You are on page 1of 183

ÇIDAM YAYINLARI

Telif Eserler: 10

Dizgi-Kapak: Aycan Grafik 526 24 87


Baskı - Cilt: Bayrak Matbaası
Birinci Baskı: Aralık 1990
türkiye'yi kimler yönetiyor? • türkiye'de kimler yönetiliyor? • türkiye'yi
kimler yönetemiyor? • türkiye'de kimler yönetilemiyor? • düşünceler dünyayı
değiştiremez • insansız düşüncelerin serencamı • düşünceler insanlara
kavuşunca • çankaya size yeter! • satılık insan hakları • yavuz laiklik,
bastırılan bağımsızlık • dünya sistemi, almanya ve türkiye • saddam’ın
ANAP'a vurduğu darbe • kaçamak bağımsızlığın körfezi • temelcilik
türkiye'ye ne getirecek? • temelcilik mi köktencilik mi? • doğru oturduğumuz
zaman eğri konuşuyoruz • siyasetin iki düzlemi • bir partiden ne anlamalıyız?
• yenilen pehlivan güreşe doymaz • konduğumuz mirası bırakırız
TÜRKİYE'Yİ KİMLER YÖNETİYOR?

Bazı soruların âşikâre cevapları yeterince âşikâr değildir. Eğer


"Türkiye'yi kimler yönetiyor" sorusunun cevabını vermek
kastıyla ülkemizin yönetim kademelerini işgal eden zevatın
adlarını bir bir sıralayacak olursanız, bu cevaptan hiç kimse
tatmin olmayacaktır. Bilmek istediğimiz yöneticilerin hangi
özelliklerle donatılmış olduklarıdır. Bu özellikler dolayısıyla
Türkiye'nin şöyle değil de böyle yönetildiğini anlayacağımızı
umarız. Aslına bakarsanız bir ülkeyi yönetenlerin her özelliği
o ülkenin ne türden yönetimle yüzyüze geldiğini açıklamaya
yetmeyecektir. Çünkü bir ülkenin yönetimi tarihî ve sosyal
birçok belirleyicinin muhassalası olarak karşımıza çıkar.
Yıllar önce Nikita Kuruşçef yürüttüğü saldırının hızıyla Josef
Stalin hakkında "aptal" sıfatını kullanmış ve bu ifade Çin
devlet adamları tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Çinlilere
göre Stalin'e aptal demek, sosyalist bir ülkenin otuz yıl bir
aptal tarafından yönetildiğini söylemekti. İnsanların
hassasiyeti yere ve zamana göre değişiyor: Sosyalist bir
ülkenin çelik yumrukla otuz yıl yönetilmesi değil de bir aptal
tarafından yönetilmesi bir zamanların hassasiyetiydi.
Günümüz dünyasında yönetim bakımından hassas olunan
husus tersine dönmüş görünüyor: Bir ülkenin bir aptal veya
bir dahi tarafından yönetilip yönetilmediğine pek aldıran yok,
insanların hassasiyeti yönetimin çelik yumruk sayesinde
yürütülüp yürütülmediğinde yoğunlaşıyor. Türkiye sözkonusu
olduğunda ise durumun belli başlı ülkelerdekinden mahiyet
farkı arzettiğini görüyoruz. Türkiye'de yaşayan insanlar
dünyadaki olaylarla, kendi ülkelerinin yönetiliş biçimiyle
yakından ilgili oldukları halde ülkeyi yöneten zevatın niteliği,
kişilik özellikleri bakımından yeterince "hassas" değildir. Bu
yüzden Türkiye'de yaşayan insanların ülke yöneticilerinin
çelik yumruğuna karşı mı yoksa onların zekâ seviyelerine
karşı mı hassasiyet içinde olduklarını keşfetmeye kalkışmak
abesle iştigal olur. Türkiye'de yaşayan insanların yönetime
karşı duyarsızlığının iki esas sebebi var: Birinci sebep tarihten
devralınan özelliktir ve yönetim tarzının tarih içinde oluşmuş
karakterinin günümüze yansımasına ilişkindir. İkinci sebep şu
andaki yönetici kadronun yöneticilik mevkiine erişmek için
hangi vasıflarını ön plana çıkardıklarına bağlıdır. Her iki
sebebi sırasıyla anlamaya çalışalım.
Modern devlet teorilerini anlamak isteyenlerin vazgeçilmez
önemde saydıkları Machiavelli’nin ünlü eseri Hükümdar'da
Türkiye ile ilgili olarak şu satırları okuyoruz:
"Bir hükümdar ve onun kulları tarafından yönetilen devletlerde
hükümdarın yetkileri çok büyüktür. Ülkenin her yerinde ondan başka
bir egemenlik sahibi görülmez. Bakan ya da memur sıfatıyla başkaları
bu egemenliği kullansa bile halkın onlara karşı özel bir bağlılığı
yoktur."
"Bu iki çeşit yönetimin günümüzdeki (yani 16. yy. başları) örnekleri
Türk padişahı ile Fransa kralında görülür. Türk hükümdarlığı tek bir
padişah tarafından yönetilir. Diğerleri kapıkullarıdır. Padişah ülkesini
sancaklara ayırmış ve oralara valiler tayin etmiştir. Padişah valileri
istediği zaman istediği biçimde değiştirebilir. Fransa kralı ise kalabalık
bir soylular sınıfı ile kuşatılmıştır. Bu soyluların kendilerine bağlı
uyrukları ve ayrıcalıklı durumları vardır. Kral onların bu ayrıcalıklarını
-kendini tehlikeye atmadan- ellerinden alamaz."
"Bu iki çeşit yönetim biçimi incelenirse, Türk hükümdarlığının ele
geçirilmesinin çok güç, fakat bir kez ele geçirilirse onu elde tutmanın
ise çok kolay olduğu görülür. Buna karşılık, Fransa krallığını ele
geçirmek kolay fakat onu elde tutmak çok güçtür."
"Türk hükümdarlığını ele geçirmekteki güçlük şuradan doğar.
Saldırmak isteyen devleti bu ülkeden çağıracak beyler olmadığı gibi
halkın ayaklanması da umut edilemez. Çünkü herkes padişahın kulu
olduğu için onları baştan çıkarmak güçtür. Baştan çıkarılsalar bile bu
fazla bir işe yaramaz. Çünkü söylediğimiz sebeplerden dolayı halk
onlarla birlikte hareket etmez. Osmanlı devletine kim saldırırsa onu
birlik içinde bulacağını hesaplaması gerekir. Bu nedenle umudunu
başkalarının iç karışıklığından çok kendi öz kuvvetlerine bağlamalıdır.
Fakat bir kez yenik düşüp ordusu bozguna uğrayacak olursa hükümdar
soyundan gelenlerin dışında kimseden korkmaya gerek kalmaz. Onlar
da yok edilirse diğerlerinin halk katında saygınlıkları olmadığı için
artık çekinilecek hiçbir kimse kalmaz. Zaferden önce onlardan bir şey
umulmaması gerektiği gibi zaferden sonra da onlardan korkulması için
sebep yoktur."
"Fransa gibi yönetilen devletlerde durum tümüyle farklıdır. Burada
krallığın bazı beylerini elde ederek ülkeye kolaylıkla girilebilir.
Memnun olmayanlar ve değişiklik isteyenler her zaman bulunur.
Bunlar söylediğim sebeplerden dolayı size kapılarını açabilir ve
zaferinizi kolaylaştırabilirler. Fakat sonra buraları elde tutmak
istediğiniz zaman, ister size önce yardım etmiş olanlar, ister zarar
verdiğiniz kişiler olsun, sayısız güçlükler çıkarırlar. Hükümdarın
soyunu ortadan kaldırmak yetmez. Geri kalan beyler hareketin başını
oluştururlar. Bunların tümünü memnun etmek ya da öldürmek
mümkün olmayınca da fırsat ele geçer geçmez savaşı kaybetmiş
olursunuz." (MACHIAVELLI, Hükümdar, çev. S. Bağdatlı, İst. 1985)

Onaltıncı yüzyıldan bugüne ne çok şey değişmiş olursa


olsun, kökleri Roma İmparatorluğu'nun Doğu ve Batı
bölünmesine uzanan, Müslümanların emir-il mü'minin
anlayışından olduğu kadar Osmanlı elitizminden ve barbarlığa
mahsus demokrasiden etkilenerek günümüzdeki muhassalaya
ulaşmış bulunan yönetim tarzımızın kalın hatları korunmuş
görünüyor. Bunlardan biri tek adam yönetimine yatkınlıktır.
Ülkemize bir zamanlar Enverland denildiği unutulmamalıdır.
Tek adama tutunmanın İttihatçı versiyonu kolaylıkla Kemalist
Türkiye'ye inkılâp etmiş ve bunu hem bilgin, hem kahraman
olduğu iddia edilen Millî Şefin tekliği takip etmiştir.
Kitaplarda 1950-60 yılları Demokrat Parti dönemi olarak
anılsa bile Türkler bu zaman dilimine "Menderes devri"
derler. Hatta bugün halkın ellibin liralık banknotlara "Turgut"
adını takmasının bir zamanların "Mecidiye"leriyle karabeti
belirgindir.
Geçmişten devraldığımız ikinci kalın yönetim hattı
Türkiye’de yaşayan insanların ülke dışındaki bir güçle
müşterek bir harekete girişmekten titizlikle kaçınıyor
oluşudur. Başka bir deyişle, Türkiye’deki herhangi bir
muhalif güç odağının dışardan destekli olduğunu göstermek o
unsurun ideolojik bakımından öldürücü darbeyi yemesine yol
açmak anlamına gelir. (Yönetimi ele geçirmiş olanın dışardan
destekli olduğunu gösterdiğimiz zaman iktidar sahipleri için
aynı tehlike doğmuyorsa bu, Türkiye'nin beynelmilel
sahadaki yerinin irtifa kaybıyla ilgili bir husus). Ülkemizin
insanları beğenseler bile dışardan bir gücün müdahalesini
belâlı bulacaklar ve buna karşılık hiç beğenmeseler bile
içerden bir gücün sultasına katlanmayı zorunlu bulacaklardır.
Bu yüzden iktidarı ele geçirenler her fırsatta dış ve iç
düşmanlardan sözetmeyi lehlerine işleyen bir söz olarak
kullanacaklardır. Gerçekte Türkiye'de bir iç düşmandan söz
etmek bir retorikten, bir lâf kalabalığından fazla birşey
değildir.
Türkiye'deki üçüncü kalın yönetim hattı, ilk ikisine paralel
olarak şu şekilde çekilmiştir. Ülkemizin merkezi gücü
karşısında muhtar yönetim odakları nasıl yoksa, muhtar
kurumlar da hayat hakkına sahip değildir. Gerek kültürel,
gerekse iktisadi faaliyet bir merkez çevresinde döner.
Merkezden yönlendirilen kültür gücünü ülke çapında
hissettirir. İktisadi güç merkezin tespit ettiği istikamet
doğrultusunda büyüyebilir. İş dünyasının gerekleri yönetime
biçim vermez, tersine yönetimin açtığı kanallar iş dünyasının
sınırlarını çizer.
Hangi kademede olursa olsun Türkiye'deki yönetici bu üç
hattın çizdiği çerçeve içinde faaliyet gösterecektir. Tek
adamın geçerliği, halkın yönetimle kendini özdeşleştirme
eğilimi ve muhtariyetten mahrumiyet. Bu üç unsur Türkiye'de
yönetimin atılımcı değil, durumu kurtarıcı karakterde
olmasına hizmet eder. Bu yüzden, "Türkiye'yi kimler
yönetiyor?" sorusu bir bakıma şöyle cevaplandırılacaktır:
Türkiye'yi rahatça koltuğunda oturabilen insanlar
yönetiyor. Ülkemizde yöneticilerin rahatlığı yeni bir merkezi
düzenleme olmadığı takdirde yerlerinin teminat altında
bulunduğunu farkediyor oluşlarındandır. Yönetilenlerin
başarısı yürütülmekte olan çalışmalara katkılarıyla değil,
merkezi yönetimle uyumlu kalıp kalmadıklarıyla
ölçüldüğünden Türkiye'de yaşayanların yönetimin attığı
adımlara karşı hassas olmalarını gerektirmez. Nasıl olsa
mekanizma şimdilik böyle işlemektedir ve sıradan insanların
yapacakları yürürlükteki işleyişten azami faydayı temin
etmeye, bu işleyişin vereceği hasardan mümkün olduğu kadar
kaçınmaya matuftur. Yönetim alanında bileğinin hakkına
güvenmek Türkiye'de geçerli bir kaide değildir.
Türkiye'de yaşayan insanların yönetime karşı
duyarsızlığının esas sebeplerinden ikincisinin şu andaki
yönetici kadronun vasıflarına bağlı olduğunu söylemiştik.
Günümüz Türkiye'sinde yönetime etkili olan insanlar gerek
mensub oldukları kuşak ve yaş grubu olarak, gerekse
geldikleri kültürel çevre olarak hangi vasıflarını ön plana
çıkardılar da etkili ve yetkili bir durumu ele geçirebildiler?
Ortada olan gerçek bu kişilerin 1960-1980 yılları arasında
Türkiye'yi dalgalandıran sağ-sol tartışmalarından doğrudan
veya dolaylı olarak etkilenmiş kişiler olduklarıdır. Ne var ki
bu etki sözkonusu kişiler üzerinde sağ sol çatışmasının bir
yüzüyle, reaksiyon yüzüyle ilgilidir. Türkiye'de yönetim
kademelerini dolduran insanlar ya geçmiş yirmi yıllık
dönemde aşırı akımların taşıyıcılarından biri olmadıklarını
ispat edebildikleri için bir yere sahiptirler ve anti-komünist
olmanın avantajından istifade etmişlerdir. Her iki halde de
yönetime karışmaları başka bir şeye karışmamış olmalarıyla
sıkı sıkıya irtibatlıdır. Bu insanlar yetişme çağlarında ya uslu
ve söz dinleyen çocuktular veya düşmanın düşmanı olmakla
temayüz etmişlerdi.
Dünya komünist partilerin çöktüğü bir dönemde Türkiye'de
yönetici kadroların anti-komünistler tarafından işgal
edilmesinin bir senkron yarattığı ve bunun da olumlu bir
sonuç doğurabileceğini söyleyenler çıkabilir. Böyle olsa idi
Türkiye'de yönetime karşı duyarsızlıktan değil, tersine
beklentilerle dolu bir hassasiyetten sözedebilecektik. Oysa
işin gerçeği şöyledir: Türkiye'de anti-komünist unsurlar
ülkenin meselelerine gerçekçi ve yapıcı çözümlere sahip
oldukları için komünizan düşünceler karşısında yer almış
değillerdi. Onların yaptıkları genel olarak sol tezlere ve özel
olarak komünist düşüncelerin çözüm önerilerine karşı
çıkmaktan ibaretti. Karşı düşüncelerinin bütün değeri bir
savunma mekanizması geliştirme gayretlerine bağlıydı.
Yürürlüğe koymak istedikleri bazı tasarıları olduğu ve
komünistler bu tasarıların gerçekleşmesine engel teşkil ettiği
için bir fikri zemine oturmuş değillerdi. Kendi önemlerini
ortaya çıkarmak üzere değil, başkalarının karşısında
bulunmakla önem sahibi olmak için yola çıkmışlardı. Bu
yüzden komünist partilerinin çöküşleri bir bakıma
Türkiye'deki anti-komünist tavrın da boşlukta ve işe yaramaz
kalmasına sebep oldu.
Konumuzu ilgilendiren yanıyla bu meselenin Türkiye'deki
yönetime etkisi büyüktür. Çünkü bugün Türkiye'de yönetim
kademeleri bir şey yapmak isteyen insanlar tarafından değil,
başkasına bir şey yaptırmamak isteyen insanlar tarafından
doldurulmuştur. Hele o yaptırılmamak istenen şey de gücünü
ve itibarını kaybettiyse durum neredeyse bir çıkmaz
görüntüsü arzetmektedir.
Bir yanda bütün ağırlığıyla merkezi yönetim, halkın bu
yönetimle özdeşleşme eğilimi ve alternatif üretemeyen bir
yapı; diğer yanda görevinin başına herhangi bir hedefi
gerçekleştirme anlayışından mahrum olarak oturmuş
yöneticiler yığını. Bir kilitlenme ve atalet abidesi. Sorumuzu
tekrar edersek: Türkiye'yi kimler yönetiyor? Cevap:
Türkiye'yi ülkesinin hedefinin ne olması konusunda bir
fikri olmayan insanlar yönetiyor.
Bazıları kalkıp, "Bu da bir şey" diyebilir. Hiç olmazsa
varlığını koruyabilecek kadar katılaşmış bir yapı var elde. Bu
yapı psikiyatri diliyle söyleyecek olursak, "Katatonik" olsa
bile, olduğu yerdedir işte. Bundan da fazla emin olunabilir mi
acaba? Unutulmamalı ki Türkiye çöküşü çok uzun sürmüş bir
imparatorluğun elde tutulabilen toprakları olma özelliğini hâlâ
korumaktadır. Giderek diyebiliriz ki yönetim kilitlenmesinin
tek ve ana sebebi burada aranmalıdır. Türkiye'yi rahat insanlar
yönetiyor, çünkü yönetim bunca zaman boyunca "ver kurtul"
formülüyle sağlanabilmiştir. Türkiye'yi ne yapacağını
bilmeyen insanlar yönetiyor, çünkü her zaman gündemde
vaziyeti kurtarmak ve felâketi geciktirmek yöneticileri meşgul
etmiştir.
Türkiye'yi yönetenler verip kurtulacak şeylerin elde
bulunduğuna inandıkça ve Türkiye'yi yeryüzünde
vazgeçilmez ve önemi inkâr edilmez bir ülke durumuna
getirmek isteyen insanlar yönetmedikçe bu çizginin devam
edeceğini kabullenmek zorundayız. Değişen dünya şartları
Türkiye’nin kilitlenmiş haliyle bile varlığını korumada büyük
zorluklarla karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Yani Türkiye'de
yaşayan insanlar her halükârda ter dökecek, sıkıntıya girecek
ve zorluklarla başetmek zorunda kalacak. Bundan kaçınmanın
yolu varlığını inkâr etmekten geçiyor. Türkiye’de yaşayan
insanlar bir millet olarak ve ortadaki organizasyon milletin
devleti olarak varlıklarını korumaya yöneleceklerse ya
mevcut kötünün devamı için zahmete katlanacaklar veya
ulaşmak istedikleri "iyi" uğruna bir atılımı göze alacaklar.
Aynı tercih Türkiye'de Müslümanca hayat tarzını kendileri
için esas sayan insanlar için de geçerli. Bu Müslümanlar ya
âlemle gelen düğün bayram deyip kilitli ve âtıl bütünün
kendilerine tanıdığı yerde konaklayacak veya iş başa düştü
deyip rahatlarını feda etmeyi göze alarak İslâmî modelin
vazgeçilmezliğinde ısrar edeceklerdir.
DIŞ ETKİ
YÖNETEMEYEN YÖNETEMEYEN

