You are on page 1of 14

LANGUAGESHEEP

nörobiyolojik müdahaleler ile değiştirip kısa bir zaman diliminde daha çok zaman
algılayacak bir biçimde yaşam sürmemiz göreli zaman oluşturan bir zaman yolculuğu
teknolojisinden daha kolay olmaz mı? sağlık açısından mümkün hale getirilmiş bu
yöntem, aynı zamanda hücrelerin de ömrünü o oranda değiştirmez mi?

yaşamın büyük anlamını ararken, kaçırdığımız küçük tatlı anlardır yaşamanın anlamı,
aslında...

“bütünüyle maddeden oluştuğumuz dolayısıyla da neden sonuç yasalarına tabi


olduğunuz gerçeği hayatlarımızın tamamen bunlar tarafından belirleniyor olabileceği
endişesini de beraberinde getiriyor.
bedenlerimizdeki ve beyinlerimizdeki bir fiziksel olaylar zincirinin halihazırda
yaptığımız şeyleri yapmamıza neden olur.

bizler eylemlerimizin ve eylemsizliklerimizin nedeniyiz. bizler daima eylem anında


yapmak istediğimiz şeyi yaparız. biz yaptığımız şeylerin nedeniyiz; eylemlerimiz ise
olduğumuz şeylerin sonuçlarıdır. mevcut koşullarda yaptığımız şeyleri yapan bir
deneyim toplamıyız. dolayısıyla bilinçdışı veya bilinçli; dış çevreden etkilenmiş veya
değil. bizler sorumluluklarımızdan muaf değiliz. onlar gerçekte ne olduğumuzu ortaya
çıkarır. yaptığımızın farkında olalım ya da olmayalım.

özgürlüğü çoğu kez bir şeyi rastgele yapmakmış gibi tanımlıyoruz. ama aslında
ancak yaptığımız şey olduğumuz şeyin zorunlu ifadesi olduğunda gerçekten özgür
olabilir ya da özgürlüğümüzün tadına varabiliriz. özgürlük, insanın kendisiyle
dünyasını oluşturan deneyimlerinin toplamı ile birdir. bu kimliktir. benlik dediğimiz o
“özne olmak”, aslında bedenimizle göreli bir ilişki içinde olan bir deneyimler toplamı
olmanın ötesinde bir anlam taşımıyor.”

ama en basinda yazdigi "neden ormana yerlestim" kismi kitabi aslen kendi basina
olusturuyor. insanlarin ozellikle moda tutkusuyla hos bir sekilde alay ediyor ve
insanlarin kendi evlerini insa edip, onu daha buyuk hale getirip aslinda bir nevi
kendi mezarlarini insa ettiginden bahsediyor. ve tum bu surecler sonucunda insan,
insan olmaktan uzaklasiyor kapanisini yapiyor kendi donemine ithafen.

"neden bu kadar ümitsiz girişimlerde başarılı olmak için bu kadar ümitsizcesine telaş
ederiz? bir insan çevresindekilerle aynı hızda yol almıyorsa, bu belki de farklı bir
davulun sesini duyduğundan dolayıdır. duyduğu müziğin içine girsin, ister ölçülü ister
açılarak...kendimizi ortaya koymamız için gerekli şartlar henüz olgunlaşmamışsa,
gerçekliğin yerini tutabilir miyiz?"

" 'ruhu kişinin sahibi değilse' der thseng-tseu, "kişi bakar, ama görmez; dinler, ama
duymaz; yer, ama yediğinin tadını ayırt edemez.' "

psikolojik zaman algısı hafıza ve amigdala ile ilişkilidir.

beynin işleyiş prensiplerini bilirken, bu prensipleri günlük yaşamımızda kullanmıyor


olmamız saçmadır. örnek olarak; çocuklara 40 dakikalık bir dersi sıkıcı olarak
vermektense, çocukların duygusal olarak ilgisini çekecek bir biçimde kısa süreli
öğretim teknikleri geliştirmek çok daha verimli ve kalıcı bir metot olacaktır.

eğitimin birey açısından bakıldığında birkaç amacı birden vardır. ilki, kendini
gerçekleştirmektir. bir alanda kendini eğitmeye başlayan kişinin o alanla ilgili bir derdi
vardır, bir merakı vardır, bir amacı veya projesi vardır.

yaşamak için ne kadar mücadele verirseniz, o kadar az yaşarsınız. ne


yaptığınızdan emin olmanız gerektiği fikrinden vazgeçin. onun yerine
kendi içinizdeki gerçek olan şeye teslim olun çünkü emin olabileceğiniz
tek şey odur

instagram ve türevlerinin beyne verdiği hasarı ne yazık ki anlayabileceğimiz bir zemin yok.
hem psikoloji anlamında yok hem sinirbilim anlamında. 2040'da mesela ortaya çıkacak ne
kadar zararlı olduğu, onun da bugün beynini tütsüleyene hiç faydası olmayacak. 150 yıl
boyunca kullanılan metal tenekelerin "kurşun zehirlenmesi" yaptığını fark ettiğimiz gibi çok
geç farkedeceğiz.

instagram, twitter, ekşi sözlük'teki tek satırlık yazılar ve benzeri içerikte ortak olan şeylere
bakalım öncelikle:
1- çok kısıtlı bir bağlam.
2- sürekli uyaran bombardımanı.

sürekli yemek yiyip kusup tekrar yiyip kusan ve sürekli yemesine rağmen zapzayıf kalan
insanlar var. sosyal medya da buna benzer bir şeyi beyne yapıyor. sürekli uyaran var ama
bağlam ufacık. bir fotoğrafa dakikalarca bakmak yerine birkaç dakika içinde elli tane fotoğrafa
bakıyoruz. bir konuya saatlerce kafa yormak yerine, yarım saat içinde yirmi tane konuyla
haşır neşir oluyoruz. birey bilgilendiğini, akıllandığını vs zannediyor tüm o baktığı fotolar ve
okuduğu bir cümlelik yazılar ile. ancak beyni gittikçe ufalıyor. giren her şey aynı hızda geri
çıkıyor çünkü.

