You are on page 1of 16

Geçmişten Günümüze Siyaset Felsefesi:

Şimdi Nerede?
Seval YAMAN
Öz: 1950’lerde siyaset teorisinin en önemli isimleri siyaset felsefesinin öldüğünü ilan etti.
Bu malumun ilamı olsa da aynı zamanda siyaset teorisinde yeni bir dönemin başladığının
da işaretiydi. Bu makale, siyaset felsefesinin ölme noktasına nasıl geldiğini anlamlandır-
maya çalışırken, siyaset teorisi ve siyaset bilimi ile ilişkisinin değişim ve gelişimini tarih-
sel olarak irdelemekte ve günümüz dünyasındaki konumunu sorgulamaktadır. Bu kap-
samda siyaset felsefesinin Antik Yunan’la başlayan serüveninde geçirdiği önemli dönüm
noktalarını, özellikle pozitivizm etkisi ile bilimler hiyerarşisinde kendine yer bulma çaba-
sını ve davranışçı ekolün disiplindeki en baskın paradigma olarak ortaya çıkmasıyla bu
çabanın disiplini kendi içinde nasıl keskin bir ayrıma sürüklediğini incelemektedir. Siya-
set teorisinin ampirik yaklaşıma teslim olduğu savına karşı, bu makalede içinde yaşadı-
ğımız çağın yeni sorunlarıyla baş edebilmek için yüzümüzü yeniden normatif yaklaşıma
çevirip çevirmeyeceğimiz tartışılmakta ve siyaset felsefesinin artık ömrünü tamamladı-
ğını iddia edenlere karşı siyaset felsefesine ihtiyacımız olup olmadığı araştırılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Siyaset bilimi, siyaset felsefesi, siyaset teorisi, davranışçılık, doğa
felsefesi, pozitivizm.
Political Philosophy: Now and Then
Abstract: In the 1950s, the most influential philosophers of political theory declared that
political philosophy was dead. Although this was an announcement of the well known
fact, it was also a sign that a new era had begun in political theory. This article aims to
uncover how political philosophy came to the point of death and how the relationship of
political philosophy with political theory and political science evolve and aims to ques-
tion the place of political philosophy in today's world. In this context, this article exam-
ines the important turning points of political philosophy in its historical adventure started
with Ancient Greece, especially its struggle to place itself in the hierarchy of sciences
under the effect of positivism, and how this effort led the discipline to a sharp distinction
within itself (between science and philosophy), with the emergence and the development
of the behaviouralism as the most dominant paradigm in the discipline. Against the ar-
gument that political theory has dominated by the empirical approach, in this article it is
discussed whether we should turn our face to the normative approach again in order to
cope with the new problems of the new age we live in, and it is investigated whether we

 Dr. Öğr. Üyesi, Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve
Kamu Yönetimi Bölümü. ORCID: 0000-0002-9451-3602

Makale geliş tarihi : 05.07.2021


Makale kabul tarihi: 07.09.2021

Amme İdaresi Dergisi, Cilt 54, Sayı 3, Eylül 2021, 69-84


70 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 54, Sayı 3, Eylül 2021, 69-84

need political philosophy against those who claim that political philosophy has reached
its end.
Keywords: Political science, political philosophy, political theory, behavioralism, natu-
ral philosophy, positivism.

Giriş
Easton (1953: 236) siyaset felsefesinin düşüşe geçtiğini, Laslett (1956: VII) ve
Dahl (1958: 89) onun çoktan öldüğünü, Pasquina (2015: 17) siyaset bilimcilerin
siyaset felsefesini kullanma konusunda en ufak bir ilgilerinin olmadığını, Berlin
(1999: 143) geçmişte her ne olursa olsun siyaset felsefesinin bugün öldüğünü ya
da ölmekte olduğunu, Mendus (2017) siyaset felsefesinin siyaset bilimciler kadar
filozoflar tarafından da ihmal edildiğini, Morrice (1996: 1) İkinci Dünya Savaşı
sonrası dönemde siyaset felsefesinin ölüm ilanının verildiğini, bilimsel ve felsefi
olmayan bir ideoloji olduğu gerekçesiyle reddedildiğini, siyaset biliminin yancısı
(underlabourer) konumuna indirgendiğini, Strauss (1957: 345) siyaset felsefesi-
nin bozulma ve belki de çürüme durumunda kaldığını yazarken haksız değillerdi.
Bu düşüşün sosyal bilimcilerin kendilerini “felsefenin ölü elinden” kurtarmakta
yavaş davrandığı için olması gerekenden çok daha fazla zaman aldığını iddia
edenlere rağmen (Winch, 2003: 1), yaklaşık 2500 yıla yayılan ihtişamlı geçmi-
şiyle siyaset felsefesinin yüzyıl önce başlayan düşüşü engellenemez şekilde de-
vam etti.
1970’lerde Rawls ve Arendt’in katkılarıyla bir canlanma ve kıpırdanma
yaşansa da bu katkılar siyaset felsefesini kurtarmaya yetmedi ve siyaset felsefesi
çalışanlar, eski günlerin de etkisiyle alanda yeni bir paradigma değişiminin yo-
lunu gözler oldu. Peki siyasetin kendisi, bilimi, felsefesi, teorisi ve pratiği ile yeni
bir döneme girecek mi? İçinde yaşadığımız bu karmaşık dönemde ne olduğunu
tam da anlayamadığımız eksiklik, felsefe ve bilim arasındaki bu denli keskin bir
ayrımın yol açtığı anlam ve hakikat arayışı mı? Bu makale, siyaset felsefesinin
gelişimi ve değişimini, geçirdiği süreç ve evreleri değerlendirerek, önümüzdeki
dönemde disiplini nasıl bir gelecek beklediğini ele alacaktır.
Kral Öldü, Yaşasın Yeni Kraliçe: Felsefeden Bilime
Neredeyse 19. yüzyıla kadar kullanılan “doğa felsefesi” (natural philosophy) as-
lında bilim ve felsefe arasındaki ilişkiyi en iyi anlatan kavramdı. Doğa felsefesi,
doğanın her bir parçası hakkında sistematik bilgi arayışını ifade ediyordu ve in-
sanların, evrenin, gezegenlerin ve maddenin doğasını araştırmayı amaçlıyordu.
Henüz felsefenin bile bilimden ayrılmadığı bu dönemlerde kişi bir doğa filozofu
olarak, içinde her türlü bilgi arayışını kapsayacak şekilde bir yandan matematik,
Geçmişten Günümüze Siyaset Felsefesi: Şimdi Nerede? 71