YÖNETEN

YÖN

EN
EY
ETİ

EM
LEM
YÖNETİLEN

TİL
NE
EYE


N

İÇ TEPKİ
TÜRKİYE’DE KİMLER YÖNETİLİYOR?

Bir görüşe göre yöneten yönetilen ayrımı insanlık kadar


eskidir. Topluca yaşayan insanlar arasında bazıları sivrilmiş
ve geride kalan çoğunluğu güdegelmiştir. Topluluk
hakkındaki kararların en geniş katılımla alındığı kantonal
yönetimlerde bile sözü dinlenen, sözüne değer verilen bir kaç
kişi olur. Onların dışında kalan insan çokluğuna istesek de
istemesek de yönetilenler adını yakıştırmak zorunda kalırız.
Yöneten yönetilen ayrımını mutlaklaştıran bu görüş fazlasıyla
genel, fazlasıyla soyuttur. İnsan topluluklarının gözlenebildiği
her yerde ve her dönemde belli farklılıkların, belli
üstünlüklerin yaşandığı bir gerçektir; ne var ki yönetmeden,
yönetilmeden ne anlaşıldığı yerine ve zamanına göre
değiştiğinden insan topluluklarının hep aynı ayrımı
bünyelerinde barındırdıklarını söyleyivermek bu gerçeğin
anlamını, muhtevasını ifade etmekten uzak kalır. Bir karşı
görüş ileri sürerek şunları söyleyebiliriz: İnsanlığın
başlangıcından beri yöneten yönetilen ayrımı yoktu. Bu ayrım
modern zamanların bir özelliği olarak ortaya çıktı ve insan
ilişkilerinin kimlikte karar kılma ekseninden kaydırılarak
tatminde karar kılma eksenine oturtulması suretiyle doğdu.
Böylece çağdaş toplumda yöneten yönetilen ayrımı gibi
görünen şey aslında ulaşılabilecek azami tatmini elde
edebilenlerle tatminsizlik içinde kıvrananlar ayrımına
indirgenebildi. Bu hastalıklı manzara mozayiğinin bir karesini
de elbet Türkiye dolduruyor.
Kapitalizm öncesi çağlarda insan ilişkilerinin ekseni
kimlikte karar kılmak suretiyle oluşuyordu. Yani herhangi bir
insan topluluğuna mensub olmak aynı zamanda belirli bir
hüviyeti taşımakla eş anlamlıydı. Veya tersi: İnsanların
taşıdığı hüviyet onların hangi topluluğa mensub olduğunun
göstergesiydi. Bazan aynı kandan gelmenin, bazan aynı inanç
içinde olmanın, bazan da bir mekânı paylaşmanın sağladığı
kimlik iki insanın birbirine dost mu, yoksa birbirinin düşmanı
mı sayılması gerektiğinin anlaşılmasına yardımcı oluyordu.
İnsanların kan birliğini, inanç ve kültür birliğini, toprak ve
site birliğini esas sayarak topluluklar oluşturduğu kapitalizm
öncesi çağlarda elbette toplulukların başında idareci ve
idareciler vardı, elbette kimileri de idare edilen
mevkiindeydiler. Fakat topluluğu topluluk kılan bizatihi böyle
bir idare usulünün mevcut olusu değil, o topluluğun devamını
mümkün kılan şartların sağlanması ve topluluğun hayat
imkânlarının genişletilmesiydi. Böyle olduğu için yöneten
görünümünde olan gerçekte organik bütünün fonksiyonel bir
parçasıydı. Yönetici fonksiyonunu yerine getirenler
topluluğun hayat şartlarına sıkıca bağımlı oldukları için bir
bakıma onların karşısında yer alan bir yönetilen kitlesinden
bağımsız unsur gibi sözetmek mümkün değildi. Topluluk
kendi hayat hakkına topluluğun her ferdi muvacehesinde
sahip çıkmış haliyle bir kimlik dolayımıyla sorumluluğu
yaygınlaştırmış ve bu yaygınlık yüzünden yönetilir olmak
ağırlığını kaybetmişti. Yöneten yönetilen ayrımı yerine
ortaklaşa yönelme ağırlık sahibiydi. Yani kapitalizm öncesi
toplumlarda birlikte yaşayan insanların "yönetimi" değil,
"yönelimi" hayatın gidişine belirleyici damgayı vurabiliyordu.
Yukarıdaki açıklamaların karşı çıktığımız görüşe paralel
olarak genellik ve soyutluk arzettiği öne sürülebilir. Burada
anlaşılmasını beklediğimiz husus kapitalizm öncesi çağlarda
insan ilişkilerini belirleyen bağların teke indirgenmemiş
olduğu ve her topluluğu anlamada o topluluğu var kılan
kandaşlık, kültür ve inanç birliği, aynı sitenin ve aynı toprağın
insanı olmak gibi unsurların hesaba katılması gerektiğidir.
Dolayısıyla genel ve soyut ilke kapitalizm öncesi toplumların
niteliklerini anlamak için yine yeterli olmaz. Ama bu genel ve
soyut ilkeyi gözönüne aldığımız için her toplulukta hangi
özelliklerin barındığını farketmek zorunluluğu ile yüzyüze
kalırız. Oysa kapitalizmin hakimiyetiyle birlikte insan
ilişkilerini belirleyen ilke yani azamî kâr motifi bütün
toplumların hangi yönde hareket ettiğini, dolayısıyla
yönetenlerin ve yönetilenlerin kimler olduğunu anlamamıza
yetmiştir.
Sermaye hakimiyeti, yani kapitalizm demek sadece mali
gücü yüksek olanların elinde sermaye bulundurmayanlar
üzerindeki baskısı veya zenginlerin fakirlere üstünlüğü demek
değildir. Kapitalizmin önde gelen özelliği daha çok
kazanmanın erdem sayılması ve buna bağlı olarak kârı
azamiye çıkaran işleyişin insan ilişkilerinde merkezi yeri işgal
etmesidir. Kapitalizmin sözünü geçirdiği toplumda milliyet,
din, ahlâk birer güçlü tayin edici olarak yoktur veya sadece
paranın milliyeti, paranın dini ve paranın ahlâkı asıl tayin
edici olarak geçerlidir. Toplum artık bir organizmanın
gösterdiği tepkilerle harekete geçmez, toplumu harekete
geçiren bir manivelanın mekanizmayı çalıştırma faaliyetidir.
Kapitalist toplumda her derecede yöneten ve yönetilen vardır.
Öyle ki bir kademedeki yönetici bir başkasına göre
yönetilendir; tıpkı bir makinanın birbirini harekete geçiren
parçaları gibi.
Gelenek ağırlıklı kapitalizm öncesi toplumlarda kimlik
belirleyici olduğu için başta bulunan kişi veya kişiler o
toplumun kimliğinin temsilcisi fonksiyonunu yerine getirmek
zorundadırlar. Yoksa başta bulunamazlar. Bu yüzden
geleneksel yönetici hüviyeti taşımak kapitalizmin işleyişini
imkânsız kılmasa bile engeller çıkarır. Kapitalist mekanizma
zafer kazandığı ve üstünlük sağladığı toplumlarda "baş"lar
koparır. Koparılan başlar eski yöneticilerin ve köhnemiş
yönetim tarzlarının tasfiyesi değildir. Tasfiye edilen bir
cemaatin kimlik belirtme, kişilik kazanma yollarıdır. Krallar,
padişahlar, halifeler, imparatorlar, çarlar, kayzerler ortadan
kalktığı zaman geriye onları ortadan kaldıran mekanizmanın
kaçınılmaz despotluğu kalmıştır.
Buraya kadar söylediklerimizden kapitalizm öncesi toplum
ve yönetim biçimlerinin övgüye değer olduğu ve özlenecek
şeyin eski düzende olduğu sonucunu çıkarmak hatadır.
Farkına varılması gereken şu anda karşımıza çıkan
meselelerin bazı temel işleyişlerle bağlantılı olduğu ve bir
uyanışı temin için her şeyin yerli yerince değerlendirilmesi
gereğidir. Bu yazının cevap vermeye çalıştığı soru Türkiye'de
kimlerin yönetiliyor olduğu gözönüne alındığı takdirde
dünyadaki büyük değişmenin Türkiye payına düşen kısmını
farketmek zorunda olduğumuz anlaşılır. O halde diyeceğiz ki
Türkiye'de yönetilenler dünyadaki yönetilenlerin sadece
bir parçasıdır.
Dünyada yönetilmek, işleyen sistemin veya mekanizmanın
gönüllü bir parçası haline gelmek demeye gelir. Türkiye bir
toplum olarak dünya sistemiyle hangi bağlantılar içindeyse ve
sistem için tuttuğu yer hangi kademedeyse ülkemizdeki
yönetilenlerin kimler olduğunu anlayabileceğiz. Bunun için
Türkiye'nin de diğer dünya toplumları gibi kimlikte karar
kılma ekseninden kaydığını ve tatminde karar kılma eksenine
oturtulduğunu gözönüne almamız gerek. Dolayısıyla
Türkiye'nin akıbeti dünyanın akıbetinden ayrı tutularak
kavranamayacaktır. Dünyadaki homojenleşme ve
standartlaşma piyasa ekonomisinin etkinliği nisbetindedir.
Piyasa ekonomisinin nüfuz edemediği veya etkinliğini ancak
biçim değiştirerek kurabildiği sahalardaki farklar mahfuzdur.
Şu noktayı bütün açıklığıyla zihnimizde canlandırmamız
gerek: Modern toplumlarda yönetilenler arasında yer almak
demek işleyen mekanizmaya gönüllü, faal ve mekanizmanın
sıhhatine yarayacak şekilde hizmette bulunmak demektir. Bu
demektir ki sadece mekanizmanın içinde yer tutmak
yönetilmek anlamına gelmez. Kapitalizm öncesi toplumlarda
tersi vaki idi. O dönemde idari mekanizmada yer almamak
yönetilmek için yeterdi. Çünkü yönetimi sağlayan toplumun
ortaklaşa değerlerinin doğurduğu zeminde aynı kimliği
paylaşan insanların yönü belirli eylemleri idi. Osmanlılar’ın
sunuf-ı devlet dışında kalanlara reaya (sürüler) demesi
manidardır. Osmanlı devleti yapısı içinde organizasyonu
mümkün kılan ilkeler sabit kılınmış, bu ilkelerden haberli ve
bu ilkelerin uygulanmasıyla yükümlü insanlar zümresi
belirlenmiş, seçilmişti. Geriye kalanları gütmekten başka
yapılacak iş yoktu. Modern Türkiye'de ise devlete vatandaşlık
bağıyla bağımlı olmak ne yöneten ne de yönetilen olmak için
herhangi bir belirleyicilik getirmiyor. Her ne kadar
mekanizma işleyiş halinde iken geçmişin değerlerinden ödünç
alınan yapı taşları kullanılıyorsa da formel anlamda yönetileni
yönetenden ayıracak ölçüler konmamış. Türkiye'nin artık bir
enderunu, bir birunu yok.
Mekanizmada yer almak için gönüllü olmak gerekiyor.
Ehliyet mekanizma içinde yer kapmada, yeri mahfuz tutmada
yeterli bir özellik değil. Yani mekanizma bir hizmeti yerine
getirebilme gücünden çok o hizmeti üstlenme hevesine değer
veriyor. Sözkonusu olan bir mekanik işleyiş olduğundan
ehliyet ancak bir ikame malı değerindedir. Dünya sistemi
ehliyet sahibini kısa bir süre içinde ve bir tıkanıklığı gidermek
üzere kullanabilir. Ehliyet sahiplerinin sürekli iş başında
olmaları mekanizmayı hantallaştırır ve intibak güçlükleriyle
beraber periodik tıkanıklıklar, komplikasyonlar doğurur.
Tahlillerimizin geçerliliği oranında diyebiliriz ki, sistemin
işleyişinde olağanüstü sapmalar olmadığı sürece Süleyman
Demirel'in yeniden başbakan olma şansı sıfırdır, buna
mukabil Bedrettin Dalan'ın hizmet kapma şansı yüksektir.
Çünkü dünya sistemi bütün toplumlarda mümkün olduğu
kadar hızlı "yönetilen yönetici" değişikliği ihtiyacındadır.
Eski gönüllüler yerine, yeni tecrübesiz gönüllüler ister.*
Mekanizmada yer alabilmek için sürekli faaliyet içinde
olmak gerekiyor. Bu faaliyet sadece her talimata boyun
eğmekle gösterilemez. Yönetilen kendinden beklenilenden
fazlasını gerçekleştirmedikçe mekanizmadaki yerini zayıflatır.
Birinci ve vazgeçilmez formül pazarlamadır: Elektronik
cihazlar pazarlayacaksınız, fabrika pazarlıyacaksınız, insan
pazarlayacaksınız. Yönetilenler kendi aralarındaki rekabeti ne
kadar çok birim pazarladıkları yoluyla yürütür. Bu rekabetin
sınırı ve dokunulmazlık alanı yoktur: Yönetilenler yönetilen
kalabilmek için kendilerini destekleyenleri ve kendi
ellerinden tutanları pazarlar.
Yönetilmek tatminsizlik içinde kıvranmak demektir.
Kapitalizm kârı azamiye çıkarma güdüsünü finans
imkânlarıyla, mali güçle ve malların çokluğuyla sınırlamış
değildir. Dolayısıyla paraya ve mallara kavuşmak
tatminsizlikten kurtulmaya yaramaz. Yönetilenler sistemin
hizmetinde bulunma uğruna statüler edinme peşindedirler.
Hizmet sadece sistemin sıhhatine katkıda bulunmakla
durmaz, aynı zamanda sistemin sıhhatine zarar vereceği
düşünülen nesne ve düşüncelere karşı savaşmak gereğinin
baskısını üzerlerinde duyarlar. Öncelikle kapitalizm öncesinin
yaşama biçimlerini ve kavrayış tarzlarını hayattan silmek için
büyük gayret sarfederler. Arkasından yeni gelişme ve
değişmeler dolayısıyla uç vermiş muhalif ve sistem aleyhtarı
gelişmeleri de ezmek, kırmak eğilimindedirler.
Yönetilmektedirler ve yönetilmemekten korkarlar.
Gördüğünüz gibi modern toplumda ve henüz
modernleşmekte bulunan toplumlarda yönetilenler denilince
hayatı denetim altında tutulan büyük ve sessiz (veya sesi
kısılmış) kalabalığı kastetmiyoruz. Bilakis modern toplumun
yönetilenleri ortada yalnızca kendileri bulunduğu izlenimi
verecek kadar gürültücüdür ve fakat çoğunluk
oluşturmayacak sayıdadır. 12 Eylül 1980 sonrasında
modernleşmesi büyük bir hız kazanmış Türkiye'de
yönetilenlerin kimler olduğunun müşahhas örnekleri verilmek
istenirse diyebiliriz ki bunlar her azamî kazanç kapısına
koşuşturanlardan oluşur. Bankerlere para kaptıranlar
bunlardır, borsada oynayanlar bunlardır, asma köprüleri satın
alanlar bunlardır. Yine bunlar bir siyasi partiden diğerine
balıklama dalarlar, yine bunlar bir sefaretten diğerine koşarlar,
yine bunlar bir patrondan ötekine, bir modadan başka modaya
geçmede selâmet ararlar. Bu insanların yönetilmek
vazgeçilmez hassalarıdır, ama yukarıda sözünü ettiğimiz
büyük ve sesi çıkmaz kalabalığın da yönetilen yönleri vardır.
Onlar milli piyango bileti almak, kazıyarak kazanmak gibi
küçük yönetilmelerle avunacak düzeydedirler. Onlar
eurovizyon şarkı yarışmasında kendilerini temsil ettiğini
saydıkları şarkıcının derecesini merak ederler, sonuç
konusunda fikir beyan ederler. Onlar Avrupa ligine çıkan
kendi takımlarının heyecanını yaşarlar. Onlar padişahlarının
reisicumhurla ikame olduğuna, şeyhülislâmlarının, Diyanet
İşleri Reisi yoluyla devam ettiğine inanırlar.
Türkiye'de (veya dünyanın herhangi bir yerinde)
yönetilenler kapandaki peyniri ısırmış olanlardır. Dünya
sistemi denilen mekanizma yönetilenlerin ubudiyetiyle ayakta
durur. Türkiye eğer bu sistemden belli bir oranda etkilenmişse
bu etki doğrudan doğruya dünya sistemine bağımlı unsurların
hizmette kusur etmemek üzere faaliyete geçmeleri sonucunda
doğmuştur. Aynı süreç günümüzde artan hızla yürürlülüğünü
koruyor. Hepimiz kendimizce mazeretler uydurarak
mekanizmanın bir köşesinde yönetilme alanı açmaya
uğraşıyoruz. Yaptığımız alış verişten, çocuklarımıza
verdiğimiz (veya veremediğimiz) eğitime kadar, seçtiğimiz iş
kolundan yaşama mekânımızı seçmeye ve düzenlemeye kadar
birçok hususta mekanizmayla bağlantı kuruyoruz.
Kurduğumuz bu bağlantıda ne kadar gönüllü olur isek o kadar
yönetilen durumuna düşüyoruz. Mekanizmanın işleyişine
katkımızda faaliyetimizin artmasıyla yönetilme derecemiz de
yükseliyor. (Dikkat: Yönetilme derecemizin yükselmesi bizim
yükselişimiz değil. Hele erdemce yükselişimiz hiç değil.)
Yönetilmek boyun eğmek zorunda kalmak değildir, bilakis
boyunduruğu kendi eliyle kendi boynuna geçirmektir.
Dolayısıyla yönetilmede bir gevşeklikten ziyade bir pişkinlik;
geri kalma çaresizliğinden çok ileri geçme kurnazlığı var.
Yaşama şartlarının değişmesi karşısında edilgin kalanlar,
benimsemediği bozulma karşısında çaresiz kaldığını
kabullenenler ilk elde yönetilenler arasında yer almıyorlar.
Onlara daha çok denetim altında tutulanlar demek doğru olur.
Bu denetim altında tutulanlar acaba yönetilemeyen bir unsur
karakteri kazanabilirler mi? Eğer böyle bir ihtimal olmasaydı
onları denetim altına almak için bu kadar çok gayret
sarfedilmezdi. O halde Türkiye'de yönetilenlerin karşısına
yönetilemeyenler olarak çıkmak mümkün. Belki de bu imkân
dünyanın yegâne ümididir. Ama denetim altında tutulanlardan
başka bir unsur da yönetilemeyenler arasında bulunuyor.
Bunları farketmek, her iki yönetilemeyen unsur arasındaki
bağların nasıl kurulabileceğini bilmekle Türkiye'de sağlıklı
bir açılımın başlangıcı olacaktır.
TÜRKİYE'Yİ KİMLER YÖNETEMİYOR?

