Professional Documents
Culture Documents
Paul Auster'in Postmodern Pikaroları
Paul Auster'in Postmodern Pikaroları
EGE ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
AMERİKAN KÜLTÜRÜ VE EDEBİYATI
ANABİLİM DALI
Özge SEVEN
İZMİR-2007
Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğüne sunduğum “Paul Auster’ın
Postmodern Pikaroları” adlı yüksek lisans tezinin tarafımdan bilimsel, ahlak ve normlara
Özge SEVEN
İÇİNDEKİLER
Teşekkür............................................................................................................................ i
Giriş ....................................................................................................................................1
Sonuç ..............................................................................................................................103
Kaynakça .......................................................................................................................107
TEŞEKKÜR
Önderliğini, desteğini ve başarılı bir tez yazacağıma dair inancını her zaman
tamamladığım çok değerli tez danışmanım Yard. Doç. Dr. Seçil Saraçlı’ya,
Tüm öğrencilerine olan anlayışlı yaklaşımını takdir edip örnek aldığım ve beni
“şiiri bana kimse sevdiremez” yargımdan vazgeçiren Prof. Dr. Atilla Silkü’ye,
Uzun süren yüksek lisans dönemimde tüm kaprislerime katlanan ve bana moral
i
GİRİŞ
İnsanlık tarihi yolculukla başlar; Adem’le Havva cennetten kovulup dünyaya, hiç
bilmedikleri bir yere gönderilmiş, yabancı ve yalnız oldukları bu yerde var olmak
insanı anlatmada kullanılan oldukça eski temalardan biridir. İnsanoğlu hiçbir zaman
yerinde durmamış, hep yolcu konumunda olmuştur. İster müzik, ister edebiyat eseri
olsun insanı konu edinen yapıtların çoğunda gördüğümüz yolda olma durumu bir
anlamda doğum ve ölüm arasındaki hayat serüvenini anlatmak için yararlanılan en iyi
kaynaktır.
1
yeni yerler keşfetmek adına kıtaları aşan seyahatlerde bulunanlar, yeni bir kimlik
kazanmak adına farklı kıtalara göç edenler, dünyayla yetinmeyip uzayın sonsuzluğunda
bir şeyler aramaya gidenler. Sonuçta hep bir arayış, yenilik ya da zorunluluk söz
konusudur.
Auster, kendisiyle yapılan bir ropörtajda masalların eserleri üzerinde çok büyük bir
gücünü geliştiren yönüne dikkat çeker (McCaffery, 22). Belki de bu sebeple Auster’ın
Auster’ın dünya edebiyatına en büyük katkısı olarak görülen New York Üçlemesi
romanı onu büyük kitlelere tanıtmış ve Avrupa’da çok sayıda okur kazanmasına sebep
olmuştur. Amerikan şehri ve bireyini ele alırken, her iki olguyu da postmodern
rastlantı, şans, açlık, yolculuk, arayış, yalnızlık gibi temalarla karşımıza çıkıyordu. Bu
temalar bağlamında Paul Auster’ın postmodern yazımı ile ilgili pekçok makaleler ve
pikaresk roman geleneği bağlamında değerli bir malzeme teşkil ettiğini fark ettiğinin ve
eserlerini bu açıdan, yani pikareskin postmodern uzantıları olarak ele almanın yeni bir
2
Bu doğrultuda “Paul Auster’ın Pikaroları” başlıklı tez çalışmamızın hedefi Paul
bugün ile bağdaştırıp, gelenekseli güncel olanla harmanlayıp birey ve toplumun nasıl bir
izlemeyi kitap okumaya tercih eden bireylerden oluşan bir toplumda bile ilgiyle takip
edilen, bir sonraki kitabı merakla beklenen bir yazar olması, hakkında son yıllarda çok
tarafından kabul gören ve beğenilen bir edebiyatçı olduğuna – işaret etmek ve bunun
ve Son Şeyler Ülkesinde adlı romanlarını, temelleri eski İspanyol edebiyatında atılan,
halkın içindeki sıradan insanın hikayesinin konu edildiği ve yine genelde kahramanı
metinlerarası göndermeler sebebiyle belli bir edebiyat bilgisi ve kültürüne sahip olan
insanların okudukça anladığı ve tadına vardığı postmodern roman yapısını bir arada
daim yolda olup farklı insanlarla karşılaşan ve dünyanın hallerine kendi yorumlarını
3
Postmodernizm kavramı 1960’lardan itibaren tartışılmaya başlanmışsa da hala bu
kavramın net bir tanımı yapılamamaktadır. Modern sonrası dönem olarak ortaya çıkmış
olan postmodern dönemde düşünürler modernizmin eleştirisini yapıp yerine net bir
ulaşmadığını belirtmesi, fakat yine de bilgi çağında farklı kaynaklardan farklı bilgi
akışlarına tanık olan insanın daha yeni ve toparlayıcı bir kuram öne sürmekte
ise modernizmin maddi ve manevi açıdan ilerlemeyi hedefleyip başarısız oluşunu gören
“Postmodern Yazar Olarak Paul Auster” başlıklı birinci bölümde postmodern romanı
Şeyler Ülkesinde’nin dışında farklı Cam Kent, Timbuktu, Yükseklik Korkusu gibi
4
romanlarından da karakter, mekan ve postmodern dil açısından örnekler verip yazım
“Paul Auster’ın Eserlerindeki Pikaresk Temalar” başlıklı ikinci ana bölümde ilk
tür olarak gördüğümüz pikaresk romanın genel öğelerini anlatmak amacındayız. Kökleri
on altıncı yüzyıl İspanya’sına dayanan pikaresk romanın ilk ortaya çıkış dönemindeki
yapısını ve zaman içerisinde İspanya’ya ait bir tür olmaktan çıkıp evrenselliğe giden
yolculuğuna eşlik edeceğiz. Çok uzun bir tarihi olan pikaresk romanın genel
vermeye çalışacağız.
arasında daha samimi bir köprü kurulmasına da yol açan birinci tekil kişi anlatımıyla
yazılan hayat hikayeleri olarak karşımıza çıkan her iki roman da kahramanlarının
dinlemek ve yolculuğunda ona bir arkadaşıymış gibi eşlik etmektir. Her iki romanda da
yol arkadaşlarının -bir nevi kader arkadaşlarının da diyebiliriz- onlara eşlik etmeleriyle
5
Postmodern anlatılar parçalı ve merkezsiz olduğu saptamasına dayanarak ve her
iki romanın da konu bütünlüğünü bozmamak adına biz de romanları ayrı ayrı ve yazarın
olayları akışına bırakış şekline sadık kalarak incelemenin, karşımıza çıkan postmodern
taşımak istiyoruz.
Bu bağlamda tezin amacı, Ay Sarayı romanının baş kişisi olan Marco Stanley
Fogg ve Son Şeyler Ülkesinde romanının baş kişisi Anna Blume’u postmodern pikaro
belirsizlik, itici mekan ve kişi tasvirleri, postmodern şehirde yaşam gibi öğelerin yanı
özlemi ve baba arayışı, evsizlik ve dolayısıyla baş gösteren barınak arayışı, yiyecek
bulma ve yaşamda kalma çabası, hep geçici konaklamalarla süregelen seyahat, farklı
edindiği sonuçların ve Auster’ın farklı iki anlatım türünü yeni bir bakış açısıyla okura
6
1. POSTMODERN YAZAR OLARAK PAUL AUSTER
Her şey kendi kendisini imha etti. O nedenle geriye yalnızca kırıntılar kaldı.
Baudrillard
Sanatın ilk ortaya çıktığı yıllardan itibaren içinde bulunulan koşulların beraberinde
yönlendiren olguların başında onun gerçeklikle kurduğu ilişki gelir (Ecevit 17).
konu ve biçim olarak etkilemiş, bunun sonucunda da farklı sanat anlayışı ve akımların
başlayarak günümüze dek gerçek kavramına bakışı Dilek Doltaş’ın özetiyle sunmak
7
1. Tanrıyı merkez alan ve gerçeği tanrısal kaynaklar yoluyla tanımlayan düşünce
biçimi
olarak Doltaş merkezsiz düşünce sistemine kayma noktasına varılan 1960’ların sonunu
başladığını belirtiyor (Lyotard 10). Abel Jeannire, 1968’i kültürel kopuşun ortaya çıktığı
postmodernizmin doğduğu yıl olduğunu belirtiyor (aktaran Emre 45). Kesin olarak
bireyin doğuşuna zemin hazırlamıştır: Maddeye dayalı anlayışın içinde insan hem
8
ve bunun ardından da tümevarım yöntemiyle, yap boz parçalarıyla gerçek kavramını
getirmesiyle birlikte birey yirminci yüzyıl roman estetik anlayışının ana unsurlarından
bilim adamlarınca farklı noktalar esas alınarak belirlenmeye çalışılmış, yine de kesin bir
karara varılamamıştır. Fakat, her düşünsel akımın başlangıcında o döneme ait bilimsel
Edebiyat adlı kitabında aktardığı üzere yirminci yüzyıl başındaki bilimsel gelişmelerin
ortaya çıktığı dönemlerde her alanda gerçeğin, doğrunun sadece insan elinde ve insana
doğuşuna sebep hazırlamıştır. Bir anlamda, modernizm başarı değil, çöküş getirmiştir.
İki Dünya Savaşı, soykırımlar, sömürgecilik anlayışının yayılması, yoksul nüfus sayısı
9
şart kılmıştır. Lyotard, Habermas gibi düşünürler yeni kültürel oluşumların gerekli
kimliğin karmaşıklığını işaret eder. Nitekim, büyük oranda kültürel alandan kaynaklanıp
gördüğümüz üzere Tanrı merkezli bir dünyadan birey merkezli dünyaya geçilmiştir ve
bireyi merkez alan modernist düşünür ve yazarlar bu süre zarfında bireyi en ince
konan bireyin ona denk bir biçimde tanrılaştırıldığı anlamına gelmektedir. Postmodern
süreçte ise birey birçok yönden ötekinin nesnesine dönüşerek önemini kaybetmiştir.
10
60’lı yılların başlamasıyla edebiyat estetiğinde farklı söylemler ortaya çıkmıştır.
Susan Sonntag’ a göre bu yeni bir duyarlılık gereksinimidir. Leslie Fiedler için elitist
67). Edebiyatta modernizmin kırılması Joyce, Kafka, Proust gibi yazarların eserlerinde
kadar romanın bütünlüğünü değiştirmek söz konusu bile olmamıştır. Postmodern roman
türlerini içine alıp heterojen bir yapıya dönüşmesiyle roman önce metine ardından
yoğunlaşır. Postmodern yazar bu sebeple eserini tek bir kalıp içine yerleştirmekten yana
değildir ve mektup, deneme, şiir gibi adlandırmalardan kaçınarak ‘anlatı’ diye tanımlar.
11
Postmodern çağda roman farklı anlatıları içinde barındırdığından metnin türünü
tam olarak tanımını yapmakta zorlandıkları türsellik tartışmasının tek bir ortak sonucu
vardır, o da yirminci yüzyılın sonunda yazın türünün modası geçmiş bir kavram
olduğudur.
daha önceleri modernist yazarların da kullandığı bir tekniktir. Fakat hemen her
yöntemdir. Böylelikle okur, yazarın neden ve nasıl bu metni yazdığını baştan itibaren
veya çeşitli sebeplerle yazarın ona hatırlatması yoluyla bilir ve içeriğin akışına
12
kapılmaz. Üstkurmaca yoluyla şekillendirilen metin içerisinde metinlerarasılık, kolaj,
dünyanın gerçekliği değil anlatıda, kurmacada yaşanan gerçekliktir. Yazar, hayal bir
boyunca onların ağzından anlatılması şeklinde ortaya çıkar. Kimi zaman bu farklı yaşam
kullanımı bir arada kullanılmış olur. Romanın anlatıcı karakteri bu kurmaca dünyayı,
tüm anlattıklarını ‘yazdığını’ söyleyerek okura belli eder. Onu da yazar konumunda
görmüş olan okur, okuduğu metnin kurmaca olduğunun her zaman bilincindedir.
Romanın yaratıcısı olan yazar böylelikle hem kendini dışlamış, hem de sürekli okura
içerisinde, yaşadığımız dünyaya ait yerler, isimler, olaylar da yer alır. Fakat bu gerçek
ve geçmiş metinde kronolojik bir sıra izlemez. Geçmiş, şimdi, gelecek iç içedir. Belki
anlayışı yerine daha kışkırtıcı, merak uyandırıcı bir üslup tercih ederler. Burada amaç,
13
yapısından çıkarmaktır. Postmodernistler bir topluma ait dil mekanizması kullanmayı
tercih ederler, çünkü artık öznenin ortadan kalktığı metinsel bir düzlemle karşı karşıya
tercih edilmesi, çok daha kaotik ve merkezsiz bir dil yaratmak isteğidir. Bu durum, her
yazarın kendine özgü dil ve üslubunun olduğu modernizmin aksine, her anlatının yeni
ve farklı bir dil ve sayısız dil kullanımlarını beraberinde getirmesidir (Murphy 60).
Farklı dil kullanımları ve dil oyunları sayısız okumaların da oluşmasına zemin hazırlar.
Her okuyucu, anlatıyı farklı biçimde okuyacak, hatta yazar konumuna geçecektir. Metni
Postmodern metinde dil bir araç olmadığı için, beraberinde getirdiği farklı
kullanımlarla ‘dil oyunlarının’ önünü açar. Rosenau, gerçeğin olmadığı bir yerde geriye
kalan tek şeyin sözcüklerin ve anlamın oyunu olduğunu söyler (Rosenau, 40).
stratejik bir öneme sahiptir ve dağınık bir biçimde anlamı parçalamak, metnin
oyunlarının bölük pörçüklüğü çağımızın da ayırt edici bir özelliğidir. Kimse toplumda
olup biteni bir bütün olarak yakalayamaz. Lyotard ile diğer postmodernler bütünlüğü
14
itibaren de söylem çeşitliliği ortaya çıkar. Okur, metni okumaya başladığında neyin
göre kurmaca ve gerçek aynı düzlemdedir, çelişkilere düşülen heterojen ve çok boyutlu
bir kurgudur. Çalışmalarına ancak 60’lı yıllarda ulaşılan Rus yapısalcı eleştirinin önemli
isimlerinden Mikhail Bakhtin’e göre “romanın söylemi parodi ve alay yoluyla metnin
‘Karnavalesk’ özellikle dilin yapısının değişimi ve yüksek kültürle (high culture) alt
kabul ettiği bir kavram sayılabilir. Şenlik ve karnaval dönemlerinde tüm hiyerarşik
soylu diliyle halk dilinin birbirinden etkilenip aralarındaki farkın azalmasına yol açtığını
gören Bakhtin, buna ‘heteroglossia’ demiş ve karnavallara ait gibi görünen bu durumun
kendini kitle kültürünü dışta tutarak ve kitle kültürünün çevresinde gelişmekte olan
15
formalizm görüşü ve sanatın otonomluğunu benimsedi” der (Hutcheon:1988, 28). Oysa
sebeple, anlatının konusu yerine yazarın öyküyü oluşturuş biçimi ve anlatının okurun
kullanımlarını da beraberinde getirir. Bütün metinler çok derin anlamda diğer metinlerin
Bakhtin’e göre yazınsal metin içerisinde zaten söylemsel bir çokseslilik vardır
sürekli bir alışveriş içindedir. Ona göre hiçbir yazınsal söylem önceden söylenmişe,
bilinene, ortak düşünceye yönelmeden edemez. Kristeva, Barthes gibi diğer postmodern
biri de Roland Barthes’dır. Barthes’e göre okur metnin anlamını kesin olarak
kavrayamaz çünkü yazarın başka metinlerden aldığı öğeler, alıntılar ve fikirler onu hep
okura sunduğu anlamdan ibaret değildir, okur metnin anlamını istediği gibi
16
çoğaltabilme özgürlüğüne sahiptir. Postmodernistler böylelikle yazarın öldüğünü ilan
yüzyıl sanat alanındaki önemli dönüm noktalarından biri olarak resim sanatında
başlayıp, ardından edebiyatta kullanılmış olan bir tekniktir. İlk olarak kübist ressamlar
hazır nesneleri (kağıt, pul, ayna…) tuvalde bir araya getirme tekniği olarak yer
ve anlatıyı farklı formları, farklı yazım türleri ve söylemleriyle bir arada harmanlayarak,
yani farklı alanlarda işlevselliği olan metinlerin bir ana metin fonuna dağınık biçimde
ekleyerek kullanırlar. Resimde ayrışık parçaları bir bütüne yapıştırmak işlemi olan
kullanılır. Metinlerarası kolaj, yeni bir metin içine sokulan gazete manşetlerine,
şarkılara, radyo anonslarına, spor olaylarına vb. daha önce düzenlenmiş ayrışık
Postmodern yazımda kullanılan diğer iki yöntem olan parodi ve pastiş arasında
birtakım ortak yanlar bulunuyor gibi görünse de iki yöntem birbirinden farklıdır. Şimdi,
17
bu iki yöntemin ne anlama geldiklerini ve birbirlerinden ne gibi farklılıkları olduğunu
görelim.
