Professional Documents
Culture Documents
Giriş 3
BİLGİ SORUNLAR! MANTIK VE ANLAM
01 Kavanozdaki Beyin 4 27 Argüman Biçimleri 108
02 Platon'un Mağarası 8 28 Berber Paradoksu 112
03 Algı Perdesi 12
29 Kumarbaz Yanılgısı 116
04 Cogito Ergo Sum 16 30 Sorites Paradoksu 120
31 Fransa Kralı Keldir 124
05 Akıl ve Deneyim 20
32 Kutudaki Böcek 128
06 Oç Parçalı Bilgi Kuramı24
BİLİM
ZiHİN PROBLEMLERİ
33 Bilim ve Sahte-Bilim 132
07 Beden-Zihin Problemi 28
34 Paradigma Kayınalan 136
08 Yarasa Olmak Neye Benzer? 32
35 Occam'ın Usturası 140
09 Turing Testi 36
ESTETiK
10 Theseus'un Gemisi 40
36 Sanat Nedir? 144
11 Diğer Zihinler 44
37 Niyetçilik Yanılgısı 148
AHLAK DiN
12 Hume'un Giyotini 48 38 TasanmArgümanı 152
13 Birinin ilacı, ötekinin Zehiridir 52 39 KozmolojikArgüman 156
14 İlahi Buyruk Kuramı 56 40 Ontolojik Argüman 160
15 )'uh/Yaşa Kuramı 60 41 KötülükProblemi 164
16 -Amaçlar Yöntemleri Haklı Çıkanr mı? 64 42 Özgür irade Savunması 168
17 Deneyim Makinesi 68 43 İman ve Akıl 172
18 Kesin Buyruk 72 SİYASET, ADALET VE TOPLUM
19 Altın Kural 76 44 Pozitif ve Negatif Özgürlük 176
20 Eylem ve Kayıtsızlık 80 45 Fark İlkesi 180
21 Kaygan Zeminler 84 46 Leviathan 184
22 Görev Bilincinin Ötesinde 88 47 Tutuklu ikilemi 188
23 Şanssız Olmak Ayıp mı? 92 48 Ceza Kuramlan 192
24 Erdem Ahlakı 96 49 Cankurtaran Sandalı Dünya 196
HAYVAN HAKLAR! 50 Adil Savaş 200
25 Hayvanlar Acı Hisseder mi? 100 Terimler Sözlüğü 204
26 Hayvanların Haklan Var mıdır? 104 Dizin 206
Girif
Giriş
Uzun tarihi boyunca felsefe, kafasında tehlikeli fikirler dolaşan tehlikeli insan-
lardan nasihini fazlasıyla aldı. Sözüm ona yıkıcı fikirlerinin gücünden dolayı,
Dcscartes, Spinoza, Hume ve Rousseau gibi düşünürler aforozla tehdit edildi,
eserlerinin basımı engellendi, terfilerine izin verilmedi veya sürgüne zorlandılar.
En korkuncu, Atina devleti Sokrates'i öyle hir illet olarak gördü ki, sonunda idam
etti. Günümüzde inançları yüzünden infaz edilen filozoflar pek kalmadı - gerçi
bunda maaleseffelsefenin bir tehlike olarak algılanacak kadar ciddiye alınmama
sının da payı var.
Bu gibi yazılarda kitabın övgüye değer yanlarını başkalarına ithaf edip, yerilecek
yanları için sorumluluğu kendi üstüne almak adettendir. Ama bence bu çok man-
tıksız (sonuçta övgü ve yergiyi birbirinden ayıramayız), hele bir felsefe kitabında
hiç kabul edilecek şey değil. The Heart ofa Goof adlı kitabını kızına adayan P.G.
Wodehouse gibi benim de içimden "onun bitmez tükenmez anlayışı ve cesaret-
lendirmesi olmasaydı bu kitap yarı zamanda biterdi," demek geliyor. Bu kitap
övgüyü hak ediyorsa (veya başka şeyleri), bunları bazı insanlara ithaf etmek is-
tiyorum. Özellikle zaman çizelgeleri ve alıntı sözlerin pek çoğunu güler yüzlü ve
çalışkan editörüm Keith Mansfield'e borçluyum. Quercus'taki yayıncım Richard
Milbank'e de sarsılmaz güveni ve desteği için minnettarım. Ama en çok da karım
Geraldine ve çocuklarım Sophie ve Lydia'ya teşekkür etmek istiyorum. Onların
bitmez tükenmez anlayışı ve cesaretlendirmesi olmasaydı ...
1aı ı Sorunları
O 1 Kavanozdaki
Beyin
"Canavar ruhlu bir bilim insanı, bir adamı ameliyat ederek beynini ka-
fatasından çıkartıyor ve içinde gerekli besinler olan bir kavanozun içine
koyuyor. Ardından beynin sinir uçlarım süper-bilimsel bir bilgisayara
bağlıyor. Bu öyle bir bilgisayar ki, adam her şeyin tamamen normal ol-
duğu yanılsamasına kapılıyor. İnsanlar, nesneler, gökyüzü , kısacası her
şey ona normal görünüyor. Gerçekteyse gördüğü, duyduğu, hissettiği her
şey bilgisayardan sinir uçlarına giden elektronik sinyallerden ibaret."
Bir kabus ya da bilim-kurgu senaryosu gibi <leğil mi? Belki de, ama siz kava-
nozdaki o beyin olsaydınız söyleyecekleriniz de tam böyle olur<lu! Beyniniz
kafatası yerine bir kavanozun içinde olsaydı , tüm hisı,ettikleriniz, gerçek
bir dünyada gerçek bir bedenle yaşadığınız<la hissedeceklerinizle tıpatıp
aynı olur<lu. Çevrenizdeki dünya -koltuğunuz, eliniz<le tuttuğunuz kitap,
elleriniz- hepsi de yanılsamanm bir parçası ulurdu; bedenden ayrıl mış
beyninize bilim insanının süper güçlü bilgisayarı tarafından yüklenen
düşünceler ve duyumlar olurdu hep,i.
"Son derece güçlü ve kurnaz bir cinin bütün gayretini beni aldatmak için kul-
landığını ... varsayacağım . Gökyüzü, hava, toprak, renkler, şekiller ve bütün
dışsal şeylerin benim muhakeme gücümü tuzağa düşürmek için onun tertiplediği
rüyaların sanrılarından ibaret olduğunu düşüneceğim."
Popüler kültürde
Kavanozdaki beyin gibi düşünc e l e r, me rak s imülasyon olduğunu, kendisinin ve diğer
uya ndırı cılıkları ve akı l çelicilikleri sayesinde in sanların, dev bir bilgisayara bağlı sıvı
popüler kü ltürde kendilerine defalarca kez dolu kapsüllerde tutulduğunu öğreniyordu .
yer bulmu ştur. En başarılı örneklerden biri Filmde kavanozdaki beyin senaryosunun
1999 ta rihli Matrix filmidir. Filmde Keanu bütün ana öğel e rini görmek mümkündür.
Reeves'in canlandırdığı bilgisayar korsanı Matrix'in başarısı ve etkisi, aşırı şüpheci gö-
Neo, 1999 Amerikası' nın aslında kötü niyetli rüşlerin ne derece güçlü olabileceğinin bir
bir siber zeka tarafından yaratılmış sanal bir göstergesidir.
Y• '
1655 1690 1974 1981
Theseus'un gemisi Al gı perdesi Deneyim makinesi Kavanozdaki beyin
Bllgl Sorunları
Dah a önceki kanı ve görüşlerinin enkazı için de Desca rtes'ın gözüne, yeni
m abedini üzerine inşa edeceği sağlam temel olarak tek b ir kesinlik zerre~i
ilişti : cogito ( hkz. sf. 16 ).
Simülasyon savı
Şüphecinin vardığı kabusu andıran so- hem de simüle edilmiş zihinlerin deneyimleri
nuçları göz ardı etme e{ıiliminde olsak da birbirinden ayırt edilmez olacak ve tabii ki her
aceleci davranmamak gerekir. Hatta kısa iki taraf da kendisinin simüle e dilmediğini
süre önce filozof Nick Bostrom'un tasar- düşünecektir, ama simüle edilmiş zihin-
ladığı zekice bi r iddiaya göre, zaten büyük ler (zihinlerin büyük çoğun l uğu) yanılıyor
olasılıkla bir bilgisayar simülasyonunun olacaktır. Biz doğal olarak bu tezi geleceğe
içinde ya ş ıyoruz! Dü şün senize ... ili şkin varsa yım la r açısından ele alırız, peki
Gelecekte uygarlığımız büyük ola s ılıkla ama o " gele ceğin " çoktan gelmediğini
insan zihninin ve bu zihinlerin yaşayacağı - öyle bir teknoloji düzeyine çoktan eriş i l
dünyaların inanılmaz gerçeklikteki bilgisa- mediğini ve bu tür zihinlerin çoktan simüle
yar simülasyonlarını yaratabilecek seviyeye edilmediğini kim garantileyebilir? Biz elbette
gelecek. Böyle simüle edilmiş dünyaları simüle bir dünyada yaşayan simüle zihinler
sürdürmek için büyük bir kaynağa da gerek olmad ığımızı varsayıyoruz, ama bu durum,
olmayacaktır. Gelecekte belki tek bir dizüstü programın ne kadar kaliteli o l duğunun bir
bi lgisayar bile simüle edilmiş zihinlerden işaretinden başka bir şey olmayabilir. Bost-
binlercesine ya da milyonlarcasına ev sa- rom'un iddiasının mantığına göre simüle bir
hipli{ıi yapabilir. Bu durumda simüle edilm i ş dünyadaki simüle zihinlerden biri olma ihti-
zihinler biyolojik zihinlerden büyük ihtimalle malimiz, gerçek dünyadaki azınlık zihinden
kat be kat daha fazla olacaktır. Hem biyolojik biri olma ihtimalimizden çok daha fazladı r!
Şüphecilik "Şüpheci" terimi, yerleşik kanılardan şüphelen me
"Bilgisayar o kadar
eği limin<le olan ya da genci olarak insanlara ve fikirlere güvenmeyen
kimseleri tanımlamakta kullanılır çoğun lukla. Bu anlamda şüp zekidir ki, kurban
hecilik, birçok kimsenin benimsediği kanıları sınamak ve irdelemek kendisini oturmuş
için sağlıkl ı ve açık fikirli bir eğilimdir. Şüphecilik safdilliğe karşı
da, insanların
yararlı bir teminat olsa da, bazen yerli yersiz her şeyden şüphe <luyma
eğilimine dönüşebilir. Ama iyi ve kötü olmast bir yana, şüpheciliğin beyinlerini
felsefe<leki anlamı bu değildir. vücutlarından
çıkartıp besin
Felsefi şüpheci hiçbir şey bilmediğimizi ileri sürmez. Bir kere zaten
hiçbir şey bilmiyorum <lersek, en azından h içbir şey bilmediğimizi maddeleriyle dolu
biliyor oluruz ki kendi sözümüzle çelişiriz. Şüphecinin ası l duruşu, bir kavanoza koyan
bilgi sahibi o lduğumuz iddiasına meydan okumakt ı r. Birçok şeyi
kötü kalpli bir
bild iğimizi düşünürüz, peki ama bu id<liaları mm nası l savunabiliriz?
Herhangi bir bilgi sahibi olma idd iamızın haklılığını kan ı tlamak için bilim insanının var
hangi dayanakları ortaya koyabiliriz? Dünyaya ilişkin sözde bilgimiz, olabileceğine dair
duyularım ızdan e lde ettiğimiz algılara ve aklımıza dayanır. Ama
eğlenceli ama epey
böylesi algılar her zaman haraya açık değil midir? Halüsinasyon ya
da rüya görmed iğimizden emin olabilir m iyiz? Ya da belleğimizin saçma varsayımdan
bize oyunlar oynamadığından? Eğer rüya görme deneyimi uyanıklık bahseden bir
deneyimimizden ayırt edilemiyorsa, asla bir olayın gerçekliğinden
yazı okuyormuş
emin olamayız. Gerçek kabul ettiği miz şey belki de gerçek değildir.
Böylesi kaygılar uç noktaya vardırıldığında, kötü kalpli cinlere ve sanabilir."
kavanoz<laki beyinlere götürür bizi ... Hilary Putnam, 1981
Bilgi fe lsefesi (epistemoloji), felsefenin bilgiyi sorgulayan alanıdır: Ne
biliyoruz? Nere<len biliyoruz? Bir şeyin bilgi kabul edilebilmesi için gerekli
koşullar neler<lir? Böyle ele alındığın<la, bilgi felsefesi şüphecinin mey<lan
okumasına bir yanıt olarak görülebilir. Bilgi felsefesinin tarihi ise şüphecil iği
bozgun a uğratmak için geçmişteki bir <lizi gi rişimdir. Pek çok kişiye göre
şüphecil iği yenilgiye uğratmak konusunda Descartes'tan sonraki filozoflar
<la ondan daha başarıl ı olamadılar. Kavanozdan kesin bir kaçış olmad ığı
kaygısı felsefenin üstüne koyu gölgesini düşürmeyi bugün de sürdürür.
02 Platon'un
Mağarası
Ömrünüz boyunca karanlık bir mağaraya hapsedildiğinizi düşünün. Elleriniz
ve ayaklarınızdan zincire vurulmuşsunuz. Başınızı da kıpırdatamıyorsunuz.
Sadece tam karşınızdaki duvara bakabiliyorsunuz. Arkanızda cayır cayır
yanan bir ateş var. Sizinle ateş arasında ise sizi tutsak edenlerin heykeller ve
her türlü eşya taşıyarak yürüdüğü bir yol var. Sizin ve öbür mahkumların gör-
düğü, düşündüğü ve hakkında konuştuğu yegane şey, bunların duvara vuran
gölgeleri.
Platonik aşk
Günümüzde Platon'un en yaygın Aşkın en müke mme l biçiminin
olarak ilişkilendirildiği fikir olan fiziksel değil, zihinsel ol duğu yo-
Platonik aşk, M ağara Alegoris i'nde lundaki klasi k ifade, Platon' un bir
zihnin evreniyle duyular evreni ba ş ka tanınmı ş d i yaloğu olan Şö
kırmızı görünen bir elma akşam karanlığında siyah görünür vs. Görgü! dün-
yadaki h içbir şey bir bilgi nesn esi olmadığı için Platon, lc.lealar (fikirler)
diye adlan<lırdığı kusursuz ve değişmez varlıklardan meye.lan a gelmiş başka
bir evren ( mağaranın d ışındaki <lünya) ol ma~ı gerekti~ini ileri sürer. İdealar
<lünyasında örneğin bir Adalet İdeası var<lır; herhangi bir a<lil eylemin ad il
ol ması , A<lalet İdeası'nı taklit ya da kopya e tmesi sayesinde<lir. Mağara
Alegorisi'nde ileri sürüldüğü gibi l<lealar a rasında bir hiyera rşi vardır;
h epsine egemen olan, Güneş ta rafından simgelenen İyilik İdeası'clır. Öbür
idealara niha i anlamını veren, h atta onla rın varoluşunun a ltında yatan bu
i<leadır.
Popüler kültürde
C.S. Lewis'in fantastik roman dizisi Çocuklar aslında
öldüklerini ve
Narnia Günlüklednde Platon'un sonsuz ve hiç de-
şimdi bulundukları
il
Platon'un Mağarası 1
Genellikle gerçekçilik ve karşı-gerçekçilik açısınJan dile getirilen aynı
temel ayrım, modern felsefenin birçok alanınJa hal§ yankılanı r. Gerçekçi
görüşe göre "d ışarıJaki" dünyaJa, örneğin fiziksel nesneler, ahlaki olgular,
ya da matematiksel özellikler gibi bizim bilmemize veya hissetmemize
bağlı olmaksızın var olan gerçekler bulunur. Bu görüşe karşı çıkan "karşı
gerçekçiler", bilinen ile bizim ona ilişkin bilgimiz arasında zorunlu bir
bağ bulunduğunu öne sürer. Bütün bu tartışmaların temel kavramları,
2000 yıldan fazla bir süre ö nce felsefi gerçekçilerin öncülerinden ve en
esaslılarınd an biri olan Platon tarafından yerleşti rilmiştir.
>>fikrin özü
un ı bilgi gölgeden ibarettir.
Bilgi Sorunları
03 Algı Perdesi
Dünyayı nasıl görür, nasıl duyar, nasıl koklarız? Çoğumuz üzerinde
düşünmeksizin çevremizdeki. fiziksel nesnelerin aşağı yukarı onları
algıladığımız gibi. olduğunu varsayarız, ama sağduyuya dayalı bu yak-
laşıma i.li.şki.n bazı sorunlar vardır ki. birçok filozofu dış dünyayı aslında
doğrudan gözlemleyip gözlemlemedi.ği.mi.zi. sorgulamaya yöneltmiştir.
Onlara göre bizler sadece içsel "fikirlere", "izlenimlere", ya da modem
terimlerle dile getirecek olursak "duyu verilerine" doğrudan erişebiliriz.
17. yüzyıl İngiliz filozofu John Locke bunu aydınlığa kavuşturmak için
çok bili.nen bir imge kullanmıştı. insanın anlayışının ışık geçirmeme-
cesi.ne kapatılmış bir oda gibi. olduğunu ileri sürdü. Odanın içine birkaç
küçük açıklıktan düşen görüntüler dışarıdaki. gerçek görüntüleri olsa olsa
andmyor, görüntüsü olmayan şeylerin ise fikirlerini oluşturuyordu.
Ama Locke'un tasarımında büyük bir pürüz var<lır. O<laya giren fikirlerin
(ideaların) dışarıdaki nesnelerin az çok sadık birer temsili olduğunu var-
sayabiliriz, ama eninde sonun<la bu içsel temsi llerin dışsal ne~melere, y<ı
<la herhangi bir şeye karşı lık gelmesi hir çıkarsama meselesidir. Doğrudan
erişebildiğimiz tek şey olan fikirlerimiz, bizimle dış dünya arasında geçilmez
bir "algı perdesi" oluşturur.
1690 tarihli İnsanın Anlayışı Üzerine Bir Deneme a<llı yapıtında Lockc,
"temsili" algı modellerinin en eksiksiz anlatımlarından birini sunar. Ara
fikirler ya da <luyusal veriler içeren bu tür modeller, bizimle dış dü~ya
arasına bir boşluk koyar. Gerçekliği bilip bilmediğimize dair görüşler de işte
bu boşlukta kök salar. Perdeyi yırtmanın ve şüphcciyi alt etmenin tek yolu,
gözlemciyle <lış nesne arasında doğrudan bağlantı sağlamaktır. Locke'un
modelinde böyle sorunlar varsa, zaten neden kabul edelim ki?
Kartezyen tiyatro
Locke'un alg ı modeline "temsili gerçekçilik" ba şlamamıştır. Bazen bu modelden küçüm-
denir. Böylece onun görüşünü (mesai saat- seme amacıyla "Kartezyen tiyatro" diye söz
leri dı ş ındaki filozoflar da dahil olmak üzere) edilir, çünkü Descartes'a göre zihin, i deaların
hepimizin genelde benims ediği " naif" ya da bir iç gözlemci -maddesiz ruh- tarafından
"sağduyuy a dayalı " gerçekçilikten ayrı tu- görüldüğü bir sahnedir. Bu iç gözlemcinin
ta rız. Her iki görüş de, bizden bağ ım s ız bir de (homunculus) kendi içinde baş ka bir iç
dı ş dünya olduğunu dile getirmeleri açısın gözlemcisinin olm a sı gerektiği (ve bunun
dan gerçekçidir, ama kırmızılığın domatesin böyle sonsuza dek gideceği) kurama yönelik
bir öze lliği oldu ğ unu yalnı zca naif versiyon itirazlardan yalnızca biridir. Tüm itirazlara
savunur. Kurama klasik açıklamasını veren rağmen , model etkisini sürdürmektedir.
~ 1690 1981
Algı perdesi Kavanozdaki beyin
Bilgl Sorunları
diği bir metafizik şovu olarak kabul edilir. tüşüne borçlu olduğunu bilse gururu daha
işin ironik yanı, Berkeley'e soracak olursa- da kırılırdı herhalde. Boswell'in The Life
nız kendisi sağduyunun savunucusuydu. of Samue/ Johnson (Samuel Johnson'ın
Locke'un mekanik dünya kavrayışının tu- Yaşamı) adlı kitab ı nda anlattığına göre Joh-
zaklarını ustaca ortaya döktükten sonra nson "Büyük bir taşa sert bir tekme attıktan
kendisine göre aşikar olan, üstelik hem sonra 'işte böyle çürütüyorum immaterya-
ııı şüpheci hem de tanrıtanımaz iddiaları tek lizmi.' diye bağırmıştı."
Algı Perdesi 1
"insanlar arasında tuhaf bir biçimde hüküm süren
görüşe göre, Evler, Dağlar, Irmaklar, kısaca tüm
duyumsanabilir Nesneler, algılanışlarının dışında bir
de Doğal ya da Gerçek bir Varoluşa sahiptirler."
George Berkeley, 1710
04 Cogito Ergo
Sum
Şüphelenilebilecek her inanıştan sıyrılmış bir halde, görünüşte dipsiz bir
belirsizlik denizinde sürüklenen Descartes, ayak basacak bir yer bulmaya
çalışır umutsuzca - insan bilgisinin mabedini yeniden inşa edeceği sağ
lam bir zemin arar . ..
işte böylece Franm filozof Rene Descartes, Batı felsefesi tarihinin şüphesiz
en ünlü ve muhtemelen en etkili dü~üncesine ulaştı.
ııı
Beden-zihin problemi Cogito ergo sum
{Düşünüyorum öyleyse varım)
Cogito Ergo Sum 1
Dilin önemi
İyi bilinen Latince düstur cogito ergo sum, Descartes'ın Felsefenin İlkeleri
(1644) adlı kitabında yer alır. Fakat filozofun Yöntem Üzerine Konuşma
(1637) adlı yapıtında Fransızca versiyon Ue pense, done je suis) geçer. En
önemli yapıtı Düşünceler'de (İlk Felsefe Üzerine Metafizik Düşünceler)
ise söz standart ifadesiyle görülmez. Önermenin şimdiki zaman kipiyle
"düşünüyorum" olarak söylenmesi, şu ana yaptı~ı vurgu açısından
önemlidir.
Cogito'nun kökeni
Tüm felsefi deyişlerin en tanınmışı olan cogito ergo sum' un kesin kökeni
tam anlam ı y la açıklığa kavuşmamıştır. Descartes'la ayrılmaz bir biçimde
bağlantılı olsa da cogito' nun ardındaki düşünce ondan çok öncelere uza-
nır Örneğin IS beşinci yüzyıl başında Aziz Augustinus ruhun kendinden
şüphe duymasından başka her şeyden şüphe duyabileceğimizi yazmıştı,
üstelik bu düşünce Augustinus'la ortaya çıkmamıştı.
Kısacası , cogito'nun "ben"i bir özbilinç anından ibarettir; kendi geçmişi <le
<lahit her şeyden kopartılmış bir noktacıktır sadece. Öyleyse Descartes bu
kadar istikrarsız bir temel üstüne ne inşa e<lebi1i r?
Tanrı bütün fiki rlerimi zin kaynağıdır ve o iyi o ld uğuna göre b izi
kan<lı rmayacaktır; gözlem ve akıl güçlerim iz <le Tanrı'da n geldiğine
göre, bizi uygun biçimde yanlışa değil doğr uya yöneltecektir. Tanrı'nın
ge lişiy le şüp he da lgaları çabucak geri çek ilir - dünya eski düzenine geri
getiril m iştir, bilgim izi sağlam, bilimsel bir Leme! üst ünde yen iden inşa etme
işi başlayabilir artık.
1111
Cogito fı'l • Sum 1
" . .. kendi duyularımızın doğruluğunu kanıtlamak
amacıyla Yüce Varlık'ın doğruluğuna başvurmanın
fasit daire ile sonuçlanması kaçınılmazdır."
David Hume, 1748
>>fikrin özü
Düşünüyorum, öyleyse varım.
Bilgi Sorunları
05 Akıl ve
Deneyim
Şeyleri nasıl bilebiliyoruz? Bilgilerimizi temel olarak aklımızı kullanarak
mı elde ediyoruz? Yoksa dünyayı tanımamızda en önemli rolü duyuları
mız yoluyla edindiğimiz deneyimler mi oynuyor? Bilginin kurucu ilkesi
olarak akıl ile deneyim arasındaki bu temel karşıtlık, Batı felsefesi tarihi-
nin büyük bölümüne nüfuz etmiştir. Daha belirgin söyleyecek olursak,
son derece etkili iki felsefe kolunun-akılcılıkve deneycilik (rasyonalizm
ve ampirizm)- başlıca çekişme konusudur bu.
11111
Akli ve Deneyim 1
Avrupa' da rekabet
Tarihsel olarak, 17. ve 18. yüzyılın Britanyalı engeller. Bir tarafın baş savunucusu Descar-
deneyimcileri olan Locke, Berkeley ve Hume, tes, deneyci araştırmaya olumlu baktığını
Kıta Avrupası'ndaki "rakipleri" olan akılcı pek çok kez göstermiştir. Öbür tarafın baş
Descartes, Leibniz ve Spinoza'ya karşı saf savunucusu Locke ise zihinsel kavrayış ve
tutmuştur. Ama genelde olduğu gibi bu tarz sezgiye, akılcıların layık gördüğü alanı ver-
basit sınıflandırmalar ayrıntıları görmemizi meye zaman zaman razı görünür.
06 Üç Parçalı
Bilgi Kuramı
Sokak lambasının dibine birdenbire yığılan o nefretlik silüeti görünce " Hay
aksi, yanlış yola saptım" diye düşündü Don. Adamın kaba suratının kendisi
için çok tanıdık olan özellikleri sarı ışığın altında açıkça görülüyordu. "Pislik
herifin burada ortaya çıkacağını tahmin etmeliydim. Neyse, şimdi öğrendim
işte . .. Daha ne bekliyorsun Eric? O kadar güçlü kuwetliydin hani . .. "Bütün
dikkatini karşısındaki adama yoğunlaştıran Don, arkadan yaklaşan ayak
seslerini işitmemişti. Eric ensesine öldürücü darbeyi indirirken o hiçbir şey
hissetmedi ...
Pek i Don, katili Eric'in o gece o sokakta okluğunu gerçekten biliyor muydu?
Don kuşkusuz onun orada olduğu kanısındaydı, bu inancının doğru olduğu
da ortaya çıktı. Üstelik bu inancı oluşturmak için he r türlü gerekçesi vardı.
Eric'ten h içbir bakımdan ayırt edilemeyecek b ir adamı açıkça görmüştü gör-
mesine, ama Eric'in A lec adında bir tek yumurta ikizi olduğunu bilmiyordu.
Platon ' un bilgi tanımı Anlıyoruz ki meğer Don, Eric'in o sokakta o lduğunu
gerçekten bilmiyormuş. Yine de Don, Eric'in orada olduğu na inan ıyordu
ve Eric gerçekten oradaydı. Dolayısıyla Don hakl ıydı. Ama bunu söylcn,ek
felsefe tarihindeki en kutsal tanım lardan birine ters düşeriz.
1. P doğrudur
2. S, P'ye inanır
Bu tan ı ma göre (1), (2) ve (3) bilgi için zorunlu ve yeterli koşullardır. (1)
ve (2) numaralı koşullar büyük lartışmalara yol açmamıştı r dobrru olmayan
bir şeyi bilemezsiniz, ayrıca bildiğinizi iddia ettiğiniz şeye inanıyor o lma-
nız gerekir. (3) numaralı koşula ise pek az kişi itiraz etmiştir. Kentucky
Koşusu'nu koşan atlar listesinden gözünüzü kapayıp parmağınızı rasgele koy-
duğunuz atı seçerseniz, o at fi n işi ilk geçen ar olsfl bile bunu bilmiş kabul
edilmezsiniz genelde. Sadece şansımı yaver gitmiştir.
~ 1963
Üç parçalı bilgi kuramı
Bilgi Sorunları
Bilgi feshedilemez mi
olmalıdır?
Üç parçalı kurama ek olarak getirilecek dördüncü koşul için bir öneri,
bi lginin "feshedilemez" o l masıydı. Buna göre, inandığımız şeye
inanma gerekçelerimizi, eğer biliyor olsaydık geçersiz kılacak hiç-
bir ekstra bilgi olmamalıdır. Söz gelimi Don, Eric'in bir tek yumurta
ikizi olduğunu bilmiş olsaydı, sokak lambasına yasl anmış adamın
Eric olduğuna inanmak için gerekçesi olmazdı. Ama aynı mantıkla,
lambaya yaslananın Eric olduğunu, yaslanan kişi Eric olsaydı bile
bilemeyecekti. Don ikiz kardeşin varl ı ğını bilse de bilmese de durum
değişmezdi. Böyle bir faktör her zaman olabileceğinden dolayı, bi-
lenlerin bilip bilmediklerini asla bi l meyeceği durumlar her zaman
olacaktır. Gettier sorununa verilen birçok yanıt gibi, feshedilmezlik
isteği de çıtayı
o kadar yükseltir ki bilgi saydığımız şeylerin pek azı
sınavı geçebilir.
ıı
üç Parçalı Bllgl Kuramı 1
Yanlışlıklar Komedyası
Gerekçeli bilgiyi sorgulama amacıyla kişileri, özellikle ikiz kardeşleri
karıştırma, birini başkası sandırma tekniği Shakespeare'in oyunlarına
aşina kişilerce iyi bilinir. Örneğin Yanlışlıklar Komedyası'nda bir değil
ikı çift tek yumurta ikizi vardır: Sirakuzalı Antifolus ve Dromiyo ile
Efesli Antifolus ve Dromiyo, doğarken bir gemi kazası sonucu birbır
lerinden ayrılmıştır. Shakespeare onların bir araya gelişini, Gettier'nin
karşı-örneklerine benzer bir komedi yaratmakta kullanmıştır. Siraku-
zalı Antifolus Efes'e gelince, orada kuyumcu olan Angelo onu "Bay
Antifolus," diye selamlar. Daha önce Efes'e hiç ayak basmamış olan
ve kafası karışan Antifolus, "Evet, benim ad ı m bu," diye karşılık verir.
Angelo "Çok iyi biliyorum efendim," der. Aslında Angelo bunu bilmi-
yordur. Üç parçalı kurama göre inancı gerekçelidir ama müşterisinin
aynı adı taşıyan bir tek yumurta ikizi olması tamamen tesadüftür.
