You are on page 1of 22

ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ I

I.ÜNİTE:

OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞU VE GERİLEMESİ*

KONU BAŞLIKLARI

A. OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞ VE YÜKSELİŞİ


B. OSMANLI DEVLETİ’NİN ÇÖKÜŞÜ
1. Devletin Yapısı
2. Toplumun Yapısı
3. Osmanlı Devleti’nin Çöküş Sebepleri
a. Dış Sebepler
b. İç Sebepler

ÜNİTE HAKKINDA

13. yüzyılın sonunda Türkler tarafından kurulan Osmanlı Devleti, 15. yüzyılın sonuna
doğru tüm Ortadoğu ile Kuzey Afrika, Anadolu, Balkanlar ve Doğu Avrupa'nın büyük
bir bölümünü egemenliği altına alarak, dünyanın en güçlü devletlerinden birinin
temellerini atmıştır. Yaklaşık 600 yıl varlığını sürdürerek Türk devletleri içerisinde en
uzun ömürlüsü olan Osmanlı Devleti’nin dünya tarihinde ayrı bir yeri ve önemi
bulunmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinin incelenmesi ve tam olarak algılanabilmesi; Osmanlı
Devleti’nin kuruluş, yükseliş ve duraklama dönemleri ile, son 150 yıllık “modernleşme”
sürecinin birlikte ele alınması ve analizini gerektirmektedir. Bu yöntem; yeni kurulan
cumhuriyet ile yaşanan köklü ve büyük değişimin niteliklerini ortaya çıkarması açısından
anlamlıdır.
Öncelikle, Klasik Dönem Osmanlı düzeninin ne olduğunu ve bu rejimin işlevini nasıl
yitirdiğini doğru değerlendirmeden, Osmanlı Devleti’nin modernleşme dinamiklerini ve Türk
Devrimi’nin gerçek niteliğini kavramak güçtür. Bu olumsuzluğu ortadan kaldırabilmek
amacıyla, öncelikle bozulan klasik dönem Osmanlı sosyo-ekonomik düzenine bakmak,
ardından Osmanlı Devleti’nin çöküşüne neden olana içte ve dıştaki değişimlere ve
gelişmelere değinmekte fayda vardır.

ÖĞRENME HEDEFLERİ

Bu üniteyi çalıştığınızda:
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu açıklayabilecek,
Osmanlı Devleti’nin klasik yapısını tanımlayabilecek,
Osmanlı Devleti’nin çöküşüne neden olan iç sebepleri açıklayabilecek,
Osmanlı Devleti’nin çöküşüne neden olan dış sebepleri açıklayabilecek,
Türkiye’nin jeopolitik konumunu ve önemini tanımlayabileceksiniz.

*
I. Ünite Dr. Öğr. Üyesi M. Hakan Özçelik tarafından hazırlanmıştır.

1
A. OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞ VE YÜKSELİŞİ

Büyük Selçuklu Devleti’ni yıkan Moğollar, 1243 yılında Sivas’ın doğusundaki


Kösedağ’da II. Gıyaseddin Keyhüsrev komutasındaki Anadolu Selçuklu ordusu ile karşı
karşıya gelmişlerdir. Selçuklu ordusu Kösedağ Savaşı’nda sayıca fazla olmasına rağmen,
uygulanan yanlış savaş taktikleri yüzünden ağır bir yenilgi almıştır. Kösedağ’daki yenilgi
Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasına sebep olmuştur. Bu güçlü Türk devletlerinin
ardı arkasına yıkılması, Anadolu'da Beylikler Döneminin başlamasına yol açmıştır.
Karaman Beyliği, Germiyan Beyliği, Eşrefoğulları Beyliği, Hamitoğulları Beyliği,
Menteşoğulları Beyliği, Candaroğulları Beyliği, Aydınoğulları Beyliği, Saruhanoğulları
Beyliği, Karesi Beyliği gibi beylikler, Anadolu'da sona eren milli egemenliği mahalli
egemenlikler şeklinde devam ettirmeyi başaran kuvvetli teşekküller şeklinde ortaya
çıkmıştır.
Osmanlı Devleti’ni kuran Türkler, Selçuklu fetihleri sırasında Anadolu'ya gelerek XIII.
yüzyıl sonlarında Anadolu'nun kuzey batısında ve Türk-Bizans hududu üzerinde iskân
edilmiştir. Onlar geldiğinde, Anadolu, dil açısından Türk, din açısından Müslüman
kimliğini kazanmış bulunuyordu. Bu süreçte Anadolu’ya gelmiş olan Ertuğrul Bey
Karacadağ yakınlarına yerleştikten sonra Söğüt’ü zapt etmiş ve Anadolu Selçuklu
Devleti’nin bir ucbeyi konumuna gelmiştir. Osmanlı Devleti adını, Ertuğrul Bey’in
ölümüyle 1281 yılında onun yerine geçen oğlu Osman Bey’den almıştır. Osman Bey
babasından aldığı uc beyliği güçlendirip genişleterek 1299 yılında beyliğe
dönüştürmüştür. Anadolu’da meydana gelen iktidar boşluğunu iyi değerlendiren Osman
Bey bağımsızlığını ilan etmiş ve böylece Osmanlı Devleti kurulmuştur. Bizans
İmparatorluğu ile 1302 yılında yapılan Koyunhisar Savaşı’nın ardından Bilecik,
Karacahisar, Yenişehir, Adranoz, Kestel, İmralı, Mudanya ve İnegöl fethedilmiştir.
Osman Bey döneminde Bursa ve Kocaeli Yarımadası’nın fethine başlanmış ancak
fethedilememiştir.
Osman Bey’in ölümüyle yerine geçen oğlu Orhan Bey, 1326 yılında Osman Bey
döneminde kuşatılmasına rağmen alınamayan Bursa’yı fethetmiş ve Bursa’yı Başkent
yapmıştır. Ardından 1329 yılında Kocaeli Yarımadası’nın fethi de tamamlanmıştır. XIII.
yüzyılın sonu ile XIV. yüzyılın ilk yarısında Kuzeybatı Anadolu’da hüküm süren bir Türk
beyliği olan Karesioğulları’nda, 1345 yılına gelindiğinde taht kavgaları yaşanmış, beylik
Osmanlılar’a bağlamıştır. Orhan Bey döneminde, geçici divan örgütü dışında, “Yayalar
ve Müsellemler” adıyla ilk düzenli ordu kurulmuştur. Ayrıca ilk adli örgüt kurularak
şehirlerin yönetiminde kadılar ve subaşılar görevlendirilmiştir. Dönem içindeki bu
teşkilatlanmalar Osmanlı Beyliği’ni “Devlet” haline dönüştürmüştür.
I. Murad zamanında, Trakya ve Balkanlar büyük ölçüde Osmanlı hakimiyeti altına
girmiştir. Yıldırım Bayezid tahta çıktığı sırada, Osmanlı Devleti, Anadolu ve
Balkanlar'da kuvvetli ve sağlam bir imparatorluk olarak kurulmuş bulunuyordu. Yıldırım
Bayezid’in Niğbolu Zaferi ile büyüyüp güçlenen Osmanlı Devleti, yine Yıldırım’ın 1402
yılında gerçekleşen Ankara Savaşı’nda Timur’a yenilerek esir düşmesi ile birlikte
yaklaşık 11 yıl süren fetret devrine girmiştir. Ancak I. Mehmet Han (Çelebi Mehmet)
tarafından Osmanlı birliği tekrar sağlanarak devlet varlığını devam ettirmeyi başarmıştır.
Fetret devrinde başlayan taht kavgaları Anadolu'da Beylikler dönemini tekrar
başlatmıştır. Buna rağmen, Balkanlar’ın Osmanlı Devleti’nden kopma girişiminde
bulunmamaları, birliğin yeniden sağlanması ve devletin toparlanmasında önemli yer
tutmuştur. Balkanlar’ın bu yaklaşımı, Osmanlı yönetim anlayışının bilinçli bir şekilde
adil, hoşgörülü ve kendinden önceki yönetimlerden iyi yönde farklı olduğunu gösterir
niteliktedir.

2
II. Murat'ın sınırını daha da genişlettiği devlet, II. Mehmet (Fatih)'in 1453 yılında
İstanbul'u fethi ile yeni bir döneme girmiş ve bu dönem Sokullu'nun 1579'da ölümüne
kadar devam etmiştir. Bu dönem Osmanlı Devleti’nin Cihan devleti haline geldiği
Yükselme dönemi olmuştur. Fakat Osmanlı Devleti dünyadaki gelişmelere ve
değişimlere ayak uydurmakta zorlanınca bu dönemden sonra Duraklama Dönemi’ne
girmiştir. Osmanlı Devleti’nin Duraklama dönemi, Sokullu Mehmet Paşa’nın ölümü ile
başlamıştır. Tecrübesiz kişilerin tahta geçmesi ve merkezi yönetimin bozulması sonucunda,
devlet yönetimindeki otoritenin sarsılması, halkın devlete olan güveninin azalmasına ve
bununla bağlantılı olarak iç isyanların çıkmasına neden olmuştur. Aynı zamanda da devlet
dünyadaki gelişmeleri ve değişimleri takip etmek ve bunlara ayak uydurmak konusunda
zorlanmaya başlamıştır. Bu dönem içinde her ne kadar devlet doğuda ve batıda en geniş
sınırlara ulaşmışsa da bir süre sonra devletin eski gücünden uzaklaştığı ve durakladığı
görülmüştür.

B. OSMANLI DEVLETİ’NİN ÇÖKÜŞÜ

1. Devletin Yapısı

13. yüzyılın ikinci yarısında Selçuklu İmparatorluğu’nun bir uc beyi olarak kurulan Osmanlı
Devleti, kısa sürede genişlemiş ve yayılmıştır.
Osmanlı Devleti’nin kısa sürede genişleyip yayılmasına etki eden hususlar olarak; bilinçli bir
politikanın uygulanması, güçlü ve disiplinli askeri teşkilatın oluşturulması, adilane davranış,
siyasetteki incelik, taassuptan uzak hoşgörülü bir din anlayışı, yani diğer bir deyimle,
Müslüman olmayanların dini ve vicdani hislerine hürmet gibi politik ve daha çok manevi
sebepler sayılabilir. Bunun yanı sıra Osmanlı Devleti’nin topraklarını genişletmesinin altında
programlanmış bir bilinç vardır. Uygulamada olan toprak rejimi ile vakıfların kuruluşu,
yerleşim yerlerinde ilmi ve sosyal kurumların oluşturulması hem halkın hem de Osmanlı
devlet düzeninin sağlam temellere dayandırılmasını mümkün kılmıştır.
Osmanlı Devleti, Türk soyundan gelenlerin 13. yüzyılın ikinci yarısında kurduğu bir devlet
olup 14. yüzyılda süratle gelişmiş, 15. ve 16. yüzyılda en görkemli devrini yaşamış, üç kıta
üzerinde yayılarak muazzam bir devlet halini almıştır. 17. yüzyıl duraklama, 18. yüzyıl ise
Osmanlı Devleti’nin güçlü geçmiş yüzyıllarının kazançları ve zaferleri üzerinde yaşadığı
devirdir.
Osmanlı Devleti 1299’dan 1876’ya kadar yani kuruluşundan Kanun-u Esasi’nin yayınlandığı
tarihe kadar yasama ve yürütme yetkilerinin tek bir hükümdarda birleşmesi olarak
tanımlanabilecek olan mutlak monarşi ile yönetilmiştir. Bu dönemin önemli özelliklerinden
birisi de dönemin din hukuk kurallarına göre yönetilmesidir. Osmanlı Devleti bir din devleti
olduğundan kamu hukuku açısından bu dönem teokratik monarşi olarak adlandırılır. Osmanlı
Devleti, Kanun-u Esasi’nin ilanından sonra şeklen meşruti bir hükümdarlık hüviyetine
bürünmüş ise de anayasanın kaldırılmasıyla tekrar teokratik monarşi hüviyetine dönmüştür.
İkinci Meşrutiyet’in ilanı ile kısa süreli bir meşruti monarşi uygulanmış ve daha donra da
Osmanlı Devleti sona ermiştir.
Osmanlı Devleti’nin başında bulunan hükümdar, Hakan, Padişah, Hünkar, Han, Sultan, Halife
gibi unvanlar taşımaktadır. Tüm yetki hükümdardadır. Hükümdar dünyevi yetkilerin yanı sıra
ruhani yetkileri de bünyesinde barındırmakta olup Halife unvanına da sahip olmuştur. Devlet,
hükümdardan ayrı bir hukuki varlığa ve şahsiyete sahip değildir.
Devlet yönetiminde, Hükümdar’ın baş yardımcısı, Vezir-i Azam (baş vezir), ya da diğer
adıyla Sadr-ı âzam idi. Vezir-i Azam bütün işlerden sorumluydu ve hükümdar adına tüm
yetkileri kullanırdı. Padişahın mühürü Vezir-i Azam’da bulunurdu. Padişah sefere çıkmadığı
zaman ordunun başında “Serdar-ı Ekrem” sıfatıyla sefere çıkardı.