Ortada yönetilecek bir ülke varsa ve birileri bu ülkeyi


yönetemiyorsa üç ihtimalden söz edebiliriz: Bazıları vardır ki
bunlar ülkeyi yönetmekten acizdir. Veya bazı kimseler
eskiden yönettikleri ülkeyi artık yönetemiyor durumdadırlar.
Yahut kimileri çıkmıştır ki ülkedeki yönetim yerlerine
gelmeye taliptirler ve fakat henüz ülkeyi yönetemiyorlardır.
Birinci ihtimale göre bir ülkenin yönetim makamlarını işgal
eden kimseler görevlerini yerine getirmede altından
kalkamayacakları zorluklarla yüzyüze gelmekte, bütün ipleri
ellerinde tutamamakta, kararlarını uygulamaya güç
yetirememektedirler. Yani ülkede bir yöneticiler zümresi iş
başındadır, ne var ki bu insanlar iktidarlarını kullanamamakta,
bir türlü muktedir olamamaktadırlar. Yönetim mevkilerinde
bulundukları halde yönetmeyi beceremeyenlerin
yönetemeyişleri iki sebebe bağlı olabilir: Sebeplerden ilki
yönetime konu olan yapıya ilişkindir. Ülkede müesses nizam
sarsılmışsa, yönetmek için kullanılması gerekli araçlar
çürümüş ve ülkeyi bir bütün olarak tutan bağlar çözülmüşse
yöneticiler yetkilerini kullanmayı başaramazlar. Her şey
dökülmekte ve yönetici zümresi toparlama işinde yetersiz
kalmaktadır. Yönetemeyişin ikinci sebebi ortaya çıkan yeni
güçler de olabilir. Düzen sarsılmamış, yönetim mekanizması
sağlamlığını korumakta ve ülke birliğini temin eden esaslar
yürürlüktedir. Ancak, kuralları kendi lehine işletmesini bilen
ve yöneticileri zor durumda bırakan güçler etkilerini
artırdıkları için sonuç yöneticilerin aczine varmaktadır.
Aşağıda açıklamaya çalışacağımız gibi Türkiye bu birinci
ihtimalin şartları içinde yaşamakta bulunan bir ülke değil.
İkinci ihtimal yerlerinden edilen yöneticilerle ilgilidir.
Toprak sahibi olmanın güç kaynağı olmaktan çıktığı her
ülkede, o ülkenin aristokratları artık yönetemiyor duruma
düşmüşlerdir. Roma İmparatoru Konstantinus, Hıristiyan
olunca imparatorluğun putperest yöneticilerinin düştükleri
durum da aynıdır. Tarihin her döneminde gerek sülalelerin
birbiri elinden iktidarı almaları, gerekse inançları farklı olan
yöneticilerin mevkilerini kaybedip kazanmaları siyaset
teorilerinin doğmasına yol açmıştır. Niçin bazı yöneticiler
artık yönetememektedirler? Yani siyasî değişmenin
dinamikleri nelerdir veya neler olsa gerektir? İbn Haldun ve
Machiavelli gibi bazı düşünürler gidenlerin niye gittikleri,
gelenlerin nasıl geldikleri konusunda tespitler yapmaya
yönelmişler ve siyasî değişmenin yasalarını bulmaya
çabalamışlardır. Platon ve Marx gibi bazı düşünürler de
gidenlerin niçin gitmeleri gerektiği, gelenlerin de hangi
şartları yerine getirirlerse gelmeye hak kazanabilecekleri
konusundaki yaklaşımlarıyla dikkatleri çekmişlerdir. Kim ne
derse desin artık yönetemeyen eski yöneticilerin siyaset
sahnesinden solup eriyerek silinmedikleri gerçeğinin herkesi
meşgul ettiği kesindir. Türkiye de bu gerçeği bütün
ciddiyetiyle hesaba katarak yaşamak zorunda olan bir ülke.
Üçüncü ihtimal bir öncekiyle sıkı bağlantı içinde. Çünkü
bir ülkenin yönetilemeyişine ortaya çıkan iktidar taliplileri
sebep oluyorsa, onların mesele olarak getirdikleri tek konu
yönetimin değişmesi olacaktır. Bu da ülkenin yürürlükteki
yönetiminin en kısa zamanda "eski" kılınması mücadelesini
başlatır. Türkiye gibi en yetkili yöneticilerin en köklü siyasî
değişmeleri gerçekleştirdikleri bir ülkede bu mesele
Tanzimat'tan bu yana ilginçliğini korumuştur. Belki ülke
olarak çıkış yolunu bulmamız böyle bir ilginçlikten
kurtulmakla mümkün olacak.
Şimdi yukarıda zikrettiğimiz üç ihtimalin her birinin
Türkiye bakımından ne ölçüde geçerli olduğunu veya böyle
ihtimallerin ülkemiz bakımından bir anlam ifade edip
etmediğini ele alalım. Ama hemen şunu belirtelim ki, sizin de
kolaylıkla farkedeceğiniz gibi üç ayrı ihtimalmiş gibi
anladığımız siyasî durumlar gerçekte birbiri içinde
varolabilen durumlardır. Ne iktidar mevkiini işgal eden
yöneticilerin aczini veya kudretini kendinden önce aynı
yerleri tutmuş olanların tavırlarından bağımsız
değerlendirebiliriz; ne de (eğer varsa) yöneticilere meydan
okuyan güçlerin hali hazırdaki yöneticilerin aczinden
etkilenmediklerini söyleyebiliriz. Toplum hayatı siyaseti,
iktisadiyatı, sosyal gelişmeleri ve tarih anlayışıyla karmaşık
bir bütündür. Bizim yapmaya çalıştığımız bu bütün içinde
bazı izleri sürebilme çabasından ibarettir. Yaptığımız
ayrımları mutlaklaştırmadan bazı şeyleri anlamak zorundayız.
Anlamamız gereken şeylerin başında, öyle sanıyorum ki,
Türkiye'nin yönetilemez bir ülke oluşu değil, tam tersine
yönetilmesi son derecede kolay bir ülke oluşu geliyor.
Türkiye’de bazı zorluklar bir türlü aşılamıyor, özlemi çekilen
ideal veya idealler canlanıp yaygınlaşamıyorsa bunu ülkenin
en elverişsiz şartlarda dahi yönetilebilir özelliğini
korumasıyla açıklayabiliriz. Türkiye'de yönetmeyi
becerememek diye bir dert yoktur ve asıl dert buradan
doğmaktadır.
Dolayısıyla, Türkiye'yi kimler yönetiyor, gibi bir soruya,
"Türkiye'yi âciz idareciler yönetemiyor" gibi bir cümleyle
cevap veremeyiz. Türkiye'de yöneticiler ne kadar bilgisiz,
yeteneksiz, dirayetsiz olurlarsa olsunlar ülkenin yönetimi
mümkün olacaktır. En azından bugüne kadar böyle
olabilmiştir. Çünkü Türkiye'de müesses nizam hiç bir zaman
temelden sarsılmamıştır. Osmanlı yönetimi önce geleneksel
kuramlarını terketmiş, sonra yerini Cumhuriyete bırakmıştır.
Bütün bu süreç içinde yönetenle yönetileni bir arada tutan aslî
bağ gücünü muhafaza etmiştir. Diyebiliriz ki görünüşte biri
diğerinden bariz farklarla ayrılmış kültürel değişmeler
görünmeyen aslî bağın değişmezliği sayesinde
gerçekleşebilmiştir. Günümüze kadar sarsılmamış bulunan
müesses nizamın temelinde ne var? Değişmeyen görünmez
aslî bağ nedir?
Müesses nizamın temelinde devletin fonksiyonuyla halkın
oynadığı rol arasındaki ilişki yatıyor. Devlet yaşama
imkânlarının çerçevesini, sınırlarını çizmekte, halk da bu
sınırlar içindeki imkânları kullanmaktadır. Eğer devlet bir
"baş" ise, sadece istikamet tayin edici ve zapt-ü rapt altına
alıcı bir baştır. Halk her ne kadar bu başın altında bir gövde
gibi duruyorsa da gerçekte çizilen sınırlar içinde kendi başının
çaresine bakmakla meşguldür. Halk ne kadar gövde olursa
olsun kendini onarma gücünü göstermek zorunluluğu ile
yükümlü bir gövdedir. Devletin uyrukları hiçbir zaman
devletin çizdiği sınırları tecavüze yeltenmez, sadece bu
sınırların sağladığı geçim yollarından istifade etmeye çabalar.
Bu yüzden devletin halkı belli sınırlar içinde zorla muhafaza
etmek gibi bir meselesi yoktur. Yani halkı yönetememek
tehlikesi devletin başını ağrıtmaz.
Devletle halkın böylesine zoraki nikâh altında oluşu
devletin niteliğinden gelmektedir. Türkiye'de devlet ne bir
toplumsal sözleşmeyle, ne de birbirleriyle iktidar yarışında
olan nüfuzlu zümrelerin uzlaşması sonucunda doğmuştur.
Türk devleti bir emr-i vakidir. Gaza beyliklerinin sebebi
vücudu fetih olan bir devlete dönüşmesiyle Osmanlı sülâlesi
yanına güçlü bir ortak kabul etmekten, nüfuzlu ailelerle
akrabalık kurmaktan dikkatle kaçınmıştır. Yani günümüzün
meselesiymiş gibi algılanan "alternatifsizlik" gerçekte
Türkiye'nin geleneksel yapısında aslî bir unsur özelliği
kazanmış bir motif olmaktan öte bir şey değil.
Bu söylediklerimizin doğru ve yerinde hükümler ihtiva
ettiğini kabul eder isek, zihnimize ister istemez şu soru
takılacak: Eğer Türkiye'de mücessem, sınırları çekme,
çerçeveyi çizme gücünü gösteren bir devlet varsa; halkı teşkil
eden insanlar ancak bu sınırlardan istifade etme gücünü
gösterebiliyorlar, sahip oldukları kaynaklar bir alternatif
çıkarmaya yeterli olamıyorsa; devleti şöyle veya böyle karar
almaya icbar edebilecek hiçbir dahilî güç odağı mevcut
değilse Tanzimat sonrasının çetin siyasî çekişmelerini nasıl
izah edebiliriz? Bilhassa 1950'den sonraki siyasî
dalgalanmaların aslı esası yok mu? Bu soru bizi yukarıda
andığımız ikinci ihtimalin, yani yerinden edilmiş eski yönetici
meselesinin alanı içine sokar.
Demiştik ki Türkiye'de bazı zorlukların aşılamayışı
yönetenlerin önünde yapmak istediklerini önleyen engellerin
bulunuşu sebebiyle değildir. Bilâkis, Türkiye zorluklarını
aşamıyor ve herhangi bir ideali canlandırıp
yaygınlaştıramıyor, çünkü yönetimin önünde topluma
dinamizm aşılayacak bir engel yok. Bu engel 164 yıl önce
1826'da yeniçeriliğin kaldırılmasıyla yok edildi. Eğer
Türkiye'nin modernleşmesi eski ile yeninin ortaklaşa toplum
çıkarı adına bir zeminde yer almaları suretiyle
gerçekleştirilebilmiş olsa idi ve eski ve yeni güçler birer taraf
olarak yarışmayı göze alabilmiş olsalardı, vaki olacak bu
değişme Türkiye için tam bir yenilik sayılabilirdi. Ama öyle
olmadı. Yenileşme eski usûlle; yönetimi elde bulunduranın
karşı çıkan güç odağını hepten ortadan kaldırmasıyla
yapılabildi. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı'dan bu eski usulü
devraldı: Merkezî gücü elinde tutanın iktidarına pürüz
çıkaracak unsurları tasfiye etmesi. Bu noktada bir başka soru
zihnimizi kurcalayabilir: Nasıl oluyor da merkezî güç her
tasfiye ameliyesinden başarıyla çıkıyor? Neden tasfiye
edilenlerin kalıntıları yeni direniş odakları oluşturamıyorlar
ve neden her seferinde tasfiyeye konu olan unsur merkezî
gücün hazır lokması haline geliveriyor? Bu soru da biraz önce
sorduğumuz soru gibi bizi yerinden edilmiş eski yönetici
meselesi alanı içine çekiyor. Bu yüzden de her iki soruyu bir
arada ele almak gerekiyor. Hatta, bu yazının başlığını
oluşturan soruya uzanmak suretiyle meseleye vakıf olmamız
sözkonusu.
Sorularımızı yeniden formüle ederek anlama çabamızı
sürdürelim: Madem içeride muhalefet yok, o halde siyasî
zıtlaşmayı doğuran nedir? Zıtlaşan unsur muhalefet haline
gelme başarısına neden eremiyor ve her seferinde yutuluyor?
Türkiye'de hiç bir zaman muhalefet bulunmayışı yönetime
karışma noktasına ulaşanların tümünün aynı tabiatta, aynı
mahiyette unsurlar oluşundandır. Siyasî zıtlaşmayı bugüne
kadar merkezî yönetimin ruhsat tanıdığı düşünceleri
taşıyanlar yürütmüşlerdir. Zıtlaşabilmek için bile aynı
mayadan olmak, aynı güvenilir kaynaktan çıkmak (veya
icazetli olmak), maddeten ve manen merkezî iktidarın
tabiatında olmak ön şarttır. Merkezî iktidar zıtlık çıkaran
unsuru yerken aslında bir parçasını yemektedir. O parçanın da
yenilmemek için özel bir çaba sarfetmesi sözkonusu olamaz.
Özetle, kapıkulu olmadan yönetime uzanamazsınız, kapıkulu
olunca da muhalefet şansınızı kaybetmişsinizdir.
Meseleyi daha iyi kavrayabilmek için yakın tarihin bize
öğrettiklerinden yararlanabiliriz. 1950'deki iktidar değişikliği
tek parti yönetimine son verdi. Ama bu basit bir el değiştirme
hadisesi değil. İlk defa Türkiye'de asker kökenli olmayan bir
cumhurbaşkanı ve ilk defa Türkiye'de milletin gücüne
dayanarak siyasî kararlar alma gözüpekliği gösteren bir
başbakan vardı. Ama onlara iktidarı devredenler açısından
durum çok farklı anlaşılıyordu. Bir kere hatırdan çıkarmamak
gerekiyor ki, Cumhuriyetin siyasî kararları alan elit zümresi
ve hatta o kararlarla uzlaşmazlık gösteren şahıslar Osmanlı
paşalarıydı. Dolayısıyla gelenek yanlısı; yani her zıtlaşan
unsurun tasfiyesini öngören unsur 1950'den sonra
"yönetemeyen" unsur oluvermişti. 27 Mayıs 1960 ihtilâli
tasfiyeci gücün kendini yenilemesine imkân verdi. Yenilenmiş
haliyle bürokrasi 12 Mart 1971'de bir atak daha yaptı. Yarım
kalmış 12 Mart müdahalesi 12 Eylül 1980'de tam bir tasfiyeye
dönüştü. Nasıl Osmanlı devleti yapısının ayakta durmasını
sağlayan kurumlar eski usûlle ortadan kaldırıldıysa, aynı
usûlle cumhuriyeti besleyen kurumlar kaldırıldı.
Bugün Türkiye'yi yönetemeyenler hem cumhuriyet
bürokrasisinin ürünü olan ve 1950'de işbaşından çekilmek
zorunda kalıp da 1960'da kendini yenileme gayreti gösteren
unsurlardan, hem de cumhuriyet bürokrasisine eklemlenmek
çabaları boşa çıktığı için 1980'de siyaset sahnesinden
çekilmek zorunda kalan unsurlardan oluşuyor. Bir bakıma
hepimiz aynı güldüren facia içinde yer alır gibiyiz. Hangi
yolla olursa olsun Türkiye'nin yönetim kademelerini işgal
edenler büyük bir yönetme kolaylığı içindeler. Hangi
yöntemle olursa olsun siyasî mevkiini elden kaçırmış olanlar
yönetememe sıkıntısını yaşar durumdalar. Türkiye'de
yönetenler, yönetilenler ve yönetemeyenler aynı çemberin
içinde dönmekten fazlasına güç yetiremiyor.
Yönetenlerin yapacağı bir iş yok. Zaten böyle bir niyetle
bulundukları yerde değiller. Esasen karşılarında büyük
zorlukların bulunmayışı fazla bir şey yapmalarına imkân
vermiyor. Yönetenlerin gerek dünya düzeninin kendilerini
icbar ettiği, hiç bir şekilde kaçınamayacakları talimatlara
uygun hareketleri yapmaktan fazlasıyla uğraşmayı
düşünemeyecek kadar dar görüşlü oldukları veya tabiatları
gereği teslimiyetçi bir tavırda karar kıldıkları söylenebilir.
Aynı edilgin tutumu ahlâkî zaaflar ve zihni fukaralıkla
yönetilenlerde de görebiliriz. Yönetemeyenleri ise tümüyle
hesap dışı tutmak gerektiği söylenebilir. Ne var ki günümüzde
bu mümkün olamıyor. Çünkü yaygın bir bilinç kirlenmesi
Türkiye'yi yönetemeyenlerin sanki yeniden yönetim
mevkiilerini işgal edeceklermiş havası vermelerine yol açıyor.
Ülkemiz için en büyük zorluk burada. Yani çözümün şikâyete
sebep olan unsurlarda aranması. Bu topraklarda yaşayan
büyük çoğunluğun, bu topraklara kimlik kazandırma gücünü
göstermiş unsurların ülke adına umut kapısı açtığının tam
farkedilmemesi. Belki de hiç denenmemiş bir yolun nereye
açılacağını bilmemekten doğan bir korku bu.
Eğer Türkiye'de yöneten yönetilen ilişkisi içinde yönetimi
ellerinde bulunduranlardan, yönetimi elden kaçırmış
olanlardan ve her ikisine uyum göstermekten fazlası elinden
gelmeyenlerden başka bir unsur varsa ve bu unsur kendi
karakterine sadık kalarak ülkemizde uygulana gelen eski
tasfiyeci usulün dışında bir usulü benimseme yeterliliğini
göstermişse (gösterebilecekse) bu topraklarda önemli ve
verimli bazı çabaların sonuç hasıl edeceğini bekleyebiliriz.
Yani Türkiye'de her şeye baştan başlayacağım ve yepyeni bir
düzen kuracağım diye ortaya çıkan herkes çok eski bir usulü
uygulamaya sokmaya çalıştığını farketmelidir. Türkiye'de
yeni bir şey ancak bugüne kadar olan bitenle neler istihsal
edilebileceğinin yolunu göstermekle yapılabilir. Tasfiyecilik
eskilerin usulüydü. Yenilerin işi tahkimat.
TÜRKİYE'DE KİMLER YÖNETİLEMİYOR?

