önem ve işlev ile alakalıdır. Bu her iki adım aynı zamanda
zorunlu olarak insanın insan dışı varlıklar ile etkileşiminin
niçinliği ve nasıllığının tespitini zorunlu kılar. Böyle bir cevap
arayışı da felsefi bir projeksiyon gerektirir.
Elinizdeki kitabın içeriği bir bakıma bu sorulara, genel mahi
yette de olsa, felsefi perspektifde cevap veııııe çabasından oluş
maktadır. Bu çaba bölümler boyunca takip edildikçe cevabın
müspet veya menfi olup olmadığı gözlemlenecektir. Fakat biz
Giriş bölümümüzde ana hatlarıyla şu temel hususları belirtmek ile
yetinip, böylece i leri sürdüğümüz sağduyu felsefesi tümcü ileti
şim kuramının dayandığı ontoloj ik, epistemolojik ve etiksel i lke
lerin genel bir takdimini yaparak diğer bölümlerimize zemin ha
zırlayal ım.
Hemen şu noktanın altını çizelim. Eğer insanlar arası asgari
müştereklerin tayini yapılacak ise, benim bulabildiğim tek daya
nak veya çıkış noktası onlarda ortak olan sağduyuları açığa çı
kaı ıııaktan geçer. Günümüzde insanlar insanlar arası asgari müş
tereklerden söz ettiklerinde bir nevi insanları ortak sağduyularının
yansısı olarak değerlendirilen ''insan hakları evrensel beyanna
mesi''ne gönderme yapmaktadırlar.
İnsanlık tarihi bize göstermektedir ki, insan topluluk ve top
lumları maddi ve manevi ağır bedel ödediği takdirde sağduyuya
yönelip kollektif insan l ık şuuruna yönelme ihtiyacını hissetmekte
dirler. Tıpkı söz konusu edilen beyannamenin arka planında gö
rüldüğü gibi. Her konuda insanların hem fikir olabileceklerini
düşünmek malesef safdillik olur. Çünkü insanların normal şart
larda yapı donanım ve yetileri ay111 olmasına rağmen bunların
kullanımı insandan insana, topluluklardan topluluklara, toplum
lardan toplumlara, kültür ve uygarlık çevrelerinde ciddi farklılık-
!ar gösterebilmektedir. insanlar ancak rasyonel ortak bir pragma
•
32
ilkesel seviyede i letişim eylemi merkezli olarak ontoloj ik, episte
moloj ik ve etik cephelerde takdimine geçerek Giriş bölümümüzü
kapayalım.
İnsan, kompleks yapı, donanım yeti ve işlevine sahip bir var
lıktır.
İnsan, madde ve mana örgülü birbirini tümleyen ikil yapılı
özel bir varlıktır.
İnsan, maddi yönüyle en, boy ve derinlik alanına ait olup, za
man ve mekanla kayıtlı olup, dünyalı bir varlıktır.
İnsan, mana yönüyle aşkın alana ait olup, zaman ve mekanı
aşabilen öteli bir varlıktır.
İnsan, toplumsal özellikli olup, gerçek anlamda bir toplulukta
ve toplumda varlığını sergileyendir.
İnsan, bilme ve bilerek, seçerek iradi eyleme faal iyetlerinde
bulunan bir varlıktır.
insanın bütün eylemleri içsel ve dışsal i letişim bağlamlarında
•
33
İnsanın kendisi de kompleks bir i leti yumağıd ır.
Fakat insan yapı, donanım potansiyeli ve yetenekleri gereği
varlıklar içerisinde hem ileten hem de iletilen olan bizim bildiği
miz tek varlıktır.
İnsan, ileten, ileti oluşturan ve iletilen sıfatlarına bireysel se
viyede sahip olduğu gibi, grup, topluluk, toplum, kültür ve uy
garl ık seviyelerde de sahip olup yüklenir.
Bilgi ile i letişiın eylemi arasında doğrudan bir bağ söz konu
sudur.
İ letiyi iyide kötüde, doğruda yanlışta, güzelde ve çirkinde
manüpüle eden tek varlı k insandır.
Her bilişsel, amaçsal ve iradi eylem gibi, iletişim eyleminin
de etiksel, estetiksel yaptırım yönleri vardır.
34
Birinci Bölüm
•
iletişim Ve Uygarlık
35
tansiyelimizi analiz yoluna gidersek, bu nokta daha açık şekilde
ortaya çıkar. Bizim bi lgi parçacıklarımızın çoğu temel iki kay
naktan elde edilir. Bunlar:
a-) Dış çevremizde gözlem ve tecrübe alanına giren direkt a
racısız şeyler (varlıklar); ve
b-) insan toplulukları merkezli kamu ve özel kuruluşlardan
•
36
Bil indiği üzere, en basit çerçevede i letişim eylemi şu kurgu
üzerine kurulur: A bireyi B bireyine o zamana kadar B için bilin
meyen hükınündeki x'i transfer eder. A'nın naklettiği bu x (A'nın
nakli, sözü, raporu, haberi, ifadesi, açıklaması, yargısı, iletisi vs.
denir.) geçmişteki, şimdideki veya gelecekteki 11erhangi bir du
rum, olay, eylem veya şeye il işkin olabilir. Şayet iletilen, iletenin
otoritesine inan ır veya güvenirse bu i letilen (bilgi parçacığını) x'i
kendi bilgi bankasına yeri gelince kullanmak veya öteki bilgi
bankalarına transfer etmek üzere hafızasındaki ilgili kasaya koyar.
Bu bilgi bankaları da yine i letişim mekanizmasının işlevsel
leştirilmesi sonucunda bir araya gelip milli merkez bilgi bankasını
başka bir ifadeyle bilgi toplumunu oluştururlar. Bu nedenle, bilgi
toplumu zorunlu olarak iletişim olgusunun varlığını gerektirir.
Çünkü i letişim yoksa bilgi de, bilgi toplumu da yok demektir. Ni
tekim yüz yıllardır insan, bilgi toplulukları ve topltıınları arasında
çeş itli teorik ve pratik bilgi aktarımıı11 içeren sosyal , kültürel, si
yasi, teknoloj ik, ekonomik, askeri, dostluk ve işbirliği paktları,
kulüpleri ve organizasyonları kurmtıştur.
Buraya kadar iletişimi iki temel di.izeyde ele aldık. Biri iki bi
rey arasında geçen temel ikil (mikro) iletişim iken; diğeri,
toplumlar arasıı1da cereyan eden çoğulcu (makroı) iletişimdir.
Gerçekte tanım gereği ayrı ınütalaa edi le11 bu iletişim dereceleri
birbirinden bağımsız deği l, aksine birbirlerini içererek, biri diğe
rini zorunlu olarak kapsar. Peki, her iki seviyede de i letişim nasıl
gerçekleştirilmektedir? Böyle bir soruya muhatap olma durumu
bizi, iletişim eyleminin teorik ve pratik yö11lerini11 kendisinden
çıkarılacağı bir ''iletişim bilgi kuraını''nın oluşturulması ihtiya
cıyla karşı karşıya bırakır.
Sözü geçen bu sorunun cevaplanması ve ihtiyacın felsefi ze
mininde karşılanması durumu, bir çok yaklaşıı111 söz konusu e
d i l me zaruretini gündeme taşır. Bu problemler ve bakış açıları
i letişim eyleınini nlü111küıı kı la11 öğelerin iletişim olgusunun ger
çekliğine dair, iletiı1iıı içeriği, ileteniıı iletıne aınacı, 11iyeti ve
bilginin tabiatına dair sorulara özelde ve genelde verilen cevaplar
doğrultusunda şekillenir.
Yukarıdaki çerçeve dahilinde şu sorularla karş ı laşmaktayız.
İ letişimin temel öğesi olan insanın genelde ve özelde iletiş imdeki
ontoloj ik önem ve işlevi nedir? insan gerçei<•eıı iletişimde olaıı
•
37
biri mi? İnsan her şeyi her varlığa iletebilir mi? İnsan neden, nasıl
ve kimlere iletir? İı1san neleri iletebi l ir? İnsanın i letişim, bilgi,
kültür, uygarlık ve bunların öğeleri ile arasındaki i l işkisi nedir?
İ letişim nedir? İ letişim eyleminin unsurları ve metotları nelerdir?
İletişimi önemli ve zorunlu kılan öğeler nelerdir? İ letişimde dil' in
önemi ve işlevi nedir? İ letişimin fayda ve zararları nedir? İ leti-
şime bağlı olarak insan ve toplum tiplemeleri yapılabilir mi? i leti-
•
varl ık kim? İnsan gerçekten iletişimde olan biri mi? İnsan her şeyi
lıer varlığa iletebilir mi? İnsan neden, 11asıl ve kimlere iletir? İn-
san neleri i letebi lir? insanın iletişim, bilgi, kültür, Ltygarlık ve
•
bun ların öğeleri ile olan ilişkisi nedir?'' insan yapısının fizyoloj ik
•
.3 8
loj ik yapısına indirgenemeyecek hiç bir fonksiyonu veya fonksi
yonları yoktur. Örneğin ne zaman ki, nöroloj ideki çalışmalar daha
da ilerler, o zaman biz de beyinin düşünceye, zihne, zeka'ya ve
şuura il işkin fonksiyonel durumlarını daha da iyi gözleyip açıkla
yacak durumda oluruz. Dolayısıyla bu tür açıklamalar sadece
bilgi eksikliğinden kaynaklanmaktadır.
Ayrıca, hayvan davranışlarını algılama ve anlama metodunu
rehber edinerek insan ın davranışlarını esas olan duygu, düşünce,
duyum, dürtü ve motivasyonları ne kadar laboratuar ortam ına so
kar, gözlem ve deney kalıplarına uyarlayarak inceler ve niceliksel
değerlere ulaşıp kanunlaştırabilirsek, o zaman ancak metafiziksel
insan mitini bilimsel anlamda algılayıp anlatabiliriz. Bu anla
yış az çok Galileo ve Newton döneminde başlayıp ''modern bilim
ve metodoloj isi'' adını alan ve bilimsel araştırmada niçin sorusu
yerine (zorunlu olarak teleoloj ik açıklamayı beraberinde getirir)
nasıl sorusu (tespitçi ve tasvirleyici açıklamayı esas alır) konul
masıyla ortaya çıkmıştır. Adeta niçin sorusuyla uğraşmak metafi
ziğe karşılık gel ir olmuştur. Günümüzde de bazı bilim adamları
ve fi lozoflar arasında aşağı yukarı aynı anlayış geçerlidir.
Öte taraftan, bu soruları felsefi cephede nasıl ele alıp cevap
layabil iriz? Muhtemelen insan merkeze al ınmak üzere, insan ın,
varlığa (ontoloj i), bi lgiye veya bilinmeliğine (epistemoloj i), değe
re veya kendisinin bizatil1i değer (etik) ve güzele veya hoşa (este
tik) i lişkinliği bakımından en az iki açıdan cevap vermek müm
kündür. Biri11ci bakış açısı, insanın sırf mahiyetiyle ilgili olan
ontoloj ik alana karşılık gelir ki; burada insan bizatihi var olınası,
veya varlığa gelmesi, var olmasındaki yapısı ve tekamülü, kısaca
sı var olması bakımından değerlendirmeyi esas alır. Bu çerçeveyi
insanıı1 kendi üzerine yine kendisinin etkisi olmaksızın sadece bir
araştırma konusu olduğundan ve dal1a çok var oluşunun, orijininin
ve fizyoloj ik gelişiıniı1i hikaye edinildiğinden dolayı pasif veya
edilgen ala11 adlaı1dırılınası uyguı1 düşer.
Diğer taraftaı1, burada alaı1 ne şekilde adlandırılıp nitelendiri
lirse niteleı1sin, hikayeci yine insanın kendisi değil midir? diye
sorulabilir. Doğruduı·, hikaye konusu da hikaye eden de yine insa
nın kendisidir. Aına burada vurgtılanmak istenen, insana il işki11
her araştırınada iki boyuttın, hasta-hekim, tanık-hakim dualitesi-
39
nin olduğudur. İleride bu ilişki karşımıza bir problem ağı olarak
çıkacak ve üstesinden gelme çabasında olacağız.
İkinci yaklaşım ise, bu varlık alanında var olan insanın bi
rinci aşamada: yapısı ve bu yapı özellikleri esas alınarak; varlık
alanındaki fonksiyonel durumunu, ön plana çıkararak; insanı ge
nelde ve özelde zihni, fizyoloj ik ve ikisinin birleşiminin işlevleri
bakımından değerlendirerek; diğer varlık türlerinden ayrım ve
benzerli klerini ortaya koyarak; kimliklendirme düşüncesinden
kaynaklanır.
İnsanın bu iki aşamadan geçirilerek kimi iklendirilmesi,
kimlikle11diren kişinin felsefi yaklaşımına bağlı ve yukarıdaki dört
sahaya ilişkin olarak değerlendirilip şekillendirilmesinde farklı
renkler veya renk tonlarıyla çizilen farklı resimlere yol açabilir.
Bu farklı resimlerin çizilmesinin sebebi, insanın fizyoloj ik ve
zihinsel dual yapı özelliğinden kaynaklanır.
Düşünce tarihi insan sergisi, tek taraflı olarak insanın sadece
fizyoloj ik yapısını esas alarak, zihni alanını da bu yapıya irca ede
rek bu merkezde indirgemeci yaklaşımla insanı fonksiyonel özel
liklerini içeren farkl ı resimlerle doludur. Bir de diğer indirgemeci
lerin durumunda olduğu gibi, insanın dua) yapısındaki zihni veya
ruhsal yapı özell iğiı1i ortaya çıkarıp, fizyoloj ik özelliğini bu yapı
özelliğine indirgemektir. Dolayısıyla çizdikleri insan portreleri de
spiritualist veya maddeci indirgemecilik merkezl i olmuştur. Ka
naatimce, her iki indirgemeci ve parçacı felsefi yaklaşım da yanlış
ve en azından tek yanl ıdır.
Genel olarak yukarıdaki dört felsefi temel disipline ilişkin o
larak insan, felsefe tarihinde indirgemeci değerlendirmeler temelli
algılanmıştır. Oysa ki insa11 1ı1 bütünde portresi çizildiğinde tabi
olarak şu özellikler söz konusu edilir. Btı bağlamda insan: düşü
nen, duyumlayan, duygulayan, yaratan, kendini ve etrafını değiş
tirip düzenleyebilen, anlamlandıraı1, yorumlayıp, yargılayan, bilen
ve bildiğini aktarabi len, kendine özgü (nevi şal1sına münhasır) ve
özgür olan bir varlık türüdür. Günümüze kadar olan süreçte insa
nın genel hayat hikayesi söz konusu olduğunda insanın iki fonk
siyonel özelliği ön plana çıkarılarak bu genel insan l ık hikayesi
yazılmıştır.
Yukarıdaki çerçeveyi İzzetbegoviç şu şekilde ifade eder: ''İn
sanın ortaya çıkınasında iki zıt olguya ilk aletin insan tarafından
40
icadı ve yine insanın oluşturduğu ilk kült'e veya mit'e bağlı ola
rak iki zıt görüş birbiriyle çatışarak günümüze ulaşmıştır''
(İzzetbegoviç, 1 984). Kültür tarihi etütleri yaklaşımlarına bakıldı
ğında İzzetbegoviç' in tespiti doğruluk kazanır.
Çok çeşitli uygarlık veya kültür tanımı yapılmıştır. Örneğin:
''Uygarlık veya kültür; insanın kal ıtım yolu ile doğuştan berabe
rinde getirmeyip sonradan kendisine ve çevresine akıl, irade ve
fizyoloj i üçlü birleşiminin kullanımı sonucu ortaya koyduğu ürün
lerin bütünüdür. Eğer bu ürünler madde ciı1sinden ise maddi uy
garlık veya maddi kültür (en güzel örneği teknoloj i), eğer yine bu
ürünler manevi cinsten ise manevi uygarlık veya manevi kültür
adını alır." (Küyel, 1 978: 97- 1 8 1 )
Bu tanım dikkate alındığında İzzetbegoviç' in ilk alet' in icadı
ve kullanımı (maddi uygarlık öğelerinin oluşturulmasında tekno
loj ik tutkunun ilkel şekli) diye adlandırdığı süreç, insanın genelde
maddi (fizyoloj ik) dürtülerinin tatminini ön plana çıkaran, so
nuçta insanı kendi yaralısı olan eşyaya kulluğa kadar götürebilen
bir maddi uygarlığın hikayesidir.
Diğer tarafta ise, manevi uygarl ık veya kültür sürecinde in
san: ''Ne zaman ki, ilk defa, insan kendi yaratısı olarak kul landığı
taşa veya eşyaya bir ruh yükledi veya ruhların simgesi olarak
niteledi, o zaman insan gelişiminde veya evriminde bir devrim
meydana geldi'' (İzzetbegoviç, 1 984 ).
Başka bir ifadeyle, insanın manevi duygular ve duygusal yö
ı1ü yine insanın kend isi tarafından keşfedilmiş oldu. Aynı şekilde,
insanın yaratıcılığının estetik yönünün yine kendisi tarafından
keşfi, bu özelliğin kendi tarafından kul lanımı, geliştiri lmesi, ken
dini ta111ma, anlamland ırma ve tekamülü sürecinde adeta bir dev
rim etkisi yaratnııştır. Nitekim:
''Ne zaman ki, insan kum üstüne düşen gölgesini çizerek
çevreledi, o zaınan diğer canlıların (hayvanların) yapamayacağı
caııl ıların evriminde devrim demek olan sadece kendine özgü bir
şeyi, yaıı i resmi yapınış olmakla zamanlar ve mekanlar üstü olan
bu özelliğiyle diğerlerinden şüphesiz kesin farkını ortaya koymuş
oldu." (Izzetbegoviç, 1 984).
•
41
bu yönde süregel mekte olan tarihle hikaye edilip popularize edile
bilir. Ancak, insanın ortaya çıkışının zihni veya ruhsal (aşkın)
yönü bu tür biyoloj ik canlı ların tekamülünden çıkarılıp analoj i
yapılarak açıklanamaz. Açıklanırsa da, insanı öte alan ile
ilişkilendiren aşkın yönü göz ardı edilmiş olduğundan, eksik kalıp
bizi ciddi yanlışlara sürükleyecektir.
Nitekim insan, dinlerin de ifade ettiği gibi, öteki dünyadan,
gökten gelmedir yani göklüdür. Mit ve araç insanın iki doğasını
ve dolayısıyla iki türlü tarihini temsil eder. Bu iki tarih bir birine
asla indirgenemez diye iddia edilebilir. Değişik gerekçeler bu
iddia için ileri sürülebilir. Bu gerekçelerden birini şöylece ifade
edebiliriz. Bunlar birbirlerine irca edilemez, çünkü:
''Biri insanın dramı, gökte ortaya çıkan başlangıç, özgünlük
ve özgürlük ki, tarihin ve tarihinin ahlaki boyutunun teminatı olan
son yargı günü ile biten bir sonun başlangıcı. Diğer tarih ise, insa
nın alet yapma ve kullanma özelliğine, nesnel dünyaya karşılık
gelen, eşya veya alet tarihidir. Başka bir ifadeyle insanın dünyalı
yönü aletle simgeleştirilebilir. Kült veya mit yönü ise bu alet uy
garlığında kendiı1i yabaııcı laştırıp kaybolurken, orij inini arama ve
hatırlaına boyutudur."(Izzetbegoviç, l 984).
•
42
olarak insanın özgün yapısı ve fonksiyonel potansiyelinin değer
lendiri lmesi gerekmektedir. Biz araştırma konumuzun ortaya
konması sürecinde bu iki yaklaşımı ayrı ayrı detaylarıyla incele
yip değerlendirdikten sonra sonuçları bakımından karşılaştıraca
ğız. İnanıyorum k i : insan parçalarına indirgenemeyecek bir bütün;
veya yetkin, etkin, yaratman, kendine dönebilen ve dışa açılabi
len, aşkın bir bütüncül sistemdir. Dolayısıyla, insan bu bağlamda
ele alındığında, ancak, sağduyu felsefe merkezli, tümcü bir yakla
şımla anlaşılır, analiz edil ir, sorgulanır, anlamlandırılır, yargılanır,
yorumlanır, ve ortaya konulabilir.
İnsanın tanımı ve menşeine ilişkin çeşitli (indirgemeci ve
tümcü) yaklaşımları kısaca gözden geçirirken aynı zamanda iki
insan tipi veya başka bir ifadeyle, aynı insanın edi lgen pasif yönü
ve etken, yaratıcı yönlerine bağlı olarak:
1 . Yapısal yönü ve
2. Fonksiyonel durumunun tespitini yaptık.
İnsanın bu iki yönü, özgün, özgür, aşkın ve fonksiyonel özel
likleriı1in sergilenmesi en geniş eylem sahası olan, uygarl ık saha
sında ortaya çıkıp, anlam bulur. Bu anlamda her kim ki, yaratıcı
ve aktif insan tiplemesine dahildir: o, birey, toplum, ülke, uygar
lık veya kültür eylem sahasında ortaya koyduğu, katkıda bulun
duğu maddi ve manevi kültür öğeleri (dil, di11, ahlak, hukuk, bi
lim, sanat, teknoloj i vs.) ve ürünleriyle ikinci tiplemeyi oluşturan
bireylere, toplumlara ve ülkelere örnek, dikte etme, yönlendirme,
dağıtma keyfiyeti ve hakkını el inde bulundurmuş olur. Ayrıca bu
iki farklı yön, doğal olarak bireylerden toplumlara ve devletlere
yansır. İşte bu yüzdendir ki, kültür ve uygarlık ürünlerini oluş
turma ve öğeleri11i en iyi şekilde geliştirme ölçütüne bağlı olarak
bugün:
''Kültür ve uygarlık öğeleri, heın belli bir toplumun tarih i
çersindeki evreleri, hem de, zamandaş toplumlar göz önünde tutu
larak ke11di kendileriyle ve birbirleriyle yapı laı1 karşı laştırmalarla
değerlendirilerek nesnel değerlendirme yargı larına varılabilir; ve
yapı la11 değerlendiril melerde 'ileri-geri ', evrimlenmiş
evriınlenıneın iş, ilerlemiş- gerilemiş, ge lişmiş-gel işmemiş, yet
kin-i lkel gibi karşıt sözcükler, adı geçen öğeleri betimlemek için
ktıl laı1 ı labilirler."(Küyel, 1 978: 97- 1 8 1 ).
43
Burada sorun, insanın neliği ve me11şei konusunda olduğu gi
bi, uygarlık öğelerinin hangisinin veya I1angilerinin çıkış noktası
olarak alınacağı ve buna bağlı olarak bir adlandırma ve sınıf
lamanın yapılabileceğidir. Bu tanımlama süreci değerlendirme-
!erde bulunan kişilerin felsefi alanda temel dört varlık, bilgi, de-
-
44
B unlar:
1 . insan yaratısı olan ve fizyoloj isinin tatminini esas alan
•
45
1.4. Uygarlığın Menşei Problemi
46
medeniyet perestliğine, yine Orta Çağ Avrupası Skolastiği Hıristi
yan uygarlığı ve resmi kilise veya kilise merkezli resmi kurum ve
kuruluşlarındaki tedrisatını da, resmi teolojik ruhçu medeniyet
perestliğe örnek olarak, kimi zaman teorisyen kimi zaman pratis
yen durumunda olan şu isimleri sayabiliriz: Augustinus,
Anselmus, Roscelinus, Albertus Magnus, Aquinolu Thornas,
Duns Scotus, Ockhamlı William v.s. verebiliriz.
üte yandan diğer bir önemli nokta ise felsefe tarihindeki
••
47
alistleri grubu: Fichte, Scehe l ling, Hegel, Scheponhauer, Marx,
Althusser, Vienna çevresi, analitikçiler ve sembolik mantıkçılar,
neo-pozitivistler, Amerika'da pragmatistlerce ortaya konmuştur.
Bu bilim adamları ve filozoflar, şu veya bu şekilde indirge
meciliğin iki türünde de yer alıp kimi zaman teorisyen kimi za
man da pratisyen kimi durumlarında da ikisini birlikte icra etmiş
lerdir. Ayrıca bunlar ama direkt ama dolaylı mensubu oldukları
teolojik ve sekülar anlayış ve yorumlar çerçevesinde, resmi ve
sivil eğitim ve öğretim kurum ve kuruluşları şekillendirdiler. Batı
düşünce geleneğinde Kant, fenomenoloj i okulu, teist ve ateist
varolmakta oluşçuları ve özellikle sağduyu felsefesinin kurucusu
Reid'i, indirgemeci yaklaşım ve yorum geleneğinin kısmen d ışın
da tutulması mümkündür.
Sonuçta karşımıza çıkan: bir yanda eşya veya bilimperest
sekülar anlayış ve uygulaması öte yanda ciddi bir şekilde ihmal
edilmiş insan olma gerçeği ve sorumluluğunu yansıtan motifler
den oluşan bir resimdir. Modern dünyada resmi kurumsallaşmış
eğitim, çok rasyonel ve insanı kültür değerlerinden oldukça uzak
tır. Başka bir ifadeyle, oldukça teknik olmasına rağmen klasik ve
tarihsel kültür motiflerinden uzaktır. Bu gün rahatlıkla iddia edi
leb i l ir ki, bilgi i letileni olan bir öğrenci ilk öğretiminden bu yana
uygarlık adına çok şey öğrenmiştir. Fakat doğru, dürüst bir insan
olma hakkında kendisine bilgi i letenleri tarafından hiç bir şey
öğretilmemiştir.
İ lginçtir ki, teknoloj inin ortaya çıkardığı hayat anlayışı ve re
havetinden olsa gerek, maalesef her iki grupta böyle bir kaygıyı
taşımamıştır. Bu vahim ve endişelendirici durumun altında maddi
medeniyeti ön plana çıkarıp dünyalı motiflerin baskın olup, günü
müzde yürürlükte dominant bir şekilde mevcudiyetini sürdüren
Batı uygarlık veya bilim ideoloj isi yatar. Bu ideoloj iden yola çı
kan dünyanın gel işmiş ileri sanayi devleri insanlığı yok etme pa
hasına bilimsel ve her türlü teknoloj ik faaliyetlere akıl almaz tri l
yon dolarlar harcamışlardır. Ve harcamayı sürdürmektedirler de.
Fakat bütün bunlara rağmen bu ü lkeler, gerçek anlamda in
sana sırf insan olmaklığından hareketle yaklaşıp, değerlendiı 111 e
diklerinden, gerçek insan örgülü aydı n, kültürlü, barışçıl, hoşgö
rülü vesair deği ldirler. Örneğin geçmişte komünist blokta yer alan
ülkelerde komünist ideoloj i ve sistemi korumak doğrultusunda
48
doktirinel eğitim verilirdi. Aynı çerçeve kapitalizm merkezli ola
rak ve kapitalist sistemi idame ettiııııek yönünde kapitalist blokta
da geçerlidir. Her iki durumda da eğitim sistemi resmi ideoloj iyi
koruma ve kol lama insiyakine bağlı olarak hizmet verir.
Sonuç ise çok yıkıcı, hatta yok edici rekabet; çeşitli sahalarda
gel iştirilen aşırı zorlamal ı yapay dil ve kul lanımı; insana tepeden
bakan ve insanı cüce kılan büyük gök delenler; ve buna bağlı ola
rak özgün ve özgür olmayan modern köle, esir insanların ortaya
çıkarıldığı gerçeğidir.
Öte taraftan Doğu uygarlık çevresinde ise indirgemeciliğin
ruhçu kısmı baskın çıkmışsa da taklit dönemine kadar adı konul
mamakla birlikte denge ve düzen kavramı çerçevesinde tümcü
yaklaşım (holist approach) eksiğiyle fazlasıyla baskın çıkmıştır.
Doğu uygarlık tarihinden şu ana kavramlar ve filozoflar hatırla
nırsa tezimiz daha da iyi anlaşılmış olur.
Bunları: Hint'teki beş nesil filozoflarının ruh, nefis, düşünce,
devinim, maya, samsara, n irvana, tenasüh ve S iddhartha Gautama
Buddha, ve kaynak olduğu altı sistem, tatharta, sonuçta rya-rita
rota (doğru yol); Pers'te Ehrimen ve Hürmüz (iyi lik ve kötülük),
doğuş çarkı; Çin'de Konfüçyus, Lao Tzu, Mo Tzu, Lieh Tzu,
Yang Chu, Shang Yang, tao (doğru yol); Sümer' de nigsisa (doğru
yola çizgiye sevk etmek); Türkler'de Çular'da orduk (doğru yol
ve düzen); ve Mısır-Mezopotamyada adi (terazinin dengede olup
doğruca tutulması) olarak sıralayabiliriz. (Ware, l 982)
Diğer taraftan, İslam ' ın Arap yarımadasına gelmesiyle Doğu
coğrafyası ve uygarl ığında bilim ve uygarlık öğelerinin oluşturul
masında, analizinde, sorgulanması ve yorumunda tümcü (veya
bütüncü) yaklaşımın ilk ve sistematik örneğiyle karşılaşıyoruz .
Şöyle ki, Hıristiyan teolog ve bilim adamlarının Iznik konsülü
•
49
Bilim adamı iştihasına sah ip olan, bilimi madden ve manen
destekleyip bilimci bir anlayışı miras alan Halife Me'mun Dünya
ve Islam uygarlık çevrelerinde işlevi bakımından ilk olan ''Beyt-
•
50
''Onların her şeylerini tahrip ettik, felsefeleri, dinleri mah
voldu, artık hiç bir şeye inanmıyorlar, derin bir boşluğa düştüler.
Anarşi ve intihar için olgun bir hale geldiler . . . "(Said, 1 99 1 : 72).
;ı 1
hem kendisi bir uygarlık öğesi, hem de bir iletişim aracı olarak
etkinliği, önemi, gücü ve işlevi nedir?
Düşünce tarihinde kimi fi lozoflar ve teologlar tarafından
dil' in fonksiyonel gücü ve etkisi Tanrısal güce eş tutulmuştur.
Örneğin, tek Tanrılı dinlerde, kutsal kitapların Tanrı sözü ve bu
kitapların içeriklerini irticalen ileten elçilere peygamber denil
miştir. Örneğin Hıristiyanlıkta ve İslam' da İ letici Hz. İsa tanrının
kelimesi olarak adlandırılmıştır. Is lam' da ise Allah kavramları
•
52
Platonun yedinci mektuplarında ortaya çıkan şu ki; dil bir bilgi
vasıtasıdır, bilgi aracıdır, bilgi yükleti lidir. Dil bilginin bir baş
langıç noktasıdır." (Küyel, 1 978).
Böylece D i l ' in bir düşünce, bilgi aracı, taşıyıcısı olmasının
yanısıra bir de duyguları taşıması ve etkilemesi söz konusudur.
D i l bu tür fon ksiyonu, dilsel simgelerle yapar ve bu simgeler de
konuşulan dillere göre değişir. Dilsel bir simge söz konusu oldu
ğunda, simgede, neyin simgelendiği (bir nesnenin, bir olayın an
lamının dilsel ifadesi demek olan simgeden yola çıkılarak) bulu
nur. Simgen in anlamı, yine simgenin yapısıdır. Şöyle ki:
''Dilin tümü de bir parçası gibi anlam taşır. Dil denen bu an
lam taşıt aracına, hangi anlamların bindirilmiş olduğunu, onun
hangi göstergenlerle yükletilmiş bulunduğunu o dilin kullan ı ldığı
uygarlık ortamıyla, kültür çevresi belirler. Ayrıca, dile göstergen
yüklemeler tarihlendirilebilirler." (Küyel: 1 978).
Dilin kendisi bu durumda ise, simgelere dökülmüş an lam lar
taşıyan, i leti aracıdır. Böylece dil' in yapısından kaynaklanan ge
nel fonksiyonu da kültür ve uygarlık öğelerinin simgelere dökül
müş an lamlarını bir uygarlık çevresinden diğer uygarlık çevrele
rine hem özelde hem de genelde taşımasıdır.
üte taraftan d i l ' in bu aktif işlevinin yanısıra bir de edilgen
••
53
''Şu millet işte böyle düşünüyor böyle duyuyor dedirten şey-
dir. Dil, milletin 'dünya tablosunun biçimidir. Oyleyse uygarl ıkta
••
5. Yargılayan;
6. Benimseyen;
7. Uygulayan; ve
8. ileten insandır.
•
54
işletimi yoluyla olur. İletişim eyleminde de ana öğelerden biri hiç
şüphesiz dil' dir.
Etiği ve iletimi
55
Uygarlık ve kültür ürünlerinin baskın bir dil vasıtasıyla diğer
alıcı toplumlara belirli bir dil hümanizması (dil ideoloj isi) çerçe
vesindeki iletim söz konusu olduğunda, yoksa dünyayı yöneten ve
yönlendiren gelişmiş uygar ülkelerin uydu ülkelerde askeri, tek
nik, ekonomik, sosyal ve kültürel dayanışma, işbirliği ve transferi
adı altında kendi dillerinde eğitim yapan okullar açmasının ve her
yönden desteklemesinin altında yatan gerçek bu mudur? Başka
bir deyişle, dil etütleri temelli bir kültür ideoloj isi ve empozesi
yapılabilir mi? Yoksa Batı 'da tarihsel olarak sloganlaşan: ''bilime
sahip olan dünyaya sahip olup, ona hükmeder ve düzenler'' ifade
si uygarlık tarihinin işlevselliğinin en çarpıcı özeti değil midir?
Gerçekte bu tür tespiti ve sanırım kaygıyı Küyel 'de taşımak
tadır ki, bu tür ilişkiler ve iletişimin en çarpıcı örneğini şu may
mun benzetmesiyle dile getirir:
''Bir aç maymuna bir sandık, bir sopa transfer edilse', veri
l irse, aç maymun sandığa çıkıp o sopa ile muzu düşürebilir ve yer.
Ama, o maymun aç da olsa bir sandık, bir sopa yapmayı, muz ye
tiştirmeyi akıl edemez, beceremez, bunu dile getiremez, maymun,
transferler dünyasında, kendisi de bir sandık, bir sopa, bir de muz
vereni bekleyerek, maymun kalarak, günlerini doldurur. Ama
içine, ' ilerleme' kavramı sokulmuş olan evrim yasasının nasıl
olup da, bu maymunun tüylerini dökeceği, baş parmağını öteki
parmaklarının karşına getireceği, onu ne zaman 'transferler' evre
ninden kurtarıp 'evrimlenmişler' evrenine sokulacağı bilinemez.
Bir sorun daha var: Sandık ve sopa yapımcısı, muz ekim ve di
kimcisi ya artık bunları ' transfer' etmez olursa? Oysa, İnsan
maymundan farklıdır."(Küyel, l 978: 97- 1 8 1).
Bu bağlamda maymun durumunu bir gerçeklik olarak değer
lendirip, kabullenme dürüstlüğü ve cesaretini Güngör ( 1 990) Türk
düşün çevresinde Batı uygarlık ürünlerine alınıp alınmamasına
ilişkin soruya verdiği şu cevapla sergiler:
''Neyi alıp neyi atacağımıza karar verebilmek için, önce bu
konularda bizim irademizin ne kadar geçerl i olduğunu bilmemiz
gerekiyor. Hangi tip değişmeye ne ölçüde müdahale edebiliriz?
Bu soruya objektif cevap verebilirsek, en azından bir çok nokta
larda neticesiz gayretlerden ve boş ümitlerden kurtulmuş daha
gerçekçi işler yapmış oluruz. "(Güngör, 1 990: 7).
56
•• •
Olarak iletişim
57
. Bu konunun açılımını ileride teferruatıyla birlikte ele alıp ya
pacağız. Fakat, bu bölüm başlığı altında ben yukarıda ortaya koy
duğum tezin haklı gerekçelerine ilişkin Batı kendi kültürel diktası
ve hümanizmasını oluştururken yaptığı oryantalist (şarkiyat) etüt
lerinin, metodu, amac ı, motivasyonu ve doğurduğu doğal sonuç
lar açısından kısaca değinmek istiyorum. Said' in işaret ettiği gibi:
''Oryantalizm ciddi bir tahsil sahasıdır. H ı ristiyan Batıda,
Oryantal izmin (Şarkiyatçı l ığın) resmi varlığının, 1 3 12'de, Viyana
Kilise Konseyinin Paris, Oxford, Bolonya, Avinyon ve
Salamanka'da, Arapça, Yunanca, lbranice ve Süryanice hakkın-
•
daki bir dizi kürsü kurulmasına ilişkin kararı ile ortaya çıkmış
olduğu kabul edilir''(Said, 1 99 1 ).
Sonra bu hareketi Avrupa'nın çeşitli Kral iyet Akademilerinin
(İngil iz, Fransız, Alman vs.) kurulması izlenmiştir. Şarkiyat etüt
lerinin ana öğesi ve en güçlü kullanım silahı dil ve dilbilim (filo-
loji) olmuştur. Orneğin Renan, fi loloj i, doğal bil imler ve ara-
••
58
' d i lsel' kökleri, ırk, zihin, karakter ve mizaç 'köklerine' bağla
maya başlamaktadır . . . Bu suretle Şark ve farkl ıların tetkikinde
kıyaslamalı metot demek, Doğu ile Batı ırkları arasındaki (yaratı
lışça) eşitsizlik demektir."
Anlaşı lacağı üzere, bu tür bir yaklaşım ve indirgemeci meto
doloj inin doğal sonucu olarak karşımıza ideoloj i temelli çeşitli
insan tiplemeleri çıkmaktadır. Bu tiplemeler tarihi olgulardan ayrı
ve bağımsız olarak adeta aşırı bir soyutlama ile mitik ve mistik
öğelerle dışa vurulur. Araştırmanın nesnesi ve konusu olan Do
ğulu ve onun medeniyeti üstün, rasyonel, yaratıcı, yön lendirici,
yönetici ve aynı zamanda kendisi de bir insan olan bu araştırma
nın öznesi, yürütücüsü, bilen ve bilgilendiren sıfatıyla irrasyonel,
m itik ve mistik bir Doğu efsanesi oluşturur. Bu irrasyonel, mistik
mitte kimi zaman:
''Bir Çinli adam, bir Arap adam ( . . . bir Afrikalı adam) söz ko
nusu olur." Fakat, rasyonel, yaratgan, üretgen, b ilen, b ilgilendiren
ve istediğine istediği kadarıyla istediği şekilde dağıtan, ileten ger
çek ''Adam (işte o, yani ' normal ' adam) antik Grek çağından bu
yana yaşamakta olan Avrupalıdır."(Said, 1 99 1 )
Mukayeseli di ller ve edebiyatları uzman akademisyeni, ve
kendi ifadesiyle bir yanı doğulu bir yanı batıl ı olan bir kültür orta
mının ürünü, olan, Edward Said'e göre insan 1 8. yüzyıldan itiba
ren:
' ' 1 - Mal sahibi zümrenin (Marx ve Engels'ce ortaya konan)
hegemonyasının, 2- (Freud'un kapağını kaldırdığı) antroposant
rizm (insanı kainatın odağı kabul etme)in, 3-Beşeri bilimlerde
sosyal bilimlerde, bilhassa da Avrupalı olmayanların konu edil
diği dallardaki, 'öroposantrimin' yan yana yürüdüğünü hemen
görüyor.'' (Said, 1 9 9 1 )
.
59
oloj i hatta ekonomi Darwin' in bil i msel yolla ortaya koymaya
çalıştığı evrim olgusuyla sistematize edilmiştir. Özellikle 1 8. yüz
yılın sonlarından itibaren başlayan süreçte adı geçen bilgi disip
linleri bu sistematiği model olarak alıp varlığın özünde, düşün
cede, değerde evrim olgusunu aramışlardır.
Yukarıdaki serimin içeriğinden de anlaşılacağı üzere, doğ
ruyu-yanlışı, iyiyi-kötüyü, güzeli-çirkini, hoşu-hoş olmayanı,
adamlığı-adam olmamayı, adamlık ürünleri ve adamlık kimliğini
de ancak rasyonel, b i li msel, metodik, üretgen, mücadeleci, özgün,
özgür ve en önemlisi Batılı (beyaz) olan gerçek insan grubu tara
fından yapılmasıdır. Bu anlamda Batılı kültür çevresini oluşturup
bu kavramın içini anlamla doldurup kendi kültür çevresini dışın
dakilere istediği şekilde dağıtıp iletebilmektedir. Kendi kültür
çevresi dışındaki insanlar ancak bir denek gerektiğinde de kendi
kültür ve uygarlık öğelerinin ürünlerini sattığı bir ekonomik pa
zar; kendi narsist duygu, dürtü, motiv, düşüncelerini dışa vurarak
tatmininde yalıtkan bir ayna görevi gören bir canlı madde olan
Doğuludur, Doğu insanıdır.
Bu çerçevede, bilimde ve felsefede indirgemeci yaklaşım ve
metodu esas alındığında, insanın duygusal ve ruhsal yönünü fiz
yolojik yönüne indirgeyerek rasyonel bir kurguya mahkum edil
diği gözlemlenir. Bu bağlaında sözü geçen yaklaşımın ''niçin ''
soru kalıbını yasakladığı bunun yerine ''nasıl '' sorusunu esas ala
rak insanı laboratuar nesnesi göreı1 ve kullanan bir düşünme bi
çimi geliştirdiğini gözlemleriz. Batılı aydın ve hümanistleri, özel
likle Batılı olm;ıyan kültür çevresi insanları söz konusu oldu
ğunda, yer küreyi bir laboratuar ortamı, diğer insanları ise denek
grupları olarak düşünmektedir.
Bu düşünce biçimi Pavlov' un deneyinden esinlenmiş gibidir.
hatırlanacağı gibi Pavlov deneyi11de bir fareye içi boş çemberden
atlayınca bel li bir miktar (varsayalım 200 gram) peynir ile ödül
lendiriyordu. Farenin içi boş üçgenden atlamaması için onu çan
sesiyle uyarıp, korkutarak her hangi bir şey vermiyordu. Son aşa
mada ise bir çember içersinde daire gösterip farenin şok geçirerek
çatlayıp ölmesine neden oluyordu.
Bu örneğin uygulaması bugün için uluslararası ilişkilerde
merkez ülke-uydu devlet ilişkisinde aynı şekilde cereyan ettiği
gözlenmektedir. Örneğin merkez ülkenin dikte ettiği A davranış
60
kalıbına bir uydu devlet bağlı kaldığında 200 milyon dolar ile
ödüllendirilebilmektedir. Bu yardımı askeri, mali, sosyal veya
kültürel yardım adı altında almaktadır. Sözü geçen uydu devlet
varlığının gereği olup ta merkez ülkenin çıkarlarıyla çelişen, B
gibi bir davranış sergilediğinde sözü geçen ödülü alamamakla
tehdit edi lip çok kuvvetli bir şoka giııııesi sağlanarak yönetim ve
iktidar değişikliğine gitmek zorunda kalıyor ise; bundan daha
yetkin bir insan veya insanların davranışının prensiplere bağlan
ması ve deneysel yol la ifadesinden başka bir bilimsel metot ve
yaklaşım söz konusu olabilir mi?
Bu açıklamalı soruya Doğulu bir denek psikoloj isiyle muhte
melen ' Olamaz' diye cevap vereceklerden biri olan, aynı za
manda, oryantalist etütleri ve onun ideoloj ik etkisi altında kalmış
gözüken Sinanoğlu, her ne kadar Batı kültürüyle her açıdan yüz
yüze gelecek bir alternatif bütüncü ve geniş kapsamlı Doğu kültür
kuramının yokluğunu söz konusu etmekte haklı gözükse de bu
yokluğun nedenlerini tespitte kanaatımca yanlışlık yaparak ko-
11uyla ilgili olarak şunları yazar:
''Batılı olmayan evreni bir bütün olarak kavrayan bir kuram
bugüne kadar vücut bulmuş değildir; bunun en başta gelen nedeni
batı l ı olmayan evrenin, yaratılışının gereği olarak, sistemli bir
araştırmaya, ya11i bu evrenin özünü ortaya koyacak ve böylece
nedensel bağlantı larını ve ideal değerlerini saptayacak veya, baş
ka bir deyimle, bu evren hakkında tarihsel yargı lar verecek ve
onun felsefi kavramlarını bulup çıkaracak araştırmalara yaratı !ışı
gereği aykırı düşen bir nitelik taşımasıdır."(Sinanoğlu l 988: 1 7).
Sinanoğlu' nun bu tespitlerinin i lişkin düşüncemi, nedenle
riyle birlikte iletişim temelli yeni bir kuşatıcı, genel bir
hümanizma ınümkün müdür? sorusunun cevaplarını bu araştırma
ortaya koyacaktır. Burada bu laboratuar ortamına deney ve göz
lem, prensiplere sokulamayan ve bu tür güdük bir çaba ile anlaşı
lıp anlaınlandırılamayan bir ruh ve düşünce i le tarihte bağımsızlık
mücadelesi verın iş olan yüzlerce ülkeleri hatırlatarak yetinelim.
61
•
ikinci Bölüm
• ••
b-) i leti/Rapor/Mesaj ; ve
•
63
2-) Topluluklar ve toplumlar arasında cereyan eden çoğulcu
(katılımcı) iletişimler olarak söz konusu etmiştik.
Gerçekte tanım gereği ayrı mütalaa edilen bu iletişim derece
leri birbirinden bağımsız değil, aksine birbirlerini içeııııektedir.
Bütün bu noktalar dikkate alındığında özelde 'ileti bilgi ku
ramı 'nın oluşturulmasına, genelde de bu özeli de kapsamına alan
' iletişim bilgi kuramı ' nın oluşturulmasının zarureti ortaya çıkar.
Bu kuramı oluşturulması aynı zamanda ideal b i lgi toplumu
nun oluşumuna davetiye çıkaııııak demektir. Onun oluşum süreci
pek çok problemler yığınıyla uğraşmayı, boğuşmayı ve hesaplaş
mayı gerektirir. Bu durum özellikle felsefi analiz, farklı bakış
açıları ve metodik yaklaşımlar söz konusu olduğunda daha bir
kompleks yapı arz eder. Bu problemler ve bakış açıları aşağıda
belirtilen bilginin tabiatına i lişkin sorulara verilen cevaplar doğ
rultusunda şekillenip kendini ortaya çıkarır.
Eğer bilgi zihinsel bir eylem ise, eylem ve onu oluşturan öğe
leri nelerdir? Bilgi nedir? Ne (çeşit s.ey) bilinebilir? Bildiğimizi
(zannettiğimiz şeyi) nasıl biliyoruz? .B irine (iletene) inanmak ne
demektir? İnsanların zihin ve dış dü11yalarına dair yaptıkları
iddiaların anlamı veya doğruluk dereceleri nelerdir? Doğru yo
rumladığımızı ve bildiğimizi zannettiğimiz şeyler gerçekte nasıl
dırlar? Bunların genelde bilgi, özelde raporsa) bilgi ile ilgisi ne-
dir? Bilgi ve bi lgi kuramı nedir? iletse) (raporsal) bilgi ne demek-
•
64
11.2. Eylem
65
yeni, özne) gerektirir; ve bir fiile maruz kalan meful (üstüne
eylen ilen, nesne) failsiz olamaz. Günlük hayatta biz, insanın or
taya koyduğu eylemler ile insan dışı edimleri veya insanın maruz
kaldığı olayları bir birinden ayırırız. Bu ayrılığın felsefi analizi,
eylem kavramının sağlıklı bir şekilde ortaya konmasını sağlar.
Çünkü insanın eylemi zihnine binaendir yani birincileyin
zihni bir faal iyet sonra, irade i le bir eyleyen tarafından ortaya
konması söz konusudur. Bir failin bir fiili gerçekleştiııııesi için şu
ön şartları yerine getiı ıııesi gerekir. Bu şartları Thomas Reid
( 1 7 1O-1 796) şu şeki ide ortaya koyar:
1-) Yapılacak eylem veya bir fiil, bir şey'e ilişkin olmalıdır;
2-) Eyleyen yapılacak eylemin nesnesi hakkında bir kavrama
yani ön bilgiye ve tartıma sahip olmalıdır;
3-) Eyleyenin eylem nesnesini yönelik gerçekleştireceği eyle
min kendi gücü dahilinde olduğuna dair kesin bir inança sahip
olması gerekir; ve
4-) Eylemin eylemcinin kendisi tarafından akli bir şekilde se
çilip ve gerçekleştirilmesi yönünde ciddi bir gayret sarf etmesi
zorunludur.
Bu ön şartlardan sonra insanın eyleminin analizi bizi aşağı
daki beş ana unsuru içeren Rescher'in tablosuna ulaştırır. Rescher
tabloyu şu şekilde takdim eder.
• ••
pıldı?)
a-) Zaman: (Ne zaman eylem yapı ldı?)
b-) Mekan: (Nerede eylem yapıldı?)
c-) Ortam: (Hangi şartlar altında eylem yapıldı?)
5.) EYLEMİN RASYONEL (EREKSEL) BOYUTU: (N için
eylem yapıldı?)
a-) Nedensellik: (Neye sebep eylem yapıldı?)
66
b-) Amaçsallık: (Ne amaçla eylem yapıldı?)
c-) Niyet: (Hangi motivasyonla eylem ortaya kon
du?).(Rescher-1 970).
Burada hemen şu noktanın altını çizmekte yarar görüyorum.
Yukarıdaki eylemi oluşturan öğelerden birini veya birkaçını kal
kış noktası yapılarak: teleoloj ik, normatif, dramatürjik, karma
eylem modelleri örneklerinde olduğu gibi, çeşitli eylem
modellemeleri yapmak mümkündür. Biz ise bütüncü bir
perspektifde hareketle Rescher' ın bu genel eylem tablosunu özel
iletişim eylemine uyarlamasını aşağıda gösterildiği biçimde yapa
b i liriz.
1 .) iLETEN: Kim iletişimde bulundu?
•
bulunuldu?)
a-) Nedensellik: (Neye sebep iletişimde bulunuldu?)
b-) Amaçsallık: (Ne amaçla iletişimde bulunuldu?)
c-) N iyet: (Hangi motivasyonla i letişimde bulunuldu?) .
•
67
mas ı, yorum lanması kişi lerin farkl ı kavrayış ve bilgi kapasitele
rine bağlı olarak, kişiler tarafından farklıca rapor edilmesine se
bep olabil ir.
Ayrıca bu çerçevede nakledilen rapordaki farklı ve tek yanlı
bilinçli yoruma il işkin olarak raporsa! bilgi kuramında ahlaki bo-
yutta söz konusu edilebilir. insan eylemlerine ilişkin tarihsel tas-
•
68
problematik durumlara ve buna bağlı olarak ciddi kal ıcı tartışma
lara sebep olabi lir (Dani, 1988: 3 1 5-3 16).
Fakat bu farkl ı problematik durumlar veya faktörler iletilen
ler tarafından i letinin edilen eylemlerin anlaşılmasında niyetsel
veya amaçsal bir algılama çabası olmaksızın farkına varıl ıp idrak
edilemez. İ letilen bunları kendi amacı ve niyeti doğrultusunda her
ne kadar böyle olduğunu açıkça ortaya koymasa veya kimi du
rumlarda koyamasa da, zihinsel ve psikoloj ik vicdan seviyele
rinde sağduyusunu ön plana ç ıkardığında algılar. Aynı durum
tabii olarak i leten için de söylenebilir. i letinin yorumu ayı1ı za-
•
incelenmesi yapıldığında açık bir şekilde göri.i lür ki, insan kültür
69
ve uygarlık ürünlerinin ortaya konması ve özellikle nesiller bo
yunca kuşaktan kuşağa aktarılması dil ve kitle iletişim araçları
yoluyla gerçekleşir. Bu aktarımın veya iletimin sistematik ifadesi
de bizi genelde genel bilgi kuramına, özelde de rapor (ileti) bi lgi
kuramına ulaştırır. İletişim bilgi kuramı, iki felsefi alanın birl ik
teliği üzerine inşa edilir. Bunlar:
a-) Bilginin yalın ve kompleks; ve
b-) Dilin yal ın ve kompleks doğalarıdır.
Bu birliktelik A gibi bir bilginin doğası (bir şey' e dair ortaya
konup, ileri sürülen önermenin yargılandıktan sonra inanılarak
yürürlüğe koyma -''kısaca yargılanmış inanç/justified belief') ve
dilin doğasına (bilim önermesinin -hangi bilim ve bilgi disiplinine
i l işkin olursa olsun, ifadesinin, raporunun, i letinin ve iletim ara
cına) ilişkindir. Bu ikisi birbirlerini zorunlu olarak gerektirir.
Birinci Bölümümüzde de değindiğimiz gibi, bilgi ancak ve
ancak sözel ya da yazısal dilin kullanımıyla dağıtılır, ileti l ir. Han
gi bilgi kuramı olursa olsun bilginin inşasında, i letiminde (veya
iletim surecinde), i leten, iletilen ve nakledilen şey (ileti) arasında
zorunlu bir bilgi bağı vardır ki, bu bilgi i letimi bağına binaen
iletilen, iletinin içeriğinin doğruluğuna inanıp bilmiş olur. Bu
i11anma ve bi lme de ancak dil vasıtasıyla olur.
Genelde iletsel (rapor) bi lgi kuramı söz konusu olduğunda:
a-) İndirgemeci yaklaşımın uygulanması sonucu ortaya konan
yargılamacı (bilginin yargılanmış veya sorgulanmış bir inanç ola
rak değerlendirilmesi) bilgi teorisi; ve
b-) Tümeli yaklaşıının uygulanması sonucu güvenilir veya
daya11abilinir (inançın güvenilir ve dayanılır bir bilgi olarak de
ğerlendirilmesi) bilgi teorisi olarak karşımıza çıkar. Bunlar birbi
rine rakip genel bilgi kavı·amları olarak takdim edilebilir.(Fricker,
1 987)
Bunların açılım1111 ileride yapacağız. Fakat iletişim eyleminin
kaçını lmaz ve göz ardı edilemez ana vasıta unsurlarından biri olan
dilin öneın i ve fonksiyonunu, ayrıca sağduyu tümcü iletişim bilgi
kuramımızı11 oluşumunda temel faktörlerden biri olmasından do
layı, ona dair öncel ikle bir kaç tespit yapmakta yarar görüyorum.
7()
11.4. Dil
71
bile, anlam değiştirilemez; bu durumda anlamsızlık, anlamama
söz konusu olur (Küyel, 1978: 97- 1 84).
Kitle iletişim araçları, medya, lobi ve propaganda konularını
içeren i leri ki bölümlerimizde de (özellikle Vll. ve Vl-
11.Bölümlerde) göreceğimiz üzere, bu konular esas alındığında
iletilen deneysel psikoloj ide olduğu gibi bir denek olarak değer
lendirilmekte, ve deneysel psikolojinin terminolojisiyle bu ortam
da denek olarak görülen, i letilen ' mesaj' (i letiyi) alamamaktadır.
Sonuçta:
''Denekle veya iletilenle ileti arasında iletişim kesilmiştir. Bu
iletişim kesintisi belirli amaç ve yararlar için birileri tarafından
bilinçli, planlı ve programlı yapılabilir. Dilin anlam taşıma görevi,
diller değiştiği halde dilin değişmediği olgusu, insan için anlam
iletişim imkanlarının değişmezliği eskiden de bilinen şeylerdi.
Kültürleri ayakta tutan ana unsurlarından biri de dilin bu fonksi
yonu olsa gerek''( Küyel, 1978: 97- 1 84 ).
Her di lde dış dünya nesnelerine verilen isimler, belirli bir ya
pı sistematiğinde çeşitli fonksiyonlara sahip özneler (etkin), nes-
11eler (edi lgen), sıfatlar, zarflar, bağlaçlar, yüklemler bulu11-
maktadır. Kültür ve uygarlık seviyesi ve içeriği bakımından birbi
rinden farklı ıni l letlerin iletişim dillerinde bu tür köklü benzeş
meleri11 olınası, temelde zihin özell ikleri11in evrensel, genel, geçer
tezi11i doğru lar görünmektedir. Farklı sesler, yapısal kurallar ve
anlam sın ıfları kullanmalarına rağmen, dillerin birinde ifade edi
le11 düşünce, adeta 'akıldan akıla yol vardır' deyişini doğrula
maktadır.
İ letişim olgusunda konu i leten ve iletilen bakıınından değer�
lend irildiğinde, zihin işleyişinin önemi yine kendini ortaya koy
ınaktadır. Örneğin, kulağa gelen sözel bir iletiyi, tesadüfi olarak
bir araya getirilmiş bir sesler yığını olarak değil de, a11lamlı bir
ileti olarak yorumlayabil mek için i leri derecede sistematik bir
şekilde gelişmiş sembolik yetenek bütünleriı1e ihtiyaç duyulur.
Sözel iletiyi alan iletilen ayn ı zama11da hem sesleri
gruplandırınak, 11em yapısal kural lara göre iletiyi kontrol etmek,
hem de sözcüklerin nelere işaret ettiğini veya karşılık geldiğini
bulmak zorundadır.
Doğal olarak bu demek değildir ki, ileten de bir dil bilimci
gibi davranıp gramer analizi ve değerlendirınesi yapmalıdır. Çün-
72
kü, insan bir makina olmadığı gibi, d i l ' in de bir psikolojik boyutu
vardır. Bu da bize, iletilen sözel iletiyi aldığında sadece sesler ve
yapısal kurallar düzeyinde kalmayıp, iletide söz konusu edi len
nesne ve ilişkiler hakkındaki bütün bilgileri kullandığını göster
mektedir. Bu da ancak zihnin, algılama, duyumlama, hatırlanıa,
karşılaştırma, yargılama vs. gibi fonksiyonlarının işletilmesiyle
olur (Şahin, 1 978: 1 83 - 1 85).
Öyleyse, iletişimde bulunan ileticinin sözel bir iletiyi kurması
olayı sadece dil grameri hakkındaki bilgisiyle açıklanamaz. ileti-
•
73
dilin tespit etmiş olduğu anlamda bir değişme olmaz. Anlam artık
değişmenin etki alanının dışına çıkmıştır, belirlenmiştir. Bu aşa
madan sonra dil değiştirilmek istense de değiştirilemez'' (Küyel ,
1 978: 97- 1 98).
Bütün bu tespitler d i l ' i n i letsel bi lgi ve i letişim bilgi kuramı
bakımından, hem özelde hem de genelde, inkar edilemez rolünü
ve önemini ortaya koymaktadır. Bu dinamizmin teorik işleyişini
(III . iV., V., VI., VIT., VIIl. ve IX. Bölümlerde) ve uygulamadaki
işleyişini (X., XI., XII., XIII., XIV. ve XV. Bölümlerde) genişçe
analiz edip, sorgulayıp, yorumlayacağız.
• ••
74
gözlem veya tecrübeleriyle birlikte bunların akli muhakeme ve
mukayesesiyle bir çıkarıma ulaşması. Mackie bu indirgemeci
yaklaşımı otonom bilgi türünün bir parçası olarak mütalaa edip
deneyci gelenekten kaynaklandığını haklı olarak söyler.
İndirgemeci yaklaşımda, bilici veya dinleyicisi bireysel göz
lemin bilgi kuramsal önceliğini ve raporun güvenil irliğini birlikte
kabul eder. Ancak, rapora ilişkin güvenimiz veya dayanağımız
bizim inancımıza akli destek sağlıyorsa mümkündür. Çünkü ile
ride ilgili bölümde tartışıldığında görüleceği üzere, Hume ve
Clifford gibi filozoflar her birimizin şu veya bu şekilde raporun
veya i letinin genellikle doğru-kayıtcılığı olgusuna karşılık geldi
ğini gözlemleyerek kontrol ettiğimizi iddia ederler.
3 . ) Tümeli yaklaşım (holistic approach):
Bu yaklaşımın temsilcileri (Reid, Chisholm, Taylar, Lehrer,
Brody, Dogan, Coady vs.), indirgemecilerin raporun bize bilgi
verebileceği tezini kabul eder, ancak, öte yandan raporun dayanı
lırl ığı ve güvenilirliğinin başka temel bilgi kaynaklarına yönelik
delil türlerine indirgeyerek sorgulanıp yargılanabileceği tezini
şiddetle reddederler. İndirgemecilerin aksine, temelciler bizim
rapora ilişkin güven ve dayanağımızın kendisine duyulan inancın
yargılanmasında bir ana unsur olup, aynı statüde olan duyum,
algı, hafıza, bireysel deney, bireysel gözlem ve tasımla birlikte
mütalaa edilmelidir görüşünü savunurlar. Bilginin inşasındaki ana
temel unsurlarından biri de i letinin hem bir bilgi (iletse!) türü ve
hem de bir delil türü olarak kendisi olma durumudur (Coady,
1 992: 32-42).
Şimdi bu çok yönlü temel üzerine bütün bu yaklaşımları iki
ana (indirgemeci ve bütüncü) yaklaşıma indirgeyerek doğrudan
analiz ve sorgulama objeleri veya konuları olan raporsa! bilginin
öğelerini kısaca gözden geçirelim .
•
75
desiyle eylem ( insana i lişkin) iletinin nesnel boyutu (zihni, sözel,
dilsel, fiziksel veya bunlar111 çeşitl i şekillerde birleşmeleri ile or
taya konan fiil, hareket) ve kaynağıdır. Dolayısıyla i letilen tara
fından ne çeşit bir olgu, nesnel boyut, olayın ve olgunun kaynağı,
olayın ortaya konması, mekan ve zaman boyutu, gözleme ve öl
çüme uygun olup olamamasına yönelik sorgulanması gerek
mektedir.
Öncelikle i letse! bi lgide veya genel olarak iletişim eyleminde
i letinin fonksiyonel durumunun belirtilmesi gerekir ki, yukarıda
vurgulad ığımız ''ileten'', ''ileti'' ve ''iletilen'' arasındaki zorunlu
bağ anlaşılabilsin. İleti saf ve yalın felsefi anlamda yansıttığı ko
nuya i lişkin bir delil (bu delil bir olaya, eyleme ilişkin ve açıkla
tıcı bilgilendirici olmalıdır) özell iği arz eder. İletinin fonksiyonel
özellikl erini sıralayacak olursak:
a-) i leti bir delil türüdür;
•
76
bilinmesini sağlar ki, aksi takdirde o, şeyi ben bilemeyecektim.
Bu bir bilgi kaynağıdır." (Austin, 1 96 1 ).
Eğer, Austin'in bu genel formülünü yine yukarıdaki üç öğe
merkezli bilgi ve bilgi lendirme açısından özelde sözel ileti veya
konuşma eylemi (speech act) çerçevesinde ifade edecek olursak,
Coady hem fikir olduğum bu doğal ileti (testimony) eylemini
maddelere dökerek şu şekilde forınülüze eder:
Bir i letici (konuşmacı) bir durumu ve olayı içeren bir i letiyi
ancak ve ancak aşağıdaki şartların sağlanması şartıyla doğruca
bilen ve bilgilendiren olarak iletir:
1 -) İ leti bir şeye (olaya, duruma, eyleme) ilişkin olarak delil
durumunda ve bu amaçla iletildi ise;
2-) İleten ileti konusunda bir otorite, bilgi, kişisel saygınlık
ve güvenirlik özelliklerine sahip olarak bu eylemi i letinin doğru
l uğunu bilerek ve başkalarını da bilgilendirmek amacıyla gerçek
leştirirse; ve
3-) İ letenin iletisi problematik, tartışmalı ve müphem olan
bir duruma, konuya, olaya ve eyleıne il işkin olup veya olmaması
ve bu durum, konu, olay ve eylem hakkında del i l ihtiyacında olan
i leti lenlere yöneltilmiş ise ancak sağl ıklı iletişim gerçekleşebilir
(Coady, 1 992: 32-42).
Coady, Reid ' in zihnin sosyal fonksiyonları açıklamasındaıı
yola çıkarak, ''doğal iletinin bir delil kategorisi olması aynı söz
verme durumunda, söz'ün yerine getiri lme veya gerçekleştirme
kategori sine dahil olması gibidir'', lıakl ı hükmünü verir. Fakat ile
ten ikinci, üçiincü, dördüncü . . . el olabil ir. Araştırmamızın ilgili
uygulama alanlarında da göreceğimiz gibi, ileti illa özel bir ko
nuda, özel bir anlatıda belirli bir kitleye özgü bir durumda da ol
mayabi lir. Tıpkı, tarih iletsel bilgi disiplini göz önüne alındığında,
iletişimde döküman ileti formunda sunulmasında olduğu gibi.
Bu bağlamda, bir de durum bilgileri ve dondurulmuş ko
nuşma eylemi diye niteleyebi leceğimiz kurumsal iletiler, harita
lar, yol işaretleriyle karşı laşırız. Son olarak, dolaylı del i l in ileti
foı ıııunda sunulması söz konusu edebiliriz. Örneğin, biz doğdu
ğumuza inanıyoruz ama kendimiz bizzat bu olayı görüp algılama
dık. Fakat güvendiğim iz, inandığımız başkaları ve belgeler şüp
hede kalmamaksızın bunun böyle olduğu hususunda bizi ikna ve
77
tatmin eder. Sonuçta biz biliriz ki, bell i bir zaman ve mekanda
doğduk ve şimdi de yaşıyoruz.
Aynı anlayış tarihteki olay, durum, eylemler ve meşhur kişi
lerin varlığına da deli l olarak getirilebilir. İ leti ve rapor delil ola
rak ele alınıp yorumlanması farklı sal1alarda farkl ı şekilde di lsel
ve fonksiyonel anlamda kullanı labilinir. Dinlerde mucize ör
neğinde, matematik, geometri, soyut fizik, kimya ve biyoloji,
soyut edebiyat ve sanat olgusunda olduğu gibi. Araşt11111amızın
i leri ilgili bölümlerinde bu konu ve örneklerin detayıyla açıl ımını
yapacagız.
-
Kuramımız gereği her olay bir gözlemci her eylemde bir ey
leyen ve iletişimde bir ileten gerektirir. Burada baştan bir noktaya
açıklık getiı·ıııek durumundayız. Bir eylemci kendi eylemini baş
kalarına aracısız hikaye ettiği veya ilettiği gibi gözlemci (veya
i leten) durumunda olan ikincileyin, üçüncüleyin, dördüncüleyin . . .
vs. bir şahısta rapor edebil ir veya iletebil ir.