3
Osmanlı Devleti’nde uygulanan hukuk, devletin teokratik bir yapıya sahip olması gereği
İslam Hukuku’dur. Şeriat hükümlerini uygulamak ve hakim kılmak en başta gelen amaç idi.
Hükümdar tarafından atanan Şeyhul-İslam da şeriatın koruyucusu durumundaydı. Bu
bağlamda devlet işlerinin şeriata uygun olup olmadığını verdiği fetvalarla belirtirdi.
Hükümdar, devlet işlerinin yürütülmesinde, devletin siyasi, idari, mali ve askeri işlerinin
tümünün görüşüldüğü ve incelendiği Divan-ı Hümayun adlı en yüksek devlet kuruluşunu
yardımcı organ olarak kullanırdı. Divan’a Kuruluş döneminde padişah başkanlık eder,
şikayetler dinlenir, devlet ve memleket işleri burada görüşülürdü. Fatih’ten itibaren Divan-ı
Hümayun’a Vezir-i Azam başkanlık etmeye başladı. Ancak hiçbir dönem Divan-ı
Hümayun’un aldığı kararlar hükümdar için bağlayıcı olmamıştır. Divan-ı Hümayun aynı
zamanda bir yargı kuruluşu olarak da görev yapardı.
Divan-ı Hümayun üyeleri şunlardır: Vezir-i Azam, Kubbealtı Vezirleri, Kazasker, Defterdar,
Nişancı, Reisülküttap, Kahya Bey (Sadaret Kethüdası), Yeniçeri Ağası, Müftü (Şeyhülislam),
Kaptan-ı Derya
Osmanlı Devleti’nin idari teşkilatı, askeri zorunlulukların etkisiyle Osmanlı Devleti’ne özgü
bir toprak düzenine dayanmaktaydı. Osmanlı Devleti idari teşkilat bakımından eyaletlere
ayrılmıştı. Eyalet denilen beylerbeyinin mıntıkası sancaklara, sancaklar kazalara, kazalar ise
köylere bölünmüştü. Sancak beyleri idari, askeri ve güvenlik işlerinden sorumluydu.
Kazalarda kadılar (hâkimler), alaybeyleri ve subaşılar bulunurdu. Kazaların güvenliğini
sağlamak subaşıların göreviydi. Kadılar ise hâkimlik görevi yaparlardı.
Toplumların en büyük servet kaynağı İlkçağdan beri tarım olduğu için toprağın önemi çok
fazlaydı. Bu sebeple her devlet tarih boyunca en değerli üretim hazinesi olan toprağın iyi
işletilmesi için önlemler almıştır. Osmanlı Devleti de büyük bir tarım ülkesiydi. Osmanlı
Devleti’ndeki toprakların büyük çoğunluğu devlete aitti. Devlet bu surette; toprak idarecisi
(Sahib-i Arz) ve siyasi güç sahibi olmuştur. Osmanlı Devleti’nde topraklar miri, vakıf ve
mülk olmak üzere üçe ayrılırdı. Miri arazinin en büyüğüne dirlik denilirdi ki, dirlikler de Has,
Zeamet ve Tımar olarak üçe ayrılırdı. Miri arazi devlete aitti. Osmanlı Devleti’nin teb’ası yani
devletin yönetimi altında bulunan kişiler miri araziyi ekip biçer, bunun karşılığında vergi
olarak mahsulün belirli bir oranını has, zeamet veya tımar sahibine öderdi.
Osmanlı Devleti’nin eğitim ve öğretim kuruluşları da devletin dini hüviyeti nedeniyle dini
mahiyetteydi.
Osmanlı Devleti, 1839 yılında kabul edilen Tanzimat Fermanı ile başlayan Tanzimat
dönemine kadar hep bu şekildeki devlet düzeniyle idare edilmiştir.

2. Toplumun Yapısı

Klasik Osmanlı toplum düzeni olarak şu şekilde özetlenebilir:


Yönetenler (askeri) Sınıfı: İcrai Askeriler, Maaşlılar, Zaimler ve tımarlı sipahiler, Ulema
Yönetilenler (reaya) sınıfı: Kentliler, Lonca esnafı, Tüccar ve sarraflar, Köylüler, Göçebeler.
Mutlak monarşik yönleri ağır basan Osmanlı Devleti’nde bütün yetkiler Padişah’ta
toplanmaktaydı. Bu yapı içerisinde ayrıcalıklı olan sadece Padişah ve Osmanlı hanedanı, bir
başka deyişle Osmanlı ailesiydi.
Klasik Osmanlı toplumunda iki ana sınıf vardı. Yönetenler ve yönetilenler. Kimin hangi
sınıfta olacağını, ne zaman ve hangi şartlarda öbür sınıfa geçeceklerini devlet belirlerdi.
Yönetenler, askerlikle doğrudan ya da dolaylı bir ilgileri olmasa da (örnek olarak ulema)
askeri sayılırlardı. Bu sınıfa yönetilenlere oranla daha iyi bir yaşam düzeyi sağlanırdı. Vergi
ödemezlerdi.
Başı Padişah olan askeri sınıfa icrai yani yürütme ile ilgili olan işleri görenler ve ulema ve
kul statüsündeki askeriler dahildi. İcrai askerilerin başlıca görevleri yönetim ve askerlikti.
Yeniçeri de, sipahi de, Sadrazam da bu durumda, kul statüsündeydiler. “Boyunları kıldan

4
ince” ifadesi bu durumu anlatmak için kullanılır ki, muhakeme edilmeden Padişah’ın buyruğu
ile “siyaseten katledilmeleri” demekti. Bunun yanı sıra ölümleri halinde miraslarına el
konuyordu ki buna “müsadere” denirdi. Fakat bunların ölümleri halinde varislerini gözetmek
için kullanabilecekleri bir imkan vardı. Cami, medrese gibi hayır kurumları yaparak bunları
vakıflaştırdıkları zaman varislerini vakıf mütevellisi olarak atayıp bu yoldan onları gelir
sahibi yapabilirlerdi. Çünkü vakıflar müsadere edilmezdi.
Kul (Gulam) sistemi Osmanlı Devleti’nin temel kurumlarından biriydi. Osmanlı Devleti,
özellikle Balkanlar’ın ele geçirilmesiyle Hristiyan halkın küçük yaştaki çocukları toplama
yöntemini, bilinen adıyla “Devşirme Sistemi”ni geliştirmişti. Devşirme oğlanı da denilen
Hristiyan halkın küçük çocukları kul sisteminin temelini oluşturmaktaydı. Devşirilen kullar
yeteneklerine göre eğitilerek, uzun yıllar devlet işlerinde kullanılmaktaydı. Bürokratik işlerde
yetenekli olacağı düşünülen devşirmeler, Osmanlı’da idarî ve askerî kadronun yetiştirilmesi
için oluşturulan Enderun Mektebi adıyla bilinen saray okulunda yönetim üzerine eğitim
almaktaydı. Zihni ve fiziki özellikleri bakımından orduda kullanılabilecekler ise saray
muhafızı olarak kullanılan “Yeniçeri Ocağı”na katılırlardı. Düzenli şekilde maaş alırlardı.
Maaşlılar paranın az olduğu dönemler göz önüne alındığında köylülere göre ayrıcalıklıydılar.
Ancak bazen maaşlar zamanında verilmediği veya ayarı düşük akçe ile verildiği zaman isyan
ederlerdi.
Tımarlı sipahiler ve zaimler, gelirlerini büyük ölçüde dirliklerindeki köylülerden ayni olarak
(para olarak değil de madde olarak verilen anlamında) toplayan, toprağın sahibi olmasalar da
fiilen egemen olan, diğer deyimle fiili feodallerdi. Sipahi ve Zaimlerin dirliklerindeki
köylülerden ürün olarak topladıkları başlıca vergi dirliktir.
Yönetenler sınıfının ikincisi olan Ulemalar (Alimler) devletin din, yargı, eğitim ile ilgili
işlerini görür, icrai işlere fazla karışamazlardı. Askeri sınıfın ayrıcalıklarından
faydalanırlarken yüksek gelire sahip olsalar da bunun vergisini vermezlerdi. Kul statüsünde
değillerdi. Yani muhakeme edilmeden cezalandırıldıklarına pek rastlanmaz ve malları
müsadere edilmezdi. Ulemalar, mahalle mektebinin ardından medreselerde yetişen Müslüman
çocuklarıydı. Yüksek ulemanın çocukları da genellikle ulema olurlardı. Böylelikle ortaya
ulema aristokrasisi ya da soyluluğu olarak isimlendirilebilecek bir düzen çıkıyordu. Yüksek
ulemanın çocuklarına daha çocukken rütbe verilmeye başlanarak kolayca yükselmeleri
sağlanırdı.
Yönetilenler ise özgün adıyla “reaya” olarak tanımlanırdı. Reaya üretim yaparken aynı
zamanda da savaş zamanı da yardımcı olurdu. Vergi reayaya ait bir yükümlülüktü. Kentli
reaya denilince ilk olarak akla “lonca esnafı” gelirdi. Bunlar, bazen sadece satıcı olan, bazen
imalatçılık da yapan loncalarının kısıtlayıcı yönetimlerinin altında çalışan küçük iktisadi
birimlerdi. Çıraklıktan kalfalığa, oradan da ustalığa yükselişle oluşan bu birimlerin
büyümemesi ve gelişmemesi hem loncaların, hem de devletin dikkat gösterdiği bir konuydu.
Loncaların dışında da büyük işler yapan sarraflar ile bazıları uluslararası ölçekte çalışan
tüccarlar vardı.
Osmanlı Devleti, göçebelerdense köylüleri tercih eden bir tutum izlemiştir. Nedeni ise:
köylülerin yeri yurdu belli, vergi veren ve gerektiğinde asker olarak savaşan kesim olması idi.
Göçebeler ise tamamen köylülerin sahip olduğu özelliklerin aksine bir de üstüne varılamayan
silahlı bir kesimdi.

3. Osmanlı Devleti’nin Çöküş Sebepleri

Klasik Osmanlı düzeni 16. yüzyılın ortalarından itibaren değişime uğramıştır. İkinci Viyana
Kuşatması’ndan sonra gerileme devrinin başladığı süreçte, 18. yüzyıl içinde askeri yenilgiler
karşısında ilk defa ıslahat hareketlerine yönelme olmuştur. 19. yüzyılda özellikle 1839
Tanzimat Fermanı ile ıslahat hareketleri daha belirli ve yaygın olmasına rağmen, 20.yüzylın

5
ilk yarısında Osmanlı Devleti’ni yok olmaktan kurtaramamıştır. Devletin gerileyiş ve çöküş
sebepleri çeşitli olup her devre göre değişmektedir. Bu sebeplerin nedeni her devre içinde
dışta ve içte değişen ve gelişen olaylardır.

