Professional Documents
Culture Documents
Rollo May - Aşk Ve İrade
Rollo May - Aşk Ve İrade
Rollo May
okuyanlV us
okuyanlpus
Okuyan Us Yayın
Psikiyatri 29
ISBN: 978-975-6287-98-9
Copyright © 1969 by W.W. Norton & Company, Inc. All rights reserved.
Bu kitabın yayın haklan Okuyan Us'a aittir. Her hakkı saklıdır. Tanıtım için yapılacak
kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı İzni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.
okuyanus@okuyanus.com.tr
www.okuyanus.com.tr
Önsöz 7
1- Giriş: Şizoid Dünyamız 9
* Kahin olarak sorunlar................................................ 16
* Sanatçı ve nevrotik.................................................... 19
* Haberci olarak nevrotik...............................................24
* Kayıtsızlığın doğuşu................................................... 28
BİRİNCİ BÖLÜM: AŞK
2- Seks ve Aşk Paradosklar 41
* Cinsel yaban.................................................................43
* Teknikler yoluyla kurtuluş.........................................49
* Yeni püritenlik............................................................ 51
* Freud ve püritenlik..................................................... 56
* Sorunların güdüleri................................................... 61
* Sekse karşı ayaklanma.............................................. 69
3- Erosun Seksle Çatışması 76
* Bastırılmış erosun dönüşü...........................................78
* Eros nedir?................................................................ 86
* Platon’da e ro s ........................................................... 93
* Freud ve e ro s ............................................................ 98
* Erosun birliği: Bir vaka incelemesi.......................... 108
* Eros hastalanıyor.................................................... 115
4 - Aşk ve Ölüm 121
* Ölümlülük iması olarak a ş k ..................................... 122
* Ölüm ve cinsellik sapantısı.......................................129
* Aşktaki trajik anlam ................................................ 134
* Trajik ve ayrılık.........................................................137
* Gebelik önleyiciler ve tra jik .................................... 145
5- Aşk ve Daimonik 150
* Daimoniği tanımlamak........................................... 151
* Terime itirazlar........................................................ 159
* İlkel psikoterapide daim on.......................................161
* Bazı tarihsel araştırmalar .........................................165
* Aşk ve daim onik....................................................... 179
6- Diyalog İçinde Daimonik 190
* Diyalog ve bütünleşm e.............................................192
* Daimoniğin aşam aları...............................................196
* Daimonik ve a d sız .................................................. 198
* Daimonik ve b ilg i.....................................................202
* Daimoniği adlandırm a..............................................206
* Daimoniği terapide adlandırma............................... 212
İKİNCİ BÖLÜM: İRADE
7- İrade Bunalımda 223
* Kişisel sorumluluğun zayıflaması......................... 224
* İradedeki çelişki..................................................... 228
* John vakası................................................................233
* Psikanalizde ira d e .................................................. 239
* Yanılsama -ve ira d e................................................ 242
8- Arzu ve İrade 249
* İrade gücünün ö lü m ü ............................................ 252
* Freud’un irade karşıtı sistem i.................................255
* A rz u ....................................................................... 257
* Arzulayamama hastalığı........................................ 262
* Arzulama yetisinin yokluğu .................................. 266
* William James ve ira d e........................................ 270
9- Amaçlılık 276
* Amaçlılığın kökleri................................................ 278
* Psikanalizden örnekler............................................286
* Algılama ve am açlılık............................................. 292
* Beden ve kasıllılık................................................. 295
* İrade ve am açlılık.................................................. 299
10-Terapide Amaçlılık 305
* Preston vakası........................................................ 307
* Trapide aşam alar..................................................... 325
* Arzudan iradeye..................................................... 330
* Arzu ve iradeden karara..........................................332
* İnsan özgürlüğü..................................................... 333
ftoüoMoy
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: AŞK VE İRADE
11-*Aşk ve İrade ilişkisi 341
* Birbirini tıkayan aşk ve ira d e ................................ 342
* Örnek olarak iktidarsızlık................................ 346
* Hayal ve zam an..................................................... 348
* Aşk ve iradenin birleşim i...................................... 351
12- Aldırışın Anlamı 355
* Aşk ve iradede aldırış...............................................357
* Aldırış m itosu.......................................................... 362
* Günümüzde aldırış................................................. 375
13- Bilinç Ortaklığı 380
* Kişisel olarak a ş k ................................................... 383
* Aşk eyleminin yönleri........................................... 388
* Bilinç yaratm a...........................................................392
* Aşk, irade ve toplum biçim leri....................... :..... 396
Notlar.............................................................
s
ztfJc ıw im d r
ÖNSÖZ
jifkve tnuîf
düşürecek bir coşkuyla öterdi; saka da sesiyle serçeye eş
lik ederdi. Ardıç kuşu ise şarkılarıyla dolup taşar, kendine
hakim olam azdı. Ağaçkakan gagasını delik deşik olmuş
kayın ağacına vurur dururdu. Gölün üzerindeki gerdanlı
dalgıçlar, her şeyin aşın tatlılaşmasını önlem ek için, yakı
nan ve acı çeken şeytanlarıyla püskürürdü. Sonra da güneş
sıradağlar üzerine doğar, yemyeşil New H am pshire’ın
upuzun vadiden taşan sonsuz bereketini ortaya çıkarırdı.
A ğaçlar bir gecede beş on santim etre kadar uzam ış görü
nürken, çayırlar m ilyonlarca çiçekle kaynıyor olurdu.
Bitmek bilm eyen gidiş gelişleri, ebedi dönüşleri, bü
yüm eyi, çiftleşm eyi, ölümü ve yeniden büyüm eyi tekrar
hissediyorum . Biliyorum ki, insanlar bu sonsuz gidiş ve
dönüşün olduğu kadar, bu döngünün şarkısıyla, hüznünün
de parçasıdır. Fakat sürekli arayan insan, bilinci tarafından
ebedi geri dönüşü aşm aya çağrılır. Benim hiç kimseden
farkım yok; sadece arayış için seçtiğim alanlar farklı ola
bilir. Geleceğin değerlerinin yalnızca tarihim izin değerleri
tarafından ekildiğinde meyve verebileceğine inandığım
dan, benim arayişım sürekli içimizdeki gerçeğe doğru ol
m uştur. İçsel değerlerimizin iflasının tüm sonuçlarını gör
düğüm üz bir geçiş dönem i olan yirm inci yüzyılda, aşk ve
iradenin kaynaklarını aram am ızın özellikle önemli olduğu
na inanıyorum.
Rollo M ay
H oldem ess,
New H am pshire, 1969
Hallu Afov
1
A f* ı«r tnufr
de olan bağlayıcı duygular ve süreçlerin altındaki zemin
kayıp gidiyor. Birey içe dönm eye zorlanm aktadır; kimlik
sorununun yeni bir biçimine saplanıp kalmıştır: Kim-oldu-
ğum u-bilsem -bile-bir-önem im -yok. D iğerlerini etkilem e
yetisinden yoksunum . Bundan sonraki adım kayıtsızlıktır.
Bir sonrakiyse şiddet. Çünkü hiçbir insan, kendi güçsüz
lüğü gibi gitgide duyarsızlaştırıcı bir deneyime dayana
maz. Yaşamın kötü gidişine çözüm olarak aşka yapılan
vurgu o kadar büyüktü ki, insanların kendilerine verdiği
değer, aşkı elde edip etm em elerine göre yükseldi veya
düştü. Aşkı bulduklarına inananlar; Kalvincilerin, zengin
liği seçilmiş kul olm anın elle tutulur kanıtı olarak görm e
leri gibi, bunu kurtuluşun gözle görünür delili sayarak,
kendilerini üstün görm e eğilim ine girdiler. Aşkı bulam a
mış olanlar kendilerini sadece yoksun hissetm ekle kalm a
dılar, daha derin ve daha yıpratıcı olan içsel boyutta, ken
dilerine verdikleri değer de düştü. Kendilerini toplum dı
şına itilmiş yeni bir yaratık türü gibi dam galanm ış hisse
dip, psikoterapide, sabahın erken saatlerinde uyanınca his
settiklerinin mutsuzluktan ve yalnızlıktan çok, içlerini ke
m iren, yaşamın büyük gizini kaçırmış olma kanısı olduğu
nu itiraf ediyorlardı. Bunlara rağm en, boşanma oranlarının
artm asıyla, edebiyat ve sanatta aşkın gittikçe sıradanlaştı-
rılmasıyla, pek çok kişi için elde etmesi kolaylaştığından
cinselliğin giderek anlam sızlaşm asıyla, “aşk” tamamen
hayal ürünü değilse bile bulunması oldukça zor göründü.
Yeni siyasal solun bazı üyeleri aşkın burjuva toplum u ta
rafından yok edildiği sonucuna vardılar ve önerdikleri re
form larla aşkı yaşam anın daha çok mümkün olacağı bir
dünya yaratmak amacı güttüler.1
Böyle çelişkili bir durum da, kurtuluş m erdivenindeki
10
Rolloitaa
en düşük ortak payda olan aşkın cinsel hali, anlaşılır bir
biçim de zihin uğraşımız haline gelm iştir; çünkü seks, kök
leri insanın kaçınılm az biyolojisinden geldiği için, aşkın en
azından bir kopyasını sunacağı konusunda daim a güvenilir
görünm ektedir. Fakat seks de, Batılı insan için kurtuluştan
çok, bir denem e ve yük olmuştur. Aşk ve seks teknikleri
konusunda, basını meşgul eden kitapların, haftalarca en
çok satılanlar listesinde bulunm alarına rağm en, içleri boş
tur: Çünkü pek çok kişi, kurtuluşa ulaşmak için kullandı
ğımız tekniklerin çileden çıkmışlığıyla, aradığımız kurtulu
şun izini kaybetme derecesinin birbiriyle doğru orantılı ol
duğunun farkındadır. Yolumuzu kaybettiğimizde daha hız
lı koşm ak, insanların eski ve ironik bir alışkanlığıdır; aşkın
anlamını ve değerlerini unuttuğum uzda da, cinsellik konu
sundaki araştırma, istatistik ve teknik yardım lara hücum
ederiz. Kinsey Raporları ve M asters-Johnson araştırm ala
rı, erdemleri ve kusurlarıyla, aşkın kişisel anlamının gide
rek kaybolduğu bir kültürün göstergeleridir. A şk, önceleri
harekete geçiren bir güç, bizi yaşam da daim a ileriye götü
receğine güvendiğimiz bir kuvvet olarak algılanmıştı. Fa
kat günüm üzdeki büyük değişiklikler, harekete geçirici
gücün kendisini sorgulam am ız gerektiğini göstermektedir.
Aşk artık kendine sorun olmuştur.
G erçekten de, aşk kendiyle o denli çelişir olm uştur ki,
aile yaşamını inceleyenlerin bazıları, “sevgi”nın kabaca ai
lenin daha güçlü üyelerinin diğer üyeleri kontrol etme
yöntem inin adı olduğu sonucuna varmışlardır*. Ronald
Laing aşkın, şiddete bir kılıf olduğunu iddia etmektedir.
* Ç .N . İngilizcede “ aşk " ve “sev g i” için T ü rk çe d e olduğu gibi iki ayrı söz
cük yoktur. Bu m etinin ana konusunu oluşturan “ love” sözcüğü her iki a n
lam ı verm ektedir. A nlam karm aşalarını önlem ek için, uygun olan yerlerde
“ a şk ", d iğ er yerlerde “ sevgi" sözcüğünü kullanacağım .
ıv tnuif
İrade için de aynı şeyler söylenebilir. Viktorya döne
minde yaşam ış atalarım ızdan, yaşamdaki tek gerçek soru
nun mantığımızla ne yapılacağına karar vermek olduğu ve
iradenin karar verileni bize yaptırm ak için hazır beklediği
inancını miras almışızdır. Artık sorun ne yapılacağına karar
verm ek değil, nasıl karar verileceğine karar vermektir.
İradenin birebir tem eli sorgulanmaktadır.
İrade bir yanılsam a mıdır? Freud’dan bu yana pek çok
psikolog ve psikoterapist öyle olduğunu savunmuştur. B a
balarımızın kelime dağarcığının vazgeçilmezleri arasında
olan “ irade gücü” ve “özgür irade” gibi deyişler, ya çağ
daş, ileri tartışmalardan tamamen çıkartılıp atılmış ya da
alay edercesine sıklıkla kullanılmaktadır. İnsanlar terapist
lere, kaybettikleri iradelerinin yerine koyabilecekleri bir
şey bulmak için gidiyorlar artık; yaşam larını yönlendir
mek için bilinçdışına nasıl ulaşabileceklerini, davranışları
nı düzenlem ede en yeni koşullanm a tekniklerini öğren
mek veya yaşam larına biraz güdü ekleyecek ilaçları kul
lanmak için. Ya da insanlar terapistlere, “duygu boşalt-
ma”nın en son yöntem ini, duygunun çabalayarak elde edi
lecek bir şey değil, sizin yaşam sal bir durum a kendinizi
veriş biçiminizin bir yan ürünü olduğunun farkına varm a
dan öğrenm eye gidiyorlar. Asıl soru ise şudur; bu durumu
ne için kullanacaklar? Leslie Farber, irade konusundaki
çalışmasında, iradenin bu başarısızlığının, günümüzün en
temel patolojisini oluşturduğunu ve yaşadığımız devrin
“bozuk irade çağı” olarak adlandırılması gerektiğini iddia
etm iştir.2
Köklü dönüşüm lerin olduğu böyle bir çağda, birey
kendi bilincine sürüklenm iştir. Aşk ve iradenin tem elleri
12
Koüa May
neredeyse yıkılacak kadar sarsılınca, yüzeyden derinlere
inme gereksinim inden, aşkın ve iradenin kaynaklarını ken
di bilincim iz ile “ ifade edilm em iş ortak bilinç” içinde ara
maktan kaçam ayız. “K aynak” sözcüğünü Fransızların kul
landığı gibi, bir nehrin kaynağı - suyun doğduğu pınar -
anlamında kullanıyorum. Aşk ve iradenin doğduğu kayna
ğı bulursak, bu gerekli deneyim lerin, yaşadığımız çağda
varlıklarını sürdürebilmek için gereksinim duyduğu yeni
biçimleri keşfedebiliriz. Bu anlam da, bizim arayışım ız da,
benzer keşifler gibi, ahlaki bir arayıştır; çünkü çağım ıza
uyan ahlak anlayışını üzerine kurabileceğim iz bir temel
bulmaya çalışm aktayız. H er duyarlı insan kendini Stephen
D edalus’un yerinde bulur: “Ruhum un dem irhanesinde, ır
kımın yaratılm am ış bilincini .... işlemeye gidiyorum.”
Bu bölümün başlığında kullandığım “şizoid” terim i,
dünyayla ilişkisini kesm e, yakıtı ilişkilerden kaçınm a, his
sedem em e anlamındadır. Bu terimi psikopatolojiye gön
derm e olarak değil, daha çok kültürüm üzün genel durumu
ve bunu gerçekleştiren insanların genel eğilim leri olarak
kullanıyorum . Terimi bireysel psikopatoloji açısından
açıklayan Anthony Storr, şizoid bir kişinin soğuk, ilgisiz,
kibirli ve insanlardan kopuk olduğunu savunur. Bu şiddet
li bir saldırganlığa yol açabilir. Yine Storr, bütün bunların,
bastırılm ış bir aşk özlem i için karm aşık bir maske olduğu
nu söyler. Şizoidin kendini insanlardan ayırmış hali, düş
manlığa karşı bir savunmadır ve kaynağını, onu “varlığını
tehdit ettiği için” sonsuza dek gerçek aşktan korkar kılan
bebeklikteki aşk ve güvenin çarpıtılm asından a lır.3
Bir yere kadar S t o n ’un düşüncesine katılıyorum, fakat
şizoid durum un, bu geçiş çağında genel bir eğilim olduğu
13
Ajfk « imde
nu ve Storr’un sözünü ettiği bebeklikteki “çaresizlik ve
önem senm em e"nin sadece anne babalardan değil de kül
türüm üzün hemen hem en her yönünden geldiğini ifade
ediyorum . Anne babaların kendileri, kültürlerinin çaresiz
ve habersiz dışavurumlarıdır. Şizoid insan teknolojik insa
nın doğal bir ürünüdür. Bir yaşam biçim idir ve giderek
yaygınlaşm aktadır; sonunda ise şiddet olarak kendini gös
terecektir. “Norm al” durum unda şizoid, duygularını bastır
ma gereği hissetm ez. Şizoid karakter özelliğinin daha son
ra şizofrene benzer bir durum a dönüşüp dönüşm eyeceğini
sadece zaman gösterir. Fakat, pek çok hastada olduğu gi
bi, birey, içinde bulunduğu şizoid karakter özelliklerini
açıkça itiraf eder ve bu durum uyla yüzleşirse, bu dönüşü
mün gerçekleşm esi pek ihtimal dahilinde değildir. A nt
hony Storr daha da öteye gider ve şizoid karakterin,-“ sevi-
lemez olduğu kanısında ve yapılan eleştirilerle kendine sal-
dırıldığı ve aşağılandığı duygusunda” olduğunu belirtir.4
Stonr'un tanım ı, değer vermeme rağmen bir noktada kı
rılmaktadır. Bu nokta ise, Freud, D escartes, Schopenhauer
ve B eethoven’i şizoid örnekler olarak sıralamasıdır. “ Des
cartes ve Schopenhauer’ın felsefelerine hayat veren, onla
rın bire bir aşka yabancılaşm alarıdır.” Beethoven için ise
şöyle der:
14
ttoitoMo»
bir hale dönüştürememiş olsaydı, belki de paranoyak psi
kozundan kendini kurtaramayacağını düşünmek hiç de
zor değil.5
15
Aifk « t imtte
karşı yetersiz gördüğüm üz yerde sorunlar başlar; bir şey
ler incitir, çatışır ve Yeats’in de dediği gibi;
Yaraların acısını,
Mızrağın doğum sancısını,
Duyarız içimizde...
16
RoUo Sffıy
ni içinde ardına saklandığı savunm a mekanizmaları parça
landığında açığa çıkabilir. İnsanlar ancak kendilerini terapi
yardım ına yönlendiren duygusal ve ruhsal acının yarattığı
bu ciddi durum da, sorunlarının derin köklerini açığa çıkar
m anın vereceği acıya ve kaygıya katlanabilirler. Şöyle tu
h af bir durum da vardır ki, biz kişiye yardım etmeye yö
nelm edikçe, hasta önemli verileri verm eyecek, hatta bir
bakıma verem eyecektir. Harry Stack Sullivan'ın terapide
araştırm a konusundaki görüşü hâlâ ilk günkü geçerliliğini
sürdürm ektedir: “G örüşm eler kişiye yardım etm eye uy
gun biçim de düzenlenm em işse, elde edecekleriniz gerçek
veriler değil, insan eliyle yapılm ışlar olacaktır.” 6
Doğrudur; hastalarımızdan aldığımız bilgilerden, yü
zeyselliğin ötesine geçen genel kurallar çıkarmak zor, hat
ta imkansızdır. Fakat bu bilgi, insanın o anki çatışmaları ve
yaşam deneyimi hakkında öylesine doğrudan ipuçları ve
rir ki, anlam ının zenginliği, onu yorumlamanın güçlüğünü
unutturur. Düş kırıklığından doğan saldırganlık varsayımını
tartışm akla, bir hastanın gerginliğini, kızgınlıktan veya
nefretten parlamış gözlerini, felçli gibi katılaşmış bedeni
ni görmek ve onun suçu olmadığı halde bisikleti çalındığı
için babasının yıllar önce onu kırbaçladığı anı tekrar yaşar
ken, acıdan boğulurcasma aldığı yarım nefesleri duymak
çok farklı şeylerdir; ki böyle bir olay, odada bulunan ben
dahil, onun o anda tüm dünyasında ebeveyn rolüne sahip
herkesi kapsayan bir nefreti doğurur. Eldeki bu veriler de
kelimenin en derin anlam ıyla deneyseldir.
Toplum a uymayan kişilerden alınan verilere dayanan
bir insan kuramı ile ilgili soruya gelince, m eslektaşlarım a
karşı çıkm aya devam edeceğim: Her insani çatışm a, bire-
18
Kolin May
caddelerin sunumlarıdır. Bir geçiş çağında - biz buna “te
rapi çağı” da diyebiliriz - yaşam anın değerlerinden biri,
bireysel sorunlarımızı çözmeye çalışırken bile, bizi insan
da yeni anlam lar ortaya çıkarm a ve insanı insan yapan
özellikleri derinlem esine görm e olanağım kullanmaya zor
lamasıdır.
Hastalarımız, kültürümüzün bilinçaltı ve bilinçdışı eği
limlerini dışavurarak yaşayanlardır. “N evrotik” veya “ki
şilik bozukluğu” dediğim iz hastalıkla karşı karşıya olan
kişi, kültürüm üzün yaygın savunm a m ekanizm alarının
kendisinde harekete geçm ediği kişidir ve acı veren bu
özelliğinin o da az çok farkındadır.7 “N evrotik” veya “ki
şilik bozukluğu olan” kişi, o kadar şiddetli sorunlarla kar
şı karşıya olan biridir ki, sorunlarını kültürün iş, eğitim ve
din gibi normal organlarının içinde çözemez. Hastamız
toplum a uyum sağlam az veya sağlayam az. Bu da, aşağı
daki birbiriyle ilgili iki nedenin birinden veya her ikisin
den kaynaklanabilir. Bunlardan ilki, onu toplumdaki her
hangi bir ortalam a insandan daha hassas ve kaygılarıyla
birlikte yaşayam az, onlarla baş edem ez kılan bazı sarsıcı
veya talihsiz olaylarla karşılaşm ış olmasıdır. İkincisi ise
onu dışavurum a zorlayan ve dışavurum u engellendiğinde
onu hasta eden, alışılmışın çok üstünde bir özgünlüğe ve
potansiyele sahip olmasıdır.
SANATÇI VE NEVROTİK
Sanatçı ve nevrotik arasındaki, genellikle gizemli ola
rak görülen ilişki, burada açıklananlar açısından bakılınca
tam amıyla anlaşılır durumdadır. Sanatçılar ve nevrotikler,
toplum lannın bilinçaltı ve bilinçdışı derinliklerini bilm ek
Afk t* irade
te ve onlardan beslenm ektedir. Sanatçı bunu, deneyim leri
ni diğer insanlara ileterek, olumlu bir biçim de yapm akta
dır. Nevrotik ise bunu olum suz bir biçimde gerçekleştir
mektedir. Kültürünün altında yatan anlamları ve çelişkile
ri yaşadığında, bu yaşadıklarını hem kendi içinde anlam-
landııam am akta hem de çevresindekilere il dem em ektedir.
Sanat ve nevrozun her ikisi de tahmirısel bir işlevdedir.
Sanat, bilinçdışı düzeylerinden gelen iletişim sonucu oluş
tuğundan, sanatçılar bize hassaslaşm ış bilinci sayesinde
toplumunun ön kulvarlarında yer alan, bir ayağı gelecek
teym işçesine yaşayan bir insan resmi sunar. Sir Herbert
Read sanatçının ırkın gelecekteki bilimsel ve zihinsel de
neyimini önceden sezdiğini belirtm iştir.8 Eski M ısır’da, ci
lalı taş devri vazoları üzerine boyanmış olan üçgen desen
li su kamışları ve karaleylek bacakları, Mısırlıların daha
sonraları yıldızları yorumlamada ve N il’i ölçm ede yarar
landıkları geometri ve matematiğin gelişmesinin haberci
leriydi. Read, Parthenon’un muhteşem Yunanlı orantı an
layışında, R om a mim arisinin güçlü kubbesinde ve ortaçağ
katedralinde, tarihin belirli dönem lerinde, toplum daki fi
lozofların, dini liderlerin ve bilim adamlarının daha sonra
ları kuram laştıracakları, henüz bilinçdışında olan anlam la
rı ve eğilimleri, sanatın nasıl önceden açıkladığının izini sü
rer. Sanat, sosyal ve teknolojik gelişm eleri, değişim çok
yüzeysel olduğunda bir nesil sonra, m atem atiğin keşfin
deki gibi derinlem esine olduğunda ise yüzyıllar sonrasını,
önceden sezinlem ektedir.
Aynı şekilde, sanatçıların, toplum içinde çatışmaların
olacağını, bu çatışm alar henüz toplumsal bilinç yüzeyine
çıkmadan açıkladıklarını görürüz. Ezra Pound'un deyişiy-
20
RıHIn ,WıiV
le “ ırkın anteni’’ olan sanatçı, dünyasıyla mücadele eder
ken ve onu biçim lendirirken yaşadığı bilinç derinliğinde,
sadece kendisinin yaratabileceği biçim lerde yaşamını sür
dürür.
Burada hemen, bu kitapta ortaya atılan temel sorunun
ortasına dalı veriyoruz. Çağdaş ressamlarımızın, oyun ya
zarlarımızın ve diğer sanatçılarımızın sunduğu dünya şizo-
id bir dünyadır. Bu sanatçılar dünyam ızın, aşkın ve bade
nin gereklerini yerine getirm eyi oldukça güçleştiren duru
m unu sunuyorlar. Bu dünya, bizi her yandan saran geliş
miş iletişim araçları arasında gerçek bireysel iletişimin
fazlasıyla güç ve seyrek olduğu bir dünyadır. Çağımızın en
önemli oyun yazarları, Richard G ilm an’ın da bize anım sat
tığı gibi, konularını bu iletişim kaybından alanlar, bize, Io
nesco, G enet, Beckett ve P inter’ın gösterdiği gibi, insan
olarak şimdiki alınyazım ızın, kişiler arasındaki iletişimin
neredeyse yok edildiği bir dünyada yaşam ak olduğunu
gösterenlerdir. Beckett’in “ Son B and” adlı eserindeki gibi,
yaşam ımızı bir ses kayıt cihazına konuşarak geçiriyoruz;
evlerim izdeki radyo, televizyon ve telefon kablolarının sa
yıları arttıkça varlığımız daha da yalnızlaşıyor. Ionesco’nun
“Kel Şarkıcı” adlı oyununda, bir kadın ve bir erkeğin kar
şılaştığı ve kibar, belki de biraz yapm acık bir konuşm aya
daldıkları bir sahne vardır. K onuştukça her ikisinin de o
sabah on treniyle New H aven’dan New York’a geldikleri
ni ve şaşırtıcı bir biçimde gidecekleri adresin Beşinci Cad-
d e’de aynı binada olduğunu fark ederler. Üstelik aynı da
irede oturm aktadırlar ve ikisinin de yedi yaşında bir kızı
vardır. En sonunda da karı koca olduklarını hayretler için
de anlarlar.
Afk tv im dt
Ressam lar arasında da aynı durumu görüyoruz. Kendi
yaşamında ancak orta sınıf bir Fransız’ın olabileceği kadar
donuk ve burjuva olan, m odern sanat hareketinin babası
sayılan Cézanne, bu şizoid dünyayı boşluklar, taşlar, ağaç
lar ve yüzler olarak gösterir. Bize eski m ekanik dünyadan
seslenir, fakat bizi, kendi başına hareket eden alanlarla do
lu yeni dünyada yaşam aya zorlar. M erleau-Ponty, C ézan
ne hakkında, “ işte, nedenlerin ve sonuçların ötesindeyiz”
diye yazar; “her ikisi de, aynı zamanda hem olmak hem de
yapmak istediğinin formülü olan ölüm süz bir C ézanne’in
eşzam anlılığında birleşir. Cézanne’m şizoid doğası ve
eserleri arasında bir ahenk vardır, çünkü eserleri, hastalığın
metafizik yönünü gösterir... Bu açıdan şizoid olm akla
Cézanne olmak aynı anlam a gelm ektedir.” 9 Ancak şizoid
bir kişi şizoid bir dünyayı resm edebilir; ancak altm da ya
tan ruhsal çatışm aların içine dalacak kadar duyarlı olan bir
kişi, dünyamızı daha derin biçim leriyle, olduğu gibi bize
sunabilir.
Fakat, dünyamızın sanat yoluyla kavranmasının içinde,
teknolojinin insanlıktan uzaklaştıran etkilerine karşı ko
runmamız da vardır. Şizoid kişilik, hem kişiliksizleştiren
dünyayla yüzleşm ede hem de kişiliksizleşm eyi reddetm e
de yatmaktadır. Çünkü sanatçı, bilincin, insan deneyim ine
ve doğasına yüzeysel görünüm lerin altında ortak olabile
ceğim iz daha derin düzlem lerini bulur. Psikozu, içinde ya
nardağ gibi patlayan, algıladıklarının resmini yapabilme
çabalasından bağım sız olmayan Van Gogh, konuyu daha
açık hale getirmek için iyi bir örnektir. Ya da gösterişji gi
bi görülm esine rağm en, m odem dünyamızın şizoid yapısı
nı anlayışı G ııernica'nın parçalanmış boğalarında ve yıkık
22
RrMoMay
köylerinde; veya gözleri ve kulakları olması gereken yer
de olm ayan bozuk biçimli portrelerinde, ad değil de nu
m ara verilmiş resim lerinde ortaya çıkan Picasso. Robert
M otherw ell’in, bu çağın sanatçının bir cemiyeti olmadığı
ilk çağ olduğu açıklaması bizi şaşırtm amalıdır; o da şimdi,
hepim iz gibi, kendi cemiyetini yaratmalıdır.
Sanatçı insanın bölük pörçük bir resmini sunar fakat
onu sanata dönüştürürken sınırını aşar. Hiççiliğe, yabancı
laşm aya ve m odem insanın durum unun diğer öğelerine
anlam kazandıran da sanatçının yaratıcı hareketidir. Cézan-
n e ’ın şizoid doğasından söz ederken yine M erleau-
Ponty’nin söylediklerinden alıntı yaparsak: “ Böylece has
talık absürd bir olgu ve bir kader olmaktan çıkar ve insan
varoluşunun genel bir olasılığı haline gelir.” 10
Hem nevrotik hem de sanatçı -ırkın bilinçdışında ya
şamlarını sürdürdüklerinden- bize toplum da daha sonrala
rı nelerin yaygın hale geleceğini gösterir. Nevrotik de hiç
çilik, yabancılaşm a ve benzeri deneyim lerinden doğacak
çatışmaların aynısını hisseder fakat bunlara anlamlı bir bi
çim veremez; bir yanda bu çatışmaları yaratıcı eser kalıbı
na sokmaktaki yetersizliği, diğer yanda bunları yoksaya-
mama arasında sıkışıp kalmıştır. Otto R ank’in de açıkladığı
gibi, nevrotik, “artiste m anqué” , yani çatışmalarını sanata
dönüştürem eyen sanatçıdır.
Bunu bir gerçek olarak kabul etm em iz bize sadece ya
ratıcı kişiler olarak özgürlüğüm üzü verm ez, aynı zamanda
insan olarak özgürlüğün tem ellerini verir. Aynı şekilde,
dünyam ızın şizoid durum u gerçeğiyle en başta yüzleş
m ek, çağım ızda aşk ve iradeyi keşfetm ek için bize bir te
mel verebilir.
23
Aşk w
HABERCİ OLARAK NEVROTİK
Hastalarımız, büyük çoğunluğun şim dilik bilinçdışm da
tutabildiklerini bilinç düzeyinde yaşayarak kültürün gele
cekteki durum unu öngörürler. Nevrotiğe yazgısı bir Cas-
sandra rolü biçm iştir. Agamemııon onu Truva’dan geri ge
tirdiğinde, M iken’deki sarayın m erdivenleri üzerinde otu
ran C assandra “Ah bülbülün saf şarkısı ve onunki gibi bir
yazgı için!” 11 diyerek boşuna ağlam aktadır. Talihsiz yaşa
m ında, “ hüzünlü şarkıdan taşan acıların sadece onun” ol
duğunu ve orada m eydana geleceğini gördüğü kıyam eti
önceden açıklam ası gerektiğini bilmektedir. 12 M ikenlİler
ondan deliym iş gibi bahsederler fakat gerçekleri söyledi
ğine ve olayları önceden tahmin etm e gücünde olduğuna
da inanırlar. Bugün psikolojik sorunu olan bir kişi, zam a
nın çatışmalarının yükünü kanında taşır ve gelecekte toplu
mun her tarafında patlak verecek sorunları önceden, hare
ketleri ve m ücadeleleriyle bildirm eye mahkumdur.
Bu savın ilk ve en açık delili, Freud’un Birinci Dünya
Savaşı"ndan yirm i yıl kadar ünce, Viktorya dönemi hasta
larında bulduğu cinsel sorunlar olarak görülür. Bu cinsel
sorunlar -h atta konuşulm aları b ile -, o zam anın kabul gö
ren toplulukları tarafından, tümüyle reddedilm iş ve bastı
rılmıştı. 13 Fakat bu sorunlar İkinci Dünya Savaşı’ndan yir
mi yıl sonra şiddetle sıklaştı. 1920’lerde herkesin zihni
cinsellik ve işlevleri ile m eşguldü. Bu durum a F reud’un
“sebep olduğunu” hiç kim se, hayal gücünün sınırlarını zor
laşa bile kanıtlayam az. O daha ziyade hastalarının ortaya
çıkardığı veriler aracılığıyla, “normal” üyelerinin o an için
bastırabildiği ve bastırm akta başarılı olduğu, toplum un te
melinde yatan çatışmaları yansıttı ve yorumladı. Nevrojik
24
RoUoMav
sorunlar, toplum sal bilince sızan bilinçdışmın dilidir.
İkinci, daha küçük öm ek ise 1930’ların hastalardaki
büyük kinde görülür. D iğer bazı yazarlarla birlikte Hom ey
de bu konu hakkında yazdı ve bu kin on yıl sonra toplumu-
m uzda açık ve geniş bir biçim de bilinç düzeyinde kendini
gösterdi.
Üçüncü büyük öm ek kaygı sorununda görülebilir.
1930’ların sonunda ve 1940’lann başında, benim de arala
rında olduğum bazı terapistler, hastalarımızın çoğunda
kaygımn sadece bastırmanın veya patolojinin bir işareti
değil, genelleştirilm iş bir kişilik durum u olarak ortaya
çıkm asından etkilenm iştik. Kaygı konusundaki araştır
m am ,14 Hobart Movvrer’m ve diğerlerinin araştırmaları,
1940’larm başında başladı. O günlerde bu ülkede kaygı
konusundaki araştırm alara, patolojinin bir işareti olma
özelliği dışında, çok az ilgi gösteriliyordu. 1940’ların son
larında, doktora sözlü sınavlarında normal kaygı kavram ı
nı kanıtlam aya çalışırken hocalarımın beni saygılı bir ses
sizlikle dinleyişlerini Fakat kaşlarını belirgin bir şekilde
çattıklarını hatırlıyorum.
Sanatçıların haberciliğine gelince; şair W. H. Auden,
“Endişe Çağı”nı 1947’de yayınladı; ondan hemen sonra da
Bem stein bu konu üzerine olan senfonisini yazdı. O sıra
lar (1947) Cam us. “yüzyılın korkusu” hakkında yazıyordu
ve Kafka, romanlarında gelm ekte olan kaygı çağının, çoğu
henüz çevrilm emiş güçlü kısa hikâyelerini yaratmıştı bi
le.15 Bilim sel kurumların kuram laştırm aları, olağanlaştığı
üzere, hastalarımızın bize anlatm aya çalıştıklarının gerisin
den geliyordu. Bu nedenle, 1949’da Am erikan Psikopato
loji Birliği’nin kaygı temalı yıllık toplantısında, normal
25
Aşk ıv Iratfr
kaygı kavramı üzerine tarafımdan sunulan bildiri, orada
bulunan psikiyatrların ve psikologların çoğu tarafından hâ
lâ reddediliyordu.
Fakat 1950’Ierde kökten bir değişiklik gerçekleşti; her
kes kaygıdan söz ediyordu ve her tarafta bu sorun üzerine
konferanslar düzenleniyordu. Artık, “ norm al” kaygı kav
ram ı psikiyatri yazınında giderek kabul görüyordu. Nor
mal ve de nevrotik herkes “endişe çağı”ında yaşadığının
farkındaydı. 1930'larda ve 1940’larda sanatçılar tarafından
sunulanlar ve hastalarım ızda görülenler artık toprağımıza
özgüydü.
Dördüncü nokta bizi çağdaş konulara getiriyor; kimlik
sorununa. Bu sorun, terapistlerin ilgisini ilk kez 1940'la-
rın sonu ve 1950’lerin başında çekmiştir. Kim lik sorunu,
E rikson’un 1950 tarihli “Çocukluk ve Toplıon”u , benim
1953 tarihli Kendini Arayan İnsan’ini, Allen W heelis’in
1958 tarihli “ Kimlik Arayışı" ve diğer psikoterapi ve psi
kanaliz yorum cularının psikolojik araştırma verileri temel
alınarak tanımlandı. Kimlik sorununun, 1950’li yılların so
nunda ve 1960’larda, kültürlü her insanın dilinde olduğu
nu görüyoruz; çoktan N ew Yorker karikatürlerinde “dizi”
olarak yerini almıştı ve konuya el atan sayısız kitap, kendi
alanlarında birer en çok satan olm uşlardı. İnsanların önce
den kimlik duygusunu aldıkları kültürel değerler silinm iş
ti.16 Toplum geneli bunun farkına varmadan çok önce has
talarımız farkındaydı ve bunun rahatsız edici ve derinden
sarsıcı sonuçlarından kendilerini korumak için savunma
m ekanizm aları yoktu.
Bütün bu sorunlar, m uhakkak ki modanın iniş çıkışla
rıyla ilişkili bir hız taşırlar. Fakat onları sadece m oda de
26
RoUoMay
yip ciddiye alm am ak, psikolojik sorunların ve sosyal deği
şimin tarihi, devingen ortaya çıkışm a yapılmış bir haksız
lık olur. Gerçekten de, uyarıcı ve kışkırtıcı kitabında van
den Berg, bütün psikolojik sorunların, kültürdeki sosyal-
tarihsel değişim lerin bir ürünü olduğunu savunur. “ İnsan
doğası” diye bir şey olm adığına, toplum daki değişim lere
bağlı olarak insanın değişen bir doğası olduğuna ve hasta
larımızın çatışmalarım “nevroz” olarak değil “sosyoz” ola
rak adlandırmamız gerektiğine inanır.17 Van den Berg’e tü
müyle katılm amız gerekmez: Ben kendi adıma psikolojik
sorunların, biyolojik ve bireysel ve tarihsel-sosyal etm en
lerin üçlü diyalektik etkileşimi tarafından üretildiğine ina
nıyorum . Bununla birlikte, van den Berg, sorunların “du
rup dururken” ya da sadece toplum artık sorunun farkına
vardığı için ortaya çıktığını veya onları tanımlamaya yeni
terim ler bulduğum uz için var olduklarını varsaymanın ne
kadar kabaca ve yıkıcı bir aşırı basitleştirme olduğunu
açıklar. Yeni terim ler buluyoruz çünkü bilinçdışında. he
nüz adlandırılm am ış düzeyde önemli bir şey olm akta ve
adlandırılm ak için dürtüp durm aktadır; bu durum da bize
düşen görev, yeni gelişm eleri anlam ak ve anlatm ak için
elim izden gelenin en iyisini yapmaktır.
Freud'uıı hastalarının çoğu, tanımı itibariyle, bilinçdışı-
nın terapist tarafından adlandırılm asıyla serbest bırakılabi
lecek, bastırılmış enerji taşıyan histeriklerdi. Fakat hemen
hemen tüm hastalarımızın zorlanımlı-saplantılı nevrotikler
(veya aynı şeyin daha genel ve hafifletilm iş biçimi olan
kişilik sorunları) olduğu günüm üzde, terapideki en önem
li engelin hastanın hissetme yetersizliği olduğunu görüyo
ruz. Bu hastalar, sorunları hakkında kıyamet gününe kadar
27
konuşabilecek kişilerdir ve genellikle deneyim li aydınlar
dır; ancak gerçek duyguları yaşayamazlar. W ilhelm Reich
zorlanımlı karakterleri, ‘‘yaşayan m akineler" şeklinde ta
nımlam ış, David Shapiro da kitabında hem buna hem de
bu zorlanım lı-saplanlıhların “yaşam ada ve düşünm ede
kendini tutm a ve tem kinlilik’Merine değinm iştir. Reich bu
noktada, yirminci yüzyıl hastalarının sorunlarını anlamada
zamanının ilerisindeydi.18
KAYITSIZLIĞIN DOĞUŞU
Daha önce, Leslie Farber’iıı, çağımızın “bozuk irade çağı”
olarak adlandırılması gerektiği iddiasını aktarmıştım. Peki bu
bozuk iradenin altında yatan nedir?
Buna bir yanıt önerirken kendi atıhmımı yapacağım. Altın
da, bir hissizlik durumu, kayıtsızlığa çok yakın bir durum
olan, insanı umutsuzluğa sürükleyen hiçbir şeyin önemli ol
mama olasılığının yattığına inanıyorum. Pamela H. Johnson,
İngiltere’nin kırsal bölgelerinde işlenen cinayetleri bildirdik
ten sonra, kendini “psikologların, duygulanımsızlık diye ad
landırdığı duruma yaklaşıyor olabiliriz” kanısını üzerinden
atamaz halde bulmuştu.19 Eğer kayıtsızlık yada duygulanım-
sızlık, günümüzde baskm bir ruh hali ise, aşk ve iradenin ne
den bu denli güçleşmiş olacağını daha derinlemesine anlaya
biliriz.
1950’lerde hastalarımızda bulduğumuzda bazılarımızı şa
şırtan şey, tüm haberciliğiyle, son birkaç yıl içinde bütün top
lumu büyük sıkıntıya sokan, apaçık bir sorun olarak ortaya
çıktı. 1952’de yazdığım ve bir sonraki yıl yayınlanan “Kendi
ni Arayan İnsan” adlı kitabımdan alıntı yapmak istiyorum:
Psikoloji ve psikiyatri alanındaki meslektaşlarımın dene-
28
Rollo Afajv
yimleriyle birlikte kendi klinik deneyimlerime dayana
rak, yirminci yüzyılın ortasındaki on yılda, yaşayan in
sanların ana sorununun boşluk olduğunu söylemem kula
ğa şaşırtıcı gelebilir..20
29
AflJfc imuadr
Bu sorun ancak 1960’ların ortasında, tem ellerimizi sar
san birkaç olay biçim inde patlak verdi. “B oşluk”um uz
um utsuzluğa ve yıkıcılığa, şiddete ve suikasta dönüşüyor
du ve artık bunların kayıtsızlıkla el ele gittikleri inkar edi
lemez. 1964 yılı M art ayında, The N ew York Tunes, “Que-
ens’de, yasalara saygılı otuz sekiz saygın vatandaşım ız, bir
katilin bir kadına sezdirm eden yaklaşm asına ve onu Kew
G ardens’ta üç ayrı saldırıda bıçaklayışına yarım saatten
fazla seyirci kaldılar” diye yazıyordu. 25 Aynı yılın Nisan
ayında, bir grubun, bir otel çıkıntısına tutunup atlamaya ça
lışan çılgın genci “korkak” ve “ödlek” diyerek kışkırttıkla
rıyla ilgili bir başka olay, Tim es'm heyecan verici baş m a
kalesinde yer alıyordu: “ Bunların, K olezyum ’da insanlar
ve hayvanlar birbirilerini parçalarken, onları izleyen ve te
zahürat yapan gözü dönm üş Rom alılardan ne farkları var?
(...) Bu Albany serserilerinin tavırları pek çok Amerikalı
nın yaşam biçimini mi yansıtıyor? (...) Eğer öyleyse, çan
lar hepim iz için çalıyordem ektir.”26 O yılın M ayıs ayında,
Times'da “Tecavüze Uğrayanın Çığlığını Duyan 40 Kişinin
Kılı Kıpırdamadı” başlığı yer almıştı.27 Takip eden aylarda,
m odem şehrin, içimizdeki umursamazlığı ve duyum suz
ayrıklığı ne kadar büyüttüğünü fark ettirm eye yetecek öl-,
çüde kayıtsızlığımızdan bizi uyandıran bir dizi benzer olay
m eydana geldi.
Belirli olayları abartmanın ne kadar kolay olduğunun
farkındayım ve örneklerim i büyütmek istemiyorum . Yine
de, toplum um uzda, bir kişilik durum una, yaşam a karşı
duygulanm ışız olm a durum una doğru kesin bir eğilim ol
duğuna inanıyorum. Aydınların daha önceleri hakkında
tahmin yürüttükleri kuralsızlık, artık sokaklarım ızda ve
30
foO oM * V
m etrolarım ızda, korkunç bir gerçek olarak karşım ıza çık
mak üzereydi.
Çağdaşlarım ızın pek çoğu tarafından bildirilen bu duru
m a ne ad vereceğiz; uzaklaşm a, istifini bozm am a, yaban
cılaşm a, duygulardan geri çekilm e, aldırm azlık, kuralsız
lık, kendine yabancılaşm a? Bu terim lerden her biri, söz et
tiğim durumun -erkeklerin ve kadınların kendi aralarında,
veya kendileriyle bir zam anlar aşklarını ve iradelerini ha
rekete geçiren nesneler arasında bir uzaklık hissetm eleri
durum unun- bir bölüm ünü açıklar.28 Bunun kaynaklarının
ne olduğu konusunu şim dilik açık bırakm ak istiyorum . Kı
sıtlı çağrışımlarına rağmen “kayıtsızlık" terimini kullanı
yorsam , kelime anlamı tanım lam ak istediğime en yakın ol
duğundandır; “hissetme isteği; tutku, duygu ya da heyecan
eksikliği, um ursamazlık". K ayıtsızlık ve şizoid dünya bir-
birilerinin nedeni ve sonucu olarak el ele giderler.
Kayıtsızlık, aşk ve iradeyle yakından ilişkili olduğu için
özellikle önemlidir. Nefret aşkın zıttı değildir; kayıtsızlık
aşkın zıttıdır. İradenin zıttı, W illiam Jam es'in dediği gibi,
karar verm ek için harcanan çabanın mücadelesini sim ge
leyen kararsızlık değil, önemli olaylara ilgisiz kalm ış, on
lardan ayrı durm uş, onlarla ilişki kurm am ış olmaktır. Bu
durum da irade sorunu hiç baş gösterm eyecektir. Aşk ve
irade arasındaki karşılıklı ilişki, her ikisi de, bir yerlere
ulaşm a, dünyaya yönelm e, bu cansız dünyada diğerlerini
etkilem e ve kendini onlardan etkilenm eye açma arayışın
da olm a; dünyayı kendi isteklerine uygun hale getirm e, bi
çim lendirm e, dünyayla ilişki kurm a ya da dünyanın ken
disiyle ilişki kurmasını talep etm e sürecinde olan kişiyi ta
nımladıkları için zorunludur. Bu nedenle aşk ve irade, tüm
31
A şk Pf ıntdr
bildik dem irlem e noktalarının yok olup gittiği bir geçiş
dönem inde, bu kadar zordur. Diğerlerini etkilem e ve on
lardan etkilenm e yollarının tıkanışı, hem aşkın hem de ira
denin başlıca bozukluğudur. Kayıtsızlık, ya da a-patos*,
hissetmekten geri çekilm edir; ilgisizlik ve etkilenm em e
nin tasarlanm ış bir uygulaması olan istifini bozmam akla
başlayabilir. "O laya bulaşm ak istem edim ” , Kew Gardens
olayındaki otuz sekiz kişinin, niçin yardım etm edikleri so
ruştum lduğunda, devamlı verdikleri cevaptı. F reud’un
“ölüm güdü”sü gibi çalışan kayıtsızlık, ilgililiği yavaş ya
vaş bırakmaktır, ta ki kişi, yaşamın geçip gittiğini anlayın
caya kadar.
Toplumu yeni yeni incelem eye başlayan öğrenciler,
fazla basitleştirilm iş bir biçimde suçu diğer kıırumların
üzerine atm a eğilim li olm alarına rağm en, çoğu zaman
kendilerinden yaşlı yetişkinlere göre bu konuda daha net
öngörülere sahiptirler. Colum bia m erkezli Spectator'm
başyazarı “buralardaki aydın yaşam a dair ateşli heyecan
duygusu bize hiç aşılanm adı” demiştir.2» The Miçhigan
D aily'de köşe yazarı bir öğrenci, “ bu kurum , en azından
lisans öğrencilerinin çoğuna, düşünsel iştaha yaklaşan
hiçbir şey aşılamayı başaram adı” diye yazıyordu. “Sıra-
danlıktan daha kötüye doğru” sürüklenişten söz ederken,
“Bu da mutlak aldırmazlıktır. Yaşamın, belki de, kendisine
olan aldırm azlık” diyordu.3» Berkeley Ü niversitesi’nden
bir öğrenci “Bir IBM kartı üzerindeki zım ba deliklerine
bölünm üştük” diyerek belirtiyordu görüşünü: “ 1964’teki
ayaklanm alarda geri zım balam aya karar verdik, fakat bu
ralardaki gerçek devrim , bilgisayar kartlarıyla birlikte si-
* Ç .N . “ K ayıtsızlık” sözcüğünün İngilizcesi "apathy”dir.
32
Rnlk>ıVM#
lah altına alma belgelerini de yakm aya karar verdiğimizde
gelecek.” 31
Kayıtsızlık ile şiddet arasında diyalektik bir ilişki var
dır. Kayıtsızlık içinde yaşam ak, şiddete yol açar; yukarıda
öm ek verdiğim iz olaylar ve benzerlerinde de, şiddet kayıt
sızlığı kamçılar. Şiddet, ilişkisizliğin yarattığı boşluğu dol
durmak için hızla koşan en yıkıcı çaredir.32 Şiddetin, mo
dem sanatın birçok biçim inin arzulanan tepkiye, yaşam
biçim lerim ize şiddet uygulayarak ulaşan pornografi ve
m üstehcenlik unsuruyla yarattığı nispeten normal şok etki
sinden, suikast ve kırsal kesim cinayetlerinin aşırı patolo
jisine kadar giden dereceleri vardır. İç yaşam kuruduğun
da, hissetme azalıp kayıtsızlık çoğaldığında, kişi başkasını
etkileyem ediği ya da ona hiç değilse gerçekten dokuna
m adığında şiddet, tem as için şeytani bir gereksinim , en
dolaysız yoldan dokunmayı zorunlu kılan çılgın bir dürtü
olarak alevlenir.33 Bu, cinsel duygular ile şiddet suçlarının
arasındaki iyi bilinen ilişkinin bir yönüdür. Acı çektirmek
ve işkence etm ek, en azından kişinin birini etkileyebilece
ğini kanıtlar. Kitle iletişiminin yabancılaşm ış durum unda
ortalam a bir vatandaş, her akşam evinin oturm a odasına
gülüm seyerek gelen düzinelerce televizyon karakteri ta
nır; fakat o hiç tanınmaz. Kimsenin dayanam ayacağı kadar
acı veren bu yabancılaşm a ve adsızlık durum unda, ortala
ma bir kişi gerçek patolojinin kenarında dolaşıp duran ba
zı fantezilere kapılabilir. Adsız kişinin ruhsal durumu;
“Hiç kimseyi etkileyem iyor veya hiç kimseye dokunam ı
yorsam , en azından seni bazı duygulara sürükleyebilirim ,
yaralam a ve acı verm e yoluyla bazı ihtiraslara zorlayabili
rim ; en azından ikimizin de bir şeyler hissettiğinden emin
Afk ve irade
olacağım ve senin beni görm eni, benim de burada olduğu
mu bilmeni sağlayacağım !” şeklindedir. Çocuk veya ergen
pek çok kişi, kendisini farkına varması için yıkıcı hareket
lerle grubu zorlamıştır; kınanmış olsa bile en azından top
luluk onu fark etm iştir. Etkin bir şekilde nefret edilm ek,
etkin bir şekilde hoşlanılm ak kadar iyidir; baştan aşağı da
yanılmaz bir durum olan adsızlık ve yalnızlığı sonlandınr.
Ancak, kayıtsızlığın ciddi etkilerini gördükten sonra,
şimdi de, onun gerekliliği gerçeğine ve “normal şizoid”
biçiminde nasıl yapıcı bir işleve dönüştürülebileceğine
dönm eliyiz. Üzücü paradoksum uz, çağdaş tarihte, kendi
mizi bir çeşit kayıtsızlıkla korumak zorunda olduğum uz-
dur. “Kayıtsızlık tuhaf bir durum dur” , der Harry Stack Sul-
livan; “Fazla uzun sürdüğünde, kişinin geçen zam andan
zarar görm esine rağm en, yaşamını maddi zarar görm eden
sürdürmek için kullandığı bir yoldur. Kayıtsızlık bana, bü
tünüyle bozguna uğrayan kişiliğin başka bir şey yapabile
ne kadar, sayesinde dinlendiği bir korunm a m ucizesi gibi
gelir” der.34 Söz konusu durum da yapılması gerekenler ne
kadar çok gecikirse kayıtsızlık o kadar sürer ve er ya da
geç bir kişilik durum una dönüşür. Bu duygulammsızlık,
kişi yanıt verirse bunalm aktan korktuğundan, bitm ek bil
meyen talepler rüzgarında bir büzülüş, aşırı uyarılmanın
karşısında bir donuş, her şeyi akışına bırakıştır. İş çıkış sa
atlerinde m etroda seyahat eden, birbirine karışan kulak tır
malayıcı seslerv e adsız insan yığınıyla karşılaşan hiç kim
se bu söylediğim e şaşırmayacaktır.
Şizoid bir çağda yaşayan insanların kendilerini büyük
çaptaki aşırı uyarılmadan -radyo ve televizyon aracılığıyla
yayılan sözler ve gürültü bom bardım anından, kolektifleş
34
RotUı May
tirilm iş sanayi ve büyük fabrika biçim li m ultiversitelerin
montaj hattını andıran taleplerinden- koruması gerektiği
nin önemini anlam ak zor değildir. Sayıların, önüne gele
cek tüm canlıları boğm ak veya fosilleştirm ekle tehdit eden
bir lav seli gibi, acımasızca kimlik araçlarımızı teslim aldı
ğı bir dünyada; “ normalliğin” , soğukkanlılığı korumak ola
rak tanımlandığı bir dünyada; cinselliğin, iç merkezi koru
m anın tek yolunun, kendini verm eden cinsel ilişkide bu
lunmak olm asına yol açacak kadar kolay elde edilebilir ol
duğu bir dünyada; yani atalarının duygularını körelten sa
vunm a m ekanizm alarını geliştirecek kadar zamanları ol
mam ış gençlerin daha dolaysız yaşantıladığı, böylesine şi-
zoid bir dünyada, aşk ve iradenin gitgide sorunlu, hatta
bazılarına göre ulaşılması imkansız hale gelmesi şaşırtıcı
değildir.
Peki ya bu şizoid durumun yapıcı kullanım ı? Cezan-
ne’ın şizoid kişiliğini, m odem yaşam ın en önemli biçim
lerini ifade yoluna nasıl dönüştürebildiğini ve sanatı aracı
lığıyla toplum umuzdaki yozlaşan yönelimlere nasıl karşı
durabileceğini gördük. Şizoid duruşun gerekliliğini gör
dük; şimdi de sağlıklı boyutlarıyla, onun aynı zam anda iyi
ye nasıl dönüştürülebileceğini sorgulayacağız. Yapıcı şizo
id kişi, başkalarının hakkına tecavüz eden teknolojinin
ruhsal boşluğuna karşı durur ve kendisinin de teknoloji ta
rafından boşaltılm asına izin verm ez. Bir makineye dönüş
m eden, m akineyle yaşar ve çalışır. Deneyiminden anlam
çıkarm ak için yeteri m iktarda ayrı durmanın gerekli oldu
ğunu, fakat bunu yaparken iç yaşantısını da yoksullaştır
madan koruması gerektiğini görür.
Dr. Bruno Bettelheim da, İkinci Dünya Savaşı sırasında
35
HfA ıv irndr
toplama kam plarındaki, şizoid olarak adlandırabileceğim ,
deneyim lerinde herkesten uzak duran kişinin aynı üstün
lüğünü bulur.
36
Rutio Mtty
rendiklerinden bu ezici uyaranlara veya onların yokluğuna
rağ m ea var olm aya devam edebilirler. Onu bulduğumuz
şekliyle dünyada yaşam ak zorunda olduğum uzdan, yapıcı
şizoid tavrın ayırt edilm esi, sorunum uzun önemli bir par
çasıdır.
Kayıtsızlık, aşk ve iradenin geri çekilm esi, onların
“önemli olm adığı” dem eci, sorum luluğun ertelenmesidir.
Kayıtsızlık, stres ve kargaşa zam anlarında gereklidir ve
günüm üzdeki uyaran m iktarının çokluğu bir stres biçim i
dir. Fakat kayıtsızlık, “norm al” şizoid tavrın tersine, boşlu
ğa götürür ve kişinin kendini savunabilm e, hayatta kala
bilm e yetisini azaltır. Kayıtsızlık terimiyle açıkladığımız
durum ne kadar anlaşılır olursa olsun, kayıtsızlığın baş ka
zazedeleri olan aşk ve iradeye yeni bir temel bulm ak da
şarttır.
37
ıw irade
BİRİNCİ BÖLÜM
AŞK
39
A f* w* im de
40
2
41
Aşk w inufa
Seksle başlam am ızın nedeni sadece toplum umuzun
başladığı yer olması değil, aynı zamanda her insanın biyo
lojik varlığının da onunla başlamış olmasındandır. H er bi
rim iz varlığım , tarihin bir anında bir erkek ve bir kadının,
T. S. E lliot’uıı sözüyle “arzu ve kasılım arasındaki” geçidi
aştığı gerçeğine borçludur. Toplumumuzda seks ne kadar
sıradanlaştırılırsa sıradanlaştınlsm , seks hala yaratımın gü
cü, ırkın devamını sağlayan dürtü, hem insanoğlunun en
yoğun zevki hem de en yaygın kaygısı olarak hüküm sür
mektedir. Seks, şeytani biçim inde bireyi um utsuzluk ba
taklıklarına savurabilir ve erosla birleştiğinde, o um utsuz
luğundan çıkarıp esriklik yörüngelerine fırlatabilir.
Eskiler seksi veya şehveti, ölümü kabullendikleri kadar
doğal kabullenm işlerdir. Seksi ana sorunum uz olarak be
lirleyip, ona aşkın dört biçiminin ağırlığını yüklem eyi, an
cak m odem çağda geniş çapta başarabilm işizdir. F reud’un
seks olgusunu aşın şekilde büyütmesine rağm en, - k i ora
da Freud m odem tarihin tezinin ve antitezinin çatışm asının
sesi olm u ştu - cinselliğin, ırkın süren gücünün tem eli oldu
ğu ve Freud’un verdiği boyutu olm asa da önem i taşıdığı bir
gerçektir. R om anlanm ızda ve tiyatro oyunlarım ızda seksi
dilediğim iz gibi önem sizleştirsek, olum suzlayarak ve isti
fimizi bozm ayarak onun gücünden kendim izi korusak da,
cinsel tutku bizi hazırlıksız yakalamak ve hâlâ mysterium
trem endum olduğunu kanıtlam ak için her an tetikte bekler.
Fakat günüm üzde seks ve aşk ilişkisine bakar bakm az,
kendimizi çelişkiler girdabına yakalanm ış buluruz. Bu ne
denle, toplum um uzda seksi çevreleyen garip paradoksla
rın kısa bir olgusal tarifiyle başlayarak rotamızı saptaya
lım.
42
Rotla May
C İN S E L YABAN
Ani cinsel istekleri, duyguları ve dürtüleri yadsımanın
m oda olduğu ve kişinin nazik topluluğun içinde seksten
söz edemediği Viktorya dönem inde, tüm bu konuyu, iğ
renmeyi kutsallaştırm a havası kapladı. Erkekler ve dişiler
birbirilerini, hiçbirinin cinsel organı yokm uşçasına ele al
dılar. W illiam Jam es, diğer her konuda zamanının çok ile
risinde olan o yılm az savaşçı, seksi yüzyılın sonuna özgü
nazik bir nefretle ele aldı. Yeni bir çığır açan ‘'Psikoloji İl
keleri” adlı iki ciltlik kitabının tüm ünde, sonuna “bu ayrın
tıları tartışm ak pek hoş o lm a z ..;” diye not düşülm üş tek
bir sayfa sekse ayrılmıştı.) Fakat W illiam B lake’in, Viktor-
yacılıktan bir asır önceki “arzulayıp da bir şey yapmayan
kıran üretir” uyarısı, daha sonraki psikoterapistler tarafın
dan fazlasıyla kanıtlandı. Viktorya dönem inde yaşayıp
seksi inceleyen Freud, insan bedeninin ve benliğin hayati
bir parçasını kesm ekten kaynaklanan nevrotik belirti ba
taklığı tanımında haklıydı./
Daha sonra, 1920’lerde, neredeyse bir gecede, kökten
bir değişiklik oldu. Bastırmanın karşıtının -y an i cinsel eği
tim in, konuşm a, hissetme ve ifade özgürlüğünün- sağlıklı
etkiler göstereceği inancı, liberal çevrelerde savaşçı bir
inat haline geldi ve aydınlanm ış kişi için tek desteği açık
ça oluşturdu. Birinci Dünya Savaşı’nı takip eden şaşırtıcı
derecede kısa süre içinde seks hiç yokm uş gibi davran
m aktan, aklımızı sürekli sekse takar hale geçtik. Eski Ro
m alılardan bugüne dek sekse hiçbir toplum un vermediği
kadar önem veriyorduk artık ve bazı bilginler zihnimizin
seksle, tarihin hiçbir dönem inde, hiçbir toplum da görül
mediği kadar çok meşgul olduğuna inanıyorlar. Bugün
A fk t v im d r
seks hakkında konuşm am ak bir yana, M ars’tan Times
M eydanı’na gelen bir ziyaretçiye, başka hiçbir iletişim
konum uz yokm uş gibi görünebiliriz.
Bu sadece bir Amerikan saplantısı değildir. Örneğin,
okyanusun ötesinde İngiltere’de “rahiplerden biyologlara
herkes işin içindedir” . L ondra’nın, The Times Literary
Supplem ent’mdaki zeki bir ilk sayfa m akalesi, “şişirilm iş
Kinsey sonrası faydacılığı ile Chatterley sonrası ahlaki
yükselişe” dikkati çeker. “Herhangi bir gazeteyi, herhangi
bir gün (özellikle pazar günü) açarsanız, büyük ihtim alle
doğum kontrolü, kürtaj, zina, m üstehcen yayınlar, razı ye
tişkinler arasında eşcinsellik veya (bunların hiçbiri olm az
sa) ergenlerim iz arasındaki çağdaş ahlak kalıplan konu
sundaki düşünceleri halka sunan bir bilirkişi bulursu
nuz” .2
Kısmen bu kökten değişimin bir sonucu olarak, bugün
pek çok terapist, seksi bastırm ayı F reud’un Birinci Dünya
Savaşı öncesi histerik hastalarındaki gibi sergileyen hasta
larla nadiren karşılaşır. Aslında, bize yardım a ihtiyacı ol
duğu için gelen insanlarda bunun tam tersini görüyoruz:
Seks hakkında bol laf, bol cinsel etkinlik, neredeyse kim
senin sık sık ve dilediği kadar eşle yatağa girm ek üzerine
getirilm iş kültürel yasaklam alardan şikayet etm eyişi. Fa
kat bizim hastalarım ızın şikayet ettiği, duygu ve tutku ek
sikliğidir. “Bu tartışma galeyanının garip tarafı, insanın
azat edilm iş olm anın ne kadar az tadına vardığıdır.”3 Bu
kadar çok seks ve bu kadar az anlam ve hatta zevk!
Viktorya dönemi insanı, cinsel duygular taşıdığını kim
senin bilm esini istem ezken, biz bunları taşım azsak utanı
rız. 1910’dan önce, bir bayana “seksi” deseniz, kendini
44
RoüoMan
hakarete uğramış sayardı; günüm üzde ise bu iltifata değer
verir ve tüm çekiciliğini önünüze sererek sizi ödüllendirir.
Hastalarımızda sıklıkla cinsel soğukluk ve iktidarsızlık so
runları görülür, fakat gözlem lediğim iz tuhaf ve acı olan
şey, cinsel hisler taşımadıkları başkaları tarafından anlaşıl
masın diye ümitsizce ne kadar çok çabaladıklarıdır. Viktor-
ya döneminin ince erkeği ve kadım cinselliği yaşadığında
suçlu oluyordu; şimdi biz yaşam adığım ızda suçlu oluyo
ruz.
Bu nedenle, bir paradoks, aydınlanmanın kültürüm ü
zün cinsel sorunlarını henüz çözem emiş olmasıdır. Yeni
aydınlanm anın, bireyin artan özgürlüğü başta olmak üze
re, önemli olumlu sonuçları elbette vardır. Dıştan gelen so
runların çoğu giderilm iştir: Cinsel bilgiler herhangi bir ki-
tabevinden satın alınabilir, gebeliği önleyiciler, İngiliz
kontesinin düğün gecesinde iddia ettiği gibi “seksin sıra
dan halka fazla” olduğuna hâlâ inanılan Boston hariç her
yerde rahatlıkla bulunabilir. Çiftler, hiçbir suçluluk duy
madan ve çoğunlukla iğrenm e hissi yaşam adan cinsel iliş
kilerini tartışabilir, onu her ikisi için de daha tatmin edici
ve anlamlı hale getirme gerekliliklerini üstlenebilirler. Bu
olumlu yönler küçüm senm em elidir. Dış sosyal kaygı ve
suçluluk duygusu azaldı; buna sevinm em iş insan kalın ka
falıdır.
Fakat iç kaygı ve suçluluk duygusu arttı ve bunlar bir
bakıma daha lıastalıklıdırr baş edilm esi daha zordur, bireye
dış kaygıdan ve suçluluktan daha ağır bir yük dayatır.^
Bir kadının geçmişte erkekler tarafından karşı karşıya
bırakıldığı sorun basit ve dolaysızdı: Acaba kadın onunla
yatağa girer mi yoksa girm ez mi? Bu, kadının kültürel ge
Aşk w irati*
lenekler karşısında nasıl durduğunun doğrudan bir sonu
cuydu. Günüm üzde erkeğin sorduğu soru, “Kadın yapacak
mı yapm ayacak m ı?” değil de, “Yapabilir mi yapam az
mı?”dır. Artık sora, kadının kişisel yeterliliğine, yani, kadı
nın o göklere çıkarılan, sara nöbetine benzem esi gereken
orgazm a ulaşıp ulaşam am a yetisine kaymıştır. İkinci soru
nun, cinsel karar sorununu olması gerektiği yere koyduğu
konusunda anlaşsak bile, birinci soruyla baş etm enin da
ha kolay olduğu gerçeğini görmezden gelem eyiz. Kadın
hastalarım dan biri “beni sevişm ede çok iyi bulm ayacak”
korkusuyla yatağa girm iyordu. D iğer birinin korkusu ise
“nasıl yapıldığını bile bilm iyoram ”du ve adamın bunu ken
disine karşı kullanacağını düşünm esiydi. Bir diğeri de bi
rinci evliliğinde hiç orgazm olmadığı için yine olam ayaca
ğını düşündüğünden, ikinci evlilikten ölümüne korkuyor
du. Kadının duraksaması genellikle “bana geri dönm ek is
teyecek kadar benden hoşlanm ayacak” şeklinde açıklana
bilir.
Geçm iş yıllarda toplum un katı geleneklerini suçlayabi
lir ve kendinize, yaptığınızın veya yapmadıklarınızın sizin
değil toplum un suçu olduğunu söyleyerek özsaygınızı ko
ruyabilirdiniz. Bu size ne yapmak istediğinize karar ver
mek veya bir karara doğru eğilm eyi beklem ek için biraz
zaman kazandırırdı. Fakat mesele sadece başarınız oldu
ğunda, yeterlilik duygunuz ve özsaygınız hemen gündeme
gelir, buluşmanın bütün ağırlığı sınavı nasıl geçebileceğiniz
konusuna yönelir.
Kızların erkeklerin odalarına girmelerine izin verilen
saatler konusunda yetkililerle didişen üniversite öğrenci
leri, kuralların aslında bir nimet olduğunu tuhaf bir biçim
46
May
de görm em ektedirler. Kurallar öğrenciye kendini bulması
için zaman verir. Ö ğrenci^hazır olm adan önce bağlanm a
m ak için bir davranış yöntem i düşünm ek, prova etm ek ve
denem e niteliğindeki ilişkilere girişm ek için rahat bir ye
re sahiptir; ki bunlar yetişkinliğe geçişin birer parçasıdır.
Baskı altında cinsel ilişkilere girm ektense, psikolojik bağ
lılık yokken fiziksel açıdan bağlanarak duygulara aykırı
davranm aktansa, kesin ve açık bir şekilde bağlanm am ak
daha iyidir. Kişi kurallara karşı gelm iş olur; fakat kurallar
en azından karşı konulacak bir temel yaratırlar. Benim ile
ri sürdüğüm , kurallara uyulsa da uyulm asa da doğrudur.
Yeni cinsel özgürlükleri nedeniyle anlaşılır bir biçimde
kaygı duyan birçok çağdaş öğrenci bu kaygıyı bastırır (“ki
şi özgürlüğü sevm elidir”) ve sonra da baskının verdiği ek
kaygıyı, kendilerine daha çok özgürlük verm edikleri ge
rekçesiyle üniversite yetkililerine saldırarak telâfi ederlerj
Seks konusunda ileriyi görem eyen liberalizm de farkına
varamadığımız şey, bireyi sınırsız ve boş bir özgürlükler
denizine atmanın kendi başına özgürlük verm ediği, aksine
iç çatışma olasılıklarını artırdığıdır. Kendimizi adadığımız
cinsel özgürlük tüm üyle insancıl olm aktan uzak kalmıştır#
Sanatta da, özgürlüğün tek başına sorunum uzu çözece
ğine inanmanın nasıl bir yanılsam a olduğunu keşfediyo
ruz. Örneğin tiyatroyu ele alalım . “Seks Bitti m i?” başlık
lı bir m akalede, New York Tim es'm eski tiyatro eleştirm e
ni Howard Taubm an. bir sürü oyunda gözlem lediklerim i
zi özetliyordu: “Seksle meşgul olmak sıkıcı bir öğleden
sonra alışverişe çıkm aya benziyordu; arzuyla hiçbir ilişki
si yoktu, hatta m erak da yok denecek kadar azdı.” 4 Rom a
nı da ele alalım . “ Viktorya dönem i insanlarına karşı ayak-
47
Aftc t* irade
lanmada” diye yazar Leon Edel, “Aşırılar yararlılıklarını
yitirdi. Bugüne dek rom anı zenginleştirm ekten çok fakir
leştirdiler” .5 Edel, bütünüyle gerçekçi “aydınlanm ada” ,
rom anda seksin insanlıktan uzaklaştırdığının yaşandığını
zeki bir biçim de gözler önüne serer. “Z ola’da cinsel karşı
laşm alar” vardır diye ısrar eder” ve bunlar, D. H. Lawren-
c e ’m anlattıklarından çok daha fazla gerçeklik ve insanlık
içerir”
Sansüre karşı ve ifade özgürlüğü için yapılan savaş, ka
zanılması gereken büyük bir savaştı, fakat yeni bir deli
göm leği haline gelm edi mi? Hem roman hem de oyun ya
zarları, “karakterlerinin cinsel davranışlarının hiçbir ayrın
tıyı esirgemeyen anatom ik belgeleriyle dolu zorunlu sah
neler içermeyen m etinler teslim etm ektense daktilolarını
rehine vermeyi yeğlerlerdi” . 7“înatçı aydınlanmamız” ken
di kendini baltalıyor: Korum aya koyulduğu cinsel tutku
nun ta kendisini yok ediyor. Gerçekçi tarihsel kayıt dev
rinde, sahnede ve rom anda ve hatta psikoterapide, hayal
gücünün erosun yaşam gücü olduğunu ve gerçekçiliğin,
ne cinsel ne de erotik olduğunu unuttuk. G erçekten de, gü
nün herhangi bir saatinde herhangi bir çıplaklar kampına
gitmenin de kanıtlayacağı gibi, bütünüyle çıplaklıktan da
ha az seksi hiçbir şey yoktur. Fizyolojiyi ve anatomiyi ki-
şilerarası yaşantıya; sanata, tutkuya, bizi sarsm a veya
cezp etm e gücü olan erosun m ilyonlarca biçim ine dönüş
türm ek için hayal gücünün (ki daha sonra buna am açlılık
diyeceğim ) içinde dem lendirm ek gerekir.
Kendini tüm üyle gerçekçi ayrıntıya indirgeyen bir “ay
dınlanma” , insan hayaliyle erotik tutku arasındaki ilişkinin
yarattığı kaygıdan kaçış değil de nedir?
48
ftoUoMuy
TEKNİKLER YOLUYLA KURTULUŞ
İkinci paradoks, seks ve sevişm e teknikleri üzerindeki
yeni vurgunun geri tepmesidir. B ir toplum da kişilerin pe
şinde koştuğu nasıl-yapılır içerikli kitapların veya piyasa
daki o konudaki yayınların sayısıyla, söz konusu kişilerin
cinsel tutkuları ya da cinselliğe katılımdan aldığı zevk ara
sında ters orantı olduğunu sık sık düşünürüm . Elbette ki bu
tip yayınlardaki tekniklerin, golf oynam a olsun, oyuncu
luk olsun, sevişme oîsun, yanlış bir tarafı yoktur. Fakat
seks tekniğini gereğinden fazla vurgulam ak, sevişmeyi
m ekanikleştiren bir tavra yol açar ve beraberinde yabancı
laşm ayı, yalnızlık duygusunu ve benlik yitimini getirir.
Yabancılaşmanın bir yönü, asırlardır aynı usule sahip
olan aşığın, yerini m odem etkinliği olan bilgisayar işlet
mecisine bırakmasıdır. Çiftler, K insey’in saptadığı ve stan
dartlaştırdığı şekilde, sevişm elerinde çetele tutm aya ve za
man çizelgelerine çok fazla önem veriyorlar. Orada belir
tilen sıklığın gerisinde kaldıklarında kaygılanıp, kendilerini
isteseler de istem eseler de yatağa gitm eye zorluyorlar.
M eslektaşım Dr. John Schimel "hastalarım sabırlı bir şe
kilde. veya farkında olm adan, eşlerinin ellerinde yıkıcı bir
m uam eleye dayandılar, fakat cinsel sıklık tablosunun geri
sinde kalmayı aşkın kaybolması biçiminde yaşadılar” diye
gözlem liyor.8 Erkek, bu sıklık tablosunun gerisinde kalır
sa, sanki erkeksi konum unu kaybediyorm uş duygusuna
kapılıyor, kadın ise, erkeğin kendisine kur bile yapmadığı
bir dönem yaşayınca, kadınsı çekiciliğini kaybettiğini dü
şünüyor. Kadınların kendi aralarında ilişkileri için kullan
dıkları “erkekler arasında” sözü, antrakt gibi bir zaman
boşluğunu ifade eder. İncelikli m uhasebe ve listeleri -" B u
hafta ne sıklıkta seviştik?", “Bana bütün akşam yeterli il
giyi gösterdi m i?” , “Ön sevişm e yeteri kadar uzun m uy
du?”- kişiyi, bu en içten gelen davranışın kendiliğindenli-
ğinin nasıl sürebileceği konusunda şüpheye düşürür. İn
sanlar bilgisayardaki bir sevişm e oyunun kulisinde dola
şıp duruyorlar, tıpkı Freud’a göre eskiden anne babaların
yaptığı gibi.
Zihnin tekniklerle bu denli meşgul olduğu bir ortam da,
sevişm e hakkında sorulacak tipik sorunun, “Sevişm ede
tutku, anlam veya zevk var mıydı?” yerine “ Performansım
ne kadar iyiydi?” olm asına şaşırm am ak gerekir.9 Örneğin
Cyril C onnolly’nin “orgazm ın zulm ü” dediği şeye ve bir
başka yabancılaşm a şekli olan, aynı anda orgazm a ulaşm a
kaygısına bakalım . İtiraf etmeliyim ki, insanlar “vahiy gi
bi orgazm ”dan söz ettiklerinde, “Niçin bu kadar çok uğ
raşm ak zorunda olsunlar?” diye m erak ediyorum . Bu şa
tafatlı efektlere ilgi duym akla, hangi kendine güvensizlik
çukurunu, hangi iç yalnızlık boşluğunu doldurm aya çalışı
yorlar?
Ne kadar seks, o kadar iyi tutum undaki seksologlar bi
le, orgazm a ulaşm aya tedirgince yapdan aşırı vurgunun ve
eşi “tatmin etm eye” yapıştırılan önemin karşısındadırlar.
Erkek kadına m utlaka “gelip gelm ediğini” , “iyi olup ol
m adığını” sorar veya üstü kapanmayacak bir deneyim i ta
nımlamak için üstü kapalı bir sözcük kullanır. B iz erkek
ler, bu aşk eylem ini yorum lam aya çalışan Sim one de Be-
auvoir ve diğer kadınlar tarafından, o anda kadının kendi
sine sorulm asını istediği son sorunun bu olduğuna dair
uyarılıyoruz. Dahası, kafayı tekniğe takm a, kadının fiziksel
ve duygusal olarak en çok istediği şeyi, yani erkeğin zir-
50
HoUoMny
ve anında içinden gelen coşkunluğu, onun elinden alır. Bu
coşkunluk kadına kendisinin ve deneyim in elinden gelen
heyecanı ve esrikliği verir. Roller ve başarı konusundaki
bütün saçmalıkları kafam ızdan attığım ızda, ilişkideki ya
kınlığın şaşırtıcı bir biçimde ne kadar önemli olduğu gerçe
ği kalır geriye -buluşm a, yakınlaşm anın nereye gideceği
ni bilm em enin verdiği heyecan, kendinden emin olm a ve
kendini verm e, ilişkiyi unutulm az kılar. Hayatın bize suna
cağı herhangi bir ocakla ısınma gereksinimi duyduğum uz
da bu olayın hafızamızda tekrar tekrar canlanmasının nede
ni, bu yakınlık değil midir?
Toplum um uzda, bir ilişkiyi kuran şeylerin -zevklerin,
fantezilerin, düşlerin, geleceğe dair um utların, geçmişten
gelen korkuların- insanları birlikte yatağa girm ekten daha
utangaç ve savunmasız yapması oldukça gariptir. O nlar
cinsel yakınlıktaki psikolojik ve ruhsal çıplaklıktan, fizik
sel çıplaklıktan sakındıklarından daha çok sakınırlar.
YENİ PÜRİTENLİK
Üçüncü paradoks, göklere çıkardığım ız cinsel özgürlü
ğüm üzün yeni bir tür püritenliğe dönüştüğüdür. Bunu kü
çük “p” harfiyle yazdım çünkü asıl Püritenlik ile karıştırıl
m asını istem iyorum . Söz konusu o anlayış, H aw thorne’un
“ Kızıl Damga” adlı eserindeki H ester ve D im m esdale’in
tutkusunda olduğu gibi, çok farklı bir şeydi.10 Ben püriten-
liği, bize Vîktorya dönem i atalarım ızdan geldiği, ve sana
yileşm e, duygusal ve ahlaki bölm elendirilm e ile birleştiği
şekliyle ele alıyorum.
Bu püritenliği, üç unsurdan oluşm uş olarak tanım lıyo
rum . B irincisi, bedene yabancılaşm a durum u. İkincisi,
51
A jd ttv irade
duygunun akıldan ayrılması. Üçüncüsü de bedenin bir
makine gibi kullanılm ası.
Yeni püritenliğim izde, sağlığın bozulması günahla eş
değerdir.11 Eskiden giinah, kişinin cinsel arzularına teslim
olması anlam ına gelirdi; şimdi ise tam bir cinsel dışavu
rum yaşam am a anlamındadır. Çağdaş püritenim iz, libido
yu bastırmayı ahlaka aykırı görür. G örünüşe göre bu anla
yış, okyanusun her iki tarafında da geçerlidir: Londra’da
yayımlanan Times Literary Supplem ent, “Ahlaki bir görev
anlayışıyla biriyle yatağa girm eye kararlı ilerici bir aydın
dan daha iç karartıcı olan çok az görüntü vardır (...) Dün
yada, uygun şekilde yönlendirilmiş tutku aracılığıyla kur
tuluşun m odern savunucusundan daha yüksek görüşlü bir
püriten yoktur” diye yazar.12 Eskiden kadın bir erkekle ya
tağa girdiğinde suçlu olurdu; şimdi ise, birkaç buluşm a
dan sonra hâlâ isteksizse kendini belli belirsiz suçlu hisse
der; onun günahı “verm e’ yi reddetmedir. Her zaman tü
müyle aydınktnmış (ya da en azından öyle görünen) eş ise,
kızgınlığını açıkça göstererek kadının suçunu dindirmeyi
reddeder (kadın bu konuda onunla kavga edebilse işler
onun için daha kolay olabilirdi). Fakat erkek tüm hoşgö
rüsüyle, her buluşm a sonrası onu düştüğü bu durumundan
kurtarmak için m ücadeleye hazır bekler ve elbette ki bu
durumda kadının “hayır” deyişi, onun daha büyük suçlu
luk duym asına neden olur.
Tabii ki, bütün bunlar, insanların sadece seks yapmayı
değil, aynı zam anda bunu kendilerini tutkuya ya da eşin
üstünde sağlıksız bir baskı uygulayacak olan uygunsuz bir
bağlılığa kaptırmadan yapabilmeyi de öğrenmek zorunda
oldukları anlam ına gelir. Vıktorya dönemi insanı, sekse ka-
52
R(4l c Stny
rışm adan aşkı elde etm eyi aradı; m odem insan ise aşka
karışm adan seksi elde etm eyi arıyor.
Bir keresinde, çağdaş aydınlanm ış insanın sekse ve aş
ka olan tavrının izlenimci bir resm ini çizerek kendimi oya-
lamıştım. Yeni bilge diye adlandırdığım bu resmi sizinle
paylaşm ak istiyorum:
53
A fk ıv im de
Bu yeni püritenlik çağdaş psikiyatri ve psikolojiye fark
ettirm eden sızdı. Evlilik terapisi üzerine yazılmış kitaplar
da, terapistlerin cinsel birleşm eden söz ederken yalnızca
“s.km ek” sözcüğünü kullanmaları gerektiği ve hastaların
da kullanması için ısrar etmesi gerektiği açıklanmaktadır;
çünkü diğer sözcükler hastanın ikiyüzlülüğüyle işbirliği
yapar. Burada önemli olan o sözcüğün kullanılması değil
dir: Elbette ki, haklı olarak s.kişme denebilecek hayvani
fakat özbiJinçli, katıksız şehvet ve bedensel coşkunluk, in
san deneyimi yelpazesinin dışında tutulmamalıdır. İlginç
olan şey, bir zam anlar kullanılması yasaklanmış olan söz
cüğün şim di, bir gereklilik, ahlaki bir gerekçeyle dürüst
lük görevi haline dönüştürülm üş olmasıdır. Çiftleşm enin
biyolojik yönünü reddetm ek, kesinlikle ikiyüzlülüktür.
Fakat aradığım ız şey cinsel gerginliği yok etm ekten çok,
kişisel yakınlık içeren bir ilişki, yarın ve yarından sonraki
günlerde hatırlanacak kişisel bir yakınlıkken, cinsel dene
yimi sadece s.kişm e sözüyle açıklam ak da ikiyüzlülüktür.
İlki utangaçlığa hizm et eden bir ikiyüzlülüktür. İkincisi ise
kendine yabancılaşm aya hizmet eden bir ikiyüzlülük, ya
kın ilişki kaygısına karşı kendini savunmadır. İlki Fre-
ud’un çağının sorunuyken İkincisi bizim sorunumuzdur.
Yeni püritenlik, tüm dilimizin kişiliksizleşm esini de
beraberinde getirir. Sevişm ek yerine, "seks yapıyoruz” ;
cinsel birleşm e yerine, “beceriyoruz” ; “yatağa gitm ek”
yerine, birini “düzüyoruz” veya (Tanrı hem dilim ize hem
de bize yardımcı olsun) “düzüşüyoruz” . Bu yabancılaşm a
günüm üzde o kadar yerleşm iştir ki, bazı psikoterapi okul
larında, genç psikiyatrlara ve psikologlara, sadece argo
sözcükleri kullanm anın “tedavi edici” olduğu öğretilm ek
54
RoUo May
tedir; hasta sevişm eden söz ederse, m uhtemelen bir bastır
ma durum unu gizliyordur; bu nedenle - yeni püritenlik
sağ olsun! - ona sadece s.kiştiğini bildirmek bizim erdem
li görevim izdir. Herkes Viktorya dönemi ahlakçılığının son
kalıntılarını temizleme konusunda o kadar kararlı görünü
yor ki, bu farklı sözcüklerin farklı türde insan deneyimini
anlattığını tamamen unutuyoruz. M uhtem elen, çoğu insan,
farklı sözcüklerle açıklanan farklı cinsel ilişki türlerini ya
şam ıştır ve bunları ayırt etm ekte güçlük çekmez. Ben bu
farklı deneyim ler arasında bir değer yargısında bulunmak
istem iyorum ; her biri kendi ilişki çeşidine uygundur. Her
kadın bazen. Rüzgar Gibi Geçti film inde Rhett Butler ve
Scarlet O ’Hara arasında geçen o bildik sahnede olduğu gi
bi, ayaklarının yerden kesilm esini, alıp götürülmeyi ve
başlangıçta hiç olmayan tutkuya zorlanm ak ister. Fakat
bütün cinsel yaşamı boyunca kadın sadece “düzülüyorsa” ,
kişisel yabancılaşm asının ve seksi reddetm esinin eli kula
ğındadır. Terapist bu farklı türdeki deneyim lerin değerini
bilm ezse, hastanın bilincinin büzülm esine ve budanmasına
başkanlık edecek, hastanın ilişki kurm a yeteneği ile birlik
te bedensel farkındalığındaki daralmayı onaylayacaktır.
B u, yeni püritenlik üzerine yapılan en büyük eleştiridir:
Yeni püritenlik duyguları büyük oranda sınırlar, eylemin
sonsuz çeşitliliğini ve zenginliğini engeller, duygusal yok
sullaşm aya yol açar.
Yeni püriteııliğin toplum üyeleri arasında için için düş
m anlık oluşturması şaşırtıcı değildir. Bu düşmanlık da, ge
nellikle cinsel eylem e yapılan gönderm elerde ortaya çıkar.
Birinin kullanıldıktan sonra çöpe bile atılm ayacak kadar
önem siz olduğunu belirtm ek için küçüm sem e sözü olarak
55
Aşk w imtir
“s.klir git” ya da “s.kerim seni” deriz. Buradaki biyolojik
arzu onun “reductio ad absürdüm "üdür.* G erçekten de,
“s.km ek” sözü, çağdaş dilim izde şiddetli bir düşmanlığı
belirtm ek için kullanılan en yaygın küfürdür. Bunun ka
zayla olduğunu düşünm üyorum .
FREUD VE PÜRİTENLİK
Freudyen psikanalizin, hem yeni cinsel özgürlükçülük
le hem de püritenlikle birbirine nasıl dolandığı çok etkile
yici bir öyküdür. Toplumsal eleştirm enler kokteyl partile
rinde, yeni cinsel özgürlüğün temel girişim cisinin veya en
azından ilk sözcüsünün Freud olduğu noktasında birleşir
ler. Fakat bu eleştirm enlerin görem ediği, Freud ve psika
nalizin, yeni püritenliği hem olum lu hem de olum suz bi
çimleriyle yansıttığı ve dile getirdiğidir.
Psikanalist püritenlik, F reud’un bizzat örneklendirdiği,
sert dürüstlüğe ve beyinsel doğruluğa verdiği önem bakı
mından olumludur. Öte yandan, beden ve benliğin, doğru
suyla eğrisiyle “cinsel nesneler” olarak birer tatm in m eka
nizması gibi görülebileceği yeni bir sistem oluşturması ba
kımından olumsuzdur. Psikanalizin seksi, gerilim i azalt
mak için bir “gereksinim ” olarak düşünme eğilim i bu ye
ni püritenlikle işbirliği yapar.
Bu nedenle, toplum um uzdaki yeni cinsel değerlere psi-
kanalitik kılıflar bulunurken onlara nasıl tuhaf değişiklik
ler yapıldığını anlamak için bu sorunu araştırmak zorunda
yız. Psikanalizin felsefi yönünün tartışıldığı bir toplantıda,
1936-37’de Am erikan Psikiyatri Derneği Başkanı olan Dr.
* Bu terim T ürkçeye “ olm ayan eğri” şeklinde çevrilebilir, ancak yazar
L atincesini kullandığı için bu şekilde bıraktım .
56
Rotla ılfnj/
C. M acfie Cam pbell, sert bir şekilde "psikanaliz berm uda
şortlar içinde K alvinciliktir" dem işti. Bu özdeyişin sade
ce yarısı doğrudur, fakat bu yarısı oldukça önemlidir. Fre-
ud’un kendisi de, güçlü karakteriyle, tutkularını dizginle
m esiyle, zorlu çalışm asıyla olum lu anlam da püritenin mü
kemmel bir örneğiydi. Freud, Püriten kom utan Oliver
Crom w elFe hayrandı ve bir oğluna onun adını vermişti.
Philip Rieff, Freııd: Ahlakçının Zihni adlı çalışmasında,
"m ilitan püritenliğe olan bu yakınlık laik Yahudi aydınları
arasında ender görülen bir şey değildi ve belirli bir inanç
veya öğretiyle değil de bağım sızlıkla ve beyinsel doğru
lukla kolalanm ış, tercih edilen bir karakter tipinin göster
gesidir" der.13 Freud, çileci çalışm a alışkanlıklarıyla, püri-
tenliğin en önemli yönünü, yani, bilimi bir m anastır ola
rak kullanmayı gösterir. Zorlanımlı çalışkanlığı, titiz bir bi
çim de, hayatta her şeyden (ve hatta hayattan bile) üstün
gelen ve adlarına tutkularını mecazi değil gerçek anlam da
yüceleştirdiği bilimsel am açlarına ulaşm aya adandı.
Freud’un sınırlı bir cinsel yaşam ı olmuştur. Freud’un
yaşam öyküsünü yazan E m est Jones’un anlattığına göre,
cinsel dışavurumu geç, oluz yaşı civarında başladı ve er
ken, kırk yaş civarında duruldu. Freud, kırk bir yaşınday
ken arkadaşı W ilhelm Fliess’e, bunalımlı mizacından şika
yet ederken "cinsel heyecanın da benim gibilere artık ya
ran yok” dem işti. Diğer bir olay ise, onun bu yaş civarın
da cinsel yaşam ının aşağı yukan sona erdiği gerçeğini gös
term ektedir. Freud, D üşlerin Yorumu adlı kitabında kırklı
yaşlarındayken bir defasında, genç bir kadından fiziksel
olarak hoşlandığını ve yan istemli ona yaklaşıp dokundu
ğunu anlatır. Kendisinde böyle bir çekim olasılığının
A fk ve imde
“hâlâ” bulunmasını nasıl hayretle karşıladığını yazar.'4
Freud, cinselliğin dizginlenmesi ve yönlendirilmesi ge
rektiğine inanıyordu ve bunun hem kültürel gelişim hem
de kişinin kendi kişiliği için özel bir değer taşıdığım düşü
nüyordu. 1883’de, Martha Bemays ile olan uzun süreli ni
şanlılığı sırasında, genç Freud gelecekteki karısına şöyle
yazmıştı:
58
RıMa May
mı Freud’un en püriten inancıdır” der.16
Psikanaliz ile püritenlik arasındaki ilişkiyi gösterirken,
psikanaliz hakkında küçültücü bir yargıda bulunmuyorum.
Asıl Püriten hareketi, on dokuzuncu yüzyılın sonunda Vik-
torya dönem inin ahlakçı bölm elerinde genel bir bozulm a
ya uğram adan önce, onun en iyi tem silcilerinde takdire
değer bir özellik olan dürüstlük ve gerçeğe adamayla nite
lenm işti. M odem bilimdeki ilerlem e bu akım a çok şey
borçludur ve gerçekten de bilimsel laboratuvarlardaki laik
keşişlerin erdem leri olm adan bu ilerlem e de mümkün ol
mazdı. Ayrıca, Psikanaliz gibi kültürel bir gelişme daima
neden olduğu kadar sonuçtur da: psikanaliz, toplum da ge
lişm ekte olan eğilim leri biçim lendirip etkilem ekle kal
m az, onları yansıtır ve dile getirir. N eler olup bittiğinin bi
lincindeysek, ne kadar zayıfça olursa olsun, eğilim lerin
yönüne etki edebiliriz. O zaman da umarım yeni kültürel
durum um uza uygun yeni değerler geliştirebiliriz.
Fakat değerlerim izin içeriğini psikanalizden almaya
çalışırsak, sadece değerler için değil, benlik imajımız açı
sından da kafa karıştırıcı bir çelişkiye düşeriz. Psikanali
zin, değerlerim izi sağlam a yükünü üstlenm esini beklem ek
bir hatadır. Psikanaliz, daha önce yadsınan güdü ve arzu
lan ortaya çıkarıp göz önüne sererek, bilinci genişletm eye
çalışarak, hastanın kendisini değiştirm esini sağlayacak de
ğerleri bulması için bir yol hazırlayabilir. Ancak kendi ba
şına, kişinin yaşamını değiştirecek değerlere karar venne
yükünü hiçbir zaman taşıyam az. Sokrates’in “kendini bil”
öğüdünü, içinde yeni bir kıtayı, bastınlm ış bilinçdışı güdü
lerin kıtasını banndıran derinliklere taşıması, Freud’un bü
yük bir katkısıydı. Bu güdüleri bilinç düzeyine çekmek
t*imi*
için, aktarım ve direnç kavramları üzerine kurduğu terapi
de kişisel ilişki teknikleri de geliştirdi. Psikanalizin popü
lerliğinin gelgitleri ne olursa olsun, Freud ve diğerlerinin
bulgularının sadece psikolojik iyileştirm eye değil, ikiyüz
lü yıkıntıları ve kendini aldatmayı ortadan kaldırdığından,
ahlaka da çok değerli katkıları olduğu bir gerçektir.
A çıklam ak istediğim , toplum um uzda kişiliklerinde
kendiliğinden değişim nirvanası ve ruhu teknik bir sürece
teslim e etm ekten gelen sorum luluktan kurtuluş için yanıp
tutuşan birçok kişinin değerlerinin arasında,psikanalizden
kaçırıp eski püritenliklerine soktukları “ ifade özgürlü
ğüm ün ve hedonizm in olduğudur. Cinsel tavırlar ve gele
neklerdeki değişim in çok çabuk - hemen hemen yalnızca
1920!lerde - olduğu gerçeği, kişiliklerim izden çok giysi
lerimizi ve rollerimizi değiştirdiğim iz varsayımını kanıtla
maya çalışır. Burada eksik kalan, duyularımızı ve hayalle
rim izi, zevk ve tutkunun zenginleştirm esine, aşkın anlam ı
na açmaktı; biz bunları teknik süreçlere havale ettik. Bu
tür bir “özgür” aşkta, insan sevmeyi öğrenem ez; özgürlük
serbest kalm a değil, yeni bir deli göm leği haline gelir. Su
nunda da cinsel değerlerim iz karm aşıklığa ve çelişkiye sü
rüklendi, cinsel aşk ise şu anda gözlem lediğim iz, nere
deyse çözülm ez paradokslara yol açtı.
Bu durumu abartm ak ya da m odem akışkanlığın cinsel
gelenek ve göreneklere olumlu katkılarını görmezlikten
gelm ek istem iyorum . Tanımladığımız karışıklıklar, bireyin
gerçek özgürlük olanaklarıyla el ele gider. Çiftler, seksi,
bir zevk ve haz kaynağı olarak görebiliyorlar; doğal sek
sin eylem inin bir kötülük kaynağı olduğu safsatasıyla sı
kıştırılm adan, ilişkilerinin birbirini kullanm a gibi gerçek
60
RoUo Mny
kötülüklerine duyarlılaşabiliyorlar. Çiftler, Viktorya döne
minde hiç olmadıkları kadar özgürce, ilişkilerini zengin
leştirmenin yollarını araştırabiliyorlar. Artan sayıdaki bo
şanmaların bile, ne kadar ciddi sorunlar yaratırsa yaratsın,
çiftlerin artık birbirlerine “mahkum” olmadığını gösterip
kötü bir evliliğe kılıf uydurmayı zorlaştırdığından olumlu
bir psikolojik etkisi vardır. Yeni bir aşık bulma olasılığı, şu
anda birlikte olduğumuzla kalmak istiyorsak, onunla ol
mayı seçme sorumluluğunu kabul etmemizi gerekli kılar.
Bir yandan biyolojik şehvet, diğer yandan da anlamlı bir
ilişkiyi, birbirinin derinlemesine farkındalığını ve insani
anlayış dediğimiz şeyin diğer yanlarını arzulamanın orta
sında -her ikisini de kapsayan- bir cesaret geliştirme ola
sılığı vardır. Cesaret, toplum gelenekleriyle çatışmaktan,
kişinin içindeki diğer bir insana bağlanma yetisine doğru
değiştirmektedir.
Fakat bu kadar açık seçik görülen söz konusu olumlu
katkılar kendiliğinden gerçekleşmez. Bu sadece tanımladı
ğımız çelişkiler anlaşıldığında ve çözülmeye çabalandığın-
da mümkün olur.
SORUNLARIN GÜDÜLERİ
İki analitik kurumda gözetmen analistlik görevim çer
çevesinde, analist olmak üzere eğitim gören altı psikiyatr
ve psikologun birer vakasına gözetmenlik yapmaktayım.