birey, bu sığ bağlamlara alıştıkça, derin bir içeriği takip etme yeteneği de yavaş yavaş yitip
gidiyor. oturup da üç saat boyunca tek bir konuya kafa yormak bir yetenektir örneğin. zaman
içinde uğraşarak elde edilir. belli bir yaşın altındaki insanlarla konuştuğunuzda, bu türden bir
yeteneğin neredeyse hiç gelişmediğini kendiniz de gözlemleyebiliyorsunuz. on dakikalık bir
konuşmayı "dinleyici" konumundan bile takip edemiyorlar. kafaları karışıyor, ilk başta
söyleneni unutuyorlar. bazen dalıp gidiyorlar. çünkü zihinsel becerileri, birbirleriyle hiç alakası
olmayan fotolara bakacak şekilde gelişmiş. bir cümlelik esprili yazıları okuyacak şekilde
gelişmiş. üstüste eklenen ve eklendikçe de derinleşen bir anlatıyı o türden bir zihnin kaldırma
olasılığı sıfırdır.

derin düşünebilme, geniş bir bağlamı kafada tutabilme, ayrıntılı bir anlatıyı zihinde
canlandırabilme gibi yetenekler 5-15 yaş arasında gelişir ve sonrasında neredeyse sabit
kalır. "tahayyül" veya "imgelem" de diyebiliriz bu yeteneğe. bu yetenekler roman okudukça,
uzun sohbetler dinledikçe, yaşlılarla konuştukça, spesifik bir probleme saatler boyunca kafa
yordukça vs gelişir. beyin, tek bir konuya saatlerce odaklanabilme gücünü kazanır. bunu
kazanması için de belki bin kere benzer antrenman yapması gerekir. bu egzersiz yıllara
yayılır elbette. bir konferansa gidersiniz ve 3 saat boyunca, neredeyse aralıksız olarak,
spesifik bir konuyu dinlersiniz. dinlediğiniz her şeyi zihninizde bir yere oturtmaya ve daha
önce duyduklarınızla karşılaştırmaya çalışırsınız. ve zaman ilerledikçe, iş zorlaşır.
karşılaştırmanız gereken bağlam kocaman olmuştur. konferansın son saatinde bahsi edilen
bir konuyu anlayabilmek için, en başta anlatılmış bir ayrımı anlamış ve hatırlıyor olmanız
beklenmektedir. olayın özü budur.

sinema da imgelemi geliştirmek için çok güzel bir araçtır. mesela, eski filmlere bakın. nakış
gibi, ilmek ilmek işler yönetmen. ufak ufak birikir olaylar. 130. dakikada olan bir şey sizi
gülümsetir çünkü 3. dakikada olan bir şeye bağlanmıştır. yani, tanımı gereği, iki saatten uzun
bir olay örgüsü o an kafanızın içinde "canlı" şekilde durmaktadır. günümüzde çoğu film böyle
değil, çünkü o filmleri izleyecek kişilerin bu türden bir ilmek ilmek modeli sindirebilecek
kapasitesi yok. transformers türü filmleri kaldırabiliyor kafaları.

instagram bu imgelem gücünün antitezi olarak düşünülebilir. derin bir bağlam ve tek bir
nesne yerine, sığ bir bağlam ve binlerce alakasız nesne. belli bir yaşın altında bu sosyal
medya işlerine başlamak ne yazık ki gerizekalılığa yol açmaktadır. bunu size bir psikolog
veya doktor söylemez. geçmiş olsun, 13-19 yaş arasında sürekli oyun oynadığınız ve
facebook'ta gezdiğiniz için gerizekalı olmuşsunuz, birkaç dakikanın üzerinde hiçbir şeyi takip
edemiyorsunuz, söylenenleri kafanızda canlandıramıyorsunuz, imgeleminiz altı yaş
seviyesinde vs demez. ve modern insan, bir otorite figüründen duymadığı müddetçe hiçbir
şeyin gerçekliğine inanmadığı için de gerizekalı olduğunun bile farkında değildir çoğu kişi.
ama gerizekalısınız arkadaşlar çoğunuz, özür dilerim.

gerizekalılık ilk sorun ama tek sorun değil. bir diğer problem de sürekli başkalarının ne
dediğini veya kameralarının nereye baktığını takip etmenin uzun sürede getirdiği hasar.
özellikle insan dişisinde çok rahat gözlemleyebilirsiniz bunun bazı çıktılarını. sürekli "poz"
halindedirler. evin içinde bile poz halinde yaşarlar. sanki etrafta her an görünmez bir kamera
vardır ve o kameradan binlerce kişi onu izliyordur. bu bir tür düşünme şekli bozukluğudur.
"poz" bunun fiziksel göstergesidir, "kaygı" ve "endişe" bunun ruhsal göstergesidir. her saniye
bir "kıyas" hali içindedir bu kişiler. kim ne der, ben ne derim, bana ne derler, karşılığında ben
ne derim, ben ne dersem onlar ne der... zaten ufalanmış beyni, bu türden düşüncelerle iyice
haşat ederler.

bir diğer sorun, sürekli diğer insanların ne dediğini dinleyen kişinin bir süre sonra bireyliğini
kaybetmesidir. hiçbir konu üzerine beş dakika kafa yormamıştır ama belki yüz saat
başkalarının ne dediğini okumuştur. tarih boyunca bu oranın bu kadar asimetrik olduğu
başka bir vakit daha yoktur. tahayyül yeteneğiniz götünüze kaçtığı için kafanızda
canlanmıyor olabilir, o sebeple daha basit anlatayım. günde 6-7 saat birilerinin siyaset veya
futbol veya doğalgaz müjdesi veya bilimsel gelişmeler veya felsefe vs ile ilgili söylediklerini
okuyorsunuz. en kapalı toplumlarda bile anne babanın kafa sikmesi günde 15 dakikayı
aşmaz, aşamaz. birkaç asır önce, devleti yöneten adam sizin kafanıza en fazla 1-2 cümle
sokabilirdi fermanlarla onla bunla. bugün haftada ortalama 2 saat berat albayrak
dinliyorsunuz. iki insan grubu alsak, birini kontrol birini deney grubu yapsak, kalan her şeyi
sabit tutsak ve deney grubuna her gün 20 dakika berat albayrak dinletsek bile, 2 yıl sonra
önemli ölçüde "kaygı" veya "zeka geriliği" gözlemleriz. berat albayrak dinlemek gerizekalılığa
yol açar. bu kadar nettir. işte bugün, sırf onunla da kalmıyor. yüzlerce vasıfsız twitter
fenomenini, ekşi'deki anlamsız geyikleri, zırva youtube ünlülerini, televizyondaki sike
sürülecek aklı olmayan düdükleri dinliyorsunuz saatlerce. bu öyle bir şey ki, tarih boyunca
kıyaslayabileceğimiz hiçbir şey yok bu ayarda. en ağır endoktrinasyonun yapıldığı ortamlarda
bile günde 1-2 saatten fazla beynini esir almazlardı kimsenin. 1940'ların nazi almanyasını
düşünün mesela. en fazla 15 dakika gazeteden girebiliyordu ortalama insanın beynine, yarım
saat de radyodan. 45 dakika. ve o 45 dakika insanları neye dönüştürmeye yetti. bugün birçok
gencin beynine 8-10 saat aralıksız boru döşeyebiliyorsunuz. ve o gençlerin hepsi acayip
kandırılmış durumdalar. hepsi kendilerini "sorgulayan", "hakikat arayan" vs zannediyor.
çünkü beyinlerine döşediğiniz boruda öyle yazıyor. "sorgulayan z nesli", "akp'ye geçit
vermeyecek eleştirel gençler", "türkiye'nin aydınlık yüzleri" vs.