a. Dış Sebepler

1. Osmanlı Devletinin Jeopolitik Konumu

Üç kıtaya yayılan Osmanlı Devleti, toprak bütünlüğü bakımından bir hayli genişleyerek o
çağda idare edilebilecek en geniş doğal sınırlara ulaşmaktaydı. Bu durum, Osmanlı Devleti’ni
güçlü rakiplerle karşı karşıya getirmekte ve ister istemez devlet, bu rakiplerin baskı
politikalarıyla karşılaşmaktaydı. Bununla birlikte devletin jeopolitik konumu Osmanlı
Devleti’nin sınırlarını zorlamakta ve hatta Osmanlı Devleti’nin yok olmasından sonra kurulan
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de aynı durumla yüz yüze getirmekteydi.
Bir ülkenin coğrafyası o ulusun kaderidir. Bu ilke çerçevesinde, Türkiye jeopolitik
konumuyla emperyalist ülkelerin ve özellikle çevre ülkelerinin daima hedefi halindedir.
Jeopolitik kavramı, Dünya ve politika kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiştir.
Jeopolitik; “Bir devletin ülkesi ile milli tarihi, vatandaşın milli bilinci, devletin milli gücü ve
dünya devletlerinin politik şartlarını ve ilişkilerini dikkate alarak milli politikanın tayin, tespit
ve yönetilme esaslarını gösteren bilimdir”. Jeopolitik dar anlamıyla, dış politikanın
belirlenmesinde coğrafi etkenlerin esas alınması, geniş anlamıyla ise bir devletin politikasıdır.
Jeopolitik konum ise; “Bir devletin dünya coğrafyasında bulunduğu konumundan dolayı
kendisine sağladığı avantaj ve dezavantajların hepsine denir.”
Doğu ile Batı, Kuzey ile Güney arasındaki geçiş yolları üzerinde bulunan, İslamiyet-
Hıristiyanlık, Totaliter-Demokratik ve Laik-Antilaik düşünceler arasında köprü görevi gören,
dünyanın en büyük enerji kaynaklarına yakın olan, Harold McKinder (1861–1947) ‘in “ Kara
Hâkimiyeti” teorisine göre “Merkez Bölge” konumunda olan, Asya, Avrupa ve Afrika
kıtalarının düğüm noktası yerde olan, boğazlara sahip olması nedeniyle bütün denizlere
açılabilen, dolayısıyla deniz iletişimi yüksek seviyede olan, yukarıda sayılan coğrafi ortamlar
kapsamında jeopolitik konumu itibarıyla dünya devletleri üzerinde hâkimiyet kurmak
maksadıyla gerek Osmanlı Devleti gerekse Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin üzerinde bir
takım emelleri olan dış güçler, daima yıkıcı, bölücü ve ideolojik faaliyetlerde bulunmuşlardır.
Bu durumu, tarihin her döneminde görebilmek mümkündür. Birinci Dünya Savaşı öncesi
süreçte yaşanan olaylar, Birinci Dünya Savaşı sonrasında da İngiltere, Fransa, İtalya ve
Yunanistan’ın Türkiye’yi parçalayarak İzmir, Antalya, Bursa, Eskişehir ve İstanbul’u işgal
etmeleri ya da, İkinci Dünya Savaşı sırasında Rusya’nın Kars, Ardahan ve Artvin’i istemesi,
açığa vurulmuş olan örneklerdir.

2. Coğrafi Keşifler

Osmanlı Devleti, kurulduktan kısa süre sonra hızla yükselerek çağının en güçlü devletlerinden
biri olurken, dünyanın önemli doğu-batı ticaret yollarını da kontrolü altına almıştı. Küçük
kıtalarına sıkışmış olan Avrupalılar, Haçlı Seferleri’nden itibaren Doğu dünyasını ve onun
zenginliklerini öğrenmiş ve o zenginliklere kavuşmayı düşünmüşlerdir. Bu zenginliklere
ulaşabilmek için de Batı dünyası bilimsel araştırmalara yönelmiştir. Bilimi, inancın dar
kalıplarından çıkarıp deney ve gözlemin denetimi altına sokmuş ve hızla gelişmeye
başlamıştır. Gemi yapım tekniğinde meydana gelen yenilikler sonucunda, okyanusların büyük
dalgalarına karşı koyacak gemiler yapılmış, Çinliler tarafından bulunan, Müslümanlar
aracılığıyla Avrupa’ya geçen pusula, Kristof Kolomb’un sapma açısını hesaplamasıyla daha
da geliştirilerek açık denizlerde yolculuk kolaylaşmıştır. Dünyanın şekliyle ilgili ortaya atılan

6
doğru bilgiler ve haritaların yeniden gözden geçirilmesi, Avrupalı denizcileri okyanuslara
yönlendirmiş, böylece yeni bölgelerin keşfedilmesi başlamış, ilk etapta, Hindistan’a ulaşmak
mümkün olmuştur.
Coğrafi Keşifler’in yapılmasıyla Osmanlı Devleti'nin egemen olduğu alanlardan geçen ticaret
yollarının (İpek Yolu, Baharat Yolu) yeni bulunan ticaret yollarına kaydırılmasıyla devletin
ekonomik olarak önemli derecede etkilenmesine sebep olmuştur. Akdeniz ticareti eski
önemini yitirmeye başlamıştır. İpek ve Baharat yollarının geçtiği yerlerde bulunan pazarlar
etkinliklerini kaybetmiş; taşıma ve alışverişten alınan vergiler alınamaz hale gelmiştir. 19.
yüzyılda buharlı gemilerin yapılması Osmanlı ülkesinden geçen yolların önemini daha da
azaltmıştır. Amerika'nın keşfedilmesi ve burada bulunan gümüşlerin Avrupa'ya aktarılması,
Osmanlı para düzenini kökten etkilemiş ve bozmuştur. Avrupalı tüccarların, Osmanlı
Devleti'nin ürettiği hammaddeyi daha fazla gümüş para vererek alması, o dönemdeki paranın
değer kaybetmesine yol açmıştır. Ülkedeki para bolluğu enflasyonu doğurmuş, bu da, altın
fiyatlarının yükselmesini, hayatı güçleşmesini beraberinde getirmiş, sanayinin gelişmesini
engellemiştir.
Coğrafi Keşifler, insanlık tarihi açısından dünyada sömürge sisteminin ortaya çıkması
gibi olumsuz sonuçlara sebep olurken, aynı zamanda Batı düşüncesinin değişime uğramasına
da yol açarak olumlu katkı sağladı. Daha önce Asya ve Kuzey Afrika’dan başka bir bölgenin
farkında olmayan Avrupalılar, yenidünyanın keşfiyle düşünce sınırlarını genişletip Ortaçağ’ın
dogmatik düşüncesinden uzaklaşmaya başladı. Böylece Batı‘da aydınlanmanın önü açılmış
oluyordu.

3. Rönesans ve Reform Hareketleri

15.ve 16. yüzyıllarda önce İtalya da başlayıp daha sonra diğer Avrupa ülkelerine yayılan, Eski
Yunan kültürünün etkisinde bilim, sanat ve kültür alanlarında meydana gelen tüm gelişmeler,
kelime anlamı “yeniden doğuş” demek olan Rönesans’ı ifade eder.
Avrupa toplumu Coğrafi Keşifler’in de etkisiyle bu dönemde yeni bir uyanış ve
yükseliş hamlesi başlatmıştır. Rönesans’ın temel özelliği Ortaçağ’a hakim olan, ilerleme ve
gelişmeye olanak tanımayan inanç merkezli dogmatik bilginin yerini deney ve gözleme dayalı
bilimsel düşüncenin almasıydı. Matbaanın yaygın bir şekilde kullanılmasıyla bilimsel düşünce
yaygınlaşarak pozitif bilimler hızla gelişmiştir. Kilisenin dar görüşünden kurtulan Avrupa,
biriken sermaye sayesinde bilim ve teknikte ilerleme kaydetmiştir. İnsan aklının yol açtığı bu
yeni anlayış, bir başka kültürü de yanında getirmiştir. Buna, insanlığın yüceliğinin ilanı olarak
da tanımlanabilecek olan “Hümanizma” denir. Rönesans hareketlerinin ardından özgür
düşüncenin ve yeni bir sanat anlayışının doğması, okuma-yazma oranının artması, sürekli
araştırma ve inceleme yapılması, bilimde önemli ilerlemeler kaydedilmesi, hümanizmanın
gelişmesi Avrupalıları diğer uluslardan üstün duruma getirmiştir. Ayrıca süreçte derebeylikler
zayıflarken mutlak krallıklar güçlenmiştir.
Buna karşılık kendine aşırı güvenen Osmanlı Devleti bu gelişmeleri pek ciddiye almamış, bu
durum Avrupa ile Osmanlı devleti arasında bilimsel ve kültürel alanlarda önemli bir farkın
ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
İnanç merkezli bilginin yerini deneysel ve gözlemsel düşüncenin alması ve Hümanizma’nın
doğuşu, Avrupa’da 16.yüzyılda yeni bir din algısını da beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda
yapılan “Reform” ile tarihsel anlamı itibariyle Ortaçağ Avrupası’nda genel anlamda din
alanında özelde ise Hıristiyan Katolik mezhebinde değişiklik ve düzenlemeler yapılmıştır.
Reform, din alanındaki muhalefet hareketidir. Reform hareketlerinin başlamasında en önemli
etken, para karşılığında günahlardan arınma belgesi olan endüljansın satışı olmuştur. Bu
olayda kilisenin maddi ve manevi egemenliğine ve bunun sınır tanımaz etkinliğine karşı
oluşan muhalefeti Martin Luther temsil etmiştir. Luther, Katolik kilisesinin dogmalarına karşı

7
reform istemiş, verdiği mücadelenin sonucunda savunduğu düşüncelerle Protestan kilisesi
ortaya çıkmıştır.
Avrupa’da Reform Hareketleri sonucunda; eğitimin kilisenin tekelinden alınması ve yeni
mezheplerin ortaya çıkması ile Skolastik düşünce önemini yitirmiş, mezhep birliği
parçalanmış, laik eğitim anlayışı ortaya çıkmış, kilisenin dini otoritesi zayıflamıştır. Ortaçağ
boyunca kilise baskısı ve skolastik görüşler yüzünden karanlık bir devir yaşayan Avrupa
reform hareketleri ile beraber bu baskıdan önemli ölçüde kurtulmuştur.

4. Aydınlanma Çağı

Avrupa’da 17. ve 18.yüzyıldaki aklı, bilimi ve düşünceyi ön planda tutan döneme


“Aydınlanma Çağı” denir. Bu çağ akıl ve bilginin doğaüstü olana karşı hakimiyetini ilan ettiği
dönemdir. Aydınlanma Çağı’nın temel düşüncesi “insanın, aklını kullanma gücünü
göstermesi gerektiği” olmuştur. İngiltere’de başlayan Aydınlanma Çağı, Fransa ve
Almanya’dan sonra diğer Avrupa ülkelerine de yayılmıştır. 17.yüzyıl sonu ve 18.yüzyıl
boyunca bütün Avrupa’da özellikle bilim, felsefe ve kültür alanında büyük gelişmeler
olmuştur. Newton, Montaign, Descartes, Voltaire, Montesquieu, Diderot gibi isimler
Aydınlanma Çağı’nın önde gelen bilim adamlarıdır.
Aydınlanma felsefesi “aklı” esas almıştır. Aklın, eleştiri cesaretinin, vicdan hürriyetinin, dini
hoşgörünün; gelenek, geçmişe bağlılık, batıl inanç, din ve devlet otoritesi ve cemiyet
yargılarının yerine geçmesi hedeflenmiştir. Bu felsefe, Hümanizma ile başlayan insan
merkezli düşünce tarzını özellikle devlet ve hukuk sahasına taşımış, devleti insan yaratılışının
tabi kanunlarına göre yeniden tanzim etmek ve kurmak amacını esas almıştır. Her insanın
doğuştan hür olduğu, devletin “toplumsal mukavele” ile kurulduğu ve herkesin yaşama
hakkının kutsallığı, hürriyet, mülkiyet ve fertlerin mutluluğu ve devletin bu konudaki
sorumluluğu hususları anayasal düzeye taşınmıştır. Bu bağlamda devletin anlamı değişmiş,
artık “halk için devlet” anlayışı yayılmaya başlamıştır. Yukarıda sayılan Aydınlanma
Çağı’nın esasları, gerek 1776 Amerika Bağımsızlık Savaşı’nda gerekse 1789 Fransız
Devrimi’nde yönlendirici bir etken olarak görülürken aynı zamanda her iki hareketin sonunda
her iki ülkenin anayasa hareketlerinin belli başlı prensipleri olmuştur.
Aydınlanmacı felsefenin dine bakışında ise “akıl dini” tanımlaması ile dinin akla uygunluğu
esas alınmıştır. Din ve devlet işlerinin birbirine karıştırılmaması ise dönemin felsefesinin
temel niteliklerinden birisi olmuştur.

5. Sanayi Devrimi

İngiltere, derebeylik ve mezhep kavgaları içinde olan Avrupa’dan uzak durmayı başararak,
Portekiz ve İspanya’nın başını çektiği sömürgecilik yarışında öne geçmiştir. Sömürgelerinden
elde ettiği gelir sayesinde büyük bir zenginliğe kavuşan İngiltere, bu zenginliği ile yine
sömürgelerden elde ettiği hammaddeyi birleştirince sanayisini geliştirecek çalışmalara hız
verebilmiş ve bu sayede yapılan yeni buluşlar tüm Avrupa’yı etkileyecek olan Sanayi
Devrimi’nin başlamasına yol açmıştır. Buharlı makinelerin sanayide kullanılması, o güne
kadar kol gücüyle çalışan makinelerin ve tek işçi çalıştıran iş yerlerinin fabrikaya
dönüşmesine ve üretimde işbölümü sisteminin uygulanmasına olanak sağlamıştır. Üretim,
pazar için ve sürekli yapılmaya başlanmıştır. Avrupa’da küçük sermayeden büyük sermayeye,
kapitalist düzene geçilmiştir. Avrupa'da küçük sanayi örgütleri yıkılıp ucuz ve bol mal üretimi
dünya ticaret dengesini değiştirmiştir. Sanayi Devrimi Avrupa'da köyden kente göçü zorunlu
kılarken, pazar ve hammadde problemi yarattı. Bu problemler sömürgeci ülkeleri hem millî
sınırları içinde hem de sömürgelerin de koruyucu tedbirler almaya ve yeni pazarlar bulmaya
zorlamıştır.