Gettier'nin makalesinden beri bir "yama" arayışı bir tür felsefi silahlanma
yarışma dönüşmüştür. Üç parçalı tanımı iyileştirme <lcncmeleri, ka rşılarında
h er seferin<le karşı-örnekler bulur. Getticr sorunundan kaçınmayı başaran
öneriler, bedel o larak sezgisel bilgilerimizin çoğunu dışlamak zorun<la kal ı r.
07 Beden-Zihin
Problemi
Bilimin yürüyüşü 17. yüzyıldan beri her şeyi önüne katıp sürükledi.
Kopemik, Newton, Darwin ve Einstein'm çizdiği rotada yol boyunca yer
alan sayısız kilometre taşı, zamanla evrenin en uzak köşelerinin ve ato-
mun en mahrem sırlarının bile bilim tarafından meydana çıkarılacağı
umudunu veriyor. Ama gerçekten öyle mi acaba? Çünkü bir bakıma en
apaçık, bir bakımaysa en gizemli olan öyle bir şey var ki, bugüne kadar
hem bilim insanları, hem de filozofların en büyük çabalarına direnç gös-
termeyi başardı: insan zihni.
Hepimiz bilincimizin bilincindeyizdir. Düşüncelerimiz, duygularımız ve ar-
zularımız öznel ve bize özeldir. Dünyamızın merkezindeki aktörler o larak
kişisel ve eşsiz bir bakış açımız vardır. Buna taban tabana zıt olan bilim
ise tamamen nesnel ve incelemeye açıktır; kişisel olandan, lek bir bakış
açısından kaçınır. Peki öyleyse bilinç gibi tuhaf bir şey bilimin fiziksel dün-
yasında nasıl var olabilir? Zihinsel görüngüler (fenomenler), bedendeki
fiziksel durum lara ve olaylara dayan arak ya da onlarla ili~kili olarak nasıl
açıklanabilir? Bu sorular, belki de tüm felsefe konularının en dikenlisi olan
heden-zihin problemini oluşturur.
Fransız filozof Rene Descartes 17. yüzyılda bilgi felsefesinde olduğu gibi
zihin felsefesinde de öyle bir etki yarattı ki bu etki Barı felsefesinde günü-
müze dek yankılandı. Kendi varlığının kesinliğine sığınan Descanes (hkz.
sf. 16), doğal olarak zih ne dünyadaki diğer her şeyin üzerinde bir paye verdi.
Descartes zihni tümüyle ayrı bir varlık olarak-temel doğası düşünmek olan
zihinsel lÖZ o larak- ele aldı. Onun dışındaki her şey tan ımlayıcı özell iği
ıı
Beden-Zihin Problem! 1
Ryle'ın hayaleti
İngiliz filozof Gilbert Ryle, The Concept of göre, Descartes da zıhin ve madde bağla
Mind (1949) (Zihin Kavramı) adlı kitabında mında benzer bir hata yapmış, yanlış bir
Descartes'ın çifteci beden-zihin anlayışının şekilde bunların tamamen farklı tözler oldu-
bir "sınıflandırma hatası"na dayandığını ileri ğunu varsaymıştır.
Ryle, bu çifteci metafizik
sürer. Örneğin bir turistin, Oxford Üniversi- anlayışını
"Makinedeki Hayalet" örneğiyle
tesi'ni meydana getiren ayrı ayrı fakülteleri, küçümser: Maddesiz zihin ya da ruh (Ha-
kütüphaneleri ve öteki binaları gördüğü bir yalet). her nasıl oluyorsa maddi bedenin
turun bitiminde üniversiteyi görmediğinden (Makine) içinde yaşar ve onun kumanda
yakındığını düşünün. Turist hem üniversiteyi kollarıyla oynar. Ryle, Descartes'çı çifteciliği
hem de onu meydana getiren binaları aynı eleştirdikten sonra beden-zihin sorununa
varlıkkategorisine koyduğu için ikisi arasın kendi çözümü olan davranışçılığı önerir (bkz.
daki ilişkiyi anlamamıştır. Ryle'ın görüşüne sayfa 39).
"Makinedeki Hayalet dogması ... Sorunu kendisi de kabul eden Descartes, zo-
hem beden hem de zihinlerin var runlu nedensel ilişkiyi etkileyebilmek için
Tanrı 'nın
müdahalesinin gerekriğini fark
olduğunu, hem fiziksel hem de eder. Fakat meseleyi çözmek için pek bir şey
zihinsel süreçlerin meydana geldiğini yapmaz. Descartes'ın daha genç çağdaşı ve
savunur. Bedensel hareketlerin hem takipçisi Nicolas Malebranche, onun çifte-
ciliğini kabul ederek nedensellik sorunuyla
mekanik nedenleri hem de bedensel boğuşmayı kendine görev bilir. Bulduğu şa
nedenleri olduğunu iddia eder." şırtıcı çözüme göre aslında etkileşim yoktur.
Gilbert Ryle, 1949 Onun yerine, zihinsel ve fiziksel olayl arın
etkileşmesinin gerekli olduğu her seferde
Tanrı müdahale ederek bunun gerçekleşme
sini sağlar ve hu şekilde neden sonuç izlenimi yaratı r. "Ara-nedencilik"
diye bilinen bu doktrin, tuhaflığından dolayı pek az destek görmüştür. Asıl
faydası, çözmeyi amaçladığı problemin ciddiyetini vurgulamak olmuştur.
Beden -zihin problemine yön elik fizikselci çözü mle r, ç ifteci liği n zorlukla-
rından çoğunu tek darbede etk isiz kılar. Özellikle nedensellik ilişkisinin
çiftecilere eziyet çektiren gizemleri, bilinc in bilimsel açıklama kapsamına
sokulmasıyla ortadan kaldırılır. T ahm in ed i lebileceği gibi, fizikselc ilik
karşıtlarının a na eleştirisi, fizikselcilerin çok fazla şeyi bir kenara i ttiğidir.
Başarılı olması iç in en ağır bedel ödenmiş, bili nçli deneyimin özün ü, öznel
doğasını kavra ma umu<lu fc<la edilmiştir.
08 Yarasa Olmak
Neye Benzer?
" ... Düşünün ki kollarınızda zar gibi bir doku var, alacakaranlıkta ve şafak
sökerken etrafta uçup ağzınızla sinek tutuyorsunuz; görme duyunuz çok
zayıf, çevrenizi yansıyan yüksek frekanslı ses dalgalarıyla algılıyor, günü
tavan arasında ayaklarınızdan baş aşağı asılı durarak geçiriyorsunuz.
Bunu kafamda canlandırabildiğim ölçüde (ki pek de canlandırabiliyorum
diyemem) yarasa gibi davranmanın nasıl olduğunu benim şu anki halimin
gözünden anlarım olsa olsa. Ama istediğim bu değil. Ben bir yarasa için
yarasa olmak nasıl bir şey, onu öğrenmek istiyorum."
fizikselcilik doğru olsaydı , der Jackson , Mary re nkle rle ilgili bil in ebilecek
her şeyi bilirdi. Ama M a ry'nin bilmediği şeyler (olgular) vardır; örneğin
kırmızının d a lga boyunu, h a ngi nesnele rin kırmızı olduğunu öğrense de
kırm ızıyı görmenin nası l bir şey ul<luğunu bilemez. Ru düşünce sonuc un<la
Jackson fizikselliğin doğru olamayacağı sonuc una varır (bkz. kutucuk).
Kimi fizikselcile r Jackson'ın savına ikna o lmaz. İtirazlar öncelikle o nun "fi-
ziksel o lmayan ulgu lar"ına yön e lir. Kimileri bunların o lgu olduğunu kabul
e tme kle birlikte fi ziksel olmadığını kabul etmez, kimile riyse bunların o lgu
olmadığını ile ri sürer. Bu itirazların kö künde J ackson'ın savının döngüsel
ol<luğu yatar: Eğer fizikselcilik doğruysa ve Ma ry re n ge ilişkin b iline bile-
cek bütün olgula rı biliyorsa, o zaman kı rmızılığa ilişkin biline bilecek her
şeyi bilirdi - öznel de n eyimle r de dahil. Jackson fi zikse l o lan ve o lmayan
o lgula r arasında ayrım yapabilme k için Mary'nin psiko lo jik durumlarından
yara rlandığından dolayı bir "maskeli ad a m yanılgısı"na da <lüşmüş olabilir
(bkz. kutuc uk) .
Siyah-Beyaz Mary
Mary doğduğu andan itibaren siyah-beyaz açmışlar ve d ış dünyaya çıkmasına izin ver-
bir odaya kapatılmış . Odada s iyah, beyaz ya mi şler.Mary öyle bir şo k yaşamış ki ! Renkleri
da gri tonlarında olmayan hiçbir şey yokmuş. ilk kez görüyormuş. Kırmızıyı , maviyi, sarıyı
Eğitimi alışılmadı k olsa da eksiksizmiş. Oku- görmenin nasıl bir şey olduğunu öğrenmiş .
du(Ju kitaplar ve televizyondan aldığı dersler Odadan ç ı kmadan önce renk ha kkındaki
sayesinde (tabii hepsi siyah-beyaz) sonunda bütün fiziksel olguları bildiği halde, demek ki
dünyanın en büyük bilim insanı olmuş. Dün- renk hakkında bilmed i ği şeyler hala vardı .. .
yanın fiziksel do(Jası, insanlar ve çevremiz
il
Yarasa Olmak Neye Benzer? 1
Maskeli adam
Leibniz'in "ayırt-edilemezlerin aynılığı" ya- kim olduğunu biliyorum, öyleyse karde-
sasına göre, eğer A ve B nesneleri aynıysa, şim maskeli adam değildir. Yanılgının
A'nın her özelliği
B'de de bulunacaktır. kökü, bir şey hakkındaki öznel görüşler
Eğer A'nın B'de bulunmayan bir özelliği ya da inanışların o şeyin gerçek özellikleri
varsa Aile B aynı değildir. Bertie, Bono'nun olmamasından kaynaklanır; Nasıl ki farklı
dünyadaki en büyük rock yıldızı olduğunu insanlar aynı şey konusunda farklı kanılara
düşünüyor ama Paul Hewson hakkında bir sahip olabiliyorsa, bir şeyi farklı tanımlar
fikri yok (bunun Bono'nun gerçek adı oldu- altı nda bilmek mümkündür.
Hewson'da bulunmayan bir özelliği var- Frank Jackson'ın Mary hakkındaki düşünce
dır;
Bertie tarafından dünyadaki en büyük deneyi maskeli adam yanılgısına düşüyor
rock yı l dızı olduğunun düşünülmesi özel- mu? Jackson'a karşı çıkan fizikselcilere
liği. Öyleyse Leibniz yasasına göre Bono göre, kendisi fiziksel ve fiziksel o lmayan
ile Paul Hewson aynı kişi değildir. Ama olgular arasında bir ayrı m o l uşturmak için
aynı kişidir, öyleyse bu akıl yürütmede bir "yanlış türde" bir özellik kullanmıştır. Hal-
yanlış olmalı. Sorun maskeli adam yan ı l- buki farklı ve öznel tanım l ar verilebi lecek
gıs ı ndan kayn aklanır.
Maskeli adamın kim sadece bi r tür olgu (fiziksel olgular) vardı r ;
olduğunu bilmiyorum; ama kardeşimin aynı şeye bakmanın iki farklı biçimi.
Mary örneğine ka rşı çıkan savlar ne kadar güçlü o lursa olsun , Jackson ve
Nagcl bir ~ey yakalamış gibi görünüyor. Sanki fizikselcilikle ilgili bugüne
kadar önerilen versiyonlarda eksik olan bi r şeyler var. Belki dünyayı fizi ksel
olarak açıklarken b ilinci ele resm in içine koymanın başka yolları vardır.
>>fikrin özü
Yarasa olmak neye benzer?
' Zihin Problemleri
09 T~ring Testi
Parry: Polisler yanlış insanları tutuklar.
Görüşmeci: Bazen doğru kişileri tutuklarlar.
Parry: Kanun adanılan şu İtalyan suçluları yakalamalı.
Görüşmeci: Sen İtalyan mısın?
Parry: İngiliz eğitimi aldım ama bu ülkede doğdum.
Görüşmeci: Hiç İtalyan suçlu tanıyor musun?
Parry: Yeraltı dünyasından uzak durmaya çalışının.
Görüşmeci: Yeraltı dünyasından korkuyor musun?
Parry: En kötü gangsterler mafyadadır.
Görüşmeci: Mafyayla bağlantın var mı?
Parry: Biliyorsun, beni tanıyorlar.
Görüşmeci: Nereden tanıyorlar seni?
Parry: Beni gizlice gözetliyorlar.
Görüşmeci: Neden?
Parry: Bana komplo kurmak için sahte kanıt elde etmek istiyorlar.
Görüşmeci: Seninle ne alıp veremedikleri var?
Parry: Beni yakalamak için fırsat kolluyorlar.
Görünüşe bakı lırsa Parry'nin baş ı deme. Ama onun ası l derdi mafya deği l ,
bir bilgbayar programı olması. Stanford Üniversitesi'nden psikiyatrist Kcn-
neth Colhy tarafından 197 l 'de yaratılan Parry, sorulara mafyanın hedefi
olduğu yolunda paranoid saplantısı bulunan bir şizofren gibi yanıt verecek'
şekilde programla n m ıştı. Colby, sahici birtakı m paranoid hastalarla bir-
likte Pmry'nin de görüşmeye tabi tutu lduğu bir test hazırladı. Kuru ldak i h iç
kimse Parry'nin gerçek bir hasta olmadığını tahmin edemedi.
Parry testi geçti mi? Pek sayılmaz. Bunun tam an lamıyla hir "Bence [20.] yüzyılın
Turing testi sayılması için psikiyatristlerden oluşan kurula
(soru soran kimsenin rolünü üstlenmişti bu kurul) hasta-
sonunda sözcüklerin
lardan birinin aslında bir bilgisayar olduğu ve amaçlarının kullanımı ve eğitimli
bunu saptamak olduğu söylenmiş olmalıydı. Her halü- kamuoyu o kadar çok
karda Parry daha etraflıca sorgulansaydı kendini çabucak
şeyi değiştirmiş olacak
ele verecekti. T uring'e göre, 20. yüzyı 1 bitmeden bilgisayar
programcılığında kaydedilecek ilerlemeler öyle bir noktaya ki, itiraz edileceğini
varacaktı ki beş dakikalık bir sorgulamanın ardmdan soru beklemeksizin düşünen
soran kimsenin doğru tanımlama yapma olasılığı en fazla%
makinelerden söz
70 olacaktı. Gerçekteyse gelişmeler T uring'in umduğundan
çok daha yavaş oldu. Şimdiye dek hiçbir bilgisayar programı edebilir hale geleceğiz."
T uring testini geçmeye yaklaşamadı. Alan Turing, 1912-54
Turing, testinde "Makineler düşünebilir mi?" sorusundan kaçınılmasını
önermişti . Bu sorunun çok muğlak olduğu kanısındaydı. Günümüzde Tu-
ring testi hir bilgisayar programının düşünüp düşünemediğini (ya da "bir
zihni olup olınadığı"nı , "zeka sergileyip sergileıned iği"ni) değerlendirmek
için standart ölçüt kabul edilir. Bilgisayarların da günün birinde insanlar
gibi veya daha üstün zihinleri olabileceğine inanan "güçlü yapay zeka" sa-
vunucuları için bu test kilit eşik niteliğindedir.
Çince odası Turing testine karşı en güçlü itiraz, 1980'de ARD'li filozof
John Searle'den geldi. Searle kendini bir odanın içinde hayal eti. Odaya
T uring testini geçmek, temelde, verili girdilere uygun çıktılar sağlama me- ,
selesidir; dolayısıyla Ç ince odası T uring testinin düşünen makineler için bir
ölçüt olduğu iddiasını baltalar. Ve T uring testi güme giderse güçlü Yapay
Zek1i'nın ana savı da gider. Ama zayiat bu kadarla kalmaz. Eğer Ç ince oda-
sının belirtmek istediği nokta doğru kabul ed ilirse zihin felsefesine yönelik
iki önemli yaklaşımın da altı çürük demektir.
muştu. G ilben Ryle (bkz. sf. 29) tarafından ceki harflerdir). Hikayede uzay gemisi ni,
d ü şünen bir makinenin ça lı ştırm as ı na
klasik tanımı yapılan davranışçılık, Searle
o rtaya çıkmadan ön ce birçok sert iti raz kimse şaş ırmaz.
10 Theseus'un
Gemisi
Joe'nun galerisinden aldığı şu otomobil yüzünden Theo'nun çekmediği sıkıntı
kalmadı. Başlardaki sorunlar ufak tefekti - kapılardan birinin kilidini değiş
tirmesi gerekti, arka süspansiyondaki bazı parçalar yerinden çıktı, alışıldık
hikCıyeler. Ama sonra daha ciddi sıkıntılar baş gösterdi - önce debriyaj, sonra
şanzıman, en sonunda da tüm vites sistemi. Bu arada daha ufak bir sürü ters-
lik çıktı. Dolayısıyla araba yoldan çok tamircide gibiydi. Bu hep böyle sürdü
gitti .. . Akıl almaz şey doğrusu . "Ama asıl akıl almaz olan şey" diye hayıf
landı Theo, "arabayı alalı daha iki sene bile olmadı ama her parçası değişti.
Ama bir de iyi tarafından bakalım, galiba yeni bir arabam var artık!"
Theo haklı mı? Yoksa araba hala ayn ı araba mı? Theo'nun arabasının öy·
küsü -ya Ja daha yaygın ad ıyla Theseus'un gemisi- filozofların nesne ya da
kişilerin zaman içinJeki kimliğiy le ilgili sezgilerimizi sınadıkları bilmeceler-
den biriJir. Görünüşe bakı lırsa hu ahındaki sezgilerimiz çoğunlukla kuvvetli
ama çelişkilidir. Theseus'un gemisi, İngiliz filozofThomas Hobbes tarafın
dan ortaya atı lmıştır. Biz Theo'nun versiyonuna dönelim ...
Filozofları asırlard ır meşgul eden kişisel kimlik sorunu budur. Bir kimsenin
belli bir andaki halinin bir başka zamanki haliyle aynı kişi olması için ge-
rekli ve yeterli koşullar nelerdir?
1 1950 1981
Turing ıcsti Kavanozdaki beyin
1
Zihin Problemleri
Yiğit subay
Thomas Reid şu hikayeyle Locke'un görü- ettiğinde sancağı ele geçirişini hatırlasa da
şünü baltalamak ister: yediği dayağı unutmuştu.
Yiğit bir subay eskiden öğrenciyken bir bos- Locke, Reid'in itirazındaki çıkarımı kabu l
tandan hırsızlık yaptığı için dayak yemişti. ilk edebilirdi: lnsano!)lu (organizma) ile kişi (bi-
çıktığı askeri seferde bir düşman sancağını linç öznesi) arasında açık bir ayrım bulunur;
ele geçirdi. İleriki yıllarda generalliğe terfi dolayısıyla ihtiyar general genç çocuktan
etti. Diyelim ki sancağı alırken yediği da- gerçek anlamda farklı bir kişi olacaktır.
yağı haltı hatırlıyordu, ama generalliğe terfi
Beni ben yapanın ne olduğunu değerlendirirken önemli olan, belli bir gri
madde kütlesinden oluşan "donanım" değil, deneyimler, hatıralar, inançla r
vb.'den oluşan "yazılım"dır. Bu de neyimlerin, hanra ların vs. toplamı sen-
tetik bir beyine kopyalanmış olsaydı ya da başka birisinin beyni be nim tüm
hatıralarımı, inançlarımı vs. alabilecek şekilde yeniden biçimlendirilebil-
seydi, benim ben olma duygum pek fazla sarsılmazdı . Ben zihnimim; zihnim
nereye giderse be n de o raya giderim. Bu görüşe göre kimliğimin, beynim de
dahil olmak üzere fiziksel bedenimle hiçbir bağı yoktur.
Söz gelimi Uzay Yolu'ndaki gibi bir ışınlanma sistemi hayal edin. Bu sistem
sizin fiziksel b i leş i minizi en son atomunuza kadar kaydetrikten sonra bu
verileri uzak bir mekana aktarıyor (diyelim ki dünya üzerinde Londra'dan
A y Üssü 1'e). A y üssündeki malzemeden birebir kopyanız oluştuğu anda
Londra'daki bedeniniz imha ediliyor. H er şey yolunda - tabii psiko lojik
Theseus'un Gemisi 1
devamlılık savını benimsiyorsanrz: Anılardan vs. oluşan kesinrisiz bir akış
Londra'daki bireyden Ay'dakine akıyor, böylece psikolojik devamlılık ve
dolayısıyla kişisel kimlik korundu. Siz artık A y Üssü l '<lesiniz. Peki d iyelim
ki ışınlama aleti bozuldu ve Londra'd aki imha işlemi gerçekleşmedi. Şimdi
iki tan e "siz" var - biri Dünya'da, biri Ay'da. Devamlılık tezine göre, he r iki
durumda <la psiko lojik akış muhafaza edildiği için bunların ikisi <le sizsiniz.
S ınıfl andırmak gerekse Londra'dakinin siz olduğunu ve Ay'dakinin de bir
kopya olduğunu söyle mekte pek tereddüt göstermeyiz. Eğer bu sezgimiz doğ
ruysa, psiko lojik tanımdan biyolojik/hayvansal tanıma geri dönmek zorunda
kaldık demektir: S izin Ay'daki yeni et ve ke mik değil de Lo ndra'daki o eski
et ve kemik olmanız önem taşır.
Benliği böyle somut bir "şey" o larak düşünmek ve özümüz diye kabul etme k,
beyin nakli ve ışınlanma örnekle rinde kafa kanşı klığına yol açar. Bu türdü-
şünce deneylerinde kişisel olarak sağ kalışımızın bu benliğe bir şekilde bir yer
bulmaya bağlı olduğunu düşünürüz. Ama bu somut benliğe göre düşünmeyi
bırak ırsak h er şey daha anlaşı lır h ale gelir. Diyeli m ki ışınlama aygıtı d üz-
gün çalışıp Lon<lra'daki bedeninizi yok etti ama Ay'da iki kopya oluşturdu .
Hangisinin siz olduğunuzu sormanın ("benliğim nereye gitti?" ile eşanlamlı)
bir anlamı yoktur. Sonuçta şimdi ikisi de aynı düşünce, deneyim ve anı da-
ğarcığına sahip iki insan vardır. İkisi de kendi yoluna gidecek ve psikolojik
tarihleri birbirinden ayrılacaktır. T emelde düşünceler, deneyimler ve hatıra
lar birikimi olan siz iki yeni bireyde yaşamınızı sürdüreceksiniz - bu ilginç sağ
kalma biçimini, kişisel kimliğinizi kaybetme pahasına elde etmiş oldunuz!
11 Diğer Zihinler
Şu Hollywood zombi filmleri saçmalıktan başka bir şey değil. Rengi gitmiş
bir yüz, balık gözler, donuk bakışlar - tam bir zırvalık. Gerçekte zombileri
fark etmek çok zordur. Görünüşte benden ve sizden bir farkları yoktur; bizim
gibi yürür, bizim gibi konuşurlar - içeride hiçbir şey dönmediğine dair hiç-
bir ipucu vermezler. Bir zombinin kaval kemiğine esaslı bir tekme atın, sizin
kadar ya da benim kadar korkup avaz avaz bağı racaktır. Ama sizin ya da
benim hissettiğimin tersine hiçbir şey hissetmez aslında: ne acı, ne duyum, ne
de herhangi bir bilinç hali. Aslında "siz ve ben" diyorum ama belki de sadece
" ben" desem daha doğru olur. Çünkü sizden hiç emin değilim ... düşünüyo
rum da, aslında hiçbirinizden emin değilim.
Ruhları
olmayan zombiler, "diğer zihinler sorunu" diye bilinen eski fcl~cfe
tartışmasının
düzenli konukları arasındadır. Kendi zihn imin varlığını bili-
yorum; bilinçli deneyimlerden oluşan hir içsel
"Felsefedeki zombiler Yaşayan ya~aınım va r ama sizin zihninizin içeriği size
Ölüler tarzı filmlerdeki beyin özeldir ve ben göremem. Doğrudan gözlemle-
yebildiğim tek şey sizin davranışlarınızdır. Buna
yiyen zombilerden ziyade bakarak sizin de benimki gibi bir zihniniz ol-
Stepford Kadmları'ndaki robot duğunu kesin olarak söyleyebilir miyim ? Daha
renkli ifade edecek o lursak, yukarıda anlatılan
kadınlar gibidir. Gerçi Stepford
zoınbiler gibi bir zombi olmadığınızı -davranış
kadınlarında bile inceden de olsa ve fizyolojik olarak benimle tıpatıp ayn ı ama,
bir gariplik olduğu fark edilir, bilinçsiz- nereden bileceğim.
oysa felsefedeki zombilerde bu
Öbür insanların zihinlerinin olup olmadığını
da fark edilmez." sorgulamak belki saçma görünebilir, fakat
Larry Hauser, 2006 bu neden mantıksız olsun? Aslına bakarsanız,
Bu ak ıl yürütmeye en sık yöne ltilen el eştiri, tek bir örnekten, yani benim
kendi zihnimden çıkarsama yapmama dayanmasıydı. Söz gelimi içinde inci
o lan bir istiridye bulduğunuzu ve bundan yola çıkarak bütün istiridyele-
rin içlerinde inci olduğu sonucuna vardığınızı dü~ünün. Bu tür bir hataya
duygulardan o luşan bir iç dünyası oldu ğ unu bu. Aksine, zihnin fizikselci a ç ıkl a ma l arının
kanıksamışızdır.
Ama buna dayanarak felsefi cazibelerinden biri, zihinsel olayların -e n
meseleyi reddetmek konunun özünü ıskala azından prensipte- tamamen fiziksel olaylara
mak olur. Kimse kimseyi insanların aslında dayanarak açıklanabilmesidir. Ve eğer zihinsel
zombi olduğuna inandırmaya çalışmıyor. olan fiziksel olanın içinde eriyorsa, zombiler
Daha ziyade, zihinler ve zihinlerin beden- de bir anda yok olur. Bu durum bu türden
lerle ilişkisi h a kkındaki düşünme biçimlerimiz aç ı klamaların illa doğru olduğu anlamına
zombi olasılığını göz ardı etmemize izin ver- gelmese de doğru yolda olduklarını gösterir.
miyor. Bu durumun, zihin kavrayışlarımızı Böylece diğer zihinler sorununa odaklanarak
ciddi biçimde gözden geçirmemize yol açması zihin felsefesi kapsamındaki daha genel konu-
gerekir. lara ışık tutabi liriz.
/
Diğer Zihinler 1
"insan bedenine sahip olmak ile belirli bir zihinsel yaşama
sahip olmak, Descartes'çı zihin tanımının ima ettiği kadar
birbirinden bağımsız ise, o zaman bir insanın acı çektiğini
kolayca tasavvur edebildiğim gibi bir masanın acı çektiğini de
tasavvur edebilmem gerekirdi. Ama tabii ki böyle olmuyor."
Ludwig Wittgenstein, 1953
düşme riskini azaltmak için birden fazla istiridyeyi kontrol etmeniz gere kir,
ama başka zihinler söz konusu olduğunda bu yol kapalıdır. Wittgenstein'ın
belirttiği gibi "Tek bir durumu bu kadar sorumsuzca nasıl genelleyebilirim?"
12 Hume'un
Giyotini
"Şimdiye dek karşılaştığım her ahlak sisteminde fark ettim ki yazar bir
süre alışılmış akıl yürütme biçimiyle ilerliyor ve bir Tanrı'nın varlığını
ortaya koyuyor ya da insan ilişkileriyle ilgili gözlemler yapıyor; ama sonra
birdenbire hayretle görüyorum ki alışılmış önerme çiftleri böyledir ve
şöyle değildir yerine her önermesini böyle olmalzdzrveya şöyle olmamalzdzr
diye bitirmeye başlıyor ...
insan Doğası Üzerine Bir inceleme (Treatise of 1luman Nature) adlı yap ı
tındaki bu çok bilinen pasajda lskoç filozof Davi<l Hume, her zamanki özlü
üslubuyla, ahlak felsefesinde o zamandan beri ana meselelerden biri olarak
kalan konunun klasik bir ifadesini sunar. Şeylerin dünyada nasıl okluğuna
ilişkin betimsel hir önermeden (-dır önermesi) ne yapılması gerektiğini söyle-
yen buyurgan önermeye ( -malıdır önermesine) geçmemiz nasıl mümkündür?
Ya da kısaca, "-dır"d::ın "-malıdır"ı nasıl çıkarsayabiliriz? [Bu problem ayrıca
"olgu ve değer problemi" ve "dır-malıdır problemi" adlarıyla bilinir.) Belli
ki Hume, hunun mümkün olmadığı kanısındadır; üstelik birçok düşünü~ de
onunla hemfikirdir. Onlara göre Huıne'un giyotini (ya <la"! lume yasası"),
olgular dünyas ını değerler dünyasından keskin bir biçimde ayırmıştır.
11111
Birinin ilacı , ötekinin zehiridir. Hume'un giyotini
Yuh/yaşa kuramı
Hume'un Giyotini
"Doğalcı yanılgı" terimi, zaten mesele yeterince karışık değilmiş gibi, bazen
bambaşka hir yanılgı türü için kullanılır. Reklamcıların pek sevdiği bu an-
layışa göre, bir şeyin doğal olması, iyi olduğunun kanıtıdır (ya da doğal
olmaması kötü olduğunun). Doğal patojenler yüzünden hastalanan ve
senrerik il<ıçl<ırla redavi edilen kişiler hu iddianın yanlışlığına ı.eve >eve
tanıklık edecektir.
•döngüsellik: (fcls.) Bir özelliği, kendi tanımına dayandırarak açıklamak >ureıiyle iki ket ifade etme.
Ör. Balıklar balık gihı kaygan olur. Tanrı yaratılmamıştır çünkü o yaratılmamış olandır.
- 1781 1785
Kesin buyruk Amaçlar yöntemleri
haklı çıkarır mı?