bu hem bireysel anlamda çok ciddi bir problemdir, hem de toplumsal ölçekte. tarih boyunca
yaşamış en vasıfsız insanla tanışmak istiyorsanız gidin ve komşunuzun 20 yaşındaki
çocuğuyla konuşun. belki en vasıfsızı o değildir ama bir yaklaşık sonuçtur o da.

özetle, instagram ve her türden sosyal medya çok dikkatle kullanılmalıdır. içerik üretim-
tüketim oranı belli bir değerin (1/5-1/10 uygun bir aralık) altına düşmemelidir. tek cümlelik
yazılar, tek satırlık içerikler, bir dakika içinde elli tane fotoğrafa bakmak vs derin düşüncenin,
sağlıklı akıl yürütmenin antitezidir. –intact(sözlük yazarı)

sulenurunluce@ogr.iu.edu.tr

dünya üzerinde bir çok hayati kurum/oluş/algı/motivasyon dualiteye tabidir ve karşıtları ile
anlamlandırılır. cinsiyet, renkler, kutuplar, ideolojiler ... ciddi anlamda geniş bir örneklem
kümesini oluşturur dualite. sözlük anlamı ile kavramlaştırırsak iyiliği, onu kötü olmadan
düşünemeyiz. yani doğasına ait insan iç dünyasında iyiliğe meyillidir dedik; o henüz kötülükle
tanışmadan kendi doğasının iyi olduğunu kavrayamaz: başka birine yardım etse kendine
yardım etmek amacıyla yapacaktır, zira birini acı içerisinde görse kendi içi acır, içi acıyan
canlı kendi ıstırabını frenlemek için bir diğerine yardım eder.

yalanlara inanmaya doğal yatkınlığı olan insan beyninin hakikate yaklaşması ise ancak
sezgisel zekayla, bu zekaya ek olarak bazı rasyonel sebep-sonuç ilişkilerinin kurulmasıyla ve
oluşturulan mantıksal şemalardaki tutarsızlıkların bulunması ile mümkün olabilir. bu düşünsel
anlamda efor gerektiren bir faaliyettir ve sorgulayan insanları ezbercilerden ayırır

. "samimiyet"e kültürel olarak gereğinden fazla anlam atfeden bir toplumu yalanlarla
yönetmek, manipüle etmek, endoktrinasyon kurbanı yapmak oldukça basittir. oysa samimiyet
problem çözmez, gelişime katkıda bulunmaz. sevdiğiniz bir insan hasta olduğunda onu iyi bir
cerrahın ameliyata almasını istersiniz, güleryüzlü bir cerrahın değil. insan ilişkilerini
profesyonel yetkinliğin önünde tutmak türkiye'nin her kurumunu kanser gibi ele geçirmiş
yozlaşmanın ilk evresidir. çıkarcılıkta köklenen insan ilişkileri genellikle yalanlar üzerine
kurulurken, işlevsel insan ilişkileri karşılıklı dürüstlük üzerine kurulur.

kabul etmek gerekir ki; tüm insanlar bilinçli veya bilinçsiz yalancılardır. (bkz: omnis homo
mendax) yalanlar, çoğu zaman kişinin akıl sağlını korumasına hizmet eder. bu alışkanlık
özünde faizi çok yüksek olan bir borca girmek gibidir, zaman geçtikçe kaybettirir. zira hakikat
insanların zihnine giremese bile, dış dünyada varlığını sürdürür ve kaçınılmaz olarak
insanların hayatını etkilemeye devam eder.

1. Decide on theme. All good stories are just essays written in emotion. A story
has to present a worldview, a lesson, a piece of understanding that you can
use to better survive in this world. To use a random example, let's say your
theme is "No matter how hard you try, some things will remain impossible. And
that's okay." 2. Character design. Now you have something to say, you need a
person to carry that lesson. Most stories show us their theme by having the
character need to learn it (If it's a lesson type of theme.) In our case, our
character has to be unable to do something, but above all, they will need to
want to do that thing. Exactly the thing they cannot do. Otherwise, you aren't
exactly telling the story you set out to tell. 3. Know the ending now. In my
case, because I know the theme, I know the ending. The character is going to
fail at doing the thing they want to do, and at the end they will find happiness
by doing something else, a thing which they can do, and do well. 4. Fill in the
spots between. You have a before and after shot of your character. Great.
Now you need to ask yourself how you get from the beginning to the end. This
is where I suggest you research a lot about story structure. Blake Snyder's
"Save the Cat" is a great read for that. But I'll tell you about three important
things now: The inciting incident, the midpoint, and the point of all-is-lost. You
can structure your story however, you want, but this is a classic set up that so
many people use, you may as well consider it. The inciting incident is the thing
that sets your character off on their journey. In the Wizard of Oz, it's the
tornado. In Jurassic Park it's when they go to the park. In Little Shop of
Horrors, it's when the guy gets the plant. Now, the midpoint is something I still
don't understand perfectly myself (I'm no story guru) but a lot of the time
people make it a false victory. The heroes won! Or so they think. Then, the all-
is-lost point is where everything has gone to shit and your character feels their
worst. In my case, it would be when my character has undeniable proof that
she can't do the thing. To make things even more poignant, have her either
give up the dream or die. Death is always useful in this moment. The most
important thing to remember about these is that they have. to happen. on.
time. The inciting incident happens 1/4 of the way through the story, the
midpoint is at the middle, and the point of all is lost happens 3/4 through. You
can give or take a bit, but if you don't keep those times, you don't have the
same chances for emotional build up. Deadlines are deadlines. Unless you
decide you want to do five act structure instead in which case you have
different deadlines, but whatever. My main point here is you need to know how
your character gets from point a to point b. What happens to make them
change? Usually the all is lost point is the most important for that.