Bundan önceki üç yazıda sorduğumuz sorular ve bu sorulara


bulabildiğimiz cevaplar aracılığıyla ülkemizdeki yöneten-
yönetilen ilişkisinin gerçekçi bir tablosunu elde etmeye
çabaladık. Farkedilebilir özellikleriyle bu tablonun pek de iç
ferahlatıcı bir manzara arzetmediğini okuyucularımız kabul
edeceklerdir. Gerçi bir avuntu içinde ferahlayarak ne
kendimizi, ne de bir başkasını aldanışa sürüklemek gibi bir
gaye gütmediğimiz bellidir. Bununla birlikte amacımızın
toprağı ve insanıyla bütün ülkenin bir çıkış yolu bulmasıyla
yakından ilgili oluşu, bizi sadece bazı tespitler yapıp
bırakmaktan alıkoyduğu gibi, çıkış yolunun nerelerde
bulunabileceğini keşfe de zorluyor. Bu yazıda bir yandan
sözkonusu tabloyu tamamlamaya çalışırken, diğer yandan
aradığımız çıkışın hangi yörelerde bulunabileceğine dair bazı
yoklamalar yapma dileğindeyiz.
Önce Türkiye'deki yönetim sehpasının ana unsurlarını
hatırlayalım: Birinci sırada andığımız yönetenlerdir, ama
onların birinci sırada anılmaları önem bakımından da ilk
sırayı işgal ettikleri anlamına gelmez. Çünkü Türkiye’de
toplumun enlemesine katmanlara ayrılması yapının esas
karakteri sayılamaz. Türkiye’de yönetenler, sacayağının geri
kalan iki unsuruyla birlikte, yani yönetilenler ve
yönetemeyenlerle birlikte bir yumak oluştururlar. Bunlar
Osmanlı'nın sunuf-ı devlet zümresinin modernleşen
Türkiye'deki savrularak biçimini kaybetmiş (deforme olmuş)
çağdaş karşılığından başka bir şey değildirler. İkinci sırada
andığımız yönetilenlerin de büyük halk tabakasından
müteşekkil olmadığını biliyoruz. Bunlar yönetilmeye amade
olabilmek için büyük kitleden ayrılmayı kendi hesaplarına
uygun ve kârlı saymış olanlardır. Bu bakımdan Türkiye'de
yönetenlerle yönetilenler arasında hızlı bir seyyaliyet vardır.
Yönetim sehpasının üçüncü ayağını yönetemeyenler
oluşturur. Bunlar güncel yönetim imkânlarının en etkin
araçlarını ellerinden kaçırmış oldukları için yöneten ve
yönetilenlerle sıkı irtibat halindedirler. Yönetemeyenler bir
yandan yönetilenlerin yararlandığı imkânlara taliptir. Bu
yüzden toplumda yeni fırsatlara alıcı gözüyle bakarlar;
yönetemeyenler bir yandan da fiili yöneticilerin imkânlarının
neler olduğu tecrübesi geçirmişlerdir. Bu tecrübe onların
yönetenlerin her attığı adıma dikkat etme kolaylığı verir.
Böylece yönetemeyenler hem yönetenlerle hem de
yönetilenlerle sıkı irtibatlarını koruma gereği duyarlar. Bu
sonuncuların imtiyazı ülke içinde muvâzaa muhalefeti yapma
beraatını ellerinde bulunduruşlarıdır.
Yöneten-yönetilen ilişkisinin tabiatına mahsus vasıfları
hatırlayalım: Yönetenlerin başta gelen özelliği bulundukları
yeri belli bir hedefe ulaşmak yükümlülüğünü omuzlayarak
veya belli bir badireyi atlatmak üzere veyahut bilinen bir
güçlüğü altetmek sorumluluğu altına girerek elde etmiş
olmayışlarıdır. Bu yüzden yöneticilerin başarısızlığı gibi bir
kavram ülkemizde pek anlamlı değildir. Çünkü ülkeyi
yönetenlerin ülke içinden bazı güçlere, bazı denetleyici
ağırlıktaki toplumsal unsurlara verilmiş sözü yoktur. Hiç
kimse yönetenleri bazı şeyleri gerçekleştirmeye icbar
edemeyeceği gibi, hiç kimse onları bazı şeyleri
gerçekleştirmediği için muâheze edemez. Yönetenlerin ülke
içinden hesaba çekilemeyişlerinin yaşanan kültür
değişmelerinin birer zorlamadan ibaret kalışıyla yakından
bağlantısı vardır. Daha doğrusu Türkiye'de yönetim XVII.
yüzyıldan günümüze kadar ileriye dönük (prospective) bir
karakter sahibi olmamış ve fakat geriye dönük (retrospective)
karakterini aralıksız muhafaza etmiştir.
Dünya şartlarının zorlamalarıyla değişme veya kendine
çeki düzen verme mecburiyetiyle yüzyüze gelen Osmanlıların
ufkunda sadece eski güçlerini yeniden kazanmak vardı.
Dolayısıyla onlar için toparlanmak klâsik çağ Osmanlı
düzenini yeniden ihdas edebilmek demekti. Böylece değer
kazanan geriye dönüklük Batılılaşma çabalarına da damgasını
vurdu. Bu sefer kendi geçmişlerine değil Avrupa'nın
geçmişine yüzlerini çevirdiler. Fakat asla Avrupa'nın
kaynaklarını merak edecek kadar temelden bir yaklaşımı
benimsemediler. Cumhuriyet rejimi Osmanlı batılılaşmasının
bu sathî çözüm bulma yöntemine harfiyyen sadakat gösterdi.
Avrupa’da tayan arasında kaldırılan Türkiye'de oturma
odasına getirildi. Günümüz Türkiyesi’nde de yönetenlerin ve
yönetilenlerin ufku hâlâ Batı âleminin kendilerine
bağışlayacağını umdukları yaşama imkânlarıyla sınırlıdır.
Farklı bir zeminde yaşama direncinin mümkün olup
olmadığını soracak geniş görüşlülüğe talip olmadıkları gibi,
günümüz Batı âleminin çıkmazlarını farketmeye de niyetleri
yok.
Demiştik ki Türkiye'de yöneten-yönetilen-yönetemeyen
yumağı karşılıklı etkileşim içindedirler. Yönetenler geriye
dönük ve hesaba çekilmekten âri faaliyetlerini devam
ettirebilmek için yönetilenlere kazanç yolları açar. Bu
faaliyeti müessir kılanlar da yönetemeyenlerdir. Çünkü onlar
hem yönetilemeyenleri saha dışı tutma görevini yüklenirler,
hem de yönetenlerle yönetilenlerin zaman zaman yer
değiştirmelerini sağlayan şartların bekçiliğini yaparlar.
Türkiye'nin yönetim ilişkileri tablosunda bulunan, ama
tuttuğu yer bakımından dikkati çeken bir konum arzetmeyen
unsur "yönetilemeyenler"dir. Türkiye'de yönetilemeyenlere
bağımsız bir varlık atfetmek bile şimdilik pek zordur.
Ülkemizin kültürel değişimi içinde yönetilemeyenlerin
geçmişi en fazla kırk yıl öncesine uzanır, toplumsal niteliği
bakımından henüz "kendinde katman" durumundadır ve bu
toplum tabakasının bir "kendisi için katman" haline
geçmesiyle Türkiye çıkış yolunu bulabilecektir. Hemen
belirtmek gerekir ki Türkiye'de toplum yapısı hem feodal
dönem geçirmiş Avrupa'nın, hem de kolonyalizme konu
olmuş çevre ülkelerin toplum yapısından çok farklıdır.
Türkiye'de bir toplum katmanından sözederken yatay bir
oluşumdan değil, dikey bir belirlenimden sözediyoruz.
Batı Avrupa'nın kapitalizme varan toplum değişmesi süreci
boyunca alt-üst ilişkileri önemli bir rol oynamış ve haklar
imtiyazlar, sermaye gücü ve bilgi birikimi gibi hususlarda
üstte olanların altta kalanları hem biçimlendirmeleri ve hem
de sevketmeleri mümkün olabilmiştir. Türkiye'de ise merkezî
yönetim her kültürel değişme aşamasında yanına müttefik
olarak imtiyazdan mahrum, malî gücü zayıf kalmış veya hiç
olmayan, bilgilenme düzeyi düşük unsurları alarak bunların
sayısal etkinliğiyle nisbî olarak "muktedir" unsurlara galebe
çalmıştır. Bu gelişmelerin üst üste gelmesiyle Türkiye'de
dikine bölünme toplum yapısında esaslı bir yapı karakteri
haline gelebilmiştir. Bu yüzden Türkiye'de yönetilemeyenler
bir toplum katmanı olarak Batı Avrupa'da teşhis edebildiğimiz
sınırların özelliklerini taşımaz.
Tablomuza dönerek Türkiye'de yönetilemeyenlerin kimler
olduğunu teşhise çalışalım: Gözümüzün önünde
canlandıracağımız ilk birim yöneten-yönetilen-yönetemeyen
unsurlardan meydana gelmiş bulunan yumaktır. Bunlar devlet
mekanizmasının deveranını temin ederler. Fakat bu deveran
sözkonusu yumağı kuşatan küllî toplum birimi olmaksızın
sağlanamaz. Yani devletin işleyişine doğrudan karışmayan,
ama devletin çizdiği sınırlar içinde kendi başının çaresine
bakan ve içinden devlet yumağına ilmikler salan, karşılığında
da devlet yumağından ilmikler sarkmasına imkân veren bir
örgü vardır. Yönetilemeyenler içinde çift yönlü dinamizm
hareketi mümkün kılar. Bir yandan devletin çizdiği sınırlar
dahilinde kazanç temin etmek serbestisi yönetilemeyenleri
yürürlükteki şartlar muvacehesinde toplumun işleyiş
alanlarında söz sahibi kılmakta, diğer yandan da
yönetilemeyenlerin devlet yumağından uzak tutuluşu onları
karar alma ve hayatiyetlerini nisbî bir bağımsızlık içinde
korumalarına imkân vermektedir. Yönetilemeyenlerin
dinamizmi hem devletin koyduğu sınırları tanıyor
olmalarından, hem de devlete borçlu kalmaksızın iktisadî
güçlerini koruyor olmalarından gelir.
