You are on page 1of 207

İçindekiler

Giriş 3
BİLGİ SORUNLAR! MANTIK VE ANLAM
01 Kavanozdaki Beyin 4 27 Argüman Biçimleri 108
02 Platon'un Mağarası 8 28 Berber Paradoksu 112
03 Algı Perdesi 12
29 Kumarbaz Yanılgısı 116
04 Cogito Ergo Sum 16 30 Sorites Paradoksu 120
31 Fransa Kralı Keldir 124
05 Akıl ve Deneyim 20
32 Kutudaki Böcek 128
06 Oç Parçalı Bilgi Kuramı24
BİLİM
ZiHİN PROBLEMLERİ
33 Bilim ve Sahte-Bilim 132
07 Beden-Zihin Problemi 28
34 Paradigma Kayınalan 136
08 Yarasa Olmak Neye Benzer? 32
35 Occam'ın Usturası 140
09 Turing Testi 36
ESTETiK
10 Theseus'un Gemisi 40
36 Sanat Nedir? 144
11 Diğer Zihinler 44
37 Niyetçilik Yanılgısı 148
AHLAK DiN
12 Hume'un Giyotini 48 38 TasanmArgümanı 152
13 Birinin ilacı, ötekinin Zehiridir 52 39 KozmolojikArgüman 156
14 İlahi Buyruk Kuramı 56 40 Ontolojik Argüman 160
15 )'uh/Yaşa Kuramı 60 41 KötülükProblemi 164
16 -Amaçlar Yöntemleri Haklı Çıkanr mı? 64 42 Özgür irade Savunması 168
17 Deneyim Makinesi 68 43 İman ve Akıl 172
18 Kesin Buyruk 72 SİYASET, ADALET VE TOPLUM
19 Altın Kural 76 44 Pozitif ve Negatif Özgürlük 176
20 Eylem ve Kayıtsızlık 80 45 Fark İlkesi 180
21 Kaygan Zeminler 84 46 Leviathan 184
22 Görev Bilincinin Ötesinde 88 47 Tutuklu ikilemi 188
23 Şanssız Olmak Ayıp mı? 92 48 Ceza Kuramlan 192
24 Erdem Ahlakı 96 49 Cankurtaran Sandalı Dünya 196
HAYVAN HAKLAR! 50 Adil Savaş 200
25 Hayvanlar Acı Hisseder mi? 100 Terimler Sözlüğü 204
26 Hayvanların Haklan Var mıdır? 104 Dizin 206
Girif

Giriş

Uzun tarihi boyunca felsefe, kafasında tehlikeli fikirler dolaşan tehlikeli insan-
lardan nasihini fazlasıyla aldı. Sözüm ona yıkıcı fikirlerinin gücünden dolayı,
Dcscartes, Spinoza, Hume ve Rousseau gibi düşünürler aforozla tehdit edildi,
eserlerinin basımı engellendi, terfilerine izin verilmedi veya sürgüne zorlandılar.
En korkuncu, Atina devleti Sokrates'i öyle hir illet olarak gördü ki, sonunda idam
etti. Günümüzde inançları yüzünden infaz edilen filozoflar pek kalmadı - gerçi
bunda maaleseffelsefenin bir tehlike olarak algılanacak kadar ciddiye alınmama­
sının da payı var.

Günümüzde felsefe, akademik meşgalelerin hayattan kopukluğuna dair en tipik


örnek olarak görülür. Filozofları fildişi kulelerinde inzivaya çekilmiş, gerçek
hayattan azade yaşıyorlarmış gibi betimleyen bu karikatür, pek çok açıdan ger-
çekle hiç mi hiç bağdaşmaz halbuki. Felsefenin ele aldığı sorular, derin ve çetin
olmalarının yanında, aynı zamanda gerçekten önemlidirler. Bilim bize genetik
özelliklerine kendimizin karar verdiği bebeklerden tutun, GDO'lu yiyeceklere
kadar çeşit çeşit oyuncaklar sunar, ama bun l arın kılavuz kitaplarını vermez;
zaten veremez de. Neyi yapabileceğimize değil, ne yapmamız gerektiğine karar
verebilmek için yüzümüzü felsefeye döneriz. Filozoflar bazen kendi beyinlerinin
attığı taklaların seslerini dinlemenin zevkine kapılıp adeta kendilerinden geçerler
(hatta onları bu sırada dinlemesi de son derece eğlencelidir), ama çoğu zaman
da hepimizin umursadığı sorulara açık ve anlamlı yanıtlar bulup gelirler. işte bu
kitapta seçip inceleyeceğimiz sorular tam da bu türden olanlar.

Bu gibi yazılarda kitabın övgüye değer yanlarını başkalarına ithaf edip, yerilecek
yanları için sorumluluğu kendi üstüne almak adettendir. Ama bence bu çok man-
tıksız (sonuçta övgü ve yergiyi birbirinden ayıramayız), hele bir felsefe kitabında
hiç kabul edilecek şey değil. The Heart ofa Goof adlı kitabını kızına adayan P.G.
Wodehouse gibi benim de içimden "onun bitmez tükenmez anlayışı ve cesaret-
lendirmesi olmasaydı bu kitap yarı zamanda biterdi," demek geliyor. Bu kitap
övgüyü hak ediyorsa (veya başka şeyleri), bunları bazı insanlara ithaf etmek is-
tiyorum. Özellikle zaman çizelgeleri ve alıntı sözlerin pek çoğunu güler yüzlü ve
çalışkan editörüm Keith Mansfield'e borçluyum. Quercus'taki yayıncım Richard
Milbank'e de sarsılmaz güveni ve desteği için minnettarım. Ama en çok da karım
Geraldine ve çocuklarım Sophie ve Lydia'ya teşekkür etmek istiyorum. Onların
bitmez tükenmez anlayışı ve cesaretlendirmesi olmasaydı ...
1aı ı Sorunları
O 1 Kavanozdaki
Beyin
"Canavar ruhlu bir bilim insanı, bir adamı ameliyat ederek beynini ka-
fatasından çıkartıyor ve içinde gerekli besinler olan bir kavanozun içine
koyuyor. Ardından beynin sinir uçlarım süper-bilimsel bir bilgisayara
bağlıyor. Bu öyle bir bilgisayar ki, adam her şeyin tamamen normal ol-
duğu yanılsamasına kapılıyor. İnsanlar, nesneler, gökyüzü , kısacası her
şey ona normal görünüyor. Gerçekteyse gördüğü, duyduğu, hissettiği her
şey bilgisayardan sinir uçlarına giden elektronik sinyallerden ibaret."

Bir kabus ya da bilim-kurgu senaryosu gibi <leğil mi? Belki de, ama siz kava-
nozdaki o beyin olsaydınız söyleyecekleriniz de tam böyle olur<lu! Beyniniz
kafatası yerine bir kavanozun içinde olsaydı , tüm hisı,ettikleriniz, gerçek
bir dünyada gerçek bir bedenle yaşadığınız<la hissedeceklerinizle tıpatıp
aynı olur<lu. Çevrenizdeki dünya -koltuğunuz, eliniz<le tuttuğunuz kitap,
elleriniz- hepsi de yanılsamanm bir parçası ulurdu; bedenden ayrıl mış
beyninize bilim insanının süper güçlü bilgisayarı tarafından yüklenen
düşünceler ve duyumlar olurdu hep,i.

Kavanozda yüzen bir beyin olduğunuza inanmıyorsunuzdur herhalde.


Zaten filozofların da büyük bölümü böyle hir şeye inanmaz. Ama inanıp
inanmamak bir yana, kavanozdaki bir beyin olma<lığınızdan emin olamaya·
cağın ızı kabul etmek zorundasınız. Sorun şu ki eğer gerçekten kavanozdak'i
beyinseniz (ve bu olasılığı yok e<lemezsiniz), dünya hakkın<la bildiğinizi san-
<lığın ız her şey yanlış olacaktır. Böyle bir şeyin mümkün ol ması bile, aslın<la
hiçbir şey bilmediğin iz anlamına gelir. Bu olasıl ığın varlığı bile <lış <lünyayı
bilme i<ldialarım ı zın altını oymaya yeter. Peki bu kavanozdan kurtulmanın
bir yolu var mıdır?

Platon'un mağarası Beden-zihin problemi Cogito ergo sum


(Düşünüyorum öyleyse varım)
Kavanozdaki Beyin

Kavanozun kökleri Kava n ozdaki heyin h ikayesinin yukarıdaki


klasik modern anlarımı , Amerikalı filozof Hilary Putnam'ın 198 1 tarihli
Reason, Truth, and History (Akıl, Gerçek ve Tarih ) ad lı ki tabında yer
alır. Düşüncenin kö keniyse çok dah a gerile re uzanır. Putnam'ın düşünce
<len eyi, l 7. yüzyıl a ait hir korku h ikayesinin güncelleştirilmiş versiyonudur
aslında. O rijinal hikaye, Fransız filozof Ren e Descartes' ın 1641 tarihli Medi-
uıtiones de prima philosophia (ilk Fe lsefe Ü zerine Metafizik Düşünceler) adlı
yapıtında yarattığı kötü cinin (malin genie) hikayesidir.

Descartcs'ın amacı insanoğlunun bilg i ma bedini sarsılmaz temciler üstünde


yenide n kurmaktı. Burum için "şüphe yönte mi" ni benimsedi: En küçük bir
belirsizliğe b ile yol açabilecek tüm ka nıla rı dışa rıda bı rakacaktı. Duyula-
rımızın güvenilmezliğine ve rüyaların yarattığı karışıklığa <likkat çektikten
son ra Descartes şüphe yöntemini en uç n ok taya götürdü:

"Son derece güçlü ve kurnaz bir cinin bütün gayretini beni aldatmak için kul-
landığını ... varsayacağım . Gökyüzü, hava, toprak, renkler, şekiller ve bütün
dışsal şeylerin benim muhakeme gücümü tuzağa düşürmek için onun tertiplediği
rüyaların sanrılarından ibaret olduğunu düşüneceğim."

Popüler kültürde
Kavanozdaki beyin gibi düşünc e l e r, me rak s imülasyon olduğunu, kendisinin ve diğer
uya ndırı cılıkları ve akı l çelicilikleri sayesinde in sanların, dev bir bilgisayara bağlı sıvı
popüler kü ltürde kendilerine defalarca kez dolu kapsüllerde tutulduğunu öğreniyordu .
yer bulmu ştur. En başarılı örneklerden biri Filmde kavanozdaki beyin senaryosunun
1999 ta rihli Matrix filmidir. Filmde Keanu bütün ana öğel e rini görmek mümkündür.
Reeves'in canlandırdığı bilgisayar korsanı Matrix'in başarısı ve etkisi, aşırı şüpheci gö-
Neo, 1999 Amerikası' nın aslında kötü niyetli rüşlerin ne derece güçlü olabileceğinin bir
bir siber zeka tarafından yaratılmış sanal bir göstergesidir.

Y• '
1655 1690 1974 1981
Theseus'un gemisi Al gı perdesi Deneyim makinesi Kavanozdaki beyin
Bllgl Sorunları

Dah a önceki kanı ve görüşlerinin enkazı için de Desca rtes'ın gözüne, yeni
m abedini üzerine inşa edeceği sağlam temel olarak tek b ir kesinlik zerre~i
ilişti : cogito ( hkz. sf. 16 ).

Putnam v e Oescartes ön ce şeytan ın avukatı rolüne soyunup şü pheci


görüşleri dile getinneyi , ardından bu görüşleri yıkmayı plan lamıştı. Ne var ki
pek çok filozofu etkileyen şey kendi kurdukları tuzaklardan kurtulm a bece-
rileri değıl, tuzak kurmadaki ustalıkları oldu. Putnam k endi nedensel anlam
kuramına başvurarak k avanozdaki beyin sen aryosunun tutarsız olduğu nu
göstermeye çalıştıysa d a en fazlasından göst erir gibi olduğu şey, kavan ozdaki
beynin aslında k avanozd aki beyin olduğu düşüncesini ifade edemeyeceği
oldu. Sonuç olarak Putnam, k avanoza konmuş bir beyin olm a durumunun
görünmez v e içerden anlatılmaz olduğunu göst ermeyi başardıysa da b u
anlambilim sel zaferin ( tabii zafer denirse) gerçeği biliş konusunda hize n e
gibi bir faydası olduğu açık değildir.

Simülasyon savı
Şüphecinin vardığı kabusu andıran so- hem de simüle edilmiş zihinlerin deneyimleri
nuçları göz ardı etme e{ıiliminde olsak da birbirinden ayırt edilmez olacak ve tabii ki her
aceleci davranmamak gerekir. Hatta kısa iki taraf da kendisinin simüle e dilmediğini
süre önce filozof Nick Bostrom'un tasar- düşünecektir, ama simüle edilmiş zihin-
ladığı zekice bi r iddiaya göre, zaten büyük ler (zihinlerin büyük çoğun l uğu) yanılıyor
olasılıkla bir bilgisayar simülasyonunun olacaktır. Biz doğal olarak bu tezi geleceğe

içinde ya ş ıyoruz! Dü şün senize ... ili şkin varsa yım la r açısından ele alırız, peki

Gelecekte uygarlığımız büyük ola s ılıkla ama o " gele ceğin " çoktan gelmediğini
insan zihninin ve bu zihinlerin yaşayacağı - öyle bir teknoloji düzeyine çoktan eriş i l­
dünyaların inanılmaz gerçeklikteki bilgisa- mediğini ve bu tür zihinlerin çoktan simüle
yar simülasyonlarını yaratabilecek seviyeye edilmediğini kim garantileyebilir? Biz elbette

gelecek. Böyle simüle edilmiş dünyaları simüle bir dünyada yaşayan simüle zihinler
sürdürmek için büyük bir kaynağa da gerek olmad ığımızı varsayıyoruz, ama bu durum,
olmayacaktır. Gelecekte belki tek bir dizüstü programın ne kadar kaliteli o l duğunun bir
bi lgisayar bile simüle edilmiş zihinlerden işaretinden başka bir şey olmayabilir. Bost-
binlercesine ya da milyonlarcasına ev sa- rom'un iddiasının mantığına göre simüle bir
hipli{ıi yapabilir. Bu durumda simüle edilm i ş dünyadaki simüle zihinlerden biri olma ihti-
zihinler biyolojik zihinlerden büyük ihtimalle malimiz, gerçek dünyadaki azınlık zihinden
kat be kat daha fazla olacaktır. Hem biyolojik biri olma ihtimalimizden çok daha fazladı r!
Şüphecilik "Şüpheci" terimi, yerleşik kanılardan şüphelen me
"Bilgisayar o kadar
eği limin<le olan ya da genci olarak insanlara ve fikirlere güvenmeyen
kimseleri tanımlamakta kullanılır çoğun lukla. Bu anlamda şüp­ zekidir ki, kurban
hecilik, birçok kimsenin benimsediği kanıları sınamak ve irdelemek kendisini oturmuş
için sağlıkl ı ve açık fikirli bir eğilimdir. Şüphecilik safdilliğe karşı
da, insanların
yararlı bir teminat olsa da, bazen yerli yersiz her şeyden şüphe <luyma
eğilimine dönüşebilir. Ama iyi ve kötü olmast bir yana, şüpheciliğin beyinlerini
felsefe<leki anlamı bu değildir. vücutlarından
çıkartıp besin
Felsefi şüpheci hiçbir şey bilmediğimizi ileri sürmez. Bir kere zaten
hiçbir şey bilmiyorum <lersek, en azından h içbir şey bilmediğimizi maddeleriyle dolu
biliyor oluruz ki kendi sözümüzle çelişiriz. Şüphecinin ası l duruşu, bir kavanoza koyan
bilgi sahibi o lduğumuz iddiasına meydan okumakt ı r. Birçok şeyi
kötü kalpli bir
bild iğimizi düşünürüz, peki ama bu id<liaları mm nası l savunabiliriz?
Herhangi bir bilgi sahibi olma idd iamızın haklılığını kan ı tlamak için bilim insanının var
hangi dayanakları ortaya koyabiliriz? Dünyaya ilişkin sözde bilgimiz, olabileceğine dair
duyularım ızdan e lde ettiğimiz algılara ve aklımıza dayanır. Ama
eğlenceli ama epey
böylesi algılar her zaman haraya açık değil midir? Halüsinasyon ya
da rüya görmed iğimizden emin olabilir m iyiz? Ya da belleğimizin saçma varsayımdan
bize oyunlar oynamadığından? Eğer rüya görme deneyimi uyanıklık bahseden bir
deneyimimizden ayırt edilemiyorsa, asla bir olayın gerçekliğinden
yazı okuyormuş
emin olamayız. Gerçek kabul ettiği miz şey belki de gerçek değildir.
Böylesi kaygılar uç noktaya vardırıldığında, kötü kalpli cinlere ve sanabilir."
kavanoz<laki beyinlere götürür bizi ... Hilary Putnam, 1981
Bilgi fe lsefesi (epistemoloji), felsefenin bilgiyi sorgulayan alanıdır: Ne
biliyoruz? Nere<len biliyoruz? Bir şeyin bilgi kabul edilebilmesi için gerekli
koşullar neler<lir? Böyle ele alındığın<la, bilgi felsefesi şüphecinin mey<lan
okumasına bir yanıt olarak görülebilir. Bilgi felsefesinin tarihi ise şüphecil iği
bozgun a uğratmak için geçmişteki bir <lizi gi rişimdir. Pek çok kişiye göre
şüphecil iği yenilgiye uğratmak konusunda Descartes'tan sonraki filozoflar
<la ondan daha başarıl ı olamadılar. Kavanozdan kesin bir kaçış olmad ığı
kaygısı felsefenin üstüne koyu gölgesini düşürmeyi bugün de sürdürür.

>> fikrin özü


Kavanozun içindeki bir beyin
olabilir misiniz?
Bilgi Sorunları

02 Platon'un
Mağarası
Ömrünüz boyunca karanlık bir mağaraya hapsedildiğinizi düşünün. Elleriniz
ve ayaklarınızdan zincire vurulmuşsunuz. Başınızı da kıpırdatamıyorsunuz.
Sadece tam karşınızdaki duvara bakabiliyorsunuz. Arkanızda cayır cayır
yanan bir ateş var. Sizinle ateş arasında ise sizi tutsak edenlerin heykeller ve
her türlü eşya taşıyarak yürüdüğü bir yol var. Sizin ve öbür mahkumların gör-
düğü, düşündüğü ve hakkında konuştuğu yegane şey, bunların duvara vuran
gölgeleri.

Yunan filozof Platon'un kulland ığı birçok imge ve benzetme arasında


muhtemelen en ünlüsü olan Mağara A legorisi, filozofun ideal dev let
biç imini ve hu devletin ideal yöneticisi "filozof-kral"ı incelediği dev yapıtı
Devlet'in 7. kitabında yer alır.

Mağara benzetmesinin ilerleyen k ısım l arında netlik kazandığı gibi,


P laton'un bilgi ve nesneleri kavrayışı son derece karmaşı ktır.

Şimdi zincirlerinizden kurtulduğunuzu ve mağarada serbestçe dolaşabildiğinizi


hayal edin. Önce ateşten gözleriniz kamaşır. Sonra yavaş yavaş mağaranın
içindeki durumu açıkça görmeye ve eskiden gerçek sandığınız gölgelerin kaynağını
ani.amaya bll§larsınız. En sonunda mağaradan aynlıp güneşin aydınlamğı dış
dünyaya çıkmanıza izin verilir. Göklerdeki en parlak nesne olan Güneş'ih
aydınlattığı gerçekliği tüm çıplaklığıyla görürsünüz.

Plaıon'un maljarası Cogito ergo sum


( Düşünü yprum öyley se varım )
Platon'un Mağarası 11
Mağaranın yorumu Platon'un mağarasın ı n nasıl yorumlanması
gerekliğinin ayrıntı ları çok tartış ılm ışsa <la genel anlamı açıktır. Mağara
"değişim alcmi"ni temsil eder; her şeyin kusurlu ve ~ürekl i deği~ken olduğu,
gün<lclik deneyim lerim izin görünür evrenidir bu. S ıradan
insanları simgeleyen zincire vuru l muş mahkumlar, sanı ve "Bakın! Yeraltındaki
yan ılsamalardan oluşan bir dünyada yaşar. Dah a önceden
bir mağarada yaşayan
mahkum ol;:ın ve şimdi mağaranın içinde serbestçe gezebilen
kişi , sürekli değişen algı ve deneyim dünyası iç inde mümkün insanlar . .. Tıpkı
olabilecek en doğru gerçeklik görüşüne u laşır. Mağa ranın bizler gibi ... sadece
dışındaki dün ya ise "varlık alcıni"n i temsil eder: kusursuz,
kendi gölgelerini ve
ebed i ve <leğişmez olan bilgi nt>snclerin in doldurduğu,
hakikat evren ini. birbirlerinin gölgelerini
görürler, ateşin
İdealar kuramı Platon'a göre bilinen şeyler sadece mağaranın duvarına
gerçek o lmakla kalmayıp ayrıca kusursuz ve değişmez
olmalıdır. Ne var ki mağara içi ndek i yaşam rarafın<lan düşürdüğü gölgeleri."
simgelenen görgü] (ampirik) dünyad aki hiçbir şey bu tasvire Platon, iö -375
uymaz: uzun boylu bir k işi ağacın yan ında kısadır; öğley in

Platonik aşk
Günümüzde Platon'un en yaygın Aşkın en müke mme l biçiminin
olarak ilişkilendirildiği fikir olan fiziksel değil, zihinsel ol duğu yo-
Platonik aşk, M ağara Alegoris i'nde lundaki klasi k ifade, Platon' un bir
zihnin evreniyle duyular evreni ba ş ka tanınmı ş d i yaloğu olan Şö­

arasındaki keskin karşıtlıktan çıkar. /en'de yer alır.

lf\ ' '.


~ . "1690 ' ' . . . ' ' "' . ı98ı ' . ~

Algı perdesi Kava nozdaki beyin


Bilgi Sorunları

kırmızı görünen bir elma akşam karanlığında siyah görünür vs. Görgü! dün-
yadaki h içbir şey bir bilgi nesn esi olmadığı için Platon, lc.lealar (fikirler)
diye adlan<lırdığı kusursuz ve değişmez varlıklardan meye.lan a gelmiş başka
bir evren ( mağaranın d ışındaki <lünya) ol ma~ı gerekti~ini ileri sürer. İdealar
<lünyasında örneğin bir Adalet İdeası var<lır; herhangi bir a<lil eylemin ad il
ol ması , A<lalet İdeası'nı taklit ya da kopya e tmesi sayesinde<lir. Mağara
Alegorisi'nde ileri sürüldüğü gibi l<lealar a rasında bir hiyera rşi vardır;
h epsine egemen olan, Güneş ta rafından simgelenen İyilik İdeası'clır. Öbür
idealara niha i anlamını veren, h atta onla rın varoluşunun a ltında yatan bu
i<leadır.

Tümeller problemi Platon 'un ideala r kura mı ve ona dayan ak


oluşturan me tafizik teme lin yanıtlamaya çalıştığı sorun olan "tümeller
sorunu", o dönemden beri felsefede türlü b iç imler altında baskın bir tema
olmuştur. Ortaçağ'<la felsefenin savaş çizgisi gerçekç iler (ya da Platoncular)
ile adcılar (nomina listler) arasında çizilmişti ; gerçekç iler, kırmızılık ya da
uzunluk gibi tümellerin tikel kırmızı ve uzun şeylerden bağımsız o larak var
olduğuna inanırken adcılar bunların nesnele r arasındaki birtakım benzer-
likleri vurgulamak iç in nesnelere iliştirilmiş birer a<lda n ibaret olduğunu
savunuyordu.

Popüler kültürde
C.S. Lewis'in fantastik roman dizisi Çocuklar aslında
öldüklerini ve
Narnia Günlüklednde Platon'un sonsuz ve hiç de-
şimdi bulundukları

Mağara Alegorisi'nin belirgin bir ğişmeyen dünyanın soluk bir taklidi

yankısı va rdır. Son Savaş başlıklı niteliğindeki "Gölge Ülkesi"nden


son kitabın bitiminde öykülerin geçtiklerini keşfede rler. Buradaki
kahramanı olan çocuklar Narnia'nın apaçık Hıristiyanlık mesajına rağ ­
yıkılışına tanık olur. Gözlerimizin men Plat on' un etkisi belirgindir
önüne Aslan'ın ülkesi çıkar bu defa; - Yunan filozofun Batı'nın kültürü,
eski Narnia'da ve anılarındaki İngil­ dini ve sanatı üstündeki büyük (ve
tere'de en iyi olan ne varsa hepsini genelde umulmadık) etkisinin sayı­
barındıran bir ülkedir burası. sız örneklerinden biridir bu.

il
Platon'un Mağarası 1
Genellikle gerçekçilik ve karşı-gerçekçilik açısınJan dile getirilen aynı
temel ayrım, modern felsefenin birçok alanınJa hal§ yankılanı r. Gerçekçi
görüşe göre "d ışarıJaki" dünyaJa, örneğin fiziksel nesneler, ahlaki olgular,
ya da matematiksel özellikler gibi bizim bilmemize veya hissetmemize
bağlı olmaksızın var olan gerçekler bulunur. Bu görüşe karşı çıkan "karşı­
gerçekçiler", bilinen ile bizim ona ilişkin bilgimiz arasında zorunlu bir
bağ bulunduğunu öne sürer. Bütün bu tartışmaların temel kavramları,
2000 yıldan fazla bir süre ö nce felsefi gerçekçilerin öncülerinden ve en
esaslılarınd an biri olan Platon tarafından yerleşti rilmiştir.

Sokrates'i savunurken Platon, Mağara Alt:gurisi'nde gerçeklik


ve bizim gerçekliğe ilişkin bilgimiz üstüne özgün görüşlerini örnekle-
mekten çok J aha fazlasına girişir. Bu durum öykünün son bölümünde
iyice belirgin hale gelir. Dış dünyaya çıkan, nihai doğrunun ve gerçekliğin
doğasını tanıyan serbest mahkum, mağaraya geri Jönüp karanlıkta kalmış
yoldaşlarının gözlerini açmaya can arar. Ama artık dış dünya nın parlak
ışığına alıştığından, mağaranın karanlığında sendeler ve h:ila tutsak o lanlar
tarafından bir aptal olarak görülür. Yolculuğun onu mahvettiğini düşünür
ve ona kulak asmazlar; hatta vazgeçmezse canından olabileceği konusunda
uyarırlar. Platon bu pasajda, filozofun sıradan insanları aydınlatmaya,
onları bilgelik yoluna sokmaya çabalarken yaşadığı o tanıdık gülünç düşme
ve dışlanma durumunu mecazi bir dille anlatır. Aklımla özellikle hocası
Sokrates'in yazgısı vard ır; Sokrates ömrü boyunca felsefe öğretilerini
yumuşatmayı reddetmiş ve sonunda lö 399'da Atina devleti tarafından
ölüme mahkum edilmiştir.

>>fikrin özü
un ı bilgi gölgeden ibarettir.
Bilgi Sorunları

03 Algı Perdesi
Dünyayı nasıl görür, nasıl duyar, nasıl koklarız? Çoğumuz üzerinde
düşünmeksizin çevremizdeki. fiziksel nesnelerin aşağı yukarı onları
algıladığımız gibi. olduğunu varsayarız, ama sağduyuya dayalı bu yak-
laşıma i.li.şki.n bazı sorunlar vardır ki. birçok filozofu dış dünyayı aslında
doğrudan gözlemleyip gözlemlemedi.ği.mi.zi. sorgulamaya yöneltmiştir.
Onlara göre bizler sadece içsel "fikirlere", "izlenimlere", ya da modem
terimlerle dile getirecek olursak "duyu verilerine" doğrudan erişebiliriz.
17. yüzyıl İngiliz filozofu John Locke bunu aydınlığa kavuşturmak için
çok bili.nen bir imge kullanmıştı. insanın anlayışının ışık geçirmeme-
cesi.ne kapatılmış bir oda gibi. olduğunu ileri sürdü. Odanın içine birkaç
küçük açıklıktan düşen görüntüler dışarıdaki. gerçek görüntüleri olsa olsa
andmyor, görüntüsü olmayan şeylerin ise fikirlerini oluşturuyordu.

Ama Locke'un tasarımında büyük bir pürüz var<lır. O<laya giren fikirlerin
(ideaların) dışarıdaki nesnelerin az çok sadık birer temsili olduğunu var-
sayabiliriz, ama eninde sonun<la bu içsel temsi llerin dışsal ne~melere, y<ı
<la herhangi bir şeye karşı lık gelmesi hir çıkarsama meselesidir. Doğrudan
erişebildiğimiz tek şey olan fikirlerimiz, bizimle dış dünya arasında geçilmez
bir "algı perdesi" oluşturur.

1690 tarihli İnsanın Anlayışı Üzerine Bir Deneme a<llı yapıtında Lockc,
"temsili" algı modellerinin en eksiksiz anlatımlarından birini sunar. Ara
fikirler ya da <luyusal veriler içeren bu tür modeller, bizimle dış dü~ya
arasına bir boşluk koyar. Gerçekliği bilip bilmediğimize dair görüşler de işte
bu boşlukta kök salar. Perdeyi yırtmanın ve şüphcciyi alt etmenin tek yolu,
gözlemciyle <lış nesne arasında doğrudan bağlantı sağlamaktır. Locke'un
modelinde böyle sorunlar varsa, zaten neden kabul edelim ki?

Platon'un mağarası Cogito argo sum


(Düşünüyorum öyleyse varım)
Algı Perdesi 1
Birincil ve ikincil nitelikler Algıla rı mızın güvenilmezliği ,
şüphecinin bilgi iddialarımıza saldırırken kulla ndığı silahların ön emli bir
bölümün ü oluştu rur. Rir <loma tesin ayd ı nl atma koşullarına bağlı o larak
kırmız ıdan siyaha h erhangi hir renkte görünebileceği gerçeği , şüpheciye
göre, duyularım ızın bilgiye giden güvenilir bir yol olarak kabul edilmesine
gölge <lüşürür. Locke, içsel <lüşüncelcrle dışsal nesne leri birbirinden ayı ra n
algı modeliyle şüphecinin eli nden bu silahı almayı umuyordu. Kend i teziyse
dah a başka bir ayrıma , birinc il nite liklerle ik incil nitelikler arasın<lak i
ayrıma dayanıyordu.

Domatesin kı rmızılığı domatesin kentlisini n hir özelliği deği l, çeşitli fa k-


törlerin etkileşimini n sonucud ur. Söz konusu faktörler arasında domatesin
dokusu ve yüzey yapısı gibi fiziksel özellikleri, kendi <luyu sistemimizin özel-
likle ri ve gözlem sıras ınd aki çevre koşulların ı sayabiliriz. Bu özell ikler (daha
doğrusu "özellik-dışı lıklar") do matesin kendisine a it <leğildir ve "ikincil
n ite likler" olarak adland ı rıl ırlar.

Kartezyen tiyatro
Locke'un alg ı modeline "temsili gerçekçilik" ba şlamamıştır. Bazen bu modelden küçüm-
denir. Böylece onun görüşünü (mesai saat- seme amacıyla "Kartezyen tiyatro" diye söz
leri dı ş ındaki filozoflar da dahil olmak üzere) edilir, çünkü Descartes'a göre zihin, i deaların
hepimizin genelde benims ediği " naif" ya da bir iç gözlemci -maddesiz ruh- tarafından
"sağduyuy a dayalı " gerçekçilikten ayrı tu- görüldüğü bir sahnedir. Bu iç gözlemcinin
ta rız. Her iki görüş de, bizden bağ ım s ız bir de (homunculus) kendi içinde baş ka bir iç
dı ş dünya olduğunu dile getirmeleri açısın­ gözlemcisinin olm a sı gerektiği (ve bunun
dan gerçekçidir, ama kırmızılığın domatesin böyle sonsuza dek gideceği) kurama yönelik
bir öze lliği oldu ğ unu yalnı zca naif versiyon itirazlardan yalnızca biridir. Tüm itirazlara
savunur. Kurama klasik açıklamasını veren rağmen , model etkisini sürdürmektedir.

kişi Locke olsa da temsili algı modeli onunla

~ 1690 1981
Algı perdesi Kavanozdaki beyin
Bilgl Sorunları

Aynı zaman<la, dom atesin bo yu ve biçimi gibi birtakım gerçek özellikleri


var<lıı' ki bunlar d o matesin gözlemlendiği koşullara ya da gözlemc inin
varlığına bağlı değildir. Bunlar "birincil nite likler"dir; ikincil nite likleri
açıklar ve bizim ikinc il nitelikle ri tecrübe e tmem izi sağlarlar. ikinc il nite-
likle re ilişkin fikirle rimizin tersine, birinc il nite liklere ili şkin fikirlerimiz
(Locke'un düşüncesine göre ) fiziksel nesn elerin kendile rine çok benzer ve
bu n esn eleri bilmemizi sağlarlar. Bu yüzden bilim büyük ö lçüde birincil nite-
liklerle ilgilenir. Şüphecilerin meydan okumasına karşı en büyük kanıtımız
da bu birincil niteliklere dair fikirlerimi zdir.

Locke'un odasında hapis Lockc' u ilk eleştirenle rden birisi


lrlan<lalı çağ<laşı G eorge Bcrke ley idi. Berke ley, dolaysız algı n esn e lerinin
idealar olduğunu savunan temsili algı modelini kabul ediyo rdu . Ancak
Locke'un görüşünün şüphecilerin hakkından gelmek şöyle dursun, on lara
büsbütün teslim o lma tehlikesi taşıdığını h emen fark etmişti. Odasına

"Hiç kimsenin bilgisi . .. deneyimlerinin


ötesine geçemez."
John Locke, 1690

"İşte böyle çürütüyorum"


Berkeley'nin immateryalist kuramı, gü- vuruşta kapı dışarı eden bir çözüm öner- '
nümüzde uçuk olarak değerlendirilse de, miştir. Bugün hafızalardaki yerini, Samuel
kendisinin tüm felsefi hünerlerini sergile- Johnson'ın immateryalizmi kendince çürü-

diği bir metafizik şovu olarak kabul edilir. tüşüne borçlu olduğunu bilse gururu daha

işin ironik yanı, Berkeley'e soracak olursa- da kırılırdı herhalde. Boswell'in The Life
nız kendisi sağduyunun savunucusuydu. of Samue/ Johnson (Samuel Johnson'ın
Locke'un mekanik dünya kavrayışının tu- Yaşamı) adlı kitab ı nda anlattığına göre Joh-

zaklarını ustaca ortaya döktükten sonra nson "Büyük bir taşa sert bir tekme attıktan
kendisine göre aşikar olan, üstelik hem sonra 'işte böyle çürütüyorum immaterya-
ııı şüpheci hem de tanrıtanımaz iddiaları tek lizmi.' diye bağırmıştı."
Algı Perdesi 1
"insanlar arasında tuhaf bir biçimde hüküm süren
görüşe göre, Evler, Dağlar, Irmaklar, kısaca tüm
duyumsanabilir Nesneler, algılanışlarının dışında bir
de Doğal ya da Gerçek bir Varoluşa sahiptirler."
George Berkeley, 1710

kapanmış Locke, varsaydığı "görüntülerin ve görüntüsü olmayan fikirlerin"


gerçekten dış nesnelere benzeyip benzemediğini kontrol edemeyecekti asla.
Hiçbir zaman perdeyi kaldırıp öbür tarafa bakamayacaktı. Dolayısıyla bir
temsiller dünyasına kısılıp kalmıştı. Bu durumda şüpheci davayı kazandı
demekti.

Locke'un tutumunun tehlikelerini açık seçik ortaya koyan Berkelcy, sıra


dışı bir sonuca vardı. Bizi dış dünyayla tekrar bağlantıya geçirmek için
perdeyi y ırtmaktan ziyade, perdenin ardında bağlantı kurulacak hiçbir
şey olmad ığına kanaat getirdi! Berkeley'e göre gerçeklik "idealar"ın ya da
<luyumların kendisinden ibaretti. Fakat bunlarla zaten tamamıyla bağlantı
halinde olduğumuza göre, şüphecilik tehlikeleri ortadan kalkmış oluyordu.
Gerçi ödediğimiz bedel bir hayli yüksek olmu~nı: fiziksel bir dış dünyanın
yok sayılması !

Berkeley'nin i<lealist (ya <la immateryalist) kuramına göre, "var olmak


algılanmaktır" (esse est perci/Ji). Peki öyleyse biz nesnelere bakmayı
bıraktığım ız anda varoluşları sona mı erer? Berkelcy bu vargıyı kabul
c<liyordu ama cevabı da hazırdı: Tanrı. Evrendeki her şey her an Tanrı'nın
zihninde olduğu için, <lünyanın varlığı ve devamlılığı güvencedeydi.

>> fikrin özü


Perdenin ardında ne var?
~ Sorunları
Bilal

04 Cogito Ergo
Sum
Şüphelenilebilecek her inanıştan sıyrılmış bir halde, görünüşte dipsiz bir
belirsizlik denizinde sürüklenen Descartes, ayak basacak bir yer bulmaya
çalışır umutsuzca - insan bilgisinin mabedini yeniden inşa edeceği sağ­
lam bir zemin arar . ..

"Her şeyin yanlış o lduğunu düşünmeye çalışırken, bunu düşünen ben


diye bir şey olması gerektiğini fark ettim. Ye şu gerçeğin farkına vardım:
'Düşünüyorum, öyleyse varım' [cogiw ergo sumJ. Gördüm ki bu
"ıe pense, gerçek, şüphecilerin en abartılı varsayımlarının bile sarsamayacağı
sağlam ve güvenilir. Böylece bunu, aradığım felsefenin
done je suis." kadarbirinci ilkesi olarak kabul edebileceğime gönül rahatlığıyla karar
Rene Descartes, 1637 verdim."

işte böylece Franm filozof Rene Descartes, Batı felsefesi tarihinin şüphesiz
en ünlü ve muhtemelen en etkili dü~üncesine ulaştı.

Şüphe yöntemi Descartes 17. yüzyılda Avrupa'ya hızla yayılan bilimsel


devrimin öncüleri arasındaydı. Ortaçağ dünyasının eskimiş dogmalarını bir
kenara atıp bilimleri en sağlam temeller üstüne kurmayı arzuluyordu. Bu
amaçla "şüphe yöntemi" denilen zorlu ve titiz yöntemi benimsedi. Kendi
benzetmesiyle söyleyecek o lursak, tek çürük elmay ı ç ı karmakla yerln-
ıneyerek sepeti tümüyle boşalttı ve en küçük bir şüphe dahi uyandıracak her
inancı çöpe attı. Son bir hamlede, amacı onu aldatmak olan kötü niyetli bir
cin hayal etti, öyle ki geometri ve matematiğin görünüşteki apaçık doğruları
bile artık kesin değildi.

ııı
Beden-zihin problemi Cogito ergo sum
{Düşünüyorum öyleyse varım)
Cogito Ergo Sum 1
Dilin önemi
İyi bilinen Latince düstur cogito ergo sum, Descartes'ın Felsefenin İlkeleri
(1644) adlı kitabında yer alır. Fakat filozofun Yöntem Üzerine Konuşma
(1637) adlı yapıtında Fransızca versiyon Ue pense, done je suis) geçer. En
önemli yapıtı Düşünceler'de (İlk Felsefe Üzerine Metafizik Düşünceler)
ise söz standart ifadesiyle görülmez. Önermenin şimdiki zaman kipiyle
"düşünüyorum" olarak söylenmesi, şu ana yaptı~ı vurgu açısından
önemlidir.

işte bu her şeyden, başka insanlardan, dışındaki dünyadan, hatta kendi


bedeninden ve duyularından sıyrıldığı noktada Dcscarces kurtuluşu cogiıo'da
bulur. Ne kadar kandırılmış o lsa da, cin onu her seferinde aldatmaya ne
kadar kararlı olsa <la, aldatılacak birisi ya da bir şey olmak zorundadır.
Descartes başka her konuda yanılıyor olsa bile kendisinin orada, o anda,
yanıldığı düşüncesini taşıyarak var olduğundan şüphe duyamazdı. C in "ben
bir şey olduğumu düşündüğüm sürece hiçbi r şey olmadığımı asla ileri süre-
meyecektir ... Ben hen'im, ben varım düşüncesi, benim tarafımdan öne
sürüldükçe ya da zihnimde tasarlandıkça zorunlu olarak doğrudur."

Cogito'nun sınırları Descartes'a ilk yöneltilen ve o zamandan beri


pek çoklarının benimsediği eleştirilerden biri, cogiıo'<lan çok fazla sonuç
çıka rmasıydı. Sadece hir düşünme edimin in varlığını ileri sürebileceği,
düşünenin kendisi olduğu sonucunu çıkartamayacağı söyleniyordu. Ama
düşüncelerin bir düşünenin varlığını gerektirdiğini teslim ersek bile,
Descartes'ın görüşünden çıkartılabilecek sonuçlar son derece sınırlıdır.
Birincisi, cogiıo özünde birinci tekil kişiye ilişkindir - benim cogiıo'm sadece
benim işime, seninki ise sadece senin işine yarar: Cin, senin düşündüğünü
(dolayısıyla var olduğunu) düşünmemi sağlıyor olabilir. ikincisi, cogiıo
şimdiki zamandadır: Belki de düşünmediğim zamanlarda yokumdur.

Algı perdesi Kavanozdaki beyin


Bilgl Sorunları

Cogito'nun kökeni
Tüm felsefi deyişlerin en tanınmışı olan cogito ergo sum' un kesin kökeni
tam anlam ı y la açıklığa kavuşmamıştır. Descartes'la ayrılmaz bir biçimde
bağlantılı olsa da cogito' nun ardındaki düşünce ondan çok öncelere uza-
nır Örneğin IS beşinci yüzyıl başında Aziz Augustinus ruhun kendinden
şüphe duymasından başka her şeyden şüphe duyabileceğimizi yazmıştı,
üstelik bu düşünce Augustinus'la ortaya çıkmamıştı.

Üçüncüsü, varoluşu belirlenen "ben" son derece belirsiz niteliktedir: Beni


ben yaptığına inandığım yaşam öyküsünün ve öbür özelliklerimin hiçbirine
sahip olmayabilirim ve aslında ha la t ümüyle, ald atıcı cinin pençeleri
arasında olabilirim.

Kısacası , cogito'nun "ben"i bir özbilinç anından ibarettir; kendi geçmişi <le
<lahit her şeyden kopartılmış bir noktacıktır sadece. Öyleyse Descartes bu
kadar istikrarsız bir temel üstüne ne inşa e<lebi1i r?

Bilgiyi yeniden oluşturmak Descartes, kaza kaza alttak i kayaya


ula~m ıştı, peki ama yeniden i nşaata başlayacak ma lzeme bı rakmış mıy<lı
kend isine? Çıtayı o katlar yükseltmişti ki, c in geçirmez bir kesinlikten
aşağısı kurtarmazdı. Oysa bir bakıyoruz ki geri inşası şaşırtıcı derecede (belki
de kaygılandırıcı <lerece<lc) çabuk. Descartes'ın bilgi kuram ının iki ana
desteği vard ır. Birincisi, cogiıo'nun ayırıcı özell iği, yani şüphe götü rmezl iği
konusundaki aşikarlıkcır. Descartes buna dayanarak genel bir kurala varır:
"Açık seçik ve belirgin biçimde aklımızda canlanan ~eylerin hepsi doğrudur". Peki
bundan nasıl emin olabili riz? Çünkü bütün fikirlerin en açık seçik ve' en
be lirgin olanı her şeye gücü yeten, her şeyi bilen kusursuz bir Tanrı fikridir.

Tanrı bütün fiki rlerimi zin kaynağıdır ve o iyi o ld uğuna göre b izi
kan<lı rmayacaktır; gözlem ve akıl güçlerim iz <le Tanrı'da n geldiğine
göre, bizi uygun biçimde yanlışa değil doğr uya yöneltecektir. Tanrı'nın
ge lişiy le şüp he da lgaları çabucak geri çek ilir - dünya eski düzenine geri
getiril m iştir, bilgim izi sağlam, bilimsel bir Leme! üst ünde yen iden inşa etme
işi başlayabilir artık.
1111
Cogito fı'l • Sum 1
" . .. kendi duyularımızın doğruluğunu kanıtlamak
amacıyla Yüce Varlık'ın doğruluğuna başvurmanın
fasit daire ile sonuçlanması kaçınılmazdır."
David Hume, 1748

Geçmek bilmeyen şüpheler Descartes'ın kendisi için kaz<lığı


şüphe çukurunun dışına tırmanma girişimi pek az kişiyi ikna etti. Pek çokları
"Descartes'çı döngü"deki hataya <likkat çekti: Descartes, net ve belirgin
idealara sahip oluşumuzdan yola çıkarak Tanrı'nın var olduğunu belirtiyor,
ardından Tanrı'nın iyi olmasından yola ç ıkarak idealarımızın gerçek
olması gerektiğini söylüyordu. Tezin gücü ne olursa o lsun (Descartes'ın
bu ka<lar apaç ık bir tuzağa düştüğü kesin olmaktan çok uzaktır) filozofun
cini başarıyla kovduğu konusundaki güvenini paylaşmak zordur. Descartes
aldanışın meydana geldiğini yadsıyamaz ve yadsımaz da. Onun genci
kuralına uyacak olursak, bir şeyin zihnimizde net ve belirgin bir fikrine
sahip olduğumuzu düşündüğümüzde yanılı yor <la olabili riz. Ama böyle
bir yanılgıya düştüğümüzü elbette bilemeyiz. Ve eğe r böylesi durumları
saptayamıyorsak, kapı bi r kez daha şüpheci liğe ardına kadar açık demektir.

Descartes modern felsefenin babası olarak adlandırılmıştır. Bu sıfatı hak


eder etmesine, ama kendisinin arzu etmiş olabi leceği nedenlerden ötürü
<lcğil. Onun amacı, şüphecilerin dile getirdiği şüpheleri sonsuza dek ortadan
kaldırmaktı, böylece kendimizi bilgi peşinde koşmaya güvenle adayabi-
lecektik. Ama işin sonunda şüphe gidermekten ziya<le şüphe uyandırmakta
başarılı ol<lu. Sonraki kuşakların filozofları, Descarres tarafından oraya
konduğu günden beri en tepelerde yer alan şüpheci lik meselesine mıhlanıp
kaldı.

>>fikrin özü
Düşünüyorum, öyleyse varım.
Bilgi Sorunları

05 Akıl ve
Deneyim
Şeyleri nasıl bilebiliyoruz? Bilgilerimizi temel olarak aklımızı kullanarak
mı elde ediyoruz? Yoksa dünyayı tanımamızda en önemli rolü duyuları­
mız yoluyla edindiğimiz deneyimler mi oynuyor? Bilginin kurucu ilkesi
olarak akıl ile deneyim arasındaki bu temel karşıtlık, Batı felsefesi tarihi-
nin büyük bölümüne nüfuz etmiştir. Daha belirgin söyleyecek olursak,
son derece etkili iki felsefe kolunun-akılcılıkve deneycilik (rasyonalizm
ve ampirizm)- başlıca çekişme konusudur bu.

Üç ana ayrım Akılcı ve deneyci bilgi kuramları arasındaki tartışmayı


anlamak için filozofların bu kuramlar arasındaki farkları aydın l ığa kavuştur­
makta kullandığı üç ana ayrıma bakmam ız yararlı olacaktır.

de ney-öncesi (a priori) biliş - deney-so nras ı (a posteriori ) biliş Bir


şey <leney veya <leneyime haşvurma<lan bilinehiliyorsa deney-öncesinden
(veya önsel olarak) bilinebilir deriz. "2+2=4" olduğunu deney-öncesi bili-
riz; bunun doğruluğunu göstermek için d ışarı çık ıp acaba gerçek <lünya<la
nasıl oluyor diye araştırmamız gerekmez. Ama eğer böyle bir araştırma ge-
rekiycma, o şey ancak deney-sonrası (sonsal olarak) bilinebilir demektir.
Örneğin "kömiir 5iyahtır" ifadesi doğruysa, deney-sonrası bir <loğrudur;
çünkü bunu doğrulamak için bir kömür parçası bulup bakmamız gerekir.
1

çözümsel (ana litik) - bireşimsel (sentetik ) Bir önerme, önermeyi oluştu­


ran terimlerin an lamlarının içerdiği bilgilerden <laha fazla bilgi vermiyorsa
çözümseldir. "Bütün ev lenmemiş kadınla r bekard ır" sözünün doğruluğu,

Argüman biçimleri iman ve akıl


Akıl ve Deneyim 1
sadece kullanılan
sözcükle rin anlamı ve ilişkisinin anlaş ılmas ı sayesinde
a paçık ortadadır. Buna karşılık, "BüLün evlenmemiş kadınl ar mutsuzd ur"
sözü bireşimscldir - farklı kavramları b ir araya getirir (sen tez yapar) ve dola-
yısıyla anlamlı bilgi (ve bura<la olduğu gibi bazen yanlış bilgi) sunar. Sözün
doğru olup olmadığını saptamak iç in evlenmemiş her kadının zihinsel du-
rumunu incelememiz gerekir.

zorunlu - olumsal Zorunlu bir gerçek başka Lürlü olamayandır - he r ko-


şulda ya da bütün olası dünyalarda doğru olmalı<lır. O lumsal bir gerçek
doğrudur ama öyle olageld iği iç in doğrudur; dünyadaki şey ler farklı olsaydı
doğru o lmayab ilirlerdi. Örneğin, "Oğl an çocuklarının çoğu yaram azdır"
sözü olumsaldır - oğlan çocuklarının çoğunun gerçekten n asıl <lav randığına
bağlı olarak doğru olabilir <le olmayabilir de. Buna karşılık, bütün oğlan ço-
cuklarının yaramaz olduğu ve Lu<lwig'in bir oğlan çocuğu oldui;;'ll doğruysa,
Ludwig'in yaramaz olduğu mantıken zorunlu olarak doğrudur.

Bu ayrımlar arasında bir öbekleşme göze çarpar: Çözümsel bir önerme,


eğe r doğruysa , zorunlu olarak doğrudur ve deney-öncesi bilinir. Bi-
reş imscl bir önerme ise, eğe r doğruysa , o lumsal o larak doğrudur ve

Kant'a özgü kaygılar


Çözümse l / bireşimsel ayr ı m ı nın kökü, kavramak amacıy l a ku ll anmamız gereken
Alman filozof lmmanuel Ka nt' ı n çalışma- bazı kavramlar ya da düşünce kategorileri

larına daya nı r. Kant'ın


Saf Aklın Eleştirisi olduğunu kanıtlamaktır. Kant'ın ana teması
adlı yap ı tındaki başlıca
hedeflerinden biri, bu kavramların ve bunla rdan tıireyen bi-
töz ve nedenselli k gibi dünyadan öğ re- reş i mse l deney-öncesi bilg inin doğası ve
nemeyeceği m iz ama dünya n ın anlam ı n ı doğrula n ması d ır .

~739 1781 1963


Bilim v e sahte-bı lim Akı l ve d eneyim Üç parça lı bilg i kuramı
Kesin buyruk
Bilgl Sorunları

"Matematiğin tamamıyla metafiziksel olmayan hiçbir


dayanağı yoktur."
Thomas De Quincey, 1830

<lcney-sonrası hilinir. Ne var ki aslın<la işler hu kadar düzgün işlemez. Oeney-


cile rle akılcılar arasındaki başlıca fark da bu terimleri sıralarken seçtikleri
farklı yollar<lan anlaşılabilir. Akılcıların a macı, bireşimscl deney-öncesi
önermelerin var cıl<luğunu, bir başka deyişle <lünyaya <lair önemli ve anlamlı
gerçeklerin yalnızca akılla, deneyimle re başvurmaksızın keşfedilebileceğini
göstermektir. Deneyimcile rin amacı ise örneğin mate matiksel gerçekler gibi
görünüşte deney-öncesi o lan ge rçeklerin aslında çözümsel olduğunu göster-
mektir ( kutucuğa bakmız) .

Temelciliğe alternatif görüşler Akılcılar ve deneyciler birçok


konu<la ayrılsa da en azından bilgimizin dayan<lığı bir teme l (akıl ya da
<leneyim) olduğu konusun<la hemfikirdirle r. Dolayısıyla örneğin 18. yüzyıl

Savaş alanı matematik


Deneycilikle akılcılık arasındaki savaşta en çetin çarpışmalar matematik
alanında yaşanmıştı r. Akılcı için matematik, bilginin ideal bir örneğini
oluşturur. Salt aklın yardımıyla yeni keşiflerin yapılabildiği soyut nesne-
ler diyarıdır matematik. Deneyci ise ka rşı hamle olarak ya matematiksel
gerçeklerin bu şekilde bilinebileceğini reddetme yoluna gider. ya da bu '
tür öğrenilen gerçeklerin sonuçta çözümsel ya da aşikar olduğ u nu gös-
termeye çalışır. İkinci seçenekte, sözde soyut matematiksel gerçeklerin
asl ındainsan elinden çıkma kurgu lar olduğu ve matematiksel düşün­
menin, kökü itibarıyla bir uzlaşım meselesi olduğu dile getirilir. Sonuçta
ortada keşif deği l uzlaşma, gerçek değil ispat vardır.

11111
Akli ve Deneyim 1
Avrupa' da rekabet
Tarihsel olarak, 17. ve 18. yüzyılın Britanyalı engeller. Bir tarafın baş savunucusu Descar-
deneyimcileri olan Locke, Berkeley ve Hume, tes, deneyci araştırmaya olumlu baktığını
Kıta Avrupası'ndaki "rakipleri" olan akılcı pek çok kez göstermiştir. Öbür tarafın baş
Descartes, Leibniz ve Spinoza'ya karşı saf savunucusu Locke ise zihinsel kavrayış ve
tutmuştur. Ama genelde olduğu gibi bu tarz sezgiye, akılcıların layık gördüğü alanı ver-
basit sınıflandırmalar ayrıntıları görmemizi meye zaman zaman razı görünür.

İskoç filozof David Hume, Descartes'ı duyularımızın doğruluğu dahil tüm


bilgilerimize temel oluşturacak akılcı bir kesinlik arayışına girdiği için eleş­
tirse de, bir temel olduğunu yadsımaz. O sad ece hu temele deneyiml erimizi
ve doğal inanç sistemlerimizi dışlayarak ulaşabileceğim iz fikrine karşıdır.

Dolayısıyla he m akılcılık h em de deneyimcilik özünde te melcidir. Bununla


birlikte bir temel olduğu varsayımını kabul etmeyen başka yaklaşımlar da
vardır. Etkili olmuş alternatiflerden birisi bağdaşımcılıktır. Bu yaklaşımda
bilg i, iç içe geçmiş bir inanç örgüsü o larak görülür; örgüdeki b ütün iplikler
tutarlı bir bütün ya da yapı oluşturacak biç imde birbirini destekler. Eğer
bild iklerimiz doğru olmasaydı , aralarında pek çok tutarsızlık, bağdaşmayan
no kta olmas ı gerekirdi görüşünü savunan bağdaşımcılığa göre, bu nedenden
dolayı bilgilerimizin üzerinde du rduğu bir tem el olması gerekmez. Bağda­
şımcılık düsturuna göre "her sav ön cülle re gereksinim duyar, am a her savın
ö ncülü olan h içbir şey yoktur."

>> fikrin özü


Nereden biliyoruz?
Bilgi Sorunları

06 Üç Parçalı
Bilgi Kuramı
Sokak lambasının dibine birdenbire yığılan o nefretlik silüeti görünce " Hay
aksi, yanlış yola saptım" diye düşündü Don. Adamın kaba suratının kendisi
için çok tanıdık olan özellikleri sarı ışığın altında açıkça görülüyordu. "Pislik
herifin burada ortaya çıkacağını tahmin etmeliydim. Neyse, şimdi öğrendim
işte . .. Daha ne bekliyorsun Eric? O kadar güçlü kuwetliydin hani . .. "Bütün
dikkatini karşısındaki adama yoğunlaştıran Don, arkadan yaklaşan ayak
seslerini işitmemişti. Eric ensesine öldürücü darbeyi indirirken o hiçbir şey
hissetmedi ...

Pek i Don, katili Eric'in o gece o sokakta okluğunu gerçekten biliyor muydu?
Don kuşkusuz onun orada olduğu kanısındaydı, bu inancının doğru olduğu
da ortaya çıktı. Üstelik bu inancı oluşturmak için he r türlü gerekçesi vardı.
Eric'ten h içbir bakımdan ayırt edilemeyecek b ir adamı açıkça görmüştü gör-
mesine, ama Eric'in A lec adında bir tek yumurta ikizi olduğunu bilmiyordu.

Platon ' un bilgi tanımı Anlıyoruz ki meğer Don, Eric'in o sokakta o lduğunu
gerçekten bilmiyormuş. Yine de Don, Eric'in orada olduğu na inan ıyordu
ve Eric gerçekten oradaydı. Dolayısıyla Don hakl ıydı. Ama bunu söylcn,ek
felsefe tarihindeki en kutsal tanım lardan birine ters düşeriz.

Platon, Theairews ad lı diyaloğunda bilgi kavramını ustal ıkla inceler. Vardığı


sonuca göre bilgi "logos'a sah ip doğru inanç"tır (yani neden doğru olduğuna
dai r "mantıklı bir açıklama"sı olan inanç), ya da daha kısa ifade ede rsek,

Argüman biçim leri Akıl ve deneyim


üç Parçalı Bllgl Kuramı 1
"gerekçelemlirilmiş doğru inanç"tır. Bu üç parçalı bilgi kuramı daha resmi
olarak şöyle dile getirilebilir:

S kişisi P önermesini bilir, ancak ve ancak

1. P doğrudur

2. S, P'ye inanır

3 . .S'nin P'ye inanmakta gerekçesi vardır.

Bu tan ı ma göre (1), (2) ve (3) bilgi için zorunlu ve yeterli koşullardır. (1)
ve (2) numaralı koşullar büyük lartışmalara yol açmamıştı r dobrru olmayan
bir şeyi bilemezsiniz, ayrıca bildiğinizi iddia ettiğiniz şeye inanıyor o lma-
nız gerekir. (3) numaralı koşula ise pek az kişi itiraz etmiştir. Kentucky
Koşusu'nu koşan atlar listesinden gözünüzü kapayıp parmağınızı rasgele koy-
duğunuz atı seçerseniz, o at fi n işi ilk geçen ar olsfl bile bunu bilmiş kabul
edilmezsiniz genelde. Sadece şansımı yaver gitmiştir.

Gettier'nin tekere soktuğu çomak (3) numaralı koşul un gerek-


tirdiği kesin biçim ve gerekçclcndinne derecesi üzerine tartışmalar olduysa
da üç parçal ı kuramın sağladığı ana çerçeve yaklaşık 2500 yıl boyunca genel
kabul gördü. Ardından 1963 yıl ında Amerikalı filozof Edmund Gettier te-
kere bir çomak soktu. Gettier kısa bir makalede, genel havası Don, Eric
ve Alec hikllyesini andıran karşı-örnekler verdi. Ru örneklerde kişilerden
birisi hem doğru hem de gerekçelendirilmiş - yani üç parçalı kuramın ileri
sürdüğü üç koşulu da yerine gcliren- bir inanç oluşturuyordu, ama yine de
bildiğini sandığı şeyi biliyor olarak nitelenmeye hak kazanmıyordu.

Getticr-vari örneklerin gözler önüne serdiği sorun, inancın gerekçclendiril-


mesiyle inancın doğruluğu arasındaki bağdan kaynaklanır. Öyle ki, kişinin
inancında haklı çıkması doğru gerekçelerden değil, tesadüfen olmuşlur.

~ 1963
Üç parçalı bilgi kuramı
Bilgi Sorunları

Gettier'n in ortaya koyduğu hoşluğu tıkamak için çok çaba harcanmıştır.


Razı filozoflar bilgiyi zorunlu ve yeterli koşullar açısından tanımlama proje-
sinin kendisini sorgula mıştır. Fakat G ettier sorununu çözme girişimlerinin
büyük çoğunluğu, Platoncu modele eklenebilecek bir "dö rdüncü koşul"
bulmayı amaçlamıştır.

Gerekçelendirme kavramına yönelik ön erilerin çoğu dış-odaklı idi, yani


"bilen kişi"nin psikolojik durumunun dışında yatan fa ktörlere odaklanı­
yordu. Örneğin bir nedensellik kuramına göre doğru inancın bilgi o larak
kabul edilebilmesi için, inancın ilgili dış faktörlerden doğmuş olması ge-
rekliyd i. Don'un inanc ı yanlış k işiy le - Eric'le değil A lec'le- ilgili olduğu
için bilgi sayılmaz.

Bilgi feshedilemez mi
olmalıdır?
Üç parçalı kurama ek olarak getirilecek dördüncü koşul için bir öneri,
bi lginin "feshedilemez" o l masıydı. Buna göre, inandığımız şeye
inanma gerekçelerimizi, eğer biliyor olsaydık geçersiz kılacak hiç-
bir ekstra bilgi olmamalıdır. Söz gelimi Don, Eric'in bir tek yumurta
ikizi olduğunu bilmiş olsaydı, sokak lambasına yasl anmış adamın
Eric olduğuna inanmak için gerekçesi olmazdı. Ama aynı mantıkla,
lambaya yaslananın Eric olduğunu, yaslanan kişi Eric olsaydı bile
bilemeyecekti. Don ikiz kardeşin varl ı ğını bilse de bilmese de durum
değişmezdi. Böyle bir faktör her zaman olabileceğinden dolayı, bi-
lenlerin bilip bilmediklerini asla bi l meyeceği durumlar her zaman
olacaktır. Gettier sorununa verilen birçok yanıt gibi, feshedilmezlik
isteği de çıtayı
o kadar yükseltir ki bilgi saydığımız şeylerin pek azı
sınavı geçebilir.

ıı
üç Parçalı Bllgl Kuramı 1
Yanlışlıklar Komedyası
Gerekçeli bilgiyi sorgulama amacıyla kişileri, özellikle ikiz kardeşleri
karıştırma, birini başkası sandırma tekniği Shakespeare'in oyunlarına
aşina kişilerce iyi bilinir. Örneğin Yanlışlıklar Komedyası'nda bir değil
ikı çift tek yumurta ikizi vardır: Sirakuzalı Antifolus ve Dromiyo ile
Efesli Antifolus ve Dromiyo, doğarken bir gemi kazası sonucu birbır­
lerinden ayrılmıştır. Shakespeare onların bir araya gelişini, Gettier'nin
karşı-örneklerine benzer bir komedi yaratmakta kullanmıştır. Siraku-
zalı Antifolus Efes'e gelince, orada kuyumcu olan Angelo onu "Bay
Antifolus," diye selamlar. Daha önce Efes'e hiç ayak basmamış olan
ve kafası karışan Antifolus, "Evet, benim ad ı m bu," diye karşılık verir.
Angelo "Çok iyi biliyorum efendim," der. Aslında Angelo bunu bilmi-
yordur. Üç parçalı kurama göre inancı gerekçelidir ama müşterisinin
aynı adı taşıyan bir tek yumurta ikizi olması tamamen tesadüftür.

Gettier'nin makalesinden beri bir "yama" arayışı bir tür felsefi silahlanma
yarışma dönüşmüştür. Üç parçalı tanımı iyileştirme <lcncmeleri, ka rşılarında
h er seferin<le karşı-örnekler bulur. Getticr sorunundan kaçınmayı başaran
öneriler, bedel o larak sezgisel bilgilerimizin çoğunu dışlamak zorun<la kal ı r.

>> fikrin özü


Ne zaman gerçekten biliriz?
Zihin Problemleri

07 Beden-Zihin
Problemi
Bilimin yürüyüşü 17. yüzyıldan beri her şeyi önüne katıp sürükledi.
Kopemik, Newton, Darwin ve Einstein'm çizdiği rotada yol boyunca yer
alan sayısız kilometre taşı, zamanla evrenin en uzak köşelerinin ve ato-
mun en mahrem sırlarının bile bilim tarafından meydana çıkarılacağı
umudunu veriyor. Ama gerçekten öyle mi acaba? Çünkü bir bakıma en
apaçık, bir bakımaysa en gizemli olan öyle bir şey var ki, bugüne kadar
hem bilim insanları, hem de filozofların en büyük çabalarına direnç gös-
termeyi başardı: insan zihni.
Hepimiz bilincimizin bilincindeyizdir. Düşüncelerimiz, duygularımız ve ar-
zularımız öznel ve bize özeldir. Dünyamızın merkezindeki aktörler o larak
kişisel ve eşsiz bir bakış açımız vardır. Buna taban tabana zıt olan bilim
ise tamamen nesnel ve incelemeye açıktır; kişisel olandan, lek bir bakış
açısından kaçınır. Peki öyleyse bilinç gibi tuhaf bir şey bilimin fiziksel dün-
yasında nasıl var olabilir? Zihinsel görüngüler (fenomenler), bedendeki
fiziksel durum lara ve olaylara dayan arak ya da onlarla ili~kili olarak nasıl
açıklanabilir? Bu sorular, belki de tüm felsefe konularının en dikenlisi olan
heden-zihin problemini oluşturur.