dünyaya gelmiş ve düşünce dünyasına olumlu veya olumsuz katkı yapmış pek çok
filozof var. bu insanların hayatı nasıl yorumladığını veya iyi bir yaşamın ne şekilde
inşa edilmesi gerektiğini belirten tavsiyeleri okumanın yanında, ortaya attıkları
fikirlere nasıl ulaştıkları ve onları nasıl şekillendirdiklerini bilmek gerektiği
inancındayım. bir bebek ağladığı zaman onu böyle davranmaya iten nedenleri ortaya
koyarız ve böylece yeni doğan bir çocuğun dünyasına daha kolay vakıf oluruz.
felsefeyi düzgün okumak da düşünmenin doğasını öğretir bize. düzgün okumak için
de fikirlerin ortaya çıkmasındaki nedenleri bilmemiz gerektiği inancındayım.

öncelikle belirtmek istediğim nokta şudur ki, tüm fikirleri doğru olan, her söylediğini
özel yaşamında da uygulayabilmiş bir filozof yoktur ve felsefeye ilgi duyanların
yaptıkları birinci hata budur. hiçbir insanın yüzde yüz doğru olmayacağı herkesçe
bilinir ama söz konusu bir filozof olunca bu konu unutulur. her düşünürün doğru ve
yanlış fikirleri vardır. iyi bir felsefe okuyucusu olmak söz konusu kişinin doğru
tespitlerini özümseyip yanlış tespitlerine de eleştirebilmeyi gerektirir. örneğin kendi
adıma schopenhauer’u çok severim. özellikle “her birey özel bir yanılgı, zavallı bir şey
ve var olmaması gereken bir varlıktır ve hayatın gerçek amacı bizi bundan
kurtarmaktır. bunu açıkça gösteren şey bir çok insanın, hatta bütün insanların hayal
ettikleri bir dünyada olsalar bile mutluluğa ulaşamayacak şekilde yaratılmış olmasıdır.
hayal ettikleri bu dünya, düşkünlük ve acıdan sıyrılmış olsa can sıkıntısının avucuna
düşecekler ve can sıkıntısından kaçabildikleri ölçüde de düşkünlüğe, acılara,
sıkıntılara yeniden yöneleceklerdir.” sözü mühimdir. peki bu görüşü nasıl ele
alacağız? buradan çıkarmamız gerekenler nelerdir? burada schopenhauer’un söz
konusu tespitinden bir yönteme ulaşılsa da aslında kendisi bir kısır döngüyü işaret
etmiş, daha da ileri giderek hayatın belli başlı kuralları olduğunu ve insanın bundan
kaçamayacağı iddiasında bulunmuştur; yani burada bir yazgıcı tavrın izlerine
rastlanmaktadır. felsefede yazgıya boyun eğme öğretisi stoacılara kadar uzanır.
demek ki schopenhauer doğu felsefesinden etkilenmiş. yazgıcı bir bakış insana
herhangi bir çözüm sunmadığı gibi dünyayı böyle ele alan ve bu temelde fikirler
üreten filozoflar istedikleri kadar iyi yaşamanın yollarını ortaya koysunlar, metafiziğe
boyun eğdikleri anda felsefelerini çelişkili bir duruma sokarlar. schopenhauer iradeyi
reddetmenin doğru yaşamak için şart olduğunu iddia ederken diğer yandan da
yazgıcı bir tutum takınmıştır. eğer yazgımıza söz geçiremeyeceksek ve onun altında
ezilmekten başka çaremiz yoksa doğru yaşamak da insanın elinde değildir.
schopenhauer’ın çelişkisi budur. ancak diğer yandan bahsedilen sözü
yorumladığımızda şöyle bir sonuca da varıyoruz: gerçekten de mutlu olmak
gelecekte ya da geçmişte var olan bir şey. yaşadığımız anda mutlu olduğumuzu çok
az anlarız. insanın sürekli uğraşacak dert araması ve bu derdi hallettiğinde mutlu
olacağına inanması sonuçsuz bir kısır döngüdür. o halde hayattaki nihai hedefimiz
mutluluk olmamalı çünkü o her zaman bizden uzakta olacak. schopenhauer’in doğru
düşüncesi ise budur.

felsefeyi doğru okumak istiyorsak çok önemli bir şeyi daha bilmemiz gerekiyor: insan
ideallerini veya isteklerini elde edemediği ama elde etmek istediği şeylerin üzerine
kurar. bu ne demektir? parası olan adam idealini zengin olmak üzerine kurmaz.
düşüncesini oluştururken para dışında şeylere daha fazla önem verir. bu kişi paranın
saadet getirmediğini, asıl önemli olanın sevgi olduğunu söyleyebilir. ancak fakir bir
insanın “para saadet getirmez” deme gibi bir lüksü yoktur. fakir kişi bütün idealini
ekonomi üzerine kurar. buradan nereye varıyoruz? filozoflar öne sürdükleri felsefenin
en çok eksikliğini yaşayanlardır. örneğin nietzsche, her zaman güç kavramının
öneminden bahseder. insan her şeye rağmen güçlü olmalıdır ve acılara dayanmasını
bilmelidir. şu sözü güzeldir: “kendi alevinle yakmaya hazır olmalısın kendini. önce kül
olmadan nasıl yeni olabilirsin?” bu sözün ne anlama geldiği açıktır. ama bunu
nietzsche’ye söyleten neden nedir acaba? nietzsche dünyanın en dayanıklı en
korkusuz en cesur insanı mıydı? hayır. nietzsche hayatı boyunca çok ciddi mide
rahatsızlıkları çekmiş, sürekli nöbet geçirmiş, ağrı ve sızıyla yaşamayı öğrenmek
zorunda kalmış bir insandı. ciddi hastalıklar yaşayan ve sürekli canı yanan insanın
ideali acılardan sakınmak olamazdı. o güçlü olmayı kendisine gerekli görüyordu ve
başka şansı yoktu. “sindirimin düzgün olmadığı yerde düşünce gelişmez” sözüne
bakarsak kendisinin mide ağrılarından nasıl yakındığı anlaşılıyor. özetle nietzsche
felsefesini oluştururken tamamen sağlık sorunlarının açtığı problemlerden yola
çıkmadı elbette ancak güçlü ve dayanıklı olmayı üst insanlara şart koşmasının büyük
bir nedeni buydu. nietzsche ne kadar güçlü ve dayanıklıydı bilemeyiz. ama şunu
anlıyoruz ki her felsefi düşünce onu ortaya atanın özlemlerini de içerir. platon’un
demokrasi karşıtı olması bu sistemi derinlemesine analiz etmesinin bir sonucu
değildi; çok sevdiği hocasının ona göre demokrasi yüzünden ölüme mahkum
edilmesi ve doğumunun kent devletlerinin yıkıma uğradığı zamana denk gelmesiydi.
yıkımı demokrasiye bağlamış ve kendi ideal devletini oluşturmuştur. machiavelli
kralın gücünü meşru bir zemine oturtmaya çabalarken dönemin italya’sının
otoritesizlik yüzünden çalkalandığı unutulmamalıdır.