Her iki durumda da yapılacak şey raportörlerin (iletenlerin)
(Ri-asli eylemci raportör/Rii-ikincileyin raportör ve diğerleri):
eğitimli, eğitimsiz, samimi, samimiyetsiz, güvenilir veya güvenil
mezliği, inanılır veya inanı lmazl ığı, geçmişi, öznelci, nesnelci,
tecessüs ve araştıııııacı l ık, ilke sahibi olup olmaması, nevi şahsına
münhasırlığını, negatif veya pozitif boyutta olup olmaması, ya
lancı, çıkarcı, hayalci, yorumcu, ahlaki zayıflık, kişilik zafiyeti,
zihni zafiyet, disiplinli, ön yargılı, uzman olup olmadıklarını or
taya koymak durumunda olmalıdır.
Sonuçta, ideal bir iletilenden beklenilen ileteni ve ilettiği
raporu bütün bu yönleriyle analiz edip, sorgulayıp ondan sonra
•
78
11.5.3. İletilen
79
nışsızdır. Burada özellikle vurgulanmak ve gösterilmek istenen
iletse) bilginin ne tür bir delil olduğudur.
Öte yandan, yukarda idealize edilen iletilenin gerçekl iği mal
edilmesi için veya gerçekliğinden söz etmek için, tıpkı iletenin
sorgu lanması veya değerlendirilmesinde olduğu gibi, kendisinin
iletenle ayni dili (özellikle anlam dili), ayni bilgi ve anlayış sevi
yesinde iletişimde olup olamayacağının netleştirilmesi gerekir.
edi len bu üç felsefi yaklaşım ti.irü gündeme gel ir. Gerçekte Batı
felsefe geleneğinde bilgini11 doğasına ve belki de iletse) bilginin
doğası na dair tartışmalar ve yukarıdaki soruların bir kısmı Pla
ton' dan (Plato yargılanmış veya sorgulanmış doğru bir inancın
veya sanının bir bilgi olup olmadığını Theatetus ve Meno diya
loglarında tartışmıştır) bu yana çeşitli zaman birimlerinde gün
deme getirilmiştir.
Onsekizinci yüzyılda David Hume ve özellikle Thomas
Reid' in açtığı çığırın ekseı1inde döneı1 günümüzde de Anglo
Sakson ve Anglo-Amerikan Felsefe coğrafyasına İngiliz güdümlü
olarak tekrar yeni bir yorumla epistemoloj i sahasına Linguistik
veya Gündelik Dil Felsefeleri çerçevesinde sunulmuştur. Problem
şu şekilde ortaya konmuştur; Bir kişinin iletenin diğer bir kişiye
iletilene aktardığı, ilettiği ileti formunda ortaya koyduğu önerme-
80
nin (Rapor, mikro birimde öneı ıııe veya kaziye) doğruluğunun
teyidi veya bilinmesi iddiasının zorunlu ve yeter şartları nelerdir?
Soruya cevap olarak kimileri ''inanç'', kimileri ''doğruluk'',
kimileri de ''akli lik'' ölçütünü öne sürdüler. Günümüzde bu çaba
lar bizi iki durumla karşı karşıya getirdi:
1 .) Bilgi, inancın veya inanmaklığın bir parçası olarak değer
lendirilir oldu. Fakat Gettier' in ( 1963) makalesinden sonra alter
natif ölçütler arama yoluna gidildi.
2.) Hume ve Reid'den bu yana geçen süreçte bell i bir dönem
kesintiye uğrayıp ele alınmayan iletse( bilgi ve kuramı konusu,
Ingiliz Ada (Britanya) felsefe karakolunda tekrar gündeme gel-
•
miştir.
Şimdiye kadar ki, incelememizde de ortaya koyduğumuz gibi
bu durum tesadüfi değildir. Çünkü bu söz konusu edilen çabalar
bir şeyi ortaya koydu ki 'di l, i letse! bilgi ve genel bilgi' üçlüsü
arasında çok yakın hatta zorunlu bir ilişki var. Deni lebilir ki,
i letse! bilgiyi bir bilgi türü olduğunu yad ırgar veya inkar edersek,
bu bizim hemen hemen bütün bilgimizin inkarına özdeş olur.
Başka bir ifadeyle, bilginin transferi, iletimi söz konusu olmadığı
gibi, bilginin ve bilimi n kümülatif temelli ilerici yapısına da ters
düşer. Böylece ne bireysel ne de kolektif bilgi ve bilginin iletişimi
söz konusu olup, bir bilgi toplumu oluşturulabilinirdi.
Aı1laşılacağı üzere, bunu gerçekleştirmek için raporsa! bilgi
nin taril1sel gelişimini en azından bizi ilgilendiren tarih kesiti ve
filozoflar çerçevesinde ortaya koymak durumundayız. Bu tarihsel
kesitler 1 8. yüzyıl Avrupa ve Ada Ayd111lanınası ve temsi len iki
ana felsefi (indirgemeci deneyci Hume ve sağduyucu tümeli
Reid' i) şahsiyetin i letse( bilgi kuramlarını ve felsefi yaklaşımla
rını felsefi araştırma merceği altına alacağız. 111. Bölümde
Hume'un negatif ''indirgemeci yaklaşımı ve iletse! bilgi teorisi'';
iV. ve V. Bölümlerde ise Reid'in pozitif ''tümeli sağduyu yakla
şımı ve iletse! bilgi teorisi''ni; ve VI. Bölümde ise bu iki yaklaşım
ve teorilerin etkisinde kalan şimdideki yaklaşım ları ele alıp ince
leyeceğiz.
Sonuçta biz bu bölümde, araştırınamızın ana, ko11usu olan
iletişim eyleminin ve bunun sonucu elde edilen iletse) bilgi kura
m 111111 genel bilgi kuramındaki yeri, önemi ve fonksiyonunu ileti
şiın bilgi kuraınının ve mekanizmas ının üç ana öğesini teker, te-
81
ker ortaya koyarak ele aldık. Doğal olarak iletse) bilgi kuramında
dilin önemi ve fonksiyonu kaçınılmaz bir element olarak şüphesiz
açıkça ortadadır. Buraya kadar olan araştıııııa sürecinde bu üçlü
birleşimin analizi ve iletsel/testimonial bilgi türünün kuramsal
sistematik bütünlüğünde öğeleriyle birlikte incelenmesi ve vazge
çilmez öneminin ortaya konup iletişim epistemoloj isinin inşası
amaçlanmıştır. Bu inşaya dair olarak ta çeşitli felsefi (geleneksel,
indirgemeci ve tümeli) yaklaşımların olduğu tespitinde bulunduk.
Bundan sonraki 111. Bölümde bu yaklaşımlardan Hume'un indir
gemeci felsefi yaklaşım ve iletse) bilgi teorisini değerlendirip
sorgulayacağız.
82
••
Uçüncü Bölüm
18. Yüzyıl Ada Felsefesi Ve İletişim
••
83
Ayrıca Wootton, Nicoles ve Arnauld' ın ''The Arts of
Thinking - Düşünme Sanatı'' ad lı kitabının Locke ve Hume üze
rine etkisini gösteren bir kaç önemli noktanın serimini yapar.
Wootton ( 1 990) yukarıda belirttiğimiz birinci maddeye şu şe
kilde açıklama getirir:
''Mucize probleminin analizi, raporun inanırlığı probleminin
yeniden anal izinin gereğini ortaya koydu. Aynı amanda Mucize
probleminin analizi görünürdeki insan şehadetinin (tanıklığının)
mucizevi olayların dellilendirilmesindeki inanırlığı ve güvenirli
ğine rağmen, kalıtımsallaşmış bu tür olayların ihtimaliyat dahi
linde olmadığını ortaya çıkartı."(Wootton, 1 990: 1 96).
Wotton'a göre Wollaston ve Locke etkisi altında olan
Hume'un bilgi ve ileti/rapora ilişkin yapabileceği iki nokta var idi.
Birinci leyin, kozaliti anlayışına uygun olarak Wollaston'un birinci
savını [ki o, tabiat kanunlarına aykırı hiç bir şeyin olamayacağı
gerçeği önsel ve içsel akli tartım gereğidir. Fakat biz her özel olay
için bu genellemenin doğruluğundan emin olamayız, çünkü biz
tabiat kanunlarını doğru anladığımızdan emin değiliz. Bu sav
epistemoloj ik ihtimaliyatdan alınm ıştır.] ve aleatory
(kombinezonik ihtimal li değişim) ihtimaliyatdanda iki11ci savını
geliştirdi. Hume'un tabiat olayları arasında zorunlu bir bağın ol
maması düşüncesi onu epistemoloj ik ihtimal iyatı aletory
ihtimal iyatın bir branşı olarak mütalaa etmesine itmiştir. Sonuçta,
bu zorlama mucizelerin ihtimaliyetsizl iği söz konusu olduğunda
onun avantaj ına olmuştur.
Huıne aynı zamanda raporun güvenilirliği ve inanılırlığı gene
aleatory ihtimaliyat çerçevesinde düşü111nek durumunda kalmıştır
genel kanıdaki derecelenme yerine, böylece olayların (var
olmaklık) ihtimaliyatının aksine, yanlış rapor ve raporlamanın
mümkünlüğünün dengelenmesinde, Hume matematiksel akıl ile
karşı laştırıyor olacaktı. Burada deni lebi l ir ki, Craig'in raporu ma
tematiksel açıdan değerlendirmesi Hume için muhtemel bir model
teşkil etmiş olabilir (Wootton, 1 990: 1 96).
Hume bilgi, bilgi türlerini (ihtiınali, ideaları11 karşılaştırılması
ve olgular dünyasına i lişkin olan bilgiler), kendi de11eyci episte
moloj isini temele koyarak, bilginin delilendirmesini sebep-sonuç
(kozalite) ilişkisi çerçevesinde Treatise'de şu şekilde ifade eder:
84
''Fi lozofların bir kısmı insan aklını bilgi ve ihtimal iyat diye
ayırdılar ve birincisini ideaların karşı laştırılmasından ortaya çıkan
delil olarak tanımladılar ve bizim bütün iddialarımızı genel
ihtimaliyat kelimesi altında nedenlerden veya sonuçlardan çıkarıl
mış olarak toplamaya zorlandılar. . . Fakat şu kesin, ortak konuş
malarımızda tereddütsüz onaylarız ki, nedensel likten yola çıkan
çoğu iddialar ihtimaliyatı aşar, ve yetkin bir deli l türü olarak de
ğerlendirilebilir. Yarın güneşin doğması ihtimaliyattan başka bir
şey değildir veya bütün insanların zorunlu olarak ölmelerine dair
bu tür bir söylemde bulunan bir şahıs saçmalıyor şeklinde değer
lendirilir; şu kesin ki, bizim elimizde deney verilerinden başka
bizi bu olaylar hakkında emin kılacak bir şey yoktur. Bu nedenle
dir ki, keli melerin ortak olarak simgeledikleri anlamları korumak
ve farklı delil derecelerini belirtmek uygun olcaktır, örneğin: Bil
giden, ispatdan ve i htimaliyatlardan benim anladığım, ideaların
karşılaştırılmasından ortaya çıkan eminlik durumudur. İspatlardan
ise, belirsizlik ve şüpheden arınmış, ve sebep sonuç ilişkisinden
elde edi len iddialardır. Ihtimal iyat ise, hala bel irsizliğe sahip olan
•
85
1-) Hiristiyanlığa (Kutsal kitap, ve Hz. İsanın mucizelerine)
i lişkin ve geleneğe dayanan peygamberlerin bütün sözlerinin da
yanağı Havarilerin şehadet, rapor, iletilerine dayanır.
il-) Bu dayanılırlığının veya garantinin dayanılırlığı oı1lardan
(havarilerden) günümüze kadar gelirken daha doğrusu ileti lirken
derecesinin azalmış olması söz konusudur ki; bu durumda h iç bir
iletilen, kendi duyularına dayanıp güvendiği kadar birincileyin
veya sonunculeyin İ letenin (konuşmacının) şahidliğine veya i leti
sine dayanıp güvenemez.
111-) Öyleyse, sonuç olarak Hiristiyanlığın doğruluğuna dair
del i l lerimiz, duyularımızın doğruluğu hakkındaki delilerimizden
daha azdır ve daha zayıftır. Başka bir ifadeyle, zayıf bir del i l
(evidence) daha güçlüsünü yok kılamaz bundan dolayıdır ki; ger
çek mevcudiyet doktirini İncil 'de mümkün olduğunca
temellendirilmiş olsaydı bile bu temel lendirme ve onun onayı akıl
yürütme prensipleriyle çelişecekti.
iV-) Zayıf ve güçlü del il ayrımı ve bütün olgu sorunlarına i
lişkin akıl yürütmelerde Hume'un rehberi ve kriteri ''bireysel de
ney''dir. Bu (deney veya gözlem) kriter ayn ı zamanda raportörün
raporuna verdiğimiz güven ve dayanağının da gerekçesidir. Fakat
bu rehber kimi durumlarda beklediğimiz sonucu vermediği gibi
yanl ışa da sürekliyebilir. Çünkü (sebep sonuç i lişkisini kuramadı
ğıınız yerlerde) bazan sebep sonuç ilişkisinde bütün sonuçlar se
beplerini izlemeyebilirler.
V-) Bundan dolayıdır ki, olgu soru,nlarına i lişkin akıl yürüt
melerde delile yönelik kesinlik derecelerinde, en üst dereceden en
alta, ahlaka ilişkin delillere kadar pek çok sıralama söz konusu
dur. Böylece fonksiyon açısından iki türlü deney alanından ve
bunlara bağlı olarakta iki türlü ispatlama-del i l lemeyi söz konusu
edebi liriz.
a-) Yüksek kesinlik derecesine ve dolayısıyla kesin kanıtlama
86
b-) Düşük kesinlik derecesine veya ihtimaliyat görülebil in
eceği 'yanıltıcı veya zıt deneyler alanı' mevcuttur. Öyleyse bizim
genel bir prensibe ihtiyacımız olmalıdır.
VI-) Hume'a göre bütün bu durumlarda biz bütün zıt deneyle
rin bir oransal dengede tutmalıyız deli l in kesinlik derecesinden
mutlak emin olabilmek için büyük dereceden küçüğü çıkarıp ayır
malıyız.
Hume, bu prensiplerin uygulama alanı olarak indirgemeci i le
ti veya rapor teorisinin (reductionist theory of communication or
testimony) inşasını seçer. Ve insan i letisini veya şehadetini
''Enquiry''de şu şekilde tanıtır:
''Biz, seyircilerin ve şahidlerin raporlarından ve insan rapor
larından derlenenden insan hayatına daha, aşina, kul lanışlı, ve
hatta gerekli olan bir akıl yürütme türü olduğunu gözlemleriz.
Belki bu tür bir akıl yürütmenin sebep sonuç i lişkisi üzerine ku
rulduğunu inkar edebilir ... (Ama) bu tür bir tartışmada bizim ko
nuya ilişkin kesinliğimiz yeter derecede sağlayan gözlemlerimiz
den elde ettiğimiz prensipdir ki, (o da) bizim insan raporunun
doğruluğuna dair gözlemimiz ve şahidlerin raporuna ilişkin olay
ların umumi onayıdır'' ( Hume, 1 776).
Hume ''Treatise''de konuyu biraz daha değişik tarzda şöylece
ifade eder:
''Hemen inanmaklık veya ötekilerin raporlarına çok kolay
İNANMAK kadar insan doğasının zayıflığını gösteren daha başka
genel bir göstergen yoktur. Bu zaafiyet benzerl iğin etkisinden do
layı da tabii olarak söz konusu edilebi lir. Ne zaman ki, insan ra
poruna ilişkin bir olgu sorunuyla karş ılaşırız, (o zaman) neden
lerden sonuçlara ve sonuçlardan nedenlere yönelik yaptığımız
çıkarımlarda olduğu gibi yine aynı kökten aynı tarzda bizde bir
inanç uyanır. Bu insan doğasını yöneten prensiplerin biri olan
deneyimimizden başka bir şey değildir ki, o, bize insanın doğru
luğuna olan her güveni sağlar. Fakat deney bunun ve bütün öteki
yargılamaların doğru bir standardı olmasına rağmen, biz kendi
mizi ona göre nadiren tamamen düzenleriz'' (Hume, 1978: 1 2- 1 3).
Yukarıdaki alıntılardan iletiye veya bunların bilgisine i l işkin
dört ana madde ç ıkarabiliriz. Bunlar:
1 .) İletinin Hume açısından insan hayatındaki önem ve iş-
levi;
87
2.) insan i letinin/raporunun doğruluğuna il işkin bizim günlük
•
geregı; ve
- ·
88
durum, içerik) + i letilen mekanizmasıyla karşılaşırız. iletilen
•
89
nırsa kaynaklansın, (Mcintosh, Vendler, Quine-Ullian gibi) koza!
merkezli bilgi teorileri ortaya koymuşlardır. Şimdilerde Hume
merkezli düşünenlerin bu konuya i lişkin anlayışlarına ileriki bö
l ümlerimizde değineceğiz.
• •
90
neyin çıkacağı tahmin edilebilir, fakat yinede bu sadece tahmin
den öteye geçemez. Ve itiraf edi l melidir ki, elimizdeki donma
olayı analoj i kurallarına aykırı olarak ortaya çıkar ve akıl
l ı bir HİNTLİ'nin beklemeyeceği bir türdür. . . SUMATRA ' l ı lar
kendi iklimlerinde suyu her zaman akar durumda görmüşlerdir ve
onların ıı ıııaklarının donması olağanüstü olarak nitelendirilmeli
dir. Fakat onlar hiç bir zaman suyu kışın Moskof ülkelerinde
göt ıııemişlerdir. Bu yüzden orada sonucun ne olacağı konusunda
akla uygun olarak kesin bir şey söyleyemezler." (Hume, 1 957).
Hume'un Prens örneği kendi teorisi aleyhine rahatlıkla kulla
nılabilir. Bu kullanımın nasıl olabileceğini i letişim mekanizması
n ı n işleyişini gösteııııek açısından prens ve donma olayı merkezli
olarak bir kaç senaryo ile ele alalım. Varsayalım ki, ikili diyalog
ortamında prensin tanıdığı bir seyyah ona ''kuzey ülkelerinde
nehirlerin ve deniz sularının donduğunu'' söyledi. Bu iletişimde
prensin karşısında bir ileten (seyyah), bir ileti kısaca ''suyun
donması'' ve iletilen olarak kendisi.
Burada sorulması gereken soru şudur: Hume'un teorisi söz
konusu olduğunda böyle bir durum i le karşılaşan prensin ne yap-
ması gerektiğidir? i lk adım olarak yapacağı şey: iletilen olay veya
•
91
Eğer Hume, i letişim teorisi bundan oluşmuş ise sonuçta hiç
bir zaman gerçek anlamda iletişim ve buna bağlı olarak bilgi e
dinme ve edilinenin aktarımı, ne çekirdek iletişimde ne de çoğul
i letişimde söz konusu olabilecektir. Sonuçta da ne bilgi ne bilen,
ne bilinen, ne de bu bilgileri aktaran i leticiler olabilecektir. Her
şey bireyin kendi bireysel deney ve gözlemlerine indirgenmiş
olup bireye ilişkin bireyde bireyce olarak kalıp dışa iletilemiyecek
ve dışardan da alınamıyacaktır ki, buna Hume'un tekbenci
(solipsist) açmazı denir.
Senaryomuzda ki ikinci adımımız ise, Prens i letiyi reddedip
kabul etmeyebilir. Yine varsayalım ki, prens iletişim anında bu
adı geçen ülkelere sefere çıkmak üzere donanmasını hazırlan
makta ve bu ortamda i letici, i letiyi kendisine iletti. Ve ekledi as
lında i letilen şeyin doğruluğunu ispatlamak için donmuş su par
çası bir adet buz kal ıbı aldı fakat yolda eridi, su foııııuna, sonrada
buharlaştı yok oldu. Senaryomuzu, yakalanan bir kuzeyli seyyah
eklemesiyle genişletelim. Kuzeyli seyyah da i letenin raporunun
doğruluğunu onaylaması ve dolayısıyla kuzeye donanma götür
menin akı llıca olmayacağı gerçeğini eklemesi. Bu durumda Prens
şu üç öğeyle karşı karşıyadır:
1 .) Kendi halkından biri olan seyyahın i letisi;
2.) İ letenin ilettiğinin doğruluğunu onaylayan düşman ülke
lerden birinin seyyahı;
3 .) İ letilen olayın (iletinin) kendi bireysel deney ve gözlemle
rine aykırı alınası . Bu öğeleri prens birbiriyle çel işen durumlar
olarak değerlendirebilir.
I.) Seyyahı iletisinin doğruluğunu del i llemek için prensin tec
rübelerine aykırı olan ve bilmediği buz adı verilen bir şeyi ge
tirme gayreti ve bunun erimesi ve buharlaşması sonucu imkansız
l ığı, dolayısıyla; yok olanı var kılabilecek şekilde hayal perest ve
aşırı mubalağacı sonuç olarakta yanıltıcı olarak niteleyebilir.
II.) Seyyahı ise di.işman ülkelerdeı1 birine muhtemelen se
ferde uğrayacağı memleketlerden birine ait olamaklığından dolayı
bilinçli ve kasıtl ı olarak kendisini yalan söyleyerek yanılttığını
düşünerek 1. seyyahı iletisinin onayındaki ''dolaysıyla kuzeye
donanma ç ıkarmanın yaı1lış olacağını'' eklemesini yanıltma çaba
sına bir delil olarak düşünebilir.
92
En önemlisi bütün bu durumların kendi deney ve gözlemle
riyle çelişmesi gerçeğini temele koyarak, iletenin iletisini redde
debilir. Bu reddetmeyi Hume' un iletişim teorisi çerçevesinde
ifade edecek olursak: İ letilenin yapması gereken birbirini çelen bu
durumlar arasında geçmişteki kendi tecrübe ve gözlemlerini ha
kem olarak tayin ederek, benzer bir olayın olup olmadığını hafı
zasına müracaat yoluyla bulmaya çalışmaya karşılık gelecektir.
Eğer hafızasında böyle bir olaya dair deney, gözlem ve duyu
lar vasıtasıyla elde edilen bir zihinsel resim varsa, herl1angi bir
problem yoktur demektir. Fakat şayet yoksa, Hume'un bilgi teori
sinin olasılık ilkesi gereği, bu birbirlerini çelen durumlardan doğ
ruluğu en muhtemel olanı seçmektir. O da bizim senoryamızda
iletilenin bireysel tecrübelerinde iletiye yönelik bir durumun ol
madığı ve sonuçtada i letinin içeriği olan olayın gerçekte yer al
madığı ve varolan gerçek durumla da bağdaşmadığıdır.
Sonuçta, Prensin iletinin doğruluğuna inanması ve reddinin
gereği büyük bir ihtimalle kuzey cephesindeki muhtemel savaşı
kaybedeceği ortadadır. Fakat bizi birinci derecede ilgilendiren bu
inanmama ve reddetmesinin sonucunda bilgi cephesinde Prensin
durumunun ne olacağıdır. Cevap ise bilgi cephesinde de (iletse!
bilgi edinimi ve kullanımında) Hume 'un prensiniı1 savaşı şu
sebeblerden dolayı kaybedeceğidir.
Bir bilgi parçacığı içeren iletin iı1 yargılanınasında iletilen,
(Prens) kendi bireysel tecrübe ve gözlemlerini yegane hakem po
zisyonuna koyması ve diğerleriı1in tecrübe ve gözlemlerini
gözardı etmesi ve sonuçta da kendi bireysel sınırlı bilgi dünyasına
kapanıp kalmasıyla sonuçlanan bir bi lgi sınırlamasıyla karşılaşır.
Böylece kendini ve diğerleriı1i de yanıltmasına ilişkin olarak
Coady'nin tesbitini hatırlamanın yararlı olacağı kanaatindeyım.
Coady'e göre Hume ve onu takip eden indirgemecilerin bu soru
ları cevaplandırı lmasındaki hayati hataları, raporun ele alınıp
değerlendirilmesinde, raporun ontolojik ve epistemolojik duru
munu deney ve gözlem gibi kavramlarla açıklaınaya çalışmala
rındadır. Coady, Hume's rapora ilişkin teorisi iı1dirgemeci teori
olarak niteler. B u teorinin anahatları kısaca şu şekilde belirlenir.
a) l�ume raporu Tümevarımcı tasımın bir destek ve delil bi
ç i mi veya türü olarak mutala edi l ir.
93
b) Tümevarımcı tasım türü gözleme veya gözleme i l işkin so
nuçlara indirgenir ve aynı indirgemeye raporda tabii tutulur.
c) Tümevarımcı tasım (rapor) sebep-sonuç ilişkisine oturttu
rulur.
d) Bizler alışkanlığımızdan dolayı bir önsel görü ile rapor ve
gerçeklik arasında bir uygunluk tasdikleme olduğu kanaatini taşı
rız.
Hume'a göre biz rapora güveniriz çünkü bizim bireysel dene
yimiz onun güvenilir olduğunu gösterir ki, bu bireysel deneyim i
Coady bireysel gözlem olarak niteler ve bunun yanlış olacağını
söyler. Fakat, öte yandan şayet bu deneyden kasıt 'ortak tecrübe'
ise belki bu başkalarının müşahadeleri üzerine getirilen güven
şeklinde yorumlanabilir Coady bireysel gözlemle raporun çelişe
ceğini söyler ki Hume bu yanı lgıya düşer. Ve gerçekte bu iki göz
lem veya deney ( 1 . Bireysel gözlem, 2. Ortak tecrübe) türünü
fonksiyonel olarak birbirine karıştırır.
Sonuçta, Coady ( 1 973) haklı olarak, şu hükmü veririr:
''iletinin yargılama problemi sahte bir problemdir ve iletinin
deli liği ana ve asli olan delil kategorisi oluşturur. Tümden gelimci
çıkarım veya gözlem gibi öteki temel kategorilere indirgenemez
veya yargılanamaz'' (Coady, 1973: 149- 1 55).
c- a ve b maddelerinin içeriği gereği sonuçta gerçek bir an
lamda bilgi alış verişi, bilginin i letimi dolayısıyla bilgi toplumuda
söz konusu olamayacaktır. Çünkü bilgi edinmenin ve bilgi i letişi
minin temelinde bireysel tecrübe esas ise, doğal olarak sonuç da
bu yönde olacaktır. Fakat öte taraftan, eğer iletenin oteritesine
prens (bilgiden ve billerek konuştuğuna i l işkin) inanıp güvenirse,
ileticinin (seyyahın) i letisini aynı anlam dilinden konuşması şar
tıyla kabul edip, bilgi hanesine kayıt edebi l ir.
Böylece ileti len: ne diğerlerini yanı ltmış; ne Kuzey; ve ne de
bilgi cephelerinde kayıbı söz konusu olur. Hume' un prens örnek
lemesine i lişkin söz konusu ettiğimiz senaryolar bir sonucu daha
ortaya koyuyor ki, o da Hume'un hakem olarak tayin ettiği deney
ve gözlemde kendinin beli rttiği gibi hatadan ve kusurdan uzak bir
şey değildir. Eğer olgu sorunlarına i lişkin durumlarda deney ve
gözlem anahtar role sahiplerse deneyin bu olumsuz yönünü de
göz önüne alacak olursak ve buna bir de sebep sonuç ilişkisinin
bir alışkanlık genel lemesinden başka bir şey olmadığını da ekler-
94
sek, bu sahaya i lişkin hemen hemen bütün bilgi verilerimiz hata
dan belki de yanılgıdan ibaret olarak kalacak demektir.
Daha açık bir ifade ile doğa bilimlerine ilişkin bütün bilgi ve
rileri insanın zihni durumlarına indirgenmiş demektir. B ilgi birey
seldir, kişiye özeldir aynı bilgiye veya bilgilere sahip kişiler ol
madığı sürece (yani tek tip insanlar) i letimi yapılamaz dolayısıyla
bilgi toplumu da olamaz, oluşturulamaz .
••
95
takip eden indirgemecilerin ileti ve iletse! bilgi kuramına ilişkin
ciddi hataları iletinin ele alınıp değerlendirilmesinde, i letinin on
tolojik ve epistemoloj i k durumunu bireysel deney, gözlem olgu
ları ve kavramlarıyla nedensellik ilkesi çerçevesinde açıklamaya
çalışmalarından kaynaklanır. Hume'a göre bu ilişki şu şekilde
cereyan eder:
''Neden'den sonuca ilişkin bir çıkarsama yaptığımızda biz bu
nedenlerin varlığını ortaya koymak durumundayız. Ya bizim hali
hazırda bulunan hafızamızın veya duyularımızın algısı, veya öteki
nedenlerden çıkarılan bir çıkarım vasıtasıyla ne zaman ki biz bazı
gördüğümüz veya hatırladığımız nesnelere ulaşana kadar. Bu çı
karsamaları sonsuza kadar götürmek bizim için mümkün olmayan
bir şeydir, biz bu durumda ne zaınan ki hali 11azırda bulunan hafı
zamızın veya duyularımızın algısı eya izlenimlerine ulaşırız, o
zaman şüpheye ve araştırmaya lüzum kalmaksızın çıkarımlarımızı
durdururuz'' (Hume, 1 978).
Öte taraftan, Anscombe [ 1 98 1 ], 'Hıınıe and Julius Caesar',
ad lı makalesinde bizim düzlem im izde haklı gerekçelerle aşağı
daki eleştirileri Hume'a yöneltir. Oı1a göre Hume, sebeplerden
sonucu çıkarmıyor aksine sonuçlardan sebebi çıkarıyor. Şayet bu
nokta esas alınıp Hume'un yukarıdaki belirttiklerini tamir edilecek
olursa:
''Sonuçtan nedene ilişkin bir çıkarsama yaptığımızda biz bu
sonuçların varlığını ortaya koymak durumundayız, ya bizim hali
hazırda bulunan hafızamızın veya duyularıın ızın algısı, veya öteki
sonuçlardan çıkarılan bir çıkarım vasıtasıyla ne zaman ki biz bazı
gördüğümüz veya hatırladığımız 11esnelere ulaşabilene kadar. Bu
çıkarsamaları sonsuza kadar götürmek bizim için mümkün olma
yan bir şeydir, biz bu durumda ne zaman ki hali hazırda bulunan
hafızamızın veya duyularımızıı1 algısı veya izle11imlerine ulaşırız,
o zaman şüpheye ve araştırmaya lüzum kalınaksızın çıkarımları
mızı durdururuz. ''(Anscombe, 1 98 1 : 82-92).
Bi lindiği gibi, Hume içi11 ' sebep ve sonuç ilişkisi' bir köprü
ki, onu11 vasıtasıyla bizim şimdiki izlenimleriıniz veya hatıraları
mızı aşan maddelere ilişkin inaı1ca ulaşırız. Ayni zamanda sebep
ve sonuç simetriktir. Yukarıdaki Hume'un söylediğiı1e ilişkin
olarak 'Bu çıkarsamaları soı1suza kadar götürınek bizim için
96
mümkün olmayan bir şeydir' demek bu çıkarımlara temel teşkil
eden unsurları sonsuza kadar uzatamayız demektir.
Eğer uzatırsak bu inanç zincirleri bir öteki zincire, ondan di
ğerine, ta ki bir temel gerektirmeyen veya bir şeye dayanmayan
kaynak bir inanca veya güvence ulaşana kadar sıralanıp gidecek
tir. Fakat buradaki nokta, çıkarsamanın temel kaynak sebebe u laş
tıracak bir başlangıç noktasının olmaklığıdır. Yoksa Hume'un
iddia ettiği gibi (ne zaman ki hali hazırda bulunan hafızamızın
veya duyularımızın algısı veya izlenimlerine ulaşırız, o zaman
şüpl1eye ve araştırmaya lüzum kalmamaksızın çıkarımlarımızı
durdururuz.) değildir.
Böylece H ume'un konuya i lişkin söylediklerinden aşağıdaki
dört noktayı çıkarabiliriz. Bunlar:
1.) Raporun doğruluğuna veya yanlışlığına i l işkin inanç için
gerekl i olan nedenler zinciri kendisinden başka bir şeyin üzerine
inşa edilemeyeceğine inan ılan bir şeye ulaşıldığında durdurulma
l ıdır;
11.) Nihai ina11ç çıkarsanan veya derlenen inançtan oldukça
farklı karakterde olmalıdır. Yani, o öyle bir algısal bir inanç
olmalıdır ki, hal i l1azırda bulunan hafızamızın veya duyularıınızı11
algısı veya izle11iınleri11e üzerine veya varlığına i l işkin olsun;
111.) Bir önermeye p i l işkin inancın hemen veya aci l yargılan
ınası veya sorgu la11ması, şayet ina11ç algı değilse, başka bir inaı1ç
olacaktır q gibi, ve oradan da p' nin arkasından başka inançları y,
z gibi takip edecektir; ve sonuçta
IV.) Kayıt zincirindeki bağlara binaen yapılan çıkarsama va
sıtasıyla bize i letile11 bilgi parçacığına inanmış oluruz.
Hume bütün bunlara inanmal ıdır. Aksi takdirde yukarıda ifa
de ettiklerini savunamaz.
il. Bölümümüzde de belirttiğimiz gibi, tarihe veya tarihsel
olaylar içerikli tarihi ileti lere yönelik inanç genelde, geçmişte
meydana gelen olaylar ve onların icracı l arı hakkındaki geleneksel
sözel veya yazısal kayıtlar ve i leti lerin üzerine kurulur ve böylece
günümüze taşınmasıyla tarih sahasını oluşturur. B u inanç, spekü
latif çıkarımlar (ki onlar geleneksel sözel veya yazısal kayıtlar ve
i letiler zincirleri vasıtasıyla dünden bugüne kadar taşınır) yoluyla
tarihsel olaylar üzerine yapılan bir inanç değildir. En azından, pek
97
nadiren söz konusu edilebilir. Biz Caesar'ın var olduğunu ve kim
olduğunu eski tarihçiler ve kendi elyazılarından biliyoruz.
Fakat, antik tarihçi lerin doğru söylediklerini (veya yazdıkla
rından) ve Caesar'a ait olduğu söylenen eserlerin varlığını nereden
ve nasıl bilip, bunların doğruluğundan emin olabiliriz? Bunları
bize birileri (eğitim kurumlarında öğreticiler, kütüphanede kitap
lar vs.) söylediğinden veya illettiğinden biliyoruz. Peki onlar ne
reden ve nasıl biliyorlar? Çünkü, onlara da aynı yolla söylenip
i letildi. Sonuçta elimizde şu veya bu şekilde iletilenlerden başka
Caesar' a ait bilgimiz yoktur.
Peki, Caeser' in zamanına gitmek mümkün mü? Bugünkü tek
noloj i o zamanlarda olmadığı için malesef onu görsel sanal alana
taşımak mümkün değildir ama sanal spekülatif alana taşınabilir.
Bir anlamda teknoloj inin gündemde olmadığı dönemlere ait tarih
sel kişi, olay ve eyleınlere dair değerlendirmeler söz konusu oldu
ğunda bügünkü tarihçi lerin yaptığı da budur denilebilir. Öyleyse,
sonuçta bu bağlamda dünü bügüne taşımak olası değildir. i leri
•
98
2.) Ne yazık ki, hiç bir kimse geçmiş bir olayı, durumu ve ey
lemi günümüze geçmişte olduğu şekilde getiremez.
3.) 'Sebep-sonuç ilişkisi' rapor silsilesi de dahil olmak üzere
sonsuza kadar götürülemez
4.) B ireysel deney ve gözlem i le toplu, ortak deney ve göz
lemleri birbirinden açıkça ayıııııalıyız.
5 .) Anscombe' ında belirttiği gibi Hume 'sebep-sonuç' sırala
masını netleştirmel idir. Çünkü onlar birbiriyle oldukça simetrik
tir.
6.) Bütün bunları Hume'un bize yüklediği misyon ve sıfatla
yapmak için bize sonsuz bir hayat gerekir ki, bu da ancak
Hume'un inkar ettiği öteki dünyada söz konusu olabi lir.
Olgular sahasına ilişkin bilgi, alışkanlık temelli koza) bir i
nanç özelliği gösterir. Bu inancın yargılanmasındaki muhtemel
deli llerden biri de olayın türüne göre insanların şehadetidir.
Hume' un indirgemeci ve negatif bilgi kLıramı temelde olduğu
sürece doğal olarak raporsa! bilgi kuramı veya teorisi de pratikte
pek bir şey kazandırmadığı gibi teoride de bağlı olduğu genel
bilgi kuramının kaderini paylaşmak durumu11dadır.
Sonuç olarak belirtmemiz gereken şudLır ki, tarihe mal olınuş
şahıslar (Caesar, gibi) ve eylemleri kesin olgu larla ulaşılıp açıkla
nacak faraziye şahsiyetler veya eylemler deği ldir. Taril1sel şahsi
yetlerin varlıklarına ve eylemlerine ilişkin raporların iletiminde
(sözel, yazısal, yapıtsa) vs.) ve bu iletim sürecinde raporsa) bilgi
nin öğelerin in sistematik bütünlüğünde dereceler, aşanıalar ve
hatta kimi hatalar söz konusu olabildiği gibi bu aşamaların de
ğerlendiri l mesinde mitoloj ik veya uydurma figürlere rastlamak
mümkün olabilir. Bu olumsuzluklar, yanlışlar veya eksiklikler
doğrula111p tamir edilebilir.
Fakat her şeyi bütünüyle kılı kırk yararcasına sorgu kontro
lünden geçiremeyiz. Çünkü, Anscombe'ın hakl ı olarak dikkat
çektiği gibi btı tavırla genelde de olsa bir epistemoloj ik 11edenle
tarihsel bir figür ve eylemlerinden şüphe, otamatikmen diğer bü
tün tarihsel şahsiyetler ve eylemleri11den aynı şekilde şüphelen
meye neden olacaktır; ve böylece onların sorgulanıp kontrol e
dilmesi için hiç bir şey ve hiç bir dayanak, ölçüt kalmayacaktır
(Anscombe, 1 98 1 : 82-92).
99
Başka bir ifadeyle, ne Hume'un referans verdiği Caesar'ı var
olabilecekti, ne de biz bu araştırmada Hume'u varlık (filozof
olaması bakımından) sınıfında mütaala edip söylediklerini incele
meye tabii tutacaktık. Daha kötüsü bilginin iletimi, dolayısıyla
'bilgi toplumu' diye bir şey olmayacak bireyler kendi iç dünyala
rına hapis olup kalacaklardı.
Fakat, öte taraftan Hume'un şu veya bu şekilde raporla i lgi
lenmesi ve kendi genel bilgi teorisi çerçevesinde temellendiııııeye
çalışması Hume'un ama doğru ama yanlış ortaya koyduğu şeyle
rin inkarını ve göz ardı edi l mesini gerektirmez ki, bu tür bir yak
laşım felsefi bir tavırla da bağdaşmaz. Bu gün bu tesbitin doğru
luğundan olsa gerek ki; Hume'dan etkilenerek çağıınızın son çey
reğinde kimi filozoflar (Mcintosh, Vendler, Quine-Ullian, gibi)
koza) merkezl i bilgi teorileri ortaya koymuşlardır.
1 00
Dördüncü Bölüm
Reıd'in Sağduyu Felsefesinin Takdimi
101
Sağduyu felsefesi iç ve dış dinamikleri ve ilkeleri nelerdir? soru
lara cevap ve1111ekle başlayalım. Reid' in kurucusu olduğu sağ
duyu felsefesi (common sense philosophy) ve etkileri kendinden
hemen sonra, Reid' in memleketdaşı olan Şair Robert Burns,
James Tennant' a bir mektubunda şu şekilde ifade edi lir:
''Göz atman için sana iki keskin filozofu göndermekteyim.
Sempatik hissedişi ile Smith,
Ve sağduyuya müracaatı ile Reid,
Filozoflar kavga edip yırtındı lar,
Yunanca ve Latincenin posasını çıkardılar,
Ta ki, kendi imalları olan mantıkları yorulana
Ve bilimin derinliklerinde boğulana kadar
Şimdi onlar sağduyuya başvuruyorlar (yani)
Kadınların ve sokaktakilerin ne görüp ne hissettiklerine !''
(Lehrer, 1 989).
Öte taraftan, hep eleştiriye ve Reid' in kendisinin ve felsefesi
nin yan lış anlaşı lması konu ve yorumuna neden olan Reid felse
feye seslenişini de peşinen belirtmekte fayda var. Reid sağduyu
daı1 uzak olan felsefeye şöyle seslenir:
''Hayran duyulan felsefe ! ışığın kızı ! bilgi ve bilgeliğin ailes i !
şayet sen o isen, belli ki sen henüz insan zihni üzerine doğma
maktasın, bizi ışıklarınla kutsamadın da (ancak) onlar in
san yetenekleri üzerine yeter derecede görünen bir karanlık bı
raktı, ve daha mutlu ölümsüzlerin hoşlandığı güvenlik ve sukuneti
rahatsız etmeklik ki, onlar senin kutsal masana ulaşamadıkları
gibi senin etkini de hissetmedi ler! Fakat eğer, gerçekten, sen ya
ratm ış veya icad etmekte olduğun şu bulut ve fantomları uzaklaş
tırmak için güce sahip değilsen, kötü ışıkla!"ın ve bu cimriliğin ile
birlikte çekil ; Ben Felsefeyi beyhude görüp rehberliğini reddede
rim - bırakın benim ruhum sağduyu ile birl ikte olsun."(Lehrer,
1 989)
Asrımızın felsefe alanında ikinci yarısı hariç .<;ağduyu kavram
ve olgusu ve felsefesini söz konusu etmeklik, bön realistlik ve fel
sefeı1in ruhunu anlamamakl ıkla özdeş tutulmuştur. Hatta kaygan
zeıninde olınaklık ve entellektüel araştırıcı, soruşturucu kaygı ve
tavırdan uzak, bu sebeble de felsefi utanç ve alay konLısu olarak
görülüp değerlendirilmiştir.
1 02
Peşinen bu tür bir sağduyu yorumunu benimsemediğimi ve
yine yan l ış ve saptırılan entellektüalizm ve sağduyu adı na katıl
madığım gibi, bu araştırmanın içerik mantığı ve sistematiğinden
de anlaşılacağı üzere, sağduyu adına kınadığımı belirtmek isterim.
Fakat şu gerçegin de altını aynı ciddiyetle çizmek isterim ki, sağ
duyu yaklaşımı ve felsefesiyle uğraşanın her felsefi inceleme ve
sorgulama konusunda olduğu gibi, sağduyu kavram ve olgusunun
net bir şekilde sorgulamalı olarak ortaya konması ve bunun üstü
ne de ancak sağduyu felsefi sistematiğinin inşa edilebileceğini
idrak etmek zorunluluğu vardır.
Bu gerçeğin bize yansısı kendi araştıı ıııa çerçevemizde sağ
duyu kavram, olgusu ve felsefesini bizim anladığımız şekilde or
taya koyup diğer anlayış ve yorumlardan şayet ayrılıyorsa ayrı
tutmaktır. Sağduyu kavramının kullanım ve yorumunu en azından
üç grupta topluyabiliriz. Bunlar:
1 .) Sağduyu kavramının sıradan kullanım ve yorumu;
2.) Felsefi kullanımı; ve
3 .) Reid' in kendine özge kullanım ve yorumu. (Açıköz:
1 997) .
1 03
öbegi bizim üçlü sınıflamamıza alt yapı oluşturabilir. Bu anlam
lar:
l .) S ıradan anlayış ki bu olmadan insan ya akılsız ya da özür
lü olarak nitelendiril ir;
2.) Günlük sıradan işlerde kullanı lan pratik, ani hüküm verme
ve çozum gucu; ve
• • • • • • ••
1 l� 'I
IV.3. Filozofların Sağduyuya Yönelimleri
1 05
meci yaklaşımının şüpheci sonuçlarına cevap veııııiş ve tedavisi
yoluna gitıniştir. Reid' in eleştirisindeki ana figür Hume ve felse
fesidir.
Gerçek şu ki, Hume'un ''İnsan Doğası Üzerine Bir Deneme -
1 06
IV.5. Reid'in Sağduyu Felsefesi Dinamiklerinin
Eleştirel Serimi
1 07
il.) Reid haklı olarak sağduyu felsefesinin kurucusu ve sağ
duyu filozofu diye adlandırılır. Fakat bu adlandırıııa beraberinde
bi lgiyi ve bilme eylemindeki felsefi tavrı sıradan sokaktaki soru
sorma, yargılamadan uzak atıl bir insanın durumuna indirgemeye
yol açan Reid'e yönelik bir suçlamayı da beraberinde getirir. Bu
tavırda Dr. Johnson' un Berkeley'in idealizmine karşı çıkarken
taşı tekmele ilkel tavrıyla aynileştirilebilir. Fakat Reid' in sağdu
yuya yönel i m ve kullanımı tavrı kesinlikle Johnson' un tavrından
çok uzak ve beride olduğu gibi aynı zamanda felsefi yetkinlik ve
mükemmellik ihtiva eder.
Reid' in sağduyu felsefe sistematiğinin karekteristik özel
liklerini özelde şöylece maddeler halinde sıralayabiliriz.
.l ) Aktif bir Ben' in varlığı. Bütün düşünce faaliyeti pratik ve
teorik güce sahip aktif bir Ben' in zorunlu varl ığı üzerine konulur.
Bu varlık: aktif bir eyleyen, algı layan, hayal kuran, yargılayan,
hatırlayan, ileten ve i letilen bir Ben ' dir.
2.) Düşünme eylemi, zorunlu olarak bir düşünen öznenin
foı1ksiyonel varl ığını gerektirir. Aynı zama11da düşünmeklik bir
nesne veya konuya dair olmal ıdır. Reid, Husserl l ' iı1 ''şuuru11 yö
neli mi'' veya yönelim özelliğini başka bir ifadeyle, bir şey'e iliş
kinliği, dairliği veya hakkındalığını daha önceden ortaya koy
ınuştur. Reid'e göre, düşüncenin objesi veya 11esı1esi zil1i11sel ola
bil ir. Fakat çoğu zaman hayal kurma örneğinde görüleceği üzere
böyle değildir. Sonuçta, düşüncenin nesnesi kesinlikle bir i mge
(idea) değildir.
3.) Pratik zekamızı kul landığımızda farkına varırız ki, eylem
lerimiz üzerine nesnel yaptırımlar söz konusudur. Böyle bir yaptı
rımlar zinciri bizim eylemlerimizde özgürlüğümüzü11 varlığını
veya en azından varsayımsal seviyede zorunlu kı lar. Reid'e göre,
kişi, irade ve akıl ile donandırı lmış aktif bir karakter taşıyan eyle
yendir. O, bu yönüyle diğer canlı-cansız varlıklardan ayırılır. Bu
yüzden, kişinin eylemleri doğadaki olaylardan ve doğadaki diğer
varlıklarıı1 davranışlarından farklıdır. Çü11kü, i11sa11 eyleyendir,
ama onlar olaylar veya davrananlardır. Kişi özgiiı1ce ve özgürce
eyler. Fakat onlar kendi içleri11de iç faktörlere veya dışlarındaki
dış faktörlere bağlı olarak ortaya çıkartılan edilgen olaylar, edim
ler veya davra111şlardır (Açıköz, 1 997).
1 (18
Reid' in sağduyucu epistemoloj isini oluştuııııa sürecinde: il
kin bilgi kuramının lnquiry'de temelini atıp, Zihinsel Güçler adlı
eserlerinde genişlettiği . _ insanın yapısı veya oluşumu gereği do
ğuştan gelen zihin fonksiyonları, sağduyu ilkeleri üzerine bina
etmiştir. Aktif Güçler adlı kitabı ise bu epistemoloj inin insanın
hem kendi iç bütünlüğünde hem de dışa açılımında yine insanın
kendi özgün ve özgür eylemleriyle uygulamaya dökmesidir.
Lehrer terminoloj isiyle ifade edecek olursak, Zihinsel Güçler,
zihni bir içe-dönük sistem olarak değerlendirir. üte taraftan, Aktif
••
Güçler zihni dışa dönük veya dışa açılım sistemi olarak ele alır.
Bu tür bir sınıflama, ilk bakışta, sanki gerçek bir ayrım varmış
gibi bir kanaat oluştursa da, gerçekte böyle bir ayrım söz konusu
değildir. Aksine bu iki ayrı gibi gözüken değerlendirme birbirini
tamamlar ve tamamlaması da zorunludur. Eğer formülüze edecek
olursak, Tümcü sistem ve yaklaşımı = içedönük sistem + dışa
dönük sistem. Reid'e göre, eğer bir ahlaki özellik olan vicdan
geçekten varsa, bu otomatikmen ahlaki bilginin de varlığının ge
reğini ortaya koyar. Reid bu sistematik bütünlüğü genel bir ifa
deyle şu şeki lde belirtir:
''İnsan zihnin etkinl iklerinin Anlaına ve İrade olarak bölümü
çok eskidir, ve genelde çokca kabul görmektedir; i l ki bütün bizim
spekülatif, sonuncusu bütün bizim aktif güçlerimizi kapsar''(Reid,
1 969a: 7).
Bu yüzdendir ki:
''Bizim güçlerimizin doğru bilgisi, teorik veya pratik olsun,
şimdiye kadar bizde gerçek bir önem oluşturmuştur, onların or
taya konmasında bize onun yardım etmesinde olduğu gibi. Ve
gerçek insan farkında olmalıdır ki, adam akıl l ı eylemek, doğru
düşünmek veya yeterli tartmaktan daha çok değerlidir. Değerl i ve
övgüye layık her şey bizim gücümüzü doğru kullanımımıza da
yandırılmalıdır; kötü ve suçlanabilir her şey onun yanl ış kullanı
mına. . . B i lgi değerini bundan alır ki bizim gücümüzü genişletir ve
ona baş vurumuzda bizi yönlendirir'' (Reid, 1 969a: Deneme, 1, ı .
böl).
Kitabımızın başında belirttiğimiz gibi, Reid ' in sağduyu kav
ram ve olgusuna bir yaklaşım tarzı ve bir düşünce sistemi olarak
ele alınmalıdır. Reid ' in sağduyu bilgi kuramında, algı model iniıı
en öneml i faktörünü özne ve nesnenin yönetimsel bir ilişkide
1 09
bulunmasıdır. İlişkinin özne ve nesnenin fonksiyonel birlikteliği
ve ontoloj ik olarak bağımsızlığı esastır. Bu nedenle, tıpkı algı
modelinde olduğu gibi, bu özelliğin diğer zihinsel eylemlere bir
örnek oluştuı ıııaktadır.
Bu çerçeve esas alınarak, Reid epistemoloj isinde algının sta
tüsünü yönelimsel ilişkiyi akı lda tutarak maddi olandaki nesne ile
özne arasında zihinsel bir köprü olarak değerlendirelebilir. Bu
köprüyü bilginin elde edilmesi söz konusu olduğunda ancak zi
hinsel teorik ve pratik güçlere sahip, akıl ve irade ile
donandırılmış bu özelliklerinin içe-dönük sisteme ilişkindir. Öte
yandan, buna ilave olarak d ışa-dönük sistemde kullanmasıyla, ve
bu kullanım sonucuda kendi sosyal çevresine ve dış dünyaya bir
şeyler katıp uygarlık ürünlerini ortaya koyabilen bir özne tarafın
dan yap ı l ır.
Hume kendi felsefesindeki problemini veya çıkmazını şu şe
kilde ortaya koymuştu: Algılayan (zihin) ile algının sonucu olan
izlenimler veya idealar arasında gerçek bir ilgi kuramadığını, ve
sonuçta da bu ilginin kurulup kurulamıyacağından da emin olma
dığını ifade ederek tekbencil iğe kapı aralıyordu. Bu sorunlu aç
maz bir bakıma felsefi sistemini oluşturma da Reid'e hareket
noktasını göstermişti.
Reid işte bu problemi çözmek için sağduyu ile yola çıkıp, bu
çerçevede bilgi kuraınını oluşturdu. Reid yönelip kullandığı kay
naklardan biri de insanı 11 yapısıı1da bir potansiyel olarak varolan
sağduyu inanç ve ilkeleriydi. Bu ilke ve inançlar bütünü Hume'un
izlenimlerinden ve idealarıı1daı1 daha kapsaınl ı daha köklü ve en
önemlisi bunlara dayanarak Hume'un izlenim ve ideaları elde
edi lebilinirdi. Başka bir ifadeyle, temelde ve esasda olanlar bu
inaı1ç ve ilkelerdi. (Reid, l 969a: Deneme, 1, ı. böl).
Sağduyu inanç ve ilkelerinin genel geçerli l iği, sıradan insan
ların kabulünden kaynaklanan bir durum değil, her insanın doğa
sında olan ve bu doğanıı1 onların var! ığına ve doğruluğuna i lişkin
zorlaması ile ortaya çıkmış olınasındandır. Aynı zamanda ortala
ma bir anlayışa sahip olaı1 bütü11 iı1sa11ların da benimsemiş olduk
ları bir inanç ve ilkeler bütünüdür. Reid bütün bilimin ve akıl
yürütmenin temeli ve dayanağı olaı1 bu ina11ç ve ilkelere sağduyu
prensibleri adını verir.
1 10
Önceden de belirttiğimiz gibi, Reid'in sağduyu anlayışı ve
yorumu çok geniş kapsamlı ve felsefece tekniki özellik taşır. Ki
mi zaman Reid sağduyuyu bütün insanlara açık ve ortak olan bir
zihin gücü d iye takdim edip, bu güçle insan inançların kendi
l iğinden delilli olup olmadığına yönelik hükümlerin veri lmesinde
bir vasıta olduğunu söyler. Biz daha önce sağduyu teriminin kul
lanım ve yorumunu genelde, Reid' inkini de özelde incelediğimiz
için burada sadece yargılama sürecinde kimi zaman deli l kimi
zaman da sebep (ereksel) olarak fonksiyon gören sağduyu i lk
prensiblerinin statülerini inceleme altına alacağız.
Bu ikil i anlamda sağduyu, doğruyu belirlemede bir tarafta öl
çüt, diğer tarafta yeti olarak işlev görürken bir de karşımıza yargı
lama zemini olarak ortaya çıkar. Ben bu yönünün sağduyunun
aktif yönü olarak anlamanın uygun olacağı kanaatindeyim. Çün
kü, bu ölçütlüğün ve yetinin uygulanması için ortada olan bir
yargılama zemininin olması gerekir. Bu ilişkiyi açıklamak için
Reid' in kendi mahkeme benzetmesini esas alarak bir i teri adım
daha atalım.
Mahkemeyi sağduyu ilk prensiblerinden oluşturulmuş bir
sağduyu l1ukuku ve bu ilk ilkeler doğrultusunda eğitilip, öğretilen
hakimlerden oluşan bir sağduyu mahkemesi olarak nitelemek
gerekir. Sağduyu hukuku, yine kendi ilk prensiplerinden elde
edile11 sağduyu bilgisiyle özdeş kılınır. Bu şunu gösterir ki, her
hükmü11 doğruluk değeri doğuştan ortaya çıkan bu temel ilkelerin
varlığıı1ın isbatına bağlıdır (Reid, 1 969a: Deneme, v ı ı, ıı. böl)
Öte yandan Reid' in ileri sürdüğü bu ilkelerin evrensel, genel
ve geçerliliğine dair iddiasına karşı çıkılabil ir. Çünkü, bunları in
sanların bir kısmı benimserken diğer bir kısımı benimsemeyebil ir,
dolaysıyla izafi bir özellik taşıyabilirler. Reid 'in cevabı ise şu
anlayışa koşut ortaya konur: sağduyu birbiriyle iletişimde ve or
tak eylemlerde bulunan insanlar arasında paylaştıkları bir yargı
lama durumu ve derecesidir. Bu yüzden, sağduyu inanç ve ilkeleri
gün lük i11san eyleınleri11in yanısıra bilimsel araştırmanın teme li ve
en önemlisi genel ve özel bilgi edinmenin kaçını lmaz doğal bir
kaynağıdır. Bu eleştirel yaklaşım beraberinde şu sorularıda bir
likte getirir. Bu ilkelerin varlığını nasıl ortaya koyup ispatlayabili
riz? Bu ilkelerin yapı ve önemleri nelerdir? Bu i lkelere sahip mi
yiz? Eğer sahipsek, onlara uymak zorunda m ıyız?
111
Eğer Reid sağduyu felsefesi, bilgi kuramı ve özellikle iletse!
(iletişim) bilgi kuramını her yönüyle anlamak ve sorgulamak isti
yorsak, şu soruya verilecek cevaplar gerçekten önemlidir: Reid ' in
devamlı olarak baş vurduğu bu sağduyu i lk ilkelerinin doğası ve
varlık statüleri nelerdir? Oncelikle onun için sağduyu hükümleri
••
1 12
ili.) Bunların inkarının bir boyutta saçmalıga karşılık geldi
ğine ilişkin olan evrensel kanaat; ve
iV.) Bunları inkar edip ciddi bir şekilde şüphe duyanların
kendi günlük hayatlarındaki eylemlerde onları esas alıp bu yönde
hayatlarını devam ettiı ıııeleridir (Reid, 1 969a: Deneme, I, ı. böl).
Reid, sağduyu felsefesinin iç dinamikleri demek olan zihnin
i l k ilkelerini iki gruba böler. Bunlar:
a.) Olası doğruların ilk ilkeleri ve
b.) Zorunlu doğruların ilk ilkeleri şeklindedir.
Reid'e göre bunlar, karşıtları mümkün olmayan zorunlu ve
değişmez doğrulardır; veya d iğer bir grubu, başlangıca ve muh
temel bir sona sahip güç ve irade etkilerine bağlı olarak olumsal
ve değişebilen özelliktedirler. Gerçekte Reid, birinci grup i lkeleri
Hume'un şüpheci ve yıkıcı olan felsefesine alternatif olarak or
taya koymuştur. Hume zihin ile nesne arasındaki ilişki söz konusu
olduğunda bu i lişkiyi en iyimser yorumda yapısal alışkanlığa
indirgemektedir.
Bu alt yapı üzerine olumsal ilk ilkeleri sayacak olursak, bun-
lar:
1 .) Var olan her şeyin şuurundayım. Şuur sadece zihinsel ey
lemimizin kavramlarını değil varlığın bilgisi ve ani hüküm sağla
yan zihnin orj inal bir fonksiyonudur.
2.) Varl ığının ve fonksiyonunun şuurtında olduğumun düşün
cesi veya düşünmekliği bir düşünenin düşünmeleridir ki, o düşü
neni ben, kendim, benim zihnim ve kişi liğim olarak adlandırırım.
3.) Benim açık ve net olarak hatırladığım şeyler gerçekten ol
muş şeylerdir.
4.) Geçmişte en uç noktaya kadar hatırladıkları açık ve seçik
olarak götürülebilen bir varlığın devamlılıktaki kişisel kimliği
veya kendiliğini bulur.
5 .) Bizim duyularımız vasıtasıyla net bir şekilde algıladığı
mız dış dünyadaki algılananların algılandıkları şekildeki var ol
masıdır.
6.) İrademizin belirlemeleri ve eylemlerimizi ortaya koyarken
kullandığımızın gücün varlığı ortadadır.
7.) Doğruyu yanl ıştan ayırmak için kul landığımız doğal fonk
siyonların yanlış olamazlar.
1 13
8.) İletişim içerisinde olduğumuz insanlar hayat ve zekaya
sahiptirler.
9.) Kesin karakterdeki ses, vucud hareket, mimik ve jestleri
kişilerdeki belli düşüncelerin, fikir ve projelerin varlığına işaret
eder.
10.) Fikri konularda insan otoritesine ve aynı zamanda nesnel
olaylara ilişkin insanın raporuna i lgi veya saygının mevcudiyeti
dir.
1 1 .) Şartlara göre az veya çok kendiliğinden delilli muhtemel
insanın iradesine bağlı olan pek çok olayların olmasıdır.
1 2.) Doğa olguları söz konusu olduğuı1da, olgu, her ne şe
kilde veya durumda ise aynı ortamlar oluşturulduğunda yine aynı
şekil ve durumda olacaktır (Reid, 1 969a: Deneme, I, ı . böl).
Ş iındi ikinci grup ''zorunlu doğrularıı1 ilk ilkelerini'' ele ala
lım. Bunların doğruluk değerleri bakımından statüleri bizim doğal
yapımızdan veya oluşumumuzdan kaynaklanan kendiliğinden
del i l l i aksiyomların durumu gibidir. Fakat bu iki grupta da delil
kaynakları aynıdır. Reid bu aksiyomatik özellikteki ilkeleri gra
mere, mantıka, matematike, ahlaka ve metafizike il işkin olarak şu
şekilde serimini yapar:
1 .) Cüınledeki her sıfat, cümlede var olan ve
özelliklendiri lerek ifade edilen veya anlaşılan bir şeye ilişkindir
ki, her tam cümle bir yükleme veya fii-le sahip olmalıdır.
2.) Her önerıne ya doğru ya da yanlıştır.
3.) Hiç bir kimse gücü dahilinde olmayan şeye i lişkiı1 suçla11-
ınaı11alı ve sorumlu tutulmamalıdır; kendimize uygun görmediği
mizi başkasına da uygun göı ıııemeliyiz.
Metafiziksel ilk i lkeler ise şunlardır:
a-) Duyularımız yoluyla algıladığımız nitelikler bir öz11eye
veya konuya ilişkin olmalıdır.
b-) Var olan şey bir nedene binaen var olmalıdır.
c-) Sebebe ilişkin biçim ve akli düzenlilik tıı1surları sonuçtaki
işaret ve izlerinden kesinlik derecesinde çıkarsanabil ir(Reid,
1 969a: Deneme, 1, ı . böl).
Diğer tarafta Hume, çok genel çerçevede algılamaya il işkin
olarak bu tür ilkelerden söz eder. Hume'a göre koza! ilişkiler veya
algıların birbiriyle bağlanması ve bu algılar arasında koza! çıka
rıınların yapılınası insan doğasında zorunlu olarak yer aldığı iddia
1 14
edilen ''zihnin kalıcı evrensel ilkeleri'' yoluyla olur. Hatta bu il
keler Hume tarafından insan eylemlerinde zorunlu ve kaçınılmaz
olarak nitelendirirlir. Hume ' un kendi ifadesiyle:
''Kendimi yargılamak için, kurguda sonuçlardan sebeplere ve
sebeplerden sonuçlara dair alışkanlık çıkışlı geçişte olduğu gibi,
evrensel, kaçınılamaz ve kalıcı prensibler arasında ayrım yapmış
olmamalıyım. (Bu prensipler) Bütün, bizim eylem ve düşünceleri
mizin temel idir ki, böylece onların uzaklaştırılması üzerine insan
doğasın ı aniden yok olmalı ve yıkılmalıdır''(Hume, 1 989)
Fakat, ili. Bölüm 'de gördüğümüz gibi, Hume bu genel geçer
prensibleri insanın alışkanlıklarına indirger. Felsefesindeki çıkış
noktası bireysel deney veya gözlem ve gerçek şüpl1eden kayı1ak
landığı için pratikte reddedemediği, teoride de adını koymasa da,
bu ilkelerin genel geçer statülerini taı1 ımak zoruı1luluğunu hisset
mesine rağmen, şüpheci ve deneyci yanı ağır basar. Böylece zi
hinsel refleks olarak bu ilkeleri insa11ı11 alışkaı1 lıklarına indir
gemekten başka bir çare bu laınaz.
•• ••
••
IV.6.1. Ozne
115
Eyleyen teorik veya zihinsel gücünü kullarak şu eylemleri ger
çekleştirir.
Örneğin : Algı lama bir algılayan; duyum bir duyumluyan; ha
tırlama bir hatırlayan; kavrama bir kavrayan; soyutlama bir soyut
layan; yargılama bir yargılayan; düşünme bir düşünen ve tadına
zorunlu olarak bir tadan gerektirir; ve i letme bir ileten i le gerçek
leştirilebil ir. Aktif gücünü kullanarakta irade eder; eyler, i letir ve
soz verır.
•
• •
Reid ' in eyleyeni aktif bir güce sahip yani ortaya koyacağı ey
lem hakkında en azından kavramsal bilgi ve bu bilgiye paralel
olarak eylemin, eyleyen tarafından diğer alternatifler arasında
bizzat eyleyenin kendisi tarafından belirlenmesi, değerlendiı ıııesi
veya seçim gücüdür ki, bu güce Reid tarafından ''irade'' adı veri
lir. Fakat bu gücün bir fonksiyon alanı daha var ki, o'da karşımıza
bu belirlenen, planlanan veya seçilen eylemin gerçekleştirme
yönüdür. Bu anlamda, bu gücün kullanımına Reid tarafından yine
irade adı verilmekle birli kte, iradilik çerçevesinde iradi eylem adı
da veril ir.
Aynı zamanda, iradilik veya irade etme yönetimseldir. Yani
irade etmeklik, bir şey (her ne tür nesne ise o şey) üzerine olmalı
d ır. Başka bir deyişle, bir nesnesi olınalıdır ki, eyleyen bir şey'e
dair irade etmelidir. Ayrıca yukarıda bel irttiğimiz gibi, bir şeye
(eyleme) ilişkin olarak irade etmeklik için irade sahibinin irade
sini veya irade gücünü kullanacağı şey (irade etmekliğin nesnesi)
hakkında en azından bir kavrama sahip olması gerekir.
IV.6.2. Nesne
116
Sonuçta, bu iki zorunlu unsurun varlığından çıkaracağımız fi
kir: eğer bir eylem söz konusu ise, doğrudan teorik ve aktif güce
sahip bir eyleyen ve üstüne eylenilen arasındaki ilişki akla gelme
l idir. Bu ilişki dışsal bir dünyada gerçekleştirildiği gibi, kişinin
içsel dünyasında da gerçekleştirileb i l ir.
117
Beşinci Bölüm
Reid Ve Sağduyucu İletişim
1 19
Reid' i n algı teorisinin bir önemli yanı da algılayan (özne) ile
algınan (nesne) veya algı eyleminin konusu arasındaki doğrudan
aracısız ani yönelimsel ilişkiyi ön plana çıkaı ıııasıdır. Bu direkt
ve ani ilişkiyi algı örneğinde bir felsefi sistematiğe bağladığından
dolayı, Reid şüpheci empirizmin izlenimler ve idealarını redde
der. Zihin eylemleri veya fonksiyonlarına ''yönelim'' adı verile
cektir. Fakat Reid söz konusu olduğunda bu tür bir terminoloj i
kullanımından uzak durmakta fayda var. Çünkü, Reid bu kelimeyi
zihnin özel bir fonksiyonuna yönelik kullanır.