Şimdi bütün bu mücerret hükümlerin yaşanan durumlarında
bir karşılığı olup olmadığına bir bakalım: Yönetim ilişkileri
bakımından Türkiye 1950 yılına kadar bir dördüncü unsuru
hesaba katmaksızın yönetim sehpasının geleneksel
oturmuşluğuna mahsus rahatlığı devam ettirdi. Sessiz,
edilgen, boyun eğici ve kendi hayatı üzerine yapılan işlemlere
katlanmaktan başka çaresi olmadığını düşünen büyük
çoğunluk devlet mekanizmasının iplerini ellerinde tutan
bürokrasiye bütün manevra alanını bırakmıştı. 1950'ye kadar
devlet yumağı bugün olduğu gibi üçlü özelliğini taşıyordu.
Yönetenler içinden bir zorlama olmaksızın bütün kararları
alıyorlar, demir ağlarla örüyorlardı anayurdu dört baştan,
fakat demiryollarının nerelerden geçeceğini iktisadî değil,
askerî mülâhazalarla karara bağlıyorlardı. Yüksek fırınları
demir cevherinin çıktığı yere değil de, yakıt çıkarılan yere
yapıyorlar, halkın çocuklarını göndermekten korktuğu, hatta
buna direndiği okullar açıyorlar ve içinde halktan kopmak
suretiyle statü edinilebilecek halkevleriyle kültürel
hegemonya sağlamaya çalışıyorlardı. Yönetilenler bütün bu
alanlardan maddî kazanç elde etmeyi biliyorlardı. Daha
doğrusu yönetenler onlara kazançlarını tepsi içinde
sunuyordu. Yönetemeyenler ise, İttihatçı kalıntılarıydı. Onlar
hem içerde, hem dışardaydılar. Yönetenlere verdikleri tavizler
oranında içerde yer alabiliyorlar, yönetilenlerle kan bağlarını
korudukları oranda da dışarda kalıp hayatlarını idame ettirme
avantajını elde tutabiliyorlardı.
Durumun 1950'den sonra değişmesinin hem iç, hem de dış
sebepleri var. Dış sebep Türkiye'nin demokratik bir işleyişe
geçme mecburiyetiyle yüzyüze kalışı ve beynelmilel iktisat
kurumlarıyla bağlantısı olmaksızın iş hayatını
yürütemeyişidir. İç sebep ise Osmanlı yönetimi sırasında
ideolojik bağ yüzünden kendini devletin hükmî varlığıyla
özdeş sayan Müslüman ahalinin, böyle bir özdeşliği artık
geçerli saymaksızın toplum hayatında yer tutabilme imkânına
kavuşmasıdır. Yani yönetilemeyen unsur Türkiye'de 1950-
1960 arasında bir çekirdek olarak ortaya çıkmıştır. Fakat şuna
dikkat ediniz: Yönetilemeyen unsur Türkiye'de mekân ve
cismaniyet bakımından belli bir yoğunluğun tezahürü olarak
ortaya çıkmış değildir. Hatta başlangıçta hiç ortaya bile
çıkmamıştır. Çekirdek diyorsak, bu kendini koruyucu kabukla
çevrelemiş bir gelişmeye hazır unsur olarak anlaşılmamalıdır.
Demokrat Parti yönetimi sırasında varlığından
sözedilebileceğimiz çekirdek münferid ve dağınık (sporadic)
yayılımı olan birçok incir çekirdeğine benzetilebilir.
Bütün siyasî dalgalanmalara rağmen 1950'den günümüze
kadar kesintiye uğramayan bir akış var: Geleneksel toplumda
varlığı keyfiyet bakımından hiç hesaba katılmayan, sadece bir
kemmiyet olarak kendine değer biçilen Müslüman ahali
toplumun işleyişi için zorunlu bazı güç odaklarının
manivelâsını tutan el haline gelmeye başlıyor. Türkiye
önceleri, yani Osmanlı dönemi de dahil olmak üzere 1950
öncesinde yine halktan (önce sadece Hıristiyan kökenliler,
sonra hepsi) devşirilen unsurlarla devlet mekanizmasını
ayakta tutuyordu. Ama 1950 öncesinde ahaliden devşirilerek
sunuf-ı devlete dahil olan kişilerin geldikleri kültürle
bağlarını koparacak bir ameliyeden geçmeleri, bütünüyle
kendilerinin olan ve kendilerinin ait olduğu bir mekanizmayla
özdeşlik kuracak özellikler edinmeleri zorunluydu. Yani
büyük çoğunluktan yönetenler arasına katılmak üzere ayrılan
kişi, artık yepyeni bir kimlikle görevini yerine getirirdi.
Onların derilerini değiştirdiklerini ve giderek ruhlarını
mekanizmanın ruhu haline getirdiklerini söyleyebiliriz.
1950'den bu yana bu değişme gittikçe daha zor olmaktadır.
Herşeyden önce böyle bir değişiklik için yeterli zaman yoktur.
Hem kültür değişmelerinin hızı artmakta, hem de
mekanizmanın muhtaç olduğu insan sayısı çoğalmaktadır.
Hızlı kültürel değişmeden daha önemli bir husus var:
Türkiye'de geleneksel yapının devam etmeyişi sıradan
insanların görece özerk iktisadî imkânları ellerinde
tutmalarına imkân veriyor. Bir bakıma bu bir karşı kültürel
değişmeyi getiriyor. Dün sadece korunma amacıyla alınan
tedbirler, bugün yaşama alanını genişletme tedbirleri haline
dönüşebiliyor. Sıradan insanlar daha geniş yapabilirlik gücüne
eriştiklerinde bir tercihle yüzyüze kalıyorlar: Ya yürürlükteki
normların hazır kalıplarını benimseyecekler veya kendi
getirdikleri normlarla yeni kalıplar oluşturacaklar. Bu
bakımdan Türkiye'de yaşayanlar bir bölünmeye uğramış
durumda şimdiden. Hazır kalıpları eleştirmeksizin
benimseyenler dünün yönetilenler zümresine eklemlenme
sürecine giriyorlar. Ve fakat hazır kalıpları eleştirip kendi
normlarına uygun kalıplar üretmeye çalışanlar
yönetilemeyenler olarak kalıyorlar. Bu yönetilemeyenlerin
büyük bir kısmını Müslümanlar oluşturuyor.
Türkiye'deki askerî darbeler ve her zaman ayan olmayan
müdahaleler ülke içinden bir yönetilemeyen zümresinin
çıkmasını önlemeye özen göstermeyi de hedeflemişlerdir.
Bilinçli bir seçmenin ürünü olsun veya olmasın 1960 ihtilâli
ile 1980 ihtilâli arasında geçen 20 yıl Türkiye'de
yönetilemeyenlerin düşünce ve olgunluk bakımından mesafe
katetmelerini önlemek üzere bazı yapıntı mücadelelerin
körüklendiği yıllar olmuştur. Türkiye’de sosyalizm,
Marksizm, komünizm bir ısmarlama mesele olarak şişirilmiş
ve bu suretle Türkiye'de yönetilemeyenlerin gölgede
kalmaları, böylelikle de zayiat vermeleri sağlanabilmiştir. Sol
siyaset Türkiye'de bir kesim yönetenlerle artık
yönetemeyenlerin ittifakı olarak yaygınlık kazanmış ve daha
sonra bir kesim yönetilenle yine bir kesim yönetemeyenin
ittifakı olarak 1980'e kadar devam etmiştir. Bu arada
Türkiye'de yönetilemeyenler birinci aşamada hasımlarıyla
ittifak etmemek için ve ikinci aşamada geriye dönük bir
hareket içinde bütün dinamik vasıflarını eritmemek için sol
siyaset çevreleriyle uzlaşmazlık içine düşmüşlerdir.
Yönetilemeyenlerin bir yandan sağla, bir yandan solla
uzlaşmazlığı 1980'e kadar bir âtıl kapasite olarak kalmalarını
gerektirmiştir.
1980'den sonra yönetilemeyenler ciddi bir badireyle karşı
karşıya geldi. Devlet yumağını oluşturan yöneten-yönetilen-
yönetemeyen birimi yeni bir kimliğe doğru adımlar atan
yönetilemeyenleri ete kemiğe büründürmekten alıkoyabilmek
için yani onların kendinde katman olmaktan uzaklaşıp kendisi
için katman olma yolunda mesafe katetmelerinin hızını
düşürmek, hatta mümkünse bu sürece yok edebilmek için
Müslüman kökenli ve bu özelliğini önemseyen çok sayıda
insana yönetim kademelerinde bir alan tanıdılar. Böylece
yönetilemeyenlerin bir kesimi yönetilen-yönetici statüsüne
alınabildi. Fakat bu tedbirin devlet yumağı tarafından özlenen
sonucu istihsal edip etmediği henüz açıklığa kavuşmuş değil.
Bundan böyle yönetilemeyen[lerin] gücünü ortadan
kaldırmaya çalışmak ülkenin varlığını tartışma alanına
sokmakla eş anlama gelir. Çünkü yönetenlerin, yönetilenlerin
ve yönetemeyenlerin ülke bütünlüğü ve devletin şahsiyet
sahibi olarak beynelmilel sahada bir yer kazanması
konularında önceden ürettikleri çözümlerin işe yaramadığı
açıklık kazandığı gibi, bu unsurların yeni çözümler
üretemeyecekleri de gören göz, anlayan zihin için bir bedahat
haline gelmiştir.
Yönetilemeyenler hiç bir suret-i haktan görünme
mecburiyetinin baskısı altında kalmaksızın ülkenin sağlığı ve
esenliği için yükümlülükler altına girdiklerini geçen kırk yıl
içinde ispat ettikleri gibi, bu güne kadar büyük çoğunluğun
çıkarının sözkonusu olduğu her alanda yardıma çağırılan bir
unsur olduklarını göstermişlerdir. Yönetilemeyenler, bu
yönetilemeyiş özelliklerini maceracı bir hevesle tehlikeye
atma niteliği taşımadıklarını da göstermişlerdir. Bundan sonra
bekleyeceğimiz onların kendilerini tanımaları ve kendi
yapabilirliklerinin şuurunda olarak etkinliklerinin
tartışılmazlığını kabul ettirmeleridir.
DÜŞÜNCELER DÜNYAYI DEĞİŞTİREMEZ