diğer önemli ayrıntı da filozofun yaşadığı dönemdir ve düzgün felsefe okumak


istiyorsak tarihi dönemleri çok iyi bilmeliyiz. ortaçağ’da yaşayan filozoflarda önemli bir
ayrıntı dikkati çeker: onların düşüncelerinde mutlaka tek bir otorite görülür. bazıları bu
otoriteyi krala layık görür, bazıları tanrıya, bazıları kiliseye. buna sebep olan şey
ortaçağ’ın bir düzensizlik dönemi olduğudur. o yıllar kendisini üstün sayanların
savaşına tanıklık eder. kilise, kral, yeni yeni yükselmeye başlayan aristokrat kesim.
bu gruplar arasında yaşanan savaşta kimse üstünlük kuramadı ve o dönem sanılanın
aksine otoritenin olmadığı değil birçok otoritenin olduğu dönemdi. bu yüzden o
günleri yaşayan filozoflar düşüncelerini oluştururken “tek otorite” kabulünü koyarlar
ortaya. çünkü onların döneminde mutlu hayatın çözümü tek ve güçlü bir otoriteydi.
filozofların düşünceleri çağın sorunlarına çözüm bulmak için öne sürdükleri
unutulmamalıdır. epikouros korkuyu yenmenin mutlu bir hayat için tek yol olduğunu
söylerken, insanların yönetime katılmadığı despot bir tiranlık rejiminin olduğu ülkede
yaşadığı unutulmamalıdır. tiranlık rejimi korku yönetimidir ve epikouros bütün
korkuların ölüm korkusundan kaynaklandığı ileri sürdü. ölüm fikrinin insanlar için
kabus olmaktan çıkması için uğraşması bu yüzdendi. bu yüzden felsefeyi doğru
okumak iyi bir tarih bilgisini gerektirir.

son olarak belirtmek istediğim şey şudur. düşünce durmaz, akar. bu yüzden herhangi
bir filozofun felsefesini örneklem alarak hayatı yorumlamaktan ziyade değişen
koşulların değişen fikirler gerektirdiği unutulmamalıdır. etrafımda bir filozofa hayran
olan ve onu kendisine rehber edinen birçok insan var. bu her ne kadar “insanın
ideallerini somutlaştırma, ortak bir noktada buluşma coşkusunu” içerse de yanlıştır.
felsefe bir hayat görüşü oluşturmanın amacı değil aracıdır ve yorumlamaya, gözleme
dayanır. tek bir bakış açısının türlü yorumlamalarından ziyade farklı düşüncelerin
farklı yorumunun ve hepsinin oluşturduğu ortak bir havuzun daha faydalı olacağı
kanaatindeyim.

özgürlüğün kendine has karşı konulmaz bir çekiciliği var. istediği her şeyi sanatında yapma
hakkı herkesin sahip olduğu bir hak. ancak çok azımız bu hakkı sonsuz sınırlarına ittirecek
kadar ona sahip çıkıyoruz.
o nedenle sahip çıkanlar kıymetleniyor, yaptıklarına, aldıkları kararlara paha biçilemiyor.
ve bazen de gerçekten birileri o kararları evlerinin duvarında görmek için, sergilemek için
satın alıyorlar.

“The reason I’m making Star Wars is that I want to


give young people some sort of faraway exotic
environment for their imaginations to run around in,”
Lucas said in an interview with Biography. “I have a
strong feeling about interesting kids in space
exploration. I want them to want it. I want them to get
beyond the basic stupidities of the moment and think
about colonizing Venus and Mars. And the only way
it’s going to happen is to have some dumb kid
fantasize about it—to get his ray gun, jump in his ship
and run off with this wookie into outer space. It’s our only
hope, in a way.” -George Lucas.

nöroplastisite
 eski beyin bağlantılarının hayret verici şekilde yeni bağlantılar öğrenebilmesi yani
kısaca beynin nöroplastik özelliği üzerine şaşırtıcı iki vakadan bahsetmek istiyorum:

sinirbilim yazarı sam kean'ın kitabında geçen bu vakalardan bir tanesi 1800lü yılların
başında yaşayan ingiltere donanma şövalyesi james holman. dünyayı gezmeyi çok
seven holman genç yaşında kör olmuştu ancak gezilerine ara vermemişti hiç.
çevresindeki insanlar kör olduğu ve hiçbir yeri göremediği halde neden hala dünyayı
gezdiğini anlayamıyorlardı. holman sadece gezmekle kalmıyor noctograph adı verilen
her bir buçuk santimetresine bir tel takılmış ahşap bir levha olarak tasarlanmış
mürekkepsiz bir dikte makinesi ile gezi notları da yazıyor ve bunları kitaplaştırıp
yayınlıyordu.
holman'ın hikayesini önemli yapan şey beynin nöroplastisitesini kullanmasıydı. pek
çok görme engelli gibi o da yakın çevresini elleri ile keşfediyordu. hatta yolculukları
esnasında özellikle madeni paralar kullanıyor, üzerindeki baskıdan kaç para birimi
ettiğini tespit edebiliyordu. insanların yüzlerini ise yine pek çok görme engelli gibi
elleri ile dokunarak tanıyabiliyordu.
buraya kadar hepsi normal gibi görünüyor. ilginç olan şey yanında sürekli taşıdığı
bastonunu diğer görme engelliler gibi önünü yoklayabileceği bir parmak olarak değil
de onu işitme cihazı olarak kullanmasıydı. bastonun metal ucunu iki üç adımda bir
kaldırım taşlarında tıklatıp dinliyordu.
bastonunu tıklattıkça ses dalgaları yakındaki nesnelerden sekiyor ve yankıları da
kulağa farklı zamanlarda erişiyordu. zaman içinde beyni bu duruma alışmış ve
önündeki manzaranın ana hatlarını belirlemeyi öğrenmişti. yankılar bir nesnenin
boyutları biçimi ve dokusu hakkında bile bilgi verir olmuştu holman'a. yarasaların da
kullandığı ekolokasyon adı verilen duyu kapasitesine uzmanlaşması yıllarını alsa da
holman artık beyin yapısını komple değiştirmişti.
beynin standart bağlantı şemasını değiştirmiş ve zamanla bağlantı ağlarını değiştirerek
nasıl kendini yeniden yapılandırabileceğini göstermişti.