8
Fabrikaların artmasıyla bir süre sonra Avrupa kentlerinde yeni bir sınıf, işçi sınıfı oluşmuştur.
Bu yeni sınıf Avrupa’nın yakın dönemde içine gireceği yeni bir karmaşa ve mücadele
ortamını doğuracaktır. Dönem içinde işçiler; fazla iş gücü elde edilebilmesi amacıyla uzun iş
saatleri çalıştırılmış, ücretleri düşük tutulmuş, hafta tatili, iş güvenliği, ihtiyarlık-emeklilik
sigortaları gibi temel hakları verilmemiştir. Her geçen gün kötüleşen çalışma ortamı
karşısında işçiler önce İngiltere’de daha sonra tüm Avrupa’da ayaklanmış ancak işçiler bu
isyanlarından dolayı ölüm cezası öngören yeni yasalarla karşı karşıya gelmişlerdir.
Sanayileşme sürecinde yaşanan bu olaylar, Karl Marks ve Friedrich Engels tarafından “yeni
sınıfın haklarını koruyan ve burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi ortaya
koyan” bilimsel sosyalizm düşüncesini ortaya çıkarmıştır.
Yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynakları, kalabalık nüfusuyla Avrupalı devletler için iyi bir
pazar niteliği taşıyan Osmanlı Devleti; Sanayi Devrimi’nden olumsuz yönde en çok etkilenen
devletlerin arasında yer almıştır. Zira Osmanlı Devleti'nin Avrupa'daki bu gelişmelerden
etkilenmemesi için Avrupa'nın büyük fabrikalarında ucuz üretilip Osmanlı pazarlarında
satılacak Avrupa mallarına yüksek gümrük uygulayarak kendi sanayisini korumak; bunun
yanında var olan yerli sanayiyi çağdaş teknolojiyle güçlendirmek, üretimde yeni teknolojiyi
kullanmak başlıca yapılması gereken tedbirler idi. Fakat bunları uygulamak mümkün
olamamıştır. Çünkü kapitülasyonlar ile yabancı devletlere verilen ayrıcalıklar, Osmanlı
Devleti'nin elini kolunu bağlamıştır.
Mal üretimi çoğaldıktan sonra, artık kapitülasyonların getirdiği ayrıcalıkları da yeterli
görmeyen Avrupa devletleri, Osmanlı Devleti'nin uyguladığı ticaret yasaklarından,
gümrüklerden, tezkere usulünden, tekel uygulamalarından ve iç gümrüklerden de şikayetçi
olmaya başlamışlardır.
Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın isyanının yarattığı ortamdan faydalanmaya çalışan
İngiltere, 1838 yılında yapılan Baltalimanı Ticaret Anlaşması’yla; bu şikâyetlerden kurtulma
imkânına kavuşmuş, O'nu diğer batılı büyük devletler izlemiş ve ülke adeta yarı sömürge
haline dönüşmüştür. Avrupa malı ucuz ve bol miktarda Osmanlı pazarına girerken, Osmanlı
ülkesindeki hammaddeler daha ucuza yurt dışına çıkarılmıştır. Bu durum yerli sanayinin
gelişmesinin önündeki en büyük engel olmuştur.
19. yüzyılın ortalarında Rus yayılmasının sıcak savaşa dönüşmesi ve çıkan Kırım Savaşı'nda
hazinenin yokluk içinde bulunması karşısında müttefikleri İngiltere ve Fransa'ya yanaşan
Osmanlı Devleti yöneticileri, 1854 yılından başlayarak 1875 yılına kadar sürecek ve her yıl
yenisinin yapılmasını gerektirecek olan bir borçlanma politikasına girdiler. Bu tarihten
itibaren 1875 yılına kadar yapılan borçlanmalar 250 milyon Osmanlı altınına ulaşmıştır.
Yapılan borçlanmalar ya bütçe açıklarını kapatmaya ya savaş giderlerini karşılamaya veyahut
bir önceki borcu kapatmaya kullanılmış, kalan borçların doğurgan yatırımlarda
kullanılmaması borç yükünü giderek artırmıştır. 1875 yılında yayınladığı bir tebliğle
borçlarının ancak faizlerini, onu da taksitlerle ödeyebileceğini ilan eden Osmanlı yöneticileri
Mustafa Kemal’in doğduğu yılda,1881 Muharrem Kararnamesi ile kurulan Düyun-u
Umumiye idaresinden kendini kurtaramadı. Tamamen alacaklı devletlerin temsilcilerinden
oluşan bu idare tuz, tütün, balık, ipek ve bazı gümrük ve vergi gelirlerini topluyor ve alacaklı
devletlere dağıtıyordu. Sadece bir Osmanlı temsilcisinin danışman sıfatı ile bulunduğu
idarenin I. Dünya Savaşı öncesinde 9000 görevlisi bulunmaktaydı. Eğer Osmanlı Maliye
Bakanlığının o tarihlerde 5472 görevlisi olduğu düşünülürse Düyun-u Umumiye İdaresinin
ülke ekonomisini ne denli denetim altına aldığı kolayca anlaşılabilir. Bu durum devletin mali
bağımsızlığına büyük darbe vurmuştur. Borçlanma yabancı sermaye akımına yol açmıştır.
Kapitülasyonlar, gümrük vergilerinin azlığı, hammadde bolluğu, tüketim olanaklarının
uygunluğu batılı sermayedarları Osmanlı Devleti’nde yatırım yapmaya teşvik etmiştir. Türk
sanayicileri ise devletin yabancılara tanıdığı ayrıcalıklara sahip olmadığı gibi, onlar kadar
güçlü sermayeye ve yeni teknolojiye sahip değildi. Bu durumda Türk müteşebbisler ya

9
tamamen ortadan silinmiş ya da onlarla anlaşarak çalışmalarına devam etmek zorunda
kalmıştır. Bunun sonucunda da demiryolu, limanlar, elektrik-havagazı ve su, maden ocakları
Avrupalı işletmeciler tarafından işletilmeye başlanmıştır. Amacı kâr elde etmek olan bu
şirketler, milli kaynakları rasyonel olmayan bir şekilde kullanarak zenginleşirken ülke
kaynaklarını kurutmaya başlamışlardır.
Sonuç olarak Sanayi Devrimiyle; genelde üretim artarken hammadde ve pazar ihtiyacı artışı
sömürgeciliğin ivme kazanmasına sebep olmuştur. Küçük atölyeler kapanmış, şehirlere göçler
artmış, buhar gücüyle çalışan lokomotif ve gemiler sayesinde ulaşım hızlanmış, işçi sınıfı
ortaya çıkmıştır. Özelde ise Osmanlı Devleti’ndeki el tezgâhları, Avrupa’nın ucuz fabrika
mamulleri ile rekabet edememiş, işsiz sayısının artmasıyla ülke sosyal yönden, ekonomik
alandaki zayıflama ise siyasi yönden çöküşe sürüklemiştir.

6. Fransız Devrimi

Avrupa’da Ortaçağ’ın kapanmasından sonra Rönesans ve Reform hareketleri toplum


düşüncesinde büyük değişikliklere sebep olmuş ve 17. yüzyılda Aydınlanma Çağı dönemi
başlamıştır. Aydınlanma felsefesinin en önemli temsilcileri olan Montesquie, Voltaire, Jean-
Jacques Rousseau ve Diderot Fransa’da yetişmiştir. Aydınlanma Çağı’yla yeni devlet anlayışı,
mutlak monarşi yönetimine karşı eşitlik ve özgürlük temeline dayalı halk idaresi fikrini ortaya
koymuştur. 1789 yılındaki Fransız Devrimi’yle devlet idaresi burjuvazinin denetimine
girmiştir. “Yönetenlerin yetkilerini yönetilenlerden alması ilkesi”, Fransa’dan önce 1776
yılında Amerikalıların İngiliz kralına başkaldırıp bağımsızlıklarını ilan etmeleriyle uygulama
alanı bulmuştur. Avrupa’da bu gelişmeden oldukça etkilenmiştir.
Fransız Devrimi’ne Fransa’nın siyasal ve toplumsal yapısının da büyük etkisi olmuştur.
Fransa’daki siyasal istikrarsızlıklar ve mutlak monarşi yönetiminin varlığı, toplumda adaletsiz
bir sınıflaşmanın oluşması, diğer taraftan burjuvazinin ekonomik olarak güçlenmesine rağmen
siyasal ve sosyal açıdan etkin olamaması, bütün bunların yanı sıra ağır vergilerin olması, gelir
dağılımındaki eşitsizlikler Fransız Devrimi’ni tetikleyen başat konular olmuştur.
18. yüzyıl sonlarına doğru güçlü ve örgütlü bir nitelik kazanan toplumsal ve siyasal
muhalefete karşı, Kral 14. Louis kayıtsız kalamamış ve toplumsal baskıyı yatıştırmak için
1614 yılından beri kapalı bulunan Etats Généraux’u (Sınıflar Meclisi) açma kararı almıştır.
Ancak, ilk toplantısını 5 Mayıs 1789’da gerçekleştiren bu Meclis, sınıfların adil temsilini
sağlayacak bir yöntem geliştirilemediği için beklentileri karşılayamamış ve siyasal
yetkilerden yoksun toplumsal katmanları oluşturan Tiers Etat’nın (Üçüncü Sınıf, asiller ve
ruhban sınıfının dışında kalan, bütün ayrıcalıksız unsurlardan oluşan kitle, halk.)çekilmesi
sonucu pek kısa ömürlü olmuştur. Buna karşın, Devrim takviminin en önemli olaylarından
birisi olarak kayıtlara geçmiştir.
Başarısız temsil deneyiminin ardından, süreç çok hızlı gelişmiş ve Fransa bir anda kendisini
Devrim içinde bulmuştur. Şöyle ki Tiers Etat önce kendisini “Ulusal Meclis” ilan etmiş,
ardından Jeu de Paume adı verilen bir oyun salonunda toplanarak yeni bir anayasa yapmaya
ant içmiştir. Zaten Devrim de bu andın büyük bir kararlılıkla uygulanmaya çalışılmasının
sonucunda patlak vermiştir. Nitekim, Ulusal Meclis 1789 Temmuzunda kendisini “Kurucu
Meclis” olarak duyurunca, paralı Alman askerlerinden oluşan Kraliyet ordusu Paris’i
kuşatmış; ancak bu son engelleme girişimi de ağır sömürünün bilemiş olduğu halkı daha çok
kışkırtmaktan öte bir işe yaramamıştır. 14 Temmuz’da Bastille Kalesi’nin Fransız halkınca
fethedilmesi mutlak monarşinin yıkılması olarak değerlendirilmiştir. Kurucu Meclis, 4
Ağustos 1789 tarihinde feodalite döneminden kalan bazı önemli ayrıcalıkları ortadan kaldırma
kararı almıştır. Alınan bu kararlar içerisinde; derebeyliğin, mali imtiyazların ve angaryanın
kaldırılması, herkesten eşit vergi alınması, sivil ve askeri görevlere başlarken imtiyazların