Ş imdi bu temel üzerine Reid' in kendi adlandırması ve yoru
muyla felsefesinin oluşumunu bu teorinin kritiğine borçluyum de
diği, Platon' dan başlayıp Descartes ile şekillenip Britanya
empiristleri (Locke, Berke ley) ile özellikle Hume' la son şeklini
alan ' idealar teorisi'ne karşı felsefi manifesto formunda ileri sür
düğü sağduyu algı teorisini detaylarıyla birlikte incelenmesinde
gerekli olduğu düşüncesindeyim.
Çünkü, iletişim mekanizmasının sağduyu epistemoloj isinde
nasıl bir işlerlik kazandığının göstergeni ilk aşamada algı eylemi
dir. Ayrıca unutulmamalıdır ki, bir iletişim eyleminin gerçekleş
mesi için hangi türden (duyumsal, saf zihinsel, psikolojik veya
bunların birbirleri ile olan kombinazonu sonucu ortaya çıkan)
olursa olsun temel bir algı eylemine il1tiyaç vardır. Kaldı ki, ileten
ve i letilen aynı zamanda birer algılayan ve algılanandırlar.
•
1 20
öznenin kendi dışındaki nesnesine olan zorunlu yönelim ilişkisini,
gerekçeleriyle birlikte, belirtmesi gerekmektedir.
Reid' in bütün zihinsel işlevlere yönelik teorisi, ''bu işlevlerde
işlevin nesnesi zihinde olan, asla zihnin dışında olmayan zihinsel
bir şeydir'' tezini ileri süren ''ideacı teorisyenler''e eleştirel bir
reddiyedir. Ayrıca bu teorisyen ler için şuur'un nesnesi her zaman
zihinsel olandır. Kısacası düşünme eyleminde olduğu gibi, çoğu
durumda kurgulama eylemi de dahi l olmak üzere nesne zihinsel
o landır.
Algı durumunda ise, Reid'in reddettiği teoriye göre bu zihin
sel şey duyumdur; veya kavramlaştırma ve duyumun birliğinin bir
ürünü demek olan bir görünüştür. Bu bile hala zihinsel bir şey
olan demektir. Fakat Reid bunların hepsine karşı çıkar. Çünkü
algılanan veya algı nesnesi, dışsal bir nesne ve o dışsal nesnenin
nitelikleridir. Örneğin, ağaç yoksa ağacın görü11üşü de yoktur
veya ağaç kaynaklı duyumlar da söz konusu edilemez. Algı, mad
di nesnenin doğrudan farkında olmaklık halidir.
Oysa Hume bunu i nkar ederek, küçük bir felsefe darbesiyle
yok edileceğini savunur. Geriye kalanda, algı ve zil1insel imaj dı-
şında zihne hazır ve nazır olan bir şeyin olmadığıdır. Ornegin, Bi-
••
121
muz masanın gerçek olmadığı sonucunu çıkarmak saçmalıktır. Bu
analizin bizi götürdüğü yargı ise, belli bir ağacı algıladığımızdır,
yoksa ağaç tarafından bizde oluşturulan duyumlamaları değil.
Reid'in birincil amacı, ' idealar teori'sinin her yönelim veya
açılım durumunda, yönelim nesnesinin bir simge, izlenim veya
duyum olduğu tezinin analiz ve eleştirisiydi. Bu yönelim Reid 'e
göre direkt olarak farkına vardığımız, zihin fonksiyonumuzdur.
Bu yolla dışşal olan bir şeyin içsel temsili söz konusu olur. Öyleki
bu durum hayal etmedeki veya kurgulamadaki (anka kuşunu
kurgulamaklığım) dış dünyada olamayan bir nesne durumunda
bile geçerlidir.
Fakat burada Reid'e haklı olarak bir itiraz yapılabi lir. Hayal
veya kurgulamaklığın nesnesi nedir? Başka bir deyişle, bu nesne
(anka kuşu) zihinsel bir simge veya resim değil midir? Reid ' in
cevabı hayır değil olacaktır. Şöyle ki, benim kurguladığım anka
kuşunun kendisi bizzat bir nesne, yoksa onun kurgulanmış simge,
ideası veya resmi değildir.
Yöneliınle karakterize edilen algı eylemi zihin fonksiyonla
rından biridir. Düşünıne eylemi üstünde düşünülecek bir nesne
veya konuya ilişkindir. Kısaca, düşünme zorunlu olarak bir üs
tünde, hakkında düşünüleni gerektirir. Aynı şekilde kurgu veya
kurgulamada bir kurgulanan hakkındadır. irade etıne, bir üstünde
•
irade edi len şey hakkındadır. Umma eylemi bir umulanı gerekti
rir. Korku korkulanı gerektirir. Algılama bir algılanana i lişkindir.
Peki, algılanan veya algılama konusunun ontoloj i k, epistemoloj ik,
etik ve estetik statüsü nedir?
Biz maddi nesnenin niteliklerini algılarız. Örneğin, benim ça
lışma odası11ın penceresinden görüp algıladığım ağaçlar benim al
gılamamdan (ister onları algılayım ister algılamayım) bağımsız
olarak büyüyüp gelişmekte var olmaya devam etmektedirler. Yine
şu an üstünde yazı yazdığım masayı algılamaktayım ve benden
bağımsız olarak var olmakta. Fakat, Hume bu tür bir yoruma be
nim ilgili nesneler hakkı11daki algılarım bu nesnelerin simge ve
izlenimlerinden veya duyumlardan başka bir şey değildir diyerek
karşı çıkar. Hume'un kendi ifadesiyle:
''Bizim beyaz olarak gördüğümüz, sertliğini h issettiğimiz, bi
zim algılamamızdan bağıınsız olarak var olduğuna inandığımız ve
onu algılayan zihinin dışında kalan bir şey olan şu gerçeklikteki
1 22
masa; bizim varlığımız ona bir şey katmaz; bizim yokluğumuz
onu yok kılmaz . . . (düşüncesi) bize zihin huzurunda (veya zihne
sunulan) bir imaj veya algıdan başka hiç bir şeyin olmadığını
öğreten küçük bir felsefe tarafından kısa zamanda yıkılır''.(Hume,
1 989).
Reid, duyumun algının esaslı bir parçası ve bileşkeni oldu
ğunu kabul eder. Duyumlama zihnin bir fonksiyonudur veya zi
hinsel bir eylemdir. Reid' i n karşı çıktığı şey duyumun bir algı
nesnesi olarak görülmesidir. Ağaçlar örneğinde olduğu gibi be
nim gördüğüm görsel bir duyum değil (ama bu duyum aracılı
ğıyla) ağacın veya ağaçların ta kendisidir. Benim duyduğum işit
me duyumu değil, işitsel bir sesdir. Reid duyumun veya
duyumlamanın zihnin bir fonksiyon nesnesi olduğunu inkar etmi
yor. Ben bir çürük elma kokusu aldığımda ani düşünsel bir ey
lemle sahip olduğum duyuma dikkatim yönelir. Başka bir ifa
deyle, ben bir duyumu hatırlayabilir veya kurgulayabilirim.
Öte yandan, insan söz konusu olduğunda algı, sinir sistemi,
beyin; duyu organlarını içeren fiziksel bir süreci gerektirir. Bu
sürecin mutlak doğası fizyologlar ve 11örö-fızyologlar tarafından
ortaya konmuştur. Fakat algı bu sürece bağlı olmasına rağmen bu
süreçle kirnlikleştiril ip aynileştirilemez. Algının kendisi bir algı
obj esinin farkındalığıdır. Yoksa fiziksel bir süreç değil aksine zi
hinsel bir süreçtir ve zihnin bir eylemi ya da fonksiyonudur. Böy
le bir fonksiyon duyumların nesnesi olamaz ama sadece şuurun
nesnesi olabil ir. Öte taraftan, bizim zihnimizin fonksiyonlarının
şuurunda veya farkında olmamız onların kesin kavramalarına
sahip olmamız ile aynı şey değildir. Bu tür bir farkındalık için
dikkatle yapılan bir içebakış deneyi gerekir ki, bunun da öğeleri
şunlardır:
1 . ) Duyum;
2.) Nesnenin kavramı ; ve
3 .) Ortamda mevcut olan bu nes11enin varlığına dair güçlü ve
kaçınılmaz inançtır.
Bu inanç veya kanaat akı l yürütme sonucu olmayan doğal,
ani ve kaçınılmaz bir inanç veya kanaattır.
Öncelikle, 2. ve 3. maddeleri incelemeye alacak olursak, bi
zim algıladığımız nesneye ilişkin bir kavramım ızın olması şarttır.
Kavramsız algı mümkün değildir. Fakat algılamaksızın bir nesne-
1 23
nin kavramına sahip olabiliriz. Diğer taraftan, algılamak için ke
sin kes algılanan nesneye i l işkin bir kavramımızın olması gerekir.
Reid' in söylediği şu şekilde değerlendirilebilir: biz algı nesnesini
oluşturan şeylere yönelik en azından bazı özellik kavramlarına
sahip olmalıyız.
Genel olarak ifade edecek ol ursak, bir nesneye ilişkin kav
ramda veya kavramlaştıııııada nesne karşımızda algılama alanı
mızda açık ve net bir şekilde ise bizim ona yönelik kavramımızda
o derece nettir. En azından bizim kurgulama ve hatırlama durum
larımızdan daha nettir. Fakat bu açıklık ve netliği sağlama da
ortamın etkisi gözardı edilemez. Şöyle ki, kapalı bir havada belirli
bir uzaklıkta olan bir nesnenin gözlenmesi i le elde edilen kavram
veya o nesneye ilişkin fikir açık bir havadaki elde edilen kavram
netliği veya bu netliğin derecesi farklı olacaktır.
Fakat, eğer ben uzakta bulunan nesneleri veya kapalı ortam
dakileri algılamaya alışkınsam, kavramlaştırmada algısal şartların
normal olmamasına rağmen, algı nesnesi hakkında yine aynı şe
kilde açık ve net bir kavram veya fikir elde edebilirim. Üçüncü
madde dikkate alındığında, Reid bazı durumlarda nesnenin şim
dide var olduğu hakkında şüpheye düşülebili11eceğini kabul eder.
Fakat bu durum nesneyi algıladığım dtırumlar için geçerli değil
dir. Çünkü kesinlik, nesnenin yeter derecede algılanıp algılanma
dığı durumlarda ancak ortaya çıkabi lir.
Durumu aydınlatacak klasik bir örnek verelim. Uzaktan yak
laşmakta olan bir geminin ilk aşamada baca dumanını görürüm
sonra yarısını ve sonundada geminin tümünü görürüm. işte ilk
•
1 24
derecede varlığına rağmen bu inanç veya ikna ani ve şimdide
olmayabilir. Ömegin, üçgenin iç açılarının toplamının iki sağ dik
açılarının toplamına eşittir 1 80 derece olduğu - inancı kaçınıl
-
konusudur.
Çünkü, Reid' e göre, hissed iş hissedilen acıdan ayrı bir şey
değil. Hissettiğim acı ve benim hissedişim bir ve aynı şeydir. Acı
hissedilmediği sürece yok demektir. Acı kendi kendi liğinden var
olamaz onu hissedeı1 bir özne olmadığı sürece. Acı için geçerli
olan bu çerçeve öteki hissedişler için de geçerlidir. Bu geçerlilik
dışsal nesneleriı1 duyum yoluyla algılanmalarına kadar
uzatılabilinir. Bu soı1 durum algılanan nesnenin n itel iklerine kar-
1 25
şılık gelir. Fakat duyumlama niteliklerle ayn ileştirilemez. Bura
daki karışıklık çoğu durumlarda duyum ile niteliklerin birbiriyle
karıştırılması ve aynileştirilmesinden sonucu ayn ı isim verilme
sinden kaynaklanıyor.
Örneğiı1, gül kokusunu ele alacak olursak, koklanan gül ko
kusu dışsal bir nesneye yani gülden bağımsız olarak duyumun ta
kendisidir. Yoksa gül değildir. Algının nesnesi bu durumda gül
deki n iteliktir. Kokuyu duyumu yoluyla hissederim. Nitelik du
yumun nedenidir. Gül kokusu kelimesi hem duyuma hem de el
madaki nitel iğe karş ı l ık gelir. Şayet, koku elmada mı yoksa zi
hinde mi? sorusu sorulacak olursa; doğru cevap terimin iki farkl ı
şeyi temsil edip etmediği sorusuna verilecek cevapta gizlidir. B iri
zihinde ve sadece duyumlayan bir şahışta bulunabilir. Diğeri ise
gerçekten elmadadır. Biz duyumları algılayamayız ama dışsal
nesneleri ve onları oluşturan niteliklerini algılayabi liriz. Duyum
ile nesnelerin nitelikleri arasındaki ilişkinin detayına inmeden
önce Birinci ve ikinci nitel ikler l1akkıı1da kısaca bilgi verelim.
•
1 26
Sonuçta algı teorisi bize Reid epistemoloj isinin ilkelerini ve
ontoloj ik sonuçlarını direkt real izm şeklindeki ifadesinin gerekçe
sini sağlar. Ve indirgemeci yaklaşım olarak ifade ettiğimiz
Hume ' un sistemine yapılan eleştiri ve getirilen alternatif teorinin
gerçekleştirme alanında oluşur.
127
rinin varliğına bir göstergen ve aynı zamanda del il oluşturmasıdır.
Bu ilkeler açık ve net olarak sistematik biçimde dökümü, Reid
sağduyu felsefe sistematiğinin gerekçesini ortaya koyar.
Reid dil ve fonksiyonu hakkında şunları söyler:
''Gözlemlemlenen çoğu kelimelerin açıklanmaya ihtiyacı
olmasınna rağmen, mantıksal olarak tanımlanamazlar . . . İnsan bu
tanımlanamazları tanımlamaya kalkıştığında, kel imelerin tanımı
kapalı ya da yanlış olacaktır... Zihnimizin en basit operasyonları
bütün bu çeşit kelimelerin kullanımı ile ifade edilir ki, zihnin ope
rasyonlarının ve güçlerinin incelenmesinde mantıksal olarak ta
n ımJamayan kelimeler daha sıklıkla kullanılır. Hiçbir kimse yok
tur ki, mantıksal bir tanımla, düşünmesini, anlamasını, inanma
sını, irade etmesini, istemesini açıklayabilsin''(Reid, l 969a).
Reid' e göre dil, insan düşüncelerinin resimleri ve imgelerini
dışa vurur. Biz de, bu resim ve imgelerden orjinallerine dair belli
kesin sonuçları çıkarırız. Bütün dil yapılarında eyleyen ve üstüne
eylenene yönelik ayrımı; eylem ve eyleyen ayrımı; nitelik ve öz
ne; ve bu çeşitten pek çok ayrımları buluruz ki, bu ayrımlar insan
l ığın evrensel yönüne ilişkin olarak temellendirilir. Bu çerçevede
dilin bir deli l ve anlatım özelliğine sahip olması bir yana, Reid
idea teorisyenlerinin 'idea' kelimesini yanlış ve müphem bir ya
pıda kullandıkların ı öne sürer. ''Çünkü bütün dillerin yapısı
Hume'un karşı çıktığı ve ters yüz etmek istediği sağduyu nos
yonlarının üzerine inşa edilmiştir."
Fakat kaçınılmaz olarak Hume'un kendisinin de belirttiği gi
bi bütün dillerde ortak genel sentaks kurallarının varlığını kabul
ve kullanmak zorunda kalmıştır. Dilin yapısındaki bu düzen li
birliktelik, adı geçen btı nosyonların birliktelik dereceleri üzerine
dil yapısının temellendirildiği v�ya kurulduğunu gösterir. Örne
ğin, Reid'e göre, ''idea'' terimi zihnin fonksiyonu veya bu fonksi
yonun nesnesine karşılık gelir. Bu iki anlam Hume tarafından
karıştırılmıştır. Bu yüzdendir ki, Hume'un sistemi onların ayrı
m ına izin vermez. İdea terimini11 ikinci anlamını (bir nesne olarak
degerlendiril mesi) Reid sorgulamaya tabi tutar. Bu durumu şu
şekilde ifade eder:
''Her hangi bir zihi11 fonksiyonunu, varsayılan bu fonksiyon
ların nesnelerinin varl ığına dair del i llendirilmesi ve
temellendiri lmesinin gerekçelerini sorgular; ideaların değil ve
1 28
(Hume) kesin bir şekilde zihindeki dışsal şeylerin bu tür imgeleri
ı1in varl ığını reddeder''(Reid, 1 969a).
Eğer, bu gün felsefede ''sıradan dil felsefesi'' (philosophy of
ordinary language) adlı bir dal var ise, bu Reid' i n dil anlayışı ve
yorumuna paralel, dili her türlü felsefi sorgulamada ve yargıla
mada bir araç ve kimi zamanda delil olarak kullanmasından kay
naklanır. Bunu felsefe tarihi Reid'e borçludur. Reid bu çerçevede
şunları söyler:
''Bilginin ilerlemesinde kelimelerin müphemliğinden daha
büyük bir engel yoktur. . . Bir tanım anlamı önceden bilinen kel i me
tarafından bir kelimenin anlamının açıklanmasından başka bir şey
değildir. Muhakkaktır ki, her kel ime tanımlanamaz; çünkü tanım
kelimelerden müteşekkül olmal ıdır; aksi halde tanım olamazdı;
önceden tanımı anlaşılmamış olmaksızın kelimeler yoktur. Ortak
kelimeler, böylece, kend ilerinin ortak kabulünde kullanılmalıdır;
ve ne zaman ki onlar ortak dilde farklı kabullere sahiptir, bunlar,
ayrıştırılmalıdırlar. Fakat bunlara tanım gerekmez. Anlamları or
tak olmaya11 kel imeleri tanımlamak yeterlidir'' (Reid, l 969a).
Reid ' in sağduyu felsefesi bu yönüyle de bu gün felsefe litera
türünde adı geçen filozofları (VI. ve VII. Bölümlerde göreceğimiz
gibi) etkilemişlerdir. Bu etki lenmenin son örneklerinden biri
Maddeı1'dir. Madden'e göre, İskoç geleneğindeki sağduyunun
felsefe üstü yaklaşımı bu gün sal1 ip oldtığu ilgiden daha fazlasına
layıktır. Çünkü felsefi önermeler i le sağduyu (sıradan) önermeleri
arasındaki ilişki çok yönlü ve farkl ı bakış açılarından yola çıkıla
rak değerlendirilebilir. Ayrıca her türlü analiz ve felsefi sorgu
lama, sağduyu s ıradan önermeleri dikkate almak zorundadır.
Madden bu çerçevede öneı ıııelerin ithalini üç noktaya indirgeye
rek belirtir:
''Felsefi bir anal iz: ( 1 ) sıradan önermelerin doğruluk değerle
riyle çelişmemelidir; (2) sıradan önermelerin felsefe dışındaki ki
şilere kapalı veya müphem gelen anlamı ile çelişmemelidir; ve (3)
sıradan hükümlerde ontoloj ik yönü ki, ifade edildiği zaman diğer
alten1atif ontoloj ilerle yarışır durumda olmaklığını ortaya koyma
lıdır'' (Madden, 1 98 3 : 1 ).
Reid 'in iletse) bilgiyi değerlendirmesine geçmeden, bu ko
nuya bağlı i letişim etiği açısından temel teşkil eden bir noktanı n
bu bağlamda tekrardan beli rtilmesinde fayda görüyorum. B u da
1 29
sağduyu ilke ve hükümlerini (inançlarını) bizim yapımız veya
yaradılışımız gereği olmasıdır. Yapımızdan kaynaklanan bu tür
orij iııal iııançlar bizim sıradan günlük hayatımızın aktivitelerinin
bir nevi ö11 şartıdır. Bu inançlar bizim zihni ve bedeni yapı siste
matiğimiz gereğidir. Reid' in kendi ifadesiyle: ''Biz tabiatımız
gereği özgürce eylemede bulunabileceğimize ilişkin doğal bir
ikna ve inanca sahibiz'' (Reid, l 969b).
Öte taraftan, Reid 'e bu noktada itiraz edilemez mi? Şöyle ki;
ben çelişkiye düşmeksizin tabiatım gereği A önermesine (doğru
luğLıııa) inanmam doğrultusunda belirlenıniş veya
sebebleııdirilıniş olabilirim, fakat A önermesi yanlış olabilir.
Reid' e göre, A önermesine ilişkin olan inanç A önermesinin doğ
ru lLığunun teminatıdır ve bu teminatı da Tanrı sağlar. Bu tür bir
yaklaşım Reid' in teizminin sonucudur. Bizim doğamızdan kay
naklanaıı bir inanç ''Tanrı 'nın sesidir, bu Oııun semadan indir
diklerinden daha az değerde değildir. Eğer bu inaııcın yanlışlığı
söz koııusu ed ilirse bu, ''Doğruluk Taı1rı 'sıı1a (veya doğruluğun
teın iııatı olan Taıırı'ya) yalancılık atfetınektir."(Reid, l 969b).
Fakat yiııe de bu tür bir inaııcın bizim yapımıza bağlaınak
veya 011L111 la temellendirmek yaıılış olınaz ını? Şayet Reid ' i11 açık
la111ası esas alınırsa bu tür bir inancın evreıısel bir özellik taşıması
gerekınez ıni? Reid ' in cevabı evrensel olduğu yönüııdedir ve ev
reıısellik özell iğiıı in bu tür orij inal iııancın eıı aç ık göstergeni
olduğLıdur. Burada da problematik bir durum yok ınu? Eğer
Reid' iı1 açıklaması doğru ise kendisine karşıt pozisyonda aldığı
ve eleştirdiği deterministlerin tavrını ve yaklaşımlarını nasıl izah
edebilir? Onlarda doğal olarak aynı yapıya ve inançlara sahip
oldLıklarıııa göre Reid' in anladığı anlamda özgürlüğü ve bu tür bir
inaııçlar ağıııı reddetmek yerine, onların da Reid' in dilinden ko
nLışması gerekmez miydi? Kısacası, kendisine karşıt gurupların
olması bu tür inaııcın genel geçerl il iğine, başka bir deyişle, evren
selliğiııe gölge düşürmez mi?
Reid' in bence cevabı şu şekilde olabilir: Belki onlar özgür
lüğe iııanmıyorlar ama onlarda diğerleri gibi aynı ortak yapıya
sahiptirler. Bir adım daha atacak olursak, belki onlar teorik ve
spekülatif seviyede özgürlüğe olan iııancı reddedebilirler, ama
pratik seviye de veya gündelik hayatlarındaki kendi ve diğerleri
nin eylemleri bu tür bir inancın varlığına ve ilke edilmesine
1 30
binanen gerçekleştirirler. Reid bu durumu kendi ifadesiyle şöyle
belirtir:
'' ... En büyük şüpheci, spekülasyonda (teoride) onunla savaşa
devam etse bile, kendi uygulamalarında kendisini ona (özgürlüğe
olan inanca) teslim etmek zorundadır'' (Reid, 1 970).
Örneğin, eylem öncesi ön düşüncede, niyetlerde ve söz ver
me eylemlerimizde olduğu gibi. Bütün bunlar bizim özgür oldu
ğumuz veya aktif bir güce sahipliğimize olan inanca binaen anlam
kazanır. Şöyle ki, ne yapıp yapmayacağımız hakkında bizim bir
ön tartımda bulunmamız bizim özgürlüğümüze olan kanaatdan
kaynaklandığı gibi, bu tür bir inancın varlığını zorunlu olarak
varsayar. Yine Reid ' in kendi kel imeleri ile ifade edersek:
''Bir amaç hakkında ön tartımda bulunmak için, biz araçların
gücümüz dahilinde olduğuna dair ikna edilmiş olmal ıyız; ve araç
hakkında bir ön tartımda bulunmak içinde en iyiyi seçmek gücü11e
sahipliğiınize dair (yine) ik11a edilmiş olmalıyız'' (Reid, 1 970).
Aynı yaklaşım söz verme, n iyetlenme eylemi içinde geçerli
dir. So11uçta ön tartım, amaç, niyetleı1me, söz verme bizim öz
gürlüğümüze ilişkin bir i11ancı var sayar. Yine Reid 'e göre öğüt
verme, ikna etme, eınir verme öteki şal1ıslarda özgürlüklerine olan
i11ancın varlığını gerektirir.
Kısacası, Reid'e göre, Tanrı insanı yaratırken onun sosyal ol
masını amaçladı. Bu nedenledir ki, bi lgi leriınizin çoğunu diğer
insanlarla olan diyaloglarımızdan, onlar ile olan iletişimiz sonu
cunda elde ederiz. Tanrı bu yönde biziın doğamıza iki ilke yerleş
tirmiştir:
1 -) Doğruyu konuşmaya yönelim ve bu amaçla bizim duygu,
hissediş ve yargılarımızı i letmesi, taşıması için dilin simgelerini
kullanma yetisi. B u i l ke Reid' e göre büyük fonksiyonel etkin liğe
sahiptir. Öyle ki büyük yalancılar bile çoğu zaman 011a bağlıdır.
Belki birkaç defa yalan söylerler ama yüz defa doğru söylerler
veya söylemek zorunda kalırlar.
2-) Diğerlerinin doğruluğuna ola11 güven ve onların i letisinin
doğruluğuna ilişkin olan inancı içeren ilke. Bu i lkenin işlev ve
etki alanı çocuklarda sınırsız özel lik arz eder (Reid, 1 970).
Bel irtilmesi gereken diğer bir önemli nokta ise, sağduyu
tümcü iletse( bilgi kuraınlarında iletiyi değerlendirip yargı larken;
önceden de belirttiğimiz gibi, indirgemecilerin i letinin bize bilgi
131
verebileceği tezini kabul eder. Ancak, iletinin dayanı l ırlığı ve
güvenilirliğinin başka temel bilgi kaynaklarına yönelik delil türle
rine indirgeyerek sorgulanıp yargılanabilineceği tezini şiddetle
reddederler. Indirgemecilerin aksine, Reid iletiye i lişkin güven ve
•
1 32
dendir ki, bunlar arasındaki benzerlik kaçınılmazdır. Zihnin
prensibleri i le diğerlerin inki birbirlerine hizmet etmektedir.
Reid'e göre, duyumlarımız vasıtasıyla elde ettiğimiz doğanın
söylemleri ile dil kullanımı yoluyla elde ettiğimiz insan söylemle
rinde; işaretler yoluyla şeyler bize gösteril ir. Her ikisinde de, zi
hin ya original prensibler ya da alışkanl ıklar vasıtasıyla işaretler
den kavrama ve simgelenen, belirtilen şeylere ilişkin inanca geçiş
yaparız. Algılama, orij inal ve kazanılmış olarak; dil ise, doğal ve
yapay olarak i kiye ayrılır. Bunlar arasında büyük bir benzerlik
söz konusudur, özellikle orij inal algı ve doğal dil arası nda.
B ilgi kuramı açısından duyum ile nitelik arasındaki ilişki
simge ile simgelenen arasındaki i lişki gibidir. Duyum niteliklerin
ve bu niteliklere sahip olan nesnelerin varlığını gerektirir. Biz du
yumdan nesnel niteliklere akli geçiş yapmayız. Duyum ani olarak
niteliğe i l işkin inanca ve kavrama neden olur. Bu tür bir gereklilik
orij inal prensibler (doğuştan olan) yani insan zihninin doğal olu
şumuna bağlı olan ilkelerden kaynaklanır.
Duyum, doğal olan işaretin bir türüdür. Bunun ne demek ol
duğunu göstermek için Reid' in doğal ve yapay dil ayrımına de
ğinmek gerekir. Reid' in dilden anladığı insaı1ların diğerleriyle
iletişim kurınak içiı1 kulla11dığı bir işaretler topluluğudur. İnsanla
rın düşüncelerini ve niyetlerini; onların amaçlarını ve isteklerini
taşıyaı1 bir vagonlar sisteın idir. İki türlü işaret vardır. Yapay sim
geler veya işaretler ki, bunlar insanlar üzerinde hem fikir olup
ortaya koydukları anlamlar bütünüdür. Bu anlamlar işaretlerle
taşınıp dile ve yazıya dökülür. İkincisi ise bütüı1 bunların öı1ce
sinde oluşan veya varolan ve her insanı n doğasından çıkarabi le
ceği ilkeler üzeriı1e inşa edilen anlamlar topluluğudur. Dil bu iki
anlaın ve işaret guruplarıı1ın bileşkesidir.
Doğal dilin elementleri üç guruba indirgenebilir:
1 . ) Sesin module edil mesi,
2.) El, yüz kaynaklı ınimik ve jestler ve,
3.) Hareketlerdir (Reid, 1 970).
Fakat doğal işaret veya simgeler, eylemi kişinin kendi içsel
hayatının sin1geleştirilmesiyle sıı1ırlandırı ln1aınalıdır. Reid bu üç
çeşit doğal siıngeyi birbirinden ayırır.
I . ) Bu guruptaki ler simge ile simgelene11iı1 deı1eyde birleş
mesi sonucu ortaya çıkar. Örneğin, belli özellikteki kaı·a bulut
1 33
yoğunlugu yağışlı havanın işareti veya simgesidir. Kızarmış bir
yüz korku, tedirgenlik ve utanmanın işaretidir.
II.) Bu gurupta ise, simge i le simgelenen arasındaki ilişki sa
dece doğa tarafından ortaya konmaz, fakat aynı zamanda doğal
ilkeler tarafından çıkarım ve deneye tabii olmaksız111 ortaya ko
nur. İnsanın doğal dili bu gurup işaret ve simgeleri içerir.
111.) Son grup ise, doğal işaret ve simgeler grubudur. Önce
den hiç bir şekilde simgelenen şeyin kavram veya fikrine sahip
olmamamıza rağmen, bunlar sanki doğal bir büyü tarafından or
taya konmuş ve bir kerede aniden bize kavramı verir ve ona iliş
kin güçlü bir inancı oluşturur. Duyum nesnel gerçek niteliklerin
işaretleri olarak bu üçüncü gruba dah i ldir(Reid, 1 970).
Öyleyse, ı ı . ve ı ı ı . gruplar arasındaki gerçek fark nedir? Gö
rünen davranış ötekilerin görülemeyen zihinsel fonksiyonlarını
simgeler veya işaret eder. Bu böyle bir fonksiyonun varlığına dair
inancı doğurur. Fakat bu fonksiyonların kavramlarını üretmez.
Üçüncü grup kavram ve inancı üretirler ve böylece onlar bizim
kendi doğal yapıınız tarafından ortaya konur. Örnegin, dokunma
duyumu birinci nitel iklerden olan sertl iğin bir doğal simgesi ve
işaretidir. ''Bizim doğal yapımızın orij ınal ilkeleri yoluyla belli bir
dokunma duyumunu zihinde sertlik kavramının oluşumu ve 011a
i lişkin bir inancı n varlığını ortaya koyar." (Reid, 1 970).
Duyumlar, her hangi bir simge ve simgelenen arasındaki ben
zerlik ilişkisi yoluyla 11esnel nitel iklerin işaretleri gibi fonksiyon
görmez. Çünkü böyle bir benzerlik söz konusu değildir. Şayet
varsa bile, bu şu benzetmede ki, saçmalığa irca edilebilir. Duyum
ile nitelik aras111daki benzerliği varsaymak, kare i le karın ağrısı
arasındaki benzerliği varsayma saçmalığına eşittir.
•
1 34
merkezli nasıl ortaya konduğunun tesbitini yapmalıyız. Reid' in
sağduyu felsefesinde duyum veya duyumlama hariç her eylem
yukarıda ctetayıyla açıklanan algılamadaki model çerçevesinde
yapılır.
Fakat, burada insanın iletişim eyleıninden ziyade, bu i letişim
eylemini gerçekleştiren eyleyenin, i letenin varlık statüsünün ve
var olma bilincinin yine kendisi tarafından kavranmasında
duyumlama yoluyla veya duyumlama örneğinde dışa vurmasıdır.
Şöyle ki, duyumun kendisi insanın bizzat kendi varlık bilincinin,
kendine ilişkin (kendi kendini duyumlamanın) veya kendinde
başlayıp kendinde biten varl ık sürecinin birinci elden
duyumlanmada olduğu gibi kendi tarafından hissedilmesi, algı
lanması, bilinmesi, yargılanması, i letilmesi bilinci özelliğinden
yola çıkıldığı l1atırlanmalıdır.
Bu model diğer eylemler içinde uygulanabilecek bir örnektir.
Algılama eyleminde, nasıl ki, bir algılayan-bir algı lanan var ise,
iletişim eyleminde de bir ileten, bir iletilen ve iletişim eyleminin
konusu olan bir ileti söz konusudur. Aynı şekilde duyum eylemini
ortaya koyan, gerçekleştiren bir duyumluyanııı zihnin varl ığına
ilişkin olarakta bir kavram ve inancı otaınatikmen oluşturur. Reid
böyle bir duyumluyanı lnquiry'de şöylece tasvir eder:
''Kal ıcı özelliğe sahip bir varlık, duyuınların geçici ve anlık
süreli olmasına rağmen -var olan hala aynı kişi, ontıı1 duyumları
ve öteki fonksiyonlarının on bin yolla değişse bile- (o) kişi ki,
sonsuz çokluktaki bizim şuurunda veya hatırlayabildiğimiz dü
şi.i ncelerle, amaçlarla, eylemlerle, etkilerle, hoşlanmalarla ve acı
larla aynı il işkiye sahiptir ... " (Reid, 1 970).
Duyumdan bir zihnin veya öznenin varlığını çıkarsayamayız.
Çünkü, özne tamamıyla nesnesinden bağımsızdır. Fakat indirge
meci Hume'a göre, biz bir takım izlenimlerden çıkarsadığımız
özgün bir kişi veya özne ideasına sahibiz. Sonuçta eğer bu tür
izlenim ler yoksa zihin ve kişiyle ilgisi olmayan bir idealar topla
mından başka bir şey değildir. Fakat, Reid açısında11 öncedende
ifade ettiğimiz gibi insanın yapısının gereği bazı ilkeler ve inanç
lar söz konusudur. Evrensel özelliğe sahip bu inanç ve ilkelerdeıı
biri özneye, kişiye ilişkin olandır ki, bütün zihinsel eylemler veya
fonksiyonlar eyleyen, ortaya koyan bir öznen in, kişinin eyleın le-
1 35
ridir. Doğal olarak iletişim eyleminde de aynı çerçeve söz konu
sudur. Reid' in kendi ifadesiyle:
''Hatırladığım veya şuurunda olduğum bütün düşünceler bir
ve aynı düşünıneklik ilkelerine bağlıdır ki, ben onu kendim veya
benim zihnim veya kimliğim olarak adlandırırım'' (Reid, 1 969a).
Fakat burada Reid ' in sağduyu felsefesinde bireyin zihni veya
fizyoloj ik eylemlerinin eylem nesnesi söz konusu olduğunda ö
nemli bir farklılık vardır. Şöyle ki, nasıl, letişim eyleminin rasyo
nel ve iradi özellikleri bünyesinde taşıyan ve i letişim eyleminin
eyleyeni, öznesi, faili durumunda olan ileten, i letmeklik eylemini
gerçekleştiı ıı1ek açısından aktif bir eyleyen olarak değerlendirilir.
Aynı şekilde her ne kadar bu eylemde iletilen bir nesne durumun
da olsa da ileti zihni bir faaliyeti gerektiren bir bilgi (her ne çeşit
olursa olsun) parçacığını (önerme, mesaj vs.) oluşturur.
Bu bilgi parçasının i letimi sürecinde mantık gereği iletilen
(yani eylemin nesnesi olan, öyle bir nesne ki, bu eylemin sonu
cunda kendiside bir özne durumuna geçebilir ve geçmesi de bek
lenilir) böyle bir zihin merkezli iletiyi doğruca algılayıp, anlayıp,
anlamlandırıp, özümseyip, sorgulayıp, yargılayıp, benimseyip
başkalarına bu kez kendisi bir ileten olarak (diğer iletilenlere,
dinleyenlere, alıcı lara) iletmesi, aktarmakl ığı söz konusudur. Bu
da kendisininde en az orij inal eylemdeki ileten ile aynı zihinsel,
iradi aktif yapı özell iklerine sahip olmasını gerektirir.
Reid' in sağduyu felsefesi tümcü yaklaşımı çerçevesinde ak
tif, bilen, bilgilendiren, bildiren, i leten, üretgen, aşkın özellikli
diğer varlık türleriyle karşılaştırıldığında dışa açık ve kendine
dönebilen eylem açısından kendi kendine yeten bu varlık ilke ve
sisteminin, ontoloj ik yapı ve fonksiyonel karakteristik özel l i kle
rini şu şekilde sıralayabiliriz:
1 .) Bu diişünen, aynı zamanda düşündüren ve yeri geldimi
kendi ken idiı1i düşünme eyleminin nesnesi olarak alan, bir i lke ve
bölüniip, parçalanamaz özelliğe sahip bütüncül bir sistemdir.
2.) Bu ilkeniı1 (özneı1in, iletenin), sistemin kişiliği \1eya kişi
l ik kimliği geçmişi ile şimdisi arasında geçişli bir i lişkiden dolayı
ortaya çıkar. Başka bir deyişle, akli, iradi ve aşkın özelliği ile geç
mişe gidip, şimdide durup, geleceğe uzanabilir .
3.) Ozne, eyleyen, i leten duruma göre ileti len (the agent,
• •
136
bu kabiliyetleri anlama ve irade yetisi i le pratiğe dökebi len aktif,
yaratgan bir eyleyendir.
4.) Bu tür bir eyleyenl ik (iletmenl ik) veya bu tür bir varlık
sisteminin kendini dışa açımı, onun eylemi dış fiziksel dünyanın
durağan olan canlı-cansız olaylarının, nesnelerinin hareket, edim,
davranışlarından açı k bir farklılık gösterir.
Çünkü özne (eyleyen) teorik ve pratik güce sahip olması
ve onları ortaya koyduğu eylemlerinde kullanması yoluyla; özne
kendi sosyal ve fiziksel çevresini yine kendi özgün kimliği ve öz
gür iradesiyle değiştirip, şekillendirip, oluşturup, yönlendirip algı
layıp, anlayıp, anlamlandırıp, anlatabilir.
Eğer Reid ' in sağduyu algı teorisini bilgi ediniminde kişi ile
varlık arasındaki zorunlu yönet imsel ilişkide bir hayati temas
noktası ve bu yönüyle örnek oluşturması gerçeğini esas alarak,
temel noktalarını maddelere indirgiyerek, gösterecek olursak aşa
ğıdaki maddeleri söz konusu edebiliriz.
1 ) İnsanın kendisi ve özellikle sosyal ve fiziksel çevresin
.
137
miz Hume sistemine yapılan eleştiri ve getirilen alternatif teorinin
gerçekleştirme alanıdır.
Kısacası iletişim eylemindeki, ileti'nin rasyonel bir çözümü
esastır. Bu da bu eylemdeki ileten ve iletilen adları verilen her iki
temel öğenin zihinsel ve iradi olarak aktif olmaları gerektirir ki,
sağlıklı bir iletişim sözkonusu olabilsin. Doğal olarak, bu iki ta
raflı iletinin aktif çözümü ve kodlanması d i l ' in vasıtasıyla dil
formunda (sözel, yazısal; görsel, işitsel vs.) sunulmuş anlamlar
üzerine olur. Bu da dilin i letişim eyleminde ne kadar önemli bir
role ve fonksiyona sahip olduğunu gösterir. İletişim eylemini
burada sözkonu ettiğimiz ontoloj i k ve çekirdek yapısından, ge
nele yani kültürler arası i letişime yansıtırsak bu ontoloj ik meka
nizmanın önemle değerlendirilmesinin gereği kendi l iğinden or
taya çıkar.
Adamlık ürünlere (kültür ve uygarlık öğe ve ürünleri) adam
ca, yaratma, işleme, sahip olma ve başkalarına adamca aktaı ıı1a
veya iletme sürecinin merkezinde bu mekanizma vardır. Bu şu
demektir; uygar ve kültürlü bir ülkenin bireyleri ne kadar,
üretgen, aktif, ( mümkün olan her alanda), bilinçli, iradeli ve aş
kııı; yukarıda serimi yapılan kendinin varlık olma açısından yapı
ve özell iklerin in şuurunda ise, mensubu olduğu toplumda o de
rece bi linçli, üretgen, i leten, akli, aktif, dirayetli ve aşkın, kül
türlü, uygar gerçekten adam gibi adamlar, yani örnek adamlar
toplumu ve uygar bilgi ve bilgeler ülkesi demektir.
Günümüzde de Anglo-Sakson ve Anglo-Amerikan Felsefe
coğrafyasına Ada (Britanya) felsefesi güdümlii olarak tekrar yeni
bir yorumla epistemoloj i sahasına Linguistik veya Gündelik S ıra
dan Dil Felsefeleri çerçevesinde sunulmuştur. Problem şu şekilde
ortaya konmuştur: Bir kişi (ileten) tarafından ortaya koııan iletinin
(rapor, mikro birimde önerme veya kaziye) diğer bir kişi (i letilen)
tarafından doğruluğunu teyidi veya bilmesinin zorunlu ve yeter
şartları nelerdir?
Soruya cevap olarak epistemoloj i disiplininde, bir tarafta
Reid'in sağduyu felsefesi ve tümcü yaklaşımını d iğer tarafta ise
Hume'un empirist indirgemeci felsefesi ve yaklaşıınını model ala
rak kimi leri ''inanç'', kimi leri ''doğruluk'', kimileride ''aklilik'' öl
çütünü öııe sürdüler. Şimdilerde ise, bu çabalar bizi iki duruınla
karşı karşıya getirdi.
1 38
1 .) Bir kez daha bi lgi, inancın veya inanmaklığın bir parçası
olarak değerlendirildi. Fakat Gettierin ( 1 963) makalesinden sonra
alternatif ölçütler arama yoluna gidildi.
2.) Reid ve Hume'dan bu yana ele alınmayan i leti/rapor
(testimony) konusu Ada felsefesinde tekrar gündeme gelmiştir.
Şimdiye kadar ki incelememizde de ortaya koyduğumuz gibi,
bu durum tesadüfi değildir. Çünkü bu söz konusu edilen çabalar
bir şeyi ortaya koydu ki 'dil, iletişim ve bi lgi' üçlüsü arasında çok
yakın hatta zorunlu bir ilişki vardır. İletsel bilgiyi bir bilgi türü
olduğunu yadırgar veya inkar edersek bu bizim hemen hemen
bütün bi lgiınizin inkarına özdeş olur. Başka bir ifadeyle, bilginin
transferi iletimi söz konusu olmadığı gibi bilginin ve bilimin
kümülatif ve gerisi temelli ilerici yapısınada ters düşer. Böylece,
ne bireysel ne de kolektif bi lgi ve bilginin iletişimi söz konusu
olabil ir.
139
Altıncı Bölüm
Postmodernizm Bilgi Geleneği Ve iletişim
•
141
merkezl i bir humanizma oluşturulacaksa, bunun ancak kültür ve
uygarlık öğelerinden ''bi lim''in ön plana çıkarılması ile mümkün
olacağına il işkin bir tezi söz konusu edip, gerekçe olarakta bili
min m i l l iyeti, ideoloj isi ve dünyagörüşü olmayan, kişi lere göre
değişmeyen, genel geçerli kanunlar alan ı olması fikrinden yola
çıkmıştık.
Bu bölümde göreceğiz ki, bu tez cazip gözükse de insanların
bilinçaltlarında sanı ldığı kadar kolay kabül görüp, uygulanabi le
cek bir tez değildir. Bunun en güzel göstergenlerinden biri
modernizm sonrasındaki (post-modernist) süreçte devir al ınan
bilgi geleneğindeki spekülatif karşı çıkış ve başkaldırılardır. Bu
başkaldırı lar 1. ve özellikle il. dünya savaşlarından sonra Avrupa,
Britanya ve Amerikada hızla gelişerek büyümüştür.
Post-modernist süreçte kimi sosyalbilimci ve düşüı1ürler ço
ğunlukla farkına varmadan spekülasyonlarda veya teori ileri sü
rümlerinde sağduyuya başvurmuşlardır. Bunlardan bir gurubuna
bu bölümde kendi koı1tımuz çerçevesinde değineceğiz. Ayrıca, Ek
l ' de bu karşı çıkışlarda ınuted il çizgide manevralarda bulunan
post-modernist gelenekte Frankfurt Okulunun son figürlerinden
olan Habermas' ın toplumbilimi ağırl ıklı iletişimse) eylem kura
mının eleştirel değerlendirınesini yapacağız.
Yukarıya dönecek ol ursak, doğrudur, bilim en azından ideal
seviyede: mill iyeti, ideoloj isi ve dünya görüşü olmayıp, kişilere
göre değişmeyeı1, geı1el geçerli kanunlar alanıdır. Fakat bilimi ya
panın, yöı1lendirenin, ku llanan ıı1 ve diğerlerine dağıtanın (yaı1 i
bilimin öznesinin, bilenin, bilgilendirenin, bilgiyi yönlendiren,
kul lanan aktaran, veya i leten insan ve insan topluluklarının) milli
yeti, ideolojisi ve dünyagörüşü vardır.
Başka bir deyişle, bilimin öznesi ile nesnesi birbirine karıştı
rılmamalı ve safi bilme eylemi ile bu eylem sonucu elde edilen
ürünlerin kullanımıda sevki ve dağıtımı aynı şekilde birbiriyle ka
rıştırılmaınalıdır. Bu iki olgu her ne kadar aynı eyleme yönelik
olsa da insan tasarrufu ve insiyatifi işin içersine girdiğinde iki zıt
yönde geliştirilip kullaı1ılabi lir. Bu kullanımda gerek kişisel gerek
toplumsal seviyelerde dünyagörüşleri, ideoloj i ler, gelenek, göre
nek ve i nanç sistemleri baskın çıkıp yönlendirici olabilir.
Gerçekten de, düşünce ve uygarl ık tarihine baktığımızda: uy
gar-barbar; ileri-geri; gelişmiş-azgelişmiş; gel işmekte olan; alıcı-
1 42
satıcı; ileten-iletilen vesair karşılaştırı lmasının merkezinde bilim,
b i l i me sahip olma, üretkenlik ve bu ürünlerin madde ve mana in
sani ık pazarında satışı söz konusudur. Fakat, bilim merkezli uy
garlığın insan tipi ideal bir insan tipi olmaktan ziyade, faydacı,
hatta çoğu zaman ilkesiz formda menfaatçı baskın ve çoğu zaman
kontrollü hırçın bir insan tipidir.
Bu tipin karakteristik özelliklerini biz, bilen ve bilgisine ko
şut üreten insan ve insan gurupların111 bilgi pazarında ürünlerini
kendi ideoloj i leri, dünyagörüşleri çerçevesinde paketleyip, pa
zarlayıp ve diğerlerine satışa çıkarma durumlarında açık ve seçik
olarak görülür. Oysa bilindiği üzere, bilim ve kendisinden çıkarı l
d ığı ürünler pasif, ed ilgen ve ınasumdur.
Fakat onun olumstız kullanım, sevk ve idaresi dikkate alındı
ğ111da, bilgi hüınanizmanın varlık nedeni olan bilim ve bilge top
luınlarının bu mastım potansiyeli ke11di amaç ve niyetlerinin do
ğal taşıyıcısı durumunda olan insan tipleri çerçevesinde maddi ve
manevi bakımlarda11 olumsuz, kulu kul luğa mahkum edici, yıkıcı
ve tahrip edici kullanımlarına bir vasıta ve kimi durumlarda kal
kan yapmaktadırlar. Kısacası alete değil onu kullanmak içiı1 elin
de tutan kişiye veya kişilere bakınak zoru11dayız.
Bugün gözleri kamaştıraı1, insanları büyüleyen ve 11isteri nö
betlerine sebep olan Batı medeniyetiııi, ki.i ltürünü, ideoloji sini,
dünya görüşünü, etiğini ve hümanizmas1111, kendi bilim adamları,
düşünürleri, ilal1iyatçıları, aydın ve sanatçıları tarafından ciddi bir
şekilde eleştirilmekted ir. Çünkü bu medeııiyet insan hayatının
maddi ve manevi cephelerinde insanı n kendisine yabancı laşma
sına ve yapay bir insan tipoloj isinin ortaya çıkmasına neden ol
muştur.
Oyleyse soı·ıııak durumundayız: Her ne kadar bilim yoluyla
••
ve onun nesnel ürünü olan teknoloj iye sahip olma, dünyaya sahip
olmayla özdeş kılın ıp, bu özdeşlikte ciddi gerçekl ik payı olsa da,
i11sanın bedensel yönünü ön plana çıkarıp tatıniııini esas alan Batı
ınedeniyeti, insanların duygu, düşünce ve gönül lerine sahip ola
bi lıniş midir? Genelde uygarlık, özelde bilim ve teknoloj i transfe
rinin kültürel, sosyal, ekonomik, teknoloj ik, yardım adı verilen ve
çeşitl i (resmi, yarıresmi ve gayriresıni statülerde ortaya konmuş
olan) paktlar, andlaşmalar, organizasyonlar, kulüpler, dernekler
143
yoluyla icrası yapılan bu tür bir transferin motivasyonları, neden
leri ve amaçları neler olabil ir?
Diğer taraftan: eğer bilim, bir güç gösteri silahı ise bilime sa
hip olan, üreten, yönlendiren ve transfer edenler bu silahın ken
dileriyle aynı varlık sınıfından gördükleri insanlara, insanlık veya
hümanizma (adam olmaklığın gereği olan: barış, dostluk, her
türlü işbirliği ve yardımlaşma, dayanışma, kardeşlik vs.) adına
sergiledikleri olumsuz anlayış ve tavırdan sorumlu değil ler midir?
B i l i m, bilgi ve teknoloj i i l etimi nde söz konusu ettikleri : yanl ış el -
doğru el; yanlış yer - doğru yer; yanlış insanlar - doğru insanlar;
yanlış toplum veya ülke - doğru toplum veya ülke; üstün kültür -
aşağı kültür; üstün uygarlık ve bayağı, ilkel uygarlık gibi ayrımcı
tasniflerin gerekçeleri ve mantığı nelerdir? Her ileti, herkese her
mekan ve zamanda iletilir mi? Başka bir deyişle, iletişimde, ileti
nin de, i leteninde olumlusu-olumsuzu, gereklisi-gereksizi, doğ
rusu-yanlışı olur mu? Olursa eğer, iletişimin veya iletinin ahlaki
yaptırım öze l likleri nelerdir? Dünyaya hakim olmada i letişimin ve
kitle iletişim araçlarının önemi, rolü ve fonksiyonları nelerdir?
Bu gün bu tür sorular ama bu şekilde, ama diğer şekillerde;
ama dolaylı aına dolaysız tartışma ortamına getirilıniştir. Geçen
yüzyıl ve günümüzde Batı, kendi uygarlık ve kültür anlayışını ve
sonuçlarını açtığı yaraları, bilimsellik ve rasyonalite adına yarat
tığı çarpık insa11 tiplerini, bunların mentalitelerini ve oluşturduğu
problemleri, gerek felsefi perspektif ile bilim ve metodoloji ala
n111da ve gerekse diğer alanlarda tartışmaktadır.
Bu tartışmalar, Batı hümanizmasının ortaya çıkardığı sonuç
lar dikkate alındığında hiçte sürpriz olarak karşılanmamalıdır. Bu
bir nevi onların ''sağduyularına başvurarak entellektüel günah çı
karma''larıdır. Bu ''entellektüel günah çıkarma''yı da dört yolla
yapmaktadırlar:
1 -) Bilimin ve bi lim verilerinin kul lanım ve sevkinin sorgu
lanması (pratik veya uygulama çerçevesi) ve buna bağlı olarak;
2-) Bilimin ve teknoloj isinin ilahlaştırılması ve diktatörlüğü
nün eleştirisi;
3-) B i l me eylemine yönelik pozitivist yöntem ve indirgemeci
yaklaşımların sorgulanması, ve bu metod ve yaklaşımların insanı
ve eylemlerini (her türlü) inceleme, sorgulama ve yorumlama ko-
1 44
nusu edinen sosyal bilimlere yansısının eleştirisi, ve bu maddeye
ilişkin olarak;
4-) B ilimin ürünleri ve bizzat bilimin var olması bakımından,
bilimin öznesi ve nesnesi açısından değerlendirip, sorgulayıp, yar
gılamadır. 3 . ve 4. maddelerin kurumsal (üniversiteler, enstitüler,
akademiler vesair) pratik çerçevesi ise, ''bi l i m adamının ilahlaştı
rılması ve diktatörlüğünün'' bilim ideoloj isi merkezli tescilinin
eleştirisine karşılık gel ir.
Biz bu dört maddeyi araştırma konumuz ve amacımız açısın
dan ayrı ayrı ele alıp değerlendiııııenin gerekl i olduğu kanaatinde
yim. Özelde bu değerlendi1111e bizim iletişim mekanizmasına kar
ş ı l ık gelen basit foı ıııülümüzün (İletişim= İ leten+İleti+İletilen)
nesnel ürün boyutu demek olan ileti kendine içerik olarak, ama
direkt ama dolaylı kültür ve uygarlık ürünlerini bünyesinde barın
dırır, gerçekte sağlıklı bir iletişimde de barındıııııası beklenir.
Araştırmamızın buraya kadar olan bölümlerinde iletişim formülü
müzün bütün öğelerini felsefi teorik çerçevede özell ikle 1 8 . yüz
yıl empirist (Hume) ve sağduyucu (Reid) Ada felsefe geleneğinde
negatif indirgemeci ve pozitif tümcü yaklaşımlardan yola çıkarak
ele alıp sorguladık.
Ş imdi ise, bu iki farkl ı felsefi yaklaşımın i letişim bilgi teori
lerinin günümüze yansısı ve etkisini yukarıda iki maddeye ilişkin
olarak ele alıp değerlendirip sorgulayacağız. Böylece, araştıı·ıııa
mızın felsefi teorik çerçevesini yetkinleştirip bir sistematiğe ve
şimdiye bağlıyarak diğer bölümlerde uygulamalarına geçip muh
temel, geniş kapsaml ı bir sağ duyu felsefesi tümcü iletişim bilgi
kuramını ve i letişim ahlakı, humanizmasına genel bir çerçeve
çizmiş olalım.
Öncelikle: ''İnsanın bilme sınırları nedir? İnsan her şeyi bile
bilir mi?'' sorularına cevap vererek başlıyalım. Sokrates öncesi fi
lozoflardan Ksenophanes bu sorulara 2400 yı l öncesinden şu sa
tırlar ile cevap verir:
''Tanrılar açmadı lar başından,
Her şeyi bizlere, ama zamanla
Arayarak bir şeylere öğrenebilir ve daha iyi bilebiliriz
Fakat tam doğru bilgiyi hiç kimse ediııememiştir,
Edinemiyecektir de, gerek tanrılar hakkında olsun,
Gerek sözünü ettiğim bütün şeyler hakkında olsun,
1 45
Çünkü raslantıyla söyleyeverecek bile olsa, insan
Sonul gerçeği kendisi bi lemezdi;
Bi lgimizin tümü, örülmüş bir oranlamalar ağından başka bir
şey deği l de, ondan." (Magee, 1 990).
B i l i m Tarihçisi Dampier ( 1 989), ''The Riddle of the Sphinx'',
adlı şi irde bilim adamları ve filozofların doğayı algılama, anlama,
anlaınlandırma, yorumlaı11a çabalarıııa rağmen ''gerçekl iğin tan
rılar tarafıııdan ölümlü iıısanlara sadece görünüşler formunda
verd iğini doğanıı1 insaı1ıı1 kıyasıya bilıne çabasına bakıp alaycı bir
şekilde gülüınsemekte olduğunu'' edebi bir ifade ile dile getirir.
Öte taraftan, bilim söz konusu olduğunda bilimi yapaı1 veya
bi lme eyleminde bulunan insanın kendi zihııi potansiyeli ve fonk
siyoııel alaıı ın sınırlılığı bir yana, felsefe ve bilim tarihinde yer
yer haklı olarak belirtildiği gibi, bil iınin kendisi ve kanunlarında
da pek tabi görecelik söz konusu olabilir. Günümüzde
Feyerabend' in ifadesiyle:
''Bil iınde kesinlik olınaz her zaınan lıer şey değişebilir. . . Bi
limi doğruyla özdeş tutaı11ayız, çüııki.i lıeın Newtoıı' un hem
Eiı1steiı1 ' ıı1 kuran1larıı1ı bil in1 sayıyorlız, anıa ikisi birl ikte doğru
olaınaz, üstelik lıer ikisi de pekala yaıı lış olabiliı·."(Feyerabend,
1989: 18-25).
Bil iııdiği üzere, her bilimsel kuraın ve kaıılın bil iın dallarına
göre belirli şartlar altında, belirli s1111rlaınalarla ve sıııırlı gözlem
ve de11eylerle ortaya konarak kuraına veya ka11uı1a bağlaıı ır. Han
gi formda hangi alanlarda i leri sürülürse sürülsün, bil i msel genel
lemelerde lıer zamanda bir açık kapı vard ır. Ve var olmak zorun
dadır da. Çünkü, teoriye veya kanuna götürecek faktörler, şartlar
ve oıtamlar değişebilir. Belki böyle olmasa idi, bilimin birikici,
yenileyici ve ilerleyici sıfatlarıııı söz koııusu edeıneyecektik.
Bütün bunlardan ortaya çıkaı1 şu ki: i11sa11111 bilıne azıni, ira
desi ve eyleıninin takdir ve alkışlanması lıakkı saklı tutulmak şar
tıyla insaııın her şeyi bilmesi deney ve gözleme tabi tutınası,
laboratuvara sokması ve ihtimaliyeti yüksekte olsa geııel ve geçer
ka11u11lar ve teoriler ortaya koyması bil imi ve bi lme azmini ilah
laştırmaya yeter sebep değildir.
Peki, bilgi elde edinim çabasında sergi leneı1 yaklaşım ve kul
lanı lan metot söz konusu olduğunda, bu günkü biliın ne yapınak
tadır? Veya bilimde metod anlayışı hangi esaslar üzerine kurul-
1 46
maktadır? Dampier'e ( 1 989) göre, bilim adamlarının çoğu ''mut
lak gerçeklikle uğraştıkların ı sanıyorlardı fakat şimdilerde
uğraşalarının gerçek doğasını daha iyi bir şeki lde anlar ve algılar
olmaya başladılar'', tesbitindeı1 sonra bu tür soruya şu cevabı ve-
rır:
•
147
negatif) yönlendirebi l iyor. Gerçekte, bu her iki yönde bir bütünün
ayrılmaz parçaları ve bütünün varlık nedenidir.
1 48
Kısacası bu dönemlerde insanın spekülatif teorilere kurban
edilmesine karşı bir direniş kıpırdanışları kend ini göstermeye baş
ladı. Artık gerek resmi devlet, gerekse sivil ideoloj i ter ve
dünyagörüşleri sorgulanır oldu. Hatta öyle ki, yirminci yüzyılın
ortasıı1da artık ortak bir değer dilinden değil, artık değerler dille
rinden söz edi leceği; ve ayrıca siyaset felsefesinin öldüğünü bile
dile getirenler ortaya çıktı. (Skinner, 1 98 5 : 1 1 ) Bu kıpırdan ışlar
Anglo-Amerikan, Anglo-Sakson ve özel likle çeşitli Avrupa ülke
lerindeki düşünürler ve sosyal bil imciler tarafından sergilendi. ,
Fakat düşünce tarihinin hemen hemen her parçasında gözle
neceği üzere bu dönemlerde de ''yıkarken yapmak'' ve ''yaparken
yıkmak'' gibi bariz bir çel işki mevcuttu. Bu çelişki insanın doğası
ve ikil yapı özelliği d ikkate alındığında kaçınılmaz bir sonuç ola-
bileceğiı1i önceki bölümlerimizde 1 8 . yüzyıl Iskoç fi lozofu H ume
•
örneğinde gördük.
İşte bu tarihi tecrübeden dolayı olsa gerek ki : yukarıda da i
fade ettiğiıniz gibi, düşünce tarihinin post-modernizm ad ı verile11
diliminde günümüzde fi lozoflar, b i l i m tarihçileri ve kimi sosyal
biliınci ler, bilim ilahlaştırılması, sarsılınaz otorite olarak görül
ınesi, pozitivist metod ve indirgemeci yaklaşımııı zararlarını çe
şitl i şekill lerde ve çeşitli platformlarda ortaya koymaktadırlar.
Bunlarda11 belli başlıcalarını: Joad, Popper, Klıuıı, Habermas,
Gadamer, Ayer, Foucault, Levi-Strauss, Annales Okulu,
Altlıusser, Derrida, Rawls, Polanyı, Feyerabend, Cl1almers,
Barnes, Lakatos, M usgrave vesair olarak sıralayabi liriz.
Or11eğin bi !giye dair tartışmalarda maııtık yürütüın kalıbları
••
149
- Biçimsel tüındengelim ve tümevarım mantıklarının ötesinde
büti.i nlüklü tam bir rasyonellik kuramı ortaya koyma isteği;
- Biçiınsel olmayan rasyonellik ve mantıksal eleştirinin ku
raı11sal açıklamas ııı ın, felsefenin epistemoloj i, etik ya da d i l felse
fesi gibi dal larında da dolaysız uygulamalarının olacağına duyu
laıı iııanç;
- Farklı biçiınler aras ıııdaki yol ları ve bunlar arasındaki
örti.i şıneyi ortaya çıkartmaya olan merakın da eşlik ettiği,
taı·tışıınsal iknanın her ti.iri.iııe duyulan ilgi diye sıralanabi
li r."(Habermas, 200 1 : 47)
Diğer taraftaıı, btı eleştirmenlerin başında yer alan Thomas
Klıtın eleştiı·ilerde biliın söz konusu olduğunda kendi çıkış noktası
i l e Kari Popper' ınki leri arasındaki benzerlikleri, ''Keşfin Mantığı
1111 Yok!ill Araştırnıanın Psikolojisi mi? '', ad lı bildirisinde anlatır
1 50
a- Her ikimizde nötr bir gözlem dili üretme çabalarında ben
zer bir kuşku duyduk.
b- Her ikim izde bilim adamalarının aslında gözlemlenen fe
nomenleri açıklayan teoriler keşfetmeyi hedefleyebildiklerinde,
ve bunu reel nesnelerine göre, bu ifade her ne anlama geliyor
olursa olsun, böyle yaptıklarında ısrar ettik'' (Kl1un, 1 992: 2-9).
Ayı1ı bildiriı1in dipnotunda Khun, Popper ile olan bir başka
ortak noktasını da şöylece ortaya koyar:
'' 6 Her ikimizde, bir geleneğe bağlı lığın, bilimsel gelişmede
-
151
saf bilimadamı (pure scientist) diye adlandırabileceğimiz bilim
adamlarına zıt olarak, uygulamacı bilim adamı denilebilinecek bir
bilim adamı haline gelir'' (Khun, 1 992: 63).
Fakat, ileride tartıştığımızda görüleceği üzere: bu tür bilim;
bilimin ilahlaştırılması; bilimin ve bilimde metodun eleştirisi;
bilim adamı portresi; sosyal bilimler; sosyal bilimlerde metod ve
yaklaşımlar; sosyal bilimlerde insan ve toplum tiplemeleri; doğal
bilimlerdeki kavram; metod ve yaklaşımın örnek ve model olarak
alınması; bilimde özne-nesne dengesi ve kaosu; ve her iki bilim
dallarında da teori-pratik dengelerine; bilimin i letimi; bilim ideo
loj isi konuları gözönüne alındığında, Khun 'un bu radikal tavrı
beraberinde bazı ciddi problemleri de getirir.
Doğru olan genel kanaata göre, kişinin kendisi eleştirilme
diği, dolayısıyla savunma durumunda olmadığı sürece başkalarını
eleştirmesinden daha kolay ve entellektüel (yapay !?) bir zevk
olmasa gerek (en azından Türkiye'deki uygulamalardan yola çı
karak genelleme yapabiliriz). Fakat Khun, bu durumu11 farkında
gibidir. Nitekin, kendisinin de içtenlikle belirttiği gibi:
''Bir toplantıda yayınlanmış bir eleştirisinden tan ıdığım ve
pek saınimi olmadığım bir bayan arkadaş ve meslektaşa kitabımın
coşku verici olduğu11dan söz etmiştim. Bana dönmüş ve şöyle de
mişti: ' Ha, evet Tom, ama bana şimdi en büyük problemin, bili
min ne aı1lamda empirik olabileceğini göstermek gibi geliyor.'
Çenem düşmüş biraz gevezelik etmiştim. De Gaulle'ün 1 944'de
Paris'e girişinden beri, bu sahne dışında başka hiç bir sal1nenin
total görsel anısını hatırlayamıyorum." (Khun: 1 992: 323)
Batının bilgi uygarlığının temsilcisi olmasına koşut ortaya çı
kan olumsuz sonuçları eleştirir hale gelmesi aynı zaman insanın
gerçek doğasına karşı yabancılaşmasının bilincine varmasının da
tipik göstergenidir. Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı gibi,
eleştiriler bilimsel ürünlerin üretim, kul lanım, paketleme ve satı
şına bağlı olarak geliştirilen anlayış ve metot üzerinde yoğunlaştı
rılmıştır ki, çoğu zaman bunlar etik kaygıdan uzak pragmatist
maddeci bir mentalite ile hırçın ve tahripkar bir tavırla gerçekleş
tirilmiştir.
Örı1eğin, sosyal bilimlerde tabi bilimlerin pozitivist metodo
loj isinin sosyal bilimce ifadesi demek olan davranışcılık ekolu,
yaklaşımı ve metodu, insanları indirgemeci bir yaklaşım diğer
152
canlı varlık türlerine irca edi lebilen, laboratuvar ortamında doğal
bir denek durumuna düşürür. Böylece insanın aşkın, aktif, yara
tıcı, ussal, duygusal ve ruhsal yönlerini inkar edip veya iyimser
bir deyişle göz ardı edip, insanların pasif edilgen maddi sistemler
olduğunu ilan eder.
B u i landa, Feyerabend'e göre:
''Başarılı ve canlı varlıkların bir maddi özelliği var, en aşırı
durumlara bile kolayca uyum sağlayıveriyorlar. (Eğer bir köpeğe
bir reflexler demeti olarak davranırsanız, bir reflexler demeti gibi
davranmayı öğrenecek ve dediklerinizi yerine getirecektir). Oysa
insanlar yalnızca uyum sağlamıyorlar, direniyorlar da dirençlerini
destekleyecek özellikler geliştiriyorlar; örneğin ruhlar ve zihinler
üretip bilimden bu 'bi limsel olmayan ', 'saçma' nesnelerle uğraş
masını istiyorlar'' (Khun, 1 992: 1 3- 1 4).