bu olay aynı zamanda gösteriyordu ki kulağa gelen ses dalgalarının analizi beyinde
yapılmaktadır. kulak yalnızca dış dünyaya ait sinyalleri topluyor ve iletiyordu. tek
yaptığı buydu. ses dalgaları enerjisini içkulaktaki sıvıya aktarır. sıvı dalgalandıkça
işitme kılları farklı yönlere eğilirler. bu kıllar sinir hücrelerine bağlanır ve nöronları
uyarır. işleme işlemi ise beyindeki hücrelerde gerçekleşir. beyin, gelen sinyalin
nereden geldiğine bakmaz ve işler sadece.

ikinci vaka ise yine görme engelliden geliyor. ismi roger behm. 1960larda iki
retinasını da kaybedip kör olan behm, paul bach-y-rita isimli sinirbilimcinin buluşu
olan bir görüş değiştirme cihazını denedi. cihaz, behm'in alnına monte ediliyor ve
ağzına bağlanan kablolar ile bir kameradan oluşuyordu. kamera, görüntüleri elektrota
iletiyor ve her piksel elektrik sinyallerine dönüştürülüyordu. beyaz renkli pikseller
diline bağlı kablolar demeti vasıtasıyla dilinde titreşim oluştururken; siyah renkli
pikseller ise herhangi bir titreşim oluşturmuyordu. geri kalan tüm renklere ait pikseller
ise ikisinin arasında bir değerde titreşim sağlıyordu. behm, bu şekilde bir süre çalışma
neticesinde alnındaki kameranın gördüğü tüm görüntüleri “dil görüntüsü” vasıtasıyla
deneyimleyebiliyor ve çevre ile iletişime geçebiliyordu. zaman içinde hareketi
hareketsizlikten ayırt etmeyi öğrenmişti. artık tüm nesneleri şekilleri ile birlikte ayırt
edebiliyordu.

cihazı tasarlayan paul bach-y-ritanın başka benzer tasarımları daha vardı. tüm bu
tasarımlara yol açan şey babasının birgün birden felç geçirmesi sonucu
yürüyememesinde yatıyordu. asla yürüyemez denilen babası her gün oğulları ile
yürüme çalışmaları yaparak yürüme yetisini geri kazanmıştı. ölümünden sonra yapılan
otopside felç ile tahrip olmuş gri maddenin daha sonra tekrarlanan hareketler ile yeni
yolaklar oluşturduğu ortaya çıkmıştı. beyin öğrendikçe değiştiği gibi yeni yetileri
farklı yollardan da öğrenebiliyordu. tüm bu sonuçlar rita'nın kafasında bir ışık
yakmıştı. bundan böyle benzer duyu rahatsızlığı olan hastalar için yeni duyu kazanım
yolları geliştirmelerini sağlayacak tasarımlar yapacaktı.
bir diğer çalışması ise kameraya gelen görüntünün görme engelli hastanın sırtına
yerleştirdiği titreşen yeleğe iletildiği bir yöntemdi. görüntü, elektriğe çevriliyor ve
sırtındaki yeleği titreştiriyordu. hasta, zaman içinde insan yüzlerini dahi ayırt etmeyi
öğrenmişti.
rita'nın tasarladığı cihazlar, kamera ile alınan görüntüyü dönüştürüp farklı duyu
organları vasıtası ile beyne gönderiyordu. beyin tarama çalışmaları sonucunda bu
hastaların beyinlerindeki aktivite nörolojik açıdan girdiyi görmekten farksızdı. hastalar
dokunsal veriyi görüş olarak deneyimliyorlardı. cihazları kullandıklarında nesneleri
dillerinde veya sırtında değil “dışarıda” önlerinde algılıyorlardı. burası önemli. bu
hastalar üzerlerine atılan toplardan kaçınabiliyordu. aynı şekilde nesnelerin büyüyüp
küçülmelerinden hareketin yönünü de saptayabiliyorlardı. benzer şekilde holman da
sesin frekansından hareketi saptayabiliyordu.
rita'nın cihazları bunlar ile sınırlı değildi. elleri ile dokunma duyusunu kaybeden
hastaların alınlarına yerleştirdikleri duyusal cihazlar ile dokunma duyusunu yeniden
öğretebiliyor; hastalık nedeniyle kulak iç denge duyusunu kaybeden hastaların
kafasına yerleştirdiği mekanik denge cihazı ile yürürken dengede kalmalarını
sağlayabiliyordu.
tüm bunlar beynin nöroplastik özelliğe sahip olması sayesindeydi. a'dan b'ye gitmesi
gereken sinyaller eğer b bölgesinde bir hasar oluşursa a'dan c'ye giderek yine aynı
işlevi görebiliyordu.
bu plastiklik sayesinde beyin, bir duyunun nasıl iletildiğine bakmaksızın onu başka bir
duyu ile değiştirebiliyordu.

elbette beyne bu dönüşümleri yaşatmak için rita'nın ilaçlarına gerek yok. holman'ın
yaptığı gibi kendi kendine çalışarak da başarı elde edilmesi mümkün. tek yapılması
gereken beyni farklı yolaklar kullanmaya alıştırmak. solaklar için de benzer bir durum
geçerli değil midir?

ne var ki beyin, tüm nöronal kombinasyonların her bir nöronal yapı tarafından
karşılanabileceği kadar boş bir levha değildir. evrimsel geçmişimiz bazı yapıların bu
uzun süreç içinde işlevsel olarak özelleştiğini söyler. öte yandan beyin, herhangi bir
spesifik algı ve beceri için tek bir yol kullanmaz. mutlaka destekleyici arka kapılar
veya yolaklar bulunur. bunların bazıları limbik sistem başlığında bahsettiğim üzere
evrimsel olarak daha eski olan limbik sistemin korteks bölgelerinin yaptığı etiketleme
işini paralel bir yolak ile yapması şeklindedir. bir yüzü tanıma esnasında görsel
korteksi kullandığımız kadar duygusal limbik sistemi de kullanırız. bazıları da
konuşma bölgesi hasar alan insanların konuşamazken şarkı söyleyebilmesi gibidir.
konuşma gibi önemli bir işlev, bazen farklı yolakları da aktive eder. özelleşmiş
bölgenin hasarı gibi durumlarda ise ihtiyaç olduğu an, yukarıda belirttiğim gibi
nöroplastik işlevini kullanır ve yeni yolaklar oluşturur.