Bu genç analistlerin hastalarım ömek olarak vermemin iki
nedeni var; birincisi, şu ana kadar onlarla ilgili çok şey
öğrendim; İkincisi, bunlar benim hastalarım olmadığı için
onları daha tarafsız bir açıdan görebilirim. Bu hastalardan
her biri, görünüşte bir utanma veya suçluluk duygusu duy
61
w irati*
madan -v e genellikle de farklı eşlerle- yatağa giriyor. K a
dınlar -a ltı hastadan d ö rd ü - cinsel ilişkide pek fazla bir
şey hissetmediklerini açıklıyorlar. Bu kadınlardan ikisini
yatağa götüren güdü, adama tutunup, cinsel ilişki belirli
bir evrede “ne yaptığındır” standardına uymakmış gibi gö
rünüyor. Üçüncü kadının ise özel bir cöm ertlik güdüsü
var; yatağa girm enin erkeğe verilecek hoş bir şey olduğu
nu düşünüyor ve bunun karşılığında da erkeğin ona bak
ması için büyük taleplerde bulunuyor. Dördüncü kadın ise,
bu grupta sadece cinsel şehvet yaşayan tek kişi gibi görü
nüyor ki bunun dışında cömertlik ve adama kızgınlık karı
şımı güdüler de taşıyor (“Onu bana zevk verm eye zorlaya
cağım ı"). Gruptaki iki erkek ise başlangıçta iktidarsızdı,
ve şu anda cinsel ilişkide bulunabilseler bile, ara sıra ikti
darsızlık sorunuyla karşılaşıyorlar. Fakat cinsel ilişkilerin
de pek bir “patlam a” bildirm iyor olmaları da önemli bir
gerçek. Cinsel ilişkiye girm elerinin temel güdüsü erkek
liklerini kanıtlam akm ış gibi görünüyor. Gerçekten de, er
keklerden birisinin esas amacı sevişmenin tadına varm ak
tan çok, analistine önceki geceki m acerasını, iyi de olsa
kötü de olsa, kuliste erkek erkeğe sohbet ediyorlar edasıy
la anlatm ak.
Şimdi soruşturm amızı derinleştirm ek için şu soruları
soralım: Bu kalıpların altında yatan güdüler nelerdir? G eç
m işte insanlar seksi yadsırken günüm üzde seksin zorla-
ııımlı bir zihin uğraşı olmasına yol açan nedir?
Kişinin kimliğini kanıtlam a çabası temel bir güdüdür -
Betty Frieden’ın Kadınlığın Gizemi adlı kitabında da açık
ladığı gibi kadında da erkekte de mevcuttur. Bu, cinsiyet
eşitlikçiliği ve cinsel rollerin birbiriyle değiştirilebilirliği
62
RoUo May
düşüncelerinin doğm asına yardım cı olmuştur. Eşitlikçili-
ğe, kadın ve erkek arasındaki yalnızca temel biyolojik
farklılıkların değil, duygusal farklılıkların da yadsınması
pahasına tutunulmuştur. Burada kişinin kendisiyle çatıştı
ğı, eşiyle aym olduğunu kam tlam a ihtiyacı, kişinin kendi
ne özgü duyarlılıkları bastırdığı anlam ına gelir - ki bu da
onun kimlik anlayışına zarar verir. Bu çelişki, toplum u-
m uzdaki yatakta bile m akineye dönüşm e eğilim ine katkı
da bulunur.
Diğer güdü, bireyin tek başmalığını yenme umududur.
Bununla birleşen ise boşluk duygusundan ve kayıtsızlık
tehdidinden kaçm ak için verilen um utsuz çabadır: Eşler
kendi bedenlerinin ölmediğini kanıtlam ak için bir başkası
nın bedenine kendilerinkine cevap veren bir titreyiş bul
mayı um arak sarılıp ve soluk soluğa kalıp titrerler; kendi
duygularının canlı olduğunu kanıtlam ak için ötekinde bir
karşılık, biz özlem ararlar. Eski bir benlik olarak söylüyo
rum ki, buna aşk denir.
İnsan bazen, tüm cinsel kahram anlığıyla kasılmalarının
arasında, erkeklerin cinsel atletler olm aya çalıştıkları izle
nimine kapılır. Peki bu oyunun büyük ödülü nedir? Yalnız
ca erkekler değil, kadınlar da cinsel güçlerini kanıtlamak
için uğraşırlar -o n la r da çizelgeye uymalıdırlar, tutku gös
term elidirler ve o göklere çıkarılan orgazma ulaşmalıdırlar.
İktidar üzerinde fazlaca durm anın genellikle iktidarsızlık
duygusunun telafisi olduğu, psikoterapi çevrelerinde artık
yaygın olarak kabul görm ektedir
Seksin, bütün bu farklı alanlarda, iktidarı kanıtlam ak
için kullanılm ası, teknik başarıya verilen önemin artm ası
na yol açtı. Burada da kendi kendini baltalayan tuhaf bir
Afk w i radr
gidişat gözlem liyoruz. Bu, sekste teknik başarım ın üzerin
de aşırı durmanın aslında cinsel hislerin azalmasıyla bağ
lantılı olmasıdır. Bu yaklaşım a ulaşm a teknikleri ise gü
lünçtür: Bunlardan biri, ilişki öncesi penise anestezik bir
merhem sürmektir. B öylece daha az hissederek, erkek or
gazmını daha uzun süre geciktirebilir. M eslektaşlarım dan
öğrendiğim e göre erken boşalm aya çare olarak bu aneste
zik “devayı” önerm ek hiç de olağandışı bir durum değil.
“Bir erkek hasta” diye yazar Dr. Schimel “Boşalm aları va
jinaya girişten on dakika, hatta daha sonra gerçekleştiği
halde ‘erken boşalm aları’ konusunda um utsuzdu. Ürolog
olan kom şusu ilişki öncesi anestezik m erhem kullanm ası
nı önerm işti. Hasta sonuçtan tam am en tatm indi ve ürolo
ga m innettardı” .17 H asta, kendi zevklerinden bütünüyle
vazgeçm iş, sadece yeterli bir erkek olarak kendini kanıtla
maya çalışmıştı.
Hastalarımdan biri, erken boşalm a sorunuyla bir heki
me gittiğini ve ona böyle bir anestezik m erhem önerildiği
ni söylem işti. Beni, tıpkı Dr. Schimel gibi şaşırtan, hasta
nın bu çareyi hiçbir soru sormaksızın ve karşı gelmeksizin
kabul etm iş olm asıydı. Bu çözüm ona daha iyi bir başarı
mı sağlamamıştı? Am a bu genç adam bana geldiğinde ak
la gelebilecek her yönden iktidarsızdı, hatta karısının ara
bayla giderken ayakkabısını çıkarıp adamın başına vurması
gibi hiç de hanım efendice olmayan hareketiyle başa çıka
m ayacak kadar. Bu adam bu iğrenç evlilik karikatürü için
de elbette iktidarsızdı. Penisi de, kendinden geçecek kadar
uyuşturulm adan önce uygun niyeti, yani bir an önce ora
dan çıkm a niyetini taşıyacak kadar “kendinde” olan tek
karakterdi.
64
Relin M<iy
Daha iyi başarı gösterm ek için kendini daha az hisse
der hale getirmek! Bu, kültürüm üzün çoğunun yakalandı
ğı kısır döngünün canlı olduğu kadar ürpertici simgesidir.
Kişi iktidarını ne kadar çok sergilem ek zorunda kalırsa,
cinsel ilişkiye -eylem lerin en içten ve kişiseline- o dere
ce dış koşullarca değerlendirilecek bir başarı olarak bakar
ve kendini açılm ası, ayarlanması ve yönetilm esi gereken
bir m akine gibi görür. Kendine ve eşine karşı daha az his
besler; ne kadar az hissederse, cinsel iştahını ve becerisini
o kadar çok yitirir. Bu kendi kendini baltalayan gidişatın
uzun dönem deki sonucu ise şudur: En verimli aşık aynı
zam anda iktidarsız olandır.
Kendim ize, eşi “tatmin etm e” konusundaki aşın kaygı
nın, her ne kadar çarpıtılmış olursa olsun, cinsel eylem in
sağlıklı ve temel bir unsuru olduğunu hatırlattığım ızda, tar
tışm am ıza dokunaklı bir not eklenir; eşe verebilmede ken
dini kabul etm enin zevki ve deneyim i. Erkek çoğunlukla
kendisi tarafından tatmin edilm eye izin veren -b u deneyi
min simgesi hale gelen terimi kullanm ak gerekirse onu or
gazma ulaştırmasına izin veren kadına minnettarlık duyar.
Bu şehvetle şefkat arasındaki, seks ve agape arasındaki or
ta noktadır ve ikisine de dahildir. Kültürüm üzde çoğu er
kek bir kadını hoşnut etm eden erkek ya da insan kimliğini
hissedem ez. İnsanlarda kişiler arası ilişkiler öyle bir yapı
dadır ki, erkek ve kadın ötekini hoşnut edebilecek gibi his
setm ezse, cinsel eylem tam zevkine ya da anlam ına ulaşa
maz. Tecavüz türü sömürücü cinselliğin ve Don Juan gibi
baştan çıkarması zorlu cinselliğin altında yatan, ötekini
hoşnut etm enin zevkine ve yaşantısına varamamaktır. Don
Juan eylem i tekrar tekrar yerine getirm elidir, çünkü tama-
t* i m d t
men iktidarlı olm asına ve teknik olarak iyi bir orgazm a
ulaşm asına rağm en daim a tatminsiz kalacaktır.
Artık sorun eşi tatmin etme arzusu ve gereksinim i de
ğil, bu gereksinim in cinsel eylem deki kişilerce teknik an
lam da -fiziksel duyum verme o larak - yorum lanıyor olm a
sıdır. Norm alde az zaman alan, duyum un kendini aşıp duy
guya ulaşm asını, duygunun da şefkate ve bazen aşka ulaş
m asını sağlayan duygu verm e, fantezi paylaşm a, iç ruh
zenginliği sunma deneyim leri, kendi sözcük dağarcığım ız
dan bile çıkarılm ıştır (bu yüzden bunları burada saymak
“eski kafalılık” gibi gelebilir).
Seksin m ekanikleştirilm esine yönelik çağdaş eğilim le
rin iktidarsızlık sorunuyla yakından ilişkili olması şaşırtıcı
değildir. M akinenin ayırt edici özelliği hareketleri yapa
bilmesi am a hiçbir zaman hissedem em esidir, Analize gir
me nedenlerinden biri cinsel iktidarsızlık olan bilgili bir tıp
öğrencisinin anlamlı bir rüyası vardı. Rüyasında benden,
başına, tüm vücudundan geçecek ve diğer ucu penisinden _
çıkacak bir boru sokmamı istiyordu. Rüyasında borunun
çok güçlü bir sertleşm e oluşturacağına em indi. Gelişm iş
çağım ızın bu zeki evladında tüm üyle eksik olan şey, çözüm
olarak gördüğü şeyin sorununun asıl nedeni olduğunu,
yani kendini “düzüşm e m akinesi” gibi gördüğü anlayışıy
dı. Simgesi dikkat çekecek derecede açıktı: Beyin, zeka
dahil edilm işti, ancak yabancılaştırılmış çağımızın gerçek
sim gesi, kurnaz sistemi duygu yerlerine, thalam usa, kalbe
ve akciğerlere, hatta m ideye bile uğram adan geçiyordu.
Kafadan penise doğrudan yol -a m a kaybolan kalp!18
İktidarsızlığın geçmiş dönemlerle günümüzdeki oranını
karşılaştıracak bir istatistik ne elim de var ne de bildiğim
66
&)tio May
kadarıyla birileri buna ulaşmış. Ama benim izlenimim, ik
tidarsızlığın bugünlerde her alanda sınırsız özgürlüğe rağ
men (ya da bu nedenle) arttığı yönünde. Tüm terapistler
onlara bu sorunla gelen erkeklerin çoğaldığı konusunda
hemfikir gibi görünüyor -gerçi bunun cinsel iktidarsızlık
oranında gerçek bir artışı mı, yoksa bu konuda artan farkm-
dalığı veya konuşabilme becerisini mi gösterdiği tartışılır.
Belli ki bu da üzerine anlamlı istatistikler toplanması im
kansız konulardan biri. İktidarsızlık ve cinsel soğukluk
üzerine yazılmış bir kitabın, İnsanda Cinsel Davranış'm
pahalı olmasına ve abartılı bir dille yazılmış olmasına rağ
men aylarca çok satanlar listelerinde en üst sıralarda kal
ması, erkeklerin iktidarsızlık konusunda yardım alma iste
ğinin kanıtı gibi görünüyor. Nedeni ne olursa olsun, yaşlı
erkek kadar genç erkeğin de “evet” yanıtını kabul etmesi
gitgide güçleşiyor.
Yeni püritenliğin kendini göstermek için bulduğu tuhaf
yolları görmek için P layboy’un, dediklerine göre en çok
üniversite öğrencilerine ve rahiplere satılan o heybetli der
ginin bir sayısını açmanız yeterlidir. Silikonlu göğüslü kız
ları saygın yazarların makaleleriyle yan yana görür ve ilk
yüz kızarıklığından sonra bu derginin kesinlikle yeni ay
dınlanmanın yanında olduğu sonucuna varırsınız. Fakat da
ha yakından baktığınızda, bu fotoğraflanmış kızların yüzle
rinde garip ifadeler görürsünüz: Aynk, mekanik, davetkar
olmayan, amaçsız -terimin en olumsuz anlamıyla tipik şi-
zoid kişilik. Onların hiç “seksi” olmadıklarım, sadece
P alyboy 'un incir yapraklarını cinsel organlardan yüze taşı
mış olduğunu fark edersiniz. Yazı işleri müdürüne yazılan
mektupları okursunuz ve “Playboy Rahibi” başlıklı ilkinde
67
Aşk ur imde
“gençlere ve kilisenin sayısız üyesine H efner’ın felsefesi
üzerine vaazlar veren” bir rahibin “ gerçek Hıristiyan töre
lerinin ve ahlakının H efner’ın felsefiyle uyuştuğunu” ve
-hevesli bir o n ay la- “çoğu rahibin m odaya uygun papaz
evlerinde çileciden çok birer playboy gibi yaşadıklarını”
söylediğini görürsünüz.19 Mary M agdalene’i, iyi yem eği,
iyi giyim kuşamı sevdiği ve Ferisileri payladığı için “İsa
bir playboydu” başlıklı başka bir m ektup bulursunuz. Bü
tün bu dini gerekçelem enin nedenini ve eğer “özgürleşe-
ceklerse” insanların neden yalnızca özgürlüklerinin tadına
varmadıklarını merak edersiniz.
İster bu m ektupların oraya özellikle “yerleştirildiğine”
dair olum suz bir görüş takının, ister bunların yüzlerce
mektup arasından seçildiğine dair daha cöm ert bir görüşü
nüz olsun, sonuç aynıdır. Bir Amerikan erkeği tipi imajı
sunuluyor -k ızı m odaya uygun giysisinin parçalan gibi bir
“Playboy aksesuvarı” olarak gören tatlı dilli, ayrık, ken
dinden emin bekar. P layboy'un bu imajı sarsacak kasık ba- _
ğı, kel kafalar gibi şeyler için herhangi bir ilan içerm edi
ğini fark edersiniz. İyi m akalelerin (ki dürüstçe söylemek
gerekirse zevkli bir yardımcı tutm aya ve gerekli parayı
ödemeye hazır bir yazı işleri müdürü bunları kolaylıkla sa
tın alabilir) bu erkek imajına itibar kattığını görürsünüz.20
Harvey Cox, Playboy’un temelde cinsellik karşıtı olduğu
ve bunun “ insanın insan olmayı reddedişinin en son ve en
kurnaz bölüm ü” olduğu sonunca varır. “P layboy'un sade
ce bir bölümünü yarattığı olgunun, bu yeni zorbalık türü
nün korkunç gerçeğinin canlı bir göstergesi olduğuna”
inanır.21 Şair-sosyolog Calvin H erton. Playboy'\x m oda ve
eğlence dünyası içinde değerlendirirken, onu yeni cinsel
68
Kotto May
faşizm olarak adlandırır. 22
Playboy gerçekten de A m erikan toplum unda önemli
bir şeye tutunmuştur: Cox bunun “ kadınlarla birlikte ol
manın bastırılmış korkusu” olduğuna inanır. 23 Ben daha
ileri giderek bunun yeni püritenliğin bir örneği olarak, sü
rekliliğini Amerikan erkeğinin bağlanm a korkusunun bile
altında yatan bastırılmış bir kaygıdan aldığını düşünüyo
rum. Bu, bastırılmış iktidarsızlık kaygısıdır. Dergideki her
şey iktidar yanılsamasını hiçbir denem eye tabi tutmadan
destekleyecek şekilde güzelce düzenlenm iştir. Bağlanm a
mak (istifini bozm am ak gibi) Playboy için ideal örnek
m ertebesine yükseltilm iştir. Yanılsama hava geçirm ez ol
duğu, iktidarından şüpheye düşen erkekleri idare ettiği ve
kaygıyı serm ayeleştirdiği için bu mümkündür. Bu yanılsa
manın özelliği, Palyboy okurlarının, erkeklerin gerçek ka
dınlarla olm aktan kaçam ayacağı otuz yaştan sonra düşm e
sinde daha da net görülür. Bu yanılsam a eski bir din öğret
m eni, dindar bir M etodistin oğlu olan H efner’m Kuzey
C hicago’daki m alikanesinden neredeyse hiç çıkm am asıy
la örneklenir. Buraya yerleşm iştir ve işlerini etrafındaki
tavşan kızlarıyla ve alkolsüz Pepsi-Cola alemleri arasında
sürdürür.
A fk ıv UVfir
çeşit anestezi biçimini alır. Divandan ya da hasta sandal
yesinden gelen “seviştik ama hiçbir şey hissetm edim ” ya
lanm alarına alışm aya başladık. Yine şairler bize hastaları
mızın söylediklerinin aynılarını söylüyorlar. T. S. Eliot,
Çorak Ülke'd e (The Waste Land) şöyle yazar, “düşünce
yosma kadın” ve iğrenç katip çay zamanı ona saldırınca:
70
Rotla M ay
taya çıkar. Seks toplum lunuzda, 1920’lerden sonraki on
yıllarda, neredeyse her etkinlik “ötekine-yönelik” , bıkkın,
lezzetten ve maceradan yoksun hale dönüşürken, bu güç
teydi. Fakat bazı nedenlerle -bunlardan biri seksin diğer
alanlarda da kişiliğin onaylanm ası yükünün tümünü sırt
lanmış olm asıdır- sınırın tazeliği, yeniliği ve meydan oku
maları gitgide kayboldu.
Çünkü şu anda Riesman sonrası dönem de yaşıyoruz ve
Riesm an’ın “ötekine-yönelik” dediği davranışın ve radar
dan yansıyan yaşam biçim inin uzun dönem etkilerini yaşı
yoruz. Son sınır kaynayan bir Las Vegas’a dönüşm üş ve
sınır olmaktan çıkmıştır. A rtık isyan edecek hiçbir şey kal
madığı için gençler seks ile isyandan gelen yasadışı kimlik
hissini tadamıyorlar. Gençler arasında madde bağımlılığı
araştırm aları, gençlerin eskiden seksten gelen anne babaya
karşı isyanı, sosyal “canlılığı” artık uyuşturucudan aldıkla
rını söylediklerini bildiriyor. Bir araştırm a, öğrencilerin
“uyuşturucular heyecan, m erak, yasaklanm ış macera ve
toplum un giderek serbest bırakışı ile eşanlam lıyken, seks
ten bir bakıma bıktıklarım” ifade ettiklerini belirtiyor.25
Çoğu genç için bizim eskiden sevişm e dediğim iz şeyin
Aldous H uxley’in öngörülü deyim iyle boş bir “avuç avu
ca nefes nefese kalm a” olarak yaşandığm ı keşfettiğim izde,
şairlerin ne dediklerini anlam anın onlar için zor olduğunu
söylediklerinde, “yattık ama iyi değildi” şikayetini sıklık
la duyduğum uzda, artık bize yeni bir şey gibi gelmiyor.
Başkaldıracak hiçbir şey yok mu dedim ? Pekala, elbet
te başkaldıracak bir şey kaldı, o da seksin kendisi. Sınır,
kimliğin kanıtı, benliğin onayı tam amen cinselliğe başkal
dırı olabilir ve bazı kişiler için sıklıkla oluyor da. Bunu ke
A fk *v im de
sinlikle savunm uyorum . Belirtmek istediğim , bu sekse
başkaldırının -ro b o t kostüm ü içindeki bu m odem Lysistra-
ta ’nın şehirlerim izin kapılarında güm bürdediği, gümbür-
demese de dolaşıp durduğudur. Cinsel devrim sonunda
kendine güm bür güm bür değil inleyerek dönüyor.
Seks m akineleştikçe, tutku önem sizleştikçe ve hatta
zevk azaldıkça sorunun başa dönm üş olması şaşırtıcı de
ğildir. Ve m irabile dictu*, anestezikten antiseptik tavra
doğru bir gelişm e görürüz. Cinsel tem as böylece rafa ko
nup uzak durulm ası gereken bir şey haline gelir. Bu, yeni
püritenliğin başka ve kesinlikle en az yapıcı yönüdür: So
nunda da yeni bir çileye döner. Bunu, kültürlü kampüsler-
den birinde ortaya çıkm ış nükteli bir şiirde çok canlı bir
şekilde dile getirilm iş:
Dedi ki dekan
Öğretme m akinesinin yardımıyla
Kral Oedipus Rex
Öğrenebilirdi seksi
Kraliçeye hiç dokunm adan.
72
RoUo Mny
M cLuhan ve Leonard daha ileri gidip, yeni sekssiz çağda
erosun kaybolmayacağını, yayılacağını ve tüm yaşamların
şu anda mümkün olm ayacak derecede erotik olacağını ön
görürler.
Bu son sav gerçekten de m arnlam ayacak kadar rahatla
tıcıdır. Ancak her zamanki gibi M cLuhan’ın şu anki olgu
lara dair derinlem esine tespitleri m aalesef somut tem elle
ri olm ayan bir tarih çerçevesine -erk e k ve kadın arasında
ki farkların sözde azaldığı aşiretçilik ö n c e si- yerleştiril
m iştir.27 Bize kayıtsızlığın değil yeni erosun vive la diffe-
renceın* ölümünü takip edeceğine dair olumlu öngörüsü
için hiçbir kanıt sunmaz. Gerçekten de bu makalede
M cLuhan ile Leonard’ın bu yeni çağa tapınmalarından
kaynaklanan inanılm az karm aşıklıklar vardır. Sophia Lo-
ren’i bir R ubens’e benzetm elerine karşı Tw iggy'yi de X-
ışınına benzetirken “Bir kadının X-ışmı neyi ortaya ko
yar?” diye sorarlar: “Gerçekçi bir resim değil, ama derin,
içine alan bir görüntü. Uzm anlaşm ış bir dişi değil, bir m-
san.”2*Şimdi! X-ışını aslında bir insanı değil sadece uzman
teknisyenlerce okunabilecek, bize bir insanı veya sevmeyi
bırakın tanıdığımız bir erkeği ya da kadını asla anımsatma
yacak, benliği yitik, ayrılmış kem ikleri ya da dokuları gös
terir. Bu kadar “rahatlatıcı” bir gelecek görüşü derinlem e
sine bakıldığında korkutucu ve iç karartıcıdır.
New Society D ergisi’nden yüksek sesle okunm adan,
öylesine kurduğum erotik bir gündüz düşü için Soplıia
L oren’i Tw iggy’ye tercih etm e iznim yok mu?
* Ç.N Bu L atince terim "söylem esi rfe güzel olarak T ürkçeye çevrilebilir.
A ncak özgün m etinde de L atince olarak k ullanıldığından, olduğu gibi
bırakıldı.
,-lfA- ve irade
G eleceğim iz, Santa Bar bara’daki Dem okratik K urum
lan A raştırm a M erkezi’nde bu konu üzerinde yapılan tar
tışm aya katılanlarca çok daha fazla ciddiye alınıyor.
“Aseksüel Toplum ” adlı raporlan “ Biseksüel veya çok-
seksüel bir toplum a değil, aseksüel bir toplum a doğru sav
ruluyoruz: Erkekler saç uzatıyor ve kızlar pantolon giyi
y o r... Rom ans kaybolacak, aslında neredeyse yok olmuş
sayılır... Güvenceli yıllık gelir ve doğum kontrol hapı da
olduktan sonra, kadınlar evlenm eyi seçecek mi? Neden
seçsinler ki?” gibi gerçeklerle yüzleşiyor.29 Bu tartışm ala-
nn bir katılımcısı ve raporun da yazarı olan Bayan Eleanor
G arth, çocuk sahibi olm ada ve çocuk yetiştirm ede yaşa
nacak kökten değişim lerden bahseder. “D öllenm iş yu
m urtalar bir paralı askerin rahm ine yerleştirilebildiğinde
veya kişinin soyu sperm bankasından seçilebildiğinde ne
olacak? H anım , böyle şeyler kalırsa tabii, kocasından bir
tane daha üretm eyi seçecek mi? Ne sorun, ne kıskançlık ne
de aşk aktarım ı... Ya cam altında kuluçkadan çıkan çocuk
lar? O ıtak aşk şimdiki çocuk yetiştirm ede ortaya çıktığını
düşündüğüm üz insani özellikleri geliştirecek mi? Bu ko
şullar altında kadınlar hayatta kalm a dürtüsünü yitirip
şimdiki nesil A m erikan erkekleri gibi ölüm e yönelimli mi
olacaklar? Bu soruları savunma amaçlı yöneltm iyorum ”
diye ekler. “Bazı olasılıkları korkunç buluyorum .”30
Bayan Garth ve m erkezdeki meslektaşları bu devrim in
altında esas olarak kişinin cinsel organları ve cinsel işlev
leriyle ne yaptığı değil, insanoğlunun insanlığına ne oldu
ğunun yattığının fakındadır. “Beni kaygılandıran, insancıl,
hayat veren özelliklerim izin, yaşam bilim lerindeki geliş
melerin hızıyla kaybolm a olasılığı ve hiç kimsenin bu ge-
74
Rf/Uo M ay
üşm elerin diğer olasılıklarının olum lu ya da olumsuz özel
liklerini tartışm ıyor oluşudur.”31
Bu kitaptaki tartışmamızın amacı diğer olasılıklarının
olum lu ve olum suz yönlerine - yani insanoğlunun “insan
cıl, yaşam veren özellikleri”ni oluşturan özelliklerin yıkı
m ına ya da artırılmasına dair sorular sormaktır.
75
Aşk imd*
3
76
RoüoMty
sekse bir araç görevi vererek, duyarlılığı gizlemek için du-
yusallığı kullanarak seksi kısırlaştırdık ,ve onu yavan ve
boş bıraktık. Seksin sıradanlaştırılm asına kitle iletişim
araçlarının büyük yardımı ve teşviki olmuştur. Çünkü pi
yasayı boğan seks ve aşk üzerine yazılmış sayısız kitabın
birleştiği bir nokta vardır -k o n u y a tenis oynamayı öğren
me ve yaşam sigortası alm a karışım ı bir tavırla yaklaşarak,
seks ve aşkı aşın basitleştirirler. Bu süreçte, erosu bir ke
nara iterek seksi güçsüzleştirdik ve sonunda ikisini de in
sanlıktan uzaklaştırdık.
Bu bölümdeki savım , seksi kısırlaştırmamızın altında
yatanın seksin erostan ayrılması olduğudur. Gerçekten de.
seksi erosla karşı karşıya getirdik, seksi tam am ıyla erosun
kaygı yaratan m üdahalelerinden kaçm ak için kullandık.
Görünürde aydınlanm ış seks tartışm alarında, özellikle ko
nu sansürsüzlük olduğunda, toplum um uzun tek gereksini
minin erosun dışavurum unun tam özgürlükle yaşanması
olduğu savunulur. Ancak, sadece terapideki hastalarımızda
değil, edebiyatım ızda, tiyatrom uzda ve hatta bilimsel araş-
tırm alanm ızm doğasında gördüğümüz gibi, toplumumuzun
derinliklerinde yaşanan bunun tam tersidir. Erostan kaçı
yoruz ve seksi de bu kaçışta taşıt olarak kullanıyoruz.
Seks, erosun kaygı yaratan yönlerini bilincimizden sil
mek için el altındaki uyuşturucudur. Bunu başarm ak için
seksi daha da darca tanım lam ak durum unda kaldık: Seks
le zihnimizi ne kadar meşgul ettiysek, tanımladığı insan
deneyim i de o kadar kesik ve büzülm üş kaldı. Erosun tut
kusundan kaçınmak için seksin heyecanına kaçıyoruz.
77
A fk wı im di'
BASTIRILMIŞ EROSUN DÖNÜŞÜ
Savım, hem hastalarımda hem de toplumumuzda göz
lemlediğim bazı garip olgular -tuhaf bir patlayıcı özelliği
olan ruhsal püskürmeler- üzerine biçimlendirilmiştir. Bu
olgular, sağduyulu bir açıdan bakıldığında günümüzde en
beklenmeyen alanlarda ortaya çıkmıştır. Çoğu insan, tek
nolojik gelişmelerin bizi büyük ölçüde istenmeyen gebe
lik ve cinsel hastalık riskinden koruduğu gerçeğine güve
nerek yaşar, böylece, yalnız bu nedenle, insanların sekse
ve aşka dair kaygıları sonsuza dek müzeye sürülmüştür.
Önceki yüzyıllarda romancıların hakkında yazdığı talihsiz
likler -bir kadın kendini bir erkeğe verdiğinde, bu Kızıl
D am ga 'da olduğu gibi gayri meşru gebelik ve toplumdan
dışlama; ya da Atına Karenina'daki gibi, aile yapısının tra
jik bir biçimde parçalanması ve intihar; veya sosyal gerçe
ğin pazar yerinde olduğu gibi cinsel hastalık anlamına ge
liyordu- zamanla geçti. Şimdi, “Tanrıya ve bilime şükür
ler olsun” diyoruz kendi kendimize, “tüm bunlardan kur-,
tulduk”! Buradan çıkar, anlam, seksin özgür, aşkın kolay
olduğu ve öğrencilerin bahsettiği “hazır Zen” gibi hazırda
tedarik edilebilir paketler içinde geldiğidir. Eskiden trajik
ve şeytansı öğelerle ilişkilendirilen daha derin çatışmalar
dan söz etmek şimdi çağdışı ve anlamsızdır.
Fakat, “Bütün bunların altında devasa ve geniş çaplı bir
bastırma yatıyor olamaz mı?” diye sorma kabalığında bu
lunacağım. Seksin değil de, beden kimyasının altında ya
tan, seksten daha yaşamsal, daha derin ve daha kapsamlı
ruhsal gereksinimlerin bastırılması... Şüphesiz toplumca
onaylanan; ama sırf bu nedenle sezmesi daha zor ve so
nuçları daha etkili olan bir bastırma. Tabii ki çağdaş tıbbi
ftotioM ay
ve psikolojik ilerlemeleri sorgulamıyorum; aklı başında
hiç kimse gebelik önleyiciler, östrojen ve cinsel hastalık
tedavileri karşısında nankörlük yapamaz. Gerçekten de
katı kurallı Viktorya döneminde değil de özgürlüklerle ve
olasılıklarla dolu bu çağda doğduğum için kendimi şanslı
sayıyorum. Ancak bu sonuç aldatıcı ve ilgiyi başka tarafa
çekmek için yapılmış bir manevradır. Sorunumuz daha de
rindir ve tüm çıplaklığıyla gerçektir.
Sabahları gazeteyi elimize alıp, aydınlanmış Ameri
ka’da her yıl bir milyon yasadışı kürtajın gerçekleştiğini ve
evlilik öncesi gebeliklerin her yerde arttığı okuyoruz. Mev
cut istatistiklere göre, şu an on üç yaşında olan her altı kız
dan biri, yirmi yaşında gelmeden gayri meşru gebelik ya
şayacak -bu oran, on yıl öncesinin iki buçuk katıdır'Artış
çoğunlukla emekçi sınıfından kızlar arasındadır, fakat orta
ve üst sınıf kızlar arasındaki artış da bu sorunun yalnızca
mağdur topluluklara dair bir sorun olmadığını kanıtlayacak
orandadır. Gerçekten de bu büyük artış Porto Rikolu veya
zenci kızlar arasında değil beyaz kızlar arasındadır -on yıl
önce 1.7 olan gayri meşru canlı doğumların oram geçen yıl
5.3’e yükselmiştir. Ne kadar doğum kontrol, o kadar gay
ri meşru gebelik gibi tuhaf bir durumla karşı karşıyayız.
Okur, gerekli olanın ilkel kürtaj yasalarının değiştirilmesi
ve seks eğitiminin artırılması olduğunu haykırmadan, ki
buna ben de katılıyorum, bir uyarıda bulunayım. Geniş
kapsamlı daha çok seks eğitimi önerisi, kendimize daha
korkutucu soruları sormaktan kaçmamızı sağladığı için bir
yatıştırma işlevi görür. Gerçek sorun bilinç düzeyinde, ak
la uygun amaçlarda olamaz mı? Daha sonra amaçlılık diye
adlandıracağım daha derin bir alanda olamaz mı?
Aşk ur im de
Kenneth Clark örneğin, alt sınıftan zenci bir kız için
şöyle der: “K enara itilm iş zenci kadın kişisel onay kazan
mak için cinsiyetini kullanır. Arzu edilir ve bu neredeyse
yeterlidir. Ç ocuk, kadın olduğunun bir işaretidir ve kendi
başına bir şey yapmak onu kazançlı çıkarabilir.”2 Kişinin
kimliğini ve kişisel değerini kanıtlam ak için verdiği bu
m ücadele, alt sınıftan kızlar için daha kolay dile getirilebi
lir, fakat aynı durum , sosyal açıdan becerikli davranışlarla
bunu daha iyi gizleyebilen orta sınıf kızlarda da vardır.
Daha önce birlikte çalıştığım üst orta sınıftan bir kadın
hastayı örnek olarak alalım . Babası küçük bir şehirde ban
kacı, annesi ise her zaman herkese karşı “Hıristiyan” bir
tutum sergileyen, terapi verilerine göre fevkalade katı ve
kızı doğduğunda ona aslında içerlemiş saygın bir hanım e
fendiydi. Hastam iyi eğitim li, otuzlu yaşlarının başında,
büyük bir yayınevinde başarılı bir yazı işleri müdürüydü
ve tabii ki seks ve doğum kontrolü konusunda hiçbir bilgi
eksikliği yoktu. Ancak benim le tedaviye başlam adan bir
kaç yıl önce, yirmili yaşlarının ortasındayken, iki gayri
meşru gebelik yaşam ıştı. Bu gebeliklerin her ikisi de ona
acı dolu suçluluk ve çelişki duyguları yaşatm ıştı, ancak o
birinden hem en diğerine geçm işti. Yirmili yaşlarının ba
şında, kendisi gibi aydın, duygusal açıdan mesafeli bir
adamla iki yıldır evliydi ve her ikisi de, çeşitli saldırgan-
bağımlı dırdırlarıyla diğerinin boş bir evliliğe biraz anlam
ve canlılık katması için çalışmıştı. Boşandıktan sonra, yal
nız yaşarken, akşam ları gönüllü olarak körlere kitap oku
maya başladı. Kitap okuduğu genç kör adamdan hamile
kaldı. Bu ve bir sonraki kürtajın onu çok fazla üzmesine
rağmen ilk kürtajından hemen sonra tekrar hamile kaldı.
80
RoUo May
Bu davranışı “cinsel g e re k sin im le re dayandırarak an
layabileceğim izi düşünm ek saçmadır. Gerçekten de, cin
sel arzu hissetm em iş olması onu gebelikle sonuçlanan cin
sel ilişkilere itm ekte daha etkiliydi. Gebeliklerin devini
mini keşfedebilm ek için en ufak bir şansım ız varsa, bunu
kadının benlik imajına ve dünyasında kendi için anlamlı bir
yer bulm aya çalışma yollarına bakarak yapabiliriz.
Tanı açısından konuşursak, kadın tipik bir çağdaş şizo-
id kişilikti: Zeki, kendini rahatça ifade edebilen, verim li,
işte başarılı, ama kişisel birleşm elerde mesafeli ve yakın
ilişkilerden korkan. Kendini her zam an. LSD aldığında bi
le, kendi başına bir şey hissedem eyen, uzun süre bir şey
yaşantılayam ayan boş bir insan gibi görm üştü. Dünyaya
ona biraz tutku, biraz canlılık vermesi için haykıran insan
lardandı. Çekiciydi, birçok erkek arkadaşı olm uştu, ancak
onlarla ilişkileri “kurum uş” nitelikteydi ve şevkle istediği
hazdan yoksundu. İçlerinden biriyle yatarken, en yakın ol
dukları anda, birbirlerine sıcaklık için tutunan iki hayvan
gibi olduklarını, o an genel bir um utsuzluk hissettiğini an
latmıştı. Terapinin başlarında çeşitli biçim lerle tekrar eden
bir rüyası olm uştu, kendisi bir odadaydı, anne babası da ta
vana kadar çıkmayan bir duvarla ayrılmış yan odadaydılar
ve ne kadar sert bir şekilde duvara vurursa vursun, ne ka
dar yüksek sesle onları çağırırsa çağırsın, onlara sesini bir
türlü duyuram ıyordu.
Bir gün terapiye geldiğinde, bir resim sergisinden yeni
çıkm ış, kendisi hakkındaki duyguları en doğru şekilde be
timleyen simgeyi keşfettiğini söylem işti: Edward Hop-
per’ın yalnız figürleri, içinde tek bir figür olan resimleri -
iyi ışıklandırılm ış, lüks ama tam am ıyla boş bir tiyatroda
A fk r* ira d r
tek başına duran yer gösterici kız; mevsim sonunda, ten
ha sahilde, Viktorya dönem i bir evin üst kat penceresinin
önünde yalnız başına oturan bir kadın; hastamın küçük şe
hirde büyüdüğü evden pek de farklı olmayan bir evin ve
randasında, sallanan sandalyede bir başına oturan insan.
H opper’m resim leri, gerçekten de, “yabancılaşm a” klişe
siyle söz edilen sessiz um utsuzluğa, insan duygusunun ve
özlem inin boşluğuna hazin bir anlam verir.
Kadının ilk gebeliğinin kör bir insanla ilişkisinden ol
ması dokunaklıdır. B urada adam a bir şey verm ek ve ken
dine de bir şey kanıtlam ak istemesindeki saf cöm ertliğin
den etkileniyoruz, am a en çok, gebe kalm a olayım n tüm ü
nü çevreleyen “körlük” atmosferi karşısında kalakalıyo
ruz. Bu kadın, refah ve teknolojik güç dünyasında olup da,
hiç kim senin diğerini görem ediği ve dokunuşum uzun an
cak görünm ezlikte el yordam ıyla aram ak olabildiği, par
maklarımızı diğerinin bedeninde onu tanımak için dolaştır
dığım ız, fakat bizi çevreleyen karanlıkta bunu yapamadığı
mız körler dünyasında hareket eden birçok insandan biriy
di.
Kadının birinin onu istediğini kanıtlayarak - kocası onu
istem em işti - özsaygısını pekiştirmek için; duygusal yok
sulluk hissini telafi etm ek -e ğ e r rahmi (“hystera”) bir
duygusal boşluk simgesi olarak alırsak, gebelik bunu rah
mi doldurarak tam anlam ıyla başarır- için; annesine, ba
basına, onların bunaltıcı ve ikiyüzlü orta sınıf geçmişlerine
olan öfkesini dışavurm ak için hamile kaldığı sonucuna va
rabiliriz. Bunları söylem eye bile gerek yok.
Peki bu kadında ve toplum um uzdaki, mantıklı ve iyi ni
yetlerim izin altında yatan iç tezatların gerektirdiği ve as-
82
HoUoMou
lıııda iç tezatların içine yerleşm iş, derinleşen karşı koyuşa
ne dem eli? Bu kızın ya da herhangi bir kızın yalnızca bil
gisizim den hamile kaldığım düşünm ek saçmadır. Bu kadın,
onun gibi üst sınıf ve orta sınıf kızlar için gebelik önleyici
lerin ve seks bilgisinin hiç olm adığı kadar ulaşılabilir ol
duğu bir çağda yaşam aktadır, içinde yaşadığı toplum her
yönden sekse dair kaygının geçm işte kaldığını duyurarak
onu aşk ile ilgili her türlü çatışm adan arınması için yürek
lendirm ektedir. Ya tam olarak bu yeni özgürlükten kay
naklanan kaygıya ne dem eli? Bireysel bilinç ve kişisel se
çim yetisine yük bindiren, çözülem ez olm asa bile yine de
çok büyük olan kaygı; gelişm iş ve aydınlanm ış günüm üz
de, Viktorya döneminin histerik kadınlan gibi eylem e vu
ru lamay an (çünkü bugünlerde herkes özgür ve çekinm esiz
olmalıdır), bu yüzden içe dönen ve on dokuzuncu yüzyıl
kadınının engellenen eylem leri yerine duyguları engelle
yen, tutkuyu boğan kaygı.
Kısaca, bu beladaki kızların ve kadınlann, kendilerinde
ki ve toplum daki devasa bastırm âm n — eros ve tutkunun
bastın İmasının, seksin aşın derecede elde edilebilirliğinin
bir bastırm a tekniği olarak kullanılm asının - kısmi kurban
ları olduğunu önerm ekteyim . Bunun bir sonucu “inakçı
aydınlanma”mızın bizi bu yeni ve içsel kaygıyla yüzleşme
yollarından m ahrum eden öğeler taşımasıdır. “Bastınlmışın
dönüşü”nü yaşam aktayız, seks her yandan ne kadar rüşvet
verirse versin yadsınam ayacak bir erosun dönüşü; tam a
m en duygulardan kendim izi geri çekm em izle alay etm ek
için tasarlanm ış, ilkel bir biçimde bastırılm ışın dönüşü.
Aynısı erkeklerle yaptığımız çalışmalarda karşımıza çı
kar. Genç bir psikiyatr, staj dönem i analizinde, hom osek
A şk w* ir v d f
süel olduğu korkusuna kapılmıştı. Yirmili yaşlarının orta
sındaki bu adamın hiçbir kadınla cinsel ilişkisi olmamıştı
ve homoseksüel bir davranışı olmamasına rağm en, bu “ha-
va”yı yaydığını düşündürecek sayıda erkekten teklif alm ış
tı. Terapisi sırasında bir kadınla tanıştı ve zamanla cinsel
ilişki yaşam aya başladılar. İlişkilerin en az yarısında ko
runmadılar. Birkaç defa kadının büyük ihtimalle hamile
kalacağı gerçeğine dikkatini çektim; tüm bunları tıp eğiti
m inden dolayı bilen o da benim le hem fikir olduğunu söy
leyip bana teşekkür etti. Fakat korunm adan ilişkiye gir
meye devam edince ve bir keresinde kadının adeti gecikip
oldukça kaygılanınca, ben de kendimi belli belirsiz kaygı
lanırken buldum ve aptallığına sinirlendim . Daha sonra
tüm saflığımla esas meseleyi kaçırmış olduğu fark edip
kendim e geldim . Böylece söze girdim , “bana öyle geliyor
ki sen bu kadını hamile bırakmayı istiyorsun'". Önce eşdu-
yum lulukla beni yalanladı, ama daha sonra duraksayıp
açıklam amın doğruluğunu tartmaya başladı.
Y öntem ler ve bu yöntem lerin ne yapmaları gerektiğine
dair konuşm alar tabii ki yersizdi. Kendini hiçbir zaman
erkeksi hissedem em iş bu adam da bir tür yaşam sal ihtiyaç,
onu sadece kendini bir erkek olarak kanıtlam aya - b ir ka
dını hamile bırakm ak ilişkiye girebiliyor olm aktan çok da
ha belirleyicidir- değil, doğaya bir parça egem en olm aya,
esaslı bir üretken süreci yaşantılm aya, kendini ilkel ve
güçlü biyolojik bir sürece teslim etm eye, evrenin daha de
rin nabız atışlarının bir parçası olmaya itiyordu. Hastaları
mızın insan deneyim inin bu daha derin kaynaklarından ta
mamıyla yoksun bırakıldığını görmeden bu sorunları anla
yamayız.3
84
Holla May
Bu gayrı meşru gebeliklerinin -v e y a denklerinin- ço
ğunda, duygulanım ı elden alan, teknolojiyi duyguların ye
rine koyan, insanlarını yavan ve anlam sız varoluşa çağıran,
özellikle genç nesle yasadışı kürtajdan daha acı verici olan
benlik yitimini yaşatan sosyal düzene bir karşı koyuş göz
lem leriz. Hastalarını uzun süre görm üş hiç kimse benlik
yitiminin yarattığı psikolojik ve ruhsal ıstırabın, Fiziksel
acıdan daha dayanılm az olduğunu öğrenm eden edemez.
Gerçekten de çoğu zam an, fiziksel acıya (veya toplumsal
dışlam aya, şiddete veya asiliğe) içtenlikle karşıladıkları
bir rahatlam aym ış gibi sarılırlar. Bu kadar mı “uygar” ol
duk da bir kızın doğurmayı arzulayabileceğim ve bunu sa
dece psiko-biyolojik nedenlerden değil, duygusuz varolu
şunun yavan çöllüğüne son verm ek, um utsuzluğun-boşlu-
ğundan-uzak-durm ak-için skişm enin tekrarlayıcılığmı yok
etm ek için yapabileceğini unutuverdik? (“Peki ne yaparız
yarın?” diye bağırtır T.S. Eliot zengin fahişesini, “Ve her
günü Tanrının?”) Ya da yüreğin hiçbir zaman tutkusuzluğa
alıştırılamayacağı için kızın ham ile kalmayı arzulayabile
ceğim , bunu dışavurma hakkının kızın elinden alındığı ve
kızın kendisinin bu hakkı “serinkanlı bin yıl” çağında bi
linçli olarak yadsım ış olabileceğini? Hiç değilse hamile
kalm ak gerçek bir şey, kıza ve de adam a gerçek oldukları
nı kanıtlar.
Yabancılaşm a, samimi bir biçim de yakınlaşm a becerisi
yitimi olarak hissedilir. Duyduğum kadarıyla bu insanlar;
“konuşmayı arzuluyoruz am a kurumuş seslerim iz cam kı
rığı üzerindeki sıçan ayakları” diye bağırıyorlar.4 Birbiri
mizi duyam adığım ız için yatağa giriyoruz; birbirimizin
gözlerine bakam ayacak kadar utangaç olduğum uz için ya
85
A şk i*
tağa giriyoruz; yatakta baş çevrilebilir.5
İnsanların yabancılaşm a nedeni olarak gördükleri örf
lere başkaldırm aları; çabasız erdem i, risksiz seksi, m üca-
delesiz bilgeliği, çalışm adan lüksü -tabii eğer tutkusuz aş
ka ve bir süre sonra duygusuz sekse razı olurlarsa- vaat
eden sosyal normlara karşı koymaları şaşırtıcı olmamalıdır.
Yan tannlığm inkarı yalnızca dünya ruhlarının yeni bir kı
lıkta karşımıza çıkacağı anlam ına gelir; Gaea duyulacak ve
karanlık geri döndüğünde, beyazı yoksa, M eryem A na’nın
siyahı olacak.
İçine düştüğüm üz yanlışlık tabii ki bilimsel gelişm ele
rimizi ve aydınlanmamızı değil, bunların sekse ve aşka da
ir kaygılarımızı örten bir battaniye gibi kullanmamızı içe
rir. M arcuse, bastırılm am ış bir toplum da, seksin geliştikçe
erosla birleşm e eğilim i gösterdiğini söyler. Toplumum u-
zun tamamen tersini yapm ış olduğu açıktır: Seksi erostan
ayırdık ve sonra erosu bastırmaya çalıştık. Yadsınmış ero
sun bir öğesi olan tutku daha sonra onun bastınlm ışlığm -
dan kurtulup kişinin tüm varlığını altüst etm ek için geri
dönecektir.
EROS NEDİR?
Günüm üzde eros, “erotizm ” in veya cinsel heyecanın
eşanlamlısı olarak kullanılmaktadır. Eros, “ Afrodizyak Ta
rifler” içeren ve “Soru: Kirpiler Nasıl Yapar? Cevap: Dik
katlice” gibi soru-cevap m akalelerine yer veren bir cinsel
sırlar dergisine verilen addır. İnsan, Aziz Augustine gibi
bir bilirkişiye göre erosun, insanları Tanrıya sürükleyen
bir güç olduğu gerçeğini herkesin unutup unutmadığını
m erak ediyor. Böyle büyük yanlış anlaşılm alar erosun ölü
se
Rollo M ay
münü kaçınılm az hale getirir: Çünkü aşırı uyarılan çağı
m ızda artık heyecanlandırmayan heyecanlara ihtiyacımız
yok. Bu yüzden bu çok önemli terimin anlam ını netleştir
m ek gereklidir.
Eski Yunan mitolojisi bize, E ros’un dünya üzerindeki
yaşamı yarattığım anlatır. Dünya çorak ve cansızken “can
veren oklarım kavrayıp Dünyamın soğuk bağnnı delen”
E ros’tu ve “kahverengi yüzey anında bereketli bir yeşillik
le kaplandı” . Bu, Eros’un yaşamı yaratığı araç olarak - o
delen fallik o k lar- seksi nasıl içine aldığının hoş bir sim
gesel resm idir. D aha sonra Eros çam ur biçim indeki erkek
ve kadının burun deliklerine üfledi ve onlara “yaşam ruhu
nu” verdi. O zamandan beri, eros seksin gerilim boşaltma
işlevinin aksine, yaşam ruhu verm e işlevi olarak önem ka
zandı. Eros, diğerleri Kaos, Gaea (toprak ana) ve Tartarus
(H ades’in toprak altındaki karanlık çukuru) olan dört asıl
tanrıdan biriydi. Joseph C am pbell’a göre Eros, ne kılıkta
olursa olsun, ataydı, yaşamın kaynaklandığı ilk yaratıcıy
dı.6
Seks, fizyolojik terim lerle, bedensel gerilim in birikimi
ve onların salı verilişi olarak yeterli bir biçim de tanım lana
bilir. Eros, tam tersine, eylem in kişisel niyetlerinin ve an
lamlarının yaşantılanmasıdır. Seks bir uyarım ve tepki rit
mi iken, eros bir varlık durumudur. Seksteki zevk, Freud
ve diğerleri tarafından gerilim azaltılması olarak nitelen
miştir; erosta ise aksine, heyecandan kurtulm ayı değil,
ona tutunm ayı, onun tadını çıkarmayı ve hatta onu artırma
yı dileriz. Seksin gösterdiği yolun sonunda tatmin ve ra
hatlam a varken, eros bir arzulayış, özlem , sürekli ulaşm a
ya çalışm a, büyüm ek için çabalayıştır.
Tüm bunlar sözlük tanım larına uygundur. W ebster’s
sözlüğü seksi (Latince “ayrılm a” anlam ındaki sexus'tan
gelir) “Fizyolojik farklıklar... Erkek ya da dişi olm a özel
liği vey a... Erkek ya da dişinin ayırıcı işlevleri” olarak ta
nımlar.7 Eros ise, tersine, “ateşli arzu” , “yanıp tutuşm a” ,
“çoğu zaman duyum sal nitelikte olan kendini gerçekleşti
ren yüksek gayeli aşk” olarak tanımlanır.8 Latinlerin ve
Yunanlıların, bizde olduğu gibi, seks ve aşk için iki ayrı
sözcükleri vardı; ancak Latinlerin sem rtan bu kadar sey
rek bahsetmeleri kulağım ıza tuhaf geliyor. Seks onlar için
m esele değildi; onların derdi amordu. B enzer biçim de,
herkes Yunanca eros sözcüğünü bilir, ama neredeyse hiç
kimse onların seks için kullandıkları terimi bilmez. Terim,
zoolojide kabile, ırk için kullanılan “phylon” terimini tü
rettiğim iz ((ruXov’dir. Bu, Y unanca’da arkadaşça sevgi an
lamına gelen p h ilia d m tam am en farklı bir köktür.
Bu nedenle seks hayvanlara olduğu kadar insanlara da
uygulanabilen hayvanbilim sel bir terimdir. Kinsey bir
hayvanbilimci ve m esleğine uygun olarak insanın cinsel
davranışını hayvanbilimi açısından inceledi. M asters jine
kologdur; seksi cinsel organlar ve onlann nasıl idare edilip
kullanılacağı açısından inceler: Seks, ona göre, bir nörofız-
yolojik işlevler örgüsüdür ve cinsel sorun organlarla ne
yaptığından ibarettir.
Diğer yandan eros, kanatlarını insanın hayal gücünden
alır ve tüm teknikleri daim a aşar, mekanik kurallarımızın
üstündeki yörüngede neşeli bir biçimde salınarak tüm
“ Nasıl yapılır?” içerikli kitaplara güler, organlarını kulla
nacağına sevişir.
Çünkü eros bizi çeken güçtür. Erosun özü, seks arka
88
RuiUı Mny
dan iterken, bizi önden çekm esidir. Bu gündelik dilde, bi
ri beni “ayartıyor” veya beni “baştan çıkartıyor” dediğim
de ya da yeni bir iş olasılığı beni “çağırıyor” dediğim de or
taya çıkar. İçim deki bir şey diğer insana ya da işe karşılık
veriyor ve beni ona doğru çekiyor. Biçim lere, olasılıklara,
yüksek anlam düzeylerine hem nörofizyolojik boyutlarda
hem de estetik ve ahlaki boyutlarda katılıyorum . Yunanlı
ların inandıktan gibi, bilgi ve hatta ahlaki iyilik böyle bir
çekim i gerçekleştirir. Eros ait olduğum uzla birleşm eye
iten güçtür -k en d i olasılıklanm ızla birleşm eye, sayesinde
kendim izi gerçekleştirm eyi keşfettiğim iz diğer önem li in
sanlarla birleşm eye. Eros insanın a re te 'i, soylu ve iyi ya
şamı bulm aya kendini adamasını sağlayan arzudur.
Seks, kısaca, (zevkli bir rahatlam a aradığım ız) organla
rın şişmesi ve (tatmin edici bir kurtuluş aradığım ız) erbez-
lerinin dolm asıyla nitelenen bir ilişki kurm a biçimidir. Fa
kat eros kurtuluş için değil, dünyayı geliştirm ek, yaratm ak
ve biçim lendirm ek için çabalayan bir ilişki kurm a şekli
dir. Erosta, uyarılma artışı ararız. Seks bir gereksinim dir,
fakat eros bir arzudur ve aşkı karm aşıklaştıran işte bu ala
şımdır. A m erika’daki seks tartışm alarında orgazm dan bu
kadar bahsetm em ize gelirsek, seks eylem inin amacının
hayvanbilim sel ve fizyolojik anlam da gerçekten de or
gazm olduğu kabul edilebilir. A ncak erosun amacı bu de
ğildir: Eros, diğer insanla hazda ve tutkuda birleşm eyi ve
iki insanın da varlığım genişletip derinleştirecek yeni de
neyim boyutlarını üretm eyi ister. Hem halkbilim in hem de
Freud ve diğerlerinin ifadelerinin desteklediği, cinsel ra-
* Ö zdcm ir N u ık u ’nun 2 000 yılında R em zi K itabevinden çık an çev irisin
den alınm ıştır.
A şk ı vt ira de
hatlam adan sonra uykuya dalm a eğilim i - y a da fıkradaki
gibi giyinip, eve gidip, sonra uykuya d alm a- herkesçe
paylaşılan bir deneyim dir. Am a erosta tam tersini isteriz:
Uyanık kalıp sevdiğini düşünm eyi, onu hatırlayarak, onun
tadını çıkararak, Çinlilerin “çok görkem li” deneyim dedik
leri o prizm anın yeni yönlerini keşfetmeyi.
İnsan şefkatini yaratan durum işte bu eşle birleşm e
dürtüsüdür. Çünkü eros -ta m olarak seks d e ğ il- şefkatin
kaynağıdır. Eros, birleşm eyi, tam ilişkiyi sağlayan özlem
dir. Başlarda bu, soyut biçim lerle birleşm e olabilir. Filo
zof Charles S. Pierce, M ilford, Pennsylvania’daki evinde
tek başına oturup kendi m atem atik mantığını bulmaya ça
lıştı, am a bu onun erosu yaşantılamasını engellemedi; dü
şünür “bilimsel araştırm a görevi için gerçek eros tarafın
dan canlandırılmalıdır” diye yazdı. Ya da bu, estetik ve fe l
sefi biçim lerle veya yeni ahlaki biçim lerle birleşm e olabi
lir. Ama bunun en açık olduğu durum iki bireyin cinsel
birleşm esine doğru çekim dir. Birey olarak bize miras bıra
kılmış ayrılığın ve yalnızlığın üstesinden gelmeye her bire
yin duyduğu gibi Özlem duyan iki insan, o an için iki ayrı,
bireysel deneyim den değil, gerçek bir birleşm eden oluşan
bir ilişkide bulunabilirler. Yeni bir G eştalt, yeni bir varlık,
yeni bir m anyetik güç alanı olan bir paylaşım m eydana ge
lir.
Ekonomik ve biyolojik m odellerim iz tarafından yoldan
çıkarılıp, aşk eyleminin amacının orgazm olduğunu düşün
meye itiliyoruz. Fransızların eros konusunda, içinde ol
dukça gerçek payı olan bir sözleri vardır: “Arzunun amacı
onu tatmin etm ek değil, onun süresini uzatm aktır.” André
M aurois, orgazm ın hedef değil tesadüfi bir sonuç olduğu
90
Hath M ıy
sevişm eleri tercih edişinden bahsederken, başka bir Fran
sız deyişi kullanır: “ Her başlangıç hoştur.”
însanlann anımsadıklarından ve hastaların rüyalarından
yola çıkarsak, sevişm edeki en önemli an orgazm anı değil
dir. En önem li an, daha çok giriş anı, erkeğin ereksiyonu-
nun kadının vajinasıyla temas ettiği andır. Bizi sarsan, için
de o şahane ve ürkek -te rs yönden bakılınca aynı şey düş
ve umut kırıklığı da yaratabilir- büyük hayreti barındıran
an, o andır. K işinin sevişm e deneyim ine tepkilerinin en
özgün, en bireysel, en kendine has olduğu an, o andır. O
an, birleşme anı, ötekini kazandığımızı anladığımız andır,
orgazm değil.
Eskiler erosu bir “Tanrı” , ya da daha belirli bir şekilde,
daimon yapm ışlardı. Bu insan deneyim inin temel bir ger
çekliğini, erosun daim a bizi kendimizi aşm aya itiyor olu
şunu ifade etm enin sim gesel bir yoludur. G oethe’nin “ka
dınlar bizi yukarı çeker” sözü, “eros, bir kadınla birleşiğin
de bizi yukarı çeker” olarak daha doğruca yorumlanabilir.
Böyle bir gerçeklik bir yönden içsel, kişisel ve özneldir,
diğer bir yönden de dışsal, toplumsal ve nesneldir -y an i
nesnel dünyada bize ilişkilerim izi kazandıran bir gerçek
liktir. Seksi doğal bir bedensel işlev olarak ele alan eski
ler, onu Tanrı yapm a gereği görm em işlerdir. Anthony bü
yük olasılıkla tüm cinsel gereksinim lerini Rom a ordusuna
eşlik eden cariyelerle karşılam ıştır; ancak C leopatra’yla
karşılaştığında eros devreye girm iş ve Anthony aynı za
manda hem esrik hem de yıkıcı olabilen yepyeni bir dün
yaya taşınmıştır.
Sanatçılar her zaman seks ve eros arasındaki farkı içgü
düsel olarak anlamışlardır. Shakespeare’in oyununda, Ro-
Aşk ıe Irudn
m eo’nun arkadaşı M ercutio. onu bir önceki sevgilisini
çağdaş anatomik biçimde güzelce anlatarak kızdırır:
HvUoMaı/
da ırktan olandan tuhaf bir biçimde büyülenir. Shakespeare,
Romeo ve Juliet’in aşkıyla, trajik de olsa, önceleri savaşta
olan Mantogue ve Capuletleri birbirine bağlayarak, tüm Ve
rona kentini birleştirerek erosun anlamına sadık kalır.
PLATON’DA EROS
İnsanın eski zamanlardaki bilgeliğinin tem elinde, eros
ta hepim izin hissettiği sevgiliyle birleşm eye, hazzın süre
sini uzatm aya, anlamı derinleştirm eye ve bunun değerini
bilmeye iten bir kuvvet yer alır. B u, yalnızca insanlarla
olan değil, yaptığım ız bir m akine veya inşa ettiğim iz bir ev
ya da kendim izi adadığım ız bir meslek gibi nesnelerle olan
ilişkiler için de geçerlidir.
Eros anlayışım ızın köklerini bulm ak için, sevgi konu
sundaki sezgilerinin çağdaşlığıyla okuyucuları hâlâ şaşır
tan ve keyiflendiren Şölen'e dönüyoruz.9 Platon'un -u y
gun bir biçim de tarihin en ünlü içkili eğlencesi olarak ad
landırılan- bu ziyafeti anlatan diyalogu neredeyse tam a
men eros tartışmasına ayrılmıştır. Yer, Sokrates. A ristopha
nes, Alcibiades ve diğerlerinin A gathon’un önceki gün ka
zandığı trajik tiyatro ödülünü kutlamak için davet edildiği,
A gathon’un evidir. G ece, hepsinin bir bir eros düşüncele
rini ve deneyim lerini anlatm asıyla geçer.
Önem li bir özet bölüm ünde Sokrates “ Sevgi nedir?”
diye sorar. Yanıtı ise ünlü aşk hocası Diotim a’dan alıntı ya
parak verir: “Ne ölümlü ne de ölüm süzdür, ikisinin orta-
sındadır... Büyük bir ruhtur (daim on), çünkü ruh dediği
miz Tanrı ile insan arası bir varlıktır.... Tanrı ile insan ara
sındaki boşluğu dolduran ruhlar böylece bütünlüğün bü
tünlüğünü kurarlar?” 10
93
4f k w imdtr
Eros insanüstüliik anlam ında değil, her şeyi ve herkesi
bir araya getiren güç, her şeyi biçim lendiren güç anlam ın
da bir tanrıdır. “B içim lendirm e” sözcüğünü gevşek bir bi
çim de kullanm ıyorum - içsel biçim verm e, sevilen kişinin
veya nesnenin eşsiz biçim ini aşkla aram a, kişinin benliği
ni o biçim le birleştirm e anlam ında kullanıyorum . Platon,
erosun, insanın yaratıcı ruhunu oluşturan T ann ya da De-
m iurgos* olduğunu söyler. Eros, insanı sadece diğer bir
insanla aşkın cinsel ya da diğer biçim lerinde birleşm eye
iten değil, aynı zam anda inanın içinde bilgi özlem im alev
lendiren ve onu gerçeklikle birleşm ek istem eye teşvik
eden dürtüdür. Eros sayesinde yalnızca şair ya da m ucit
olm ayız, ahlaki iyiliğe de ulaşırız. Eros halinde aşk, üreti
ci güçtür ve bu üretim “bir çeşit sonsuzluk ve ölüm süzlük
tür” -y a n i bu tür yaratıcılık insanın ölüm süz olm aya en ço k
yaklaştığı andır.
Eros biyolojik alanda birleşm e ve ürem e dürtüsüdür.
D iotim a, kuşlarda ve hayvanlarda bile “ ürem e güdüsü” nü
gördüğüm üzü ve onların “ birleşm e arzusuyla başlayan aş
ka bulaştıklarında ıstırap çektiklerini” sö y ler.11 İnsanoğlu
sürekli değişm ektedir:
94
Roüo M ay
tan nedir? Erostur, bütünlüğe özlem duyan içimizdeki
güçtür, renkliliğimize anlam ve düzen verme, bizi gittikçe
yoksullaştıran biçimsizliğimize biçim verme, dağılma eği
limimizi önlemek için ona bütünlük verme dürtüsüdür.
Burada, biyolojik olduğu kadar psikolojik ve duygusal
olan bir deneyim boyutumuz olmalıdır. Bu erostur.
Psikoterapide insanları sağlığa iten, erostur. Çağdaş
uyum veya iç denge ya da gerilim boşaltma öğretilerimi
zin aksine erosta, sonsuza uzanma, benliği genişletme, bi
reyi kendini daima daha yüksek gerçeklik, güzellik ve iyi
lik biçimlerini bulmaya adamaya zorlayan, devamlı olarak
yenilenen bir itici güç vardır. Yunanlılar, benliğin bu sü
rekli yenilenişinin erosun özünde olduğuna inanmışlardır.
Yunanlılar, erosun her zaman yalnızca cinsel arzuya
-onların dilinde epythymia veya şehvet- indirgenebilme
sine bir eğilimi olduğunu da biliyorlardı. Fakat biyolojik
olanın reddedilmemesi, erosta birleştirilm esi ve yüceltil
mesi konusunda ısrar etmişlerdir:
A fk ıv ırttifr
yarlılık sayesinde kişilerarası dünyada ve çevremizdeki
doğa dünyasında, bizden öte biçimlere, anlamlara açabil-
diğimizde ve bunlara katılabildiğimizde de erostayız.
Eros eşsiz bağlayıcı öğedir. Olma ve oluşma arasındaki
köprüdür, gerçek ve değeri birbirine bağlar. Eros, kısaca,
Hesiod’un, bugün kişinin hem “içinde” hem “dışında” bu
lunan güce dönüştürülmüş, esas yaratıcı kuvvettir. Erosun
bu kitapta önerilen amaçlılık kavramıyla ortak yanlarının
olduğunu görüyoruz: Her ikisi de insanın kendini yalnızca
sevgisinden değil bilgisinden dolayı da nesneyle birleşme
ye ittiğini varsayar. İşte bu süreç, insanın aradığı bilgiye ve
sevdiği insana bir parça da olsa zaten katılmış olduğunu
gösterir.
Daha sonraları Aziz Augustine’de. eros, insanı Tanrıya
iten güç olarak görüldü. Eros, Tanrıyla birleşmenin dini
deneyiminden ya da Freud’un deyimiyle, “okyanussa!” 14
deneyimden gelen gizemli birleşme özlemiydi. Nietz-
che'nin a m o rfa ti diye adlandırdığı, insanın kaderine olan
aşkında da bir eros öğesi vardır. Kader derken başımıza ge
len özel veya tesadüfi talihsizlikleri kastetmiyorum, zeka
mız ve gücümüz sınırlı olsa da, güçsüzlük ve ölümle sürek
li karşı karşıya olsak da, insanın sonlu durumunu kabulün--
den ve onayından bahsediyorum. Sisyphus miti, insanın
kaderini, düşünebilecek en katı biçimde sunar; ama Ca-
mus, o kaderde bile, bunun bilinçliliğini kabul etme cesa
retindeki insanın erosunu uyandıran, sevilecek bir şey bu
lur:
96
KnUaMay
g ece dolu dağın her maden tabakası kendi içinde bir dünya
oluşturur. Yükseklere doğru tırmanma çabası insanın kalbini
doldurm aya yeter. İnsan S isyp h u s’u mutlu düşlem elidir. 15
AjJc ıv irade
Tüm bunların psikoterapiyle ne ilgisi var? Bence çok
ilgisi var. Sokrates’in aldatıcı bir basitlikle söylediği “ in
san doğası erostan daha iyi bir yardım cıyı kolay bulam aya
cak” sözünü, kişinin içindeki ruhsal sağlığa iten güce ol
duğu kadar, psikoterapi sürecine de uygulayabiliriz. Sok
rates, D iyaloglar’ında da gördüğüm üz ve duyduğum uz gi
bi, tarihin en iyi psikoterapi örneğidir. Phaedo' nun sonun
daki duası her terapistin ofisinin duvarına yazılabilir:
FREUD VE EROS
Ancak eski Yunanlılar, her toplum un ve hem en hemen
her bireyin Öğrendiği gibi, insanm yaşam la her karşılaş
m asına tam bir insan gibi yaklaşm asının, kaldırması zor bir
yoğunluk ve disiplinli bir bilinç açıklığı gerektirdiğini bili
yorlardı. Bunu da erosu kurutm a, onu sadece cinsel tatm i
ne ya da şehvete indirgem e eğilim i izler. Günüm üzde ero
su inkar etm eye çalışan bazı gruplar görürüz. Bunlar D e
nis de Rougm ent gibi, erosa karşı şüpheli ve reddedici ta
vırlarının bir parçası olarak erosu cinsel tutkuyla özdeşleş
tiren idealistlerdir. Çünkü eros herhangi saf akli ya da di
ni zümre için kaçınılm az bir utançtır.
Aynı zam anda, Freud’un başlarda olduğu gibi, doğalcı
lar da vardır. Freud aşkı, kendini adadığı on dokuzuncu
yüzyıl H em holtz fizik m odeline uyan nicel bir kavram
olan libidoya indirgemek için kahram anca savaştı. Erosu
98
Jiviİo May
yadsım a gereksinim i o kadar fazlaydı ki, bu terim , Psiko
lojiye G enel G iriş'm dizininde değildir. E m est Jones’un
F reud: Hayatı ve E serleri’nin ilk iki cildinde terim dizin
de geçm ezken, sadece ikinci ciltte aşağı yukarı otuz defa
libido tartışılmıştır.. Üçüncü ciltte Jones, “Freud'un önce
ki yazılarında (1920’deki H az İlkesinin Ötesinde ’den ön
ce) E ros’a birkaç değinm e var” diye yazar. Jones sadece
iki örnek verir ve bunlar, “cinsel” in eşanlam lısı olarak
“erotik” i kullanm ak gibi, çok küçük örneklerdir. Bu son
ciltte Freud, erosu başlı başına keşfeder. Onu insan dene
yim inin, libidodan yalnızca ayrılması gereken değil, bir
bakım a libidoya karşıt yönü gibi görür. Burada çarpıcı bir
olay m eydana gelir: Freud, tamamıyla tatmin olm uş bir li
bidonun, ölüm içgüdüsü yoluyla özyıkıma götüreceğini
anlar. Ve eros -ya şa m ru h u - kendisiyle çatışırken yok
olan libidoyu kurtarm ak için çağırılır.
Fakat öyküm üzün çok ilerisindeyiz.
Bu konuda Freud’u tartışnken üç düzeyi birbirinden
ayırm alıyız. Birincisi, gerçekten de oldukça büyük olan
halk üzerindeki etkisi. “ Dürtü” ve “libido” terim leri yay
gın olan anlam larıyla ele alındığında, yazarının gerçek ni
yeti bunun tersi de olsa, popüler anlam da Freudyenlik
doğrudan seks ve aşkın sıradanlaştırılmasıyla el birliği ya
par. 16
Freud, seks kavramını okşama ve em zirm eden, yaratı
cılık ve dine kadar her şeyi kapsayacak biçim de zenginleş
tirm eye ve genişletm eye çalıştı. “ Biz cinsellik sözcüğünü,
Alman dilinde kullanılan liebetı sözcüğü gibi kapsamlı an
lamıyla kullanıyoruz.” 17* Seks terim inin bu genişliği özel
99
A fk w irade
likle Viktorya dönem indeki Viyana kültürüne dayanır,
çünkü seksin o dönemde bastırıldığı gibi insanın önemli bir
işlevi bastırıldığında, bir yerden sızıp diğer her insan eyle
mini boyar.
İkincisi, Freud’un cinsel içgüdü, dürtü ve libido terim
lerini kullanım şeklidir. Böylesine zengin zekalı her düşü
nür gibi, F reud’un bu terimleri kullanırken büyük bir cesa
retle belirsiz olduğunu, düşünce gelişim inin her aşam asın
da anlamları keyifle değiştirdiğini görüyoruz. Libido ve
cinsel dürtü kavram larının içinde, aşağıda sözünü edeceği
miz gibi, seksin fizyolojik tanımını aşan daim onik öğeler
vardır. Kariyerinin başlarında, arkadaşları daha nazik ol
duğu ve seks sözcüğünün yaratacağı utancı engellediği
için “eros” sözcüğünü kullanması konusunda Freud’u zor
lamışlardır: ancak o em in bir biçim de - v e şimdi bakıldı
ğında bile haklı o larak - bu şekilde uzlaşmayı reddetti. O
dönemde erosla seksin aynı anlam da olduğunu varsayıyor
gibiydi. Her insanda sabit ekonom ik m iktarda bulunan ve
cinsel birleşme dışındaki her tür aşkı, cinselliğin “ amacı
yasaklanm ış” dışavurum u olarak gördüğü bir cinsel aşk
(libido) m odelinde ısrar ediyordu.
Freud’un sadece belirli m iktarda aşkım ız olduğu inan
cı, onun, kişi birini severse kendine olan sevgisinin azal
dığı düşüncesini savunm aya iter.
100
f o & ı M ay
vazgeçtiğinde görülür.18
Aşk i? iradr
kanıt sunan Harry Stack Sul livan tarafından yapılmıştır.
Freud’un yaşam ının ve çalışmalarının ilk üçte ikisinde
erostan bahsetm em iş olm ası, günüm üzün “özgür ifade” il
kesiyle hemfikir olduğu anlam ına gelm ez. Bugün yaşasa,
toplum uzda “ içinden geleni yapm a”ya dair konuşm alara,
R ousseau’nun Güney D enizi’nde bir adadaki m utlu ilkeli
ni ideal olarak seçm eye yan gözle bakardı. 1912’de şöyle
yazmıştı:
102
Roito M ay
Sanki anım sanan travm ayla bir şeyler yapm aya, bir şeyler
dinsin diye kaygıyı tekrardan yaşantılam aya veya travm a
ları bir anlam kazansın diye kendilerini dünyalarına göre
yeniden biçimlendirm eye çabalıyorlardı. Nasıl tanımlanır
sa tanım lansın, yalnızca gerilim azaltma ve zevk artırm a
dan kat kat karm aşık bir şeyler yaşanıyordu. Ö zellikle bu,
Freud’u m azoşizm ve tekrarlam a zorlanım ı klinik sorunla
rına itti. A şkın, önceki kuramlarının belirttiğinden çok da
ha karm aşık biçim de, her zaman diğer kutuptaki nefretle
birlikte var olduğunu gördü. Buradan, yaşam ın her zaman
diğer kutuptaki ölüm le var olduğu kuram ını oluşturm aya
geçmesi çok da zor sayılmazdı.
Şim di de F reud ’un seks ve eros görüşünün, orta ve son
dönem yazılarında ortaya çıkan üçüncü aşam asına, bizim
am acım ız için en ilginç ve en önemli olanına geliyoruz.
Cinsel dürtünün kendisini tatmin etm enin -libidonun ge-
rilim ini azaltarak tam tatm ininin- eninde sonunda kendi
kendini baltalayan bir özelliği olduğunu ve ölüm e yönelt-
diğini görm eye başlam ıştı.
Savaştan hem en sonraki bu dönem de, altm ış dört ya
şındayken Freud, hakkında psikanaliz akım ın içinde bile
hep yapılm ış olan ve hâlâ bitmeyen tartışm aların olduğu
kitabı, H az İlkesinin Ö t e s i n d e ' yazdı. Kitaba, önceki
“haz ilkesiyle otom atik olarak düzenlenen zihinsel olayla
rın yönü ( ...) haz verm eyen bir gerilim tarafından içeride
harekete geçirilir öyle bir yön alır ki. kesin sonuç gerili
min azalm asıyla aynı zamanda m eydana gelir” inanıcını
özetleyerek başlar.20 Cinsel içgüdüler (ki F reud’un mizahi
açıklam asına göre bunları “eğitm ek” çok zordur) gerilimi
azaltarak zevk alm a amacının esas örneğidir. Freud, bir iç-
4
. ffc w ırorfr
güdünün amacının önceki bir durum a geri gelmek olduğu
nu vurgular. Burada term odinam iğin, evrendeki enerjinin
sürekli azaldığı şeklindeki ikinci yasasını ödünç alır. “İçgü
dü organik yaşam ın yapısında bulunan, nesnelerin önceki
durum una geri gelm e d ü rtü sü d ü r...” , ve “canlı şeylerden
önce cansızlar vardı21, bu yüzden içgüdülerim iz bizi cansı
za iter. İçgüdüler nirvanaya, harekete geçirmenin tam a
men yokluğuna doğru ilerler. “Tüm yaşamın amacı ölüm
dür.”22 Burada kendim izi, F reud’un ölüm içgüdüsü veya
Thanatos olarak adlandırılan, en çok tartışılan kuram ında
buluyoruz. Bizi ileri doğru itiyor görünen içgüdülerim iz,
ölüme geri dönm eye m ahkum o büyük dairede ilerletiyor
artık. İnsan, o “soylu yetenekleri” olan yaratık, onu taşın
cansız haline geri getirecek hacda adım adım ilerliyor.
Topraktan geldik ve sonunda toprağa döneceğiz.23
Sonra, Freud’un öğrencilerinin önemini kavradıklarına
inanmadığım olağanüstü bir olay olur. Freud’un çalışm ala
rında ilk defa eros, m erkezi ve gerekli bir kavram olarak
yerini bulur. V iyana’da liseli bir gençken günlüğünü Yu
nanca tutan bu adam ın, en büyük ikilemini yaşadığı nokta
da, zihin karışıklığını giderme yolunu eskilerin bilgeliğin
de bulması şaşırtıcı olmasa gerek. Eros seksi ve libidoyu
yok olmaktan kurtarm ak için devreye girer.
Eros, ölüm içgüdüsü T hanatos’un zıttı olarak girer.
Eros, ölüm eğilim lerine karşı yaşam için savaşır. Eros
“içimizdeki bir araya getirm e ve birleştirm edir, kurm a ve
harmanlamadır, gerilimin artışıdır” .24 Eros “yeni gerilim
ler” sunar diye yazar Freud.25 Erosa, libidodan sadece da
ha büyük değil, aynı zam anda önemli derecede faklı bir
özellik verilmiştir. Eros, A uden’ın deyişiyle “şehirlerin
104
R oU oH a y
kurucusu” , gerilim gideren haz ilkesinin karşısında dura
rak, insanın kültürler yaratmasını sağlar. ‘"Eros yaşamın
başlangıcından beri işler, ‘ölüm içgüdüsü’ne karşı bir ‘ya
şam içgüdüsü’ olarak kendini gösterir.” însan varoluşu ar
tık yeni bir devler savaşından ibarettir; T hanatos’a karşı
Eros.
Bu doğum süreci devam ederken, F reud’un düşünce
sinde nasıl bir çelişki yaşamış olduğu, bu konuda yazış bi
çim inde görülür: “ ... Ölüm içgüdüleri doğaları gereği dil
sizdirler v e ... yaşam yaygarası büyük ölçüde E ros’tan
kaynaklanır. Ve E ros’a karşı m ücadelelerden!”26 Bu deha
nın cesur tutarsızlığıdır! Tutarsızlıkların en ciddilerinden
biri de, F reud’un bu Eros’u hâlâ cinsel içgüdülerle özdeş
leştirme çabasıdır. “Eros’un libidosu” , “İd ’in libidosu” , ve
“E g o ’nun libidosu”ndan ve “cinsellikten uzaklaştırılm ış
libido”dan ve “cinsellikten uzaklaştırılm am ış libido”dan
b a h sed e r-o k u ra Freud’un kendisini, tüm bu anlayışlarını,
hatta erosu yeniden keşfedişi gibi büyük bir anlayışı bile,
onun eski enerji sistemi yatağına zorla yatırm ak zorunda
hissettiğini düşündürecek kadar.
F reud’un haz ilkesine göre işleyen cinsel içgüdülerin
kendi kendilerini baltaladığı gerçeğiyle karşı karşıya gele
ne kadar çalışm alarında erosa yer verm ediği şeklindeki
devingen noktayı aklımızda tutarsak, kafa karışıklığımızın
üstesinden geliriz. Eros, buna göre, gerçekten yeni bir şe
yi temsil eder. Freud bir denem esini, “ortalığı karıştıran
Eros” şeklinde sıcakkanlı bir»seslenişle bitirir ve biz de bu
Eros’un ölüm içgüdüsünün “haz ilkesinin kışkırttığı” id’de
kayıtsızlık karşılığında elde edilmiş barışı sağlamasına izin
vermeyeceği izlenimine kapılırız. “Tatmin galip geldiğin
de” diye yazar Freud, “Eros elenir ve ölüm içgüdüsü
am açlarına ulaşm ak üzere serbest kalır” .27
Toplum um uzda karşı karşıya olduğum uz ikilem Fre-
ud’un karşılaştığına benzer - varoluşun asıl amacının dür
tüleri tatmin etmek olduğu varsayımı, seksi sıkıcılık ve sı
radanlık çıkm azına sokmuştur. Eros bizi daha ileri götüre
rek bize olasılıklar dünyasını gösterir; bu insanın hayal gü
cünün ve amaçlılığının ulaştığı yerdir. Ölüm içgüdüsünü
sözlük anlam ıyla reddeden pek çok uzman,2* bitkiler ve
hayvanlar çevrelerinden yenilenm iş güç alabildikleri için
term odinamiğin ikinci yasasına dayanarak akıl yürütm e
nin yanlış olduğunu söylerler. Buna göre, eros çevrem izle
hem insan hem de doğa dünyasıyla sürekli bir diyaloğa ka
tılabilme yetimizdir.
Freud kendi eros kavramını eski Yunanlılardakiyle ijiş-
kilendirm ekle gurur duyuyordu. ‘'[PJsikanalize üstünlükle
yukarıdan bakıp hor gören herkes, psikanalizdeki genişle
tilmiş cinselliğin E ros’la ve ilahi Platon’la ne kadar çok
örtüştüğünü hatırlam alıdır” diye yazar.29 Freud’un izinder
gidenler, onun erosunun Platon’unkine ne kadar yakın ol
duğu üzerine bildiriler yazarken, hocaları da onların gö
rüşlerini coşkuyla onaylıyordu: “K ökeninde, işlevinde ve
cinsel aşkla olan ilişkisi açısından, filozof Platon’un
E ros’u, N achm ansohn (1915) ve Pfıster’in (1921) ayrıntı
lı olarak gösterdiği gibi, psikanalizin aşk-güciiyle, libi
doyla bire bir örtüşür.”30 Freud’un eros kavram ı Pla
ton'unkiyle sadece kökten farklı olm akla kalm az, Profesöı
Douglas M organ’m hem Platonik hem Freudyen aşka da
ir değerbilir bir şekilde yaptığı uzunca çalışm alardan son
ra dediği gibi:
106
Doğrusunu söylemek gerekirse, Freudyen aşk neredeyse
Platonik aşkın karşıtıdır. Metafizik temellerinde ve de
vingen yönlerinde sadece farklı olmakla kalmazlar, ger
çekte birbirlerini yalanlarlar. İki yorum (Frcud’un dü
şündüğü gibi) birbiriyle çakışmaktan o kadar uzaktır ki,
biri biraz anlamlı olsa diğeri doğru olamaz.31
107
w inuir
sunu Platon’unkiyle karıştırışını bir parça açıklayabilir.36
Fakat ben kendi adım a Freud’un, erosunda Platon’un-
kinden bir şeyler olduğu sezgisine veya eğer diyebilirsem
“um ut”una değer veriyorum . F reud’da çoğu kez gördüğü
m üz, - k i onun mitleri sık ve önemli biçimde kullanışının
altında bu y a ta r- kavram larının değer sisteminin ve anla
mının, yöntemlerinin çok ötesine, kavramın katica uygula
nışının mantığının ötesine geçtiğinin bir başka örneğidir.
Profesör M organ’da katılmadığım yukarıdaki -Freudyen
ve Platonik aşk kavram larının uyum suz olduğuna d a ir-
açıklamasıdır. Hastalarımla yaptığım klinik çalışmalara da
yanarak, ikisinin yalnızca uyumlu olduğuna değil, insan
varlığının psikolojik gelişim inde gerekli olan iki yarımı
temsil ettiklerine inanıyorum.
108
Rollo May
olduğunu sormayı öğrendi; kızgınlığını, cinsel tutkusunu
ve diğer duygularını hatırı sayılır bir özgürlükle yaşayabi
lir ve dışavurabilir hale geldi. Çocukluğunu ve bu katı ya
pıdaki aile içinde taşıdığı güç travmaları yararlı bir şekilde
sorgulamanın da yardımı oldu ve pratik yaşam ına olumlu
etki de buna eşlik etti.
Fakat belirli bir evrede bir çıkm aza geldik. Hâlâ neden
diye soıııyordu, ancak bu içinde herhangi bir değişim ya
ratm ıyordu; duyguların varlık nedenleri sanki kendileriydi.
Bahsedeceğim seans, kocasıyla gerçek aşk yaşam a olasılı
ğı üzerine çalıştığım ız dönemde gerçekleşti.
Bir önceki gece kocasıyla birlikteyken işveli olduğunu
ve bu havada kocasından elbisesinin arkasından böcek ya
da orada her ne varsa almasını istediğini anlattı. Aynı gece,
m asasında oturup çek yazarken kocası beklenm edik bir şe
kilde ona sarılm ıştı. Bölünmeye kızarak kalem iyle kocası
nın yüzüne bir çizik atmıştı. Bunu bana anlatırken, kızgın
lığının çocukken her ne yaparsa ağabeylerinin kendisinden
yararlandığından kaynaklandığı şeklindeki el altındaki
açıklam aları savuruyordu. Bu olaya dair duygularını ne
için kullandığını sorduğum da, öfkeyle parladı; “özgür ken-
diliğindenliği”ni elinden alıyorm uşum . “ İçgüdülerine gü
venm esi” gerektiğini görm üyor m uym uşum ? Hissetm eyi
öğrenm esini sağlam ak için bu kadar zaman harcam am ış
m ıydık, bu hislerle ne yaptığım sorarak ne dem ek istiyor-
m uşum ? D ahası, bu soru ailesinin ona daha sorum lu olma
sını söylem esine benziyormuş. Saldırısını da dostça bir
uyarıyla bitirm işti: “Duygu duygudur!”
Yakalandığı çelişkiyi kolaylıkla görebiliriz. Kocasıyla
geçireceği geceyi etkili bir biçim de berbat etm işti. Görü
109
nr im de
nürde aralarındaki gerçek aşk olasılıklarını ararken, tam
tersini elde etm işti. Kocasını bir eliyle kendisine çekerken,
diğer eliyle aynı hızla itiyordu. Bu çelişkili davranışı da
günüm üzde yaygın olan bir varsayım a yaslıyordu, yani,
duygu içinizden gelen öznel bir itiştir, duygular * sizi ha
rekete geçiren güçlerdir ve şu anda hissettiklerinizi “yan
sıtmanızı” sağlayanlardır. Bu belki de toplum um uzdaki
duygularla ilgili en yaygın incelenmemiş varsayımdır.
Modelini bir tür salgı hidroliğinden alır - içimizde adrena
lin salgılanır ve sinirimizi veya yum urtalıklarım ızdaki he
yecanını salıverm e gereksinim im iz vardır ve cinsel bir nes
ne bulmalıyız. (Freud gerçekte ne demeye çalışm ışsa çalış
sın, adı bu varsayımı ağıllamak için kullanılır.) Yaygın ola
rak kabul gören m ekanik beden m odeline uyduğu gibi,
psikoloji ve fizyolojinin ilk derslerinde gördüğüm üz daha
karm aşık olan gerekirci m odellere de uyar.
Bize söylenm eyen -neredeyse kimse görm ediği için—
bunun kökten tekbenci, şizoid bir sistem olduğudur. Bu
sistem bizi tekhücreliler gibi ayrılm ış, yabancılaşm ış, çev
rem izdeki herhangi biriyle köprüsüz bırakır. Bugünden kı
yamete kadar “duygularımızı yansıtıp” cinsel ilişkilere gi
rebilir, am a asla başka bir insanla gerçek ilişki yaşayam a-
dan yalnızca kıyam eti yaşayabiliriz. Birçok insanın, hatta
toplumun çoğunun duygularını bu yalnızlıkla yaşadığım
görm ek, durum un korkunçluğunu azaltm az. Hissetm ek,
yalnızlıklarını azaltmak yerine daha acı verici kılar, bu yüz
den hissetmeyi bırakırlar.
Hastam ın (ve toplum um uzun) görüşünde eksik olan.
* Ç .N . İngilizce emotions, e-movere'den , dışarı taşınm ak kelim esinden ge
len terim
110
RoUbMny
duyguların yalnızca arkadan bir itiş olm adığı, bir şeye
doğru yöneltm e, bir şey oluşturm aya teşvik, durumu bi
çim lendirm eye çağn olduğudur. H isler o anın tesadüfi du
rumu değil, geleceğe yöneltm edir, bir şeyin olm asını iste
diğim halidir. En ciddi patolojiler dışında, hisler her zaman
kişisel bir alanda, insanın benliğini kişisel olarak yaşantı-
ladığmda ve çevrede aslında kimse olmasa da başkalarının
olduğunu hayal ettiğinde m eydana gelir. H isler dünyam ız
daki önemli insanlarla hakkıyla iletişim kurm anın bir yo
lu, onlarla olan ilişkimizi biçim lendirm e çabasıdır; kişiler
arası ilişki kurm a ve yapılandırm a dilidir. Yani hisler
amaçlıdır.
D uygularm ilk yönü, tüm “iten” güçler gibi, geçmişle
ilgilidir ve kişinin, bebekliğini ve arkaiği de kapsayan
geçmiş deneyim inin nedenselliği ve gerekirciliğine bağlı
dır. Bu, F reud’un önem ini bize defalarca öğrettiği, duygu
ların gerileyen yönüdür. Bu bakım dan, hastanın çocuklu
ğunun sorgulanmasının ve onun yeniden yaşantılanmasmın
kalıcı psikoterapide sağlam ve temel bir rolü vardır.
İkinci görüş ise, tam tersine, şu andan başlar ve gele
ceği gösterir. Bu, duyguların ilerleyen yönüdür. H isleri
m iz, ressamın boyaları ve fırçası gibi, bizden anlamlı bir
şeyi dünyaya iletme ve onunla paylaşm a yoludur. H isleri
miz diğer inşam sadece dikkate alm az, gerçek anlam da
mevcut diğer insanların histeriyle kısmen şekillenir. M an
yetik bir alanda hissederiz. Duyarlı bir insan, genellikle
farkında olm adan, bir keman telinin odadaki tüm müzik
tellerinin titreşim iyle kulağın algılayam ayacağı kadar kü
çük oranda da olsa tınlaması gibi, çevresindeki insanların
hislerini alm ayı öğrenir. Her başarılı aşık bunu içgüdüsel
Afk t* itutir
olarak bilir. Bu iyi terapistin temel -h a tta tek tem e l- özel
liğidir.
Duyguların ilk yönünü ele alırken, “neden”ini sormak
tam amen mantıklı ve doğrudur. Ancak ikinci yönü “m ak
sadını” sormayı gerektirir. Freud’un yaklaşımı öncekiyle
kabaca bağlıdır ve Freud kuşkusuz benim buradaki “m ak
sat” kullanımımı reddederdi. Platon'un ve Yunanlıların
eros kavramı İkincisiyle bağlantılıdır: Duygu çekiciliktir,
ileri doğru çekiştir; hislerim am açlarla, ideallerle, beni ge
lecekte elinde tutan olasılıklarla canlanır. Bu ayrım modem
mantıkta da yapılır; n eden, şunu ya da bunu niçin yaptığı
nızı anlatan geçmişi göz önüne alm aktır ve m aksat, tersi
ne, bunu yaparak elinize ne geçmesini istediğinizdir. İlk
kavram gerekircilikle ilişkilidir. İkincisi ise yeni deneyim
olasılıklarına açılmanıza dayanır. Bu nedenle özgürlükle
ilişkilidir. Yeni olasılıklar doğurm a ve onlara karşılık ver
me ve olasılıkları hayalden çıkarıp gerçeklikte denem e ye
teneğimiz sayesinde geleceğim izin biçimlenmesine katılı
rız. Bu etkin sevm e sürecidir. İçim izdeki erosun başkala
rındaki ve doğa dünyasındaki erosa karşılık verişidir.
Hastama dönersek; yukarıda sözünü ettiğim seansta,
düştüğü tuzağın pek farkında olmamasından doğan bir
um utsuzluk yaşadı. İki seans sonra “Hep G eorge’a hisset
tiklerimin nedenlerini aradım. Önem li olanın bu olduğuna
inanıyordum -b u süreç bir nirvanaya götürecekti. Artık
nedenler tükendi. Belki de hiç yoktur” diyecekti. Son
cümlesinin düşündüğünden daha zeki olması ilginç. Ç ün
kü hem terapide hem yaşam da, temel gereksinim lerim izin
neredeyse tümünün karşılandığı ve gereksinim lerce yöne
tilm ediğim iz bir devreye geldiğim izde nedenler ilişkisini
112
ftollo M tı/ı
yitirdiğinden “hiçbir nedenin olm adığı” doğrudur.37 Ç eliş
ki bir yandan açm aza ve sıkıcılığa, diğer yandan da kişinin
benliğini yeni olasılıklara açışına, bilincin derinleşişine,
kişinin yeni yaşam tarzlarını seçişine ve kendini bunlara
adayışına dönüşür.
“N eden” ve “m aksat” arasındaki ayrım hastam la olduk
ça uyuştu ve içindeki birkaç önemli içgörüyü serbest bı
raktı. Bunlardan biri, sorum luluğa yüklediği anlam da, onu
çok şaşırtan bir biçim de kökten bir değişim in olmasıydı.
Artık sorum luluğu sadece dıştan ve edilgen olarak ailesin
den aldığı beklentiler olarak değil, etkin bir biçimde ken
dine olan, kocasıyla geçirdiği gece kullandığı gücün farkı
na varm a sorum luluğu olarak görüyordu. Sorum luluk ar
tık, kocasıyla olan ve onun dışındaki yaşam ında ne yap
m ak istediğini seçm ekten ibaretti.
Tüm duyguların -y in e ciddi patolojisi olan bireyler dı
şın d a - yüzeyde her ne kadar çelişkili görünürlerse görün
sünler, benliği oluşturan Geştaltta bir bütünlükte olduğu
nu söyleyebiliriz. Klinik sorun, -o n a karşı düşm anca ve
yıkıcı olan anne babasına sevgi dolu bir şekilde yaklaşm a
ya zorlanan kaygılı çocuk örneğinde olduğu g ib i- insanın,
ne hissettiğinin ya da hisleriyle ne yaptığının farkına var
m asına olanak verem em esi veya verm em esidir. Hastam o
gece kocasına karşı çelişkili davranışlarını inceleyebildi-
ğinde, erkeğin kötü adam olduğunu kanıtlam ak için bu du
rumu kendisinin yarattığı, her iki eylem in de ona ve genel
olarak erkeklere karşı kızgınlığından kaynaklandığı ortaya
çıktı. Her iki davranış da erkeğin yetke sahibi olduğunu
varsayıyordu (aynısını terapinin “nirvana sürecinde” be
nimle yapıyordu). Bunu yaparken de kaprisli, inatçı çocuk
Aşk i t imde
olarak kalıyordu. Erkeklerle çocukluk kalıplarına dayana
rak başa çıkabiliyordu, am a -sonraki seanslarda belirgin
bir kaygı olarak ortaya çıkacağı g ib i- onlarla bir yetişkin
olarak başa çıkabilecek miydi?
Erosun kanatlarında yeni bir nedensellik kavram ına
geldik. însan varlığım artık, sadece “neden” açıklam alarına
dayanan ve katı tahm inlere yatkın bilardo topu gibi neden-
sonuç ilişkileri açısından anlam aya zorlanm ıyoruz. Ger
çekten de, A ristoteles erosun güdülerinin geçm işin gere
kirciliğinden o kadar farklı olduğuna inanıyordu ki, ona
nedensellik bile dem iyordu. “A ristoteles’te her şeyi en
yüksek biçim ine, dünyayı neden (kinoum enon) olarak de
ğil aşk nesnesi (erom enon) olarak hareket ettiren saf ger
çekliğe götüren evrensel eros öğretisini buluruz” diye ya
zar Tillich: “Ve tanımladığı hareket potansiyelden doğru
dur, dynam is'ten en erg eia yü .T ^1
İnsan varlığını, onları cezp eden ve geleceğe çeken ye
ni olasılıklarla, am açlar ve ideallerle güdülenm iş olarak
tanım lam ayı öneriyorum. Bu hepim izin kısmen arkadan
itildiğim iz ve geçm işle belirlendiğim iz gerçeğini ortadan
kaldırm az, fakat bu gücü diğer yansıyla birleştirir. Eros bi
ze “neden”in ve “m aksat” ın birleştiği bir nedensellik ve
rir. İlki, hepimiz ölüm lü, doğal dünyaya katıldığım ızdan,
insan deneyiminin bir parçasıdır: bu bakım dan, her biri
m iz. önemli bir karar verirken durum un nesnel gerçekleri
ile ilgili ne öğrenebiliyorsa öğrenm elidir. Bu alan, geçm iş
olayların kişinin hareketlerinde zorlanunlı, yinelem eli,
zincirlem e, önceden kestirilebilir bir etkisinin olduğu nev
roz sorunlarıyla özellikle ilgilidir. Freud katı, gerekirci ne
denselliğin nevrozda ve hastalıkta işlediğini söylerken
1 14
M ay
haklıydı.
Fakat bunu tüm insan deneyim ine aktarm aya çalışm ak
la hatalıydı. Birey ne yaptığının farkına vardığında devreye
giren m aksat yönü, onu gelecekteki yeni ve farklı olasılık
lara açar, onu kişisel sorum luluk ve özgürlük öğeleriyle
tanıştırır.