Araştırmamız ilerledikçe göreceğiz ki, olabil ir. Burada bu
laboratuvar ortam ına deney ve gözlem, prensiblere bağlanama
yan, kalıplara sokulamayan, etiketlenemeyen ve de bu tür güdük
bir çaba ile anlaşılıp, anlamlandırı lamayan bir rul1 ve düşünce ile
tarihte bağımsızlık ınücadelesi verın iş olan yüzlerce ülkeleri ha
tırlatarak yetine lim. Örneğin dünün cüceleri bu günün devleri
olan ülkeler hatırlansın.
Bil imde söz konusu ettiğimiz teori-pratik ve gerçeklik-yorum
dengesini şimdideki moda metod ve biliınsel anlayışa yönelik ola
rak hiç bir bil i msel teorinin ilgili sahadaki bütün olgulara uyacak
tır diye bir kural olamayacağını belirttik. Fakat sonuçta her zaman
bilimsel teori kötüde eleştiriliyor demek değildir. Bilimsel olgular
eski bilim ideoloj ileri ve ideologları tarafından şekillendirilir,
yine de bilimsel olgular ile bilim etiketli bu olgulara ilişkin kav
ramların birbirleriyle çatışmaları bilimde ilerlemenin bir delili
olarak değerlendirilebilir .
üte yandan, bu tür değerlendirme çabasında, yıne
••
•
Feyerabend' e göre:
''İlk adım, gözlemlerle ilgili bil inen kavramlarda gizli olan il
keleri bulmaktır. Galileo, Kopern ik ile bağdaşamayan doğal yo
rumları göz önüne alır, onları başkalarıyla değiştirir. Yeni doğal
yorumlar, yeni ve oldukça soyut gözlem dili oluşturur. Ortaya atı
lıp hemen saklanır, böylelikle kimsenin farkına vaııııaması sağ
lanmış olur, (unutturma yöntemi). Bunlar bütün hareketlerin gö-
153
rece/iğini ve dairesel eylem yasasını içerir. Değişikliğin yol açtığı
zorluklar, zaman zaman olumlu işlevleri olan ad hoc hipotezlerle
örtbas edilir. Bu hipotezler, kuramalara soluk aldırıcı alaı1lar açar
lar, gelecekteki araştırmaların yönünü bel irtirler."
Feyerabend ''B i l i m Kilisesi : Ozgür Bir Toplumda B i l i m'', ad-
• •
1 54
ve metodoloj isi çıkışlı boyutunu örnekleriyle görüp kısaca incele
dik.
Deyim yerinde ise, Chalmers' inde ( 1 990), ifade ettiği gibi,
bugün Batı kendi kültür ve uygarlığının ve bu uygarlık ideoloj isi
nin doğurduğu olumsuz sonuçları, karmaşıklıkları ve kaosu kendi
mekanında, kendi bilim mahkemesinde, hem savcı, hem davalı,
hem dava vekili, hemde yargıç olarak kendi hukuk kavram ve
ilkeleri ile yine aynı aı1layışla kendi kendini yargılamakta kayıt
lara ve tutanaklara geçınek üzere resmi tescilli günah çıkarmakta
dır. Bu bağlamda Chalmers ''Modern dünyamızda tek bir bilim
felsefesi var; modern bilimlerin felsefesi'' tesbitinden sonra bilim
merkezli şu dikkat çekici uyarıyı yapar:
''Buna bilimin kendi kendini yorumu veya b i l i min bilimsel
kurumlar tarafından yapılaı1 yorumu da diyebiliriz. Bu 11edenle
eliı1izdeki kitaptaki düşi.inürler; Popper, Kuhn, Lakatos,
Feyerabend ve Altl1usser arasında yaptıkları yoru111un arka pla111
göz önünde btılundtırulduğunda pek bir fark yoktur. Hemen hep
side bilimi bil iınle yargılamaktadır. Hatta Feyerabe11d ' iiçii11cii
dünyadan ' söz ederken bile, bilimsel kuru111ların içiııde ko11uş
maktad ır. Söz koııtısu diişiiniirler aynı toplumsal tabaka11 111 tem
silci leridir. Açalı ın. Günüınüzde moderıı bil iı11 keııdisini, alt
yapısıı1ıda keııdisinin kurduğu bir malıkeınede, ınoderıı bil iı11iıı
kendisi11iı1 lıeın davalı lıem de davacı lıeın de yargıç oldtığu bir
mahkemede yargılamaktadır. Bu malıkemede tek bir taraf vardır.
Neyin bil iın olup olınadığıııa, neyin biliınsel bilgi olup olmadı
ğına bu mahkemede karar verilmekte, bu mahkemeden geçiş izni
alamayan her uıısur, bilimler panteonundan dışarıya atılmaktadır.
Dünyamızda bütün bilgi türlerini, değişik toplumsal tabakalarla
üretilen farklı bi lgi türlerini yargılayabilecek adil bir mahkeme
yok. Böyle bir üst mahkemenin inşa edilemiyeceği de bir gerçek."
(Chalmers, 1 990: 1 5 ).
Buı1daı1 önceki IV. ve V. Bölüınlerde, 1 8. yüzyıl Biritanya
fel sefe geleneğinde konuınuza i lişkin iki felsefi teori ve yakla
şımları gördük ve bu yaklaşımların şimdiye etkisini VI. ve VII.
Bölümlerde ele alıp inceliyeceğimizi söyledik. Bu bölümde ise
şimdiye kadar olan süreçte bu etkinin doğal bilimler, genel
bilmeklik eylemi ve bilimde metod anlayışlarına getirilen radikal
eleştirilerde yansısını gördük. Bu yansı daha ziyade bilimin ve
155
bilim adamlarının bilimin içeriği, bilmeklik sürecinin dinamik ve
ilkeleri, bilimde metod ve yaklaşım problemi, bilimin iletimi,
bilim ideoloj isinin ve uygulamalarının doğurduğu çarpık insan ve
toplum tiplerine yönelik kendi iç, öz eleştiriyi esas alan kavgala
rından ibaretti.
Burada ana eleştiri noktalarından biri de metod ve yaklaşım
konularında, bizim Hume'un empirik ve şüpheci felsefesi, negatif
bilgi kuramın doğal sonucu olan indirgemeci yaklaşımından yola
çıkarak, Reid'in sağduyu felsefesi pozitif bilgi kuramının varlık
gereği olan tümeli yaklaşımın karşıtı olarak değerlendirdiğimiz
indirgemecilik, bugün bilimde pozitivist metod ve yaklaşım ola
rak etiketlenen ve bilim pazarına çıkarılan anlayış türüdür.
Sonuçta da, bilimi tekeline alan bilim adamları, yönlendirici
leri ve dağıtıcıları değil sıradan insanların bilimi denetlemesi ge
rektiğini savunan anarşist bir tavırla karşılaştık. Burada henüz adı
konulmamakla beraber, Popper hariç, bilimi tekeline alan bilim
adamları, yönlendiricileri ve dağıtıcıları sağduyuya davet edilerek
bilim ve bilme eylemi ile ama direkt ama dolaylı alakalı ruhbaı1
sınıfının tekelci 1 iğinin ve belirleyiciliğinin tekelci 1 ikten tümelci
liğe geçişi ön görülmektedir.
Bu bağlamda çarpıcı diğer bir örneği yine Popper'a başvura
rak verelim. Popper, 1 967 de yaptığı 'Bilen B ir Özne İçermeyen
B i lgi Kuramı ' adl ı konuşma metni ''entellektüel spekülasyon bu
dalalığı'' diye adland ırabi leceğimiz bir zümrenin varlığına şu üç
dünya veya evrenin takdimiyle zemin hazırlar. Bunlar: 1 ) fiziksel
nesneler veya fiziksel durumlar dünyası; 2) bilinç veya psikolojik
durumlar ya da eyleme dair davranışsa) eğilimleri dünyası; 3)
nesnel düşünce içerikleri, özellikle de bilimsel ve yazınsal anlam
içerikleridir.
Bilgi spekülatörü bu üç dünya arasında gel-gitler yaparken
teorik ve pratik seviyelerde bir dizi problemlerle karşı karşıya
kalır. Ortaya çıkan bu bi lgi sorunlarını çözmek için yeni kuramlar
uydurur ki, bunlar kendisinin eleştirel ve yaratıcı düşüncesiniı1
ürünüdürler. Bu spekülatif süreçte üçüncü dünyanın öteki ku
ramları hem kendilikleri hem de dışsal ilinti noktalarında bir dizi
yeni soru ve sorunlar üretınesine rağmen spekülatöre temel daya
naklar oluşturur.
156
Gerçekte, ''kökeni gereği bizim ürünümüz olan üçüncü dün
yadaki spekülatif teorilerin ontoloj ik statüsü dikkate alındığında,
bu teoriler birinci dünyadan bağımsız olup, doğrudan nesneler
dünyasına irca edilmez. Fakat düşünce ve bilim tarihi bu tür irca
gayretleriyle doludur. Sonuçta, Popper' a göre, hiç bir insan bu
dünyanın küçük bir bölümüne bile egemen olamayacağı halde,
yerli yersiz spekülasyonlar yapmaktan geri duııııamaktadır ve
duramazlar da.
Bütün bu örnekler bize gösteriyor ki, insanoğlu bir kez daha
her spekülatif yolculuğunda yaptığı gibi başa dönmek zorunda
kalıyordu. Geriye kalan ise, bu uzun yolculuklardan elde ettiği
tecrübe ve gözlemlerdi. Fakat literatürün kayıt edici noter özelli
ğine rağmen insanın hafızasına pragmatist iştehasından dolayı ket
vurarak sınırlama özelliği dikkate alınırsa, bu tecrübe ve gözlem
lerde n ihai noktada pek bir şey ifade etmektedir. Örneğin, malum
olduğu üzere modern felsefe kendisine yeni çağ felsefesi adını
verip, Batı Hiristiyan Ortaçağına bir tepki olarak ortaya koy
muştu . Her türli.i bi lgide rasyonalite, tecri.ibe, gözlem ve metot ön
plaı1a çıkarılmıştı . Ö11ceden de bel i rttiğimiz gibi, doğal olarak
sosyal bilimler ve felsefe de btı furyadan nasibini almıştı.
Akıl adeta tabtılaştırılmış ve rasyonel alana çekilemeyen her
şeye metafizik yaftası vurulmuştu. Aslında bu yaftayla birlikte
ke11di11i11 aşkın yününe doğal geçişi de tıkayıp, kendi ikil varlığını
bedenine ve bedeni n dürtülerine indirgemekteydi . Yani bir ba
kıma kendi doğasını ve varlık potansiyelini sın ırlayıp kısırlaştır
maktaydı. Artık bilim, ''bilimsellik'', ''bilimsel metot'', ''bilimsel
yaklaşım'' gibi ifadelerle her bilgi uğraşısını sekular ''bilim kili
seleri''nce kutsar hale getirilmişti.
Her ne kadar 350 senelik bir ömürü olsa da bu furyada diğer
leri gibi, kal ıcı olamadı. Düşünce tarihine bakıl ırsa olamazdı da.
Sontıçta dünün modernlerinin bilim deyip tabulaştırdıklarına bu
gü11 aynı kültür ve uygarlık çevresinin çocukları kurgusal \i tim
(bi limkurgu) demektedir. ,Adeta Hiristiyan ortaçağın öznelliğine
''iı1sa11 aracılı Tanrısal öznellik'' yakıştırması yapan modern çağ
düşü11i.i r ve sosyal bilimci lerine, aynı gelenekte yetişen
modemizm sonrasındaki kuşak bilimciliğin tabularından olan
nesnell iğe ''sekular öznellik'' adını vermektedirler. 011ların söy
lemlerine bakılırsa, adeta bilgi alanlarda söylenecek söz kalma-
157
ınıştır. Yani Batı bi lgiyi tüketmiştir ve yeni bilgi konuları ara
maktad ır. Her soyut şeye de metafizik deyip düşünce alanına yak
laştırmadığı için doğal bir açmaz ile karşı karşıyadır.
Böyle bir çaresizl ikte onları geçmişi yeniden gözden geçir
meye sürüklemektedir. Aınaç şimdide11 hareketle geçmişi yeniden
keşif etmektir. Günümüzde böyle çaba örneklerine hemen hemen
her u ltıslararası felsefe sempozyum veya kongrelerinde rastlamak
mümkündür. Çünkü araç amaç konumuna düşürülınüş, amaçta
araç olmuştur. Yani insan bedensel yönünün tatminini esas ala11
bilgi ürünlerine (ürettiği teknoloj ilere) kendini mahkum ederek
ma11evi, soyut yönünü il1mal etmiştir.
Değil mi ki insan, kendisi ve d iğerleri ile olan doğal iletişim
den uzaklaşmış ve bu zorunlu iletişim yerini yapay iletişim
modlarına bırakmak zorunda kalmıştır. Bu modlarıda bilgi üretim
ınekanizınalar1111 elinde bulunduran güçler kendi lerince kendi
aınaç ve beklentileri doğrultularınca tayin etmektedirler.
Öte taraftaı1, düşüı1ce tarihinde her kaotik ortamda olduğu gi
bi, geçe11 yüzyıl ıı1 ikinci yarısından sonra başlaya11 siireçte Batı
düşüı1ce gele11eğiı1de f-lem Avrupa, l1eın Brita11ya l1em de
Aı11erikada bir dizi diişüniir ve sosyal biliın ada111ları moderı1 ge
leı1eği eleştirirken kendi leri de reçeteler yazmaktan geri durama
ınışlardır. Dura111aınaları da mümkün gözükmekted ir. Çü11kü l1er
ınantıksal eleştirel karşı çıkış, eleştiri noktalarında ileri sürii len
aı·gümanlar derlenip sıralandığında aynı zama11da kaçınılınaz
olarak alternatif bir teoriye karşılık gelir. Batı düşünce taı·ihi11de
bunun en güzel örnekleri Sextus Empirikus, Descartes, David
Huıne ve Tl1omas Reid; İslam düşünce gele11eğinde ise, Gazali ve
lbn-i Rüşt'tür.
•
158
Yedinci Bölüm
Bilgi Ve Iletsel Bilgide Tümcü Yaklaşım
•
Ve Metot Arayışları
yukarıda su11u la11 sorularda11 ilk i.i çü11e cevap verıneye çal ışarak
diğer sorulara alt yapı oluştural ıın. 011ceki bölümlerimizde de
••
159
demektir. Nitekim, i leride göreceğimiz üzere bu yaklaşım, bu
günkü Ada felsefesinin milli felsefi tavrı haline gelmiştir.
Bu felsefi millileşme sürecini örnekleriyle birlikte ve açtığı
olumsuz sonuçlarıyla irdeliyeceğiz. Fakat burada kendi de bu
gelenekten yetişme olan Coady'nin konuya dair dürüst ve doğru
açıklamasını belirtmekte fayda görüyorum. Coady, itiraf for
munda akademisyenci l ik oyunu aktörlüğüne gerek duymamaksı
zın, Batı felsefesi ana! itik yaklaşım, hatta bu yaklaşıma sebep
analitik felsefe diye adlandırılan anlayış, metod ve sonuçlarına
i lişkin olarak şu tesbiti yapar:
''Ben çağdaş çözümleyici felsefenin aşırı derecede skolastik
hale gelmekte olduğunu düşünenlere sempati duyuyorum (bu
noktanın daha çok çağdaş Fransız ve Alman felsefesine yönelik
olduğunu düşünmeme rağmen). Şayet felsefi ilgiler, bel li nokta
larda, daha geniş toplumlara yönetilmez ise ve onun entellektüel
şartı olan ilgi merkezlerini ve beslenmeleri11i kaybeder ve şayet
halk filozofların düşüncelerine (ulaşmada) geçişe sahip değilse,
(kişinin) kendini anlaması yok olurken, değerli derin düşüncelerin
kaybedilmesi (söz konusu olur demektir)'' (Coady, 1 994: x) .
üte taraftan, bu tavra i lave olarak Macintry'nin ( 1 990) i lginç
• •
1 60
şimdi felsefe, sosyal bilimler ve dile çağdaş metod ve yaklaşım
tartışmalarının yansısını ve bu tartışmalar sonucu ortaya çıkan de
vasa muhtemel çözüm olan sağ duyu tümcü yaklaşımının Reid
sonrası seyirini inceleyelim. Bu çerçevede Coates ( 1 996), ''Sağ
Duyunun iddiaları'', adlı kitabında kendisi de sağduyu yaklaşımın
•
161
ve tarihin sağduyu uygulamalarının bir şekilde felsefi savunma
sına izin verir. Fakat, günlük dil ve müphem sağduyu kavramları
arasındaki çatışma yeni bir teorinin ortaya konması zorunlulu
ğunu ortaya koyar.
Günümüzde, yine bu bağlamda bir kaç filozof sezi fonksiyo
nunun tartışılmaz doğruluğunu savunur ve en çok etkili olan sağ
duyu söylemi Otto Neurath' ın benzetmesinden elde edilir.
Neurath için:
''Sağduyu ve sıradan dil bizim için de seyir halindeyken par
ça parça yeniden inşa etmek zorunda olduğumuz bir gemi gibidir.
Sağduyu zamansız veya zaman üstü bir doğrular kütlesi değildir,
o sadece şimdideki veya halı hazırdaki bir teori durumudur, i leri
araştırı11alar için bizim vaz geçilmez başlangıç noktalarımızdandır
ki, ondan biz yavaşça tekamülleşiriz. Bu yaklaşım şüpheciliğin, o,
ortaya çıkınca sorgulamaya başlamasına işaret ettiği gibi felsefede
kritik fonksiyonlu sağ duyunun daiıni bir rol alması özelliği ile
kalmaktadır; ve o, bizim düşüncemizin yeni bir görüntüsünün
daha karmaşık felsefi projelerine karşı tavır alır - biz, kavramsal
dünyamızı yenide11 oluşturmada sağduyu dışında başka noktalara
sahip değiliz.'' (Coates, 1 996).
Neurath ' 111 be11zetmesi öteki alanlarda ciddi anlaşmazlıklara
düşen çeşitli düşünce okulları tarafından yeniden gündeme getiril
miştir. Fakat sağduyudaki başlangıç 11oktalarımızın bu ortak anla
yışı veya tescil lenmesi, birinci planda geminin sudaki değeri bakı
mından geniş çerçeveli bir şüpheyi maskeler.
Coates sağduyu tümcü felsefe karşıtı olan Anglo-Sakson ve
Anglo-Amerikan felsefe geleneğindeki iki baskın ekolünden ko
nuya ilişkin olarak şu şekilde söz eder:
''Gerçekten de, bugün fe lsefi dünyada en etkili araştırma
programlarından ikisi, analiti� felsefenin biçimsel semantiği (ve
ya anlam bilimi) bir tarafta, diğer tarafta ise yapısalcılık sonrası,
çoğu durumlarda bu11lar birbirine karşıttırlar, (fakat) sıradan di lde
ve sağduyunun güveni lmezliğine ilişkin ciddi bir inancı paylaşır
lar." (Coates, 1 996)
Ayrıca Coates 'e göre, bu ekoller sosyal bilimler metodoloj i
sine doğa bilimlerde Newton ' un mekaı1iğinden yola çıkarak
pozitivist bir renk taşıdı lar. Bu renk kendini iki alanda gösterdi:
1 62
a-) Metodolojik alan: deney ve gözlemin aynı zamanda tüm
dengelimciliğin esas olduğu, bu yüzden de insana ve maddeye
yönelik konuşmalarda fizik dilinin geçerl iliği ve kullanımının
esas olduğu inancı; ve
b-) Ontoloj ik alanda ise insanın da harekette olan bir madde
olarak düşünülmesi yaklaşımı.
Felsefe ve sosyal bilimler söz konusu olduğunda bir tarafta
fizikin kavramları ve dili diğer tarafta sosyal bilimlerin sağdu
yucu ill izyonik bir durumda olduğuna dair olan bir yaklaşım. Bu
ortamda ve olumsuz yaklaşımda sağduyu veya duyucu reaksiyon
Dr. Johnson 'un taşı tekmeleme örneğinde nesnelleştirildi, şöyle ki
Johnson için fiziki nesnelere olan doğal inanç Berkeley' in önere
bileceği en iyi bilgi kuramsal deli l ve tartışmasından daha değer
l iydi (Coates, 1 996: 4 ).
Bu tür bir olumsuz yaklaşımın gerisinde bilim tarihindeki do
ğadaki olaylara yönelik sağduyu çıkışlı farklı veya birbirine zıt
açıklamaların bulunması yatar. Örneğin, sağduyu adına yer yüzü
nün düz olduğu11a inanıld ı ve bu11un aksi yine sağduyu adına red
dedildi. Fakat Coates' e göre, felsefe ile bilim arasında kategorik
bir ayrıma dayanmak zorunda değil iz. Sağduyu 11ali l1azırdaki
varolan verilerden yola çıkarak yenisi ortaya konana kadar gün
demde kalacak olan inançlar bütünüdür. Bu derece farklılığı ıne
selesidir. Bu çerçevede de Reid' in felsefi önermesini l1atırlatır:
''Nesnelere dair bir inanç mantık gereği, duyum hakkında ko
nuşmaktan öncel iklidir'' (Coates, 1 996: 14).
Coates'a göre, Aristoteles ilk defa günlük konuşmada sağ
duyu kalıpları gündeme getirerek bu konuya yöneldiği için ilk
sağduyu filozofudur. Fakat daha açık ve net bir tavır İskoç gele
neğinde Reid'den gelmiştir. Sağduyu felsefesi adına Reid ' in sun
duğu ana ve temel savunmalar ki, bunlar Reid sonrasında da be
niınsendi ve beraberinde problemleri de birlikte getirdi. Şöyle ki,
şayet sağduyu önermeleri ve yargıları herkesce ge11el geçerli bir
prensipler zinciri ise burada felsefeye ve filozofa düşe11 görev
veya ihtiyaç nedir?
Reid her ne kadar sokaktaki adamla filozofu bir tutsa da, bu
demek değildir ki, bunlar sağduyu pre11siblerini ay111 derecede al
gılayıp yorumluyacaklar. Kaldı ki, şöyle bir eleştiri Reid'e karşı
yöneltilebilir: Şayet sağduyuya yönelik bir çıkmazda veya tartışıl-
1 63
malı bir durumda isek o tartışma konusuna ilişkin ne yapabiliriz?
Reid' iı1 cevabı hazır: ''Doğru daima kendi içcrsinde kendiyle tu
tarlı olan bir bütündür'' (Coates, 1 996: 1 7).
Fakat, araştırmamızın iV. ve V. Bölümlerinde de belirttiği
miz gibi, sağduyu felsefesi tümeli yaklaşım karşıtı olan deneyci
indirgemecilere il işkin şu gerçeği akı lda tutmak gerekir. Berkeley
ve Huıne 'un kendisi de sağduyu ve insanlığın benimsediği doğal
kavram ve prensiblerin gözardı edilemiyeceğinin bilincinde ol
malarınıı1 yanısıra, kendileri de felsefelerinde yer yer atıfta bu
lunmuşlardır. B u yaklaşımıyla Berkcley, maddi bir nesneye iliş
kin bir kavram, sağduyu ve dilde kullanılan ortak bir kavram ol
mayıp, sadece felsefi bir kavramdır. Burada sağduyunun yoru
munda bir çelişki vaı ıııış izlenimine kapılınabilir, ama gerçek
durum sanıldığı gibi değildir.
Öte yandan Reid bu soruyu aşağıdaki şekle indirgemiştir:
''İnsa11 duytımlarından bağımsız nesnelerin varlığından
bahsedebi l irın iyiz?'' Sonra Reid, sağduyu felsefi yaklaşımı
empiristlerle olan tartışmada görünüşlerin örtüleri demek olan
•
1 64
Sidgwick'e göre, filozofların ve bilim adamlarının birincil görevi
olmalıdır. Quine'nın dediği gibi:
''Sağduyu bilimin içersinde organize edilir ve bilim ham
madde durumunda olan sağduyu inanç ve ilkelerini diizeltir veya
tasdik eder." (Coates, 1 996).
Yiı1e bu bağlamda Peirce şu noktaya dikkatleri çeker:
''Şüphe duyulmayacak derecede doğru olan sağduyu verile
rine sahibiz. Fakat, onları açık ve seçik bir şekilde ortaya koyup
belirlemede güçlüklerle karşı karşıyayız. Sağduyu inanç zinciri
üzerine daha da düştükçe, karşımıza daha çok şüphe edecek ko
nular çıkmaktadır; onların felsefeye başlagıç teşkil edilmesi söz
konusu oldtığunda günlük konuşmalarda yetersiz tanımlanmalar
söz konusudur'' (Coates, 1 996).
B u kilit noktada veya açmazda, Coates için, problemin çö
zümü sağduyu inanç ve ilkelerini empirik olanlardan ayıran ne
dir? sorusuna, verilecek cevapta gizlidir. Ne zaman ki deneysel
veya empirik inanç ve ilkelerin bil imsel araştırması sontıcu bir
şüphe doğar, o zaman biz inancımızı durdurmaya yönelik zorlanı-
rız. üte taraftan, sağduyu önerıneleri yoğun çürütme çabalarına
••
1 65
ilişkin) şunları söyler: ''Aristo'ya değin geriye izlenebilecek bir
gelenekten -bilginin sağduyu kuramı geleneğinden- kopmaktadır''
şerhini düşer. Ve Popper şöyle devam eder:
''Ben sağduyuya çok hayranım; ama bunun özünde, kendi
kendisini eleştiı ıııeye yönelik bir yeti olduğunu düşünüyorum.
Fakat sağ duyu gerçekçiliğinin özce doğruluğunu sonuna değin
savunmaya hazır olduğum halde, sağ duyucu bilgi kuramını öz
nellikçi bir gaf sayıyorum. Bu gaf Batı felsefesine egemen ol
muştur. Ben bunu kazıp silmeye ve onun yerine, özce oranlamaya
dayalı bilginin nesnel bir kuramını getirmeye kalkışıyorum. Bu
cüretli bir sav olabilir, ama onun için özür dileyecek deği lim."
(Feyerabend, 1 99 1 : 66).
Alıntıdan da kolayca anlaşılacağı üzere Popper, zamandan
bağımsız sağduyu inanç önermelerinin çözümünün mümkün ol
duğunu öne sürer ve ölçüt olarakta bilginin gelişimi için yararlı
bir yol olduğunu öne sürer. Bu yaklaşıma kendisi ''sağduyu rea
l izmi'' adı verir. Popper, Tarski' nin semantik doğru anlayışı çer
çevesinde, doğruluğun cümlelerin bir yönü olduğunu ve bizim
onu kendi irademizle ön plana çıkardığımızı iddia eder. Şayet
önermeye (iletiye) inanmakta sebeblerimiz rasyonel temelli ise,
biz bu tip öneı ıııeyi doğru olarak kabul ederiz.
Bu bağlaında bir adım daha ileri atalım. Wittgenstein ve
Moore 'un bu inanç kalıplarını yorumlama durumunda ise günlük
sıradan dilin analizi, önemi ve iletgen rolü gündeme gelir. Bundan
dolayıdır ki, Moore'un ''Sağduyu Savunusu'' adlı makalesi felsefi
arenada bir şok tesiri yaptı. Çünkü, o zamana kadar analitik ve
formal mantığın İncili demek olan ''Matematiğin Prensibleri'' adlı
kitapın metodu genelleşme yolunda idi. Moore ise, aksine genel
ve geçerli olan sağduyu önermelerinin listesini yaptı.
İncelememizi yukarıdaki aşamalardan geçirdikten sonra,
Muhtemel bir ortak çözüm vasıtası olacak bir metod ve yaklaşım
bulunabilinir mi? Araştırmamızın bizi ulaştırdığı nokta şu, evet,
muhtemel kendi sınır ve şartları içerisinde genel, geçer, çözüm
yolu olan bir ortak metod veya yaklaşım söz kontısudur. Bu
metod ve yaklaşımın adı da sağduyu tümcü metod ve yaklaşımdır.
Sağduyu tümcü yaklaşımın karekteristiği ise, önceki bölümlerde
felsefi, kültür ve uygarlık, bilim (doğa ve sosyal bilimlerde) alan
ları11da tarihsel gelişiminin detaylarıyla belirtildiği gibi, insanı
1 66
insanı cephede parçalarına indirgenemeyecek bir bütün (içe ve
dışa yönelebilen bütüncü bir sistem) olarak değerlendirıııesi; in
sanın aşkın, akl i , iradi, nevi şahsına munhasır, kendine özge yapı
ve oluşumile, özgür, eylemci, yaratıcı ve iletici yönlerini ön plana
ç ıkaı ıııasıdır.
167
Görüleceği üzere, dil felsefesi söz konusu olduğunda sağ
duyu anlamlı ve zorunlu bir ölçüt olarak felsefe tartışmalarını
ikiye bölüyor durumdadır. Çünkü, bu gün bilgi kuramlarının mo
dem problemleri, özelilikle empirik problemlerin kaynağı olan
pozitivist, şüpheci, indirgemeci felsefe, metod ve yaklaşımın o
l umsuz etkileri sonucunda doğal olarak sağduyu tümeli, felsefe
metodoloj isi ve yaklaşımı, eğer deyim yerinde ise, yeniden keşfe
dilip ölçüt olarak şimdiki felsefe gündemine yeniden alternatif,
pozitif, kuşatıcı, aşkın bir felsefe, metod ve yaklaşım olarak geti
ril me ihtiyacı ortaya çıktı.
Bu bağlamda, iletişim mekanizmasının işlerliği ve işleti
minde, iletsel bilginin değerlendirilmesi ve yorumu söz kontısu
olduğunda, gü11ümüzde Reid'ci felsefi çerçevede ama doğrudan
ama dolaylı yorum getiren bir dizi filozof sayılabilir. Bunlardan
bir kaçının görüşlerini incelemekte fayda görüyorum. Örneğin,
bunlardan biri Vendler'dir. O, makalesinde i letişim mekanizması
ve bu mekanizman111 işlerliği sonuctında i letsel bilgiyi otorite,
kaynak zincirleri ve inanç merkezli olarak şu şekilde elde
edilebilineceğini söyler:
''Bu şeyleri söyleyen kişiler, bun ları rapor eden, aktaran ki
taplar ve kağıtlar gerçekten bir zincirin halkalarıdır. Bunlar sa
dece otorite değil nedenlerin ard arda sıralanmasıdır. Otorite öyle
bir şeydir ki, sadece inancı güçlendirir, fakat bilgi, bundan daha
çok şeye ihtiyaç duyar; çoğunlukla uzun olmasına rağmen kesin
tiye uğramamış bir nedenler zinciri, sadece bu nesnelliği veya
gerçekliği garanti ederek bilgi veya bilgi malzemesi olması ihti-
yacını karşılar. inanç birliktel ik, iyi akli nedenler, ve iknayı esas
•
1 68
yici pozisyonundaki beni bir şeyin farkında kılar ve o bir şeyi
bilinmesini sağlar, aksi takdirde o şeyi ben bilemeyecektim. Bu
bir bilgi kaynağıdır." (Austin, 1 962)
Aynı şekilde McDowell, ''Anlam, İletişim, ve Bilgi '', adlı ma
kalesinde aynı konuyu iletişimde duyum, algı ve dil faktörlerinin
birlikteliğine dikkat çekerek, şu tesbitleri yapar:
''Duyumlara bilgi statüsünü veııııek pek doğru gözükmüyor
şöyleki, bilenin konuşmacının güvenilirliğine dayanan
isbatlanabilecek n itelikteki bir duyumun doğruluğununa sahip ol
ması durumunda olduğu gibi. Burada duyum söz konusu oldu
ğunda duyumun karşılık geldiği nesnel dünya ve duyumlayanın
algısı ve dil yoluyla anlatımıdır. Şayet konuşmacı 2., 3 ., veya 4.
el ise dilin gücü ve seçimi duyumun nesnel çevrede iyi algılaı11p
algılanmadığı faktörleri göz önüne alınmalıdır. Böylece sözel bir
iddia, şaka ve yanıltmaların dışında, bu faktörlerin esas alınma
sına paralel epistemoloj ik bir karakter kazanır."
Diğer taraftan Quine ve U llian ise, ''inanç Ağı'', adlı ortak ki-
•
1 69
Bu bağlamda Fricker, ''İletişim Bilgi Kuramı '', adl ı makale
sinde yukarıdaki süreci kısaca şu şekilde ifade eder:
''Konuşmacı doğruluğuna inandığı ve iletmek istediği bir
cümleyi dinleyicisine iletir. Dinleyici gözleyerek anladığı ve doğ
ru algıladığı bu raporu kabul ederek o'da konuşmacı gibi bu rapo
ra inanır ve bilgi hanesine katar." (Fricker, 1 987: 56-58)
Öte yandan Grice, anlam kavramı merkezli olarak: ''Konuş
macı raporu ile inandığı bir anlamı kasteder ki, bu anlam kastı
dinleyicide aynı inancı oluşturma niyetinin dinleyici tarafından
tanınmasına eşittir'' der.(Grice, 1 968: 45) Yine Grice ''Konuşma
cının Kastı'', adl ı makalesinde ise, iletimi ''niyetlenen anlam''
kavram ve olgusunu iletişimde esas alarak aşağıdaki şu foııııülü
i leri sürer:
''Niyetlenilen-anlam ''M-intended'' ile ifade edil mek istenen
açıkça belirtilen söylemler türüne karşılık gelir ki, bu dinleyicinin
bir şeye inanması zorunluluğu anlamına gelmez (her ne kadar bu
yönde bir beklenti varsada) fakat dinleyici bu yolla kanuşmacının
bir şeye inandığını anlamalıdır. Konuşmacı ve dinleyici de sonu
cunu uyandırma niyetini taşır. Ne zaman ki, dinleyici bu niyeti
anlar o zaman anlam iletişimi ortaya çıkar. B u da şu şekilde
formülüze edilir: K (konuşmacı) A (anlam)-niyetini D (dinleyi
cide) de bunun S (sonucunu) veya E (etkisini) oluştuııııak ama
cıyla iletir." (Grice, 1 97 5 : 59)
Son olarak, Strawson ''Anlam ve Doğrululf', adlı makale
sinde artık sıradan dil felsefesi i letişim bilgi kuramında standard
hale gelmiş iletişim eylemi sürecini i letişimin üçlü öğesi mer
kezde olmak üzere amacı da bu sürece dahil ederek şöyle bir for
müle ulaşır:
''Bir cümlenin içeriğine inanmış ve bu inancı dinleyicisiyle
paylaşma veya aktarma niyetinde olan bir konuşmacı tarafından
her yönüyle ortaya konması isteği aynı şekilde dinleyicide de
iletilen cümleye inanma veya inanmamaya yönelik bir tavır oluş
turur.'.'( Strawson, 1 970: 1 8 1 )
1 70
VII.3. Tü mcü İletişim Bilgi Kuramının
Felsefi Teorik Sonuçları
1 71
verilerini esas alarak şimdi bunları maddeler halinde toparlayarak,
tümeli i letişim bilgi kuramımızın nihai teorik çerçevesini i lkeleri
ve bu i !kelerin yansı alanlarını gösteı ıııeye çalışarak, bir sonraki
bölümümüzün inceleme konusu olan Habeı·ıııas' ın ''iletişimse!
eylem kuramı''yla karşı laştırmasına zemin hazırlayalım. Bu mad
deleri şöylece sıralayabiliriz:
1 -) Bölüm II, III ve V de belirttiğimiz gibi, Thomas Reid fel
sefesini Platon' la başlayıp, Descartes ile Avrupa üzerinden Adaya
transfer edip, burada empiristler tarafından son şekli verilen ve bu
şekil lendirmede önemli bir role sahip olan özellikle Hume felse-
fesinin dayandığı, Reid'iıı deyişiyle, ''idealar Teorisi''ne ve onun
•
1 72
b-) Reid' in hazırladığı zemin üzerinde bizim bir i letişim bilgi
kuramının oluşturma çabamızda yararlandığımız metod bakımın
dan genel ve geçerliliğinin teminati olan sağduyu inanç ve ilkele
rini Reid kullanmış, insanı içine dönebilen, dışına açılabilen, aş
kın, akli, iradi, duygu, ruh, nevi şahsına munhasır-kendine özge,
üretgen, özgür, fizyolojisi ve fizyolojik fonksiyonlarına, parçasına
indirgenemeyen bir bütün olarak değerlendirip; insanın ancak bu
bütünsel yapı ve özelliklerinin kul lanımı yoluyla, adam gibi bir
adam olabileceği tezini ortaya atıp bu tezi de felsefesinde felsefi
bir sistematiğe oturtma çabasında bulunmuştur.
c-) Yukarıda sayılan insa111 insan yapan bütün bu özellikleri
nin yine insan tarafı ndan gerek eşya temelli gerekse insanın ken
disi merkezli bir dizi adam l ık ürünleri oluştuı ıııa çabasına uygar
l ık diyebiliriz. Uygarlığı, yaratan, elinde bulunduran, yöneten,
yönlendiren ve aynı zamanda da pasif alıcı ve iletgen durumunda
olan diğer insanlara, aktarması, kendine uygar, ideal, sıfatını
kazandırttırıp adam dediğin böyle olur dedirttiriyorsa; bütün bu
süreçler uygarlık öğe ve ürünlerin iletilmesinden kaynaklanan, bu
sıfatların varlığı, fonksiyonu, tanınması ve tescillenmesini söz ko
nusu edebil mektedir.
Bu sıfatlar ve sıfatların tescillenmesi ancak uygulamada olan
bir iletişim mekanizması sayesinde olur. Bu mekan izmanın var
l ığı da ancak tutarlı ve en azından kendi zaman, mekan, ortama
bağlı olarak genel kabul ve insanı bütün olarak görüp değerlendi
ren nitelikli bir felsefi hümanist iletişim bi lgi kuramının oluştu
rulması ile mümkündür.
Bu ihtiyacı hisseden ve uygarlık, felsefe, bilimin tabulaştırıl
ması ve bunların adına haklı, haksız sıfatlar yüklemenin olumsuz
metodik ve yaklaşım sonuçlarını kendi öncesi ve kendi döne
minde sorgulayan Reid iletse! bilginin genel bilgi edinirnindeki
kaçınılmaz hayati önemini hem bir bilgi kaynağı hem de kendi
başına müstakil bir del il türü özell iğini görüp bir teori inşasının
gereğini düşünüp, sağduyu felsefesi tümcü i letişim bilgi kuramı
adını verdiğim bilgi kuramının temelini atmıştır.
d.) Her ne kadar Reid sağduytıcu genel epistemoloj isinde
birincileyin amaç olarak yönelip böyle bir teori ileri süııııese de,
ona dair ham bir formatta da olsa, uygun bir zemin hazırlamıştır.
Çoğu Reidçiler hemen hemen her bakımdan onun felsefesine yö-
1 73
nelip adeta sağduyu hasadı yapmalarına rağmen i lginçtir ki, ileti
şime kapı aralayan bu zemine hiç ilgi göstermemişlerdir.
Oysa biz, onun oluşturduğu genel epistemoloj ik zeminden
hareketle ileri sürdüğümüz ''sağduyucu tümcü iletişim bilgi ku
ramı''mız ile boşluğu doldurma çabasında olduk. Ayrıca, bundan
sonraki bölümlerimizde görüleceği üzere, ilerideki muhtemel ça
l ışmalara yardımcı olacağı düşüncesiyle teorimizin seçilmiş kimi
bilgi alanlarında kısaca uygulamasının nasıl yapılabileceğini gös
teııııeye çalı ştık.
1 74
Sekizinci Bölüm
İletişim Ve Kitle İletişim Araçları
(Popülar Kültür, Medya Ve İmajoloji Örneklerinde)
1 75
duygu, düşünce, tecrübe ve bildiklerini bize i letebiliyorlar. Evet
bu anlamda da artık dünya küçüldü, hatta yetmiyor diğer geze
genlere insan bir şekilde açılmaya çalışıp, bu uğurda trilyon do
larları harcamaktadır. Bu gün kitle iletişim araçlarına bağlı olarak,
televizyon kültürü, radyo kültürü, video kültürü, sinema ve tiyatro
kültürü, bilgisayar kültürü, gazete kültürü, kitap ve magazin kül
türlerinden söz ediyoruz. Bunları içine alan şemsiye kültüre ise
kitle veya medya kültürü diyoruz.
Fakat, pek tabi keramet sadece bu iletişim teknoloj isi veya
kitle iletişim araçlarında değildir. Keramet, pasif i letilen veya
alıcı (tüketici) durumunda olan insanlara, toplumlara ve ülkelere
bu teknoloj i harikası olan ürünleri yapan, yöneten, yönlendiren,
transfer eden, yaratıcı ve aktif olan insandadır. Sonuçta da iki
insan tipi i le karşı karşıyayız. B iri aktif, yaratıcı ve i letici olan
ileten insan tipi; diğeri ise pasif, tüketici ve i leti len insan tipi.
Öte taraftaı1, bu kitle i letişim araçları bir şeye, konuya ilişkin
ileti adını verdiğimiz bir şeyi taşımakta veya i letmektedir. İşte bi
zim problemlerimizden biri de kendini bu aşamada gösterıııekte
dir. İleten i11san grubu veya toplumu bu alet ve edavatları belirli
veya seçilmiş i letilenler grubuna, toplumuna, ülkelerine yine ken
d ilerinin belirlediği veya seçtiği özel iletileri; kendi amaç, çıkar
ları, ideoloj ileri, dünyagörüşleri, kültürleri çerçevesinde i letil me
sini sağlamak üzere üretmişlerdir.
Giriş ve 1. Bölümümüzün içeriklerinden biliyoruz ki, tekno
loj i transferi ve bu teknoloj i ürünlerinin kullanımı dikkate alındı
ğında, asıl olan üretgen ve aktif olanın çıkarıd ır. Evet pasif ve
i letilen grubun üyesi olan insanlar bu teknoloji ürünlerinin tayin
edilmiş bir kısmını veya tümünü bir şekilde (yalnız maddi ödeme
deği l, bunun yanısıra kültürel, sosyal, siyasi, idari ve kimlik deği
şimi yoluyla ödemelerde söz konusudur.) belki de karşılığını öde
yerek başarıl ı olabilirler. Fakat kendi istedikleri şekil ve amaçlar
doğrultusunda kul lanamazlar. Hatta, varlık ve yokluk mücadelesi,
savaşı vermeden alternatif bir üretime de geçemezler.
Çünkü güç ve insiyatif üretgen ve aktif olan gerçek, adam gi
bi adam olan Batı insanındadır. En iyimser değerlendirme ile
diğerleri ancak bu Ustün insanın güç gösterisinde lokal bayi, is-
••
1 76
nevi cephede cüce, maddi alanda bugünün devi olan dünyacı üs
tün insan''ın bu anlayışı esas alarak gücünü gayri insani zeminde
kullanmasından dolayı geçmişte olduğu gibi, bugünde muhatap
alıcı toplumların bireylerini maddi, manevi, psikoloj ik ve ussal
açmazlara düşürülmüşlerdir.
Bu uygulamanın tabi sonucu olarakta alıcı iletilen toplum
larda çarpaşık insan tipleri, karakterleri ve davranışları ortaya
çıkmıştır. Böylece, maalesef Doğulu tipini Holywood tarafından
beyaz perdeye aktarılmasına adeta gerek kalmaz hale gelmiştir.
Çünkü sanal Doğulu tipi, real duruma taşınmıştır. Bir bakıma
Batılının literatürün hemen hemen her dalında kurgusal boyutta
yarattığı, irasyonel, aşırı duygusal, zevkine düşkün, aklı ermeyen,
güdülmeyi bekleyen barbar, asi sürü sıfatlarının bir terkibi olan
Doğulu miti gerçekleştirilmiştir.
Böylece, artık Batılıların bizzat kendilerinin uğraşmalarına
gerek kalmamıştır. Çünkü onların adına Doğu lu toplumların yerel
bayi teri, taşeron ları ve istasyonları her alanda iş görmektedir.
Batılılar tarafından bunlara yüklenilen misyon ve görev dağı lı
mında ana ödül maddi cinsten olup, vasıtası da her türden kitle
iletişim araçlarıdır. Bu bağlamda Doğu topluın larının sadece
medya kurum ve kuruluşlarının hatırlanmasının yeterli olacağı
kanaatindeyim.
Diğer taraftan, kitle iletişim araçlarının veya teknoloj isinin
ekonomik iştihanın tatmini ve güç tescilinin ifadesi olarak diğer
lerine aktarılınasının yanı sıra toplumlar ve ülkelerarası kültür,
milli ideoloj i ler ve hümanizmaların transferinde de i letişim me
kanizmasının işletilmesi yoluyla doğal olarak psikoloj i k top
lumsal egoları tatmin etmek için kullanılabil ir. Zaten yüz yıllardır
kullan ı l maktadır da.
Burada bir noktayı baştan belirtmekte yarar görüyorum. Evet
güçlünün gücünü kullanması doğal hakkıdır. Fakat problem bu
lıakkı hangi motivasyonlarla, niyetlerle, nedenlerle, amaçlarla
ııasıl ve ne şekilde kullanacağıdır. Bu, Batı 'nın bu gün karşı kar
şıya kaldığı bir etik sorusu ve sorunudur. Bilindiği üzere, hemen,
heınen her alet kulanılmadığı sürece masumdur. Fakat aletin ma
sumiyeti üreticisi ve kullanıcısının kullanma eyleminin motivas
yonu, nedeni, niyeti, amacı, şekline endeks lidir. Bıçak ekmekte
1 77
keser insan da, hayvan derisi de yüzer insan derisi de; burada bu
eylemleri gerçekleştiren, aleti kullanan insandır.
Aynı şekilde, bizim iletişim mekanizmamız söz konusu oldu
ğunda iletinin iletiminde vasıta olarak kitle iletişim araçlarının
negatif çerçevcl i kulanımının yanı sıra; iletinin kendisi de bu ne
gatif çerçevede yine negatif motivasyonlu, niyetli, nedenl i ve
amaçl ı olan bir ileten veya i letenler (iletici grup, toplum ve ülke
ler) tarafından hem üretimde hem de anlayışta pasif olup, kop
yacı, taklitçi, aşağılık kompleksli bir iletilene veya iletilenlere
(insan gruplarına, toplumlarına ve ülkelerine) karşı kullanılabilir.
Burada da aynı bıçak örneğinde olduğu gibi, ileti konusunun
masum olmasına rağmen olumsuz motivasyonlu, nedenli, güdülü,
niyetli ve amaçlı bir ileticisi veya ileticileri tarafından kötü de
kullanılabilir. Bu olumsuz tavırın ve kullanımın en aşırısı, eğer
ileten bu olumsuzluğu uygarlık, bilim, felsefe, din, hukuk, ahlak,
sanat, insanlık (insanlığın kurtuluşu ve kardeşliği), barış, demok-
rasi ve eğitim adına uygar, kültürlü, bilim adamı, filozof, din a-
•
1 78
Peki bu durumda, iletişimde, i letişim mekanizmasının edil
gen i letilenler gurubu ne yapabilir veya ne yapmalıdır? Sağduyu
felsefesi ve tümcü yaklaşımını esas alan alternatif bir iletişim
bilgi kuramı ve hümanizması, başka bir deyişle sağduyu felsefesi
tümcü iletişim bilgi kuramı ve hümanizmasını ortaya koyup uy
gulayabilirler. B u sayede kendi i letilen l i kleri söz konusu oldu
ğunda, kuram gereği pasif, edilgen, alıcı, taklitçi ve kopyacı özel
liklerine rağmen kendi lerinin de yapı ve donanımlarının iletenler
grubununkinden farklı olmadığı göreceklerdir.
Çünkü, aynı insan sınıfına dahil olduklarının; ve
kendilerininde iletenler grubuna dahil olamaları için yeterli belki
de fazlaca bir potansiyele sahip oldukları bil inci ve inancı ile pa
siflik, edilgenlik, alıcılık, taklitçilik ve kopyacı lık psikoloj ik sap
lantısından, aşağıl ık kompleksinden sıyrılıp, silk�lenip, pratikte
b�linçli, iradeli, sorgulamacı, yorumlayıcı ve haksızlığa başkaldı
rıcı olmalıdırlar. Elbette en ideali ve doğrusu aktif olup kendi le
rini ciddi bir şekilde sorgulayıp, üretip, ilete11ler grubuna dahil
olup negatif çerçevede değilde aksine pozitif bir metod ve yakla
ş ımla ürettiği veya ortaya koyduğu adamlık ürünleri adamca yön
lendirip, başkalarına gerçek ve pozitif bir hümanizma aı1layışı ile
aktarıp i letmesidir.
•
••
•• •
Onemi ve işlevi
1 79
lojisinin ortaya konmasının ve gel işimin arkasında yatan genel
motivasyonlardan biri şudur:
''İnsanlar tarih boyunca kendilerini güvenlikte hissedebilmek
için çevrelerine olup biteni öğrenme ,,.c edindikleri bilgileri de
başkalarına aktaı 111a çabası içinde olmuşlardır. Belki de insan oğ
lunun bu bilgi alma ve aktaı·ııı a ihtiyacı iletişim teknoloj isinin
hızla i lerlemesinin başlıca nedenidir."(Rigel, 1 99 1 : 1 5)
Bugün bu teknoloj inin kullanımına bağlı olarak medya gü
cünden ve kültüründen söz ediyoruz. Medya, kitle veya popüler
kültürünün iletenler sıfatıyla öznesi de, iletilenler sıfatıyla nesnesi
de yine insan kitleleridir. Bu kültür, genel kültürde yapısına, içe
riğine ve fonksiyonlarına sebep değişik bir bayağı karekter özel
l iği taşır. Çünkü insanın ferdi cephesi söz konusu olduğunda in
san kendi iç bütünlüğünde kontrol edip yönlendirebildiği akli,
iradi, duygu, ruha sahip nevi şahsına munhasır, kendine özge,
kendini ifade edebilen ve özgür yapı özelliklerine sahiptir.
Bir bakıma kendi kendine yeten içe ve dışa yönelebilen bir
sistemd ir. Oysa mass (yığın) denilen kitleler ise, ihtiyaçlara sahip
çeşitli insan yığınlarıdır. Bu nedenledir ki, kültür ferdi insanın ye
tiştirilmesi, kendini ortaya koyması, kendini açması ve aşması
iken; kitle veya yığın kültürü sadece insanın dürtülerini, istekle
rini tatmin eden ve ihtiyaçlarına cevap veren etiksel kaygıdan
uzak bir olgudur. Fakat: .
''Belki de burada yapay da gözükse popüler kültür ile kitle
kültürü arasında bir ayrım yapmakta fayda var. Şöyle ki, popülar
kültürde katılım v� hem fikirl ilik esas iken, kitle kültüründe yön
lendiı ıııe esastır."(İzzetbogoviç, 1994: 53 -55)
Öte yandan, sonuçta, bilme ve bilineni iletme eylemi dikkate
alındığında, ister İzzetbegoviç' in kitle kültürü anlayışı olsun is
terse, Rigel' in anladığı şekilde: ''Bilgi toplumunda kişileri, günlük
yaşamında iş ine yarasın yaramasın, sürekli bilgi ile donatma eğili
minde olan medyanın yarattığı tüketim odaklı yaşam biçimine
'popüler kültür''' (Rigel, 1 99 1 : 24-25) densin, ve bundan dolayı
''Medya sürekli tükettirıııek zorunda, bu nedenle de bireyin bilin
cini ele geçirmesi başlıca görevi''(Rigel, 1 991 : 24-25) olsun; or
tada olan bir şey varsa o da her ikisinde de bir dizi ihtiyaçların
olduğu ve bu ihtiyaçları iyi inceleyip, belirleyip, yönlendirip ken-
1 80
di doğruları ve çıkarları doğrultusunda değerlendiren bir medya
gücüne sahip bir iletenler grubu, topluluğu, ülkeleri olduğudur.
B u çerçevede, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, insanlar kül
tür ve uygarlık ürünlerini kullanan ve üreten olarak keskin bir
şekilde ayrılırlar. Örneğin, eğer bir birey medyatik gücün kuvetli
bir unsurlaru olan televizyon yayınların ı kendi amaç, istek ve
değerlerine yönelik kitleleri etkilemek ve yönlendiııııe k istiyorsa,
paııııaklarla say ı labilecek kadar televizyon program üreticileri,
yönlendiricileri ve i leticileri arasına giı ıııesi gerekir; aksi halde
pasif kullanıcı veya tüketici durumunda kalacaktır. Gerçekte kitle
medyası denilen olgu güçlü yönlendiı·ıııe mekanizması üzerine
kurulur. Sonuçta, İzzetbegoviç' in işaret ettiği gibi:
·
1 81
Liste sonsuzdur. Televizyonun görsel büyüsü en eski medya aleti
olan gazeteleride etkilemiş, onlarda görüntüye yani resme önem
verip ön plana çıkarmışlardır." (Guilebaud, 1 992)
Diğer taraftan uluslararası iletişim söz konusu olduğunda, bu
tür uygulamaları esas alan ve etkinliği büyük olan dört büyük
haber ajansı kurulmuştur. Bunlar dünyaya haber akışını ve mal
zemesini sağlayan: Associated Press (AP), United Press
International (UPI), Reuters (R), Agency-France Press (AFP), ve
Rusların TASS d ır. İletsel bilginin elde edi lmesinin motoru olan
iletişim mekanizmasının işlerliğinde bir i leti türü de haberdir.
Haber i leti türünün özelliği dünyada olup biten olayların (her ne
konuya ilişkin olursa olsun) somut olgu ve del i l lerle görüntüye,
sese, yazıya dökülerek veya üçü birlikte sunularak i letilenleri
belirlenen i leti politikaları, stratej ileri sayesinde belki de kimi
zaman kamuoyu oluşturmak için dinleyici , seyredici ve okuyu
cuya iletmektir.
Haber i letisini özel kılan söz konusu veya haberin konusu o
lan olayın gerçek görüntülere ve olayların birincileyin kahra
manlarına yönelerek, başvurularak medyatik kanallarla ve güç
unsurlarını kullanarak yansıtılaınasıdır. Bu yönü ile de haber ile
tisi doğal olarak dinleyici, seyredici, okuyucuya veya ekonomik
motivasyonlu adlandırırsak tüketiciye en cazip, etkil i ve nesnel,
objektif olan i leti türüdür. Bu yüzdendir ki, her medyatik güç
odağı: ister özelde; ister ulusal; ister küresel çerçevede, kendi
medya etikleri ve üretim mekanizması sistematiği içersinde ''ha
bere ulaşma, verileri toplama, medyanın kul lanımana uygun hale
getirme ve dağıtma sistemlerine sahiptir." (Rigel, 1 995 : 17-25)
Bu bağlamda yine Rigel şu değerlendirmeyi yapar:
''Haberler, bugüne kadar toplumu bilgilendirirdi. Ancak kısa
süre öncesine kadar geçerli olan bu düşünce yavaş yavaş değiş
meye başladı. Artık haberler eğlendiriyor, hiddetlendiriyor, nef
retle dolduruyor veya korkutuyor, ölüınden ve acıdan zevk alan
yeıı i bir izleyici kitlesi yaratıyor. Bu yeni süreci başlatan haber
programları, özelliklede reality showlar, izleyiciyi İspanya arena
larıııda mızraklarla ve kırmızı şalla kızdıran boğalara çeviriyor."
(Rigel, 1 995: 1 7-25)
Öte yandan Tekinalp ( 1 990) iletişim teknoloj isinin gelişimi,
yöıılendirilmesi, denetimi, dağıtımı ve kul lanımı yeni dünya bilgi
1 82
ve iletişim düzeni, uluslararası iletişim mekanizmasının genelde
ve özelde işlerliğine i lişkin şunları yazmaktadır:
'' 1 940' lardan bu yana giderek artan dozda sorgulanmış ve
1 970' !erden başlıyarak yeniden yapılanma sürecine sokulmak is
tenmiştir. Bu sorgulamaların ve eleştirilerin temelini gelişmiş Batı
ülkelerinin kendi dünya görüşlerini ve kültürel noı ııılarını özgür
iletişim ve haber akışı s loganının ardına sığınarak, tek yönlü ola
rak gel işmekte olan Üçüncü Dünya Ü l kelerine aktarmaları oluş
turmaktadır." (Tekin lap, 1 990: 1 O 1 ).
Tekinalp, adını koymadığı veya koyamadığı pasif alıcılık,
kopyacılık, taklitçilik karekteri taşıyan iletilenler sınıfından aktif,
üretici, yönlendirici, kontrolcü ve dağıtıcı i letenler sınıfına atlama
(bu gün bu sınıfın üyeleri Batı insanı, coğrafyası Batı coğrafyası,
ve hümanizması Batı hümanizmasıdır. Ayrıca unutulmasın ki, her
atlama bir inancı, azmi, iradeyi ve planı gerektirir) bilinci ve baş
kaldırı çabası bu eleştirilerin gerisindeki akli ve psikolojik ne
denler ve motivasyonlar da aranmalıdır. Bu bağlamda Tekinalp
haklı gerekçelerle şunları yazar:
''Eleştirilerin özünde ise tek yönlü oluşan bu tabloyu değişti
rip, daha hakça ve dengeli bir iletişim düzeni kurma çabaları yat
maktadır. Gelişmekte olan ülkelerin büyük çoğunluğuna göre,
şimdiki dünya iletişim sistemi eskinin sömürgeci ülkelerinin
temsilci! özlemlerini yansıtan, sömürgecilik anlayışıyla yapılan
mış bir düzendir değiştirilmesi gerekir. Buna karş ıtı, Batılı geliş
miş devletler, bu düzenin değiştirilmesinin ifade ve yayııı özgür
lüğünün çiğnenemesi anlamına geldiği gerekçesiyle yeni bir dü
zen arayışına belirli kal ıpların dışında şiddetle karşı çıkmışlardır.
B u karşı çıkışta Batının vurgulayarak üzerinde durduğu bir başka
noktada, gelişmekte olan ülkelerin tek yönlü bilgi akışını değiş
tirmeye çalışırken, Batının önemle savunduğu özgürlük anlayı
şıyla çatışan iletişimse! bir yapılanmayı savunmalarıdır."
(Tekinalp, 1 990: 1 0 1 ).
Peki bu medyatik güç unsurlarının en azından televizyon ör
neğiııde bu tür olumsuz, motivasyon, n iyet, amaçla ileti naklinde
kul laıımanın sıradan bireylere (sokaktaki, iş yerindeki, okuldaki
insana veya insanlara) olan olumlu veya olumsuz etkileri nedir?
Değil mi ki, artık bu alet lüks olmaktan çıkıp tabi, asli bir ihtiyaç
olmuş ve evimizin hatta işyerlerimizin her köşesine girmiş hemen
1 83
hemen her bireyle yaşıt kuvvetli, eğlendirici, eğitici, öğretici, din
lendirici ve bilgilendiren bir dost durumundadır.
Öyle bir vefalı dost ki, biz onu bırakmadığımız sürece bizi
asla bırakınayacak çok yön lü, çok kültürlü, aydın, fi lozof, sanatçı,
bilim adamı ve başkaları adına i letileri sürekli çok yönl ü profes
yonelce ileten, yerine göre muhafazakar, milliyetçi, maneviyatçı,
liberal, sosyalist ve hiççi. Fakat bu vefalı dostu cefalı kı lan inisi
yatifin kendi elinde olmayışı ve kaderinin yaratıcısı ve program
layıcısı olan gerçek iletenlerin elinde olması. Her konuya ilişkin
iletilerini, mesaj larını ve raporlarını bu gerçek güç sahibi olan
i letenlerin belirlemesidir.
Televizyonun kullanım ve fonksiyonel yapısına yönelik bu
tasvirin teknik boyutunun sıradan insan veya insanlara yansısının
hikayesini Uğur'dan ( 1 99 1 ) dinleyelim:
''Bir tek mesaj belki derin iz bırakmıyor. Ama insanlar bu a
raca bütün ömürleri boyunca sürekli açık kalıyorlar. Zihinlerin ve
vicdanların biçimlenişi bu sürekl ilik içinde gerçekleşiyor. Bu sü
reklil iğin en iyi gözlendiği yer ise televizyon ana forıııatıdır. Bir
diğer deyişle, televizyonu gerçekliğin algılanmasına ilişkin belli
bakış tarzlarını durmaksızın yeniden üreten bir makina haline
getiren, bütünsel sunma özellikleridir. Gerçekli k bu foııııattan
geçerek bize ulaşıyor. Bizim gerçekliğimiz oluyor." (Uğur,
1 99 1 : 1 56)
Medya gücünün teknolojik ifadelerinden biri olan masum kit
le iletişim aracı ''televizyon ana formatından süzülüp v icdan ve
zihinlerimizin üzerine damlayan dört anlayış''ı Uğur söz konusu
eder. Uğur'a göre bu dört yaklaşım veya anlayış veı·ıııe k istediği
mesaj lar şunlardır:
' ' 1 - B i ldiğin dünyadasın, değişen pek bir şey yok., rahat ol,
yerinden kıpırdama. 2- Dünya işleri son derece kaııııaşık bu kar
maşıklığa senin aklın ermez, bırak erbabı halletsin. 3- Gerçeklik
yapıntıdır, yapıntı ise gerçeklik. 4- Ne senin, ne de günümüz dün
yasının sorunlar üzerinde uzun uzadıya duracak vakti var, sani
yeler geçiyor çabuk.'' (Uğur, 1 99 1 : 1 56).
Diğer taraftan, aynı bağlamda realite merkezli şiirsel bir ifa
deyle, Rigel ( 1 993 ) ''Medya Ninnileri'' adl ı kitabında bu anlayış
ların bireylere ve kitlelere uygulama sürecinin tasvirini şu şekilde
dile getirir:
1 84
''Teknoloj i, kitle i letişim araçlarıyla bize kalıp hayeller sunu
yor. Karşılığında da sadece seyreden gerçeğin hızına hayalinin
ufkunu oturtamayan bireyler oluşturuyor. Ninni ile rahatlatılan,
masal ile başka dünyalara taşınarak, sakinleştirilen çocuklara kar
şı lık, anne babalarda, son moda muzik parçaları eşliğinde TV'den
yeni dünyalara yelken açıyorlar. Bu arada uyuşturulan kitlelerin
üzerinde, medya patronları ve siyasi güç odakları elele gönül bir
liği içinde, günlük ve uzun vadeli kararlarını, medya demokrasi
sinin kurallarıyla, uyukluyan kitlelerin uyanık önderleri olarak
uyguluyorlar. Kitle iletişim araçlarından gelen en temel mesaj
' iYi UYKULAR' ." (Rigel, 1 993)
• •
1 85
lamak gerçekten zor mudur? Başka bir deyişle o, insanın yapısına
(her ne anlaşıl ıyorsa ondan), varlık nedenine aykırı bir şey mi?
Rigel, ''Şahlanan Şiddet'' adl ı kitabının, ' gerçeğin satışı', alt
başlığında yorumla birlikte aynı kaygıyı taşıyarak bizim
tesbitimize ve sorularımıza kısmi cevap niteliğinde şunları yazar:
''Medya, eğitme, bilgilendiı ıııe ve sonrada eğlendiı ıııeyi he
def alan mesaj lar vermeli. Günümüzde ise eğlendiııne ön plana
geçti. Çünkü medya kar etmek durumunda. Mesaj larını kolayca
tüketecek kitleyi arayan medyanın ilk yaptığıda tüketicilerini eğ
lendirmek oluyor. Eğlenmek, gönüllü olarak kişinin zamanını
harcayabi ldiği eylemle gelir. Bu eylem, medyamız TV veya si
nema ise seyretmek, gazete, dergi vs ise okumak ya da bakmak,
radyo ise dinlemek oluyor. Kişi eğlenirken, ağırlıklı olarak duy
gularını kullandığından düşünmeyi geri plana iter... Tüketicinin,
seyircinin kafasındaki boşluk, aşırı eğlendiri lmeye alışmış, dü
şünmekten uzaklaştırılmış olmaktan kaynaklanır."(Rigel, 1 995:
24-25).
İ letse! bilginin kitle iletişim araçları vasıtasıyla medyatik güç
adı verilen potansiyelin bu tür olumsuz güdü, motivasyonlar, ni
yetler, amaçlar ile kul lanılmasına Batılı çeşitli iletişim kuramcı
ları Schram, Eisentadt, Lerner, Rostow, Inayatullah, Shil ler,
Rogers, Guback, Clippinger, Williams, Beltran tarafından çeşitli
alternatif kuramlar ve Latin Amerika modeli, Kanada modeli gibi
felsefi temelli olmayıp pratiği ön plana çıkaran çeşitli iletişim
modelleri öne sörülmüştür (Rigel, l 99 l : l 03- 1 06).
Bütün bu serimden sonra i letse! bilgi dağıtımında iletişim
mekanizması işlerliğinin kesin şartı olan kitle iletişim araçları
veya teknoloj isinin üretimi, yönlendirilmesi, etkil eri göz önüne
alındığında, sonuç ne olursa olsun, geriye kabul edilmesi gereken
tek bir gerçek kalıyor ki, o da:
''Dünya büyük bir h ızla baş döndürücü bir biçimde değiş
mektedir. Bu değişim sürecinde insanlık, savunmasız, ne olup bit
tiğine fazla kafa yoı ıııadan, doğal bir akış içersinde bilinmeyen
bir hedefe doğru hızla ilerlemektedir. İnsan l ığın dünya ile değiş
meye başladığını düşünürsek, bu değişimi doğal kabul etmemiz
gerekir. Ancak vurgulanması gereken nokta 20. yüzyı ldaki deği
şimin, iletişim teknoloj isindeki dev atı lımlarla, tarihin hiç bir
döneminde görülmeyen bir ivme kazanmasıdır. Bu nedenle 2 1 .
1 86
yüzyıl belki de ' Değişme Çağı' olarak tarihe geçecektir."(Rigel,
1 99 1 : 106) gerçeğidir.