fizik, biyoloji konularını çalışabiliyor, diğer yandan felsefe, mantık, estetik ko-
nularında yazabiliyordu. Tam da bu yüzden aslında bu arayış içinde olan insanlar
bugünkü anlamlarıyla ne filozof ne bilim insanıydı ya da hem bilim insanı hem
filozoftu. Aristo bilgi, toplum ve devlet felsefesiyle olduğu kadar, Newton’a de-
ğin yani 2000 yıl kadar doğruluğu kabul edilen fizik teorisi ile de anılıyordu.
1687’de Newton’un yazdığı Doğa Felsefesinin Matematiksel Temelleri başlıklı
kitabı adının hakkını veriyor ve doğanın hareketini, mekaniğini ve felsefesini
çözmeye çalışırken Newton “ben felsefeyi irdeliyorum…” diyordu. Ya da 17.
yüzyılda bilimsel devrimin en önemli isimlerinden biri olan Francis Bacon doğa
felsefesi çalışanlara yeni bir yöntem önerdiğini iddia ederken, kafasında tüm bilgi
arayışları için tek bir yöntem vardı.
Antik Yunan ve Orta Çağ’da farklı etkiler altında kalmış ve farklı sorulara
cevap aramış olsa da doğa felsefesi, tüm bu yüzyıllarda önemli bir değişim olma-
dan kendi kapsamlı yapısını korudu. Antik Çağ’da evrenin nasıl çalıştığı, madde-
lerin özünün ne olduğu ya da iyi bir toplum, iyi bir vatandaş veya iyi bir devletin
nasıl olması gerektiği üzerinde durulurken, Orta Çağ’da doğa felsefesi yoğun-
lukla din etrafında şekillendi. Tek bilgi kaynağı olarak İncil hem felsefeye hem
de bilime yön verdi, özellikle dinin kurumsallaşması ile birlikte, kilise sadece
ekonomik, sosyal, politik hayatı değil, bilimsel çalışmaları da kontrol etmeye baş-
ladı ve doğa felsefesinin amacı Tanrı’nın bir eseri olan yaratılıştaki mükemmel-
liği keşfetmek olarak ortaya konuldu. Rönesans, Reform, Sanayi Devrimi gibi
gelişmeler sonrasında yaşanan, ekonomik, siyasi, sosyal değişimlerle ortaya çı-
kan Aydınlanma Dönemine kadar bu anlayış devam etti, ancak bu dönemlerin
büyük karmaşası hem bilginin ayrışmasıyla hem de bilimsel yöntem devrimiyle
sonuçlandı. Wagler (2001: 40-41) sosyal bilimlerin modern şeklini Amerikan ve
Fransız devrimlerinden sonra aldığını belirtir. Çünkü bu dönemlerden sonra dev-
rim sonrasının siyasi şartlarının insanlara toplumsal eylem ve siyasal düzenin ku-
rallarını koyma fırsatı verdiğine ya da aslında buna zorlandıklarına işaret eder.
Bu dönemlerde eski kurum ve değerler Fransa’da olduğu gibi ya tamamen yıkıl-
mış ya da İngiltere’de olduğu gibi büyük bir değişime uğramıştır. Aydınlanma ya
da daha genel olarak modernitenin ortaya çıkardığı bu belirsizlik ortamında as-
lında sosyal bilimlerden toplumsal hayatın tahmin edilebilir kılınmasına ve eski
düzen yerine kurulacak yeni dünyanın bilim ışığında yeniden şekillendirilmesine
katkı sağlaması beklenmiştir. Gulbenkian Komisyonu tarafından yayınlanan Sos-
yal Bilimleri Açın başlıklı kısa ama etkili raporda (1996: 15), bu konu modern
devletin kararlarını dayandırabileceği daha kesin bilgiye duyulan ihtiyaç üzerin-
den anlatılmıştır. Wagner’e (2001: 40-43) göre sosyal ve siyasal hayatın düzen-
lenmesi, daha doğru ifadeyle planlanması ihtiyacı bu dönemde her zamankinden
daha fazla olmuş ve bu, sosyal bilimcilerin, devletin kaygılarıyla daha fazla bağ-
lantılı olmasıyla ve üretilen toplumsal bilginin politika yapma süreçlerine odak-
72 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 54, Sayı 3, Eylül 2021, 69-84

lanmasıyla sonuçlanmıştır. Kısacası bu dönemle birlikte felsefenin soyut sorula-


rının yerini insanların bir an önce çözümlenmesi gereken somut sorunları almış-
tır.
Doğa felsefesinin en önemli özelliklerinden biri aslında farklı bilgi arayış-
larının türleri arasında bir hiyerarşiden çok, eşitler arası bir ilişkiyi esas alma-
sıydı. Modern zamanlarda bilimlerin ayrışmaya başlamasıyla, farklı bilimler ara-
sında ‘bilimsellik’ açısından bir hiyerarşi kurulmaya başlandı ve fizik bilimleri
bu hiyerarşinin en üstünde yerini aldı. Sartori’nin özetlediği gibi, aslında diğer
alanlar kendilerini felsefeden ayırdıkları ölçüde bilim olarak ortaya çıkabildiler
(1974: 136) ve bilimler hiyerarşisinde kendilerine bir yer buldular. Bu durumun
doğal sonucu felsefenin gitgide değerini ve önemini kaybetmesi ve öncesinde
ağırlıklı olarak felsefeden beslenen sosyal bilimlerin de bu yeni akım içinde ken-
dine yeni kaynaklar bulması oldu.
Modern zamanlarda sosyal bilimlerin ayrı bir bilim olarak gelişmesinde en
önemli etken pozitivist paradigma oldu. Sosyal bilimlerin bilimler hiyerarşisinde
bir yer edinebilmesi için aslında bilim denilince akla gelen doğa bilimlerinin yön-
temlerini uygulamak ve doğa bilimlerinin yolunu takip edip yöntemlerini kopya-
lamak en az tartışmalı yol olarak seçildi. Comte, toplumun da biliminin yapılabi-
leceğini iddia ederek öncelikle sosyolojiye ve sonrasında dolaylı olarak diğer sos-
yal bilimlere ve bu kapsamda siyaset bilimine yeni bir kapı araladı. Onu takip
eden Durkheim, “Society sui generis” sözü ile toplumun kendi başına bir gerçek-
lik olduğunu, aynı doğa bilimlerindeki olgular gibi toplumsal olguların da (social
facts) bilimsel çalışmaların konusu olabileceğini iddia ederek, bu kapıyı sonuna
kadar açtı. The Division of Labor in Society and The Elementary Forms of Relig-
ious Life başlıklı kitabının amacını, “ahlaki hayatın olgularını pozitif bilimin yön-
temleri ile ele alarak, ahlakın da bilimini yapmak” olarak belirtirken tam olarak
kastettiği buydu (Malczewski, 2013: 164). Bu zamana kadar ayrı bir disiplin ola-
rak görülmeyen ve bu anlamda felsefenin bir parçası olan sosyoloji, Comte’un
benzetmesinde olduğu gibi tüm bilimlerin kraliçesi olarak şekillenmeye başladı.
Doğa bilimlerinin yöntemlerini kopyalayarak sosyal dünyanın olgularının
anlaşılabileceği ve bu yolla doğanın olduğu gibi toplumun da biliminin yapılabi-
leceği iddiası hâlâ tartışılmaktadır. Bu eski ama canlı tartışmanın yansıması
Oxford, Cambridge, Macmillan, Lexico gibi önemli sözlüklerdeki bilim tanımla-
rında da kendini göstermektedir. Bu sözlüklerde bilimin ilk anlamı, fiziki dünya-
nın araştırılması ile ilgili bir faaliyet alanı olarak karşımıza çıkmakta ve bu an-
lamda bilim, ilk olarak doğa bilimlerine referansla tanımlanarak bu kadim tartış-
manın tarafı olunmaktadır. Diğer yandan, sosyal bilimler, bu önemli sözlüklerin
net tavrına rağmen 19. yüzyıldan beri katı bir şekilde sarıldıkları bilimsellik iddi-
asıyla bilim alanında biz de varız demeye devam etmektedir.
Geçmişten Günümüze Siyaset Felsefesi: Şimdi Nerede? 73

