Professional Documents
Culture Documents
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
Eskişehir - 2023
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
ISBN: 978-975-8675-97-5
Baskı
Ankara Özgür Matbaacılık
YAYIN HAKLARI ©
Eserin her hakkı Yazarına aittir. Kitabın tamamı ya da bir kısmı 5846
sayılı yasanın hükümlerine göre, yazarının ve yayıncısının önceden
izni olmaksızın elektronik, mekanik, fotokopi ya da her hangi bir
kayıt sistemiyle çoğaltılamaz, yayımlanamaz, depolanamaz.
Önsöz .............................................................................................................. 1
Genç Olmayanlara, Eleştirmenlere, Eğitimcilere Ve İlahiyatçılara
Mektup / Ali Osman Öztürk................................................................................. 7
Jesmyn Ward’un Kemikleri Kurtar Adlı Romanında İnsanın Yeryüzündeki
Absürt Durumu / Arzu Özyön............................................................................. 21
Doğu Ve Batı Mitolojilerinde Tanrıçalara Karşılaştırmalı Bir
Yaklaşım / Arzu Yetim........................................................................................ 37
Stefan Zweig’ın Satranç Noveline Psiko-Sosyal Yaklaşım Ve Dönemsel
Etkileşim / Binnaz Baytekin............................................................................... 49
Arketipsel Sembolizm Temelinde Bir Çözümleme Denemesi:
Dorıs Lessing’in Beşinci Çocuk Adlı Eseri / Burcu Öztürk.................................. 65
Sibel K. Türker’in Hayatı Sevme Hastalığı Ve Marıe Desplechin’in Bensiz
Romanlarındaki Kadın Tipolojilerinin Feminist Eleştiri Yöntemiyle
Karşılaştırılması / Canset Koç & Berrin Demir.................................................. 83
İnsanlığın Agitprop Hali / Fatih Tepebaşılı...................................................... 103
Bir Belgesel Yazın Örneği Olarak Peter Weiss’ın Soruşturma Adlı Metni
Fatma Nur Gün................................................................................................. 119
Anthony Burgess’in Otomatik Portakal Distopyasında İyi - Kötü
Karşıtlığı / Fesun Koşmak................................................................................ 137
G.H.’nin Çilesi’nde Kutsal’ın Deneyimi: Bir Odalık Mistik Yolculuk
Funda Kızıler Emer........................................................................................... 157
The Traces Of The Bipolarity Of Being A Human And
Being Humane In The Novels Of The Ragman And His
Sons And Of Mice And Men / Gökmen Gezer.................................................. 207
Çin Klasiği Ritüel Kayıtları’na Göre Antik Çin’de Kadının Toplumsal
Statüsü / İlknur Sertdemir................................................................................ 237
Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü İle Perkins-Gilman’ın
Kadınlar Ülkesi’ne Androsentrizm Ve Jinesentrizm
Ekseninde Karşılaştırmalı Bir Bakış / İnci Aras................................................ 259
Kate Chopin’in Uyanış İle Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak Adlı
Romanlarında Feminist İzler: Kadın Kimliği Ve Damga
Medine Sivri & Gonca Güven Akın................................................................... 283
Edebiyat Açısından İnsan / Melik Bülbül.......................................................... 301
Entegrasyon, Asimilasyon Çerçevesinde Oniki Gram Mutluluk
Hikayeleri / Özber Can...................................................................................... 315
Anne Frank’ın Günlüğü’nde İnsanlık Ayıbı: Yahudi
Katliamı / Süreyya İlkılıç................................................................................... 333
Heinrich Böll’ün Elsa Baskoleıt’in Ölümü Adlı Öyküsünde Yakın
Okuma Yöntemi Bağlamında Karakter Çözümlemesi / Şenay Kayğın.............. 351
Golî Terakkî’nin İkinci Şans Hikâyesinde Çocuk
Bakıcılarının Meslek Ahlakı Analizi / Yasemin Yaylalı..................................... 367
Cas Lester’ın Çikolataca Konuşur Musun? Adlı Romanında Göç Ve Uyum
Olguları Üzerinden İnsana Ve İnsanlığa Bakış / Zehra Güven Kılıçarslan
& Gülfem Aşlakçı.............................................................................................. 393
ÖNSÖZ
Prof. Dr. Funda Kızıler Emer & Doç. Dr. İnci Aras
GENÇ OLMAYANLARA,
ELEŞTİRMENLERE, EĞİTİMCİLERE VE
İLAHİYATÇILARA MEKTUP
1 Prof. Dr., Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi Alman Dili Eğitimi, -Posta:
aozturk@erbakan.edu.tr, ORCID: 0000-0003-2759-2096
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
8
aşmamızı sağlayacaktır.
Yanlış anlaşılmayayım diye söylüyorum: Din ile, insanların toplumu
bir arada tutmak amacıyla ve her türlü devrime karşı bir güvenlik freni
olarak kullandığı türden Hıristiyanlığı kastetmiyorum. Ben dinden o
devrimci fikri anlıyorum.
Bu kitap o halde, okuyucularımın sorularına uygun olarak, “tam
din dersi”nin konusu olan ve olması gereken sorunlara değinilmişse de
tam bir din kitabı değildir. Fakat genç insanlar bana niçin bu soruları
yöneltiyorlar? Bu sorular için din dersi hocaları yok mu? Görünen o
ki, asıl sorularına yanıt alamıyorlar, ya da yanıtlar, gençliğin diliyle
verilmiyor. Resmi din hocaları, dogmalara ve dogmatizmin kalıpsal diline
bağlılar. Ben bağlı değilim, ben hemen “sapık” olabilecek görüşleri ele
alabilirim; Yunan felsefesini, Eflatun ve Pisagor’u, hatta Hint felsefesini ve
her ilahiyatçının tespit edebileceği agnostik [din felsefesiyle ilgili] fikirleri.
Ama biz ilahiyatımızı neden bu kadar yoksullaştırdık? Neden yaşayan
suyun aktığı kaynakları kuruttuk. Din sırdır. Sadece mutasavvıfların dili
olayın özüne ulaşır. O halde, genç okuyucularımı etrafımda toplarım ve
bir kitaba bakarak akılcı argümanlar çıkaracağıma onların sorularını
tartışarak meditasyon yaparım, daha iyi, hem de binlerce kez. Fakat
“mantıklı” sözden başka söyleyeceğim bir şey yok. Herhalde okuyucularım
söylenmeyeni anlarlar.
Kendini Bulmak2
Bu satırların dini sorulara yanıt verme çabası içinde olacağını
söylememiş miydim? İşte şimdi dinle ilgisi olmayan bir konuyla
başlıyorum. Bu nasıl olur? Biraz sabır: bu, kendini bulmakla (hangisi olursa
olsun) dinin biri biriyle ayrılamaz biçimde ilintili olduğu düşüncelerinin
sonucu olacak. İnsan, bir bütün olursa, ancak kendisi olur ve ancak bütüne
yönelmişse bir bütün olur. Bütünün dinle ilişkisi vardır. Bütün dindir.
Şimdi yavaş yavaş bu sorunun çekirdeğine inmeye çalışacağız.
Genç insanların bundan ne kadar acı çektiğini, kim olduklarını
bilmediklerini, on altı ilâ yirmi yaş arası gençlerin mektuplarından
insanın iki kişilikten meydana geldiği ön şartını koşuyordu: tanıyan biri ile
tanınması gereken diğeri söz konusuydu. Ya da: davranan biri ile eleştirel
olarak izleyen diğeri. Hermann Hesse bir keresinde, izleyeni izlerken
izleyen bir üçüncü kişinin var olduğunu yazıyordu, vs.
Bu şu anlama gelir: Biz için için kendimizle bir değiliz. Herkes pek
çok kişidir. Herkes dünyaya gerçekten çok katmanlı bir miras getirir.
Herkes bir deste “miras toplamı”dır ve bu deste içinde biri birine uymayan
parçalar vardır. Fransız düşünür Sartre, bir bölümü Katolik, bir bölümü
Protestan olan bir aileden gelmekten pek çekmiştir. Birinden şüpheci ve
eleştirici ruhu kapmış, diğerinden teslimiyet ve tevekkül eğilimini. O acı
çeken bir asi oldu ve öyle kaldı.
Bizim miras destesine eğitimin tutarsızlıkları katılır. Baba, anneden
başka eğitir, öğretmense anne-babadan başka ve devletle kilise daha başka
idealler peşindedir. Herkes bizi kendi zevkine göre oluşturmak ister. Genç
bir insan, gerçekten kim olduğunu bilmiyorsa bunda şaşılacak bir şey yok.
Birçokları kendini tanımak gereksinimini duymazlar. Öylesine
yaşayıp giderler. Diğerleri genç yaşta bunu denerler, sonra vazgeçerler.
Bazı insanlar erkenden, kendi deste kişiliklerinden tek bir parçayla
özdeşleşirler ve sonra uslu vatandaşlar olarak diğer kişiliklerini devreden
çıkarırlar, bazıları asi olur ya da bir şekilde toplumdan dışlanır, toplum
için bir şey yapacak imkânları kalmaz. Çok az insan gerçek kişiliklerini
geliştirebilir. Çoğu fragman (parça) olarak kalır.
Fragmanlar altındaki bütünü nasıl görebiliriz?
Hiç, zorunlu olarak saygı gösterdiğiniz öğretmenler arasında, kendi
içinde güçlü ve kapalı olduğu için, sizde hiçbir güç kullanmadan hakiki
saygı uyandıran birini tanımak gibi bir deneyiminiz olmadı mı? Eğer
böyle birine, bütün olmayı nasıl başardığını soracak olursanız, size ne
diyebilir? Belki şunu:
“Bütün bu dış ve iç dünya karmaşasında kendimi bulmak çok zordu.
Kendimi buluşum, aile eviyle okuldan kurtulmamla başladı. Ben sessiz
ve inatçı bir asiydim. Dayanmak zordu, çünkü babam çok güçlü otorite
idi ve aslında onu sayardım. Annemi severdim, ama o, babamın istediği
gibi davranırdı. Anneme babama ve öğretmenlerime, memnuniyetle
beni istedikleri gibi olma sevincini yaşatmak isterdim. Bunu yapmak
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
13
benim için daha kolay olurdu. Yıllarca, içimdeki, uyum sağlamak isteyen
bölümümle savaşım içinde oldum. Fakat bunu yapamazdım. İçimde, beni
evet ve hayırdan oluşan balta girmemiş ormanda yönlendiren bir şey
vardı. Her şeyden önce yalnızdım. Çoğunluk kendi kendimden hoşnut
değil, tabi başkaları için de çekilmez biriydim. Dik kafalıydım. Bazen,
içimde bu kadar fazla kişiliğin olmasından deli olacağımı düşünürdüm,
bu kişiliklerin hepsi var olmak istiyordu. Bir gençlik şizofrenisi vardır.
Bazen, korkunç bir şey yapmak ihtiyacı duyardım, bir evi yakmak ya da
benzer birşey. Bu ise içimdeki bir parçanın isteğiydi; diğer bölümü iyi
olmak ve başkalarına yardım etmek istiyordu. Yavaş yavaş gerçek kişiliğim
oturdu. Kendimi bir halı taslağı gibi görüyordum. Bu halıyı oturup
dokumam gerekiyordu. Siyah ipleri de kullanarak! Kendi gölgelerimle.
Kendi kötülüğümü, köpekliğimi, yangın çıkaracakken engellenmiş biri
ve daha bir sürü şey olduğumu görmem gerekiyordu. Bütün parçalarımı
kabullenmek zorundaydım. En sonunda, işte tamamlanmış bir kişilik
denen aşamaya ulaştım.”
Bir yetişkin aşağı yukarı böyle konuşur. On altı veya on sekiz ve yahut da
yirmi yaşınızda, kendinizle bütünlük içinde olabileceğiniz düşünürseniz,
bu oldukça saçma olur. İnsanın kendini bulması yaşamın başında olmaz,
o yaşamdır. Ben ancak o zaman kendimle gerçekten bir olduğumu
düşünürüm. Bana doğumda verilen kendi taslağımla örtüştüğümü
hissetmeye başlarım. Ve asıl olarak, günün birinde aile ocağından çıkıp iki
yıl geri dönmeyince, ben olmaya başladım. Muhafazakâr bir evin etrafıma
yerleştirdiği bağlardan kendimi kurtarmak zorundaydım. Ayrılık bana
acı verdi, ama dayanmalıydım. Bir daha eve döndüğümde, ziyaret için,
artık kendimi tehdit altında hissetmiyordum. Kendimi tamamen özgür
hissetmem ise babamın ölümüyle gerçekleşti, o zaman kırkındaydım!
Tabi, bana, kendini bulmak isteyen birine bir psikiyatrist veya terapist
ya da bir guru’nun yardım edip edemeyeceği sık sık soruluyor. Evet,
bu olabilir. Ama insan fazla erkenden ve gerekmedikçe bir yardımcıya
koşmamalıdır. Siz gençlere çoğunlukla şaşıyorum: Babalarınızı ve tüm
otoriteleri reddediyorsunuz, peki sonra ne yapıyorsunuz? Otoriter babalara
koşuyorsunuz: Maharilere ve terapistlere. Bunu mantık alıyor mu? Ama
başka çare kalmamışsa ve iç bölünmüşlük şizofreniye dönüşüyor ve delice
fikirler üretiyorsa, işte o zaman bir ruh doktoru duruma el koymalıdır.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
14
insan bir kez terk ettiğini bir daha bulamaz. Onu yeniden inşa etmelidir.
Bilinçsizlik cenneti bize kapalıdır.
Yalnızca ileriye gidebiliriz, bilinçlenmenin tüm aşamalarından geçerek.
Bulacağımız şey, “Tanrının Yeryüzündeki Devleti” olacaktır.
Peki, bu bizi yaşamda tutan ve umut içinde yaşamayı sağlayan, ama
gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ütopya değil midir? Şimdi: her şey
aynı zamanda geçmiştir, günümüzdür ve gelecektir. Yani bizzat içimizde.
Bizim için yol her durumda aynı zamanda amaçtır. Anlaşılması zor
gibi görünüyor, ama değil. Tanrı Devlet’inin günün birinde geleceğini
söyleyen kişi, burada ve şimdi, kendisi adil, barışçı ve sevgiyle yaşayarak
o devleti bizzat gerçekleştirebileceğini unutmaktadır. Bu şekilde soruna
vereceğim yanıta gelmiş oldum: Yaşamın anlamı, aynı zamanda amaç olan
yolda yürümektir. “Tanrı Devleti”ne inanıyorsan ve yaşamının her anında
bunun gerçekleşmesi için çalışıyorsan, yaşamının bir anlamı vardır.
Yaşamın anlamı, insanın yaşadığı sevgide yatar. Bu mektup bölümünü
yazmıştım ki, İtalyan televizyonunda ABD’den bir yayın izledim: on yedi
yaşında bir kız olan Vickie ile röportaj. Porto Rico’lu ve New York’ta
yaşamakta, kentin en berbat köşelerinden birinde, harabe evlerin
bulunduğu, okulsuz, doktorsuz ve alışveriş merkezlerinin olmadığı Bronx
semtinde. Burada sadece göçmenler, çok fakirler, ucuz fahişeler ve suçlu
gençlerden oluşan çeteler oturmakta. Çocuklar enkaz ve çöp yığınları
üzerinde, canlı ve ölü büyük farelerin yanında oynamaktalar.
Çöp asla taşınmaz, çünkü çöpçüler bu bölgeye girmekten korkarlar.
Şayet genç suçlulardan birini arıyorlarsa (çoğu zamanda bulurlar) buraya
sadece polisler girebilir.
Vickie sefalet içindeki bir evde annesi ve kardeşlerinden ikisiyle yaşar;
diğer üçü halen hapistedir, zaten Vickie de bir kez içeri girmiştir. Ayrıca
gayri meşru bir çocuğu vardır, fakat erkeklerin adını anmak istemez,
kadınlardan hoşlandığını açıkça söyler. Vickie yaşamından söz eder,
kuru ve acı katmadan. Röportajı yapan gazeteci, bu sefaletten kurtulmak
isteyip istemediğini sorar. Hayır, der Vickie, ben burada kalmak isterim,
bizimkilerin yanında. Burada herkesi tanırım, tüm koşulları tanırım, ben
burada kendimi evimde hissediyorum.
Bizim tasarımlarımıza göre Vickie, cehennem hayatı yaşamaktadır:
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
20
KAYNAKLAR
Rinser, L. (1992). Mit Wem Reden. Band. 5379. Frankfurt a. M.: Fischer
Verlag.
Öztürk, A. O. (2018). Kendini Bulmak. Anadolu Üniversitesi Eğitim Fakül
tesi Dergisi (AUJEF), Prof. Dr. Seyyare Duman (Özel Sayı): 185-
188.
JESMYN WARD’UN KEMİKLERİ
KURTAR ADLI ROMANINDA İNSANIN
YERYÜZÜNDEKİ ABSÜRT DURUMU
ARZU ÖZYÖN1
ÖZET: Jesmyn Ward’un Kemikleri Kurtar (Salvage the Bones)
adlı romanı aracılığıyla insanın yeryüzündeki absürt durumunu ele
alan bu çalışma temel olarak Albert Camus’nun Absürt Felsefesi’ni
benimsemektedir. Bu bağlamda, roman ilk olarak Batiste ailesinin her
bir bireyinin anne figürünün ölümünün ardından yabancılaşmasına
değinir. Ardından sırasıyla ölüm düşüncesi -ki bu annenin, büyükanne
ve büyükbabanın ölümüyle perçinlenmiştir-ve ölümden kaçış ile birlikte
yaşama isteği ve karakterlerin durumunun absürtlüğü üzerinde durulur.
Karakterler bir anlamda ölümü temsil eden kasırgadan kaçabilmek ya da
en az zararla atlatabilmek için ellerinden geleni yaparlar. Ancak kasırganın
gelişiyle tüm çabalarının boşa çıktığı gözlenir ki bu durum da insanın,
yeryüzünde doğanın kayıtsızlığı ve düşmanca tavrı karşısındaki absürt
durumunun temelini oluşturmaktadır. Tıpkı Sisifos’un daima sonuçsuz
kalan çabası gibi.
Çalışmada ayrıca kasırga felaketi ile paralellik göstermesi bağlamında
ülkemizde yakın zamanda yaşanan 6 Şubat Kahramanmaraş-Elbistan
depremine de yeri geldikçe atıfta bulunularak insanların tüm çabalarına
rağmen doğa (-l afetler) karşısında çaresiz kaldıkları vurgulanmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Kemikleri Kurtar, absürt felsefe, yabancılaşma,
ölüm, yaşama isteği.
Giriş
Bu çalışma Jesmyn Ward’un Kemikleri Kurtar (Salvage the Bones)
(2011) adlı romanı ekseninde insanın evrendeki absürt durumuna
odaklanmaktadır. İnsan dünyaya fırlatılıp atılmış ve bir anlamda kaderine
terk edilmiş acınası bir varlıktır. Sartre da Varlık ve Hiçlik’te benzer şekilde
“varlığın hiçliğe” ya da insana “temelden kayıtsız kalan bir var olanlar
bütünü arasına fırlatılmış olması”ndan söz eder (2011: 59, 635-636).
Diğer bir deyişle, insan (varlık) yeryüzünde tek başınadır; bu çaresizlik
karşısında ne intihar edip ölebilir ne de hayata ve yaşadıklarına bir anlam
verebilir. Ama en garip olanı anlamsız olduğunu ve ölümle sonlanacağını
bildiği halde insanın yaşamaya devam etmek zorunda olmasıdır.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
23
İnsanın Yabancılaşması
Camus insanın yabancılaşmasını her ne kadar evrenin insana karşı
duyarsızlığına bağlasa da Kemikleri Kurtar (Salvage the Bones) adlı
romanda yabancılaşma en yakınını, sevdiğini kaybetmekle birlikte gelir.
Etimolojik olarak yabancılaşma kavramı soyutlanmak, mesafe koymak,
uzaklaşmak gibi anlamlara gelmektedir (Kiraz, 2011: 151). Psikolojik
ve sosyolojik bağlamda ise yabancılaşma kişinin kendisine, topluma ve
çevreye (doğaya) karşı duyduğu yabancılık hissidir (Şahmaran Can, 2016:
231). Aynı zamanda romanın anlatıcısı da olan on dört yaşındaki Esch,
romanda zaman zaman eski anılardan söz edip, o zamanki hayatlarını
mutlu bir hayat olarak tasvir etse de, şu anda ailenin bütün üyeleri
ve özellikle de babaları annelerinin ölümü nedeniyle yabancılaşmış
görünmektedir. Annelerinin kaybından bu yana her şey değişmiş,
hayatları dağılmıştır adeta. Christopher W. Clark, bu konuda “Batiste
ailesinin evi tamir edilemeyecek durumdadır, anneleri ölüp ailede fark
edilir bir eksiklik yaratalı çok olmuştur […]” (2015: 346) der.
Diğer bir deyişle, roman karakterlerinin her biri ailede bağlayıcı özelliğe
sahip anne figürünün ölümüyle birlikte farklı şekillerde bir yabancılık
hissi yaşamaktadır. Romanın anlatıcısı Esch, köpekleri China’nın doğum
yapmasını izlerken, annelerinin en küçük kardeşleri Junior’ın doğumu
sırasında yaşadıklarını ve ölümünü anımsar:
China’nın şimdi yaptığı annemin en küçük erkek kardeşim Junior’ı
doğururken yaptığına hiç benzemiyor. […] Babam Randall ve Skeetah ve
benim çok kısa sürede doğduğumuzu, annemin bizi kendi yatağında, çıplak
ampul ışığı altında doğurduğunu söyledi, bu yüzden Junior’ın zamanı
geldiğinde annem aynı şeyi yapabileceğini düşündü. Ama işler umduğu
gibi gitmedi. […] Hastaneye gitmek istemediğini söyledi. Babam onun
kan süzülen vücudunu yataktan kamyona sürükledi ve onu bir daha hiç
görmedik (Salvage, 2011: 12).
Ailenin bir bireyinin- annenin- kaybından belki de en derinden
etkilenen babaları olmuştur. Bu kadar derinden etkilenmesinin ardında
eşini en son gören kişinin kendisi olması ve onu hastaneye yetiştirmeye
çalışması ama başarısız olması ve eşinin çektiği acı ve ölümü karşısında
çaresiz kalışı gibi sebepler sayılabilir. Bunun sonucunda baba figürünün
dış dünyadan elini eteğini çekerek kendi kabuğuna çekildiği ve sürekli
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
26
Ölüm Düşüncesi
Aslında ölüm düşüncesi ya da ölüm kavramı aile için çok da yeni değil,
annelerinin ölümünden önce tanıştıkları bir kavramdır. Esch geçmişten
ve anılardan söz ederken büyük babası ve büyük annesinin ölümlerinden
de bahseder:
O [Büyükbaba Joseph] kısa süre sonra ağız kanserinden öldü veya en azından
biz küçükken Büyükanne Lizbeth’in bize söylediği buydu. Bizimle her zaman
yetişkinmişiz gibi konuşurdu […]. Büyükanne Lizbeth, yetmişlerinde, tespih
duası ettikten sonra uykusunda öldü ve iki yıl sonra da doğurduğu sekiz
çocuktan tek yaşayan çocuk olan annem Junior’ı doğururken öldü (Salvage,
2011: 19).
Bu da aslında anneleri ölmeden büyük babaları ve büyük annelerinin
ölümünü gördükleri ve annelerinin ölümü ile birlikte bugüne kadar üç
ölüme şahit oldukları anlamına gelmektedir. Böylece, bir yandan her
ölümle birlikte ayrı bir travma yaşarken diğer yandan ölüm fikrinden
uzak kalmaya çalışırlar. Ancak ölüm düşüncesinin aileyi asla tamamen
rahat bıraktığı söylenemez. Örneğin Esch, özellikle kendisiyle baş başa
kaldığında yine anılara dalar ve ölüm düşüncesi iliklerine kadar işler:
Daha çok Büyükanne Lizbeth’in hayatta olduğu zamanları hatırlıyorum.
Kucağına oturur ve gri, düz ve kablo kadar güçlü saçıyla oynardım. […]
Öldüğünde annem uzaklara gittiğini söyledi ve sonra nereye gittiğini
merak ettim. Çünkü herkes ağlıyordu, bir maymun gibi anneme yapıştım,
bacaklarımı ve kollarımı yumuşaklığına doladım ve sevgi içimden sert, kör
eden yaz yağmuru gibi geçip giderken ağladım. Ve sonra annem öldü ve bu
defa tutunacak kimsem kalmamıştı (Salvage, 2011: 49).
Ölenin ardından kalan olmayı birçok kez deneyimlemiş olan ve
ölüm fikrini aklından atamayan Esch için aslında en zor ve dayanılmaz
olanı annesinin ölümü olur, çünkü onun ölümünün ardından kendisini
sarıp sarmalayacak kimsenin kalmadığını far eder ve içinde asla
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
28
almak için gece gündüz çalışır. Babasının aslında belki de ölümün temsili
olarak gördüğü kasırga konusundaki takıntısı Esch’in sözleri ile somutluk
kazanır:
Babam çıldırdı galiba, bu yaz kasırgalara taktı. Geçen yaz Germain’de
bir hortum bir alışveriş merkezinde yere indikten sonra Körfez Kıyısı’nın
yeni bir hortum geçidi haline geldiğine ikna oldu. Bütün yazı evin içinde
çömelebileceğimiz en güvenli yerleri göstererek geçirdi. Junior’ı mutfakta her
yakaladığında hepimize oklda öğretilen hortum tatbikatını yaptırdı; diz çök,
uyluklarını kıvır, kafanı dizlerinin arasına sok, altta kalan yumuşak boğazı
korumak için enseni kemikli parmaklarınla kapat (Salvage, 2011: 40)
Burada baba figürü sadece kendisi için değil, tüm aile için, çocukları
için de endişelenmektedir.
Camus’nun da ifade ettiği gibi, “Bir tek insanın çektiği dert ortak
salgın olur. Gündelik acımızda başkaldırı, düşünce düzeyinde, cogito’nun
gördüğü işi görür; ilk kesinliktir. Ama bu kesinlik bireyi yalnızlığından
çekip alır. İlk değeri bütün insanlar üzerine kuran bir ortak noktadır.
Başkaldırıyorum, öyleyse varız” (2014: 19). Esch’in babası da aslında
ailesiyle birlikte varlığını, yaşamını sürdürmek için doğaya başkaldırır.
H. Gaston Hall’un Camus’un Yabancı romanıyla ilgili olarak yaptığı
benzetme aslında Ward’un romanı için de geçerlidir. Hall, “Yabancı’nın
cenaze ve cinayet bölümlerinde güneşin sıklıkla ve haklı olarak doğanın
acımasızlığını temsil ettiği söylenir” (1960: 29) demektedir. Ward’un
romanında da Esch’in babasının kasırgaya olan takıntısı aslında doğanın
acımasızlığına ve ölüm düşüncesine olan takıntısı ile eşdeğerdir.
Çocuklarıyla birlikte kasırgaya yakalanıp ölmekten korkmaktadır. Ayrıca
diğer aile üyelerinin her biri kendi içinde farklı problemler yaşasa da, tıpkı
babaları gibi yabancılaşmış olsalar da başta kasırga haberlerini ciddiye
almasalar da kasırganın gerçekten olacağını hissettiklerinde ellerinden
gelen her şeyi yapmaya, hayatta kalmalarına katkısı olacak her türlü
önlemi almaya çaba harcarlar.
“Sana pişirilmesi gereken hiçbir şey almamanı söyledim. Bir kutu dolusu Top
Ramen (erişteyi)’i ne yapacağız?” Skeetah başını kaldırıp “Yiyeceğiz.” dedi.
[…] “Neyle pişireceğiz? Biliyorsun gök gürültüsünde bile elektrik kesiliyor,
kasırgada ne olacağını sanıyorsun?” “Ormandan grilli getirdik. Ateşte
pişirebiliriz.” “Odunlar ıslak olacak” “Sorun olmayacak bile. Muhtemelen
bizi atlayıp geçecek.” “Hayır, Skeet. Bütün gün radyo dinledik. Bu üçüncü
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
30
kategori ve direkt olarak bizim için geliyor. İki torba dolusu köpek maması
almışsın. Bu bezelyeler bizi ne kadar idare eder sanıyorsun?” […] “Beş kişiye
zar zor yeter” dedim sesim daha önce hiç duymadığım kadar sert şekilde
çıkmıştı. (Slvage, 2011: 140)
Skeetah hem durumun ciddiyetinin diğerleri kadar farkında
olmadığından hem de köpeği China’ya yiyecek alabilmek için para
arttırmaya çalışırken kendisine yiyecek stoğu için verilen parayı bir
ölçüde boş yere harcamış olur. Satın aldığı işe yarar yiyecek miktarı azdır,
erişteleri ise ateş olmadığı sürece pişirip tüketmek imkansızdır. Bu durum
da onları farklı yollardan yiyecek arayışına, başka bir mücadele içine sokar.
“Randall ‘Yumurta aramalıyız.’ dedi […] ‘Buzdolabında saklanmaları
gerekiyor.’ ‘Kaynatabiliriz. Günlerce dayanırlar’” (Salvage, 2011: 145).
Böylece kasırga için hazırlıklara devam edip yiyecekleri bozulmadan
uzun süre saklayabilecekleri yollar bulmaya çalışırlar. Yapılanların
hepsinin, tüm bu çabanın, çırpınışların ardında hayatta kalma içgüdüsü,
yaşama isteği yatmaktadır. Böylece evin çevresinde dolaşıp tavukların
rastgele yumurtladıkları yumurtaları hiç akla gelmeyecek yerlerden bulup
toplamaya çalışırlar:
Aşağıda Randall Junior’ın tişörtünü en güç yerlerden, sadece Junior’un iğne
parmaklarıyla ulaşabileceği yerlerden topladıkları yumurtalarla dolduruyor:
hurda kamyonun motorunun dirseklerinde, eski kokuşmuş buzdolabının
altıyla toprak zemin arasında, hayvanlar tarafından tüyleri kalmayana
kadar çiğnenmiş şiltenin katları arasına sıkışmış halde. Ben arıyorum ve
hiçbir şey bulamıyorum. […] Yirmi dört. Kaynatmak, saklamak ve yemek
için yirmi dört yumurta var. Bu da bir şeydir (Salvage, 2011:146).
Sonuç olarak beklenen kasırgaya karşı önlem olarak bir görevi daha
tamamlamış olurlar. Tüm bunları yaparken düşündükleri ve istedikleri
tek şey hayatta kalmaktır. Camus’ya göre “başkaldıran insansa olduğu şeyi
savunur. Elinde bulunmayan ya da yoksun bırakıldığı bir şeyi istemez”
(2014: 15). Çocuklar da hayattadır ve hayatta kalmak için direnirler,
yaşamaya devam etmek içindir bu mücadele.
etkilenir.
Dün telefonu ilk kez açtım. Bir erkek sesi konuşuyor, sesi bilgisayar gibi
çıkıyordu, sanki demirden bir boğazı varmış gibi. Ne söylediğini tam olarak
olmasa da genel olarak hatırlıyorum. Zorunlu tahliye. Kasırga yarın karaya
iniş yapıyor. Evde kalmayı seçer ve o zamana kadar tahliye etmezseniz,
sorumluluk size ait. Uyarıldınız. Ve sonuçları bunlar olabilir. Bir liste
var. Bunu söylüyor mu bilmiyorum ama bu konuşma şöyle hissettiriyor:
Ölebilirsiniz. Bu kasırganın gerçeğe dönüştüğü an (Salvage, 2011: 159).
Bu telefondan sonra durumun ciddiyeti herkes tarafından artık
anlaşılmıştır. Zaten çok önceden alınmaya başlayan önlemler giderek
artar. Yiyecek ihtiyacı yeterli olmasa da bir ölçüde karşılandıktan sonra
çocuklar babalarına yardım ederek evi kasırgaya karşı daha sağlam ve
korunaklı hale getirmeye çalışırlar.
Skeetah durdu ve döndü ve babam çatı katını gösterdi. “Körfez’de yeni bir
fırtına var. İsmi Jose. Meksika’yı vuracağı düşünülüyor. Skeetah’nın gözleri
dönecekmiş gibi açıldı ama dönmedi. “Oradaki kontrplak parçalarını
görüyor musun? Şu çok çürük görünmeyen ikisini? Skeetah başını salladı.
Babamın üzerinde sabah birasının tatlı ekmek kokusunu almadığıma
şaşırdım. “Evet” “Bu çekici alıp onları duvardan ayırmalı ve aşağı atmalısın.
Ben ve Esch de onları dışarı taşıyıp traktöre koyacağız (Salvage, 2011: 51).
Buldukları kontrplaklarla evin pencerelerini kapatmaya başlarlar ancak
kontrplaklar yeterli olmayınca pencereleri kapatmak için daha fazla tahta
arayışına girerler. Bu arada kasırga ile ilgili yeni haberler gelmeye devam
eder. Kasırganın varlığı artık kesinleşir, adı da: “Katrina” (Salvage, 2011:
93) der babaları. En kötüsü de kadın olmasıdır. Böylece kasırga için alınan
önlemler artarak ve hızlanarak devam eder, artık zamanla yarışmaları
gerekir ki hızla gelen kasırgayı en az zararla atlatabilsinler. Sonunda
kasırganın etkisini göstermeye başladığı ve buna bağlı olarak ölüm
haberleri gelir. Katrina Florida’ya Miami’den millerce uzağa ulaşmıştır ve
hükümetin verebileceği zorunlu tahliye emirlerinde söz edilir (Salvage,
2011: 100) Buras, Triumph, Louisiana, Mississippi ve Alabama kıyıları
derken kasırga yavaş yavaş onların yaşadığı bölgeye yaklaşmaya başlar.
Kasırga o kadar şiddetli, doğa o kadar acımasızdır, insanın durumuna o
kadar kayıtsızdır ki harcanan onca zaman, gösterilen onca çaba, büyükten
küçüğe tüm aile üyelerinin verdiği mücadele de Sisifos’un çabası gibi
hiçbir yere varmaz:
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
32
yanmış bir arazi bıraktı. Bizi emeklemeyi öğrenmemiz için kendi başımıza
bıraktı. Kurtulmamız için bir başımıza. Katrina, bir sonraki anne büyük,
acımasız elleriyle kana susamış halde gelene kadar aklımızdan çıkmayacak olan
annedir (Salvage, 2011: 183).
Burada insanın dünyadaki absürt durumu ve doğanın acımasızlığı
karşısındaki çaresizliği, evrenin insanın istek ve ihtiyaçlarına karşı
duyarsızlığı açık şekilde görülmektedir. Ve doğa/dünya esip gürledikten,
öfkesini saçtıktan ve istediğini aldıktan sonra yine hiçbir şey olmamış
gibi birdenbire durulur ve eski sessizliğine bürünür: “Aziz Catherine
Kilisesi’nde olduğundan daha da sessiz. Sadece rüzgâr var ve dümdüz
mavi-gri su, o kadar uysal ki yüksek bir hışırtı ve dalga sürüklenmesi
bile yok” (Salvage, 2011: 183). Esch sanki burada tufan sonrası tamamen
insansız kalmış bir dünyayı tasvir etmektedir.
Sonuç
Jesmyn Ward’ın Kemikleri Kurtar (Salvage the Bones) adlı romanı çok
katmanlı yapısıyla farklı alanlardaki çalışmalara imkân sağlamaktadır.
İklim kurgu romanı olarak sınıflandırılan Ward’ın romanını aynı zamanda
ekofeminist bir yaklaşımla da ele almak mümkündür. Bu bölümde ise
roman Albert Camus’nun absürt felsefesi bağlamında ele alınmakta
ve yukarıdaki konular dışında romanda insanın yeryüzündeki absürt
halinin de ortaya konduğu üzerinde durulmuştur. İlk olarak roman
karakterlerinin yabancılaşmasının ele alındığı çalışmada daha sonra
sırasıyla ölüm düşüncesi, ölümden korkma ve yaşama isteği ile insanın
durumunun absürtlüğü konularına değinilmiştir. Başta baba figürü
olmak üzere ailenin tüm bireyleri anne figürünün ölümünün ardından
çevreye yabancılaşırlar ve ölüm düşüncesinden korkup kaçınmaya
çalışırlar. Tüm sıkıntı ve sorunlarına rağmen bir kasırganın kendilerini
beklediğini öğrendiklerinde ellerinden geleni yaparak hayatta kalmaya
çalışırlar. Romanda absürt insanlık hali temel olarak karakterlerin olası
bir kasırga felaketine karşı aldığı tüm önlemler ve yaptığı hazırlıkların
sonuçsuz kalması ve doğanın tüm acımasızlığı ve duyarsızlığıyla
tüm şehri yerle bir etmesi üzerine kuruludur. Çalışmada, romandaki
kasırga felaketi ile benzerlik göstermesi bakımından ülkemizde yakın
zamanda yaşanan Kahramanmaraş-Elbistan depremine de zaman
zaman göndermeler yapılmış ve insanlarımızın doğa karşısında çaresiz
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
36
KAYNAKLAR
Camus, A. (1988). Sisyphos Söyleni. Çev.: T. Yücel. İstanbul: Adam Yayınları.
Camus, A. (2014). Başkaldıran İnsan. Çev.: T. Yücel. İstanbul: Can Yayınları.
Clark, C. W. (2015). What Comes to the Surface: Storms, Bodies, and Community
in Jesmyn Ward’s Salvage the Bones, Mississippi Quarterly 68(3-4): 341-358.
Çev.: A. Özyön, doi.org/10.1353/mss.2015.0002
Glenn, G. J. (1951). The Idea of Death in Existentialism. Çev.: A. Özyön. The
Journal of Philosophy 48(5): 113-127.
Hall, H. G. (1960). Aspects of the Absurd. Çev.: A. Özyön. Yale French Studies 25:
26-32.
Hallie, P. (1954). Camus and the Literature of Revolt. College English 16(1). Çev.:
A. Özyön.
Hochberg, H. (1965). Albert Camus And the Ethic of Absurdity. Çev.: A. Özyön.
Ethics 75(2): 87-102.
Igbafen, M. L. (2009). The Existentialist Philosophy of Albert Camus and Africa’s
Liberation. Çev.: A. Özyön. KAYGI. Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Felsefe Dergisi 13: 9-20.
Kiraz, S. (2011). Yabancılaşmanın Kökeni Üstüne. FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler
Dergisi) 12: 147-169.
O’Brien, C. C. (1984). Camus. Çev.: F. Özgüven. İstanbul: Afa Yayınları.
Sartre, J. P. (2011). Varlık ve Hiçlik/ Fenomelojik Ontoloji Denemesi. Çev.: T. Ilgaz ve
G. Çankaya Eksen. İstanbul: İthaki Yayınları.
Şahmaran Can, G. (2016). Küreselleşmeyle Gelişen Yabancılaşma Kavramı ve
Sanat. JASSS 3(51): 229-236.
Ward, J. (2011). Salvage the Bones. Çev.: A. Özyön. New York: Bloomsbury.
DOĞU VE BATI MİTOLOJİLERİNDE
TANRIÇALARA KARŞILAŞTIRMALI BİR
YAKLAŞIM
1
1 ARZU YETİM2
ÖZET: Mitler, efsaneler, halk hikayeleri ve destanlar ulus edebiyatlarının
gelişiminde belirleyici rol oynamaktadırlar. Tarihin her döneminde
yazarların ve sanatçıların mitolojiden ilham aldıkları görülmektedir.
Kolektif bilinçdışının ürünleri olan mitler, yaşamın diğer alanlarında
olduğu gibi edebiyat ve sanat eserlerinde tekrar tekrar üretilmektedir.
Farklı kültürlere ait mitler arasındaki benzerlik ve paralellikler mitlerin
özünü oluşturan unsurların evrensel oluşuyla açıklanmaktadır.
Bu çalışmanın amacı Doğu ve Batı mitolojilerinden seçilen örneklerle
Umay, Hera, Taweret, Sarakka, Laima gibi aile, evlilik ve doğum
tanrıçalarını arketipsel yöntem aracılığıyla karşılaştırmaktır. Bu çalışma
ile ayrıca mitolojiler ve kültürler arasındaki bağlantıları tespit ederek
kadına atfedilen evrensel özellikleri ortaya koymak amaçlanmaktadır.
Anahtar Sözcükler: mitoloji, tanrıçalar, karşılaştırmalı edebiyat.
Giriş
Mitler, efsaneler, halk hikayeleri ve destanlar ulus edebiyatlarının
gelişiminde belirleyici rol oynamaktadırlar. Tarihin her döneminde
yazarların ve sanatçıların mitolojiden ilham aldıkları görülmektedir.