Parodi, metinlerarasılığın tekniklerinden biri olup başka bir yazara ait eserin
“Parodi ile ilgili çeşitli tanımlamalar yapılmasına rağmen, yeniden yazılan bir
yapıtın gülünç kılmak ya da yergisel bir amaçla dönüştürüldüğü konusunda ortak bir
Linda Hutcheon’un yaptığı tanıma göre parodi bir metnin benzerlikten çok
ayrım üzerinde durarak, eleştirel ve alaycı bir tutumla yinelenmesidir. Boris
Tomaşevski’nin yaptığı tanıma göre parodi mekanikleşmiş yazınsal bir
tekniğin yenilenmek amacıyla gülünç kılınmasıdır. Mikhail Bakhtin’in
yaptığı tanıma göre ise parodi ister yazınsal, ister toplumsal olsun, bir başka
söylemin biçimleştirilmesinin özel bir durumudur. Bu anlamda parodi
roman söylemine özgü söyleşimciliğin ya da çok-dilliliğin özel bir
durumudur ( Aktulum 290).
18
Parodi ile ilgili yapılan bu yorumlardan farklı olarak Fredric Jameson postmodern
parodiyi politik önemi olmayan ‘boş parodi’ diye tanımlar (Jameson 17). Postmodern
parodiyi geçmişle ve etkin politik eleştiri ile bağımızı kaybettiğimiz bir durum olarak
kabul eden Jameson’dan farklı olarak Hutcheon “ikili montaj ve iğneleme süreciyle,
hangi ideolojik sonuçların çıktığının işaretini verir” demektedir (Hutcheon: 1988, 94).
uyarlama söz konusu olduğu için önceden yazılmış bir kurmacanın var olması
gereklidir. Fakat alıntılanan metin, yazarın anlatısı içinde sadece bir öğedir ve ana metni
Pastiş, parodi gibi bir metni dönüştürmez, onun biçemini taklit eder. Pastiş, daha çok dil
Jameson’a göre pastiş ‘kişiseldir, dilsel maskedir ve ölü dilde konuşmadır’ (Jameson
17).
yeniden yorumlanması ve farklı bir fon üzerine yerleştirilmesi yoluyla oluştuğu için
okura kopuk bir metin gibi görünür. Anlatıcının değişmesi ve yazarın zaman zaman
19
ilerlemez, geri dönüşlerle ve geleceğe dair olanların şu anda gerçekleşiyor gibi
20
1.2. Paul Auster’ın Postmodern Yazımı
Paul Auster, kendine özgü yazım tarzıyla Avrupa’da ve Amerika’da çok sayıda okura
sahiptir. Yazım tarzı postmodern olarak değerlendirilen Auster şiir, öykü, otobiyografi
Tez çalışmamızın bu bölümünde Paul Auster’ın postmodern yazım tarzını hangi öğeleri
Gerçeğin bir kaynaktan başka bir kaynağa, kişiden kişiye, hatta kişinin zihin
dünyasından sözcüklerin dünyasına yol alırken bile yaşadığı değişim bir önceki
dökmek arzusunda olan kimliklerdir. Cam Kent romanının baş kişisi olan Daniel Quinn
aslında William Wilson takma adıyla polisiye romanlar yazan bir yazardır. Ay Sarayı
romanının baş kişisi Marco Stanley Fogg yaşamınının bir bölümünü kaleme almış
21
biridir ve seçtiği olayları anlatarak kendince bir gerçeklik filtresi kullanmaktadır. Son
Şeyler Ülkesinde romanının baş kişisi Anna Blume da yine Marco S. Fogg gibi adı
sorgulamaya başlayan gerçek nedir ve yazar hangi gerçeği hangi koşullarda aktarmalıdır
çerçevesine uyan bir durumdur. Postmodernist kurgu yazarın kopuk ve merkezsiz bir
içinde bulunduğu karmaşayı kendi kurgusuna seçtiği temalar ve anlatım öğeleriyle dahil
etmektir.
Auster’ın anlatıları olay örgüsünden yoksun değildir ama olaylar daima parçalanır,
bölünür. Hiçbir şeyin olmadığı bir hikayede ne olacağına dair bir işaret beklemek de
boştur. Böyle bir anlatıda olaylar gitgide artan bir kapalılık gösterir. Karakterler
farklı anlamların ortaya çıkmasına sebep olur. Bir kişinin yaşamından yola çıkılıp kimin
anlaması uzun sürmez. Örneğin, Son Şeyler Ülkesinde romanında, Samuel Farr
oluşan bir kitap yazmaya çalışır. Şehirdeki yaşamın panaromik bir tarihçesini sunma
22
gayreti içindeki Farr, herhangi bir tanesine odaklanmaksızın bütün hikayeleri toplar.
Sonuçta, öylesine büyük bir hikaye elde eder ki herhangi bir kimsenin onu okuması ya
da anlatması imkansızlaşır.
ona meydan okumaya çalışırlar (Rosenau 77). Paul Auster’ın karakterlerinin kendileri
kelime oyunlarıyla yaparlar. Bunun en belirgin örneği Cam Kent romanında görülür. Bir
gece romanın baş kişisi olan Daniel Quinn’in telefonu çalar ve karşıdaki ses Quinn’e
“Bay Paul Auster’la konuşmak istiyordum” der (11). Telefondaki kişinin aradığı Paul
Auster’ın yazar kimliğiyle bildiğimiz Auster değil de dedektiflik bürosu sahibi Paul
Auster olması kurmacanın içine kendini dahil etmiş olan yazarın, anlatıcı kimliğinin
dedektiflik bürosu sahibi Auster’ı bulup ona başından geçenleri, onun kimliğine neden
büründüğünü anlatmak ister. Auster’ın evine gittiğinde karşılıklı çay içerler ve aslında
bu Paul Auster’ın da dedektif değil bir yazar olduğu ortaya çıkar (104). Ailesini
Quinn’le tanıştıran Auster’ın eşinin adının Iris olduğunu söylemesi de ironik bir
unsurdur, çünkü gerçek yaşamında Paul Auster’ın eşinin adı Siri’dir. Auster, burada da
23
Auster’ın yazınının bir özelliği de her zaman şimdiye ait oluşu ve eserlerinde
oluşudur. İşte bu yarı biyografik öyküler yaşamını yazarak anlattığını söyleyen roman
kahramanının bir yönden Auster’ın kendisi olduğunu işaret eder. Okur böylesine yarı
biyografik öğelerle doldurulmuş bir metni okurken hangi kişinin gerçekliğiyle karşı
Marco S. Fogg , Cam Kent romanında Daniel Quinn ve Kilitli Oda romanının anlatıcısı
dışarlıklı birinci sınıf öğrencileri kampüste kalmak zorundaydılar, ama ders yılı bitince
batı 112. Sokakta bir daireye taşındım” diyen Fogg, Auster’ın romana dahil ettiği
evindeki içi kitap dolu kutulardan bahsetmesinin (Ay Sarayı 2) ve Auster’ın Larry
McCaffery ve Sinda Gregory ile yaptığı röportajda sorulan bir soruya “... dayım
tarafından bırakılan kitap dolu kutular bana yazma gücümü kazandıran nesnelerdi” (The
Art of Hunger, second ed, 281) cevabını vermesi kendi hayatıyla Marco S. Fogg’un
bir örnektir.
Auster’ın eserleri tıpkı hayranı olduğu Cervantes’in Don Kişot adlı yapıtı gibi çok
katlıdır, yani hikaye içinde hikaye vardır. Her hikaye şu ya da bu şekilde birbiriyle
ilintilidir, böylece kurgu çokluğu beklenmedik şekilde birbirine uyar. Her karakterin
ayrı hikayesi vardır ve bu hikayeler anlatıldıkça her bir öykünün anlatıyı tamamlayıcı
24
bir unsur olarak tasarlandığı görülür. Kimi zaman bu laf kalabalığı rahatsız edici de
olabilir, fakat bu parçalılık postmodern yazımın getirdiği bir özelliktir. Sesler seslerle,
karakterler karakterlerle yarışır ve tüm bunlar öyle sıkıca kontrol edilir ve teknik açıdan
öyle başarılıdır ki okuyucu kurguya iyice dalar ve bazen bunun sadece bir kurgu olduğu
gerçek ile hayalin yan yana olması Auster’ın yazımının belirgin özellikleridir.
metin postmodern bir özellik gösteriyorsa onun zamanını, okuyucu olarak çözmek,
klasik ve modern metinlerde olduğu gibi, belli bir olay akışıyla özdeşleştirilerek,
biçimidir” diyor ( Emre 172). Paul Auster’ın metinlerinin geçmişin itirafları olmalarının
yanı sıra, karakterin hep şimdiki zamanda öyküyü anlatmaları ve geçmişi ya da geleceği
dışına çıkma yollarından biri olarak onun zaman anlayışına karşı çıkmasını gösterir”
(173) diyen Emre ilk olarak Faulkner, Proust ve Kafka gibi yazarların eserlerinde ortaya
çıkmış olan zamanın ötesine geçmeyi, hızla akıp giden zamanın önünde eğilmeyerek
onu yok sayarak yaşamayı seçen karakterlerin postmodern romanda zaman kurgusunu
25
seçtikleri kareleri ve durumları en ince ayrıntısıyla sanki şu anda o durumu
mi? Geçmiş mi?” sorularına sebep olmaktadır. Roman bittiğinde anlatılanlar eksiktir,
okur “Ne oldu?” diye sorar kendine fakat anlatıda geçmişe dönük ipuçları ve bilgiler
verildiği halde şimdi ve gelecek muğlaktır. Özellikle Son Şeyler Ülkesinde romanında
yaşam hikayesini yazdığı satırların birine yazdığı mektup olduğunu sıkça vurgulayan
“Yazım gittikçe küçülüyor. Öylesine küçüldü ki belki artık hiç okunamayacak” (176) ve
“Öte yandan defter eline geçse bile, mutlaka okuman gerekir diye bir kural yok. Bana
karşı hiçbir yükümlülüğün yok ve seni istemediğin bir şey yapmaya zorladığımı
düşünmeni istemem” (177) diyerek Blume o anda aklından geçenleri geçmişin içinden
gelecekle ilgili planlar yapmayarak, sadece anı yaşayıp duruma ayak uydurarak
klasik seyirde işleyişi yerine, birbirinin içine geçmiş çok sayıda katmanlı, başı ve sonu
26
Böyle bir köksap kullanımı Auster’ın postmodern yazımındaki bölük pörçüklük ve
dolayısıyla kurgusundaki çok katmanlılık ile eştir. Niall Lucy Postmodern Edebiyat
Kuramı adlı çalışmasında köksap kavramı ile ilgili şunları söyler: “Köksap kavramı,
anlamı katmanlaşmış ve gizlenmiş olarak görmemiz yerine, anlamın pek çok yolla türlü
türlü yüzeylerde yayıldığını görmemize yardım edebilir.” (311) Niall Lucy Auster’ın
yazımı ile ilgili aynı eserinde şu yorumlamayı da yapmaktadır: “Auster’ın yazısı, bir tür
kendisinin ve diğer yazarların metinlerine bağlanan bağ ve ercik saplı kökçük sistemi ya
da köksapı oluşturur.” “….her metin diğerlerinin ve bir tür genel anlamda yazının
basitleşmiş bireyin yerine var olmak için sezgi ve psişikliğin arkasına sığınan bireylerin
birer şizofren sayılabilir. Son Şeyler Ülkesinde romanında Isabel, yiyecek ararken
sadece sezgiye ve psikolojik duruma yönelik merkezsiz bir sistem geliştirir ve bunu
ederler. Bu tarafsızlık bir politik duruş değildir, aksine günlük yaşamda karşılaştıkları
aksaklıkları gördükleri gibi anlatırken yorum yapmazlar. Bu esnada okur garip olaylar
karşısında şok olur fakat olayı aktaran özne okura “şu doğrudur, bu da yanlıştır
27
çünkü…” gibi bir açıklamada bulunmaz. Paul Auster’ın karakterleri, yaşamda başlarına
gelen olaylara kimi zaman ruhsuz gibi görünen tarafsızlıkla anlatırlar, hayat onları farklı
karşı belli bir tercihleri ve duruşları yoktur. Bu tür bir tarafsızlığı en çarpıcı biçimde
yansıtan Son Şeyler Ülkesinde romanının baş kişisi olan Anna Blume’dur. Blume tüm
anlatı boyunca kaybolan ağabeyini aramak için gittiği, insanlığı iyileştirme amacıyla
kurulan tüm sistemlerin dağıldığı, kaos içinde aç, tutsak ve yalnız insanların yaşadığı bir
ülke olan Son Şeyler Ülkesi’nde yaşadıklarını okuru hayrete düşüren bir ruhsuzlukla
anlatmaktadır:
“Er ya da geç her şeyin sonu gelir sanıyor insan. Nesneler parçalanıp
ortadan kayboluyor, yeni bir şeyler de yapılmıyor. İnsanlar ölüyor, bebekler
doğmakta diretiyor. Burada bulunduğum yıllar içinde yeni doğmuş tek bir
bebek gördüğümü anımsamıyorum. Gene de ortadan kaybolanların yerini
alacak yeni yeni insanlar boy gösteriyor boyuna. Eşyalarını yükledikleri
arabaları çekerek ya da tekleyen külüstür otomobilleriyle taşra
kasabalarından, kırsal kesimlerden geliyorlar. Hepsi aç, hepsi evsiz
barksız...” (13)
İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Leningrad kuşatmasını anlattığı 900 Gün ( 900 Days )
betimlemeleri açısından katkıda bulunan metinlerarası bir öğe olduğu söylenebilir. 900
28
Gün adlı eserde bahsedilen durumlara göndermeler bu kadarla sınırlanmaz. Anna bir çift
oranın aslında bir insan mezbahası olduğunu görür ve kendini camdan dışarı atarak
kurtulur (123). Bu durumun çok benzerine Salisbury’nin kitabında, genç bir adamın
markette bir çift ayakkabı ararken götürüldüğü dairede kesim araç-gereçlerini görüp
teknolojik unsurlarla parçaladığı göz önüne alınırsa postmodern metinlerde sıkça aile
Son Şeyler Ülkesinde romanında ise Anne Blume, kaybolan abisini aramak için yollara
düşmüştür ve anne babası hakkında pek fazla detay bilinmez. Bu karakterler, aile
“Olmayan baba” teması Auster’ın anlatımında sıkça görülür hatta baba karakteri
29
görmezden gelirler. Sadece içlerinden geldiği gibi davranırlar ve yalnızca bedensel arzu
değil, Cam Kent romanında Daniel Quinn’in Peter Stillman’ı da karşı koyamadığı bir
Auster’ın anlatısının bir diğer önemli öğesi de açlık duygusudur. Yazmak, kendisi
için bir tutku ve yaşam konusu olmuş bir sanatçının açlığını anlatır. Auster’ın
eserlerinin baş kahramanlarının çoğu yaşadıklarını not alan, birilerine anı olarak
çizgiler çekmek amacıyla kendini tatmin için yazan bireylerdir. Onlar, hayatta
kalabilmek için yazmak zorundadır, dolayısıyla sanat ihtiyaç, gereklilik ve arzu halini
alır. Sanatçı, yaratma açlığı duyar. Örneğin; Sam Farr’ın kent hakkında anlatısını
yazmaya devam edebilmesi için yokluk içinde yaşamalıdır. Sahip olduğu tüm parayı,
şehirle ilgili yazdığı yazı hakkında bilgi toplamak amacıyla konuşturduğu kişilere
harcar.
rollerden, aynı zamanda hem kökeninde ve inancında var olan bir topluluktan medet
umarak, hem de bir ‘ben kaygısı’ ve kişisel özgürlük arayışı aracılığıyla sıyrılır”
30
Auster, kimlik ve kimliğin hikayeler içinde ya da hikayeler, sözcükler ve hatta en
ince esinti yoluyla kimlik oluşumuna sıkça gönderme yapan bir yazardır. Hikaye
anlatma ihtiyacına çok önem verir. Onun karakterleri huzursuz sorgulayıcılardır, hayatla
ilgili sonu gelmeyen sorular sorarlar, büyük Amerika kıtasını bir uçtan diğerine kat eden
çıkmıyorlarsa o zaman hep içe dönük bir yolculuk vardır. Auster’ın karakterleri gerek
aile ve ev gerekse para ve gıda arayışı içindedirler ancak bu şekilde hayatta kalabilirler,
Paul Auster’ın romanlarının neredeyse tüm karakterleri statik ve bir yere ait
köpektir ve dünya onun gözünden aktarılır. Sokaklar, insanlar, evler, parklar ve hatta
yaşamlarını bulmalarını sağlar. Gezgin kişi kimlik ve yuva arayışını bıkıp usanmadan
romanlarda sürdürür. Örneğin, Cam Kent romanında Daniel Quinn Peter Stillman’ı New
çıkmaz. Quinn, New York sokaklarında dolaşırken uzun betimlemeler yapar. Bunun
romanında Anna Blume, New York’un disütopyasının çizildiği bilinmeyen bir kentin
31
sokaklarındaki yaşamı ve oradaki hayatta varolma çabasını yine mekan tasvirleriyle
anlatır. Ay Sarayı romanının baş kişisi Marco Stanley Fogg da gezgin bir karakterdir ve
yaşam yeri olarak hayatının bir bölümüne sokakları ve Central Park’ı seçer.
sıkıntı yüzünden çıkmak zorunda kalmış (Fogg ve Quinn) ya da birini aramak için
yollara düşmüştür (Blume ve Quinn). Fakat hemen hepsi yoldayken buldukları özgürlük
başıboş bir halde, belli bir mekana bağlı kalmayarak farklı yerlerde yaşamayı tercih
ederler. Fakat, aynı zamanda klostrofobik kapalı alanları durak olarak seçerler.