Ahlak
Etiğin -izmleri
Törebilim ya da ahlak felsefesi çoğunluk l a üç ya da baştaki niyete göre) değişmeyeceğini
ahlaki davranışın dayandığı etik standartlara arzu edilen sonuçları ya da durumları ortaya
(ya da normlara) odaklanır. Dolayısıyla örneğin çıkarmakta ne kadar etkili olduklarına bakarak
faydacılık, "fayda" standardına dayalı normatif değerlendirebileceğimizi savunur. Sonuççu sis-
bir sistemdir. Son olarak en alt düzeyde yer temlerin en tanınmışı faydacılıktır (bkz. sf. 69).
alan uygulamalı etik ise felsefe kuramını kürtaj,
ötanazi, adil savaş ve hayvanlara muamele •Görevci (deontolojist)
gibi gerçek hayattaki meselelerle ilişkilendirir. insanın yerine getirmesi gereken ödevleri ol-
Fi lozoflar bu meselelerde her türden tavrı duğunu, bazı eylemlerin sonuçlarına bakılarak
takınmış, bunun sonucunda birçok -izm ortaya değerlendirilemeyeceğini, asıl olarak eylemle-
ç ı kmıştır. Ahlak konularına yaklaşımların en rin özlerinde doğru olup olmadıklarına bakmak
sık rastlananlarından birkaçını burada kısaca gerektiğini kabul eder. Kişinin niyetine özel
tanımlayalım . önem atfedilir. Görevci sistemlerin en önemlisi
Kant etiğidir (bkz. sf. 72).
•Mutlakçı
belirli eylemlerin doğru ya da yanlışlığının •Doğalcı (natüralist)
koşullara göre (örneğin doğurduğu sonuçlara ahlak kavramlarının bilim tarafında n
•Biliş-dışçı •Öznelci
ahlakın bir bilgi meselesi olmadığını, çünkü değerlerin, kişiden bağımsız bir dış ger-
ahlaki yargıların olgulara değil, kişinin çekliğe dayanmadığını savunur; ya bizim
tavrına, duygularına vs. bağlı olduğunu gerçekliğe ilişkin inanışlarımıza, ya da
savunur. Biliş-dışçı ahlak anlayışına örnek gerçeklere verdiğimiz duygusal tepkilere da-
olarak duyguculuk (emotivizm) ve kura lcılığı yanırlar. Duygusal tepkilerimize dayandığını
(preskriptivizm) gösterebiliriz (bkz. sf. 62). savunan yaklaşım temel olarak biliş-dışçı
görüşe denktir (üste bakınız). İnanışlarım ıza
•Nesnelci dayandığını savunan yaklaşım ise (bilişsel
ahlaki değerler ve özelliklerin "evrenin bir tavır), kişiden bağımsız ahlak olguları ol-
yapısının (veya kumaşının)" bir parçası o l- duğunu kabu l eder ama bunların doğru veya
duğunu, onları kavrayabilecek bir insanın yanlışlığının nesnel olduğunu yadsır. Bu tür
olup olmamasına bağlı olmadığını savunur. öznelciliğin örneklerinden biri göreceliktir
Ahlaki iddialar öznel veya görece değildir; (rölativizm) (bkz. sayfa 52).
13 Birinin İlacı,
•• • • • • •
Otekının Zehırıdır
"Darius Pers hükümdarı iken sarayındaki Yunanları huzuruna çağırdı ve
onlara babalarının cesetlerini yemek için ne kadar istediklerini sordu.
Dünyanın parasını verse de böyle bir şeyi asla yapmayacaklarını söyle-
diler. Daha sonra, Yunanların hazır bulunduğu bir sırada, yanlarında
konuşulanları aktarsın diye bir tercüman da varken, gerçekten anne-ba-
balarının cesetlerini yiyen Kallatiye adındaki bir kabileden bazı Hintlilere
(Yunan geleneğinde olduğu üzere) cesetleri yakmak için ne kadar istedik-
lerini sordu. Onlar da dehşete düştü ve bir daha asla böyle korkunç bir şey
teklif etmemesini söylediler."
Peki haklı olan kim, Yunanlar mı Kallatiye'liler mi? Anne veya babanızı
yemek fikri beti nizi benzinizi sold uruyor o labili r, ama Kallatiye'liler <le
kendi anne veya babalarını yaktıklarını gözlerinin önüne getir<liklerinde
aynı şeyt"eri hbse<l iyorlard ı. Hikayeyi anlatan Yunan rarihçi Hcrodot, hika-
yenin sonunu şair Pin<laros'tan hir alıntıyla bağl ıyor: "Gelenek her şey<len
üstündür''. Bu hangi rarafın haklı, hangi tarafın haksız ol<luğu meselesi <le-
ği ld ir; çünkü "doğru yanıt" diye hir şey yoktur. Her gruhun kendi gelenek
ve görenekleri var<lır ve her iki grup <la kendi kurallarına göre doğru olanı
yapmakradır. Her iki grup da kendi cenaze anlayı~larını savunurken bu hı
rallardan yola çıkacaktır.
bütün savlar mutlaktır, göreceli değildir di- tutarsızl ı k l arı (Protagoras' ın adını taşıyan
yebilirim. Ve bu tutarsızlık çabucak her şeye diyalogda) çabucak göstermişti. Bütün bun-
bulaşır. Göreciler, başka toplumların kültürle- lardan şu dersi çıkarabiliriz: Küçük veya büyük
rini eleştirmenin her zaman yan lı ş olduğunu olsu n, bir şekilde ortak bir zemin paylaşma
söyleyemez, çünkü belki benim kültürümde dan mantıklı tartışma yapılamaz . Anlamlı bir
doğrudur. Dolayısıyla hoşgörülülük ve açık fi- iletişim kurabilmek için herhangi bir şey, bir
ki rliliğin her zaman en doğru davra n ış olduğ u doğru üstünde hemfikir olmak gerekir. Ama
ileri sürülemez, çünkü o zaman söz gelimi radikal göreciliğin yadsıdığı şey tam da böyle
kendinden farklı düşünen herkesi susturmayı bir ortak zemindir.
Birinin hacı, ötekinin Zehlrldlr 1
Görecilik fikri son birkaç onyıldır asıl anlamını Dolayısıyla birbirine karşıt iki görüş, biri neşe
uçlara çekip kırılma noktasına getiren siya- öbürü dehşet içinde göreciliğin iki yanında saf
sal ve toplumsal bir ağırlık kazandı. Mutlak tutmuş, görecilik ise ortada sinip oturmuştur.
14 İlahi Buyruk
Kuramı
Neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü, neyin erdemli neyin
onursuzca olduğu türünden sorular insanın uykulanm kaçıracak tür-
dendir: kürtaj, ötanazi, insan haklan, hayvanlara kötü muamele, kök
hücre araştırmalan ... hassas ve bir hayli sürtünmeli konulardan oluşan
bitmez tükenmez bir liste. Etik, mayın tarlasına benzer - ayağınızın her
an bir şeye takılabileceği hain bir arazidir burası; tökezlemenin bede-
liyse çok ağır olabilir.
en önemlb i Eftifron ikilemi<lir. Karşımıza ilk o larak 2400 yıl ünce Platon 'un
Eftifron ad lı d i ya loğu nda çıkar. Sokrates ( Platon 'un d i ya loglarındaki söz-
cüsü) Eftifron a<lında genç bir adamı erdemin doğası iistiine bir tartışmaya
sokar. Er<lc mli şeylerin "tanrıların sevdiği şeyler" okluğu konusun<la anlaş
rı ktan sonra Sokrates ca n a lıcı bir soru sorar: Erdemli davranışlar tanrılar
Tann'nın buyruklarının
anlamını kavramak
Eftifron ikilemini bir kenara koyacak Kutsa l Kitap Tanrı kelamıysa ve ahlakı
olursak, ahlakı ilahi buyruğa dayan- Tanrı kelamı belirliyorsa, cinsel açıdan
dırmak isteyenlerin karşısına çıkan bir aktif eşcinse l erkeklerin öldürülmesi
başka ciddi güçlük, Tanrı'nın iradesini ahlaken doğru olan davranıştır. Ama
insanlara bi l dirildiği başlıca araç olan günümüzde birçok kimse bu görüşü
dinsel metinlerin birçok çelişkili ve/ ahlaken tiksindirici bulur. Ayrıca Ki-
veya kabul edilemez mesajlar içer- tab-ı Mukaddes'in başka yerlerindeki
mesidir. Kitab-ı Mukaddes'ten ünlü emirlerle de bağdaşmaz (en bariz
bir örnek verecek olursak, Levililer'de örneği öldürmeyeceksin emri olmak
şöyle yazar (20:13): "Bir erkek başka üzere). ilahi buyruk kuramcısı için Tan-
bir erkekle kadın l a yatar gibi yatarsa, rı'nın bilinen görüşlerini kullanarak
her ikisi de iğrençlik yapmış o lur; çoğunlukça kabul edilebi lir ve kend i
kesinlikle öldürülmeleri gerekir; kan- kendiyle çelişmeyen bir ahlak sistemi
ları kendi üzeri erine olacaktır." Eğer inşa etmek çetin bir iştir.
1739 1958
Yuh/ya şa kura mı Gö rev bilinci nin ötesinde
Hume'un giyotini
Kuram pert mi oluyor?
ilahi buyruk kuramının karşı karşıya olduğu en büyük tehlike, ilahi buyura nı nı
kaybetme riskidir: Tanrı' nın var l ığını kanıtlamak için ileri sürülen argüman-
lardan tam anlamıyla ikna olmamış ve imandan nasibimizi almamış olabiliriz
(bkz. sf. 172). Kuramın kimi savunucuları yılmamış, zekice bir yöntemle tehli-
keyi avantaja çevirerek Tanrı'nın varlığ ı na kanıt olarak kullanm ı ştır:
Ne var ki böyle bir akı l yürütmenin karşıt görüşten birini ikna ederek kendi
tarafına çekme olasılığı düşüktür. ilk önerme olan ahlakın insanlardan ba-
ğımsız bir varlığı olduğu iddiası altta yatan en temel sorulardan birini sanki
doğruluğu kesinmiş gibi kabul ediyor. Ahlakın bizden bağımsız var olduğunu
kabul etsek bile ikinci önerme Eftifron saldırıs ı nı göğüslemek zorunda.
Dolayısıyla doğru o lan şeyler Tanrı emrettiği için mi doğrudur, yoksa doğru'
oldukları için mi Tanrı tarafından e mred ilirler? 1le r iki seçen ek de ilahi
buyruk kuramcısına göre yen ilir yutulur ci nsten değildir. ilk seçeneği ele
alalım: Ö ldürmek yanlıştır, ç ünkü Tanrı öyle buyurmuştur. Fakat böyle o l-
mayabili rdi. Eğer Tanrı öl<lürmekre bir sorun olmadığını , h atta mecburi
olduğunu söyleseydi doğru o lan bu mu olacaktı ? Eğer öyleyse d ine uymak
deme k keyfi bir o toriteye körlemesine itaat e tme k demektir. Şimdi de
ilahi Buyruk Kuramı 1
"Erdemli davranışlar tanrılar tarafından
sevildiği için mi erdemlidir, yoksa erdemli
oldukları için mi tanrılar tarafından sevilirler?"
Platon, iö -375
ikinci seçeneğe bakalım: Eğer Tanrı bir şey iyi olduğu için iyi olduğunu
söylüyorsa, iyilik Tanrı'<lan bağımsız <lemektir. Bu durumda Tanrı olsa
o lsa ahlak ın habercisi rolünded ir; ahlaki doğruları bize aham ama onların
kaynağı <lcğil<lir. Öyleyse neden haberciyi bırakıp doğrudan kaynağa gitme-
yelim? Sonuç olarak her iki seçenek <le Tanrı'yı ahlakın teminatçısı olarak
kabul etmek isteyenler için zorlayıcı: Ahlak söz konusu ol<luğun<la Tanrı ya
keyfidir, ya <la mevzu dışı.
Eftifron ikilemine karşı sık rastlanan bir savunma "Tanrı iyidir" dolayısıyla
kötülük buyurmaz savunmasıdır. Fakat bu türden bir savunma döngüsellik
ya da tutarsızlık tehlikesi taşır. Eğer "iyi", "Tanrı tarafın<lan emredilmiş" an-
lamına geliyorsa, "Tanrı iyidir" sözü anlamsız olacaktır - bir bakıma "Tanrı
öyledir ki kendi buyruklarına itaat eder" demek gibi bir şey.
Daha vaat edici görünen bir yaklaşım, "Tanrı iyilikle aynı şeydir" diye-
rek buyruklarının illa ki iyi olacağını söylemektir. Ama eğer Tanrısallık
ve iyi lik aynı şeyse "Tanrı iyidir" sözü boş bir sözdür; hiçbir şeyi ay<lınlığa
kavuşturamadan çemberin içinde döndük demektir. Tanrı'nın işi ne akıl sır
ermc<liğinin bir örneğidir bu belki.
15 Y.uh/Yaşa
Kuramı
"Ve Musa orada kırk gün kırk gece Rab'la birlikte kaldı. Ağzına ne ekmek,
ne de su koydu. Ve antlaşmanın sözlerini, on emri taş levhalann ü zerine
yazdı.
A h laki hir olguyu e le ala l ı m : öldürmek ya nlıştır. Rir öld ürme edimini en
ııfak ayrıntısına kadar anlatabilir, nasıl ve n eden böyle bir şey yapıldığını
açıklamak için her t ürlü fiziksel ve fizyolojik ayrıntıyı verebilirsiniz. Peki
bu olaya yan l ışlı k a tfettiğimizde, resme fazlad an h a ngi öze lliği ya da ni-
te liği ek lemiş oluyoruz? Ö ldürmenin yapmamamız gerek.enlik özelliğine
sahip olduğunu eklemiş oluyoruz. Bir başka deyişle, öld ürme ha kk ı nda
söyleyebileceğimiz gerçek bilgiler arasında, ö ldürmenin bir de "yapı lması
yanlış olma" gibi içsel bir özelliği olduğunu söylüyoruz. Bilimin açıkladığı
ve değer-bağımsız olduğu düşünü len bir dünyada (bkz. sf. 132 ) böyle hir
özell ik bulmanın tuhafl ığına parmak basan pe k çok filozof, biz insanların
- 1739 . 1974
Yuh/yaşa kuramı Yarasa olmak ney e
benzer?
Hume' un giyotini
Bilim ve sahte-bilim
1
Ahlak
Kuralcılık (preskriptivizm)
Duyguculuğa yönelik en yaygın eleştiri, ah- ayıran özellik "evrenselleştiri l ebilir" olmala-
laki söylemin mantığını -altında yatan akı l rıdır.Ahlaki bir öğütte bulunduğum zaman,
yürütme ve akı l cı çıkarımın niteliklerini- ku- bu öğüde benzer koşullar altında kendim de
şatamadığıdır. Bu konuda zafer, İ ngiliz filozof dahil herkesin uyması gerektiğini savunmam
R.M. Hare'in ortaya koyduğu, "kuralcılık" gerekir (yani a ltın kurala uymam gerekir, bkz.
diye bilinen rakip bir öznelci kurama aittir. sf. 76). Kuralcılara göre ahlaki uyuşmazlık, çe-
Ahlaka dair ifadelerin kuralcı yanını vurgu- lişen buyruklar vermek gibidir. Tutarsızlık ve
layan kuralcılık (sonuçta bu ifadeler bize kararsızlık, hepsine aynı anda uyulamayacak
ne yapmamız ya da nasıl davranmamız ge- birden fazla öğüdün bulunmasıyla açıkla
rektiğini söyler), bu ifadelerin özünde yol nır. Bu açıdan kuralcılık, tartışma ortamına
göstericilik ol duğunu söyler. Öldürmek yan- öznelciliğe ve duyguculuğa oranla daha mü-
lıştır demek, "Öldürme!" buyruğunu vermek saittir. Bununla birlikte kuralcılığın da ahlak
ve bu buyruğu kabul etmek demektir. Hare'e tartışmalarını tüm karmaşıklığıyla yansıttığı
göre ahlak hükümlerini öteki buyruklardan kimilerince tartışmalıdır.
" iyi yahut kötü diye bir şey Duyguculuk (ya da ekspresivizm ) -yuh/yaşa kuramı
yoktur, onu öyle gösteren öznelciliğindaha incelikli bir versiyonudur. Buna göre
dile getirdiğ imiz ahlaki ya rgıları mız gerçeğin değil,
düşüncelerdir." duygularımızın birer ifadesidir. "Ö ldürmek yanlış
William Shakespeare, -1600 tır" dediğimi zde "Yuh obun öldürmeye!" diyerek bu
Yuh/Yaşa Kuramı
,-
öğrencilerinin köpekhalıklarına yem ol acağını biliyordu - eğer balon-
dan daha fazla safra atmazlarsa. Ama zaten her şey i
atmışlardı. Geriye kendinin ve altı oğlan çocuğunun
120 yolcu taşıyan bir d ışında hiçhir şey kalmamıştı. Kurtulmalarına yerecek
uçak kontrolaen çıkmış bir ağırlıktaki tek şeyin Bunrer olduğu apaçıktı. Okulun
şekilde kalabalık bir yerleşim Şişko Baykuşu için kem talihti hu, ama başka hiçbir
yerine doğru hızla düşüyor. yol yoktu ...
Bölgeyi boşaltmaya zaman
yok. Çarpmanın etkisiyle 'I ley ne yapıycmunuz ... durun, şaka yapmayın ...
binlerce kişinin öleceği kesin. bakın eğer durmazsanız .. . aaaah!'"
Yapılabilecek tek şey uçağı
vurmak. Siz bunu yapar Quelch'in durum değerlendirmesinin taıncımen doğru
olduğunu var~ayalıın. Gerçekten sadece iki seçenek var:
mıydınız?
ıı
Eylem ve kayıtsızlık Hume'un giyotini Kesin buyruk
Adil savaş
Amaçlar Yöntemleri Haklı Çıkarır mı? 1
Runter da dahil altı çocuk ve Quclch denize düşecek ve köpek- "Amaç yöntemi haklı
balıklarına yem olacak. Ya da Bunter denize atılacak ve balıklar
çıkarabilir,
yeter ki
yal nız onu yiyecek. Balondan dışarı atılmanın ta~ızlığını saymaz-
sak Runter için değişen pek bir şey yok. Ama Quench Runter'ı amacı haklı çıkaracak
sepetten atarsa hem kendisini h em de diğer beş çocuğu kurtarabi- bir şey olsun."
lir. Öyleyse Runter' ı kurban etmekte haklı mıdır? Amaç (birden Lev Troçki, 1936
fazla masumun hayatı kurtarmak) yöntemi (bir masumun canını
almayı) haklı çıkarır mı?
17Deneyim
Makinesi
"Size arzu ettiğiniz her deneyimi yaşatacak bir deneyim makinesi ol-
duğunu hayal edin. Nöropsikoloji öyle bir seviyeye gelmiş ki, beyninize
uyanlar göndererek müthiş bir roman yazdığınızı veya yeni bir arkadaş
edindiğinizi veya ilginç bir kitap okuduğunuzu sandırabiliyorlar. Siz bu
sırada beyninize elektrotlar takılmış halde, bir sıvı tankının içinde sürekli
yatıyor olacaksınız. Hayattaki tüm arzularınızı önceden programlayarak
ömür boyu bu makineye bağlı kalmak ister miydiniz? . .. Tankın içindey-
ken orada olduğunuzu bilmeyeceksiniz elbette; hepsinin gerçek olduğunu
sanacaksınız . .. Bu makineye bağlanır mıydınız? Yaşamımız hakkında
hissetiklerimiz dışında, bizim için başka ne vardır önem taşıyan?"
"Keder ile hiçlik arasında Putnam'ın kavanozuna çok benziyor (bkz. sf. 4 ). ik isi Je
içeriden bakıldığında gerçek hayattan ayırt edilemeyecek
bir seçim yapacak olsam biçimde simüle edilmiş Jünyaların sanal gerçekliklerini be-
ben kederi seçerdim." timler. Putnam kavanozdaki beynin durumuyla ve bunun
William Faulkner, 1939 şüpheciliğin sınırlarıyla ilgili ne ifade ettiğiyle ilgilenirken,
Nozick insanın makineye bağlanmaJan önceki durumuyla
ilgilenir: İnsa nlar böyle bir makineye bağlanmay ı seçer mi ? Eğer seçerle~e
bunun üzerine insanoğlu hakkında nasıl bir yorumda bulunabiliriz ?
Faydacılığın çeşitleri
Sonuççuluk, eylemlerin doğru veya yan- sağladıkları katkı açısından kendi başla
lışlığına sonuçları ışığında hükmedilmesi rına değerlendirilmelıdir, çünkü fayday ı
gerektiğini ileri süren görüştür (bkz. sf. 65). doğrudan etkileyenler eylemlerdir. Kural
Faydacılık ise sonuççuluğun en dikkate faydacılığına göre ise uygun eylem rotası,
değer versiyonu olarak karşımıza çıkar. genel olarak uyulduğunda fayda getirecek
Faydacılıkta eylemlerin sonuçların de- kurallara göre belirlenmelidir. Söz gelimi
ğeri sağladıkları refahla ya da "fayda"yla masum bir insanı öldürmek bazı koşullarda
ölçülür. Bentham ve Mill'in klasik faydacılı birçok canın kurtarılmasını ve böylece genel
ğında faydadan kasıt insanın hazzı olmakla faydanın artmasını sağlayabilir, dolayısıyla
beraber, bu anlayış zaman içinde çeşitli eylem faydacısı masum kimseyi öldürme-
biçimlerde değiştirilmiş ve genişletilmiştir. nin doğruluğunu savunabilir. Ne var ki kural
Bu farklı yaklaşımlar, insan mutluluğunun olarak masum insanları öldürmek faydayı
sadece hazza değil, geniş bir arzular ve ter- azaltır; dolayısıyla, belli bir durumda ka-
cihler yelpazesinin tatmin edilmesine de zançlı sonuçlar doğurma olasılığı olsa bile
bağlı olduğunu kabul eder. Bazı kuramcılar kural faydacısı masum kimseyi öldürme
ise faydacılığın kapsamını insanoğlunun eyleminin yanlış olduğunu savunacaktır. Do-
refahının ötesine, duyguları olan bütün layısıyla genel olarak değerlendirildiğinde,
yaşam biçimlerine doğru genişletilmesini kural faydacılığı ahlak meselelerindeki
önermiştir. ortak sezgilerimize daha uygun düşer gibi
görünüyor. Ancak son dönemdeki faydacı
Faydacılığın eylemlere nasıl uygulana- düşünürler bu faydacılık biçimine pek rağ
cağı konusunda da çeşitli görüşler vardır. bet etmemekte ve çeşitli nedenlerden ötürü
Eylem faydacılığına göre eylemler faydaya tutarsız
ya da sakıncalı bulmaktalar.
18 Kesin
Buyruk
Mariah'yı barda bırakarak dışarı çıktığınızda Christina'yı görüyorsunuz.
Biliyorsunuz ki Christina, Mariah'yı öldürme niyetinde. Yanınıza gelip
Mariah'nın yerini bilip bilmediğinizi soruyor. Ona doğruyu söylerseniz
Mariah'yı bulup öldürecek. Mariah beş dakika önce çıktı diye bir yalan
uydurarak Christina 'yz yanlış yönlendirirseniz Mariah 'nzn kurtulmasını sağ
layacaksınız. Ne yapardınız? Doğruyu mu söylerdiniz yoksa yalan mı?
umursa mıyorsa nı z emrin bir ağırlı ğı yoktur ve sizin de uymanı z gere kmez.
Ha lbuki kesin buyrukta açık ya <la örtük hiçbir koşul, hiçbir "eğer" yoktur.
"Yala n söylemeyin!" ve "insanları öldürmeyin!", sizin ta~ıdığınız ya <la ta-
şımadığınız h erhangi bir amaç ya da arzuya dayandırılmamıştır; mutlaka ve
ko~ulsuz olarak, ödev gereği itaat edilmesi gereken e mirlerdir. Bu türden bir
kesin buyruk, koşullu buyruğun te rsine, bir ahlak yasası olu~turur.
Kant' ın görü~üne göre her eylemin altında bir davranış kuralı, ya da ilke
yarar. Ancak böylesi ilkelerin h epsini ahlak yasası o larak kabul edemeyiz.
Kesin buyruk biç imine uymaları da yete rli değildir. ilke nin ahlak yasas ı
o la bilmesi iç in, kendisi de yüce, ya <la her ~eyi kapsayıcı bir kesin buyruk
olan şu sınav ı geçmesi gerekir:
Rir başka dey işle bir eylemin ahlaki açıdan kabul edilebilir olması için,
ke ndinize ve başkalarına tutarlı ve evrensel olarak uygulayabileceğiniz bir
kura la uyuyor olması gerekir (Bu aslında altın kuralın bir türevid ir; bkz. sf.
76). Söz gelimi "yalan söylenebilir" diye bir ilke ile ri sürebiliriz. Ama yalan
söyle mek sadece (be lli bir <lüzeyde ) <loğru söyleme zemininde mümkün-
dür -eğer h erkes her zaman yalan söylesey<li, kimse kimseye inanmazdı- ve
bu yüzden yalan söyle menin evre nsel bir yas~ haline gelmesini arzulamak
ke ndini çürüten ve bir bakıma akıldışı bir iste k olurdu. Aynı şekil<le, hırsız
lık yapmak mülkiyet kavramını gerektirir, ama eğer herkes hırsızlık yaparsa
mülkiyet kavramı çöker; sözünü turmamak genel kabul görmüş bir sözünü
t utma geleneğinin var olmasına bağlıdır vs.
Kiş i nin bir ahlak öznesi oluşunun paha biçilmez değeri kabul edildiğinde,
hu saygıyı başkalarının da ahlak öznesi olmasına doğru genişletmek gerekir.
Başkalarına sadece kendi amaçlarına ulaşma ların ı sağlayacak b irer araç-
m ış gibi davranmak, onların ahlak öznesi oluşlarını zedeler ya da yok eder.
Bu yüzden sırf kendine hizmet eden ya da başkalarına zarar veren ilkeler
kesin buyruğun bu formülasyonunu çiğner ve ahlak yasaları olmaya hak
kazanmazlar. Esasen, burada insanlara insanlıklarından dolayı ait olan ve
çiğnenemeyecek temel haklarm kabulü var. Bu, Kant ahlakının derinleme-
sine insancıl ve aydınlık yüzüdür.
19 Altın Kural
"Meselenin özü , bütün Amerikalılara eşit haklar ve eşit fırsatlar verecek
miyiz, vermeyecek miyiz? Amerikalı yurttaşlarımıza kendimize davra-
nılmasını istediğimiz gibi davranacak mıyız, davranmayacak mıyız? Eğer
bir Amerikalı, derisi koyu diye halka açık bir restoranda yemek yiyemi-
yorsa, eğer çocuklarım en iyi devlet okullarına gönderemiyorsa, kendisini
temsil edecek kamu görevlileri için oy kullanamıyorsa, kısacası, eğer
hepimizin istediği özgür ve dolu hayatı yaşayamıyorsa, aramızdan han-
gimiz derisinin rengini değiştirip onun yerine geçmek ister? Aramızdan
hangimiz sabır ve bekleme konusundaki öğütlerle yetinir?"
"Kimseye zarar Altın kuraldan süz etmeyen, ya da e n azından kendi kuram larıyla
verme ki kimse altın kuralın ilişkisine değinmeyen ahlak filozofu çok azdır. Kant,
altın kuralın evrensel yasa niteliği taşımak için gereken katılık
de sana zarar
ve kesinlikten yobun olduğunu ileri sürdüyse de kendi yaptığı el}
veremesin." ünlü kesin buyruk tanımında altın kuralın yankıları net hir şekilde
Hz. Muhammed, -630 duyulur: "Eylemini belirleyen ilke öyle ol malı ki, aynı zamanda
Hume'un giyotini
AlbnKurat 1
Beleşçiler ve ikiyüzlüler
Altın kurala burun kıvıranların yakın akra- zorlamak, ya da yaptırım veya başka zorla-
bası olan beleşçiler, başkaları tarafından malarla ülkelere uluslararası antl aşmaları
yapılanların keyfini sürmek ister ama kendi- dayatmak doğru mu?
leri katkıda bulunmak istemezler. Sendikaya
üye olmayan ama sendika eylemiyle kaza- Altınkural ihlalcilerinin bir başka yakın ak-
nılmış maaş zammından yararlanan işçiler; raba grubu da ikiyüzlülerdir. Bunlar kendi
karbon emilimini kontrol altına alma çabası söylediklerini uygulamayanlardır: evliliğin
göstermeyen ama küresel ısınmayı azalt- kutsallığına övgüler düzen ama kendisi
mak için ortak uluslararası eylemden yarar zina eden din görevlisi; mali yolsuzluklar
sağlayan ülkeler. Bu gibi durumlarda birey- konusunda mangalda kül bırakmayan ama
ler için sadece kendi çıkarlarını gözeterek rüşvetalan bir siyasetçi. Bu durumlardaki
hazıra konmak en mantıklısı gibi gelebilir, temel sorun tutarsızlıktır: insanların dile
ama eğer çok sayıda insan aynı mantığı getirdikleri görüşleriyle davranışlarının
dü-
yürütürse bu sefer kimse kazanamaz. Öy- şündürdükleri arasındaki ve bazı konulara
leyse en doğrusu zorlanmak mıdır? Kapalı verdiklerini iddia ettikleri önem ile eylem-
[sendikalı olmayan işçileri işe almayan] lerinde kendini belli eden kayıtsızlıkları
işyerleriyle insanları sendika üyeliğine arasındaki tutarsızlıklar.
ev rensel bir yasa o lmas ın ı da clil eye bi l ıne l isin." (bkz. sf. 74) Felsefi ye lpa-
zenin diğer uc unda, J.S. Mili altın kuralı faydacıl ık aç ısından ele alarak
şüyk: demiştir: "Nasıra'lı lsa'nın altın kuralında, fayda ahlakının bütün ru-
hunu okuruz" (bkz. sf. 69) . Dah a yeni ta rihli bir örne k ise R .M. H a re'in
geliştirdiği ahlak kuramı olan kuralcılıkta karşımıza çıkar. 1 iare "evrensel-
leştirilebilirlik" kavramının ahlaki hükümlerin t emel özelliği olduğunu ile ri
süre r ki bunun altın kuralın bir türevi olduğu aşikardır.