Fransız filozof Rene Descartes 17. yüzyılda bilgi felsefesinde olduğu gibi
zihin felsefesinde de öyle bir etki yarattı ki bu etki Barı felsefesinde günü-
müze dek yankılandı. Kendi varlığının kesinliğine sığınan Descanes (hkz.
sf. 16), doğal olarak zih ne dünyadaki diğer her şeyin üzerinde bir paye verdi.
Descartes zihni tümüyle ayrı bir varlık olarak-temel doğası düşünmek olan
zihinsel lÖZ o larak- ele aldı. Onun dışındaki her şey tan ımlayıcı özell iği

ıı
Beden-Zihin Problem! 1
Ryle'ın hayaleti
İngiliz filozof Gilbert Ryle, The Concept of göre, Descartes da zıhin ve madde bağla
Mind (1949) (Zihin Kavramı) adlı kitabında mında benzer bir hata yapmış, yanlış bir
Descartes'ın çifteci beden-zihin anlayışının şekilde bunların tamamen farklı tözler oldu-
bir "sınıflandırma hatası"na dayandığını ileri ğunu varsaymıştır.
Ryle, bu çifteci metafizik
sürer. Örneğin bir turistin, Oxford Üniversi- anlayışını
"Makinedeki Hayalet" örneğiyle
tesi'ni meydana getiren ayrı ayrı fakülteleri, küçümser: Maddesiz zihin ya da ruh (Ha-
kütüphaneleri ve öteki binaları gördüğü bir yalet). her nasıl oluyorsa maddi bedenin
turun bitiminde üniversiteyi görmediğinden (Makine) içinde yaşar ve onun kumanda
yakındığını düşünün. Turist hem üniversiteyi kollarıyla oynar. Ryle, Descartes'çı çifteciliği

hem de onu meydana getiren binaları aynı eleştirdikten sonra beden-zihin sorununa

varlıkkategorisine koyduğu için ikisi arasın­ kendi çözümü olan davranışçılığı önerir (bkz.
daki ilişkiyi anlamamıştır. Ryle'ın görüşüne sayfa 39).

uzayda yer kaplaması (yani fiziksel boşluğu doldurınası) olan maddedir ya da


maddesel tözdür. DolayıMyla Descartes birbirinden ayrı iki diyar olduğunu
ileri sürdü: hirisi düşünme ve hissetme gibi zihinsel özellikle r raşıyan mad-
desiz zihinlerin di yarı ; öhürüyse kütle ve hiçim gibi fiziksel özellikle r t aş ıya n
maddi c isimlerin diyarı. Gilbert Ryle, " töz çifteciliği" olarak da bilinen bu
görüşü sonradan "Makinedeki H ayalet dogması" olarak ele a lacak (bkz. ku-
tucuk) ve ele güne rezil edecekti.

Çifteciliğin sorunları içme arzusu elimin bardağı rutup kaldırma­


sına neden olur, ayağıma batan bir raptiye acı duymama yol açar. Zihin ve
beden birbiri ni etkiler (sağduyumuz bize höyle olduğunu söyle r): Zihinsel
olayla r fiziksel olayları , fiziksel o laylar da zihinsel olayları ortaya çıkarır.
Ama böyle bir etki leşim ihtiyacı Descartes'çı tabloya gölge dü~ürür. Fiziksel
bir sonuc un fiziksel bir nede n gerektirınesi temel bir bilimsel ilkedir, ama
zihinle maddeyi özde farklı kılarak Descartes etkileş imi olanaksız kılmışa
benze r.

:ıı_690 1912 · : 1950 , ~974 · "


Algı perdesi Diğe r zihinler Turing test i Yarasa olmak
neye benzer?
1 Zihin Problemı
..;

"Makinedeki Hayalet dogması ... Sorunu kendisi de kabul eden Descartes, zo-
hem beden hem de zihinlerin var runlu nedensel ilişkiyi etkileyebilmek için
Tanrı 'nın
müdahalesinin gerekriğini fark
olduğunu, hem fiziksel hem de eder. Fakat meseleyi çözmek için pek bir şey
zihinsel süreçlerin meydana geldiğini yapmaz. Descartes'ın daha genç çağdaşı ve
savunur. Bedensel hareketlerin hem takipçisi Nicolas Malebranche, onun çifte-
ciliğini kabul ederek nedensellik sorunuyla
mekanik nedenleri hem de bedensel boğuşmayı kendine görev bilir. Bulduğu şa­
nedenleri olduğunu iddia eder." şırtıcı çözüme göre aslında etkileşim yoktur.
Gilbert Ryle, 1949 Onun yerine, zihinsel ve fiziksel olayl arın
etkileşmesinin gerekli olduğu her seferde
Tanrı müdahale ederek bunun gerçekleşme­
sini sağlar ve hu şekilde neden sonuç izlenimi yaratı r. "Ara-nedencilik"
diye bilinen bu doktrin, tuhaflığından dolayı pek az destek görmüştür. Asıl
faydası, çözmeyi amaçladığı problemin ciddiyetini vurgulamak olmuştur.

Descartes'çı tutumun karşılaştığı sorunlardan kaçınmanın bir yolu, Descar-


tes'ın Flaman çağdaşı Baruch Spinoza'nın yapıtlarında ortaya çıkan nitelik
çifıeciliği'dir. Spinoza, çiftecilik kavramının tözlere değil niteliklere ilişkin
olması gerektiğini ileri sürer: Bir şeye (bir kişiye ya <la konuya) zihinsel
ve fiziksel olmak üzere iki ::ıyrı tür niteli k atfedilebilir, ama atfedilen bu
nitelikler indirgenemez bir biçimde birbirinden farklıdır ve biri diğeriyle
incelenemez. Dolayısıyla farklı nitelikler aynı varlığın farklı yönlerini tas-
vir eder. Eylemlerimizin nedenlerinin hem zihinsel hem de fiziksel yönleri
olduğuna göre, bu kuram beden-zihin etkileşimlerinin nasıl meydana gel-
diğini açıklayabi li r. Ama aynı zamanda şöyle bir soruyu akla getirir: Nitelik
çifteciliği aynı varlığa birbirinden tamamen farklı yapıda özellikler atfede-
rek sorunu çözmüş müdür, yoba töz çifteciliğinin karşı laştığı sorunu sadece
başka alana mı kaydırmıştır?

Fizikselcilik (fizikalizm) Descartes'ın töz çiftecil i ğinin karşı


karşıya kaldığı zorluklara verilecek en açık yanıt tekçi bir yaklaşım benimse-
mektir. Buna göre dünyada sadece tek çeşit töz, veya "malzeme" vardı r. Bu
malzeme belki zihinseldir, belki de fizikseldir ama ikisi birden değildir. En
başta George Berke ley (bkz. sf. 14) olmak üzere birkaç filozof, zihinsel yolu
seçmiştir. Buna göre gerçeklik zihinlerden ve onların fikirlerinden meydana
gelir. Günümüz filozoflarının da şüphesiz aralarında olduğu büyük çoğun­
1111
luk ise fizikselci açıklamayı yeğler. Bilimin başka alan lardaki yadsınamaz
Beden-Zihin Problemi 1
haşarı !arında n etkilenen fizikselci, zihn in
<le bilimin kapsamı içine alınmasında ısrar Çifteciliğin kökleri
eder. Bunun iç in <le zihne fiziksel yaklaş­
mak gerekir. O zaman iş, öznel ve kişisel Töz çifteciliğinin klasik açıklamasını Des-
o lan zihnin nesnel ve herkesçe ulaşılabilir cartes yapmış olsa da ilk çifteci o değildi .
Aslında maddesiz nesnelerin (ruhlar, tan rı lar,
fiziksel dünya ta rifine nasıl sığdığını açık­
lamaya dönüşür. cinler, melekler vb.) yer aldığı doğaüstü bir
diyar olduğunu varsayan her felsefe, din ya
Birçok fa rklı şekilde karşımıza çıkan fizik- da dünya görüşünde bir tür çiftecilik mutlaka
selciliğin tüm biç imlerinin ortak noktası bulunur. Fiziksel bedenin ölümünden sonra
indirgeyici olmalamlır: Zihinsel göriin- ruhun yaşayabileceği ya da bir başka be-
güle rin , ya da başka bir deyişle, zihnin dende (insan bedeni ya da başka bir beden)
varlığını bize gösteren olguların , tamamen tekrar dirileceği düşüncesi de bir tür çifteci
fizik ile açıklanabileceğini ileri sürerler. dünya kavrayışını gerektirir.
Nörobilimdeki ilerleme lerin kuşkuya yer
bırakmaksızın gösterdiği üze re, zihnin
halleri beynin fiziksel halleriyle yakından
bağlantılıd ır. Ru yüzden fizikselci için en basit yol, zih insel görüngülerin as-
lında beyindeki fiziksel olayla ra ve süreçlere özdeş olduğunu ileri sürmektir.
Bu tür özdeşlik kuramlarının en radikal versiyonları "tasfiyeci"dir: O nlara
göre bilimsel anlayışımız ilerledikçe, "halk-arası psikoloji" -yani zihnimiz
hakkındaki sıradan düşünme biç imimiz- ortada n ka lkacak, yerine nörobi-
limden alınma kesin kavramlar ve açıklamalar gelecektir.

Beden -zihin problemine yön elik fizikselci çözü mle r, ç ifteci liği n zorlukla-
rından çoğunu tek darbede etk isiz kılar. Özellikle nedensellik ilişkisinin
çiftecilere eziyet çektiren gizemleri, bilinc in bilimsel açıklama kapsamına
sokulmasıyla ortadan kaldırılır. T ahm in ed i lebileceği gibi, fizikselc ilik
karşıtlarının a na eleştirisi, fizikselcilerin çok fazla şeyi bir kenara i ttiğidir.
Başarılı olması iç in en ağır bedel ödenmiş, bili nçli deneyimin özün ü, öznel
doğasını kavra ma umu<lu fc<la edilmiştir.

>> fikrin özü


Zihin şaşırtır
Zihin Problemleri

08 Yarasa Olmak
Neye Benzer?
" ... Düşünün ki kollarınızda zar gibi bir doku var, alacakaranlıkta ve şafak
sökerken etrafta uçup ağzınızla sinek tutuyorsunuz; görme duyunuz çok
zayıf, çevrenizi yansıyan yüksek frekanslı ses dalgalarıyla algılıyor, günü
tavan arasında ayaklarınızdan baş aşağı asılı durarak geçiriyorsunuz.
Bunu kafamda canlandırabildiğim ölçüde (ki pek de canlandırabiliyorum
diyemem) yarasa gibi davranmanın nasıl olduğunu benim şu anki halimin
gözünden anlarım olsa olsa. Ama istediğim bu değil. Ben bir yarasa için
yarasa olmak nasıl bir şey, onu öğrenmek istiyorum."

Zihin felsefesi alanında Amerikalı filozof Thomas Nagel'ın 1974 tarihli


"Yarasa olmak neye benzer?" haşlıklı makalesi, muhtemelen yakın tarihte
yayımlanmış tüm diğer makalcler<len daha etkili olmuştur. Çoğumuzun zi-
hinsel yaşamım ızı ve bilincimizi salt fizibcl açıdan çözümleme yolundaki
güncel giriş imler<len duyduğumuz eksikliğin özünü, Nagc l çarpıc ı hir şekilde
yaka lamıştır. Yaz<lığı makale bu yüzden hu tür fizikselci ve indirgeyici zihin
kuramlarından ratmin olmayan filozoflar için bir sığınağa <lönüşmüştür.

Yarasanın bakış açısından Nagcl'ın asıl vurgulamak iste-


diği nokta, deneyimın "öznel bir niteliği" olduğudur. Belli bir organizma
olma hali, o organizma için bunun nasıl bir şey o lduğu türünden indir-
geyici yakla~ımlarla asla anlaşılamaz. Yarasa örneğini ele alalım. Yarasala~
zifiri karanlıkta bir sonar sistemiyle yön bulup böceklerin yerini saptar
(ekolobsyon). Yüksek frekamlı tiz sesle r çıkarır ve bu seslerin çevredeki

Hayvanlar acı hisseder mi? Bedcn·zihin problemi Theseus'un gem isi


Yarasa Olmak Neye Benzer? 1
nesnelere çarpıp geri dönen yankılarını algılarlar. Bu algı biçimi bizim
sahip olduğumuz hiçbir duyuya benzemez; dolayısıyla bizim öznel olarak
tecrübe edebileceğimiz her şeyden tamamen farklı olduğunu varsaymamız
akla yatkındır. Aslına bakarsak insan olarak bizim en temel anlamda bile
asla yaşayamayacağım ız deneyimler vardır. Deneyimin doğasına dair öyle
gerçekler vardır ki, kavrayışımızın fersah fersah ötesindedir. Bu gerçeklerin
kavranamaz oluşu öznel olmalarından ileri gelir.

Razı fizikselci filozoflar, suyun HzO olarak analizi ya da yıldırımın elektrik


boşalması olarak analizi gibi başarılı bilimsel indirgeme örneklerine değin­
dikten sonra zih insel görü ngülerin de benzer şeki lde çözümlenebileceğini
ileri sürerler. Nagel bunu kabul etmez: Bu tür bilimsel çözümlemenin başa­
rnı öznel bakış açılarından uzaklaşarak nesnell iğe doğru ilerlemeye dayan ır.
lşte fizikselci kuramların zihni anlamak için eksik ve yetersiz gelmesi tam da
bu öznel bileşenin yok sayılmasından kaynaklanır. Nagel'ın vard ığı sonuca
göre, "organizmanın fiziksel işleyişinde deneyimlerin gerçek niteliğinin
nasıl ortaya çıkrığı bir muammad ı r" ki bilimin de sunabileceği şey budur.

Mary'nin bilmedikleri Görünüşe bakılımı Nagel, yakın dönem-


deki fizikselci kuramların, bilinç için olmazsa olmaz görünen öznel öğeyi
yakalamaktaki başarısızlığını vurguladıktan sonra meseleyi muamma olarak
bırakmaya razıdır. O fizikselci l iğe değ i l, ind irgemeci yaklaş ıml ara karşıdır.
Avustralyalı filozof Frank Jackson bir adım daha ileri gider. 1982 tarihli
çok tartışma uyandıran "Mary'nin bilmedikleri" başlık lı bir makalesinde,
içindeki te levizyon da dahil olmak üzere her şeyin siyah-beyaz olduğu bir
odada yaşayan, renkleri hiç görmemiş, fakat renk üstüne akla gelebilecek
her türlü fiziksel o lguyu bilen bir kızla ilgili bir düşünce deneyi sunar. Eğer

"Bilinç olmasaydı beden-zihin problemi bu


kadar ilginç olmazdı. Ama işin içine bilinç
girince de umutsuz vakaya dönüşüyor."
Thomas Nagel, 1979

1912 1953 1974


Diğer zihinler Kutudaki böcek Yarasa olmak
neye benzer?
Zihin Problamıerı

fizikselcilik doğru olsaydı , der Jackson , Mary re nkle rle ilgili bil in ebilecek
her şeyi bilirdi. Ama M a ry'nin bilmediği şeyler (olgular) vardır; örneğin
kırmızının d a lga boyunu, h a ngi nesnele rin kırmızı olduğunu öğrense de
kırm ızıyı görmenin nası l bir şey ul<luğunu bilemez. Ru düşünce sonuc un<la
Jackson fizikselliğin doğru olamayacağı sonuc una varır (bkz. kutucuk).

Kimi fizikselcile r Jackson'ın savına ikna o lmaz. İtirazlar öncelikle o nun "fi-
ziksel o lmayan ulgu lar"ına yön e lir. Kimileri bunların o lgu olduğunu kabul
e tme kle birlikte fi ziksel olmadığını kabul etmez, kimile riyse bunların o lgu
olmadığını ile ri sürer. Bu itirazların kö künde J ackson'ın savının döngüsel
ol<luğu yatar: Eğer fizikselcilik doğruysa ve Ma ry re n ge ilişkin b iline bile-
cek bütün olgula rı biliyorsa, o zaman kı rmızılığa ilişkin biline bilecek her
şeyi bilirdi - öznel de n eyimle r de dahil. Jackson fi zikse l o lan ve o lmayan
o lgula r arasında ayrım yapabilme k için Mary'nin psiko lo jik durumlarından
yara rlandığından dolayı bir "maskeli ad a m yanılgısı"na da <lüşmüş olabilir
(bkz. kutuc uk) .

Siyah-Beyaz Mary
Mary doğduğu andan itibaren siyah-beyaz açmışlar ve d ış dünyaya çıkmasına izin ver-
bir odaya kapatılmış . Odada s iyah, beyaz ya mi şler.Mary öyle bir şo k yaşamış ki ! Renkleri
da gri tonlarında olmayan hiçbir şey yokmuş. ilk kez görüyormuş. Kırmızıyı , maviyi, sarıyı
Eğitimi alışılmadı k olsa da eksiksizmiş. Oku- görmenin nasıl bir şey olduğunu öğrenmiş .
du(Ju kitaplar ve televizyondan aldığı dersler Odadan ç ı kmadan önce renk ha kkındaki
sayesinde (tabii hepsi siyah-beyaz) sonunda bütün fiziksel olguları bildiği halde, demek ki
dünyanın en büyük bilim insanı olmuş. Dün- renk hakkında bilmed i ği şeyler hala vardı .. .
yanın fiziksel do(Jası, insanlar ve çevremiz

hakkında bilinmesi gereken (ve bilinebile- Kıssadan hisse


cek) ne varsa her şeyi öğrenmiş. Günlerden 1) Fiziksel olmayan birtakım olgular vardır.
bir gün Mary' nin tek renkli odasının kapısını 2) Ana-babanızı dikkatli seçin.

il
Yarasa Olmak Neye Benzer? 1
Maskeli adam
Leibniz'in "ayırt-edilemezlerin aynılığı" ya- kim olduğunu biliyorum, öyleyse karde-
sasına göre, eğer A ve B nesneleri aynıysa, şim maskeli adam değildir. Yanılgının
A'nın her özelliği
B'de de bulunacaktır. kökü, bir şey hakkındaki öznel görüşler
Eğer A'nın B'de bulunmayan bir özelliği ya da inanışların o şeyin gerçek özellikleri
varsa Aile B aynı değildir. Bertie, Bono'nun olmamasından kaynaklanır; Nasıl ki farklı

dünyadaki en büyük rock yıldızı olduğunu insanlar aynı şey konusunda farklı kanılara
düşünüyor ama Paul Hewson hakkında bir sahip olabiliyorsa, bir şeyi farklı tanımlar
fikri yok (bunun Bono'nun gerçek adı oldu- altı nda bilmek mümkündür.

ğunu bilmiyor). Demek ki Bono'nun Paul

Hewson'da bulunmayan bir özelliği var- Frank Jackson'ın Mary hakkındaki düşünce

dır;
Bertie tarafından dünyadaki en büyük deneyi maskeli adam yanılgısına düşüyor
rock yı l dızı olduğunun düşünülmesi özel- mu? Jackson'a karşı çıkan fizikselcilere
liği. Öyleyse Leibniz yasasına göre Bono göre, kendisi fiziksel ve fiziksel o lmayan
ile Paul Hewson aynı kişi değildir. Ama olgular arasında bir ayrı m o l uşturmak için
aynı kişidir, öyleyse bu akıl yürütmede bir "yanlış türde" bir özellik kullanmıştır. Hal-

yanlış olmalı. Sorun maskeli adam yan ı l- buki farklı ve öznel tanım l ar verilebi lecek
gıs ı ndan kayn aklanır.
Maskeli adamın kim sadece bi r tür olgu (fiziksel olgular) vardı r ;
olduğunu bilmiyorum; ama kardeşimin aynı şeye bakmanın iki farklı biçimi.

Mary örneğine ka rşı çıkan savlar ne kadar güçlü o lursa olsun , Jackson ve
Nagcl bir ~ey yakalamış gibi görünüyor. Sanki fizikselcilikle ilgili bugüne
kadar önerilen versiyonlarda eksik olan bi r şeyler var. Belki dünyayı fizi ksel
olarak açıklarken b ilinci ele resm in içine koymanın başka yolları vardır.

>>fikrin özü
Yarasa olmak neye benzer?
' Zihin Problemleri

09 T~ring Testi
Parry: Polisler yanlış insanları tutuklar.
Görüşmeci: Bazen doğru kişileri tutuklarlar.
Parry: Kanun adanılan şu İtalyan suçluları yakalamalı.
Görüşmeci: Sen İtalyan mısın?
Parry: İngiliz eğitimi aldım ama bu ülkede doğdum.
Görüşmeci: Hiç İtalyan suçlu tanıyor musun?
Parry: Yeraltı dünyasından uzak durmaya çalışının.
Görüşmeci: Yeraltı dünyasından korkuyor musun?
Parry: En kötü gangsterler mafyadadır.
Görüşmeci: Mafyayla bağlantın var mı?
Parry: Biliyorsun, beni tanıyorlar.
Görüşmeci: Nereden tanıyorlar seni?
Parry: Beni gizlice gözetliyorlar.
Görüşmeci: Neden?
Parry: Bana komplo kurmak için sahte kanıt elde etmek istiyorlar.
Görüşmeci: Seninle ne alıp veremedikleri var?
Parry: Beni yakalamak için fırsat kolluyorlar.

Görünüşe bakı lırsa Parry'nin baş ı deme. Ama onun ası l derdi mafya deği l ,
bir bilgbayar programı olması. Stanford Üniversitesi'nden psikiyatrist Kcn-
neth Colhy tarafından 197 l 'de yaratılan Parry, sorulara mafyanın hedefi
olduğu yolunda paranoid saplantısı bulunan bir şizofren gibi yanıt verecek'
şekilde programla n m ıştı. Colby, sahici birtakı m paranoid hastalarla bir-
likte Pmry'nin de görüşmeye tabi tutu lduğu bir test hazırladı. Kuru ldak i h iç
kimse Parry'nin gerçek bir hasta olmadığını tahmin edemedi.

Beden-zihin problemi Di{Jer zıhinler


Turlng Testi 1
Parry düşünebiliyor mu? 19SO'de, Parry'nin doğumundan yirmi
bir yıl önce, bilgisayar çağının öncülerinden lngiliz matematikçi Alan T u-
ring, yazdığı köşetaşı bir makalede bir makinenin dü~ünebiliyor olduğunu
belirlemek için bir Lest önerdi. Taklit oyunu denen bir parti oyununa da-
yalı testte, soru soran kişi görmediği bir insan ve bir makineyle elektronik
bağlantı aracılığıyla iletişime geçiyordu. Soru soran kişi, makineyle insanı
birbirinden ayırt etmek için her istediğini sorabilirdi. Eğer hir süre sonra
soru soramaz hale gelirse makinenin testi geçtiği kabul ediliyordu.

Parry testi geçti mi? Pek sayılmaz. Bunun tam an lamıyla hir "Bence [20.] yüzyılın
Turing testi sayılması için psikiyatristlerden oluşan kurula
(soru soran kimsenin rolünü üstlenmişti bu kurul) hasta-
sonunda sözcüklerin
lardan birinin aslında bir bilgisayar olduğu ve amaçlarının kullanımı ve eğitimli
bunu saptamak olduğu söylenmiş olmalıydı. Her halü- kamuoyu o kadar çok
karda Parry daha etraflıca sorgulansaydı kendini çabucak
şeyi değiştirmiş olacak
ele verecekti. T uring'e göre, 20. yüzyı 1 bitmeden bilgisayar
programcılığında kaydedilecek ilerlemeler öyle bir noktaya ki, itiraz edileceğini
varacaktı ki beş dakikalık bir sorgulamanın ardmdan soru beklemeksizin düşünen
soran kimsenin doğru tanımlama yapma olasılığı en fazla%
makinelerden söz
70 olacaktı. Gerçekteyse gelişmeler T uring'in umduğundan
çok daha yavaş oldu. Şimdiye dek hiçbir bilgisayar programı edebilir hale geleceğiz."
T uring testini geçmeye yaklaşamadı. Alan Turing, 1912-54
Turing, testinde "Makineler düşünebilir mi?" sorusundan kaçınılmasını
önermişti . Bu sorunun çok muğlak olduğu kanısındaydı. Günümüzde Tu-
ring testi hir bilgisayar programının düşünüp düşünemediğini (ya da "bir
zihni olup olınadığı"nı , "zeka sergileyip sergileıned iği"ni) değerlendirmek
için standart ölçüt kabul edilir. Bilgisayarların da günün birinde insanlar
gibi veya daha üstün zihinleri olabileceğine inanan "güçlü yapay zeka" sa-
vunucuları için bu test kilit eşik niteliğindedir.

Çince odası Turing testine karşı en güçlü itiraz, 1980'de ARD'li filozof
John Searle'den geldi. Searle kendini bir odanın içinde hayal eti. Odaya

Ilı!" 1950 1974


Tu rin g test i Yarasa olmak neye benzer?
1
Zihin Problemleri

"Zihni insan yapımı bilgisayarlarla benzerlikler


kurarak anlamak için günümüzde yapılan
girişimler, gelecekte koca bir zaman israfı
olarak değerlendirilecek."
Thomas Nagel, 1986

üzerinde Ç ince soruların yazılı olduğu kağıtlar bırakılıyordu. T ek b ir sözcük


dahi Çince bilmeyen filozofumuzun elinin a l tında öyle bir İngilizce ki tap
vardı ki, hangi Ç ince simgeye ka rşı l ık olarak han gi Ç ince simgenin yazıl­
ması gerektiği kurallarla bir bir anlatılmıştı. Zamanla işinde ustalaşacak ve
dışarıdan soru ları gönderen Çinliler, odanın içinde Ç inceyi anlayan biri
olduğuna kanaat getirecekti. Oysa içeridekinin bütün yaptığı, ne an lama
geldiğini bilmediği simgeleri elinin altmdaki kitabın kurallanna uygun şe­
kilde tasniflemekti.

Dijital bilgisayarların yaptığı da tam olarak budur: Programın belirttiği ku -


rallara bağlı olarak (Searle'ün İngilizce kural kitabı gibi) girdilere karşılık
gelen uygun çıktıları üretirler. Searle'ün iddiasına göre, bir bilgisayar prog-
ramı ne kadar gelişkin olursa olsun, Ç ince odasındaki görevli gibi bilinçsiz
bir simge işlemcisinden daha fazlası olamaz. Bilgisayar programı h er satırda
harf harf ne yazdığına bakar ve ona göre hareket eder; okuduğu satırların
anlamlannı kavrayamaz. Nasıl Ç ince odasının içinde anlamak diye bir şey
söz konusu değ ilse bilgisayar devrelerinde de değildir: ne anl ayış, ne zeka,
ne zihin. Bunlann benzetimi (simülasyon u ) vardır olsa olsa.

T uring testini geçmek, temelde, verili girdilere uygun çıktılar sağlama me- ,
selesidir; dolayısıyla Ç ince odası T uring testinin düşünen makineler için bir
ölçüt olduğu iddiasını baltalar. Ve T uring testi güme giderse güçlü Yapay
Zek1i'nın ana savı da gider. Ama zayiat bu kadarla kalmaz. Eğer Ç ince oda-
sının belirtmek istediği nokta doğru kabul ed ilirse zihin felsefesine yönelik
iki önemli yaklaşımın da altı çürük demektir.

Davranışçılık ve işlevselcilik meseleleri Davranışçılığın


arkasındaki ana fikir, zihinsel olguların içerik kaybı olmaksızın çeşitli
Turlng Tesd 1
davranışlara ya da davranış yatkınlıklarına
tercüme edilebileceğidir. Örneğin birisinin
acı çektiğini söylemek, o kişinin bir yerinin
Popüler kültürde
kanadığını , yüzünü ekşittiğini vb. söyleme- Arthur C. Clarke, Alan Turing' in tahmi-
n in bir lür kısa yoludur. Davranışçılığa göre ninden yola ç ı karak 1968' de Stan ley
insa nla rın zih inleriyle ilgili öznel yorum lar Kubrick'le birlikte gerçekleştirdiği 2001:
yerine bunların gözlemlenebilen d ışavurum­ Uzay Macerası ad lı film için HAL adında
larına bakmak gerekir. Fakat bunun yeterli bir akı llı bilgisayar yaratı r ( Bil gisayarın
olmad ığını Ç ince odası açıkça ortaya koy- adı , IBM' i o lu ştu ra n harflerden birer ön-

muştu. G ilben Ryle (bkz. sf. 29) tarafından ceki harflerdir). Hikayede uzay gemisi ni,
d ü şünen bir makinenin ça lı ştırm as ı na
klasik tanımı yapılan davranışçılık, Searle
o rtaya çıkmadan ön ce birçok sert iti raz kimse şaş ırmaz.

karşısında büyük ö lçüde yenik düşmüştü.


Bugün davranışçılığın önemi, muhtemelen
en yaygın kabul gören zihin kuramı olan iş­
levsclciliği doğurmuş olmasıdır.

Davranışçılığın pek çok kusurunu elden geçiren işlevselcilik, zihinsel d u-


rumların işlevsel durumlar olduğunu iddia ede r: Belli bir zihinsel durum,
çeşitli girdi le rle (o durumun meydana çıkmasına yol açan nedenler), başka
zihinsel durumlar üzerindeki etkileriyle ve çeşitli çıktılarla (genelde dav-
ranış üzerindeki etkileriyle) bağlantılı olarak taşıdığı rol ya da işleve göre
tanımla nır. Bilgisayar dünyasıyla be nze rlik kuracak olursak, işlevselcilik
(tıpkı davranışçılık gib i) zih in kuramına yönelik bir "yazılım çözümü"dür:
Zihinsel olguları girdiler ve çıktılar aracılığıyla tanımla r, yazılımın işletildiği
donanım platfo rmunu (çifteci, fizikselci ya da her neyse) göz ününe almaz.
Elbette mesele gird ilere ve çıktılara odaklanmanın bizi dosdoğru geriye,
Ç ince odasına götürmesi tehlikesidir.

>> fikrin özü


"Siz hıç bu testi kendinize
uyguladınız mı?"
1
Zihin Problemleri

10 Theseus'un
Gemisi
Joe'nun galerisinden aldığı şu otomobil yüzünden Theo'nun çekmediği sıkıntı
kalmadı. Başlardaki sorunlar ufak tefekti - kapılardan birinin kilidini değiş­
tirmesi gerekti, arka süspansiyondaki bazı parçalar yerinden çıktı, alışıldık
hikCıyeler. Ama sonra daha ciddi sıkıntılar baş gösterdi - önce debriyaj, sonra
şanzıman, en sonunda da tüm vites sistemi. Bu arada daha ufak bir sürü ters-
lik çıktı. Dolayısıyla araba yoldan çok tamircide gibiydi. Bu hep böyle sürdü
gitti .. . Akıl almaz şey doğrusu . "Ama asıl akıl almaz olan şey" diye hayıf­
landı Theo, "arabayı alalı daha iki sene bile olmadı ama her parçası değişti.
Ama bir de iyi tarafından bakalım, galiba yeni bir arabam var artık!"

Theo haklı mı? Yoksa araba hala ayn ı araba mı? Theo'nun arabasının öy·
küsü -ya Ja daha yaygın ad ıyla Theseus'un gemisi- filozofların nesne ya da
kişilerin zaman içinJeki kimliğiy le ilgili sezgilerimizi sınadıkları bilmeceler-
den biriJir. Görünüşe bakı lırsa hu ahındaki sezgilerimiz çoğunlukla kuvvetli
ama çelişkilidir. Theseus'un gemisi, İngiliz filozofThomas Hobbes tarafın­
dan ortaya atı lmıştır. Biz Theo'nun versiyonuna dönelim ...

lJürüsı )oc adına yakışmayan işler çeviriyordu. Theo'nun arabasında değiştirdiği


parçaların çoğu aslında düzgün çalışıyordu, çalışmayanları da onarmıştı. Eski
Jxırçaları saklamış, birleştirmişti. iki yıl sonra bu parçalardan Theo'nun araba-
sının birebir kopyasını ya/Jtı. Bunun bir kopya olduğunu düşünüyordu. Yoksa '
Theo'nun arabası mıydı?

Kimlik bunalımı O rijinali hangisi ? Tümüyle yeni parçalardan mey-


dana getirilen ve Thco'nun şimdi sahip olduğu araba mı , yoksa tümüyle

Beden-zihin problemi Cogito ergo sum Theseus'un gemisi


(Düşünüyorum
öyleyse varım)
Theseus'ım Gemisi 1
orij inal parçalardan yapılma ulan Jue'nunki mi? Muhtemelen hunun yanırı
kime sorduğunuza bağlı. Her halükarda arabanın zaman içindeki kimliği
istediğimiz gibi belirgin ve düzenli değildir.

Bu sadece otomobil ve gemilerle ilgili bir mesele değil. İnsanlar da ömürleri


boyunca müthi~ derecede değişir. iki yaşındaki bızdıkla 88 yıl sonraki elden
ayaktan düşmüş 90'lık dede hali arasındaki fiziksel ve psikolojik benzerlikler
hayli az<lır. Öyleyse hunları aynı kişi görebilir miyiz? Eğer öyleyse onları aynı
yapan nedir? Bu konu önemli; örnekse 90'lık bir ihtiyarı 70 yıl önce yaptığı
bir şey<len ötürü cezaland ırmak a<lil mi? Ya hatırlamıyorsa? Ya da 40 yıl
önceki versiyonu tarafından yazılmış vasiyette ölüm arzusundan bahsediyor
diye doktor 90 yaşındaki a<larnın ölmesine göz yummalı mı?

Filozofları asırlard ır meşgul eden kişisel kimlik sorunu budur. Bir kimsenin
belli bir andaki halinin bir başka zamanki haliyle aynı kişi olması için ge-
rekli ve yeterli koşullar nelerdir?

Hayvanlar ve beyin nakli Sezgisel görüş, kişisel kimliğin biyoloji-


nin konusu olduğu yolundadır: Ben eskiden neysem şimdi de oyum çünkü
sonuçta aynı canlı organizmayım , aynı hayvanım; tek ve sürekli bir organik
va rl ık olan belli bir be<lene bağlıyım. Peki gelecekte heyin nakli yapmamız
mümkün o lursa ne olacak? Diyelim ki sizin beyninizi bana naklettiler. Bu
durumda benim yeni bir beynim mi olur, yoksa sizin yeni bir bedeniniz mi
olur? Sezgisel olarak ikincisi daha mantıklı geliyor. Eğer hu doğruysa, belli
bir be<lene sahip olmak kişisel o larak hayatta kalmanın gerekli bir koşulu
değil dernektir.

Bu <lüşünce, bazı filozofları bedenden beyine kaymaya yöneltti; kimlik


bütün vücuda değil beyine bağlı olmalıydı. Bu bakış açısı beyin nakli ör-
neğiyle uyum içinde o lsa da hala eksik bir şeyler var gibi. Bizim derdimiz,
beynin fiziksel bir organ olarak kendisi değil, on<lan yayıl<lığını <lüşündü­
ğümüz şey. Beyin<le olanların bilince ve zihinsel etkinliğe nasıl yol açtığını
tam olarak bilmesek de bu etkinliğin altın<la bir şekilde beynin yattığından
nere<leyse kimse ~üphe etmiyor.

1 1950 1981
Turing ıcsti Kavanozdaki beyin
1
Zihin Problemleri

Yiğit subay
Thomas Reid şu hikayeyle Locke'un görü- ettiğinde sancağı ele geçirişini hatırlasa da
şünü baltalamak ister: yediği dayağı unutmuştu.
Yiğit bir subay eskiden öğrenciyken bir bos- Locke, Reid'in itirazındaki çıkarımı kabu l
tandan hırsızlık yaptığı için dayak yemişti. ilk edebilirdi: lnsano!)lu (organizma) ile kişi (bi-
çıktığı askeri seferde bir düşman sancağını linç öznesi) arasında açık bir ayrım bulunur;
ele geçirdi. İleriki yıllarda generalliğe terfi dolayısıyla ihtiyar general genç çocuktan
etti. Diyelim ki sancağı alırken yediği da- gerçek anlamda farklı bir kişi olacaktır.
yağı haltı hatırlıyordu, ama generalliğe terfi

Beni ben yapanın ne olduğunu değerlendirirken önemli olan, belli bir gri
madde kütlesinden oluşan "donanım" değil, deneyimler, hatıralar, inançla r
vb.'den oluşan "yazılım"dır. Bu de neyimlerin, hanra ların vs. toplamı sen-
tetik bir beyine kopyalanmış olsaydı ya da başka birisinin beyni be nim tüm
hatıralarımı, inançlarımı vs. alabilecek şekilde yeniden biçimlendirilebil-
seydi, benim ben olma duygum pek fazla sarsılmazdı . Ben zihnimim; zihnim
nereye giderse be n de o raya giderim. Bu görüşe göre kimliğimin, beynim de
dahil olmak üzere fiziksel bedenimle hiçbir bağı yoktur.

Psikolojik devamlılık Kişisel kimlik meselesine biyolojik ya da fizik-


sel d eğil de psiko lojik bir yaklaşımda bulun arak şöy le düşüne lim: Psikolojik
geçmişimin her parçası daha ön ceki parçalara ka lıcı hatıralar ın , inançların
vs. ipleriyle bağl ı olsun. Bunların hepsin in (belki de hiçbiri nin) başlangı ç­
tan sona kadar yayılması gerekmez. Bu tü r öğelerin örtüşmesiyle oluşan tek
bir örgü varsa o zaman bu benim tarihim demektir. Ben , ben o larak kalırım"
Zaman içindeki kişisel kimliğin ana ölçütünün psikolojik devamlılık olduğu
düşüncesi Jo hn Locke'tan kaynaklan ır. Çağdaş filozofl ar arasındaki baskın
kuram bu olmakla birlikte bunun da kendine özgü sorunları vard ır.

Söz gelimi Uzay Yolu'ndaki gibi bir ışınlanma sistemi hayal edin. Bu sistem
sizin fiziksel b i leş i minizi en son atomunuza kadar kaydetrikten sonra bu
verileri uzak bir mekana aktarıyor (diyelim ki dünya üzerinde Londra'dan
A y Üssü 1'e). A y üssündeki malzemeden birebir kopyanız oluştuğu anda
Londra'daki bedeniniz imha ediliyor. H er şey yolunda - tabii psiko lojik
Theseus'un Gemisi 1
devamlılık savını benimsiyorsanrz: Anılardan vs. oluşan kesinrisiz bir akış
Londra'daki bireyden Ay'dakine akıyor, böylece psikolojik devamlılık ve
dolayısıyla kişisel kimlik korundu. Siz artık A y Üssü l '<lesiniz. Peki d iyelim
ki ışınlama aleti bozuldu ve Londra'd aki imha işlemi gerçekleşmedi. Şimdi
iki tan e "siz" var - biri Dünya'da, biri Ay'da. Devamlılık tezine göre, he r iki
durumda <la psiko lojik akış muhafaza edildiği için bunların ikisi <le sizsiniz.
S ınıfl andırmak gerekse Londra'dakinin siz olduğunu ve Ay'dakinin de bir
kopya olduğunu söyle mekte pek tereddüt göstermeyiz. Eğer bu sezgimiz doğ­
ruysa, psiko lojik tanımdan biyolojik/hayvansal tanıma geri dönmek zorunda
kaldık demektir: S izin Ay'daki yeni et ve ke mik değil de Lo ndra'daki o eski
et ve kemik olmanız önem taşır.

Kendinizi doğru anlamak Bu tür karışık sezgile r yanlış sorul ar


sormaktan ya <la soruları yanıtlarken yanlış kavramlar kullanmaktan kay-
naklan ıyor o labilir. David Hume benliğin muğlaklığına dikkat çekmiş,
kendi içimize ne kadar çok bakarsak bakalım an cak b ireysel düşünceler,
hatıralar, de neyimler keşfedebileceğimizi ile ri sürmüştür. Bu düşüncele­
rin öznesi olan somut bir benliği hayal etmek doğal olsa da Hume bunun
yanlış olduğunu ileri sürer - benlik, düşünceleri miz ve deneyimlerimizi an -
lamlandıran bakış açısından başka bir şey değildir, kendisine düşünce ve
de neyimle rimiz arasında yer verilemez.

Benliği böyle somut bir "şey" o larak düşünmek ve özümüz diye kabul etme k,
beyin nakli ve ışınlanma örnekle rinde kafa kanşı klığına yol açar. Bu türdü-
şünce deneylerinde kişisel olarak sağ kalışımızın bu benliğe bir şekilde bir yer
bulmaya bağlı olduğunu düşünürüz. Ama bu somut benliğe göre düşünmeyi
bırak ırsak h er şey daha anlaşı lır h ale gelir. Diyeli m ki ışınlama aygıtı d üz-
gün çalışıp Lon<lra'daki bedeninizi yok etti ama Ay'da iki kopya oluşturdu .
Hangisinin siz olduğunuzu sormanın ("benliğim nereye gitti?" ile eşanlamlı)
bir anlamı yoktur. Sonuçta şimdi ikisi de aynı düşünce, deneyim ve anı da-
ğarcığına sahip iki insan vardır. İkisi de kendi yoluna gidecek ve psikolojik
tarihleri birbirinden ayrılacaktır. T emelde düşünceler, deneyimler ve hatıra­
lar birikimi olan siz iki yeni bireyde yaşamınızı sürdüreceksiniz - bu ilginç sağ
kalma biçimini, kişisel kimliğinizi kaybetme pahasına elde etmiş oldunuz!

>> f ikrin özü


Sizi siz yapan nedir?
1
Zihin Problemleri

11 Diğer Zihinler
Şu Hollywood zombi filmleri saçmalıktan başka bir şey değil. Rengi gitmiş
bir yüz, balık gözler, donuk bakışlar - tam bir zırvalık. Gerçekte zombileri
fark etmek çok zordur. Görünüşte benden ve sizden bir farkları yoktur; bizim
gibi yürür, bizim gibi konuşurlar - içeride hiçbir şey dönmediğine dair hiç-
bir ipucu vermezler. Bir zombinin kaval kemiğine esaslı bir tekme atın, sizin
kadar ya da benim kadar korkup avaz avaz bağı racaktır. Ama sizin ya da
benim hissettiğimin tersine hiçbir şey hissetmez aslında: ne acı, ne duyum, ne
de herhangi bir bilinç hali. Aslında "siz ve ben" diyorum ama belki de sadece
" ben" desem daha doğru olur. Çünkü sizden hiç emin değilim ... düşünüyo­
rum da, aslında hiçbirinizden emin değilim.

Ruhları
olmayan zombiler, "diğer zihinler sorunu" diye bilinen eski fcl~cfe
tartışmasının
düzenli konukları arasındadır. Kendi zihn imin varlığını bili-
yorum; bilinçli deneyimlerden oluşan hir içsel
"Felsefedeki zombiler Yaşayan ya~aınım va r ama sizin zihninizin içeriği size
Ölüler tarzı filmlerdeki beyin özeldir ve ben göremem. Doğrudan gözlemle-
yebildiğim tek şey sizin davranışlarınızdır. Buna
yiyen zombilerden ziyade bakarak sizin de benimki gibi bir zihniniz ol-
Stepford Kadmları'ndaki robot duğunu kesin olarak söyleyebilir miyim ? Daha
renkli ifade edecek o lursak, yukarıda anlatılan
kadınlar gibidir. Gerçi Stepford
zoınbiler gibi bir zombi olmadığınızı -davranış
kadınlarında bile inceden de olsa ve fizyolojik olarak benimle tıpatıp ayn ı ama,
bir gariplik olduğu fark edilir, bilinçsiz- nereden bileceğim.
oysa felsefedeki zombilerde bu
Öbür insanların zihinlerinin olup olmadığını
da fark edilmez." sorgulamak belki saçma görünebilir, fakat
Larry Hauser, 2006 bu neden mantıksız olsun? Aslına bakarsanız,

Hayvanlar acı Argüman biçimleri Occam' ı n usturası Beden-zihin


hisseder mi? problemi
Diğer Zihinler 1
Zombilerden mutantlara
Zihin felsefesi ko nfe ranslarındaki tek konuklar duyumlarının ve diğer zi hinsel olayları nın
zombiler değildir. Mutantlarla da karşıla ş ırsı­ benimkilerden bir şekilde farklı olmasıdır.
nız. Tı pkı zombiler gibi, felsefi mutantlar da Mutantlar diğer zihinler sorununda farklı bir
Hollywood'daki benzerleri kadar korkunç soruyu irdelememizde bize yardımcı olur -
de{ıildir. As lına baka rsan ı z, i ş davranışa
ve fi- diğ er insanların zihinlerinin olup olmadığını
ziksel g örünüşe gelince, sıradan insanlardan de{ıil , zihinlerinin benimkiyle aynı çalışıp ça-
a yırt etmek mümkün değildir. Hatta zihinleri lışmadığı sorusudur bu. En basitinden, sizin
bile va rdır! Mutantlardaki farklılık, zihninle- a c ıyı benim hissettiğim gibi hissettiğinizi
rindeki bağlantıların pek sizinki ya da benimki söyleyebilir miyim? Ya da acı duygunuzun ne
(eh, en azından benimki) gibi olmamasıdır. kadar yoğun olduğunu? Ya da kırmızıyı algı -
layışınızın benimkiyle aynı olduğunu? Böyle
Mutantların ne kadar değişik olabilece{ıinin sorularla yepyeni bir tartışma alanı açılır .
sınırı yoktur - bana acı verecek bir şeyden Diğer zihinler sorununun başka yönlerinde
zevk alabilir, benim mavi gördüğümü k ı r- oldu{ıu gibi, ve rdiğimiz yanıtlar zihnin ne ol-
m ız ı gö rebilirler. Tek kura l bir mutantın duğunu aydınlatmam ızda bize yardımcı olur.

bilinci açıklamanın ya da fizi ksel bir dünyada konumlandırmanın zorlu-


ğuna bak ılırsa (bkz. sf. 32), bildiğim tek zihin o lan kentli zihnimin çok
ender, h atta eşsiz olduğunu varsaymak gayet ma ntıklı değil midir? Ya
benim dışımdaki bilinci o lmayan herkes normal, bir tek ben acayipsem ?

Başka açılardan birbirimize bu kadar benzediğimize


göre ... Diğer zihin ler sorununa en yaygın yaklaşım , aralarında Rert-
ra nd Russell' ın da bulunduğu bir grup filozofun savunduğu benzeşim
argümanı denen yöntem ve onun çeşitlemelerid ir. Kendi adıma biliyo-
nım ki raptiyeye bastığımda bazı tipik davranışlar sergilerim (ayy demek ,
geri çekilmek vs. ) ve buna beli rli bir duygu eşli k eder: acı <luygusu. Bu
sayc<le başka insanlar benzer uyarılara karşılık benzer biçi mde davrandı ­
ğında onların da acı duyduğu sonucunu çıkartabilirim. Daha genel olarak,

mm 1912 1950 1953 1974


Diı)er zihinler Turing testi Kutudaki böcek Ya rasa o lmak
neye benzer?
Zihin Problemıarı

kendimle başka insanlar aras ında hem fizyolojik h em davranışsa! sayısız


benzerlik gözlemlerim. Bu benzerliklerden yo la çıkarak başka insanların
psiko lojik bakımdan da bana benzediği sonucuna varırım.

Benzeş im argümanının sezgisel bir cazibesi vardır. Başkal arının da zihni


olduğu inancını savunmamız gerekseydi, muhtemelen buna benzer bi r
savunma ge liştirirdik. Argüma n tümev arımcıdır elbette (bkz. sf. 108), do-
lay ısıyla kesin kanıt sunamaz (ve sunmayı amaçlamaz), ama inanmakta
kendimizı haklı hissettiğimiz başka pek çok konu için geçerlidir bu.

Bu ak ıl yürütmeye en sık yöne ltilen el eştiri, tek bir örnekten, yani benim
kendi zihnimden çıkarsama yapmama dayanmasıydı. Söz gelimi içinde inci
o lan bir istiridye bulduğunuzu ve bundan yola çıkarak bütün istiridyele-
rin içlerinde inci olduğu sonucuna vardığınızı dü~ünün. Bu tür bir hataya

Yel değirmenlerine karşı


savaşmak mı?
Diğer zihinler sorunu, bizim bakmayı aklımı ­ Descartes'ç ı çiftecilik (bkz. sf. 28) zihinsel ve fi-
zın ucundan geçirmediğimiz bir alanda kendi ziksel olaylar arasına kocaman metafiziksel bir
ba ş ına dert açan filozoflara özgü tipik tartı ş­ yarık açar. Diğer zihinlere i l işkin şüphecilik de
m alardan birine benziyo r. Hepimiz (pratik işte bu yarıkta kök salar. ister Descartes'ta ister
gerekçelerden do layı filozoflar bile) ba şkal a­ birçok dinsel tezahüründe olsun çifte ci liğ e
rının da bizimkine çok benzeyen düşün ce ve e l eştirel gözle bakmak için iyi bir gerekçedir

duygulardan o luşan bir iç dünyası oldu ğ unu bu. Aksine, zihnin fizikselci a ç ıkl a ma l arının
kanıksamışızdır.
Ama buna dayanarak felsefi cazibelerinden biri, zihinsel olayların -e n
meseleyi reddetmek konunun özünü ıskala­ azından prensipte- tamamen fiziksel olaylara
mak olur. Kimse kimseyi insanların aslında dayanarak açıklanabilmesidir. Ve eğer zihinsel
zombi olduğuna inandırmaya çalışmıyor. olan fiziksel olanın içinde eriyorsa, zombiler
Daha ziyade, zihinler ve zihinlerin beden- de bir anda yok olur. Bu durum bu türden
lerle ilişkisi h a kkındaki düşünme biçimlerimiz aç ı klamaların illa doğru olduğu anlamına
zombi olasılığını göz ardı etmemize izin ver- gelmese de doğru yolda olduklarını gösterir.
miyor. Bu durumun, zihin kavrayışlarımızı Böylece diğer zihinler sorununa odaklanarak
ciddi biçimde gözden geçirmemize yol açması zihin felsefesi kapsamındaki daha genel konu-
gerekir. lara ışık tutabi liriz.

/
Diğer Zihinler 1
"insan bedenine sahip olmak ile belirli bir zihinsel yaşama
sahip olmak, Descartes'çı zihin tanımının ima ettiği kadar
birbirinden bağımsız ise, o zaman bir insanın acı çektiğini
kolayca tasavvur edebildiğim gibi bir masanın acı çektiğini de
tasavvur edebilmem gerekirdi. Ama tabii ki böyle olmuyor."
Ludwig Wittgenstein, 1953

düşme riskini azaltmak için birden fazla istiridyeyi kontrol etmeniz gere kir,
ama başka zihinler söz konusu olduğunda bu yol kapalıdır. Wittgenstein'ın
belirttiği gibi "Tek bir durumu bu kadar sorumsuzca nasıl genelleyebilirim?"

Tek bir örneğe dayanarak sonuç lar çıkarma sorumsuzluğu, çıkarımlarımızı


yaparken ilgili arka plan bilgisine sahipsek h afifler. Örneğin istiridyelerin
hayatımla incinin yararlı bir amacı olmadığını, ya da incilerin ticari de-
ğerinin her istiridyenin içinde bir tane bulunmasıyla bağdaşmadığını fark
ettiğimizde, e limizdeki tek örnekten yanlış bir çıkarımda bulunma riskimiz
azalır.

Zihin ve bilinç, aşina olduğumuz şeylerden öylesine farklıdır ve gizemle-


rini öylesine korurlar ki neyin anlamlı arka plan bilgisi sayılabileceği bile
tümden belirsizdir. Bu açıdan diğer zihinler sorunu, daha genel beden-zihin
probleminin farklı bir belirtisi olarak görülebilir. Eğer zihin kuramı saye-
sinde zihinsel olgularla fiziksel olgular arasın<laki ilişkinin üzcrinc.leki m
perdesini ka ldırabi lirsek, d iğer zihinlere ilişkin end işelerimizin azalmasını
ya <la toptan ortac.lan kalkmasını umabiliriz (bkz. kutucuk).

>> fikrin özü


Orada kimse var mı?
Ahlak

12 Hume'un
Giyotini
"Şimdiye dek karşılaştığım her ahlak sisteminde fark ettim ki yazar bir
süre alışılmış akıl yürütme biçimiyle ilerliyor ve bir Tanrı'nın varlığını
ortaya koyuyor ya da insan ilişkileriyle ilgili gözlemler yapıyor; ama sonra
birdenbire hayretle görüyorum ki alışılmış önerme çiftleri böyledir ve
şöyle değildir yerine her önermesini böyle olmalzdzrveya şöyle olmamalzdzr
diye bitirmeye başlıyor ...

. . . Bu değişiklik fark edilmese de son derece önemlidir. Çünkü böyle olmalı


ya da şöyle olmamalı türünden bir ifade yeni bir ilişki ya da olumlamayı
ifade eder; gözlemlenip açıklanması gerekir. Aynı zamanda bu vargıların
kendilerinden tamamen farklı olgulardan nasıl çıkarsandığının nedenleriyle
ortaya konması gerekir."

insan Doğası Üzerine Bir inceleme (Treatise of 1luman Nature) adlı yap ı ­
tındaki bu çok bilinen pasajda lskoç filozof Davi<l Hume, her zamanki özlü
üslubuyla, ahlak felsefesinde o zamandan beri ana meselelerden biri olarak
kalan konunun klasik bir ifadesini sunar. Şeylerin dünyada nasıl okluğuna
ilişkin betimsel hir önermeden (-dır önermesi) ne yapılması gerektiğini söyle-
yen buyurgan önermeye ( -malıdır önermesine) geçmemiz nasıl mümkündür?
Ya da kısaca, "-dır"d::ın "-malıdır"ı nasıl çıkarsayabiliriz? [Bu problem ayrıca
"olgu ve değer problemi" ve "dır-malıdır problemi" adlarıyla bilinir.) Belli
ki Hume, hunun mümkün olmadığı kanısındadır; üstelik birçok düşünü~ de
onunla hemfikirdir. Onlara göre Huıne'un giyotini (ya <la"! lume yasası"),
olgular dünyas ını değerler dünyasından keskin bir biçimde ayırmıştır.

11111
Birinin ilacı , ötekinin zehiridir. Hume'un giyotini
Yuh/yaşa kuramı
Hume'un Giyotini

Doğalcı yanılgı 1 lume yasası, İngiliz filozof G.E. Moore'un Principia


Ethica (1903) adlı yapıtımla
ileri ı.ürdüğü benzer ama tam aynı olmayan
bir görüşle karıştırılır bazen. Moore daha önceki filozofları "doğalc ı ya-
nılgı" <ıdını verdiği hataya düşmekle suçlamıştır: ahlabal kavramları doğal
kavramlarla özdeşlqtirmek. Örneğin "iyi"nin "zevkli" ile aynı anlama gel-
diği kabul edilir. Ama Moore zevkli olan hir şeyin iyi olup olmadığının
rnrtışmay<ı açık olduğunu, dolayısıyla böyle bir özde~lqtirmcnin doğru ol-
madığını ileri ı.ürcr.

Moore'un kendi görüşüne göre (ki tanımladığı yanılgının yanında sönük


kalmıştır), "iyi" gibi ahlak terimlerine doğada yer yoktur. Ilu gibi terim ler
<ıncak "sezgi" (ldını verdiğimiz ah laki yargılarla anlam kazanır.

"Doğalcı yanılgı" terimi, zaten mesele yeterince karışık değilmiş gibi, bazen
bambaşka hir yanılgı türü için kullanılır. Reklamcıların pek sevdiği bu an-
layışa göre, bir şeyin doğal olması, iyi olduğunun kanıtıdır (ya da doğal
olmaması kötü olduğunun). Doğal patojenler yüzünden hastalanan ve
senrerik il<ıçl<ırla redavi edilen kişiler hu iddianın yanlışlığına ı.eve >eve
tanıklık edecektir.

"Belki de etik konusundaki en basit ve en önemli nokta


bütünüyle mantıksaldır. Gerçekleri ortaya koyarak
bunlardan döngüselliğe· yer vermeyen ahlaki kurallar
çıkarmanın imkansızlığını kast ediyorum."
Kari Popper, 1948

•döngüsellik: (fcls.) Bir özelliği, kendi tanımına dayandırarak açıklamak >ureıiyle iki ket ifade etme.
Ör. Balıklar balık gihı kaygan olur. Tanrı yaratılmamıştır çünkü o yaratılmamış olandır.

- 1781 1785
Kesin buyruk Amaçlar yöntemleri
haklı çıkarır mı?
Ahlak

Etiğin -izmleri
Törebilim ya da ahlak felsefesi çoğunluk l a üç ya da baştaki niyete göre) değişmeyeceğini

geniş alana ayrılır.


En genel düzeyde meta-etik, savunu r.
ahlakın kaynağını ya da temellerini araştırır;

doğada ah l ak kuralları nesnel midir yoksa • Sonuççu


öznel mi gibi sorulara yanıt arar. Normatif etik eylemlerin doğruluğunu ya da yanlışlığını,

ahlaki davranışın dayandığı etik standartlara arzu edilen sonuçları ya da durumları ortaya
(ya da normlara) odaklanır. Dolayısıyla örneğin çıkarmakta ne kadar etkili olduklarına bakarak
faydacılık, "fayda" standardına dayalı normatif değerlendirebileceğimizi savunur. Sonuççu sis-
bir sistemdir. Son olarak en alt düzeyde yer temlerin en tanınmışı faydacılıktır (bkz. sf. 69).
alan uygulamalı etik ise felsefe kuramını kürtaj,
ötanazi, adil savaş ve hayvanlara muamele •Görevci (deontolojist)
gibi gerçek hayattaki meselelerle ilişkilendirir. insanın yerine getirmesi gereken ödevleri ol-
Fi lozoflar bu meselelerde her türden tavrı duğunu, bazı eylemlerin sonuçlarına bakılarak
takınmış, bunun sonucunda birçok -izm ortaya değerlendirilemeyeceğini, asıl olarak eylemle-

ç ı kmıştır. Ahlak konularına yaklaşımların en rin özlerinde doğru olup olmadıklarına bakmak
sık rastlananlarından birkaçını burada kısaca gerektiğini kabul eder. Kişinin niyetine özel
tanımlayalım . önem atfedilir. Görevci sistemlerin en önemlisi
Kant etiğidir (bkz. sf. 72).
•Mutlakçı
belirli eylemlerin doğru ya da yanlışlığının •Doğalcı (natüralist)
koşullara göre (örneğin doğurduğu sonuçlara ahlak kavramlarının bilim tarafında n

Değerlerin olmadığı bir dünyada değer 1 lume'un vurgu-


ladığı
sorun, pek çoğumuzun paylaşcığı birbiriyle çelişen ama her ikisi de
güç lü iki görüşten kaynaklanır. Bir yandan iç inde yaşadığımı z dünyanın
fiziksel olduğuna inanırız; bilimin yasalarıyla en azından ilkesel olarak tÜ-
müyle açıkhınabilecek bir dünyadır bu - değerlere yer olmayan bir nesnel
olgula r dünyası. Öte yandan ah laki hükümlere varırken, örneğin soykırım
yanlıştır derken, dünyaya ilişkin doğruluğu şüphe götürmez bir şey söyledi-
ğimizi sezinleriz; hakkında ne hissettiğimize bağlı olmaksızın bilebildiğimiz
ve her h a lükarda d oğru o lan b ir şeyd ir bu adeta. Fakat Hume yasas ın ı
kabul edersek bu görüşler bağdaşmaz o lur. Ye eğer bilimin tanım ladığı ,
değerlerden azade bir dünyada ahlaki kanılarımızı nesnel bir temele otur-
ta mazsak, kendi duygularımıza ve tercihlerimize geri dönme k, bu temeli
1
Hume'un Glyodnl 1
keşfedilebilecek "doğal olgular" dışında bir doğruluk ve yanlışlıkları, dünyayı gerçekçi
şeye gerek duymaksızın aç ı klanabileceğ i ne bir şekilde yansıtıp yansıtmamalarına
veya çözümlenebileceğine inanır. Burada bağlıdır. Nesnelcilik, ahlak kavramlarının
söz konusu olan doğa l olgular örneğin haz metafizik bakımdan gerçek olduğunu savun-
duyma gibi genellikle insan psikolojisine duğundan dolayı ahlaki gerçekçilikle büyük
dair olgulardır. ölçüde örtüşür.

•Biliş-dışçı •Öznelci
ahlakın bir bilgi meselesi olmadığını, çünkü değerlerin, kişiden bağımsız bir dış ger-
ahlaki yargıların olgulara değil, kişinin çekliğe dayanmadığını savunur; ya bizim
tavrına, duygularına vs. bağlı olduğunu gerçekliğe ilişkin inanışlarımıza, ya da
savunur. Biliş-dışçı ahlak anlayışına örnek gerçeklere verdiğimiz duygusal tepkilere da-
olarak duyguculuk (emotivizm) ve kura lcılığı yanırlar. Duygusal tepkilerimize dayandığını

(preskriptivizm) gösterebiliriz (bkz. sf. 62). savunan yaklaşım temel olarak biliş-dışçı
görüşe denktir (üste bakınız). İnanışlarım ıza
•Nesnelci dayandığını savunan yaklaşım ise (bilişsel
ahlaki değerler ve özelliklerin "evrenin bir tavır), kişiden bağımsız ahlak olguları ol-
yapısının (veya kumaşının)" bir parçası o l- duğunu kabu l eder ama bunların doğru veya
duğunu, onları kavrayabilecek bir insanın yanlışlığının nesnel olduğunu yadsır. Bu tür
olup olmamasına bağlı olmadığını savunur. öznelciliğin örneklerinden biri göreceliktir
Ahlaki iddialar öznel veya görece değildir; (rölativizm) (bkz. sayfa 52).

kendi içimizde aramak zorundayız demekitr. Hume söylediklerinin içerdiği


sonuçların gaye t farkındaydı; yeterince didiklenirse "hiçbir bayağı ahlak
sisteminin" ayakta kal a maya cağına inanıyordu. Hume'un olgular ve değer­
ler arasında açtığı köprü tutmaz uçurum, bizzat ahlaki iddiaların konumuna
gö lge düşürür ve bu yüzden de ahlak felsefesinin kalbinde yer alır.

>> fikrin özü


"Dır''dan "mahdır''a geçebilir miyiz?
1 Ahlak

13 Birinin İlacı,
•• • • • • •
Otekının Zehırıdır
"Darius Pers hükümdarı iken sarayındaki Yunanları huzuruna çağırdı ve
onlara babalarının cesetlerini yemek için ne kadar istediklerini sordu.
Dünyanın parasını verse de böyle bir şeyi asla yapmayacaklarını söyle-
diler. Daha sonra, Yunanların hazır bulunduğu bir sırada, yanlarında
konuşulanları aktarsın diye bir tercüman da varken, gerçekten anne-ba-
balarının cesetlerini yiyen Kallatiye adındaki bir kabileden bazı Hintlilere
(Yunan geleneğinde olduğu üzere) cesetleri yakmak için ne kadar istedik-
lerini sordu. Onlar da dehşete düştü ve bir daha asla böyle korkunç bir şey
teklif etmemesini söylediler."

Peki haklı olan kim, Yunanlar mı Kallatiye'liler mi? Anne veya babanızı
yemek fikri beti nizi benzinizi sold uruyor o labili r, ama Kallatiye'liler <le
kendi anne veya babalarını yaktıklarını gözlerinin önüne getir<liklerinde
aynı şeyt"eri hbse<l iyorlard ı. Hikayeyi anlatan Yunan rarihçi Hcrodot, hika-
yenin sonunu şair Pin<laros'tan hir alıntıyla bağl ıyor: "Gelenek her şey<len
üstündür''. Bu hangi rarafın haklı, hangi tarafın haksız ol<luğu meselesi <le-
ği ld ir; çünkü "doğru yanıt" diye hir şey yoktur. Her gruhun kendi gelenek
ve görenekleri var<lır ve her iki grup <la kendi kurallarına göre doğru olanı
yapmakradır. Her iki grup da kendi cenaze anlayı~larını savunurken bu hı­
rallardan yola çıkacaktır.

Bu du rumda ahlaki doğrular mutlak değil gibi gözükmekte<lir - söz konusu


sosyal grupların kültür ve geleneklerine göre değişirler. Ye buna benzer hem
coğrafi, hem de tarihsel daha sayısız örnek vardır elbette. Göreciler, mut-
lak veya evrensel doğrular olmad ığı yönün<leki iddialarına <lestek olması

Birinin i lacı, ötekin ın zehiridir. Hume'un giyotini


Yuh/yaşa kuramı
Birinin ilacı, ötekinin Zehlrldlr 1
amacıyla ;ık ;ık
bu tür ömeklere başvurur. Onlara göre hir ahlaki yargıda
bulunurken mutlaka ilgili grubun toplumsal normlarına bakmak gerekir.

Vive la difference (Yaşasın farklılık) Görecinin önerisi, ahlaki


hükümleri sanki estetik hükümlermiş gibi ele almaktır. Zevk meselelerinde
haradan söz etmek genelde uygun olmaz: de ııustibus non esı dispuuındum
- "zevkler tartışılmaz". Eğer siz domates sevd iğinizi söylerseniz, ben <le
sevmediğim i söylersem bu durumu kabul edip geçeriz. Bu tür durumlarda
samimiyet doğruluktan önce gelir: Ben bir şeyi sevdiğim i söylerken sami-
miysem artık hatal ı olamam - söyl ed iğim (hana göre) doğrudur. Benzer bir
şekilde, eğer hiz (bir toplum olarak) ölüm cezasını onaylı yorsak, bu (bize
göre) ahlaki açıdan doğrudur ve bu konuda hatal ı ol::ımayız. insanları do-
mates sevmekten vazgeçmeleri konusunda iknaya kalkışmak veya domates
sevdikleri için eleştirmek nasıl uygunsuz davranışlarsa, ahlaki ikna ya da
eleştiri <le uygunsuz kaçacaktır. Aslında ahlaki yaşam ı m ız tartışma ve kına­
malarla doludur elbette; hele ölüm cezası gibi konularda rengimizi güçlü bir
şeki lde neredeyse istisnasız belirtiriz. Hatta zaman içinde kendi kendim izle
ters dü~tüğümüz bile o lur: Ahlaki bir soruyla ilgili fikrimi değişti rebil i rim,
ya da roplu halde fikrimizi değiştirebiliriz - örneğin kölelik konusuda bir
zamanlar olduğu gibi. Su katılmadık göreciler onlar için bu doğruydu bunlar
için bu <loğru, veya o zamanlar için bu doğruydu şimdi için hu doğru, diye-
bilirler. Günümüzün ah lak anlayışında kölelik, ka<lın sünneti, yasal çocuk
öldürme gibi konular güreci için bile boğazdan zor geçen lokmalardır.