Kolektif bilinçdışının ürünleri olan mitler, yaşamın diğer alanlarında
olduğu gibi edebiyat ve sanat eserlerinde tekrar tekrar üretilmektedir.
Farklı kültürlere ait mitler arasındaki benzerlik ve paralellikler mitlerin
özünü oluşturan unsurların evrensel oluşuyla açıklanmaktadır. Ulusların
mitolojileri arasındaki benzerlikler, kültürleri, sanatları ve edebiyatları
arasındaki benzerlik ve paralellikleri beraberinde getirmektedir.
Mitolojiler arasındaki ilişkiyi ortaya çıkartmak, kültürler ve edebiyatlar
arasındaki ilişkiyi göz önüne serer (Yetim, 2007: 4). Mitolojiler arasındaki
ilişkiyi inceleyen karşılaştırmalı mitoloji; antropoloji, psikoloji, edebiyat
ve tarihin verilerinden yararlanmaktadır. F.Max Müller, Sir James Frazer,
Georges Dumézil, Mircea Eliade ve Joseph Campbell karşılaştırmalı
mitoloji alanında çalışma yapmış ilk araştırmacılar arasında yer almaktadır.
Bu çalışmanın amacı Doğu ve Batı mitolojilerinden seçilen örneklerle
Umay, Hera, Artemis, Eilithiya, Taweret, Hathor, Meskhenet, Laima,
gibi aile, evlilik ve doğum tanrıçalarını arketipsel yöntem aracılığıyla
karşılaştırmaktır. Farklı mitolojilerden tanrıçaların karşılaştırılması
ile kültürler arasındaki benzerlik ve paralelliklerin ortaya konması
hedeflenmektedir.
Dünya üzerinde farklı kültürlere ait mitolojilerin benzerlik gösterdiği;
ortak konular, uygulamalar ve inanışlar içerdiği bilinmektedir. Lowenstein
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
39
otoritesi; aklın çok ötesinde bir bilgelik ve ruhsal yücelik; iyi olan, bakıp
büyüten, taşıyan, büyüme, bereket ve besin sağlayan; sihirli dönüşüm ve
yeniden doğuş yeri; yararlı içgüdü ya da itki; gizli, saklı, karanlık olan,
uçurum ölüler dünyası, yutan, baştan çıkaran ve zehirleyen, korku
uyandıran ve kaçınılmaz olan” (Jung, 2013: 22). Jung, anne arketipini
bütüncül olarak değerlendirmektedir:
Kişisel anne ve büyükanne; üvey anne ve kayınvalide, ilişki içinde olunan
herhangi bir kadın, örneğin sütanne ya da dadı, ata ve bilge kadın, daha üst
anlamda tanrıça, özellikle de Tanrı’nın anası, Bakire Meryem (gençleşmiş
anne olarak örneğin Demeter ve Kore), Sophia (anne-sevgili olarak, ayrıca
Kybele-Attis tiplemesi, ya da kız-[gençleşmiş anne-]sevgili); kurtuluş
arzusunun hedefi (cennet, Tanrı krallığı, göksel Kudüs); geniş anlamda
kilise, üniversite, kent, ülke, gök, toprak, orman, deniz ve akarsu; madde,
yeraltı dünyası ve ay, dar anlamda doğum ve dölleme yeri olarak tarla,
bahçe, kaya, mağara, ağaç, kaynak, derin kuyu, vaftiz kabı, kap biçiminde
çiçek (gül ve lotus); büyülü daire olarak (Padma olarak Mandala) ya da
Cornucopiatypus (Bereket Boynuzu); daha dar anlamda rahim, her tür
oyuk biçim (örneğin vida yuvası); Yoni; fırın, tencere; inek, tavşan, her tür
yararlı hayvan. Bütün bu simgeler olumlu, iyi bir anlam ya da olumsuz, kötü
bir anlam taşıyabilirler. Benzer özellikler kader tanrıçalarında (Moira’lar,
Graia’lar, Norna’lar) da görülür; uğursuz simgeler cadı, ejderha (balık ve
yılan gibi yutan ve boğan her hayvan), mezar, tabut, derin su, ölüm, kâbus
ve umacıdır (Empusa, Lilith vb.) (Jung, 2013: 21-22).
Jung’un anne arketipi mitolojik ana tanrıçaların özelliklerini
yansıtmaktadır. Ana Tanrıça ya da Yüce Anne can verir ancak aynı
zamanda can alır. Eliade’nin belirttiği gibi, “Bizim ölüm ve yaşam
olarak adlandırdığımız olaylar Yeryüzü Ana’nın faaliyetinin iki farklı
döneminden başka bir şey değildir. Yaşam, yerin rahminden çıkmak,
ölüm ise bir anlamda “yuvaya” dönüştür” (Eliade, 2003: 255). “Annenin üç
önemli özelliği, bakıp büyüten, besleyen iyiliği, arzu dolu duygusallığı ve
yeraltına özgü karanlığıdır” (Jung, 2013: 22). Jung’un öğretilerinden yola
çıkan Neumann 1955 yılında yayınladığı The Great Mother: An Analysis
of the Archetype (Yüce Ana: Arketipin Bir Analizi) adlı çalışmasında, erkek
tanrıların egemenliğinden önce avcı-toplayıcı topluluklarda hüküm
sürmüş “Yüce Ana”/ “Ana Tanrıça” kavramını ortaya atmıştır (Neumann,
2015). Neumann, Yüce Tanrıça figürünün ilk sembolü olarak çanak (vessel)
figürüne işaret eder. Neumann’a göre, kadının kapsayan ve koruyan,
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
41
tarafından bilinen ve kullanılan pek çok ayin, büyü ve tılsım vardır. Nasıl
av erkekler için bilinmezlik ve tehlikelerle dolu bir endişe kaynağıysa
çocuk doğurmak da kadınlar için öyledir (Davidson, 1998: 141-142). Bu
tehlikeli durumdan kendisini ve bebeğini güvenli bir şekilde kurtarmak
isteyen kadın tanrıçaların yardımına sığınmıştır.
Sümer mitolojisinde çok sayıda doğum tanrıçası ve ebe tanrıçadan söz
edilmekle beraber en bilinen doğum tanrıçası Ninhursag’dır. Yetki ve güç
olarak An ve Enlil ile aynı seviyede olan Ninhursag (Nintur ve Ninmah
olarak da adlandırılmıştır), dağ sıralarının, taşlık çölün, yaban eşekleri,
ceylanlar, yaban keçileri gibi yaban hayvanlarının tanrıçası ve aynı
zamanda doğum tanrıçasıdır (Brittannica E.P.S, 2013: 48). Ninhursag,
bazı anlatılara göre tanrı Enki ile birlikte ilk insanı yaratmıştır (age: 49).
Sümer inancında baş doğum tanrıçasının Ninhursag olduğunu belirten
Adamson, kazılarda tanrıçayla ilişkili sembollerin, doğumu temsil eden
kurbağa figürlerinin bulunduğunu vurgulamaktadır. Sümer inancında
hem tanrılar hem de insanlar doğum tuğlalarını, özel doğum evini ve
doğumla ilgili benzer ritüelleri kullanmışlarıdır (Adamson, 1985: 176).
Eski Mısır’da doğum yapan kadınlar özellikle tanrıça Meskhenet,
Taweret ve Hathor’dan yardım istemişlerdir. Mısır mitolojisinde Meskhenet
(Mesenet/ Meskhent/ Meshkent), doğum tanrıçasıdır. Sağaltıcıların ve
ebelerin hükümdarıdır. Çocuğun geleceğini tayin eder ve çocuğu yetişkin
oluncaya kadar korur. Koruyuculuk görevi yaşam sonrasında da devam
eder, Meskhenet ruhların yeraltına geçişine ve orada yeniden doğuşuna
yardım eder. (Auset, 2009: 55). Mısırda kadınların ya doğum taburesine
oturur ya da çömelir biçimde iki tuğla üzerinde durarak doğum yaptıkları
kaydedilmiştir. Doğum tuğlaları Meskhenet ile özdeşleştirilmiştir ve
tanrıçanın sembolü tuğla üzerinde kadın başı şeklindedir. Meskhenet
ile birlikte anılan diğer doğum tanrıçası hipopotam tanrıça Taweret’tir,
genellikle hamileliği ima eden dışa çıkık karnıyla iki ayağını üzerinde
durur şekilde resmedilmiştir. Eski Mısırda hipopotam dişinden yapılmış
ve üzerinde tanrıça Taweret’in ya da doğum yapan anneyle bebeğin isimleri
kazınmış bazı aletlerin doğumda kullanıldığı bilinmektedir Taweret iyi
bir tanrıça olmasına karşın, Tyldesley hipopotamın tehlikeli bir hayvan
olduğunu ve potensiyel bir katil olduğunu hatırlatır. Taweret hipopotam
vücudu, timsah sırtı, aslan başı ve pençeleri olan bir yaratık olarak da
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
43
Sonuç
Doğu ve Batı mitolojilerinden seçilen örneklerle Umay, Ayısıt,
Hera, Artemis, Eilithiya, Taweret, Hathor, Meskhenet, Sarakka, Laima,
gibi aile, evlilik ve doğum tanrıçalarının arketipsel yöntem aracılığıyla
karşılaştırıldığı bu çalışmanın sonucunda, kadının toprak ile ve ana/
ana tanrıça/yüce ana/toprak ana olarak adlandırılan ilksel dişi yaratıcı
ile özdeşleştirildiği tespit edilmiştir. Doğum yapabilme yetisi yaratıcı
gücünün bir göstergesi olarak görülmüştür. Yaratma gücüne sahip
olanın yok etme gücünü de elinde tuttuğuna inanıldığından mitolojilerin
genelinde tanrıçalar kendilerine atfedilen olumlu ve olumsuz özelliklerle
bütüncül olarak var olmuştur. Mısır, Yunan, Kuzey Avrupa ve Orta
Asya’da yaşayan topluluklara ait mitolojilerde yer alan kadın, doğum
ve bereket tanrıçalarının, ait oldukları mitolojilerde önemli yer tuttuğu
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
47
KAYNAKLAR
Adamson, P. B. (1985). Some Rituals Associated with Parturition in Antiquity,
Folklore, 96(2): 176-183.
Auset, P.B. (2009). The Goddess Guide: Exploring the Attribute and Correspondences
of the Divine Feminine. USA: Llewellyn Publications.
Britannica, E. P. S. (2013). Mesopotamian Gods and Goddesses. Rosen Publishing
Group.
Bonnefoy, Y. (2014). Mitolojiler Sözlüğü: I. Cilt. Çev.: L. Yılmaz. Ankara: Dost
Kitabevi.
Çoruhlu, Y. (2002). Türk Mitolojisinin Anahatları. İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Çoruhlu, Y. (2004). Türk Mitolojisi ve Sanatında Tanrıça Fikri. Varlık Dergisi.
Varlık Yayınları 1164: 17-21.
Davidson, H.E. (1998). Roles of the Northern Goddesses. London and New York:
Routledge Publishing.
Eliade, M. (2003). Dinler Tarihine Giriş. Çev.: L. Arslan. İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Hazen-Hammond, S. (2001). Örümcek Kadının Ağı. Çev.: Ş. Kamçez. İstanbul:
Alfa Yayınları.
Helicon Publishing (2005). Hutchinson Dictionary of World Mythology. GBR:
Helicon Publishing.
Hultkrantz, Ǻ. (1980). The Religion of the American Indians. Çev.: M. Setterwall.
Berkeley: University of California Press.
Jung, C. G. (2013). Dört Arketip. Çev.: Z. Aksu Yılmazer. İstanbul: Metis Yayınları.
Loar, J. (2011). Goddesses for Everyday: Exploring the Wisdom and Power of the
Divine Feminine Around the World. California: New World Library.
Lowenstein, T. and Vitebsky, P. (1997). Mother Earth, Father Sky: Native American
Myth. Amsterdam: Time Life Books.
Neumann, E. (2015). The Great Mother. New Jersey: Princeton University Press.
Ögel, B. (2001). Türk Mitolojisi I. İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.
Roux, J.P. (1999). Eskiçağda ve Ortaçağda Altay Türklerinde Ölüm. Çev.: A.
Kazancıgil. İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
The Probert Encyclopaedia of Mythology (2002). https://ia600305.us.archive.
org/7/items/mjdkebooks/encyclopedia%20of%20mythology.pdf
Uraz, M. (1994). Türk Mitolojisi. İstanbul: Düşünene Adam Yayınları.
Yetim, A. (2007). “Türk ve Kızılderili Mitolojilerinde İnsan ve Doğa İlişkisi”,
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi.
STEFAN ZWEIG’IN SATRANÇ NOVELİNE
PSİKO-SOSYAL YAKLAŞIM VE DÖNEMSEL
ETKİLEŞİM
BİNNAZ BAYTEKİN1
ÖZET: Bu araştırmada Çağdaş Alman Edebiyatının önemli
yazarlarından Avusturyalı yazar Stefan Zweig’ın Satranç novelindeki
kişilerin psiko-sosyal özellikleri ve tarihsel döneme özgü etkileşim
üzerinde durulacaktır. Eserdeki olay New-York’tan Buenes Aires’e
gitmekte olan bir yolcu gemisinde geçmektedir. Çalışmada ayrı ayrı
sosyo- kültürel yapılardan gelen ve ortak noktaları satranç oyunu olan
kişilerin psikososyal nitelikleri üzerinde durulacaktır. Yaşanılan dönem
ve koşulların bireylere ve topluma ne gibi etkileri olduğu araştırılacaktır.
Olay, zaman, yaşantılar ve yazarın öz yaşam öyküsü arasındaki bağlantı
ve benzerlikler araştırılacaktır. Bu nedenle yapılan çalışmada algılama,
düşünme, fark etme ve doğru karar vermeye dayanan Hermeneutik
(Yorumlama), yazar-eser bağlantısına dayanan pozitivist inceleme ve
olaydaki kişilerin psiko-analitik incelemeleri üzerinde durulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Stefan Zweig, pozitivist inceleme, novel, Dr. B. ve
Hitler dönemi, semboller, eleştirel yaklaşımlar
detail. The plot of the novel takes place on a cruise ship from New York to
Buenos Aires. In the following work, the psychosocial characteristics of
people with different socio-cultural backgrounds, whose commonalities
are the game of chess, are examined carefully and the effects of life time and
conditions on the individual and society are examined. The connections
and similarities between event, time, experience, and the writer’s
autobiography are explored. Based on this, the characters in the work are
analyzed psychoanalytically with the hermeneutic method, which is based
on perception, thinking, recognition and correct interpretation, and with
the positivistic method, which deals with the author-work relationship.
Keywords: Stefan Zweig, characters in the novella, the novelle, the
epoch, Dr. B. and Hitler, symbols, critical approaches.
Giriş
1881 yılında Viyana’da doğan Stefan Zweig, I. Dünya Savaşı sırasında
İsviçre’de, daha sonra Salzburg’da yaşamıştır. 1938’de önce İngiltere’ye,
sonra Amerika’ya göç etmiş, 1947’de Brezilya’ya yerleşmiştir. Almanya’yı ve
olumsuzlukları dışarıdan gözlemleyen, vatansızlık duygusu yaşayan yazar
sonunda intiharı seçmiştir. Şiir, tiyatro eserleri, biyografiler, noveller ve
denemeler yazan Stefan Zweig’in en başarılı çalışmaları novelleridir. Freud
Okulu’nda kendini yetiştiren yazar, novellerinde bilinçaltı psikolojisini,
tutuklu kişilerin kaderini titizlikle ve ince ayrıntılarla ele almıştır. Amok
(1922), Verwirrung der Gefühle (1926), Erstes Erlebnis (1911), Sternstunden
der Menschheit (1927), Schachnovelle (1941) gibi novelleri; Hölderlin,
Kleist, Nietzsche, Balzac denemeleri; Marie Antoinette (1933), Erasmus von
Rotterdam (1934), Maria Stuart (1935), Amerigo (1942) gibi biyografileri;
Die Welt von Gestern (1946) hatıra kitabı ve Ungeduld des Herzens (1938)
romanı mevcuttur. Zweig eserlerine Avrupa kültür dünyasını ve sonu
yaklaşan burjuva kültürünün duyarlılığını yansıtır (bkz. Aytaç 1983: 100-
101).
Eserlerine dönecek olursak, yazar, 1920-1928 yılları arasında
yazdığı Üç Büyük Usta, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar, Kendileriyle
Savaşanlar eserleriyle üne kavuşmuştur. Freud, Jung ve Adler gibi büyük
araştırmacıların yeni buluşları ve yöntemleri ile sanatın temel konusu
olan “insan” gerçekçi biçimde betimlenmiş, toplumsal olaylar içerisinde
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
51
(bkz. age: 64). Oyunu, kendi soyut sayılar dünyasından hareketli taşların
dünyasına dönüştürmek ve bir satranç şampiyonuna karşı oynamak
zorunda kalır. İki tarafın davranışlarındaki tinsel karşıtlık, bedensel
anlamda da somutlaşır. Czentovic bir mermer blok gibi hareketsiz,
gözleri kaskatı satranç tahtasına dikilmiş, yüksek düzeyde düşünmeye
odaklanmıştı. Dr. B. ise tamamen esnek, rahat, zevk için oynayan bir
görünüm sağlıyordu. Dünya şampiyonu Czentovic, adı sanı bilinmeyen,
yirmi, yirmi beş yıldır elini satranç tahtasına sürmemiş bir adama yenilmiş,
teslim bayrağını çekmişti. İki rakip ikinci kez karşılaşır ve yine yetenekli
Dr. B. sinirli Czentovic’i yendiğini ve siyahların yerinin değiştirildiğini
iddia eder, sonunda yenilgiyi kabul eder.
yazdırmış (bkz. age: 8-9). Her ikisi de doğuştan güçlü bir yeteneğe
sahiptir. Czentovic çocukluk yaşlarından itibaren satranç oyununda
büyük bir yetenek, Hitler’in ise hitabetçi olarak özel bir yeteneği vardır.
Bu nedenle her ikisi de farklılık arz etmişlerdir ve yaşamları boyunca
üne kavuşmuşlardır. Czentovic dünya şampiyonluğu başarısından beri
kendisini dünyanın en önemli adamı sayıyordu (bkz. age: 8-9). Hitler de
Czentovic gibi bir megolomandı.
1934’de arkadaşı Adelheid Klein’e yazdığı mektupta “Benim hayatımın
dünya tarihinin en büyük romanı olduğuna inanıyorum” (Domarus 1934)
diyordu. Ona göre İmparatorluk şehri Berlin, dev yapılarla Almanya’da
dünya başkenti olacaktı. Her ikisinde de aşağılık duygusundan ve
güvensizlikten kaynaklanan sıkıntılar vardı.
Sonuç
1881 yılında Viyana’da doğan Avusturyalı yazar Stefan Zweig çok
geniş psikoloji birikimini eserlerinde yansıtmıştır. Biyografi yazarı
olarak ün kazanan dünyaca ünlü Yazar yaşamı boyunca her türlü ödülü
reddetmiştir. 1940 yılında bir konferans için gittiği Güney Amerika’da
yaşamını sürdürmüştür. 1941 yılında yazdığı Satranç novelinde, o zamana
kadar çok az işlenmiş olan satranç oyununu, olay yeri olarak NewYork’tan
Buenos- Aires’e giden bir gemiyi seçmesi, olaydaki kişilerin psiko-sosyal
özellikleri üzerinde detaylı durması, kendi yaşamı, vatansızlığı ve aydın
karakterle benzerliği işlemesi, yabancılaştırma efekti ve novel özellikleri
açısından önem taşımaktadır.
Eserdeki olay kahramanları ve aynı zamanda satranç oyuncuları; Mirko
Czentovic, Amerikalı zengin yatırımcı McConnor, sıradan oyuncu olan
anlatıcı ve eskiden çok usta bir satranç oyuncusu olup Gestapo tarafından
bir hücreye konulan aydın Dr. B.’dir. Yazarın derin psikoloji bilgisiyle,
tüm karakterler psiko- sosyal açıdan, yazarın koşulları ve yaşam öyküsü
bakımından, pozitivist bağlamda ustaca okura sunulmaktadır. Zengin
yatırımcı McConnor ve Dünya Satranç Şampiyonu Mirko Czentovic
yazar tarafından negatif bir perspektifle sunulurken, Dr. B. ise yazarın
yaşamı ve yaşadıkları ile benzerlik arz etmektedir. Mirko Czentovic sosyo-
kültürel açıdan dağlı, bilgisi ve eğitimi az Hitleri temsil etmektedir. Yine
Dr. B.’nin ve Stefan Zweig’in vatansızlığı ve mutsuzlukları, uğradıkları
haksızlıklar, gördükleri muameleler arasında bir paralellik mevcuttur. Bu
nedenle Satranç noveli yorumlama, pozitivist yöntem ve psiko-analitik
yöntemlerle ele alınmış ve novel özellikleri üzerinde durulmuştur.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
63
KAYNAKLAR
Aytaç, G. (1983). Çağdaş Alman Edebiyatı. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı.
Brode, H. (1999). Mirko Czentovic- ein Hitlerporträt? Zur zeithistorischen
Substanz von Stefan Zweigs Schachnovelle. Ed.: I. Schwamborn. Die letzte
Partie. Stefan Zweigs Leben und Werk in Brasilien (1932 – 1942). Bielefeld.
Eschenhagen, W. (2009). Genfer Konventionen. Microsoft© Encarta© Online-
Enzyklopädie, de.encarta.msn. com/encyclopedia_761596681/Genfer_
Konventionen.html
Führt, S. (2008). Eine Basis- Interpretation. Stefan Zweigs Schachnovelle, http://
www.mythos-magazin.de
Haenel, T. (1995). Stefan Zweig. Psychologe aus Leidenschaft. Leben und Werk aus
der Sicht eines Psychiaters. Düsseldorf: Droste.
Domarus, M. (Ed.) (1934). Hitler, Reden und Proglamationen. 1932- 1945. Leipzig:
Adolf Klein.
Klein, J. (1954). Geschichte der deutschen Novelle von Goethe bis zur Gegenwart.
Wiebaden: Steiner.
Kluge, M. und Radler, R. (Ed.) (1974). Hauptwerke der deutschen Literatur.
München: Kinder.
Landthaler, B. (1996). Das “göttliche” Schach. Die Schachnovelle von Stefan Zweig.
Menora, Jahrbuch für deutsche- jüdische Geschichte. Frankfurt am Main.
Landthaler, B. und Liss, H. (1996). Der Konflikt des Bileam, Irreführungen in der
“Schachnovelle” von Stefan Zweig. Zeitschrift für Germanistik 2: 384-398.
Schachnovelle (2011). www.inhaltsangabe.de/zweig/schachnovelle/
Schwamborn, I. (1999). Aspekte des Spiels in der Schachnovelle. Die letzte Partie.
Stefan Zweigs Leben und Werk in Brasilien (1932 – 1942), s. 67-78. Bielefeld.
Tepe, P. (2007). Kognitive Hermeneutik. Textinterpretation ist als
Erfahrungswissenschaft möglich. Königshausen: Neumann.
Turner, D. (1981). Für eine umfassende Analyse zu der Funktion des erzählerischen
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
64
Rahmens bei Stefan Zweig. The modern Language Review 79: 116-128.
Veselý J. (1969). Das Schachspiel in der Schachnovelle. Österreich in Geschichte
und Literatur 13: 517-523.
Zweig, S. (2019). Satranç. Çev.: A. Cemal. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları.
ARKETİPSEL SEMBOLİZM TEMELİNDE
BİR ÇÖZÜMLEME DENEMESİ: DORIS
LESSING’İN BEŞİNCİ ÇOCUK ADLI ESERİ
BURCU ÖZTÜRK1
ÖZET: Carl Gustav Jung tarafından ortaya çıkartılan bir kavram olan
“arketip” yalnızca psikoloji alanıyla sınırlı kalmamış, yazınsal metinlerin
incelenme sürecinde de arketipsel sembolizm adı altında kullanılmıştır.
Bu sembolizm aracılığıyla bireylerin daha çok bastırılmış duyguları ve iç
dünyaları hakkında bilgi edinilmesi sağlanmış ve karakter analizi açısından
yeni yöntemlere yönelme başlamıştır. Çalışmada Nobel Edebiyat Ödülüne
sahip olan İngiliz yazar Doris Lessing’in Beşinci Çocuk (2020) adlı eseri
incelenmiştir. Çalışmada incelemek üzere seçilen eserin çokkatlı yapısına
uygun olarak hem esere dönük inceleme yöntemlerinden arketipçi
eleştiriye başvurulmuş hem de edebiyatın başka uzmanlık alanları ve
başka eserlerle kurduğu disiplinlerarası ve metinlerarası ilişkilerden
yararlanılarak eserin dışına çıkan bağlantılar ortaya çıkartılmıştır. Elde
edilen veriler yerli ve yabancı kaynaklar aracılığıyla temellendirilmiş ve
yorumlanmıştır. Eserde temel olarak iki ana arketipin varlığı tespit edilmiş
ve gölge arketipinin iki farklı kullanımının ana karakter tarafından birçok
farklı örnekle yansıtıldığı sonucuna ulaşılmıştır. Mitoloji örnekleriyle
disiplinlerarasılığın, eserde anlatılan masal ile de metinlerarasılığın yer
aldığı tespit edilmiştir. Çalışmada, arketipsel sembolizm aracılığıyla
karakterleri incelerken farklı bakış açılarına sahip olunabileceği, bu
sembollerin eserleri değerlendirirken karakterlerin iç dünyalarını daha
derinden inceleme imkânı sunduğu sonucuna ulaşılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Arketipsel sembolizm, C. Gustav Jung, Beşinci
Çocuk, disiplinlerarasılık, metinlerarasılık
Giriş
Analitik psikolojinin kurucusu olan Carl Gustav Jung; destanlarda,
masallarda, hikâyelerde ortak olan motifleri sembol olarak değerlendirmiş
ve bunlara “arketip” adını vermiştir. Bir başka ifadeyle Jung, ruhta var
olduğunu düşündüğü evrensel örüntüler için Antik Yunanca bir kelime
olan “arketip” ifadesini kullanmıştır (bkz. Bobroff, 2020). Yazınsal
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
67
Arketipsel Sembolizm
Sigmund Freud tarafından 1890’larda bulunan ve ruh hastalıkları
tedavisi için kişinin çocukluğuna inilmesiyle yanlış kodlamaları yok
etmeyi hedefleyen psikanaliz; serbest çağrışım aracılığıyla rüyaların
analiz edilmesini, çocukluk travmalarının ortaya çıkartılmasını, bireyin
bu çatışmaları fark etmesini sağlayarak olumsuz durumdan kurtulmasını
hedeflemektedir (Budak, 2009: 594). Jung ve Freud bilinç ile bilinç dışı
konularında birbirinden ayrılmaktadır. Freud’a göre bilinç dışının tamamı
bastırılmış duygu ve düşüncelerin saklandığı yerken, Jung’a göre bilinç ve
bilinç dışı birbirinden ayrılmaktadır. Bilinç sürekli olmadığı için insan
hayatının büyük bir bölümü bilinç altının hükmündedir (bkz. Jung, 2004).
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
69
3. Gölge Arketipi
Goethe’nin Faust adlı eserinde Faust’u baştan çıkarmaya çalışan
şeytan figürü olan Mephistofeles her insanın içindeki kötülüğün simgesi
olarak nitelendirilebilir. Bu nedenle kişinin kendi içerisinde gizlediği
bu kötü yönünü “gölge” olarak tanımlamak mümkündür. Marie-Louise
von Franz da Shadow and Evil in Fairy Tales (2017) adlı eserde gölgeyi
egonun sahip olduğu karanlık, yaşanmamış ve bastırılmış tarafı şeklinde
tanımlamaktadır.
Karanlık; derinliklerde sessizce hareket eden, gizli ve bilinçsiz
bir gerçekliğin sembolü olarak yer almaktadır (bkz. Daniels, 2021),
bu nedenle gölge de bireyin gizlediği karanlık tarafıdır. Jung gölge
kompleksini kötülük, düşmanlık ya da şeytan gibi arketipsel bir temele
dayandırmanın yanı sıra, bunun evrensel olarak bulunduğunu ve ortak
belirli özelliklere sahip olduğunu ileri sürmüştür (Stevens, 2002: 253).
Ayrıca Jung, gölge arketipinin bastırılmış düşüncelerden, bireyin sahip
olduğu zayıf yönlerden, istek ve düşüncelerden oluştuğunu belirtmektedir
(akt. Tanrıtanır, 2019: 32).
3.1. Canavar Arketipi
Bu arketip, ilkel zamanlarda yaşamış olan canavarlar, yarı insan
olan ya da insana benzeyen canavarlar dâhil birçok farklı şekilde ortaya
çıkmaktadır. Korkunç ve insan hayatını tehlikeye atacak biçimde
olabilirler (Zwart, 2019: 32). Ayrıca canavarlar yönetilecek durumda
değildir. Onların sergileyecekleri kötü davranışlar tahmin edilemeyecek
durumdadır, tehlikeli ve zarar verici olabilmektedir (Pinfari, 2019: 13). Bu
nedenle yazınsal metinlerde karakterlerin sahip oldukları bu ya da benzeri
özellikler gölge arketipinin alt başlığı olan “monster arketipi” kategorisine
dâhil edilebilir.
3.2. Demonik Arketipi
Çok sık kullanılan arketiplerden bir tanesidir ve şeytanın kendisi ya
da insanın sahip olduğu şeytani yönleri temsil eder. İyiliğin, erdemin,
ahlakın zıttı olarak yer almakta ve kötülüğü sembolize etmektedir. Bu
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
71
4. Benlik Arketipi
Bu arketip hem bilinç dışının hem de bilincin birleşimi olarak
yer almaktadır. Benlik aracılığıyla kişilik yapısının tamamı bir uyum
kazanmaktadır. Jung bu kavramı kolektif, sınırsız ve kavranamaz şeklinde
evrensel olarak tanımlamıştır (Jaffé, 1986: 85).
Carl Gustav Jung bireyin sahip olduğu tüm kişiliğin bilinç ve bilinç
dışından oluştuğuna inanmıştır. Bu nedenle kişiliğin hem merkezini hem
de çevresini belirtmek için “benlik” kavramını kullanmıştır. Bu kavramı
ve diğer arketipleri hem biyolojik hem de psikolojik kutuplara sahip
olarak nitelendirmiştir (Donahue, 2003: 54). Jung’a göre keşfedilmemiş
benlik çocukluktan itibaren bizimledir ve büyüme süreci dâhil kendini
gerçekleştirme süreci içerisinde hayatımız boyunca var olmaktadır
(Staude, 2015: 86).
Kısaca, benlik arketipinin bireyin negatif ve pozitif yönlerini
dengelediğini, bunlar arasında uyum sağlayarak bir düzen oluşturduğunu
söylemek mümkündür. Bu nedenle çocukluk evresinde oluşuma
başlayarak bireyin hayatının sonuna kadar gelişmekte ve bu dengeyi
korumayı sağlamaktadır.
2. Gölge Arketipi
Doris Lessing, gölge arketipini yine aile hayatı içerisinde kullanmakta
ve oluşan durumun ciddiyeti ve ne kadar bastırıldığı hakkında okura
net bilgi vermektedir. Kızının beşinci kez bebek beklediği haberini
alan Dorothy’nin durumu şu şekilde aktarılmaktadır: “Yüzündeki
öfkeye bakarak, korkunç şeyler söylemek istediği açıktı. ‘Hizmetçiniz
oldum, bu evde hizmetçi gibi çalışıyorum’, veya ‘İkiniz de bencilsiniz.
Sorumsuzsunuz.’ Bu sözcükler havadaydı ama dile getirilmedi” (age: 36).
Bu ifadeler her ne kadar sözlü olarak aktarılmasa da anne Dorothy’nin
gizlediği karanlık tarafı olarak yer almaktadır. Çünkü karşısındaki kişiler
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
74
3. Canavar Arketipi
Gölge arketipinin alt başlığı olarak değerlendirilen canavar
arketipi, incelenen eserde “canavar” kelimesinin kullanıldığı yerlerde
değerlendirilmiştir. Bu arketip bir alt başlık olan “demonik” arketipinin
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
75
4. Demonik Arketipi
Bireyin şeytani yönü olan demonik arketipi eserde Ben karakteri
tarafından sembolize edilmiştir. Diğer çocuklar gibi sevecen
davranmamakta ve her zaman kötülük peşinde koşmaktadır. Örneğin bir
gün “[…] aşağı inmiş, köpeği bulmuş, öldürmüş ve yine sessizce yukarı
çıkıp odasına girmiş, kapıyı kapatmıştı.” (Lessing, 2020: 66). Bu durum
kendi şeytani yönünün nasıl yansıdığını gözler önüne sermektedir.
Özellikle bir çocuk tarafından bu tarz bir eylemin gerçekleşmesi arketipin
daha net anlaşılması açısından önemlidir.
Komşularının kedisi olan McGregor’u öldürmesi nedeniyle kardeşleri
tarafından kendisinden sürekli korkulmuştur (age. 70). Bu davranış
da insanın içerisindeki tehlikeli yönünün bir örneği olarak demonik
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
76
Janus
Roma mitolojisinde Janus, iki yüze sahip olan ve bir yüzü ön tarafa
bakarken diğer yüzü arka tarafa -zıt yönlere- bakan tanrıdır (Nardo,
2002: 101). Aynı zamanda tüm zamansal başlangıçların tanrısı olarak da
nitelendirilmekte ve bu nedenle ilk ay olarak Januar/ January kullanımının
tercih edildiği ileri sürülmektedir (bkz. Seemann, 2012).
Bu yüzlerin, iki zıt yöne baktıkları için yazınsal metinlerde zıt
karakterleri sembolize ettikleri şeklinde bir çıkarım yapılabilir. Ayrıca
başlangıç ve son şeklinde de yorumlanabilir. Çünkü yüzlerden birinin sağ
tarafa bakması başlangıç olarak değerlendirilebilirken sol tarafa bakan
yüzün de bu başlangıcın sonuna doğru baktığı düşünülebilir. Bu zıtlıklar
temel alındığı zaman eserde özellikle Paul karakterine vurgu yapılması
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
77
Nixie
Cermen mitolojisinde su perisi olarak yer alan Nixie; çok güzel, uzun
saçlı ve mavi gözlüdür. Su altında yarı insan, yarı balık şeklinde yaşadığına,
sudan uzak kalmak istemediğine (O’Brien, 2018: 26) ve dışardayken suda
kendi aksını seyrettiğine inanılmaktadır.
Beşinci Çocuk adlı eserde Harriet’ın hayatını sürekli evin içinde
geçirmesi Nixie’nin su dışında yaşamaması ve aynı şeyi istemesiyle
benzerlik göstermektedir. Buradaki benzerlik yalnızca evcimenlik olarak
yer almamaktadır. Eserin sonunda Harriet yıllar boyunca Noel günleri
toplandıkları masaya tek başına oturmuş “öne eğildiğinde parıltıda
kendini görebil[mişti]” (Lessing, 2020: 137). Bu durum kendi yüz
hatlarını incelemesi, eski güzelliğiyle kendisini kıyaslaması, yaşlandığını
fark etmesi olarak masadan kendisine yansımıştır. Aynı zamanda geçmiş
günlere giderek o yansımada yaşanan güzel günleri tekrar yâd etmiştir.
Bu nedenle Nixie’nin yansımasıyla kendisini değerlendirmesinin bir
benzerinin eserin sonunda yer aldığı savunulabilir. Bu verilere istinaden
mitoloji bağlantısıyla disiplinlerarasılığın söz konusu olduğunu söylemek
mümkündür.
Sonuç
Arketipsel sembolizm temelinde incelenen Doris Lessing’in Beşinci
Çocuk adlı eserinde, Carl Gustav Jung tarafından oluşturulan arketiplerin
örnekleri elde edilen veriler doğrultusunda temellendirilmiş ve
yorumlanmıştır.
Eserde, özellikle toplumsal baskılar ve dayatmalar nedeniyle bireylerin
kendilerini farklı biriymiş gibi gösterdikleri, toplumun vereceği cevaba
göre bir davranış sergileyerek kendi ana davranışlarını gizledikleri ve bu
nedenle persona (maske) arketipinin birer örneğini sergiledikleri tespit
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
79
KAYNAKLAR
Bobroff, G. (2020). Carl Jung: Bilinçdışı, Arketipler ve Benlik Hakkında Kapsamlı
Bir Rehber. Çev.: H. Dikmen. İstanbul: İlksatır Yayınevi.
Budak, S. (2009). Psikoloji Sözlüğü. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
Daniels, M. (2021). Shadow, Self, Spirit. Essays in Transpersonal Psychology. UK:
Andrews.
Donahue, B. A. (2003). C. G. Jung’s Complex Dynamics and the Clinical Relationship.
USA: Charles C Thomas.
Eliade, M. (2001). Mitlerin Özellikleri. Çev.: S. Rifat. İstanbul: OM Yayınevi.
Fleming, R. and Payne, M. (1988). (Ed.). New Interpretations of American
Literature. London: Associated University Press.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
80
Franz, M. L. (2017). Shadow and Evil in Fairy Tales. United States: Shambhala
Publications.
Grimm, B. (2011). Hänsel und Gretel. Stuttgart: Esslinger Verlag.
Jaffé, A. (1986). The Myth of Meaning in the Work of C. G. Jung. Zürich: Daimon
Verlag.
Jones, M. D. (2017). The Power of Archetypes. USA: Career Press.
Jung, C. G. (1990). Two Essays on Analytical Psychology. London: Routledge.
Jung, C. G. (2004). İnsan Ruhuna Yöneliş. Çev. E. Büyükinal. İstanbul: Say
Yayıncılık.
Jung, C. G. (2003). Dört Arketip. Çev.: Z. A. Yılmazer. İstanbul: Metis Yayınları.
Jung, C. G. (2019). Dört Arketip. İstanbul: Metis Yayınları.
Kast, V. (2006). Anima/Animus. Ed.: R. K. Papadopoulos. The Handbook of Jungian
Psychology: Theory, Practice and Application. New York: Routledge.
Lessing, D. (2020). Beşinci Çocuk. Çev. N. Elçi. İzmir: Delidolu.
McLynn, F. (2014). Carl Gustav Jung: A Biography. NY: St. Martin’s Publishing
Group.
Moran, B. (1988). Edebiyat Kuramları ve Eleştiri. İstanbul: Cem Yayınları.
Moran, B. (2007). Edebiyat Kuramları ve Eleştiri. İstanbul: Cem Yayınevi.
Nardo, D. (2002). Greek and Roman Mythology. NY: Greenhaven Press.
Nolte, C. (1996). Being and Meaning in Thomas Mann’s Joseph Novels. England: W.
S. Maney & Son Limited.
O’Brien, C. (2018). Mermaid Myths. NY: Gareth Stevens Publishing.
Pinfari, M. (2019). Terrorists as Monsters. New York: Oxford University Press.
Rowland, S. (2011). “Anima, Gender, Feminism”. Ed.: K. Bulkeley and C. Weldon.
Teaching Jung. Oxford University Press: New York, 169-183.
Saporiti, S. (2013). Myth as a Symbol: A Psychoanalytic Study in Contemporary
German Literature. UK: Cambridge Scholar Publishing.
Schultz, D. P. ve Schultz, S. E. (2007). Modern Psikoloji Tarihi. Çev. Y. Aslay.
İstanbul: Kaknüs Yayınları.
Seemann, O. (2012). Mythologie der Griechen und Römer. Deutschland: BoD.
Sharma, K. (1991). Symbolism in Anita Desai’s Novels. India: Abhinav Publications.
Shelburne, W. A. (1988). Mythos and Logos in the Thought of Carl Jung: The Theory
of the Collective Unconscious in Scientific Perspective. USA: State University of
New York Press.
Staude, J. R. (2015). The Adult Development of C. G. Jung. London: Routledge.
Stevens, A. (2002). Archetype Revisited: An Updated Natural History of the Self.
London: Brunner-Routledge.
Tanrıtanır, B. C. (2019). Paul Auster ve Arketip Eleştiri. İstanbul: Hiperyayın.
Taylor, P. (2023). Death by Comfort: How modern life is killing us and what we can
do about it. Australia: Major Street.
Washburn, M. (1994). Transpersonal Psychology in Psychoanalytic Perspective.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
81
Giriş
Karşılaştırmalı edebiyat bilimi, farklı kültürlerden, dillerden ve
geleneklerden edebi metinlerin karşılaştırılmasını içeren akademik bir
çalışma alanıdır. Bu metinler arasındaki ilişkileri ve kültürel ve dilsel
sınırları aşabilen ortak temaları, motifleri ve yapıları anlamaya gayret
etmektedir. Karşılaştırmalı edebiyat alanında çalışan uzmanlar, edebiyatı
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
85
farklı yorumlar ve baktığı tarot fallarıyla Ayda’nın hayatına bir ışık, yoldaş
olur. Neşe, bilincinin tüm gelişmişliğine rağmen değişim anlamında daha
durağan bir çizgidedir. O da tıpkı Ayda gibi hayatı, insanları ve kendini
karikatürize etme özelliğine sahiptir.
