You are on page 1of 58

ÖZET

Tayyar ARI

ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİLERİ Tayyar ARI

ULUSLARARASI REJİMLERİN KAPSAMI VE ALANI


Rejim daha ziyade belli bir alanda tüm devletler tarafından kabul edilerek sorunsuz uygulanan
ve davranış kalıpları haline gelmiş olan ortak standartları ifade etmektedir.
Devletlerin doğrudan kendi egemenlik alanlarına girmeyen konularda uluslararası
düzenlemeler oluşturulmasına daha yatkın oldukları gözlenmektedir. Devletler doğa
durumundan ayrılarak “toplumsal sözleşme” çerçevesinde kendi egemenlik yetkilerinin bir
kısmından vazgeçerek global bir yönetim (global govemance) oluşturmaya razı olmaya
başlamışlardır.

ULUSLARARASI REJİMLER VE İŞBİRLİĞİ


Uluslararası rejimler, haksız uygulamaları önlemektedir. Uluslararası rejimin olmadığı
alanlarda devlet sorunları karşılıklı güç ilişkileri çerçevesinde çözmeye çalışacakları için
bundan küçük ve zayıf ülkeler zarar görecektir.
Neoriberaller bu işbirliğinin hegomanyanın sona ermesinden sonra da devam etmesini sağlayan
unsurun kurumlaşma olduğuna dikkat çekmektedir.
Jervis’in belirttiği bu faktörler mahkumun ikileminin güvenlik alanı için daha önemli olduğunu
göstermektedir.
Uluslararası rejim teorisi uluslararası rejimin korunması için bir uluslararası polis gücünün
gerektiğine de işaret etmektedir.
Liberal teorilerin ise uluslararası barışı ancak demokratik ülkelerin sayısının artmasına
bağladığı bilinmektedir.
Uluslararası rejim oluşturulmasına devletleri sevk eden önemli bir neden, maliyetin
düşürülmesi ya da devletlerin ortak çıkarlarının fazla olmasıdır.
Dolayısıyla uluslararası rejim oluşturulan alanlar ya devletlerin doğrudan egemenlikleri dışında
kalan alanlar ya da bireysel düzenleme yapılmasının devletin kendi çıkarlarına olmadığı
alanlardır.
Ortak rekabetin az ortak çıkarların yoğun olduğu alanlarda daha güçlü bir uluslararası bir rejim
oluşturması söz konusu olurken, tersi durumlarda ya hiç uluslararası rejim oluşturulmamakta
ya da oluşturulsa bile bu zayıf olmaktadır. Neoklasik iktisada göre, işbirliği tek tek devletlerin
çıkarlarınadır.
Devletlerin en fazla üzerinde durdukları konu ise ülke içinde meşru zorlama yetkilerini herhangi
bir dış müdahale olmadan kullanabilmeleridir.
Neoklasik iktisada göre, piyasa kusurlarını ve düzensizliklerini giderdiği için uluslararası
düzenlemeler ekonomik verimliliği arttırmaktadır.
Devletler, teknik egemenliğin kaldırılması konusunda işbirliğine daha rahat yanaşmalarına
karşın teknik olmayan (görünmeyen) engellerin ortadan kaldırılması konusunda işbirliği daha
zor sağlanmaktadır. Devletler dış piyasalarını dış etkilere çarşı korumak için bu tür görünmeyen
engellere başvurma eğilimi içindedirler. Bu nedenle ekonomik olanda oluşturulan rejimler
güvenlik alanındaki rejimler kadar güçlü değildir.

ULUSLARARASI REJİMLER VE OYUN MODELLERİ


Uluslararası rejimler taraflar arasındaki etkileşimlerin sınırlı koşullarda cereyan ettiği veya
bağımsız karar vermenin söz konusu olmadığı durumlarda gündeme gelmektedir. Serbest
piyasanın işleyebilmesi mülkiyet haklarının olmasını gerektirmekle beraber ekonomik rekabet
bireylerin eylemlerinin hiçbir sınırlamaya tabi olmadığı anlamına gelmemektedir.
Uluslararası rejimler devletlerin bağımsız karar verme yerine iradelerini ortak karar verme
şeklinde kullanılmalarından doğmaktadır.
Devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda bağımsız karar vermeyi tercih etmeleri ve bireysel
davranma özgürlüğünden kolayca vazgeçmek istemeleri uluslararası politikayı karakterize eden
önemli bir olgudur.

ULUSLARARASI REJİMLERİN KAPSAMI VE ALANI


Rejim daha ziyade belli bir alanda tüm devletler tarafından kabul edilerek sorunsuz uygulanan
ve davranış kalıpları haline gelmiş olan ortak standartları ifade etmektedir. Devletlerin
doğrudan kendi egemenlik alanlarına girmeyen konularda uluslararası düzenlemeler
oluşturulmasına daha yatkın oldukları gözlenmektedir. Devletler doğa durumundan ayrılarak
“toplumsal sözleşme” çerçevesinde kendi egemenlik yetkilerinin bir kısmından vazgeçerek
global bir yönetim (global govemance) oluşturmaya razı olmaya
başlamışlardır.ULUSLARARASI REJİMLER VE İŞBİRLİĞİUluslararası rejimler, haksız
uygulamaları önlemektedir. Uluslararası rejimin olmadığı alanlarda devlet sorunları karşılıklı
güç ilişkileri çerçevesinde çözmeye çalışacakları için bundan küçük ve zayıf ülkeler zarar
görecektir.Neoriberaller bu işbirliğinin hegomanyanın sona ermesinden sonra da devam
etmesini sağlayan unsurun kurumlaşma olduğuna dikkat çekmektedir. Jervis’in belirttiği bu
faktörler mahkumun ikileminin güvenlik alanı için daha önemli olduğunu
göstermektedir. Uluslararası rejim teorisi uluslararası rejimin korunması için bir uluslararası
polis gücünün gerektiğine de işaret etmektedir. Liberal teorilerin ise uluslararası barışı ancak
demokratik ülkelerin sayısının artmasına bağladığı bilinmektedir. Uluslararası rejim
oluşturulmasına devletleri sevk eden önemli bir neden, maliyetin düşürülmesi ya da devletlerin
ortak çıkarlarının fazla olmasıdır.Dolayısıyla uluslararası rejim oluşturulan alanlar ya
devletlerin doğrudan egemenlikleri dışında kalan alanlar ya da bireysel düzenleme yapılmasının
devletin kendi çıkarlarına olmadığı alanlardır.Ortak rekabetin az ortak çıkarların yoğun olduğu
alanlarda daha güçlü bir uluslararası bir rejim oluşturması söz konusu olurken, tersi durumlarda
ya hiç uluslararası rejim oluşturulmamakta ya da oluşturulsa bile bu zayıf olmaktadır. Neoklasik
iktisada göre, işbirliği tek tek devletlerin çıkarlarınadır. Devletlerin en fazla üzerinde durdukları
konu ise ülke içinde meşru zorlama yetkilerini herhangi bir dış müdahale olmadan
kullanabilmeleridir.Neoklasik iktisada göre, piyasa kusurlarını ve düzensizliklerini giderdiği
için uluslararası düzenlemeler ekonomik verimliliği arttırmaktadır.Devletler, teknik
egemenliğin kaldırılması konusunda işbirliğine daha rahat yanaşmalarına karşın teknik
olmayan (görünmeyen) engellerin ortadan kaldırılması konusunda işbirliği daha zor
sağlanmaktadır. Devletler dış piyasalarını dış etkilere çarşı korumak için bu tür görünmeyen
engellere başvurma eğilimi içindedirler. Bu nedenle ekonomik olanda oluşturulan rejimler
güvenlik alanındaki rejimler kadar güçlü değildir.

ULUSLARARASI REJİMLER VE OYUN MODELLERİ


Uluslararası rejimler taraflar arasındaki etkileşimlerin sınırlı koşullarda cereyan ettiği veya
bağımsız karar vermenin söz konusu olmadığı durumlarda gündeme gelmektedir. Serbest
piyasanın işleyebilmesi mülkiyet haklarının olmasını gerektirmekle beraber ekonomik rekabet
bireylerin eylemlerinin hiçbir sınırlamaya tabi olmadığı anlamına gelmemektedir. Uluslararası
rejimler devletlerin bağımsız karar verme yerine iradelerini ortak karar verme şeklinde
kullanılmalarından doğmaktadır. Devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda bağımsız karar
vermeyi tercih etmeleri ve bireysel davranma özgürlüğünden kolayca vazgeçmek istemeleri
uluslararası politikayı karakterize eden önemli bir olgudur.
II. Dünya Savaşı Sonrasında devletleri uluslararası ticaret rejimi oluşturmaya yönelten
etkenlerin başında büyük depresyona (1930’larda) yol açan süreçte kendi başına hareket eden
devletlerin “komşuyu fakirleştirme politikalarına başvurmuş olmalarıdır.
REJİM TEORİLERİNİN ELEŞTİRİSİ
Uluslararası rejim teorileri, devleti temel aktör olarak alan bir yaklaşım olduğu ve uluslaraşırı
ilişkileri ve hükümetsel olmayan karşı uluslaraşırı ilişkileri ve hükümetsel olmayan uluslaraşırı
örgütlenmeleri dikkate almadığı için eleştirilmektedir. Bazıları ise rejim teorisinin yalnız liberal
devletlere uygulanabilecek bir teori olduğunu düşünmektedir.
Stone ayrıca rejim teorilerinin, devletler arasındaki güç ilişkilerinin asimetrik bir niteliğe sahip
olduğu durumu ifade eden hegemonya kavramı üzerine inşa edildiğini iddia ederek, II. Dünya
Savaşı sonrasında ABD’nin hegemonik pozisyonuna dayalı bir teori olduğunu ileri sürmektedir.
Hegemonya teorisine göre dominant gücün kurumsal işbirliğine yol açan rejimler oluşturmasını
sağlayan önemli bir katalizör olduğu varsayılmaktadır. ,
Bölüm 4
ÇATIŞMA VE İŞBİRLİĞİ AYRIMI YAPMAYAN TEORİLER
1. Uluslararası Sistem Teorisi
SİSTEM KAVRAMI
Sistemi aralarında düzenli ilişkiler bulunan, ortak özelliklere sahip birinde meydana gelen bir
değişikliğin diğerini de etkilediği bağımlı değişkenler dizisidir. Ekonomik sistemler sürekli ve
bağımlı bir ilişki halinde olan bireyleri, grupları ve yatırımcıları içine alan diğer bir sistem
biçimidir. Uluslararası sistem ise temel öğeleri belirli sınırlarla birbirinden ayrılan ve aralarında
düzenli ve bağımlı ilişkiler bulunan devletlerin oluşturduğu bir yapıdır.
Morton A. Kaplan’a göre sistem, kendilerine özgü tanımlanabilen davranışsal düzenlikler ile
dış çevreden ayrılan ve aralarında ilişkiler bulunan değişkenler dizisidir. McCelelland’a göre
ise, sistem, kendilerini dış çevreden ayıran ve belirlenebilen sınırlar içinde etkileşmekte olan
bir bütündür.
Uluslararası sistemi tek ve yekpare bir bütün olarak görmemek, onun da alt sistemlerinden
oluştuğunu dikkate almak gerekmektedir. Birleşmiş Milletler Örgütü ve NATO gibi
örgütlenmeler fonksiyonel alt sisteme, Orta Doğu sistemi, Latin Amerika sistemi, Güneydoğu
Asya sistemi, Batı Avrupa sistemi ise coğrafik alt sisteme örnek olarak gösterilebilir.
ULUSLARARASI SİYASAL SİSTELER
Richard Rosecrance, sistem çözümlemesini 1740-1960 arası Avrupa tarihini dokuz tarihsel
döneme ayırarak yapmaktadır. K. J. Holsti ise, beş uluslararası siyasal sistem ortaya koymuştur:
1) Hiyerarşik sistem, 2) güç dengesi sistemi, 3) gevşek iki kutuplu sistem, 4) sıkı iki kutuplu
sistem, 5) çok kutuplu sistemdir.
MORTON A. KAPLAN VE ULUSLARARASI SİSTEM MODELLERİ
Altı uluslararası sistem modeli deliştirmiştir. 1) güç dengesi sistemi, 2) gevşek iki kutuplu
sistem, 3) sıkı iki kutuplu sistem, 4) evrensel sistem, 5) hiyerarşik sistem ve son olarak, 6) birim
veto sistemidir.
Kaplan, her sistemin durumunu incelemeye ve açıklamaya yarayan beş değişken dizisi
öngörmektedir.

1. Sitemde dengenin korunması için gerekli davranışları ifade eden temel kurallar
2. Sistemin değişimine neden olan girdilerle ilgili değişim kuralları
3. Aktörlerin yapısal özelliklerine ilişkin, aktörleri sınıflandırıcı değişkenler
4. Silahlanma düzeyi, teknolojik gelişme, ekonomik durum gibi aktörlerin sahip oldukları
güç öğelerine ilişkin kapasite değişkenleri
5. Aktörler arasındaki iletişim düzeyi ile ilgili enformasyon değişkenleridir.

Temel kurallar,sistemdeki devletlerin karakteristik davranışlarını ifade etmektedir.


Güç Dengesi Sistemi
Güç Dengesi Sisteminin Genel Özellikleri
Kaplan’ın sistem modellerinden ilki olan güç dengesi sistemi, esas olarak XVIII. ve XIX.
yüzyılda Avrupa’da yaşanan klasik güç dengesinden yola çıkılarak geliştirilmiştir. Güç dengesi
sistemi, sayıları en az beş olması gereken ve güçlerinin yaklaşık eşit olduğu varsayılan
uluslararası devletlerden oluşmaktadır. Hiçbir koalisyonun veya devletin sistemin yıkılmasına
yol açacak şekilde üstünlük kurmasına izin verilmemektedir. Hiçbir devlet diğerlerinin üzerinde
sürekli bir hakimiyet kuramaz.. güç dengesi sisteminde, devletler bu nedenle istikrarlı bloklar
oluşturamazlar.
Waltz ve Morgenthau gibi özellikle gerçekçi okula mensup yazarlar bir güç dengesi sisteminin
devam edebilmesi için birbirine yakın güçte üç devletin yeterli olacağını belirtmektedirler. K.
J. Holsti, bir sayı vermekten ziyade bunun yerine çok sayıda devlet ifadesini kullanırken,
Deutsch ve Singer, sistemde devlet sayısının arttığı ölçüde istikrarın sağlanacağını
belirtmektedir.
Dengeleyici devletin tek endişesi dengenin bozulmasıdır. “Palmerston’un süslü ifadesiyle
dengeleyicinin devamlı dostu olmadığı gibi düşmanı da yoktur; sadece devamlı bir çıkarı vardır:
güç dengesini sürdürülmesi.” XVIII. yüzyılda İngiltere, Avrupa güç dengesi sisteminin
dengeleyicisi durumundaydı. Nedeni, İngiltere’nin çatışma bölgesine uzaklığı, Avrupa’da
toprak elde etme emellerinin olmaması ve büyük bir deniz güçüce sahip olmasıydı.
XX. yüzyılın İngiltere, artık Avrupa güç dengesi sisteminin taraflarından biri durumuna
gelmiştir.
Güç Dengesi Sisteminde İstikrar ve Dönüşümü Etkileyen Faktörler
Kaplan’a göre bir güç dengesi sisteminde ittifakların dışında kalan devletlerin olması bir
istikrara unsurudur.
Kural dışı hareket eden devletlerin artması, uluslarüstü örgütlenmelerin gelişmesi ve
uluslararası ideolojilerin ortaya çıkması da güç dengesi sisteminin yıkılmasına yol açabilecek
gelişmelerdir.
Gevşek İki Kutuplu Sistem
Gevşek İki Kutuplu Sistemin Genel Özellikleri
En büyük özelliği devletlerin iki blok etrafında yoğunlaşmış olmalarıdır. 1950’lerin
ortalarından sonraki dönem itibariyle, Hindistan, Mısır, Endenozya, Gana ve benzeri
bağlantısız devletler bunların örneklerini oluşturmaktadır. Gevşek iki kutuplu sistemde, güç
dengesi sisteminden farklı olarak i dengeleyici rolü yerine arabulucu rolü vardı. Bu işlevi ya
bağlantısızlar gibi blok dışı devletler ya da evrensel örgüt yerine getirmektedir. İkinci vuruş
gücü anlam kazanmaktadır.
Gevşek İki Kutuplu Sistemin Temel Kuralları
Kaplan’a göre temel davranış kuralları şunlardır:

1. Hiyerarşik örgütlenme yapısına sahip olan blok karşı bloğu ortadan kaldırmaya çalışır,
ancak savaş yerine görüşmeleri, büyük savaşlar yerine küçük savaşları da tercih eder.
Fakat karşı bloğu yok etmede başarısız olma durumu söz konusuysa büyük savaşlar da
tercih edilebilir.
2. Hiyerarşik örgütlenme yapısına sahip olmayan bloğun üyeleri kapasitelerini arttırma
güdüsüyle hareket ederken savaş yerine görüşmeleri, kapasiteyi arttırmada başarısız
kalmak söz konusuysa küçük savaşları tercih ederler. Fakat bunun için büyük
savaşlardan kaçınırlar.
3. Hiyerarşik örgütlenme yapısına sahip olsun veya olmasın tüm blok üyesi devletler, diğer
bloğun üyelerine göre kapasitelerini arttırmaya çalışırlar ve karşı blok sisteminde
üstünlük peşindeyse bunu kabul etmek yerine savaşa girmeyi tercih ederler.
4. Tüm blok üyesi devletler, kendi bloğunun amaçlarını evrensel aktörün amaçlarına,
evrensel aktörün amaçlarını da karşı bloğun amaçlarına üstün tutarlar.
5. Bloksuz devletler ise , kendilerinin amaçları ile evrensel aktörün amaçlarını
uzlaştırmaya çalışırlar; fakat evrensel aktörün amaçlarını blok devletlerin amaçlarına
üstün tutarlar.
6. Tüm blok üyesi devletler kendi bloklarının üye sayısını arttırmaya çalışırlar. Fakat bu
çaba herhangi bir devleti karşı bloğa yanaşmaya veya onun amaçlarını desteklemeye
itecekse bloksuz kalmasını tercih ederler.
7. Bloksuz devletler, blok devletleri arasındaki savaş tehlikesini azaltmaya çalışırlar. Blok
devrelerinden birini, diğer bloğun üyeleri karşısında ancak evrensel aktörün amacı
doğrultusunda hareket ettiği zamanlarda destekler.
8. Evrensel aktörler, bloklar arasındaki uyuşmazları azaltmaya çalışırlar ve sistemin
istikrarını tehdit eden bozucu durumlarda bloksuz devletleri harekete geçirirler.