Göreciliğin, gerçek hayatta sahip olduğumuz ahlaki değerlerimizin çeşitli


yönlerini ciddi bir şekilde ele almaktaki başarısızl ığı, genelde hu teze ind i-
rilmiş kesin bir darbe olarak görülür. Buna karşı lık olarak göreciler bu zaafı
bir avantaja dönüştürmeyi dener. "Belki <le," <liye ileri sürerler, "başkaları
hakkında bu kadar yargılayıcı ve eleştirel olmamamız gerekir. Yunanlar ve
Kallatiye' lilerden al ınacak ders, başkalarına karşı daha hoşgörülü, daha açık
fiki rl i, farkl ı gelenek ve göreneklere daha duyarlı olmaktır." Bu düşüncenin
etkisiyle pek çok ki~i göreciliği hoşgörü ve açı k fikirlilikle ilişkilendirmiş,
diğer yanda göreci olmayanlar kendisi dışındakilerin yaşam biçimlerine
karşı hoşgörüsüz ve tahammülsüz kişiler olarak damgaland ı rılmıştır. Ru

m&t' ı781 1962


Kesin buyruk Paradigma kayma ları
"Belli bir dönemde, bakış açısının e n uç ö rneklerinde n biri, Bacılı k ül tür e mpe ryalist i·
nin kendinde n o lmayan kara cahillere ke ndi görüşlerini küsta h ça
belli bir yerde ahlak
dayatması ta blosudur. A ma bu bir karikatürde n başka bir şey değil­
nedir? O dönem ve o dir: Bazı konula rda diğer toplumla rın veya kültürle rin yaptıklarının
yerdeki çoğunluğun doğru olmadığını düşünmek, illa onlara karşı hoşgörüsüz olacağınız
anlamına gelmez. H atta ve h a tta göreciyi büyük bir hüsran bekle-
hoşuna ne gidiyorsa
mektedir: Hoşgörü ve kültürel duyarlılığı evre n sel e rdemler olarak
odur; ahlaksızlık an cak göreci o lmayan la r benimsl:yebil ir! (bkz. aşağıdaki kutucuk)
da hoşlarına
Bilgiye farklı bakış açıları Saf bir görecilik anlayışının
gitmeyendir."
doğurduğu saçmalıklar ve siyasal bir düstur o la ra k yaygın kabul
Alfred North görmesinin getird iği te hlike le r ( bkz. kutucukla r) yüzünde n da h a
Whitehead, 1941 ılımlı bir göreciliğin bize kazandırabileceği bazı içgörüle ri ıska la­
yabiliriz. G örecilikte n çıkart ı lacak e n ö nemli ders, bizzat bi lg inin
bakış açısına bağlı olduğudur. Dünyayı görebilmek için o na belirli bir ye r·
den bakıyor olmamız gerekir; dünyayı "gerçekte olduğu gibi" ya d a "n e reden
baka rsak baka lım değişmeyen şekliyle" göreb ileceğimiz bir dışsa l gözlem

Göreciliğin çevresinde daireler çizmek


Güçlü ya da radikal görecilik - yani ahlakla plan layan bir diktatörü de hoşgörmek gerekir.
ilgili veya değil, tüm savların görece olduğu Genel olarak bir göreci ikiyüzlü l üğe düşme­
düşüncesi- kendi elini kolunu da ba1'ılar. den kendi duruşunu tutarlılıkla koruyamaz.
Bütün savların görece olduğu s avının ken- Tavizsiz bir görecilik anlayışının kendi ken-
disi da görece midir? Eh, olmak zorunda, dini çürüten doğası , daha en başında Platon
yoksa kendi kendiyle çelişmiş olu r. Ama ta rafından fark edilmişti. Platon, sofist Pro-
eğer öyleyse ben de ortaya çık ı p bana göre tagoras' ı n benimsediği göreci tavırdak i

bütün savlar mutlaktır, göreceli değildir di- tutarsızl ı k l arı (Protagoras' ın adını taşıyan

yebilirim. Ve bu tutarsızlık çabucak her şeye diyalogda) çabucak göstermişti. Bütün bun-
bulaşır. Göreciler, başka toplumların kültürle- lardan şu dersi çıkarabiliriz: Küçük veya büyük
rini eleştirmenin her zaman yan lı ş olduğunu olsu n, bir şekilde ortak bir zemin paylaşma­
söyleyemez, çünkü belki benim kültürümde dan mantıklı tartışma yapılamaz . Anlamlı bir
doğrudur. Dolayısıyla hoşgörülülük ve açık fi- iletişim kurabilmek için herhangi bir şey, bir

ki rliliğin her zaman en doğru davra n ış olduğ u doğru üstünde hemfikir olmak gerekir. Ama
ileri sürülemez, çünkü o zaman söz gelimi radikal göreciliğin yadsıdığı şey tam da böyle
kendinden farklı düşünen herkesi susturmayı bir ortak zemindir.
Birinin hacı, ötekinin Zehlrldlr 1

Hepsi uyar (mı?)


NBugün eğitimin karşısına dikilen engellerin doğrular olmad ığını savunan ve " her şey göre-
içinde görecilik adıyla bilinen özellikle sinsi cedir" diyen anlayıştan yola çıkarak, her şeyin
bir tanesi var ki, hiçbir şeyi kesin kabul etme- eşitölçüde geçerli ve dolayısıyla "her şeyin
diği için benliği nihai ölçüt olarak arzularıyla mübah" olduğu sonucuna varıldı . En azın­
başbaşa bırakıyor. Toplumumuzda ve kültü dan Katolik Kilisesi gibi bazı muhalif kesimler
rümüzde büyük çapta mevcut olan görecilik böyle olduğunu iddia ediyor. Onlara göre
anlayışı, özgürlük kisvesi altında insanları bir- dünyada artan manevi (özellikle cinsel) ahlak-
birinden koparıp her bireyi kendi 'ego'sunun sızlıkların ve toplumsal çözülmenin altında bu
içine kilitlediğindan dolayı herbirimiz için bir görecilik güçleri yatmaktadır. Öte yandan bazı
hapishaneye dönüşür." liberal politikacılar konuyu yeterince yakından
Papa 16. Benediktus, Haziran 2005 incelemeye gerek görmeden "hepsi uyar" an-
layışını siyasal düsturları haline getirmiştir.

Görecilik fikri son birkaç onyıldır asıl anlamını Dolayısıyla birbirine karşıt iki görüş, biri neşe
uçlara çekip kırılma noktasına getiren siya- öbürü dehşet içinde göreciliğin iki yanında saf
sal ve toplumsal bir ağırlık kazandı. Mutlak tutmuş, görecilik ise ortada sinip oturmuştur.

noktası yoktur. Bu noktayı ~çıklarken genelde çerçeve terimi kullanılır


- ke nd i kültür ve tarihimiz gibi çeşitli faktörlerin karmaşık bir kombinas-
yonuyla belirlenen bir kavram çerçevesidir bu. Basitçe söyle rsek, gerçekliği
zihnimiz<le ancak bu kend imize has çerçevenin içine oturduğu şekliyle kav-
rayabili riz. Fakat kendi çerçevemiz dışından bakamıyor ve dünyayı nesnel
bir bakış açısıyla göremiyor oluşumuz, hiçbir şeyi bi lemeyeceğimiz anlamına
gelmez. Farklı bakış açılarımızı paylaşıp kıyaslayarak dünyaya ilişkin dah a
eksiksiz, daha küresel, daha "stereoskopik" bir resme ulaşmayı umabili riz.
Bu umut verici resme göre, düşüncelerimizi ve bakış açılarımızı birbirimizle
pay laşarak, işbirliği yaparak ve iletişim kurarak gerçeğe doğru birlikte yol
a labiliriz. işte göreciliğin asıl olumlu mirası budur.

>> fikrin özü


Her şey görece midir?
Ahlak

14 İlahi Buyruk
Kuramı
Neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü, neyin erdemli neyin
onursuzca olduğu türünden sorular insanın uykulanm kaçıracak tür-
dendir: kürtaj, ötanazi, insan haklan, hayvanlara kötü muamele, kök
hücre araştırmalan ... hassas ve bir hayli sürtünmeli konulardan oluşan
bitmez tükenmez bir liste. Etik, mayın tarlasına benzer - ayağınızın her
an bir şeye takılabileceği hain bir arazidir burası; tökezlemenin bede-
liyse çok ağır olabilir.

Ama ilginçtir, bazılarımız için ahlaki yargılara varmak çocuk oyuncağından


farksızdır. Milyonlarca insanın zihninde ahlak, ayrılmaz bir biçimde dine
bağlıdır. nu doğrudur, şu ise yanlıştır, nedeniyse hasit: Tanrı öyle buyurmuş­
tur da ondan. iyi iyidir, kötü de kötü, çünkü Tanrı öyle diyor.

"lbrahimi dinler" olan Musevilik, Hırisriyanlık ve Mü:,lümanlıkta ahlak


sistemi "ilahi buyruk" üstüne temellenir. Bunlara göre Tanrı buyurur, insan
itaat eder; Tanrı kullarına bir dizi ahlaki emir yükler; erdemli davranış
bunlara itaati gerektirir, irnatsizlik ise günahtır. Tanrı'nın altına imzasını
attığı hu ahlak kuralları öznel ahlak ::ınlayışlarının üzerine düşen, "acaba
ahlak kurallarını işimize geldiği gibi kafadan mı uyduruyoruz?" kaygı larını
da elbette defeder.

Eftifron ikilenıi Tanrı olmadan ilahi buyruk kuramı anında çöker


elbet (bkz. sf. 58'deki kutucuk) ama Tanrı'nın varlığını kabul etsek bile
kuramı tehdit eden başka ciddi sorunlar vardır. Bu sorunların muhtemelen
hahi Buyruk Kuramı 1
"Hiçbir ahlak otoriteye dayandırılamaz,
otorite ilahi olsa bile."
A.J. Ayer, 1968

en önemlb i Eftifron ikilemi<lir. Karşımıza ilk o larak 2400 yıl ünce Platon 'un
Eftifron ad lı d i ya loğu nda çıkar. Sokrates ( Platon 'un d i ya loglarındaki söz-
cüsü) Eftifron a<lında genç bir adamı erdemin doğası iistiine bir tartışmaya
sokar. Er<lc mli şeylerin "tanrıların sevdiği şeyler" okluğu konusun<la anlaş­
rı ktan sonra Sokrates ca n a lıcı bir soru sorar: Erdemli davranışlar tanrılar

Tann'nın buyruklarının
anlamını kavramak
Eftifron ikilemini bir kenara koyacak Kutsa l Kitap Tanrı kelamıysa ve ahlakı
olursak, ahlakı ilahi buyruğa dayan- Tanrı kelamı belirliyorsa, cinsel açıdan
dırmak isteyenlerin karşısına çıkan bir aktif eşcinse l erkeklerin öldürülmesi
başka ciddi güçlük, Tanrı'nın iradesini ahlaken doğru olan davranıştır. Ama
insanlara bi l dirildiği başlıca araç olan günümüzde birçok kimse bu görüşü
dinsel metinlerin birçok çelişkili ve/ ahlaken tiksindirici bulur. Ayrıca Ki-
veya kabul edilemez mesajlar içer- tab-ı Mukaddes'in başka yerlerindeki
mesidir. Kitab-ı Mukaddes'ten ünlü emirlerle de bağdaşmaz (en bariz
bir örnek verecek olursak, Levililer'de örneği öldürmeyeceksin emri olmak
şöyle yazar (20:13): "Bir erkek başka üzere). ilahi buyruk kuramcısı için Tan-
bir erkekle kadın l a yatar gibi yatarsa, rı'nın bilinen görüşlerini kullanarak
her ikisi de iğrençlik yapmış o lur; çoğunlukça kabul edilebi lir ve kend i
kesinlikle öldürülmeleri gerekir; kan- kendiyle çelişmeyen bir ahlak sistemi
ları kendi üzeri erine olacaktır." Eğer inşa etmek çetin bir iştir.

1739 1958
Yuh/ya şa kura mı Gö rev bilinci nin ötesinde
Hume'un giyotini
Kuram pert mi oluyor?
ilahi buyruk kuramının karşı karşıya olduğu en büyük tehlike, ilahi buyura nı nı
kaybetme riskidir: Tanrı' nın var l ığını kanıtlamak için ileri sürülen argüman-
lardan tam anlamıyla ikna olmamış ve imandan nasibimizi almamış olabiliriz
(bkz. sf. 172). Kuramın kimi savunucuları yılmamış, zekice bir yöntemle tehli-
keyi avantaja çevirerek Tanrı'nın varlığ ı na kanıt olarak kullanm ı ştır:

1. Ahlak diye bir şey var - ahlak kurallarından/buyruklarından oluşan bir


sistemimiz var.

2. Yasakoyucu/hükmedici rolü için yegane aday Tanrı'dır. Öyleyse ...

3. Tanrı var olmalıdır.

Ne var ki böyle bir akı l yürütmenin karşıt görüşten birini ikna ederek kendi
tarafına çekme olasılığı düşüktür. ilk önerme olan ahlakın insanlardan ba-
ğımsız bir varlığı olduğu iddiası altta yatan en temel sorulardan birini sanki
doğruluğu kesinmiş gibi kabul ediyor. Ahlakın bizden bağımsız var olduğunu
kabul etsek bile ikinci önerme Eftifron saldırıs ı nı göğüslemek zorunda.

tarafından sevildi ğ i için mi erdemlid ir, yoksa erdem li o ldukla rı için mi


tanrılar tarafından sevilirler? ilahi buyruk kuramı i~le bu ikilemin oltasına
takılıp kal ır.

Dolayısıyla doğru o lan şeyler Tanrı emrettiği için mi doğrudur, yoksa doğru'
oldukları için mi Tanrı tarafından e mred ilirler? 1le r iki seçen ek de ilahi
buyruk kuramcısına göre yen ilir yutulur ci nsten değildir. ilk seçeneği ele
alalım: Ö ldürmek yanlıştır, ç ünkü Tanrı öyle buyurmuştur. Fakat böyle o l-
mayabili rdi. Eğer Tanrı öl<lürmekre bir sorun olmadığını , h atta mecburi
olduğunu söyleseydi doğru o lan bu mu olacaktı ? Eğer öyleyse d ine uymak
deme k keyfi bir o toriteye körlemesine itaat e tme k demektir. Şimdi de
ilahi Buyruk Kuramı 1
"Erdemli davranışlar tanrılar tarafından
sevildiği için mi erdemlidir, yoksa erdemli
oldukları için mi tanrılar tarafından sevilirler?"
Platon, iö -375

ikinci seçeneğe bakalım: Eğer Tanrı bir şey iyi olduğu için iyi olduğunu
söylüyorsa, iyilik Tanrı'<lan bağımsız <lemektir. Bu durumda Tanrı olsa
o lsa ahlak ın habercisi rolünded ir; ahlaki doğruları bize aham ama onların
kaynağı <lcğil<lir. Öyleyse neden haberciyi bırakıp doğrudan kaynağa gitme-
yelim? Sonuç olarak her iki seçenek <le Tanrı'yı ahlakın teminatçısı olarak
kabul etmek isteyenler için zorlayıcı: Ahlak söz konusu ol<luğun<la Tanrı ya
keyfidir, ya <la mevzu dışı.

Eftifron ikilemine karşı sık rastlanan bir savunma "Tanrı iyidir" dolayısıyla
kötülük buyurmaz savunmasıdır. Fakat bu türden bir savunma döngüsellik
ya da tutarsızlık tehlikesi taşır. Eğer "iyi", "Tanrı tarafın<lan emredilmiş" an-
lamına geliyorsa, "Tanrı iyidir" sözü anlamsız olacaktır - bir bakıma "Tanrı
öyledir ki kendi buyruklarına itaat eder" demek gibi bir şey.

Daha vaat edici görünen bir yaklaşım, "Tanrı iyilikle aynı şeydir" diye-
rek buyruklarının illa ki iyi olacağını söylemektir. Ama eğer Tanrısallık
ve iyi lik aynı şeyse "Tanrı iyidir" sözü boş bir sözdür; hiçbir şeyi ay<lınlığa
kavuşturamadan çemberin içinde döndük demektir. Tanrı'nın işi ne akıl sır
ermc<liğinin bir örneğidir bu belki.

>> fikrin özü


Çünkü Tanrı öyle diyor
Ahlak

15 Y.uh/Yaşa
Kuramı
"Ve Musa orada kırk gün kırk gece Rab'la birlikte kaldı. Ağzına ne ekmek,
ne de su koydu. Ve antlaşmanın sözlerini, on emri taş levhalann ü zerine
yazdı.

"Yaşasın benden başka ilahlan tanımayanlar!

"Kendisi için oyma put yapanlara yuh olsun!


[bunu beş yuh ve iki yaşa takip ediyor; daha sonra . . . ]
"Komşusunun kansına, yahut kölesine, yahut cariyesine,
yahut öküzüne, yahut eşeğine, yahut herhangi bir şeyine göz
dikenlere yuh olsun!"

Röyle konu~tu Tanrı - <luyguculuk ya d a diğer a<lıyla "yuh/yaşa kuram ı "na


göre. Bu şekilde ifa<le edilince <luyguculuğu ahlaka dair i<l<liaları temsil ed e-
cek c iddi bir girişime benzetememiş o labilirsin iz. Üstelik duyguculuğa bıyı k
altından tak ılan bu "yuh/yaşa kuramı" adı d a cabası. Ancak <luyguculuk
sağlam bir geçmişi o lan epeyce iz bırakmış bir ku raın<lır. Özetle bir kişinin
a hlak i yargı larının hize gerçeğe dair <leğil, o kişinin duygula rına d air bi lgi
ve rebi leceği n i ileri sürer.

Öznelciliğe kayış "Doğru"ya d air ~öyle h ir tanımlama yapsak n e der~


siniz: Dünyada gerçekliği nesnel o lan -yani kişilere bağlı o lmayan- farklı
türden o lgular var<lır. Bunların bazıla rı bilimseld ir; fiziksel olayları, süreç leri
ve ilişkileri betimlerler. Diğerle riyse ahlaksa l d ı r; <lünyadak i doğru ve yanlı ş,
iyi ve kötü şeyleri tanımlarlar. Böy le bir tanımlama sağduyumuza seslense
<le, birçok filozof buna burun kıvı racaktır.

İ la h i buy ruk kuramı Altın kural


Yuh/Yaşa Kuramı 1
Tutkuların kölesi akıl
Ahlaki öznelciliğin modern biçimleri için duygusunu hissedene dek kötülüğü bula-
başlıca esin kaynağı İskoç filozof David Hu- mazsınız. İşte bir olguya ulaştınız; ama bu
me'dur. İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme bir akıl nesnesi değil, duygu nesnesidir.
(Treatise on Human Nature) adlı yapıtında Nesnede değil , sizin kendi içinizde yatar."
ahlakın öznel olduğunu savunur:
Hume'un ahlaki eylem üzerine kendi de-
"Kötü ve alçakça o l duğu genel kabul gören ğerlendirmesine göre bütün insanlar doğal
herhangi bir eylemi ele a lalım: Örneğin olarak bir "ahlak duygusu" ya da (diğerl e­
kasten adam öldürme. Bunu her yönüyle rinin mutluluk ve acılarını pay l aşma yetisi
inceledikten sonra içinde kötü ve alçakça olan) "sempati"yle hareket ederler. İşte
dediğiniz olgusal özü ya da gerçekl i ği bu- ahlaki eylemlerim izi güdümleyen de akıl
labiliyor musunuz bir bakın bakalım. Nasıl değil, bu duygulardır. Akıl, eylemlerimizin

yaklaşırsanız yaklaşın, birtakım tutkular, sonuçlarınıanlama ve ahlaki amaçla-


güdüler, istemler ve düşünceler dışında bir rımıza nasıl ulaşacağımızı planlamakta
şey bulamazsınız. Bun l arın dışında kalan hayati öneme sahiptir; ama kendi başına
başka gerçek yoktur vakada. Nesne l liğe durağandır ve eylemi başlatacak dürtüyü
bağlı kald ı ğınız
sürece kötülük elinizden sağlayamaz. Hume'un ünlü deyişiyle "akıl
kaçacaktır. Gönlünüzü işin içine katıp da tutku l arın sadece bir kölesidir ve öyle de
içinizde bu eyleme karşı yükselen kınama o l ması gerekir".

A h laki hir olguyu e le ala l ı m : öldürmek ya nlıştır. Rir öld ürme edimini en
ııfak ayrıntısına kadar anlatabilir, nasıl ve n eden böyle bir şey yapıldığını
açıklamak için her t ürlü fiziksel ve fizyolojik ayrıntıyı verebilirsiniz. Peki
bu olaya yan l ışlı k a tfettiğimizde, resme fazlad an h a ngi öze lliği ya da ni-
te liği ek lemiş oluyoruz? Ö ldürmenin yapmamamız gerek.enlik özelliğine
sahip olduğunu eklemiş oluyoruz. Bir başka deyişle, öld ürme ha kk ı nda
söyleyebileceğimiz gerçek bilgiler arasında, ö ldürmenin bir de "yapı lması
yanlış olma" gibi içsel bir özelliği olduğunu söylüyoruz. Bilimin açıkladığı
ve değer-bağımsız olduğu düşünü len bir dünyada (bkz. sf. 132 ) böyle hir
özell ik bulmanın tuhafl ığına parmak basan pe k çok filozof, biz insanların

- 1739 . 1974
Yuh/yaşa kuramı Yarasa olmak ney e
benzer?
Hume' un giyotini
Bilim ve sahte-bilim
1
Ahlak

Kuralcılık (preskriptivizm)
Duyguculuğa yönelik en yaygın eleştiri, ah- ayıran özellik "evrenselleştiri l ebilir" olmala-
laki söylemin mantığını -altında yatan akı l rıdır.Ahlaki bir öğütte bulunduğum zaman,
yürütme ve akı l cı çıkarımın niteliklerini- ku- bu öğüde benzer koşullar altında kendim de
şatamadığıdır. Bu konuda zafer, İ ngiliz filozof dahil herkesin uyması gerektiğini savunmam
R.M. Hare'in ortaya koyduğu, "kuralcılık" gerekir (yani a ltın kurala uymam gerekir, bkz.
diye bilinen rakip bir öznelci kurama aittir. sf. 76). Kuralcılara göre ahlaki uyuşmazlık, çe-
Ahlaka dair ifadelerin kuralcı yanını vurgu- lişen buyruklar vermek gibidir. Tutarsızlık ve

layan kuralcılık (sonuçta bu ifadeler bize kararsızlık, hepsine aynı anda uyulamayacak
ne yapmamız ya da nasıl davranmamız ge- birden fazla öğüdün bulunmasıyla açıkla­
rektiğini söyler), bu ifadelerin özünde yol nır. Bu açıdan kuralcılık, tartışma ortamına
göstericilik ol duğunu söyler. Öldürmek yan- öznelciliğe ve duyguculuğa oranla daha mü-
lıştır demek, "Öldürme!" buyruğunu vermek saittir. Bununla birlikte kuralcılığın da ahlak
ve bu buyruğu kabul etmek demektir. Hare'e tartışmalarını tüm karmaşıklığıyla yansıttığı
göre ahlak hükümlerini öteki buyruklardan kimilerince tartışmalıdır.

dünyadaki olayla ra dair ke ndi öznel tepkilerimizi, nesnel ahlak özellikleri


kı lıfı altınJa ifade ettiğimizi ileri süre r.

B e timle meden dışavuruma Naif öznelci görüşe göre ahlaki


doğrular, he rbirimizin dünyadaki şeylere ilişkin onla rı onaylayıp on ayla-
madığım mı dair birer ifadesidir. Dolayısıyla kendim (ya da içinde yaşad ığım
toplu luk) ölJürmenin yanlış olduğu h issine sahipse "öldürmek yanlıştır"
derim ve ke ndi ahlaki doğrumu belirlemiş olurum. A ma eğer iş naif öznelci
görüşün dile getirdiği kada r basitse o zaman "öldürmek doğrudur" da diye-,
bili rim ve bu ifade de gerçek hislerimi yansıttığı sürece yine doğru olur. Bu
durumJa a hlaki anlaşmazlıktan da söz edilemez hale gelir; herkesin içinden
gelen kendine göre doğru olur. Belli ki ahlak i doğrular hakkında daha ge-
l işkin bir modele ihtiyaç var.

" iyi yahut kötü diye bir şey Duyguculuk (ya da ekspresivizm ) -yuh/yaşa kuramı­
yoktur, onu öyle gösteren öznelciliğindaha incelikli bir versiyonudur. Buna göre
dile getirdiğ imiz ahlaki ya rgıları mız gerçeğin değil,
düşüncelerdir." duygularımızın birer ifadesidir. "Ö ldürmek yanlış­
William Shakespeare, -1600 tır" dediğimi zde "Yuh obun öldürmeye!" diyerek bu
Yuh/Yaşa Kuramı

konudaki duygularımızı dile getirıııi~ oluruz olsa olsa. "Doğruyu söylemek


iyidir" demı.:k <le aynı şekilde duygulara dair bir ifa<le<lir, "yaşasın doğru
söylemek!" demektir.

Duygucuların en büyük sorunu, kuram larını insanların ger-


çek hayattaki ahlak üzerine düşünüş ve eyleme döküşleriyle "Ahlak değerlerinin
uyumlu hale getirmekrir. Gerçek hayattaki ahlak söylem-
öznelliğine ilişkin
leri, nesnel değerlere sahip bir dış dünya üzerinde temellenir.
Ahlak meseleleri üzerinde düşünüp tartışırız; bu meseleleri savlar nasıl çürütülebilir
çözmek için ahlaki (ve haşka) gerçeklere başvururuz; doğru bilemiyorum, ama keyfi
ya da yanlış olabilecek ahlaki savl::ır öne süreriz; ayrıca
bir zalimliğin yanlış
doğruluğunu nihayetinde bilebileceğimiz ahlaki doğru lar
olduğuna inanırız. Ama duygucuya göre bilinecek ahlaki olmasının tek nedeninin
bir nesnel gerçek yoktur; biz asl ında savlar öne sürmüyor, bundan hoşlanmayışım
duygularımızı dile geririyoruzdur. Duygularınsa doğru veya
olduğuna da kendimi
yanlış olması <liye bir şey söz konusu değildir. Duygucu, arka
plandaki inançlarımız ve eylemlerimizin bağlamı üstüne inandıramıyorum."
tartışmanın mümkün o l duğunu kabul etse <le bu bizim an la- Bertrand Russell, 1960
dığımız ahlaki doğrular üzerine tartışmadan çok <laha farklı
hir şeyd ir. Ahlaki yargılar arasındaki mantıksa l bağlantılar eksiktir; hu olsa
olsa retorik egzersizinden başka bir şey değildir - ya da iğneli bir şekilde
söylenmiş olduğu gibi: bir ahlak reklamı .

Buna verilecek en uygun tepki sorunu kabul etmekti r. "Evet," demelidir


duygucu, "kuram bizim alışılmış varsayım larımızla bağdaşmıyor, ama bunun
nedeni kuram ı n yanlış olması değil, alışılmış varsayımlarımızın yanlış ol-
ması." Yaygın adıyl::ı hu "hara kuramı"na göre normal ahlak söylemim iz
hatalıdır, çünkü gerçekte var olmayan nesnel ahlak olgularına dayanır, bu
kadar basit. Duygucu tabloyu kulağımıza doğru gelen ahlak söylemimizle
bağdaştırabi lmek için birçok gi rişimde bulunulmuşsa da birçokları için
arada hala bir uçurum vardır. Bu yüzden kuralcıl ı k gibi başka yakhışımlar
önerilmiştir. (bkz. kutucuk).

>> fikrin özü


Ahlak hükümlerinin dile getirilişi
16 Amaçlar
Yöntemleri
Haklı Çıkarır mı?
"Bay Quelch, köpekbalıklarımn dudakları var mı yok mu emin değildi,
varsa da dudaklarım yalayabiliyorlar mı bilmiyordu. Ama dudakları varsa
ve yalayabiliyorlarsa şu anda yaptıkları şey kesinkes bu olmalıydı. Balon
denize doğru düşerken Bay Quelch akşam yemeği için toplanan konukla-
rın suyu yarıp geçen yüzgeçlerini artık açıkça görebiliyordu . ..

. . . Bay Quclch iki dakika sonra kendisiyle birlikte Greyfriars'ın en seçkin

,-
öğrencilerinin köpekhalıklarına yem ol acağını biliyordu - eğer balon-
dan daha fazla safra atmazlarsa. Ama zaten her şey i
atmışlardı. Geriye kendinin ve altı oğlan çocuğunun
120 yolcu taşıyan bir d ışında hiçhir şey kalmamıştı. Kurtulmalarına yerecek
uçak kontrolaen çıkmış bir ağırlıktaki tek şeyin Bunrer olduğu apaçıktı. Okulun
şekilde kalabalık bir yerleşim Şişko Baykuşu için kem talihti hu, ama başka hiçbir
yerine doğru hızla düşüyor. yol yoktu ...
Bölgeyi boşaltmaya zaman
yok. Çarpmanın etkisiyle 'I ley ne yapıycmunuz ... durun, şaka yapmayın ...
binlerce kişinin öleceği kesin. bakın eğer durmazsanız .. . aaaah!'"
Yapılabilecek tek şey uçağı
vurmak. Siz bunu yapar Quelch'in durum değerlendirmesinin taıncımen doğru
olduğunu var~ayalıın. Gerçekten sadece iki seçenek var:
mıydınız?

ıı
Eylem ve kayıtsızlık Hume'un giyotini Kesin buyruk
Adil savaş
Amaçlar Yöntemleri Haklı Çıkarır mı? 1
Runter da dahil altı çocuk ve Quclch denize düşecek ve köpek- "Amaç yöntemi haklı
balıklarına yem olacak. Ya da Bunter denize atılacak ve balıklar
çıkarabilir,
yeter ki
yal nız onu yiyecek. Balondan dışarı atılmanın ta~ızlığını saymaz-
sak Runter için değişen pek bir şey yok. Ama Quench Runter'ı amacı haklı çıkaracak
sepetten atarsa hem kendisini h em de diğer beş çocuğu kurtarabi- bir şey olsun."
lir. Öyleyse Runter' ı kurban etmekte haklı mıdır? Amaç (birden Lev Troçki, 1936
fazla masumun hayatı kurtarmak) yöntemi (bir masumun canını
almayı) haklı çıkarır mı?

Ahlaki bir bölünme Ölüm-kalım içeren böylesi kararlar elbette sa-


dece kurgu eserle rde yer almaz. insanlar gerçek hayatta bazen kendilerini
öyle durum ların içinde bulmuşlardı r ki, bazı canları kurtarmak için ba şka
masum insanların ölmesine izin vermeleri, hatta bazı aşırı durumlarda öldür-
meleri gerekmiştir. Bunlar sezgilerimizi son noktas ına kadar sınayan, bizi şu
ya da bu tarafa doğru, hatta bazen iki tarafa doğru sertçe büken durumlardır.

Bu temel belirsizlik, filozofların bu tür ikilemleri açıkla­


maya çalışırken tutturduğu farklı yaklaşımlarda da kendini '
gösterir. Önerilen çeşidi kuram lar, etik alanındaki ana fay Yapışık ikizler (Siyam
hattının iki yakasından birinde yer alır: göreve dayalı (gö- ikizleri) cerrahi müdahaleyle
revci) kuramlar ve sonuca dayalı (sonuççu) kuramlar. birbirinden ayrılmazlarsa
birkaç ay içinde kesinlikle
Sonuççuluk ve görevcilik Sonuççuluk ile görev- ölecekler. Ameliyat sonunda
cilik arasındaki farkları vurgulamanın bir yolu a maçla r ikizlerden birinin oldukça
ve yöntemler üzerinden gitmektir. Sonuççu, bir eylemin sağlıklı ve düzgün bir yaşam
doğru mu yanlış mı olduğunun salt eylemin sonuçlarına
sürme ihtimali çok yüksek.
bakarak belirlenmesi gerektiğini ileri sürer. Eylem, a rzu
Ameliyan yapar mıydınız?
edilen sonuca ulaşmak için bir araçtır; eylemin doğruluğu
(Peki anne-babanın rızası
ya da yan lışlığı , o sonuca ulaşmakta ne kadar etkili o ldu-
olmasa yine ameliyatı yapar
ğuna göre belirlenir. Amaç ise kendisine etki eden çeşitli
mıydınız?)
eylemlerin sonuc u olan bir durumdur (mutluluk durumu
gibi). Sonuçç ular, eldeki çeşitli eylem yollan arasında

-~~r 1785 1954 1974 :


Amaçlar yöntemleri Kaygan zeminler Deneyim makinesi
haklı çıkarır mı?
Ahlak

Hasta A hastalığının son


evresinde ve bir lıafu.ı. içinde
öleceği kesin. Kalbi ve böbrekleri Bir Gestapo subayı 1O çocuğu
B ve C hastalarına birebir yakalayıp bir araya topluyor.
uyuyor. B ve C, ihtiyaç Ardından siz eğer bir casusun
duyduk/an organ nakilleri kimliğini ve bulunduğu yeri
yapılmazsa A' dan önce söylemezseniz çocuk/an
ölecekler, organ nakli olursa öldüreceğini söylüyor. Siz
iyileşme olasılık/an yüksek. ise bıralan kimliğini bilmeyi,
Başka hiçbir donör yok. B ve öyle bir casus olduğunu bile
C'yi kurtarmak amacıyla A'yı yeni öğreniyorsunuz. Fakat
(kendi nzasıyla /kendi rızası bilmediğinizi söylerseniz subayın
olmaksızın) öldürür müydünüz? size inanmayacağından ve
tehdidini gerçekleştireceğinden
eminsiniz. Çocuk/an kurtarmak
için birisinin -herhangi birisinin-
adını verir miydiniz? (Kimin
adını vereceğinize nasıl karar
verirdiniz?)

Amaç yöntemi haklı çıkarır


Basit anlamıyla, yöntemi ancak amaç haklı bir havaya bürünür. Söz gelimi bir siyaset
çıkarabilir,
çünkü yöntem dediljimiz şey, ülkücüsü ya da yobaz bir dinci, belli bir
tanımı gerelji amaca ulaşmanın bir yo- amacın bütün öbür amaçları dışlayacak
ludur. Amaca ulaşmışsak, yöntem haklı derecede önemli olduğunu ileri sürebilir.
çıkm ış demektir. Fakat uygun olmayan bir Bu durumda o kişinin takipçilerinin, söz
amaç seçildiljinde ve seçim ideoloji veya konusu amaca ulaşma yolunda her yolun
dogma uğruna yapıldıljında sorunlar baş mübah olduğu sonucuna varmaları için
gösterebilir. Bu durumda özdeyiş karanlık geriye küçük bir adım kalır.
Amaçlar Yöntemleri Haklı Çıkarır.mı? 1
seçim yaparken, her durumdaki iyi ve kötü sonuçları carcar ve seçimlerini
buna göre yapar. Söz gelimi Bunter örneğinde, kurtarılan masum hayatlar
bir cana kıyılması için yeterli neden kabul edilir.

Buna karşılık, görevci bir sistemde eylemler


sadece amaca götüren yöntemler olarak değil,
kendi içlerinde yanlış ya da doğru olarak değer·
lcndirilir. Eylt:mler, arzu edilen amaca katkıda
bulunan araçsal değerlerinin yanında başlı Bir uçak kazasının ardından,
başına içsel değere sahiptir. Örneğin görevci,
uçağın mürettebatı ve diğer
masum insanları öldürmenin içsel olarak yan-
yolcularla birlikte ıssız bir dağ
lış olduğuna hükmedebilir: Yükü azaltmak için
yamacında sağ ka/.dınız. Yiyecek
Bunter'ı aşağı atmak kendi içinde yanlışrır ve
yol açacağı varsayılan hiçbir iyi sonuç tarafın­
hiçbir şey yok. Yaya olarak
dan haklı çıkarılamaz. kaçma şansınız yok. Kurtarma
ekibinin gelmesi ise en az birkaç
Billy Bunter ol ayı abartılı görünse de bu tür hafta sürer, ki o vakte kadar
ağır ikilemler bazen gerçek yaşamda da karşı­ hepiniz açlıktan ölürsünüz. Ama
mıza çıkar. Kitabın bu bölümündeki olaylar, en bir yolcunun eti öbür yolcu/an
azından ortaya attıkları ahlaksal ikilemler açı­ yardım gelene kadar idare etmeye
sından, gerçekten meydana gelmiş ve kuşkusuz yeter. İçinizdeki/erden birini
tekrar meydana gelecek olaylara benzer. öl.dürüp yer misiniz? (Nasıl
seçim yaparsınız?)
Sonuççu kuramların en bilineni faydacılıktır
(bkz. sf. 69); sözü en çok edilen görevci sistem
ise Kant tarafından geliştiril endir (bkz. sf. 72).

>> fikrin özü


Köt· ı iyisi
Ahlak

17Deneyim
Makinesi
"Size arzu ettiğiniz her deneyimi yaşatacak bir deneyim makinesi ol-
duğunu hayal edin. Nöropsikoloji öyle bir seviyeye gelmiş ki, beyninize
uyanlar göndererek müthiş bir roman yazdığınızı veya yeni bir arkadaş
edindiğinizi veya ilginç bir kitap okuduğunuzu sandırabiliyorlar. Siz bu
sırada beyninize elektrotlar takılmış halde, bir sıvı tankının içinde sürekli
yatıyor olacaksınız. Hayattaki tüm arzularınızı önceden programlayarak
ömür boyu bu makineye bağlı kalmak ister miydiniz? . .. Tankın içindey-
ken orada olduğunuzu bilmeyeceksiniz elbette; hepsinin gerçek olduğunu
sanacaksınız . .. Bu makineye bağlanır mıydınız? Yaşamımız hakkında
hissetiklerimiz dışında, bizim için başka ne vardır önem taşıyan?"

1974 tarihli bu düşünce deneyinin yaratıcısı , Amerikalı filozof Robert


Nozick, son soru larının yanıtlarının sıray la "Hay ı r" ve "Pek çok şey" ulJu-
ğunu düşünüyor. Yüzey~el bak ıldığında, deneyim makinesi

"Keder ile hiçlik arasında Putnam'ın kavanozuna çok benziyor (bkz. sf. 4 ). ik isi Je
içeriden bakıldığında gerçek hayattan ayırt edilemeyecek
bir seçim yapacak olsam biçimde simüle edilmiş Jünyaların sanal gerçekliklerini be-
ben kederi seçerdim." timler. Putnam kavanozdaki beynin durumuyla ve bunun
William Faulkner, 1939 şüpheciliğin sınırlarıyla ilgili ne ifade ettiğiyle ilgilenirken,
Nozick insanın makineye bağlanmaJan önceki durumuyla
ilgilenir: İnsa nlar böyle bir makineye bağlanmay ı seçer mi ? Eğer seçerle~e
bunun üzerine insanoğlu hakkında nasıl bir yorumda bulunabiliriz ?

Eylem ve kayıtsızlık Hume'un giyotini


Deneyim Makinesi 1
Bir yanda her arzunun ve tutkunun gerçekleştiği katıksız haz "Doğa insanoğlunu
dolu simüle hir yaşam, diğer yandaysa beklendik tüm hayal iki egemen efendinin
kırıklıkları ve yoksunluklarla dolu, kısmi başarıların ve ger-
çekleşmemiş rüyaların bir karışımından oluşan gerçek hayat.
buyruğu altına
Nozick'in düşüncesine göre, deneyim makinesinin sunduğu sokmuştur: acının ve
tüm cazibelere rağmen çoğu insan makineye bağlanmamayı zevkin. Ne yapmamız
yeğleyecektir. Yaşamın gerçekliği önemlidir: Bazı şeyleri yap-
gerektiği hakkında tek
mayı istiyoruz, sadece onları yapmanın hazzını tatmayı değil.
Esenliğimizi etkileyen tek şey haz olsaydı, iyi yaşamın yegane söz sahibi bu ikisidir."
unsuru hu olsaydı, hiç kuşkusuz gerçek yaşam seçimini yap- Jeremy Bentham, 1785
mazdık, çünkü deneyim makinesine bağlanmanın çok daha
fazla haz vereceğini biliyoruz. Nozick hu akıl yürütmenin sonucunda, zevk
dışında içsel değere sahip olduğunu düşündüğümüz başka şeyler daha olduğu
sonucuna vardı.

Klasik faydacılık Bu vargı, herhangi bir hedonist (hazza dayalı) ahlak


kuramına, özellikle de faydacılığa darbe vurur (en azından faydacılığın 18.
yüzyılda kurucusu Jeremy Rentham tarafından ortaya konan kla~ik versi-
yonuna). Faydacılığa göre, eylemleri değerlendirirken bakmamız gereken,
insanların refahını ne derece artırdığıdı r. Rentham'dan hu yana faydacılığın
farklı yorumları öneri lmişse de Rentham'ın faydadan kastı insanın hazzı ya
da mutluluğuydu. Bu görüş genelde "en çok insana en çok mutluluk" sözüyle
özetlenir.

Faydac ı l ık, sağduyumuzaters düşen ahlaki yargı lara varmaktan kaçınmaz


(bkz. sf. 64 ). Hatta Bemham'a göre asıl iyi yan ı, ah laki ve sosyal kararlar
alırken akla ve bilime dayalı bir temel oluşturmasıydı; böylece sözüm ona
doğal haklar ve doğa yasalarını temel alan kaotik ve tutarsız sezgilere gerek
kalmayacaktı. Böyle akılcı bir temel oluşturmak amacıyla Bcntham "fclbifik
hesap" adında hir şey önerdi; farklı eylemlerin sağlayacağı farklı miktarlar-
daki haz ve acı ölçülüp kıyaslanabilirdi. Böylece belli hir durumdaki doğru

~! 1785 1974 1981


Amaçlar yöntemleri Deneyim makinesi Kavanozdaki beyin
haklı çıkarır mı?
Ahlak

Faydacılığın çeşitleri
Sonuççuluk, eylemlerin doğru veya yan- sağladıkları katkı açısından kendi başla­
lışlığına sonuçları ışığında hükmedilmesi rına değerlendirilmelıdir, çünkü fayday ı
gerektiğini ileri süren görüştür (bkz. sf. 65). doğrudan etkileyenler eylemlerdir. Kural
Faydacılık ise sonuççuluğun en dikkate faydacılığına göre ise uygun eylem rotası,
değer versiyonu olarak karşımıza çıkar. genel olarak uyulduğunda fayda getirecek
Faydacılıkta eylemlerin sonuçların de- kurallara göre belirlenmelidir. Söz gelimi
ğeri sağladıkları refahla ya da "fayda"yla masum bir insanı öldürmek bazı koşullarda
ölçülür. Bentham ve Mill'in klasik faydacılı ­ birçok canın kurtarılmasını ve böylece genel
ğında faydadan kasıt insanın hazzı olmakla faydanın artmasını sağlayabilir, dolayısıyla
beraber, bu anlayış zaman içinde çeşitli eylem faydacısı masum kimseyi öldürme-
biçimlerde değiştirilmiş ve genişletilmiştir. nin doğruluğunu savunabilir. Ne var ki kural
Bu farklı yaklaşımlar, insan mutluluğunun olarak masum insanları öldürmek faydayı
sadece hazza değil, geniş bir arzular ve ter- azaltır; dolayısıyla, belli bir durumda ka-
cihler yelpazesinin tatmin edilmesine de zançlı sonuçlar doğurma olasılığı olsa bile
bağlı olduğunu kabul eder. Bazı kuramcılar kural faydacısı masum kimseyi öldürme
ise faydacılığın kapsamını insanoğlunun eyleminin yanlış olduğunu savunacaktır. Do-
refahının ötesine, duyguları olan bütün layısıyla genel olarak değerlendirildiğinde,
yaşam biçimlerine doğru genişletilmesini kural faydacılığı ahlak meselelerindeki
önermiştir. ortak sezgilerimize daha uygun düşer gibi
görünüyor. Ancak son dönemdeki faydacı
Faydacılığın eylemlere nasıl uygulana- düşünürler bu faydacılık biçimine pek rağ­

cağı konusunda da çeşitli görüşler vardır. bet etmemekte ve çeşitli nedenlerden ötürü
Eylem faydacılığına göre eylemler faydaya tutarsız
ya da sakıncalı bulmaktalar.

eylem basit bir toplama çıkarma işlemine dönüştürülebilirdi. Dolayısıyl~


Bentham'a göre değişik h azlar nitelik açıs ından değil, sadece süre ve şiddet
açısınd a n farklı ydı . Nozick'in deneyim makinesinin içerimleri karşısında
savunmasız kalacak oldukça yekpare bir haz anlayışıydı bu. Uzlaşmaz kişi­
liğini gözönüne alacak olursak, Bentham muhtemelen Nozick'in düşünce
deneyinin içerimlerini umursamazd ı . Faydacılığın bir diğer kurucusu olan
J.S. Mili ise kuramın yontulmam ış tarafları üzerinde çalışmaya dah a çok
önem veriyordu.
Deneyim Makinesi 1
Yüksek ve düşük hazlar Çağdaş eleştirmenler Bentham'ın sun-
duğu ahlak kavramının ne kadar <lar ol<luğunu işaret etmekte gecikmedi.
Bentham yaşamın hazdan daha yüksek bir amacı olmadığını varsayarak,
bilgi, onur ve başarı gibi değeri kendinden gelen şeyleri dışlamıştı. "Anca
domuzlara yaraşır bir öğreti"ydi bu ileri sürdüğü (muhaliflerin sözünü ak-
taran Mill'in ifadesiyle). Bentham ise kendisine söylenen sözün altın<la
kalacak biri değildi; "Önyargıları bir kenara koyacak olursak," diye ilan etti,
"toplu iğne oyunu [lngiltere'<le 16.-19. yy.'larda popüler olan basit bir çocuk
oyunu, Push-pin], müzik ve şiir sanatları ve bilimleriyle eşit değerdedir." Bir
başka deyişle, basit bir oyun oynayarak daha fazla miktarda haz üretiliyorsa,
o oyun aklın daha seçkin uğraşlarından gerçekten daha değerli<lir.
"Eylemler mutluluğu
Mili ise Bentham'ın lafı ardına koyma<lan verdiği cevaptan ra-
hatsız olmuştu. Eleştiriyi yanıtlamak için faydacılığı değiştirmeye
artırmaya yöneldiği
çalıştı. Bentham'ın hazzı ölçmede kullandığı iki değişken olan ölçüde doğru,
süre ve şiddete ek olarak üçüncü bir <leğişken ekledi: nitelik. mutluluğun tersini
Böylece hazlar arasına bir yükseklik-düşüklük hiyerarşisi getirdi.
Buna göre aklın ve sanatın hazları gibi hazlar, özleri bakımın­
üretmeye yöneldiği
dan temel fiziksel hazlardan <laha değerlidir. Mill onlara h az ölçüde yanlıştır."
hesaplamasın<la daha büyük bir ağı rlık vererek şu sonuca vardı: J.S. Mill, 1859
"Memnun olmayan bir Sokrates'in yaşamı, memnun bir aptalın
yaşamından daha iyi<lir." Ne var ki bu düzen lemenin de bir bedeli vardı .
En basitin<lcn, Bentham'ın fikrinin temel cazibelerin<len biri olan basitliği
kaybolmuştur. Gerçi felisifik hesaplamalar her halükarda zorluklarla dolu-
dur. Daha ciddisi, Mill'in çeşitli hazlar kavramında, bu çeşitleri birbirinden
ayır<lctmek için hazdan başka bir ölçüte daha gerek <luyulur. Eğer Mill'in
fay<la fikri hazdan başka şeyler <le barındırıyorsa, Nozick'in problemiyle
belki haşa çıkabilir, ama o zaman da kuramının hala faydacı olup olmadığı
tartışılabilir.

>> fikrin özü


Mutluluk yeterli midir?
Ahlak

18 Kesin
Buyruk
Mariah'yı barda bırakarak dışarı çıktığınızda Christina'yı görüyorsunuz.
Biliyorsunuz ki Christina, Mariah'yı öldürme niyetinde. Yanınıza gelip
Mariah'nın yerini bilip bilmediğinizi soruyor. Ona doğruyu söylerseniz
Mariah'yı bulup öldürecek. Mariah beş dakika önce çıktı diye bir yalan
uydurarak Christina 'yz yanlış yönlendirirseniz Mariah 'nzn kurtulmasını sağ­
layacaksınız. Ne yapardınız? Doğruyu mu söylerdiniz yoksa yalan mı?

Bunu sormak hile anlamsız geliyor kulağa. Doğruyu söylemen in sonuçları


korkunç. Elbette yalan söylerdiniz - çok iyi bir nedenle söylenmiş bembeyaz
hir yalan diye düşünürdünüz. Ama son 300 yılın en etkili filozofla rı ndan
biri, kimine göreyse en büyüğü olan lmmanuel Kant'ın görüşüne göre doğru
yanıt hu değildir. Kant'a göre yalan söylememek ahlakın temel ilkelerinden
hiri, bir başka deyişle "kesin buyruk"tur, yani bi r kimsenin sonuçlarına bak-
maksızın, koşulsuz olarak yapmak zorunda olduğu bir şeyd i r. Ödeve yön elik
bu amansız ısrar ve al tında yalan kesin buyruk kavramı, Kant ahlakının
köşetaş ıdır.

Koşullu buyruklar ve kesin buyruklar Kesin buyruğun


ne olduğunu açıklamak için Kant önce kes in huyruğu koşullu huyrukla
kaqılaştırır ve kesin buyruğun ne olmadığını söyler. Farze<lin k i size ne,
yapmanız gerektiğini bir emir (buyruk) vererek söylüyorum: "Sigarayı bı­
rakın!" Bu emre üstü kapal ı olarak ilişlirebileceğim bir dizi koşul vardır
- "eğer sağlığınızı mahvetmek isLemiyorsanız" d iyebili rim örneğin, ya da
"eğer parnnızı çarçur etmek isLeıniyorsanız". Eğer sağlığınızı ya da paranızı

Altın kural Hume'un giyotini


Kesin Buyruk 1
Sonuçların canı cehenneme
Kant'ın etik anlayışı, ilkelere dayalı ödev duraksamadan sadık kaldı; bir katile karşı
temelli ahlak sistemi, sonraki ahlak kuram- bile doğru sözlü olmanın insanın ahlaki
cıları üzerinde büyük etki yarattı. Kimisi ödevi olduğunda ısrar etti. Sonuçların ne
onun düşünceleriniheyecanla geliştir­ olacağını önemsemeden ödeve sadık kalan,
meye çalışırken kimisiyse vargüçleriyle ödevı amaca dönüştüren anlayışı ile Kant'ın
eleştirdi. Christina-Mariah hikayesi önüne çizdiği rota, sonuç tabanlı ahlak sistemleri-
konduğunda Kant kendi savlarına hiç nin 180 derece zıddıdır.

umursa mıyorsa nı z emrin bir ağırlı ğı yoktur ve sizin de uymanı z gere kmez.
Ha lbuki kesin buyrukta açık ya <la örtük hiçbir koşul, hiçbir "eğer" yoktur.
"Yala n söylemeyin!" ve "insanları öldürmeyin!", sizin ta~ıdığınız ya <la ta-
şımadığınız h erhangi bir amaç ya da arzuya dayandırılmamıştır; mutlaka ve
ko~ulsuz olarak, ödev gereği itaat edilmesi gereken e mirlerdir. Bu türden bir
kesin buyruk, koşullu buyruğun te rsine, bir ahlak yasası olu~turur.

Kant' ın görü~üne göre her eylemin altında bir davranış kuralı, ya da ilke
yarar. Ancak böylesi ilkelerin h epsini ahlak yasası o larak kabul edemeyiz.
Kesin buyruk biç imine uymaları da yete rli değildir. ilke nin ahlak yasas ı
o la bilmesi iç in, kendisi de yüce, ya <la her ~eyi kapsayıcı bir kesin buyruk
olan şu sınav ı geçmesi gerekir:

Eylemini belirleyen ilke öyle olmalı ki, aynı zamanda


evrensel bir yasa olmasını da dileyebilme/isin .

Rir başka dey işle bir eylemin ahlaki açıdan kabul edilebilir olması için,
ke ndinize ve başkalarına tutarlı ve evrensel olarak uygulayabileceğiniz bir
kura la uyuyor olması gerekir (Bu aslında altın kuralın bir türevid ir; bkz. sf.
76). Söz gelimi "yalan söylenebilir" diye bir ilke ile ri sürebiliriz. Ama yalan

llmii 1781 1785


1

Kesin buyruk Amaçlar yöntemleri


hakl ı ç ıka rır mı?
Ahlak

Derin düşüncelere dalmış filozof


Kant, fildişi kulesinde kasvetli metafiziksel Kendi başına ele alındığında bu insan do-
konular üzerine derin düşüncelere dalmış ğasının bir alçalmasıdır; çünkü bir kimse
filozof karikatürünün tipik örneği olarak bir başkası için bir haz nesnesi haline gelir
görülmüştür. Uzun ömrününün tamamını gelmez, ahlak ilişkisinin tüm güdülerinin iş­
Königsberg'de bekar bir akademisyen olarak /evleri durur. Çünkü bir başkası için bir haz
geçirmiş olması , ayrıca anlaş ı ldığı kadarıyla nesnesi olan kimse artık bir mal haline ge/-
bir kez olsun doğduğu şehirden dışarı adım miştir ve herkes tarafından da bir mal olarak

atmamış olması bu imajı pekiştirmiştir. muamele görüp kullanılabilir.


Kant'ın felsefesinin aşırı ağırbaşlılığı ve di-
linin korkunç zorlu olması resmin karanlık Karikatürleştirilmesi durup dururken olma-
tonların ı
daha da koyulaştırmıştır. Bazen mışsa da, Kant bütün felsefe tarihindeki en
Kant kendisine saldıranlara cephane verecek orijinal ve etkili düşünürlerden biridir. Onun
şekilde felsefesiniuçlara götürür. Bunlar ara- kocaman ve silinmeyen damgası hem mo-
sında en ünlülerinden biri cinsel aşk üstüne dern etikte, hem bilgi felsefesinde, hem de
yazdıklarıdır. Filozof Simon Blackburn'ün metafizikte görülebilir.
belirttiği gibi bu düşünceler cinsellikten zi-
yade toplu tecavüzü anlatır gibidir:

söyle mek sadece (be lli bir <lüzeyde ) <loğru söyleme zemininde mümkün-
dür -eğer h erkes her zaman yalan söylesey<li, kimse kimseye inanmazdı- ve
bu yüzden yalan söyle menin evre nsel bir yas~ haline gelmesini arzulamak
ke ndini çürüten ve bir bakıma akıldışı bir iste k olurdu. Aynı şekil<le, hırsız­
lık yapmak mülkiyet kavramını gerektirir, ama eğer herkes hırsızlık yaparsa
mülkiyet kavramı çöker; sözünü turmamak genel kabul görmüş bir sözünü
t utma geleneğinin var olmasına bağlıdır vs.

Dolayısıyla evrensellik zorunluluğu bazı ilkeleri mantıksal gerekçelerle be r-


taraf e<ler. Evrenselleştirebileceğimiz bazı ilkele ri ise ahlaki olmadıklarını
düşündüğümüz iç in istemeyiz. " Da ima kendi çıkarlarını gözet", "Söz verme
geleneğinin altını oymadığın sürece elinden geld iği nce sözünden dön" -
bunların evrensel yasalar olmasını dilemekte tutarsız ya da akıldışı hiçbir
şey yok gibi görünüyor. Peki Kant bu tehlikenin önüne nasıl geçiyor?
Kesin Buyruk 1
"iki şey var ki, biz onlar hakkında daha sık ve daha
düzenli kafa yordukça, ruhu hep artan bir hayranlık ve
huşuyla dolduruyor: tepemizdeki yıldızlı gökyüzü ve
içimizdeki ahlak yasası."
lmmanuel Kant, 1788

Özerklik ve saf akıl Ahlaki soruların akılla yanıtlanabileceğine ina-


nan Kant'ın karışısındaki sorun, mantık çerçevesinden gerçek ah laki içeriğe
geçmektir: "saf akı l ", yaşanmış deneyimler olmaksızın bir ahlak öznesinin
(örneğin bir insanın) iradesini nasıl bilgilendirebilir ve yönlendirebilir?
Yanır, ahlak öznesinin içsel bir değere sahip olmasında yatar - bu değer,
kendine koyduğu yasalara uyan bir iradenin özgürlüğünden ya da özerk-
liğinden gelir. Özerk, özgür iradeli öznelere atfedilen büyük önem, kesin
buyruğun ikinci büyük formülasyonunda yansıtıl m ıştır:

Öyle davran ki, konu kendin veya bir ~kası olsun,


insanlığa asla sııf bir araç
olarak değil, aynı zamanda
bir amaç olarak muamele ediyor olasın daima.

Kiş i nin bir ahlak öznesi oluşunun paha biçilmez değeri kabul edildiğinde,
hu saygıyı başkalarının da ahlak öznesi olmasına doğru genişletmek gerekir.
Başkalarına sadece kendi amaçlarına ulaşma ların ı sağlayacak b irer araç-
m ış gibi davranmak, onların ahlak öznesi oluşlarını zedeler ya da yok eder.
Bu yüzden sırf kendine hizmet eden ya da başkalarına zarar veren ilkeler
kesin buyruğun bu formülasyonunu çiğner ve ahlak yasaları olmaya hak
kazanmazlar. Esasen, burada insanlara insanlıklarından dolayı ait olan ve
çiğnenemeyecek temel haklarm kabulü var. Bu, Kant ahlakının derinleme-
sine insancıl ve aydınlık yüzüdür.

>> fikrin özü


Ne pahasına olursa olsun ödev
Ahlak

19 Altın Kural
"Meselenin özü , bütün Amerikalılara eşit haklar ve eşit fırsatlar verecek
miyiz, vermeyecek miyiz? Amerikalı yurttaşlarımıza kendimize davra-
nılmasını istediğimiz gibi davranacak mıyız, davranmayacak mıyız? Eğer
bir Amerikalı, derisi koyu diye halka açık bir restoranda yemek yiyemi-
yorsa, eğer çocuklarım en iyi devlet okullarına gönderemiyorsa, kendisini
temsil edecek kamu görevlileri için oy kullanamıyorsa, kısacası, eğer
hepimizin istediği özgür ve dolu hayatı yaşayamıyorsa, aramızdan han-
gimiz derisinin rengini değiştirip onun yerine geçmek ister? Aramızdan
hangimiz sabır ve bekleme konusundaki öğütlerle yetinir?"

1963 Haziranımla, ARD'deki ırkçı gerilim ve nefretin açık şiddet ve halk


gösterilerine dönüştüğü bir dönemde, Başkan John F. Kennedy Ameri-
kan halkına yaptığı konuşmada ırk gerekçesiyle bölücülüğe ve ayrımcılığa
hararetle karşı çıku. Konuşmasının odağında, hütün ahlak ilkelerinin en
temel ve en yaygını olan altın kural yer alıyordu: "Sana nasıl davranılma­
sını istiyorsan sen de başkalarına öyle davran". insani ahlak duygusunun
merkezinde yer alan hu kavram, her din ve ahlak geleneğinde ~u veya hu
biçimde dile getirilmiştir.

"Kimseye zarar Altın kuraldan süz etmeyen, ya da e n azından kendi kuram larıyla
verme ki kimse altın kuralın ilişkisine değinmeyen ahlak filozofu çok azdır. Kant,
altın kuralın evrensel yasa niteliği taşımak için gereken katılık
de sana zarar
ve kesinlikten yobun olduğunu ileri sürdüyse de kendi yaptığı el}
veremesin." ünlü kesin buyruk tanımında altın kuralın yankıları net hir şekilde
Hz. Muhammed, -630 duyulur: "Eylemini belirleyen ilke öyle ol malı ki, aynı zamanda

Altın kural Yuh/yaşa kuramı

Hume'un giyotini
AlbnKurat 1
Beleşçiler ve ikiyüzlüler
Altın kurala burun kıvıranların yakın akra- zorlamak, ya da yaptırım veya başka zorla-
bası olan beleşçiler, başkaları tarafından malarla ülkelere uluslararası antl aşmaları
yapılanların keyfini sürmek ister ama kendi- dayatmak doğru mu?
leri katkıda bulunmak istemezler. Sendikaya
üye olmayan ama sendika eylemiyle kaza- Altınkural ihlalcilerinin bir başka yakın ak-
nılmış maaş zammından yararlanan işçiler; raba grubu da ikiyüzlülerdir. Bunlar kendi
karbon emilimini kontrol altına alma çabası söylediklerini uygulamayanlardır: evliliğin
göstermeyen ama küresel ısınmayı azalt- kutsallığına övgüler düzen ama kendisi
mak için ortak uluslararası eylemden yarar zina eden din görevlisi; mali yolsuzluklar
sağlayan ülkeler. Bu gibi durumlarda birey- konusunda mangalda kül bırakmayan ama
ler için sadece kendi çıkarlarını gözeterek rüşvetalan bir siyasetçi. Bu durumlardaki
hazıra konmak en mantıklısı gibi gelebilir, temel sorun tutarsızlıktır: insanların dile
ama eğer çok sayıda insan aynı mantığı getirdikleri görüşleriyle davranışlarının
dü-
yürütürse bu sefer kimse kazanamaz. Öy- şündürdükleri arasındaki ve bazı konulara
leyse en doğrusu zorlanmak mıdır? Kapalı verdiklerini iddia ettikleri önem ile eylem-
[sendikalı olmayan işçileri işe almayan] lerinde kendini belli eden kayıtsızlıkları
işyerleriyle insanları sendika üyeliğine arasındaki tutarsızlıklar.

ev rensel bir yasa o lmas ın ı da clil eye bi l ıne l isin." (bkz. sf. 74) Felsefi ye lpa-
zenin diğer uc unda, J.S. Mili altın kuralı faydacıl ık aç ısından ele alarak
şüyk: demiştir: "Nasıra'lı lsa'nın altın kuralında, fayda ahlakının bütün ru-
hunu okuruz" (bkz. sf. 69) . Dah a yeni ta rihli bir örne k ise R .M. H a re'in
geliştirdiği ahlak kuramı olan kuralcılıkta karşımıza çıkar. 1 iare "evrensel-
leştirilebilirlik" kavramının ahlaki hükümlerin t emel özelliği olduğunu ile ri
süre r ki bunun altın kuralın bir türevi olduğu aşikardır.

~E 17s1 1974
Kesin buyruk Deneyim m akinesi
Ahlak

İdeal gözlemciler ve
tarafsız izleyiciler
"Dolayısıyla Neredeyse tüm felsefe ve ahlak sistemlerinde şu

her mecrada, ya da bu biçimde yer alan altın kuralın evrensel


cazibesinde, genellenebilir olmasının büyük payı
diğerlerinin size
vardır. Belli ihtiyaç ve zevklere göre, karşılıklılık,
nasıl davranmasını tarafsızlıkve evrenselliği baskın taraf olarak öne
istiyorsanız siz de çıkabilir.Bu çok yönlü yapısı sayesinde kural,
birçok farklı sistemde, birçok farklı kisve altında
onlara öyle davranın.
ortaya çıkma imkan ı bulmuştur. Bunlardan bir ta-
Çünkü ilahi yasanın nesi de "ideal gözlemci" kisvesidir. Buradaki fikre
ve peygamberlerin göre, düzeltilmemiş ya da eğitilmem iş içgüdüle-
rimiz çeşitli faktörlerle, söz gelimi bi lgisizlikle,
özeti budur."
dostlarımızı n tarafınıtutmakla veya yabancılara
Hz. İsa, -ao karşı sempati eksikl iğiyle çarpıtılacaktır. Bun-
lara çare olarak bir ideal gözlemci öne sürülür.
İdeal gözlemcinin bakışı bu tür kusurlarla perde-
lenmemiştir, dolayısıyla uygun bir ahlak ölçütü
"Altın kural iyi sağlayacaktır.

bir kıstastır
ama
Bu kavram üzerine en ünlü model, İskoç filozof
ondan daha
ve iktisatçı Adam Smith'in 1759 tarihl i Ahlaki
iyisi başkalarına Duygular Kuramı'nda (Theory of Moral Senti-
kendilerine nasıl ments) çi zd i ği "tarafsız ve doğru bilgilere sahip
izleyici"dir. Smith'in izleyicisi, içimizdeki vicdanın
davranılmasını
sesidir, davran ı şımızı tartan "sinemizdeki insan,
istiyorlarsa öyle büyük ya rgıç ve hakem"dir. Bu izleyicinin yargı­
davranmaktır." lama gücünün üzerinde temellendiği şey, "başka
insanlarda sevdiğimiz ve hayranlık duyduğumuz
Kari Popper, 1945
niteliklere sahip olma ve eylemleri yerine getirme
arzusu; ve başka insanlarda nefret ettiğimiz ve
küçümsediğimiz niteliklere sahip olma ve o ey-

lemleri yerine getirme korkusu"dur.


Attın Kural 1
"Kendine yapılmasını dilemediğin şeyi başkalarına
yapma ... Kendin ayağa kalkmayı arzuluyorsan
başkalarının da kalkmasına yardım et; kendin başarı
kazanmayı arzuluyorsan başkalarının da başarıya
ulaşmasına yardım et."
Konfüçyüs, -soo

Altın kuralı anlamak Sezgisel cezbediciliğine rağmen altın kuralın


uygulamaJa ne kadar yol gösterici okluğu belirsizdir. Kuralın basit mi basit
oluşu cazibesinin bir parçası olsa da aynı zamanda eleştiri okları için kolay
hedef haline getirir. İnsanların hazları türlü türlüdür; altın kurala uyan bir
mazoşiste karşı çoğunluğun dikkatli olması gerekir. Ancak kuralı ayrıntılan­
dıracak olursak bu sefer de sadeliğinden gelen gücüne zarar veririz. Kuralın
hangi bağlamda ve koşullarda uygulanacağını belirtmeye girişmek, evren-
selliğinden gelen cazibesini de azaltacktır. Altın kuralın kalbinJe kendine
ve başka larına tutarlı davranma talebi yatar, ama egoist birisi hep kendi ki-
şisel çıkarları peşinde koşarsa ve başkalarının da aynı şekilde davranmasını
salık verirse tutarsızlığa düşmez.