10
kaldırılması gibi önemli noktalar bulunmuştur. Feodal düzenin kaldırılıp siyasi, sosyal ve
ekonomik eşitliğin sağlanması konusunda önemli bir adım atılmıştır.
Kurucu Meclis hemen ikinci bir önemli çalışmaya imza atmış ve 26 Ağustos 1789’da “İnsan
ve Yurttaş Hakları Bildirisi” yayımlamıştır. Bir Giriş bölümü ve 17 maddeden oluşan Bildiri,
yeni düzeni özetle şöyle tanımlamıştır:
-İnsanlar özgür ve eşit doğarlar.
-Siyasetin amacı, insanın özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve zulme karşı direnme gibi doğal
haklarının korunmasıdır.
-Halka dayanmayan hiçbir otorite kabul edilemez.
-Özgürlüğün sınırı bir başkasının özgürlüğüdür ve bu sınırlar yasa ile belirlenir.
-Yasalar ancak toplum temsilcileri tarafından yapılabilir.
-Her yurttaşın düşünce ve ifade özgürlüğü vardır.
-Anayasa, hakları güvence altına almalı ve güçler ayrılığı ilkesine dayanmalıdır.
Fransız Devrimi ile soyluların ve kilisenin ayrıcalıkları kaldırılmış, göreceli bir eşitlik anlayışı
yerleşmiş, laik düşünce anlayışı gelişmiştir. Ayrıca milletlerin kendi benliklerini bulmaları ve
sonunda milli bilincin gelişmesiyle, “milliyetçilik” akımı tüm Avrupa’da etkili hale gelmiştir.
Böylece “ulus devletler” çağı başlamıştır. Kısaca; eşitlik, özgürlük, adalet, anayasa, halk
yönetimi, demokrasi, milliyetçilik(ulusçuluk), laiklik gibi kavramlar Fransız Devrimi’yle
hayat bulmuşlardır.
Fransa'da ortaya çıkan bu anlayış önce Avrupa'da, giderek de tüm dünyada yayılmıştır.
Doğaldır ki Fransız Devrimi Osmanlı Devleti’nde de yankı bulmuştur. Özellikle devrim
sonrasında “demokrasi, anayasacılık ve insan hakları” gibi kavramların etkisinde kalan
Osmanlı aydınları, mutlakıyet rejimine karşı örgütlenmişler ve anayasalı bir rejim için
mücadeleye başlamışlardır. Hukuk devleti, yargı güvenliği, eşitlik, can, mal ve ırz güvenliği
gibi kavramlar aydınlar tarafından gündeme getirilmiş ve taraf bulmaya başlamıştır.
Fransız Devrimi beraberinde getirdiği “ulus, milliyetçilik (ulusçuluk), ulusal özgürlük, ulus
egemenliği, cumhuriyetçilik” gibi fikirlerle monarşik devlet, imparatorluk, teokratik devlet
gibi devlet yapılarını olumsuz bir şekilde etkilemiştir. Fransız Devrimi’nden olumsuz yönde
en çok etkilenen Osmanlı Devleti olmuştur. Çünkü, Osmanlı Devleti'nin hakim olduğu
topraklar üzerinde dil, din ve gelenekleri birbirinden farklı milletler yaşıyordu. Bunların milli
niteliklerini değiştirici herhangi bir politika izlenmemişti. Fakat Fransız Devrimi’nin getirdiği
milliyetçilik akımı bunların harekete geçmesine neden olmuştur. Osmanlı Devleti'ni
çökertmek isteyen devletlerin de kışkırtmasıyla Balkanlar’da Sırplar, Rumlar, Bulgarlar,
Romenler gibi milletler ayaklanmıştır. Bu ayaklanmaları bastırmak için alınan tedbirler
Osmanlı Devleti'ni ekonomik bakımdan sarstığı gibi, siyasi bakımdan da büyük devletlerin
Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışmalarına yol açmıştır. Bunların önce özerklik, daha sonra
da bağımsızlıklarını elde etmeleri, Osmanlı Devleti'nin giderek küçülmesine neden olmuştur.
Kısaca Fransız Devrimi ve sonuçları, Osmanlı Devleti’nin modernleşmesini olumlu yönde
etkilerken, toprak bütünlüğü; çok uluslu, çok kültürlü ve çok dinli yapısından dolayı oldukça
zarar görmüştür.

b. İç Sebepler

Osmanlı Devleti; askeri temeller ve fetih politikası üzerine kurulmuş bir Türk devleti olup
dünya tarihinin kaydettiği en önemli imparatorluklarından biridir.
Bu devlet 13. yüzyılın sonlarında Marmara bölgesinde, Bilecik-Söğüt dolaylarında kurulmuş,
Türkiye Selçuklularının bir uc beyliği iken, Marmara kıyılarında Bizans'a doğru gelişme şansı
elde etmiştir. Osmanlı Devleti, kuruluşundan itibaren çok hızlı bir gelişme göstermiştir. Kısa
zamanda kuruluşunu tamamlayıp bir buçuk asır sonra İstanbul'u fethederek bir cihan devleti
haline dönüşmüştür.

11
Osmanlı Devleti’nin hızlı gelişmesinin sebepleri, uygulanan şuurlu politika, disiplinli ve
güçlü bir askeri teşkilat, idari siyasetteki incelik, âdilâne davranış, taassuptan uzak, hoşgörüye
dayanan bir din anlayışı olarak özetlenebilir. Bu anlayış doğrultusunda Müslüman
olmayanların kendi inançlarını serbestçe yaşamalarına izin vermesi, O'nun halkı üzerindeki
prestij ve nüfuzunu oldukça arttırmıştı. Osmanlı Devleti'nin gelişerek, yeni toprak kazançları
elde etmesi gelişigüzel bir şekilde değil, bir program dahilinde gerçekleşmiştir. Uygulanan
toprak rejimi, vakıfların kuruluş ve işleyişi, şehir ve kasabalarda ilmi ve sosyal kurumların
kurulmuş olması yalnız halkın değil, Osmanlı Devlet düzeninin de sağlam temellere
dayanmasını mümkün kılmıştır.
Dünyanın üç büyük kıtasında önemli toprakları ve stratejik noktalan, hakimiyetine alan
Osmanlı Devleti, zirve dönemlerinde devrinin tek süper devleti durumundadır. Devlet; askeri,
siyasi, ekonomik ve kültürel yönden çok yüksek bir seviyeye erişmiştir. Fakat daha sonraları
Avrupa'da meydana gelen Rönesans, Reform, Aydınlanma Çağı, Fransız Devrimi gibi
gelişmeler, bu kıtada büyük değişikliklere yol açmış ve Batı Medeniyeti denilen bugün hala
varlığı, gücü devam eden yeni bir medeniyet doğmuştur. Fakat aynı paralelde gelişmeler
Osmanlı Devleti'nde yaşanmamış, Yeniçağ'ın en büyük dünya devleti, Yakınçağ'da hızlı bir
gerilemeye sürüklenmiş ve 20. yüzyılın başlarında da devlet çöküşle karşı karşıya kalmıştır.
Konu olarak çok geniş yer tutacak olan bu durumun iç sebeplerini kısaca genel başlıklar
halinde şu şekilde özetlemek mümkündür.

1. Mülki İdarenin Bozulması

Osmanlı Devleti, “veraset” sistemiyle tahta çıkan Osmanlı hanedanı mensuplarınca


yönetiliyordu. Devletin başında hanedandan bir hükümdar bulunuyordu. Hanedan üyeleri
arasından hangisinin hükümdar olacağıyla ilgili kesin çizgilerle belirlenmiş bir kural yoktu.
Bununla birlikte, Türk örf hukukuna göre tahta geçiş, geleneksel olarak bazı prensiplere
bağlanmıştı. Buna göre, iktidar, hanedan üyelerinin ortak malı sayılmıştır. Baştaki hükümdar,
kendisinden sonra tahta geçecek veliahtı tayin edebilirdi. Fakat kendisi öldükten sonra
hanedan üyelerinin her biri, eğer güç ve nüfuzları varsa, sonuçlarına katlanmak koşuluyla taht
üzerinde hak iddia edip mücadele ederek iktidara sahip olabilirlerdi.
İlerleyen dönemlerde, veraset usulü değiştirilerek, yerine "ekber ve erşed" (büyük ve normal)
yani hanedanın en büyük erkeğinin tahta çıkarılması usulü benimsendi. Kabul edilen bu usul,
taht kavgalarını ve bununla bağlantılı olarak kardeş kanı dökülmesi ve devletin bunalıma
sürüklenmesini önlemiştir; fakat iktidara gelişte sadece yaşın ölçü alınması, bunun yanında
şahsi yeteneklere bakılmaması, yetersiz hanedan üyelerinin de devletin başına gelmelerinin
yolunu açmıştır.
Osmanlı Devleti'nin kuruluş ve yükselme dönemlerinde şehzadeler yani padişah çocukları,
sarayda aldıkları eğitimden sonra, sancakların başına yönetici olarak gönderildi.
Sancaklardaki çalışmalarıyla devlet yönetiminin her safhasında tecrübe edinen veliahtlar,
savaş anında da komutanlık yeteneklerini geliştirirler ve gösterirlerdi. Böylece Osmanlı
tahtına geçecek olan kişiler çok yönlü olarak yetiştirilmiş olurdu. Örneğin, Yavuz Sultan
Selim, Trabzon; Kanuni Sultan Süleyman da önce Şebinkarahisar, sonra da Bolu, Kefe ve
Saruhan’ın (Manisa) idareciliğini üstlenmişlerdi. Ancak, 17. yüzyılın başlarında veraset
sisteminin değiştirilmesi sırasında bu usulün de kaldırılması ve kafes sistemi denilen düzenle
şehzadelerin sarayda tutulup sancaklara gönderilmemesi, devletin en üst kademesine gelip
devleti idare edecek olan padişahın tecrübe kazanamamasına sebep olmuştur. Bu yönetim
zafiyeti en başta hükümdarlık müessesesini dolaylı olarak devletin bütün kademelerini
etkilemiştir. Devlet kademesinde eğitimsiz, yeteneksiz ve tecrübesiz kişilerin amirliği, sevk
ve idaresi yukarıdan aşağı doğru mülki idarenin vezirlik, divan teşkilatı, eyalet teşkilatı gibi
tüm kademelerinin ve teşkilatların bozulmasına neden olmuştur. Bu da devlet kademesinde

12
genel bir çöküntüye yol açmıştır. Devlet kademesindeki bu çöküntü devletin uygun bir şekilde
yönetilememesine, halkın karmaşaya sevk edilmesine, kanunsuzluklara sebep olmuştur.
Bunun sonucunda da Anadolu 17.yüzyıl boyunca Celali Ayaklanmalarına sahne olmuş, yüzyıl
boyunca Anadolu’da anarşi eksik olmamıştır. Ayaklanmanın bastırılması için binlerce kişi
öldürülmüş, bütün bu anarşi ve nüfus kaybı Osmanlı Devleti’nin temelini sarsmıştır.
Mülki idarenin bozulması, onunla iç içe olan “Toprak Yönetimi”ni de bozmuştur. Kanuni
döneminde yapılan düzenlemelerle tamamlanan ve ekonominin temel taşı haline gelen toprak
yönetimi “Tımar Sistemi” olarak adlandırılmıştır. Sistemin uygulanması şu şekilde
yürütülürdü. Devlet görevlilerine maaş yerine genellikle belirli bir parça arazi tahsis edilirdi.
Memurlar bu arazilerden elde edilen ürün karşılığı üreticiden vergi alırlar, bununla beraber
hem kendi geçimlerini sağlarlar, hem de devletin istediği görevleri yaparlardı.
Osmanlı devlet sisteminde, toprak idaresinde devletçi bir politika izleniyordu. Topraklar miri,
vakıf ve mülk toprakları olmak üzere üçe ayrılıyordu. Miri topraklar da tımar, zeamet ve has
olarak parçalara bölünüyordu. HAS, yıllık geliri l00.000 akçeden fazla olan ve vezirlere,
beylerbeylerine, sancakbeylerine tahsis edilen büyük arazi parçalarıydı. ZEAMET, geliri
20.000-100.000 akçe olan ve sipahi alaybeylerine, orta memurlara verilen topraklardı.
TIMAR ise geliri 1000-20.000 akçe olan topraklardı ki, sipahilere ve yararlık gösteren
askerlere tahsis edilirdi. Miri topraklar küçük bir vergi karşılığı çiftçiye veya üreticilere
dağıtılırdı. Köylü bu toprakları işlemek zorunda idi. boş bırakamaz, satamaz ve başkasına
devredemezdi. Elde ettiği ürünün vergisini birer devlet memuru olan tımar, zeamet veya has
sahibine ödemek zorunda idi. Devlet bu şekilde hem üretimin devamlılığını sağlıyor, hem de
hiç bir ücret ödemeden tımarlı sipahi denilen toprağa bağlı askeri temin ediyordu. Zamanla
Tımarların iltizama (iltizam sistemi) dönüştürülmesi insafsız, aşırı ve basiretsiz vergilendirme
tarzı toplum içinde huzursuzluğun artmasına neden olmuştur. Tımar sisteminin bozulması
hem askeri başarıları, hem de ekonomiyi son derece olumsuz yönde etkilemiştir.