Postmodern yazım, farklı türde eser yazımına olanak sağlamaktadır. Paul Auster,
New York Üçlemesi’nin yanısıra, Son Şeyler Ülkesinde, Ay Sarayı, Yükseklik Korkusu
türde yazdığı romanlar olan Ay Sarayı ve Son Şeyler Ülkesinde’yi postmodern pikaresk
32
2. PAUL AUSTER’IN ESERLERİNDEKİ PİKARESK TEMALAR
Fırtına beni nereye taşırsa taşısın, bir konuk olarak oraya yerleşirim.
Horace, Epistles
Pikaresk romanın tür olarak ortaya çıkışı 16. yüzyıl İspanya’sına dayanır. İçinde
barındırırken, 16. yüzyıl İspanya’sının eşitsizliğine bir protesto olarak var olmuştur. Bu
türün ilk örneği yazarı bilinmeyen Lazarillo de Tormes (1554), yerel bir malzeme ve
içerik ile biçimlenmişse de sadece İspanya’ya özgü bir tür olarak görülen pikaresk
özelliklerini, hem ilk ortaya çıkış dönemi ve yeri açısından değerlendirerek hem de
tür de bu gelişimleri takip etmiş ve aşamalı olarak temelden değişmiştir. İlk özünü ve
Pikaresk romanın tarihi dört İspanyol romanın yayınlanmasıyla başlar. Anonim bir
eser olan Lazarillo de Tormes (1554), Mateo Alemán'nın Guzmán de Alfarache (1559)
adlı eseri, Miguel Cervantes’in Don Kişot (1605) adlı romanı ve Francisco de
Quevedo'nun yazdığı El Buscón (1626) bu türü başlatan ilk örneklerdir. Bu dört roman
pikaresk türün tanımlayıcı özelliklerini içerir: epizodik yapı, birinci tekil şahıs anlatımı,
33
toplumsal eleştiri, gezi, sahip (master) ve hizmetçi ilişkileri, marjinal sosyal statü ile
servetin rolü, kendini beğenmişlik, sıklıkla çaresiz durumda olma, besin ve hayatta
İspanyol pikaresk yazın türünün sekiz özelliğini belirten Claudio Gullien “Hiçbir
çalışma tam anlamıyla pikaresk türünü içinde barındırmaz.” der. Bu sekiz özelliği şu
şekilde belirlemiştir:
zaman kesmez.
7. Pikaro sık sık yaşamın her alanındaki gezi ve macera ile iç içedir.
8. Pikaresk bir roman, pikaronun çeşitli deneyimlerini anlatan epizodik bir yapıya
başvurmaksızın uyum ve değişiklik yapılmasına izin verir, genel kılavuz olarak işlev
görür. Bir romanda bu sekiz özelliğin kaç tanesinin olması gerektiği konusunda kesin
bir formül olmamasına rağmen çoğunun bulunması gerekir. Bir roman pikaresk yönlere
sahip olabilir ama sadece bu özelliklerin bir veya ikisine, örneğin otobiyografi ve gezi
34
unsuruna sahip olması onu pikaresk türünde bir eser diye adlandırmaya yetmez. Bu
birincil özelliklerinin çok gerekli olmasına karşın bu tür romanların çoğunda, diğer
pikaresk romanlarının bazılarında hiç olmamasına karşın, pek çoğunda bir dereceye
kadar belirgindir. İkincil özellikler o romanı pikaresk türe sokmaz ama sık sık
özellikler söz konusu romanlara kendine özgü duygu ve yaşama cesur bir bakış
kazandırır. Öncelikle, pikaresk romanlar olayları dini bakış açısına sahip olmayan
Böyle bir anlatım ve sorgulamanın amacı, gerçeğin görüntüden ne kadar farklı olduğunu
göstermektir. İkinci olarak, pikaresk karakterler bir kurtuluş, hayatta kalma aracı olarak
bazen kanunları çiğner ve sosyal değerlere karşı çıkarlar. Bu kimi zaman onların başka
ilişkilidir. Gullien’e göre bir romanın tamamı bu özellikleri izlemeye takibe adanmadığı
71).
aşamalı evrim genişlemiş ve pikaresk tür diye adlandırılabilecek bir boyuta gelmiştir.
35
Böylelikle yeni ortamlarda taze görüşlere izin verilerek türün durağanlaşması ve kendini
İlk pikaresk romanın önemli bir özelliği hizmetçi ya da çırak olarak çalışan pikaro
ile patronu arasındaki ilişkidir. Pikaronun patronuna verdiği hizmet, patronu saygın
olduğunu ileri sürmesine rağmen, bilhassa kıtlık zamanı ve zor günlerde ustasının
barınma için patronu ya da ustasına muhtaç olduğundan, çok şeye katlanmak ya da işten
atılıp kendi kendine bakmak zorundadır. Bu bağımlılık pikaroyu çok sayıda küçük
Robert Alter pikaresk romanların kurgusal tekniğe nasıl katkı yaptığını şöyle belirtir:
Pikaro, kurgusal bir kişilik olmasına rağmen, gerçekçi bir boyutu vardır çünkü o,
insanın yaşamın zor anlarında karşılaşabileceği ikilem ve sorunları temsil eder. İlk
kader veya diğer dış faktörlerin kontrol ettiği natüralist romanların öncüsü olduğu da
36
yasalara ve düzene başkaldırır. İşte bu nedenle onlar sık sık yasaları, gelenekleri ve
kökleri alt sosyal sınıflardandır ama yine de kesin böyle bir gereklilik yoktur.
tam anlamıyla onlardan biri olmaz. Yeni tip bir karakter oluşturmak için bu statik
ileri sürmüşlerdir. Bu eleştirmenlerden biri olan Alexander Parker: “Pikaresk türün ayırt
edici bir diğer özelliği ise ‘suçluluk’ atmosferidir” der (Parker 6). Pikaresk kahraman
sıklıkla suç unsuru içeren davranışa katılsa da, bu katılımın amacı sadece kazanma hırsı
yüzünden değil yaşadığı kokuşmuş dünyada hayatta kalabilmek içindir. Pikaronun ahlak
kuralı istediğini elde etmeye dayanır. Her an bir menfaat veya kendi yararına
kullanacağı bir açık kapı peşinde koşar. Ahlak anlayışı, dış görünüşün yanıltıcı olduğu
ve üst sınıfa ait insanların saygı gördüğü, ama üst sınıftakilerin göründüğü gibi olmadığı
düşüncesini içerir. Pikaro, yaşamın her seviyesindeki insanla etkileşime girdiği için,
genelde insanların içini görme ve diğerlerinin sergilediği dış görünüşe nüfuz etme
yetisine sahiptir. Bu özellik onu sosyal düzen için bir tehdit haline sokar. Çünkü diğer
Bu suçlu davranışın önemli bir farkı pikaronun kötü niyetli, hain olmayışı ve
önemli bir amaç ve anlam vardır, bu davranış hayatta kalmaya yöneliktir. Pikaresk
37
kahraman bir cani ya da katıksız kötü bir kişilik değildir ve anlamsız şiddete başvurmaz.
Düşmanca bir dünyada yaşadığı için vahşidir ve şiddet uygular, ama bu şiddet kendini
koruma adınadır.
davranışının bir diğer yönüdür ve göz ardı edilmemesi gerekir. Çünkü bu şiddet rahatsız
yansımasıdır.
Şiddet içeren anlar, kahramanın yaşamının her zaman zor olmadığını gösteren
değildir. Mutluluk ve sıkıntılı anlar arasında bir denge kurulur. Kahramanın empirik ve
kalabilmesi için gereklidir. Alter’a göre onun toplumu kendi düşmanı olarak görmeyen,
içinde kötülük olmaksızın sağlam, kararlı ve rekabetçi bir savaşçı tavrı, pikaroyu
oldukları gibi kabul eder, bu olayları herhangi bir ideal içine sokmaya çalışmaz. Çünkü
38
Stuart Miller pikaresk romanın epizodik yapısından bahsederken şu anlatımı
kullanır: “Pikaresk romanda fantastik, ihtimal dışı hatta garip olana kapı açıktır.
Pikaresk örgü dünyanın herhangi bir düzeni olmadığı ve karmaşık olduğu içgüdüsünü
ifade eder” ( Miller 10). Epizodik yapı hemen her şeyin olmasına izin verir. Pikaresk
roman özünde gerçekçidir, ihtimal dışı ya da inanılmaz değildir. Meydana gelen olaylar
alışılmışın dışında ve hatta garip gibi görünebilir ama olasılık dışı da değildirler.
Dünyanın düzeni olmadığı fikri rahatsız edici olabilir, ama pikaronun mücedele ettiği
Bu olgu onlara kasaba, şehir ve kırsal bölgede seyahat ederek insan halinin anlaşılması
konusunda çok farklı düzeyde bir farkındalık kazandırır. Özgüven pikaronun en önemli
gibi çok sayıda başka yararlar da sunar ve yasaları, davranış kuralları ve riyakarlık gibi
değişip büyümeyen bir karakter oluşturmak için beraber çalışır. Pek çok durumda
kahraman bir duruma çabucak tepki vermek zorunda kalır. Düşünmez ve mantıklı bir
39
karakterlere yapılan eleştirilerden biri pek çok ayrıntıya sahip oldukları ama derinlikten
yoksun oluşlarıdır. Pikaronun dengeli ve sabit bir kişiliğe sahip olmayışı, onun yeni
Pikaresk kahramanın yaşamı hızlı bir tempoda geçer ve bu hızlı tempolu yaşamın
sonucu bir yığın birikmiş ayrıntıdır. Pikaro şimdiki zamanda yaşar, elinden geldiğince
Pikaresk roman genellikle kanun dışı davranış ve düzensiz senaryolar ile ilgilense
de, bunu eğlendirici bir üslupla yapar ki bu, bu tür yazın türünün kendine özgü
öğelerdir. Hiciv unsuru türün önemli bir öğesidir. Eğer hiciv ciddi bir dille yapılsaydı
çok ağır ve rahatsız edici olurdu. Bu romanların çekici yönlerinden biri bireysel ve
yapmıştır. Bu ikna edici ve eğlendirici bakış açısı hoş olmayan deneyimler, zihnin ve
öznellik içerir. Gullien, “Pikaresk roman aslında bir yalancının itiraflarıdır” der (Gullien
92). Birinci şahıs anlatımı, formal çerçevenin dışına taşar. Bu şu anlama gelir: Sadece
kahraman ve onun edinimleri pikaresk olmakla kalmaz, aynı zamanda hikayedeki başka
her şey pikaro anlatımcının duyarlılığı ile renklendirilir ya da onun zihninden süzülerek
geçer (Gullien 81). The Myth of the Picaro adlı eserde Alexander Blackburn, pikareskin
olması gereken tanımlayıcı özelliği olarak hayatta tamamen yalnız olan pikaronun
birinci tekil şahıs, yani otobiyografik anlatı olduğunu söyler. Blackburn, günümüz
40
pikaresk romanlarının yıllarca değişime uğramış ve birtakım katışıklarla
yakınmaktadır. Alter’a göre “Pikaresk kahraman duygu değil, eylem merkezlidir” (Alter
79). Bu, bazılarının pikaresk türü eleştirirken, romanları kahramanın içsel duygu ve
Pikaro, bir parçası olmak istediği toplumca daima dışarıda tutulur ve reddedilir.
Pikaronun toplumun parçası olma güdüsü toplumda saygıdeğer bir yere sahip olmanın
avantajlar nedeniyledir. Bu dışta duruş, klasik değer sistemlerinin sapmasını canlı bir
şekilde yansıtır. Pikaro, bu erdemli, ahlaklı, kültürlü, zengin ve soylu olma gibi
olmadığından, başka bireylerde statü kaybına sebep olabilecek olayları, örneğin yasalara
41
Amerikan yaşamının olumlu ve olumsuz yönlerinin alternatif bir vizyonunu sunar.
Böyle bir bakış açısı okura çoklu görüşler sağlar ve Amerikan yaşamının uçlarda
olabileceğinin dolu dolu anlaşılmasına olanak verir. Pikaroların toplumun sınırında yer
görüşler sundukları için Amerikan pikaresk romanlarının daha ileri eleştirel incelenmesi
gerektiği düşüncesindeyiz.
Pikaresk romanın 17. yüzyılda ilk çıkışına bakıldığında serüven içinde olan
özgürlükçü, yeni düzen arayışında olan bir yere varmaya çalıştıkları görülebilir.
bağlamında pikaresk romanın gelişimi ve değişimi açısından çok önemli bir yeri olduğu
gözlemlenmektedir.
yerine sosyal açıdan her bakımdan eşitliği arayan, bireyin varoluşunu ve özgürlüğünü
sorgulayan, bireyin kendisi ve toplumla olan hesaplaşmasını dile getirmesine sebep olan
eserde Cervantes’in ünlü eseri Don Kişot’a göndermeler görülür. Tez çalışmamızda
42
seçtiğimiz romancı Paul Auster’ın eserlerinde de Don Kişot’a göndermelere sıklıkla
metinlerine, yani Eski Dünya’dan Yeni Dünya’ya uzanan- kesintisiz ve açık bir etki ya
da taklit yoktur. Yeni Amerikan metinleri eski gelenek ile kıyaslanabilir. Eski pikaresk
da sırasıyla farklı zaman ve yerlerde pikaresk anlatıda daha güncel yeniliklere imkan
sağlamıştır.
Tarihin akışına bakıldığında pikaresk roman türünün ortaya çıktığı dönemde 16.
Savaşı’nı izleyen yıllarda ise bu yüzyılın ‘Amerikan yüzyılı’ olduğu açıktır. “Yirmi
birinci yüzyılın ikinci yarısında kırsal tarımdan kentsel ticarete geçmiş olan
güçlerin artan gücü, küresel kontrolün hissedilen gücünün işaretleriydi” diyen Sherill A.
Rowland’a göre ulusalararası bir süper güç olarak Amerika 15. ve 16. yüzyıl
sosyal ve kültürel gerçeklik açısından durum çok farklıydı. Yeni toplumsal doku
durumu gittikçe karmaşık hale getiriyordu. Bu karmaşa, ırk ayrımı, Vietnam savaşı
sırasındaki nesil çatışması, yeni feminist dalgalar, Amerikan sahillerine olan göçmen
akımı ve bariz, kalıcı bir yoksullar sınıfının ortaya çıkışından kaynaklanıyordu. Zengin
ve yoksul arasındaki mesafe açılıyor, kentsel dünyada giderek artan ‘umutsuzluk’ bireyi
‘şiddet ve suç’a yöneltiyordu. Yeni bilim ve teknolojik ilerlemeler eski dinsel anlamlara
43
Rowland’a göre bir anlatı türü olarak pikaresk roman bu yeni kültürel geçiş,
düzensizlik ve belirsizlik ortamına çok uygun ve yanıtlayıcı bir tür olarak görüldü. Anti-
kahraman karakteri, çok farklı insan tiplerini adeta bir galeri gibi sunması, toplumdaki
anlamında kendisine gerçekçi bir anlatım yeri açmasıyla, pikaresk roman yeniden ve
Geleneksel pikaro eski, tanıdık bir özelliği tuhaf hale sokmak için gezmiş ve
kurmaca karşıtı gibi görünmüştür. Yeni pikaro ise ‘yabancılarla’ doldurulmuş bir sosyal
dünyada tutarlılık imkan ve ihtimallerini anlatmak için gezer. Böylece yeni Amerikan
pikaresk karakteri henüz tanınmayan bir toplumda keşif ve inceleme amacında olan bir
edebiyatıdır. Günümüz Amerikan pikarosu bilinçli bir asidir; doğuştan, ilahi takdir
sonucu ya da bir durum nedeniyle asi yabancı değildir”. (aktaran Wicks 277)
ederken, sadece hayatta kalmak ve karnını doyurmak için dolaşmıyor” der ve ekler
“Onun geziş nedeni bilinmeyene bir macera olsun diye, Amerikan yaşamının bu yeni
kurallarını düzeltmek veya tespit etmek, kendi yolu üzerindeki karmaşaları anlatarak
Jack Kerouac’ın On the Road romanının baş kahramanı olan Sal Paradise da bu
yapıda olan bir karakterdir. Ulrich Wicks pikaresk anlatım ve pikaresk romanları
romanını “beat” “hip hop” ve “drop-out” olarak tanımlanan neslin tavrını temsil eden
44
bir kurmaca olduğunu belirtir (277). Bu tür dünya görüşünün bireyleri ve romanın baş
kahramanı Sal Paradise aslında esas olarak toplumun dışında kalan, topluma
algılamalarıyla oynayan, yani pikaresk anlatım geleneği içinde değil, pikaresk anlatım
ile yapılan bir çeşitleme olduğu Wicks tarafından belirtilmektedir. (277) Jerzy
Kosinski’nin 1965 yılında yayınlanan The Painted Bird isimli romanı ise pikaresk
duygulardır. Amerikan pikaro ve pikaraları ardı ardına, gerek kendi istekleriyle gerek
değiştirip eski rahat dünyasına dönme imkanı olsa da ya da böyle bir fırsatı ele
geçirmesi halinde bile pikaro hep yoluna devam eder. Sürgünleri ya da en azından
geçici evsizlikleri onlar yolda kaldıkları sürece gerçekliğini korur. Wicks’e göre
kahramanlar çok büyük bir coğrafyaya yayılmış, yabancı insan topluluklarının arasında
sürgünde olan yabancılar olarak hayal edebilirler. Dürüst ve samimi bir şekilde, rahat ve
içten gelen masumiyetleri sayesinde sosyal sınırları hiçbir hareket etmeden ortadan
45
topluluklara girer ve kimi zaman tesadüfen karşılaştıkları kişilere ve gruplara katkıda da
otobiyografik anlatısı, besin ve barınak arayışı, toplumu hayatta kalmak adına bir araç
olarak kullanması, şiddet eğilimi gibi özelliklere sahip oluşu Paul Auster’ın
inceleyeceğiz.