Bugün dünyanın büyük bir hızla değiştiğine dair bir


düşünceyi benimsemekte güçlük çekmiyoruz. Yalnız haber
kaynaklarının bize ulaştırdığı bir gerçek değil bu. Aynı
zamanda günlük hayatımıza giren nesne ve kavramlarda da
hızlı ve büyük bir değişme olduğunu farkediyoruz. Daha
önceden bildiklerimiz ve yeni öğrendiklerimizin yardımıyla
yaptığımız akıl yürütmeler bizi dünyanın yalnızca şimdilerde
değişmeye uğramadığını, değişmenin hep olageldiğini,
dünyanın değişmeksizin durduğu bir zamanın hiç olmadığını
öğretiyor.
Dikkatimiz dünyadaki değişmenin belli bölgelerindeki
siyasi yapı düzenlemeleriyle ilgili kısmında yoğunlaşıyor.
Sovyetler Birliği içindeki hareketler, Doğu Avrupa'daki rejim
değişiklikleri, iki Almanya'nın birleşmesi gibi hususlarda
değişmenin hızını açıkça görüyoruz. Dünyanın geri kalan
kısmı sabit duruyor değil elbet. Eski sömürge ülkelerin
demokratikleşme karşısındaki tutumlarından Orta-Doğu da
metropol ülkelerin nüfuz rekabetine kadar bir çok konuda
değişmeler yürürlükte. Bütün bu değişmelerde düşüncelerin
rolü nedir? Acaba insanlar yeni yeni düşünceler sahibi
oldukları, farklı düşüncelerle karşılaştıkları için mi
değişmelere sürükleniyorlar, yoksa değişmenin düşünceden
bağımsız dinamikleri var mı? Düşünceler mi değiştiriyor
dünyayı, yoksa düşüncelere rağmen bazı değişmeler gücünü
kabul mü ettiriyor?
Önce şunu hatırdan çıkarmak büyük bir hata olur: İnsan ve
düşünce birbirinden ayrılamaz. İnsanı diğer canlılardan farklı
ve üstün kılan onun zihin etkinlikleridir. Garip olan şu ki
insanı diğer canlılara yakınlaştıran ve bazı durumlarda insanı
diğer canlılardan daha düşük bir seviyeye iten yine onun zihin
etkinlikleridir. Yani insan şerefini anlamak ve anladığı
kadarını yapmak yoluyla kazanır veya kaybeder. Meselenin
can damarı insanın şerefsiz de yaşayabileceğidir. Demek ki
insanın zihin etkinliklerini sadece hayatta kalmak üzere
harekete geçirilenler ve insanın dünyada bulunuş sebebini
kavramak üzere harekete geçirilenler olarak ikiye ayırabiliriz.
Dünyanın değişmesiyle bağlantılı olanlar birinci kısımdaki
zihin etkinlikleridir. Yani insanlar sadece hayatta kalmak
endişesiyle zihin yetilerini eyleme soktukları zaman
dünyadaki değişmeye katılıyor, onun bir parçası oluyorlar.
İkinci kısımdaki zihin etkinliklerinin dünyanın değişmesini
anlama bakımından bir görev yüklendiğini söyleyebiliriz,
fakat böyle bir anlamının dünyayı değiştirme ve değişmeyi
durdurma, değişmenin yönünü saptırma gibi bir işlevi yoktur.
İnsanlar belli düşünceleri olduğu için dünyanın değişiminde
rol almazlar, insanlar dünyanın değişiminde aldıkları yeri
sadece doldururlar. Sahip oldukları düşünceler onların
yaşadıkları sürece acı çekmelerine veya haz duymalarına yol
açar. Düşüncelerin vukuatla birlikteliği yoktur. İnsan
düşüncesiyle birliktedir, ama dünya ve dünyanın değişmesi
insan düşüncesinin bağlı olduğu ilkelere bağlı olmaksızın
yürürlüktedir.
Yirminci yüzyıl sona ermek üzere iken düşüncelerin
dünyayı değiştirmeyeceğini söylemek birçok insana tuhaf
gelebilir. Çünkü yaşanan hayat birçok yönüyle insanın zihin
etkinliklerine irtibatını sıkılaştırarak devam etmektedir. Yani
beslenmeden sağlığa, eğlenceden eğitime, ticaretten siyasete
kadar birçok insan faaliyeti belli bir bilgi birikimini, belli bir
düşünce sırasını devreye sokarak yürütülebiliyor. İnsanlar
yalnızca karmaşık makinaları harekete geçirmek,
kullanabilmek için değil, aynı zamanda bu karmaşık
makinaların düzenlediği hayat içinde kendi hareketlerini
sağlayabilmek için birçok bilgi edinmek zorundalar.
Yeryüzünü sıkıca kuşatmış olan iletişim ağı bütün insanları
enformasyon bombardımanına uğratıyor. Okuyan ve yazan
insanların sayısı günden güne yükseliyor. Bütün bunlar
dünyanın değişmesine düşüncelerin etkisinin olduğunu,
dünyanın düşünceler yoluyla da değiştirildiğini gösteremez
mi? Bilim ve teknoloji arasındaki bağlantı düşüncelerin
dünyaya şekil vermede ne büyük rol oynadığını ispat etmez
mi? Hele bilimin düşüncelerle kurulan bir yapıya sahip
olduğu göz önüne alınırsa düşüncelerin dünyayı
değiştirmediğini söylemek saçmalamak değil de nedir? Bütün
bu sorulara verilebilecek cevap düşüncenin aslî karakteriyle
dünyanın aldığı biçim arasında bir neden-sonuç ilişkisi
olmadığı ve insan düşüncesinin varmak istediği sonucun,
giderek insan düşüncesinin açıklama peşinde olduğu
hususların dünyadaki değişmeyi gerektirmediğidir. İnsan
düşüncesi böyle bir gelişmeyi sağlamak suretiyle değil, ancak
vaki olan değişmeyi yeniden anlamlandırma suretiyle olan
bitenle bağlantısını kurabilmektedir.
Bilgi toplumunda yaşadığımız doğrudur. Ne var ki yüzyüze
geldiğimiz bilgi toplumu insanın hayatını yeni şartlarda idame
ettirebilmesini sağlayan bilgilerin birer aygıt değerinde
kalmasını sağlamak suretiyle ayakta duruyor. Yani yaşama
araçlarını kullanmak için gerekli olan bilgiler aynı zamanda
düşünce yetimizi, değerler silsilemizin yargılarını hesaba
katmamızı gerektirmiyor, Tam tersine, bilgi toplumunda
düşüncemizi ne kadar az hesaba katarsak o kadar kolay
yaşayabiliyoruz. Eğer otomatik hareket etmeyi başarabilirsek
bilgi toplumunda acıdan uzak, hazza yakın bir yaşama düzeni
elde etmeyi başarabiliriz. Yani biz zihin etkinliklerimizi
sadece hayatta kalabilecek ölçüde harekete geçiriyor ve insan
olma şerefiyle bilgi toplumunun gereklerini yerine getirmek
arasındaki bağı gölgede bırakıyoruz. Birçok bilgiden
hayatımızı idame ettirmek için yararlanıyoruz, ama
düşüncemizi bu işe hiç katmamaya özen gösteriyoruz.
Düşüncenin aslî karakteri bizatihi düşünceyi kavramaya
çalışması ve bu çaba içinde açıklayıcı bir bütüne
yönelmesidir. Yani düşünce dediğimiz zaman günlük
hayatımızın devamını sağlayan dar çerçeveyi aşan bir anlama
bölgesine girme etkinliğini kastederiz. İşte, günümüzdeki
siyasi, sosyal, iktisadi değişmelerin, aslî karakteri kavrama ve
açıklama olan bu tarz düşünceyle bir bağlantısı yoktur. Tipik
vakıa resmi ideolojisi Marksizm sayılan Sovyetler Birliği'nin
çözülmesi ve Doğu Avrupa ülkelerinin yaşadıkları bünye
değişiklikleridir. Yaygın kanaat bu ülkelerde belli bir
düşüncenin (Marksizmin) iflâs ettiği, komünist ütopyanın
çöktüğü yolundadır. Daha doğrusu yaygınlaştırılmak istenen
kanaat budur. Dünyayı değiştiren unsurun düşünceler olduğu
doğru olsaydı, bu görüşlerde bir isabet payı olduğunu da
kabul edebilirdik. Halbuki ne iflâs eden bir düşünce vardır,
(Tacirler veya şirketler iflâs eder, düşünceler değil ve üstelik
her iflâsın kendisine mahsus şartları olur.) ne de bir ütopya
yıkılmıştır. (Zira ütopyalar yıkılabilecek bir zemine inşa
edilirse kendileri olamazlar, yani ütopyanın ütopya olabilmesi
için reel temelleri hesaba katmamaklığı gerekir.)
Eğer Rusya da bir düşünce iflâs etmediyse, bir ütopya
yıkılmadıysa ne oldu? Dünyanın bu yöresinde yaşayan
insanların hayatlarını idame ettirmek için kullandıkları araçlar
dünyanın geri kalan bölgelerinde yaşayan insanların sahip
oldukları araçlar karşısında yetersiz kaldı. Bugünün
yetersizliği gerçekte dünkü yetersizliğin bir açılımından başka
bir şey değildir. Çünkü belli bir üretim kararının öngörülebilir
sonucuna şahit olduk biz yalnızca. İflâs ettiği söylenen
düşünce daha 1917'de "ihanete uğrayan devrim" yaftasını
boynuna asmıştı. Daha sonra kapitalizmi silâhla değil,
tereyağıyla yeneceğiz diyen Nikita Kruşçev galibiyet ve
mağlubiyet kanallarının neler olabileceğini sarahatle ortaya
koymuştu. Yani düşünce veya düşünceler değildir değişmede
rol oynayan, sadece ve sadece kısa vadeli geçim yollarıdır.
Elbette, bu geçim yollarının siyasi hayata, enformasyon
dünyasına, insanların aldanışa açık düş dünyalarına yansıyan
çarpık hayalleri her zaman vardı. Halen de var. Ama gerçek
olan şu ki olan bitenin rüşvetle bağlantısı, düşüncelerle
bağlantısından daha sağlamdır.
Tipik vakıamızın Doğu Avrupa'yı ilgilendiren yanı,
düşüncelerin dünyayı değiştirmediğinin daha belirgin
örneklerini sunuyor. Her şeyden önce şunu biliyoruz ki Doğu
Avrupa'da 1945 sonrası rejim değişikliklerini doğuran
düşünceler (düşüncelerin bu ülkelerde rağbet kazanması,
benimsenmesi) değil, Kızıl Ordu'dur. Kızıl Ordu’nun da
düşünceyle, düşünmekle, hatta ahlâkla ne gibi bir bağlantısı
olduğu meraka değer. Fakat konumuzu ilgilendiren kadarıyla
dikkat çekici olan husus Doğu Avrupa ülkelerinin
günümüzdeki değişmeleri hangi şartlar altında ve ne gibi
usûllerle yaşadıklarıdır. Değişmenin düşünceden çok farklı
dinamiklere sahip olduğu her ülkenin hangi yoldan geçerek
değişmeye ayak uydurduğuyla kolayca anlaşılabilir. Önceden
geçim vasıtalarını diğer Avrupa ülkelerine en yakın mesafede
tutma özenini göstermiş olan Macarlar değişmeyi milli
meselelerinin bütünlüğü içinde ve çatışmasız yürüttüler.
Polonyalılar 1970’li yıllardan getirdikleri mücadelenin bir
uzantısından fazlasını yaşamadı. Onların meselesi daha
enternasyonal, Katoliklik ve Yahudilikle tuhaf bir alaşım
haline gelmiş durumdaydı. Çekler ve Slovaklar muhtaç
oldukları para miktarına paralel bir kurtuluş (!) yaşadı.
Romanya CIA'nın kollarına atlamaktan başka bir değişme
yolu bulamadı. Bulgaristan her zaman olduğu gibi emirlere
boyun eğdi.
Bütün bunlar olup biterken kimse Marx'ı tartışma gereğini
duymadı. Çünkü daha önce de Marx olan bitenin göstermelik
bir mazeretinden fazla bir fonksiyona sahip değildi. Adına
Komünist Partisi denilen ve her ülkede iktidarı emaneten
üstlenmiş bürokratik tabakanın da düşünceyle bir ilgisi yoktu.
Onlar da yaşanan hayatla sahip olunan düşünceler arasındaki
rabıtayı teminle vazifeli saymazlardı kendilerini. Yaptıkları
kendi geçimlerini temin için ülkenin geçim yollarını kontrol
altında tutmaktan ibaretti. Ama çağlar boyunca yaşadığımız
bir yanılsama Komünist Partilerinin sahnede oldukları zaman
da yaşandı birileri kendilerini bir düşüncenin taşıyıcısı gibi
takdim ettiler ve düşünmeye pek zaman ayırmayan kalabalık
da böyle bir birlikte oluşu mümkün ve hatta isabetli saydı.
Uzun zaman Kilise'nin Aristoteles felsefesiyle yüklü olduğu
yanılgısı nasıl yaygınlaşmış ve kimileri bunun böyle
bilinmesinden bazı kolaylıklar temin etmişlerse Marx'la
Komünist Partilerini yan yana anmak benzeri mülâhazaların
ürünü olmuştur. Bugün dünyada Marksizmin iflâs ettiğini ileri
sürenler ve komünist ütopyanın yıkıldığını söyleyenler bilerek
veya bilmeyerek bir şeyi gözden kaçırıyorlar. O da Marksizmi
dünyanın başına saran odaklarla, bu sargıyı çözen odakların
özdeş oldukları gerçeğidir.
Özetle şunu ifade etmek mümkün: Bugün dünyayı
değiştiren düşünceler değil, çıkar hesaplarıdır. Her birimiz
çıkar hesaplarımız doğrultusunda bu değişmeye katkıda
bulunuyoruz veya bu değişmeye katkıda bulunuyoruz veya bu
değişmenin birer birimi haline geliyoruz. Şimdi şu soru
zihnimizi kurcalayabilir. Hem düşüncelerin dünyayı
değiştirmediğini söylüyoruz, hem de insanın düşüncesinden
ayrılamayacağını söylüyoruz. Eğer insan düşüncesinden ayrı
olsaydı meselenin çözümünü Kartezyen bir düalizm içinde
bulabilirdik. (Veya bulmaya çalışırdık) Oysa şimdi
değişmenin içinde ve dışında bir insanla karşı karşıyayız.
İçinde çünkü çıkar hesapları dünyayı değiştiriyor ve çıkar
hesapları bir (metafizik) düşünce değilse bile zihne ilişkin,
düşünceyle bağlantılı bir durumun sonucudur. Dışında, çünkü
düşüncesinden ayrılmayan insan değişmeye etki edemeyen
düşüncesiyle birlikte dünyanın uzağında bulunmak
zorundadır. Bu çetin meselenin kesin çözümünü şimdilik
erteleyerek (Ayrıcı sormak gerekir: Meselelerin kesin çözümü
var mıdır?) Çözüme giden yolda insan zihninin işleyişiyle
ilgili bir kaç söz etmek mümkün.
İnsan hayatı her insan tekinin önce ve sonra hakkında bir
muhakeme yapması suretiyle devam eder. Yaşamak için neler
yapmaya mecbur olduğumu önceden bilirim ve eğer bu
mecburiyetlerimi yerine getirmezsem sonra başıma neler
gelebileceğinin öngörüsüyle yaşarım. Yani yaptığım her
eylemde biraz geçmiş biraz gelecek vardır. Benim insan
olarak ufkum ne kadar geçmişi ve ne kadar geleceği
kuşatıyorsa veya hangi türden bir geçmişi ve hangi türden bir
geleceği kuşatıyorsa ben o seviyede ve o türden bir
insanimdir. Bu birinci nokta.
İkinci nokta: İnsan olarak algı gücüm acılardan hızla
kaçmayı bana telkin ederken hazlara aynı hızla yaklaşmamı
sağlamaz. Bunun böyle oluşunun kültürel temelleri vardır.
Sosyal zorlamalar, ahlâkî seçmeler vs. Fakat bu kadarla
kalmaz. Acılardan hızla kaçışımın, hazlara yavaş yaklaşışımın
yapımla (daha doğrusu bu iki duyguyu yüklediğim anlamla)
bağlantılı bir yanı daha vardır. Acılar her zaman sinir
sistemimle bitişiktir. Canım yanar, açlığımı hissederim vs.
Hatta manevi acılar da derhal duyulan, ertelenemeyen ve sinir
sistemime hem[en] etki eden etkinliktedir. Buna mukabil
hazlar her zaman tahayyül gücümle bende etki uyandırırlar.
Acıları tahayyül etmem derhal duyarım. Hazları sadece
tahayyül ederim. Hatta fiilen haz içinde olduğumda bile
duyduğum hazzın başka durumlarla yerine oturan, bazan
anılarla bazan metafizik konumumla ilişki halinde bulunan bir
özelliği vardır. Acı her zaman buradadır, haz her zaman başka
bir yerdedir.
Belirtmeye çalıştığımız bu iki noktanın birlikte kavranışı
biz insanların değişmelerin içinde bulunmakla beraber,
düşüncelerimizi değişmeye sokamayışımızın açıklamasını
sağlayabilir. Ben hangi seviyede ve hangi türden insan
olursam olayım bir vakıa karşısında herhangi bir insanım.
Oysa bir düşünceye ulaşmak için belli bir seviyede ve belli
türden bir insan olmak zorunluluğum vardır. Değişmeler
eylemlerimin ürünüdür. Düşüncelerimin değil.
Düşüncelerimle eylemlerim arasındaki bağlantıyı ben
kuramam. Bu bir vakıa olarak ortaya çıkar. Tıpkı başkalarının
eylemlerinin ortaya çıkardığı bir vakıa gibi.
Dünyaya ilişkin endişelerimizde düşüncelerimizle bir bütün
teşkil eden insanlar olarak biz Müslümanlar hayatımızın
başlangıcıyla sonunu birbirine çok yakın kılmaya
yönelmişizdir. Hayat şahadetle başlar ve ömrümüzün yine
şehadetle sona ermesini gözetiriz. Bu bitişin en şereflisi
şehadetle olsun diye umarız. Dünyaya şahit olmak için
uğradıksa, bu özelliğimizi kaybetmeden dünyayı terkedelim
isteriz. Biz dünyayı bırakırken dünya hâlâ olduğu gibidir,
düşüncelerimiz dünyayı değiştirmemiştir. Ve esasen değişen,
hiç yerinde durmayan dünya "bizim" değildir.
İNSANSIZ DÜŞÜNCELERİN SERENCAMI