Gevşek iki kutuplu sistemde, güç dengesi sisteminden farklı olarak, blok devletleri, bloksuz
devletler ve evrensel aktörler için farklı davranış kuralları ortaya konmaktadır.
Gevşek İki Kutuplu Sistemde İstikrarı ve Dönüşümü Etkileyen Faktörler
Evrensel örgütün devletler arasında uzlaştırıcı ve savaşı önleyici bir işlevi bulunmaktadır.
İttifak daha uzun sürelidir ve ideoloji, ittifakların oluşmasında hemen hemen başlıca etkendir.
Bloklardan birinin diğerini ortadan kaldırması durumunda sistem Hiyerarşik sisteme
dönüşebilir. Evrensel örgüt işlevini aşırı ve mükemmel bir şekilde yerine getirmesi durumunda
sistemin evrensel sisteme dönüşme olasılığı büyüktür. Her iki blokta da Hiyerarşik örgütlenme
yapısına sahip olursa sıkı iki kutuplu sisteme…
Sıkı İki Kutuplu Sistem
Sıkı iki kutuplu sistemde aktör sayısı daha azdır ve bütün aktörler bloklardan birine üyedir ya
da taraftadır. Bu tür sistemlerde bloksuz aktörler ve evrensel aktörler ya yoktur ya da önemli
bir etkileri görülmediği için yok sayılmaktadırlar.
Bu tür sistemlerde bütünleştirici ve arabulucu rolü ya hiç görülmez ya da etkileri çok zayıftır.
Evrensel Sistem
Gevşek iki kutuplu sistemdeki evrensel aktörün işlevinin genişlemesiyle ortaya çıkacak bir
sistem olarak düşünülmektedir. Sistemi bütünleşmiş ve istikrarlı bir sistem özelliği
taşımaktadır.
Hiyerarşik Sistem
Hiyerarşik sistem, demokratik veya otoriter bir karaktere sahip olabilir. Evrensel sistemdeki
başarılı uygulamalardan doğan, bütünleşmiş bir sisteme olan talebi gündeme getirmesiyle,
demokratik, herhangi bir devletin veya bloklardan birinin diğerine başat duruma geçmesiyle
ortaya çıkmışsa otoriter niteliktedir. Fonksiyonel örgütlenmeler coğrafik örgütlenmelerden
daha güçlüdür.
Birim Veto Sistemi
Birim veto sistemi, nükleer silahların yayılmasıyla ortaya çıkacak bir sitem olarak
düşünülmektedir.
Devletlerin sahip oldukları nükleer silah kapasitesi diğerlerini caydıracağı için sistem genelde
istikrarlı sayılmaktadır. Özel ittifaklara pek sık rastlanmaz; olanlar da ideolojik özellikler
taşımaz. Nükleer savaşlar görülmez; olsa olsa sınırlı konvansiyonel bölgesel savaşlar olabilir.
Sistemde arabulucu rolü oynayan evrensel aktörün etkisi gevşek iki kutuplu sisteme göre daha
zayıftır. Sistem, çok kutuplu bir görünüm sergiler.
Detant sisteminin bir sonucu olarak her iki bloğun örgütlenmelerinde zayıflamalar
görülmektedir. Hukuk alanında ise, diğer devletlerin içersine karışmama, detant sisteminin
belirgin bir özelliği haline gelmektedir.
İstikrarsız blok sisteminde, dünyada gerilim artarken, ABD ve SSCB arasındaki ilişkilerde
kuşku hakim olmaktadır. Sistem içindeki ittifak ilişkileri askerş kapasitelerle ve politikalarla
çok yakın ilgilidir.
Bu devletler detant sisteminden farklı olarak çıkarların uyumlaştırılması yerine çatışmayı tercih
etmektedirler. ABD, dış politikada, tutucu devletlerin statükolarının korunmasını savunurken,
SSCB’nin dış politikası ulusal kurtuluş hareketlerinin desteklenmesine yönelikti. Evrensel
örgüt (BM) arabuluculuk fonksiyonunu yerine getirmekle birlikte otoritesi zayıflamaktadır.
İçişlere müdahale etmeme ilkesi sık sık ihlal edilmektedir.
Tamamlanmamış nükleer yayılma sistemi, daha ziyade istikrarsız blok sisteminin
değişimiyle ortaya çıkmış bir sistem olarak düşünülmektedir. Savaşlar sınırlı kalmakla birlikte,
hem gerginlik hem de tırmanma olasılığı istikrarsız blok sistemlerinden daha fazladır.
Evrensel örgütün (BM) arabuluculuk fonksiyonu, istikrarsız blok sisteminden daha fazladır.
İçişlere müdahale çok yoğundur. Amerikan politikasının muhafazakar niteliği ön plana
çıkarken Sovyetler de daha devrimci bir tutum içindedir.
SİSTEM MODELLERİNE YÖNELİK ELEŞTİRİLER
Güç dengesi ve gevşek iki kutuplu sistemin dışında kalan sistemlerin büyük ölçüde hipotetik
nitelikte…
Sistem teorisi, devletlerin davranışlarını yapısal nedenlere dayandırılması…
2. Karar Verme Teorisi
Uluslararası politikanın araştırılmasının yanında, aynı zamanda bireylerin ekonomik ve siyasal
tercihlerini nasıl oluşturduklarını da inceleyen bir yaklaşım olan karar verme yaklaşımına II.
Dünya Savaşından sonra sosyal bilimciler tarafından ve özellikle siyasal süreci analiz eden
siyasal bilimciler tarafından duyulan ilgide belirgin bir artış oluşmuş ve bu bağlamda yapılan
çalışmalara uluslararası ilişkilerde dış politika çözümlemelerinin alanı genişlemiştir.
Pek çok bilim adamı kriz anlarındaki karar verme üzerine yoğunlaşmaktadır.
KARAR VERME TEORİSİ VE TEMEL VARSAYIMLAR
Karar verme yaklaşımlarında, analiz birimi olarak anılan devletlerin davranışları analiz
edilirken, realizm ve sistem teorisi gibi, devleti rasyonel davranan bütüncül öğeler olarak
görmek yerine, daha alt birimlerden oluşan ve politikalarını bunların belirlediği plüralist bir
yapı olarak görülmesi söz konusudur. Karar vericinin çevresi, içsel ve dışsal olmak üzere önce
ikili bir ayrıma, arkasından da kendi içlerinde alt ayrımlara tabi tutulmaktadır.
Sistem yaklaşımından farklı olarak karar verme teorisi, uluslararası sistemde cereyan eden tüm
olayların bireylerin eylemlerine indirgenebileceği ve bununda bireylerin görüş ve
davranışlarından ayrı tutulamayacağı varsayımından hareket eder.
Karar verme teorisi devleti realist teori gibi rasyonel kararlar veren üniteler, yekpare bir aktör
olarak görmemekte; devlet dendiğinde devlet adına karar veren ve karar verme sürecine katılan
bireylere de işaret etmektedir. Dolayısıyla kamuoyu, baskı grupları, ideolojik tercihler, seçim
sistemleri, siyasal atmosfer ve bürokratik süreçler de dikkate alınması gereken öğelerdir.
Devlettin içsel özelliklerini de dikkate almak gerekir.
KİŞİSEL ÖZELLİKLER, RASYONALİTE VE ALGILAMA SORUNU
Karar verme yaklaşımlarında, karar vericinin kişiliği ve dış politika ile ilgili gelişmeleri
algılayış biçiminin önemli olduğuna yukarıda da dikkat çekilmeye çalışılmıştır.
Karar vericinin farklı oluşuna göre kararın farklı olmasında ise şüphesiz kararın algılanış
biçimindeki farklılık önemli rol oynamaktadır. Algılamayı farklılaştıran esas faktör karar
vericilerin kişisel özellikleridir.
Kişisel Özelliklerin Etkisi ve Rasyonalite
Karar vericinin içinde yer aldığı siyasal sistem, yakın çevresi, kamuoyunun ve baskı gruplarının
etkileri, devletin sahip olduğu kaynakları, diğer devletlerin politikaları, uluslararası sistemin
yapısı, uluslararası güç dağılımı karar vericilerin kararlarını etkilemekle beraber politikalarının
değişimi karar verici ve onun kişisel özellikleri karar verme teorisi için temel değişken olarak
alınmaktadır.
Kişinin kendi sosyo-psikolojik yapısı, karakteri doğuştan sahip olduğu özellikler, soğukkanlı
ve rasyonel bir kişiliğe sahip olmaması, duygusal olup olmaması, olayları yorumlama
kabiliyeti, inanç sistemi, siyasal ve kültürel değerleri, yetişme tarzı, aldığı eğitimler, çocukluk
yıllarında başından geçen olaylar, mesleki eğitimi, iş deneyimi ve daha önceki siyasal
aktiviteleri gibi çök sayıda faktörün etkisini dikkate almak gerekmektedir.
Tüm mevcut alternatifler araştırılmakta, her birinin gerçek değeri ölçülmeye çalışılmakta
olasılıklar düşünülmekte ve karar verici optimal seçimi yapılmaktadır.
Ancak mutlak anlamda rasyonelliğin sağlanması neredeyse imkansız bir şey; çünkü uluslararası
ilişkilerde bilgilerin sınırlı olması, buna ulaşmanın ve bu arda geçen zamanın maliyeti ve
bunları yaparken gizliliğin korunmaya çalışması, karar vericilerin tüm alternatifleri dikkate
almalarını önlemektir. Mutlak anlamda bir rasyonellik yerine, sadece görünen alternatifler
arasında en tatmin edici oranı seçme durumu olacaktır.
Kişisel özellikler ile uluslararası olaylar karşısında benimsenen tutum arasında az çok bir
ilişkinin olduğu anlaşılmaktadır.
Birey konuyla ne kadar ilgiliyse –diğer değişkenler aynı kalmak koşuluyla- kişisel özelliklerin
etkisi de o denli fazla olmaktadır. İkinci varsayıma göre, kişinin söz konusu uluslararası olay
hakkındaki bilgisi ne denli fazlaysa kişisel özelliklerinin etkisi de o denli az olacaktır. Üçüncü
varsayıma göre, kişinin uluslararası sorun çözme yeteneği ne denli fazlaysa kişisel (subjektif)
özelliklerinin etkisi o denli az olacaktır. Dördüncü varsayıma göre, kişi konuyu ne derece
rasyonel bir değerlendirmeye tabi tutarsa bireysel özelliklerin etkisi o denli az olacaktır. Beşinci
varsayım, kişinin olayı etkileme gücünün fazla olduğunu bilmesi ölçüsünde kişisel özelliklerin
etkisinin azalacağıdır. Altıncı ve sonuncu varsayım ise, kişinin kararının sonuçlarından sorumlu
olması ölçüsünde kişisel özelliklerin etkisinin azalacağı doğrultusundadır.
Rasyonel bir davranışın ne olduğu konusunda yapılan tanımlarda, bunun, soğukkanlı bir şekilde
ve sonuçları hesaplanarak verilen karar olduğu belirtilmektedir.
Uluslararası ilişkilerde birçok karar kolektif biçimde alındığından kararın oluşum sürecine
katılan herhangi birinin kendi değerlerini temel alarak bir hedefe ulaşmaya çalışması diğer karar
vericilerin değerleriyle ve hedefleriyle çatışabilir. Pazarlılar sonucu.

Karar Verme Sürecinde Algılamanın Rolü


Karar vericilerin uluslararası sistem ya da diğer devletler hakkında sahip oldukları inançlarını
ve imajlarını görmezden gelerek hayati kararları ve politikaları açıklamak olanaksızdır. Çoğu
zaman algılamalar ile gerçekler arasında ciddi uçurumlar olduğu bilinmektedir. Tüm insanların
aynı olay karşısında aynı davranışı göstermemeleri de işte bu algılama farkından
kaynaklanmaktadır.
İlkine göre, karar vericilerin yaklaşımları ve imajları edindikleri bilgileri belirlemekte ve
etkilemektedir. Karar verici dışarıdan kendisine gelen bilgileri kendi teorisine ve imajına
uydurma eğilimindedir.
İkinci varsayıma göre, kendi teorilerinin değişmesine yol açacak yeni bilgilere karşı kapalı
davranma eğilimindedirler ki hatalı bir davranıştır.
Üçüncü varsayıma göre, bilgiler toplu olarak değil de parça parça geldiğinde bunu, mevcut bilgi
ve imajlarıyla çatışsa bile özümseyebilir.
Dördüncü varsayıma göre, karar vericinin imajı, eski deneyimlerden ve öğrendiklerin-den
etkilenmektedir. Öncelikle karar vericinin içinde yer aldığı kendi siyasal sistemi diğer ülkelerin
politikalarını belli bir ideolojik kalıpta değerlendirilmesine yol açmakta. İkinci olarak, karar
vericinin bizzat kendi birikimleri ve iş deneyimleri olayları algılamasını ve değerlendirilmesini
etkileyen önemli bir faktördür. Üçüncü olarak, uluslararası ilişkilerin geçmiş tarihi de karar
vericinin algılanmasını etkileyen bir diğer önemli etkendir.
Beşinci varsayıma göre, karar vericilerin başından geçen bası olayları çağrıştırması dolayısıyla
aynı olay farklı karar vericiler tarafından farklı algılanabilir.
Jervis’in altıncı varsayımına göre, kara verici bunun karşı tarafçakendi istediği biçimiyle
algılandığını varsayar. Yedinci varsayıma göre karar vericiler kararların karşı tarafu üzerinden
öngörülen etkiyi yapabileceğinin farkında olmayabiliyorlar. Sekizinci varsayıma göre, karar
vericiler diğer ülkelerin kendilerine yönelik düşmanlığını her zaman olduğundan biraz fazla
abarttılar. Dokuzuncu varsayıma göre, karar vericiler diğer ülkelerin davranışlarını olduğundan
daha planlı daha disiplinli ve daha koordineli olduğunu sanırlar.
Jervis’in onuncu varsayımına göre ise, kara vericiler diğer ülkelerin büyük elçisinin tutum ve
davranışlarının o ülkenin politikasını tamamen yansıttığını düşünür ki bu tür yanlış anlamalar
yanlış politikalara yol açmaktadır. Onbirinci varsayıma göre, karar vericiler diğer ülkelerin
davranışlarını ve tepkilerini tamamen kendi politikalarının bir sonucu olduğu noktasında
abartılı bir değerlendirme içinde olurlar. On ikinci varsayıma göre karar vericiler kendi ülkeleri
hakkında imajların aynı olduğunu sanırlar. Önçüncü varsayıma göre karar vericilerin kendi
açılarından çok önemli olan bir olayın diğer ülke karar vericileri için de aynı derecede önemli
olduğunu düşünenler. On dördüncü varsayıma göre karar vericiler, kendi yaklaşımlarına uyan
ve destekleyen verilerin kanıtların diğer bakışları ve yaklaşımlar için de uygun kanıtlar
olduğunu düşünerek yanılgıya düşebilirler.
KARAR VERME MODELLERİ
Küçük Değişiklikler Modeli: İki Adım İleri, Bir Adım Geri
Hilsman’a göre, bir karar verici baştan verdiği kararları daha sonraki aşamalarda revize ederek
genişletmekte ve geliştirmektedir.
İyi politika elbette bu değişik kaynaklardan gelen etkileri bürokratik ve örgütsel süreçleri
işleterek ülkedeki tüm grupların çıkarlarını dikkate alacak şekilde formüle eden politikadır.
Genlikle gündelik (rutin) politika kararlarda sıkça görülen bu yöntem, sorunların kapsamlı
reform programlarından ziyade küçük adımlarla ve aşama aşama geliştirile kararlarla çözülmesi
anlamına gelmektedir. Verilen kararlarla karar verici kendini bağlamamakta; verilen kararlarda
esnek davranılmakta ve bunun değişebileceğini de kabul etmektedir.
İki temel özelliği; biri, verilen kadar üzerinde daha sonra değişiklik yapılabileceğinin önceden
görülmesi; ikincisi ise, bu değişikliklerin küçük değişiklikler şeklinde olacağıdır. Sürekli
değişen bir toplum yapısına sahip olan çoğulcu demokratik ülkelerde durağan ve değişmeyen
bir politika pek tercih edilmemektedir. İdeolojik söylemler bu tür esnekliğe ve tartışma
ortamına izin vermediğinden, ideolojik toplumlarda tartışma ve değişiklik tekliflerini gündeme
getirme olanağı bulunmaktadır.
Rastgele Adımlar: Sarhoş Yürüyüşü Modeli
Devletlerin dış politikası zikzaklar çizmekte. Bazen karar vericilerin aldığı kararlarda ve
politikalarda da böyle rastgelelik söz konusu olmaktadır.
Risk ve Başarının Hesaplanması: Kumarbazın İflası Modeli
Risk artıkça ve oyuncuların varlığında (sahip olduğu kaynaklarda) dalgalanmalar ve
belirsizlikler çoğaldıkça küçük oyuncunun iflas etme olasılığı artmaktadır. Kaynakları bol olan
güçlü oyuncu ya da ülke hatalar yapsa ya da işler bir an ters gider gibi olsa da, oyunda kalmaya
devam ederken zayıf bir oyuncunun sürdürebilmesi çok şanslı olmasına veya çok yetenekli
olmasına bağlıdır.
Edbund Bruke’ın “devlet adamı kötülükte bulunma ve düşman kazanma konusunda her zaman
cimri davranmalıdır” sözünü hatırlamalıdırlar.
Küçük Gruplarla Karar Verme
Özellikle her zaman kriz durumunda normal mekanizmalar atlanarak, kararlar küçük bir lider
grubu tarafından alınabilir. Buna karşılık, sayının az olması gerekiyor olsa bile ağır sorumluluk
gerektiren durumlarda liderler bu sayıyı mümkün olduğunca arttırarak sorumluluğu paylaşma
ve diğer uzman kişilerin görüşlerini almaya özen gösterirler.
Küçük gruplarda hafif baskı altında bulunmanın karar vericilerde verimliliği ve üretkenliği
arttırdığı, moralleri yükselttiği ve problem çözme yeteneğimi geliştirdiğini ortaya koymuştur.
Ancak belli bir noktadan sonra davranış bozukluğuna yol açtığı gözlenmiştir.
Stres ve zaman baskısının söz konusu olduğu durumlarda küçük grup içinde yer alan bireyler,
geniş bir araştırma yaptırmak yerine hafızlardaki geçmişe ilişkin bilgilere dayanarak karar
verirler. Küçük gruplar kapsamlı dış politikalar belirlemezler.
Standart Uygulama Prosedürleri
Oldukça karmaşık yapı içinde gündelik politikalar yürütülürken çok sayıda bireyin davranışı
arasında bir koordinasyon sağlanmaya çalışılmaktadır.
Genellikle rutin sorunlar, üstleri tarafından belirlenmiş kurallar doğrultusunda daha alt
tabakalardaki bürokratlar tarafından çözülmektedir. Sadece gizlilik özelliği olan ya da
beklenmeyen olaylarda liderler devreye girer. Fakat alt düzey bürokratların karar alabilmesi ve
eylemde bulunabilmesi için genel prosedürlerin bulunması gerekir.
Genellikle liderler, politikayı tüm yönleriyle değerlendirecek yeterli zamana, bilgiye ve
uzmanlığa sahip değildirler. Diktatörler uygulanan politikanın tüm yönleriyle ilgilenmeye
çalışırlar.
Bürokratik örgütlenmeler nadiren değişim gösterir.
Rasyonel Politika Rolleri
Karar vericilerin devlet adına karar alırken rasyonel davrandıklarını varsayan “rasyonel politika
modeli” Graham Allison’un üzerinde durduğu üç karar verme modelinden (diğerleri “örgütsel
süreç modeli” ve “bürokratik modeldir) ilkidir.
Morgenthau, Savaşın Avrupa’daki güç dengesinin bozulması korkusundan çıktığını ileri
sürmektedir.
Thomas Shelling!in “çatışma analizi” modelinde de devletlerin rasyonel davrandıkları kabul
edilmektedir. Nükleer savaş olasılığını azaltan karşılıklı caydırıcılık “denge”den değil;
“istikrar”dan kaynaklanmaktadır.
Rasyonel davranışları zekice davranma değildir. Olası sonuçları hesap ederek, avantaj ve
dezavantajları dikkate alarak bilinçli bir davranışta bulunmaktır.
Rasyonel modelde temel aktör olan devlet, stratejik sorunları hesap ederek, belirlenmiş
hedeflere iyice tasarlanmış bilinçli eylemlere ulaşmaya çalışmaktır.
Örgütsel Süreç Modeli
Devlet birçok yari feodal gevşek yapılı örgütsel topluluğun bir araya gelmesinden oluşmuş bir
görünüme sahiptir. Dolayısıyla devlet politikası her zaman liderlerin temkinli davranışlarının
sonucu olmayıp belirli davranış kalıplarına göre hareket eden örgütlerin çıktıları olabilmektedir.
Genlikle yarı bağımsız.
Bir ulusal dış politika kararı, bu birimler arasındaki mücadele ve rekabetin sonucunda alındığı
gibi uzun vadeli politika amaçlar da bu rekabet ve mücadelenin sonucunda oluşmaktadır.