Tatminsizlik

insan acıkırsa ne olur? midenizdeki yiyecekleri arzulamanıza neden olan bir boşluk hissi olur. bir de
size bir bilmeme nedeni veren ruhsal bir boşluk vardır; kalbinizde, onu doldurabilecek bir tür sihirli
nesne aramanıza neden olan kara bir delik. ancak bu nesne gerçek dünyada mevcut değildir. ve işin
kötü tarafı siz de bir bakıma bir tür nesnesinizdir ve bir gün ölecek olan maddi bir bedenden ibaret
olan. beden, arzunun öznesi ve başkalarının arzusunun nesnesidir (veya olmak ister), ancak bir nesne
olarak bir gün varlığının sona ermesi kaçınılmazdır.

asla tatmin olmayan birinin ve dünyaya, dili, sembolleri, idealleri, değerleri paylaştığı diğer insanlarla
birlikte olduğunu keşfeden birinin bu durumu, şu anlama gelir:

a) asla tatmin olmamanın kaçınılmaz varoluşsal kaygısı nedeniyle yaşam içinde bir tür nevrozun
içinde debelenir durur.

b) bu ??nevrozu başkaları aracılığıyla iyileştirmek için birbirini izleyen girişimleri (elbette hepsi)
başarısızlığa mahkûmdur.

şimdi, sizi nihayet tatmin edecek sihirli nesnenin dünyada olmadığını söylediğimi hatırlıyor musunuz?
hah işte! bu durumda, gerçek dünyada yoksa, hayali dünyanızda onun yerine ikame etmeye çalışırsınız
(sembolik düzlemden, özellikle medyadan gelen görüntülerle donatılmış sosyal medya aracılığı ile).
sonunda, kendinizin idealize edilmiş bir imajını yaratırsınız ve o olmayı hayal ederken, bu şekilde
yaşamla dolar ve tatmin olacağınıza inanırsınız.

bu ideal benlik hayalidir ve elbette kişi için erişilemezdir. sadece, içinde kendinizi başkaları tarafından
görüldüğünü hayal edersiniz. daha fazlası yoktur, kendinizin başkaları tarafından arzulandığınızı
düşünmek dışında hiçbir şey yoktur. eğer bu durumda bile arzunuz sizi eksik yapıyorsa, artık
başkalarının arzusunu arzulamaya başlarsınız. yani, tatmin olmaya çalışmak için başkalarını eksik
yapmak istersiniz. evet, tam anlamıyla böyledir.

hiç kimse hayattan asla memnun kalmaz çünkü boşluğunu hayali nesnelerle doldurmaya, kendimizi
idealleştirmeye ve başkalarında arzu yaratmaya çalışıyoruz.

ama hikâye burada bitmiyor…


çünkü sembolik kültür ve dil dünyası, bireyin hayali dünyası ve gerçek diye bir şey var. örneğin,
isteklerimizi yerine getirmek için gerçek ile iletişime geçerek sorunu çözebilir miyiz sorusuna lacan,
hayır cevabını veriyor. lacan, dile sahip varlıklar olarak gerçekliğimizin kesinlikle sembolik ve hayali
olduğunu söyler. ona göre gerçek, bizi gerçeğe karşı korumak için yaratılmış faydalı bir kurgudur,
çünkü gerçek'ten söz edemeyiz. hayal gücümüz ve dilimiz için insan gücümüzün ötesindedir o. bu
nedenle sürekli olarak "gerçeğe ulaşmaktan" kaçınmaya çalışıyoruz. bu yüzden günlük gerçekliğimize
bağlanmak daha rahattır. gerçek ile yalnızca gerçek kavramımızı sarsan travmatik bir olay meydana
geldiğinde temasa geçeriz. bu psişik deprem, neredeyse her zaman bir miktar dayanılmaz ıstırapla
birlikte trajediyle ilişkilendirilir. her şeyden önce, ölümle...

özetle, hiç kimse asla tam anlamıyla mutlu ve tatmin olmayacak. sadece tahammül edilemez gerçeğin
varlığını tahammül edilebilir gerçeklerin ötesinde kabul edeceğiz. sonra biraz daha ileri gideceğiz ve
acı çekmekten kurtulamayacağız.

Cahile laf anlatırken gelen sinir

sanılanın aksine bu durum "cahil" ile ilgili değil, "laf" ile ilgilidir.

laf öyle bir şeydir ki karşınızdaki istemediği müddetçe bir milim ilerleyemezsiniz. mesela, bir
kozalağın elma olmadığını üç cilt de anlatsanız fayda etmez. karşınızdaki tüm o üç ciltlik
konuşmanızın sonunda, "tamam sen de haklısın, seni de anlıyorum ama neden kozalağın elma
olmadığını düşündüğünü çözemiyorum" diyebilir. işte sinir basması budur. gözünün önündeki şeyi
inkar edebilir ve bunu laflarla düzeltmenin hiçbir yolu yoktur. herhangi bir ideolojinin veya alanın
savunucusuyla konuşmuş herkes bu dediğimi yaşamıştır. laf sadece göstergedir, kelimelerle sadece
işaret edebilirsiniz. ve işaret ettiğiniz şeye bakmak karşınızdakinin niyetiyle ilgilidir. anlamak da aynı
şekilde niyetle ilgilidir.

çoğu iletişim aslında başlamadan bitmiştir. çoğu iletişim faydasızdır. çoğu iletişim imkansızdır. sizin
laflarla işaret ettiğiniz yere bakmaya niyeti olmayan birine ne yaparsanız yapın bir şey iletemezsiniz.

çok çok çok nadiren birileri çıkar ve gerçekten işaret ettiğiniz yere gözünü kaçırmadan bakma cesareti
gösterir. tüm iyi niyetiyle, tüm enerjisiyle, doğru-yanlış veya iyi-kötü ikiliklerine indirgemeden işaret
ettiğiniz şeye bakar bu kişi. iletişim budur. işte bu neredeyse imkansızdır.