Ülkemizdeki değişimin hangi mentalite ve tarz ile kitle i leti
şim araçlarını kullanarak medya örneğinde nası l gerçekleştirildi
ğinin Ardıç tarafından çizilen genel resimini makalesinin uzunlu
ğuna rağmen burada sunmakta yarar görüyorum. Ardıç, ' ' Hard'
geyik, ' light geyik' ve de 'animal interest' .. . ' , adl ı makalesinde şu
değerlendirrııeleri yapmaktadır:
''Ne köylü ne şehirli bir ucube olan lumpen kültürünün ağır
bastığı ülkemizde, basında da televizyonda da yapılan, ''geyik
muhabbeti'' düzeyinde kalıyor ... ''Patlıcan kanser yapıyor, kereviz
ülser yapıyor'' tarzında sözümona sağlık konuları, ... laga luganın
diğer bir yüzü . ... Hani, ''arka sayfaya çıplak karı resmi koymak''
mantığıyla yola çıkıp, bunu ''yeni çıkan mayo model leri'' kılıfına
bürümek gibi bir şey ... Ekonomi sayfasında ''falanca fıı ıııamızın
başarısı'' diye pazarlanan, heriflerden reklam alma gayretinin gizli
yansıması. Bir de asla ciddi olmayan ama müşterinin asıl rağbet
ettiği pislik yığını var. Örneğin, Keınal Derviş'e başka türlü bula
şamadıkları için ''gelinine vuralım'' mantığıyla zavallı bir kızcağız
yakalamışlar, uğraşıyorlar da uğraşıyorlar. Bir sürü budala da
bunu olay n iyetine izliyor. . . . Şimdi açıyorsun, Arafat' ın deme
ciyle reklam için bir tiyatro oyunu gibi sahnaye konulan orospu
dalaşı yan yana . . . Gazeteyle televizyonun da bu açıdan bir farkı
kalmadı. Beşinci sınıf eşcinsel şarkıcılarla manken kisvesi altında
icra-yı sanat eyleyen fahişelerin kapı arası zevzeklikleri eğelence
programı diye sunuluyor. Program değil, iki vizite arası cigara
molası. Sunucu da, peçeteci. Hani çaycı Rafet de çay getirse, ''or
tam'' bütünlenecek. Okunmayan birkaç köşe yazarı kendi ara
larında toplanıp ahkam kesince de, tartışma. Her ikisi de geyik de,
birincisi ''light'' geyik, i kincisi ''hard'' . . . . Hem yalan konuşuluyor,
hem de kavramlar saptırılıyor... Bunlar yayıncılık i lkelerine göre
''human interest'' denilen alana giriyor, biliyorum ama, elde edi
len galiba yalnızca ''animal interest'' . . . Kelek markaların dandik
ürünlerini kupon karşılığı ''teknoloj i şaheseri'' diye kakalama
geyreti de sürüyor; topluca reklam alıp para kazanmak için
''bilmernne sektörü özel eki'' çıkaı 111a dümeni de ... Ramazan yak
laşınca Mızraklı ilmihal, Şahmeran, Kan kalesi Cengi, En'am
cüzü, Elmal ı tefsiri dağıtımı falan da başlar... ''İdeoloj ik basına''
187
da bakarsan, kimine göre devrim patladı patlayacak, kimine göre
şeriat geldi gelecek ... Ne pis piyasaymış yahu bu ... Ne biçim bir
ülke olmuş burası? ... " (Engin ARDIÇ, ' 'Hard' geyik, ' light geyik'
ve de 'animal interest' ... Star Gazetesi, 04/ 051 2002)''
•
•• •
Onemi ve işlevi
1 88
Sonuçta, öncelikli asli i letil mesi amaçlanan, planlanan i letiyi
bu yan iletilerin veya mesajcıkların ipuçları doğrultusunda değer
lendiı ıııeye alırız. Özellikle medya gücünü ellerinde tutan tekel
lerde ve kimi zaman (belkide çoğu zaman) bireylerin günl ük ha
yattaki dolaylı dolaysız; arac ı l ı aracısız iletişimlerinde, görünen
ve uygulanan o ki; ''imaj i letişim sürecinin ilk adımı, verici (kay
nak) ile başlar, kanal, mesaj la etkisinin doruğuna çıkar." Bu bağ
lamda son aşamada plan l ı iletişim söz konusu olduğunda:
''İşte burada iletişim süreci içine giren imaj ın maske olma
özell iği devreye girer. Böylece medyatik olma hareketi başlar.
Medya maskesi d ışardan yapılan bir makyaj gibi i letişim sürecine
monte edilir. Bir ölçüde gerçekliği kuşatır. Doğall ığı ortadan kal
d ırır. Medyanın istediği görüntüyü yaratır."(Rigel, 1 993)
Bu yüzdendir ki, sonuçta, biz ama farkında olarak ama olma
yarak insanları etiketleyip kalıplara sokmaktayız. Baltaşlar'a
( 1 992) göre, iletişim sürecinde direkt i letişim esas alındığında bu
on yargıyı ve:
••
1 89
konomist Dergisi' nde ' İmaj Mühendisliği ' 2000 yılının mes
lekleri bölümünde yer alıyor ve fütürist bir yaklaşımla mesleğin
açıklamasını şöyle yapıyor ' imaj ınızın siz demeksiniz' görüşü
yaygınlık kavınacak. Hemen herkesin profesyonel bir imaj da
nışmanı olacak." (Rigel: 1 993 : 97)
Peki niçin imaj ve imaj bilgi disiplini (imajoloj i ) çağdaş in
san için hem sivil hem resmi; hem bireysel hem de toplumsal
seviyelerde bu denli önemli olacaktır? İmaj ist bilgi türünün diğer
bilgi türleri arasındaki yeri, önemi ve özelliği nedir? İmaj ist bilgi
veya imajoloj i ile iletişim ve medya arasında nasıl bir ilişki kuru
labilir? Bu sorular öncelikle i majist bilgi ve onun disiplinize e
dilmiş hali olan imaj oloj i terimlerinin tanımlanıp açıklanmasını
gerektirir.
Öztürk (200 1 ), ''İmaj oloj i : Teorik Bir Deneme'' adl ı çalışma
sında sorularımıza cevap olacak nitelikte değişik kalkış noktala
rından hareketle imaj ist bilgiyi şu şekilde tanımlayıp işlevini şöy
lece belirler: .
1 90
il- Herkesin aynı dile sahip olduğunu varsayar, bunu da gör
sel dil yoluyla gerçekleştirir.
III- Herkesle aynı şeyin paylaşılacağını kabul eder.
iV- Her şeyin herkesçe aynı düzeyde anlaşılmasını ve ikna
edilmiş bir topluluk varsayar.
V- İletiyi kendi başına merkezileşmesini sağlayarak, özne ol
gusunu zedeler ve iletileni pasifleştirici niteliğe taşır.
VI- Sorumsuzlaştırıcı nitelik taşıması, gelişen eylem ve tavır
ların izleyicide sorumluluk duygusunun yok olmasına yardımcı
olur ve böyle bir sorumsuzlaşmayı meşrulaştırır.
VII- Rol merkezli i leteni gerçek kişilik gibi algılatarak, insa
nın tipoloj ik algılanmışlığını imaj ist saboteye uğratır.
VIII- Nesneyi suje(özne), sujeyi nesneleştirir.
IX- Kendini ifade eden nesnel alan yaratarak, insanın araçlar
karşısında kaderci olma duygusunu artırır.
X- Zaman i le kitle hedefte ortaklaşmış bir dilin oluşmasına
sebebiyet vererek sanallaşan ortak bir i letişim korteksi meydana
getirir.
XI- Ortak dilin ortak davranışa dönüşmesine yardımcı olarak,
kamusal alan ı n yeniden belirlenmesine yardımcı olur.
XII- Yalnızlaştırıcı bir individualin gel işmesini sağlayarak
insanın eylem ve sorumluluklarının ancak kitlesel tavırlarla an
lamlılık kazanacağı inancını geliştirir.
XIII- Obj esel imaj ist değeri zihinsel kortekste canlandırarak,
nesneye ilişkin sanal bir metafizik yüklemselliğin gelişmesine
yardııncı olur.
XIV- Tahayyülün görüngüselleşmesi ile şekillenmiş hayal
dünyaları oluşturarak, insanın gelecekteki özgün gel iştirimleri
mekani k bir sisteme hapseder.''
Diğer taraftan, yukarıdaki belirtilen çerçeveden hareketle,
medya yolu ile her hangi bir değeri tahrif etmek ya da yok etme
nin olası biçimlerini her biri müstakil bir araştırma ko11usu olacak
uzun bir maddeler manzumesinde Öztürk toplayarak sunar. B u
çarpıcı ve kimi zaman ürkütücü olan maddeler, imajoloj inin artık
sofistike bir bilim dalı olduğunun kısmi bir göstergeni olarak de
ğerlendirilebilir. Maalesef ülkemizde, bir dizi iletişim fakülteleri
olmasına rağmen Öztürk d ışında ''insanlığın sanal hikayesi'' diye-
1 91
bileceğimiz bu özel konuda kapsamlı bir çalışma yapılmamıştır.
Umarız ki, bu konuya dair geniş bir ilgi alanı oluşur.
Söz konusu edilen maddeler hedef seçilen:
1 . Değeri veya değerleri açıkça sürekli dışlamak,
2 . Değeri sürekli çirkin ve kötü olduğu üzerinde yoğunlaş
mak,
3 . Değerin sansasyonel hatalarını sürekli yansıtmak ya da
oluşwııı1ak yoluyla değere il işkin kötü izlenim uyandırma,
4. Değerin savunucularının hatalarını o değer başlığı altında
vererek o değere sahip olmanın ne kadar kötü sonuçlar doğurduğu
izlen i mini yaratmak,
5. Değerin doğru anlaşılmasını sürekli sabote etmek,
6. Değeri olduğundan farkl ı yansıtmak,
7. Değer hakkında suni bir düşünme ve algılama biçimi ger
çekleştirerek,
8. Değerin asli özgünlüğünü hükümsüz bırakmak,
9 . Değerin temel mitlerine dokunmadan içeriğini eleştirerek,
ona il işkin gelebi lecek tepkileri manüpüle etmek,
1 O . Değerle ilişkisi olmayan bir değeri o değerle ortak yönler
belirleyerek, değeri eleştirme,
1 1 . Değerin bazı sembollerini o değere karşı kul lanmak,
1 2. Değerin genel geçer olmuş sembollerini o değere ait olaıı
bazı davranışlar karşısında dile getirmek,
1 3 . Değeri sürekli gündemde bilgisizleştirme yolu ile tutarak
satlıileştirme,
1 4 . Değere ilişkin yüzeysel değerlendiı·ıı1e leri gündemde sü
rekli tutarak değerin asliliğini yüzeyselleştirme ve değeriıı moral
içkinliğini zedeleme,
1 5 . Değer birimlerini konumlarından farklı başka bir konu
mundaki değerle yer değiştiı·ıııe ile yanıltma,
1 6. Değeri hakim sanık ilişkisi içinde inceleme konusu yapa
rak, değerin savuııucularını dışlama,
1 7 . Değere nostalj ik anlamlar yükleyerek tedavülden kal
dırma yoluyla değeri zaman aşımına uğradığı psikoloj isini ya
ratma,
1 8 . Değerin her hangi bir akımını popülize ederek bütünlü
ğünü yok etme,
1 92
1 9. Değeri kendi taraftarlarının muhalefetleri ile tutarsız kıl
mak,
20. Değeri dekorsal iticilik içinde olduğu gibi yansıtmak,
2 1 . Değeri i lgisiz bir dekor içinde sunma ve bilinç altı özleş
tiı ıııesini sağlamak,
22. Değere karşı olan tepkileri yaygın ve etkin göstererek de
ğeri psikolojik yasakl ı duruma taşımak,
23. Değere karşı olan tepkinin belli kurumlarca desteklendi
ğini vurgulayarak değeri deforme etmenin sosyal meşruluğunu
oluşturma,
24. Değere sahip kesimleri marj i nalize ederek, değeri sağdu
yunun bilgisinden uzaklaştırma,
25. Değeri sürekli gergin dekorasyonlarda yansıtarak tehli
keli o lduğunu hissettirme,
26. Değeri bilinç altı formatlarda yıldırarak değere ilişkin re-
•
havet geliştirme,
27. Değere sahip olanı kendinden şüphe edecek zemine taşı
yarak değeri zeminsiz bırakınak gibi çeşitli dal1a bir çok yolarla
her hangi bir geleneği rahatl ıkla zedeleyebilir'' olarak sıralanır.
Bütün bu maddeleri çeşitli sal1alarda uzman olan imajolog
(ki, o yerine göre bilimadamı, düşünür, aydın, devletadamı, siya
setçi, bürokrat, teknokrat, işadamı, ınodacı, sanatçı, medya men
subu, istihbaratçı, misyoner gibi sıfatlarla karşımıza çıkar) med
yayı arkasına alarak veya ona sal1 ip olarak gerçekleştirir. Böylece
Öztürk' ünde ifade ettiği sadece hedeflenen geleneği veya gele
nekleri yıpratıp yok etmekle yetinmeyip, farklı topluluk, toplum,
kültür ve uygarlık çevrelerine de uzanır.
Yine bunlar vasıtasıyla iletsel bilginin i letenin (imaj ist veya
i maj ol og' un) elinde belirli amaç ve metotlar dahilinde sabote
edilerek i letişim i le imajoloj i arasındaki olumlu, olumsuz (so
nuçları bakımından daha çok oluınsuz) ilişkinin kaçınılamazlığını
gözler önüne sererek iletişim ahlaki boyutunu çarpıcı bir şekilde
açıklamak mümkündür.
Eğer gerçekten ''2 1 . yüzyıl imaj veya imajoloj i asrı'' olup,
herkesin birer imajologu ve onun önerdiği bir imaj ı olacaksa,
gerek resmi gerekse sivil seviyelerde mi lenyum insanı imaj istine
dikkat edip imajoloj inin arka planını bi lınek durumundadır. Diğer
taraftan, eğer kişi veya kişi ler; toplum veya toplumlar; kültür
1 93
veya kültürler; uygarlık veya uygarlıklar hangi sıfat, ünvan, rol
leri taşıyıp pozisyonlarda bulunurlarsa bulunsunlar; düşüncede
zaafiyet gösterip bilme tembel i olup bu arka planın ciddi bir şe
kilde özgün ve özgür okumasını yapamaz iseler en iyimser de
ğerlendiı ıııe de merdi kıptililere dönüşeceklerdir.
Eğer bu dönüşüm (gerçek bilgi adına bilginin sanal
sabotasyon işleminin bir figüranı olma işteha ve iradesi) agahlık
adına gafletçe inanılarak bireyler, toplumlar, kültür ve uygarlıklar
seviyelerinde inatla icra edi l ir ise, böyle bir durumda tabi olarak
onlara karşı denilecek bir söz bulunamayacaktır. Bulunsa da her
hangi bir anlam ifade etmeyecektir. Çünkü bunlar her zaman,
zemin ve konumda şecaat arzı yaparken merdi kıpti
mentalitesinden, yaklaşımından kendilerini kurtaramayacaklardır.
Umulur ki, bu özellikler ırsilik özelliği gösterip gelecek nesillere
taşınmaz. Çünkü taşınması o toplumun, kültürün veya uygarlığın
ölümüne denk olmasa da koma haline karşılık gelecektir.
Bu durumun farkında olup felsefi bir perspektif ile
sosyalbilimler zemininde ''imaj ist bilgi''niıı arka planına tarihsel
sürece taşıyıp günümüze getirerek sabotasyon, kurgulama,
saııalite başkalaştırma eylemeleri özellikli bir bilgi disiplini olan
''imajoloj i''yi yeniden yorumlayıp irdeleyen Öztürk şunları yazar:
''Yukarıdaki tablonun bir bölümünüıı bile toplumsal hayatta
şu veya bu şekilde cevap bulması, insan ilişkilerinde değerlerin
sağduyu ve topluluğun spontane olarak ürettiği bir sürecin yok
oluşunu belgelemekte, sosyal ilişkiler, insanlar arası etkileşimin
uzun uğraşları sonrası birikmiş kollektif değerler olmaktan, etki
leyici araçsal güçlerin sürekli etkileyebildiği bir alan olmaya doğ
ru sürüklendiği gözlenmektedir."
Araştırmamızın şimdiye kadar olan sürecinde sağduyu felse
fesi tümcü iletişim bilgi kuramı ve hümanizmasının, yukarıda ge
nel bir serimini yaptığımız çağdaş iletişim eylemi ve bu eylemin
gerçekleştirilmesinde büyük bir role sahip olan kitle iletişim araç
larının olumlu ve olumsuzda çeşitli ınotivasyonlarla, niyetlerle,
sebeplerle, amaçlarla ve biçimlerde bir iletsel bilgi parçacığı veya
parçacıkların (ileti, rapor, mesaj , beyanat, ifade, haber foı ıııların
da) iletilenlere hangi metotlar ile nasıl aktarılıp kullanıldığını
eleştirel çerçevede ortaya koyduk.
1 94
İncelememizin pratik veya uygulama çerçevesini oluşturan
bundan sonraki bölümlerimizde ise; kuramımızın, seçilen çeşitli
(siyaset, uluslararası ilişkiler, tarih, din, hukuk, eğitim gibi) bilgi
sahalarındaki işlerliğini göstermeye çalışacağız. Böylece, onun
pozitivist ve indirgemeci i letişim bilgi kuramı ve hümanizma
sından köklü farkını ve karşıtlığını değişik bilgi alanları örneğin
de tespit ve değerlendiı ıııesini yapacağız.
1 95
Dokuzuncu Bölüm
•
197
IX.1. Siyaset ve Uluslararası İlişkilerde
Bir Propoganda Aracı Olarak İletişim
1 98
dir (Oktay, 1 984: 1 - 1 l ). öte taraftan, Young propogandayı, kişi
lerin eylem hedeflerini önceden belirlenmiş propogandanın amacı
doğrultusunda belli seçilmiş, planlanmış, programlanmış sem
boller kullanarak propogandıcının istediği yönde kişi lerin fikirle
rinin, değerlerinin, i lkelerinin değiştiı ıııek ve kontrol etmektir.
(Oktay, 1 984: 1 - 1 1 )
Araştıııııamızın 1. 111., iV., V ., ve VI. Bölümlerinde de be
lirttiğimiz gibi, davranışcılar ve Freudcular örneklerindeki
pozitivist metod ve indirgemeci yaklaşım kendini iletişimin bir
propoganda aracı olmasında şu şekilde ortaya koyar. Propoganda
bir bakıma Pavlov' un şartlı refleksler teorisi ile Freud'cu anlayış
arasında yer alır. Pavlov' un şartlı refleksler teorisi şayet
propaganda da kullanılan sözcükler veya diğer sembollerle şart
landırıl ırsa kişinin veya kişilerin isteni len yönde cevap verecek
leri ilke ve esasına dayanır. Bu tür bir şartlanmayı başarmak için
şeçi len ve kullanılan semboller yeterince uyarıcı ve daimi tekrar
edilir durumunda olmalıdır. Böylece:
''Yoğun bir propoganda ile bir kitle hipnozu durumunu ger
çekleştirmek mümkündür''.( Oktay, 1 984: 1 - 1 1 ) .
Yine, Freud ve kimi davra111ş bil imciler söz konusu oldu
ğunda, genel olarak, onların kişinin amacının mutluluğu acı veya
sıkıntının üzerine maksimum seviyeye çıkarmak oldtığu ilkesini
esas alarak; kişinin içindeki libido kaynaklı anlık istek ve
iştihalarının id vasıtasıyla zevkle tatmin olma yollarını ararlar.
Fakat, ego gündemdeki veya şiındideki zevki uzun vadede
elde edilecek daha büyük amaçlar için erteler ve id üzerine baskı
uygular. Super egonun fonksiyonu ise ego ve id' i bastırarak kont
rol etmektir ki, bunu da toplumun belirlenmiş ve yürürlükteki
uygulamaları duğrultusunda yapar. Böylece, organizma fizyoloj i k
ve fizyoloj iye indirgenmiş zihinsel denemeleri ve yanlışlarında
. ,- .
1 99
olarak alışkanlık haline gelmiş yönelimleri oluşturmak mümkün
dür. İ letişimdeki propagandacı ( ileten) alışkanlık haline gelmiş
bir davranışı oluşturan tekrarlanan sitimülasyona bağlı olarak
iletilenin amacı maksimize etmeklik beklentisini etkilemek vası
tasıyla, iletilenin hedef algılarını etkilemeye çalışır. Öte yandan,
Oktay ' ın ( 1 9 84) vurguladığı gibi:
''Kişinin egosunun muhatab olduğu değerler ve tavırlar dura
ğan ve zor değişendir, fakat, özel ve belirlenmiş sorulara ilişkin
fikirleri değişmeye daha yatkın ve kısa ömürlüdürler."
İ leten, iletilenin eylemleri ve fikirlerini değiştirıııek için
i letilenin hedeflerinin gündemde ve yürürlükte olan tavırları ve
değerlerinin yardımını kullanır, başka bir deyişle egosuna hitap
eder. Sonuçta propaganda, Oktay' ın ( 1 984) belirtiği öğeler ve il
keler üzerine kurulur:
1-) Propaganda bir organize iletişim eylemdir. Herhangi bir
grup üyesi olsun veya olmasın, organize olmuş veya olmam ış ile
tileııleri belirli amaçlar doğrultusuııda etkilemek için yapılan bir
iletişim eyleınidir. Anlaşılacağı üzere propaganda eğer
planlanlanan ve belirli amaç dahilinde belirli hedef gruplarının
seç i mi, ve grubun nitelik ve nicelik özelliklerinin araştırılınası yo
luyla grup üyelerini (iletilenlerini) etkileınekse en azındaıı teorik
çerçevede, hatta pratikte bile, bir uzman veya uzmanlar grubunun
eyleıni olmalıdır. Bu özellik billıassa uluslararası propaganda söz
konusu edildiğinde önemle dikkate al ınmal ıdır (Oktay, 1 984: 1 -
1 1 ).
2-) Propagandist bir iletici, eğer başarılı bir propaganda i le
tisi ortaya koymak amacındaysa hedefinin şimdide olan fikir,
değer ve tavırlarını dikkate alıp, bir ön incelemeden geçirmelidir.
Çünkü bu fikir, değer ve tavırlar toplumlarda uzun bir süreçten
geçerek ortaya çıkmış meşrulaşmış ve yürürlüğe girmiş kültürel,
sosyal, siyasi, felsefi, estetik öğeleri olarak bir toplumun iç ve dış
dinamikleridir. Bu yüzdendir ki, farklı devletlere, farkl ı
propaganda stratej ileri kullan ı l ır ( Oktay, 1 984: 1 - 1 l ) .
3-) Bir propogaııdist iletici hedefleneıı grup ve topluınların
sadece bu iç ve dış dinamiklerini değiştirınekle kalmaz aynı za
ınanda iletileıılerin bunlara bağlı davranışlarınıda değiştirmeyi
amaçlar ( Oktay, 1 984: 1 - 1 1 ).
200
4-) Propogandanın kendisi, bizzat amaç değil bir araçtır.
Çeşitli uzman grupları tarafından belirli bir amaç ve stratej i ile
yapılan kültürel, politik, sosyal, dinsel, dilsel, teknik, ideolojik,
eğitim gibi misyonik iletişim eylemlerinin kuvetli bir aracıdır
(Oktay, 1 984: 1 - 1 1 ).
201
Bu çerçevede, Amerika örneğinde Rigel profesyonel iletenler
veya i letinin ambalaj , paketleme dağıtım ve satışında özelleşmiş
uzman grupları olarak değerlendirilmesi gereken lobicileri yaptık
ları lobi eylemine ilişkin olarak üç ana gruba ayrırarak şöylece
sıralar:
1 - B i lgi toplayıcılar: Hükümetle ilgili işlerde gizl i ya da açık
şekilde istihbarat yapanlardır. Gizli olanlar, müşterilerin özel
amaçları için yapılan bilgi toplama faaliyetleridir. Açık olanlar,
kamuoyunu şekillendirmek amacıyla gerçekleştirilir.
2- Temsilci: Çoğu yasal danışmanl ık çerçevesinde 'hukuk
fiııııalarıdır' . Bu kuruluşlar belirli konularda uzmanlaşmışlardır.
3- Bireysel Lobiciler: ABD Kongresinde resmen kayıtlı olan
lar veya olmayanlar ya da ABD Adalet Bakanlığı 'nda ajan olarak
kayıtlı bulunanlardır. Temel amaçları, Kongre ve hükümet faali
yetlerini, müşterilerin amaçları doğrultusunda yönlendiııııeye ça
lışmaktır." (Rigel, 1 993 : 6 1 -70)
Bu gün anladığımız anlamdaki özelleşmiş, uzmanlaşmış ve
profesyonelleşmiş bir iletişim tarzı olarak lobici liğin ortaya çıkışı
ve uygulanıp sistematize edi liş mekanı Amerika' dır. Lobicilik ey
lemi çeşitli plan, proje, ve metod dahil inde gerçekleştirilir. Lobi
ciler, örneğin, iletinin türü içeriğine göre siyasi ve idari mekaniz
manın kanun koyucusu, yürütücüleri, denetleyicilerine, konuyla
ilgili bürokrat ve meclis komisyonlarında yer alan siyasilere ileti
nin içeriği ve amacını ileti yönünde pozitif bir tutum ve görüş
oluştuııııak için anlatabilir. Psikolojik ve rasyonel ikna ve
inandıı ıııa mekanizmalarını işleterek desteği gereken ilgili kamu,
özel ve tüzel kişilerin özel mekanlarında (evinde ve bürosunda)
ikna etmek için mektup, bildiri, faks, telefon yoluyla i letinin i le
tilenlere dağıtımında kamu ve devletoyu oluşturmaya amaçlar. Bu
yönüyle, ''Lobiciler aynı zamanda halkla ilişkiler uzmanıdırlar."
(Rigel, 1 993: 6 1 -70)
iletişim mekanizmasının işletilmesiııde ve böylece iletinin di-
•
202
Doğal olarak bu patronluğun gereğini uluslararası arenada ve
kendi plan, projesini yapıp ''yen i dünya düzeni ve barışı'' diye ad
landırdığı patronluk misyonunun taşeron devletler (uydu devlet
ler) vasıtasıyla dünyaya, az gel işmiş ve gelişmekte olan ülkelere
kültürel, ekonomik ve askeri yardımlarla, eski Amerikan başkanı
N ixon 'un ''Amerika'nın her türlü dış yardımı kendisi içindir''
i l kesini devamlı akılda tutarak, sevimli, dürüst, barışçı, dost ve
hümanist maskesiyle dün olduğu gibi bugün de gerçekleştirip
meşrulaştır111aktadır.
Bu durumda diğer ülkelerin hemen hemen her konuda Ame
rika'ya bağlı ve ihtiyaçları oldukları gerçeğinin ontoloj ik ifadesi
dir. Öte taraftan, hemen hemen her durumda olduğu gibi:
''Dünyadaki i letişim ağının düğmesininde aynı ülkenin elin
dedir. Bu güçten yararlanmak isteği, lobiciliği Amerika'da gide
rek geliştiı ıııektedir." (Rigel, 1 993 : 6 1 -70)
Bu bağlamda, Amerika merkezli lobicilik eyleminin gerçek
leştirilmesinde bir lobicinin veya lobi grubunun uygulaması gere
ken başlıca etkileme yolları şunlardır:
1- Kongre üyelerini etkilemek için sık sık onlarla birlikte o
lup, bilgilendirici konuşmalar yapmak;
2- Gerçekleri açığa (kendi gerçeklerini) ç ıkarıcı basın bülten
leri yayınlamak;
3- Temsilcilerin radyo ve TV talk-showlarına (mülakat) çık
ınaları ve görüşlerini açıklamak için medya turları düzenlemek;
4- Siyasilere veya ilgili merci lere belirli peryodlarla bilgilen
d irici, yönlendirici ve haber n iteliğinde raporlar göndermek;
5- Tanıtım kampanyaları düzenlemek ve
6- Çok geniş kapsaml ı reklam kampanyaları yürütmek."
(Rigel, 1 993: 6 1 -70)
Bir lobicinin veya lobi grubunun lobicil ik eylemini gerçek
leştiı ıııeden önce eylemin teorik çerçevesinin (plan, proje, strateji,
metod, yaklaşım) belirlenmesi aşamasında üzerinde düşünmesi
gereken başlıca soruları ve onlara olumlu olumsuzda verilecek
cevapları ''lobicilerin zaferi ya da yenilgisi olarak'' değerlendi
ren'', bu soruları Rigel şu maddelerle sıralar:
'' 1 - Müşterinin ya da şirketin konumu kendini savunmaya uy
gun mu?, Eğer uygun değilse bu duruınu değiştirebilmek için
neler yapmalıdır?,
203
2- Hem müşteri hemde şirket ve lobici bell i bir itibar düze
yine sahip midir?,
3- Lobici likte anahtar kişiler belirlenmiş midir?,
4- Lobici ve müşterisi olan şirket güvenilir istihbarat kaynak-
larına sahip midir?,
5- Kararları etkiliyecek doğru kişiler kimlerdir?,
6- Çalışmadan kamuoyu ne ölçüde etkilenecektir?,
7- Kamuoyunu etkileyecek unsurlar, kabul edilir veya makul
müdür?,
8- Stratej i, zamanlamada dahil olmak üzere açıklığa kavuştu
rulmuş mudur?,
9- Yapılan plan hem saldırı hem de savunma için gerekli ele-
manları içeriyor mu?,
10- Karşı lobici grup ne yapabilir?,
1 1 - Temel sorulara onlar da cevap verebilmiş m idir?
12- Onların stratej isi ve planı nedir?'' (Rigel, 1 993 : 6 1 -70)
Sonuçta, uluslararası ilişkiler göz önüne alındığında, bir ileti-
şim tarzı olarak lobicilik ve propoganda kavram ve olguları dün
yada müşahhas bir şekilde 1 9. yüzyılda ortaya çıkıp milliyetçi ha
reketlere ve ideoloj ilere bağlı olarak hızla gel işmiştir. Bilindiği
üzere Fransız ihtilalinden sonra kendi sınırları içerisinde bağımsız
ülke kavramı ve realitesi milli sınırlarda kal mamış çeşitli sosyo
ekonomik, kültürel şartlar ve çıkarlardan dolayı dışarı taşma, a
çılma ilıtiyacını duymuştur.
Bu ihtiyaç küreselleşme olgusu göz önüne alındığında kaçı
nılmaz hale gelmiştir. Bu çok yöıılü uluslararası i letişimde, dev
letlerin kendi bireysel menfaatlerinin ön plana çıkmasının yanın
da, bağlı bulundukları çıkar gruplarına paralel o larak, Birleşmiş
Milletler ve Birimleri, Kuzey Atlantik Paktı, Avrupa Birl iği ör
neklerinde olduğu gibi kollektif menfaatleri de korumak ve kol
lamayı esas alan ve uluslararası hukuk ve ilişkiler etiketi ile güçlü
devletler tarafından belirli sistematik yapı dahilinde ortaya ko
nulmaktadır.
Bu yapı çerçevesinde küresel iletişim vasıtasıyla Patron ile
tenler topluluğu diğer iletilenler konumunda olan ülkelerle etkile
şimlerinde ihtiyaç duydukları zaman, mekan, ortam ve şartlarda
patronluğun raconunu profesyonelce keserek rahatlıkla ince diplo-
204
matik manevralarla oynanıp, değiştirilebilen, yamanan ve kaldırı
lan bir il işkiler ağını oluştuı ıııaktadır.
Batı dünyası gücünü bilim ve teknoloj iye endekslemiş, kendi
merkez ülke olup, etrafında kendinin belirlediği yörünge ve peri
yotlarda dönen uydu aracı ülkeleri gücünün dağılımında ve etki
alanında tutup kul lanmıştır. Kullanmaktadır. Çünkü bu güç, öteki
devletlerin davranışlarını merkez ülkenin kendi çıkarlarını ko
ruma, kollama, artırma ve diğerlerini de bu yönde kullanmayı
esas alan, belirlenen amaç ve stratej i doğrultusunda etkilemede
hem bir maddi unsur hemde bir psikoloj ik korkutucu, caydırıcı,
etkileyici unsurdur. Bu süreçte de aslan payını kültür ve uygar
l ıkta kuvetli olan bilim silahını elinde bulundurup teorik ve teknik
pazara çıkarabi len devlet veya devletler grubu almaktadır.
Bu olgunun adı uluslararası i lişkiler ve diplomasi olarak kon
muş, bu i lişkilerde de iknadan, zorla güç kullanımına kadar uza
nan, çeşitli pazarlık teknikleri kul lanılmaktadır. Başka bir deyişle,
l iderler arasında diplomatik uzlaşmalar, ekonomik mal değişimi,
askeri güç kullanımı ve uydu ülkelerin hedef alınmış her türlü de
ğer sistemi ve buna bağlı olan davranışlarını belirli bir yönde de
ğiştirmek ve etkilemek amacı için simge sözcüklerin, sloganların,
ideolojik yönlendirme ve şartlandırmak için araç olarak kullanma
yoluyla merkez ülkenin güdümünün bekasının sağlanması amaç
lanır. Böylece, uydu ülke, merkez ülkeı1in doğal bir ileti taşıyıcısı
durumuna indirgenir. Sonuçta iletişim mekanizması ve tarzları
kitle iletişim araçlarının vasıtasıyla bu amaçlara ve sürece ana
destek güç olarak kul lanılır.
Buradaki, başka bir önemli nokta ise, uluslararası politik stra
teji ve ''yeni dünya düzeni''ni tayin etmekte, i letiminde ve uygu
lanmasının garantilenmesinde psikolojik (soğuk) savaş ve
propoganda tekniklerinin günümüzde kültür ve güç gösteri em
peryalizminin en öneml i bir aracı olması gerçeği gözardı edil
memelidir. Bu durumun ve aracın en etkili kul lanıcısı olarak ya
kın geçmişte Hitler'in idaresindeki 'Milli Sosyalist Parti' verile
bilir.
''Bu parti, sadece Almanya içerisinde bütün medyayı merke
zileştirip kendi amacı doğrultusunda kullanmakla yetinmemiş,
kendi uydu ülkelerindeki medya kuruluşlarınında kendi
propoganda bakanlığının ideoloj ik propoganda mesaj l arının ileti-
205
minde kullanmıştır. Bütün i letişim türleri ve programlarını (sanat
sal etkinliklerde dahil olmak üzere) kontrol edip yönlendiı ıııiştir.
İkinci dünya savaşında müttefikler de Alman işgali altında olan
ülkelere aynı şekilde diğer psikoloj i k savaş etkinliklerinin yanı
sıra radyo yayınlarını kendi amaçları doğrultusunda kullanmışlar
dır." (Rigel, 1 993: 6 1 -70).
Günümüzde ise, aynı etkinlikler modernize edilmiş olarak
derece farklarıyla birlikte dünyanın dinamik devi Amerika, yoğun
bakımdaki eski dev Rusya, yeni devi Japonya ve kollektif devler
Avrupa Birliği Ülkeleri ve bunların uydu müttefik devletleri tara
fından kendilerine izin verildiği kadarıyla kullanılmaktadır. Örne
ğin, Amerikan propoganda programı: Birleşik Devletler Bilgi
Acentası tarafından foııııülüze edilip yüzün üstünde arşiv, kütüp
hane ve Amerika dışında bilgi büroları aracılığıyla yürütülür.
Dünyaya hemen hemen her d i lde yayın yapan (Amerikanın Sesi)
bir radyo, çeşitli televizyon kanalları, ve kendine doğrudan veya
dolaylı ait olan çeşitli iletişim uyduları, filim, haber, belgesel ve
çok sayıda özel nitelikteki programları vardır. Bütün bunların
varlık nedeni Amerika'nın sevimli, bilge, barışçı, hümanist, çağ
daş, l iberal, özgürlükçü, koruyucu ve kuşatıcı imaj 1111, uydu ülke
lere kendinin planladığı yeni dünya düzeni teorisyenl iği ve pratis
yenliğini ileterek teminat altına almak ve diğer devlere karşı bu
amaç doğrultusunda kullanmaktır.( Rigel, 1 993 : 6 1 -70)
Öte taraftan, Tinıe, Newsweek, The New York Times,
Internatıonal Hera/d Tribune ve diğer yazılı ve yazılı+göresel ba
sın, gazete ve magazinler, kitle iletişim araçları Amerika'nın ken
dine ve dünyaya açılımını sağlayan iletişimde medyatik
propaganda aracıdır. Aynı zamanda daha önce belirttiğimiz gibi
dünyanın en büyük haber ajanslarından olan United Press
International ve Associated Press' in merkezleri Amerika' dadır.
•
206
Diğer küçük doğrudan veya dolaylı uydu durumundaki ülke
ler ise bu yarış ve çabada fonksiyonel olarak yok-varlık olan ken
dilerini izin verildiği ölçüde var kılmak azmindedirler. Fakat bu
nun ne dereceye kadar gerçekleştirilebileceğini, ancak, zaman
gösterecektir. Ş imdilerde olan bir olgusal gerçeklik ise, uluslara
rası propoganda ve lobicilik eylemleri, adı geçen Devler tarafın
dan kendi politik amaçlarını başarmak ve diğer ülkeler üzerine
güç gösterilerini devam ettiı ırıek için kimi zaman o ülkelerin yö
netimlerini kimi zamanda halklarını bütün propoganda ve lobici
lik araçlarını özellikle maskeler alanı demek olan yumuşak ve sert
diplomasiyi kullanarak yanlarına almalarıdır. Çünkü oyunu baş
latacak ve bitirecek olan düdüğün ücreti, imali, pazarlanması ve
kimlere satılacağı onların ellerindedir; Diğerlerinin yalnızca yapa
bileceği şey, oturup paşa paşa oyunu seyretmektir, tabii eğer sta
dın içene giııııelerine izin verilirse.
Sonuçta uluslararası siyasette, ülkeler, tıpkı insanlar gibi
kendi amaç ve çıkarlarını (ne içerikli olursa olsun), diğer ülkeleri
milli amaç ve çıkarlarına ilişkin geleceğe dair kendi algılarını
etkileme ve kontrol altında tutma yoluyla istenilen yön ve amaçta
yönlendirirler. Bunu gerçekleştirmek için de, propogandist ve
lobici olan iletici, en az diğer ülkelerin kalbur üstü insanları kadar
o ülkenin veya ülkelerin insanlarının geçmişden gelip şimdiye
taşınmış ve geleceğe her yönden milli refaha şekil verecek olan
milli değerlerini, tavırlarını veya eylem kalıplarını bilmek ve de
aynı zamanda onlara inebi lmek zorundadır.
Daha önce de işaret ettiğimiz ve bugün genel kabili gören
''Adamlar (Batılılar) bizi bizden daha iyi biliyorlar'' tesbiti ve
hükmünün açılımını; ve tarihteki Şarkiyat etütlerin ister kültür
ister şu veya bu bilim adına yürütülmesindeki motivasyonları,
amaçları ve beklentileri bu mantık çerçevesine oturtmak ve öylece
yorumlamak gerekir .
••
207
iletişim eyleminin sistematik yapı, öğe ve ilkeleri tarihten elde
edilen tecrübelerle var olma ve varlığını meşrulaştırıp ve kalıcı
kılmayı idealleştirip bir ideoloji formunda ifade edip profesyo
nelce kullanan başka bir ülkeyi örnek verecek olursak, o da dünya
siyasi coğrafyasında Orta Doğu göz önüne alındığında hemen
hemen hiç gündemden düşmeyen Israil devletidir.
•
208
Milletlerin varlıklarının şartı ve etkinliklerinin garantisi ve
teminatı demek olan ülkelerin iç ve özellikle dış istihbarat birim
leri arasında İsrail istihbarat (Mossad) birimi söz konusu oldu
ğunda, İsrail istihbarat teşki latının dünyanın her ülkesinde değişik
metodlarla iletişim mekanizmasının kitle iletişim araçlarını en
•
209
Bu tür çabalar içine Birleşik Devletler ve diğer Batı lı ülkelerin
belli sınıflandırılmış savunma proj elerinin elde edimi de dahildir.
İsrail güvenlik oteriteleri aynı zamanda (İsraildeki) seksüel i liş
kileri kendi amaçları ve işbirliği çerçevesinde del i l olarak kullan
mak üzere gündeme getirir." (Finley, 1989: 1 42- 1 64).
D iğer taraftan Hoca Nasreddin ' in papağının insan varlık sını
fına karşılık gelen veya tipik örneği olan Doğu kültür ve uygarlık
coğrafyasının üyelerinden olup Amerika B irleşik Devletlerinde
yaşayan Arap Ülkelerinin lobicilerinin İsrailli lobicilerle tarz,
metod, yaklaşım ve davranış kalıpları açılarından mukayesini Se
natör Finley şu şekilde yapar:
''Ne zaman ki, ABD' nin İsrail'e destek verdiği tartışmalı or
tam söz konusu olduğunda randevü almak için gelen grup, ge
nelde olduğu gibi ilk önce kendi aralarında tartışmaya başlar. Biri
Filistin problemler,ine ağırlık verilmesine karşı çıkar. Diğeri ise
Lübnan problemıetinin tartışmada öncelikli konu olmasını ister.
Bana düşen sadec1:1 arkama yaslanmak ve dinlemek. (Çünkü) On
lar ne söyleyeceklerine dair bir ön çalışma yapmamaktadırlar...
Oysa, Yahudi grup çok ayrıntı lı bir diretici talep l istesiyle birlikte
gel ir." (Finley, 19 : 1 42� 164 ).
·
210
bilgi kuramı metod ve yaklaşımının, ve onun alternatifi olarak
ortaya koyup geliştirdiğimiz sağduyu tümcü iletişim bilgi kuramı
ve hümanizmasının uluslararası siyaset teorileri ve bu teorilerin
pratiği açısından değerlendirerek bizim ana i letimizi teyit eder
nitelikte şu tesbitleri yapar:
''Uluslararası politikaya devlet merkezl i klasik, felsefe ve
sosyal bilimler metodu yerine doğa bilimlerinin metodu ve kendi
başına müstakil bir araştırma konusu olarak u luslararası pol itikayı
ve i lişkileri esas alan onun etiksel ve hukuksal sonuçları hakkında
kaygısı olmayan salt bil imsel yaklaşım veya yaklaşımlar getirilse
de henüz bir ortak metod ve yaklaşım söz konusu değildir. Bu
gün hatırı sayılır bir grup uluslararası politika uzmanları, bunların
hiç bir zaman bilimsel bir kimliğe bürünemiyeceği kanaatindedır.
Neden ise insanın çok yönlü ve nitel ikli bir varlık olmasından
yola çıkmalarıdır." (Gamett, 1 984:50).
Daha önceki ilgili bölümlerimizde detaylarıyla açıklayıp tar
tıştığım ız gibi, insan, öteki varlıklardan hem yapısı hem de fonk
siyonu ( içsel, niyetli, amaçlı ve planlı olarak eylemlerini en azın
dan kimi noktalarda özgünce ve özgürce ortaya koyar) itibarıyla
farklıdır ve insan davraı1ışları psikoloj ide davranışçı ların sosyolo
j ide de b i l i m metod ideolojisi demek olan pozitivizmin önceden
hazırlanmış planlanmış kalıplara, sınıflara ve tiplemelere teorik
kılıflara minare arayarak sokulamaz. Soı1uçta bu tür bilimsel yak
laşımlar adı verilen uygulamalarıı1 etik ve estetik temel i yoktur.
Collingwood'un işaret ettiği gibi:
'''Ne zaman ki, bir bilim adamı niçin bir kağıt parçacığının
pembeye dönüştüğünü sorar?' Onun demek istediği ' ne tür ortam
larda bir kağıt parçacığının pembeye dönüştüğüdür?, 'Ne zaman
ki, bir tarihçi, Niçin Brutus Caesar' ı bıçakladığını sorar?' -bunun
açı l ımı ' Caesar' ı bıçaklamaya neden olan düşünce neydi ki,
Brutus bu yönde karar verdi? demektir'' (Gamett, 1 984: 54-55).
Bundaı1 sonraki uygulama alanımız olan Tarih disiplinini de
taylı bir şeki lde inceleyip sorguladığıınızda göreceğimiz gibi, bu
yüzden Coll ingwood' a göre 'bütün tarih, düşüncenin tarihidir' ,
çünkü, tarih tarihçinin konu edindiği kişilerin zihinleriyle ilişkiye
geçmediği sürece yazılan1az. Bu da Di lthey ' in ifadesiyle: ' Sen'de
Ben' in yeniden keşfi ' anlayışına karşılık gelir. Bu yüzden insan
21 1
eylemleri ile ilgi l i ideler, fikirler, kavramlar ve bunlara bağlı ola
rak teoriler olmaksızın sosyal analiz yapılamaz.
Bu çerçevede bir ileri adım daha atacak olursak, Manning' in
deyişiyle, u luslararası ilişkiler ve siyaset bir oyun tarzı ve mantığı
i le işler. Bir oyun hakkında hüküm verip yorum yapmak için dışa
rıda kalmaktan ziyade içerde aktif bir oyuncu olmak gerekir.
Çünkü her ne kadar bu oyunun sanki kural ve i lkeleri varmış gibi
gözükse de bunlar ortam, zaman, mekan ve oyuncuların, amaçla-
rına göre çabuk değişebilir. işte diplomasideki uzmanlaşma ve
•
212
)arıdır) - Ought ( ... malı: toplumlar savaşmamalı) Problemi veya
Tartışması''na Hume örneği ve yorumunu dile getirerek, bu konu
nun siyaset, siyasi ahlak, uluslararası i lişkiler ve bu il işkilerin
etiksel boyutunun Hume ve sağduyu tecrübeleri merkezl i olarak
iki taraflı açı l ımını yaparak genel bir tavır haline dönüşmüş bir
kaç özelliğin altına çizer:
''Olgular ve değerler mantıkça farklıdır. Önermelerin olgusal
yönünleri gerçekliğin bir parçasına karşılık gelir; böylece o olgu
lara bağlanarak test edilebilir. Bu şekilde onun doğruluğunu kont
rol edebi liriz. Fakat bir önermenin ahlaki yönü bir bireyin duygu
sal tepkisinin, gerçekliğin durumu veya beklenin olguya il işkin
olarak dışa vurumudur'' (Garnett, 1 984: 82).
Öte taraftan Easton, tecrübeden kaynaklanan sağduyunun
''Is'' ile ''Ought'' arasında bir ilişki olduğunu hissettirdiğini düşü
nür. Hem gerçekte de belki mantıken veya mantık açısından i kisi
birbiri11den ayırt edilebilir ama pratikte gündelik l1ayatta pek öyle
sanıldığı gibi değildir. Dolayısıyla kimi sosyal ve siyaset bilimci
ler ve filozofların iddia ettikleri gibi, ahlaktan bağımsız bir sosyal
bilim en azıı1dan uygulamada söz konusu olamaz. Hume' un o
lumsuz anlayışında konuyu ele alacak olursak filozof ile sokak
taki sıradan adam arasındaki şu kurgusal diyaloga bir göz atalım.
Easten diyalogu öylece takd i m eder:
''Sokaktaki sıradan insan (A bireyi) - Ingiliz hükümeti
•
213
ramı; ve onun alternatifi sağduyu tümcü bilgi kuramımız ve etiki
söz konusu olduğunda gördük ki, şimdiye kadar ki tarihi süreçte
genelde kültür ve uygarlık öğeleri ürünlerinin elde edinimi, kulla
nımı, kontrol ve dağıtımı büyük bir çoğunlukla bir dizi kuram
çerçevesinde, metod ve yaklaşım, etik ve hümanizma esas alına
rak yapılmıştır.
Bu çerçevenin uygulanımı: bencil; faydacı; kendine ilahlık
atfeden ve diğerlerini sıradan hizmete tahsis edilenler olarak gö
ren; çifte standartl ı; etiksel kural ve ilkelere kayıtsız, sorumsuz ve
gerçek insan tam beni m gibi olamasa da benim gibi olma yolunda
yürüyen; bana benzemeye çalışan; beni taklit ve kopya eden; be
nim gibi düşünen ve l1isseden; benim dediklerimi yapan; kontro
lüm, yönlendir111em, şekillendirmem altında olan; ve benim bence
insanlık sınıfıı1a lütfedip dahil ederek insan adını verdiğim insan
veya insanlar grubu, topluluğudur' diye düşünen insan tiplerini,
topluınlarını ve ülkelerini yaratmıştır.
Bu genellemeyi bu sahanın ilgili iletişim bilgi kuramları ve
l1üma11izmalarının testi söz ko11usu olduğunda şahit oldugumuz
öneml i noktalardan hareketle yapınaktayız. Çünkü siyaset ve u
luslararası il işki lerde teorisyenler pragmatist iştehalar ve dürtü
lerle ortaya çıkıp bu ala11ları sistemleştirildiğinden beri, pek çok
siyasal bilimler (teoriler) de olduğu gibi, al1lakı buyruk kal ıbı,
''yapmalısın veya yapmamalısın'' konusunu teori uğruna terk etme
uygulamalarıdır.
Fakat, Reid sonrası şimdide Garnett ve M idgley gibi
teorisyenler ve bizim sağduyu felsefe tümcü iletişim bilgi kura-
'
214
tarı söz konusu o lduğunda sağduyudan hareketle bir genellemeye
gider.
M idgley'e göre insanın iradesinden bağımsız fakat insanın
idrak edip benimseyerek uygulayabi leceği Tanrıdan kaynaklanan
bütün insanlara ve insanlığa açık mutlak, kesin özelliğe sahip çe
şitli i lke ve kurallar söz konusudur. Bu ilke ve kurallar doğal hu
kuk ile örtüşür. Bunlar yoluyla bir devletin idaresi ve diğer dev
letlerle olan ilişkilerini tayin edip yargılayabiliriz. Genellemenin
pratiğe dökülmesi için yapılması gereken şudur:
''İnsan için gerek uluslararası toplumların geçici düzeninde
ve onun ötesinde gerçek, doğru barışın varlığı istiyorsak (eğer) bu
ilkeleri keşfetmeye, iletmeye, savunmaya ve ileriye götüııııeye
çalışmalıyız'' (Garnett, 1 984: 98).
Bu öneriden sonra, ''bir kez bu başarıldı mı uluslararası i l işki
ler modern normatif teorinin temel leri atılmış demektir'', ilave
siyle birlikte Midgley son adımı atar: ''Modem siyaset bilimcileri
belki kendileri moral yargılardan kaçınabilirler fakat başkalarının
moral yargılarını göz ardı edemezler." (Garnett, 1 984: 98).
Sonuç olarak, bu özel uygulama alanında seçilen bilgi sahası
nın sınırlı verilerini kul lanarak çok genel çerçevede de olsa, i leri
sürdüğümüz sağduyu tümcü i letişim bi lgi kuramımız, etiği ve
hümanizmasının alternatif özelliğini pozitivist, indirgemeci bi lgi
kuramı, pragmatist etiki ve bencil hümanizmasının teoride olduğu
gibi pratiğinde de beraberinde getirdiği ciddi olumsuz sonuçları
test ederek gördük. Umarım, bu bilgi sahalarının uzmanları saha
lar1111n verilerini kullanarak daha yetkin, etkin ve geniş bir
forrnatta bu felsefi perspektifi esas alarak bilgi disiplinlerinin
yeniden okuması ve yorumunu yaparlar.
215
Onuncu Bölüm
Tümcü İletişim Bilgi Kuramı Ve Tarih
21 7
rükler ki, bu da ahlakdışı bir anlayış ve tutuma karşılık gel ir.
Çünkü, insan eylemlerine ilişkin tarihsel tespit, tasvir, açıklama
ve değerlendirmeler, raportörün ( ileten, tarihçi) kişisel dünya
görüşündeki ideal birey ve eylemleri çerçevesinde (en azından şu
veya bu şekildeki etkisi) öznel motiflerle i leti ortamına taşınıp şe
killendirilen zihinsel bir kurguya dönüşebi lir.
Bu anlayış ve uygulamanın yansıtıldığı alanlara karşılık ge
len en tipik örnek ideoloj i ler ve tarihçeleridir. Bu da bize gösteri
yor ki, bütün tarih i letenin (tarihçinin) elinde, insanın kendi ey
lemlerinin nesnel liğini tecrübesiyle tescilleşmesine rağmen ileten
kendisinden önceki veya kendi dışındakilerin eylemlerinden olu
şan iletileri değerlendirip başkalarına rapor foı ıııunda i letirken,
özellikle iletide tarihi şahsiyetler konu edinildiğinde, onları
idealize etme gibi ama bilinçli ama bilinçsiz bir yanlış yaklaşım
ve tutuma sapabilir. Bu da bize iletene bağlı i letinin güveni le
mezliği tehlikesi ile karşı karşıya bırakır ki, bu tehlikenin boyutla
rını tarih bilgi disiplini örneğinde yaklaşım, metot, tarih yazım ve
yapım konuları bağlamında değerlendirmesini yapacağız.
Araştırmamızın XII. Bölümünde detaylarıyla birlikte ele aldı
ğıınızda görüleceği gibi, Düşünce tarihinde yeryüzünde ilk kez
iletse! bilginin kendisinin (iletinin), iletenin ve i letilen çok yönlü
bakımlardan analiz edilerek metodik bir sisteme bağlanması İslam
bilimlerinden bir olan Hadis alanında hadisçiler (iletse! bi lgi ileti
cileri) tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu sistem rahatlıkla iletse!
bilgide bir milad olarak değerlendirilmelidir. Ayrıca, ''Hadis Usu
lünün (Rapor B i lgi Kuramı ve Metodoloj isinin) ortaya koyduğu
kavramlar, öğeler, i lkeler, tezler ve kuramlar ile her iletişim ku
ramcısının genel iletişim mekanizması ve onu oluşturan öğelerin
(ileten, i leti, i letilen, iletişim vasıtaları, ortamı, mekan ve zama
nın) işlerliğini analiz edip kendince ortaya koyma çabasın da zo
runlu olarak yüzleşmek durumundadır.
Gereğine binaen yapılan bu kısa ön hatırlatmadan sonra,
şimdi genelde bilme eyleminde, özelde iletse! bilgi edinimi söz
konusu olduğunda tarihi genel olarak bir de şu şekilde de tanım
layabiliriz: Tarih, insanın kendisi ve çevreleı1diği toplum, genel
kültür ve uygarlık çevresinde yer alan mensubu olduğu lokal kül
tür ve uygarlık çevresi hakkındaki bilgisini artırmak ve bilgiyi
diğerlerine iletmek amacıyla insan toplulukları, toplumları, kültür
218
ve uygarlık çevrelerinde geçmişte sergilenen her türlü eylem üze
rine yapılan bir araştıııııa alanıdır.
Böyle bir tanım bizi bütün tarih insandan ibarettir teziyle öz
deş olup, toplumsal tarih kavram ve olgusuna ulaştırır ki, yanlış
olmasa da, kesinlikle eksiktir. Çünkü bilindiği üzere, varlık ala
nına giren (maddi, manevi, sanal nitelikli) her şeyin tarihi yapılır
ve yapılmalıdır da. B ilim, dinler, ideoloj i, sanat, tabiat, fizik, ast
ronomi, teknoloj i vesair tarih ve tarihleri örneklerinde olduğu
gibi. İ letse) bilginin en güzel örneği olan tarihsel bilgi, başka bir
deyişle tarihi olay ve şahıslara ilişkin rapor foı ıııatında sunulan
iletse) bilgi, insan ın kendi ve diğer insanların eylemleri hakkın
daki algısının ötesine geçemez. Bu anlamda tarih bireyleri ve
onlara il işkin olayları gözlemlemede olgusal, tasvirci ve bilimsel
dir. Bu tür bir tarih daha ziyade şimdinin veya şimdidekilerin
tarihidir.
Yani rapora (iletiye) konu olan kişi, topluluk, toplum veya
toplumlar ileten ile beraber aynı zaman kesitinde yaşayıp, arala
rında doğruda11 veya dolaylı etki leşim vardır. İşte bu yüzden bu
tür iletilerin sunumunu yapan i letene gözlemci, olgucu, tasvirci ve
bilimsel tavırlı nitelemelerini yapmaktayız. Fakat, yukarıda da
belirttiğimiz gibi, onun algılanması bireyin algılama, anlama ve
yorumlama kapasiteleri ve iletim mekanizmasının hangi ortam,
zaman, mekan ve vasıtaları kullanarak işletildiğine göre iletenden
iletene; i letinin değerlendirilmesi dikkate alındığında iletilenden
i Jeti lene farkl ı 1 ıklar gösterebilir.
Her ne kadar ideal i letişim beklentisini karşılamasa da, böyle
bir durumun oluşması normaldir. Noı·ıııal olmayan ve bizi birinci
dereceden ilgilendiren hususlardan biri olan bu durumun bilinçli
bir şekilde ileti konusuna i letenin kendi öznel liğini katarak ahlak
dışı bir yaklaşım ve tavır takınması sonucunda nesnellik ve bilim
sellik adına ortaya çıkan ciddi kaygı ve sakıncadır.
Bu sakıncalı durumun giderilmesi ve iletide sağlamlığın sağ
la11ması, kişini11 ahlak, dürüstlük, güvenilir ve doğru karekterine
bağlı olarak, tarihsel anlatı veya tasvirlemede, i letenin kişisel
dünya görüşü ve ideoloj isini oluşturacak olan, ke11disi, diğerleri
ve algı ladığı olaylara ilişki11 zihni durumlarının şekillendirilmesi
yoluyla, bir anlama ve anlatma yoluna gidebilmesinin sorgulan
masıyla ancak mümkündür. Çünkü bütün tarih, insanın bu dünya
219
gerçeklikleri hakkındaki deneyim ve gözlemlerinden kaynaklansa
bile, o, diğer insanlara iletilmesiyle kimliklendirilip ortaya konur.
Başka bir ifadeyle, tarih varlığının gereğini ve meşruiyetini
iletme işlevine koşut sahip olur. Bu yönüyle tarih olumluda de
ğerlendirildiğinde bir ''ileti bil imi'', olumsuzda değerlendirildi
ğinde ise ''tarih: bir ileti kurguculuğu bilimi'' olarak karşımıza
çıkar. Bunlara bağlı olarakta tasvirci ve yorumlayıcı olmak üzere
en azından iki tarihçi (ileten) tipinden söz edilebilir.
Öte yandan taril1 konulu iletinin şimdiye taşınıp diğerlerine
i letme süreci , i letenin niyetine, motivasyonuna ve amacına bağlı
olarak bir kaç aşaınayı içerir. Bu anlamda tarih amaçsaldır ve
onun amacı ise: tarihsel bilginin yapısını, niteliğini, karekterini,
önemini ve işlevini ortaya koyarak; tarih odaklı i letilerin (ki, bun
ların konuları kişi, topluluklar, toplumlar, kültür ve uygarlık çev
releri olabil ir) şimdide sunum ve değerlendirmelerini yaparak;
geleceğe dair proj eksiyonlarda malzeme olarak kullanmaktır.
Amaç iletenin zil1insel formatına bağlı olarak olumlu olum
suz ınantık örgülerini bünyesinde barındırabilir. Eğer amaç ve
yaklaşım olu111suz ise, ileti, iletenin oluınsuz mantık örgüsüne
koşut olarak şekillenecek demektedir. Bu duruında doğal olarak,
amaç, baskın bir şekilde ön plana çıkar ve olay amacı pekiştiren
veya meşrulaştıran bir örnekleme olarak ikincileyin bir araç dL1-
rumu11a düşer. Veya bu akış111 ters yüz edilınişlik durumu söz
konusu olabil ir.
Tarihteki faktörler düzenli bir akış gösteren her tarihsel an
üzerine zamanın etkisini yansıtır. Tarihin şimdiye getirilmesi
veya yeniden canlandırı lması kişiden kişiye, toplumdan topluma,
mekandan mekana, zamandan zamana iletenin, yani tarihçinin
amacına ve tarihsel olayları değerle11dirmesine bağlı olarak deği
şiklikler gösterir. Böyle, bir şimdiye getiı ıııe veya canlandıı ıııa,
kişinin tarihine kin1lik verınek istemesi, niyeti ve amacına ilişkin
olarak veya kişinin gelişe11 deneyimlerine paralel olarak tarihsel
araştırma ve inceleme şeki llenir.( Dani, 1 988: 3 1 5 -3 16)
220
mekanizmasının işlerliğini ve bu işlerliğin sonucunda elde edilen
tarihsel olgulara ve figürlere dair i letsel bilgi parçacığının hangi
metod ve yaklaşıma baş vurularak oluşturulduğudur. Tarih odaklı
insan eylemin tasvir ve yorumunun raporsa) bilgi foııııunda i le
timi, yukarıda da değindiğimiz gibi : ''İletişim eylemi = ileten +
i leti + i letilen'' formül ündeki üçlüsünün ortak dil kullanımı (an
lamda birlikteliği) ve bilgi seviyesine bağlı olarak belli ve farklı
zaman, mekan, ortam ve vasıtalar ile çeşitli aşamalardan geçer.
Bu aşamalarda i letenin iletim motivini, niyetini veya amacını
göz ardı etmemek gerekir. Yukarıda tarihin amaçsal bir yönünün
veya özelliğinin olduğu tespitinde bulunduk. Çünkü bu özellik
tarihsel bilginin niçinl iğini, nesnelliğini ve nasıllığını belirler. Şa
yet amaç, açık ve seçik ortada ise raporun kendisi ve iletimi de o
m invalde, yani amaçın açıklığında dönecektir.
Öte yandan, amaç bariz bir şekilde ortada değilse tarihsel ey
lemin raporsa! iletimi, tarih zaman zemininde de askıda kalacak
tır. Buradan ortaya çıkan şu ki, rapor edilen veya iletilen eylemle
ri11 keı1di oluşumu ikincileyin, üçüncüleyin . . . . gibi şahıslara (ile
tilenlere) iletiminde değişik tarihsel zaman ve mekan birimlerinde
farklı problematik durumlara neden olabilir.
Fakat bu farklı problematik durumlar, iletilenler tarafından
rapor edilen eylemlerin anlaşı lmasında niyetse! veya amaçsal bir
algı lama çabası olmaksızın farkına varı lıp idrak edilemez. Iletile11
•
22 1
kültürlerin literatürlerindeki kahraman imaj ı motifi ile karıştırıl
mamalıdır. Buradaki problem özel zaman ve mekan birimindeki
insan eyleminin nasıl olup da günümüzdeki insan eylemleriyle
ilgili kılınmasının anlaşılmasıda başlı başına bir çabayı doğur
maktadır.
Peki tarih disiplininde iletsel bilgi elde edinimi için iletişim
mekanizması nasıl, hangi metod ve yaklaşımla işletilir? Bu meka
nizmanın işletimi sonucu edinilen tarihe i lişkin iletse! bilginin
etiksel bir yönü var mıdır?
222
t iklerin ortaya konmasında aracı olan metod ve yaklaşıma karşı
ciddi bir şüphe cephesi oluştuııııuştur. Bu çerçevede Togan şu tür
örnekleri verir:
''Eskiden tarih diye telakki olunan eserlerin çoğunun uy
duı ıııa malumatla dolu, bir çok kaynakların ve bakiyelerin sahte
çıkması Fransa'da daha 1 7. asırın sonlarında ve 1 8. asırın başla
rında idrak edilmiştir, fakat itimada şayan kaynakları sahtelerin
den, hakiki tarihi kayıtları efsanelerden ve uyduııııa rivayetlerden
ayırmanın yolları daha idrak edilmiş olmadığından, umumiyetle
tarihe karşı bir itimatsızlık ve şüpheci bakış doğurmuştu."
(Togan, 1 985: 36)
Tarih yazıcılığında tarihsel olgu, eylem ve kişi lere ait iletse)
bilgi ler çeşitli kaynaklardan elde edilir. Bir kısmı gözlemlerden
(ve buna bağlı olarak yazı lan hatıratlardan) elde edilir. Burada
yerellik ön plana çıkar. Diğer önemli bir kısmını ise rivayetler
yani sözel, yaza) (çeşitli konularda yazı lmış eserler), görsel (tarihi
şiirler, destanlar, efsaneler, hikayeler, anekdotlar, fıkralar, kita
beler, şecereler, mezar taşlaındaki hal tercümeleri,
otobiyoğrafiler, seyahatnameler, gazete ve muhtelif matbuatlar,
haritalar, bu günkü konuşma dil leri, resimler, arkeoloj ik kazı ve
rileri, heykeller, çeşitli eşyalar gibi) iletiler yoluyla sağlanır. Ü
çüncü kaynak ise, kalıntılardır ki: bunlar haber değil, bizzat
geçmişde yaşayan insanların yaptıkları eserler ve inşa ettikleri
binalar olarak sırlanabilir. (Togan, 1 98 5 : 36)
Tarihte, i letişim mekanizmasının işletilmesinin iletinin onto
loj ik gereği demek olan bu kaynaklara yönelik bel irli motivasyon,
amaç, niyet ve beklentiler çerçevesinde yapılan ama kişisel bazda
ama grup, toplum, ülke ve kültür bazında yapılan sahtekarlıklar,
saptıı ıııalar, oynamalar ve yönlendirmeler aşağıdaki şekillerde
kendini gösterir.
1 -) Adi sahtekarlık (biresel veya ticari) bir eserin taklidi,
2-) Otoriteye (devlet ideoloj isi çıkışlı ve tekelli, milli tarih
gibi) bağlı olarak yapılan sahtekarl ık,
3-) Hayalci ve duygusal kişi lerin (bireysel/devlet yönlendir
meli veya kontrollü) yaptıkları,
4-) Bir eseri ikinci, üçüncü vs. ellerden geçirilerek ortaya
konduğu halde orj inalmiş gibi iddia etmek (bireysel/grup ticari
çıkar),
223
5-) Bi linçli karıştıııııak, yapay bir şey ortaya koymak (birey
sel, grup daha çok devlet tarafından devlet ideoloj isi esas alınarak
yazıl ıp, yorumlanıp iletilen tarih), bunlara dış intikad (kritik) aşa
masında yapılan şeylerdir (Togan, 1 98 5 : 36).
İç kritiği (intikad), bir başka deyişle tarih yazıcılığında anali
tik çözümleyici metodun kullanımını Togan şöyle ifade eder:
''Bir menba ' ın zahiri mahiyetini tayin ettikten sonra onun
içine girerek, itimada şayan olup olmadığını ve şehadetin kıyme
tini ta'yin etmek demektir." (Togan, 1 985: 9 5 - 1 3 5 )
B u metodun kulanan kişiyi : tarih yazan; iletici tarihçiyi, ha
kime; ve onun tavrını ise hakimin tavrına benzetir. Nasıl ki:
''Hakim mahkemede dava edilen işin hakikatını tesbit etmek
için muhtelif şahidlerin ifadeleri karşılaştırarak kontrolden geçir
dikten sonra kararını verir. Tarihçi de muhtelif menba' ların ifa
delerini aynı şekilde tetkik eder ve hükmünü verir." (Togan,
1985: 36).