Bürokratik Politika Modeli


Devletin tepe örgütünün başında bulunan liderleri kuşkusuz monolitik bir grup
oluşturmamakta; her birinin kendi doğrusu bulunmaktadır. Oyuncular arasında sürekli pazarlık
süreci yaşanmaktadır. Rasyonel politika modelinden farklı olarak bürokratik politika modelinde
tek bir aktörden ziyade çok sayıda aktörden söz edilmektedir. Hükümetin politikası rasyonel
bir seçim olmaktan öteye mücadele sonunda varılan bir uzlaşma halini almaktadır.
İnanlar yetkiyi paylaştığından ne yapılması gerektiği konusunda aralarında farklılık gündeme
gelebilmektedir. Bu tür durumlar sorunun politik yolla çözülmesini gerektirmektedir. Dış
politikayı ilgilendiren konularda bürokratik rekabet iç politika konularına göre daha az yaşanır
çoğu zaman yarı feodal yapılardır. Uygulamada birçok dış politika kararı, hükümet içindeki
siyasal örgütlenmeler içinde rekabet ve ittifak ilişkilerinin sonucunda alınmaktadır.
Şelale Modeli
Karl Deutsch’a (1988:124-125) ait olan şelale modeline (crascade model) göre ülke içinde
kararlar karmaşık ve karşılıklı bağımlılık içeren ve yukarıdan aşağıya doğru beş ana grup
arasında işleyen karmaşıkmışsa şelale modeline (crascade model) enmeler içinde rekabet ve
ittifak ilişkilerinin sonucunda alınmaktadıbir iletişim ağıyla belirlenmektedir. Bu gruplar
arasında sürekli iletişim bulunmakta ve birbirlerini etkilemektedirler.
Bu grupların en üstünde, gelişmiş ülkelerde bile genel nüfusa oranları yüzde 2-3’ü geçmeyen
sosyo ekonomik seçkinler bulunmaktadır ancak bu grupların da bir bütün olarak bakıldığında
monolitik bir özellik taşımadıkları görülmektedir.
Gelimiş Batı toplumlarındaki sosyo ekonomik seçkinlerdir. Ulusla hükümetin merkezinde
bulunurlar, monolitik değildirler; yürütme bürokrasisi personeli; yasama üyeleri, yargı üyeleri,
seçimle gelmiş üst düzey yöneticiler ve üst düzey sivil ve askeri bürokratlar gibi alt gruplara
ayrılmaktadır.
Bu grupta sistem bir öncekini gibi işlemekte olup, bunlar da dışarıdan ve kendi içlerinden gelen
ve kendi çıktılarının oluşturduğu girdileri değerlendirerek dış dünyaya ve diğer gruplara (ve
tekrara kendilerine) çıktı olarak göndermektedir.
Üçüncü düzeyde grubu kitle haberleşme seçkinleri; gazeteciler, magazin habercileri,
televizyon ve radyo çalışanları, reklam şirketleri ve ajansları ve yayıncılık sektörü…
Dördüncü düzeyde yerel kanaat önderleri. Nüfusun yaklaşık yüzde 5-10’u.
Beşinci düzeydeki grubu ise siyasal konulara ilgi duyan daha geniş bir halk yığını
oluşturmaktadır. Seçmen nüfusun yaklaşık yüzde 50’si ile 90’ını oluşturan.
Enformasyon akışı yada direkt etkileşimin yönü, ilk dört düzeyden aşağıya doğru
gerçekleşmektedir.
Şelale modeli içinde yer alan beş grubun her biri, kısmen özerk olduğu gibi birbirlerine de
bağımlıdır.
Medyanın, hükümetin ya da ulusal seçkinlerin iç politikada ya da uluslararası alandaki itibarı
bu grupların mesajlarının halkın, diğer grupların ve dış dünyanın gerçekleriyle paralellik
göstermesi halinde artar ya da azalır.
Çıkarların gereği olarak farklı düzeylerde çapraz gruplaşmaları ve koalisyonlar
oluşabilmektedir.
Önceden belirlenmiş standart davranış kurallarına göre alınan kararlar dışında dış politika
kararları yatay ve dikey iletişim ve pazarlıkların sonucunda gerçekleşmektedir.
Bu, seçimlerde desteğini çakma, iktidardan düşürme, muhalefet etme, protesto veya ihtilal
girişiminde bulunma gibi şekillerde gündeme gelebilir.
Bürokratlar ve seçkin grupları arasında aşırı rekabetin söz konusu olması halinde dış politika
oluşumunda bir takım sorunlar yaşanmaktadır.
Kendi istedikleri doğrultuda bir gelişme olması için bürokratlar ve siyasal liderler, konuların o
okuya inanmış uzmanlar tarafından ele alınmasını sağlamaya çalışırlar.

ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİLERİ Tayyar ARI


OKUMA PARÇASI
NEOLİBERALİZM: BİREYSEL ÖZGÜRLÜK, SİYASAL
ÖZGÜRLÜK VE TOPLUMSAL EŞİTLİK İLİŞKİSİ
1940’lardan (…) Keynesyen iktisatçıların ortaya koymuş oldukları politikalar 1960’lardan
sonra meydana gelen genel iktisadi bunalımı aşamada yetersiz kalırken…
Ekonomik özgürlük mü yoksa siyasal özgürlük mü öncelikli?
Yeni Sağın Bireysel Özgürlük, Siyasal Özgürlük ve
Toplumsal Eşitlik İlişkisine Bakışı
Tartışma başta da belirtildiği gibi, ekonomik özgürlüklerin siyasal özgürlükleri beraberinde
getirip getiremeyeceği üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Milton Friedman: Siyasal ve Ekonomik Özgürlük İlişkisi
Friedman’a göre, ekonomik özgürlük tek başına bir amaçtır.
Siyasal özgürlüğe ulaşmasında bir araç olarak görüldüğünde ekonomik düzenlemeler gücün
merkezleşmesi ya da yayılmasını etkilediği için önemlidir.
Siyasal özgürlüğün serbest piyasa modeliyle birlikte yer aldığıdır daha doğrusu.
Friedman ekonomik özgürlüğün siyasal özgürlükten önce geldiğini ve tarihsel olarak da bunun
kanıtlandığını ileri sürmektedir.
Temelde milyonların ekonomik etkinliklerinin eş güdümü için yalnızca iki yol vardır. Biri zor
kullanılmasını gerektiren merkezi yönlendirme ki bu teknik ile olur ve modern totaliter devletin
tekniğidir. Öbürü ise bireylerin gönüllü işbirliği ile olur ve bu da piyasa alanının tekniğidir.

F.A. Hayek, Bireysel Özgürlük ve Neoliberalizm


Hayek’in özgürlük kavramından anladığı şey, “insanların başkalarının keyfi düşünceleri
yüzünden zora koşmaması şartıdır”. İktisadi özgürlük siyasal özgürlük için gerekli olurken,
bireysel özgürlüğün garanti altına alınmasını da sağlamaktadır.
Devlet bir dizi yasalara uymaya zorlanmalıdır ve bürokrasinin etki alanını genişletmek
amacıyla yasaları istediği gibi kullanmasını önlemek için otoritesi sınırlanmalıdır. İşte
kollektivist sistem (…) bu yüzden totalitarizme giden ilk adımı oluşturur ve bireyin
özgürlüklerini yıkıp devirir.
Hayek’e göre siyasal özgürlük bireysel özgürlük için gerekli bir önkoşul değil ve demokrasi de
bir amaçtan öte bir araçtır.
Hayek’e göre “özgür bir toplumu özgür olmayan bir toplumdan ayıran özellik, özgür bir
toplumda her bireyin kurumsal alandan açıkça ayrılan ve iyice tanımlanmış özel bir alan
olmasıdır ve bireylerin herkese eşit şekilde uygulanan kurallara uyması beklenir.
Beklentileri gerçekleşmeyen bireyler ya da sosyal gruplar siyasi mekanizma yolluyla ödüllendi-
rilmeye başlandığı ölçüde sistem dinamizmini kaybeder ve uzun dönemde bu tür ödüllerin
kaynağı tamamen kurur.
Hayek’e göre, sosyal adalet olgusu devlet müdahalesi için bir gerekçe olmalıdır.
Bireysel Özgürlük Toplumsal Eşitlik İlişkisi ve
Yeni Sağ: Eleştirel Bir Yaklaşım
Macpherson ve Bireysel Özgürlük
Tarihsel bağlantı, kapitalizmin siyasal özgürlük için zorunlu bir koşul olduğunu çok ender
olarak ortaya koymaktadır.
“Ekonomik zorlayıcı iktidarla siyasal zorlayıcı iktidarı tam rekabetçi kapitalist toplumda
olduğu gibi ayı insan kümlerine vermek, birincinin ikinciyi denetlemesini değil, ikincinin
birinciyi desteklemesine yol açmaktadır.”
Yeni sağın otoriter ve totaliter sistemler arasında bir ayrım yapıldığında birinciyi ikinciye tercih
ettikleri görülmektedir.
Altvater ve Toplumsal Eşitlik
Başta Freidman ve Hayek tarafında ortaya konulan yeni sağın ideolojisi, eşitliği en büyük
tehlike sayılmaktadır.
Aşırı nüfusa karşı bir tek fren vardır, o da yalnız kendilerini besleyebilen halkın yaşayıp
çoğalmasıdır.
Ayrıca neoliberal yeni sağa göre, “eşitlik yeknesaklığa, yeknesaklıkta doğruca totalizme
götürür”.
Farklılık=eşitsizlik=özgürlüktür, oysa eşitlik=özdeşlik=totalizm demektir.
Sonuç
Bireysel özgürlüğü geliştirmenin tek yolunun serbest piyasanın bütün kurallarıyla işletilmesini
ve devletin müdahalesinin azaltılması, bunun için de yetkilerinin sınırlandırılması olduğu
düşüncesi Friedman ve Hayek’in temsil ettiği yeni sağın temel tezlerini oluşturmaktadır.
Transyonalizm Ve Karşılıklı Bağımlılık Yaklaşımı
R. O. Keohane ve J. S. Nye ikilisi tarafından gündeme getirilen uluslararası politikada
geleneksel devlet merkezli analizlere bir meydan okuma olan transnasyonalizm ve karmaşık
karşılıklı bağımlılık, geleneksel uluslararası ilişkiler teorilerinden özellikle plüralist bir
yaklaşım olması bakımından ayrılmaktadır.
DEVLET MERKEZLİ PARADİGMAYA KARŞI TRANSNASYONALİZM
Uluslararası sistemin yeni görünümü, uluslararası politikanın analizinde geleneksel devlet
merkezli (state centric) paradigmanın eksikliğini ve yetersizliğini (Morse, 1972: 23; Sullivan,
1989: 255), dolayısıyla ya Lakatos’un ileri sürdüğü gibi çetin özü korunarak varsayımlarının
gözden geçirilmesini (Warrall, Currie ve Lakatos, 1978: 49-50) veya Kuhn’un dediği gibi yeni
bir paradigmanın onun yerini almasını gerekli hale getirmiştir.
Geleneksel devlet merkezli yaklaşıma göre, coğrafya, teknolojik düzey ve iç politika devletler
arası ilişkilerin fiziki çevresini oluşturur.
Transnasyonal ilişkiler paradigması, devletleri önemli aktörler olarak dikkate almakla beraber,
devletlerin tek aktör olmadıkları gerçeğine dikkat çekebilmektedir.
Transnasyonal Örgütlenmeler ve Etkileşimlerin Tanımı
Dolayısıyla Nye ve Keohane (1972: xii-xvi) global etkileşimleri dört grupta toplamaktadır: 1)
İletişim (inanç, düşünce ve doktrinlere ilişkin bilgileri içerir); 2) ulaşım (savaş malzemelerinden
ticari amaçlı mallara kadar tüm fiziksel nesnelerin bir ülkeden diğerine hareketi); 3) finans (para
ve diğer kredi araçlarının hareketi); 4) seyahat (insanların bir ülkeden diğerine birtakım amaçlar
için seyahat etmesi).
En azından tarafından birinin hükümet veya hükümetler arası (intergovemmental) örgüt
olmadığı (yani hükümetsel olmayan aktör olduğu) ulusal sınırları aşan etkileşimlere uluslaraşırı
etkileşimler ve ilişkiler denmektedir (Nye ve Koehane, 1972: xii)
Bir örgütün geocentric olabilmesi için karar alma ve örgüt yapısı açısından belli bir ülkeye bağlı
gözükmemesi gerekmektedir. Şeklen ya da görüntü itibariyle geocentric olma çabası gerçekte
bu örgütlerin başta ABD olmak üzere birkaç ülkenin denetiminde olduğu gerçeğini
değiştirmemektedir. BM, IMF, Dünya Bakası gibi örgütlenmeler buna verlecek çarpıcı
örneklerdir.
Transnasyonalizmin Temel Karakteristliği
Sullivan (1989: 256-68), transnasonalizm temel niteliklerini dört noktada toplamaktadır: ilki
ulus devletlerin uluslararası politikadakirollerinin artık değiştiğidir. İkinci niteliği, askeri ve
güvenlik konuları dışındaki; üçüncü niteliği karşılıklı bağımlılığı arttırdığının; dördüncü, savaş
artık dış politikada temel bir opsiyon olmaktan çıkmıştır.
Uluslararası Politikanın Gündeminin Değişmesi ve Çeşitlenmesi
Transnasyonalizmin ikinci karakteristiği, dünya politikasının konularının artık değiştiğini ifade
etmesidir.
Savaşın Öneminin Azalması
Werner Levi, “The Coming End og War” isimli çalışmasında ulusal çıkarların giderek
uluslararasılaştığı bir ortamda olası bir savaş durumunda, devletlerin kayıplarının
kazançlarından yüksek olacağını belirtmekte.
Transnasyonalizmin Sonuçları
Uluslararası Politikaya Etkisi
Uluslaraşırı/uluslarötesi (transnasyonal) ilişkilerin toplumların birbirlerine karşı olan
duyarlılıklarını arttırdığını ifade etmek gerekir.
Çok uluslu şirketlerin, aynı zamanda batı düşünce, davranış ve yaşam biçiminde diğer ülkelere
yayılmasında da önemli rol oynayarak nerdeyse bir misyoner faaliyeti yürüttüğünü ileri
sürmektedir.
Ulusaşırı ilişkilerin yol açacağı bağımlılık ve karşı bağımlılığın devletleri sınırlamasına gelince,
Nye ve Keohane, bunun özellikle uluslararası ticari ve taşımacılık ilişkilerinin gelişmesiyle
yakından ilişkisi olduğuna işaret etmektedir. Bağımlılık, bir devletin aksini yapılmasının kendi
için daha maliyetli hale geldiği bir davranışta bulunması veya bir politikayı takip etmek zorunda
kalmasıdır. Küçük devletlerin benimsedikleri politikaların sonuçlarını ve diğer ülkelerin
gösterecekleri tepkileri hesap ederken, gelişmiş ülkelerinde izleyecekleri politikaların
uluslaraşırı ilişkiler sistemine yapacağı etkiyi dikkate almak zorunda kaldığını belirtmektedir.
Örneğin ADB, 1960’larda Fransa’nın nükleer gücünü geliştirmesini engellemek için ültimatom
veya savaş ilan etmek yerine bu ülkede faaliyet gösteren IBM şirketini kullanmış ve bu şirketlin
Fransa’ya kompüter parçası satmasını yasaklayarak Fransız hükümetini etkilemeye çalışmıştır.
Gilpin’e göre, II. Dünya Savaşı sonrasında ekonomik yapı da büyük ölçüde Amerika
çıkarlarının geleneklerine göre biçimlendirilmiştir.
Devletlerin Denetimlerinin Zayıflamasına Yol Açması
Uluslaraşırı ilişkilerin bir anlamda devletlerin artan faaliyetleri ile bu olaylar üzerindeki
denetim kapasiteleri arasında bir boşluk oluşturduğu ve uluslaraşırı ilişkileri bu konuda denetim
açısından merkezdeki ülkeleri (karmaşık karşılıklı bağımlılıktan doğan ilişkiler bağlamında )
perifer ülkelere göre daha avantajlı hale getirdiği savına temel oluşturmaktadır.

KARMAŞIK KARŞILIKLI BAĞIMLILIK


Karşılıklı Bağımlılığın Anlamı
Transnasyonelizmde olduğu gibi karşılıklı bağımlılık teorisinde de uluslararası ilişkiler
kavramı, (…) temel aktörü devlet olan bir siyasi süreç olmaktan çıkarak, tüm bu çok taraflı
ilişki ve etkileşimler bağlamında birden çok aktörün rol aldığı veya alabileceği bir siyasal
etkileşim süreci olarak analiz edilmektedir.
Bağımlılık, bir devletin dış politikalarının diğer bir devlet tarafından belirlenebildiği tek taraflı
bir etkileşimi ifade ederken, karşılıklı bağımlılık farklı ülkeler arasındaki ilişkilerde gündeme
gelen, karşılıklı etkileşimi ifade eden bir kavramdır. Bu etkileşimlerin kaynağı, parasal, mali,
toplumsal ya da güvenlik konuları ya da sorunları olabilir. Eğer karşılıklı etkileşim sadece fayda
temeline dayalıysa ve taraflar üzerinde bir maliyete yol açmıyorsa karşılıklı bağımlılık
politikası ve teorisinin kapsamı dışında tutulmamaktadır.
İlişkinin asimetrik bir ilişki olması halinde taraflardan biri diğerine tek taraflı bağımlı olup
politik etkiye açık hale gelmektedir. Diğer bir ekstrem durum ise, karşılıklı olarak bağımlılık
derecelerinin simetrik olduğu durumdur. İlişkinin zarar görmesinin her iki tarafta aynı ölçüde
olumsuz etkilenmektedir. Gerçek hayattaki durumlar bu iki uç noktanın arası bir yerde yer
almaktadır.
Karşılıklı bağımlılık ilişkisinde taraflardan birinin (A’nın) diğeri (B) üzerindeki pazarlık gücü
(bargaining power) diğer tarafın (B’nin) bu ilişkiye karşı hassasiyeti (sensitivity) ve
etkilenebilirliliğine (vulnetability) bağlıdır. Bir devletin etkilenme derecesi diğer devletlerin
politikalarına karşı söz konusu olduğu politikanın olumsuz etkilerini azaltıcı ya da ortadan
kaldırıcı politikalar uygulayabilme becerisine ve olanağına da bağlıdır.
Karşılıklı bağımlılık teorisine göre, etkinin ve gücün kaynağı bağımlılık ve bunun derecesidir.
Hassasiyet bir devletin diğer devletin ya da devletlerin politika değişikliklerine karşı duyarlı
olmasıdır.
Karşılıklı Bağımlılığın Varsayımları
Keohane be Nye (1977: 24-29), çok taraflı bağımlılığın temel nitelikleri ve koşullarını üç
noktada toplamaktadır: Bunlar, uluslararası ve toplumlararası iletişim kanallarının çokluğu,
uluslararası konularının gündemine ilişkin bir öncelik sıralamasının olmaması ve askeri gücün
öneminin giderek azalmasıdır.
İletişim Kanallarının Çokluğu
Gayrı resmi iletişim kanalları da bulunmaktadır. Uluslararası/devletlerarası ilişkiler, örneğin
realist kuramcılarında üzerinde durduğu gibi resmi kanallar aracılığıyla kurulan ilişkilerdir.
Dış ekonomik politikaların iç ekonomik faaliyetlerle ilişkisi geçmişe oranla artmakta; iç ve dış
politika arasındaki ayrım gittikçe bulanıklaşmakta.
Konular Arasında Önceliğin Bulunmaması
Gündemin bu denli farklılaştığı bir ortamda artık içerdeki baskı gruplarının çıkarlarına ters
gelen fakat ulusal çıkarlar için gerekli olan konularda bu ikisi arasında uyumu sağlayacak bir
dış politika belirlemek hükümetlerin karşılaştığı güçlükler arasında yer almaktadır.
Askeri Gücün Öneminin Azalması
Aralarında karmaşık karşılıklı bağımlılık bulunan ülkeler arasındaki sorunlarda askeri gücün
uygulanabilme olasılığı oldukça azalmış bulunmaktadır.
Tüm ülkeler için güvenlik sorunu acil bir sorun haline geldiğinde, ekonomik unsurlar ve diğer
kaynaklarla desteklenmiş bir askeri güç temel güç kaynağı haline gelir.
Çoğu durumlarda askeri gücün hedefe yönelik etkisinin hem belirsiz hem de maliyetli olduğunu
ifade etmek olanaklıysa da askeri güzcün kullanılma olasılığının bütünüyle ortadan kalktığını
söylemek inandırıcı değildir.
Herhangi bir bağımsız ülkeye karşı bir konu yüzünden güce başvurma diğer pek çok konuda
çok daha yararlı ilişkiler kurabilme olanağını tamamen ortadan kaldırabilmektedir. Doğrudan
güvenliği ilgilendirmeyen konularda güç kullanımı son derece maliyetli ve riskli hale gelmiştir.
Karşılıklı Bağımlılığın Siyasal Süreçleri
Bağlantı Stratejileri
Güçlü devletler zayıf oldukları konularda avantaj elde edebilmek için üstün konumlarını
kullanarak diğer konularda da üstünlük sağlamaya çalışarak askeri ve ekonomik gücün genel
yapısı arasındaki uyumu da sağlamaya çalışırlar.
Askeri gücün önemi azalırken askeri bakımdan güçlü devletlerin zayıf oldukları konularda
sonuçları etkileyebilecek ölçüde bir denetim sağlayabilmeleri olanağı ortadan kalkmaktadır.
Güçlü devletlerin zayıf oldukları konularda sonuçları etkileyebilecek ölçüde bir denetim
sağlayabilmeleri olanağı oradan kalkmaktadır.
Güçlü devletlerin ekonomik bağlantı stratejisini uygulayabilmesi kamuoyunun,
hükümetlerötesi aktörlerin çıkarlarını etkilediği için ve bunların gösterebileceği muhalefet
yüzünden çok da kolay olmayabilir. Güçlü devletlerin askeri güç gibi bir aracı bağlantı stratejisi
için birbirlerine karşı kullanmaya kalkışmaları tehlikeli sonuçlar doğurabilirken, uluslararası
örgütler gibi bağlantı enstrümanının kullanılması yoksul ve zayıf devletler için mümkün olduğu
gibi hem daha kolay hem de daha az risklidir.
Devletler arasındaki asimetrik bağımlılığı bir güç unsuru olarak kullanma yoluna gideceklerdir.
Devletler bunun yanında uluslararası örgütleri ve uluslaraşırı aktörleri ve ilişkileri de bu amaçla
kullanmak isteyeceklerdir.
Gündem Belirleme
Karmaşık karşılıklı bağımlılık bağlamında gündemin, ekonomik büyüme ve karşılıklı
bağımlılıktan kaynaklanan içsel ve uluslararası sorunlardan etkileneceğini söyleyebiliriz. 0
Politizasyon ve çatışma bir konuyu derhal gündemin ilk sırasına yerleştirebilir.
Uluslaraşırı ekonomik örgütlenmelerin ve uluslarötesi bürokrasilerin politizasyondan
kaçınması beklenir.
Uluslaraşırı ve Uluslarötesi İlişkiler
Diğer hükümetlerle ilişki söz konusu olduğunda hükümet organlarının bir bütün
oluşturacaklarının veya diğer ülkelerle müzakereler söz konusu olduğunda her bir organın
ulusla çıkarları yorumlama konusunda diğerleri gibi davranacağının bir garantisi söz konusu
değildir. Ulusal çıkarlar farklı konularda, farklı zamanlarda ve farklı hükümet organları
tarafından farklı biçimlerde tanımlanacaktır.
Uluslararası Örgütlerin Rolü
Uluslararası örgütlerin siyasal pazarlıklardaki rolü de gittikçe artmaktadır. Uluslararası
gündemi belirleyebildikleri ve koalisyon oluşturma sürecinde katalizör rolü gördükleri gibi,
zayıf ve küçük devletlerin siyasal inisiyatif kullanma ve bağlantı stratejisi uygulama zemini
olarak da rol oynamaktadırlar.
Bir çoğunun diğeri nezdinde diplomatik temsilciliği olmayan azgelişmiş ülke temsilcilerini bir
araya getirmesi açısından uluslararası örgütler gerçekten büyük öneme sahiptir.
Bir devlet bir oy ilkesinin işlediği BM sistemi küçük ve güçsüz ülkelerin koalisyonu için iyi
zemin oluşturmaktadır. Uluslararası örgütlerin büyük çoğunluğunun kuralları devletlerin
toplumsal ve ekonomik eşitliği prensibine dayanmaktadır.
Uluslararası örgütler aynı zamanda küçük ve zayıf devletlerin bağlantı stratejileri için de uygun
bir zemin oluşturmaktadır.
Devletlerin temel amaçlarının güç ve güvenlik elde etmek olduğunu düşünen realistler,
devletlerin güvenlikleri için sürekli tehdit ve tehlikenin söz konusu olduğunu varsayarlar.
Liberal düşünürler için ekonomik konular askeri ve güvenlik konuları kadar önemlidir.
Karşılıklı bağımlılık özetle çok sayıda kanalla sadece devletlerin değil toplumların da birbirine
bağlı hale geldiğini, konular arasında bir hiyerarşinin olmadığını ve devletlerin birbirlerine
karşı askeri güç kullanımının azaldığını ortaya koymaktadır.