46
2.2. Paul Auster’ın Postmodern Pikaroları
Fogg’un yaşam öyküsünü konu eder. Fogg, babasını hiç tanımamış ve annesini onbir
yaşındayken bir trafik kazasında kaybetmiş ve dayısı tarafından büyütülmüş olan bir
yetimdir. Chicago’da yatılı bir okulda eğitim görmesinin ardından New York Columbia
Üniversitesinde okumaya başlar. Üniversitedeki ilk yılını yurtta geçiren Fogg, daha
sonra bir ev kiralar ve üç yıl orada yaşar. Marco’nun yaşamı dayısı Victor öldükten
sonra ciddi bir biçimde değişir. Hayattaki tek arkadaşı, akrabası ve maddi dayanağını
olan Fogg, dayısından kalan para tükenince yine ondan kalan kitapları satarak geçimini
sağlar. Para kazanmak için çalışmayı, hayatta kalmak için mücadele etmeyi reddeder.
Evini kaybetmesinin ardından eski bir arkadaşı olan Zimmer’la iletişim kurmaya çalışsa
da onun başka bir eve taşındığını öğrenir. O gün, Zimmer’ın eski evindeki kişilerle vakit
geçiren Fogg, orada Kitty Wu adlı Çinli bir kız ile tanışır ve ardından Marco için
Central Park’ta aç, yersiz yurtsuz yaşadığı dönem başlar. İlk başlarda çok zor gelmeyen
sokakta yaşam, gün geçtikçe onu zorlar ve açlıktan ölmek üzereyken şans eseri Zimmer
olsa tekrar kavuşan Fogg, arkadaşına yük olmamak için bir çeviri işi ardından da yaşlı,
görmeyen ve tekerlekli iskemleye mahkum bir adama kitap okuma işini bulur. Görevi,
gördüklerini ona anlatmak olduğunu sanan Fogg daha sonra Effing’in gerçek isteğini
47
gerçekler de su yüzüne çıkmaya başlar; Effing aslında kendisinin Julian Barber adlı bir
ressam olduğunu anlatarak söze başlar, Byrne adlı bir topograf ve Scoresby adlı bir
rehber ile Utah’a araştırma ve doğa resimleri yapmak amacıyla gittiğinde Scoresby’nin
yapayalnız kaldığını anlatır. Daha önce bir münzevinin sığındığı bir mağarada yaşamını
San Francisco’ya dönüp Julian Barber yerine Thomas Effing ismini kullandığını itiraf
eden Effing, tanınma ihtimalinden korkup Fransa’ya kaçtığını, savaş patlak verince
tekrar Amerika’ya döndüğünü, zengin bir hayat sürerken hayatı boyunca onu hiç
tanımamış Solomon Barber adında tarih profesörü olan bir oğlu olduğunu sonradan
yazarak olan biteni anlatan Fogg, Barber’la buluşur ve ilk karşılaşmalarında annesi
ortaya çıkar. Barber’ın bu gerçeğini Fogg’a bir kaza sonrasında hastanede ölüm
ve ölümler Marco S. Fogg’a geçmişini öğrenerek hayatına yeni bir başlangıç yapma
şansını verir.
Fogg hayat hikayesini anlatının başında özetlerken okuyucu bir pikaroyla karşı
baş kişisi Marco S. Fogg’un pikaresk temalar ve özellikler içeren anlatısını incelemek
48
Auster’ın postmodern tarzda yazdığı ve baş kişisinin pikaresk roman kahramanı
pikarolara özgü karakteristik özellikleri olması sebebiyle seçtiğimiz ikinci romanı Son
Son Şeyler Ülkesinde romanı, baş kişisi Anna Blume’un yıllar öncesinde gazeteci
kimliğiyle araştırma yapmak amacıyla Son Şeyler Ülkesine giden fakat ardından hiç
haber alınamayan ağabeyi William’ı aramak için bu tuhaf ülkeye yaptığı seyahat ve
hiç söylemediği bir yakınına anlatışını konu edinir. Rahatsız edici bir kaosun yaşandığı
bu kente ‘Son Şeyler Ülkesi’ adını veren Paul Auster’ın aslında New York’un parodisi
olduğunu belirten görüşler vardır. Auster’ın romanlarında ortak mekan olan New
oldukça gerçekçi bir görünüm kazanmakta ve okuru etkileyen, bir anlamda da rahatsız
fırlatılan bir artık şehirdir. Sistem çökmüştür, hakim olan tek şey merkezsizlik ve
anarşidir. En gözde meslek çöp toplayıcılığıdır. Cesetlerin bile çöp sayıldığı bir yerde
Paul Auster’ın yazımı ile ilgili çeşitli makalelerin yer aldığı Beyond the Red
Notebook: Essays on Paul Auster adlı eserde Tim Woods tarafından kaleme alınan
değinir. Ancak Son Şeyler Ülkesinde romanında Auster, ek bir postmodernist kavram
olan mekansallık konusuna duyduğu ilgiyi öne çıkarır.” (108) Auster’ın gezgin
49
karakterlerinin çoğunda olduğu gibi bu romanında da mekanı betimleyen ve yaşamının
aktarılan bölümü yollarda geçmiş olan Anna Blume, mekansallık öğesini toplum
sistemini ve yaşamını eleştirmek adına kullanır. Tim Woods söz konusu makalesinde
odaklarda, kilitli odalarda, soyutlanmış çatı katları, kapalı alanlar, etrafı çevrili alanlarda
döner” diyerek özetlemektedir (108). Son Şeyler Ülkesinde varsayılan ilahi bir gelecekte
kentsel alanı inceler ve o mekana kişiler ve toplumlarca nasıl yerleşileceği, orada nasıl
50
2.3. Postmodern Pikaro Marco Stanley Fogg
İnsanların Ay’a ilk ayak bastığı yıldı. O zaman daha çok gençtim, yine de
bir gelecek olduğuna inanmıyordum. Tehlikeli bir yaşam sürmek, kendimi
zorlayabileceğim yere kadar zorlamak, oraya varınca da ne olacağını
görmek istiyordum. Ama sonuçta, bunu pek beceremedim. Azar azar param
suyunu çekti, ev elden gitti, sokaklarda yaşar oldum. Kitty Wu denilen kız
olmasaydı, açlıktan ölebilirdim. Onu çok kısa bir süre önce rastlantıyla
tanımıştım, ama giderek bu şans bana bir çeşit hazıra konmacılık, kendimi
başkalarının aklını kullanarak ayakta tutma yolu gibi görünmeye başladı.
Bu, olayın ilk bölümüydü. Sonra başıma tuhaf şeyler gelmeye başladı.
Tekerlekli sandalyeyle dolaşan ihtiyarın yanında iş buldum. Babamın kim
olduğu öğrendim. Utah’dan California’ya kadar çölü aştım. Tabii, bunlar
çok eskidendi, ama o günleri iyi anımsıyorum, yaşamımın başlangıcı olarak
anımsıyorum. (Ay Sarayı, 7)
ilk ayak bastığı yazdı.” Aya seyahat insanoğlunun o güne dek yapmış olduğu en uzun
zaman ve mekanı betimlemek için bahsetmek hem pikaronun hayat felsefesi hem de
Auster’ın okura ipuçları gösteren anlatımı için yerinde bir tercih olmaktadır.
51
Pikaroların devamlı değişen ve dolayısıyla düzensiz bir yaşamları vardır. Hiç
geçen günlerin ardından kendilerine gelmelerini sağlayacak bir gelişme yaşanır. Marco
S. Fogg’un sıradan ve tekdüze olan yaşamı dayısının ani ölüm haberini almasıyla
değişir: “Dayım, nisan ortasında bir güzelim akşamüstü durup dururken ölüverdi; o
anda yaşamım değişmeye başladı, bir başka dünyada yitmeye koyuldum.” (9) ‘Güzelim
akşamüstü’ diye nitelendirdiği, aslında sıradan ama mutlu geçen günleri, ‘durup
Olgunluk dönemine ulaşmamış olan bir pikaro zayıf ve duygusal bir karaktere sahip
olduğundan, bu değişim pikaro Fogg’un kendi sonuna yaklaşmasına yol açar: “O anda
Dayısının daha önceden ona verdiği kitapları satarak geçimini sağlayan Fogg,
satacak kitabı da kalmayınca kendini böylesi bir maddi ve manevi bir çöküntüden bile
saf düşünceleri sayesinde kurtarır. “Victor dayımın son kitaplarını sattıktan sonraki kısa
pikaroların zayıf olmalarına rağmen, hiçbir şeyi uzun süre dert etmeyip, işleri oluruna
düşüncelerimi bir deftere yazıyordum. Hiçbir şey yapmamak bile bana önemli geliyordu
52
hikayeler yaratan Fogg, “Ay Sarayı sözcükleri, bir vahiy gizemi ve büyüsü ile aklımı
çelmeye başladı. Bu sözcüklerde her şey iç içeydi: Victor Dayım ve Çin, uzay gemileri
anlatmaktadır.
mücadelesidir. Genellikle yalnız olmayı tercih eden pikarolar yeme, içme ve barınma
gibi ihtiyaçları söz konusu olduğunda başkalarından yardım sağlamada oldukça aktif
yaşamını devam ettirebilmesi için paraya ihtiyacı olduğundan, fakat çalışıp para
yola çıkar. Zimmer’ın evine birkaç kez gidip orada olmadığını fark eden Fogg, posta
kutusuna notlar bırakır. Yine bir gün umutla Zimmer’a uğrayan Fogg, onu bulamasa da
yeniden yaşamının akışını değiştirecek bir tesadüf yaşar. Robert Alter, pikaronun
hayatında şansın önemini şöyle anlatır: “Pikaresk dünyada şans hüküm sürer; kişi
yerleşmiş olan bir öğrenci - ki bu öğrencinin adını Fogg hiç söylememektedir - o sırada
evde bulunan Kitty adında Çinli bir kız ile tişörtlerinin aynı olduğunu söyleyerek
Fogg’u içeri davet eder. Bu, herkesin hoşuna giden tuhaf bir tesadüftür ve Fogg bu
fırsatı geri tepmez. Tabaklarca yemek yiyip bir anlamda şansının da yardımıyla hayata
yeniden döner. “Önüme tabak, çatal, bıçak, bardak, fincan, peçete ve kaşık kondu. O
andan sonra yemeye daldım ve her şeyi unuttum. Çocukça bir tepkiydi, ama lokma
53
ağzıma değdiği anda kendimi daha fazla tutamadım. Tabak tabak yiyor, önüme ne
yalnızca anlık bir şanstır. O evden çıktığı anda yine beş kuruşsuz, aç ve kendine acıdığı
yaşamına geri döner. Fakat bu fırsat ona daha sonraları aşık olacağı Kitty ile tanıştığı
gün olmasından dolayı duygusal anlamda da karnını doyurmasına sebep olacak bir
fırsattır.
Pikaroların her koşul altında ince mizah duygusunu göstermesi hemen hemen tüm
düşmüş bir durumdadır. Anahtarla kapıyı açıp içeri giren Fernandez’in “Burayı ne hale
getirmişsin. Kusura bakma ama, burası bir tabuta benziyor” cümlesine “Dekoratörüm
espri yeteneğine ve iç dünyasında kendine acıyor olsa bile, dimdik ayakta durduğunu
Central Park’ta yaşamaya başlayan Fogg, artık başını sokacak bir evi bulunmayan
biridir. Hiçbir zaman devamlı bir eve sahip olamayan pikarolar genelde yaşam yeri
olarak sokakları tercih ederler. Sokakta yaşam, tüm tehlikelere karşı korumasız olmak
anlamına gelse de, pikarolar çaresizlikleri içinde bu tehlikelere bir şekilde karşı
bir sürü korkunç öykü dinlemiştim gerçi, ama o anda yorgunluğum korkuma ağır
(61) İlk geceyi atlatan Fogg artık Central Parktan tedirgin olmamakta ve yaşam alanı
54
olarak seçtiği bu yeri içten içe sevmektedir çünkü tam anlamıyla kendi başınadır ve
özgürdür. Değişen koşullara çok çabuk uyum sağlayabilen pikarolar, kendilerini özgür
etmezler. Robert Alter Rogue’s Progress adlı kitabında “Hiçbir zaman tam kendileri
olmamış pek çok insanın üretken saatlerini aynı sınırlı işleri yaparak geçirdiği bir
şekilde aktarmaktadır:
Central Parktaki yaşam ve karşılaşılan olası tepkiler ise çok daha farklıdır ve bu
Buna karşılık Central Parktaki yaşam çok daha geniş bir çeşitlemeler
yelpazesi yaratıyordu. Çimlerin üzerine yayılıp gün ortasında uyumana
kimse aldırış etmezdi…Öğle tatilinde, parkın caddeye yakın yerlerinde
gezinen, çeşitli bürolarda çalışanların dışında, parka gelenlerin çoğunluğu
tatildeymiş gibi hareket ederdi. (61)
Bireylere dayatılan sisteme ince bir iğneleme yapan Fogg, bir pikaronun bakış
açısından Central Park’la ilgili gözlemlerine şu saptamayla devam eder: “ Orada geçerli
55
kural ‘herkes hayatını yaşasın’dı ve başkalarının yaptığına karışmadığın sürece,
açıklamaktadır: “Bu bakımdan pikaro ile Robinson Crusoe arasında bir paralellik
kurulabilir. Pikaro toplum içindedir ama Crusoe gibi tek başınadır” (Alter 123). Pikaro,
Crusoe gibi bir adada yaşamasa da Fogg’un durumunda olduğu gibi parkta başka bir
yerdeymiş ve tek başınaymış gibi kimseye hesap vermeden özgürce ve kendi olarak
dönmesine sebep olur. Geçmişinden ve başına gelen talihsiz olaylardan kaçan pikaro
yalnızlığı tercih eder. Toplumun içinde olsa bile, bu denli hep dışarıdaki ve yabancı
mutludur.
Tüm gün hiçbir şey yapmamasına rağmen ‘can sıkıntısı’ duygusunu bir kez bile
durumundan şikayet etmez. Alter, pikaronun hayal gücü için şunları söylemektedir: “ O,
hayal gücü yüksek biridir. Sadece bu hayal gücü nedeniyle tehlikeli bir marjinal duruşu
vardır ve böylesi bir yaşamda her zaman başının çaresine bakar.” (Alter 128)
etkisiyle hasta düşmüş bedeniyle ‘kayaların arasında ufak bir mağara’ diye
nitelendirdiği yerde bir süre yaşar. Hasta olduğu o dönemde kelime oyunlarına devam
eder. Hem ateşin ve açlığın getirdiği halüsinasyonlar, hem de hayal gücünün sınırlarını
56
tabelasındaki iki ‘o’ harfini insan gözüne benzeten ve daha sonra da onların tanrının
Daha önce de belirttiğimiz gibi pikaronun yaşamı her an değişebilir ve şans o tam
sona yaklaşmışken yüzünü gösterir. Pikaro Fogg’un ikinci kez yeniden doğuşuna
Zimmer ve Kitty sebep olur. Onu parkta kendinden geçmiş bir halde bulan Zimmer,
evini Fogg’a açar ve nekahet döneminde ona bakar. Zimmer’ın evinde sağlığına
kavuşurken kendisiyle de yüzleşen Fogg bir takım şeylerin değişmesi gerektiğine inanır:
Askerlik şubesinden aylar önce gelen kağıdı tamamen unutmuş olan Fogg, yazıyı
Zimmer’ın tarihin muayeneden bir gün önceki günü gösterdiğini söylemesiyle yine
olağanüstü şans zincirinde doğru yolda ilerlediğini fark etmenin mutluluğunu yaşar.