Hayatı Sevme Hastalığı’nın diğer kadın karakteri Ayda’nın annesi
Şükran ise yaşadığı zorlu koşullara rağmen hayata tutunmuş ve mücadele
etmeye çalışmış bir kadındır. Zorlu hayat koşulları ve yaşadıkları yüzünden
o da bir dönem psikolojik rahatsızlık geçirmiş, delirmenin sınırlarında
dolaşmış ve içine kapanmıştır. Şükran›ın yaşadığı bir dönemde, onun
içsel hali büyük bir değişim geçirmiştir. Önceleri canlı ve duygusal olan
Şükran, zamanla duyarsızlaşmış, yüzü tanrısal bir ifadeye benzer hale
gelmiş ve tarafsızlık içinde sonsuzluğun buhranı ile mücadele etmiştir.
Şükran, bu içsel dönüşümünü aşmak için doktorların verdiği reçetelerdeki
ilaçları kullanmış, duyarsızlık ve tepkisizlik hissiyle yaşamış, rüya görmeyi
ve hayal kurmayı bırakmış, duygusal tepkilerini kaybetmiştir (bkz. Türker,
2012: 124).
Şükran rahatsızlığından sonra tekrar hayata tutunmayı başarır ve
yazarın karakterle ilgili tespiti oldukça vurucudur:
Sanırım mutluydu, hatta hayatta ilk kez mutluydu denebilir […]
Delirmekten yırtan kadınların hayata tuhaf bir düşkünlükleri olur. İşte
annem de o havai, arsız, pürneşe dolu ikinci hayatına böyle tutunmuştu.
Ben Tanrı olsaydım böylelerine asla ikinci şans vermezdim. Çünkü hayatı
sevme hastalığına tutulmuş bu kadınların canını almak sonradan çok
zorlaşır, hatta imkânsızlaşır (Türker, 2012: 182).
Onun hayatta mutsuz olmak gibi bir lüksü yoktur. Bu, onun güçlü,
direngen ve sabırlı kişilik yapısının yansımasıdır. Yatalak bir hastaya
bakmaya başlar. Sonrasında, büyük bir sabır ve özveriyle baktığı yaşlı
adamla ikinci evliliğini gerçekleştirir. Maddi ve manevi hiçbir desteği
olmayan yalnız ve çıkışsız Şükran için bu evlilik adeta bir kurtuluştur.
Ayda’nın ona ilişkin yaptığı yorum onun kişiliğini yansıtmaktadır:
“Allahım, bu kadınlar yeni bir hayata ne çok düşkündürler? Erkekler her
zaman eski ve tutarlı bir hayata razıyken, eski ve içine sıçılmış hayatlarından
kurtulmak isteyen ne çok kadın vardır?” (Türker, 2012: 184). Boşanmış ve
çocuğu olan bir kadın olarak toplum tarafından çoğunlukla destek görmez,
sosyal hiçbir güvencesi yoktur. Bu zorlu hayatında dayatılan kadınlık rol
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
92
ise eşinin sözünün geçtiği bir evlilik yaşamıştır. Eşine ve evlilik kurumuna
koşulsuz ve sorgusuz bağlıdır ve bu kalıpların dışına çıkamaz.
Sonuç
Sibel K. Türker’in Hayatı Sevme Hastalığı ile Marie Desplechin’in Bensiz
adlı romanlarındaki kadın tiplojilerinin karşılaştırmalı edebiyat bilimi
verileri kullanılarak feminist edebiyat eleştirisi yöntemiyle karşılaştırıldığı
bu çalışmada, kadın karakterlerin psikolojik yapıları, dünyaya bakışları,
içinde yaşadıkları koşullar ve mücadele biçimlerinde bazı benzerlik,
paralellik ve farklılıklar taşıdıkları görülmüştür.
Her iki romandaki kadın karakterler mutsuz kişilik özelliği
göstermektedir. Hayata bakışlarında genel bir umutsuzluk ve karamsarlık
bulunmaktadır. Ancak, bu durum mücadele etmelerini engellemez.
Hayatı Sevme Hastalığı’ndaki Ayda ve Neşe ile Bensiz’deki Olivia, Yvette ve
Sophie travmatik çocukluk geçirmişlerdir. Geçmişlerindeki yaşanmışlıklar
sonraki yaşamlarını şekillendirmede etkin olmuştur. Ayda ve Neşe’nin
ve Bensiz romanın isimsiz kadın kahramanının hayata ve dünyaya dair
farkındalıkları gelişmiş ve özgür kadınlar oldukları, diğer karakterlerin
ise -Olivia, Yvette ve Şükran- onlara göre bireysel farkındalıklarının daha
az olduğu görülmüştür. Ayda, Neşe ve Bensiz romanının isimsiz kadın
karakteri zeki, sorgulayan, gözlemleyen, duygusal ve düşünsel anlamda
derinlikli, kendi kimliklerini, istek, ideal ve değer yargılarını eleştirel
gözle görebilen, benlik duyguları gelişmiş bireyler olduğu tespit edilmiştir.
Olivia, Yvette ve Şükran’ın ise benlik duygularının fazla gelişmediği,
kendi varlıklarını olumlu ya da olumsuz anlamlandırma veya kendilerini
gerçekleştirme unsurlarını barındırmadıkları saptanmıştır. Ayda ve Bensiz
romanındaki Olivia ve isimsiz kadın karakterin değişim anlamında daha
dinamik, Neşe’nin, Yvette’nin ve Şükran’ın ise daha durağan bir çizgide
olduğu görülmüştür. Romanlardaki tüm kadın karakterlerin duygusal
şiddete maruz kaldığı açıkça gözler önüne serilmiştir. Olivia, Yvette,
Sophie ve Neşe’nin ise cinsel istismar ve şiddete maruz kaldıkları net bir
şekilde görülmektedir. Her iki romandaki kadın karakter de mutsuz ve
sorunlu birliktelikler yaşamışlardır. Ancak onları hayata bağlayan unsur,
birbirlerine gösterdikleri derin dostluk, dayanışma ve paylaşımdır.
Birbirinden on bir yıl ara ile yazılan bu iki edebi eser, farklı coğrafyalarda
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
102
KAYNAKLAR
Ahıska, M. (1994). Yoksa Kadınlar Var Mı? Defter 21: 31-41.
Amargi Feminist Dergi &Taciz-Tecavüze Son İnisiyatifi Özel Ek. (2008). Tecavüze
Karşı Mücadele Edelim. İstanbul.
Desplechin, M. (2001). Bensiz. Çev.: S. Yenel. İstanbul: Can Yayınları.
Göka, E. ve Beyazyüz, M. (2011). Geçimsizler-Kişilikleri Tanıma ve Geçinmeyi
Kolaylaştırma Kitabı. İstanbul: Timaş Yayınları.
Güçhan, G. (2004). “1990’lı Yılların Türk Sinemasında Kadının Toplumsal
Cinsiyet Rolündeki Değişimler”. Ed.: A. Güçhan. Kadın Çalışmalarında
Disiplinlinlerarası Buluşma 3. İstanbul: Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi.
Parla, J. ve Irzık, S. (2004). Kadınlar Dile Düşünce. İstanbul: İletişim Yayınları.
Turan, Ü. (1998). Kadına Yönelik Şiddet, 4. Ulusal Kadın Çalışmaları Toplantısı-
Kadın Sorunlarının Çözümüne Doğru Yöntem, Strateji ve Politikalar. İzmir:
Ege Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi ve Ege
Kadın Araştırmaları Dergisi Yayınları, s. 138- 148.
Türker, S. K. (2012) . Hayatı Sevme Hastalığı. İstanbul: Can Yayınları.
Uçar, G. (2005). Barbara Frischmth’un Eserlerinde Amy’den Mela’ya Kadar Uzanan
Kadının Benlik Serüveni. Yay. Haz.: A. Gültekin. T.C Osmangazi Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü 1. Uluslararası
Karşılaştırmalı Edebiyat Kongresi. Eskişehir: ESOGÜ Yayınları, s. 285- 292.
Yetim, A. (2021). “Füruzan Öykülerinde Aile İçi Şiddet”. Ed.: F. Kızıler Emer ve İ.
Aras. Edebiyat ve Gündem: Kadın Sorunu. Eskişehir: Nisan Kitabevi, s. 23-35.
İNSANLIĞIN AGİTPROP HALİ
FATİH TEPEBAŞILI1
ÖZET: Bu çalışmanın amacı, insanlığın bir davasını ele alan Uwe
Timm’e ait Hans im Glück isimli şiirini metinlerarasılık ve politik edebiyat
açısından incelemektir. Bir yazarın savaşlardan, iktidar yarışları, mezhep
mücadeleleri ve güç çekişmelerine kadar uzanan olaylara kendi tarafının
yaklaşımını olumlu veya olumsuz yönden yansıtan politik edebiyat
kavramı en eski türlerdendir. Uwe Timm, 68 Öğrenci Olaylarının politik
aktörlerinden birisi olup deneyimlerini sanatında değerlendirmekten
çekinmemiştir. O dönemde yayınladığı Widersprüche (Çelişkiler) isimli
seçkide yer alan ve “agitprop” örneklerinden birisi sayılan Hans im
Glück şiirinde ünlü bir Alman masalı motifinden hareket eder. “Hans”
ismi deonomi karakterli olup, sadece belirli bir insan tipine işaret etmez
ayrıca bu tür insanların yaygınlığını da gösterir. Şiirin başlığındaki sözler,
deyim olarak Alman toplumunun günlük dil kullanımına karışmıştır.
Yazar, şiirinde, masal kahramanı saf dil Hans’ı, politik eleştirinin
hedefi durumundaki açgözlü Hans’a dönüştürerek edebiyatın hazır
bulduğu malzemeleri yeniden ve yeni yollarla işleme imkânını gösterir.
Dünden bugüne hemen her yerde karşılaşılması olası toplumsal bir
soruna odaklanır. Sözleri sadece gözü doymaz bu tip insanlara dönük
değildir, asıl hicvettiği gerçeklerin arkasındaki kök nedenleri görmeyen,
görmezden gelen insanlardır. Özenle kurgulanmış biçimsel unsurlar ve
“agitprop” idealleri doğrultusunda, muhataplarını coşturmaya, hareket
ettirmeye yarayacak bazı edebi sanatların (Klimax) tekrarı dikkati çeken
özelliklerdendir.
Giriş
Belli başlı eserleri artık dilimizde de okunabilen2 Uwe Timm, günümüz
2 Çevrilen eserleri: Kırmızı (Çev: İ. İgan, 2018), Yarı Gölge (Çev. M Öztürk,
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
105
Politik Edebiyat
Edebiyat metinleri, anlatıcı gibi olası her eseri için geçerli sistematik
2012), Sıcak Yaz (Çev. Z. A. Yılmazer, 2019), Morenga (Çev. R. Güçhan, 2010),
Kardeşimin Gölgesinde (Çev. A. Sabuncuoğlu, 2019), Kuş Çayırı (Çev. A.
Sabuncuğlu, 2016)
3 Şiir, sonradan başka bir seçkide de yer almıştır. Für eine andere Deutschstunde
Arbeit und Alltag in neuen Texten 1972. Hrsg.: Arbeitskreis Progressiver
Kunst ve A. Althoff. Asso Verlag, s. 188.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
106
Grimm Masalı
Timm, politik hedefine ulaşmak için metnin başlığı Alman toplumunun
günlük dil kullanımında da gözlemlenebilen, bir masal motifine başvurur:
Grimm masal kataloğundaki (KHM 83 numaralı) Hans im Glück4 adını
taşıyan bu küçük anlatının kahramanı “Hans” isimli tipik bir delikanlıdır.
Tarihsel ve kültürel bazı olayların etkisiyle birtakım isimler ilgili
toplumlara stereotipi olarak yakıştırılırlar. Mesela Sam Amca, John,
İvan veya Ali / Mehmet yakıştırmalarıyla basın dilinde ve halk arasında
karşılaşmak mümkündür. Nitekim Almanlar için söz konusu olan “Hans”,
bu toplumda yeni doğan erkek çocuklar için en çok tercih isimler arasında
yer alır. (Uwe Timm’in asıl ismi arasında da bu kelime geçer: Hans
Heinz Uwe Timm) Sevilen ev hayvanlarına da yakıştırılabilmektedir.
“Johannes”in kısaltması olan “Hans” kelimesi Vaftizci Yahya veya bu isimli
bir Havari üzerinden dini bir kökene dayandırılır. Masal başlığında geçen
“Glück” kelimesinin memnuniyet ve sevinç hali, zenginlik / refah ile şans,
talih gibi sözlük anlamları bulunur.
Dilimize “Şanslı / Mutlu Hans” olarak çevrilebilen (hatta çevrilen)
bu masala göre, kahraman, yedi yıl boyunca hizmet ettiği efendisinden
(Herr) ayrılırken ücret olarak, “kafası kadar kocaman” bir altın alır.
İşverenin efendi, işin yürütülmesi sadakat ve onur ile nitelenmesi, masalı,
günümüzün iş yaşamı dünyasından uzaklaştırır, fakat dönemin çalışma
koşullarını da açığa çıkarır.
Kahraman, annesinin yanına dönmek üzere yola koyulur. Ancak
omuzundaki sopanın ucunda göstere göstere taşıdığı servetini koruyamaz,
karşılaştığı kişilerle, öncekinden aldığını bir sonrakine vererek hatta
her defasında değerini biraz daha düşürerek değiş tokuşa girer. Bunlar
sırasıyla at (süvari), inek (köylü), domuz (kasap), kaz (delikanlı) ve
kimliğe büründürülen Hans, her yerde her taşın altında vardır, hakkında
büyük bir gizem yaratılır.
Şiirde, sayısal sıralanış dikkate alındığında, yukarıdan aşağı ikili (1-6
arası) ve üçlü dize gruplar (7-12 arası) ile dörtlü yapı (sadece 13. grup)
gözümüze çarpar. İlerledikçe, anlamı ve coşkuyu tırmandıran (Klimax) bu
dize gruplarını üç basamak halinde ele alabiliriz:
Tespit aşaması diyeceğimiz birinci basamak (1-6 arası ikili dize grubu)
bir durum ile onun görünür sebebini ayrı dizeler halinde adlandırırken
ayrıca başka bir derecelendirme aracına (Klimax) başvurur. İlk sıradaki
dizeler, sanki ezelden beri devam ettirilen bir gerçekmiş gibi, ayrıcalıklı
bazı kişilerin, ekonomi, siyaset, maliye ve bürokraside dalga halinde
yayılan gücünü gösterir. Ortasındaki 7. dize grubuna göre, yerel siyasetten
merkezi hükümete kadar uzanan etki alanının, miras yoluyla kuşaktan
kuşağa aktarıldığını teyit eder.
yönelik uyarı hatta tehdit çağrısıdır. Fakat metnin bütünü içerisinde biraz
daha öne çıkarak, dönen dolaplara dair bir ara değerlendirmelidir.
Üçüncü basamak 8-13 arası üçlü dize gruplarını kapsar, tek istisnası
ise en sonda bulunan 13. grubun dörtlü dizeye sahipliğidir. Önce ikili
ardından üçlü ve nihayet dörtlü dize tercihi başka bir derecelendirme
(Klimax) örneği olup şiiri kapanış aşamasında zirveye tırmandırır.
Olayların asıl nedenleri ifşa edilir. Bu aşamada “Hans” gibi davranamayan
(!) sessiz çoğunluğa yazgıya boyun eğmek seçeneği kalır, kaderciliğin
bataklığında boğulacaklardır.
Gramer açısından bakıldığında, bu basamağın, tamamen yan
cümlelerden ibaret olduğu ve 7. grubun (ikinci basamak dediğimiz) “bu,
ilelebet böyle kalacaktır” şeklindeki son dizesine bağlanması gerektiği
anlaşılır. Bu haliyle tekrarlarla çoğaltılmış uzun bir cümle görüntüsü
verir. Aslında, birinci basamaktaki dizeler burada bir kez daha fakat
yeniden düzenlenmiş halde karşımıza çıkarlar. Olup bitenlerin şans, talih
gibi toplumsal örtüye büründürülmüş gerekçelerle alakasının olmadığı
tespiti yapılır. Yine bir derecelendirme söz konusudur. Yalnız bu defa
dize gruplarının kendi içinde “için” ve “sadece” ile gerçekleştirilir. Asıl
sebepler ortaya konur. Son dizenin önemi ise olup bitenlerinin kader ile
açıklanmasının saçmalığını ifşa eder. Bu haliyle üçüncü basamak, geçmişi
ve geleceği içine alacak şekilde, içine düşülen toplumsal ironiyi haykırır.
1-fabrika sahipliği
şansının yaver
2-kazançlı hisse miras hukuku
gitmesi
senetleri manüplasyon
dokunması
3-bakımlı bir bahçe bahçıvana verilen emirler
parmaklarını
4-belediye başkanıyla fabrika sahipliği
oynatarak
iletişim belediye başkanının
şanslı bir el
5-denetim kurulu aracılığı
turnayı gözünden
üyelikleri başkalarını kullanmak/
vurmak
6-maliye bakanına inandırmak
talih kuşu
iletişim
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
113
Metinlerarasılık
Tekrar hatırlatacak olursak şair, 16. ile 19. yüzyıllar arasında toplumun
değişik kesimleri arasında varlığını sürdüren sözlü bir anlatının, sonradan
Grimm Kardeşlerce derlenerek yazıya geçirilen bir masal motifini
şiirinde yeniden ele alır. Feodal denilebilecek bir kültürden, eleştirilerin
odağındaki sanayi toplumunun (kapitalist bir yapı) içerisine taşınarak, ona
yeni bir kimlik kazandırır. Başka bir açıdan ise masal farklı bir hüviyete
bürünür (yabancılaştırılır). Öteden beri bilinen, tanınan bir masal
kahramanı karşımıza soğuk ve acımasız bir birisine (!) dönüştürülerek
toplumsal gerçekliğin sorgulanmasının önü açılmaktadır. Masalın güya
o naif dünyası, politik şiirin hırçın atmosferinde sönüp gider. Bu haliyle
şiir metni, eleştirilerin odağında bulunan toplumsal düzen, kültür hatta
tarihsel arka planı yedeğine alan bir doku kurar. Şiir ile masaldaki olayları
(!) kısa başlıklar halinde şu şekilde karşılaştırabiliriz:
Şiirsel Ben
Düşüncemize göre, diğer şiirlere göre Hans im Glück’ün ayırt edici
özelliklerinden birisi de “şiirsel ben”in retorik açıdan gösterdiği baskın
tutumdur. Ateşli bir hatip olarak çıktığı kürsüden, ellerini masaya vura vura
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
114
Sonuç
Görüldüğü gibi, 19. yy. dünyasında yazıya geçirilmiş bir masaldan
hatıra, deonomi karakterli (yani metafor olarak da kullanılabilen) bir
isim yardımıyla, bir davranış şeklini yargılanmaktadır. Seçki kitabının
(Widersprüche) genel bağlamını dikkate alırsak, buradaki “Hans”tan
anlaşılması gerekenler, şiirde tanımlanan veya böyle özelliklere sahip
bir kesim anlamındadır. Sorunun temel odağıdırlar. Toplumsal yaşamı
yakından ilgilendirmesine rağmen bilerek veya bilmeyerek görmezden
gelinen olayların gerçek nedenlerini gösterip insanları bilinçlendirmek
amacı baskındır. Bunu ayrıca dil eleştirisiyle tekrarlar. Zira olayların
nedenlerini açıklamak üzere kullanılan şans, talih, kader vs. gibi uçucu
kelimelerdir aslında, Timm anlamında, egemenlerin ağırlığı altında
deformasyona uğramıştır. Şair, öncülük rolüne soyunarak geçmişin
ve geleceğin bilgisine sahiptir. İstediği, sözlerinin dikkate alınmasıdır.
Ütopyasını değil içinde yaşadığı “düzenin” mekanizmasını eleştirmek,
çelişkileri göstermek asıl hedefidir.
Bu metni politik şiire bağlayan yönlerden birisi de edebi üslubu,
sunum tarzıdır. Baştan sona aynı kalan bir düşünce demeti, çoğu zaman
kurallı cümle yapılarına riayet edilerek bunun dışında ise tekrarlar, ironi
ve derecelendirme (edebi sanatlar) ile muhataplarına onaylattırılmaya
çalışılması “agitprop” idealleriyle örtüşür. Bu eleştirel tavrın, dünyadaki
farklı görüşlerce de onaylanabileceğini düşünüyoruz.
KAYNAKLAR
Anuntkosol, N. (2020). Die Inszenierung von Autorschaft bei Uwe Timm.
Universitätsverlag Siegen.
Grimm, J. und Grimm, W. (1843). „Hans im Glück“, www.projekt-gutenberg.org/
grimm/maerchen/chap076.html
Hinderer, W. (1978). „Versuch über den Begriff und die Theorie politischer Lyrik“.
Hrsg.: W. Hinderer. Geschichte der politischen Lyrik in Deutschland, s. 9-42.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
115
EKLER
Şanslı Hans
Hans im Glück
Giriş
Bu çalışmada Peter Weiss’ın Soruşturma adlı eseri Belgesel tiyatro
ve Nürnberg Askeri Ceza Mahkemesi ekseninde incelenecektir. Belgesel
tiyatro örneği olarak kaleme alınan Soruşturma eseri kapsamında
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
121
3 Erwin Piscator (1929), Das Politische Theater. Berlin: Adalbert Schultz Verlag.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
122
6 “Belgesel tiyatro, kamusal yaşamın bir parçasıdır... Mevcut koşullara bir tepkiyi
ve bunların açıklığa kavuşturulması talebini temsil eder”.
7 Halkın protesto aracı
8 Figürler karikatürize edilir, olaylar oldukça basitleştirilir. Alıntılar, yorumlar
ve özetler şarkılardan alınır. Koro ve pantomimin tanıtımı, olay örgüsünün
dışında jestsek oyun ve parodiler. Maskelerin kullanımı ve dekoratif özellikler.
Enstrümantal eşlik. Ses efektleri.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
125
9 […] Böyle bir sahnede dramatik çalışma, siyasi görüş oluşturmanın bir aracı
haline gelebilir. Ancak geleneksel sanat anlayışlarından farklılaşan belgesel
tiyatronun özel anlatım biçimlerinden ne anlaşılması gerektiği tartışılmalıdır.
10 Peter Weiss, (1965), Die Ermittlung. Frankfurt am Main: Suhrkamp Verlag
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
126
(c) İnsanlığa karşı işlenen suçlar Cinayet, kitle imha, köleleştirme, sürgün
ve sivil halka yapılan diğer insanlık suçları, ya da siyasî, etnik ya da dinî
nedenlerle eziyet, ya da savaş suçu ya da insanlığa karşı işlenen suçlarla
ilgili idam ya da eziyet ya da eylemler sürdürülmesi (Parlak, 2015: 48-49).
Yukarıda yer alan kararlara istinaden Nürnberg kentinde
yargılama süreci fiilen başlamış ve ilgili kararlar çerçevesinde suçlular
cezalandırılmıştır. Mahkemelerde sanıkların ve tanıkların sözlü
beyanlarına başvurulmuştur. Beyanların güvenirliğini sağlamak amacıyla
sanıklara ve tanıklara iddiaları konusunda yemin ettirilmiştir. Bu noktada
NACM ayrıca ilk defa yeminin resmi bir beyan olarak kabul edildiği
mahkeme olarak da önem arz etmekte ve Schwurgericht olarak da
tanımlanmaktadır (Kastner, 1997: 699).
Mahkemenin Nürnberg kentinde gerçekleştirilmesinin birkaç nedeni
vardır. İlk olarak savaş esnasında Nürnberg kentinin diğer kentlere nazaran
daha az hasar görmüş olması ilk etmenlerdendir. Ayrıca Nürnberg Adalet
Sarayı oldukça büyüktür. İçerisinde 530 büro ve 80 duruşma salonu
bulunmaktadır (Parlak, 2015: 42).
Tüm bu bilgiler ışığında, oldukça karmaşık bir dönem içerisinde
temellendirilmiş olan NACM, savaş sonrası dönemde yaşanan en önemli
gelişmeler arasında kabul görmektedir. Mahkeme süreci boyunca elde
edilen veriler ve belgeler, İkinci Dünya Savaşı’nı konu edinen belgesel
nitelikteki çalışmalar için ilham kaynağı olmuştur. NACM yansımalarını
Soruşturma eserinde gözlemlemek oldukça mümkündür.
beklerken
tutuklulardan birinin
bir kadına
birşeyler söylediğini duydum
Kızıl Haç arabası
fırınlara gaz taşımak için kullanılır
dedi
aileniz öldürülecek dedi
Kadın haykırmaya başladı (Weiss, 1996: 41).
Kantolar arası ilişkiler yalnızca ilk ve son kısım ile sınırlı değildir.
Aralarda yer alan diğer kantoların da kendisinden bir öncekine bağlı
olduğu görülmektedir. Örneğin; ikinci kantoda (Kamp) kampa getirilmiş
olan esirlerin kamptaki yaşantılarına ve kamp koşullarına dair bilgiler
sunulmaktadır. Aşağıda yer alan alıntı ise ilgili açıklamayı somutlaştırır:
TANIK 3:
Penceresiz bir tahta baraka
önde ve arkada birer kapı
çatının altında bir aydınlık deliği
sağda ve solda üçer katlı ranzalar
en alttaki yatak yerdeydi
katları birbirinden
tuğlalarla ayırmışlardı
Barakanın uzunluğu
Aşağı yukarı 35 metre kadardı (Weiss, 1996: 44).
Kantolar arasında diğer kantolardan nispeten daha farklı ve daha önemli
olan kısımlar da elbette mevcuttur. Peter Weiss kantoların bazılarında
katliama dair gerçeklikleri belgelerden elde ettiği bilgiler çerçevesinde
kurgulayarak okura aktarmıştır. Örneğin Lili Tofler’in Ölümü ve Onbaşı
Stark başlıklı kantolar Nazi askerlerinin esirlere ne denli acımasız bir
yaklaşım içerisinde olduğuna vurgu yapmaktadır. Bu kantolarda Nazi
askerlerinin ölümler ve işkenceler konusunda ne denli duyarsız, duygusuz
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
130
TANIK 8:
[…]
Açlığa mahkûm edilenler
Hücrelerinde istedikleri kadar bağırıp
ağızlarına geleni söyleyebilirlerdi
Kapıları hiç açılmazdı
Sonra açlık sona erer
Susuzluk başlardı
İnler yalvarırdı
Kendi sidiğini içip
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
133
duvarları yalardı
[…]”.
Fenol ve Siklon B oratoryoları ise kamplarda uygulanan tıbbi katliamlara
vurgu yapmak amacıyla kaleme alınan oratoryolardır. Kamplarda esirler
bir denek gibi kullanılmış, üzerlerinde tıbbi denemeler gerçekleştirilmiştir.
Çeşitli ilaçlar esirlerin vücutlarına enjekte edilmiş ve çeşitli hastalıklara ya
da ölümlerine neden olmuştur.
Kamplarda gerçekleştirilen toplu katliamlar arasında gaz odalarında
gerçekleştirilen katliamlar oldukça dikkat çekicidir. Gaz odalarında
gerçekleştirilen ölümlerde esirler Siklon B adı verilen zehirli bir gaz ile
öldürülmüş ve sonrasında cesetleri ise fırınlarda yakılmıştır. Bu katliam
yöntemine de eserinde yer vermek isteyen Weiss, bu oratoryoya ise aynı
ismi vererek, oratoryosunu Siklon B olarak adlandırmıştır.
Daha önce vurgulandığı üzere Weiss’ın eserinde olay örgüleri açsından
sıralı bir akış söz konusudur. Esirlerin kampa getirilmeleri ile başlayan
anlatılar, esirlerin fırınlarda yakılarak yok edilmeleri ile son bulmaktadır.
Bu nedenle eserinde yer alan son oratoryo Fırınlar olarak adlandırılmıştır.
TANIK 7:
[…]
Görevliler hortumlarla gelip
ölüleri yıkarlar
sonra hepsini asansöre koyup
fırınlara götürürlerdi (Weiss, 1996: 286).
Sonuç
Savaş dönemi sona erdiğinde oldukça karmaşık bir dönem
başlamaktadır. Özellikle savaşa dair suçluların yargılanması ve
cezalandırılması savaş sonrası dönemde yapılması gerekenlerdendir. Bu
noktada İkinci Dünya Savaşı sonrasında savaş suçlularının yargılandığı
mahkemeler kurulmuştur: Frankfurt ve Nürnberg duruşmaları. Nürnberg
duruşmaları ilk gerçekleştirilen duruşmalardır. Çok kısa bir süre içerisinde
organize edilen bu duruşmada tüm süreç değerlendirilemediğinde
ve sanıkların tamamı yargılanamadığında, diğer yargılama süreci
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
134
KAYNAKLAR
Anselm, D. M. (1997). Deutsche Zeitgeschichte nach 1945 Entwicklung und
Problemlagen der historischen Forschung zur Nachkriegszeit. Institut für
Zeitgeschichte 1: 10-16.
Baş, E. (2011). Belgesel Tiyatro’nun Üç Yüzü. Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji
Bölümü Dergisi 18: 126-150.
Bay, W. (2007). Die politische Anklage der “Ermittlung”. Grin Verlag.
Birkiye, S. (2015). Yüzleşme Oyunları: II. Dünya Savaşı ve Nazi Almanya’sının
Tiyatroya Yansıması. İstanbul Aydın Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi
Dergisi 1(2): 25-39.
Kastner, K.(1997). “Der Dolch des Mörders war unter der Robe des Juristen
verborgen”: Der Nürnberger Juristen-Prozess 1947. Luchterhand: 699-706.
Moğulbay, D. (2020). Orta Çağdan 21.Yüzyıla Oratoryo Örnekleri Üzerine Bir
Çalışma. İnönü Üniversitesi Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi 2(9): 524-545.
Nehring, W. (1977). Das Dokumentarische Theater: Geschichtsfälschung und
ästhetische Unzulänglichkeit. Penn State University Press on behalf of the
Pacific Ancient and Modern 12: 30-40.
Özmen, Ö. (2015). Türkiye›de Politik Tiyatro›nun Gelişimi. Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi 1(55): 415-429.
Parlak, T. M. (2015). Galiplerin Adaleti: Nürnberg ve Tokyo Askeri Ceza
Mahkemeleri. ABMYO Dergisi 38: 37-53.
Ünal, G. (2017). Batı-Dışı Modernlik Kavramı Bağlamında Kanto. Çevrimiçi
Müzik Bilimleri Dergisi 3(2): 247-269.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
136
FESUN KOŞMAK1
ÖZET: Toplumsal sorunlar, edebiyatın ana malzemesini oluşturmuş
ve insana temas eden sorunlar doğrudan ya da dolaylı bir şekilde edebiyat
alanında kendisine yer bulmuştur. Toplumda ön plana çıkan olumsuz
davranış biçimleri edebiyatta da ele alınmış ve sorunun kaynakları
irdelenmeye ve çözüm önerileri üretilmeye çalışılmıştır. Bireyle sınırlı
kalmayan bu sorunların toplumda daha büyük sorunlara neden
olabileceğini ön gören yazarlar, edebi metinlerinde mevcut dünyadan
daha karamsar ve karanlık bir tablo çizme yoluna giderek okuyucuda
farkındalık yaratmayı hedeflemişlerdir. Bu bağlamda, mükemmel ve ideal
bir yerin anlatımına yer veren ütopyaların karşısında vücut bulan distopya
yazını karamsarlığın ve karanlığın kapılarını açmıştır.
Bu çalışmada iki dünya savaşının ardından Anthony Burgess
tarafından 1961 yılında kaleme alınan ve kötülüğün bir yansıması olarak
kabul edilen Otomatik Portakal adlı distopyasından hareket ederek “iyi”
ve “kötü” kavramları üzerinde durulacaktır. Distopya edebiyat dizininde
yer alan eser çerçevesinde çalışmada önce “ütopya” kavramına açıklık
getirilecek sonrasında ise “distopya” kavramı ve genel özellikleri üzerinde
durulacaktır. Daha sonra ise çalışmanın ana gövdesini oluşturan Anthony
Burgess’in Otomatik Portakal adlı distopyası “iyi” ve “kötü” ekseninde
ele alınacaktır. Çalışma metne dayalı inceleme yöntemiyle incelenecek
ve eserde kötülüğün bir portresini çizen anti kahraman Alex’in deney
sonucu ve ilaçların etkisiyle iyi olma çabaları ele alınacak, deneyin ahlaki
Giriş
Yeni dünyaların kapılarını açarak daha yaşanılır bir yerin tasavvuruna
yer veren ütopya yazını, daha güzel, daha mükemmel ve ideal bir mekânı
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
139
Burgess’in yazmış olduğu eser ile paralellik gösterdiği dikkat çeker. Eserde
F. Alexander’in yazmış olduğu Otomatik Portakal kitapta “Sürüyle gencin
fabrikalara tıkılıp koşullandırıldıktan sonra düzen koruyucusu olarak
sokaklara bırakılmalarından söz ediliyordu. Otomatikleştiriliyorlardı”
(Burgess, 2019: 144). Kitabı beğenmeyen Alex, keyfi olarak yazara ve eşine
şiddet uygular ve bu insanlara yaptığı kötülükleri kendi sözleriyle olumlu
ifadelerle aktarır.
Bense bu aptallıklara çok sinirlenmiştim; başladım sayfaları yırtmaya, sağa
sola saçmaya. Yazar delirdi, çıldırdı, yumruklarını sıkıp gözlerini devirerek
üstüme üstüme gelmeye başladı. Aptalof ’a kalıyordu işin bundan sonrası.
O da bir zamanların ünlü boksörü Muhammed Ali gibi, iki sağa iki sola
diyerek dans ede ede yaklaştı yazara. Bir vurdu, yana sıçradı; iki vurdu geri
zıpladı. Sonra yıktı yere yazarı. Şarap fıçısı gibi açıldı suratı gencin; saçıldı
kırmızı üzüm suyu yerlere, kitabın yırtık sayfalarının üstüne (Burgess,
2019: 20).
Alex, şiddet kullandıkları insanlara doğru yöneldikleri anları “dans
ederek” yaklaşmak olarak tanımlar, yaraladıkları kişilerin akıttıkları kanı
ise “üzüm suyu” olarak tasvir eder. Cole’un da açıklık getirdiği gibi saf
kötülük, sadece sonuçların kötülüğünü değil, niyetlerin de kötülüğünü
içerir: Başkalarının acı çekmesini ve mahvını sırf ıstırap ve mahvetme
hatırına istemektir (bkz. Cole, 2022: 4). Eserin ilk sayfalarında Alex, saf
kötülüğün bir simgesi halinde yerini alır, başkalarına bilerek acı çektirmek
isteyen bir kişi olarak aktarılır. Alex, kendisinin ve çetesinin uyguladığı
şiddeti ve kötülüğü bir sanat olarak algıladığı görülür.
Eserde Alex’in etrafına uyguladığı kötülüğün ana kaynağının
açıklanmasına yer verilmez ve aile içerisinde herhangi bir sıkıntı yaşamayan
bir bireyin neden şiddete eğilimli olduğu sorgulanır. Alex’in hayatında
onu bu denli kötü olmaya itecek hiçbir tetikleyici ön plana çıkmadığı
için genç olması ve toplumda kendine bir yer edinmeye çalışan bir birey
olarak yorumlanabilir. Sönmezsoy, Alex’in davranışlarını bu bağlamda
psikolojik açıdan değerlendirir ve Alex ile çetesinin yazarın eşine tecavüz
etmelerini ve Alex’in evine aldığı iki genç kızla bütün gün defalarca birlikte
olmasını antisosyal kişilik bozukluğunun özelliklerinden olan dürtüsel
davranmanın, insanlardan kişisel çıkar sağlamak ve zevk almak cinsel
ilişkide bulunmanın göstergesi olarak açıklar. Alex ve çetesinin yaptıkları
toplum dışı saldırganca davranışları öncesinde herhangi bir şekilde
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
145
mi? Kötülüğü seçen biri gerçekte iyiliğe zorlanan birinden daha mı geçerli
Tanrı’nın gözünde?” (Burgess, 2019: 8). Özellikle ahlaki boyut üzerinde
duran hapishane rahibi, insanların iyi olması için zorlanamayacağını,
tamamen kendi isteğiyle olabileceğine değinir. “Ahlaki kötülük, doğal
kötülüğün dışında kalan, insan tarafından irade edilen ve uygulanan tüm
kötülükleri kapsar. İlk kabullerden hareketle kötülük, ahlakın olmaması
veya eksikliği durumudur. İyi olan ahlaktır, iyinin yani ahlakın eksikliği
veya yokluğu da kötülüğü meydana getirir. […] insan özgür iradesi ile var
olur; bu irade ile kötülüğü veya iyiliği seçer ve uygular” Sönmez, 2016:
16-17). Ahlaki boyutunu göz ardı eden iktidar ise, insanlar üzerinde etkin
gücünü ortaya koyar ve insan duygularını dahi yönetebileceğini düşünür.
İnsanlar üzerinde hâkimiyet kurmak, onları gözetlemek ve onların
davranışlarını denetlemek, iktidarın yönetim biçimini ve gücünü temsil
eder. Eserde özellikle iktidarın toplumda görülen şiddet olaylarını
azaltmak ve kontrolü elinde tutmak için farklı yöntemlere başvurması ve
insanlar üzerinde sonsuz hâkimiyeti sağlamak adına ahlaki değerleri de
göz ardı etmeleri eleştirilere neden olur. Hapishane hayatı içerisinde dahi
iktidar gücünü hissettirebilmek için insan üzerinde deneye yönelirler ve
insanların duygularına dahi güçlerini göstermek isterler.
İlk çağlardan itibaren izlerine rastlanılan ‘iktidarın gözü’ kavramı,
Mısır medeniyetinde toplumsal piramidin tepesindeki güneş diskinde
yer alan Pharaoh’un gözüyle, 18. yüzyılda hukukçu Jeremy Bentham ile iç
mimar Samuel Bentham’in tasarladığı panoptikon modeliyle, günümüzde
ise bilim ve teknolojinin gelişmesiyle elektronik bir zemine ulaşır. Ancak
antik dönemden günümüze kadar süregelen anlayış değişmez ve iktidar,
mevcut toplumun denetimini elinde tutmak istediği gerçeğini ortaya koyar.
“İktidar toplumu denetim altına alabilmek için içinde yaşanılan dönemin
teknolojisi bağlamında iktidar mekanizmaları üretir. Kapitalist iktidar
yapısı, teknolojik gelişim ile birlikte geçirdiği değişimi iktidar biçimlerine
de yansıtır. Toplumsal beden iktidar için disipline dilmesi gereken bir
nesnedir, iktidarın gözü süreğen olarak bu bedeni gözetlemekte, toplumsal
bilinç yapısında iktidarın gözünü içselleştirmektedir. Toplumsal yaşamın
özgür bir alan görüntüsü yanılsamalıdır. Toplumsal yaşam gerçekte, askeri
bir düzenin ve ayrıca bir hapishane mantığının yansımalarını barındırır”
(Bentham vd., 2019: 119). Alex, eser boyunca hem hapishane deney
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
150
sadece iyilik değil, belki iyilikten daha çok kötülüktür ve iyilik ile kötülük
de bu bağlamda karşıt değildir” (Yıldırım, 2021: 35). İyilik ve kötülük
ikilemi arasında kalan Alex, önceki hayatını özler ancak eski hayatına
dair herhangi bir ize rastlamaz ve kendini savunmasız olarak görür. Bu
duygu değişimleri özellikle Alex’in önceki hayatında önemli izler bırakan
mekânlara gitmesiyle pekiştirilir.
Seyhan ve Aktaş’ın da belirttiği gibi hapishaneden çıktıktan sonra aynı
mekânlarda dolaşan Alex, gittiği yerlerde aynı duygulara sahip olmaz,
mekân ile karakterin iç dünyasının ilişkileri, eser boyunca devam eder.