Diğer taraftan, iç kritik veya analitik (çözümleyici) metod
bir kaç yön esas alınarak i leten olan tarihçi ve iletisine yönelik
olarak uygulanır. Bu yönler Togan 'a göre şu11lardır:
'' 1 - Kaynakların karakterlerine göre,
2- Bir eser hakkında tarihçi hükiim verirken bir hakim gibi
davranmalıdır,
3- Kaynakların ifadelerindeki tezatlar dikkate al ıı11nalıdır,
4- Kaynak ile şehadetlerinin aralarındaki mevcut bağı uzak
ve yakınlıklarına göre değerlendirilmelidir'' (Togan, 1 985: 36)
Sonuçta tarihçi, gerek ham malzeıne gerekse geçmişteki di
ğer tarihçiler (kaçıncı elden ilet= imiş olursa olsun) tarafından ken
di zamanına aktarılan iletilerin içeriklerini tarafsızca değerlendirip
yorumlanmalıdır. Ayrıca sonuçları bakımından ileten tarihçi nin
amaçına bağlı olarak ortaya çıkacak ola11 şu noktada gözden uzak
tutulmamalıdır ki:
''Taril1te olayın eksikliklerini belirli kıstaslar dahilinde dol
dLırmak söz konusudur. Buna tamir, uyuşturma denir." (Togan,
1985: 36).
Tarih yazıcılığında tarihsel olay, eylem ve kişi lerin tasviri
söz konusu olunca Togan, her ne kadar uygulama ve çalışma alan
ve objelerinin farklılığını açıkça vurgulamış olsa da orta derecede
224
ılıman kuşakta dolaşarak doğa bilimlerinin işlevini ve çalışma
mekanizmasını örnek gösterir. Örneğin, nası l ki :
''Doğa tarihi nasıl yerin ve onu oluşturan her şeyin maddi ha
yatını öğrenmek ise, insan tarihinin amacı da, insanlığın maddi ve
manevi hayatını öğrenmektir." (Togan, 1 985: 36)
B u nedenl e de:
''Kendi hayatımızı ve bu günkü vaziyeti muhakemede bile fi
kirler muhteliftir. O halde tarih içinde öyle olmak icap eder. İşte
bu sebeble çeşit çeşit tarih felsefesi doğmuştur. Dinsel tarih anla
yışı, Maddeci tarih anlayışı, Pozitivist (Olgucu) tarih anlayışı,
idealist tarih anlayışı, Ekspressionist tarih anlayışı, Hümaniteci
•
225
rilmesini yaparak tarih bilim dalı modelinde i leri sürdüğümüz
sağduyu tümcü i letişim bilgi kuramının testinde bir i leri adım
daha atalım.
Batılıların tarih etütleri ve yazıcıl ığı dikkate alındığında ge
nel teknik tesbitlerin özelleştirildiği görülür. Örneğin, Febvre,
E.H. Carr ve J. Fontana'nın ''Tarih Yazımında Nesnellik ve Yan
l ı lık'' adl ı kitabın kendi çevirisinde, tarih yazıcılığı veya yapıcıl ığı
hakkında şunları söyler:
''Bir sözcükle: İnsandan kalma olan, insana bağlı olan, insana
yarayan, insanın dile getirdiği ve onun varlığını, uğraşlarını, zevk
leri11i ve yaşam biçiınlerini anlatan ne varsa, bunların hepsiyle
taril1 yapılabilir ve yapılmalıdır." (Febvre, 1 992: 39)
Taril1 yazımını ve bu yazım eyleminin geçerliliğini bilim eti
keti, moda, pozitivist metod ve indirgemeci yaklaşımı esas alarak
şu tesbitleri yapar:
''Tarih yazım111da geçerlilik aı1cak bilimsel yöntemin geçerli
lik ölçütlerine uyularak sağlanabilir. Bu ölçütler ise nesnellik,
olgunun soınutluğu, ölçülü ktışkucu luk, kavramları açıklıkla ta
nımlamak, biriın ve bütü11 lük düzeylerindeki çözümlemeleri bü
tünleştirmek, zama11 boyutundaki karşılaştırmalarla eş zamanlı
karşılaştırmaları bütüı1leştirmek olarak sıralaı1abilir." (Febvre,
1 992: 9)
Aynı kitapta bizim iletse! bilgi (l1er türlü bilim dalında, tarih
söz konusu olduğunda Taril1 bilgi disipli11inde) edinimi için ileti
şim mekanizmasının belirl i bir 111otivasyonla (her ne çeşit ise o),
niyetle, sebeple ve amaçla belirli bir kişi veya kişiler grubu (aka
demik, devlet veya devletler) tarafıı1dan kendi motivasyon, niyet,
sebep ve amaçlarını tatınin etmek, yerine getiı·ıııek ve gerçekleş
tirmek için belirli bir otorite veya otoriteler (bil i m, akademik ve
devlet) grubu ve grupların sığındığı bilim etiketi , tabusu ve ideo
loj isi çıkışlı pozitivist metod, indirgemeci yaklaşım ve pragmatist
a11 layışla olumsuz yönde kul lanması kaygımızı direkt bir şekilde
doğrulayan mahiyettedir.
Bir nevi özel taril1 sal1asına il işki11 uzınan iletenler grubu (da
ha çok Doğu toplum lar111da rastlanan felsefeciler, sosyal bi
limcilerin çoğu gibi, akademisyencilik oyunu oynayan bazı tarih
çiler) toplum aynasının karşısında durup kendi görüntülerine ba-
226
kıp, bir öz eleştiri yapmayı gerekli görerek şunları ifade etmekte
dirler:
''Tarih bilimi günümüzde, eskiden gördüğü saygıyı artık gör
müyor. Günümüzde insanların çoğu tarih dendiğinde, toplum için
hiç bir yararı bulunmayan, sık sık zararlı ve korkunç bile olan
ölü-kitaplar bilimi söz konusu olduğunu sanıyor. Bu anlayış
sebebsiz değildir; ancak bu durumdan tarih bilimini değil, aksine
akademik çevrelerde hala egemen olan bell i bir tarih anlayışını
sorumlu tutmak gerekir: öyle bir anlayış ki, çoğumuz bu gün buna
göre yapılan ya da yarın da yapılacak olan şeyin tarih olmadığını
biliyoruz. Bir kaç asır öncesinde tarih ' ikinci sı11ıf bir güzel yazın
biçimi olarak görülüyordu.'' (Febvre, 1 992: 23)
Bu tür bir anlayışa çarpıcı bir örnek verecek olursak ilk akla
gelen Britanya tarih yazıcı lığı geleneğinde özel bir yere sah ip
olan İskoç S. Johnson ( 1 763) tarih yazım ve iletiın malzemeleri
nin atıl ve durağanlığına dikkatleri çekip bu durağan yapı içer
s inde de aktif bir zekaya ve onun işletilmesine gerek olmadığıııı
belirtip bu çerçevede şunları söyleyerek provakatif bir tespitte
bulunur:
''Tarihçi olmak için herhangi bir büyük yeteneğe gerek yok
tur; çünkü tarih kitabında, dehanın elde edbileceği tüm büyük
özellikler hareketsizdir. Olgular apaçık ortadadır, bu nedenle ze-
kayı kullanmaya gerek kalmaz. Tasarım gücüne büyük ölçüde yer
•
yoktur; yalnızca düşük bir düzeyde şiir yazmak için gereken ka
darı yeterlidir. Gereken, özenle kullanması koşuluyla biraz kavra
yış, dikkat ve anlayış, bu iş için herkese yeter." (Febvre, 1 992).
Bu tür bir anlayışa Bloch ( 1 985) ''Tarihin Savunusu ya da
Tarihçilik Mesleği'', adlı kitabının tarih yargılanmalı mı yoksa
anlaşılmalı mı? sorusuna cevap verirken, pratik hayat tecrübesi11-
den ''polislerin en safı bile, tanıkların sözlerine ınutlaka inanma
mak gerektiğini bil ir'' (Bloch, 1 98 5 : 9 1 -92) hatırlatması ile teorik
çerçeve söz konusu olduğunda bir olayı, eyleıni kişiyi algı lamak
ve anlamak ''hiç de pasif bir tavır değildir. Bir bilimin olabilmesi
için her zaman iki şey gerekecektir: Bir 11esne, ama aynı zamanda
bir insan. İnsanı gerçek, tıpkı fizik dünyanınki gibi muazzam ve
çeşitlidir." (Bloch, 1 985: 1 25) iddasıyla karşı çıkar. Her ne
kadar, diğer yandan, ''tarihçi uzun süre, ölü kahramanlara metl1iye
veya lanet dağıtmakla yüklü bir cins taraf yargıç rolü oynamış''
227
olsa bile. B loch, pozitivist metod ve indirgemeci yaklaşım söz
konusu olduğunda bizim metod ve yaklaşımımıza i lişkin hemen
hemen her bölümde ifade ettiğimiz, önemli bir gerçeğin tesbitinin
tekrarla vurgulanmasını bir tarihçi olarak ve tarih disiplinine bağ
l ıyarak kendisi de bu gerçeğin altını çizer. Ona göre:
''Pozitivizm bilimden neden (veya niçin) fikrini elimine etti
ğini boşuna iddia etmiştir. İster istemez bütün fizikçiler, bütün
biyologlar ' neden' ve 'çünkü'yle düşünmektedir. Zihnin bu ortak
yasasından tarihçiler de kurtulamamışlardır." (Bloch, 1 98 5 : 9 1 -
92).
Öte taraftan, Bloch ( 1 985) tarih yazım ında belge ve materya
lin toplanması ve değerlendirilmesinin önemine dikkati çekerek,
olumsuz yaklaşım ve tutuma Fransa'dan bir kesiti örnek olarak
verır:
•
'' . . . Fransa' da, ancak istisnai olarak bütünsel bir plan çerçeve
sinde gerçekleştirilmektedir. (Dökümanların) güncel hale getiril
meleri ise, çoğunlukla bireylerin kaprislerine veya işten doğru dü
rüst haberi olmayan bir kaç yayıncının küçük hesapların·a terke
dilm iştir. Emile Molinier'ye borçlu olduğumuz l1arika 'Fransa
Tarihinin Kayı1akları 'nın birinci cildi 1 90 1 'deki ilk yayınlaşından
beri bir dal1a bası lınam ıştır." (Bloch, 1 985: 95)
Bu bağlamda, Fransız aydınlaması düşünürleri tarih yazıcılığı
anlayışı, insan lara gerçeği göstermek ve onları bilinçlendirıııek
(aydınlaı1ma ideoloj isi ve dünyagörüşü çerçevesinde) üzere, bas
kıcılığı ve boş inançları sergilemede tarihin ideal bir vasıta olarak
kullanılabileceğini düşünüyorlardı. Doğal olarak, bu kullanımın
hareket noktasının da Aydınlanma ideoloj isi belirleyici güç ve
ana u11sur olarak esas alınacaktı. Doğrular bu ideoloj inin
doğruları, gerçekler bu ideoloj inin gerçekleri; iyiler bu ideoloj inin
iyileri ve giizeller de bu ideoloj inin güzelleri olacaktı. Bu tavrın
gerçek yorumu da nesnellik ve aydınlanma adına öznellik yapma
sanatının taril1te her dönemde olduğu gibi (ancak derece farklı
l ıkları söz konusu olabilir) özel aydınlanma mekanı ve zaınanında
profesyonelce ortaya konmasıdır.
Örneğin, bunlardan biri olan ve oilimin başka alanlarında bü
yük i lerlemeler elde ettikten sonra, tarih incelemesinin toplumsal
hayatı anlama, analiz etme ve anlamlandıııııa çabasında ne tür bir
imkanlar dizisi sağladığını Diderot ( 1 7 1 0-84) şöylece ifade eder:
228
''Bir ön görüde bulunmama izin verilseydi, pek yakında dü
şüncelerin tarihe, yani felsefenin henüz hiç kök salmamış olduğu
şu sınırsız alana yöneleceğini söylerdim." (Bloch, 1 98 5 : 24)
. Tarihçilere göre, 1 9. yüzyıl tarih anlayışı gerçekten de bu ön
görü çerçevesinde gel işmiştir. Yine bu bağlamda B . Croce ( 1 866-
1 95 2), yeni bir alternatif ideolojik tarih yorumunun fonksiyonunu
şu şekilde ifade eder:
''Yeniden geçmişten gelen ulusal, dinsel ve yöresel gelenek
ve görenekleri kapsayan, yeniden yaşlanmış evlere, kalelere, şa
tolara ve katedrallere giren, yeniden eski şarkıları söyleyip eski
masallara düşleyen' geçmiş özlemini içeren bir ron1antik yakla
şımın altını çizer. Duygu ve romantiziınden uzak ideolojik yakla
şımın esas alındığı bir anlayış Marx'la örneklendirilebil ir."
(Bloch, 1 985: 9 1 -92).
Fakat bu tür yaklaşımlara çeşitl i öğeler kıstas olarak alınıp
çeşitli tarihçiler tarafından karşı çıkıldı. Diğer taraftan, ortak olan
bir şey varsa o da bu farkl ı anlayışları getiren taril1çi gruplarının
ya pozitivist metod ve indirgemeci yaklaşımı esas almaları ya da
azınl ıkta da olsa bazılarının sağduyu metod ve tümcü yaklaşımı
esas almaları olmuştur. Örneğin, E. Troeltsch ( 1 865 - 1 923) bir ta
rihçinin ayırt edici özelliğinin 'düşünmekten çok görmek' olduğu
anlayışını ortaya atıp bunun dışındaki anlayışlara karşı çıktımıştır.
Ona göre: ''Her kuşak tarihi yeı1iden gözden geçirrnelidir."
(Bl och, 1 985: 25).
Çünkü kralların ve devlet adamları111n tarihi ile toplum tarih
leri arasında gözardı edilemez ciddi bir fark vardır. Bu bağlamda
bilim adamları tarafından farklı aı1layışların çıkış noktası olan çe
şitli sorular sorulmuştur. Bunlar: Kültür ve düşünce tarihinin kap
sam ı nedir? Tarihte belirleyici nedenlerin, etkenler ve unsurlar
nelerdir? Tarihi o luşturmada insanın etkinliği veya rolü nedir?
Bu sorulara doğrudan cevap veren bir kaç tarihçiyi söz ko
nusu edebiliriz. Örneğin; insaı1 düşünür Tanrı yön verir, kaderci
(fatalist) anlayışı beniınseyen L. von Ranke'ye göre ( 1 79 5 - 1 886);
Fransız Bossuet' ın ( 1 627-1 704) raslantı ya da talil1 olarak 11itele
diğimizi tarihsel olay, eylem ve kişiler, ''doğrudan doğruya Tan
rı ' 111n parmağıdır'' (Bloch, 1 98 5 : 9 1 -92). Başka bir anlayış türü
ise tarihin belirleyici u11surları olarak ikliın ve toprak ön plana
çıkarılması ve biyoloj i teınelli ırk ayrıl ığ1111 (üstüı1, alçak ırk) esas
229
alan ırkçı kuramlardır. Örneğin, ''ırkların eşitsizliği'' kuramını ilk
ortaya atan Fransız J. A. Gobineau'dur. Ona göre asıl olan, özce
Beyaz Adamın Tarihidir (Bloch, l 985) .
230
tür anlayışın kısaca ifadesi şudur: ''İnsanın kendi bireysel tarihi
nin içeriğini ve nitel iklerini genel insanlık tarihi içersinde arama
çabasıdır." (Bloch, 1 98 5 : 52-64)
Toynbee bu genel tezin ve anlayışın uygulanmasında bir üst
seviyeden söz eder. Ona göre, tarih ulusları ya da dönemleri araş
tırmak yerine, toplumlar ile uğraşmal ıdır. Toynbee bu dönemleri
yukarıda söz konusu edi len ka11u11 ve ilkeler dahilinde sistematik
bir bütüne şöyle bağlamıştır:
''Uygarlıkların gelişimi, tek tük ya da küçük azınl ıkların ürü
nü olup, geri kalan çoğunluk onları yansılama ya da benzeşıne
yoluyla izlemektedir. Diğer taraftan, yaratıcı birey kendini dü11-
yadan çekmekte, bu kendine kapanışta kişisel bir aydınlanmaya
ulaşmakta ve sonra herkesi aydınlatmak üzere geri dönmektedir."
(Bloch, 1 985: 52-64)
Uygarlıklar arası karşılaştırma ve toplumlar arası ilişkiler ve
bunların arasındaki tartışı lmaz olgusal bağı esas alan tdrih etütleri
ve yazıcılığı hakkında Batı di.işüı1ce çevresinde sosyoloj inin farklı
bir bilgi disiplini olarak diğerleri11den ayrıştırı lması bilincini11
uyanmasından çok ö11ce Doğu di.i şünce çevresinin bir üyesi olan
İbı1-i Haldun kısaca şu tesbitleri yapar:
''B i l mek gerekir ki tarih, dünya-uygarlığı ile aynı anlamda ol
mak üzere, insanlarıı1 toplumsal örgütlenişi üzerine bilgi verir.
Uygarl ığın niteliğini, örı1eğin yaban lık ve toplumsal l ık, küme
duygusu ve bir bölüm insanların başkaları üzerinde üstünlük
kurma biçimlerini açıklayan koştılları inceler." (Bloch, 1 98 5 : 3 5).
B ütün bunlardan sonra geriye kalan: Tarihte nesnel l ik müm
kün müdür? sorusudur. İnsanın gerek araştırma nesnesi ve ge
rekse bu konunun öznesi olması durumu söz konusu olduğunda,
her ne kadar bu öznenin kişilik yapısı, dünya görüşü ve uzman
laştığı bi lgi sahasının yapı özellik ve ilkerine göre derece farklı
l ı kları gösterse de şu bir gerçek ki, özne durumunda olan insandan
nesnellik beklemek safdillik veya iyimserlik oyununun (Polyana
tatlı limon) ifrat noktas111da oynanmasına özdeş bir şeydir. Bu
yüzden bir tarihçi:
''Bilerek yan tutmayıp elinden geldiğince nesnel davranmak
istediğinde bile, geçın işin olgularını anlayıp açıklama yeteneği,
içinde yaşadığı topluma ilişkin anlayışından, siyasal ve ideoloj ik
tutumlarından etkilenir." (Bloch, 1 985 : 98).
23 1
İşte bugün sosyal bilimciler, düşünürler, aydınlar ve devlet
adamları tarafından sıklıkla gündeme getirilen ''resmi tarih'', ''bi
lim formatlı tarih'' veya ''bağımsız tarih'' kavramları ve bunların
doğası, önemi ve işlevlerine dair yapılan tartışmalarda bu tespit
gözden kaçırılmamalıdır. Bu noktanın açı l ımını A. Schaff bir
tarihçi gözüyle şu şekilde anlatır:
''Tarihçi de başka insanlar gibi bir insandır ve insan olmaktan
ileri gelen özelliklerinden sıyrılamaz: belli bir dilin ulamlarına
(kategorilerine) baş vurmadan düşünemez; somut bir tarihsel ger
çekl ik çerçevesi içinde toplumsal olarak belirlenmiş bir kişiliği
vardır. Aynı zamanda o, bir ulusun, bir sınıfın, bir çevrenin, bir
meslek kümesinin, vb. üyesidir ve bu durumun yerleşmiş yargılar
alanındaki tüm sonuçlarını (genellikle bilinçsiz olarak) üzerinde
taşır ve bunları aynı zamanda hem yaratığı hem de yaratıcısı ol
duğu ekinden alır. . . Ama bilgin bu toplumsal olarak koşullanma
özelliğinden kaçamasa da, buntın bilincinde olabilir ve her bilgi
nin kaçınılmaz bir özelliği olduğunu kavrayabilir." (B loch, 1 98 5 :
96)
E. H. Carr, tarihsel olay ve olguların 11edeı1 lerinin araştırıl
ması ve tarihin gelişimini bu yolla tayinin mümkün olup olmama
sını tarihçinin nesnelliği veya öznelliği tartışmaları çerçevesinde
şu çarpıcı açıklamayı yapar:
''Fizik bilimi, belli koşullar değişmediği sürece gerçekleşen
öngöriiler yapmaktadır; oysa gerçek yaşamda bu koşullar değiş
mektedir. Ama bu öngörüler yinede uygulamada değersiz değil
lerdir. Tarihte içinde olmak üzere toplum bilimleri özel bir sorun
karşısında kalmaktadırlar: insanlar doğrudan doğruya kendi dav
ranışların ı incelemekte ve bu alanda vardıkları öngörülerin ger
çekleşmesi, bu öngörülerin yapılmış olması nedeniyle elverişli ya
da elverişsiz yönde etkilenebilmektedir. Kişisel öngörü, incelenen
durumun bir parçası olmaktadır. Yine de hiç yoktan iyidir."
(Bloch, 1985: 98)
Öte yandan, Türkkahraman ( 199 1 ) ''Political Socialization i n
Turkey'' adl ı çalışmasında tarih eğitiminin devlet tarafından top
lumun bel irli amaçlar (milli kimlik, devlete bağlı lık, sistemi yü
celtme, koruma ve kollama gibi) doğrultusunda politize edilip şe
kil lendiri lmesi sürecinde devlet mekanizmasıdaki aktif elit (si
yasi, akademik, idari ve bürokratik) grubların elinde bir araç ola-
232
rak bilinçli bir şekilde nasıl kullan ı ldığını veya kul lanılabileceğini
Türkiye örneğinde kapsaml ı olarak inceleyip sorgular.
Türkkahraman bu bağlamda şu tesbitlerde bulunur:
''Bütün rej imler kendi vatandaşları için ortak bir kimlik anla
yışını geliştirmek ve (onu) devaml ı kılmak için pol itik eğitim
programları oluşturmaya çalışırlar. Bu bir bakıma rej im için des
tek ınahiyetindedir. Bunun bir vasıtası da tarih eğitimidir... Dev
letin tarih eğitimini nasıl kullanmakta olduğuna ilişkin her ça
lışma yazarın tarihin doğasına ilişkin kendi görüşünden muhak
kak surette etkilenir... Tarihin kendisi ders vermez, ama onu çalı
şan kişi öyle bir noktaya gelir ki geçmişin kayıtları (tarihsel veri
ler) onu yeniden gözden geçirmeye veya onun tahminlerin i yeni
den şekillendirmeye zorlar." (Türkkahraman, 1 99 1 : 1 )
Sonuçta, görüldüğü üzere i letsel bilginin özel bir türü ve sağ
landığı alan olan tarih, veya başka bir deyişle tarih çıkışlı iletse)
bilginin i letişim mekanizmasının işletilmesiyle tarih yazıcılığı
veya yapıcılığı formu ile elde ediniminde bizim iki tür metod ve
yaklaşımımıza karşılık gelen özel tarih sahasında kendi disiplin
ve sistematik bütünlüğünde çeşitli yaklaşımlar ve anlayışlar söz
konusudur.
Tarih yazım ve yapımında (özellikle insan tarilıinde hatta di
ğer tarihler de bi le) nesneninde özneninde insan olmasındaıı do
layı bir anlayış, metod ve yaklaşım birlikteliği ve bütünlüğü yok
tur. Öte yandan, insanın geçmişini gerek bireysel ve gerekse top
lumsal, kültürel ve uygarlık bazında doğruca algılayıp anlaması,
analiz edip anlamlandırması, yorum layıp yargılaması ve bunlara
bağlı olarakta şimdiyi bilip geleceğe hazırlık için şimdide kendisi
bir i leten veya iletenler grubu olarak i letmesi olgusu ve sürecinin
tartışılmaz gereği dikkate alındığında tarih i letsel bilgisinin hayati
önemi ve rölü bir kere daha çarpıcı bir şekilde ortaya çıkar.
Genel iletsel bilginin dökümünü yaptığımızda görülür ki, ço
ğu bilgimiz veya bilgi parçacıkları bu tür iletsel bilgi alanından
elde edilmiştir. Doğal olarak bu olgusal süreçte iletişim meka
nizması ne kadar yetkin ve kusursuz bir şekilde işletilirse tarih
iletsel bilgisine de o kadar güven duyulup kullanı labilir. Bana
göı·e, bu mekanizmanın yetkin ve de etkin bir şekilde işletimi
ancak pozitivist metod ve indirgemeci yaklaşım ve bunların
pragmatist etik ve hümanizmasının alternatifi o lan sağduyu metod
233
ve tümcü yaklaşımın aşkın etik ve hümanizmasıyla mümkün olup
gerçekleştirilebilir.
Yukarıda inceleme ve sorgulama altına alınan tarihçi iletenle
rin veya uzman ileticilerin kendi mesleki öz eleştiri lerinden ortaya
çıkan gerçek şu ki, aynı genel siyaset, uluslararası siyaset ve i l iş
kiler söz konusu olduğundaki pozitivist metod ve indirgemeci
yaklaşım ve bunların pragmatist etik ve hümanizmasının baskın
lığı durumu burada tarih disipl ininde iletişim mekanizmasının
tarih yazıcılığı ve yapımı olguları esas alınarak işletimindede ne
yazık ki inkar edilemez bir gerçektir.
Bu iki örnek veya model uygulama alanından elde ettiğimiz
veriler bizi acilen bizim alternatif sağduyu metod ve tümeli yakla
şımın aşkın etikinin iç ve dış dinamikleri ile birlikte ilkelerinin
uygulanımı ve böylece sonuçta da bir sağduyu hümanizmasının
oluşturulması gereğini açıkça göstermektedir.
234
Onbirinci Bölüm
Tümcü iletişim Bilgi Kuramı Ve Hukuk
•
235
Biz bir eylemi: onun eyleyeni, öznesi, faili olarak ortaya ko
yarken; eylemin eylem sonrası etkisi sonucu onun konusu bir
kişiyi veya kişileri doğrudan i lgilendiriyorsa; o zaman söz konusu
ettiğim iz bizi bağlayan veya başkalarını bize bağlatan ''yemin'' ve
''söz veııııe'' olguları gündeme gelir. Çoğu zaman gerçek mahke
melere, hakim, savcı, avukat, bilirkişi, tanık, davalı ve davacı
sürecine gerek kalmadan, gündelik hayatta bu rollere bürünerek
olay ve eylem türlerine i lişkin çeşitli olay ve eylem konuların da
eylem sonucunun bize etkisine bağlı olarak gayri resıni mahke
meler kurar, hükümler veririz.
Bu rollere bağlı hükümler: kendini sosyal, ekonomik, kültü
rel yazılı (resmi) andlaşmalarda, ticari kontratlarda; bir eylem
veya olay konusuna ilişkiıı sözel söz veııııe eylemlerinde kendini
gösterir. Herkesin muhatap olabileceği şu basit varsayımsal ör
neği verelim. Nisan ayında ev sahibimle yapmış olduğum kontrat
gereği ev kirasını 1 4 mi lyon yapmayı taahhüt ettiın, başka bir
ifadeyle söz verdim. Nisan ayında yazıya döktüğü.nıüz beııim
kirayı 1 4 milyoıı yapma sözümü yerine getirmemem halinde
mahkeme yolu gözükecek ve dolayısıyla hakim, savcı, avukat,
tanıklar ve diğer bilirkişiler gibi profesyoneller devreye girecek
ler. Benim yazısal sözümü, taahhütümü yerine getirmeme eyle
mimin incelenmesi ve sorgulanması yapılıp bir hükme ve soııuca
bağlanmış olacak.
Peki, eğer aynı sözü konrat yani yazısal bir ileti olmaksı
zın şifai, sözel ifade etmiş olsaydım ne olabilirdi? Kolaylıkla
tahmin edi leceği üzere iki durum ile karşı karşıya kalınacak ve
buna bağlı olarakta iki yorum alanı ortaya çıkacaktır:
Birincisi benden beklenileni (yani , sözümü yerine getirerek
kirayı artırmam) yapmam veya
İkincisi ise, negatif çerçevede sözümü inkar etmeın ve
dolayısıy lada kirayı artıı ıııamam.
İkinci durumda, ortada, geçmişte yapılmış bir iletişim eylemi
sonucu o zamanki i letinin konusunun yeniden yorumu veya i leti
nin bu çerçeveli içeriğinin inkarı, aynı konuya ilişkin olarak şimdi
de olan, yeni iletişimde tekrardan gündeme getirilmesi vardır.
Ben geçmişteki iletinin i leteni olarak geçmiş i letinin içeriğini
inkar etmemin iletilen durumunda olan i letinin içeriğini birinci
elden alan ve kendini doğrudan etkileyen ev sahibimle olan ilişki-
236
min yakınlık, samimiyet, tanışıklık durumuma bağlı olarak, ev
sahibim, beni, kişil iğimin ve dünya görüşümün kriterlerinden olan
bir öğeyi veya öğeler grubunu öne sürerek, artırmanın esas alın
dığı i letinin, ben ileten tarafından i leti len durumunda olan kendi
sine nakil edilip edilmediğine dair beni ''Tanrı, namus, vicdan,
çocuklar, ebeveny, şeref vesair'' kişisel inanç ve psikoloj ik yaptı
rım ağırlıklı, etkili değerleri söz konusu ederek yemine davet
edebil ir.
Aynı senaryonun mahkemeye yansısı söz konusu olduğunda,
birazdan göreceğimiz gibi daha teknik bir şekilde, uzmanlar gru
bunun gözetimi ve denetiminde profesyoneller tarafından maddi
delil yokluğunda uygulanır. Burada her iki durumda da ben orij i
nal i letinin sahibi olan iletenden beklenilen hayvani fizyolojik
yönünün yanı sıra, akli, iradi, duygu, ruhdan ve aşkın yönlerinden
müteşekkül genel sağduyu insan olma yapı, norm ve ilkelerini
taşıyan insan adı verilen kendileri ile aynı varl ık ve işlev sınıfına
giren biri olarak kendi ferdi insan, adam olmaklık gereklerimden
inanç ve değerler sistemimi dikkate almaktır.
B u dikkatle birlikte bir vicdani iç muhasebe yapmam ve so
nuçta bu gereklerin yerine getirilmesi ikinci gereğinden hareketle
doğruyu söylemem, böylece diğer insanların bana yönelik saygın
l ıklarını yeniden kazanma bir yana kendimin kendime olan say
gınlığımı kazanmak eylem ve erdemini ortaya koyarak herkesi,
özell ikle de kendimi konuya ilişkin düzlüğe çıkarmamdır.
Sonuçta, yemin ve söz verme olgusu ve eyleminin sıradan
gündelik hayatta uygulanmas111da ortaya çıkan şu ki; bu iki olgu
gündelik hayatta sosyal, ekonomik ve kültürel i lişkiler söz konusu
olduğunda en az iki kişi tarafından psikoloj ik inanç, hukuki yaptı
rımı ve bağlayıcıl ığı olan bir taahhüde karşı l ık gelir. B u taahhü
dün taraflarca yerine getirilip getirilmediğine i lişkin yine insani
veya adamı adam yapan kriterlerin öne çıkarım ı ve kullanımı
yoluyla kişiyi (veya kişileri) sosyal, ekonomik, kültürel vesair
yönleri içeren antlaşma, sözleşme formlarında söze ve yazıya
dökülerek çeşitli insan gruplarını, (toplumları, ülkeleri, devletleri
veya devlet grupları tarafından çeşitli konulara dair) bağlayıcı
nite liklerde olan eylemlerin olgusal ifadesidir.
237
XI.2. Hukukta Yemin ve Uygulanımı
238
''Hakim önce sorulacak soruyu okur, 'hal ve vaziyet' in önemi
ve yalan yere yeminin sonuçları hakkında yemin edecek olan
kimsenin dikkatini çeker ve daha sonra 'size sorulan sualler hak
kında hakikata muvaffık cevap vereceğinize ve hiç bir şeyi sak
lamayacağınıza Allahınız ve namusunuz üzerine yemin eder mi
siniz' diye sorar ve (kendisine yemin verilen) taraf da 'Allahım ve
namusum üzerine yemin ediyorum' şeklinde cevap verir (m.339)
ve daha sonra da taraf ifadesi dinlenilir (m.340)." (Yı lmaz, 1 989:
27-29)
Öte ya11dan, Y ılmazın ''Yemin'' adlı çal ışmasını kaynak ala
rak yeminin mal1keınelerde uygulanım öncesi, uygulanımı ve
uygu lanım sonrasını içeren ınekanizma ve öğeleri maddelere dö
kerek bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
''a.) Yemin konusu olayın veya eylemin belli olması ve uyuş
mazlık konusu oluşturması-
b.) Yemin konusunun yemin edecek kişinin namus ve haysi
yetine etkili olması (inanç ve ona bağlı psikolojik yönün değer
lendiri l mesi );
c.) Yemiıı in teklifi işleminin yorumlanması, değerlendiri l
mesi ve lıakimi11 ara kararı (teknik aşamada uzmanların direkt
devrede olması);
d.) Hakimi11 yeınin teklifi hakkını hatırlatması ve kullanı
mında teklif için davetiyenin çıkarılması (yine teknik aşama ve
teknik kişi ler);
e.) Yeminin formülüze edi l mesi (hakimin diı·ekt üsul ve ilgi li
kişi veya kişi lerin inanç ve psikoloj isini dikkate alarak); f.) Haki
min teklif ettiği yemin (resen yemin) yemin teklifi için gerekli
şartların oluşması (tamamen teknik yön ve teknik kişinin bu yön
de hissi ve kararı);
g.) İddia edilen lıususların kesin delillerle isbat edilememiş
olması şartı;
ğ.) İddia edi len hususların isbat için gösterilen delillerin l1ü
küm verebilecek derecede hakimi ikna etmemesi şartı (aynı çerçe
vede belirleyici unsur olarak Hakimin bu yönde inisiyatif kulla
nımı);
ı . ) Yeminin teklif zamanı ve konusu ve usulü (teknik çer
çeve);
i.) Yeminin kabul edilmesi ve edilim edası;
239
j .) Yeminin Kesin delil n iteliği; ve
k.) Hakimin teklif ettiği yeminin reddinin mümkün olma
ması'' diye sıralanabilir. (Yılmaz, 1 989: 27-29).
1-) Çeşitli Yemin Türleri ve Uygulanımı:
Tanık yemini, bilirkişi yemini, inkar yemini ve defter yemini
(tamamlayıcı yemin-mahkemenin kendi kanaatını güçlendiııııek
amacıyla defter sahibine yemin vermesi) dir. Bunların
uygulanımında bizi doğrudan ilgilendiren ve bu çeşitliliğin fonk
siyonel olarak i kiye indirilmesiyle Hukukumuzda uygulamadaki
iki ayrı yemin türüdür. Bunlar ayrım nedenleriyle birlikte kısaca
açacak olursak:
1-) Tarafın teklif ettiği yemin;
2-) Hakiın teklif ettiği yemin.
''Bu ayrımın nedeni şartlarının ve hukuksal sonuçlarının fark
lılığından kaynaklanır. Taraf yemini, davanın çözümlenmesine
etkisi olan bir vakıanın isbatı için isbat yükü kendisine düşen tara
fın diğer tarafa teklif ettiği yemin olup, Kanunda 'kati yemin' ola
rak adlandırılır."(Y ılmaz, l 989: 27-29)
üte taraftan, hakimin teklif ettiği yemin ise, kanunun belirt-
••
240
Mevzuat'' adl ı kitabının ilgili maddelerinde şu şekilde cevap verir.
Önder' e göre:
''Tanık duyuları aracılığı ile algıladıklarını mahkemeye akta
ran kişidir. Tanık yemin etmek zorundadır, yemin ederken mah
kemedeki herkes ayağa kalkar. Tan ığa teklif edi lecek yemin ta
nıklıktan evvel: ''Bir şey saklamaksızın ve bir şey katmaksızın,
kimseden korkmayarak, bir tesire kapılmıyarak, bildiğimi namu
sum ve vicdanım üzerine dosdoğru söyleyeceğime yemin ederim
(der)." (CMUK, mad.72)(Önder, 1 989)
iV-) Yemin Uygulamasında Bilirkişi (veya kişilerin) Du
rumu:
B ilir kişi de ilgili konuda fikrini veya raporunu sunmadan
önce şu kalıpta yemin eder: ''Bitarafane ve tamamen i lim ve fenne
uygun olarak reyini beyan edeceğine vicdanı üzeri11e yemin eder."
(Önder, 1 989)
Araştırma konumuz ve amac ımızla ilgili l1ukuki teknik yönü
olan d iğer bir soruyu: ''Gerçekten yemin, yalan tanıkl:k veya bi
lirkişilik stıçunun genel olarak varlığını kabulde esaslı bir unsur
mudur?'' Onder ( 1 994) ''Türk Ceza Hukuku Ozel Hükümler'' adlı
•• ••
241
yan ettiğinde i letilenler durumunda olan hakim, savcı ve avukata
düşen aynı şekilde her hangi bir olay veya eyleme i lişkin olarak
sunulan ileti, ifade veya raporu iyi algılayıp, iyi analiz edip, iyi
sorgulayıp, iyi yorumlayıp doğru hüküm veı·ıııelidir. En azından
uzman, teknik, profesyonel durumunda olan kişilerden (hakim,
savcı ve avukat) beklenen budur.
Kaldı ki, günlük hayattaki sosyal eylemlerimizde de bu du
rum esas olup insani i letişimin her türü ve basamağında zorunlu
olarak karşı karşıya kaldığımız bir durumdur. Çünkü genel sağ
duyu mantığını işletecek olursak, yemin ve söz verme uygulama
larının gerisinde yatan: ''Aldatma beni (veya bizi), aldatmayım
seni (veya sizi)'' anlayışıdır. İnsani iletişimde röller iki yönlü ve
çaprazlamal ıdır. Yani, ileten ve iletilenler ilelebet ileten veya
i letilen konumlarında kalmazlar. En azından herhangi bir konuya
dair kendisine i letilen bir i letiyi iletilen aldığında, onu tekrardan
değerlendirip yorumlayarak, hatta bazen ileti içeriğini yeniden
kendince doldurarak orij inal iletene ve diğerlerine bu kez kendisi
bir i leten olarak aktarabilir.
Bu anlaında hayatımız iletınek, iletilmek ve ileti içeriğinin
analiz edip değerlendirme ve yorumlamalarını yaparak geçmekte
dir. İşte bu çerçevede insan iletişmeye mahkumdur. Ama bu mal1-
kumiyet insani anlayış, yaklaşım ve metot motiflerini içermelidir.
Bu tür pozitif yüklü içeriği uygulama alanına taşımak ve onun de
netimi11i yapınakta dış faktörler paranteze alınmak şartıyla son
derece kolaydır. Bunun yoluda kendi iç dünyamıza bir içe bakış
yolculuğu yapmak ile mümkün olur. Kişisel özel dünyamızda,
ama bilinçli ama bilinçsiz bir şekilde sergi lediğimiz kendi ey
lemlerimizin ortaya ç ıkardığı sonuçlara koşut, kendimizi zihni ve
vicdanı yargılamalarımız ve bu yargılamada kendimizi ileten ve
iletilenin yerine koymamız bizi iletişimin insani boyutuyla yüz
leştirir.
Bu yüzden sonuçta, unutulmamalıdır ki: günlük hayatımızda
her birimiz yerine göre, sivil toplum mahkemelerinde sivil hukuk
işleyişinde birer sivil hakim, savcı, avukat, tanık, bil irkişi, müba
şir, katip ve sanık durumlarıı1dayız. Bu röllerin ortaya çıkmasını
sağlaya11 ve onlar arasındaki bağı kuran da i letişim mekaı1 izması
nın işlerl iliğidir.
242
Bu tespitten sonra yine iletişim mekanizmasının yemin uygu
laması örneğinde resmi mahkemelerdeki işleyişine dönüp, sözü
bilirkişisine vererek incelememize devam edelim. Önder tanık,
tanıklık sırasında genel olarak şu iki durum da olduğunu yemin
uygulamasının mantığı ve yorumu ile birlikte şöylece ifade eder:
''Birinci duruma göre, gerçek olmayan bir olayı gerçekmiş
gibi beyan eder veya bunun aksine gerçek bir olayı inkar ederek,
bunun gerçek olmadığını belirtmek ister. Üçüncü bir durum ise
tanık, hakimin olayla ilgili yanlış kanaat edinmesi için olayları
gizleyebilir... Yem in doğruyu söyletip gerçeği ortaya çıkarmada
bir motivasyon fonksiyonu görür. Yemin dini ve vicdani diye
ikiye ayrılır ki, yeminli ve yeminsiz beyanlar arasında fark vardır.
Yemin iki aşamalı olur bunlara ön ve ahir yeminler denir. Tanık
lıklarda ve yeminlerde yakınlık ve duygusallık faktörleri göz ö
nüne alın ır." ( Önder, l 994: 3 l 7-328)
Görüldüğü gibi, hukuktaki yemin uygulamasında insanın ina
nan ve psikoloj ik aşkın yönü ön plana çıkarılarak bizim Hukuk
Usulu Mahkemeleri Kanunu' muza göre taraf, Allah ' ı tanık göste
rip namus ile teyitte bulunarak yemin etmektedir. Bu durum aynı
zamanda bizim sosyolojik açıdan toplumsal yapı ve
özell iğimizide ortaya koymaktadır. Şöyleki, kanunumuzun esas
itibarıyla dini (dinsel) yemin formülünü (ve bu arada kişinin ken
di açısından önemli bulunan ' namus' değer yargısını da ihmal
etmeyerek) benimsemektedir.
Sonuçta, gerek sivil toplum mahkemelerin (gelenek, görenek,
töre, örf ve adet merkezl i gayri-resmi mahkemeler) gerek resmi
mahkemelerde yemin olgusunun nihai amacı şöylece i fade edi le
b i lir:
''Bugünkü hukukumuzun benimsediği yemin, o tarafın hem
dini ve kutsal duygularının etkisi hem de suç işlemek tehdidi al
tında bırakılarak gerçeğe sadık kalmasını sağlama amacını güt
mektedir." (Yı lmaz, 1 989: 27-29)
Diğer taraftan, bu toplumsal ve idari sistem yapı değişikliği
kendini, çeşitli anayasa değişikliklerine ilişkin olarak yeminin de
aynı paralelde çeşitli evrelerden geçtiğinin göstergenidir. Bu gös
tergenin gerçekten toplumsal değişime veya evrime karşılık gelip
gelmediğinin araştırılması gerekir. Bugün ülkemizde kişisel kim
lik bunalımlarının yanısıra özellikle toplumsal bir kimlik bunalı-
243
mının yaşandığı tezi i leri sürülmektedir. Bu tezin doğruluğu veya
yanlışlığına dair çeşitli değişik faktörlerden ve bakış açılarından
hareketle test edilebileceği gibi, belki mahkemelerdeki yeminin
geçirdiği tarihsel evrimin veya değişim şartlarının, gerekçelerinin
ve altyapısının incelenmesi sonucunda bir genellemeye ulaşılabi
l ir.
Yemin, bel li tarih aralıklarında niteliksel ifade değişimlerine
uğramıştır. Örneğin, l 924 yılı Anayasasında milletvekilleri yemin
biçiminde 'Vallahi' kelimesi anal1tardı. l 928 yılı Anayasasında
ise 'namus' faktörü ön plana çıkmıştır. 1 96 1 ve 1 980 Anayasala
rında, ''Kişinin, tanığın yemini demek vicdanının sesini yemin
formunda sözel dışa vurması demektir." an layışından hareketle,
'vicdani' yemin esas alınmıştır.
Buradan çıkarı lacak sorulardan bir kaçını sıralayalım: Ne ol
du ki, bu özel tarihsel dönemlerde bu değişimlere ihtiyaç du
yuldu? Yaı1i, l 96 1 den sonra, ''V icdan'' nosyonu toplum tarafın
dan ''Tanrı'' ve ''Namus'' kavram ve olgularının öı1em ve işlevi
önüne mi geçirildi? Veya ''vicdaı1'' kavramı dışında diğer kav
ramların içerikleri mi boşaltılıp yeni yüklemeler mi yapıldı? Bu
değişim toplumsal bir değişimi veya değişimlerine mi karşılık
gel ir?
244
ikrarı veya itirafı kan bağı, akrabalık, sevgi, dostluk; maddi moti
vasyonlu; güdülü, sebepli veya amaçlı olabilir. Bu yüzdendir ki,
bizim ceza hukukumuzda, sorgulamada maddi delil esastır. Zaten
yeminde maddi deli lin yokluğu ve ciddi eksikliği durumlarında
hakimler tarafından mahkemelerde uygulanır.
Diğer taraftan, psikoloj ik hal ve tavır (veya hal, davranış dili)
ve bunları yansıtan vücut dilinin kesin maddi delil eksikliği du
rumlarında ancak mevcut maddi delillere yardımcı unsurlar olarak
değerlendirilip kullanılır. Özell ikle, Hakimin vakıaya dair tatmin
karsızlığı söz konusu olduğu 'bıçak sırtı durumlar' da tanıkların ve
sanığın psikolojik hal, tavır ve davranışları şu veya bu yönde ka
rar vermede yardımcı unsurlar olarak mütalaa edi lebil ir. Fransız
hukukunda ''hakiınin vicdanı kanaatı ve i11isiyatifi'' ön plana çıkıp
etkil i olur.(*)
Her iki durumdan elde edilen veri lerden hareketle şöyle bir
genelleme yapabiliriz: ''Söyleyeceksen, eyle; eyleyeceksen söy
le !'' Bunu iletişim mekanizmasının iki aktif öğesi o\;ın ileten ve
i leti le11e uyarlıyacak olursak, karşıınıza şu tür bir ifade çıkar:
''Gerçekten ileti11in doğruluğu11u bil iyorsan ve bundan eminsen,
i let; iletiyorsan, ilettiğinin içeriğini bil ve onun doğrul uğu11dan
emin o l ! ' '
Eğer bir ileten iletisinin içeriğinin doğruluğtından emin olma
masına rağınen iletiyorsa, bu11u masumca yapıyorsa keı1dini bil
meden ileti konusunun içeriğine dair yanıltıyor dernektir. Yok
eğer bunu bilerek bilinçli bir şekilde bir amaca binaen yapıyorsa,
ileteni veya i letilenleri (toplulukları, toplumları, kültürleri ve uy
garlık çevrelerini) bilerek maksatl ı olarak yanıltıyor demektir.
Hele ileten, bu olumsuz uygulamayı tereddüt veya bilinçli bir
i letilen karşısında yemine bağlıyorsa, genel insan formalı dışına
bi lerek çıkıp çifte suç işleyip insanların manevi, psikoloj ik ve
zihinsel kutsalları ile oynuyor demektir. Bu oyunun ma11tığını,
kural larını, taraflarını, yaklaşımlar�11, metotlarını, sahnelenme
alanlarını ve seyircilerinin felsefi profilini araşt11111amız boyunca
gördük ve görmeye devam etmekteyiz.
Burada çekirdek temel iletişim formülü esas alınarak yapılan
değerlendrimenin farklı geniş ölçeklere yansımasını görmek için:
ileteni; bir düşünürler, bilimadamları, sanatçı lar, aydınlar, devlet
adamları grubu, topluluğu, toplumu, ülkesi, kültür ve uygarlık
245
çevrelerine; yine iletileni de aynı şekilde, bir düşünürler,
bilimadamları, sanatçılar, aydınlar, devlet adamları grubu, toplu
luğu, toplumu, ülkesi, kültür ve uygarlık çevrelerine karşılık ge
lenler olarak değerlendirilmesi gerekir.
Bu bölümde şimdiye kadar ki inceleme sürecinden elde etti
ğimiz veriler hukuk özel disiplininde yemin olgusu ve uygulaması
söz konusu olduğunda, adı konulmamış olsa bile sağduyu tümcü
iletişim bilgi kuramı, etiki ve hümanizmasının genel iç ve dış di
namiklerinin, ilkelerinin özünün, insanın parçalarına indirgene
meyecek sistematik bir bütünü içerdiği tesbiti ve gerçeğini esas
alarak uygulandığını gördük.
Diğer taraftan, pozitivist (metod), indirgemeci (yaklaşım),
pragmatist (etik) ve bencil (humanizma) iletişim bilgi kuramları
dikkate alındığında; bu tür metod, yaklaşımın etik ve
hümanizmasının hukuktaki tipik uygulamasına şu günlerde gün
demde olan tipik bir örneğini verelim. Türker'e ( 1 997) göre, şim
dilerde Amerika'da en azından kimi suç durumlarında 'Makina
Hakim'e: sanığın fizyoloj ik özell ikleri; suç tipi; işleniş tarzı; ve
alet edavatleri bilgisayara verip, ''saııık şu kadar yıl cezaya ve şu
kadar maddi para ödemesi mahkum edilmiştir'' diye bir karar çık
tısı alma proje ve uygulaması söz konusudur.
Bu proje her ne kadar çağdaş tekııoloji insanın zamandan ve
insan gücü ve işçil iğinden tasarruf yapma adına çağında ve mede
niyette ulaştığı başdöndürücü konumunun bir göstergeni olarak
değerlendrilebilir. Ayrıca bu bir başarıdır denip, nesnellik adına
alkış ile karşılanıp, mekanik medeniyette işlerde mekanik ve da
kik yüriimelidir; bu yüzden de mekanik uygarl ığın meknik mah
kemesi ve hakimi olur denilebilir. Sağduyu ve insanın bütüncü
yapısını hatırlatma adına sormak durumundayız: Makina Hakim
projesinde açıkça hayati bir nokta göz ardı edilmiş değil midir?
İnsan, en azından fizyoloj i + akıl (ruh) dual birleşimidir. Bu
iki yan birbirinden ayrılamaz ayrılması ve ayırt edilmesi demek,
insanı insan olmaktan çıkarılmasına denk olur. Evet mümkündür,
belkide sanığın fizyolojik özell ikleri ve suça yönelik maddi deli
ler bilgisayara verilebilir. Ama unutulan çok önemli bir nokta yok
mu ! ''Her şeyi makinaya vermişsiniz ama ruhunu veııııemişsiniz''.
(Türker, 1997) Burada önemle vurgulanması gereken ikinci ö
nemli bir sakınacalı noktada ruhsuz ve hissiz Bilgisayar Hakimin
zamanla ortaya çıkaracağı teknik hatalardır ki, bunların araş-
246
tırılması ve üzerlerinde kafa yorulması birinci derecede hukuk
çuların işidir.
Bu bağlamda bizim söyleyebileceğimiz böyle bir insan anla
yışının böyle bir uygulamayı tabii olarak ortaya çıkarıp meş
rulaştıracağıdır. Ayrıca bu anlayışın meydana getirdiği maddi
medeniyet ürünü olan teknoloj inin yaratıcısını ne duruma sürük
lediğidir. Gerçekte biz biliyoruz ki, sürükleyen de sürüklenen de
yine insanın bizzat kendisidir. Teknik anlamda konunun, direkt
ilgi l i lerinin ''makina hatası'' ve ''insan hatası'' arasındaki farkı
esaslı bir şekilde inceden inceye analiz edip, sorgulamaları gere
kir.
Sonuçta bir kez daha altının kaygıyla çizilmesi gereken ger
çek şu olmalıdır: Teknoloj inin insan ürünü olmasına rağmen in
sanın onu putlaştırarak kendisine hükmeden ve kaderini bel irle
yen ''Cüce-dev'' olması, ilahlaştırılması gerçeğidir. Öyleyse insan,
bir seçim noktasındadır: Ya yarattıklarına kul olacaktır ya da ken
disini Yaratan ' a.
247
Onikinci Bölüm
Tümcü İletişim Bilgi Kuramı Ve Hadis
249
radikal tepkisel anlayış ve yaklaşımı görebi liriz. Bu eleştirilerini
hakkında hiç bir şekilde inceleme yapmadığı aşikar olan İslam
Düşünce Geleneğine de yansıtır. Yine Hume'un Reid i le olan
entellektüel çekişmeleri başka bir tipik örnek oluşturur.
Diğer taraftan, bütün bunlara rağmen Batı düşünce çevresi in
sanın ikil doğası gereği nakil alanın doğal cazibesinden de tama
men kurtulamayıp yapay spekülatif akli bir din (dinler) oluştur
mak zorunda kalmışlardır. Bu anlayışın çağdaş ratio-pragmatist
ifadesini ''görünmez din'' (invisible religion) adı altında yapıp
paketleyerek, onu Amerika profesyonel seviyede diğer uydu top
lumlara ihraç etmektedir. İhraç sürecinde de zorlanmamaktadır.
Aksine hemen hemen her toplumda yerel temsilcileri vasıtasıyla
özellikle yüksek seviyelerde alıcılar bulmaktadır.
Oysa Doğu dünyasındaki yapay ayd111lar çevresindeki bilinç
siz ön yargının aksine (ki, bu ön yargıyı akademik düzeydeki
sözde felsefeci lerde maalesef taşımışlardır ve taşımaktadırlar)
Batı düşü11ce gele11eğindeki filozofların tarihi seyirde inanç düz
lemlerine inildiği11de spekülatif akıl eksenli de olsa, çoğunun teist
veya deist olduğu görülecektir. Batı düşünce tarihi bir bakıma
''fevri akıl tarihi'' olarak adlandırılabilir. Bu fevri akıl tarihinin
geçmişte ve günümüzde İslam Dünyasıııca algı ve uyarlaması
incelemeden, sorgulamadan, yargılamadan hemeıı amatörce kop
ya ve taklit etme formunda olmuştur.
Bu süreçte tarihi bir gerçek gözardı edilmiştir. Batı düşünce
tarihi, Doğu düşünce tarihi değildir. Bunlar birbirlerinden ayrı
olup, birbirlerine normal şartlarda indirgenemezler. Kaldı ki, biri
diğerine katılma veya irca edilme azmi, iradesi ve eyleminde olsa
dahi, di�eri kabül etmeyecektir. Nitekim, Batı toplumları bu kök
lü ayrımın farkındadırlar. Örneğin, Avrupa Birl iğine girme yo
lunda çabalayan ülkemiz, birliğin temsi lcileri ile görüşme ma
sasına oturduklarında karşı taraf Türk delegasyonuna baktığında
zihninde 1 4. 893 .000 kilometre karelik bir ala11ın tarihi temsilcisi
olarak canlandırmaktadır. Delagasyon bunun farkında mıdır değil
midir, bilinmez? !
Her ne kadar Doğu toplumları kendileri11i inkar pahasına ta
rihlerine (geçişlerine) merdi kıptice iletilenler sınıfına dahil olma
iştah ve histerisiyle plastik cerrahi ve makyaj yapma çabasında
olsalar da, Batılıların zihninde ''geçmiş şimdinin sebebi ve şimdi
250
geçmişin aynasıdır'' anlayışı baskın olduğundan bu çaba ciddi bir
anlam ifade etmez. Kaldı ki, Batı ''bir şey zıddı ile kaim olur''
i l kesinin bilincindedir.
Bu nedenle, Batıl ılar kendilerine reel olmasa bile sanal bir ra
kip, düşman bulmak zorundadırlar. Tıpkı bu düşmanın dünde
''kızıl renk'', bugünde ''yeşil renk'' olup; yarın başka bir renk ola
cağı gibi. İşte bence bugün Doğu toplumlarının Batıya yönelme
onlarlaşma resmi veya gayriresmi seviyelerdeki çabaları bir de bu
bağlamdan hareketle değerlendirilmelidir.
Bu çerçevede tarihi bir konuya kısaca açıklık getirerek, Hadis
Epistemoloj isinin bizim teorimiz açısından takdim ve değerlen
dirmesine geçmek istiyorum. Geçmişte ve özellikle günümüzde
kültür ve uygarlıkların karşılaştırılması yer yer gündeme getirildi
ğinde Gazali'ı1in görüşlerinin felsefi düşünce ve ilmi faal iyetler
ket vurup kısırlaştırdığı tezi doğruluk arz etmemekte olup Gazali
nin yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Gazali eğer bir
şeylere ket vurmuşsa, ket vurduğu şey ciddi konulardaki in
sanların tanrısal edalarla sergiledikleri ''fevri akıl kullanım'' ve
kullanımların kurumsallaşmasıdır.
Çünkü Gazalinin günümüzde revaçta olup Batı kültür ve uy
garlık çevrelerinde tarihi birikimlerinden yola çıkarak profesyo
nelce; Doğu toplumlarında hemen hemen her (akademik vesair)
seviyede aşağılık kompleksi ve taklitçi, kopyacı, desinlerci,
görsünlerci, ucuz hesapçı, ve ilkesiz şark kurnazlığı haleti
ruhuyesi ile amatörce sergilenen ''merdi kıptıliğin'' hiç bir versi
yonuna tahammülü yoktur.
Gazal i çok güçlü bir ''akıl hamalı''dır. Diğer insanlarda teza
hür edip adeta müesseseleşen ''beşeri akıl tanrılığı''nın cazibesini
•
her bakımdan ona yönelik kullanmışsa da, Gazali ona i ltifat et-
meyip nakil önderliğinde ''akıl hamallığı''nı seçmiştir. Hayatını da
bu yönde şekil lendirerek tedrisat ve irşatta bulunmuştur.
Şimdi bu zorunlu tespit ve değerlendirıı1elerden sonra, iletse!
(raporsa!) bilginin teknik düzlemde en etkin ve yetkin bir şekilde
sistematize edildiği bilgi sahası olan Hadis uygulama alanımızın
incelemesine dönebiliriz.
25 1
XII.1. Kavram ve Olgu Olarak Hadis
252
1 .) İslam öncesi zamanlarda, bir kabilenin sunnetinden söz
edilebil irdi.
2.) Kur'an sünnetullah ve sünnetul e vvelin'den, muhtemelen
Allah'in yolundan çıkmış önceki kavimlerin cezalandırılması an
lamında söz eder.
3 . ) Öte yandan, yaşayan gelenek, sünnet veya 'mutad iş ola
rak görüldü ve ilk müslümanların fi llerinin devamı şeklinde farz
edildi.
''Eski bir mektebin sünnet olarak kabul ettiği bell i bir tatbika
tın, Hz. Muhamıned'in yaptığı veya söylediği bir şeye zıt olduğu
ifade edilebil irdi. Eski bir mektebin, bel l i bir tatbikata sünnet de
diği ve bunu 'Hz. peygamber'in sünnetine' kadar götürdüğü za
man bile, iddiasını, ekseriya, bu hususun mektebin içinde nesilden
nesile daima bu tarzda nakledilmiş olduğu şeklinde umumi bir
iddia ile doğrulama yoluna gidiyordu."(Watt, 1 993)
4.) Nihayetinde, Hz. Peygamberin ''bir şeyi söylemesi veya
yapması demek olaıı hadis, her birinin, rivayeti keııdindeıı önceki
şahıstan aldığı gösteren kesin bir ravil er zinciri (isnad) ile destek
lenmiştir.". Watt sünnet ve hadis ayn il ik ayrımının yanısıra simet
rik özelliğin zaınanda öncelik ve sonralık açısından ele alındı
ğında iki disiplinin tam manasıyla ayni derecede olamıyacağını ve
hakkında hadisten hiç bir deli l bulunmayan bir sünnet'in mevcud
olabileceğini ihtimalinden söz eder. Bu noktaya il işkin eş-Şafıi'
nin iki yönlü bir çözüm getirmesinden bahseder:
''O, bel l i bir fiilin Hz. peygamberin sunnetine ait olarak iddia
edi l mesi halinde, isnada sahip bir hadis deli l i ile desteklenmesi
zarureti üzerinde ısrar etmiş ve devamla, insanların Hz. peygam
berin sünnetini, Allah' ın Kitabını kabul edişleri gibi kabul etmek
zorunda olduklarını kuvvetle belirtmıştir. Ve bu ikinci noktayı
Kur'an ayetleriyle pekişti1·111iştir. Bu ayetlerde, Allah' ın
Resülünün insanlara Kitabı ve hikmeti öğretmek üzere gönderil
diğini beyan olmaktadır. eş-Şafii, hikmet'in yalnızca Allah
Resülünün sünııeti demek olduğunu delil lerle göstermiştir. Hz.
peygamberin fiillerinin hikmetle aynileştiril mesi, siinnet' e,
usıılu 'l-fikh içinde Kitaba denk bir mevki sağladı." (Watt, 1 98 1 :
232).
Watt, bu işlem ve tarihsel süreçten başlamak üzere, artık da
lıa önceki karmaşık ve muallak anlamların yok olup ve sünnet
253
denilince akla, doğal olarak Hz. Peygamberin hadislerle teşvik
olunan benimsenmiş eylemleri anlamına geldiği tespitini yapar .
•
254
b.) Bu davranışların gelecek nesiller için kural haline gelmesi
durumlarıdır.
Bu durumda Goldziher'e göre, İslamın gelişiyle sünnet kav
ramının içeriği, Müslümanlar için, Hz. peygamberin örnek davra
nışı, yani onun yazılı hale getirilmiş olan fi i l ve sözlerinden kay
naklanan ameli kurallar şeklinde bir değişikliğe uğramasıdır.
Fazlurrahman, Goldziher'i haklı gerekçelerle çel işkili bir ta
vır sergilediğini ifade eder; şöyle ki: ''Normatif ve fi i l i olan çatış
tığına göre, nası l olur da sünnet 'hem normatif, hem de fi i l i olabi
lir, ya da bir hadis ötekiyle, bir sünnet başkasıyla çatışabilir olma
sına rağmen, hadis ve sünnet zamandaş ve ayni özden iseler onla
rın çatışmaları mümkün müdür?'' (Fazlurrahman, 1 993 : 60-6 1 ).
Fazlurrahman, Goldziher'den bu yana, İslamın bu ilk devir
deki gelişimini anlamak için böylesi11e önemli bir meselenin
mümkün olan çeşitli çözüm yol larını ortaya koymak amacıyla,
sistematik hiç bir girişimde bulunulmadığı tarihi tesbitini yapar.
Ve durumu şu şekilde ortaya koyar:
''Sonrakiler, bu önemi göz ardı ettikleri gibi, enerj i lerinin ço
ğunu IX. yy. da son şeklini alan Hadis külliyatının tümünü eleşti
rip itibardan düşüt ıııek yolunda olmuştur." (Fazlurrahman, 1 993 :
60-6 1 ).
Yine, Fazlurrahman' a göre, Goldziher'den sonraki i l i m adam
ları, O'nun tarafından ortaya konan yukardaki iki düşünce çizgi
sinden biri ya da ötekine yönelip geliştirmişlerdir. Fakat yukarıda
belirti len nokta göz önüne alınmadığından ''birbiriyle çelişik her
iki yön'' de büyük bir zarara uğradığını belirtir. Mesela, D.S.
Margoliouth, ''Early Development of Islam'' (İslamın İlk Devirle
rindeki Gelişme) adl ı k itabında:
1 -) Hz. Peygamberin Kuran dışında hiç bir sünnet ya da hadis
bırakmadığı;
2-) Hz. Muhammed'ten sonra ilk İslam cemaatinin uyguladığı
sünnetin hiçte Hz. Peygamberin sünneti olmayıp, Kuran vasıta-
•
255
H. Laııuııens ise, ''lslam Belief and lnstitutions'' (İslam:
İnanc ve Müesseseler) adlı kitabında aynı görüşü paylaşarak sün
netin, hadiste ifade edilmeden önce mevcut olması gerektiğini
belirtmektedir (Fazlurrahman, 1993: 60-6 1 ). H. Lammens'in özel
bir amacı olmaksızın bu tür kelime oyunlarına baş vurması aka
demik bir tavıra sığmıyacak (ancak bu tarz misyonik veya diplo
matik dil kullanım tarzına uygun düşen) bir eleştiri ve tartışma
türüdür.
Felsefede mantık disiplini prensibi itibarıyla değerlendirecek
olursak, çok kötüce eyleme yani dile dökiilmüş tipik bir totolojik
önerme örneğine (A=B, B=A ikinci eşitlik birinci eşitlikten farkl ı
bir ihtivaya sahip olmayıp yeni bir şey bildirmediği gibi birinci
eşitliğinde tıpa tıp ay111sına) tekabül edeı .
Kelimelerin arkasına sığınmaktan ziyade, şayet gerçekten her
hangi bir konuya i lişkin bir kavramın veya kavramlar zincirinin
analizini yapılacak ve bu yönde, dilin anlatım ve anlamlandırma
(kavramlaştırma) gücüne baş vurulacaksa, bu başvuru ve kulla
nım tekn ik anlamda (ilgil i ilmi sahaya i lişkiı1 söz koı1usu edi len
ve ihtiyaç duyulan bütün unsurları: teorik, pratik, metodik, gibi)
netleştirmek amacıyla yapılmalıdır.
Dolayısıyla, bu yanılgı veya hatanın tamiri zannediyorum
kendi kültürüne pek yabancı olmayacak bir dil in, atasözlerinden
birini söz konusu edip yorum lama ile yapılabil ir. Lammens'in
yaptığı 'atı arabadan önce kaymaklık' (To put the horse before
cart) İngil iz �tas0ziinü gündeme getirip, adeta sünnet-hadis me
selesini (kendisinin algılayıp ortaya koyduğu bakımından belki
küçük bir teferruatı), tavuk-yumurta (chicken-egg circulation)
kısır döngüsüne ircaya çal ışmaktır.
Arabanın tesbit edilmiş belirli bir yöne gitmekl iğinin esas ol
duğu bu durumda atın arabaya, arabanın ata koşumu amaç açısın
dan pek bir sey ifade etmez veya teferruat hükmünde kalır. Asıl,
birincileyin olan, her halükarda, at ve araba ikilisini11 birl ikteliği
nin gereği olan ontoloj ik statüleri11i kesin ve net olarak ortaya
konduktan sonra (ki bizim incelememize göre şaşırılacak derece
deki bir siste.matik metod bütünlüğünde ortaya konmuştur.) be
lirlenen yönde seyahate hazır ve nazır olması ve seyahattel iğidir.
Bu noktada denilebilir:
256
''Müslüman ülkesinde Hiristiyanlığı yaymak için bundan
böyle hususi yollara başvurma mecburiyeti hissedilmektedir...
Devrin en büyük zekaları anladılarki ona hücum için en ince nok
tasına kadar düşünülmüş bir hazırlığa ihtiyaç vardı. Mgr.