Muayenede ise daha önce hiç karşılaşmamış olduğu, bir yabancı olarak gördüğü doktora
kilo kaybının sebebini ve iki yıllık yersiz yurtsuz, başıboş yaşamını sansürsüz anlatması
pikaronun itiraflarıdır. O güne dek deneyimlediklerini hep içinde yaşayan pikaro, onun
için yabancı olan herhangi birine içini dökebilir ve aslında o sırada kendiyle
olarak anlatan Fogg, “ Ölüme yaklaştımsa da eskisinden daha iyi bir insan olduğuma
57
inanıyorum” der (85). Fogg’un doktora olan biteni anlatışı metnin içinde bir iç
kesinleşince rahatlayan Fogg’un şans zincirine yeni bir halka daha eklenmiştir.
The Picaro in Context adlı makalesinde Lester Beberfall, pikaronun söz konusu
durumu için şunları söylemektedir: “Sıkıntılı ve şanssız bir yaşamın ardından, arka
arkaya iyi olaylar deneyimleyen pikaro için talihinin bu döngüsü tek bir şekilde
farkına varmış olmasının sonucunda kazandığı bir ödül olduğudur.” (292) Fogg da
sadece kendini değil, başkalarını da düşüneceğine söz veren Fogg, bir süre sonra
Zimmer’a karşı kendini borçlu hisseder ve çalışma isteğini ona anlatır. Önceleri
Zimmer’a çeviri işlerinde yardım ederek ona olan borcunu ödemeye çalışan Fogg, daha
sonra iş aramaya başlar. Gördüğü ilk iş ilanında onun istediği her şey vardır; tekerlekli
iskemlede yaşayan yaşlı bir adama hizmet edecek biri arandığımı belirten bu ilanda
Fogg “Haftada 50 dolar, artı yatacak yer ve yemek” yazısını görünce bu işin tam onun
aradığı türden bir iş olduğunu anlar. Pikaroların başlıca özellikleri barınak ve yiyecek
toplumsal sınıflarına yorum yapmalarına önem vermezler. Bunun bir sebebi de aileden
yoksun oluşlarıdır. Hiçbir zaman daha iyiye ihtiyaç duymadan, sadece sıradan olan bir
58
hayat sürdüklerinde onlardan utanacak yada onları daha üstün bir statüde görmek
istemlerini belirtecek bir aileleri yoktur. Fogg bu durumu şu sözleriyle anlatır: “İş,
övünçle ailenize bildirilecek gibi değildi, benim de mektup yazacak bir ailem yoktu
Fogg, dördüncü epizoddan itibaren patronu Thomas Effing’le olan ilişkisini anlatmaya
başlar. Başlangıçta onun için sadece bir patron olan Effing’in sonraları büyükbabası
yazarın roman içinde roman diye değerlendirebileceğimiz Effing’in ölüm yazısının, bir
bakıma hayat hikayesinin, kaleme alınmasıyla fazlaca yer verilmiştir. Effing’in de Fogg
gibi gezgin bir karakter olması onu da bir postmodern pikaro yapmaktadır.
59
Effing’le ilgili hiç de olumlu olmayan ilk izlenimlerini okuyucuyla paylaşırken
kelimelerin anlatma gücünden destek alan yazar, aslında anlatı boyunca da hep aynı
Kelime oyunlarıyla ve düş gücü ile akıl gücünün birleşimiyle oluşturduğu abartılı
‘yazar’ diyerek söz ettiğimiz kişi hem Auster, hem de Fogg’dur. Auster Fogg’u
postmodern bir karakter olarak yaratmıştır: Fogg, her karaktere aynı mesafede duracak,
olarak her zaman olaylara ve kişilere olan bakışında mümkün olduğu kadar az yorum
yapmasını isteyecek, rastlantılara inanacak ve hiç tam olmamış, yine de bu halinden çok
da şikayetçi olmayan bir birey olacaktır. Fogg’un aynı zamanda statik olmayan gezgin
yapısı yersiz yurtsuz oluşu diğer öğelerle de birleşince onu postmodern pikaro diye
Fogg, Effing’i ilk gördüğü andan bahsederken “Onunla göz göze bir iletişim bile
gerçeğin ne olduğu konusunda hala bir fikir sahibi olmadığını anlatmaktadır. Effing’in
60
Zamanın belirsiz olduğu ve çizgisel bağlamda çok önem taşımadığı postmodern
anlatılarda tarihlerin verilmesinin tek amacı, anlatının bütünlüğüne bir gerçeklik katma
çabasıdır. Romanın başında “İnsanların Ay’a ayak bastığı yazdı” diyerek anlatının
adına ironik bir gönderme de yapmaktadır. Benzer türde bir başka ironiyi de Effing’le
tanıştığı günü anlatırken yapar: “O ilk günü şimdi düşününce, tanışmamızın 1 Kasım’a
ermişlerin ve şehitlerin anıldığı gün.” (103) Verilen bu tarih Effing’in ölüm yazısını
yazdırmak için Fogg’u işe aldığı düşünüldüğünde duruma paralel bir ironi, Fogg’un
Effing’in ilk göze çarpan olumsuz tavırları ve itici görünüşünü betimlemesinin ardından
nesnellik Effing söz konusu olduğunda pek geçerli değildir. Onunla ilk kez
konuştuğunda çelimsiz, zayıf, güçsüz ve ölü görüntüsünden çok farklı olarak canlı,
zinde ve güçlü bir kişi olduğunu gören Fogg, Effing hakkında düşündüklerini şu
sözleriyle anlatıyor:
Artık bir ayağı çukurda bir yarı ölü değil de; pür dikkat ve diri, bir anda
canlanıvermiş bir zindelik yumağıydı. Sonradan, bunun gerçek Effing
olduğunu öğrenecektim, tabi eğer ‘gerçek’ sözü, ondan söz ederken
kullanılabilirse. Kişiliğinin öyle büyük bir yanı aldatmaca ve düzmeceyle
örülmüştü ki, ne zaman doğru söylediğini kestirmek hemen hemen
61
olanaksızdı. Beklenmedik deneyleri ve esinleriyle dünyayı faka bastırmaya
bayılırdı. En sevdiği numara da ölü taklidi yapmaktı (105).
bulunan yeni bilim ve ilgi alanlarına uzak kalmayıp, onları anlatılarda kullanmalarıdır.
Çünkü, postmodern dünyada rastlantı ve gözlem önemli bir rol oynar ve metafizik
düşündürmek anlatıya ve karaktere renk katan bir yöndür. Nitekim, Effing kendini
bir karakter olduğunun anlatılmasının ardından böylesine inanılması güç bir iddiada
bulunması postmodern karaktere ve yazıma özgü ironik bir unsur olarak anlatıda yer
almıştır.
yolculuk yapan Fogg, Effing’in evine taşındığı gün Zimmer’la vedalaştığını söyler ve o
betimlemesinde Zimmer’ın Auster’ı anımsatan yapısı dikkat çeker. On yıldır şiir yazan
ve Fransız sineması üzerine dört yüz sayfalık bir araştırma kitabı yazmış olan Zimmer,
onu ne gördüm, ne de haber aldım; ama sanırım, bu kitabı yazma fikri, dört yıl önceki o
62
geldi.” (110) demesi bu kitabın yazılışıyla ilgili sürecin başlangıcından bahsetmesi
bulunduğu düşünülebilir.
Pikaro Fogg, uzun zaman sonra yatacak bir yere sahip oluşunun mutluluğu
okuruyla şu sözlerle paylaşır: “Fazla bir şey yoktu, ama benimdi ya. Belirsizlik içinde
geçen onca aydan sonra, o dört duvar içinde durmak, şu dünyada benim diyebileceğim
bir yer olduğunu bilmek, içimi rahatlatıyordu.” (112) Effing ile tanışıp, evine
yerleşmesinin ardından işe resmen alınmış olan Fogg, işinin gereklerini yapmaya başlar.
Effing ona ne söylerse, ondan ne isterse yerine getirir, birlikte tıpkı klasik pikaresk
Fogg, postmodern bir pikarodur ve henüz Effing’i usta olarak benimsememişken, onun
Bana söylediği sözle, okumam için seçtiği kitaplar, verdiği tuhaf görevler,
bunlar inceden inceye tasarlanmış gizli bir planın parçası mıydı, yoksa bana
mı öyle geliyordu? Kimi zaman, Effing’in bna gizemli ve kimsenin
bilmediği bir bilgiyi aktarmaya çalıştığını, bana açıklamadan ruhsal ve
zihinsel gelişmeme yol göstermek istediğini, beni kurallarını söylemediği
bir oyun oynamaya zorladığını hisseder gibi oluyordum. Bu, Effing’in
manevi rehber, bana dünyanın sırlarını öğretmeye çalışan öğretmen
kisvesiydi. (112)
Fogg’un ona okumasını istediği kitapların seçimi ve okunuş sırası romanın gezi ve yol
temasına uygun düşen bir sıralamaya sahiptir: “İlk kitaplar hep geziyle, çoğunlukla da
63
bilinmeyen yerlere yapılan geziler ve yeni dünyaların keşfiyle ilgiliydi.” (114) diyen
Fogg, kitapların isimlerini tek tek sayar: “İşe Saint Brendan ve Sir John Mandeville’in
geçtik.” (114) Sözü edilen bu kitapların Effing’in daha sonra yazdıracağı ölüm
kitaplarda anlatılanlar gibi uzak bölgelere, batıya ve çöllere gitmiş ve buralarda ilginç
deneyimler yaşayıp, farklı bir kimlikle yeniden dünyaya, şu anda yaşadığı yere
gelmiştir. Effing’e kitap okurken hissettiği “dünyadan kopma duygusu” Fogg’un Victor
bir boşluktadır.
noktada metinlerarası gönderme yapar ve Fransız yazar Gustave Flaubert’i kendi yerine
koyup düşünür: “Effing istediği sonucu almak için, Flaubert gibi birini işe almalıydı -
ama Flaubert de kimi zaman tek cümle üzerinde saatlerce düşündüğü için, o bile
yetersiz kalırdı.” (124) diyerek Flaubert’e gönderme yapar. Nesneleri kör bir adama
betimlemenin zorluğundan bahseden Fogg’u bir anlamda cahil ya da bilinçsiz bir okura
metni nasıl doğru anlamlandırabileceğini sağlamaya çalışan bir yazarın yaşadığı zorluğu
anlatan Auster’ın sesi şeklinde okuyabiliriz. Burada Auster’ın anlatıda birliği bozmayı
64
büsbütün belirsizleştiriyor, ayrıntılar ve geometrik
soyutlamalardan oluşan bir yığın altına gömülüyordu (126).
Postmodern yazar Auster’ın karakteri olan Fogg da aynı yaratıcısı gibi nesneleri
“Herhangi bir nesneden söz ederken, biraz boşluk bırakmanın Effing’i daha çok hoşnut
için süre verdiğini anlatır. Fogg’un anlatımının ayna tuttuğu bu durum, yani sözcükler
kayboluşuyla örtüşmektedir.
Fogg’un bir pikaro gibi gezgin olduğu günler sadece Central Park’la sınırlı
pikaro halleri New York sokaklarını, bu kez her köşesini ezberleyecek şekilde,
sözcüklerle zihinlerine yazarak ve tek başına değil, yine kendisi gibi pikaro olan
yazısını yazmasını beklediği Fogg’a her sabah gazetelerde çıkan ölüm yazılarını “genel
havayı anlayabilecek kadar çok” okutur (131). Effing’in ölüm yazısını yazdırmak
isteğini tuhaf bulan Fogg, normalde olduğu gibi ölünün ardından başkaları tarafından
yazılan bir ilan olduğunu ve henüz yaşayan birinin kendi ölüm yazısını neden
roman içinde roman diye nitelendirdiğimiz yapı ortaya çıkmaya başlar: Effing’in elli yıl
önce öldüğü sanılmış ve bir ölüm yazısı yazılmış, Effing de durumdan şikayetçi
olmamış, ölmüş biri olarak varolmayı sürdürmüş, şimdi de kendi ağzından hikayesini
65
anlatmaya karar vermiştir. Asıl adı Julian Barber ve Amerikalı bir ressam olduğunu
söyleyerek hayatını anlatmaya başlayan Effing’in öyküsünü Auster hemen hemen elli
sayfalık bir bölümde onun birinci şahıs anlatımıyla aktarır. Bu hikayede kimi zaman
kendi düşüncelerini satır aralarında anlatacak kadar Fogg’u öyküye dahil etse de Auster
Effing hikayesini yıllardır sakladığı sırrı bir anda anlatacak olmasını getirdiği
sabırsızlık, telaş ve duygu patlamasıyla söze dökmeye başlar, öyle ki Fogg bile
anlattıklarına ilk başta hiçbir anlam veremez. Ralph Albert Blakelock isimli bir
gitmesini ister. Blakelock’un Ay Işığı tablosu romanda hem metinlerarası bir gönderme
hem de tablonun adı bakımından ironik bir unsur olarak yer almaktadır. Blakelock’un
ilk resimlerinde Central Park’ı işlemiş olması Fogg’un aklına kendi sefil günlerini
getirir ve bu yüzden tablo ve isim ona anlamlı gelmeye başlar. Nitekim, romanın
olan etkisinden bahseden Effing, kendisi gibi ressam olan Moran’ın etkisiyle onun gibi
batıya seyahat etmeye karar verdiğini anlatır. Effing’in isimlerini verdiği bu kişiler
fazla inandırıcı gelmese de, o görevini yerine getirip işvereninin her anlattığını not alır.
66
Batıya yaptığı seyahatle maceracı pikaro kimliğine sahip olduğunu gördüğümüz
Effing’in hayat hikayesi gitgide daha ilginç bir hale gelmeye başlar.
Batıya seyahat etme amacının sadece ressam olduğu ve resmini geliştirmek adına
değil, aynı zamanda mutsuz yaşamından kaçmak olduğunu belirten Effing, geleneksel
pikarolar gibi bir ailesinin olmadığını, hiçbir zaman karısıyla bir bütün olamadıklarını
bunu otuz yıl gibi çok uzun zaman geçtikten sonra öğrendiğini söyler ve bu noktada
romanın geleceği açısından önemli bir ipucu verir. Effing’in hiç görmediği, hatta
varlığından uzun süre haberdar olmadığı bir oğlunun olduğu gerçeğidir bu.
Pikarolar çoğu zaman yalnızdırlar fakat yolda kendilerine eşlik eden birtakım yol
arkadaşları da vardır. Effing’in seyahatinde ona Edward Byrne adında bir topograf ve
çölde onlara rehberlik etmesi için tuttukları Jack Scoresby eşlik eder. Scoresby ile
yıldızı ilk baştan itibaren pek barışmamış olan Effing, iskambil oyununda onu iki kez
Pikarolar kendilerini özgür hissetmek için yola çıkarlar fakat hem doğanın hem de
67
sürekli tutsak bir yaşam sürerler. Bu bağlamda, özgürlüğe ve huzura giden yolun aslında
iç dünyaya yapılan seyahatle aynı olduğunu ve eninde sonunda tek özgürleştirici gücün
düşünce gücü olduğunu belirten pikaro Effing “Varolduğun tek yer, kendi beynindir”
diyerek seyahatinin sadece batının çöllerine değil, zihninin çıkmaz sokaklarına dek
saparlar. Dar patikalı, sivri kayalık ve uçurumlarla çevrili bu yerde yaşam ve ölüm
arasındaki çizgiyi yanıbaşlarında hisseden Effing’i kötü bir sürpriz beklemektedir. Dik
kayalıklarda ilerlerken Byrne’ın atının ayağı kayar ve uçurumdan yuvarlanır. Effing ona
yardım etmek istese de Scoresby ona engel olur. Pikaro Effing’in hislerinde yanılmamış
olduğu anlaşılır. Çoğu pikaresk romanda kahramanlar böylesine bir içgüdüye sahiptir.
keskin vahşeti ve şiddeti tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermeyi de benimseyen
Byrne’ın yüzü gözü kan içindeydi, sol bacağı ve sol kolu kırılmıştı. Kırıklar
uzaktan bakınca bile belli oluyordu. Sonra Byrne’ı sırt üstü çevirdim,
kaburgalarının arasında kocaman bir yarık gördüm- en az on beş on altı
santim eninde, içinden kan fışkıran ürpertici bir yaraydı. Korkunç bir
görüntüydü, çocuk paramparça olmuştu (162).