2. Askeriye Teşkilatının Bozulması

Osmanlı İmparatorluğu da kendisinden önceki Türk devletleri gibi askeri temeller üzerine
kurulmuştur. Osmanlı Ordusu başlangıçta yaya ve müsellemlerden (atlı) oluşan, savaş
zamanlarında toplanan bir uc beyliği ordusu niteliğindeydi. Devletin kurulmasından sonra
yaşanan gelişmelere paralel olarak ordu da yeniden teşkilatlandırıldı. Devlet geliştiğinde
Osmanlı kara ordusu Kapıkulu Ocağı ve Tımarlı Sipahiler olmak üzere iki kısımdan
oluşuyordu. Bu kara ordusunun yanı sıra Osmanlı Devleti’nde Donanma da önemli bir yer
alıyordu.
Osmanlı Devleti’nin 15. ve 16. yüzyıllarda başarıdan başarıya koşturan askeri teşkilatında 17.
yüzyıldan itibaren olumsuzluklar yaşanmaya başlamış bu durum Osmanlı Devleti’nin
yıkılmasının önemli sebeplerinden biri olmuştur.
Dünyanın bu en büyük ordusunun gerilemesinin, bozulmasının temeline bakıldığında
“fetihlerin azalması ve durması” konusu görülmektedir.
Osmanlı ordusu genişleme, yükselme döneminde sefer çıktığı zaman yalnızca kent, kasaba,
kaleleri değil, geniş coğrafyaları kolayca fethediyordu. Fetih her yönden kârlı bir iş idi. Söz
konusu dönem içinde Avrupa feodal bir yapı içinde olduğundan ve feodaller genellikle kendi
başlarına buyruk olduklarından, Osmanlı ordularına karşı koyabilecek güçte ve büyüklükte
ordu toparlanması zordu. Ancak değişen ve gelişen olaylar Osmanlı ordusunun önüne iki
büyük engel çıkartmıştır. Birincisi, Osmanlı Devleti’nin sınırları genişledikçe Osmanlı
ordusunun sınır boylarına gitmesi dahi fazla zaman almaya başladı. Ordu gücünün bir kısmını
daha sınır dışına çıkmadan harcamaya başlamıştı. Dolayısıyla bu güç kaybı ordunun savaşma
süresini azaltmıştır. İkinci engel ise, Avrupa devletlerinin zaman içinde merkezileşmesi, güçlü
ve büyük ordular kurmaya başlamış olmalarıydı. Savaş başarıları eskisi kadar kolay ve büyük

13
olamamaya başladı. Netice itibarıyla zorlaşan fetihler gitgide azalmış ve savaşa olan ilginin
zayıflamasına neden olmuştur. Zira fetihler manen tatminlerin dışında önemli derecede maddi
çıkar sağlıyordu. Bu maddi ve manevi tatminler olmayınca savaşa ve savaşı yapacak orduya
ilgi azalmıştır. Ordunun bozulma süreci de bu şekilde başlamıştır.
Osmanlı Devleti’nin güçlü ordusunun bozulmasına neden olan diğer etkiler şunlardır:
Osmanlı Devleti'nin, kuruluş yıllarındaki dinamizmini sürdürememesi sonucunda, gelişen
Avrupa orduları karşısında yetersiz kalması.
Avrupa orduları ateşli silahlarla donatılırken, Osmanlı Devleti'nin gerekli duyarlılığı
göstermemesi, Yakınçağ’da dışarıdan modern silah ithal etme çabalarının da sonuç
vermemesi.
Ardı arkası kesilmeyen yenilgilerin orduda moralleri de etkilemesi. Ortaya çıkan çöküntünün
tedbir alınarak ortadan kaldırılması yerine teşkilatın ihmale uğraması ve hem Yeniçeri, hem
Tımarlı Sipahi teşkilatının çöküşe uğraması.
Ordudaki bozulmalar anlaşıldığında bilhassa, III. Selim ve II. Mahmut dönemlerinde yeni
düzenlemelere gidilmiş, fakat kötüye gidişi tersine çevirmek pek mümkün olmamıştır. Ancak
20. yüzyıl başlarına gelindiğinde dünya standartlarına göre bir ordu kurulabilmiştir. Fakat
birtakım politik çekişmeler bu ordunun da başarısını engellemiştir. Özellikle Balkan Savaşları
sırasında bu durum acı bir şekilde görülmüştür.

a. Kapıkulu Ocağının Bozulması:


Kul sisteminin içinde yer alan, Kapıkulu Ocağı; I. Murat döneminde kurulmuş ve merkezde,
sürekli olarak bulunan bir ordudur. İlk defa savaş esirlerinden 1000 kişiyle açılan ocaktaki
asker sayısı Fatih döneminde 15.000, Kanuni döneminde 40.000 ve II. Mahmut döneminde
100.000'i aşmıştır. Ancak daha sonraki yıllarda çağın gerektirdiği yeniliklere ayak
uyduramamıştır. Bu sebeple, 18. ve 19. yüzyılda özellikle Ruslar karşısında yetersiz kaldığı
görülmüştür. 19. yüzyılda Osmanlı ordusu eski savaş gücünü kaybetmiş, disiplinsiz, amirine
başkaldıran, yenilik denemelerine karşı duruş sergileyen grup görünümünü almıştır. Yeniçeri
teşkilatı düşmandan çok kendi yönetimini ve halkı korkutan bir ordu rolüne bürünmüştür. Pek
çok sadrazam ve devlet adamının, hatta bazı padişahların hayatına kasteden isyanlar çıkaran
ocak, artık kendisinden vazgeçilecek bir unsur haline bürünmüştür. Savaş zamanı büyük bir
kısmı görevine gelmeyen askerlerin pek çoğu, devletten ulufesini (maaş) alırken, asıl işi olan
askerliği bir yana bırakarak, dışarıda başka işlerle uğraşmaya başlamıştır. Gücünü iyice
yitiren Ocak, kuruluş amacından çok uzaklaşmış, 1826 yılında II. Mahmut tarafından
kaldırılmıştır.

b. Tımarlı Sipahilerin Bozulması (Dirlik Sisteminin Bozulması):


Tımarlı Sipahiler, ülkenin çeşitli yerlerinde yetiştirilen toprak düzenine bağlı askerlerdir.
Devletin zirvede olduğu dönemlerde ordunun çoğunluğunu Tımarlı Sipahiler oluşturmuştur.
Tımarlı Sipahi sisteminin bozulmasında, bu teşkilatla doğrudan ilgili olan "dirlik" denilen
toprak sisteminin bozulması rol oynamıştır. Bir hizmet karşılığı verilen dirlikler hakkı
olanlara, ehil olanlara (yetkin komutanlara) verilmeyerek, iltizam sistemi içerisinde rastgele
şahısların (mültezim) eline geçti. Mültezim adı verilen kişi, devlete ait olan tımarlardaki ürün
vergisini toplama hakkını bir süreliğine, devletçe yapılan açık artırmaya katılarak peşin para
karşılığında almaktaydı. İltizam sisteminin 16.yüzyılda yaygınlaşmasının nedeni ise yoğun
savaşların yaşandığı bu dönemde hazinenin nakit ihtiyacının artmasıdır. 18.yüzyılda
tımarların ömür boyu kiralanması anlamına gelen malikanelerin sayısı giderek artmış ve
mültezimler bu toprakları varislerine miras olarak bırakmaya başlamışlardır. Mültezimlerin
daha fazla vergi toplayarak kazançlarını daha fazla artırmak istemeleri nedeniyle gün geçtikçe
yoksullaşan reaya tepkisini isyanlar çıkararak veya topraklarını terk edip şehirlere göç ederek
göstermiştir. Bu durumdan en büyük zararı da Tımarlı Sipahiler, ve doğal olarak ordu

14
görmüştür. Tımarlı Sipahiler’in sayısal olarak azalması kapıkulu ocağının artırılmasını
zorunlu duruma getirmiş, bu durum kapıkulu ocağını etkili hale getirmiş, sık sık isyan
etmelerine sebep olmuştur. Aynı zamanda kapıkulu ocağına mecbur kalınması ekonomik
yönden devleti sıkıntıya da düşürmüştür.

c. Donanmanın Bozulması:
1538’de Preveze Deniz Savaşı’nda Osmanlı Devleti, Haçlı donanmasını yenilgiye
uğratmış, Akdeniz'de en üstün güç haline gelmişti. 17. yüzyılda Osmanlı donanması da
geriledi. Avrupa'daki gemi teknolojisindeki gelişmelere ayak uyduramayan donanma, 19.
yüzyıla gelindiğinde çöküşü yaşadı. Akdeniz'deki rakip ülke donanmaları karşısında hiçbir
varlık gösteremez hale geldi.
Osmanlı Devleti’nin donanmasının bozulmasında denizden anlamayanların “Kaptan-ı Derya”
yapılmasının da etkisi oldu. Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı'na denizlerde gücü
neredeyse sıfırlanmış halde girdi.

3. İlmiye Teşkilatının Bozulması

Devlet aygıtının bir bütün olduğu ve siyasal yapıdaki yozlaşmanın devlet aygıtının bütününü
etkileyeceği açıktır. Nitekim bu yozlaşma sürecinin, Osmanlı Devleti’nde etkileşime girdiği
diğer bir kurum İlmiye Teşkilatı olmuştur. Osmanlı Devleti’nin üç büyük gücünden biri olan
ilmiye teşkilatı; eğitim, yargı ve din işleri ile uğraşırdı.
15. ve 16. yüzyıllarda İlmiye Teşkilatı çağdaşlarına göre oldukça ileri bir seviyedeydi.
Osmanlı eğitim kurumlarının başında orta ve yükseköğretim veren medreseler gelirdi. Bu
kurumlar devlete sadece ulema ve bürokrat değil aynı zamanda araştıran, sorgulayan insanlar
yetiştiriyordu. Bu dönemde böyle eğitim alan beyinler sayesinde İstanbul surlarını dövecek
top ve güllelerin yapılmasının yanı sıra denizcilik ve diğer ilmi alanlarda gösterilen
değişimlerle devlet gelişmesi sürekli kılınıyordu. Fatih döneminde Osmanlı medreseleri,
eğitim kadrosuyla da müfredat açısından da çok zengindi. Molla Hüsrev, Molla Gürani, Ali
Kuşçu, Ak Şemseddin ve daha birçok yerli ve yabancı hocalar vardı. Okutulan dersler ise;
Kur'an, Fıkıh, Hadis, Kelam, gibi Nakli (dini) Bilimlerin yanı sıra Matematik, Kimya, Fizik,
Astronomi, Geometri, Tarih, Coğrafya, Tıp ve Felsefe gibi pozitif (akli) bilimlerdi. Fatih
bizzat Arapça, Farsça, Slavca, Grekçe bildiği gibi, dini ve pozitif bilimlere hakim bir
hükümdardı.
Yükselme döneminin devlet adamlarını yetiştiren Osmanlı İlmiye Teşkilatı, 18. ve 19. yüzyıla
gelindiğinde çok farklı bir hal almıştır. Avrupa'daki ilmi gelişmeleri zamanın şartlarına göre
yeterli ölçüde takip edemediği gibi, “Beşik Ulemalığı” denilen sistemin ortaya çıkmasıyla
çökmüştür. Aynı zamanda müfredatta yapılan değişiklikler sahip olunan değerlerin de
kaybına neden olmuştur. Örneğin Yakınçağ medresesi müfredat açısından 15. yüzyıl Osmanlı
Medresesi'ne göre çok gerilemiş, ders programlarında pozitif ilimlere yok denecek kadar az
yer verilirken Nakli bilimler daha ağırlık kazanmaya başlamıştır. Bu durum da devlet
idaresinde görev alan kişilerin yetişmesini olumsuz yönde etkilemiştir.
Bununla beraber zamanla medrese, esas görevi olan ilimle uğraşmayan bir kurum haline
gelmiştir. Bunun da ötesinde, siyasetle uğraşmaya başlaması, medreseye itibarını da
özerkliğini de kaybettirip onu siyasetin emrine sokmuştur. Müderrisler yani ulemâ sınıfı,
maddi ve siyasi menfaatler elde etmek için ilim, sanat ve medreseyi araç olarak
kullanmışlardır. İlmi payeler liyakat esasına göre değil de kayırma ve rüşvetlerle elde
edilmeye başlanmıştır. Medrese ilim yuvası olmaktan, müderrislik ve hocalık da meslek
olmaktan çıkmıştır. Medresenin çöküşü, devleti ve toplumu da çöküşe sürüklemiştir. Medrese
bu durumu hiç fark etmediği gibi, fark edenlere de fırsat vermemiş böylelikle ne kendini
yenilemeye çalışmış, ne de kendi dışında bir değişikliğe fırsat tanımıştır.