Altın kuralı kimilerinin yaptığı gibi her derde deva bir ahlak ilacı olarak
görmek yerine, ahlaki düşünmenin temel bir bileşeni, gerekli bir parçası
olarak görmek daha doğrudur: sadece tutarl ılık değil, aynı zamanda bir
hakkaniyet gereksinimi; kendinizi bir başkasının yerine koymak için hayal
gücünüzle aradığınız bir koşul; kendi görmek istediğiniz saygı ve anlayışı
başkalarına göstermenin bir gereği. Bu biçimiyle altın kural, insanların
kendi çıkarları söz konusu olJuğun<la yakalandıkları ahlaksal miyopluğa
karşı etkili bir panzehirdir.

>> fikrin özü


Nasll davranllmasını istiyorsan
öyle davran
Ahlak

20 Eylem ve
Kayıtsızlık
Su daha şimdiden mağaracıların göğsüne ulaştı bile. Üstelik duracak gibi
de gözükmüyor. Kurtarma ekibi elini çabuk tutmazsa sekiz kişi yarım saat
içinde ölecek. Ama kurtarmacılar ne yapabilir ki? Adamları zamanında dışarı
çıkartmanın imkıinı yok, suyun akışını da durduramazlar. Tek seçenek suyu
yakındaki küçük mağaraya yönlendirmek. Orası aynı zamanda ana kafileden
ayrılan iki mağaracının kalakaldığı yer. Güvendeler ve kurtarılmayı sabırla
bekliyorlar. Eğer suyun akış yönü değiştirilirse küçük mağara birkaç dakikada
sular altında kalacak ve içerideki adamların ikisi de boğulacak. Kurtarmacılar
ne yapmalı? Arkalarına yaslanıp sekiz kişinin ölmesine göz mü yumacaklar,
yoksa iki mağaracının canı pahasına sekiz kişinin hayatını mı kurtaracaklar?

Ca n sıkıcı bir ikilem. Kolay bir çözümü yok. Gerçekten yalnızca iki seçe-
nek olduğunu varsayıyoruz. Birincisi suyun akı~ yönünü değiştirmek, ki bu
normalde sağ kalacak iki kişinin ö lümüne yol açacak olan kasıtlı bir müda-
hale. ikinc isi ise oturup hiçbir şey yapmamak, ki bu da kurtarılabi lecek olan
sekiz kişinin ülmesi demek. ikinci seçenek can kaybı açısından daha ağır
olsa da, pek çok larına göre insanların ölmesine yol açacak bir davranışta
bulunmak, müdahale etmeyerek ölmelerine göz yummaktan daha kötü·
dür. Bu a nlayışa eyl em/kay ıtsızlık öğretisi denir, yan i yaptığın ız şey ler ile
olmasına güz yumduğunuz şeylerin arasında ahlaki açıdan fark olduğu an-
layışı. Ahlak kuramcılarını ikiye bölen konulardan birisi de işte bu eylen~/
kayıtsızlık öğretisidir. Bir eylemin ahlaki değerinin sadece sonuçlarına göre
yargılanması gerektiğinde ısrar edenler öğretiyi genellikle reddederken, bazı

ıı
Eylem ve kayıtsızlık

Adil savaş
Eylem ve Kayıtsızlık 1

Çifte etki ilkesi


Bir eylemi ahlaki açıdan değerlen­ ceninin öleceği biliniyordu ama bu
dirirken asıl olarak kişinin niyetine amaçlanmıyordu.

bakılır. Doğurduğu kötü sonuçlar kasıt­


sızolsa bile (örneğin özensizlik ve ihmal • Kurtulma umudu olmayan hastalara
kaynaklı) eylem kişiyi suçlu duruma dü- ağrı kesici ilaçlar veriliyor. Niyet hastala-
şürebi lir. Ama eğer sonuçlar istenerek rın acısını hafifletmek; ilacın istenmeyen
veya planlanarak elde edilmişse aynı ama bilinen yan etkisi hastanın ömrünü
eylemler çok daha sert yargılanacaktır. daha da kısaltacağı.
Eylem ve kayıtsızlık öğretisiyle yakından
bağlantılı olan çifte etki ilkesi, aynı ey- • Düşmanın cephane fabrikası bom-
lemin doğurduğu istenen sonuçları ve balanıyor. Niyet fabrikayı yok etmek;
olacağı bilinen kötü sonuçları birbirin- istenmeyen ama öngörülen sonuç (ya
den ayırma üzerine kuruludur. Hem iyi da "sivil zaiyat") fabrika yakınındaki ya-
hem kötü sonuçları
olan bir eylem, iyi şayan birçok sivilin ölmesi.

sonuçları doğurma niyetiyle yapıld ı ysa,


ama kötü sonuçları da istenmemekle Yukarıdaki durumlarda çifte etki fikri,

beraber doğuracağı biliniyorsa, o zaman söz konusu eylemlerin ahlaki açıdan


söz konusu eylem ahlaki açıdan savunu- savunulabilir olduğunu desteklemekte
labilir. Örneğin: kul l anılır. Öğreti sıklıkla ödevlerin bir-
biriyle çeliştiği ve hakların görünüşe

•Doğmamış bir ceninin cerrahi müdaha- göre çiğnendiği durumları açıklamak

leyle alınması (dolayısıyla öldürülmesi) amacıyla, mutlakçı ya da ödeve dayalı

yoluyla annenin hayatı kurtarılıyor. (deontolojik) bir ahlak anlayışını savu-


Amaç annenin hayatını kurtarmaktı; nan düşünürler tarafından kullanılır.

1785 1958 1971


Amaçlar yönt emleri Görev bilincinin ötesinde Fark ilkesi
haklı çıkarır mı?
l lhlak

eylem çeşitlerini içsel nitelikleri dolayısıyla sonuçlarına bakmaksızın yerine


getirmemiz gerektiğini savunan filozoflar ise över (bkz. sf. 72).

Tann rolüne soyunmak Sağduyumuzun sesi ne kadar yüksek çı­


karsa çıksın, eylemin ve kayı tsızlığın doğurduğu sonuçlar arasına ahlaki bir
fark koyma fikri, üzerinde düşününce yersiz görünüyor. Aralarında gerçek-
ten bir fark olduğunu söyleyen eylem ve kayıtsızlık öğretisi, çekiciliğini
daha ziyade "Tanrı rolüne soyunduğumuz" korkusundan alır - özellikle de
ölüm-kalım meselelerinde, kimin yaşayıp kimin öleceğine karar vermemiz
gereken durumlarda. Peki ama "arkamıza yaslanıp o turarak hiçbir şey yap-
mamak" gerçekten hiçbir şey yapmamak mıdır? Harekete geçmemek <le
harekete geçmek gibi bir karar değil midir ? Eğer öyleyse, eyleme geçsek de
geçmesek de Tanrı rolü oynamaktan başka seçeneğimiz yoktur. Çocukl arına
yiyecek vermeyip onları yavaş yavaş açl ıktan ölmeye bırakan anne-baba,
çocukların ı banyo küvet inde boğmayı tercih edenlerden daha mı iyidir?
Öldürmek ile ölmesine izin vermek arasındaki ince ayrımlar böylesi durum-
larda anlamsızlaşır.

Aquino'lu Tommaso'nun meşru


müdafaa üzerine görüşleri
Sonradan çifte etki öğretisi olarak tanınan biri kişinin hayatınıkurtarmak, diğeri ise
ilkeyi ilk olarak 13. yüzyılda yaşamış filozof saldırganı öldürmek. Demek ki, kişinin ni-
Aquino'lu Tommaso'nun ifade ettiğine ina- yeti kendi canını kurtarmak olduğuna göre
nılır. Tommaso, meşru müdafaa sırasında ve her canlının kendini mümkün olduğunca
insan öldürmenin ahlaki savunmasını tartı­ hayatta tutması doğal olduğuna göre, bu •
ş ırken
modern hukuka çarpıcı derecede yakın edim gayrımeşru değildir. Yine de, iyi bir
ayrımlara değinmiştir. Öğretinin klasik tanımı niyetle hareket edilmesine rağmen, eğer
kendisinin Summa Theologica adlı eserinde eylem amaçla orantısız olursa gayrimeşru
okunabilir: hale gelebilir. Dolayısıyla eğer bir insan ken-
dini savunurken gerektiğinden fazla şiddet
"Hiçbir şey bir hareketin sadece biri niyetli, kullanırsa yaptığı gayrimeşru olacaktır; ama
diğeriniyet dışı iki etkisi olmasını engelleye- karşısındakini ölçülü bir biçimde püskürtürse

il mez ... meşru müdafaanın iki etkisi olabilir: savunması meşru olacaktır."
Eylem ve Kayıtsızlık 1
Yapı lan şeylerle olmasına izin ve-
rilen şeyler arasın<la bu lunduğu
varsayılan ahlaki ayrım, ötanazi
EnolaGay
gibi et ik aç ıda n h assas tıbbi ko- Bir B-29 bombardıman uçağı olan Enola Gay, 6
n ularda sı klıkla <l ile getirilir. Ağustos 1945'te ilk atom bombasını Hi roşima'ya
Tıbbi tedavinin bir hastanın ölü- atmasaydı ne olurdu? Bu eylemin, üç gün sonra da
mün ü hızla nd ırd ığ ı aktif ötan azi Nagazaki'ye atılan ikinci bombayla beraber ikinci
ile ö lümün te<lavinin kesilmesin- Dünya Savaşı'nın daha çabuk sona ermesine yol
den kaynaklandığ ı pasif ötan azi açmış olması muhtemeldir. Japonya 14 Ağustos'ta
aras ınd a ayrım yap ılır. Çoğu teslim olmuştu.
h ukuk sistemi (muhtemelen iç-
güdüle rim izi takip ederek) bu Korkunç can kaybına neden o lan kasıtlı eyleme
ayrımı geçerli kabul e<ler. A ma rağmen, Japonya'nın kanlı işgalini engellediği için
yine <le örneğin ö lüme yol açan çok daha fazla hayat kurtarıldığı kimilerince ileri
ilaçlar vermek (kasten müdahale sürülür. Öyleyse bombalama kararı haklı mı çıkarıl­
et mek) ile ömrü uzatan ilaçları mış oluyor? Başkan Truman'ın görüşüne göre, "Bu
kesmek (kasten m üh ahale et- kaygı duymanız gereken bir karar değildi."
memek) arasında ahlaki açıdan
anlamlı bir ayrım görmek zor<lur.
Hukuksal <lurum kısmen, (köken
o la rak büyük oranda dinsel bir kavram olan ) insan yaşamının kutsallığı
kavram ına <layanır. A ma en azından ötan azi tartışması açısı ndan , mesele
başlı başına insan yaşamıyla ilgilidir; yaşamın ni teliği ya da ilgili kimsenin
terci hleri hesaba ya çok az katılır, ya h iç katılmaz. Son uç o larak yasa öyle
garip bir h ale bürünmüştür ki, aşırı sıkıntı ya da ızdı rap içindeki bir insana,
benzer koş ulla rdak i bir evcil h ayvana ya da bir çiftlik hayvan ına göster<l iği­
miz anlayıştan dah a azını gösteriyoruz.

>> fikrin özü


Yapmak ya da yapmamak
Ahlak

21 Kaygan Zeıninler
Yüksek ahlak zemini doğal olarak tepelerle çevrilidir. Tepelerin olduğu
yerlerde ise yokuşlar bol olur. Üstelik çoğu tehlikelerle doludur bu yokuş·
lann. Siyasal ve sosyal meseleler tartışılırken kaygan zeminlerin bahsi
sık geçer. Bu deyim kullanıldı mı çoğunlukla gerekçe göstermeye gerek
duyulmaz ve pek az itirazla kabul edilir. Ve kaygan zeminden bahsedilen
konuların yasadışı olması gerekmese de hemen hemen her zaman hassas
ve duygusal konularda adı geçer. Oysa çoğu durumda içi boş ve kaçamak
bir sözdür.

Kaygan zemin argümanı son derece basittir: A uygu lamasına (ya zarar-
sız,ya <la az sakıncalı bir uygulama) izi n verirseniz, o zaman kaçınılmaz
biçimde Z uygulamasına (uygunsuz ve hiç istenmeyen bir uygulama) yol
açarsınız. Kaygan zeminlere çeşit çeşit durumda rastlanabilir. İşte bazı
klasik örnekler:

• Kurtulma umudu olmayan hastaların ne zaman öleceklerini seçmele-


rini sağlamak amacıyla aktif ötanaziye izin verilirse, yaşlıların kendilerini
suçlu hissettiği bir iklim kaçınılmaz olarak oluşacaktır. Öyle ki yaşlıların
"sessiz sakin göçüp gitmeye" razı gelmeleri, böylece gençlere yer açmaları,
gençler üstündeki bakım yükünü ve masrafını azaltmalarının beklendiği
bir ortam doğacaktır.

• Anne-babaların çocukların c insiyetini seçmesine izin verilirse bir sür~


sonra çocuklarında arzu ettikleri nitelikleri de seçmeye başlarlar, ondan
sonra bebeklerin tasarlandığı kabu~ gibi bir dünyayla kar~ı karşıya kalırız.

Sorites paradoksu
(y ığın paradoksu)
Kaygan zeminler 1
• Kenevir gib i h afif uyu~turucuları yasallaştırırsak insanlar bi r süre sonra
<laha ağır uyu~Lurucula rı denemek isteyecektir. Ve b iz farkına varmadan
sokakla r iğne kullanan uyuşturucu bağımlılarıy la <lolacakcı r.

• Genç saldırganlara müsamaha edersek bu onları bir süre sonra dah a c iddi
suçlar işlem eye teşvik e<le r. Çok gcçmc<len evlerimiz hırs ızlık ve c inayet
işleyen gençlerin ku~atması alrında kalır.

Bu tür akıl yürütmelerin ortak noktalarından biri, A'dan Z'ye kaygan bir
yamaç ol<luğunu belirtirken B'den Y'ye kadarki evre ler ko nusunda suskun
kalma kur. En öne mli olan şeye, yani
A 'dan Z'ye gi<l işin sözde kaçınılmaz­
lığına ilişkin bir ge re kçeye gene lde
hiç yer verilmez. Dikkatler Z'ye odak- Kaynayan kurbağalar
lan ı p Z'nin korkunçlukları parlak Toplumsal ya da siyasal değişimin doğuracağı
renkle rle resmedi lmeye ça lı ş ılı rken tehlikelerin ağır ağır gelişi, bazen kaynayan
A'nın yara rları ya da başka yönlerinin kurbağa efsanesiyle örneklenir. Eğer amacınız
rartışılmadan geçi~tirilcccği umulur. kurbağa kaynatmaksa, kurbağayı kaynar suya
Aslında akıl yürütme n in yerin i retorik atarsanız hayvan derhal dışarıya sıçrayacak­
almıştır. Örneğin anne-babaların ço- tır. Halbuki eğer kurbağayı soğuk suya koyar
cuklarının c insiyetini seçip seç memesi ve ağır ağır kaynama noktasına getirirseniz,
ke n<li başına değe rle ndirilmelidir; (hikaye bu ya) hayvan sudan zıplamayacaktır.
eğe r sakıncalı bulunursa rc<l<le<lilc- Aynı şekilde, bizim kurbağa kafalı liberallerimiz,
bilir. Eğer bu uygulama kendi başına sivil özgürlüklerimizin aşama aşama erozyona
zarars ız bulunursa, sakın calı bir başka uğramasının birikerek artan bir kayba (ya da "ik-
uygulamaya yol açıp açmayacağı ay- tidarın ele geçirilmesi"ne) yol açacağını, oysa
rıca tartışılabilir. Eğer sahide n bir buna tek hamlede kalkışılması durumunda şid­
kaygan zeminin ortaya ç ıkm a tehli- detli muhalefetle karşılaşılacağını söyleyebilirler.
kesi varsa, tıpkı gerçek hayattaki gibi Sosyo-politik kuram, kurbağa kuramından daha
çoğu zaman konro l <lışı kayma la rı ön - akla yatkındır; kurbağa kuramının yanlışlığı sı -
lemek için ku rallar ve ilke ler koymak nanmamalı , sadece kabul edilmelidir.
mümkün<lür.

~- 1785 1954
Amaçlar yöntemleri Kaygan zeminler
h ak lı ç ıka rır mı ?
Ahlak

Domino taşlan, kamalar ve sınırlar Ucuz ahlakçının bizi uyar-


dığı tek tehlike kaygan zeminler değildir. Kaygan zemine atılan ilk riskli
adım sönrası kend imizi sözsel klişelerin tehlikeli ormanında bulabiliriz. Bu-
rada ardı ardına devrilen domino taşlarının takırtısı duyulur, yuvarlanan
kartopları ç ığ gibi büyür, bent kapakları ardına kadar açılır ve her buzdağı­
nın altında kocaman görünmez kısımlar vardır.

Na;ıl tek hir domino taşı düşerken yanındakine çarpıp onu da devirir
ve bir devrilme zinciri başlatı rsa, domino etkisinde istenmeyen belli bir
olayın, yanındaki bir dizi benzer olayı tetikleyeceği ileri sürülür. Domino
etkisinin en körü üne sahip örneği, ABD başkanı Dwight Eisenhower'ın
1954'te Vietnam'a Amerikan müdahalesini haklı göstermek için öne sür-
düğü "domino teorisi"dir. Bu teoriye göre, bi r ülkenin komünist ellere
düşmesine izin verilirse, Güneydoğu Asya'daki diğer ülkeler <le kaçınılmaz
olarak birer birer komünist olacaktı. Gerçekteyse ilk domino taşı (Viet-
nam) devrildi ama komünizmin bölgeye yayı lacağı öngörüsü Kamboçya
dışında gerçekleşmedi. Kaçın ıl maz olduğu iddia edilen şeyin hiç de öyle
olmad ığı ortaya çıktı.

Taş ya da ahşaptaki küçük bir yarık, içeri bir kama sokarak gitgide genişle­
tilehilir. Aynı şekilde, mecazi olarak kullanılan kamanın sivri ucu deyimi
!Türkçedeki "surda gedik açmak" deyimine benzetilebilir], bir kural ya <la
yasadaki küçük bir değişikliğin toptan reform için başlangıç ya da bahane
olabileceği an lamına geli r. Jüri yargılaması hakkının karmaşık sahtekarlık
vakalarında verilmemesi gerektiği önerisine bazı kimseler kamanın sivri
ucu olarak bakar, çünkü söz konu~u yargılanma hakkının başb alanlarda
da (belki hepsinde) yavaş yavaş kaldırılacağından çekinirler. Karar ma-
kamlarının başka durum larda da benzer bir uygulamaya gideceği kanı tlarla
desteklenmediği sürece bu çekinceler salt birer varsayım o larak kalacaktır;

Sınırın nerede çizileceğini bilme meselesi, eldeki bağlamda böyle bir bilgi
mümkün olmad ığ ı halde kesin b ilgiye dayanarak politika belirleme arzu-
sundan kaynaklanır. Örneğin ülkemize her yıl çok fazla sayıda göçmenin
yerleşmesini istemeyiz, ama belirli bir m iktar göçmenin gelmesinde bir sa-
kınca olmadığını düşünürüz. Peki sın ırı nerede çekeceğiz? Bir kararda belirli
bir muğlaklık seviyesinin kaçınılmaz olması, o kararın alınamayacağı ya da
alınmasının doğru olmayacağı anlamına gelmez.
Kaygan Zeminler 1
Devenin bumu
Kaygan zeminlerin renkli ama nadir karşılaşılan bir türevi sözüm ona bir Arap masalına dayanır.
Masal, çadır içinde yaşamanın tuhaf sakıncalarına ilişkin keyifli bir bakış sunar. "Devenin burnunu
çadıra sokmasına izin vermenin" vahim sonuçları, 19. yüzyılda yaşamış Amerikalı şair Lydia Howard
Sigourney tarafından çok güzel anlatılmıştır:

Bir zamanlar dükkanında bir usta çalışıyormuş Usta dehşetle çevresine bakınmış
Eli ağır işliyor, Davetsiz misafire kaşlarını çatmış.
Aklından ne düşünceler geçiyormuş Dibine yanaştıkça deve daha çok,
Bu sırada açık pencereden, o da ne! Anlamış ki bu konuğa hiç yer yok.

Kafasını sokmasın mı koca bir deve. Ama asıl devenin sözlerini duyunca olmuş şok:

Süklüm püklüm seslenmiş, "Rahatsızolduysan yürü git yoluna


"Burnum buz gibi oldu da, çünkü ben burada kalmayı koydum kafama."
İzin ver biraz ısıtayım şuracıkta." Ey genç dostlar, mutlu mesut doğanlar,
Burun girmiş itiraz gelmeyince içeri Bu Arap masalını sakın hor görmeyin canlar.
Kafa da burnu izlemiş ardı beri Kötü alışkanlıkların ilk ayartmalarına
Vaaz kitaba nasıl bağlı kalırsa, Kulak vermeyin sakın,
Uzun eğri boyun da öyle bağlıymış kafaya. Bakışı, tebessümü esirgeyin.

Ve fırtına nasıl bastırırsa birden Kara pınarı daha akmadan kurutun,


Koca hantal vücut da girmiş peşinden. Devenin burnunu bile kendinizden uzak tutun.

Kü rtaj hakkındaki tartışmayı da birebir aynı sorun uzun zamandır gölgele-


mekte. Pek çok kimse yeni döllenmiş b ir cenin ile tam oluşmuş bir bebeğin
birbirinden farklı olduğu konusunda he mfikir. Ama bu değişimin tam olarak
ne zama n meydan a geldiği konusunda tartışmalar dinmiyor (çü nkü böyle
kesin bir zaman yok). Cenin gelişimi adım adım ilerleyen bir süreç oldu-
ğundan sınırı nereye çizersek çizelim bir derece keyfi olması kaçınılmazdır.
A ma bu demek değild ir ki gelişigüzel bir n okta bir başkası kadar iyidir, ya
da sınır çekilmemelidir, ya da çekilen sınırın yasal bir ağırlığı olmayacaktır.

>> fikrin özü


Elini verirsen kolunu kaptırırsın
Ahlak

22 Görev Bilincinin
öteSiıide
31 Temmuz ıgı6'da, kuzey Fransa'daki Somme savaşı sırasında, bizzat
krala bağlı Lancaster Kraliyet Alayı'ndan 26 yaşındaki James Miller, "ağır
bomba ve silah ateşi altında ne pahasına olursa olsun önemli bir mesajı
götürmek ve yanıtını getirmek için emir aldı. Açık araziden geçmek zo-
rundaydı. Siperden çıkar çıkmaz sırtından vuruldu. Kurşun karnından
çıktı. Buna rağmen, kahramanca bir cesaret ve fedakarlıkla elini kar-
nındaki açık yaraya bastırdı, mesajı yerine ulaştırdı, yanıtla birlikte
sendeleyerek geri döndü ve mesajı vereceği subayın ayaklan dibine yı­
ğıldı. Göreve büyük bir sadakat göstererek can verdi."

Bu tür bir davranışı nasıl değerlendirirsiniz? Birinci Dünya Savaşı sırasında


l ngi liz askeri makamları Er Miller'm durumunu, her gün birçok olağa­
nüstü işin gerçekleştirildiği bir dönemde bile olsa istisnai olarak gördü ve
Er Miller'a "son derece çarpıcı cesaret"inden ötürü (bu söz Miller'ın n işa­
nına ilişkin resmi ifadeydi) Victoria Nişanı verildi. Miller çok geçmeden
ölümüne yol açacak olan kur~una hedef olur olmaz sürünerek sipere geri
dönseydi, onu suçlayamazdık, yanlış davrandığın ı , yaptığının ahlaksızca
olduğunu oöyleyemezdik. Millcr'a komut veren subaylar gibi bizim de Mil-
ler'ın eylemlerinin "görev bilincinin ötesi"nc geçtiği ve özel bir övgüye
layık olduğu hükmüne varmamız çok daha muhtemel. Kısacası yaptığı şey­
den ötürü onun övgüye layık olduğunu düşünürüz, ama farklı davransayd;
da onu suçlamazdık.

Altın kural Eylem ve kayıtsızlık Hume'un giyotini


Görev Bilincinin ötesinde

Nafile eylemler O rtak sezgilerimiz böyle bir değerlendi rmeye ko-


layca uyar. Ahlakı, iki kademe li bir mesele o larak görmek doğal ge lir. nir
kademede, ahlake n hepimizin yapması gereke n şeyler vardır. Sıradan ah-
lakın minimum standardı olarak ve görev gereği yapılması gereken temel
zorunluluklardır bunlar. Yerine getirmediğimiz ta kdirde negatif bir tepk iyle
karşılaşırız: dürüst olmak, hile yapmamak, ö ldürmemek vs. insanlar bizde n
bu yükümlükleri kendiliğinden yerine getirmemizi bekler, biz de aynı şeyi
onlardan bekleriz.

Ru sıradan ahlak ödevlerine ek o larak, d ah a yük.be k bir düzeyde, ahlak ideal-


leri ye r a lır. Bunlar çoğunlukla insanlar tarafında n onay lanır ve uçları açık

Kahramanca bir hareket mi?


" Gerçek el bombası atma talimi yapan bir Bu hikaye Britanyalı filozof J.0. Urmson'un
manga asker olsun. Bombalardan biri yere nafile eylemler üstüne felsefe tartışmalarına
düşüyor ve manganın yanına yuvarlanıyor. yol açan 1958 tarih li önemli makalesinde
Bir asker bombanın üstüne atlayarak bede- geçer. Urmson bir eylemin nafile olarak ni-
niyle arkadaşlarını koruyor ve kendi hayatını telenebilmesi için uç koşul öne süre r: zaten
feda ediyor ... Eğer asker bombanın üstüne yapılması gereken sırad a n bir görev olamaz;
atlamasaydı görevini ihmal mi etmiş olacaktı? övgüye değer olmalıdır; g e rçekleşti rilmemesi
O asker bir açıdan arkadaşlarından üstün olsa durumunda kimse s uçlamada bulunamaz.
da, öteki askerlerin kendilerini feda etmeye Urmson'a göre bütün bu ölçütler yuka rıdaki
çalışmayarak görevlerini ihmal ettiğini söy- olayda açıkça karşılanmıştır, dolayısıyla kah-
leyebilir miyiz? Eğer o asker kendini feda ramanca bir hareket söz konusudur.
etmeseydi, birisi ona 'Kendini o bombanın
üstüne atman gerekirdi,' diyebilir miydi?"

E'. 1781 1785 1958 1974


Kesin buyru k Amaçlar yöntem leri Görev bilincinin Deneyim makinesi
hak lı çı karır mı ? ötesinde
Ahlak

Ahlaki bütünlük
Nafile eylemler kavramı ahlakın kişi­ çoğu çeşidi kişiselliği katı biçimde
sel yönünu vurgular. Kahramanların reddeder: Ahlaki bir değerl endir·
ve azizlerin kendilerine has bir görev mede bulunurken öznenin yaşamı da
duyguları veya doğruluk anlayışları dahil her yaşamı eşit değerde görür,
vardır. Bu yüzden çoğumuzun nafile kişisel hedefleri ya da koşulları dik-

eylemleri yapmamak için bahane kate almaz. Bu yüzden faydacılık


olarak kullandığı tehlike ya da zorluk bazılarına göre öznenin öncelikle-
gibi muafiyet haklarından kendilı­ rine ve ahlaki sağlamlığına yeterince
ğinden feragat ederler. Faydacılığın önem vermez.

olur. Örneğin çalmamak sıradan bir ahlak görevidir, ama maddi yardımda
bulunma k sınırı olmayan bir idealdir. Böylesi bir eyle m sıradan ahlakın
gerektirdiğinin ötesine geçerse "n afile eylemler" kategorisine girer, yani ya-
pılması övgüye değer ama yapılmaması ayı planmayacak nitelikte eylemler.
Nafile eylemler "kahramanların ve azizlerin" alanına gire r. Böyle kimsele r
n afile eylemleri kendilerine görev bilir ve yerine ge tirmeyi beceremezle rse
kendile rini suçlarlar. A ma bu, kişisel bir görev anlayışıdır ve başkaları söz
konusu kimseleri o şekilde yargılayamaz.

İyi eylemler tercihe bağlı olabilir mi? Bu zorunlu olmayan,


ola ğand ışı ahlaki eylemler, hazı ahlak siste ml erini zorl ay ışlarından do lay ı
felsefi açıdan ilginç tir. Bu sistemle r gencide iyinin ne olduğuna dair bir an -
layış geliştirdikten son ra neyin doğru ve neyin yanlış olduğunu bu standarda
göre tanı mlamaya çalışırlar. iyi olduğu kabul edilen ama yine de gerekme-
yen bir şeyi ise açıklamak hiç kolay olmayabilir. '

Faydacılığa göre, en azından en dolambaçsız versiyonlarına göre (bkz. sf.


69), eğer bir eylem genel faydayı ( örneğin mutluluğu) artırıyorsa iyidir ve
he r durumda en iyi eylem en çok fayda sağlayandır. Pa ranızın büyük bö-
lümünü az gelişmiş ülkele re bağ ışla mak ahlaksal bir zorunluluk değildir;
başkaları bağışta bulunduğunuz için sizi övebilir ama size uymadıkları için

ıı kendilerini kötü hissetmezler. Bir başka deyişle, bu boyutta bir hayırseverl ik


Görev Bilincinin ötesinde 1
nafiledir. Ama olaya faydacı açıdan bakarsanız, böyle bir eylem genel fay-
dayı amrıyorsa (ki çok muhtemelen artıracaktır) bunun yapılması gereken
şey olmadığı nasıl söylenebilir? Nafile eylemler Kant ahlakı için de sorunlu-
dur. Kant en yüksek değeri bizzat ahlak öznesi olmaya atfeder (bkz. sf. 72).
Bunu bir kez kabul ettiğimizde, bu özne oluşu pekiştirmek ya da geliştirmek
için yapılabilecek şeylere nasıl bir sınır konabilir?

Ahlak kuramlarıyla kendi sıradan ahlak duygumuz arasındaki bu tür çe-


lişmeler, özellikle ahlak kuramları açısından yıkıcıdır. Radikal faydacılar,
kuramlarının tüm içerimlerini kabul etmemiz ve yaşam tarzlarımızı ona göre
değiştirmemiz gerektiğini savunabilir (ve bazıları savunur da) ve dolayısıyla
eylemlerin nafile olabileceğini yadsırlar. Ama sıradan ahlakın doğasına
aykırı olan ve çoğumuzu ahlaki başarısızlıklar olarak gören böylesine aşırı
devrimci öneriler, insanları kazanmaktan ziyade kendinden uzaklaştırır.
Böyle bir yolu seçmektense çoğu kuramcı görünürdeki çatışmaları açık­
lama ya da hafifletme yoluna gider. Yaygın stratejilerden biri, muafiyet ya
da bahaneye (örneğin anormal mrluk ya da tehlike) sığınmaktır ki böy-
lece aksi takdirde zorunluluk haline gelecek bir durumdan sıyrılmış olunur.
Bu hamle belli bir kuramı darağacından kurtarsa da bunun hiç kuşkusuz
bir bedeli olur. Çünkü kişisel faktörler işin içine dahil edildiğinde ahlak
alanında gencide vazgeçilmez kabul edilen evrenselliği bozar (bkz. sf. 76).
Bir başka yaklaşım da, görünüşte tercih edilesi bir yol varken öbür yolu
izlemenin nasıl doğru olabileceğini açıklamak amacıyla, çifte etki öğretisi
gibi veya eylem ve kayıtsızlık ayrımı gibi (bkz. sf. 81) fikirleri resme dahil
etmektir. Ama böyle görüşler de başka sorunlar doğurur. l ler halükarda bir
kuram dipnotlara ve ayrıntılara gömüldükçe insanların gözündeki geçerli-
liği zedelenecektir.

>> fikrin özü


Hepimiz kahraman olmah mıyız?
Ahlak

23 Şanssız Olmak
Ayıp mı?
Beli ve Haig adında iki arkadaş akşamı birlikte bir barda geçirirler. Bar
kapanırken, ikisi de sınzrz birkaç kadeh aşmış olarak, yalpalaya yalpalaya ara-
balarına binip evlerine doğru yola çıkarlar. Beli daha önce defalarca yaptığı
gibi sorunsuzca evine varır, kendini yatağa atar, ertesi sabah da akşamdan
kalma olmanın verdiği hafif bir başağrzsıyla uyanır. Birkaç kadeh yuvarla-
dıktan sonra araba kullanmakta Beli kadar deneyimli ve usta olan Haig ise
temkinli bir biçimde eve giderken yoluna bir genç adam fırlar. Frene basacak
zaman bulamaz. Yola fırlayan adam hemen oracıkta ölür. Haig karakolda bir
hücreye atılır. Ertesi sabah, akşamdan kalmanın etkisi olan hafifbir başağrzsı
ve yıllarım hapiste geçirecek olmanın kesinliğiyle uyanır.

Beli ve 1 laig'in davranışından nasıl bir a nlam çıbrırız? Yas(lya göre H(lig'in
davranışı çok daha fazla suç teşki l eder kuşkusuz. Beli yakalansaydı ceza
kesilir ve ehliyetine hir süreliğine el konurdu. Haig'in ise hapse gireceği
neredeyse keoin. Ru örnekte yasal görüş kendi ahlak anlayışımıza yakındır.
Sorum>uz davranışıyla ölüme yol açan kişi nin, yasal a lkol sınırının (biraz)
üstünde araha kullanan kişiden çok da ha kabahatli olduğunu düşünehili­
riz. Oysa bu olayda iki sürücü arasındaki tek fark, yani yola fırlaya n genç
adam, tesadüf eseri ortaya çıkm ıştır. iki sürücü de sorumsuz davranmıştı r,
ama birisi şan.sızd ı r. Haig'in davranışının yasal ve ahlaki açıdan daha ağır
değerlendirilmesini görünüşte açıklayan tek faktör şanssız olmasıdır, ki b~
d(l -tanım ı gereği- eyle mi yapa n kişinin kontrolü dışındaki bir şeydir.

JI
Erdem ahlakı Eylem ve kayıtsızlık
Şanssız Olmak Ayıp mı? 1
Ahlaksal şans iki olay arasında böyle bir ayrıma gitmek sağduyu­
muza aykırı gelir. Kontrolümüz altında olmayan bir konuda ahlaki açıdan
yargılanmamız doğru mudur? Üstüme bile bile kahve dökerseniz buna
hiç iyi gözle bakmam. Ama olay bir trende, makinist aniden fren yaptı­
ğında gerçekle~irse sizi suçlamaya kalkışmam. Aynı konuyu şöyle de ortaya
koyabiliriz: Aral<ırındaki farklar kontrol edebildikleri faktörlerden kaynak-
lanmıyorsa, iki kişiyi aynı yargılamamız gerekir. Eğer bir golf oyuncusu rupu
kalabalığa fırlatır, bir izleyiciye isabet ettirip onu öldürürse biz oyuncuyu
suçlamayız; suçlayacak olursak da aynı şekilde atış yapıp topu kimseye isabet
ettirmeyen başka bir oyuncudan daha fazla suçlamayız. (Şanssız oyuncunun
kendini nasıl hissettiği apayrı hir meseledir.)

Eğer bu düşünme biçimini Beli ve Haig olayına aktaracak olursak, ikisini


de aynı şekilde yargılamamız akla yatkın geliyor. O zaman ne yapmalıyız?
Sorumsuz davranışının yol açabileceği zararlar yüzünden
Bcll'i daha mı katı yargılamalıyız? Yoksa Haig'i yargılar- "Eğer küvette bebek
ken, binlerce kişiden daha kötü bir şekilde davranmadığı
ve sadece şanssız olduğu için daha mı hoşgörülü olmalıyız? varken musluğu açık
Elbette başlangıçtaki hükmümüze bağlı kalabiliriz - yani unutup giderseniz,
iki durum, fark l ı sonuçlar doğurdukları için farklı ele
merdivenleri koşar adım
al ınmalı. Ama eğer öyleyse, kontrolün anlamı ve önemi
üstüne görüşümüzü değiştirmemiz gerekecek. Ahlakın geri çıkarken ayrımına
şanstan bağı msız olmadığı sonucuna varmak zorunda ka- varırsınız ki, eğer bebek
lacağız. Öyleyse şanssız olmak ayıplanacak bir şey haline boğulduysa yaptığınız
gelebilirmiş gibi görünüyor.
korkunç bir şeydir, yok
Yoksa kötü biri olmak şanssızlık mı? Ah- eğer boğulmadıysa
lakta şans olup olmadığı -ahlak hüküm lerinin, kısmen de yaptığınız dikkatsizlikten
olsa, kontrolümüz dışındaki şans faktörleriyle belirlenip
belirlenmediği- meselesi, yakın zamandaki birçok felsefe ibarettir."
tartışmasına konu oldu. Tartışmanın genelde en şiddetli Thomas Nagel, 1979

~"' 1739 1789 1976


Hume'un giyotini Ceza kuramları Şanssız olmak ayıp mı?
Ahlak

Yanlış zaman, yanlış mekan


Kişiliğimizin iyi ve kötü yönlerini ancak koşul­ biz asla sergilemezdik diye düşünebilir iz ama
lar bize gösterme fırsatı verirse sergileyebiliriz. elbette bunu asla kesinlikle bilemeyiz. Kesin
Hepimiz "koşullara bağlı şans " ın insafına olarak söyleyebileceğimiz tek şey, bunu asla
kalmış durumdayız . Eğer cömert olmak için öğrenmek zorunda ka l mayacağımız için çok
parasal olanaklarınız yoksa, ya da cömertlik- talihli olduğumuzdur. Nazi muhafızı bunu öğ­
ten yararlanacak potansiyel kimseler yoksa renebilecek bir durum içine konulduğu için
doğal cömertliğinizi gösteremezsiniz. Nazi talihsiz miydi? Şanssız olduğu için mi kötü
muhafızlarının Auschwitz'teki ahlaksızlığını kalpliydi?

anı , "sonuç üzerindeki şans" konu edildiği zaman yaşanır. Beli ve H aig'in
durumunda olduğu gibi, bir e yle min şansa bağlı sonucu, o eylemi değerlen­
diri~imizi etkiler gibidir. Ama işin iç inde başka şans çeşitleri <le olabilir ve
sorun çok daha derinlere inebilir.

Beli ve 1laig'inkine benzer bir olayla karşı laştığımızda , övgü ya da suçla-


malarımızda sonuçları değil, eyle mi yapanhırın niyetlerini h esaba katmamız
gerektiği söylenebilir. Beli ve Haig'in niyetleri aynıdır (ikisi de kimseyi öl-
dürmek istemez), dolayısıyla (tartışmalı olarak) aynı şekilde yargılanmaları
gerekir. Peki ama niyetlerimiz üstünde gerçekten ne ölç üde kon trolümüz
vardır? Nasıl insanlarsak ona göre n iyetler geliştiririz, ama bizi in sa n o larak
biçimlendiren ve kontrol edemediğimiz sayısız faktör vardır. Kiş iliğimiz son
derece karmaşık bir genet ik ve çevresel faktörler bileşiminin ürünüdür. Bu
bile~im üstünde ya çok az kontrolümüz vardır ya da h iç yoktur. Kişi liğimiz­
den doğal olarak gelen eyle mlerimiz ya da niyetlerim iz yüzünden ne <lerec,e
yargılanmalıyız? Ben korka k ya da bencil olmadan edem iyorsam -öyle
olmak "doğamda" varmışçasına- tehlikeden kaçtığım ya da kendi çıkarla­
rımı çok fazla düşündüğüm için ben i suçlamak ya da eleştirmek adil midi r?

Şansın sınırlarını
habire geri it ip durmak mümkündür. Başka bir şans türü
-koşullara bağlı şans- düşünürsek , a h laki kötü lüğün d eğerlendirilmesinin
yanlış zamanda yanlış meka nda bulunmaya ne kadar bağlı olabileceğini

ııı görürüz. Mantıksal sonuca vardıracak o lursak, ahla ksal şans diye bir şeyin
Şanssız Olmak Ayıp mı? 1
"Ahlakın şanstan bağımsız olduğu görüşüne şüphecilikle
yaklaşıldı mı, artık ahlak kavramı eski yerinde duramaz
.. . Yine bir ahlak kavramımız olur, ama şüphesiz ona
atfettiğimiz önem eskisine göre azalmıştır. Bu açıdan
normalde anladığımız anlamıyla bir ahlak değildir bu; çünkü
normaldeki anlayışın özellikle öne çıkan yönlerinden biri ona
atfettiğimiz büyük önemdir."
Bernard Williams, 1981

var olup olmadığı tartışması özgür irade konusuyla birleşir ve aynı soruları
uyandırır: Son ta hlilde, yaptığımız herhangi bir şey özgürce mi yapılmıştır?
Ve eğer özgürlük yoksa sorumluluk olabilir mi ? Sorumluluğun olmadığı du-
rumda, suç ve ceza için nasıl bir gerekçe olabilir? (bkz. sf. 192 )

A hlaksal şans üstüne sağ<luyularımız, tek tip ya <la tutarlı olmaktan çok
uzaktır. Bu belirsizlik, konuya ilişkin be nimsene n felsefi ıavırlardaki kutup-
laşmaya yansır. Bazı filozoflar ahlaksal şansı yadsır ve bunun sıradan ahlak
söylcm lcrimizdeki örneklerini şanstan bağımsız olarak açıklamaya çalışır­
lar. Bazıla rı ise ahlaksal şa ns ın va r olduğunu kabul eder ve bu durumun
ah laki değerlendirmelerimizi yenile meyi ya ela gözden geçirmeyi gerekti-
rip gerektirmediği üzerine fikir belirıirlcr. Ahlaki yaşamlarımıza dair bazı
temel varsayı mhırımıza zarar verme tehlikesi olan bu hassas ko nularda pek
az görüş birliği vardır.

>> fikrin özü


Şans iyiden yana mıdır?
Ahlak

24 Erdem Ahlakı
Geçen 400 yılın büyük bölümünde ahlak filozoflarının asıl odaklandıkları
nokta eylemleri yapanlar değil, eylemlerin kendisi oldu; ne tür insanlar
olmamız gerektiğinden ziyade ne tür şeyler yapmamız gerektiğini dile
getirdiler. Filozofun başlıca görevi bu ahlaki zorunluluğun dayandığı il-
keleri keşfedip açıklamak ve bu ilkelere uygun davranmamız için bize yol
gösteren kuralları oluşturmaktı.

Altta yatan ilkelerin niteliğine ili~kin, Kant'ın ödeve dayalı ahlakından


Bentham ve Mi ll'in sonuççu faydacı lığına varıncaya kadar çok farklı öne-
riler getirildi. Yine de işin kökeninde, asıl meselenin eylemleri yapanların
kişiliğinden ziyade eylemlerin haklılığı olduğu yolunda otak bir kabul vardı.
Eylemleri yapanların kişilikleri ikincil ya da sadece yardımcı olarak görü-
lüyordu. Ama erdem tarihin her döneminde ödevin ya da kendi dışındaki
başka bir iyiliğin hizmetkarı rolünde o lmam ıştı.

Rönesansa ve bilimsel devrimin ilk kıpırtılarına kadar, felsefe ve bilim ala-


nımlaki en güçlü etkiler Antik Yunan'ın büyük düşünürleriydi - Platon ve
en çok da öğrencisi Aristotcles. Onlar için asıl mesele kişi l iğin iyi ol ması
ve geli~tirilmesiydi. Başlıca soru "(Falanca koşullar altında) yapı lması doğru
olan şey hu mu?" değil, "Yaşamanın en iyi yolu nedir?" idi. Ru çok farklı
önceliklere göre bakıldığında asıl ilgi odağı erdemin ve ahlaki mükemmel-
liğin niteliğiydi. Aristotcles'in felsefesi Galileo ve Newton döneminden
itibaren birkaç yüzyıl gölgede kaldı. O sırada dikkatler ahlaki tavrın kun;ıl
ve ilkelerine kaydı. Ne var ki 20. yüzyıl ortasından itibaren bazı düşünürler
ahlak felsefesindeki baskın eğilimle ilgili hoşnutsuzluklarını dile getirmeye,
ki~ilik ve erdemler araştırmas ına yönelik ilgiyi ca n landırmaya başladılar.

ıı
Birinin ilacı, ötekinin zahiridir. Erdem ahlakı
Erdem Ahlakı 1

Etik ve ahlak
Aristoteles'in düşündüğü anlamdaki erdemlilik ile yakın dönem fi-
lozoflarının benimsediği yaklaşım arasında öyle bir boşluk vardır
ki, bazıları aradaki bu farkın terminolojiye de yansıtılması gerekti-
{ıini öne sürmüştür. "Ahlak" teriminin Kant'ınki gibi, görev ilkeleri
ve davranış kurallarına odaklanan sistemlerle sınırlandırılması ge-
rekti{ıi iddia edilmiştir. Yunanca "kişilik" anlamına gelen "etik" ise,
önceli{ıin öznenin eğilimlerine ve pratik akla verildi{ıi daha Aristote-
lesçi yaklaşımlar için kullanılmalıdır. Gelgelelim, böyle bir ayrımın
yararlılı{ıı konusunda anlaşmazlıklar vardır. Çünkü kimilerine göre
Aristoteles ile onun karşılaştırıldı{ıı filozoflar arasındaki ayrım, ger-
çekte olduğundan çok daha büyük gösterildi{ıi için insanları yanlış
yönlendirme tehlikesi doğar.

Aristoteles'in ahlak felsefesinden esinlenen bu yeni hareket, "cr<.lem ahlakı"


sa ncağ ı altında ilerledi.

Erdem üstüne Yunanların düşünceleri H em Aristoteles,


h em de öbür Yunan düşünürlere göre iyi bir insan o lmak ve doğruyla yan lışı
ayırt e tmek öncelikle baz ı ahlak kuralların ı ve ilkelerini an lama ve uygu-
lama meselesidir. Daha doğrusu bu, doğru eğitim ve uygula malar yoluyla
bi lgelik kazanarak koşullara uygun davranışları sergileyecek bir insan olma
ya da böyle bir insana dönüşme meselesidir. Kısacası , doğal ya da fünradan
ed ini l miş olsun, doğru kişilik ve huylar doğru davranış biçimlerini o rtaya
çıkarır. Söz konusu huylara erdem denir. Bunlar, Yunanlara göre en büyük
erdem ve insa noğlunun eylemle rinin n ih ai amac ı o lan "evdemonia"nm
d ışav urum ları ya da tezahürleridir. G en ellikle "mutluluk" olarak çevrilen

~· 1739 1974 1976 1

Hume'un g iyotini Deneyim makinesi Şanss ız olmak ayıp mı?


Ahlak

Altın orta
Altın orta Aristoteles'in erdem anlayışının "Öyleyse erdem, akla başvurarak
merkezinde yer alır. Bu öğreti zaman zaman, tanımlanan ortanın içinde yer
hatalı biçimde, her şeyde bir orta yol tuttur- almakla ve seçimlerle ilgili
mak anlamında , ölçülü olmaya bir çağrı olarak bir karakter durumudur. Biri
görülür ama bu anlamdan çok uzaktır. Alıntı ­ aşırılık, diğeri eksiklik olan iki
dan da açıkça anlaşılacağı gibi, orta kesinlikle kiitülük arasındaki bir ortadır
akla başvurarak belirlenmelidir. Örnek vere- bu. Bir ortadır, çünkü kiitülükler
cek olursak, korkaklıkla gözü karalık arasında tutkularda ve eylemlerde doğru
ortada duran erdem cesarettir. Cesaret düş­ olana ya kısa, ya uzak düşerler.
mandan kaçmamak meselesi değildir sadece; Oysa erdem arada olanı hem bulur
kişinin hem kendine hem de yoldaşlarına zarar hem de seçer."
verecek boşa bir saldırıda bulunmaktan ya
da delidolu, pervasız cesaret gösterilerinden Aristoteles, iö -350
de kaçınması gerekir. Cesaret, insanın daha
derinlerde yatan, akıldışı içgüdülerine hükme-
den akla bağlıdır. Asıl önemli nokta eylemin
koşullara uygun olmasıdır ki bunu belirleyen
de durumun gerçeklerine göre hareket eden
pratik akıldır.

ev<lemonia aslında bundan daha geniş ve dinam ikt ir; en iyi "serpilme" ya
<la "iyi ( başarılı , talihli) bir hayat sürme" fikirleriyle kavranır. Yunanlar dört
ana erdemden söz ede r: cesaret, adalet, ölçülülük (kendine hakim olma) ~e
zeka (pratik akıl) ; ama hem Platon hem de A ristoteles için en önemli öğreti
"erdemlerin birliği"<lir. iyi bir insanın çeşitli erdemlerin bazen birbiriyle ters
düşen taleplerine nasıl karşılık verileceğini bilmesi gerektiği gözleminden
yola çıkarak, erdemlerin bir mücevhe rin farklı yüzleri gibi o lduğu sonuc una
va rırlar, öyle ki hepsine sah ip olmadan tek bir erdemi elde etmek ol anaklı
değildir. A ristoteles'e göre t üm erdemle rin elde edilmesi ve geliştirilmesi
durumunda hepsinden üstün bir erde m olan "yüce gönüllülük" ortaya çıkar.

ıli
Erdem Ahlakı 1
"insanın iyiliği, ruhunun yetilerinin mükemmellik
ve erdem ile uyum içinde olma etkinliğidir ...
Dahası, bu etkinlik tüm bir ömür boyu sürmelidir;
çünkü ne tek bir kelebek baharı getirebilir, ne de
tek bir güneşli gün."
Aristoteles, lö -aso

Ona göre iyilik ve erdemin ideal örneği megalopsikos'tur (yüce gönüllü


adam), yani yaşamda seçkin bir konumu olan ve büyük şeyleri hak eden
hir adam; başkalarına yararı dokunması için can aran ama kendine yarar
sağlanmasına isteksiz, gerektiğince gurur sergileyen ve aşırı alçakgönüllülük
göstermeyen bir insan.

Erdemlerin birliğinde ima edilen hiyerarşi Platon'u farklı erdemlerin aslında


bir olduğu ve tek bir erdem -bilgi- altında toplandığı sonucuna götürdü. Er-
demin bilgi olduğu (bilgiye özdeş olduğu) düşüncesi Platon'un akrasia yan i
irade zayıflığı kavramını yadsımasına yol açtı. Ona göre "daha iyisini bilip
yine de daha kötüsünü yapmak" olanaksızdı. Örneğin ölçüsüz davranmak
zayıflık değil cehalet meselesiydi. Deneyime ters düşen bu bilerek yanlış
yapamayacağımız düşüncesine Aristotcles karşı çıktı. Aristotcles ortak ina-
nışlardan (endoksa) sapmaktan mümkün olduğunca kaçınmak derdindeydi.
Platon ve A ristoteles'e göre erdemli davranmak, akılcı seçime ayrılmaz hir
biçimde bağlıydı. Aristoteles bu düşünceyi gcliştirerek altın orta öğretisini
oluşturd u (bkz. kutucuk).

>> fikrin özü


Ne y ğın değil, ne olduğun
1 Hayvan Hakları
25 Hayvanlar Acı
Hisseder mi?
"Ah, bacağım!" diye bağırdı. "Ah zavallı kavalkemiğim!" Karlara
oturup bacağım ön patilerinin arasına aldı.
"Zavallı ihtiyar Köstebek!" dedi Fare usulca. "Bugün şansın pek yaver
gitmiyor sanki, öyle değil mi? Dur şu bacağa bir bakalım."
Diz çöküp "Evet," dedi, "kavalkemiğin kesilmiş, orası kesin. Bekle de
mendilimi alayım, bacağına bağlayayım."

"! lerha lde görünmeyen bir dala ya da bir kök ka lıntısına çarptım" dedi
Köstebek perişan bir halde. "Ay amanın, of aman !"

Yarayı yeniden dikkatlice inceleyen Farecik, "Ru çok d üzgün bir kesik,"
<le<li. "Rir <lal ya da kök asla böyle bir şeye yol açmaz ... "

"Neyse, neden olduğunun önemi yok," dedi Köstebek, doğru düzgün komı­
şamıyor<lu acıdan . "Neden olduysa oldu, acısı aynı ."

Gerçek hayvan lar acı h isseder mi, yoksa sadece Söğüt Ağaçlarındaki Rüzgar
kitabındaki Köstebe k gibi kurmaca hayvan la r mı acı duyar? İnsan dışındaki
h ayvanların konuş mad ı ğından büyük ölçüde e min olabiliriz, ama bunun
ötesinde kesin o la n pek fazla b ir şey yoktur.
'
Ha~anla rın duyduğu acı meselesine gösterd iğimiz tepkinin ve daha kapsamlı
bir konu olan hayvan bilinc inin başka ivedi meselelerle doğrudan ilgisi vardır:

• O n m ilyonlarca fare, sıçan, ha tta primatın tıbbi araştırmada, ürün tes-


tinde vb. kullanılması doğru mudur?

Hayvanlar acı hisseder mi? Bed en-zihin problemi Hume'un g iyot ini
Hayvanlar Acı Hisseder mi? 1

Dil dönemeci
Kendi zihinlerimizle kıyaslamaya giderek, insan- egemen olan "dil dönemeci " ile daha da
ların bilinçli deneyimi ile (bazı) hayvanlarınki vahim bir hal almıştır. Buna göre dil, zihinsel
arasında genel benzerlikler olduğu sonucuna yaşamımıza alttan destek verir ve aracılık eder.
varabiliriz, ama bunun ötesine ne kadar geçe- Düşüncelerimiz de içten içe zorunlu olarak
biliriz? Bir hayvanın öznel deneyiminin, yaşam dilsel terimlerle temsil edilir. Dilsel-olmayan
tarzına ve evrimsel uyum sağladığı ortama sıkı hayvanlara keskin biçimde uygulanan böyle
sıkıya bağl ı olması gerekir. Thomas Nagel'ın bir görüş. onların herhangi bir düşünce ürete-
ileri sürdüğü gibi, bir yarasa ya da başka bir bileceğini yadsımak zorunda bı rak ı rdı bizleri.
hayvan olmanın neye benzediği konusunda en O zamandan beri tavırlar yumuşamıştır. Çoğu

ufak bir fikrimiz yoktur (bkz. sf. 32). Bu problem filozof (bazı ) insan olmayan hayvanların, basit
20. yüzyılda zihin felsefesinin büyük bölümüne de olsa d üşünceleri olduğunu kabul etmektedir.

• Kö:>tebeklerin ve haşbı sözde "zararlılar"ın zeh irlenmesi, gazla ö ldürül-


mesi ve haşka türlü kökün ün kazınması doğru mudur ?

• lnek ve ravuk gibi milyarlarca hayvanın bize yiyecek sağlamak amacıyla


kesilmesi doğru mudur?

Birçok fi lozof, hayv:m lara hangi ah laksal düşünceyi yönclteceğimize ka rar


vermekte bilincin (özellikle acı çekmenin) çok öne mli olduğu konusunda
hemfikirdir. Hayva nlardan bir kısmının b ile acı çekme yetisine sahip olduğu
ve gereksiz acı ya yol açmanın yanlış olduğu konularında görüş birliği ne va-
rırsak, onlara gereksiz acı vermenin yanlış old uğu sonucu mı da varmamız
gerekir. Bun u daha da açmak -özellikle de hayvanlara acı vermede her-
hangi bir şeyin yeterl i gerekçe o lup olamayacağına karar vermek- afllaki
açıdan zorlayıcı bir sorudur. .

Hayvan zihninin içi Hayvanların kafalarının içinde nele r olup hit-


tiğ i hakkımla ne biliyoruz? Hayva nlar ın duygu ları , düşünce le ri ve inanç ları

~·_i785 1788 . 1912 1974 '


Amaçlar yöntem leri H ayvan ların h akl a rı D iğer zihinler Yarasa olmak neye
ha klı çı karır mı7 var m ıd ır7 benzer?
Hayvan Hakları

"Denir ki hayvanlar var mıdı r? Akıl yürütebilirler mı ? Gerçek şu ki hayvan


zihinsel kapasiteleri bilinci konusunda pek az şey biliyoruz. Bu a landaki bilgi
eksikliğimiz, öbür insan zihinleri hakkında herha ngi bir
olmadığı için konuşmaz. şey bilme proble minin aslında dah a da genelleştirilmiş
Bu şu demektir: hali (bkz. sf. 44 ). Başka i nsanların olayları bizim gibi m i
'düşünmezler, bu yüzden deneyimlediğini kesin olarak bilemeyiz. Aslına bakarsa-
nız, herhangi bir şey deneyimleyip deneyimleme<liklcrini
de konuşmazlar.' İşin aslı de bilemeyiz. Öyleyse insan olmayan hayvanla ra il işkin
'onlar konuşmaz', hepsi bilgimizin bu ha le.le olması <la şaşırtıcı olmasa gerek.
bu. Daha da net söylersek,
Hem insan hem de h ayvan zihni iç in yapabileceğimiz en
eğer en ilkel dil yapılarını
iyi şey, kendi durumumuzla kıyaslayarak akıl yürütmektir.
saymazsak, hayvanlar dil Me me lile rin acıya gösterdikleri tepkiler insanlarınkine
kullanmazlar." çok benzer; acı veren şeyden irkilir, inilt i ve bağırtılar
çıkarırlar vs. Fizyolojik açı<lan <la memeli sinir sistem-
Ludwig Wittgenstein, 1953 leri arasında temel b ir türdeşlik vardır. G en etik yapı ve
evrimsel kökene.le <le yakın pa ra lellikler keşfedilmiştir. Bu kadar çok ben-
zerlik olduğuna göre, öznel deneyim <lüzeyin<le de benzerlikler olduğunu
varsaymak akla yatkındır. Ayrıca fizyolojik ve d iğer benze rlikler ne kadar

Krisippos'un köpeği
Antik dünyada fel sefi görüşler hay- daha sonraki filozofların hepsini ikna edeme-
vanların ne kadar dü ş ünebildiği ve akı l miş, birçoğu aklı insanlarla hayvanları ayıran
yürüte bildiği ( e ğer mümkünse) m eselesi temel yeti olarak görmü ştür. Özellikle Des-
üstüne ikiy e bö lünmüştü . İlginç tartışmala­ cartes hayvan zihnini pek önemsiz buluyor,
rın döndüğü konulardan birisi Krisippos'un hayvanları her tür zekadan yoksun otomat-
köpeğiydi. İÖ 3. yüzyılda yaşamış stoacı fi- lardan biraz daha üstün görüyordu o kadar.
lozof Krisippos' a atfedilen hikayede, avının Günümüzdeki tartış malarda da kilit rol oyna-
peşind en bir üçyol a ğzına gelen bir avköpeği yan, asıl önemli ölçütün hayvanla rın acı çekip
anlatılır. İlk iki yolda avının kokusunu almayı çekm ed iğ i olduğu görüşü , ilk olarak faydacı
başa ra m ayan köpek daha fazla arayıp tara- filozof Jeremy Bentham tarafı ndan d ile geti-
m adan üçüncü yola girer. iddiaya göre, "Aya rilmiştir: " Mesele, Akıl yürütebiliyorlar m ı ? ya
da B ya da C; ne A ne B; öyleyse C" tas ı mına da, Konuşabiliyorlar mı 7 değ i l , asıl mesele Acı
uymuştur . Bu tür köpek mantığı hikayeleri çekebiliyorlar mı? "
Hayvanlar Acı Hisseder ı- mi?

Hayvan deneyleri: Doğru mu ve


işe yarıyor mu?
Hayvanları tıbbi araştırmalarda ve ürün testle- ilgili fizyoloj ik açılardan , farelere ilişki n veri-
rinde kullanmanın ahlaksal yönüne iki açıdan lerden insanlara i lişkin sonuçlara varabilecek
bakılabilir. Birincisi, insan olmayan hayvan- kadar birbirlerine benziyorsa, ancak o zaman
lara kendi amaçlarımızı kolaylaştıracak salt bir ürünün etkilerini bir fare üstünde test
birer araç olarak muamele etmenin bizim etmeye değer. Sorun, bu ikinci ve pragma-
için doğru olup olmadığın ı sorabiliriz. Kendi t ik düşüncen i n, maymunlar ve primatlar
sağlığımızı düzeltmek, ilaçları test etmek vs. gibi daha gelişmiş memel ilerin fizyolojik
için hayvanların acı çekmesine (acı çektikle- a çı lardaninsanlara daha yakın olduğu için
rini kabu l ederek) ve haklarının çiğnenmesine deneylerde kullanılmasını teşvik etmesidir.
(hakları olduğunu kabul ederek) yol açmak Ama ahlak düzleminde en keskin itirazlarla
etik midir? (bkz. sf. 104). Öteki açı çok daha karşılaşılan konu tam da bu gibi hayvanların
uygulamaya yöneliktir. Fareler ve insanlar, kullanılmasıdır.

yakın olursa, öznel <lcncyimlerin de benze r ol duğu yönünde ki çıkarım o


kadar güçlenir.

Dolayısıyla yakın akrabalarımız olan maymun la r ve insaymunlar [hominoi-


dea, kuyruksuz maymunların, yani insan , goril, orangutan, şempanze, bonobo
ve gibonun ortak adı) konusunda çıkarım larda bulun mak için sağlam bir
zeminimiz va r gibi gözüküyor. Farele r ve köstebekler gibi dah a uzaktan
akraba memelilere gelince kesinlik de azalıyor. Ö bür omurgalılar (kuşlar,
sürüngenler, amfibiler ve balıklar) için benzerlik daha da zayıflamakla bera-
ber akla yatkınlığını korur. Omurgasızlar<la (böcekler, sümüklüböcekle r ve
<lenizanaları) ise durum artık belirsizdir. Yine <le bu hayvanların hislerinin
ol madığını veya acı hissetmediklerini söyleme miz doğru o lmaz; yalnız eğer
hissediyorlarsa bile bunu bize olan benzerliklerine dayandırmamız manuklı
olmaz. Bura<laki zorluk, böyle bir iddiayı hangi temele oturtacağımızdır.

>>fikrin özü
Hayvan zulmü?
1 Hayvan Hakları
26 H~YVanların
Hakları
Var mıdır?
2ooo'lerin ilk on yılı boyunca dünyada her yıl:
yaklaşık 50 milyon hayvan bilimsel araştırma ve
deneylerde kullanıldı;
250 milyon tonu aşkın et tüketildi;
deniz ve nehirlerden yaklaşık 200 milyon ton balık ve
diğer deniz hayvanları avlandı.

Bunlar yaklaşık rakamlar (çoğu hiç kayıt altına al ınmamıştır) ama her yıl
imanların çıkarları için çok büyük miktarda hayvanın kullanıldığı açıktır.
Artık bazı insanlar - ki sayıları her geçen gün anmakta- "kullanıl mak" yerine
"sömürülmek" ya Ja "kurban edilmek" sözcüklerini tercih ediyor. Bu kim-
~.clcre göre hayvanların hesin ve araştırma için kullanılması ahlaki açıdan
savunulmaz ve hayvanların temel haklarının çiğnenmesi anlamına gelir.

Hayvan haklarının temeli Hayvanların hakları olduğunu neye


göre söyleyebiliriz? Özünde faydacı olan yaygın bir teze göre:

1. hayvanlar acı hissedebilir;


2 . gereksiz yere acı çekilmeyen bir tlünya daha iyi bir dünyadır; dolayısıyla '
3. hayvanlara gereksiz acı çektirilmemelidir.

ilk önerme son zamanlarda birçok tartışmaya komı ol muştur (bkz. sf. 100).
Maymunlar ve insaymunlar gibi bize pek çok açıdan benzeyen hayvanların

Hayvanlar acı hisseder mi? Hume'un giyotini


Hayvanların Haklar1 Var mıdll'?

bizim hissettiğimize oldukça benzeyen bir acı hissetmediğini varsaymak akla


yatkın görünmüyor. Gclgelelim, süngerler ve <lcnizanaları gibi çok basit
sinir sistemleri bulunan hayvanların da insanoğlu gibi acı hissetmesi aynı
derecede uzak bir olasılık gibi duruyor. Bu <lurumda ası 1 güçlük, sınırı nereye
çekeceğimizdir, ve iş sınır çekmeye gelince gencl<le ol<luğu üzere (bkz. sf.
86), keyfiyet havasını engellemek zor<lur. "13azı hayvanlar acı hissedebilir"
türünden bir ifa<lc "bazı"nın kapsamı üzerin<lc soru işaretleri doğuracaktır.

ikinci önerme de oldukça sağlam gibi duruyor (tabii tek tük mazoşistleri
saymıyoruz), ama önermenin içinin bo~alulma tehlikesi burada da var<lır.
Kimileri acı ile ızdırap arasına bir çizgi çekerek iddianın altını oymaya kal-
kışu. lzdırup çekmenin hem geçmiş acıların hatırlanmasını, hem de gelecek
acı beklentisini içeren karmaşık bir duygu okluğu, acının ise şimdiye ait
gelip geçer bir histen başka bir şey olmadığı ileri sürül<lü. Ahlaksal düşünce
söz konuı.uysa önemli olan ızdırap çekmektir, ama hayvan-
lar (ya da bazı hayvanlar) sadece acı hissedebilir. Böyle bir "öyle bir gün gelebilir ki
ayrıma göz yumsak bile, ızdırap çekmek daha beter olsa
bile acının kötü bir şey olmadığını ileri sürmek mantığa hayvanlar aleminin geri
sığmaz. kalanı, despotluktan başka
hiçbir şekilde ellerinden
ikinci önermenin daha sorunlu olan kısmı "gereksiz yere"
kısm ıdır. Çünkü muhaliflere göre insan sağl ığına fay<laları, a l ınamayacak hakları
ürün güvenliği vs. açısından <lüşünül<lüğünde, hayvanların edinebilir."
belli bir <lerece<le acı çekmesi kabul edilebilir bir bedel- Jeremy Bentham, 1788
dir. Eğer faydacı açıdan bakacaksak, bir tür acı hesabı
yapmamız gerekir o zaman: hayvanların acısıyla insanlara yararının brşı­
hıştırılması. Ama sırf insanların çektiği acı söz konusu olsa hir derece <laha
kolay olacak böyle bir hesaplama, hayvanların acıları <la işin içine girince
büsbütün içinden çıkılmaz olur.