Bu anlatım Jerzy Kosinski’nin ünlü romanı Boyalı Kuş’ daki çocuk pikaronun
68
Bu görüntüden korkup kapağı kapamaktan aciz, büyülenmiş duruyordum. O
an fare denizi aralandı, parmakları kopmuş, iskelet haline gelmiş bir el,
ardından da kanlı bir kol yavaş yavaş yükseldi ve yığının tepesinde asılı
kaldı. Kısa bir an fare dalgasının içinde Dülger’in yarı yarıya kemirilmiş ve
morarmış ölüsü göründü. Kızıl ve kanlı kumaş parçalarıyla kaplıydı. Kol ve
bacaklarının arasında, koltuk altlarında kemirgenler kaslarla bağırsakların
en iyi yerlerini kapışıyorlardı. (Boyalı Kuş, 71)
tavır ve sözlerine yer vererek içinde bulundukları durumun zorluğunu anlatır. Byrne’ı ve
kendisini öldürmekle tehdit eden Scoresby’e karşı sözleriyle direnen Effing, onun
çölden ayrılmasına izin verir. Byrne’ın da ölmesinin ardından çölde, bilmediği bir
coğrafyada yalnız kalır. Byrne’ı hayatta tutmak için gereken tüm çabayı gösteren Effing
belirtisiydi. Byrne öldükten sonra, düşünecek, yapacak bir şer kalmayacaktı ve ben o
aktarmaya çalışır (165). Yol arkadaşının ölümü ruhsal anlamda Julian Barber’ın da
ölümü olmuştur.
tümüyle vazgeçtiği anda gerçekleşen mucize ve güzel tesadüfler sıkça görülen bir
temadır. Effing de ölümünü beklerken bir mağara görür ve “ölmek için iyi bir yer” diye
69
Mağara boş değildir, içinde bir masa, dört sandalye, bir dolap, oldukça eski bir
ördek soba, bir yıl yetecek kadar yiyecek ve daha birkaç saat önce öldürüldüğü belli
olan bir ceset vardır. İşte o an Effing karar verir: ölen kişinin yerine geçecektir.
anlatının yanısıra kendi kimliğinden sıkılan, hiçbir zaman kendini ‘tam olarak
yerine geçme’ durumunun örneğini veren Effing, bu sebeple bir postmodern pikarodur:
bir şekilde devam eden Effing’in bu durumu Fogg’un evinden atılmadan önceki
söyler.
Bahar geldiğinde Effing’i mağarasında ziyaret eden bir Kızılderili olur. İlk defa
George Çirkin Ağız denen bu adamdan öğrenir. Mağaradaki adamı Gresham Kardeşler
diye bilinen bir çetenin üyesi olduğu ve yasadışı işlere karıştığını anlayan Effing,
70
Mağaradan çıkıp, çölden ayrılmak ya da evi olarak benimsediği mağarayı terketmeyip
onların gelişini beklemek arasında ikilemde kalır, sonuçta “uğruna savaşabileceği tek
şey” olan mağaradan kaçmayı değil, orada kalıp Gresham Kardeşlerle yüzleşmeyi
Effing artık suç işlemiş bir pikaro olarak hayatına devam edecektir. Fakat bu cinayetler
suçlu hissetmez: “En ufak bir pişmanlık duymayışına, öldürdüğü adamlara hiç vicdan
eklemek istiyoruz.
Pikaro, ikinci kez hayata dönüşün eşiğindedir. Tom isimli yeni kimliğinin güvende
soygundan ona miras olarak kalan altı heybe dolusu para ve hisse senetleri ona yeni
bunun yaşam mücadelesinden galip çıkmış pikaro için hiçbir önemi yoktur. Ertesi gün
yeni yaşamının ilk günüdür ve Julian Barber kimliğini gömdüğü gibi mağaranın ağzını
Effing’in olağandışı öyküsünü aktaran Fogg, “Bir süre sonra anlattıklarının gerçek
olup olmadığını merak etmekten vazgeçtim. Artık öyküsü düşsel bir nitelik almıştı ve
bir öykü uyduruyor gibiydi” diyerek üst-kurmaca olan Effing’in yaşamının da gerçekle
düş arasında ve genelde düş çizgisini aşan bir yerde bulunan bir öykü olarak algıladığını
71
belirtir (186). Postmodern yazar okuyucuya sürekli bir kurmaca ile karşı karşıya
olduğunu hatırlatır.
Effing’in zengin ve şaşalı yeni hayatı bir ziyafette geçmişte Julian Barber’ı tanıyan
birinin onu tanıyor olduğunu hissettiğini söylediği anda yeniden yön değiştirir. Onu
burada da yine bir talihsizlik yaşar ve kayıp düşmesi bacaklarının sakat kalmasına sebep
olur:
bir coğrafyaya doğru hareket eder. Görüldüğü gibi pikaronun duruma uygun strateji
geliştirme ve yaşamını şekillendirme yapısı Effing’i bir mekandan diğer bir mekana
derece emindir:
Kaza, herşeyi değiştirmişti. Julain Barber ölmüştü. Kendisi ise artık ressam
değildi, hiç kimse değildi. Tekerlekli sandalyeye mahkum, ülkesini terk
etmiş Thomas Effing’di ve biri çıkıp da kim olduğunu kurcalamaya
kalkışırsa, rahatça canın cehenneme diyebilirdi ona. İşte bu kadar basitti.
(192)
72
Yaşam hikayesinin önemli bir bölümünü anlatmış olan Effing artık öleceği günü
beklemektedir. Kendi hesaplarına göre 12 Mayıs’ta ölecektir, ki böyle bir hesabı ancak
zihni normal bir insandan farklı şekilde çalışan bir kişi yapabilir. Yıllar önce mağarada
bulduğu çuval dolusu parayı 1 Nisan Şaka Gününde kendi belirlediği sıraya göre
insanlara dağıtmaya karar verir: “Yoksullar otomatik olarak hali vakti yerinde olanlara
gelecekti” (209). Bu kentte yaşamının büyük bir bölümünü geçirmiş biri olarak New
York’un ve sistemin eleştirisini yapan Auster, evsiz barksız ve fakir, sefil bir hayat
süren çok sayıda insanın yer alması bakımından pikaroların ağzından bu seçimin zor
Parkta aylar boyunca yaşamış ve New York’un iç yüzünü görmüştür. Günler süren
paraları ihtiyacı olanlara verme görevinin sona ermesine yakın Effing’in durumu da
ağırlaşmıştır. Effing, aslında bir anlamda kendi ölümünü, Orlando adlı bir zencinin
belirlediği günde ölmeyi beklerken Fogg ona bir anlamda inandığı tarihte ölümün
geleceğini anlatmak için numara yapar: “Onun planının yürüdüğüne inandırmak için
tarihleri değiştirmeye, her sorusunda daha ileri bir tarih söylemeye başladım. Gerçek ne
olursa olsun, yaşamının ayın on ikisinde son bulmasını sağlayacaktım” (220). İronik bir
biçimde Effing, planladığı gibi 12 Mayısta yaşama veda eder. Kaderci bir yaklaşım
Ölümünün ardından Fogg’u onun vasiyet ettiği işler bekler. Bunlardan birisi de daha
önceleri karısıyla geçirdiği son geceden doğan “birtakım sonuçlar” diye bahsettiği oğlu
73
Solomon Barber’ı bulup ona olup bitenleri anlatmasıdır. Bir tarih profesörü olan
Solomon Barber’a mektup yazıp, dört ay sonra da cevap alan Fogg’u yeni bir sürpriz
beklemektedir.
Bu arada Effing’in ona bıraktığı yedi bin dolarla Chinatown’a yerleşen Fogg,
Kitty’yle mutlu bir şekilde yaşadığı döneme girmiştir. Chinatown’da konuşulan dili
anlamasa bile bu onun gibi kalabalıkta yalnız yaşamaya alışmış bir pikaro için sorun
değildir:
Yıllar boyunca yaptığı seyahatler ve mücadeleler onu artık olgun bir pikaro
gelebilmek için dünyanın yarısını dolaşmıştım ve artık kendim dahil hiçbir şeyin bana
Denemeler yazarak yazarlığa adım atan Fogg, kendisini Montaigne ile özdeşleştirir:
74
Fogg, Ay Sarayı romanının kendi yaşam öyküsünden oluştuğunu romanın başında
yapıldığı bir tanışmadır. Solomon karakterinin soyadı “Barber”dır; soyadı “berber” olan
birinin dazlak olması ve kel kafasının yüz elli kilo civarında dünyayı andıran
özellikleri arasındaki tezatı simgeler: “O ufak tefek, cılız Effing’in böyle bir oğul
döllemesi olanaksızdı. Bu adam genetik bir yanlışlık, başını alıp gitmiş her türlü ölçü
sınırı aşarak gelişmiş dejenere bir tohumdu” (237). Barber da babası Effing ve Fogg
gibi hayatı boyunca seyahat etmiş; hiç belli bir yere ait olmamış bir pikarodur. Onun
daha tuhaf görünmektedir ve daha yalnız bir yaşam sürmüştür. Barber da Fogg gibi
yaşamına ait anıları romana sızdırdığını görüyoruz. Auster da bu üç karakter gibi kitap
75
Barber yaşamı boyunca ülkenin farklı üniversitelerinde tarih hocası olarak
Amerika’nın iç kesimlerinden batı bölgelerine kadar erişen bir yol haritasıdır. Fogg’un
Effing’le tanışması nasıl bir rastlantı sonucu gerçekleşmişse, bu rastlantının sonucu olan
hayatlarını anlatan Fogg için kendi hayatının hiç bilmediği bir yönünün, “ailesinin”
hakkında çok önemli bir gerçeği öğrenmesiyle sonuçlanacak ve hayatında yeni bir
dönem başlayacaktır. Yıllar önce birlikte olduğu Emily adlı öğrencisiyle Fogg’un
soyadı benzerliğini farkeden Barber, bir zamanlar Emily Fogg adında Chicagolu bir
olduğunun ortaya çıkmasına ikisi de şaşırır ve Fogg bunu da yine rastlantıya bağlar:
Gerçekten de bir iş ilanıyla başlayan bu tesadüf zinciri evrenin Fogg’ a bir oyunu
ya da şakası gibidir, hızla değişen roller, öğrenilen sırlar katettiği yollar kadar uzak
diyarlardan gelir ve onun düş gücünün bile ötesine geçer. Elbette Barber, Fogg’a onun
kaybetmekten korkar. Barber, babasını tanımadan bir ömür geçirmiştir, fakat şans eseri
de olsa kendi oğlunu bulmuştur ve ölene dek onun yanında olmak istemektedir.
olduğunu tahmin etmeden, buna ihtimal bile vermeden oğlunun varlığından habersiz
uzun yıllar yaşam sürmüştür, Barber da Emily’nin tek gecelik yaşanmış bir ilişkiden
hamile kaldığını ve bir oğul dünyaya getirdiğini Fogg’u tanıyana dek öğrenmemiştir.
76
Barber, Fogg’un Victor Dayısıyla birkaç kez karşılaştığını söyler, fakat bu
parodisini yapar:
Fogg, Barber’la bunca yıl karşılaşmamış olmalarını “hep yanlış zamanlarda doğru
yerde, doğru zamanlarda yanlış yerdeydik. Hep kılpayı kaçırmıştık birbirimizi” (251)
seçer, dolayısıyla her karakterin isminin romanda anlamlı bir yeri vardır. Bu anlamları
anlamlarını aktarırlar. Örneğin, Fogg adıyla ilgili dayısının yorumlarını şöyle aktarır:
77
Marco, tabii ki Marco Polo’dan, Çin’e giden ilk Avrupalıdan geliyordu;
Stanley, Dr. Livingstone’un izinden ‘kara Afrika’nın yüreğine’ ulaşan
Amerikalı gazetecinin adıydı; Fogg ise dünyanın çevresini üç aydan daha
kısa sürede dolaşan Phileas’ı simgeliyordu (12).
Soyadı daha önce de belirttiğimiz gibi “Barber” olmasına rağmen keldir. Adının da
kısaca “Sol” diye çağrıldığında eskiden “güneş” anlamına geldiği, Fransızcada da “yer”
(253).
ve güneştir. Fogg Kitty ile ilk tanıştıkları dönemde bir gün Ay Sarayı lokantasında niyet
kurabiyelerinden yer ve kurabiyeden çıkan sözü hep cüzdanında taşır: “Güneş geçmiş,
Fogg’un geçmişte hiç tanımadığı babası olması ve kurabiyeden çıkan sözün Effing için
çok önemli biri olan Tesla’nın yazdığı kitaptan alınan bir cümle olduğunu Barber’la
tanışmadan çok kısa bir süre önce tesadüfen öğrenmesi bu metaforun bilinçli bir şekilde
çelişkilerle dolu ve göçebe yaşamının da bu ada hizmet ettiğini düşünür: “Aynı anda
hem güneş hem dünya olabilmak iyice aklını kurcaladı ve Barber birkaç yıl evrenin tüm
parçasıyken, Effing için hayatında önemli bir yer tutan Blakelock’un Ay Işığı tablosu,
78
Barber için ise babasının yok oluşunu anlattığı Kepler’in Kanı adlı romanındaki
karakterin kimliğini değiştirmesiyle aldığı isim olan Jack Moon’a gönderme yapar. Ay
pikaroların doğumuyla ilgili ortak bir motif olduğundan bahseder: “Pikaronun dünyaya
Wicks, ikinci olarak da anormal doğum şartlarının pikaroların daha sonra kaotik
düşünür: “Elizabeth, ‘beni öldürmeye çalışıyor’ diye bağırıyordu. ‘Bu oğlan beni
öldürmeye çalışıyor. Onun dışarı çıkmasına izin veremeyiz’” (271) Oğlunun onu
kaynaklandığını söyler. Fakat bu iri yapılı gövdesi aynı zamanda onun insanlardan
kaçmasına ve hep yalnız bir gezgin olarak bir ölü gibi yaşamasına sebep olması
durumunda olduğu gibi çocukları olduğundan habersiz yıllarca onlara yabancı olarak
79
Kitty ona hamile olduğunu söylediği zaman bu çocuğu mutlaka doğurması gerektiğini
söyler. Fakat üremek isteyen pikaroyu bu kez yaşamı paylaştığı kişi engeller: “Mart
sonlarında Kitty gebe olduğunu farketti ve Haziran başında onu yitirdim.” (279) Kürtaj
yaptırmak isteyen Kitty ile bu konuda ters düştükleri ve bir türlü ortak paydada
buluşamadıkları için yollarını ayıran Fogg, çocuğu, yaşamının sonuna dek varolmayı
sürdürebilmek adına bir amaç olarak görmekte ve Kitty’nin buna engel omasına
kürtajın hala yasal olmadığı bir dönemde Kitty’nin doğurmak istememesi de olayı iyice
karmaşık bir hale getirmektedir. Fogg Kitty’yi ikna etmek isterken: “Çocuğumuzu
öldürürsen, beni de öldürmüş olacaksın” diyerek iki ruhu birden yok edeceğini ima etse
Barber’ın yanına taşınan Fogg onun Effing’in mağarasını bulmak için batıya
seyehat etme fikrini ilk başta pek cazip bulmaz. Fakat Barber, bir pikaroyu nasıl ikna
edebileceğini biliyordur. Bu fikri ona bir iş teklifi gibi sunar: “Benim asistanım,
rehberim, sağ kolum olursun. Buna karşılık yemen içmen, yatman, biraz da cep harçlığı
Kitty’nin yanından ayrıldıktan sonra yine evsiz kalan Fogg için bu güzel bir tekliftir.