E R O S H A ST A L A N IY O R
Hakkında tartıştığımız Eros, hâlâ yatıcı güç ve insanla
tanrılar arasında köprü olduğu zam anın, klasik çağın
E ros’udur. Fakat bu “sağlıklı” Eros fenalaştı. Platon’un
eros anlayışı, kavram ın H esiod’un güçlü ve ilk yaratıcı ola
rak gördüğü E ros’la, E ros’un daha sonra hastalıklı çocuk
olduğu bozulm uş biçimi arasındaki orta halidir. Erosun bu
üç yönü aynı zam anda insan deneyim inin psikolojik ilkör-
neklerinin doğru yansımalarıdır: H er birimiz farklı zaman
larda erosu yaratıcı olarak, aracı olarak ve sıradan playboy
olarak yaşam ışızdır. Çağım ız, hiçbir şekilde aşkın sıradan-
laşmasını yaşayan ve tutku olm adığında aşkın hastalandı
ğını fark eden ilk çağ değildir.
Bu bölümün başında alıntısını yapağım ız şirin öyküde,
eski Yunanlıların su katılmamış mit diline, insan ruhunun ilk
örneklerinden çıkan anlayışı koyduklarını görüyoruz. Ares
ve A phrodite’nin çocuğu Eros, “diğer çocuklar gibi büyü
medi, aksine tiril tiril kanatlı ve muzipçe, gamzeli yüzlü,
küçük, al yanaklı, tombul bir çocuk olarak kaldı” . M it bize,
telaşa kapılan annenin “aşk tutku olmadan büyüyemez”
şeklinde bilgilendirildiğini söyledikten sonra devam eder:
Tanrıça bu yanıtın gizli anlamını yakalamak için boşuna
uğraştı. Anlam ona ancak tutku tanrısı Anteros doğdu-
Açk w in u tr
ğunda açıklanmıştı. Kardeşiyle birlikteyken Eros büyü
yüp serpildi, yakışıklı, tığ gibi bir genç oldu; fakat ondan
ayrıldığında çocuksu haline ve yaramazlıklarına devam
etti. 38
116
SattI, №(
Çoğu zam an olduğu gibi mit, insan deneyim inin köke
nindeki, hem Yunanlılar hem de bizim için geçerli olan
önemli bir çatışmayı açığa çıkarır: Bir zam anlar güçlü olan
varlığın esas kaynağı erostan, yaram az oyuncak sekse ka
çışa karışırız. Eros üzüm ve şarap sunan güzel bar kızının,
görevi yaşam ı yum uşak bulutlar üzerinde sonsuza dek du
yusal kılm ak olan cilveleşm eye teşvik edenin işlevine in
dirgenm iştir. Gücün yaratıcı bir şekilde kullanımı -cinsel,
üretici vb - değil, tatm inin ivediliği yerine geçer. Ve m ira-
bile dictu, mitin günüm üzde yaşananların aymsını ilan et
tiğini keşfederiz: O zaman eros seksle olan ilgisini bile y i
tirir. M itin bir yorum unda, Aphrodite okları ve yayıyla aşk
saçm a işini sürdürm esi için E ros’u bulm aya çalışır. O ser
seri gençse G anym ede’le kum ar oynam akta ve kartlarda
hile yapmaktadır.
Artık yaşam veren okların ruhu yok, adama ve kadına
ruh üfleyen yaratık yok, güçlü D ionysosça şölenler yok,
m ekanik çağımızın ona alışanların göklere çıkardığı uyuş
turuculardan daha çok etkileyen çılgın danslar ve gizem ler
yok, hatta doğanın verdiği sarhoşluk bile yok. Eros artık
gerçekten bir playboy! Pepsi-C ola’yla içki alem inde.
Uygarlık hep bunu mu yapar -kendini yaşatmak için
E ros’u toplum un gereksinimlerine uyacak şekilde uysallaş
tım mı? Yeni varlığı, fikirleri ve tutkuyu doğuran güç olan
Eros’u, eski biçimleri yeni biçimler yapmak için parçalara
ayıran yaratıcı kuvvet olmaktan çıkana dek zayıflatır mı?
Daimi kolaylık, cilveleşme, bolluk ve en sonunda da kayıt
sızlık hedefi anlamına gelene dek onu uysallaştırır mı? 40
Bu açıdan. Batı dünyam ızda yeni ve özel bir sorunla
karşılaşıyoruz; eros ve teknoloji arasındaki savaş. Seks ve
A fk w irudr
teknoloji arasında savaş yoktur: Teknik buluşlarımız sek
sin, doğum kontrol hapları ve nasıl-yapılır kitaplarıyla ka
nıtlandığı gibi, güvenli, kolay bulunur ve verimli olmasını
sağlar. Seks ve teknoloji “ uyum ” elde etmek için güçleri
ni birleştirirler; hafta sonunda gerilim in tam amen boşaltıl
m asıyla, pazartesi günü düğm eleri ilikli dünyada daha ra
hat çalışabilirsiniz. Duyusal gereksinim ler ve onların tat
m ini teknolojiyle savaşta değildirler, en azından bugün
için... (Uzun dönem de ne olacağı başka bir konudur.)
Fakat teknolojiyle erosun uyumlu olduğu, hatta sürek
li savaşm adan yaşayabilecekleri bile belli değildir. Aşık,
şair gibi, montaj hattında baş belasıdır. Eros var olan bi
çimleri kırıp yenilerini yaratır ve bu da, doğal olarak, tek
noloji için bir tehdittir. Teknoloji düzenlilik, önceden kes-
tirebilirlik gerektirir ve zamanla yarışır. Uysallaştırılma
mış eros zamanın tüm kavramları ve kısıtlamalarına karşı
savaşır.
Eros uygarlık kurm aya yüreklendirmedir. Fakat uygar
lık sonra atasını uyarır ve erotik dürtüleri terbiye eder. Bu
hâlâ bilinci artırm aya ve genişletm eye doğru gidebilir.
Erotik dürtüler terbiye edilebilir ve edilmelidir: Her dürtü
nün özgürce dışavurulması ilkesi deneyim i, kıyısı olma
yan, suyu her bir yöne aktıkça taşan ve harcanan bir nehir
gibi yayar. Erosun terbiyesi, içinde gelişebileceğim iz ve
bizi dayanılmaz kaygıdan koruyacak biçimler sağlar. Fre-
ud, erosun terbiye edilm esinin kültür için gerekli olduğu
na ve uygarlıkları kuran gücün erotik dürtülerin bastırılm a
sından ve yüceltil meşinden çıktığına inanıyordu. D e Ro-
ugem ent, nadiren hem fikir olduğu F reud’a bu konuda ka
tılır;
118
HoUo ita g
Avrupa var olduğundan beri sözde püriten eğilim lerin bi
ze dayattıkları cinsel terbiye olmasa, uygarlığım ızda, ge
lişm em iş diye bilinen uluslardan fazla hiçbir şey olm a
yacaktı ve belki de daha azı olacaktı: Bugünkü dünyayı
yaratan ne iş, ne örgütlü çaba ne de teknoloji olacaktı.
Aynı zam anda erotizm sorunu da olmayacaktı! Kendile
rini, onları çoğu zaman “hayatın gerçekleri’ nin gerçek
doğasına ve bu gerçeklerin ekonomiyle, toplumla ve kül
türle olan karmaşık bağlarına yabancılaştıran şiirsel ve
ahlaki tutkuya adayan erotik yazarlar, bu gerçeği safça
unuturlar.41
Afk- u r İttuU
ışık tutuluyor. Bitkin A tina’nın daha ilkel M akedonyalIlar
için hazırlandığını, onların Romalılar için, Romalıların da
Hunlar için hazırlandığını görüyoruz. Biz de san ve siyah
ırklar için mi hazırlanıyoruz?
Eros bir kültürün canlılık m erkezidir; kalbi ve ruhudur.
Gerilim boşaltımı yaratıcı erosun yerine geçtiğinde, uygar
lığın çöküşü kesinleşir.
1 20
Roüo
4
AŞK VE ÖLÜM
A fk v a ir tu tr
gı yaratan öğeleri burada yatar. Çünkü E ros’un yayındaki
oklar “hem sert hem de yum uşak kalpleri, ya öldürm ek ya
da onları hazla iyileştirm ek için” deler.1 Ölüm ve haz, ıstı
rap ve neşe, kaygı ve doğum mucizesi -b u n lar insanın aşk
kumaşının örüldüğü atkılarıdır.
“Uzuvların gücünü kıran” , “tüm tanrılarda, tüm insan
larda, yürekteki zekayı ve onların tüm kum az planlarını alt
eden” E ros’tur.2 Hesiod. Theogony'sinde böyle diyordu.
Hesiod, Yunanistan’ın şehir devletlerinin, özbilinçli ve
saygın yeni Yunanlı bireyin doğumunu müjdeleyen heye
canla dolduğu, son derece yaratıcı arkaik dönemde (yakla
şık M .Ö. 750) yazıyordu. Ussal işlevlerin “ezilm esi” ,
Eros’un yaratma gücüyle doğrudan bağlantılıdır. Kaostan
biçim ve yaşam yaratm a, insana canlılık kazandırm a eyle
minin, zekayı ve “hesaplı planlam a”yı aşan bir tutku ge
rektirdiği, daha güzel bir biçim de nasıl söylenebilirdi:
Eros “Tüm taunlarda, tüm insanlarda... Uzuvların gücü
nü kırar!" Eros, yarattıkça yıkar.3
122
R oüo H a y
sedilir -aşk ın m ucizesi ve gizem iyle bir anda yarattığı ha
rika yeni cennet ve dünya olarak. “A şktır yanıt” , diye şar
kı söyleriz. Bu tür yatıştırmaların sıradanlığı bir yana, Batı
lı kültürüm üz, erosun tamamen bundan ibaret olduğu ya
nılsamasını zorla kabul ettirm e amaçlı -um u tsu z da o lsa -
rom antik kom ploya karışm ış görünüyor. Bu yanılsamayı
destekleme çabasımn gücü, bastırılm ış, zıt kutbun varlığını
ele veriyor.
Bu karşı öğe ölümün farkmdalığıdır. Çünkü ölüm her
zaman aşk hazzının gölgesindedir. O ürkütücü, akıldan
çıkm ayan “ Bu yeni ilişki bizi yok edecek m i?” sorusu,
belli belirsiz de olsa hep mevcuttur. Aşık olduğum uzda,
benliğim izin m erkezinden vazgeçeriz. Önceki varoluş du
rumum uzdan alınıp bir boşluğa fırlatılırız ve yeni bir dün
yaya, yeni bir varoluşa ulaşmayı um sak da, bundan asla
emin olam ayız. Hiçbir şey aynı gözükm ez ve bir daha as
la aynı gözükmeyebilir. Dünya yok edilm iş; bir daha ku
rulacağını nasıl bilebiliriz? Kendi merkezimizi veririz ve
ondan vazgeçeriz; geri alıp alm ayacağımızı nasıl bilece
ğiz? Uyandığım ızda dünyayı sarsılır buluruz: nerede ve ne
zaman durulacak?
En dayanılmaz neşe, ölümün yakınlığının farkındalığı
eşliğindedir ve aynı yoğunluktadır. Ve sanki biri olmadan
diğeri de olam az.
Bu yok olm a deneyimi içseldir ve mitin anlattığı gibi,
tem elinde erosun bize yaptığıdır. Yalnızca başkasının bize
yaptığı değildir. T üm üyle sevm ek her şeyin yok olması
tehdidini de beraberinde getirir. Bu bilinç yoğunluğunun,
sufinin Tanrıyla birleşm esindeki esriklikle ortak bir yönü
vardır: Sufinin, Tanrının orada olduğundan asla emin ola
123
A fk m imde
maması gibi, aşk da bizi, güvenlik teminatımızın olmadığı
o bilinç yoğunluğuna taşır.
Bu bıçak sırtı, kaygı ve neşenin bu baş döndürücü den
gesi, aşkın heyecan verici niteliğiyle yakından ilgilidir. Bu
ürkütücü neşe yalnızca aşkın aynı şekilde karşılanıp karşı
lanmayacağı sorunu değildir. Gerçekten de hakiki diyalek
tik, insanın kendi içindedir ve sevilen kişi aşka cevap ver
se de kaygı esasında susturulm az. Aşığın bazen aşkına ce
vap aldığında, cevap alamadığı zamanlardan daha kaygılı
olması çelişkilidir. Çünkü kişi karşılıksız olarak severse, ki
hana bu bazı aşk yazılarının hedefidir, veya Dante ve İtal
yan edebiyatının tüm Stilist akımı gibi güvenli bir m esafe
den severse, en azından günlük işlerine devam edebilir,
İlahi K om edya’s\m , sonelerini veya romanlarını yazabilir.
Aşkın gerçekleştiği anda, eros tam anlam ıyla, Anthony ve
C leopatra’da, veya Paris ve H elen’de, ya da Heloise ve
A belard’a olduğu gibi, “uzuvların gücünü kırabilir” . Bu
yüzden insanoğlu aşktan korkar ve bütün bu aşın tatlı ki
taplar ne derse desin, korkm ak için neden vardır.
Ortak insan deneyim inde, ölüm ve aşk arasındaki bu
ilişki, insanlara en açık biçim iyle, çocuk yaptıklarında gö
rünür. Erkek ölüm ü pek aklına getirmez -v e “cesaretiyle”
ö v ü n ü r- ta ki baba oluncaya kadar. O zaman çocuğuna
duyduğu sevgide, ölüm ün karşısında savunmasızlık duyar:
O zalim vergi m em uru çocuğunu, sevgi nesnesini her an
elinden alabilir. Bu anlam da, sevgi daha büyük bir savun
masızlık deneyimidir.
Sevgi aynı zam anda bize ölümlülüğüm üzü anımsatır.
Bir dostum uz veya ailem izden biri öldüğünde, yaşamın
hemen gözden kaybolan ve bir daha ele geçm ez olduğu
124
RflUo May
gerçeği daha canlı bir biçimde aklımıza girer. Fakat bir de,
bunun anlamlı olasılıklarından doğan derin bir anlam ve bu
sıçrayışı yaparak kendimizi tehlikeye atm a güdüsü vardır.
Bir kısım , belki pek çok insan, birinin ölüm ünde dostlu
ğun, bağlılığın, sadakatin değerini yaşantılayana kadar de
rin sevginin ne olduğunu bilm ez. Abraham M aslow, hiç
ölmeyeceğimizi bilsek tutkulu bir biçim de sevip sevem e
yeceğimiz m erakında son derece haklıdır.
M itolojik açıdan bu, Olym pos dağındaki ölüm süz tan
rılar arasındaki aşk ilişkilerinin böylesine yavan ve sıkıcı
oluşunun nedenlerinden biridir. Zeus ve Ju n o ’nun aşkları,
bir ölümlü içerm edikçe hiç de çekici değildir. Aşk ancak
Zeus Leda’ya ve Io’ya indiğinde, sonsuza dek yaşayaca
ğını bildiği için ondan bir çocuk doğurmayı arzulayan bir
kadına aşık olunca tarihin akışını değiştirebilecek güçtedir.
Aşk ölüm lülük duygumuzla yalnızca zenginleşm ez, ondan
oluşur. A şk ölüm lülüğün ve ölüm süzlüğün birbirini dölle-
yişidir. Bu nedenle daim on Eros tanrılar, insanlar ortası
olarak tanım lanır ve her ikisinin doğasına katılır.
Bir dereceye kadar idealden bahsediyorum. Bu derece il
gili olmanın pek çok meslektaşımca nevıotik olarak adlan
dırılacağının tümüyle farkındayım. Günümüz “serin” ilişki
ler günüdür; kişi hiçbir şeyle, her an kalkıp gidişini engel
leyecek derecede ilgilenmemelidir. Fakat bu ilgililiğin sade
ce “donm uş” veya sabitleşmiş olduğunda; sadece eşler her
zaman bu düzeyde yaşam akta ısrar ederse nevrotik olduğu
nu ileri sürüyorum. Hiçbirimiz tanımladığım düzeyde uzun
süre yaşam asa da, bu bir tür zemin, ilişkinin bir yerinde ile
rideki donuk ve sönük günlerine anlam katması için bulun
ması gereken ideal bir durum olarak bir kenarda durur.4
Aşk w imde
Ölüm ve aşk arasındaki ilişkinin edebiyatta etkileyici
bir tarihi vardır. İtalyan yazınında am ore/aşk ile m or-
re/ölüm sözcükleri üzerinde sıklıkla oynanmıştır. Bu bağ
lantının doğada da biyolojik örnekleri vardır. E rkek an kra
liçeyi dölledikten sonra ölür. Peygamber devesi daha da
canlı bir örnektir: Dişi, çiftleşirken erkeğin kafasını kopa
rır ve erkeğin can çekişmeleri, çiftleşme kasılm alarıyla
birleşip hamlelerini daha çok güçlendirir. Döllenmiş dişi,
yen ^yavruya besin depolamak için erkeği yemeye koyu
lur.
Freud bu ölüm tehdidini Eros’un tükenişiyle ilişkilen-
dirmiştir.
G ö rü şü m , in sa n la rd a ölüm k o rk u su n a - y a da y u k a rıd a
adlandırdığım g ib i, ölüm lülük d e n e y im in e - neden olanın
sadece erosun tükenişi olm ad ığ ı, insan gelişim inin h e r e v
resin d e aşk ve ö lüm d en eyim inin iç içe olduğudur.
Ö lüm ve aşk arasındaki ilişki seks eylem inde apaçıktır.
H er m itoloji türü, seks eylem inin kendisiyle ölüm arasın
d a bağlantı kurar ve her terapist bu ilişkiyi hastalarında da
ha açık bir biçim de görür. Sorunu cinsel soğukluk olan ve
cinsel birleşm ede hiç orgazm olm am ış bir hasta bana, bu
seks ve ölüm konusunu çarpıcı bir biçim de örnekleyen bir
12 6
RoiU) M ujf
rüya anlattı. Rüyasında ilk kez kendini kadın kimliğiyle
yaşantılam ıştı. Sonra, yine rüyada, tuhaf bir biçim de, neh
re atlayıp boğulması gerektiği inancına kapılmıştı. Rüya
büyük bir kaygıyla sona erm işti. O gece, cinsel ilişkide ilk
kez orgazm oldu. Orgazm ın gerektirdiği kendiliğindenlik
için, sevişm ede teslim olabilm e, kendini verebilm e yetisi
var olmalıdır.
Bu kadının rüyasında çok temel bir şey olm uştur
-ö lü m le yüzleşm e yetisi, büyüm enin önkoşulu, özbilincin
önkoşulu olan bir yeti. Orgazmı burada kişinin kendini
terk edebilm e, m evcut güvenliğini daha derin bir deneyi
m e doğru sıçram ak için bırakabilme yetisinin psikofîziksel
bir simgesi olarak alıyorum. Orgazmın sim gesel olarak ço
ğunlukla ölüm ve yeniden doğuş olarak ortaya çıkm ası te
sadüf değildir. Suyun altına girm e, boğulma ve yeniden
doğm a m iti, tarih boyunca farklı dinlerde ve farklı kültür
lerde vaftiz miti olarak elden ele geçm iştir -y en id e n doğ
mak için boğuluncaya dek, ölünceye dek suya batm ak.
Bu, yeni bir varlık elde etm ek adına, olm ayana doğru ce
surca sıçrayıştır.
H er gerçek aşk deneyim inin bakir niteliği buradan ge
lir. H er defa yeni gibi gelir; kim senin bunu daha önce ya
şamam ış oluğuna inanırız, gerçi tüm kibrim izle bunu son
suza dek anım sayacağım ızdan eminizdir. Bir üniversitede
bu konuda ders verirken, iki farklı genç adam özel olarak
yanıma gelip, aşık oldukları için beni anladıklarını, ancak
diğer öğrencilerin beni anlam ayacağından kuşkulandıkla
rını söylediler. Bu cüret -benden başka kimse aşık olmadı
ve ben daha önce hiç aşık olmadım - korkarım ki bekleni
lir bir şeydir.
12 8
R otla jtftıv
Bu, insanın aşk sorunlarına, aşk sanatına, aşkın tüm ge
reksinim lerim izi karşıladığına, bir anda kendim izi gerçek
leştirmemizi sağladığına, hoşnutluk anlam ına geldiğine ya
da posta siparişiyle gelen teknik olduğuna dair boş konuş
malarımızdan ne kadar da farklı bir ışık tutar! Erosu tama
men fizyolojik sekse indirgem em ize veya istifimizi boz
m ayarak, seksi uyuşturucu niyetine kullanıp kendimizi
erosun kaygı yaratan etkilerine karşı aşılayarak bütün bu
ikilemden uzak durm aya çalışm am ıza şaşırm am ak gerek.
Herhangi bir kaygı duym adan cinsel ilişkiye girmek
m ümkündür. Fakat bunu gündelik buluşm alarla yaparak
erosu baştan kıstırıyoruz - yani sadece duyu için tutkudan
vazgeçiyoruz; eylem in yaratıcı, kişisel önem ine katılımdan
kaçıyoruz. Aşksız seks yapabilirsek, çağlar boyunca insan
aşkının ayrılmaz bir parçası olan daim onik kaygıdan kaça
rız sanıyoruz. Eğer cinsel eylemin kendisini erosun iste
diklerini üstlenm ekten kaçm ak için kullanırsak, kaygıya
karşı hava geçirm ez bir savunm a edindiğim izi umabiliriz.
Artık duyusal zevk veya tutku olmayan seks güdüsünün
yerini, kim lik kazandıran ve güvenlik sağlayan sahtesi
alır; seks, kaygı gideren bir stratejiye indirgenmiş olur.
Böylece iktidarsızlığın ve duyusuzluğun daha sonra geliş
mesi için gerekli koşulları hazırlamış oluruz.
AfJt W imtic
kabul edilm iş bir yaşam am acım ız da yoktur. Sonuç ola
rak, ölüm farkmdalığı günüm üzde yaygın olarak bastırıl
mıştır. Fakat aynı zam anda da, hiçbirim iz zihnimizin aşırı
bir biçimde seksle m eşgul olduğunu görm ezden gelemez:
M izahımızda, tiyatrom uzda, ekonomik yaşam ım ızda ve
hatta televizyon reklam larında... Bir saplantı, başka bir
alandaki kaygıyı boşaltır ve kişinin hoş olm ayan bir şeyle
yüzleşm esini önler. Seks saplantımızın üstesinden gelebil-
seydik neyi görmek zorunda kalırdık? Ölmek zorunda ol
duğumuzu. Etrafımızdaki seks yaygarası, kapıda bekleyen
ölümün varlığını bastırır.
İçimdeki iktidarsızlık korkusunu örtmek ve susturmak
için iktidarımı kanıtlamaya çabaladığımda, insanın kendisi
kadar eski bir kalıba giriyorum . Ölüm son iktidarsızlığın
ve sonluluğun sim gesidir ve bu kaçınılm az deneyimden
doğan kaygı, kendimizi seks yoluyla sonsuz yapm a m üca
delesine yol açar. Cinsel etkinlik, içsel ölüm korkusunu
susturmanın ve üreme simgesi sayesinde, onu yenmenin
en kolay yoludur.
Ölümü ve onun simgeciliğini bastırma yollarım ızın,
Viktorya dönemi insanlarının seksi bastırma yollarına ina
nılmaz bir biçimde benzediğine dikkat edin.8 Ölüm m üs
tehcen, ağza alınm az, pornografiktir; seks kötüyse, ölüm
de kötü bir hatadır. Ö lüm , çocukların yanında konuşulma-
malıdır, hatta m ümkünse ölümden hiç konuşulmamalıdır.
Viktorya dönemi kadınlarının bedenlerini kat kat elbiseler
le örttükleri gibi, biz de ölüm ü garip renkli tabutlarla giy
diriyoruz. Ölüm daha güzel koksun diye tabutun üstüne
çiçekler atıyoruz. Yalandan cenazelerle, defin törenleriyle,
süslü m ezarlarla m erhum sanki ölm em iş gibi yapıyoruz ve
130
floito May
ne kadar az keder o kadar iyi diyen psikodinsel vaazlar ve
riyoruz.9 Ekonom im iz bile, her şeyi m erhum hiç ölmemiş
gibi düzenleyerek, aynı fiziksel rahatlık vaadine katılm ak
tadır.10 Çocukları korum a, koku ve giysiyi gizlem e, yalan
dan törenler, en sonunda içsel olarak da num ara yapma;
bütün bunlar Viktorya dönem indekilerin seksi bastırm ala
rına çarpıcı bir biçimde benzemektedir.
Fakat insanoğlu, deneyim in önemli hiçbir biyolojik ve
ya duygusal yönünü, eşit m iktarda içsel kaygı geliştirm e
den engelleyem ez. Saplantının olduğu yerde, buna eşdeğer
bir bastırm anın olduğunu varsayabiliriz. Ölümü ve sim ge
lerini bastırmanın yarattığı kaygı nereye gider? Zihnimizin
zorlanım lı bir biçim de seksle m eşguliyetine. Ölüm ün bas
tırılması eşittir seks saplantısı. Seks, canlılığımızı kanıtla
m anın, hâlâ “genç” , çekici ve iktidarlı olduğum uzu göster
m enin, daha ölmediğim izi kanıtlam anın en kolay yoludur.
Bu, doğa üzerindeki iktidarımızı esas biçim iyle onaylam a
nın ağırlığını taşır. Bu umudun anlaşılabilir bir biyolojik te
meli vardır; öyle ki, cinsellik ve ürem e, adım ızın ve genle
rimizin ölüm üm üzden sonra da yaşayacak çocuklarım ızda
devamlılığını sağlama alan tek yoldur.
C inselliğe duyulan çağdaş ilgi, insanın her zaman bil
diği bu biyolojik gerçeğin ötesindedir. Zihnin zorlanmalı
bir biçim de seksle meşgul olması bireyi öylesine uyuştu
rur ki, birey kendisinin öleceği ve hakikaten ölüm ün -te k
değiştirilem eyecek deneyim in- her an olabileceği gerçe
ğini itiraf etm ek durum unda kalm az. Doğaya yabancılaş
mamız ne kadar büyükse -yabancılaşm anın en büyük sim
geleri atom bom bası ve radyasyondur- ölüm e de o kadar
yakınızdır. Doğaya atomları parçalam a biçim inde yapılan
A f k i * ir t u ir
tecavüz, ölüm korkum uzla, (korkuyu hep artıran) suçlulu
ğum uzla ve bu nedenle iki misline çıkan ölüm farkındalı-
ğım bastırma gereksinim im izle ilişkilidir.11 Burada ana
simge devreye girer; doğa anadan söz ediyoruz. Atomu
parçalam a başarısını yaşam ak, “ölüm süz kadın” üzerinde
güç kazanm aktan çok da farklı değildir. Atom bombası bi
zi simgesel anayla çatışm aya sürükler. Bombanın yapımı
nın neredeyse herkes için kişisel bir simgesel güç taşım a
sının nedeni budur. Batılı insanın -göm ülü derinliklerde-
büyük oranda suçluluk belirtileri gösterm esine şaşırm a
mak gerek!
Ölüm farkmdalığını bastırma dürtüsü, “iktidar m itine”
olan güveni nedeniyle, ağırlıklı olarak Batılı insanın üzeri
ne düşer. (“ M it" terim ini, yaygın olan “yalan” anlam ında
değil, tarihsel açıdan doğru olan deneyim e anlam ve-yön
veren psikobiyolojik örüntü anlam ında kullanıyorum .) İk
tidar miti, R önesans’tan bu yana. Batılı insanın kimlik m ü
cadelesinde m erkezi bir rol oynam ış, psikolojik ve ruhsal
kişiliğinin biçim lenm esinde özellikle önemli olmuştur.
Batılı insanın, fiziksel bilimlerde ve sanayileşm ede şaşırtı
cı başarılara yol açan doğayı kullanma uğraşı, on dokuzun
cu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyılda insanı da kapsamına
almıştır. Buna göre kendimi kullanarak iktidar kazanıyo
rum. Fakat bunda başarılı olursam , gerçekten iktidarlı ola
mam; çözülem ez bir ikilem e düşüyorum . B enliğim , kulla
nılm aya boyun eğen hareketsiz bir canlı madde parçası.
Kendini kullanm a, başkasını kullanma gibi, iktidarı asla
artırmaz, tam tersine, onu zayıflatır. İktidarlı bir kişiyi ve
ya kuralı, kullanıcıyı, her zaman arkamızda varsayarız. Fa
kat sistem genişledikçe, bu “perde arkası” kişi veya kural
132
Rollo May
sonsuz bir gerilem ede kaybolur. Denetleyeni denetlem e
karm aşık da olsa gerçek bir sorundur ve olum suz anlam da
daim onik olana dek hep geriye kaydırılır.
Bireysel iktidar m iti, ekonom ik, sosyal veya coğrafi ol
sun, gerçek bir keşif sahasında büyüyen biz Am erikalılar
için özellikle vurgulanmıştır. Ö m ek olarak aldığım Batı sa
hasında, bir insanın kendini ellerinin gücüyle savunm ası,
kaba ve etkin bir fiziksel güç geliştirm esi, şefkatin ve içli
duyguların, silahını çekerken hareketini yavaşlatmaması
çok önem liydi. G erçekten de, ilk kez F reud’un söylediği,
sert ve dik olduğunda kullanışlı silahın penis simgesi ol
ması. Viyana’dan çok A m erika’da anlam lıdır; sosyal deği
şime rağm en hâlâ inandırıcı olan ender özel kültürel sim
gelerden biridir. Ernest H em ingw ay’in yaşam ı ve efsane
si, bu sahadan taşınmış iktidarın erkeksi erdem lerin canlı
resimlerini sunar -fiziksel güç, avcılık, (cinsel iktidarsız
lıkla gerçek m ücadelesini ve cinsel iktidarsızlık korkusunu
bir parça dengeleyen) cinsel yetenek, yazılarındaki hare
ketli konular ve biçem ler. Fakat ölüm ve ölüm ün ne za
man olduğu bilinm eyen gelişi karşısında yaşam ı sürdür
m enin dayanılm az kaygısı, Hemingway altmışlı yaşların
ortasına gelip cinsel açıdan iktidarsız olduğunda baskın bir
tehdit haline geldi, ve onu, bir insanın iktidarını kanıtlamak
için yapabileceği en son eylem e, yani intiharla yaşam ına
son verişe götürdü. Bireysel iktidar erdem ine sarıldıkça
ölüm ün yüzüne gülebilirsiniz. A ncak bu üstünlüğü kay
bettiğinizde, seçim iniz ya ölümü ve onun aşam alı ve alçak
zaferini kabullenm ek, ya da H em ingw ay’in yaptığı gibi
ona balıklam a dalmaktır.
Seks ve ölüm ün ortak yanları, m ysterium tremendumun
Aşk w irade
iki biyolojik yönü olmalarıdır. Gizem -b u rad a verilerin so
runu çiğnediği durum olarak tanım lanır- bu iki insan de
neyiminde son anlamını bulur. Her ikisi de yaratma ve yık
mayla ilgilidir; ikisinin de insan deneyim inde karm aşık
biçimlerde birbirine geçm iş olması hiç şaşırtıcı değildir.
İkisinde de bir olay tarafından teslim alınıyoruz; ne aşkın
ne ölümün dışında durabiliriz - v e eğer denersek, deneyi
min tüm değerini yok ederiz.
134
Rotlo Jtfrtv
cı olm az, aynı zamanda bizi seks ve aşkın psikoterapide de
sıradanlaşması tehlikesine karşı özellikle koruyabilir.
Elbette ki trajediyi yaygın olan “felaket” anlam ında de
ğil, aşkın hem neşe hem yıkım getirdiğinin özbilinçli, ki
şisel fark edilişi anlam ında kullanıyorum . Bu bağlam da,
insanlık tarihi boyunca bilinen, fakat çağım ızın olağanüstü
bir biçim de unutmayı başardığı bir gerçeği, yani cinsel aş
kın, insanları sadece kendilerini değil aynı zam anda başka
bir sürü insanı da yok edebilecek durum lara iten bir gücü
olduğunu anlatm aya çalışıyorum . Tarihsel kişilikler olsun
veya olm asın, cinsel aşkın erkek ile kadını kavrayıp onları
ussal denetim e karşı koyan ve onu yok eden bir kasırganın
içine atan gücünün mitsel sunuları olan Helen ve Paris’i,
ya da Tristan ve Iseult’u anm am ız yeterlidir. Bu mitlerin
klasik Batı edebiyatında tekrar tekrar sunulması ve nesil
den nesle aktarılması tesadüf değildir. Ö yküler insanın,
yalnızca seks ve aşk hakkında konuşmalarımız ve yazıları
m ızdaki fakirleşm e pahasına ihmal edilen cinsel aşk dene
yim inin mitsel derinliklerinden gelir.
Trajik, insan yaşamına zenginlik, değer ve saygınlık ka
zandıran bilinç boyutunun bir dışavurumudur. Bu nedenle,
trajik sadece -e sk i Yunan anlam ıyla acım a, hemcinsiyle
duygudaşlık ve anlayış g ib i- en insancıl duyguları müm
kün kılm akla kalm az, onsuz aşk aşırı tatlılaşır, yavanlaşır
ve eros hiçbir zaman büyüm eyen hastalıklı çocuğa dönü
şür.
Ancak okurun buna bir itirazı olabilir. Trajedinin klasik
anlamı ne olursa olsun, bugünün sanatındaki, sahnede ya
da romanın sayfalarındaki sözde trajik sunumlar, anlam
sızlığın bir resmi değil midir? O ’Neill’ın Buz Adam Gel-
A fk tv ir tu is
d /’sinde gördüğüm üz, insanda yücelik ve saygınlık eksik
liği değil m idir, ve G odot’yu Beklerken boşluğun bir sunu
mu değil midir?
Buna iki parçalı bir yanıt vereceğim. Öncelikle, insan
da ve davranışlarında görünürdeki yücelik eksikliğini ve
ya anlam eksikliğini sunarken, bu eserler çok daha fazla
sını yapıyorlar. G ünüm üzde trajik olanla, yani tam karm a
şıklıkla, sıradanlıkla, belirsizlikle ve ahlak kurallarının
boşluğu ve de bunların sonucu olan yapam am ayla veya
Kini Korkar Virginia W oolf 'tan?' da olduğu gibi, kişinin
kendi şefkatini yitirim e korkusuyla yüzleşiyorlar. Doğru
dur, Buz Adam G eldi'de gördüğüm üz, yüceliğin insanı
terk edişidir, fakat bu bir yüceliği, saygınlığı, anlamı önce
den varsayar. Hiç kimse Yunan seyircisine, O restes’in an
nesini öldürm esinin ne anlam a geldiğini anım satm ayı dü
şünm ez. Ancak Satıcının Ö lüm ü'nde W illy Lom an’ın karı
sı “dikkat edilsin” diye rica eder ve tam amen haklıdır. Bir
adam , sadece bir gezgin satıcı da olsa yok ediliyorsa bir
anlamı vardır. (Şim dilerde m uhtem elen seyirciye O res
tes’in annesini öldürm esinin neden anlamlı olduğunu an
latmamız gerekir: Çünkü biz böyle bir öldürm enin Öç Al
ma Tanrıçalarıyla m ücadeleyi ve daha sonra bir suçluluk,
sorum luluk ve af davası gerektiren bir sorun değil de, kısa
bir süre için kontrolden çıkm ış, eylem e vurulm uş, psiko
lojik, Oedipal karşıtı bir m ekanizm a olduğunu öğrenm iş
nesiliz!) Yargıma göre, günüm üzdeki en iyi rom an, oyun
ve resimler, bize anlamsızlık gerçeğinin korkunç anlamını
sunanlardır. Uzun vadede en trajik şey, en son “fark e t
mez” tavrıdır. Olum suz anlam da son trajik durum sa kayıt
sızlıktır, gerçekten trajik olanı kabul etmeyi reddeden o
136
Rollo May
inatçı, sert “serinkanlılık”tır.
Fakat bir de çürütm e amacıyla, “ Sıraladığımız bu eser
ler günüm üzde aşk ve iradeyle ilgili sorunları tüm üyle or
taya çıkarm az m ı?” diye sormak isterim. G odo t’yu Bekler-
ken'd e canlı bir biçimde resm edilen çelişkiyi ele alalım.
Didi “gidelim ” der ve oyunun sahne talim atları, “kıpırda
m azlar” diye belirtir. Çağdaş insanın irade sorununu,
önemli eylem lerde bulunam amasını daha iyi anlatan bir
parça yoktur. G odot’yu beklerler: Fakat bu beklem ede
beklenti vardır; beklemenin kendisi umudu ve inancı ima
eder ve birlikte beklerler. Ya da Kim K orkar Virginia Wo
o l f ’tan? ’daki evli çiftlerin kıyasıya kavgalarında aşkı bağ
nazca inkar edişlerini alalım . İçim deki aşk ve şefkatle
yüzleşem em enin bu sunum u, çağdaş insanın aşk sorunun
ne olduğunu, araştırm a yığınlarından çok daha canlı ve ik
na edici bir biçim de gösterir.
TRAJİK VE AYRILIK
Aşkın trajik yönünün bir başka kaynağı vardır. Bu da,
birbirimizi sürekli arzulam am ıza, geçici olm aya mahkum
tam am lanm a hasretine yol açan, kadın ve erkek olarak ya
ratılmış olduğum uz gerçeğidir. Bu, neşe ve düş kırıklığının,
esriklik ve um utsuzluğun diğer bir kaynağıdır.
Burada zor bir kavramı açıklamalıyım; varlıkbilim. Te
rimin sözcük anlamı “varlığın bilimi”dir. Fakat, özellikle
biz on dokuzuncu yüzyıl sonrası Am erikalılar, varlıkbilim-
sel düşünmeye alışık olmadığım ız için bu tanım pek yarar
lı değildir. Paul T illich’in bir felsefe öğrencisiykeıı “N e
den bir şey vardır da hiçbir şey yoktur?” sorusuyla karşı
laştığındaki şoku sınıfına anlatışını hiç unutamam. Bu, bi
Açk i r irade
rini varlıkbilimsel düzeye koyan sorudur. Neden seks diye
bir şey vardır? Neden sekssizlik yoktur; neden terliksi
hayvanın ve toprak solucanının yapığı gibi, parçalarımızı
yeni varlık için keserek çiftleşm iyoruz? Burada kolaya ka
çıp “evrim '’ -ö y lece g e lişti- diyem eyiz. Aynı kolaylıktaki
“ilahi am aç” -b ö y le olmamızın erekbilimsel bir “nedeni”
v a r- yanıtım da verem eyiz. Her iki yanıt, zıt yönlere doğru
olsalar da, iddialarını kanıtlanm ış varsayar. Hayır, ikna edi
ci bir yanıt bulmak için varlıkbilimsel soruyu, eldeki var
lığı -b u durum da se k si- inceleyerek doğrudan sormalıyız.
Eğer “seks evrensel sürecin insan sureti” ise, erkek ve kız
ların bu on yılda saçlarını nasıl taradıklarını temel alarak bir
sonuca tabii ki varam ayız. Varlıkbilim varoluşun temel ya
pılarını -h e r zaman herkese verilmiş yapıları- keşfetmeye
çabalar.
Varlıkbilimsel açıdan bakıldığında, erkeklik ve dişiliğin
varoluşu, tüm gerçekliğin temel kutupluluğunun bir dışa
vurumudur. En küçük molekül parçacığı devingen hareke
tini, arasında sürtünm e -böylece hareket- bulunan bir ne
gatif ve pozitif yük içerdiği olgusundan alır. M addenin ve
enerjinin m oleküler parçacıkları benzeşmesini kullanan
Alfred North W hitehead ve Paul Tillich, gerçekliğin nega-
tif-pozitif kutuplu varlıkbilimsel bir özyapısı olduğuna
inanırlar. W hitehead ve onun eselerinin önemli olduğuna
inanan pek çok çağdaş düşünür, gerçekliğin, sabit durum
daki maddelerden ibaret değil, kutuplar arasındaki bir de
vingen hareket süreci olarak görürler. W hitehead’in bir
silreç felsefesi geliştirebilm esinin nedeni budur. G erçek
ten de, tüm gerçekliğin erkek-dişi özyapılı olduğu savunu
labilir; şüphesiz H egel’in tez, antitez ve sentez kuramı bu
138
Rotto M ay
açıdan görülebilir. Paul Tillich, “H egel’in öğrencileri,
onun ilk başlarda bir aşk filozofu olduğunu bilirler, He
g el’in diyalektik şem asının, onun aşkın doğasının ayrılma
ve yeniden birleşm e olduğu sezgisinin bir soyutlaştırm ası
olduğunu söylem ek abartı olm az” diye açıklar.12
Cinsel ilişkide, bu kutupsal ritmi doğrudan ve yakından
yaşantılarız. Seks eylem i, ilişki halinin akla gelebilecek en
güçlü canlandırmasıdır, çünkü yaklaşm a, giriş ve tam bir
leşm e, daha sonra kısmi ayrılık (sanki aşıklar bunun geçek
olduğuna inanm am ış ve birbirlerine bakmayı arzuluyorlar-
m ış gibi), sonra tam bir yeniden birleşm e oyunudur. Seks
te yakınlık ve geri çekilm e, birlik ve m esafe, kendimizi
ayırm a ve tam birleşm ede tekrar verm e ayinini canlandır
mamız doğanın bir yanlışlığı olam az. Çünkü sonsuza dek
tekrarlanacak birbirine katılm a, dokunm a ve geri çekilm e,
tanışıklığın çekingen başlangıcında bile m evcuttur ve er
kek ile kadınların olduğu kadar kuşların, hayvanların kur
larının özüdür. İkili varlık birliğine katılım ritmi ve sonun
da bireysel özerkliğe ayrılm a, insan varoluşunun kendini
tam anlam ıyla cinsel ilişkide gösteren iki gerekli kutbunu
içerir.
Pek çok farklı kültürde aynı anda ortaya çıkm ış, seksin
birinin, benliğin diğer yarısıyla birleşm e olduğuna dair
mitlerin altında muhtemelen bu farklılıklar yatar. Bunların
en ünlüsü Aristophanes tarafından Platon’un Şölen’inde
verilmiştir; erdişi miti. Fakat can alıcı nokta, bu mitin kar
şılığı olan U panişad’ın, erkeğin yaratılışı hakkında ‘‘Hiç
haz alm adı. Bu yüzden yalnız adam haz alm az” demesidir.
Bunun üzerine “boşluğu doldurmak için kadın yaratılm ış
tır”. 13
139
A fk te im de
Fakat kutupluluğun değerini anlam ak için mitlere baş
vurmam ız gerekm ez. Yunanistan’ın kuzeyinde, Ege Deni-
zi’ne 12 mil boyunca uzanan, nüfusunu on beş yirm i ka
dar m anastırda yaşayan rahiplerin oluşturduğu Athos Da-
ğ ı’ııda bir hafta geçirm iştim . Söylenene göre hiçbir kadın
on ikinci yüzyıldan beri A thos’a ayak basmamıştır. Fakat
rahipler kadınların el kol hareketlerini, konuşm a, yürüme
ve kendini taşıma biçimlerini almışlardır. Köyün sokağın
da önüm de yürüyen bir rahip gördüğüm de, kendimi bir
kadın gördüğüm ü düşünürken bulm uştum . Aynısı bir baş
ka erkeksi topluluk olan, askerleri Akdeniz’de bir Fransız
gemisinin güvertesinde birbirleriyle dans eden yabancı
lejyon için de geçerlidir. Burada konu eşcinsellik oranı de
ğildir ve zaten bu olguyu açıklam az. Onun yerine, kadın
yoksa erkekçe davranm aya, erkek yoksa da kadınca dav
ranm aya vurgu olmadığını; etrafta kadın olduğunda daha
erkeksi olduğum uzu, onlann da daha kadınsı olduklarını
ileri sürüyorum . İki cinsin de, karşı cinsin özyapısmı vur
gulam a işlevi vardır.
Bir grup erkeği b ir araya getirdiğinizde -o rd u d a , erkek
öğrenci birliklerinde ya da bir m anastırda olduğu gibi—
kendilerini bir tek eldeki işe verm elerini sağlayabilirsiniz.
Fakat diğer alanlarda tuhaf bir canlılık eksikliği vardır. Bir
donuklaşm a, tepkilerde çeşitlilik eksikliği görürüz ve baş
kaldırm a eğilim i gösterm eden yetkeci yordam ları kabul
ederler. Ancak Cennet B ahçesi’ndeki gibi, bir kadın geti
rin; bilinç açılır, ahlak anlayışı gelişir ve başkaldırı bile fi
lizlenm eye başlar. G erçek anlam da, canlılık ve güç - v e
hatta daha iyi fik irle r- sunarak cinsler adeta birbirilerini
ateşler.
140
Jtv ilo M ay
İki cins gerçeği sayesinde ürem e daha büyük çeşitlilik
yaratabilir. Erkek ve dişi kutupluluğu, genlerin karışması
ve birleşm esi, sınırsızca artan çeşit ortaya koyar; özgünlük
ve yeni olasılık bileşimleri ortaya çıkar. Aynı organizmanın
köklerinden üreyenler, doğanın, terliksi hayvanlar gibi,
yalnızca en alt biçimleridir. (Gerçi George B em ard Shaw,
insan ırkına yaptığı aksi uyanlarından birinde, verimliliği
her şeyin üstünde tutm aya devam edersek, insan ırkının
kaderinin buna yenileceğini öngörür!) A m erika’da insan
ların diğerlerinden daha uzun olduğu bazı bölümlerindeki
araştırm alarda, nedenlerden birinin o alana yeni göç etm iş
insan topluluklarıyla kaynaşm a ve bir önceki soyla karışıp
evlenm e olduğuna inanılır. Ensest biyolojik olarak zararlı
olm adığı halde iki kardeşin ve aynı ailenin üyelerinin he
m en hemen her toplum da sosyal fakirleşm e, ırkın gelişi
mini engelleyecek farklılık kaybı nedeniyle yasak olması
da bilinen bir gerçektir.
HollandalI psikolog Buytendijk’in vardığı sonuca göre,
erkeksi ve kadınsı ayrı kas sistemleri sayesinde bu ritmik
sürece uygunuz. Buytendijk kem iklerde ve kaslarda erke
ğin tem elde dik açıya yaklaşan düz hatlı bir yapıda oldu
ğunu belirtir -d a h a iyi itm ek, dürterek, yum ruklayarak ve
erkek rolünün diğer iddialı yönleriyle daha büyük darbe
indirmek için. Kadın ise kıvrımlı ve yuvarlak hatlı bir yapı
dadır -kendini daha iyi açm ak, yavrusunu daha iyi taşıyıp,
ona daha iyi bakm ak, özellikle kadınsı zevki daha iyi alıp
verm ek için. Penisin itici m ekanizm ası, penisini bir şeyle
rin içine sokm ayı ister gibi hareketlerde bulunan küçük
çocukta m evcuttur. Küçük kızda da bunun karşılığı, düzen
lem e, korum a, bir şeylere zor kullanarak, saldırarak değil.
A#k iv ira d t
dolaylı yaklaşarak biçim verme arzusu bulunur. Toplumu-
muz erkeksi erdem leri hareketle, kadınsıları da edilgenlik
le ilişkilendirir - b u , görünen yüzeyin altında, yanıltıcı ol
duğu kadar yanlıştır. Kadınların barış sanatını koruma ta
raftarı olduklarını söylem ek, erkeklerin de savaş sanatı ta
raftan olduklarını söylem ek kadar hatalıdır (ve aynı zaman
da tüm genellem elerdeki yanlışı taşır). Aslında hem erkek
hem de kadın, kendilerine göre etken ve edilgendir.
Bu özelliklerin toplum um uzda çok ve haksızca abartıl
dığı gerçeği, gerçek farklılıkları unutmak için bir neden de
ğildir. On dokuzuncu yüzyılın sözde erkeksi erdem lerinin,
erkeğin iktidarını kanıtlaması için sadece doğayı değil,
kendini ve yoluna çıkan tüm kadınları da fethetmesini ge
rektirdiği doğrudur. O zamanın kalıplaşmış kadın örneği
de kibar ve güzel kokan, kendine bakm aktan aciz, küfür
duym aya gelem eyen ve en ufak bahanede bayılmaya hazır
kişiydi. Buna tepki olarak farklılıkları silen bir hareket gel
di; slogan artık yaşasın farklılık değil, “herkes aynı hisse
d iy o rd u ve iki cins de aynı şeylere aynı şekilde tepki gös
term eliydi. Fakat haksız baskılarla birlikte haz veren fark
lılıkları da atmış olduğumuzu dehşet içinde gördük.
Eşitlikçi seferim izde. Dr. Helena D eutsch’un açıkladığı
gerçeği, kadının ona vahiysel orgazmdan daha çok zevk
verebilecek bir vajina! “içeri çekilm e” tepkisi olduğu ger
çeğini görmezden geldik. Dil bu farklılıkları yansıtır: İngi
lizce’de içeri çekilm e tepkisi için “ invaginate” * sözcüğü
kullanılır ve bunun erkek için karşılığı yoktur. En yakın be-
zerlikler “ phallic”(fallik)in, tem elde dürtm e, kendini orta
ya koym a, fethetm e davranışlarına gönderm e yapan, düş-
* Ç .N . içine koym ak
142
ftottû M ay
m anca bir yan anlam ı olan ya da olm ayan çeşitli biçim le
ridir. Erkek sadece kendini ortaya koym a tepkisini göster
m ez, bu içeri çekilm eye de tepki verir: kadının orgazmı
karm aşık ve yayılm ışken, erkekte orgazmı harekete geçi
ren yerleşik bir nörolojik ve fizyolojik m ekanizm a vardır,
erkek belli bir noktanın üzerinde heyecanlandığında kendi
ni tutm ası imkansız hale gelir.
Cinsellikte gözlem lediğim iz son varlıkbilim sel gerçek
basit ve doğaldır. Bu, cinsel ilişkinin yaratıcı olduğudur;
yeni bir varlık, bir bebek yapabildiğidir. Bu olgu, erkek
kalsa da gitse de kadın bedeninde ve yaşam ında en azın
dan dokuz ay için büyük değişiklikler yaratır ve patolojik
durum lar dışında, kadında daha uzun süre köklü değişik
likler olur. Soylu bir Habeş kadınının ilkel sözleri bunu
mükemmel biçimde açıklar:
... Kadın ilk aşkını tattığı gün onu ikiye keser... Erkek ilk
aşkından sonra öncesi gibidir. Kadın ilk aşkından itibaren
başkadır. Bu yaşamı boyunca sürer. Erkek kadınla bir ge
ce geçirir ve gider. Yaşamı ve bedeni hep aynıdır. Kadın
gebe kalır. Anne olduğunda çocuksuz kadından farklı bir
insandır. O gecenin meyvesini dokuz ay boyunca bede
ninde taşır. Bir şey büyür. Yaşamından hiç ayrılmayacak
bir şey yaşamının içine büyür. Annedir. Çocuğu ölse de,
bütün çocukları ölse dc annedir ve anne olarak kalır. Çün
kü bir kere çocuğu kalbinin altında taşımıştır. Ve kalbin
den bir daha hiç çıkmaz. Çocuğu ölse bile. Tüm bunları
erkek bilmez... Aşk öncesinin aşk sonrasından, annelik
öncesinin annelik sonrasından farkını bilmez. Bir tek ka
dın bilir ve kadın bundan bahseder... O hep bakire olma
lıdır ve hep anne olmalıdır. Her aşk öncesi bakiredir, her
aşk sonrası annedir...14
143
A f k tw «rorf<*
En başta Karen H om ey, kadınların çocuk doğurabilm e
si ve erkeklerin doğuram am ası gerçeğinin erkeklerde, on
ları çok çalışm aya, kültüre] etkinliklerde ve uygarlık kur
mada kendi yaratıcılıklarını kanıtlamaya iten bir kıskançlı
ğa yol açtığım savunur. Çoğunlukla psikanalizde bu kıs
kançlık erkeklerde kişisel utanç ve um utsuzluk şeklinde
patlak verir. Güney Amerikalı bir hastam divanda tekrar
tekrar annesinin onu doğurm asını ve onun da annesinin
m emelerini emmek zorunda kalmasını asla affedemediği-
ni haykırmıştı ve her erkeğin aynı öfkeli haseti duyduğuna
kesin olarak inanıyordu. Bu çatışmanın ilkörneksel kökle
ri m odem çağdan ya da “ batılı” sorunlarımızdan çok daha
derine iner ve insanlık, hatta varoluş tarihinin köklerinde
saplıdır.
Fakat meselenin diğer yanı da aynı derecede evgindir.
Önceki bir bölüm de, “yeni bilge yaratıcı güçlerinden kor
kar” dediğim de, gerçekten de kaygısının başka bir insan
yaratmaktaki büyük kararsızlığından kaynaklandığını an
latm ak istemiştim. Bir hastam düzenli olarak her ay, karı
sının doğurgan olduğu zam anlarda, her ikisinin de çocuk
istemesine rağmen iktidarsızlık yaşıyordu. Ancak fantezi
lerinde karısının sevgisine rakip olabilecek bir çocuğa ba
balık etm ek istemediği, karısının kocası olduğu kadar be
beği de olmayı dilediği ortaya çıktı.
Bu kararsızlık Freud’un “ iğdiş” terim inde, tüm kaygıla
rın kaynağı olduğuna inandığı ilk korkuda da vardır. Ç ün
kü iğdiş Freud’un ve çoğu insanın algıladığı gibi erkeklik
organını kesme değildir -o n u n adı “sakatlam a’dır. İğdiş
daha çok teslislerin ayrılm asına, haremağası olm aya denir;
iireme giiciinii yitirm eyi içerir. Sultan’ın sarayındaki hare-
144
RoU vU oy
m ağalan sertleşebiliyor ve cinsel ilişkiye girebiliyorlardı;
ama çocuk sahibi olam ıyorlardı. Haremdeki küçük kusur
lara rağmen soy temiz kalıyordu. Bence Freud burada dü
şündüğünden daha akıllıydı,çünkü üretici güç kaygısı -d o
ğum kontrole rağm en- gerçekten esastır.
145
cuklanm n geçim ini sağlam ak için sorum lulukla çalışan or
ta yaşlı solgun bir kadın gibi görünüyordu. Kasadaki üst
orta sınıf kızı, kendini eski zamanların evlilik dışı çocuk
doğuran “kayıp kız” örneğindeki kadar çözüm süz bir du
rum a sokm uştu. Bunun nedeni elbette bilgi eksikliği ya da
planlam a ve sorum luluk eksikliği değildi. Çağdaş, zeki bir
kadın olan beş çocuklu hastam pek çok açıdan, Viktorya
dönem inde, kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olm a
sı ve gebelik önleyicilerin icadı öncesinde yaşayan ataları
kadar kıstırılmış gibiydi.
Bu vakadan, aile planlam a yetisinin tek başına trajiği
önlem eye yetm ediğini gösterm ek için söz ediyorum . G e
belik önlem enin psikolojik anlam ı, kişisel sorum luluğu ve
bağlılığı genişletmektir. Fakat kolay olmanın ötesinde, bu
kişisel ilişki daha fazla ağırlık taşımalıdır ve bu yüzden da
ha zor olabilir.
Gebelik önlem e, belirli bir birleşm e eylem indeki ham i
lelik kaygısını yatıştırdığından, kültürümüzde cinsel aşkın
trajik yönünü ilk ve son olarak geride bırakmış olduğum u
zun bir sim gesi gibidir. Bakın, ben elbette gebelik önleyi
ciler ve üreme planlaması yanlışıyım -b u o kadar açık ki
söylem eme bile gerek yok. Fakat neredeyse herkesçe ka
bul edilen doğum kontrol ilkesi, seks için büyük bir lütuf
olan gebelik önlem enin, bahsettiğim iz temel m eseleyi bir
nebze olsun değiştirm ediği gerçeğini görmem izi engelle
memelidir. Ham ileliğin bireyi biyolojik olarak bir anda
zincirleyişinden kurtarsa da, psikolojik kararsızlığını artı
rabilir.
Seks ve aşkın trajik boyutu, gebelik önlem eyle bile, her
zaman olduğu kadar yaygındır, fakat otom atik, biyolojik
146
Rttfİo M a y
alandan çıkarılıp psikolojik alana taşınmıştır. Trajedi zaten
burada olmalıdır; trajik boyutu veren yaşamın ölüm ve
ürem e gibi biyolojik gerçekleri değil, insan olarak insan
kaderinin bu kaçınılm az gereklilikleriyle nasıl ilişki kurdu-
ğutnuzdur. Trajik her zaman psikolojik ve ruhsal bir m e
seledir.
Bir de bebek yapmayı ya da yapmam ayı seçme özgür
lüğüyle gelen kişisel sorum luluk ikilemi vardır. Son kırk
yıldır bebek planlam ak olası hale gelm iştir ve bu gücü kul
lanm am ıza rağm en, bunun psikolojik ve kişisel sorum lu
luğunu hiç kabullenmedik. Bu m eseleden gam sızca kaçışı
m ız, çocuklarım ıza karşı toplumca duyduğum uz suçluluk
olarak kendini gösterir. O nlar için her şeyi yaparız, geli
şim lerine ve kaprislerine hizm et ederiz, zavallı çocuklar
bu sürekli pes eden anne babalarına başkaldıracak fırsat
bulam azken biz ahlaki her konuda (şimdi de esrar konu
sunda) pes edişim izi geniş fikrililiğim izin ve erdem liliği
m izin bir işareti sayarız. Gittikleri zaman “iyi eğlenceler”
der, iyi vakit geçirm ezlerse üzülür, fa zla iyi vakit geçirir
lerse yine üzülürüz. Tüm bunlar olurken, gizli gizli onları
ve gençliklerini kıskanır, onların yaşlarındayken geçirdiği
miz zor zam anlarla karşılaştırıldığında ne kadar iyi durum
da olduklarına içerleriz. Kim bilir neyin meşru mirasçıları
olan gençlerim izi krallar gibi yaşatırken, onların em irleri
ne am ade hizm etçileri, şoförleri, aşçıları, hem şireleri, dip
siz para torbaları, ev öğretm enleri, kam p liderleriyiz - ta ki
çocuklarım ız doğal olarak kalkıp “Allah aşkına bizi rahat
bırakın!” diye bağırana kadar. Bu hepim iz için en büyük
tehdittir-çünkü hepimiz çocuklarım ız hakkında aynı adsız,
içimizi kaplayan suçluluk duygusuyla doluyuz ve ondan
A şk ıv in u lf
kurtulamıyoruz. Üstelik kefaretini ödediğim iz suçluluk,
onları büyütürken yaptığımız veya yapmadığımız bir şey
hakkında değil, en başta çocuk sahibi olduğum uz basit
gerçeği hakkındadır. Çünkü çocuk yapm am ıza artık “Tan
rı” karar vermiyor, biz veriyoruz. Bu büyük olgunun anla
mını kavramaya kim başlamıştır?
Bir de sadece tek bir bebek planlayan -n ü fu s denetim i
ne duyduğum uz gereksinim le ister istemez sayıları artacak
o lan - çiftleri hayal edin: Bu zavallı bebeğin taşım ak zo
runda olduğu büyük ruhsal yükü düşünün. Özellikle tek
çocuğunu yapmış çalışan insanlarla olan terapilerde gör
düğüm üz gibi, bebeği aşırı derecede korum aya yönelik
büyük bir istek vardır. Bebek çağırınca, anne baba koşar;
sızlanınca utanırlar; hastalanınca suçluk duyarlar; çocuk
uyum ayınca sanki onlar sinir krizi geçirecekm iş gibi-du
rurlar. Bebek içine doğduğu durum yüzünden küçük bir
diktatör haline gelir ve istese de başka bir şey oİam az. Ta
bii durumu zorlaştıran çelişkili bir gerçek vardır; tüm bu
ilgi aslında çocuğun özgürlüğünü büyük ölçüde azaltır ve
çocuk, kraliyet ailesine doğan bir prens gibi çocukların ya
pısına uygun olmayan bir yükü taşımak zorunda kalır.
Gebelik önleyiciler, tüm aletler ve m akineler gibi öz
gürlük ve seçme alanımızı artırabilir. Fakat bize verilen bu
yeni özgürlük ve güç aynı zamanda karasızliğimizi, kendi
ni artık seksin ve aşkın sıradanlaşm asıyla dışa vuran karar
sızlığı ve kaygımızı da artırır. W isconsin Üniversitesi öğ
renci sağlık m erkezinin baş psikiyatrı Dr. Seym our Hal-
leck’e göre, doğum kontrol hapının kullanıldığı bugünler
de çok eşli olan kızlar için “hayır dem ek çok zahm etli” .15
Bir şeyi sıradan hale getirm ek, önemini ucuzlatm ak, “fark
148
R û ih M ay
etm ez” dem ek, kaygıdan uzak durm anın eşsiz yöntemidir.
Doğum kontrolün yanlış kullanımının cinselliğe karşı ay
rık, rasgele, bugün var yarın yok tutumuna hizm et etmesi
bu durum un bir sonucu değil m idir? Cinsel eylem kadar
güç taşıyan, birinin adını ve soyunu sürdürm e gibi önemli
bir alanda güç taşıyan bir eylem şüphesiz, “doğa”nın ken
disine değilse de doğam ıza zarar verm eden sıradan ve
önem siz sayılamaz.
Gebelik önleme yardım ıyla, seks en azından bazı du
rum larda tüm üyle kişisel bir ilişki haline gelebilir. Bunun
yarattığı sorun da bu kişise! ilişkinin anlamını bulmak gibi
büyük bir sorundur.
149
A fk vrtract*
5
AŞK VE DAİMONİK
150
RoUo U ay
DAİMONİĞİ TANIMLAMAK
D aim onik, kişinin tamamını teslim alm a giicü olan
herhangi bir doğal işlevdir. Seks, eros, kızgınlık, ötke ve
iktidar arzusu bunun örnekleridir. Daimonik yaratıcı ya da
yıkıcı olabilir ve genellikle her ikisidir. Bu güç çarpıklaştı
ğında ve bir öğe tüm kişiliğin denetimini ele geçirdiğinde,
tarih boyunca psikoza verilmiş ad olan “daim onik cinnet”
söz konusudur. Daim onik, belli ki bir varlık değildir, fakat
insan deneyim inin tem el, ilköm eksel bir işlevini -çağdaş
insanda ve bildiğim iz kadarıyla tüm insanlardaki varoluş-
sal gerçekliği- anlatır.
Daim onik, her varlıktaki kendini onaylam a, kendini
kanıtlam a, kendini sürdürm e ve artırm a dürtüsüdür. Da
im onik, tüm benliği, o benliğin bütünleşm esini ya da di
ğerlerinin benzersiz biçim lerini, arzularını ve bütünleşme
gereksinim lerini dikkate almaksızın ele geçirdiğinde kötü
leşir. O zaman aşın saldırganlık, düşm anlık, zalimlik -k e n
dim izde bizi en fazla korkutan ve mümkün olduğunda
bastırdığım ız ya da daha büyük ihtimalle başkalarına yan
sıttığımız şey ler- olarak ortaya çıkar. Fakat bunlar, yaratı
cılığımızı güçlendiren aynı iddianın ters tarafıdır. Tüm ya
şam , daim oniğin bu iki yönü arasındaki akıntıdır. Daimo-
niği bastırabiliriz, am a kayıtsızlığın ve böyle bir bastırm a
nın peşinden gelen patlam aya olan eğilim in bedelinden
kaçam ayız.
Yunanca “daim on” kavramı -çağdaş kavram ım ızın kö
k ü - şairin ve ressam ın olduğu kadar ahlaki ve dini önde
rin yaratıcılığım da içerir, aşıktaki bulaşıcı güçtür. Platon,
esrikliğin, “ilahi deliliğin” , yaratıcı kişiyi sardığını belirt
mişti. Bu. dahi ile deli arasındaki şaşırtıcı ve hiç çözülm e
Aşk ıv iradt
miş yakın ilişki sorununun ilk başlardaki biçimidir.
Sokrates’in Savunm ası'nda, gençlere yanlış“daimon-
y a ”yı öğretm ekle yargılanırken, Sokrates kendi “dai-
moıı”unu tanımlar: “Bir çeşit ses olan bu işaret bana ilk
defa çocukken gelm eye başladı.” Suçlu bulunduktan ve
sürgünü mü ölümü mü seçeceğine karar vermesi için du
ruşm aya bir ara verildikten sonra, geri gelir ve m ahkem e
ye ölüm ü seçtiğini söyler. Seçim ini şu sözcüklerle açıklar:
152
R ollo Afa y
yatar. D aim onik, tam olarak benlik değil, daha çok varlık
zem ininden yükselir. Özellikle de yaratıcılıkta görülür. Ye-
ats’in daim onik tanımını - “diğer İrade” , “varlığım ızda su
yun ateşte dolaştığı gibi başıboş dolaşan o göz kam aştırı
cı, beklenm edik ayaklan kanatlı”- asla vicdana uygulaya
nlayız.2 N e de G oethe’nin daim onikle ilgili sözleri vicda
na uygulanabilir. G oethe, daim onik kişilerden yayılan
“büyük güç”ten bahsederken, “B irleşm iş ahlaki güçlerin
tümü onlara üstün gelem ez... Ve savaşa çağırdıklannda,
evrenin kendisi dışında hiçbir şeye yenilem ezler” der.3
Aristoteles, “m utçu” ahlakıyla daim onu “ uysallaştır-
m aya” en fazla yaklaşandır * Yunan dilinde m utluluk - y a
da m utçuluk- “ iyi bir dehayla kutsanm a”nın bir sonucuy
du4 M utluluk kişinin daim onuyla ahenk içinde yaşam ası
dır. Şim dilerde, “mutçuluk”u, birinin varlığının olasılıkları
ve diğer yönleriyle, davranışın bütünleşm esi durum uyla
ilişkilendiririz.
Daimon belirli durum larda bireysel rehberlik yapar.
Daim onik, Latinceye genii (veyay'/nm) olarak çevrilm iştir.
Bu “genius”** sözcüğünün geldiği ve başlarda koruyucu
tanrı, kişinin kaderini yöneten ruh anlam ında olan, daha
sonra belirli bir özel zihinsel yetenek ya da hüner anlam ı
nı alan Roma dininden bir kavramdır. “G enius” (Latince
kökü genere), üretm e, doğurm a anlam ında olduğundan,
daim onik de bireyin içindeki üretici süreçlerin sesidir. Da
imonik, bireyi, dünyasıyla ilişkisinde bir benlik haline ge
tiren eşsiz bir duyarlılıklar ve güçler örüntüsüdür. Rüyalar
Aşk t* inut*
da, duyarlı kişilere bilinçli m editasyonda ve özsorgulama-
da görünebilir. Aristoteles, rüyalara daim onik denebilece
ğine inanırdı ve “çünkü doğa daim oniktir” diyerek bizim
sözlerimizi tekrarlar. Freud bu sözü alıntılar ve “doğru ola
rak yorumlanırsa derin anlam ’" taşıyacağını ekler.5
Bu kavram ın, etrafta dolaşan boynuzlu küçük şeytan-
larca ele geçirildiğim iz inancını kapsayan bozulm uş biçi
mi. iç yaşantının dışarı yansım ası, nesnel gerçeklik olarak
somutlaşmasıdır. Aydınlanma ve akıl çağının, tüm yaşamı
ussal yapma başarısının heyecanıyla bunu atmış olması,
ona bozulm uş ve verim siz bir yaklaşım olarak bakması tü
m üyle doğruydu. Fakat bu yanlış “ şeytanbilim i” atarken,
akıl hastalığına yaklaşımımızda, isteğimiz dışında bir sıra-
danlığı ve sığlığı kabul edişim iz bizi ancak son yirmi yılda
açıkça etkiledi. Bu sıradanlık özellikle aşk ve irade dene
yimimize zararlıydı. Çünkü daimoııiğin yıkıcı etkinlikleri
yalnızca onun yapıcı güdülerinin ters tarafıdır. Şeytanları
mızı atarsak, R ilke'nin de uygun bir biçim de gözlem ledi
ği gibi, meleklerimize de veda etm eye hazırlıklı olmalıyız.
Daimonikte canlılığım ız, kendimizi erosun gücüne açabil
me yetimiz yatar. Daim oniği durum um uza ve günüm üzde
m eyve verişim ize yeterli olacak bir biçimde yeniden keş-
fetm eliyiz. Bu yalnızca bir yeniden keşif değil, daimonik
gerçekliğinin yeniden yaratılışı olacak.
Daimoniği yönetm ek ve yönlendirm ek gerekir. Burada
insan bilinci önemli bir hal alır. Daimoniği başta kör bir it
me olarak yaşantılarız. Bizi doğanın aleti yapması bakı
mından kişilikdışıdır. Bizi, öfkede olduğu gibi kendimizi
körce kanıtlam aya doğru ya da sekste olduğu gibi dişiyi
dölleyerek soyum uz için zafer kazanm aya doğru iter. Öf
154
Rotla M ay
kelendiğim de, kim olduğum veya kim olduğun um urum
da değildir; sadece işe koyulup seni yok etm ek isterim.
Erkek yoğun bir cinsel heyecan durum undayken kişisel
hissini yitirir ve sadece kadını, kim olursa olsun, “yap
m ak” ve “yatırm ak” ister (zorlam a fiillerinin de açıkça or
taya koyduğu gibi). Fakat bilinç daim oniği bütünleştirebi
lir, kişiselleştirebilir. Psikoterapinin amacı budur.
Daim oniğin her zaman biyolojik bir temeli vardır. G er
çekten de, F au st’ta etkili bir biçim de görüldüğü gibi, çağ
daş insanın daim onik dürtülerini yakından bilen ve daim o-
nikten hep büyülenm iş olan G oethe, A ristoteles’i yankıla
yarak, “daim onik doğanın gücüdür” der. Fakat can alıcı
m esele her zam an bütünlüğünün dağılışını gerektirir: Kişi
liğin bir öğesi yetkiyi eline alır ve kişiyi dağınık davranışa
sürer. Ö rneğin erotik-cinsel dürtü, kişiyi eşle fiziksel bir
liğe doğru iter, fakat tüm benliğin yönetimini eline aldığın
da, kendi benliğini, eşinin benliğini ya da toplum un bü
tünlüğünü hiçe sayarak kişiyi farklı yönlere ve her çeşit
ilişkiye sürebilir. Bir gece sarhoş arkadaşlarıyla eve dönen
baba Karam azoff, geri zekalı kadınla hendekte ilişkiye gir
meye yüreklendirilir ve bu sırada katilinin tohumlarını
atar. Çünkü D ostoyevski, sanatçının gerçek daim onik iç
güdüsüyle, bu ilişkiden doğan çocuğa babasını öldürtür.
Platon’un ziyafet çeken arkadaşlarından sevgi konu
sunda uzman D iotim a, “eros bir daim ondur” der. Daim o
nik, libido ya da seksten çok eros ile ilişkilidir. Anthony,
büyük olasılıkla tüm cinsel gereksinim lerini cariyelerle
karşılıyordu (M asters ve Johnson’un talihsiz söylem lerine
göre “düzenli cinsel gerilim boşaltım ı”). Fakat onu Cle-
opatra’yla görüşm esinde eline geçiren daim onik güç çok
A fk v rirtu b :
farklı bir şeydi. Freud erosu libidonun zıttı ve rakibi, yani
ölüm içgüdüsünün karşısında duran ve yaşam için savaşan
güç olarak tanıttığında, onu daimoniği içerir biçimde kul
lanıyordu. Daim onik ölüm e karşı savaşır, canlılığını kanıt
lamak için sürekli savaşır, “altmış artı on” gibi yaşam çi
zelgelerini kabul etm ez. Çok hasta olan birine “savaşı” bı
rakmaması için yalvardığımızda veya arkadaşımızın ölüm
belirtilerini, savaşı bırakm ış olduğu gerçeği olarak kabul
ettiğim izde, sözünü ettiğim iz bu daim oniktir. Daimonik
asla ussal bir “hayır”ı kabul etm ez. Bu bakımdan daim o
nik, teknolojinin düşmanıdır. Kendimizi robot gibi teslim
ettiğim iz hiçbir saat başını, dokuz-beş mesaisini veya
montaj hattını kabul etmez.
Daimon özellikle yaratıcılıkta görülüyorsa, en açık ka
nıtını şairlerde ve ressamlarda bulmalıyız. Şairlerin genel
likle daim onikle m ücadele ettiklerine ve m eselenin benli
ği yeni bir düzlem e itecek bir derinliği işleme olduğuna
dair bilinçli bir farkındalıkları vardır. W illiam Blake “Her
şair şeytan heyetindedir” dem işti.6 Ibsen Peer G y n f in bir
kopyasını, kitabın başındaki boş sayfaya şunu yazarak ver
mişti:
156
RoU oM tiy
Denem elerinde Yeats, daim oniği hem kendi dışında
hem de kişisel varlığına yönelm iş bir güç olduğuna inan
dığı “diğer İrade” olarak özellikle tanım lam aya kadar gi
der. Aşağıdaki parça, deminden beri sözünü ettiğim iz alın
tının tümüdür:
Aifk t« imde
lerinin bir yandan çocuk oyunuyla, diğer yandan daim onik
güçlerin bir diyalektiği olduğunun oldukça bilincindedir
ve günlüklerine daim onik hakkında yazar. Gerçekten de,
daim oniğin, m odem sanat hareketinin bilinçli merkezinde
özel bir yeri vardır. Sadece, yüzyılımızın ikinci ve üçüncü
onyıllanndaki gerçeküstücülüğün, cadılarıyla, şeytanlarıy
la ve kaba figürleriyle çok açık kanıtlarına bakmak yeter-
lidir. Fakat bu, çağdaş nesnel olam ayan sanatın tutuk nihi
lizm etkisi yaratan kırık boşluklarında, rengin tırmalayıcı
gerginliklerinde ve yeni iletişim biçim lerine kendini ada-
yışla, ya da gövde gösterisiyle çaresizce kavrayışında, da
ha gizlice ve daha güçlüce görülür.
Bundan başka, Batının yirminci yüzyılda, ister Afri
ka’dan, ister Ç in’den isterse de O rta Avrupa köylülerinden
gelsin, ilkel sanatla büyük oranda ilgilendiğini görüyoruz.
G eçm işte daim onikle doğrudan yüzleşm iş Hieronym us
Bosch ve M attias G rünewald gibi ressamlar, bugünlerde
çoğu insanın özellikle etkilendiği ressamlardır. Dört yüzyıl
önce yapılmış olm alarına rağm en, tuvallerinde, gereksi
nimlerimizle olağanüstü ve keskin bir ilinti vardır, çağdaş
zam anlarda bile özyorum um uza ayna tutarlar. Anlaşılır bir
biçim de, toplum un geçiş dönem lerinde, alışılm ış ruhsal
savunma m ekanizm aları zayıflayınca ya da tam am en çö
künce daim onik serbest kalır ve öne çıkar. Günüm üz res
samları gibi, Bosch ve G rünew ald da psikolojik ve ruhsal
ayaklanm aların olduğu karm aşık bir zam anda, ortaçağ dö
nemi ölürken ve m odem henüz doğm am ışken yaşayıp re
sim yaptılar. Cadılar, büyücüler ve şeytanlarla arkadaşlık
ettiğini iddia eden diğerleri için gerçek korkunun olduğu
bir zamandı.
158
Rûilo Nay
T E R İM E İT İR A Z L A R
Kavramın anlam larına daha fazla girm eden önce, söz
cük konusunda yapılan çağdaş itirazları gözden geçirmek
yararlı olur. Daim onik kavramı gerçek nedenlerden değil,
sim gelediği şeyi inkar etm e m ücadelem iz yüzünden bu
denli kabul edilm ez görünmektedir. N arsisizm im ize bü
yük bir darbe indirir. Biz “ iyi” insanlarız ve Sokrates za
m anındaki kültürlü Atina vatandaşları gibi, kendim ize iti
raf edelim veya etm eyelim , aşkım ızda bile güç arzusu, kız
gınlık ve intikam la güdülenişim izin bize herkesin içinde
anım satılm asından hoşlanm ayız. Daimoniğin özünde kötü
lük olduğunu söyleyem esek de, bizi farkındalıkla, sorum
luluk duygusuyla ve yaşam sal önem le m i, yoksa gözü ka
palı ve aceleyle mi kullanılması gerektiği ikilemiyle yüz
leştirir. Daimonik bastırıldığında, bir şekilde patlam aya
yüz tutar -bunun aşırı biçimleri suikast, kırsal cinayetler
deki psikopatolojik işkenceler ve bu yüzyılda çok iyi bil
diğim iz diğer dehşetli olaylardır. “D ehşetle irkilsek de” ,
diye yazar Anthony Storr, “gazetelerde veya tarih kitapla
rında insanın insana yaptığı canavarlıkları okuduğumuzda
dehşetle irkilsek de, her birim izin içinde cinayete, işken
ceye ve savaşa götüren aynı vahşi dürtüleri taşıdığını aslın
da biliriz.” 10 Baskıcı bir toplum da, birey üyeler, zamanla
rının daimoniğiniıı tem silcileri, bu canavarlıkları tüm top
lum adına vekâleten dışavururlar.
Doğru, daim oniği unutmaya çalışıyoruz. Ocak 1968’te
ulusa seslenişinde Başkan Johnson hedeflerinden birinin
sokakları suç ve şiddetten arındırm ak olduğunu söyledi
ğinde, bir saatlik konuşmanın açık farkla en uzun süreli
coşkun alkışını aldı. Fakat Başkan yeni ve adil iskân ve ırk
A fk t* irtHİr
ilişkilerini geliştirm e hedeflerini sıraladığında, M illet
M eclisi’nin tam amında bir çift el çırpması bile duyulm u
yordu. Böylece daimoniğin yıkıcı tarafına ağlıyor, fakat yı
kıcı tarafın bu güç ancak yapıcı etkinliklere dönüştürülür
se karşılanacağı gerçeğine kulak asm ıyoruz, hatta deve
kuşu gibi başımızı kum a göm üyoruz.
Sokakları çetelerden arındırm a telaşındayken, onlar
hangi evlere gidecekler? Daim on şehirlerim izde, çevre-
mizdedir; New York sokaklarında yürürken bizi bireysel
şiddet biçim inde korkutur. Newark ve Detroit ayaklanm a
larındaki daha da sert ırksal şiddetle bizi sarsar. Vatandaş
lar ve m illetvekilleri zenci gücü hareketindeki şiddete ne
kadar üzülürlerse üzülsünler, içe atılmış ve bastırılmış gü
cün yapıcı bir biçim de dışarı çıkam azsa, şiddetli bir biçim
de dışarı çıkacağına em in olabiliriz.
Şiddet daim onun çarpıtılm ış biçimidir. “C innet” in en
çıplak halidir. Çağım ız, daimoniğin normal kullanım ka
nallarının esirgendiği bir geçiş çağıdır ve bu tür çağlar, da
imoniğin en yıkıcı biçiminde dışavurulduğu zamanlardır.
Daimoniği unutm anın kendi kendini baltalayan etkile
rinin en çarpıcı örneği H itler’in yükselişinde görülebilir.
A m erika'nın ve Batı Avrupa'daki ulusların daimoniği tanı
yam am aları, H itler’in ve Nazi hareketinin önemini ger
çekçi bir biçim de değerlendirm em izi imkânsızlaştırdı. Hit
ler’in iktidara geldiği 1930’ların başını ne kadar da iyi
anım sıyorum . Üniversiteden yeni mezun olmuştum ve Av
rupa’ya öğretm enlik yapm aya gitm iştim . A m erika’da ve
kısmen Avrupa’daki liberal arkadaşlarım ve ben, barışa ve
dünya kardeşliğine o kadar inanıyorduk ki. H itler’i veya
temsil ettiği daim onik gerçekliği görem edik bile. İnsanoğ
160
ftutio M ay
lu uygar yirminci yüzyılım ızda bu kadar zalim olamazdı:
gazetelerdeki açıklam alar yanlış olmalıydı. Hatam ız, kana
atlerimizin algılarımızı kısıtlamasına izin vermemizdi. Da-
imoniğe yerim iz yoktu: dünyanın bir şekilde bizim kana
atlerimize uyması gerektiğine inanıyorduk ve algımız da-
imonik boyutu yoksaymıştı. Daimoniğin kendisini tanıya
m am ak daim oniktir; bizi yıkıcı cinnetin suç ortağı yapar.
Daim oniğin inkarı, gerçekte, aşkta kendini iğdiş etm e,
iradede de kendini hüküm süz kılm adır. Bu inkar, bastırıl
mışın bize m usallat olduğu günüm üzde gördüğüm üz sal
dırganlığın sapkın biçimlerine götürür.
Aşk w irade
uzun uzadıya dans ediyordu. Bu bize, yerlilerin böyle bir
adamın cinsel iktidarsızlığının annesiyle olan ilişkisiyle il
gili olduğunu yeterli ölçüde kavram ış olduklarını gösterir
- görünürde adam annesine olan aşırı bağlılığım kendi öz-
sistem inde reddetm işti. Böylece “tedavi” için gereken,
içindeki daim onikle yüzleşip hesaplaşm asıydı. G erçi, an
neye gereksinim duym a ve ona tutunm a, herkesin deneyi
minin bir parçasıdır, bebekken yaşamımızı sürdürebilmek
için kesinlikle gereklidir, daha sonraki yıllarda da şefkat
ve duyarlılık kaynağımızdır. Kişi bu tutunm a gereksinim i
ni çok fazla hissederse veya bunu başka bir sebepten bas
tırması gerektiğini düşünürse, bunu dışarı yansıtır; yatağa
girdiği kadın kötü olandır, onu iğdiş edecek şeytandır. Bu
yüzden o da iktidarsızdır, kendini iğdiş eder.
Farz edelim ki, böyle bir adam aklını kadınlara taktı
-onların “büyüsü altına girdi”- ve kendini bu saplantıyla
boşuna savaşırken buldu. Annesini gözünde özellikle şey
tan olarak canlandırır mı canlandırm az mı bilmem -g en e l
likle “şeytanın” sim gesel olarak ifade edileceğini düşünü
rüz. Doğrusunu söylem ek gerekirse, daim onik, annesiyle
olan hastalıklı iç ilişkisidir. Adam çılgın dansta, “daimoni-
ği davet eder” , onu içtenlikle karşılar. Şeytanla burun bu
runa gelm ekle kalm az, onu kabul eder, buyur eder, onun
la özdeşleşir, onu özüm ser ve umarız yapıcı bir parçası
olarak kendine ekler - hem bir erkek olarak daha nazikle
şir ve duyarlılaşır. hem de cinsel açıdan daha iddialı ve ik-
tidarlı olur.
Dr. Prince'in şifa dansı film inde, erkek yetkesiyle ilgi
li sorun yaşayan ve kendini “büyü altında” hisseden er
genlik çağının sonlarında bir köylü kızı da görürüz. Tören
162
AoUo Jfa.v
de kız, yörenin İngiliz nüfus sayımı m em urunun görünür
de yetkeyle olan daim onik sorununu sim geleyen şapkası
nı ve paltosunu giym iş halde dans ediyordu. Törenin şifa
veren hipnozundan sonra, daha güvenli, daha az “ silik” ,
yetkelerle daha iyi başa çıkabilen, cinsel aşkta kendini da
ha az kararsızlıkla bir erkeğe verebilen biri olacağını umar
ve bekleriz.
Hem adam hem de kız, kendilerini korkutanla, daha
önce yadsım aya çok uğraştıklarıyla cesurca özdeşleştiler.
Buradaki ilke şudur, size m usallat olanla, onu uzaklaştır
mak için değil, onu benliğinizin içine almak için özdeşle
şin; çünkü m utlaka içinizdeki reddedilmiş bir öğeyi sim
geliyordun Adam kadınsı parçasıyla özdeşleşir; hom osek
süel olm az, heteroseksüel olarak iktidarlılaşır. Adam kadın
şapkası ve elbisesiyle dans ederken, kız m em urun şapkası
ve paltosuyla dans ederken, bir kıyafet balosu filmi izledi
ğinizi sanırsınız. Hiç de öyle değil: Dans eden köylülerin
hiçbiri bir parça bile olsun gülüm sem iyordu, cem aatleri
nin üyeleri için önemli bir töreni yerine getirm ek için ora
daydılar ve hastaların kapıldığı hipnozsu özelliği paylaşı
yorlardı. Cem aatlerinin desteği, kız ve adamı daimoniği
“davet etm eleri” için cesaretlendirm işti.
Gerçekten de, birey “şeytanlarıyla” yüzleşirken, kom
şuların, arkadaşların ve kasabalıların desteğinin önemi
özellikle vurgulanmalıdır. Topluluğun katılımı ve sözsüz
yüreklendirmesi olm asaydı, bu adam veya kızın daimonik-
leriyle karşılaşm a cesaretini bulmaları çok zor olurdu. Ce
maat kişiye, olum suz güçlerle m ücadele edilebilecek in
sanca, güvenilir, kişilerarası bir dünya sunar.
Her iki kişinin de karşı cinsten biriyle özdeşleştiğini
ve irade
görürüz. Bu bize, Jung’un, benliğin yadsınan gölge yanı
nın karşı cinsi, erkek için anim a, kadın içinse animusu
temsil ettiği düşüncesini anımsatır. Özellikle ilginç olan,
aninıus teriminin hem düşm anlık duygusu, şiddet içeren
kötü niyet (anim osity *), hem de atıimate **, can verm ek,
canlandırmak anlamında olmasıdır. Tüm bu terimlerin kö
kü, Latincedeki anim a, ruh veya candır. İnsanlık tarihin
den damıtılmış sözcüklerin hikmeti, yadsınmış parçanızın
düşmanlık ve saldırganlık kaynağı olduğunu, fakat bunu
bilinçlilikle özsistem inize eklediğinizde, sizi canlandıran
enerji ve canın kaynağına dönüşeceğini gösterir.
Daimoniği içinize alm azsanız, o sizi idaresi altına alır.
Daimonik idaresini yenm enin tek yolu, onunla yüzleşe
rek, onunla hesaplaşarak, onu özsistem e katarak idare al
tına almaktır. Bu süreç çeşitli yararlar sağlar. Benliği güç
lendirir, çünkü dışlanmışı bütüne ekler. “ Parçalanm anın” ,
benlikteki felç edici kararsızlığın üstesinden gelir. Daimo
niği yadsıyan insanın olağan savunmaları olan kendini üs
tün görmeyi ve soğuk ayrıklığı yıkarak kişiyi daha “insan”
kılar.
Böyle bir terapide, hastanın geçmişle olan hastalıklı
bağlarından, örnekteki adamın da annesiyle olan bağların
dan kurtulduğunu görürüz. Bu, m itolojide, efsanelerde ve
psikoterapide sıkça olan, şeytanın dişi olarak görülm esi
durum uyla ilgilidir. Eski Yunan’ın Öç Alma Tanrıçaları di
şiydi; Joseph Cam pbell, her kültürde daim onik olarak gö
rülen tanrıçaların ve mitolojik kişilerin uzunca bir listesini
verir. Bu kişilerin dünya tanrıçaları olduğuna ve doğurgan
lıkla ilgili olduklarına, “toprak ana”yı temsil ettiklerine
inanır. Başka bir bakış açısıyla, dişinin sıklıkla daimonik
164
Rnllo May
olarak görülm esinin, erkek ya da dişi olsun her bireyin ya
şama anne bağıyla başlam ası nedeniyle olduğuna inanıyo
rum . Yalnızca göbek bağının öteki ucunda doğduğu için
onu taşıyan kadına olan bu “biyolojik göm m elik” , eğer
kendi bilincini ve hareket özerkliğini geliştirm ek istiyorsa
- y a da başka bir deyişle kendi idaresini kazanm ak istiyor
s a - insanın savaşması gereken bir bağlılıktır. Fakat bu
göm m elikle savaştığında ve özerkliğini ilan ettiğinde; da-
imoniği tekrar bilinç düzlem ine buyur etm elidir. Bu, ol
gun insanın sağlıklı bağlılığıdır.
Son olarak, bu iki hastanın deneyim iyle, bu kitabın ko
nusu arasında dikkate değer bir benzerlik vardır. Hastalar
dan biri, cinsel bir sorunla başlar; sertleşem iyordur. So
nunda iradesi yardım görür; annesine olan edilgen bağlılı
ğının üstesinden gelir ve kedisine güvenen, iktidarlı biri
olur. D iğer hasta kız görünürde irade sorunuyla başlar;
yetkeler karşısında kendini savunam ıyordur ve umarız ar
tık bir erkeği, kendini daha çok vererek sevebiliyordur. Bu
nedenle aşk ve irade karşılıklı olarak ilişkilidir: Birine yar
dım etm ek diğerini güçlendirm ektir.
A f i r* im d e
eden bir dış güçtür?” (ki bu arkaik yazarların inandığı bir
şeydi) ve “ Ne ölçüde bireyin kendi psikolojisinin içinde
bir güçtü?” (ki bu da daha sonraki Yunanlı akılcıların görü
şüydü) olmuştur. İkincinin taraftarı olan Herakleitos, “in
sanın özyapısı onun daim onudur” dem iştir.15
Gordion düğüm ünü çözen, eski mitleri ve dini eşsizce
yeniden yorumlayıp onları gelişmekte olan özbilinçli Yu
nanlı için yeterli hale getiren A iskhylos’tu. Hem uygarlık
hem de kendisi için sorum luluk gelişim inde olağanüstü
bir doruğa ulaşacak bireysel Yunanlı vatandaş için daim o-
nik kavram ını biçim lendirdi. P ersler adlı oyununda,
Aiskhylos K raliçe’ye K serkses’in Persia'yı yok eden ku
runtularını anlattırır ve Kraliçe bu kuruntuları bir “dai-
mon”a yükler. Bu, insanın daim onun edilgen kurbanı ola
rak resm edilişidir. Fakat K serkses’in kutsal Boğaziçi’ni
zincirlemeye kalktığını (ezici bir gurur eylemi) duyan Da-
rius’un hayaleti, “güçlü bir daim on karar verme yetisini
alıp götürm üş” der. Bu farklı bir şeydir. Burada daimonik
güç bireyi sadece kurbanı olarak ele geçirm ekle kalm az,
onu psikolojik olarak işler; aklını bulandırır, gerçeği gör
mesini zorlaştırır, am a eylem in sorum luluğunu yine de
ona bırakır. Bu, çağlar kadar eski olan, kader tarafından
yönlendirildiğim halde kişisel sorum luluk taşıyor olmam
ikilemidir. Bu, doğrunun ve gerçekliğin sınırlı ölçüde
psikolojikleştirilebileceğinin son ifadesidir. Aiskhylos ki-
şilikdışı değil, kişiliküstüdür, aynı anda hem kadere hem
de ahlaki sorum luluğa inanandır.
A iskhylos’taki trajik kahram an, nesnelerin doğasını hi
çe sayarak kendini özerkçe ortaya koyar ve böylece yıkım
gelir. Ölüm , hastalık, zaman; bunlar bizi çevreleyen ve be
166
RtAlo M an
lirlenm iş zam anlarda bizi aşağıya çeken doğal gerçeklik
lerdir.
A tekhylos’ta bile daim onik hem nesnel hem özneldir -
bu da benim bu kitapta kullandığım anlamdır. Sorun daim a
daim onun her iki yönünü de görm ek, bireyin iç deneyim
olgusunu, doğayla, kaderle ve varlığımızın tem eliyle olan
ilişkilerim izi devam lı psikolojikleştirm eden görmektir.
Daim onik tam am en nesnel olursa, insanın dış güçlerin
kurbanı olduğu batıl inançlara kayma tehlikesi yaşarsınız.
Öte yandan, onu tam amen öznel olarak alırsanız, daimoni-
ği psikolojikleştirirsiniz; her şey yansım a oluverir, gitgide
daha da yüzeyselleşir; doğanın gücünden yoksun kalırsı
nız, varoluşun hastalık ve ölüm gibi nesnel koşullarını
yoksaym ış olursunuz. Bu son yol tekbenci bir aşırı basit-
leştirem eye yol açar. Böylesine bir tekbenciliğe tutuldu
ğum uzda, son um udum uzu bile yitirtiriz. A iskhylos’un
büyüklüğü, her iki tarafı da görmesinde ve korumasında-
dır. O resteia’m n sonlarına doğru A thena’ya insanlara şunu
tavsiyeyi verdirtir:
Anarşiden
Ve köle gibi efendilikten...
Halkımı koru! Duvarlarından geri çevirme
Yüksek yetkenin tümünü: çünkü korkunun olmadığı yerde
Korkunç kalır, hangi ölümlü adil olur?14
167
A ş k r t lm d f
rüşün en iyi ö rn eğ i- kesinlikle basit bir akılcı değildi, ama
akli özerkliğini, tem elinin aklı aşan bir alanda olduğunu
kabul ettiği için koruyabiliyordu. Bu yüzden Protagoras’a
karşı zafer kazandı. Sokrates daim oniğe inanıyordu; hem
rüyalarını hem D elphi’nin kahinini ciddiye alıyordu. M.Ö.
431 ’deki veba ve S parta’yla olan savaş gibi daim onik ol
guların karşısında gözlerini ya da aklını kapatmadı. Sokra-
tes’in felsefesinin, onu akılcılığın çoraklığından kurtaran
devingen kaynakları varken, Protagoras’ın inançları, insan
doğasındaki devingen, akıldışı güçleri atladığı için eksikti.
“İnsan her şeyin ölçüsüdür” kavram ına dayanan Protago-
ras’ın felsefesi, D odds’a göre “dokunaklı” bir biçimde
iyim serleşti ve Atina ile Sparta arasındaki savaşın başında
mutsuz bir adam gibi ölmüş olm alıdır.15
M odem aydınlanm anın sonraki düşünürleri Sokrates’in
daim onundan çok dertliydiler. Akıl çağma yeni yeni inan
maya başlayan Thom as Jefferson’ın, Sokrates’iıı “koruyu
cu bir D aem on’un bakımı ve uyarısı altında” oluşuna kafa
yormasını izlemek çok ilginçtir. Jefferson pişm anlıkla, bi
zim üstün konum um uza göre gülünççe söyle yazar: “En
bilge insanlarımızdan kaçı, diğer tüm konularda tamamen
aklı başındayken, bu esinlerin gerçekliğine hâlâ inanır!” 16
John Quincy Adam s da gerçekten şaşkınlık içindeydi:
“ Bunun [Sokrates’in daimonu] batıl inancın bir etkisi ol
duğunu mu, yoksa Sokrates’in mecazlı konuştuğunu mu
söylemek güçtür... Sesi duyduğu durumları anlattığı ör
nekler, yalnızca sağgörü veya vicdanı kastetmiş olmasını
pek mümkün kılmıyor.” 17
Hayır, Sokrates sağgörüden veya vicdandan söz etm i
yordu, Jefferson ve A dam s, Sokrates’in akla gelebilecek
168
Üoüo M ny
en az batıl inançlı insan olduğu gerçeğini yoksayam azlar-
dı. Eğretilem e anlam ında mecazi konuşm adıysa da, sim ge
sel konuşm uştu. Çünkü sim genin ve mitin dili, insanın tü
münü etkileyen tem elde ilkörneksel deneyim leri ifade et
m enin tek yoludur. Daim onik, m antıkla sonuca varılan, us
sal dilin öykünün ancak bir kısmım anlatabileceği o dene
yim boyutuna aittir. Yalnızca simge ve mit dilinin söyle
mek istediğini ifade edebileceği alanlarda bu dili kullanan
Platon, Tanrının her insana bir daim on verdiğini ve bunun
insanın ilahiyle bağı olduğunu bu nedenle yazabildi. Sok-
rates’in anlatm ak istediğini, aydınlanm a ve Freudyenlik
sonrası çağım ızda, idi araştırırken, “karanlığın” ve akıldışı-
nm sadece esinden ve yaratıcılıktan değil, insan hareketle
rinin tümünden kaynaklandığını bilirken anlam ak daha ko
laydır.
Artık Yunanlıların daimon kavramında başardığı iyi ve
kötünün birliğinden söz edebiliriz. Daimon ilahiyle insan
arasındaki köprüdür ve ikisini de paylaşır. Kişinin daim o-
huna göre yaşam ası (mutçuluk) zordur fakat son derece
doyurucudur. En çıplak biçim inde doğal bir dürtüdür, an
cak bilincinde olduğunda, insanın bir ölçüde özümseyebi-
leceği ve yönetebileceği bir dürtüdür. Daim onik tümüyle
akılcı planlan yıkar ve insanı kendinde olduğunu bilmedi
ği yaratıcı olasılıklara açar. Platon’un eğretilem esindeki,
denetlem ek için insanın tüm gücünü gerektiren güçlü, ho
m urdanan atlarla Örneklenir. İnsan bu çatışm adan asla kur-
tulam asa da, m ücadele ona, tükenm eyen bir huşu, zevk
veren biçimler ve olasılıklar kaynağı sağlar.
Helenistik ve Hıristiyan dönem lerde, iyi ve kötü taraf
ların arasındaki ikili ayrım belirginleşti. Artık iki kampa
Aşk ıv intdt
ayrılmış tanrısal bir topluluk vardı; iblisler ve melekler, il
kinin önderleri şeytanın yanında, İkincisi Tanrıya bağlığdı.
Bu tür gelişm eler hiçbir zaman tam olarak mantığa uydu-
rulam asa da, o günlerde bu ayrım la insanın iblisleriyle
yüzleşm esi ve onları yenm esinin daha kolay olacağı bek
lentisi varolmuş olm alıydı.
Fakat iyinin ve kötünün savaşını iblislere ve meleklere
ayırm ak Helenistik Yunaklara ve ilk Hıristiyanlara ahlaki
devinim açısından bir şeyler kazandırdıysa da, çok şey
kaybettirm iştir. Kaybedilen, yani hem iyi hem yıkıcı olası
lıkları birleştiren organizmasal varlık, önemlidir. R ilke’nin
sorununun başlangıcını görüyoruz; şeytanları kovulursa,
m elekleri de uçup gidecektir.