Karakterin değişimi ile aynı olsa da okuyucuya farklı aktarılan mekânlar
bunun temsilleridir. Anlatıcı karakter, mekânlarda kendini güvende
hissedip ardından coşkulanması gibi durumlar söz konusu olur. Diğer
tarafta ise karakterin yaşadığı değişimlerden sonra tekrar gittiği aynı
mekânlarda farklı bakış ile yansır” (Seyhan ve Aktaş, 2021: 950). Aynı
mekânlarda dolaşan ve eski hayatına dair ipuçları arayan Alex, aile evine
gider, ancak odasına yerleşmiş yabancı birini bulur ve odasını boşaltır,
evden çıkartılır. Alex, her zaman gittiği eğlence mekânlarına gider, ancak
orada da tanıdık yüzlere rastlamaz ve her zaman dinlemeye alışık olduğu
senfonilerin değil de gençlerin dinlemekten zevk aldıkları müzikler çalar.
Plak dükkânındaki bölmeli odalara girip istediği müziği dinlemesine
izin verilen Alex, Mozart’ın Prague’ını dinlemeye başlar. Ancak eski
hayatında keyif alarak dinlediği klasik müzik artık onda farklı duyguların
ve düşüncelerin oluşmasına neden olur.
İçimden taşan bir öfke tüm benliğimi kaplamaya başlamıştı. Aslında
unutmamam gereken bir şeyi tümden unutmuştum. Doktorlar bana o
filmleri izlettirirken hep Mozart, Beethoven, Bach çalıyorlardı. Müzikle
filmeler arasında ilinti kurduğumda midem bulanmaya, ağrılar, sızılar
içinde kıvranmaya başladım. Özellikle o nefretlik Nazi filmi aklıma geliverdi.
Orada Beethoven’in Beşinci Senfoni’sini çalmışlardı. Mozart’ın mutluluk
dolu senfonisi gözlerimin önünde o adi filmlerin canlanmasına neden oldu.
Soğuk soğuk ter dökmeye başlamıştım (Burgess, 2019: 126).
Alex kendisine Ludovico deneyinin uygulanmasının ardından klasik
müzikten nefret eder, çünkü iyi bir insan olmaya çalışırken klasik müzik
onda olumsuz düşüncelerin uyanmasına neden olur. Ailesi tarafından
sokaklara atılan, sokakta yaşayan yaşlı adamlar tarafından dövülen,
polisler tarafından ölüme terk edilen, nereye gideceğini bilemeyen,
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
152
Sonuç
Sonuç olarak Anthony Burgess’in Otomatik Portakal adlı eserinde
özgür irade, iyilik, kötülük ve vicdan kavramları sorgulanır, özellikle iyi
ve kötünün aynı bedende buluşturularak anlatılır, şiddet bağımlısı ve
kötülükten beslenen Alex adlı anti kahramanın, çetesiyle birlikte yaratmış
olduğu korku imparatorluğu aktarılır. Çete lideri Alex’in yakalanması
ve gözaltına alınmasıyla iyi insan olmak ile kötü insan olmak ifadeleri
karşı karşıya getirilir. Kötü bir kişinin insanlık dışı tedavi yöntemlerinin
uygulanmasıyla iyi bir insana dönüştürülmesiyle eserde özgür birey
olmak, seçme hakkına sahip olmak gibi sorunsalların ele alınmasına ve
insan doğasına aykırı geliştirilen bu tedavi yönteminin eleştirilmesine
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
154
KAYNAKLAR
Adler, A. (2014). İnsan Tabiatını Tanıma. Çev.: A. Yörükan. 11. Basım. İstanbul:
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Bahçekapılı, G. H. (2022). Kötülük Problemi ve Tanrı - Felsefi Bir İnceleme. Ankara:
Psikoloji: 313, Atlas Akademik Basım Yayın.
Bataille, G. (2016). Edebiyat ve Kötülük. Çev.: A. Sönmezay. 4. Basım. İstanbul:
Ayrıntı Yayınları.
Bentham, J., Watkin, C. P. ve Werret, S. (2019). Panoptikon: Gözün İktidarı. Çev.:
B. Çoban ve Z. Özarslan. Haz.: B. Çoban ve Z. Özarslan. İstanbul: Su Yayınları.
Burgess, A. (2019). Otomatik Portakal. Çev.: A. Üstel. 31. Basım. İstanbul: Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları.
Cole, P. (2022). Kötülük Miti. Çev.: R. Kuldaşlı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları.
Eagleton, T. (2020). Kötülük Üzerine Bir Deneme. Çev.: Ş. Bezci. 5. Basım. İstanbul:
İletişim Yayınları.
Gordin, D. M., Tilley, H. and Prakash, G. (2017). “Mekân ve Zamanın Ötesinde
Ütopya ve Distopya”. Ütopya / Distopya: Tarihsel Olasılığın Koşulları. Der.: D.
M. Gordin, H. Tilley ve G. Prakash. Çev.: E. Kartal, C. Kayalıgil ve A. Turan.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
155
Giriş
Bu çalışmada, Clarice Lispector’un (1920-1977) G.H.’nin Çilesi (A
paixão segundo G.H., 1964) adlı romanı analiz edilmiştir. Ukrayna
Çeçelnik’te (Tchetchelnik) Musevi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen
ve iki aylıkken ailesiyle Brezilya’ya göç eden Clarice Lispector, modern
Latin Amerika Yazınının en seçkin temsilcilerinden biridir.
Nadiren röportaj veren, onda da kendisi ve yaşantısı hakkında tek
heceli yanıtlar dışında pek bir açıklama yapmayan Lispector’un ailesi,
nereli olduğu, yaşı vb. özel yaşamına dair konularda çok net bilgiler yoktur.
Örneğin doğum tarihi kimi kaynaklarda 1920, kimilerinde 1925 olarak
geçer. Nerede doğduğu, ailesiyle kaç yaşında nereye göç ettiği, uyruğunun,
ana dilinin, dininin, ideolojik görüşünün ne olduğu tam olarak bilinmez.
Kimileri “komünist”, kimileri “Katolik”, kimileri “lezbiyen” olduğunu, hatta
kimileri adının bile “takma” olduğunu iddia eder (Moser, 2013: 2). Ancak
Clarice Lispector’un kendisi gibi yazar olan kız kardeşi Elisa Lispector’un
yazdıklarından, Musevi olduğu, Yidişçe bildiği, felçli annesini dokuz
yaşındayken kaybettikleri, çok yoksul oldukları verilerine ulaşılmıştır.
Rio de Janeiro’da hukuk fakültesinde okuyan ve bir yandan gazeteci
olarak çalışan Clarice Lispector, 1943’te bir diplomatla evlenerek, on beş
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
160
yıl boyunca farklı ülkelerde yaşamış, 1959’da eşinden ayrılıp iki oğluyla
Brezilya’ya yerleşmiştir. 1967’de ciddi bir rahatsızlık (kanser) yaşayıp
ameliyat olmuş, dairesinde çıkan yangın sonrasında akut depresyona
girmiş, ama ölünceye dek yazmayı sürdürmüştür (Peixoto, 1994: xvii-
xviii). Öldüğü yıl olan 1977’de hem kaleminin zapt edilemez gücüyle hem
de büyüleyici güzelliğiyle Brezilya’nın efsaneleşmiş yazarlarından biri
olduğu muhakkaktır. O yıllarda yalnızca üç tanesi Fransızca’ya çevrilmiş
olan Lispector’un metinleri, günümüzde pek çok dile çevrilmiş olup yazara
dünya çapında bir ün kazandırmıştır. Çevirmen Gregory Rabassa’nın
“Marlene Dietrich gibi görünü[r] ve Virginia Woolf gibi yaz[ardı]” dediği
Clarice Lispector öldüğünde, şair Carlos Drummond de Andrede, “bir
gizemden geldi, bir başka gizeme gitti” demiştir (Akt.: Moser, 2013: 1-2).
Günümüzdeyse ABD, İngiltere, Almanya, İsveç gibi ülkelerde çok sayıda
edebiyat eleştirmeni, Clarice Lispector’un, yalnızca Brezilya’nın değil,
dünya yazınının en büyüklerinden olduğu kanaatindedir (Meyer-Krentler,
2021: 1). Clarice Lispector’un metinlerinde “kurguyu otobiyografik olanı
maskelemek ve bozmak için” kullandığını savunan Peixoto, ilk romanı
olan Perto do coração selvagem’in (İng.: Near to the Wild Heart, 1944)
yayımlanmasından itibaren birçok eleştirmenin, James Joyce ve Virginia
Woolf ’a – küçük yaştan itibaren dünya klasiklerini sistematik bir şekilde
okuyan Lispector’un metinlerarası dokusu yoğun olan romanlarında
Dostoyevski, Katherine Mansfield ve Hermann Hesse’den izler de bulunur
– benzettiği paradoksal, soyut, sıra dışı, öznel ifadeleri ve kapalı anlatım
tarzıyla rasyonel zekâyı zorlayıp sorgulayan güç anlaşılır bir metin evreni
inşa ettiği konusunda hemfikir olduğunu belirtir (Peixoto, 1994: xiii-
xvii). Öznellik, dişillik ve ötekilik formları ekseninde kadınlara özgü bir
yazım tarzının (écriture féminine) varlığını araştıran postfeminist yazar
Hélène Cixous da kendi kuramlarıyla arasında ciddi bir koşutluk gördüğü
Lispector’un varlık, özne, kimlik, yabancılık, yaşam ve ölüm temalı anarşist
poetikasını Kleist, Rilke, Rimbaud, Joyce, Woolf, Kafka, Celan, Nietzsche,
Heidegger, Blanchot, Genet, Foucault, Bataille, Derrida, Kristeva gibi
şair-yazar ve felsefecilerin metinlerine benzetir. Cixous’un toplumsal
dönüşüm için sanata; Alman Romantikleri gibi akıl yerine sezgiye,
uygarlık, bilim ve teknoloji yerine arkaik, mitsel ve şiirsel olana yönelim
çağrısı, Lispector’un poetik modelinde de mevcuttur. Ayrıca Cixous ve
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
161
ben-anlatıcı, bir tür “var olmama” durumu içinde, “bir resmin negatifi gibi
var olma[yı], olabilecek en güçlü varoluş biçimlerinden biri[...]” (s. 38)
sayar. Herkes gibi o da “güzellik” arayışı içinde, yaşamın maddi görünüş ve
hazlarına, “sürekli zevk” (s. 37) almaya odaklanmış – ama tüm bunlardan
“kötü bir tad” (s. 35) alarak –, yüzeysel bir yaşam sürdürmekte, varlığının
boyutlarından yalnızca biri olan “kötü yanı[n]ı” (s. 38) yaşamaktadır. Ama
bu, ona varlığının derinliklerinde, kendinin aslında ne (kim?) olduğunu
bilmediği, dolayısıyla en azından ne olmadığı ya da yalnızca bundan
ibaret olmayıp bir de öteki yüzü, iyi yanı da olduğu bilgisini vermektedir.
Aslında daima yaşamına göz kulak olan; bazen bir “göz”, bazen “gerçek”,
“ahlak”, “Tanrı” ya da “ben” (s. 35) diye nitelendirdiği bir şeyin varlığını
sezmesinin de gösterdiği gibi, varlığının derinliklerinde görünenden
görünmeyene – zâhirden bâtına – doğru işleyen yönelimin farkında olduğu
için, “ben tinsel yanı ağır basan zeki bir kadınım” (s. 39) der. Girdiği
yolda ilerlemek istiyorsa, gerçekten “görmek için,” etkili “kişiliği[n]in etki
alanından […] kendi kendi[n]den kurtulmalı[dır]” (s. 34). İşte bu, “[v]
alizlerin derisine işlenmiş olan G.H.[’nin], bu kadın[ın]” (s. 39) kişisel
tarihinde bir milat noktası oluşturan “[d]oruktan önce[si], devrimden
önce[si], aşk denen şeyden” öncesidir, bir “düzen kaygısıyla” kurduğu
ve içinde kendini kalıplayıp dondurduğu yaşamı öteki’yle/“karşıtı[y]la”
karşılaştığında yaşadığı, daha önce “hiç bilmediği[…] bir büyülenmeyle”
– ki bu, Otto’nun “fascinitas” diye tanımladığı deneyimdir – kendisini ve
yaşamı yeniden “canlı” kılan aşk’a (s. 35) düşmezden önceki (insanlık)
halidir.
“Arıyorum, araştırmaktan, anlamaya çalışmaktan hiç bıkmıyorum”
diye başlayan romanda G.H., “korku” ve “kuşku” duyguları içinde, başına
gelen bu şeyin, bu sıra dışı deneyimin ne’liğini sorgulamaktadır: O zamana
kadarki yaşamını alt-üst edip kendisine öncekinden tümüyle farklı,
“yeni varoluş biçimi[…]” açan bu deneyim, her şeyden önce “ilkel bir
oluşumdu[r]” ve bu oluşum, kendisi için “özsel olan bir şeyi” yitirmesiyle
başlar: Yitirdiği bu şey, o zamana dek “yürüyüşünü olanaksız kıla(rak)”,
onu “yerleşik bir yontu kaidesine dönüştüren üçüncü bir baca[ktır].”
Ancak onu yitirmesi, çelişik ve ironik biçimde kendisini “hiçbir zaman
olmadığı[…] şeye dönüştü[rerek]”, yürümesine olanak veren “iki bacağa”
(s. 17) kavuşturmuştur. İlk bakışta oldukça kapalı görünen bu “3. bacak”
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
167
kendini dipdiri hissetmektedir. Ancak “[h]er yönüyle canlı bir dünya bir
cehennem gücüne sahiptir” (s. 39).
Romanda geçen tek olay; G.H.’nin evinde, bir odadan başka bir odaya
(salondan hizmetçi odasına) geçmesidir. Bir gün önce işten ayrılan
hizmetçinin kaldığı, önceden “sandık odası” (s. 44) olarak kullanılan odayı
düzenleyip biçimlendirmektir (görünürdeki) amacı. Ancak tıpkı G.H.’nin
kimliğinin/ öznelliğinin ve yaşamının “bir resmin negatifi” ya da aslının
sureti olması gibi, metnin dokusu da ikili işleyen bir mekanizmaya sahiptir.
Burada anlatılan olay, metnin yüzey dokusunda günlük yaşamın içindeki
sıradan bir olayı imlerken, derin dokusunda kendini yeniden bulmaya/
kurmaya, kendini (yeniden) doğurmaya yönelir. Bu nedenle “yedinci gün
gibi yedinci saat” (s. 40) ibareleriyle anıştırma yapılan5 Yaratılış (Tekvin) –
“Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi […]. Yedinci
günü kutsadı” (2: 2-3) (Kutsal Kitap, 2011: 2) – yeniden prova edilmektedir
ki, bu da kutsal’ın zamansal tezahürüne karşılık gelen bir hiyerofanidir.
O halde buradaki olay, basitçe bir odadan diğerine geçiş değildir. Bu
“hizmetçi kadının odasında” (s. 30), öncelikle gölgede kalan “öteki beni[y]
le” (s. 28) bir karşılaşma/ yüzleşme – benlik yanılsamasından kurtulmanın
yolu budur çünkü – yaşayacağı şurada netleşir: “[…] eğitimimle ve
paramla, içinden çıktığım sınıfa ait olmasaydım, varlıklı insanlar yanında,
düzeltilecek bir sürü şeyin olduğu büyük bir evde rahatlıkla hizmetçi
olabilirdim” (s. 40). Karanlıkta kalan varlığını açığa çıkarmaya gittiğini
henüz bilmediği odaya girmeden önce durduğu holde, fotoğrafındaki
gözlerinin derinliğinde gördüğü sessizlikteki sırrı ve her an kaydettiği
“sessiz sinyali” (s. 42) duyarak aşağıya bakar: “bina on üç katlıydı. Bunların
da başıma gelecek olanların bir parçası olduğunu bilemezdim” (s. 41).
Aylar sonra ilk kez girdiği hizmetçi odası, sandığı gibi, pis ve karanlık
değil, tersine “ışıl ışıl bir dörtgen[…]” (s. 44) şeklindedir.
Bu noktada metindeki – filozofik, psikolojik, teolojik, mistik açılımları
olan – sayı ve geometrik şekillerin (3-üçgen, 4-dörtgen ve 13) simgesel
art alanına bakmak gerekir: Platon’dan itibaren “ideal iyi, doğru ve
netleştiği gibi, bir odalık mistik yolculuğa açılır. Ancak burada hedeflenen
yalnızca metnin ana figürü/ben-anlatıcısı ve yazarı olan G.H.’nin (manevi)
dönüşümü değildir; “[s]ınırsızlığı ara[yan]” (Lispector, 1996: 105)
G.H., metnin en başından itibaren kendisine seslendiği okurla birlikte,
dolayısıyla onu da dönüştürmeyi hedefleyerek dönüşür-dönüşecektir-
dönüşmektedir. Metinde, üçgenin yalnızca bir özneyi/varlığı erime
almışlığından, tüm özneleri/varlıkları – ki bu varlıklara hayvan türü de
eklemlenecektir – içeren yayılımıyla dörtgene geçilir: çünkü bir minareye
(hiyerofanik bir mekâna) dönüşen bu odada başlayan mistik yolculukta,
doğumhaneden gasilhaneye uzanan tek adımlık insan ömrü fersahlarca
aşılır. Nasıl mı?
Kutsalın uzamsal tezahürünün gerçekleştiği bu hiyerofanik
minare-odada şimdi mistik yolculuğun başlaması için; G.H.’nin benlik
yanılsamasından kurtulması, “öteki beni[n]in gizini çözme[si]” (s. 28),
yani (insan ve hayvan) öteki’yle yüzleşip hesaplaşması gerekmektedir.
Burjuvazi bir bohem sanatçı yaşamı sürdüren G.H.’nin öteki beni ya da
insan-ötekisi olan Janair adındaki hizmetçi; aslında kendisinin de ait olup
eğitimi, sanatçılığı ve ekonomik gücüyle sonradan aştığı toplumsal açıdan
alt sınıfın temsilcisidir. Janair, odanın duvarına karakalemle neredeyse
“doğal büyüklükte çıplak bir erkek, çıplak bir kadın, erkek ve bir köpek”
silüetinin bulunduğu “tuhaf bir fresko” çizmiştir: “Çizgilerin sertliği
otomatlar gibi gerilmiş ve donmuş silüetleri duvara iyice yerleştirmişti.
Küçük köpekte bile kendi kendine hareket edemeyen şeylerin […] havası
vardı” (s. 45). Dar anlamıyla kendini, – bazen sevgili/arkadaş olarak
kendisine eşlik eden herhangi – bir erkek figürünü ve insana sadakatiyle
tanınan bir hayvan olan köpeği simgeleyen bu figürler, geniş anlamıyla
iki farklı cinsiyetten insan temsili olarak baba ve anne imgelerinin, Âdem
ile Havva’nın ya da erkeğin bilinçdışındaki dişil (anima) ve kadının
bilinçdışındaki eril (animus) benliklerinin sureti; hayvan temsili olan
köpekse benliğin kötü tarafının/nefsinin (Jung, 1968: 141-195) simgesi
olarak okunabilir. “Bomboş bir çıplaklığın çevre çizgileri[nden]” oluşan,
oldukça amatörce çizilmiş olan bu freskoda dikkat çekici olan; figürlerin
“duvardan çok kendi içine kazınmış, kaskatı ve taş kesilmiş” (s. 45)
halleridir ki, bu bağlamda G.H.’nin, gösterişli ama içi boş burjuvazi
yaşam içinde kalıplaşıp donmuş, kendine tümüyle yabancılaşmış varlığını
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
176
imlediği açıktır.
Ayrıca bu freskodaki silüetler, “her biri sanki hiçbir zaman yanındakine
bakmamış gibi, ötekini görmemiş gibi […] dimdik önüne bakıyor[muş]”
(s. 46) gibi resmedilmiştir. Bu noktada, G.H.’nin (insan) ötekisi olan
Janair’in çizdiği bu freskonun, Platon’un mağara alegorisini anıştırdığı
gözden kaçırılmamalıdır: Platon Devlet’in 7. Kitap’ında; nesneler ve
idealar dünyası arasındaki ayrımı göstermek için; yerin altındaki bir
mağaraya “başlarını (sağa sola) çeviremeyecekleri”, yalnızca “karşılarına
(ön tarafa) bakabilecekleri” şekilde zincirlenmiş olduklarından mağaraya
yansıyan görüntüleri/gölgeleri hakikat sanan insanları örnek gösterir.
Zincirlerinden kurtulup mağaranın dışına çıkan biri, hakikatin ne’liğini
kavrar, ancak geri dönüp mağaradakilere anlattığında kimse ona inanmaz
(2013: 172-173). Taslak halinde bırakılmış olan başları tavana, ayakları
yere değmeyen ve birbirlerinden haberleri yokmuş gibi dimdik önlerine
bakan, sanki odanın içinde “üç mumya hayaleti” (Lispector, 1996: 46)
gibi salınan bu silüetler, madde dünyasından idealar dünyasına uzanan
bir geçidin (arketipik/mistik) bekçilerini andırır ve G.H.’nin hakikat
yolculuğunun başladığını imler. Bu haliyle fresko, dörtgen odanın
duvarının çerçevelediği 3 mumyadan oluşan bir tür hiyeroglife dönüşür:
Nitekim “sanki her silüet, ben odanın kapısında donup kalayım diye
duvara konmuş gibiydi” diyen G.H.’nin, bu resmin “bir süsleme değil bir
yazı[…]” olduğu düşüncesi bunu onaylar.
Freskoya bakarken hizmetçinin kendisinden “nefret” ettiğini ve gizemli
suskunluğunun, kendisinin “varoluş biçimi[ni] kına[mak]” anlamına
geldiğini düşünerek, freskoyu kendisine bırakılmış “kötü bir mesaj” (s.
46) olarak okur. O zamana dek yalnızca “eşdeğerde olduğum kişilerce
[…] yargılanmıştım” diyen G.H., kendisine eşdeğer görmediği Janair
tarafından yargılanmasına şaşırmıştır. Ancak onu “en çok şaşırtan da
ilgisiz bir düşmanlığın” söz konusu olduğunu anlaması olur. Bu düşmanlık
doğrudan kendisini “hedef alan bir düşmanlık değil[dir].” Birden Janair’in
yüzü gelir aklına: “Siyah ve soğukkanlı bir yüz, suskunluğu bir başka türlü
dile getiren kusursuz donuk bir deri, son derece iyi çizilmiş kaşlar […]
narin ve hoş” bir yüz. “Yüz çizgileri […] kraliçelerinki gibi[dir]”. Sürekli
koyu renkler giyinmesi, onu “tamamen karanlık ve görünmez” kılar.
Onun “ne kadar görünmez” bir varlığı olduğunu şimdi kavrayan G.H.’nin
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
177
bir yüzeyden ibaret olan bu küpten nefret ediyordum” (s. 49). Alanları
birbirine eşit altı kareyi dik açılarla birleştiren üç boyutlu, altı yüzlü bir
geometrik şekil olan 6 ve 3 sayılarının simgesel dokusunu içeren küp
“sabit, sağlam ve hakiki” olanı simgeler: “Açıldığında bir haç oluşturduğu
için, kilise mimarisinin ideal formu sayılır” (Müller-Kaspar, 2005: 163).
Janair’in varlığıyla minareye dönüşen oda, kendi bilinçdışına çöreklenmiş
nefret ve öfke duygularıyla yüzleştiğinde küp-odaya dönüşür. Janair
ve onun çizdiği freskodaki silüetler tarafından “işgal” (s. 48) edildiğini
düşündüğü odayı yeniden kendi hakimiyeti altına almaya çalışır:
[…] kovalar dolusu su dökecektim, böylelikle yoğunlaşmış hava çatıların
görünümüne egemen olan o gururlu minareyi yerle bir edinceye, bu çölde
rutubet oluşuncaya kadar tozları sırılsıklam edecektim. […] Son derece
doğal olarak beliriveren tarifsiz bir öfke her yanımı sarmıştı: bir şeyleri
öldürmek istiyordum burada (s. 50).
Öldürmek arzusuyla dolup taşan G.H., kafasında tasarladığı işgalden
kurtuluş planlarında, freskoyu da duvardan kazıyıp sildikten sonra
odasının “artık benim olan, benim diyebileceğim oda[…]” haline
geleceğini düşünerek odaya yeniden adım atar. “Ben Kimim?” sorusunun
farklı bir versiyonu olan “Ben dediğim bu kadın ne istiyordu?” sorusuyla
girdiği odada ilkin, o zamana dek kendisinde “var olduğunu fark
etmediği[…] bir iç gerilimin etkisine” (s. 50) kapılmıştır: Kendi kişisel
tarihinden, kolektif bilinçaltının derinliklerine ulaşan bir geçitte adeta
modern uygarlığın, Batı kolonyalizminin karanlık tarihiyle yüzleşen
G.H., “arkeolojik katmanların ağırlığıyla çöken yeraltı kireç mağaralarının
yıkılma belirtilerini hisse[der].” Odaya girmiş, ama yine de girmemiş
gibidir, içerideyken dışarıda gibidir. Tüm bunlar, kutsal’ın tezahürünün
imidir: “Odanın içine sığabileceğim derinliği yokmuş gibiydi; şimdiye
dek hiç başıma gelmeyen korkunç bir dehşet karşısında bazı parçalarımı
yem olarak koridorda bırakmış gibiydim: darmadağın olmuştum.” Burada
aynı zamanda (sahte) benlik’in dağılıp parçalandığı dikkati çekmektedir.
Başı ve sonu yokmuş gibi, “her yanı aynı[…] ve boyutsuz” olan odada,
“boşluk ağına saplanıp kalmış” (s. 51) gibidir. O anda boşluğun içini
görmek istercesine ürkerek odadaki dolabın kapağını aralar: Boşluğun
karanlığıyla karşılaşmasıyla birlikte yüreği “birdenbire ağaran saçlar gibi
[…] bembeyaz kesil[ir]” (s. 52). Çünkü şimdi odadaki diğer öteki’yle
yüzleşme vakti gelmiştir: “Kapının aralığında, tam karşımda, gözümün
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
179
deprem olmuş, yalnızca kendi yaşamı, kişisel tarihi değil, gelmiş geçmiş
zamanlardaki tüm bir insan uygarlığı çökmüştür. İnsan(lık)ın başladığı
yere gelmiş; “bakır devrine kalay devrine – yaşamın ilk devrine geçmişti[r].”
Mistik yolculuğunun bu evresinde G.H., yaradılışın ilk anlarına, “Tanrı’nın
maddesine” (s. 72) ulaşmıştır ki bu, simyada ve felsefede “materia prima”
(ilk madde/gizli taş) diye adlandırılan kavrama karşılık gelir. Materia
prima, ilahi ilkenin “yansıdığı bir ayna” ve ona erişim sağlayan bir “kanal”
konumundaki “gizli taş”tır, hem maddenin hem de ruhun içinde gizlenen
ve akıl tarafından dönüştürülmesi gereken bir “cevher”dir.” Ruhun
saflaşması için gereken bu dönüş(tür)üm, evrensel doğayı oluşturan yatay
boyuttaki zıtlık ve gerilimleri, dikey boyutun ilahi ilkesiyle bütünleştirme
girişimi olan ‘simya’yla gerçekleşir ki, bunun amacı, mikrokozmosta
ruhu – kozmik ikilikleri birleyen altına – saf ve bozulmamış haline
dönüştürmektir. Bu işlemde ilkin eşya materia durumuna çözünür ve
sonra yeniden doğar; yani “eşya evrenin ikinci ya da cismani kutbunu
temsil eden madde-i evveliye’ye indirgenir; daha sonra, daha yüksek […]
hallere dönüştürülür” (Nasr, 2011: 241-242). Simyanın/ Hermetisizmin ilk
evresini oluşturan çözünme evresinde önce “bir ölüm ya da iniş; Anima
Mundi’ye teslimiyet olan “sularda” çözünme” gerçekleşir ve burada “dişil
ilke olarak addedilen evren, kendi öz oğlunu, bireysel beşer haletini yer”.
Bu süreçte “dişinin erkek”, “ayın güneş üzerine hakimiyeti” gerçekleşir.
Aydınlatıcı kaynak olan Can’a erişildiğinde ikinci evre başlar. Burada
oğul, simgesel düzlemde “annesini eş ve kız evlat” edinir. Simyacının ilk
evrede kozmik anne tarafından yenmiş ve yok edilmiş olan ruhu (oğul),
kozmik ikiliklerin evliliğinin gerçekleşmesiyle zafer elde eder. Siyah,
beyaz, kırmızı adımlarla da açıklanan dönüşümün ilk evresinde, yolcu
kozmik okyanusa dalar. Bu evre “bir tür “ölüm”, “cehenneme düşüş”tür;
yaratılmış halin “kalıpsız “suya” çözünümü[dür].” Ruhu sabitlemek için
gövdeyi çözündürüp sonra katılaştıran bir tür kimyasal işlemi andıran
bu süreçte, tıpkı eşyanın “materia haline çözünü[p]” “daha sonra manen
“yeniden doğ[ması]” gibi, cennetsi varlık durumuna dönmek için insan
da yeniden doğmak üzere “maddenin kökenine” geri döner. Beyaz evrede
aklın nuruna erişilir. Kozmik “madde Alem nefsinin bakir saflığında
şeffaflaşır; tabiatı “içeriden”, Ademi (ilk/asli) saflığında” görür. Bu adımda
cennetin yeryüzünde olduğu kavranır. Son adım olan kırmızı evrede,
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
186
7 “Son derece ilkel koşullarda, hatta mağaralarda yaşayan insanlara verilen ad.
Montesquie İran Mektupları adlı yapıtının bir bölümünde düşsel bir ilkel kavim
olan Troglodyte’lerin öyküsünü anlatır” (Lispector’un kitabına çevirmenin
düştüğü nottan alıntılanmıştır).
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
194
“kolektif bilinçdışı”nda (Jung, 1965: 107) bir tür arkeoloji kazısı (Foucault,
1999: 17) yapar: “Delmek için hangi gereçlere gereksinimim var? Kazmalar,
yüz elli yıllık kürek, kanat mandalları, çelik dingili ağır küçük vagonlar,
taşınabilir bir demirci dükkânı ve
çivilerle dikenli teller, […]” (s. 110).
Ruhsal yolculuğunun bu evresinde,
kendi benliğinin/kimliğinin/tarihinin
ötesine geçerek bir tür mistik (hatta
Şamanik) esrime (extase/vecd) hali
yaşadığı ve manevi uyanışının ilahi
aşk’a vardığı belirginleşir. Homo
religiosus’un tarihine dalan metnin
ben anlatıcısı dua etmek ister: “Ama,
doğduğum günden beri belki de
yalnızca kumlar için hazırlanmıştım:
nasıl dua edeceğimi bilmiyorum,
(biblioteca.tc.df.gov.br) […]” der.
Tam da bu noktada, kutsal’ın tezahürünün gerçekleştiği hiyerofanik
oda, yine dikkat çekici biçimde öne çıkar. Şimdiye dek yalnızca kutsal/
dinsel / hiyerofanik bir uzam olarak okunan “oda-minare” benzetmesindeki
“minare” sözcüğü, ad aktarması (mecaz-ı mürsel) sanatıyla İslamiyet’in
ibadethanesi olan camileri imler. Minarenin Portekizcesi “minarete” olup
metinde – kilise, katedral, sinagog gibi ibadethanelere dair bir anıştırma
bulunmaz – tam 9 kez (Lispector, 1964: 28x3, 31x1, 33x2, 71x1, 79x1, 84x1)
geçer. (Kitabın yandaki kapak resminde de – bu yoğun göndermelerden
dolayı – art alanda, çölün üzerinde minareleriyle bir cami resmi
bulunmaktadır). “Nasıl dua edeceği[ni]” bilmese de şunu bilmek zorunda
olduğunu düşünür: “Minaremden ezan okuyacağım saati önceden
bilmeliyim, yalnızca kumlara seslensem bile” (s. 110). Metin içi ve metin
dışı verilerden hareketle buna dair kabaca iki okuma düzlemi açılabilir: İlki,
sömürgeciliğin sömürüsünden uzun süre mustarip olmuş Brezilya’daki bir
odadan yazan ve okurlarına seslenen ben-anlatıcı, Janair figüründe de
saptandığı gibi, Batı sömürgeciliğini eleştirmektedir. “Sahra’da, arkeologlar
eski sömürgelerden kalma ev gereçlerinin kalıntılarını bulmuşlar: yedi bin
yıl önce bu ‘Korku Ülkesi’nde’ tarımın gelişmiş olduğunu okumuştum”
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
195
Sonuç
Bu çalışmada, en başından itibaren kendisine seslenilen okurla birlikte
bir odalık mistik yolculuğa açılan bu sıra dışı metinde, modern seküler
özne konumundaki ben-anlatıcının yaşadığı kutsal deneyimi ve manevi
dönüşümün izi sürülmüştür.
Çalışmada gösterildiği gibi, romandaki tek eylem olan, kadın ana
figürün salondan hizmetçi-odasına geçmesi, basitçe bir odadan diğerine
geçiş ya da sınıflar arası bir eşiğin aşılması değil, kendi kişisel tarihi kadar
topyekûn bir insanlık tarihinin, kendindeki ve her bir varlık-nesnedeki,
tüm bir evrendeki varoluşun kökenini anlamaya atılan bir adımdır,
manevi aydınlanmaya, ruhsal-zihinsel anlamda dönüşüme (dehşetten
ışığa), yeniden doğuş’a doğru yapılan (manevi) bir yolculuktur. Kutsal’ın
tezahürüyle birlikte bir ‘minare’ye (hiyerofanik bir mekâna) dönüşen bu
odada başlayan mistik yolculukta, doğumhaneden gasilhaneye uzanan
tek adımlık insan ömrü fersahlarca aşılarak, insanlık tarihinin ilk
çağlarına, yaradılışın başlangıcına ve hatta geleceğe dek ulaşılır. Makalede,
cehenneme inişle başlayıp nötr aşkın ışıklarına kavuşan bu manevi
yolculuğun, simyanın ruhu saf haline dönüştürmek amacıyla eşyayı
materia haline çözündürüp yeniden doğumunu sağlayan ruhsal arınma
yolculuğuyla çarpıcı biçimde örtüştüğü saptanmıştır.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
203
KAYNAKLAR
Abiş, İ. (2022). İspanya›da Vatansızlık Sorunu: Romanyalı Ve Batı Sahralı Vatansız
Çocuklar Vakalarının Analizi. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Sosyal
Bilimler Enstitüsü Tobb Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Ankara.
Agamben, G. (2017). Kutsal İnsan. Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. Çev.: İ.
Türkmen, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Andermatt Conley, V. (1990). “Introduction”. Cixous Hélène. Reading with Clarice
Lispector. Minneapolis: University of Minnesota Press, s. vii-xviii.
Arabî, İ. (2006). Fusûsul’l hikem. Çev.: E. Demirli. İstanbul: Kabalcı Yayınları.
Aras, İ. (2018). Edebiyatta Bir Motif Olarak İğrenilen Kimlikler. Varoluşçuluk
Bağlamında Karşılaştırmalı Bir Çalışma. Konya: Çizgi Kitabevi.
Arıcan, M.K. (2015). Panteizm, Panenteizm ve Ateizm Bağlamında Spinoza’nın
Tanrı Anlayışı. Ankara: Hece Yayınları.
Attar, F. (2013). Esrarname. Çev.: M. Kanar. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Balkaya, D. (2013). Özerk Dil Dizgesinden Lacan’ın Simgesel Düzen’ine. Konya:
Çizgi Kitabevi.
Benjamin, W. (2001). Son Bakışta Aşk. Çev.: N. Gürbilek ve S. Yücesoy, İstanbul:
MetisYayınları.
Boesel C. and Keller, C. (2010). “Introduction”. Ed.: C. Boesel and C. Keller.
Apophatic Bodies: Negative Theology, Incarnation, and Relationality. New York:
Fordham Uni. Press, s. 1-24.
Celan, P. (1952). “Todesfuge”. Mohn und Gedaechtnis. Stuttgart: Deutsche Verlags-
Anstalt, s. 37-39.
Cixous, H. (1990). Reading with Clarice Lispector. Minneapolis: University of
Minnesota Press.
Eliade, M. (1991). Kutsal ve Dindışı. Çev.: M. A. Kılıçbay. Ankara: Gece Yayınları.
Eliade, M. (2000). Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi. Taş Devrinden Eleusis
Mysteria’larına. Çev.: A. Berktay. İstanbul: Kabalcı Yayınları.
Fitz, E. E. (2001). Sexuality and being in the poststructuralist universe of Clarice
Lispector: The Différance of Desire. Texas University Press.
Foucault, M. (1999). Bilginin Arkeolojisi. Çev.: V. Urhan, İstanbul: Birey Yayınları.
Freud, S. (1994). Das Unbehagen in der Kultur. Frankfurt a.M.: Suhrkamp Verlag.
Freud, S. (2010). Abriss der Psychoanalyse. Hg.: H. M. Lohmann. Stuttgart: Reclam
Verlag.
Guénon, R. (2017). Yatay ve Dikey Boyutların Sembolizmi. Çev.: F. Topaçoğlu.
İstanbul: İnsan Yayınları.
Heiler, F. (1960). X. Internationaler Kongress für Religionsgeschichte, 11.-17.09.1960
in Marburg. Marburg: Kommisisonsver. Elwert Verlag, s. 36-47.
Heiler, F. “Mistisizmde Tanrı Mefhumu”.pdf.
Hesse, H. (1993). Der Steppenwolf. Frankfurt am Main: Suhrkamp Verlag.
Hesse, H. (1981). Siddhartha. Eine indische Dichtung. Frankfurt am Main:
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
205
Suhrkamp Verlag.
https://biblioteca.tc.df.gov.br/book/a-paixao-segundo-g-h/
James, W. (2014). Die Vielfalt religiöser Erfahrung. Eine Studie über die menschliche
Natur. Berlin: Verlag der Weltreligionen, Insel Verlag.
Jung, C.G. (1968). Mysterium Coniunctionis. Gesammelte Werke. Bd. 14. Zürich-
Stuttgart: Rascher Verlag.
Jung, C.G. (1965). Über die Psychologie des Unbewussten. Zürich: Rascher Verlag.
Kafka, F. (1996). “Die Verwandlung”. Erzaehlungen und andere ausgewaehlte Prosa.
Frankfurt a.M.: Fischer Verlag, s. 96-161.
Kant, I. (1996). Beantwortung der Frage: Was ist Aufklaerung? Stuttgart: Reclam
Verlag.
Kant, I. (2009). Kritik der Urteilskraft. Hamburg: Felix Meiner Verlag.
Kızıler, F. (2006). Moderniteden Postmoderniteye Kavramsal Bir Yolculuk. Erzurum:
Salkım Söğüt Yayınları.
Kızıler Emer, F. (2014). Duino Ağıtları (Rainer M. Rilke) ile Bir Meleğin Yakarışı/
Dualar (Hertha Kraeftner) Adlı Yapıtlarda Melek Imgesi. Konya: Çizgi Kitabevi.
Kızıler Emer, F. (2021). Seçilmiş Üç Şiirde Ibn’ül Arabî’nin İzleri. SEFAD 46: 85-
102.
Kierkegaard, S. (1990). Korku ve Titreme. Diyalektik Lirik. Çev.: E. Düzen. İstanbul:
Ara Yayınları.
Kumar, K. (1999). Sanayi Sonrası Toplumdan Postmodern Topluma. Çev.: M.
Küçük. Ankara: Dost Yayınları.
Kurtar, S. (2016). Daemonion Olarak Demokrasi: Polemos’un Dirilişi Ya Da
Demos’un Ölümü. Düşünme Krizinde Felsefe’den Politika’ya. Ankara: Bibliotech
Yayınları, s. 209-225.
Kutsal Kitap (Eski ve Yeni Anlaşma: Tevrat, Zebur, İncil) (2011). Korean Bible
Society: Yeni Yaşam Yayınları.
Lispector, C. (1996). G. H.’nin Çilesi. Çev.: S. Akten. İstanbul: Can Yayınları.
Lispector, C. (1964). A paixão segundo G.H. pdf.
Marcuse, H. (1998). Eros ve Uygarlık. Çev.: A. Yardımlı. İstanbul: İdea Yayınları.
Meyer-Krentler, L. (2021). Clarice Lispector-Weltliteratur? Berlin/Boston: Walter
de Gruyter.
Moser, B. (2013). Clarice Lispector. Eine Biografie. Frankfurt am Main: Schöffling
& Co.
Müller-Kaspar, U. (2005). Die Welt der Symbole. Ein Lexikon von A-Z. Wien: Tosa
Verlag.
Nasr S. H. (2011). İslamda Bilim ve Medeniyet. Çev.: N. Avcı, K. Turhan. A. Ünal.
İstanbul: İnsan Yayınları.
Nietzsche F. (1990). Böyle Buyurdu Zerdüşt. Çev.: T. Oflazoğlu. İstanbul: Cem
Yayınları.