Eğer biri kalkıp "düşünceler dünyayı değiştiremez" diyorsa,


ona hemen şunu sormamız lâzım: Madem öyledir, o halde bu
türden bir düşünceyi belirtmekten kastın nedir? Düşünceler
dünyayı gerçekten değiştirmiyorsa, neden düşüncelerin
dünyayı değiştirdiğine inananların düşüncelerini değiştirmek
istiyorsun? Üstelik dünyayı değiştirmediğini bildiğin
düşüncelerle uğraşmayı neden seçtin? İstesen de, istemesen
de değişmekte olan dünya senin düşüncelerin beklediğin,
arzuladığın değişmeyi temine kâfi gelmeyecek. Dünya yine
değişecek, ama senin düşündüğün gibi değil. Öyleyse
düşünceleri bırak, eyleme bak.
Böylesi bir itiraz yabana atılamaz. Düşüncelerin dünyasıyla
nesnelerin dünyası arasındaki uyuşmazlık veya kopukluk
göze batar bir hale geldiğinde insanların büyük çoğunluğu
düşünceyi ve düşünmeyi bırakıp eyleme bakmayı tercih eder.
Eylemi seçen insanların yürüdükleri iki ana yol vardır:
Birincisi insanın yılgınlığı kabullenişidir ki, bununla
nesnelerin mutlak egemenliği insan ben'ine yarar duruma
sokulmak istenir. Yılgınlık eylemini benimseyen insanlar
karşılarına çıkan tatmin vasıtalarını kendi ben'lerini sürekli
hissedebilmek için tüketirler. Yılgınlık belirtisinin aşırı
biçimleri toplum hayatında karşımıza ya cinsî münasebet
düşkünlüğü veya kumarbazlık yahut uyuşturucu iptilâsı
şeklinde çıkar. Her üç durumda da insan kendini nesneye
(cinsî obje, para, uyuşturucu) bırakmış, ama nesnenin kendi
benini hissettirme gücünü kabullenmiştir. Her üç durumda da
dışta bırakılan ahlâkî değerler ve toplum ilişkilerinin ben’den
gayrısına fayda sağlayan kısmıdır. Yılgınlık eylemine dalmak
ben'den gayrısını ben'e feda etmek anlamına gelir. Buna
bencillik (egoizm) adı verilir ve insan için metafizikten uzakta
durmanın uç noktasıdır. Dolayısıyla düşüncelerden kaçmak
bu yoldan çok kolaydır.
Düşüncelerden kaçarak eyleme bakmak isteyen kimselerin
yürüdükleri ikinci ana yol fırsatçılığı kabullenmek suretiyle
açılmıştır. Fırsatçılık eyleminde nesneler dünyası bir veri
olarak göz önüne alınır. Ancak, fırsatçı dediğimiz kimse,
nesnelerin tatmin sağlayan gücüne kendini bırakmaz, bilâkis
kendi ben'ini nesnelerdeki doyum veren hassadan yukarıda
tutar. Eylemini fırsatları hesap ederek gerçekleştiren insanlar
nesnelerden yararlanmaz, onları kullanırlar. Çünkü bu türden
bir insanın kendi ben'ini sürekli hissedebilmesi tatmin
vasıtalarının tüketilmesi değil, onları kendi denetimi altında
tutabilmesi suretiyle olur. Fırsatçılık eyleminde ben'in
nesneler dünyasının üstünde tutulması esastır. Buna
benlikçilik (egotizm) adı verilir ve insanın metafizik anlayışı
kendini rab sayması sınırlarında durmuştur. Bu yüzden
düşüncenin kapsayıcı ve gerçekle irtibatlı vasıfları bilerek
inkâr edilmiştir. Fırsatçılık eylemiyle düşünceyi bırakmanın
toplum hayatında karşımıza çıkan biçimleri tekelci mülkiyet,
ezici şöhret ve iktidar ihtirası olarak görülür. Burada nesneler
ben karşısında önemlerini kaybetmezler. Önemlerini
korudukları için ve önemlerini korumak suretiyle ben'i
büyütürler. Fırsatçılık eyleminde ahlâkî değerler de nesneleşir
ve toplum ilişkileri ancak ben'le anlam kazanacak tarzda
yorumlanır. Çünkü fırsatçı değerleri kullanılabilir
özellikleriyle algılar ve gücü yeterse böyle algılatır.
İnsanların büyük çoğunluğu düşüncelerle alış veriş halinde
değil, kültürün kendilerine tanıdığı yer içinde yaşar. Bu
yüzden ekseriyet (H. İbsen'in bir kahramanının ağzıyla
söylersek; küstah ekseriyet) düşünceler olmadan eylemi
devam ettirmenin yolunu tutmuş sayılır. Aşırı uçlara
varmadan (yani eroinman veya diktatör olmadan) düşüncesiz
hayatın her iki yolunda da taban teper. Çoğunluğa mensup
ortalama insan belli bir miktarda bencil, belli bir miktarda
benlikçidir. Hepsinin göze batmaz, herkeste bulunduğu için
yadırganmayan iptilâları vardır ve kendilerinde fırsattan
yararlanma hakkı görecek kadar üstünlük hissi içindedirler.
Kısacası, ortalama insan nesneler dünyasının egemenliği
altında ve nesnelere hükmetme tutkusu yedeğinde ömrünü
tüketir. Ortalama insanın hayatında düşüncenin yerini kültür
tutar. Alışkanlıklar, örf, âdet, görgü, töre ve nihayet pazar
ekonomisinin gerekleri... Bütün bunların yardımıyla insanlar
düşünce dünyasına girmeksizin de günlerini geçirebilirler,
eylemde bulunmaları yeter.
Eylemde bulunmanın insan hayatını anlamlı kılmaya
yetmeyeceğini eğer düşünmeyi bırakırlarsa insanlık
özelliklerinden bazılarını kaybedeceğine inanan kişiler de
vardır. Bu kişilerin bazıları filozof, ilâhiyatçı, bilimadamı,
sanatçı ve siyasî önder olarak az veya çok temayüz etmiş
insanlardan müteşekkildir. Ama sayıca onlardan kat kat fazla
olan bazıları vardır ki, toplum içinde dikkat çekmeden
yaşarlar ve düşünce dünyasıyla sıkı ilgilerini koruyarak
günlerini geçirirler. Bunlar çeşitli dinlerin samimi sâlikleridir.
Acaba düşünce dünyasını önem sahibi sayan ve bu yüzden
de düşünce dünyasını önem sahibi kılan bu insanlar eylemi
bırak, düşünceye bak diyenlerden mi oluşuyor? Daha doğrusu
birilerinin böyle söylemeleri mümkün müdür? Düşüncesiz
insanlar olduğunu işittiğimiz zaman, bunu aklımız alıyor.
Fazla yadırgamıyoruz insanların kimilerinin düşünceye
ihtiyaç duymaksızın ve sadece alışkanlıklar ve görgü
çerçevesinde yaşıyor oluşlarını. Düşüncesiz insan yaşar, peki,
insansız düşünce yaşar mı? Pek muhtemel görünmüyor.
Nitekim böyle bir ihtimal de yoktur. İnsansız düşüncelerin
yaşayacağını söylemek, tıpkı "kedi gitti, fakat gülümseyişi
duruyor orada" demek gibidir. Hiç bir insan eylemi bırak,
düşünceye bak demez, diyemez. Düşüncesiz eylem olur, ama
eylemsiz düşünce olmaz. Çünkü düşünce ister bir kavrayış
(concevoir) veya isterse bir dönüş, bir yansıma (reflexion)
olarak ortaya çıksın, her zaman harekettir. Bir eyleyiş olarak
düşünce insansız olmaz.
İnsansız düşünce sözü bir mecaz olarak anlaşılmalıdır.
Bununla insanî özü boşaltılmış, insanın yeryüzünde
bulunuşunun sebebiyle bağlarını koparmış veya ilgileri
insanın kaderinden uzaklaşmış bir azınlığın düşüncelerinden;
saptıkları cihette gerekli veya gereksiz ayırımı yapmadan her
türlü kuruntunun büyütülmesine imkân veren kimselerin
düşüncelerinden söz edilmek istenmektedir. Bu anlamda belki
her çağda insansız düşünceler oldu. Belki de her çağda
nesneler dünyasıyla düşünceler dünyasının böylesine
uyuşmaz ve birbirinden kopuk hale gelişinin temelinde
düşüncenin insansızlaşması var. Bunun yanı sıra çok daha
çılgınca bir durumu anmak zorundayız: Belki de düşünceler
kendi karakterlerini kazanabilmek, düşünce niteliğine
ulaşabilmek için bir bakıma nesneler dünyasından
uzaklaşmak, insanî diye bilinen özle belli bir uyumsuzluğu
yaşar hale gelmek zorundadırlar.
Bir mecaz olarak bile insansız düşüncenin nerede ve nasıl
güç kazandığını bilmek gerekir. Böylece düşüncesiz
insanlarla insansız düşüncelerin kesiştikleri noktayı sezmek
mümkün olur. Daha da ötede, düşüncelerin dünyayı
değiştirmeyeceğini bilmemize rağmen niçin hâlâ
düşüncelerden vazgeçmeyişimizin açıklanmasına da bazı
kapılar açabiliriz.
İnsansız düşünce bir bakıma mezarında doğar. Akademik
çevre devletin üvey evlâdıdır. Bu çevrede doğan düşünceler
bir yapının teşrihine yönelmiştir. Bilim adına yapılan pek çok
şey önceden sınırları belirlenmiş bir oyunun kurallarına
uygun olarak yapılır. Devlet düşünceleri mezarında yaşamaya
mecbur etmiş sayılır. Çünkü akademik çevrede yaşamasına
imkân tanınan düşünceler sadece özel filtrelerden geçmiş
insanların düşünceleri olabilirler. Filtreler koymada, oyunun
kurallarını keyfine göre belirlemede bir devlet diğerinden
üstün bir konumda hiç bir zaman olmamıştır. Esasen
akademik çevrede düşüncelerin doğuşu bir yapının teşrihi
alanında kaldığı için düşüncenin doğumuna katılan kişilerin
veya bilim adamlarının az veya çok müsamaha görmeleri
meselenin özünü değiştirmez. Kesin bilimlerde, pozitif
bilimlerde ve insan bilimlerinde araştırılan yapı yürürlükteki
ilişkileri haklılaştırmıyorsa, en azından sözkonusu ilişkilerin
gerçek tabiatını izahtan uzakta durmalıdır. Akademik
düşüncenin mezarında doğuşu, onun aynı zamanda bir
insansız düşünce oluşunun açıklamasıdır.
Akademik düşüncenin devlet tarafından öz evlât telâkki
edilmesi, bu düşüncenin insansız oluşu yönünde daha vahim
bir durum ortaya çıkarır. Eğer devlet düşünceyi öz evlâdı
sayma eğilimi gösteriyorsa, bunun anlamı düşüncenin bir
iktidar kılıfı olarak kullanılabileceğidir. Artık ortada bir
mekanizmanın yakıtı olma düzeyinde düşünceler dolaşıyor
demektir bu. Akademik çevreyi üvey evlâdı sayan devlet
buradan doğacak düşünceleri bir çit içinde ve denetlenmiş
tutmakla yetinebildiği halde, aynı devlet tavır değiştirip
akademik çevreyi öz evlâdı sayma tutumu takındı mı,
insanlara ve insanlığa saldırmayan düşünce yokluğa
mahkûmdur. Devletin öz evlâdı olarak düşünce bir sopadır,
başka bir şey değil.
Düşüncelerin insansızlaşmasının varabileceği uç nokta
düşüncelerin ortalama insanla mutabakatıdır. Şimdi bu durum
size tuhaf gelebilir, çünkü sanki insana ulaştığı zaman
insansızlaşan bir düşünceden söz ediyor gibiyiz. Ama ilk
bakışta göründüğü gibi değil bu olay. Ortalama insanla
tetabuk ettiğinde insansızlaşmasının son sınırlarına varan bu
düşünce gerçekte, akademik mezarında doğup, devletin özel
kanallarında gürbüzleşerek kollarını ortalama insana açan
düşüncedir. Esasen bu tarz bir düşünce ortalama insandan
başkasına da ulaşamaz. Çünkü ortalama insan bencil ve
benlikçi özellikleriyle düşünce dünyasını değil, nesneler
dünyasını seçmiş olandır. O halde bizatihi nesne haline gelmiş
ve doğuşunu insanı safdışı bırakmaya borçlu olan düşünce
ortalama insanın eylemiyle örtüşecektir.
Dönüp dolaşıp yine kalktığımız noktaya vardığımıza
şaşmamalı. Yukarıdaki geziyi "düşünceleri bırak, eyleme bak"
denilebileceği halde; "eylemi bırak, düşüncelere bak"
demlemeyeceğini göstermek kastıyla yaptık. Şimdi dünyayı
değiştiremeyeceğini öne sürdüğümüz düşüncelerin insanla (ve
hîn-i hâcette Müslümanla) ilişkisini göstermeye çalışalım.
İnsansız düşünceler yapıyı (maddenin yapısını, toplumun,
zihnin yapısını) çözümlemeye çalışır. Ayırdettiği özellikleri
yeni bir kullanım aracı elde etmek için tekrar birleştirir.
Varmak istediği sonuç teşrih ettiği yapıdan ben adına
yararlanmaktır. İstediği sonuca tarih içinde varabilmiş
değildir ve varması da muhaldir. Çünkü önce çözümlemesi
tamama ermemiştir, buna mukabil o eksik bilgileriyle araçlar
elde etmekten geri durmamıştır. Yetersiz çözümlemesinin
temin ettiği elverişsiz araçla giderek bulanıklaşan amacı onu
bencil ve benlikçi daireden dışarı çıkarmamaktadır. Dünya
değişmekte, insan eylemleriyle bu değişmeye hem katılmakta,
hem katkıda bulunmaktadır ve fakat düşünceleriyle
değişmenin yönü arasındaki bağı bir türlü kuramamaktadır.
Düşünmeyi bırakmayan insanların içinde bulundukları, bir
parçası oldukları ve kendilerini değişmeye zorlayan yapıyı,
yapılan çözümlemeden vazgeçmeyeceklerini; en azından
analizcilikte direnmeseler bile haberdar olmada, farketmede
direneceklerini kabul etmeliyiz. Toplum içinde dikkat
çekmeden yaşayan, düşünce dünyasıyla ilgilerini koruyan ve
bu ilgilerinin samimiyeti nispetinde kendilerini ortalama insan
olmanın bencil ve benlikçi nakısalarından arındırabilmiş
insanlar -hususen Müslümanlar- bu tarzda bilgilenmeden uzak
durmayacaklardır. Onları Türkiye'yi kimlerin yönettiği,
Türkiye de kimlerin yönetildiği, Türkiye'yi kimlerin
yönetemediği, Türkiye'de kimlerin yönetilemediği yakinen
ilgilendirir. Fakat onlar bu bilgilenmelerini bir araç elde
ederek, mevcut yapıdan yararlanmak için harekete
geçirmezler. Öyle olsaydı, daha başından düşünceyle
bağlarını asgariye indirerek yılgınlık ve fırsatçılık yollarını
seçerlerdi.
Müslümanlar düşünceyle ilgilerini şahsiyetlerinin
olgunluğa varmasını hızlandırmak kastıyla kuruyorlar. Bu
yüzden "düşünceyi bırak, eyleme bak" demedikleri gibi, (oysa
bunu demek mümkün) "eylemi bırak, düşünceye bak" (böyle
söylemek zaten imkânsız) da demiyorlar. Bunun anlamı
Müslümanların hayatlarını düşünceyi (tefekkürü) bırakmadan
ve eylemi (niyeti ve ameli) terketmeden devam ettirme
zorunluluğunu yüklenmiş olmalarıdır. Düşünceyle ve eylemle
bu sıkı irtibat insana (Müslümana) bilgi alanına giren unsurlar
yardımıyla bazı "ideolojik silâhlar" imâl etme gücü
kazandırmaz. Zaten Müslümanın bilgi edinme tarzı yeni bir
nesne veya tasavvur ortaya çıkarmak (bid'at) değil, içinde
bulunulan ortamda kendi değerlerini koruyabilmek yolunu
(sadakat) farketmek içindir. Biz eylemlerimizi nasıl sadece
maddi değil, aynı zamanda manevi bir ortamda ifa ediyorsak,
eylemlerimizin sadece maddi olmayan, aynı zamanda manevi
olan sonuçları da doğmaktadır. Düşüncelerimiz dünyayı
değiştiremez, ama insan olarak bizim hayr veya şerr ortamı
haline dönüşmemize yol açar.
Düşüncelerin birer arınma unsuru olarak hayatımızda yer
tutuşu onların başka bir sebeple yani ben'i hissetmek, ben'e
üstünlük sağlamak üzere bizimle bağlantı kuramayışlarından,
düşüncelerin ben duygusunu azdırmak için arzedildiği zaman
Müslüman için anlamlı olmayışındandır. Bir hadîs-i şeriften
öğrendiğimiz: "Sevdiği veya iğrendiği her şeyden Müslümana
yakışan, dinlemek ve itaat etmektir. Ancak o, bir günah
işlemeye emrolunursa, o takdirde ne dinler ne de itaat eder!"
hükmünün düşüncelerle aramızdaki ilişkinin
anlamlandırılması bakımından da bize ışık tutacağını kabul
edebiliriz. Yani düşünceler Müslümanın neyi dinlemeyeceği,
neye itaat etmeyeceğini bilmeye yarayan zihin etkinlikleridir.
Düşüncelerin keyif veren uyuşturucular ve şatoları yıkan
toplar gibi algılanmaları sadece düşüncelerin aslî karakterini
kaybetmesi yüzünden değildir, onları nesne telakki eden
insanın da insanlık vasıflarından uzaklaşarak nesneleşmeye
rıza göstermesi sebebiyledir. İnsansız düşüncelerle dünyayı
değiştireceklerini vehmedenler Allah'ın rahmetine muhtaç
olmadıkları cüretkârlığını gösterirler, ama onların da elinden
fazla bir şey gelmez.
DÜŞÜNCELER İNSANLARA KAVUŞUNCA