Siyaset teorisi de aslında belki Machiavelli’nin Prens’ine (1518) kadar fel-


sefenin etrafında şekillendi. Bu zamanlara kadar normatif teorinin yön verdiği
siyaset teorisi özellikle 19. yüzyıldan sonra büyük bir değişime uğradı. Bu tarih-
lerden sonra normatif teori yerini ampirik teoriye bırakırken, adım adım gerile-
yerek neredeyse bugünün dünyasının marjinal çalışma alanı haline geldi. En az
2000 yıllık ihtişamlı geçmişinden geriye çok az lisansüstü öğrencisinin çalışmak
istediği bir alan olarak bölümlerin altında bir anabilim dalı kaldı.
Disiplinlerin gelişmesindeki en önemli adımlardan biri olarak kabul edilen
üniversiteler bu değişimin kolaylıkla izlenebileceği kurumlardır. Aslında üniver-
sitelerin tarihi, felsefe kadar eskidir ama yine her tartışmada olduğu gibi, moder-
nite bu süreci yeniden ürettiğinden, modern üniversitelerin doğuşu 19. yüzyıl ile
başlatılır. M.Ö. 387’lerde bildiğimiz Platon Akademisi veya M.Ö. 335’lerde bil-
diğimiz Aristoteles Peripatetik Okulu, bugünkü anlamda ve yapıda olmasalar da
üniversitenin ilk örnekleri olarak sayılır. Orta Çağ’da ise tahmin edilebileceği
gibi, yüksek öğretim kiliseler tarafından yönetildi ve kontrol edildi. Manastır ve
katedrallerin dışında yüksek öğrenim kurumu yoktu. Erken dönem modern üni-
versiteler ise 17. yüzyılda yani toplumsal, ekonomik ve siyasal bir değişimin baş-
ladığı bir dönemde kuruldu. Bu dönemde bürokrasi için iyi yetişmiş insanlara
ihtiyaç vardı ve üniversitelerin bu ihtiyacı karşılaması bekleniyordu. Binası, da-
imî personeli, bütçesi olmayan erken modern dönem üniversiteleri, kendi öğren-
cileri tarafından finanse ediliyordu ve o dönemin toplumsal ve politik yapısında
aslında çok da önemli ya da bugünkü kadar önemli kurumlar değillerdi. 19. yüzyıl
ile birlikte modern anlamını kazanan üniversitelerde öncelikle, sosyal bilimler-
deki ayrışmaya paralel olarak fakülte ve bölümler oluşturuldu. Sosyal bilimler de
yine bu dönemde tarih, ekonomi, sosyoloji, siyaset bilimi, antropoloji olarak
kendi içinde ayrışmaya başladı. 19 yüzyılda üniversitelerin yeniden canlanması,
sosyal bilimlerin gelişmesi ile de paralellik göstermektedir. Gulbenkian Komis-
yonu’nun raporunda belirttiği gibi (1996: 16-17) çalışmalarına devlet desteği sağ-
lamak için üniversitelerin yeniden canlandırılması yönünde en çok çaba harca-
yanlar sosyal bilimciler olmuştur.
İşte tam da bu dönemde üniversitelerde ayrı bir bölüm olarak siyaset bilimi
(veya siyaset ve uluslararası ilişkiler) bölümleri kuruldu ve “karşılaştırmalı siya-
set”, “siyaset teorisi”, “hukuk” gibi anabilim dallarına ayrıldı.1 19. yüzyıldan 21.
yüzyıla kadar bu yapıda neredeyse bir değişiklik olmadı. Siyaset biliminin ayrı
bir disiplin olarak gelişmesi ve kurumsallaşması tek başına üniversitelerde bir
bölüm olarak yer almasıyla değil, bu yapıyı besleyen ve destekleyen yeni meka-
nizmaların kurulmasıyla gerçekleşti. Disiplinde çalışanları bir araya getirmek için

1 Siyaset biliminin Avrupa üniversitelerinde hukuktan ayrılarak ayrı bir bölüm olarak örgütlenmesi
ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. (Wagner, 2001).
74 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 54, Sayı 3, Eylül 2021, 69-84

kurulan dernekler ve bu dernekler tarafından yayınlanan akademik dergilerle di-


siplinin kurumsallaşması yönünde büyük bir adım atıldı. Disiplinin oluşması ve
gelişmesi aslında bilimsel camianın (scientific community) gelişmesi ile nere-
deyse eşdeğer görülmektedir. Bu camiayı bir araya getiren de aslında o ülke ya
da bölgenin bilimsel yayınları ya da dergileridir. Örneğin 1880 yılında John
Burgess tarafından kurulan Kolombiya Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü, he-
men 1886 yılında Siyaset Bilimi Dergisi’ni çıkarmaya başladı. 1876 yılında John
Hopkins Üniversitesi’nde kurulan siyaset bilimi bölümünün ardından 1877 yı-
lında John Hopkins Historical and Political Science Association kuruldu. Disip-
lindeki en önemli derneklerden biri olan The American Political Science Asso-
ciation (APSA) 1903 yılında kurulduktan hemen sonra 1906 yılında American
Political Science Review dergisini yayınlamaya başladı ve bu dergiler siyaset di-
siplinindeki baskın akımların ve disiplinin hangi yöne doğru gittiğinin takip edil-
diği, hatta bu akımların belirlendiği ve gelişim çizgisine yön verildiği önemli
merkezler haline dönüştü.2 Adcock ve Bevir’in (2010: 73) ifade ettiği gibi Ame-
rika’nın disiplinin gelişimindeki öncü rolü karşısında UNESCO’nun girişimle-
riyle önce 1949 yılında International Political Science Association, hemen aka-
binde de aynı yıl Fransa’da, 1950’de İngiltere’de, 1951’de Batı Almanya’da ben-
zer dernekler kuruldu ve tıpkı APSA’da olduğu gibi her biri kendi akademik der-
gisini çıkarmaya başladı. Bu anlamda Adcock ve Bevir (2010: 74), disiplinin Av-
rupa’daki gelişimini, aynı yol ve yöntemleri izledikleri için bir ‘Amerikanlaşma’
(Americanization) süreci olarak değerlendirmektedir. Ancak üstünü çizerek vur-
guladıkları gibi bu karşılıklı bir etkileşim ile olmuştur. Sonuç olarak bugün adına
“Amerikan Bilim Anlayışı” da denilen ve ampirik teorinin davranışçı ekolüne
dayanan anlayış tüm dünyaya hâkim oldu.
Siyaset felsefesinin ölümü tam da bu dergiler üzerinden takip edilmiştir.
Merrice’in (1996: 2) ifade ettiği gibi siyaset felsefesinin ölümü, alandaki yayın-
ların yokluğu ya da eksikliği üzerinden ilan edildi. Barry de 1961 yılı için siyaset
felsefesi ile ilgili şöyle yazıyordu (1980: 283): “Her şey söylediklerim kadar
umutsuzdu. Felsefe dergilerinin tüm ciltlerine bakabilirsiniz ve siyaset felsefesi
hakkında hiçbir şey bulamazsınız nadiren karşınıza çıkacak faydacı safsata dı-
şında gerçekten çok az ahlaki felsefe hakkında yazı bulabilirsiniz.”
Yeni Bir Paradigma Olarak Siyaset Bilimi
Morrice (1996: 2), siyaset felsefesinin neden gerilediğini ya da öldüğünü sorgu-
ladığı kitabında, siyaset felsefesi doğal nedenlerle mi öldü yoksa öldürüldü mü
ya da siyaset felsefesi yeni politik durumlara adapte olabilecek içsel çelişkileri