Önermelere brşı getirilen bu eleştirinin sonuca zarar vermesi kaçınılmaz­


dır. Böylece baştaki savı katı bir biçimde ~u hale indirgemiş oluruz: insanlara
(belki küçücük bile olsa) birtakım yararlar sağlama<lıkça, bazı hayvanlara
(belki çok azına) acı çektirmcmcliyiz. Böylece "hayvan hakları" az sayıda

~- ~ ' • ~ ~ f:'' ' "' ,1 ~ ' ' ;r ~ '· • ~ ••• ' ' " ~ ' " '
, 1 7Ş5 . 1 788 .. . . 195:4 ; ' .. :
Amaçlar yöntemleri Hayvanların hakları Kaygan zeminler
haklı çıkarır mı? var mıdır?
1Hayvın Hakları
hayvanın, eğer bunların acı çekıne~i insanlara k üçücük b ile b ir yarar sağla­
mıyorsa, acı çektirilmem e hakkına i ndirgenmiş o lur.

Haklardan bahsetmek doğru mu? Hiçbir ci<l<li h ayvan hakları


savunucusunu t atmin etmeyecek bir son uçtur bu. Yukarı da an a hatlarıyla
belirttiği miz halinden dah a oturaklı ve yet k in gerek çeler <le sunulmuştur.

Türcülük
Çoğumuz başka insanları pis ve sıkış tıkış • insanlar hayvanlardan daha yüksek zekaya
koşullar altında tutup sonra da onları yeme- sahiptir (en azından potansiyel olarak)
yiz; ya da özellikleri bilinmeyen kimyasalları • başka hayvanları yemek doğaldır (doğadaki
çocuklar üzerinde denemeyiz; ya da biyolo- hayvanlar da başka hayvanları yer)
jilerini incelemek amacıyla insanları genetik • hayvanlar yenmek ve deneylerde kulla-
değişime uğratmayız. Peki hayvanlara böyle nılmak üzere özellikle yetiştirilir (yoksa var
davranmanın gerekçesi var mıdır? Hayvan olamazlardı)
hakları savunucularına göre, hayvanların çı­ • et yemek zorundayız (her ne kadar milyon-
karlarına insanlarınkilerle eşit dikkat ve
önemi larca sağlıklı insan yemiyorsa da)
göstermeyi reddetmek için ahlaksal bazı ge- • hayvanların ruhu yoktur (peki insanların
rekçeler olmalıdır. Yoksa bu tam anlamıyla ruhu olduğundan emin miyiz?)
önyargılı ve bağnaz olmak demektir. Türe
dayalı ayrımcılık yapmaya "türcülük" denir. Bu gerekçelere karşı çıkmak kolaydır. Ayrıca
insan dışındaki hayvanların değer ve ihtiyaçla- tüm insanları içerecek ama tüm hayvanları
rına karşı temel bir saygısızlık olan türcülüğün, d ışarda bırakacak ölçütler ortaya koymak zor-

ırkçılık ya da cinsiyetçilikten daha savunulabi- dur. Söz gelimi, asıl önemli olan üstün zeka
lir bir yanı yoktur. ise, şempanzenin zeka düzeyinden düşük bir
zekaya sahip bir çocuğu ya da zeka özürlü bir
Kendi türümüzü kol l ayıp kayırmak ne açıdan kimseyi bilimsel deneyde kullanabilir miyiz? Ya
yanlıştır?
Söz gelimi aslanlar genelde yaban da "doğanın yasası böyle" dersek, hayvanla-
domuzlarına olduklarına göre diğer aslan- rın (insanlar da dahil) doğal olarak yaptığı ama
lara karşı daha düşüncelidir; öyleyse neden teşvik etmeyi istemeyeceğimiz pek çok şey
insanlar da benzer bir yandaşlık sergileme- olduğunu görürüz. Erkek aslanlar bazen doğa­
sin? İnsanların kendi türünden yana taraf nın yasalarına kulak vererek rakip bir aslanın
tutması gerektiğine ilişkin birçok neden ileri yavrularını öldürür. Bir insan aynısı yaparsa

sürülmüştür: "doğanın yasası böyle" diyebilir miyiz?


Hayvanların Hakları Var mıdır?

Üç ilke
Hayvan refahıve hakları üstüne yoğun tar- • Mümkün olduğu yerde hayvanların yerine
tışmalar iki soruya odaklanır: Hayvanlar başka alternatifler kullanın.
deneylerde kullanılmalımıdır? Ve (eğer •Deneylerde kullanılan hayvan sayısını uygun
kullanılırlarsa)
uygulamada onlara nasıl dav- istatistiki veri üretimiyle bağdaşan bir düzeye
ranılmalıdır? Sonuçta üç genel ilke insanca indirin.
deney teknikleri için yol gösterici olarak yay- •Deney tekniklerini hayvanların acı çekmesini
gın kabul görmüştür: azaltacak ya da yok edecek şekilde gelişti rin.

Bunların ortak amacı , hayvanların sahip olabileceği hak iddialarını netleş­


tirmektir. Avustralyalı filozof Peter S inger bu konuJa faydacı yaklaşımın
baş savunucusu olurken, Amerikalı T om Regan'ın benimsediği görevci ç izgi
de epeyce etkili olmuştur. Regan'a göre hayvanlar - ya da en azından belli
bir gelişmişl ik düzeyinin üstündeki hayvanlar- "bir yaşamın özneleridir";
onlara birtakım temel haklar veren şey bu olgudur. Bir hayvan et kaynağı
olarak muamele gördüğünde ya da deneylerde veya ürün testlerinde insan
yerine kullanıldığında bu haklar çiğnenmiş o lur. Bu yüzden hayvan hak-
larına fayda-maliyet analiziyle bakılamaz, ki bu bakış zaten faydacı bakış
açısına da zarar verir.

H ayvan haklarının insan haklarıyla eşit olJuğu görüşünü sürdürmenin zor-


lukl arı ya hana atılamaz. Hatta baz ı filozoflar, haklar kavramını işi n içine
sokmanın uygun ya da yararlı olup olmadığın ı sorgulamıştır. Genell ikle
hakların hak sahiplerine ödevler ya da yükümlülükler yüklediği kabul ed i-
lir. Haklardan söz ediyorsak bunun bir tür karşılıklı olması gereki r ki böyle
bir şey insanlarla hayva nlar arasında asla var olamaz. O rtada h ayvanlara
uygun ve insanca muamele edilmesi gibi gerçek bir mesele dururken, bu
meselenin h ak hukuk edebiyatıyla allanıp pullanarak gölgede bırakıldığı
dile getirilmektedir.

>>fikrin özü
İnsanoğlunun yanhşları?
1Mantık va Anlam

27 Argüman
Biçimleri
Argümanlar, felsefe kuramlanm inşa ederken kullanılan kerpiç tuğlalar­
dır; mantık ise bu tuğlalan birbirine yapıştıran çimentodur. İyi fikirlerin
iyi argümanlarla desteklenmedikçe pek bir değerleri yoktur - akla uy-
gunluklanmn doğrulanması gerekir; bu da sağlam ve güçlü bir mantığa
oturtulmadıkça düzgün yapılmış sayılmaz . Açık seçik sunulan argüman-
lar değerlendirme ve eleştiriye açıktır. Felsefede ilerlemeyi sağlayan şey,
bu kesintisiz tepki, yeniden gözden geçirme, reddetme sürecidir.

Argüman, kabul edi lmiş temellerden (öncüller) yola çıkarak, akıl ve mantı­
ğın dışına taşmadan, kanıtlanacak ya da gösterilecek noktaya (sonuç, vargı)
giden bir yoldur. Bir argümanın yola koyulabilmesi için öncüllerin en azın­
dan geçici olarak kabul edilmesi gerekir. Öncüller farklı şekillerde elde
edilebili r: mantık gereği, ya da kan ıta dayanarak (yani deneysel olarak),
ya da daha önceki argümanların sonuçları olarak. Ama ne olursa olsun,
döngüsellikten kaçınmak adına sonuçtan bağımsız olarak desteklenmeleri
gerekir. Öncüllerden sonuca gidiş bir çıkarım meselesidir; çıkarımın gücü
argümanın sağlamlığın ı belirler. İyi çıkarım ları kötülerinden ayırt etme işi
mantığın ana görevidir.

Mantığın rolü Mantık, argümanı çözümlemek ve sağlıklı çıkarımlar,


yapabilmek için gereken teme lleri ya da ilkeleri inşa etme bilimi<lir. Ar-
gümanın içeriğiyle ilgilenmez; yalnızca genel yapı ve biçimiyle ilgilenir.
Dolayısıyla, "Tüm kuşlar tüylüdür; nar bülbülü bir ku~Lur; öyleyse nar bül-
bülü tüylüdür" gibi bir argüman verildiğinde, mantıkçı "Rütün F'ler G'dir;

••

Argüman biçimleri Sorites paradoksu


Argüman Biçimleri

Aristo mantığı ve
matematiksel mantık
19. yüzyıl sonuna kadar mantık bilimi, yol biçimde sınıflandırı l m ı ştır. Geleneksel mantı­

boyunca yapılan ufak tefek süslemeler dı­ ğın sınırlamaları,


Alman matematikçi Gottlob
şında, Aristoteles' in 2000 yılı aşkın bir süre Frege'nin çalışmalarıyla kesin biçimde sergi-
önce çizdiği rotada ilerledi. Üç önermeden (iki lenmiştir. Modern "matematiksel" mantığa
öncü l ve bir vargı)
meydana gelen "tasım", çok daha geniş kapsam ve güç sağlayan
doğru çıkarım modeli olarak kabul edildi. niceleyici ve değişken gibi kavramları kazan-
En bilineni şu şekildedir: "Bütün insanlar dıran Frege olmuştur. Bu türün matematiksel

ölümlüdür; Sokrates bir insandır; öyleyse mantık diye adlandırılmasın ı n nedeni, gele-

Sokrates ölümlüdür". Tasımlar "biçim" ve neksel mantıktan farklı olarak, matematiksel


"görünüş"üne göre, hangisi geçerli hangisi akıl yürütüşlerin tamamını temsil edebiliyor
geçersiz ayırt edilebilecek şekilde ayrıntılı olmasıdır.

a bir F'dir; öyleyse a bir G'<lir" biç imini soyutla r. T erimlerin yerini simgeler
al<lığıiçin çıkarımın güci.i içeriğinden bağımsız olarak belirlenebilir. Man -
rık çalışmaları önceleri ağırlıklı o larak bu türden basit çıkarımlara ( tasım)
dayanıyordu , ama 20. yüzy ıl başınd an beri son derece incelikli ve ge li şm iş
bir çözümleme aracına döni.iştüri.ildü.

Tüındengeliın Yukarıda verilen ö rnek ("Ti.im kuşlar tüylüdür . . .")


ıümdengelimli bir argümandır. Bu durumda sonuç önc üllerden <loğal olarak
çı kar ve argümanın "geçerli" olduğu söylenir. Geçe rl i b ir argümanın ön-
cülle ri doğruysa, sonuc un da doğru olması kesin<lir. Bu durumda argümana
"sağlam" den ir. Tümdengelimli bir argü manın ö ncülleri, sonucu örtük ola-
rak en başınd a n beri içerir. Bir başka d ey işle , sonuç öncüllerin "ötesine
geçmez" ya da öncülle rin zate n i çe rdiğinden faz las ını söylemez. Bunu ar-
güman üre tme mantığının altında yatan özelliği de vurgulayacak şekil<le

"il 1670 1739 1905


İma n ve a kı l Bilim ve sahte -bilim Fransa kralı keldir
l Mantık Anlım
ve

Paradoks mu akıl yürütme hatası mı?


"Mahkum, en geç önümüzdeki Cumarte- paradoksaldır çünkü görünüşte kusursuz gibi
siye kadar, şafak sökerken asılacak, ama görünen bir akıl yürütme sonunda mahkumun
infazın gerçekleştirileceği günü önceden bil- da farkına vardığı gibi, apaçık yanlış bir var-
meyecek." Kulağa kötü geliyor ama cingöz gıya götürmektedir bizleri. Paradokslar tipik
mahkumun içi rahat. " idam Cumartesi günü olarak görünü şte sağlam argümanlardan yola
olamaz çünkü Cuma hala hayattaysam Cu- çıkıp düpedüz çelişkili ya da kabul edilemez

martesi asılacağımı bilirim. Öyleyse son gün sonuçlara varır. Bazen sonuçtan kaçınmanın
Cuma olabilir. Ama Cuma da olamaz çünkü yolu yoktur; bu durumda ya sonuca ilişkin
Perşembe hala hayattaysam, Cumartesi as ı la­ kan ı ve varsayımların yeniden incelenmesini
mayacağıma göre Cuma asılacağım demektir, gerekir, ya da akıl yürütmede bir hata aramak
yani Cuma asılacağımı biliyor olurum .. . " gerekir. Her iki durumda da paradokslar felsefi
Dolayısıyla mahkum böyle gün gün geriye açıdan önemlidir, çünkü kavram ve akıl yürüt-
sayarak şimdiki zamana kadar gelir ve infazın melerimizdeki yanlışlıklara ve tutarsızlıklara
gerçekleşemeyeceğini keşfettiğinden içi ra- örnek oluştururlar.
hatlar. Salı günü asılması baya{ıı bir şok etkisi
yapar üzerinde! Bazı ünlü paradokslar (birkaçını ilerleyen say-
falarda ele alacağız) çözümlenmeye şaşırtıcı
Paradoks mu yanılgı m ı ? Belki de her ikisi bir- derecede dirençli çıkmı ştır ve filozofların kafa-
dan. Hikaye (idam paradoksu olarak bilinir) larını karıştırmaya devam etmektedir.

şöyle de d ile getirebiliriz: Öncülleri kabul ediyorsanız, kendinizle çelişkiye


düşmeden sonucu yadsıyamazsınız.

Tümevarım Ö ncüllerden sonuca gitmenin diğer a na yolu tümevarım~


d ır. T ipik bir tümevarım argümanında, genel hir yasa ya da ilke, dünyada
şeylerin nasıl olduğuna ilişkin tek tek gözlemlerden çıka rsanır. Söz gelimi,
memelile rin yavrularını doğu rduğuna ilişkin gözlemler sonucu, tüm me-
melilerin böyle yap tığı tümevarımsal olarak çıkarsan abi lir. Tümevarımsa l
hir argüman asla tümdengelimli argümanlar gibi kesin olamaz, çün kü ön-
d illerden yola çıkarak varı lan sonuç kaçınılmaz değildir. Bir başka deyişle,
öncüller doğru olabilir ama son uç yan lış olabilir (Zaten verilen örnekte <le
böyledir; ornitorenk gibi yumurtlayan me melilerin varlığıyla tüm meme-
lile rin doğum yapmadığı görülmüştür). Ç ünkü tümevarımlı akıl yürütme,
Argüman Biçimleri 1
da ima ö ncüllerinin ö resine geçer; öncüller varı lan sonucu
"'Tam tersi,' diye devam
zorunlu o larak içermez; o lsa olsa o sonucu sadece destekler
etti Şiribim, 'eğer öyle
ya da belli bir dereceye kadar muhte mel kılar. Dolayısıyla tü-
olduysa öyle olabilirdi,
mevarımlı argümanlar, gene lleme ya da d ışdeğerlemelerd ir:
özelden genele, gözlemlenmiş olandan gözlemlenmem iş olana,öyle olsaydı öyle olurdu,
geçmiş ve şimdiki o lay ya da durumlardan gelecekteki olay ya
ama öyle olmadığına
da durumlara.
göre öyle değil. Buna
Tümeva rımlı akıl yürütme, yaygın ve vazgeçilmez bir yön - mantık derler.'"
temdir. Geçmişte ve bugün yaptığım ız gözlemlere dayanarak
Lewis Carroll, 1871
gelecekte şeylerin nasıl olacağına dair tahminlerde bulunma-
sak günde lik hayatla rımızı sürdürmemiz imkansız olurdu. Hatta bilimin
yasaları ve varsayımları da çoğunlukla tümevarım örnekle ri olarak kabul
edilir (bkz. sf. 132). Peki böyle bir çıkarım yaptığımızda bunun geçerliliğini
n eye göre savunabiliriz? lskoç filozof David Hume savunamayacağımızı,
tümevarıma güvenmek için akılcı hiçbir temelin olmadığını düşünüyordu.
O na göre tümevarım, "doğanın tekdüze" olduğu inancını gere ktiriyordu;
benzer koşullar devam ettiği sürece geleceğin geçmişe benzeyeceği bir varsa-
yımdı sadece. Ama böyle bir varsayım için ne gibi gerekçeler vardı e limizde,
geçmişte de böyle oldu türünden tümevarımlı gere kçeleri saymazsak ? Eğer
doğanın tekdüzeliği a ncak bu şekilde savunulabiliyorsa, bu tekdüzeliğin
ke ndisi --döngüselliğe düşmeden- tümevarımın savunulmasında kullanı la­
maz. Be nzer biç imde, kimileri tümevarımın geçmişte işe yaramış olduğunu
söyleyerek savunmaya çalıştılar. Ama gelecekte de işe yarayacağı varsa-
yıını , geçmişteki başarılarından tümevanmsal olarak çıkarsanabilir sadece,
dolayısı yla h ala başladığımız yerdeyiz. Hume'un görüşüne göre, kendimizi
tümevarımsal akıl yürütmekten alıkoyamayı z (zaten l lume'un böyle akıl
yürütmek yanlıştır gibi bir iddiası yoktur). O nun iddiası , tümevarımla akıl
yürütme mizin bir gelenek ve a lışkanlık meselesi olduğu, tümevarımın man -
tıksal yollarla <loğrulanamayacağıdır. Hume'un geride bıraktığı "tümevarım
problemi", özellikle bilimin temellerini etkilemesi açısından günümüzde <le
canlı tartışmaların sürdüğü bir alandır.

>> fikrin özü


Şaşmaz bir akıl yürütme mi?
Mantık ve Anlam

28 Berber
Paradoksu
Bir kasabada kendini tıraş etmeyen herkesi tıraş eden bir berber yaşıyor­
muş. Peki berberi kim tıraş eder? Eğer kendini tıraş etmiyorsa tanıma
göre tıraş etmesi gerekir; yok ediyorsa yine tanıma göre etmemesi gerekir.

Yüzey<len bakınca berber para<loksun<la karışık bir şey yok gibi görünüyor.
Ama ilk bakışta akla yatkın görünen senaryo çabucak çelişkiye dönüşü­
yor. Masum görünüşlü meslek tanımı ("ken<lini tıraş etmeyen herkesi tıraş
e<len" adam) as l ında mantıksal açıdan imka n sı zd ı r, çünkü berber tamm la
çelişkiye düşmeden ne kendini tıraş edenler grubuna <lahil olabilir, ne de
tıraş ermeyenler grubuna. Berber tanımına uyan bir kimse
"Felsefenin amacı, (mantıksal olarak) var o lamaz. Öyleyse böyle bir berber yok-
ifade etmeye değmez tur; paradoks çözüldü.
görünecek kadar basit Berber para<loksunun asıl önemi içeriğinde <leğil biçiminde
bir şeyle başlayıp, hiç yatar. Yapısal açıdan bu para<loks bir başkasına, Russell
kimsenin i nanmayacağı paradoksu diye bilinen daha önemli bir probleme benzer.
Russcll para<loksunda sinekkaydı tıraşlı kasabal ı lar değil,
kadar paradoksal bir matematiksel kümeler ve içerikleri söz konusudur. Bu para-
şeyle bitirmektir." doksu çözmenin çok daha zor olduğu ortaya çıkmıştır. Harta
Bertrand Russell, 1918 yüz yı l ünce maremariğin temellerine <linamit koyduğunu
söylemek abartılı olmaz.

Russell ve küme kuramı Küme fikri matematiğin temelinde yer


alır. Matematiksel yöntem, belli ölçütlere uyan şeylerin grubunu (kümesini)
Berber Paradılksu 1
"Bu cümle yanlıştır"
Berber paradoksu ve Russell paradoksunun özünde yatan kendine baş­

vurma sorunu, başka birçok tanınmış felsef i bilmecede de vardır. Bunların


belki de en ünlüsü, köklerinin lö 7. yüzyıla uzandığı düşünülen "yalancı pa-
radoksu"dur. Kendisi de Giritli olan Yunan filozof Epimenides'in söylediği
iddia edilen söze göre, "Bütün Giritliler yalancıdır." En basit versiyonu ise
"Bu cümle yanlıştır," cümlesidir. Cümle doğruysa yanlıştır, yanlışsa doğ ­
rudur. Paradoksun iki cümleli halinde ise bir kağ ı dın bir yüzünde "Öbür
yüzdeki cümle yan lıştır", diğer yüzüne "Öbür yüzdeki cümle doğrudur"
yazılıdır. Burada her iki cümle de kendi başına itiraz edilemez niteliktedir,

dolayısıyla kimilerinin ileri sürdüğü gibi paradoksu saçma diye göz ardı
etmek doğru olmaz.

Bir başka ilginç türev Grelling paradoksudur. iki tür terim tanımlayal ım:
özuyumlu terimler ve özuyumsuz terimler. Özuyumlu terimler ifade ettikleri
şeye uyan terimlerdir; örneğin "dört heceli" teriminin kendisi de dört he-

celi olduğundan özuyumludur. Özuyumsuz terimler ise ifade ettikleri şeye


uymaz; örneğin "uzun" sözcüğünün kendisi kısa olduğundan özuyumsuz
bir terimd ir. Her terim ya özuyumludur ya da özuyumsuz. Öyleyse şuna
bakın: "özuyumsuz" teriminin kendisi özuyumsuz mudur? Eğer öyleyse de-

ğildir, eğer değilse öyledir. Öyle görünüyor ki berber dükkanından kaçmak


mümkün değil.

t anımlar (örneğin l 'den hüyük bütün reci sayıların kümesi ya da asal say ı­
hır kümesi}, arJınJan bu kümedeki elemanların Jiğcr özelliklerini bu ilk
üze iliklerden keşfetmeye ve çıkarsamaya girişir. Felsefi açıdan kümeler özel
bir ilgi kaynağıJır, çünkü matematikteki her ~eyin (sayılar, hağıntılar, fonk-
siyonlar) küme kuramı içinde kuşatıcı biç imde formüle eJilebileceğinin

1901 1905
Berber paradoksu Fransa kra lı keldir
l Mantık ve Anlam
Düşünce berraklığı
Felsefi argümanlar çoğu zaman karmaşık olur ve büyük bir kesinlikle ifade
edilmeleri gerekir. Bazen filozoflar kendilerini zekalarının görkemine kaptı­
rınca argümanlarını takip etmeye çalışmak çamurda bata çıka yürümekten

beter olur. Eğerkriket kurallarını anlamanın zor o l duğunu düşünüyorduy­


sanız, bakalım Bertrand Russell ' ın "bir sınıfın sayısı"nı tanımlarken giriştiği
akıl yürütmeye ayak uydurabilecek misiniz:

"Bu yöntem, bir sınıfın sayısını bu sınıfa benzeyen tüm sınıfların sınıfı olarak
tanımlamaktır. Bu sınıflar sınıfına üyelik (yüklem olarak kabul edilir) benzer
tüm sınıfların -sadece ve sadece onların- ortak bir özelliğidir; dahası, benzer
sınıflar kümesinin her sınıfı, kümeyle bir bağıntıya sahiptir ki başka hiçbir

şeyle bu bağıntıya sahip değildir, ve her sınıf kendi kümesiyle bu bağıntıya

sahiptir. Do/ayısıyla koşullar bu sınıflar sınıfı tarafından tamamen sağlan­


mıştır, ve bir sınıf verildiğinde belirleyici olma, ayrıca benzer olmayan iki

sınıf için farklı olma özellikleri taşır. İşte bu, bir sınıfın sayısının salt mantık­
sal terimlerle kusursuz bir tanımıdır."

kabulü, matematiği tamamıy la ma ntıksal temelle re oturtmak iç in kümeleri


kullan ma arzusunu a teşlemiştir.

20. yüzy ıl başında Alman matematikçi Gorrlob Frege, aritmetiği n tümünü


küme kuram ı aracılığıyla mantıksal terimlerle tanımlamaya çalışıyordu. O
dönemde küme leri tanımlamak iç in kullanılabilecek koşullar üzerinde kısıt­
lamalar ol mad ığı varsayılıyordu. İngiliz filozof Bertrand Russell'ın 1901'cle
fa rk eniği problem, kümelerin kendi kend ilerinin üyeliği meselesine odak-
l anıyordu. Bazı kümeler kend ile rinin üyeleridir. Örneğin, mau.:ınatiksel
n esnele r kümesinin kendisi de matemat iksel bir n esnedir. Başka kümele-
rin üyeleri kendileri değildi r: Asal sayıla r kümesinin kend isi bir asal say ı

il
Berber Paradoksu 1
"Bir bilim insanı için yapıtı tam bittiğinde temelin
çökmesinden daha can sıkıcı bir şey olamaz. Bay
Bertrand Russell' ın yapıtım neredeyse matbaadan çıkmak
üzereyken gelen mektubu beni o duruma sokmuştu ."
Gottlob Frege, 1903

değildir. Şimdi de kendisinin üyesi olmayan bütün kümelerin kümesini dü-


şünün. Bu küme kendisinin üyesi midir? Üyesiyse değildir, değilse üyesidir.
Bir başka deyişle, bu kümenin üyeliği kendisinin bir üyesi olmamasına bağ­
lıdır. Berber paradoksuna benzeyen düpedüz hir paradoks. N e var ki berbe r
paradoksunun tersine, sorun yaratan kümeyi başımızdan savmak mümkün
değildir; ya da en azından küme kuramının o dö ne mde anlaşıld ığı h alinde
hir gedik açmadan hunu yapmak mümkün değildir.

Küme kuramının kalbinde yer alan ve Russell paradoksuyla gözler ö nüne


serilen çelişkiler, kümenin matematiksel tanımı ve ele alınışının temelde
hatalı olduğunu gösterdi. Eğer bir çelişki varsa, bu çelişkiyi temel alan he r
ifadeyi mantık kurallarıyla kanıtlamak mümkündü. O za ma n hangi kan ıt
geçerli, hangisi geçersiz, hepsi birbirine girerdi. Matematiğin temellerinden
yeniden inşa edilmesi gerekiyordu. Çözümün anahtarı, küme üyeliği konu-
sundaki ilkele re bazı k ısıtlamalar getirmekte yatıyordu. Russell, problemi
gözler önüne sermekle kalmadı, çözüm öne risi getiren ilk düşünürlerden biri
oldu. Kcn<li denemesi sadece kısmen başarılı olduysa da başkalarının doğru
yolu bulmasına yardım etti.

>> fikrin özü


Eğer öyle ise öyle değildir,
yok öyle değil ise öyledir.
1 Mantık
ve Anlam

29 Kumarbaz
Yanılgısı
Monty ve Carlo, krupiye kızın kazanamayan fişleri masadan süpürüşüne
kafalarında bin bir düşünceyle bön bön baktı. Ruletin son birkaç dönüşünde
ikisi de bahis yerleştirmemişti; masada oyunun nasıl döndüğünü hissetmeye
çalışıyorlardı . Ama üst üste kırmızı numaralar geldikçe -arka arkaya tam
beş kere- sabırsızlanmaya başlamışlardı. Daha fazla bekleyemediler. Pek de
orijinal denilemeyecek bir şekilde, "Kazanmak için oynamak gerekir" diye
düşündü ikisi de ...

... Fişlerini yerleştirmek için uzandığında Monty şöyle d~ünüyordu:

" Peş /Jeşe beş kırmızı! Altıncısı gele mez artık. Gelmesi ihtimali ne olabilir!
Ortalamalar yasa.~ına göre siyah gelmesi gerek."

O sırada Carla ise şöyle d~ünüyordu:

"Vay canına, kırmızılar seriye bal!;ladı! Bu sefer fırsaıı kaçırmayacağım.


Kırmızı gelmesi gerek."

"Bahisler kapandı," diye duyurdu krupiye.

Peki kimin kazanması daha yüksek olasılık? Monty mi Carlo mu? Muhte-
melen ikisi de değil. Kesin olan şu ki ikisi de aynı hataya düştü: kumarbaz
yan ılgm (ya da Monte Carlo yan ılgısı). Üstelik bu h ataya düşen ilk onlar
Kumarbaz Yanılgısı 1
değildi ;
tarih hoyunca aynı yanılgıya düşmüş belki milyar-
larca insandan ikbiydilcr (zar yaklaşık o larak IÖ 2750'de
Uçağa bomba sokmaya
keşfedilmiştir) .
çalışırken yakalanan
adamın hikayesi, kumarbaz
"Siyah gelmesi gerek" Monty peş peşe beş kere
yanılgısına güzel bir
kırmızı gelmesinin sıra dışı olduğu konusunda haklı : (hilesiz
bir masada ve masaya göre bir veya iki yeşil sıfırı hesaba örnek oluşturur. "Başka
katmazsak; bkz. kutucuk) olasılık 32'de 1'd ir; peş peşe al tı kimse uçağa bomba
kırmızı gelme olasılığı dah a da düşüktür - 64 'tc 1. Ama bu getirmesin diye getirdim hu
olasılıklar sadece d izinin başlangıcında, teker h iç dönme- bombayı ," der adam polise.
mişken geçerlidir. Monty'n in sorun u şu ki, bu görece ender "D~ünsenize iki kişinin
rastlanan o lay (peş peşe beş kırm ızı ) çoktan meydana geldi birbirinden habersiz uçağa
ve bu durumun bir sonraki sayının kırmızı olup olmayacağı bomba getirmesi ne kadar
konusunda hiçbir etkisi yok. Bunun olasılığı yi ne her zaman zayıf bir ihtimal olmalı! "
olduğu gibi 2'de 1, ya da 50:50'dir. Rulet çarklarının -tıpkı
bozuk paralar, zarlar ve piyango topları gibi- hafızası yok-
tur, dolayısıyla bir şeyleri dengelemek ya da eş itlemek için

Kumarhaneyi yenemezsin
Kumarhane oyun l arında kasa nı n birazcık daha düşüktür. Aynı şe­
genellikle avantajı vardır, yani ola- kilde yirmi bir oyununda kasanın
sılıklar hafiften kasadan yanadır. 21'i oyuncunun 21'ini yener. Tek
Örneğin rulette kırmızı da siyah da bir oyuncunun müesseseyi yen-
olmayan bir (Avrupa ruleti) ya da mesi her zaman mümkün olsa da,
iki (Amerikan ruleti) yuva vardır. zaman içinde ve toplamda mües-
Böylece kırmızı ya da siyah oyna- sesenin galip çıkacağı neredeyse
yarak kazanma şansınız %50'den kaçını l mazdır.

1 1950 1963
Tutuklu ikilemi Üç parça l ı bilgi kuram ı
Mantık ve Anlam

"ortalamalar yasasından kaçan bir kanun kaçağı


gibi hissediyorum kendimi."
Bill Mauldin, 1945

geçmişle ne olup bitti ğini hesaba kala mazlar. 1 lerhangi bir geçmiş olay ın
ya da olayla r d izisinin n e kadar düşük ihtimalli olduğu (rasgele ve bağımsız
oldukları ; ürece), gelecekteki olayların ihtimalle rini ilgilendirmez. Başka
türlü sanmak kumarbaz yanılgısıdır.

"K.ınnızılar seri yakalayınca" Carlo'nun durumu daha mı iyi?


Muhtemelen hayır. Tıpkı Mon ty gibi, gelecekteki bir sonucu, o sonuç üze-
rinde belli ki hiç etkisi olmayan olaylara dayanarak tahmin etmeye çalışıyor.
Önceki olaylar gerçekten rastlantısal ise, C arlo da kumarbaz yanılgısının
kurbanı. Yal n ız unutmamak lazım ki bu yan ı lgı gerçekten bağımsız olaylar
içi n geçerlidir. Diyelim ki bir at peş peşe dört yarış kazandı, bu beşinci yarışı

Eğer piyangoya katılıyorsanız,


kazmaya başlayın. ..
Sayısal lotoda aynı altı sayının iki kere arka arkaya çıkması o l asılığı nedir7
200.000.000.000.000'da 1 (200 m ilyon milyonda bir). Pek yüksek bir olasılık
sayılmaz. Öyleyse geçen haftanın sayılarını tekrar oynamak için tam anla
mıyla avanak olmak gerek . .. Eh belki de öyle, ama başka altı sayı seçmek
de aynı derecede avanaklıktır. Kumarbaz yanı l g ısının bir başka örneğid i r
bu. Belli bir sayı kümesi çoktan çı ktıysa, bu sayıların tekrar çıkma o l asılığı
seçilecek başka sayı l arınkinden daha çok ya da daha az de{lildir: 1'e karşı
çok daha cazip bir 14 milyon. Öyleyse en iyi stratejinin belli bir sayı küme-
sine sarılıp kalmak mı yoksa her hafta rakam l arı değiştirmek mi olduğunu
merak eden insanlar için söyleyelim, arada fark yoktur. Gerçi bahçede çukur
kazarak define a rarsanız daha çok şansınız olabilir.
Kumarbaz Yandgısı 1

Ortalamalar yasası
Kumarbaz yanılgısını savunmak adına öne değeri olan 5'ten büyük ölçüde sapabilir; ama
sürülen mazeretlerden biri ortalamalar yasa- parayı çok defa, diyelim ki 1000 defa atıp tu-
sıdır. Bu sözde yasaya göre, bir şey geçmişte tarsanız turaların sayısı
beklenti değeri olan
umulandan daha az meydana gelmişse ge- 500' e muhtemelen çok daha yakın olacaktır.
lecekte daha çok meydana gelecek demektir Havaya atma sayısı ne kadar büyürse turala-
(ya da tersine, bir şey geçmişte sık meydana rın sayısı da beklentiye o kadar çok yaklaşır.
gelmişse gelecekte meydana gelme ihtimali Dolayısıyla, eşit olasılığa sahip rasgele olaylar
düşmüştür). Buna dayanarak olayların "uzun dizisinde, dizi yeterince uzatılırsa iki olayın sa-
vadede eşitleneceği" düşünülür. yılarının eşitleneceği doğrudur. Ne var ki bu
istatistik yasası tek bir olayın ihtimalini etkile-
Bu hatalı yasanın
cazibesi, sahici bir istatistik mez. Şimdiki olayın ortalamadan daha önceki
yasasıolan büyük sayılar yasasına benzerliğin - sapmaya ilişkin bir hafızası yoktur ve daha
den kaynaklanır kısmen. Bu yasaya göre, hileli önceki bir dengesizliği düzeltmek için sonucu
olmayan bir bozuk parayı birkaç kez, diyelim değiştiremez. Dolayısıyla kumarbazın teselliyi
ki 10 kez, atarsanız, turaların sayısı beklenti ortalamalar yasasında araması yersizdir.

kazanacağı konusunda çok iyi bir gösterge olabilir. Eğer bir bozuk para peş
peşe 20 defa tura gelirse, paranın hile li olduğu sonucuna varmak, bu katlar
olasılık dışı bir olayın salt şans eseri meydana geldiği sonucuna varmaktan
<laha akla uygundur. Aynı şekilde, rulette üst üste defalarca kırmızı gelmesi
çarkta bir gariplik olduğu anlamına gelebilir; n e var ki böyle bir sonuç çıka­
rabilmek iç in dört kez üst üste kırmızı gclmi~ olması çok yete rsizdir. Başka
bir <leli! olmadığı sürece Carla da Mon ty gibi yanılıyor de mekti r.

>> fikrin özü


lasıhklara karşı
Mantık ve Anlam

30 Sorites
Paradoksu
Varsayın ki (eğer varsaymanız gerekiyorsa) başınız saçlarla kaplı. Bu yak-
laşık 100.000 saç teliniz var demektir. Şimdi bir tanesini çekip kopartın.
Bu sizi kel yapar mı? Elbette yapmaz. Tek bir saç teli herhangi bir fark
yaratmaz. 99.999 saç teli hala saçlı bir kafa demektir.

Aslında eğer kel deği lseniz, tek bir saç telini çekip kopartmanın sizi kel
yapmayacağı konusunda hepimiz hemfikirizdir kuşkusuz. Ama bir saç daha
kopartırsanız, bir tane daha, bir tane daha ... Kopartmaya bayağı bir süre
devam ederseniz kafanızda hiç saç kalmayacak ve su götürmez bir ~eki ide kel
kalacaksınız. Öyleyse tartışılmaz bir kel-olmama durumundan tartışılmaz
bir kellik durumuna geçiyorsunuz ve bunu söz konusu etkiyi tek ba~ına asla
yaratamayacak bir dizi adı mla gerçekleştiriyorsunuz. Peki değişim ne zaman
ortaya çıkıyor?

Genellikle Antik Yunan mantıkçı Mileros'lu Evbulides'e atfedilen ve sori-


tes paradoksu diye bilinen ünlü bir bilmecedir bu. "Sorites" Yunanca "yığın"
anlamındaki "soros" sözcüğünden gelir. Bilmecenin orijinal anlatımında bir
kum yığını vardır. Çıkarma (saç tellerinin çıkartılması) değil de ekleme
(kum tanelerinin eklenmesi) ile ifade edilen argüman şöyle bir şeydir:

1 kum Lanesi yığın ol uşturmaz


Eğer 1 kum tanesi yığın oluşturmazsa 2 kum Lanesi de oluşturmaz.
2 kum tanesi yığın oluşturmazsa 3 kum Lanesi de yığın olu~runnaz.
Sorites Paradoksu 1
[o zam an ta k i ... J
99.999 kum tan esi yığın oluşturmazsa 100.000 k um tanesi de y ığın
oluşturmaz.
Demek k i 100.000 kum tan esi yığın oluşturmaz.

Ama kuşkusuz h erkes bu sonuca karşı çıkacaktır. Öyleyse nerede h at a


yaptık ?

Belirsizlik soruıılan Bu türden yenilir yutulur o lmayan b ir sonuçla


karşı karşıya kalınca, argümanda geriye doğru g itmek gerekir. Ya argümanın
dayandtğı ön cülle rde, ya da akıl yürütmede bir h ata olma lıdır. Aslında çok
ama çok eski olmasına rağmen, bu parad oksun e n iyi nasıl ele alınacağı
konusunda açık bir uzlaşma hala yoktur.

Parad okstan kurtulmanın bir yolu, kimilerinin d ile getirdiği gibi tek bir
kum tan esi eklemenin fark yarattığı bir nokta bulund uğunu kabul e tmek -
tir. Buna göre yığın o lan ile o lmayan arasındaki sınırı belirleyen kesi n bir

Ölümcül mantık
Devekuşu eğilimle ri sergileyen sigara "Bir sonrakinden sonraki sigara beni
tiryakileri bazen sorites paradoksunun öldürmez." Bu böyle devam eder
altında yatan h a talı akıl yürütmeye ama ne yazık ki sonsuza kadar değil.
kapılırlar. Tiryaki, hiç de mantıksızca Tek bir sigaranın sizi öldürmeyeceği
olmayan bir ş ekilde, " bir sonraki si- konus undaki muhtemel gerçek (oysa
gara beni öldürmez" diye akıl yürütür. içilen sigaraların toplamı büyük ola s ı­
Bu konuda anlaştıktan sonra, sorites- lıkla öldürecektir) tiryaki için zayiatına
vari bir şekilde şu iddiada bulunur: değm eyecek bir zaferi temsil eder.

- .~i 1901 1905 1954


Berber paradoksu Fransa kralı keldir Kaygan zeminler
1
Manbk ve Anlam

Bulanık mantık
Geleneksel mantık iki değerlidir: Her önerme derecel erine yer açmak için geliştirildi. Bu
ya doğrudur ya da yanlış. Ama doğal dildeki mantıkta do{lruluk, doğru (1) ile yanlış (O)
birçok terim bu tür bir kesinlik içermez. Bu arasında bir süreklilik oluşturur. Dolayısıyla
durum sorites paradoksunda da açıkça görü- örne{lin " kısmen
do{lru" ya da " aşağı yukarı
lür. Mantık her şeye do{lru veya yanlış olarak doğru" bir önerme, 0,8 derece doğru ve 0,2
katı bir biçimde yaklaştığı sürece doğal dilin derece yanlış olarak temsil edilebilir. Bula-
kapsamını ve karmaşıklı{lını kuşatamaz . nık mantık, "akıllı" sistemlerin do{lal dilin

belirsizliklerini ve nüans l arın ı dikkate alması


Bulanık mantık, bilgisayar uzmanı Lütfi gereken yapay zeka araştırmalarında özellikle
Zade tarafından belirsizli{le ve do{lruluk önemlidir.

eşik vardır. Öyle bir eşik varsa bile açıkçası ne rede olduğunu hilmiyoruz ve
öne rilen herhangi hir ayırma çizgisi de tümüyle keyfi görünüyor - örneğin
100 1 tane yığın oluşturuyor da 999 oluşturmuyor mu? Bu gerçekten de sağ­
duyunun ve ortak sezgilerimizin suratımı çarpılan sert bir tokattır.

Daha umut verici bir yol, a rgümanın altında yatan önemli bir varsayıma
yakından bakmaktır: Yığın-olmayanın yığın haline gelmesini sağlayan
sürecinin, ay rık tanelerin te ke r teker eklenmesi i şlemi o larak tamamen
çözi.imlenehileceği varsayımıd ı r bu. Bu ay rık adımların yığın oluşturma sü-
reci ni tam o larak yansıtmadığı açıktır.

Bu ya nlış çözümleme, yığın-olmayandan yığına geçişin bir süreklilik oldu-


ğunu, dolayısıyla değişimin gerçekleştiği söylenen belli h ir noktanın va ~

"Karmaşıklık arttıkça kesin ifadeler anlamını yitirir,


anlamlı ifadeler ise kesinliğini yitirir."
Lütfi Zade, 1965
Sorites Paradoksu

"Tam doğru diye bir şey yoktur; tüm doğrular


yarı doğrudur. İşleri karıştıran, onları tam
doğrularmış gibi ele almaya çalışmaktır."
Alfred North Whitehead, 1953

olmaJığı gerçeğini gözde n kaçırır (belirsizlik içeren benzer sorunlar iç in


bkz. sf. 8 7). Bu örnek, sorites paradoksunun uygulanabileceği tüm te rimler
hakkında sadece yığın ve kellik deği l , uzunluk, büyüklük, zenginlik, şiş­
ko luk ve J aha sayısız terim hakkında- bir şey söyler hize. Tüm bu terimle r
eşit de recede belirsizJir; onları karşıtlarından -kısalık, yoksulluk, zayıflık
vs.'den- ayı ran kesin bir çizgi yoktur.

Bunun öne mli bir sonucu, terim lerin aç ı kça uygun düşmediği s ınır du-
rumların h e r zaman var olmasıdır. Dolayısıyla, örneğin Jüpedüz kel o la n
ve düpedüz kel o lmayan insanl ar varsa da, bu iki uç aras ında bağlama ve
koşullara göre kel sayılabilecek çok dah a fazla insan yer alır. Bu belirsizlik-
ten dolayı, "X keldir" cümlesinin (tartışmasız biçimde ) doğru ya da yanl ış
olduğunu söylemek her zaman anlamlı değildir. Doğal dilde kesin Joğru­
luklardan ziyade farklı Joğruluk dereceleri olması, her önermenin ya doğru
ya yanlış kabul edildiği iki değerli klasik mantık ile uyuşmazlığa neden o lur.

Eğer klasik mantık doğal dilin nüanslarını bütün yönleriyle yansıtaca ksa,
be lirsizliği
ele alışının gözden geçirilmesi gerektiği anl aş ıl ıyor. Günümüz-
deki bul a nık mantık ve diğer çok-değerli mantıklara doğru olan gidişatın
nedeni hudur (bkz. kut ucuk).

>> fikrin özü


Kaç kum tanesi bir yığın oluşturur?
' Mantık ve Anlam

31 Fransa Kralı
Keldir
Size "Fransa kralı keldir" desem, ya deli, ya cahil dersiniz içinizden.
Peki ama söylediğim gerçekten yanlış mıdır? Eğer yanlışsa, (yerleşik
bir mantık yasasına göre) zıddmm doğru olması gerekir: "Fransa kralı
kel değildir" . Ama bu da doğru olmadı. Belki bu iddialar ne doğru ne de
yanlıştır - ikisi de düpedüz anlamsızdır. Ama tuhaf olsalar da anlamsız
diyemeyiz bu cümlelere.

Filozollar gerçekten böyle konulara kafa yorar mı ? Kaşıyacak bir şey olsun
diye uyuz icat etmek ne ac ı diye düşünebilirsiniz. Evet, öyle yapıyorlar işte,
ülke iki yüzyıldan fazla bir süredir cumhuriyetle yönetilmesine rağmen, ~on
yüz yıldır çok güçlü bir felsefi zihin enerjisi Fransa kra lına harcanıyor. Bu ve
buna benzer bilmecelere yönelik ilgi Britanyalı fi lozof Bcnrand Russell'ın
betimler kuramına esin kaynağı oluşturdu. Söz konusu kuram ilk olarak
1905 tarihli, "On Denoting" (Belirtmek Üstüne) başlığını taşıyan etkili
bir makalede ileri sürüldü. 20. yüzyı 1başımla lngi lizce konuşan filozofların
yaptığı başka birçok çalışma arasında yer alan bu kuram, bir dille açık l a­
nabilecek dünyaya dair bilgi edinmenin en emin yolunun -belki de tek
yolunun-o dilin ve altında yatan mantığın incelenmesi olduğuna inancına
dayanıyordu.

Dikenli iki konu Russell'ın betimler kuramının ana odağı, "kesin


betimler" diyebileceğimiz terimler sınıfıdır: "Ay'a ayak basan ilk insan 1',
"en küçük asal sayı ", "dünyanın en yüksek dağı", "lngiltcre'nin halihazır­
daki kraliçesi" gibi. Dilbilgisel hiçim açısı ndan bu tür ifadelerin yer aldığı


Fransa Krah Keldir 1
"Böylece '2. Charles'ın babası idam edildi' .. -
cümlesi şu hale gelir: 'x konusunda, x'in 2. Düşününce

Charles'ın babası olduğu ve x'in idam edildiği apaçık . ..


her zaman yanlış değildir' ve 'y konusunda, eğer
y 2. Charles'ın babasıysa, y x'e özdeştir' her
zaman doğrudur."
Bertrand Russell, 1905
,
-----
cümleler -örneğin "Ay'a ayak basan ilk insan Amerikal ıydı"-, "Neil Arm-
strong Amerikalıyc.lı" gibi "özne-yüklem cümleleri"ne denktir. Son örnekte,
"Neil Arınstrong" özel isimdir. Özel isim, belli bir nesneyi (bu örnekte
belli bir insanı) belirttiği ya da gönderme yaptığı için "göndergesel"dir.
Cümlenin geri kalanı ona bir özellik (bu örnekte Amerikalı olma özelliği)
atfeder. Özel isimlere yüzeysel açıdan benzemelerine rağmen, kesin betimler
günc.lergescl ifac.leler olarak ele alındığında sorunlar çıkar. Russell'ın 1905
tarihli makalesinin arc.lınc.laki itici güçlere.len biri, bu sorunlara çözümler
getirmekti. Russell'ın karşı karşıya ka ldığı başlıca sorunlardan ikisi ~unlarc.lı:

1. Bilgilendirici özdeşlik ifadeleri


Eğer a ve lı özdeş ise, a'nın her özelliği b'nin de özelliğidir. b'yi içeren her
cümlec.le cümlenin c.loğru-yanlışlığını etkilemeksizin b'nin yerine a konu-
labilir. Örnek olarak George, Scott'ın Waverley romanının yazarı olup
olmadığın ı öğrenmek istiyordu. Scott gerçekten de bu romanın yazarı oldu-
ğuna güre, "Scott" yerine "Waverley romanının yazarı" koyabiliriz. O zaman
George, Scott'ın Scott mı olduğunu öğrenmek istiyor c.leıniş oluruz. Ama bu
George'un öğrenmeyi istediği şeye hiç de benzemiyor. "Scott Waverley ro-
manının yazarıc.lır" cümlesi, "Scott Scott'tır" cümlesinin olmadığı biçimde
bilgi lend iricid i r.

ır 1901 1905 1953


Berber paradoksu Fransa kralı keldir Kutudaki böcek
Mantık ve Anlam

Varoluşsal kaygı
Pek çok kesin betim, hiçbir şey belirtmez. Söz olmayan şeylerden bahsetmek gibi istenme-
gelimi, "En yüksek asal sayı yoktur'' demek yen metafiziksel bir yükün altına girmemeyi
isteyebiliriz. Ama olmayan bir şeyin özelli- başarır. (Olası) yükün en tartışmalı parçası
ğin i belirtmek düpedüz saçmadır; var olan elbette Tanrı'dır; Tanrı'nın varlığına ilişkin
bir şeyin var olmadığını söylemeye benzer. en dikkate değer argümanlardan birinin (on-
Russell' ı n böyle cümleleri baştan çözümle- tolojik argüman, bkz. sf. 160) bariz kusurları
mesi, bu tür bir şey belirtmeyen ifadelerin Russell'ın çözümlemesiyle sergilenmiştir.
nasıl anlamlı o l abileceğini açıklarken, var

2. Manuk yasalarının korunması


Üçüncü halin imkansızlığı yasasına göre (klasik mantığın bir yasası) eğer "A
B'dir" yanlışsa, "A B değildir" doğru olmalıdır. Öyleyse, eğer "Fransa kralı
keldir" ifadesi yanlışsa (eğer 21. yüzyılda söyle niyorsa yanlış görünmektedir)
"Fransa kra lı kel değ ildir" ifadesi doğru olmalıdır. A ma bu da yanlış görün-
mektedir. Eğer bir ifade ve onun olumsuzunun ikisi birden yanlışsa, mantık
biliminin temelinde ciddi bir sorun var demektir.

Russell'ın çözümü Russell'ın görü~üne göre bu sorunların çözümü,


buradaki kesin be timlere göndergesel ifadelermiş gibi davranmakt::ın vaz-
geçmektir. Böyle durumlarda görünüşler a ldatıcıdır; yukarıda verilen çeşitli
örnek cümleler, özne-yüklem cümlelerinin dilbilgisel biçimine sahip o lsalar
da mantıksal b içimine sahip değildir. C üml elerin doğru mu yanlış mı ol-
duğunu belirleyecek olan ve bu cümlelerden çıkartabileceğimiz sonuçlar,ı
doğrulayabilecek olan da mantıksal yapıdır.

Göndergesel özne-yüklem modelini bir kenara bırakan Russell, onun yerine


kesin bet imler içeren cümlele rin "varoluşsal bakımdan nicelenmiş" cümle-
le r o larak ele alınması gerekti ğini önerir. Dolayısıyla, onun çözümlemesine
göre, genel biçimi " F G'dir" o lan bir c ümle üç ayrı sava bölünebilir: "Bir
Fransa Kralı Keldir

"Kel olan şeyleri, sonra da kel olmayan şeyleri


saysaydık, şimdiki Fransa Kralı'nı iki listede de
bulamazdık. Sentez-sever Hegelciler herhalde
kralın peruk taktığı sonucuna varacaktır."
Bertrand Russell, 1905

F v::ırdı r"; "F o lan şey bir<len fazla değil<lir" ve "eğer bir şey F ise, öyleyse
G'<lir". Russell bu tür çözümlemeyle önceki gizemleri çabucak dağırır:

1. "Scott, Waverley kitabının yazarıdır" cümlesi şöyle çözümlenir: "Bir ve


sa<lece bir kişi var<lır, o da Waverley kitabının yazarıdır, ve bu kişi Scon'tır. "
George için bunun doğru olur olma<lığını merak etmek başka şeydir, gön-
<lergesel mo<lclde kastedilen özdeşlik ifa<lesini merak etmek başka.

2. "Fransa'nın şimdiki kralı ke ldir" cümlesi, Russell' ın çözümlemesinde


şuna dönüşür: "Öyle bir kişi vardır ki sadece bu kişi şim<li Fransa kralı<lır ve
bu kişi keldir". Bu yanlıştır. Bunun yadsınması, Fransa kralı kel değildir (ki
bu da yanlıştır) şeklinde <leğildir: "Öyle bir kişi yoktur ki sadece bu kişi şimdi
Fransa kralıdır ve bu kişi kcl<lir." Ru ifa<le doğrudur, <lolayısıyla üçün cü
halin imkansızlığı yasası korunmuştur.

>> fikrin özü


Dil ve mantık
Mantık ve Anlam

32 Kutudaki
Böcek
"Herkesin bir kutusu, kutusunun içinde de bir şeyi olduğunu varsayın.
Bu şeye 'böcek' diyelim. Kimse bir başkasının kutusuna bakamıyor ve
herkes yalnızca kendi böceğine bakarak bir böceğin ne olduğunu bildiğini
söylüyor. Bu durumda herkesin kutusunda farklı bir şey olması tamamen
mümkündür. Hatta böyle bir şeyin sürekli olarak değiştiği bile düşünü­
lebilir. Peki 'böcek' sözcüğünün insanların dilinde bir kullanımı varsa ne
olur? Bu sözcük bir şeyin adı olarak kullanılmaz. Kutudaki bu şeyin dil
oyununda hiçbir yeri yoktur; bir şey olarak bile yeri yoktur - çünkü kutu
boş bile olabilir."

"Acı" dediğinizde neyi kastediyorsunuz? Ne kastecciğim belli diye dü-


şüneb ili rsin iz
- kendi öznel deneyiminiz içindeki birçok h isten belli bir
tanesinden bahsediyorsunuz. Ama Avust uryalı filozof Ludwig Wittgenstein,
böyle olmadığını, hatta olamayaca~nı ileri sürer. Nedenini kutudaki böcek
benzetmesiyle açıklar. İçsel deneyiminizi bir kuru olarak düşünün. Kutuda
her ne var ise siz onu "böcek" diye adlandırıyorsunuz. Herkesin bir kutusu
var, ama herkes daima sadece kendi kutusunun içine bakabiliyor, asla
başkasınınkine bakamıyor. Herkes kutusunun içindekilerden söz ederken
"bücek" sözcüğünü kullanıyor, oysa kutuların deği~ik ~eyler içermesi, ya da
asl ında hiçbir şey içermemesi pekala mümkün. "Böcek" derken insanlar sa-
dece "kutularında olan şeyi" kastediyorlar. Kutuların asıl içindekiler ilgbiz,
anlamla hiçbir ilgileri bulunmuyor. Böceğin kendisinin ne olduğunun ise
üzerinde dü~ünü lmüyor. içimizde neler o lup bittiği hakkında konuşurken
Kutudaki Böcek 1
kamusal söylem aracılığıyla öğrenilmiş ve kamusal ku- "cümleye bir araç olarak,
ralların hükmettiği <lili kullanırız. İçsel, öznel hislerimiz anlamına ise amacı olarak
başkaları tarafından incelenmenin ötesinde olduğundan,
temelinde kamusal olan bu etkinlikte bir rol oynayamaz. bakın."
Bu söz konusu hisler gerçekte her ne iseler, acı gibi sözcük- Ludwig Wittgenstein, 1953
lerin anlamlarıyla hiçbir ilgileri yoktur.

Özel dil argümanı Kutudaki böcek benzetmesi Wittgenstein ta-


rafından, 20. yüzyıl ın en etkili felsefi argümanların<lan biri ulan "özel dil
argümanı"nın sonun<la öne sürülmüştür. Witrgenstein'dan önce, yaygın
(ve sağduyuya dayalı) dil görüşü, sözcüklerin anlamlarını dünyadaki şeyleri
temsil ederek ya da simgeleyerek kazandığı yulun<lay<lı. Sözcükler "göste-
ren"dir - şeylere etiketlenerek u şeyler<len bahsetmeye yarayan adl::ırdır.
Acı gibi hisler söz konusu olduğunda, etiketleme süreci (kurama göre) bir
tür iç-gözlemle gerçekleşir; belli bir zihinsel olay ya <la <leneyim, belli bir
sözcükle açıklanır ya <la ilişkilen<lirilir. Dahası, dünyayla tüm temasımızın
içsel temsiller veya "idealar" yoluyla gerçekleştiğini savunan "i<leaların yu-
lu"nu izleyen Descartes ve Locke gibi filozoflar için (bkz. sf. 12), dilin bütün
anlamı her sözcüğün ~u veya bu zihin nesnesiyle eşleştirildiği içsel sürece
nihayetinde bağımlı olmak zorundadır. Özel dil argümanın<laki amaç ise
sözcüklerin anlamlarını bu şekilde kazanabileceğine karşı çıkmaktır.

Diyelim ki belli bir hissin her meydana gelişini bir <leftere H harfi yaza-
rak kaydetmeye karar ver<liniz (<liyur Wittgenstein). H "şu anda yaşadığım
his" anlamına gelen tümüy le özel bir işarettir. Bir sonraki seferde bu işareti
doğru kullandığın ı zı nasıl anlarsınız? tık seferin<le a<lland ırmayı doğru kılan
tek şey sizin öyle ol<luğu yolundaki kararınmlı; bir sonraki seferde adlan-
<lırmayı doğru kılan tek şey de o anda vardığınız karnrdır. Bir başka <leyişle,
nasıl hissettiğinize siz karar verirsiniz; adlan<lırma size <luğru gibi geliyorsa
doğrudur. Bunun üzerine Wittgenstein, burada "doğru" diye bir şeyden bah-
se<lcmeyeceğimize karar verir, çünkü bağımsız bir "doğruluk ölçütü" yoktur,
kişinin kendi özel deneyiminden başka bir stan<lart yoktur. Bu tıpkı "Ama

1690 1905 1953


Algı perdesi Fransa kralı keldir Kutudaki böcek
1Mantık vı Anlam

Sineğe yardım
Wittgenstein'ın özel dil argümanının yankıları dil felsefesinin çok ötesine
yayı l dı20. yüzyılın ilk yarısında dil pek çok felsefe çalışmasının odağında
yer aldı. Bilginin sınır larının dille çizildiği yaygın kabul görüyordu. " İnsan
konuşamayacağı şey hakkında susmalıdır, " demişti genç Wittgenstein.
Dile bııkış açısındaki büyük değ i şiklik, felsefede bir bütün olarak ciddi bir
sarsıntıya yol açtı. Ayn ı
derecede dikkate değer bir başka olgu da Wittgen-
stein'ın çalışma l arının
felsefenin stili ve yöntemi üzerinde ya rattığı etkiydi.
Wittgenstein modern felsefenin büyük bölümünün yan l ış yolda olduğu ka-
nısındaydı. Özel dil argümanıyla dil anlayışındaki köklü yanılg ıyı ve bunun
yol açtığı yanlış düşünme şeklini gözler önüne sermeyi amaçlıyordu . Ona
göre filozoflar belli anlatım biçimlerine aşırı önem atfediyor, dilin gerçek
kamusal etkileşimde nas ı l kullanıldığına yeterince eğilmiyorlardı. Algıla ­

nan sorunları ortaya koymak için önce soyutlama ve genelleme yapmaya,


ardından çözüm aramaya alışmışlardı. Bunun sonucunda kendileri için
sorunlar yara tıyorlardı. Bunun tek nedeni de "dilin tatile çıkmış olma-
sı"ydı. Wittgenstein'ın meşhur
önerisi, felsefe yoluyla kuram değil , tedavi
aranmasıydı. Onun renkli hayal gücüne göre, filozoflar şişenin içinde
hapsolmuş sineklere benziyordu; Wittgenstein'ın işi " sineğe şişeden çıkış
yolunu göstermek" ti.

ben boyu mun ne kadar okluğunu biliyorum!" diyen birisinin bun u kanıt­
lamak için elini başının tepesine koymasına benzer. Özel b ir işaretin doğr,u
kullanılıp kullanılmad ığını belirlem enin keyfi o lm ayan b ir yol u olmadığına
göre, böyl e bir işaretin anlamı olam az. Bu tür işaretlerden oluşan bir dil de
("özel b ir d il") anlamsız o lacak , o d ili konuşana bile anlaşılmaz gelecek t ir.

Kullanım yoluyla anlam Dolayısıyla sözcük ler , anlamlarını "içsel


süreç" m odel inin varsayd ığı şekilde kazanmazlar, ve k azan amazlar. Öyleyse
anlamlarını nasıl elde ed erler ?W i ttgenstein, özel d ilin i mkansızlığını gözler
,,,
Kutudaki Böcek 1
"Eğer bir aslan konuşabilseydi, biz
onu anlayamazdık."
Ludwig Wittgenstein, 1953

önüne serdikten sonra, kamusal dilin gerekliğine.le ısrar c<ler; sözcüklerin


"sadece yaşamın akışı içinde" anlamı olduğunu söyler. İçimizde saklı duran
gizemli bir süreç olmak şöyle <lursun, tam tersine d ilin anlamı yüzeyde, onu
rnhi nıttuğumuz kullanımın ayrıntısındadır.

Hata, dilin kullanım ve amacını keşfetmemiz ve sonra da anlamını -ek


olgu olarak- günışığına çıkartmak için daha derinlemesine araştırmamız
gerektiğini sanmaktır. Anlam, dili kullananlar arasında oluşmuş bir şeydir:
Bir sözcüğün anlamı üstüne uzlaşmak aslında o sözcüğün kullanımı üze-
rinde anlaşmaktır. Dil kamusaldır, insanların birlikte yaşa<lığı yaşamların
kumaşına pürüzsüzce dokunmuştur; bir dili paylaşmak demek, inançlar ve
varsayımlardan oluşan bir kültürü paylaşmak, dünyaya ortak bir yerden bak-
mak demektir.

Wittgenstein, ku llanıma göre beliren anlam fikrini geliştirmek amacıyla,


bir "dil oyunu" kavramını öne sürer. Dili ustaca kullanmak, dar tanımlı
teknik ya <la mesleki alanlardan geniş kamusa l arenalara kadar, çeşitli
hağlam larda, deyişleri ve sözcükleri yerine.le ve becerikli bir biçimde kulla-
nabilmekte yatar. ister dar ister geniş olsun bu farklı bağlamların her biri
farklı bir dil oyunu oluşturur, her <lil oyununun içinde ona özgü hir kurallar
kümesi uygulanır. Söz konusu kurallar doğru ya <la yanlış değildir, ama ya-
şamc.laki belli bir işlev ya da amaca az ya da çok uygun o labilir.

>> fikrin özü


Dil ları
l Bilim

33 Bilim ve
Sahte-Bilim
Fosiller geçmişte yaşamış canlıların kalmtılan ya da izleridir. Bu canlılar
öldükten sonra taşa dönüşmüş ve kayalar içinde korunmuştur. On bin-
lerce farklı fosil türü keşfedilmiştir .. .

1. ... 3,5 milyar yıl önce yaşayıp ölmüş ilkel bakterilerden, son 200.000 yılda
Afrika'da ortaya çıkan ilk insanlara kadar on binlerce farklı fosil türü keşfedilmi~­
tir. Fosiller ve bunların üst üste kaya katmanlarındaki sıralanışlan yeryüzünde
yaşamın gelişimi üstüne, daha sonraki yaşam fmmlarının daha öncekilerden nasıl
evrildiğini gösteren paha biçilmez bir bilgi hazinesidir.

2 . ... basit bakterilerden ilk insana kadar on binlerce farklı fosil türü keşfedil­
miştir.Bütün bu soyu tükenmiş canlılar buı,'Ün yaşayan bütün canlılarla birlikte,
Tanrı tarafından yaklaşık 6000 yıl önce altı günde yaratılmıştır. Fosilleşmiş
hayvanların çoğu yaradılıştan yaklaşık 1000 yıl sonra meydana gelen ve bütün
dünyayı kaplayan korkunç bir tufanda ölmüştür.

Fosillerin nasıl oluştuğu ve bize ne söylediğine ilişkin bu iki görüş birbirine


taban taban zı ttır. llki ana akım bir yerbilimci ya da fosilbilimcinin dile
getirebileceği türden, epeyce geleneksel bir görüştür. ikincisi, Tevrat'ın
Tekvin bölümündeki evrenin yaradılışına ili~kin anlatının harfi harfine
doğru olduğunu savunan bir Yeni Dünya yaradıl ışçısı tarafından pekala dqe
getirilebilir. Görüşleri dile getirenlerden hiçbiri öbürünün o laylara bakış
biçimine yakınl ık duymaz. Yaradıl ışçı, ortcxloks bili m insanlarının birçok
temel konuda, özellikle de doğal seçilimle evrim kuramını kabul ettikleri
için büyük bir yanılgı içinde olduklarına inanır. Ortodoks bilim insanı ,

ı
Bilim ve Sahta-BUlm 1
Eğer bir delikteyseniz ...
Evrimin altında yatan tarihsel-sıra mantığı, hatası bulunamamıştır - kuramın muazzam
hiçbir yerbilimsel "sıralama hatası" ol- bir onaylanışıdır bu. Yaradılışçıya göre aynı
mamasını gerektirir. Evrim tarihinde daha bulgular son derece can sıkıcıdır. Kanıtları
önce gelenler daha alt kaya katmanlarında, kendi inanışlarına uyumlu bir şekilde açık­
onlardan evrilenler daha üst katman larda lamayı amaçlayan birçok umutsuz öneriden

bulunmalıdır. Bu tamamen sınanabilecek birisi, "hidrolik sıralama eylemi"dir. Buna


ve kendisinin çürüt ülmesine izin veren bir göre farklı yoğunluk, biçim veya büyüklük-
hipotezdir örneğin bir insan fosiliyle (ya ler farklı batma oranlarına neden olmuş,
da insan eliyle yapılmış bir nesneyle) aynı dolayısıyla da hayvanlar farklı katmanlara
kaya katmanında tek bir dinozor fosili bu lu- sıralanmıştır. Bir başka gö rüşe göreyse daha
nabilirse evrim kuramı yıkılıp gider. Gelin zeki hayvanlar daha yükseklere daha iyi ka-
görün ki, gün yüzüne çıkarılan milyonlarca çabildiler ve dolayısıyla boğulmaktan daha
fosil örneği arasında bir tane bile sıralama uzun süre kurtuldular.

yaradılışçının dinsel gayretkeşlikle, belki de siyasal nede nlerle h areke te


geçtiğinive c iddi bi r bilimsel işe giriştiğini sanıyorsa kesin likle yanıldığını
düşünür. Ç ünkü ana akım bilimsel görüşe göre yaradılışçılık, bilim kisvesine
bürünmüş saçmalıkur, sahte-bilimdir.