KARŞILIKLI BAĞIMLILIK VE TRANSRASYONALİZME YÖNELTİLEN


ELEŞTİRİLER
Karşılıklı bağımlılığı bir efsane olarak niteleyen Kenneth Waltz, karşılıklı bağımlılığın
uluslararası ilişkilerle etkisinin ancak marjinal düzeyde olduğunu iddia etmektedir. Waltz,
devlet ve uluslararası toplum arasındaki ayrımdan yola çıkarak karşılıklı bağımlığa karşı
argümanlarını sıralamaktadır. Devletler az çok birbirlerine benzeyen dolayısıyla aralarında
derin farklılıklar olmayan üniteler olduğundan bunlar arasında ileri derecede bir karşılıklı
bağımlılık olması söz konusu değildir. Birbirlerine benzeyen homojen öğelerin arasında
karşılıklı bağımlılığın düşük olması genel bir kuraldır. Uluslararası politikayı etkileyen
faktörler Waltz’a göre “yüksek politika” adını verdiği güvenlik ve askeri konulardır.
Artan karşılıklı bağımlılığın barışın ve güvenliği artırmasının söz konusu olmadığı, daha ziyade
gelişmiş ülkelerin diğer ülkeler üzerinde baskı uygulamasına olanak sağladığı ileri
sürülmektedir.
Uluslararası politikada transnasyonel unsurların ağırlık kazanmasına karşılık iç politikalarda
ulusçuluğun giderek önem kazanması gözden kaçmıştır.
1. Uluslararası Entegraston Teorileri

Entegrasyon uluslararası politika ile ilgilenenler için ili açıdan önemli olmuştur. Birisi, çok
sayıda uluslararası ve uluslar üstü örgütlenme bulunmakta ve gün geçtikçe bunlara yenileri
eklenmektedir. İkincisi ise ulusal devletlerin başta barış ve güvenlik sağlama gibi yetersiz
kalmaları global yapıların üst ve kurumlaşmalarının bu amaçların gerçekleştirilmesindeki
önemini arttırmıştır.
Entegrasyonlar, öğeleri arasında şiddet unsurlarının azaldığı, bunların yerini karşılıklı
bağımlılık, ortak yarar ve işbirliği kavramlarının aldığı yapılardır.
Entegrasyon, Deutsch’a göre, genel anlamda aralarında karşılıklı bağımlılık bulunun birimlerin
ayrı ayrı tek başlarına sahip olmadıkları özelliklere sahip yeni bir sisten meydana getirmeye
dönük ilişkileridir. Siyasal topluluklar alan bakımından üyeliğin herkese açık olması halinde
“evrensel” belli bir bölgedeki ülkelere açık olması halinde ise “özel topluluklar” olarak
nitelenebilmekte; belli bir amacı gerçekleştirmeyi öngören bir topluluk ise “spesifik topluluk”,
biden çok amacı gerçekleştirmeye yönelik topluluk ise “yaygın topluluk” olarak
nitelendirilmektedir.
(Eğer işbirliğinin maliyeti kazanımlardan daha fazlaysa topluluk bir çatışma topluluğuna
dönüşmektedir. Tersine topluluk üyeleri kazanımları işbirliğine gidişiyle orantılıysa pozitif
çıkar topluluğu olarak nitelendirilmektedir.)

FONKSİYANALİZM VE ENTEGRASYON
Fonksiyonalizm kavramının çağdaş entegrasyon teorisiyle ilgilenenlerin hareket noktasını
oluşturduğu bilinmektedir.
Fonksiyonalist teori yine de bir çoklarınca savaşın önlenmesi ve barışın korunması için gerekli
uluslararası ekonomik ve toplumsal işbirliğinin gelişmesini açıklayan bir teori olarak
nitelendirilmektedir.
Fonksiyonalist teori, çatışan çıkarların uzlaştırılmasından öteye ortak sorunların çözülmesi için
öngörülen yapıcı işbirliği üzerinde odaklanmaktadır.
İlk olarak fonksiyonalizm, savaşın, insanın topluluk halinde yaşamasının nesnel ürünü
olduğunu varsaymaktadır. Savaş, global toplumun bir hastalığıdır ve insanlığın sahip olduğu
ekonomik ve diğer kaynakların eşitsiz ve adil olmayan dağılımından kaynaklanmaktadır.
Fonksiyonalizm, hayat standardının iyileştirilmesini…
Fonksiyonalizm ikinci olarak, savaşların ulusal devlet sisteminin kurumsal yetersizliğinden
kaynaklandığını varsaymaktadır.
Üçüncü olarak savaşların, insanların içinde bulundukları subjektif koşulların ürünü olduğunu,
barışın sağlanmasını bu koşulların değiştirilmesine ve iyileştirilmesine bağlamaktadır.
Fonksiyonel örgütlenmelere gidilmesini önermektedirler.

ENTEGRASYONUN AMAÇLARI, ARAÇLARI VE KOŞULLAR


Entegrasyonun amaç ve yararları Karl Deutsch tarafından dört başlık altında toplanmaktadır. 1)
Barışı korumak 2) daha büyük çok amaçlı kapasitelere ulaşmak; 3) belli spesifik görevleri
yapmak; ve 4) yeni bir imaj ve kimlik kazanmak.
Bir entegrasyonun beklenen amaçları gerçekleştirip gerçekleştirmediği Deutsch’a göre,
aşağıdaki faktörlere bağlı bulunmaktadır. Entegrasyonun koşulları dört başlık altında
özetlenmektedir. 1) Birimlerin birbirlerine olan yakınlık duygusu; 2) değerler veya ortak
kazanımlarsa uyum olması; 3) karşılıklı hassasiyet; ve 4) belli ölçüde ortak kimlik ve sadakate
bağlı olmaları.
Entegrasyonun gerçekleştirilebilmesinin süreç ve araçları Deutsch tarafından dört başlıkta
toplanmaktadır: 1) değer üretimi; 2) değer tahsilatı; 3) zorlama ve 4) tanımlamadır.

ENTEGRASYONUN ANLAMI
Ernst Haas entegrasyonu, siyasal aktörlerin sadakatlerini beklentilerini be siyasal eylemlerini,
kurumlar aracılığıyla üye devletler üzerinde yetkilere sahip olabilecek yeni bir merkeze
kaydırma konusunda ikna edilmeleri süreci olarak tanımlanmaktadır.
Charler Pentland ise uluslararası siyasal entegrasyonu modern devletlerin egemenlik
yetkilerinin azaltılması veya ortadan kaldırılması süreci olarak tanımlamaktadır.
Uluslararası alanda entegrasyon, iki veya daha fazla devlet arasındaki siyasal sürecin
kurumsallaştırılması olarak kavramlaştırılabilir. Entegrasyon eskileri kapsamakla beraber
tamamıyla onların yerini de almayan (not replace) yeni yapıların olgunlaştırılmasıdır.
Entegrasyon, siyasal, ekonomik be toplumsal entegrasyon olarak (…) Karşılıklı bağımlılık
entegrasyona yol açtığı gibi entegrasyonda karşılıklı bağımlılığı arttırmaktadır.

SİYASAL TOPLULUK (ENTEGRASYON) ÇEŞİTLERİ


Eğer entegrasyonun amacı, entegre olmuş (bütünleşmiş) siyasal birimler arasında barışın
korunması değil de, genel ve özel amaçlar için daha büyük bir güç elde etmek, ortak bir rol
kimliğine sahip olmak veya belli ölçüde bu amaçların tamamına ulaşmaktansa o zaman ortak
bir hükümete sahip bir amalgam topluluk (birlik) tercih edilmelidir. Pluralistik güvenlik
topluluğu.
Amalgam Güvenlik Toplulukları
ABD ve Birleşik Krallık İngiltere’si birer amalgam güvenlik topluluğudur. Amalgam güvenlik
topluluğu (birlik) şu şekilde sıralanmaktadır.
1. Siyasal davranış oluşturmak için gerekli temel değerlerin karşılıklı olarak uyumlu olması.
2. Kendine özgü ve cazip yaşam biçimi.
3. Güçlü beklentiler ve ekonomik bağlardan kazanımlar elde etme veya ortak kazanımların
olması.
4. En azından bazı üyeler içinde siyasal ve idari kapasitelerinde belirgin bir artış olması.
5. Bazı üyeler içinde olsa süper ekonomik büyüme.
6. Entegre olacak ülkeler arasında karşılıklı kopmaz güçlü ve önemli toplumsal iletişim
bağlarının bulunması.
7. En azından bazı siyasal birimlerdeki siyasal elitlerin ve bunun ortaya çıkacak genişlemesi ve
bunun ortaya çıkacak geniş toplulukta da gerçekleşmesi.
8. Göreceli olarak kişiler arasında veya en azından belli bir üst kesim için coğrafik ve toplumsal
hareketliliğin yüksek olması.
9. Karşılıklı iletişim ve etkileşimin sayıca da çok olması.
10. Entegre olacak birimler arasında iletişim ve değişimden doğan kazanımların
genelleştirilmesi.
11. Siyasal parti birimlerin bazı grup rollerindeki (çoğunlukta mı yoksa azınlıkta mı kalacak,
faydalanan mı yoksa fayda üreten mi olacak, tepki uyandıran mı yoksa tepki veren mi, olacak)
karşılıklı değişim.
12. Davranışların nispeten önceden belirlenebilmesi.
Tüm siyasal bilimlerin yapması gerekenler:

1. Ortak hükümetsel kuramları kabul etmesi ve desteklemesi.


2. Bunlara karşı daha fazla siyasal sadakat göstermeleri ve bu oluşumu korumaya
çalışmaları.
3. Faaliyet esnasında, bu ortak kurumların, katılan siyasal bilimlerin gereksinimlerine ve
mesajlarına yeterli hassasiyeti ve dikkati göstermesi.

Amalgam güvenlik topluluğu federasyon veya imparatorluk biçiminde ortaya çıksa da bunun
dağılmasına yol açacak en az yarım düzine neden bulunmaktadır.
Entegrasyon sürecinde psikolojik olarak savaş karşıtı bir tutum hakim olur. ABD’nin 1861’de
dağılma tehlikesi geçirmesi bunun başlıca örnekleridir.
Fonksiyonel Amalgam Topluluklar
Fonksiyonalizm yada fonksiyonel düzenlemelerin bir amalgam güvenlik topluluklarının
oluşması için gerekli bir ön koşul olduğu yolundaki tez çok kuvvetli gözükmemektedir.
Plüralist Güvenlik Toplulukları
Plüralist (çoğulcı) güvenlik toplulukları üyeleri arasında barışı korumak açısından da çok etkili
olabilmektedir. Varlığını üç koşula bağlamaktadır.

1. Temel siyasal değerlerin uygunluğu


2. Hükümetlerin kapasitesi ve katılımcı devletlerin üst tabakalarının birbirlerinden gelen
mesajlara gereksinimlere ve eylemlere karşı duyarlı olmaları ve yeterince hızlı cevap
vermeleri.
3. Birbirlerinin siyasal, ekonomik ve toplumsal davranışlarını önceden belirleyebilme
(karşılıklı davranışların önceden belirlenmesi olgusu amalgam güvenlik topluluklarıyla
karşılaşıldığında daha düşük düzeydedir.

Temel koşul, plüralist güvenlik topluluğunu oluşturan siyasal birimler arasında savaş
olasılığının azalmış ve cazip olmaktan çıkmış olduğuna ilişkin bir algılamanın siyasal
entelektüel hareketliliğin hazırlanması. Üçüncü olarak barışçık değişimim gerçekleşmesini
sağlayabilmek için karşılıklı ilgi, iletişim ve hassasiyetin geliştirilmesidir.

NEOFONKSİYONALİZM
Neofonksiyonalizm konusunda çalışma yapan yazarlar.
Ernst Haas
Mitrany’in dallanma (ramification) olarak ifade ettiği görüşler Haas’ın çalışmasında sprill-over
kavramıyla ifade edilerek temel bir kavram niteliğine dönüşmektedir. “bir alanda oluşturulan
supranasyonal kurumların avantajlarından yararlananların diğer alanlarda da benzer oluşumları
destekleyecekleri”…
Hass, uluslararası örgütlerin ulusal sınırlarını aşarak bir uluslararası sistem haline
dönüşeceğinin varsaymaktadır.
Joseph Nye
Neofonksiyonalist “süreç mekanizması” ve “bütünleşme potansiyeli” Joseph Nye, entegrasyon
sürecini dayandırdığı neofonksiyonalist teorinin yedi süreci (süreç mekanizmasını)
öngördüğünü ileri sürmektedir.
Leon Lindberg
Lindeberg entegrasyonu, belirlenmesi, tanınması, karşılaştırılması, ölçülmesi ve analiz edilmesi
gereken çok boyutlu bir interaktif süreç olarak görülmektedir. Hindberg, kolektif karar vermede
hangi devletler grubunun yer alacağını belirleyen değişken özellikleri şu şekilde sıralamaktadır:
* kolektif karar vermenin fonksiyonel kapsamı (çok fazla sayıda konuyu mu yoksa belli
konularımı kapsayacak);
* kolektif süreçlerde karar verme aşaması (başlangıç mı yoksa opsiyonların ve onların
uygulanması da dahil tüm karar verme aşamaları);
* kamu tahsisatlarının belli önemli konularımı yoksa sadece marjinal anlara mı yapıldığının
belirlenmesine ilişkin kolektif karar vermenin önemi;
* taleplerin (fazla sayıda veya az sayıda olabilir) eylem için kolektif alana taşınma ölçüsü;
* kolektif düzeyle liderliğin sürekliliği ve güçlülüğü;
* sistemin pazarlık gücü devletlerin bireysel çıkarlarını maksimize etmelerini teşvik etmekte
veya kolektifliği genişletmekte;
* bireylerin davranışları üzerinde kolektif kararların etkisi (çok ya da az sayıdaki insan
etkilenebilir);
* kolektif kararların şikayetleri, lakaytlıkları, ilgisizlikleri ve dış muhalefeti karşılama derecesi;
* kolektif kararların dağılımına ilişkin sonuçlar (çok önemli beya marjinal bir konuda mı);

Amitai Etzioni
Etzioni’ye göre siyasal birimlerin birleşmesi daha önce aralarında siyasal bir bağ bulunmayan
birimlerin güçlü bir siyasal bağla birbirlerine bağlanmalarıdır.
Deutsch’un kullandığı merkez bölge (core area) kavramlaştırmasına benzediğini, bir devletin
süreci başlatan devlet olabileceğini belirtmektir.
Bazı ulus birliklerinde bir devlet açıkça süper devlet rollü oynarken bazılarında birkaç tane
devletin süper devlet rolünü yerine getirdikleri gözlenebilmektedir.
Dışarıdan bir gücün bazı devletleri birleştirme doğrultusunda teşvik etmesine örnek olarak
Marshall yardımı alacak Avrupa ülkelerinin Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (OEEC, 1948)
şeklinde örgütlenmelerini verebiliriz.
Amitai Etzioni, spill-over kavramından önce take-off kavramının anlaşılması gerektiğini
düşünmektedir.
Entegrasyonlara uygulayan Etzioni’ye göre bir uluslararası örgütün take-off aşamasına kadarki
durumunu hükümetin talimatlarıyla hareket eden bir uluslararası örgüte, take-off sonrasını ise
supranasyonal bir örgüte dönüşmesine benzetmektedir.
Etzioni’ye göre fonksiyonel entegrasyon saat yönünde ya da ters yönde gerçekleşmektedir. Saat
yönünde olduğunda ilk başlangıç aşamasından sonraki aşamalar intibak aşaması
(yükümlülükten ziyade ödüllerin olduğu bir dönem)i tahsis edici aşama, sosyal bütünleştirici
aşama ve son olarak normatif bütünleştirici aşamadır.
Saat tersi sıranın daha yaygın olduğu anlaşılmaktadır.