2 APSA’nın disiplindeki etkisini göstermek amacıyla Backhouse üye sayısına bakmıştır. 1904’te
204 üyesi varken, 1915’te 1462 üye sayısına ulaşmıştır. İki dünya savaşı arasında da üye sayısı
ikiye katlamış ve 3000’leri bulmuştur (Adcock, R. ve Bevir, M., 2010: 72).
Geçmişten Günümüze Siyaset Felsefesi: Şimdi Nerede? 75

veya yetersizlikleri yüzünden mi öldü yoksa bazı entelektüel hareketler ya da dü-


şünceler tarafından cinayete mi kurban edildi diye sormaktadır. Laslett daha
1956’da siyaset felsefesinin öldüğünü ilan etmiş ve katilini, ampirik olarak doğ-
rulanamayan önerilerin basitçe anlamsız olduğunu öne süren mantıksal poziti-
vizm olarak belirlemişti. Strauss (2017: 52) suçluları çoğaltmış ve eskiden aynı
olan siyaset felsefesi ve siyaset bilimini parçalara böldüğümüzü ifade ederek, bu-
gün siyaset felsefesinin olmadığını, modern dünyanın iki gücü olan bilim ve tari-
hin, siyaset felsefesi olasılığını yok etmeyi başardıklarını iddia etmiştir. Kısaca,
siyaset felsefesinin ölümüyle ilgili iki fail ön plana çıkmaktadır. Bunlardan ilki
pozitivist paradigma ile birlikte gelişen ampirik teori, ikincisi ise tarihsiciliktir
(Morrice, 1996: 10).
Almond (1998: 50-51), siyaset biliminin 20. yüzyıldaki gelişim eğrisinde
üç patlama dönemi belirler. Bunlardan ilki iki savaş arası dönemde (1920-1940)
örgütlü ampirik araştırma programlarının başlatıldığı, siyasetin psikolojik ve sos-
yolojik yorumlarının ön plana çıktığı ve nicel araştırmaların değerinin ortaya ko-
nulduğu Şikago patlamasıdır. Daha büyük ikinci patlama İkinci Dünya Savaşı
sonrası ortaya çıkan davranışçı patlamadır. Üçüncü patlama ise tümdengelim ve
matematiksel yöntemlerin ve ekonomik modellerin “rasyonel seçim/metodolojik
bireycilik” yaklaşımına uygulanmaya başlamasıyla ortaya çıkmıştır.
Modern dönem ile birlikte her ne kadar siyaset bilimini siyaset felsefesin-
den ayırmaya çok özen gösteriyor olsak da her iki alandaki bilgi arayışı yeni de-
ğildir. Siyaset bilimi elbette modernitenin ürünü değildir. Bir bilim olarak siya-
setin kökleri Antik Yunan’a kadar uzanır. Örneğin Aristo’nun 158 şehir devleti-
nin yönetimlerini inceleyerek oluşturduğu iyi ve kötü yönetim tipolojisi, siyaset
biliminin araştırma yöntemlerine uygundur. Ancak Antik Yunan düşüncesi bu
ikisini ne ayırır ne de aralarında bir hiyerarşi kurar. Modernite ile yeni olan as-
lında tam olarak budur. Uzmanlaşma ihtiyacı, bu ikisinin ayrılmasına sebep olur-
ken aralarında bir hiyerarşi de kurmuştur. Bilimsel bilgi her şekilde tüm bilgilerin
üstünde yerini alırken felsefi bilgi önemini kaybetmiştir.
Siyaset felsefesinin ölümünün faillerinden ilki olan tarihsicilik (histori-
cism) Vico’nun dediği gibi “insan zihninin tarihten başka bir gerçekliği bileme-
yeceği” fikri üzerine inşa edilmiş bir yöntemdir. Buna göre, tarihi insanlar yapar
ve bu sebeple tarih hem anlamı hem de insanın niyetini yansıtır, diğer taraftan
örneğin doğa, insan yapımı olmadığı için herhangi bir anlam yansıtmayacaktır
(Iggers, 1995: 130). Doğa yasalarının yerini tarihin yasalarının aldığı bu yöntem,
tarihin yasalarının keşfedilmesiyle geleceğin bilenebileceği varsayımıyla hareket
eder. Çünkü bu anlayışa göre, insanlık belirli bir yöne doğru gitmekte ve bu yön
tahmin edilebilir bir nitelik taşımaktadır. Popper’ın (1957) da modern bir kehanet
biçimi ve insanlık tarihinin seyrini bilinebilir kılmada zayıf bir metot olarak gö-
rüp eleştirdiği tarihsicilik, doğanın yasalarını keşfetmek için olgulardan hareket
76 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 54, Sayı 3, Eylül 2021, 69-84

edilmesi gerektiğini iddia eden ampirik teorinin karşısına bir rakip olarak çıkmış
olsa da tarihin cilvesi olarak, kendi rakibiyle birlikte siyaset felsefesinin ölümü-
nün faili olmuştur.
Siyaset biliminin kendini felsefeden ayırıp bilimler yelpazesine katılma-
sındaki en önemli akım, pozitivist paradigmanın etkisiyle gelişen davranışçı ekol-
dür. Geleneksel yaklaşımın niteliksel, normatif ve bilimsel yöntemden yoksun
olması gibi yetersizliklerinden ya da ona yöneltilen eleştirilerden dolayı ona bir
tepki olarak ortaya çıkan davranışçılık ekolünü Dahl protest bir hareket olarak
tanımlarken, bazıları devrim (Backhouse ve Fontaine, 2010), bazıları ise bir pa-
radigma değişimi olarak görmektedir.
Davranışçılık, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle Nazi Alman-
yası’ndan Amerika Birleşik Devletleri’ne kaçan mülteci bilim insanları tarafın-
dan geliştirilmiştir.3 Davranışçı yaklaşım, siyaset teorisinin sadece gözlemlene-
bilir davranışlar üzerine kurulabileceği çünkü sadece davranışın ölçülebilir nice-
liksel veri sağladığı fikri üzerine kuruludur ve bunun sonucu olarak ölçülemeyen
hiçbir şeyin siyaset biliminin konusu olamayacağını iddia eder. Bu anlamda araş-
tırmanın merkezi değişmiştir. Davranışçı ekol bir vatandaş, seçmen, parti üyesi,
bürokrat vb. olarak bireyin davranışını esas alır. Pozitivist gelenekten etkilenen
davranışçı yaklaşım değer yargılarından bağımsız bilim yapılabilmesi için bilim-
sel yöntemlerin kullanılması gerektiğini çünkü değer yargılarının ölçülemediği
için bilimin konusu olamayacağını iddia eder. Bu, eskiden bulanık olan değerler
ve olgular arasındaki çizginin çok keskin bir şekilde belirginleşmesi anlamına
geliyordu ve siyaset felsefesinin düşüşü ya da ölüşü de bu ayrımın keskinleşmesi
ile gerçekleşti.
1971 yılında Rawls’un Bir Adalet Teorisi adlı kitabı yayınlandı ve bu kitap
öldüğü ya da ölmekte olduğu iddia edilen siyaset felsefesini yeniden canlandırdı.
Barry’nin (1980: 274) iddia ettiği gibi aslında mesele Rawls’un argümanlarının
doğru ya da yanlış olması değildi. Önemli olan bu kitabın sadece bilim felsefe-
sinde değil, siyaset bilimi, sosyoloji, ekonomi ve hukuk gibi disiplinlerde de bi-
lim insanlarının hayal gücünü yakalamasıydı. Bu dönem aynı zamanda Philo-
sophy and Public Affairs dergisinin yayınlanmaya başlaması ve çok hızlı bir şe-
kilde alanda birinci sınıf dergi olarak yer edinmesi ile sonuçlandı. Bu dergi yasal,
toplumsal ve siyasal sorunların felsefi olarak incelenmesinin çözümlenmesine