Şeytan veya iblis, Yunanca’daki diabolos sözcüğünden
gelir; bunun çağdaş İngilizcedeki karşılığı “d iab o lic’tir
Diabolos sözcüğü, ilginçtir ki, “parçalara ayırm ak” (dia-
bollein) anlamındadır.18 Diabolic sözcüğünün zıt anlamlısı
nın da “symbolic” oluşu dikkat çekicidir. İkinci sözcük
sym -bollein’den gelir ve bir araya getirm ek, birleştirm ek
anlam ına gelir. Bu sözcüklerde, iyi ve kötünün varlıkbili-
m ine dair büyük çıkarım lar yatar. Sym bolic, bireyi kendi
sine ve topluluğuna çeken, onlara bağlayan ve onlarla bü-
tünleştirendir; diabolic ise tersine, dağıtan ve parçalayan
dır. H er ikisi de daim onikte mevcuttur.
Başlangıçta başm elek olan şeytana özellikle “m u h a lif’
adı verilmiştir. Cennet B ahçesi’nde H avva’nın, dağda
İsa'nın aklını çelen odur. Fakat daha yakından baktığım ız
da, şeytanın basit bir muhaliften çok daha fazlası olduğu
nu görürüz; şeytan bahçede, doğanın açıkça daim onik
öğesi olan yılanı yardımına çağırmıştır. Cennete şeytan,
ftotto M oy
şehvetin daim oniğinin ve insanı tanrı gibi ölüm süz kılacak
bilgi yoluyla güç kazanm a arzusunun vücut bulm uş hali
dir. T ann, Adem ve H avva’yı “iyi ve kötü bilgisinin ağa-
cı”ndan yedikleri için azarlamıştı ve “ya ebedi hayat ağa
cının meyvesini yerlerse” diye kaygılanm ıştı. Bahçedeki
bu oyun ve İsa’nın dağda aklının çelinişi, şehvet ve güç gi
bi daim onik dürtülerin sim gesel tem silleridir, şeytan da bu
daim onik dürtülere vücut veren simgedir.
Bir zam anlar başm elek olan şeytan, iblis ve diğer da
imonik kişiler psikolojik olarak gereklidir. İnsan eylem ini
ve özgürlüğünü m üm kün kılm ak için icat edilm eliydiler,
yaratılmalıydılar. Yoksa bilinç olm azdı. Çünkü her düşün
ce yarattıkça yıkar; buna“evet” dem ek, şuna “hayır” de
mek ve “evet”in karasızlığının içinde “hayır”ı tutmaktır.
Bir şeyi algılam ak için, diğer şeyleri dışarıda bırakm alı
yım. Çünkü bilinç ya/ya da yoluyla işler; yapıcı olduğu ka
dar yıkıcıdır. Başkaldırı yoksa bilinç de yoktur.
Bu nedenle, şeytandan ya da diğer “ m uhaliflerden” ,
aşam a aşam a kusursuzluğa giden bir süreç yoluyla kurtu
labileceğim iz um udu, mümkün olsaydı bile, yapıcı bir fi
kir olmazdı ve açıkçası mümkün değildir. A zizler kendile
rinden en büyük günahkarlar diye söz ederlerken boş ko
nuşm uyorlardı. K usursuzlaştınlabilirlik hedefi teknoloji
den kaçırılıp ahlakbilim e sokulm uş,yozlaşm ış bir kavram
dır ve ikisinin birbiriyle karıştırılmasının sonucudur.
Evrensel iblisler-ve-m elekler şem asıyla ilgili bir sorun
-k i bu aşılması zor bir en geldir- m eleklerin bu denli ya
van ve cansız yaratıklar olmalarıdır. Tanım itibariyle cinsi
yetsizdirler; çoğunlukla aşk tanrısına benzerler, ki bu da
E ros’un en bozulm uş halidir. Baş işlevleri adeta oradan
171
Affc re ım d f
oraya uçarak duyuruları ve iletileri dağıtm aktır - bir çeşit
tanrısal Western Union. M ikâil gibi birkaç başm elek hari
cinde oldukça güçsüz yaratıklardır. En başta ben, Noel
destanı gibi büyük bir oyunun süsleyici ekleri değillerse,
meleklere hiçbir zaman ilgi duyamamışımdır.
M elekler sıkıcı mıdır? Evet - yere düşene kadar! O za
man m elek çekicilik ve ilginçlik kazanır. Cennetten kovu
lan bir melek olan İblis, M ilton’m Kayıp C ennet'inin de
vingen kahram anı olur. Bir melek kendini özgürce ortaya
koymaya kalktığında -b u n a ister gurur, ister teslim olmayı
reddetme ya da ne derseniz deyin güçlenir, ilgimizi ve
hatta hayranlığımızı kazanma yetisini alır. Kendi varlığını,
kendi seçim ini, kendi bireysel şehvetini kanıtlar. İblis gibi
simgesel tem sillerin, insan ruhundaki önemli bir itici kuv
veti -büyüm eye, bireyde vücut bulan, daha sonra çevre
sindeki dünyada gördüğü yeni biçime doğru iten bir kuv
v e ti- örneklediğini düşününce, özgür seçim in bu şekilde
kanıtlanması büyümenin olumlu bir parçasıdır. Gereğinden
uzun bir zaman “küçük m elek” olarak kalan çocuktur kay
gılanm am ız gereken; büyüyen “küçük şeytan” zaman za
man bile olsa bizi gelecekteki olası gelişm elere dair daha
çok umutlandırır.
Düşmüş m elek, daim oniğin gücünü, eski pagan dünya
sının çöken m itolojisiyle yüzleşm ek için gereken ikilikte
vazgeçilen gücü yeniden kazanandır. Demek ki Rilke m e
leklerini ve şeytanlarını tutmak istemekte haklıydı, çünkü
her ikisi de gereklidir. İkisi birlikte dainıoniği oluşturur.
Hem R ilke’nin şeytanlarının şiirine melekleri kadar veya
meleklerinden fazla katkı sağlamadığını kim söyleyebilir?
Şeytanlar ve m elekler arasındaki ikileşim ortaçağ bo
172
R otlu M ay
yunca sürüp gitti ve daim onik sözcüğü artık “dem on”du.
Ortaçağ vatandaşları “dem o n lar’ını lanetlerken bile onlar
karşısında büyülenirlerdi; yoksa katedrallerinin her tara
fında koşuşturan ve tırm anan, daim oniği ilk elden bilen
zanaatkarlarca taşa oyulmuş tüm bu aslanağızları, kötü
kötü gülen ve bakan canavarlar, her türden hayvanlar ni
ye? Bu tutkulu dönem de, insanlar “daim onik” doğalarıyla
övünürlerdi. Ancak bu, onların din savaşlarında ve özellik
le K atharlar isyanında, düşmanlarını şeytan heyetinden di
ye lanetlem e gibi kolay bir yöntem i kullanmalarını engel
lemedi. İnsanın hep dışandkini, yabancıyı, ondan farklı
olanı kötü, kendiniyse meleklerin taraftarı olarak tanım la
mak gibi bir eğilim i olmuştur.
Daim oniğin iyi ve kötüyle ölçülem eyecek bir güç ola
rak yeniden keşfi “on sekizinci yüzyılda akılcılık karşıtı
deha mezhebi sayesindeydi” diye yazar Prof. W olfgang
Zucker.19 Bu aydınlanmaya ve faydacıl, orta sınıf düzen
kavram ına karşı köklü m uhalefetin, m evcut ahlakçı ve dü-
şünşelci tanrıbilim e itirazın bir dışavurum uydu. Prof. Zuc
ker özel bir inandırıcılıkla şöyle yazar;
173
Af* t* Iradı»
ya da gayretli bir çalışma ve deneme sayesinde çeşitli
müzik aletlerini çalabilen biri değildi, sanatçı artık doğa
üstü güçle doğmuş biriydi: dehası vardı, hatta kendisi
“deha”ydı.... Eylemleri kabul edilmiş davranış düzgüle-
rine uyum göstermez, ancak eserlerinin, onları diğer in
sanların eserleriyle karşılaştırılamaz kılan insanüstü bir
niteliği de vardır... Bu nedenle alışılmış iyi ve kötü, ya
rarlı ve yararsız ulamları dehaya uygulanmaz. Yaptığı ve
çektiği kaderidir. Olağanüstü bir sanatçı olduğu için deha
değildir, tam tersi, dehanın hakimiyeti altında olduğu için
sanatçıdır.20
174
fioüo ,\fov
ramla anlaşılmaz, yine de tek bir sözcükten az... Yanlıca
imkansızda zevk buluyor gibiydi ve imkanlıyı kendinden
iğrenerek atıyordu.
Diğer tüm ilkelere adeta karışan, onları ayıran ve birleş
tiren bu ilkenin adını, eskilere ve benzer bir şeyin farkına
varanlara dayanarak, Daemonic koydum.21
176
ı
Rollo Vnf/
sanlarla biraz olsun paylaşım a ve iletişim e iade edilm işti.
Am a bu hep böyle değildi. Tillich, 1933’te Hitler Al
m anya’sından sürüldükten sonra bu ülkeye geldiğinde, A l
m anya’da yayılan sözde romantizm dalgasından sıklıkla
bahseder ve öğrencilerin onu “fazla akılcı ve m antıklı” bul
duğunu anlatırdı. 1936 yazındaki A lm anya yolculuğundan
sonra, deneyim lerini New York’ta bir topluluğun önünde
değerlendirdi. A lm anya’nın geleceğinin lanetliliğinden o
kadar etkilenm işti ki, Berlin yakınında bir koruluğa girip
gelecek olan daim oniği hissetm işti. (“E n k az,en k az,en k az
görüyorum . K oyunlar Potzendam m er M eydanı’nda otla
yacak.” ) G erçi, 1930’larm ortası A m erika’nın liberal za
m anlarıydı; o gün neredeyse kimse Tillich’le aynı fikirde
değildi. Chicagolu bir tanrıbilimci çıkarken “Tam da de-
m onlardan kurtulm uştuk, şimdi Tillich onları ağaçların ar
kasından geri getiriyor!” dem işti. H oş, T illich’in en kötü
tahm inleri Hitler A lm anya'sının uygar barbarlığında ger
çekten yaşananlar için fazla hafif kaldı. G erçekten de şim
di geriye baktığım ızda, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra
“teknolojik akıl” çağı olm a sözüyle başlayan çağdan, da-
imonik çağı diye söz ediyoruz.
Freud bizi daim onik güçlerin Danteci arafına götürdü
ve daim onik dürtülerin ne kadar ciddi olduğunun, sapm a
ların, nevrozun, psikozun ve deliliğin nasıl bu gücün çar
pıtılm asının sonuçlan olduğunun birçok deneysel örneğini
sundu. Freud’un yazdığına göre: “Benim gibi, insan göğ
sünde yaşayan o yan uysallaştınlm ış dem onlan çağıran ve
onlarla güreş tutm ayı isteyen hiç kim se bu m ücadeleden
yara alm adan kurtulmayı bekleyem ez” .23 Önem sem eden
kullanılm ış gibi duran o “yarı uysallaştırılm ış” sözü, da-
A fk v* i n d f
imoniğin insan biçiminin doğru bir tanımıdır; tam uysal
laştırılmış m elekler için, uysallaştırılam am ışsa şeytanlar
için kullanılır - ve biz her ikisiyiz. Psikoterapide, sadece
tehlikeli olduğu için daim onikten kaçmanın cazibesine bo
yun eğmenin yapıcı olmadığı açıktır; psikolojik sorunların
bu yolla iyileştirm ek “ uyum sağlam a”nın yavanlığına yol
açar. İnsanları tedavi etm e böylece, sıkıntıya en rahat giden
yola dönüşür. Hastaların nevrozu ve psikozu “norm alliğe”
tercih etm elerine şaşm am ak gerek, hiç değilse bu şekilde
ayrık varlıklarında bir canlılık ve kuvvet olur.
Freud’un yaşam ın acım asızlığını anlayışı, zekasıyla
duyduğu gururuyla yan yana duran yazgı karşısındaki al
çakgönüllülüğü, insanın kendine olan güvenini tazeleme
gereksinim ine yaltaklanm ayı reddedişi - bu nitelikler sü
rekli suçlandığı karam sarlığından değil, insan varoluşunun
kötü bir şeyin habercisi olm a özelliğini ve ölüm ün sonlu
luğunu anlayışından kaynaklanır. B unlar gerçek bir daim o-
nik anlayışının belirtisidir.
Freud’un yazılarında daim oniği, “kader” ve “yazgı”
vurgularında, ve libido, Thanatos ve Trieb gibi kavram la
rının çoğunda örtülü olarak buluruz. H er biri, içimizde bi
zi kuşatabilecek, bizi “doğanın aleti” kılabilecek, bizi biz
den büyük işlevler girdabına katabilecek güçlerin olduğu
nu ima eder. Libido ya da şehvet, insanın hayalinde çalı
şan doğal dürtüdür, ona türlü tuzaklar hazırlayabilir ve
tam bu defa aklının çelinm esine direndiğini düşünüp gev
şediğinde, onu isteği dışında kuşatır ve ırkının kişilikdışı
amaçları için kullanır. Böylesine kaçılmaz psikobiyolojik
olgularla hesaplaşm am ak patolojiye yol açar. Bu Fre
u d’un, özellikle Viktorya dönem indeki benliğin doğadan
178
Holla iS a y
ayrılışı zemin alınarak bakıldığında, gerçekçi, keskin ve ya
pıcı vurgusudur. Daim oniğin bu kavram ların içinde “örtü
lü” olduğunu söylüyorum ; örneğin libido diyeceğini der
ve ölür. D aha sonra ölüm içgüdüsüne karşı yaşam savaşı
m ızda m üttefikim iz olarak tanıtılan güç erostur. Erosun da-
im onik biçim inde gelip günü kurtarması gerekir. Bu Fre-
ud’un erostan daim on olarak açıkça yardım istemesidir.
Prof. M organ, F reud’un sert ve gerçekçi aşk görüşünü,
olumlu düşünürlerin m odem insana aldatıcı sözler veren
görüşleriyle karşılaştırır. “H içbir Fromm cu sevm e sanan,
hiçbir bedensel sağlıklı düşünm e, hiçbir liberal-faydacıl
teknoloji ( ...) dünyaya barış, insanlara karşı [Freud’a gö
re] iyi niyet getirm eyecek. Nedeni açık ve basittir: Biz in
sanlar yıkımımızın tohumlarını içimizde taşırız ve onları de
vamlı besleriz. Sevm ek kadar nefret etm eliyiz. Kendim izi
ve hemcinslerim izi yarattığım ız ve koruduğum uz gibi on
ları yok edeceğiz.” 24
AŞK VE DAİMONİK
Tek başınalığım ve yalnızlığını yaşantılayan her insan
ötekiyle birleşm enin özlem ini çeker. K endinden daha bü
yük bir ilişkiye katılm ayı arzular. Genellikle bir sevgi bi
çimiyle yalnızlığının üstesinden gelmeye çabalar.
Psikoterapist Otto Rank bir keresinde,.ona gelen tüm
kadınların, kocalan yeterince saldırgan değil diye sorun
yaşadıklarını söylem işti. Bu cümle kulağa aşırı basit gelse
de, önemli bir nokta içerir: Seksi kadınsı bir biçimde ki
barlaştırm am ız bizi o kadar keyfi ve aynk yapar ki, cinsel
eylem in basit gücü buharlaşır ve kadın alıp götürülm enin,
kendinden geçm enin hayati, temel zevkini yitirir. “Aşk ısı
rığı"nın -genellikle orgazm anında olan ama tüm sevişm e
ye eşlik edebilen o düşm anlık ve saldırganlık anının- er
kek için ne kadar anlam lıysa, kadın için de o kadar, hatta
daha fazla zevkli olan yapıcı bir psikofıziksel işlevi vardır.
Kişinin kendini ilişki içine koyabilm esi için, kendini
ortaya koym aya, kendi ayakları üzerinde durm a yetisine,
benliğini onaylam aya gereksinimi vardır. Verecek bir şeyi
olmalı ve onu verebil mel idir. Buradaki tehlike, kendini
çok fazla ortaya koymasıdır; bu da bir demonun idaresi al
tına girme kavram ında görülen deneyimin kaynağıdır. Fa
kat bu olum suz yönden, kendini ortaya koym aktan vazge
çerek kaçılmaz. Çünkü kişi kendini ortaya koyam azsa,
gerçek bir ilişkiye katılam az. Devingen diyalektik bir iliş
ki -denge dem ek istiyorum , ama bu bir denge d e ğ il- biri
nin kendini ortaya koyduğu, ötekinde yanıt bulduğu, son
ra kendini biraz fazla ortaya koyduğunda ötekinde bir “ha
yır” sezdiği, geri adım attığı ama vazgeçmediği, katılımın
biçimini değiştirdiği ve ötekinin bütünlüğüne yeterli yolu
bulduğu, bitmeyen bir karşılıklı fedakarlıktır. Bu daimoni-
ğin yapıcı kullanımıdır. Kişinin bireyselliğini diğer insana
ilişkin olarak ortaya koymasıdır. Eşi sömürmenin kıyısın
da gezer; fakat onsuz yaşam sal bir ilişki olmaz.
Doğru oranda olduğunda, daim onik diğerlerine el uzat
m a, yaşamı seks yoluyla artırm a, yaratm a, uygarlaştırm a
dürtüsüdür; önemli olduğum uzu, diğerlerini etkileyebildi
ğim izi, onları biçim lendirebildiğim izi, gösterilebilir ölçü
de önemli bir gücü kullanabildiğim izi bilmenin verdiği
neşe, coşku ya da basit bir güvenlik duygusudur. D eğer
verildiğim izden em in olm a yoludur.
Daimonik idareyi tam am en eline geçirdiği zam an, ben-
180
RoUo M att
ligin ve ilişkinin birliği bozulur; kişi “kontrolsüzdüm , rü
yada gibi hareket ettim , ben olduğumu bilm iyordum ” de
diğinde bu gerçeği ifade eder. D aim onik, kişiyi, bir yanda
kendisi olm am a korkusundan, diğer yandan öteki insanla
bir bağ kuram am a ve ona karşı hiçbir yaşam sal dürtü his
sedem em e korkusundan kurtaran temel güçtür.
Bir önceki bölümde sözünü ettiğim iz, otom obil tam ir
cisine aşık olan kadın, kocasının hep “akşamları evin için
de iki büklüm dolandığını, m ahcup bir ifadeyle yatağa gel
m em i beklediğini” belirtm işti. Kocanın neden bu pek de
onurlu olm ayan durum da olduğunu anlasak da, tamircinin
erotik saldırganlığının böylesine bir karasızlıkla engellen-
m eyişinin kadın için nasıl bir rahatlam a ve coşkunluk ge
reksinimi için nasıl bir nimet olduğunu da anlayabiliriz.
Biyolojik açıdan daimoniğin erkekte en canlı dışavuru
m u ereksiyondur; eğer zaten ilgiliyse, fark ettiği anda ka
dın için büyüleyici, erotik bir baştan çıkarıcılığı olan bir ol
gudur. (Eğer değilse, iğrenir, ki bu da fallik ereksiyonun
duygusal bir gücü olduğunu tersiyle kanıtlar.) Ereksiyon
öylesine zengin bir daim onik sim gedir ki, eski Yunanlılar
vazolarını hepsi gururlu birer fallik ereksiyonlu, Dianytiak
bir dini bayram da dans eden satir resim leriyle süslerlerdi.
Erkeklerinse çocukken penislerinin m uhtem elen farkında
olm adıkları bir nedenden sihirli bir biçimde srtleşmesine
ve bunun onlara olağanüstü hisler verm esine duydukları
şaşkınlığı anımsamaları yeterlidir. Biyolojik olarak erkek
ten daha az belirgin olsa da, benzer bir daim onik kanıt ka
dında da bulunur ve onun erkeği için birden arzu duyabil-
me, onu istem e, istediğini ona hafifçe belli etm e yetisi için
gereklidir. Hem erkeğin hem de kadının, ayrılıklarının ara
A jk i« irv/fc*
sını kapaması ve birbiriyle birleşebilmesi için kendini bu
şekilde ortaya koym a gereksinim i vardır.
Burada kesinlikle ilkel cinselliğe geri dönm eyi savun
muyorum . Ne de saldırganlığı... Cinsel eşten talepleri üze
rine açıkça diretm e olarak yorum layan, hâlâ çocuğa ben
zeyen kadını ve erkeği rahatlatmak istiyorum. Saldırganlı
ğı, benliği güçsüzlüğe değil güçlülüğe kök salmış bir bi
çimde ortaya koym a olan sağlıklı anlam ında, duyarlılık ve
şefkat yetisinin ayrılmaz bağlaşığı olarak kullanıyorum .
Fakat cinsel aşkı aşırı derecede kibarlaştırarak cinselliğin
önemli yönlerini kestiğim izi ve bu nedenle kazanm ak için
yola çıktıklarımızı yitirme tehlikesiyle karşı karşıya oldu
ğum uzu savunuyorum .
Terapi gören insanları hep şaşırtan tuhaf şey de, eşleri
ne duydukları kızgınlığı, düşmanlığı ve hatta nefreti itiraf
ettikten, onları bir saat boyunca azarladıktan sonra, ellerin
de kalanın eşlerine duydukları sevgi hisleri olmasıdır. Has
ta olum suz duygularla için için yanar, ama kısmı olarak bi-
linçdışında, bir beyefendiye yakışır bir biçimde hislerini
kendine saklamış olabilir: fakat saldırganlığım bastırırken
ona olan sevgisini de bastırışmış olduğunu görür. Bu o ka
dar açıktır ki neredeyse bir tedavi kuralı haline gelmiştir.
Dr. Ludwig Lefebre buna “olumsuzu katm a” der ve olum
lunun da dışarı çıkabilm esi için bu şarttır.
Burada olan, insan bilincinin kutuplu olarak işlediği
gerçeğinden daha fazlasıdır; olumsuz dışarı çıkıncaya ka
dar olumlu da çıkam az. Bu yüzden analizde olumlunun da
kendi başına ortaya çıkacağı ümidiyle -k i kuralı haklı çıka
racak sıklıkta doğru ç ık a r- olum suz incelenir. Bu, daimo-
nikle yüzleşm ede ve onu kabullenmedeki yapıcı değerdir.
182
Rrtlo May
“Eros bir daim ondur” sözünü anım sayalım ; eros yalnızca
aşkla değil, nefretle ilgilidir, normal varoluşum uza güç
verm ek, onu sarm akla ilgilidir - bizi sonsuza dek uyanık
tutan atsineğidir; eros nirvananın, cansız huzurun düşm a
nıdır. Nefret ve aşk karşı kutuplar değildirler; birbirlerine
uyarlar, özellikle de bizimki gibi geçiş dönem lerinde.
Son yıllarda B roadw ay’de ve ülkenin her yerinde en
çok tartışılan oyun, çiftlerin birbirini duygusal açıdan doğ
radığı, üç saatlik Kim Korkar Virginia W oolf’tan? adlı
oyundur. Bu oyunu uzun süre kaldığı sahnede gören izle
yicilerin rahatsızlığı, sinirli gülüşlerinden ve duraksam ala
rından, nerede güleceklerini bilm em elerinden belliydi; fa
kat derinden etkilenm iş oldukları daha da açıktı. (Bu oyu
nun sinem a uyarlamasının kökten yum uşatıldığını, daha
öncekiler gibi biz de söylem eliyiz. Film in başında George
ve M artha arasındaki aşk oyununu vurgulayarak, doğram a
başlam adan izleyici kitlesini daim oniğe karşı yatıştırmış-
tır.)
Oyun çekici gücünü nereden alm ıştır? Bu gücü, her ev
lilikle olan fa k a t burjuva toplum umuzda daim a yadsıdığı
mız daim onik arzuları, düşünceleri, ve duyguları açığa çı
kardığı gerçeğinden aldığına inanıyorum. Bizi büyüleyen
ve kavrayan, oyundaki bir oyuncunun saldırm aya hazır bir
kobra gibi kıvrıldığı anda olduğu gibi, daim onik eğilim le
rim izin sahnede çırılçıplak ortaya koyuluşuydu. Başrolde
ki çift George ve M artha, duygusal vahşiliklerinin altında
birbirlerine biraz sevgi beslerler, fakat bu sevgiden ve şef
katlerinden korkarlar. Bu bakımdan oyun m odem Batılı in
şam tüm derinliğiyle betimler. Çünkü aynı şeyin iki yönü
olan daim onik eğilim lerim izden de, şefkat duygularım ız
A şk ye ircuir
dan da korkarız. Şefkatli aşkı duyabilme ve onu sonuna
kadar yaşayabilm e yetisi daim onikle yüzleşm eyi gerekti
rir. İkisi birbirinin zıttı gibi görünür, ancak biri inkar edi
lirse diğeri de yitirilir.
Tabii ki bu oyun, her iyi sanat eserinin yapması gerek
tiği gibi daim oniğe önemli bir biçim vererek onu aşar. Bu
nedenle sanatta sunulduğu zaman kendim ize daimoniği
kabul etme izni veriyoruz. O yun, son birkaç repliğinde
içerikteki savaşı da aşar (gerçi sanatın aşkınlığı için konu
her zaman sanat biçim inden daha az önem lidir). En sonda
George ve M artha birlikte bir şey amaçlayacak durum da
dır - bu nedenle yönetm eni bu oyun için “varoluşçu" de
miştir. Görünürde am açlayabilirler, çünkü m ücadele süre
cinde hayali oğul yanılsam asını öldürmüşleridir. Fakat
gerçekten o adımı atıp atmayacaklarını bilmiyoruz; bildiği
m iz, m ücadelelerini sahne üstünde ortaya serm elerinin
burjuva, uygar izleyicinin ruhunda güçlü bir etki yaratmış
olduğudur.
Daim oniğin, A ristoteles’in deyim ine göre “seyirciyi
acıma ve korkuyla arıtan” büyük klasik eserlerin esasını
oluşturduğunu açıkça görm ek için, eski Yunan oyunların
daki korkunç olayları -M e d e a ’nın çocuklarını kesmesini,
Oedipus’un gözlerini oym asını, Clytem nestra’nın kocasını
öldürüp, oğlu tarafından öldürülm esini- anım samamız ye-
terlidir. Fakat Yunan oyunlarında esas tüyler ürpertici olay
hep sahne dışında m eydana gelirdi ve çığlıklarla, ona uy
gun müzikle iletilirdi. Bunun çeşitli yararlan vardır; Da
imoniğin çoğunlukla yaşamın bir parça sahne dışında, ya
ni bilinçaltında ve bilinçdışmda meydana gelmesi açısın
dan doğrudur. Kurul toplantısında tartıştığımız meslektaşı
184
Rûiiv May
mızı öldürm eyiz; sadece kalp krizinden geberm esinin ha
yalini kurarız. Üstelik Yunanlılar barbarlıkla ve m elodram
la bu şekilde ilgilenm iyorlardı; bunların bir eserin sanatını
yok ettiğini biliyorlardı. Oyun yazarı oyununu cinayetin
duygusundan değil anlamından çıkarmalıydı.
Yunanlıların uygarlık olarak böylesine üstün bir düzeye
yükselm elerinin ana nedenlerinden birinin, daim onikle
yüzleşm e cesaretleri ve açıklıkları olduğunu öne sürm e cü
retini gösteriyorum . Tutkuyla, erosla ve kaçınılm az bir bi
çim de bunlara bağlı olan daim onikle övünüyorlardı. Ke
yifle ağlıyorlardı,sevişiyorlardı ve öldürüyorlardı. Şimdi
lerde terapideki hastalar sık sık Eski Yunandaki tuhaf m an
zaraya, ağlayanın Odysseus veya Prom etheus gibi güçlü
adam olduğuna değiniyorlar. Fakat m odem insanın kendi
ni iğdiş eden diam oniği yadsım a ve bastırm a savunm asın
dan çok, daim onikle doğrudan yüzleşebilm e yetenekleri
sayesinde Yunanlılar insan erdem inin özünün {arête) tut-
kularca seçilmek yerine, tutkularını sorum luca seçm ek ol
duğu inanıcını gerçekleştirebildiler.
D aim onikle yüzleşm ek ne anlam a gelir? Tuhaftır ki,
W illiam Jam es üç çeyrek asır önce sezgisel olarak daimo-
niği ve onunla nasıl baş edileceğini kavramıştı:
185
AfAn'inMİ!’
du. Katolik olduğundan bu konuyu müdürüne açtı, mü
dürü de “Pekala! Yapmak zorundaysan yapmak zorunda
sın” dedi ve ekledi “git ve yap”, böylece anında arzusunu
dindirdi. Bu müdür hastalıklı bir zihne nasıl yardım edile
ceğini biliyordu.25
186
Roilo May
zam ankinden daha yorgun düşerek durm ak zorunda kala
caktı ve kılıç anında ortaya çıkacaktı. Ya da, sinem adaysa,
sokağa adım attığında içini kemiren o ağrının geri geleceği
farkındalığı sahne her değiştiğinde baskılanam ıyordu.
Fakat bir gün, şaşırtıcı bir keşif yaptığını belirterek içe
ri girdi. Bir akut yalnızlık krizi başlarken, aklından onunla
savaşm aya uğraşm am ak geçti; kaçm ak nasılsa hiç işe ya
ramamıştı. Neden kabul etm esindi, onunla yaşam asındı,
ondan kaçm ak yerine ona dönm esindi? Şaşırtıcı bir biçim
de, yalnızlık onunla doğrudan yüzleştiğinde onu boğmadı.
Hatta azalıyor gibiydi. Cesaretlenerek, geçm işte derinden
yalnız hissettiği durum ları, bugüne dek onu hep paniğe sü
rükleyen anıları hayal ederek onu çağırm aya başladı. Fakat
tuhaftır ki, yalnızlık gücünü yitirm işti. Uğraştığında bile
paniği hissedem iyordu. Kendini ona açtıkça ve onu hoş
karşıladıkça, nasıl öylesine acı verici biçimde yalnız oldu
ğunu hayal etm ek bile imkansız hale geliyordu.
Hasta yalnızca kaçtığı zaman akut yalnızlığı hissettiğini
keşfetm işti ve şimdi de bana öğretiyordu; eğretili dili kul
lanmak gerekirse, “şeytanı” açtığında o yok oluyordu. Fa
kat kaçışın, daim oniğin saplantılı gücünü kanıtlayan bir
tepki olduğunu söylem ek eğretilem e olm az. Jam es-Lange
duygular kuram ına27 katılsak da katılmasak da, kaygının
(ya da yalnızlığın) biz kaçtıkça üstün geleceği kesinlikle
doğrudur.
Kaygı -yalnızlık veya onun en çok acı veren biçimi
olan “terk edilm e kaygısı” - kişiyi nesnel dünyadaki yöne
limini kaybettirecek derecede etkiler. Dünyayı yitirmek
benliği yitirm ektir, benliği yitirm ek de dünyayı; benlik ve
dünya ilişkilidir. Kaygının işlevi benlik-dünya ilişkisini
Aşk iv imde
yok etm ektir, yani kurbanın m ekanda ve zam anda yönünü
kaybettirm ektir, bu yön kaybı sürdükçe kişi kaygı duru
munda kalır. Kaygı kişiyi tam am en bu yön kaybının ko
runması nedeniyle boğar. Eğer kişi yönünü yeniden bula
bilirse -u m arım psikoterapide olduğu g ib i- ve dünyayla
tekrar doğrudan, deneyim sel olarak, duyuları canlı bir şe
kilde ilişki kurabilirse, kaygısının üstesinden gelir. Biraz
insanbiçim ci terim lerim terapist olarak çalışm am dan ileri
gelir ve burada yersiz değildirler. Hastam da ben de bu
nun simgesel doğasının farkında olsak da (kaygı hiçbir şey
yapm az, tıpkı libidonun ya da seks dürtülerinin bir şey
yapmadığı gibi); hastanın kendini bir “m u h alif’e karşı sa
vaşırken görmesi çoğu zaman yararlıdır. Çünkü o zam an,
terapinin kaygıyı sonuna kadar incelemesini beklemek ye
rine, kaygı duyduğunda, durup kendine kaygıyı yaratan bu
yön kaybının hemen öncesinde gerçekte ya da fantezilerin
de ne olduğunu sorm ak gibi kullanışlı önlem ler alarak te
davisine yardımcı olabilir. Sadece hayaletlerin gizlendiği
dolabın kapısını açmakla kalm az, çoğu zaman yeni insan
ilişkileri kurarak ve ilgisini çeken yeni bir iş bularak ya
şamında ona yön gösterecek adım lan da atabilir.
Yalnızlık saplantılı hastam a bakmayı sürdürerek şu so
ruyu soralım: M uhtemelen çarpıklaşmış daimoniğin yapıcı
yanı neydi? Duyarlı, yetenekli bir kişi olarak, kişisel ya
kınlık dışında insan deneyim in hemen hemen her alanında
dikkate değer bir başarı yakalamıştı. Yetenekleri arasında
kişilerarası eşduyum becerisi ve -ç o ğ u kendisiyle uğraş
maya harcanm ış- büyük oranda şefkat vardı. Becerilerini
ilişki için kullanamam ıştı; dayanıklı bir ilişki için gerekli
olan biçimlerde kendini başkalarına açam am ıştı, onlara el
Roilo tfc y
uzatam am ıştı, onlarla duygularını ve kişisel deneyim inin
diğer yönlerini paylaşam am ıştı, onlarla özdeşleşem em iş
ve onları onaylayamam ıştı. K ısaca, onda eksik olan ve
şimdi gereksinim duyduğu, sevme yeteneğini, diğerinin
iyiliği için, hazzı ve zevki “ben” olarak “sen” ile paylaş
mak için, arkadaşlarıyla ortak bir bilinç için etkin ve dışa-
döniik biçim de kullanmaktı. Bu durum da yapıcı ve en ba
sit anlam da kullanılan daim on, onun etkin sevme olasılı
ğıydı.
189
Af* pf ira d r
6
190
ftotlnMop
yen nedir? Birey kendini üstün görm e kibrinden nasıl kur
tarılır? Yoruba’mn çılgın dansını basit bir daim onik cinnet
yerine birleştirici bir deneyim yapan nedir?
Daim onunun ona, devlete atsinekliği yapm asını, daha
sonra m ahkem eye karşı gelm esini söylediğini açıklaması
Sokrates’e göre çok iyi bir şeydi. Bu gerçekten de -onun
için - güvenilirlik ve dürüstlük olabilir. Fakat A tina’nın de
ğersiz olm ayan pek çok vatandaşı için farklı görünm üş ol
malıdır; herkesin işine karışmanın saf kibri olarak. Sokra-
tes onlara karşı koyarken nasıl daim onundan konuşursa,
onu huzurlarının yok edicisi olarak yaşantılayan “iyi” va
tandaşlar da daim onik eğilim lerinden konuşurlar. Bu, hiç
bir birlik ilkesinin olmadığı anarşiye yol açar. Daimonik,
bilincin hom eostasis'ini (iç dengesini) bozarak Sokrates’e
bir duruş verir ve “iyi” vatandaşlardan bir duruş ister. Bo
zulmuş hom eostasis, bozanı, o ister A tina’daki Sokrates,
ister çağdaş bir psikanalist olsun, insanlığın gazabına uğ
ratır. “Sokrates, yeni dünyaların yükselm esine ve kaçınıl
maz olarak eskilerinin çökmesine neden olan tüm kahra
m anlar gibi, bir yok edici olarak algılandı; savunduğu şey,
var olan dünyayı yorup zayıflatan yeni bir biçim di” diye
yazar H egel.1
H egel’in, Sokrates’in savunduğunun yeni bir biçim ol
duğunu söylem esine dikkat edin; sadece nihilizm le kalm ı
yoruz. H egel, Sokrates’in Atinalılar tarafından öldürüşüy
le ilgili şunu ekler: “Cezalandırdıkları, içlerindeki bir kuv
vetti.” Bu çatışm anın büyük bir bölümü kaçınılm az olsa
da, kendi daim oniğim izi değerlendirm e sorum luluğum uzu
daha gerekli kılar.
191
A fk T* i rrutf
DİYALOG VE BÜTÜNLEŞME
Daimoniği anarşiden ayıran en önemli ölçüt diyalog
dur. Yunanistan’da Sokrates tarafından üne kavuşturulan
ve yirmi dört yıl boyunca kuşaktan kuşağa geçerek her
çağdaş psikoterapist tarafından değişik biçimlerde kullanı
lan kişiler arası diyalog yöntemi burada artık önem kaza
nır ve basit bir teknikten öte bir anlam alır. Çünkü diyalog,
insanın ilişki içinde var olduğunu ima eder. Diyalogun
mümkün olduğu -u y g u n durum larda birbirim izi anlam a
nın, diğerinin tarafına geçm enin mümkün o lduğu- gerçe
ği, kendi başına önemli bir husustur. İletişim cem aati var
sayar, bu da sırasıyla cemaatteki insanların bilinci arasında
bir paylaşım anlam ına gelir. Bu, bireyin sırf hevesine bağ
lı olm ayan, insan ilişkisinin yapısının yerleşik yönü olan
anlam lı bir değiş tokuştur.
Buber, insan yaşam ının diyalog içinde bir yaşam oldu
ğu konusunda ısrarlıydı; bu noktayı çok uçta bir kuram ha
line getirdiyse de -benliği yalnızca diyalogla tanıyabilece
ğimizi söyler- gerçeğin önemli yarısını sunar. Sullivan’ın
rızalı onay konusundaki kişiler arası vurgusu da diyaloğun
m erkezi önem ini gösterir ve sadece söylevi değil deneysel
tarafı da vurguladığı için değerlidir. Logos (gerçekliğin an
lamlı yapısı) sözcüğü, dia-logos teriminin dayanağıdır. Da-
imonikten anlamlı olarak söz edebilirsek, onu yaşamımızın
yapısına katm a sürecindeyiz demektir.
Sokrates, deneyim in yapısını diyalog yoluyla bulduğu
muza ve her insanın bir başına akıntıya bırakılmadığına
inanıyordu. Bunu M eno’nun tam amen eğitim siz kölesine
sadece soru sorarak, Pythagoras teoremini kanıtlatarak so
kak köşesindeki AtinalIlara gösterir (M eno, P laton'un D i
192
Roücr Alay
yalogları). Sokrates (belki de, daha doğrusu, yorumcusu
Platon), “ idealar” ve hatırlam a öğretisi çizgisinde böyle
bir teorem in doğruluğunun kölenin zihninde zaten var ol
duğuna, yalnızca “uyandırılıp” dışarı çıkarılması gerektiği
ne inanıyordu. Ama Sokrates’in teoremi sorduğu imalı so
rularla oraya koyduğunu savunsak bile, aynı gerçeğin de
ğişik biçimiyle karşılaşırız. O da, kölenin soruları duyup
ve onları anlamlı bir biçimde birleştirm esinin mümkün ol
duğudur. A nlam ak, özel olarak dilin yapısıyla, genel ola
rak da insan ilişkilerinin yapısıyla mümkündür.
Gerçek bireysel olduğu kadar evrensel yapılarda da
vardır, çünkü biz bu yapılara katılırız. Logos yalnızca nes
nel yasalarda konuşm az, birey üzerinden, öznel olarak da
konuşur. Sokrates bu nedenle rölativist değildi. Savunma-
s /’nda “Tanrılara, beni suçlayanlardan bir anlam da daha
fazla inanırım” der.
Tüm cem aatin dansa desteğini Yoruba yerlileri için
önemli kılan budur. Dans bireyi kom şularına ve arkadaş
larına derin bir bağla bağlarken, daim on cinneti diğer yan
dan bireyi cem aatinden gitgide soyutlar. İlki daim oniği ki
şisel ve bilinçli yapar, İkincisiyse daimoniği bilinçdışmda
bırakm akla kalm az, bir dizi yeni bastırmayı harekete geçi
rir. B ütünleştirilm iş daim onik kişiyi diyalogda görüldüğü
gibi, evrensel bir anlam yapısına doğru iter. Fakat daimon
cinneti aksine daim oniğin kişilikdışı olm asını gerektirir. İl
ki akılüstüdür, İkincisi - daimon cinneti- ise akıldışıdır ve
akli süreçleri engelleyerek başarıya ulaşır. İlki daim oniğin
canlılığını benliğin kullanımına sunar; İkincisi daimoniği
benliğin dışında birine veya bir şey t yansıtır.
Daim oniğin anarşiden uzak durmasının bir diğer önem
Aşk tv irade-
li ölçütü özeleştiri yöntem idir. Daimon tarafından yönlen
dirilm ek temelde alçakgönüllülük gerektirir. K anaatleri
nizde her zaman bir körlük ve özçarpıtm a unsuru bulunur;
en büyük yanılsam a, yanılsamasızm ış gibi davranmaktır.
Gerçekten de bazı bilginler özgün Yunancadaki “kendini
bil” deyiminin “ sadece bir insan olduğunu bil” anlam ına
geldiğine inanır. Bu da, teslim edilm esi veya psikanalizde
söylediğim iz gibi “işlenm esi” gerekenin, insanın bebekli
ğinde ortaya çıkan tanrıcılık oynama eğilimi ve her zaman
her yerde tanrıymış gibi davranılm a isteği olduğunu ima
eder.2
Freud’un diıenm e ve bastırm a kavramları “kendini bil-
m e”nin büyük güçlüğünün tarifleridir. Sartre’ın “kötü ni
yet” ve “ iyi niyet” kavramı da bir açıklam adır - davranış
larımızda ve inançlarımızda her zaman özçarptım a unsuru
olduğu gerçeğinin içinde kişinin kendine karşı dürüst ol
m ası ikilem i. “İyi niyetli” olduğunu düşünen insan, o nok
tada “kötü niyetli”dir ve “iyi niyetli” olmanın tek yolu, kö
tü niyetli olduğunu bilm ek, yani aigıda çarpıtm a ve yanıl
sama unsuru olduğunu bilmektir. Ahlaki sorun, kişinin ka
naatlerine inanması ve onlara göre davranması değildir,
çünkü kişinin kanaatleri, yararcı konum lardan fazla olma
sa da onlar kadar hükm edici ve yıkıcı olabilirler. Ahlaki
sorun, o acımasız, kişinin kendi kanaatlerini bulma, aynı
zam anda onların içinde kendini büyük gösterm e ve çarpıt
ma unsurlarının olduğunu kabullenmenin gayretidir. Sok
rates’in alçakgönüllülük ilkesinin psikoterapistler için de
ahlaklı vatandaşlar için de çok gerekli olduğu yer burası
dır.
Daimonik rehberliğinin sonuncu geçerlilik ölçütü, baş-
194
HoOoMav
langıçtaki daim onik tanım ım ızda gizli olan sorudur: Öne
rilen davranış biçim i, bireyin bir tüm lük olarak bütünlen-
m esini sağlar mı? Yaşamındaki kişiler arası anlam ın geniş
lem esini - e n azından potansiyel o larak - sağlar m ı? Ya
onun için önem li olan insanların yaşam ında? İlgili bir öl
çüt de, her değer yargısı için gerekli olan evrensellik ölçü
tüdür: Bu davranış biçim i, diğer insanlar (esas itibariyle
tüm insanlık) tarafından benim senirse, kişiler arası anla
mın artmasını sağlar mı?
Daim onik diyalog içinde yaşantı (anm adığında ne oldu
ğunu görm ek yardım cı olabilir. Bunun örnekleri savaş ha
lindeki her ulusta görülebilir. Kişinin benliği ve grubu
içinde yüzleşilm ediğinde, daim onik düşm ana yansıtılır.
G üvenlik ve güç gereksinim leri olan bir ulus olarak değil,
şeytanın kişileşm iş hali, iblis olarak görülür; kişinin ken
di daim onik eğilim leri onun üzerine yerleştirilir. (A m eri
k a ’da bu, kendim izi, bir adaletsizlik, yoksulluk, günah ve
zalimlik yuvası olan Avrupa’yı, A tlantik’in bu yakasında
adaleti, iyiliği, zenginliği ve kardeş sevgisini som utlaştı
ran bir toplum kurm ak içi bırakanlar olarak görm e eğilim i-
mizce kışkırtılır.) H er kom ünisti şeytan olarak görm e, ken
dim izi Tanrıyla özdeşleştirm e, savaşlara değil savaşım la
ra katılm a eğilim im iz de bunun sonucudur. Bu ülkede sı
rasıyla Rusları, Japonları ve şimdi de V ietkong’u, kötülü
ğün vücut bulm uş hali, her taşın altındaki kom ünist ya da
Japon olarak gördük. Düşm an kendim izde bastırdığım ız
unsurların taşıyıcısı haline gelir. Rakiplerim izle savaşır
ken, yadsım ış da olsak aslında kendimizle savaştığımızın
farkına pek varm ayız. Bu yansıtm a, pazarlığı neredeyse
im kansız hale getiren “hizbin” kendini üstün görm e iddi
asını gerektirir: Şeytanla pazarlık yapmak onu eşit say
maktır; o zaman esas itibariyle ona teslim olm uşsun de
mektir.
Savaş psikolojisinde bir sonraki adım hayalin ve görü
şün kısıtlam asıdır. Hangi ulussa onun başkentinden, her
biri bir öncekinden zayıf, insanların bir düzeyde inanm a
dıkları ama diğer bir düzeydeyse inanmak için bir kom p
loda birleştiği klişe ardına klişe çıkar. Daimonik saplantı
larında katılaşırlar. Bir çözüm tasarlamaları bile imkansız
dır. Amaçlar, amaçlılıktan büyük bir mesafeyle ayrılır.
Bu süreç daim oniği tekrar kişilikdışı yapar. Tüm alanı
denetim im izden çıkarır; daim onik en baştaki haline geriler
- bilinçle bütünleşm em iş kör, bilinçdışı bir itme. Artık sa
dece doğanın aletleri değil, onun kör aletleri oluruz. Bu.
uluslarda olduğu kadar nevrotiklerde de m evcut olan kısır
döngü mekanizması tarafından kışkırtılır. D eneyim lerim iz
den öğrenmiyoruz; kendi çıkarlarım ıza açıkça ters kararlar
alıyoruz ve işe yaram adıklarında, kendim ize zarar vererek
aynı kararlan tekrar alıyoruz. Daralm ış görüş ve duyarlılı
ğım ızla, öğrenem eyen tarih öncesi dinozorlar gibi, dino
zorca hareketlerim ize bile kör, tekdüze bir biçim de ileriye
doğru hareket ediyoruz.
DAİMONİĞİN AŞAMALARI
Başlangıçta daim onu, öfkede ve sekste olduğu gibi bi
zi kendim izi ortaya koym aya sürükleyen kör bir itme ola
rak yaşantılarız. Bu kör itme iki bakım dan özgündür: Bi
rincisi, bebeğin daimoniği yaşantılayışınm özgün yoludur,
ama aynı zam anda daim oniğin kaç yaşında olduğum uza
bakm adan bizi bir anda çarpm a yoludur. Bebeğin attığı ilk
196
R otiu Moy
çığlık gerçekten de zengin bir simgedir: Yaşamın verdiği
ilk şeye -o n u dünyaya getiren doktorun sağ eliyle attığı
şaplağa- yanıttır. Yaşama çağlıkla başlam akla kalm am , ilk
birkaç hafta için uyaranlara tepkim rasgeledir. Öfkeden
kudurabilir, beslenm e gereksinimi ve ısrarıyla çırpınabili
rim; A uden'ın deyim iyle bir “küçük diktatör” gibi davra
nabilirim . Fakat kısa bir süre sonra bazı ısrarların işe yara
dığını, bazılannınsa yaramadığını keşfederim. K ör itkilerim
dilediğim i alm a bağlam ında gitgide daha çok elenir; da-
im onik itkilere giderek uyum sağlam ayı öğrenm enin uzun
sürecine başlarım . Sosyal bir topluluğun içine doğarım ve
bu cem aat olm adan birkaç saatten fazla hayatta kalam am ,
-O e d ip u s’un çoban tarafından bulunm asaydı, o dağ ete
ğinde fazla dayanam ayacağı g ib i- ancak birkaç ay hatta
yıl, bu gerçeğin değerini bilem em . Başlarda itirazlarım ne
kadar yüksek olursa olsun, bu anneye ve etrafım daki di
ğerlerine gereksinim duyarım . Daimonik bu sosyal toplu
luk bağlam ında m eydana gelir. Ne ölçüde onlara saldır
mak için, gereksinim lerim e ve arzulanm a boyun eğmeye
zorlam ak için onlara karşı kullanılacak; ne ölçüde ve ne
zaman ortak bir iddia olarak kullanılacak?
Yetişkinler daim oniği kör bir itm e, kendini ortaya koy
ma olarak yaşantılam a eğilimini korurlar. Linç kalabalık
larında ve her türlü kitle şiddet olaylarında eylem yapılm a
dan önce çete ruhunu kışkırtm ak gerekir. Kalabalıklarda
duyduğum uz, tam amen korunmuşluğun rahatlığını veren
güvenlik hissidir. Bireysel bilincimizi “grup z ih n iy e tin e
teslim ederiz; transın verdiği esriklik durum undaym ış ya
da hipnoz altındaym ış gibi hissederiz. Birey uygarlığıyla
ne kadar gurur duyarsa duysun, başkalarına yapılan şidde
Afk mı im de
te ne kadar üzülürse üzülsün, yine de bunu yapabilecek ol
duğunu kabul etm elidir; eğer etm iyorsa kişiliğinde önem
li bir şey boğulm uş dem ektir. Kişinin kendini kalabalığa
vermesinin çekiciliği bireysel bilinçsizlik heyecanında ya
tar - yabancılaşm a yok, yalnızlık hissi yok, kişisel sorum
luluğun yorucu yükü yok. Tüm bunlara “grup zihniyeti” ,
en alt ortak paydayı temsil eden o kurm aca evre tarafından
el konur. Savaşın ve kitle ayaklanmalarının çekiciliğini
-h a tta bazen de o müthiş z e v k in i- oluşturan budur. O nlar
bireysel kişisel daim onik sorum luluğum uzu bizim yerim i
ze alırlar ve cümlemin “onlar”la başlam ası da eylem i nasıl
adsız kişilere devrettiğim izi gösterir. Bizimki gibi daim o-
niği bastıran bir toplum da bu durum lar verdikleri ilkel gü
venlik duygusu için m em nuniyetle karşılanırlar.
DAİMONİK VE ADSIZ
Bu bizi daimon ile. Batılı m odem insanın özel sorunu
arasındaki ilişkiye, yani sürüye kapılm aya, das M antı'da
kaybolm aya olan eğilim e getirir. “ Daimonik adsızlıktır”
der Paul Ricoeur.3 Kişilikdışı daimonik hepimizi adsız ya
par - doğa, acımasız özartış yolunda benim le, doğanın ır
kını sürdürm ek için çiftleşen, çocuk doğuran ve kendini
doğanın üreticisi olabilecek kadar hayatta tutan öfkeyi du-
yabilen bir başka aleti olan cahil köylü arasında bir ayrım
yapm az. Psikanalitik olarak konuşursak, bu daim oniğin id
biçimidir.
Sanayileşmiş burjuva toplum um uzda insanın daimon-
dan kaçınmasının en etkili yolu kendini sürüde kaybetme
sidir. Bu daimoniği özellikle yayan tepkidir. Televizyonda
aynı cinayet ve şiddet program larını m ilyonlarca Amerika-
198
Mollıı May
larla aynı anda izliyoruz ya da orduya katılıp kendim iz için
değil, ulusum uz ve “özgürlüğüm üz” için öldürüyoruz. Bu
uym acılık ve adsızlık. daim onik güdülerim izin tatminini
sağlarken bizi onların sorum luluğunun yükünden kurtarır.
Fakat aynı zam anda daimoniğin kişilikdışı kalmasını da
sağlar. Daim onik güçleri bireysel bütünleşm e için kulla
nışsız kılarlar; kişinin ödediği bedel, kendi becerilerini
kendi özel yoluyla geliştirm e fırsatını yitirmesidir.
Daimoniği kişilikdışılık yoluyla yaymanın ciddi ve yı
kıcı etkileri vardır. New York şehrinde, tek odalı yerleşim
yerleriyle ayrılmış adsız insanların birbirlerine sıklıkla şid
detli suçlarla ve uyuşturucu bağım lılığıyla bağlanmaları tu
haf karşılanm az. New York’taki adsız bireyin yalnız olu
şundan değil: H er gün binlerce insan görür ve televizyon
yoluyla tek kişilik odasına giren her ünlüyü tanır. Adlarını,
gülüm sem elerini, kişisel özelliklerini bilir; ünlüler onu
katılm aya davet eden ve inceden inceye onun katıldığını
varsayan “hepim iz dostuz” havasında dolanırlar. O hepsi
ni tanır. Fakat o hiçbir zaman tanınmaz. G ülüm sem esi gö
rülm ez; kişisel özellikleri kim se için önem li değildir; adı
bilinm ez. Hep diğer on binlerce adsız yabancının metroda
ittikleri yabancı olarak kalır. Bunun içinde derinden kişi
liksizleştiren bir trajedi vardır. Yehova’nın kullarına vere
bileceği en ağır ceza adlarını yok etm ekti. “Adları” der Ye-
hova, "yaşayanların kitabından silinecektir” .4
Bu adsız adamın hiç tanınmamışlığı, bu tek başınalık,
daha sonra daim onik cinnet haline gelebilecek yalnızlığa
dönüşür. Çünkü kendinden şüphe edişleri - “kim seyi etki
lem ediğim için gerçekten yaşam ıyorum ”- içini kemirir;
gizli ve sinsi bir yalnızlıkta yaşar ve soluk alır ve yürür.
jifJt »w irtulr
Bir silah alıp onu yoldan geçen -o n u n için ad sız- birinin
üzerinde denemesi şaşırtıcı değildir. Sokaklardaki, top-
lumları için adsız rakam lardan ibaret genç adamların ken
dilerini ortaya koym ak için çete oluşturup şiddetli saldırı
larda bulunmaları da şaşırtıcı değildir.
Yalnızlık ve onun üvey çocuğu olan yabancılaşm a da-
imonik cinnetin biçimleri olabilirler. Kendimizi kişilikdışı
daim oniğe teslim etm ek bizi yine kişilikdışı bir adsızlığa
iter; doğanın tüm am açlarına çoğunlukla şiddet anlamına
gelen en alt ortak paydada hizm et ederiz.
Kişilikdışı daim oniğin başka bir biçimi de toplum un bu
gereksinimin en azından bir kısmını normal olarak dışavur-
masıdır. Bu, karnavallar ve maskeli balolar gibi tuhaf ol
gularıdır. İşte size daim onikten büyülenm enin adsızlıkla
kibarlaştırılması; dans için bizi kavrayan veya kavradığı
m ız kişinin gözlerinin kim e ait olduğunu bilm eyiz. Kişisel
davranışlarımızı denetlem enin -çoğu zaman y orucu- ebe
di sorum luluğundan o an için kurtuluruz. M askeli balo,
karnaval ve F a şin g , toplum un bize adsızlıkta geçici olarak
daim oniğe dönm e izni verdiği biçimlerdir. Akdeniz ülke
lerinde yaşarkenki deneyim lerim de anımsadığım kadarıy
la, Büyük P erhiz’den önceki karnavallar kişinin rahatla
ması için önemli ve zevkli çarelerdi; Dionysiak festivalle
rin eski çağ AtinalIlarına sağladığı gibi bir boşalma gerçek-
leştirirlerdi. Daim oniğin kültürel biçimi şiddet dürtülerini
adeta geri çeker. Geçici olm ası, cem aatçe onaylanması ve
herkesin katılm ası, bu coşkunluğun heyecan verici zevki
için çok önemlidir. Daim oniğin özgür coşkunluk vahaları
olan bu maskeli balolar yalnızca cem aat boşalması ve sos
yal onay bağlam larında var olabilirler.
200
ttü tlo J/ıiy
Hem bebeğin gelişim inde hem de yetişkinin her anlık
deneyim inde, kişilikdtşından sonraki aşam a, daimoniği
kişisel yapmaktır. İnsan olm ak, adsızla kişisel arasındaki
sınırda var olm ak demektir. Daimoniği yönlendirebilirsek
daha çok bireyselleşebiliriz; yayılm asına izin verirsek ad-
sızlaşırız. İnsanın ödevi, bilincinin derinleşm esi ve geliş
mesi sayesinde daim oniği kendine katmaktır. Adsızı kişi
sel yapm ak, daim oniğin kişiyi adsızlığa sürüklem e eğili
m ine karşı durmayı gerektirir. Bu, otom atik uyarım ve tep
ki zincirini kırm a yeteneğim izi büyütme anlam ına gelir; o
zam an neye tepki verip neye verm eyeceğim izi bir ölçüde
seçebiliriz. Aile eğitim i katıysa ya da onunla ilişkili trav-
m atik deneyim ler varsa, daim onik dürtünün tüm ünün önü
tıkanabilir. H iç cinsel his duyulmaz veya bazı evlerde kız
gınlık asla gösterilm ez; böylece daha sonraki daim on cin
netine - v e son patlam aya- zemin hazırlanır. Çünkü bu
dürtüler uyum az; ve olum lu olarak ifade edilem ezlerse
patlarlar ya da kişinin veya grubun düşm anı kim se ona
yansıtılırlar. Buradaki ustalık, iradelerim izin “endişenin
soluk gölgesiyle bozulup bir girişim olm aktan çıkm asına
adlarının” izin verm eden, kendiliğindenliğim izi yok etm e
den, daim onik kuvvetle bütünleşm ektedir. Bu, sözünü et
tiğim yeni bilinç boyutunda mümkündür.
Böylece daim onik, merkezimi oluşturan, bu bakım dan
bireyselleştiren özel yapı, kişisel daim on olur. Sokrates
gibi böylesine gelişm iş bir bireyde daim onun nasıl iç reh
ber olarak duyulduğunu artık anlayabiliriz; varlık Sokra-
tes’in, katıldığı tam Varlık ile olan ilişkisinin sesidir.
Daimoniği değerlendirm enin ussal ölçütleri olduğunun
farkına varsak da, merkezi ve en şaşırtıcı m eseleyi, daim o-
ıratfa’
niği tamamen ussal yapmanın imkansız olduğunu unutm a
malıyız. Daimonik her zaman aynı anda potansiyel olarak
hem yaratıcı hem yıkıcı oluşunun m eydana getirdiği para
doksla nitelenecektir. M odem psikoterapinin karşı karşıya
olduğu en önemli soru budur ve de geleceği en fazla etki
leyecek olan; çünkü terapinin başarısının devamı ve varlı
ğını sürdürmesi buna bağlıdır. Çoğu terapistin isteyerek
veya istemeyerek yaptığı gibi, hastanın topluma uymasına
yardım cı olarak, onun için daha iyi olduğunu düşündüğü
müz bazı “alışkanlıkları” sunarak veya kültüre uyması için
onu baştan yaratarak daim onik ikilem inden sakınm aya ça
lışırsak, kaçınılm az bir biçimde onu kullanmış oluruz. Ril-
ke böylece haklı çıkar: Şeytanlarını teslim ederse melekle
rini de yitirecektir.
Erosun bir parçası olan ve hem aşkın hem iradenin al
tında yatan daim onik, bizi sürekli ikilemlere atarak bilin
cim ize atsinekliği yapar. Psikoterapide aradığımız bilinç
derinleşm esi ve genişlem esi bu ikilem lerin çözüm lerin
den değil -k i zaten im kansızdır- bizi daha yüksek bir kişi
sel ve kişiler arası bütünleşm e düzeyine yükseltecek bi
çim de onlarla yüzleşm ekten ibarettir.
DAİMONİK VE BİLGİ
Bilgi, daim oniğin bir başka dışavurumudur. Çoğu insa
nın zihninde fizikçiyi veya psikiyatrı veya psikologu çev
releyen m istik hava hem saygıdan hem kuşkudan oluşur.
Bilgi edinm enin kişiye diğer insanlar üzerinde daim onik
silah verdiği, yalnızca ilkel insanların değil tarih boyunca
tüm insanların inandığı, çağlar kadar eski bir olgunun çağ
daş biçimidir. Sizinle ya da dünyanızla ilgili özel bir bil-
202
HoUo May
ginı varsa sizin üzerinizde gücüm vardır. Bu bir şeyin na
sıl çalıştığım benim bilmem ve sizin bilm em eniz kadar ba
sit bir gerçek olabilir; am a tem elde çok daha karmaşıktır:
Her zaman bu bilginin bana özel bir sihirli güç verdiği il
kel inancına katılımın kenarında dolaşır. Psikiyatrlara, psi
kologlara ve özellikle psikanalistlere (ki F reud’un deyim i
ne göre dem onlara meydan okum ak zorundadırlar ve yara
bere alm adan kurtulmaları mucizedir) olan bu düşmanlığın
bir kısmı bu derin korkudan doğar. Çoğu insana göre bu
mesleklerdeki insanlarda, değerlerinde olm ayan bir ölüm
ve yaşam bilgisi vardır. Bu nedenle, onları bir gün Tann
gibi görüp onlara sarılm a, bir gün sonra nefret edilen şey
tanlar gibi görüp onlarla savaşm a eğilimi vardır.
Bilgi aynı zam anda özgürlük ve güvenlik kaynağım ız
dır. “Gerçek sizi özgür kılacak.”5 Fakat bilgi kazanm aya
yaptığımız vurguda, bunun tek yönlü bir sokak olduğunu
varsaydık; ne kadar çok bilgi, o kadar iyi; ve bilginin bu
değişken çift niteliğini, yani aynı zam anda tehlikeli oluşu
nu unuttuk. Bugünlerde bilginin güç, güvenlik, parasal ba
şarı ve benzerlerini getirdiğini o kadar çok duyuyoruz ki,
bilgi edinm e için kullanılan “ apprehend” sözcüğünün “ap
prehension” olduğunda dehşet anlam ına da geldiğini gör
m ezden geliyoruz. Webster's sözlüğüne baktığımızda, ap-
prehend’in “algılam ak, anlamını kavram ak, anlayarak ele
geçirm ek” tanımlarını buluruz ve bir sonraki anlam “kay
gıyla, dehşetle, korkuyla beklem ek”tir. Aynısı "apprehen
sion” için de geçerlidir: İlk anlam “zihnin kavram ası”mn
ardından “gelecek kötülüğe duyulan kuşku veya korku”
anlamı gelir.6
Bilgi ve daim onik arasındaki ilişkinin dilim izin kum a
203
Aşk i r in u if
şına işlenmiş olması tesadüf olam az. “Bilm ek ne kadar
tehlikelidir” diyebiliriz O edipus’la birlikte, “ ama yine de
bilm eliyim ” . Bilm ek tehlikelidir, am a bilm em ek daha teh
likelidir.
Bunu en azından unutmayı göze alabilen, psikanalisttir.
Hastalar tedaviye kendileri hakkındaki açıklam alara görü
nürde kucak açarak gelirler. Buna kanan terapistin vay ha
line! Direncin ve bastırm anın tüm anlam ı, benliğe dair
açıklamalara eşlik eden kaygı ve acıya tanıklık eder. Has
tanın seanslara para ödemesinin iyi olmasının bir nedeni
budur; para ödediğinde çok fazla alm ıyorsa, ona bedava
verildiğinde neredeyse hiçbir şey almayacaktır! Bu bize
direnç ve bastırm a kavram larına yeni bir bakış açısı kazan
dırır - bu kavram lar, insandaki o kaçılm az kendi hakkında-
ki gerçeklerden saklanm a gereksinimini açığa çıkarırlar.
Bu daimi tartışmalı bir sorudur: İnsan kendisi hakkında ne
kadar bilgiye dayanabilir?
Oedipus kendi hakkında bilgi edinen ve bunun en ağır
bedelini ödeyen insanın ilk örneğidir. Oedipus, bilginin
tehdit edici niteliğinin oldukça farkındadır: “ Ah, duym ak
tan korkuyorum ” diye haykırır, “ama yine de duym alı
yım” . Tiresias onu aramaması için ikna etm eye çalışır:
“ Bilmekten hiçbir iyilik gelm ediğinde bilmek ne fenadır.”
Oyundaki m esele şudur, Oedipus ne yaptığını bilsin mi?
Oedipus kim olduğunu ve kökenini bilsin m i? Herkesin bu
işleri gerçekte olm asa da hayallerinde - v e ulusunun sağ
ladığı savaş ve örgütlü şiddet sayesinde vekaleten gerçek
te - yaptıklarını söylem ek için Freud olmak gerekm ez. A s
lında Oedipus ile insanlık arasındaki tek fark, O edipus’un
tüm aksine ikna girişim lerine rağmen yaptığıyla yüzleş
2 04
RoUn JVa»
mesi ve onu kabullenm esidir. O edipus’un karısı Jocasta
bile karanlıkta kalm asının en iyisi olduğuna dair görüş bir
liğine katılır; bununla genel bir yaşam ilkesini kastettiğini
göstertm ek için, tüm falcılara ve m itlerle uğraşıp daim oni-
ği ciddiye alanlara saldırır: “Bu hilenin bir parçası olm a”
diye rica eder kocasından; rüyalar ciddiye alınm am alıdır
ve “ insan gibi düşünm eden yaşam ak” en iyisidir. Sonun
da gerçeği anlayınca (O edipus’a kökenini aramamasını
öğütlediğinde bunu bilm ediğini unutm am ak gerekir)
um utsuzca kocasına seslenir: “Tanrı seni kim olduğun bil
gisinden korusun!”
Fakat O edipus, Tiresias’ın, karısının, Tanrının veya her
hangi birinin kendisi hakkındaki bilgilerle arasına girm esi
ne izin verm ediği için bir kahramandır. Kahram andır çün
kü kendi gerçeğiyle yüzleşen insandır. Acıyla haykırmıyor
da değildir - defalarca haykırır. Fakat yineler, “tamamını
bilm eden durm ayacağım ” . Sahte kahram anların “tarlada
yatarken bacaklarımdan zalim prangaları çıkaran adama
lanet yağdırm ayacağını" da bilir. Ona bu kaderi getiren ço
cukluğu lanetlese de, onunla doğrudan yüzleşir ve bu sü
reçte kendini yok eder: Nispeten mutlu ve başarılı bir kral,
C olonus’a sürülen kör, huysuz ve yaşlı bir adam a dönüşür.
Am a bilir. Dikkat edilmelidir ki, tüm yıkıcı olasılıklarıyla
bu bilm e cesareti, sfenks bilm ecesini çözen, insanın ne ol
duğunu bilen kişide bulunur.
Çağlar boyunca insanlar m itler aracılığıyla birbirlerine
bilgiyle daim onik arasındaki ilişkiyi anlatm aya çalıştılar.
G oethe’nin F a u s funda, kahramanın onu sarıp sarmalayan
öyle bir bilgi elde etm e dürtüsü vardır ki ruhunu Mephis-
topheles’e satar ve bu bedeli hafif sayar. Bu da Goet-
Aşk t€ ivadr
he'nin ve m itin, böylesine sonsuz bir bilgi tutkusuna bo
yun eğm enin zaten şeytanın dünyasından olm ak olduğunu
söylem e yoludur. Adem ve H avva cennetten kovulmuştur,
çünkü iyi ve kötünün ağacm dan yedikleri için artık bilgiye
sahiptirler ve bu onları tanrılar gibi ölümsüz kılar. M it in
san bilincinin doğum unu resm eder ve bilincin daim oniği
de beraberinde getirdiğini belirtir. Prometheus m itinin de
benzer bir anlamı vardır: Tanrının kültürel sanatları insan
lara açması - k i dil bunun m erkezidir- kendini diğer tanrı
lara düşm an kılm asına ve bitm eyen işkenceye uğraması ile
eşanlamlıdır.
Demek istediğim , daim onik ne kadar iyi tanınırsa, bil
giyi de kendi iyiliğimiz ve insanlığın iyiliği için o derece
çok kullanabileceğim izdir.
DAİMONİĞİ ADLANDIRMA
Şimdi de bilginin daim onikle ilişkisindeki rolünün
olum lu, iyileştirici yanm a geliyoruz. “Başlangıçta söz var
dı” ve sözün her zaman daim onikle büyüleyici ve karm a
şık bir ilişkisi olmuştur. Alkoliğin sorununu, ne olduğu dı
şında her şekilde adlandırarak ondan kaçma eğilim inden
yola çıkan W illiam Jam es, bu bölüm ün başında alıntılanan
özlü sözünde, onun veya başka bir hastanın kendi sorunu
için doğru ismi kullanm asının iyileştirici etkisinden söz
eder. “Doğru adı zihninde tereddütsüz bir biçimde var et
meyi başarm a çabası, onu kurtaracak olan ahlaki eylem
oluverir” .7
Geleneksel olarak insanın daimoniği yenmesinin yolu
onu adlandırmaktır. Bu yolla insan önceleri yalnızca teh-
ditkar bir kişilikdışı kaos olandan kişisel anlam çıkarır.
206
Rotio May
Demonu kovm ak için onun adını bilmenin tarihteki öne
mini anım sam am ız yeterlidir. Yeni A hit’te İsa “Şeytan!”
ya da “Lejyon!” ya da uygun olduğu varsayılan bir isim
söyler ve şeytan ya da şeytanlar çarpılan zavallıyı anında
terk ederler. O rtaçağda şeytan çıkarm ada başarılı olan ra
hipler, kötü ruhları kovmak için ağza alınm ası yeterli olan
demonun adını bulanlardı.
A dlar kutsaldır. Adlandırm a, kişiye diğer insan ya da
şey üzerinde bir güç kazandırır. Tekvin’de Tanrı insana ha
vanlara ad koym a sorum luluğunu verir. Eski İsrail’de Ya-
hudilerin Tanrının admı anmaları yasaktı: Yahweh veya Ye-
hova “adsız” anlam ına gelir ve adını kullanmadan Tanrıdan
söz etme aracıdır.
Klinik çalışm alarım da, sözcüklerin, adlandırm a yasa
ğında örneklenen bu özel gücünün, yazar tıkanması klinik
sorununda önemli bir payı olduğu inancına ulaştım . Tüm
kültürlerde temel bir çelişki vardır: Sözcükler insanı doğa
nın geri kalanından ayırandır ve sözcükler onu kullanmaya
cesaret edenler için tehlikelidir. Terapideki yazarlar “B u
nu yazarsam öldürülürüm !” diye haykırabilirler. Yahudi
geleneğinde, Talmud çalışm alarında da görüldüğü gibi,
sözcüklerin özel anlam taşıyıcıları olduğu vurgulanır. Bel
ki de yazar tıkanması Yahudi geleneğinde yetişm iş olanla
rı daha çok tehdit ediyordur.
Daim onikle adların önemi arasındaki mücadelenin en
eski ve en ilginç öykülerinden biri, Tekvin’in 32. bölü
münde Y akup'un “m elek”le güreşm esidir. Buna neden
olan Yakup ve kardeşi Ays’ın arasındaki düşmanlıktı: Ya-
kup kardeşııin dört yüz adam ıyla geldiğini duym uştu. Bu
nun içinde kardeşler arasındaki sevgi-nefret kararsızlığı
Afk tr intd*
sorununu buluruz. İrade sorunu da vardır - ertesi gün ye
nileceğinden emin olan Yakup teslim olm aya hazırdı. Bu
irade sorunu suçluluk duygularıyla daha da şiddetlenm iş
ti - Yakup yıllar önce Ays’ın büyük evlat hakkını hileyle
elinden almıştı. Öykü suçluluk ve kaygının -Y akup “çok
korkuyor ve sıkılıyordu”- daim onikle çatışmaya neden se
bep olduğunu örnekler. Çatışm a aydınlık ve karanlık insan
açısından da düşünülebilir: Tohum saçan çiftçi Yakup’la
karşılaştırıldığında, Ays “karanlık”tı, saçı sakalı birbirine
karışmıştı ve dağ adamıydı, avcıydı, yabancıydı.
Böylece Yakup o gece kanlarını ve çocuklarını nehrin
bir tarafında bıraktı ve düşünm ek, ertesi gün onu bekleyen
önemli sınav için kendini toplamam ak üzere diğer tarafa
geçti. Tekvin’in belirttiğine göre orada “bütün gece bir
adam la güreşti” . Bu tür olaylarda olduğu gibi düşm anın
kimliği belirsizdir. Güreştiği öznel bir önyargısı mıydı;
fantezi m iydi, korku m uydu? Ya da -d a h a nesnel söyle
mek gerekirse- kaderin bir yönü veya kaçınılm az ölüm gi
bi Yakup’un neden olmadığı ama yaşamın ona dayattığı ve
hesaplaşması gereken bir olay m ıydı? Şüphesiz her ikisi
dir.
Fakat öyküde düşm anın kimliği cazip bir biçimde be
lirsizdir. En başta “insan” diye tanım lansa da, bazı yorum
cular onun başm elek M ikail olduğunu düşünürler. Hose-
a ’nın kitabının sonlarında aynı olayı anlatan bir bölüm var
dır ve bu varlığa koşut olarak M alak ve Elohim sözcükle
ri kullanılır.8 Birincisinin ana anlamı haberci, İkincisinin
de Tanrıdır (veya tanrılar). İbranicede bu ilk “daim oıılar”
(kendi terimimi kullanabilirsem ) genellikle kimliğini be
lirli bir olayla bağından alan belirsiz durumdaki varlıklar
208
Rollü May
anlam ına gelirler. Bu da böyle olmalıdır; daim oniğin insa
nın önemli bir olayla ilişkisinden oluştuğu varsayılmalıdır.
Fakat bir şey kesindir: Bu olayı okurken “ insan” kim
liğinin giderek Tanrıya daha çok benzediğini görüyoruz, ta
ki m ücadelenin sonuna doğru düşm ana “Tanrı” denilince-
ye kadar. Bu insan-tann, hem ölüm lülüğe hem ölüm süzlü
ğe katılan Yunanlı yarıtann E ros’un “orta yerdeki” konu
mundadır.
Bu daim on, Yakup’u güreşte yenem eyeceğini gördü
ğünde onu uyluğundan vurarak sakatladı. A m a Yakup da
yandı. Sonunda daim on yalvardı, “gün doğuyor, bırak gi
deyim ” . Yakup yanıl verdi: “Beni kutsam azsan seni bırak
m ayacağım !” Tanrının onu kutsamaya tenezzül edip etm e
yeceğini sormayan ısrarcı, ırkının babası Yakup, kutsanm a
için yalvarm ıyordu, emrediyordu. Şimdi isim lerin ne ka
dar önemli rolü olduğunu gözlem liyoruz! Daimon “Adın
ne?” diye sorar ve “ Yakup” yanıtını aldığında, “Adın bun
dan böyle Yakup değil İsrail olacak, çünkü Tanrıyla ve in
sanla çekiştin ve üstün geldin” der. Kibarlığa ve adaba, bu
an gibi önemli m eselelerde yer verm eyen Yakup, “lütfen
bana adını söyle” der. Düşm anın daim onik yapısı, soruyu
tersine çevirip kimliğini hâlâ belirsiz kılışında öne çıkar:
“Niçin adımı soruyorsun?” Ve sonra Yakup’u kutsar. Da-
im onikle m ücadelesinde şekillenen Yakup’un yeni kişili
ği, Tanrıyla çekişen anlam ına gelen İsrail yeni adıyla mü
hürlenir.’
Yakup olay yerini terk etm eden önce, adların ve daim o
niğin önem ini bir kez daha gösterir. Karşılaşm anın olduğu
yerin adını değiştirir: “Ve Yakup o yerin adını Peniel koy
du, çünkü Tanrıyı yüz yüze gördüm ve canım sağ kaldı.”
2 09
A fk r r im d r
(Tekvin 32:30) Bu yine daim oniğin bizim üzerim izde na
sıl bir iddiayla güç oluşturduğunu gösterir; eski İbrani
inancına göre Tanrıyı görm ek ölmek dem ekti. Yakup bu
geleneği yarar; ısrarı sayesinde yalnızca Tanrıyı görmekle
kalm az, onunla güreşir ve yaşar.
Daimonu. insanın, kökü aynı zam anda nesnel dünyada
olan, bilinçdışınm içindeki kuvvetlerle mücadelesi olarak
düşünürsek, Yakup’un Ays ile mücadelesinin eli kulağın-
dayken bu çatışmanın nasıl yüzeye yaklaşabildiğini, Ya
kup için nasıl daha çok ilgi gerektiren ve daha hazır hale
gelebildiğini anlayabiliriz. D aim onik içsel bir sorunla mü
cadele ederken ortaya çıkm aya m eyillidir; bilinçdışı bo
yutları yüzeye dinlenebilecek kadar yakın bir yere getiren
çatışmadır. Çatışm a insanın içinde bir yön değişim ini,
G eştalt'ta bir dönüşüm gereksinim ini önceden varsayar;
insan adeta yeni bir hayat için çabalar. Bu yaratıcılık ka
nallarını açar.
Yakup dini anlam da yaratıcı insanın ilk örneğidir; ancak
aynısı ressam lar ve yazarlar için de geçerlidir. André M a
urois bize, “ kişinin kendini yazıda ifade etme gereksinim i,
yaşam a uyum suzluktan veya eylem le çözem ediği ( ...) iç
sel bir çatışmadan kaynaklanır” der.10 Hiçbir yazar sorunu
na yanıt bulduğuna dair yazmaz; daha çok sorunu olduğu
na ve çare istediğine dair yazar. Çare çözüm den oluşm az.
Yazarın sorunuyla güreşm esi sayesinde, daha derin ve da
ha geniş bir bilinç boyutuna taşınmasından oluşur. B ir so
rundan dolayı yaratırız; yazar ve ressam yanıt sunmaz,
içinde işe yaram aya -aram ay a, bulm aya ve yenilm em eye-
çalışan şeyin deneyimi olarak yaratır. Resim veya kitap
yoluyla dünyaya yapılan katkı, araştırmanın sürecidir.
210
Rotla May
Fakat öykünün son bir kafa karıştırıcı yönü vardır - Ya-
kup sakatlanmıştır. Öykü olay yerinden topallayarak uzak
laştığını söyler; artık sakattır. Cinsel ilişkiyle olan benzer
lik yeterince açıktır; Yakup uyluğundan vurulm uştur. Or
gazmda acı ve esriklik karışımı vardır; belin ortasından bir
şey koparılıyorm uş gibi hissedilen bir kendini veriş vardır.
Fakat bu geniş olarak yaratıcı deneyim in tüm üne gönder
me yapar ve de ister sanatta, ister düşüncede, ister ahlak
ta - y a da Yakup’un durum unda- dinde olsun, yaratıcı anın
o tuhaf ve yorucu yönüne; yaratıcı deneyim in insanın tüm
benliğini içine çeken, gösterebileceğini düşünm ediği bir
çabayı ve bilinç düzeyini gerektiren ve onu sakat bırakan
yönüne... Birey yaratıcı işi, büyük ölçüde rahatlam ış ve
daha insan -a m a sa k a t- olarak tamamlar. Yıllarca süren
hırpalayıcı bir işten sonra sıklıkla “bir daha asla aynı olm a
yacağım ” cüm lesini duyarız. Bu, m ücadeleden sonraki ağ
rıdır, nevrotik ya da şizofrenik krizin yakınlığıdır, insan gü
reşten sonra aynı anda daha insan olabilse de. Van Gogh
sakattı, Nietzsche sakattı. Kierkegaard sakattı. Bu yaratıcı
insanın yaşadığı yüksek bilincin bıçak kadar keskin kena
rının tehlikesidir. H içbir insan Tanrıyı görüp de yaşaya
maz; fakat Yakup Tanrıyı görmüştü -b u n a m ecburdu- ve
yaşadıysa da sakat kaldı. Bu bilinç paradoksudur. İnsan ne
kadar özfarkındalığa dayanabilir? Yaratıcılık kişiyi bilincin
sınırlarına götürüp onu daha öteye iter m i? Bu insan yete
neğinin ötesinde bir çaba ve cesaret gerektirir m i? Am a bi
lincin sınırlarını, A m erika’nın ilk kaşifleri gibi takip eden
ler şehirler kurup orada yaşasınlar diye geriye de itmez
mi? Sır budur. En net açıklam a, bireyin yaratıcı eylemde
çocuk m asum iyetinden ya da A dem ve H avva’nın bakir
w imde
durumlarından uzaklaşması gibi görünüyor. “Tem el” ve
“varoluşsal” arasındaki boşluk şimdi daha da büyür. Tho-
mas W olfe’un Yon C a n ’t Go H om e Again başlığındaki bil
gelik, onun (yaratıcı insanın) benliğinde daha derin yazıl
mıştır.
Tam bir yaratıcı eylem için gerekli olan yüksek bilinç
te -B lak e , N ietzche, Kierkegaard, Ibsen, Tillich ve Tan-
rı’nın konum una m eydan okuyan diğerlerinin durum unda
olduğu g ib i- şizofreni ve yaratıcı eylem el eledir ve birey
birinden diğerine gidip gelebilir. Hikayenin tüm ü, “Tan
rıyla ve insanla m ücadele eden ve üstün gelen” kişinin
gözlerinde görülebilir. Kendini ortaya koym a, kendini
adama o sınıra gitmek için bile gereklidir ve gerçek bir
kendini gerçekleştirm e yaşansa da, kişi bu süreçte sakat
da kalmıştır.
D A İM O N İĞ İ T E R A P İD E A D L A N D IR M A
Daimoniği adlandırm ayla, çağdaş tıbbi ve psikolojik
terapideki adlandırm a gücü arasında açık ve ilginç bir ben
zerlik vardır. Bir şekilde herkes, can sıkıcı bir hastalıkla
doktora gittiğinde ve doktor ona bir a d verdiğinde nasıl ra
hatladığının farkına varmıştır. Virüs ya da m ikrop için bir
ad, hastalık süreci için bir ad; böylece doktor bu ad üzerin
den hastalığa dair bir ya da iki cümle söyleyebilir.
Bu olguda doktorun hızlı bir tedavi öngörebilip öngöre
meyeceğinden çok daha derin şeyler olmaktadır. Ya da
herhangi bir tedavi. Yıllar önce haftalarca süren belirsiz
bir hastalıktan sonra biz uzmandan hastalığımın verem ol
duğunu öğrendim . Bunun tıbbın o günlerde tedavi için y a
pabileceği hiçbir şey olmadığı anlamına geldiğinin tama-
212
RûBo .Vrt i/
m en farkında olsam da hatırladığım kadarıyla belirgin bir
biçimde rahatlam ıştım . Okurun aklından bir dizi açıklama
geçecektir. Beni sorum luluktan kurutulduğum için m em
nun olm akla suçlayacaktır; kendini vereceği bir doktor
yetkesi olduğunda her hastanın yatışacağını söyleyecektir;
hastalığı adlandırm anın onun gizemini yok ettiğini söyle
yecektir. Fakat bu açıklam alar kesinlikle fazla basittir. So
nuncusu bile -adlandırm anın gizemi azalttığı- biraz düşü
nüldüğünde bir yanılsam a olarak görülecektir: Benim için
bakteri de virüs de mikrop da hâlâ bir sırdır ve verem ba
sili o zaman doktor için de bir sırdı.
Rahatlam a daha çok, daimonik hastalık dünyasıyla ad
lar yoluyla yüzleşm e eyleminden gelir. D oktor ve ben bir
birimize uyarız, o bu arafta benden daha çok ad bilir ve
böylece teknik olarak benim cehennem rehberim dir. Tanı*
bir yandan rahatsızlık veren demonu çağırmanın m odem
biçimi olarak da düşünülebilir. Hastalık hakkındaki ussal
bilginin önemli olmadığından değil; fakat bana verilen us
sal verilerin toplam ı, bilginin kendisinden daha önem li bir
şey oluşturur. Benim için yeni bir yaşam biçim ine dönü
şümün bir simgesi oluverir. Adlar bu daim onik hastalık
durumu karşısında alacağım belirli bir tavrın simgeleridir;
hastalık bana yaşamımı yönlendirme ve düzenlem e yolu
gösterecek bir miti (tam bir yaşam yapısı) anlatır. Bu iki
haftalık soğuk algınlığında da on iki yıllık veremde de ay
nıdır; mesele zamanın niceliği değildir. Yaşam niteliğidir.
Kısaca, özüm sediğim im ge,daim oniği hastalığın doğal sü
recinde gösteren mitle olan tem asıyla değişir. Hastalığı ye-
* Ç .N . İngilizcesi "diag n o sis” (sözcük anlam ı "iyice bilm ek ” olan dia-gig-
noskein'dtn gelir)
2 13
A şk ı* irtuir
nersem , kısmi olarak yeni bir varlık olurum ve yeni bir ce
maate kabul edilip yeni bir ad alabilirim ."
Bu olgunun psikoterapiye olan benzerliği, tıbba olan
benzerliğinden daha yakındır. Ailen W heelis gibi birçok
terapist, görevlerinin “bilinçdışım adlandırmak” olduğun
dan söz ederler. H er terapist, neredeyse her saat, psikolo
jik “kom pleks” veya yapı adlarının hasta üzerindeki garip
gücünden etkileniyordur. Terapist hastanın “ilk sahne” anı
larından korktuğunu, veya hastada “ters Oedipus” olduğu
nu, veya onun “içedönük” ya da “dışadönük” olduğunu ya
da onda “aşağılık kom pleksi” olduğunu, veya “aktarım ”
nedeniyle patronuna kızgın olduğunu, veya o sabah konu-
şamam asının nedeninin “direnç” olduğunu ileri sürerse
-terapist bu parolaların herhangi birini ileri sü rerse- söz
cüklerin kendilerinin hastaya nasıl yardım eder göründüğü
hayret vericidir. Rahatlar ve sanki değerli bir şey alm ış gi
bi davranır. Gerçekten de insan, psikanalizi ve herhangi
bir tür terapiyi, hasta sihirli gibi görünen sözcükleri duy
mak için para öder ve birkaç esrarengiz sözcük duyarsa
parasının buna değdiğini düşünür diyerek alaya alabilir.
Bu rahatlam a, sözcüklerin “sihri”nin özelliklerini içerir
gibidir. Fakat bu -psikanaliz düşmanlarının hazırlayacağı
kolay bir güçsüz h e d e f- bir terapi taşlam asıdır ve hiçbir
şekilde gerçek terapi değildir.
Hastanın yaşadığı rahatlam anın, “adlandırm a”nın onu
suçlanmaktan kurtardığı gerçeğinden dolayı olduğu tartı
şılmıştır; teknik bir süreci suçlayarak onu sorum luluktan
kurtarır; o değil “bilinçdışı” yapıyordur. Bunda bir m iktar
nesnel gerçeklik vardır. Çoğu hasta yanlış şeyler için gere
ğinden fazla sorum luluk üstlenir ve yapabilecekleri şeyler
214
Rotla M ay
için yeterli sorum luluğu alm az. D ahası, olum lu yönden
bakarsak, adlandırm a hastayı büyük bir hareket olan "bi
li m ”e bağlı hissettirir; aynı zam anda, birçok insan onunla
aynı sorunu taşıdığı için artık yalnız değildir. Adlandırma
hastaya, terapistin onunla ilgilendiğini ve arafta ona reh
berlik etm eye hazır olduğuna dair güven verir. Sorunu ad
landırm ak terapistin “ sorunun bilinebilir, nedenleri vardır;
dışında durup ona bakabilirsin” deyişine eşdeğerdir.
Fakat tedavi sürecinin en büyük tehlikesi tam da bura
da yatar; adlandırm anın hasta tarafından değişim e bir yar
dım cı olarak değil, onun yerine kullanılabileceği... Uzak
durup, tanılardan, etiketlerden, belirtilerden konuşarak ge
çici bir güven elde edebilir ve sonra hareketlerinde, sev
m ede irade kullanm a gerekliliğinden kurtulabilir. Bu, m o
dem insanın merkezi savunm asıyla, yani düşünselleştir-
m eyle -sözcükleri hisler ve deneyim yerine kullanm ayla-
elbirliği yapar. Sözcük her zaman daim oniği açığa vur
m akla birlikte onun üstünü örtme tehlikesinin kenarında
gezer.
Lobotomi dahil olm ak üzere diğer terapi biçimleri de
daim oniği “çıkarabilir” . Dr. Jan Frank, lobotomi öncesi ve
sonrası incelediği 300 hstayla yaptığı çalışm ayla dokunak
lı bir öm ek verir. “Hastalarımdan biri” diye yazar, “Şizof-
renik bir doktor, am eliyattan önce m eydanda vahşi hay
vanlarla çevrelendiği, tekrar eden bir kabustan şikayet
ediyordu. Lobotom iden sonra rüya aslanları artık kükremi
yor ve korkm uyorlar, sessizce uzaklaşıyorlardı” .'2 Bunu
okuduktan hemen sonra, sessizce uzaklaşanm bu insanın
yaşam ında değerli bir şey olabileceği ve o nedenle şimdi
daha yoksul olduğu hissi duyduğunu anladığım da, belirsiz
215
Açk tv imde
bir rahatsızlığın farkına vardım.
Daimoniği uyuşturduğunda, onu sakinleştirdiğinde ya
da diğer biçim lerde onunla doğrudan yüzleşm eyi becere
m ediğinde, terapi başarı kazanm ış değil, kaybetm iş de
mektir. Öç alma tanrıçaları veya daim onlar, A iskhylos’un
O resteia'sında “uyku bozucular” olarak adlandırılırlar.
Oyunda O restes’i, annesini öldürdükten sonra geçici deli
liğe sürüklerler. Fakat durup bir düşünelim ; Orestes cina
yetten sonraki ay iyi bir uyku çekm iş olsaydı, çok önemli
bir şey kaybolm uş olurdu. U yku, üçlem enin son oyunu
Em nenides'te olduğu gibi, ancak kader-suçluluk-kişisel-
sorum luluk örüntüsü işlenip yeniden bütünleştiği zaman
mümkündür.
Orestes jüri tarafından suçsuz bulununca. Apollon öç
alma tanrıçalarının -kızgınlığın, intikamın ve öcün simge
sel ruhları olan daim o n lan n - ıslah edilmelerini talep eder.
Apollon oldukça saygın akılcılığın temsilcisi olarak konu
şur; mantıksal dengeye, kabul edilm iş biçimlere ve uygar
denetim e göre yaşar. İnsanlara gece işkence eden, ne uyu
m alarına ne dinlenm elerine izin veren bu ilkel, arkaik öç
alma tanrıçalarının -b ö y le bir şey varsa, akıldışı id’in söz
cülerinin- ülkeden temelli sürülm elerini savunur.
Fakat A pollon’un görmediği ve Athena’nın farkına var
dırmak zorunda kaldığı, A pollon’un düşünsel ayrıklığında,
öç alma tanrıçalarının ilkel öfkelerinde olduğu kadar zalim
ve acımasız olabildiğidir. Kendi benliğinde zıt kutuplan
uzlaştırabilen Atheııa (“hiçbir annenin... [onuj doğurm a
dığı” gerçeğiyle sim gelenir)13, A pollon’u reddederken da
ha büyük bir aklı savunur:
KoüoMay
Bunların yine de bir işi var. Onları kenara atamayız,ve
olayın gidişatına göre kazanamazlarsa, çözümlerin zehri
toprağa karışacak ve ülkemi ölüme götürecek. İşte iki
lem. Kalmalarına izin de versem onları kovsam da, zor
olacak ve can yakacak.14
217
tJt im dir
bahsederken ne demek istiyorlardı? însanın biçim yapma
yetisi olan ve hem dil hem de diyalog yetisinin altında ya
tan logostan, gerçekliğin anlam yapısından bahsediyorlar
dı. “Başlangıçta söz vardı” hem deneysel hem de tanrıbi-
limsel olarak doğrudur. Çünkü insanın, maymunların veya
özbilinç öncesi bebeğin aksine, insan olarak başlam ası, di
lin olası gelişmesidir. Terapinin önemli işlevlerinin bazıla
rının dil yapısının temel yönlerine dayandığını görürüz; söz
daimoniği açığa vurur, onunla doğrudan yüzleşebileceği
miz yere çıkm aya zorlar. Söz insana daim oniğin üzerinde
bir güç kazandırır.
Bu söz özgün ve güçlü biçim lerinde sim geler ve m it
lerle iletilir. Her şifa sürecinin -so ğ u k algınlığı olanların o
virüsle ne yapması gerektiği sorusu b ile - bir m ittir, kişinin
benliğini, bedenini dünyayla olan ilişkisinde görm e ve de
ğerlendirm e yoludur. Hastalığım benlik imgemi, benlik
m itim i değiştirmediği sürece, hastalık travm asından kendi
me dair yeni içgörüleri ve yaşam da kendimi gerçekleştir
me olanaklarımı damıtmamışım demektir. Hakkıyla “şifa”
denebilecek şeyi de elde edem eyeceğim dir.
Daimonun kişilikr//ş7 başladığını gördük. Erbezleri ve
mizaç yaygarası tarafından itilirim. İkinci aşama sayesin
de daim onik dürtülerim i kişisel yapacağım bilinç derinleş
m esinden ve genişlem esinden oluşur. Bu cinsel iştahı, ar
zuladığım ve seçtiğim kadınla sevişme ve onun tarafından
sevilm e güdülerine dönüştürürüm . Fakat burada durm a
yız. Üçüncü aşam a (fiziksel bir öm eksem e kullanm ak ge
rekirse) bedenleri beden olarak (psikolojik ve ahlaki bir
öm eksem e kullanm ak gerekirse) insan hayatında aşkın an
lamını daha duyarlı biçimde algılamaktan oluşur. Daimo-
fM la M ay
nik böylece bizi logosa doğru iter. Daimonik eğilim lerim
le ne kadar hesaplaşırsam , kendim i evrensel bir gerçeklik
yapısına göre o kadar tasarlar ve yaşar bulurum . Logosa
doğru bu hareket kişiliküsrüdür. Böylece kişilikdışından
kişisel, oradan da kişiliküstü bir bilinç boyutuna taşınırız.
219
A fi tv irade
220
ftoU v M ay
İKİNCİ BÖLÜM
İRADE
221
Aşk oe im de
222
RoÜo Mov
7
İRADE BUNALIMDA
223
A fk cr irtu U
lıbjyla yetiştirem eyeceğini biliyordu. Aynı zam anda, o ve
karısı, Viktoryacılık bozguna uğradığında oluşan boşluğu
dolduran yaygın aşırı serbestliğin hiçbir zaman düşkünü
olm am ışlardı. O konuşurken bana dokunan, neredeyse her
anne babanın bugünlerde “ Bir anne veya baba çocukları
hakkında nasıl karar verir? Bir baba iradesini nasıl ortaya
koym alı?’' sorularında yatan aynı acıyı ve şaşkınlığı bir şe
kilde dile getirdiğini fark edişim di.
Bu irade bunalımı “nevrotiği” de “ norm ali” de bezer
şekilde etkiler - divandaki hastayı da, koklukta onu dinle
yen psikiyatr veya psikologu da. Sözünü ettiğim adam
nevroz tedavisinde değildi; yine de içinde yaşadığım ız ge
çiş dönemindeki psikolojik ayaklanmanın kaçınılm az dışa
vurumu olan irade ve karar çelişkilerinin aynılarını yaşı
yordu. İrade ve karar yetimizin kalıtımsal tem eli, geri alı
nam ayacak biçimde yok edilm iştir. Trajik değilse bile iro-
nik bir şekilde, tam da gücün korkunç biçim de büyüdüğü,
kararların bu kadar gerekli olduğu ve geleceği bu kadar et
kilediği bu uğursuz çağda kendim izi yeni bir irade tem e
linden yoksun buluruz.
224
RolU< May
linçdışı” diye adlandırdığı şeye götüren, Viktorya dönemi
irade gücünün kötü etkilerini araştırm asıydı. Güdülerin ve
davranışların -is te r çocuk büyütürken, ister sevişirken, is
ter iş yönetirken, ister savaş planlarken- bilinçdışı itkiler,
kaygılar, korkular, tükenm ez bedensel dürtüler ve içgüdü
sel kuvvetler ordusu tarafından yönetildiği uçsuz bucaksız
alanları ortaya çıkardı. “ İrade” değil “arzu” ve “dürtü” ta
rafından nasıl harekete geçirildiğimizi anlatırken, Freud,
Batılı insanın duygusal, ahlaki ve düşünsel benlik imajının
tem ellerini sarsan bir yeni insan imajı biçim lendirdi. De
rin incelem eleri altında Viktorya dönem i “ irade”sinin ger
çekten de bir ussallaştırm a ve kendini kandırm a ağı oldu
ğu ortaya çıktı. Artık o göklere çıkarılan Viktorya dönemi
“ irade gücü”nün hastalıklı olduğu tanısı tam am en doğruy
du.
Fakat buna kaçınılmaz bir irade ile karar zayıflaması ve
bireyin sorum luluk duygusunun baltalanm ası eşlik etti.
Ortaya çıkan, belirlenm iş bir insan görüntüsüydü; artık
sürm eyen, sürülen. Freud'un G roddeck’in sözlerine katı
larak belirttiği gibi, insan “bilinçdışı tarafından yaşanır” .
“ Ruhsal özgürlük ve seçm eye duyulan köklü inanç bilime
oldukça aykırıdır ve zihinsel yaşamı yöneten gerekirciliğin
iddiaları karşısında geri çekilm elidir” diye yazar Freud.1
Böyle bir iddianın kuramsal doğruluğu veya yanlışlığı
ne olursa olsun, uygulanabilirliliğinin önemi çok büyüktü.
M odem insanın en yaygın eğilimi olan - v e yirminci yüzyı
lın ortalarında neredeyse yerel bir hastalığa dönüşen- ken
dini güçlü psikolojik dürtü makinesinin edilgen plansız
ürünü olarak görme eğilimini yansıttı, ussallaştırdı ve onun
la elbirliği yaptı. (Buna M arx’ın, Freud’unkiyle aynı zeki-
A fk ve inute
likteki incelem eleriyle sosyo-ekonom ik düzeyde gösterdi
ği gibi, ekonom ik kuvvetler makinesini de ekleyebiliriz.)
Freud’un ve M arx’ın bu bireysel irade ve sorum luluk
yitimine “ neden olduklarını” söylem iyorum. Büyük adam
lar daha ziyade kültürlerinin derinliklerinden ortaya çıkan
ları yansıtırlar, yansıttıktan sonra bulduklarını da yorumlar
ve biçimlendirirler. Bulgularının yorumlarına katılm ayabi
liriz ancak buldukları gerçeğine katılmazlık edemeyiz.