1. Çoktaraflılık (“Teorisi”)

Dünya Bankası ve IMF’nin SSBC’nin katılmaması dolayısıyla Batı’ya özgü kalması, BM’nin
ise iki kutupluluk ve ideolojik çatışma dolayısıyla yeterince etkin olamaması çoktaraflılığın
uluslararası barışçıl dönüşümün gerçekleşmesi için uygun bir yöntem olduğu yönünde genel bir
kanının oluşmasını engeller.
Williams (995: 218-18), Soğuk Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan koşulların çoktaraflılığı
teşvik edici bir özelliğe sahip olduğunu belirtmektedir.
Robert Keohane, çoktaraflılığı, tamamen resmi ve sayısal anlamda ele alarak üç ya da daha
fazla sayıda devletin (oluşturduğu grubun) ulusla politikalarını koordine etmeye çalışması
olarak tanımlanmaktadır.
Kolektif güvenlik sisteminde (collective security system) temel varsayım barışın
bölünmezliğidir (peace is indivisible).
Kolektif güvenlik sistemiyle ittifaklar (alliances) arasında belirgin farklar bulunmaktadır.
İttifaklarda, tarafların sorumlulukları belli durumlarda ve belli devletlere karşı gündeme
gelirken, kolektif güvenlikte herhangi birine saldırıda bulunması halinde güvenlik topluluğu
için yer alan her bir üyenin saldırgana karşı koyma sorumluluğu söz konusu olmaktadır. Çok
taraflılığın iki temel ilkesi olan “tehdidin bölünmezliği” ve “koşulsuz kolektif tepki” ilkeleri
devreye girmektedir.
Çoktaraflılık kurumu, diğer benzer oluşumlardan üç farklı özelliğe ayrılmaktadır. Bunlar,
“bölünmezlik ilkesi”, “genel yönetim ilkesi” ve “yaygınlaşmış mütekabiyet ilkesi”dir.
Sistem bütünü ifade ederken, rejim bunun parçalarından birini ifade eder. Düzen ise rejimlerin
oluşturduğu bir yapıdır.
Çok taraflı kavramı ile bir örgütlenme ilkesine gönderme yapılmaktadır. Çoktaraflılık, ise çok
taraflı kavramını da içermekle beraber belli devletler grupları arasındaki eylemlerin evrensel
düzeyde nasıl örgütleneceğine ilişkin bir inançtır. Normatif bir içeriğe sahiptir.
Uluslararası kurumsal işbirliği için hegomonya kavramı üzerinde duran realist ve Marksist
yaklaşıma karşın liberal teoriler uluslararası kurumsal işbirliği için hegomonyanın zorunlu
olmadığını düşünmektedir.
6. Uluslararası Rejim Teorileri
KAVRAMSAL SORUN
Rejim teorisi bu konuda işbirliğinin mümkün olabildiğine ilişkin yeni bir yaklaşım
sunmaktadır.
Keohane’e (1993:23) göre de rejim teorisi devletler arasında çıkarların uyumlaştırılması ve
koordinasyonunu amaçlayan uluslararası işbirliğini anlamaya yönelik bir teoridir. İşbirliğinin
bir kısmı yukarıdan aşağıya dayatma şeklinde (dikey biçimde) gerçekleşse de pek çoğu
karşılıklı rıza sonucu oluşan yatay işbirliği biçimindedir. Hurrell (1993: 50) da rejim teorisinin
egemenlik iddialarını sürdüren devletlerin güç ve çıkar için mücadele ettikleri anarşik bir
ortamda işbirliğinin nasıl olanaklı olduğunu gösteren bir teori olduğunu ifade etmektedir.
Uluslararası rejim kavramı, Krasner ve Ruggie’ye ait olmakla beraber genel kabul gören
tanımıyla rejim, belli konulara ilişkin örtülü ve açık ilkeler, normalar, kurallar ve karar verme
süreçleri anlamına gelmektedir.
Rejim kavramını uluslararası anarşik yapıda devletlerin işbirliği durumu olarak almaktadır.
Uluslararası rejim kavramı aynı zamanda, uluslararası arenadaki aktörler (genellikle ulusal
devletler) arasındaki oyun kuralları, bu aktörler için belirlenmiş bir eylem çerçevesindeki meşru
görülen ve kabul edilebilir davranışları ifade etmektedir. Rejim en basit anlamda oyunun
(uluslararası politika oyununun) kuralları anlamına gelmektedir.
Hedley Bull ise rejimi, devletlerin ve bireylerin davranışlarına yön veren ve yol gösteren
kurallar ve kurumların toplamı olarak göstermektedir. Rejimlerin bir amacı da o alanda bir
çerçeve oluşturarak tarafların aralarındaki sorunları anlaşmalar yaparak çözümlemelerini
kolaylaştırmaktır.

ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİLERİ Tayyar ARI


KUZEY-GÜNEY İLİŞKİLERİ
Uluslararası sistemdeki çatışmaların nedenlerini Kuzey-Güney ilişkilerinden arayan
yaklaşımlasın başında bağımlılık ve neo-Marksist yaklaşımlar gelmektedir.
Güney Ülkeleri Hangileri
Üçüncü Dünya kavramının eynı zamanda dördüncü ve beşinci dünya kavramlarını
çağrıştırdığını düşünerek Güney ülkelerini yeni bir sıralamaya tabi tutmaktadır.
Güney-Güney İlişkileri Ne Durumda?
Güney-Güney ilişkisi de Kuzey-Güney ilişkisi tarafından belirlenmiştir.
Güney ülkelerinin en önemli ortak özelliği siyasal olarak güçsüz ve ekonomik olarak sa zayıf
ülkeler olmalarıdır.
Bu ülkelerin diğer bir ortak özelliği ise bir iki istisna dışında büyük çoğunluğunun sömürge
geçmişine sahip olmasıdır.
Kuzey-Güney İlişkileri İçin Bir Formül Geliştirilebilir mi?
Azgelişmiş Güney ülkelerinin gelişmiş ülkelere bağımlılığı, gelişmiş Kuzey ülkelerinin
azgelişmiş ülkelere olan bağımlılığından çok daha ileri boyutlardadır.
Güneyin dünyadaki fiyat dalgalanmalarından daha az etkilenecek veya hiç etkilenmeyecek
dallarda üretim yapması kendi yararına olabilir. Güney ülkeleri daha çok Kuzey ülkelerinde
problem olarak görülen sektörlerde üretim yaparak bu pazarlara girmeye çalışabilir.
Kuzey- Güney İlişkileri Nasıl Gelişti?
Serbest ticaret sistemini kurumsallaştırmaya çalıştılar. Gelişmiş ülkelerin içerde Keynesyen
politikalar benimserken dışarıda Adam Smith anlayışını savunmaları anlamına gelmekteydi.
Çoğunun tarım ürünleri üreten yada hammadde üretici ülkeler olmaları bilerek ve belki de
kasıtlı olarak teşvik edildi. IMF ve Dünya Bankası gibi Soğuk Savaş sonrasının kurumsal
düzenlemeleri, azgelişmiş ülkelerin retim yapılarını belirlemede öne çıka araçlar oldu.
ABD ilk başta destek verdiği bu bağımsızlık hareketlerini kısa bir süre sonra Batılı sömürgeci
ülkelere verdiği destek çerçevesinde bağımsızlıklarını engellemeye ve hatta sert bir şekilde
karşı çıkmaya başlamıştır.
Bandung Konferansıyla başlatılan bağlantısızlık hareketi… bunları birbirine bağlayan bağlar
gelişmiş ülkelere bağlayan bağlardan daha zayıf olduğundan bağlantısızlık bir türlü beklenildiği
kadar güçlü bir hareket olmamıştır.
IMF ve Dünya Bankası oy verme ekonomik güçle orantılı.
Batılı sanayileşmiş ülkeler 1950-1960 yılları arasındaki dönemde yüzde 4, 1960-1973
döneminde ise yüzde 5’lik bir gelişme hızına ulaşırken, bu oran 1973-1979 döneminde ancak
yüzde 2,5 artmıştır.
Güney ülkeleri her ne kadar karar verme mekanizmaları Kuzey ülkelerinin denetiminde olan
IMF, Dünya Bankası ve GATT gibi kuruluşlara karşı BM Genel Kurulu bir manivela olarak
kullanmaya çalıştılarsa da seslerini istedikleri gibi duyurabilmeleri söz konusu olmamıştır.
Vermon’un üretin dönemleri. Kuzey ülkelerindeki geri teknolojilerin, tüketici beğenisine hitap
etmeyen ürünlerin, hammadde yoğun teknolojilerin, çevreyi kirleten ve doğal kaynakların
tükenmesine yol açan sektörlerdeki üretim yapan teknolojilerin ve işletmelerin, bu ülkelere
kaydırılması söz konusu olabilirdi. Bu durum hem eski teknolojileri yeniden değerlendirerek
ana şirketin yapmak istediği teknolojik değişimin finansmanının karşılanmasına, hem de az
gelişmiş ülkelerde uygulanan korumacı politikalardan yararlanılarak yüksek tekelci karın ana
firmaya aktarılarak, o firmanın uluslararası bir rekabetçi konumunun korunmasına yaradığı için
gelişmiş ülkelerin çok uluslu şirketlerinin işine gelmekteydi.
Kuzey ülkeleri borç sonuna yaklaşırken bunu, az gelişmiş ülkelerin yapısal sorununda arayarak
uluslararası ekonomik sistemin yapısında ciddi bir değişikliği gündeme getirmek yerine ilişkiyi
ikili çerçeveye oturtarak alacaklı-borçlu ilşikisi biçiminde yaklaşmayı tercih etmişlerdir. IMF
ve Dünya Bankası tarafından da desteklenerek borçlu ülkelerin ekonomileri açıkça ipotek altına
alındı.
Soğuk Savaşın sona ermesiyle ideolojik rekabetin yerini bütünüyle ekonomik rekabet almıştır.
Soğuk Savaş sonrasında liberal ekonominin temel ideoloji haline gelmesinin ve ekonomik
rekabetin uluslararası ilişkilerin ana gündemini oluşturmasının bu rekabete ayak uyduramayan
ülkeler açısından ciddi olumsuz yansımaları olmuştur.
Bir Kuzey-Güney İlişkileri Teorisi Olabilir mi?
Bilindiği gibi güçlü bir koalisyon oluşturabilmenin ön koşulu ortak duygu ve sloganlardan
ziyade taraflar arasında ortak çıkarların bulunmasıdır.
Bölüm III
ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE İŞBİRLİĞİNİ AÇIKLAYAN TEORİLER
1. Pluralizm
1970’li yıllarda uluslararası ilişkiler alanında uluslararası politika ve iç politika arasında
ayırıma giden ve devlet merkezli bir analizi benimseyen düşünce okullarına bir tepki olarak
ortaya çıkmıştır. Devletin sınırlarını giderek önemini yitirmeye başladığında ve iç politikanın
dış politikadaki ağrırlının arttığına…
uluslararası ilişkiler alanındaki (…) iki modele işaret ettiğini belirtmektedir. Devlet merkezli
paradigmanın benimsediği bilardo topu diğeri ise örümcek ağı modelleridir. Örümcek ağı
modeli göreceli bir kavram… Dünya toplumunu düzenleyen ana unsur güç olmaktan çıkmış;
haberleşme ve iletişim olmuştur. Haberleşme ve iletişimi kontrol eden, diğer devletleri ve
ilişkileri etkileyebilme yeteneğine daha fazla sahip olmaktadır.
Enst Hass da gücün kaynağının bilgi olduğuna dikkat çekmektedir.
Yukarıda vurgulananlar ışığında plüralist teorileri karakterize eden özellikleri Viotti Kauppi’ye
(1993:7-8,228-29) dayanarak dört noktada özetlemek mümkündür: Öncelikle pluralistler,
devlet dışı aktörlerin de varlığını kabul ederek (…) pluralist teoriler (…). Uluslararası ilişkilerin
aktörleri arasında devletin yanında bireyi, ulusal ve uluslararası baskı gruplarını uluslaraşırı ve
uluslararası örgütleri de dahil etmektedirler.
İkinci olarak plüralistler, devleti üniter yani yekpare olarak görmemekte. Plüralist yaklaşım bir
anlamda, devleti parçalara ayırarak onu oluşturan bireyleri, bürokrasiyi ve çıkar gruplarını da
uluslararası ilişkiler aktörü olarak kabul etmektedir.
Plüralistlerin üçüncü özelliği, rasyonellik konusuna kuşkuyla yaklaşmalarıdır.
Dördüncü oalrak, uluslararası politikanın gündemi oldukça yoğundur. Sadece askeri ve
güvenlik konuları uluslararası ilişkilerin ana gündemi olarak alan realistlerin tersine, plüralistler
ekonomik ve toplumsal konuların da en az bunlar kadar önemli hale geldiğine dikkat
çekmektedirler. Plüralistler realistlerin yüksek politika-alçak politika (high politics-low
politics) ayrımını kabul etmemektedirler.
Realistler ekonomik birleşmelerdeki asıl etkenin siyasal nedenler olduğunu düşünülmektedir.
Realistlerin uluslararası ilişkileri sıfır toplamı olarak görmesi (…) Plüralist yada liberal teoriler
hızla artan iletişim ve etkileşimin, işbirliği yapmanın maliyetini arttırdığına işaret etmektedirler.
Plüralist teoriler, artan karşılıklı bağımlılık olgusunun devletin egemenliğini tartışmalı,
sınırlarını ise yapay bir hale getirdiğini vurgulamaktadır.
Rosenau, transnasyonalizmin uluslararası sistemin dönüşümünde belirleyici bir role sahip
olduğunu ileri sürerken, realistler transrasyonalizmin uluslararası yapının anarşik özelliğine de
bir değişiklik yapmadığını iddia etmektedirler.
Neolibaralizm teorilerde de realist varsayımlardan devlet merkezlilik ve anarşi varsayımı
kısmen benimsenmekte; fakat anarşinin işbirliğine engel olduğu yönündeki realizmin
varsayımları kabul edilmemektedir. Uluslararası ilişkilerin analizinde bürokrasileri, çıkar
gruplarını ve uluslararası aktörleri esas almanın Amerikan etnosentrizmini yansıttığı iddia
edilmektedir.
Pluralizm, devletlerin çıkarlarını sadece güvenlik ve askeri konulara indirgememesiyle, bireyin
ve devletin çıkarlarının içsel ve uluslararası çevre tarafından belirlendiğini kabul etmesiyle,
devletin kararlarını farklı unsurlar arasında yürütülen ve pazarlık ve konsensüs sonucunda
alındığını varsaymasıyla, yerel ve uluslararası karşılıklı bağımlılığın savaş olasılığını azalttığını
düşünmesiyle, silahsızlanmayı barışın sağlanmasında önemli bir unsur olarak görmesiyle,
uluslararası hukuk ve uluslararası işbirliğinin geliştirilmesinin önemli araçları olarak kabul
etmesiyle realist paradigmadan ayrılmaktadır.
2. Liberalizm
LİBERALİZM VE TEMEL VARSAYIMLARI
Klasik liberal düşünce, eşitlik, rasyonellik, özgürlük ve mülkiyet kavramları üzerinde inşa
edilmiştir. Aydınlanma çağı dendiğinde 1688 ile 1789 yolları arasını kapsayan dönem akla
gelmektedir. İngiltere’den Locke, İskoçya’da David Hume ve Adam Smith, Fransa’dan
Montesqueu, Voltaire ve Almanya’dan Kant bu döneme damgasını vuran bilim adamları
arasında yer almaktadır.
John Locke’un tüm insanlar eşit yaratılmışlardır, dokunulmaz haklarla donatılmışlardır. Fırdat
eşitliği kavramı, XIX. Yüzyıl liberalizminin birinci temel kuralını oluşturmuştur. Liberalizmin
ikinci kuralı bireyin doğal gereksinimlerini rasyonel yollarla karşılama ve isteme kapasitesine
sahip olduğu ilkesidir. Üçüncü ilke bireyin temel alınması ve özgürleştirilmesidir. Liberalizmin
dördüncü ilkesi özel mülkiyetin önemidir.
Hobbes’un düşüncelerinden bu noktada tamamen ayrılmaktadır. Locke’a göre doğa durumu
savaş durumu değildir. Bireyler doğal özgürlüğünden köle duruma düşmek için değil; doğal
haklarından güvenlik içinde ve özgür olarak yararlanmak amacıyla vazgeçerler.
Pozitif hukukun kurucusu sayılan Hugo Grotius “Savaş ve Barış Hukuku Üzerine”. Grotius’un
insan doğasına olumlu yaklaştığı söylenebilir. Grotius’ta Machiavelli’nin tersine olarak hukuk
devletten değil devlet hukuktan doğmuştur. Oysa Machiavelli’nin temel kaygısı güçlü bir ulusal
devlet kurmaktı. Grotius’a göre ise böyle bir devlet düzeni oluştururken de doğal haklar
sınırlanamaz ve kısıntıya uğratılamaz.
Grotius, savaşa uluslararası ilişkilerin doğal bir parçası olarak bakmaktadır. Doğal hukuk ve
devletler hukukunu çiğneyen devlet ileride kendi barışının savunma siperlerini yıkmaktadır.
Montesquieu, bu alana da savaş ile yönetim biçimlerini arasında doğrudan ilişki kuran ilk kişi
sayılabilir. Otoriter rejimlerin savaşa daha yatkın olduğunu ileri sürmüştür. Montesquieu güçler
ayrımı ilkesi üzerinde durmuştur.
Vattel, her bir devletin özgür, bağımsız ve egemen olduğunu ileri sürmüştür.
Analiz birimi olarak bireyin önemi üzerinde duran bilim felsefesi anlayışıyla David Hume.
Devleti, yurttaşların özgürlük ve eşitlik için doğuştan, vazgeçilmez hakları ve kendi yazgılarını
belirleme güçleri yoluyla katıldıkları bir toplumsal sözleşme üzerine dayalı politik bir örgüt
olarak tanımlayan Rousseau…
Kant’a göre çeşitli devletler arasındaki ilişkileri yönetmek için hazırlanacak bir uluslararası
yasanın şu ön koşulları kapsaması gerekmekteydi: 1) Dünya barışını korumaya yönelik tüm
antlaşmalar hiçbir gizli terim yada sınırlamayı kapsamamalıdır. 2) Hiçbir devlet başka herhangi
bir devleti boyunduruk altına almayacak ya da denetlemeyecek ve her biri özgür ve bağımsız
kalacaktır. 3) Sürekli ordular kaldırılacaktır. 4) Her ulus dış politikasının bir aracı olarak ödünç
para kullanmaktan kaçınacaktır. 5) Hiçbir devlet başka devletlerin kendi anayasa ve yasalarını
uygulamalarını engellemeyecektir. 6) birbirleriyle savaşan devletlerin barış görüşmelerini
olanaksızlaştıracak savaş yöntemi ve araçlarını kullanmaları yasaklanacaktır (Sahaikan,
1997:165).
Kant da Montesquieu ve Voltaire gibi savaşları önlemek için mutlakıyetçi yönetimlere son
verilmesi ve tüm dünyada demokratik ideallerin ve halk egemenliğinin geçerli hale gelmesi
gerektiğini savundu.
“Çıkarların uyumu” ilkesi laissez faire liberalizminin temel unsurlarından birini
oluşturmaktadır.
Bentham, devletin zora dayanarak kurulduğunu ve alışkanlıklarla devam ettiğini ileri sürer.
Adam Smith’in “bırakınız yapsınlar” (laissez faire) ilkesini benimsemekte.
Hobson ayrıca serbest ticaretin devletler arasında karşılıklı bağımlılığı arttırarak savaşı daha
maliyetli kılacağı için barışı sağlayacağını savunmuştur.
Toplumlardaki eğitim seviyelerinin yükseltilmesi uluslararası barışı sağlamada önemli bir
unsur olarak görüldü.
Carr’a dolayısıyla 1919 düzenlemesi ile liberal demokrasinin tüm dünyaya yayılacağı beklentisi
de aynı şekilde bir ütopyadan ibaretti.

ULUSLARARASI LİBERAL TEORİ


Klasik liberal teoride birey temel analiz birimi olarak alınırken, liberal uluslararası ilişkiler
teorisinde hem analiz birimi sadece birey değildir hem de analiz düzeyi olarak plüralist bir
yaklaşım benimsenerek, uluslararası ilişkiler ve devletin dış politikası birey, ulusal baskı
grupları, devleti uluslararası örgütler ve uluslaraşırı örgütlenmeler düzeyinde (yani aktör
düzeyinde) analiz esilmektedir.
Moravcsik, liberalizmin üç temel varsayımı üzerinde durmaktadır. Birincisi, liberalizmde
uluslararası ilişkilerin temek aktörleri yalnız devletler değildir; aynı zamanda bireyler ve sivil
toplum kuruluşlarıdır. İkincisi, tüm hükümetler toplumun belli bir temsilcileridirler; hangi
kesimin çıkarlarının yansıtıldığı veya temsil edildiği önemlidir. Üçüncüsü, uluslararası çatışma
ve işbirliğiyle uluslaraşırı ekonomik etkileşimler devletlerin davranışlarının yansımaları ve
tercihlerinin sonuçlarıdır. Liberal uluslararası ilişkiler teorisi birim (aktör) düzeyindeki
nedenlerden yola çıkarak sistem düzeyindeki sonuçlara ulaşmaktadır.
Demokrasinin barışı teşvik ettiği tüm liberal görüşü savunanların üzerinde durduğu en önemli
noktadır.