Olichon'un yukardaki ifadeleri, Kilisenin İslama karşı açacağı
yeni ilmi savaşın habercisidir ki, daha sonra bu yeni safha oryan
tal izm ismi altında ifade edi lecektir ... (Bundan dolayıdır ki) Bu
gün İslam alem i kendi coğrafyası dışında, dünyanın en muhim
kültür merkezlerinde, ilmi imkan ve seviyeye sahip, İslami araş
tırma kurumları ve bunların vücuda getirdikleri, tahkikli basım,
telif, terceme nev'indeı1, sayısız de11ecek derecede neşriyat vakıa
sıyla karşı karşıyadır. Batıda İslam kültürüne ilgi duyan çevreler,
sadece bu kaynaklarla beslenmektedir'' (Hatipoğlu, 1 996).
• ••
25 7
6.) Raporsal bilgi gelişiminde: İndirgemeci şüpheci yaklaşım
ve kuramını Hume örneğinde geniş bir şekilde incelenip sorgulan
ması;
7.) Madde (6.) yı Hume'un kendi Hintli Prens ve Caeser ör
neği i le, indirgemeci şüpheci yaklaşım ve kuramının testi ve çok
yönlü eleştirisi;
8.) İndirgemeci şüpheci yaklaşım ve kuramının ortaya koy
duğu problemler ve kendi iç kuramsal ve yaklaşım tutarsızlığının
oluşturduğu problemlerin; tarilısel gel işiminde öğeleri ve özellik
leri aşamalı olarak ortaya konmuş olan Hadis ve Hadis bilgi ku
ramı ile eleştirel bir karşılaştırı lmasıııın yapılınası gereği.
9.) Madde 8 ' i gerçekleştirınek için Hadis ve sünnet olgusu
nuıı lıem etimolojik hemde ortaya çıkması ve gelişimi bakımından
tarihi çerçevede Doğu ve Batı kaynaklı olarak nasıl algılanıp, an
laın land ırılıp ve yorumlandığııı ııı ortaya konması olarak sıralaya
biliriz.
Oğrenme Merkezleri
258
olur. B u sebebledir ki, rivayet zincirine hadisin sıhhatini garanti
ettiği için 'sened' adı verilir [Başaran - Sönmez-1 993] .
Bu sıhhatın raporsa! bilgi kuramının hadis ilmi ve usulü ideal
modellemesinde, hem genelde hem de özelde sistematik açı lımına
geçmeden önce acilen şu iki önemli tarihi tesbiti gözden geçire
l im. Bunlar:
1. İslam dünyasındaki yazıı1ın belge olarak kullanım alanları
ve Hadis öğrenme merkezleri;
il. Hadisde isnad olgusu ve fonksiyonu maddeleridir.
1 .) İsnadıı1 Tanıın ı :
Had is istılal1ında 'sözün ası l sahibiı1e araçlar vasıtasıyla
yükseltilmesidir'. İsı1adıı1 eş aı1laınl ısı Sened tabiri de kullaı1 ı l ı r ki,
sened ve isnad bir metnin sonraki nes i llere tarafıı1dan kayı1ağına
kadar ulaştırılınas ıdır. Sözlü kayı1ağı ulaştıran kimseye ınüsnid,
kaynağa kadar ulaştırılınış l1aberlere müsned denir. Tabii ler zaına
nında hadis ınetin leri Hz. Muhammed' den doğrudaı1 alı11madığı
için araya bu sözleri kendilerine ileten şahıs ların girdiği mul1ak
kaktır. Tabii dahil had is metni11e kadar arada oluşa11 bu rivayet
zi11cirine seı1ed denilınektedir (Başara11 & Sönmez, 1 993 ).
• •
259
tiyle, bazı mecmualar ortaya konmuş bulunuyordu. Bunlardan altı
tanesi o zaman dan bu yana muteber kaynaklardan sayılır ve
,çıhah essille veya külübü sille (altı sahih kitap) olarak adlandırı
l ır.
Yine bu sıralarda hadis tenkidi, hadis i lmi şeklinde mükem
mel bir duruma getirildi. Tenkit özellikl e isnada, yani, raviler
z iıı ciri ne yö11eltilmiştir. Hadis ravilerin in öz geçmişi ve onların
doğruluk dereceleri l1akkında sistemli ve karmaşık bir araştırmaya
girişildi. Bu araştırma ve inceleme işlemi Cerh ve Ta 'dil ll11ıi a
dıyla anılır. Ravileri11 ahlaki niteliği ve hafızalarının güveni l ir
olup olınadığı değerlendirilmesi yoluna gidildi. Böylece raviler,
sika ve mutkin (güvenelir), sadık (doğru sözlü), za'if (zayıf),
kezzab (yala11cı) ve meçl1ul (belirsiz) gibi çeşitlere ayrılmıştır
(Başaran & Sönmez, 1 993).
Muhammed b. Hatim b. Muzaffer hadis bilgi kuramında isna
dın fonksiyo11el öneminin ya111sıra tarihsel önemini de şu çarpıcı
satırlarla ortaya koyar:
''Allah bu ümmete isnadı lütfetmiş ve onunla şereflendirmiş
ve üstiin kılmıştır. Gerek yeni, gerekse eski hiç bir millette isnad
müessesesi yoktur. Onlar111 ellerinde sadece sayfalar vardı. Al
lah' ın kendilerine ind irdiği kitaplara veya sayfalara kendi haberle-
•• •
260
eder sistematiği) insan ve eylemi ( iletişim) merkezli bir ortama
sahip olup uygulanma fırsatı bulmaklığıdır. Şimdi öyle ise bu
i lahi l utfun uygulama alanının yanısıra uygulamasına zorunlu
katkıda bulunan elemanları i letsel/raporsal bilgi teorisi çerçeve
sinde ontolojik ve epistemolojik merkezli formü lüze edip aşama,
aşama inceliyelim.
1. ONTOLOJIK ZEMiN
261
l . Sonuç
a-) İçerik ve Aktarım Açılarından Doğruluğu İspatlanmış Sa
hih İleti ve İ leten
•
2. Sonuç
Eğer a-) ve b-) Maddelerine U laşma Sürecinde Olumsuz, Ya
nıltıcı ve Yönlendirici Bir Maksat Sezilmiş İse İlgıli İletenin Ken-
•
262
b-) Hz. peygamberin kendine özge öğretim methodu ve
uygulaması,
c-) Hadisleri yazdıııııası,
d-) Başlangıçta hadis yazmanın yasaklanması ve sonra
yasağın kal dırı iması,
e-) Peygamber dönemindeki yazılı belgeler. Hadis i l
minde bütün bunlar açıklanıp bir sistemetiğe bağlanmıştır (Başa
ran & Sönmez, 1 993 ).
263
XII.4.6. Üçüncü Aşama: Tabiiler ve Etbau 't-tabiüer
•
c.) Icazet,
d.) Munavele,
e.) Mukatebe,
•
f.) I'lam,
g.) Vasiyyet ve
ğ.) V icade.
0-) Tabii ler döneminde hadis uydurma hareketleri:
i. Fırkaların hadis uydurıııaları, zındıklar, kıssacılar,
itikadi fırkalar.
E.) Etbau't-tabi i ler (Başaran & Sönmez, 1 993 ).
264
tıııııa reçetesi uygulamalıyız? Bu sorunun cevabını Başaran -
Sönmez'e ve Emre'ye bir kez daha müracaat ederek maddeler
hali n de veııııeye çalışalım :
1 -) Hadisin kaynağına göre sınıflandırılması :
a.) Kudsi,
b.) Merfu,
c.) Mevkuf ve
d.) Maktu hadisler gibi.
2-) Senedin çokluğuna göre hadisin s111ıflandırılması:
a.) Mutevatir ve
b.) Ahad (meşl1ur, aziz ve garib) hadisler olarak.
3-) Hadislerin sahihlik durumlarına göre taksimi:
a.) Sahih,
b.) Hasen,
c.) Zayıf hadisler
4-) Hadislerin senedlerinin kopuk olup olmayışlarına göre çe
şitleri:
A.) Senedi Muttası l olan had isler;
a.) Müsned,
b.) Muttasıl,
c.) Müselsel,
d.) Mu'an'an ve
e.) M uennem hadisler.
B.) Senedi munkati olan hadisler:
a.) Mursel,
b.) Munkati,
c.) Mu'dal,
d.) Mudelles,
e.) Mu'a l lak gibi hadisler.
5-) Hadis ravisinin durumuna göre zayıf olan hadi s çeşitleri:
a.) Musahhaf-muharref,
b.) Munker,
c.) Metruk,
d.) Matruh ve
e.) Mevzu hadisler.
E-) Mevzu (Uydurıııa) Hadislerin Öze l likleri:
ı.) Mevzu (uydurıııa) hadisin tanımı.
ıı.) Hadis uyduııııanın başlangıcı, sebebleri ve usülleri.
265
ııı.) Alimlerin hadis uyduııııalara karşı aldıkları tedbirler.
ıv.) Uyduııııa hadisi tanıma yol ları ve hadisin uyduııııa
olduğunu gösterıııek için kullanılan ifadeler.
v.) Hangi konulardaki hadisler uyduııııadır
vı.) Uydurma hadislerin olumsuz etkileri
vıı.) Mevzu hadisin hükmü ve mevzu hadisleri toplayan
kitaplar.
vııı.) İçersinde çokca uydurma hadis bulunduran eserler
6-) B irbirini takviye etmesi yönüyle hadisler:
a.) Mutabi,
b.) Sahid,
c.) Mahfuz-saz ve
d.) Maruf-munker.
7-) Sened ve metni i lgilendiren müşterek tabirler:
a.) Muzdarib,
b.) Mudrec,
c.) Maklub,
d.) Mubhem ve
e.) Muallel gibi (Başaran & Sönmez, 1 993).
Emre ( 1 974) -kendi çevirisi olan ''Riyazu 's Salihin'' ne yaz-
••
266
c.) Mevsulu, mursel; merfu'u mevkuf olarak rivayet etmek,
gibi.
d.) Sikadan olan bir ravi yerine zayıf bir raviyi zikretmek, gi
bi. Bu tür hadislere muallel hadis denir.
7-) Muhalefet: Zayıf ravinin sika raviye, sikanında kendisin
den daha itimadl ı raviye muhalif rivayetde bulunmasıdır. Bunun
bir çok çeşitleri vardır.
8-) Cehalet: Ravinin tanınınaması, bilinmemesi demektir. Bir
raviııin itimada layik olabilmesi için, şahsının ve lıalinin malum
alınası gerekir. Aksi halde ravinin adaletine gölge düşer.
9-) B id'at: B u , ravinin inancına taalluk eden bir ta'n sebebidir.
Bu da ya sahibiııin küfre nisbetini gerektirir veya fıska nisbetini
İcab eder.
l 0-) Su-i Hıfz: Ravinin galati, isabetine musavi veya daha
fazla olmaktır." (Emre, 1 974).
Bölümümüzü bir kez daha Anscombe ve Fazlurrahmana söz
vererek bitirmek istiyorum. Anscombe tarihsel şahsiyetlerin
(Hume'un Caesar'i ve bizzat Hume'un kendisi de dahil olmak
üzere) varlıklarında ve eylemlerinde dereceler ve aşamalar söz
konusu olup ve bu aşamaların mütalaasında mitoloj ik veya uy
durma figürlere rastlamak mümkün olduğunu; ve belkide bu o
lumsuzluklar, yanl ışlar veya eksiklikler doğrulanıp tamir
ed ilebilineceğini söyleyerek aşağıdaki çok önemli tarihsel episte
molojik tesbiti bir kere daha felsefi gündeme getirir:
''Fakat her şeyi bütünüyle kılı kırk yararcasına sorgu kontro
lünden geçiremeyiz. Çünkü, bu tavırla genelde de olsa bir episte
moloj ik nedenle tarihsel bir figür ve eylemlerinden şüphe,
otamatikmen diğer bütün tarihsel şahsiyetler ve eylemlerinden
ayni şekilde şüphelenmeye neden olacaktır; ve böylece onların
sorgulanıp kontrol edilmesi için hiç bir sey ve hiç bir dayanak,
ölçüt kalmayacaktır'' (Anscombe, 1 98 1 : 82-92).
Soııuçta tarihe mal olmuş şahıslar, kesin olgu larla ulaşılıp a
çıklanacak faraziye şahsiyetler değildir. Fazlurrahman ( 1993) bu
çerçevede İslam peygamberine yönelik şu haklı tesbitlerde bulu
nur:
''Hz. Peygamber sırf bir din tesis etmekle kalmayıp, gelişen
geniş bir ümmetin de temel lerini atmış ve bu işi tarihin apaçık
ışığı altında başaı·ııı ı ştır. Nitekim Hz. peygamberle ümmeti ara-
267
sındaki bu genel süreklilik Hz. peygamberin sünnetinin gerçek
güvencesi olup, onu ilk Hiristiyanl ı kta görülen benzeri durumdan
ayıı ıııaktadır. Hadiste aynı şekilde İslam ümmetinin durumuna
yıllarca bir süreklilik ve istikrar kazandıı ııııştır."
Araştırmamız boyunca tarihi seyirde ( 1 8. yüzyıl ve sonra
sında) indirgemeci şüpheci yaklaşım ve kuramından kaynaklanan
teorik ve pratik problemlerin Hadis Bi lgi Kuramı ile nasıl aşılabi
leceğinin genel bir gösterisini yapmaya çalıştık. So11uçta gördük
ki: 8 . yüzyıl İslam Dünyası tümcü (holist) diye niteleye bileceği
miz ''rapor bilgi kuramcılar'' ile aralarında yaklaşık 1 O asır fark
olmasına rağmen Batı felsefe çevreleri bügüne dek indirgemeci
likten kurtul up bütüncü bir sistematik kuram ortaya koyamamış
lardır.
Hadis ve Hadis bilgi kuramı öğelerinin ontoloj ik, epistemolo
jik ve etiksel açıdan analiz edilerek mükemmel de11ilecek bir şe
kilde sistematik bütünlüğe dayandırıp tümcü bilgi kuramı ve yak
laşımının Reid ( 1 7 1 0-96) öncesinde İslam dünyasında .Müslüman
ilim adamları tarafından ortaya konması bütün epistemoloj i ve
metodoloj i tarihinde ilk ve tek olan çok orij inal bir ilmi faal iyet
olup, insan bi lgisine yapılan en büyük bir katkıdır.
Umit ederim ki, aşırı ölçüsüz Batı veya Doğu sempatizanl ığı
formlarında sergiledikleri üstünlük ve aşağılık komplekslerinden
kurtulup; sağduyuyu esas alıp; akıl hamalı olduklarının bilicine
u laşıp; Doğu dünyası ilahiyatçı ları, sosyabilimcileri ve felsefeci
leri disiplinlerarası yardımlaşma nosyonunu dikkate alarak bu
konuda geniş perspektifli kapsaml ı çalışmalar ortaya koyarlar.
Aksi takdirde çoğu diğer konularda olduğu gibi, bu özel konuda
da Batı bilim çevreleri derinlemesine ciddi bir araştırıııa yapıp
İslam dünyasının önüne kendi tarzlarında paketleyerek ileti for
munda koyab i lirler.
Eğer ''Eeee ... ne sakınca var bunda, koysunlar!'' denilecek
olursa, sayın okuyucularım hiç kusura bakmasınlar bölümü kapat
mak üzere iken, bir kez daha böyle ''merdi kıptice şecaat arzla
rına'' cevap veı ıııe !üzümsüz zahmetine girişip sağduyuya halel
getiııııeye hiç niyetim yok.
268
Onüçüncü Bölüm
Tümcü iletişim Bilgi Kuramı Ve Eğitim
•
269
XIII.1.1. Eğitimde iletişim Mekanizmasının
•
2 70
meye bağlı olarak, resmi halk okul larında göçmenlerin ikinci,
üçüncü kuşak çocuklarını Amerikalılaştıııııa amacı ve politikasını
güttüler. Örneğin, pratikte öğrencileri üniversitelere hazırlamanın
yanı sıra, bu süreçte sosyal bilimler yoluyla Amerika' ın Avrupa
kökenl i olduğunun eğitim ve öğretimde verilmesi amaçlandı. Bu
da doğal olarak, beyaz adamın taril1ini11 ve kültürünün öğretilmesi
demekti. Başka bir deyişle, 'beyaz adamın saygınlığını veya efen
d i l iğini esas alan bir eğitiın politikası ve n1üfredatıyd ı . "' (Cl1eeck,
1 992).
Yine Amerika eğitiın planlama ve proğramlama geleneğinde
atı lan ikinci büyük adım ikinci dünya savaşının hemen sonrasında
•
271
İkincisinde eğitimden sorumlu devlet veya hükümet birimle
rinin etkinliği;
Üçüncüsünde akademisyen, uygulayıcı ve diğer grupların te
orik + pratik çerçevede yönlendirmesi ve etkisi; ve
Dördüncüsünde yukarıdaki bu üç gurubun birlikte oluştur
duğu denetim mekanizması . .
Fakat anlaşılacağı üzere eğitim ve öğretimin içeriği, plan ve
proğramı devletlerin ideoloj ileriden bağımsız olmadığı gibi bu
gün eğitimciler de açık bir şekilde çeşitli eğitim ideolojilerinden
söz etmektedirler. Yine Amerika örneği ve uygulamasında etkil i
eğitim teorisyenlerinden biri olaıı Ulırmacher ( 1 992) eğitim amaç
lı veya eğitilmiş bir insan yetiştirimi için eğitim politika ve ideo
lojilerinden altı tanesini söz konusu eder:
'' l . Rasyonel Humanizm: öncüleri; R.M. Hutchins ve M.
Adler, eğitimde öncelikleri; eğitimde Sokratik yöntem ve ana
temel malzemenin kullanımı, felsefi görüşleri; Batı kültürünün en
iyi şekilde öğretimi.
2. Gelişmecilik: öncüleri; E. Duckworth ve R. Steiner, eği
timde öncelikleri; öğrencinin ihtiyaç ve ilgisine uygun araştırma
temelli öğretim, felsefi görüşleri; doğal akışında zihinsel yapıyı
geliştir ve öğrencilere soru sorıııa yoluyla zihinlerini çalıştırma
ortamını sağlar.
3 . Yeniden Kavramlaştırmacı lık: öııcüleri; W. Pinar ve M.
Grumet, eğitimde öncelikleri; insan deneyimini anlamak için fel
sefe, psikoloj i ve l iteratürü kullan ve böylece eğitimi bir varlık
olma bilinci ve eğitilme yolunda kullan, Felsefi görüşleri; birey
deney yoluyla öğrenir ve bu yolda da fenomenoloj i, psiko-anal izi
ve literatürü kullanmalıdır.
4. Kritik Teory: öncüleri; M. Apple, 1. Shor, ve P. Freire, eği
timde öncelikleri; bütün öğrencilere fırsat eşitliği tanınmalı ve
eleştirel düşünceyi geliştirmeli, felsefi görüşleri; gerçek toplum
en az avantajdan en iyisini çıkarmalıdır ve okul toplumun bir
parçasıdır, bu gerçek daima göz önüııde tutulmalıdır.
5. Kaııııa Kültürcülük: öncüleri; J. Banks ve E. King, eği
timde öncelikleri; öğrenci çeşitli kültürlerle aktif i letişim halinde
olmalı ve farkl ı bakış, yaklaşım olgu ve kavram yorum ve analiz
lerine açık olmalı ve farkl ı çerçevelerden yaklaşabilmelidir, fel
sefi görüşleri; bütün insanlar farkl ı kültürlerin şu veya bu şekilde
2 72
izlerini taşıdıklarına göre öğrenci mensup olduğu kültür gurubu
hakkında kompleks duymamalı aksine onu beni mseme l i ve gün
deme getireb i l melidir.
6. Zihni çoğıılcııluk: öncüleri; E. Eisner ve H. Gardner, eği
timde öncel ikleri; öğrencileri kendi belirledikleri çerçevede
kendileri11i ortaya koymaya izin ver ve yol larını öğret ki, bu yolla
öğrenci zil111 i aktivitelerini serbestçe d ışa vıırabileceği bir ortam
bulsun, felsefi görüşleri; duyumlarımız dış dünyaı1 ıı1 çeşitli yöı1 le
riı1i algılayacak ve anlayacak durumdadır, öyleyse bunları biziın
biı·eysel taril1in1izle birleştir." (Cheeck, 1 992).
Günüınüzde Aınerika' da eğitim politikalarıı11n bel irlenı11e
sinde sosyal bil iınler eğitimi söz konusu olduğuı1da, Austin
( 1 986) ''Social Studies Framework, Texas Education Agency''
adl ı kitabı11da eğitiınin: biriı1cileyin evde; ikicileyin aile çevresi
gurubunda; üçüncüleyin yerel veya bölgesel toplumda;
dördüncüleyin devlet; beşincileyin millet veya ülke; ve
altıncı leyin dünya teorik ve pratik çerçevelerindeı1 geçirilerek
yapı labi liı1eceğini söyler. (Cheeck, 1 992).
Diğer taraftaı1, şimdilerde ise, eğitim teorisyeı1 ve pratisyen
l eri (New York State Social Studies Review and Development
Committee 1 99 1 , p; 3-4), Amerika eğitim pol itikasını belirlemede
•
273
i letmen eğitimciler) yetiştiııııe amacının gerçekleştirilmesinde ha
yati bir öneme sahiptir.
Bu tayin ed ilen amacın gerçekleştirilmesi de çeşitli bilgi dal
larına ait bilgi iletilerinin nakli11de iletişim mekanizması, Batının
Amerika örneğinde, en azından şimdi lerde insanı insan olarak bir
büti.inde algılayıp anlamlandırıp yorumluyarak, sağduyu tümeli
anlayış ve yaklaşıınını ön plana çıkarma ihtiyacını zorunlu olarak
h issetmektedir. Her ne kadar Amerika kendi toplumu d ışındaki
yeryüzü topluınları dikkate alındığ· nda çifte standartlı davran ıp,
uygar ve dünya patronu Beyaz adam anlayışını şuur altında özen
le saklayıp, gereğinde yer yer l1iç çekinmeden dışa vursa da; en
azından sağduyudan kaynaklanan bu his ve bilinçe son derece
önem yükleyip kendi mozayik toplum yapısında şiddetle gerekli
görerek ''Bir Millet, Çok İnsan'' ilkesine bağlama çabasındadır.
Bu çaba aynı zamanda ileride kaçınılmaz bir şekilde ortaya
çıkacak olan Amerika toplumununda çözülüp, dağılacağı
bilincininde yine onlar tarafından yakalandığının bir göstergeni
olarak yorumlanabilir. İşte bu farkındalıktan dolayı olsa gerektir
ki, Amerika içerisindeki toplumsal kaynaşma, rasyonel, amaçsal
ve duygusal sentezi gerçekleştirme misyonunda yeryüzünün diğer
insanlarına ke11di amacı doğrultusunda adamlık dağıtan Avrupa
menşeli uygar Beyaz adam, bünyesinde barındırdığı Avrupa kö
kenli olmayan ırk ve etnik gruplara eğitim mekanizmasını çal ıştı
rarak iş gördürmektedir.
Sonuçta Aınerika kendi anlayışı çerçevesinde eğitimde i leti
şim mekanizmasını kullanarak kendi tayin ettiği ''Yeni Dünya
Düzeni ve Barışınde'' ikame edilerek misyon yüklenecek ''Küre
sel İnsanlar'' oluştuı ıııa çabasındadır. Bu çabada diğer yeryüzü
toplulukları, toplumları, ülkelerine hatta kültür ve uygarlıklarına
çeşitli bayilikler dağıtmaktadır. Tabi bu dağıtım maddi ve manevi
ağır bedeller karşılığında olmakta, ve bu sürecin her aşamasında
Amerikanın çıkarı gözetilmektedir. Ayrıca dünya politikasını da
bu zemin üzerine inşa etmektedir. Eğitim ve iletişim olgularına
bir de bu açı lardan hareketle hayati önem yüklemektedir. Aynı
değerlendirıneler Avrupa Birl iği ülkeleri içinde derece farklılık
ları göz önünde tutularak rahatl ıkla yapılabilir.
2 74
XIII.1.2. Eğitimde İletişim Mekanizmasının
İşletiminde Türkiye Örneği
Her ne kadar keı1disi kesin bir şeki ide karar vermemiş gözükse
de, Batılı bilinçaltlarında Doğu kültür ve tıygarlık çevresini11 üye
lerinde11 biri olarak değerlendirile11 Tiirkiye'ni11 eğitim cephesinde
durum nasıl? ''Türkiye 1. Eğitim Felsefesi Kongresi'', açılış bildi
risini11 sunusuı1da Tozlu ( 1 994) Tiikiye' niı1 içi11de btılunduğu iç
ve dış zoı·lukları ve probleınleri göz önüne al111dığında eğitiın
sistemi ve pol itikası11a dair bu çerçevede şu iki soruytı yö11eltir:
''Bu (eğitim) sistemin felsefesi ne olabil ir? Bu felsefe, teınellerini
hangi belirleyicilerden alabilir?'' Cevaben ise şun ları söyler:
''Önce oluşacak yeni toplumsal yapıınızın ha11gi temel
prensibler üzerine oturtulması gereği11i i11celemeliyiz... Kimliği ve
kişil iği yitirme pahasına var alına ınümkün değildir. Gelişme stra
tej i leri de temelde insan kaynakları n111 ge liştirilmesine bağlıdır.
Bu da temel kişiliği oluşturan etken ve felsefelerin insa11 yetiştir
mede esas alınmasını kaçını lmaz kı lar. Öyleyse tüm eğitim ku
rumlarımız bu misyona göre yeniden reforme edilmelidir. Buna
temel olacak, felsefe birliğimizi sağlayacak belirleyicilere da
yanmalı, dünya barışına ulaşabilecek bir açılımla sonuçlanmalı
dır. Bu, ayn ı zamanda kendimizin de mercek altına alınışıdır.
Yeni bir dünyada yerimizin de tesbitidir. ' Yeni dünya düzeninin'
anlamına vakıf o lmaktır."(Tozlu, 1 994)
Bu bağlamda, Türk eğitim politikası ve sistemi söz konusu
olduğunda ''Eğitim B i l imine Giriş'', adl ı kitabın editorü olan Va
rış ( 1 994) yerinde bir tesbit yapar. Varışa göre, Selçuklulardan
başlayıp günümüze kadar u laşan süreçte Türk eğitim tarihinde
eğitim politikasında devaml ı bir surette ikilem yaşanmıştır. Örne-
gın:
- ·
275
''Bunun için her şeyden önce, eğitim işinin bilimsel temellere da
yandırılması gerekir." (Varış, 1 994: 2- 1 1 ). Aynı şeki lde Varış bir
genelleme yaparak ülkemizde yaygın olaı1 yanlış anlayış ve termi
noloj inin (pozitif negatif bilim gibi) açık bir örneğini sergiler. Va
rış 'a göre:
''' Eğitiın' bir bilim ınidir yoksa teknik midir tartışmaları ar
tık güncelliğini yitirmiştir. Bu gün kendisine özge sağlam bir
kavı·amsal yapı ile birl ikte, sortıı1ların çöziiınü için pozitif biliınle
ı·in yönteınleri ile araştırn1a yapı lan bu alaı1, önen1 l i bir disiplin
sayılmaktadır." (Varış, 1 994: 2-1 1 )
Fakat Varış'ııı, algılamada güçlük çektiğini zannettiğim bir
ııoktası varsa, o da şiındiye kadar ki, i11celeıneleriınizde de şalı id
olduğuınuz gibi, gerek bil imde metod ve yaklaşım konusunda ol
suı1 ve gerekse iletse! bi lginin elde edinimi ve dağıtımında ileti
şim mekaı1iz111as1 11111 bel irli bir amaç dal1 i linde çeşitl i güç grupları
taı·afı11dan oltışturulınasıı1da, yöı1 lendirilmesinde ve iş leti lmesinde
aı1ık bil imin adeta bir oyuncak gibi kullanıldığı gerçeğini göre
memesidir.
Bu a11layış, biliınsellik adına kavramlarla çok rahat bir şe
kilde isted iği gibi oynayabiln1ekte ve bu oyuııa ama farkında ola
rak aına olmayarak eğitmen ileticiler alet olup, iletişim ınekaniz
ınas ını eğitim ve öğretimde çalıştırarak i leti leı1lere (öğrencilere)
iletiler (bilgi parçacıkları) sunmaktadırlar.
İşte bu yüzdeı1dir ki, geçmişte olduğu gibi, bugü11 özell ikle
biliın etiğinden söz etmekteyiz. Çünkü: ''Çağ ve oluşumlar artık
1 9. yüzyılda geliştirilen materyalist değerlere dayalı insan anlayı
şını aşmıştır. İnsaıı bugün bu sığ anlayıştan, teknik mekanizmala
rın kontrolünden kurtulmak için ilmin ahlaki erdemlerle taçlandı
ı·ı lmasını zaruri görmektedir."(Tozlu, 1 994).
Bu bağlaında Tozlu şu soruyu sorar: ''Bir ınedeniyet tezimiz,
bir i l im tezimiz ve araştıı ıııa usulüınüz, bir insan anlayışımız ve
bir üretim tarzımız olmalıdır. Ne zamaııa kadar başkalarına muh
taç bir toplumun çocukları olarak yaşayacağız?'' (Tozlu, 1 994 ).
Gürsoy, proto tipini, orij inini ve sistematik ifadesini Thomas
Reid' in ( 1 7 1 0-96) Sağduyu Felsefesi Epistemoloj isinin ana dina
mik öğe ve ilkelerinden biri olan ''bilinç' in nesnesine olan i l işkin
liğini veya zorunlu yönelimselliğini'' Husserl l fenomenoloj i fel
sefe okulu çerçevesinden hareketle felsefi tarzda ele alıp, değer-
176
lendirir. Bu değerlendiı ıııede, eğitim i le felsefe (ikisininde insanı
konu edinmekliği ve bu araştıı·ı11a konusu olan insanın özne veya
araştırıcı sıfatlarıyla yine aynı varlık sınıfına irca edileıı insan
olmaklığı bakımından) arasıııda eğitimin amacı ve konusu ile
fe lsefenin amacı ve koııusuııu karşı laştırarak Gürsoy şu zorunlu
felsefi bağıntıyı kurar:
''Eğitimin amacı lıiç şüphesiz iıısaııı yetiştirmek, onun kendi
keııdisinin mimarı olınasına iınkaıı verınektir. Felsefe ise; ele
aldığı her koı1u11Lın, tah lil iııin gerçekleştirdiği her meseleniıı so
nunda bir yerde iıısana döııınekte, ulaşınış olduğu her noktayı
insan için yenideıı yoruınlaınakta ve bu ııoktaııın insan aç ısıı1da11
değerini gündeıne getirmektedir. Dalıası felsefe içiıı bu iıısan;
artık lıerhaııgi bir nesnel alaıı öğesi, bir obje değil, fakat bir suje
olarak yaşayan, keııdini içteıı kavı·ayaıı, l1ayatıı1ı ve davranışlarııı ı
bilinçle ve vicdanla sorgulayarak gerçekleştiril mesi gerekene
yönelen bir şah ısdır."(Tozlu, 1 994)
Peki, bu yöneli mde hangi seviyede olursa olsun okul un yeri
ve işlev i nedir? Eğitimim iziıı kuruınsal laşmış uygulaına yerinin
adı olan okul ile toplum arasıııdaki ilişkiyi Graınb ''Okul kimin
dir?'' sorusuna i l işkin olarak ''Okul topluma aittir'' diye cevapla
yıp bu cevabın açı l ımını şu şekilde yapar:
''Toplum yal ın bir antite değildir. Toplum düzeni, tarihin, in
sanın değişen duruınlarına uyumuııun ve çeşitli uygarlık ve kül
türlerin etkileşimin ürünüdür. Ve liler, öğretmenler ve çocuklar
kendi çağlarının ürünüdür. Okul, ulusal tarihin çizgisi ile iç içe
dir... Bu gün okul, günün gereksinimlerini ne derece karşılamak
tadır ve yarının gereksinimleri göz önünde bulundurulmakta mı
dır?''()
Diğer taraftan, yukarıda söz konusu edi len gereksinimlerin
karşılanması bir yana, acaba eğitimin uygulama mekanları olan
oku l l arda her zaman doğru bilgi i letilir mi veya okutulur mu?
sorusuna cevap arayarak incelememizi bir adım daha i leri götüre
lim. Fidan ( 1 985) i nsanlar okulda her zaman doğruları öğrenme
d iği şeklinde cevap vererek konuya i l işkin şu tarzda açıklama
yapar:
''Öğrenci bir kelim�yi yanlış seslendiriyorsa, kimse öğrenci
nin o kelimeyi seslendirmeyi öğrenmediğini söyleyemez. Öğrenci
277
söz konusu kelimeyi yanlış seslendirmeyi öğrenmiştir. İnsanlar,
yanlışları ve kötü davranışları da öğrenirler."
Peki, yanlış öğrenme sadece eğitmen iletenlerden mi kaynak
lanıyor? Eğitim materyalleri olan iletiler veya kitaplar, dergiler,
gazeteler, ınagazin, televizyon radyo programlarına ne deme l i !
B tıı1ların içeriği yanl ışdaı1 uzak ve beri mi? Hele bu yanl ışlar ka
sıtlı, biliııçli bir aınaca binaen ezbercil ik, kopyacılık, taklitcilik,
alıııtı, çal ıntı, ısınarlama, tekrarcılık, özenti, desiııler ve gi.i nü bir
lik politikalar formlarında yapıl ıyor veya yaptırılıyorlarsa. Bu gün
hemen hemen herkes bilir ki, dünya istihbarat birimlerinin hep
sinde yanlış bilgilendirıne ve yönlendiı·me kaçınılmaz sistematik
teknik bir uygulamadır.
Bizim eğitim sistemiıniz dikkate alıı1dığında Turgut ( 1 994)
lıaklı bir öz eleştiri yapar:
''Eğitim kitaplarıınız ne yapıyor ki? Tahli lden, sorgulamadan,
eleştiriden yoksun kitaplarımız . . . Çocuk sadece meslek adamı,
sadece yurttaş mı olacak? Bizim eğitim sistemi yarım adam yetiş
tirmektedir. Eğitimde iki yarımda bir tam yapmamaktadır. Cum
huriyet aydınları yarım, yüzeysel ve eskiden kopuktur. "(Tozlu,
1 994)
Fidaıı' ın basit içerikli ''eğitimde her zaman doğrular öğretil
mez'' teknik tesbitini J. J . Rousseau Enıili'de: ''Çocuğun daha
duygu dünyası gelişmeden, zihin di.i nyasına çok ağır programlar
yüklüyoruz'' tesbitini ekleyerek ve Turgut'un öz eleştirisini de
dikkate alarak bir ileri ad ım daha atıp koııuyu geniş bir alana çe
kecek olursak, karşımıza çıkacak olan durum ve gerçek şudur: Bu
bölümün giriş pragraflarındada işaret ettiğimiz gibi eğitim pol iti
kaları, sistemleri, plan ve programları kaııun koyucular tarafından
devletlerin mil l i kimlikleri (tabi merkez ülkeler uydu ülkelere bu
tür bir hak tanırlarsa) çerçevesinde belirlenmektedir.
İncelememizin teorik kısımlarını oluşturan Bölümlerimizde
değişik açılardan hareketle bilen adamııı bilgi yolundaki macera
sıııı anlatırken gördüğümüz gibi, Batılı bilim adamı bu maceraya
devrim niteliğindeki metodik ve yaklaşım bağlamında 1 7. yüz
yılda başlayıp, 1 8 . yüzyılda gelişip, 1 9 . yüzyılda ürün almaya
başlayıp, 20. yüzyılda başarıııın zirvesine ulaşarak 2 1 . yüzyıla bu
başarı ların ortaya çıkardığı olumsuz sonuçları ciddi anlamda tartı
şır duruma gelmiştir.
27 8
Öncedende belirtilip çeşitl i bakımlardan detaylarıyla tartışıl
d ığı üzere, bu süreçte genelde iki yaklaşım ve metod yarışmıştır.
Bunlar: indirgemeci metot ve pozitivist yaklaşım; ve sağduyucu
metot ve tümcü yaklaşımlardır. Bunların her ikisini de farklı müs
takil bölümlerde ele alıp inceledik. Burada kısaca eğitim analyışı
ve buna koşut olarak pol itikaların bel irlenmesinde sağduyucu me
tot ve tümcü yaklaşımın tarihsel etkinliğine kısaca değinmekte
yarar goruyorum.
•• • •
279
yönelinmiştir. Yani Batı insanı hayat standard ını yükseltecek bilgi
alanlarına yönelip kendisine uygulamada fayda sağlayacak konu
larda derinleşerek artık kendisini de imha edecek bir teknoloj i
ortaya koymuştur.
Günümüz teknoloj i çağı insa11ları ve toplumları korkutucu
derecede beş duyusunu veya fizyoloj isini tatmini esas alan baş
döndürücü bir yarışa sevk etmiştir. Bu yönde izafi etik anlayışı ve
•
280
desinde evrensell iği kucaklamaya hazırlanmış onlarca bilgi ku
rumunun arasında yeni bir oluşumun yeni bir gayretle bell i bir
coğrafi mekanda (Muğla, Sakarya, Denizli, Mersin, K ırıkkale
gibi) veya mekanlarda kurumsallaşma çabasınıı1 ifadesidir.
Yukarıdaki universitenin kısa tanım ve tasvirinden de anla
şılacağı iizere bilgi faal iyeti, bilgiye olan ihtiyacın bilincinde,
iradesinde, ve gayretinde olan bir bilme yolunda veya b i l meklik
eyleınindeki kişi veya kişiler tarafındaıı bilgi araına, araştırma ve
iletme ınekaııında yapılır. Aynı zaıııanda bu ınekaıı evrensel nite
likteki bilgi türleriııde braı1j laşn1aı1 ın da ifadesidir. Şöyle ki, eğer
teorik ve pratik genel bi lginin yi11e geııel şekilde ifadesi söz ko
ııusu ise universite olgusuı1a; şayet bu bilgi genel bilgi içersinde
özel bir bilgi türü ise geııel araştırma ınekanı olan üniversitenin
özel biriminde yani bölümlerinde, özelin özel i söz konusu oldu
ğunda da bölüınlerdeki ana bilim dal larında aranıp taranmasına,
sorulup sorgulanmasına, anlaşılıp anlamlaııdırılmasına, yorumuna
ve eleştirerek üstüne bir şeyler eklemeye karşılık gel ir.
Bilen veya bi lme yolunda olan kişiler tarafından elde edilmek
istenen bilgi, (ne tür bilgi olursa olsun) bir şeyin yaııi bir varlığın,
varlık grubunun (ister var-varlık, ister yok-varlık) lıakkındadır
•
281
yönlendiı ıııesi ve idaresi altında bel l i mekanlar ve zaman birimle
rinde bu ürünlerin bell i metod ve yaklaşımlarıyla ortaya konması
ve kullanımı olgusuna karşılık gelir.
•
ikinci olgu ise bizi birinci dereceden ilgilendiren bir olgu ki,
bu ortaya konan ürünlerin oluşturulması, uygulanımı ve özellikle
dağıtımı aşamasında devreye giren i letişim mekanizmasının kul
lanımıdır.
Eğitim özel uygulama sahası esas alındığında, iletse! bi lginin
elde ediminin şartı olan iletişim mekanizmasını oluşturan öğeler,
yukarıda değindiğimiz gibi : i letenler = öğretenler, bel letenler ve
eğitmenler; ileti (içerikleri her ne ise) = öğreti len veya bel leti len
bi lgi parçacıklarına; ve iletilenler = öğrenenler, eğitilenler, bel leti
lenlere veya i letenler tarafından ileti vasıtasıyla şekillendirilenlere
karşılık gel ir.
Örneğin, sosyoloj ik olguları araştırıp, kavraınlaştırmaya çalı
şıyor isek, buna da sosyoloj i veya sosyolog bilgi faal iyeti diyor ve
bu anlaın ları bilgi parçacıkları olarak bir bütünde sosyoloji bilgi
disiplininde öğrenci i letilenlere transfer edip öğretici veya ileten
sıfatı alıyorsak doğal olarak bizden bekleni len yukarıdaki formü
lün felsefi boyutunu kavramaktır. Bu felsefi kavrama, bizi bi lgiye,
bi lmeye ve bildiğini aktarmakta, başka bir deyişle, bi lginin elde
edilmesinde özgünlüğe ve onun transferi metoduna götürecektir.
Bilgi toplumunu oluşturmanın kesin şartlarından biri olan
universite, bilgi iletimi ve araştırmaları kurumlarının e11 yetkin,
etkin ve üretken olması bekleni len üniversite, i letişim ınekaniz
masının uygulanmasıyla, bilginin i letimi sürecinde ileten eğit
menlerin tiplemeleri söz konusu olduğunda, bu tiplemelerden
devşirilen burada bir d izi i letişim tarzı ile karşı karşıya kalırız:
a-) Özgün, özgür (nevi şahsına munhasır özelliğinden kay
naklanan), aşkın ve yaratıcılığı ilke edinen i lkeli i letim,
b-) Basit taklit, kopya ve ezbere daya l ı görsün lerci, desinlerci
aktarıcılık (teorik veya uygulamalı) veya
c-) Yorum lu veya yamamalı kitabi iletim.
a- şıkkı ''yaratıcı ve üretgen idealizm''e; b- ve c- şıklaı·ı da
ego-merkezli, egonun satışını (''kendini pazarla'' i lkesinden hare
ketle), ego' nun tatminini esas alan ve pragmatizm şeklinde ifade
edebileceğimiz akademisyencil ik oyununa karşılık gelir. Doğal
olarak, i l•etilenler konumunda olan öğrenciler de bu çerçevede
282
şekil lenip: Bu tip kategorilerine ya bilinçli, yaratıcı ve i lkel i öğ
renci i l etilenler olarak; ya da görsünlerci, desinlerci , pragmatist
motivasyonlu ve amaç l ı ''akademisyencil ik oyunu''nun bir temel
figüranı, parçası olarak katıl ırlar.
Malesef, bu i leti aktarıcı lığı tarzlarını sergileyen akademis
yen-iletenler ve alıcı duruınunda olan öğrenci-i l etilenler tipleme
lerini üniversitelerde her bilim dalının ilgili bölmülerinde, özel
likle sosyal bilimlerde tıpkı sosyoloj i ve bünyesinde özgün, özgür
ve l1oşgörülü ilete11 leriı1 yer alması bekleni len felsefe bölümleri
örneklerinde oldtığu gibi, sıklıkla rastlamak mümkündür. Bundan
tabi olarak toplumsal yapı, di.ize11 ve işleyiş bu tiplemelerden ö
zell ikle o lumsuz ola11larından nasibini almaktad ır. B u yüzden de,
bu olumsuzluk topluma da yansımaktadır. Çünkü, bil indiği üzere,
kamu kurum ve kuruluşlar111a ve özel sektöre kalifeye eleman ye
tiştirip göndeı·ınesi bekle11 i len kuruın eğitim kurumları ve bunla
rın başında da üniversiteler gelmektedir.
Sonuçta eğer bir ülkenin üniversiteleri gerçek kimlik ve iş
l evlerini yitirmiş sadece diploma dağıtan merkezler haline dö
nüşmüş ise, hiç çekinmeden o ülkenin ciddi bir çöküntü ve yıkım
sürecine girdiği söylenebilir. Çünkü gerçek uzmanlaşma: profes
yonel leşmeye, hoşgörüye, tevazuya, saygıya, özgünlüğe ve öz
gürlüğe sahip olmaksızın ve etik kaygısı taşımaksızın bilim yapı
lamaz.
Diğer taraftan, sonuç bölümümüzde detaylarına inildiğinde
daha geni ş bir perspektifte görüleceği i.izere, iletişim mekanizma
sının işletiminde: bu meka11izmayı eğitim pol itikaları, ideoloj i leri,
hümanizmaları, plan ve programlar doğrultusunda belirleyen,
yönlendiren, kontrol edip kullanan ve özell i kl e kul landıranları
göz ardı etmemek gerekir. Bu da bizi, bi lginin veya bilgi parçacı
ğının (yine neye i l işkin olursa olsun) iletişim mekanizmasının
işletimi yoluyla eğitim ve öğretim kurumları dikkate alındığında
genel ve özel uygulamalarında teorisyenler ve pratisyenler grupla
rı ayrımına götürür. Çünkü eğitimin, görüldüğü üzere bir kurum
sal yönü vardır. Bu da doğal olarak devlet olgu ve mekanizmasını
d irekt gündeme getirmek demektir.
Devlet mekanizmasını oluşturan, şekil lendiren, yönlendiren
ve işleten devletin bireyleridir. Devlet adı konulmuş, varlığı tanı
nıp, tesci llenmiş özel bir mekana veya coğrafyaya i lişkindir. Dev-
283
Jeti oluşturan bireylere vatandaş, vatandaş topluluğunada o devle
tin toplumu denir. Toplumların asgari ınüşterekleri olmak zorun
dadır (ister bu asgari müşterekler orj inal olsun ister dışardan itl1al
edilmiş olsun) ki, bir toplum diğer toplumlardan bu asgari müşte
reklerin felsefesi, mantığı, mental itesiı1e ve uygulanımına bağlı
olarak özgün ve özgürce ayırabilsin veya ayırt edi lebi lsin.
Batı toplumları söz koı1usu oldtığuı1da bilme eylemi ve kulla
ı1ıını çerçevesinde kendi uygarl ık ve kültürü çevresinde, kendine
özgü ınetod ve yaklaşıınla, kendi asgari müştereklerini şu veya bu
şekilde oltışturmuştur. Bu a11laında Batı, sistematik bir senteze,
tarihi süreçte ulaşıp, kendine özge aına doğru ama ya11lış olarak
değerleı1d irilsin bir hümanizma a11 layışı ve etik'i gel iştirmiştir.
•
284
tarın adı geçen ilgili birimleri) kendi m i l l i ve devlet çıkarları ve
amaçları doğrultusunda Türk m i l leti ve devlet misyonu adına
kendi kültür ideoloj ileri, etikleri ve hümanizmalarını aktaracak
lardır. N itekim aktarmaktadırlar da. Aktarır iken de, bizin1 gibi
topltımları ke11di lerinin ilkel! görüntülerini yansıtan bir ayna ola
rak değerlendirip; kendi lerine yükledikleri üstün, üretgen, aktif,
rasyonel, özgün, özgür, sosyal , aydın, uygar, kültiirlü gerçek in
sa11 sıfatlarıyla ve 11arsist bir iştahayla; bizim gibi topltımları ma
zoşist bir düşii11ce, l1issed iş ve davra11ış düzlenii11e n1al1kuın ede
rek; bize sorına gereği bile duymaksızın bizim ile ke11d i leri11i iste
dikleri konu, konum, zaman, ortam ve tarzlarda tatmin etmekte
d irler.
Sağduyu felsefesi tümcü i letişim bilgi kuramımızın ve
etikinin son uygula111a alanı olaı1 eğitim disiplini11i içeren bu bö
lümüınüzü kapamadan önce diğer uygulama alanlarındaıı olup bu
araştırn1ada özelde ele alınmayan kendi başlarına müstakil bir
araştırma konusu olan psikiyatri, sanat ve matematik gibi meta
iletişim tıygulama alanlarının da var olduğunun altın ı çizınek
gerekir. Örneğin psikiyatri bilgi disiplini ve uygulaması, i letişim
meka11izmasının işletilmesinde mikro (çekirdek, ikil) iletişim
türüne en uygun düşen bir alandır.
Diğer taraftan, ileten-ileti-i letilen üçlüsünün insan varlık tü
rünün fizyoloj ik, akli, irad i, ruhi, duygu, özgliı1, özgür ve aşkı11
yapı özelliğinin dikkate alındığında: sanatın ve ilgi l i dallarının
ürünlerinin ortaya konmasında ve ürünlerine yansısında bu yapı
özelliklerini görmek ve gözlemek mümkün olduğu gerçeğini ha-
••
285
meleridir. Ancak yukarıda da işaret edildiği gibi, kanaatimce bu
sahaların hepsi araştıı·ıııa konumuz çerçevesinde müstakil olarak
ele alınıp incelenmesinde (özellikle sahaların ilgili teorisyen ve
pratisyenleri tarafından) yarar vardır. Biz, bu araştııınada seçi len
uygulama alanları ile giriş ınahiyetinde felsefi bir temel attık.
Böylece de felsefi bir teorinin nasıl pratiğe dökülebileceğini en
azından sağduyu felsefesi tümcü iletişim bilgi kuramıınız örne
ğinde uygulamalı fe lsefe açısından detayları ve gerekçeleriyle
birlikte ortaya koyup göstermeye çal ıştık. Bu yüzden, inceleme
ınizin adını ''İletişim Felsefesine Giriş'' koyduk.
Bundan sonraki süreçte, umulur ki, söz konusu ilgili uygu
lama sahalarındaki ınul1temel i leri adımlar ve b i lgi inşa faal iyet
leri yine bu felsefi zemin esas alınarak veya en azından bu, bir
nevi kaçınılmaz felsefi çerçeve ve temel olarak d ikkate alınarak
atılıp, yapılır. Ve adı da: ''İletişim Felsefesi'' olarak konur.
286
Sonuç
Toplumların Küreselleşme Maceralarına Dair İleri
Sürülecek Olası İletişim Hümanizmalarına Öndeyi
288
B urada masum ''bilim bilim içindir'' söylemine gönde1111e ya
pılıp bunda bir sakınca görülmeyebilir. Bu tür bir yorum eğer sa
mimi ise ancak bilgi üreticileri ve uygulayıcıları için söz konusu
edi lebilir. Ancak aşikar olan gerçek ise, gerçek hayatta bu tür bir
idealist yapı ve anlayışa yer olmadığıdır. Güı1ümüz bilgi toplum
larıı1da bilgi bir amaç olmayıp araçtır. Bu aracın nasıl kullanıp,
paketlenip, kiınlere satılacağını tayin eden aktif resmi veya gayri
•
289
(doğa ve sosyal bilimler) inceleyip gördük. Bu metot ve yaklaşım
tarzıı1ın bizim biriı1cileyin konumuz olan iletişim eyleminde
iletse! bilgi edinmek için i letişim mekanizmasının kitle iletişim
araçları yoluyla ne biçimde, ne ınotivasyon, ne amaç ve ne ı1iyetle
uyguladığıı1ı pozitivist metot, iı1dirgeıneci yaklaşım ve bunların
doğal sontıcu olarak ortaya çıkaı1 pragmatist etik ve hedonist
humanizına; ve bunun alter11atifı ola11 bizim kendi oluşturup yet
kin leştirdiğiıniz sağduyu 111etot ve yaklaşım ıı1, aşkın, etik ve
l1uına11izı11ası örı1ekleı·inde detay larıyla birlikte inceleme altıııa
alıp felsefi sorgtı lamas1111 yaptık.
Soııtıçta, bil iın teınel li l1i.ima11izı11a gerek yapı ve gerek işlevi
açısıı1da11 diğer kültür ve tıygarlık öğeleri11deı1 ınüstaki l bağımsız
olaı1 bir şey değildir. Biliınin kend isi ve i.irüı1leri masum olabilir
a111a ktıl lanıcısı, taşıyıcısı, yönlendiricisi, dağıtıcısı ve ileticisi bu
mastııniyete ınüdahi l olup onları ke11di istek ve aınaçları doğrultu
suııda ktıl lanıp yöı1le11d irmektedir. Bu duı·uın en masum gözüken
biliı11de söz koııusu olduğuna göre, diğer kültür ve tıygarlık öğe
leri (felsefe, din, dil, al1lak, lıuktık, saııat gibi) . çıkışlı
hümanizmalarda veya hümanizma denemelerinde ne şekilde or
taya çıkabileceğini çıkarsamak pek güç olınasa gerek.
Diğer taraftaı1, ''küresel leşıne'' (globalisation) denilen olgu
ı1tıı1 iı1saı1ın lıeın bireysel l1eın de topluınsal lıayatlarının lıer saha
sıı1dakr etkileı·i gözler önündedir. Kürese lleşmeniı1 de içerik ve
işlevini üretken i leten ülkeler grubu belirleyip tayin ettiği gerçeği
ortadadır. Bu belirleme işlemi, insaııl ığın bilgisiııi kullanarak
iletişiın mekanizmasını çalıştırmak suretiyle yapılınaktadır. Bu
mekanizma genel bilgi ve onun (olumlu veya olumsuz tarzlarda)
özel formatlanmış şekl i olan iletse! bi lgiyi ileten konumundaki
ülkelerin istediği şekilde alıcı durumunda olan iletilen ülke lere
maddi ve ınanevi bedeller karşılığıııda taşımaktadır.
Çünkü, bilindiği üzere yeryüzü toplulukları ve toplumları ço
ğunlukla yalın 11alde kalamayıp, insan lık tarihi sürecinde çeşitli
guruplara, bloklara ve birliklere yönelmek ve onlara tabi oln1ak
zorunda kalmışlardır. Bu gurupları, blokları veya birlikleri ancak
baskın ve ileten konumunda olan merkez ülke veya ülkeler ve
yandaşları oluşturabilirler. Bunlara dahil olmak isteyenler veya
kendi leriı1in dah i l etmek istedikleri i letenler veya al ıcılar konu-
290
munda olan toplumlar çeşitli derece farklılığına koşut maddi ve
manevi bedeller ödemek zorundadırlar.
Tabi olmak istemeyenler ve isteyip zafiyet gösterenler bun
larca dışla11mışlardır. Bu dışlamada çeşitli alaı1larda çeşitli amaç
ları gi.i derler. Bu amaçlardan biri de, dışlanmış ülkeleri : kara,
kötü, seviyesiz, barbar ve i lkel gibi göstererek olumsuz karşısında
kendilerini olumlayarak üstün, uygar, rasyonel ve ileten insan gibi
sıfatlaı·la kendi gurtıp, blok veya birl ikleriı1i idol leştiri lmesidir .
•
291
Çoğu tarihte i letenler grubuna dahil olan ama bugün iletilen
ler koı1umuı1daki Doğu toplumları şu dört seçenek şıklarıyla karşı
karşıya olup, buı1lardan birine yönelmek zorundadır. Bunlar:
1-) Lokal seviyede küreselleşmeye başkaldırı;
il-) Teslimiyetçi bir anlayış ile küresel leşmeye yönelim;
111-) Eklektikçi bir a11 )ayış ile küreselleşmeye yönelim: ve
IV -) Küresel !eşmeye karşı evrenselci 1iğe yönelimdir.
Şimdi kısaca bu yöne liın şıklarınıı1 sırasıyla aç ı l ımını yapa
rak kLıraınıı11ıza uygun düşeı1i göstermeye çalışal ım.
292
En güzel olan toplumuma ait olup topl umumu (bizi) yansıtan
varl ıklar (toplum ve fertleri), b i lgiler (bilgi adına bizce ortaya ko-
11an 111addi ve manevi adamlığın bizce ürünleri) ve değerlerdir.
a.) Eyleın Stratej isi: Açık ve doğrudan. Gelsin ler gösterelim.
b.) Söylemi: Ben beni bilirim (veya biz bizi biliriz). Biz.
c.) Aınaçsal ö11celiği: Benim ve baı1a özge ola11 lar esastır.
ç.) Eyleın tarzı : Yalın, direkt ve gereğinde ıneydan okuyucu
d . ) Bi lgi kay11ağı: Öncelikle topluınun kend isidir.
e.) İletişi111 türü: Yerel karakterli doğrudan Aracısız i letişiın.
f.) İletişim kiın l iği: kapalı iletişim çevresi11de etkileşiınde o-
lan iletenler ve ileti le11 topluluğu veya toplumu .
g.) Iletişiın iıı Aınacı: Toplumsal ıni 11 i kiınl iği içselleştirip
•
yükseltme.
ğ.) İı1sa11 tipi: Lokal karakterli doıninaııt, baskııı, riskçi, yalıı1,
kendiı1e giivene11, mağrur, özverili, diğergamcı vesair.
h.) Seçimin bedeli : Lokalitede izole edil ip, eı1 iyimser değer
lendirmede ke11di yağıyla kavrulınaya malıkuııı etmek vesair.
Böyle bir seçim sonuçları bakımından bağıı11sız bir toplum ve
ülke oluşumuna yol açtığı için doğal olarak cazip görülüp, genel
kabu l görmektedir. Bu oluşum sürecinde devlet bütün kurum ve
kuru ltışlarıyla yukarıda karakterize edi le11 maddeleri ön plana
çıkarıp uygulayarak toplum bireylerini milli lik anlayış ve ruhu
çerçevesinde şeki l lendirmeye çalışır. Buııu yaparken toplumsal
tarihinden güç alıp coğrafyasına özel önem atfeder.
Mulıakkak ki l1er normal insan, yi11e normal şartlarda heın
kendi ortaın1 11da, coğrafyasında barış, huzur, dostluk, karş ı l ıklı
güven ve işbirliğini ister hem de başkalarıı11n ortam ve coğrafya
larında. Fakat ınaalesef günümüz dünyasında bu anlayış geçerli
olmadığı gibi, akli safl ık olarak algılanıp yoruınlanmaktadır. Bu
bağlamda diğer bir nokta ise, söz konusu ola11 kavramların içeri
ğini ve dünya barış ve düzenini yeni etiketi ile dünyanın hakimi
olan devletler ve toplumlar kendi amaçları doğrultusunda belirle
mektedirler. Diğer devlet ve toplumlara bu kavramın olgusal açı
l ımını yani uygulamasını yaptıklarında da kendi amaçlarını dik
katle göz önüne almaktadırlar.
Kaldı ki, bu tür baskın i letenler toplumu yeryüzüne siyasi,
idari, coğrafi, askeri, teknik, kültürel düzlemleri11de şekillendiriı·
ken geliştirdikleri bir dizi gereğinde birbirlerin alterııatifı olan
293
projeler dünde üretmişler ve bugün daha teknik seviyelerde üret
meye büyük bir iştah ile devam etmektedirler. Batı toplumlarının
Doğııya karşı kul laııdığı btı stratej ik projelerden biri de insanlık
tarihinin aııa nosyonlarıııdaıı biri olan etıı isiteyi ve milliyetçil iği
(ki, topl umlarda mutedi l ve radikal tarzlarda sergi lenir) ve bunla
rın unsurlarını öıı plaııa çıkararak kendilerine alterııatif olabilecek
veya bu yönde irade gösterebilecek Doğıı 'daki muhteınel bloklaş
ınayı veya bloklaşınış iilkeleri bö lüp parçalamalarıdır. Gereğiııde
bıı stratej ik si lalıı toplum bazıııda, etnik gruplar ve lıatta bölgesel
coğrafi faktörleri giiııdeıııe taşıyarak bir toplumu veya topluınlar
grubunu parçalamada kullanır.
Kısacası, kendileriıı iıı olıışturdukları orkestrayı (Birleşmiş
M i l letler lıatıı·laıısııı) keııdi leri yönettikleri (daimi üyeler) gibi çal
dıkları eserleriıı (BM'ııin kararları) koınposörü de
(teorisyeııler+pratisyeıı leı·) ve orkestran ın enstrüman larııı ı da (di
ğer ülkeler), ses ayarı lıatta dinleyicilerini de (Dü11ya toplumları)
kendi leı·i kendilerince seçmektedirler. Böyle bir orkestra düze
ninde (yeni dünya diizeni) çatlak (çatlaklığın içeriği ve derecesi
de kendileri taraf111da11 belirleııir) sese (mazlum milletlerin kendi
kişilikleriıı i şu veya bu şekilde ortaya koymalarına) yer yoktur.
Tarihi süreçte ağır bir şekilde ama ahlaki ama gayri alılaki
(çoğuıı lukla) formlarda bedelini ödeyeıı Batı'nın baskııı ileten
toplumları dünyayı orgaııize, denetleme, yargılama, sevk ve idare
etıne borazaıılarını öttürebi lmekte ve bu keyfiyeti tabi vazgeçil
mez hakları olarak görmektedirler. Meşruiyeti tartışmaya açık
olan bu haklarını da diğerleriııe devir etmeye hiçte niyetleri yok
tur.
294
Gerçekten teorik ve pratik seviyelerde anlam ifade edip işlev
selleştirilebilecek bir bi lgi varsa, bu b i lgi gerçek anlamda küresel
leşme realitesini bayraklaştırın ış olan küresel grupların, bloklar111
ve birlikte liklerin kültür ve uygarlık adına ortaya koyup insa11lara
su11dtıklarının bilgisidir.
C.) İlkeleşmiş etiksel temel yargı:
Eı1 etkin ve yetkin değer (veya değerler) küresel kültür ve uy
gaı·lığın değerleridir.
D.) İlkeleşıniş estetiksel teınel yargı:
Güzellik adına her ne (veya 11eler) var ise, bunlar kLiresel kLil
tür ve tıygarlığın (sanatta olduğu gibi) ortaya koyduklarıdır.
Aşağıdaki madde içerikleri, ancak başvurulan merkez ileten
ülke ve Lilkeler izi11 verirler ise, gerçeklik ve geçerli l ik kazan ır.
Kısacası merkez ileten topluın (veya topluınlar) grtıbuı1un,
bloktıntın veya birliğinin lütftına bağl ıdır.
a.) Eylem stratejisi: Teslimiyetçi olduklarından her l1a11gi bir
stratej i Yok. Var olan ise; ''aman küstürmeyel i m''
b.) Söylemi: Biz ancak dostlarıın ızla birlikte varolup a11laın
ifade edebiliriz, bu durumun aksisi düşünü lemez.
c.) Amaçsal önceliği: Küresel oluşumda ne pahasına olursa
olsun yer alarak en azından ikinci sınıf i letilen i leten toplum ol
mak.
ç.) Eylem tarzı: Gönül lü olarak etkiye açık iletilenler ve gere
ğinde iletenler adına iş bitirmek. Gönüllü taşeron veya bayilik.
d.) B ilgi Kaynağı : Merkez i leticilerden gelen her türlü bilgi
nin ınerkezin izin verdiği ölçüde işlenip kullanılması.
e.) İ letişim türü: Edilgen i letişim. Merkezden verilen röle gö
re aracılı veya aracısız olabilir.
f.) İ letişim kim l iği : Merkez tarafından sınırları belirlenmiş i
letişim çevresinde etkileşimde olan iletilenler ve bunları i letilenler
toplumu.
g.) İ letişimin Amacı: Merkezin iletilerini çeşitli seviyelerdeki
resmi ve sivil eğitim kurum ve kuruluşları vasıtasıyla kendi top
lumlarının en ücra köşelerine kadar taşımak.
ğ.) İnsan tipi: Uzlaşıcı, her türlü etkiye açık edilgen, ne paha
sına olursa olsun gün kurtarıcı, risk almayan, silik ve kendine gü
veni olmayan, tavizde sınır tanımayan, kompleksli, iknaya açık
aferinci, gereğinde gönül lü iş bitirici vesair.
295
h.) Seçimin bedeli: En iyimser değerlendirmede bedel olarak
ödediği kültürel özgün kaynak ve ürünleri ve özgürlüğüne karşılık
olarak üçiincü sınıf müreffeh bir toplum olma. Verilme oranı ne
olursa olsun, merkez ileten topluınlar grubunun, birliğinin veya
bloktınuı1 dağıttığı pastada payını garantilemektir.
Bu maddelerin içerikleri dikkate alındığında sormak duru
n1tındayız: B ir topluın böyle bir bedel karşıl ığında böyle bir se
çimde buluı1ınası rasyonel ınidir?
Soruya değişik zemi11lerden l1areketle cevaplar verilebilir.
Btıı1larda11 biri bu bölüınü11 başında belirttiğimiz gibi: Artık iyice
açık bir şekilde teoı·i ve uygulamada geı·çekl i k arz eden yeryüzü
nü11 ge11el de alt küınesel oluşumlarını da kapsar bir çerçevede
Doğu ve Batı diye iki B loka bölündüğüdür. Diğer bir gerçekte
toplumlar111 ge11iş a11lamda ekonomik, teknoloj ik, kültürel, sosyal,
idari, coğrafi stratej ik ko11uın ve yapılar111111 zorlamalar111dan do
layı, bu B loklardan biri11e yönelme il1tiyacı ve refleksidiı·. Başka
bir deyişle, nlerkez blok ülkeler taraf111da11 edilge11 alıcı topluın
lara veya ülkelere tayin edilen alt ve üst toplumsal kimliklerin
bedel ler karş ı lığında dikte edi l ip, onların böyle bir seçime zor
la111n ışlard ı r.
Doğal olarak böyle bir dayatma ve seçim ile karşı karşıya ka
lan toplum ve topluınlar111 önünde dört tane çıkış kapısı vardır.
Btıı1lardan ilkini11 (lokal karşı çıkış) ve ikincisinin (teslimiyetçi
yö11el iın) geı1el karakteristiğini gördük. Üçüncü (eklektikçi veya
sentezc i yönelim) ve dördüncüsüne (evre11selci karşı çıkış) ise bi
razdan aşağıda değineceğiz.
Fakat bu aşamada biz yukarıda soru çerçevesinde öncelikle
ilgilendiren i kinci ve üçüncü yönelim kapısıdır. Küresel blok
laşına gerçeği ve dikteci etkisi karşısında eğer bir toplum veya
ülke tesliıniyetçi bir zihniyet ile bu bloka yöneliyorsa, doğal ola
rak olumlu olumsuz bedellerine kabul edip boyun eğerek gereğini
yapmak zorundadır. Eğer bu teslimiyetçilik rasyonel bir irade
sontıcunda ortaya çıkmış ise, denilecek bir şey yoktur. Çünkü
normal insan i şartlarda başlangıç ve sonuçları bakımlarından ister
oluınluda ister olumsuzda tezahür etmiş olsu11, bu tür bir iradi
seçiın olmaksızın l1erhangi bir konuda herhangi bir eylem ortaya
konamaz. Tesl imiyetçi bir eylem etki altında sergilenen gönüllü
veya gönülsüz eylemdir. Tam yetkin iradi eyleme karşılık gelmez.
296
Bu açıdan bakıldığında eylemin anormal türü olan ''güdü lenmiş
bir davranış'' örneği olarak nitele11ebi l ir.