Bilim önenıliclir Bilim tam olarak nedir? Sahteleri gerçeğinden ayırt


edeceksek bu soruya bir ya nıt bulma mız ge rektiği aç ık . 1!er h alükarda soru
ö ne mli - bilimin iddi aları çok büyük ve küçümsenmeye gelmez. lnsan
yaşamı sadece birkaç yüz yıllık bir zaman diliminde inanılmayacak kadar
dönüşüm geçirdi: yıkı cı h astalıkların kökü kurutuldu , eskiden olsa hafta-
larca sürecek yolculuklar saatler iç inde tama mlanabiliyor, insanoğlu A y'a
ayak bastı , maddenin atomaltı yapısı gözler önüne serildi. Bunlar ve dah a
yığınla şaşırtıcı başarı bilime a tfediliyor. Bilimin öyle bir otoritesi var ki

·~ı 1670 1 739 1962


İman ve akı l Bilim ve sahte-bilim Paradigma kaymaları
'l auım
insanları yıld ırıp eleştirel çözümle me ya da değerlendirmeden vazgeçirmeyi
hede fle me k için bir şeyin "bilimsel" olduğu iddia ed ilebiliyor. A ma a n a
akım bilimdek i h e r gelişme eleştiriden muaf değil. Bilimin uç karakolların­
d an -ya da sahte-bilimde n- yön eltilen bazı idd iala r ise sahte ka rca, çıkarcı
ya d a düpedüz te hlikeli o labiliyor. Dolayısıyla gerçek bilim i tanıyabilmek
çok ön em li.

Bilimsel yöntem "Bilimsel yön tem" hipoteze dayalı yönte mdir:


Gözlemle ve başka yolla rla e lde edilmiş ver ile ri açıklayan b ir iddiada n
başlayan ve nihayetinde varabilirse kuram a vara n b ir yoldur bu. Başarılı
b ir hipotez, elde ki verileri açıklamakla kalmaz, daha sonraki sınamalarda
da başarılı o lur; bunun yanında tahminle r ile ri sürer ve bu tahminlerinde
haklı olduğu görülür. Sonuç ta de n eysel gözle mde n gen e llem eye gidilmiş
o lur. Eğe r gen elle me iyiyse ve uzun incelemelerden sağ o la rak çıkabilirse,
aynı koşullar gerçekleştiği sürece zaman ve mekandan bağımsız olara k doğru
olması beklenen evren sel bir kuram ( teori) o larak ka bul edilebilir. Bu bilim

Yanlışlama
Avusturya doğumlu filozof Kari Popper, tü- Popper'a göre, gerçek bi-
Yanlış l anabilirlik,

mevarım sorununa önemli bir yanıt verdi. limi sahtelerinden ayırt et mek için kullanılan
Temelde sorunun çözülemeyeceğini kabul ölçüttü. "içerikli" bir bilimsel kuram risk alır,
etti ve sürüncemede bırakmayı tercih etti. test edilebilecek ve yanlış olduğu gösterile-
Onun yerine, hiçbir kuramın, bu kuramı bilecek cesur tahminler yürütür. Sahte-bilim
destekleyecek ne kadar çok kanıt olsa da, ise tam tersine kendini emniyete alır; teşhir
kanıtlanmı ş sayılamaya cağın ı ileri sürdü. edilmekten kaçınabilme umuduyla bulanık
Tersin e, biz bir kuramı yanlışlanana (asıl­ kavram ve ifadelere sığınır. Yanlışl amacılık
sızlığı gösterilene) kadar kabul ederiz. bugün de genel kabul görmektedir. Fakat
Dolayısıyla bir milyon tane beyaz koyun birçok kimse tümevarımın bilimsel me-
da gözlemlemiş o l san ız, bu tüm koyunların todolojiden d ı şlanmasını, ayrıca bilimsel
beyaz olduğu anlamına gelmez; bir milyon kuramlarla bu kuramların dayandığı (sözde
beyaz koyun, tüm koyunların beyaz o l duğu tarafsız ya da nesnel) kanıtlar arasındaki iliş­
hipotezini doğrulayamaz, ama bir tane bile kinin bu şekilde basite indi rgenmesini kabul
siyah koyunun gözlemlenmesi hipotezi veya etmeyecektir.

ııı kuramı çürütmek için yeterlidir.


BUlm ve Sahte-Bilim 1
anlayışında yer alan ve 250 yılı aşkın bir süre önce David Hume'un fark
ettiği zorluk, "tümevarım problemi"dir (bkz. sf. 111).

Kanıtın kuramı ispatlamaktaki yetersizliği Aynı noktayı


dile getirmenin bir başka yolu, mevcut kanıtların bilimsel bir kuramı ispat-
lamakta her zaman yetersiz kalacağını söylemeklir: Bir kuramı bir başkasına
kesin olarak tercih etmemiz için kanıt tek başına asla yeterli değildir. As-
lında ilkesel olarak, belli bir veri grubunu açıklayacak ya da o gruba "uyacak"
çok sayıda alternatif hipotez her zaman ortaya konabilir. O zaman mesele,
hipotezi oluşturmak için gereken çeşitli koşulların ve eklemelerin eldeki
verilerin kaldırabileceğinden daha fazla olup olmadığıdır. Bu ayarlama ve
arıtma süreci, bilim metodolojisinin bir parçasıdır, ama eğer bir kuramın
aleyhine kanıtlar çok ağır basıyorsa, o kuramı reddetmekten başka makul
bir seçenek olmayabilir.

Yaradılışçılığın sorunu, adeta tsunami boyutlarında kanıtın aleyhinde birik-


miş olmasıdır. Yalnızca iki örnek verecek olursak:

• Yerbilim ve antropolojinin dayanaklarından olan radyometrik ve diğer


tarihlendirme yöntemlerinin Yeni Dünya tarihlendirmesine ayak uydurmak
amacıyla tümden çöpe atılması gerekir;

• Fosillerin kayalar içindeki katmanlı sıralanışı ve evrimsel sıralamanın hiç


<lışına çıkmıyor olmaları (yanlış fosillerin yanlış yerlerde ortaya çıkmıyor
olması), yaradılışçıların olmayacak saptırmalara başvurmalarını gerektirir.

Yaradılışçılık kendine özgü bir yığın sorunu da beraberinde getirir. Söz gelimi
bütün dünyanın sular altında kalmasını sağlamak için devasa bir su kaynağı
gerekir. Bugüne dek hu konudaki hiçbir iddia (buzlu meteor çarpması, at-
mosferi örten buhar tabakası, yeraltı birikintisi vb.) biraz olsun akla yatkın
olmamıştır. Yaradılışçılığa karşı çıkarken çoğunlukla bu akımın risk almadığı
söylenir; yaradılışçılık gerçek bilimin tipik özelliği olan cesur ve yanlışlana­
bilir savları ileri sürmez. Hiçbir kanıtın desteklemediği fantastik derecede
riskli iddialar ortaya attığını söylemek belki de daha doğru olacaktır.

>> fikrin özü


ipotezleri yanhşlayan kanıtlar
Bilim

34 Paradigma .
Kaymaları
"Eğer daha öteleri görebildiysem, devlerin omuzlarında yükseldiğim
içindir." lsaac Newton'un meslektaşı Robert Hooke'a söylediği bu ünlü
söz, bilimin ilerleyişine ilişkin popüler görüşü güzelce yansıtır. Bu görüşe
göre bilimsel ilerleme, her bilimci kuşağının kendisinden öncekilerin ke-
şifleri üstüne inşa ettiği birikimsel bir süreçtir; evrene hükmeden doğa
yasalannı daha çok anlamaya yönelik, işbirliğine dayalı, kademeli, yön-
temli, durdurulamaz bir yürüyüştür.

Popüler ve cazip bir tablo belki bu, ama Amerikalı filozof ve tarihçi Thomas
S. Kuhn'a göre ciddi biçimde yanıltıcı. Kuhn, son derece etkili o lan 1962
tarihli Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı kitabında bilimsel ge lişmenin <laha
inişli çıkışlı , daha gergin bir anlatısını sunar: "paradigma kaymaları" diye
bilinen devrimsel krizlerin araya girdiği, düzensiz ve kesintili bir ilerlemenin
tarihidir bu.

Normal bilim ve devrimsel bilim Kuhn'a göre, "normal bilim"


döneminde, aynı kafada olan hilim emekçileri "paradigma" adı verilen bir
kavramsal çerçeve ya da dünya görüşü içinde ça lı şır. Paradigma, payl aşı­
lan fikir ve varsayımların kapsamlı ve esnekçe tanım lanmış bir toplamıdır:
ortak yöntemler ve uygulamalar, araştırma ve deney için uygun konularda
içsel kı lavuz ilkeler, ka nıt için işe yaradığı gösterilmiş teknikler ve üzerind~
uzlaşmaya varılm ış standartlar, kuşakta n kuşağa geçen büyük ölçüde sorgu-
lanmamış yorumlamalar ve daha fazlası. Bir paradigma dahilinde çalışan
bilim insanları, paradigmanın <lı~ına çıkmakla ya <la yeni izlerin peşini

Occam'ın usturası
Paradigma Kaymaları 1
Bilimsel gerçek ve
bilimsel görelilik
Kuhn'un bilimsel değişim tablosundaki koyarsa, her şeyi halihazırdaki kabullerin
ana özelliklerden biri, bilimsel değişimin, ve inançların süzgecinden geçirirse, hangi
bir sürü tarihsel ve başka faktörlerin içine soruların sorulacağı ve hangi yanıtın iyi ol-
kültürel açıdan yerleşmiş olmasıdır. Kuhn duğu konusunda kendi kararlarını verirse,
yapıtının göreli yorumlanmasından uzak nesnel gerçeklerden nasıl söz edilebilir?
durmaya özen gösterse de, bilimin nasıl Alış ı lmış görüşe
göre bilimsel bir kuramın
geliştiğine ilişkin böyle bir anlatı, hem bi- gerçekliği, dünyaya ilişkin tarafsız ve nesnel
limsel gerçek kavramı konusunda, hem de gözlemlerle ne kadar örtüştüğüne bağlıdır.
"bilimin amacı,
dünyadaki şeylerin nasıl Ama Kuhn ve başkalarının işaret ettiği gibi,
olduğu hakkında gerçek o l guları nesnel "tarafsız" olgular yoktur; kuram ile veriler
olarak keşfetmektir" fikri üzerinde şüphe arasında temiz bir çizgi yoktur; her gözlem
doğurur. Çünkü her bilimsel topluluk bulgu "kuram-yüklü " dür - mevcut inanç ve kura-
ve kanıtlar için kendi hedef ve standartlarını mın kalın
örtüsüyle kaplıdır.

sürmekle ilgilenmez. O nun yerine temel olarak kavramsal şemanın ürettiği


bilmeceleri çözmekle uğraşır, ano rmallikler çıktıkça giderir, alanın sınırl a­
rını a<lıın a<lım geni~letip emniyete alırla r.

Normal bir bilim dönemi kuşaklar boyu, belki yüzyı llarca <levanı edebilir,
ama er geç toplumun içindekilerin çabaları var olan paradigmanın altını
oyan ve ona meydan okuyan bir yığın sorun ve anormallik yaratı r. Bu da
sonunda b ir krizi ateşler. Ateşlenen kriz bazı kimseleri yerleşik çerçevenin
ötesine bakmaya ve yeni bir paradigma tasarlamaya teşvik ede r. Bunun üze-
rine bilim emekçileri , yıllar veya on yıllar içinde eski pa radigmadan yeni
paradigmaya kayar. Kuhn'un yeğlediği örnek, Batlaınyus'un Dünya merkezli
Bilim

Paradigma kayması: çok yaygın


bir kullanım
" Paradigma kayması " terimi, teknik ve jet motorlarının icadı havacı lıkta, cep tele-
akademik dilden halk diline böylesine fonlarının icadı toplumda, grafit raketlerin
zahmetsizce göç etmiş nadir terimlerden bi- icadı ise teniste bir paradigma kaymasını
ridir. İnsanların düşünme ve olaylara bakma işaretler. Hatta paradigma kayması terimi
biçiminde kökten değişim kavramı öyle da- pazarlamacılar arasında bile bir kalıp ifade
vetkar ve tanıdıktır ki, "paradigma kayması" olarak kendine yer bulmuştur. işin ironik
terimi birçok farklı bağlamda kullanılır yanı, Kuhn' un yapıtı da filozofların bilimin

olmuştur. Nitekim barutun icadı askeri tek- ilerl eyişine bakışlarında bir paradigma kay-
nolojide, penisilinin icadı tıp teknolojisinde, masına yol açmıştır.

dünya görüşünden Kopernik'in Güneş merkezli


sist emine travmatik geçişti. Bir başka sarsıcı pa-
radigma kayması da 20. yüzyılın ilk dönem inde
Kelvin'ln cesur iddiası Newton mekaniğinin yerini kuantum fiz iği ve
Paradigma kaymaları doğası göreli mekaniğin almasıy<lı.
1 gereği insanları hazırlıksız
yakalama eğilimindedir. Kuhn'un bilim tarihinin akışına il işkin ileri sür-
Cesur iddialarıyla tanınan <lüğü abartılı kesint iler ve aykırı görüşler, metnin
ünlü Briuınyalı fizikçi Lord bi r tarih tezi olarak tartışmalı olduğu anlamına
Kelvin, 1900' de "Artık fizikte geliyordu, ama yap ıt yine de bilim filozofl arı
keşfedilecek bir şey kalmadı . arasında son derece etkili o ldu. Farklı paradigma-
Geriye kalan sadece daha lıassas ların "kıyaslanamaz" olduğu id<liası özellikle ilgi
ölçümler yapmak" dedi. Bundan çekiciydi. Para<ligma ların altında yatan mantık­
lar a rasın<laki te mel farkla r, bir parad igmada elde
birkaç yıl sonra, Einstein' ın
edilen sonuçl arın bir başka paradigmayla e tkin
özel ve genel izafiyet kuramları
biç imde bağ<laşmad ığı ya <la bir başka paradigma
ve yeni kuantum kuramı
iç inde sınanamadığı anla mına ge lir. Örneğin
Newton mekaniğini iki yüzyılı
Yuna n fil ozof De nı okritos'un "atom"la rının
aşkın süredir oturduğu talıtuın
liı indirecekti.
Paradigma Kaymaları 1

Bilimde kopukluk
Uzun zaman, bilimin esas itibariyle birle- anahtarı, i ddiaya göre, bilim dallarının in-
şik bir uğ raş olduğu kabul edildi. Prensipte dirgey ici bir tanım ı idi; ileri sürülen alışılmış
birçok farkl ı bilim dalına uygulanabilecek dü şünce , her şey in nihayetinde fiziğ i n şem­
reçete ve uygulamalardan oluşan , iyi ta- siyesi altında toplanacağ ı yolundayd ı. Ne
nımlanmı ş, tek bir " bilimsel yöntem " den var ki son zamanlarda yapı lan çalışma l ar,
söz etmek akla yatkın görüldü. Tüm bilim bilim dall a rının kültürel ve toplumsal a çıdan
dalların ı n biraya gelip bütün yasalar ve ilke- iç içe geçmiş oluşunu daha iyi değerlendi ­
lerin bir biçimde kapsayıcı, ayrıntılı ve kendi ren, bi limin başlang ı c ındaki kopukluğa daha
içinde tutarlı bir yapıya dahil o l acağı bir tür çok vurgu yapan bir an l ayı ş getirdi. Bununla
büyük birleşmenin gerçekleşebileceği dü- da, tek bir bilimsel yöntem arayışının muhte-
şünülmeye ba şl andı. Böyle bir birleşmen i n melen fazla üto pik olduğunun farkına varıld ı.

Ernest Rutherford'un parçalad ığı atomlarla k ıyasla na­ "Bilmece çözmede


mayacağını söyleyebiliriz. Aynı şekilde Rutherford'un
atomları da modern kuantum mekaniğinde betimlenen
Newton mekaniğinin
atomlarla kıyaslanamaz. Bilimin görkemli mimarisi Aristoteles mekaniğine
içindeki bu mantıksal süreksizlik, Kuhn'un döneminden göre, Einstein mekaniğinin
önce egemen olan görüşe taban tabana zı ttır. Önceki
kabul, bilimsel bilgi binasının daha önceki işç ilerin
de Newton mekaniğine
döşed iği temeller üstüne istikrarlı ve akılcı bir biçimde göre daha iyi birer araç
inşa edild iği yol undaydı. Kuhn, tek bir bilimsel gerçeğe olduğundan kuşku
doğru birlikte ilerleyiş fikrini bir hamlede silip yok etti
duymuyorum. Ama
ve onun yerine, yerel ölçekte belirlenmiş ve çoğunlukla
birbiriyle uyuşmazlığa düşmüş çeşitli bilimsel hedefler birbirlerini izleyişlerinde
ve yöntemlerden oluşan bir resim çizdi. tutarlı bir bilgisel gelişim
çizgisi de göremiyorum."
Thomas Kuhn, 1962

>> fikrin özü


Bilim - evrim ve devrim
Blllm

35 Occam'ın
Usturası
Ekin çemberleri, düzleştirilmiş buğday, arpa, çavdar vb.'den oluşan ge-
ometrik şekillerdir. Çok geniş alanlan kaplayan ve hayli girift motifli bu
tür oluşumlara 197o'lerden beri dünyanın dört bir yanında gitgide artan
sayıda rastlanmaktadır. Medyada çokça yer alan ekin çemberlerinin kö-
keni hakkında hararetli ama dayanaksız çeşitli görüşler ortaya atılmıştır.

En gözde iddialar şunlardı:

l. Çemberler dünya dışı varlıkların yerde belirgin şekiller bırakan uzay ge-
milerinin (UFO'ların) iniş alanlarını gösteriyordu.

2. Çemberler şakacı insanlar tarafından yapılmıştı. Geceleyin ha-


latlar ve başka aletlerle gelip o simgeleri yapan hu kişiler medyanın
Occam'ın usturası,
ilgisini ve söylentileri körükledi.
adını 14. yüzyılda
yaşamı~ İngiliz iki açıklama da mevcut kanıtlara uyuyor, öyleyse bunlardan hangi-
filozof Occam' lı sine ya da başka hangi iddiaya inanacağımıza naı.ıl karar vereceğiz?
William'dan Başka bir bilgi olmadığı takdirde, makul bir seçim yaparak bir id-
alır. "Ustura" diayı rakip iddialara rercih edebilir miyiz? Occam'ın usturasına
yakıştırması, gereksiz göre edebiliriz: Belli bir olguyu açıklamak için iki ya da daha faz\a
varsayımları kesip hipotez sunulduysa, en basit olanını -desteklenmemiş varsayım­
alma fikrinden ları daha az olan hipotezi- kabul etmek gerekir. Birinci hipotez
kaynaklanır. UFO'ların varl ığını ve dünyaya geldiklerini varsayar ki bunlar
hakkında net bir kanıt yoktur. lkinci hipotez doğaüstü olaylar hak-
kında varsayımda bulunmaz; aslında tarih boyunca sıkça rastlanan

Argüman biçimleri Occam'ın usturası Beden-zihin


problemi
Occam'ın Usturası 1
Zebra değil at
Çok daha basit, sı radan ve muhtemel bir aş i kar teşhis çoğu zaman doğru teşhis ola-
açıklaması varken egzotik ve nadir bir has- caktır. Ne var ki daha basit açık l ama mutlaka
talık teşhisi koymak doktorlara, özellikle de doğru açıklama olacak diye bir şey yoktur.
genç doktorlara bazen daha cazip gelir. Bu Atları doğru şeki lde tanıyıp fark edebilen bir
eği l ime karşı koymak için ABD'deki tıp öğren· doktor anca at doktoru olacaktır. Afrika' da
cilerine zaman zaman uyarı yapılır: "Toynak çalışan doktorların öğüdü tersine çevirme·
sesi işitince zebra tahmini yapmayın." En leri gerekebilir.

muzip insan davranışın ı kabul ede r sadece. Dolayısıyla ekin çemberlerinin


muzip insanların işi okluğuna inanmakta akla uygun bir gerekçemiz vard ır.
Bununla birlikte yeni kanıtlar elde edildiğinde durumu baştan değerlendir­
memiz gerekebileceğin i daima göz önünde bulundurmamız gerekir.

Aslında bu ö rnekte Occam'ın usturası çok isabe tlidir: İkinci hipotezin


doğru olduğu artık bilinmektedir çünkü şek i lleri yapan şakacılar bunu itiraf
etmiştir. Peki ustura her zaman bu kadar güvenilir midir?

Hırslar ve sınırlar Bazen cimrilik il kesi di ye de geçen Occam'ın


usturası özetle, iki iddia arasından birini yeğlememiz gerektiğinde, daha az
varsayıma gerek duya n açıkla manın daha muhtemel olduğunu haurlatır.

Occam 'ın usturasının bazen söylemediği bir şey için eleştirildiği o lur.
Den eysel ku ramların dayand ıkları veriler her zaman yetersiz kalmaya mah-
kumdur (bkz. sf. 134 ). Belli bir miktar kanıt için h er z.aman birden fazla olası
açıklama vard ır. ilke daha basit açıklamanın doğru olduğunu ile ri sürmez,
sadece doğru olmasının daha muhtemel olduğunu, dolayısıyla da ha büyük
varsayımlarda bulunan bir alternatifi benimseyecek neden ler ortaya çıkana

:~· ' 1739 1912 1962 1981


Bilim ve sahte·bilim Diğer zihinler Paradigma kayma ları Kavanozdaki beyin
Bilim

kadar o basit açıklamanın tercih edi lmesi


gerektiğini söyler. Occam'ın usturası, bir
KISS ilkesi araştırman ın ilk evrelerinde kişinin gayre-
tini yönlendirmekte özellikle değerli olan
Occam'ın usturasının bir benzeri, mühen-
(değerli olduğu düşünülen) bir pratik usul
dislikte ve diğer teknik alanlarda kul l anılan
ya da yöntemsel karardan ibarettir.
"KISS ilkesi " dir. Örneğin bilgisayar prog-
ramcılarında, programa karmaşık özellikler
Ustura iş başında Genellikle
ekleme ve dal l anıp budaklandırma yö-
açıkça belirtilmese de, Occam'ın usturası
nünde dayanması güç bir eğilim vardır.
bu kitapta geçen birçok tartışma da dahil
Bunun sonucunda programa beceriyle
olmak üzere bilimsel tart ışmalarda ve
ekl enmişama son kullanıcıların %95'i ta-
başka akılcı tartışmalarda sık sık kullanılır.
rafından görmezden gelinen envai çeşit

ek özellik bulunur. Böyle işgüzarlıkl ardan


Kavanozdaki beyin problemi (bkz. sf. 4 )
kaçınmak için uygulanması gereken ilke şu
birbirine rakip iki sen aryo ortaya koyar.
sözle özetlenmiştir: "Keep it Simple, Stu-
Senaryo ların ikisi de mevc ut kanıtla uyum
pid" (basit tut, gerzek).
için<ledir: Biz ya gerçek bir <lünyadaki
gerçek varlıklarız, ya da kavanozlardaki
beyinleriz. İkinciden ziyade ilkine inan -
mak akılcı mı ? Occam' ın usturasına göre
evet, çünkü ilki çok daha az varsayımda bulunuyor. ikinci açıklama için
bir dünya olmalı, gerekli kavanoz düzeneği olmalı, bu dünyanın içindeki
kavanoz<la yaratı lan bir sanal dünya olmalı , kötü bilim insanları olmalı vs.
Halbuki birinci açıklama için tek b ir gerçek dünya yeterli. Ama çoğun­
lukla olduğu gibi burada da sorun kesin çözüme kavuşturul muyor, sadece
kaydırılıyor.

Buna benzer şeki lde , diğer zihi n ler meselesi (bkz. sf. 44), yan i diğer in-
sanların zihinleri olduğunu nasıl biliyoruz meselesi, bazen usturanın te~
hamlesiyle kapı dışarı ediliverir: Çeşitli farklı açıklamalar mümkündür, ama
insanların bizimki gibi zihinleri olduğuna inanmak akla yatkındır çünkü
bize.len fa rklı olarak zihinlerinin o lmadığına inanmak, bizim d iğe r tüm in-
san lardan nc<lense farklı olduğumuz varsayımını gerektirir.

Ustura, çifteci tartışmalarda da sıklıkla devreye girer. Bir başka gerçeklik


katmanını, açıkla ma düzeyini vb. işin içine katan tarafa karşı kullanılır
çoğunlukla. Oescartes'çı beden -zihin çifteciliğinin gerektirdiği ayrık zi-
hinsel ve fiziksel <lünyalar, bir de üstüne bunların nasıl ctkileştiğine dair
Occam'm UBIUrası I
Buridan'ın eşeği
Occam'ın usturasının adil kullanımının, bir- dolayı hiçbir şey yapamaz ve açlıktan ölür.
birine rakip hipotezler arasında akla uygun Bahtsız hayvanın yanılgısı, bir şey yerine
bir seçim yapmayı kolaylaştıracağına ina- başka bir şey yapmak için neden olmayışının
nılır. Occam'lı William'ın öğrencisi Jean seçim yapmayı akıl dışı kıldığını, dolayısıyla
Buridan'ın olduğuna inanılan Buridan'ın hiçbir şey yapmamayı akla uygun kıldığını
eşeği, seçimi aşırı akılcılaştırmanın tehlike- sanmaktır. Aslında elbette akılcı olan hangisi

sini örnekler. Kendini iki saman balyasının olursa olsun bir şey yapmaktır, hangisini ya-
tam ortasında bulan eşek, bir balyayı ötekine pacağımızı akılla belirleyemesek bile.

tercih etmek için bir neden göremediğinden

fazladan varsayımlar, çifteciliğe yöneltilen birçok itirazın göbeğimle yatar.


Ustura bir varsayım katmanını kesip çıkarabilir ama elbette h angi katma-
nın atılacağını göstermez. Günümüzde fiziksclciler - her şeyin (biz de dahil)
fiziksel olarak açıklanabileceğini düşünenler- büyük çoğunluğu oluştursa
da, Geo rge Be rkeley gibi idealist patikadan yürüyen birileri her zaman o la-
caktır (bkz. sf. 15).

Kör bıçak mı? Basitlik düşüncesi farklı şekillerde yorumlanabilir.


Sağlam bir temele dayanmayan antitelere m i yoksa sağlam bir temele
daya nmayan hipotezlere mi karşıdır bu emir? Bunlar bambaşka şeylerdir:
hipo tezlerin sayısını ve ka rmaşıklığını en alt düzeyde tutmaya bazen "za-
rafet" denir; antitelerin sayısını ve ka rmaşıklığını azaltmaktan "cimrilik"
olarak söz edilir. Ye bunlar birbirlerine ters düşebilir: Bir gezegen ya da
atomaltı parçacığı gibi bilinmeyen bir antiteyi işin içine dahil etmek pek
çok kuramsal yapı iskelesinin sökülmesine ola nak sağlayabilir. Ama ustu-
ranın anlamı ko nusunda böyle temel bir belirsizlik varsa, ondan sağlam bir
kılavuzluk beklemek akla uygun mudur?

>> fikrin özü


Basit tut
36 Sanat Nedir?
"Doğu Londralı arsızlığını bundan önce de çokça görmüş ve işitmiştim,
ama halkın suratına bir kutu boya boca ettiği için iki yüz gine para isteyen
bir züppeyi işiteceğimi hiç sanmazdım." Viktorya çağında yaşayan eleş­
tirmen John Ruskin, James McNeill Whistler'ın 1875 tarihli Siyahlı Sarılı
Gece Müziği adlı düşsel resmi hakkındaki düşüncelerini böyle yüz kızar­
tıcı bir şekilde ifade etmişti. Açılan iftira davası sanatçıya görünüşte çok
küçük bir zafer kazandırdı - Whistler sadece çeyrek penilik bir tazminat
aldı- ama gerçek kazancı çok daha fazla oldu: sanatçıların eleştirel baskı­
lardan sakınmadan kendilerini ifade etme hakkım savunacağı ve "sanat
için sanat"ı savunan estetizmin savaş çığlığım atacağı bir platform.

Whistlcr'ın yapıtına hiçbir anlam veremeyen Ruskin'in durumu alışılmadık


bir şey değildir. Her yeni çağ, sanatçı ile eleştirmen arasındaki mücadelenin
yeniden sahnelenmesine tanık olur. Bu mücadelede eleştinnen -çoğunlukla
muhafazakar halk zevkini yansıtarak- yeni ve iddialı bir sanatçılar kuşağı­
nın sözde aşırılıkları karşısında dehşet ve küçümsemeyle haykı rır. Eleştiri
ellerinin en son sanatsal zulmün g ırtl ağına sarı lışına çağ ı mızda <la tanık
o luruz: salamura edilmiş bir köpekbalığı, idrarla ıslatılmış bir tuval, dağınık
bir yatak. Her çağa özgü bu çatışmalar çözümsüzdür, çünkü asıl anlaşmazlık
en temel sorudan kaynaklanır: Sanat nedir?

Temsilden soyutlamaya Ruskin ve Whistler'ın bir sanat yapıtının


sahip olması gereken özelliklere ilişkin anlayışlarında çok az ortak nofta
vardır, belki <le hiç yoktur. Felsefe d ilinde söylersek, onlar estetik değerin
doğası üzerinde anlaşamazlar. Estetik adıyla bilinen felsefe dalının ana so-
rusu, işte bu estetik değerin çözü mlenmesidir.

ı ı ıı
Sanat Nedir? 1
Güzellik bakanın gözünde midir?
Estetik üzerine ilk akla gelen ve en temel gibi (bkz. sf. 52), güzelliğin gözlemciden ba-
sorun, güzelliğin
(ya da başka bir estetik ğımsız olarak "dünyada öylece" durmasının
değerin). atfedildiği nesnelerin gerçekten büsbütün tuhaf oluşu, bizi karşı-gerçekçi bir
"içinde" ya da "içsel" olup olmadığıdır. tavır almaya, yani güzelliğin aslında bakanın

Gerçekçiler (ya da nesnelciler) güzelliğin bir gözünde olduğuna inanmaya götürebilir.


nesnenin sahip olabileceği gerçek bir özellik Sağduyumuz ise bir nesnenin güzel oluşunda,

olduğunu, bunun da bir kimsenin o güzel- salt bizim onu güzel bulmamızdan daha fazla
liğe ilişkin görüşlerinden ya da o güzelliğe bir şeyler olduğunu söyler gibidir.
tepkilerinden tümüyle bağımsız o l duğunu
savunur. Michelangelo'nun Davud heykeli Bu sezgilere bir destek Kant'ın evrensel ge-
onu değerlendirecek hiçbir insan var olma- çerlik düşüncesinden gelir: Estetik hükümler
saydı bile (hatta herkes onun çirkin olduğunu aslında sadece öznel tepkilerimize ve duy-
düşünseydi bile) güzel olurdu. Karşı-gerçekçi gularımıza dayanır. Yine de böyle tepkiler ve
(ya da öznelci) ise estetik değerin insanların duygular insan doğasında öyle köklüdür ki ev-
değerlendirme ve tepkilerine bağlı olduğuna rensel olarak geçerlidir - her normal insanın
inanır.
Ahlak değerlerinin nesnel mi öznel mi bu tepki ve duyguları paylaşacağını haklılıkla

olduğu konusundaki paralel meselede olduğu bekleyebiliriz.

"Gerçeğin te msili o larak sanat" düşüncesi ve sanatın güzellikle yakında n


ilişki lend i ri lmesi ,
modern döneme dek bir h ayli egemen oldu. 20. yüzyılda
bazı düşünürler buna tepki o larak "b içimci" bir yaklaşım öne rdi. Bu
yaklaşıma göre çizgi, renk ve diğer biçimsel nitelikler üstün görülüyor, te m-
sili yönleri de dahil olmak üzere bütün öbür hususlar ikinci planda görülüyor
veya tümden dışlanıyordu . Böylece biçim, içeriğin üzerine çıkarılırken ,
Batı sanatında dah a baskın bir rol oyn amaya başlayan soyurçuluğa
zemin hazırlanmış oluyordu. T emsilcilikte n sapan öne mli akımlardan
Estetik

Kurumsal sanat teorisi


"Bana ' Bu sanat mı?' diye soruyo rlardı, ben onlara atfedilen sıfat nedeniyle, salt bu ne-
de 'Eh, eğer sanat değilse ... bir sanat ga- denle, sanat yapıtıdır. Sözü geçen bir fikir
lerisinde ne işi var ve neden insanlar onu olmakla birlikte kurumsal teori zorluklar
görmeye geliyor o zaman?' diyordum." içermektedir. Bunlardan biri hiç bi lgilendirici
olmamasıd ı r. Sanat yapıtlarının neden de-
Britanyalı sanatçı Tracey Emin'in bu sapta- ğerli sayıldığını öğrenm-ek isteriz. Sanat
ması, sanatın 1970'1erden beri geniş biçimde dünyasının üyelerinin, verdikleri hükümler

tartışılan "kurumsal sanat teorisi"ni yansı tır. için gerekçeleri olmasını bekleriz. Eğer ge-
Buna göre sanat yapıtları, sanat dünyasının rekçeleri yoksa, görüşlerinin ne yararı vardır?
yetkili üyeleri (eleştirmen l er, galeri sorum- Gerekçeleri varsa biz de öğrenirsek daha iyi
l uları, sanatçıların kend ileri vb.) ta rafından b il gi l enmiş oluruz.

<lışavurumculuk (ekspresyonizm), dış dünyanın yakından gözlemle nmesini


akla get iren her şeyi reddederken , abartma ve biç im bozmayı e l üstünde tu-
tuyor, sanatçının iç indeki duyguları d ile getirmek için doğal olmayan cesur
ve çarpıc ı renkler kullanıyo rdu. Sanatçının öznel duygu ve <leneyiın le rini
yansıtan bu tür içgüdüsel ve doğallıktan kasten uzaklaştırılmış d ışavurumlar,
gerçek sanat yapıtlarının alamet-i farikası olarak görülüyordu.

Aile benzerliği Batı felsefesinin Platon 'dan beri hiç bitmeyen b ir te-
ması tanım arayışı olmuştur. Sokratik diyaloglar gene l olarak önce bir soru
yöneltir - adalet n e<lir, bilgi nedir, güzellik nedir-son ra <la bir <lizi soru-yanıt
arac ılığıyla , konuşanl arın (söz<le bilgile rine rağme n) söz konusu kavram;
lan aslında açık seçik kavramad ığını göstermeye girişir. Ö rtük varsayım,
bir şeye ilişkin gerçek bilginin o şeyi tanımlayabilmeyc bağlı olduğudur ki
Sokrates'le ( Platon'un sözcüsü) tartışa nl arın beceremediği de bu<lur. A ma
bu paradoksal bir <lurumdur, çünkü bir kavramın tanımın ı veremeyen kişi o
kavramın ne olmadığının genel<le farkındadır; bu da hiç kuşkusuz kavramın
ne olduğunu belli bir düzeyde bilmesini gerektirir.
Sanat Nedir? 1
Sanat kavramı bizi böyle bir tabloyla karşı karşıya bırakır. "örtüşen ve çapraşan
Ne olduğunu bilir gibiyizdir, ama yine de bir şeyin sanat
benzerliklerin karmaşık
yapıtı sayılabilmesi için gerekli ve yeterli koşullan tanım­
lamakta zorlanırız. Kafa karışıklığımız içinde, tanımlama bir ağını görüyoruz: bazen
işinin kendisini de yanlış mı algılıyoruz diye sormamız toptan benzerlikler, bazen
gerekir belki de. işbirliğine bir türlü yanaşmayan kav-
de ayrıntı benzerlikleri."
ramı tanımlama çabası, bir yaban kazı kovalamacısından
farksızdır. Ludwig Wittgenstein, 1953

Bu labirenrten çıkmanın bir yolu, Wittgenstein'ın ölümünden sonra yayım­


lanan Felıefi Artl§tırınalar (Philosophische Un tersııchungen) adlı yapıtında
açıkladığı "ailesel benzerlik" kavramıdır. "Oyun" sözcüğünü e le alal ı m. Oyu-
nun ne olduğu hakkında hepimizin net bir fikri vardır - örnekler verebilir,
farklı oyunlar arasında k ıyaslama yapabilir, tartışmalı durumlarda hakemlik
edebiliriz vs. Ama her oyunu kapsayan ortak bir anlam ya da tan ım ararsak
sorunlar çıkar, çünkü böyle bir ortak payda yoktur - oyunların birçok ortak
yönü vardır ama hepsinin paylaştığı tek bir özellik yoktur. Kısacası, saklı bir
derinlik ya da öz anlam yoktur: Sözcüğü anlayışımız, aşağı yukarı, o sözcüğü
çok çeşitli bağlamlarda yerl i yerinde ku llanma kapasitemiz kadardır.

"Oyun" gibi "sanat"ın da bir ailesel-benzerlik sözcüğü olduğunu düşünür­


sek, çektiğimiz zorlukların çoğu buhar olup uçar. Sanat yapıtlarının başka
sanat yapıtlarıy la birçok ortak noktası vardır: bir sanatçının içindeki duy-
guları d ile getirebilir, doğanın özünü damıtabilir, bizi duygulandırabilir,
korkutabilir ya da sarsahilirler. Ama hepsinin sahip olduğu bir özelliği ara-
yıp durursak boşuna aramış oluruz. Sanatı tanımlama yolundaki her girişim
yanlış anlamadan kaynaklanır ve başarısızlığa mahkumdur.

>> fikrin özü


Estetik değerler
Estetik

37 Niyetçilik
Yanılgısı
Birçok kimse Richard Wagner'i gelmiş geçmiş en büyük bestecilerden biri
olarak görür. Yaratıcı dehasına kuşku yoktur; Bayreuth'taki "mabedine"
hiç durmadan gelen ziyaretçiler sanatçının müthiş yeteneğine ve bitme-
yen cazibesine tanıklık eder. Wagner'in son derece fena bir adam olduğu
da tartışma götürmez: İnanılmayacak derecede küstah ve saplantılı, baş­
kalarım kullanmakta vicdansız, yakınlarına karşı sadakatsizdi. Zafiyet ve
kusurlarının listesi uzar gider. Görüşleri kişiliğinden de iticiydi: hoşgörü­
süz, ırkçı, Yahudi karşıtı, Yahudilerin Almanya' dan kovulmasını savunan
ırksal temizliğin keskin savunucusu.

Peki bunların bir önemi var mı? Wagner'in kişiliğini, mizacını, inançla-
rınıvs. bilmemiz onun müzi ğin i anlayı p değerlend i rmemizi etkiler mi? Ru
türden bilgilerin, Wagner'in müzik yapıtları hakkında bilgi verd iği ya da
yapıtlarını etkilediği ölçüde anlamlı olduğunu söyleyebiliriz. Relli bir yapıu
üretmeye onu neyin ;evk ettiğini ya da ne niyetle yazdığını bilirsek, yapıtın
amaç ve anlamını belki daha iyi kavrarız. Ne var ki 20. yüzyı lın orraların<la
geliştirilen etkili bir eleştiri kuramına göre, bir yapıtın yorumlanmasında
yapıtın sadece nesnel niteliklerine odaklanmak gerekir. Dolayısıyla örneğin
yapıtın ait o lduğu ekol, tarihsel dönem gibi özellikleri dikkate alabiliriz ama
yaratıcısının biyografisi, geçm iş deneyimleri, yazma amacı, ne anlatmak iş­
tediği ve hatta niyetini bile göz ardı ermemiz gerekir. Ru eleştiri okulundan
gelenler, yapıtı değerlemlirirken yaratıcısıyla ilgili bu gibi içsel bilgileri <lik-
kare almaya "niyetçilik yanılgısı" a<lını vermiştir.
Niyetçilik Yanılgısı 1
Kamusal yapıtlar N iyetçilik yanılgısı sanatın her alanında "sanatçının kendine
geçerl i olsa da aslen edebiyat clqtirileri için dil e geti rilmiştir.
özgü niyetlerinin
Terim ilk olarak W illiam Wimsatt ve Mon roe Beardslcy'n in
1946 tarihli bir denemesinde kullanıldı. W imsatt ve Bcardsley, bilinmesine gerek
1910'larda ABD'de ortaya çıkan Yeni Eleştiricil ik okulunun iki yoktur. Yapıt her şeyi
üyesiydi. Yen i Elc~Liricilerin başlıca ilgilend iği konu, ~iirlerin
söyler."
ve başka metinlerin hağımsız ve kendi kendine yelen birimler
o larak ele al ınması gerektiğidir. Şiirin anla mı sadece sözcüklere Susan Sontag
dayanarak belirlenmelidir; yaza rın açıklamaları, varsayılan veya
kendi ifade ettiği niyetleri yorumlama süreci için önemsizd ir. Bir ya pıt bi r
kez yayınlandı mı, artık yorumlanmasında yaza r da dahi l olmak üzere h iç
kimsenin ayrıcalıklı söz hakk ı ol madığı kamusal bir nesn e haline gelir.

Ahlaksız sanat iyi olabilir mi?


Felsefede uzun zamandır süren bir bulunur. Antik Yunanlara soracak o lsak
tartışma, ahlaki açıdan kötü olan sana- hemen hayır derlerdi, çünkü onla ra
tı n, kendisinin (sanat olarak) iyi o lup göre güzellik ve ahlak, ayrılmamacasına
olamayacağıdır. Tartışmadaki örnek- birbirine bağ l ıydı. Gelgelelim, ça{jdaş
lerden biri, Alman film yönetmeni Leni düşünürler için bu soru çok daha çetin
Riefenstahl'dır. Onun İradenin Zaferi çıktı. ŞairEzra Pound, bu konuda daha
(Nürnberg mitingleri hakkında) ve hoşgörülü olan sanatçıların tipik bir ör-

Olympia (1936 Berlin Olimpiyatları hak- neğidir: "iyi sanat, ne kadar 'ah l aksız' da
kında) belgeselleri Nazi propagandaları olsa tümüyle erdemli bir şeydi r . İyi sanat
olmakla birlikte pek çokları tarafından ahlaksız olamaz. İyi sanat derken, doğru
teknik ve sanatsal açıdan fevkalade tanıklık eden sanatı kast ediyorum."

1' 1946
Niyetçilik yanı l gısı
Niyet ç ili k yan ılgısına dikkat çekmek sadece k uramsal b ir m esele <leğil<li;
edebiyat eleştirisin<leki egemen eği limleri dü zeltmesi he<lefleniyordu. El -
bette, "düzeltilmemiş" sı radan okurlar söz konusu olduğunda, bir metni
yorum l ar ken her türlü dışsal faktö rden etkilenmeye açığız<lır. Köle ticareti
üstüne b ir kitabı okurken, yazarın Afrikalı mı yoha Avrupalı mı olduğunu

Sahte, sahtecilik ve ıvır zıvır


Niyetçilik tehlikeleri, bir sanal
yanılgısının vs. açısından müthiş bir heykele dönüşmüş.
yapıtının değerini ve ölçüp biçmek
anlamını Böyle bir şeye büyük değer verebiliriz, ama
söz konusu olduğunda yaratıcının niyetle- bir sanat yapıtı diyebilir miyiz? Yapılan şey
rini yok saymamız için bizi uyarır. Fakat bir sanat mıdır? Bu tahta parçasının insan elin-
sanat yapıtına yalıtılmış olarak, yaratıcısının den çıkmadığı açıktır. Öyleyse nedir? Ve
niyetlerinden koparılmış olarak bakmaya zor- değeri nedir? İnsan yaratıcılığının ürünü ol-
lan ı rsak, bazı önemli ayrıntıları kaçırabiliriz. madığı gerçeği, ona bakışımızı değiştirir. Peki
ama eğer heykelin kökenleri önemli değ i lse
Diyelim ki sahteci bir ressam, kusursuz bir neden böyle olsun ki?
Picasso tablosu yapıyor - tam olarak üsta-
dın üslubunda, son fırça darbesine varıncaya Son olarak, günün en büyük sanatçısın ı n
kadar aynı, uzmanlar bile sahte olduğunu seçkin bir galeride özenle seçtiği bir kova ve
anlayamıyor. Normalde, ne kadar iyi olursa saplı paspası sergilediğini düşünelim. Sonra

olsun, üstadın yapıtı olmadığı için kopyayı temizlikçi gelsin ve kovayla paspasın aynıs ı nı
küçük görürüz. Ama yapıt köklerinden kopa- "sanat yapıtı"nın yanına koysun. Bu örnekte
rılınca, bu görüşler tümden hava cıva değil sanatsal değer, tamamen seçme ve sergi-
midir? Hatta kimileri "hava cıva" sözünün bile leme işleminde yatar. İki kovayla paspası
hafif kalacağ ın ı söyleyebilir: Orijinali kusursuz birbirinden ayıran başka hiçbir şey yoktur.
kopyaya tercih etmek, züppelik, doymazlık ve Peki sadece kovaların ve paspasların nesnel
fetişizmin terbiyesizliğinden başka bir şey de- özelliğini
göz önüne alacak olursak, gerçekten
ğildir. Niyetçilik yanılgısı bunun panzehridir, harhangi bir fark var m ıdır aralarında?
bize sanatın gerçek değerini hatırlatır.
Bu düşünceler sanata yönelik tavırlarımızı
Peki ya bir yaratıcı yoksa, dolayısıyla görmez- yeniden değerlend i rmemiz gerekebileceğini
den gelinecek niyetler de yoksa? Diyelim ki düşündürmektedir. Kralın yeni elbiselerin-
dalgaların milyonlarca rasgele yalayışı so- den başımızın dönmesi gibi gerçek bir tehlike
nunda bir tahta parçası, renk, doku, denge vardır.
Niyetçilik Yanılgısı 1
bilmekten etkilenmeyeceğimizi sanmak gerçekçi <leğil­ "Şiir, eleştirmene ait
<lir. Bunu bilmenin bizi etkilememesi gerektiği e lbette
değildir, yazara da ait
ayrı bir meseledir. Ayrıca bizi yaygın uygulamadan çok
uzaklara iten <lüşüncelere karşı şüpheci <lavnınmamız değildir (doğumuyla birlikte
<loğaldır. Hatta bir yazarın zihni ile yapıtı arasına yazardan kopar, yazarın
böyle kesin bir duvar örülmesinin arzu edilebilir olup
onunla ilgili niyetlerinin ve
olma<lığı bir yana, mümkün olup olmadığı da ayrı bir
Lanışmadır. Bir insanın eylemlerin i anlamaya çalışı r­ denetleme gücünün ötesine
ken kaçınılmaz olarak niyetleriyle ilgili varsayımlarda geçip dünyaya açılır). Şiir
bulunuruz. Bir sanat yapıtının yorumlanması da kıs­
halka aittir."
men benzer varsayım lar ve çıkarımlar yapı imasına
bağlı değil midir? Sonuç olarak, yazar veya sanatçının William Wimsatt ve
yapıtının hangi anlamı taşımasına niyet ettiğinin yapı­ Monroe Beardsley, 1946
tın gerçekte hangi anlamı taşıd ı ğıyla bağıntısız olduğu
düşüncesi yenilir yutulur gibi <leğildir.

Etkileyicilik yanılgısı Bir merni ya da sanat yapı tını -özellikle de


karmaşık, soyut ya da başka açılardan zorlu bir yapıtı- değerlendirirken
farklı kitlelerin farklı biçimlerde tepki vereceğini ve farklı görüşler oluştu­
racağını bekleriz; herkesin kendi yorumunu oluşturacağını tahmin ederiz.
Bu farklı yorumlar bir bakıma yapıta farklı anlamlar yükler. Yazar ya da
sanatçının bu farklı anlamların hepsine niyet etmiş olamayacağı gerçeği, ni-
yetçilik yanılgısı fik rini destekler gözükmektedir. Ne var ki şaşmaz b içimde
sözcüklere odaklanan Yeni Eleştiriciler için, okurun verdiği tepkilerin de
yap nının değerlendiri lmesinde yeri yoktur. Yeni Eleştiriciler, bir yapıtın
insanlar üzerinde yaratabileceği etki ile anlamını karıştırma hatasına "etki-
leyicilik yanılgısı" derler. Farklı insanların gösterebileceği farklı tepkilerin
bir sınırı olmadığına göre, bu tepkileri yapıtın anlamıyla aşırı yakından iliş­
kilend irmek sakıncalıdır. Ama yine şunu soralım: Bir yapıtın sözüm ona
nesnel niteliklerine ilişkin değerlendirmemiz, yapılın insanlardan alabile-
ceği tepki potansiyelinden etkilenmeden durabilir mi?

>> fikrin özü


Sanatta anlamlar
Din

38 Tasarım
Argümanı
"Çevrenize şöyle bir bakın: bütününü ve her parçasını seyredin. Sonsuz
sayıda daha küçük makinelere bölünmüş koca bir makineden başka
bir şey olmadığım göreceksiniz; o küçük makineler de insanoğlunun
duyulan ve yetilerinin izleyip açıklayamayacağı ölçüde alt birimlere bö-
lünmüştür. Bütün bu çeşitli makineler, hatta onların en küçük parçalan,
anlan seyreden herkesi hayranlık içinde bırakacak bir titizlikle birbirine
göre ayarlanmıştır. Doğanın her bir köşesinde araçların amaçlara ilginç
biçimde hep uyması, insanoğlunun tasarımlarına benzer; ancak do-
ğadaki tasarımlar, insanın düşünceleri, bilgeliği ve zekasının çok daha
ötesindedir ...

. . . Sonuçlar birbirine benzediğine göre, kıyasın (analojinin) kuralları ge-


reğince, nedenlerin de birbirine benziyor olması gerektiği sonucuna varırız.
Ooğa'nın Yaratıc ısı bir şekilde insan zihnine benziyor olmalıdır. Üstelik
ortaya koyduğu yapıtın görkemiyle orantılı çok daha geniş yetilerle donan-
mış olması gerekir. Doğada gördüklerimize dayandırdığımız bu argümanla
ve sadece bu argümanla, bir Tanrı'nın varlığını ve O'nun insan zihni ve
zek§.sına benzerliğini derha l kanıtlamış oluruz."

David Hunıe, ölümünden sonra l 779'da yayınlanan Doğal Din Üzerine


Diyaloglar adlı yapıtında, Tanrı'nın varlığı leh ine öne sürülen tasarı m ar-'
gümanının bu özlü ifadesini Cleanthes'in ağzından söyler. H ume'un amacı
argümanı önce kurup ~nra yerle hir etmektir. Çoğu kimse filozofun yıkım
konusunda çok iyi bir iş çıkardığı kanısındad ı r. Ne var ki argüman Hume'un
kuvvetli saldırısından sağ çıkmakla ka l mamış, günümüze dek farklı kisvelerle
Tasarım Argümanı

tekrar tekrar ortaya çıkmıştır. Ru da argümanın


müth iş dayanıklılığının ve >ezgisel cazibesi n in
bir göstergesidir. 18. yüzyılda etkisinin belki de Dünyadaki amaç
doruğunda olan ve köklerini ilkçağa kadar gö-
Tasarım argümanı aynı zamanda tele-
türebileceğimiz argüman, popülerliğini h içbi r
olojik argüman olarak da bilinir. "Son"
dönem yitirmemiştir.
ya da "amaç" anlamına gelen Yunanca
telos sözcüğünden türetilmiştir, çünkü
Argümanın işleyişi Ta.arım argümanın ı argümanın a l tında yatan düşünceye
böylesi <layanıklı yapan şey, dün yada çevre-
göre, doğanın işleyişinde (görünüşte)
mizde görd üğümüz güzellik, düzen , karmaşıklık
var olan amaç, bundan sorumlu olan
ve görünüşteki am acın sırf ge li~igüzel ve a n-
amaçlı bir yaratıcı olduğunun kanıtıdır.
l a ms ı z doğal süreçlerin ürünle ri olamayacağı
yolundaki g üç lü ve yaygın sezgimizdir. lç imiz-
<len bir his, doğadaki her biri kemli amaçlarını
yerine getirmek için böylesine m ükemme l bir şekil<le tasarlanmış, ve böyle-
sine ince işçiliğin ürünü o lan tüm bu muh teşem şeyleri planlayan ve h ayaca
geçiren akıl almaz muazzaınlıkta bir zeka ve beceriye sahip bir yaratıcı ol-
ması gerektiğini söyler. Örneğin insan gözünü ele alalım: Öyle karmaşı k bir
yapıya sahiptir ve amacına öyle şaşırtıcı şek ilde uygun<lur ki görmek iç in
özellikle tasarlanmış olması gerekir.

A rgüman doğadaki bu e tkileyic i (görünüşte) tasarımların en parlak


ö rnekle rini listeledikten sonra, kıyas yoluyla, yaratıcı l a rının damgasını
açıkça gözler önüne seren insan yapımı ö rne klere geçer. Söz gelimi b ir ko l
saatin in ustaca özellikle tasarlanmış ve belli bir ::ımaç için imal e<lilmiş ol-
masına bakarak bir saat usrnsının varlığını çıkarsayabild iğimiz gibi, <loğa<la
görün en sayısız örnekteki niyet ve amaca bakarak bura<la <la bir ustanın
olması gerektiği sonucuna varırız. Bu öyle b ir ustadır ki, evren<leki tüm bu
h ari ka şeyleri taoarlamaya gücü yetmiştir. Böyle b ir işin üstesinden gelebi-
lecek güçte tek bir tasarımcı vardır ki o da Tanrı 'dır.

Tasarımda çatlaklar Uzun süre n cazibesine rağmen, tasarı nı a rgü-


manına karşı Hunıe ve başkaları tarafından çok ciddi birtakım argümanlar
ö ne sürül<lü. Şimdi bunların en yıkıcı olanlarına bablım.

1078 -1260 1670


Ontolojik argüman Koım olojik argüm an iman ve a kı l
İlahi saatçi ve kör saatçi
ilahiyatçı William Palay 1802 tarihli Doğal da bir yaratıcısı, yani Tanrı olduğu sonucuna
Dinbilim adlı yapıtında tasarım argümanının varmak zorunda kalırsınız. Paley'nin örne-
en ünlü örneklerinden birini dile getirir. Kırda ğine göndermede bulunan Britanyalı biyolog
dolaşırken bir saat bulursanız, saatin karma- Richard Dawkins. doğal seçilim sürecini "kör
şıklığıve hassasiyetine bakarak, bunun bir saatçi" olarak tanımlar, çünkü doğal seçilim,
saat ustasının eseri olduğu sonucuna varırsı­ doğadaki karmaşık yapıları, herhangi bir ön-
nız kaçınılmazolarak. Aynı şekilde, do{Jadaki görü, amaç ya da yönlendirilme olmaksızın
harika düzenekleri gözlemlediğinizde, onların körlemesine biçimlendirir.

• Kıyas argümanına göre iki şey belli açılarda n yeterince birbirine be nzi-
yorsa, d iğer bilinmeyen açılardan da benzediklerini va rsaymaya hakkımız
vardır. İnsanlar ve şempa nzeler fiz yoloji ve davranış açısından birbirle-
rine yeterince benzedikleri için, şempanzelerin de tıpkı bizler gibi acı gibi
duygul arı hissettiğini (asla kesinkes bilemesek de ) varsayabiliriz. Kıyas ar-
gümanının gücü, kıyaslana n şeyler arasındaki benzerlik derecesine bağlıdı r.
A ncak insan yapımı nesne ler (örneğin kame ra) ile doğal nesneler (örneğin
memelilerin gözleri) arasındaki benzerlikle r aslında nispeten azdır, dolayı­
sıyla aralarında benzerlik kurarak vard ığımız sonuçlar da buna paralel olarak
zayıftır.

• Tasarım argü manı soruyu bir adım geriye görürmekten başka bir şey yap-
mıyormu ş gibi görünmektedir. Evrenin gü zelli ği ve düzeni bir tasa rım cı
gerektiriyorsa, bu evren artı ardındaki mimar daha da fazlasını gerektirmez
mi ? Eğer bir rasarımcı gerekiyorsa, bir de unu tasarlayacak bir über-tasarııncı'
gerekir, sonra da bir über-über- rasarımcı, sonra da . . . Dolayısıyla bu sürekli
bir adım geriye gidiş, kozmolojik argümanın tam göbeğinde yer alırken (bkz.
sf. 156), tasarım argümanının başına bela o lur.

• Tasarım argümanının başlıca cazibesi, insan gözü gibi doğa harikala-


rının nasılvar olduğunu ve bu kadar iyi çalıştığını aç ıklamasıdı r. Ama
tasanın argümanının açıklad ığı şeyler, Darwin'in doğal seçilimle evrim
kuramıyla, üstelik herhangi bir zeki tasarımcının doğaüstü müdahalesine
Tasarım Argümanı

Kozmik ince ayar


Tasarım argümanının birtakım modern tü- ihtimalli şeyl e r için olmaz diyemeyiz. Piyan-
revleri, evrendeki koşulların , yaşam g e lişip goda büyük ikramiyeyi kazanmanız çok düşük
serpilebilsin diye tam ı tamına olmaları gerek- bir ihtimaldir, ama kazansaydınız , birisinin
tiği şekilde olmasının şaşı rtıcı olasılıksızlığına sonuca sizin le hinize hile karıştırdığını aklı­
dayanır. Kütleçekimin gücü ya da genişleyen nıza getirmezdiniz, bunu çok şanslı olmanıza
evrenin başlangıçtaki ısısı gibi birçok değiş - bağlardınız . Ya şamın ortaya çıkması düşük
kenden herhangi biri azıcık farklı olsaydı, bir ihtimal olabilir, ama bu ihtimalin ne kadar
yaşam meydana gelmezdi. Özetle, evrenin düşük olduğundan bahsetmemizi ve sonuçlar
fiziksel özellikleri o kadar ince ayarlara sa- çıkarmamızı sağlayan şey zaten bu ihtimalin

hiptir ki, muazzam bir kudrete sahip bir akıl gerçekleşmiş olmasıdır.
tarafından belirlenmiş olmalıdır. Ama düşük

gere k ka lm ayacak şekil<lc b irebir açıkladığı şeylerd ir. İlahi saatçi görünüşe
bakı l ırsa işini kör saatçiye kaptırmıştır.

• Tasarım argümanını kabul etsek bile, bunun tek b ir kad ir-i mutla k Tanrı
anlayışını ne kadar desteklediği tartı~malı<lır. Doğadaki pek çok "eser" b ir
kurul tarafın<lan tasarlandıkla rını akla getirebilir. Bu <lurum<la bir tanrıla r
kurulun a ih tiyaç duyabiliriz ve kuşkusuz tek b ir tanrıyla sınırlı değiliz. Ne-
re<leyse h e r doğa l nesn e, gene l olarak n e kad a r büyüleyici olsa d a, ayrıntıda
kusurla r barın<l ırır. Kusurlu tasarımla r, kusu rlu ( kadir-i mutlak o lmayan )
bi r rasarımcının göstergesi <leğil mid ir? Genel o larak d ünya<laki kötülüğün
miktarı, bu kötülüğün kaynağı o la n nesn e le r in yaratıcısının ahlakı konu-
sunda şüphe uyan<lırır. Ayrıca tasarımcının, n e kad ar iyi b ir iş ç ıkarm ış
o lu rsa o lsun , h §l§ h ayatta o l<luğunu varsaym a k iç in b ir n eden yoktur.

>> fikrin özü


ilahi saatçi
39 Kozmolojik
Argüman
Soru: Neden hiçbir şey yok değil de bir şey var?
Yamt: Tann.
Kozmolojik argümanın başı ve sonu böyledir, arada da pek bir şey yoktur.
Tann'nm varlığı konusunda ileri sürülen klasik argümanlardan biridir,
felsefe tarihinin hem en iz bırakan, hem de (kimilerine göre) en şaibeli
argümanlanndandır.

Aslında kozmolojik argüman, tek bir argüman değil, hir argüman ailesi ya
da çcşi<lidir; ama tüm türevleri hiçim açısından hirbirine benzer ve aynı
mancığa dayanır. Hepsi de aynı görgül (ampirik) temel üzerine kuruludur:
Var olan her şeye neden olan başka hir şey vardır (bkz. kutucuk). Bu haşka
bir şeye <le neden olan yine başbı bir şey vardı r ve bu böyle uzayı p gider. Sü-
rekli bir adım geriye gitmemek için öyle hir şey olmal ı ki, ona ne<len o lan,
onu doğuran hiçbir şey olmamalı. işte hu her şeyin ilk nedeni ama kendisi
nedensiz (ya da kendinden nedenli) olan şey Tanrı'<lır.

Neden hiçbir şey yok değil? Kozmolojik argüman muhtemelen


sorabileceğimiz o en <loğal, en temel ve en derin soruya bir yanıt denemcsi<lir:
Neden bir şeyler var? l liçhir şey olmayahilirdi, ama var. Neden? Tanrı'nın
varlığı için söylenen diğer klasik argümanlar gibi, kozmolojik argümanın ,
<la kökleri i lkçağa uzanır. Aquino'lu Tommaso'nun Tanrı'nın varlığı için
ileri sürdüi;;rü beş argümanlık Quinque Viae'sin<lcki (Beş Yol) ilk üç argümana
temel oluşturur. "Ne<lcn bir şeyler var?" sorusuna yanıt verecek modem bir
evrenbilimci, kuşkusuz size Büyük Patlama'dan bahsedecektir. Buna göre
KozmoloJlk Argüman

günümüzden yaklaşık 13 milyar yıl ön ce meyd a na gelerek evrenin "Deneyimimiz, bir ilk
doğmasına yol açan patlama sonuc unda enerji, m adde ve h atta
neden için argüman
zaman o rtaya çıkmıştır. A ma bunun pek b ir yararı o lmaz; sadece
soruyu te krar ve başka b içimde dile getirmeye mecbur eder bizi: sağlamak yerine
Büyük Pa d a ma'ya ne (ya da k im ) neden o ldu? isteksiz durmayı
tercih eder."
Karmaşadan düzen çıkartmak Koz mo lo j ik
argümanın cazip tarafı çok iyi bir soruya yanıt sağlamasıdır. En J.S. Mill, 1870
azından çok iyi gib i görün en ve kuşkusuz çok doğal bir soruya:
Neden b izler (ve evre nin geri kalanı) varız ? Kozmo lojik a rgüman iyi bir
y:rn ı t verir mi ? Bu ko nuda kuşku duymak iç in birJe n çok ne de nimi z va r.

• Kozmo lo jik argümanın dayand ığı ma kul görüne n ö n c ül - h er şeye bir


başka şey n e de n o lur- dünyada (ya da evrende) şeylerin nas ıl olduğuna
ilişkin ke nd i deneyimle rimize dayanır. Ama a rgüma n , bu düşünceyi ke nd i
de neyimimizin dışında o la n bir şeye uzatmamızı ist e r b izden, ç ünkü evrenin

Kozmolojik argümanın türevleri


Kozmolojik argumanın türevleri arasındaki için geçerli olmamalıdır. Dolayısıyla argü-
temel fark, odakl andıkları ilişki biçimlerinde- mana göre Tanrı nedensiz (ya da kendinden
dir. ilk neden argümanı olarak da bilinen en nedenli) olmalıdır; her şeyden bağımsız ol-
tanınmış halinde nedensellik ilişkisi ele alınır malıdır; koşula tabi olmamalıdır (yani var
("her şeye bir başka şey neden olur"). Ama olmaması diye bir şey olamazdı); kendili-
mümkün olan tek ilişki bu değildir; mecbu- ğinden anlaşılır ve başka hiçbir şey kaynak
riyet, bağlılık, açıklama ya da anlaşılabilirlik gösterilmeksizin anlaşılabilir olmalıdır. (Bu
ilişkisi olabilir. İddiaya göre bu tür ilişkiler yazıda sadelik adına argüman sadece ne-
sonsuza dek geri götürülemeyeceği için, densel ilişki açısından dile getirilmiştir.)
bu ilişkiler başlangıç noktası (yani Tanrı)

•r -1260
Kozmolojik argüman
· 1670
İman v e a kı l
1739
Bilim ve sahte-bilim
1 Din

Boşlukların tanrısı
Tarihsel olarak, insanoğlunun anlayışı ve seçilimle türlerin evrimini ortaya koyma-
bilgisiyle kavrayabildiğinin ötesinde yer dan önce, doğa aleminde göze çarpan ve
alan doğa olaylarını açıklamak için çoğun­ görunüşte açıklanamaz nitelikteki düzen ve
lukla tanrı ya da tanrılara başvurulmuştur. tasarımı açıklamak için "bollukl arın tanrı sı"
Söz gelim i, gök gürlemesi ve şimşek gibi ileri sürülüyordu (bkz. sf. 152). Kozmolo-
meteorolojik olayların fiziksel nedenleri- jik argüman söz konusu olduğunda Tanrı ,
nin anlaşılmadığı bir dönemde bu olayları insan anlayışının en uzak köşesine çekilmiştir
tanrının işi ya da memnun iyetsizliği olarak - evrenin doğuşuna ve zamanın ta başlan ­
açıklamak yaygındı. gıcına. Böylesine tahkim edilmiş bir yerde

Tanrı bilimsel araştırmanın erişemeyeceği


Bilim ilerledikçe ve insan an l ayışı geliştikçe, bir konumda olabilir. Peki ama ne pahasına?
bu tür açıklamalara yüz vermeyip yerin- Bu anlamda göklerin krallığı gerçekten de
den edilmesi eğilimi doğdu. Darwin doğal küçülmüştür.

meydana gelmesini sağlayan h er ne ise evrenin dışında bir şey olmalıdır.