~E 17s1 1974
Kesin buyruk Deneyim m akinesi
Ahlak
İdeal gözlemciler ve
tarafsız izleyiciler
"Dolayısıyla Neredeyse tüm felsefe ve ahlak sistemlerinde şu
bir kıstastır
ama
Bu kavram üzerine en ünlü model, İskoç filozof
ondan daha
ve iktisatçı Adam Smith'in 1759 tarihl i Ahlaki
iyisi başkalarına Duygular Kuramı'nda (Theory of Moral Senti-
kendilerine nasıl ments) çi zd i ği "tarafsız ve doğru bilgilere sahip
izleyici"dir. Smith'in izleyicisi, içimizdeki vicdanın
davranılmasını
sesidir, davran ı şımızı tartan "sinemizdeki insan,
istiyorlarsa öyle büyük ya rgıç ve hakem"dir. Bu izleyicinin yargı
davranmaktır." lama gücünün üzerinde temellendiği şey, "başka
insanlarda sevdiğimiz ve hayranlık duyduğumuz
Kari Popper, 1945
niteliklere sahip olma ve eylemleri yerine getirme
arzusu; ve başka insanlarda nefret ettiğimiz ve
küçümsediğimiz niteliklere sahip olma ve o ey-
Altın kuralı kimilerinin yaptığı gibi her derde deva bir ahlak ilacı olarak
görmek yerine, ahlaki düşünmenin temel bir bileşeni, gerekli bir parçası
olarak görmek daha doğrudur: sadece tutarl ılık değil, aynı zamanda bir
hakkaniyet gereksinimi; kendinizi bir başkasının yerine koymak için hayal
gücünüzle aradığınız bir koşul; kendi görmek istediğiniz saygı ve anlayışı
başkalarına göstermenin bir gereği. Bu biçimiyle altın kural, insanların
kendi çıkarları söz konusu olJuğun<la yakalandıkları ahlaksal miyopluğa
karşı etkili bir panzehirdir.
20 Eylem ve
Kayıtsızlık
Su daha şimdiden mağaracıların göğsüne ulaştı bile. Üstelik duracak gibi
de gözükmüyor. Kurtarma ekibi elini çabuk tutmazsa sekiz kişi yarım saat
içinde ölecek. Ama kurtarmacılar ne yapabilir ki? Adamları zamanında dışarı
çıkartmanın imkıinı yok, suyun akışını da durduramazlar. Tek seçenek suyu
yakındaki küçük mağaraya yönlendirmek. Orası aynı zamanda ana kafileden
ayrılan iki mağaracının kalakaldığı yer. Güvendeler ve kurtarılmayı sabırla
bekliyorlar. Eğer suyun akış yönü değiştirilirse küçük mağara birkaç dakikada
sular altında kalacak ve içerideki adamların ikisi de boğulacak. Kurtarmacılar
ne yapmalı? Arkalarına yaslanıp sekiz kişinin ölmesine göz mü yumacaklar,
yoksa iki mağaracının canı pahasına sekiz kişinin hayatını mı kurtaracaklar?
Ca n sıkıcı bir ikilem. Kolay bir çözümü yok. Gerçekten yalnızca iki seçe-
nek olduğunu varsayıyoruz. Birincisi suyun akı~ yönünü değiştirmek, ki bu
normalde sağ kalacak iki kişinin ö lümüne yol açacak olan kasıtlı bir müda-
hale. ikinc isi ise oturup hiçbir şey yapmamak, ki bu da kurtarılabi lecek olan
sekiz kişinin ülmesi demek. ikinci seçenek can kaybı açısından daha ağır
olsa da, pek çok larına göre insanların ölmesine yol açacak bir davranışta
bulunmak, müdahale etmeyerek ölmelerine göz yummaktan daha kötü·
dür. Bu a nlayışa eyl em/kay ıtsızlık öğretisi denir, yan i yaptığın ız şey ler ile
olmasına güz yumduğunuz şeylerin arasında ahlaki açıdan fark olduğu an-
layışı. Ahlak kuramcılarını ikiye bölen konulardan birisi de işte bu eylen~/
kayıtsızlık öğretisidir. Bir eylemin ahlaki değerinin sadece sonuçlarına göre
yargılanması gerektiğinde ısrar edenler öğretiyi genellikle reddederken, bazı
ıı
Eylem ve kayıtsızlık
Adil savaş
Eylem ve Kayıtsızlık 1
il mez ... meşru müdafaanın iki etkisi olabilir: savunması meşru olacaktır."
Eylem ve Kayıtsızlık 1
Yapı lan şeylerle olmasına izin ve-
rilen şeyler arasın<la bu lunduğu
varsayılan ahlaki ayrım, ötanazi
EnolaGay
gibi et ik aç ıda n h assas tıbbi ko- Bir B-29 bombardıman uçağı olan Enola Gay, 6
n ularda sı klıkla <l ile getirilir. Ağustos 1945'te ilk atom bombasını Hi roşima'ya
Tıbbi tedavinin bir hastanın ölü- atmasaydı ne olurdu? Bu eylemin, üç gün sonra da
mün ü hızla nd ırd ığ ı aktif ötan azi Nagazaki'ye atılan ikinci bombayla beraber ikinci
ile ö lümün te<lavinin kesilmesin- Dünya Savaşı'nın daha çabuk sona ermesine yol
den kaynaklandığ ı pasif ötan azi açmış olması muhtemeldir. Japonya 14 Ağustos'ta
aras ınd a ayrım yap ılır. Çoğu teslim olmuştu.
h ukuk sistemi (muhtemelen iç-
güdüle rim izi takip ederek) bu Korkunç can kaybına neden o lan kasıtlı eyleme
ayrımı geçerli kabul e<ler. A ma rağmen, Japonya'nın kanlı işgalini engellediği için
yine <le örneğin ö lüme yol açan çok daha fazla hayat kurtarıldığı kimilerince ileri
ilaçlar vermek (kasten müdahale sürülür. Öyleyse bombalama kararı haklı mı çıkarıl
et mek) ile ömrü uzatan ilaçları mış oluyor? Başkan Truman'ın görüşüne göre, "Bu
kesmek (kasten m üh ahale et- kaygı duymanız gereken bir karar değildi."
memek) arasında ahlaki açıdan
anlamlı bir ayrım görmek zor<lur.
Hukuksal <lurum kısmen, (köken
o la rak büyük oranda dinsel bir kavram olan ) insan yaşamının kutsallığı
kavram ına <layanır. A ma en azından ötan azi tartışması açısı ndan , mesele
başlı başına insan yaşamıyla ilgilidir; yaşamın ni teliği ya da ilgili kimsenin
terci hleri hesaba ya çok az katılır, ya h iç katılmaz. Son uç o larak yasa öyle
garip bir h ale bürünmüştür ki, aşırı sıkıntı ya da ızdı rap içindeki bir insana,
benzer koş ulla rdak i bir evcil h ayvana ya da bir çiftlik hayvan ına göster<l iği
miz anlayıştan dah a azını gösteriyoruz.
21 Kaygan Zeıninler
Yüksek ahlak zemini doğal olarak tepelerle çevrilidir. Tepelerin olduğu
yerlerde ise yokuşlar bol olur. Üstelik çoğu tehlikelerle doludur bu yokuş·
lann. Siyasal ve sosyal meseleler tartışılırken kaygan zeminlerin bahsi
sık geçer. Bu deyim kullanıldı mı çoğunlukla gerekçe göstermeye gerek
duyulmaz ve pek az itirazla kabul edilir. Ve kaygan zeminden bahsedilen
konuların yasadışı olması gerekmese de hemen hemen her zaman hassas
ve duygusal konularda adı geçer. Oysa çoğu durumda içi boş ve kaçamak
bir sözdür.
Kaygan zemin argümanı son derece basittir: A uygu lamasına (ya zarar-
sız,ya <la az sakıncalı bir uygulama) izi n verirseniz, o zaman kaçınılmaz
biçimde Z uygulamasına (uygunsuz ve hiç istenmeyen bir uygulama) yol
açarsınız. Kaygan zeminlere çeşit çeşit durumda rastlanabilir. İşte bazı
klasik örnekler:
Sorites paradoksu
(y ığın paradoksu)
Kaygan zeminler 1
• Kenevir gib i h afif uyu~turucuları yasallaştırırsak insanlar bi r süre sonra
<laha ağır uyu~Lurucula rı denemek isteyecektir. Ve b iz farkına varmadan
sokakla r iğne kullanan uyuşturucu bağımlılarıy la <lolacakcı r.
• Genç saldırganlara müsamaha edersek bu onları bir süre sonra dah a c iddi
suçlar işlem eye teşvik e<le r. Çok gcçmc<len evlerimiz hırs ızlık ve c inayet
işleyen gençlerin ku~atması alrında kalır.
Bu tür akıl yürütmelerin ortak noktalarından biri, A'dan Z'ye kaygan bir
yamaç ol<luğunu belirtirken B'den Y'ye kadarki evre ler ko nusunda suskun
kalma kur. En öne mli olan şeye, yani
A 'dan Z'ye gi<l işin sözde kaçınılmaz
lığına ilişkin bir ge re kçeye gene lde
hiç yer verilmez. Dikkatler Z'ye odak- Kaynayan kurbağalar
lan ı p Z'nin korkunçlukları parlak Toplumsal ya da siyasal değişimin doğuracağı
renkle rle resmedi lmeye ça lı ş ılı rken tehlikelerin ağır ağır gelişi, bazen kaynayan
A'nın yara rları ya da başka yönlerinin kurbağa efsanesiyle örneklenir. Eğer amacınız
rartışılmadan geçi~tirilcccği umulur. kurbağa kaynatmaksa, kurbağayı kaynar suya
Aslında akıl yürütme n in yerin i retorik atarsanız hayvan derhal dışarıya sıçrayacak
almıştır. Örneğin anne-babaların ço- tır. Halbuki eğer kurbağayı soğuk suya koyar
cuklarının c insiyetini seçip seç memesi ve ağır ağır kaynama noktasına getirirseniz,
ke n<li başına değe rle ndirilmelidir; (hikaye bu ya) hayvan sudan zıplamayacaktır.
eğe r sakıncalı bulunursa rc<l<le<lilc- Aynı şekilde, bizim kurbağa kafalı liberallerimiz,
bilir. Eğer bu uygulama kendi başına sivil özgürlüklerimizin aşama aşama erozyona
zarars ız bulunursa, sakın calı bir başka uğramasının birikerek artan bir kayba (ya da "ik-
uygulamaya yol açıp açmayacağı ay- tidarın ele geçirilmesi"ne) yol açacağını, oysa
rıca tartışılabilir. Eğer sahide n bir buna tek hamlede kalkışılması durumunda şid
kaygan zeminin ortaya ç ıkm a tehli- detli muhalefetle karşılaşılacağını söyleyebilirler.
kesi varsa, tıpkı gerçek hayattaki gibi Sosyo-politik kuram, kurbağa kuramından daha
çoğu zaman konro l <lışı kayma la rı ön - akla yatkındır; kurbağa kuramının yanlışlığı sı -
lemek için ku rallar ve ilke ler koymak nanmamalı , sadece kabul edilmelidir.
mümkün<lür.
~- 1785 1954
Amaçlar yöntemleri Kaygan zeminler
h ak lı ç ıka rır mı ?
Ahlak
Na;ıl tek hir domino taşı düşerken yanındakine çarpıp onu da devirir
ve bir devrilme zinciri başlatı rsa, domino etkisinde istenmeyen belli bir
olayın, yanındaki bir dizi benzer olayı tetikleyeceği ileri sürülür. Domino
etkisinin en körü üne sahip örneği, ABD başkanı Dwight Eisenhower'ın
1954'te Vietnam'a Amerikan müdahalesini haklı göstermek için öne sür-
düğü "domino teorisi"dir. Bu teoriye göre, bi r ülkenin komünist ellere
düşmesine izin verilirse, Güneydoğu Asya'daki diğer ülkeler <le kaçınılmaz
olarak birer birer komünist olacaktı. Gerçekteyse ilk domino taşı (Viet-
nam) devrildi ama komünizmin bölgeye yayı lacağı öngörüsü Kamboçya
dışında gerçekleşmedi. Kaçın ıl maz olduğu iddia edilen şeyin hiç de öyle
olmad ığı ortaya çıktı.
Taş ya da ahşaptaki küçük bir yarık, içeri bir kama sokarak gitgide genişle
tilehilir. Aynı şekilde, mecazi olarak kullanılan kamanın sivri ucu deyimi
!Türkçedeki "surda gedik açmak" deyimine benzetilebilir], bir kural ya <la
yasadaki küçük bir değişikliğin toptan reform için başlangıç ya da bahane
olabileceği an lamına geli r. Jüri yargılaması hakkının karmaşık sahtekarlık
vakalarında verilmemesi gerektiği önerisine bazı kimseler kamanın sivri
ucu olarak bakar, çünkü söz konu~u yargılanma hakkının başb alanlarda
da (belki hepsinde) yavaş yavaş kaldırılacağından çekinirler. Karar ma-
kamlarının başka durum larda da benzer bir uygulamaya gideceği kanı tlarla
desteklenmediği sürece bu çekinceler salt birer varsayım o larak kalacaktır;
Sınırın nerede çizileceğini bilme meselesi, eldeki bağlamda böyle bir bilgi
mümkün olmad ığ ı halde kesin b ilgiye dayanarak politika belirleme arzu-
sundan kaynaklanır. Örneğin ülkemize her yıl çok fazla sayıda göçmenin
yerleşmesini istemeyiz, ama belirli bir m iktar göçmenin gelmesinde bir sa-
kınca olmadığını düşünürüz. Peki sın ırı nerede çekeceğiz? Bir kararda belirli
bir muğlaklık seviyesinin kaçınılmaz olması, o kararın alınamayacağı ya da
alınmasının doğru olmayacağı anlamına gelmez.
Kaygan Zeminler 1
Devenin bumu
Kaygan zeminlerin renkli ama nadir karşılaşılan bir türevi sözüm ona bir Arap masalına dayanır.
Masal, çadır içinde yaşamanın tuhaf sakıncalarına ilişkin keyifli bir bakış sunar. "Devenin burnunu
çadıra sokmasına izin vermenin" vahim sonuçları, 19. yüzyılda yaşamış Amerikalı şair Lydia Howard
Sigourney tarafından çok güzel anlatılmıştır:
Bir zamanlar dükkanında bir usta çalışıyormuş Usta dehşetle çevresine bakınmış
Eli ağır işliyor, Davetsiz misafire kaşlarını çatmış.
Aklından ne düşünceler geçiyormuş Dibine yanaştıkça deve daha çok,
Bu sırada açık pencereden, o da ne! Anlamış ki bu konuğa hiç yer yok.
Kafasını sokmasın mı koca bir deve. Ama asıl devenin sözlerini duyunca olmuş şok:
22 Görev Bilincinin
öteSiıide
31 Temmuz ıgı6'da, kuzey Fransa'daki Somme savaşı sırasında, bizzat
krala bağlı Lancaster Kraliyet Alayı'ndan 26 yaşındaki James Miller, "ağır
bomba ve silah ateşi altında ne pahasına olursa olsun önemli bir mesajı
götürmek ve yanıtını getirmek için emir aldı. Açık araziden geçmek zo-
rundaydı. Siperden çıkar çıkmaz sırtından vuruldu. Kurşun karnından
çıktı. Buna rağmen, kahramanca bir cesaret ve fedakarlıkla elini kar-
nındaki açık yaraya bastırdı, mesajı yerine ulaştırdı, yanıtla birlikte
sendeleyerek geri döndü ve mesajı vereceği subayın ayaklan dibine yı
ğıldı. Göreve büyük bir sadakat göstererek can verdi."
Ahlaki bütünlük
Nafile eylemler kavramı ahlakın kişi çoğu çeşidi kişiselliği katı biçimde
sel yönünu vurgular. Kahramanların reddeder: Ahlaki bir değerl endir·
ve azizlerin kendilerine has bir görev mede bulunurken öznenin yaşamı da
duyguları veya doğruluk anlayışları dahil her yaşamı eşit değerde görür,
vardır. Bu yüzden çoğumuzun nafile kişisel hedefleri ya da koşulları dik-
olur. Örneğin çalmamak sıradan bir ahlak görevidir, ama maddi yardımda
bulunma k sınırı olmayan bir idealdir. Böylesi bir eyle m sıradan ahlakın
gerektirdiğinin ötesine geçerse "n afile eylemler" kategorisine girer, yani ya-
pılması övgüye değer ama yapılmaması ayı planmayacak nitelikte eylemler.
Nafile eylemler "kahramanların ve azizlerin" alanına gire r. Böyle kimsele r
n afile eylemleri kendilerine görev bilir ve yerine ge tirmeyi beceremezle rse
kendile rini suçlarlar. A ma bu, kişisel bir görev anlayışıdır ve başkaları söz
konusu kimseleri o şekilde yargılayamaz.
23 Şanssız Olmak
Ayıp mı?
Beli ve Haig adında iki arkadaş akşamı birlikte bir barda geçirirler. Bar
kapanırken, ikisi de sınzrz birkaç kadeh aşmış olarak, yalpalaya yalpalaya ara-
balarına binip evlerine doğru yola çıkarlar. Beli daha önce defalarca yaptığı
gibi sorunsuzca evine varır, kendini yatağa atar, ertesi sabah da akşamdan
kalma olmanın verdiği hafif bir başağrzsıyla uyanır. Birkaç kadeh yuvarla-
dıktan sonra araba kullanmakta Beli kadar deneyimli ve usta olan Haig ise
temkinli bir biçimde eve giderken yoluna bir genç adam fırlar. Frene basacak
zaman bulamaz. Yola fırlayan adam hemen oracıkta ölür. Haig karakolda bir
hücreye atılır. Ertesi sabah, akşamdan kalmanın etkisi olan hafifbir başağrzsı
ve yıllarım hapiste geçirecek olmanın kesinliğiyle uyanır.
Beli ve 1 laig'in davranışından nasıl bir a nlam çıbrırız? Yas(lya göre H(lig'in
davranışı çok daha fazla suç teşki l eder kuşkusuz. Beli yakalansaydı ceza
kesilir ve ehliyetine hir süreliğine el konurdu. Haig'in ise hapse gireceği
neredeyse keoin. Ru örnekte yasal görüş kendi ahlak anlayışımıza yakındır.
Sorum>uz davranışıyla ölüme yol açan kişi nin, yasal a lkol sınırının (biraz)
üstünde araha kullanan kişiden çok da ha kabahatli olduğunu düşünehili
riz. Oysa bu olayda iki sürücü arasındaki tek fark, yani yola fırlaya n genç
adam, tesadüf eseri ortaya çıkm ıştır. iki sürücü de sorumsuz davranmıştı r,
ama birisi şan.sızd ı r. Haig'in davranışının yasal ve ahlaki açıdan daha ağır
değerlendirilmesini görünüşte açıklayan tek faktör şanssız olmasıdır, ki b~
d(l -tanım ı gereği- eyle mi yapa n kişinin kontrolü dışındaki bir şeydir.
JI
Erdem ahlakı Eylem ve kayıtsızlık
Şanssız Olmak Ayıp mı? 1
Ahlaksal şans iki olay arasında böyle bir ayrıma gitmek sağduyu
muza aykırı gelir. Kontrolümüz altında olmayan bir konuda ahlaki açıdan
yargılanmamız doğru mudur? Üstüme bile bile kahve dökerseniz buna
hiç iyi gözle bakmam. Ama olay bir trende, makinist aniden fren yaptı
ğında gerçekle~irse sizi suçlamaya kalkışmam. Aynı konuyu şöyle de ortaya
koyabiliriz: Aral<ırındaki farklar kontrol edebildikleri faktörlerden kaynak-
lanmıyorsa, iki kişiyi aynı yargılamamız gerekir. Eğer bir golf oyuncusu rupu
kalabalığa fırlatır, bir izleyiciye isabet ettirip onu öldürürse biz oyuncuyu
suçlamayız; suçlayacak olursak da aynı şekilde atış yapıp topu kimseye isabet
ettirmeyen başka bir oyuncudan daha fazla suçlamayız. (Şanssız oyuncunun
kendini nasıl hissettiği apayrı hir meseledir.)
anı , "sonuç üzerindeki şans" konu edildiği zaman yaşanır. Beli ve H aig'in
durumunda olduğu gibi, bir e yle min şansa bağlı sonucu, o eylemi değerlen
diri~imizi etkiler gibidir. Ama işin iç inde başka şans çeşitleri <le olabilir ve
sorun çok daha derinlere inebilir.
Şansın sınırlarını
habire geri it ip durmak mümkündür. Başka bir şans türü
-koşullara bağlı şans- düşünürsek , a h laki kötü lüğün d eğerlendirilmesinin
yanlış zamanda yanlış meka nda bulunmaya ne kadar bağlı olabileceğini
ııı görürüz. Mantıksal sonuca vardıracak o lursak, ahla ksal şans diye bir şeyin
Şanssız Olmak Ayıp mı? 1
"Ahlakın şanstan bağımsız olduğu görüşüne şüphecilikle
yaklaşıldı mı, artık ahlak kavramı eski yerinde duramaz
.. . Yine bir ahlak kavramımız olur, ama şüphesiz ona
atfettiğimiz önem eskisine göre azalmıştır. Bu açıdan
normalde anladığımız anlamıyla bir ahlak değildir bu; çünkü
normaldeki anlayışın özellikle öne çıkan yönlerinden biri ona
atfettiğimiz büyük önemdir."
Bernard Williams, 1981
var olup olmadığı tartışması özgür irade konusuyla birleşir ve aynı soruları
uyandırır: Son ta hlilde, yaptığımız herhangi bir şey özgürce mi yapılmıştır?
Ve eğer özgürlük yoksa sorumluluk olabilir mi ? Sorumluluğun olmadığı du-
rumda, suç ve ceza için nasıl bir gerekçe olabilir? (bkz. sf. 192 )
A hlaksal şans üstüne sağ<luyularımız, tek tip ya <la tutarlı olmaktan çok
uzaktır. Bu belirsizlik, konuya ilişkin be nimsene n felsefi ıavırlardaki kutup-
laşmaya yansır. Bazı filozoflar ahlaksal şansı yadsır ve bunun sıradan ahlak
söylcm lcrimizdeki örneklerini şanstan bağımsız olarak açıklamaya çalışır
lar. Bazıla rı ise ahlaksal şa ns ın va r olduğunu kabul eder ve bu durumun
ah laki değerlendirmelerimizi yenile meyi ya ela gözden geçirmeyi gerekti-
rip gerektirmediği üzerine fikir belirıirlcr. Ahlaki yaşamlarımıza dair bazı
temel varsayı mhırımıza zarar verme tehlikesi olan bu hassas ko nularda pek
az görüş birliği vardır.
24 Erdem Ahlakı
Geçen 400 yılın büyük bölümünde ahlak filozoflarının asıl odaklandıkları
nokta eylemleri yapanlar değil, eylemlerin kendisi oldu; ne tür insanlar
olmamız gerektiğinden ziyade ne tür şeyler yapmamız gerektiğini dile
getirdiler. Filozofun başlıca görevi bu ahlaki zorunluluğun dayandığı il-
keleri keşfedip açıklamak ve bu ilkelere uygun davranmamız için bize yol
gösteren kuralları oluşturmaktı.
ıı
Birinin ilacı, ötekinin zahiridir. Erdem ahlakı
Erdem Ahlakı 1
Etik ve ahlak
Aristoteles'in düşündüğü anlamdaki erdemlilik ile yakın dönem fi-
lozoflarının benimsediği yaklaşım arasında öyle bir boşluk vardır
ki, bazıları aradaki bu farkın terminolojiye de yansıtılması gerekti-
{ıini öne sürmüştür. "Ahlak" teriminin Kant'ınki gibi, görev ilkeleri
ve davranış kurallarına odaklanan sistemlerle sınırlandırılması ge-
rekti{ıi iddia edilmiştir. Yunanca "kişilik" anlamına gelen "etik" ise,
önceli{ıin öznenin eğilimlerine ve pratik akla verildi{ıi daha Aristote-
lesçi yaklaşımlar için kullanılmalıdır. Gelgelelim, böyle bir ayrımın
yararlılı{ıı konusunda anlaşmazlıklar vardır. Çünkü kimilerine göre
Aristoteles ile onun karşılaştırıldı{ıı filozoflar arasındaki ayrım, ger-
çekte olduğundan çok daha büyük gösterildi{ıi için insanları yanlış
yönlendirme tehlikesi doğar.
Altın orta
Altın orta Aristoteles'in erdem anlayışının "Öyleyse erdem, akla başvurarak
merkezinde yer alır. Bu öğreti zaman zaman, tanımlanan ortanın içinde yer
hatalı biçimde, her şeyde bir orta yol tuttur- almakla ve seçimlerle ilgili
mak anlamında , ölçülü olmaya bir çağrı olarak bir karakter durumudur. Biri
görülür ama bu anlamdan çok uzaktır. Alıntı aşırılık, diğeri eksiklik olan iki
dan da açıkça anlaşılacağı gibi, orta kesinlikle kiitülük arasındaki bir ortadır
akla başvurarak belirlenmelidir. Örnek vere- bu. Bir ortadır, çünkü kiitülükler
cek olursak, korkaklıkla gözü karalık arasında tutkularda ve eylemlerde doğru
ortada duran erdem cesarettir. Cesaret düş olana ya kısa, ya uzak düşerler.
mandan kaçmamak meselesi değildir sadece; Oysa erdem arada olanı hem bulur
kişinin hem kendine hem de yoldaşlarına zarar hem de seçer."
verecek boşa bir saldırıda bulunmaktan ya
da delidolu, pervasız cesaret gösterilerinden Aristoteles, iö -350
de kaçınması gerekir. Cesaret, insanın daha
derinlerde yatan, akıldışı içgüdülerine hükme-
den akla bağlıdır. Asıl önemli nokta eylemin
koşullara uygun olmasıdır ki bunu belirleyen
de durumun gerçeklerine göre hareket eden
pratik akıldır.
ev<lemonia aslında bundan daha geniş ve dinam ikt ir; en iyi "serpilme" ya
<la "iyi ( başarılı , talihli) bir hayat sürme" fikirleriyle kavranır. Yunanlar dört
ana erdemden söz ede r: cesaret, adalet, ölçülülük (kendine hakim olma) ~e
zeka (pratik akıl) ; ama hem Platon hem de A ristoteles için en önemli öğreti
"erdemlerin birliği"<lir. iyi bir insanın çeşitli erdemlerin bazen birbiriyle ters
düşen taleplerine nasıl karşılık verileceğini bilmesi gerektiği gözleminden
yola çıkarak, erdemlerin bir mücevhe rin farklı yüzleri gibi o lduğu sonuc una
va rırlar, öyle ki hepsine sah ip olmadan tek bir erdemi elde etmek ol anaklı
değildir. A ristoteles'e göre t üm erdemle rin elde edilmesi ve geliştirilmesi
durumunda hepsinden üstün bir erde m olan "yüce gönüllülük" ortaya çıkar.
ıli
Erdem Ahlakı 1
"insanın iyiliği, ruhunun yetilerinin mükemmellik
ve erdem ile uyum içinde olma etkinliğidir ...
Dahası, bu etkinlik tüm bir ömür boyu sürmelidir;
çünkü ne tek bir kelebek baharı getirebilir, ne de
tek bir güneşli gün."
Aristoteles, lö -aso
"! lerha lde görünmeyen bir dala ya da bir kök ka lıntısına çarptım" dedi
Köstebek perişan bir halde. "Ay amanın, of aman !"
Yarayı yeniden dikkatlice inceleyen Farecik, "Ru çok d üzgün bir kesik,"
<le<li. "Rir <lal ya da kök asla böyle bir şeye yol açmaz ... "
"Neyse, neden olduğunun önemi yok," dedi Köstebek, doğru düzgün komı
şamıyor<lu acıdan . "Neden olduysa oldu, acısı aynı ."
Gerçek hayvan lar acı h isseder mi, yoksa sadece Söğüt Ağaçlarındaki Rüzgar
kitabındaki Köstebe k gibi kurmaca hayvan la r mı acı duyar? İnsan dışındaki
h ayvanların konuş mad ı ğından büyük ölçüde e min olabiliriz, ama bunun
ötesinde kesin o la n pek fazla b ir şey yoktur.
'
Ha~anla rın duyduğu acı meselesine gösterd iğimiz tepkinin ve daha kapsamlı
bir konu olan hayvan bilinc inin başka ivedi meselelerle doğrudan ilgisi vardır:
Hayvanlar acı hisseder mi? Bed en-zihin problemi Hume'un g iyot ini
Hayvanlar Acı Hisseder mi? 1
Dil dönemeci
Kendi zihinlerimizle kıyaslamaya giderek, insan- egemen olan "dil dönemeci " ile daha da
ların bilinçli deneyimi ile (bazı) hayvanlarınki vahim bir hal almıştır. Buna göre dil, zihinsel
arasında genel benzerlikler olduğu sonucuna yaşamımıza alttan destek verir ve aracılık eder.
varabiliriz, ama bunun ötesine ne kadar geçe- Düşüncelerimiz de içten içe zorunlu olarak
biliriz? Bir hayvanın öznel deneyiminin, yaşam dilsel terimlerle temsil edilir. Dilsel-olmayan
tarzına ve evrimsel uyum sağladığı ortama sıkı hayvanlara keskin biçimde uygulanan böyle
sıkıya bağl ı olması gerekir. Thomas Nagel'ın bir görüş. onların herhangi bir düşünce ürete-
ileri sürdüğü gibi, bir yarasa ya da başka bir bileceğini yadsımak zorunda bı rak ı rdı bizleri.
hayvan olmanın neye benzediği konusunda en O zamandan beri tavırlar yumuşamıştır. Çoğu
ufak bir fikrimiz yoktur (bkz. sf. 32). Bu problem filozof (bazı ) insan olmayan hayvanların, basit
20. yüzyılda zihin felsefesinin büyük bölümüne de olsa d üşünceleri olduğunu kabul etmektedir.
Krisippos'un köpeği
Antik dünyada fel sefi görüşler hay- daha sonraki filozofların hepsini ikna edeme-
vanların ne kadar dü ş ünebildiği ve akı l miş, birçoğu aklı insanlarla hayvanları ayıran
yürüte bildiği ( e ğer mümkünse) m eselesi temel yeti olarak görmü ştür. Özellikle Des-
üstüne ikiy e bö lünmüştü . İlginç tartışmala cartes hayvan zihnini pek önemsiz buluyor,
rın döndüğü konulardan birisi Krisippos'un hayvanları her tür zekadan yoksun otomat-
köpeğiydi. İÖ 3. yüzyılda yaşamış stoacı fi- lardan biraz daha üstün görüyordu o kadar.
lozof Krisippos' a atfedilen hikayede, avının Günümüzdeki tartış malarda da kilit rol oyna-
peşind en bir üçyol a ğzına gelen bir avköpeği yan, asıl önemli ölçütün hayvanla rın acı çekip
anlatılır. İlk iki yolda avının kokusunu almayı çekm ed iğ i olduğu görüşü , ilk olarak faydacı
başa ra m ayan köpek daha fazla arayıp tara- filozof Jeremy Bentham tarafı ndan d ile geti-
m adan üçüncü yola girer. iddiaya göre, "Aya rilmiştir: " Mesele, Akıl yürütebiliyorlar m ı ? ya
da B ya da C; ne A ne B; öyleyse C" tas ı mına da, Konuşabiliyorlar mı 7 değ i l , asıl mesele Acı
uymuştur . Bu tür köpek mantığı hikayeleri çekebiliyorlar mı? "
Hayvanlar Acı Hisseder ı- mi?