Nietzsche F. (1998). Jenseits von Gut und Böse. Stuttgart: Reclam Verlag.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
206
1 Dr. Öğr. Gör., Galatasaray Üniversitesi, Yabancı Diller Yüksek Okulu, E-Posta:
ggezer@gsu.edu.tr, ORCID: 0000-0003-2224-8034
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
208
Introduction
“Writing is inseparable from becoming”
(Deleuze, 1997: 225).
“A man can be in two different places and he will be two different men”,
writes Elmore Leonard, the author of Valdez Is Coming (1970). Leonard
maps the protagonist Valdez on a continuum of two different identities,
each lying at the opposite ends, assigned by society and shaped by desires.
In between is standing a Bob Valdez, who knows his place and aspires to
lead a family life. There is another Valdez, who has already executed a man
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
209
Human values
“Altruism is not . . . an agreeable ornament to social life,
but it will forever be its fundamental basis”
(Durkheim, 1933: 228).
Human beings, by an evolutionary definition Homo sapiens, are
driven by inherited instincts we would rather disguise with the term
human values. Human instincts or henceforth addressed as human
values, believed to mould human behaviour and to give us choices apt
for the society, are what otherwise would lead us down the path to self-
destruction (Lewis, 2007: 5). The caveat is that human values are many
and are possible to be framed in many different ways, and that the values
of each society are subjective to another’s unique interpretation. They all
contain virtues, which are meant to make a human noble and kind, such
as altruism, benevolence, caring, compassion, diligence, discipline, empathy,
equality, fairness, forgiveness, freedom, generosity, honesty, impartiality,
justice, kindness, love, mercy, peace, responsibility, self-esteem, sympathy
and truth, to mention but a few.
Human values are the imitations of the reality of experience, which
constructs human personality (Bennett, 1983: 7). That which gives more
significance to values is the radical changes they bring about in instincts.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
211
For example, a soldier can consider patriotism more precious than his
own life and forfeit his life for the sake of his country, notwithstanding the
instinct of self-preservation. Just as no two people are alike, so are the traits,
behaviours, values, aspirations, and emotions of each individual person in
analogous situations. Of these, emotions are arbitrarily comprised of three
dimensions: (1) a feeling, (2) a psychological change, and (3) a state of
awareness-mental alertness to perceive and act (Barrett, 2006: 28).
Emotions help people cope with the environment by which they
might feel overwhelmed. In accordance with the studies conducted by
Paul Ekman (1997, 2011), there are six universally recognized discrete
emotions: happiness, sadness, anger, fear, surprise, and disgust (www.
zscalarts.files.wordpress.com, 2014).
That being said, humans in their evolutionary journey to self-fulfilment
have yet to bridge the chasm between being a human and being humane.
To adapt to their immediate milieu, humans [inherently equipped to
survive in this thoroughly arduous world] make preferences, modify their
instincts or let them be manipulated. Instincts or impulses as the source
of values are innate dispositions and are not a unique provenance of the
human brain. Modern discoveries in neuroscience and studies on animal
and primate behaviour have shown that performing, say, an altruistic act
is conceived as a mosaic of traits shared by some other species such as rats,
caterpillars, baboons or meerkats (Reznikova, 2012: 205-208).
What seems to distinguish human from this neurobiological
inheritance is an assortment of intelligence and sentiment over instincts
or desires. According to Erich Fromm, the author of The Revolution of
Hope: Toward a Humanized Technology (2010), and Grażyna Osika, the
author of On Hoping for Hope: The Search for homo esperans (2019),
humans differ considerably from other species with regard to the sense of
hope they unflaggingly hold out for the uncertainty of the future.
Some studies define values as personal beliefs about what is good, just,
and beautiful (Lewis, 2007: 5). Whatever the definition, values are loosely
interconnected, albeit dissimilar, with personality traits, and they do
drive human behaviour. Socio-biology as a scientific research discipline
endorses the view that human behaviour impulsively aims at survival
and reproduction [such a sole aim may stand in the way of altruistic
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
212
2 The Original: “İnsan hem yapan, hem bozan, hem seven, hem kıran bir
varlıktır.” (Geçtan, 1994: 15).
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
214
and beyond the call of duty, which gains him nothing but antagonists at
home and outside, especially in the factory where he is employed as a
watchman.
Murtaza is depicted as being devastated by the social or political
transformation that the country undergoes in those years. He has
no alternative but to fight for bread, in much the same way as many
other blue-collars do, within the industrial mass society. To everyone’s
disillusionment, each works for the status quo where human values are
exchanged as riches.
Under this threat of dehumanization, Kemal’s Murtaza differs greatly
in character from Tanpınar’s Hayri Hırdal, who shows no resistance to
transformation but has himself carried into an overt adaptation to it.
Murtaza is, however, more of Cervantes’ Don Quixote. Yet, creating
a protagonist, who never lets his own interests take precedence over
the interests of the workplace or his nation, is tantamount to creating a
contemporary hero who is paradoxically subservient to power. Such a
reflection is what Melih Cevdet Anday, too, shares when revealing a close
similarity between Murtaza and Don Quixote. He explains it by stating
that Murtaza and Don Quixote are both remorsefully buried in their
unhappiness (1966, cited in Binyazar, 1970: 279).
Murtaza maintains power relations on par with his call of duty, or
rather, his call of conscience, and struggles to transcend himself (Hyde,
1994: 376). However, both Murtaza and Don Quixote are blissfully unaware
of their errors. As such, none of them is contemporaneous with their time
zones and both are, although being driven by altruism, uneasy about a
sense of inherent belatedness; each has their own temporal irregularities
stemming from genetic makeup (Dolcerocca, 2017: 183). They are
suspended, like the meanings of words, between being acknowledged
and being articulated, as Derrida puts in his notion of temporalisation
concerning time and being in his Of Grammatology (1967).
The truism with which we readily concur is that social pressure toward
conformity can shape the contours of an individual’s inner and outer
dimensions such as their judgements, values, beliefs, and even appearance.
In addition, the axiom to which we assent is that the apprehension about
discrimination or ostracization will dispatch persons to self-denial, or
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
219
will induce them to demonize other people with different voices on any
dissent. Such anxiety or social forces constrain the opinions as well as
attitudes of the aforementioned protagonists in the relevant novels above.
4 The writer of the book Women Who Run With The Wolves (1992)
5 The original: “İnsanlığın, insanlık tarafından, insanlık için yönetilme çabası
adına sanat.”
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
220
reinstate the standard of living he once had but his indolence will thrust
him and his whole family into a tough challenge.
The ragman, who is rebellious and temperamental by nature, lives with
his two sons, daughter, and wife. He remained lame during the Trablusgarp
Savaşı-Tripoli War6. Hence, he is nicked named the crippled. The old man
runs a shoe repair shop with his sons, Mehmet and Ali, but the money he
earns from shoe repair does not satisfy him at all. Owing largely to the
effect of the grinding poverty that strikes in old age, the destitute father
gradually turns into a grumpy, cantankerous old man. He shouts abuse,
whenever possible, at every single person he truly loves and cares about,
especially at his sons. Due to his pride and resolve to maintain his parental
authority over them, he cannot retreat. However, the shame of becoming
someone so outraged and furious makes him deeply regret. He repents of
all his moments of gratuitous belligerence; so much in anguish as one of
Fyodor Mikhaylovich Dostoyevsky’s characters in Poor Humans, who says
“Somehow I could not weep, though my heart seemed to be breaking”
(Dostoyevsky, 1846: 59):
[…] He was actually like a child. […] That is the way he was. He first storms
around, then simmers down, and starts regretting (Kemal, 2005: 86).7
At the time, the two brothers, Mehmet and Ali decide to enter the
business of seed cotton picking, best known as “kütlü”, with the intent to
set up their own rag-and-bone shop with the money they could earn from
it. When told about their intentions, the father comes to consent after an
ephemeral resentment. Soon, they set off, full of hope, for the cotton fields.
Upon their arrival, they set up their tents and start to collect the kütlü the
next day. High temperature and mosquito-borne diseases, or mosquito
bite infections such as malaria, prolonged fever, and shaking chills, not to
mention the father’s tantrums, worsen the conditions.
Besides poverty and dislocation, the whole family are plagued by
weakness, fatigue, bad sanitation, disease, and malnutrition. The ongoing
6 The Turkish-Italian War fought between the Kingdom of Italy and the Ottoman
Empire between 1911 and 1912.
7 The original: “[…] Çocuk gibiydi aslında. […] Huyu buydu. Eser, gürler, sonra
da fıssadak iner, başlardı pişmanlığa.”
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
222
problems within the family reach an impasse. This being the case, the
ragman returns to Adana, once and for all. He opens his shop again,
leaving their sons behind. However, the conditions of those who remain
in the field take an even greater turn for the worse. In the finale, the father
finds them on the brink of death due to starvation and disease, and they
are immediately hospitalized. Only after selling off their one and only
source of income, their shoe shop, could the ragman save their sons.
The elements of anxiety and uneasiness in the impaired communication
and affection between fathers and sons are motivated by Orhan Kemal’s
concern in his book as well as by one of the most famous 19th-century
Russian novelists Ivan Turgenev’s distress in his 1862 novel Fathers and
Sons. Subject to conflicts provoked by generational differences and swiftly
changing conditions, they have their love for each other blunted by their
commitment to come under the dominance of conformity.
The novel The Ragman and His Sons delineates the living conditions
in the 1950s on a common denominator with a specific focus on severe
poverty and its negative consequences for social relations. In this
photograph, the poor are socially isolated due to economic deprivation.
Another important social issue brought about in the novel is community
pressure as a homogenizing practice that evokes the power of the urge
toward social conformity. As Foucault states: “modern thought is
advancing towards that region where man’s Other must become the Same
as himself ” (2005: 358). At the threshold of mental alienation, the father
makes his family into others and seeks to establish his own rationality based
on patriarchal principles within which the power relations are embedded:
“Factory” […] was power. […] Fear with admiration, he sensed that this
“wit” would one day engulf the world, that it would take their bread from
many people, (…), and that there was no other way but to be friends with it.
(Kemal, 2005: 16-17)8
The truth in these words seems to be bound up with the Ragman’s
purpose to exert his influence. Inspired by his late father’s thoughts of
8 The original: “Fabrika” […] bir güç’tü. […] “Fabrika” ya karşı korkulu bir
hayranlık duyuyordu (…) Bu “Akıl” ın günün birinde dünyayı saracağını,
insanlardan pek çoğunun elinden ekmeğini alacağını, (…), onunla dost
olmaktan başka çıkar yol bulunmadığını seziyordu.”
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
223
factory, the Ragman seeks to reproduce his unique realm of power with
and for his own individual existence. Orhan Kemal in this work instantiates
forces such as willpower, effort, and authority that allegedly supplement
life and surreptitiously intimidate it from within. It therefore stands to
reason that power in this sense is determined by economic structures that
demand the accumulation of instincts, not values.
Migration, being an instinct of self-preservation, is a case in point.
With millions of people across the globe, migrating or being compelled
to migrate, on temporary or permanents bases, due to social, political,
or economic motives, the socioeconomic implications of migration
deteriorate the traditional family ties on various domains (Bakewell and
Landau, 2018: 42). The impact of labour migration, for instance, on the
domain of patrilineality, which underpins power relations, has engendered
changes in the lives and values of the characters in the book.
In this respect, now that Turkish cinema is awash with rural-to-urban-
migration-themed works, it would not go amiss to mention the movie
Düğün -The Wedding (1973), a sequel to Omer Lütfi Akad’s acclaimed
Migration Trioglogy9. The movie is a prototypical substantiation of Mehmet
Akif ’s dictum10 in his poem Bir Gece Şiiri, 1928, which roughly translates
to His brothers would devour He who has no teeth. The Wedding epitomises
a quintessential patriarchal family after their migration from Urfa to
Istanbul, where the destiny of the sisters and little brothers is tragically at
the mercy of the eldest brother.
In the sense that we are coming to grips with the realities of the
country back then, both Kemal’s Ragman, whose debilitation is due to his
staying behind time, and Akad’s Zelha (the eldest sister), who happens to
mother her five younger siblings in the movie Wedding, are engaged in
true altruistic behaviour. In the former case, the ragman feels emotionally
rewarded as he reunited his family he was about to lose. He achieves it by
dispensing with their rag-and-bone shop, id est their “bread and butter”.
That which is once beyond price is sold for one thin-dime and turns into
a lifesaver ad finem. In the latter, Zelha the eldest sister, who acts as a de
9 The Bride (1973), The Wedding (1973), and The Blood Money (1974)
10 The original: “Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!”
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
224
11 from his Banquet Speech at the City Hall in Stockholm, December 10, 1962.
12 Yavru ile Katip- with their names known in Turkey.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
225
Lennie, who end up there seeking work. They journey through a world
of inhumane conditions. Lennie is half-witted and George is Lennie’s
protector; he is angered only to see someone threatening Lennie. They
hold tightly onto the only hope they have as part of their American dream,
which is to own a small piece of land to call home, where they could
take refuge and would experience no more malice, no more intimidation,
no more cruelty and no more shattered dreams.
Living a life of freedom and comfort is still beyond their horizon,
despite work on a farm. Basically Of Mice and Men is the story of the fight
of two men against the forces that thwart their dreams and aspirations.
To draw an analogy, their search of the life of riley is similar to the tale of
a “mysterious country” called Sugarcandy Mountain in George Orwell’s
Animal Farm (1945: 37) and has the basis of John Milton’s epic poem,
Paradise Lost. Having nothing but each other, George and Lennie form
a symbiotic relationship and accentuate it through their mutual concern
and faithful, affectionate companionship:
(George:) “If them other guys gets in jail they can rot for all anybody gives
a damn. But not us”. Lennie broke in. “But not us! An’ why? (…) because I
got you to look after me, and you got me to look after you, and that’s why”
(Steinbeck, 1993: 15).
Of Mice and Men, a short novel in six chapters, opens with George
and Lennie finding a harvesting job on a farm. Lumbering, mentally
retarded, and enormously strong, Lennie is trouble-prone. Of small-build,
compassionate and shrewd, George is the leader and the decision maker.
Suffice it to note that Lennie due to his intellectual disability leans on
George for guidance and protection. Overexerting his immense strength,
albeit gentle with animals such as mice or rabbits he loves to pet, Lennie
inadvertently harms and even kills them.
George repeatedly reminds him of the last trouble he ran into for
caressing a girl’s soft dress, and reminds him to go and hide in the brush
by the river lest he gets himself into a mess with the ranch hands at the
farm. In return, Lennie ritually asks George to help him envisage them
living on the dreamland of their own, which is their shared vison of a farm
Lennie unreservedly believes they will possess one day (Kirk, 2001: 12).
At the ranch, they settle into the bunkhouse they share with other
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
227
itinerant ranch hands. As the story unfolds, it turns out that all the
characters they meet there display a harsh reality about loneliness and a
remote dream. There is Candy, an old man beset by physical disabilities,
who lives in seclusion with his sheep dog. The dog is put to death at
Candy’s reluctant consent to spare it the pain of arthritis. Candy’s regret
about the death of his aged dog foretells George’s motive to kill Lennie in
the novel’s final scene:
(Candy:) I ought to of shot that dog myself, George. I shouldn’t ought to of let
no stranger shoot my dog (Steinbeck, 1993: 62).
Candy’s admission into the scheme of the dream farm lifts his hope
for the future. Similarly alienated from the others in the novel is another
noteworthy character Crooks, a crippled black man, who lives a reclusive
life against racial prejudice and is, too, lured into the dream-farm fantasy,
albeit his fascination being short-lived (Kirk, 2001: 53-55).
Soon enough, George and Lennie encounter the boss’s son Curley and
Curley’s wife- they are some of what George has taught Lennie to hold
off. Curley’s condescending treatment of him as well as of all the ranch
hands cannot disguise his jealous of Lennie’s gigantic physique, to which
Curley’s wife is attracted. Taking no cognizance of George’s injunction to
behave, Lennie yields to the temptation of stroking her pretty hair, which
he finds as soft and shiny as the dead mouse’s head. He is unable to foresee
the danger her beauty poses. One day in the barn alone with Curley’s wife,
Lennie caresses her hair but unintentionally begins to strangle her. Feeling
panicky, Curley’s wife jerks her head in pain, but has her neck broken.
Discerning that her death will ruin the chance to realize their dream,
Lennie with a sense of guilt and fear runs straight to their hiding place
by the stream, as told to do so by George. Curley swears vengeance on
Lennie, organising a lynch mob of his workers to apprehend him. To
save him from a brutal death or incarceration, George goes directly to
the riverbed to find Lennie before they capture him. The novel ends with
George telling Lennie of their dream farm and Lennie daydreaming about
it, at which time he abjectly shoots Lennie dead on the spot with the same
pistol used to kill Candy’s dog.
Of Mice and Men is a reminder of the strains created by social utopias
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
228
Conclusion
“All the world’s a stage,
And all the men and women merely players”.14
(William Shakespeare).
What is the chance of the series of events, say, in Don Quixote, occurring
in life? Is it likely that one, mounted on a donkey, would set out to conquer
all the atrocities in the world? Even if the characters in any given work
are exceptionally realistic, displaying all human traits that include their
REFERENCES
Abrams, B. A. and Schitz, M. D. (1978). The ‘crowding out’ effect of governmental
transfers on private charitable contributions”. Public Choice (3): 29-40.
Anastopoulos, A. D., Guevremont, D. C., Shelton, T. L. and DuPaul, G. J. (1992).
Parenting stress among families of children with attention deficit hyperactivity
disorder. Journal of abnormal child psychology 20(5): 503–520, doi.org/10.1007/
BF00916812.
libres.uncg.edu/ir/uncg/f/A_Anastopoulos_Parenting_1992.pdf (Accessed 26 Jul.
2023).
Anday, M. C. (1966). Orhan Kemal Jübilesi. Ed: O. Burian. Yeni Ufuklar 14: 168.
Andreoni, J. (2006). Chapter 18: Philanthropy. Ed.: S.C. Kolm and J. M. Ythier.
Handbook of the Economics of Giving, Altruism and Reciprocity 2: 1201-1269.
Bakewell, O. and Landau, L. B. (2018). Forging African Communities Mobility,
Integration and Belonging. Global Diversities. Palgrave Macmillan
Barrett, L. F. (2006). Are Emotions Natural Kinds. Perspect Psyschol Sci 1(1): 28-58.
Batson, C. D., Ahmad, N., Lishner, D. A. and Tsang, J.A. (2002). Empathy and
Altruism. Ed.: C. R. Snyder and S. J. Lopez. Handbook of positive psychology.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
233
Long, R. T. (2005). Praxeology: Who needs it. The Journal of Ayn Rand Studies
6(2): 299-316. Penn State University Press.
Losco, J. (1986). Understanding Altruism: A Critique and Proposal for Integrating
Various Approaches. Political Psychology 7(2): 323-348.
Margolis, H. (1982). Selfishness, Altruism and Rationality. Cambridge: Cambridge
Univ. Press.
Maslow, A. H. (1943). A Theory of Human Motivation. Psychological Review 50:
370-396
Mises, V. L. (1998). Human Action: A Treatise on Economics. Ludwig von Mises
Institute.
Narlı, M. (2020). Orhan Kemal Romancılığının Nitelikleri/Yenilikleri. Akademik
Dil ve Edebiyat Dergisi 4(3).
Narlı, M. (2002). Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme. Ankara: Kültür
Bakanlığı.
Orwell, G. (1945). Animal Farm. Penguin Books Ltd.
Piliavin, J. A. and Charng, H. (1990). Altruism: A Review of Recent Theory and
Research. Annual Review of Sociology 16: 27-65.
Estes, C. P. (1992). Women who run with the Wolves. Ballantine Books.
Reznikova, Z. (2012). Altruistic Behaviour and Cognitive Specialization in
Animal Communities. Ed.: N. M. Seel. Encyclopaedia of the Sciences of
Learning. Boston: Springer, doi.org/10.1007/978-1-4419-1428-6_952.
Richmond, L. J. (1971). A Time to mourn and a Time to dance: Horace McCoy’s
“they shoot horses, don’t they?”. Twentieth Century Literature 17(2): 91-100.
Duke Univ. Press.
Salk, J. (1973). The Survival of the Wisest. Fitzhenry & Whiteside Limited.
Smith, D. W. (2005). Critical, Clinical. Ed.: C. J. Stivale. Gilles Deleuze: Key
Concepts. 204-215. McGill-Queen’s University Press, www.jstor.org/stable/j.
cttq486p.21 (Accessed 26 Jul. 2023).
Spirkin, A. (1983). Dialectical Materialism. Progress Publishers.
Waal, F. (2009). Primates and Philosophers: How Morality evolved. Princeton Univ.
Press.
Wilde, O. (1897). The Ballad of Reading Gaol. Duffield & Co, archive.org/details/
balladofreadingg00wild/page/n5/mode/2up (Accessed 26 Jul. 2023).
Wilson, E. 0. (1975). Sociobiology: The New Synthesis. Cambridge, Mass: Harvard
Univ. Press.
Wrobel, D. (2018). Critical Insights of Mice and Men by Barbara A. Heavilin. The
Steinbeck Review 15(1): 67-73. Penn State University Press.
sgliput.wordpress.com/2016/07/07/version-variations-of-mice-and-
men-1939-1992/ (Accessed 26 Jul. 2023).
www.aa.com.tr/tr/kultur-sanat/edebiyatin-asil-gorevi-insan-ruhunu-
anlatmaktir/1541674 (Accessed 26 Jul. 2023).
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
235
v
ÇİN KLASİĞİ RİTÜEL KAYITLARI’NA GÖRE
ANTİK ÇİN’DE KADININ TOPLUMSAL
STATÜSÜ
İLKNUR SERTDEMİR1
ÖZET: Kadim Çin uygarlığının yazılı kayıtları, milattan önce on
üçüncü yüzyıla dek uzanmaktadır. Bu köklü geçmişin öncelikli süreci
sayılan antik dönem Çin kültürünü anlayabilmemize katkı sağlayan edebi,
felsefi ve tarihi metinler, “13 Klasik” başlığı altında toplanan külliyatın
kapsamındadır. Bu klasikler arasında yer alan Ritüel Kayıtları ise, bizleri
dönemin geleneksel aile yapısı, bireylerin toplumsal statüsü, siyasal ve
sosyal yaşamın kurallar dizgesiyle ilgili anlatımları ilk elden okumamızı
sağlayan başlıca eserdir. Eser boyunca, eski Çin’e hâkim olan ataerkil
politika ve hiyerarşik düzen bağlamından yalnızca asiller ile ehiller
arasındaki kimliksel tabakalaşmayı değil; aynı zamanda kadın ile erkek
arasındaki cinsiyet eşitsizliğini de gözlemlemek mümkündür. Bireylerin
içtimai rollere göre sınıflandırıldığı ve tebaanın soylulara boyun eğdirildiği
bu sistemde kadın, erkeğin karşısında mütemadiyen itaatkâr nitelikte
tanımlanmaktadır. Dolayısıyla gerek hane içinde gerekse hane dışında
hiçbir surette söz hakkı bulunmayan kadının varlığı, otoriter erkeğin
boyunduruğu altında kalma ve mutlak ihtiyaçlarını karşılama göreviyle
sınırlıdır. Bu çalışmada, Ritüel Kayıtları referans alınarak antik Çin’de
kadının toplumsal statüsünü belirleyen asıl sebebin temelde ne olduğu
çözümlenmeye çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Çin klasikleri, Çin tarihi, kadın, Ritüel Kayıtları,
sosyal eşitsizlik
Giriş
Eski çağlarda kadın, doğası gereği mevcudiyetini doğurganlığına
bağlı olarak devam ettiren özelliğiyle çoğu zaman gizemli kabul edilmiş,
erkekten üstün tutulmuş ve dahası tanrısal imgelerle ilişkilendirilmiştir.
Bilhassa anaerkil toplumlarda gözlenen; kadının idareci ve üretici yönüyle
aile içinde birincil konumda bulunmasıdır. Kadının hem yönetimde hem
de mülkiyette baskın ve etkin rol oynadığı anaerkil toplumlarda neslin
devamlılığı ve egemenliği yine kadına aittir (Peoples ve Bailey, 2017).
İlkel kültürlerde kadının soyu sürdürmesi bağlamından erkeğin çocuklar
üzerinde herhangi bir hak talebinde bulunamayışı ve kadının siyasi
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
239
yeteneğine yorulan qie imi; öğütlenen, yerde egemenlik kuran, göğe özgü
olan, itaat edilmesi gereken ve uğruna kurbanlar sunulan ifadeleriyle
aktarılmıştır (Shuowen Jiezi, 15/5). Bu açıklama bizlere, erkeğin
hegemonyasını gerek göksel gerek siyasal gerekse toplumsal açıdan
teferruatlı bir biçimde sunabilmektedir. Böylelikle, ata ruhlara duyulan
hürmet ve riayetin tahta geçen hükümdarların göğe aidiyeti düşüncesiyle
birleştiğini söylemek mümkün hale gelir. Bu tasavvura yönelik en açık
görüş ise, Çin tarihinin en uzun hâkimiyete sahip Zhou hanedanı yıllarında
ülkeyi yöneten hükümdara isnat edilen “göğün oğlu (tianzi天子)”
tanımıdır. Soylu ailede doğan erkek evladın göğün oğlu vasıflandırmasına
erişebilmesi, bir yandan asil kanın ne denli yüceleştirildiğine delalet
ederken diğer yandan da hükümdarı yeryüzünün malikiymişçesine
tasarlayarak iradede ve otoritede erkeğe meşruiyet kazandırır. Göğün
hükümdara ülkeyi yönetme yetkisini vermesi ve gerektiğinde bu yetkiyi
geri alması, göğün emrine ve hükmüne kayıtsız şartsız bağlı kalmayı
beraberinde getirir. Zira gök ile yer arasındaki uyumu korumak
adına gerektiğinde beşeri yaşama müdahale edebilme, hükümdarın
yükümlülükleri arasındadır (Sertdemir, 2020). Nihayetinde “göğe riayet
ve ataya hürmet (chong tian jing zu崇天敬祖)” düşüncesinin erkeğin
kutsallaştırılması ve hükümdarın göğe yakınlaştırılması hasebiyle antik
Çin’de gelenekselleşen bir norm minvalinde benimsendiği söylenebilir.
Zhou döneminde dikkati çeken bir başka husus, feodal düzene eşlik
eden hiyerarşik sistemdir. Aslında ilk temelleri Xia’larca atılan ataerkilliğin
binlerce sene sonra dizgesel bir düzenlemeye tabi olması, Shang
döneminde yaygınlaşan köleliğin yazılı kaynaklarda okunan “sıradüzen
(xiao 孝)” adı altında saklanan statükoculuğun kalıcılığıyla alakalıdır.
Sıradüzen; ailesel, toplumsal ve yönetsel ast-üst ilişkisini derecelendiren,
asil-ehil ayrımını sağlamlaştıran ve kadın-erkek eşitsizliğine mahal veren
kaidelerdendir. Zhou’ların hiyerarşik sisteminin sıradüzen vasıtasıyla
yapılandırılan sınıfsal basamağında en üst sıra, göğün oğlu hükümdara
aittir. Hükümdarın ailesi, aristokratlar, bürokratlar, aydınlar ve askerlerle
ilerleyen hiyerarşinin en alt sırasında ise çiftçiler, işçiler, kölelerden
oluşan tebaa vardır. Alt tabakanın üst tabakaya sorgusuz sualsiz hizmetini
kurallaştıran bu sıradüzende, kadının da erkeğine sorgusuz sualsiz
hizmetinden bahsetmek ihtimal dâhilindedir. Öyle ki Zhou dönemi,
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
246
Sonuç
Antik Çin’de kadının toplumsal statüsünün temelde ne olduğunu
Ritüel Kayıtları’ndan yola çıkarak tartıştığımız bu çalışmada,
anasoyluluğun terk edilerek katı kuralcı ataerkilliğin sistemleştirildiği
anlayışa mübadeleyi hızlandıran faktörler ana rotamızı oluşturmuştur.
Bu doğrultuda, anasoyluluğun benimsendiği neolitik yılların ilkel
yaşantısında kadının doğurma yeteneğiyle gizemli ve verimli; efsanevi
hikâyelerle kutlu ve uğurlu; yaradılış mitleriyle ilahi ve kudretli nitelikte
muhayyile edildiği gözlenmiştir. Ancak, kadim metinler incelenirken dişil
gücü tanrısal boyuta yükselten alegorik anlatımların eril gücü tanrısal
boyuta yükselten alegorik anlatımların gerisinde kaldığı öğrenilmiştir.
Bu mudil inanışı körükleyen ise, evrenin oluşumu teorisinde Yin-
Yang karşıtlıklarının kurduğu düşünülen denge ve bu dengede dişil-
eril enerjilerin sürdürdüğünü varsayan gök-yer uyumudur. Eski Çin’de
aslında anaerkilliğin sistematik bir şekilde hiç denenmemiş olması, ilkel
yaşantıdaki anasoylu düzenin bu nedenle çok çabuk yıkılması ve eril
erke sınırsız ayrıcalık tanınması, hanedan kültürünün başladığı Xia’lar
dönemindeki atalar kültü kabulünün belli başlı müessirleri olarak
karşımıza çıkmıştır. Yin-Yang ikiliğinde aktif ve pozitif tarafların eril erki
yücelten ve göğü temsil eden Yang ile; pasif ve negatif tarafların da dişil
erki alçaltan ve yeri temsil eden Yin ile sembolleştirilmesi, kadın-erkek
eşitsizliğini doğrudan ihtiva eden önermedir. Bundan dolayı, kadının
önceden gizemli ve verimli tasdikindeki doğurma yeteneğinin erkeğin
üreme yeteneğinin kutsallaştırılması karşısında anlamsızlaştığı ve göğü
düzenleyen ana tanrıça figürünün göğün iradesiyle yeryüzünün hâkimi
vasıflandırılması karşısında sönük kaldığı görülmüştür.
Bu perspektifi mihrak alarak Ritüel Kayıtları okunduğunda, kadının
toplumsal statüsünün dört kaideye şartlandırıldığı çözümlenmiştir:
üç itaat kuralı, üç rehber kuralı, dört erdem ve içsel-dışsal ayrımı. Xia
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
257
KAYNAKLAR
Bachofen, J. J. (1992). Myth, Religion and Mother Right: Selected Writings. Çev.: R.
Mannheim. Princeton: Princeton University Press.
Chen, P. (2005). Zhongguo hunyin shi gao 中国婚姻史稿 (Çin’de Evlilik Tarihi
Metinleri). Beijing: Zhonghua Shuju.
Engels, F. (2010). The Origin of the Family, Private Property and the State. London:
Penguin Classics.
Fromm, E. (1997). Love, Sexuality and Matriarchy: About Gender. Ed.: R. Funk.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
258
Giriş
“Bireye, üreme işinde ayrı bir rol veren ve erkekle dişiyi ayırt ettiren
yaradılış özelliği; eşey, cinslik, seks” (Türk Dil Kurumu Sözlükleri,
2023) olarak tanımlanan cinsiyet kavramı kromozom setleri, gonadlar,
hormonlar ve cinsel organlar gibi değişmez biyolojik özellikleri
imlerken, toplumsal cinsiyet, sosyal, kültürel ve psikolojik faktörler
tarafından belirlenen ve görünümü, beden dilini ve davranış biçimlerini
kültürel olarak tanımlayan sosyal kurgular (Giddens, 2009; Marshall ve
Furr, 2010) ve “cinsiyetli bedenin üstlendiği kültürel anlamlar bütünü[dür]”
(Butler, 2012: 50). Biyolojik ve doğal bir durum olan dişilliğin ve erilliğin
kültürel kodlarla kadınlığa ve erkekliğe dönüşümünü imleyen ve “belirli
bir zamanda belirli bir toplumda cinsler için uygun olduğu varsayılan
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
261
[…] bir yandan toplumsal bir bütündeki cinsler arası ilişkiyi tehdit ede[n];
öte yandan her cinsin kimliğini içselleştirme yoluyla cinsel farklılık
açısından tehdit ede[n]” (Kristeva, 2014: 92) aybaşı kanı nedeniyle sadece
erkeğe ve temizliğe göre tanımlanan performatif kadın bedeni kirli, utanç
verici veya günahkâr olduğu gerekçesiyle abjectleştirilerek sistemin dışına
atılmıştır. Damızlık kızlara “bedenleri olduğu[nun] öğretilmeme[sini];
onlar[ın] hayal gücünün yardımıyla ‘buharlaştırılma[sını]’ ya da saf
manevi varlıklar olarak görülme[sini]”, düzenli olarak arınmaya ve doktor
kontrolüne zorlanmasını androsentrik toplumun “katlanılamayacak
kadar itici” (Sartwell, 1999: 385) bulduğu “öteki varlık[larını], erkeğe
benzemeyen varlık[larını]” (Beauvoir, 1993a: 153) “katlanılabilir” kılmaya
yönelik önlemler olarak ele alabiliriz. “Dışarıya atan artık ben değilim,
‘ben’ dışarıya atılanım” (Kristeva, 2004: 16). Uzun kırmızı üniformasıyla
her ay dışarıya attığı aybaşı kanının somut halini teşkil eden damızlık
kızın dişil bedeni androsentrik sistemin dışına atılan mağdur bir nesneye
dönüşmüştür. Paleolitik dönem, mezolitik dönem ve neolitik dönemlerde
ana tanrıçalığa kadar yükseltilip baş tacı edilen, ataerkilliğe geçişle birlikte
erkeğin karşısında “öteki” cinsliğe, duygularının hegemonyasındaki
“akılsız”, “erdemsiz” veya “cadı” bir varlığa dönüştürülen kadın, “sınır
tanımaz” (Atwood, 2022: 46) Gilead Cumhuriyeti’nde en uç düşüşünü
yaşamıştır, salt bedene/rahime indirgenen bedeni androsentrik toplumun
her alanında tüketilir hale gelmiştir. Eskiden “öyküler arasındaki
boşluklarda yaşa[yan]” (Atwood, 2022: 82), değersiz birer kamu malına
dönüştürülen kadınlar için şimdi “salt kendi saç[ların]ı kendi elleri[y]le
hissetme[leri] bile bir lüks” (Atwood, 2022: 88) haline gelmiştir.
Androsentrik Gilead rejimine aykırı bir kadın portresi çizen
Fredinki, salt rahime indirgenen bedenini ve her gün ayinlerle ket
vurulan hayal dünyasını yok saymamaya inat ederek “karanlık çağların
azizlerinin üzerindeki altın özdeyişler[i]” (Atwood, 2022: 182) andıran
Gilead kurallarını çiğner, diğer damızlık kızlarla iletişime geçer, “sessiz
fısıldamayı öğren[ir]” (Atwood, 2022: 24), komutanıyla arasındaki
ilişkide resmiyeti kaldırır, onunla scrabble oynar, komutanın eşine ait
eski bir elbisesini giyerek ve makyaj yaparak sürgün edilen kısırlaştırılmış
kadınların komutanlara fahişelik hizmeti verdiği Jezebel’in Yeri’ne gider,
komutanla sevişir, “kendi[sin]i gösterme[si] Komutan’ın hoşuna gid[er]”
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
274
(Atwood, 2022: 228), komutanın şoförü Nick ile gizli ilişki yaşar. Gilead
öncesi annesi gebelik ve kürtaj eylemlerinde boy gösteren, kendi ise
ekonomik özgürlüğüne sahip olan, kot pantolonlarla özgürce dışarıda
eğlenebilen Fredinki, distopik düzene geçişle birlikte baskıcı denetim
mekanizmalarının gözetiminde mahrum bırakıldığı feminist taleplerinin
peşinden gitmeye cesaret eder, rejim karşıtı yeraltı örgütü Mayday’in
üyeleri olan kadınlarla iletişime geçer, ve bütün bu “hikayesini elinden
geldiğince iyi kaydeder; sonra onu anlayıp paylaşacak, özgür biri tarafından
bulunmasına inanarak saklar. Bu bir umut edimidir” (Atwood, 2022: 19).
“Cinsiyet farklılığı[nın] dili belirle[diği] ve dil tarafından da belirlen[diği]”
(Irigaray, 2006: 153) göz önünde bulundurulduğunda Fredinki dil-
beden arasındaki ilişkiden hareketle dil-arzu ilişkisine dayanan, “[a]sla
kuramsallaştırılmayacak, eklenmeyecek, kodlanmayacak” (Cixous, 1976:
883) bir tür écriture féminine manifestosu niteliğindeki öyküsüyle kadının
öznel deneyimlerini görmezden gelen, kadını eksiklik olarak nitelendiren,
Baba’nın sözünün geçerli olduğu fallusmerkezci simgesel düzene ve
fallosantrik dile karşı koymaya çalışır. “Kadının bedeniyle yazması gerek,
bölünmeleri, sınıfları ve retorikleri, düzenlemeleri ve kodları parçalayan
ele geçirilmez dili icat etmeli” (Cixous, 2011: 153). Gerçi dişil ses, beden
ve öznenin fallus’u merkeze koyarak kadını bir eksiklik olarak kodlayan
androsentrik kültüre muhalefeti Damızlık Kızın Öyküsü’nde her ne
kadar kadın ana karakterin kendisini götürmeye gelen infaz arabasına
binmesiyle son buluyor görünse de kadının kendini yazmasıyla, “zincirleri
ve sıkı denetimi kırarak bedenini her yönü dolaşan anlamlar bolluğuna
eklemle[nmesiyle] bin ve bir heyecan merkezli kadın bedeni, tek oluklu
eski ana dilini birden fazla dilde çınlatacaktır” (Cixous, 2011: 152).
Amerikan Edebiyatının tanınmış feminist yazarlarından Charlotte
Perkins Gilman’ın 1915’te kaleme aldığı Kadınlar Ülkesi cinsiyet ataerkil
düzenin dayattığı cinsiyet rollerinden ve baskılarından arındırılmış dişil bir
ütopyayı resmetmektedir. “[E]vden çıkmak, ekonomik bağımsızlıklarını
elde etmek, toplumsal bir görünürlük kazanmak, vb. anlamına gelecek
asgari toplumsal haklar ile bu asgari hakları elde edebilmek için ödedikleri
ve diğer kadınlara ödettikleri psikolojik ve fiziksel bedel arasında sıkışıp
kal[dığı]” (Irigaray, 2006: 90) ve “etine, evine kapa[ndığı]” (Beauvoir,
1993c: 8) fallusmerkezli toplumun aksine dişil kodlu kavramlar üzerinden
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
275
yeni kadın kimliğinin inşa edildiği eserde “hiç savaşları olma[yan]”, “[h]
iç kralları, papazları ya da aristokratları da olma[yan]”, “rekabetten değil,
birlikten” (Perkins-Gilman, 2018: 87) gelişen bir kadın toplumu söz
konusudur. “Kadınlar gelişmemiş erkek değildir, ancak insanlığın yarısını
oluşturan kadınlar, gelişmesi engellenmiş insanlardır” diyen Perkins-
Gilman’ın androsentrik sistemin akıl-beden dikotomisini tersyüz eden
Kadınlar Ülkesi’nde kadınlar güçlü bedenleri ve rasyonel düşünceleri ile
kamusal alanın her alanında faaliyet göstermektedir. Androsentrik sistemin
ötekisi olan kadının bakış açısından aktarılan Damızlık Kızın Öyküsü’ne
benzer şekilde Kadınlar Ülkesi’nin jinosentrik sistemi de bu yeni dünya
düzeninde ötekileştirilen erilin bakışından aktarılmaktadır. Eril anlatıcı
Vandyck ve arkadaşları Terry ve Jeff ’in çıktıkları gezide keşfettikleri bu
“sıradışı” kadınlar ülkesi hiyerarşiyi reddeden, sınıf, cinsiyet, ırk ve diğer
eşitsizliklerin olmadığı, anneliğin bir tapınca dönüştüğü, eril kodlardan
arındırılmış, “[k]ocaman bir park alanını andıran […] MEDENİ bir
ülke[dir]” (Perkins-Gilman, 2018: 21). Androsentrik düzende kamusal
alanın dışına itilerek ev-içi alanın eşlik ve annelik rollerine hapsedilen
kadınlar, Kadınlar Ülkesi’nin jinosentrik düzeninde eril hegemonyanın
bütün yetkilerini, vasıflarını, kültürel kodlarını ele geçirmişlerdir. Öyle
ki hiçbir “alfa erkeğin” kadınların üstün konumda olduğu bu anaerkil
ülkeyi fethetmeye gücü yetmez. Nitekim romanda Kadınlar Ülkesi’ne
gelen üç erkekten biri olan Terry’nin “‘cinsiyetli doğa’nın ya da ‘doğal bir
cinsiyet’in üretilmesinde ve bunların ‘söylemsellik öncesi’, kültür öncesi
bir şeymiş gibi, siyasi olarak tarafsızken kültürün gelip üzerinde etki ettiği
bir yüzeymiş gibi tesis edilmesinde kullanılan söylemsel/kültürel” (Butler,
2012: 52) bir önyargı ve tutumla bu kadınlar üzerinde hegemonya kurma
ideali hayal kırıklığıyla sonuçlanır. Nitekim menstrüasyon döngüsü ve
fallus eksikliği nedeniyle androsentrik düzenin sınırları dışına atılan
kadının bedeninin üretkenliğinin kutsandığı Kadınlar Ülkesi’nde kadınlar
ataerkil düzenin “bütün kadınların doğuştan sahip olduğu[nu] varsay[dığı]
‘kadın doğası’n[dan]” (Kırca Schroeder, 2007: 68) farklıdır, “öteki cins
olmamaktan kaynaklanan hadımlık karmaşası yaşa[mamaktadır]”
(Agacinski, 1998: 44), hatta erkekleri ütopyalarının sınırları dışına atacak
kadar partenogenezdir, bireyciliğe odaklanan androsentrik toplum yapısına
tezatlık teşkil edercesine kolektivisttir. Dışarıdan gelen üç erkek kâşifin
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
276
Sonuç
Androsentrik olsun jinosentrik olsun bir toplumun abjectleştirerek
ikincilleştirdiği ve kendi sınırlarının dışına ittiği kimlikler esasen o
toplumun tehdit olarak gördüğü şeydir. Nitekim alışılmışın kodlarının
dışında olan her şey öteki olarak kurgulanır. Bu yüzden androsentrik
düzenin ideal olarak tanımladığını jinosentrik düzen abject olarak,
jinosentrik düzenin idealini androsentrik düzen abject olarak
itibarsızlaştırır, ikincilleştirir, ötekileştirir. Hegemonik olara muhalefet
eden öteki hegemonik iktidarın yıkıcı dışlayıcılığından her zaman
nasibini alır. Biri distopik (Damızlık Kızın Öyküsü) diğer ütopik (Kadınlar
Ülkesi) toplumdaki toplumsal cinsiyet politikalarını karşılaştıran bu
çalışmada toplumsal cinsiyet rollerinin androsentrik ve jinosentrik
eksenlerde nasıl taban tabana değişkenlik gösterebileceği ele alınmıştır ve
damızlık kızın fallusmerkezci sisteminde “iki bacaklı rahime” indirgenen
ve metalaştırılan kadın bedeninin Kadınlar Ülkesi’nin anaerkil kodlarıyla
nasıl tanrıçalaştırıldığı gözler önüne serilmiştir. Cinsiyet ve toplumsal
cinsiyet arasındaki ilişkisizliğin tanıtlanmaya çalışıldığı çalışmada
hegemonik toplumsal cinsiyetin üretim mekanizmaları irdelenmiştir.