Fogg’un ikna olmasındaki bir diğer etken de pikaroların seyehati zor duruma
80
Utah’a doğru yola çıktıklarında Chicago’daki aile mezarlığına uğramak isteyen
Fogg, Barber’ın babası olduğu itirafıyla ilk kez burada karşılaşır. O zamana dek babası
olabileceği ihtimalini düşünen fakat buna inanmak istemeyen Fogg, o anda kendini
Yıllardır Emily’e duyduğu özlemin de dışa vurumuyla ne yaptığını bilmez bir durumda
olan Barber’ın ayağı taşa takılır ve kazılmış olan bir mezarın içine düşer. Bu düşüş
benzer. Effing, yol arkadaşının başında o ölene kadar beklemiş, onu hayata döndürmeye
hastane odasında dinlediğini anlatan Fogg, onun şu sözlerine yer verirken aslında
talihsizlik yaşamış olsa da huzura kavuşmuş, geçmişine ait tüm soruları cevaplamış olan
bir pikaronun durumunu anlatır: “Belki kemiklerim kırıldı, ama sonunda yüreğim
onarıldı.” (295)
Barber’ın ölümünün ardından Utah çöllerine doğru yol almaya devam eden Fogg,
Effing’in anlattığı mağaranın artık sular altında kaldığını kasaba halkından öğrense de
onun yaşam öyküsünün kilit noktalarından olan Gresham Kardeşlerin gerçekten yaşamış
ve elli yıl önce ortadan kaybolmuş bir çete olduklarını duyar ve Effing’in hikayesinin
Çölde arabası kaybolunca bunun da ilahi bir oyun olduğunu düşünen Fogg: “Bu
olsa olsa Tanrıların işiydi. Beni çökertmek niyetinde olan ilahi kötülüğün bir
kötülüğüydü” (306) der ve pes etmeyeceğini, bu yollardan daha önce geçtiğini okurun
81
anlamasını ister. Yürümeye başlar, aylarca yürür ve bu yürüyüş onu tuhaf bir şekilde
mutlu eder:
kefaretini ödemiş, rastlantıları takip ederek ve kaderi sorgulayarak ama sadece o anı
düşünerek yaşamış, kendine yabancı olan kişilerin yaşam hikayelerini dinlerken kendi
soy ağacını oluşturduklarını görmüş ve “yaşamın başladığı yere” gelmiştir artık. Pasifik
yaşamı ardında kalmıştır, tek başınadır ama huzurlu bir biçimde yeni hayatına burada
Anlatının sonu postmodern romanların açık uçlu sonlarına örnektir. Sonsuz yorum
şansını okura bırakan yazar, aynı okuru merakta bırakmaktan çekinmez. Okur, öyküyü
82
2.4. Postmodern Pikaro Anna Blume
yarattığı karakterlere geniş bir özgürlük ortamı sağlar. Auster susar, karakter anlatır ve
okur kimi zaman anlatıcının kim olduğuna dair tereddüde düşer. “Bunlar son şeyler,
diye yazıyordu. Birer birer yok oluyor, bir daha gelmiyorlar.” (7) diye başlayan
romanda okur Auster’ın varlığını ve onun anlatıcı konumunda olduğunu anlar fakat bu
sadece okura metnin bir kurmaca olduğunu baştan belirtip bir kenara çekilmeyi isteyen
Auster’ın postmodern bir oyunudur. Roman, kurgu bir kişinin yaşamının karakterin
bakış açısından anlatacağı ve arada bir kendini hatırlatıp okuru şok edeceği postmodern
bir eserdir. Auster sessizliğini zaman zaman bozar, ancak “William’ı bulamadım diye
yaşamın güçlüğü bizlere “Kentte oturunca hiçbir şey için bu böyledir, o elde bir
83
Pikaresk türün özünde yer alan dinamik yapı ve düzensizlik Anna Blume’un
imkansızlığıyla karşı karşıya olan pikaro kaos ortamında hayatta kalmak için gerekli
tür olmayıp, dinamik bir model olduğu için, bu tarz içindeki çalışmaların diğer türleri de
arayışıdır. Ay Sarayı romanında Marco Stanley Fogg’un hiçbir zaman kendi evinin
olmayışı ve kökleri hakkındaki bilinmezliği, yıllar sonra rastlantı ile tanıdığı babası gibi
Son Şeyler Ülkesinde romanında Anna Blume’un da kayıp baba yerine kayıp ağabeyini
arayışını, pikaronun baba figürü yerine koyduğu birini arayışı olarak okuyabiliriz. Anna
da Fogg gibi ailesi hakkında çok fazla konuşmaz. Sonuçta, uzun yolculuklar yapıp
Blume’da Fogg’a oranla daha belirgindir. Fogg, içsel yolculuklarla köklerini sorgular ve
o korkunç gemiye bindim ve senden ayrıldım.” (8) diye mektubu yazdığı kişiye
arayışını anlatmaktadır.
içinden çıkamadığı bir belirsizliğe doğru gider ve yaşamda kalmak arzusuna dönüşür.
Artık, yiyecek ve barınak bulmak tek gayesidir. Mektupta, kaosun egemen olduğu bu
84
ülkedeki açlık ve evsizliği anlatan çarpıcı sözler sıkça yer almaktadır: “Şurası kesin.
Açlık duygusu olmasa, yaşamayı sürdüremezdim.” (8) “Sık sık yiyecek sıkıntısı
çekersin, bir gün hoşuna giden yiyecek ertesi gün hiç bulunmayabilir.” (10) Anna’nın
bu ülkeye uyum sağlama çabasını pikaronun her türlü değişen duruma kolayca ayak
uydurması olarak görmekteyiz. Anna yiyecek bulmak için çöp toplayıcılığı yapar ve
sisteme aykırı bir birey olsa da varolabilmek için yaşadığı bu yere ayak uydurmak
zorunda kalır. Açlıkla ilgili anlattıkları hiç de az değildir: “En sevilen konuşma
açlığını bile unutabilir, onların ‘doyurucu ayla alanı’ adını verdikleri ortama
(15) diyen Anna ‘onlar’ zamirini kullanarak aslında o kente ait olmadığını ve bu
sistemde halk gibi yitip gitmeyeceğini söylemek istemekte ancak yiyecek ihtiyacının
önemini vurgulamaktadır.
anda yaşananlarla ilgilenen bir pikaro olduğunu ‘keşke’ ile başlayan cümlelerin
anlatırken genele uymaktan hoşlanmayan, her şeye rağmen farklı bir duruş sahibi olan
85
başka şeylerde olması, birbirleriyle çekişip durmaları da politikaya ilgi duymalarını
öldürmek zorundasın” (26) ifadeleriyle göz önüne seren Anna benliksiz, kimliksiz ve
biliyor olmasının verdiği rahatlıkla adrese giden Anna ‘tek gereken şeyin oraya gitmek’
“…sokağın ortadan kaybolabileceği hiç aklıma gelmemişti. Bina yoktu, sokak yoktu,
hiçbir şey yoktu.” (24) diyerek anlattıktan sonra, benliğini yitiren ve geçmişini silen
Orası üçüncü sayım bölgesiymiş. Bunu daha sonra öğrendim. Aşağı yukarı
bir yıl önce bölgede salgın hastalıklar görülmüş, kent yöneticileri de önce
semtin çevresine duvar örmüş, sonra bütün yapıları ateşe vermişler. Bana
anlatılanlar böyleydi…Kentte tutulacak en doğru yol gözlerinle
gördüklerinin dışında hiçbir şeye inanmamak. Ona da güvenilmez gerçi.
Çünkü bazı şeyler göründüğü gibi değildir. (24)
Auster, her an her şeyin olabildiği bir mekanda özellikle geçmiş söz konusu
olduğunda ‘gerçekleri çarpıtma eğiliminde’ olan bireylerin, gerçekle düş arasında gidip
86
Pikareskin ritmik ‘tesadüf’ öğesi epizodik karakterin bir sonucudur ve bu
gelişimi yerini süratli eyleme bırakır (Herzogenrath 121). Dinamik eylem yapısı
getirir. Pikaro Anna Blume, yaşam mücadelesinde hem kendi gözlemlediklerini hem de
başkalarının yaşamlarında gözlemlediklerini şans öğesine bağlar. Söz konusu şans hava
ile ilgili de olabilir: “Bana kalırsa her şey şansa bağlı. Kimsenin iyice açıklayamayacağı
olabilir: “ Sonunda Sam’le karşılaştım gerçi, ancak bunda benim katkım yoktu. O da bir
rastlantı, gökten inme bir şans eseriydi.” (47) Isabel ile tanışmasını ve onun evine
yerleşmesini de “ Sanki biri bana büyük bir armağan vermişti. Bir nimetti bu.” (54)
diyerek şansa bağlayan Blume için barınak bulabilmesi elbetteki ilahi yardımlardan
birisidir ve pikaro bu tür şansları yaşam mücadelesinde yenilmemek adına en iyi şekilde
okura itiraf eder ve tüm anlatacaklarının ne kadarının gerçek ne kadarının düş gücü
87
Blume’un zihninin karışıklığı ve zamanın belirsizliğiyle gözlemlediklerini çok net
kadar net ve gerçekçi betimlemeleri vardır ki okur ona inanmaktan başka bir yol
yaşamanın böylesine güç olduğu bu dünyadan bir an önce göçebilmek için çeşitli
ölmeyi seçmelerinin sebebini ise Anna Blume, hiçbir koşucunun “bunu tek başına
vardır ve bu tür ölümler de yine “halka açık bir törenle” gerçekleştirilirler. Son Atlayış
denilen bu ölüm yöntemi yüksek bir yapıya tırmanıp tepeye gelindiğinde kendini
pikaro Blume bu noktada aslında hikayenin asalak zorbası Ferdinand’ın ölümünü ima
etmektedir. Çünkü o da Ferdinand’ın ölü bedenini binadan aşağı atıp onuruyla, kendi
isteğiyle yaşamına son verdiği süsü vermiştir. Dolayısıyla, son atlayıştan bahsederken
88
“yüreğinde yeni bir özgürlük dünyasının kapıları açılıyor sanki” (19) der ve o sırada
Bu ülkede ölümü bir hizmet olarak sunan zenginler de vardır ve ölmek isteyen bu
denli çok kişinin yaşadığı bu yerde oldukça kazançlı bir sektöre sahiptirler. Ölüm
Yolculuğu”, orta gelirliler için “Harikalar Yolculuğu” ve hem biraz daha ücretli hem de
daha uzun süren “Eğlence Gezisi”. Her üç programda da bireyler bir simulasyon
“Dönüş Yolculuğu” programında temiz bir yatakta uyumanın zevkini uzun süredir
tatmamış sokakta yaşayan insanlar az bir ücret karşılığında özel bir yatağa yatırılırlar ve
oradaki görevli tarafından yapılan iğneyle bir daha uyanmamak üzere uykuya dalarlar.
Bireyin dönüş bileti böyle kesilmiş olur. “Harikalar Dünyası”nda biraz daha gelişmiş bir
umursamazlık ve asılsız bir mutluluk duygusu verir.” (20). “Eğlence Gezisi”nde ise
varolan dünyanın tam tersi olarak eğlence duygusu hakimdir. Bu sanal gerçeklik
ortamında müşteriler “bir-iki hafta için bolluk içinde yaşar, eski lüks otellerin görkemini
aratmayan bir hizmet görürler.” (20) Parayla ölümü satın alanlar o zamana dek nasıl
Suikast kulüplerine üye olanlar ise her an herhangi bir yerde öldürülmeyi
beklemektedir: “Ölüm ufuktaki bir olaydır onun için; kesin olmaya kesindir, ama hangi
ölüme karşı daha dirençli bir yaşam arzulamalarını sağlamasıdır: “Kaçınılmaz olana
89
uysallıkla boyun eğeceklerine, suikast müşterilerinin hareketlerinde bir canlılık görülür,
daha uyanık davranırlar. Herşey yeni bir anlam kazanmış gibidir, hayatın anlamına
varmış gibidirler.” (21) Yaşamaktan hiçbir şekilde zevk alamayan insanlar görüldüğü
silinmeye yüz tutmuş bu insanların çürümüş sistemin kaos ortamında başka çıkarları da
yok gibidir. Ötenazi ve suikast kulüplerine üye olan insanlar, gerçek diye
tanımlanamayacak kadar zor olan yaşam şartlarını yine gerçek olmayan, Baudrillard’ın
Anna, yaşamayı tercih eden insanlardan da bahseder. Çoğunun belli bir evi yoktur.
Hergün boş buldukları bir eve girer, orada uyurlar. Bir anlamda bu ülkedeki herkes
zorunlu pikarolardır. Birçok kez pikarolar gibi yağma ve hırsızlık yapar, cinayet işlerler;
Blume da parkı ‘yerleşik düzen kurulabilen’ bir yer olarak görür ve Fogg’un yağmura
90
göstergesidir: “Onların söylemeye çalıştıkları şey şu: Ne hale geldiğimizi biliyor ve
bundan utanç duyuyoruz.” (29) Görüntünün taklitten ibaret olduğu postmodern dünyada
yaşayan bu insanlar, fiziksel zayıflıklarını gizlemek için kendileriyle ilgili sanal bir
gerçeklik yaratırlar ve bir anlamda hiç de inandırıcı olmayan sağlıklı birey görünümünü
taklit ederler. Gerçek herkes tarafından bilinse de gözün algıladığı görüntü gerçeğin
karşıtıdır.
Tek amacın öyle veya böyle yaşamını sürdürebilmek olduğu bu kentte en gözde
meslek “çöpçülük”tür. Öyle ki “dışkıcılar” devlet memuru bile sayılmaktadır (35). Fakir
olan halk için en uygun meslekler, her ne kadar bu işe uygun bir araba ve ruhsat almak
için belli bir miktar sermayeye ihtiyaç duyulsa da “çöp toplayıcılığı” ve “buluntu
geri dönüşününün bir simgesi olarak yer bulur. Blume da bir süre çöp toplayıcılığı
Ölümcül bir denklem kurulmuş. Kazanç çok düşük olduğu için para
biriktiremezsin. Biriktirirsen, senin için çok gerekli olan bir şeyden, örneğin
yiyecekten, kısıntı yapıyorsun demektir. Yiyecekten kısıntı yaparsan araba
satın alacak parayı kazanmanı sağlayan işi yapmak için yeterince güç
bulamazsın. Sorunu anlıyor musun? Ne kadar çok çalışırsan o kadar güçsüz
düşersin, güçsüz düştükçe de iş zorlaşır. (37)
Çöp toplayıcılığın ardından bir süre buluntu avcılığı da yapan Blume, tamamen
yabancı olduğu bu kentte artık bir “av” değil “avcı” konumundadır. Her zaman yolda
91
olmasını gerektiren bu meslekler bir bakıma pikaro olarak sürdürdüğü yaşamın olağan
Blume, buluntu avcılığı yaptığı dönemde bir gün Quinn adında birinin
pasaportunu da bulur. Bu bilgi, Auster’ın Cam Kent romanının baş kişisi olan Daniel
Quinn’e ait olan pasaportu bulması Auster’ın bu kentin New York olduğunu
biri, Blume karakterinin ailesinin bir üyesini aramak için çıktığı yolculuğu anlatırken bu
kimi zaman farklı kimliklere bürünüp hayatta kalmayı sürdürmesidir. Gullien’in “insan
galerisi” diye tanımladığı pikaresk roman şahıs kadrosu bu romanda da oldukça geniştir.
Blume, William’ı bulamaz ama Samuel Farr, Isabel, Ferdinand, Victoria, Otto,
duygu boşluklarını satır aralarında işaret eder gibidir. Sadece o değil, tüm karakterler bir
Isabel’dir. Buluntu avcısı olarak yaşamını sürdürdüğü günlerde hem kendisi hem de
92
Blume, beşinci sayım bölgesinde buluntu ararken Isabel de orada çöp
gerek kıpırdamadan sokağın ortasında dikilmektedir. Pikaro Blume, içinden gelen sesi
Isabel’i kurtarışı bir anlamda onun da kurtuluşu olur. Bu kurtuluş kentten ayrılma değil,
kentte yaşayabilmek adına ihtiyaç duyduğu amaçlarına bir yenisini daha ekleme
yönündedir.
hem onu kurtarışının karşılığı olarak hem de çöp toplarken zorlanan bu yaşlı kadının
para kazanmasına yardım ederek. Isabel’in evi kentteki evlere nazaran lüks bile sayılır,
çünkü tuğladan yapılmış bir evdir. Barınağa ihtiyacı olan pikaro için ise bu bulunmaz
bir nimettir: “Sanki biri bana büyük bir armağan vermişti. Bir nimetti bu. Konfor da,
Kamburu çıkmış sıska bir adamdı. Burnu iri ve kemerli, kafası yarı yarıya
kabaktı. Başında kalan saçlar kıvırcık ve dağınıktı, kafasının her yerinden
fışkırırdı. Teninde hasta insanların solgunluğu görülürdü. Gövdesini-
93
kollarını, bacaklarını ve göğsünü- kaplayan kara kıllardan ötürü daha da
solgun görünmesine yol açan bir ölü beyazlığıydı onunki. (56)
içler acısı duruma kendini kaptıran okur, kimi zaman yazarın doğrudan ona seslenişine
tanık olur: “Gerçekler böyle, ben de sana bütün gerçekleri birer birer anlatıyorum.” (61)
sıkça görülür, öyle ki bu anlatıda yazar sadece kendini hatırlatmaz aynı zamanda bu
kadar çekici” olan Blume’un da kendini tehlikelerden korumak adına erkeksi bir
bu yeni kimliğe alışmak Anna için ilk başta oldukça zordur. “Öyle çirkinleşmiştim ki
kendimi tanıyamadım. Başka bir insan olmuştum sanki. Bana neler oldu, diye
Isabel’in artık çöp toplamaya çıkamayacak kadar hastalanması sebebiyle tüm yük
Anna’nın omuzlarındadır. Ferdinand ise Blume’un eve yeteri kadar yiyecek ve para
savunmak için gerekirse suç işlemeyi bile göze alırlar. Anna’nın Ferdinand’ı öldürmesi
de sırf kendini korumak içindir. Ferdinand’ın ondan yararlanmak istediğini anladığı gün
94
Anna, bu planını hemen şekillendirir ve eyleme döker: “Ferdinand bana dokunduğu
anda onu öldüreceğimi anlamıştım” (67) diyerek bu arzusunu dile getiren Blume
eylemin onu kurtaracak olduğunun altını çizer. Fakat burada dikkat çekilmesi gereken
bir durum vardır, Blume Ferdinand’ı öldürmekten zevk alır. Suçun doğal bir eylem
korkunçtu, korkunçtu.” (68) diyerek okura da itirafta bulunan Blume’u suçlamak yerine
Ay Sarayı romanındaki Fogg nasıl kendi hayatını kaleme alma fikrini veren kişinin
Isabel için aldığı defter, Isabel öldükten sonra tamamen Blume’a ve onun hikayesine ait
olur.