3 Amerikan tarzı bilim anlayışının gelişmesindeki mülteci bilim insanlarının etkisi konusunda Dahl
(1961) bu insanların sosyolojik yaklaşımlarını siyaset bilimine taşıdıklarını belirtirken, Adcock ve
Bevir (2010: 72), 20. yüzyılın ortalarında Amerikan siyaset biliminin Atlantik ötesi fikir ve birey-
lerin göçlerini hesaba katmadan anlaşılamayacağını ifade ederler.
Geçmişten Günümüze Siyaset Felsefesi: Şimdi Nerede? 77

katkıda bulunabileceği iddiası taşıyordu ve aslında tıpkı Rawls gibi yeni zaman-
ların yeni sorunlarına felsefi bir yaklaşım geliştirmeyi amaçlıyordu.
Davranışçı yaklaşım siyaset alanının hâlâ en baskın paradigmasıdır. Ancak
bu, eleştiriden muaf olduğu anlamına gelmez. Bu yaklaşıma yöneltilen temel
eleştirilerden ilki genel perspektiften yoksunluğudur. Ölçülebilir davranışlar, bize
büyük alanların çok küçük parçaları ile ilgili bilgi verebilmektedir. Bu tam olarak
Sartori’nin (1974: 151) ifade ettiği şeydir: Daha küçük şeyler hakkında daha fazla
bilgi (more and more about less and less). Asıl büyük eleştiri, insan davranışının
değişkenliğinden yola çıkarak geleceğe yönelik tahminlerin her zaman riskli ola-
cağı fikrinden yola çıkar: Elde edilen sonuçlar, sadece belli bir dönemde, belli bir
zaman için geçerli olacaktır. Ayrıca insan davranışı dışında ölçülemeyen faktör-
lerin varlığının yadsınamayacağı yine güçlü bir eleştiri olarak davranışçılık kar-
şısında durmaktadır.
Tüm bu eleştirilere ve sınırlılıklarına rağmen, günümüz siyaset teorisinde
davranışçılık, ‘post’ ya da ‘neo’ davranışçılık olarak kendini revize edip güçlü
konumunu korumaktadır. Bu revizyondaki en temel motivasyon, siyaset bilimi-
nin sadece olanla ilgilenmesi sonucu oldukça muhafazakâr bir ruhu temsil etmesi
ve bu anlamda statükocu olmakla suçlanmasıdır. Bunun karşılığında siyaset teo-
risinin daha iyi bir toplum ya da daha barışçıl bir toplum oluşturmadaki rolüne
vurgu yapılarak, statükoyu değil de toplumsal değişimde oynayabileceği rolü ha-
tırlatan bir pozisyon alması gerektiği dile getirildi ve bu yeni durum da Easton
tarafından 1969’da Amerikan bilim anlayışında yeni bir devrim olarak ilan edildi.
Easton’a göre, siyaset bilimciler, çağdaş toplumsal sorunların çözümünde daha
aktif rol almalıydı (Baker vd., 1972: 270). Easton yeni bir devrim olarak gördüğü
post-davranışçı yaklaşımın özelliklerini, “The new revolution in political sci-
ence” başlıklı ünlü makalesinde özetle şöyle anlatır (1974: 1052): Öncelikle öz,
teknikten önemlidir ve eğer bu ikisinden birinin feda edilmesi gerekiyorsa (böyle
olmak zorunda olmasa da) bu, çözüm bekleyen acil toplumsal sorunlar değil,
araştırma araçları olmalıdır. İkinci olarak davranışçılık sadece olanı analiz etti-
ğinden bilinçli bir şekilde olmasa da muhafazakâr bir ruha bürünür. Bu durum
aynı zamanda siyasetin kaba gerçekliğini de gizler ve post-davranışçılık, insanlı-
ğın gerçek ihtiyaçlarına cevap verebilmesi için davranışçılığın bu sessizliğini kır-
malıdır. Çünkü değerler siyasetin ayrılmaz parçasıdır ve bilim insanının tarafsız
olması mümkün değildir. Bu nedenle, bilgimizin sınırlarını anlamak için, onun
üzerinde durduğu değer öncüllerinin ve alternatiflerinin farkında olmamız gere-
kir. İşte bu noktada Easton bilim insanının entelektüel rolünü hatırlatır. Entelek-
tüellerin rolü, medeniyetin insani değerlerini korumaktır ve bu olmadığından on-
lar sadece tekniker ya da mekanikçi haline gelirler. Bilmek, Easton’a göre içinde
78 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 54, Sayı 3, Eylül 2021, 69-84