Diğer taraftan böyle bir seçim iradesi ve eylemi rasyonel ze
m inde dikte11i11 bili11ci11de olup, pazarl ıkçı bir aı1layışla eklekçi
veya sentezci bir yaklaşımla sergi lenebilir. Bu sergilemedeki ana
motivasyon bilim ve i letişim si lal1 1nın (gücünün) ideal seviyede
iı1sa11 lığ111 ortak ınal ı olınasına rağmeı1 yerküreye hükmeden küre
sel meı·kezi güçleri11 tekeliııde oldtığuııdan bize düşeı1 bu tekelci
lere ke11di topluınsal kü lti.irel kiml ikleriııde ıni.i111kün olduğunca az
taviz vererek bir Doğtı ve Batı senteziııe tılaşma amacını gerçek
leştirmektir.
Şiındi merkez küresel grup, blok veya birl iklerin bilginiı1 lıer
alan111daki etkin gi.içleri11i11 şuuı·uııda olup, bu şuurla onlara yakla
şıldığı göre, bu eklektikçi veya sentezci iradi yönelin1 i11 çeşitli ba
kıınlarda11 l1areketle kısaca açıkla111as111ı yaparak ne kadar iradi ve
rasyoı1el olduğu11u gösterıneye çal ışal1111 .
297
tarın, blokların ve birlikteliklerin tekel inde toplanmıştır. Öyleyse
bilgi beı1im toplumumun ve onların ortaya koyduklarının toplamı
dır. Bu toplamda bilginin gücü ve etkinliği dikkate alındığında
benim katkım daha çok olmal ıdır. Bu da ortak mesaiyi gerektir
mektedir.
C.) İlkesel leşmiş etiksel temel yargı:
En etkin ve yetkin değerler küresel kültür ve uygarlığa kat
kıda bulunan toplumlarıı1 ortaya koydukları ortak değerlerdir ki,
bu değerlerde beniın topluınumun da katkısı vardır ve bu katkı lar
artırılmal ıdır .
D.) I lkesel leşmiş estetiksel temel yargı:
•
Güze l l ik adına her ne (veya neler) var ise, buı1lar küresel kül
tür ve uygarlığıı1 sa11atına katkıda bulunan toplumların ortaya
koydukları ortak estetiksel eserlerdir, bu eserlerde benim toplu
mumtıı1 da katkısı vardır ve bu katkılar artırı lmalıdır.
Yine ytıkarıda ifade edildiği gibi, burada da aşağıdaki madde
içerikleri, aı1cak başvurulan merkez ileten ülke ve ülkeler izin ve
rirler ise, gerçeklik ve geçerli l ik kazan ır. Kısacası merkez ileten
toplum (veya toplumlar) grubunun, blokunun veya birliğinin
lütfuna bağlıdır.
a.) Eylem stratejisi: Dürüst olalırn ki, dürüst olsunlar. Gere
ğinde açık oynamaya zorlama.
b.) Söylemi: Birlikte kavgasızca varolalım.
c.) Amaçsal önceliği: Küresel oluşumda mümkün olduğunca
kendi özgünlüğü ve özgürlüğü ile yer almak.
ç.) Eylem tarzı: Bilinçlice etkiye açık iletilenler ve gereğinde
bir ilke dahilinde iletenler adına iş görmek. Rasyonel taşeron veya
bayil ik.
d.) B i lgi Kaynağı: Merkez i leticilerden gelen her türlü bilgi
nin merkezin izin verdiği ölçüde işlenip kullanılması. Bu kulla
nımda yer yer ''biz'' veya ''bizim'' demeye çalışma.
e.) İ letişim türü: Rasyonel, edilgen ve karma iletişim. Mer
kezden verilen röle göre aracılı veya arac ısız olabilir. Yer yer
kendini gö�teı·ıııe gayreti.
f.) İ letişim kimliği: Merkez tarafından sınırları belirlenmiş i
letişin1 çevresinde etkileşimde olan i letilenler ve bunları iletilenler
toplumu. Yarı i leten; iletirken iletilen, iletil irken ileten olmaya
çalışma.
298
g.) İ letişimin Amacı: Merkezin iletilerini çeşitli seviyelerdeki
resmi ve sivil eğitim kurum ve kurul uşları vasıtasıyla kendi top
l tımlarının en ücra köşelerine kadar kendi toplumsal motiflerini
de ön plana çıkarmaya çalışarak taşımak.
ğ.) İnsan tipi : Sentezci, eklektik, rasyonel uzlaşıcı, pazarlıkçı,
seçici, etkiye açık edilgen, bedel ödemeye açık, kurtarıcı, kont
rol lü ı·isk alan, kapasitesi dahi linde kendine güvenen, rasyonel
tavizci ve pragınatist, gerek gördüğünde gönülli.i iş bitirici vesair.
11 .) Seçiıniı1 bedel i : Eı1 iyimser değerlendirınede bedel ol arak
öded iği kültürel özgiin kaynak ve i.irünleri ve özgürli.iğüne karş ı l ık
olarak üçüncü sı11ıf ıni.ireffeh bir toplum alına. Verilme oranı ı1e
oltırsa ols11ı1, ınerkez ileten toplumlar grubunu11, birliğiı1iı1 veya
blok1111uı1 dağıttığı pastada payını rasyonel çerçevede garanti le
ı11ektir. Bedel biliı1ci vardır.
Giiı1i.iıni.i z Doğu topl 1ımların ıı1 merkezi güçler karşısındaki
duı·u111 larıı1a baktığımızda, maalesef btı yönelim ve seçimde orta
cılık veya sentezcilik, eklektikçi tavır söz konusu olamamaktad ır.
Yaı1i, l1eın Doğulu orij i ı1al kimliğimizi koruyalım, hem de Batıl ı
olalım anlayışı ve yaklaşımı teori de mümkün olsa da günümüz
deki dünya devletleri ve aralarındaki i lişkiler dikkate alındığında
pratikte yürüıneyeceği açıktır. Örnek olarak uzağa gitmeye gerek
yok ülkemiziı1 yakın tarihteki macerası hatırlansın yeter.
Bu açıklığa rağmen bu güne kadar anlamayan ülke ve devlet
lere, yönetici ve yönlendirici devletler, yeri geldiğinde talepçi
devlet ve ülkelere geçmiş tarih, kültür ve uygarlık çevrelerini,
kiml iklerini A' daı1 Z'ye kadar hatırlatarak birinci elden açıklayıp
anlatmaktadırlar. Bu tarihi, kültürel, siyasi ve ekonomik brifing
deki ortaya koyduğu iletinin ana teması:
''Biz Batılı ların (Avrupa Birliğinin Türkiye'nin üyelik başvu
rusuna karşı tutumu ve beyanatları hatırlansın) asgari müşterekleri
ile siz Doğuluları11 (ister kabul edin bu sıfatı ister kabul etmeyin)
asgari müşterekleri uyuşmadığı gibi birbiriyle ciddi bir şekilde
zıtlaşmaktadırlar (ama farkındasınız ama değilsiniz). Sonuçta, siz
bizim standart Batı tiplememize uymadığınız gibi aykırı düşmek
tesiniz de. Bizim de aykırı, standart dışı tiplerle bu anlamda işi
miz de, i lişkimiz de olamaz. Fakat, diğer yandan, bu tür bir talep
l e bizim Dünya idarecisi, yönlendiricisi, uygar, kültürlü, hüma
nist, sosyal, akı lcı, i lerici ve bilimci l iğimizi tasvip ve tesci l ed ip
299
bizi tatmin ettiğiniz için gereğinde yanınızdayız ve bu anlamda da
varl ığınıza ihtiyacımız var demektedirler. Değil mi ki, bir şey zıttı
ile kaimdir.''
Ortacı, sentezci, eklektik tavrın bir ciddi sakıncası da Dünya
dinamikleri değiştiğinde bu ruh l1aleti ile Doğu'ya yö11elirseniz
orada da (şayet, şimdide, böyle müstakil 11evi şahsına mü11hasır
bir Doğu blokıı varsa) yerinizi bulamadığınız gibi kabulde göre
mezsi11iz. Seçimi11izi ya taın Batı yöııüııde Batıl ıca yapacaksıııız
ki, bu Doğu topluınları için keııdiııi iııkar demektir. Ve bugün
Batı ' n ı ıı Doğu i.ilkeleriı1e hatırlatıp öııenıle i.izerinde durduğu ııok
ta budur. Ya da geçı11işiııize, köki.i ııi.ize, gerçek kimlrk ve ki
şiliğin ize dönüp eşyan ııı kantıııu gereği bir Doğu lu olarak Doğu
ceplıesiııde yerinizi lider o laı·ak alı11aııızdır ki, tarihi birikiıniııiz
buna el vermektedir.
300
ile ne tür bir katkıda (veya katkılarda) bulunduğu, bulunmakta
olduğu ve bulunacağının her yönden dökümünü yapıp, kendi do
ğal akışında nasıl şeki l lenmişse bu şekil lenmen in iç ve dış dina
mikleri11i tespit edip bütüncü ve kapsamlı bir sistematiğe bağla
yıp, anlamla11dırıp, adlandırıp, aktarı lmasından geçer.
Btı süreci, biz, insanın ke11di taril1inde yine kendisini (kendi
toplumsal varlığını Doğu Batı kültür ve uygarl ık tarihinde ve coğ
rafi çevresiı1de) arama, aı1lama ve adlaı1dırma süreci olarak kısaca
ifade edebiliriz. Böyle ge11iş kapsam lı hüına11izına11111 insan a11 la
yışı fizyolojik yönü11ü ihmal etmemek şartıyla iı1sa11111 aşkın (akl i,
iradi, duygu ve rul1i) yö11ünü ön plana çıkarıp bu yöı1de bir insan
ve insanlar; toplum ve toplumlar; ve sonuçta da dünya veya dün
yalı i11sa11 tipleı11esi yapmak durumundadır.
Böyle bir alternatif seçimin aci liyetinin lüzumu gerekçele
riyle birlikte görınek isteyenler için açıkça ortadadır. Btıgü11 insa-
11 111 medeni, kiiltiirlü, sosyal, rasyonel ve bil imci sıfatlar1111 ve
etiketleri11i gerçek insanı yapı özellik ve güzell ikleri11i yok etıne
pahas1 11a elde edip yapay kişilik ve kiınl iklere biirü11mesi ve in
saı1i yönü11ü sadece sanatta (sinemada) kurgular yoluyla dışa vu
rup kendini tatmin etmesi. Başka bir ifadeyle yapayın doğala veya
sal1tenin gerçekl iğe yetkin ve etkin bir şeki lde teoride de pratikte
de baskın çıkınası. Çizginin (çizgi fi l im kal1ramanları), resmi11 ve
görüntünün (hangi form ve tarzlarda olurlarsa olsun) gerçekl iğe
geride ve gölgede bırakmasıdır.
Medeni insanın kendi yaratısı ve ilahl ığının tescili olarak gör
düğü kültür uygarlık öğe ve ürünlerine bakarak kendi11e tanrılık
atfederken, asl ında kendi eksikliği (hayvani hatta kimi zaman
hayvandan da daha aşağı olan fizyoloj isi) ve fazlalığını (fizyoloji
sine baskın öze l likte olan ve kendine insan adam, adem dedirtti
ren akli, ruhi, duygu yönü) onda (bu iki yönünü kendi yaratısında
barışık ve anlamlı kılma çabasının nesnel yönü ve bu yönün yine
kendisine olan etkisi) bulup kimi zaman (belki de çoğu zaman)
ad ını koyamasa da genelde var olmak veya var edilmek sırrını
çözmeye çalışırken uyuşturucu, alkol ve sanat yoluyla yapay mut
l u luklar, mekanlar, zamanlar, durumlar, tatminler, cennetler oluş
turmaları.
Tarih boyunca insanlar, çeşitli derece farklılıklarıyla kendi le
rini ön plana çıkarma, gösteı·ıııe, pazarlama, paketleme, satma ve
301
makyaj lama ihtiyacını hissetmişlerdir. Bu uğurda kendi lerine
gereğinde pazara satışa sunulmalarına engel olabilecek fizyoloj ik
kusurların giderilmesi için diyete, plastik cerrahiye, yapı, kişilik
ve karakter bozukluklarını gizleyecek çeşitli ısmarlama, ithal
maskeler, koııuşma ve vucud dili kullanım kılavuzları, gereğinde
mürebbiyeler getirttirerek, gereğinde kendileri bunlarııı imal yer
lerine gidip gönüllü işçi olarak çalışmışlardır. Hatta böyle bir
aıılayış ve bu aıı layıştaıı kayııaklanan aşağı lık duygusu soııucu
yakııı tarilıte ''daınızlık erkek itlıal i''ıı i bile güııdeıııe getirilıııiştir.
Polyaııa tatlı limoıı yaklaşımıyla insan buııdan doğal ııe ola
bilir, şayet iıısaıılar bu yolla keııd ileriııi ınutlu ediyorlarsa di
yebil ir. Bir bakııııa bu değerleııdirıne bireysel seviyede iıısan ııı
ayııa karşısıııdaki keııdi keııd iyle olaıı iletişiıni söz koııusu oldu
ğuııda doğrtı olaı·ak niteleııebil ir. Fakat, pazar ve satış deııildiğiııe
göre burada sosyal lıayattaki çoğu l iletişinı söz koııusu olsa gerek.
Btırada doğru olınayaıı veya öııeıııle dikkate alınınası gerekeıı
şey, kend ileriııi, uygarlık, kültiirlülük, biliınse lci lik, sosya ll ik,
rasyonellik, münevverlik, uzmaıı l ık ve tecriibe adıııa ediııdikleri
bilgi feri başkalarına i letirkeıı iletiye yükledikleri içerik, an lam,
yoruın, ve i letim tarzıdır.
Yaııi masuın iletsel bir bilgi parçacığı (ileti) bu tür bir anlayış
ve yaklaşımııı doğal iirüııü olaıı iıısanın elinde bilinçli bir oytıııcak
olup, gerçek içerik ve anlamından bil inçli olarak önceden bel irle
ııen amaçlar doğrultustında saptırılıp kul laııılınası telıl ikesidir.
Evet, doğrudur, güze l l ik, cazibe, makam, mevki, para bir giiç kay
nağı olabi lir. Fakat, öte yandan, bütün bunların kul laıııını ve elde
edimi ancak bilgi ve ona sahip olmak ve kullanımıyla ınümkün
dür. Yani bilgi, araçlar üstü araç ve güçler üstü bir güçtür.
Bu çalışman ın da ortaya koyduğu gibi, insan bilgisi anal iz e
dildiğinde çoğunu iletişim mekanizmasının işleti lmesiyle elde
edilen i letsel bilgi oluşturur. Sonuçta bu motivasyonlu, amaçlı in
san tiplerinin bu mekanizmayı bu tarzda işletimleriııin ne demek
olduğuııu ortaya koyduğu kanaatindeyim. Bu ııoktayı bir adım
daha ileri götürel im. Düşünün ki, bir toplum yukarıda portresi çi
zilen insan tipleri tarafından oluşturulup yönetiliyor. Sonuç ne
olurdu acaba?
İşte bu araştırmanın temel amaçlarından biri de bu tür bir so
ruya cevap vermek idi ve ilgili bölüm ve konu larda gerekçeleriyle
302
birlikte veııııeye çal ıştık. Araştıııııamızda pozitivist metot, indir
gemeci yaklaşım, pragmatist etik ve hedonist hümanizması ile
Batı kültür ve uygarlık çevresinin bugünkü konumuna geldiğini
eleştirel bir şeki lde ortaya koydtık.
Peki Doğu kültür ve uygarlık çevresi bu yarışta yerini Batının
düştüğü ciddi problematik çıkınazlara düşmeden ııasıl bir alterna
tif kii ltür ve uygarl ık ınetodu ve yaklaşıını oluşturarak yarışta
tekrar yeriı1i alabilir ıni? Alabiliı· ise, l1a11gi zeın inde? Nasıl?
Şimdi bu sorulaı·ın cevabı111 aşağıdaki ınadde içerikleriıniz
vasıtasıyla genel çerçevede kı saca vermeye çal ışalım .
•
lıktır.
İnsan, madde ve ma11a örgü lii birbiriı1i tüınleye11 iki! yapılı
özel bir varlıktır .
•
Iı1san, ınaddi yönüyle en, boy ve derinlik alanına ait olup, za-
man ve mekanla kayıtlı olup, dii11yalı bir varlıktır.
İnsan, mana yönüyle aşkı11 alana ait ol up, zaman ve meka111
aşabilen öteli bir varlıktır.
İnsan, toplumsal özellikli olup, gerçek aıılamda bir toplulukta
ve toplumda varlığını sergileye11dir .
•
303
İnsanın kendisi de kompleks bir ileti yumağıdır.
Fakat insan yapı, donanım potansiyeli ve yetenekleri gereği
varlıklar içerisinde heın ileten hem de ileti len olan bizim bildiği
miz tek varlıktır.
•
304
•
305
realist tutumun tipik örneği olarak geçmişte kalmaklık olarak
değerlendiri lebilir.
Cevaben, araştırmanın ta başından buraya kadar yazı lan şey
leri 11atırlatmayacağım. Bütün bu tespitlerden sonra, sadece yakın
geçmişte yeryüzünde olan olayları hatırlamaya davet ederek, aşi
ı1a oldtıklarını düşüı1düğüm bir kaç tespitte bulunacağım:
Evet, ''2 1 . yi.izyı 1 ' Değişme Çağı' olarak tarihe geçip, bu de
ğişiındeı1 doğal olarak ' iletişim ınekaı1izınası ' na işlerlik kazaı1-
dıraı1 ' ileten ', ' i leti' ve ' iletilen' de ılasibini alacaktır'' değerlendi
ri lınesi yapı labilir. Aına buradaki değişiınin genel hayati karakte
ristiği gözden kaçırı lmamalıdır.
Araştırınaı11 ız bize gösterdi ki, teknoloj i merkezlerine sal1ip
Batı ülkeleri değişirkeı1: ' vereı1 (ileten) el, alan ( i letilen) elden üs
tündür' anlayışıı1ı keı1di tarzlarında faydacı bir histeriyle, sadistçe,
gayri i11sanı forınlarda sergi leyip; bu değişimi geçmişleri ni göz
önüne alıp; hatta Aı11erika ve eski Sovyetler Birliği ör11eklerinde
olduğu gibi, yapay bir geçıniş (taril1) oluşturarak; Dünya'ya ve
Gök'e dair i leriye yönelik uzun ve kısa vadeli proj eksiyonlar yap
maktadırlar (Rusya' 11 ıı1 duruın unda yapmaktaydı lar).
Oysa bunlar teknoloj ik ürünleriı1i diğer uydu alıcı ülkelere
pazarlar iken, onlara ilericil ik, uygarlık, bilimsellik, çağdaşlık, in
sancılık, refah, mutluluk, barış, sosyal lik, rasyonellik, liberallik,
demokratl ık, sekularite ve aydınlık adına geçmişlerini sistematik
bir metot ile unutturmaya çalışmaktadırlar. Bu yönde çeşitl i se
naryolar yazıp hedef ülkelerde ama resmi ama sivil lokal bayi leri
nin veya taşeronlarıı1 yardımlarıyla sahneye koymaktadırlar. Bu
oyunun esas oğlanı (baş aktörü) Medya ve İmajoloj idir. Oyunda
kul lanılan repliklere gelince onları şöylece sıralayabiliriz:
''Haydiii, koşuuun ! 'Yeni Dünya Düzeni' treni kalkıyooooor''
''Her türlü Ham Madde, Dil, Din, Düşünce, Gelenek, Göre
nek, Kimlik, Kişil ik, Bireyler, Toplumlar ve Ülke ler karşılığında
bilet kesi lir."
''Pahada malın ne kadar çoksa, Trende yerin (her ne kadar bi
rinci mevki olmasa da, ki olamaz) o kadar geniş, rahat ve havadar
olur."
''Biz dostlarımızı yalnız bırakmayız, yeter ki, siz bizi madden
manen (onların anladığı anlamda) istediğimiz zaman, mekan ve
tarzda tatmin edin."
306
''Gök'e ve yerdeki Gökçülere karşı savaş ilan edildi, Dünya
l ılar Sam Amca ve Müttefiklerinin size ihtiyacı var (Uncle Sam
Needs You)''
'''Öküz öldü ortaklık bitti' , ayrıca 'yeterince tatmin olup, sı
kıldık sizden ' . Bu yüzde11 bize 'bir fincan kal1veni11 kırk yıl hatırı
var' duygusal maı1tığıyla gelmeyi11iz. O a11cak Brezilya'da veya
Yemen' de mümkün olabilir."
Şiirsel söyleınlerine gelince, ona dair de şöyle bir örnek vere-
biliriz:
'''Yurtta sulh, cihanda sulh' ha;
Ben karar veririm ona;
İtaat et bana;
Vaah, vah deme sonra;
B ildiriyeyiın düşmanını dostunu sa11a;
Bulaınayıın yoksa seni kana;
Bayrağındaki ala bir baksana;
Şel1itler kanı diyorsun ona;
Heınen yazarım seni teroristler arasına;
•
Unut geçmişi, al akl ını başına;
iç Beyaz Saray ve Avrupa patentl i şarapları kana kaı1a;
Boşuna mı ürettik onları, baksana markasına;
Ne gam, inlesin Gök, çatlasın Dünya;
Çı11, çın, yarasın dostum hem bana hem sana;
Tabi, bir de Yeni Dünya düzeni ve barış ına ... "
307
sağduyusunu; vicdanını; inancını; kimliğini; kişiliğini; kendili
ğini; söylemlerini; eylemlerini; iradesini; ve akl ını hiç çekinme
den dürüstçe ve doğruca hem kendisi, hem insanl ık, hem de bütün
mahl ukat için evrensel zeminde içtenlikle ortaya koyanlara.
3 l18
EK- 1 •
309
g.) Rasyonel sağduyuculuğun veya konvensiyonalist yaklaşı
mın bir kez daha ortaya çıkması .
ğ.) Tümcü bir yaklaşımın gereğine olan inancın farkına varı l
ması ve teori lere geri dönüş.
ı . ) Modern veya Yeııiçağ felsefesi rasyoııalite anlayışını11 20.
yüzyılda ınoderııizın sonrasıı1da (postınodernizm süreciı1de) eleş
tirisi ve alterııatif arayışlar .
işte Haberınas ''i letişimse! eylem teorisini'' ileri sürürken
•
310
Bu maddelerden hareketle Habeı·ıııas' ı n nasıl bir i letişim teo
risi geliştirebileceği veya bu teorinin hangi beklentilere cevap ve
rebileceğinin kaba bir ön kestirimini yapı labi lir. Şimdi biz bu ön
kestirimler yapmaktan ziyade teorinin kendisinin takdi m ve anali-
••
31 1
bağıntıyı bir yandan üstkuramsal bir düzleme taşırken, diğer taraf
tan bugün kullanılan sosyoloj ik eylem kavramlarının rasyonellik
içeriklerini göstermeye çalışma; ve
iV-) Aynı zamanda metodoloj ik düzlem içersinde, sosyoloj i
ni11 nesnel alaı1ı11a anlam anlayıcı yaklaşımların beı1zer içerme
lerle sonuçla11dığını göstererek bir nihai bir sonuca, yani toplum
sal rasyo11al ite teınel l i bir iletişiınsel eyleın kuram111a, ulaşı lması
aşaınalar1111 içerir. (Habermas, 200 1 : s; 3 1 )
Böyle bir argüına11tasyo11 taslağ1111n gerçekleştirilmesi için,
rasyonalite11iı1 toplumbiliınsel zemininde analiz edilerek kapsaın lı
bir sonuca ıılaşn1a çabası, ffabeı·ınas'a göre, bize ''i letişimse( ey
len1 kuram ı11a gereksi11iın in1izin olduğuı1u gösterecektir." Bu sü
reçte, yukarıda da işaret ettiğiıniz gibi, Habermas Alman sosyal
biliıncileri ve felsefe gele11eği11de zaınaı1 111a kadar ulaşan motifler
ile keı1di zaınan1 11111 ınotifleri11i11 bir harınanlamasını yapmaya
çalışmıştır.
Anal1tar kel iıne olarak kııl lan ıp, onun analiz sürecinde ilkin
tü111evarımsal yaklaşıını kıı lla111naktadır. Sonra Weber, Durkheiın
ve Marks örı1ekleri11de taril1e geri adımlarla yolcııluk yaparak,
şiındiye tekrar tüındeı1gel iınsel dö11üşler yaparak bir karşı laştır
mada bulunup, kendi anlad ığı rasyo11al ite çerçevesinde iletişimse)
eylem kuramını temelle11dirmeye çal ışır. Argümanlarının bu
metodik yüzü dikkate alındığında biziın tümcü yaklaşım adını
verdiğimiz yaklaşımı ku l lanmaktadır. Bu kul lanımın her ne kadar
bizim anlad ığımız şekilde ad ını koy111asa da, sağduyucu metot ve
tümeli yaklaşımın işlevsel özelliklerinin bilincinde gözükür ki, bu
tespitimizin i l eride aç ılımını yapacağız.
Habeı·ıııas rasyonellik veya rasyonalite kavramının takdimi
sürecinde onun bilgi ile olan varsayımsal bağından söz eder. Son
ra rasyonelitenin bi lgiye sahip olmaktan ziyade, ''konuşma ve
eyleme yetisi olan öznelerin bilgiyi nasıl edindiğiyle ve nasıl kul
landığıyla i lgisi''ni Anglo-Sakson ve Anglo-Amerikan analitikçi
gelenekte yetişıniş olan ''sıradan dil felsefesi''nin temsilcilerinin
görüşlerinden yararlanarak açıklama yoluna gider. Bu bağlamda,
Ryle ve Carr ör11eklerinde, eylemle i l işki leri bakımlarından
''know-how (genel uygulama bilgisi )'' ve ''know-that (neyin bilin
diğinin bilgisi) dönüştürülebilir)'' değerlendirmesini yapar.
312
Rasyonalite merkezli bu ön değerlendiı ıııede Haberıııas, dil
açısından işlevsel özneler göz önüne alındığında bize:
a-) ''Bilgiye sahip olan kişiler'' (iletenler demek istiyor) ve
b-) ''Bilgiyi cisimleştiren simgesel anlatımlar'' (ileti bileşen
leri) olmak üzere iki inceleme ala111 önerir.
Bunlardan dilsel ve dilsel olmayan, iletişimse( ve i letişimse(
olmayan eylemler, ona göre, az ya da çok rasyonel olabil ir. Sonra
Habermas, bu ikil i ayrım çerçevesinde şu genel iki soruyu sorar
ki, bunlar onun ileri sürdüğü kompleks kuraın ının kaba çerçeve
sine karşılık gel ir: Kişi leriı1 bel l i bir konumda ' rasyonel' davran-
111aları ne anlama gelir? Kişilerin anlatıınlar111111 ' rasyo11el' olarak
kabul edil mesi ne demektir?
Habermas bizim önerdiğimiz sağduyu meı·kezli tümcü yakla
şıın ve 111etoduınuzu11 gereğini bu sorulara cevap veri l irken geliş
tirilecek olan argümantasyon ma11tığından söz ederken kendi çer
çevesi11de ortaya koyar. Haklı olarak, o, artık günümiizde filozof
ve sosyal bil imcilerin ''biçimsel mantıkta olduğu gibi anlamsal
biriınler (tümceler) arasındaki tümde11geli ın li bağla11tılara deği l,
aı·gümaı1 ların oluşturduğu pragmatik biriınler (söz eylemleri)
aras111daki içsel, tümdengelimli olınayan ilişkilerle bağlantılı''
olabileceği görüşlerini i leri sürdüklerini söyler. Bu yüzden artık,
önceki bölümümüzde de belirttiğimiz gibi, ''biçimsel olmayan
ınantık'' adıyla klasik metot ve yaklaşımlara alternatif fikirlerin
gündeme getirildiği tespitinde bulunur. (Habermas, 200 1 : s; 4 7)
''Rasyo11el'' deyimi11in yukarıdaki söz konusu edilen iki a
la11da rehber olarak kullanmaya çal ışan Haberınas, bu kavram
bireyselci, tarihsel olmayan yapısından dolayı sosyoloj ik bir ince
leme için pek de kullanışlı olmadığının bilincindedir. Bu nedenle,
o, tek tek kişilerin rasyonel l iğinin yargılama durumunda bile şu
ya da bu anlatıma başvuııııanın yeterli olmayacağını söyler ki,
ileride bu görüşünden geri adım atarak, Anglo-Sakson ve Anglo
Amerikan örneklerinde sergilendiği üzere, bu tür başvuruların
fenemenoloj ik açıklamalardan daha yetkin ve gerekl i olduğunu
söyleyecektir.
Haberınas bu zorluğu aşmak için, kendisine tikel ve tümel
düzlemlerde olmak üzere, bireylerin ve toplumların yaşama ev
renlerine psikoanalitik bir yaklaşımla nasıl rasyonel leştirildiğinin
i letişimse! etylem kuramı çerçevesinde nasıl açıklanabileceğini
313
''yaşama evreninin bireyler ve guruplar için rasyonel eylem yöne
l i mlerini olanaklı kılan yap ılarını'' incelemenşin gereğinden söz
eder. Sonra bu incelemeyi sonraya bırakarak, öncel ikle ''sosyal
grupların arka plandaki bilgilerini yansıtan ve onlara eylem yöne
limleri11in çeşitliliği içinde bir bağıntı güvenceleyen kültürel yo
rumlama dizgelerine ya da dünya iıngelerine'' yönelme ihtiyacını
hisseder.
Ontın bu yöı1elimden aınacı, ilki11 ''böyle bir dü11ya iıngesini
paylaşan kiınselerin yaşaınlar1 111 rasyo11el bir biçimde sürdürebil
mesi11in ola11aklı alınası için eylem yö11 le11dirici dü11ya imgeleri-
11in yapılarıı1 111 yerine getirmesi gereke11 koştı lları'' araştırmaktır.
Başka bir deyişle, 011un bu araştır111ası, sağduyu do11anıınlı bilin
çaltları a11la111 düzleınlerine toplumsal ve bireysel seviyelerde
giriş yapmayı içeriı·. Nitekiın ona göre, Batılı dünya bi leşke teri
mi11den aı1laşı la11 şeyi, ''öı1ük olarak bir evrensellik iddiası11a bağ
Ja11maktadır''. Fakat ileı·i sürüle11 evrensel lik iddiasın111 ö11emini
görmek için onu ınitsel dünya aı1laınasıyla karşı laştırınak gerekti
ği ka11aati11dedir. Çünkü, mitler bugünkü anlaındaki rasyo
nelleşıne11 i11 dış111dadır. Bu anlaında moderinete11 iı1 karşıtıd ır.
(Habermas, 200 1 : s; 69-70)
Bu bağlaında, Habermas, mitsel ve moder11 dünya a11laınala
rını11 çeşitli ayıt edici özell iklerini: Goldelier' in mitsel dünya an
Jan1asının yapıları ve nesne alanları arasında farklı laşına ile dün
yalar arasındaki farklı laşmalarının karşıtlığını; Wiı1ch görüşleri
çerçevesinde Britanya'da sergilenen evrenselci görüş lehine ve
aleyhine dair yapılan rasyonel lik tartışınası; ve dünya imgelerinin
Piaget' in yaşama evreni kavramı bağlamında tespit ve değerlen
dirmesini yaparak geçici çerçevede ortaya koymaya çal ış ır. Sonra
Habermas, bu altyapıdan hareketle, dört sosyoloj ik eylem kavra
mında eyleınin dünyayla ilişkileri ve rasyonellik görünümlerinin
incelemesine gerçer ki, bu incelemenin değerlendirmesine geç
meden önce burada bir tespit yapmanın yararl ı olacağı kaı1aatin
deyim.
Habermas' ın gözden kaçırmaması gereken bir sorunu11 bu
rada altının çizilmesi gerekir. Peki, modernitenin ve
postmodernitenin mitlerine karşı nasıl bir tavır alınacaktır? Çağ
daşlarıyla birlikte moderniteyi çeşitl i bakımlardan eleştiren
Habermas, diğerleri gibi her şeyi katıcı eleştirerek bi lgiyi ve bilgi
314
hamalını çaresiz bir durumda bırakmaz. Aksine o, kendince
rasyonalite ve i letişimsel eylem kuramını devreye sokarak, akı l ın
yine akı l tarafından doğrultulacağı anlayışını sergiler. Nitekim,
ona göre: ''Dünya i mgel erinin rasyonelliği mantıksal veya anlam
sal öze l l iklere göre deği l, dü11yalar1111 yortımlamalrı için bireylerin
hizmeti11e sundukları temel kavramlara göre ölçül ür. Felsefe için
de bu kavrama karşılık gele11 ve heın sosyal ve öznel dünyayla
hem de nesnel dünyayla bağıntıyı kapsayan bir kavraın kurulma
ınıştır. Haberınas 'a göre işte btı bağı11tıyı ktıracak olan iletişimsel
eyleın kuramı olmalıd ır." (1-labermas, 200 1 : s; 7 1 )
Öte ya11daı1, 11e yazık ki, keı1disi de, felsefi spekülatif alanda
l1er felsefi ve sosyal teori11in durumu11da olduğu gibi, kuramının
geliştirilınesi çabası boyu11ca kendi tarzında sergilediği yasak
bölge ve yasakçı sekülar aı1layışında11 dolayı çel işkil i bir açmaza
dLişınede11 kurtulaınaz. Bu açaınaz111 çeşitli sebepleri vardır. Ben
ce Haberınas ın çelişkisi ke11disi11i bu 11oktada gösterir. Çünkü
gerçek anlamda tekil iı1sa11 ve gı·u plarında11, çoğtıl insan ve grup
larına geçiş yapamaınaktadır. O'da Batı felsefe geleneğindeki
çoğtı diğer düşünür gibi, bütü11cül bir sistem olan insan doğasının
nesnel yö11ü11ü ö11 pla11a çıkarıp empirik alandaki incelemeeri11
konusu edinip, aksini ortaya koymaya niyetle11mesine rağmen
içinden çıktığı gele11eği aşamayarak insa111 bütüncülük söylemine
rağmen parçada bir dizi spekülasyonlar zinciriyle boğmaktadır.
•
315
Sonra Habermas savının ilk bölümünde sosyal bilimlerde ku
ram oluşturma açısından önem kazanan dört eylem kavramının
gen iş anlamda 'ontoloj ik' varsayımlarını açıklayarak
temellendirmek ister: Bu kavramların rasyonelliğe ilişkin içer
meleri ni her birinde varsayılan aktör ile dünya arasındaki i lişkiler
açısıııdan çözümleme çabasına giriş ir. ( Habermas, 200 1 ; s; 1 O 1 -2)
Fakat böyle bir denemeye kendince Popper üç dünya kura
ın ını ortaya atarak girişmiştir ve bu kuramı Jarvie uygulama ala
ııına taşımıştır ki, Habermas keııdi kuraınının oluşumunda bun
lardan ciddi aıılamda yararlanmıştır. Nitekim diğer sosyoloj ik
eylem kuramlarının serimiııi yapmadan öııce Popper' ın bu üç
düııyayı ayrıınını ele alarak diğer kLıram ların aktör-düııya il işki
leı·i kavramlarıyla çözümleınesiııde zeınin olarak kullanır. Bu
kul laııımdan amacı, iletişimse! eyleın kavraınıııı geçici bir bi
çimde ortaya koymasını sağlamaktır. •• •
316
Ve bu sorunları çözmek için yeni kuramlar uydururuz.
(Habeııııas, 200 1 ; s; 1 03-4)
Böylece bu üçüncü dünya, dünyalar arası etkileşime ve bu
dünyanın b i lişsel olarak daraltışmış olması iki özelliğini gösterir.
Popper' a göre, birinci dünya ile ikinci dünya, ikinci dünya i le
üçüncü dü11ya arasında doğrudan bir alışveriş vardır. Buna karşı
lık biri11ci dünya ile üçi.iııcü dünya ancak ikinci dünya aracıl ığıyla
etki leşimde olur. Bu da iki temel empirist görüşi.in inkar edilmesi
anlaınıııa ge lir. Bir yanda i.i çüncü dünyanın kendi likleri öznel
tiniıı zihiıısel duruınlarına, yani yaııi ikinci dünyanııı kendi likle
riııe dair aıılatıın biçimlerine ind irgeneınez; öte ya11da11 biriııci ve
ikinci dü11ya11 111 keııd i 1 ikleri arasındaki ilişkiler sadece, birinci
di.i 11yanı 11 ke11di l ikleri arası11daki içiıı geçerli olan nedensel mo
dele göı·e kavı·anamazlar. Popper hem nesnel tinin psikolojist
kavran ışıııa, lıem de öznel tinin fızikselci kavranışına kapıları
kapatıyor. (Habermas, 200 1 ; s; 1 06-7)
Poppeı·' iıı üç ayrı düı1yalar kuramını eleştirel bir şeki lde tak
dimini yapan Habeı·mas, ı·asyonal iteyi birinci derecede önem ver
medikleri iddas111da bultıııdtığu teleoloj ik, norınatif ve
dramatürjük eyleın ınodel lerin i11 takdim ve eleştirisine geçiş yapar
ki, birazdan göreceğimiz gibi, gerçekte tıpkı Popper' in üç ayrı
dünyalar kuram ında yaptığı gibi, ke11di eklektik teorisinin oluşuın
sürecinde kuramı11 kul lanım alanına onların motiflerini taşır.
Bu üç eyleın kavramının açıklamasından sonra, Habermas,
bunların dil ile olan bağıntısını kurarak genel bir değerlendirınele
rini yapar. Ona göre, bu üç eylem kuramının her biri ortak bir dil
düzleminde rasyoııel leştirip ortaya çıksalar da dili kendi anlayış
ları merkezinde tek taraflı belirleyip kullanırlar. Oysa, kendisinin
i leri siirdüğü i letişimse! eylem model i dili daraltılmamış bir anla
tım model i olarak tasarlıyor iken : aynı zamanda, ''konuşucu ve
dinleyici ortak dtırum tanımları hakkında görüşebilmek için önce
den yorumlanmış yaşama evrenlerinin ufkundan, eşzaman l ı ola
rak, nesnel, sosyal ve öznel dünyada bir şeyle i lişki kurulmasın ı''
amaçlamaktadır. (Habermas, 200 1 ; s; 1 22)
Schutze örneğinden hareketle Habeı ıııas, i letişimse! eylem
kuramının d iğerlerinden farkl ı olarak ortaya konan yorumlamacı
dil tasarımı, biçimsel bir pragmatik kuı ıııa yolundaki çeşitli ça
balarının ana itici motoru olarak görür. Birazdan değineceğimiz
317
üzere, onun amacı ortak, bütüııleyici ve kapsam l ı bir i letişim teo
risi ortaya koymaktır ama kendi kuramıda diğer teorilere dair
yaptığı eleştirilerden doğal olarak kendine düşeni al ır. Oysa, diğer
üç eylem teorisinin dil tasarımının tekyanl ı l ığı, bu tasarımların
her birinin seçtiği iletişim tipi, onların iletişimse! eyleıni nasıl
kendi çıkış ııoktaları çerçevesinde sınırladıklarını da göstermek
tedir.
Habermas'a göre, bu teorilerin tek yaıı l ı i leşiı11sel eyleme sı
nır çizen amaçları şu şeki lde sıralanabil ir: Bu teorilerden birincisi
yalnızca kendi amaçlar111ı gerçekleştirmeyi gözetenlerin dolaylı
anlaşması; iki11cisi var olan bir normatif anlaşnıayı sadece güı1-
celleştiren görüş birliğine dayal ı eyleıni; ve üçü11cüsü izleyicilerle
bağlantı l ı kendini sal1neleme durumlarını içermektedir. Kısacası,
bu kuramlarda iletişin1sel eylem pratiği söz koı1usu olduğuı1da,
11er defasında dilin yalnızca bir işlevi söz konusu edi liyor. Prati
ğin sonucunda elde edi len ise: ''Etkisözsel etkilerin etkilerin u
yandırılması, kişilerarası i lişkilerin kurulması ve ya,şantıların
dışavurulması''durum duruınlarıdır. ( Habermas, 200 1 ; s; 1 23)
Öte yandan, burada Habermas kuramlar alanına giren her te
ori felsefenin veya spekülasyonun doğası gereği kendi terminolo
jisini ortaya koyar, hatta bu sistem veya teori ler evrensellik iddia
sında bulunsalar bile. Bu çerçeveye Habermas' ın kendi iletişimse!
eylem kuramı da dahil edi lebi l ir. Evet, bu üç eylem teorisinin
bel l i anahtar öğeleri ön plana çıkarması doğru ve son derece ta
biidir. Hatta bunların eksik, kapsamı dar teoriler olarak ta değer
lendiııııek mümkündür. Fakat doğal olınayan Habermas'ın bu
öğelerden bağımsız bütüncü ve kapsaml ı bir i letişim eyleminin
ortaya konabi l eceği yanlış izlenimini uyandıııııasıdır. Bu öğeleri
dikkate almayan hiç bir teori bütü11cülük iddiasında bulunamaz.
Bulunursa, Habeı·ıııas' ın durumunda olduğu gibi, teorisyen ciddi
bir yanl ışa düşer ki, nitekim Haberıııas kuramının nihai değerlen
diı·ıııesini yaparken bu yanlışın fark111da olduğu izlenimini verir.
Habeııııas'ın bu teorilere dair eleştirileri daha ziyade eylem
öznesi olan eyleyenin aktif zihinsel forınatlarının açı l ımının bir
değerlendirilmesi olarak ele alınmal ıdır. Bunlar bir nevi eyleyenin
yapı potansiyelini eylemin ontoloj ik zemininde i letişim bağla
mında dışavurumu olarak değerlendirilebil ir. Habeı ıııas' ın da
eylemin hem bireysel hem de toplumsal zeminde rasyonalite
318
merkezl i olarak araştırılması sürecinde bu noktayı gözönünde
tuttuğu kanaatindeyim.
Habeı·111as incelemesinin ikinci aşamasında ise, özne merkezli
işlevsel eylem formatların epistemoloj ik zeminde çözümleme
sinde sıradan dil felsefesi temsilcileri ve Gadamer' in görüşlerin
den yarala11arak kuram ının oluşum sürecinde bir ileri adım daha
atmayı planlar. Bu çözümlemer aynı zamanda ileti11in ratsiyo
dilsel çözümleınelerine karşılık gelir. Popper' in üç anlam düzle
ıniı1de de yararlaı1an Habermas, bu çözümleıneleri kendi kuraın ı-
11111 geçerli l iğine bir 11evi şahit tutar. Diğer eylem kuramlarının tek
tarafl ı ve eksiklikliğine karşın, ona göre: ''Mead' in siıngesel etki
leşimcil iğine, Wittgenstein ' ın dil oyunları tasarıınına, Austin'in
dil ediıni kuramına ve Gadamer' in yorumbi lgisine dayaı1an sosyal
bil imsel gelenekleri bel irleyen i letişimse] eylem modeli, d i lin tüm
işlevlerini eşit ölçüde göz önünde bulunduruyor." ( Haberınas,
2002: s; 1 28)
Çüı1kü, yine Habermas'a göre, teorik ayrım dünyalarını
Popper' daıı alan ''iletişimse! eylem nesnel, sosyal ve özı1el dünya
lar arasıı1daki uyumu veya bütünselliği yakalamal ıdır." Ayrıca
bence yaıılış olaı1 şu vurguyu yapma ihtiyacını l1isseder: ''yan lış
anlaınaları ö11len1ek için, i letişimsel eylem modelinin, eylemi
i letişimle eş tutmadığını yinelemem gerekiyor''. ( Habermas,
2002: s; 1 29) Bence böyle bir ayrım ve son derece yapaydır. Çün
kü, biz diğer bölümlerimizin içeriklerinden de bil iyoruz ki, bir
eylem (davran ış değil) insanın diğer insanlara hatta keı1disine
karşı varlığını hem bireysel hem de toplumsal seviyelerde ileti
şimsel bağlamda ortaya koymasıdır.
Öyleyse, eylemin kendisi başlı başına bir iletişimdir. Bu nok
talar d ikkate alındığında bir ''iletişimsel eylem'' ifadesinden söz
edemeyiz. Eğer böyle bir adlandırmadan Habermas' ın maksatı
eylemin toplumsal yönüne veya insanın toplumsallaşma, rasyo
nel leşme ve uygarlaşmasına vurgu yaparak toplumsal bir i letişi
min teorik yapısını oluşturup, buna da ''toplumsal i letişim'' demek
istiyor ise, öncel ikle genel eylem kavraını ile iletişim arasındaki
zorunlu i lişkiyi hem bireysel hem de toplumsal seviyelerde analiz
etmek durumundadır. Her ne kadar Habermas bu tür bir çaba için
deyse de, toplumun bireyler bileşkesi o lmasına rağmen bireyi
i kinci p lana itip, bileşik yapı olan toplumu ön plana çıkaı ıııaktadır
319
ki, bu durumda izafi öze l l iğe sahip olan toplumsal bileşkede bile
şenler işlevlerini yitirmektedir.
Oysa, böyle bir analiz de yasakçı Batı felsefesi geleneği dı
şına çıkarak (ama onu yok sayarak değil) ancak insanın yapısına,
aktif ve pasif yapı donanım larına, yetilerine ciddi anlamda spekü
latif bir yo lcu luğa çıkınak ile mümkündür. Yani, öncelikle genel
olan insanı11 biyo-ontolojik; ratsiyo-ontolojik ve psiko-ontolojik
yapı düzlemlerine bireysel ve toplumsal seviyelerde içebakış ve
dışabakış yö11teınleri11i kul la11arak genel bir insan resmi çizmek
gerekir. Bu da üç şekilde:
1 -) Iı1sa11a taril1sel bir yolculuk yapma;
•
320
ifadesidir. Kişiler eylemleri vasıtasıyla düşüncelerini, psikoloj ik
durumlarını dışa vurur ve eylem her zaman ve her durumda ama
direkt ama dolaylı bir şeye ilişkindir. Bir eylemin sonucu eyleye
nini bağlar. Yine felsefede sıklıkla karşılanan teori uğruna gerçek
l iği kurban etme bilinç l i veya bilinçsiz bir çabanın tipik örneğidir.
B u çabanın nitelik ve n icelikçe büyük olması bu durumu değiştir
mez veya yanlışı meşrulaştıramaz. Fakat burada hemen belirtelim
ki, Habermas bu eleştirilerin farkında olduğu izlenimini verir. Bu
yüzden birazdan göreceğimiz iizere, Habermas 'ta sağduyu veya
sağduyucu anlayış adın ı koymasa da, baskın çıkar.
Nitekim, Haberınas toplumsal bir iletişiın kuraını oluşturma
çabasından dolayı, sosyoloj i taril1 inin figürleri11e, özellikle Weber,
Marks, Durkheim'a teorisinin oluşuınu sürecinde Batı toplumla-••
321
tarı); Frege, Wittgenstein, Davidson, Dummett (anlambilim ku
ramcıları); ve Carnap, Peirce ve Morri s ' in (pragmatist gösterge
kuramcıların) görüşlerinden yararlanır.
Şeyleşme olarak rasyonelleşme başlığı altında Lukacs'tan
Adorno'ya kadar olan süreçte Batı Marksist gelenekte Weber'in
söz-eyleıni, yaşama evrenlerinin rasyonelleşmesi karşısında ey
lem dizgelerinin artan kaotik yapısı çerçevesinde neo-Marksist bir
yaklaşıınla değerleı1dirmesini yaparak şu tür bir tespitte bulu11ur:
''Son 011 yıl111 topluındilbil imseın, etnodilbil imsel ve
ruhdilbilimsel inceleınelerinin birbirine yakınlaştıkları bir nokta
varsa, o da konuşucularııı ve dinleyeı1lerin kendi belirtik sözcele
ı·i11i11 yoruınlayışlarını büyük ölçüde ortak arka plaıı ve bağlam
bi lgisinin bel irlendiğine i lişkin, çok yöıı lü bir biçimde gösteri len
bilgidir." (Habermas, 200 1 : s; 354)
Habeı·ınas bu tespiti kalkış noktası yaparak, yaşaı11a evrenleri
arasıııda (gerek bireysel gerekse özell ikle toplumsal seviyelerde)
söz-edimlerin anlam dizgeleri arasıı1da bir koordinasyontııı gerek
li l iğiı1den söz edip, buııu ancak i letişiınsel eyleın kuraın ıııın sağla
yabileceği tezi11i ileri sürerke11 eyle111-çözümleyici ktıramların
işlevini bu kez görmezden gel meyip, aksine onu çekiı·dek temel
kuram olaı·ak takdi m eder. Ona göre: ''Koordiııe edilıniş eyle
ıniı1 gerekl i oluşu, toplumda belirli bir iletişim gereksi11in1i üretir;
eğer gereksiııiınlerin doyurulması aınacıyla eylemleri11 etki11 bir
koordinasyonun olanıklı olması gerekiyorsa, bu i letişiın gereksi-
11 imi de karşılanmak zorundadır. Eylem koordinasyonu mekaniz
ması olarak di lsel anlaşmayı ilgi alanının odağına koya11 bir ileti
şimsel eylem kuramı için, çözümsel felsefe çekirdek disipl iı1i olan
i mlem kuramıyla, düpedüz ümit verici bir bağlantı noktası oluştu
rur." (Habermas, 200 1 : s; 346-53)
İşte bu aşamada sağduyucu Habermas ile karşı karşıya ge li
riz. Kendi kuramı dışında tutup, eleştirdiği eyleın kuramlarının
rasyonel görünümlerini tek yanl ı eksik bulaıı Habermas, bu açığın
kapatı lma yol larından biri olarak içselleş·tirilmiş bilginin rolüııe
yeter derecede ilginin gösterilmesinde bulur. Bu da ancak günde
lik yaşam eylemelerinden e lde di len bilgilerinin sökün edi lmesi
ile müınkü11 olur. Habermas' a göre: ''Anlaşmaya yönelmiş eylem
kavramının bütünüyle başka bir yararı da, ortaklaşa yoruınlama
süreçlerine arka plandan giren bu art alanda içerilen bilgiyi ay-
322
dınlatmasıdır. İletişimse! eylem, iletişime katılanların art alanın-
•
323
bilen insanın bilmek için yöne ldiği varl ıkların ontoloj ik konum
ları bakımlarından da ilkesel bağlamda bir fark yoktur.
Öyleyse, özneler, toplumlar ve kültürler arasındaki bilgi spe
külasyonlarındaki ciddi hatta çoğu zaman birbirini çelen farkl ılaş
malar, aykırıl ıklar ve çelişkiler nereden kaynaklanıp, nasıl ortaya
çıkmaktadırlar? İşte önceki bölümlerimizde de belirttiğimiz gibi,
genel olarak A vrupada Kant, Anglo-Sakson ve Anglo-Amerikan
çevrelerinde Hume ve Reid sonrasında düşünce tarihinde kırıl
ınalar oldu ama genel çizgi ama doğrudan ama dolaylı hep bu üç
fi lozof çerçevesinde şekillendi. Örneğiıı Reid Platon'dan başla
yıp, Avrupa' da Descartes üzerinden Britanya' da Hobbes, Locke,
Berkeley ve özellikle Hunıe düşüncesinde yıkıcılıkta zirveye ulaş
tırılaıı idealist ve empirist geleneği sağduyu çağırıyordu. Reid' i
okumadığı bel li olan veya okuduysa aıılamak istemediği ortada
olan Kaııt, Huıne sonrasıııda Avrupa' da ayıı ı daveti kendi tarzında
yapıyordu.
Düşünce tarihinde 20. yüzyılın ilk çeyreğinde başlayıp, ikinci
düııya savaşından sonra ge lişip, yüzyılın soıı çeyreğinde zirvesine
ulaşan bilginin içerik, yaklaşım, metot ve soııuçları bakımlarından
değerlendirilip, söylem ile eylem arasındaki bağın bireysel, top
lumsal ve uygarlıklar seviyelerinde ktırulmasını içeren diğer bir
kırı lma noktasının çeşitl i işlevsel görüııti.i leri olmuştur. Bunlar:
fenomenoloj izm, varolmakta oluşçuluk, Viyana çevresi, Frankfurt
okulu, sıradan d i l felsefesi, lıermenötikizm, pragmatizm ve bu
yansımalardan nasibini alan çeşitl i eylem teorileri olarak sıralana
bilir.
Böyle bir bilgi kültürü ortamında bulunan Habermas, bilgiyi
eleştirirken ortaya teoriler koyan anlayış ve uygulamadan etkilen
miştir. Bölümümüzün başında da belirttiğimiz gibi, toplumbi lim
sel motifleri ön plana çıkarsa da, o, hemen hemen ihtiyaç duydu
ğunda yukarıda söz ed ilen düşünce okullarının görüşlerini kul
lanmıştır. İşte bunlardan biri de, her ne kadar Habermas dile ge
tirınese de, kendisinin ''çözümleyici eylem teorileri'' adını verdiği
ve kökenini 1 8. yüzyılda Reid' in sağduyucu epistemoloj isi ve
eylem felsefesinden alan ''sıradan d i l felsefesi'' akımıdır. Gele
neksel bağlamda, Victor Cousin, Reid' in Schopenhaur ve Hegel
üzerine olan Avrupa'daki etkileri dikkate alınırsa bu durum ola
ğanlaşır.
324
Ayrıca, bu etkiden nasibini almasında Anglo-Sakson ve
Anglo-Amerikan çevrelerindeki sıradan dil felsefesi temsilcileri
i le olan kontağının da ciddi katkısı vard ır. Nitekim, incelemesini
yaptığımız eserinin Dipnotunda şunları yazar: ''Berkel ey' de 1 980
i lkbal1ar yarıyılında J. Searle ve H. Dreyfus'un yönettiği
''Background Knowledge'' seminerlerinden yeni fikirler aldım.
Yaşama evrensel alt alanının yapısını anlamak için, bağlam mo
deline yönlenmiş dil çözümsel denemeler, bana görüngübil imsel
olarak yapı lan yeı1iden yapılandırma deı1emelerinden daha ümit
verici görünüyor." Bu dipnotu Haberınas, neyi, nasıl bileceğiz
(''know-how'' ve ''know-that'' ayrımı tartışmaları) bağlamında
düşer." (Habeııııas, 200 1 : s; 663-64)
Şiındi bu tespitlerimizi de dikkate alarak, Habermas, fi lozof
ların yukarıda değiı1diğimiz temel örtük bilgilerle (ki, onlar ger
çekte sağduyunun ilkesel temel bilgileri) uğraştıklarını belirterek
G. E. Moore'a, Wittgenstein 'a, A. Schütz'e ve Searle'e göndeııııe
yaparak bir dizi değerlendirmelerde bulunur. Bunları şu şekilde
s ıralayabiliriz:
1-) ''Bu tür örtük temel bilgiler G. E. Moore'un ilgi lendiği ve
Wittgenstein' ın düşünseınelerinde ilişki kurduğu sağduyu kesin
l ikleri biçiminde kendini gösterir."
il-) Wittgenstein bu kesinlikleri, dünya imgelerimizin bile
şen leri olarak görüp, özelliklerini genelde şöylece ifade eder:
a-) Bu bileşenler, ''tüm sorularımda ve yanıtlarıında öyle
sine sağlama alınmışlardır ki, onlara dokunamam."; ve
b-) ''Bu temel kanı lar dizgesini betimleyebileceğimden
değil. Ama benim kanıların bir dizge, bir bina oluşturur."
III-) ''Wittgenstein' ın, gündelik yaşamdakf art alan kabulleri
ve becerileri dognıatizmini karakterize edişi, A. Schütz'ün ya-
-
şama evrenin düşünseme öncesi art alan olarak var olduğu doğal-
l ık kipinin karakterize edişine benzer.".
IV-) ''Searle, gündelik yaşamda işlev gören dünya imgesinin
bu katmanını, bir dinleyicinin söz edimlerinin imlemini anlaması
ve i letişimse! eylemde bulunması için bilmesi gereken arka plan
olarak değerlendirir."
Habeı·ıııas'a göre, bu tür bir değerlendiııne kişiyi (iletileni),
''kuramcının söz eylemlerini kuşku sözcesiyle nesnel, toplumsal
ve öznel dünyadaki bir şeyle i lişki kuran konuşucunun bakış açı-
325
sıyla çözümlediği süreci gizli kalan bir sahaya yöneltir." B iz bu
sahayı ileteni11 bilinçaltı sahası diye ifade edebildiğimiz gibi, top
lulukların, toplumların, kurum ve kuruluşların, kültür ve uygarlık
çevrelerinin bilinçaltlarından da söz edebiliriz.
Bu biliı1çaltlarını öznel, nesnel ve kültürel dünyalarla i leti
şimse! eyleın bağlaın ında koordine etme çabas111da olan
Habermas, iletişim tarafları birbirleriyle bir şey hakkında anlaş
masını sağlayan yaşama evre11 inin bağlam oluşturan ufku esas
al ındığında, ''görüş alan ı eylem kuramından toplumu kuramına
bağlantı kurulacak 11oktaların belirginleşebileceği biçimde geniş
ler'' iddias111da bulunur. Çünkü, ona göre : toplum kavram ı, ileti
şimse! eylem kavramını bütünleyen bir yaşama evreni kavramıyla
birleştirilmelidir.
Burada Haberınas'a sormak durumundayız: Peki, toplum
kavramı ile iletişiınsel eyleın kavraınının rasyonel çerçevede bü
tünleyen bir yaşaına evreni kavramıyla hangi gerekçelerden hare
ketle nasıl birleştirebil iriz? Blı tür ınuhtemel soruya Habermas
cevabının aç ıl ıın ını da aşağıda maddele11e11 aşaınalardan geçirerek
yapmaya çalışır:
1-) Öncelikle, ''yaşan1a evrenin anlaşmaya yönlenmiş ey
lemde bulunan öz11elerin kendi ortak durum tanımlarının teme
linde yatan üç dünya ile il işkisi''nin açıklanması gerekir ki, bu
açıklama sürecinde Popper' in üç dünya veya evren ayrımından
yararlanır.
il-) ''İletişimse! eylemde bağlam olarak mevcut bir yaşama
evreni kavramı, görüngübilimsel yaşama evreni çözümlemeleri
nin ışığında geliştiri lip, Durkheim' ın kollektif bilinç kavramıyla
ilişkilendirilebilir.''
111-) ''Anlayıcı sosyoloj ide kullanılan yaşama evreni kavram
ları, öncel ikle tarihsel olayların ve toplumsal ilişkilerin anlatısal
betimlenişine dayanan gündelik yaşam kavramlarına dayandırı
l ır."
iV-) ''İletişimse) eylemin, yapısal olarak farklılaşmış bir ya
şama evrenin korunması için üstlendiği işlevlerin incelenişi, bu
ufuktan uzaklaşır. Bu işlevler sayesinde, yaşama evreninin rasyo
nelleştirilmesinin zorunlu koşulları açıklanabilir."
V-) ''Bu açıklama sırasında toplumu yaşama evreniyle özdeş
leştiren kuramsal yaklaşımların sınırlarına takılırız. Bu yüzden
326
top lumu eşzamanlı olarak dizge ve yaşama evreni biçiminde kav
ramak'' gerekir. (Habermas, 200 1 : s; 55 1 -52)
Ayrıca, Habermas, kitabının VII. Bölümünde (Talcot
Parsoı1s: Topltıın Kuramının Kuruluş Soru11ları), normatif eylem
kuraı11 111daı1 topluma geçişe dair dizge kuram ınıı1 oltışturulma
sürecinde ( 1 93 7 ' den itibaren) çeşitli tespitlerde buluı1ur. Aynı
zamanda, Habermas, bu süreçte elde edilen bulguları Parsons' ıı1
kuramıyla karşılaştırıp, kültür, toplu111 ve kişilik bağlan1larında
eylem koordinasyonları ve bu koordinasyoı1 larda kullanılan d iz
gelerin aşamalı açıklaınalarını yapar. Btıı1lar111 soı1ucuı1da, o, mo
derı1lik kuramı çerçevesi11de yaşaına evreniı1in rasyo11elleştirilme
si11i i letişimse( eylem bağlaınında ye11ideı1 kurınaya çalışır.
''Yaşama evreni11 in yapılarıyla i lgileı1diği sürece, l1 iç kimse-
11iı1 keyfi olarak kul lanaınayacağı bir art alan bilgisini açıklamak
zorundadır."
I-) ''Yaşama evreı1i, sıradaı1 i11sa11a olduğu gibi kuraıncıya da,
öncelikle onun kendi yaşama evreni olarak ve paı·adoks bir bi
çiınde ''verilmiştir''.
Il-) ''Onuı1 sayesinde birlikte yaşad ığım ız, birbirimizle ey
lemde bulunduğumuz ya da konuştuğu111uz yaşaına evreninin ön
aı1laşı lınasının ya da sezgisel bilgisini11 kipi, dal1a önce gördüğü
müz gibi, herhangi bir şeyin belirtik bi lgisiı1i11 türüyle tuhaf bir
karşıtlık oluşturur."
•
327
VII-) ''Her gün üzerinde durduğumuz ve yürüdüğümüz ze
mini sarsılmaz zannettiğimizi, bize ancak bir deprem gösterebilir.
Böyle durumlarda art alan bilgi sinin sadece küçük bir kesiti bel i r
sizleşir, karıııaşık geleneklerden, dayanışmacı i lişkilerden ve tela
fı lerden d ışalınır." (Habermas, 200 1 : s; 859)
Vlll-) ''Sorunsallaşmış bir durum hakkında anlaşmamız için
nesnel bir neden bulunduğunda, art alan bilgisi, sadece parça par
ça, belirtik bir bilgiye dönüştürülür." (Habermas, 200 1 : s; 859)
IX-) ''Kültürel gelenekle, sosyal bütünleşmeyle ve bireylerin
toplumsallaştırılmasıyla ilgilenen bilimler için ö11eınli bir
yöı1tembi lgisel sonuç çıkar." (Habermas, 200 1 : s; 859)
X-) ''Pragmatizm ve yorumbi lgisel felsefe, kartezyen kuşku
nun olanakl ıl ığından kuşku duyduklarında, her biri keı1di tarzında,
bu sonucu görmüşlerdir." (Habermas, 200 1 : s; 859)
XI-) ''Bir yaşama evreninin mat kendi liği11den anlaşılırlığı i
çinde görüngü bilimci11in bakışındaı1 kaçması ya da ke11dini bu
bakışa açınası, kuraınsal bir tutuınun seçimi11e bağlı değildir..
''
328
Kaynakça ve Önerilen Eserler
1998.
Santayana, G. "Scepticism and Animal Faith", Dover Publications, New
York, USA - 1955.
Skınner, Q. (Editör) "Çağdaş Temel Kuramlar", Çev. A. Çiğdem, Vadi
Yayınlan, 2. Basım, 1997.
Sanhan, H. l. "Teknoloji Yönetimi", Alcatel, lstanbul - 1998.
Said, E. 'Oryantalizm' adlı kitabında, çev. S. Ayaz, üç. bas., pınar yay.,
lstanbul, 1991.
Strawson, "Meaning and Truıh, Logico-linguistic Papers, Oxford, 1970.
Sinanoğlu, S. "Türk Humanizmi", Ankara, 1988.
''Social Studies: Curriculum Resource Handbook", ed. by D. W. Cheeck,
New York, 1992.
Şahin, N "Bilim Kültür ve Öğretim Dili Olarak T ÜRKÇE" adlı T TK basımı
kitapta "'Dil ile Zihin işleyişinin Etkileşimi", s; l 83-5, TTK Basımı. Ankara,
1978.
Togan, A. Z. V., "Tarihte Usul", lstanbul, 1985.,
Toprak, M. "Güney Doğu Anadolu'nun Sosyo-Külıürel Yapısı ve Ortaya
Çıkardığı Sorunlar", Yayınlanmamış Mastır Tezi, lzmir, 1996.
Thomson; M. "Who Knows?", Journal of Philosophy, 1971.
''The Naıure of Knowledge'', New Jersey, 1982.
Tehinalp, Ş "Elektronik Kitle iletişim ve Değişim", Beta bas., lstanbul,
1990,
Türhhahraman, M. " Political Socialization in Turkey: A Study in History
and Politics", Unpublished Master T hesis, Bristol, U. K., 199 l.
Türher; E. ile yapılan söyleşi, Muğla, 1997.
''Tarih Eğilimi ve Tarihle 'Ôıehi' S o runu '', 2. Uluslararası Tarih Kongresi,
lstanbul, 8-10 Haziran 1995, Tarih Vakfı Yurt Yay ınları, lstanbul - l 998.
''Türhiye 1. Eğilim Felsefesi Kongresi'', 5-8 Ekim 1994, Org. N. Tozlu, Yan.
Uğur; A "Keşfedilmemiş Kıta", iletişim yay., lstanbul, 1991.
Vendler; Z "Telling the Facts", in French, Ueling and Wettstein (eds)
Conteırıporary Perspecıives in ıhe Philosophy of Language, p;223.
Welıon, D. A. And Mallan, ). T. "Children and T heir World", sixth ed.,
Houghton Mifflin Company, USA - 1999.
Wıııgensleın, L "The Blue and Brown Book", Oxford, 1958.
''A Dicıionary of Philosophy'', ed. A. FLEW, London, 1979.
Walsh, M. ). "A History of Philosophy". London, 1985.
•
birey - F elsefe
• Aforizmalar
F N ietzsclıe
• Bilginin Arkeolojisi
MiLlıel Fcıucault§
• Psikoloji ve Ruhsal Hastalık
MiLhel Fcıucaulı
• Yapısalcılık ve Post Yapısalcılık
Miclıel Fouca u l t
• Metafizik Nedir?
G. Marshal, Bergscın, R . Gueııon
• lslam Felsefesine Giriş
Dr. Mulısin G e rviyan i
• Felsefi Tasavvuf
Dr. Muhammed Akil
•Albert Camus ve Başkaldırma Felse fesi
Doç. Dr. Ali Osman Gündoğan
• Sağduyu Eylem Felsefesi
Dı: H. Mustafa Açıköz
• Güç istenci
F Nietzsche
• Felsefede Bir Çıraklık- Gilles Deleuze
Michael Hardı
• Fil ozofların Tutarsızlığı- Tehafüt'ül- Felasife
Gazali
• Düşünmede Doğru Yöntem
Gazal i
• f Nietzsche Hayatı ve Felsefesi
Ahmet Nebil - Baha Tevfik- Memduh Süleyman
• Deleuze ve Guattari
Rcınald Bcıue
---- b i r e y y a y ı n c ı l ı k ---
Sosyal Bilimler
• Afaroz'dan Diyalog'a
Roger Garaudy
• Sosyal Antropoloji
E. Evans Pritchard
İletişim-Medya
• Medyatik Türkiye
Kenan A k ı n