Kendi deneyimlerimiz elbette buna ışık tutamaz; h atta kavramın tutarlı
olduğu bile kesin değildir: Evren demek zaten var olan her şey demektir,
evren in başlangıcı da (eğer bir başlangıcı o lduysa) zamanın başlangıcını
belirtir.

• Görünüşe bakılırsa, argümanın ana öncülü (her ~eye neden olan bir başka
şey vardır) sonucuyla çelişir (nedeni olmayan bir şey vardır: Tanrı ). Bundan
kaçınmak için, Tanrı'nın "her şey"in kapsamının dışında olması gerekir. Bu,
durumda "her şey'', "doğllllaki her şey" gibi bir anlama gelmelidir. Bir başka
deyişle, Tanrı doğaüstü olmalıdır. A rgümanın bizi götüreceği tahmin edilen
vargıya w ten inananlar için hu tatminkar bir sonuç o labilir. Ama ötekiler,
ya ni ikna edilmeye ihtiyacı olanlar için hu durum gizeme daha da ekleme
yapar ve argü manın temelinin aslında tutarsız ya da anlaşılmaz olduğu yo-
lundaki şüpheyi körükler.

• Argüman, nedenlerin sonsuza dek geri götürülmesinin kabul edilemez


olduğu kavramına dayanı r:
Zincir bir yerde bitmelidir, o yer de nedensiz
Kozmolojik Argüman 1
olan (ya <la ken<li kendisinin nedeni olan) Tanrı'dır. Peki ama evrenin
başlangıcı olmadığını ima eden sonsuz zincir düşüncesini hazmetmek, za-
manın dışında doğaüstü bir şeyin olduğu düşüncesini hazmetmekten daha
m ı zordur sahiden?

• Nedenler zincirinin bir yerde bitmesi gerektiğini kabul etsek bile, ne-
densiz olan ya <la kendinden nedenli olan ~ey neden evrenin ta kendisi
olamasın? Kendi kendisinin nedeni olma düşüncesi kabul edilirse Tanrı
gereksiz hale gelir.

• Kozmolojik argüman, Tanrı'ya birtakım çok tuhaf özellikler atfetmek


zorunda bırakır bizi: nedensiz (ya da kendinden nedenli) olmak, zorunlu ola-
rak var olmak vb. Bunlar kendi içinde epeyce tartışmalıdır ve yorumlanması
zordur. Argümanın (herhangi bir şeyi kan ı tladığını kabul etsek bile) Tan-
rı'nın alışılmış dinsel anlatımla bağdaşan çeşitli özelliklerini kanıtlamaz: her
şeye gücü yetme, her şeyi bilme, evrensel iyilik vb. Kozmolojik argümandan
meydana çıhın Tanrı çok daha tuhaf ve zayıflatı lmış bir Tanrı'dır.

Öyleyse evrenin meydana gelmesine neden olan şey


ne? Kozmolojik argümanla ilgili asıl sorun şu ki, eğer "Evrene neden
olan şey ne?" sorusunun yanıtı X (örneğin Tanrı, ya da Büyük Patlama) ise,
"Peki X'e neden olan şey ne?" diye sorabiliriz. Bunun <la yanıtı Y ise, gene
"Y'ye neden olan şey ne?" diye sorabiliriz. Sorunun sürekli bir adım geriye
itilmesini durdurmanın tek yolu X'in (veya Y'nin veya Z'nin) di-

ğerlerinden sorunun sorulamayacağı derecede farklı türde bir şey işte evren karşımızda
olduğunu söylemektir. Bu da epeyce garip birtakım özelliklerin duruyor ve hepsi bu."
X'e atfedilmesini gerektirir. Bu sonucu kabul etmeye gönülsüz
olanlar, nedensellik zincirini sonsuza dek geriye uzatmaya, bir
Bertrand Russell, 1964
başka deyişle evrenin bir başlangıcı olmadığını kabul etmeye razı olabilir-
ler. Ya da Bertran<l Russell'ın benimsediği görüşü, yani evrenin nihayetinde
anlaşılmaz olduğu görüşünü benimseyebilir; üzerinde tutarlılıkla konuşama­
yacağınıız ya da tartışamayacağımız acı bir olgu. Bu yanıt tatminkar olmasa
da bu en çerin soruya verilen diğer yanıtlardan <laha kötü değildir.

>> fikrin özü


İlk ve nedensiz neden
• ı Din

40 Ontolojik
Argüman
Bir an durup, hayal edilebilecek en mükemmel kaju fıstığını zihninizdeki
tat hücrelerinde canlandırmaya çalışın: Dolgun bir yapısı, zarif kıvrımlan
var; hafif tuzlu, en önemlisi de dokusu - ağzınızda ufalanıp sütlü, hamu-
rumsu, lezzetli bir püreye dönüşüyor. Kusursuz kaju fıstığını meydana
getiren bütün nitelikler mükemmellik derecesinde mevcut. Mmmm. Net
bir şekilde canlandı mı zihninizde? Şimdi iyi haberi verelim. Böyle bir
fıstık var: fıstıksal mükemmelliklerin en yüksek derecesini bünyesinde
toplayan enfes kaju gerçekten var!

Çünkü ne <le olsa zih nimiz<leki kaju fıstığı, aklın ala b ileceği en mükemmel
kaju fıstığı . Gerçekte var olan hir fıstık, sadece zihin<le var olan fıstıktan
hiç kuşkusuz daha mükemmeldir. Öyleyse eğer <lüşündüğümüz fıstık sadece
zih in lerimiz<le var olsay<lı, daha mükemmel bir fıstığı <lü~ünebilirdik: zi-
hinlerimizde ve gerçek hayatta var olan fıstığı. Ama bu durumda aklımızın
alabileceği en mükemmel fıstıktan <laha mükemmelini aklımızda canlandır­
dığı mıza göre bir çel işki <loğmuş olurdu. Öyleyse zihnimizdeki fıstık -aklın
alabileceği en mükemmel bıju fıstığı- gerçekten vardır: Kusursuz fıstık var
olmalıdır, yoksa kusursuz olmazdı.

Fıstıklardan Tann'ya Kajular için geçerli o lan Tanrı için de geçe~­


lidir. En azın<lan Tanrı'nın varlığı üzerine en etkili argümanlar<lan biri olan
ontolojik argü man ın klasik ifadesini dile getirmiş 11. yüzy ıl ilahiyatçısı Aziz
Ansclmus öyle <liyor. Kaju fıstıklarından tüm<len uzak duran Amelınus,
Tanrı'nın (ona göre) tartışma götürmez tanımından başlıyor: Anselm us'a
göre Tanrı "kendisin<len daha büyük hiçbir şeyin tasavvur edilemeyeceği"

Tasarım argümanı Kötül ük problemi Onto lojik argüman


OntoloJik Argüman 1
Kipler mantığı ve olası dünyalar
Anselmo' nun ikinci ontolojik argüman ifadesi mükemmellikteki bir şeyin var o l ma sının en
de ilki gibi başlar; sadece bu sefer " varo- azından mümkün oldu ğ unu varsayal ı m (yani
lu ş" un yerini " zorunlu v aroluş " alm ı ştır. böyle bir varlığın oldu ğ u bi r dünya mümkün
Buna göre Tanrı ' nın var olmaması tasavvur olsun). Ama böyle bir va rlığ ı n ola sı dünya-
edilemez; Tanrı ' nın var olmaması mantıksal lardan birinde var olması , tüm dünyalarda
açıdan imkansızdır . olma sını gerektirir, dolay ısıyla zorunlu olarak
Zorunlu varoluş , son zaman larda ontolojik vardır. Bu sonucu kabul etmektense, buraya
argüman üzerinde kipler mantığı kullanarak varmamıza yol açan varsayımları sorgulayabi-
yapılan çalı ş malara (özellikle Alvin Plantin- liriz. Özellikle de, maksimum mükemmellikteki
ga ' nın çalışmasına) esin kaynağı olmuştur. varlığın herhangi bir olası dünyada var olabi-
Olanaklılık ve zorunluluk fikirleri, mantıken leceği varsayımını. Ama bu olasılığı yadsımak,
olanaklı dünyalar açısından çözümlenm i ştir. maksimum mükemmellikteki varlığın kendi
Örneğin diyelim ki " maksimum mükemmel- kendiyle çeliştiğini söylemektir. Öyleyse mak-
lik" diye bir kavram va r v e bunun anlamı simum mükemmellikteki varlık olarak tasawur
"tüm ol a na klı dünyalarda var olan ve her şeye edilen Ta nrı akla uygun d eği l midir acaba?
gücü yeten (vs.)" demek. Şimdi maksimum

bir va rlıktır. Tanrı 'yı bu şekilde kolaylıkla tasavvur ettiğimize göre, Tanrı
b ir idea o larnk zihinlerim izde va r olmalıd ır. A ma sadece zihinlerimizde var
olsay<lı, <lah a büyük b ir varlığı t asavvur ed ebilirdik - yani h em zihinleri-
m izde hem de gerçekte var olan bir varlığı. Öyleyse bir çelişki doğmaması
için, Tanrı sadece zihinlerimizde değil gerçekte de var olm al ıd ı r.

Tasarım argüm an m m ve kozmoloj ik argümanın görgü! tem cilerinin tersine,


onto lojik argüman deney-ön cesidir, yan i mantıksal b ir zorunlulukt ur; buna
göre Tanrı'nın varlığını yadsıyan kişi çelişkiye düşmüş olur, ç ünk ü Tanrı
ideası Tanrı'nın va rl ığını içerir. Anselmo'mın iddiasına göre, nası l karenin
anlamını kavradığımız zaman dört kenarı olduğunu biliyorsak, Tanrı 'yı kav-
rad ığımız zam an da var olduğunu biliriz.

-1260 1670 1905


Kozmoloj ik argüman iman ve akıl Fransa kralı kcldi r
Tanrı fikri tutarsız mıdır?
Ontolojik argümanın bütün ve rsiyonl arı, daha Bunun mümkün olduğu çok şüphelidir. Örne-
büyüğü tasavvur edilemeyecek bir varlığı ğin her şeye gücü yeten bir tanrı özgür iradeli
tasavvur etmemizin mümkün olduğu düşün ­ varlıklar yaratabilmelidir, ama her şeyi bilen

cesi üzerinde döner. Eğer bu aslında mümkün bir tanrı böyle varlıkların var olabilmesi o la-
değilse -Tanrı kavram ı nın anlaşılmaz ya da nağın ı dışlar. Görünüşe bakılırsa her şeyi
tutarsız olduğu ortaya çıkarsa- tüm argüman bilme ve her şeye gücü yetme aynı varlıkta
güme gider. Eğer argüman geleneksel olarak ayn ı anda mevcut olamaz. Geleneksel Tanrı
tasavur edildiği haliyle (her şeyi bilen, her görüşü için epey bir başa{ırısıdır bu. Gele-
şeye gücü yeten vb.) Tanrı'nın varlığını kanıt­ neksel anlamda tasavvur edilmiş bir Tanrı
layacaksa, bu nitelikler tek tek tutarlı olmalı düşüncesinin tutarl ı olup olmadığı konu-

ve birbiriyle uyuşmalı, ayrıca Tanrı ' da her biri sundaki benzer kaygılar kötülük probleminin
olabilecek en yüksek derecede bulunmalıdır. kökeninde yer alır (bkz. sf. 164).

Ontolojik itirazlar Tıpkı kozmo lojik argüman gibi, onto lojik argü-
man da aslında tek b ir ana düşünceyi paylaşan argümanlar ailesid ir. l lepsi
de aynı <len;cede hırslıdır; Tanrı'nın zorunluluk gereği var olduğunu kanıt­
lam a idd iasındadırlar. Peki am a geçerlilikle ri var mıd ı r? D urum karmaşık,
çü nkü argümanın farklı türevleri farklı eleştirilere açıktır. A n selmo bile
aynı yapıt için de iki ayrı versiyon ileri sürmüştür. Yuka rıda verdiğimiz A n -
selm o'nun ilk formü lasyonu ve argüm anın klasik ifadesi, birbiriyle ilişkili
ik i h ücum hattına karş ı savunm asızd ı r.

Anselmo'yu ilk eleştirenler<len biri Gau nilo adında, Fransa'<laki Marmo ut ier
manastırından çağdaşı bir keşişti. Gaunilo'nun endişesi, ontolo jik argüma-
nın herhangi bir şeyin var olduğunu kanlllamakta kull::ınılabileceğiydi. Onuı~
örneği kusursuz bir ad a idi am a argüman kaju fıstıkları için ya da denizkızları
ya da at-a<lamlar gib i va r o lmayan şeyler iç in de pek iyi işl iyordu. Açıkçası
eğer bir argüman var o lmayan şeylerin varlı ğını ka nırlayabiliyorsa , başı çok
fen a dertte demektir. O ncoloj ik argümanın savunucusu bu saldırıya ka rşı
koym ak iç in Tanrı'nın neden özel bir durum olduğunu - kaju fıstıklarından
h an g i açıla rda n değişiklik gösterdiğini- aç ıklamal ıdır. Kimileri Tanrı'yı
büyük yapan niteliklerin, ya da "mükemmelliklerin", müke mmelleş meye
uygun olduğunu (ilkesel açıdan en yüksek d ereceye ul aşmaya muktedir
olduğunu) , ama mükemmel kaju fıstığının özelliklerinin böyle olmadığını
OntoloJlk Argüman 1
ileri sürer. Eğer Tanrı, aklın alabileceği her şeyi yapabiliyunıa, mantıken a~ı­
lamayacak derecede kadir-i mutlaktı r; oysa mükemmel kaju dolgun bir kaju
ise, <laha dolgun ve dolayısıyla <laha mükemmel bir kaju tasavvur etmek
daima mümkündür. Öyleyse, akim alabileceği en mükemmel kaju <lü~üncesi
-aklın alabi leceği en mükemmel varlığın, yani Tanrı'nın aksine- tutarsız­
dır. Bunun bir alt-sonucu şudur ki, eğer Anselmo'nun argüman ı geçerli
olacaksa, Tanrı kavramı baştan aşağı böyle mükcmmelleştirilebilir nitelik-
lerden meydana gelmelidir. işin ironik yanı, hu nitelikler arasındaki apaçık
uyuşmazlık, Tanrı kavramının kendisini <le tutarsız kılma tch<li<lini içerir
ve ontolojik argümanın bütün versiyonlarının altını oyar (bkz. kutucuk).

Gaunilo'nun sorunu söz hileleridir - Anselmu'nun as- U


lı nda Tanrı'yı var o lacak şekilde tanımladığını düşünür.
Ve hiç kuşkusuz, daha
Kant'ın 1781 tarihli Saf Aklın Eleştirisi ad l ı yapıtında büyüğünün tasawur
da benzer bir kaygı görülür. Onun itirazı, var olmanın edilemeyeceği şey salt
herhangi bir şeye atfedi lebilecek bir özellik ya da yük-
lem olduğu çıkarımına dayanır (bu çıkarım Descartes'ın idrakin içinde var olamaz:
yeniden formülasyonunda da görülür). Kant'ın anlatmak Öyleyse gerçeklikte var
istediği ve 20. yüzyıl mantığıyla desteklenen (bkz. sf. olacak şekilde tasawur
112) nokta şudur: Tanrı vardır demek (kadir-i mutlak ve
alim-i mutlak gibi özellikler atfetmesine benzer şekilde) edilebilir ki o zaman daha
ona var olma özelliği atfetmez, yaln ızca bu kavramın hu büyüktür."
özelliklere sahip bir yorumunu ele aldığını belirtir. Ve bu Canterbury'li Anselmo, 1078
yorumu n gerçek o lup olmadığı asla deney-öncesi, yani
dünyada nasıl olduğuna bakmadan bilinemez. Asl ı mı h;ıkılı mı, v;ırol uş bir
özellik değil, özelliklere sahip olmanın önkoşuludur. Anselmo ve Descartes
mantık hatası yapmıştı r. Bunu fark etmek için örneğin şu ifadeyi düşünmek
yeter: "Var olan kaju fıstıkları var olmayanlardan daha lezizdir." Anselmo
bir kavramdan bu kavramın ömeklenmesine kural dışı bir sıçrayış yapar.
Önce varoluşun bir şeyin sahip olabileceği ya da olamayacağı bir özellik ol-
duğunu varsayar; sonra böyle bir özelliğe sahip ol manın s;ıhip olmamaktan
daha iyi olduğunu ileri sürer; sonunda da Tanrı'mn tasavvur edilebilecek en
büyük v;ırl ık olarak, bu özelliğe sahip olması gerektiği sonucuna varır. Ama
varoluşa yüklem statüsü verilmezse bu bina hemencecik yıkıl ır.

>> fikrin özü


Tasavvur edilebilecek en harika varhk
1Din

41 Kötülük
. .
Problemi
Açlık, cinayet, deprem, salgın hastalık - milyonlarca insanın geleceği
karartılmış, genç hayatlar boşu boşuna söndürülmüş, çocuklar anasız,
babasız ve çaresiz bırakılmış, gençler de yaşlılar da acıyla can veriyor.
Parmaklannızı şaklatıp bu sefaletler dizisini sona erdirebilecek beceri-
niz olsaydı, gidişatı durdurmamak için ancak kalpsiz bir canavar olmanız
gerekirdi. Ne var ki her şeyi bir anda kenara süpürebilecek bir varlık ol-
duğu ileri sürülüyor; kudreti, bilgisi ve ahlak üstünlüğü sınırsız bir varlık:
Tann. Kötülük her yerde, peki ama, tanımı gereği, ona son verme kapasi-
tesi olan bir tannyla nasıl yan yana var olabiliyor bu kötülük? Bu çetrefil
soru "kötülük problemi" denen meselenin özüdür.

KÖlülük problemi hiç kuşkusuz bizi Tanrı'ya inand ırmak isteyenlerin


karşılaştığı en ciddi engeldir. Korkunç bir felaketle karşı karşıya ge-
Etiyopya'da 1984-
lindiğinde, en doğal soru "Tanrı bunun olmasına nası l izin veriyor?"
1985' te siyasal sorusudur. Bir yanıt hu imanın güçlüğü, felaketten etkilenenlerin ima-
istikrarsızlık ile
nını ciddi bir sınava tabi tutabilir.
etkisi daha da
şiddetlenen kıtlık
Tanrı bilgisiz mi, iktidarsız mı, kötü niyetli mi
ve kuraklık, bir yoksa yok mu? Kötülük problemi, Yahudi-Hıristiyan gele-
milyondan fazla in- neğinde Tanrı'ya atfed ilen niteliklerin doğrudan bir sonucu olarnk
sanın açlıktan can ortaya çıkar. Söz konusu özellikler standart Tanrı kavramının temel '
çekişerek ölmesine özellikleridir ve hiçbiri bu anlayışa yıkıcı zarar vermeksizin fırlatı l ıp
neden oldu. atılamaz ya da değiştirilemez. Geleneksel dini anlatıma göre:

Tasarım argümanı Kötülük problemi


Köıülülı Problemi 1
Kötülük nedir?
Bu meseleye geleneksel olarak "kötülük nedenlerden kaynaklanır. insanların ahlak-
problemi" dense de "kötülük" sözcüğü tam sız eylemlerinden (cinayet, yalan söylemek
uygun değildir. Bu bağlamda sözcük, insan- vb.) doğan ızdıraptan söz ederken "ahlaksal
ların başına gelen her kötü şey anlamına gelir kötülük", insanın kontrolü dışındaki faktör-
ki bunların bir kısmı normalde kast ettiğimiz lerin doğurduğu (deprem gibi doğal afetler
kötü l üğe göre çok ufak tefek şeylerdir. Söz ve hastal ı klar) ızdıraptan söz ederken "doğal
konusu acı ve ızdırap, hem insani hem doğal kötülük" denir.

1. Tanrı alim-i mutlaktır: mantıksal olarak bilinmesi müm-


kün h er şeyi bilir.
2. Tanrı kadir-i mutlaktır: mantıksal o larak yapılması müm-
ABD Michigan'da yaşa­
kün her şeyi yapmaya gücü yeter. yan yedi yaşındaki]oshua
3. Tanrı rahim-i mutlaktır: evrensel iyi niyet sahibid ir, ya- DuRussel, 2007'nin Ocak
pılması mümkün her iyi şeyi yapmayı arzu e<ler. ayında öldü. Doktorlar
çocuğun beyin sapını yavaş
Kötülük problemini özellikle göz ünün<le tutarak, bu üç yavaş yok eden, ender
temel sıfattan akılla şu ç ıkarımlar yapılabilir: rastlanan ve ameliyat edi-
lemeyen tümörü fark edeli
4. Eğer Tanrı a lim-i mutlaksa, yaşanan bütün bu acı ve ızdı­ lıenüz bir yıl olmamıştı.
rabın baştan aşağı farkındadır. DuRussel' ın okulundaki
5. Eğer Tanrı kadir-i mutlaksa, bütün acı ve ızdırabı önl e- bir görevliye göre, heyzbol
meye güc ü yeter. oyuncusu hayvansever oğlan
6. Eğer Tanrı rahim-i mutlaksa, büt ün acı ve ızdırabı önlc- "büyük bir mücadele vermiş ,
meyi ister. asla umudunu kaybetmemiş
ve durumundan hiç şikayet
Eğer 4, 5 ve 6 numaralı önermeler doğruysa ve eğer Tanrı etmemişti ."
( 1, 2 ve 3 numaralı önermelerde tanımlan<lığı ha liyle ) varsa,
dünyada acı ve ızdırabın olmayacağı sonucu çıkar, çünkü

-400 1078 1670


Özgür irade sa vunması Ontolojik argüman İman ve akıl
1
Din

Tanrı ken<li eği limlerine uya rak acı ve ızdırabı önleyecek-


tir. Ama dünyada acı ve ızdırabın ol<lu6'U açıktır, öyleyse ya
8 Ekim 2005'te Tanrı 'nın olmadığı, ya da 1, 2 ve 3 numaralı önermelerde
korkunç bir deprem söylenen özelliklerden bazılarına sahip o lmadığı sonucuna
Keşmir'in Pakistan vannamız ge rek ir. Kısacası , kö tülük problemi teist için ye-
yönetimindeki kesimini nilir yutulur lokma o lmayan şu anlamı içerir: Tanrı n eler
vurdu, sayısız köy ve o lup bittiğini ya bilmiyordur, ya umursamıyordur, ya bu
kasabayı haritadan sildi. konuda e linden b ir şey gelmiyordur, ya da Tanrı yoktur.
l~esmi açıklamalara
göre yaklaşık 75.000 Saldırıyı savuşturma girişimleri Bu yıkıcı
insan öldü, 100.000'i sonuçrn n kaç ınma gi rişimleri, yukarıdaki argümanın bazı
aşkın insan yaralandı, aşamalarını çökertmeye çalışır. Hıristiya n Bili mciler'in sa-

3 milyondan fazla insan vunduğu gibi kötü lük diye bir şeyin olmadığını iddia etmek

evsiz kaldı. problemi tek hamlede çözmekle birlikte , bu çözüm çoğu


kimse için kabul edile mez. Tanrı'ya atfedilen üç temel
özellikte n birin i te rk etmek (O'n un bilg isini, kudre tini
ya da ah laksal mükemmelliğini sınırlandırmak) çoğu re-
iste göre son derece sakıncalıdır. Dolayısıyla alışılagelmiş strateji, kötülük
ile Tanrı'nın (Tanrı'nın bütün özel likleri yerli ye rin dedir) aslında birlikte
var olabi leceğini açıklamaya çalışmaktır. Böyle girişim lerde çoğunlukl a 6

İki farklı kötülük problemi


Kötülük problemi iki farklı biçime bürü- tanrının yaratımı olamayacağı öne sürülür.
nebilir. Mantıksal versiyonda (kabaca bu Bu ikinci versiyon mantıksal versiyon kadar
bölümün ilk kısmında sunulan versiyon). iddialı değildir; Tanrı'nın var olmasın ı n müm-
Tanrı ile kötülüğün birlikte var olmasının ola- kün olmadığını ileri sürmekle yetinir ama
naksızlığı tümdengelimli argümanla ortaya sonuçta çürütülmesi daha zordur. Mantıksal
konur: Tanrı'nın niteliğinin kötülüğün mey- versiyon, Tanrı ile kötülüğün birlikte var ol-
dana gelmesiyle bağdaşmadığı, dolayısıyla masının, ne kadar ihtimal dışı olduğu sanılsa

da Tanrı'ya inanmanın akı l dışı olduğu ileri da mümkün olduğunu göstererek çürütülür.
sürülür. Kanıta dayalı versiyon ise aslında ta- Kanıta dayalı versiyon ise, teistin önüne daha
sarım argümanının tersyüz edilmesidir (bkz. büyük bir zorluk koyar; onu dünyadaki tüm
sf. 152): Dünyadaki bitmek bilmez dehşetle­ bu kötülüklerden nasıl daha yüksek bir fayda
rin, her şeye gücü yeten, her şeyi seven bir çıktığını açıklamaya davet eder.
Kötülük Problemı 1
numaralı önermeye saldırıda bulunulur, Tanrı'nın neden
her zaman acı ve ızdırabı ortadan kaldırmayı seçmesi ge·
'
rekmediğinin "ahlaksal açıdan yeterli gerekçeleri" olduğu 2005'in Mart ayında
öne sürülür. Bu düşüncenin altında yatan varsayım da, Florida'da dokuz
Tanrı'nın öyle bir seçim yapmasının, uzun vadede bizim yaşındaki ]essıca
lehimize olduğudur. Uzun sözün kısası, dünyada meydana Lunsford'un yarı çürümüş
gelen kötülükler aslında iyidir: O kötülükler meydana cesedi küçük bir çukurda
gelmemiş olsaydı bizim için sonuçlar daha kütü ulurdu. bulundu. Cinsel suçtan
8abıkalı 46 yaşındaki
Peki insanoğlunun acı ve ızdırabı pahasına hangi daha ]uhn Cuuey tarafından
büyük iyilikler kaza n ılacak? Muhtemelen en güçlü yanıt birkaç hafta önce kaçırılıp
"özgür irade savunması"dır. Buna göre dünyada çekilen
tecavüz edilen küçük kız
ızdırap, eylemlerimizde hakiki seçimler yapma özgürlüğü­
diri diri gömülmüştü.
müz için ödediğimiz bedeldir - hem de ödenmeye değer
bir bedel (bkz. sf. 168). Bir başka önemli düşünce, gerçek
ahlaksal karakter ve erdemin, insanoğlunun ız<lırap ör-
sünde dövüldüğüdür: Aziz ya da kahramanın gerçek değerinin parlaması,
ancak husumeti alt etmesi, ezilene yardım etmesi, desporn k::ırşı çıkması vs.
ile olabi lir. Kötülük problemine önerilen çözümler, insanoğlunun çektiği
acıların gelişigüzel dağılımı ve büyüklüğünü açıklamakta zorlanır. Çoğun­
lukla en fazla acıyı suçsuzlar çeker, kötüler ise çizik bile almadan kurtulur.
Çekilen ızd ı rabın miktarı, karakter terbiyesi için gereken makul miktarların
kat be kat üstüne çıkar. Bu kadar korkunç ac ı hır bırşısında, teistin son
başvurduğu çare "Tanrı'nın işine akıl sır ermez" demektir. Yani her şeye
gücü yeten, her şeyi bilen bir tanrının amaç ve niyetlerini tahmin etmeye
çalışmak, biz yarım akıllılar için küstahl ık ve cüretkarlıktır. Runa imana
başvurma denir: ilahi iradenin işleyişini açıklamak için mantığa başvurma­
nın yanl ış olduğu, bu gibi şeylere mantıktan bağımsız olarak iman edilmesi
gerektiği düşüncesi. ikna olmamışların gözünde argümanın bu haliyle bir
önem taşıması mümkün değildir.

>> fikrin özü


Tanrıkötülüklerin meydana
gelmesine neden izin veriyor?
loın
42 Öıgür İrade
Savunması
Dünyada kötülüğün varlığı, her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve her şeyi
seven bir tann olduğu düşüncesine karşı en ciddi itirazdır. Teistler ise
kötülüğün olduğunu, çünkü insan olarak kendi seçimlerimizi yaptığımızı
söylerler. Bu inanışa göre insanın özgür iradesi Tann'nın son derece de-
ğerli bir armağandır, ama Tann bize bu armağanı kötüye kullanma riski
olmaksızın veremezdi. Öyleyse Tann meydana gelen kötü şeylerden so-
rumlu tutulamaz, çünkü onlar sadece bizim kabahatimizdir ve Tann'nın
varlığına gölge düşürmek için kullanılmaları doğru değildir.

Kötülüğün kendini sürekli gösteren varlığı -etrafımızı saran ı,,ıünlük acı ve ız­
dırap tablosu-eğer bir tanrı varsa, onun Yahudi-Hıristiyan geleneğinde tasvir
c<lilen mükemmel varlıktan çok uzak olduğunu düşündü rür. Korkunç şeylerin
meydana gelmesini önlemeye gönlü ya da yeteneği olmayan bir tanrı tasviri,
tapınmak şöyle
<lursun, saygımıza dahi layık olmayan bir varlığı çağrıştırır.

Bu iti raza karşı koyacak girişimlerin, ahlaki açı<lan mükemmel bir tanrının,
kötülüğün var olmasına her şeye rağmen izin vermeyi neden seçtiğine dair
geçerli nedenler sunması gerekir. Tarihsel açıdan en popüler ve iz bırakan
öneri, "özgür irade savunması"dır. Hakiki seçimler yapma özgürlüğümüz,
gerçek ahlaki değer taşıyan hayatlar sürmemizi ve Tanrı'yla derin bir sevgi
ve güven ilişkisine girmem izi sağlar. Ama özgürlüğümüzü kötüye kullanıp '
yanlış seçimler yapabiliriz. Bu almaya <lcğcr bir risk, ö<lemeye değer bir
be<lel<li; Tanrı bize ahlaksız o lma ihtimalin i sun masayd ı , daha büyük bir
armağand an olurduk ki o da ahlaklı ol mayı seçme irademizdir.

Kötülük problemi Özgü r irade Ontolojik argüman


savun ması
iizgür irade savunması 1
H içbir dönem sönmeyen cazibesine rağmen özgür irade savunması bi rtakım
zorlu problem !erle karşılaşır.

Doğal kötülük Özgür irade savunmasının ka rşı karşıya kaldığı belki de


en aşikar zorluk, doğal kaynaklı kötülükle rdir. Özgür iradenin ahlaki kötü-
lüklere -insanların özgür iradeleriyle yaptıkları yanlış seçimlerin son ucunda
ortaya ç ıkan kötülüklere- değecek kadar kıymetli bir şey olduğunu kabul
ettik diyelim, peki doğal kötülüklerin ne gibi bir anlamı olabilir? Tanrı eğer
HIV virüsünü, hemoroid i, sivrisine kleri, selleri ve depremleri birdenbire or-
tadan kald ırsa, bizim özgür irademizi nasıl baltalamış ya da azaltmış olurdu?
Ru sorunun n e denli zor olduğunu, ve ril en bazı teistik tepkilere bakarak
göreb iliriz: Doğal afetle r, h asta lık lar, zararlılar ve benzerleri (kelimenin
gerçek anlamıyla) şeytan işidir, cenneu en kovulmuş melekler ve iblisler
sürüsünün eseridir; ya da bu belalar, Adem'le H avva'mn Cennet Bahçesi'n -
deki ilk günahına karşılık Tanrı 'nın "adil" cezasıdır. İkinci gerekçe bütün
doğal kötülükleri ahlaki kötülüğün ilk örneğine dayandırarak Tanrı'yı h er
türlü suçlamadan muaf tutmaya çalışır. Bu açıklama tatmin edici görünmez.
ilk insanlar suç işledi diye onların büyük-(büyük-büyük ... ) torunlarını
cezalandırmak Tanrı 'nın müthiş bir adale tsizliği değil midi r? Ayrıca, geç m iş
ata larının eylemleri yüzünden zaten yargıları verilmiş insanlara özgür irade
verilmesi o nlara n e yarar sağlayacak ?

Popüler kültürde
2002 yapımı Azınl ı k Rapo ru filminde Tom inanılmaktad ı r. Suçlama Anderton' un ken-
Cruise, ABD b aş ke nti Wash ingto n' daki disine yö neltild iğ inde
po lis şefi bir kaçağa
"suç-öncesi " bölümünde çalışan polis şefi dönüşür;cinayet işleyebileceğine inanmaz. En
John Anderton rolündedir. Anderton katil- sonunda suç-öncesi bölümü itibarını kaybeder,
leri suçu işlemeden önce tutuklamaktadır, onunla birlikte determinizm de gözden düşer.
çünkü potansiyel suçluların eylemlerinin Seyircilerin özgür iradeye olan inanc ı da böy-
önceden kesin olarak tahmin edilebildiğine lece sarsılmamış olur.

1670 1789 1976


İm a n ve akı l Ceza kuraml a rı Şanss ız olmak
ayıp m ı?
Gerçekten özgür müyüz?
Özgür irade problemi, eylemlerimizin kont- •Yumuşak deterministler
rolünün tamamen kendi elimizde olduğu determinizmin doğru oldugunu kabul etmekle
yönündeki sezgisel görüşümüz ile eylem- birlikte, özgür iradeyle bağdaşmadığını kabul
lerimizin deterministik olduğu yönündeki etmezler. Hareketlerimizi belirleyen yaptı­
bilimsel görüş arasındaki tartışmadır. Basitçe ğımız seçimlerdir. Seçim lerimizi belirleyen
söylersek, determinizm her şey ı n etki-tepki nedenlerin etki-tepki ilkesine göre belirlen-
zinciri içinde gerçekleştiğini söyler. Dünya- miş olması önemli değildir. Önemli olan zorla
nın herhangi bir andaki durumu, bir önceki yapılmamış ve isteklerimizle ters düşmemiş

durumu tarafından zorunlu kılınmış ya da olmalarıdır. Bu anlamda özgür bir eylem nor-
belirlenmiştir, ki o durum da kendinden bir mal ahlaksal değerlendirmeye tabidir.
önceki tarafından belirlenmiştir. Ama eğer
bütün eylemlerimiz ve seçimlerimiz, bu •Özgürlükçüler
şekilde geriye dol'jru uzanan, hatta doğu­ determinizmin özgür iradeyle bağdaşma­
mumuzdan önceki bir zamana uzanan bir dığını düşünür ve bu yüzden determinizmi
dizi olayla belirlenmişse, bu eylemleri ve reddederler. Onlara göre yumuşak determi-
seçimleri özgür irademizle dilediğimiz gibi nistin, "istesek başka türlü davranabilirdik"
yaptığımızı nasıl söyleyebiliriz? Ve bu eylem şeklindeki düşüncesi boştur, çünkü öyle bir

ve seçimlerden nas ı l sorumlu tutulabiliriz? seçim yapmamanın kendisi de nedensel ola-


Seçimlerimizde özgür olduğumuz yolun- rak belirlenmişti (ya da determinizm doğru
daki görüş, determinizmin tehdidi altındadır. olsaydı nedensel olarak belirlenmiş olacakt ı ).
Üstelik aynı tehdit, "ahlak öznesi" konumu- Dolayısıyla özgürlükçüye göre insanoğlunun
muz için de geçerlidir. Bu son derece ciddi özgür i radesi gerçektir, seçimlerimiz ve ey-
tehdide karşı çeşitli
felsefi savunmalar ya- lemlerimiz belirlenmem işt ir. Özgürlükçüler
pılmıştır. Bunlardan belli başlılarına bakacak için sorun, bir eylemin belirlenmeksizin nasıl
olursak: meydana gelebildiğini açıklamaktır. Bir olay
nedensel değilse gelişigüzel olmaz mı? Bu tür
• Katı deterministler bir rasgelelik, ahlaksal sorumluluk düşünce­
determinizmin doğru olduğunu ve özgür ira- sine en az determinizm kadar zarar verecektir.
deyle bağdaşmadıl'jını savunur. Eylemlerimiz Özgürlükçülüğün merkezinde derin bir çukur
geçmişteki olaylar tarafından nedensel olarak olduğu şüphesi zaman zaman dile getirilir.
belirlenir. Özgür olduğumuz düşüncesi -başka Buna göre özgürlükçü, insanoğlunun ey-
türlü hareket edebilirdik anlamında özgür lemlerine dair diğer açıklamaları çöpe atmış,
olduğumuz düşüncesi- bir yanılsamadır. Do- boşalan yere de bir kara kutu çizmiştir.
layısıyla ahlaksal yergi de övgü de yersizdir.
ÖZgür irade Savunması

Kuantum mekaniği imdada mı


yetişiyor?
Determinizme direnmenin zorluğunu gören yardımına yetişmiştir diyebilir miyiz? Kuantum
çoğu filozof, ya özgür iradenin bir yanılsama mekaniğine göre atomaltı düzeydeki olaylar
olduğunu kabul etmiş, ya da düşüncelerini belirsizdir; tamamen nedensiz ve şansa bağlı
determinizmle koşut hale getirebilmek için çe- olarak "oluverirler" o kadar. Bu durum deter-
şitli yollar aramıştır. Özgürlükçülerin, olayların minizme bir yanıt olabilir mi? Pek sayılmaz.
nasıl olup da nedensizce meydana geldi{lini Kuantum belirsizliğinin özü rasgeleliktir. Eylem-
açıklama girişimleri diğer gerçeklerle bağdaş­ lerimiz ve seçimlerimizin derinlerde bir yerde
mıyor, tuhaf kaçıyordu . Peki bazılarının iddia rasgele olduğu düşüncesi , ahlaki sorumluluk
ettiği gibi kuantum mekaniği özgürlükçülerin kavramını açıklamakta pek yarar sağlamaz.

Doğal kötülüğü açıklamanın zorluğu bir ya na, özgür irade savunması da


karşıs ında kaçınılmaz olarak bir başka felsefi sorunu bulur: özgür irade-
nin varlığı. Özgür irade savunması, seç im yaparken ta m anlamıyla özgür
olduğumuzu ka hul eder. Buna göre bir şey yapmaya karar verdiğimizde, ka-
rarlarımızı bizim dışımızdaki faktörler be lirlemez, ya da kararlarımıza neden
olmaz; dolayısıyla başka t ürlüsünü yapma olanağı önümüzde hakikaten açık
durur. Özgür iradeni n bu "özgürlükçü" anlatımı, günde lik davranışlarımıza
ilişkin sağd uyumuza uysa da, birçok filozofa göre determinizmin (he lirle-
nimciliğin) karş ısın<la yerle hir o lmaya mah kum<lur (bkz. kutucuk). Ve
özgür ira<lc savunmasının altında yatan özgür irade anlayışı yerle h ir o lmaya
mahkumsa, doğal olarak savunma da onunla birlikte yerle bir olacaktır.

>> fikrin özü


Yanhş yapma özgürlüğü
43 iman ve Akıl
Son zamanlarda Tanrı'nm varlığına ilişkin geleneksel argümanları can-
landırma amacıyla yapılan birtakım kahramanca girişimlere rağmen,
çoğu filozof bu argümanların artık diriltilemeyecek halde olduğu ko-
nusunda hemfikirdir. Ama inançlılar bu sonuçtan yine de rahatsızlık
duymayacaktır. Onların inancı böyle argümanlara bağlı değildir ve argü-
manların çürütülmesiyle kuşkusuz sarsılmayacaktır.

iman etmişlerin gözünde, akılcı söylemin standartları dinsel meselelere


uygun değildir. Onlar nasıl en başında soyut felsefi akıl yürütmeler sonu-
cunda inanca yönelmemişlerse, inançl arını reddetmeye de bunlarla ikna
olacak değillerdir. 1!atta bir adım ileri giderek, düşünsel çabalarımızın
Tanrı'mn amaçlarını bizler için anlaşılır ya da kavranabilir kılacağını var-
saymanın küstahça olduğunu ileri sürerler. Tanrı'ya inanmak, nihayetinde
akıl değil, iman meselesidir.

İman körü körüne olabilir ama yalnızca bir inanç meselesi değildir. İmanı
aklın üstünde tutan görüşe "imancılık (fideizm)" denir. lmancı, imanın
gerçeğe giden alternatif bir yol olduğunu, dinsel inanç söz konusu oldu-
ğundaysa doğru yol olduğunu savunur. İman, gönüllü bir teslimiyet halidir
ve ancak Tanrı'nın lütfuyla kazanılabilir. Bununla birlikte yine de kişinin
samimi bir irade göstermesini gerektirir. Filozoflar ise dinsel i nancın akılcı
bir değerlendirmesini yapmanın peşindedir; kanıtları tartarak buna göre bir
sonuca ulaşmak isterler. Görünüşe bakılırsa imancı ve felsefeci, tamamen,
farklı iki yolda yürümektedir. Peki ortak payda ları yok gibi gözüken böylesi
bir durumda, herhangi bir anlaşma ya da uzlaşma olasılığı var mıdır?

İmanın bilançosu Dinsel inancın akılcı zeminde doğru dürüst sa-


vunulamayacağı olgusu, imancının elinde artı bir değere dönüşür. Eğer

ilahi buyruk kuramı Kötülük problemi


boan ve Al ıl 1
İbrahim ve İshak
Kutsal Kitap'taki lbrahim ve İshak' ın hikayesi, deliliktir. Durumun herhangi bir alternatif
iman ile akıl arasındaki kapanmaz uçurumu değerlendirmesi (Belki de delirdim / Belki
çok güzel anlatır. İbrahim , Tanrı'nın buyruk- yanlış duydum / Belki Tanrı beni sınıyor /
larını sorgusuz sualsiz kabul etme açısından Belki de Tanrı kisvesine bürünmüş şeytandır
dini imanın bir numaralı örneği kabul edilir; bu / Yazılı olarak alabilir miyim ben bu emri7).
hatta bu doğrultuda öz oğlu lshak' ı kurban İbrahim'in seçtiği yoruma yeğdir. Bu yüzden
etmekten bile çekinmemiştir. Ne var ki İbrahim'in davranışı, inanmayan akılcının gö-
dinsel bağlamdan çıkarılıp rasyonel açı - zünde kesinlikle anlaşılmaz ve kabul edilemez
dan bakılacak olursa İbrahim'in davranışı bir davranıştır.

Tanrı 'ya inanmaya giden tam anlamıyla akılcı bir "Hıristiyanlığı gerçeklerden
yol olsaydı , imana gerek olmazdı , ama akıl bu doğ­ daha çok severek yola koyulan
rulamay ı sağlayamadığı için iman devreye girer ve
boşluğu doldurur. İnanan kişinin sergilemesi gere- kişi, bir süre sonra kendi
ken irade, i manın kazanılmasına ahlaki bir fazilet mezhebini Hıristiyanlıktan daha
ekler. Sorgulamadan gösterilen bağlıl ık -en azın­ çok sevmeye başlayacak, en
dan o bağlılığı paylaşan kişil erin gözünde- samimi
ve mütevazı di ndarlık o larak takdi r edilir. İmanın sonunda da hepsinden çok
bazı cazibeleri kolayca görülebilir: hayatın anlamı kendini sevecektir."
bellidir, çekilen acıların bir tesellisi vardır, in anan- Samuel Taylor Coleridge, 1825
lar ölümden sonra daha iyi bir şeyi n kendilerini
beklediğini bilerek avunur vs. Dinsel inanç özümüzde var olan pek çok ilkel
iht iyaç ve kaygılara açık yan ı tlar sağlar. Birçok insanın d insel bir yaşam
biçimi benimseyerek kendin i gelişti rmiş, hatta dönüşüm geçirmiş olduğu
yadsın amaz. Dinin simge ve motifleri, neredeyse sınırsız sanatsal esin ve
kültürel zenginlik sağlamıştır.

~. 1670 1739
iman ve akıl Bilim ve sahte bilim
Pascal'ın kuman
Diyelim ki Tanrı ' nın varlığına ilişkin kanıt l arı olur. Tanrı'ya inanmak konusunda "Pascal ' ın
ikna edici bulmadık. Ne yapmalıyız? Tanr ı 'ya kumarı adıyla" bilinen bu zekice argüman,

inanabilir ya da inanmayabiliriz. Eğer inan- Blaise Pascal tarafından 1670 tarihli Düşünce­
mayı tercih edersek ve haklı çı karsak (yani ler adlı yapıtında ileri sürülmüştü. Zekiceydi
Tanrı varsa) sonsuz mutluluğu kazanırız. Eğer belki ama kusurluydu. Argümanın apaçık bir
haksız çıkarsak pek fazla bir kaybımız olmaz. sorunu, insanın alacağı bir kararla inanabile-
Öte yandan, inanmamayı tercih edersek ve ceğini sanmasıydı. Halbuki inanç böyle bir şey
haklı çıkarsak(yani Tanrı yoksa) hiçbir şey değ i ldir. Daha da beteri, argümana başlarken
kaybetmeyiz ama fazla bir şey de kazanmayız. Tanrı'nın var olup olmadığını bilmediğimizi
Ama eğer haksız çıkarsak muazzam bir kaybı­ kabul ettiğimizegöre, neyi sevip neyi sev-
mız olur - en iyi ihtimalle sonsuz mutluluğu mediğini nereden bileceğiz? İnanacağımız
elimizden kaç ı rmış oluruz, en kötü ihtimalle Tanrı hangi dinin tanrısı? Ya Tanrı kendisine
sonsuz cehennem azabına mahkum oluruz. tapınmayanlara anlayış gösteriyor, ama sırf

Kazanacak şey bu kadar çok, kaybedecek şey çıkarlarını düşünerek kendisine inanma yö-

bu kadar az olduğuna göre Tanrı ' nın var ol- nünde kumar oynayan hesapçı tiplerden hiç
duğunu düşünerek hareket etmemek enayilik hoşlanmıyorsa?

"Tanrı'nın var olduğu lmancının kredi hanesine yazacağı iman konularının


konusunda bahse birçoğunu, ateist filozof borç hanesin e kaydeder. J.S.
Mill'in güzelce ifade ettiği üzere (hkz. kutucuk), se-
girerken kazancı ve küler liberalizmin en d eğerli ilkeleri arasında yer alan
kaybı tartalım. Her iki düşünce ve ifade özgürlüğü, dindar kişinin gözünde bir
olasılığı değerlendirelim.
fazilet olan sorgusuz rıza gösterme a lışka nlığıyla kanl ı
bıça klıdır. Sorgusuz kabulle niş, inanmayan kimseye
Kazanırsanız
her şeyi grnclde saflık ve bo~ inanç olarak görülür. O toriteye '
kazanırsınız; kaybederseniz kolayca itaat ede n insan, ahlakı ve yasakları kendile-
hiçbir şey kaybetmezsiniz. rince yorumlayan cemaat ve tarikatların c tkisim: de
dah a ko lay girer, bu da bazen bağnazlık ve yobazl ığa
Öyleyse Tanrı'nın var olduğu dönüşebilir. Kiş inin başkalarına i nanıp güvenmesi
yolunda bahse girin, hem de takdire değer bir şey<lir, ama yalnızca söz konusu baş­
kaları takdire değer insan lar olduğunda. Akıl kapı
hiç tereddüt etmeden."
dışarı edildiğinde, h er türlü aşırılık onun yerini almaya
Blaise Pascal, 1670 koşabilir. Bazı dönemlerde ve bazı dinlerde, sağduyu
boan ve Alı l 1
J.S. Mill'in düşünce özgürlüğü
hakkındaki düşünceleri
John Stuart Mili, 1859 tarihli Özgürlük Üzerine konusunda uyarılardabulunur. Zihinsel ge lişim
adlı yapıtında, ifade ve konuşma özgürlüğü­ felce uğramış, akıl sinmiş,gerçeklerin kökleri
nün coşkulu bir savunmasını yapar. insanların çürümüştür: "Doğru kabul edilen görüşler . . .
yerleş ik düşünceleri sorgulama ve eleştirme birer önyargı, argümandan azade inanç, hatta
cesaretlerinin kırılmaya çalışıldığı, " en etkin argüman aleyhine kanıt halini almıştır. Akılcı
ve sorgulayıcı zihinlerin, en yüksek konular bir insanın gerçekleri böyle olamaz ... Gerçek-
hakkında özgür ve cüretkar fikir yürütmekten" liğin böylesi, bir gerçeği dile getiren sözcüklere
korkar hale geldiği bir kültürün tehlikeleri kazara tutunan boş bir inançtır o kadar. "

ve hoşgörünün uçup gittiği, yerin i hoşgörüsüzlük, dar kafalılık, cinsiyet ay-


rımcılığı ve daha beterinin aldığı yadsınamayacak bir gerçekt ir.

Sonuçta a ktifler ve pasifleriyle b ilançoyu çıkardığı mızda, "inanıyorum, böylece


bir tarafın borçlar h anesine yazdığı şeyi diğer tarafın anlıyorum."
alacaklar han esine yazdığını görürüz. Farklı muhasebe
yön temleri kullanıldıkça hesapla r birbiriyle uyuşmaz h ale Hippo'lu Augustinus, -400
gelir. İnananlarla inanmayanlar tartıştığında da böyle
bir izlenim ediniriz. İnananlarla inanmayanlar genellikle ayrı telden çalar,
o rtak bir zemin oluşturmayı başara mazlar. iki taraf da ka rşı sındakini bir
milim yerinden oynata maz. A te istler imanın akıldışı olduğunu k:mıtlayarak
kendilerini tatmin ederken, inançlılar bu tür kanıtları ilgisiz ve yersiz görür.
Sonuç olarak iman ya akla aykırıd ı r ya da aklın dışındadır; kendin i gururla
ve meydan okurcasına aklın karşısında konumlandırır. Zaten bir bakıma
olayı da tam bud ur.

>> fikrin özü


özü kapah inanç
• Slyasat, Adalet ve Toplum

44 Pozitifve
bJegatif
Ozgürlük
Hemen herkesin üzerinde görüş birliğine vardığı konulardan biri olan
özgürlük, en önemli siyasal ideallerden biri, belki de en önemlisidir.
Ama özgürlük aynı zamanda neredeyse herkesin üzerinde görüş ayrılığı
içinde olduğu bir konudur. Ne kadar özgürlüğümüz olmalı? Özgürlüğün
büyüyüp serpilmesi için kısıtlama gerekli mi? Sizin bir şey yapma özgür-
lüğünüz benim başka bir şey yapma özgürlüğüme aykın düşerse bunları
nasıl uzlaştırabiliriz?

Zaten yeterince karmaşı k olan özgürlük tartışması, özgürlüğün doğası


hakkındaki temel anlaşmazlıkla <laha da içinden ç ı kıl maz hale gelmiştir.
"Özgürlük" sözcüğü çeşitli anlam nüansları taşımasının yanısıra, birbiriyle
ilintili ama yine de farkl ı kavramlara işaret e<lcr. Bu bulanık sahneyi ay-
dınlattığı için 20. yüzyılın büyük filozoflarından Isaiah Berlin'e çok şey
borçluyuz. Onun özgürlük tartı~ı'nasın ın odağında, pozitif ve negatif özgür-
lük arasındaki temel hir ayrım yer alır.

İki farklı özgürlük kavramı George önünde bir kadeh breruliyle otu-
ruyor. Kafasına silııh dnğrulcu/J içki içmesini söyleyen kimse yok. Baskı ve engel '
yok; onu ne içmeye zorlayan bir şey var, ne de içmemeye. Canı nasıl isterse öyle
yapma özgürlüğüne sahip. Ama George bir alkolik. Kerulisi için bunun kötü ol-
duRıtnu biliyor; içmenin kendisini öldürebileceğini ı:le biliyor. Dostlarını, ailesini,
Poziti1 ve Negatif Özgürlük 1
çocuklarını, i~ini, itibarını, haysiyetini yitirebilir ... ama kendini tutamıyor.
Titreyen elini uzan/ı kadehi dudaklarına götürüyor.

Burada çok farkl ı iki tür özgürlük söz konusu. Özgürlüğü dışsal bir kısıtlama­
nın ya <la baskının yokluğu olarak düşünürüz çoğu zaman. istediğimiz şeyi
yapmamızı önleyen bir engel olmadıkça özgürüzdür. Beri in huna "negatif öz-
gürlük" adını verir. Negatiftir, çünkü o lmayan bir şeyle tanımlanır: herhangi
bir ~mırlama ya <la <lış müdahalenin olmamasıyla. Bu an lamda içkici George
tümüyle özgürdür. Ama içmemesinin daha iyi olacağını bilse de tutamm
kendini. Kendisine ram anlamıyla hakim değildir; kaderi tümüyle kendi elle-
rinde değildir. Kendini alıkoyamadığı oranda seçeneksizdir ve özgür değildir.
George'da eksik olan şey, Berlin'in "pozitif özgürlük" adını verdiği şeydir. Po-
zitiftir, çünkü özgür olmak için mevcut olması gereken bir şeyle tanımlanır:
öz<lenetim, özerklik (kendi kendini yönetebilme), akla ve çıkarlara uygun
şekilde hareket edebilme iradesi. George bu açıdan özgür değildir.

Negatif özgürlük Berlin'in negatif anlamında, istediğimiz gibi hare-


ket etmemize müdahale edilmediği ölçüde özgürüz<lür. Ama özgürlüğümüzü
yaşarken kaçınılmaz biçimde birbirimizin ayağına basarız. Banyoda yüksek
sesle şarkı söyleme özgürlüğümü kullanırken, sizin sakin bir akşamın ta-
dını çıkarma özgürlüğünüzü elinizden alınış olurum. H içkimse başkalarının
özgürlüğüne tecavüz etmeden dizginsiz bir özgürlük yaşayamaz. Bu yüzden
toplum içinde birlikte yaşarken belli ödünler vermek gerekir.

Klasik liberallerin benimsediği tavır "zarar ilkesi" ile tanımlanır. Victoria


çağı filozofu J.S. Mill'in Özgürlük Üzerine adlı yapıtında ifade ettiği üzere,
insanlar başkala rına zarar vermed ikleri sürece dilediklerini yapmakta öz-
gürdür; toplumun kısıtlama getirmesi, ancak böyle bir zarar söz konusuysa
haklı görülebilir. Bir şekilde dış müdahale ve otoriteden muaf, dokunulmaz
bir kişisel özgürlük alanı tanım layabiliriz. Bu alanda bireylerin ki~isel zevk-
lerini ve eğilimlerini engelsizce yaşamasına izin verilir; siyasal anlamda da,
ihlal edilemez nitelikteki çeşitli hak ve özgürlükleri-konuşma, örgütlenme,
vicdan özgürlüğü vb.- hayata geçirmekte serbesttirler.

1959 1971
Pozitif ve negatif özgürlük Fark ilkesi
1 Siyaset, Adalet ve Toplum

Özgürlük konusunda liberallerin benimsediği negatif anlayış, egemen anla-


yış olsa da (en azın<lan Batı ülkelerin<le), hala birçok çetrefil mesele vardır.
Özellikle, yapmakta "özgür" olduğu şeyleri yapacak
yeteneği ve kaynağı olmayan bir kimsenin yaşadığı öz-
"özne -bir kişi ya da gürlük gerçekten özgürlük diye nitelenmeyi hak eder mi
grup- başka kimselerin d iye merak edebiliriz. Her vatandaşı devlet başkanı ol-
müdahalesi olmaksızın makta özgür bırakan özgürlük gölgesidir bu. Yasal ya da
anayasal herhangi bir engel yoktur elbette, dolayısıyla
yapabileceği ya da bu anlamda tüm vatandaşlar başkan olmakta özgür<lür;
olabileceği şeyi yapmakta ama aslında birçoğu, para, eğitim ve toplumsal statü
ya da olmakta serbesttir ya açısından gerekli kaynakları olmadığı için, söz konusu
özgürlükten yoksundur. Kısacası, resmen sahip oldukları
da serbest bırakılmalıdır." hakları hayata geçirmek için elle tutulur bir özgürlük-
lsaiah Berlin, 1959 leri yoktur. Salt biçimsel özgürlüğü yaşanabilecek bir
özgürlüğe dönüştürebilmek için var olan sorunları or-
tadan kaldırmaya çalışacak sosyal liberal kişi, özgürlüğün pozitif yorumuna
daha uygun düşen bazı devlet ınühadahale biçimlerini desteklemek zorunda
kalabilir.

Pozitif özgürlük Negatif özgürlük, dış müdahalelere karşı özgür ol-


maktır. Pozitif özgürlük ise genellikle birtak ı m amaçlara ulaşma özgürlüğü
olarak nitelenir. Bireyin potansiyelini gerçeğe dönüştürmesini, özerklik ve
kendine hakimlik durumuna erişmesini sağlayan bir güç olarak değerlendi­
rilir. Daha geniş bir siyasal açıdan, bu pozitif anlamdaki özgürlük, kendini
gerçekleştirme yolunda ilerlemeyi engelleyecek kültürel ve toplumsal bas-
kılardan kurtul uş olarak görülür.

Negatif özgürlük temelde kişiler arası<lır - insanların arasın<laki bir ilişkidir.


Pozitif özgürlük ise kişinin içindedir - içimizde gelişip serpilir. Nasıl içkici
George'un içinde, akılcı yanıyla daha basit istekleri arasında bir çatı şma '
varsa, gene l olarak pozitif özgürlük kavramı benliğin alt ve üst bölümlere
ayrıldığını varsayar. Özgürlüğe ulaşmak demek, (ahlak ve akıl açısından)
daha tercih edilesi üst benliğin zafere ulaşması demektir.

Bcrlin'in pozitif özgürlük anlayışındaki örtük varsayım, bu böl ünmüş benlik


kavramıydı. George'a dönecek olursak, kcn<lisine en çok fayda sağlayacak
şeyleri doğru dürüst an layan tarafının, daha rasyonel üst benliği olduğu
Poıilil vo Negabl Öigürliik 1
Özgürlüğün suistimali
"Ey özgürlük! Senin adına ne cinayetler iş­ tek bir ilaç o l duğu inancından kaynaklan ı ­
leniyor!" Madam Roland 1793'te kellesi yordu. Bu görüşe karşı olan Berlin, insani
uçurulmadan önce böyle haykırmıştı. Ama değerlerde çoğulculuğun şiddetli bir savunu-
Fransız Devrimi'nin aşırılık ve acımasızlık­ cusuydu. Birbirinden farklı ve bağdaşmayan
ları, özgürlük adına -özellikle pozitif özgürlük birçok iyinin olduğunu ileri sürüyordu. in-
adına- sürdürülen dehşetin örneklerinden sanlar bu iyiler arasında radikal seçimler
sadece biriydi. lsaiah Berlin'in pozitif özgür- yapmak zorundaydı. Berlin'in negatif özgür-
lüğe hiç mi hiç güvenmemesini 20. yüzyı lı n, lüğe duyduğu liberalce sevg inin temelinde
özellikle Stalin'in zalimlikleri daha da körüklü- yatan görüş, insanların seçimler yaparak
yordu. Sorun sosyal reformcuların muzdarip yaşam l arını kontrol edebileceği ve biçim-
olduğu bir kusurdan, yani toplum için tek lendi rebileceği en elverişli ortamı bu tür
bir doğru güzergah, toplum hastalık l arı için özgürlüğün sağladığıydı.

va rsayıl ı r. Eğer bu ta rafının baskın çıkmasını ke ndisi sağlayamıyorsa, belki


dışarıdan - ke ndisinden daha iyi bilen ve ne yapması gerektiğini daha iyi
gören kimselerden- yardıma ihtiyacı vardır. Bu noktaya geldiğimizde,
George ile hre ndi şişesini fiziksel ola-
rak ayırmaya hakkımız bulunduğunu "insanları manipüle etmek, onları siz
düşünmek için geriye yalnızca bir adım sosyal reformcuların gördüğü ama
kal mıştır. Ve George için geçerli o lan,
onların görmüyor olabileceği hedeflere
Bcrlin'in korktuğu gibi devlet için de
geçerlidi r: (pozitif) özgürlük bayrağı doğru sürmek demek, onların insani
altında yürüyen devlet tiranlığa döner, özünü yadsımak, onlara kendi iradeleri
toplum için belli bir h edef be lirler,
yurttaşla rı için belli bir yaşam tarzına
olmayan nesneler olarak davranmak,
öncelik tanır, onların gerçek arzularına dolayısıyla onları aşağılamak demektir."
aldırmaksızın neyi arzulamaları gerekti- lsaiah Beri in, 1959
ğine kend isi karar verir (bkz. kutucuk).

>> fikrin özü


Bölünmüş özgürlükler
1Siyaset, Adalet ve Toplum

45 Fark İlkesi
İnsan toplumlarının dinamikleri inanılmaz karmaşıktır, ama genel olarak
adil toplumlann adil olmayanlardan daha istikrarlı ve daha uzun ömürlü
olduğunu varsayabiliriz. Bir toplumun üyeleri, toplumu bir arada tutan
kurallara uymanın ve toplumun kurumlarım yaşatmanın adil olduğuna
inanmalıdır. Peki toplumun adil olmasını sağlamak için toplumun yük-
lerini ve faydalarım üyeleri arasında nasıl dağıtmak gerekir?

Gerçek bir adil dağılımın ancak tüm malların eşit dağıulmasıyla sağla ­
nabileceğini <lüşünebilirsiniz. Ne var ki eşitlik farklı anlamlara gelebilir.
Toplumun sunduğu servet ve kazançlardan herkesin eşit pay alacağı ve sı­
kıntı ları omuzlarına e~it miktarda yükleneceği bir eşitliği mi kast ediyoruz?
Ama bazı insa nların omuzları diğelerinden daha geniş ve güçlüdür. Toplum,
bazı üyelerin daha büyük çaba ortaya koyması sayesinde <laha çok yarar
sağlayabilir. Eğer bazı insanlar daha fazla çaba harcamaya istekliyse, kazanç-
lardan da daha büyük pay almaları akla yatkın <leğil midir? Aksi takdirde
daha büyük doğal yeteneklere sahip o lanlar bu yeteneklerini tam anlamıyla
kullanmayabilir; bundan zarar eden de yine toplumun kendisi olur. Öyleyse
önemli olan belki de fırsat eşitliği<lir; öyle ki bazıları fırsatları daha fazla
değerlendirse ve böylece daha fazla kazanç elde etse bile, toplum<laki herkes
refaha ulaşmak iç in aynı fırsatlara sahip olur.

ABD'li filozof John Rawls, 1971 tarihli Bir Adalet Kuramı a<llı yapıtında
toplumsal adalet ve eşitlik konusundaki tartışmaya büyük erki yaratan bir
katkıda bulundu. Kuramının odağın<la "fark ilkesi" denen şey yatıyordu.
Buna göre toplumdaki bir eşitsizliğin haklı görülebilmesi için, toplumun
en dezavantajlı üyelerinin alternatif uygulamalara oranla daha iyi duruın<la

Leviathan
Fark hkesı

Rawls' çu ile faydacı


karşı karşıya
Rawls'çu adaletin dinamiği, klasik faydacı yaklaşıma ters düşen

yorumlarından gelir (bkz. sf. 69). Faydacı bakış açısına göre, bir
yöntem net faydayı (ör. mutluluğu) artırıyorsa iyidir. Dolayısıyla bir
azınlığa çok büyük bir fayda sağlayacaksa çoğunluğun çıkarları feda
edilebilir, ya da çoğunluğa yeterli kazanç sağlayacaksa bir azınlık
için çok büyük miktarda kayıp hakkaniyetli kabul edilebilir. Bu ola-
sılıkların ikisi de Rawls'un fark ilkesiyle bertaraf edilecektir, çünkü
fark ilkesi en dezavantajlı durumdakilerin çıkarlarının bu şekilde
feda edilmesini yasaklar.
Bir başka önemli fark ise faydacıların herkesin çıkarlarını ayrı ayrı
gözetmek gibi bir dertleri olmamasıdır. Herkesin çıkarları bir ha-
vuzda toplanır ve toplamda en fazla fayda sağlayan yoldan gidilir.
Rawls'çular ise önemi bireylere verir. Bu yüzden fark ilkesi, insanın
gelecekte sahip olacağı konumu bilmemesi gerçeğine karşı bir si-
gorta sağlar.

olması gere kir. Rawls'un ilkesi, hem olumlu he m de olumsuz pek çok e l eş­
tiriye yol açmıştır; siyasa l ye lpaze için<leki çeşitli ideolojik pozbyonları
desteklemek için (Rawls'un h er za ma n hoş karşılamayacağı şekilde) bu il-
keye başvurulmuştur.