>>fikrin özü
Hayvan zulmü?
1 Hayvan Hakları
26 H~YVanların
Hakları
Var mıdır?
2ooo'lerin ilk on yılı boyunca dünyada her yıl:
yaklaşık 50 milyon hayvan bilimsel araştırma ve
deneylerde kullanıldı;
250 milyon tonu aşkın et tüketildi;
deniz ve nehirlerden yaklaşık 200 milyon ton balık ve
diğer deniz hayvanları avlandı.
Bunlar yaklaşık rakamlar (çoğu hiç kayıt altına al ınmamıştır) ama her yıl
imanların çıkarları için çok büyük miktarda hayvanın kullanıldığı açıktır.
Artık bazı insanlar - ki sayıları her geçen gün anmakta- "kullanıl mak" yerine
"sömürülmek" ya Ja "kurban edilmek" sözcüklerini tercih ediyor. Bu kim-
~.clcre göre hayvanların hesin ve araştırma için kullanılması ahlaki açıdan
savunulmaz ve hayvanların temel haklarının çiğnenmesi anlamına gelir.
ilk önerme son zamanlarda birçok tartışmaya komı ol muştur (bkz. sf. 100).
Maymunlar ve insaymunlar gibi bize pek çok açıdan benzeyen hayvanların
ikinci önerme de oldukça sağlam gibi duruyor (tabii tek tük mazoşistleri
saymıyoruz), ama önermenin içinin bo~alulma tehlikesi burada da var<lır.
Kimileri acı ile ızdırap arasına bir çizgi çekerek iddianın altını oymaya kal-
kışu. lzdırup çekmenin hem geçmiş acıların hatırlanmasını, hem de gelecek
acı beklentisini içeren karmaşık bir duygu okluğu, acının ise şimdiye ait
gelip geçer bir histen başka bir şey olmadığı ileri sürül<lü. Ahlaksal düşünce
söz konuı.uysa önemli olan ızdırap çekmektir, ama hayvan-
lar (ya da bazı hayvanlar) sadece acı hissedebilir. Böyle bir "öyle bir gün gelebilir ki
ayrıma göz yumsak bile, ızdırap çekmek daha beter olsa
bile acının kötü bir şey olmadığını ileri sürmek mantığa hayvanlar aleminin geri
sığmaz. kalanı, despotluktan başka
hiçbir şekilde ellerinden
ikinci önermenin daha sorunlu olan kısmı "gereksiz yere"
kısm ıdır. Çünkü muhaliflere göre insan sağl ığına fay<laları, a l ınamayacak hakları
ürün güvenliği vs. açısından <lüşünül<lüğünde, hayvanların edinebilir."
belli bir <lerece<le acı çekmesi kabul edilebilir bir bedel- Jeremy Bentham, 1788
dir. Eğer faydacı açıdan bakacaksak, bir tür acı hesabı
yapmamız gerekir o zaman: hayvanların acısıyla insanlara yararının brşı
hıştırılması. Ama sırf insanların çektiği acı söz konusu olsa hir derece <laha
kolay olacak böyle bir hesaplama, hayvanların acıları <la işin içine girince
büsbütün içinden çıkılmaz olur.
~- ~ ' • ~ ~ f:'' ' "' ,1 ~ ' ' ;r ~ '· • ~ ••• ' ' " ~ ' " '
, 1 7Ş5 . 1 788 .. . . 195:4 ; ' .. :
Amaçlar yöntemleri Hayvanların hakları Kaygan zeminler
haklı çıkarır mı? var mıdır?
1Hayvın Hakları
hayvanın, eğer bunların acı çekıne~i insanlara k üçücük b ile b ir yarar sağla
mıyorsa, acı çektirilmem e hakkına i ndirgenmiş o lur.
Türcülük
Çoğumuz başka insanları pis ve sıkış tıkış • insanlar hayvanlardan daha yüksek zekaya
koşullar altında tutup sonra da onları yeme- sahiptir (en azından potansiyel olarak)
yiz; ya da özellikleri bilinmeyen kimyasalları • başka hayvanları yemek doğaldır (doğadaki
çocuklar üzerinde denemeyiz; ya da biyolo- hayvanlar da başka hayvanları yer)
jilerini incelemek amacıyla insanları genetik • hayvanlar yenmek ve deneylerde kulla-
değişime uğratmayız. Peki hayvanlara böyle nılmak üzere özellikle yetiştirilir (yoksa var
davranmanın gerekçesi var mıdır? Hayvan olamazlardı)
hakları savunucularına göre, hayvanların çı • et yemek zorundayız (her ne kadar milyon-
karlarına insanlarınkilerle eşit dikkat ve
önemi larca sağlıklı insan yemiyorsa da)
göstermeyi reddetmek için ahlaksal bazı ge- • hayvanların ruhu yoktur (peki insanların
rekçeler olmalıdır. Yoksa bu tam anlamıyla ruhu olduğundan emin miyiz?)
önyargılı ve bağnaz olmak demektir. Türe
dayalı ayrımcılık yapmaya "türcülük" denir. Bu gerekçelere karşı çıkmak kolaydır. Ayrıca
insan dışındaki hayvanların değer ve ihtiyaçla- tüm insanları içerecek ama tüm hayvanları
rına karşı temel bir saygısızlık olan türcülüğün, d ışarda bırakacak ölçütler ortaya koymak zor-
ırkçılık ya da cinsiyetçilikten daha savunulabi- dur. Söz gelimi, asıl önemli olan üstün zeka
lir bir yanı yoktur. ise, şempanzenin zeka düzeyinden düşük bir
zekaya sahip bir çocuğu ya da zeka özürlü bir
Kendi türümüzü kol l ayıp kayırmak ne açıdan kimseyi bilimsel deneyde kullanabilir miyiz? Ya
yanlıştır?
Söz gelimi aslanlar genelde yaban da "doğanın yasası böyle" dersek, hayvanla-
domuzlarına olduklarına göre diğer aslan- rın (insanlar da dahil) doğal olarak yaptığı ama
lara karşı daha düşüncelidir; öyleyse neden teşvik etmeyi istemeyeceğimiz pek çok şey
insanlar da benzer bir yandaşlık sergileme- olduğunu görürüz. Erkek aslanlar bazen doğa
sin? İnsanların kendi türünden yana taraf nın yasalarına kulak vererek rakip bir aslanın
tutması gerektiğine ilişkin birçok neden ileri yavrularını öldürür. Bir insan aynısı yaparsa
Üç ilke
Hayvan refahıve hakları üstüne yoğun tar- • Mümkün olduğu yerde hayvanların yerine
tışmalar iki soruya odaklanır: Hayvanlar başka alternatifler kullanın.
deneylerde kullanılmalımıdır? Ve (eğer •Deneylerde kullanılan hayvan sayısını uygun
kullanılırlarsa)
uygulamada onlara nasıl dav- istatistiki veri üretimiyle bağdaşan bir düzeye
ranılmalıdır? Sonuçta üç genel ilke insanca indirin.
deney teknikleri için yol gösterici olarak yay- •Deney tekniklerini hayvanların acı çekmesini
gın kabul görmüştür: azaltacak ya da yok edecek şekilde gelişti rin.
>>fikrin özü
İnsanoğlunun yanhşları?
1Mantık va Anlam
27 Argüman
Biçimleri
Argümanlar, felsefe kuramlanm inşa ederken kullanılan kerpiç tuğlalar
dır; mantık ise bu tuğlalan birbirine yapıştıran çimentodur. İyi fikirlerin
iyi argümanlarla desteklenmedikçe pek bir değerleri yoktur - akla uy-
gunluklanmn doğrulanması gerekir; bu da sağlam ve güçlü bir mantığa
oturtulmadıkça düzgün yapılmış sayılmaz . Açık seçik sunulan argüman-
lar değerlendirme ve eleştiriye açıktır. Felsefede ilerlemeyi sağlayan şey,
bu kesintisiz tepki, yeniden gözden geçirme, reddetme sürecidir.
Argüman, kabul edi lmiş temellerden (öncüller) yola çıkarak, akıl ve mantı
ğın dışına taşmadan, kanıtlanacak ya da gösterilecek noktaya (sonuç, vargı)
giden bir yoldur. Bir argümanın yola koyulabilmesi için öncüllerin en azın
dan geçici olarak kabul edilmesi gerekir. Öncüller farklı şekillerde elde
edilebili r: mantık gereği, ya da kan ıta dayanarak (yani deneysel olarak),
ya da daha önceki argümanların sonuçları olarak. Ama ne olursa olsun,
döngüsellikten kaçınmak adına sonuçtan bağımsız olarak desteklenmeleri
gerekir. Öncüllerden sonuca gidiş bir çıkarım meselesidir; çıkarımın gücü
argümanın sağlamlığın ı belirler. İyi çıkarım ları kötülerinden ayırt etme işi
mantığın ana görevidir.
••
Aristo mantığı ve
matematiksel mantık
19. yüzyıl sonuna kadar mantık bilimi, yol biçimde sınıflandırı l m ı ştır. Geleneksel mantı
ölümlüdür; Sokrates bir insandır; öyleyse mantık diye adlandırılmasın ı n nedeni, gele-
a bir F'dir; öyleyse a bir G'<lir" biç imini soyutla r. T erimlerin yerini simgeler
al<lığıiçin çıkarımın güci.i içeriğinden bağımsız olarak belirlenebilir. Man -
rık çalışmaları önceleri ağırlıklı o larak bu türden basit çıkarımlara ( tasım)
dayanıyordu , ama 20. yüzy ıl başınd an beri son derece incelikli ve ge li şm iş
bir çözümleme aracına döni.iştüri.ildü.
martesi asılacağımı bilirim. Öyleyse son gün sonuçlara varır. Bazen sonuçtan kaçınmanın
Cuma olabilir. Ama Cuma da olamaz çünkü yolu yoktur; bu durumda ya sonuca ilişkin
Perşembe hala hayattaysam, Cumartesi as ı la kan ı ve varsayımların yeniden incelenmesini
mayacağıma göre Cuma asılacağım demektir, gerekir, ya da akıl yürütmede bir hata aramak
yani Cuma asılacağımı biliyor olurum .. . " gerekir. Her iki durumda da paradokslar felsefi
Dolayısıyla mahkum böyle gün gün geriye açıdan önemlidir, çünkü kavram ve akıl yürüt-
sayarak şimdiki zamana kadar gelir ve infazın melerimizdeki yanlışlıklara ve tutarsızlıklara
gerçekleşemeyeceğini keşfettiğinden içi ra- örnek oluştururlar.
hatlar. Salı günü asılması baya{ıı bir şok etkisi
yapar üzerinde! Bazı ünlü paradokslar (birkaçını ilerleyen say-
falarda ele alacağız) çözümlenmeye şaşırtıcı
Paradoks mu yanılgı m ı ? Belki de her ikisi bir- derecede dirençli çıkmı ştır ve filozofların kafa-
dan. Hikaye (idam paradoksu olarak bilinir) larını karıştırmaya devam etmektedir.
28 Berber
Paradoksu
Bir kasabada kendini tıraş etmeyen herkesi tıraş eden bir berber yaşıyor
muş. Peki berberi kim tıraş eder? Eğer kendini tıraş etmiyorsa tanıma
göre tıraş etmesi gerekir; yok ediyorsa yine tanıma göre etmemesi gerekir.
Yüzey<len bakınca berber para<loksun<la karışık bir şey yok gibi görünüyor.
Ama ilk bakışta akla yatkın görünen senaryo çabucak çelişkiye dönüşü
yor. Masum görünüşlü meslek tanımı ("ken<lini tıraş etmeyen herkesi tıraş
e<len" adam) as l ında mantıksal açıdan imka n sı zd ı r, çünkü berber tamm la
çelişkiye düşmeden ne kendini tıraş edenler grubuna <lahil olabilir, ne de
tıraş ermeyenler grubuna. Berber tanımına uyan bir kimse
"Felsefenin amacı, (mantıksal olarak) var o lamaz. Öyleyse böyle bir berber yok-
ifade etmeye değmez tur; paradoks çözüldü.
görünecek kadar basit Berber para<loksunun asıl önemi içeriğinde <leğil biçiminde
bir şeyle başlayıp, hiç yatar. Yapısal açıdan bu para<loks bir başkasına, Russell
kimsenin i nanmayacağı paradoksu diye bilinen daha önemli bir probleme benzer.
Russcll para<loksunda sinekkaydı tıraşlı kasabal ı lar değil,
kadar paradoksal bir matematiksel kümeler ve içerikleri söz konusudur. Bu para-
şeyle bitirmektir." doksu çözmenin çok daha zor olduğu ortaya çıkmıştır. Harta
Bertrand Russell, 1918 yüz yı l ünce maremariğin temellerine <linamit koyduğunu
söylemek abartılı olmaz.
dolayısıyla kimilerinin ileri sürdüğü gibi paradoksu saçma diye göz ardı
etmek doğru olmaz.
Bir başka ilginç türev Grelling paradoksudur. iki tür terim tanımlayal ım:
özuyumlu terimler ve özuyumsuz terimler. Özuyumlu terimler ifade ettikleri
şeye uyan terimlerdir; örneğin "dört heceli" teriminin kendisi de dört he-
t anımlar (örneğin l 'den hüyük bütün reci sayıların kümesi ya da asal say ı
hır kümesi}, arJınJan bu kümedeki elemanların Jiğcr özelliklerini bu ilk
üze iliklerden keşfetmeye ve çıkarsamaya girişir. Felsefi açıdan kümeler özel
bir ilgi kaynağıJır, çünkü matematikteki her ~eyin (sayılar, hağıntılar, fonk-
siyonlar) küme kuramı içinde kuşatıcı biç imde formüle eJilebileceğinin
1901 1905
Berber paradoksu Fransa kra lı keldir
l Mantık ve Anlam
Düşünce berraklığı
Felsefi argümanlar çoğu zaman karmaşık olur ve büyük bir kesinlikle ifade
edilmeleri gerekir. Bazen filozoflar kendilerini zekalarının görkemine kaptı
rınca argümanlarını takip etmeye çalışmak çamurda bata çıka yürümekten
"Bu yöntem, bir sınıfın sayısını bu sınıfa benzeyen tüm sınıfların sınıfı olarak
tanımlamaktır. Bu sınıflar sınıfına üyelik (yüklem olarak kabul edilir) benzer
tüm sınıfların -sadece ve sadece onların- ortak bir özelliğidir; dahası, benzer
sınıflar kümesinin her sınıfı, kümeyle bir bağıntıya sahiptir ki başka hiçbir
sınıf için farklı olma özellikleri taşır. İşte bu, bir sınıfın sayısının salt mantık
sal terimlerle kusursuz bir tanımıdır."
il
Berber Paradoksu 1
"Bir bilim insanı için yapıtı tam bittiğinde temelin
çökmesinden daha can sıkıcı bir şey olamaz. Bay
Bertrand Russell' ın yapıtım neredeyse matbaadan çıkmak
üzereyken gelen mektubu beni o duruma sokmuştu ."
Gottlob Frege, 1903
29 Kumarbaz
Yanılgısı
Monty ve Carlo, krupiye kızın kazanamayan fişleri masadan süpürüşüne
kafalarında bin bir düşünceyle bön bön baktı. Ruletin son birkaç dönüşünde
ikisi de bahis yerleştirmemişti; masada oyunun nasıl döndüğünü hissetmeye
çalışıyorlardı . Ama üst üste kırmızı numaralar geldikçe -arka arkaya tam
beş kere- sabırsızlanmaya başlamışlardı. Daha fazla bekleyemediler. Pek de
orijinal denilemeyecek bir şekilde, "Kazanmak için oynamak gerekir" diye
düşündü ikisi de ...
" Peş /Jeşe beş kırmızı! Altıncısı gele mez artık. Gelmesi ihtimali ne olabilir!
Ortalamalar yasa.~ına göre siyah gelmesi gerek."
Peki kimin kazanması daha yüksek olasılık? Monty mi Carlo mu? Muhte-
melen ikisi de değil. Kesin olan şu ki ikisi de aynı hataya düştü: kumarbaz
yan ılgm (ya da Monte Carlo yan ılgısı). Üstelik bu h ataya düşen ilk onlar
Kumarbaz Yanılgısı 1
değildi ;
tarih hoyunca aynı yanılgıya düşmüş belki milyar-
larca insandan ikbiydilcr (zar yaklaşık o larak IÖ 2750'de
Uçağa bomba sokmaya
keşfedilmiştir) .
çalışırken yakalanan
adamın hikayesi, kumarbaz
"Siyah gelmesi gerek" Monty peş peşe beş kere
yanılgısına güzel bir
kırmızı gelmesinin sıra dışı olduğu konusunda haklı : (hilesiz
bir masada ve masaya göre bir veya iki yeşil sıfırı hesaba örnek oluşturur. "Başka
katmazsak; bkz. kutucuk) olasılık 32'de 1'd ir; peş peşe al tı kimse uçağa bomba
kırmızı gelme olasılığı dah a da düşüktür - 64 'tc 1. Ama bu getirmesin diye getirdim hu
olasılıklar sadece d izinin başlangıcında, teker h iç dönme- bombayı ," der adam polise.
mişken geçerlidir. Monty'n in sorun u şu ki, bu görece ender "D~ünsenize iki kişinin
rastlanan o lay (peş peşe beş kırm ızı ) çoktan meydana geldi birbirinden habersiz uçağa
ve bu durumun bir sonraki sayının kırmızı olup olmayacağı bomba getirmesi ne kadar
konusunda hiçbir etkisi yok. Bunun olasılığı yi ne her zaman zayıf bir ihtimal olmalı! "
olduğu gibi 2'de 1, ya da 50:50'dir. Rulet çarklarının -tıpkı
bozuk paralar, zarlar ve piyango topları gibi- hafızası yok-
tur, dolayısıyla bir şeyleri dengelemek ya da eş itlemek için
Kumarhaneyi yenemezsin
Kumarhane oyun l arında kasa nı n birazcık daha düşüktür. Aynı şe
genellikle avantajı vardır, yani ola- kilde yirmi bir oyununda kasanın
sılıklar hafiften kasadan yanadır. 21'i oyuncunun 21'ini yener. Tek
Örneğin rulette kırmızı da siyah da bir oyuncunun müesseseyi yen-
olmayan bir (Avrupa ruleti) ya da mesi her zaman mümkün olsa da,
iki (Amerikan ruleti) yuva vardır. zaman içinde ve toplamda mües-
Böylece kırmızı ya da siyah oyna- sesenin galip çıkacağı neredeyse
yarak kazanma şansınız %50'den kaçını l mazdır.
1 1950 1963
Tutuklu ikilemi Üç parça l ı bilgi kuram ı
Mantık ve Anlam
geçmişle ne olup bitti ğini hesaba kala mazlar. 1 lerhangi bir geçmiş olay ın
ya da olayla r d izisinin n e kadar düşük ihtimalli olduğu (rasgele ve bağımsız
oldukları ; ürece), gelecekteki olayların ihtimalle rini ilgilendirmez. Başka
türlü sanmak kumarbaz yanılgısıdır.
Ortalamalar yasası
Kumarbaz yanılgısını savunmak adına öne değeri olan 5'ten büyük ölçüde sapabilir; ama
sürülen mazeretlerden biri ortalamalar yasa- parayı çok defa, diyelim ki 1000 defa atıp tu-
sıdır. Bu sözde yasaya göre, bir şey geçmişte tarsanız turaların sayısı
beklenti değeri olan
umulandan daha az meydana gelmişse ge- 500' e muhtemelen çok daha yakın olacaktır.
lecekte daha çok meydana gelecek demektir Havaya atma sayısı ne kadar büyürse turala-
(ya da tersine, bir şey geçmişte sık meydana rın sayısı da beklentiye o kadar çok yaklaşır.
gelmişse gelecekte meydana gelme ihtimali Dolayısıyla, eşit olasılığa sahip rasgele olaylar
düşmüştür). Buna dayanarak olayların "uzun dizisinde, dizi yeterince uzatılırsa iki olayın sa-
vadede eşitleneceği" düşünülür. yılarının eşitleneceği doğrudur. Ne var ki bu
istatistik yasası tek bir olayın ihtimalini etkile-
Bu hatalı yasanın
cazibesi, sahici bir istatistik mez. Şimdiki olayın ortalamadan daha önceki
yasasıolan büyük sayılar yasasına benzerliğin - sapmaya ilişkin bir hafızası yoktur ve daha
den kaynaklanır kısmen. Bu yasaya göre, hileli önceki bir dengesizliği düzeltmek için sonucu
olmayan bir bozuk parayı birkaç kez, diyelim değiştiremez. Dolayısıyla kumarbazın teselliyi
ki 10 kez, atarsanız, turaların sayısı beklenti ortalamalar yasasında araması yersizdir.
kazanacağı konusunda çok iyi bir gösterge olabilir. Eğer bir bozuk para peş
peşe 20 defa tura gelirse, paranın hile li olduğu sonucuna varmak, bu katlar
olasılık dışı bir olayın salt şans eseri meydana geldiği sonucuna varmaktan
<laha akla uygundur. Aynı şekilde, rulette üst üste defalarca kırmızı gelmesi
çarkta bir gariplik olduğu anlamına gelebilir; n e var ki böyle bir sonuç çıka
rabilmek iç in dört kez üst üste kırmızı gclmi~ olması çok yete rsizdir. Başka
bir <leli! olmadığı sürece Carla da Mon ty gibi yanılıyor de mekti r.
30 Sorites
Paradoksu
Varsayın ki (eğer varsaymanız gerekiyorsa) başınız saçlarla kaplı. Bu yak-
laşık 100.000 saç teliniz var demektir. Şimdi bir tanesini çekip kopartın.
Bu sizi kel yapar mı? Elbette yapmaz. Tek bir saç teli herhangi bir fark
yaratmaz. 99.999 saç teli hala saçlı bir kafa demektir.
Aslında eğer kel deği lseniz, tek bir saç telini çekip kopartmanın sizi kel
yapmayacağı konusunda hepimiz hemfikirizdir kuşkusuz. Ama bir saç daha
kopartırsanız, bir tane daha, bir tane daha ... Kopartmaya bayağı bir süre
devam ederseniz kafanızda hiç saç kalmayacak ve su götürmez bir ~eki ide kel
kalacaksınız. Öyleyse tartışılmaz bir kel-olmama durumundan tartışılmaz
bir kellik durumuna geçiyorsunuz ve bunu söz konusu etkiyi tek ba~ına asla
yaratamayacak bir dizi adı mla gerçekleştiriyorsunuz. Peki değişim ne zaman
ortaya çıkıyor?
Parad okstan kurtulmanın bir yolu, kimilerinin d ile getirdiği gibi tek bir
kum tan esi eklemenin fark yarattığı bir nokta bulund uğunu kabul e tmek -
tir. Buna göre yığın o lan ile o lmayan arasındaki sınırı belirleyen kesi n bir
Ölümcül mantık
Devekuşu eğilimle ri sergileyen sigara "Bir sonrakinden sonraki sigara beni
tiryakileri bazen sorites paradoksunun öldürmez." Bu böyle devam eder
altında yatan h a talı akıl yürütmeye ama ne yazık ki sonsuza kadar değil.
kapılırlar. Tiryaki, hiç de mantıksızca Tek bir sigaranın sizi öldürmeyeceği
olmayan bir ş ekilde, " bir sonraki si- konus undaki muhtemel gerçek (oysa
gara beni öldürmez" diye akıl yürütür. içilen sigaraların toplamı büyük ola s ı
Bu konuda anlaştıktan sonra, sorites- lıkla öldürecektir) tiryaki için zayiatına
vari bir şekilde şu iddiada bulunur: değm eyecek bir zaferi temsil eder.
Bulanık mantık
Geleneksel mantık iki değerlidir: Her önerme derecel erine yer açmak için geliştirildi. Bu
ya doğrudur ya da yanlış. Ama doğal dildeki mantıkta do{lruluk, doğru (1) ile yanlış (O)
birçok terim bu tür bir kesinlik içermez. Bu arasında bir süreklilik oluşturur. Dolayısıyla
durum sorites paradoksunda da açıkça görü- örne{lin " kısmen
do{lru" ya da " aşağı yukarı
lür. Mantık her şeye do{lru veya yanlış olarak doğru" bir önerme, 0,8 derece doğru ve 0,2
katı bir biçimde yaklaştığı sürece doğal dilin derece yanlış olarak temsil edilebilir. Bula-
kapsamını ve karmaşıklı{lını kuşatamaz . nık mantık, "akıllı" sistemlerin do{lal dilin
eşik vardır. Öyle bir eşik varsa bile açıkçası ne rede olduğunu hilmiyoruz ve
öne rilen herhangi hir ayırma çizgisi de tümüyle keyfi görünüyor - örneğin
100 1 tane yığın oluşturuyor da 999 oluşturmuyor mu? Bu gerçekten de sağ
duyunun ve ortak sezgilerimizin suratımı çarpılan sert bir tokattır.
Daha umut verici bir yol, a rgümanın altında yatan önemli bir varsayıma
yakından bakmaktır: Yığın-olmayanın yığın haline gelmesini sağlayan
sürecinin, ay rık tanelerin te ke r teker eklenmesi i şlemi o larak tamamen
çözi.imlenehileceği varsayımıd ı r bu. Bu ay rık adımların yığın oluşturma sü-
reci ni tam o larak yansıtmadığı açıktır.
Bunun öne mli bir sonucu, terim lerin aç ı kça uygun düşmediği s ınır du-
rumların h e r zaman var olmasıdır. Dolayısıyla, örneğin Jüpedüz kel o la n
ve düpedüz kel o lmayan insanl ar varsa da, bu iki uç aras ında bağlama ve
koşullara göre kel sayılabilecek çok dah a fazla insan yer alır. Bu belirsizlik-
ten dolayı, "X keldir" cümlesinin (tartışmasız biçimde ) doğru ya da yanl ış
olduğunu söylemek her zaman anlamlı değildir. Doğal dilde kesin Joğru
luklardan ziyade farklı Joğruluk dereceleri olması, her önermenin ya doğru
ya yanlış kabul edildiği iki değerli klasik mantık ile uyuşmazlığa neden o lur.
Eğer klasik mantık doğal dilin nüanslarını bütün yönleriyle yansıtaca ksa,
be lirsizliği
ele alışının gözden geçirilmesi gerektiği anl aş ıl ıyor. Günümüz-
deki bul a nık mantık ve diğer çok-değerli mantıklara doğru olan gidişatın
nedeni hudur (bkz. kut ucuk).
31 Fransa Kralı
Keldir
Size "Fransa kralı keldir" desem, ya deli, ya cahil dersiniz içinizden.
Peki ama söylediğim gerçekten yanlış mıdır? Eğer yanlışsa, (yerleşik
bir mantık yasasına göre) zıddmm doğru olması gerekir: "Fransa kralı
kel değildir" . Ama bu da doğru olmadı. Belki bu iddialar ne doğru ne de
yanlıştır - ikisi de düpedüz anlamsızdır. Ama tuhaf olsalar da anlamsız
diyemeyiz bu cümlelere.
Filozollar gerçekten böyle konulara kafa yorar mı ? Kaşıyacak bir şey olsun
diye uyuz icat etmek ne ac ı diye düşünebilirsiniz. Evet, öyle yapıyorlar işte,
ülke iki yüzyıldan fazla bir süredir cumhuriyetle yönetilmesine rağmen, ~on
yüz yıldır çok güçlü bir felsefi zihin enerjisi Fransa kra lına harcanıyor. Bu ve
buna benzer bilmecelere yönelik ilgi Britanyalı fi lozof Bcnrand Russell'ın
betimler kuramına esin kaynağı oluşturdu. Söz konusu kuram ilk olarak
1905 tarihli, "On Denoting" (Belirtmek Üstüne) başlığını taşıyan etkili
bir makalede ileri sürüldü. 20. yüzyı 1başımla lngi lizce konuşan filozofların
yaptığı başka birçok çalışma arasında yer alan bu kuram, bir dille açık l a
nabilecek dünyaya dair bilgi edinmenin en emin yolunun -belki de tek
yolunun-o dilin ve altında yatan mantığın incelenmesi olduğuna inancına
dayanıyordu.
,ı
Fransa Krah Keldir 1
"Böylece '2. Charles'ın babası idam edildi' .. -
cümlesi şu hale gelir: 'x konusunda, x'in 2. Düşününce
Varoluşsal kaygı
Pek çok kesin betim, hiçbir şey belirtmez. Söz olmayan şeylerden bahsetmek gibi istenme-
gelimi, "En yüksek asal sayı yoktur'' demek yen metafiziksel bir yükün altına girmemeyi
isteyebiliriz. Ama olmayan bir şeyin özelli- başarır. (Olası) yükün en tartışmalı parçası
ğin i belirtmek düpedüz saçmadır; var olan elbette Tanrı'dır; Tanrı'nın varlığına ilişkin
bir şeyin var olmadığını söylemeye benzer. en dikkate değer argümanlardan birinin (on-
Russell' ı n böyle cümleleri baştan çözümle- tolojik argüman, bkz. sf. 160) bariz kusurları
mesi, bu tür bir şey belirtmeyen ifadelerin Russell'ın çözümlemesiyle sergilenmiştir.
nasıl anlamlı o l abileceğini açıklarken, var
F v::ırdı r"; "F o lan şey bir<len fazla değil<lir" ve "eğer bir şey F ise, öyleyse
G'<lir". Russell bu tür çözümlemeyle önceki gizemleri çabucak dağırır:
32 Kutudaki
Böcek
"Herkesin bir kutusu, kutusunun içinde de bir şeyi olduğunu varsayın.
Bu şeye 'böcek' diyelim. Kimse bir başkasının kutusuna bakamıyor ve
herkes yalnızca kendi böceğine bakarak bir böceğin ne olduğunu bildiğini
söylüyor. Bu durumda herkesin kutusunda farklı bir şey olması tamamen
mümkündür. Hatta böyle bir şeyin sürekli olarak değiştiği bile düşünü
lebilir. Peki 'böcek' sözcüğünün insanların dilinde bir kullanımı varsa ne
olur? Bu sözcük bir şeyin adı olarak kullanılmaz. Kutudaki bu şeyin dil
oyununda hiçbir yeri yoktur; bir şey olarak bile yeri yoktur - çünkü kutu
boş bile olabilir."