Kendimizi tarihim izden ayırm adan, bilincim izi sakatla
m adan, bu bunalımı yarıp yeni bir bilinç ve bütünleşme
düzlemine çıkma fırsatım kaçırmadan Freud'un keşiflerini
görmezden gelem eyiz ya da bir kenara atam ayız. İnsanın
benlik imajı bir daha asla aynı olmayacak; tek seçeneğim iz
göklere çıkarılan “irade gücü”müzün yıkımı karşısında ge
ri çekilm ek veya bilincim izi yeni düzeylerde bütünleştir
meye çabalamaktır. İlkini yapm ayı dilem iyorum ya da
“ seçm iyorum ” ; fakat sonuncuyu henüz başarm adık ve ira
de bunalımım ız öyle bir durum da ki ikisi arasında felç ol
muş durumdayız.
İradenin zayıflam asından ileri gelen ikilem , Freud'un
sahasında, psikanalizde sıkıntılı bir sorun haline gelmiştir.
Analist Ailen W heelis bu sorun üzerinde yazarken özellik
le sezgilidir:
2 26
Softu May
Bilinçdışı, iradenin itibannın mirasçısıdır. Kişinin kaderi
eskiden nasıl irade tarafından belirleniyorduysa, şimdi de
bastırılmış zihinsel yaşam tarafından belirlenir. Bilgili
modernler sırtlarını divana yaslarlar ve bu sırada yükü
sırtlamayabilirler. İrade nasıl değer yitirdiyse cesaret de
yitirmiştir; çünkü cesaret yalnızca iradenin hizmetinde
var olabilir ve hizmet ettiği şeyden daha fazla değerli ol
ması zordur. İnsan doğasını anlarken gerekirciliği kazan
dık ama kararlılığı yitirdik.2
A fk t* im r fr
İRADEDEKİ ÇELİŞKİ
Bazı okurlar hem bireysel olanakları hem de doğa üze
rindeki toplu zaferi bakım ından, insanın hiçbir zaman da
ha güçlü olmadığı iddiasına aykırı düşeceklerdir. K uşku
suz insanın büyük gücü üzerine olan vurgu, iradedeki çe
lişki diye sözünü ettiğim şeyin tamamen diğer tarafıdır.
Birey kendini güçsüz hissediyor ve kararları konusunda
kendinden şüphe ediyorken, aynı zam anda da m odem in
san olarak her şeyi yapabildiğinden emindir. Tanrı ölm üş
tür ve biz tanrı değilizdir - atomu laboratuvarlarım ızda ve
Hiroşim a üzerinde parçalayarak yaratılışı yeniden canlan
dıran biz değil miyiz? Tabii ki biz onu tersten yaptık: Tan
rı kaostan biçim yaratmıştı ve biz biçimden kaos yarattık
ve kalbinin gizli bir köşesinde, kaosu çok geç olmadan
tekrar biçime dönüştürem eyeceğim izden ölüm üne kork
mayan bir insanoğlu bulmak zordur.
Fakat kaygımız, yeni bir çağın, yılanların hiç olm ayaca
ğı bir cennet bahçesinin eşiğinde duruyor olmanın heyeca
nı ve görkem iyle kolayca susturulabilir. Bize yeni bir dün
yanın her uçak biletinin, her hayat sigortası poliçesinin so
nunda yattığını söyleyen reklam lar yağm uruna tutulmuş
durum dayız. Her saat, saat başı (reklam larda) günlük kut
sanma vaatleri alıyoruz, bilgisayarlarımızın çalışm asında
ki, kitle iletişim tekniklerinde, beyin dalgalarımızı yeniden
biçim lendirecek ve yeni şekillerde görmem izi ve duym a
mızı sağlayacak yeni elektronik çağdaki, ve güdüm bilim -
de, teminatlı gelirde, herkes için sanatta, otom atik eğiti
min yeni ve daim a şaşırtan biçim lerindeki, “zihni genişle
ten” ve bir zam anlar psikanalizden umulan ama şimdi - te
sadüfi bir keşif sağ o lsu n - uyuşturuculuğu sayesinde ça
228
HoUt> H a y
ba harcam adan, hızlı bir şekilde büyük potansiyeli serbest
bırakaıt L S D ’de, kişiliği yeniden oluşturan kim yasal tek
niklerde, yıpranm ış kalpleri ve böbreklerin yerini alan
plastik organların geliştirilm esinde, kişi sonsuza dek, sı
nırsız yaşayabilsin diye sinir yorgunluğunun nasıl önlene
ceğini keşfetm edeki büyük güçten haberdar ediliyoruz.
Dinleyicinin kafasının bazen kendisinin kutsanm ış kişi, bu
cin kutsam alarının alıcısı ya da sadece salak şam ar oğlanı
olup olmadığı konusunda karışması şaşırtıcı değildir. Ve el
bette her ikisidir.
Tüm bu büyük güç ve özgürlük vaatlerinde, alıcı olan
vatandaştan edilgen bir rol beklenir. Yalnızca reklam ileti
şim araçlarında değil, eğitim , sağlık ve uyuşturucu husus
larında da, yeni icatlar tarafından bir şeyler bize ve bizim
için yapılır; bizim rolüm üz, ne kadar hafifçe söylersek
söyleyelim , teslim olm ak, kutsam ayı kabul etm ek ve şük
ran duymaktır. Bu durum , atom gücü alanında ve yeni ge
zegenlerle bizim kini birleştirebilecek uzay keşiferinde
apaçıktır: Tek bireyler olarak senin ve benim bu başarılar
da, adsız ve dolam baçlı kanallar yoluyla vergim izi ver
mek, uzay uçuşlarını televizyondan izlemek dışında payı
mız yoktur.
Örneğin yeni dünyaları uyuşturucular ya da “ olaylar”
yoluyla keşfetm ek için kullanılan sözcük “açm ak”tır. Bu
sözün olum lu yanı, “ruhumun kaptam benim ” , Kalvinci
çabalarım ve kaslarımla zorlam azsam hiçbir şey olmaz
şeklindeki Viktorya dönemi kuruntusunu -yaşantım ızı
gerçekten de daraltan ve duygulanm ızı neredeyse boğan o
istemci kibrin - zayıflatmasında yatar. “A çılm ak” sözcüğü,
uyanlm aya, kavranm aya, çözülm eye izin verm enin kendi-
229
№ ircıds
lindenliğine işaret eder. Fakat bu sözcüğün aynı zamanda
elektriklerim izi, m akinelerim izi, televizyonlarım ızı
“açar”ken kullandığımız sözcük olması tesadüf değildir.
Çelişki açıktır: Çorak sanayi uygarlığını yaratan ve hippi
lerin haklı olarak karşı geldikleri Viktorya dönemi “irade
gücü” ve katı ego denetiminden çıkıp, yeni bir bilinç ge
nişlem esi değil de kendim izi daha güçlü ve gizli bir bi
çim de bir m akine görüntüsüne dönüştürm e olan bir “öz
gürlüğe” doğru gidiyoruz. L SD ’den kaülaştmcı derecede
kişilikdışı m ekanik uygarlığın çaresi olarak söz edilir. Fa
kat makinenin özü, bizim le doğa arasında durarak bizim
için bir şey yapmasıdır. U yuşturucu alm a eylem inin özün
de de makine kullanmanın verdiği edilgenlik yok m udur?
T uhaf çıkmazımız, modern insanı bu kadar güçlü kılan sü
reçlerin -a to m ve diğer türdeki teknik enerjilerin görkem
li g e lişim i- bizi güçsüz kılan süreçlerle aynı oluşudur. Bir
çok insanın “iradenin zaten bir yanılsama” olduğunu söy
lemesi de bariz bir şeyin tekrarı gibi gelir. Laing’in dediği
gibi “çılgın edilgenlik cehennem inde” kıstırılmış durum da
yız.
İkilem , bizi çevreleyen ve biçimlendiren kişilikdışı güç
makinesi karşısında kendim izi en güçsüz hissederken, da
ha büyük ve daha uğursuz seçimlerin sorum luluğunu al
m akla görevlendiriliyor olduğum uz gerçeğiyle daha da
keskinleşir. Boş zaman konusunu bir düşünün. Gittikçe
büyüyen, günde sadece dört veya altı saat çalışan insan
kitlesi için seçim ler gerekli olacaktır. İnsanların boşluğu
anlamlı etkinliklerle doldurm adıklarında, iktidarsızlığı, ba
ğımlılığı ve kendine zararlı bir düşmanlığı besleyen yaygın
bir kayıtsızlıkla karşı karşıya kalacaklarına dair yeterince
Roüo Muo
kanıt vardır. Veya doğum kontrol haplarını alın, özellikle
de şu adda geliştirilen geriye etkili olanları. Yeni özgürlük
-b a şlıc a , cinsel ilişkiler konusundaki eksiksiz seçim öz
gürlü ğ ü - tam da bu “seçim ” sözcüğünü ortaya çıkarır.
A narşiden başka hiçbir şey yoksa, cinsel deneyim değer
lerini ya da en azından katılım nedenlerini seçm ek bireye
kalır. Fakat bu yeni özgürlük, norm alde seçim e (veya yine
bir yapı gerektiren ayaklanm aya) temel oluşturan değerler
kaos içinde olduğunda, toplum , aile, kilise tarafından veri
len seks rehberliğinin iflasına yaklaşan bir karışıklık oldu
ğunda ortaya çıkar. Özgürlük arm ağandır, evet; bireye
yüklenen yük gerçekten de çok büyüktür.
Ya da bedensel sağlık alanındaki çelişkiyi düşünün.
Tıbbi tekniklerdeki çarpıcı büyüm e, uzmanlıkların artışıyla
birlikte, hastayı kaçınılm az olarak tedavi nesnesi haline,
doktoruna hastalığı ile ilgili tavsiye almak için değil, sabah
hangi uzm ana ya da hangi görüntülem e m erkezine veya
polikliniğe gitm esi gerektiğini sorm ak için telefona koşan
biri haline getirir. Süreç daha kişilikdışı ve Kafkavari hale
geldikçe, hastanın sorum luluğu da gitgide azalır. Fakat
tüm bunlar hastanın hastalığı gitgide kişisel olduğunda ya
şanır. Kalp sağlığı sorunlarında ve yaşlılık zafiyetinde ol
duğu gibi, hastalıklar bedenin belirli bir mekanizm asını
değil tüm benliği etkiler. Bu, bedenin sınırlarını, benliğin
sonluluğunu ve en sonunda ölüm ü kabullenm eyi gerekti
ren yaşlılıkta ne kadar doğrudur! Bu hastalıkların “tedavi
si” veya idaresi, ancak hastanın bilincinin bedeniyle ilişki
li biçim de genişlem esiyle, derinleşm esiyle ve tedavisine
etkin biçimde katılım ıyla gerçekleşebilir.
Kişinin kalp sağlığı sorunları, yaşlılık zafiyeti ve ölüme
Aşk ve im de
yakınlık gibi bedensel sınırlara karşı yıkıcı bir biçimde sa
vaşmak yerine onları onaylamasını sağlayan bilinç türüne
eskiden “ruhsal güç” denirdi. En iyi biçim inde bir kabul
lenme ve uzlaşm a süreciydi. Bu, kişiye “yaşam ak mı öl
mek m i” sorusunu aşan, gerekli kararlan mümkün kılan
bazı bakış açıları ve değerler verirdi. Fakat bu bilincin ruh
sal temeli eski biçim iyle m odern laik toplum um un büyük
bölümleri için geçerli değildir. Bu tür değerler ve seçenek
ler için yeni tem elleri de henüz bulm uş değiliz.
Özellikle bedensel organların yapay olanlarıyla değişti
rilm e ve sinir yorgunluğunu yenme olasılığıyla, ne kadar
uzun yaşayabileceğinizi seçm e gerçek bir seçenek olabi
lir. “ Yaşamak istiyor m usun ve eğer istiyorsan ne kadar
uzun?” sorusuna - k i eskiden intiharın mümkün olduğu
kuram sal tem eline dair m etafizik bir soru olarak yönelti
lird i- bağlı en büyük karar, artık her birimiz için uygula
nabilir bir seçenek olabilir. Tıp mesleği insanları ne kadar
süre hayatta tutacağına nasıl karar verm elidir? Çoğu za
man bunun yanıtı, soruyu filozoflara ve tannbilim cilere bı
rakm ak gerektiğidir. Ancak bize yardım edecek olan filo
zoflar nerede? Felsefenin akadem ik anlam da Tanrı gibi
“ölm üş” olduğu söylenir5 ve öyle veya böyle, günüm üzde
felsefe -varoluşçuların eşduyum lu istisnahğıyla- ciddi ya
şam sorulan yerine biçimsel sorunlarla ilgilenir. Ö lm üş
Tanrımızın cenazesinde tanrıbilimcileri uğurladıktan sonra,
son vasiyetnam eyi açıp mirası değerlendiriyor ve kendim i
zi m ahrum edilm iş buluyoruz. Büyük m iktarda fiziksel
zenginliğin varisiyiz; fakat sorum lu seçimin temeli olan o
değerlerin, onları doğuran mitlerin ve sim gelerin hiçbiri
bize kalmamıştır.
132
R oU oM tty
Viktorya dönem inde şaşırtıcı bir zekayla gelecekleri
gören Friedrich N ietzsche, “Tanrı öldü” duyurusunu ilk
yapanlardandı. Fakat o, günüm üzde ilahi ölüm ü ilan eden
lerin aksine, sonuçlarla yüzleşm e cesaretini gösterdi. “Bu
dünyayı güneşine bağlayan zinciri çözdüğüm üzde ne yap
tık? Şim di nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzağa
m ı? Boyuna düşm üyor m uyuz? A rkaya, yana, öne, her yö
ne? D aha yukarısı ve aşağısı mı var? Sonsuz bir hiç için
deym iş gibi hata yapm ıyor m uyuz? Boşluğun nefesini his
setm iyor m uyuz? Şimdi daha soğuk değil m i? G ece üzeri
ne gece gelm iyor mu?... Tanrı öldü!”6 Derin bir alaycılıkla
N ietzsche, delinin ağzından bu vahşi benlik yönelim sizli-
ğinin ve bunun sonucu olan felç tanımını yapar. “Büyük
olay hâlâ yolda” der deli, meselin sonunda. Artık burada
dır ve gerçekten de büyük bir olaydır - insanın ya yeni bir
dünyanın doğum unda olacağı ya da insanlığın yıkımına
başkanlık edeceği bir noktada durm ası...
Bu nedenle, irade bunalımı bireyin dünyasında gücün
ne varlığında ne de yokluğundan kaynaklanır. İkisini ara
sındaki -so n u cu irade felci o la n - çelişkiden doğar.
JOHN VAKASI
Klinik çalışm alarım ız bu irade bunalım ına örnekler ve
rir ve genel sorunum uza ışık tutar. M eslektaşım Dr. Sylva-
no A rieti, katatoninin bir kas düzeni değil irade bozuklu
ğu olduğunu belirttiği önemli bir bildirisinde, katatoniğin
patolojik dünyasında, bizim gerçeklik dünyam ızda kısılıp
kaldığımız çıkmazın aynısına kısıldığını söyler. Katatoniğin
sorunu değerler ile iradeye, dayanır ve hareketsizliği, ya-
şantıladığı çelişkinin bir dışavurumudur.
233
t»4İrtuU
Dr. Arieti, devamlı artan kaygısı nedeniyle kendisine
yönlendirilmiş John adında Katolik, otuzlu yaşlarında
meslek sahibi zeki bir hastayı anlatır. Bu kaygı John’a on
yıl önce yaşadığı tam katatonik dönemi anımsatmıştı. Bu
olayın tekrarlam asını önlem ek için tedaviye başvurmuştu.
A riete’nin vaka raporundan özellikle ilk katatonik dönem
le ilgili bazı bölüm ler aktaracağım .7
2 34
Rotla M a y
yım? Hayatımda hiç yanlış yapmadım” demiş olduğunu
hatırladı. Ama belki de deneyiminin Tanrının iradesine
uygun olduğunu düşünerek kendini denetliyordu.
Saplantılar ve zorlammlar giderek daha da göze batmaya
başladı. Kendini “kuşkularından kuşkulanır ve kuşkula
nırken ve kuşkularından kuşkulanışından kuşkulanırken”
yoğun bir korku içinde buluyordu. Bir gün korku için
deyken yapmak istediğiyle gerçekte yaptığı arasında bir
tutarsızlık gözlemledi. Örneğin, soyunurken ayakkabısını
yere bırakmak istediğinde, onun yerine bir kütüğü yere
bırakıyordu... Zihni berraktı ve olanları algılıyordu, ama
hareketleri üzerinde hiçbir hakimiyeti olmadığını fark et
ti. Suç işleyebileceğini hatta birini öldürebileceğini dü
şünüyordu. Kendi kendine “Hem bu dünyada hem diğe
rinde lanetlenmek istemiyorum. İyi olmak istiyorum ama
olamıyorum. Bu haksızlık. Bir parça ekmek isterken biri
ni öldürebilirim” diyordu.
Daha sonra sanki bir hareketinin veya davranışının sade
ce kendine değil bütün kampa felaket getirebilirmiş gibi
hissetti. Hareket etmeyerek ya da kıpırdamayarak tüm
grubu koruyordu. Kardeşlerinin koruyucusu olduğunu
hissediyordu. Korku her tür hareketi engelleyecek kadar
yoğunlaşmıştı. Korkudan donmuş bir biçimde, kendi
sözcükleriyle “katılaştığını, heykelsi duruşlar aldığını”
gördü. Tek bir amacın farkındaydı -kendini öldürmek-
suç işlemektense ölmek daha iyiydi. Yüksek bir ağaca
tırmandı ve aşağı atladı, fakat hafif çürüklerle hastaneye
götürüldü. Hastanede hiç kıpırdamıyordu. Taş bir heykel
gibiydi.9 Hastanede bulunduğu süre içinde 71 tane inti
har girişiminde bulundu. Çoğunlukla katatoni durumun
da olmasına rağmen, arada bir deli gömleğini parçalayıp
kendini asmak için ip yapmak gibi ani hareketlerde bulu
nabiliyordu.
235
Af*- i t imde
Dr. Arieti ona intihar girişimlerini neden tekrarlama ge
reği duyduğunu sorduğunda iki neden gösterdi; birincisi
suçluluk duygusunu gidermek ve suç işlemeyi önlemek
ti. Ama ikinci neden daha da tuhaftı; hareketsizlik sınırını
aşabileceği tek eylem intihar etmekti. Böylece, intihar
etmek yaşamaktı; ona kalan tek yaşama eylemiydi.
Bir gün doktoru ona, “Kendini öldürmek istiyorsun. Ha
yatta istediğin hiçbir şey kalmadı mı?” diye sordu. Büyük
bir çabayla John “ye, yemek” diye geveledi. Doktor onu
hasta yemekhanesine götürdü ve ona “istediğin her şeyi
yiyebilirsin” dedi. John hemen büyük miktarda yiyecek
kaptı ve kıtlıktan çıkmış gibi yemeye başladı.
236
RoiUı M ny
rir. Bu aktarım ya da hipnotik anlam da uym acılık değildir.
“Hasta kom utlara uyar çünkü bu kom utlara başkaları ka
rar verm iştir ve bu nedenle onlar için sorum luluk taşı
m az.” Bu, aşırı biçiminde, karışık çağım ızda insanların
John’un kom asıyla karşılaştırılabilecek derecede kayıtsız
laşması ve bilinçdışm da birinin kendileri için sorumluluk
almasını arzulam asına koşuttur.
Böyle bir hasta “istem in patolojik biçim de yoğunlaş
m ış değer anlayışına bağlı olduğu durum dadır, öyle ki,
hastanın küçük bir hareketinin dünyayı yok edebileceği
düşünüldüğünde, işkence çektiren sorum luluğun yoğun
luğun doruğa ulaşır” . “Eyvah!” diye devam eder Arieti,
“ Psikotik zihnin bu tasarısı bize, onun bir düğm eye bas
manın böylesine evrensel etkileri olduğu günüm üzdeki
olası gerçekliğini anımsatır! Sadece katatoniğin engin so
rumluluğu şim diye kadar tasarlanmam ış bu olasılığı içere
bilir.” "
John'un aksine, nispeten normal insanlarda, kuşatılm ış
irade ona geçici olarak yaşam a hakkı vaat eden yan ön
lemlere sığınır. Bu nedenle, irade bunalımı sırasında karşı
çıkma ikilemini gözlem leriz. Bazı öğretim üyesi grupları
na kam püslerindeki öğrencilerin Vietnam Savaşı hakkm-
daki hislerini sorduğum da, bölünm enin savaş “taraftarla
rı” ve “karşıtlan” arasında değil de, bir tarafta karşı çıkan
larla diğer yanda karşı çıkanlara karşı çıkanlar arasında ol
duğu yanıtım verdiler. Karşı çıkm a, iradeyi olum suz olarak
ortaya koyarak biçimini koruduğu için kısmi olarak yapı
c ıd ı r - neyin tarafında olduğum u tam olarak bilm esem de
neye karşı olduğum u bilirim. G erçekten de iki veya üç ya
şındaki bir çocuğun anne babasına karşı bir tutum alma ye
237
A fk t « im d r
tisi, insan iradesinin başlangıcı için çok önemlidir. Fakat
irade karşı olmayı sürdürürse, karşı çıktığı şeye bağımlı
kalır. Karşı çıkm a, yarı gelişm iş iradedir. Anne babasına
bağımlı çocuk gibi bağımlı olduğundan, gücünü düşm anın
dan ödünç alır. Bu giderek iradenin içini boşaltır; her za
man m uhalifinin, hareket etm ek için onun hareketini bek
leyen gölgesisindir. Eninde sonunda irade bomboş kalır ve
böylece bir sonraki savunm a hattına gitm eye zorlanabilir.
Bu bir sonraki savunm a suçu yansıtmadır. H er savaşta,
daim oniği bütüne katam am ış olmayı istemeden itiraf et
m enin örneğini buluruz. Örneğin Vietnam Savaşı’nda Dı
şişleri Bakanı Rusk ve yönetim , kızışm a için Vietkong’u
suçladı ve Vietkong - v e bu ülkedeki savaş karşıtları-
Rusk’ı ve yönetim im izi suçladı. Ötekini suçlam a yoluyla
elde edilen kendini üstün gören güvenlik hissi, kişiye ge
çici bir tatmin sağlar. Fakat bunun ortaya koyduğu, tarih
sel durum uzun bağışlanam az biçimde aşırı basitleştirm e
nin ötesinde, güvenliğim iz için daha ciddi bir bedel öde
riz. Karar gücünü sessizce m uhalifimize verdik. Düşmanı
suçlam ak, bizim değil düşm anın seçme ve hareket etme
özgürlüğü olduğunu, bizim ancak ona tepki gösterebildi
ğim izi ima eder. Bu varsayım , sırasıyla güvenliğim iz yok
eder. Çünkü eninde sonunda isteğim iz dışında kartları
onun eline verm işizdir. İrade böylece daha da zayıflar. B u
rada tüm psikolojik savunm acılığm kendisiyle çelişen et
kisinin bir örneğini görürüz: Gücü kendilinden muhalifine
devreder.
Bu tatmin etm eyen önlem lerde, iradenin etkinliği gitgi
de daha fazla, gereksiz yere tekrarlamalı hale gelir ve so
nunda kayıtsızlığa doğru yönelir. Kayıtsızlık da, eldeki so
238
Rnüo M ay
runu kucaklam ak için daha yüksek bir bilinç durumuna
ilerleme güdüsüne dönüştürülem ezse, kişi ya da topluluk
irade yetisinin kendisini teslim etm eye yönelir. Böyle bir
irade felcinde kayıtsızlıktan kaçmılabilirse, birey eninde
sonunda sorm ak zorundadır: “Benim içimde felcim e ne
den olan ya da ona katkıda bulunan bir şeyler olabilir m i?”
PSİKANALİZDE İRADE
Psikoloji ve psikanaliz, irade bunalım ıyla nasıl yüzleş
ti? Daha önce F reud’un Viktorya dönemi “irade gücü”nü
yıkışının çağımızdaki irade ve karar zayıflamasının nasıl bir
dışavurum u olduğunu belirtm iştik. A nalistlerin de bu ira
de karışıklığının bizi savurduğu çıkm aza dair kaygı duy
duklarını da gözlem lem iştik. “Gerekirciliği kazandığımızı
ama kararlılığı kaybettiğimizi” söyleyen W heelis, alıntı
yaptığım ız bildiride bize şunu anımsatır: “İradenin can alı
cı önem i, yine de dengeyi bir değişim sürecine dönüştür
m edeki kesin etm en olabileceği gerçeğinde yatar.” 12
Felsefe ve dil gibi bilim dallarında olduğu gibi psikolo
jinin tüm dallarındaki düşünceli insanlar, psikanaliz süre
cinin hastanın iradesine ne yaptığına dair sivri sorular sor
maktadırlar. Bazılarının sonuçları olumsuzdur. Birkaç yıl
analizden geçm iş olan Princeton ve N ew York Şehir Ü ni
versiteleri Profesörü Silvan Tom kins, “psikanaliz düzenli
bir kararsızlık eğitim idir” diye bir suçlam ada bulunur.
Benzer bir biçim de, psikanalizin m odem insanın özerkli
ğini teslim etm e eğilim iyle elbirliği yapm asından bahse
den “psikanaliz aslında tedavi ettiğini öne sürdüğü hasta
lığın kendisidir” şeklindeki keskin söz de Kari K raus’a at-
fedilm iştir.
A fk t+ ir o tU 1
Birkaç yıldır psikanaliz bilimi ve mesleğinin bir buna
lım durumuna doğru ilerliyor olduğuna dair belirtiler var
dır. Bu bunalım ın bir dışavurumu - k i şu anda aram ızda ve
kaçınılam azdır- gelenekçi Freudyen grupların göze çarpan
üyelerinin psikanalize sırtlarını dönm eleridir.13 K onuşm a
ları, bazı günüm üz tanrıbilim cilerin “Tanrı öldü” ifadeleri
ni andırır. Gerçekten de, psikanalizin tanrısı, tanrı bil imcile
rin tanrısı gibi yanlış algılandığı ölçüde ölmüş olabilir.
Bu bunalımın köklerinin m erkezinde psikanalizin irade
ve karar sorununu çözem em esi yatar. Çünkü F reud’un ku
ramsal olarak savunduğu tam gerekircilik uygulam ada ge
çerli olsaydı, kim se psikanalizle tedavi edilem ezdi. Tersi
de aynı şekilde doğrudur: Tam bir yadgerekircilik üstlen-
seydik, yani kendimizi herhangi bir yeni yıl hevesi veya
kenarıyla yavan bir özgürlükle yeniden yaratabilseydik,
kimse psikoterapiste gelm eye zahm et etm ezdi. Aslında in
sanların sorunlarının inatçı, dik kafalı ve belalı olduklarını
görürüz am a değişebildiklerini de görürüz. Bu nedenle
onları değiştirenlerin ne olduğunu aramalıyız.
Akademik psikologlar da, bireysel psikolog ahlaki
davranışları konusunda neye inanırsa inansın, psikologlar
olarak yalnızca belirlenm iş ve gerekirci bir çerçeve içinde
anlaşılabilir şeylerle ilgilenm em iz gerektiği konum unu
kabullenm e eğilim indeydiler. Bu algı sınırlaması algımıza
kaçınılm az olarak perde indirme eğilimindeydi; insanımızı
görm em ize izin verdiğim iz görüntü içinde yeniden yarat
tık. Psikologlar güç, özellikle akıldışı güç sorununu bastır
ma eğilim indeydiler. A ristoteles’in insanın akıllı bir hay
van olduğu hükm ünü, yalnızca öyle olduğunu, akıldışılığın
sadece bireyin doğru eğitim iyle veya patoloji daha ciddiy
240
fiolfo M ag
se uyum gösterem em iş duygularının yeniden eğitim iyle
aşılabilecek geçici bir sapm a olduğunu, varsayarak sözcük
anlam ıyla aldık. Tabii, bir de A lfred A dler’in psikolojisin
de güce bir ilgi vardı, fakat o çoğunlukla sosyal aşağılığa
ve güvenlik çabasına olan inancının bir alt başlığı olarak
algılandı. F reud'un ilkel yamyam lık ve saldırganlık içgü
düsü varsayım larında da bir güç unsuru vardı. Fakat bu da
ciddi patolojiden söz edilirken kullanılarak ussallaştırılır.
G ücü bastırm a, gerekirciliğin ciddi daim onik etkilerini
açığa çıkarm adığı için, psikolojinin iradeyi daha rahat bir
biçim de başından atm asını ve kuram sal bir gerekirciliğe
inanmasını kolaylaştırdı.14
Terapistlerin yaşayan ve acı çeken insanlarla haşır ne
şir olduğu psikanaliz ve psikoterapide, iradenin ve kararın
zayıflaması sorunu gitgide önem kazandı. Çünkü psikana
liz kuramı ve süreci, hastanın edilgen eğilim leriyle elbirli
ği yaptı. Otto Rank ve W ilhelm R eich’in 1920’lerde belirt
tiği gibi, psikanalizin yapısında da yaşamsallığını azaltan
ve yalnızca psikanalizin uğraştığı gerçekliği değil hastanın
gücünü ve değişm e hevesini de zayıflatan eğilim ler vardı.
Bilinçdışı açıklamalarının açık bir “şok etkisi” yarattığı psi
kanalizin ilk günlerinde, bu sorun pek fazla ortaya çıkm a
mıştı. Her halükarda, Freud’un biçimlendirici ilk yılların
da çalıştığı hastaların çoğunluğunu oluşturan histerik has
talarda, Freud’un dışarı çıkm aya çalışaa “bastırılmış libi
do” diyebildiği özel bir devinim vardı. Fakat şim di, hasta
larımızın çoğu şu ve bu biçimde “zorlanım lı”yken, herkes
Oedipus kom pleksinin ne olduğunu bilirken ve hastaları
m ız Freud’un Viktorya dönemi hastalarını şaşkınlıktan di
vandan düşürecek kadar açık bir özgürlükle seksten konu
Aşk vr (ntriv
şurken (ve gerçekten de seks konusunda konuşm ak, aşka
ve cinsel ilişkililiğe dair herhangi bir karar verm ekten ka
çınm anın en kolay yoludur), irade ve kararın zayıflam asın
dan doğan çıkm azdan artık kaçınılam az. Klasik psikanaliz
bağlam ında her zaman dik başlı ve çözülem ez olm uş “tek
rarlam a zorlanım ı” , bana göre bu irade bunalımıyla tem el
de ilişkilidir.
D iğer psikoterapi biçim leri psikanaliz ikilem inden, ya
ni psikoterapi sürecinin yapısında, hastalan karar yetkeliği
konum undan vazgeçm eye davet etm e eğilim i olduğundan
kaçam az. “H asta” adı bunu önerir. Terapinin otom atik,
destekleyici unsurlannda sadece bu eğilim değil, hastanın
da terapistin de kolayca boyun eğdiği, kişinin sorunları
için kendisi yerine her şeyi sorum lu tutm ak cazibesi de
vardır. Her yönelim den ve okuldan psikoterapist er ya da
geç hastanın bazı kararlan verebilm esi, kendi sorum lulu
ğunu alabilm esi gerektiğini m uhakkak anlayacaktır; fakat
çoğu psikoterapi kuram ı ve tekniği tam am en zıt bir daya
nak üzerine kurulm uştur.
YANILSAMA VE İRADE
İrade ve karann reddedilm esi, psikologlar ve psikana
listler tarafından çeşitli şekillerde yeniden belirtilm iştir.
Ö rneğin son dönem Freudyenlerden Robert K night’a gö
re, insanlann duyduğu seçim özgürlüğünün “ insan davra
nışım yöneten özgür iradeyle hiçbir ilgisi yoktur, bu aksi
ne nedensel olarak belirlenen nesnel bir deneyim dir” .15 Bu
m akalede Knight “özgürlük” sözcüğünü, onun bir yanılsa
ma olduğunu gösterm ek için sürekli olarak tırnak içine al
mıştır. Seçim ve sorum luluk önceki durum ların neden ol-
242
JUM &May
duğu yanılsam alardır, am a sırasıyla gelecekteki eylem lere
neden oluştururlar.
Fakat -b u ra d a çarpıcı bir tutarsızlığa g e liriz - terapist
olarak analistler, hastanın seçm e eylem inin m erkezi önem
taşıdığını görm eden edem ezler. Freud, bir psikoterapist
olarak kendi kuram ından kökten ve şaşırtıcı derecece fark
lı bir görüşteydi. E go ve İ d ’de “ analiz, patolojik tepkileri
olanaksız kılm ak değil hastanın egosunu şu y a d a bu b i
çim de seçm e özgürlüğü verm ek için y o la çık ar” . (İtalikler
F re u d ’u n d u r.)16
W h eelis, terap istin terapide düştüğü p ratik (basit) iki
lem i gösterir:
243
A f k M im d e
nu saptarken ortaya attığı paradoks, iki eleştirmen tarafın
dan çok iyi açıklanmıştır. “ Psikoterapi geliştikçe, özgürlük
deneyim i artar, öyle ki başarıyla analizden geçen insanlar
yaşam larının gidişatında psikoterapi öncesinden daha faz
la özgürlük hissettiklerini söylerler. Bu özgürlük yanıltı
cıysa, terapinin amacı ya da en azından başarılı terapinin
sonucu, çoğu terapist başarılı terapinin hastanın kendini ve
dünyasını algılayışının doğrularını artırdığına insansa da,
yanılsamayı onarmaktır.’' 18 Gerçekten de bazı analistler bir
yanılsama geliştirm eyle uğraştıklarını açıkça itiraf eder ve
kuram larında bunu ussallaştırm aya girişirler.19
Bunun ne anlam a geldiğini bir düşünün. Bize bir yanıl
samanın kişilik değişim i gerçekleştirm edeki en önemli
şey olduğu, tem elde (ya da sadece kuram da) gerçeğin
davranışlarla ilgisi olm adığı, ama yanılsamanın ilgisinin
olduğu söyleniyor. Bu nedenle, doğru için değil, bir yanıl
sama için çabalam alıyız. Onlara göre yaşayam ayacağım ız
dünya tanımlarına inanmalıyız. Veya onlara sıkı sıkıya bağ
lı bir şekilde yaşarsak, W heelis’in doğru olarak belirttiği
gibi, kayıtsızlığa ve depresyona götüren edilgen bir ikti
darsızlığa geri döneceğiz.
Bu ikilemin çözüm ünün çürük olduğu noktası üzerinde
gereğinden fazla durm uyorum . Biz analistler bile böyle
bir yanılsamaya göre yaşayam ayız, çünkü (hatırı sayılır bir
patoloji olmadan) kişinin önceden kendini bir yanılsam a
ya adadığını bilerek kendini adaması nasıl mümkündür?
Dahası, hastalar yanılsam alara inanmaya gerek duyuyorsa,
yamlsama olasılıkları, doğrunun aksine, sonsuzdur; hasta
nın ona göre yaşaması gerektiği yanılsamanın hangisi ola
cağına kim karar verm elidir? “ İşe yarayan” yanılsam aya
2 44
Rollo M ay
inanmalı mıyız? Eğer öyleyse, doğru kavram ım ız yanlış
mış dem ektir; çünkü davranış düzeyinde bir kavramın
doğruluğunun veya yanlışlığının konu dışı olduğunu ima
eder. Bu kabul edilem ez; doğru gibi görünüyorsa, “yanıl
sam a” dediğim iz şeyini içinde bir parça doğruluk, doğru
dediğim iz şeyin içinde de bir parça yanılsam a olmalıdır.
Diğer bir çözüm farklı bir açıdan önerilmiştir. K işiliğin
psikanalitik yapısında özgürlüğün ve iradenin de yeri ol
ması gerektiğini anlayan Hartm ann, Rapaport ve diğer son
dönem “ego” analistleri,“egonun özerkliği” kavramını ge
liştirm işlerdir. Egoya böylece özgürlük ve seçm e işlevle
ri verilir. Fakat ego tanımı itibariyle kişiliğin bir parçası
dır, bir parça nasıl özgür olabilir? Rapaport “egonun
özerkliği” üzerine bir denem e yazm ıştı; Jung bir zamanlar
“bilinçdışım n özerkliği” üzerine bir bölüm yazmıştı ve biz
de W alter B. C annon’ı izleyerek “bedenin özerkliği” üze
rine bir denem e yazabiliriz. Tüm bunlarda doğruluk payı
vardır. Fakat her biri önemli biçim de yanlış değil midir?
N e ego, ne beden ne de bilinçdışı “özerk” olabilir, ancak
bir bütünlüğün parçası olarak var olabilirler. İrade ve öz
gürlüğün tem elinin olması gereken yer bu bütünlüktür. K i
şiliğin ego, süperego ve id olarak bölm elendirilm esinin,
irade sorununun ortodoks psikanaliz geleneği içinde çö
zülmez kalm asının önemli bir parçası olduğuna inanıyo
rum.
Psikanaliz uygulam alarım ızdan, özgürlük yoksunluğu
nun hastanın organizmasın her yönünde görüldüğünü bili
yoruz. Bedeninde (kas tutulm aları), bilinçdışı deneyim
(bastırm a) denen şeyde ve sosyal ilişkilerinde (kendisinin
farkında olmadığı ölçüde diğerlerinin de farkında değildir)
245
Aşkvrirad+
görülür. Deneyimsel olarak da, bu kişi psikoterapide öz
gürlük kazandıkça, bedensel hareketleri daha az tutuklaşır,
rüyaları daha özgürleşir, diğer insanlarla istemsiz düşü
nülm em iş ilişkilerinde daha kendiliğindenleşir. Bunun
anlam ı, özerklik ve özgürlüğün organizmanın özel bir par
çasının mülkü değil, tüm benliğin -düşünen-hisseden-se-
çen-davıanan organizm anın- niteliği olması gerektiğidir.
Aşağıda amaçlılık konusunu işlerken, irade ve kararın,
Freudyen terimleri kullanırsak, ego ve süperegoyla olduğu
kadar ayrılmaz biçimde idle de bağlantılı olduğunu göste
receğim . Kişinin “ego işlevi” diye adlandırılabilecek her
hangi bir şeyden önce aldığı her kararda -kendiliğinden-
likte, duygularda, sim gesel anlam larda- derin önem taşı
yan bir şeyler olur. K anım ca, Bettelheim güçlü bir egonun
karaların nedeni değil sonucu olduğuna vurgularken tam a
men haklıdır.20
“Egonun özerkliği” kavram ı, kişiliğin özel bir paçasını
ya da organını seçim koltuğuna oturturken eski “özgür ira
de” kavram ıyla aynı güçlükleri taşım az mı? Kavramı zevk
li giysilerinden çıkarırsak, D escartes’ın beynin beden ve
baş arasındaki organ olan epifiz bezinin ruhun bulunduğu
yer olduğu kuram ına benzer bir şeye döner. Elbette ego
psikanalizinin çağdaş insanı sıkıştıran, özerklik sorunu,
benlik yönetimi ve seçim m eseleleri yansıtm a gibi olumlu
bir yönü vardır. Fakat o da bu sorunların kaçınılm az olarak
karşımıza çıkardığı çelişkilere yakalanmıştır.
Psikanaliz ve psikoloji, tüm suretlerinde, bugünkü Ba
tılı insanın yaşadığı irade ve karar ikilem ini, içinde yatan
tutarsızlık ve çelişkiyle açığa çıkarır. Kuramına tamamen
aykırı olduğunu bilm esine rağmen hastaya “seçm e özgür
Rotto i/o//
lüğü” verdiğini söylem esi, F reud'un her zam anki dürüst
lüğünün bir işaretidir. Ne çelişki karşısında korkusunu
gösterdi, ne de hemen kolay bir sonuca sıçradı. Fakat Fre-
ud’dan bu yana kültür evrim geçirdiği için, bu çelişkide
hayatta kalm ak giderek daha az mümkün hale geldi.
Bu kitapta bu soruna bir çözüm öneriyorum ; Bunu, in
san deneyim inin, insan iradesi için çok önem li, hatta ya
şamsal önem taşıyan bir boyutunu atladığımız inancına da
yanarak yapıyorum . İkilem in bir resm i, Hudson Hoag-
land’in bir m etninde çizilmiştir:
247
A fk V tim d e
bilmekte inat eden yaratıktır. Bunun gerektirdiği bilinç de
ğişimi hem “dışarıda” hem “içeride”dir, dünyanın bireyi
etkileyen güçlerini ve bu güçleri dikkate alan kişinin tav
rını içerir. H oagland’in örneğindeki kişinin farkındalığı,
çocukluktaki unutulm uş ve göm ülm üş olayları, terapide
ortaya çıkan “derinlik” deneyim lerinin diğer yönlerinin
farkına varmak gibi şeyleri gerektirdiğini ekleyebiliriz.
Bu -sonraki tartışmalarımızı öngörmek gerekirse- saf
am acm aksine amaçlılık sorunudur. İnsan deneyim inde
amaçlılık, irade ve karann altında yatandır. Sadece irade ve
karardan önce gelm ez, onları mümkün kılar. Batı tarihinde
neden ihmal edildiği yeterince açıktır. Descartes anlamayı
iradeden ayırdığından beri, bilim bu ikileşimin yolundan
gitm iştir ve insanlar hakkındaki “gerçeklerin” “özgürlük
lerinden” ayrılabildiklerini, bilişin gayretten aynlabildiği-
ni varsaym aya çalıştık. Özellikle Freud’daıı beri bu artık
m üm kün değildir; F reud’un, keşiflerinin tam olarak hak
kını vermeyerek bilimsel kuram ın ikileşimine sarılmasına
rağm en... Amaçlılık gerekirci etkiyi ortadan kaldırmaz,
ama gerekircilik ve özgürlük sorununu daha derin bir dü-
zeleme yerleştirir.
248
RoUo Jday
8
ARZU VE İRADE
Düşünceyle
Yaratma arasına
Coşkuyla
Yanıt arasına
Gölge düşer
Hayat çok uzun.
-T .S.E liot
24*1
A fk №invir
rekirciliğe karşı bir özgür irade anlayışı ne de F reud’un bi-
linçdışı deneyim diye tanımladığı reddetme anlayışı. Bu
gerekirci, “bilinçdışı” etkenler kuşkusuz işler ve terapi ya
pan bizler saatte birkaç kez bunun etkisi altına girm ekten
kurtulamayız.
Aslında m esele, her insanı etkileyen sonsuz sayıda ge
rekirci kuvvete karşı değildir. Gerekircilikte bazı değerle
rin olduğu konusunda en başta anlaşırsak, bakış açımızı
net tutm uş oluruz. Bunlardan biri, Kalvincilik, Marksçılık
ya da davranışçılığa olduğu gibi, gerekirciliğe duyduğunuz
inancın sizi güçlü bir harekete bağlamasıdır. Kişinin
-M arksçı g ib i- canlılık ve coşkunlukla hareket etm ede
onu en özgür kılanın bir gerekirciliğe bağlılığı olduğu ger
çeği, sorunum uzun paradokslarından biridir. D iğer bir de
ğer, gerekirciliğin sizi her gün halletm eniz gereken sayısız
küçük ve çok da küçük olmayan m eselelerin çoğundan
kurtarmasıdır; bunlann tümü önceden hallolm uştur. Üçün
cü bir değerse, gerekirciliğe duyduğunuz inancın güven
sizliğinizi yenm esidir; kendinizden emin bir şekilde iler
lersiniz. Çünkü bu anlam da gerekircilik, meseleleri daha
derin bir düzeye yerleştirerek insan deneyim ini büyütm e
dir. Am a deneyim im ize sadıksak, aynı derin düzeyde öz
gürlüğüm üzü bulmalıyız.
Bu paradoks, mantıksal bir çelişki olan “tam gerekirci-
lik”ten söz etm em izi engeller. Çünkü doğru olsaydı, kanıt
lamak gerekm ezdi. Biri, üniversite yıllarımda sıklıkla ol
duğu gibi, en kararlının o olduğunu kanıtlamaya kalkarsa,
nedenlerine katılır ve tam gerekircilik savunmamı yapmak
için listesine farkında olm ayabileceği bilinçdışı devinim le
ri sayesinde gerçekten de kararlı olduğunu gösteren birkaç
RoUo Vüjy
yol daha eklerdim . Devam edip, m evcut savunması tama
men kararlı olmasının yalnızca bir sonucuysa, savunması
nı, onun doğru mu yanlış mı olduğuna bakm adan yaptığını
ve böylece doğru olduğuna karar verm ek için hiçbir ölçü
tümüz olmadığım söyleyerek mantıksal çürütm eye gider
dim. Tam gerekirciliğin kendisiyle mantıksal olarak çeliş
m esinin çürütülem eyeceğine inanıyorum. Bunun yerine -
varoluşçu k a la rak - sorgucum a bu sorulan sorarken ve on
ların peşine düşm e çabasına girerken, özgürlüğün önemli
bir unsurunu kullandığını göstermeyi seçerdim .
Daha iyi bir öm ek verm ek gerekirse, terapide hasta far
kında olmadığı güçlerin ne ölçüde kurbanı olursa olsun,
kendini belirli bir biçimde yaşam ındaki bu gerekirci güç
lerin açığa çıkanlışındaki ve onların keşfindeki verilere
yönlendirir, böylece ne kadar önem siz görünürse görün
sün bir seçim e katılır; ne kadar belirsiz olursa olsun, bir
m iktar özgürlük yaşantılar. Bu katiyen hastalan kararlara
“ ittiğim iz” anlam ına gelm ez. D oğrusu, sadece hastanın
kendi irade ve karar gücünü aydınlatarak terapistin hasta
yı istem eyerek ve hafifçe o veya bu yöne itm ekten kaçma-
bileceğine inanıyorum. Savunduğum şey, özbilincin - k iş i
nin, onu şaşırtan bir gerçeğin, büyük, karm aşık, çok yön
lü deneyim akımının kendi deneyimi olduğunun potansiyel
farkm dalığı- her noktada kaçınılmaz olarak karar unsuru
nu getirdiğidir.
Birkaç yıldır, psikanalistlik deneyim im le gitgide derin
leşen, irade ve karar alanında çalışm alanm ıza henüz alm a
dığımız daha karm aşık ve daha önemli bir şeylerin olduğu
kanaatini taşıyorum . Bu alanı, psikoloji bilim im izin, ken
dim iz ve diğerleriyle olan ilişki anlayışımızın fakirleşmesi
Afk t v iradr
pahasına ihmal ettiğim ize inanıyorum.
Bu bölüm lerdeki ödevim iz bu sorunları incelemektir.
İlk önce iradeyle arzu arasındaki karşılıklı ilişkiyi, sonra
da arzunun daha derin anlamlarını ele alacağız. Oradan
amaçlılığın incelem esine geçeceğiz. Son olarak da öğren
diklerim izi terapi m esleğine uygulayacağız. Bu sürece te
mel oluşturan soru, “Böyle incelem eler sonucunda insan
istemine dair yeni bir anlayış, irade ve karar sorununa ye
ni bir temel bulabilir m iyiz?” olacaktır.
252
HoUo May
nizm a büyük olasılıkla iradenin Viktorya dönem inde aldı
ğı biçimle ilgilidir. O dönem de irade, arzuyu yadsımak
için kullanılıyordu. Klinik anlam da konuşm ak gerekirse,
bu süreç gitgide büyüyen duygusal bir boşluğa, içeriğin
giderek boşaltılmasına neden olur. Bu da hayal gücünü ve
düşünsel deneyim i yoksullaştırır; arzulara olduğu kadar
özlem lere ve hasretlere de ket vurarak onları boğar. Kim
senin bize bu tür baskıcı bir irade gücünün sonucu olarak
gelişecek büyük içerlem e, tutukluk, düşm anlık, kendini
reddetm e depolannı ve bunlara bağlı klinik belirtileri
anımsatması gerekm ez.
Yirmili yaşlannın sonunda bir kadın -o n a geri dönece
ğim iz için, adına Helen d iyelim - terapi tedavisinin başın
da, yaşam ilkesinin her zaman “ irade varsa, yol da var” ol
duğunu söylem işti. Bu ilke, onun ciddi kararlar olduğu
kadar sıradan günlük işler de gerektiren yöneticilik işine
ve tipik üst orta sınıf ailesiyle yaşadığı saygın New Eng
land geçm işine uygun görünüyordu. İlk görüşte “güçlü
iradeli” bir kişi olduğu izlenimini uyandm yordu. Tek so
runu, en belirgin bulgulanndan biri olan zorlanmalı çokeş-
li cinsel etkinliğiydi; hayır demeyi becerem iyor gibiydi.
Nedeni her neyse, bu bulgu -g ü zel bir kız olması şüphesiz
bunu tetikliyordu- onun da kolaylıkla görebildiği gibi
“ irade gücü”ne tamamen zıttı. Aynca yiyecekleri “tıkını
yordu” , bazen başkalannm kahvaltı tabaklarında bıraktık
larım yiyor, bedelini mide ağnsıyla ve sonrasında vücudu
nu korum ak verdiği diyet m ücadeleleriyle ödüyordu. İşin
de de benzer biçim lerde işleyen bir yapı göze çarpıyordu;
ara verm eden on dört saat çalışıyor am a ilerleyemiyordu.
Bir dizi acı veren ağlam adan sonra, yüzeysel sosyal başa-
Atfk i r t nutr
nsına rağm en, derinlerde yalnız ve tek başına bir insan ol
duğu ortaya çıktı. Küçük bir kızken annesiyle birlikte gü
neşin altında oturdukları şeklindeki yan fantezi yan anısıy
la ve okyanusun dalgalanyla yeniden sarm alanmayı istedi
ği tekrarlayan bir rüyayla annesine duyduğu özlem den
bahsetti. Rüyasında eve gittiğini ve kapıyı çaldığım ama
kapıyı açan annesinin onu tanımadığını ve kapıyı yüzüne
kapadığım görm üştü. Esas yaşanm ış olan, annesinin ciddi
bir depresyona girm esi ve kızın doğum undan sonraki bir
kaç yılın büyük bir bölüm ünü akıl hastanelerinde geçirm e
sidir.
Hastamızda gördüğüm üz, yalnız, zavallı, hiç sahip ola
madığı şeye duyduğu özlem in altında ezilen bir bebektir.
“İrade gücü”nün büyük baskısının, çileden çıkm ış bir “tep
ki oluşum u” , karşılanm am ış bebeklik gereksinim lerini îe-
lafı etm ek için um utsuz bir çaba, bu acı veren ilk özlem le
rine rağmen yaşam aya devam etm ek için geliştirm iş bir
izlem olduğu açıktı. Belirtilerinin zorlanımlı, azimli türden
olması -in san bilincinin karm aşık süreçlerinin alayı ve
“dengesi” b öyledir- şaşırtıcı değildir. İşte çarpıtılmış irade
budur; gözü dönm üş, kişiye zarar veren irade budur. Ya
şam ona der ki, -m ecazi anlam da onun yaşam ilkesine gö
re söylersek- böylesine özlem ler ve karşılanm am ış gerek
sinim ler varsa, yol kesinlikle irade değildir.
Dahası, sorununun, genelde ergen davranışlarında gör
düğüm üz gibi, sırf anne babasına karşı gelm esi olmadığını
anlıyoruz. Böyle olsaydı, “irade”nin hâlâ mevcut ve etken
am a olum suz olduğunu ve durum la başa çıkm anın o kadar
zor olmadığını gösterirdi. Hastamızın sorunu daha ciddiy
di; bir boşluk, bir hiçlik, bebekliğinden beri boş olan bir
254
Jİotin Mıxy
şeyi doldurm a özlem i. Bağlılık özlem leri bilinç düzeyine
getirilm eden ve bir ölçüde bütünleşm eden “ irade” çöker
se, bu tür bir yapı ciddi kayıtsızlık sorunlanna yol açabilir.
Bu ilk travm a bebekken H elen’a arzularından vazgeçm e
sini öğretti, çünkü onu m uhtem elen psikoza sokacak dere
cede bir um utsuzluk taşıyorlardı. “İrade gücü” bunu ba
şarm a yoluydu. Fakat nevroz daha sonra tam da sorunun
çıktığı yerde intikamını alır.
A şk v e lra d t
nun kaderi” ve bunların benzerleriyle ilgilendi. Nesne se
çim i. Freudyen sitem de, gerçek anlam da bir seçim değil,
tarihsel değişim lerin yerleşim inin bir işlevidir. Gerçekten
de Freud “ irade”yi tüm sistem in şeytanı olarak görür, çün
kü iradenin direnci ve bastırmayı harekete geçirme gibi
olum suz bir işlevi vardır. Veya, “ şeytan” sözcüğü bir var
sayım yapıyorsa, onun yerine W heelis’in sağladığı daha
karmaşık bir adı, yani “karşı fobi” manevrasını kullanabi
liriz. B u, “bilinçdışının irade gücünün varisi olduğu” andır.
F reud’un kuramındaki bu irade yıkımının kaynaklan ne
lerdir? Bir kaynak bellidir: F rued’un doğru klinik gözlem
leri. İkinci kaynak kültüreldir; Freud’un kuram ı, açıkladığı
yabancılaşm aya uygundu ve onun bir dışavurum uydu.
Freud’un nesnelci, yabancılaşm ış, piyasalaşm ış bir kültür
üzerinden konuştuğu ve bu kültüm yansıttığı unutulm am a
lıdır. Daha önce de belirttiğim gibi, Viktçra dönem inde
irade gücüne yapılan aşırı vurgu, kültürün 1914 yılındaki
çöküşünün habercisi olan bölm elendirilm enin tamamlayı
cı parçasıydı. İrade gücüne yapılan aşın vurgu, zorlanımlı
nevrotiğin, bütün sitemi çökm eden önce giderek katılaşan
“ irade” yapısına koşuttu. Viktorya dönemi insanının irade
başlığı altuıda kendine yabancılaşm ası, Freud'un sistem in
de zıt kutuptaki başlıkla, yani arzuyla ifade edilir.
Üçüncü neden, F reud’un amacı ve isteği on dokuzuncu
yüzyıl bilim inin görüntüsüne dayanan gerekirci bir bilim
oluşturm ak olan bilimsel m odelinin gerektirdiklerinden
dolayı iradenin yerine başka bir şey koym aya ihtiyaç duy
masıydı. Bu nedenle, nicel bir neden-sonuç sistem ine ge
reksinimi vardı: M ekanizmasmdan “hidrolik” diye söz
eder ve son kitabında, libido “elektrom anyetik” yük ben-
256
Rolfo H ap
zeşim iyle anlatılır.
F reud’un iradeyi yok etm ek isteyişinin dördüncü bir
nedeni de, onu şimdi daha derin bir tem elde yeniden keş
fetm eye duyduğum uz ilginin nedeniyle aynıdır; yani, in
san deneyim ini derinleştirm ek, bu olguları insan yaşam ı
nın saygınlığını ve ona duyulan saygıyı daha uygun biçim
de yansıtacak bir düzeye yerleştirm ek. Ç ünkü, niyetinin
tersine, Viktorya dönemi “ irade gücü” , her insanın “ irade
sinin efendisi” olduğunu ve yaşamının tüm gidişatını yeni
yıl arifesinde aldığı bir kararla veya pazar sabahı kilise ayi
ninde tesadüfi bir hevesle değiştirebileceğini ima ederek,
aslında yaşam ı küçüm sedi, saygınlığını yok etti ve insan
deneyim ini ucuzlaştırdı.
Freud’un son ikisi gibi bazı yönlerinin çelişkili olması
gözüm üzü korkutmamalıdır; büyüklüğünün göstergelerin
den biri bu tür çelişkilerle yaşayabilm esidir. Freud böyle
bir suçlam aya Walt W hitm an’ın cüm leleriyle karşılık vere
bilirdi: “ Kendimle mi çelişiyorum ? Peki, kendim le çelişi
yorum .”
ARZU
“İrade gücü”nün hastalıklı psikolojik süreçlerine saldı
rırken Freud, geniş kapsamlı “arzu” vurgusunu geliştirdi.
Bizi harekete geçiren “irade” değil “arzu”dur. Sık sık, “ar
zudan başka hiçbir şey zihinsel düzeni harekete geçire
m ez” der. M adem arzunun anlam lannı keşfetm ek için yo
la çıktık, arzunun diğer, daha az ya da daha fazla gerekir
ci psikolojik sistem lerde de bir “kuvvet” olarak varsayıldı-
ğını belirtm ek yararlı olacaktır. Hull tipi davranışçılıkta
“arzu” , F reud’un hazzı gerilim azaltm a olarak tanımlama
A fk i v »-ad«
sına şaşırtıcı biçimde benzeyen bir biçim de, gerilim azalt
m a isteği ve gereksinim i olarak mevcuttur. Genelde insan
bilim lerim iz, alışılmış uyumsal ve evrim sel arzulan, in-
sanlann “hayatta kalm a”yı ve “uzun yaşam a”yı arzuladığı
nı varsayarlar.
“ Arzu” sözcüğünü Viktorya dönemi sonrası günüm üz
de, olgunlaşmamışlığımıza ya da çocuksu “gereksinim leri
m ize” uyguladığımız bir ayncalık olarak görerek ve bu te
rimi hâlâ yoksullaştırm a eğilim inde olduğum uz gerçeğini
göz önüne alarak hem en söylem eliyiz ki, bu sözcük ço
cukluk kalıntılanndan daha geniş süreçlerde görülebilir.
“ A rzu”nun bağdaşıkları atomik tepkinin en küçük yapısına
kadar tüm doğa olgularında bulunabilir; örneğin, A lfred
North W hitehead ve Paul T illich’in tüm doğa parçacıkla-
nndaki pozitif-negatif hareketler diye adi andırdıklannda.
Yönelim , etim olojik anlam da, biyolojik organizm alann
içsel “bir yöne dönm e” eğilim lerinin bir biçimidir. “Ar-
zu”nun aşağı yukarı bir parçacığın diğerine ya da bir orga-
nizmanuı diğerine doğru kör ve istem dışı hareketi olduğu
nu söyleyip bırakırsak, F reud'un “ölüm içgüdüsü” biçi
mindeki karam sar sonucunu sözcük anlamıyla, yani orga
nizmanın kaçınılmaz olarak cansız durumuna geri dönm e
si olarak almaya amansızca itilm iş oluruz. Arzu sadece bir
kuvvetse, yalnızca cansız taş durum una geri dönm ekten
oluşan boş bir hac yolundayız demektir.
Am a arzuda anlam unsuru da vardır. Gerçekten de, in
san arzusunu oluşturan şey, kuvvet ve anlamın belirli bir
biçimde birleşim idir. Bu “ anlam ” unsuru, Freud'un arzu
kavramında kesinlikle m evcuttur ve çelişkili bir şekilde
arzu kör bir kuvvetm iş gibi konuşsa da, Freud’un ana kat
258
Rotlo May
kılarından biridir. Arzuyu böylesine bir verim lilikle -ö z e l
likle fantezilerde, özgür çağnşım larda ve rüyalarda- kul
lanabiliyordu, çünkü onda sadece kör bir itme değil, an
lam taşıyan bir eğilim görüyordu. Arzu giderm e ve libido
gereksinim lerin tatm ini konusunda yazmasına ve arzu yal
nızca ekonom ik bir nicelikm iş, kendi başına bir kuvvet
m iş gibi konuşm asına rağm en, varsaydığı bağlam , anlamın
kuvvetle buluştuğu noktadır.
Ö rneğin, yaşam ının ilk birkaç haftasında bebeğin ras
gele ve körce ağzını, insan veya plastik, herhangi bir m e
me ucuna götürdüğü düşünülebilir. Fakat bilincin ve kişi
nin nesne dolu bir dünyada benliğini yaşanülam a yetisinin
ortaya çıkışı ve gelişim iyle, yeni yetiler doğar. Bunların
başlıcası, sim ge kullanımı ve sim gesel anlam lar aracılığıy
la yaşam la ilişki kurmaktır. O andan itibaren, arzu, kör bir
itm eden daha fazlasıdır; bir anlam da taşır. M em e ucu m e
me olur - bu sözcükler ne kadar da farklıdır! İlki bizi ha
yatta tutm ak için gerekli erzakı veren vücut bölüm ünün
anatom ik bir tanımıdır. İkincisiyse tam bir deneyim i - s ı
caklığı, yakınlığı, hatta kadınsı ilgiyle gelen güzelliği ve
olası sev g iy i- kazandıran bir simgedir.
Bu sim gesel anlam boyutunun, doğal insan biliminin
başına açtığı zorlukların farkındayım. Yine de, araştırma
nesnem iz olan insanı nasıl bulduysak -yaşam ıyla dilini
oluşturan sim gesel anlam lar yoluyla ilişki kuran bir yara
tık o larak - öyle ele almalıyız. Bu nedenle, arzuyu basit bir
güce indirgemek yöntem bilim sel olarak sağlıksız, deney
sel olarak da hatalıdır. İnsanda bilincin ortaya çıkışından
beri, arzular ne sadece gereksinim dirler ne de ekonom ik
lerdir. B ir kadın cinsel açıdan benim için çekicidir, diğeri
Alfk vc irade
değildir; bu asla sadece depolanm ış libido miktarı m esele
si değildir, daha çok erotik “kuvvet”imin ilk kadının be
nim için ifade ettiği farklı anlam larca yönlendirilmesi ve
biçim lendirilm esidir. Bir önceki cüm ledeki “asla”mızı iki
istisnayla sınırlandırmalıyız. Biri, deneyim in bazı yönleri
nin açıkça ve bilerek sınırlandırıldığı, askerlerin on iki ay
boyunca K uzey K utbu'nda konuşlanm aları gibi, yapay
durum larda. B ir diğer istisna da, kişinin, hastam ız Helen
gibi, rasgele cinsel itkiler tarafından herhangi bir erkeğe
veya kadına sürüklendiği zam anlardaki patolojidir. Fakat
burada, kesin olarak patolojik diye tanımlanmış bir durum
vardır ve bu, rasgele cinselliğin insan arzusunun haün sa
yılır bir öğesine ters düştüğü şeklindeki düşüncem in
önemli bir kanıtıdır. XV I. Louis “her kadın iş görür, yeter
ki onu yıkayın ve dişçiye gönderin” dediğinde neyi sınıf
landırdığını bilm iyorum . Fakat kral olmayan ve ruhsal
dengesi bozulm am ış insanlar birileriyle, diyelim tesadüfi
bir karşılaşm ada veya bir karnavalda anlam sız cinsel iliş
kiler yaşadıklarında, sonrasında kendilerini, muhtemelen
hayallerinde, diğer insanı şefkatle veya erdem le veya on
lar için önemli olan özel bir sıfatla kuşatırken bulurlar. İğ
renm e de insanca anlam lı bir arzunun bir dışavurum u ya
da daha kesin olarak söylem ek gerekirse, bir hüsranıdır.
Bazı eşcinsellerin yaşadıkları gibi, tam am en adsız cinsel
ilişki durum larında, kişinin sonradan duyduğu iğrenme
tepkisi de düşüncem izi kanıtlar. Bir terapist olarak dene
yim lerim , insanoğlunun cinsel ilişki yaşadığı yaratığı, sa
dece hayalde de olsa kişiselleştirm esi gerektiğini, yoksa
kendisinin kişiliksizleşeceğini gösterir.
Bu, terapideki “ id dürtülerini denetlem e” ve “ birincil
260
Railo Man
süreçlerin bütünleşm esi” gibi kavram lara dayanan tartış
maların ve yaklaşımların hepsinin, m eselenin esasım kav
rayam am ış oldukları sonucunu ortaya koyar. Birincil süreç
diye bir şey var mıdır? Sadece çok ciddi patolojilerde ya
da soyut kuram lanm ızda. İlki, hastalanm ızda olduğu gibi,
anlamlı simgesel süreçlerin çöktüğü durum lardır; İkincisi,
sim geciliğim izin terapist olarak kullanılmasıdır. Elim izde
ki, birincil süreçlerden ve onların denetim inden oluşm uş
bir organizm a değil, deneyim i, simgesel anlam da yaşadı
ğı, öğrendiği; onu anlarsak bizim yaşadığımız, öğrendiği
m iz arzuları, dürtüleri ve gereksinim leri içeren bir insan
dır. Nevrozda çarpıklaşan sim gesel anlam lardır, id dürtüle
ri değil.
Söylediğim iz, insan arzusunun yalnızca geçm işten ge
len bir itme ya da yalnızca tatmin isteyen ilkel gereksinim
lerin çağnsı olmadığıdır. O bir gelecek biçim lendirm esidir,
gelecekte olmasını um duklanmıza, hem anıyı hem fantezi
yi içeren sim gesel süreçlerle bir şekil verm edir. A rzu, ken
dimizi geleceğe yöneltm enin başlangıcıdır, geleceğin böy
le olmasını istediğim iz itirafıdır; derinliklerim ize uzanıp
kendim izi geleceği değiştirm e isteğiyle oyalamaktır. Son
değil, başlangıç dediğime dikkat edin; “arzu giderim i”nin,
arzuyu irade yerine kullanmanın ve bunun gibilerin tam a
men farkındayım. Öncesinde arzu yoksa irade de yoktur
diyorum . A rzuda, tüm simgesel süreçler gibi, hem bir iler
leme öğesi, bir ileriye uzanm a, hem de bir gerilem e kutbu,,
bir arkadan itme vardır. Arzu böylece hem anlamını hem
kuvvetini taşır. Güdüleyici güçü, bu anlam ve kuvvet ke-
sişim inde yatar. W illiam Lynch’in neden “ arzu en insani
eylem dir” dediğini artık anlayabiliriz.
262
R o llo M a o
Arzulam ayı bırakmak ölmek ya da en azından ölüler ül
kesini m esken tutmaktır. B aşka bir özellikse doygunluk
tur: Arzuların sadece tatm ine doğru itişler olduğu, sonun
gereksinim in tatmini olduğu düşünülürse, şiir, boşluğun,
hiçliğin ve boşunalığın en büyük olduğu yerin arzuların
karşılandığı yer olduğunu söylüyordur.
Fakat en şiirsel olmayan konularda bile şiirsel yazabi
len Eliot, bundan daha derindir ve psikolojim iz de böyle
olabilir. Bu durum un altında yatan nedeni, tek kelim eyle,
kısırlık olarak nitelendirir. Şiirine temel olarak aldığı, Ço
rak bir Ü lke’yi yöneten Balıkçı Kral adlı bir adamın efsa
nesini anlatan mitte geçen tam anlamıyla bir cinsel kısırlık
tır. Bu çok eski efsane, toprağın verim liliğiyle, kışın “ço
rak ülke”liğini izleyen baharla ilgilidir ve mit daha sonra
Kral A rthur öykülerine girm iş, Kutsal Em anetler, Balıkçı
K ral’ın şifa yolu olm uştur. “Toprak çıplak ve kuruydu,
saflık şövalyesi cinsel organlarından yaralanan Balıkçı
K ral'ı iyileştirm ek için gelene kadar da öyle kalacaktı.”5
Kısırlığın özü boşunalık, hedefsizlik, amaçsızlık, yaşam
dan zevk alam am adır; bunlar bilincin kökten tıkanmasıyla
ilişkilidir. “Bu kadar kötü olan, kadının farkında olmayışı
d ır...”6 Bu da, sırasıyla, Eliot’ın, benliğin tarihsel kültür
geleneğim izin büyük sim gesel ifadelerinden koparm aktan
gelen inanç eksikliğine bağlı olarak yorumlanmıştır. Çağ
daş yatak odasını Shakespeare, M ilton ve Ovid gönderm e
leri içine yerleştirir, fakat kadın onu çevreleyen güzelliğin
farkında değildir. Cinsel macerasını Dido ile Aenas ve Ant-
hony ile Cleopatra gibi geçm işin tutkulu aşıklanna anıştır
maların arasına yerleştirir; fakat bu kadınla sevgilisi için
seks, tutkulu olmak bir yana, “boşuna avuç avuca nefes
Afkt*intde
nefese kalm a” bile değildir artık.
Eliot, aslında, inanç olm adan daha fazla İşleyem eyece
ğim izi, arzulayamayacağımızı söylüyor. Bu cinsel istekle
ri de kapsar: İnanç olm adan hem cinsel hem başka anlam
da iktidarsızlaşınz. Şiirdeki dini içerik bu bölümde kullan
dığım kavram larla yorumlanabilir. Yani, arzunun sim ge
selliğinde bir anlam boyutu vardır, arzuya özel insan nite
liğini veren budur, bu anlam olm adan istemenin duygusal
ve cinsel yönleri bile kuruyup kalır. Şiir 1922’de, banşın
ve refahın çok yakın olduğunu, birkaç yıllık gelişm e son
rasında tüm gereksinim lerim izin karşılanacağını düşündü
ğüm üz iyimserlik çağının başlarında, tek kötümserliğin ro
m antik, nostaljik, kendine acıyan bir melankoli olduğu, F.
Scott Fitzgerald’ın “caz çağında” yazılmıştır. Çağımızın en
fazla tartışılan şiiri olmasına rağm en, o günlerde insanla
rın, şiirin etkisinde ne kadar kalırlarsa kalsınlar, pek azı
onun ne denli gelecek habercisi olduğunun farkına varm ış
tı; klinik psikoterapinin, onun kayıtsızlılık ve iktidarsızlık
kehanetlerini bu şekilde doğrulayacağını Eliot’ın bile bil
diğinden kuşku duyuyorum .
Birçok varoluşçu gibi Eliot da şiiri yazdığı kültürde bir
yanıtın henüz mümkün olduğuna inanmıyordu. Heideg-
g e r’in deyim iyle, “zaman daha olg u n laşm am ıştı; Til-
lich’in £ö/><w’unda da henüz yoktu. Onda sadece “Tehli
keli K ilise”ye giden Şövalye vardı;
264
K otla M a y
O esnada diriliş için bir umut görem ez ve şiirin sonun
da Balıkçı Kral hâlâ:
Afk (M*imda*
şunalığı ve kayıtsızlığı aşan yapıcı olasılıklar arzunun de
vingen başlangıcını, çıkış um udunu taşır.
266
RcUu .Man
gerçektir ve kişiye sona götürür. Ibsen’in oyununda Peer
Gynt arzulayarak ve arzulanna göre davranarak dünyanın
etrafında dolaşır; tek sorun arzulanm n karşılaştığı diğer in
sanla bir ilgisi olmayışı ve tam am en benm erkezcil, “ben
lik tıpasıyla kapanm ış benlik fıçısı içinde” oluşudur. Aynı
şekilde, Uyuyan G üzel'de uyuklayan kızı m asalın sözcük
leriyle “zaman olgunlaşm adan” kurtarm ak ve uyandırmak
için yaban güllerine zarar veren genç prensler, öteki hazır
değilken onu aşka ve sekse zorlam aya çalışan davranışın
örnekleridir; karşılıksız bir arzulam a sergilerler. Genç
prensler kendi isteklerine ve gereksinim lerine, sen ile iliş
ki kurmaksızm bağlıdırlar. Arzu ve irade kişilerarası karşı
lıklılığın özerk, yaraücı eylemleri ışığında görülebilir ve ya
şanabilirse, Aziz A ugustine’in “ ne istersen sev ve yap”
söylem inde derin bir gerçek yatıyor demektir.
Fakat Peder Lynch ve tabii ki Aziz A ugustine, insan
doğası konusunda saf değildiler (tıpkı Freud gibi). Bu ar
zulamanın ideal olarak belirtildiğini çok iyi biliyorlardı.
Soriınun, insanın kom şusuna karşı arzu ve irade gösterm e
si olduğunu, hayal gücünün yalnızca yaratıcı karşılıklı ar
zuyu biçim lendirm e kaynağı olmadığını, aynı zam anda bi
reyin sınırlan, kanaatleri ve deneyim leriyle kısıtlandığını;
bu nedenle, ne kadar iyi bir analizden geçersek geçelim ,
Tanndan ne kadar iyilik alırsak alalım , kaç defa ruhsal ay
dınlanma yaşarsak yaşayalım , arzulam amızda her zaman
diğerine ve kendim ize şiddet uygulam a öğesi vardır.
Lynch bunu burada, durumun geçekliği karşısında arzuda
ısrar anlam ında olan “ iradeli” öğe olarak adlandmr. Irade-
lilik, ona göre, karşı gelm eyle güdülenen, arzunun nesne
si yanında olmasından çok bir şeye karşı olduğu irade tü
A fk t » imdir
rüdür. Lynch, karşı çıkan, iradeli eylem in, hayalden çok
fanteziyle bağlantılı olduğunu ve gerçekliği görm ek, onu
biçim lendirm ek, ona saygı duym ak, onun tadına varmak
yerine onu reddeden ruh olduğunu söyler.
Arzulam ada ve iradedeki özerk, kendiliğindenlik öğe
si, psikiyatr Dr. F arber’m irade konusundaki önemli yeni
çalışmalarında da vardır.10 Dr. Farber, ilki benliğin bütün
lüğü deneyim i, belirli bir yöne doğru nispeten kendiliğin
den oluşan bir hareket olan, iki “ irade” alanı arasında bir
sınır çizer. Bu tür arzulam ada, beden bir bütün olarak ha
reket eder, deneyim bir rahatlam ayla ve yaratıcı açık bir
özellikle nitelenir. Bu tüm politik ya da psikolojik özgür
lük bahislerinden önce gelen bir özgürlük deneyim idir;
gerekirci kişi tarafından önceden varsayılan ve tüm gere
kircilik bahislerinden önce gelen bir özgürlük olduğunu
da eklem eliyim . Bunun aksine, iradenin ikinci alanı. Dr.
F arber’a göre sıkıntı veren öğenin, ya/ya da nitelikteki bir
kararın, hem bir şey için hem bir şeye karşı kararın gerek
liliğinin girdiği yerdir. Freudyen terim ler kullanırsak, “sü-
perego iradesi” bu alana girer. Farber iradeyi ikinci anlam
da kullanarak bu karşılaştırmaları yapar: Okum ak isteyip
anlamak istem eyebiliriz, bilgi isteyip bilgelik istem eyebi
liriz, vicdan isteyip ahlak istem eyebiliriz. Bu yaratıcı eser
lerle örneklenir. F arber'm ikinci irade alanı, örneğin top
lantı için bir konuşm a hazırlam ada, birinin metnini düzelt
mede olduğu gibi yaratıcı çabadaki bilinçli, çalışkan, eleş
tirel uygulamadır. Ama gerçekte konuşmayı yaparken ve
ya umarız yaratıcı “esin” yazımız ele geçm işken, benliği
bir derece unutm ayla m eşgulüzdür. Bu deneyim de arzula
ma ve irade bir olur. Yaratıcı deneyim in bir özelliği, çatış
268
Roliu M ay
m ayı aşarak geçici bir birlik sağlamasıdır.
Farber, ikinci alanın birinci alanı ele geçirm esinin cazi
besini vurgular; kendiliğindenliğim izi, etkinliğin özgürce
akışını yitiririz ve irade çabalı, denetim li; yani Viktorya
dönem i irade gücü oluverir. Anladığım kadarıyla, Far-
b er’ın ilk sınıfta anlattığı, Lynch’in “arzu” olarak adlandır
dığına çok yakındır. Lynch “irade”de, Farber “ kendiliğin
den irade”de olm ak üzere, her ikisi de, bir sonraki bölümü
adayacağım ız amaçlılığı çok iyi tanımlarlar.
Burada bazı geçici tanımlar sunacağım . İrade, kişinin
benliğini, bir yöne ya da bir am aca doğru hareket gerçek
leşebilsin diye düzenlem e yetisidir. Arzu bazı eylem veya
durum ların m eydana gelm esi olasılığıyla yaratıcı bir biçim
de oynamaktır.
Fakat daha karm aşık sorulara geçmeden önce, iki şey
yapmalıyız. Biri, irade ve arzunun karşılıklı ilişkisinin kaba
diyalektiğini engellemektir. Bunun amacı, dikkate alınması
gereken bazı olgusal yönleri göstermektir. “İrade” ve “arzu”
kutuplulukta işler görünebilir. “İrade” özbilinçlilik gerekti
rir; “arzu” gerektirmez. “İrade” ya/ya da seçiminin olasılığı
nı ima eder; “ arzu” etmez. “Arzu” “ irade”ye sıcaklık, içerik,
hayal gücü, çocuk oyunu, tazelik ve zenginlik kazandınr.
“İrade” “arzu”ya benlik yönü, olgunluk kazandırır. “İrade”
“arzu”yu korur, onun çok büyük tehlikelere girmeden deva
mını sağlar. Fakat “arzu” olmadan “irade” yaşam gücünü,
canlılığını yitirir ve kendiyle çelişerek yok olur. Sadece “ira
de” var, “arzu” yoksa, elinizde kurum uş, Viktorya dönemi,
neopüriten insan kalır. Sadece “arzu” var, “irade” yoksa, eli
nizde çocuk kalmış yetişkin olarak robot adam a dönebile
cek, yönlendirilen, özgür olm ayan, çocuksu insan kalır.
Affc ın imdo
WILLIAM JAMES VE İRADE
Amaçlılığı araştırmaya geçm eden önce yapılması gere
ken diğer bir ödev de, yaşam ı boyunca irade sorunuyla uğ
raşm ış, psikolog-filozof Amerikalı deha, W illiam Jam es’i.
ele almaktır. Deneyimi bizi yola çıkaracaktır.
Jam es’in “ciddi depresyonu” ve “birkaç yıl boyunca in
tiharın eşiğinde olduğu” gerçeği konusunda yazan saygın
bir m eslektaşım bizden Jam es’i, uyumsuzluklarının bu
yönleri nedeniyle “acımasızca yargılamamamızı” 11 ister.
Farklı bir görüşteyim . Jam es’in geçirdiği depresyonları ve
bunlarla başa çıkm a yolunu anlam ak ona olan takdirimizi
ve hayranlığımızı artırır. D oğru, yaşam ı boyunca tereddüt-
lülükten ve kararsızlıktan m ustaripti. H arvard’da ders ver
meyi bırakm akta zorlandığı son yıllarında, günlüğüne bir
gün “istifa et” , diğer gün “istifa etm e” , üçüncü gün tekrar
“ istifa et” diye yazardı. Jam es’in karar verme güçlüğü, iç
zenginliğiyle ve her kararın onun için taşıdığı sayısız ola
naklarla bağlantılıydı.
Fakat Jam es’i iradeyle bu kadar ilgili yapm aya zorla
yan -iç in e girdiğinde “dört saat daha uzun yaşam ayı iste
tecek bir neden” özlemi hakkında yazdığı- bu depresyon
ların ta kendisiydi ve işte bu depresyonlarla m ücadele sı
rasında insan iradesiyle ilgili bu kadar şey öğrendi. Dep-
resyonlanna ve devamlı olarak uykusuzluktan, göz sorun
larından, sırt hastalıklarından ve benzerlerinden çekm esine
rağm en, altmış sekiz yaşındaki ölümüne kadar böylesine
verim li bir yaşam sürm esini sağlayanın, arzulam a yetisi
nin keşfi olduğuna inandı. Ben de bir terapist olarak, bu
radaki yargısının klinik açıdan doğru olduğuna inanıyo
rum . “Bozuk irade çağı” diye adlandınlan çağımızda, irade
270
R o ilo M o y
sorunum uz konusunda bize verebileceği herhangi bir yar
dıma ulaşm ak için sabırsızlıkla W illiam Jam es’e dönüyo
ruz.
1890’d a12 yayınlanm ış, irade konusundaki ünlü bölü
m ünde, özetle arzuyu, başanlm ası mümkün olm ayan bir
şeyi istediğim izde yaptığımız şey olarak tanımlayıp üze
rinde durm ayarak, sonuçlandırma gücüm üz olduğunda var
olan iradeyle karşılaştırır. İsteğin yanında, elde etm enin
m üm kün olmadığı hissi varsa, sadece arzularız. Bu tanı
mın, Jam es’in Viktoryacılığımn ortaya çıktığı yerlerden bi
ri olduğuna inanıyorum; arzular gerçekdışı ve çocukça gö
rülür. Açıkçası, ilk arzuladığımızda hiçbir arzu m üm kün
değildir. Birkaç şekilde arzuladığımız zaman ancak m üm
kün olur ve onu birkaç taraftan, m uhtem elen uzun bir za
man zarfında ele alarak, gücü üretiriz, onu gerçek yapm ak
için tehlikeyi göze alırız.
Fakat sonra Jam es, burada sadece değinebileceğim ,
edebiyattaki en heyecan verici irade savlarından birine atı
lır. İlk olarak, bir dizi karar gerektirm iyor olm akla nitele
nen “birincil” tür vardır. G öm leğim izi değiştirm eye veya
bir kağıt üzerine yazı yazm aya karar veririz ve bir başla
dık mı, biz dizi hareket kendi kendine birbirini izler; is-
temdışıdır. Bu “birincil irade” çatışmasızlığı gerektirir. Ja
m es burada kendiliğindenliği korum aya çalışır. Viktorya
dönem i irade gücüne, onu tüm yaşam ı boyunca um utsuz
ca hayal kırıklığına uğratan ve depresyonlarla dışavurulan
felce iten o “ irade gücü”nü uygulam aya karşı tavır alır.
Psikanaliz sağ olsun, günüm üzde bu sözde “çatışmasızlık”
hakkında ve çatışmasız görünen durum larda sayısız şey
yaşandığına dair daha fazla şey biliriz.
A jk w* i m d e
Daha sonra görüşü izleyen eylem olarak tammladığı
“sağlıklı irade”ye değinir. G örüş, net bir kavram dan ve
birbirleriyle doğru orantıda güdülerden oluşur; bu da o l
dukça akılcı bir görüntüdür.13 Sağlıksız iradeden bahseder
ken, haklı olarak tıkanık iradeye odaklanır. Bu konuda ver
diği öm ek, gözlerim izin odağını yitirdiği ve “dikkatim izi
toplayamadığımız” durum dur. “ Boş boş bakıp hiçbir şey
yapm adan otururuz.” Bilinç nesneleri iliğe işleyem ez ya
da kabuğu kıram az. Büyük ölçüde yorgunluk veya bitkin
lik bu durum un işaretleridir “ve onun neden olduğu şeyi
andıran kayıtsızlık, akıl hastanelerinde akıl hastalığının be
lirtisi olarak istem yitim i diye tanınır” .14 Bu kayıtsızlığı
yalnızca aklı hastalığıyla ilişkilendirm esi ilginçtir. İlk baş
ta ben, bunun günüm üz toplum unun süreğen, yaygın, ruh
sal durumu olduğuna inanıyorum: “Çağımızın nevrotik ki-
ş iliği.”
Soru şuna gelir, Neden bir şey ilgimi çekm ez, bana
uzanm az, beni kavram az? Böylece Jam es ana irade soru
nuna, yani dikkate gelir. Bunun ne kadar dahice olduğunu
fark edip etm ediğini bilm iyorum . M odem psikanalizin bi
ze verdiği tüm araçlarla iradeyi incelediğim iz zam an, ken
dimizi iradenin dayandığı dikkat veya niyet düzeyine itil
m iş bulacağız. İrade uygulam asına harcanan çaba gerçek
te dikkat çabasıdır; istem edeki uğraş, bilinci net tutm a ça
bası, yani dikkati odaklı tutm a uğraşıdır. “ ‘B ir kez doğan”
uyum lu insan türünün çabaya pek gereksinim i yoktur, der
Jam es, fakat kahram anlar ve nevrotiklerin çok fazla ge
reksinimi vardır. Bu onu, inanç, dikkat ve irade arasındaki
keskin olduğu kadar şaşırtıcı bir kimlik açıklamasına iter:
272
Rollo U n u
Kısaca nesnelerle ve benlik arasında belirli bir ilişki an
lamına gelen irade ve inanç, tek ve aynı psikolojik olgu
nun iki adıdır.15
Mümkün olan en kısa formül belki de, inanç ve dikkati
mizin aynı şey olduğudur.16
Buz gibi bir sabah, içinde ateş yanmayan bir odada ya
taktan kalkmanın ne demek olduğunu ve içimizdeki ya
şamsal ilkenin bu çileye nasıl karşı çıktığını biliriz. [Ola
yın geçtiği yer ve zaman, merkezi ısıtmanın ortaya çıkı
şından önce New England.] İnsanlann çoğu, bazı sabah
lar, kendilerini sonuçla yüzleşmeye hazır hissetmedikle
rinden muhtemelen bir saat yatakta beklemiştir. Ne kadar
geç kalacağımızı, günlük görevlerin nasıl etkilenecekleri
ni düşünürüz; “kalkmam gerek, bu çok alçaltıcı” gibi
şeyler söyleriz. Ama sıcak divan hâlâ çok tatlı, dışandaki
soğuk çok acımasızdır ve karar eyleminin eşiğinde gibi
görünürken sonuç kendini erteler, silinir gider. Bu koşul
larda nasıl kalkanz? Kendi deneyimimden bir genelleme
yapmam gerekirse, çoğu zaman herhangi bir mücadele
ya da karar olmadan kalkanz. Birden bire kalkmamamız
gerektiğini anlanz. Talihli bir bilinç kaymâsı yaşanır;
hem sıcağı hem soğuğu unuturuz; günlük yaşamla ilgili
bir dalgınlığa düşeriz ve bu sırada bir düşünce yanıp sön
meye başlar, “Alo! Daha fazla burada yatamam” . Bu dü
şünce o şanslı anda hiçbir zıt ya da felç edici öneriyi
uyandırmaz ve sonuç olarak hemen uygun kas hareketle
A fk m irade
rini üretir. O mücadele sırasında hareketlerimizi felç
eden, hem sıcağın hem soğuğun fazla farkındalığıydı...17
274
ftoOo M ay
tir. Freud, Viktora dönemi irade gücünün içerdiği kendini
kandırmayı ve ussallaştırmayı ayrıntılı biçimde anlatm ış ve
bence onu tahtından sonsuza dek indirm iştir. Ö rnek, Ja-
m es’in, amacın bozulup kişinin kendi kişiliğini bencilce
sergilem esine dönüştüğü ve bu kanşıklıkta gerçek ahlaki
meselenin tam am en kaybolduğu Viktoryacılığm felç edici
etkilerine karşı m ücadelesini gösterir.
Böylece can alıcı sorum uza dönüyoruz. O “talihli bir
bilinç kaym ası”nda ne yaşandı? Jam es bize sadece “ gün
lük yaşam la ilgili bir dalgınlığa düş”tüğüm üzü söyler. İş
te sım m ız burada yatar! Psikoterapi bize o “dalgınlık” hak
kında Jam es’te olm ayan birçok veri kazandırm ıştır ve bu
nun içine “düş”tüğüm üze de inanmıyorum.
N etleştirm ek amacıyla, Jam es’in irade kavram ındaki
“yarım kalm ış m eseleler” ile ilgili düşüncem i belirtece
ğim . Bütün bir deneyim boyutunun, çağdaş psikolojide
yaptığımız gibi, Jam es taralından dışanda bırakıldığını öne
sürüyorum . Yanıt, Jam es’in bilinç incelem esinde veya
Freud’un bilinçchşı incelem esinde değil, hem bilince ve
bilinçdışına, hem bilişe ve gayrete hem dokunan hem de
hepsini içeren bir boyutta yatar.
Şim di, tarih boyunca amaçlılık olarak bilinen bu boyu
ta geçiyoruz.
275
A şk pe irodv
9
AMAÇLILIK
276
RaUnHay
mevcuttu.
Tartışmamız boyunca bize bir m üzik aleti gibi eşlik
eden bu konu, amaçlılıktır. Am açlılıkla, deneyim e anlam
veren yapıyı kastediyorum . Am açlılık, am açlarla bir tutul
m am alı, onların altında yatan boyut olarak anlaşılmalıdır;
insanın amaçlı olm a yetisidir. Jam es’in örneğinde, hem
kendim izi hem de günü birbiriyle ilişkili olarak biçim len
dirm e, onları yoğurm a ve değiştirme yetim izin kaynağı
olan gelecek günün olanaklarına hayalde katılmamızdır.
Jam es’in yataktaki dalgınlığı, bunun güzel ama yadsınmış
bir ifadesidir. Am açlılık bilincin esasını oluşturur. Aynı za
m anda arzu ve irade sorunun anahtarı olduğuna inanıyo
rum.
İlk olarak, bu terim ne anlam a gelir? Bunu iki aşam a
da tanımlayacağız; ön aşama, amaçlarımızın dünyayı nasıl
algıladığımıza göre sonuca götürdüğüdür. Örneğin bugün
öğleden sonra dağda bir evi görm eye gittim . İlk başta de
yin ki, bazı arkadaşlarımın yaz için kiralayacağı bir yer arı
yorum . Eve yaklaştığım da, evin sağlam olup olmadığım ,
iyi yapılıp yapılmadığını, yeterince güneş alıp almadığını ve
bana “bannak”ı çağrıştıran diğer şeyleri sorgulayacağım.
Ya da deyin ki, emlak vurguncusuyum : O zaman gözüme
çarpanlar, evin onanm ının ne kadar kolay olacağı, ona öde
yeceğim den daha cazip bir kazanç getirip getirm eyeceği
ve bana “kâr” ı çağrıştıran şeyler olacaktır. Veya diyelim ki,
arkadaşlarım ın evini ziyaret ediyorum: O zaman onu “ko
nukseverlik” olarak gören gözlerle ona -akşam üstü soh
betimizi daha keyifli hale getirecek açık verandası ve şez
longlarına- bakacağım. Ya da bu, evim deki partide beni
küçük gören arkadaşlarım ın kokteyl partisiyse, kendimi
A şk ov irade
birilerinin benim kulübem i onlarınkine tercih ettiğine dair
göstergelerini ve insanların o m eşhur tiksindirici kıskanç
lıklarının “sosyal durum ”unun diğer yönlerini görür bulu
rum. Veya, son olarak, bu akşam üstü suluboya m alzem e
lerimle donanm ış, karalam a yapm aya koyulm uşsam , evin
dağ kenarına nasıl tutunduğunu, yukarıdaki tepelere uza
nan, aşağıdaki vadileri süpüren çatının çizgi yapısını ve as
lında bu harap, yıkık dökük evi, bana verdiği sanatsal ola
sılıklar için tercih ettiğim i şimdi bile göreceğim .
Bu beş örneğin her birinde, uyaranı yaratan aynı evdir
ve ona tepki veren ben, aynı insanım. Fakat her bir durum
da, ev ve deneyim tam am en farklı anlamdadırlar.
Fakat bu, amaçlılığın sadece bir yönüdür. Diğer yönü,
bir nesneden geldiğidir. Amaçlılık bu ikisinin arasındaki
köprüdür. Bizim gibi öznelerin, nesnel olan dünyayı gör
mesini ve anlam asını mümkün kılan anlam yapısıdır.
Am açlılıkta, özne ve nesne ikileşimi kısm en giderilmiştir.
AM AÇLILIĞIN KÖKLERİ
Bu kavram bana öylesine önemli görünür ve çağdaş
psikoloji tarafından öylesine ihmal edilm iştir ki, okuru be
nimle birlikte anlamını keşfe davet ediyorum . Kökleri es
ki çağ düşüncesinde bulunur: A ristoteles, “gözlere verilen
[bizim deyişim izle, algılanan], ruhun am acıdır” der. C ice
ro, “bedenin gerilim i olarak ruh”tan söz eder.1 Fakat özel
olarak amaçlılık kavramı batı düşüncesine ortaçağın ilk dö
nemlerinde Arap filozoflar tarafından tanıtılmış ve ortaçağ
düşüncesinin m erkezi olmuştur. Amaçlılık o zamanlar,
gerçekliği bilm e yolu anlam ına geliyordu; bir bilgi kura
mıydı. İki tür amaçlılık belirginleştirilm işti: Belirli şeyleri
278
R o tio M a y
-y an i gerçekten var olan nesneleri- bilmek anlamındaki
inteflsio prim o ve bu nesnelerin genel kavram larla ilişkisi
-y an i kavram sallaştırarak b ilm e- anlam ındaki intensio se-
cundo.
Tüm bunlar, bir şeye zaten bir şekilde katılm ış olm a
dıkça onu bilem eyeceğim izi varsayar. Aziz Thom as Aqui-
n as’a göre, am açlılık, aklın anlaşılan şeye dair ne kavradı-
ğıdır. Çevirm en tarafından m aalesef hiç de kolaylaştırılm a
mış bir dille şöyle der: “A kıl, zeka eylem inde bilgilendi
rilme yoluyla, anlaşılmış şeyin amacını biçim lendirir”2
Edilgen olan “bilgilendirm e” sözcüğünün ardından, etkin
biçim lendirm e sözcüğünün geldiğine dikkat edelim . Bu
nunla, bilm e sürecinde, anlaşılan şey tarafından biçimlen-
dirildiğim iz ve aynı eylem de, aklımızın anlaşılan şeye ay
nı anda biçim verdiğini anlıyorum. Burada önem li olan
“ in-form ” , yani “ içeriden biçim lendirm ek” sözcüğüdür.
Birine bir şey söylem ek, onu bilgilendirm ek, onu biçim
lendirm ektir - bu süreç psikoterapide, terapistin doğru za
m anda sadece bir cümle ya da bir sözcük söylem esiyle
çok güçlü olabilir. Bu, lisansüstü program larım ızdaki, bil
ginin yalnızca işlediğim iz, bizim dışım ızda, işlenmemiş
veri olduğu şeklindeki beyin yıkam alarından ne kadar da
farklıdır!
Amaçlılık böylece bir bilgi kuram ı, gerçeği bilm e yolu
olarak başlar. Bildiğimiz şekliyle gerçekliğin anlamını ta
şır.
K onum uz, m odern düşüncede Im m anuel K an t’ın
“ikinci K opem ik devrim i”yle ileriye doğru dev bir adım
atmıştır. Kant zihnin, duyguların üzerine yazdığı veya
olayları sadece em ip sınıflandıran basit bir edilgen hamur
A*k ı irçui*
olmadığını düşünüyordu. Gerçekte olan, nesnelerin anla
yış yollarımıza uymasıdır.3 Bunun iyi bir örneği m atem a
tiktir. M atem atik, zihnimizdeki kavramlardır; doğa onlara
uyar, “yanıt verir” . Bertrand Russell’ın K ant’tan bir buçuk
asır sonra fizik hakkında söyleyeceği gibi, “fizik, fiziksel
dünya hakkında çok şey bildiğim iz için değil, çok az şey
bildiğim iz için m atem atikseldir; ancak m atematiksel özel
likler içinde keşfedebiliriz”4 K ant’ın devrim i, insan zihni
ni bildiği şeyin etkin, biçimlendirici bir katılımcısı yapışın
da yatar. O halde, anlamanın kendisi, dünyasının kurucu
sudur.
On dokuzuncu yüzyılın son yansında, amaçlılık kavra
mı, Viyana Ü niversitesi’ndeki etkili derslerine Freud ve
H usserl'in de katıldığı Franz Brentano tarafından yeniden
ortaya çıkarılmıştır. Brentano, bilincin, bir şeyi am açladığı,
kendisinin dışında bir şeye işaret ettiği - özellikle belirtir
sek, nesneyi amaçladığı - geçeğine göre tanımlanması ge
rektiğine inanıyordu. Böylece, amaçlılık bilince anlamlı
bir içerik kazandırıyordu.
Freud yazılarında Brentano’dan bildiğim kadarıyla hiç
söz etm ese de, B rentano’nun derslerinin adsız bir dinleyi
cisinden fazlası olduğu açıktır. Bana söylendiğine göre,
Freud’un etkin olarak derse katıldığına ve bir keresinde
B rentano’nun F ıeud’a tavsiye mektubu yazdığına dair ka
nıtlar vardır. Bana göre, Freud'un görüşlerindeki üstü ör
tülü amaçlılık, sıkça yaşanan, bir insanın düşüncelerinin
diğerinin üzerinde, ikinci adamın düşüncesinin ayrılmaz
* Ç .N . H er iki cüm lede de “anlam ına g elm ek , dem ek istem ek, yapm ak is
tem ek” anlam ına gelen “m ean” fiili kullanılm ış. “M ean” aynı zam anda
“ anlam " dem ek olan "m ean in g ” sözcüğünün de köküdür.
2 80
Roüa May
parçası olacak ve sanki hep onun düşüncesiym iş gibi his
sedilecek kadar etki göstermesi durum larından biridir.
Am açlılık, Freud’un özgür çağrışım , rüyalar ve fantezilere
yaklaşım ının kum aşına işlenmiştir. Freud’un bu kavram
dan açıkça söz etm em esinin nedeni, akadem ik ve bilimsel
psikolojinin diğer yönlerinin dışında bırakılmasının nede
niyle aynı olabilir; Freud psikanaliziyle doğal bilimsel bir
psikoloji türü kurm ak istiyordu ve açık am açlılık -zih in ve
beden arasındaki “kayıp halka”- böylesine bir görevi im
kansız olm asa da oldukça güç kılar. Örneğin Freud’un li
bidodan, önemli değişkeni ekonom ik heyecan m iktarların
daki değişim ler olan “ekonom ik” bir kuram çıkarm a çaba
sını ele alın. Saf cinsel arzu gibi belirli bir kuvvetin, beden
deki salgısal, sinirsel-kassal bağlar ve cinsel organlardaki
belirli heyecanlanm alar olduğu varsayılabilir. Am a libido
nun sabit bir m iktar olm adığı, sevilenin, babam n, annenin,
eski sevgilerin ve başkalarının çağrışım larına göre inip
çıktığı, -nitel o la n - bu simgesel anlamların bir değişken
olarak libido miktarından daha büyük önem i ve gücü ol
duğu ortaya çıkar. H er şey bir yana, onun ve diğerlerinin
saf nicel yorumlarını yok eden anlam lan bize öğreten as
lında F reud’du.
Brentano’nun, sonradan m odem olgubilim in babası
olacak olan öğrencisi Edm und H usserl, kavram ı tüm bilgi
mizi kapsayacak şekilde genişletti. Bilincin asla öznel bir
boşlukta varolm adığını, daim a bir şey in bilinci olduğunu
öne sürdü. B ilinç sadece nesnel dünyasından ayrılam a
m akla kalm az, dünyasını da oluşturur. Bunun sonucu.