15
İlmiye teşkilatının diğer kanadına, Adliye’ye baktığımızda da aynı sürecin yaşandığını
görürüz. Adliye, Türk devletlerinde başlangıçtan beri var olan üç temel kurumdan biridir
(diğerleri Askeriye ve maliyedir). Devlet hayatında adaletin büyük yeri vardır. Osmanlı
Devleti'nin güçlenmesi ve sınırlarını genişletmesinde adalet mekanizmasının rolü de büyük
olmuştur. Teokratik yapıda olan Osmanlı Devleti’nde toplumsal sorunların çözümünde
başvurulan kurallar devletin sahip olduğu felsefeye uygun olarak din kaynaklı olup Şer-i
Hukuk olarak adlandırılmıştır. Sorunların çözümünde önce kutsal kitaba eğer kutsal kitap
yetersiz kalırsa sünnete, kıyasa ve sonunda icmaya başvurulurdu. Bunun yanı sıra
hükümdarların buyruklarından oluşan, gelenek ve görenekleri içeren Örf-i Hukuk da etkili
olarak kullanılırdı. Adalet Osmanlı Devleti’nin en belirgin özelliğiydi. Osmanlı adaleti
değişik toplumlar üzerinde bu nedenle aksaksız yürütülmüştür. Fethettikleri topraklarda
yaşayan insanlar arasında dil, din, ırk ayrımı gözetmeksizin uyguladıkları adalet yüzyıllarca
bu geniş topraklarda egemen olmalarını sağlamıştır.
19. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı Devleti’nde adaletin yerini rüşvet, menfaat ve adam
kayırma almıştır. Bu süreçte tayin edilen valiler ve kadılar çoğunlukla hak ve hukuku değil,
kendi menfaatlerini düşünmüşlerdir. 16. yüzyıldaki adalete simge olmuş İbn-i Kemal,
Ebussuûd Efendi gibi isimler bu süreçte yetişmemiştir.
Her çağda, dünyadaki büyük sosyal patlamaların sebepleri arasında ilk sırada adaletin
yozlaşması ve zaafa uğraması yer alır. Mesela eski Roma'da da, Fransa'da da olaylar adaletin
yozlaşması sonrasında patlak vermiştir. Tarihte, Türk devletlerinde ise bu tür sosyal
patlamalar pek gerçekleşmemiştir. Çünkü, Türk devletleri her zaman adalet konusunda hassas
davranmış, pek çok unsurun önüne adaleti koymuşlardır. Ancak, adaletini kaybeden Türk
devletlerinin çöküşü de hızlanmıştır. Osmanlı Devleti'nde adalete duyulan güvenin yitirilmesi
yine de devlette sosyal patlamalar meydana getirmemiş, ancak devlet hızlı bir çöküş
dönemine girmiştir.

4. Kapitülasyonlar

Kapitülasyonun sözcük anlamı, ticari anlamda, yabancı bir devlet uyruğunun, oturduğu ve iş
yaptığı ülkede, o ülkenin vatandaşlarına tanınmayan bazı ayrıcalıklardan yararlanması
demektir.
Ayrıcalıklar ekonomik, kültürel, adli, mali alanlarda olabilir. Tarihimizde ticari
kapitülasyonlar, her ne kadar; Kanuni döneminde, Fransa’ya verilen ticari ayrıcalıklarla
başlarsa da; Fatih dönemindeki Venediklilerle, Rumlarla ticari ilişkilere götürmek de yanlış
olmaz. Osmanlı tarihinde 1535 yılında Fransa'ya verilen imtiyazlar ticari nitelik taşımaktadır.
Yapılan düzenlemelerle Osmanlı Devleti'nde ticaret yapacak olan Fransız tüccarlarının on yıl
vergi vermeyecekleri, malların değeri üzerinden %3 gümrük alınacağı, Fransızlar arasında
çıkacak ticari anlaşmazlığa, anlaşmazlığın çıktığı yerdeki Fransız konsolosunun bakacağı,
eğer taraflardan biri Türk ise meseleyi Osmanlı kadısının çözeceği, Fransız hükümetinin bir
elçilik görevlisinin duruşmada hazır bulunacağı kararlaştırılmıştır.
Kanuni'nin ölümünden sonra da bu ayrıcalıklar devam etmiştir. Bu sırada ayrıcalıklar veren
padişahın sağlığı süresince geçerli idi. Kanuni'den sonra yenilenirken vergi muafiyeti süresiz
olarak uzatılmış, yabancı devletlerin ticaret gemilerine Fransız bayrağıyla Osmanlı
karasularında ticaret yapma izini verilmesi ilkesi getirilmiştir. Daha sonra İngiliz ve
Hollandalılara da ayrıcalıklar verilmiştir. 1740'da I. Mahmud ile 15. Louis arasında yapılan
bir antlaşma ile bu ayrıcalıkların padişah değiştikçe yenilenmesi ilkesi terk edilmiş ve devamlı
hale getirilmiştir. Ayrıca ticari kapitülasyonlara paralel olarak “Adli Kapitülasyonlar”
gündeme gelmiştir. Fransa'ya tanınan bu ayrıcalıklar zamanla tüm Avrupalı devletlere
tanınmıştır (1740 Kapitülasyonları).

16
Avrupa, teknolojik gelişimi hızla sağlayıp, Sanayi Devrimi yaparak, üretim maliyetini
düşürmüş, seri üretime geçerek, mal miktarını çoğaltmıştır. Ucuz hammaddesi, kalabalık
nüfusu ve kapitülasyonların tanıdığı düşük gümrük vergileriyle, iyi bir pazar niteliği taşıyan
Osmanlı Devleti, Avrupalı devletler için çekici bir yer olmuştur. Avrupa'da fabrikasyon
olarak üretilen mallar Osmanlı pazarına sürülünce Osmanlı Devleti’nin korumasız, zayıf
sanayisi bunlarla rekabet edememiş, büyük darbeler yemiştir. Osmanlı Devleti’nin Akdeniz
ticaretini canlandırmak amacıyla Avrupalı devletlere tanıdığı kapitülasyonlar, 19. yüzyıldan
itibaren batılı devletlerin Osmanlı Devleti’nde ekonomiyi kontrol altına almalarına neden
olmuştur. Bu gelişmeler Osmanlı Devleti’nde, işsizlik oranını ve hammadde ihtiyacını
artırmıştır.
Osmanlı devlet adamlarının, kapitülasyonlar sebebiyle oluşan zararları örtmek için, sanayiyi
koruyucu önlem almak amacıyla gümrük vergilerini arttırma istekleri, büyük tepkilere sebep
olmuştur. Kapitülasyonları kaldırmak için, çeşitli defalar teşebbüse geçilmiş ise de bir sonuca
ulaşılamamıştır. Öyle ki Birinci Dünya Savaşı sırasında aynı grupta yer alan Almanya ve
Avusturya-Macaristan, kapitülasyonların Osmanlı Devleti tarafından kaldırılmasına diğer
devletlerden daha fazla tepki göstermişlerdir. Türkiye kapitülasyonlardan ancak, 24 Temmuz
1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşmasıyla kurtulacak ve Türk sanayisi için koruma
kararı alınacaktır.

ÜLKE TARİH
FRANSA 1535-1569-1581-1597-1604-1673-1740
İNGİLTERE 1580-1603-1606-1622-1624-1641-1661
HOLLANDA 1612-1634-1668
1838 İNGİLİZ-OSMANLI BALTALİMANI TİCARET ANLAŞMASI
Tablo: Osmanlı Devleti Kapitülasyonları

5. Ekonomik ve Mali Yapının Bozulması

Ekonomik ve mali yapının bozulması, Osmanlı Devleti’nin çöküş sebeplerinden en


önemlilerinden biridir. Çeşitli üretim sektörlerinde iptidai metotların kullanılması, teknolojik
gelişmelerin takip edilememesi, bilimsel değişimlere ayak uydurulamaması gibi hususların
yanı sıra şimdiye kadar sıralanan her iç ve dış sebebin etkileşim içinde bulunduğu yer
ekonomik ortamdır. Ekonomik durumun direk bağlantılı olduğu husus da doğal olarak mali
konulardır. Her alandaki geriye gidiş ekonomik verilerde kendisini şiddetle göstermiş ve
devlet ekonomik ve mali bunalıma sürüklenmiştir.
Devlet, yükselme döneminde iyi işleyen bir maliye sistemine sahipti. Özellikle vergi konusu
dikkatle takip edilmekteydi. Dirlik sistemi içerisinde Tımar, Has ve Zeamet sahipleri
gelirlerine göre vergilendirilirdi. Bu vergilendirmelerin dışında devlet diğer konularda da
vergilendirme yapabiliyordu. Mesela devlet, taşınmaz arazi geliri vergisinin yanında
küçükbaş hayvan, büyükbaş hayvanların dahi sayımını yaparak düzenli bir şekilde vergisini
almaktaydı. Ayrıca, liman ve gümrük gelirleri ve deniz ticareti, hazinenin diğer gelirlerini
oluşturmaktaydı. Bunların dışında, kazanılan zaferlerden elde edilen ganimetin 1/5'i devlet
hazinesine eklenmekteydi.
16. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin mali düzeni, kendisini ekonomik ve mali açıdan da
dünyanın en güçlü devleti konumuna getirmiştir. Mesela, İnebahtı'da yanan donanmanın
yerine 300 parçadan oluşan yeni bir donanma birkaç ay içerisinde yapılıp denize
indirilebilmiştir. Bu günümüzde dahi çağın süper devletlerinin gerçekleştirebilecekleri bir şey
değildir. Dönemde gerçekleştirilen imar faaliyetleri ve yapılan sanat eserleri de devletin mali
yönden gücünü gösterir niteliktedir.

17
Ancak, ilerleyen süreçte, daha önce bahsedilen devletin yapısını içeren konularda yaşanan
gerilemeye paralel olarak, ekonomide de büyük bir gerileme meydana gelmiş, devlet iflasla
karşı karşıya kalmıştır. Bu durumun sebepleri şu şekilde sıralanabilir:
Coğrafya Keşifler sonucunda dünya ticaret yollarının değişimi ve böylece Osmanlı
Devleti’nin eski ticari avantajlarını kaybetmesi.
Sömürgeciliğin gelişmesi sonucunda, çoğunlıukla İspanyolların Amerika Kıtası'ndan
getirdikleri altın ve gümüşler yüzünden Avrupa'yı sarsan enflasyonun Osmanlı Devleti’ni de
etkilemesi.
Gerek enflasyon gerekse artan nüfusun, gelişme gösteremeyen kaynaklar üzerindeki baskıyı
artırması.
Osmanlı Devleti’nin batıdaki Sanayi Devrimi’ni kendi topraklarında gerçekleştirememesi,
Önce Fransa'ya, sonradan diğer Avrupalı devletlere verilen kapitülasyonlar,
Kaybedilen savaşların sonunda, ödenmek durumunda kalınan tazminatlar ve askeri giderlerin
artışı. (İlk savaş tazminatı 1774’de Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rusya’ya verilmiştir.)
Dışardan alınan borçların geri ödenememesi sonucunda kurulan Düyûn-u Umumiye Teşkilatı.
(1881 yılında Osmanlı Devleti iflasını ilan etmiş, Osmanlıdan alacaklı devletler bu teşkilatı
kurarak alacaklarına karşılık Osmanlı halkından gümrük ve tekel vergilerini toplamaya
başlamış, böylece Osmanlı Devleti ekonomik bağımsızlığını kaybetmiş ve yarı sömürge
durumuna gelmiştir.)
Devlet adamlarının artan rüşvet ve suiistimal olayları karşısında yetersizlikleri.
Ekonomik alanlardaki faaliyetleri düzeltecek insan unsurunun yetiştirilmeyişi.
Dirlik sisteminin bozulması nedeniyle zirai faaliyetlerin aksaması, devletin bu alanda da vergi
toplayamaz hale gelmesi.
Avrupalı devletler ihracatlarını artırmaya, ithalatlarını azaltmaya, yerli üretimi dış rekabetten
korumaya yönelik merkantilist politikalar izlerken, Osmanlı Devleti’nin tam tersi politikalar
uygulaması.
Para politikasının, 1863 yılında İngiliz ve Fransız sermayesiyle kurulan Bank-ı Osmani-i
Şahane (Osmanlı Bankası), para basma hakkının verilmesiyle, bağımsızlığını kaybetmesi. (Bir
devlet bankası gibi çalışan banka sıkı bir para politikası izlemiş, 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı
süresince devlete borç vermeyi reddetmiştir.)
Bütçe açıklarını kapatmak isteyen Osmanlı Devleti’nin aşırı servet sahibi gayrimüslim
sarraftan yüksek faizlerle borç para alması.