Diyelim ki belli bir hissin her meydana gelişini bir <leftere H harfi yaza-
rak kaydetmeye karar ver<liniz (<liyur Wittgenstein). H "şu anda yaşadığım
his" anlamına gelen tümüy le özel bir işarettir. Bir sonraki seferde bu işareti
doğru kullandığın ı zı nasıl anlarsınız? tık seferin<le a<lland ırmayı doğru kılan
tek şey sizin öyle ol<luğu yolundaki kararınmlı; bir sonraki seferde adlan-
<lırmayı doğru kılan tek şey de o anda vardığınız karnrdır. Bir başka <leyişle,
nasıl hissettiğinize siz karar verirsiniz; adlan<lırma size <luğru gibi geliyorsa
doğrudur. Bunun üzerine Wittgenstein, burada "doğru" diye bir şeyden bah-
se<lcmeyeceğimize karar verir, çünkü bağımsız bir "doğruluk ölçütü" yoktur,
kişinin kendi özel deneyiminden başka bir stan<lart yoktur. Bu tıpkı "Ama
Sineğe yardım
Wittgenstein'ın özel dil argümanının yankıları dil felsefesinin çok ötesine
yayı l dı20. yüzyılın ilk yarısında dil pek çok felsefe çalışmasının odağında
yer aldı. Bilginin sınır larının dille çizildiği yaygın kabul görüyordu. " İnsan
konuşamayacağı şey hakkında susmalıdır, " demişti genç Wittgenstein.
Dile bııkış açısındaki büyük değ i şiklik, felsefede bir bütün olarak ciddi bir
sarsıntıya yol açtı. Ayn ı
derecede dikkate değer bir başka olgu da Wittgen-
stein'ın çalışma l arının
felsefenin stili ve yöntemi üzerinde ya rattığı etkiydi.
Wittgenstein modern felsefenin büyük bölümünün yan l ış yolda olduğu ka-
nısındaydı. Özel dil argümanıyla dil anlayışındaki köklü yanılg ıyı ve bunun
yol açtığı yanlış düşünme şeklini gözler önüne sermeyi amaçlıyordu . Ona
göre filozoflar belli anlatım biçimlerine aşırı önem atfediyor, dilin gerçek
kamusal etkileşimde nas ı l kullanıldığına yeterince eğilmiyorlardı. Algıla
ben boyu mun ne kadar okluğunu biliyorum!" diyen birisinin bun u kanıt
lamak için elini başının tepesine koymasına benzer. Özel b ir işaretin doğr,u
kullanılıp kullanılmad ığını belirlem enin keyfi o lm ayan b ir yol u olmadığına
göre, böyl e bir işaretin anlamı olam az. Bu tür işaretlerden oluşan bir dil de
("özel b ir d il") anlamsız o lacak , o d ili konuşana bile anlaşılmaz gelecek t ir.
33 Bilim ve
Sahte-Bilim
Fosiller geçmişte yaşamış canlıların kalmtılan ya da izleridir. Bu canlılar
öldükten sonra taşa dönüşmüş ve kayalar içinde korunmuştur. On bin-
lerce farklı fosil türü keşfedilmiştir .. .
1. ... 3,5 milyar yıl önce yaşayıp ölmüş ilkel bakterilerden, son 200.000 yılda
Afrika'da ortaya çıkan ilk insanlara kadar on binlerce farklı fosil türü keşfedilmi~
tir. Fosiller ve bunların üst üste kaya katmanlarındaki sıralanışlan yeryüzünde
yaşamın gelişimi üstüne, daha sonraki yaşam fmmlarının daha öncekilerden nasıl
evrildiğini gösteren paha biçilmez bir bilgi hazinesidir.
2 . ... basit bakterilerden ilk insana kadar on binlerce farklı fosil türü keşfedil
miştir.Bütün bu soyu tükenmiş canlılar buı,'Ün yaşayan bütün canlılarla birlikte,
Tanrı tarafından yaklaşık 6000 yıl önce altı günde yaratılmıştır. Fosilleşmiş
hayvanların çoğu yaradılıştan yaklaşık 1000 yıl sonra meydana gelen ve bütün
dünyayı kaplayan korkunç bir tufanda ölmüştür.
ı
Bilim ve Sahta-BUlm 1
Eğer bir delikteyseniz ...
Evrimin altında yatan tarihsel-sıra mantığı, hatası bulunamamıştır - kuramın muazzam
hiçbir yerbilimsel "sıralama hatası" ol- bir onaylanışıdır bu. Yaradılışçıya göre aynı
mamasını gerektirir. Evrim tarihinde daha bulgular son derece can sıkıcıdır. Kanıtları
önce gelenler daha alt kaya katmanlarında, kendi inanışlarına uyumlu bir şekilde açık
onlardan evrilenler daha üst katman larda lamayı amaçlayan birçok umutsuz öneriden
Yanlışlama
Avusturya doğumlu filozof Kari Popper, tü- Popper'a göre, gerçek bi-
Yanlış l anabilirlik,
mevarım sorununa önemli bir yanıt verdi. limi sahtelerinden ayırt et mek için kullanılan
Temelde sorunun çözülemeyeceğini kabul ölçüttü. "içerikli" bir bilimsel kuram risk alır,
etti ve sürüncemede bırakmayı tercih etti. test edilebilecek ve yanlış olduğu gösterile-
Onun yerine, hiçbir kuramın, bu kuramı bilecek cesur tahminler yürütür. Sahte-bilim
destekleyecek ne kadar çok kanıt olsa da, ise tam tersine kendini emniyete alır; teşhir
kanıtlanmı ş sayılamaya cağın ı ileri sürdü. edilmekten kaçınabilme umuduyla bulanık
Tersin e, biz bir kuramı yanlışlanana (asıl kavram ve ifadelere sığınır. Yanlışl amacılık
sızlığı gösterilene) kadar kabul ederiz. bugün de genel kabul görmektedir. Fakat
Dolayısıyla bir milyon tane beyaz koyun birçok kimse tümevarımın bilimsel me-
da gözlemlemiş o l san ız, bu tüm koyunların todolojiden d ı şlanmasını, ayrıca bilimsel
beyaz olduğu anlamına gelmez; bir milyon kuramlarla bu kuramların dayandığı (sözde
beyaz koyun, tüm koyunların beyaz o l duğu tarafsız ya da nesnel) kanıtlar arasındaki iliş
hipotezini doğrulayamaz, ama bir tane bile kinin bu şekilde basite indi rgenmesini kabul
siyah koyunun gözlemlenmesi hipotezi veya etmeyecektir.
Yaradılışçılık kendine özgü bir yığın sorunu da beraberinde getirir. Söz gelimi
bütün dünyanın sular altında kalmasını sağlamak için devasa bir su kaynağı
gerekir. Bugüne dek hu konudaki hiçbir iddia (buzlu meteor çarpması, at-
mosferi örten buhar tabakası, yeraltı birikintisi vb.) biraz olsun akla yatkın
olmamıştır. Yaradılışçılığa karşı çıkarken çoğunlukla bu akımın risk almadığı
söylenir; yaradılışçılık gerçek bilimin tipik özelliği olan cesur ve yanlışlana
bilir savları ileri sürmez. Hiçbir kanıtın desteklemediği fantastik derecede
riskli iddialar ortaya attığını söylemek belki de daha doğru olacaktır.
34 Paradigma .
Kaymaları
"Eğer daha öteleri görebildiysem, devlerin omuzlarında yükseldiğim
içindir." lsaac Newton'un meslektaşı Robert Hooke'a söylediği bu ünlü
söz, bilimin ilerleyişine ilişkin popüler görüşü güzelce yansıtır. Bu görüşe
göre bilimsel ilerleme, her bilimci kuşağının kendisinden öncekilerin ke-
şifleri üstüne inşa ettiği birikimsel bir süreçtir; evrene hükmeden doğa
yasalannı daha çok anlamaya yönelik, işbirliğine dayalı, kademeli, yön-
temli, durdurulamaz bir yürüyüştür.
Popüler ve cazip bir tablo belki bu, ama Amerikalı filozof ve tarihçi Thomas
S. Kuhn'a göre ciddi biçimde yanıltıcı. Kuhn, son derece etkili o lan 1962
tarihli Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı kitabında bilimsel ge lişmenin <laha
inişli çıkışlı , daha gergin bir anlatısını sunar: "paradigma kaymaları" diye
bilinen devrimsel krizlerin araya girdiği, düzensiz ve kesintili bir ilerlemenin
tarihidir bu.
Occam'ın usturası
Paradigma Kaymaları 1
Bilimsel gerçek ve
bilimsel görelilik
Kuhn'un bilimsel değişim tablosundaki koyarsa, her şeyi halihazırdaki kabullerin
ana özelliklerden biri, bilimsel değişimin, ve inançların süzgecinden geçirirse, hangi
bir sürü tarihsel ve başka faktörlerin içine soruların sorulacağı ve hangi yanıtın iyi ol-
kültürel açıdan yerleşmiş olmasıdır. Kuhn duğu konusunda kendi kararlarını verirse,
yapıtının göreli yorumlanmasından uzak nesnel gerçeklerden nasıl söz edilebilir?
durmaya özen gösterse de, bilimin nasıl Alış ı lmış görüşe
göre bilimsel bir kuramın
geliştiğine ilişkin böyle bir anlatı, hem bi- gerçekliği, dünyaya ilişkin tarafsız ve nesnel
limsel gerçek kavramı konusunda, hem de gözlemlerle ne kadar örtüştüğüne bağlıdır.
"bilimin amacı,
dünyadaki şeylerin nasıl Ama Kuhn ve başkalarının işaret ettiği gibi,
olduğu hakkında gerçek o l guları nesnel "tarafsız" olgular yoktur; kuram ile veriler
olarak keşfetmektir" fikri üzerinde şüphe arasında temiz bir çizgi yoktur; her gözlem
doğurur. Çünkü her bilimsel topluluk bulgu "kuram-yüklü " dür - mevcut inanç ve kura-
ve kanıtlar için kendi hedef ve standartlarını mın kalın
örtüsüyle kaplıdır.
Normal bir bilim dönemi kuşaklar boyu, belki yüzyı llarca <levanı edebilir,
ama er geç toplumun içindekilerin çabaları var olan paradigmanın altını
oyan ve ona meydan okuyan bir yığın sorun ve anormallik yaratı r. Bu da
sonunda b ir krizi ateşler. Ateşlenen kriz bazı kimseleri yerleşik çerçevenin
ötesine bakmaya ve yeni bir paradigma tasarlamaya teşvik ede r. Bunun üze-
rine bilim emekçileri , yıllar veya on yıllar içinde eski pa radigmadan yeni
paradigmaya kayar. Kuhn'un yeğlediği örnek, Batlaınyus'un Dünya merkezli
Bilim
olmuştur. Nitekim barutun icadı askeri tek- ilerl eyişine bakışlarında bir paradigma kay-
nolojide, penisilinin icadı tıp teknolojisinde, masına yol açmıştır.
Bilimde kopukluk
Uzun zaman, bilimin esas itibariyle birle- anahtarı, i ddiaya göre, bilim dallarının in-
şik bir uğ raş olduğu kabul edildi. Prensipte dirgey ici bir tanım ı idi; ileri sürülen alışılmış
birçok farkl ı bilim dalına uygulanabilecek dü şünce , her şey in nihayetinde fiziğ i n şem
reçete ve uygulamalardan oluşan , iyi ta- siyesi altında toplanacağ ı yolundayd ı. Ne
nımlanmı ş, tek bir " bilimsel yöntem " den var ki son zamanlarda yapı lan çalışma l ar,
söz etmek akla yatkın görüldü. Tüm bilim bilim dall a rının kültürel ve toplumsal a çıdan
dalların ı n biraya gelip bütün yasalar ve ilke- iç içe geçmiş oluşunu daha iyi değerlendi
lerin bir biçimde kapsayıcı, ayrıntılı ve kendi ren, bi limin başlang ı c ındaki kopukluğa daha
içinde tutarlı bir yapıya dahil o l acağı bir tür çok vurgu yapan bir an l ayı ş getirdi. Bununla
büyük birleşmenin gerçekleşebileceği dü- da, tek bir bilimsel yöntem arayışının muhte-
şünülmeye ba şl andı. Böyle bir birleşmen i n melen fazla üto pik olduğunun farkına varıld ı.
35 Occam'ın
Usturası
Ekin çemberleri, düzleştirilmiş buğday, arpa, çavdar vb.'den oluşan ge-
ometrik şekillerdir. Çok geniş alanlan kaplayan ve hayli girift motifli bu
tür oluşumlara 197o'lerden beri dünyanın dört bir yanında gitgide artan
sayıda rastlanmaktadır. Medyada çokça yer alan ekin çemberlerinin kö-
keni hakkında hararetli ama dayanaksız çeşitli görüşler ortaya atılmıştır.
l. Çemberler dünya dışı varlıkların yerde belirgin şekiller bırakan uzay ge-
milerinin (UFO'ların) iniş alanlarını gösteriyordu.
Occam 'ın usturasının bazen söylemediği bir şey için eleştirildiği o lur.
Den eysel ku ramların dayand ıkları veriler her zaman yetersiz kalmaya mah-
kumdur (bkz. sf. 134 ). Belli bir miktar kanıt için h er z.aman birden fazla olası
açıklama vard ır. ilke daha basit açıklamanın doğru olduğunu ile ri sürmez,
sadece doğru olmasının daha muhtemel olduğunu, dolayısıyla da ha büyük
varsayımlarda bulunan bir alternatifi benimseyecek neden ler ortaya çıkana
Buna benzer şeki lde , diğer zihi n ler meselesi (bkz. sf. 44), yan i diğer in-
sanların zihinleri olduğunu nasıl biliyoruz meselesi, bazen usturanın te~
hamlesiyle kapı dışarı ediliverir: Çeşitli farklı açıklamalar mümkündür, ama
insanların bizimki gibi zihinleri olduğuna inanmak akla yatkındır çünkü
bize.len fa rklı olarak zihinlerinin o lmadığına inanmak, bizim d iğe r tüm in-
san lardan nc<lense farklı olduğumuz varsayımını gerektirir.
sini örnekler. Kendini iki saman balyasının olursa olsun bir şey yapmaktır, hangisini ya-
tam ortasında bulan eşek, bir balyayı ötekine pacağımızı akılla belirleyemesek bile.
ı ı ıı
Sanat Nedir? 1
Güzellik bakanın gözünde midir?
Estetik üzerine ilk akla gelen ve en temel gibi (bkz. sf. 52), güzelliğin gözlemciden ba-
sorun, güzelliğin
(ya da başka bir estetik ğımsız olarak "dünyada öylece" durmasının
değerin). atfedildiği nesnelerin gerçekten büsbütün tuhaf oluşu, bizi karşı-gerçekçi bir
"içinde" ya da "içsel" olup olmadığıdır. tavır almaya, yani güzelliğin aslında bakanın
olduğunu, bunun da bir kimsenin o güzel- salt bizim onu güzel bulmamızdan daha fazla
liğe ilişkin görüşlerinden ya da o güzelliğe bir şeyler olduğunu söyler gibidir.
tepkilerinden tümüyle bağımsız o l duğunu
savunur. Michelangelo'nun Davud heykeli Bu sezgilere bir destek Kant'ın evrensel ge-
onu değerlendirecek hiçbir insan var olma- çerlik düşüncesinden gelir: Estetik hükümler
saydı bile (hatta herkes onun çirkin olduğunu aslında sadece öznel tepkilerimize ve duy-
düşünseydi bile) güzel olurdu. Karşı-gerçekçi gularımıza dayanır. Yine de böyle tepkiler ve
(ya da öznelci) ise estetik değerin insanların duygular insan doğasında öyle köklüdür ki ev-
değerlendirme ve tepkilerine bağlı olduğuna rensel olarak geçerlidir - her normal insanın
inanır.
Ahlak değerlerinin nesnel mi öznel mi bu tepki ve duyguları paylaşacağını haklılıkla
tartışılan "kurumsal sanat teorisi"ni yansı tır. için gerekçeleri olmasını bekleriz. Eğer ge-
Buna göre sanat yapıtları, sanat dünyasının rekçeleri yoksa, görüşlerinin ne yararı vardır?
yetkili üyeleri (eleştirmen l er, galeri sorum- Gerekçeleri varsa biz de öğrenirsek daha iyi
l uları, sanatçıların kend ileri vb.) ta rafından b il gi l enmiş oluruz.
Aile benzerliği Batı felsefesinin Platon 'dan beri hiç bitmeyen b ir te-
ması tanım arayışı olmuştur. Sokratik diyaloglar gene l olarak önce bir soru
yöneltir - adalet n e<lir, bilgi nedir, güzellik nedir-son ra <la bir <lizi soru-yanıt
arac ılığıyla , konuşanl arın (söz<le bilgile rine rağme n) söz konusu kavram;
lan aslında açık seçik kavramad ığını göstermeye girişir. Ö rtük varsayım,
bir şeye ilişkin gerçek bilginin o şeyi tanımlayabilmeyc bağlı olduğudur ki
Sokrates'le ( Platon'un sözcüsü) tartışa nl arın beceremediği de bu<lur. A ma
bu paradoksal bir <lurumdur, çünkü bir kavramın tanımın ı veremeyen kişi o
kavramın ne olmadığının genel<le farkındadır; bu da hiç kuşkusuz kavramın
ne olduğunu belli bir düzeyde bilmesini gerektirir.
Sanat Nedir? 1
Sanat kavramı bizi böyle bir tabloyla karşı karşıya bırakır. "örtüşen ve çapraşan
Ne olduğunu bilir gibiyizdir, ama yine de bir şeyin sanat
benzerliklerin karmaşık
yapıtı sayılabilmesi için gerekli ve yeterli koşullan tanım
lamakta zorlanırız. Kafa karışıklığımız içinde, tanımlama bir ağını görüyoruz: bazen
işinin kendisini de yanlış mı algılıyoruz diye sormamız toptan benzerlikler, bazen
gerekir belki de. işbirliğine bir türlü yanaşmayan kav-
de ayrıntı benzerlikleri."
ramı tanımlama çabası, bir yaban kazı kovalamacısından
farksızdır. Ludwig Wittgenstein, 1953
37 Niyetçilik
Yanılgısı
Birçok kimse Richard Wagner'i gelmiş geçmiş en büyük bestecilerden biri
olarak görür. Yaratıcı dehasına kuşku yoktur; Bayreuth'taki "mabedine"
hiç durmadan gelen ziyaretçiler sanatçının müthiş yeteneğine ve bitme-
yen cazibesine tanıklık eder. Wagner'in son derece fena bir adam olduğu
da tartışma götürmez: İnanılmayacak derecede küstah ve saplantılı, baş
kalarım kullanmakta vicdansız, yakınlarına karşı sadakatsizdi. Zafiyet ve
kusurlarının listesi uzar gider. Görüşleri kişiliğinden de iticiydi: hoşgörü
süz, ırkçı, Yahudi karşıtı, Yahudilerin Almanya' dan kovulmasını savunan
ırksal temizliğin keskin savunucusu.
Peki bunların bir önemi var mı? Wagner'in kişiliğini, mizacını, inançla-
rınıvs. bilmemiz onun müzi ğin i anlayı p değerlend i rmemizi etkiler mi? Ru
türden bilgilerin, Wagner'in müzik yapıtları hakkında bilgi verd iği ya da
yapıtlarını etkilediği ölçüde anlamlı olduğunu söyleyebiliriz. Relli bir yapıu
üretmeye onu neyin ;evk ettiğini ya da ne niyetle yazdığını bilirsek, yapıtın
amaç ve anlamını belki daha iyi kavrarız. Ne var ki 20. yüzyı lın orraların<la
geliştirilen etkili bir eleştiri kuramına göre, bir yapıtın yorumlanmasında
yapıtın sadece nesnel niteliklerine odaklanmak gerekir. Dolayısıyla örneğin
yapıtın ait o lduğu ekol, tarihsel dönem gibi özellikleri dikkate alabiliriz ama
yaratıcısının biyografisi, geçm iş deneyimleri, yazma amacı, ne anlatmak iş
tediği ve hatta niyetini bile göz ardı ermemiz gerekir. Ru eleştiri okulundan
gelenler, yapıtı değerlemlirirken yaratıcısıyla ilgili bu gibi içsel bilgileri <lik-
kare almaya "niyetçilik yanılgısı" a<lını vermiştir.
Niyetçilik Yanılgısı 1
Kamusal yapıtlar N iyetçilik yanılgısı sanatın her alanında "sanatçının kendine
geçerl i olsa da aslen edebiyat clqtirileri için dil e geti rilmiştir.
özgü niyetlerinin
Terim ilk olarak W illiam Wimsatt ve Mon roe Beardslcy'n in
1946 tarihli bir denemesinde kullanıldı. W imsatt ve Bcardsley, bilinmesine gerek
1910'larda ABD'de ortaya çıkan Yeni Eleştiricil ik okulunun iki yoktur. Yapıt her şeyi
üyesiydi. Yen i Elc~Liricilerin başlıca ilgilend iği konu, ~iirlerin
söyler."
ve başka metinlerin hağımsız ve kendi kendine yelen birimler
o larak ele al ınması gerektiğidir. Şiirin anla mı sadece sözcüklere Susan Sontag
dayanarak belirlenmelidir; yaza rın açıklamaları, varsayılan veya
kendi ifade ettiği niyetleri yorumlama süreci için önemsizd ir. Bir ya pıt bi r
kez yayınlandı mı, artık yorumlanmasında yaza r da dahi l olmak üzere h iç
kimsenin ayrıcalıklı söz hakk ı ol madığı kamusal bir nesn e haline gelir.
Olympia (1936 Berlin Olimpiyatları hak- neğidir: "iyi sanat, ne kadar 'ah l aksız' da
kında) belgeselleri Nazi propagandaları olsa tümüyle erdemli bir şeydi r . İyi sanat
olmakla birlikte pek çokları tarafından ahlaksız olamaz. İyi sanat derken, doğru
teknik ve sanatsal açıdan fevkalade tanıklık eden sanatı kast ediyorum."
1' 1946
Niyetçilik yanı l gısı
Niyet ç ili k yan ılgısına dikkat çekmek sadece k uramsal b ir m esele <leğil<li;
edebiyat eleştirisin<leki egemen eği limleri dü zeltmesi he<lefleniyordu. El -
bette, "düzeltilmemiş" sı radan okurlar söz konusu olduğunda, bir metni
yorum l ar ken her türlü dışsal faktö rden etkilenmeye açığız<lır. Köle ticareti
üstüne b ir kitabı okurken, yazarın Afrikalı mı yoha Avrupalı mı olduğunu
olsun, üstadın yapıtı olmadığı için kopyayı temizlikçi gelsin ve kovayla paspasın aynıs ı nı
küçük görürüz. Ama yapıt köklerinden kopa- "sanat yapıtı"nın yanına koysun. Bu örnekte
rılınca, bu görüşler tümden hava cıva değil sanatsal değer, tamamen seçme ve sergi-
midir? Hatta kimileri "hava cıva" sözünün bile leme işleminde yatar. İki kovayla paspası
hafif kalacağ ın ı söyleyebilir: Orijinali kusursuz birbirinden ayıran başka hiçbir şey yoktur.
kopyaya tercih etmek, züppelik, doymazlık ve Peki sadece kovaların ve paspasların nesnel
fetişizmin terbiyesizliğinden başka bir şey de- özelliğini
göz önüne alacak olursak, gerçekten
ğildir. Niyetçilik yanılgısı bunun panzehridir, harhangi bir fark var m ıdır aralarında?
bize sanatın gerçek değerini hatırlatır.
Bu düşünceler sanata yönelik tavırlarımızı
Peki ya bir yaratıcı yoksa, dolayısıyla görmez- yeniden değerlend i rmemiz gerekebileceğini
den gelinecek niyetler de yoksa? Diyelim ki düşündürmektedir. Kralın yeni elbiselerin-
dalgaların milyonlarca rasgele yalayışı so- den başımızın dönmesi gibi gerçek bir tehlike
nunda bir tahta parçası, renk, doku, denge vardır.
Niyetçilik Yanılgısı 1
bilmekten etkilenmeyeceğimizi sanmak gerçekçi <leğil "Şiir, eleştirmene ait
<lir. Bunu bilmenin bizi etkilememesi gerektiği e lbette
değildir, yazara da ait
ayrı bir meseledir. Ayrıca bizi yaygın uygulamadan çok
uzaklara iten <lüşüncelere karşı şüpheci <lavnınmamız değildir (doğumuyla birlikte
<loğaldır. Hatta bir yazarın zihni ile yapıtı arasına yazardan kopar, yazarın
böyle kesin bir duvar örülmesinin arzu edilebilir olup
onunla ilgili niyetlerinin ve
olma<lığı bir yana, mümkün olup olmadığı da ayrı bir
Lanışmadır. Bir insanın eylemlerin i anlamaya çalışı r denetleme gücünün ötesine
ken kaçınılmaz olarak niyetleriyle ilgili varsayımlarda geçip dünyaya açılır). Şiir
bulunuruz. Bir sanat yapıtının yorumlanması da kıs
halka aittir."
men benzer varsayım lar ve çıkarımlar yapı imasına
bağlı değil midir? Sonuç olarak, yazar veya sanatçının William Wimsatt ve
yapıtının hangi anlamı taşımasına niyet ettiğinin yapı Monroe Beardsley, 1946
tın gerçekte hangi anlamı taşıd ı ğıyla bağıntısız olduğu
düşüncesi yenilir yutulur gibi <leğildir.
38 Tasarım
Argümanı
"Çevrenize şöyle bir bakın: bütününü ve her parçasını seyredin. Sonsuz
sayıda daha küçük makinelere bölünmüş koca bir makineden başka
bir şey olmadığım göreceksiniz; o küçük makineler de insanoğlunun
duyulan ve yetilerinin izleyip açıklayamayacağı ölçüde alt birimlere bö-
lünmüştür. Bütün bu çeşitli makineler, hatta onların en küçük parçalan,
anlan seyreden herkesi hayranlık içinde bırakacak bir titizlikle birbirine
göre ayarlanmıştır. Doğanın her bir köşesinde araçların amaçlara ilginç
biçimde hep uyması, insanoğlunun tasarımlarına benzer; ancak do-
ğadaki tasarımlar, insanın düşünceleri, bilgeliği ve zekasının çok daha
ötesindedir ...
• Kıyas argümanına göre iki şey belli açılarda n yeterince birbirine be nzi-
yorsa, d iğer bilinmeyen açılardan da benzediklerini va rsaymaya hakkımız
vardır. İnsanlar ve şempa nzeler fiz yoloji ve davranış açısından birbirle-
rine yeterince benzedikleri için, şempanzelerin de tıpkı bizler gibi acı gibi
duygul arı hissettiğini (asla kesinkes bilemesek de ) varsayabiliriz. Kıyas ar-
gümanının gücü, kıyaslana n şeyler arasındaki benzerlik derecesine bağlıdı r.
A ncak insan yapımı nesne ler (örneğin kame ra) ile doğal nesneler (örneğin
memelilerin gözleri) arasındaki benzerlikle r aslında nispeten azdır, dolayı
sıyla aralarında benzerlik kurarak vard ığımız sonuçlar da buna paralel olarak
zayıftır.
• Tasarım argü manı soruyu bir adım geriye görürmekten başka bir şey yap-
mıyormu ş gibi görünmektedir. Evrenin gü zelli ği ve düzeni bir tasa rım cı
gerektiriyorsa, bu evren artı ardındaki mimar daha da fazlasını gerektirmez
mi ? Eğer bir rasarımcı gerekiyorsa, bir de unu tasarlayacak bir über-tasarııncı'
gerekir, sonra da bir über-über- rasarımcı, sonra da . . . Dolayısıyla bu sürekli
bir adım geriye gidiş, kozmolojik argümanın tam göbeğinde yer alırken (bkz.
sf. 156), tasarım argümanının başına bela o lur.
hiptir ki, muazzam bir kudrete sahip bir akıl gerçekleşmiş olmasıdır.
tarafından belirlenmiş olmalıdır. Ama düşük
gere k ka lm ayacak şekil<lc b irebir açıkladığı şeylerd ir. İlahi saatçi görünüşe
bakı l ırsa işini kör saatçiye kaptırmıştır.
• Tasarım argümanını kabul etsek bile, bunun tek b ir kad ir-i mutla k Tanrı
anlayışını ne kadar desteklediği tartı~malı<lır. Doğadaki pek çok "eser" b ir
kurul tarafın<lan tasarlandıkla rını akla getirebilir. Bu <lurum<la bir tanrıla r
kurulun a ih tiyaç duyabiliriz ve kuşkusuz tek b ir tanrıyla sınırlı değiliz. Ne-
re<leyse h e r doğa l nesn e, gene l olarak n e kad a r büyüleyici olsa d a, ayrıntıda
kusurla r barın<l ırır. Kusurlu tasarımla r, kusu rlu ( kadir-i mutlak o lmayan )
bi r rasarımcının göstergesi <leğil mid ir? Genel o larak d ünya<laki kötülüğün
miktarı, bu kötülüğün kaynağı o la n nesn e le r in yaratıcısının ahlakı konu-
sunda şüphe uyan<lırır. Ayrıca tasarımcının, n e kad ar iyi b ir iş ç ıkarm ış
o lu rsa o lsun , h §l§ h ayatta o l<luğunu varsaym a k iç in b ir n eden yoktur.
Aslında kozmolojik argüman, tek bir argüman değil, hir argüman ailesi ya
da çcşi<lidir; ama tüm türevleri hiçim açısından hirbirine benzer ve aynı
mancığa dayanır. Hepsi de aynı görgül (ampirik) temel üzerine kuruludur:
Var olan her şeye neden olan başka hir şey vardır (bkz. kutucuk). Bu haşka
bir şeye <le neden olan yine başbı bir şey vardı r ve bu böyle uzayı p gider. Sü-
rekli bir adım geriye gitmemek için öyle hir şey olmal ı ki, ona ne<len o lan,
onu doğuran hiçbir şey olmamalı. işte hu her şeyin ilk nedeni ama kendisi
nedensiz (ya da kendinden nedenli) olan şey Tanrı'<lır.
günümüzden yaklaşık 13 milyar yıl ön ce meyd a na gelerek evrenin "Deneyimimiz, bir ilk
doğmasına yol açan patlama sonuc unda enerji, m adde ve h atta
neden için argüman
zaman o rtaya çıkmıştır. A ma bunun pek b ir yararı o lmaz; sadece
soruyu te krar ve başka b içimde dile getirmeye mecbur eder bizi: sağlamak yerine
Büyük Pa d a ma'ya ne (ya da k im ) neden o ldu? isteksiz durmayı
tercih eder."