Bilmezlik perdesinin ardında Her toplumsal adale t anlayışı ,


en azından ö rtük olarak, tarafsızlık kavramını içe rir. Bir toplumsal sistemin
dayan<lığı ilke ve yapıların belli bir gruba (örneğin bir toplumsal sınıf ya

-... 1971 1974


Fark ilkesi Deneyim m akinesi
Cankurtaran sa nd alı Dünya
1 Siyaset, Adalet ve Toplum

"Eşitliği -gelir eşitliği anlamında- özgürlüğün


önüne koyan bir toplumda sonunda ne eşitlik kalır
ne de özgürlük."
Milton Friedman, 1980

da kasta, ya da bir siyasal pa rtiye ) doğru meylettiğine ilişkin h e rhangi bir


göste rge, siste mi otomatik o la rak ad ale tsiz kılar. Bu tarafsızlık fikrini yansı t­
m ak ve hakkaniye te dayalı ad ale t ilkelerini bir zemine o turtmak için Ra wls,
kökle rini H obbes ve Ro usscau'nun toplum sözleşmesi kuramlarından (bkz.
sf. 184) ala n bir düşünce de neyi o rtaya koyar. Kcn<limizi, R awls'un "orijinal
durum" <lc<liği, bütün kişisel çıkar ve bağlılıkların unutulduğu bir ko num<la
hayal e tme miz istenir: "Hiçkimsc toplumdaki yerini, a it olduğu sınıfı ya
da to plumsal statüsünü bilmez, doğal varlıklar ve yete n e klerin dağılımınd a
ke ndine <lüşen payı, zekasını, kuvvetini vs. d e bilmez." insan ke ndi çıkarla­
rın ı artırmaya meyilli o lsa da ke ntli çıkarının nerede yattığını bilmeyeceği
iç in yanlı savunmalar be rtaraf edilmiştir. T oplumda bize hang i rolün ve-
rileceğini bilmediğimizden, bir gruba ava ntaj sağlayalı m de rken başka bir
grubun dezavantajlı konuma düşmeyeceğinden e min o lma k iste riz.

At ve serçe ekonomisi
Rawls'un fa rk ilkesi, eşitsiz l iğin herkese neden o ldu. Nitekim 1980'1erdeki Reagan
yarar sa ğ l a madığ ı durumla rda eşitliği uygun ve Thatcher iktidarlarının "damlama ekono-
görür, böylece bir grubun ç ıkarının bir başka mis i" zaman zaman Rawls' un kuramından
grubunkine bağım lı olmasına izin vermez. Ne deste k a lmıştı. Damlama ekonomisine göre
var ki fark ilkesi, yarar sağlayan çeşitli kişi ya en zenginle re uygulanan vergi indirimi daha
da grupların görece kazançl arı konusunda bir faz la yat ı rıma ve ekonomik büyümeye yol
şey söylemez, do layısıyla kötü durumdakiler açacak, bu da aşağ ıya doğru, kötü durum-
için küçücük bir iyileştirme, toplumun refa- dakilere damlayacaktı. İ ktisatçı J.K. Galbra ith
hından aslan payı n ı alanlarda çok büyük bir bu iddiayı küçümseyerek "at ve serçe eko-
kaybı haklı çıkartacaktır. Bu durum, Rawls'un nomisi" diye tanımlamı ştı : "Atlara çok yulaf
kendi eşitl ikçi tavrından çok çok uzak bazı yedirirseniz, geriden çıkan bir miktar da ser-
kimselerin onun ilkesine başvurmasına çele ri beslemeye ya rayacaktır. "
Fark İlkesı 1
"Fark ilkesi şu açıdan son derece eşitlikçi bir
görüştür ki, iki kişiyi de daha iyi duruma getirecek
bir dağılım olmadıkça ... eşit dağılım tercih edilir."
John Rawls, 1971

Öyleyse orijinal konumda kendi çıkarını gözeten öznelerin akılcı ve ka-


çınılmaz seçimi tarafsız olmaktır. Toplumsal ve ekonomik yapılar ve
düzenlemeler, Rawls'a göre, ancak bu hayali "bilmezlik perdesi"nin ardında
imzalandılarsa adil olabilir. Dahası, böyle koşullarda üzerinde anlaşmaya
varılan şey her ne ise, akla yatkın ve temkinli hareket eden bireylerce uygun
bulunabilecek tek şeydir. Ayrıca ak ı lcı bir karar alıcının yapabileceği en iyi
ve en ihtiyatlı şey, gelecekteki (bilinmeyen) çıkarlarını korumak için fark
ilkesini benimsemesidir.

Eşitsizliklerin ancak en kötü durumdakilere kazanç sağlıyorsa kabul edilebi-


lir olduğunu savunan fark ilkesinin doğal bir sonucu, başka hiçbir koşulda
eşitsizliklerin kabul edilemez olduğudur. Bir başka deyişle, fark ilkesinin
eşitsizliğe izin verdiği durumlar dışındaki hiçbir durumda eşitsizlik var ol-
mamal ıdır. Buna göre örneğin iyi durumdakileri daha iyi duruma getiren,
ama kötü durumdakilerin durumunu değiştirmeyen ekonomik düzenlemeler
de adil sayılamaz. Diğerlerinden doğuştan daha yetenekli olan insanların
sosyal ve ekonomik avantaja sahip oldukları bir düzen, ancak en kötü du-
rumdakiler için bir gelişme sağlıyorsa mümkün olmal ıdır. Uzun sözün kısası ,
eşitsizlik ancak her bireye kazanç sağlıyorsa adildir; yoksa eşitlik egemen
olmalıdır.

>> fikrin özü


Hakkaniyete göre adalet
~ Slyısaı, Adalat va Toplum 1

.46 leviathan
"İnsanlar hepsini birden korku altında tutacak ortak bir güç olmadan
yaşadıkları zaman, savaş denilen durumda olurlar; ve bu savaş herkesin
herkese karşı savaşıdır . . . Böyle bir ortamda, çalışmaya yer yoktur; çünkü
meyvesi belli değildir; ve dolayısıyla toprağın işlenmesine de yer yoktur;
denizcilik de olmaz, denizden ithal edilecek malların kullanımı da olmaz;
ferah binalar da olmaz; büyük güç gerektiren ulaşım ve taşıma araçları
da olmaz; yeryüzü hakkında bilgelik de olmaz; zamanın hesabı da, sanat
da, yazı da, toplum da olmaz; ve hepsinden kötüsü, sürekli bir korku ve
vahşice öldürülme tehlikesi olur; ve insanın hayatı, yalnız, yoksul, çirkin,
hayvani ve kısa olur."

Siyaset felsefesinin başyapıtların<lan ~ayı lan 1651 tarihli Leviathan'ın bu


en ünlü pasajında, lngiliz filozof Thomas Hobbes, insanoğluna ilişkin
<listopik ve kasvetli bir tablo çizer. lngiliz iç Savaşı'nın hemen ertesinde
karamsarlaşınıştır. Hayali bir "doğa<laki <lurum"<la olan insanlar, birbirin-
den soyutlanmış, çıkarc ı bireyler<lir; tek amaçları
"Böylece, ilk sıraya, bütün kendi emniyetleri ve zevkleridir; birbirleriyle sü-
insanlarda var olan ve ancak rekli rekabet ve çatışma içinde<lirler; hepsi karşı
taraf vurmadan vurma derdindedir; araların<la
ölümle sona eren, sürekli ve güven ve <lolayısıyla işbirliği mümkün değildir.
durmak bilmez bir kudret, daha Hobhes'un sorduğu soru, böylesine rezil ve aman-
fazla kudret arzusu eğilimini sız bir kavgaya gömülmüş insanların ken<lilcrini
bun<lan na>ıl çekip çıkaracağıdır. Bu kadar ümit-
koyuyorum." siz başlangıçtan herhangi bir toplum t ipi ya da
Thomas Hobbes, 1651 siyasal örgütlenme nasıl gel işebilir? Hobbes'un

Leviathan
Levlathan

Toplum sözleşmeleri
Bir devletin işleyişini anlamak için yasal sözl e şmeyi örnek alma düşüncesi
Hobbes'dan beri çeşitli filozoflara cazip gelmiştir. Bir sözleşme yapmak,
sözleşmeye taraf olana birtakım haklar verir ve ödevler dayatır. Bir devle-
tin yurttaşları ile o devleti denetiminde tutan yetkili makamlar arasında var
olan haklar ve ödevler sisteminin altında da paralel bir meşruiyet bulun-
duğu düşünülebilir. Peki tam olarak ne tür bir sözleşme kast edilmektedir

burada? Yurttaş ile devlet arasında gerçek bir sözleşme yoktur elbette;
sivil toplum olmadığında var o l acağı hayal edilen "doğadaki durum" da
yine varsayımsaldır. Bunlar insanlık durumunun doğal ve geleneksel yön-
lerini birbirinden ayırmak için metaforlardır. Ama o zaman, lskoç filozof
David Hume gibi bizler de, yurttaş ve devletin fiili güçleri ve ayrıcalıkl arını
belirlerken böyle varsayımsal kavramlara ne kadar ağırlık verilebileceğini
merak ederiz.

Toplum Sözleşmesi adlı yapıtı 1762'de yayınlanan Fransız filozof Jean-


Jacques Rousseau, Hobbes'un en etkili takipçisiydi. Rousseau'dan sonra,
daha yakın tarihte birtakım toplum söz l eşmesi kuramcıları ( "sözleşmeci­
ler") olmuştur. Bunlar arasında en tanınmış ve önemli isim ABD'li siyaset
filozofu John Rawls'dur (bkz. sf. 181).

yanıtı : "hepsini hirden korku altında tutacak orta k bir güç.", sembolik olarak
"Levialhan" <liyc a<llan<lırılan, devletin mutlak gücü.

"Kılıcın zoru olmadıkça ahitler sözlerden ibarettir"


Hobbes'a göre h erkesin <loğal içgüdüsü, kendi ç ıkarını gözetmektir. İş­
hirliği yapmak ise he rkesin çıkarınadır: İnsanlar ancak bu şekilde savaş

•: 1789 1971
Ceza kuramları Fark ilkesi
1sıranı, Adalet ve Toplum

"insan özgür doğar; ama her yerde zincire vuruludur.


Kişi kendini diğerJerinin efendisi sanır, ama onlardan
daha da köle olan kendisidir. Bu değişim nasıl oldu?
Bilmiyorum. Bunu meşrulaştıran nedir? İşte bu soruya
karşılık verebilirim sanıyorum."
Jean·Jacques Rousseau, 1782

koşull arından ve "yalnız, yoksul, ç irkin, h ayvani ve kısa" b ir yaşam<lan


kurtulabilir. Peki o halde doğad aki durumda insanları birbirle riyle işbirli ği
yap maktan alı koyan nedir? Ç ünkü sözleşmeye uymanın bir bedeli, uymama-
nın ise bir getirisi var<lır (en azından kısa vad ede ). Ama tek a hlak pusulası
kişinin ke n <li çıkarı ve kendi güvenliği olursa, başka b irisinin bizden erken
<lavranıp sözleşmeyi bozmayacağın<lan ve üstünlük elde e tmeye çalışma­
yacağından nasıl emin o labiliriz? Aslında birinin böyle bir üstünlük elde
etmeye çalışacağı kesin olduğuna göre , yapabileceğimiz e n iyi şey sözleşmeyi
ön ce b izim bozmam ızdır. Tabii herkes bu şekilde akıl yürüttüğü için güven
de o lmaz, anlaşma <la. H o bbes'un doğadak i durumunda uzun va<lcli getiri,

Soylu vahşi
Hobbes' un Fransız takipçisi Rousseau, "do- "soylu vahşi, " eğitim ve başka toplumsal
ğadaki durum " (yani toplum kuralları ve etkile rle bozulur. Bu yitirilen masumiyet
yasalarla kısıtlanm a mı ş durum} içindeki ve akıl kalıplarına s oku l mamış duygusallık,
insanla ra ilişkin kasvetli görüşü paylaş­ 18. yüzyıl sonuna doğru Avrupa'ya ya-
maz. Hobbes insanların hayvansı doğasını yılan Romantizm akımına esin vermiştir.

ehlileştirmek için devlet gücünü gerekli Ne var ki Rousseau, ge çmişteki bir tür idi-
görürken, Rousseau insani kötülüklerin ve limsi duruma dönüşün mümkün olduğu
diğer illetlerin toplumun ürünü olduğunu yanılsamasına kapılmamıştı : Masumiyetin

düşünür . Doğuştan masum, " aklı uyku- yitirilmesi bir kez tamamlandı mı, bunun
dan uyanmamış" olmakla hoşnut ve diğer ardından Hobbes'un öngördüğü toplumsal
dost insanlarla anlayış içinde yaşayan kısıtlamalar kaçınılmazdı.
Leviathan

Hayvanlar ve canavarlar üstüne


Çoğunlukla Behemoth'la ilişkilendirilen Leviathan, Eski Ahit'te ve
başka metinlerdeki çeşitli yaradılış hikayelerinde ortaya çıkan korkunç
ve masa l sı bir deniz canava r ıdır. Levi athan ismi Hobbes tarafından
devletin korkutucu gücünü akla getirmek için kullanılmıştır - "o müthiş
LEVIATHAN, ya da dini terimlerle söylersek, Ölümsüz Tanrı'nın altında,
barış ve savunmamızı borçlu olduğumuz o Ölümlü Tanrı". Çağımızda bu
sözcük genellikle devlet için kull anı lı r; makul sınırların üstünde güç ve
yetki kullanan devlet i ima eder.

yerini kısa vade li çıkara kaptırmaya mahkumdur. Bu yüz<len güvensizlik ve


şiddet dö ngüsünden çıkış yoktur.

Böylece H obbes, "Kılıcın zoru o lmadıkça ahitler sözler<len ibarettir,"


sonucuna varır. Gereke n şey, insanların h epsine yarar sağl ayacak bir sözleş­
menin koşullarına uymaya onları zorlayan bir tüT dış güç ya da yaptırımdır.
Burada herkesin sözleşmeye bağlı kalınası çok öneınli<lir. İnsanlar işbirliği
ve barış iç in - h erkesin aynısını yapması kayd ıyla- özgürlüklerini seve seve
kısıtlamalı<lır. "Bütün kudret ve güçlerini tek bir kişiye, ya da farklı iradeleri
oylama ile te k bir iradeye indirgeyecek bir heyete devretmeleri" gere kir.
Böylece yurttaşl ar bağımsızlıklarını devlete bırakmaya razı o lur; devlet,
"h erkesin ira<lesini birleştirerek içte barış ve <lışarı<la <lüşmanlara karşı or-
taklık sağlaması" iç in mutlak güç le donatılır.

>> fikrin özü


Topl sözleşmesi
~ SIJBlll, Adalat VI Toplum

47 Tutuklu
• • •
Ikılemı
"Teklifimiz şu: Suçlu olduğunuzu kendiliğinden itiraf et. Eğer sen itiraf eder-
sen ve arkadaşın etmezse, o 10 yıl yatacak, sen de çıkıp gideceksin." Gordon
sırf bıçak taşıdıkları için polisin onlara birer yıl ceza aldırtabileceğini bili-
yordu, ama soygunu onlara isnat edecek yeterli delil yoktu ellerinde. Mesele
şu ki Gordon aynı anlaşmanın yandaki hücrede Tony'ye de teklif edildiğini
biliyordu - her ikisi de itiraf ederse, beşer yıl ceza alacaklardı. Keşke Tony'nin
ne yapacağını bilseydi . ..

. . . Gordcm budala değil, dolayısıyla seçeneklerini dikkatle ölçüp biçiyor. "Far-


zedelim ki T ony susmayı tercih etti. O zaman benim yapacalrım en iyi hamle itiraf
etmek olur. O 10 yıl yer, ben serbest kalırım. Diyelim ki o itiraf etti. Benim için
en iyisi yine itiraf etmek olur. İkimiz de beş yıl yeriz. Ama eğer o durumda ben
sessiz kalırsam, 10 yıl hapis yatacak kişi ben olurum. Öyleyse, Tony ne yaparsa
yapsın, en iyi hamlem itiraf etmek olur." Gordon için problem şu ki Tony de bu-
dala değil ve npanp aynı sonuca ulaşıyor. Dolayısıyla ikisi de itiraf ediyor ve ikisi
de beş yıl ceza alıyor. Halbuki ikisi de sussaydı yalnızca birer yıl ceza alacaklardı!

Sonuçta iki a<lam <la ken<li çıkarlarını hesaplayıp akılcı kararlar veriyor,
ama sonuç ikisi için de iyi o lmuyor. Bu i~te bir gariplik yok mu?

Oyun kuramı Yukarı<la ana hatlarıyla verilen ve "tutuklu ikilemi" diye


bilinen hikaye, oyun kuramı alanında incelenen senaryoların en bilineni-
<lir. Oyun kuramının amacı , açıkça bir çıkar çatışmasının bulunduğu bu tür
<lurumları çözümlemek ve akı lcı stratejileri belirlemektir. Böyle bir strateji
Tutuklu İkilemi : 1

Sıfır toplam
Oyun kuramı öyle verimli bir alan oldu toplamın sıfır olduğu, satranç ya da poker
ki terminolojisinin bir kısmı gündelik kul- gibi oyunlardır. Buna karşılık, "tutuklu
lanıma girdi. Örneğin sıfır-toplamlı oyun, ikilem i" sıfı r-toplamlı değildir ; iki oyun-
bir tarafın kazançlarının öbür tarafın ka- cunun da kazanması ya da kaybetmesi
yıplarıyla birebir dengelendiği, dolayısıyla mümkündür.

kişinin ke ndi avantajını maksimuma çıkartmay ı amaçlar. Karşı tarafla (ha-


sımla) ortaklık mı yapalım (oyun kuramı te rimle rine göre " işbirliği") , yoksa
ona ihan et m i c<lclim ("ihtilaf" ) ? Böyle bir çözümlemenin gerçek insan d av-
ranışlarına ış ık tutacağı varsayılır. Amaç, insanların nc<lcn <lavran<lıkları
gibi <lavran<lıklarını be lirle mek, ya da nasıl davranma ları gerektiği yön ünde
tavsiye verme ktir.

Bir oyun kuramı çözümlemesinde G ordon ve T on y'n in ö n ündeki stratejiler


aşağıdaki gibi bir getiri tablosuyla gösterilebilir:

Tony konuşmaz Tony itiraf eder

Gordon konuşmaz ikisi de 1 yıl ceza alır Gor<lon 10 yıl ceza alır
(kazan-kazan ) T o ny serbest ka lı r
(büyük kaybet -bü yük kazan )

Gordon itiraf eder Gordo n serbest kalı r l kisi <le 5 yıl ecza alır
T ony 10 yıl ceza alır (kaybet-kaybet)
(büyük kazan -büyük kaybe t )

1950 1976
Tutuklu ikilem i Şa n ssız o lm ak a yıp m ı ?
ikilem, her iki t utuklu da sa<lece kendi hapis süresini en aza in<lirme der-
dimle okluğu için çıka r. ikisi iç in ortaklaşa en iyi sonucu n (ikisinin de birer
yıl h apis· yatması) el<le edilmesi için işbirliği yapmaları, kendileri için bi-
reysel olarak mümkün olan en iyi sonuçtan (serbest kalmak) vazgeçmeye
razı olmaları gerekir. Klasik tutuklu ikileminde karşılıklı konuşarak böyle
bir işbirliğine gitmelerine izin verilmez. Zaten izin verilse <le anlaşmadan
dönmeyecekle ri ko nusunda birbirlerine güvenmeleri için neden yoktur.
Dolayısıyla bireysel olarak en kötü sonuçtan kaçınmak amacıyla ortaklaşa
en iyi sonucu engelleyen bir strateji benimserler ve ortada bir yerde, opti-
mal o lmayan bir sonuçla kalırlar.

Gerçek dünyadaki örnekler Tutuklu ikile mine ilişkin genel çı­


karım, kişinin bencilce kendi çıkarlarının peşinde koşmasının, bir anlamda
akılcı bile olsa, kend isi ya da başka ları için en iyi sonuca götürmeyebilece-
ğidir. Dolayısıyla işbirliği (en azından bazı koşullar a ltında) genel olarak en
iyi hareket tarzıdır. Tutuklu ikilem i gerçek dünyaya nasıl ya nsır?

Tutuklu ikilemi sosyal bilimle r<lc, özellikle ekonomi ve siyasette son derece
etkili olmuştur. Örneğin rakip ülkelerin silah üretimindeki artışın altında
ya ran psikolojiyle ve karar alma süreciyle ilgili ipuçları verebili r. S ilah-
lanma harcama larını sınırlamlırma konusunda a nlaşmaya varmak, her iki
taraf için <le kazançlı olacaktır, ama uygulamada bu çok nad ir gerçekleşir.
Oyun kuramı çözümlemesine göre, anlaşma sağlanamamasının neden i gö-
rece küçük b ir kazanı ma (dah a düşük aske ri h arca ma) ağır basan büyük
kayıp (askeri bozgun) korkusudu r. Bunun sonucunda en iyiyle en kötü
sonuçhı r a rasında yer alan bir sonuç ortaya ç ıkar ki bu da karşılıklı silah-
lanma yarışıdır.

Tutuk lu ikile miyle çok belirgin bir paralellik, ceza pazarlığı sisteminde gö-
rülür. Ceza pazarl ığı , baz ı hukuk sistemlerinin ( A BD'dek i gibi) dayanağı
iken , bazılarında ise yasaktır. T utuklu ikileminin mantığını gerçekte uy-
guladığı mızd a, iki masum taraf birb irleri aleyhine itirafta bulunup tanıkl ık
edebilir. Ç ünkü "maksimum kaybı minimuma indirme" mantığı , insanları
büyük bir cezayla korkutarak dah a küçüğüne razı olmaya itebilir. En kötü
durumda, suçlu taraf suçunu çabucak itiraf ederken masum taraf masum
olduğunda ısrar eder. Bunun sonucunda masum tarafa daha ağır ceza kesilir.
Tutuklu İkilemi

Akıl oyunları
Günümüzün en ünlü oyun kuramcısı Prince- denklemdir: oyunda bir oyuncu stratejisini
ton Üniversitesi' nden John Forbes Nash'tir. değiştirmedikçe diğer oyuncu l arın kendi
Onun 1994'te ekonomi alanında Nobel Ödülü stratejil erini değiştirmekle ekstra kazanç
kazanmasıyla taçlanan matematik dehası ve sağlayamayacakları kararlı durum. Tutuklu
akıl hastal ı ğına karşı kazandığı zafer, 2001 ikileminde çifte ihtilaf (iki oyuncunun da iti-
yapımı Akıl Oyunlarıfilmine konu olmuştur. raf etmesi), Nash dengesini temsil eder; fakat
Nash' in bir oyun kuramcısı olarak en bili- Nash dengesi her zaman optimal sonuca kar-
nen katkısı "Nash dengesi" adıyla bilinen şılık gelmeyebilir.

"Hanginıiz ödlek oyunu" Oyun kuramcılarının çok incelediği


bir başka uyun da James Dean'in 1955 tarihli Ali Gençlik fi lminde yer alan
araba yarışıd ır. l ki oyuncu arabaların ı birbirin in üstüne sürer. Kaza yap-
mamak için di reksiyonu kıran taraf mağlup ("ödlek") olur. Bu senaryoda
işbirliğinin bedeli (direksiyon u kırıp karizmayı çizd irmek), ihtilafın (kır­
mayıp çarpışmak) bedeline göre öyle küçüktür ki, akı lcı hamle işbirliğine
gitmek gibi görü nür. Ama A oyuncusu B oyunc usunun da aynı şeki lde
akılcı davranacağını ve direksiyonu kıracağını varsayarsa, o zaman kendisi
(A oyuncusu) hiç çekinmeden arabasın ı dosdoğru sürüp kazan abilir. işte bu
varsayımda tehlike ortaya çıkar.

Hangimiz ödlek oyununda yatan tehlike açıktır: Her iki taraf da direksi-
yomı kırmazsa çarpışma kesin demektir. Gerçek dünyadaki çe~idi gerilim
tı rma nd ırma politikalarıyla paralellikler (potansiyel açıdan e n vahimi nük-
leer tehd it) oldukça açık.

>> fikrin özü


Oyunlar ve kararlar
Siyaset, Adalet ve Toplum

.48 Ce.za Kuramları


Uygar bir toplumun göstergesi, birçok kimseye göre, devletin yurttaşla­
nnm haklanm savunabilme kapasitesidir: onlan devletten ya da başka
bireylerden gelebilecek keyfi muamele ve zarardan koruma, onlara her
şeyiyle siyasete katılma hakkı verme, onlara ifade ve hareket özgürlüğü
sağlama. Öyleyse böyle bir devletin yurttaşlanna kasten zarar vermekle,
onlan siyasal sürecin dışına atmakla, özgürce hareket etme ve konuşma
özgürlüklerini kısıtlamakla nasıl işi olabilir? Çünkü devletin yurttaşla­
nna dayattığı kurallan ihlal ettikleri gerekçesiyle onlan cezalandmrken
üstlendiği yetki tam olarak budur.

Cezalandırmanın hakl ılığı konusundaki felsefi tartışmahır, devletin çeşitli


işlevleri arasındaki bu uyuşmazlık la biçimlenir. Diğer etik konularındaki
tartışmal arda olduğu gibi, cezanın gerekçelendiril mesine ilişkin tartışmalar
da sonuççu ve görevci saflar boyunca bölünmüştür (bkz. sf. 65). Sonuççu
kuram lar, suç işleyenleri cezalandırmanın sağladığı faydaları vurgularken,
görevci kuramlar ise cezalandırmanın, getirebileceği kazançlara bakılmak­
sızın, başlı başına bir amaç olarak iyi olduğunda ısrar eder.

"Hak ettiklerinden fazlası değil" Cezalandırmanın kemli


içinJe iyi okluğunu savunan kuramların kilit Jüşüncesi "hak edilen ceza"dır.
Ah laki Jüşüncclerimizin altında yatan temel sezgi hakkaniyettir: İnsanlar
iyi davranm;ının yararını nasıl görüyorlarsa kötü davranmanın da cezasını
çekmelidirler. Hak edilen ceza düşüncesi-insanların kabahat ve suçlarının
bedelini (özgürlüklerini kaybederek) ödemesi gerektiği- bu sezgiyle birebir
uyuşur. Bazen bir başka düşünce daha eklenir: Suç işlemenin bir dengesizlik
yarattığı ve suç işleyenin topluma "borcunu ödemesiyle" ahlak dengesinin

Özgür irade savunması Leviaıhan Amaçlar yöntemleri


haklı çıkarır mı?
Ceza Kuramları

Gerekçelendirme düzeyleri
"Ceza problemi" genel olarak cezanın yanısıra sorum luluk meseleleri de vardır.
gerekçelendirilmesi konusunu ele alınır Suçlanan kişi yasanın gerektirdiği an-
Caydırıcılık ve toplumun korunması gibi lamda eylemlerinden sorumlu muydu?
faydacı gerekçelerin yanında hakkın ye- Yoksa baskı altında ya da nefsi müdafa
rini bulması gibi içsel gerekçeler de söz ile mi hareket ediyordu? Burada sorum-
konusudur. Ancak ceza problemi bunların luluk meselesi bizi çok çetrefil bir felsefi
yanında daha özgül ya da daha genel so- zemine çeker. En genel düzeyde ise özgür
runları da içerebilir. Özgül düzeyde, belli irade problemi, eylemlerimizin önceden
bir bireyin cezalandırılmasının haklı olup belirlenmiş olup olmadığını sorar: Eylem-
olmadığını sorabiliriz. Böyle bir soru ceza lerimizde seçim özgürlüğümüz var mıdır?
kavramını sorgulamaya açmadığı gibi, özel Eğer yoksa yaptığımız şeylerden sorumlu
felsefi bir önemi de yoktur. Bu soruların tutulabilir miyiz?

yenide n kurulacağı fikridir bu. insanla r toplumun kurallarını çiğnememekle


yükümlüdür. Sııç işleyen kişi topluma borçlanmıştır ve bunu öde mesi ge-
re kir. Bunu adil bir alışveriş tale bine de benze te biliriz: Cezasının ağırlığı
suç un ağırlığıyla örtü~mcli<lir.

"Cezanın suça uygun olması" düşüncesi, l bra himi dinlerdeki "kısasa kısas"
yasasından d este k alır: "göze göz, dişe d iş". Buna göre suç ve cez:ı sadece
büyüklük açısında n değil, tür açısından <la denk olmalıdır. Örneğin ölüm
cezasını savunanların sık d ile get ird ikle ri bir düşünce, can a lmanın yegane
telafisinin can verme k olduğudur (bkz. sf. 194, kutuc uk). Ama aynı kimsele r
örneğin şantajcılara şantaj yapılması ya <la tecavüzcüle re tecavüz edilmesi
konusunda bu kada r kesin konuşmaz. Cezalandırıcı adale t anlayışına dayalı
kuramlar için kutsal kiLaplardan gelen destek , karşılarındaki ana sorunun
tam kalbine isabe t ede r. Ç ünkü kısasa kısas, "intikamcı bir Tanrı"nın işidir
'· Siyaset, Adalet ve Toplum

İdam cezası
idam cezası tartışmaları da çoğunlukla diğer cezasının varlığının toplumu küçük düşür­

cezalandırma biçimleriyle ilgili tartışmaları düğüne işaret eder. İdama karşı en kuvvetli
andırır. idamı savunanlar, ortaya çıkabile­ argüman, geçmişte masum insanların idam
cek yararlı sonuçlardan bağımsız olarak, en edi l diği ve gelecekte de şüphesiz edilece-

ağ ı r
suçlara en ağır cezanın verilmesi gerek- ğidir ki bu argümana karşı koymak zordur.

tiğinisöyler genellikle. Ama caydırıcılık ve idamdan yana belki de en iyi argüman ise
kamunun korunması gibi varsayılan yararlar ölümün, parmaklıklar arkasındaki bir hayata
da sıklı kla dile getirilir. İdama karşı çıkanlar yeğ ya da daha az zalimce olduğu argüma-
ise caydırıcı değerin en iyi ihtimalle şüp­ nıdır.Ama o zaman suçluya ö lümle kalım
heli olduğuna, müebbet hapisin de kamuya arasında seçim hakkı verilmesi gerektiği

aynı derecede koruma sağ ladığına ve ölüm savunulabilir.

ve cezalandırıcı ada let anlayışını savunan kimse iç in zorluk, hakkaniyet ile


intikam arasında be lli bir mesafeyi korumaktır. Bazı suçların cezayı adeta
davet ettiği düşüncesi, bazen cezanın belli b ir eyleme karşı toplumun öfke-
sini ifade ettiği kanısına bürünür, ama intikam dürtüsü kendi başına yeterli
bir cezalandırm a gerekçesi olamaz.

Cezalandırıcı adale t anlay ışını savunan yaklaşıma


Gerekli kötülük
taban taban a zıt o larak, faydac ı ve diğer sonuççu görüşler, cezanın iyi bir
~ey olduğunu reddetmekle kalmaz, kesinkes kötü olarak görürler. Klasik
faydacılığın öncüsü Jeremy Be nt ham, cezanın gerekli bir kötülük olduğunu
düşünüyordu : C eza kötüdür çünkü insa noğlunun topla m mutsuzluğuna '
mutsuzluk ekler; bir tek sağladığı fayda, yol açtığı mutsuzluğa
"Tüm cezalar fesattır, ağır basıyorsa haklı göste rilebilir. Bu salt teorik bir yaklaşım
cezaların kendisi da değildir üstelik. 19. yüzyılın uygula ma odaklı h apish ane
reformcusu Elizabeth Fry'ın açıkça belirttiği üzere, "Ceza
kötüdür." intikam almak iç in değildir, suçu azaltma k ve suçluyu ıslah
Jeremy Bentham, 1789 etmek içindir."
Ceza Kuramları

Cezanın suçu azaltmadaki rolünün genele.le iki ana biçime büründüğü dü-
şünülür: engelleme ve caydırma. le.lam edilen bir katil kuşkusuz tekrar suç
işlemeyecektir; hapsedi len <le öyle. Engelleme derecesi -özellikle ö lüm
cezası yoluyla daimi engelleme- tartışmaya açık olabilir, ama kamunun çı­
karına alınan engelleyici önlemlerin gerekli old uğuna itiraz etmek zordur.
Caydırmanın gerekçesini açıklamak biraz daha zordur. Bir kimsenin işlediği
suç yüzüne.len değil, başkaları aynı suçu işlemekten caysın diye cezalandı­
rılmasını savunmak ters gelebilir. Caydırıcılığın uygulamadaki yararları
konusunda da şüpheler vardır. Araştırmalara göre asıl caydırıcı rol oynayan,
suçun ardından gelecek herh angi bir cezadan ziyade yakalanma korkusudur.

Faydacı düşüncenin ceza konusundaki diğer ana yorumu suçlunun ıslahı ve


topluma kazandırılmasıyla ilgilidir. En azme.lan liberal görüşlü kimse için,
cezay ı bir tedavi biçimi o larak görmenin bir cazibesi vardır; ceza yoluyla
suçlular toplumun tam ve yararlı birer üyesi olacak şekilde yeniden eğitilir
ve ıslah edilir. Ne var ki ceza sistemlerinin -en azından halihazırdaki çoğu
sistemin- böyle bir hedefe ulaşma becerisi konusunda ci<l<li şüpheler vardır.

Uygulamada ceza için belli bir faydacı gerekçenin yetersizliğini gösteren


karşı örnekler göstermek kolaydır. Bir suçlunun kamuya tehdit oluşturma­
dığı ya da ıslaha ihtiyaç duymadığı, ya <la eczasının herhangi bir caydırıcı
değer taşımad ığı durumları ortaya koyabiliriz. Bundan dolayı cezanın ge-
tirebileceği çeşitli olası yararlar sayılırken hepsinin her durumda geçerli
olduğu i<l<liasın<lan genelde kaçınılır. O zaman bile salt faydacı bir yorumda
bir şeylerin eksik olduğu ve hakkaniyet ilkesine de biraz yer bırakılması
gerektiği duygusuna kapılabiliriz. Bu duygudan h areketle bazı yeni kuramlar
karma bir yol tutturmuş, faydacı ögelerle hakkaniyetçi ögeleri birleştirmeye
çalışmıştır. Buradaki asıl iş, belirtilen çeşitli amaçlardaki öncelikleri sap-
tamak ve bunların mevcut politika ve uygulamalarla nerelerde çatıştığın ı
tespit etmektir.

>> fikrin özü


Ceza suça uygun mu?
Siyaset, Adalet ve Toplum

49 Cankurtaran
Sandalı Dünya
"Ahlak Denizi'nde sürüklenirken .. . Cankurtaran sandalımızda aşağı yu-
karı 50 kişi oturuyoruz. Bonkör davranalım, farzedelim ki sandalda 10
kişilik daha yer var, yani toplam kapasite 60. Suda yüzen 100 kişi daha
olduğunu hepimiz görüyoruz, sandala çıkmak için yalvarıyorlar . . .

. . . Birden fazla seçeneğimiz var: 1 l ı ristiyanlıkraki "kardeşimizi n bekçisi"


olma i<lealine ya <la "herkese ihtiyacı ka<lar" <lüsturunu benimseyen Mark-
sist ideale uymaya çalışmak cazip gelebilir. Sudaki herkesin ihtiyaçları aynı
olduğuna göre ve hepsi de "kardeşle rimiz" sayılabileceğine göre, hepsini
san<lala alabiliriz. Böylece 60 kişilik san<lal<la 150 kişi oluruz. San<lal batar,
herkes boğulur. Katıksız ada let, katıksız fe laket ... Sandalda fazladan 10
kişilik daha boş yer olduğuna göre, en fazla 10 kişi daha alabiliriz. Ama
hangi 10 kişinin binmesine izin vereceğiz? Farzc<lclim ki san<lala ... kim-
seyi almamaya karar veriyoruz. O zaman sandala çıkmaya çalışanlara karşı
sürekli tetikte beklememiz gerekse de hayatta kalmamız mümkün olur."

ARD' li çevrebil i ınci Garrett 1 lard in, 1974'te yayın ladığı bir makalede zen-
gin Batı ülkelerinin gelişmekte olan <laha yoksul milletlere yar<lım etmesine
kar~ı çıkmak için Cankurtaran Sandalı Dünya ınetafurunu kullandı. Yufka
yürekli liberallerin yılmaz b;ışbehıs ı 1 l;ırdin, Batı'nın iyi n iyetli ama y;ın - '
lış yönlendirilen mü<lahalclerinin uzun va<le<le iki tarafa <la zarar verdiğini
ileri sürer. Dış yardım alan ülkeler bir bağımlı lık kültürü geliştirerek ileriye
dönük yerersiz planlama ve denetimsiz nüfus artışının tehlikelerini yaşaya­
rak öğrenemezler. Nere<leyse <lurağan Batı toplumları ise sınırlamasız göç
Cankurtaran Sandalı Dünya

yüzün<len, <lurdurulamaz hir ekonomik sığınmacı dalgası ile birlikte bacağa


saplanacaktır. 1 Iardin bu belaların suçunu vicdan azabı çeken liberallerin
kapısına bırakır. Özellikle onların "ortak kaynakların traj edisi"ne <lave-
tiye çıkaran tutumlarını sertçe cle~tirir; buna göre idealb t yaklaşımla tüm
insanlığın hakkı olarak görülen smı rl ı kaynaklar bir tür ortak mülkiyete gi-
receğinden kaçınılmaz biç imde aşırı kullanılacak ve mah vedilecektir (bkz.
kutucuk).

Bağrına taş basan ahlak Har<lin "bağrına raş hasarak" ileri ~ür­
düğü cankurtaran ah lakını tanıtırken özür d iler hir tutum takınmaz. V icdan
açısından hiçbir sıkıntısı yoktur, suçluluk <luygusunda n muzd;ırip liberallere

Ortak kaynakların trajedisi


Hardin' in acımasız ahlaklı cankurtaran mahvolmasına göz yummayacaktır; ama
kayığı, ayaklarıyere basmayan kimi söz konusu tarla herkese açık ortak arazi
çevrecilerin "Uzaygemisi Dünya" metafo- haline gelirse orayı korumak için aynı ilgi
runa bir yanıt nite l iğindeydi. Söz konusu gösterilmeyecektir. Kısa vadeli kazancın
metafora göre hepimiz Dünya adlı uzayge- cazibesi , bir süre sonra gönüllü frenle-
misindeyiz. Bu yüzden geminin değerli ve menin önüne geçecek, ardından çabucak
sınırlı kaynaklarını boşa harcamamak he- bozulma ve çöküş yaşanacaktır. Hardin'e
pimizin ortak görevidir. Bu tablonun içine göre, "mükemmel olmayan insanların ka-
dünyadaki kaynakların ortak k u llanımı ve labalık dünyasında" kaçınılmaz olan bu

adil paylaşımı görüşünü benimseyen li- süreç, onun "ortak kaynakların trajedisi"
beralin hayalindeki büyük, mutlu ve hep dediği şeydir. İşte Dünya ' nın hava, su
birlikte çalışan mürettebat imgesi de gi- veya deniz canlıları gibi kaynaklarına ortak
rince problemler başgösterir. Bir parça kaynak muamelesi yapılırsa, doğru dürüst
arazisi olan bir çiftçi mülküne özen gös- korunup yönetilmezler ve yıkım kaçınılmaz
terecek, aşırı hayvan otlatarak arazinin olur.
~ Siyaset, Adalet vı Toplum

"ortak kaynakların öğüdü "gidin ve yerinizi başkalarına bırakın" olur.


Böylelikle sandalın isLikrarını bozma tehlikesi doğu­
serbestliğine inanan bir
ran pişmanl ık duygularını hir kenara iter. Ona göre hu
toplumda her biri kendi noktaya nası l geldiğimiz konu~unda endişelenmenin
çıkarının peşinden giden anlamı yoktur - "geçmişi baştan yaşayamaytz". Gele-
cek kuşaklar için dünyayı (en azından kendi payımıza
tüm insanların koşar adım
düşen kısmını) koruyabilmenin yolu, önerdiği bu katı
varacakları yer yıkımdır. ve ödün vermez duruşu benimsemektir.
Ortak paylaşılan bir
Zengin ve yoksul ülkeler arasında böyle bir ilişki hiç
kaynakta serbesti, herkes
hoş değildir kuşkusuz: Zengin ülkele r sandalla rı na
için yıkım demektir." güvenli bir şekilde yerleşmiş, ellerindeki küreklerle
Garrett Hardin, 1968 sandala çıkmaya çalışan yoksulların kafalarını yarıp
parmaklarını kırıyorl ar. Ama metaforu Hardin'den
farklı yorumlayanlar da var. Cankurtaran sandalı gerçekten batma teh-
likesiyle karşı karşıya mı? Gerçek kapasitesi nedir? Yoksa aslında mesele
karınları tıkabasa dolu halde yere yayılmış kedilerin ayaklarını toplayıp
paylarından birazcık fedakarlık yapması mı acaba?

Hardin'in argümanının temel olarak dayandığı varsayım, yoksul ülkelerin


yüksek üreme oranlarının, daha adil davranılsalar bile aynen devam ede-
ceğidir. Yüksek üreme oranlarının bebeklerde yüksek ölüm sıklığına, kısa
ömür süresine, kötü eğitime vs. bir tepki olabileceğini görmezden gelir. Li-
beralin görüşü ise, Hardin'in açıklamasının yaldızları söküldüğünde, geriye
bencillik, kayıtsızlık ve merhametsizlik içinde yüzen çirkin ve çı pl ak bir
ahlaksızlıktan başka bir şey ka l mad ığıdır.

Ahlaksal sınırlar Bu mercekten bakıldığında, liberalin suçlaması h iç


de yersiz görünmez. Cankurtaran sandalındaki liberal bir görevli, bir yolcu- '
nun kafasına kürekle vurmayı aklından bile geçirmezdi. Öyleyse sandalın
etrafında suda bulunan bahtsız insanlara böyle hir şey yapmayı (harta bi-
rinin böyle bir şey yapmasına kayıtsız kalmayı) nasıl düşünebilir? Dahası,
sandalda yer olduğunu kabu l edersek, sudaki insanların çıkmasına yardım
etmek ve kendi payını paylaşmak görevi değil midir?

Cankurtaran sandalı senaryosu böylece Barı liberalizimini can sıkıcı bir so-
runla karşı karşıya bırakır. Toplumsal adaletin en temel gereklerinden biri
Cankurtaran Sandalı Dünya

insanlara tarafsız muameledir. Kişinin konrrolü dışındaki şeylerin (örne-


ğin cinsiyet veya ten rengi gibi doğuştan gelen rasgele faktörler) o kişinin
nasıl muamele göreceğ ini ve ahlaksal açıdan nasıl değerlendirileceğin i
belirlemesine izin veri lmemelidir. Ama yine de böyle bir faktör -insanın
doğduğu yer- ahhıki değerlendirmelerimizde önemli hir rol oynar. Bu sa-
dece Hardin'i destekleyenler için değil, kendini liberal tanımlayanlar için
de geçerlidir. Ülke sınırları gibi keyfi bir şeye nasıl bu kadar çok ahlaki
önem yüklenebilir?

Bu sorunla yüz yüze kalan liberal, dünyanın kendi yaşadığı dışındaki böl-
gelerini değerlendirirken tarafsızlık taleplerinin neden askıya alınabileceği
ya da sulandırılabileceğini - neden kendimize ahlaki açıdan ayrıcalıklı
davranmamızın doğru olduğunu- açıklamak zorundadır. Aksi takdirde
mevcut liberalizmin tam göbeğinde bir tutarsızlık olduğunu kabul etmeli-
dir. Tutarlılık, ahlak ilkelerinin ve toplumsal adaletin tüm yerküreye aynı
uygulanmasını gerektirir.

Yakın dönemdeki kuramcılar meseleyi her iki açıdan ele almaya çalışmıştır.
Liberal düşüncede tarafgirliği bir ana öge olarak öne ç ıkaran argümanla-
rın kapsam ve saygınlığını yitirmesi kesindir. Öte yandan, dört dörtlük bir
çok-uluslu liberalizm, övgüye değer o lmakla birlikte, uluslararası katılımın
mevcut uygu lama ve politikalarında büyük bir dönüşüm gerektirir ve ayn ı
küresel gerçeklikler karşısında saplanıp ka lımı tehlikesini barındırır. Ne
olursa olsun, siyaset felsefesinde küresel ve uluslararası ada let alanında ya-
pıl acak hala çok fazla altyapı ça lışması vardır.

"öngörülebilir gelecekte hayatta kalışımız, eylemlerimizi


cankurtaran sandalı ahlakıyla yönetmemizi gerektiriyor. Eğer
öyle yapmazsak gelecek kuşakları yüzüstü bırakmış oluruz."
Garrett Hardin, 1974

>> fikrin özü


Sandalda daha fazla yer var mı?
Siyaset, Adalet ve Toplum

50 Adil Savaş
Şair Charles Sorley, 1915'te, 21 yaşındayken Loos muharebesinde ölme-
den birkaç ay önce şöyle yazmıştı: "Adil s avaş diye bir şey yok. Bizim
yaptığımız Şeytan'ı Şeytan'la kovmak." Ne var ki savaş kötü olmakla
beraber, bazı kötülüklerin ötekilerden daha beter olduğunu çoğu kişi
kabul edecektir. Evet, eğer mümkünse savaştan kaçınmak gerekir, ama
ne pahasına olursa olsun değil. Bazen savaş daha az kötü seçenek ola-
bilir. Gerekçe o kadar zorlayıcı, amaç o kadar önemli olabilir ki, silaha
sarılmak ahlaki açıdan savunulabilir hale gelebilir. Koşullar savaşı haklı
çıkarabilir.

Günümüz<le <le oldukça güncel bir konu olan savaş ahlakına ilişkin felsefi
tartışmalar, uzun bir geçmişe dayanır. Batı<la başlangıçta Antik Yunan ve
Roma'nın ortaya attığı sorular, l lıristiyan Kilisesi tarafından ele alınmıştır.
Roma İmparatorluğu'nun <lör<lüncü yüzyılda Hıristiyanlığa geçmesi, H ıris-
tiyanlığın erken dönemlerinde görülen barışçı eğilimler ile
"iyi savaş hiçbir imparatorluk yöneticilerinin askeri ihtiyaçl arı arasında b ir
uzlaşmayı gerektirmi~ti. Böyle arabulucu bir çözüm önerisini
zaman olmadı, getiren Hippo'lu Augustinus olmuştur. Daha sonra Aqui-
kötü barış da öyle." no'lu Tommaso hu fikri alarak jus ad hellum ("savaş açma
Benjamin Franklin, 1783 hakkı", silaha sarılmanın ahlaken doğru ol<luğu koşullar) ik:
jus in bello ("savaş sırasında hak", savaş başladıktan sonraki
davranış kuralları) arasında günümüzde standart hale gelmiş ayrımı ortaya
koy<lu. "adil savaş kuramı"ndaki tartı~ına temcl<le bu iki kol<lan ilerler.

Savaşa girme koşulları Adil savaş kuramının ana amaçları, silahlı


kuvvete başvurmanın ahlaken savunulabilir olduğu koşulları belirlemek
ve çarpışmanın hangi sınırlar içinde yürürqleceğine ilişkin ana hatları

Eylem ve kayıtsızlık
Adil savaş

sunmaktır. }us ad bellum'\ailgili ilkeler yüzyıllar boyunca pek çok tartı~maya


konu olmuş ve değişiklik geçirmiştir. Bazı ilkeler öbürlerinden daha tanış­
malıdır. Yorumlamadaki ufak ayrıntılar büyük farklar doğurabilir. Genel
olarak savaşa girmenin haklı sayılabilmesi için koşulların hepsinin yerine
gelmiş olması gerektiği, hiçbirinin tek b~ına yeterli olmadığı kabul edilir.
Aşağıdaki ko~ullar ü;tünde neredeyse bir uzlaşmaya varı 1m ıştır.

Haklı n eden Ahlaken savunulabilir savaş için en temel


ama aynı zamanda en taruşmalı koşul "hakl ı neden"dir. "Bismarck 'gerekli'
Geçmişte bu koşul epeyce geniş kapsamlı yorumlanıyor savaşlar yaptı ve binlerce
ve örneğin dinsel güdüleri içerebiliyordu. Laik Bau 'da
böyle bir neden ideolojik, dolayısıyla da yersiz olduğu
insan öldürdü; 20. yüzyılın
gerekçesiyle dikkate al ınmaz. Çoğu modem kuramcı bu idealistleri ise 'haklı'
koşulun kapsamını saldırıya karşı savunma o larak dara lt- savaşlar yapıyor ve
mışur. Bir ülkenin temel haklarının ihlaline karşı siyasal
egemenliğinin ve toprak bütünlü6>iinün ihlali- ncf;i mü-
milyonları öldürüyor."
dafaa hakkının neredey;e tartışma götünneyecek kadar A.J.P. Taylor, 1906-90
açık olduğu kabul edilir (örneğin 1990-91 'de Kuveyt'in
lrnk'a karşı savaşması). Ço61\J kuramcı böyle bir saldırıdan zarar görenlere
yardımı da buna dahil eder (örneğin 1991 'de koalisyon kuvverlerinin Ku-
veyr'i kurtarması). Çok daha tartışmalı bir koşul, potamiyel bir saldırgana
karşı önleyici askeri harekattır. Bu gibi durumlarda karşı tarafın saldırına
niyetine ilişkin kesin kanıt olmaz elbette. Böyle durumlarda önleyici saldı­
rının kendisinin hir savaş niyeti olup olmadığı tartışılabilir. Kimilerine göre
sadece karşı tarafın gerçekten saldınnası haklı neden oluşturabilir.

Doğru niyet 1laklı nedenle yakından ilişkili olan bir şey de doğru niyettir.
I !aklı ne<lene sahip olmak yetmez; askeri harekatın tek amacı bu nedeni
gerçekleştirmek olma l ıdır. Aqu ino'lu Tommaso hu bağlamda iyiliği teşvik
edip kötü lükten kaçınmaktan söz eder, ama asıl önemlisi, yegane moti-
vasyonun, haklı nedeni doğuran saldırının yol açtığı yanlışlığı diizelrmek
olmasıdır. Haklı neden, ulusal çıkarlar, toprak genişletme gibi birtakım gizli
güdüleri örten bir paravan olamaz. Dolayısıyla lrak saldırısına yanıt olarak

' 1785 .. 1971 '


Amaçlar yöntemleri haklı Fark ilkesi
çıkarır m ı?
Siyaset, Adalet ve Toplum

Jusinbello
Adil savaş kuramının öteki yönü jus in bel- birbirinden ayırdedilm esi ni gerektirir. Söz
/o'dur, yani çarpışma başladıktan sonra gelimi askeri morali çökertmeye yardımcı
nelerin uygun ve ahlaken kabul edilebilir olsa bile sivilleri hedef almak, izin verilemez
olduğu . Bunun çok geniş bir kapsamı var- bir tutum olarak değerlendirilir.
dır, tek tek askerlerin hem düşmanla hem
de sivillerle ilişkisindeki davranışlarından Açıkça görülüyor ki haklı bir savaşın
tutun da silah kullanımı (nükleer silah, kim- haksızca, haksızbir savaşın da haklıca ya-
yasal silah, mayın, parça tesirli bomba vs.) pılması mümkündür. Bir başka deyişle,
gibi belli başlı stratejik meselelere kadar jus ad bel/um ve jus in bello'nun gerek-
uzanır. Bu alanda başlıca iki değerlendirme leri birbirinden farklıdır; birinin gerekleri
vardır. Orantısallık amaçlarla yöntemlerin diğerininkiler olmaksızın yerine getirilebi-
birbiriyle örtüşmesini gerektirir. En uç ör- lir. Jus in be/lo'nun birçok yönü, özellikle
neği alacak olursak, neredeyse herkes, bir uluslararas ı hukukun konularıyla (La hey
askeri hedefe ulaşmakta ne kadar başarılı kuralları ve Cenevre konvansiyonları gibi)
olursa olsun nükleer saldırının haklı gö- örtüşür. Kimin kazanıp kimin kaybettiğine
rülemeyeceğini kabul eder. Fark gözetme bak ı lmaksızın tüm ihlaller savaş suçu olarak
savaşçılarla savaşçı olmayanların kesinkes değerlendirilmelidir.

Kuveyt 'in özgürlüğe kavuşturulması haklı görülebilir, ama petrol çıkarla rını
güvenceye almak gibi gizli bir hedefl e hunu yapmak haklı görülemez.

İlgili ır..erci Silaha başvurma kararının ancak "ilgili merciler" tarafından


gerekli sürecin ardından alınabil eceği aşikard ır. "ilgili merci", aslında, ege-
men i ktidarı elinde tutan devlet zümresi ya <la kurumu anlamına gelir (bu
zümre ya da kurumun savaş ilan etme yet kisi gen ellikle ülke nin anayasa-
sında tan ı mlanmıştır) . Savaşı ila n etmek ö nemlidir, çünkü
bazen silaha başvurma niyetinin ülkenin kendi yurttaşlarına
"savaş zamanı ve <lüşman dev let(ler)e resme n ilan edilmesi gerektiği belir-
orta yol yoktur." t ilir. Gelgelelim , savaş ilan ederek düşmana karşı st ratejik
W inston Churchill, 1949 avantajımızı kaybe<lcccksek bu ters gelebilir; sonuçta ilk sal-
dıran onlar olduğu iç in bu haklarını kaybetmişlerdir. "ilgili
merci" çetrefil bir kavramdı r; meşru karar mekanizmaları ile ha lk arasın<laki
ilişkiler konusunda zorlu soruları gün<leme getirir.
Adil Savaş

Son çare Neden ne kadar haklı olursa olsun, savaşa başvurmak, barışçı tüm
seçenekler denendikten, ya da en azmdan göz önüne alındıktan sonra haklı
görülebilir. Örneğin diplomatik yollarla bir çatışmanın önü alınabiliyorsa,
askeri karşılık vermek kesinlikle yanlış olacaktır. Ekonomik ya da başka
türden yaptırımlar düşünülmeli, yaptırımların siviller üzerinde yaratacağı
etkiyle askeri harekatın olası etkisi kıyaslanma! ıdır.

Başarı beklentisi Askeri müdahale için tüm koşullar yerine ge-


tirilse bile, bir ülke ancak "makul" bir başarı şansı varsa savaşa "Siyaset kan
başvurmalıdır. Sonuçta hoşu boşuna can ve kaynak harcamanın dökülmeyen savaştır,
anlamı yoktur. Peki ama başarının ölçütü nedir? Zayıf bir kuv-
savaş ise kan
vetin daha güçlü bir saldırganla boy ölçüşmeye kalkışması, başarı
şansı ne kadar düşük de olsa illa yanlış mıdır? Bu koşulun son dökülen siyasettir."
derece sonuççu havası pek çok kişiye itici gelir. Bazen eylem ne Mao Zedung, 1938
kadar beyhude görünse de bir saldırgana karşı koymak kesinlikle
doğrudur; direnmemek ise ahlaksızlık, hatta korkaklıktır.

Orantısallık Arzu edilen amaç ile ona ulaşmanın muhtemel sonuçları


arasında denge kurarken, umulan kazanç (haklı nedeni oluşturan yanlışı
düzeltme) tahmini zararla (verilecek kayıplar, acı çekecek insanlar vs.) kı­
yaslanmalıdır. Dolayısıyla askeri harekatın zarardan çok yarar getireceğinin
beklenmesi gerekir; elde edilen kazanç ödenen bedele değer olmalıdır. Bu
biraz temkinli ve fazla sonuççu bir değerlendirmedir ve ancak (hatta ancak
ve ancak) sonuçta ortaya çıkacak kar ve zararlar ölçülebiliyorsa harekat
yapılacaktır.

Sırf adil savaş değil Günümüz filozofları arasında en canlı tartışma­


ların sürdüğü konu adil savaş kuramı olsa da tek bakış açısı hu değildir. iki
uç görüş, gerçekçilik ve barışçılıktır. Gerçekçilere göre savaş (ya da dış po-
litikanın başka bir alanı) ahlak kavramlarının uyarlanacağı alanlar değildir.
Uluslararası müdahaleler ve ulusal güvenlik en önemli meselelerdir. Gerçek
küresel oyuncular sert oynar, ahlak ise muhallebi çocuklarına yakışır. Diğer
uçta yer alan barışçılar ise uluslararası meselelerde ahlakın egemen olması
gerektiğini savunur. Askeri harekat asla haklı gösterilemez, çünkü daima
daha iyi bir yöntem bulunur.

>> fikrin özü


Hak yolunda savaş
~ Terimler Sözlüğü
a posteriori (deney-sonrası) bkz. <lcney-öncesi elde edilmiş veya deneye bağlı bilgilerden ibaret
a priori bkz. deney-öncesi olduğunu savunan görüş.

akılcılık (rasyonalizm) Bilginin (ya <la bir kısım deneysel bkz. görgü!
bilginin) duyulara başvurmaksızın, tek ba~ına determinizm (belirlenimeilik) Her olayın
akıl yürütme gücümüzü çalıştırarak kazanılabi­ kendinden önceki hir nedene dayand ığını, dola-
leceği görüşü. yısıyla dünyanın her halinin daha önceki bir hal

analitik (çözümsel) Değindiği terimlerin anlam- tarafından zorunlu kılındığını yada belirlendiğini
larındaki bi lgiden fazlasını içermeyen önerme.
ileri süren görüş.
Yalnızca tanımlardan yola çıkarak, dış bilgilere doğalcılık (natüralizm) Ahlak felsefesinde,
başvurmadan elde edilen vargı. Örneğin "Bütün ahlak kavramlarının bilimle keşfedilebilecek
aygırlar erkektir". Fazladan bilgi sağlayan öner- "doğa olguhm" ile tümüyle açıklanabi leceği ya
meye ise sentetik (bireşimsel) denir ("Aygırlar da çözümlenebileceği görü§ü.
kısraklardan daha hızlı koşar.") estetik Felsefenin sanata ilişkin kolu. Estetik,
bilgi felsefesi (epistemoloji) Bildiklerimizi ne- sanat yapıtlarının niteliği ve tanımını, estetik
reden biliyoruz? Nasıl emin olabiliriz? Aklın ve değerin temelini, sanatsal yargılama ve eleştiri­
deneyimin bilgi edinmedeki rolü nedir? gibi so- nin gerekçclcndirilmesini içerir.
ruları yan ıtlamaya çalışan felsefe dalı. faydacılık Ahlak felsefesinde, eylemlerin
çiftecilik (dualizm) Zihin (ya da ruh) ve mad- insan refahını ya da "fayda"yı yükselttiği ya
denin (ya da beden) birbirinden ayrı olduğu da dü§ürdüi:>ü ölçüde doğru ya da yanlış olarak
görüşü. Töz çiftecileri zih in ve maddenin te- değerlendirildiği sonuççu bir sistem. Fayda klasik
melde iki farklı töz olduğunu savunur; nitelik olarak insanın hazzı ya da mutluluğu olarak
yorumlanır.
çiftecileri ise kişinin zihinsel ve fiziksel olmak
üzere temelde iki farklı niteliği olduğunu savu- fizikselcilik (fizikalizm) bkz. çiftecilik
nur. Çifteciliğin karşısındaki görüşler idealizm gerçekçilik (realizm) Etik ve estetik değerlerin,
ya da immateryalizm (sadece zihinler ve idealar matematiksel niteliklerin vs. bizim onları bilme-
vardır) ve fizikselcilik ya da materyalizm (sadece miz ya da tecrübe etmemiz<len bağımsız olarak,
madde ve cisimler vardır ) görüşleridir. dünyada kendi başlarına var olduğu görüşü.
çıkarım Öncüllerden sonuca giden bir akıl görecilik (rölativizm) Ahlak felsefesinde, ey-
yürütme işlemi. Çıkarımın başlıca türleri lemlerin doğruluğu ya da yanlı§lığının, toplumun
tümdengelim ve rümevarımdır. İyi ve kötü çıka­ kültür ve geleneklerine bağlı olduğu ya da bunlar
rımları ayırdetmek mantığın hedefidir. tarafından belirlendiği görüşü.
deney-öncesi (önsel) Deneye, gözleme, ölçüme görevcilik (deontoloji) Bazı eylemlerin sonuçla-
veya deneyime başvurmaksızın (oturduğunuz rına bakılmaksızın, içsel olarak doğru ya da yanlış
yerden kalkmadan) doğru olduğunu görebile- olduğu görüşü. Ahlaksal öznelerin ödev ve niyet-
ceğiniz önerme. Bu tür bir kanıra başvurmayı lerine özel önem arfedil ir.
gerektiren önerme ise deney-sonrasıdır. görgü! (ampirik) Deneyime (yani duyu verile-
deneycilik (ampirizm) Tüm bilginin duyulardan rine ya da duyuların tanıklığına) dayal ı kavram
Terimler Sözlüğü

veya inanç. Uörgül gerçek deney veya deneyime özgür irade hkz. determinizm
başvurmadan teyit edilemez. özgürlükçülük (liberteryanizm) Determinizmin
idealizm bkz. çiftecilik yanlış oldu!;'Unu, insan seçimlerinin ve eylemle-
indirgemecilik Bir meseleyi ya da söylem ala- rinin gerçekten özgür olduğunu ileri süren görüş.
nını başka bir yoldan (genellikle daha basit ya öznelcilik (ya da karşı-gerçekçilik) Ahlak fel-
da daha erişilebilir bir yoldan) açıklama ya da sefesi ve estetikte, değerin dış gerçekliğe değil
çözüınleım:yi lıeddleycn yaklaşım. Örneğin zi- onun hakkındaki inançlarımıza ya da duygusal
hinsel olayları salt fiziksel yollardan açıklama. tepkilerimize dayandığı görüşü.
karşı-gerçekçilik bkz. öznelcilik paradoks Manukta, görünüşte itiraz edileme-
kıyas (analoji) İki şeyin birbirine benzer yön- yecek öncü llerin, görünüşte sağ lam bir akıl
lerinin karşılaştırılması. Kıyas argümanı, iki şey yürütmeyle, kabul edilemez ya da çe lişkili bir
arasındaki bilinen benzerlikleri kullanarak bilin- sonuca götü rdüğü argüman.
meyen benzerlikleri tahmin etmeye çalışır.
sentetik (bireşimsel) bkz. analitik
koşullu (olumsal) Doğru olan ama başka türlü
sonuççuluk Ahlak felsefesinde, eylemlerin doğ­
de olabilecek bir şey. Zorunlu hakikat ise başka
ruluğunun, bu eylemlerin sadece bazı arzu edilir
türlü olamayacak bir hakikattir; her koşulda ya
sonuçlar ya da durumlar meydana geti rmekteki
<la mümkün olan bütün dünyalarda doğrudur.
etkililiğiyle ölçülmesi gerektiği görüşü.
mantık bkz. çıkarı m
şüphecilik Sahip olduğunu <lüşün<lü!;ıiimüz bilgi-
materyalizm (maddecilik) bkz. çiftecilik
lere meydan okunan bir felsefi duruş.
metafizik Gerçekliğin doğası ya da yapısıyla uğ­
tümdengelim Sonucun öncüllerden ileri geldiği
raşan, genellikle varlık, töz ve nedensellik gibi
(öncüllere bağlı olduğu) bir çıkarsama hiçimi.
kavramlara odaklanan felsefe kolu.
Eğer geçerli bir tüm<lengelimli argümanın
mutlakçılık Ahlak felsefesinde, bazı eylemlerin
öncü lleri doğruysa, sonucun da doğru olması
hangi koşullar altında oldu!;'Una, ya da sonuçla- zorunludur.
rına bakılmaksızın doğru (ya da yanl ış) olduğu
tümevarım Görgü) bir sonucun (bir genel yasa
görüşü.
ya da ilkenin) görgü! öncüllerden (şeyle ri n
nesnelcilik Ahlak felsefesi ve estetikte, değerle­
dünyada naMl olduğuna ilişkin tek tek gözlem-
rin ve iyilik, güzellik gibi niteliklerin nesnelerin
lerden) çıkarı ldığı bir çıkarsama biçimi. Sonuç
doğasında, ya da içsel olarak bulunduğu ve insa-
öncüller tarafından sadece desteklenir (asla
noğlunun onları kavrayışından bağımsız olarak

ı
öncüllerce kesin kılınmaz), dolay ısıyla öncüller
var olduğu görüşü.
do!;JJU ama sonuç yanlış olabilir.
normatif İnsan davranışını yargılamak ya da
yanılgı Akıl yürütme hatası. Hatanın arbıiimanın
yönlendirmekte kullanılan normlara (standart-
mantıksal yapısından kaynaklandığı biçim;cl ya-
lar ya da ilkelere) ilişkin. Normatif/betimleyici
ayrımı değerlerle olgular arasındaki ayrıma nılgılar, biçimsel olmayan yanılgılardan ayrılır.
koşuttur. zorunlu bkz. O lumsal
..

'domingo
GERÇEKTEN BİLMENİZ GEREKEN 50 FELSEFE FtKRİ
BEN IJUPRE

Özgün ismi: 50 Philosophy ldcas You Rcally Nccd co Know


© 2007, Ben Duprc

Bu kitabın Türkçe yayın hakları Akcalı Telif Ajansı aracılığıyla


~ercus Editions Ltd ( UK)'dcn alınmıştır.

"lürkçe yayııı hakları:


© 201 ı Bh Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Lıd. Şti.
Smillka No: 12746
Domingo, Bkz Yayıncılık markasıdır.

Çeviri: ElifGöktckc
Editor: Cem Duran
Sayfa ve Kapak Uyarlama: B.ıhadır Erşık
Özgün Tasarım: Patrick Nugcnt

lSBN: 978-605-4729-21-0

1. Baskı: Nisan 2014


III. Baskı: Mayıs 2015 ' -
Ertem Basım Lrd. Şti. Nasuh Akar Mahall.e~i 25:-Sokak No 19 Ralgat Ankara Tel: ( 312) &ıO 16 23
Sertirıka No: 26886 - -
Tüm llaldan çak.lıclır. Bu kiuhın tumüni..ın veya içcrığinin herhangi bır b<>lumunün yayuıc.:ının ynılı izni olmadan,
fotokopi yöntemi dahil, dc:ktronik ya da ını:k:ı.nık herhangi bir yolla çoğalcılm;m yas~ktı r.

Rkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti.


Asmalımescit Mah. Ensiz Sok. No: 2 D: 7 Tuııel lsranbul lcl: (212) 245 08 39
e-posta: domiııgo@domiııgo.com.tr

www.domingo.com.tr

You might also like