Liberalizm, Neoliberalizm ve Realizm


Uluslararası liberal teori, realizmden faklı olarak çatışma yerine barış ve işbirliği konuları
üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Liberal kurumsalcılardan örneğin fonksiyonalistler için uluslararası örgütler,
neofonksiyonistler için işçi sendikaları, siyasal partiler, ticari örgütlenmeler ve suranasyonal
bürokrasiler, karşılıklı bağımlılık okulu için çok uluslu şirketler ve uluslaraşırı koalisyonlardır.
Modern devlette karar alma süreci adem-i merkezi bir özelliğe sahiptir.
John Locke ve J. J. Rousseau’dan Woodrow Wilson, Hobson, David Mitrany’e kadar birçok
liberal düşünür uluslararası örgütlerle barışın korunması, geliştirilmesi ve garanti edilmesi
arasında doğrudan ilişki kurma gereği duymuşlardır.
Neoliberaller, birim düzeyi (aktör düzeyi) analizleri benimserken neorealistler sistem düzeyi
(yapısalcı) analizleri benimsiyorlar. Diğer bir değişle liberalizm, savaşları uluslararası
sistemdeki güç dağılımının bir fonksiyonu olarak görmek yerine neorealizm savaşları devlet
(birim) düzeyindeki değişkenlerle ve iç toplumsal güçlerin çatışmasıyla açıklamaktadır. Halkın
küçük bir kısmını temsil eden devletler de o oranda şiddete daha fazla başvurma eğiliminde
olacaklardır.
Realistlerin tersine neoliberallere göre ekonomik güç askeri güçten daha önemlidir.
Neoliberaller, realistlerin tersine ahlak ve moral unsurların önemini kavrıyorlar ve uluslararası
barışı geliştireceğine inanıyorlar.
Neoliberalizmle neorealizm benzerlikler… Her ikisi de uluslararası sistemi anarşi olarak
tanımlıyorlar. Uluslararası işbirliğini mümkün görüyorlar. Neoliberaller mutlak kazanç (diğer-
lerinin ne kadar kazandığına bakmaz), neorealistler nisbi kazanç…

Uluslararası İşbirliği: Liberalizm ve Realizm


Modern gelişmiş demokrasiler aynı zamanda refah devletleri olup, güç ve prestij yerine
ekonomik gelişme ve sosyal güvenlik konularına ağırlık vermektedirler. Devletin birbirlerini
uluslararası güvenliği ve ülke içi refahı arttırmada işbirliği yapabilecekleri ortak noktalar
görmektedirler.
Neoliberalizme göre rasyonel bireycilik maksimum fayda üzerinde durmayı gerektirmekte olup
bir devlet için söz konusu olan fayda diğer devletlerin elde edeceği fayda ile bağlantılı olarak
ele alınmamaktadır.
Realistlere göre, biri devletlerin birbirlerini aldatabileceği diğeri ise nisbi kazanç olgusu olmak
üzere işbirliğinin önünde iki önemli engel bulunmaktadır.
Fonksiyonalistler Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) gibi uzmanlık kuruluşlarının işbirliğini
geliştirici etkisi üzerinde durmaktadır. Neofonksiyonalist teori de AB gibi supranasyonal
örgütlenmeleri, ulusal devletlerin ulusla refahı arttırma amaçlarını bölgesel işbirliği ile
gerçekleştirebilmelerine olanak sağlayan yapılar olarak görmektedir.
(Oyun teorisine göre, taraflardan her birisi daha ziyade kendilerine en avantajlı stratejiyi
seçmek isteyeceğini ve işbirliğinden kaçınabileceğini varsaymasıdır.)
Neorealistlerden farklı olarak neoliberallere göre uluslararası ilişkileri tek bir oyun modeli-ne
indirgemek doğru değildir.
Realist ve Marksist paradigma tarafından benimsenen hegemonik istikrar teorisine göre,
uluslararası anarşinin söz konusu olduğu bir yapıda, işbirliği ve düzenin sağlanması bir
hegemonyanın varlığını getirmektedir. Hegemonya işbirliğini kolaylaştırmaktır.

Liberalizm: Barışın Korunması ve Savaşın Önlenmesi


Birincisi, “ticari liberalizm”. Ekonomik karşılıklı bağımlılığın artması nedeniyle savaşın bu
ilişkilere zarar vermesi veya ortadan kaldırılacak olması devletin savaştan kaçmasına yol
açmaktadır. İkinci olarak, “demokratik liberalizm”in gelişmesine paralel olarak liberal
demokratik sistemlerinde artması savaşı ve barışı sadece bir ülkedeki siyasi ve askeri
seçkinlerin karar verdiği bir iş olmaktan çıkarmıştır. Artık siyasal konulara karşı duyarlı olan
kamuoyunun savaş karşıtı bir tutum içinde olması karar vericileri etkilemektedir. Üçüncü,
olarak “düzenleyici liberalizm” uluslararası hukukun ve uluslararası örgütlerin… Sonuncusu,
savaş karşıtı bir tutum.
Karşılıklı bağımlılıkta devletler arasında dinamik ekonomik güçlerin etkisi söz konusu olup,
etkin ekonomik güçlerin desteğin, kaybetme endişesi taşıyan bir devletin savaşa başvurma
olasılığı da düşüktür.
Liberal teoriyi otoriter liderlerin ve totaliter partilerin daha saldırgan oldukları ve savaşa daha
fazla başvurdukları iddia edilmektedir.savaşları devletlerin liberal olup olmamasına bağlayan
liberal teori…
Liberal devletlerin uluslararası ilişkilerde barış ve savaş karşısındaki tutumları üç ana görüşe
dayalı olarak açıklanmaktadır. Bunlar Schumper’ın “liberal pasifizm”, Machiavelli’nin “liberal
emperyalizm” ve Kant’ın “liberal uluslararasıcılık” anlayışlarıdır.
Schumpeter liberal kurumların ve ilkelerin savaş ve saldırganlığı engellediğini avunmaktadır.
Modern emperyalizmin üç nedeni üzerinde duran Schumpeter’a göre bunlar, savaş makinesı,
saldırganlık içgüdüsü ve tekelciliğin ihracıdır.
Savaşın ve emperyalizmin irrasyonel bir davranış olduğunu ifade eden Schumpeter’a göre,
tümünün temelinde atavist toplumsal kültürün kalıntıları bulunmaktadır.
Demokratik kapitalizmin barışı teşvik edeceği savunulmaktadır.
Liberal emperyalizm anlayışını savuna Machiavelli cumhuriyetlerin sadece pasivist olmadığını
ileri sürmekle kalmamakta, aynı zamanda bunların emperyalist genişleme için en uygun devlet
keşli olduğunu düşünmektedir. Machiavelli’nin cumhuriyeti klasik karma bir cumhuriyettir.
Machilavelli iki tür cumhuriyetten bahseder. Roma gibi halk cumhuriyeti, Sparta ve Venedik
gibi aristokratik cumhuriyetlerdir. Emperyalist genişleme ile siyasal enerjileri dışa
yöneltilmediği zaman devlet için tehlikeli hale gelebilirler. Machiavelli’ye göre, Roma ve Atina
emperyalist cumhuriyetlerdi.
Kant!a dayandırılan liberal uluslararasıcılık anlayışına göre ise liberal devletler genelde barış
ve işbirliğine daha yatkındırlar.
Demokrasinin genişlemesinin devletlerin saldırganlıklarını azalttığı liberalizmin temel
savlarından diridir.
Dünyada başlıca büyük ekonomik ve askeri güçlere bakıldığında bunların çok partili sistemi ve
serbest piyasa ekonomisini benimsemiş ülkeler oldukları görülüyor.
Demokratikleşme sürecini yaşayan ülkelerin bu geçiş döneminde dış politikada saldırgan bir
tavır içinde olabileceğini söylüyorlar.
Rusya gibi otokrasiden demokrasiye geçen ülkelerde süreç bir kere başladıktan sonra bu süreci
geri döndürmeye çalışmak bile savaşa girme olasılığını azaltmaktadır.
Bilişsel liberalizm, daha ziyade demokrasi ve eğitim arasında doğrudan ilişki…

ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİLERİ Tayyar ARI


OYUN TEORİSİ MODELLERİ
Sıfır Toplamlı Oyunlar
Sıfır toplamlı (zero-sum) ya da sabit toplamlı (fixed-sum) oyunların, birinin kazancının
diğerinin kaybı anlamına gelen oyunlar olduğu… Sıfır toplamı oyunlar, uzlaşması mümkün
olmayan çatışmalara ve gerilimlere sıkça uygulanan bir yöntem olagelmiştir.
Bu tür oyunlarda izlenen stratejiler maksimin veya minimaks olarak ifade edilir.
Optimal denge noktası olmayan sıfır toplamı oyunlarda tarafların izlediği karışık strateji
minimaks stratejisidir.
Rasyonalite maksimin/minimaks stratejinin temel unsurudur.
Amerikan hükümeti, SSCB’nin geliştirdiği SS-9 füzelerini bir ilk vuruş esnasında kullanması
halinde ABD’nin misillemede bulunma yeteneğini önemli ölçüde nötralize edeceği
varsayımıyla hareket ederek füze savar füze (anti balistik füze) sistemi geliştirmiştir. Rakibin
niyetiyle ilgilenmemiş; sadece rakibin bulunduğu potansiyel dikkate alınarak en kötü duruma
göre hareket edilmiştir. Bu şartlarda rakibin kapasitesini tahmin etmek, niyetini tahmin
etmekten daha kolaydır. Bir savaş esnasında bir devlet ya rakibin kapasitesinden yola çıkarak
ne yapabileceğini ya da niyetinin ne olduğunu tahmin etmeye çalışarak strateji geliştirecektir.
Kuşkusuz birincisi ikincisine göre hem daha kolay hem de daha güvenlidir.
Uluslararası politika da devletlerin rasyonel davranması gerekir. Taraflar aynı oyunu tekrar
tekrar oynayacağını düşünerek uzun dönemdeki kazanç ve kayıplarını hesap etmek
durumundadırlar. Burada devletler ya kısa dönemi dikkate alarak ve diğer oyuncunun
davranışıyla ilgilenmeden kendileri için rasyonel olan en az zararla en fazla kazanç sağlayan
stratejiyi seçebilirler ki buna stratejik olmayan rasyonalite adı verilmektedir. Stratejik
rasyonalitede karar verici rakibin uzun vadede göstereceği davranışları da hesaba katmaktadır.
Sıfır Toplamlı Olmayan Oyunlar
Gerek günlük yaşamdaki gerekse uluslararası politikadaki çatışmaların hepsi sıfır toplamı
değildir. Bunların bir çoğu değişken toplamlı olmayan (non-zerosum) oyunlara benzer.
Oyuncular ikiden fazlada olabilir. Oyuncular birlikte kaybedebilecekleri gibi ortak çıkarları
doğrultusunda işbirliğine gitmeleri halinde birlikte kazanabilirler.
Bazen çatışan tarafların farklı algılamaları nedeniyle değişken toplamlı bir oyun sıfır toplamlı
bir oyun haline dönüşebilir. Oyun modelleri arasında özellikle üçü önemlidir. Bunlar: Tavuk
oyunu (chicken game) modeli, geyik avı (stag hunt) modeli ve mahkumun ikilemi (prisoners
dilemma) modelidir.
Karşılıklı Tehdit algılaması ve Tavuk Oyunu
Tavuk oyunu modeli, aynı şeritten karşı yönde son hızla seyreden iki genç sürücünün
cesaretlerini göstermek amacıyla oynadıkları ve yıllar önceki bir Hollywood filminden
esinlenerek geliştirilen popüler bir oyun modelidir.
İki oyuncu için minimaks (maksimin) durum birinci durum olup, -5’er puana razı olarak kaybı
minimize etmektedir. Bu oyunda en rasyonel olan opsiyon her iki oyuncunun da işbirliğine
yönelik bir strateji izlemesidir.
Oyun teorisinin genel niteliğini işbirliğinden kaçınmaya dönük olduğunu; işbirliğinin ise
işbirliği yapmamanın maliyetinin yüksek olduğu durumlarda gerçekleştiğini belirtmekte yarar
var.
Soğuk Savaş döneminde Süper devletler arasındaki çatışma genel olarak sıfır toplamlı olmayan
bir tarzda cereyan etmiştir.

Geyik Avı Modeli


Değişken toplamlı (sıfır toplamı olmayan) ve ikiden fazla (n) oyuncunun söz konusu olduğu
çatışmalarda kullanılan diğer bir oyun teorisi modeli ise “geyik avı” (stang hunt) örneğindeki
avcıların durumudur. Amaca ulaşılması işbirliğinin tam olarak gerçekleşmesine bağlıdır.
Dolayısıyla her bir avcı için iki alternatif söz konusudur; ya daha tatmin edici bir sonuca
ulaşmak için işbirliğini seçmek, ya da bireysel çıkarları küçük ölçüde tatmin etmeye çalışarak
durumu riske sokmak. En rasyonel olanı işbirliğini tercih etmektir.
Tehditler ve Vaatler Öngören Çatışmalar ve “Mahkum İkilemi” Modeli
Değişken toplamlı (sıfır toplamı olmayan) oyunlara verilebilecek diğer bir ilginç örnek ise
mahkumun ikilemi oyunudur. Tarafların karşılıklı istenmeyen bir durumdan kaçınmaları için
işbirliği yapmaları gerekmekle beraber aralarında iletişim olmadığından diğerlerine
güvenmeleri ve işbirliğinden kaçınabileceği riskini göze almaları gerekir. Arkadaşı erken
konuşursa aynı şey bunun için söz konusu olacak ve arkadaşı ödüllendirilerek serbest kalırken
kendisi idama mahkum olacak. İkisi de aynı gün itiraf ederlerse idama mahkum olmayacaklar
fakat onar yıl hapis yatacaklar. İkisi de konuşmamayı tercih ederse para ödülü alamayacaklar
ama ikisi de serbest kalacaklar. En rasyonel strateji sonuncusudur.
En rasyonel seçim mavi butona basmaktır.mahkumun ikileminde genellikle oruncuların daha
önce birbirlerini tanımadıkları, birbirlerinin geçmişlerini hakkında hiçbir şey bilmedikleri, daha
sonra da görüşmeyecekleri, aralarında haberleşmenin ve güvenin bulunmadığı be oyunun bir
defa oynandığı ve tekrar edilmeyeceği varsayılmaktadır.
Her ikisi de rasyonel davranarak silahlanmaya devam edeceği için sonuç 2,2 olacaktır.
Diğer taraftan, eğer mahkumun ikilemi oyunu bir defa değil de belirli bir toplumsal çevrede
birçok defa tekrarlanıyorsa modelin adı “mahkumun ikilemi süper oyunu” olarak ifade
edilmektedir.
(güçler dengesi ittifak ant.)
Örneğin 20 defa tekrarlanacak bir oyunda taraflar ilk başlarda işbirliğine daha yakın bir tutum
içinde olacaklardır. Bu aşamada işbirliği yapmak daha rasyonel bir stratejidir. Oysa oyunun
sonuna doğru taraflar yeniden işbirliğinden uzaklaşacaklarından işbirliğinden kaçınma taraflar
için daha rasyonel bir stratejidir.
Gelecekten ziyade mevcut gün ile ilgilen ve hazır kazancı gelecekteki kazanca tercih eden bir
oyuncu için oyunun tekrarlanmaması fazla bir anlam ifade etmeyebilir.

OYUN MODELLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ


Bu nedenle silahlanma yarışları ve çeşitli nedenlerle başlayan tırmanma durumları ile aralarında
ideolojik vb. nedenlerle çatışma yaşanan ülkeler arasındaki sorunların bir türlü çözülememesi
mahkumun ikilemine benzemektedir.
Uluslararası çatışmalarda X devleti, Y devletine karşı (veya tersi) niye böyle davranıyor diye
sormak yerine; X devletinin Y devletine (veya tersi) böyle davranmasına Y devletinin hangi
davranışlarının sebep olduğunu araştırmak daha anlamlı olabilir. Dolayısıyla provakatif
davranışlarla kilitlenmeye sebep olmak veya sürekli işbirliğini tercih etmek yerine taraflar şöyle
bir strateji izleyebilirler (1) Önce işbirliğiyle başlamak, (2) bu işbirliğini diğeri de aynı şekilde
davrandığı sürece sürdürmek, (3) diğerlerinin suistimali halinde misillemede bulunmak, (4)
zaman zaman işbirliğini arzuladığı göstererek rakibe de sürekli bir işbirliğinin gerçekleşe-
bilmesi konusunda bir şans vermek.
Strateji şu şekilde ortaya konmuştur; (1) Diğerleri de aynı şekilde davrandığı sürece işbirliğini
tercih ederek gereksiz çatışmalardan kaçınmak; (2) diğer oyuncunun aksi yönde provakatif
şekilde davranması halinde misillemede bulunmak; (3) gerekçeli bu misillemelerden sona
geçmişi bir tarafa bırakmaya çalışarak yeniden işbirliğine fırsat tanımak; (4) bu aşamada artık
bu tutum suistimal edilemeyeceğinden işbirliğini sürdürmek. Bu aşamada işbirliğinin
sürdürülebilmesi için; (1) Rakibine geçmişteki provakatif davranışlardan dolayı (bir takım
kazanımları olmuş dahi olsa) kin tutma ve bağışlamaya çalışır.; (2) ilk başta ihanet eden
(provakatif) taraf olma; (3) ihanetin ve işbirliğinin karşılıklı olmasına çalış; (4) fazla açıkgöz
davranmaya çalışma.
ABD’nin Küba Krizi’ndeki tutumu bu açıdan değerlendirildiğinde tavuk oyunundaki rasyonel
stratejiye, ticari çatışmalar ve tarife görüşmeleri ise mahkumun ikilemi durumuna
benzetilmektedir.
Fransa ile Almanya arasındaki ilişkiler Fransa’ya karşı kazanılan savaşın arkasından 1871’de
alman birliğinin sağlandığı andan itibaren hep sıfır toplamlı olarak devam etmesine karşılık
Avrupa Birliği süreciyle ve bu oluşum içinde yer almalarıyla beraber sıfır toplamlı olmayan bir
görünüme dönüşmüştür.
OYUN TEORİSİNE YÖNELİK ELEŞTİRİLER
Eleştirilerde, teorinin tipik bir özelliği olarak gerçekleri basitleştirdiği ve insan davranışı ve
pratik hayattaki durumlar üzerinde yapılmış geniş bir araştırmaya dayanmadığı için emprik
değerlerin fazla olmadığı…
Uluslararası ilişkilerin indirgemeci bir yöntemle analiz ettiği için de eleştirilmektedir. Oyun
teorisi bu varsayımlarıyla realizmin etkisi altında kalmış bir görüntü sergilemektedir. Oyun
teorisinde de tarafları işbirliğine yönelten ana unsur toplam fayda değil net faydadır. Devletler
genellikle net faydadan ziyade kendi, toplam faydasını (kazancını) dikkate almaktadır.
Oyun teorisinin modellerinde rasyonel çözümler genellikle işbirliğini öngörmemektedir.
4. Globalizm ve Globalist Teoriler
GLOBALİZM
Uluslararası sistemi ekonomik kavramlarla açıklamaya çalışan globalistlere göre, dünya
sistemini anlamak için onun tarihi gelişimine bakmak gerekir. Yoksul ülkelerden sürekli olarak
zengin ülkelere doğru bir artı değer transferi söz konusu. Globalistlere göre bu adaletsiz gelir
dağılımı dünya sisteminde yaklaşık dört yüzyıldır devam etmektedir.
Nitekim Soğuk Savaş sonrası dönemde Doğu-Batı ayrımının yerini Kuzey-Güney ayrımı ile
Kuzey ülkelerinin kendi aralarındaki ekonomik rekaber almış durumdadır.
Globalistler uluslararası sistemi kapitalist üretim tarzının şekillendirdiği bir yapı olarak
gördükleri halde…
Globalistlere göre çağdaş dünya sisteminin gelişimini ve işleyişini anlamada ekonomik
faktörler anahtar rol oynamaktadır.
Realistler analiz düzeyi olarak birey ve devleti, neorealistler ise devlet ve sistemin esas alırken
diğer iki yaklaşım (pluralizm ve globalizm) uluslararası ilişkilerin bunların dışında çok daha
farklı düzeyde de analiz edilebileceğini göstermektedir.
Değişimin barışçıl mı yoksa devrimle mi gerçekleşeceği sorunsalı Globalistler açısından tam
çözülmüş değildir.
Dolayısıyla bağımlılığın az gelişmişliğin nedeni mi yoksa sonucu mu olduğu sorunsalının
çözümlenmiş olduğuna dikkat çekilmektedir.
Katı bir bağımlılık tezi, az gelişmiş Üçüncü Dünya ülkelerindeki geri kalmışlığım suçunu
bütünüyle sanayileşmiş ülkelere yüklemektedir. Bu ülkelerdeki baskıcı yönetimlerin
beceriksizliğinin de şüphesiz payı ve rolü bulunmamaktadır.
Globalizm, özellikle Poperyan anlamda bilimsel bir teori olarak kabul edilmemektedir.
Venezüella, Brezilya, Singapur ve Güney Kore, Japonya’nın gösterdiği başarının otonom
davranmanın mümkün olduğunun örnekleri olarak sunulmaktadır.
Eleştiri sahiplerine göre, bu tür çabalar dikkatleri azgelişmişliğin içsel nedenlerinden
uzaklaştırarak ve başka taraflara kaydırarak, bir anlamda çözmeye çalıştıklarını sandıkları
sorunu derinleştirmektedirler.