6. Çokuluslu Yapıdaki Çözülmeler

Osmanlı Devleti'nin altı yüzyıl süren egemenliği altında ve geniş coğrafyası içinde
farklı din ve milliyetlerden topluluklar yaşıyordu. Bu topluluklar, Osmanlı Devleti çatısı
altında yaşamaktan memnuniyet duyuyorlardı. Ancak Avrupa ülkeleri Yakınçağ’da
güçlendikten sonra ve Osmanlı ülkesinde yaşayan dini ve etnik grupları kışkırtmaya
başlayınca, bu topluluklar, devlet aleyhinde faaliyet göstermeye başlamışlardır. Bu faaliyetler,
ayrılıkçı duruşlar taşımış, bunların ortaya çıkmasında din ve milliyet faktörleri etkili olmuştur.
Fransız Devrimi ile yayılmaya başlayan milliyetçiliğin etkisi ve Rusya'nın kendi çıkarları için
kışkırtmalarıyla öncelikle Balkan milletleri bağımsızlık arayışına kalkıştılar. Böylece Osmanlı
Devleti 19.yüzyılda parçalanma sürecine girmiş oldu. 1812’de Sırplar özerk olmuş ardından
1829 yılında Yunanistan, 1878 yılında Sırbistan, Karadağ ve Romanya, 1908 yılında da
Bulgaristan bağımsızlıklarını elde etmişlerdir.
Osmanlı Devleti'nin son döneminde kurulan gizli cemiyetler, devletin aleyhinde
faaliyet göstermişlerdir. Etniki Eterya cemiyeti, bağımsız bir Yunanistan’ın doğması ve
Türkler aleyhine gelişmemesine çalıştı. Taşnak ve Hınçak adı verilmiş örgütler de birçok
bombalı saldırı ve suikast düzenleyerek gerilimlere sebep oldular. Son olarak 1915'te Doğu

18
Anadolu'daki yöre halkına ve Osmanlı Devleti’nin ordusuna karşı kalkıştıkları eylemler
nedeniyle Ermenilerin Anadolu dışına gönderilmesine neden oldular.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında da, Anadolu'da bulunan Rumlar, Yunan işgali
gerçekleştiğinde batı Anadolu ve Karadeniz’de Türklere karşı terör eylemlerine girişip
işgalcilere yardımda bulundular. İzlenilen bu olumsuz tutum sebebiyle Milli Mücadele’nin
zaferle sonuçlanmasının ardından, Lozan Antlaşması gereği Yunanistan'daki Türkler ile
karşılıklı olarak yer değiştirdiler. Böylelikle, ayrılıkçı Rumların ortaya çıkardığı problemler
de büyük ölçüde sorun olmaktan çıktı.

19
ÖZET
Batı’da gerçekleştirilen Rönesans ve Reform hareketleri sonucu gelişen teknoloji ve Osmanlı
Devleti’nin bu gelişmelere ayak uyduramaması, coğrafi keşifler nedeniyle değerli madenlerin
Avrupa’ya getirilmesi, yeni ticaret yolları olarak okyanusların kullanılmasıyla Akdeniz’in
önemini kaybetmesi sonucu yeni bir dünya düzeni gerçekleşti. Amerika ve uzak doğudan
gelen altın ve gümüş, önce İspanya’da fiyatları altüst etti. Ardında tüm Avrupa kıtası ve Asya
kıtası bu yeni durumdan olumsuz etkilendi ve ekonomik krizlerin çıkmasına neden oldu.
Batı’dan gelen bol altın ve gümüş Osmanlı Devleti’nin ekonomisini olumsuz bir şekilde
etkiledi ve durum devlet adına adeta bir felakete yol açtı. Gümüş kıtlığı durumuna alışmış ve
bu duruma göre ekonomik uygulamalar yapan devlet adamları yeni gelişen gümüş bolluğu
durumunu değerlendiremediler. Gümüş fiyatı düştükçe altın fiyatı yükseldi. Gerçek anlamda
bir devalüasyon oldu. Türk hammaddeleri Avrupalı tüccarlar için ucuz bir hale geldi. Osmanlı
yönetimi devalüasyon karşısında oluşan bu duruma karşı çareler bulamayınca yerli ticaret
işlemez hale geldi. Bütün bu olumsuz gelişmeler yanı sıra devlet, 17. yüzyılda ateşli silahların
ve topun kullanılmasındaki hızlı artış karşısında askeri açıdan Avrupa ile baş edebilmek için
para harcamalarını büyük ölçüde artırmak zorunda kaldı.
Osmanlı Devleti’nin ekonomisinde meydana gelen olumsuz gelişmelerin yanı sıra devlet
yönetimindeki aksamalar da aynı şekilde gerçekleşiyordu. Devletin en üsteki yöneticisi
konumunda olan padişahın seçim şekli, veliahtların yetiştirilmesi konusunda yapılan
değişiklikler devletin diğer yönetim kademelerini de olumsuz bir şekilde etkiledi. Toplum
içinde karışıklıklar, ayaklanmalar devletin düzenini bozdu ve temelini sarstı.
Ordunun parasız olarak hizmetinde bulunan Tımarlı Sipahiler, dirlik sisteminin bozulması,
toprakların iltizam usulü ile dağıtılmaya başlanması ile köyden kente göçmeye başladılar.
Göçle ortaya çıkan Tımarlı Sipahi açığını Kapıkulu askerlerinin sayısını artırarak kapatmaya
çalışan devlet, zaten bozuk olan ekonomisini fazla gider sebebiyle daha da bozdu.
Devletin mülki idaresinde, ordu teşkilatında, ilmiye teşkilatında ve ekonomisinde meydana
gelen bozulmalar, çöküntüler, devletin yıkılmasında önemli paya sahip olurken Fransız
devrimiyle ortaya çıkan milliyetçilik kavramının toplum içindeki farklı etnik ve dini grupların
bir bir Osmanlı Devleti’nden ayrılmasına sebep olmuş ve devletin parçalanarak yıkılması
kaçınılmaz olmuştur.

Gözden Geçir

Osmanlı Devleti’nde mülki idarenin bozulmasının yıkılışına etkisini değerlendiriniz.


Osmanlı Devleti’nin ekonomik yönden çöküşüne etki eden unsurları açıklayınız.
Coğrafi Keşiflerin Osmanlı Devleti’ne etkisini değerlendiriniz.

20
Kendini Dene

1.Fransız Devrimi’nin etkisiyle ortaya çıkan Milliyetçilik akımı, Osmanlı Devleti’nin


parçalanmasında etkili olmuştur.
Aşağıdaki olayların hangisinde milliyetçilik akımının etkisinden söz edilemez?

A)Arapların Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlının karşısında yer alması


B) İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali
C) Yunanistan’ın bağımsızlık kazanması
D) Sırpların bağımsız olması
E) Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi

2.Coğrafi Keşifler sonucunda ticaret yolları okyanuslara kaymış, ipek ve baharat yolları
önemini yitirmeye başlamıştır
Bu durum sonucunda görülen;
I- Gümrük gelirlerinin azalması
II- Kapitülasyonların yaygınlaşması
III- Hıristiyanlığın geniş alanlara yayılması
IV- Akdeniz limanlarının canlılığını yitirmesi
gelişmelerinden hangileri Müslüman Türk dünyası üzerinde olumsuz etkiler yarattığı
söylenebilir?

A) Yalnız I B) I ve II C) II ve III
D) I ve IV E) I , III ve IV

3.Rönesans hareketlerinin ardından özgür düşüncenin ve yeni bir sanat anlayışının doğması,
sürekli araştırma ve inceleme yapılması, bilimde önemli ilerlemeler kaydedilmesi,
Avrupalıları diğer uluslardan üstün duruma getirmiştir.
Bu gelişmeler;
I. Pozitif düşüncenin önündeki sınırlamaların aşıldığı,
II. Avrupalı kralların, otoritelerini derebeylerine kabul ettirdiği,
III. Avrupa’da deney ve gözlem yönteminin önem kazandığı
durumlarından hangilerinin göstergesidir?

A) Yalnız I B) Yalnız II C) Yalnız III


D) I ve III E) I, II ve III

4.Osmanlı Devleti’nin yıkılışına etki eden iç sebeplerden birisi de “Ekonomik yapının


bozulması” dır. Öyke ki devlet son zamanlarında iflasla karşı karşıya kalmıştır.
Aşağıdakilerden hangisi ekonomik yapının bozulmasını direkt olarak etki etmemiştir?
A) Avrupalı Devletlere verilen kapitülasyon
B) Veraset sisteminin terk edilmesi
C) Artan askeri giderler
D) Sanayi inkılâbının gerçekleştirilememesi
E) Coğrafi keşifler neticesinde dünya ticaret yollarının değişmesi

21
5.Duraklama Dönemi’nde, askerlikle ilgisi olmayanların Yeniçeri Ocağı’na alınmasıyla
devletten maaş alan yeniçeri sayısı artmış; ayrıca, tımar sisteminin bozulmasıyla da köylü
toprağını bırakarak şehirlere göç etmek zorunda kalmıştır.
Aşağıdakilerin hangisinde, bu iki durumun da önemli birer rolü vardır?

A) Ülke ekonomisinin bozulması


B) Eğitime önem verilmesi
C) Dış ülkelerle diplomatik ilişkiler kurulması
D) Toprağın elde edilen gelire göre guruplara ayrılması
E) El sanatlarında gelişme olması

Kendini Dene Cevap Anahtarı: 1.B 2.D 3.D 4.B 5.A

YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK KAYNAKLAR

Akşin, S. (2011). Kısa Türkiye Tarihi. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlar.
Barut, M. ( 2008). Türk Devrimi ve Atatürk İlkeleri, 3. Basım. İstanbul,: Der Yayınları .
Berkes. N. Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul, 1978.
Beydilli,K. e. C. (2007). Avrupa/Batı Uygarlığının Yükselişi", İmparatorluktan Ulus Devlete
Türk İnkılap Tarihi. Ankara.
Cin, H. Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması, Kültür Bakanlığı Yayınları,
Ankara, 1978.
Eroğlu, H. (tarih yok). Türk İnkılap Tarihi. Savaş Yayınları.
Ertan, T. F. (2011). Türkiye Cumhuriyeti Tarihi. Ankara: Siyasal Kitabevi.
Finkel, C. Rüyadan İmparatorluğa Osmanlı, İstanbul 2004.
Gökberk, M. (1985). Felsefe Tarihi. İstanbul.
İhsanoğlu, E. (Editör): Osmanlı Devleti Tarihi, C.I, İstanbul 1999.
İnalcık, H. (tarih yok). "Osmanlı'da Veraseti Usulü ve Türk Hakimiyet Telâkkisi İle İlgisi",.
Ankara: SBF Derg. XIV/1.
İnalcık, H. Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600) (Çeviren:Ruşen Sezer), Yapı
Kredi Yay. İstanbul 2003.
İnalcık, H. (2009). Devlet-i Aliyye, C.I. Ankara: İş Bankası Yayınları.
Kinross, L. Osmanlı Tarihi, Güneş yayınları, İstanbul.
Komisyon, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi 2011, Okutman yayıncılık, Ankara, 2011
Komisyon, Y. (tarih yok). Türk İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük. YÖK.
Komisyon, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını no: 2729
Köprülü, M. F. (1981). Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu. İstanbul.
Kreiser Klaus - Neumann Christoph H., Küçük Türkiye Tarihi, İstanbul 2008.
Ortaylı, İ. Batılılaşma yolunda, Merkez kitaplar, İstanbul, 2007.
Öktem, Z.Y. (Editör), Atatürk İlkeleri ve Devrim Tarihi, tarihçi Kitapevi, İstanbul, 2010.
Timur, T. Osmanlı Toplum düzeni, imge yayınevi Yayınları, İstanbul, 2010.
Sander,O. (tarih yok). Siyasi Tarih .
Tanilli, S. (1990). Yüzyılların Gerçeği ve Mirası C III. İstanbul.
Tarih-III . (1933). İstanbul: T.T.T. Cemiyeti,
Turan, O. (1931). Tarih-II, Orta Zamanlar, İstanbul: T. T. T. Cemiyeti.
Turan, Ş. (1995). Türk Devrim Tarihi III, Yeni Türkiye'nin Oluşumu Bölüm I 1923-1938.
Ankara: Bilgi Yayınları.
Uzunçarşılı, İ. ( 1972). Osmanlı Tarihi, C.I. Ankara : TTK.
http://www.tdk.gov.tr/
http://www.tdvia.org/

22

You might also like