KAYNAKLAR
Agacinski, S. (1998). Cinsiyetler Siyaseti. Çev.: İ. Yerguz. Ankara: Dost Kitabevi.
Alkan, T. (1981). Kadın-Erkek Eşitsizliği Sorunu. Ankara: Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilimler Fakültesi Yayınları.
Arat, N. (2017). Feminizmin ABC’si. Ankara: Say Yayınları.
Aristophanes, (2016). Kadınlar Mecliste. Çev.: Y. Güleryüz. Ankara: Sınırsız Kitap.
Atan, M. (2015). Radikal Feminizm: “Kişisel Olan Politiktir” Söyleminde Aile.
JESMOS 1(1): 1-21.
Atwood, M. (2022). Damızlık Kızın Öyküsü. Çev.: S. Altınçekiç ve Ö. Kabakçıoğlu.
46. Baskı. İstanbul: Doğan Kitap.
Bacon, F. (2012). Novum Organum: Tabiatın Yorumu ve İnsan Alemi Hakkında
Özlü Sözler. Çev.: S. Önal. Ankara: Say Yayınları.
Bacon, F. (2018). Yeni Atlantis. Çev.: Ç. Dürüşken. İstanbul: Alfa Yayınları.
Barret, T. (2012). Sanatı Eleştirmek Günceli Anlamak. İstanbul: Hayalperest
Yayınevi.
Beauvoir, S. de (1993a). Kadın İkinci Cins I: Genç Kızlık Çağı. Çev.: B. Onaran, 7.
Baskı, İstanbul: Payel Yayınları.
Beauvoir, S. de (1993b). Kadın-Genç Kızlık Çağı. Çev.: B. Onaran. 1. Baskı. İstanbul:
Payel Yayınları.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
279
Giriş
Temelleri 1800’lü yıllara kadar uzanan “feminizm” kavramı, ortaya
çıktığı ilk zamanlardan bu yana tarihsel süreç içerisinde farklı isimler
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
285
hayatında bir kez de olsa kendi istediği şeyi, yani ölmeyi hedefler. Aynı
durumun Edna için de geçerli olduğunu söylemek gerekir. O da tıpkı Aysel
gibi dış dünya ile tüm bağlarını kesmeyi hayal eder. Bu bağlamda seçtiği
uzam denizdir. Edna denize kendini bırakırken toplumda bulamadığı
özgürlüğü bir anlamda ölümle tatmak ister. Aysel ise tüm çabalarına karşın
intihar edemez. Küçüklüğünden beri bilinçaltının derinliklerinde büyüyen
güvensizlik ve işe yaramama hissi “ölmeyi bile beceremediği” duygusunu
yaşatır (Ayaz, 2009: 39). Ölemeyeceğini anlaması bir anda kendisine ve
arkadaşlarına yaşatılanları düşünmeye iter. Hissettiği rahatsızlık ise onda
yeni bir uyanışa neden olur. Artık yaşamak için yeni bir hedefi vardır. O
da vatanına ve halka faydalı bir aydın olarak hizmet etmektir. Yatağından
kalkar, duşunu alır ve ardından yüklendiği yeni görevi ile otelden ayrılır.
Her iki karakterin hikâyesinde gördüğümüz özgürlük arayışı, toplumun
dayattığı sınırlamalardan kaçma isteği ve kendi benliklerini ifade etme
çabalarıyla şekillenir. Ölüm, onlar için kurtuluş veya özgürlüğün bir aracı
olarak belirir. Bu şekilde, Edna ve Aysel, toplumun dayatmalarına karşı
çıkarak, kendi özgürlüklerini elde etmek adına radikal adımlar atmayı
seçen iki asi kadın karakter olarak öne çıkarlar.
Aysel’in duşa girerek yenilenme isteyişi Edna’nın da hikâyesinde gerçek
olur. Burada dişil bir unsur olan suyun önemli bir anlama sahip olduğunu
söylemek gerekir. Eliade Dinler Tarihine Giriş (2003) adlı kitabında su ile
ilgili şu bilgileri paylaşır:
Ne tür bir kültürel örüntü söz konusu olursa olsun; su, kozmogonide,
mitlerde, ritüellerde, ikonografide her zaman aynı işlevi görür; her biçimin
öncülü, her yaratının desteğidir. Suya batma, ilk biçime geri dönüşü,
yeniden yaradılışı, doğumu simgeler; çünkü suya batma, biçimlerin
biçimlerini kaybedişidir ve varoluş öncesindeki ayrışmamış olanla yeniden
bütünleşmektir; sudan çıkış, biçimin ilk kez dışa vurulduğu yaradılış
eyleminin tekrarıdır. Suyla temas etmek her zaman yenilenmeyi temsil
eder; çünkü eriyip giden daha sonra “yeniden doğacaktır”; çünkü suya
batış, yaşamın ve yaratıcılığın potansiyelini çoğaltır ve geliştirir (Eliade,
2003: 196).
Tıpkı Eliade’nin ifadelerinde olduğu gibi Edna ve Aysel’in hikâyesinde
suyun yeniden doğmayı, varlığın özüne yani suya dönüşü temsil ettiği
görülür. “Su” Aysel’de gördüğümüz gibi Edna’nın benliğini temizleyen,
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
297
onu arındıran bir görevi yerine getirir. Her iki beden de çıplak girdikleri
suda geçmişlerine ait izleri sildiklerini düşlerler. Karakterlerin çıplak
olmalarında ise ayrı bir simgesel anlam vardır. Aysel’in yatağa çıplak
uzanışı, Edna’nın ise kıyafetlerini çıkarıp suya dalışı tıpkı dünyaya
gelişlerinde olduğu gibi aynı çıplaklıkla, yani üzerlerine toplum tarafından
giydirilen her şeyi çıkarıp tüm saflıklarıyla öze döndüklerini gösterir.
Uyanış romanında ölüme yönelmiş bir kadın karakter olarak Edna’nın
yaşamında elde edemediği özgürlüğü için bu kararı aldığını görürüz.
Hayatı boyunca onu özgürlükten yoksun bırakan toplumun yanında
çocukluğunda ailesinin baskıları; evlendikten sonra ise kocasının ideal eş
ve annelik konularındaki beklentileri oldukça dayanılmazdır. Anlamsal
açıdan dünyaya gelişin ve çıkışın sembolü olan denizin bu bağlamda
Edna’nın hayat yolculuğundaki son noktayı işaret ettiği kolaylıkla
anlaşılabilir (Gardin ve Olorenshaw, 2014: 454).
Aysel her ne kadar başaramamış olsa da “özgürleşmek ve özgür kılmak
adına” ölmeyi ister (Ağaoğlu, 2006: 45). Erkek egemen dünyayı yıkmak,
özgürleşmek, gelecek adına bir umut sahibi olmak isteyen Aysel, bir otel
odasında giderek kendi geçmişi ile yüz yüze gelir. İntihar etmeyi ister
çünkü bu, kimsenin baskısı altında kalmadan aldığı bireysel bir karardır.
Fakat öğrencilerinin de ölümünü yanlış anlamasından çekinir. Madam
Bovary’e ya da Anna Karanina’ya benzetilmekten endişe eder. Çünkü
aldığı kararla ölüme gitmek istemesi aşk acısından değil topluma karşı
aldığı tavırdan dolayıdır (Turinay, 2013: 128).
Aysel’in sığındığı yer bir otel odası iken Edna’nınki denizdir. Deniz
bir anlamda toplumun dayatmaları ve baskılarına karşılık özgürlüğü
simgeleyen, ataerkil dayatmaların olmadığı anaerkil bir uzamı işaret
eder. Eserde “tüm benliği ile Edna’yı çağıran deniz, toplumun tüm
zorlamalarından kendini sıyırabileceği bir yaşam alanıdır aslında. Bu
yaşam alanı, sembolik olarak Edna’ya zihnen ve bedenen özgürleşme
imkânı veren bir mekân yaratır” (Kumlu, 2013: 25). Bu noktada
Edna’nın yüzmeyi öğrenmesi ile başlayan hikâyesinin, baskıcı toplumdan
kurtarmaya çalıştığı ruhunu denize bırakarak son bulduğu görülür.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
298
Sonuç
Feminizm, temelde cinsiyet ayrımcılığına karşı tavır alarak, kamu
ve özel bütün alanlardaki baskı ve denetimlerin ortadan kaldırılması
gerektiği konusunda mücadele vermiştir. Bu açıdan çalışmaya kaynaklık
eden Kate Chopin’in Uyanış ile Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak
adlı romanlarının, gerek kadın karakterlerin sunumu gerekse feminist
söylemler açısından benzer noktaları paylaşan iki eser olduklarını
söylemek gerekir. Özellikle üretim ilişkilerinde kadını sadece anne
ve erkeğe karşı itaat eden bir varlık olarak gören ataerkil ideoloji, hem
Chopin’in hem de Ağaoğlu’nun eserlerinde gördüğümüz birincil unsur
olarak karşımıza çıkar. Romanların ana kahramanları olan Edna ve Aysel
bugün bile tanıklık ettiğimiz, baskı gören fakat yılmadan, usanmadan
mücadele eden kadınların birer temsili gibidirler.
Eserlerin bitiş çizgilerinde intihar olgusunu içermeleri açısından
benzerlik taşımaları bir başka ortak noktadır. Kadının topluma karşı
bireysel duruşunun bir yansıması olan bu eylem her iki eserin de sonuç
bölümünde yer alır. Suyun eşlik ettiği uzamlarda ölümü arzulayan
karakterlerin bireysel kararları ile özgürlüğü elde etme arayışları intihar
olgusu ile birleşir. Her ne kadar Edna’nın intihar eylemindeki başarısı
Aysel’in hikâyesinde olmasa da iki eserde de bu girişimin köklerinde
bireysel başkaldırı kesişim noktasıdır. Ancak, yazar tavrı açısından ve
dönem özellikleri göz önünde bulundurularak Chopin’in eserini intihar
gibi olumsuz bir sonla bitirmesi, feministik açıdan umut aşılaması gereken
bir eserin umutsuzlukla sonlandırılması, çıkış noktası arayan kadınlar için
olumsuz bir bitiştir. Toplumsal baskının sonucu intiharla bitmemelidir.
Tersine olumlu sonla bitirilerek karakterler aracılığıyla kişilere umut
aşılanmalıdır.
Bu çalışmada farklı kültür ve geçmişten gelmelerine karşın Chopin’in
ve Ağaoğlu’nun yarattıkları kurgular ile tüm toplumsal dayatmalara
karşın özgürlüğünü elde etmek uğruna benzer mücadeleleri veren
kadınların hikâyelerini ele aldıkları görülmüştür. Nitekim iki eserde de
kahramanlar sosyal ve siyasi baskılar yüzünden kendilerini özgürce ifade
edemediklerinden, bireysel kimliklerinin bastırıldığından ve ikinci plana
itilerek cinsel kimliklerini dahi ortaya koymada sorunlar yaşadıklarını
dile getirirler. Bu bağlamda da iki eserin kahramanları toplumdaki ikinci
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
299
KAYNAKLAR
Ağaoğlu, A. (2006). Ölmeye Yatmak. İstanbul: İletişim Yayınları.
Ayaz, H. (2009). Ölmeye Yatmak Romanında Aysel’in Yabancılaşması. The Journal
of Academic Social Science Studies 2(2): 33-40.
Aytür, N. (1992). Romancı Kate Chopin. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih - Coğrafya
Fakültesi Dergisi XXXV(2): 1-8.
Bachelard, G. (2006). Su ve Düşler. Çev.: O. Kunal, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Chopin, K. (2008). Uyanış ve Seçme Öyküler. Çev.: A. B. Akman. İstanbul: Otonom
Yayıncılık.
Coşkun, B. (2015). Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak Romanında Cumhuriyetin
Kimliği ve Kimlik Çatışması. Turkish Studies, International Periodical for the
Languages, Literature and History of Turkish or Turkic 10(4): 331-348.
Eliade, M. (2003). Dinler Tarihine Giriş. Çev.: L. Arslan. İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Erol, S. (2003). Toplumsal Dış Gerçekçilik ve Kişisel İç Şiir. Ed.: N. Esen ve E.
Köroğlu. Hayata Bakan Edebiyat: Adalet Ağaoğlu’nun Yapıtlarına Eleştirel
Yaklaşımlar. Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, ss. 5-31.
Gardin, N. ve Olorenshaw, R. (2014). Larousse Semboller Sözlüğü. Çev.: B. Akşit.
İstanbul: Bilge Yayıncılık.
Hooks, B. (2002). Feminizm Herkes İçindir. Çev.: E. Aydın, B. Kurt, Ş. Özgün ve A.
Yıldırım. İstanbul: Çitlembik Yayınları.
Humm, M. (2002). Feminist Edebiyat Eleştiri. İstanbul: Say Yayınları.
Irzık, S. (2003). Ölmeye Yatmak, Anlatı ve Otorite. Ed.: N. Esen ve E. Köroğlu.
Hayata Bakan Edebiyat: Adalet Ağaoğlu’nun Yapıtlarına Eleştirel Yaklaşımlar.
Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, ss. 46-56.
Kırtıl, G. A. (2003). Feminist Edebiyat Eleştiri Açısından Sevim Burak. Kadın
Araştırmaları Dergisi 8: 127- 151.
Kumlu, E. (2013.) Uyanış ve Kalp Ağrısı Romanlarında Kadın Yaşamının Ortak
Semboller Üzerinden İncelenmesi. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
23(1): 19-31.
Maksudyan, N. (2014). Yalnızlık Özlemi. Sabit Fikir Dergisi, ss. 54-55.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
300
MELİK BÜLBÜL1
ÖZET: Uzun yıllar insan açısından edebiyatın yaşam kodları incelenmiş
ve bir sanat evreni olarak edebiyatın, insana ve onun duyularına, ön ve
son yaşamına dönük etkileri kutsal bir dokunuşla irdelenmiştir. Bu ilişki
ağında edebiyat açısından insan olgusu ise bir anlamda ötelenmiş ve belki
de ele alınış sürecinin olgunlaşması beklenmiştir. Günümüzde edebiyat
ve insan ilişkisi tüm yazın alanlarında ve türlerinde en başat öğe olarak
okurun karşısına çıkmaktadır. Şiir dilinin derinliklerine sinmiş insan ve
duygulayımı, derin hislenmeleri ve bilinmeyenleriyle en kasvetli varlık
olarak dizelere kanaviçe tadında işlenmiştir. Bu bir anlamda sevgili olmuş;
bir anlamda anne veya çocuk motifi ile biçim bulmuştur. İlk dönem destan
türlerinden modern yaşamın sonrası dijital dönüşüm evrelerinde bile hem
roman ve hem de öykü anlatımlarında imgesel düzlemde hayat bularak
dil kodlarında yerini almıştır bu ilişki. Bilindiği üzere bu etkileşim ağı
ile edebiyatçı/sanatçı, ait olduğu toplumun kültür kodlarını taşıdığından
edebiyat, içinde doğduğu sosyal yapının tanığı durumundadır. Toplum
sorunlarını dile getirir, bunu yaparken de toplumsal değişim süreçlerine
olumlu etkide bulunur. Toplumsal değişim ve dönüşümde önemli rol
oynar, içinde geliştiği sosyal yapıyı etkiler ve biçimlendirir. Toplumu
etkileyen edebiyat, aynı zamanda toplumdan da etkilenir. Sonuçta edebiyat
ve toplum, birbirini etkiler ve geliştirir. Burada her ikisinin de ortak alan
kodu insandır. Bu çalışma edebiyat açısından insanın, dil, duygu ve evreni
bakımından öne çıkan yanlarının dil kodlarıyla edebiyata nasıl yansıdığını
1 Prof. Dr. Atatürk Üniversitesi KKEF Yabancı Diller Eğitimi Bölümü Alman
Dili Eğitimi, E-Posta: bulbulm@atauni.edu.tr, ORCID: https://orcid.org/
0000-0003-1799-6409
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
302
irdelemektedir.
Anahtar kelimeler: insan, edebiyat, yazın evreni, dil, imge.
HUMAN IN LITERATURE
ABSTRACT: For many years, the life codes of literature have been
examined in terms of human beings and the effects of literature as an
art universe on human beings and their senses, pre- and final life have
been examined with a holy touch. In this network of relations, the human
phenomenon in terms of literature has been postponed in a sense and
perhaps the process of its handling has been expected to mature. Today,
the relationship between literature and human beings confronts the reader
as the most dominant element in all literary fields and genres. As the
most gloomy entity with its deep feelings, deep feelings and unknowns,
the human being in the depths of the poetic language is embroidered
in the lines with the taste of cross-stitch. In a sense, it became a lover,
and in a sense, it took shape with a mother or child motif. Even in the
digital transformation phases after modern life, which is one of the first
era epic genres, it has taken its place in language codes by finding life on
an imaginary plane in both novel and storytelling. As it is known, with
this interaction network, literature is a witness of the social structure in
which it was born, since the writer/artist carries the cultural codes of the
society to which he belongs. It expresses the problems of the society, and
while doing so, it influences the social change. It plays an important role in
social change and transformation, affects and shapes the social structure
in which it develops. Literature that affects society is also affected by
society. After all, literature and society affect and develop each other.
Here the common area code of both is human. In terms of literature, this
study examines how the prominent aspects of human in terms of language
emotion and universe are reflected in literature with language codes.
Keywords: human, literature, literary universe, language, image.
Giriş
Yazınsal eser/yaratı, iç dokusu ve söylem biçimi bakımından tüm
söylemlerin bittiği yerde başlar. Sanatsal öğelerden oluşan ürün, doğada
sanat değeri güzel ve estetik olanın ayrımlaştığı her hücresel alanı irdeler.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
303
Bildik gerçekliğin derinlerinde yer alan kovuk içinde gizil bir evrendir
edebi/yazınsal eser. Söylemiyle, görünür nesnenin arkasında uzamsal bir
kara deliktir. Üzerinde yer alan sade değerlerle, kelimelerin ruhuna sinmiş
anlam öbekleri ile değer kazanır. Buradaki anlam da, sözün ötesinde,
söylenmeyen, boş bırakılan bileşenlerle açıklanabilir bir değerdir. Her
yazınsal ürün nesnel dünyanın kendine özgü iletişim biçimiyle ortaya
çıkar. Bir yandan kendi yapısını (Kurmaca dünya) içerirken, diğer yandan
içinde bulunduğu tarihsel, kültürel ve toplumsal odaklı iletişim biçimlerini
de taşır. Yazınsal ürün, kurgusu gereği, nesnel gerçeği olduğu gibi sunmaz.
Yazınsallık/edebi değer özelliğinin gereği, anlam oluşturucularıyla onu
yoğurur, çoğaltır, mana katmanlarıyla boyutlandırır ve belli bir biçim
kazandırdıktan sonra okuruna sunar. Bildirisini, kurmaca bir gerçekle
temellendirerek alımlayanın (Rezipient) dış dünya ile ilintili alanları,
kültürel deneyimleri ile bulmasını ve yine kendi deneyimleriyle bir bütün
olarak sınamasını sağlar. Kendi içinde oluşturduğu özgür bağıntılar ile
okurun imgeleminde/düş dünyasında yoğun bir çağrışımsal etki alanı
yaratır (Özbek, 1996: 17).
Bildirisini kurgu üzerine konuşlandıran yazınsal metin, bu biçimiyle dış
dünyayı yeniden yorumladığı için, onu aynı zamanda bu yorumuyla rafine
haline getirir, yani estetize de eder. Okurun da alımlama sürecinde bunu
haz’a dönüştürerek, güzelduyumla açımlamasına olanak verir. Okurunda
yarattığı, okur odaklı tepkisel uyarımla yeni anlamsal açılımlara zemin
oluşturur. Okurla varlığını sürdürür. Onunla anlam kazanır. Varlığını ve
etkisinin sürdürülebilirliğini okura borçludur. Bu yönüyle metin-okur
ilişkisi, yazınsal iletişimin imgesel boyutuyla kazandığı derinlik açısından
devingen ve üretime açık bir süreçtir.
Eser/yapıt, yazarının elinde can bulmaya, oluşmaya başlarken bile,
nasıl sonlanacağı kestirilemeyen, önceden bilinemeyen çok açılı bir
anlam genleşmesini da içerir. Yazınsal yazıların vazgeçilmez özelliğidir
bu. Bu tür yazıların sonu dipsiz, kara bir delik gibidir. İnildikçe genişler
ve genişledikçe yeniden boyutlanır. Doğurgandır. Yeni üretimlere ve
yaratılara elverişli bir iklim ve toprak birleşimidir. Tüketilemeyen anlam
katmanlarıyla ve yoğun imgesel formatıyla ayrı bir haz, ayrı bir hislenme
ve ayrı bir uğraşıdır. Kimi zaman göksel bir ilham/dürtü, kimi zaman
yersel bir gereksinim, kimi zaman da toplumsal bir sipariştir. Söz ve
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
304
Sonuç
Evrene insan açısından bakmayı öğütleyen yazın, okurun kozmik
yönüyle, tüm evrensel oluşturucuları betimlemesini, ayrımlaştırmasını ve
çözümlemesini arzular. Yerleşik değerlerin, kalıplaşmış dünya görüşlerinin,
dogmatik yaşam anlayışının tartışılmaya açılması ve toplumların doğanın
değişim yasasına uygun olarak, kabuk değiştirme gerekliliği, sanatsal
yaratılar ve bunları oluşturan yazarların sayesinde gerçekleştiği açıktır.
Yazmak, özgürlük istemenin değişik bir biçimidir. Özgürlük, düşüncede,
algılamada, alımlamada, değerlendirmede ontolojik bir değerdir. Ancak
bu noktada üretken bireye ve eleştiren, sorgulayan bir topluma ulaşılabilir.
Yazar, okuruna güzelduyum ve derin hislenme olarak nitelenebilen,
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
313
KAYNAKLAR
Andaç, F. (2000). Edebiyatımızın Yol Haritası. İstanbul: Can Yayınları.
Aytaç, G. (1991). Edebiyat Yazıları II. Ankara: Gündoğan Yayınları.
Aytaç, G. (1995). Edebiyat Yazıları III. Ankara: Gündoğan Yayınları.
Bülbül, M. (2017). İmgesel İletişim. 2. Basım. Konya: Çizgi Kitabevi.
Bülbül, M., Türkoğlu, S. ve Küzeci, D. (2014). Edebiyat ve Toplumsal İşlevi. Atatürk
Üniversitesi KKEF Dergisi. Erzurum.
Berthold B. (1990). Sanat Üzerine Yazılar. Çev.: K. Şipal. İstanbul: Cem Yayınları.
Ecevit, Y. (2002). Türk Romanında Postmodernist Açılımlar. İstanbul: İletişim
Yayınları.
Eco, U. (2017). Edebiyata Dair. İstanbul: Can Yayınları.
Emer, F. K. (2012). Imagologie als Arbeitsbereich der Komparatistik. Uluslararası
Avrasya Sosyal Bilimler Dergisi 3.
Eliot, T. S. (1983). Edebiyat Üzerine Düşünceler. Çev.: S. Kantarcıoğlu. Ankara:
Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
Enzensberger, H. M. (1962). Bir Şiir Nasıl Oluşuyor. Çev.: E. Kayaoğlu. Ed.: H.
Salihoğlu (1995). 20. Yüzyıl Edebiyat Sanatı. Ankara: İmge Kitabevi.
Fischer E. (1968). Sanatın Gerçekliği. Çev.: C. Çapan. İstanbul: De Yayınları.
Geçtan, E. (1993). Varoluş ve Psikiyatri. İstanbul: Remzi Kitabevi.
İnce, Ö. (1995). Yazınsal Söylem Üzerine. İstanbul: Can Yayınları.
İnce, Ö. (2002). Tabula Rasa. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.
Jauss, H. R. (1973). Literaturgeschichte als Provokation. Frankfurt: W. Fink Verlag.
Moran, B. (1998). Türk Romanlarına Eleştirel Bir Bakış 3. İstanbul: İletişim
Yayınları.
Lucaks, G. (1978). Estetik. Çev.: A. Cemal. İstanbul: Payel Yayınları.
Özbek, Y. (1996). Okumak, Anlamak, Yorumlamak. Ankara: Gündoğan Yayınları.
Özdemir, E. (2002). Eleştirel Okuma. İstanbul: Bilgi Yayınları.
Paz, O. (1993). Modern İnsan ve Edebiyat. Çev.: T. Ilgaz. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Sarı, A. (2020). Edebiyat ve Toplum. Sosyoloji Divanı 8(16): 325-329.
Sartre, J. P. (1982). Edebiyat Nedir? Çev.: B. Onaran. İstanbul: Payel Yayınevi.
Uygur, N. (1985). İnsan Açısından Edebiyat. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Iser, W. (1988). Lesevorgang. Hrsg.: R. Warning. Rezeptionsasthetik. München:
Uni Taschenbücher, Wilhelm Fink Verlag.
Zıllıoğlu, M. (1993). İletişim Nedir? İstanbul: Cem Yayınevi.
ENTEGRASYON, ASİMİLASYON
ÇERÇEVESİNDE ONİKİ GRAM MUTLULUK
HİKAYELERİ1
1
ÖZBER CAN2
values. After all, people are people everywhere but the values are unique.
Keywords: Zaimoğlu, integration, assimilation, othering, alienation.
Giriş
Toplumlar neredeyse insanlık tarihi kadar eski geçmişi olan göçe maruz
kalmalarıyla birlikte uyum (Entegration) ve asimilasyon (Asimilation)
arasında kimlik-değer yargılarıyla yozlaşmaya başlar. Entegrasyon, içinde
yaşanan toplumun hukuk ve yasalarına hatta kültürüne müdahalede
bulunmama, asimilasyon ise onlara ve yaşam tarzına uyarak zaman kültürel
kimlikten uzaklaşmayı getirir. Ancak entegrasyon, bir bütünün parçaları
arasındaki uygunluk, ahenk (Haksever, 2014) anlamına gelse de sosyolog
Friedrich Heckmann’a göre, yeni bir toplumsal grubun mevcut sosyal
yapılar ile topluma kazandırılmaları, ayrıca bu süreçte nasıl ve ne şekilde
hazırdaki grubun sosyo-ekonomik, yasal ve kültürel ilişkilerine dahil
edileceği (Haksever, 2014) yaklaşımıyla genişler. Dolayısıyla göçmenler
başka kültürlerin içerisinde hem kendi değerlerini korumak hem de
yeni toplumla bir arada yaşamak istediklerinde bunu sağlayabilmek için
entegrasyonun bir yol olarak (Bilgin, 2007) izlenmesi beklenir. Ne var
ki kimlik, kültürleşme, sosyo-ekonomik gereklilik kuşaklar ilerledikçe
dönüşmeye başlarsa, Almanya örneğinde görüldüğü gibi benliği sürdürme
düzeyi düşer. Entegrasyondan asimilasyona yaklaşan bu anlayış, doğal
sürecin sonucu olmaktan çok Alman hükümetinin uyguladığı yasal ve
politik düzenlemelere dayanır. H. Demirağ ve C. Kalkışım’in ifadeleriyle;
Almanya’nın genç nüfusa ihtiyacı vardır ve üçüncü kuşak Türk
göçmenleri geleceğe yönelik bir potansiyel olarak görmektedir (Demirağ
ve Kalkışım, 2018). Türklerin üçüncü kuşakla birlikte evrilmesi politikası
güdüldüğünü ileri süren benzer bir görüş, durumun ciddiyetini şöyle
vurgular: Almanya’nın ileride yaşayacağı genç nüfus sıkıntısını düşünerek
bu kuşağı kendisine bir potansiyel olarak görmektedir. Bu yüzden de bu
kuşağı tıpkı bir Alman gibi yetiştirmek istemiştir. Entegrasyon çalışmaları
bu kuşakta daha ileriye giderek asimilasyona dönüşmüştür (Şahin, 2012).
Almanya’da doğmuş, büyümüş, Alman okullarında eğitim-öğretim almış
olan yeni kuşağın Türkçeden çok daha aktif Almanca konuşabilmesi,
Alman kültürüne yakınlık duyması doğal karşılansa da asimilasyon
kimlik değişiminin en ciddi adımıdır. Dil, örf, adet, gelenek, değer, tutum
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
318
Sorun – Gerekçe
Almanya’ya ekonomik kaygıyla göçen Türkler güven ve dayanışma
umuduyla önce banliyölerde, şehir yakınlarında yaşamaya yönelir. Çoğu
fabrika konutlarına yerleşmiş olsa da yabancı (Ausländer) etiketini daha
baştan yemiştir. İlk kuşaktan dördüncü kuşağa onların karşılaştığı sorunlar
fazlaca tartışılmış, edebi eserlere taşınarak öneriler sunulmuştur. Ne var ki
siyasi iradeler uyum süreçleri üzerine çözüm üretememiştir. Stefan Zweig,
anlayıştaki ayrıcalığı ve kastı geçmişle ilişkilendirir. Ona göre, ‘Garp,
Ayasofya’nın kubbesinden düşen haçın gürültüsüyle uyanmış’ ama sekiz
ayrı seferde Haçlı Orduları marifeti boşa çıkınca, sindiremediği kimlik ve
inancı Türk-İslâm bağıyla karşısında bulmuştur. Savaşı sonrası karşılaşılan
harabenin, yıkımın izlerini silmeyi ve gelişme ivmesini daha çok Türklere
borçlu olan sadece Almanya değil, bütün Avrupa’dır. Göçün geleceğe
yönelik sosyolojik etkileri üzerinde plân ve program hazırlamaksızın
doğrudan iş gücü talep etmeleri de önemli bir hatadır. Türklerin zamanla
yoğun yabancı nüfusu oluşturması, ulus-ötesi bağlar kurması, kimlik ve
değer sorunlarıyla çoğalmış; sosyal haklarla kalıcı hale gelen göçmenlik,
ülke ve toplumla bütünleşmeyi gerektirmiştir. Ancak iletişim sorununu
aştığı, öğretim düzeyini yükselttiği, kamuya ve siyasete katılarak Alman
toplumu ve kültürüne önemli ölçüde uyum sağladığı halde Türkler
‘sosyal refah düzeyini düşürdüğü’ hatta Batıda öz kültürünü yaşayarak
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
320
Yöntem ve Metodoloji
Makalemiz nicel ve nitel veri toplama yöntemiyle yürütülmeye,
hikayeler ve karakterleriyle entegrasyon, asimilasyon, ötekileştirme
anlayışı olarak ortaya konmaya çalışılacaktır. Yabancı içinde yaşadığı
toplumun hayat akışına uymuş, çoğu yargıya cevap verememiş, değerlerin
sözde kalmasına içlenmiştir. Kendi hikayesinin kahramanı olmak istemese
de çözüm önerilerinin bir türlü ortaya konmaması yabancıyı kıyıda
bırakmış, o da ev sahibinden kültürel değerleri ve ruhsal değişimlerini
anlamasını beklemiştir.
Birkaç kalp atışından sonra, bu benim yabancı adamımdı” (s. 34, 38) Hayatı
beklentiye, çıkara göre yaşama, bireysel yaşama arzusu davranışlarla
birlikte sıradanlaşmıştır. Libidoökonomie (Libido Ekonomisi) bir eğlence
mekânında geçer. Burada hayat müdavimlerin beğeni ve memnuniyetiyle
kendine özgü seyreder. Kadınlar gibi erkekler de giyim kuşamlarıyla
etkileyici olmaya özenir. Takma adlar çekiciliği artırırken, yarı giyimli
ve makyajlı kadınlar salonu hareketlendirmektedir. “Lapis lazuli gözleri,
bedeni yarı gizli yarı görünür halde mermer sütunlar arasında dans
ediyor… Ve sonra onu görüyorum, dans ediyor, mermer sütunlar arasında
bedeni yarı gizli, yarı görünür” (s. 39, 65). Dişilik gösterileri, kadeh
servisleri, mentollü sigaralar, parfümler, geyik muhabbetleri hep para ve
aşk üzerinedir. Loş salonun efendileri fedailer, gözdesi kadınlar, bekleneni
paralı eğlence tutkunlarıdır. Onlar için güncel yaşamın atıllığından kaçıp
kurtulmak, küçük mutlulukları kovalama arzusu (Persch, 2004) önemlidir
ki yeni maceralar yaşayabilsinler.
Orta yaş sendromu yaşayan gencin dul bir kadınla yaşadığı deneyimi
işleyen Götzenliebe (Emsalsiz Aşk) iki yabancının iletişimini ve sonrasını
anlatır. Komşusunun rahat giyinip soyunmasını izleyen genç adam,
ona izin verildiği ölçüde yaklaşabilecektir. “Anlaşmaya uymuyorsunuz.
Beni bunaltıyorsun. Bana onunla dalga geçip geçmediğimi soruyor ve
eğer öyleyse acele etmeliyim. Çok çekici kokuyorsun… Maalesef bugün
reddetmek zorundayım” (s. 70-71, 74-75). Feindes Zahn (Düşmanın Dişi)
tecavüze uğrayan bir kadının eşi anlatmaktadır. “Tecavüzden bu yana on
gün geçti… gırtlağına bıçak dayamışlar… Adi herifler karımı kirlettiler…
Domuz herifler benim güzelimi kirlettiler” (s. 76-78) Alkol ve uyuşturucu
bağımlılarının acımasızlığı sonlanmadığı için karşılık bulmaya hatta öç
almaya dönüşecektir. Mağdurun, “O pisliği ortadan kaldıracağım’ …adi
herifler fiziksel olarak bu olaydan yırtıyorsa, ben nasıl bir adamım? Karım
perişan durumda” (s. 83) sözleri, ruhsal yıkımın dışa vurumu olarak
okunabilir. Gottesanrufung (Tanrı’nın Çağrısı) iki bölümden oluşur. İlk
bölüm, başörtülü yeğene aşk mektubu yazan bir arkadaşının sözleriyle
oluşurken, ikinci bölüm dine sonradan eğilim gösteren kadının geçmişini
(Die Tageszeitung, 25.03.2004) anlatır. Birbirini bütünleyen hikayeler
gelenek, görenek, aile onayıyla yapılan evlilikler ve anlayış değişimiyle
eklenir. “…konuşan bir kadının dudaklarına değil, gözlerine bakılır…
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
325
…kuzenim namuslı bir kız… …bakışların iliğime işledi” (s. 84, 87, 90).
Liseden mezun olduktan sonra arkadaşıyla yaşadığı aşkı, “Hayatında tek
Türk kadın benim değil mi?” (s. 99) sorusuyla tanımaya çalışsa da saf
arzusuna bir kızı daha yenik düşmüştür.
Antikacıdan satın almaya çalıştığı halının üzerine bir zifaf gecesi
çarşafının (Hochzeitslaken) açılmasıyla şaşkına dönen yabancı, Häute
(Tenler) hikayesinde kültürel ayrıcalıkları anlamada zorlanır. Efsaneler
ve antik ürünler arasında kurulan bağ, hemen her şeyi daha değerli
kılmaktadır. Satıcı kadının vücudundaki dövme sembollerin anlamları,
söz konusu çarşaf için 100 Dolar istemesi kadar şaşırtıcıdır. Sohbet,
kızların evlilik sonrasında eşlerinin soyadını alması, aile bağlarını kültür
ve inancın güçlendirmesiyle, değerlerin alınıp satılamayacağı ile genişler.
Antikacı kadınla bir kızın olgunluk düzeyine ulaşıncaya kadar işe
yaramaz, adeta çiğnenmiş bir sakız parçası olarak tükürülmeyi bekliyor
(Zaimoglu, 2005) görülmesi, yazarın eleştirisine takılır. Gottes Krieger
(Tanrı’nın Savaşçısı), Tenler hikayesiyle konu benzerliği gösterir. Yerleştiği
pansiyon çevresinde katı, kültleşmiş inançlar sezen yabancı, gazete
okuyarak, insanları tanıyarak zaman geçirmeye ve karşılıklı yargılardan
kurtulmayı dener. “Batılıların bizim hakkımızda kötü bir imajı var. Vaizin
talimatlarına uysaydım kırmızı, kırmızı renkli, kırmızı yansıyan şeyleri
kullanmamalıydım ya da takmamalıydım. Kızların bir ışığın etrafındaki
güveler gibi erkeklerin etrafında vızıldadığına tanık olmak” (s. 124, 126)
Rahat bluzlar giyen, bölgeye gelen yabancıların yaşantılarını yakından
gözleyen işletmeci kadın da, “Ben yozlaşmış bir kozmatik çocuğu
değilim…” (s. 128, 133) benzeri cümlelerle kült yanılgılardan doğan
bağnazlığa karşı çıkmaktadır.