GLOBALİST TEORİLER: EMPERYALİZM,


BAĞIMLILIK VE MERKEZ-ÇEVRE TEORİLERİ
Yaşam standartlarının yükselmesinin ve ulusal ekonomideki büyümenin devletler arasında
barışa yol açtığı uluslararası ilişkiler teorilerinin bir çoğunda açıkça veya örtülü olarak
vurgulanmaktadır.
Marksist Teori ve Çalışma Olgusu
Marksist paradigmanın temel varsayımlarından hareket eden emperyalizm teorileri uluslararası
ilişkiler ve olayları siyasal güçten ziyade ekonomik getiriye dayandırmaktadır. Karl Marx’ın
(1818-1883) felsefesinin temelini oluşturan diyalektik materyalizme… Bir Tanrı inancını
bütünüyle yadsıyan Marx, her şeyin temelinde doğanın kendisini ve maddeyi koymakta;
Hegel’den yola çıkmakla beraber onun benimsediği töz yada manevi öz kavramını reddederek
doğayı esas kabul etmekte ve bir anlamda Hegel idealizmini tersine çevirmektedir. Marx’ın,
kurumsal ve ideolojik yapısının ekonomik üretim ilişkileri tarafından belirlendiği, ekonomik
sistemi denetleyebilen siyasal sistemi de denetler. Siyasal kuruluşlar ekonomik alt yapıya
dayanan üst yapılardır.
Günümüze kadarki bütün savaşlar sınıf savaşıdır. Ezen ile ezilen arasında. Son kertede
burjuvazi ile proleteryanın savaşına dönüşmüştür. Marksist düşünceye göre sınıf çatışması
toplumsal değişimin ana nedeni oluşturmaktadır. Burjuvazi (tez) ile proleterya (antitez)
arasındaki çatışmanın sosyalizme (sentez) yol açacağını, çünkü tarihte her zaman egemen sınıf
(tez) ile halk yığınları (antitez) arasındaki çatışmanın yeni bir ekonomik, siyasal ve toplumsal
yapının (sentez) ortaya çıkmasını sağladığı ifade etmektedir.
Marx’a göre sosyalist devrim önce ulusal düzeyde olacaktır. Her ülkenin proleteryası kendi
burjuvasını alt edecektir.
Kapitalist sistemde toplumun büyük bir kısmı köleleştirilmektedir.
Emperyalizm Teorileri
Hobson
Hobson’a göre, emperyalizm kapitalizm içindeki yanlış uygulamalardan kaynaklanmaktadır.
Kapitalist toplumlar aşırı üretim ve yetersiz tüketim ikilemini yaşamak zorunda kalıyor. Ülke
içinde kullanılmayan sermaye ve tüketilmeyen mal için yeni yatırım ve pazar olanaklarının
araştırılması emperyalizme yol açmaktadır.
Hobson’a göre, XIX. Yüzyılın sonlarında Avrupa’nın genişleme çabalarında esas olarak
ekonomik olmayan askeri, politik, psikolojik ve dini faktörler etkili olmuştur.
Marksist-Leninist Okul ve Emperyalizm Olgusu
Marks’ın kendi başına bir emperyalizm teorisi geliştirmediği yukarıda ifade edildi. Bu konu
üzerinde ağırlıklı olarak ilk defa duran Lenin olmuştur. Lenin’e göre kapitalist tekel grupları –
karteller, teröristler- önce kendi ülkelerinin iç pazarını paylaşırlar.
Lenin’e göre modern kapitalizmin temel özelliği büyük kapitalistlerin bir araya gelerek
oluşturdukları kartellerdir.
Lenin’e göre emperyalizm kapitalizmin gelişmenin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkmış ve
emperyalizm kapitalizmin en ileri aşamasını simgelemektedir. Emperyalizm kapitalizmin
tekelci aşamasıdır.
Lenin’e göre emperyalizmin tanımının şu nitelikleri göz ardı etmemesi gerektiğini
belirtmektedir: Üretim ve sermayede tekellerin oluşması; mali oligarşinin oluşması; sermaye
ihracının özel bir önem kazanması; uluslararası kapitalist temellerin kurulmuş olması; toprak
bakımından, paylaşmanın tamamlanması.
Emperyalizm, tekellerin ve mali-sermayenin (finans kapitalin) egemen olduğu, sermaye
ihracının birinci planda önem kazandığı, dünyadaki tüm toprakların en büyük kapitalist ülkeler
arasında pay edildiği bir genişleme aşamasındaki kapitalizmin adıdır.
“Barışçı ittifaklar, savaşları hazırlar ve savaşlardan doğar.”
Marsist-Leninist’lere göre, finans kapital emperyalizmin kaynağını ve uluslararası çatışmaların
temel nedenini oluşturur.
Lenin’den önemli ölçüde etkilenen Sweezy de emperyalizmi dünya ekonomisinin gelişiminde
bir aşama olarak tanımlamaktadır. Sweezye’ye göre bu aşamada (a) endüstri malları için dünya
pazarında ileri kapitalist ülkeler rekabet halindedir; (b) tekelci sermaye hakim sermaye şeklidir;
(c) birikim sürecinin zıtlaşmaları öyle bir derecede olgunlaşmıştır ki sermaye ihracı dünya
ekonomik ilişkilerinin belirgin özelliğidir. Bu temel ekonomik koşulların bir sonucu olarak iki
özellik daha ortay çıkmıştır: (d) dünya pazarında birbirinin ardı sıra, boğaz boğaza düşmanlık
ve uluslararası tekelci birleşmelere yol açan ciddi rekabet ve (e) dünyanın işgal edilmemiş
yerlerinin önde gelen kapitalist güçler (ve onların uyduları) tarafından paylaşılması.
Emperyalizm Teorilerine Yönelik Eleştiriler
Morgenthau, hatırlanacağı üzere farklı bir emperyalizm tanımı yaparak Lenin ve Hobson
çizgisinden farklı olarak bir dış politika biçimi olarak gördüğü emperyalizmi “iki veya daha
fazla devlet arasındaki güç ilişkilerini değiştirmeyi be statükoyu kendi lehinde bozmayı
amaçlayan dış politikalar”. Morgenthau, emperyalizmi ekonomik bir temeledayandıran
teorilerin kapitalizm öncesi emperyalist politikaları açıklamakta yetersiz kaldıklarını, hatta
1870-1914 arasındaki kapitalist dönemdeki emperyalist uygulamalara da inandırıcı bir
açıklama getiremediğini iddia etmektedir.
Kapitalistlerin büyük çoğunluğu çıkacak bir savaşın kendilerine zarar vereceğini
düşündüklerinden genellikle barıştan yanadırlar. Kapitalist toplum savaşa, silahlanmaya ve
profesyonel büyük ordular oluşturulmasına muhalefet ederek bu yönde sosyolojik bir altyapı
oluşturmaktadır.
Schumpeter eleştirisinde özellikle 1870’te sonraki savaşların büyük çoğunluğunun ekonomik
nedenlerden kaynaklanmadığını belirtmekte.
Bağımlılık ve Tapısalcılık Teorileri
Sermayenin Uluslararasılaşması
Dünya ekonomisinin günümüze kadar üç aşamada; ilk aşama da, ticaret yoluyla kurulan ve
sadece mal alışverişinin harekete geçtiği bir işbölümü söz konusu olmuştur. Bu iş bölümü
kapitalistleşen bölgelerin gereksinimlerine uygun bir şekilde gelişmiştir. Bir başka deyişle
azgelişmiş ülkeler kapitalistleşmiş ülkelerin gereksinimlerinin karşılandığı bölgeler olarak
görülmüştür. Dolayısıyla işbölümünün boyutu kapitalistleşen ülkenin gereksinmesiyle ilişkili
olmuştur. İkinci aşamada, kapitalizmin yerleştiği ülkelerden azgelişmiş bölgelere yapılan
yatırımlar bu bölgelerin ticaret potansiyelini yükseltmiştir. Yani ticaret sermayesinin
akışkanlığı dünya ekonomisinin sürükleyici gücü olmuştur. Bu dönemde azgelişmiş bölgelerde
hakim olan ticaret sermayesi kapitalist ülkelerdeki üretici sermayenin gereksinimlerine uygun
olarak hareket etmiş ve dünya ekonomisi içindeki iş bölümünü ilerletmiştir. Ticari sermayenin
uluslararalılaşması. Üçüncü aşamada ise üretici sermayenin uluslararalılaşması söz konusudur.
II. Dünya Savaşı’na kadar ki dönemde dünya ekonomisini ve uluslararası iş bölümünü işlevsel
bir bütün içinde devam ettiren ticaret sermayesiydi. II. Dünya Savaşından sonra ise üretici
sermaye ülkeler arası nitelik kazanmaya başladı.
Çok Uluslu Şirketler ve Uluslararası Sermaye Hareketleri
Klasik ve neo-klasik dış ticaret teorileri uluslararası sermaye hareketlerini ve çok uluslu şirket
yatırımlarını açıklamakta yetersiz kaldığı için..
Veron’un “Üretim Dönemleri Teorisi”

Yeni teknolojileri içeren malların üretimine ilk önce doğal olarak, en yüksek gelir ve teknoloji
düzeyinde bulunan ülkede başlanmakta daha sonra, ihracat ve dolaysız yatırımlar yoluyla malın
üretimi diğer sanayileşmiş ve nihayet azgelişmiş ülkelere kaymaktadır.

Firmanın tekelci gücü kaybolmaktadır. Bu dönem ise üretimin olgunlaşma dönemi. Büyük
şirketi ihracat yerine yabancı ülkede kendine bağlı yavru şirketler kurarak dolaysız yatırıma
sevk eder.

Üçüncü dönem, üretimin ve teknolojinin standardize olduğu dönemdir. Talebin gelir ve fiyat
elastikiyetinin eşitlendiği, bu tek rekabet yolu malı daha ucuza üretebilmek.
Hymer-Kindleberger ve “Tekelci Rekabet Teorisi”

Bu teori yerli firmaların daha avantajlı olduğu düşüncesine dayanır. Çok uluslu şirket
yatırımlarını ve bunun sonucu ortaya çıkan uluslararası üretim olgusunun arkasındaki nedenleri
oluşturmaktadır. 1- Ürün piyasalarında tem rekabetten uzak bir ortam, 2- faktör piyasalarında
da tam rekabetten uzaklaşmayı 3- dışsal ekonomiden yararlanmak.

Uluslararası Sermaye Hareketlerinin Marksist Teoriyle Açıklanması

Gelirin adil olmayan dağılımı ülkede tüketim talebinin gerekli hızla artmasını
sağlayamadığından tekelci şirketler ellerinde biriken sermayeyi yabancı ülkelerde yatırıma
yöneltmişlerdir. Ülkede tüketimin yeterli ölçüde artmayışından çok kapitalist ülkelerin deniz
aşırı ülkelerde Pazar kapatma ve doğal kaynakları kontrol etme yarışının bir sonucudur. Eski
kapitalizmde uluslararası mal ihracı sistemi temel niteliğini oluştururken tekelcilerin egemen
olduğu tekelci kapitalizmde mal ihracının yerini uluslararası ölçekte sermaye ihracı almıştır.

Nihayet Magdoff’a göre, çağdaş emperyalizm belirgin yeni özelliklere sahiptir. (1) düşmanlık
yerine emperyalist sistem (2) Amerika Birleşik Devletleri’nin, dünya emperyalist sisteminin
örgütçüsü ve lideri (3) uluslararası olan bir teknolojinin ortaya çıkması.

Luxemburg’a göre kapitalist ülkelerin gelişmesi ancak azgelişmiş Üçüncü Dünya ülkelerinin
varlığıyla gerçekleşmektedir.

Sermaye ihracı kapitalizmin ilk dönemlerinde de XX. Yüzyılsa ulaştığı tekelci aşamada da
daima tek yönlü olarak azgelişmişlerden gelişmişlere doğru olmuştur.

Azgelişmişlik Sarmalı

Çünkü, gelişmiş ülkeler tarihin hiçbir döneminde azgelişmiş ülke olmadılar. Kendileri
gelişirken bugünkü azgelişmiş ülkelerin geri kalmalarına neden oldular.

Azgelişmişliğin ilk niteliği kapitalizme geçişin özerk ve bağımsız bir yoldan değil, dışarıdan
gelen bir koşullanmayla olmasıdır.

Frank’a göre azgelişmişlerin geri kalmışlığı gelişmiş kapitalist ülkelerin kolonileşme


politikalarının bir sonucudur. Uydu ülkelerin gelişmelerinin ancak merkezle olan bağlarını
gevşetmeleri durumunda olanaklı olacağını savunmaktadır.
Çok Uluslu Şirketler ve Uluslararası Sermaye Hareketlerinin

Azgelişmiş Ülkelerin Ekonomik Yapılarına Etkisi

Baran’a göre ise, sömürgelerdeki yatırımlar yalnız bu ülkelerin kalkınmalarına katkıda


bulunmakla kalmamış aynı zamanda ticari kapitalizmi teşvik ederek bu ülkelerin endüstriyel
kapitalizme geçmelerini önlemiştir.

Baran’a göre “kapitalist ülkelerle ilişkilerini koparıp yarattıkları artık değeri kendilerini üretken
sektörlerde yatırıma dönüştürmedikçe mümkün değildir”.

Baran’ın önerdiği yeni sistem sosyalist sistemdir.

Fakat bu bağlar kapitalist bir dünya sistemi içinde yer aldığı sürece uydu tarafından
gevşetilemez. Bağların gevşetilmesine neden olan şey yaşanan büyük ekonomik bunalım ve
ardından gelen dünya savaşı olmuştur.

Yapısalcılık ve Merkez-Çevre Teorileri

Galtung’un Merkez-Çevre Teorisi ve Emperyalizm

Galtung’un yapısalcı emperyalizm teorisine göre dünya, Merkez ve Periferi olarak nitelenen iki
grup ülkeden oluşmaktadır. Metropol ve uydu ilişkisi. Bu ilişki biçimini emperyalizm olarak
nitelendirmektedir. Hegamonik bir ilişki… Merkez ülkenin merkezi ile Preferi ülkenin merkezi
arasındaki ortak çıkar ilişkisi üzerine kurulmaktadır.

Galtung’a göre emperyalizm yapısal bir ilişki biçimidir.

Galtung, emperyalizmi Merkez ülkelerin Pariferi ülkeler üzerindeki hegemonyası* sonucu


oluşan çıkar farklılaşması olarak tanımlamaktadır.

(* Kavramı ilk defa kullanan Gramsci. İşçi sınıfının örgütlenmesi sonucunda verilen
mücadeleyle burjuvazinin hegemonyasının yerini de proloteryanın hegemonyasının**
alacağını düşünmektedir. Gramsci, devleti bu anlamda egemen sınıfın hegemonyasını sürdürme
aracı olarak görmektedir. Gramsci, hegemonyayı aynı zamanda bir devletin diğeri üzerindeki
hakimiyeti olarak görmektedir.

** Lenin, “proleterya diktatörlüğü”.)


Galthung, feodal bir ilişki olarak gördüğü emperyalizmi, yine Merkez be Perferi ülkeler
arasındaki ekonomik, siyasal, askeri, iletişimsel ve kültürel olarak üzere beş gruba
ayırmaktadır.

Galthung’a göre, koloniyalizm, neo-koloniyalizm ve neo-neo-koloniyalizm.

Uluslararası alanda geniş kaynaklara sahip olan gelişmiş ülkeler azgelişmiş ülkelere yönelik
bilgi akışını da kontrol edebilmektedirler. Merkez ülkelerin diğer Merkez ülkenin periferiyle
bir ilişkiye girmemeye özen göstererek birbirlerinin etki alanlarına saygı göstermeleriydi.

Gri bölgeler, I. Dünya Savaşı öncesinde Almanya ve İngiltere arasındaki çatışmalarda II. Dünya
Savaşı sonrasında ise ABD ile SSCB arasındaki özellikler Orta Doğu, Almanya, Kore, Vietnam,
Tayvan, Afganistan gibi ülkeler üzerindeki çatışmalarda belirleyici bir rol oynamıştır.

Periferi ülkeler bu tür Merkez ülkelerin tek taraflı belirleyebilecekleri bir ilişki yapısının içine
çekilmektedirler. Bu durum Pariferi ülkelerin kendi aralarında Merkez ülkelere karşı bir ittifak
ilişkisi oluşturmalarını olanaksız hale getirmektir.

Wallerstein’in Merkez-Çevre ve Dünya Sistemi Modeli

Wallerstein anlamında dünya ekonomisi bir toplumsal iş bölümüdür. Kapitalist bir yapıya
sahiptir.

“Kapitalist dünya ekonomisi” sistemi öncelikle Avrupa’da şekillenmekle beraber artık


günümüzde evrensel bir boyut kazanmıştır. Temel mantığı dışarıya doğru ve mevcut sınırların
ötesine doğru sürekli genişlemedir. Kapitalist dünya ekonomisi emek ile sermaye arasındaki
toplumsal ilişkiyi ifade etmektedir. Artı değer bu ilişki sonucu proleteryadan kapitaliste
akratılmaktadır.

Coğrafik bir tanımlama gibi gözükse de ilişkisel bir ayırımdır. Periferi bölgeden Merkeze artı
değer transferi söz konusu olmaktadır.

“Üretim dönemleri” (product cycles) teorisinden dolayı Merkez ülkede üretilen bir ürün daha
sonra Preiferiye kakabilmektedir.

Periferi ülkelerde yarı-proleteryanın oldukça fazla olması, yani ücretli işçi olmak isteyenlerin
çokluğu ücretlerin düşük olmasına ve kapitalistin daha fazla kar elde etmesine tol açmaktadır.
Wallerstein’a göre Merkez ve Periferinin dışında bu iki bölgenin özelliklerini de yansıtan bir
ara bölgede Semi-Periferi bölgesidir.

Wallerstein’a göre, tarihsel sistem dönüşümseldir ve 50-60 yıllık aralarla bazı dönemlere
durgunluk bazı dönemlere ise üretkenlik hakim olmaktadır. Her durgunluk dönemi üretim
süreçleri ağının yeniden yapılanmasına yol açmakta ve sermaye birikimine yol açan toplumsal
ilişkilerin yeniden gözden geçirilmesine yönelik baskıları gündeme getirmektedir.

(Cox’a göre hegemonik güç, sömüren ülke değildir. Hegemonik güç devletler arası çatışmaları
engelleyerek düzeni sağlamaktadır. Dolayısıyla hegemonya sadece dünya politikası için düzen
anlamına gelmemekte; aynı zamanda dünya ekonomisi için düzen anlamına gelmektedir.
Hegemonyayı temsil eden hakim üretim biçimi, dalga dalga diğer ülkelere de yayılmakta ve
diğer ekonomileri kendine tabi kılan bir bağ oluşturmaktadır. Dünya hegemonyası kavramı,
toplumsal, siyasal ve ekonomik yapıları içine alan bir kavramdır. Dünya hegemonyası, hakim
üretim biçiminin sürmesini sağlayan ve sınırları aşan sivil toplum güçlerinin ve devletlerin
davranışlarını etkileyen genel kurallar anlamına gelen evrensel normları, kurumları ve
mekanizmaları temsil etmektedir.)

Modern devlet sistemi (kapitalist dünya ekonomisi) tarihinde üç hegemonik güçten söz
edilmektedir. Bunlar XVIII. Yüzyıldaki Hollanda (Birleşik Eyaletler); XIX. Yüzyıldaki
;İngiltere (Birleşik Krallık) ve XX. yüzyılın ortalarından itibaren ABD* (Birleşik Devletler)dir.
Bunların hegemonik pozisyonları askeri güçlerinden ziyade ekonomik güçlerinden
kaynaklanmaktaydı.

(*Cox’a göre, 1945’ten 1875’e kadar süren ilk dönemde İngiliz hegemonyası söz konusuyken
arkasından gelen 1875-1945 dönemi hegemonyanın olmadığı dönem olarak nitelendirilir. 1945-
1960 dönemi ise Amerikan hegemonyasının geçerli olduğu dönemdir.)

Holtsi, kapitalist dünya sistemi modelinin sadece Batı-Güney ilişkilerini analiz etmeye
alıştığını, Doğu-Doğu, veya Doğu-Güney ilişkilerine uygulanmadığını iddia etmektedir.
ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİLERİ Tayyar ARI

KLASİK REALİZM VE NEOREALİZM

Yapı olarak tanımlanan sistemin devletlerin dış politikası üzerindeki belirleyici ve sınırlayıcı
etkisi üzerinde durulması, uluslararası politikada davranışsal düzenlikler olduğunun
varsayması, dış politikadaki benzerliklere dikkat çekmesi, bilim felsefesinin ilkelerini
önemsememesi, tarihsici bir yaklaşım yerine yapısalcı bir yaklaşım benimsememsi ve anarşi
kavramına yüklediği anlam bakımından neorealizm klasik realizmden farklılık göstermektedir.