H usserl’in sözleriyle, “anlamın aklın am acı” olduğudur.5
Bilincin eylem i ve deneyim i, dünyam ızın sürekli biçim
A$k ıv irade
lendirilmesi ve yeniden biçim lendirilm esi, benliğin nes
neyle ve nesnenin benlikle ayrılmaz bir şekilde bağlanm a
sı, benliğin hem dünyayı gözlem lem esi hem ona katılm ası,
benliğin veya dünyanın hiçbir kutbunun diğeri olmadan
düşünülem em esidir. Bu tabii ki deneyim in öznel ve nes
nel yanını bir an için bir kenara koyamadığımız anlamına
gelm ez. Tekrar boyam ak için ne kadar boya gerektiğini
görm ek için evim i ölçtüğüm de veya çocuğum un horm on
tetkikleri hakkında bir rapor aldığım da, bir an için ne his
settiğimi bir kenara koyarım ; yalnızca bu ölçümleri en net
şekliyle anlam ak isterim . Fakat o zaman sorum luluğum ,
bu nesnel gerçekleri benim için anlam taşıyan bağlam a
-ev i boyama tasarım a veya çocuğumun sağlığıyla meşgul
olm aya- geri koymaktır. Psikolojide en ciddi hatalarımız
dan birinin, deneyim in bir bölüm ünü bir kenara koym ak
ve onu bir daha bir araya getirem em ek olduğuna inanıyo
rum.
Heidegger daha sonra H usseri’in kavramını Platon ide
alizminin “hiçliğinden” çıkarıp, onu hisseden, değer ve
ren, hareket eden insanı kapsayacak şekilde genişleterek
bir sonraki adımı attı. Bunu aldırış (Sorge) kavram ıyla yap
tı. Aldırış, K ant’ın anlayışına benzer bir anlam da dünyamı
zı kurandır. Heidegger tekrar tekrar, “insan varlık konu
sunda kaygılanan varlıktır” der. İnsan olam adığında da, te
rapideki uym acılık ve kişiliksizleşm e gözlem lerim ize da
yanarak ekleyebiliriz ki, varlığını yitirir, yani olasılıklarını
yitirir. Aldırm ayla amaçlılık arasında, kelimenin kök söz
cüğü “tend”in -b a k m a k - “intentionality” terimin ortasın
da oluşunun da ima ettiği gibi yakın, içsel bir ilişki vardır.
Bir sözcük, kendileri ve kültürlerinin diğer üyeleri için
282
R oüo .Vay
önemli olan bir şeyi iletm eye çalışan insanların yüzyıllar
süren bir yoğurm a, biçim lendirm e ve yeniden biçim len
dirm elerinin ürünü olan birikerek çoğalan, yaratıcı bir bil
geliği somutlaştırır. “Am açlılık” ve onunla ilgili “am açla
m ak” ve “am aç” terimlerinin kökenbilim sel kaynaklarının
izini sürerek, işim ize yarayacak neler bulabileceğim izi bir
görelim .
Tüm bu sözcükler, in artı ilginç bir biçim de “esnem ek”
anlam ına gelen ve “gerilim ” sözcüğünün geldiği tendere,
tensum köklerinden oluşan Latince intendere gövdesinden
gelir. Bu hemen bize amacın bir şeye doğru “esnem e” ol
duğunu söyler.
“ A m açlam ak” sözcüğünün W ebster’s sözlüğündeki«5ilk
anlamının “ Bir şey yapmayı amaçlıyorum ” dediğimizdeki
gibi “m aksat” veya “tasan” değil, “dem ek istemek, belirt
m ek” olm ası, beni şaşırttığı gibi pek çok okuru da şaşırta
bilir. Webster ancak ikinci tanımında “ aklında bir maksat
veya tasan olm ası” anlamım verir. İstemci Viktorya döne
mi geleneğim izdeki pek çok insan ilk ve ana anlamı atla
yıp, kavramı sadece bilinçli tasarı ve maksat olan yan an
lam ıyla kullanm aya yönelmiştir. Psikolojim iz de, hemen
sonra böyle bilinçli tasarıların ve m aksatların çoğunlukla
yanılsam a olduğunu ve hiç de iyi, özgürce seçilm iş, istem
li planlann yaratıklan olmadığımızı kanıtladığından, “ni
yet” çantasını olduğu gibi “amaçlar”la beraber çöpe attık *
Cehennem e giden yolun iyi niyet taşlarıyla döşendiğini
zaten biliyorduk ve şimdi iyi veya kötü, bu niyetlerin ken
* Ç .N . tn g ilizc e ’de niyet anlam ına gelen “'in ten t” ile am aç "anlam ına ge
len "in ten tio n ” , aynı kökten gelir, ve zam an zam an birbirlerinin yerine kul
lanılırlar.
2 83
dini beğenm işliğim izin uydurmaları olduğunu görm üş ol
duk. Fakat "‘kendini beğenm işlik”i, “ kendinden kaygı
duym a’’yla değiştirip, bu kaygı olm adan hiçbir bilgi veya
eylemin olmadığını -h e r şeyde kaygı ya da niyetin olduğu
nu ve dünyamızı bu niyetler yoluyla bildiğim izi- fark
ederseniz, aynı sözcüğün aşağılayıcı biçiminden olumlu
biçimine geçiş yaparsanız, anlam ne kadar da farklı olur!
Niyetin daha önemli yönü, onun anlamla olan ilişkisi
dir. Bunu yasal bağlam da, “ Yasanın niyeti nedir?” diye so
rarak anlamım öğrenmeye çalışırken kullanırız. W ebster’s
sözlüğü ilk “bundan böyle, bir tasarı, m aksat" tanımında
bize “niyet”in “zihnin bir nesneye doğru yönelm esi” oldu
ğunu söyler.7 Tasarı ve m aksat, “bundan böyle”den sonra
gelmektedir. Bu da, deneyim in istemci yönünün, zihnin
çoktan bizim için belirli bir önem ve anlam taşıyan-bir
nesneye doğru yönelm iş olm asında yattığı anlam ına gelir.
Bu kökenbilim inin tam am ında, tabii ki o küçük “tend”
(yönelm ek ve bakm ak) sözcüğü vardır. B ir şeye doğru ha
reket anlatır; bir şeye yönelm ek, re/w/ency.(yönelim). Bu
bana, bütün bu m aceram ızın özüym üş gibi gelir; ortadaki
varlığı, anlamlarımızın hiçbir zaman tam am en “düşünsel”
veya eylem lerim izin tam am en geçm işin itm elerinin sonu
cu olm adığının, her ikisinde de bir şeye doğru hareket edi
yor olduğumuzun sonsuz bir anımsatıcısıdır. Ve mirabile
die tu , sözcük daha önce kısaca gördüğüm üz gibi “bak
mak” anlamına da gelir - koyunlanm ıza ve sığırlarımıza
bakarız, kendimize iyi bakarız.
Bu nedenle, Husserl “anlam aklın amacıdır” değinde,
hem anlam ve eylem i hem de bir şeye doğru hareketi içi
ne alır. Alm ancada bu ikili anlam a değinir: Hem fikir hem
284
toOoUay
anlam belirten meitıung sözcüğü, A lm ancada “ am açla
m ak” anlam ına gelen meinen fiiliyle aynı gövdeden gelir.
Bu noktada İngilizce üzerine kafa yorarken bizde de bu
ikili anlam olduğunu anladığım da -nesnel gerçeğin, her
şeyin özü olduğunu ve Tanrının tahtında olm asa da yanın
da bir yer edindiğini düşünerek büyütüldüğüm den- şaşır
m ıştım . “K ağıt beyazdır dernek istiyorum ” dediğim de,
cüm lem in sadece bir gerçeği bildirdiğini düşünürsünüz;
tek taraflı bir denkliktir, “A” , “B”dir. Fakat “ köşeyi dön
m ek istiyorum am a araba kayıyor” dediğim de*, “ istek”imi
am acım şeklinde, kararlılığımın ve inancımın bir bildirisi
şeklinde algılarsınız. Onu gerçekleştirip gerçekleştirem e
diğim i ancak sonra görürüz.
Böylece, tartışmam ızın vardığı sonuç, her anlamın için
de bir kararlılık olduğudur. Bu bir fikir edindikten sonra,
o fikri gerçekleştirmek için kaslarımı kullanışım anlam ına
gelm ez. Hepsinden önem lisi, bu paragrafları okuyan bir
davranışçının söyleyebileceği “Hep dediğim iz gibi; bilinç
zaten sadece eylem dedir ve sadece kas hareketini, davra
nışı incelesek de olur” cümlesinin doğru olduğu anlamına
da gelm ez. Hayır, incelem emiz bizi tam am en zıt sonuca,
sizde olm ayanın, konuşurken gırtlakta olduğu gibi, saf bir
kas hareketi olduğu sonucuna getirir. Onun yerine, sizde,
bir şeyi am açlayan bir insan vardır. Kasti davranışı, ama
cıyla ilişki içinde ya da amacının bir dışavurum u olarak
görm ezseniz anlayamazsınız. Anlam amaçlı olmadığında
anlamsızdır. H er bilinç eylem i bir şeye doğru yönelir, in
sanın bir şeye doğru dönm esidir, içinde, ne kadar gizli
olursa olsun, hareket yönüne doğru bir itme barındırır.
O halde biliş veya bilm e ve gayret veya isteme birlik
2 85
A f k ve ira d e
tedirler. Biri olm adan diğeri de olmaz. Kararlılık bu yüz
den bu denli önemlidir. B ir şey istem ezsem , onu asla bile
m em ve onu bilm ezsem , istem em in bir içeriği asla olm az.
Bu açıdan bakıldığında, “doğrudan insan kendi anlamını
yaratır” denebilir. “Sadece anlam yaratır” veya “gerçekli
ğe her an diyalektik anlam da bağlı değildir” demediğim e
dikkat edin; kendi anlam ını yaratm akla meşgul değilse, in
sanın gerçekliği asla bilemeyeceğini söylüyorum .
Şu ana kadarki görevim , amaçlılık kavramım tanımla
m aktı. Hem bilm em izi hem gerçekliği biçimlendirm em izi
içerdiğini ve bunların birbirlerinden ayrılamayacağını vur
guladım. Amaçlılık bakış açısından bakıldığında, Jam es’in
yataktaki dalgınlığı tam amen mantıklıdır ve birden bire
kalkm ası, yanıltıcı bir “şanslı an” veya “talihli olay” değil,
“günlük olaylara bağlılığının'’ anlaşılır ve sağlam bir ifa
desidir. Ona elini uzatan, onu kavrayan ve kalkışını ger
çekleştiren, güne ve günün olaylarına “hayalde katılı
mındır.
PSİKANALİZDEN ÖRNEKLER
Şimdi amaçlılık sorununa psikanalizden bazı örnekler
verm ek istiyorum . Gözlerinde veya nörolojik işlevinde
herhangi bir sorunu olduğundan değil, içinde sıkışıp kaldı
ğı amaçlılık görm esini olanaksız kıldığı için bariz bir şeyi
algılayamayan hastaların ilginç durumunu ele alalım.
Hastalarımdan biri, daha ilk seansta annesini onu doğ
madan aldırmaya çalıştığı, sonra onu ilk iki sene büyütm e
si için evde kalm ış bir teyzesine verdiği, daha sonra onu
her pazar ziyaret edeceğini söyleyip çok az uğradığı bir ye
tim haneye yerleştirdiği şeklinde veriler sunm uştu. Ona
286
RoUnMay
- iş e yarayacağını düşünecek saflıkla- “annen senden nef
ret ediyordu” deseydim , sözcükleri duyardı am a sözcükle
rin onun için hiçbir anlamı olmazdı. Bazen canlı ve etkili
bir şey olur - böyle bir hasta “nefret” gibi bir sözcüğü, te
rapist tekrar etse de duyam az bile. Hastam ın bir psikolog
ya da psikiyatr olduğunu düşünün. “Tüm bunların anne
m in beni istem ediği, beni sevmediği anlam ına geldiğini
anlıyorum , fakat bunlar bana tam am en yabancı sözcükler”
diyebilir. K açam ak cevap verm iyordur ya da benim le sak
lam baç oynam ıyordun Bu basit bir gerçektir: H asta o m
tavır a lım y a hazır olmadan travmayı algılam a iznini ken
dine verem ez.
Bu deneyim em inim ki hiç kim seye yabancı değildir:
İşim izden kovulacağım ızı, sevdiğim iz birinin o an öleceği
ni hissederiz. Fakat yaşanan, kendim izle yaptığım ız tuhaf
bir iç konuşm adır: “Bunu daha sonra görebileceğim / bili
yorum , am a şu an görem em .” B u, “doğru olduğunu bili
yorum ama henüz bunu görm e iznini kendim e verem em ”
dem enin basit yoludur. Travm atik bir olaya karşı bir tavır
alam ayıp, bir de üstüne onu görm ekten kaçam asaydık,
dünya çok bunaltıcı olurdu. Şizofreni, bu ikilem e bir tep
kidir. Terapist bazen, hastanın kafasına, henüz kendine iti
raf edem ediği bir şeyi zorla sokm aya çalışm a hatasına dü
şer - bir kadına bebeğini sevmediğini söylem ek gibi. Bu
durum da çoğunlukla hasta, eğer terapiyi bırakm azsa, ken
disiyle gerçeklik arasına başka, m uhtem elen daha kötü bir
engel koyar.
A m açlılık dünya ile öylesine yakın bir ilişki gerektirir
ki, zaman zam an onu zihnim izden uzaklaştırm azsak var
olmayı sürdürem eyiz. Bu basitçe, o suçlayıcı “direnç” teri
A fk ı* im d e
miyle adlandınlmamalıdır. Freud’un ve diğerlerinin açıklık
kazandırdığı direncin gerçekliğinden kuşku duym uyorum ,
ama burada daha geniş, yapısal bir olguyu vurguluyorum.
Yani, M erleau-Ponty’nin deyişiyle, “her amaç bir dikkat
tir ve dikkat yapabilirim dem ektir”8 Bu nedenle, bir şey
hakkında bir “ yapabilirim ” yaşam adan dikkatim izi ona
verem eyiz.
Aynı ilke, fazlasıyla ilginç biçim lerde, bellekte görülür.
Hastaların çoğu zaman çocukluklarındaki bazı belirgin
olayları anımsamaları için bir ya da iki yıl analize gereksi
nimleri vardır. Birden bire olayı anım sayınca, bellekleri
iyileşm iş mi dem ektir? Tabii ki hayır. Olan, hastanın dün
yasıyla ilişkisinde, genellikle terapiste ve ona uygun ola
rak kendine güvenm e yetisinin artışı yoluyla bir değişim
dir ya da başka nedenlerden dolayı nevrotik kaygısı azal
mıştır. Başlangıçta orada olduğu varsayılan saf bilinçli
amacın aksine am açlılıkla olan ilişkisi değişmiştir. Bellek
amaçlılığın bir işlevidir. Bellek bu hususta algı gibidir;
hasta ona karşı bir tavır alm aya hazır olmadan bir şeyi ha-
tırlayamaz. “Anıların ortaya çıkarılması” Franz Alexan-
d e r’a göre “analizin nedeni değil sonucudur”9
Tüm bunlar, bilm e ve istem enin, biliş ve gayretin psi-
koterapiden başka hiçbir yerde bu kadar net görem ediği
miz ayrılmazlığına bağlıdır. Hastalar, bilm iyor olm aların
dan -bilinçdışındaki dürtülerin farkında olmadıklarından,
bu mekanizmaların çocuklukta ortaya çıkışlarının bilincine
hiç varm amış olduklarından ve bu tür şeylerden- dolayı
yaşam larında hiçbir eylem de bulunamadıkları için terapi
ye gelirler. Fakat tek yaklaşım buysa, hasta sekiz dokuz
sene o divanda yatar ve yeterince bilm ediğinden hiçbir za
288
fM to May
man bir eylem de bulunam az; psikanaliz, Silvan Tom-
k ins’in sözleriyle, “ düzenli bir kararsızlık eğitim i” oluve
rir.
Ancak terapinin diğer yöne uzanıp, son zam anlarda ba
zı okulların yaptığı gibi, terapistin işlevinin hasta için “ger
çekliği” netleştirm ek ve ona göre davranm asını sağlamak
olduğunda ısrar etm ek de terapi için bir hatadır. Bu terapis
ti, toplum un, işi hastanın tarihsel dönem im izin gelenekle
rine - k i buna dair söylenebilecek tek şey, hâlâ canlı olsa
lar da, yararlılıklarının şüpheli olduğudur- uymasını sağla
mak olan ruh polisi haline getirir. H er iki hatadan da ka
çınm anın tek yolu, sorunu amaçlılığın daha derin düzlem i
ne taşımaktır.
Burada savım , psikanalizin işlevinin “am aç”ı amaçlılı
ğın daha derin, daha geniş, canlı boyutuna itmek olması
gerektiğidir. H içbir zaman saf bilinçli bir amacın olm adı
ğını, hep - gerçekten katil olalım ya da olm ayalım - Scho-
penhauer’m, N ietzsche’nin ve Freud’un sözünü ettiği ya
şamın “ karanlık” tarafının “akıldışı” , daim onik, devingen
güçleri tarafından itildiğimizi gösterm ek psikanalizin her
zamanki işlevi olmamış m ıdır? Freud tasarlam ayı, hareket
lerin güdülüğü tahtından indirmiştir. Ne yaparsak yapalım ,
“akli” nedenlerim izin ve gerekçelem enin kat kat fazlası
işin içindedir. Psikanaliz, am açla am açlılık arasındaki hem
gerekli ayrımı hem de gerekli bağlantıyı yapan verileri sağ
lar.
Amaçlılığı “m aksat” ya da “istem lilik”ten ayırmak için
bir ara verm eliyiz. Amaçlılık bir tür bilgi kuramıdır; m ak
sat da istem lilik de değildir. Amaçlılık tepki içerir; maksat
da istem lilik de içermez. Tekbenci olmayan amaçlılık, ki
Ajkrm irade
şinin, dünyasının yapısına iddialı bir tepkisidir. Amaçlılık,
maksadı ve istemliliği m üm kün kılan temeli sağlar.
Bir hastanın istemli am acı, farkında olduğu kadarıyla,
benim le olan seansına zam anında yetişm ek, başına gelen
şu ya da bu önem li şeyi bana anlatm ak, rahatlam ak ve ta
m amen dürüst olmak olabilir. Fakat bilinçdışı am açlan ak
sine, “iyi hasta” rolünü oynayarak beni m em nun etm ek,
özgür çağrışım larının zekiliğiyle beni etkilem ek ya da ken
dine veya başkalarına yapacağı korkunç şeyleri anlatarak
zorla koşulsuz dikkatim i kazanm ak olabilir. Amaç psiko
lojik bir durumdur; kendim i istemli olarak onu veya bunu
yapmaya hazırlayabilirim . Am açlılık hem bilinçli hem bi
linçdışı am açlann altında yatandır. Bir varlık durum unu an
latır ve bir dereceye kadar, kişinin o anda dünyaya yöneli
minin bütünlüğünü gerektirir. En ilginç olanı da - “ irade
gücü”ne b a ğ lı- güçlü istemli am acın, psikoterapide am aç
lılığı tıkadığı ve hastanın deneyimin daha derin boyutlannı
iletmesini önlediği zamanlardır. Yatağında Viktorya döne
mi irade gücüyle m ücadele eden ve mücadelesi boyunca
felç kalan W illiam Jam es’imiz hoş bir örnektir. Bu şekil
de mücadele etm eyi sürdürdükçe de, felç kalacağından
emin olabiliriz.
Kullandığım anlamıyla amaçlılık anlık farkındalık. dü
zeylerinin altına iner ve kendiliğinden olan bedensel öğe
leri ve genelde “ bilinçdışı” denen diğer düzeyleri de içerir.
Bunun hem olumlu hem de olum suz anlamları vardır. Ör
neğin, şu andaki am acım , bana önemli gelen bu fikirleri
okunabilir bir biçime sokup yakın bir zam anda bu bölümü
bitirmektir. Fakat ondan daha fazlası olan bir amaçlılığa
katılm azsam -y a n i, elim den geldiği kadar iyi ve doğru bir
2 90
Rûlltı May
kitap yazm aya kendimi adam azsam - ancak sıradan bir iş
yapmış olacağım . Gerçekten önemi veya özgünlüğü olm a
yan bir şey üreteceğim . Çünkü bölümü bitirm e baskısı al
tında, aklım a gelebilecek yeni fikirleri, deneyim in önbilinç
ve bilinçdışı boyutlarından doğan yeni anlayış ve biçimle
ri engelleyeceğim . Am aç, bilinçli m aksatla birliktedir.
Ama psikanalizin arm ağanı, amacı oldukça büyüten ve
gerçekten onu bilinçli m aksattan daha tam , canlı, hisseden
ve arzulayan insana, hem geçm işinin ürünü olan hem de
geleceğe doğru ilerleyen insana iten katkısı, derinlik boyu
tudur. Psikanaliz amacı sadece amaç olarak bırakm ayacak,
onu amaçlılığın daha derin, daha geniş, canlı düzlemine
itecektir.
Am açlılığın arzulam aya ve istemeye temel teşkil eden
yapıyı kazandırdığını söylemiştik. Psikanalitik olarak ko
nuşmak gerekirse, am açlılık, içinde bilinçli am açların bas-
tınlışının ve tıkanışmın meydana geldiği yapıyı kazandırır.
Freud, rasgele görünen çağrışım ların hiç de rasgele olma
dığını, “özgür çağrışım” kullanımıyla inkar edilemez bi
çim de açıkladı. Özgür çağrışım da, düşünceler, anılar ve
fanteziler (hastanın ya da özgür çağrışım da bulunan her
hangi birim izin divanda değil de normal düşüncesinde ve
yaratıcılığında olsa yakalayamamağı) biçimlerini, yapıları
nı, anlamlı konularını, onun dünyayı algılayışından, oııun
bağlılıklarından ve sorunlarından gelen onun fantezileri,
onun çağrışımları olduğu gerçeğinden alırlar. Ancak sonra
sında kişi söylediği bu rasgele, bağlantısız görünen şeyle
rin içindeki anlam ı görüp özümseyebilir. Ö zgür çağrışım
s a f bilinçli am acın ötesine gitm e ve kişinin benliğini
am açlılık dünyasına teslim etm esi tekniğidir. Daha derin
291
Aşk ı«* traılt
anlamlar bu tem el, daha kapsayıcı amaçlılık dünyasında
yatar; ama hastanın en başta bastırm a nedenlerini buldu
ğumuz yer de burasıdır. Freud’un ve psikanalizin uzun dö
nemdeki etkisinin, amaçlılık anlayışımızı derinleştirmek ve
genişletmek olacağına inanıyorum.
ALGILAM A VE AM AÇLILIK
Oturduğum yazı m asasında bir kağıt duruyor. M etnime
dair bazı notlar almayı düşünürsem , kağıdı yalnızca beyaz
lık yönüyle görürüm; üzerine hiç çizik atılmış mıdır? Am a
cım onu torunum için bir uçak yapm ak üzere katlam aksa,
kağıdı sağlamlık yönüyle görürüm . Veya niyetim üzerine
bir resim çizm ekse, kağıdın kalemimi davet eden ve çizgi
lerimi daha ilginç kılm a sözünü veren pürüzlü, iri taneli
dokusunu görürüm. Her durum da kağıt aynı kağıttır ve ona
tepki veren ben aynı insanimdir. Fakat tamamen farklı üç
kağıt parçası görürüm . Buna “çarpıtm a” demek elbette
m antıksızdır; Bu sadece bir olayın, bir uyaran ve tepki ör
güsünün alabileceği sonsuz anlam çeşitliliğinin bir örne
ğidir.
Am aç, kişinin dikkatini bir şeye doğru çevirmesidir.
Bu anlam da, algı amaçlılık tarafından yönetilir. Bu, bilin
cin figür-zemin buluşması içerdiği gerçeğiyle açıklanabi
lir. Ağaca bakarsam , dağ arka plandır; dağa bakarsam , ter
si geçerlidir; o zaman dağ figür olur ve gerisi ön plandır.
Algının seçici, ya/ya da özelliği, amaçlılığın bir yönüdür:
Şu anda başka bir şeye bakmayı reddetm eden bir şeye ba-
kam am . O an “evet” dem ek için başka bir şeye “hayır” de
m eliyim. Bu, çatışmanın nasıl bilincin özü olduğunun bir
örneğidir. Amaçlılığın tamamlayıcı parçası olan çatışma, is-
292
RaUöSfay
tem in başlangıcıdır ve istemin başlangıcı bilincin yapısın
da m evcuttur.
Bu seçm e sürecinin -o ra y a değil buraya bakıyorum -
yalnızca başı çevirm ede boyun ve göz kaslarının, dikkati
mi verdiğim nesneyi seçmede de görüş hattının kullanımı
olmadığını hemen söylem eliyiz. Daha karm aşık ve daha il
ginç bir süreç m eydana gelm ektedir. Bu, nesneyi algılaya
bilm ek için onu tasarlamanın iç sürecidir. Nesnel dünyada
yaşananlarla öznel deneyim im arasındaki şaşırtıcı karşılık
lı ilişki de böyledir: B ir şeyi tasarlayam adan onu algıla-
yam am . Profesör D onald Syngg bize, ilkel toplum daki in
sanların, lim anlarına yanaştığında Kaptan C ook’un gemi
sini görem ediklerini, çünkü öyle bir gemi için bir sözcük
leri, bir simgeleri olmadığım anım satnuştır.10 Ne algıladık
larını bilm iyorum , m uhtemelen bir bulut ya da hayvan;
ama algıladıkları en azından simgesi olan bir şeydi. Dil ve
ya simgeleyici süreç, algıladığımızı tasarlam a yolumuzdur.
“C onceive” (anlam ak, kavram ak, tasarlam ak) sözcüğü
toplum um uzda gebe kalm ak anlam ında da kullanılır ve bu
benzeşim anlam sız değildir. Çünkü algılam a eylem i, kişi
nin benliğinde bir şeyi dünyaya getirm esini de gerektirir;
kişi bir nedenden dolayı, gördüğü şeye karşı içinde bir
tavrı, bir tutumu dünyaya getirm eye henüz hazır değilse,
onu algılayam az. Psikanalizdeki örneklerim izden, hasta
gerçeğe karşı bir tutum alm aya hazır olm adan, onları tasar
layam adan, içgörü edinem ediği, kendisi ve yaşamı hak-
kındaki gerçekleri algılayamadığı açıktır.
Algılamak ve tasarlam ak sözcüklerinin (perceive ve
conceive) gövdesi, alm ak, kavram ak anlam ına gelen La
tince capere'dir. “Apprehend” (algılam ak, anlamını kavra
A& velimi*
mak) sözcüğü bile, elle kavram ak anlam ındaki preherıde-
/•<?’den gelm esinden dolayı edilgenden çok etken özellikte
dir. (Bu sözcüklerin evrim inden doğan bilgiler, çoğum u
zun algılam a konusunda, onun m eydana gelen bir uyara
nın retinaya baskılanması olduğu şeklinde öğrendiği edil
gen görünümden ne kadar da uzaktır!) Hem cinsellik hem
gebelik benzeşimi yersiz değildir: Algılama da tasarlam a
da canlı varlık insanla, ilişkili olduğu dünya arasındaki bir
leşm ede yaşanan etkin dünya biçim leyişidir. Yeni fikir
doğar, Cezan ne’m yeni ağaç görüşü yaratılır, yeni teknik
icat yapılır. Bilinç, bilgisini tasarlaması bakımından yara
tır; fakat bu, özneyle nesne arasında devam lı, karşılıklı, çe
kimli ve karşı çekim li, uyum lu bir ilişkidir. Efendi ve kö
le ilişkisi değildir. N esillerdir kullanılan heykeltıraş ve ça
m ur eğretilemesini alırsak, çamurun da heykeli biçim len
dirdiğini görmeliyiz; çam ur heykeltıraşın yaptıklarını be
lirler, amaçlarını sınırlar ve hatta değiştirir, böylece onun
olasılıklarını ve bilincini de biçimlendirir.
Amaçlılık algının önemli bir süreciyse, ki ben öyle ol
duğuna inanıyorum, bu boyutun psikolojik çalışm alarda
dikkate alınmam ış olması talihsizcedir. Onu resmin dışın
da bırakmak yerine -k i bunun çalışmalarımızı lekelemiş
olduğunu düşünüyorum - amaçlılığı doğrudan içine katm a
lıyız. Bu, deneyci yanlılığını hesaba katmak anlamına gelir.
Robert Rosenthal deneycinin beklentilerinin, “ amaçla-
r f ’nın sonuçlan nasıl etkilediğini gösterm iştir." Herhangi
bir deneyde insan deneklerin amaçlılığını da hesaba katma
lıyız. M eslektaşlarınızın deneyinize katılma amaçlanılın al
tında ne yatar? Derste Tematik Değerlendirm e Testi’ni uy
guladığınız deneklerin amaçları nelerdir? Bir zamanlar
294
lU/tlo H a y
bunların bir şey fark ettirm ediğine inanm amış olmamız
gerçekten de hayret vericidir.
Buna karşın, psikolojik çalışmaları okurken, psikolo-
ğun incelediğini düşündüğü şeyden farklı bir şey inceledi
ğine defalarca kanaat getirdiğim i vurgulamalıyım. Katı
lımcı kişilerin am açlılık düzeyinin durum unu netleştire-
m eden, psikolog ne elde ettiğini tam olarak bilem eyecek
tir.'
Bu bizi, bedenin am açlılıkla olan ilişkisinin eşiğine gö
türür. Fakat bu eşiği geçmeden önce, yaygın bir yanlış an
lamayı aydınlığa kavuşturmalıyız. Am açlılık, içgözlemle
karıştırılmamalıdır. Bir şeyleri bulmak için içim ize ya da
kendim ize bakm ak değildir. Beni nesneye dönüştüren bir
bakış değildir. Paul R icoeur’ün da öne sürdüğü gibi, “iz-
lem ”le veya beni “ izleyici” ve “oyuncu” olarak ikiye ayır
m ayla ilgisi yoktur. Amaçlılığı içgözleme bağlam aya olan
yaygın eğilim , D escartes’ın ilk ikileşiminden sonra, günü
müzde her şeyi, nesne veya özne yapma alışkanlığını yen
menin ne kadar güç olduğu üzerine bir başka yorumdur.
Amaçlılık kendini eylem de gösterir. Eylem im le, kendim e
bakm ak yerine, kendimi açarım. Am açlılığa yönlendirilen
suçlam a, üzerinde tartışılması gereken bir mesele değil,
her zaman tepki içerdiği için sorum lusu olduğu bir eylem
dir.
BEDEN VE KASITLILIK
Viktorya dönemi insanı iradesini, “alçak” dediği be
densel istekleri geri itmek ve bastırm ak için kullandı. Fa
kat kişi, bedensel istekleri dikkate alm adan kesinlikle ka
rar insanı olm az. Bir önceki bölümdeki arzu tartışmam ız.
Afk iv inuir
bedensel arzuların iradeyle bütünleştirilmesi gerektiğini,
yoksa birinin diğerini engelleyeceğinigösterir. Beden,
amaçlılığın, öfkelendiğim izde ve birine vurmak istediği
mizde artan adrenalin salgısında, kaygılandığımızda ve
kaçmak istediğimizde yükselen kalp atışlarında, heyecan
landığımızda ve ilişkiye girm ek istediğimizde genişleyen
cinsel organlarda olduğu gibi kassal, sinirsel ve salgısal
bağdaşıklarını içerir. Terapide, belirli bir seansta hasta ar
zularından ve genel anlam da amaçlılığından uzaklaştığı za
m an, terapistin hastanın o anki bedensel hislerinin ve be
densel durumunun farkına varmasına yardımcı olm ası, iyi
bir başlangıçtır.
W illiam Jam es bedenle çok ilgiliydi. Bunu, duyuların
önemi konusunda ve duyguların beden içi değişim lerin al
gısı olduğu görüşündeki güçlü ısrarında görebiliriz. Diğer
bir Viktorya dönemi insanı olan Freud’un seks ve içgüdü
uğraşıyla bir koşutluk vardır. H er iki adam da da, Viktorya
dönemi insanının kültürün yabancılaştırdığı bedenle he
saplaşma çabası vardır. İkisi de bedeni, bunun yenmeye
çalıştıkları yabacılaşmaııın bir dışavurumu olduğunun far
kına varm adan, bir alet, bir araç gibi ele almıştır.
Yirmi beş yıl önce verem e yakalandığım da, bana miras
kalm ış “irade gücü”m ün tuhaf bir biçim de etkisiz olduğu
nu gördüm. O günlerde, tek tedavi yatak istirahatı ve dik
katlice artırılan beden hareketleriydi. İradeyle iyileşemi-
yorduk ve vereme yakalanm ış ’’güçlü iradeli” , baskın kişi
ler çoğunlukla kötüleşiyordu. Bedenime duyarlı olabildi
ğim de, yorgun olduğum u ve daha fazla dinlenmeye ihtiya
cım olduğunu “duyduğum da” veya bedenimin hareketlili
ğini artıracak kadar güçlü olduğunu hissettiğim de, daha
296
HoUo Alay
iyi oluyordum . Beden farkındalığım m engellendiğinigör-
düğüm de (tıpkı terapide “uyanık” olmadığını söyleyen has
taların durum unda olduğu gibi), daha kötü oluyordum . Bu,
ciddi biçim de hasta olan birinde hoş görülm esi gereken
şiirsel ve “gizem li” bir bakış açısı gibi gelebilir, ama aslın
da kaya gibi sağlam , deneysel bir ölüm kalım m eselesiydi.
Anladığım kadarıyla, bu diğer hastalar için de geçerliydi.
Bu bedensel farkındalık bazen kendiliğinden gelir, am a bu
hep böyle olacak dem ek değildir. Pfanders, “irade dinle
m ektir” d er12 ki bu da akla özellikle bedeni “dinlem e”yi
getirir. Toplum uzda bedeni dinlem ek çoğunlukla hatırı sa
yılır bir çaba -k işin in bedeninden gelebilecek tüm işaret
lere sürekli olarak “açık olm a” çabasını- gerektirir. Son
yıllarda beden yeniden eğitim cileri, beden ve yoga öğret
m enleri, bedeni dinleme yetisiyle psikolojik sağlıklılık ara
sındaki karşılıklı ilişkiyi ortaya çıkarmışlarıdır. İstemin
varlığı, kullandığımız “yoğunluğu kabul ediyorum ” , “din
lenmeyi onaylıyorum ” , “doktorum un (veya öğretm eni
min) önerilerine uym aya rıza gösteriyorum ” , “perhize ka
rar veriyorum ” gibi cümlelerde istemin varlığı ortaya ko
yulur. Dem ek ki, bedensel isteklere karşı değil, beden ile
istem e, içeriden isteme vardır; bu da karşı çıkmadan çok
katılma isteğidir.
A ristoteles, “irade, istekten geçer” dem işti. İstekleri
min bedenim tarafından hissedildiği ve yaşantılandığı ger
çeği, -v ü c u t bulm uş istekler oldukları g erçeğ i- onunla gi
den salgısal değişim lerle birlikte onlara karşı bir tutum al
maktan kaçam am am anlam ına gelir. Yani, bir arzum var
sa, arzuyu inkar etsem de, onu istemekten kaçmamam .
Katıksız ayrıklık, bedenimizle bağlarımızı kesersek işler.
Afk o» imde
Bu nedenle, arzuların farkında!ığını olduğu gibi inkar et
m ek, çoğu zaman kişinin bedenine şiddet uygulamasını
içerir.
Bedenim birey olduğum un en eşsiz ifadesidir. Bir be
den, diğerlerinden ayrı bireysel bir varlık olduğum için,
kendim i şu ya da bu şekilde tehlikeye atm aktan -v e y a
kendimi tehlikeye atmayı reddetm ekten, ki ikisi de aynı
m eseledir- kaçam am . Kişi psikolojik olarak başkasına uy
m aya, düşüncede başkasının kopyası olm aya çalışabilir;
fakat bedensel siyam ikizleri çok enderdir. Kendini başka
sından, örneğin annesinden, bedensel olarak ayrı bir bi
çim de yaşantılayam ayan hasta, genellikle ciddi bir patolo
jik hastalığın, çoğunlukla da şizofreninin temsilcisidir. Be
denim in uzayda bir varlık olm ası, uzayda bu hareketlilikte
ve harekelerim in ona kazandırdığı bu ilişkide olm ası, onu,
bir 'dutum alm aktan” kaçam am anın simgesi yapar. İrade,
Paul R icoeur’ün vurguladığı gibi, vücut bulm uş bir irade
dir. Bu nedenle, iradeyle ilgili birçok sözcük fiziksel ala
na atıfta bulunur - konum alm ak, bakış açısını kabul et
m ek, bir yönelim seçm ek. Veya birinin, irade ve karardan
beden konum uyla gösterilen şekillerde söz eden sözcük
lerle, dik, doğru olduğunu ya da tersine, eğik, sinm iş, bat
mış olduğunu söyleriz. Ibsen'in oyunundaki Peer Gynt,
B oyg’un ruhunu izlediği, “etrafında” d o landığı,“eğri” yü
rüdüğü sürece asla birey olam azdı; benliğini, Ibsen’in tek
amaçlı iradeyi anlatırken dediği gibi, “dosdoğru” yürüdü
ğünde kazandı.
Daha da ilginç olanı, bedenin amaçlılığın dili olmasıdır.
Beden sadece amaçlılığı ifade etm ez, onu iletir. Bir hasta
muayenehanemin kapısından içeri girdiğinde, amaçlılığı
2 98
Rolln May
yürüyüşünde, el kol hareketlerinde kendini gösterir; bana
mı başka taraf mı dönüyor? Yarım ağızla mı konuşuyor;
peki sözleri dinlem eyi bıraktıp tonunu dinlediğim de sesi
bana ne söylüyor? Sadece terapi seansında değil, gerçek
hayatta da iletişim izde farkına vardığımızın ötesinde be
densel hareketlerim izde devamlı yarattığım ız biçim ler sa
yesinde anlam lar ileten gizli bir dans özelliği vardır.
W isconsin’de şizofrenler üzerine yaptıkları araştırm a
larda, Cari Rogers ve arkadaşları, en azından birkaç ay, be
den dilleri dışında iletişim kurm ayan veya kuram ayan has
talan sayesinde canlı amaçlılık ve beden resimleri elde et
mişlerdir. Ö m eğin, Eugene G enlin, asla konuşm ayan sal
dırgan bir hastayla terapi yapm ak için koğuşa gelişinden
söz e d e r .13 Başlangıçta hasta. Dr. Genlin gelir gelm ez ka-
çıyonnuş. Sonra, hasta kaçm adan önce biraz beklem eye
başlam ış ve sonlara doğru bir saat boyunca G enlin’in ya
nında durabiliyorm uş. Hastanın, korkulu anlarında gözle
rinin kaçak kırpışlannda, ağlam a ve gülümseme arasında
gidip gelen ağız titrem elerinde, tüm bu ifadelerde, konu
şulan sözcüklerin çoğundan daha önemli ve em inim daha
güzel bir dil vardır. Açıkçası, içindeki duyguların farkına
varm aktan kaçm ak için aylarca gevezelik eden kültürlü
hastanın zeki, düşünselleşm iş konuşm alarından çok daha
fazlasını iletir.
İRADE VE AMAÇLILIK
Sonelerinden birinde Shakespeare, günün yolculuğun
dan yorgun bir biçimde yatağa gidişinden söz eder. Şöyle
devam eder.
299
AjA ı* in u tc
A m a sonra bir yolculuk başlar kafamda
Zihnim i çalıştırm ak iç in , bedenin işi bittiğinde
Çünkü o zam an düşüncelerim - yaşadığım yerden uzak -
Sana hevesli bir haccı a m a çla r
Ve kapanan g ö z kapaklarımı sonuna kadar açık tutar
lar... 14
300
Rntlo M>ıy
“yalnızca” öznel olduğunu söylem ek doğru olm az. G ele
cekle, çözülm em iş yapılarla ilgili diye, daha az nesnel de
ğildir. W ittgenstein ve diğer olgucular - v e bu noktada
davranışçıları da ekleyebiliriz- tarafından, dünyayı nesnel
gerçeklerden oluşur kılmak için yapılm ış gerekçesiz bir
indirgemedir. “Yapabilirim” dünyanın bir parçasıdır. Bu
nokta terapide özellikle önem lidir, çünkü hastalar bize
“yapabilirim ” değil, yalnızca “yapam am ” dedikleri için
gelirler. “ Yapamam” ı anlam ak için, arkasındaki, boşa çı
karm ada kullanılacak “yapabilirim ” i de görm eliyiz.
Bu bölüm boyunca, amaçlılıkla bağlantılı kullandığım
“irade” sözcüğünün, İngilizcede gelecek zam an için kul
landığımız sözcükle aynı olması benim dikkatim den kaç
madığı gibi, okurun da dikkatinden kaçm am ıştır* İrade ve
am açlılık gelecekle yakından ilişkilidir. Her iki anlam da
- “bir şey m eydana gelecek” derkenki basit gelecek ve
“bir şeyi m eydana getireceğim ” derkenki kişisel k a ra r-
her am açlılık bildirisinde değişik ölçülerde mevcuttur.
“Eylülde New York’a geleceğim " cüm lesi çok az karar ve
neredeyse tam am en gelecek bildirimi içerebilir. Fakat
“evleneceğim ” veya “bir şiir yazacağım ” cümlelerinde
çok az gelecek yorumu ve fazlasıyla karar bildirimi vardır.
G elecek sadece yaşanacak zaman durum undan oluşm az,
“öyle yapacağım ” öğesini de içerir. Güç olasılıktır ve ola
sılık geleceği işaret eder; gerçekleştirilecek bir şeydir. G e
lecek, kendim ize söz verdiğim iz, senet yazdığım ız, kendi
mizi tehlikeye attığımız zaman kipidir. N ietzsche’nin “in
san söz verebilen tek hayvandır” cüm lesi, kendim izi gele-
* Ç .N . İn g ilizce’de “ w ill" sözcüğü hem irade anlam ındadır, hem de g ele
cek zam an kipinde kullanılan yardım cı fiildir.
A ştovciradr
ceğe yerleştirm e yetim izle ilgilidir. Burada W illiam Ja-
m es’in “öyle olsun” kararım da anım sarız. Birçok hastanın
depresyonu, üzüntüsü, “yapam am ” hisleri ve bunlarla iliş
kili çaresizliğiyle ifade ettiği um utsuzluk, bir bakış açısın
dan, bir gelecek görem em e veya kuram ama olarak yorum
lanabilir.16
İnsanoğlunun kimliğini yaşantıladığı yer amaçlılık ve
iradedir. “ Ben” , “ben y a p a b ilirim in “ben”idir. D escartes,
o ünlü “düşünüyorum , öyleyse varım ” cüm lesinde hatalıy
dı, çünkü kimlik düşünceden gelm ez; düşünselleştirm e-
den hiç gelm ez. D escartes’ın bu form ülü, daha önce de
söylediğim iz gibi, en önemli değişkeni dışarıda bırakır; as
lında m eydana gelen aradaki “yapabilirim ” değişkeniy
ken, o düşünceden kimliğe sıçrar. K ierkegaard, H egel’in
benzer ölçüde aşırı basitleştirilm iş ve düşünselleştirilm iş
“olasılık gerçekliğe uzanır” çözüm üyle, olasılığın gerçekli
ğe uzanmadığını, ara değişkenin kaygı olduğunu söyleye
rek alay etm iştir. Bunu, “olasılık benim -b en im gücüm ,
benim sorum - olarak yaşantılanır ve bu nedenle gerçekli
ğe uzanıp uzanmayacağı bir ölçüde bana -ağırlığım ı nere
ye koyacağıma, ne kadar duraksayacağım a- dayanır” şek
linde de söyleyebiliriz. İnsan deneyim inde olan, “tasarla-
rım -yapabilirim -yapacağım -benim ” biçimindedir. “Yapa
bilirim ” ve “yapacağım ” , kimliğin esas deneyim leridir. Bu
bizi terapinin, hastanın bir kimlik hissi geliştirip sonra ey
leme geçmesi şeklindeki çürük varsayımından kurtarır.
Hasta aksine, kimliği ya da en azıdan onun olasılığını ey
lem de yaşantılar.
Kaygının ve olasılığın aynı deneyimin iki yanı olduğunu
başka bir yerde söylem iştim .17 Ergenlikte cinsel ilişki ola-
3 02
ftollu M a y
sılıkJan ortaya çıktığında, genç insan yeni güçleri sayesin
de bir haz ve özdeğer duym akla kalm az, bu güçler onu ar
tık eylem e geçm ek zorunda olduğu daha karm aşık, bazıla
rı önemli olan ilişki yapılarına dahil edeceğinden normal
bir kaygı da duyar. Normal yapıcı kaygı, olasılıklarının far
kına varm a ve oları üstlenmeyle birlikte gider. Güçlerimi
harekete geçirm e beklentim ve olanağım varsa, ilerlerim.
Fakat kaygı boğucu hale gelirse, hareket olasılıkları silinir.
Bu nedenle Paul Tillich belirgin nevrotik kaygının amaçlı
lığı yok ettiğini, “ bilginin ve iradenin anlam lı içeriğiyle
olan ilişkilerim izi yok ettiğini” söyler. Amaçlılık olmadan
gerçekten de “hiçbir şey”izdir.
Tillich ilginç bir biçimde, amaçlılığı canlılıkla, sonra da
cesaretle ilişkilendirerek şöyle der:
AfA r e i n ı d r
onu biçim lendirm ek ve yeniden biçim lendirm ek için
uzanm a yetisini yok eder. Bu anlam da, amaçlılığı yok eder.
Şiddetli kaygıda um utlananlayız, tasarlayanlayız, söz vere
m eyiz veya yaratam ayız; tehlike geçene kadar kendimizi
korumayı umarak sınırlı bilinç çitleri arasına geri döneriz.
Amaçlılık ve canlılık, insanın canlılığının kendini sadece
biyolojik bir güç olarak değil, bir uzanm a, dünyayı çeşitli
yaratıcı etkinliklerle biçimlendirm e ve yeniden biçim len
dirm e olarak gösterdiği gerçeğinde dolayı ilişkilidir. K işi
nin amaçlılık düzeyi bu nedenle onun cesaret düzeyi ola
rak görülebilir. Tillich Eski Yunan’da güç ve değerin bir
leşimi anlam ına gelen arête kavram ıyla, R om a’da benzer
şekilde erkeksi güçle ahlaki asaletin birleşimi anlam ına
gelen virtus kavramını tanımlar. “Canlılık ve amaçlılık, bar
barlıktan ve ahlaklılıktan eşit derecede uzaklaştırılmış, bu
insan kusursuzluğu idealinde birleşirler.” 1*
Sözcüğün kökeninin kılavuzluğunda, daha dü ileri gi
dip amaçlılığı deneyim in “yoğunluğu”yla ya da yaşam da
ki “g a y re tlilik le ilişkilendirebiliriz * Psikoloji dünyasın
da, canlılıkla neyi kastettiğim izi anlam aya yönelik bir dizi
girişim olm uştur: “ H ayatta olm ak” ve bunun gibi sözcük
ler kullanılm ış, am a kim se bu sözcüklerle bir şey ifade et
tiğine inanmıştır. Amaçlılık bize psikolojik canlılığı tanım
lama ölçütü verm ez m i? Am açlılık seviyesi, kişinin hayat
ta olmak olası kararlılık derecesini ve bir hastadan bahse
diyorsak, terapötik ödevde kalm a yetisini tanımlayabilir.
304
Roüa .Vıty
10
TERAPİDE AMAÇLILIK
Aj* t» imde
Bu. arzulam a ve istemenin bir alanıdır. Peki irade çatışm a
sına ne dem eli? Bu çatışm a kesinlikle sürer ve bizim baş
ka bir alana geçm em izi gerektirir. W illiam Jam es’in doku
naklı bir şekilde söylediği gibi bu çatışm a, basit, bir kere
doğan insanda çok az m iktarda olsa da, kahram anlarda ve
nevrotikte oldukça fazladır; çünkü bilmek için neden var
dır. Nevroz, kabaca, kişinin kendini gerçekleştirem em esi-
nin iki yolu arasında bir çatışma olarak tanımlanabilir. Ja
m es’in örneğini ödünç alırsak, ne sıcak olduğu için yatak
ta kalmak ne de asil yapınızı kanıtlam ak için yataktan kalk
mak kişiliğinize bir şey katar. Jam es hastam olsaydı ve se
ansa böyle bir yataktan kalkm a çatışm asıyla başlasaydı,
arzusuna -sessizce veya yüksek sesle- hemen katılırdım:
Soğuk bir sabahta sıcak bir yatakta uzanmak hoştur. Ayrı
ca (muhtemelen konuyla da ilgili olarak), kalkıp çalışm a
ya başlamanızı emreden o katı toplum a karşı gelerek
özerklik kanıtlam anın verdiği fazladan tatmini de sağlar.
M uhtem elen yatakta kalm a, Jam es’in babasına karşı ikile
minin -sıra dışı insanların çok sevdiği ama çok şey istedi
ğ i- iki ucunu ifade eder. Ancak anlık arzuyu itiraf ederek
ve onaylayarak gerçekte ne arzuladığının daha derin düze
yine -y a n i günün olaylarına- inebiliriz.
Terapi, hastanın amaçlılığını netleştirirken, savaşı ger
çek bir savaş alanına çeker. G erçek bir tatm inin mümkün
olduğu bir sahada çatışm ayla savaşm ak hastaya da bize de
yardımcı olur; m ücadeleyi gerçek tatminle tatm insizlik
arasına taşır. W illiam Jam es’in günün olasılıklarını düşü
nürken düştüğü ve tesadüfi bir “düşüş” olm adığında ısrar
ettiğim dalgınlık, amaçlılık düzeyinde, onun aslında yaşa
maya derinlem esine canlı bir ilgi duyan ve yapabildikleri
306
H otto i ta y
ne kendini adayan bir insan olduğunu gösterir.
Terapist olarak görevim , hastanın belirli bir seanstaki
amaçlılığının farkında olmaktır. Seans oldukça tutarlı bir
biçimde ilerlem iyor, çoğu seansta olduğu gibi bir bunalımı
sim geliyorsa, görevim , hastanın amaçlılığını ortaya çıkar
mak, böylece farkmdalıktan kaçamamasını sağlamaktır. Bu
da, çoğu zam an, hiç de kolay bir iş değildir.
P R E S T O N VAKASI
Bazı bölümlerini kelimesi kelim esine aktaracağım bu
seans, analizin yedinci ayında gerçekleşm iştir.* Belirtile
rinden birinin oldukça sabit ve bazen fazlasıyla şiddetli
“yazar tıkanm ası” olan hasta, kırk yaşlarında kültürlü ve
yetenekli bir yazardı. Bana gelm esinden önce beş yıllık bir
analizden geçm işti.
Önceki analiz ona bir dereceye kadar yardım cı olmuş
tu; daha önce karısının m irasıyla geçinen hastam şimdi bir
işi sürdürebiliyordu. Fakat hâlâ şiddetli kaygısı, depresyo
nu ve cinsel sorunları vardı. (Şimdi ayrıntılarına girm eye
ceğim nedenlerden dolayı, bir önceki analist bu sorunların
iyileşem eyeceğini düşünm üştü.) H er halükarda, bir önce
ki terapisti bıraktıktan bir ay sonra bana acı veren, nere
deyse elden ayaktan kesen bir gerilim ve um utsuzlukla
yazdığm da, onu görm eyi kabul ettim . Onunla çalışm a ne
denlerim in bir kısm ı, böylesine iç kaynakları, kişiliği olan
ve bir önceki analizinden temel anlam da yarar görm em iş
birinin m ücadele çağnsıydı. Terapi her tür insana yardım
edebilm elidir ve edem iyorsa nedenini bilm eliyiz. Bu alan
da her şeyi bilen çok kültürlü bir insan olm ası da bu seans-
* Seansın bant kaydından alınm ıştır.
Af* ve inv/r
ta diğer hastalarım la olduğum dan daha etkin ve daha zor
layıcı olmamın nedeniydi.
Başlangıçta, buradaki tartışmam ızın bağlı olduğu bir
sonucu belirtm ek isterim: Artık psikanalizin "tutm am ası
nın", Preston gibi birçok vakada sorunun tem eline ineme-
mesinin bir nedeninin, hastanın amaçlılığına ulaşılamamış
olduğuna inanıyorum. H asta, bu nedenle kendini hiç ver
m ez, tam olarak analizde değildir, tam bir karşılaşm aya
girm ez.
Şimdi aktaracağım seanstan beş ay önce, seansına, bir
kaç haftadır üzerinde çalıştığı, önemli bir makaleyi bitirme
m ücadelesinin huzursuzluğuyla geldi. O seansta, çaresiz
ce yardım istediğini hissetmiştim ve -çoğunlukla yaptığım
gibi tekniğim i değiştirerek- daktilosuna oturduğunda ne
ler olduğu gibi sorular sorup, doğrudan ve özel olarak tı
kanm a sorununa daldım . O seanstan sonra, atölyesine ge
ri dönm üş ve daha sonra nesnel olarak da doğrulanacak,
bugüne kadar yazdığı en güzel makale olduğunu düşündü
ğü m akalesini yazm ıştı. Bundan, olaydan önce söz ediyo
rum çünkü bu, büyük ihtim alle, yazarın şu anda sunaca
ğım seanstaki amaçlılığının tersine bilinçli amaçlarıyla il
giliydi.
Bu seansa geldiğinde, kendini divana atıp seslice iç ge
çirdi.
308
W * May
var Psikolojik durumumun açık bir sınavı... İşte hiçbir
şey... Beklediğim sihir değil... Sadece sapkınlığımın
görkemli bir resmi... Bir şey olmak zorunda... Bugün
öğleden sonra ofise geri dönmem gerekiyor; istemiyor
dum. Yapacak başka şeylerim var; yarın geceye kadar
bitmesi lazım... Teslim tarihi... Zor - neden bu kadar
külfetli olması gerektiğini anlamıyorum. [Duraksıyor]
Bundan bahsetmeye devam mı etmeliyim ya da bunu bı
rakıp başka şeylere mi geçmeliyim bilmiyorum.
TERAPİST. Karan sana bırakmayı, arzuladığın gibi de
vam etmeni tercih ederim.
PRESTON. [Derin derin iç çekiyor] Burada sahne amiri
olmaya o kadar alıştım ki... Yani, başka bir şeyden ko
nuşmaktan kaçınmak için bunu sürdürebilirim. Bütün
bunlarda davranışımı denetleyemiyorum. Bu sabah bu
parçayı yazmak için iyi, neşeli kalkmıştım... ve bumm!
Tabii şimdi baskı deli gibi artıyor... Ne yapmam gerekti
ğini düşünemiyorum... Yani... Bu konudan... Bahset-
sem m i... Bir şey değil... bilirsin... Küçük bir parça.
. t f t K in ıılr
K aygım artıyor... Bütün gün gergin d im ... E tkisizleştir
m eye çalışıyoru m ... M azoşist fantezilerim v a r... Yazm a
ya çalışırken, beş dakikada bir kalkıyorum , tuvalete g id i
yorum , içecek bir şeyler alıyoru m ... Bu boyda kağıt
va r... [E liyle g ö s te r iy o r ]... Bir şekilde kendi kendine
y azılacak ... H iç iyi başlayam am za ten ... Sonradan d eği
şir ... H iç ilgim i çe k m iy o r ... Ü zerinde düşünm üyo
ru m ... Hiç olm adığım kadar kötüyüm . Bu bir alışkan
lık ... H iç ilgim i çekm iyor.
3 10
R o U oM ny
yadaki o çarpıcı cümle söz konusuydu; ağzından çıkacak
ların onların duym ak istedikleri olmayacağından korku
yordu. Bu, m eselenin sihir değil, “ağzından çıkacaklar” ,
“onlar” (en çok da rüyada serumu veren ben) karşısındaki
gizli tavrı ve hisleri olduğunu söylemenin ilginç bir yolu
dur. Bu onun, burada kullandığımız anlamda amaçlılığıdır.
Bunun rüyada, yani daha az bilinçli çarpıtm ayla ortaya
çıkm ası da ona özel bir ilgi göstermem e yol açtı.
Bugün ne olduğunu duym aya çalışırken, seansın başın
da içeri giriş ve kendini divana atış tarzını anım sadım . O
anda bilinç düzeyinde farkında olm adan, kızgın olduğunu
sezmiştim. Bu şimdi kapalı ağızlı, sıktığı dişleri arasından
sözcükleri saçarak konuşm a şekliyle de destekleniyordu.
Buna uygun olarak önerm em, yaşadığının kızgınlık, özel
likle de bana karşı öfke olduğuydu.
Sezdiklerimi yorumlayıp onunla paylaşmalı mıydım?
Paylaşsaydım , muhtemelen başını sallar, bana katılırdı ve
çitlerinin arkasına daha da gizlenm esinden, yan kapalı ra
hatsızlık göstennesinden başka hiçbir şey olm azdı. Ya da
yanıldığımı söylerdi ve yine aynı noktada olurduk. Am aç
lılığı böyle bir sözlü yorumla dışarı çıkaramayız. Preston
bunu, “korumalı bir lastiğim ” şeklindeki harika simgeyle
yeterince netleştirir. Nasıl bir delik açılırsa açılsın, bu onu
bir lastikten daha fazla etkilem eyecektir; Preston tekrar
dan kaplanacaktır.
Bunun yerine, bana duyduğu kızgınlığı yaşantılam asm ı,
yaptığını benimle yaşamasını sağlamalıyım. Terapist ola
rak, hastanın tüm bu kıvranm alan ve ıstıraplan benim iyi
liğim için çektiğini düşünmem küstahlıktır: Fakat o an o
odada onunla olan diğer kişiyim, kişilerarası dünyasının
311
Aşk u r im dt
vücuda gelm iş haliyim . Bu nedenle, içindeki tüm genetik
aktarım öğelerine rağm en, amaçlılığın yöneltildiği, yaşan
dığı kişi benim . Hem başlı başına gerçek bir insan hem de
ilişkiye girdiğinde kişiler/f/ ve kişilerara.sv çatışmaları ya-
şantıladığı, yaşadığı kişiler dünyasının bir temsilcisi olarak
onunla beraberim .
On beş dakika sonra, aram ızda şu konuşm alar geçti:
312
KoUo M ay
ğıt vardı - hepsi aynı sözcükler üzerine çe şitlem eler...
Şim dil tB ağırıyor] N e yapmam gerekiyor?
TER APİST. Bana soruyorsun d eğil mi?
PR ESTO N . Herhalde!
TERAPİST. Bana soruyorsun; bu bile onu senin dışına
koyuyor.
(D u raksam a)
PR ESTO N . P eki, şim d i... Ç ok, çok rahatsız hissediyo-
‘ru m ... O f!... H içbir şey söylem ek istem iyoru m ... K ıstı
rılm ış h issed iyoru m ... Birini öldüresim var...
TER APİST. Çok kızgınsın.
PR ESTO N . Ö yle olduğum u biliyorum .
TER APİST. Bana kızgınsın.
P R E ST O N . E vet, doğru.
TERAPİST. Birkaç dakika ön ce yapamam anın nedeni is
teğinin olm am asıydı. İsteğinin olm am asının nedeni de
kendini onun dışına koym uş olm and ı. Onunla ilgin yok,
kendi kendine yazılacak. D aktiloda bir adam y ok sa, onu
kim yazacak?
P R E ST O N . K endim i onun içine koym a isteğim yok . B i
linçli olarak var, ama istek zaten bilinçdışıdır. Dünden
önceki g e c e , bilin çli olarak bu kızı becerm ek istedim . [İki
g e c e ön ce iktidarsız olduğu b ir o layı an latıyor.]
TER APİST. Dünkü seansta bana söyled iğin , tam olarak
o kızı becerm ek istem ediğin di.
PR ESTO N . Yani, istediğim i düşü nm üştü m ... Ya da iste-
m e/ıydim - Tanrım, bilm iyorum ! [En iy i savunm anın
su çlam a oldu ğu kuram ından y o la çıkarak, taktik d e ğ işti
riyor.] G eçen sonbahardan beri bir parça bile d eğ işm e
dim . Her zam an olduğum kadar kötüyüm - sana g eld i
ğim günkü kadar kötüyüm .
313
1
Aşk « im de
Preston “kucağım a atıyor” derken ne yapmaya çalıştığı
mı okur anlayacaktır: Onu “kendi kendine yazılacak” , “be
nimle ilgisi yok” uydurm alarıyla yüzleştirm eye çalışıyo
rum . Am açlarıyla amaçlılığı arasındaki çatışmayı yaşantı-
lasm diye am açlarına dikkat çekiyorum . Bu sabah, tıkan
ması konusunda güya yardım alma amacıyla gelm işti. Fa
kat seansın başında canından bezmiş tavrı ve ses tonuyla,
gerçekten acı çektiği, ciddi bir sorunla boğuştuğu gerçeği
arasındaki net çelişkiyi görm üştü. Bu iki konu amaç düze
yinde çelişkilidir; fakat amaçlılığı her neyse, ona dahil ve
bir bütünlük içinde olmalıdırlar. Seansın bu büyük bölü
mü, açığa çıkan ve beraberinde nasıl bir duygulanım varsa
(bu durum da öfke) onunla yaşantılanan, am açla amaçlılık
arasında bir çelişki olarak görülebilir. “ Daktiloda bir adam
yoksa onu kim yazacak?” dediğim de, buna en açık ceyap
“sen, May, benim için sen yazacaksın” (çünkü sihirli ola
rak yazılmalıdır) olurdu. Fakat bu açığa çıkarıldığında, o
kadar saçm adır ki, söylem ez. Ancak çatışma ortaya çıktı
ğında, Preston istekle ilgili o m uhteşem cümleyi mırılda
nır. Onunla bunu tartışsaydım , m eydana gelen faydasız bir
düşünselleştirm e olurdu ve esas m eseleyi kaçırırdık. Fakat
bağlam a soktuğum uzda, onu, bilinçli olarak istediğini dü
şündüğüyle (amaç) “altında yatan istek” (am açlılık) arasın
daki çelişkiyi güzel bir biçim de belirtirm iş oluruz. Pres
ton gibi zeki insanlar, psikanalizin duygulanım hararetin
de, çoğu zaman söylediklerinin anlamını fark etm eden ina
nılm az içgörüler dile getirirler. Bence “istek zaten bilinç-
dışıdır” cümlesi de böyle bir söylemdir.
O kur beni adamı “kıstırm akla” suçlarsa, “evet, yapm a
y a çalıştığım tam am en bu” şeklinde yanıt veririm; am a asıl
314
Ma May
olan çatışmayı kıstırdığım ve onu dışarı çıkm aya zorladı-
ğımdır. Ö nerm em yanlışsa -y a n i, olanları yanlış anladıy
sam ve bana kızgın d e ğ ilse - bu cüm leler ürün verm ezdi;
Preston tepki gösterm ezdi. H atalı olduğum u belirtir ve
belki de gerçekte ne olduğunu söylerdi; y a d a d ah a büyük
bir çaresizlik ve um utsuzlukla tepki g ö sterirdi. T erapist
am açlılık konusunda yanılırsa, sonuçta y alnızca terapi alış
verişi işe y aram az.
Bu hasta bilinçteki çatışm anın tam etk isin i yaşark en ,
suçlayıcı bir öfkeyle b an a d öner; o n a h iç y a rd ım etm em i-
şim d ir, b an a geldiği günkü kad ar kötü d ü r. B u ö fk e b e k le
nilir: B u n u n ilk ö m eğ in i, O e d ip u s’un çatışm ası T iresias’ın
sesiy le tam b ilin ce gird iğ i an d a O e d ip u s’un T ire s ia s ’a
olan ö fk esin d e g ö rü rü z.
B an ttak i k o n u şm a la r, b ir ö n c e k i b ö lü m ü n so n u n d a n iti
b a re n şö y le d e v a m eder:
TERAPİST. Evet, bugün açık olan bir şey var, bana kız
gınsın. Bırak çıksın.
PRESTON. Öyle değil. Aslında belki de öyledir... Her
neyse, Allah kahretsin. Bana ne! Bittim , m ahvoldum .
Yoruldum. Yapamam. İşim pam uk ipliğine bağlı. Bu işi
kaybedeceğim . Sana para ödeyem eyeceğim . O nlara “ya
zıyı bitİrem em , nevrotiğim ” diyeceğim . Sevinirler. Ben
de aydın çukuruna defolup gideceğim .
TER A PİST. Bu eline bana karşı öç m alzem esi verecek
değil m i? Sen cehennem e g id ecek sin ... D ilenci olacak
sın ...H iç b ir şey yapam ayacaksın... Param ı ödeyem eye
ceksin.
PR E S T O N . B u anlam da söylem edim . D oğru d eğ il, söy
lediğim h içb ir şey doğru d eğ il, bu yüzden bu kadar sinir
Affcve i m d e
b o z u c u ....
T E R A PİST . B ugün d oğru olan bir şey var, bana kızgın
sın. Seansın başında içeri girdiğinden beri bana kızgınsın.
Sana yazdırm ayan, seni geren, kızgınlığın.
PR ESTO N . N için kızgınım ? N eye kızgınım? N e dem ek
kızgınım? Kızgın olm anın n e anlam ı var?... K onuşm aya
cağım.
TER A PİST. Bunun “ne” lerle “niçin’’lerie hiçbir ilgisi
yok. B oşver onları. K onuşm ayacaksın, elim i kolum u
bağlam anın m ükem m el bir yolu. Bu senin kızgın olm a,
elim i kolum u bağlam a yolun.
PRESTON. Öyle olsun. Bravo! Şimdi ne olacak?
TERAPİST. N e yapm am ı istiyorsun?
PRESTON. Bilmiyorum . Üzerinde düşününce kızgınlı
ğını geçiyor.
316
RoUaM ny
Çaresizliğin bu noktasında, özet bir yorum yapıyo
rum.
317
Afk ıı* iradr
dettin... Ah... Ah... Çok hasta, hasta [kendisiyle alay
eden bir ses tonuyla] . Hiçbir şey söylemedin. Beni hasta
olarak görmeliydin. Sanki “bunların hepsi saçma” diyor
gibiydin... Yapabileceğime inanıyordun. Yapamadığıma
inanmanı istedim. Yapmak istemedim. İyi yapmak tatmin
etmiyor. Tatmin hasta olmaktan geliyor. Kurbanım ben!
TERAPİST. Aynen öyle.
PRESTON. Kurbanım, asilim, duyarlıyım, yapamam.
Trajedi bu. Dün söylemiştim ya iktidarsız olmalıyım diye
-bu da kızlara kurban olmak- iktidarsız... Şimdi bunun
işe yaramadığı bir durumdayım. Bu yüzden hasta olmam
gerek. Bu yüzden yaşamayacağımı göstermem gerek.
Başarılı olursam öleceğim. Sağlıklı olursam öleceğim.
Beni kovamazlar, beni terk edemezler. “Bunu hasta bir
insana nasıl yaparsınız?” Kendime yetersem, o zaman
beni kovarsınız. “Çık odamdan, çık bu evden!” Terk edi
lirim... Dünyaya ait değildim.
TERAPİST. En azından şu net, kendini terk ediyorsun;
kendine sanki bu dünyaya ait değilmişsin gibi davranı
yorsun. Bugün yazıda yaptığın işte buydu. Buraya gelip
“çok çalıştım, başardım” deseydin, ne özelliği olurdu?
Ama “hiçbir şey yapamam” dersen, esas trajedi bu.
PRESTON. Bu yüzden “yapamam”ı kabul etmediğinde o
kadar öfkelendim. Kızgındım. Şimdi kızgın değilim. Ama
öyleydim. O kadar kızgındım ki konuşamadım. Ağzımı
böyle kapalı tutuyordum. Daha ne kadar açık olabilir?
TERAPİST. Evet. Tam da “yapamam”tn bir parçası ol
madığım anda bana öfkelendin.
318
IMİoMa»
yardımcı olacağını ya da mutlaka açıklam amız gerektiğini
im a etm iyorum ; “yapabilirim ”in uygulanabilir bir olasılık
olması ve hasta tarafından gerçekleştirilm esi uzun sürebi
lir. Dem ek istediğim , hastanın kıyam ete kadar “yapa
m am ”! tartışıp o konuda konuşabileceği, ama “yapabili
rim ” kutupluluğun bir parçası olmadan o konuşm anın hiç
uygulanam ayacağı ya da onu değiştirm e gücünde olam a
yacağı, duygusal rahatlam a bile sağlayamayabileceğidir.
“Yapamam” hakkında konuşmayı devingen yapan, acı ve
ren değişm e güdüsünü ortaya çıkaran “yapabilirim ”dir.
Yoksa “yapam am ” bir istifa olur ve başta acı, tatlı, nostal
jik ve rom antik bir olum suz tatmin olsa da, kısa zamanda
sadece boş ve alay eden bir şeye dönüşür.
H asta gerçekten çaresiz ve um utsuz olduğunda, belli
nedenlerden dolayı onu bu şekilde zorlam am . Burada
önemli olan, Preston’m “yazam am ” ı başım ın üzerinde bir
kamçı şaplatm a stratejisi olarak kullanmasıdır. “ Yaza
m am ” değil, daha sonra söylediği gibi “ iyileşm eyi göze
alam am , yoksa kovulurum , terk edilirim , sevilm em ” olan
gerçek “yapam am ” için bir örtüdür. Hastaların “yapa-
rım” lanna inanm anız, bunu teşvik niteliğinde ve ahlaki ne
denlerden değil, insanların değiştiğine ve büyüdüğüne
olan gerçekçi inancınızdan doğan bilgiyle de (ve biraz sağ
lıklı inançla da) yapsanız, onlar için büyük bir tehdittir.
Bunun tehdit olmasının nedeni, hastayı sorumlu kılmasıdır;
yönelebileceği bir dünyasının olmadığı şeklindeki daha
gizli ve daha derin bir tehdittir. Yaşamı boyunca devamlı
olarak kurduğu dünyaya uym am am , onun benlik-dünya
ilişkisini şiddetle sarsar.
Seansın ilerleyen bölüm ünün çoğunda ağlamaktadır:
319
A & tv ımtfc
PRESTON. Çaresizce “hastayım” demeye çalışıyordum.
Peki neden? Daha önce söylemeyi unuttum... Babamdan
bahsedince aklıma geldi. Neden bunu atladım acaba!
Yazdığımızın bugünkü tıkanmayla ilgisi olmadığını söyle
miştim. Kesinlikle var. Oyun bir baba, anne ve oğul hak
kında, oğul yeni savaştan dönmüş. Oğul iki gün evde
kaldıktan sonra serseriliğe gidiyordu, savaştan geldiğim
de benim de gittiğim gibi. Babası gergin, duruyordu.
Oğul anneye “Ben çıkıyorum: babam hiç beni sevdiğini
söylemedi” diyor... Sonra oğul, “belki ben söylemedim”
diye düşünüyor. Sonra “Baba, seni seviyorum” diyor.
Baba gergin, sonra çözülüyor ve sarılıyorlar. İstemiyor
muş gibi yapıyorum... Babamın,“seni seviyorum,yapa
bilirsin” demesini istiyorum. [Duraksıyor] Babamın bana
sarılıp “Seni seviyorum. İyisin. Çalışabilirsin, gerçekten
yapabilirsin... Yaşamaya hakkın var” demesini istiyo
rum. Babam beni onaylamıyor. Daha fazla. Annem bana
teslim oldu... Benimle ilişki kurdu... Ve gerilim.vardı.
Ama babam, hayır... Babam sadece “kızlardan uzak dur”
dedi. Babam dışarı çıkmama hiç izin vermedi. Babamın
“Yapabilirsin. Yapabilirsin!” demesini istiyorum. O “Ya
pamazsın... Yaşamayacaksın” dedi.
320
RoUo M a\t
dimi felaket hissediyorum .” Felaket hissediyor olm asının,
en başta böyle bir sorunla uğraşm ak zorunda olm asına
duyduğu kızgınlık ve içerleme olduğunun farkında değildi;
bunu genel bir üzüntü olarak yaşayıp “ Dr. M ay’e acilen
m üracaat edip onun bu konuda bir şeyler yapmasını iste
yeceğim ” şeklinde bir niyetle sonuçlandırıyordu.
Bu durum da, gördüğüm kadarıyla, içeri girdiğinden be
ri farkında olm adığı bir düzeyde de olsa, m evcut olan be
nim le bir bütün olarak iletişim kurm a yoluna, amaçlılığına
geliyoruz. Bana karşı bir kızgınlık ve içerlem e, “burada
sahne amiri benim ” sim gesiyle istemeden açığa vurduğu
saldırgan bir kamçı şaklam ası içeriyordu. B u, denetimi ele
geçirm em , sorum luluğu üstelenm em için bir m ücadele bi
çim ini alm ıştı. Bunu, küçük bir çocuğun yataktaki ısrarla
rına benzetiyorum ; yetişkinlere em ir veren ve sözü (güya
annesinden aldığı) yerine getirilm eyince öfkelenen prense.
Ortaya çıkan öfke bir yandan onun böyle bir tıkanm a için
de olm asına karşıdır ve bu, yaraya yara ekler; çünkü prens
değneğini, kalem ini sallamalı ve iyi yazılar çıkarabilirledir.
Şu anlattığunı, ona seansın başında sorsaydım dile getir
mezdi; ama buna “bilinçdışı” dem ekte tereddüt ederdim.
Yaşanıyordu, bedensel hareketlerinin dilinde m evcuttu,
benim le ilişki kurm a yolunda simgesel biçimde söyleni
yordu. Bu çeşitli farkm dalık ve bilinç düzeylerini birleşti
ren bir köprüdür.
Fakat sonra, hakkıyla bilinçdışı denebilecek bir şey or
taya çıkar; bir gece önce gördüğü oyunun, üzüntüsüyle
hiçbir ilgisi olmadığını söylemesindeki bastırılmış öğe.
“YapamaırTın bir parçası olmayı reddettiğim de, bastırılmış
anı dışarı çıkar. Yargıma göre, ancak benim le karşılaşm an
321
Affc tv iruti*
dan sonra bu bastırmayı yarabildi. O zaman gördüğü oyu
nun çatışm asıyla çok ilgisi olduğunu ve özellikle bu sabah
böylesine ciddi bir tıkanma yaşamasının şaşırtıcı olmadığı
nı görebildi. (“İyi yazar ve başarılı olursam babam beni
sevm eyecek.”)
Seansın son yirmi dakikasında, içruhsal çatışma sorun
ları ortaya çıktı. Kızgınlığının altında bir sevilme özlemi,
kovulma ve terk edilme korkusu vardı; özellikle kadınlar
tarafından tek sevilebilme yolu, hasta, ihtiyaçlı, başarısız
olmaktı. Bunların çoğu, psikanalize özgü alanlar olan ve
göz ardı etm ediğim , am a araştırma konumuzun dışında
olan genetik etm enlerle, çocukluk deneyim leri ile ilgilidir.
Ancak bu alanlara arzu ve iradeyi keşfetm eden -y a n i,
amaçlılık ortaya çıkm adan- ulaşılamaz.
Amaçlılık tartışmamız süresince bazı okurlar,’’Bununla
terapideki ‘eylem lem e’ arasında ne fark vardır?” diye so
rabilirler. Şu soruyla da bu konunun üzerinde durm aya de
vam edebilirler: “Eylem in niyetin ayrılmaz bir parçası ol
masına yapılan vurgu, ‘eylem lem e’nin önerildiği anlam ına
gelm iyor m u?”
“Eylem lem e” bir dürtüyü (veya niyeti) içgörüden kaç
mak için açık bir davranışa dönüştürmektir. B ir arzunun
veya amacın tam etkilerini görm ek, anlamı konusunda iç-
görü edinm ek, genellikle kişinin benlik-dünya ilişkisini
daha çok bozar ve bu nedenle arzuyu fiziksel olarak ey-
lem lem ekten, kişi eylem lem eden sonraki süreçlerde red
dedilse ya da incitilse bile, daha kaygı yaratıcı ve daha acı
vericidir. Kişi en azından tüm sorununu kassal davranış
düzeyinde tutarsa, daha güç olan özsaygı tehdidiyle yüz
leşmek zorunda kalm az. Bu nedenle, “eylem lem e” haklı
322
HolU/ May
olarak çocuksu, psikopat ve sosyopat kişilik türleriyle
ilişkilendirilir. Eylem lem e bilinç düzeyinde değil, bir son
raki bölüm de belirteceğim gibi, insanoğlunun hayvanlarla
paylaştığı bir yeti, bilinç öncesi daha ilkel bir gelişim dü
zeyi olan “farkm dalık” düzeyinde m eydana gelir. Yetişkin
hastalarda, eylem lem e, genellikle arzuyu veya niyeti bi-
linçliliğe dönüştürm eden ondan kurtulma çabasıdır. Ey-
lem lem eden am açlılıkla yaşam ak kolay değildir; niyet ve
eylem kutupluluğunda yaşam ak, kişinin kaygıyla ya
şam ası dem ektir. Bundan dolayı, h astalar eylem e
dönüştürem ezlerse, tam tersini yapıp, niyeti olduğu gibi
reddederek gerilim den kaçınmaya çalışırlar.
Kültürlü hasta, amacı düşünselleştirm e yönetim ini kul
lanır -b u da bugünlerin olağan yöntemi haline gelm iştir-
ve bu şekilde duygularını yadsır, tüm deneyimi kısırlaştırır
ve deneyim in içini boşaltır. Bugünlerde, hasta babasından
nefret eder ve onu öldürm ek isterse, genellikle bir silah
alıp bunu gerçekleştirm eyeceğini bilir. Fakat sonrasında
kendine “ herkes psikanalizde böyle düşüncelere dalar; bu
sadece Oedipus kom pleksinin bir parçasıdır“ diyerek ken
dini bütün bunlardan ayırırsa, sonsuza dek bu konudan ko
nuşmanın hiçbir faydası olmaz ve yalnızca babasıyla olan
gerçek sorunlarını işlemesine karşı savunm a m ekanizm a
larını güçlendirir. Böyle bir hastanın yaptığı, tam da amaç
lılığı deneyim den çıkarmaktır. Onu kısırlaştım , böylece
hiçbir şeyi gerçekten am açlam az; hiçbir şeye doğru hare
ket etm ez ve ayrık bir fikri tartışır. D üşünselleştiren, zor-
lanımlı-saplantılı türün yöntemi olan ayrıklık ve çocuksu,
psikopat türün yöntem i olan psikopatik eylem lem e, kişi
nin amaçlılığının etkileriyle yüzleşmekten kaçmasının iki
A şk ir m trfr
zıt yoludur.
Hastadan yapmasını istediğim iz şey, amacının içeriğini
ve anlamını gerçekten yaşantılamasıdır; “yaşantılam ak”
eylem içerir ama fiziksel olarak değil bilincin yapısı için
de tanımlanır. Am acın eylemin bilincin yapısı içinde oldu
ğunu vurgularken, iki şey anlaşılır: Birincisi, eylem in sos
yal anlamları ile birlikte benim parçam olarak hissedilm e
si, yaşantılanması ve kabullenilm esi; İkincisi, bu şekilde
bunu fiziksel olarak eylem lem e gereksinim inden kurtul
m am . Bunu davranışsal olarak dünyada eylem leyip ey-
lem lem em em , farklı düzlem de bir sorundur. Amaçlılığım
la yüzleşm işsem , kararı dış dünyada vermeyi um abilirim .
Psikanaliz, am açlan ve onların ima ettiği eylemleri ve
anlam ları, hastanın onu açık davranışa dönüştürm ek zo
runda kalmadan yaşantılam asının en iyi yeri -F re u d ’un
aktarımla ilgili söylediğini ödünç alırsak “amaçlılığın oyun
alanı” olmalıdır. Hasta ne zaman gerçekten bir şey yaşan
tılarsa orada bir risk olduğu için, terapistlerin zararlı ey
lemleme riskini aldıklarına eminim . Fakat hasta babasını
öldürme arzusunu bilincine vardığında duygusal olarak
sarsılıyorsa, bu duygulanım babasıyla ilişkisini değiştirm e
hizmetine kullanılabilir ve kullanılmalıdır. Böylesine bir
nefret ve öldürm e isteği yetişkinlikte m evcut olduğunda,
deneyim lerim e göre genellikle babaya bağlılığın bir dışa
vurumudur. Norm al, yapıcı sonuç, deneyimin anlamını
kavrayarak ve duyguları boşaltarak, babasıyla olan aşırı
bağını “öldürecek” ve böylece duygusal özgürlük kazana
caktır. Bu örnek şüphesiz kulağa aşırı basit gelir, ama
umarım amacı ve anlamlarım bilinçte yaşantılamayla psi-
kopatik eylem lem e arasındaki farkı gösteriyordun Hem
324
RoüoMay
psikopat hem ayrık türler amaçlılıklarının anlam ıyla yüz
leşm ekten kaçm aya çalışırlar. Amaçlılık üzerine bütün bu
bölümlerde yapmaya çalıştığımızın önem i, eylem in anla
mını onarm ak ve onu merkeze yerleştirm ektir. Böylece,
am açlılık endişesi, psikanalizdeki eylem lem eyi gerçekten
zayıflatabilir.
Burada bir konuya değinm ek gerekir. Am açlılık hastay
la, terapistin paylaştığı bir anlam m atriksine dayanır. Her
birey, akıllı ya da deli, bir ölçüde kendi yaptığı -y an i birey
sel o la n - fakat insan tarihi ve dilinin ortak durum unda
yaptığı bir anlam m atriksinde yaşar. Bu nedenle dil bu ka
dar önemlidir: İçinde anlam matriksim izi bulduğum uz ve
biçim lendirdiğim iz, diğer insanlarla paylaştığım ız ortam
dır. Binsvvanger “dil her insanın ruhsal köküdür” der. Aynı
şekilde, tarihin de her insanın kültürel bedeni olduğunu
söyleriz. Anlam dizeyi bilim sel ya da başka türlü her tar
tışm anda önce gelir, çünkü tartışmayı -psikoterapide de
olduğu gibi - mümkün kılan odur. Bir hastanın, ya da her
hangi birinin anlam m atriksini, tam amen nesnel bir biçim
de onu dışında durarak anlayamayız. Hastam ın anlam ları
na katılabilm eli ve aynı zamanda kendi anlam matriksimi
koruyabilm eli, ve böylece kaçınılm az ve haklı olarak, yap
tığım - çoğu zaman bana yaptığını- yorumlayabilmeliyim.
Aynı şey diğer insan ilişkileri için de geçerlidir: A rkadaş
lık ve aşk kendim izinkini teslim etm eden, ötekinin anlam
matriksine katılmamızı gerektirir. İnsan bilinci bu yolla an
lar, büyür, değişir, netleşir ve anlamlılaşır.
TERAPİDE AŞAMALAR
Bireysel hastalarla terapi süreci, arzu, irade ve kararın
Afk ve tradt
üç boyutunu bir araya getirmeyi içerir. Hasta bütünleşm e
sinde bir boyuttan diğerine geçerken, bir önceki boyut onu
izleyene katılır ve içinde mevcut kalır. Amaçlılık üç boyut
ta da mevcuttur.
Bu kitabın başlarında arzu, irade ve kararı tartıştık.
Am açlılık tartışm am ızdan sonra bunlara geri dönmek
önemlidir. Çünkü am açlılık, arzu, irade ve kararı tam ola
rak anlam ak için gereklidir. Uygulamalı terapiyi bu üç bo
yutta anlatarak sorunum uzun anlamını daha derinlem esine
göstereceğiz.
İlk boyut, arzu, insan organizmasının hayvanlarla pay
laştığı farkm dalık boyutunda yaşanır. Her bireyde olan bu
çocuksu arzular, bedensel gereksinim ler ve istekler, cin
sellik ve açlık, tüm bu sonsuz ve bitm ez arzu dizisi, Ro-
gers’tan klasik Freudyene, neredeyse tüm psikoterapilerin
merkezidir. İnsanoğlu için bu arzuları yaşantılam ak, far-
kındalığı engelleyen bastırm alar açığa çıkarken, ciddi ve
bazen travm atik kaygı ve çalkantı içerebilir. Bastırmanın
maskesini düşürm enin önemi ve gerekliliği konusunda
-b u devingen konular şu anki tartışmamızın kapsamının
dışındadır- çeşitli terapi türleri büyük farklılıklar gösterir;
fakat farkm dalık sürecine merkezi bir yer veremeyen bir
psikoterapi türü düşünem iyorum . W olpe ve Skinner türü
şartlandırma terapistleri, bu farkmdalık yönlerini açığa çı
karmayı hedeflem ezler. Ama onları psikoterapi olarak de
ğil, adlarının da ima ettiği gibi davranış terapisi -yeniden
şartlandırm a, yeniden eğitm e, alışkanlık kalıplarını yeni
den oluşturm a- olarak adlandırırım.
Arzuların yaşantı 1anması en basit biçimlerde olabilir;
okşam a ve okşanm a isteği, bebeklik deneyim inde meme
326
Rotlit May
emm e ve anneye ve aile üyeline yakınlıkla ilişkilendirilen
arzular. Yetişkin deneyim inde, arzular, cinsel yakınlık ve
ya arkadaşın eline dokunm aktan rüzgar ve suyu tende his
setm eye kadar çeşitli biçim ler alabilir; ve yeni açan bir
hor çiçeği öbeğinin yanında dururken, büyüleyici bir anda,
masmavi gökyüzünün san çiçekler denizinden bakıldığın
da ne kadar da parlak olduğuna şaşırm anız gibi karm aşık
am a saf deneyim lere kadar gidebilir. Bu anlık dünya far-
kındalığı, yaşam boyu umarım artan bir hızla devam eder,
ve psikolojik tartışm alarda edinilenlerden çok daha çeşit
li ve zengindir.
Bedenin, arzuların ve isteklerin -aç ık ça kimliği yaşan-
tılam ayla ilgili süreçlerin- artan farkmdalığı genellikle
benliğe bir varlık olarak hayranlığı ve varlığın kendisine
olan saygıyı da artırır. Bu noktada Zen Budizmi gibi doğu
felsefelerinin bize Öğreteceği çok şey vardır.
Arzu ve irade konulu bölümüm üzde anlattığım ız, o an
nesinin kollarının arasında olmayı içeren güçlü özlemine
karşı “irade varsa, yol da var” şeklinde bir tepki oluşumu
kullanan Helen vakasına yeniden bir göz atalım . Bu özle
min depresyondaki annesinin bir akıl hastanesinde olduğu
bebekliğinin ilk iki yılından kaynaklandığını söylemiştik.
Terapinin başlangıcında, Helen annesinin sevgisi ve şef
katini, annesinin kollarının arasında olmayı arzuladığının
farkında değildi (bunu, yattığı çeşitli adam lardan edinmiş
olsa da). Sadece yaşam ının aceleci, azimli yüzeyinin altın
daki yaygın depresyonun, üzüntünün ve acının farkınday
dı. Bu bebeklik arzularının farkında olması ve onları kabul-
lenişi, onları terapi seanslarında yaşantılam ası, zaman
içinde aleni kızgınlık, fazla miktarda içerlem e, çaresizlik,
3 27
A ş k v t (ratfo
ve “zayıflığından” utanç, bir süre için belirgin bir edilgen
lik, ara ara öfke ve benzerlerini yarattı. Bunları, bu önem
li, uzun zamandır yadsınmış arzulan farkındalık düzeyine
getirmenin hiç de kolay olm adığını, hiç de çocuk oyunu ol
madığını göstermek için söylüyorum . Genellikle travm atik
ve oldukça sarsıcıdır. Bu nedenle gerileme psikanalizde
sıkça yaşanır. Bu arzuları bilinç düzeyine, sırf “rahatla
m ak” veya “duyguları ortaya çıkannak” için getirmeyiz;
yine de, duyguları gerçekten yaşantılamanın, ona kaçınıl
maz olarak eşlik eden üzüntü ve acıyla birlikte, geçm işe
bakmak için gerekli olduğunu düşünürüm . Fakat, duygu
boşalımından daha önemli olan şey, arzuların bir anlamı
işaret ettiğidir. Helen annesine duyduğu hüsran dolu sev
gisiyle sayısız erkek arkadaşlarından istedikleri, seks ve
yakınlığı oral tatmin olarak kullanışı, küstah, rekabetçi ge
reksinim leri arasındaki ilişkiyi keşfetm eye başladı. (“An
nem ve babam bana sevgi verm ezse, onlara nasıl aldığımı
gösteririm !”) Bu da, bir nevrozda görülen öfke ve içerle
me gelişim ine uygun bir biçim de, diğerlerinin yanında an
ne babasına kızdıracak bir yol olacaktı.
K ültürüm üzde pek de ender olm ayan daha ileri bir aşa
ma vardır: Hastanın, olum suz ya da um utsuzca bir hiçbir
şey arzulam am a nedeni olan “istem em e” amacını geliştir
diği, yukarıdakinin daha yapılanm ış biçimidir. Deneyim
lerime göre, bu saplantılı, zorlanım lı kişilik türlerinde gö
rülür. Kişi “istem em ek daha iyidir” , “hiç arzulam azsam ,
hiç zayıf olm am ” form üllerine göre yaşar. Kültürüm üz bu
na tuhaf, sinsi bir biçimde yaltaklanır. Bir tarafta, toplum
tüm arzularımızın yerine getirileceği sözünü verir gibi gö
rünür; çığ gibi yağan reklam lar kişiyi bir gecede sarışın ya
3 28
fto U o M a v
da kızıl yapacağı, onu hafta sonuna kadar sekreter koltu
ğundan alıp N assau’ya giden bir jete koyacağı güvencesi
ni verir. H oratio A lger miti çoktan yok olm uştur, her şe
yin bize verileceği miti değil. Fakat kültürüm üzde tuhaf
bir tedbirlilik de vardır: “ Ancak çok fazla hissetm ezsen,
çok şey istediğini belli etm ezsen gerçekten tatm in olacak
sın.” Sonuç olarak, Alger gibi dünyayı fethetm ek yerine,
edilgen bir biçimde teknoloji dehasının üzerim ize düşen
tatm ini getirm esini beklem ek -zo rlam ak veya etkilem ek
değil, sadece beklem ek- durum undayız. Tüm bunlar yir
minci yüzyıldaki büyük m akine mitine olan inancın ödül
lerinin bir bölümüdür.
Kültürel olarak nasıl yorumlanırsa yorum lansın, sonuç
aynıdır: İnsanlar edilgen olarak tepki gösterdikleri ve giz
ledikleri bir dizi arzu taşırlar. Günüm üzün Stoacılığı arzu
ları yenm e değil onları gizlem e gücüdür. D urm adan onu
bunu ussallaştıran ve gerekçelendiren, yaşam , bütün işle
rin kağıt ve yazarkasa şeridi üzerinde yapıldığı, hiçbir m a
lın olm adığı kocaman bir pazar yeriym iş gibi gören bir
hastaya, bazen psikoterapide “H içbir şey istem ez m isin?”
diye bağırm ak isterim . Am a bağırm am , çünkü bir düzeyde
hastanın çok şey istediğini görm ek hiç de zor değildir; so
run, bunu E liot’ın dediği gibi “ kuru kem ikler” kalana dek
biçim lendirm iş ve yeniden biçim lendirm iş olm asıdır. Kül
türümüzde arzulan yadsıyışımızı gerekçelem e ve arzuyu
bu şekilde yadsım anın onu tatmin edeceğine olan inancı
kabullenme eğilim leri yaygındır. Okur şu ya da bu aynntı-
da bana katılm asa bile, psikolojik sorunum uz aynıdır: Has
tanın isteklerini ve arzulam a yetisi ortaya çıkararak onun
duygusal canlılık ve dürüstlük kazanm asına yardım etm e
A şk ve irade
miz gerekir. Bu terapinin sonu değil esas başlangıç nokta
sıdır.
Bedenin arzulam ada özellikle önemli olduğunu söyle
m eliyiz. Bu boyutu tartışırken bu sözcük birçok kez karşı
mıza çıkmıştır; bedenin okşanmasını arzulam ak, farkmda-
lığm esasen bedensel bir yapı olduğu ve diğerleri. Beden,
bir dil olarak terapinin bu aşam asında önem lidir. Arzula
ma ve arzulamanın altında yatan amaçlılık, ince el kol ha
reketleri, konuşm a ve yürüm e biçim leri, terapiste doğru
ya da başka yöne eğilm elerle dışavurulur; tüm bunlar, bi-
linçdışı olduğu için, hastanın bilinç düzeyinde dile getir
diklerinden daha doğru ve daha dürüsttür. Bu nedenle be
den kabul edilm elidir, övülm elidir, istenm elidir ve ona
saygı duyulmalıdır. W ilhelm R eich’in deyim iyle ‘‘beden
zırhı” oyuldukça çatışma çıkacaktır; bedensel ifade olarak
orada olacaklardır. Çatışm alar yapıcı bir biçimde karşıla
nabilir, fakat beden duvarlarla örülm üş olarak kalırsa,
olumlu hiçbir şey olmayacaktır.
ARZUDAN İRADEYE
îkinci boyut farkındalığı özbilince dönüştürmedir. Bu,
insanoğlunun ayırt edici farkındalık biçim iyle, yani bilinç
le bağlantılıdır. Köken olarak con ve scireden gelen bilinç
terim i (consciousness) “birlikte bilm ek” anlam ına gelir.
Kelimenin tam anlam ıyla özbilinç. burada kullandığımız
normal anlam ıyla, bir fazlalıktır; bilincin kendisi rolümün
farkındalığmı içerir. Bu düzeyde, hasta bu-arzulan-duyan-
benim ’i yaşar. Bu, kişinin benliğinin dünyasının olmasını
kabullenem e boyutudur. Arzularım ın sadece birine ya da
bir şeye doğru kör itişler olm adığı, dokunm anın, beslen
330
RtUh Mttu
m enin, cinsel zevkin ve ilişkinin başka insanlarla aramda
mümkün olduğu bu dünyada duranın ben olduğum gerçe
ğini hissedersem , bu arzular konusunda bir şey yapabile
ceğim i görebilirim . Bu bana iç-görü, “içeriyi görm e” ,
dünyayı ve diğer insanları benim le ilişkili olarak görme
fırsatını verir. B öylece, bir tarafta tatm in edem em eye ta
hamm ül edem ediğim , diğer yanda onları körce tatmin et
m eye sürekli olarak itildiğim için, arzulan bastırm anın ön
ceki bağlayıcılığının yerini, bu zevk, aşk, güzellik, güven
ilişkilerine katılanın ben olduğum gerçeği alır. O zaman,
onlan daha m üm kün kılm ak için davranışımı değiştirme
fırsatını yakalamış olurum.
Özbilinçli am açlar için kullanacağım ız terim , iradedir.
Bu terim , amaçlı eylem lerin etkin niteliğini ve kendini or
taya koyuşunu yansıtır.
Bu boyutta irade bir arzu yadsıması olarak değil, arzu
nun daha yüksek bir bilinç düzeyiyle bütünleşm esi olarak
ortaya çıkar. Çiçekler ardındaki göğün maviliğini basit bir
farkındalık ve arzu düzeyinde yaşantılam ak, haz ve dene
yimi sürdürm e ya da yineleme isteği getirebilir; fakat çi
çeklerin sarı, görün parlak olduğu bir dünyada yaşayan ki
şinin ben olduğum u ve bunu bir arkadaşım la paylaşarak
zevkimi artırabileceğim i fark etm ek, yaşam , aşk, ölüm ve
insan deneyim inin diğer temel sorunları için derin anlam
lar taşır. Tennysoıı’m çatlak duvardaki çiçeği gördüğünde
söylediği gibi: “Tanrı ve insanın ne olduğunu anlayabili
yorum.” İnsan yaratıcılığının ortaya çıktığı boyut budur. İn
san saf hazla kalm az, deneyim ini diğer insanlara ileteceği
ni umduğu bir resim çizer ya da bir şiir yazar.
331
4
. ffc iv irade
ARZU VE İRADEDEN KARARA
Terapi sürecinin üçüncü boyutu, karar ve sorumluluk
boyutudur. Bu iki terim i, ikisini de iradeden ayırm ak için
kullanıyorum. Sorum luluk, karşılıklı olmayı, karşılık ver
m eyi gerektirir. Nasıl bilinç farkındalığm ayırt edici insan
biçim iyse, karar ve sorum luluk da, kendini gerçekleştir
m eye, bütünleştirm eye, olgunluğa doğru ilerleyen insanın
bilincinin ayırt edici biçimleridir. Yine, bu boyuta arzulan
ve kendini ortaya koyan iradeye yadsıyarak ulaşılm az; bu
boyut önceki iki boyutu bütünleştirir ve mevcut kılar. Kul
landığımız anlamda karar, önceki iki boyuttan, arzularla
güçlenen ve zenginleşen, iradeyle kendini ortaya koyan
ve uzun dönem deki hedeflerini gerçekleştirm ede kişinin
benliği için önemli olan kişilere karşılık veren, onlar için
sorumlu olan bir eylem ve yaşam a yapısı yaratır. Bu konu
yeterince açık değilse, Sullivan’ın kişiler arası psikiyatri
kuram ına, B uber'in felsefesine ve diğer görüşlere başvu
rarak kanıtlanabilir. Hepsi arzu, irade ve kararın, bireyin
yalnızca tatmini için değil varoluşu için ihtiyaç duyduğu
ilişkiler bağı içinde m eydana geldiği öne sürer. Bu kulağa
ahlaki bir cüm le gibi gelebilir ve öyledir de. Çünkü ahlak
kurallarının psikolojik tem eli, insanoğlunun anlık benliğe
yönelik arzusunun som ut durum unu aşıp, geçm iş ve gele
cek boyutlarında, kendi tatmininin yakından ihtiyaç duy
duğu insanların ve toplulukların iyiliği için yaşam a yeti
si ndedir.