eylem sorumluluğunu taşır ve burada eylemden kastedilen toplumu yeniden şe-


killendirmektir. Eğer bir entelektüelin eylem zorunluluğu varsa, onlardan oluşan
üniversiteler ve dernekler de bu mücadeleden ayrı tutulamazlar.
Easton’a (1969: 1051) göre, siyaset teorisindeki son devrim olan davranış-
çılık, makalesini kaleme aldığı zamanların yükselen sosyal ve siyasal krizleri ta-
rafından ele geçirilmeden hemen önce tamamlanmıştır ve yeni devrimin zamanı
gelmiştir. Easton araştırma yöntemlerinden asla ödün verilmemesi gerektiğini sa-
vunan bilim anlayışının zayıflıklarından yola çıkarak post-davranışçı bir devri-
min olacağı öngörüsünde bulunmuştur. Bugünün dünyasından bakıldığında bu
devrimin gerçekleştiği tam olarak söylenemez. Önümüzdeki tablo bize, davranış-
çılığın siyaset teorisinde büyük bir paradigma değişimine sebep olduğunu ancak
Easton’ın bir devrim olarak gördüğü post-davranışçı yaklaşımın bir temenniden
öteye geçemediğini göstermektedir. Bugün hâlâ siyaset teorisi büyük oranda,
Amerikan bilim anlayışı da dediğimiz davranışçı ekolün etkisi altındadır. Peki
içinde yaşadığımız çağda, siyaset teorisinde Easton’ın da altını çizdiği şekilde
daha büyük bir revizyona ihtiyaç duyuluyor mu?
Siyaset Felsefesi Yeniden
Siyaset teorisi aslında siyaset felsefesi ile aynı anlamda kullanılmasına rağmen
hem siyaset bilimini hem de siyaset felsefesini kapsar. Sabine (1939: 6) de siyaset
teorisini, bir politik eylemin hem ne anlama geldiğini hem de ne anlama gelmesi
gerektiğini gösteren bir alan olarak tanımlar. Bu birbirinden farklı iki alan siyaset
teorisinin de önemli iki alt kolu olarak gelişmiş ve birbirinden koparılmıştır. Her
ne kadar birlikte bir bütün oluşturuyor gibi görünseler de geçmişte değilse bile
bugün ikisi arasında bir gerilimden söz etmek mümkündür. Hatta Strauss
(2017:47), bilimlerin gayri felsefi olduğunu ve bu anlamda siyaset biliminin si-
yaset felsefesi ile bağdaşmaz nitelik taşıdığını iddia eder.
Strauss bu iki alan arasındaki gerilimi ya da ilişkiyi anlatırken, makro bir
bakış açısı geliştirir ve klasikler ve modernler arasındaki farktan yola çıkar.
Strauss’a (1989: 10-11) göre modernitenin krizi aslında siyaset felsefesinin bir
krizidir, bu anlamda aslında politik ve ahlaki olanla ilgilidir. Bu anlamda “mo-
dernitenin krizi modern Batı insanının artık istediği şeyi bilmemesinde -neyin iyi
neyin kötü olduğunu, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bileceğine artık inan-
mamasında- kendini gösterir” (Strauss, 1989: 11).
Maxwell (2004), bilim ve felsefenin ayrılışını değerlendirdiği makalesini
onların tekrar bir araya gelmesi gerektiğini söyleyerek bitirir. Bilimde gelinen
ileri noktaya toplumsal hayatta da gelinmesi gerektiğini ve medeniyetlerin karşı-
laştığı önemli insanlık sorunlarına bu yolla çözüm üretilebileceğini ifade eder.
Aslında ihtiyaç olan yeni bir bilimsel devrimdir: “Bilim ve felsefe arasındaki bü-
Geçmişten Günümüze Siyaset Felsefesi: Şimdi Nerede? 79

yük ayrım tamir edilmelidir. Ancak o zaman, acil ve temel sorunlara cevap vere-
biliriz.” Laslett ise siyaset felsefesinin yeniden doğabileceğini ancak yeniden do-
ğacak olanın daha önceki geleneksel yaklaşımdan farklı ve çok daha mütevazı bir
alan olacağını belirtmektedir (Morrice, 1996: 2). Barry (1980: 288) ise siyaset
felsefesinin yeniden canlanışı ile ilgili umutlarının gerçeklikten uzak bir şekilde
kendi yolunda devam ettiğini ifade ederken, inancını korumasını oldukça rasyo-
nel hale getirecek kadar da bu gerçekliğin nazik olduğunu belirtmektedir.
Sosyal bilim ve felsefe arasındaki ilişkiyi eleştirmek üzere kaleme aldığı
kitabında Winch (2003: 1), günümüz dünyasının ana sloganı bilim olduğundan
filozofun artık popüler olmadığını, bu sebeple filozofun bu çağda monarşiyi eleş-
tiren birinin aldığına benzer bir tepki ile karşılaştığını, ancak felsefenin popüler
bir konu haline geleceği günün, filozofun kendisinin bu yanlış dönüşü nerede
yaptığını düşündüğü gün olacağını ifade eder. Bu anlamda sosyal bilimler henüz
kendi Newton’unu bulamamıştır ancak böyle bir dâhinin ortaya çıkabilmesi için
şartlar oluşmuştur.
Bu gelecek öngörülerini değerlendirdiğimizde, siyaset felsefesini ne bek-
lemektedir? Barry’nin umutlarından bağımsız olarak günümüz dünyasında siya-
set felsefesine ihtiyaç var mı? Varsa böyle bir ihtiyaç, bu yeniden bir canlanışa
yol açabilecek kadar güçlü mü? Umutları bir tarafa koyduğumuzda yaşadığımız
dönem bize ne anlatıyor?
21. yüzyılın ilk çeyreğini dünya çapında tecrübe edilen önemli sorunların
iyice belirginleştiği bir dönem olarak yaşıyoruz. Siyaset sahnesinde yeni popü-
lizm tartışmaları yapılırken, bir yandan dünya nüfusunun hızla büyümesi, bu hızlı
büyümenin etkisiyle dünyadaki zengin ve fakir arasındaki uçurumun artması, te-
rörün ulusal sınırları aşarak bir dünya problemi haline dönüşmesi, doğal yaşam
alanlarının yok edilmesi ile dünyanın daha da kirlenmesi, iklim değişikliği ve
2020 yılı başında çok hazırlıksız bir şekilde yakalandığımız pandemi krizi, eko-
nomik, sosyal, siyasi ve etik her ilke ve durumu yeniden sorgulamamıza yol açtı,
hayatta neyin değerli olduğuna dair yeniden düşünmemizi gerektirdi.
Popülizm tartışmaları elbette yeni değil, yeni formuyla son yılların en çok
tartışılan konu ve gündemlerinden biridir. Farklı ülkelerde ortaya çıkan, birtakım
ortak özellikleri olan, daha önceki tanımlara uymayan bu siyasi yönetimleri an-
lamaya ve anlamlandırmaya çalışırken, ne liberal demokrasi ve sosyal demokrasi
gibi klasik tanımların ne de delegasyoncu demokrasi, illiberal demokrasi, reka-
betçi otoriterlik, eksik demokrasi gibi hibrid rejimlerin tanımlarının, içinde yaşa-
dığımız bu dönemi anlamamıza yetmediği gerçeği ile karşı karşıyayız. Cas
Mudde 2004 tarihli “The Populist Zeitgeist” başlıklı yazısı ile içinde yaşadığımız
bu yeni popülizmi “tanımlanamaz olanı tanımlamak” (defining the undefinable)
başlığı ile tanımlaya çalıştı ve bu yazı popülizm üzerine yapılan bilimsel çalış-
maların teorik çerçevesini çizen çıkış noktası haline geldi. Morrice’in hatırlattığı
80 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 54, Sayı 3, Eylül 2021, 69-84