Der Kranich auf dem Kiesel in der Pfütze (Bataklıkta, Çakılın Üzerinde
Turna) hikayesi, başlığı itibariyle yabancının çıkmazına yönelik bir
göndermedir. Onun içinde bulunduğu konumu, çevresiyle iletişimi ve
polisle görüşmelerini tabutta mezara taşınıyormuş gibi öyküler. “İyi bir
Müslümanım… yalnızca midem, kafam ve dizlerim sapkın… mutlaka
bir siyahi ile uyumak istiyorum, siyahi renk belki solar ve bana uyan
güneş bronzluğumu bulurum” (s. 162, 164) sözleri hem kendi arafını
hem de hayatı seyrine göre çıkarcı yaşamayı tanımlar. Hayata dair
beklentinin kalmaması, mavi gözlü kadın ve iç sorgulamalarla ikilem
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
326
Sonuç ve Öneriler
Göçmenlerin karşılaştığı zorluklar, göçmen(LİK) oluşumunun
nedenleriyle başlamış olsa da hareketlilik bugün ne sonlanmış ne de ona
bağlı sorunlar azalmıştır. Ayrıca göçmen karşıtlığının yabancı düşmanlığı
üretmeye başlamasıyla sorunlar katmanlaşmış, yürütülen tartışmalar
havada kalmıştır. Göçmenliğin kalıcı nitelik kazanmasıyla da öz değerler
ya marjinal bir boyut kazanmış ya da yozlaşma artmıştır. Yabancı,
baş edemediği sorunlar arasında iki kültürü karşılaştırarak isteklerini
kovalamaya yönelmiştir. Belirsizliğe gittiğinin farkında olsa da an’dan
payına düşeni kaçırmak istememiş, iletişim ve duygu yoksunluğunu küçük
mutluluklarla giderebileceğini düşünmüştür. Öncesinde etnik bakımdan
farklılaşmış bir toplum yapısı inşa etmek amacıyla yola çıkılmamışsa
da politik uygulamalar ve toplumsal ilişkiler, farklı ulusal kimlikler
ve etnik azınlıkların oluşumunu (Aksoy, 2010) getirmiş, yabancı hep
benimsenmeyi beklemiştir. Almanya örneğinde incelendiği gibi Türkler
umduğunu bulamadığı gibi tartışmaya açık bir entegrasyon politikasıyla
karşılaşmıştır. ‘Çözümü kendin bul!’ ile çoğalan sorunların romantik bir
dille anlatıcıların sözlerine sinmesi, Türklerin adaptasyon/entegrasyon
sorunu olmaktan ziyade, göçmenlerin ‘dil ve kültürel farklılıklar’
yüzünden doğrudan ‘problem’ olarak görülmelerinin (Adıgüzel, 2011) bir
sonucudur. Ki hiç istenmediği halde doğan marjinalleşme dahi bir dizi
kuralsızlığa rağmen keyfi değildir. Bu olumsuz gelişmelerin temel nedeni
şöyle özetlenir:
Marjinal konuma itilen gençler eğitim ve iş bulma konusunda karşılaştıkları
ayrımcılık ve dışlanmayı kabullenememektedir. Toplumun baskın kültürünün
yanında kendi kültüründen de ayrılarak alt-kültürler oluşturmakta, bu da
kültür çatışmalarında belirleyici etken rol oynamaktadır. Marjinal gençlerin
bir yandan çok yönlü sorunların sahibi olması, diğer yandan bir alt-kültür
olarak görülmeleri onların kural dışı davranışlarının nedenidir (Bedirhan,
2009; Canatan, 1990).
Entegrasyon politikasının kimliklerin geçen yıllar içinde farklı
biçimlerde değişim gösterdiğini bugüne kadar anlayamadığı (Unat,
2015) halde yeni kuşakların yasal olarak gelişen çift kimlik anlayışı, hem
Berlin/Kreuzbergli hem de İstanbul/Fatihli olmayı andırmaktadır. Alman
politikacıların entegrasyon tartışmalarını ağırdan alması, meselenin
Türkler için önemini gölgeleyememektedir. Daha geniş bir ifadeyle: “Bu
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
329
KAYNAKLAR
Adıgüzel, Y. (2011). Almanya’da Kültürel Çatışma Alanı Olarak Türkçe. Sosyoloji
Dergisi 22(3): 231–251.
Alba, R. and Nee, V. (2003). Remaking the American mainstream: Assimilation and
the New Immigration. Cambridge: Harvard University Press.
Akhtar, S. (2018). Göç ve Kimlik – Kargaşa, Sağaltım ve Dönüşüm. İstanbul: Sfenks
Kitap.
Aksoy, E. (2010). Almanya’da Yaşayan Üçüncü Kuşak Türk Öğrencilerin Kimlik
Algılamaları ve Buna Bağlı Olarak Karşılaştıkları Ayrımcılık Sorunları.
Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi 12: 7–38.
Ayazlar, G. ve Ayazlar, R. A. (2016). Yerel Halkın Turizmin Etkilerine Yönelik
Tutumunda Aidiyet Duygusu ve Yaşam Tatmininin Rolü. Atatürk Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 4(20): 1451-1470.
Bedirhan, Y. (2009). Avrupa Birliği Ülkelerinde Yaşayan Türk Çocuklarının
Kültürel Uyum Sorunları ve Çözüm Önerileri, Akademik Bakış 16: 1–7.
Berry, J. W. (2001). A Psychology of Immigration. Journal of Social Issues 57: 615-
631.
Bilgin, N. (2007). Kimlik İnşası. İzmir: Aşina Kitaplar.
Brunner, E. M. (2004). Migration ist eine Hinreise. Es gibt kein Zuhause, zu dem
man zurück kann. Hrsg.: M. Durzak und N. Kuruyazıcı. Die andere Deutsche
Literatur. İstanbul Vorträge. Würzburg: Königshausen & Neumann GmbH.
Can, Ö. (2007). Feridun Zaimoğlu’nun Leinwand (Perde) ve Zwölf Gramm Glück
(Oniki Gram Mutluluk) Adlı Eserlerinde Sözdizimsel ve Anlamsal Öncelemeler,
Anadolu Üniversitesi-Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora
Tezi.
Çetin, C. ve Şenoğlu, R. G. (2021). Entegrasyon Kavramı ve Almanya’daki Türk
Diyasporasının Klasik Asimilasyon Teorisi Çerçevesinde Analizi. Göç
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
331
Dergiler-Gazeteler
AUDI MAX-Die Hochschulzeitscnrift, Nürnberg, 15. Jahrgang, 07.08.2002.
Die Tageszeitung, 25.03.2004.
Der Spiegel, Nr. 47, 20.11.2000.
Erker, Nr. 47, 2004.
Feiletton, 16.04.2004.
Göç Terimleri Sözlüğü (2009). Cenevre: IOM (Uluslararası Göç Örgütü).
Münchner Merkur, 21.04.2004.
ANNE FRANK’IN GÜNLÜĞÜ’NDE İNSANLIK
AYIBI: YAHUDİ KATLİAMI
SÜREYYA İLKILIÇ1
ÖZET: İnsanlık tarihinde daha önce hiç görülmemiş bir şekilde Adolf
Hitler yönetimindeki Nazi Almanya’sında (1933-1945) planlı ve sistematik
olarak altı milyondan fazla Yahudi öldürüldü. II. Dünya Savaşı esnasında
Nasyonal Sosyalistlerin Yahudi sorununa nihai çözüm –Endlösung der
Judenfrage kapsamında gerçekleştirilen bu katliamda Avrupa’da bulunan
Yahudilerin üçte ikisi yok edildi. Yahudi karşıtlığı ile bilinen Nazi
güçlerinin başa geçmesi ile birlikte Yahudilerin bir kısmı Almanya’yı terk
ederken bir kısmı da saklanarak hayatta kalmaya çalıştılar.
Almanya’nın Frankfurt am Main şehrinde 1929 yılında dünyaya
gelen Yahudi kökenli Anne Frank, 1933’te Nazi hükümetinin yönetimi
devir almasından sonra Yahudilere uygulanan baskı neticesinde ailesi
ile birlikte henüz dört yaşında iken Hollanda’nın Amsterdam kentine
yerleşti. 1940’da Nazilerin Hollanda’yı işgal etmesi ile birlikte Yahudilere
karşı yapılan zulümlerin artması sonrasında Anne Frank, ailesi ve dört
kişi daha toplamda sekiz kişi, bir şirket binasının Das Hinterhaus – Arka
ev adı verilen gizli bölümünde 1942-1944 yılları arasında saklandılar.
Ancak Alman gizli polisi Gestapo’nun 1944 yılında ihbar üzerine yaptığı
baskında yakalanıp tutuklanarak toplama kamplarına gönderilen Anne
Frank, 1945 yılının muhtemelen şubat ayında Bergen – Belsen’de açlık,
soğuk ve salgın hastalık neticesinde hayatını kaybetti.
Anne Frank, Arka Ev adındaki gizli bölmede kaldığı iki sene zarfında
yazmış olduğu Günlüğünde, yaşadıkları günlük olayları, ümitleri,
korkuları ve tarihleri ile birlikte 2. Dünya savaşı, Nazilerin Yahudilere
Giriş
“Her şeye rağmen hala insandaki içsel iyiliğe inanıyorum”2. Anne
Frank bu cümleyi 15 Temmuz 1944 tarihinde saklı oldukları yerde
ihbar edilip Nazi gizli polisi Gestapo tarafından yakalanarak toplama
kamplarına gönderilmelerinden yaklaşık olarak iki hafta önce yazıyor
günlüğüne. Saklandıkları iki senelik dönem zarfında geleceğe devamlı
umutla bakan Anne Frank, 4 Ağustos 1944 tarihinde yerleri tespit edilip
toplama kampına gönderildikten 5-6 ay sonra, yaşadıkları açlık, soğuk
ve salgın hastalıklar neticesinde ablasını da kaybedince artık yaşamak
istemediğini belirtmiş ve kısa bir süre sonra kendisi de vefat etmiştir.
Tarih boyunca Yahudi halkına karşı süregelen düşmanlık ve yapılan
zulüm, 1933 yılında Adolf Hitler liderliğindeki Nazi Partisinin yönetimi
devir almasından sonra devlet desteği ile özellikle II. Dünya Savaşı
sırasında zirveye ulaştı. Holocost, 1933-1945 yılları arasında Hitlerin
öncülüğü ve desteği ile Nazi komutanlarının planlı ve sistemli bir şekilde
Yahudileri yok etmeye yönelik gerçekleştirdikleri zulüm ve katliamı3 ifade
etmektedir. Ancak Nasyonal Sosyalistlerin “Yahudi sorununa nihai çözüm
–Endlösung der Judenfrage” kapsamında gerçekleştirdikleri ve aslında
temiz, asil (ari) Alman ırkı oluşturmayı hedefleyen planlarında4 sadece
Yahudiler değil, Alman toplumu için tehdit oluşturduğu düşünülen ve
Nazi hükümetine göre değersiz ve yaşaması gereksiz addedilen (Romanlar,
yaşlılar, hasta ve engelli kişiler, homoseksüeller gibi) milyonlarca kişi
toplama kampları ve öldürme merkezlerinde katledildi.5
2 “Trotzdem halte ich an ihnen fest, trotz allem, weil ich noch immer an
das innere Gute im Menschen glaube” (Frank, 2007: 209). Bu çalışmada
Almancadan Türkçeye tercüme edilen metinler, çalışmanın yazarına aittir.
3 “größten und bestorganisierten Massenmord[s] aller Zeiten” (Schnabel, 2021:
277). (Tüm zamanların en büyük ve en iyi organize edilmiş toplu katliamı).
4 Hitler ve Nazi komutanlarının ari (saf) Alman ırkı oluşturmaya yönelik
gerçekleştirdikleri plan ve bu plan sürecinde yapılan tıbbi deney ve girişimler
hakkında bilgi için: Kümmel, W. F. (2023). Tıp ve Nasyonalsosyalizm, Tercüme:
Süreyya İlkılıç, Betim: İstanbul.
5 Nazi rejiminin, başta Almanya’da olmak üzere Almanya dışında ele geçirdikleri
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
336
Anne Frank
Anne Frank (Anneliese Marie Frank) 12 Haziran 1929’da Almanya’nın
Frankfurt am Main şehrinde Yahudi bir tüccarın ikinci kızı olarak
dünyaya geldi. 1933 yılında Adolf Hitler başkanlığındaki Nasyonal
Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin6 (kısa adı ile Nazi Partisi) yönetime
geçmesi ile Anne Frank’ın babasının -Otto Heinrich Frank- Yahudi
olmasından dolayı yakalanma ihtimali olduğu için tüm aile Hollanda’nın
Amsterdam şehrine göç etti. Göç ettikleri yeni yere kısa sürede adapte
olup normal günlük faaliyetlerine devam eden Anne Frank ve ailesi için,
1940 yılında Almanların Hollanda’yı ele geçirmesi ile zorlu günler tekrar
başladı. 1942’de Alman gizli polisine (Gestapo) yakalanmamak için Frank
ailesi, Anne’nin babası Otto Frank’ın firmasının bulunduğu iş yerinin gizli
bölümünde - Prinsengracht 263 - saklanmaya başladılar7. Anne Frank
ve ailesinin gizli bölmede saklanmalarındaki en önemli nedenlerden
biri. Anne Frank’tan üç yaş büyük olan ablası Margot’un çalışması için
15 “Das Einzige, was mich ablenkt, ist Lernen, und das tue ich viel” (Frank, 2007:
139). (Beni avutan tek şey, öğrenmek, bunu (da) çok yapıyorum).
16 “Ich will fortleben, auch nach meinem Tod. Und darum bin ich Gott so
dankbar, dass er mir bei meiner Geburt schon eine Möglichkeit mitgegeben
hat, mich zu entwickeln und zu schreiben, also alles auszudrücken, was in
mir ist. Mit Schreiben werde ich alles los. Mein Kummer verschwindet, mein
Mut lebt wieder auf. Aber, und das ist die große Frage, werde ich jemals etwas
Großes schreiben können, werde ich jemals Journalistin und Schriftstellerin
werden?” (Frank, 2007: 238)
17 Frankfurt am Main’da bir banka sahibinin oğlu olan Anne Frank’ın babası
Otto Frank (1889-1980), Heidelberg Üniversitesinde bir süre Sanat Tarihi
okuduktan sonra Amerika’da farklı bankalarda staj yapar. Babasının ani
ölümünden sonra Almanya’ya dönen Otto Frank, annesine aile şirketinin
yönetiminde yardımcı olur. Holocosttan kurtulduğunda 52 kilo olan Otto
Frank 19 Ağustos 1980 yılında vefat etmiştir. (Heimsath, 2013: 103; https://
www.annefrank.org/de/anne-frank/die-hauptpersonen/otto-frank/); https://
www.youtube.com/watch?v=yI2zxwRj_gU
18 “Wir (haben) zum Frühstück nur zwei Löffel Brei bekommen, denen die Mägen
knurren vor Hunger, die wir tagein, tagaus nichts bekommen als halbrohen
Spinat (wegen der Vitamine) und angefaulte Kartoffeln, die wir in unseren
leeren Magen nichts anderes als Salat, Kochsalat, Spinat und noch mal Spinat
stopfen. (...) Und das sind die Enkelinnen eines bekannten Millionärs! Es geht
schon verrückt zu in der Welt!” (Frank, 2007: 274) (Kahvaltıda sadece iki kaşık
lapa yedik, midelerimiz açlıktan gurulduyor, her gün yarı pişmiş (vitaminler
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
341
weder in ihrem eigenen Garten noch bei Bekannten sitzen; Juden dürfen nicht
zu Christen ins Haus kommen; Juden müssen auf jüdische Schulen gehen und
dergleichen mehr. So ging unser Leben weiter, und wir durften dies nicht und
das nicht. Jacque sagt immer zu mir: »Ich traue mich nichts mehr zu machen,
ich habe Angst, dass es nicht erlaubt ist” (Frank, 2007: 21).
20 Alman polisi, toplumda saygınlığı olan Yahudilerin ileri gelenlerini hiç
suçları olmadığı halde sanki sabotaj yapmışlar gibi gösterip tutukluyorlardı.
Yahudilerin toplama kamplarına gönderilmesinde bu metot yaygın olarak
uygulanıyordu (Frank, 2007: 65).
21 “Die Arbeiter, die früh zu ihrer Arbeit gingen, schauten uns mitleidig nach. In
ihren Gesichtern war deutlich das Bedauern zu lesen, dass sie uns keinerlei
Fahrzeug anbieten konnten. Der auffallende gelbe Stern sprach für sich selbst”
(Frank, 2007: 34). (Erken işlerine giden işçiler bize acıyarak bakıyorlardı. Bize
hiçbir şekilde araç (imkanı) sunamadıkları için yüzlerindeki üzüntü açıkça
okunuyordu. Göze çarpan sarı yıldız (zaten) her şeyi söylüyordu).
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
343
“Zavallı yaşlı kadın öyle korkuyordu ki (...) Buna rağmen Miep onu eve
almaya çekinmişti, bunu kimse yapmazdı. Alman Beyler cezalarında
(çok) acımasızlar”22. Çocuk yaştaki Anne Frank, duyduklarına bir anlam
veremiyordu: “Burada dünya tersine dönmüş (tepesi taklak) durumda.
En doğru düzgün insanlar toplama kamplarına, cezaevlerine ve yalnız
hücrelere gönderiliyorlar, ve en aşağılık olanlar genci, yaşlıyı, fakiri ve
zengini yönetiyorlar”23.
Anne Frank’ın gizli bölmede dışarısı ile ilgili en büyük haber
kaynaklarından biri onlara yardım edenlerdi. Bu haberler Anne için
son derece üzücü ve iç karartıcıydı. Miep’in anlattıkları doğrultusunda
9 Ekim 1942 tarihinde Anne Frank, Gestapo elinde her türlü hakarete
maruz kalan Yahudilerin toplanarak öküz arabalarına doldurulduğunu,
Drente’nin en büyük kampı olan Westerbrook’a götürüldüğünü not eder.
Westerbrook’tan kaçabilen bir Yahudi’nin anlattığına göre korkunç bir yer
olan bu toplama kampında yüz kişi için tek bir yıkanma yeri ve bir iki
adet tuvalet bulunmaktaydı. Yiyecek ve içecek yoktu. Kadın erkek, çoluk
çocuk herkes aynı yerde yatmakta, tecavüzler nedeniyle pek çok kadın ve
kız hamile kalmaktaydı. Buradan kaçmak mümkün değildi, çünkü zaten
saçları kazınmış ve damgalı olduğu için hemen yakalanıyorlardı. Ölümün
aslında bu şartlarda bir nevi kurtuluş olduğunu düşünen Anne Frank, gaz
vererek öldürülmenin muhtemelen en kestirme ölüm olduğunu yazar24.
22 Die arme Alte hatte solche Angst (...) Trotzdem wagte Miep nicht, sie ins
Haus zu holen, das würde niemand tun. Die Herren Deutschen sind nicht
zimperlich mit ihren Strafen” (Frank, 2007: 65).
23 “Die Welt steht hier auf dem Kopf. Die anständigsten Menschen werden in
Konzentrationslager, Gefängnisse und einsame Zellen geschickt, und der
Abschaum regiert über Jung und Alt, Arm und Reich” (Frank, 2007: 285).
24 “Nichts als traurige und deprimierende Nachrichten habe ich heute. Unsere
jüdischen Bekannten werden gleich gruppenweise festgenommen. Die
Gestapo geht nicht im geringsten zart mit diesen Menschen um. Sie werden
in Viehwagen nach Westerbork gebracht, dem großen Judenlager in Drente.
Miep hat von jemandem erzählt, der aus Westerbork geflohen ist. Es muss dort
schrecklich sein. Die Menschen bekommen fast nichts zu essen, geschweige
denn zu trinken. Sie haben nur eine Stunde pro Tag Wasser und ein Klo
und ein Waschbecken für ein paar tausend Menschen. Schlafen tun sie alle
durcheinander, Männer und Frauen, und die letzteren und Kinder bekommen
oft die Haare abgeschoren. Fliehen ist fast unmöglich. Die Menschen sind
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
344
gebrandmarkt durch ihre kahl geschorenen Köpfe und viele auch durch ihr
jüdisches Aussehen Wir nehmen an, dass die meisten Menschen ermordet
werden. Der englische Sender spricht von Vergasungen, vielleicht ist das noch
die schnellste Methode zu sterben” (Frank, 2007: 64).
25 “Alle Juden müssen bis zum 1. Juli die germanischen Länder verlassen haben.
Vom 1. April bis 1. Mai wird die Provinz Utrecht gesäubert (als wären es
Kakerlaken!), vom 1. Mai bis 1. Juni die Provinzen Nord und Südholland.«
Wie eine Herde armes, krankes und verwahrlostes Vieh werden die armen
Menschen zu ihren schmutzigen Schlachtplätzen geführt” (Frank, 2007: 100).
26 “Abend für Abend fahren die grünen oder grauen Militärfahrzeuge vorbei, und
an jeder Tür wird geklingelt und gefragt, ob da auch Juden wohnen. Wenn
ja, muss die ganze Familie sofort mit, wenn nicht, gehen sie weiter. Niemand
kann seinem Schicksal entkommen, wenn er sich nicht versteckt. Sie gehen
auch oft mit Listen herum und klingeln nur dort, wo sie wissen, dass sie eine
reiche Beute finden. Kopfgeld wird oft bezahlt, pro Kopf so und so viel. Es ist
wirklich wie bei den Sklavenjagden, die es früher gab” (Frank, 2007: 78).
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
345
29 “Wir sind sehr stark daran erinnert worden, dass wir gefesselte Juden sind,
gefesselt an einen Fleck, ohne Rechte, aber mit Tausenden von Pflichten.
Wir Juden dürfen nicht unseren Gefühlen folgen, müssen mutig und stark
sein, müssen alle Beschwerlichkeiten auf uns nehmen und nicht murren,
müssen tun, was in unserer Macht liegt, und auf Gott vertrauen. Einmal wird
dieser schreckliche Krieg doch vorbeigehen, einmal werden wir doch wieder
Menschen und nicht nur Juden sein! (...) Es ist ein Wunder, dass ich nicht alle
Erwartungen aufgegeben habe, denn sie scheinen absurd und unausführbar.
Trotzdem halte ich an ihnen fest, trotz allem, weil ich noch immer an das
innere Gute im Menschen glaube” (Frank, 2007: 248, 309).
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
347
30 https://www.annefrank.org/de/timeline/77/deutsche-offiziere-veruben-ein-
attentat-auf-hitler/
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
348
gören arkadaşı Hannah31, onu şöyle anlatır: “Bu tanıdığım Anne değildi.
Yıkılmış bir kızdı. Ben de belki öyleydim, ama o korkunçtu. Hemen
ağlamaya başladı ve bana (şunları) anlattı: “Artık ebeveynim yok. Annem
öldü.” (...) Burada yemek için hiçbir şeyimiz yok, (...) ve donuyoruz, hiç
giysimiz yok, ve ben çok zayıfım, ve saçlarımı kazıdılar”32.Bergen-Belsen’de
ağır hastalarla ilgilenen ve hemşire olarak görev yapan Hollandalı Yahudi
Lin Jaldati’nin anlattığına göre ablası Margot’un ölümünden sonra Anne
Frank artık yaşamak istemediğini söylemiş ve kısa bir süre sonra kendisi
de vefat etmiştir.33
Sonuç
Anne Frank henüz 15 yaşında iken Bergen-Belsen toplama kampında
Yahudilere karşı yürütülen soykırım planı çerçevesinde açlık, soğuk
ve hastalık sonucunda öldü(rüldü). Anne Frank günlüğünde, hayatı
ve yaşamayı sevdiğini, geleceğe umutla baktığını, ileride başarılı (ünlü)
bir yazar olarak değerli şeyler yazmak ve eserleri ile öldükten sonra da
yaşamak istediğini belirtmekteydi. Anne’nin öldükten sonra kendisinin
tahmin edemeyeceği kadar bir üne kavuştuğu ve günlüğü sayesinde Yahudi
zulmünün sembolü haline geldiği aşikardır. Ancak toplama kampındaki
KAYNAKLAR
Frank, A. (2007). Anne Frank - Tagebuch. Hollandacadan Çev.: M. Pressler.
Frankfurt am Main: Fischer Verlag.
Focus (2009). Anne-Frank-Tagebuch „Ein pädagogischer Glücksfall“, www.focus.
de/familie/schule/paedagogik/ein-paedagogischer-gluecksfall-anne-frank-
tagebuch_id_1745000 .html (Erişim Tarihi: 10.09.2023).
Ingermann, L. (2022). Literarische Ausgestaltung historischer Dokumente. Die
Funktion der Erzählebenen in der Comic-Adaption das Tagebuch der Anne
Frank von Ari Folman und David Polonsky. Ed.: S. Bernhardt und J. Standke.
Historisches Erzählen in der Gegenwartsliteratur: Positionen der germanistischen
Literaturdidaktik. Bielefeld: Transcript Verlag.
Hering, R. (2013). Önsöz. Ed.: K. Heimsath, K. „Trotz allem glaube ich an das
Gute im Menschen“. Das Tagebuch der Anne Frank und seine Rezeption in der
Bundesrepublik Deutschland. Hamburg: University Press.
Heimsath, K. (2013). „Trotz allem glaube ich an das Gute im Menschen“. Das
Tagebuch der Anne Frank und seine Rezeption in der Bundesrepublik
Deutschland. Hamburg: University Press.
Kluge, N. (2012). Botschaften an die Nachwelt. Was Anne Frank und andere
Jüdinnen in der Nazidiktatur ihrem Tage- oder Erinnerungsbuch anvertrauten.
Frankfurt am Main: Peter Lang.
Kümmel, W. F. (2023). Tıp ve Nasyanalsosyalizm. Çev.: S. İlkılıç. İstanbul: Betim
Yayınları.
34 www.spiegel.de/ausland/ukraine-krieg-wie-juden-in-odessa-ihre-kinder-vor-
putin-in-sicherheit-bringen-nach-deutschland-a-9a6af4ab-e06e-47ce-a355-
289625829d1e.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
350
Peitsch, H. (2021). Reisen nach Auschwitz und Anthologien Letzter Briefe, 1945
– 1975. Eine literarische Beziehungsgeschichte von Antifaschismus in BRD und
DDR. Berlin: De Gruyter.
Schnabel, E. (2021). Anne Frank. Spur eines Kindes. Hrsg.: H. Peitsch. Reisen
nach Auschwitz und Anthologien Letzter Briefe, 1945 – 1975. Eine literarische
Beziehungsgeschichte von Antifaschismus in BRD und DDR. Berlin: De Gruyter.
Schulz, F. (2019). Figures of Memory Das Tagebuch der Anne Frank zwischen
Text und Bild, Wort und Symbol. Jahrbuch der Gesellschaft für Kinder- und
Jugendliteraturforschung (gkjf), www.gkjf.de.
Seifert, M. (1996). Kulturarbeit im Reichsarbeitsdienst. Theorie und Praxis
nationalsozialistischer Kulturpflege im Kontext historisch-politischer,
organisatorischer und ideologischer Einflüsse. Münster: Waxmann Verlag.
www.annefrank.org/de/downloads/filer_public/d5/7e/d57ea667-e559-4511-
a144-323c9834e13d/tt-tekst-du-v02.pdf (Erişim Tarihi: 10.09.2023).
www.annefrank.org/de/anne-frank/vertiefung/hannah-goslar-gott-weiss-alles-
aber-anne-weiss-alles-besser/ (Erişim Tarihi: 10.09.2023).
www.annefrank.org/de/timeline/159/bombardierungen-der-alliierten-auf-
amsterdam/ (Erişim Tarihi: 10.09.2023).
www.annefrank.org/de/timeline/77/deutsche-offiziere-veruben-ein-attentat-auf-
hitler/ (Erişim Tarihi: 10.09.2023).
www.annefrank.org/de/uber-uns/nachrichten-und-presse/news-de/2015/3/31/
anne-franks-letzte-monate/ (Erişim Tarihi: 10.09.2023).
www.annefrank.org/de/anne-frank/die-hauptpersonen/otto-frank/ (Erişim
Tarihi: 10.09.2023).
www1.wdr.de/fernsehen/unterwegs-im-westen/ar-app/ar-hinterhaus-100.html
(Erişim Tarihi: 10.09.2023).
www.spiegel.de/video/zeitzeugen-erzaehlen-zum-80-geburtstag-von-anne-frank-
video-1006989.html (Erişim Tarihi: 10.09.2023).
www.youtube.com/watch?v=yI2zxwRj_gU (Erişim Tarihi: 10.09.2023).
www.spiegel.de/ausland/ukraine-krieg-wie-juden-in-odessa-ihre-kinder-vor-
putin-in-sicherheit-bringen-nach-deutschland-a-9a6af4ab-e06e-47ce-a355-
289625829d1e (Erişim Tarihi: 10.09.2023).
babynyar.org/en (Erişim Tarihi: 10.09.2023).
HEINRICH BÖLL’ÜN ELSA BASKOLEIT’İN
ÖLÜMÜ ADLI ÖYKÜSÜNDE YAKIN OKUMA
YÖNTEMİ BAĞLAMINDA KARAKTER
ÇÖZÜMLEMESİ
ŞENAY KAYĞIN1
ÖZET: Heinrich Böll, büyük bir insanlık dramı yaşanan İkinci
Dünya Savaşı sonrası dönemde kaleme aldığı yapıtlarında ağırlıklı olarak
çocukların fiziksel ve zihinsel sıkıntılarına değinmiştir. Elsa Baskoleit’in
Ölümü adlı metin, baba Baskoleit’ın mizaç ve karakter değişikliğine
yol açan melankolik yapısı etrafında şekillenir. Yazar, öyküyü baba
Baskoleit ve kızı Elsa gibi sıradan insanların gündelik yaşamlarından
hareketle ele alır. Öyküde Baskoleit’in ruhsal durumu yansıtılırken,
kaybedilen çocukluğun hüznü ve acılarına da dikkat çekilir. Söz konusu
öykü, bir babanın kızının ölümünden sonra duyduğu derin üzüntüyü
duyumsatması ve acı çeken bir insanın yaşadığı düş kırıklığını ve yalnızlık
psikolojisini ele alması açısından ilginç bir örnektir. Yakın okuma yöntemi
günümüzde dikkatleri üzerinde toplayan ve özellikle anlaşılması güç olan
metinlerin çözümlenmesi ve anlaşılması noktasında yararlanılan önemli
yöntemlerden biridir. Bu çalışmada Böll’ün Elsa Baskoleit’in Ölümü adlı
öyküsü yakın okuma yöntemi çerçevesinde karakter analizi bağlamında
çözümlenmeye çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Heinrich Böll, yakın okuma yöntemi, karakter
analizi, İkinci Dünya Savaşı, yeni eleştiri kuramı.
Giriş
Heinrich Böll’ün Elsa Baskoleit’in Ölümü adlı öyküsü, anlaşılması güç
bir metin olması açısından metnin incelenmesi noktasında yakın okuma
olanağı sunmaktadır. Yakın okuma yöntemi günümüzde dikkat çeken
ve özellikle anlaşılması güç metinlerin anlaşılmasını ve çözümlenmesini
sağlayan önemli yöntemlerden biridir. Söz konusu yöntem son dönemlerde
önem kazanan özellikle de zor metinleri anlamayı mümkün kılmaktadır.
Bu yöntem, metinde geçen çeşitli görüş ve bilgileri ortaya çıkarmanın yanı
sıra bunları anlayabilmek ve bağlantı kurmak için metne yaklaşmanın
yolunu açar (Lapp, Moss, Grant and Johnson, 2015: 47). Yakın okuma
tıpkı kuşbakışı okuma gibi edebiyat eleştirisi kaynaklı bir kavramdır.
Bu kavram metnin, dilsel ve metinsel özelliklerinin ayrıntılı olarak
incelenmesine dayanır (Şavk, 2018: 203). Kavram, dijital beşerî bilimlerin
edebiyat açısından önemsenen ayrıca da mesafeli/kuşbakışı okuma olarak
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
353
“Grup 47” (“Gruppe 47”)’ye dahil olan ve cephede görev alarak savaşı
bizzat yaşamış Alman yazarlar grubunun önemli temsilcilerinden biridir.
Yaşanan acılarla dünya tarihine büyük bir insanlık dramı olarak kazınan
İkinci Dünya Savaşı, belleklerde yer etmiştir. Böll, Savaş sonrası kuşağı
yazarı olarak yapıtlarında savaşın acımasızlığını göz ardı etmemiştir.
Yazara göre “[i]nsanlığın asıl savaşı, savaş sonrasında sürdürülmektedir”
(Stolz, 2009: 82). Böll’ün yazarlığı ideolojik verilere dayanır. Onun
ideolojik yazma eyleminin temelinde ahlak ve barış izlekleri ön plandadır.
Hemen hemen tüm yazınsal yapıtları ve yazın anlayışı onun ideolojik
yazma edimine göre şekillenmiştir. Yazarın Katolik Kilisesine yönelik
eleştirileri de temelde onun titizlikle değer verdiği insani nedenlerden
kaynaklanmaktadır. Palyaço romanı da kilisenin dayatmalarına karşı
koyan Hans Schnier karakterinin trajedisini içerir (Aytaç, 2001: 24).
Kısa öykü yazarı olarak adından söz ettiren Böll’ün, Palyaço (1963),
Dokuz Buçukta Bilardo (1959) romanları da öyküleri kadar çıkış yaparak
yazarın ünlenmesine katkı sağlamıştır. Âdemoğlu Neredeydin? (1951),
Ve O Hiçbir Şey Demedi (1953), Babasız Evler (1954), İrlanda Güncesi
(1957), Doktor Murke’nin Suskunluk Külliyatı (1958) gibi yapıtları ile
yazarlık serüvenini sürdürür. Yazar, Ve O Hiçbir Şey Demedi (Böll, 1953)
adlı romanında yoksulluk ve zor koşullar içerisinde toplumsal ilişkilerin
birtakım çıkarlar doğrultusunda şekillendiğini ifade eder. Roman, maddi
sıkıntılar çeken aile yaşamı içindeki sorunların irdelendiği konular
çerçevesinde ele alınmıştır.
Sonuç
Bu çalışmada Heinrich Böll’ün Elsa Baskoleit’in Ölümü adlı öyküsünde
‘yakın okuma yöntemi’ çerçevesinde karakter çözümlemesi denemesinde
bulunulmuştur. Öyküde anlatıcının çocukluk anıları ile Baskoleit ve
kızı Elsa’nın trajik yaşam öyküsü ele alınmıştır. Karakter çözümlemesi
yapılan bu yapıtın arka planında üç çocuk dünyası yer almaktadır. Öykü,
anlatıcının çocukluk anıları ve olaylara bakış açısı temelinde etkili bir
biçimde aktarılmıştır. Öyküde, biricik yaşam sevinci ve nedeni olan kızının
ölümüyle yıkılan baba Baskoleit’in ruhsal çöküntü içine girmesi ve içinde
bulunduğu kötü ve olumsuz şartlar gerçekçi bir şekilde yansıtılmıştır.
Savaş sonrası edebiyatının öncülerinden olan Heinrich Böll,
yapıtlarının çoğunda savaşın yıkıcı sonuçlarını ve yıkılan şehirlerle
birlikte insanların yıkılan umutlarını konu edinir. Ayrıca savaşa maruz
kalan insanların psikolojileri ve çocukların fiziksel ve zihinsel sıkıntılarını
mercek altına alır. Dansçı olmak için durmadan çalışan küçük kızının
ölümü ile yıkılan ve yalnızlıkla birlikte psikolojisi iyice bozulan baba
Baskoleit’in hüzünlü öyküsünü içeren Elsa Baskoleit’in Ölümü de tüm bu
tematik unsurları içeren tipik bir Böll metni olarak öne çıkar.
Sonuç olarak Elsa Baskoleit’in Ölümü Böll’ün, ölüm, sevilen kişinin
kaybından duyulan acı, yalnızlık ve düş kırıklığı konularını işlediği önemli
yapıtlarından biridir. Bu nedenle karakter çözümlemesine son derece
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
365
KAYNAKLAR
Aytaç, G. (2001). Edebiyat Yazıları 1995-2000. İstanbul: Multilingual Yabancı Dil
Yayınları.
Böll, R. W., Busse, K. H. ve Schäfer, M. (2009). Heinrich Böll Yaşamı ve Eserleri. 1.
Basım. İstanbul: Sena Ofset.
Böll, H. (1994). Seçme Alman Öyküleri. “Elsa Baskoleit’in Ölümü”. Çev.: M. Togar.
İstanbul: Cem Yayınevi.
Canatak, A. M. ve Bulduk, N. (2019). Dijital Çağ Türk Edebiyatı ve Medyalararasılık
Tartışmaları. İstanbul: Hiperyayın.
Durzak, M. (2002). Die Deutsche Kurzgeschichte der Gegenwart. 3. Auflage. Würzburg:
Verlag Königshausen & Neumann GmbH.
Helm, M. (2005). Spes contra spem: Ansätze zu einem Kirchenbild der Zukunft bei
Henrich Böll. Münster: Lit Verlag.
Lapp, D., Moss, B., Grant, M. and Johnson, K. (2015). A Close Look at Close Reading
(Teaching Students to Analyze Complex Texts). Virginia: ASCD.
Özgen, F. Aydın, H. (2020). “Travma Sonrası Stres Bozukluğu”, Klinik Psikiyatri 1: 34-
41.
Şavk, S. (2018). “Dijital Yöntem ve Araçlar Türkiye Sinema Tarihi Çalışmaları Açısından
Ne Vaat Ediyor?”. Sinecine 9(1): 199-208.
Stolz, W. (2009). Der Begriff der Schuld im Werk von Heinrich Böll. Frankfurt am Main:
Peter Lang Verlag.
Sowinski, B. 1993). Heinrich Böll, Realien zur Literatur. Stuttgart: Verlag J. B. Metzler.
Jurgensen, M. (1975). Böll: Untersuchungen zum Werk. Tübingen: Gunter Narr Verlag.
Olbrich, W. (1964), Der Romanführer: Der Inhalt der deutschen Romane und Novellen
aus dem Jahrzehnt 1954 der 1963. Nebst Nachträgen zu Band 1 bis 5 des Gesamtwerks
und einem Register aller im “Romanführer” behandelten deutschen Autoren.
Stuttgart: Verlag Hiersemann.
Weimann, R. (1974). New Criticism und die Entwicklung bürgerlicher
Literaturwissenschaft. 2. Auflage. München: Beck Verlag.
Wenzel, P. (2004). New Criticism. Hrsg.: A. Nünning. Grundbegriffe der Literaturtheorie.
Stuttgart: Metzler Verlag.
Yaylalı, Y. (2022). “Ketayûn ile Goştâsp Hikâyesinde Öteki Kavramına Bir Bakış”. Ed.: F.
Kızıler Emer ve İ. Aras. Edebiyat ve Öteki(lik). Eskişehir: Nisan Kitabevi, 269-277.
GOLÎ TERAKKÎ’NİN İKİNCİ ŞANS
HİKÂYESİNDE ÇOCUK BAKICILARININ
MESLEK AHLAKI ANALİZİ
YASEMİN YAYLALI1
ÖZET: Golî Terakkî, çağdaş İran edebiyatının ünlü kadın
yazarlarındandır. Edebiyat hayatına çocuklarıyla birlikte yerleştiği
Fransa’da devam etmektedir. Terakkî, hikâyelerinde genellikle geçmiş
hatıralarına ve yaşanmışlıklarına yer vermiştir. İkinci Şans adlı hikâye
de yazarın kendi deneyimlediği gerçek bir olaydan hareketle kurguladığı
birçok ironik ve mizahi gönderme içeren bir eserdir. Hikâyede eşinden
ayrılan ve oğlu için bir bakıcı bulmaya çalışan bir annenin çocuk
bakıcılarıyla yaşadığı olumsuzluklar, iş ve evlilik hayatındaki sıkıntılar
anlatılmaktadır. Hikâyede üzerinde durulan bu olumsuzluklarla aslında
toplumsal görünürlüğü artan kadının toplumsal yapıdaki geleneksel
rolleri de tartışılmaktadır.
Hikâyenin ana teması altı bakıcı arasından ön plana çıkan ve
bakıcılığını yaptığı Bâbeke ile gereğinden fazla duygusal bağ kuran Dilber
adlı bakıcının annelik rolü mücadelesi etrafında döner. Bu noktada
hikâyede dadı rolündeki karakterlerin yanlış davranışları ve meslek
etiğinin eşitlik, tarafsızlık, yalan söylememe gibi temel ilkelerini ihlal
etmeleri dikkat çeker. Söz konusu çalışmada İkinci Şans hikâyesinde geçen
çocuk bakıcılarının meslek ahlakı ihlali noktasında uygun hareket edip
etmedikleri tespit edilecektir. Çalışma metin odaklı bir yöntem ışığında
ele alınarak hikâyeden yapılan alıntı ve örnekler yazarın ironik ve mizahi
anlatımı çerçevesinde yorumlanmaya çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Golî Terakkî, meslek ahlakı, çocuk bakıcısı, ironi,
toplum eleştirisi.
Giriş
Golî Terakkî, çağdaş İran edebiyatının ünlü kadın yazarlarındandır.
Hicri 1318 yılında Tahran’da doğmuştur. İlk eğitimini babası Lutfullah
Terakkî’den almıştır. Terakkî dergisinin sahibi olan Lutfullah Terakkî,
aynı zamanda önemli yazarlardandır. Varlıklı ve seçkin bir ailenin üyesi
olan Terakkî, lise öğreniminden sonra, Amerika’da felsefe okumuştur.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
369
yer vermiştir (Dakîkî, 1382 hş: 203). Bir röportajında bu konuyu şöyle
açıklamıştır: “Bütün hikâyelerim İran’a dayanıyor. Ama bu hikâyelerde
her zaman bir şeyler vardır. Hikâyelerimde her zaman başka bir boyut
vardır. Bir devrim ve tarihsel gerçeklik alanı.” (https://www.bbc.com/
persian/arts/ book_goli_taraghi).