Profesör E m est K een, üçüncü karar boyutum u şöyle
düzenler:
332
RûUa May
benlik” ve “dönüşen benlik” olarak yaşantılamamdır. Buradaki
terimler belki bu deneyim oldukça bireysel olduğu için pek ke
sin değildir. Bu “ortaya çıkma” bedensel farkındalığımla özbi-
lincimin ya da diğer bir şekilde arzumla irademin bütünleşme
si veya birleşmesidir. Kişinin varlığının dünyayla ilişkisindeki
bütünsel işlevi için de fazladan bir düzey ayırmak, yalnızca “ka-
rar”ın diyalektik doğasını değil, kişinin tüm benliğiyle amaçla-
masınm, arzulama ve istemenin parçalarının toplamından fazla
olduğu anlayışını da yansıtır. “Karar” ne arzu ne de irade eyle
mi, ne ikisinin birleşimidir. İrademe karşı bir şey arzulamam,
şeker çalmaya teşvik gibidir; arzuma karşı bir şey istemem şe
ker sevdiğimi inkar etmek gibidir; bir şeye karar vermek onu al
mak için çabalayacağımı (ya da çabalamayacağımı) resmen
(kendime) açıklamamdır. Bu nedenle, karar vermek bir bağlılık
tır. Başarısızlık riski içerir ve tüm varlığımın katıldığı bir eylem
dir. ı
İNSAN ÖZGÜRLÜĞÜ
Son sorunum uz insanın irade özgürlüğüyle ilişkisidir.
W illiam Jam es bunun psikolojik değil ahlaki bir sorun ol
duğunu söylerken haklıydı. Bu sorun, Jam es’in de belirtti
ği gibi, görm ezden gelinem ez. Herkesin yaşam ında ya da
işinde bazı yanıtlar vardır ve dürüstlük bunu netleştirm eyi
gerektirir.
Freud’un ve yeni psikolojinin etkisi, gerekircilik veya
gerekirliğin kapsam ını olabildiğince genişletm ek olmuş
tur. Nasıl da şartlanm a yaratıkları olduğum uzu, bilinçdışı
süreçlerim iz tarafından nasıl da itildiğimizi ve şekillendi-
rildiğimizi hiç görm ediğim iz kadar açık bir şekilde görü
yoruz. Ö zgürlüğüm üz gerekircilik yönetim i ele geçirdi
ğinde bize kalan eksi alansa, artıklarsa, gerçekten kaybol
333
AjJt rr invto
duk demektir. Ö zgürlük ve seçim küçülür, yeni gerekirci
lik keşfedilene kadar masadan bize geçici olarak atılan kı
rıntılar oluverir. O zaman da insanın iradesi ve özgürlüğü
çocukça saçm alıklar haline gelir.
Fakat bu saf, ilkel bir irade ve özgürlük görüşüdür ve
terk edilmelidir. F reud’dan beri açık olan bir şey, Cennet
B ahçesi’nde bilince “düşm eden” önceki ya da bebeğin bi
lince ulaşm aya ve onu genişletm eye çabalam aya başla
madan önceki saf özgürlüğünün, “ ilk özgürlük” ün sahte
bir özgürlük olduğudur. M akineyle şimdiki m ücadele yi
ne aynı sorundur. Özgürlüğüm üz arta kalanlarsa, m akine
nin yapam adıklarıysa, m esele baştan kayıybedilmiştir: Bir
gün bunları yapacak bir m akine icat edilirse, hepim izin so
nu gelir. Özgürlük asla bir gerekliliğin, ne Tanrı, ne bilim
ne de herhangi bir şey tarafından ertelenm esine bağlana
maz. Özgürlük asla, sanki “ irade”miz gerekircilikten geçi
ci bir sınır indirimiyle çalışırmış gibi bir kanuni vazgeçiş
olam az. Tasarlam a, biçim lendirm e, hayal kurm a, değer
seçm e, amaçlılık insan özgürlüğünün nitelikleridir.
Özgürlük ve irade gerekircilikten vazgeçişim ize değil,
onunla ilişkim ize bağlıdır. Spinoza. “özgürlük, gerekliliği
tanımadır” diye yazar.2 İnsan belirlenm iş olduğunu bilm e
ve onu belirleyenle ilişkisine seçme yetisiyle ayırt edilir.
Bilincinden vazgeçmediği sürece, ölüm , yaşlılık, sınırlı ze
ka ve geçm işindeki kaçınılm az şartlandırm alar gibi gerek
liliklerle nasıl ilişki kuracağını seçebilir ve seçmelidir. Bu
gerekliliği kabul mu edecek, onu yadsıyacak mı, onunla
savaşacak m ı, onu onaylayacak m ı, ona razı mı gelecek?
Tüm bu sözcüklerde bir istem unsuru vardır. İnsanın tiyat
rodaki eleştirmen gibi nesnelliğinin “dışında durm adığı”
334
Rollo May
ve onun hakkında ne düşündüğüne karar verm ek için ge
rekliliğe bakmadığı şim diye kadar netleşm iş olmalıdır. İn
sanın am açlılığı, içinde kendini bulduğu gerekliliğin zaten
bir öğesidir. Özgürlük nesnel doğanın ya da nesnel doğa
m ızda bize kalan o küçük alan üzerinde zafer kazanm akta
değil, her ikini de yaşayan insanlar olduğum uz gerçeğin
de yatar. Am açlılığımızda, ikisi bir araya g elir ve her iki
sini yaşarken, ikini de değiştiririz. Amaçlılık yalnızca ge
rekirciliğin karşısında bir tutum almamızı mümkün kılmaz,
bu tutumu almamızı gerektirir. Bu psikoterapide, hasta ge
nellikle bezdiği veya amaçlarının anlam ından kaçtığı za
man katı gerekirciliği savunduğunda olduğu gibi, sonsuz
defa örneklenir. “Gerekirci olm a gerekirciliği” ne kadar
fazlaysa üstüne üstüne gelen kaderle hiçbir ilgisi olm adı
ğını ne kadar çok savunursa (ki zaten bu da am açlılıktır)-
kendini o kadar gerekirci yapar.
Nietzsche sık sık, “kaderi sevm ek”ten söz ederdi. De
mek istediği, insanın kaderle doğrudan yüzleşebileceği,
onu bilebileceği, ona cesaret edebileceği, onu okşayabile
ceği, onu zorlayabileceği ve onu sevebileceğiydi. “ Kader
lerim izin efendisi” olduğum uzu söylem ek küstahlık olsa
da, onun kurbanları olmaktan kurtulm uş durum dayız. As
lında kaderim izin eşyaratıcılanyız.
Psikanaliz amaçların veya bilinçli ussallaştırmaların
eline kalm amam ızı, amaçlılığı zorlamamızı gerektirir. Bili
cim iz bir daha asla, “bir şeyi bilinçli olarak düşünürsek
m utlaka doğrudur” inancına dayanan bir basitlikte olamaz.
Bilinçlilik anlık bir deneyim dir am a anlam ına dil. bilim,
şiir, din ve insanın sim gesellik köprülerinin diğer tüm
yönleri aracılık etmelidir.
A t k t e ir a d t
Bir geçiş döneminde yaşamanın karmaşıklığını William
Jam es’le paylaşırız; o başında yaşam ıştır; biz, um arım , so
nuna yakınız. Bir konuda çok netti. İnsan kesin olarak bi
lem ezse de, m utlak cevaplar yoksa ve hiç olm ayacaksa da,
insan yine de eylem de bulunmalıdır. Yirmili yaşlarının so
nunda ve otuzlu yaşlarının başında, depresyonuyla felç ol
duğu ve hiçbir şey isteyem ediği beş yıldan sonra, bir gün
özgürlüğe inanm a şeklinde bir irade eylem inde bulunabi
leceğini fark etti. Ö zgürlüğü istedi, onu bir karar haline
getirdi. “Özgürlüğün ilk eylem i, onu seçm ektir” diye yaz
dı. Sonrasında, bu irade eylem inin depresyonuyla başa
çıkm asına ve onu aşmasına yardımcı olduğuna inandı. Alt
mış sekiz yaşındaki ölüm üne kadar sürdürdüğü oldukça
yapıcı yaşamın o noktada başladığı, yaşam öyküsünde
açıktır.
Bu karar, Jam es’in irade görüşünün ayrılmaz bir par
çası oldu. Bizi karşılayan birçok duyu, bizi etkileyen bir
çok uyaran arasında, ağırlımızı o yerine bu olasılığa verme
gücündeyiz. Aslında “benim için gerçek bu olsun” deriz.
“ Bu olsun!” karan Jam es’in atılımıdır; onun bağlılık ifade
sidir.
Bir irade eylem inde insanın gözle görünenden daha
fazlasını yaptığım biliyordu; insan yaratıyordu, daha önce
olm ayan bir şeyi oluşturuyordu. Böyle bir kararda bir risk
vardır, fakat dünyaya sunduğum uz özgün ve türetilm em iş
bir katkı olarak kalır. Amaçlılığı, sorunun esasını atladığı
için Jam es’in kuram ını eleştirm iştim . Ama her insanın
başlangıçta koyulduğu ve zehri içme kararında sadece
Sokrates’le “bilm iyorum ama inanıyorum ” diyerek o atılı
mı yapabildiği, insanın irade eylemi konusunda Jam es ger-
336
R n U ıi A t n y
çekten hâlâ büyüktür. Sözleri, onları acılarının ve mutlu
luklarının örsünde döven birinin samimiyeti ve gücüyle
çınladığından, onu alıntılamaktan daha iyi bir şey yapam a
yız:
337
A f i w (ntde
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
AŞK VE İRADE
339
A f k v t ir t u lr
340
Rollo May
11
341
Aşk w imde
haklı olduğunu, ikisinin karşıt değil, yakından ilişkili ol
duğunu düşünüyorum .
Daimonikle ilgili tartışm am ız, iradenin açık yönleri
olan kendini onaylayışın ve kendini ortaya koyuşun, aşk
için gerekli olduğunu gösterm iştir. İkisini bu kitapla bir
likte tartışıyoruz çünkü hepim izin kişisel yaşam ları ve
özellikle psikoterapi için çok önemli olan biçim lerde bir-
birleriyle ilişkilidirler.
Hem aşk hem irade deneyim in bağlayıcı biçimleridir.
Yani, her ikisi de, elini uzatan, ötekine doğru ilerleyen, bir
erkeği veya kadını veya şeyi etkilem eye çalışan - kendini
de öteki tarafından etkilenm eye a ç a n - kişiyi anlatır. Hem
aşk hem irade, dünyayı yoğurm a, biçim lendirm e, onunla
ilişkiye girm e, iyiliğini ve aşkını gözettiğim iz insanlar
aracılığıyla ondan bir yanıt koparma yollarıdır. Aşk ve ira
de, diğerlerini önemli ölçüde etkilem e ve diğerlerinden et
kilenme gücünü taşıyan kişiler arası deneyimlerdir.
342
R o tlo M a y
yem eyeceğim ; çünkü tüm kaleleri fethetm ek aşkın doğa
saldadır. K aderim in efendisi olm aya bağlanm alıysam ,
kendimi asla tutkuya bırakamayacağım, çünkü tutkulu aş
kın trajik olasılıkları vardır. Önceki bir bölüm de gördüğü
m üz gibi eros “uzuvların gücünü kırar” ve “zekanın tüm
kurnaz planlannı alt eder” .
İradenin aşkı engellem esinin bir örneği, genç bir öğ-
renci-hastam ın büyük bir şirketin saymanı olan babasında
görülebilir. Bana sanki bir şirketin yönetim kurulu toplan
tısındaymışız gibi, “oğlunun eğitim inin etkinliğini azam i
ye çıkarm a” konusunda konuşm ak için telefon açmıştı.
O ğlu üniversitede önem siz bir hastalığa yakalandığında,
babası hemen yönetim i ele geçirm ek için oraya uçm uştu;
aynı baba yazlıklannın ön bahçesinde oğlu kız arkadaşının
elini tuttu ve onu öptü diye öfkeden deliye dönm üştü. A k
şam yem eğinde baba, oğlunun arkadaşının şirketini satın
alm ak için görüşm elere başladığını, fakat görüşm elerin
ağırlığından rahatsız olup gelecekteki ortaklanna nasıl “her
şeyi unutm alannı” söylediğini anlatm ıştı. Başka bir şirke
ti bir çırpıda iflasa sürüklediğinin farkında bile değildi.
Yurtsever bir vatandaş, birçok toplum ıslahı kurulunun
başkanıydı ve uluslararası bir şirketin saymanı olduğunda
altında çalışanların ondan gizlice neden “ Avrupa’nın en sı
kı orospu çocuğu” diye söz ettiklerini anlam ıyordu. Baba
nın kendi sorunlannın tümünü çözdüğünü düşündüğü “ira
de gücü” , aslında duyarlılığını tıkam aya, diğer insanları,
belki de özellikle oğlunu duyma yetisini kaybetm esine ne
den oluyordu. Bu fazlasıyla yetenekli oğlun yıllarca üni
versitede başansız olm uş, asi bir dönem den geçm iş ve so
nunda kendine m esleğinde baş anlı olma iznini vermek
Aşk rt İrada
için dolambaçlı bir yoldan geçm iş olm ası şaşırtıcı değildir.
İçe yönelik türe özgü bir biçim de, hastamın babası in
sanlara değer verm eden onlara hep bakabiliyordu, onlara
para verebiliyor ama kalbini verem iyordu, onları yönetebi
liyor ama din leye m iy o rd u . Bu tür “ irade gücü” , tren va-
gonlannı, borsa işlem lerini, köm ür m adenlerini ve sanayi
dünyasının diğer yönlerini kullanm ada oldukça etkili ol
muş güç türünün kişiler arası ilişkilere aktanmıydı. İrade
gücü insanı, kendini kullanarak, diğerlerini neden aynı şe
kilde yönetem ediğini anlam a iznini kendine verm iyordu.
İradeyi kişisel kullanm ayla bu şekilde özdeşleştirm ek,
iradeyi aşkın karşıtı yapan bir hatadır.
Anne babaların çocuklannı kullandıkları için taşıdıklan
bilinçdışı suçluluğun, onlan aynı çocuğa hem aşırı koru
m acı hem de aşırı serbest biçimde yaklaşm ası, psikoterapi-
nin verdiği birçok kanıta dayanan sağlam bir önermedir.
Bu çocuklar araba verilen ama ahlaki değer verilmeyen,
duyuları alan ama hayatta duyarlılık öğretilm eyen çocuk
lardır. Anne babalar, irade güçlerinin dayandığı değerlerin
artık etkili olmadığının belli belirsiz farkındadırlar. Fakat
ne yeni değerler bulabilirler ne de kullanıcı iradelerinden
vazgeçebilirler. Babalar da çoğunlukla kendi iradelerinin
tüm aile için kullanılması gerektiği varsayımıyla hareket
eder görünürler.
İrade üzerindeki aşkı tıkayan bu aşın vurgu, er ya da
geç, karşıt hatada bir tepkiye, iradeyi tıkayan aşka götü
rür. Bu daha çok, yukanda sözünü ettiğim iz baba gibi ebe
veynlerin çocuklarından oluşan nesilde görülür. G ünü
müzde hippi hareketinin önerdiği aşk bu hatanın en net ör
neğidir. “Hippi aşk ayırt etm ez” , bu hareketin yaygın bir
344
RoUo May
ilkesidir. Hippi aşk, anltklığı, kendiliğindenliği ve geçici
anın duygusal dürüstlüğünü vurgular. Hippi aşkın bu yön
leri, sadece bir önceki neslin kullanıcı iradesine karşı ta
m amıyla anlaşılır tepkiler olm akla kalm az, kendi başlanna
birer değerdirler. Yaşamsal şim dide yaşantılanan ilişki an-
lıklığı, kendiliğindenliği ve dürüstlüğü, çağdaş burjuva
aşk ve seksin sağlam , etkili eleştirileridir. Hippilerin
ayaklanm ası, insan kişiliğini zayıflatan kullanıcı irade gü
cünü yok etm eye yardımcı olur.
Fakat aşk dayanıklılık da gerektirir. A şk, bir süre bo
yunca birbiriyle karşılaşm a, çatışm a ve büyüm e yaşanüla-
yan aşıklar sayesinde derinleşir. Bunlar hiçbir kalıcı ve tu
tarlı aşk deneyim inden çıkanlam az. Kullanılan ad ne olur
sa olsun, bu deneyim ler seçim ve irade içerir. Yaygın aşk
em inim ki topluluk durumları için yeterlidir; fakat sadece
“insan” dinsinden olduğum için sevilm ekten onur duym u
yorum . İradeden aynlan aşk ya da iradeyi engelleyen aşk,
tutku katm ayan ve tutkuyla büyüm eyen bir edilgenlikle
nitelenir; bu nedenle böyle bir aşk çözülm e eğilim indedir.
Sonunda bütünüyle kişisel olmayan bir şey ortaya çıkar
çünkü bütünüyle ayırt etm ez. Bu tür ayırm alar isteme ve
seçme içerir, birini seçm ek de diğerini seçm em ek anlamı
na gelir. Bu hippilerin gözünden kaçar; hippi gelişim deki
aşkın anlıklığı kaçak ve geçici bir aşk ile sonuçlanır.
Şim di, hippilerin karşı çıktığı burjuva hattı, cumartesi
gecesi seksi yapaylığından sonra kendiliğindenlik büyük
bir rahatlıktır. Peki sadakate ve aşkın kalıcı niteliklerine ne
olacak? Erotik tutku yalnızca kişinin benliğini teslim et
mesini, benliğinin anlık deneyim tarafından uyarılmasına
izin verm esini gerektirm ez. Kişinin bu olayı kendi m erke
A şk r* <mde
zine almasını, deneyim den çıkan yeni bilinç düzlem inde
benliğini ve ilişkiyi yoğurmasını, biçimlendirm esini ge
rektirir. Bu da irade öğesini gerektirir. Viktorya dönemi
irade gücü, aşka eşlik eden duyarlılıktan ve esneklikten
yoksundu; hippi hareketinde aksine iradeye eşlik eden ka
balıktan yoksun aşk vardır.
A şk ve iradenin birbirlerine ait olduğunun son göster
gesi, “çözüm lerinin” benzerliğidir. Günüm üzde hiçbiriyle
yalnızca yeni tekniklerle, eski değerleri yağm alayarak, es
ki alışkanlıkları daha sindirilebilir biçimde yeniden ifade
ederek ya da başka bir yolla başa çıkam ayız. Eski binayı
yeni bir renge boyayarak kendim iz kandıramayız; yıkılmış
olan tem ellerdir ve “çareler” , onlara ne dersek diyelim ,
yenilerini gerektirirler.
“Çareler” için gerekli olan, m erkezinde kişisel ilişkile
rin derinliği ve anlamı olan yeni bir bilinçtir. Böylesine
kapsayıcı bir bilinç, kökten değişim in yaşandığı dönem ler
de her zaman gereklidir. Dış rehberler yoksa ahlakımızı içe
yönlendiririz; bireyden artık yeni bir kişisel sorum luluk
talep edilir. İnsan olmanın ne demek olduğunu daha derin
bir düzeyde keşfetm em iz gerekm ektedir.
346
ftoilii May
vem eyiz. Fakat irade zoruyla kendim izi açabiliriz, deneyi
me katılabiliriz, olasılığın gerçekliğe dönüşm esini sağlaya
biliriz. İktidarsızlık amacın değil amaçlılığın başarısızlığı
dır. Çünkü seksin dili erkek için nasıl penisin şişm esi ve
sertleşm esi, kadın için de nasıl heyecan ve ilişkiye hazır
lıksa, erosun dili de fantezi, hayal ve tüm organizmanın ar
tan duyarlılığıdır. İkincisinin daha derin am a gizli dili sağır
kulaklara değerse, bedenin daha doğrudan ısrarcı ve açık
dille ileteceğini cinsel iktidar yoluyla iletm ek için devreye
girer.
B ir önceki bölüm de, Preston’ın iktidarsızlığıyla ilgili
anlatılan olaydan, hem iktidarsızlığın devinim ini hem de
eros ve seks arasındaki zıtlığın bir resm ini sunm ak için bu
rada daha detaylı bir şekilde söz edilebilir. O seansta Pres
ton ’a akşam soyunurken ve kızla yatağa girm ek üzereyken
aklından hangi fantezinin geçtiğini sordum . Bununla ilgili
im geler ve duygulan, eylem ini devam ettirm esine yardım
cı olabilm ek için bastırmak durum unda olduğundan anım
saması zordu. Fakat hatırladığında, anlattığı fantezi şuydu:
Kadının vajinası bir ayı kapanıydı; kadın penisini alacak,
onu kendisini gebe bırakm aya zorlayacak, b ir bebek doğu
racak ve onu sonsuza dek avlam ış olacaktı. Fantezisini an
latmaya devam ettikçe, bu durum u sadece kadın tarafından
avlanm a ve -k u la ğ a her ne kadar çelişkili geliyorsa d a -
baştan çıkarm a yerine baştan çıkarılma olarak değil, aynı
zam anda eylem i sürdürm esinde ve kadını daha çok heye
canlandırıp onu hayal kırıklığına uğratmasındaki karşı sa-
dizm in bir ifadesi olarak yaşantılam ış olduğu ortaya çıktı.
İktidarsızlık böylece, Preston’ın bilinçaltı fantezilerindeki
yadsınm ış sim gesel anlam ların doğru dışavurum lan
347
u r ir a d f
olmuştur. Bu fanteziler hiç de bir hevesin sonucu değil,
kaygısının, kadına teslim olm a gereksinim inin ve kadından
aldığı intikamın doğru ve gerekli dışavurumlandır.
Fantezi hayalin dışavurum udur. Hem fantezi hem ha
yal kişisel anlam a bir eylem verm e yetisidir. Fanteziyi bu
rada kaçtığımız gerçekdışı bir şey anlamında değil, özgür
anlamı olan phantastikous, “tem sil edebilir” , “görünür kıl
m ak” şekliyle kullanıyorum . Fantezi, tüm benliğin ileti
şim kuran, kendini sunan, deneyen dilidir. “Arzuluyo-
rum /yapacağım ” ın dilidir; benliğin hayalinin durum a yan
sıtılmasıdır. Kişi bunu yapam azsa, bedeni orada olsa da, o
cinsel ya da başka olayın içinde m evcut olamayacaktır.
Fantezi gerçekliği özüm ser ve sonra gerçekliği yeni bir
derinliğe iter.
HAYAL VE ZAMAN
Fantezi kullanımının olumlu yanı Preston’ın diğer se
anslarında görülebilir. Onun konuştuğu bir örneği ele ala
lım:
3 48
RoUoAfty
D aha sonra yaşadıkları iyi cinsel ilişki elbetti ki soru
nunun tam yanıtı değildi. Çatışmasının daha derin kaynak
ları o seansın ikinci yansında '‘B everly’nin aşkını hak et
meyi göze alam am ” deyişiyle kendini gösterdi. Sonra, an
nesi ve kız kardeşinden bahsederken, “O nlara teslim ola
m am . O nlarla ödeşm eliyim . Ölecekler. Teslim olm ayaca
ğım ” diye haykırdı. Bu açık bir şekilde çözülm esi gereken
nevrolik bir sorunu ortaya çıkarır. Fakat ilk bölüm , o yapı
cı “ irade eylem i” , İkincisinin bir parçası olmalıdır, ikinci,
bilinçdışı yönler nasıl yoksayılamıyorsa, irade eylem i de
diği ilki de aynı şekilde yoksayılamaz. Sorunun iki kütbu,
birbirlerine yardım ederek diyalektik olarak hareket eder.
İrade zoruyla sevem eyiz, am a kendim izi irade zoruyla
fırsata açabiliriz, olasılığı kavrayabiliriz ve bu, hastanın da
tanıklık edebileceği gibi hareketi başlatır. Bu da kavram a
mızı engelleyen bilinçdışı ve bastınlmış güçlükleri ürkütüp
kaçınr. Böylece hayal gücüm üzün bu olasılıkla oynaması
na, onu kurcalam asına, zihnim izde evirip çevirm esine,
ona odaklanm asına, aşk olasılığını fanteziye “davet etm e
sine” izin verebiliriz.
Bu bizi zam an sorununa getirir. İktidarsızlık vakaların
da o çok tanıdık şablonu görürüz: Zorlanımlı bir şekilde
acele ettirilm e izlenim i... “Hemen soyunduk” der hasta
veya “hemen yatağa girdik ve iktidarsızdım ” . Önemli bir
çatışm a içinde bulunduğum uz bir şeyi kendim ize yaptır
mak için, bilincin izleyen, bastınlmış “av köpekleri”ni at
latarak ya da en azından onların önüne geçerek zorlanımlı
hareket eder, kendimizi olayın içine atanz. Klasik m etin
de, “yapm akla olup bitseydi bu iş” der Macbetlı o can alı
cı anda, “hem en yapardım , olup biterdi” (I, 7). Başka bir
349
Afkvc imtlr
düzeyde, bildiğim izi biliyor olduğum uzu bilinçli olarak
bilm em ize izin verm em ek için acele etm eliyiz. Çoğu insa
nın aşk ilişkilerinde birbirlerini tanımak için kendilerine
zaman verm iyor oldukları gerçeği, günümüz sıkıntısının bir
belirtisidir. John G albraith otoban kenarlarındaki m otelle
ri kastederek “sipariş seks” çağındayız der.
Yukanda “erostan kaçınmak için sekse kaçıyoruz” de
diğim de “kaçm ak” sözcüğü çeşitli anlam larda alınabilir.
Kaçm ak aceleyle gitm ek anlamındadır: Bizi itenin kendi
kaygımız olduğunun farkına varm adan bir zorlanım yaşa
rız. Kaçm ak aynı zam anda bir şeyden kaçm ak anlamında
dır: Fantezilerim iz bizi yakalam adan, çatışmanın sesi erek-
siyonum uzu, bir kadınla ilişkiye girm e arzum uzu alıp gö
türm eden olup bitmesi iyidir. Sekse kalkışm akta acele et
mek çoğunlukla erosa kısa devre yaptırır.
Şimdi eros, zaman ve hayal gücü arasındaki temel iliş
kiye geliyoruz. Eros zaman alır: Olayın önem inin nüfuz
etmesi için zam an, hayal gücünün çalışması için zam an,
“düşünm ek için zam an” gerekm ese de en azından yaşan-
tılamak ve beklem ek için zaman... Bu nedenle aşık insan
yalnız kalmak ister, bir başına oradan oraya dolanır durur,
çalışmaya yoğunlaşm az, hatta çalışm aya uğraşm az; erosa
işini yapması için zaman verir. Zam anın önemi erosu seks
ten ayıran özelliklerden biridir. Eros diğer insanı ilk gördü
ğü anda devreye girer (ilk görüşte aşk hiç de nevrotik de
ğildir ya da olgunlaşm am ışlara havale edilm em elidir). Bir
anda sevilen, geçm iş deneyim lerim izden ya da gelecek
hayallerim izden kanşık bir imgeyi ortaya çıkarır; o anda o
adamı veya kadım, biçim lendirdiğim iz, yaşam boyu yanı
mızda taşıdığımız ve kendim izi daha iyi tanıdıkça daha da
350
Rolto M ay
netleşen kişisel “yaşam tarzım ız”la ilişkili bir şekilde ya
şantılarız. Fakat bu bütünleştirm e sürecinin m eydana gel
m esi, erosun, kendim iz olarak bildiğim iz deseni oluşturan
anılar, um utlar, korkular, hedefler yığınına örülm esi zaman
alır.
A fk v*: ım d r
ler dünyasında bir özne olduğum uz -h atta annenin bile
nesne olabileceği- gerçeğinden farkımızı ve onlarla ilgili
çatışmaları yaşarız. Bu benlik ve dünya ayasındaki aynlık,
varoluş ve öz arasındaki yanktır. M itolojik anlam da, her
çocuğun A dem ’in “düşüş”ünü yeniden canlandırdığı za
mandır. Bu ilk özgürlük yetersizdir çünkü bir insan olarak
gelişeceksek, bu özgürlüğün içinde çok fazla kalamayız.
Ondan aynlığımızı (A naksim andros'a göre sonsuzdan ay
rılmamız) suçluluk olarak yaşasak da, yine de onu tam am
lamalıyız.4 Ama tüm kusursuzluğun kaynağı, tüm ütopya
ların zem ini, bir yerlerde bir cennetin olduğuna dair daimi
hislerim iz ve ilk başlarda annemizin kollarında olduğu gi
bi kusursuz bir durumu yeninden yaratm a -h e p yaratıcı
ama hep hayal kırıklığına m ah k u m - çabalanınız olarak ka
lır. Yapamayız; Tannnın yaptığı bir şey ya da tesadüfü bir
kaza, ya da farklı da olabilecek bir rastlantı nedeniyle de
ğil, sadece insan bilincinin gelişm esinden dolayı yapam a
yız. Ama yine de, güzel bir paragraf yazdığımızda veya gü
zel bir sanat eseri ortaya çıkardığımda olduğu gibi, aram a
yı sürdürürüz. Yeniden “düşeriz” , ama ayağa kalkm aya ve
kendimizi yeniden kaderim ize karşı kışkırtmaya devam
ederiz.
Bu nedenle, özel biçim inde insan iradesi hep bir “ ha-
yır”la başlar. Çevreye karşı durm alı, olumsuz 6ir yanıt ve-
rebilm eliyiz; bu bilincin yaradılışındadır. Arieti her irade
nin kaynağının “hayır” deme yetisinde olduğunu söyler -
ama anne babaya karşı bir “ hayır” değil (her ne kadar ki
şisel yetkeci evrenin tem silcileri olan onlara karşı kendini
gösterse de). “Hayır” hiç yaratmadığımız dünyaya karşı bir
ayaklanmadır, aynı zam anda benliğin dünyayı yeniden yo
352
RoOo Mtx\f
ğurm a ve yeniden biçim lendirm e çabasında kendini orta
ya koymasıdır. Bu anlam da isteme her zam an bir şeye
-özellikle de anneyle ilk b irleşim e- karşı başlar. Bunun
Cennet B ahçesi’nde olduğu gibi suçluluk ve kaygıyla, ya
da norm al gelişim de olduğu gibi çatışm ayla yapılması şa
şırtıcı değildir. Ama çocuk bundan geçm elidir, çünkü onu
harekete geçiren bilincinin açılmasıdır. Bunu bir düzeyde
onaylam ası, diğer bir düzeyde bundan pişm anlık duyması
da şaşırtıcı değildir. Bu daim oniği kabullenm enin bir yö
nüdür. Bu dönem deki yeniden yaşantılam a süresince, bir
hasta rüyasında alışılageldiği gibi annesi olarak yorum la
dığı bir “kaplan” görm üştü. Fakat terapist bütünü görüyor
olm aktan gelen bir bilgelikle sürekli olarak “ kaplan senin
içinde” açıklamasını yapıyordu. Hasta bu şekilde onunla
savaşm ayı bırakabildi ve onu özüm seyebildi, onu gücünün
bir parçası olarak içine alabildi, bunun sonucunda da daha
olum lu bir insan oldu.
İrade karşı çıkm ayla başlar, “evet” zaten olduğundan
“ hayır”la başlar. Buradaki tehlike, bu gelişim aşamasının,
aşın kızgınlık gösteren ve çocuğun ilk “hayır”ını kişisel
alan anne baba tarafından olum suz olarak yorum lanm ası,
bu nedenle çocuk tarafından gelişim ine ve özerkliğine
karşı çıkılması olarak görülm esidir. Seçim leri konusunda
şikayet duyan çocuk da, seçm ekten vazgeçm e, “mutlu-
luk” a (şimdi ancak tırnak işareti arasındadır) geri dönm e
ye itilebilir (ve buna kalkışabilir). Bu, yetişkin nevrotik-
lerde gördüğüm üz ilk birleşm eye dönm e özlem i, nostalji
si ve engellem esidir. Fakat geçm iş asla diriltilip gerçek
yapılamaz.
İrade ve aşkı yeniden birleştirm enin insan için böylesi-
A fk t» ira d r
ne önemli bir ödev ve başarı olmasının nedeni budur. İra
de gelip, diğer insanlarla ve dünyayla yeni bir deneyim se
viyesini mümkün kılm ak, özerkliği, olgun anlam da özgür
lüğü ve bunun sonucu olan sorum luluğu mümkün kılmak
için mutluluğu yikmalidir. İrade, nispeten olgun aşkı müm
kün kılacak zemini hazırlamak için gelir. Artık bir bebek
lik durum unu yeniden kurm aya çalışmayan insan şim di,
Orestes gibi, seçim leri için özgürce sorum luluk alır. İrade
ilk özgürlüğü, ilk birleşm eyi yıkar, am a sonsuza dek kai
natla savaşm ak için değil, bazılanm ız o aşam ada dursa da.
Fiziksel birleşm enin ilk m utluluğu bozulduktan sonra, in
sanın ödevi, hangi kadına aşık olm alı, kendini hangi toplu
luğa adamalı gibi seçim lerle nitelenen o duygulan bilinç
lice yapılandırarak yeni ilişkiler edinmektir.
Bundan dolayı, aşk ve iradeyi ilişkilendirm ekten bize
otom atik olarak verilen bir durum olarak değil, bir ödev
olarak söz ediyorum ve gerçekleştirildiği derecede bu bir
başandır. O lgunluğa, bütünleşm eye, bütünlüğe işaret eder.
Bunlann hiçbirine zıttıyla ilişkisi olmadan ulaşılmaz; in
san gelişim i hiçbir zam an tek boyutlu değildir. Ama bun
lar yaşam ın olasılıklanna tepkim izin m ihenk taşlan ve öl
çütleri olurlar.
354
R o lio M a y
12
ALDIRIŞIN ANLAMI
3 55
t« irade
len bir şeydir. Birbirlerine bakan yaralıların, vurulan biri
nin yarasını saran askerlerin, yaralı bir yoldaşım kucakla
yan denizcinin, acıyla ve şaşkınlıkla bağıran yaralının fo
toğrafları bu fotoğrafçılardan gelir. Fotoğraflarda en temel
düzeyde görülen, aldırış tır.
Son dönem de yayınlanan bir televizyon programının
bildirdiğine göre, bir Vietnam köyünde geride kalan Viet-
kong üyelerini gizlendikleri yerden çıkarmak için çukurla
ra ve barakalara gaz bom balan atılmış. Bu çukurlardan çı
kan yalnızca kadınlar ve çocuklarm ış. Annesiyle bulunan
iki yaşlannda bir çocuk iri zenci bir denizcinin kucağına
otunnuş ona bakıyordu. Çocuğun yüzünün bir tarafı sis
bombasının dumanı ve kuruntuyla kirlenm işti; ağlamıştı.
Ağlamanın ötesinde, böyle bir dünyaya ne anlam verece
ğini bilem eyen b ir şaşkınlık ifadesiyle yukan bakıyordu.
Fakat kamera hemen çocuğa bakan savaş üniformasıyla
durum a hakim ama iğrenç görünen siyah Amerikalı deniz
ciye kaydı. Yüzünde tam amen aynı ifade vardı: Şaşkınlık,
çocuğa bakan gözleri kocam an, ağzı hafif aralık, fakat ba
kışları yerinden oynam ıyordu, o çocuğa odaklanmıştı.Böy-
le bir şey yaptığı bir dünyaya ne anlam verecekti? Progra
mın sunucusu gazın yalnızca on dakika boyunca zararlı ol
duğunu ve sonra sağlığa zararlı hiçbir etki bırakmadığını
anlatadursun, kameram an kamerasını denizcinin yüzüne
doğru tutuyordu. Denizci bir zam anlar güneyde bir eyalet
te çocuk olduğunu, oyun oynadığı mağaralardan ve bara
kalardan kovulduğunu mu hatırlıyor, bir zam anlar kendisi
nin de “ alt” ırktan olduğunu mu fark ediyordu? Kendisinin
de bir zam anlar sadece dışarı ve yukarı bakabildiği bir
dünyada, hiçbir çocuğun akıl erdirem eyeceği nedenlerden
356
Jfe U o Jfo v
dolayı acı veren bir dünyada çocuk olduğunu mu anımsı
yordu? Bu çocukta kendini mi görüyordu, zenci bir çocu
ğun şaşkınlığını mı görüyordu?
Bunları bilinçlice düşündüğünü sanmıyorum: Bence
sadece Vietnam bataklıklarında bir an için o ortak insanlık
tem elinin üzerinde birlikte durdukları bir başka insanı gö
rür. Bakışı aldırıştır. Kam eraman da onu görür ve kam era
yı onun yüzünde sabit tutar; bilinçaltında yalnızca insan
yaran için bir el uzatm a, hepim izin bilinçaltındaki suçlu
luk ifadesine dönüşür. Y aym alar da nazik bir sesle ölen-
yaralanan, yaralanan-ölenlerin bitm eyen listelerini verir
ken, bu anda ve her zaman adsız olan, sadece kendi kör ve
bilinçdışı kaslanm ızm , bedenlerim izin bir uzantısı kamera
m an, kamerasını, m odern savaş bataklığında adsız kalan
ağlayan çocuğa bakan iri zenci adamın yüzüne doğru tutar.
Bu aldınşm basit bir örneğidir. Kendi gibi bir insanın
farkına varm aktan, benliğini ötekinin acısı veya neşesiyle
özdeşleştirm ekten, hepim izin ortak bir insanlık temeli
üzerinde durduğum uza dair suçluluk, acım a ve farkında-
lıktan oluşan bir durumdur.
A fk vt itadf
Eski Yunanlılarda Eros tutkusuz yaşayam azdı. Bunu
kabul ettiğim ize göre şimdi de E ros’un aldırış olmadan
yaşayam ayacağını söyleyebiliriz. Daimon Eros bizi fiz y o
lojik olarak kuşatm aya ve girdabına katıp götürm eye baş
lar. Gerekli olan aldırış eklem esi de erosun psikolojik ya
nını oluşturur. Aldırış doğanın acı hissiyle güçlenir; kendi
m ize aldırmazsak, canımız acır, yanarız, yaralanırız. Bu öz
deşleşm enin kaynağıdır: Çocuğun acısını veya yetişkinin
yarasım kendi bedenlerim izde hissedebiliriz. Fakat sorum
luluğum uz, aldırışı yalnızca bir sinir ucu durum u olmaktan
kurtarmaktır. Biyolojik olguları yadsımıyorum, fakat aldı
rış bilinçli bir psikolojik gerçek olmalıdır. Yaşam fiziksel
olarak hayatta kalıştan gelir; fakat iyi yaşam aldırdıklan-
mızdan gelir.
H eidegger’e göre aldırış (Sorge) iradenin kaynağıdır.
Bu nedenle, diğer filozofların konumlannı çürütmek dışın
da neredeyse hiç irade veya istemeden söz etm ez. Çünkü
irade bağımsız bir “yetenek” veya benlik bölüm ü değildir
ve onu ne zaman özel bir yetenek haline getirm eye çalış
sak başımız belaya girer.1 Bu tüm insanın işlevidir. Hei-
degger “tüm üyle tasarlandığında, aldırış yapısı benlik olgu
sunu da içerir” diye yazar.2 Aldırmadığımızda, varlığımızı
yitiririz ve aldırış varlığa geri dönüş yoludur. Varlığa aldı-
nrsam , onun iyiliğini az çok gözeterek onu korurum , ama
aldırmazsam, varlığım dağılır. H eidegger “aldınşın insan
varoluşunun tem el kurucu olgusu olduğunu düşünür” .3 Bu
nedenle, insanı insan yapması varlıkbilimseldir. İrade ve
arzu, aldınşa dayanak olm azlar, tersi geçerlidir: O nlar al-
dınşm üzerine kurulm uşlardır.4 Başta aldırmazsak isteye
m eyiz veya arzulayam ayız; gerçekten aldınrsak, isteme-
358
H a lt o A(<t ıt
den ve arzulam adan yapam ayız. Heidegger istem enin öz
gürleştirilm iş aldırış olduğunu söyleri - ben buna etkin-
leştirilm işliği de eklerim . Benliğin sabitliğini aldırış temin
eder.
İlgiyi mümkün kılan geçiciliktir. O lym pos D ağı’ndaki
tannlar aldırm azlar - herkesin açıkça gördüğü ve m erak et
tiği gerçeğe dair açıklamamızı işte yapıyoruz. Sonlu oldu
ğum uz gerçeği aldınşı mümkün kılar. Aldırış aynı zaman
da H eidegger’in kavram ında, vicdanın kaynağıdır. “ Vicdan
aldınşın çağnsıdır” ve “kendini aldırış olarak gösterir”.6
H eidegger, G oethe’nin de Faust'un sonunda kullandığı
eski bir aldırış m eselinden alıntı yapar:
359
re irnd*
sürdüğü önemli noktayı, insanın adını topraktan almasına
rağm en, insani tavırlarını aldınşın yapılandırdığını açıklar.
M eselde insanın yönetim i, geçici misafirliği süresince al
dırışa verilir. Bu aym zam anda, zamanın üç yönünün ger
çekleşm esini de gösterir: G eçm iş, şim di, gelecek. Toprak
insanı geçm işte alır, Zeus ise gelecekte; ama “aldırış en
başta bu yaraüğı şekillendirdiği için, yaşadığı sürece onda
kalır”, yani şim dide.
Bu varlıkbilim gezintisi aldırışla iradenin neden bu ka
dar yakın ilişkili, hatta aynı deneyim in iki yönü olduğunu
netleştirir. Aynca arzulam a ve irade gösterm eyi birbirin
den ayırır: A rzulam a, M acquarrie’nin yazdığı gibi “sanki
irade uykusunda kıpırdamış ama eylemi düşlem ekten öte
ye gidem em iş gibi huzursuz bir özlem dir” .8 İrade arzunun
tamamen çiçek açm ış, olgunlaşm ış halidir ve varlıkbilim-
sel bir gereklilikle aldırışta kök salmıştır. Bjreyin bilinçli
eylem inde irade ile aldırış birliktedir ve o anlam da özdeş
tirler.
Bu aldırış ve duygusallık arasında net bir ayrım sağlar,
hatta bunu bizden ister. Duygusallık duygunun nesnesini
gerçekten yaşantdam ak yerine duygu hakkında düşün
mektir. Tolstoy tiyatroda ağlayan ama dondurucu soğukta
dışanda bekleyen arabacılarından habersiz olan Rus kadın
lardan bahseder. Duygusallık bu duyguya sahip olm am la
övünür; öznel olarak başlar ve orada biter. Fakat aldırış
her zaman bir şeye aldırmaktır. Aldırdığımız nesnel şey ve
ya olay deneyim im ize dalıp gideriz. Aldırmada kişi nesnel
gerçeğe kartşarak durup hakkında bir şey yapmalıdır; kişi
bazı kararlar almalıdır. Aldınşın aşk ve iradeyi bir araya
getirdiği yer burasıdır.
360
feıüo M a y
Paul T illich’in -norm alde “esas” sıfatıyla kullandığı-
terimi, ilgiyi şu anda tartıştığımızın eşanlamlısı olarak alı
yorum . Fakat amacımıza uygunluğu açısından burada daha
basit ve daha doğrudan olan aldırış terimini kullanıyorum.
Okurların daha karm aşık bir anlam çıkarabilecekleri mer
ham et terim ini de kullanabilirdim . Fakat m erham et zaten
bir duygudur, gidip gelen bir tutkudur. Aldırış terimini var-
lıkbilimsel olduğu ve bir varlık durum una gönderm e yap
tığı için seçiyorum.
• İlgi önem lidir çünkü günüm üzde eksik olan şey odur.
Üniversite kam püslerindeki ayaklanm alarda ve ülkenin
her tarafına yayılan isyanlarda, genç insanların savaştığı
şey, o sızan, yavaşça ilerleyen hiçbir şeyin önem li olm a
dığı kanaatidir; üstün gelen o, kişinin hiçbir şey yapam a
yacağı hissidir. Tehdit, kayıtsızlıktır, katılmamadır , dış uya
ranlara sarılmadır. Aldırış bunun panzehiridir.
Ö ğrenci ayaklanmalarının yöntem leri eleştiriye açık ol
sa da, yine de özlerinde “hakların altındaki haklar”ı koru
m a m ücadelesi vardır. M ücadele, her şeyin giderek daha
m ekanik g ö ründüğü, b ilgisayarlarla işletilen ve Vi
etnam ’la sonuçlanan bir dünyada insanoğlunun varoluşu
içindir. “Zım balam ayın, yırtmayın ve katlam ayın” uyansı.
öğrenci tarafından bilinm ese de, H eidegger’in insanın var-
lıksal olarak aldırış tarafmdan kurulduğu açıklamasının bir
eylem lenm esidir. K işinin her tarafta karşısına çıksa da,
boşluğu kabullenm eyi reddedişi, her yerde saygısızlık
edilse de insan saygınlığı konusundaki inatçı ısrarı ve et
kinliklerim iz sıradanlaşsa da benliğin inatla bu etkinlikle
re içerik kazandırm a iddiasıdır.
Eski rom antik ve ahlaki anlam da aşk ile irade şüpheli
AşJfcnfira d r
kavram lardır ve gereçten de o çerçevede hem bulunmaz
hem kullanılmaz olabiliriler. Rom antiklik kapıdan çıkar
ken, rom antikliğe bir çağrı yaparak veya “olm alı” çağasıy
la onları destekleyem eyiz. Hiçbirinin ikna ediciliği kalm a
mıştır. Fakat o eski, tem el, “B ir şey ya da bir kişi benim
için önemli m i?” sorusu hâlâ durmaktadır.
Aldırış, özellikle psikoterapide görülen belirli bir
amaçlılık türüdür. Aldırış birinin iyiliğini dilem ektir ve te
rapist bunu içinde hissetm ezse veya hastanın başına gelen
lerin önemli olduğuna inanm azsa, o terapinin vay haline.
“Amaçlılık” ve “aldınş”ın yaygın, özgün anlam lan, hem
amaçlılığın kökü hem de aldınşm anlamı olan “tend” teri
minde yatar. Bu sözcük hem eğilim , yönelim , ağırlığı bir
yana verm e, hareket, hem de önemli olm ak, dikkat etm ek,
beklem ek, özen göstennek anlamındadır. Bu bakımdan
hem aşkın hem de iradenin kaynağıdır.
ALDIRIŞ MİTOSU
Şim di, aldırış mitini anlam am ıza yardımcı olmak için
tarihte bizim kine çok benzeyen bir dönem den söz edece
ğim . M itlerin ve sim gelerin vatandaşa iç çatışm alar ve
kendinden şüphe etm elere karşı bir zırh sağladığı klasik
Yunandaki altın çağdan sonra, m ilattan önce üçüncü ve
ikinci yüzyıllara geliriz. Kendim izi A iskhylos ve Sokrates
zamanından çok farklı bir psikolojik havanın olduğu bir
dünyada buluruz. Edebiyatın her tarafina yayılmış kaygı, iç
şüpheler ve psikolojik çatışm alar görürüz. Bu dünya bi
zim kinden pek de farklı değildir. Bir helenistik çağ öğren
cisinin dediği gibi:
Bir sabah uyanıp da bir mucizenin sizi M.Ö. üçüncü yüz-
362
RoUo M<*y
yılın başlarındaki Atina’ya götürdüğünü görseydiniz,
kendinizi hiç de farklı olmayan bir sosyal ve ruhsal or
tamda bulurdunuz. Şehir devletlerinin siyasi idealleri
-özgürlük, demokrasi, milli kendine yeterlik- büyük öl
çüde zorbalıkla yönetilen, ekonomik bunalımlarla ve sos
yal kargaşayla sarsılmış bir dünyada cazibelerini yitir
mişlerdi. Eski tannlar tapınaklannı ve kurbanlannı elinde
tutuyor ama yaşayan bir inanca esin kaynağı olamıyorlar
dı. Bir önceki yüzyılın beyinleri Platon ve Aristoteles’in
yeni nesle iletebilecekleri hiçbir şey yok gibiydi; yaygın
'hayal kırıklığı, kuşkuculuk ve kaderciliğe karşı hiçbir
ilaçlan yoktu.9
A fk ı* im d tı
müzdeki uçan dairelerle, insanların başka gezegenden ge
len ziyaretçiler sandıklan gece ışıklanyla, cinler ve benzer
leriyle ilgili kaygılan anımsatır. C. G. Jung gibi bazı psiko
terapistler, m odem insanın uzay konusundaki değişim inin
yirm inci yüzyılın ortasında kabul edilenden daha fazla
kaygı yarattığına inanm ak tay dır lar.13
M odem çağımızla kaygı içindeki Helenistik dönem ara
sında, bu yansım lar ve sannlardan daha fazla benzerlik
vardır. Lucretius üçüncü yüzyıla bir göz attı ve şiirsel bi-
çemi dışında, çağdaş bir gazetenin biiyiik toplum tasviri
olabilecek bir betim lem e kalem e aldı:
/M tn M n v
iletişim inin kaybıdır. Yani, m itler ve sim geler çökm üştür.
Artık insanoğlu, Epikuros’un daha sonra söyleyeceği gibi
“dünyanın neresinde olduğunu bilm iyor” .15
Helenistik dönem de, sadece Stoacıları ve Epikürcüleri
değil. K inikleri, Kirenecileri ve Hazcılarla birlikte gele
neksel Platonculan ve Aristotelesçileri de içeren birçok
okul ortaya çıktı. Bu çeşitli okulların önem i, artık Sokratik
okul gibi ahlaki gerçekliği keşfetme ya da Platoncu ve
Aristotelesçi okullar gibi gerçeklik sitem leri oluşturm a
çabalan olmamalandır. Bunlar daha çok insanlara psikolo
jik ve ruhsal çatışm alarla dolu bir dünyada nasıl yaşaya-
caklannı öğretm e yöntem leridir. Bu okulların öğretileri
artık açık psikoterapinin iyi veya kötü özelliğini üzerine
alır.
O kullann bazılan, insanların sorununun esasını tutkula
rın denetim i, yaşam ın çatışmalannın üzerinde kalm a ola
rak gördü. Stoacılar ve Epikürcüler dinginliği, hayata kar
şı “ sarsılmazlık” tutumu ve özellikle Stoacılara göre, güç
lü bir irade ve kişinin sıradan üzüntü, sıkıntı, yaşam sal
kaybı gibi duyguların kendine zarar verm esine engel ol
mak yoluyla edinilen tutkusuz bir sükunet öğretisini geliş
tirdiler. Dış olaylar üzerindeki hakim iyetini ortaya koym a
lısın ya da bunu yapam azsan, en azından onlardan etkilen-
m em elisin. Büyük bireysel güç -bakınız Rom a lejyoner ve
v alileri- çoğunlukla Stoacı inançlar ve uygulam alarla ka
zanılırdı.
Fakat bu, olum lu olum suz tüm duygulan bastırma pah-
sına kazanılan bir güçtü. Bir psikoterapi yapm a girişim i
olarak, Epikürcü ve Stoacı okullar neredeyse aynıydılar.
“H er iki okul da tutkulan insan yaşam ından uzaklaştırm a
1
Afk « imde
yı tercih ederlerdi” diye yazar Dodds; “İkisinin de ideali
(...) rahatsız edici duygulardan kurtulmaktı ve bunu başar
manın bir yolu Tanrı konusunda doğru fikirlerde olm ak,
bir başka yolu da hiçbir fikirde olm am aktı” .16
Epikürcüler zihnin ve bedenin sükunetine, akılla hazla-
nnı dengeleyerek, düşünsel zevklere değer vererek ulaş
m aya çalıştılar. Bu tatm inle dolu bir yaşam ın kapışım açı
yor ve duyuların zevklerini davet ediyor gibi görünüyor
du. Lucretius bize der ki, “Epikuros arzuya ve korkuya sı
nır koydu” çünkü “İnsanoğlunun göğsünde fırtınalı tedir
ginlik dalgaları coşturmasının çoğunlukla gereksiz oldu
ğunu netleştirm işti” .17 Fakat korkuya sınır getirerek (ki bu
arzuya sınır getirme anlam ına da gelir) onu denetlem enin
amacı ne olursa olsun, bu yöntem , uygulam ada, kişinin
devingen dürtülerinin kısırlaşmasına yol açtı. Hatta döne
min bir yazarı Epikürcülerden harem ağası diye söz eder.
Hazcı gelenek, duyusal tatm inlerde haz bulmayı vurgu
lamıştı. Fakat bu Hazcılar, içinde bizim dönemin de oldu
ğu diğer dönem H azalannm öğrendiği gibi, duyusal tat
min için duyusal tatm inin tuhaf bir biçim de tatmin etm e
diğini, keşfedeceklerdi. Bu okulun bir öğretm eni olan He-
gesias, m utluluğa ulaşam ayacağı um utsuzluğuyla, kötüm
serliğin filozofu oldu ve İskenderiye’deki dersleri, intiha
ra neden olduğu için Batlam yus tarafından yasaklanm ak
zorunda kaldı. Bu, öğretm enin veya filozofun “sınıfını has
ta ruhlar için bir dispanser olarak tasarladığı” bir zamanın
başlangıcıdır.18
İnsanın kaygısıyla başa çıkmasına yardımcı olm a çaba-
lannın en etkileyicisi Lecretius’unkidir. İnsan acısına du
yarlı bir şair olarak, çevresindekilerin psikolojik ve ruhsal
366
R oU oM oy
perişanlıklarına karşı hislerini kaülaşüram ıyordu. D ingin
liğe nasıl bir özlem duyarsa duysun, şair doğası buna ulaş
mak için gereken ayrıklığı ve bastırma yetisini ona verm i
yordu. Şöyle yazdı: “İnsan göğsünün peşini bırakmayan
korkular ve kaygılar silahlı çatışmalardan veya şiddetli
mermi yağm urundan çekinm ezler. U tanm adan prenslerin
ve kralların arasında dolaşırlar. Altın panltısına veya m or
giysilerin ışıltısına hayran kalm azlar.” '»
Bu kaygının bir kısmının insan yaşam ının anlamsızlığın
dan kaynaklandığını bilir. “İnsanlar, ağırlığı onları bunaltan
zihinlerindeki yükü yeterince açık bir biçim de hissederler.
Bu bunalımın, göğüslerindeki bu kötü yum ruğun nedenle
rini de aynı açıklıkla kavrasalardı, yaygınlıkla gördüğüm üz
böyle -kim senin ne istediğini bilm ediği, sanki tek bir ha
reket yükten kurtarabilirm iş gibi herkesin sürekli olduğu
yerden uzaklaşm ak istediği- yaşam ları sürdürm ezlerdi.”20
Şair olduğu kadar sezgili bir psikolog da olan Lucretius,
bu sıkıntılı koşuşturm a konusunda “birey böyle yaparak
aslında kendisinden kaçar” der ve devam eder:
t* ünde
kirci anlayışının bizi korkulardan ve kaygılardan kurtara
cağına inanır.
368
Rottu H a v
yere serilen, av kuşları tarafından parçalanan, iç kemiren
kıskançlıkla yok olan ya da başka bir tutkunun sivri dişle
riyle yanlan o zavallı şeytan... Sisyphos da [ilahi bir kişi
lik değil am a| hepim in göreceği gibi hayatta, makam rüt
besini kazanm ak için çabalar. C erberus’a, Öç Tannçala-
rı’na, zifiri karanlığa ve tiksindirici dum anlar çıkaran ce
hennem in ağzına gelince, bunlar hiçbir yerde değillerdir
ve o lam azlar...”25 Prom etheus artık yoktur. Çünkü “ateşi
dünyaya ilk getiren ve ölüm lü insanın kullanımına sunan
aracı, yıldırımdı” .26
B öylece, Lucretius öncelikle mitolojik kişileri, okurla
rı onların bir yerlerde yaşayan gerçek nesneler olduğuna
inanırmış gibi ele alır (A eskhylos’un böyle bir şeye inan
dığını düşlem ek imkansızdır). Sonra onlan psikolojikleşti
rir - m itler her insanın içindeki nesnel süreçlerin yalnızca
temsili bir ifadesidir. Burada her zeki insanın bildiğini sa
vunur - m itin bir ucunun bireyin deneyim inin nesnel de
vinim inde olduğunu. Fakat bu sadece bir y an gerçektir.
M itin, insanın. Sisyphos olgusunun normal insan için de
hastalıklı derecede kaygılı insan için de nesnel olarak m ev
cut olduğu sonlu bir evrende yaşadığı gerçeğiyle hesaplaş
m a ve onu anlam landırm a yolu olduğu şeklindeki geniş
anlamını atlar. Bu sadece her işçinin aynı iş üzerinde çalış
ması değildir (ve C am us’nün dediği gibi “ kaderi Sisy-
phos’unkinden daha az saçm a değildir”). Bu, hepimizin
sonsuz bir gidiş geliş, çalışm a ve dinlenm e ve yine çalış
m a, büyüm e ve dağılma ve yeniden büyüm e içinde olm a
sıdır. Sisyphos miti her kalp atışımdadır, her m etabolizm a
değişim im dedir. M itin kaderim iz olduğunun farkına var
m ak, öteki türlü anlam sız kadercilik olacak şeyin içinde
A ş k t* in u i*
anlam bulmaktır.27
Fakat Lucretius mitleri örtbas etm e sevdasında kendini
yeni bir mit yaratm aya zorlamaktadır. İronik de olsa bu.
Jerom e B runer’in deyim iyle “mitkıncılık”la uğraşanların
kaderidir; kendilerini gizli şekillerde yeni m itler oluştu
rurken bulurlar28 Lucretius defalarca, okurun yaşam ın do
ğal “nedenlerine” ikna olursa, kaygısından kurtulacağını
belirtir. Kişi yeterli nedenler bulam azsa da, uydurma ne
denler bulmak iyi olur! Çünkü “herhangi bir anda duyula
rın algıladığı her şekilde doğrudur” inancından vazgeçe
m eyiz.29 Algılar yanıltıcı göründüğünde “Akim olmadığı
yerde uydurm a nedenler bulm ak, açıkça anlaşılan şeylerin
elim izden kayıp gitm esinden daha iyidir. Bu inancm kök
lerine saldırmaktır; yaşam ı sürdürm enin kurulu olduğu te
meli kökten yıkmaktır” .-10
Bu teknolojik insanın mitidir. İnsanoğlunun aklıyla an
layabildiği şeyler tarafından yönetildiğini, duygülannın bu
anlayışı izleyeceğini, böylece kaygısının ve korkusunun
geçeceğini öneren varsayım lar dizisidir. Günüm üzde faz
lasıyla aşina olduğum uz bir mittir.
M itin her zaman estetik bir “biçim ”i olması gerektiğin
den, L ucretius’un tüm şiirini bu mitin vücut bulm uş hali
olarak düşünebiliriz. L ucretius’un kendisi, batıl inanç ol
duğunu düşündüğü şeylere, cehalete, korkularla ve kay
gıyla oynayan dinlere cesurca karşı çıkışıyla Prom etheus-
vari bir kişiliktir. Kendi m itinin iç çelişkileri olması ve
m itinin varoluşunun, “m itsiz bir yaşam m iti” oluşturm a
nın mümkün olduğu savrnı çürüttüğü gerçeği, onu araştır
m am ız için özellikle önemli kılar.
Lucretius daim oniğin ve akıldışının inkanna kendini
370
ftolto May
adadı. Ölüm ünün bir sihirbazlık gösterisine katılmasından
kaynaklanm ası gerçekten ironiktir: “G eleneksel öyküye
göre (Tennyson tarafından ölüm süzleştirilm iş) aşk iksirini
içince çıldırmış ve kendi elleriyle ölm üştür.”31 Bu gerçek
bir olay ya da bir efsane de olsa, aynı yere çıkar - “yaşa
mım bitiren” ölüm ün, sim gelerin en akıldışı ve en daim o-
nik olanından, aşk iksirinden gelm esinin tarihsel yorum u
dur.
L ucretius’un çabası gerçekten cesurcadır ve m ükem
m el şiirsel sanatının kanatlannın üstünde, aydınlanmaya
giden en kolay yolda asilce ilerler gibi görünür. Fakat da
ha yakından baktığımızda, yolun dipsiz bir kuyuya, ani bir
boşluğa doğru gittiğini görürüz. Bu da ölüm gerçeğidir.
Lucretius şiirinde defalarca ölüm e değinir ve yaşam dan
sonra cehennem in, onları yakacak veya başka biçimlerle
sonsuza dek cezalandıracak dem onlann olmadığı kanıtını
kabul ederlerse, okurlannın ölümden korkmayacağım açık
lam aya çalışır. Fakat insanların kaygılanmn varsayılan ne
denlerine dair bu “açıklam alar” L ucretius’un hakkını ver
m ez. Ç ünkü derin insani duygulan ve kendisinin de için
de bulunduğu insan türüne duyduğu etkin şefkat nedeniy
le sürekli ölümle ilgilidir.
Sonunda da, onu rahat bırakm ayan bu ölüm çatışması
nın, çoğu insanda olduğu gibi, gelecekteki cehennem in
konum u m eselesi olmadığı, kaynağım insan sevgisinden,
yalnızlığından ve acısından aldığı ortaya çıkar. Şiirinin son
sayfalan, Lucretius geri döndüğü ve ölüm ü şiirinin başın
daki kadar yakm ve korkunç gösterdiği, A tina’daki veba
nın unutulm az derecede canlı görüntüleridir:
371
A Q k ttir u d e
Kimsesiz cenazeler aceleyle ağıtçısız mezarlara götürülü
yordu. (...) Özellikle üzücü belirti şuydu: Bu hastalığın
ağına düştüğünü görür görmez insan cesaretini yitiriyor
ve sanki ölüm cezasına çarptırılmış gibi umutsuzca yatı
yordu. Ölümü beklerken, oracıkta ruhunu teslim ediyor
du ve sonra.... Tüm ulus korkuyla çılgına dönmüştü. Yas
tuttuğunda, şartlar elverirse herkes ölüsünü ortadan kal-
dınyordu. İnsanlar akrabalannı şiddetli bağırışlar arasında
odun yığını üzerine atıyorlar ve onlan ateşe veriyorlardı.
Ölülerini terk etmektense, bu tartışmalarda kan döküyor
lardı.32
372
RûUa H a y
m evcuttur. Yaşamı boyunca Lucretius, korku ve kaygıdan
kendi payına düşeni, hatta fazlasını almıştır; bu da kuşku
suz onu böylesine m ükem mel bir şair yapan duyarlılık ve
m erham ete bağlıdır.
A m a burada durm uyoruz. Lucretius bir anlam da ölüm
sorunu aşmıştır. A iskhylos’un O resteia'suıda asilce yaptı
ğı gibi resm e hem sevgiyi hem ölüm ü koyarak, uzlaşam az-
lan uzlaştırarak, çatışmaları birleştirerek aşmıştır. Lucreti
us bunu, şiirinin son sayfalarında oldukça net bir biçimde
ortaya çıkan yeni m itosu33 sayesinde yapmıştır.
Bilinçli olarak okura iletmeyi am açladığı, daha önce
sözünü ettiğim iz doğalcı açıklam alar inağı değildir. Psika
naliz deneyim im zaten akılcı açıklamaların kaygıyı sustu
racağı konusunda şüpheye düşm em e neden olm uştur; bu
rada başka bir şey olur, açıklam a, insanları akılcılıktan da
ha derin düzeylerde kavrayan, daha derin bir m itos için
araç görevi görür. Örneğin açıklam a, açıklamayı yapan be
nim sana değer verdiğim , birbirimize güvenebileceğim iz
ve birbirim izle iletişim kurabileceğim iz m itosunun bir
parçası olur. Bu anlam , psikanalizde olduğu gibi, “açıkla
m amın” veya yorum um un kendi başına tam am en doğru
veya “ parlak” veya her neyse olmasından çok daha önem
lidir. Psikanaliz seansında hastam a bir yorum sunarken, o
anda hastayı etkileyenin söylediğim in kuram sal doğruluğu
veya yanlışlığından çok, onu söylem em in, değişebileceği
ne ve davranışının anlamlı olduğuna olan inancımı göster
mesi olduğunu sıklıkla fark ederim . Bu olumlu mitin yön
leridir. Böyle açıklam alardaki derin m it, kişilerarası evre
nimizin anlam ına güvenebilm em iz, insan bilincinin esas
itibariyle o anlam la tem as edebilm esi olabilir.
A f & s t ir t d e
L ucretius’u okuduktan sonra, ölümle yüzleşm eye ve
sevmeye daha hazır bir şekilde koltuklanm ızdan kalkarız.
Şiiri, ölüme rağmen sevgim izin parçalanm asına razı gele
m eyeceğimizi hep birlikte kabul ettiğim iz gerçeğinde an
lam ve asalet olduğu kanaatiyle bitiririz. Çünkü insan sev
gisi, sevdiklerinin cesetlerine sanlan Atinalılan göz önüne
getirince daha da değerlidir. Şiirde hep beraber birbirim i
ze duyduğum uz sevgiyi ve ölüm e karşı birlikte duruşum u
zu onaylıyoruz. Şiir, ölüm sorununu hiçbir şekilde çözme-
m iştir, am a ölüm ü hep birlikte karşıladığımız için daha ra
hat karşılarız ve kendimizi daha az yalnız hissederiz.
Bu, mitin amaçlılık taşımasının bir resmidir. M it, am aç
lılığın sayesinde iletilebilir bir dildir. Okur deneyim i an
lamlı kılan yapı şeklindeki ilk amaçlılık tanımımız hatırla
yacaktır. L ucretius’un şiirinin sonunda yaşam lanm ızda
birbirim izle ve ölümün nesnel bir gerçek olduğu evrenle
ilişkilerim izin yapısındaki anlamlı yapının farkına vannz.
Burada am açlılığın, Lucretius’un durum unda, onun kimi
sinin yanlış kimisinin konu dışı olduğu ortaya çıkan bazı
açıklamaları ileten bilinçli amaçtan nasıl netçe ayrıldığının
bir örneğini görürüz. Ama görevine olan tam bağlılığında,
onun bile tam farkında olmadığı, ustası Epikuros’taıı öğ
rendiklerinden daha önem li, düşünerek oluşturduğu felse
fesinden daha önem li, istemli amaçlarından bile daha
önemli ve derin bir boyut devreye girer. Bu da, söyledik
lerinde değil, bir bütün olarak hisseden, sezen, seven ve
isteyen, aynca düşünen ve yazan yetenekli bir adam ın, in
san deneyim inin o dev sahasıyla karşılaştığı o şiirde yatar.
Bu aldırış mitosudur. Dış dünyada ne olursa olsun,
önemli olanın insan sevgisi ve kederi, acıması ve m erha
374
KoUo May
m eti olduğunu açıklayan bildiridir. Bu duygular ölüm ü bi
le aşar.
G Ü N Ü M Ü Z D E A L D IR IŞ
Sdren K ierkegaard, “ aşkta, her insan baştan başlar” di
ye yazmıştır. Bu başlangıç, aldınş diye adlandırdığımız, in
sanlar arasındaki ilişkidir. Hissetm enin ötesine geçse de,
oradan başlar. Ötekinin varoluşunun senin için önemli ol
duğu bir ilgi ilişkisi, haz alm aya ya da son noktada, öteki
için acı çekm eye hazır olm anm en üst biçim ini alan bir
bağlılık ilişkisi ifade eden bir hissetm e eylem idir.
Aldınşın yeni tem eli, insan varoluşunun tem eli olarak
hissetm e yi vurgulayan psikolog ve filozofların ilgisinde
görülür. H issetm enin gerçeklikle ilişki kurm a yolumuzun
kabul edilir bir yönü olduğu saptamasını artık yapmalıyız.
W illiam Jam es “ hissetm ek her şeydir” dediğinde, hisset
m ekten fazlasının olmadığını değil, her şeyin orada başla
dığını söyler. Hissetm ek kişiye söz verdirir, kişiyi nesneye
bağlar ve hareketi sağlar. Fakat Jam es’in bu “varoluşçu”
açıklamasını izleyen yıllarda, hissetm enin değeri azaldı ve
öznel diye küçüm sendi. Akıl ya da daha doğrusu teknik
akıl, m eseleleri çözm e rehberi haline geldi. Bıilmediğimiz
de “belli belirsiz inanıyorum” yerine “hissediyorum ” de
dik - hissetm eden bilem eyeceğim izi fark etm eden.
Psikanalizin gelişim i hissetm enin önceliğinin dirilm e
sine yol açtı. A kadem ik psikolojide de, son zam anlarda
psikologların ve filozofların hissetm eye değer vermeye
doğru kaydığını gösteren bildiriler yayınlandı. Hadley
C antrill’in “H issediyorum , Öyleyse Varım” adlı bildirisi
bunlardan biri, Sylvan Tom kins’in “H om o patens”i de bir
A şk « irade
başkasıdır. Susan Langer yeni kitabına "Zihin, Hissetme
Üzerine bir Denem e” adım verm iştir. Bayan L anger’ın öğ
retmeni Alfred N orth W hitehead de D escartes’m “cogito,
ergosum” ilkesinde hatalı olduğunu belirtir ve şöyle der:
376
Rotla M ay
lik]... Sıkıştım... Dışandaki hayatta sıkıştım, Beverly’yle
sıkıştım, Jiggs gibi sıkıştım, hareketsiz. Beverly ile iki
hafta önce harika seviştik. Ama diyelim hamile - yeni bir
daire aramak konusunda sıkıştım... [Sessizlik]... Konuş
mamalıyım, bu hiç iyi değil.
TERAPİST. Sıkışma konusuna devam et - en azmda bu
gerçek.
PRESTON. [Onayladı. Birkaç dakika sessizlik. Sonra
hafifçe dönüp divandan bana baktı.] Senin için endişele
niyorum. Zor olmalı, ne yapacağım, bir şey söyleyip söy-
* lemeyeceğini bilmemek. Freud için bile zor olmalı.
TERAPİST. [Beni etkileyen, her zamanki şen, galip se
sinden farklı ses tonuydu. Bir dakika sonra.] Söylediğin
de yeni bir ton mu duydum - galip gelme yerine gerçek
bir merhamet hissi?
PRESTON. Evet, merhametti. Senin benimle olduğun
gibi. İkimiz de sıkıştık... Bu önceki seanslardan farklı ge
liyor.
TERAPİST. Sende belki de ilk kez gerçek bir his görü
yorum.... Godot’yu Beklerken'An [daha önce bundan
söz etmişti] birbirlerine bir şey hissediyorlar.
PRESTON. Evet, ikisinin birlikte bekliyor olması çok
önemli.
Aşk ne tn u fr
m esele, örneğin, iletişim in çöküşüdür. Bu, O ’N eill, Bec-
kett, lonesco ve Pinter gibi yazarların birçok ciddi oyunun
konusudur. O ’N e iirın Buz Adam G eldi"sinde gördüğüm üz
gibi m aske tam am en düşer ve biz bariz boşluğu görürüz.
Trajedi veya gerçek insanlık için gerekli olan insan asale
ti sahnede, büyüklüğün insandan gittiği -y an i bir boşluk
olduğu, bir yoksunluk olarak var o lduğu- gerçeğinde his
sedilir. Bu amaçlılığın amacının paradoksal durumudur.
Bariz boşluk, hiçlik ve kaygısızlık trajik gerçeklerdir.
G odot’yu Beklerken de, G odot’nun gelm emesi esastır.
Sonsuza dek bekleriz ve sorun kalır: Dün ağaç var mıydı?
Yarın olacak mı? Beckett - v e diğer tiyatro yazarları ve
görsel sanatçılar- bize zorla insani önemimizi fark ettirir,
insan olarak durum um uza daha derinden bakmaya zorlar.
D urum un bariz anlamsızlığına rağm en kendim izi aldırır
buluruz. Godot gelm ez, am a beklem ede aldırış ve umut
vardır. Beklem em iz ve oyundaki kişiler gibi insan ilişkisi
içinde beklem em iz -yırtık pırtık paltoyu, ayakkabıları, tur
pu paylaşm am ız- önemlidir. Beklem ek aldırmaktır ve al
dırmak umut etm ektir.
Bu, T. S. Eliot tarafından net bir şekilde kavranm ış pa
radoksal bir durumdur:
378
ftoUo M ay
bazıları tehlikeli bir biçimde nihilizm in kıyısına yaklaşırlar.
Fakat bizi zorla boşlukla yüzleştiren nihilizm dir. Duym a
y a hazır olan için, bu boşluk (şim di aşkın bir özellik anla
mındadır) daha derin ve daha evgin bir varlık anlayışından
bahseder. Günüm üzün psikolojik hastalıkları olan olum-
suzculuğun ve kayıtsızlığın karşısında durmamızı sağlayan
-b e n c e bir te k - aldırış mitosudur.
Bu bizi, görünüm ler ve biçim ler değil, ilişki gerçekliği
ahlakına götürür. Böylesine bir ahlakın belli belirsiz hatla-
■nnın oluşm aya başladığı, bu sorununu gerçek bir endişey
le taşıyan genç neslin bir kısmında görülür. Bu insanlar pa
rayla veya başarıyla ilgilenm ezler; bu şeyler artık “alılak-
dışf’dır. D ürüstlük, açıklık, kişisel ilişkilerde gerçeklik
ararlar; gerçek bir his, bir dokunuş, bir bakış, bir fantezi
paylaşımı bulm aya çalışırlar. Ö lçüt içkin anlam haline ge
lir ve kişinin gerçekliğiyle, kendi halinde oluşuyla, benli
ğini başkasına açm a duygusuna teslim oluşuyla değerlen
dirilir. G ünüm üzde sözcüklerden şüphelenişe şaşm am ak
gerek; çünkü bu durum lar yalnızca anlık hislerle belirlene
bilir.
Yeni ahlaktaki hata, bu değerlerin içerik eksikliğidir.
İçerik var gibi görünür, am a aslında bir ölçüde heves ve
geçici duygular üzerine kurulu olduğu ortaya çıkar. Kalıcı
lık nerede? G üvenirlilik ve dayanıklılık nerede? Şimdi bu
sorulara dönüyoruz.
379
.ipt tm irade
13
BİLİNÇ ORTAKLIĞI*
3 80
RvIloAtau
Üzerlerine eklem e yapılmalıdır ve bundan yeni bir bilinç
düzeyi doğacaktır. Çözüm lem eye ancak bu kadar yaklaşa
biliriz ve sadece bu kadar yaklaşm ak yeterlidir. Örneğin
psikoterapide, soruna tam olarak yanıt veya kesin çözüm
ler aram ayız; bunlar hastayı m ücadelesinin başında oldu
ğundan daha kötü bir hale getirir. O na sorunu içine alm a
sı, kapsam ası, kucaklam ası ve bütünleştirm esi için yardım
cı olm aya çalışırız. Cari Jung bir keresinde, yaşam ın ciddi
sorunlannın içgörüyle hiçbir zaman çözülm ediğini ve çö
zülm üş görünürlerse, önemli bir şeyin kaybolduğunu söy
lem işti.
Bu da, bu kitaptaki üç önemli vurgunun, eros, daimo-
nik ve amaçlılığın ana “ mesaj"ıdır: Hem içimizdeki hem
evrendeki erosun işlevi bizi ideal biçim lere çekm ek oldu
ğundan, el uzatm a, kavranm aya izin verm e, geleceği yeri
ne getirm e ve onu şekillendirm e yetim izi ortaya çıkarır.
Olabileceğe karşılık verm enin özbilinçli yetisidir. M odem
toplum da erosun hem yeraltı hem de aşkın alanlarım mes
ken tutan daim onik, o şüpheli taraf, bizden bilincin kişisel
boyutlannda bütünleşm e ister. Amaçlılık da amaçlanmızı
anlayan ve onları bilgilendiren yaratıcı dikkattir. Sanatı bil
meye ve onu uygulam aya önceden katılma -y an i onu de
nem e, hayalde y a şam a - yetisidir. Her bir vurgu, insanoğ
lunun daha derin bir boyutuna işaret eder. H er biri bizden
katılım, açıklık, kendimizi verebilm e ve kendim ize alabil
me yetisi bekler. H er biri aşk ve irade tem elinin ayrılmaz
birer parçasıdır.
Kapımızı çalan yeni çağ hâlâ bilinm ezdir, sadece buzlu
cam lar ardından görülür. Dörtnala koştuğum uz yeni kıta
nın ancak ipuçlannı alırız: Onun kopyasını çıkarm aya çalı
A şk t v im i/*'
şanlar gözüpektir, onu tahmin etm eye çalışanlar budaladır
ve “biz dünyamızı nasıl seviyorsak, yeni insan da dünyası
nı o şekilde sevecektir” diyerek sorum suzca onu başından
atm aya çalışanlar gülünçtür. Birçok inanın dünyamızı sev
m ediğine, iktidardaki kişileri onu değiştirm eye zorlam ak
için isyanların, şiddetin ve savaşların gerekli olduğuna da
ir bolca kanıt vardır. Fakat yeni dünya ne olursa olsun, ona
karşı gelmeyi seçm eyiz. İnsani sorum luluğum uz, ona ye
terli olacak ve teknolojim izin büyük kişilikdışı boşluğunu
insan anlamıyla dolduracak bir bilinç düzlem i seçm ektir.
Bu acil bilinç gereksinim i her alandaki duyarlı kişiler
ce görülür ve onu aşabilirsek yaşayacağım ız, aşam azsak
öleceğim iz yeni ırk ilişkileri bilinçl iliği tarafından özellik
le gerçek kılınır. Jam es Baldw in'den alıntı yapıyorum:
“Eğer biz -b u ra d a aşıklar gibi ötekinin bilincinde ısrar
edecek veya onu yaratm ak zorunda olan nispeten bilinçli
beyazlan ve nispeten bilinçli siyahlan kastediyorum - gö
revim izde sarsılm azsak, az olsak da, ırk kabusunu sonlan-
dırabilir, ülkemizi başarıya ulaştırabilir ve dünya tarihini
değiştirebiliriz. Şu anda hiçbir şeye cesaret etm ezsek, bir
kölenin Incil'den alıp şarkılaşürdığı o kehaneti yerine ge-
tinniş oluruz: Tanrı N uh’a gökkuşağı işareti verdi, artık su
yok, sırada ateş var”1
Aşk ve irade bilinç ortaklığı biçimleridir. Her ikisi de
aynı zam anda f i d i r l e r ; başkalarını ve dünyamızı etkilem e
yollandırlar. Bu sözcük oyunu rastlantısal değildir *: Ç ün
kü duygulanım ve his anlamına gelen sözcük, değişim i et
kilem ek için kullanılan sözcükle aynıdır. D uygulanım veya
* Ç .N . İngilizcede “ affect" sözcüğü hem etkilem ek hem de duy g u , d u y g u
lanım anlam ındadır.
382
Kollu Ma\f
his de bir şeyi oluşturm a, yapm a, biçim lendirm e yoludur.
Hem aşk hem irade başkalarında bilinç yaratm a yoludur.
Tabii ki her ikisi de kötüye kullanılabilir: A şk bir bırakm a
m a yolu olarak, irade de başkalannı boyun eğm eye zorla
mak için yönetm e yolu olarak kullanılabilir. Hepimizin
davranışında yapışkan aşk ve kullanan irade kalıntıları ola
bilir. Fakat bir etkinin kötü kullanımı onu tanımlama tem e
li olmamalıdır. A şk ve iradenin yokluğunun sonucu ayrı
lıktır, bizim le diğer insanlar arasına m esafe koym aktır ve
uzun vadede kayıtsızlığa yol açar.
A jt r* İmrfr
sidir; İkincisi bolluk ekonom isidir. Gereksinim bizi arka
dan iteT - bir şeye dönm ek isteriz, bir şeyi korum ak iste
riz ve bu gereksinim tarafından diirtülürüz. Öte yandan ar
zu bizi ileri doğu yeni olasılıklara doğru çeker. Gereksinim
negatiftir, arzu pozitiftir. Cinsel aşk, özellikle seks, kişi
uzun bir süre devamlı olarak bir uyarılma durum undaysa
kesinlikle rahatlam az, bir önceki zorlayıcı gereksinim du
rum una döner ve belki sonra diirtü haline gelir.
En ummadığımız kaynaklarda, insanaltı düzeylerde bi
le seksin düşündüğüm üz gibi birincil gereksinim olmadı
ğına dair etkili kanıtlar buluruz. Harry Harlovv'un Hint
maym unları üzerindeki kapsamlı çalışmalarında, m aym un
ların tem as, dokunm a ve ilişki gereksinim lerinin seks
“d ü rtü le rin d e n önce geldiği açıkça görülür. Aynısı M as-
serm an’ın, seksin birincil, kuşatıcı dürtü olmadığını göste
ren m aym un deneyleri için de söz konusudur. Elbette seks
ırk için birincil bir gereksinim dir ve ırkın biyolojik olarak
hayatta kalması sekse bağlıdır. Fakat dünyamızın, bu tür
bir biyolojik olarak hayatta kalm a zorunluluğuna bağlılığı
azaldıkça -tehlike gerçekten de nüfus artışıd ır- insan de
ğerleri ve seçim lerinin gelişm esine kendini daha da açtık
ça, bu vurgunun yapıcı olmadığını ve birey için cinselliğin
birincil gereksinim olmadığını görürüz.
İnsan evrim ini gördüğüm üz yer işte dürtüden arzuya
olan bu dönüşüm dür. Aşkın kişisel olduğunu görürüz. A şk
yalnızca bir gereksinim olsaydı, kişisel hale gelm ezdi ve
irade işin içine girm ezdi: Seçim ler ve özbilinçli özgürlü
ğün diğer yönleri ortaya çıkm azdı. Kişi yalnızca gereksi
nimlerini karşılardı. Fakat cinsel aşk arzuyu dönüştüğün
de, irade işin içine girer; kişi kadını seçer, aşk eylem inin
384
RoUti Mtıy
farkına varır ve bu eylem in nasıl gerçekleşeceği önem ka
zanır. Aşk ile irade bir görev ve bir başarı olarak birleş
m iştir. İnsanoğlu için daha güçlü olan gereksinim kendi
başına sekse değil, ilişkiyedir, yakınlığadır, kabullenm eye
dir ve onaylanm ayadır.
Kadınların ve erkeklerin -sevm enin kutupluluğunun-
olduğu gerçeği burada varlıkbilimsel olarak gerekli hale
gelir. Artm ış kişisel deneyim artm ış bilincin bir parçasıdır;
bilinç bir kutupluluk, bir ya/ya da, buna “evet” şuna “ha
yır” deyiştir. Bu nedenle önceki bir bölüm de hem W hite-
h ead’in hem T illich’in kurmalarındaki negatif-pozitif ku
tupluluğuna değinilm iştir. Aşkın paradoksu, hem insan
olarak benlik farkındalığının en yüksek derecesi olması
hem de ötekinde kendini yitirm enin en yüksek derecesi ol
masıdır. Pierre Teilhard de Chardin İnsan O lgusu'n d a so
rar: “ Aşıklar birbirlerinde yittikleri anda değilse hangi an
da kendilerinin tam sahibi olurlar?”2
Doğa süreçlerinde varlıksal olarak görülen kutupluluk
aynı zam anda insanoğlunda da görülür. Gün geceye döner,
karanlıktan gün yeniden doğar; yin ve yang birbirlerinden
ayrılmaz ve hep salınım halindedirler; nefes veririm ve
sonra tekrar alırım. Kalbimin kasılmaları ve gevşem eleri,
evrendeki bu kutupluluğu yansıtır; yaşam ı oluşturan evre
nin kalp atışlannın insan kalbinde yansıması sadece şiirsel
lik değildir. Doğal evrende varoluşun her anının devamlı
ritmi her insanın kan dolaşımındaki nabız atışlanna yansır.
A şkın kişisel olduğu gerçeği, aşk eylem inin kendisin
de görülür. Yüz yüze sevişen, eşine bakarak çiftleşen tek
yaratık insandır. Evet, çeşitlilik adına başımızı çevirebilir
veya farklı pozisyonlar alabiliriz, fakat bunlar bir konu
Afk w intdr
üzerine çeşitlem elerdir - konu da yüz yüze sevişm edir. Bu
kişinin önünü -göğüslerini, göğüs kafesini, kam ını, en
hassas ve en korunm asız bölgelerini- tam am en eşin şef
katine veya zulm üne açar. Erkek böylece kadının gözlerin
de zevk ve hayret arasındaki, ürkeklik ve endişe arasında
ki küçük farkları görebilir; bu, benliğin sonuna kadar so
yunduğu duruştur.
Bu insanın psikolojik bir yaratık olarak ortaya çıkışını
belirler; hayvanlıktan insanlığa geçiştir. M aym unlar bile
arkadan çiftleşirler. Bu değişim in sonuçlan gerçekten
önemlidir. Yalnızca aşk eylem ine kesin bir biçim de, kişi
sel damgasını vurmakla kalm az, biri aşıkların isterlerse ko
nuşabilecekleri olan bu gerçeğin tüm anlam lannı gözler
önüne serer. Başka bir sonuç, cinsel deneyim de yanımızı
“kendim ize” en yakın kişiye verişim izdeki yakınlık dene
yiminin önemini vurgulamaktır. Sevişm enin iki tonu - k i
şinin kendini ve eşini yaşantılam ası- burada geçici olarak
birleşir. Hazzımızı ve tutkum uzu hissederiz, eşim izin göz
lerine bakıp bu eylem in anlamını okuruz - onun tutkusuy
la kendiminkini ayıramam . Fakat bakmak yoğunluk dolu
dur; yüksek bir ilişki bilinci getirir. Yaptığımızı yaşantıla
rız - bu da oyun, söm ürm e, duyu paylaşımı ve s.kişm e, se
vişm e veya bunun herhangi bir biçimi olabilir. Am a en
azından bu pozisyonun sağladığı norm kişiseldir. Bunu ki
şisel yapm am ak için bir şeyleri kafamızdan atm alı, çaba
gösterm eliyiz. Bu psikolojik alandaki varlıkbilimdir: Ben
lik ilişkisi yetisi Homo sapiens türünü oluşturur.
O sıradan “ilişkilendirm e” sözü, kadın ve erkeğin çok
eski evrensel süreçteki karşılıklannı, her seferinde ilk de
faymışçasına bakirce ve şaşkınlıkla yeniden canlandırdık-
386
RoUo
lan bu eylem de hiç de sıradan olm ayan varlıksal bir düze
ye yükseltir. Pythagoras yıldızların m üziğinden bahseder
ken, cinsel aşkın basit eylem inin eşlik ettiği bir müziği
kasteder.
Cinsel aşkın bu kişisel yönünün bir sonucu, bize verdi
ği çeşitliliktir. B ir benzeşim olarak M ozart’ın m üziğini ele
alalım . M üziğinin bazı parçalarında M ozart zarif bir oyun
oynamaktadır. B aşka parçalarda müziği bize haz veren saf
duyusal zevk gibi gelir. Fakat Don G iovanni' nin sonunda
ki ölüm m üziği veya beşlileri gibi diğer parçalarda M ozart
derinden sarsar: Kaçılmaz trajedi gözüm üzün önünde ya
şanırken kader ve daim onik tarafından kavranırız. M o
zart’ta yalnızca ilk unsur, oyun olsaydı, er yada geç sıradan
ve sıkıcı olurdu. Yalnızca saf duyusallık sunsaydı, bıktınrdı
veya sadece ateş ve ölüm müziği olsaydı, eserleri fazla
ağır olurdu. Üç boyutta da yazdığı için büyüktür ve aynı
anda üç boyutta dinlenmelidir.
B enzer şekilde cinsel aşk sadece oyun olam az, ama
m uhtem elen saf oyun unsuru düzenli olarak m evcut olm a
lıdır. Aym şekilde, gündelik seks ilişkilerinde de zevk ve
şefkat paylaşımının verdiği tatmin ve anlam olabilir. Fakat
kişinin tüm seks düzeni ve tavn gündeliğe yönelikse, er ya
da geç oyun sıkıcı hale gelir. Aynısı, her tatmin edici cinsel
aşkın bariz bir öğesi olan duysallık için de geçerlidir; iliş
kinin tüm ağırlığını taşımak zorunda kalırsa bıktırır. Seks
sadece duysallıksa, eninde sonunda sekse sırtınızı dönersi
niz. Daim onik ve trajik öğe, M ozart’ın m üziğine olduğu
gibi, aşka da derinlik ve anım sanm a niteliği kazandırır.
387
A fK v * irade
AŞK EYLEMİNİN YÖNLERİ
Aşk eylem inin bilinç derinleşm esine nasıl katkıda bu
lunduğunu özetleyelim . İlk olarak, ötekinin gereksinim le
rinin, arzularının ve hislerinin küçük farklannm farkındalı-
ğından gelen şefkat vardır. Şefkat deneyim i, birey olduğu
m uz için mirasçısı olduğum uz aynlığı ve yalnızlığı her bi
rey gibi yenmeyi isteyen iki kişinin o an için iki ayrı ben
likten değil bir birleşim den oluşan ilişkiye katılabilm esin
den doğar. Bu aşk eylem inde, aşık çoğunlukla belirli bir
haz duygusunun onun tarafından mı sevdiği tarafından mı
hissedildiğini anlayam az - ve bu hiç fark etm ez. Yeni bir
G eştalt, yeni bir m anyetik alan, yeni bir varlık olan bir
paylaşım m eydana gelir.
D erinleşm iş bilincin ikinci yönü, aşk eylem indeki ben
liğin onaylanm asından gelir. Kültürüm üzde birçok insanın
seksi, kısa devre, yapay bir kimlik almak için kullanmala-
nna rağm en, aşk eylemi kişisel kimlik duygusuna doğru
sağlam , anlamlı bir yol oluşturabilir ve oluşturmalıdır. G e
nellikle sevişm eden yenilenm iş bir dinçlikle, kişinin gü
cünün zaferi veya kanıtından değil, farkındalığının genişle
m esinden gelen bir canlılıkla çıkarız. M uhtem elen seviş
m ede hep bir üzüntü öğesi vardır -b ir önceki bölüm de
sunduğum uz benzetm eye devam edecek olu rsak - ne ka
dar neşeli olursa olsun neredeyse her tür müzikte olduğu
gibi... (Çünkü sürekliliği yoktur; kişi onu o an duyarsa du
yar, yoksa sonsuza kadar kaybolur.) Bu üzüntü aynlığımı-
zı tamamen yitirm eyi başaramadığımızın hatırlatılmasından
gelir ve ana kamım geri getirm eye dair çocukça umut asla
gerçekleşm ez. Artm ış özfarkmdalığımız bile kim senin yal
nızlığını tamamıyla yenem eyeceğinin dokunaklı bir hatır
388
Rallö M a y
latm ası olur. Fakat aşk eylem inde canlanan kişisel önem
duygum uz sayesinde, insani sonluluğum uzun getirdiği bu
sınırlamaları kabullenebiliriz.
Bu bizi derhal üçüncü yöne, kişiliğin -m ü m k ü n oldu
ğu k a d a r- zenginleşm esine ve gerçekleşm esine götürür.
Benlik ve his farkındalığımızın genişlem esiyle başlayan bu
adım , ötekine zevk verm e yetim izi yaşantılam a ve böyle-
ce ilişkinin anlamını genişletm eyi başarm adan oluşur.
Herhangi bir anda olduğum uzun ötesine taşınırız; tam an
lamıyla olduğum dan fazlasına dönüşürüm . Bunun için ak
la gelebilecek en güçlü sim ge ürem edir - yeni bir varlığın
rahm e düşüşü ve doğuşu. Yeni bir varlık derken sadece
sözlük anlam ıyla “doğum ”u değil, benliğin yeni bir yönü
nün doğuşunu da kastediyorum . İster sözlük ister mecazi
anlam ıyla olsun, aşk eylem inin üreyici olm akla farklı ol
duğu; ister gündelik ve geçici, ister sadık ve sürekli olsun,
aşkın yaratıcılığın temel sim gesinin bu olduğu gerçeği de
ğişm eden kalır.
Yeni bilincin dördüncü yönü, sevişm ede kendini öteki
ne verebilm enin kişinin eylem den tam olarak zevk alması
için gerekli olduğu şeklindeki tuhaf olguda yatar. Seksi
m ekanikleştiren ve cinsel nesnelerle “gerilim boşaltm a”yı
vurgulayan çağımızda, bu kulağa basit bir ahlakçılık gibi
gelir. Fakat bu duygusallık değil, verm enin kişinin zevki
için gerekli olduğu şeklinde, herkesin aşk eylem i deneyi
m inde de saptayabileceği bir özeliktir. Psikoteıapideki
birçok hasta, eşi için “ bir şey yapam azsa” , ona bir şey ve
rem ezse - k i bunlar cinsel ilişki eylem indeki vermenin
norm al ifadesidir- kendisini eksik hissettiğini şaşkınlıkla
fark eder. Vermek nasıl kişinin tam zevki için gerekliyse.
A fk ıır inute
alabilm ek de aşk ilişkisinde o kadar gereklidir. Alam azsa
nız, verm eniz eş üzerinde baskı oluşturur. Tersine, vere
m ezseniz, alm anız sizi bom boş bırakır. Sadece alan insa
nın, aldığını etkin olarak benim seyem em esinden ve aldığı
nı kendisinin yapamamasından dolayı bomboş kalması pa
radoksu kanıtlanabilir bir doğrudur. Bu nedenle edilgen
bir olgu olarak alm aktan değil, etkin alm aktan söz ederiz:
Kişi aldığını bilir, onu hisseder, sözlü olarak onaylasın ya
da onaylamasın deneyim ine katar ve bunun için m innet
tardır.
Bunun bir sonucu, hasta bazı duygulan hissettiğinde
-erotizm , kızgınlık, yabancılaşm a veya düşm anlık- tera
pistin de genellikle kendisini aynı duyguyu hissederken
bulması şeklindeki tuhaf psikoterapi olgusudur. B u, ilişki
gerçekse insanların duygudaş olarak ortak bir duygu .ala
nını paylaşm alanna bağlıdır. Bu da günlük hayatta bizi se
venlere aşık olmamıza yok açar. Kişiye “kur yapm a” ve
onu “kazanm a”nın anlam lan burada bulunur. Birini sevm e
“çekim i” tam am en onun sizi sevm esinden gelir. Tutku,
yanıt veren bir tutkuyu doğurur.
Bu cüm lelere gelebilecek itirazlann farkındayım. Bun
lardan biri, insanların, birinin onlan sevmesinden çoğun
lukla iğrenm eleridir. Bir diğeri, söylediklerim in, kişinin
sevdiği için yapm ak istediklerini hesaba katmadığı ve edil
genliği fazlasıyla vurguladığıdır. İlk itiraza yanıtım, benim
düşüncem in tam ters kanıtı olduğudur: Bizi seven insanın
GeştaltmâdL yaşarız ve kendim iz bu duyguya karşı, m uhte
melen haklı gerekçelerle, korum ak için iğrenm eyle tepki
veririz. İkinci itirazsa, söylediğim in sadece bir dipnotudur
- biri bizi severse bunu bize göstermek için gerekli olan
390
RrtUn .1fay
her şeyi yapacaktır; ancak eylem ler neden değil bütün ala
nın bir parçasıdır. Üçüncü itiraz ise edilgenle etkini ayıran
ve etkin alm ayı kabullenm em iş ya da anlam am ış kişilerce
yapılacaktır. Hepim izin bildiği gibi, aşk deneyim i çoğu
muz için tuzaklarla, hayal kırıklıklarıyla ve travm atik olay
larla doludur. A m a dünyadaki bütün tuzaklar, ötekine gön
derilen duygunun onda olum lu veya olum suz bir tepki
oluşturduğu inkar edem ez. B aldw in’den tekrar alıntı yap
m ak gerekirse, “ötekinin bilincinde ısrar edecek veya onu
.yaratacak” aşıklar gibiyiz. Bundan dolayı, aşk yapm ak
(buradaki fiil ne çıkarcıdır ne de raslantısaldır) duyguya
yanıt verm ek için en güçlü teşviktir.
Son olarak, cinsel birleşm enin doruk anında ideal ola
rak m eydana gelen bir bilinç biçim i vardır. Bu aşıkların ki
şisel yalnızlıklarından öteye taşındığı ve onları doğayla bir
leştirir gibi hissettiren bir bilinç değişim inin yaşandığı
noktadır. Öylesine artan bir dokunm a, temas, birleşm e de
neyimi yaşanır ki. bir an için aynlık farkmdalığı kaybolur,
evrensel bir doğayla birlik hissiyle silinir. Hemingvvay’in
Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanında yaşlı kadın Pilar, se
vişm ek için dağa giden kahram anı ve sevdiği kızı bekler;
döndüklerinde “Yer sarsıldı mı?” diye sorar. Bu, benlik far-
kındalığının anlık yitiminin ve dünyayı da kapsayan ani bir
bilinçliliğin ortaya çıkışının normal bir parçası gibi görünür.
Tasvirimin kulağa fazla “ ideal” gelm esini istem em , çünkü
bunun kişiliksizleşm iş sevişm e türü dışında her sevişm e
nin gizli de olsa bir niteliği olduğunu düşünüyorum . Basit
çe “tasavvufi” görünmesini de istem em , çünkü farkındalı-
ğjmızın sınırlılığına rağm en, bunun gerçek aşk eylemi dene
yiminin ayrılmaz bir parçası olduğunu düşünüyorum .
A ffı w iradt
BİLİNÇ YARATMA
A şk bizi bu yeni bilinç boyutuna doğru iter çünkü te
meli ilk “biz” deneyim idir. Genel kanının aksine, hepim iz
yaşam a birey olarak değil “biz” olarak başlarız; erkek ve
kadının birleşm esiyle, tek vücut olmalarıyla yaratılırız, ba
banın spermin annenin yumurtasını döllemesiyle oluşuruz.