gibi (1996: 5), felsefe diğer bilimler gibi amprik bir disiplin değildir, bundan zi-
yade analitiktir ve filozofun hem gündelik hayatta hem de bilimsel alanda yer
alan kavramları analiz etmek ve açıklamak gibi yararlı bir işlevi vardır. Felsefeye
düşen görevin ilki ve en önemlisi tam olarak burada kendini gösteriyor. Sosyal
bilimlerde olgular tanımlanmadan ve onların ne olduğu ortaya konulmadan, bu
olgu bir bilimsel araştırmanın konusu yapılamaz. Popülizmi konu eden bilimsel
çalışmalar da siyaset felsefecilerinin bu yolu açmasıyla başladı. Popülizm üzerine
yapılan hemen hemen tüm çalışmalar Mudde’ın tanımı ile başlamakta ya da bir
şekilde ona atıf yapılmayınca eksik kabul edilmektedir.
Dünyanın 2020 yılı başında karşılaştığı pandemi krizi birçok kamu politi-
kasını tartışılır hale getirdi. Zizek’in daha pandeminin başlarında Mayıs 2020’de
yayınladığı Pandemic: Covid-19 Shakes the World kitabı, aslında bu dönemi
özetler bir başlığa sahip ve bu büyük sallantıyla baş edebilmek için bir reçete de
sunuyor. Zizek’e göre pandemi ile birlikte hem büyük acılar çekiyoruz hem de
Büyük Buhran’dan daha büyük bir ekonomik sorunla karşı karşıyayız; bu durum-
dan geriye dönüşün mümkün olmadığını düşündüğünden Zizek soruyor: “Yeni
normalimizi” hangi eski yıkıntıların üstüne inşa edeceğiz ya da işaretlerin göster-
diği bir barbarlığa mı sürükleneceğiz? (2020: 2-3) Bu kapsamda karantina gibi
büyük ölçekli önlemler alınması gerektiği zamanlarda güçlü bir devlete ihtiyacın
olduğunu dile getirirken, pandemi genişledikçe piyasa mekanizmalarının kaos ve
açlığı engelleyemediğini ve komünizmin küresel ölçekte değerlendirilmesi, yani
üretim ve dağıtımın piyasa dışında koordine edilmesi gerektiğini ifade ediyor.
Devletin görevleri ve sınırlarına yönelik tartışmalara ek olarak pandemi süreci
hem kadim felsefi soruların önemini hatırlattı hem de yeni soruları ortaya çıkardı.
Modern dünyanın her insanın onurlu yaşama hakkına sahip olduğu fikri, kimin
hayatının daha kıymetli olduğu, bu kapsamda kimin öncelikle kurtarılması gerek-
tiği sorusu ile yer değiştirdi ve bu, sadece ahlak felsefesi derslerindeki hipotetik
sorularda değil, çırılçıplak bir gerçeklikte kendini gösterdi. Pandemi ile mücadele
kapsamında ülkeler, kendi ekonomik koşulları, sağlık sistemleri ve farklı ideolo-
jik duruşları doğrultusunda farklı politikalar izlediler ve hangi politikaların doğru
ve uzun vadede etkili olduğunu henüz bilmiyoruz. Bunu anlamak için biraz daha
zamana ihtiyacımız var ancak bu süreç ile birlikte klasik etik ilkeler ve bu kap-
samda devletin görevleri yeniden tartışmaya açıldı. Sanayi Devrimi tüm çalışma
pratiklerini ve mekanizmalarını değiştirmiş, bu devrimin etkisiyle toplumsal, si-
yasal ve ekonomik tüm alanlarda büyük değişimler yaşanmıştı. İçinde yaşadığı-
mız bu dönemin, Sanayi Devrimi kadar ekonomik mekanizmaları değiştirip de-
ğiştirmeyeceğini henüz bilmiyoruz, içinde yaşarken bunu anlamamız çok zor an-
cak mesai saatlerini ve ofiste çalışma anlayışımızı değiştirdiği şimdiden aşikâr.
Özellikle hizmet sektöründe ofiste geçirilen saatlere kıyasla çok da kısa zaman-
larda aynı işin yapılabildiği, böylelikle insanların daha fazla kendileri (ve aileleri)
ile başbaşa kaldığı gerçeği, hayatlarımızda hızlıca uyum sağlayabileceğimiz bir
Geçmişten Günümüze Siyaset Felsefesi: Şimdi Nerede? 81

durum mu yoksa kendisiyle baş başa kalan insanlar, zamanla bu yeni durumun
etkisiyle bir paradigma değişimine mi sebep olacak bilemiyoruz.
İlk zamanlar çok çekici gelen ve sanattan politikaya, mimariden gündelik
hayata kadar her alanda etkisini gördüğümüz post-modernizm ise bizi aslında
kendi doğrularımız konusunda yapayalnız bıraktı; modernitenin evrensellik ve
nesnellik iddiaları karşısında, Baudrillard’ın çizdiği simülasyon dünyasında (hy-
perreality of simulations) bulduk kendimizi. Basında, sosyal medyada çıkan en
basit bir haberi bile doğrulatamadığımız, aslında hiçbir şeye inanamadığımız,
inandığımız şeyin de bir simülasyon olduğunun bilincinde olarak yaşamak, ka-
çıncı simülasyon çağında olduğumuzu anlayamadığımız bu zamanların laneti
oldu. Bu lanet, gerçeğin inşa edildiğini iddia etmekle, gerçeğin inşa edildiği bi-
linciyle yaşamak arasında kalmamızdı. Bunun ikinci adımını ise gerçekliğin bir
önemi olmadığı fikri oluşturdu. İster modernitenin varsaydığı gibi tek bir evrensel
gerçeklik olsun, ister bu gerçeklik inşa edilsin, bir şekilde bir gerçeklikten bahse-
derken, bunun yerini “algı” aldı. Artık gerçekliğin ne olduğu önemini yitirdi ve
en popüler kavramımız “algı yönetimi” oldu ve “algı, yeni hakikattir” (perception
is the new truth) sloganları atılmaya başlandı. Bir yandan gerçeğin bir inşadan
ibaret olduğu ya da gerçekliğin aslında hiç öneminin olmadığı fikriyle yüzleşir-
ken, hâlâ gerçekliği arayan ve öğrenmek isteyen bilinçlerimizle kalakaldık or-
tada.
Kaçıncı evresinde olduğumuzu henüz anlayamadığımız bu çağda, teknolo-
jinin üssel gelişim hızını algılamaya çalışırken, üstüne eklenen yapay zekâ çalış-
malarına sevinecek miyiz, tedirgin mi olacağız, korkacak mıyız bilemiyoruz. Bu
gelişimi engellememiz ya da yavaşlatmamız mümkün görünmüyor, fakat tekno-
loji büyük bir hızla gelişirken felsefi gelişme bunun çok gerisinde kaldı. İnsa-
noğlu bu yeni durum karşısında dünyadaki yerini ve varsa önemini bilmiyor. İn-
san hakları felsefesinin (doğal haklar ve doğal hukukun) temel aldığı ve nere-
deyse tüm hakları dayandırdığı “insanlık onuru”, temelde insanı diğer canlılardan
ayıran akıl üzerine inşa edilmişti. İnsan akıllı bir varlık olarak kendi amaçlarını
belirleyebilmeli, kendi amaçlarına uygun araçları seçebilmeliydi, bunun için de
haklar zırhıyla korunmalıydı. Yapay zekâ ile geliştirilen robotların birçok şeyi
bizden daha iyi yapacağı ve yapay olanın doğal olandan üstün olabileceği ihtima-
linin bile dünyadaki o eşsiz ve biricik yerimizi sarsacağı endişesi ile yaşıyoruz.
Bunun sonucunda hayattaki yerimizi tekrar tekrar sorgulayacak ve yapay zekâ ile
üretilip şiir ve makale yazabilen bu robotların asla sahip olamayacağını tahmin
ettiğimiz (ya da öyle olduğuna inanmak istediğimiz) duygu, bilinç, değer ya-
ratma, ahlaki davranma, felsefi düşünce üretme gibi konuları yeniden ve ağırlıkla
düşünmeye mi başlayacağız? Yapay zekânın yapamayacağını varsaydığımız ah-
lak, değer ve felsefe üretmeye odaklanarak doğadaki biricik yerimizi koruyabile-
cek miyiz?
82 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 54, Sayı 3, Eylül 2021, 69-84