Karmaşadan düzen çıkartmak Koz mo lo j ik
argümanın cazip tarafı çok iyi bir soruya yanıt sağlamasıdır. En J.S. Mill, 1870
azından çok iyi gib i görün en ve kuşkusuz çok doğal bir soruya:
Neden b izler (ve evre nin geri kalanı) varız ? Kozmo lojik a rgüman iyi bir
y:rn ı t verir mi ? Bu ko nuda kuşku duymak iç in birJe n çok ne de nimi z va r.
•r -1260
Kozmolojik argüman
· 1670
İman v e a kı l
1739
Bilim ve sahte-bilim
1 Din
Boşlukların tanrısı
Tarihsel olarak, insanoğlunun anlayışı ve seçilimle türlerin evrimini ortaya koyma-
bilgisiyle kavrayabildiğinin ötesinde yer dan önce, doğa aleminde göze çarpan ve
alan doğa olaylarını açıklamak için çoğun görunüşte açıklanamaz nitelikteki düzen ve
lukla tanrı ya da tanrılara başvurulmuştur. tasarımı açıklamak için "bollukl arın tanrı sı"
Söz gelim i, gök gürlemesi ve şimşek gibi ileri sürülüyordu (bkz. sf. 152). Kozmolo-
meteorolojik olayların fiziksel nedenleri- jik argüman söz konusu olduğunda Tanrı ,
nin anlaşılmadığı bir dönemde bu olayları insan anlayışının en uzak köşesine çekilmiştir
tanrının işi ya da memnun iyetsizliği olarak - evrenin doğuşuna ve zamanın ta başlan
açıklamak yaygındı. gıcına. Böylesine tahkim edilmiş bir yerde
• Görünüşe bakılırsa, argümanın ana öncülü (her ~eye neden olan bir başka
şey vardır) sonucuyla çelişir (nedeni olmayan bir şey vardır: Tanrı ). Bundan
kaçınmak için, Tanrı'nın "her şey"in kapsamının dışında olması gerekir. Bu,
durumda "her şey'', "doğllllaki her şey" gibi bir anlama gelmelidir. Bir başka
deyişle, Tanrı doğaüstü olmalıdır. A rgümanın bizi götüreceği tahmin edilen
vargıya w ten inananlar için hu tatminkar bir sonuç o labilir. Ama ötekiler,
ya ni ikna edilmeye ihtiyacı olanlar için hu durum gizeme daha da ekleme
yapar ve argü manın temelinin aslında tutarsız ya da anlaşılmaz olduğu yo-
lundaki şüpheyi körükler.
• Nedenler zincirinin bir yerde bitmesi gerektiğini kabul etsek bile, ne-
densiz olan ya <la kendinden nedenli olan ~ey neden evrenin ta kendisi
olamasın? Kendi kendisinin nedeni olma düşüncesi kabul edilirse Tanrı
gereksiz hale gelir.
40 Ontolojik
Argüman
Bir an durup, hayal edilebilecek en mükemmel kaju fıstığını zihninizdeki
tat hücrelerinde canlandırmaya çalışın: Dolgun bir yapısı, zarif kıvrımlan
var; hafif tuzlu, en önemlisi de dokusu - ağzınızda ufalanıp sütlü, hamu-
rumsu, lezzetli bir püreye dönüşüyor. Kusursuz kaju fıstığını meydana
getiren bütün nitelikler mükemmellik derecesinde mevcut. Mmmm. Net
bir şekilde canlandı mı zihninizde? Şimdi iyi haberi verelim. Böyle bir
fıstık var: fıstıksal mükemmelliklerin en yüksek derecesini bünyesinde
toplayan enfes kaju gerçekten var!
Çünkü ne <le olsa zih nimiz<leki kaju fıstığı, aklın ala b ileceği en mükemmel
kaju fıstığı . Gerçekte var olan hir fıstık, sadece zihin<le var olan fıstıktan
hiç kuşkusuz daha mükemmeldir. Öyleyse eğer <lüşündüğümüz fıstık sadece
zih in lerimiz<le var olsay<lı, daha mükemmel bir fıstığı <lü~ünebilirdik: zi-
hinlerimizde ve gerçek hayatta var olan fıstığı. Ama bu durumda aklımızın
alabileceği en mükemmel fıstıktan <laha mükemmelini aklımızda canlandır
dığı mıza göre bir çel işki <loğmuş olurdu. Öyleyse zihnimizdeki fıstık -aklın
alabileceği en mükemmel bıju fıstığı- gerçekten vardır: Kusursuz fıstık var
olmalıdır, yoksa kusursuz olmazdı.
bir va rlıktır. Tanrı 'yı bu şekilde kolaylıkla tasavvur ettiğimize göre, Tanrı
b ir idea o larnk zihinlerim izde va r olmalıd ır. A ma sadece zihinlerimizde var
olsay<lı, <lah a büyük b ir varlığı t asavvur ed ebilirdik - yani h em zihinleri-
m izde hem de gerçekte var olan bir varlığı. Öyleyse bir çelişki doğmaması
için, Tanrı sadece zihinlerimizde değil gerçekte de var olm al ıd ı r.
cesi üzerinde döner. Eğer bu aslında mümkün bir tanrı böyle varlıkların var olabilmesi o la-
değilse -Tanrı kavram ı nın anlaşılmaz ya da nağın ı dışlar. Görünüşe bakılırsa her şeyi
tutarsız olduğu ortaya çıkarsa- tüm argüman bilme ve her şeye gücü yetme aynı varlıkta
güme gider. Eğer argüman geleneksel olarak ayn ı anda mevcut olamaz. Geleneksel Tanrı
tasavur edildiği haliyle (her şeyi bilen, her görüşü için epey bir başa{ırısıdır bu. Gele-
şeye gücü yeten vb.) Tanrı'nın varlığını kanıt neksel anlamda tasavvur edilmiş bir Tanrı
layacaksa, bu nitelikler tek tek tutarlı olmalı düşüncesinin tutarl ı olup olmadığı konu-
ve birbiriyle uyuşmalı, ayrıca Tanrı ' da her biri sundaki benzer kaygılar kötülük probleminin
olabilecek en yüksek derecede bulunmalıdır. kökeninde yer alır (bkz. sf. 164).
Ontolojik itirazlar Tıpkı kozmo lojik argüman gibi, onto lojik argü-
man da aslında tek b ir ana düşünceyi paylaşan argümanlar ailesid ir. l lepsi
de aynı <len;cede hırslıdır; Tanrı'nın zorunluluk gereği var olduğunu kanıt
lam a idd iasındadırlar. Peki am a geçerlilikle ri var mıd ı r? D urum karmaşık,
çü nkü argümanın farklı türevleri farklı eleştirilere açıktır. A n selmo bile
aynı yapıt için de iki ayrı versiyon ileri sürmüştür. Yuka rıda verdiğimiz A n -
selm o'nun ilk formü lasyonu ve argüm anın klasik ifadesi, birbiriyle ilişkili
ik i h ücum hattına karş ı savunm asızd ı r.
Anselmo'yu ilk eleştirenler<len biri Gau nilo adında, Fransa'<laki Marmo ut ier
manastırından çağdaşı bir keşişti. Gaunilo'nun endişesi, ontolo jik argüma-
nın herhangi bir şeyin var olduğunu kanlllamakta kull::ınılabileceğiydi. Onuı~
örneği kusursuz bir ad a idi am a argüman kaju fıstıkları için ya da denizkızları
ya da at-a<lamlar gib i va r o lmayan şeyler iç in de pek iyi işl iyordu. Açıkçası
eğer bir argüman var o lmayan şeylerin varlı ğını ka nırlayabiliyorsa , başı çok
fen a dertte demektir. O ncoloj ik argümanın savunucusu bu saldırıya ka rşı
koym ak iç in Tanrı'nın neden özel bir durum olduğunu - kaju fıstıklarından
h an g i açıla rda n değişiklik gösterdiğini- aç ıklamal ıdır. Kimileri Tanrı'yı
büyük yapan niteliklerin, ya da "mükemmelliklerin", müke mmelleş meye
uygun olduğunu (ilkesel açıdan en yüksek d ereceye ul aşmaya muktedir
olduğunu) , ama mükemmel kaju fıstığının özelliklerinin böyle olmadığını
OntoloJlk Argüman 1
ileri sürer. Eğer Tanrı, aklın alabileceği her şeyi yapabiliyunıa, mantıken a~ı
lamayacak derecede kadir-i mutlaktı r; oysa mükemmel kaju dolgun bir kaju
ise, <laha dolgun ve dolayısıyla <laha mükemmel bir kaju tasavvur etmek
daima mümkündür. Öyleyse, akim alabileceği en mükemmel kaju <lü~üncesi
-aklın alabi leceği en mükemmel varlığın, yani Tanrı'nın aksine- tutarsız
dır. Bunun bir alt-sonucu şudur ki, eğer Anselmo'nun argüman ı geçerli
olacaksa, Tanrı kavramı baştan aşağı böyle mükcmmelleştirilebilir nitelik-
lerden meydana gelmelidir. işin ironik yanı, hu nitelikler arasındaki apaçık
uyuşmazlık, Tanrı kavramının kendisini <le tutarsız kılma tch<li<lini içerir
ve ontolojik argümanın bütün versiyonlarının altını oyar (bkz. kutucuk).
41 Kötülük
. .
Problemi
Açlık, cinayet, deprem, salgın hastalık - milyonlarca insanın geleceği
karartılmış, genç hayatlar boşu boşuna söndürülmüş, çocuklar anasız,
babasız ve çaresiz bırakılmış, gençler de yaşlılar da acıyla can veriyor.
Parmaklannızı şaklatıp bu sefaletler dizisini sona erdirebilecek beceri-
niz olsaydı, gidişatı durdurmamak için ancak kalpsiz bir canavar olmanız
gerekirdi. Ne var ki her şeyi bir anda kenara süpürebilecek bir varlık ol-
duğu ileri sürülüyor; kudreti, bilgisi ve ahlak üstünlüğü sınırsız bir varlık:
Tann. Kötülük her yerde, peki ama, tanımı gereği, ona son verme kapasi-
tesi olan bir tannyla nasıl yan yana var olabiliyor bu kötülük? Bu çetrefil
soru "kötülük problemi" denen meselenin özüdür.
3 milyondan fazla insan vunduğu gibi kötü lük diye bir şeyin olmadığını iddia etmek
da Tanrı'ya inanmanın akı l dışı olduğu ileri da mümkün olduğunu göstererek çürütülür.
sürülür. Kanıta dayalı versiyon ise aslında ta- Kanıta dayalı versiyon ise, teistin önüne daha
sarım argümanının tersyüz edilmesidir (bkz. büyük bir zorluk koyar; onu dünyadaki tüm
sf. 152): Dünyadaki bitmek bilmez dehşetle bu kötülüklerden nasıl daha yüksek bir fayda
rin, her şeye gücü yeten, her şeyi seven bir çıktığını açıklamaya davet eder.
Kötülük Problemı 1
numaralı önermeye saldırıda bulunulur, Tanrı'nın neden
her zaman acı ve ızdırabı ortadan kaldırmayı seçmesi ge·
'
rekmediğinin "ahlaksal açıdan yeterli gerekçeleri" olduğu 2005'in Mart ayında
öne sürülür. Bu düşüncenin altında yatan varsayım da, Florida'da dokuz
Tanrı'nın öyle bir seçim yapmasının, uzun vadede bizim yaşındaki ]essıca
lehimize olduğudur. Uzun sözün kısası, dünyada meydana Lunsford'un yarı çürümüş
gelen kötülükler aslında iyidir: O kötülükler meydana cesedi küçük bir çukurda
gelmemiş olsaydı bizim için sonuçlar daha kütü ulurdu. bulundu. Cinsel suçtan
8abıkalı 46 yaşındaki
Peki insanoğlunun acı ve ızdırabı pahasına hangi daha ]uhn Cuuey tarafından
büyük iyilikler kaza n ılacak? Muhtemelen en güçlü yanıt birkaç hafta önce kaçırılıp
"özgür irade savunması"dır. Buna göre dünyada çekilen
tecavüz edilen küçük kız
ızdırap, eylemlerimizde hakiki seçimler yapma özgürlüğü
diri diri gömülmüştü.
müz için ödediğimiz bedeldir - hem de ödenmeye değer
bir bedel (bkz. sf. 168). Bir başka önemli düşünce, gerçek
ahlaksal karakter ve erdemin, insanoğlunun ız<lırap ör-
sünde dövüldüğüdür: Aziz ya da kahramanın gerçek değerinin parlaması,
ancak husumeti alt etmesi, ezilene yardım etmesi, desporn k::ırşı çıkması vs.
ile olabi lir. Kötülük problemine önerilen çözümler, insanoğlunun çektiği
acıların gelişigüzel dağılımı ve büyüklüğünü açıklamakta zorlanır. Çoğun
lukla en fazla acıyı suçsuzlar çeker, kötüler ise çizik bile almadan kurtulur.
Çekilen ızd ı rabın miktarı, karakter terbiyesi için gereken makul miktarların
kat be kat üstüne çıkar. Bu kadar korkunç ac ı hır bırşısında, teistin son
başvurduğu çare "Tanrı'nın işine akıl sır ermez" demektir. Yani her şeye
gücü yeten, her şeyi bilen bir tanrının amaç ve niyetlerini tahmin etmeye
çalışmak, biz yarım akıllılar için küstahl ık ve cüretkarlıktır. Runa imana
başvurma denir: ilahi iradenin işleyişini açıklamak için mantığa başvurma
nın yanl ış olduğu, bu gibi şeylere mantıktan bağımsız olarak iman edilmesi
gerektiği düşüncesi. ikna olmamışların gözünde argümanın bu haliyle bir
önem taşıması mümkün değildir.
Kötülüğün kendini sürekli gösteren varlığı -etrafımızı saran ı,,ıünlük acı ve ız
dırap tablosu-eğer bir tanrı varsa, onun Yahudi-Hıristiyan geleneğinde tasvir
c<lilen mükemmel varlıktan çok uzak olduğunu düşündü rür. Korkunç şeylerin
meydana gelmesini önlemeye gönlü ya da yeteneği olmayan bir tanrı tasviri,
tapınmak şöyle
<lursun, saygımıza dahi layık olmayan bir varlığı çağrıştırır.
Bu iti raza karşı koyacak girişimlerin, ahlaki açı<lan mükemmel bir tanrının,
kötülüğün var olmasına her şeye rağmen izin vermeyi neden seçtiğine dair
geçerli nedenler sunması gerekir. Tarihsel açıdan en popüler ve iz bırakan
öneri, "özgür irade savunması"dır. Hakiki seçimler yapma özgürlüğümüz,
gerçek ahlaki değer taşıyan hayatlar sürmemizi ve Tanrı'yla derin bir sevgi
ve güven ilişkisine girmem izi sağlar. Ama özgürlüğümüzü kötüye kullanıp '
yanlış seçimler yapabiliriz. Bu almaya <lcğcr bir risk, ö<lemeye değer bir
be<lel<li; Tanrı bize ahlaksız o lma ihtimalin i sun masayd ı , daha büyük bir
armağand an olurduk ki o da ahlaklı ol mayı seçme irademizdir.
Popüler kültürde
2002 yapımı Azınl ı k Rapo ru filminde Tom inanılmaktad ı r. Suçlama Anderton' un ken-
Cruise, ABD b aş ke nti Wash ingto n' daki disine yö neltild iğ inde
po lis şefi bir kaçağa
"suç-öncesi " bölümünde çalışan polis şefi dönüşür;cinayet işleyebileceğine inanmaz. En
John Anderton rolündedir. Anderton katil- sonunda suç-öncesi bölümü itibarını kaybeder,
leri suçu işlemeden önce tutuklamaktadır, onunla birlikte determinizm de gözden düşer.
çünkü potansiyel suçluların eylemlerinin Seyircilerin özgür iradeye olan inanc ı da böy-
önceden kesin olarak tahmin edilebildiğine lece sarsılmamış olur.
durumu tarafından zorunlu kılınmış ya da olmalarıdır. Bu anlamda özgür bir eylem nor-
belirlenmiştir, ki o durum da kendinden bir mal ahlaksal değerlendirmeye tabidir.
önceki tarafından belirlenmiştir. Ama eğer
bütün eylemlerimiz ve seçimlerimiz, bu •Özgürlükçüler
şekilde geriye dol'jru uzanan, hatta doğu determinizmin özgür iradeyle bağdaşma
mumuzdan önceki bir zamana uzanan bir dığını düşünür ve bu yüzden determinizmi
dizi olayla belirlenmişse, bu eylemleri ve reddederler. Onlara göre yumuşak determi-
seçimleri özgür irademizle dilediğimiz gibi nistin, "istesek başka türlü davranabilirdik"
yaptığımızı nasıl söyleyebiliriz? Ve bu eylem şeklindeki düşüncesi boştur, çünkü öyle bir
İman körü körüne olabilir ama yalnızca bir inanç meselesi değildir. İmanı
aklın üstünde tutan görüşe "imancılık (fideizm)" denir. lmancı, imanın
gerçeğe giden alternatif bir yol olduğunu, dinsel inanç söz konusu oldu-
ğundaysa doğru yol olduğunu savunur. İman, gönüllü bir teslimiyet halidir
ve ancak Tanrı'nın lütfuyla kazanılabilir. Bununla birlikte yine de kişinin
samimi bir irade göstermesini gerektirir. Filozoflar ise dinsel i nancın akılcı
bir değerlendirmesini yapmanın peşindedir; kanıtları tartarak buna göre bir
sonuca ulaşmak isterler. Görünüşe bakılırsa imancı ve felsefeci, tamamen,
farklı iki yolda yürümektedir. Peki ortak payda ları yok gibi gözüken böylesi
bir durumda, herhangi bir anlaşma ya da uzlaşma olasılığı var mıdır?
Tanrı 'ya inanmaya giden tam anlamıyla akılcı bir "Hıristiyanlığı gerçeklerden
yol olsaydı , imana gerek olmazdı , ama akıl bu doğ daha çok severek yola koyulan
rulamay ı sağlayamadığı için iman devreye girer ve
boşluğu doldurur. İnanan kişinin sergilemesi gere- kişi, bir süre sonra kendi
ken irade, i manın kazanılmasına ahlaki bir fazilet mezhebini Hıristiyanlıktan daha
ekler. Sorgulamadan gösterilen bağlıl ık -en azın çok sevmeye başlayacak, en
dan o bağlılığı paylaşan kişil erin gözünde- samimi
ve mütevazı di ndarlık o larak takdi r edilir. İmanın sonunda da hepsinden çok
bazı cazibeleri kolayca görülebilir: hayatın anlamı kendini sevecektir."
bellidir, çekilen acıların bir tesellisi vardır, in anan- Samuel Taylor Coleridge, 1825
lar ölümden sonra daha iyi bir şeyi n kendilerini
beklediğini bilerek avunur vs. Dinsel inanç özümüzde var olan pek çok ilkel
iht iyaç ve kaygılara açık yan ı tlar sağlar. Birçok insanın d insel bir yaşam
biçimi benimseyerek kendin i gelişti rmiş, hatta dönüşüm geçirmiş olduğu
yadsın amaz. Dinin simge ve motifleri, neredeyse sınırsız sanatsal esin ve
kültürel zenginlik sağlamıştır.
~. 1670 1739
iman ve akıl Bilim ve sahte bilim
Pascal'ın kuman
Diyelim ki Tanrı ' nın varlığına ilişkin kanıt l arı olur. Tanrı'ya inanmak konusunda "Pascal ' ın
ikna edici bulmadık. Ne yapmalıyız? Tanr ı 'ya kumarı adıyla" bilinen bu zekice argüman,
inanabilir ya da inanmayabiliriz. Eğer inan- Blaise Pascal tarafından 1670 tarihli Düşünce
mayı tercih edersek ve haklı çı karsak (yani ler adlı yapıtında ileri sürülmüştü. Zekiceydi
Tanrı varsa) sonsuz mutluluğu kazanırız. Eğer belki ama kusurluydu. Argümanın apaçık bir
haksız çıkarsak pek fazla bir kaybımız olmaz. sorunu, insanın alacağı bir kararla inanabile-
Öte yandan, inanmamayı tercih edersek ve ceğini sanmasıydı. Halbuki inanç böyle bir şey
haklı çıkarsak(yani Tanrı yoksa) hiçbir şey değ i ldir. Daha da beteri, argümana başlarken
kaybetmeyiz ama fazla bir şey de kazanmayız. Tanrı'nın var olup olmadığını bilmediğimizi
Ama eğer haksız çıkarsak muazzam bir kaybı kabul ettiğimizegöre, neyi sevip neyi sev-
mız olur - en iyi ihtimalle sonsuz mutluluğu mediğini nereden bileceğiz? İnanacağımız
elimizden kaç ı rmış oluruz, en kötü ihtimalle Tanrı hangi dinin tanrısı? Ya Tanrı kendisine
sonsuz cehennem azabına mahkum oluruz. tapınmayanlara anlayış gösteriyor, ama sırf
Kazanacak şey bu kadar çok, kaybedecek şey çıkarlarını düşünerek kendisine inanma yö-
bu kadar az olduğuna göre Tanrı ' nın var ol- nünde kumar oynayan hesapçı tiplerden hiç
duğunu düşünerek hareket etmemek enayilik hoşlanmıyorsa?
44 Pozitifve
bJegatif
Ozgürlük
Hemen herkesin üzerinde görüş birliğine vardığı konulardan biri olan
özgürlük, en önemli siyasal ideallerden biri, belki de en önemlisidir.
Ama özgürlük aynı zamanda neredeyse herkesin üzerinde görüş ayrılığı
içinde olduğu bir konudur. Ne kadar özgürlüğümüz olmalı? Özgürlüğün
büyüyüp serpilmesi için kısıtlama gerekli mi? Sizin bir şey yapma özgür-
lüğünüz benim başka bir şey yapma özgürlüğüme aykın düşerse bunları
nasıl uzlaştırabiliriz?
İki farklı özgürlük kavramı George önünde bir kadeh breruliyle otu-
ruyor. Kafasına silııh dnğrulcu/J içki içmesini söyleyen kimse yok. Baskı ve engel '
yok; onu ne içmeye zorlayan bir şey var, ne de içmemeye. Canı nasıl isterse öyle
yapma özgürlüğüne sahip. Ama George bir alkolik. Kerulisi için bunun kötü ol-
duRıtnu biliyor; içmenin kendisini öldürebileceğini ı:le biliyor. Dostlarını, ailesini,
Poziti1 ve Negatif Özgürlük 1
çocuklarını, i~ini, itibarını, haysiyetini yitirebilir ... ama kendini tutamıyor.
Titreyen elini uzan/ı kadehi dudaklarına götürüyor.
Burada çok farkl ı iki tür özgürlük söz konusu. Özgürlüğü dışsal bir kısıtlama
nın ya <la baskının yokluğu olarak düşünürüz çoğu zaman. istediğimiz şeyi
yapmamızı önleyen bir engel olmadıkça özgürüzdür. Beri in huna "negatif öz-
gürlük" adını verir. Negatiftir, çünkü o lmayan bir şeyle tanımlanır: herhangi
bir ~mırlama ya <la <lış müdahalenin olmamasıyla. Bu an lamda içkici George
tümüyle özgürdür. Ama içmemesinin daha iyi olacağını bilse de tutamm
kendini. Kendisine ram anlamıyla hakim değildir; kaderi tümüyle kendi elle-
rinde değildir. Kendini alıkoyamadığı oranda seçeneksizdir ve özgür değildir.
George'da eksik olan şey, Berlin'in "pozitif özgürlük" adını verdiği şeydir. Po-
zitiftir, çünkü özgür olmak için mevcut olması gereken bir şeyle tanımlanır:
öz<lenetim, özerklik (kendi kendini yönetebilme), akla ve çıkarlara uygun
şekilde hareket edebilme iradesi. George bu açıdan özgür değildir.
1959 1971
Pozitif ve negatif özgürlük Fark ilkesi
1 Siyaset, Adalet ve Toplum
45 Fark İlkesi
İnsan toplumlarının dinamikleri inanılmaz karmaşıktır, ama genel olarak
adil toplumlann adil olmayanlardan daha istikrarlı ve daha uzun ömürlü
olduğunu varsayabiliriz. Bir toplumun üyeleri, toplumu bir arada tutan
kurallara uymanın ve toplumun kurumlarım yaşatmanın adil olduğuna
inanmalıdır. Peki toplumun adil olmasını sağlamak için toplumun yük-
lerini ve faydalarım üyeleri arasında nasıl dağıtmak gerekir?
Gerçek bir adil dağılımın ancak tüm malların eşit dağıulmasıyla sağla
nabileceğini <lüşünebilirsiniz. Ne var ki eşitlik farklı anlamlara gelebilir.
Toplumun sunduğu servet ve kazançlardan herkesin eşit pay alacağı ve sı
kıntı ları omuzlarına e~it miktarda yükleneceği bir eşitliği mi kast ediyoruz?
Ama bazı insa nların omuzları diğelerinden daha geniş ve güçlüdür. Toplum,
bazı üyelerin daha büyük çaba ortaya koyması sayesinde <laha çok yarar
sağlayabilir. Eğer bazı insanlar daha fazla çaba harcamaya istekliyse, kazanç-
lardan da daha büyük pay almaları akla yatkın <leğil midir? Aksi takdirde
daha büyük doğal yeteneklere sahip o lanlar bu yeteneklerini tam anlamıyla
kullanmayabilir; bundan zarar eden de yine toplumun kendisi olur. Öyleyse
önemli olan belki de fırsat eşitliği<lir; öyle ki bazıları fırsatları daha fazla
değerlendirse ve böylece daha fazla kazanç elde etse bile, toplum<laki herkes
refaha ulaşmak iç in aynı fırsatlara sahip olur.
ABD'li filozof John Rawls, 1971 tarihli Bir Adalet Kuramı a<llı yapıtında
toplumsal adalet ve eşitlik konusundaki tartışmaya büyük erki yaratan bir
katkıda bulundu. Kuramının odağın<la "fark ilkesi" denen şey yatıyordu.
Buna göre toplumdaki bir eşitsizliğin haklı görülebilmesi için, toplumun
en dezavantajlı üyelerinin alternatif uygulamalara oranla daha iyi duruın<la
Leviathan
Fark hkesı
yorumlarından gelir (bkz. sf. 69). Faydacı bakış açısına göre, bir
yöntem net faydayı (ör. mutluluğu) artırıyorsa iyidir. Dolayısıyla bir
azınlığa çok büyük bir fayda sağlayacaksa çoğunluğun çıkarları feda
edilebilir, ya da çoğunluğa yeterli kazanç sağlayacaksa bir azınlık
için çok büyük miktarda kayıp hakkaniyetli kabul edilebilir. Bu ola-
sılıkların ikisi de Rawls'un fark ilkesiyle bertaraf edilecektir, çünkü
fark ilkesi en dezavantajlı durumdakilerin çıkarlarının bu şekilde
feda edilmesini yasaklar.
Bir başka önemli fark ise faydacıların herkesin çıkarlarını ayrı ayrı
gözetmek gibi bir dertleri olmamasıdır. Herkesin çıkarları bir ha-
vuzda toplanır ve toplamda en fazla fayda sağlayan yoldan gidilir.
Rawls'çular ise önemi bireylere verir. Bu yüzden fark ilkesi, insanın
gelecekte sahip olacağı konumu bilmemesi gerçeğine karşı bir si-
gorta sağlar.
olması gere kir. Rawls'un ilkesi, hem olumlu he m de olumsuz pek çok e l eş
tiriye yol açmıştır; siyasa l ye lpaze için<leki çeşitli ideolojik pozbyonları
desteklemek için (Rawls'un h er za ma n hoş karşılamayacağı şekilde) bu il-
keye başvurulmuştur.
At ve serçe ekonomisi
Rawls'un fa rk ilkesi, eşitsiz l iğin herkese neden o ldu. Nitekim 1980'1erdeki Reagan
yarar sa ğ l a madığ ı durumla rda eşitliği uygun ve Thatcher iktidarlarının "damlama ekono-
görür, böylece bir grubun ç ıkarının bir başka mis i" zaman zaman Rawls' un kuramından
grubunkine bağım lı olmasına izin vermez. Ne deste k a lmıştı. Damlama ekonomisine göre
var ki fark ilkesi, yarar sağlayan çeşitli kişi ya en zenginle re uygulanan vergi indirimi daha
da grupların görece kazançl arı konusunda bir faz la yat ı rıma ve ekonomik büyümeye yol
şey söylemez, do layısıyla kötü durumdakiler açacak, bu da aşağ ıya doğru, kötü durum-
için küçücük bir iyileştirme, toplumun refa- dakilere damlayacaktı. İ ktisatçı J.K. Galbra ith
hından aslan payı n ı alanlarda çok büyük bir bu iddiayı küçümseyerek "at ve serçe eko-
kaybı haklı çıkartacaktır. Bu durum, Rawls'un nomisi" diye tanımlamı ştı : "Atlara çok yulaf
kendi eşitl ikçi tavrından çok çok uzak bazı yedirirseniz, geriden çıkan bir miktar da ser-
kimselerin onun ilkesine başvurmasına çele ri beslemeye ya rayacaktır. "
Fark İlkesı 1
"Fark ilkesi şu açıdan son derece eşitlikçi bir
görüştür ki, iki kişiyi de daha iyi duruma getirecek
bir dağılım olmadıkça ... eşit dağılım tercih edilir."
John Rawls, 1971
.46 leviathan
"İnsanlar hepsini birden korku altında tutacak ortak bir güç olmadan
yaşadıkları zaman, savaş denilen durumda olurlar; ve bu savaş herkesin
herkese karşı savaşıdır . . . Böyle bir ortamda, çalışmaya yer yoktur; çünkü
meyvesi belli değildir; ve dolayısıyla toprağın işlenmesine de yer yoktur;
denizcilik de olmaz, denizden ithal edilecek malların kullanımı da olmaz;
ferah binalar da olmaz; büyük güç gerektiren ulaşım ve taşıma araçları
da olmaz; yeryüzü hakkında bilgelik de olmaz; zamanın hesabı da, sanat
da, yazı da, toplum da olmaz; ve hepsinden kötüsü, sürekli bir korku ve
vahşice öldürülme tehlikesi olur; ve insanın hayatı, yalnız, yoksul, çirkin,
hayvani ve kısa olur."