Tekrar zorunlu olarak sokaklarda yaşamaya başlayan Blume, bir gün yine bir
95
Yahudi olan bir grup kişiyle karşılaşan Blume, hikayesini durmaksızın onlara anlatmaya
söylemelerinin üzerine onlara kentteki diğer gazeteci olan Samuel Farr’ı sorar. Haham
söyler (97). Blume’un şansı bir kez daha dönmüştür ve hiç olmazsa ağabeyini tanıyan
biriyle konuşabilme fırsatı vardır. Sam de William gibi ülkeyle ilgili bilgi sahibi olmaya
ve bunu başka insanlara yazılarıyla anlatmaya çalışan biridir. Adının da ironik bir
şekilde “Farr” olduğu söylenmektedir: Uzakta olan bir gazeteci, bir yazar, bir yol
arkadaşıdır.
Sam de Auster’ın diğer pikaroları gibi açlıkla başa çıkmasını öğrenmiştir. Gün
aşırı yemek yiyerek, gıdasından sürekli tasarruf ederek parasını ve midesini idare
etmeye çalışmaktadır. Anna, bir barınağa ihtiyacı olduğundan ve yalnız başına bu kaos
ortamında daha fazla savaşamayacağından Sam’in yanına yerleşir ve bunun doğal bir
sonucu olarak aşk yaşamaya başlarlar. Tutkunun egemen bir güç olduğu postmodern
duygusunu derinden hissedebildikleri tek yer olan bedenlerde dolaşmalarıyla son bulan
bir duygudur. Nitekim, Sam’den sonra hemcinsi Victoria’yla da birlikte olan Anna, bu
96
açıklar: “Birbirimiz için birer sığınaktık daha çok; her birimizin, yalnızlığı içinde huzur
bulabileceği bir sığınak.” (152) “Pikareskte cinselliğin her iki taraf için de eğlenceli bir
kalması Sam ve onun için bir umut ve yaşamlarına daha sıkı sarılabilecek olmaları
bakımından güç veren bir gelişme olur. Fakat, havaların soğuması, Anna’nın hala
Henri Dujardin’den bu konuda ilk başta hiç de samimi gelmeyen bir yardım alan Anna,
onun oyununa gelir ve kendini bir insan mezbahasında bulur. Zaten işi kemikleri
araştırmak olan bir etnoğrafın, bu kaos ortamında kendine böyle bir iş edinmesi
şaşılacak bir durum değildir. Anna’yla ilk karşılaştıklarında “donarak ölen adsız
cesetlerin” kemiklerini incelediğini söyleyen Dujardin (112) bir bakıma her şeyi
önceden Anna’ya söylemiştir de. Blume’a bir çift ayakkabı bulma konusunda ona
yardım edeceğini söyleyen etnoğraf onu bir insan mezbahasına götürür. Anna, tesadüfen
kapı aralığından gördüğü bu yeri ve içeridekileri keskin bir dille anlatır: “Kasap
97
çengellerine asılmış üç ya da dört çıplak insan cesedi, baltasıyla bir masanın üstüne
eğilerek bir başka cesedin kollarıyla bacaklarını ayıran adam” (123). Auster, bir
19). II. Dünya Savaşı sırasında kuşatma altında olan Leningrad’ta böyle bir insan
ele almaktadır.
ölmediğine şaşıran Anna yine şansı sayesinde hayata tutunduğunu anlar. Amaçları zor
durumdaki insanlara yardım etmek olan “Woburn Köşkü” sakinleri rastlantı sonucu onu
yardıma ihtiyaçları olduğunu, bunun onun için de faydalı olacağını söyler. Ne de olsa
Anna bir pikarodur; o anda da tek ihtiyacı olan yiyecek, barınak ve güvenli bir yerdir.
çaresi yoktur. Çaresizlik içinde, hayatını kurtaran bu insanlara yardım etmeyi kabul
eder.
Köşkte Otto Frick adında oldukça yaşlı bir çalışan vardır. Bu kadar uzun
yaşamasının sebebini ilginç bir mantıkla isminin “Otto” olmasına bağlar. Auster’ın
98
paralellik olduğunu belirtmiştik. İşte buradaki paralelliği Otto kendi adından yola
Benim adım Otto. Tersten de yüzden de aynı. Hiç bitmiyor, hep yeniden
başlıyor. Onun için de iki kat uzun yaşıyorum. Herkesten iki kat uzun. Sen
de öyle, küçük hanımım. Senin adın da benim gib, Anna. Tersten de yüzden
de aynı. Tıpkı benim Otto gibi. Yeniden doğman da bundan. Bu bir nimet,
Bayan Anna. Ölmüştün sen. Yeniden doğduğunu bu gözlerle gördüm.
Büyük bir şans, bir nimet. (131)
Yaşadığı talihsizliklere rağmen, şans eseri hep hayatta kalan Anna’nın artık şansın
tamamen yitirmeye yüz tuttuğunu anlatmaktadır. Bir dönem onun gibi bu duyguları
Sadece ona verilen görevleri ‘iş maskesinin ardına’ gizlenerek yapan Anna’nın
yerini ilginç kişiliğiyle almıştır. Anna, uzun uzadıya Boris’le ilgili ayrıntılar verir.
Boris’in görevi köşkten değerli eşyaları alıp onları ‘Yeniden Diriltme Uzmanları’na
para karşılığında satmaktır. Anna, her uzmanın yanında farklı bir kimliğe ve kişiliğe
büründüğü için Boris hakkında “iyi birisi” olduğunun dışında kesin bir anlama
99
varamamıştır. Hatta Dr. Woburn’le tanışmasının bile farklı hikayelerini duymuş olan
Anna, bir bakıma tüm karakterlerin postmodern dünyada gerçek ve düş çizgisinin ayırt
sıra Barber’ı anımsatan bir diğer unsur da şapkalarına verdiği isimlerden anlaşılır:
“Örneğin, fesin adı Aptullah Amca’ydı. Melon şapka Sör Charles, tepesi düz, püsküllü
Anna, her ne kadar “payıma düşen mucize sayısını tüketmiştim” demiş olsa da
şanslı bir pikaro olarak hala bir mucize kredisine sahiptir. Woburn evinde yardıma
muhtaç kişilerle mülakat yapan Anna’nın karşısına yangında öldüğünü düşündüğü Sam
çıkar. Bu görüntünün gerçek olup olmadığını ilk başta anlayamayan Anna, Sam’in
inanılmaz değişimini okurla paylaşır: “Başka birinin bedenine girmişti Sam, yüzünün
iki yanında morluklar, kara parmaklarında yaralar olan, üstü başı perişan, kır saçlı bir
100
Pikaresk anlatılarda sıkça görülen temalardan biri de uzun zaman sonra yaşanan
karşılaşmalardır. Pikaro gezgin bir karakter olduğu için hayatın onu sürüklediği
duraklarda yaşar ve yaşamının bir dönemini paylaştığı kişiler, klasik bir diğer öğe olan
çıkan Sam, uzun bir dönem Anna’yı aramış fakat Anna’nın ağabeyi William’ı bulma
norlarının da kütüphane yangının da kül olması romandaki bir diğer ironik unsurdur.
Postmodern pikaresk diye adlandırdığımız yazın türünde her iki türde de ortak bir
öğe olan “kimlik ve kılık değiştirme”, Son Şeyler Ülkesinde romanında Sam Farr
karakterinde de görülür. Sam, Woburn Köşkü’ne geldiğinde Victoria onu herkese “yeni
doktor” olarak tanıtmalarının çok büyük yarar sağlayacağını söyler. Blume, buna ilk
başta karşı çıksa da Sam’in bu duruma kolayca uyum sağladığını görür: “İşin tuhafı
Sam’in doktor rolünde büyük başarı göstermesiydi”, “Sonunda kendisine çeşitli adlar da
kısıntılar kendini gösterir: yeniden iki günde bir yenilen öğünler, onarılan giysiler. Evin
aşçısı Maggie’nin ortadan kayboluşu, Otto Frick’in ölümü, Otto’nun zeka özürlü torunu
Willie’nin bu yükü kaldıramayışı derken yeni bir şiddet tablosu gözler önüne serilir:
101
Willie tüfekle ev halkını tehdit etmektedir ve yine hayatta kalabilmek için birinin onu
öldürmesi gerekmektedir. Bu kez suçu işleyen Sam’dir (174). Bu olay romanda öyle
sıradan bir ayrıntı olarak verilir ki artık hiçbir şeye tepki vermeyen postmodern
Kaçınılmaz son iyice yaklaşmaktadır. Woburn Köşkü kapatılır. Anna ve evin diğer
sakinleri nasıl olacağını bilemeseler de bu kentte ayrılmanın bir yolunu bulmak için
roman kahramanlarının çoğu gibi Anna da yaşamının bir bölümünü sırf unutulmamak
kağıt bitince yaşam da biter. Bu, bir anlamda Auster’ın yazarken varolduğunun bir
içindedir, Auster da sadece temel besini olan kalem ve sığındığı kağıtlarla var olur.
“Şimdi istediğim tek şey bir gün daha yaşayabilmek. Bunları başka bir dünyadan
arkadaşın olan Anna Blume yazdı. Gideceğimiz yere vardığımızda sana yine yazmaya
çalışacağım, söz.” (181) diyerek mektuba son noktayı koyar. Bu şekilde roman
başladığı yere geri dönmüştür. Gittiği yerden okura mektup yazan pikaro Blume’a yeni
102
SONUÇ
Postmodern tutum, çok kültürlü bir kadını seven ancak ona “Seni çılgınca
seviyorum” diyemeyeceğini bilen bir adamın tutumudur, çünkü bu
sözcüklerin zaten Barbara Cartland tarafından yazıldığını kadının bildiğini
bilmektedir (ve kadın da, adamın bunu bildiğini bilmektedir).
Kültür kuramcısı ve yazar Umberto Eco Gülün Adı Üzerine Düşünümler adlı
olmak oldukça zor. Tez çalışmamızda Paul Auster’ın eserlerini postmodern açıdan
çalıştık. Rastlantı, nihilizm, kimlik değiştirme, iç dünyaya yapılan yolculuklar, aile soy
anlatıyla örtüşen yanları çalışmaya dahil edilmiş ve postmodern pikaresk yazımın genel
örtüşüp birbirinin üzerine geçerken yer yer yazarın Anna Blume gibi karakterlerin
üzerinden felsefi anlamda postmodern dünyaya karşı duruşuna tanıklık ederiz, kimi
ile bizi postmodern yazının kaçınılmaz çok katmanlı doğasına davet eder. Bu durumda
103
incelerken psikalanist Jacques Lacan’ın dil ve kimlik anlayışından ya da bireyin
ekseni olan pikaresk roman ve pikaro ile postmodern bireyin kesiştiği noktaları
irdelemeyi tercih ettik. Romanların ortak metinlerarasılık özelliği ise Auster’ın bir
değişirken, yazarın kimi zaman “ben burdayım” demek istemesi gibi satır aralarına
yerleştirdiği cümleleri ile okuyucu sıklıkla hikayeleri anlatılan pikarolar gibi nereye
Nitekim, Auster’ın yarattığı bu postmodern pikarolar her adımda yeni bir bölünme
ve yol ayrımının eşiğinde, yeni bir kapının ardındadır. Postmodern pikarolar Fogg ve
Blume, Cervantes’in Don Kişot’u gibi bir hayalin peşinden gitmez ya da Kosinski’nin
Boyalı Kuş romanının anlatıcısı gibi dışlandığı ve rahatsız olduğu için bir yerden başka
bir yere yolculuk yapmaz; onlar sadece yaşadıkları ana uygun eylemler geliştirir.
Amaçları yoktur, olsa bile hayatta kalma mücadelesi amaçlarının önüne geçmiştir ve
104
Postmodern pikaroların durumu Lyotard ve Baudrillard’ın bilgi toplumundaki veri
akışına karşı koyamayan ve bir yerden başka bir yere sürüklenen bireyleri niteledikleri
durumla bağdaşır. Postmodern dünyada faydalı faydasız o kadar çok şey görür ve
Fogg’un hayattaki tek arayışı yatacak bir yer ve yaşamını sürdürebilmesi için yeterli
ilgili kendi kendine sorduğu hiçbir soru yoktur. Fakat yaşam yolculuğunda karşısına
çıkan Effing adlı kişiden üç kuşak akrabalarını istemeden öğrenmiş olur. Soru sormadan
cevap bulan Fogg’un aksine Anna Blume’un yolculuğa çıkmasının çok önemli bir
nedeni ve yanıt bekleyen soruları vardır: Ağabey’i William’a ne olmuştur, hala yaşıyor
mudur ve Anna onu bulabilecek midir? Blume Son Şeyler Ülkesi’nde hayatta kalmak
adına William’ı arayışına bir anlamda son vermek zorunda kalır. Anna’nın bu kaos
ortamında kendi sorularının cevabı dışında hayata dair öğrendiği çok şey olacaktır.
işaret etmektedir. Her iki romanda da kahramanlar başa dönmüştür, yolculukta onlara
Öykülerin bittiği yer pikaronun kendi yaşamını anlatmaya karar verdiği noktadır
105
yerde bitmiştir, ya da bittiği yerde başlamıştır. Pikaro hayatını kaleme aldığı o anda bile
106
KAYNAKÇA
Alter, Robert. Rogue’s Progress: Studies in the Picaresque Novel. Cambridge: Harvard
University P, 1965
Beberfall, Lester. The Picaro in Context, Hispania, Vol. 37, No. 3 (Sep., 1954),
pp. 288-292
Barone, Dennise. (ed.), Beyond the Red Notebook: Essays on Paul Auster, Philadelphia:
Best, Steven ve Kellner, Dougles. Postmodern Teori, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1998
Blackburn, Alexander. The Myth of the Picaro. Raleigh: University of North California
Publishing, 1979
107
Başarır, Yeşim. The Rogue Romanticised: American Picaro and The City As A New
Connor, Steven. Postmodernist Kültür Çağdaş Olanın Kuramlarına Bir Giriş, Yapı
Yayınları, 2003
İstanbul, 2002
towards the theory of literature history. Princeton: Princeton UP, 1971. 71-110
----------------. The Anatomies of Roguery: A Comparative Study in the Origins and the
Nature of Picaresque Literature, Garland Publishing, New York & London, 1987
1999
Routledge, 1988
Ed.Natoli, Joseph ve Linda Hutcheon .Albany: State Unıversity of New York Press,
1993.
108
Lucy, Niall. Postmodern Edebiyat Kuramı, Ayrıntı Yayınları, 2003
Mancing, Howard. The Picaresque Novel: A Protean Form, College Literature, 6:3
(1979: Fall) Extracted from PCI Full Text, published by ProQuest Information and
Parker, Alexander A. Literature and the Deliquent: The Picaresque Novel in Spain and
Parla, Jale. Don Kişot’tan Bugüne Roman, İletişim Yayınları, 6.baskı, 2005
2004
Sazyek, Hakan. “Kolaj” ve Romandaki Yeri, Kitap-lık Aylık Edebiyat Dergisi, Yapı
Sim, Stuart. Postmodern Düşüncenin Eleştirel Sözlüğü, Babil Yayıncılık, Ankara, 2006
Springer, Carsten. A Paul Auster Sourcebook. Frankfurt; Berlin; New York: Peter Lang
pub., 2001
Touraine, Alain. Modernliğin Eleştirisi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 5. baskı, 2004
109
Wicks, Ulrich. “Picaresque Narrative, Picaresque Fictions” A Theory and Research
110
ÖZGEÇMİŞ
İlkokulu’nda, orta ve lise eğitimimi ise Karşıyaka Anadolu Lisesi’nde tamamladım. 1998
yılında girdiğim Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi İngilizce Öğretmenliği
Bölümü’nden 2002 yılında mezun oldum. Aynı yıl Ege Üniversitesi Amerikan Kültürü ve
Edebiyatı Anabilim Dalı’nda yüksek lisans eğitimime başladım. 2003 yılından beri
İzmir’deki Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı çeşitli okullarda kadrolu İngilizce Öğretmeni
Lisans eğitimime devam ederken, babam Rüstem SEVEN ile birlikte Türkçe ve
ÖZGE SEVEN
The objective of this thesis is to study the way Paul Auster, a contemporary American
author, adapts the picaresque narrative to postmodernity. A new philosophy has appeared
in societies experiencing a collapse in social and economic life after the World War II for
the expectations for a better life has not been realised in modern era. In this process,
termed as postmodern period, individual has realised that there is not an absolute truth and
therefore, started to question reality, identity and traditional. Paul Auster, a master in
postmodern narration, chooses the themes of postmodern man’s identity crisis and its
search, lost identity and state of being between reality and fantasy. He uses these themes in
a way overlapping postmodern literary theory as intertextuality, metafiction, irony and
parody.
Postmodern literature uses the traditional and contemporary together. In this context,
Auster utilizes picaresque narrative, originating in 16th century in Spain, in his two novels
Moon Palace and In the Country of Last Things. His characters have similar personal traits
to picaros, heroes of the picaresque novel. Picaros are always on the way, travelling. This
mobility and change is also a journey within themselves. The picaro is usually alone and an
outsider of the society. Being an outsider reflects a critical view on society and this brings
about alienation and lost identity. In this thesis, Marco Stanley Fogg and Anna Blume have
been evaluated as postmodern picaros and the way picaresque novel hero experiences the
alienation of contemporary postmodern individual has been studied.