Tüm bu yeni sorunlarla atmosferde gezinen hava tanecikleri misali ortada


amaçsızca dolanırken felsefe bize bir ışık yakabilir mi? Maxwell (2014: 11) fel-
sefenin doğru görevini, en temel, önemli ve bu acil sorunlarımızın ne olduğu,
bunları çözme yolundaki çabalarımızı ve mümkünse bu girişimleri geliştirmek
için neler yapılması gerektiğinin farkındalığını canlı tutmak olarak ortaya koy-
maktadır. Maxwell akademik araştırmanın bu alanda sınıfta kaldığını belirtirken,
akademinin aklını ve insanlığını kaybettiğini vurgular. “Dünya bir felakete doğru
gidiyor” (2014: 54) diyor Maxwell ve ekliyor, “bilimin bununla ilgili yaptığı hiç-
bir şey yok, olamaz da.” Çünkü neyin iyi, neyin kötü olduğuna dair düşünceleri-
miz darmaduman oldu, iyi ve kötüyü ayırt edemiyoruz. Modern bilimle birlikte
dünya hakkındaki bilgiyi aşamalı olarak iyileştirme konusundaki büyük sorunla-
rımızı çözdük ya da çözüyor olabiliriz ama Maxwell’in (2014: 70) umutsuzca
vurguladığı gibi bilim ve teknolojideki gelişmeye paralel bir sosyal ilerlemeden
ya da medeni ve erdemli bir dünya sağlama konusundaki sorunlarımızın çözü-
münden bahsedemiyoruz.
Sonuç olarak Maxwell’in iddialarına ek olarak, bilim her geçen gün büyük bir
hızla “olan”dan hareket ederek karşılaştığımız problemleri anlama konusunda
bize muazzam bir bilgi yumağı sunarken, felsefe o an olmayan ama olması muh-
temel soru ve sorunlarla ilişki kurmamızı da sağlar ve siyaset bilimine göre çok
daha proaktif olan siyaset felsefesi bizi geleceğe hazırlar. Örneğin, Aydınlanma
filozofları tarafından geliştirilen halk egemenliği ve genel irade üzerine daha
fazla düşünülmüş ve çalışılmış olunsaydı, 20. yüzyılın başında yeni tarz iktidar-
larla birlikte tartışmaya başladığımız popülizm rüzgârına ve çağımızın bu yeni
siyasi hastalığına daha hazırlıklı olur muyduk ya da popülizmin gücünü ve etki-
sini bir nebze olsun hafifletebilir miydik? Felsefenin bununla ilişkili ikinci bir
görevi de toplumlar için gidilecek istikametle ilgili soru sorması ve bu anlamda
gelecek tasarımında insanoğluna yol göstermesidir. Yola çıktığımızda yol bo-
yunca karşılaştığımız tümsekler, virajlar, engeller hakkında ayrıntılı bilgiye sa-
hipken, ne için yola çıktığımıza ve nereye varmak istediğimize dair daha fazla
düşünmemiz gerekmiyor mu? Burada siyaset biliminin bize söyleyebileceği yeni
bir şey yok, aslında hiç de olmadı; o yüzden biliminin sağladığı muazzam büyük-
lükteki bilgi yumağı karmaşasında, kendimiz ve içinde yaşadığımız toplumlar
için daha iyi olanı düşünmeye, tasarlamaya, yeni anlamlar bulmaya ve hedefler
belirlemeye daha fazla ihtiyacımız var. Yüzyıllar boyu ihmal edilmiş olsa da fel-
sefe, bu ihtiyaçlarımız için başvurabileceğimiz en güçlü kaynak olma özelliğini
hâlâ koruyor.
Geçmişten Günümüze Siyaset Felsefesi: Şimdi Nerede? 83

Kaynakça
Adcock, R. ve Bevir, M. (2010). “Political Science”. The History of the Social Sciences
since 1945. Cambridge: Cambridge University Press.
Almond, G. (1998). “Political Science: The History of the Discipline”. A New Handbook
of Political Science (Ed. Robert E. Goodin ve Hans-Dieter Klingemann), Oxford
Publications.
Bachkhouse R. ve Fontaine, P. (2010). The History of the Social Sciences since 1945.
Cambridge: Cambridge University Press.
Baker, K. L., Hajjar, S. G. ve Schenker, A. (1972). “A Note on Behavioralists and Post-
Behavioralists in Contemporary Political Science”. PS, 5(3), 271-273.
Barry, B. (1980). “The Strange Death of Political Philosophy”. Government and
Opposition,15(3‐4), 276-288.
Berlin, I. (1999). “Does Political Theory Still Exist”. Concepts and Categories:
Philosophical Essays. (Ed. H. Hardy). Princeton University Press, 143-172.
Dahl, R. A. (1961). “The Behavioral Approach in Political Science: Epitaph for a
Monument to a Successful Protest”. Fifth World Congress of the International
Political Science Association, Paris.
Dahl, R. A. (1958). “Political Theory: Truth and Consequences”. World Politics, 11(1),
89-102.
Easton, D. (1953). The Political System: An Inquiry into the State of Political Science.
New York: Alfred A. Knopf, Inc.
Easton, D. (1969). “The New Revolution in Political Science”. The American Political
Science Review, 63(4), 1051-1061.
Grant, E. (2007). A History of Natural Philosophy: From the Ancient World to the
Nineteenth Century. Cambridge: Cambridge University Press.
Gulbenkian Komisyonu (1996). Sosyal Bilimleri Açın. İstanbul: Metis Yayınları.
Iggers, G. G. (1995). “The History and Meaning of the Term”. Journal of the History of
Ideas, 56(1), 129-152.
Laslett, P. (1956). Introduction to Philosophy, Politics and Society. (Eds. P. Laslett ve W.
G. Ruciman). Oxford: Blackwell.
Malczewski, E. (2013). “Durkheim’s Sui Generis Reality and The Central Subject Matter
of Social Science”. Social Theories of History and Histories of Social Theory
Current Perspectives in Social Theory, Cilt 31, 161-175.
Maxwell, N. (2004). Is Science Neurotic. London: Imperial College Press.
Maxwell, N. (2014). Global Philosophy: What philosophy Ought to Be. UK: Imprint
Academic.
84 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 54, Sayı 3, Eylül 2021, 69-84

Mendus, S. (2017). “Contingency in political philosophy”. Philosophia, 45, 477-486.


Morrice, D. (1996). Philosophy, Science and Ideology in Political Thought. New York:
Macmillan Press.
Mudde C. (2004). “The Populist Zeitgeist”. Government and Opposition, 39(4), 542-
563.
Pasquino, G. (2015). “Political Philosophy and Political Science: Complex
Relationships”. Revista Española de Ciencia Política, 37, 15-29.
Popper, K. R. (1957). The Poverty of Historicism. Boston: The Beacon Press.
Sabine, G. H. (1939). “What is a Political Theory?”. The Journal of Politics, 1(1), 1-16.
Sartori, G. (1974). “Philosophy, Theory and Science of Politics”. Political Theory, 2(2),
133-162.
Strauss, L. (1957), “Political Philosophy”. The Journal of Politics, 19(3), 343-368.
Strauss, L. (2017), Politika Felsefesi Nedir? (Çev. S. Zelyüt). İstanbul: Öteki Yayınları.
Wagner, P. (2001). A History and Theory of the Social Sciences: Not All That is Solid
Melts. London: Sage Publications.
Winch, P. (2003). The Idea of a Social Science and its Relation to Philosophy. 2. Baskı.
London: Routledge.

You might also like