Bireysellik bu ilk “biz” in içinden, bu “biz “sayesinde do
ğar. Doğrudur, hiçbirim iz er ya da geç birey olm azsa, ken
di kimliğini anne babasına karşı ortaya koym azsa kendini
gerçekleştirem ez. Birey bilinci bunun için gereklidir. Yal
nız benlikler olarak başlam asak da -ilk özgürlüğü, Cennet
B ahçesi’ni annemizin göğsünde yitirdiğim iz için - bahçe
parçalandıkça ve insan başlangıcı ortaya çıktıkça bireyliği
mizi onaylam am ız gerekir. “Biz” bedende ilkse, “ben” de
insan bilincinde ilktir. Bu birey, ilk özgürlüğünün parçala
nışını kabullenebildiği için, acı verici de olsa onu onayla
yabildiği için ve tam bilinçliliğe doğru hac yolculuğuna çı
kabildiği için insandır. İlk “biz” bu haccı yerine getirm e
nin daim i zeminidir. W.H. A uden’ın dediği gibi:
392
RrM /,M ay
varlık olarak kabul eden sevdiğinin yanında rahatlamaktır;
ötekiyle olm aktan hoşlanm ak, onunla dinlenm ekten hoş
lanm ak, onun yürüyüş ritm inden, sesinden, tüm benliğin
den hoşlanmaktır. Bu erosa bir genişlik kazandırır; ona bü
yüm esi için, köklerini daha derine göm m esi için zaman
verir. Philia sevdiğini kabul etm ek, onunla olm ak ve on
dan keyif almak dışında hiçbir şey gerektirm ez. En basit,
en dolaysız anlamıyla arkadaşlıktır. Bu nedenle Paul Til
lich kabul etmeyi ve - m odem insanın tuhaf bir biçimde
yitirdiği ve ona garip gelecek - kabul etm eyi kabullenme
yeteneğini bu kadar önemser.4 Bizler, gücünü fazla ciddi
ye alan, devamlı eylem de bulunan ve tepki veren, yaşamın
değerinin ancak ısrar etm ediğim izde, zorlayıp gerektirm e
diğim izde, arkadan itmeyle veya önden çekm eyle değil,
sadece birlikte olm ayla ortaya çıkacağının farkında olm a
yan bağımsız insanlarız. M atthew A rnold’in dizlerinde söz
ettiği şey budur:
394
R o tk M a y
rak saygı görür, işten toplantıya oradan geç bir akşam ye
m eğine oradan yatağa ve ertesi gün tekrar işe, kendim izi
öyle bir koşuşturm a içinde buluruz ki, philianın yaşamımı
za katkısını kaçmrız. Veya onu yanlış bir biçim de eşcinsel
likle bağdaştinnz; Amerikalı erkekler erkek arkadaşlığın
dan, eşcinsellik işareti olmasın diye özellikle korkarlar.
Ama en azından, philianın, ahbap dönem inde kendimizi
bulma ve kimlik geliştirm eye başlam a için ne kadar
önemli olduğunu anımsamalıyız.
Philianın da agapeye ihtiyacı vardır. Agapeyi ötekine
duyulan saygı, hiçbir çıkar gözetm eksizin ötekinin iyiliği
ni istem e olarak tanımlamıştık; çıkarsız sevgidir, insanın
Tanrı sevgisidir. Yeni A hit’te çevrildiği şekliyle hayırse
verlik kötü bir çeviridir, ancak içinde bencil olmayan ver
me öğesini barındırır. Ana kediye yavrulannı savunduran,
insana da bebeğin onun için ne yapabileceğini düşünm ek
sizin bir iç m ekanizm ayla bebeğini sevdiren doğanın biyo
lojik yönüyle bir b e n z e ş im d ir- am a özdeşim değildir.
Agape her zaman tanncılık oynam a tehlikesini taşır. Fa
kat bu göze alm amız gereken ve göze alabileceğim iz bir
tehlikedir. H içbir insamn güdülerinin tamamıyla çıkarsız,
herkesinin güdülerinin olsa olsa bu değişik sevgi türleri
nin bir kanşım ı olduğunun farkındayız. Nasıl ki birinin be
ni tam am en ruhani, bedenime ilgi gösterm eyen ve kadın
ya da erkek olm am la ilgilenm eyen bir şekilde “ sevm esi
ni” istem ezsem , beni yalnızca bedenim için sevmesini de
istemem. Ç ocuklar yetişkinlerin bir şeyi “ sadece iyiliğin
için” yaptıklannı duyduklarında bunuh yalan olduğunu se
zerler, ve kim se sadece “ruhsal” olarak sevildiğini duy
mak istemez.
A ŞK , İR A D E V E T O P L U M B İÇ İM L E R İ
Aşk ve irade, toplum biçim leri içinde yaşanır. Bu bi
çim ler, o dönem için geçerli m itler ve simgelerdir. B içim
ler, toplumun canlılığının aktığı kanallardır. Yaratıcılık, can
lılık ve biçim arasındaki m ücadelenin sonudur. Bir sone
yazm aya veya vezin ile şiir okum aya çalışmış herkesin
farkında olduğu gibi, biçim ler ideal olarak yaratıcılıktan
bir şey eksiltm ez, hatta ona bir şey katabilir. G ünüm üzde
ki biçime karşı isyan bu noktayı tersiyle kanıtlar: G eçiş
dönem im izde bazı yeni biçimleri arıyoruz, keşfediyoruz,
bulmaya çalışıyoruz, deneylerle bulabildiklerimizi ortaya
koym a mücadelesi veriyoruz. Duke Ellington beste yapa
ğında, trom petçinin çok yüksek notalara rahat basamadığı
nı ama trom boncunun onlarda çok iyi olduğunu aklında
tutması gerektiğini anlatır; ve bu tür engeller altında beste
yapm aya dair “Sınırlı olm ak iyidir” der. Sadece libido ve
erosla değil, diğer sevgi biçim leriyle de öyle: Tam tatmin
insanın ölümü demektir: Aşk aşıkların ölümüyle kendini
bitirir. Yaratıcı güç için biçim e gereksinim duym ak yaratı
cılığın doğasındadır; bu nedenle engelin işlevi olumludur.
Bu toplum biçim leri ilk olarak sanatçılar tarafından şe
killendirilip sunulur. Bize görmeyi öğreten, bilincimizin
genişlem esinin tem elini atan sanatçıdır; herhangi bir dö
nemde bizde olm ayan yeni deneyim boyutlannın yolunu
gösterir. Bu nedenle bir sanat eserine bakmak bize kendi
396
RcAio Mny
mizi tanıma deneyim i yaşatır. Rönesans diye bilinen o ola
ğanüstü farkındalık doğuşunun öncüsü olan G iotto, doğa
yı yeni bir açıdan gördü, ilk kez kayaları ve ağaçlan üç bo
yutlu bir alanda çizdi. Bu alan hep ordaydı ama Ortaçağ
insanının iki boyutlu m ozaiklerden yansıyan sonsuzlukla
kurduğu dikey ilişkisiyle m eşgul oluşu yüzünden görül
m üyordu. G iotto insan bilincini genişletti çünkü bakış açı
sı belirli bir noktada duran insanın bu açıyı görebilm esine
bağlıydı. Birey önemli değildi; ölçüt artık sonsuzluk değil,
bireyin kendi deneyim i ve bakm a yetişiydi. G İotto’nun sa
natı yüzyıl sonra yeşerecek Rönesans bireyciliğinin haber
cisiydi.
G iotto tarafından resm edilen yeni alan görüşü, M agel-
lan ve K olom b’un insanın dünyasıyla ilişkisini değiştiren
coğrafi okyanus ve kıta keşiflerinin, G alileo ve Koper-
nik’in insanın göklerle ilişkisini değiştiren gökbilim ke
şiflerinin tem elini oluşturdu. Bu yeni alan keşifleri insa
nın benlik imajının kökten sarsılmasına neden oldu, insanın
yeni dış alan boyutları keşfinden ve aynı şekilde zihni için
yeni uzantı gereksinim lerinden doğan yalnızlıkla yüzleşen
ilk çağ bizimki değildir. Bu dönem deki psikolojik sarsıntı
ve ruhsal yalnızlık, şair John Donne tarafından ifade edil
mişti:
on iradr
Çünkü herkes sadece düşünür
Anka olm ayı . . . ” 7
398
Rollo May
da yirmi mil ötede olmasına rağm en, fırça darbeleriyle da
ğı ağcın üzerine yerleştirdiğini fark ettiğim de şaşırmıştım.
C ezanne’da biçim ler, toplansınlar diye bölm elendirilm e-
m iş parçalar değil, bizi kavrayan bir varlıktır. Aynısı
C ezanne’ın portreleri için de geçerlidir - kişi bize bir alnı,
iki kulağı ve burnu olan bir surat olarak değil, bir varlık
olarak sunulur. Bu varlığın güzelliği, kuralcılığa olan saf
köleliğim izi yerle bir eder ve bize insanoğlu hakkında ger
çekçilikten daha fazla gerçek sunar. Önemli olan, tablo bi
ze bir şey söyleyecekse resme katılımımızı gerektirdiğidir.
C ezanne’da bu yeni boşluklar ve taşlar ve ağaçlar ve
yüzler dünyasını görürüz. Bize eski m ekanik dünyanın git
tiğini, boşluklarla dolu yeni bir dünyayı görm em iz ve ora
da yaşam am ız gerektiğini söyler. Bu onun görünürde sıra
dan, masa üzerindeki elm a ve şeftalilerinde bile açıktır.
Ancak ağaç resim lerinde özellikle net ve güzeldir. Üniver
site yıllarımda, kam püsteki boylanna ve güçlerine hayran
lık duyduğum uzun karaağaçlar altında derse yürürdüm.
Şimdi de Riverside Yolu’ndaki işyerim e karaağaçlar atın
da yürüyorum . İkisinin arasında, Cdzanne’m karaağaç re
sim lerini tüm mimari ihtişam larıyla sevmesi öğrendim , ve
şim di her sabah gördüğüm - ya da yaşantıladığım - üni
versite kam püsündekinden tam am en farklıdır. Artık ağaç
lar, ağaçların gerçek ölçüleriyle ilgisi olm ayan m üzikal bir
hareketin parçasıdırlar. Göğün üçgensel biçimleri onlara
biçimlerini veren ağaç dallan kadar Önemlidir; havadaki
saf gücün ağaçlann boyuyla hiç ilgisi yoktur, Hudson
N ehri’nin gri maviliğini örten dallann çizgilerinden olu
şur.
Cezanne’ın gösterdiği yeni dünya, neden ve sonucu aş-
/tffcıwi™**
masıyla nitelenir. “A ” , “B ”yi, “ B” , “C ”yi doğurur şeklin
de doğrusal bir ilişki yoktur; biçim lerin tüm yönleri aynı
anda görüşüm üz tarafından doğurulur - ya da hiç doğurul-
m az. Bu günüm üzde iradenin aldığı yeni biçimi gösterir.
Resim m itseldir, kuralcı ve gerçekçi değildir; geçm iş,
şim di ve gelecek, bilinçli veya bilinçdışı, zaman tüm
ulamları ona dahildir. Ve en önem lisi, onun dışında durur
sam resmi göremem bile; sadece ona katılırsam benim le
iletişim kurar. C ezanne'ı, kayalannı doğru bir icra olarak
gözlem leyerek değil, o kayalara yalnızca bedenim ve his
terim ve dünya algılarım sayesinde benim le konuşan b i
çim yapıları olarak bakarsam görebilirim . Duygudaşı ol
mam gereken dünya budur. Yaşamımın üzerine kurulu ol
duğu temel biçim ler evreninde kendim i ona verm eliyim .
Bu resimlerin bilincim e sunduğu sorunlar bunlardır. .
Peki kendimi C ezanne’ın yeni biçim ler ve alanlar yö
rüngesine kaybedersem kendim i yeniden bulup bulm aya
cağımı nasıl bileyim ? Bu soru çoğu insanın m odem sanata
duyduğu kızgın, akıldışı ve şiddetli karşıtlığın büyük bir
kısmını açıklar; modern sanat eski dünyalanm yok eder, bu
yüzden nefret edilm elidir. Dünyayı eski şekliyle görem e
yeceklerdir, yaşam ı eski şekliyle yaşantılayam ayacaklar-
dır; eski bilinç bir kere parçalandı mı, onu yeniden birleş
tirme ihtimali yoktur. Burjuva Cezanne’ın üzerinde yaşa
mın güvende görünebileceği güçlü, sağlam biçim ler yara
tır görünm esine karşın, resim lerinde tamamen farklı bir di
lin olduğunu görem em e tuzağına düşm em eliyiz. Van
G ogh’u birkaç yık öncesinde psikoza sürükleyen ve Ni-
etzsche’nin m ücadele ettiği ve ona pahalıya patlayan bi
linç derecesi budur.
4 00
Halli}
C ézanne’ın eserleri, B acon’dan beri m odern insanın
doğayla ilişkisini niteleyen ve bizi felaketin eşiğine sü
rükleyen “böl ve yönet” parçalayışının zıttıydı. C ézanne’da
dünyayı anlık, kendiliğinden bir bütünlük olarak isteyebi
lip sevebileceğim iz, ve bu şekilde istemek ve sevmek zo
runda olduğum uz gerektiği ifadesi vardır. C ézanne’da ve
ona yakın sanatçılarda, yüzleşm em iz gereken yeni durum
larda bize gerekecek aşk ve irade için yeterli olan yeni bir
m it ve sim ge dili vardır.
Sanatın hangi türü olursa olsun, sanatçının tutkusu,
dünyasıyla ilişkisinde önemli bulduğu bilinçaltı ve bilinç-
dışı deneyim lerini iletmektir, “ iletm ek” “toplanm ak” ile il
gilidir*, ve sırasıyla her ikisi de diğer insanlarla ortaklığı
ve topluluğu yaşanülam a yollandır.
Dünyayı anlık, kendiliğinden bir bütünlük olarak sever
ve isteriz, iradem izi dünyada gösteririz, kararımızla, em ri
m izle, seçim im izle onu yaratırız; onu aşkla severiz, ona
şefkat gösteririz, enerji veririz, onu şekillendirdikçe ve
değiştirdikçe ona bizi sevm e ve değiştirm e gücü kazandı-
n nz. Kişinin dünyasıyla tam olarak ilişkide olması budur.
Onu sevm em izden veya istem em izden önce dünya yoktu
dem iyorum ; bu soru yalnızca varsayımlara dayanarak ya
nıtlanır ve yaradılıştan gerçekçi bir Orta-Batı Amerikalı
olarak, var olduğunu varsayıyorum . Fakat onun üzerinde
bir etkim olmadığından benim için hiçbir gerçekliği, be
nim le hiçbir ilişkisi yoktur; bir rüyada gibi, hayal m eyal,
geçerli bir tem as olmaksızın hareket ederim . Kişi bunu ak
lından çıkarabilir - m etroyla giderken N ew Yorklulann
* Ç .N . İngilizcede iletm ek, iletişim kurm ak anlam ına gelen “ com m unica
te” ile top lan m ak , topluluk anlam ına g elen “ co m m u n e” sözcüğü aynı kök
ten gelir.
«rinuir
yaptığı gibi - veya onu görm eyi, onu yaratmayı seçebilir.
Bu anlam da, Cezanne’ın sanatına veya Chartres Katedra
li’ne bizi harekete geçirm e gücü veririz.
En azından şim dilik geri dönm em iz gereken kişisel ya-
şam lanm ız söz konusu olduğunda bu ne anlam a gelir? Bi
lincim izin küçük evreni, büyük evrenin bilindiği yerdedir.
Kendisinin ve dünyasının bilincinde olm ak, insanın korku
tucu neşesi, nimeti ve lanetidir.
Çünkü bilinç, öteki türlü saçm a olacak eylem lerim iz
deki anlamı yakalar. H er şeyi dolduran eros, gücünün bir
gün bizim olacağı vaadiyle bizi kendine çağırır. Daimonik
- aym zam anda yaratıcı gücüm üz olan o kızdıran ses - bu
daim onik deneyim leri sonlandırm azsak ve ne olduğum u
zun ve yaşam ın ne olduğunun değerini bilerek onları ka
bullenirsek bizi yaşam a doğru götürür. Benliğin derin far-
kındalığını içeren amaçlılık, bilinç tarafından yakalanan an
lamı eylem e dönüştürm e yolumuzdur.
Geçm iş çağlann bilincinin ve onların bize bıraktıklan
bilgeliğin zirvesinde dururuz. Tarih - her çağın bir sonra
kine miras bıraktığı geçm işin o seçkin hazine dairesi - ge
leceği kucaklayabilm em iz için bizi şim dide biçimlendirir.
İçgörülerim iz, zihnim izin kenarında oyun oynayan yeni
biçimler, bizi hep istesek de istem esek de tuhaf ve şaşırtı
cı topraklara bastığımız bakir ülkelere götürüyorsa, ne ol
m uş? Tek çıkış yolu ileriye doğrudur ve seçeneğim iz on
dan ürkmek veya onu onaylamaktır.
Çünkü her aşk ve irade eylem i - uzun vadede her ikisi
de, gerçek olan her eylem de m evcuttur - aynı anda hem
kendimizi hem dünyamızı şekillendiririz. Geleceği kucak
lamanın anlamı budur.
402
RûUû H ay
NOTLAR
403
Ajflt V f i m i *
The Other Victorians (New York, Basic Books, 1964), adlı kita
bında gösterdiği gibi, Viktorya döneminde de olması savımı çü
rütmez. Böylesine bölmelere ayrılmış bir toplumda, yaşamsal
dürtüleri engellemeyle orantılı olarak yeraltında ortadan kalkan
bir bastırma her zaman olacaktır.
14 The Meaning o f Anxiety, (New York, Ronald Press, 1950),
adıyla yayınlandı.
15 Balanız, May, The Meaning o f Anxiety, sayfa 6-7.
16 İşi ve başanyı önemseyen Horatio Alger değerlerinin ölümü
nü en açık biçimde haber veren ve pek çoğumuzun bireysel
kimlik ve önem duygusunu aldığı tiyatro oyunu, Arthur Mil-
ler'ın 1949’da yayınlanan “Sananın Ölümü”dür. Miller’ın deyi
şiyle, Willy Loman’m temel sıkıntısı, “kim olduğunu hiçbir za
man biimemesi”ydi.
17 J. H. van den Berg, The Changing Nature o f Man, A Histo
rical Psychology'ye giriş (New York, W. W. Norton & Co.,
1961).
18 Bakınız David Shapiro, “Neurotic Styles'’ (New York, Basic
Books, 1965), sayfa 23.
19 P. H. Johnson, On Iniquity: Reflections Arising out o f the
Moors Murder Trial (New York, Scribners).
20 Rollo May, Man’s Search fo r Himself (New York, W. W.
Norton & Co., 1953), sayfa 14. Bana yeni ve kendine özgü bir
biçimde ortaya çıkmış gibi görünen sorunu adlandınrken baş
langıçta kullandığım “boşluk” terimi çok iyi seçilmiş bir terim
değildir. Bunu, kayıtsızlıkla bağlaşık bir durum anlamında kul
landım.
21 Aynı yapıt, sayfa 24.
22 Aynı yapıt.
23 Aynı yapıt, sayfa 24-25.
24 Aynı yapıt, p. 25.
25 The New York Times, 27 Mart, 1964.
26 Aynı yapıt, 16 Nisan, 1964.
404
RoUtf Afay
27 Aynı yapıt, 6 Mayıs, 1964.
28 Keniston, The Uncommited adlı eserinde, bu kuralsızlıktan
söz ederken, “Çağımız bizde yeterli isteklilik uyandırmaz. Sana
yileşmiş Batı'da ve giderek diğer bağımsız ülkelerde, gayret ek
sikliği var; onun yerine insanlar, birbirlerinden, sosyal düzen
den, işlerinden, oyunlanndan ve romantikleşmiş geçmişteki ya-
şamlanna düzen, anlam ve tutarlılık kazandıran kahramanların
dan ve değerlerinden ne kadar çok uzaklaştıklarından söz edi
yorlar” diye yazmıştır.
29 James H. Billington, “The Humanistic Heartbeat Has Fai
led,” Life Magazine, sayfa 32.
30 Aynı yapıt.
31 Aynı yapıt.
32 Dr. Kari Menninger, “halk kayıtsızlığı kendi başına bir saldır
ganlık göstergesidir” der. Düzeltici Tıp Birliği’nin (Medical
Correctional Association) şiddet konulu konferansı, The New
York Times, 12 Nisan, 1964.
33 Toplumumuzun dokunmaya duyduğu büyük gereksinim ve
onun yasaklanması için baş gösteren isyan, Esalen’den. yan
odadaki grup terapiye kadar, dokunma terapisinin tüm biçimle
rinin gelişiminde görülmüştür. Bunlar gereksinimi gerektiği gi
bi yansıtırlar, fakat düşünsellik karşıtı eğilimleri ve düzeltici ol
duğunu ileri sürdükleri önleme dair gösterişli hedefleriyle bir
yanlışın içindedirler. Bunun toplumun tümünde değişmesi gere
ken, insanın tümünü kapsayan daha derin bir boyutta değişme
si gereken bir yan olduğunu görmemeleriyle de yanlış yapmak
tadırlar.
34 Harry Stack Sullivan, The Psychiatric'lnterview (New York,
W. W. Norton & Co., 1954), sayfa 184.
35 Bruno Bettelheim, The Informed Heart (Glencoe, III.. The
Free Press, 1960), sayfa 20-21.
36 Arthur J. Brodbeck,“Placing Aesthetic Developments in So
cial Context: A Program of Value Analysis,” Journal o f Social
A fk M im d e
Issues, O cak, 1964, sayfa 17.
2 / SEKS VE AŞK PARADOKSLARI
1 W illiam Jam es, “Principles o f P sych ology” (N ew York, D o
ver Publications, 1950; ilk basımı Henry H olt tarafından 1890),
II, sayfa 43 9 .
2 Atlas, K asım 1965, sayfa 302. The Times Literary Sııple-
ment’tan yeniden basım , Londra.
3 Aynı yapıt.
4 Howard Taubm an, “Is S ex Kaput?” The New York Times, 2.
bölüm , 17 O cak, 1965.
5 Leon Edel, “S ex and the N o v el” The New York Times, 1 bö
lüm , I. parça, 1 K asım , 1964.
6 Aynı yapıt.
7 Bakınız Taubman.
8 John L. S ch im el, “Id eology and Sexual Practices,” Sexual Be
havior and the Law, editör Ralph Sloven ko (Springfield, III.,
Charles C. T hom as, 1965), sayfa 195-197.
9 Bazen bir kadın hastam , bana bir erkeğin kendisini nasıl baş
tan çıkarmaya çalıştığını betim lerken, adamın ne kadar becerikli
bir aşık olduğundan sö z ettiğini ve onu tatmin ed eceğ in e dair
söz verdiğini anlatır. (M ozart’ın D on G iovanni’sinin böyle bir
iddia öne sürdüğünü düşünün!) İnsan doğasına haksızlık etm ez
sek, anımsadığım kadarıyla, kadının “faturayı baştan çıkartması”
erkeğin başarı şansını suya düşürmüştür.
10 On altıncı ve on yedinci yüzyılların gerçek Püritenlerinin, g ü
nüm üzdeki bozulm uş püritenlerden farklı bir tür oldukları bir
çok kaynakta görülebilir. Roland H. Bainton, “Hıristiyanlık
Sek s, A şk ve E vlilik Hakkında N e D er” (W hat Christianity Says
A bout S ex , L o v e and Marriage; N ew York, R eflection B o o k s,
A ssociation Press, 1950) adlı kitabının “Püritenlik ve M odem
D önem ” (Puritanism and the M odem Period) adlı bölüm ünde
şö y le yazar: “Kan koca arasındaki ilişkide Püriten ideal ‘se v e
cen bir saygınlık’ sözcükleri ile özetlen m işti.” Aynca Thom as
406
Bollo May
Hooker’dan bir alıntı yapar: “Sevdiği karnına karşı kalbi dolu
olan erkek, geceleri onu rüyasında görür, uyandığında gözünde
ve aklında o vardır, masaya oturduğunda onu düşünür, gezerken
onunla yürür, vardığı her yerde onunla görüşür.” Ronald Mus-
hat Frye, “Evlilik İçi Aşk Üzerine Klasik Püritenlik Öğretileri”
(The Teachings of Classical Puritanism on Conjugal Love) Rö
nesans’tan İncelemeler, II (Studies from the Renaissance, II.
1955), adlı düşünce dolu makalesinde, klasik Püritenliğin evli
likteki cinsel yaşamı “akıl, sadakat, adalet ve safltk temelinde
kurulmuş” “mutluluğun tacı” olarak insanların kafasına yerleş
tirmeye çalıştığına dair kanıtlar sunar (sayfa 149). “On alûncı ve
' on yedinci yüzyıllarda, İngiltere'deki evlilik içi aşk üzerine da
ha geniş görüşlü eğitimin büyük oranda, İngiliz Protestanlığı
dahilindeki “Püriten” olarak adlandırılmış partinin çalışmaların
dan kaynaklandığına” inanır (sayfa 149). Püritenler, şehvete ve
evlilik dışı cinsel eylemlere karşıydılar, fakat evlilikte cinselli
ğin önemine ve bunu yaşamları boyunca canlı tutmamn bütün
insanların görevi olduğuna inanıyorlardı. Evlilikte bütün zevk
lerden din uğruna vazgeçme düşüncesi onlara daha sonraları bir
kanşıklık sonucu mal edilmişti. Frye şöyle der: “Püriten ve di
ğer Protestan yazarların on altıncı ve on yedinci yüzyılda yazdık-
Iannı genişlemesine inceledikten sonra, Püritenlerin din uğruna
her zevkten vazgeçme ‘kusursuzluğuna’ karşı olduklanna dışın
da hiçbir şey bulamadım.” (sayfa 152)
Bunu anlamak için, New England’da Püritenler tarafından inşa
edilmiş kiliselere ve Püriten mirasa dikkatlice bakmak, bu bü
yük zarafetten ve saygınlıktan, onların yaşama ne' kadar büyük
bir tutkuyla bağlı olduklannı çıkarmak mümkündür. Püritenler-
de, günümüzdeki tutkuyu dışavurma ve her yere yaymaya kar
şıt olarak tutkuyla gerçekten yaşamayı sağlayan denetimli tut
kunun verdiği bir saygınlık vardı. Püritenliğin, günümüzdeki
modem laik tavırlara doğru kötüye gidişine şu üç eğilimin bir
leşimi neden olmuştur: Sanayileşme, Viktorya dönemi duygu
A f k (« İratte
bölm elenm esi ve bütün dini tavırların laikleştirilm esi. Bunlar
dan birincisi, özgü l bir m ekanik m odel ortaya koydu; İkincisi,
Freud’un çok güzel çözü m led iği duygusal sahtekarlığı getirdi;
üçüncüsü ise , dinin derinlik boyutlannı alıp götürdü ve k işin in,
sigara içm e, içki içm e, yukanda saldırdığımız seksin y ü zeysel
biçim i gibi durumlarda nasıl “davranması” gerektiğini sorun ha
lin e getirdi. (Bu dönem in karı koca arasındaki tatlı dilli aşk
m ektuplannı görm ek için, John A dam s’ın, Page Sm ith tarafın
dan yazılm ış, iki ciltli yaşam öyküsüne ve aynca da, Perry M il-
ler’ın Püritenler hakkmdaki yazılanna bakın.)
11 Bu fom ıüllendirm eyi bana ilk gösteren Dr. Ludw ig L efeb-
re’dir.
12 Atlas , K asım , 1965, sayfa 302.
13 Philip R ieff, Freud: The Mind o f the Moralist (N ew York,
Viking Press, 1959), alıntı yapılan yer James A . K night’m “Cal
vinism and P sychoanalysis: A C om parative Study;” Pastoral
Psychology, Aralık, 1963, sayfa 10.
14 K night, sayfa 11.
15 M arcus’un Diğer Vtktoryanlar (The Other Victorians), sayfa
146-147 ile karşılaştırın. Freud'un mektubu şö y le devam eder:
“ Y aşayış b içim im iz, en berbat yoksulluktan korunduğumuzu ve
kendim izi toplum sal kötülüklerden kurtarma yeteneğim izin o l
duğunu varsayar. Yoksullar, em ekçiler, kalın derileri v e uysal
lıklar olm asa yaşayam azlardı. D iğer zevkler onları beklem edi
ğin e göre şu anki zevklerini niçin küçüm sesinler? Yoksullar bi
zim gibi davranabilmek için fazla çaresiz, fazla korunmasızdır
lar. Tüm ölçülülüğü hiçe sayarak kendilerini arzulannın esiri ya
pan in sanlar görünce, bunun, bütün vergilerin, salgm larn, has
talıkların ve toplum sal kurum la™ kötülüklerinin aciz hedefleri
olm alannm telafisi olduğunu düşünüyorum .”
16 Paul T illich ’in, Am erikan V aroluşçu Psikoloji ve Psikiyatri
D erneği’nin (Am erican A ssociation o f Existential P sych ology
and Psychiatry) konferansında Şubat 1962’de verdiği, “Psikana
408
R nU oM ny
liz ve Varoluşçuluk” (“Psychoanalysis and Existentialism”) ad
lı konuşmasından.
17 Schimel, sayfa 198.
18 Leopold Caligor ve Rollo May, Dreams and Symbols (New
York, Basic Books, 1968), sayfa 108/j, bugünkü hastaların da,
bütünüyle, rüyalarında baş ve cinsel organlarla meşgul oldukla-
nnı fakat kalbi hep dışanda bıraktıkları şeklindeki görüşü doğru
lar.
19 Playboy. Nisan, 1957.
20 Önemli yazarlar tarafından yazılmış bu makaleler ön yargılı
olabilir, tıpkı Timothy Leary’nin, Playboy'un reklamlarında ge
nişçe kullandığı, LSD’nin bir kadına “yüz orgazm” yaşatabile
ceğini ve “son birleşmeyi kapsamayan bir LSD seansının eksik
siz olamayacağı”nı söyleyen röportaj gibi. Aslında, LSD, cinsel
işlevleri geçici bir süre için “söndürür”. Bu röportaj, hem LSD
hem de cinsellik konusunda uzman olan Dr. R. E. L. Masters’ın
yanıtına ilham vermiştir: “LSD hakkındaki bu tür iddialar sade
ce yanlış değil, aynı zamanda tehlikelidir. (...) Bazı çok ender
durumlar, hiç kuşkusuz iddiaların bir bölümünü destekleyebilir;
fakat burada, istisnaları değil de kuralları tanımladığını söylüyor
ki bu tamamıyla yanlıştır” (özel olarak teksirle çoğaltılıp dağıtı
lan mektup).
21 “Playboy’s Doctrine of the Male,”- Christianity and Crisis,
XXI/6, Nisan 17,1961.
22 Michigan Eyalet Üniversitesi, Şubat 1969’da cinsellik üzeri
ne sempozyumda tartışma.
23 Aynı yapıt.
24 Gerald Sykes, The Cool Millenium (New York, 1967).
25 Essex İlçesi Madde Bağımlığı Konseyi (Essex County Coun
cil on Drug Addiction) başkam Dr. Sylvia Hertz’in, New York
Times’da 26 Kasım, 1967’de haber yapılan. New York/New Jer
sey bölgesinde üç üniversite kampüsünde öğrenciler üzerinde
bir araştırmaya göre, “uyuşturucu kullanımı o denli yaygınlaş
A fk tu (rndc
mıştır ki. cin selliği ikinci sıraya atmıştır”.
Seks kişinin başkaldırıyla bireyselliğini kanıtlama alanı olarak
gücünü yitirdikçe ve yeni sınır olarak uyuşturucu kullanımıyla
b irleşin ce, her ikisi de şiddet eylem lerin e olan m eşgu liyetle il
gili hale gelm iştir. S ek si toplum a karşı ayaklanm a aracı olarak
kullanmak adına şurada burada çağdışı çabalar ortaya çıkmıştır.
K aliforniya’da bir ü niversiteye konuşm a yapmak için gittiğim
d e, kampüste şoförlüğüm ü yapan öğrenci, okulda adının da be
lirttiği gibi “sınırsız seks”e adanm ış bir topluluk olduğunu sö y
ledi. K aliforniya’da seksi sınırlayan birilerini görm ediğim i sö y
ledim , o halde bu topluluk ne yapıyordu? Bana bir önceki hafta
tüm üyelerin (ki bunlar altı ya da yedi öğrenciydi) ö ğ le saatinde
soyunup çırılçıplak bir şek ild e kampüsün ortasındaki süs havu
zuna atladıkları şeklinde yanıt verdi. Sonra şehir polisi gelip on
ları nezarethaneye sürüklem iş. Buna tepkim , eğer tutuklamak
istedilerse bunu başarmak için iyi bir yöntem bulm uşlar şeklin
d eyd i, ancak bu deneyim in seksle ne ilgisi olduğunu bir türlü
anlayamadım .
26 Marshall M cLuhan ve G eorge G . Leonard, “Seksin G e lec e
ğ i” (“T he Future o f S ex ”) Look M agazin e, 25 T em m uz, 1967,
sayfa 58. Bu m akale cin sellik konusundaki kamuoyu yoklam a
ları ile ilgili önem li bir konuya parmak basar: “Anketi yapanlar
cin sel ilişki sıklığının büyük ölçüd e artmadığını göstererek g en ç
ler arasında cinsel devrim olmadığını ‘kanıtlarken’ m eselenin
esasını kaçınyorlar. İlişki sıklığı sekse yönelik tavalara, sek sle il
gili duygulara ve seksin kullanışına, ö zellik le kadın v e erkek
rolleri konusunda yapılm ış gerçek bir devrim n eden iyle g e le
cekte gerçekten azalabilir.” (sayfa 5 7 ).
27 A ntropolog olm adığım dan, bu konuda A sh ley M ontague’ye
başvurdum . Bu yargı bana sözlü olarak iletildi.
28 McLuhan v e Leonard, sayfa 5 8 . Sözcükler M cLuhan ve
Leonard tarafından italikleştirilm iştir.
2 9 Eleanor Garth, “T he A -sexu al S ociety,” Dem okratik Kurum
410
Kollo M a y
lan Araştırma Merkezi, Merkez Günlüğü (Center Diary, Center
for the Study of Democratic Institutions) tarafından yayınlamış.
Sayı 15, Kasım-Aralık, 1966, sayfa 43.
30 Aynı yapıt.
31 Aynı yapıt.
3 / EROSUN SEKSLE ÇATIŞMASI
1 U. S. Department of Health Statistics, Medical World News.
Mart, 1967, sayfa 64-68. Bu raporlar bize, cinsel hastalıklann
ergenler arsında her yıl yüzde 4 oranında arttığı konusunda bilgi
verir. Bu artışın nedenleri gayri meşru gebeliğin nedenlerinden
farklı olabilir, ama savımı yine de destekler. İkinci istatistik -bu
oranın, geçen yılın her on beş kişiden biri oranından yüksek ol
duğu- Teamsters Joint Council 16’nın, The New York Times’da
Temmuz 1, 1968’de yayımlanan bir raporundan alınmıştır.
2 Kenneth Clark, Dark Ghetto: A Study in the Effect o f Power
lessness (New York Harper and Row 1965). Bu parça, kitabın
Psychoogy Today, i/5, Eylül, 1967, sayfa 38’de alıntı yapılan
bölümlerindendir.
3 Aynı durum, bebek sahibi olabilme simgelerinin, aydınlanmış
hemşire ve doktorların doğum kontrolü yayma çabalannı boz
guna uğratacak kadar güçlü olan Güney Amerika yerlileri için
de geçerlidir. Kadın rahatlıkta başka çocuk istemediğini itiraf
edecektir, fakat “koca” - genellikle resmi nikahsız - yılda bir
bebek sahibi olamamışsa, bunu maçoluğuna sürülmüş bir leke
sayar, ve böylece, iktidannı onunla kanıtlayamadığı için kansını
bırakıp bir başkasına gider.
4 T. S. Eliot, “The Hollow Men,” Collected Poems (New York,
Harcourt, Brace & Company, 1934), sayfa 101.
5 Tatlı Hayat (La Dolce Vita) filmindeki ilgi çekici şey içinde
ki seks değil, herkes seksi hissederken ve bunu sergilerken, hiç
kimsenin bir diğerini duyamıyor olmasıdır. Helikopter gürültü
sünün erkeklerin kadınlara bağınşını bastırdığı ilk sahneden,
akıntının öteki yönündeki kızı duymaya çabalayan kahramanın
A fk iw im de
okyanus d algalan yüzünden kızı bir türlü duyam adığı son sahne
y e kadar hiç kim se birbirini duym az. K alede, yankılarla iletişim
kuran adam ve kadın birbirlerine duyduklan gerçek sev g iy i tam
açıklayacaklarken, kadın adamın sesini diğer odadan duyam az
ve hem en yanından tesadüfen geçen biriyle yaşadığı g elişig ü zel
cinsel heyecanla kendini uyuşturur. İnsanlıktan uzaklaştıran şey
ise ilişk isiz sözd e duygudur; ve seks kişinin bu insanlıktan
uzaklaşm ada yaşadığı dehşeti gizlem ek için en halihazırda
uyuşturucudur.
6 Joseph C am pbell, Occidental Mythology , vol. Ill The Masks
o f God (N ew York V iking Press 1964), sayfa 235.
7 Webster's Collegiate Dictionary , 3rd ed . (Springfield, M as
sachusetts, G. & C. Merriam C om pany).
8 Webster’s Third New International Dictionary (Springfield.
M assachusetts, G . & C . Merriam Com pany, 1961).
9 Platon’un aslında oğlancılıktan, erkeğin oğlan sevgisinden
bahsettiği ve Yunanlıların hom oseksüelliğe lıeteroseksüellikten
daha fazla değer verdiği iddiasına yanıtım, bahsedilen-sevgi b i
çim i ne olursa olsun erosun aynı özellikleri taşıdığıdır. Bunun
Platon’un sevgi anlayışını küçülttüğüne inanmıyorum. Aynca,
Profesör Morgan “Sokrates’in oğlancı olmadığına dair kanıt var
dır,” d iye yazar. “Platon'un ö y le olduğuna dair iııandıncı kanıt da
yoktur. Bana göre bu m esele sadece Atina kültür tarihçilerini il
gilendirir. Palto’nun felsefi sevgi yorum lan tamamen hom osek
süellik ve heteroseksüellik sorunun dışındadır... Platon bugün
yaşıyor olsaydı, dili büyük olasılıkla d eğişen toplum sal alışkan-
Iıklan yansıtırdı, fakat bu konuda köklü bir düzeltm e gerektir
m ez d i... Her iki kültürel ortamda da, sadece hayvani açlıklarla
d eliye d önm üş, ve sad ece hayvani bir biçim de tatmin olabilen
insan, uygun olarak ve aynı şekilde hayvanca, aptalca, çocukça
v e insandan aşağı bir varlık olm akla suçlanır; Platon’un sundu
ğu sevgi bugüne dek olduğu kadarki sağlam lığıyla durabilmek
tedir” . D ouglas N . M organ. Love: Plato, the Bible and Freud
4 12
KoUa M a y
(Englewood Cliffs, N J „ Prentice-Hall. 1964), sayfa 44-45.
10 W. H. Auden, ed„ The Portable Greek Reader (New York,
Viking Press, 1948), sayfa 487-
11 Aynı yapıt, sayfa 493.
12 Aynı yapıt, sayfa 493-494.
13 Aynı yapıt, sayfa 495.
14 Bu erosun birleştirici işlevine uyar; din [religion] sözcüğü
(re-ligio) bir araya getirme anlamındadır.
15 Albert Camus, The Myth o f Sisyphus (New York, Alfred A.
Knopf, 1955), sayfa 123.
16 Freud’un seksi ve aşkı sıradanlaştırma arzusu kesinlikle yok
tu. Yaşamın cinsel temeline yapmış olduğu vurgunun peşine
toplumumuzun nasıl bir hınçla düştüğünü, gerçekten de olma
yana ergiye taşındığını şaşkınlıkla izlerdi. Seksi, Freud'un en
çok korumak istediği şeyi - cinsel aşkın amaçlılığını ve insan
deneyimin psikolojik takımyıldızındaki geniş önemini - atlaya
rak tanımlayan Kinsey ve Masters’dansa iğrenirdi. Freud her ne
kadar “ersuyu keselerinin dolması ve boşalması” gibi fizikselci
sözler kullanmış olsa da, seks görüşünde her zaman bir büyük
muamma anlayışı, Schopenhauer’in dediği “cinsel tutku yaşa
ma iradesinin, özüdür” anlayışı vardı.
17 Morgan, sayfa 136.
18 Aynı yapıt, sayfa 136.
19 Sigmund Freud, “On the Universal Tendency to Debasement
in the Sphere of Love” (1912), Standard Edition o f The Comp
lete Psychological Works o f Sigmund Freud, çeviri ve düzenle
me James Strachey (London, Hogarth Press 1961), XI, sayfa
187-188.
20 Sigmund Freud, Beyond the Pleasure Principle (1920).
Standard Edition (London, Hogarth Press 1955), XVIII sayfa 7.
21 Aynı yapıt, sayfa 35. Bu cümleleri Freud’un kendisi italik
yazmıştır.
22 Aynı yapıt, sayfa 38.
İT in ıd r
23 Hem Freudyenler, hem de H om ey ve kültür okulundan di
ğerlerinin ateşlice saldırdığı ve reddettiği ölüm içgüdüsü kura
mının esasını tartışmak am acım ız dahilinde değildir. Sadece baş
ka yerde de söyled iğim , kuramın biyolojik açıdan ya da “içgü-
dü”nün sözlükteki karşılığıyla bir anlamı olm asa da, insan ya şa
mının trajik doğasını anlatan bir m it olarak büyük anlam taşıdı
ğını yineleyebilirim . Freud’un sesi burada, E cclesia stes’n in, N i-
e tz sch e’nin, S chopenhauer’ın ve çağlar boyunca doğadaki
am ansız k işilik Ananke'y e , ya da Zorunluluk’a duydukları derin
saygıyla güdülenm iş tüm düşünürlerin çizgisindedir.
24 M organ, sayfa 144.
25 Sigm und Freud The Ego and the Id (1 9 2 3 ), Standard Editi
on (London, Hogarth P ress, 1961), X IX , sayfa 4 7 . (N ew York,
W. W. Norton & C o ., Norton Library, 1962, sayfa 3 7.)
26 Aym yapıt, (Norton Library, sayfa 36)
27 Aynı yapıt, sayfa 4 7 . (Norton Library, sayfa 37.) (Şurası g el
m işk en , Freud’un erkek arıyla peygam berdevesinin çiftleşm e
sonrası öldüğünden b ahsettiği, v e bunu tatminden sonra ölüm ü
örneklem ek için kullandığı yer de burasıdır.)
28 Ö rneğin, Ernest Jones ,77ı e Life and Work o f Sigmund Freud
(N ew York, B asic B ook s 1957), III sayfa 276: “A m a ç ,Freud’un
Nirvana ilkesi ve en son olarak da ölüm içgüdüsüyle ö z d e ş le ş
tirdiği F echner’in durağanlık ilk esiy le, term odinam iğin ikinci
yasası arasında bir ilişki kurmaktı. Bu fesat yasa, tüm iyim serle
rin korkulu rüyası, kelim enin tam anlamıyla, ısı miktarı bölü d e
rece örneğindeki gib i, yalnızca matematik d iliyle açıklanabilir;
dağıntı yasasına göre kendi kendine yeten bir sistemde bu sayı
zam anla artar. Fakat bu, doğada, ya da en azından, ünlü fizikçi
Schrödinger’in ısrar ettiği gib i, n egatif dağıntı elde etm eden
enerji alan hiçbir yaşayan canlıda karşılaşılm ayacak varsayım
sal bir kapalı sistem için doğrudur.
29 M organ, sayfa 173.
30 Aynı yapıt.
414
R o ü o A lay
31 Aynı yapıt, sayfa 165.
32 Aynı yapıt.
33 Aynı yapıt, sayfa 164.
34 Aynı yapıt, sayfa 165.
35 Aynı yapıt.
36 Profesör Morgan sayfa 174’te, Freud’un klasikleri çok iyi
bildiği halde böyle bir hatayı yapabilmesine duyduğu şaşkınlığı
ifade eder. Yalnızca görüneni söyleyebiliriz: Herhangi bir top
lumda, gerçekliği kendi tercihlerimiz gözlüğünden görme has
tası o kadar fazladır ki, geçmişi kendi eğilimlerimizle yorumla- '
maya meyilliyizdir; bu da Freud’un on dokuzuncu yüzyılı kül-
- türünde Helmoltz fiziğiydi. “Cinsellik Üzerine Üç Deneme’sin
de Freud, büyük bir hata daha işleyerek, Atina aşkına dair bir
yanlış kanıyı anlaşılmaz bir biçimde ağzından kaçırır: ‘Eski çağ
lardaki erotik aşkla bizim erotik aşkımızın arasında en dikkat çe
ken fark, eskiler vurguyu içgüdülere verirken bizim içgüdünün
nesnesini vurgulamamız. Eskiler içgüdüyü göklere çıkarmış ve
onun adına daha bayağı bir nesneye hürmet etmeyi göze almış
larken, biz içgüdüsel eylemin kendisinden iğrendik ve nesnenin
yalnızca erdemlerine dayanarak bahaneler bulduk.’ [Standard
Edition, VII, sayfa 149, n, 1.] Eğer “eskiler” derken Platon’u
anlıyorsak; böylesine büyük bir yanlış yorumlamayı Freud’a ya
kıştıramamak zor olur. Platon’a göre aşkın devingenliği tüm de
ğerini esas nesnesinden alır; “bayağı nesneler”e aşk için değil,
esas olarak ve uygun bir biçimde sevilen nesneyi, sınırlı ölçüde
ortaya çıkardıkları için hürmet edilirdi. Freud burada, Platon
hakkında olduğu kadar psikanaliz hakkında da hatalı gibi gözü
küyor.”
37 Abraham Maslow pek çok yazısında bu konuya değinmiştir.
38 Paul Tillich, Love, Power and Justice (New York, Oxford
University Press 1954), sayfa 22.
39 Helene A Guerber, Myths o f Greece and Rome (Londra, Bri
tish Book Centre, 1907), sayfa 86.
415
Aşk ve tm tlc
40 "Eros,” Encyclopaedia Britannica, vol. VIII (1947), sayfa
695;
41 Rollo May’in, Vance Packard’m The Sexual Wilderness: The
Contemporary Upheaval in Male-Female Relationships (New
York David McKay Company, 1968) adlı kitabı hakkında yaptı
ğı, New YorkTimes Book Review, Ekim 1 3 ,1968’de yayımlanan
eleştirisi : “Packard burada J. D. Unwin’in geniş kapsamlı, an
cak neredeyse unutulmuş ‘Seks ve Kültür’ [‘Sex and Culture’]
(1936) adlı 80 uygarlaşmamış toplum ve tarihsel olarak geliş
miş birkaç kültür hakkındaki incelemesinden alıntı yapar. Un
win, bazı toplumlann cinsel hoşgörüleriyle, uygarlığı geliştirme
çabaları arasındaki ilişkiyi bulmaya çalışıyordu. ‘İlkel toplumla-
rın kültürel yükselişiyle, evlilik dışı cinsel fırsatlara koyduklan
sınır miktarı arasında yakından bir ilişki olduğu' sonucuna vardı.
Unwin’in incelediği uygar toplumlann hemen hemen tümü -
Babilliler, Atinalılar, Romalılar, Anglo-Saksonlar ve İngilizler-
tarihi kariyerlerine “mutlak tekeşlilik durumu”nda başladılar.
Tek istisna, belirli bir dini yaptınmın çokeşliliği desteklediği
Moor Tarikatı’ydı. ‘Herhangi bir insan toplumu’ diye yazar Un
win ‘ya büyük çaba göstermeyi ya da cinsel özgürlüğü seçmek
te özgürdür; bunun kanıtı ikisini dc bir nesilden fazla yapama
masıdır”. Packard bü noktanın. Carl C. Zimmerman. Arnold J.
Toynbee, Charles Winick ve Pitirim A. Sorokin gibi başka ta
rihçiler ve antropologlar tarafından çeşitli şekillerde desteklen
diğini belirtir” .
42 Denis de Rougement, The Myths o f Love (New York, Pant
heon, Books, 1963), alıntı, Atlas, November, 1965, sayfa 306.
4 /A ŞK VE ÖLÜM
1 Campbell, III sayfa 67.
2 Hesiod. Theogony satır 120-122, çeviren, Richmond Lattimo-
re (Ann Arbor, University of Michigan Press, 1961), alıntı ya
pan, Joseph Campbell, III. sayfa 234.
416
RtMo M a y
3 Aynı yapıl
4 Aşkın etkisi, uyuşturucu LSD'ninkine benzeyebilir. İkisi de
gelenekse! dünyanın duvarlannı yıkar ve savunma mekanizma-
lannıızı yerle bir edip bizi çırılçıplak ve savunmasız bırakır.
LSD'de, bu bir huşu ve keşif deneyimi, veya hazsız bir parano
ya ve dağılma deneyimi olabilir. Bu, aşk için de geçerlidir. Kıs
kançlık, imrenme, kuşku, öfke ve hatta nefret bile, aşk olduğun
da daha güçlüdür. Çoğu çift görünürde aşktan çok nefretle gü-
dülü bir biçimde birlikteliklerine devam ederler. Edward Albe-
e’nin Kim Korkar Virginia Woolf'tan? ’mdaki gibi, nefretin mi
.aşkı, aşkın mı nefreti maskelediğini anlamak bazen çok zordur.
5 Sigmund Freud, “The Two Classes of Instincts,” The Ego and
the Id'den (Hogarth, sayfa 47, Norton Library, sayfa 37)
6 Campbell, III. sayfa 235. Aynca bakınız Tristan and Iseult in
Denis de Rougement, Love in the Western World, çeviren Mont
gomery Belgion (New York, Pantheon Books, 1956).
7 Aynı yapıt
8 Karşılaştınn, Robert Lifton, “On Death and Death Symbo
lism,” Psychiatry, yayunlayan The William Allison White Fo
undation, Washington, DC. C., 27,1964, sayfa 191-210. Aynca
Geoffrey Gorer, “The Pornography of Death,” The Berkley Bo
ok o f Modern Writings, derleyen W. Phillips and P. Rauh, 3.
baskı (New York Berkley Publishing Corp., 1956), sayfa 56-62.
9 Erich Fromm’un son dönem yazılan, öliim gerçeğinden bu sa
kınışın belirgin örnekleridir. Ölümü bastırmanın psikolojik ge
rekçesini vererek “keder günahtır” diye yazar. Ölümü düşün
mekten kendini alıkoyması için insanı zorlar. Böylesinc kaçma
nın, kişiliği ne denli yıkıcı olacağını düşünmek bile istemiyo
rum. Karşılaştınn; The Heart o f Man (New York, Harper &
Row, 1964).
Aşk i r irud t
10 Bunun bir eleştirisi için bakın: Aldous Huxley, After Many a
Summer Dies the Swan.
11 Ölümü bastırma eğiliminin de bir tarihi vardır. On sekizinci
ve on dokuzuncu yüzyılda ölümsüzlüğe olan inancın kaybolu
şundan sonra, gelişmeye olan inancımızla ölümü bastırdık; do
ğayı yenebildiysek, hastalıkları yenebildiysek, gelişme neden
ışdtılı gelecekte bir gün ölümü yenişimizi de kapsamasın?
12 Tillich, sayfa 23.
13 Bakın, Freud, Beyond the Pleasure Principle, sayfa 58.
14 Frobenius Der Kopf als Schicksal (Munich, 1924), ahnu ya
pan Jung-Kerenyi, Introduction to a Science o f Mythology.
15 Seymour L. Halleck, 'T he Roots of Student Despair,” THINK,
yayımlayan IBM, XXXIII/2, Mart-Nisan, 1967, sayfa 22.
5 /A ŞK VE DAİMONİK
1 Plato, The Apologia, The Works o f Plato’dan, düzenleyen Ir
win Edman, çeviri Jowett (New York Tudor Publishing'Co.,
1928), sayfa 74. 82-83.
2 William Butler Yeats, Mythologies (New York, Macmillan
Co., 1959), sayfa 332.
3 Johann Wolfgang von Goethe, Autobiography: Poetry and
Truth from My Own Life, çeviren R. O. Moon (Washington, D.
C., Public Affairs Press, 1949), sayfa 683-684.
4 4. Webster’s Collegiate Dictionary
5 E. R. Dodds, The Greeks and the Irrational, (Berkeley, Uni
versity of California Press, 1968), sayfa 120.
6 Henry Murray, The Personality and Career of Satan, The Jo
urnal o f Social Issues, XVIII/4, sayfa 51.
7 Henrik Ibsen, “Peer Gynt” , çeviri Michael Meyer (New York,
Doubleday Anchor, 1963), sayfa xxviii.
8 William Butler Yeats, Selected Poems, derleyen M. L. Rosent
hal (New York, Macmillan Co., 1962). sayfa xx.
418
HoOoM ny
9 Yeats, Mythologies, sayfa 332.
10 Storr, sayfa 1.
11 Amerikan Psikiyatri Birliği’nin (The American Psychiatric
Association), 1967 yılında. Atlantic City’deki yıllık toplantısın
daki bildirisinden. The American Journal o f Psychiatıy, 124/9,
Mart, 1968, sayfa 58-64’de kısmen basıldı. Aramızda ilkel tera
pi ve törenleri küçük görenler için eklemeliyiz ki, Dr. Prince
yerli ruhsal şifacılann becerilerine büyük saygı duyuyordu. Bir
yerli, hastanenin psikiyatrik olanaklarıyla iyi olamadığında. Dr.
Prince onu güvendiği bir yerli ruhsal şifacıya gönderirdi. Bu şi-
faalar şizofreni dediğimiz çeşitli şikayetler hakkında oldukça
bilgiliydiler ve hangi türleri iyileştirebilip hangilerini iyileştire-
meyeceklerine dair bir fikirleri vardı. Bu tür terapileri çağdaş
tekniklerimizle karşılaştırarak yargılamamamız gerektiğine, ve
ya onları küçümseyerek yalnızca “ilkel’' şifa verme olarak değil,
insan sorunlarıyla başa çıkmanın, bizim yöntemlerimiz bize ne
kadar yeterliyse, onların kabile durumlanna o kadar yeterli olan
ilkömeksel yollan olarak görmemiz gerektiğine inanıyorum. Bu
sözde eski biçim, çağdaş sorunlarımıza önemli ölçüde ışık tuta
bilir.
12 Burada Dr. Wolfgang Zucker’a “The Demonic from Aesch
ylus to Tillich” adlı yayımlanmamış makalesindeki düşünceler
için teşekkürü bir borç biliyorum. Theology Today, XXV/1, Ni
san, 1969.
13 r)0ot, ayOpamıo öatuaıv, Dodds, sayfa 182. Bu söz sık sık
“İnsanın özyapısı kendi kaderidir” olarak yanlış çevrilir. Dodds
“daimon”u burada “kader” olarak çevirmiştir. Bunlar daimonun
farklı yönlerini verir, ancak Yunanca’daki sözcüğün öcupcov ol
duğunu akılda tutmakta yarar vardır.
14 Aeschylus, The Eumenides, çeviri John Stuart Blackie (Lon
dra. Everyman’s Library, 1906), sayfa 163.
15 Dodds, sayfa 183. “Bu konuda [insan davranışının kaynakla
rı] Sofistlerin ilk kuşağının, özellikle de Protagoras’ın, iyimser
jtffc imtt*
liği şimdi dönüp bakıldığında dokunaklı, fakat tarihsel açıdan
anlaşılır bir görüşleri vardı. ‘Erdem veya Verimlilik (arête) öğ
retilebilir’: gelenekleri eleştirerek, atalannın yarattığı ve içinden
“barbar aptallığı”m çıkardıkları Nomos'u modernleştirerek, in
san yeni Yaşama Sanatını elde edebilir, ve insan yaşamı bugüne
dek hayal bile edilememiş yeni düzeylere çıkanlabilirdi. Pers
Savaşlarından sonra maddesel zenginliğin süratli gelişimine, ve
buna eşlik eden eşi görülmemiş ruh çiçeklenmesine tanık ol
muş, Perikles Atina’sında ulaşılan eşsiz başarın tadını çıkaran
insanlarda böyle bir umut anlaşılabilir. O nesil için Altın Çağ,
Hesiod’un inandığı gibi karanlık geçmişin kayıp cenneti değildi;
onlar için geride değil ilerideydi, ve çok da uzakta değildi. ‘Uy
gar bir toplumun en kötü vatandaşı, sözde asil yabaniden daha
iyi bir adamdı' demişti Protagoras sağlamca. Hatta Avrupa’nın
elli yılı, Cathay’ın [Ç.N. Avrupa'nın eskiden Çin’e verdiği ad]
bir döneminden daha iyiydi. Fakat ne yazık ki, tarih iyimserle
re hep ters yaklaşmıştır. Tennyson Avrupa’nın son elli yılını ya-
şamış olsaydı, bence seçimini tekrar gözden geçirirdi; ve Prota
goras ölmeden önce bu görüşünü geliştirmek için yeterli teme
le sahipti. Gelişimin kaçınılmazlığına duyulan inancın ömrü Ati
na’da. İngiltere’de olduğundan daha kısa olmuştur.”
16 Herbert Spiegelberg. derleme. The Socratic Enigma (Indi
anapolis, Bobbs Mecrill Co.. 1964), sayfa 127.
17 Aynı yapıt, sayfa 127-128.
18 New English Dictionary. derleyen A. H. Murray (Oxford,
1890).
19 Zucker.
20 Aynı yapıt
21 Goethe, sayfa 682.
22 Bu çeviriyi yapan Wolfgang Zucker. Goethe’nin Autobiog-
rap/ıy’sinden sayfa 683-684.
23 Sigmund Freud “Analysis of a Case of Hysteria". Collected
Papers (New York, Basic Books, 1959), III, sayfa 131-132.
420
floUo May
24 Morgan, sayfa 158. Yıllar önce Freud’un bu sert söylemle
rinden “karamsarlığmı” sfoganlaşürarak kaçan o psikologlar ve
sosyal bilimciler, Freud yaşamın trajik durumunu tartıştıktan
sonra neler olduğunu hele bir anımsasınlar: Hitler ve Dachau,
atom bombası ve Hiroşima, ve şimdi de dünyadaki en güçlü
ulusun Vietnam yıkımında, ortada hiçbir yapıcı çözüm yokken
batağa saplanışı.
Freud. daimoniğin, kişiliğin bazı yönlerinin tümü ele geçirmesi
ve bunun parçalayıcı etkilerinin tüm benlikte hissedilmesi şek
linde somut bir resmini sunar: “Ölüm içgüdüsünün erotik hede
fe kendi anlamını verdiği, ve aynı anda erotik dürtüleri de tümüy
le tatmin ettiği sadizmde. ölüm içgüdüsünün doğasını ve Eros'la
ilişkisini açıkça kavrarız. Fakat hiçbir cinsel amaç gütmediği, yı
kıcılığın kör öfkesinden bile, bu içgüdünün tatminine narsistik
zevkin bir derece eşlik ettiğini, ve bunu egoya tümgüçlülük ar-
zulannı sunmaya borçlu olduğunu görmezden gelemeyiz. Civi
lization and Its Discontents, (1927-1931), Standard Edition
(London,The Hogarth Press, 1961), XXI, sayfa 121. (New York,
W. W. Norton & Co., Norton Library, 1962, sayfa 68).
25 James. II, sayfa 553-554
26 Ciğer diyorum çünkü yalnızlıktaki kaygı adeta solunum dü
zenini etkiler, ve acı da üzüntüde ya da kederde değimiz gibi
“kalpte” değil, ciğerleri daraltan sert bir bıçak saplaması gibi
hissedilir. Bu kullanımın, hissedilen acının yerini belirlemeden
daha büyük bir temeli vardır, çünkii yaygın olarak kaygı, bebe
ğin doğumunda geçmesi gereken dar geçide ve sınırlanmış ka
nalla, “sıkışmış kapı”yla ilişkili (bu “sebepten” mi değil mi ko
nusuna burada girmemiz gerekmez) soluk alma güçlüklerini
bağlanır. Kaygının Fransızca kökü - angoisse - İngilizce’deki
“anguish” [ıstırap] sözcüğü gibi dar bir kanaldan geçmek anla
mına gelir (L.atince anguista. darlık, sıkıntı; Fransızca angoisse
birbirine bastırmak). Rollo May’in The Meaning o f Anxiety ile
karşı laştınn.
Affc « « irrtti*
27 Korktuğumuz için kaçtığımız değil, kaçtığımız için korktuğu
muz. James bir duyguyu yaşanbiamanın, kaçmak gibi hareket
ler sonucu bedenimizin içindeki kimyasal ve kas sitemiyle ilgi
li değişimleri farkındalığımız olduğuna inanıyordu.
6 / DİYALOG İÇİNDE DAİMONİK
1 Spiegelberg, sayfa 236. Hegel bunun olumlu yanım da görür.
Sokrates’teki tehdit yalnızca bir felaket değildir, “hem felaketi
hem şifayı içeren ilkedir” diye ekler Hegel.
2 Sokrates, işlevi insanlara esas doğruyu söylemek değil, kendi
iç doğrulannı sorularla onlardan çıkarmak olduğu için, kendini
alçakgönüllü “ebe” simgesiyle nitelendiriyordu. Sokrates’in al
çakgönüllülüğünün arkasında ne kadar ironi olduğunu kimse bi
lemez. Öyle veya böyle, psikoterapistin genel işlevini ebelik
olarak tanımlardı.
3 Prof. Paul Ricoeur, benimle yaptığı kişisel bir konuşmadan.
4 Mısırdan Çıkış 32:32 Mezmurlar 69:28; Rev. 3:5.
5 Yuhanna 8:32.
6 Webster’s Collegiate Dictionary.
7 James, I, sayfa 565. İtalikler James’indir.
8 Bu gözlemi Columbia Üniversitesi’nden Thomas Laws’a
borçluyum.
9 The Holy Bible, rev. stand. Ed.(New York, Thomas Nelson,
1952), Gen. 32:30, sayfa 34
10 The New York Tunes, Ekim, 10, 1967, sayfa 42.
11 Bir prens krallık tacını giydiğinde, ya da bir papa atandığın
da, yeni bir varlık üstlenir ve yeni bir ad alır. Toplumumuzda bir
kadın evlendiğinde, simgesel olarak yeni bir varlığı yansıtan ko
casının adım alır.
12 Jan Frank, “Some Aspects of Lobotomy Under Analytic
Scrutiny” , Psychiatry, vol. 13, Şubat. 1950.
13 Aiskhylos, The Eumenides, The Comptete Greek Tragedi
es'Ac, sayfa 161.
14 Aynı yapıt, sayfa 152.
422
Jfottoifoy
7 / İRADE BUNALIMDA
1 Sigmund Freud, General Introduction to Psychoanalysis, çe
viri Joan Riviera (New York, Garden City Publishing Co.,
1938), sayfa 95.
2 Alan Wheelis, “Will and Psychoanalysis” , Journal o f the
American Psychoanalytic Association, IV/2, Nisan, 1956, sayfa
256. Wheelis'in bu makalede ve The Quest fo r Identity, (New
York, W. W. Norton & Co., 1958)’ nin son bölümlerinde soruna
getirdiği çözüm, incelemesinin derin niteliğine ulaşamaz..
3 Modern İnsanın Modası Geçti (Man Is Obsolete) aynı zaman
da Norman Cousins’ın, ilk atom bombasının patlamasının he
men ardından yazılmış bir kitabının başlığıdır.
4 Mayısın Yedi Günü (Seven Days in May) adlı filmden.
5 Prof. L. S. Feuer, “American Philosophy Is Dead”, The New
York Times Magazine, Nisan 24,1966.
6 Friedrich Nietzsche, The Gay Science. Bakın Walter Kauf-
mann, Nietzsche: Philosopher, Psychologist, Antichrist, (Prin
ceton, N. J.. Princeton University Press, 1950), sayfa 75.
7 Sylvano Arieti “Volition and Value: A Study Based on Cata
tonic Schizophrenia” , Psikanaliz Akademisinin (Academy of
Psychoanalysis), December, 1960’daki kış ortası toplamışında
sunulmuş ve Comprehensive Psychiatry, II/2, Nisan, 1961’de,
sayfa 77’de yayımlanmıştır.
8 Aynı yapıt, sayfa 78.
9 Aynı yapıt, sayfa 79.
10 Aynı yapıt, sayfa 80.
11 Aynı yapıt, sayfa 81.
12 Bakın Wheelis. Aynca bakın Bruno Bettelheim, The Infor
med Heart.
13 Karşılaştırın, konuşmalar; Jules Masserman and Judson
Marmor at the Amerikan Psikiyatri Kongresi (American
Psychiatric Convention), Mayıs, 1966, ve Amerikan Psikanaliz
Akademisi (American Academy of Psychoanalysis), Mayıs
Aşk ıv irud/
1966.
14 Güç konusunun yakın zamanda ırk ilişkilerindeki çatışma
lardan söz eden zenci bir psikolog tarafından psikolojiye sokul
ması önemlidir ve yakışık alır. Burada da göz ardı edilemez. Ba
kın Clark, Dark Ghetto.
15 Robert Knight, “Determinism, Freedom, and Psychothe
rapy”, Psychiatry, 1946/9 sayfa 251-262.
16 Freud. The Ego and the Id, (Hogarth; dipnot, sayfa 50, Nor
ton Library, dipnot, sayfa 40).
17 Wheelis, sayfa 287.
18 Vera M. Gatch and Maurice Temerlin, “The Belief in
Psychic Determinism and the Behavior of the Psychotherapist”,
Review o f Existential Psychology and Psychiatry, sayfa 16-34.
19 Bakin Knight.
20 Hudson Hoagland, “Science and the New Humanism” , Sci
ence, 143, 1964, sayfa 114.
8 / ARZU VE İRADE
1 William James, Psikoloji İlkeleri'nin irade konusundaki bölü
münde, özgür irade ile ilgili sorunun psikolojik düzeyde çözü
lemez olduğunu belirtir. Bu metafizik bir sorudur; ve psikolog
özgür irade konusunda bir taraf alırsa - gerekircilik meselesi gi
bi - metafizikten bahsettiğini bilmeli ve ona uygun önlemler al
malıdır.
2 Wheelis, sayfa 289.
3 Emest Schachtel beni, yavru martıların tahta üzerine boyan
mış, veya başka biçimde anne martının boynundakine benzer
san bir işaret gördüklerinde aynı tepkiyi verdikleri yönünde bil
gilendirmişti.
4 William F Lynch'in yayımlanmamış bir bildirisinden. Bildiri.
New York’da, İ964’de, irade ve sorumluluk konulu bir konfe
ransta sözlü olarak sunulmuştur.
5 Çorak Ülke'nin tartışması ve eleştirisinden. Wright Thomas
and Stuart Brown, Reading Poems: An Introduction to a Criti-
424
RoUû M ap
cat Study, (New York, Oxford University Press, 1941), sayfa
716.
6 Aynı yapıt
7 William Lynch, Amerikan Varoluşçu Psikoloji ve Psikiyatri
Birliği’nin (American Association of Existential Psychology
and Psychiatry) 1964’deki yıllık toplantısında yaptığı bir konuş
madan. Bu bana, Spinoza’nın “edinmeyi arzuladığımız erdemi
zihnimizin ön sıralarında tutmamız” gerektiği, böylece ortaya çı
kan her durumda onun nasıl uygulanabileceğini görebileceği
miz ve erdemin giderek üzerimize işleneceği öğretisini anımsa
tır. Bu öğüt ne ölçüde yerine getirilmeli bilmiyorum, ama yuka-
nda hem Spinoza’da hem Peder Lynch’te altını çizmek istediği
miz anlam, bilincin geçişli ve etkin yönleridir.
8 Aynı yapıt.
9 Aynı yapıt.
10 Leslie Farber, New York'da, 1964’de, irade ve sorumluluk
konusunda verdiği bir konferanstan. The Wim o f Will: Essay
Toward a Psychology and Psychopathology o f Will (New York,
Basic Books, 1966), sayfa 1-25.
11 E. R. Hilgard. “The Unfinished Work of William James”,
American Psychological Association Annual Convention, Was
hington D. C.. Eylül, 1967. (Yayına hazırlanıyor)
12 Psikoloji İlkeleri (Principles o f Psychology). James’in baş
yapıtı, 1890’de,Freud’un Rüya Yonımları'nm (Interpretation of
Dreams) yayımlanışından on yıl önce yayınlanmıştır.
13 James güdülenmenin haz-acı sisteminin — yani, bize zevk
verdiği için bazı şeyleri isteriz, ve bize acı verdiği için bazı şey
lerden vazgeçeriz - iki ciddi kusuru olduğuna inanıyordu. Biri,
haz ve acının yüzeysel düzeyde güdüler olmalanna rağmen, bir
çok farklı güdüden yalnızca ikisi olmalandır. İkincisi, daha te
mel düzeyde, haz ve acının nedenden çok eşlikçi olmalandır:
Kendimi gerçekleştirmek için yapanm. ve yaptığım buna katkı
da bulunursa, bana haz verir. James’in dediği gibi, haz aldığım
Afk iradı*
için yazmayı sürdürmem, ama yazarken kendimi zihinsel heye
canla dolu bulurum ve aslında devam etmemden dolayı farklı
türden hazlar alsam da bu tasanya ya da göreve kendi nedenle
rinden dolayı devam ederim.
14 James, II, sayfa 546.
15 Aynı yapıt, sayfa 321.
16 Aynı yapıt, sayfa 322.
17 Aynı yapıt, sayfa 524. İtalikler bana ait.
9 /AMAÇLILIK
1 Bunları Paul Tillich, benim için Almanca Felsefe sözlüğünden
okuyup İngilizce’ye çevirmiştir.
2 Yukanda not 1’e bakın
3 Burada “con-form” sözcüğü fazlasıyla ilginçtir. Anlamı, “ile
biçimlendirmek”tir.
4 Alıntı yapılan yer; Arthur Koestler, The Act o f Creation, (New
York, Macmillan Co., 1964), sayfa 251.
5 Alıntı yapılan yer; Quentin Lauer, The Triumph o f Subjectivity,
(New York, Fordham University Press. 1958), sayfa 29.
6 Webster’s Collegiate Dictionary.
I Aynı yapıt.
8 Bir seminerde alıntı yapan, Prof. Paul Ricoeur.
9 Kişisel iletişim.
10 New York Psikoloji Birliğinin Yıllık Kongresi’ndeki konuş
ma, Şubat, 1953.
II Bakın Prof. Robert Rosenthal’ın deneysel yanlılık üzerine de
nemeleri; Harvard Sosyal İlişkiler Bölümü.
12 Kişisel iletişimde alıntı yapan, Paul Ricoeur,.
13 Eugene Genlin, “Therapeutic Procedures in Dealing with
Schizophrenics”, The Therapeutic Relationship with Schizop-
hrenics'de 16. Bölüm, Rogers, Genlin, and Kiesler (Madison,
Wisconsin, University of Wisconsin Press., 1967).
14 27. Sone’den. İtalikler bana aittir.
15 Sorbonne’da felsefe profesörü olan Paul Ricoeur’ün çalış-
426
R oflo A lay
malan ve seminerleri, irade anlayışına oldukça önemli çağdaş
bir katkıdır. Ricoeur’ün bazı düşünceleri, onun Yale’deki Terry
Konuşmalannın yayınlanmasıyla İngilizce’de de bulunabilecek
tir. Prof. Ricoeur’ün seminerlerde ve kişisel tartışmalarda sun
duğu fikirleri için kendisine minnettanm.
16 Bu, Dr. Robert Lifton’un ruhsal hastalıkların “zedelenmiş
simgesel ölümsüzlük anlayışı”ndan kaynaklandığı kavramına
uyar. Aynca, Dr. Eugene Minkowski, gelecek zaman boyutlannın
çarpıtılmasının depresyonun sonucu değil nedeni şeklinde bir
depresyon kuramı yapılandırmıştır. (Bakın Existence: A New Di
mension o f Psychiatry and Psychology, derleyenler; Rollo May,
Ernest Angel ve Henri Ellenberger, New York, Basic Books,
1958, Bölüm 4). Hastanın istekleri yanında umutlarıyla da ilgi
lenmek, psikoterapinin sağlam ve yapıcı bir yönüdür. Bu umut
lar ve istekler elbette romantik, gerçekdışı veya başkalanna hiç
bir şey koklatmayan bir kızgınlıkla dolu olabilir; fakat bu, onlan
açığa çıkarmak için daha da iyi bir nedendir. Yoksa hastanın du
rumu, onu kayıtsızlık belirtileri göstermeye itecek gerçek bir
umut yoksunluğuna yaklaşabilir. Her şekilde amaçhhğı, yukan-
da söz ettiğim Existence adlı kitabın dördüncü bölümünde belirt
tiğim gibi, geleceğine göre, geçmişine dair ne anımsayacağını ve
onunla nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde belirleyecektir.
17 May, (The Meaning o f Anxiety).
18 Paul Tillich, The Courage to Be, (New Haven, Yale Univer
sity Press, 1952), sayfa 81-82.
19 Aynı yapıt, sayfa 83.
10 / TERAPİDE AMAÇLILIK
1 1964 yazında, Harvard’da verdiğim ders sırasında asistanım
olan Ernest Keen, şimdi Bucknell’de profesördür. Burada açık-
lananlar yayınlanmak üzeredir.
2 Dr. Robert Knight, Spinoza'nm gerekirciliğinin insan özgür
lüğünü yok eden bir gerekircilik olarak söz ederek hata eder.
Gerekirciliği bilimsel, neden-sonuç süreçleriyle özdeşleştirmek
427
Atfk ve intde
bir yanlış anlamadır. Bunlar haksızca temel ilkeler haline getiri
lirse gerçekten insan özgürlüğüne zarar verirler. Fakat Spino-
za’nın gerekirciliği, insan deneyimin derinleştirilmesi, fazladan
bir saygınlık olduğundan, özgürlüğü çok pahalı, ama bir o kadar
da gerçek kılar. Spinoza için “gereklilik” yaşam ve ölüm mese
lesidir, Dr. Knight’ın öne sürdüğü gibi bir teknik süreç gerekli
liği değil.
3 James, 11 sayfa 578-579.
11 / AŞK VE İRADE İLİŞKİSİ
1 David Riesman, Reuel Denney, ve Nathan Glazer, The Lonely
Crowd, (New Haven, Yale University Press, 1950.)
2 Bu türü mitsel bir biçimde betimlediğimin ve bu kurala uyma
yan - William James ve anne babası gibi - birçok istisna oldu
ğunun farkındayım, her birimizin kendinden bir önceki dönem
den nefret ettiği şeklindeki kaderini göz önünde bulundurarak,
düşüncemin genelde sağlam olduğuna inanıyorum.
3 Bu nedenle, bu dönemde annede psikolojik bir hastalık - eid-
di depresyon ya da başka bir rahatsızlık - varsa, bunun bebek
teki sonuçlan paranoya eğilimleri ye da başka bir ciddi bozuk
luk olabilir.
4 Anaksimandros bir parçasında “Her birey sonsuzdan aynlışı-
nın kefaretini öder” diye yazmıştır.
12 / ALDIRIŞIN ANLAMI
1 Kant şöyle der:“ ‘Sadece akıllı bir varlık, kendi kural anlayı
şına uygun - yani ilkelerine uygun - şekilde davranma gücün-
dedir, ve ancak bu şekilde bir iradesi olabilir.’. O [Heidegger]
hemen ‘eylemi kurallardan çıkarsamak için akıl gerektiğinden,
irade yalnızca kılgısal bir akıldır’ diye ekler. Ancak ‘güç’ sözcü
ğünü kullanması, iradenin aynı zamanda bir enerji olarak anla
şıldığını gösterir.” John Macquarrie, “Will and Existence” , The
Concept o f Willing, derleyen James N. Lapsley (New York
Abingdon Press, 1967), sayfa 76.
2 Martin Heidegger, Being and Time, çeviren John Macquarrie
428
jRoflû Stay
and Edward Robinson (New York, Harper & Row, 1962), sayfa
370.
3 Macquarrie, sayfa 78.
4 Heidegger, sayfa 227.
5 Macquarrie. sayfa 82.
6 Heidegger, sayfa 319.
7 Aynı yapıt, sayfa 242.
8 Macquarrie. sayfa 82.
9 Ronald Latbam’ın, Lucretius’a girişi, The Nature o f the Uni
verse (London, Penguin Books, 1951), sayfa 7.
10 Sözünü edeceğimiz yazarların bazıları bir ya da iki yüzyıl
sonra yaşadı - Ploutarkhos M.S. ikinci yüzyıl; Roma’da yaşa
yan Yunanlı Epiktetos, M.S. ikinci yüzyıl; Lucretius, M.Ö. biri
ci yüzyıl. Fakat bu insanlar geçmiş dönemler hakkında ne bili
yorlarsa ona göre yazıyorlardı - Lucretius M.Ö. üçüncü yüzyıl
daki Epikuros’u irdeliyordu, Epiktetos da Zeno’nun Stoacılığını
yorumluyordu. En azından alıntılanmış kaynaklar konusunda,
dayanmış ve aktarılmış edebiyata bağlıyız. Dodds ve diğer bil
ginler bu insanların Helenistik dönemdeki kaynaklannın ruh ha
lini ve tavnnı doğru bir biçimde temsil ettiğine inanmaktadırlar.
11 Epiktetos, The Stoic and Epicurean Philosophers, derleyen
Whitney J. Oates, (New York, Random House, 1940), sayfa
306.
12 Lucretius, sayfa 208.
13 C. G. Jung, Memories, Dreams, Reflections, derleyen Anie-
la JaffS (New York, Vintage Books, 1965), sayfa 212,334. Me
sele uydular ve uzay gemileri ve ay yolculukları konusundaki
kaygının kendisi değil, gök cisimleriyle ilişkimizin değişiminde
neyi simgelediğidir. Aynı tür bir kaygı. Ortaçağ ile modem za
man arasında, cennet mekanının yeni yorumlannın yapıldığı ge
çiş döneminde de ortaya çıkmıştı. Kopemik'in veya Galile-
o’nun zamanının vatandaşları güneşten daha az ısı veya ışık al
mıyorlardı ve dünyanın güneşin etrafında döndüğü kanıtlandı
Afk vt irade
ğında dünya daha az dünyevi değildi. Fakat bunlar insanın ben
lik imajının, kiliseyle, ve yaşamım anlamlandırdığı diğer kültü
rel biçimlerle ilişkisinin üzerinde derin bir etki bıraktı. Jung’un
özyaşamöyküsünü değerlendirirken Jung’un “tanımlanmayan
nesneler (uçan daireler) konusunu, onların içinden başka geze
genlerden gelen ziyaretçilerin çıkmasını bekleyenlerden daha
gerçekçi bir biçimde değerlendirmiştir” diye yazan Lewis
Mumford’a katılıyorum. Mumford devam eder: Jung “onlan
kendi bilimsel-mekanik yenilikleriyle tehdit eden bir dünyada
modem insanın yüksek güçler müdahalesine olan gereksinimle
rinin yansıması - Cenneti ancak onu tehdit eden güçlerde göre
bilen bir çağın kendine özgü sannlan - olarak gördü ” . Lewis
Mumford, The New Yorker, Mayıs 23, 1964.
14 Lucretius, sayfa 217.
15 İtalikler bana aittir.
16 Dodds. sayfa 240.
17 Lucretius, sayfa, 218.
18 Dodds, sayfa 248.
19 Lucretius, sayfa 61.
20 Aynı yapıt, sayfa 128.
21 Aynı yapıt, sayfa 128.
22 Aynı yapıt, sayfa 98.
23 Aynı yapıt, sayfa 79.
24 Aynı yapıt, sayfa 126.
25 Aynı yapıt, sayfa 126-127.
26 Aynı yapıt, sayfa 204.
27 Modem insanlar olarak Sisyphos miliyle hesaplaşmamız,
ebedi ilerleme mitine olan güçlü inancımız nedeniyle özellikle
zordur. Tanrt’nın takdiri mitini reddedip onun yerine ilerleme
mitini koyduk - "her gün her şekilde daha yiye gidiyoruz” .
28 “Mitkmcılık” terimi Jerome Bruner tarafından kullanılmıştır;
"Myth and Identity”, The Making o f Myth, (New York, Putnam,
1962), ve konuya bu kitabın beşinci bölümünde değinilmiştir.
430
Rnlla M ay
Mitkmcılık sözcüğünü çok ilginç buluyorum. Bu durumda ben
ce insan çöken mitlere, anne babaya sırtinı döner gibi, ihanete
uğramış birinin şiddeti ve incinme duygusuyla sırt çevirir. Mit
ler bana yararlı olma/ıydılar ve beni hayal kırıklığına uğrattılar!
Bu kendini isyankar putkınalıkta (örneğin, “Tanrı öldü”) ve ki
şinin gücünü, dayanmak istediği mitin yıkımına yönelik kullan
masında kendini gösterir. Bu da, isyankar “Mitler olmadan ya
şayacağım!” yeminini beraberinde getirir. Bu süreç kendi ken
dini baltalasa da çok canlı ve anlamlı bir mitleştirmedir. Bu mit-
kıncılığı eski inançlanna sırt çeviren psikanalistlerde de görürüz.
29 Lucretius’un doğalcı açıklamaların tedavi edici etkileri konu
sundaki tutkulu inananın onu sürüklediği saçmalık şu satırlarda
görülür: “Örneğin Nil Nehri, dünyadaki hiçbir nehre benzeme
yen bir biçimde, yaz başlangıcında yükselir ve Mısır’ın tüm tar-
lalannı sular altından bırakır. Sıcağın doruğunda normal olarak
Mısır’ı sulamasının nedeni, yazım nehir ağzına doğru esen -
Etezyen veya mevsimlik oldukları söylenen - kuzey rüzgarlan
olabilir. Akıntının tersi yönünde esen bu rüzgarlar nehrin akışını
durdurur. Sulan biriktirerek seviyesini yükseltir ve ilerlemesini
durdururlar. Bu esintilerin nehrin tersine akmalan konusunda
hiçbir şüphe yoktur. Kutbun soğuk yıldızlarından eserler. Lucre-
tius, sayfa 239.
30 Lucretius. sayfa 146. Uydurma nedenler bulmak bize, gerek
li değişime bağlılık kazanması için hastanın “özgürlük yanılsa
masına” inanmasına yardımcı olmak gerektiğin söyleyen bazı
analistleri anımsatır. (Bu konu yedinci bölümde tartışılır). Aynı
zamanda, hastaya sunulan yorumların doğru olup olmadığının
onun tedavi değeriyle ilgisi olmadığına inanan birçok psikotera
pisti de anımsarız. Etki, hastanın inanana, umuduna ve doğruluk
dışındaki şeylere bağlıdır. Bu daha büyük bir bağlama yerleşti
rilmesi gereken - terapi ilişkisinde o anda mevcut olan “amaç-
lılık’Tn yorumunun tedavi değerinde belirleyici olduğuna dair -
bir kısmi bir doğrudur.
A*Ar w ı m i t
31 Latham, sayfa 9.
32 Lucretius, sayfa 254, 256.
33 Mitos terimini, hâlâ geçerliliği olan, bilinçdışı olan ve biçim
lenme sürecindeki mitin aynmııu yapmak için kullanıyorum.
Mitopeik, bu mit oluşturma sürecine verilen addır.
34 Alfred North Whitehead, in Alfred North Whitehead: His
Reflections on Man and Nature, derleyen Ruth Narda Anshen,
(New York, Harper & Row, 1961) sayfa 28.
35 T. S. Eliot, “East Coker”, Four Quartets (New York, Harco-
urt, Brace, 1943). sayfa 15.
13 / BİLİNÇ ORTAKLIĞI*
1 James Baldwin, The Fire Next Time.
2 Alıntı yapan Dan Sullivan, “Sex and the Person” , Commonwe
al, 22, Temmuz, 1966, sayfa 461.
3 W. H. Auden, Collected Shorter Poems (New York, Random
House,1967).
4 Tillich, The Courage to Be, Bölüm 6.
5 The Buried Life, 77-89. dizeler.
6 Harry Harlow, “Affection to Primates” , Discovery, Londra,
Ocak, 1966, sayfa numarası yok.
7 John Donne, “The First Anniversary: An Anatomy of the
World” , The Complete Poetry o f John Donne, derleyen John T.
Shawcross (New York, Doubleday & Co., Anchor Books,
1967), sayfa 278, 209-217. dizeler.
8 Blaise Pascal, Pesées, derleyen G. B. Rawlings, (Mount Ver-
mon, N.Y., The Peter Pauper Press, 1946), sayfa 7.
4 32
JRoHo Utty
Afkveintdc
okuyan I p ı ı s
YAYINLANAN KİTAPLAR:
SANAT
1- Desen mi Demesen mi? Cem Mumcu, Yıldırım B. Doğan, Desenler: Selçuk
Demirel
2- Artrit ve Sanat, Kolektif
3- Çocuk ve Sanat, Kolektif
4- Bedava Gergedan, Orhan Cem Çetin
5- Orson Welles, André Bazin - Çev. Senem Deniz
6- Sinema Köşelerinde, Ilhan Mimaroğlu
EDEBİYAT
ROMAN
1- Planımız Katliam, Haldun Aydıngûn
2- 7, Cem Akaş
3- Altın, Blaise Cendrars - Çev. Nuriye Yiğitler
4- Bir Kuzgun Yaz, Mehmet Ünver
5- Mariella, Max Ğallo ■ Çev. Asena Sarvan
S- Mathilde. Max Gallo - Çev. Işıl Bircan
7- Sarah, Max Gallo - Çev.: Asena Sarvan
8- Ziyaretçiler, Giovanni Scognamillo
9- Salta Dur, Semra Topal
10- Pus, Mehmet ünver
11- Kentlerin Kraliçesi, Hakan Senbir
12- Cowrie, Cathie Dunsford - Çev. Furida Tatar
13- Selkie'lerin Şarkısı, Cathie Dunsford - Çev. Funda Tatar
14- İstifa, Akça Zeynep
15- Acayip Hisli. Kate Atkinson, Çev. Devrim Kılıçer Yarangümeli
16- Makber, Cem Mumcu
17- Kötü Ûlü, Erkut Deral
18- Boşlukta Sallanan Adam, Saul Bellow - Çev. Neşe Olcaytu
19- Tuhaf Bir Kadın, Leylâ Erbll
20- Hazdan Kaçan Kadınlar, Fidan Terzioğlu
21- Kurban, Saul Bellow. Çev. Perran Fûgen Özülkü
22- Hey Nostradamus, Douglas Coupland, Çev. İrem Başaran
23- Kâseden Hisse, Tibor Fischer, Çev. Duygu Günkut
24- Getrude 2'ye nasıl bölündü?, Şule Öncü
25- Üç Başlı Ejderha, Leylâ Erbil
ÖYKÜ
1- Beyoğlu Kâbusları ve Diğer öyküler, Giovanni Scognamillo
2- Bir Gâmze-Bir Kuştüyü Yastık, Gülseren Tuğcu Karabulut
3- Üçüncü Sayfa Güzeli / Binbir İnsan Masalları-I, Cem Mumcu
4- Cinsel öyküler. Kolektif - Editör: Cem Mumcu
5- Hepimiz Gogol'un Palto’sundan Çıktık, Süreyyya Evren
6- Muallâkta, Araf'ta ve Düşlerde / Binbir İnsan Masalları-ll, Cem Mumcu
7- r, Cem Akaş
434
fMlo U.in
8- Âşık öyküler, Kolektif - Editör: Sevengül Sönmez
9- Deli Öyküler, Kolektif - Editör: Cem Mumcu
10- Suçlu Öyküler, Kolektif - Editör: Halil Gökhan
11- Gelecek Öyküler, Kolektif - Editör: Deniz Koç
12- Erotik Öyküler, Kolektif - Editör: Halil Gökhan
13- Sahici Aşklar Külliyatı / Binbir İnsan Masalları-lll, Cem Mumcu
14- Absürd Öyküler, Kolektif, Editör. Nida Nevra Savcılıoğlu
15- Sidre, Berrin Karakaş
16- Aşk ve Öbür Duygular, Türkay Demir
17- Hassas Ruhlar Terazisi / Binbir İnsan Masalları-IV, Cem Mumcu
18- Su Kedileri, Mustafa Ziyalan
19- Tül, Berrin Karakaş
20- Mevt Tek Hecelik Uyku, Feryal Tllmaç
21- Bütün Hikâyeleri, Fikret Ürgüp
22- Hayat Gerçeğe Perde / Binbir insan Masalları-V, Cem Mumcu
23- Aradım Yaz Dediniz, Feryal Tllmaç
ŞİİR
1- Ahkâm Vakti Tohumları, Yusuf Eradam
2- Enel Aşk, Yelda Karataş
ÖZEL DİZİ
1- Kahramanlar Kitabı, Kolektif Editörler: Cem Mumcu, Nida Nevra Savcılıoğlu
2- Mazruf, Enis Batur
3- Bu Kalem Un(ufak), Enis Batur
4- Koşarak Geldim Çorabı Deldim, Kornet
5- Hayat Kırıklığı, Cem Mumcu
PSİKOLOJİ / PSİKİYATRİ
1- Majör Depresif Bozukluk Hastalarının Tedavileri İçin Uygulama Kılavuzu,
Çev. Ayla Yazıcı
2- Şiir ve Psikiyatri Kavşağında, Yusuf Alper
3- Duygudurum Bozukluklarında Atipfk Antipsikotik Kullanımı, Editör Simav!
Vahip
4- Öteki Peygamberler, Anthony Storr - Çev. Aslı Day
5- Biz - Romantik Aşkın Psikolojisi, Robert A. Johnson, Çev. Işılar Kür
6- Buradan Böyle / Hayatın Psikososyopolitiği. Erol Göka
7- İç Bahçe, Betül Yalçıner, Lütfü Hanoğlu
8- Psikiyatri ve Sinema, Krin O. Gabbard, Glen Gabbard, Çev. Yusuf Eradam.
Haşan Satılmışoğlu
9- Psikiyatri Tarihi, Ali Babaoğlu
10- Yaşlılık ve Depresyon - Cem Mumcu, Çağn Yazgan
11- Kadın ve Depresyon - Cem Mumcu, Suzan Saner, Peykan G. Gökalp
12- Az Rastlanır Psikiyatrik Sendromlar - David Enoch, Hadrian BalI, Çeviren: Banu
Bûyükkal
13- Nöroloji ve •Psikiyatrinin örtüşen Yüzleri, Betül Atabey Yalçıner. Lütfü
Hanoğlu
14- Aşiyan'daki Kâhin - Tevfik Fikret'in Melankolik Dünyası, Serol Teber
15- Aşk ve Kıskançlık, Ayala Malach Pines - Çev. Canan Yönsel
16- Kozmik Kahkaha, Vamık D. Volkan, Çev. Banu Bûyükkal
17- Cesur Yeni Beyin, Nancy C. Andreasen, Çev. Yıldırım 8. Doğan
435
A jk n in u U
18- Atlarla Yaşayan Kadın, Vamık D. Volkan, Çev. Banu Büyükkal
19- “Bilimsel Bir Peri Masalı“- Sigmund Freud'un "Aile-ve Tarihsel Romanı", Serol
Teber
20- Kusursuz Kadının Peşinde. Vamık D. Volkan, Çev. Banu Büyükkal
21- Şizofreni: Sesler, Yüzler, Öyküler, Editör: Haldun Soygür
22- Depresyon Atlası, Andrew Solomon, Çev. Berna Çapçıoğlu, Gülderen
Dedeağaç, Punda Tatar
23- Şizofreni Hastalığı Anlamak ve Onunla Yaşamayı Öğrenmek, Dr.Mustafa Yıldız
24- Kış Bakışı, Bir Ruh Hekiminin İğ Bahçesi, Haldun Soygür
25- Canavar ve Kurbanı, Çoçuk Ruhunu Anlamak, Türkay Demir
26- İnsan ve Sembolleri, C. G. Jung, Çev. Ali Nahit Babaoğlu
27- Aşk ve İrade, Rollo May, Çev. Yudit Namer
28- Kim Bu Çılgın TOrkler?, Ali Nahit Babaoğlu
29- Dinamik Psikiyatri, Edwin R. Wallace, Çev. Hakan Atalay
30- İnsanın Anlam Arayışı, Viktor E. Frankl, Çev. Selçuk Budak
İLETİŞİM
1- Basın İlanı Böyle Yapılır, Jim Aitchison, Çev. Serkan Balak
MİZAH
1- Yamyamın Yemek Kitabı, Yusuf Eradam
2- Kafadanbacaklılar, Mehmet Ulusel
3- F, Izel Rozental
4- Geç, Kadir Doğruer
5- B, Izel Rozental
GEZİ
1- Dikkati Buda, Izel Rozental
2- Fethiye'den Antalya'ya Likya Yolu, Barış Doğru
FELSEFE / DİN
1- Bir Sevda Yorumu Kitabı, Ahmet İnam
2- Hz. Muhammed'in Yolunda / Günümüz Dünyasında İslâmiyet!, Yeniden
Düşünmek, Carl W. Ernst-, Çev. Cangüzel GOner Zülfikar
TARİH / İNCELEME
1- Medya Tarihi / Diderot'dan İnternete Frédéric Barbier,
Catherine Bertho Lavenir Çev. Kerem Eksen
2- Medeniyetler Çatışması ve Dünya Oüzeninin Yeniden Kurulması, Samuel P.
Huntington - Çev. Cem Soydemir, Mehmet Turhan
3- Labirentin Tarihi, Jacques Attali, Çev. Selçuk Kumbasar
4- Ütopya: Hayali Ahali Projesi, Akın Sevinç
5- Körü Körüne İnanç, Vamık D. Volkan - Çev. Dr. Özgür Karaçam
6- Türkiye'nin Çıplak Tarihi, Kolektif Editör: Cem Mumcu
7- Bakırköy Akıl Hastanesi'nin Gizli Tarihi, Editörler: Betül Yalçıner. Peykan
Gökalp, Cem Mumcu
EROTİK US
1- Kadınlar İçin Erotik Astroloji, Olivia - Çev. Işılar Kür
2- Yatağında Yalnız mısın? Eski Japon Ozanlarından Aşk ve özlem Şiirleri -
Çev. Celâl Üster
436
Roüû M ay
3- Kimsenin Konulmadığı Dll, Eugene Mlrabelli, Çev. Ahu Antmen
4- Çifte Alev / Aşk ve Erotizm, Octavio Paz - Çev. Tomris Uyar
5- Ezgiler Ezgisi 'Neşideler Neşidesi’ - Çev. Samih Rifat
6- Bahar Noktası, William Shakespeare - Can Yücel
7- Sevdâ Lügati, Mehmed Celâl • Günümüz Diline Aktaran: Sevengül Sönmez
8- Samuraylar Arasında Aşk, Ihara Saikaku, Çev. Fatih özgüven
9- Lulu, Almudena Grandes, Çev. Nejat Bayramoğlu
ANİ
1- Şanslı Adam, Michael J. Fox - Çev. Oytun Süngü
2- Bostancı Masalları, K. Özcan Davaz
3- Paşama Mektuplar, Ayşe Nil
... ŞEYSI
1- Terapi Şeysi, Cem Mumcu, Yıldırım B. Doğan, Desenler: Mehmet Ulusel
2- Hukuk Şeysi, Kadir Şinas
ÇOCUK
1- Filmimin Hikâyesi 1, Kolektif
2- Filmimin Hikâyesi 2, Kolektif
3- Noel Baha'dan Mektuplar. J.R.R. Tolkien, Çev. Leyla Roksan Çağlar
ohoç&*a
ÇItSfctfeHnn
YAYINLANAN KİTAPLAR:
POPÜLER KÜLTÜR
1- Z “Son İnsan" mı?, Hakan Senbir
2- Poplisans, B. Volkan Yücel
437
Aşk t* irade
3- Biri, Kemal Tümerkan
4- Sana Bi'şey Olmasın, Ayşe Özyılmazel
EDEBİYAT
ROMAN
1- Güllerim Açtı Seni Görünce, Hande özcan
2- Evden Uzakta, Cathie Dunsford, Çev. Taşkın Ermişoğlu
3- Aşk Bir Varmış Bir Yokmuş, Torn Perrotta, Çev. Duygu Akın
4- Beni Kalbimden Vuranlar Var Ya, Reşat Çalışlar
5- Kırmızı Fener Sokağı, Mehmet Ünver
6- Konuşmayan Tavuskuşu Camio, Berrak Yurdakul
7- Saatçi Bayırı, Ayça Şen
8- Gece Gelini, Erkut Deral
9- Aşka Şeytan Karışır, Hande Attaylı
10- Hayta, Ergin Atlıhan, Çev. Nejat Bayramoğlu
11- Kentlerin Kraliçesi, Hakan Senbir
12- Rolkesen, Millenia Black, Çev. Perran Fügen Ûzülkü, Deniz Pehlivaner
13- Türk Diplomatın Kızı, Deniz Goran, Çev. Burcu Küheylan Uyurkulak
14- Bir Yazarın Romanı, Mert Üzmen
15- Kemal'e Eren Kadınlar, Melike llgün
16- Her Şeyin Bittiği Yerden, Sami Dündar
ÖYKÜ
1- Pomovida, Zafer llbars
2- Aşk Yüzünden, Evren Yiğit
3- Hayat Bu İşte, Suzan Mumcu
ÖZEL DİZİ
1- Sallama Klasikler, Greg Nagan, Çev. M. Onur Duman
2- The Stage in the Text, Özden Sözalan
EROTİK US
1- Yatmadan Önce 100 Fırça Darbesi, Melissa P.
2- Yusufçuk Gece Gelir, Melissa P.
3- Penisin Katı Gerçekleri, Alexandra Parsons, Çev. Ulaş Erkal
4- 7-Gece, Alina Reyes, Çev. Buket Yılmaz
5- Haram, Selva Nuaymi, Çev. Nehir Su
6- Mutluluk, Denis Robert, Çev. Mehmet Demirtaş
ANI
1- Yarım Asırlık Asker, Orgeneral (E) M. Hikmet Bayar
2- Kırk Yılın Penceresi, Suzan Mumcu
4 38
RoUo May