Terakkî, hikâyelerinde İran’daki toplumsal sorunlara değinmekle
birlikte asla siyasi ve sosyal problemleri yansıtmayı gaye edinen bir yazar
olmadığını ve edebiyatın işlevinin doğrudan bu olmaması gerektiğini
ifade etmiştir: “Ben sosyo-politik bir yazar değilim ve sosyal konuları
öykülerimin odağına koymuyorum. İlgilenmiyorum. Ama arka planda
hep onlar var. İran’ın sorunları benim için çok önemli” (https://www.
mehrnews.com › )تفگ شراثآ و شدوخ زا یقرت یلگ.
Terakkî’nin alaycı ve mizahi bir dille kaleme aldığı İkinci Şans
hikâyesinin de arka planında tarihsel gerçeklik olduğu kadar, özellikle
çalışan kadının toplumda karşı karşıya geldiği pek çok sorun vardır. İş
hayatındaki çalışan çocuklu kadının yaşamındaki büyük sıkıntılardan
biri annelik görevini yerine getirirken karşılaştığı sorunlardır. İkinci Şans
adlı hikâyede de çalışmanın başında belirttiğimiz üzere evliliği bitmiş
ve çocuğu için bulduğu bakıcılarla çeşitli sorunlar yaşayan bir anne
figürü vardır. Hikâye, dadılık görevini üstlenen karakterlerin mesleğini
icra ederken gereken özeni göstermemeleri ve meslek ahlakına uygun
davranmamaları bağlamında bir analiz için oldukça dikkat çekici veriler
içermektedir.
Farsça “dadı (dâye)” kelimesi, Avestaca kökenli olup; sütanne, bakıcı,
koruyucu manasına gelmektedir. Dadı, annenin yerine bebeğin bakım
ve yetiştirmesini üstelenen ve genellikle onun sütannesi olan kadın
diye tanımlanmıştır. Dadı tutulması geleneği, doğu toplumlarında uzak
geçmişten ve İslam öncesinden beri yaygın olarak uygulanmıştır. Arap
halkları arasında da Cahiliye döneminden itibaren dadılar bilhassa göçebe
Arap kadınlardan istihdam edilmişlerdir. Varlıklı ailelerin evlerinde
onlarla birlikte yaşayan dadılar, ailenin bir üyesi olarak görülmüş ve onlara
saygı gösterilmiştir. Geçmişte dadılar, doğumundan itibaren bir çocuğun
emzirmesinden beslenmesine, bakımına, uyumasına, oyun oynamasına
ve yetiştirilmesine kadar pek çok görevi yerine getirmişler; çocukla yakın
ilişki içinde olmuşlardır. Günümüzde değişen şartlar ve sosyal koşullarla
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
372
243).
Yukarıdaki alıntıdan hareketle annenin evlilik hayatında işlerinin
istediği gibi gitmemesi onu yaptığı seçimler konusunda düşünmeye ve
kendiyle hesaplaşmaya itmiştir denilebilir.
Bâbeke: Bâbeke, asıl dadıların muhatabı olan ve hikâyedeki tek
çocuk karakterdir. Bâbeke, iki yaşında bir erkek çocuktur. Onun fiziksel
özelliklerinden ayrıntılı bir şekilde söz edilmiş saçlarının kıvırcık ve
kirpiklerinin uzun olduğuna değinilmiş; mizaç olarak da sakin, girişken
ve arkadaş canlısı bir çocuk portresi çizilmiştir: “İki yaşındaki oğlumu
ona emanet edecek, şefkatli bir dadı arıyordum” (Terakkî, 1393 hş:
233), gibi olay örgüsü boyunca Bâbeke’yi tanıtan birçok açıklamayla
karşılaşılmaktadır.
“Oğlum iyi huylu ve sevecen bir çocuktu. Kıvırcık saçları ve uzun
kirpikleri vardı. Herkesle kısa sürede arkadaş oluyordu” (Terakkî, 1393 hş:
245). Annenin söz konusu kesitlerdeki oğlunu anlatma ve ona olan hitap
şeklinde de aslında anlatının geneline hakim olan gerek mizahi gerekse
ironik anlatım biçimi kendini göstermektedir.
“Adı Bâbeke. Ben ona Bobuş diyorum” dedim” (Terakkî, 1393 hş: 245).
Küçük yaştaki Bâbeke için birçok bakıcı değiştirilmek zorunda
kalınmış ve çocuk, bakıcıların farklı muamelelerine maruz kalmıştır.
Dilber: Hikâyedeki ana karakter olan Dilber, okurun karşısına bakıcı
rolü ile çıkar. Fiziksel özelliklerinden çok fazla bahsedilmemiş, sadece
bakımlı bir kadın olduğunu düşündüren saçlarının röfleli, dişlerinin beyaz
ve sağlıklı olduğu söylenmiştir: “Benim adım Dilbere. Nüfus cüzdanımda
başka bir şey yazıyor. Bu isim hoşuma gidiyor, Dilber.” (s. 242-243).
“Röfleli saçlı bu kadının, bu alaycı gülümsemesinin, bu kendini beğenmiş
bakışlarının beni rahatsız ettiğini söylemeliydim.” (Terakkî, 1393 hş: 240-
241). “Ağzı güzeldi, dişleri sağlıklı ve beyazdı.” (s. 242).
Dilber, hikâyede dış görüntüsünün aksine aşırı rahat ve özensiz tavırlar
sergileyen, sakız çiğneyen; kaba, kavgacı, cahil ve nezaketsiz bir kadın
olarak tanımlanmıştır: “Mantıklı ve saygın bir hanımefendi bekliyordum.
Aksine özensiz ve laubali görünen bir kadınla karşı karşıyaydım. Kadın
sakızı çöpe attı ve saatine baktı” (Terakkî, 1393 hş: 240-241). “Kendi
kendime: “Hayır, bu kadın benim için uygun değil. Cahil, terbiyesiz ve
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
376
verilmemiş; genç bir kız olması dışında onun belirgin fiziksel özelliklerine
değinilmemiş ancak şiir okumayı seven biri olduğu ifade edilmiştir:
Bunlardan biri şiir okuyan genç bir kızdı. Sürekli iç çekiyordu ve bir
rüya âlemindeydi. Gece ise uzun süre yıldızlara bakıyor, gündüz ise fezada
bir noktaya gözünü dikiyordu. İlham bekliyordu... Çok da alıngandı ve
yok yere kırılıyordu. Vedalaştım. Son maaşını verdim ve işten çıkardım
(Terakkî, 1393 hş: 233-234).
Genç bakıcının sürekli derin düşüncelere dalması ve olmayacak
şeylerden incinmesi hayalperest, hassas ve alıngan bir karaktere sahip
olduğunu düşündürmektedir. Genç bakıcının bu denli olumsuz ve
aslında bir bakıcıda bulunması istenmeyen hayalperestlik, alınganlık gibi
huylarının olmasında da aslında ironik bir gönderme sezilmektedir. Bu
durum, yazarın, dadılık mesleğinin hassasiyetini vurgulamak ve öneminin
bir nebze de olsa altını çizmek amacıyla bilinçli olarak böyle bir karakter
yarattığını düşündürmektedir.
Julie: Julie, hikâyede annenin çocuğuna bakması için bulduğu
ikinci dadıdır. Filipinli olduğu ifade edilen Julie’nin fiziksel özelliklerine
değinilmiş ve kısa boylu olduğu belirtilerek üzerine giydiği ceket ayrıntılı
olarak tasvir edilmiştir. Bunun yanında sigara kullandığı bilgisine de yer
verilmiştir:
Adı Julie idi. İsmini beğendim. Gözümün önünde mavi gözlü ve sarı
saçlı bir kızın görüntüsü belirdi. Filipinli olduğunu unutmuştum. Kısa
boylu bir kızdı, koyu tenli ve düz siyah saçlıydı. Mikroskobik bir gözlük
takıyordu ve geniş bir burnu vardı. Adıyla hiçbir ilgisi yoktu. Altın düğmeli
ve deri yakalı dar kırmızı bir ceket giymişti. Derisi eskiydi. Tavşan mı yoksa
çakal derisi mi olduğunu anlamak mümkün değildi. Müsaade vermemi
beklemeden oturdu ve hemen sigara tabakasını çıkardı. Gidip pencerenin
yanında durdu. Bir sigara yaktı, birkaç nefes çekti, öfkeyle derin nefesler
çekti, sonra söndürdü ve izmaritini avluya attı (Terakkî, 1393 hş: 234).
Ufak tefek görünüşü, esmer tenli ve düz siyah saçlarıyla tipik bir
Filipinli olan Julie’nin izin istemeden oturmasından ve bakıcılık görevi
için gittiği evde sigara içmeye başlamasından üstelik içtiği sigaranın
izmaritini yere atmasından nezaketsiz ve saygısız biri olduğu; ayrıca
bakıcılık görevini hakkıyla yerine getirmediği söylenebilir. Sigarayı avluya
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
378
bir genç kızı işaret ederek resmi öpüyordu. Sanırım kızıydı. Onun için
üzülüyordum” (Terakkî, 1393 hş: 236-237).
Hikâyede Rus dadının geçtiği kesitlerde aslında Rus ihtilali dönemi
sonrasındaki toplumun içinde bulunduğu sıkıntılara gönderme vardır.
İnsanların hayat hikâyesinin anlatıldığı dramatik kesitler, onların
hayatlarını idame ettirmek için çeşitli zorlu koşullardan geçtiklerini ve bir
kısmının sırf maddi kazanç elde etmek için dadılık mesleğine yöneldiği
konusunu ön plana çıkarır.
İranlı Bakıcı: İranlı bakıcı hikâyede geçen dördüncü bakıcı kadındır.
İsmi ya da fiziksel özellikleriyle ilgili herhangi bir ayrıntı verilmemiştir.
Sadece İranlı olduğu bilgisine değinilen kadının konuşkan olmayan sessiz
biri olduğu ifade edilmiştir: “Bir sonraki bakıcı İranlıydı. Sessiz ve sakin.
Tek kelime konuşmuyordu.” (Terakkî, 1393 hş: 237).
Fatma Hanım: Fatma Hanım, hikâyedeki beşinci bakıcı kadındır.
Dış görünüşü ile ilgili bilgilere ek olarak nereli ve kaç yaşında olduğu da
detaylı olarak anlatılmıştır:
Beşinci bakıcı erkek gibi görünüyordu. Fatma Hanım. Şişman ve
güçlü. Siyah gözleri vardı ve konuşurken ellerini beline koyuyordu. Nüfus
cüzdanına baktım. Elli iki yaşındaydı. Meşhed doğumlu. Sorularım azdı
ve onun koşulları çoktu (Terakkî, 1393 hş: 237).
Hikâyede şişman ve güçlü bir kadın olarak betimlenen Fatma
Hanımın, konuşurken vücut dilini de kullanmasından ve bazı şartlar öne
sürmesinden baskın ve kuralcı bir karaktere sahip olduğu anlaşılmaktadır.
3. Hikâyede Çocuk Bakıcıları ve Meslek Ahlakına Bakışları
İkinci Şans adlı hikâyede İran’da gerçekleşen devrimden sonra değişen
şartlar ve oluşan maddi sıkıntılar nedeniyle genelde insan; özelde ise
çocuk bakıcılarının meslek ahlakındaki yozlaşmaya dikkat çekilmiştir:
Devrimin başlangıcından bu yana bir yıl geçmiş, eski alışkanlıklar ve
insanların ilişkileri değişmişti. Bu koşullarda yetkin ve güvenilir bir kadın
bulmak zordu. Bir ömür insanların evinde kalan yaşlı dadılardan eser
yoktu. Asil bir dadı bulmak ve onu devamlı tutmak zordu. Maaşlar bir
derece üç katına çıkmış ve alacaklar on kat artmıştı. Her türden bakıcı
getirmiştim, biri diğerinden beter (Terakkî, 1393 hş: 233).
Yukarıdaki alıntıda eskiden insanların evinde yıllarca onlarla birlikte
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
380
Dilber: “Bobuş diye isim olmaz. Bir köpek ve bir kedinin adıdır. Bu
çocuk bir maymun gibi. Ben ona “Maymuncuk diye sesleneceğim” dedi”
(Terakkî, 1393 hş: 245).
Çocuğa isim takma ve ismiyle alay etme şekli her ne kadar mizahi
bir şekilde yansıtılmaya çalışılsa da temelde bir zorbalık durumu
hissedilmektedir. Bu da Dilberin çocuk üzerinde bir otorite/hâkimiyet
kurmaya çalıştığını düşündürebilir.
Aslında Dilber işe başladığı ilk gün asi ve inatçı bir yapıda olduğunu
ve üzerinde annenin bir işveren dahi olsa hâkimiyet kuramayacağını belli
etmiştir: “Dilber mutfağa gitti ve üstünü değiştirdi. Kendi kıyafetlerinden
birini giymişti. “Kıyafetlerimi yeni aldım. Sabah da banyo yaptım.
Başkasının kıyafetlerini giymiyorum” dedi. Konuştu ve bir süre bana dik
dik baktı. Bu bakışıyla seçme ve ona hükmetme hakkım olmadığını en
başından anlamamı sağladı.” (Terakkî, 1393 hş: 245-256).
Dilber iş görüşmesinde yapmacık ve yalan bir tavır sergilemediği
gibi bakıcılık işini yaparken de dürüst olmuş; işinin tüm sorumluluk ve
görevlerini profesyonelce yerine getirmiştir. Çocuğun tüm ihtiyaçlarını
olması gerektiği gibi karşılamış; ona şiddet uygulamamış, kaba
davranmamıştır. Bir bakıcı olarak sınırını korumuş, çocukla arasına
mesleğin gerektirdiği ölçüde bir sevgi ve mesafe koymuştur:
Dilber işini öğrenmişti. Kendi deyimiyle “Maymuncuk” ile oynuyordu.
Yemeğini verdi. Kıyafetlerini değiştirdi ve ara sıra kıvırcık saçlarına
dokundu. Hepsi bu. Sevgisi aynı seviyedeydi. Ne onu öpüyor, ne de ona
yalandan kurban olayım diyordu. Önceki bakıcıların yaptığı işin aynısını
yapıyordu. Ama kaba ve ikiyüzlü değildi. Oğluma bağırmıyor ya da sırtına
vuruyordu. Onu yatağına yatırıyor, uyumasını bekliyor ve sonra odasına
gidiyordu (Terakkî, 1393 hş: 246).
Yapılan araştırmalar sonucunda bir bakıcının, baktığı çocukla
ebeveynlerinden fazla zaman geçirdiği ve bu nedenle de çocuğun
gelişiminde mühim tesirleri olduğu tespit edilmiştir. Bu doğrultuda
bakıcının işini yapma sürecinde çocukla arasında kurulan duygusal bağı,
sonrasında oluşabilecek sıkıntılı sonuçları önlemek adına profesyonelce
davranıp, belli bir düzeyde tutması gerektiği düşünülmektedir (Çelik-
Beşpınar-Erten, 2023: 73).
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
387
isteyeceğimi belirterek onu bir iki kez tehdit ettim. Güldü. İnanmıyordu.
Oğluma bakacak birine olan ihtiyacımı ve zaafımı kullanıyordu (Terakkî,
1393 hş: 249).
Dilber’in bir bakıcı olarak haddini aşan tavır ve hareketlerinin gittikçe
artması, annenin tahammülsüzleşmeye başlamasına neden olmuştur. Bir
gün anne işten bitap bir şekilde eve döndüğünde Dilber’in kız kıyafetleri
giydirdiği oğlunu yüksek sesle çalan müzik eşliğinde oynattığını görünce
çileden çıkmıştır. Dilber, bir bakıcı olarak yaptığı şeyin çocuğun cinsel
farkındalığı için ne kadar yanlış ve sakıncalı bir durum teşkil ettiğini
kabul etmek yerine anneyi suçlamayı yeğlemiştir: “Dilber, “Ne oldu?
Maymuncuk bu elbiseyi çok sevdi. Dans ediyorduk. Siz gelene kadar
eğleniyorduk. Her zaman böyledir. Siz yokken, Maymuncuk mutlu!”
dedi.” (Terakkî, 1393 hş: 250).
Anne, bu olay karşısında rahatsızlığını dile getirmesine ve bir daha
tekrarlanması durumunda kendisini işten çıkaracağını söylemesine
rağmen Dilber tüm bu ikaz ve uyarılara kayıtsız kalmayı tercih etmiştir:
“Dilber omuzlarını silkti. - “Beni göndermek o kadar basit değil” dedi.”
(Terakkî, 1393 hş: 251).
Dilber’in, annenin zaafını ve çocuğun kendisine olan bağlılığını
kullanması, şüphesiz fırsatçılık ve gayri ahlaki bir davranış olarak
değerlendirilebilir.
Bakıcı Dilber, anneye haber vermeden çocuğu, yabancı bir erkeğin
arabasına binip dolaşmaya götürerek, umursamaz ve sorumsuzca
davranışlarından vazgeçmeye niyetinin olmadığını ispatlamıştır. Üstelik
annenin tepkisi karşısında yine suçlayıcı bir tavır sergilemiştir: “Sen hiçbir
zaman yoksun! Bu çocuğun oynamaya ve gezmeye ihtiyacı var! Tek başına
evde sıkıntıdan ölüyor!” dedi. Bana ilk kez “sen” demişti.” (Terakkî, 1393
hş: 252).
Dilber’in çocuğa olan duygusal mesafeyi aşması yanında bir bakıcı
olarak anneye yani işverene olan saygı ve nezaketi de yok sayarak “sen”
diye hitap etmesi; onun anneliğini ve çocuğuyla ilişkisini sorgulaması
artık bardağı taşıran son nokta olmuştur: “Soğukkanlıydı. “Mahmut Bey
yanımıza geldi. Parka gittik. Maymuncuk çok eğlendi” dedi. Bağırdım:
“Kimin izniyle?” Şok oldu. Karşı çıkmama ve bağırmama alışık değildi.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
389
Cevap verdi: “Ne olmuş?” Bu çocuğun bir babaya ihtiyacı var. Bir erkekle
oynaması gerekiyor.” (Terakkî, 1393 hş: 252).
Anne bu son olay karşısında haklı olarak onun işine son vermiştir.
Anneden böylesi güçlü bir duruş beklemeyen Dilber ne yapacağını
bilememiş ve yine kendinden emin bir şekilde annenin kendisini arayıp
yalvaracağını beklemiştir: “Sinirli bir şekilde “Pekâlâ, gidiyorum. Ama
yarın peşimden geleceğini biliyorum” dedi.” (Terakkî, 1393 hş: 253).
Annenin her ne kadar Dilber’in varlığından kurtulsa da onun
oğlu üzerinde yarattığı etkiyi yok etmesi için bir süre daha uğraşması
gerekmiştir. Bunun da nedeni kuşkusuz Dilber’in bakıcı ve çocuk
arasındaki duygusal mesafeyi aşmış olmasıdır: “Oğlum ağlıyordu ve düşe
kalka bir odadan diğerine gidiyordu. Dilberi arıyordu. Ona sarıldım.
Başını ve yüzünü öptüm. Faydası yoktu. Tepiniyordu. Sakinleşmiyordu...
Dilber’i istiyordu.” (Terakkî, 1393 hş: 254).
Anne, Dilber’in gidişiyle çocuğunda oluşan duygusal yokluğu
doldurmak için onunla daha fazla zaman geçirmesi gerektiği düşünüp
işyerinden bir izin almaya karar vermiştir. Bâbeke, zamanla yeniden
annesine alışmış ve Dilber’i unutmuştur. Ancak Dilber, küçük çocuğu
unutamamış, duygusal çöküntü yaşamıştır: “Bu çocuğun sevgisi
kalbimden gitmiyor” dedi ve kapının aralığından evin içine baktı.” (s.
255). Dilber pişman olduğunu ve Bâbeke’yi görmek istediğini söylese de
anne, ona ikinci bir şans vermemiştir. Dilber, meslek ahlakını hiçe sayarak
çocukla arasındaki duygusal mesafeyi aşarak en çok da kendine zarar
vermiştir. Onun bir bakıcı olduğunu unutup, annenin rolünü üstlenme
isteği, gerçeklerle yüzleşince son bulmuştur.
Sonuç
Hikâyenin genel kurgusu çerçevesinde altı dadı geçmektedir. Çocuk
bakıcısı olarak çalışan altı dadının aynı evde çalışma deneyimleri,
hiçbirinin mesleki sorumluluklarını ve gereklerini tam olarak yerine
getirmedikleri için hüsranla sonuçlanmıştır. Mesleği tam anlamı ile icra
edemeyen söz konusu bakıcılar sorumsuz davranışları nedeniyle uzun süre
çalışamadan çalıştıkları evden ayrılmak zorunda kalmışlardır. Kuşkusuz
bu, insanların bu işi severek ve isteyerek değil sadece maddi kazanç kapısı
olarak gördükleri için yapmalarından kaynaklandığı sonucuna varılabilir.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
390
KAYNAKLAR
Akay, N. ve Şahin Acar, B. (2021). “Çocuk Bakıcısı ile Ailenin İlişkisi”. Türk
Psikoloji Yazıları, 24(47): 97-111.
Çelik, K., Beşpınar, F. U. ve Erten, E. (2023). “Türkiye’de Çocuk Bakıcılarının
Ebeveynle İlişkisellik Ekseninde Şekillenen Bakım Emeği Deneyimleri”
İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Dergisi (43/1): 68-83.
Dakîkî, M. (1382 hş). “Nesr Bâyed Misl-i Libâs Be Ten-i Hânende Bereved”. İçinde:
Golî Terakkî (Nakd ve Berresî-yi Âsâr), s. 192-211. Tahran: Neşr-i Katre.
Deniz, A. (2018). Türkiye’ye Filipinli Dadı Göçü: Aracı Firmaların Rolünü
Anlamak”. Coğrafi Bilimler Dergisi, 16(2): 289-301. Dırahşân Hûre, M. ve
Haşîmî İsfâhan, S. M. (1396 hş). “Mukâyese-i Simâ-yi Zen Der
Dâstânhâ-yi Kûtâh-ı Şâhıs-ı Golî Terakkî ve Gazzâle Alîzâde”. Bahâristân-ı Sohen
(37): 237-258.
Halîlî, M. (1382 hş). “Porseşhây-i Bedûn-i Pâsuh-i Kat’î”. İçinde: Golî Terakkî
(Nakd ve Berresî-yi Âsâr), s. 282-391. Tahran: Neşr-i Katre.
Hurrem, M. Y. (1382 hş). “Emniyyet-i Behişt-i Bâg-i Şemîrân”. İçinde: Golî Terakkî
(Nakd ve Berresî-yi Âsâr), s. 255-260. Tahran: Neşr-i Katre.
Kaya, A. İ. ve Şimşek, E. (2021). “Şermin Yaşar’ın Çocuk Kitaplarında Bir Anlatım
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
391
https://www.bbc.com/persian/arts/ book_goli_taraghi
https://ketabnews.com/یاهوید-شوپشوخ-رد-وگوتفگ-اب-یلگ-یقرت
https://www.khabaronline.ir › ... یراوس هب یسراف نابز اب یقرت یلگ یتقو
دوریم
https://www.mehrnews.com › تفگ شراثآ و شدوخ زا یقرت یلگ
http://old.bookcity.org/ یقرتیلگ، تاملک یزیگنارحس و نتفگهصق
https://zananemrooz.com/article/تیصخش-یاه-ناتساد-میاه-هب-مندید-یم-دنیآ
v
CAS LESTER’IN ÇİKOLATACA KONUŞUR
MUSUN? ADLI ROMANINDA GÖÇ VE
UYUM OLGULARI ÜZERİNDEN İNSANA VE
İNSANLIĞA BAKIŞ
ZEHRA GÜVEN KILIÇARSLAN1
GÜLFEM AŞLAKÇI2
“Ulusun hayatı tehlikeye girmedikçe, savaş bir cinayettir”
(M. Kemal Atatürk)
ÖZET: Çağdaş dünyanın en büyük sorunlarından bir tanesi olan savaş,
insanlığı ve günümüz insanının dünyaya bakışını da belirlemektedir.
Savaştan uzakta İngiltere’de yeni bir hayat kurmaya çalışan Suriyeli Nadima
ve ailesinin iç savaştan, Suriye’den botlarla kaçıp İngiltere’de bombalardan
ve silahlardan uzakta yeni hayatlarına uyum sağlamaya çalışması
anlatılıyor, Çikolataca Konuşur musun?’da. Tek kelime İngilizce bilmeden
bambaşka bir dünyaya uyum sağlamaya çalışan Nadima ve onun sıra
arkadaşı olan Jaz’ın insanlığın ve insan olmanın en önemli unsurlarından
biri olan konuşmak için yeni bir dil uydurmalarına odaklanıyor hikâye, bu
dil de çikolatadır, herkes tarafından tadı bilinen bir tatlı olan çikolatadır.
Jaz, okulun yeni öğrencisi Nadima sınıflarına geldiğine çok sevinir.
En sonunda bir sıra arkadaşı olacağını düşünür fakat Nadima tek kelime
bile İngilizce konuşamadığından bu bir sorun haline gelir. Jaz, Nadima ile
iletişim kurmanın bir yolunu bulur. Aslında Jaz, arkadaşları ve ailesiyle
ilişkilerinde, disleksi olduğu için de bazı derslerinde zorluklar yaşayıp
hatalar yapsa da bu durumu düzeltmek için daima çaba sarf eden bir
Giriş
Günümüz dünyasının en büyük sorunlarından biri olan göç sorunu,
göç eden ve alan ülkelerdeki dengenin bozulmasına, dolayısıyla da
insanın kendini bir yere ait hissetmeme duygusunun ön plana çıkmasına
neden olmaktadır. İnsanlığın yüzyıllardır devam eden sorunlarından olan
savaş, doğal afet, ölüm gibi nedenlerden dolayı yapılmak zorunda kalınan
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
396
çoğu zaman bir trajediye dönüşen bazı incitici gerçeklik, bütün netliğiyle
ortada durmaktadır. Çünkü onlar çoğu zaman, masallardaki gibi mutlu
sonla bitmezler. Göç ve göçmen edebiyatında yer alan, bu trajik insan(lık)
gerçekliği Lester’ın Çikolataca Konuşur Musun? adlı romanında biraz da
mizahi unsurlar katılarak ele alınmış ancak göçün acımasızlığı da göz ardı
edilmemiştir.
Dünyanın bir nevi görmezden gelinen gerçeği olan savaş, göçlerin
ana nedenleri arasında yer alır. İncelenen eserde, ön planda, arkadaşlık
dostluk mesajı olsa da arka planda savaş nedeniyle yapılan göçün insan
ve insanlık üzerindeki etkileri dikkati çeker. Çikolataca Konuşur Musun?
adlı roman, beşinci sınıfta okuyan kız öğrencilerin arkadaşlıklarının,
ana karakter Jaz etrafında dönen iniş çıkışlarını anlatan bir hikayedir.
Kitabın tamamı sadece bu konuda olmamakla birlikte, baştan sona iç
içe geçmiş pek çok konu kitapta çok iyi gözlemlenmiştir. Diğer pek çok
katman, tüm hikâyeyi hayata geçiren en önemli ilk olayı, yani hiç İngilizce
bilmeyen Nadima’nın gelişini içerir. Jaz’ın okuluna yeni bir kız geldiğinde,
Jaz çok sevinir ve hemen ona yakınlık duyar. Tek sorun, Nadima’nın hiç
İngilizce bilmemesidir. Bununla birlikte, Jaz, bunun yoluna engel olarak
çıkmasına izin vermeyecek türden bir kızdır ve tipik açık sözlü tavrıyla bu
arkadaşlığın gelişmesini sağlamaya kararlıdır. Başlangıçta bu işe yaramış
gibi görünür ve kızlar ortak bir müzik, film ve yemek, özellikle de çikolata
sevgisiyle bağ kurarlar. Ancak daha sonra zorluklar, yanlış anlaşılmalar
ve geçmişteki travmaları araya girer ve Jaz ile Nadima sonuçlarla başa
çıkmakta zorlanırlar.
Cas Lester, Jaz karakteriyle sevimli ama biraz okuma- yazmada
sorun yaşayan dislektik bir kız karakter yaratmıştır. Bu kahraman, genç
okuyucuların hemen fark edeceği türden bir karakterdir. Bu açıdan
yazarın, hedef kitlesinin tutum, konuşma ve duygularını iyi yakalayan
bir üsluba sahip olduğu düşünülebilir. Konusu, ergen öncesi kuşağa hitap
ederken diğer yandan ebeveynlerin de örnek alacağı şekilde, arkadaşlık
sorunlarına ve akran zorbalığına çözüm odaklı olmaktadır. Aynı
zamanda ebeveynlerle olan farklılıklarını anlayabilecekleri bir tarz da
yansıtılmaktadır.
Yazar Nadima’yı anlatırken onun sınıfındaki diğer kızlar gibi
okuyucunun da hemen kanının ısınabileceği, sevimli, hoş bir karakter
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
400
olarak çizer. Jaz ise daha baskın bir niteliğe sahip, hatta bazen biraz huysuz
olabilen daha iddialı bir karakterdir ve bu yüzden bazen okulda başı belaya
da girebilmektedir. Ancak bu durum, konuşmak yerine saklamayı tercih
ettiği güvensizliklerini maskeler. Disleksik bir karakter olarak, bazı okul
ödevleriyle de fazla uğraşmak zorunda kalır ve bu durumu utanç verici
bulur. Aynı zamanda kendisine yeni bir en iyi arkadaş olarak popüler ve
kendine güvenen bir kız olan Kara’yı bularak kendisini terk eden en iyi
arkadaşı Lily’yi de özlemektedir. Bu nedenle Nadima ile olan arkadaşlığına
çok daha önem verir ve kızlar arasındaki o çok güçlü bağ hızlı bir şekilde
kurulur. Ancak daha sonra bir bağış toplama etkinliği ve bir aile tarihi
projesi, Jaz’ın aceleci tarzıyla daha da üzücü hale gelen sorunlara neden
olur. Jaz, yeni ve sevgili arkadaşını kaybetme düşüncesiyle yıkılır ve işleri
bir şekilde düzeltmeye karar verir.
[…] eskiden bize bombaya karşı bile dayanıklıydınız adeta” der ve gülerdi.
Ama küçük çocuklar bombaya karşı dayanıklı değildi. İnsanlar bombaya
karşı dayanıklı değildi. Nadima’nın teyzeleri, amcaları ve kuzenleri bombaya
karşı dayanıklı değildi (Lester, 2019: 153).
Jaz, kendi duygularının izdüşümünde Nadima’nın acısını onun
yüzünde görür:
Bir sürü insanın ağladığını görmüştüm…. Ama hiç kimsenin böyle ağladığını
görmemiştim. Kimsenin bu kadar canının yandığını görmemiştim (Lester,
2019: 154).
Jaz bu hislerin verdiği yoğunluk ve yaşının verdiği tecrübesizlikle bu
ödevi veren öğretmenine özünde haklı olsa da ona karşı haksız bir şekilde
konuştuğu için okulda yine problem yaşar. Her ne kadar özür dilemek
istemese de, kendi yaptığını şekil olarak yanlış bulur ve kendisini daha
düzgün bir biçimde açıklayabilmenin pişmanlığını duyarak, davranışı
yüzünden öğretmeninden özür diler.
Nadima’nın Öyküsü
Romanda anlatılan öyküye derinliğini ve etkisini veren, öykünün
içindeki öyküdür. Nadima ve ailesi Suriyeli bir mültecidir. Yazar kitabın
ancak ikinci yarısında, okuyucunun Nadima’nın ailesinin İngiltere’ye
gelmeden önce çektikleri acıların farkına varmasını sağlar. Geçmişte
çekilen sıkıntı ve acılar, bu yaş grubu için tam olarak doğru bir seviyede
ele alınmakta ve bugünün mülteci krizi üzerine bir tartışma için etkili bir
başlangıç noktası oluşturmaktadır.
Roman gerçekçi, güncel, etkileyici ve farkındalık yaratacak bir
hikâyeyi içermektedir, empatinin, genç okuyucularda sadece mülteciler,
dini ve ırksal farklılıkların tanınması açısından değil, aynı zamanda
arkadaşlık ve aile meseleleri açısından da gelişmesi sağlanmaktadır.
Öyküde yer yer mizahi unsurlar da barındırılırken, özellikle Jaz ile
ağabeyleri arasındaki aile ilişkileri de iyi çizilmektedir. Jaz, okulda
kendisini hep yalnız hissetmektedir. Bu nedenle Nadima gelince çok
sevinir. Arkadaş olmalarına engel olan tek problem, Nadima’nın İngilizce
bilmiyor oluşudur. Ama buna rağmen Jaz, bunu engel olarak görmez.
Aksine onunla arkadaş olmak için elinden geleni fazlasıyla yapmak ister.
Ortak ilgi alanları bularak arkadaşlığını pekiştirmeye çalışır. Bir gün Jaz ve
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
403
- Bu kötü olmak. Sen kötü. Sen kötü arkadaş olmak. Başımı belaya
sokmak … Bela olursa, belki bizi geri gönderirler Suriye’ye! …
- Göndermeyecekler Nad! Kimse sizi Suriye’ye geri göndermeyecek!
Bunu yapamazlar. Cezaya kaldığın için böyle bir şey olmaz! …
- Bunu bilemezsin! Bunu bilemezsin! Belki biz şimdi güvende olmamak.
Ve bu senin suçun! (Lester, 2019: 114).
Ceza aldığı için ülkesine, savaşa geri gönderileceğini düşünmesi,
Nadima’nın psikolojik durumundaki sarsıntının bir göstergesidir. Kendi
hatası yüzünden, hatta Jaz’ın okulda bir şeyler satmanın yasak olduğunu
bilmediği için, görünürde bir hatası olmamasına rağmen sonuçta,
kurallar gereği ceza almışlardır. Bu durum da bu ufak cezanın hayatını
bu denli etkilemesine neden olur, ülkesindeki eğitim sisteminden Birleşik
Krallıktaki eğitim sistemini Jaz kadar bilmemesinden dolayı uyum
sağlamakta sıkıntı yaşadığına işaret eder. Sonrasında ise aralarındaki
yanlış anlaşılma giderilir, birbirlerinden özür dilerler ve arkadaşlıkları
güçlenerek büyür.
Nadima’nın öyküsü, Suriye’den gelen bir mülteci ailenin kızının
İngiltere’deki yaşamına ayak uydurması temelinde gelişmektedir. Yazar,
yaşanılan olumsuzlukları, acıları, dünyanın adaletsizliğini çarpıcı bir
şekilde gözler önüne sermiştir. Nadima’nın öyküsü bu açıdan günümüzün
mülteci krizine de dikkat çekmekte ve güncel bir konuya da işaret
etmiş olmaktadır. Yazar bu arada dislektik bir rahatsızlığı olan bir
çocuğun problemlerine de dikkat çekmektedir. Jaz’ın Nadima ve ailesine
maddi anlamda yardımda bulunmak için kazandıkları paranın onlara
bağışlanmasını istemesi saf ve temelinde doğru bir düşünce olmasına
rağmen topluluk önünde ve gurur zedeleyici bir tavırla söylenmiş olması
rahatsızlık vermiştir. Böylece, romanda, mülteci probleminin içerisinde
oldukça hassas ve anlayışla yaklaşılması gereken rahatsızlığın psikolojik
sonuçları da ortaya konulmuştur. Yazar, Jaz’ın disleksisi sebebiyle aile
çevresi ve arkadaşları ile ilişkilerine bağlantılı olarak Nadima’nın öyküsü
ele alınmıştır. Aslında çevre dilini bilmeyen bir mülteci çocuğun durumu
ile dislektik bir çocuğun durumu karşılaştırmalı olarak ele alınmıştır.
Aralarındaki iletişim kurma çabası romanın temel konusunu da ortaya
koymaktadır. İletişimin sağlıklı kurulabilmesi için olumlu taraflara
ortak paydaya odaklanmak gerekmekte ve elbette ki iletişime açık olmak
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
408
Savaş ve Göç
Hayatta kalmak için savaşmak ya da kaçmak tek seçenektir. Savaşmak
için güçlü olmak gerekir. Güçlü olmak için de yalnız olunması şarttır, bir
ordunun içinde yalnız olmak gerekir. Bir baba için, ailesini korumak için
onların yanında kalmak, onları savaştan kaçırmak onurlu bir davranıştır.
Nadima’nın babası ailesini kaçırmış ve zorlukla Birleşik Krallığa göç etmiş
bir adam olarak tasvir edilir. Savaştan kaçmış mülteci çocuklar üzerindeki
savaşla ilgili acı ve korkular da romanda Nadima’nın öyküsüne bağlı
olarak ele alınmıştır:
Sonraki günlerde sınıftan arkadaşları Kara’nın hazırladığı bir pijama
partisine istemeyerek de olsa katıldı Jaz. Burada her şey yolundayken,
çocukların eğlenmesi için havai fişek gösterisinde kullanılan havai
fişek seslerinin ve gök yüzüne yansıyan görüntülerin Nadima’ya savaşı
hatırlatabileceği düşünülmemişti. Nadima çığlık attı. Ama sonra çığlık
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
411
Sonuç
Hayat insanların karşısına zorluklar çıkarsa da yanında kendisine
destek olan arkadaşlar oldukça, zorlukları aşmada daha başarılı olur
insan. Sonuçta roman Nadima’nın öyküsünde “Belki de bizi farklı kılan
şeyleri değil, bizi birleştiren şeyleri düşünmeliyiz” mesajını vermektedir.
Cas Lester’ın Çikolataca Konuşur Musun? adlı kitabı, çocuk edebiyatında
önemli bir yer tutan ve çocukların dil ve düşünce becerilerini geliştirmeye
yardımcı olan bir eserdir. Kitap, çikolata ve dostluk gibi evrensel temaları
başarılı bir şekilde işleyerek, çocuklara değerleri benimsemeyi, farklılıkları
kabul etmeyi ve empati yapmayı öğretir. Ayrıca, çikolatanın ve tatlının
büyülü dünyasına sürükleyici bir yolculuk sunarak, çocukların hayal
gücünü canlandırır ve onlara tatlı bir macera yaşatır. Akademik açıdan ele
alındığında, bu kitabın, çocukların okuma becerilerini geliştirmelerine,
eleştirel düşünme yeteneklerini kullanmalarına ve duygusal zekâ
becerilerini geliştirmelerine katkı sağlayacağı da bir diğer yöndür. Cas
Lester’ın ustalıklı anlatımı ve yaratıcı öyküleme teknikleri, çocukların
edebi metinleri anlama ve yorumlama yeteneklerini artırır. Çikolataca
Konuşur Musun? çocuk edebiyatında öne çıkan bir eser olarak, çocukların
okuma alışkanlıklarını desteklerken, onları eğlendirir ve düşündürür.
EDEBİYAT VE İNSAN(LIK)
413
KAYNAKLAR
Chambers. I. (2019). Göç, Kültür, Kimlik. Çev.: İ. Türkmen ve M. Beşikçi. Muğla:
Ayrıntı Yayınları.
Güven Kılıçlarsan, Z. (2022). Contextualizing The Concept of Exile and The Other:
The Search for Identity in Edward Said’s Out of Place. KARE- International
Journal of Comparative Literature, 14: 57-65.
Helimoğlu Yavuz, M. (2012). Göç ve Göçmen Edebiyatında Yer Alan Dramatik
İnsan Manzaralarından Bir Kesit. Almanya’ya Göçün 50. Yılında Göç, Kimlik
ve Edebiyat. İzmir: Kibatek Yayınları.
Kemiksiz, Ö. (2012). Üç Roman Üç Göç. Almanya’ya Göçün 50. Yılında Göç, Kimlik
ve Edebiyat. İzmir: Kibatek Yayınları.
Lester, C. (2019). Çikolataca Konuşur Musun? Çev.: D. Baytekin. İstanbul: Timaş
Yayınları.
Turan, M. (2012). Göç, Kimlik ve Edebiyat. Almanya’ya Göçün 50. Yılında Göç,
Kimlik ve Edebiyat. İzmir: Kibatek Yayınları.
Şengöz, M. (2019) Ulusal Güvenlik Yönetimi Felsefesi. Ankara: Astana Yayınları.
İnternet Kaynakları
Çetinkaya B. (09.08.2023). İngiltere›de göçmenlerin gemide barındırılmasına
muhalefet göz yumsa da STK’ler tepkili. Anadolu Ajansı, www.aa.com.tr/tr/
dunya/ingilterede-gocmenlerin-gemide-barindirilmasina-muhalefet-goz-
yumsa-da-stkler-tepkili/2964182# (Erişim Tarihi: 23.08.2023).