çocuklar bu konuda yetişkinlerden fersah fersah ileridir. ortalama bir çocukla 5-10 dakika içerisinde
her türlü fikri iletişebilirsiniz. laflarla bir yeri işaret edersiniz, çocuk oraya odaklanır. orada ne
gördüğü, o gördüğü şeyi nasıl değerlendirdiği, doğru veya yanlış bulması gibi konular iletişim fikrinin
ötesindedir. bir çocukla bu anlamda iletişebilirsiniz kolaylıkla.

yetişkinlerin binde biri ile bu türden bir etkileşime girebilirsiniz. asla bakmazlar gösterdiğiniz yere.
sadece ve sadece "köle-efendi" ikiliğini kurgulayabilirseniz istediğiniz yere baktırabilirsiniz. "uzman"
veya benzeri fikirlerdir köle-efendi ikiliği de. yani, karşınızdaki yetişkin kendi iradesiyle bakmadığı
için kafasını zorla tutup çevirip baktırmaktır uzman sıfatıyla konuşmak. ama russell'ın da dediği gibi,
otoriyete başvurmak anlamsızdır çünkü her zaman iddia ettiğiniz şeyin tam aksini de iddia eden bir
otorite figürü bulunabilir. bunu ben desem siklemezsiniz, russell dediği için kenara not aldınız bile.
işte bu gerizekalı tutumunuzun sonucu olarak iletişim imkansız hale gelmiştir. bir çocuğun ise sikinde
değildir russell mı demiş hustle mı demiş. lafın işaret ettiği yere bakar ve aklına yatarsa aklına yatar.
üstte anlattığım yapının doğal bir sonucudur mesela bugün türkiye vatandaşları olarak içinde
çırpındığımız bok. size, duyduğunuz anda gözünüzü kaçıracağınız bir şey söyleyeyim mesela.

neredeyse hepiniz kendinizi 3-4 yılda bir o daireye veya bu daireye bastığınız mürekkepli damga ile
tanımlıyorsunuz. tembel, avantacı, niteliksiz, beceriksiz, komşusuna düşman, hırslı, kıskanç,
hazımsız... insan toplulukları olarak bir odaya giriyorsunuz ve bir grup o yuvarlağa basıyor mührü,
diğer grup beriki yuvarlağa. ve sonrasında, mürekkep bastığınız yuvarlakları kendinize hüviyet
ediniyorsunuz. üstte bahsettiğim "uzman" da tüm bunu destekliyor işte. bunun "gerçek" olduğunu
söylüyor size. halbuki hiçbir farkınız yok birbirinizden. hepiniz kazandığı paranın yarısını özel okula
verecek kadar aptalsınız. hepiniz dibindekine nefret dolusunuz. komşunuzu sikmek istiyorsunuz ama
sikmek istemiyor gibi görünmek istiyorsunuz. kıskançsınız. beceriksizsiniz. niteliksizsiniz. kötü huylu
ve niyetlisiniz. tembelsiniz. aymazsınız. tüm vaktinizi boşa harcıyorsunuz. hayatınız akıp gidiyor ve
buna öfkelisiniz. kendinizi geliştirmediniz geliştirmiyorsunuz geliştirmeyeceksiniz de. odun geldiniz,
çürümüş odun olarak gidiyorsunuz. ve birileri keşfetmiş sizin bu halinizden faydalanmanın yollarını.
onları besleyip duruyorsunuz özetle.

bu dediklerim doğru mu? kim bilir. ben baktığımda bunu görüyorum sadece. ve kendime baktığımda
bunları görmesem size baktığımda da bunları görmem. ama çoğunuz gözünüzü kaçırdınız bile. bana
laflar hazırlıyorsunuz içinizden. şu ibnenin bir falsosunu yakalayayım diye belki eski yazıları falan
karıştıracaksınız. önemli olan doğru-yanlış ikiliği değil. önemli olan, bir tane canlı sana lafla veya
başka bir şekilde bir şey işaret ettiğinde, tüm iyi niyetinle ve enerjinle o şeye odaklanmak. iletişim
budur.

modern yetişkin insan, eşinin veya çocuklarının veya komşusunun veya arkadaşının veya sokaktaki
herhangi birinin işaret ettiği yere bakmayı ego-kırıcı olarak görür. kendi aklı ve bilgisi ona yeter. ama
tam aynı sözleri bir tane "uzman" söylerse, ozalitçide büyütüp duvarına asar. işte bugün türkiye'nin
temel derdi, sorgusuz dinlediğimiz kişilerin bir boka yaramamasıdır. bunun panzehiri de çocuklar gibi
olmaktır sadece. herkesin her işaret ettiği yere ciddiyetle ve iyi niyetle bakın. gözünüzü kaçırmadan
bakın. pandemi diye götünü yırtana baktığınız kadar, ne pandemisi amına koyim mal mısınız diyenin
işaret ettiği yere de bakın. siyasi figürleri ciddiye aldığınız kadar, anti-siyasi figürleri de ciddiye alın.
bir hocayı dinlediğiniz özenle bir ameleyi de dinleyin. amele size laf anlatamadığında, ona da sinir
basıyor. amına kodumun cahili diyor sizin için. çünkü gösterdiği yere inatla bakmıyorsunuz. "amele"
yerine "uzman" olsa üzerine para verip dinlersiniz aynı içeriği. ama bunu fark edecek kadar aklınız
kalmamış işte. neyin gerçek neyin üfürük olduğunu ayırt edebilmeniz için içeriğin başına bir tane
emare eklenmeli. "doktor" dediyse doğru, "büfeci" dediyse yanlış. "bakan" dediyse gerçek, "vatandaş"
dediyse şüpheli. halbuki sadece bakın. laflarla işaret ettiği yere bakın. bu kadar. unutmayın ki, bugün
ibn-i sina mezarından uyansa, ilkokul diploması yok diye ortaokula bile giremez. da vinci mezarından
kalksa, resim öğretmenliği bile yaptırtmazsınız yine diploması yok diye. tüm bu uzmanlar ve benzeri
soyutlamalar, kurguladığınız sistemin kendisini sürdürme şekilleri. sizinle ilgisi yok, sistemle ilgisi
var. ve, siz bunları ciddiye aldığınız müddetçe bu boka batmaya devam etmeniz kaçınılmaz.

You might also like