Klasik realizm insan doğasından hareket ederek devletin güç peşinde koşmasından kaynaklanan
güç mücadelesi üzerinde yoğunlaşırken, neorealizm ise uluslararası yapıdaki anarşi olgusu
üzerinde durmaktadır. Uluslararası yapıda sürekli bir düzenin bulunması, diğer taraftan
devletlerin farklı çıkarlara sahip olma savaşlarına yol açmaktadır.

Klasik realistler de neorealistler gibi, “yapısal anarşi” veya sorunların çözümünü sağlayacak
“merkezi bir otoritenin yokluğu” üzerinde durmakla beraber bunu bir sonuç olarak
değerlendirerek devletlerin dış politikası üzerinde belirleyici bir etkisi olduğu üzerinde
durmuyor oysa neorealistler anarşi olgusuna bir neden olarak bakarak devletlerin dış
politikasını açıklamada önemli bir çıkış noktası olarak kabul edilmektedirler. “Güvenlik
ikilemi” (security dilemma) ve ve “kendine güvenme” (self help: kendine yardım) kavramları
üzerinde duran neorealistlere göre, her hangi bir devletin güvenliğini tehlikeye sokmaktadır.
Dolayısıyla “nisbi kapasite” (relative capabilities) sorunun realist yaklaşımda merkezi bir öne
sahip olduğunu vurgulamak gerekir. Ayrıca idealistlerin ve liberallerden farklı olarak realistleri
için devletler arasındaki çatışmalar, kötü liderlerin hatalarından, bilgi eksikliğinden, yanlış
algılamadan, eğitimsizlikten, sosyo-politik yapıdan ve tarihsel nedenlerden kaynaklanan bir
durum olmayıp tamamıyla doğal ve olağan bir durumdur.

Morgenthau’ya göre rasyonel bir dış politika riskin minimize edilmesi, kazancın ise maksimum
kılınmasıdır. Morgenthau’nun rasyonel politika varsayımında da ideoloji gibi unsurlara yer
verilmemektedir. Realistler tarafından devletler üniter ve bütüncül bir yapı olarak
görüldüğünden bunların politikaları, iç siyasal koşulların bir sonucu olmaktan ziyade dışsal
gelişmelere verilen bir tepki olarak (bilardo topu varsayımı) düşünülmektedir.

Bununla beraber, klasik realizmin temel özelliklerinden olan, “moral unsurlarının siyaset dışı
tutulması ve etikten arındırılmış bir siyaset anlayışı”. Bir taraftan bilimsellik kaygısıyla hareket
ederken diğer taraftan pozitivizmin önemli ilkelerinden biri olan “değerden arındırılmış bilim”
ilkesini yadsıması neorealizme yöneltilen önemli bir eleştiridir.

Uluslararası politikanın temel aktörünün devlet olarak görülmesi, devletlerin üniter yapılar
olarak değerlendirilmesi, devletlerin ve devlet adamlarının rasyonel sayıldıklarının
varsayılması ve devletlerin bencil ve kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden birimler olarak
kabul edilmesi, hem klasik realizmin hem de neorealizmin ortak varsayımları ve özellikleridir.

Neorealizm, devletin en temel amacı varlığını sürdürmektir. Devletler en azından varlıklarını


korumak, ancak mümkünse genişletmek ve etkilerini arttırmak amacını gütmektedirler.

Neorealizmde; korkunun yanlış anlamadan, önyargıdan veya eksik bilgilenmeden


kaynaklanabileceği bazı devletlerin yayılmacı politika izlemeyebileceği dikkate alınmaktadır.

Neorealizmde insan doğası faktörün dışlanıp uluslararası yapıya öncelikli bir rol tanıması;
klasik realizmde ise uluslararası yapı ve insan doğası faktörlerinin birlikte düşünülmesidir.

Keohanne’e göre neorealizm, realizmi bir uluslararası politika teorisi haline getirme çabasıdır.

Genelde realistlerin gözardı ettikleri uluslararası siyasal değişim sorununu ele anan Gilpin ise,
“Dünya Politikasında Savaş ve Değişim” adlı çalışmasında uluslararası sistemin oluşumundaki
amaçları ile toplumsal ya da siyasal sistemin oluşumundaki temel amacın anynı olduğunu
düşünmektedir.

Değişim tamamen çıkarların ve gücün dağılımına bağlı bir durum.

Gilipin, uluslararası siyasal değişime ilişkin bazı varsayımlardan hareket etmektedir. Bunlardan
ilki, hiçbir devletin sistemin değişiminden bir çıkar elde edeceğini düşünmediği sürece sistemin
istikrarlı, yani dirgin olacağıdır. İkincisi, herhangi bir devletin, elde edeceği faydanın
katlanacağı zararı aşılması (net kazanç) durumunda sistemi çıkarları doğrultusunda değiştirmek
isteyeceğidir. Üçüncüsü, bir sistemin uluslararası bir sitemi değiştirmek istemesinin ana
nedenlerinin ülkesel, ekonomik ve siyasal anlamada genişlemesinin getireceği ek marjinal
fayda eşit yada daha fazla olduğu noktaya kadar genişlemek arzusundan kaynaklandığıdır.
Dördüncüsü, yeni değişimin doğurduğu fayda ile maliyet arasındaki dengeye ulaşıldığında
genişlemenin duracağıdır. Sonuncu varsayım ise, uluslararası sistemde dinginsizlik ve
istikrarsızlık çözülemediğinde sistemin değişeceği ve yeni dinginliğin yeni oluşan güç
dağılımını yansıtacağıdır.

Gilpin’e göre dönüşüm, hegemonik savaşlarla ya da hegemonya savaşıyla (sistemin yönetecek


hakim gücü/güçleri belirleyen savaşlar) gerçekleşir ve savaş sonunda yapılan araştırmalar yeni
güç dengesini ve oluşturulan statükoyu ifade eder. Çünkü egemen güçlerin uluslararası sistemin
yapısından kaynaklanan fayda/maliyet sorunu mevcut yapı içinde çözememeleri krize yol
açmakta; krizin barışçıl yöntemlerle çözülmesi mümkün olsa bile tarihe bakıldığında savaş, kriz
aşamanın temel aracı olarak görülmektedir.

REALİZMİN ELEŞTİRİSİ

Realizmi eleştirenler, özellikle Soğuk Savaş sonrasında uluslararası ilişkilerin marjinal konuları
olarak görülerek alçak politika olarak nitelendirilen konuların, yüksek politika, olarak görülen
askeri ve güvenlik konuları kadar önemli hale geldiğini ve bu ayrımı anlamsız hale getirdiğini
ileri sürmektedirler.

Meksika için “Tanrı’dan çok ABD’ye yakın.”

Günümüzde çatışmadan ziyade işbirliği anlayışının uluslararası ilişkilerin temel normu


olduğuna dikkat çekilmektedir.

Realizm 1939-1989 arası dönemdeki gelişmelerde uluslararası politikayı açıklayan temel bir
paradigma. Realizm ve neorealizm Sovyetlerin yıkılmasını, silahsızlanmaya dönük radikal
denebilecek gelişmeleri, yaşanan demokratik devrimleri, global işbirliğini ve uluslararası
entegrasyonları içeren sitemin öngörememiştir.

Global gündemde meydana gelen gelişmelere dikkat çekenler, hegemonya mücadelesinin


karakterize ettiği Soğuk Savaşın gündeminin yerini uluslaraşırı karşılıklı bağımlılık, çevre
sorunları, AIDS, ozon tabakasının tahribi, uyuşturucu kaçakçılığı, doğal kaynakların etkin
kullanımı, hız nüfus artışı, okyanuslar ve atmosferdeki kirlenme, uluslararası borç sorunları,
ekonomik resesyon, uluslararası ticaretin serbestleştirilmesi ve insan hakları gibi konuların
aldığına işaret ederek.

Keohane’e göre realizm başlı başına tatmin edici bir dünya politikası değildir.
Lakatos’un araştırma programı kavramından. Lakatos’a göre bir teorinin her türlü sınamaya
karşı korunmuş ve reddedilmeyen varsayımlardan oluşan bir çetin özü ve bir de olası
yanlışlamalara karşı teorinin çetin özünü korumak amacıyla oluşturulmuş koruyucu kuşak adı
verilen varsayımları (negatif heuristic) bulunmaktadır.

2. Jeopolitik Teoriler

insan-çevre ilişkisini araştıran pek çok yazar, çevresel faktörlerin siyasal davranışlar üzerindeki
belirleyici ve koşullandırıcı etkisi üzerinde durmuşlardır.

Jeopolitik, Rudolf Kjellen coğrafi oluşum ve mekan içinde devlerin bilimsel olarak tetkik
edilmesi ifadesini kullanmaktadır. Jeopolitik, devletin varlığının doğa kanunları ve insanların
davranışları açısından araştırılması ve değerlendirilmesidir. Haushofer’a göre coğrafi bölgenin
ve tarihsel gelişmelerin etkisi altında değişen politikanın devlet üzerinde yaşadığı toprak parçası
ile ilişkisinin araştırılmasıdır.

Siyasal coğrafyacılar coğrafyanın yanı sıra toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasal nedenlere
yer verirken…

Jeopolitikçilerin coğrafya ile dış politika arasında doğrudan bir nedensellik ilişkisi kurmasına
karşılık, siyasal coğrafyacılar coğrafya faktörünü diğer unsurlarla birlikte dikkate almaktadırlar.

ULUSAL GÜÇ, REALİZM VE JEOPOLİTİK TEORİ

Güç ve ulusal güç devlete bir şey yaptırmayı ya da bir davranıştan vazgeçilmeyi sağlayan
araçtır. Başında askeri güç; siyasal yapı, ekonomik durum, coğrafik konum ve büyüklük, nüfuz
ve teknolojik düzeyde aynı derecede önemli unsurlardır. Bu öğeler dikkate alınarak süper
devlet(ler), büyük devletler, orta boy devletler ve küçük devletler olarak sıralanmaktadır.

Deniz gücünün unsurları adını verdiği öğeler; coğrafik konum, topografik özellik, ülke
büyüklüğü, nüfus, askeri güç, ulusal karakter ve hükümetin karakteridir. Morgenthau’ya göre
ise ulusal gücün öğeleri, coğrafya doğal kaynaklar, endüstriyel kapasite, askeri güç, nüfus,
ulusal karakter, ulusal moral, diplomasinin niteliği ve hükümetin niteliğidir. Frederic H.
Hartmann’a göre ulusal gücün öğeleri; askeri durum, altyapı (enfrastrüktür), demografik yapı,
coğrafya, ekonomik durum, bilimsel-teknolojik düzey ve psikolojik durumdur askeri güç,
termonükleer güç, psikolojik durum, kültürel özellikler, inanç sistemleri ve moral unsurlar
olarak…

Jeopolitiğe realist anlayışın egemen olduğu söylenebilir. Jeopolitik teoriler de devlet,


uluslararası ilişkilerin temel ve tek aktörü olarak görülmektedir.

Frankel’e göre, iletişim, ulaşım ve askeri teknolojideki gelişmeler de ülkenin coğrafik ve


topografik özelliklerinin geçmiş dönemlerdeki önemini azaltmıştır.

Frankel coğrafyanın dış politikadaki önemini kabul etmekle beraber toprak genişliği ile dış
politika arasında sürekli bir bağlantının kurulamayacağına inanıyordu.

Strausz-Hupe, Orta Avrupa, Baltık, Adriyatik ve Ege’yi içine alan bölgeyi ele geçiren devletin
Avrupa’ya hekim olacağını ifade etmektedir.

Strausz-Hupe, Avrupa kıtasının tek bir gücün hakimiyeti altına girmesini ekonomik ve
teknolojik dengeyi bozmasının yanı sıra Amerika Birleşik Devletleri’nin güvenliği açısından
da tehlikeli olacağına işaret etmektedir.

JEOPOLİTİK DETERMİNİST TEORİ VE DIŞ POLİTİKA

Çevresel determinizm de denen jeopolitik determinizm, dış politika davranışlarını belirlemeye


yönelik emprik araştırmalarsa çevresel koşullar ve coğrafyayı temel veri olarak almaktadır.

Mahan, denizlerin ve özellikle stratejik su yollarının denetimini elinde bulundurmayı büyük


devlet olmanın önkoşulu olarak görmektedir. O dönemlerde okyanusa çıkışın sağladığı
kolaylığında etkisiyle deniz ticaretinin avantajlarından Almanya ve Rusya’ya göre çok daha
fazla yararlanan İngiltere ve Amerika Birleşik devletleri mutlak bir üstünlüğe sahip olmuşlardır.

(Mahan, ulusal güç ile coğrafyayı özdeşleştirirken, burada karalardan çok denizlerin önemi
üzerinde durmaktadır.)

Mackinder’e göre tarih nerdeyse deniz güçleri ile kara güçleri arasındaki mücadelenin tarihi
biçiminde gelişmiştir.
Mackinder analizinde, kenar kuşak teorisini ortaya atarak Mankinder’in “heartland” kavramına
tutarlı bir alternatif getiren Nicholas J. Spykman “rimland” (kenar) kavramı üzerinde
durmuşlardır.

Spykman’a göre, Avrupa ve Asya’da uzun bir süre güç dengesinin sürmesi nedeniyle,
Transatlantik ve Transpasifik’te herhangi bir gücün tek başına egemenliği söz konusu olmamış
ve bu burum ABD’nin bugünkü hegamonik pozisyonuna erişmesinde oldukça önemli rol
oynamıştır.

(Spykman’a göre, Eski Dünya, Yeni Dünya’dan toprak bakımından 2,5, nüfuz bakımından ise
7 defa daha büyüktür. Bunun yanında endüstriyel kapasite bakımından dengede bulunsalar da
kendi kendine yeterlilik bakımından Avrasya, Afrika, Avustralya’nın da içinde bulunduğu Eski
Dünya daha yi durumdadır.)

Friedrich ratzel, Rudolf Kjellen, devletleri canlı bir organizmaya benzetmekte ve onların da
tıpkı hayvanlar gibi hayatta kalma için mücadele etmek zorunda olduklarını… “dinamik
sınırlar” Ratzel, Kjellen… Haushofer… iki savaş arası dönemdeki Alman yayılmacı
politikasının düşünsel temelini oluşturmuştur.

(En önemli sorunun Almanya ve SSBC’nin dengelenmesi, bu iki devletin arasında kurulacak
bir siyasal birliğin oldukça geniş bir coğrafyayı içine alan bir “Doğu Avrupa Federasyonu”
olacağına dikkat çekiyor.)

coğrafya ile ulusal gücün özdeşleştirdiği Alman jeopolitik düşüncesi, ulusların yeterli
hammadde, sanayi ve pazarına ulaşabilmek, büyük bir nüfusa ve özellikle “lebensraum”a
(“hayat sahası”; “yeterli toprak parçası”) sahip olmak amacıyla sınırlarını genişletmelerini
normal karşılamaktadır.

(Ratzel bir çalışmasında, sınırlar için, bunun bir ülkenin genişlemesinin gerçekçi olarak
durduğunu gösteren hatlar olduğunu belirtmektedir.)

JEOPOLİTİK TEORİ VE EMPERYALİZM

Emperyalist genişlemeyi ve yayılmacı politikaları devletler için doğal kabul eden klasik realizm
gibi jeopolitik teori de emperyalizm ve yayılmacı politikalara kılavuzluk eden bir uluslararası
politika teorisidir.
Coğrafya, sömürgeci politikaların bilimsel altyapısını hazırladığından giderek emperyalizmin
aracı haline gelmiştir.

Friedrich Ratzel’in “doğal genişleme yasası”na göre, savaşlar devletlerin coğrafik anlamda
genişlemesinin gerekli bir aracıdır. Harlford Mackinder’in “global güç dengesi” teorisi de
emperyalist politikaya kaynak teşkil eden bir yaklaşımdır. Teori, Amerikan karar vericilerinin
Savaş sonrasında başlayan çevreleme politikasının da temelini oluşturmuştur.

JEOPOLİTİK DETERMİNİZM YERİNE

ANALİZ ÇERÇEVESİ OLARAK JEOPOLİTİK (ÇEVRESEL) OLASILIK

“Poisbilist” Lucien Febvre ve Vidal de la Blanche. Çevre, insan davranışlarının sınırlarını tek
başına belirleyememekteyse de eylemler üzerinde sınırlı da olsa koşullandırmacı bir etkiye
sahip olduğunu kabul etmek gerekir.

Sprout’lara göre coğrafya bize ne yapmamızı emreden bir öğe olmayıp tercihlerimizi
oluşturmada yol göstericidir.

Olasılıkçı doktrine göre, çevre ve dış ortam karar vericiyi bir davranışa zorlayan bir öğe
olmayıp karar vericinin önündeki olanaklara ve sınırlamalara işaret etmektedir.

Genellemelerde bulunmak mümkündür, örneğin coğrafyanın birinci yasası da denen, “mesafe


uzadıkça devletin etkisinin azalacağı” veya “devlet ülkesel (alansal) olarak büyüdükçe
etkileyeceği mesafenin artacağı” gibi.

Mekan unsuru analizin çerçevesini meydana getirmektedir. İkinci bir katkı ise model kurmaya
ilişkindir. Jeopolitikçilerin üzerinde durduğu bir diğer nokta da mekansal heterojenik ve
mekansak bağımlılıktır.

Siyasal coğrafyacılar, coğrafyanın belirleyici bir etken olmadığını fakat posibilistlerden bir
adım daha ileri giderek en fazla koşullandırıcı bir etkiye sahip olabileceğini savunmaktadırlar.
JEOPOLİTİK DÜŞÜNCE OKULUNUN SINIFLANDIRILMASI

Jeopolitik düşünürler altı gurupta ele alınabilceği… Geofrey Parker bunları a) ikili düşünce
(binarist) b) marjinlistler (marginalist) c) üçlü düşünce (trinary) d)bölgeciler (zonalist) e)
merkezciler (centralist) ve son olarak f) çoğulcular (pluralist) olarak ele alıyor.

İkili düşünceye göre, iki güç odağına. Mackinder kara gücü ve deniz gücü… ikili ayrıma…

Marjinalist düşünce, dünyanın merkezi olarak kenar kuşağı…

Üçlü düşünce… üç güç merkezine… Bunlar, kısaca okyanuslar veya deniz alanları, kıtalar veya
kara parçaları ve kenar kuşak…

Zonalistler dünyanın merkezi olarak, kuzey yarım kürenin ılıman ve alt tropilak kuşağını
almaktadır. Karl Haushofer’in görüşlerine.

Merkezci okulun merkez-çevre… Wallerstein ve Modelski, Batılı kapitalist ülkeler Üçüncü


Dünya olarak bilinen yoksun ülkeleri sömürmektedirler. Azgelişmiş veya gelişmekte olan Doğu
Avrupa, Doğu Akdeniz ve Orta doğu ülkeleri ise yarı perifer (semi periferi) durumundadırlar.

Çoğulcu okula tarihsel olarak güç merkezli bir yerden bir başka yere sürekli kaymıştır veya
kaymaktadır.

3. Oyun Teorisi ve Uluslararası İlişkiler

OYUN TEORİSİ VE TEMEL VARSAYIMLARI

Oyun teorisine, çatışmayı ve rekabeti öngören karar verme süreçlerine ve ilişki biçimine
uygulanacak bir teori olarak bakılmıştır.

Bir tarafın kazancı diğer tarafın kaybı anlamına gelmektedir.

Uluslararası ilişkilerin temel aktörü olarak devleti kabul etmesi realizmin özelliklerini yansıtan
bir teori görünümüne sahip olması.

Oyun teorisi, taraflar (players), stratejiler (strategies), kurallar (rules) ve sonuçlar (payoffs)
olmak üzere dört temel unsura dayanmaktadır.
Bu tür oyunlara sıfır toplamı oyunlar denmektedir.

Oyun teorisi, oyuncuların rasyonel davrandığını, rakibin en olumsuz tutuma göre stratejinin
belirlendiği ve çıkarın maksimum kılınması zararın minimuma indirilmesinin temel amaç
olduğunu varsayar. Optimal denge noktası her iki oyuncu için de minimaks ya da maksimin
noktasıdır.

Oyun teorisi araçlardan ziyade sonuçlarla ilgili bir teoridir.

Taraflar arasında güven ve haberleşme olmadığı için taraflar rakibin en olumsuz tutumuna göre
stratejilerini belirleyeceklerinden…

Uluslararası politikada sıfır toplamlı çatışmalara pek sık rastlanmasa da bu hiç


gerçekleşmeyeceği anlamına gelmez. Örneğin Fransa, 1871’de Alsace Lorein’i Prusya’ya
kaptırdığında, bu durum topyekün savaşlara söz konusu olabilir.

Sıfır toplamlı olmayan oyunlar da denen değişken toplamlı oyunlarda ise, oyunun sonundaki
toplam kazanç tarafların izleyecekleri ortak stratejilere bağlı olarak değişebilmektedir.

You might also like