Leviathan
Levlathan
Toplum sözleşmeleri
Bir devletin işleyişini anlamak için yasal sözl e şmeyi örnek alma düşüncesi
Hobbes'dan beri çeşitli filozoflara cazip gelmiştir. Bir sözleşme yapmak,
sözleşmeye taraf olana birtakım haklar verir ve ödevler dayatır. Bir devle-
tin yurttaşları ile o devleti denetiminde tutan yetkili makamlar arasında var
olan haklar ve ödevler sisteminin altında da paralel bir meşruiyet bulun-
duğu düşünülebilir. Peki tam olarak ne tür bir sözleşme kast edilmektedir
burada? Yurttaş ile devlet arasında gerçek bir sözleşme yoktur elbette;
sivil toplum olmadığında var o l acağı hayal edilen "doğadaki durum" da
yine varsayımsaldır. Bunlar insanlık durumunun doğal ve geleneksel yön-
lerini birbirinden ayırmak için metaforlardır. Ama o zaman, lskoç filozof
David Hume gibi bizler de, yurttaş ve devletin fiili güçleri ve ayrıcalıkl arını
belirlerken böyle varsayımsal kavramlara ne kadar ağırlık verilebileceğini
merak ederiz.
yanıtı : "hepsini hirden korku altında tutacak orta k bir güç.", sembolik olarak
"Levialhan" <liyc a<llan<lırılan, devletin mutlak gücü.
•: 1789 1971
Ceza kuramları Fark ilkesi
1sıranı, Adalet ve Toplum
Soylu vahşi
Hobbes' un Fransız takipçisi Rousseau, "do- "soylu vahşi, " eğitim ve başka toplumsal
ğadaki durum " (yani toplum kuralları ve etkile rle bozulur. Bu yitirilen masumiyet
yasalarla kısıtlanm a mı ş durum} içindeki ve akıl kalıplarına s oku l mamış duygusallık,
insanla ra ilişkin kasvetli görüşü paylaş 18. yüzyıl sonuna doğru Avrupa'ya ya-
maz. Hobbes insanların hayvansı doğasını yılan Romantizm akımına esin vermiştir.
ehlileştirmek için devlet gücünü gerekli Ne var ki Rousseau, ge çmişteki bir tür idi-
görürken, Rousseau insani kötülüklerin ve limsi duruma dönüşün mümkün olduğu
diğer illetlerin toplumun ürünü olduğunu yanılsamasına kapılmamıştı : Masumiyetin
düşünür . Doğuştan masum, " aklı uyku- yitirilmesi bir kez tamamlandı mı, bunun
dan uyanmamış" olmakla hoşnut ve diğer ardından Hobbes'un öngördüğü toplumsal
dost insanlarla anlayış içinde yaşayan kısıtlamalar kaçınılmazdı.
Leviathan
47 Tutuklu
• • •
Ikılemı
"Teklifimiz şu: Suçlu olduğunuzu kendiliğinden itiraf et. Eğer sen itiraf eder-
sen ve arkadaşın etmezse, o 10 yıl yatacak, sen de çıkıp gideceksin." Gordon
sırf bıçak taşıdıkları için polisin onlara birer yıl ceza aldırtabileceğini bili-
yordu, ama soygunu onlara isnat edecek yeterli delil yoktu ellerinde. Mesele
şu ki Gordon aynı anlaşmanın yandaki hücrede Tony'ye de teklif edildiğini
biliyordu - her ikisi de itiraf ederse, beşer yıl ceza alacaklardı. Keşke Tony'nin
ne yapacağını bilseydi . ..
Sonuçta iki a<lam <la ken<li çıkarlarını hesaplayıp akılcı kararlar veriyor,
ama sonuç ikisi için de iyi o lmuyor. Bu i~te bir gariplik yok mu?
Sıfır toplam
Oyun kuramı öyle verimli bir alan oldu toplamın sıfır olduğu, satranç ya da poker
ki terminolojisinin bir kısmı gündelik kul- gibi oyunlardır. Buna karşılık, "tutuklu
lanıma girdi. Örneğin sıfır-toplamlı oyun, ikilem i" sıfı r-toplamlı değildir ; iki oyun-
bir tarafın kazançlarının öbür tarafın ka- cunun da kazanması ya da kaybetmesi
yıplarıyla birebir dengelendiği, dolayısıyla mümkündür.
Gordon konuşmaz ikisi de 1 yıl ceza alır Gor<lon 10 yıl ceza alır
(kazan-kazan ) T o ny serbest ka lı r
(büyük kaybet -bü yük kazan )
Gordon itiraf eder Gordo n serbest kalı r l kisi <le 5 yıl ecza alır
T ony 10 yıl ceza alır (kaybet-kaybet)
(büyük kazan -büyük kaybe t )
1950 1976
Tutuklu ikilem i Şa n ssız o lm ak a yıp m ı ?
ikilem, her iki t utuklu da sa<lece kendi hapis süresini en aza in<lirme der-
dimle okluğu için çıka r. ikisi iç in ortaklaşa en iyi sonucu n (ikisinin de birer
yıl h apis· yatması) el<le edilmesi için işbirliği yapmaları, kendileri için bi-
reysel olarak mümkün olan en iyi sonuçtan (serbest kalmak) vazgeçmeye
razı olmaları gerekir. Klasik tutuklu ikileminde karşılıklı konuşarak böyle
bir işbirliğine gitmelerine izin verilmez. Zaten izin verilse <le anlaşmadan
dönmeyecekle ri ko nusunda birbirlerine güvenmeleri için neden yoktur.
Dolayısıyla bireysel olarak en kötü sonuçtan kaçınmak amacıyla ortaklaşa
en iyi sonucu engelleyen bir strateji benimserler ve ortada bir yerde, opti-
mal o lmayan bir sonuçla kalırlar.
Tutuklu ikilemi sosyal bilimle r<lc, özellikle ekonomi ve siyasette son derece
etkili olmuştur. Örneğin rakip ülkelerin silah üretimindeki artışın altında
ya ran psikolojiyle ve karar alma süreciyle ilgili ipuçları verebili r. S ilah-
lanma harcama larını sınırlamlırma konusunda a nlaşmaya varmak, her iki
taraf için <le kazançlı olacaktır, ama uygulamada bu çok nad ir gerçekleşir.
Oyun kuramı çözümlemesine göre, anlaşma sağlanamamasının neden i gö-
rece küçük b ir kazanı ma (dah a düşük aske ri h arca ma) ağır basan büyük
kayıp (askeri bozgun) korkusudu r. Bunun sonucunda en iyiyle en kötü
sonuçhı r a rasında yer alan bir sonuç ortaya ç ıkar ki bu da karşılıklı silah-
lanma yarışıdır.
Tutuk lu ikile miyle çok belirgin bir paralellik, ceza pazarlığı sisteminde gö-
rülür. Ceza pazarl ığı , baz ı hukuk sistemlerinin ( A BD'dek i gibi) dayanağı
iken , bazılarında ise yasaktır. T utuklu ikileminin mantığını gerçekte uy-
guladığı mızd a, iki masum taraf birb irleri aleyhine itirafta bulunup tanıkl ık
edebilir. Ç ünkü "maksimum kaybı minimuma indirme" mantığı , insanları
büyük bir cezayla korkutarak dah a küçüğüne razı olmaya itebilir. En kötü
durumda, suçlu taraf suçunu çabucak itiraf ederken masum taraf masum
olduğunda ısrar eder. Bunun sonucunda masum tarafa daha ağır ceza kesilir.
Tutuklu İkilemi
Akıl oyunları
Günümüzün en ünlü oyun kuramcısı Prince- denklemdir: oyunda bir oyuncu stratejisini
ton Üniversitesi' nden John Forbes Nash'tir. değiştirmedikçe diğer oyuncu l arın kendi
Onun 1994'te ekonomi alanında Nobel Ödülü stratejil erini değiştirmekle ekstra kazanç
kazanmasıyla taçlanan matematik dehası ve sağlayamayacakları kararlı durum. Tutuklu
akıl hastal ı ğına karşı kazandığı zafer, 2001 ikileminde çifte ihtilaf (iki oyuncunun da iti-
yapımı Akıl Oyunlarıfilmine konu olmuştur. raf etmesi), Nash dengesini temsil eder; fakat
Nash' in bir oyun kuramcısı olarak en bili- Nash dengesi her zaman optimal sonuca kar-
nen katkısı "Nash dengesi" adıyla bilinen şılık gelmeyebilir.
Hangimiz ödlek oyununda yatan tehlike açıktır: Her iki taraf da direksi-
yomı kırmazsa çarpışma kesin demektir. Gerçek dünyadaki çe~idi gerilim
tı rma nd ırma politikalarıyla paralellikler (potansiyel açıdan e n vahimi nük-
leer tehd it) oldukça açık.
Gerekçelendirme düzeyleri
"Ceza problemi" genel olarak cezanın yanısıra sorum luluk meseleleri de vardır.
gerekçelendirilmesi konusunu ele alınır Suçlanan kişi yasanın gerektirdiği an-
Caydırıcılık ve toplumun korunması gibi lamda eylemlerinden sorumlu muydu?
faydacı gerekçelerin yanında hakkın ye- Yoksa baskı altında ya da nefsi müdafa
rini bulması gibi içsel gerekçeler de söz ile mi hareket ediyordu? Burada sorum-
konusudur. Ancak ceza problemi bunların luluk meselesi bizi çok çetrefil bir felsefi
yanında daha özgül ya da daha genel so- zemine çeker. En genel düzeyde ise özgür
runları da içerebilir. Özgül düzeyde, belli irade problemi, eylemlerimizin önceden
bir bireyin cezalandırılmasının haklı olup belirlenmiş olup olmadığını sorar: Eylem-
olmadığını sorabiliriz. Böyle bir soru ceza lerimizde seçim özgürlüğümüz var mıdır?
kavramını sorgulamaya açmadığı gibi, özel Eğer yoksa yaptığımız şeylerden sorumlu
felsefi bir önemi de yoktur. Bu soruların tutulabilir miyiz?
"Cezanın suça uygun olması" düşüncesi, l bra himi dinlerdeki "kısasa kısas"
yasasından d este k alır: "göze göz, dişe d iş". Buna göre suç ve cez:ı sadece
büyüklük açısında n değil, tür açısından <la denk olmalıdır. Örneğin ölüm
cezasını savunanların sık d ile get ird ikle ri bir düşünce, can a lmanın yegane
telafisinin can verme k olduğudur (bkz. sf. 194, kutuc uk). Ama aynı kimsele r
örneğin şantajcılara şantaj yapılması ya <la tecavüzcüle re tecavüz edilmesi
konusunda bu kada r kesin konuşmaz. Cezalandırıcı adale t anlayışına dayalı
kuramlar için kutsal kiLaplardan gelen destek , karşılarındaki ana sorunun
tam kalbine isabe t ede r. Ç ünkü kısasa kısas, "intikamcı bir Tanrı"nın işidir
'· Siyaset, Adalet ve Toplum
İdam cezası
idam cezası tartışmaları da çoğunlukla diğer cezasının varlığının toplumu küçük düşür
cezalandırma biçimleriyle ilgili tartışmaları düğüne işaret eder. İdama karşı en kuvvetli
andırır. idamı savunanlar, ortaya çıkabile argüman, geçmişte masum insanların idam
cek yararlı sonuçlardan bağımsız olarak, en edi l diği ve gelecekte de şüphesiz edilece-
ağ ı r
suçlara en ağır cezanın verilmesi gerek- ğidir ki bu argümana karşı koymak zordur.
tiğinisöyler genellikle. Ama caydırıcılık ve idamdan yana belki de en iyi argüman ise
kamunun korunması gibi varsayılan yararlar ölümün, parmaklıklar arkasındaki bir hayata
da sıklı kla dile getirilir. İdama karşı çıkanlar yeğ ya da daha az zalimce olduğu argüma-
ise caydırıcı değerin en iyi ihtimalle şüp nıdır.Ama o zaman suçluya ö lümle kalım
heli olduğuna, müebbet hapisin de kamuya arasında seçim hakkı verilmesi gerektiği
Cezanın suçu azaltmadaki rolünün genele.le iki ana biçime büründüğü dü-
şünülür: engelleme ve caydırma. le.lam edilen bir katil kuşkusuz tekrar suç
işlemeyecektir; hapsedi len <le öyle. Engelleme derecesi -özellikle ö lüm
cezası yoluyla daimi engelleme- tartışmaya açık olabilir, ama kamunun çı
karına alınan engelleyici önlemlerin gerekli old uğuna itiraz etmek zordur.
Caydırmanın gerekçesini açıklamak biraz daha zordur. Bir kimsenin işlediği
suç yüzüne.len değil, başkaları aynı suçu işlemekten caysın diye cezalandı
rılmasını savunmak ters gelebilir. Caydırıcılığın uygulamadaki yararları
konusunda da şüpheler vardır. Araştırmalara göre asıl caydırıcı rol oynayan,
suçun ardından gelecek herh angi bir cezadan ziyade yakalanma korkusudur.
49 Cankurtaran
Sandalı Dünya
"Ahlak Denizi'nde sürüklenirken .. . Cankurtaran sandalımızda aşağı yu-
karı 50 kişi oturuyoruz. Bonkör davranalım, farzedelim ki sandalda 10
kişilik daha yer var, yani toplam kapasite 60. Suda yüzen 100 kişi daha
olduğunu hepimiz görüyoruz, sandala çıkmak için yalvarıyorlar . . .
ARD' li çevrebil i ınci Garrett 1 lard in, 1974'te yayın ladığı bir makalede zen-
gin Batı ülkelerinin gelişmekte olan <laha yoksul milletlere yar<lım etmesine
kar~ı çıkmak için Cankurtaran Sandalı Dünya ınetafurunu kullandı. Yufka
yürekli liberallerin yılmaz b;ışbehıs ı 1 l;ırdin, Batı'nın iyi n iyetli ama y;ın - '
lış yönlendirilen mü<lahalclerinin uzun va<le<le iki tarafa <la zarar verdiğini
ileri sürer. Dış yardım alan ülkeler bir bağımlı lık kültürü geliştirerek ileriye
dönük yerersiz planlama ve denetimsiz nüfus artışının tehlikelerini yaşaya
rak öğrenemezler. Nere<leyse <lurağan Batı toplumları ise sınırlamasız göç
Cankurtaran Sandalı Dünya
Bağrına taş basan ahlak Har<lin "bağrına raş hasarak" ileri ~ür
düğü cankurtaran ah lakını tanıtırken özür d iler hir tutum takınmaz. V icdan
açısından hiçbir sıkıntısı yoktur, suçluluk <luygusunda n muzd;ırip liberallere
adil paylaşımı görüşünü benimseyen li- süreç, onun "ortak kaynakların trajedisi"
beralin hayalindeki büyük, mutlu ve hep dediği şeydir. İşte Dünya ' nın hava, su
birlikte çalışan mürettebat imgesi de gi- veya deniz canlıları gibi kaynaklarına ortak
rince problemler başgösterir. Bir parça kaynak muamelesi yapılırsa, doğru dürüst
arazisi olan bir çiftçi mülküne özen gös- korunup yönetilmezler ve yıkım kaçınılmaz
terecek, aşırı hayvan otlatarak arazinin olur.
~ Siyaset, Adalet vı Toplum
Cankurtaran sandalı senaryosu böylece Barı liberalizimini can sıkıcı bir so-
runla karşı karşıya bırakır. Toplumsal adaletin en temel gereklerinden biri
Cankurtaran Sandalı Dünya
Bu sorunla yüz yüze kalan liberal, dünyanın kendi yaşadığı dışındaki böl-
gelerini değerlendirirken tarafsızlık taleplerinin neden askıya alınabileceği
ya da sulandırılabileceğini - neden kendimize ahlaki açıdan ayrıcalıklı
davranmamızın doğru olduğunu- açıklamak zorundadır. Aksi takdirde
mevcut liberalizmin tam göbeğinde bir tutarsızlık olduğunu kabul etmeli-
dir. Tutarlılık, ahlak ilkelerinin ve toplumsal adaletin tüm yerküreye aynı
uygulanmasını gerektirir.
Yakın dönemdeki kuramcılar meseleyi her iki açıdan ele almaya çalışmıştır.
Liberal düşüncede tarafgirliği bir ana öge olarak öne ç ıkaran argümanla-
rın kapsam ve saygınlığını yitirmesi kesindir. Öte yandan, dört dörtlük bir
çok-uluslu liberalizm, övgüye değer o lmakla birlikte, uluslararası katılımın
mevcut uygu lama ve politikalarında büyük bir dönüşüm gerektirir ve ayn ı
küresel gerçeklikler karşısında saplanıp ka lımı tehlikesini barındırır. Ne
olursa olsun, siyaset felsefesinde küresel ve uluslararası ada let alanında ya-
pıl acak hala çok fazla altyapı ça lışması vardır.
50 Adil Savaş
Şair Charles Sorley, 1915'te, 21 yaşındayken Loos muharebesinde ölme-
den birkaç ay önce şöyle yazmıştı: "Adil s avaş diye bir şey yok. Bizim
yaptığımız Şeytan'ı Şeytan'la kovmak." Ne var ki savaş kötü olmakla
beraber, bazı kötülüklerin ötekilerden daha beter olduğunu çoğu kişi
kabul edecektir. Evet, eğer mümkünse savaştan kaçınmak gerekir, ama
ne pahasına olursa olsun değil. Bazen savaş daha az kötü seçenek ola-
bilir. Gerekçe o kadar zorlayıcı, amaç o kadar önemli olabilir ki, silaha
sarılmak ahlaki açıdan savunulabilir hale gelebilir. Koşullar savaşı haklı
çıkarabilir.
Günümüz<le <le oldukça güncel bir konu olan savaş ahlakına ilişkin felsefi
tartışmalar, uzun bir geçmişe dayanır. Batı<la başlangıçta Antik Yunan ve
Roma'nın ortaya attığı sorular, l lıristiyan Kilisesi tarafından ele alınmıştır.
Roma İmparatorluğu'nun <lör<lüncü yüzyılda Hıristiyanlığa geçmesi, H ıris-
tiyanlığın erken dönemlerinde görülen barışçı eğilimler ile
"iyi savaş hiçbir imparatorluk yöneticilerinin askeri ihtiyaçl arı arasında b ir
uzlaşmayı gerektirmi~ti. Böyle arabulucu bir çözüm önerisini
zaman olmadı, getiren Hippo'lu Augustinus olmuştur. Daha sonra Aqui-
kötü barış da öyle." no'lu Tommaso hu fikri alarak jus ad hellum ("savaş açma
Benjamin Franklin, 1783 hakkı", silaha sarılmanın ahlaken doğru ol<luğu koşullar) ik:
jus in bello ("savaş sırasında hak", savaş başladıktan sonraki
davranış kuralları) arasında günümüzde standart hale gelmiş ayrımı ortaya
koy<lu. "adil savaş kuramı"ndaki tartı~ına temcl<le bu iki kol<lan ilerler.
Eylem ve kayıtsızlık
Adil savaş
Doğru niyet 1laklı nedenle yakından ilişkili olan bir şey de doğru niyettir.
I !aklı ne<lene sahip olmak yetmez; askeri harekatın tek amacı bu nedeni
gerçekleştirmek olma l ıdır. Aqu ino'lu Tommaso hu bağlamda iyiliği teşvik
edip kötü lükten kaçınmaktan söz eder, ama asıl önemlisi, yegane moti-
vasyonun, haklı nedeni doğuran saldırının yol açtığı yanlışlığı diizelrmek
olmasıdır. Haklı neden, ulusal çıkarlar, toprak genişletme gibi birtakım gizli
güdüleri örten bir paravan olamaz. Dolayısıyla lrak saldırısına yanıt olarak
Jusinbello
Adil savaş kuramının öteki yönü jus in bel- birbirinden ayırdedilm esi ni gerektirir. Söz
/o'dur, yani çarpışma başladıktan sonra gelimi askeri morali çökertmeye yardımcı
nelerin uygun ve ahlaken kabul edilebilir olsa bile sivilleri hedef almak, izin verilemez
olduğu . Bunun çok geniş bir kapsamı var- bir tutum olarak değerlendirilir.
dır, tek tek askerlerin hem düşmanla hem
de sivillerle ilişkisindeki davranışlarından Açıkça görülüyor ki haklı bir savaşın
tutun da silah kullanımı (nükleer silah, kim- haksızca, haksızbir savaşın da haklıca ya-
yasal silah, mayın, parça tesirli bomba vs.) pılması mümkündür. Bir başka deyişle,
gibi belli başlı stratejik meselelere kadar jus ad bel/um ve jus in bello'nun gerek-
uzanır. Bu alanda başlıca iki değerlendirme leri birbirinden farklıdır; birinin gerekleri
vardır. Orantısallık amaçlarla yöntemlerin diğerininkiler olmaksızın yerine getirilebi-
birbiriyle örtüşmesini gerektirir. En uç ör- lir. Jus in be/lo'nun birçok yönü, özellikle
neği alacak olursak, neredeyse herkes, bir uluslararas ı hukukun konularıyla (La hey
askeri hedefe ulaşmakta ne kadar başarılı kuralları ve Cenevre konvansiyonları gibi)
olursa olsun nükleer saldırının haklı gö- örtüşür. Kimin kazanıp kimin kaybettiğine
rülemeyeceğini kabul eder. Fark gözetme bak ı lmaksızın tüm ihlaller savaş suçu olarak
savaşçılarla savaşçı olmayanların kesinkes değerlendirilmelidir.
Kuveyt 'in özgürlüğe kavuşturulması haklı görülebilir, ama petrol çıkarla rını
güvenceye almak gibi gizli bir hedefl e hunu yapmak haklı görülemez.
Son çare Neden ne kadar haklı olursa olsun, savaşa başvurmak, barışçı tüm
seçenekler denendikten, ya da en azmdan göz önüne alındıktan sonra haklı
görülebilir. Örneğin diplomatik yollarla bir çatışmanın önü alınabiliyorsa,
askeri karşılık vermek kesinlikle yanlış olacaktır. Ekonomik ya da başka
türden yaptırımlar düşünülmeli, yaptırımların siviller üzerinde yaratacağı
etkiyle askeri harekatın olası etkisi kıyaslanma! ıdır.
akılcılık (rasyonalizm) Bilginin (ya <la bir kısım deneysel bkz. görgü!
bilginin) duyulara başvurmaksızın, tek ba~ına determinizm (belirlenimeilik) Her olayın
akıl yürütme gücümüzü çalıştırarak kazanılabi kendinden önceki hir nedene dayand ığını, dola-
leceği görüşü. yısıyla dünyanın her halinin daha önceki bir hal
analitik (çözümsel) Değindiği terimlerin anlam- tarafından zorunlu kılındığını yada belirlendiğini
larındaki bi lgiden fazlasını içermeyen önerme.
ileri süren görüş.
Yalnızca tanımlardan yola çıkarak, dış bilgilere doğalcılık (natüralizm) Ahlak felsefesinde,
başvurmadan elde edilen vargı. Örneğin "Bütün ahlak kavramlarının bilimle keşfedilebilecek
aygırlar erkektir". Fazladan bilgi sağlayan öner- "doğa olguhm" ile tümüyle açıklanabi leceği ya
meye ise sentetik (bireşimsel) denir ("Aygırlar da çözümlenebileceği görü§ü.
kısraklardan daha hızlı koşar.") estetik Felsefenin sanata ilişkin kolu. Estetik,
bilgi felsefesi (epistemoloji) Bildiklerimizi ne- sanat yapıtlarının niteliği ve tanımını, estetik
reden biliyoruz? Nasıl emin olabiliriz? Aklın ve değerin temelini, sanatsal yargılama ve eleştiri
deneyimin bilgi edinmedeki rolü nedir? gibi so- nin gerekçclcndirilmesini içerir.
ruları yan ıtlamaya çalışan felsefe dalı. faydacılık Ahlak felsefesinde, eylemlerin
çiftecilik (dualizm) Zihin (ya da ruh) ve mad- insan refahını ya da "fayda"yı yükselttiği ya
denin (ya da beden) birbirinden ayrı olduğu da dü§ürdüi:>ü ölçüde doğru ya da yanlış olarak
görüşü. Töz çiftecileri zih in ve maddenin te- değerlendirildiği sonuççu bir sistem. Fayda klasik
melde iki farklı töz olduğunu savunur; nitelik olarak insanın hazzı ya da mutluluğu olarak
yorumlanır.
çiftecileri ise kişinin zihinsel ve fiziksel olmak
üzere temelde iki farklı niteliği olduğunu savu- fizikselcilik (fizikalizm) bkz. çiftecilik
nur. Çifteciliğin karşısındaki görüşler idealizm gerçekçilik (realizm) Etik ve estetik değerlerin,
ya da immateryalizm (sadece zihinler ve idealar matematiksel niteliklerin vs. bizim onları bilme-
vardır) ve fizikselcilik ya da materyalizm (sadece miz ya da tecrübe etmemiz<len bağımsız olarak,
madde ve cisimler vardır ) görüşleridir. dünyada kendi başlarına var olduğu görüşü.
çıkarım Öncüllerden sonuca giden bir akıl görecilik (rölativizm) Ahlak felsefesinde, ey-
yürütme işlemi. Çıkarımın başlıca türleri lemlerin doğruluğu ya da yanlı§lığının, toplumun
tümdengelim ve rümevarımdır. İyi ve kötü çıka kültür ve geleneklerine bağlı olduğu ya da bunlar
rımları ayırdetmek mantığın hedefidir. tarafından belirlendiği görüşü.
deney-öncesi (önsel) Deneye, gözleme, ölçüme görevcilik (deontoloji) Bazı eylemlerin sonuçla-
veya deneyime başvurmaksızın (oturduğunuz rına bakılmaksızın, içsel olarak doğru ya da yanlış
yerden kalkmadan) doğru olduğunu görebile- olduğu görüşü. Ahlaksal öznelerin ödev ve niyet-
ceğiniz önerme. Bu tür bir kanıra başvurmayı lerine özel önem arfedil ir.
gerektiren önerme ise deney-sonrasıdır. görgü! (ampirik) Deneyime (yani duyu verile-
deneycilik (ampirizm) Tüm bilginin duyulardan rine ya da duyuların tanıklığına) dayal ı kavram
Terimler Sözlüğü
veya inanç. Uörgül gerçek deney veya deneyime özgür irade hkz. determinizm
başvurmadan teyit edilemez. özgürlükçülük (liberteryanizm) Determinizmin
idealizm bkz. çiftecilik yanlış oldu!;'Unu, insan seçimlerinin ve eylemle-
indirgemecilik Bir meseleyi ya da söylem ala- rinin gerçekten özgür olduğunu ileri süren görüş.
nını başka bir yoldan (genellikle daha basit ya öznelcilik (ya da karşı-gerçekçilik) Ahlak fel-
da daha erişilebilir bir yoldan) açıklama ya da sefesi ve estetikte, değerin dış gerçekliğe değil
çözüınleım:yi lıeddleycn yaklaşım. Örneğin zi- onun hakkındaki inançlarımıza ya da duygusal
hinsel olayları salt fiziksel yollardan açıklama. tepkilerimize dayandığı görüşü.
karşı-gerçekçilik bkz. öznelcilik paradoks Manukta, görünüşte itiraz edileme-
kıyas (analoji) İki şeyin birbirine benzer yön- yecek öncü llerin, görünüşte sağ lam bir akıl
lerinin karşılaştırılması. Kıyas argümanı, iki şey yürütmeyle, kabul edilemez ya da çe lişkili bir
arasındaki bilinen benzerlikleri kullanarak bilin- sonuca götü rdüğü argüman.
meyen benzerlikleri tahmin etmeye çalışır.
sentetik (bireşimsel) bkz. analitik
koşullu (olumsal) Doğru olan ama başka türlü
sonuççuluk Ahlak felsefesinde, eylemlerin doğ
de olabilecek bir şey. Zorunlu hakikat ise başka
ruluğunun, bu eylemlerin sadece bazı arzu edilir
türlü olamayacak bir hakikattir; her koşulda ya
sonuçlar ya da durumlar meydana geti rmekteki
<la mümkün olan bütün dünyalarda doğrudur.
etkililiğiyle ölçülmesi gerektiği görüşü.
mantık bkz. çıkarı m
şüphecilik Sahip olduğunu <lüşün<lü!;ıiimüz bilgi-
materyalizm (maddecilik) bkz. çiftecilik
lere meydan okunan bir felsefi duruş.
metafizik Gerçekliğin doğası ya da yapısıyla uğ
tümdengelim Sonucun öncüllerden ileri geldiği
raşan, genellikle varlık, töz ve nedensellik gibi
(öncüllere bağlı olduğu) bir çıkarsama hiçimi.
kavramlara odaklanan felsefe kolu.
Eğer geçerli bir tüm<lengelimli argümanın
mutlakçılık Ahlak felsefesinde, bazı eylemlerin
öncü lleri doğruysa, sonucun da doğru olması
hangi koşullar altında oldu!;'Una, ya da sonuçla- zorunludur.
rına bakılmaksızın doğru (ya da yanl ış) olduğu
tümevarım Görgü) bir sonucun (bir genel yasa
görüşü.
ya da ilkenin) görgü! öncüllerden (şeyle ri n
nesnelcilik Ahlak felsefesi ve estetikte, değerle
dünyada naMl olduğuna ilişkin tek tek gözlem-
rin ve iyilik, güzellik gibi niteliklerin nesnelerin
lerden) çıkarı ldığı bir çıkarsama biçimi. Sonuç
doğasında, ya da içsel olarak bulunduğu ve insa-
öncüller tarafından sadece desteklenir (asla
noğlunun onları kavrayışından bağımsız olarak
ı
öncüllerce kesin kılınmaz), dolay ısıyla öncüller
var olduğu görüşü.
do!;JJU ama sonuç yanlış olabilir.
normatif İnsan davranışını yargılamak ya da
yanılgı Akıl yürütme hatası. Hatanın arbıiimanın
yönlendirmekte kullanılan normlara (standart-
mantıksal yapısından kaynaklandığı biçim;cl ya-
lar ya da ilkelere) ilişkin. Normatif/betimleyici
ayrımı değerlerle olgular arasındaki ayrıma nılgılar, biçimsel olmayan yanılgılardan ayrılır.
koşuttur. zorunlu bkz. O lumsal
..
'domingo
GERÇEKTEN BİLMENİZ GEREKEN 50 FELSEFE FtKRİ
BEN IJUPRE
Çeviri: ElifGöktckc
Editor: Cem Duran
Sayfa ve Kapak Uyarlama: B.ıhadır Erşık
Özgün Tasarım: Patrick Nugcnt
lSBN: 978-605-4729-21-0
www.domingo.com.tr