Cezayir'de "selâmet cephesi"nin bütün dünyada merak ve


bütün Türkiye'de telâş uyandıran 12 Haziran atağı Cuma
Mektupları'nda dile getirmeye çabaladığımız gerçekler
doğrultusunda anlamlandırılabilir mi? Bu sorunun cevabına
geçmeden soru içinde ileri sürülen iddiaların ne ölçüde ağırlık
taşıdığını bir yoklayalım. Cezayir yerel seçimlerinde alınan
sonuçların dünyada merak Türkiye'de telâş doğurduğunu
ifade etmek bir bakıma isabetli sayılmayabilir. Gerçi Türk ve
dünya basınında konuya haber düzeyinde gereken yer
verilmiş ve belli yorumlarda bulunulmuştur; ama dikkatlerin
birdenbire Cezayir'e çevrildiğini ve dünyadaki değişmelerde
bu ülkenin tutacağı yeri merkeze almak eğiliminin
güçlendiğini söylemek pek kolay değil. Basın bilerek veya
bilmeyerek Cezayir'deki muhtemel iktidar değişikliğine ve bu
ülkede Müslümanların karar sahibi olabilecekleri bir
toplumsal harekete ilgisini sınırlı tutuyor. Yine de, dünya
sisteminin iplerini elinde tutan odakların Cezayir olaylarını
merakla ve sistemin Türkiye'deki uzantılarının da telâşla
izlediklerini tahmin edebiliriz. Çünkü İslâmî bir yaşama tarzı
ülkeye hakim olduğu takdirde hayat imkânları ortadan
kalktığı için bir milyonu aşkın Cezayirli(!)nin bu toprakları
terketmesine sebep olacak bir siyasî-sosyal değişme dünya
sistemini yakından ve doğrudan ilgilendirmektedir. Eğer
dünyada Batı medeniyetinin akibetinden endişelenen ve bu
medeniyetin geleceğini kendi geleceğiyle irtibatlandırmış
insanlar yaşıyorsa, bu insanlar nazarında Cezayir'de doğacak
İslâmî iktidar gerek İran devriminden ve gerekse Afganistan
cihadından daha büyük önem taşıyor dememiz mümkündür.
Meseleyi doğru kavramak için Müslümanların bütün dünya
için taşıdığı anlamı ve dünyanın aldığı biçimde tuttukları yeri
doğru tespit etmek gerekli. İlk farkettiğimiz husus
Müslümanların merkez-çevre (metropolis-periphery) ilişkisi
içinde çevre alanında kaldıkları, merkezin güç ve
imkânlarından faydalanabilecek bir konumu ele
geçiremedikleridir. Yani iktisadî yapı dolayısıyla gelirini
kaybeden, siyasî yapı dolayısıyla alınan kararlara boyun eğen,
sosyal yapı dolayısıyla da biçimlenmeyi kabul eden ve bütün
bu vakıalar gerçekleştiği için de denetim altında tutulabilen
ülkeler arasındadır Müslüman ülkeler. Müslüman ahali de
çevre ahalisidir. Bu demektir ki Müslümanların yaşadığı
ülkelerde kazanç sahibi olabilmek, iktidar imkânlarını
kullanabilmek ve sosyal anlamda geçerlilik elde edebilmek
için "merkez"in lehine bir tutum sergilemek veya en azından
merkez-çevre arasındaki metbû-tâbî ilişkisini sarsacak bir
tehlike(!)yi temsil etmemek zorunludur. Merkez-çevre
arasındaki bu fiili durumun önemli bir yanını da bilgi, bilim,
ideoloji ve düşünce alanındaki faaliyetler oluşturmaktadır.
Hele İslâmî konularda bu ilişki düşündürücüdür: "Chicago'da
ne söylenmiş ve Montreal'de ne yazılmışsa Kahire'de ve
Karaçi'de işitiliyor ve okunuyor." Bütün tehlike ilişki
yönünün aksine çevrilişindedir. Bunun başlangıcı hiç şüphesiz
birbirini işiten ve birbirini okuyan "çevre" ahalisidir.
Kendi aralarındaki hiyerarşiyi ve tabakalaşma düzenini
korumakla birlikte merkez ülkelerin kazanç, karar ve tarz
(veya üslûp) bakımından elde tuttukları ortak bazı imtiyazları
vardır. Bu imtiyazlarını idame ettirebilmek için çevre
ülkelerin düştükleri iktisadî tuzaklardan, çevre ülke
yöneticilerinin kendi ellerine teslim ettiği siyasî kozlardan ve
çevre ahalisinin kişiliksizleşmesinden yararlanırlar. Merkez
ülkeler için tehlike sırası bu imtiyazları sona erdirme gücüne
sahip ülkeler arasındaki sıralandırmadır. Bu yönüyle coğrafî
yerin önemi büyüktür. Ama coğrafî yakınlıktan çok daha
önemlisi bir çevre ülkenin merkez ülke ahalisine herhangi bir
konuda örneklik edip edemeyeceğidir. Konuyu bu esas
dahilinde kavradığımızda Japonya'nın tipik bir ülke olduğunu
görürüz. İktisadî gücü ve başarısı ne olursa olsun (gerçi
Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki iktisadî
başarısının hangi mahiyette olduğu bütün boyutlarıyla
tartışılmalıdır), askerî potansiyeli ne ölçüde yüksek olursa
olsun Japonya dünya sistemi için tehlike sınırlarına zor girer,
girdiği kadarıyla bu dolaylı bir tehlikedir. Coğrafî yeri
itibariyle Japonya dünya sisteminin ekmeğini elinden
alabilecek erimde değildir. Bundan çok daha önemlisi,
Japonya'nın merkez ülke ahalisine teklif edeceği öz değerleri
yoktur. Bu bakımdan İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD ve
SSCB bile Avrupa karşısında tam bir başarısızlığa
uğramışlardır. İdeolojik yaygınlığına rağmen Moskova'nın,
doların cazibesine rağmen New York’un kültürü yönlendirici
vasfı baskın çıkmamıştır.
Bu mülâhazalar altında Müslüman ülkelerin nüfus
kalabalığından, doğal kaynaklara sahip olmaktan, zengin bir
tarihî birikimin mirasçısı olmaktan daha farklı özelliklerle
dolu donatılmış olduklarını farkedebiliriz. Müslüman ülkeler
her ne kadar "çevre" ülke iseler de, aynı zamanda Avrupa'yı
çevrelemiş ve bir bakıma "kuşatmış" ülkelerdir. Bunun anlamı
Müslüman ülkelerde cereyan edecek sistem aleyhtarı
değişmelerin en azından iktisaden Avrupa'yı etkileme
imkânını ellerinde tuttuklarıdır. Avrupa'nın ekmeği Müslüman
ülkeler kuşağı sebebiyle her zaman aslan ağzındadır. Bu
gerçek Müslümanların yaşadığı ülkelerde fazlasıyla dikkat
çekici bir husus sayılmaz. Çünkü olayın seyrinden menfi
yönde etkilenecek olan bizzat Avrupa'dır ve Avrupa için bu
gözden hiç uzak tutulmayacak bir hayatiyete sahiptir.
Avrupa'yı çevreleyen ülkelerdeki her türlü kıpırdanış
karşısında dünya sisteminin son derece hassas davranmasının
ve bu ülkelerin girdi çıktısıyla yerli ahaliden daha çok ilgili
kalmasının sırrı buradadır.
Müslüman ülkeler Avrupa için sadece bir kuşatıcı, dıştan
bir baskı unsuru olmaları (olma ihtimalleri) yüzünden
tehlikeli sayılmıyorlar. Modern zamanlarda Müslüman
ülkelerin Avrupa'ya sızma, Avrupa'ya nüfuz etme
tehlikesinden sözedilebiliyor. Bu noktada iki yanlış anlamaya
dikkat çekmek istiyorum. Müslüman ülkelerin Avrupa'ya
sızması veya nüfuz etmesi derken ne göçmen işçilerin (işçi
olmasa bile Müslüman ahalinin) bu kıtadaki fiili varlığından,
ne de devletlerin resmî politikalarının meydana getireceği
müdahaleden bahsedilmiyor. Gerçekte bu iki unsur da
Avrupa'ya etki edebilecek yeterlikte değildir. Dünya sistemi
göçmenlerin erimeye eğilimli olanlarını eritebilecek, erimeye
direnenleri de toplum dışı tutabilecek imkânlara hem malî
bakımdan, hem de ideolojik hazırlığı itibariyle sahiptir.
Müslüman devletlerin resmî politikaları yoluyla müdahale ise
ciddiye alınmayacak kadar dayanaksız, çocukça bir
yaklaşımdır. Modern zamanlarda Müslüman ülkelerin
Avrupa'ya "içten" etkisi bu kıtada geleneksel değerlerin güç
kazanması, bir ölçüde canlanması suretiyle olabilir. Dünya
sisteminin tehlike olarak gördüğü budur.
Gelenek (Avrupa'yı derinden ilgilendirdiği şekliyle
İbrahimî gelenek) Müslüman ülkelerde baskıya maruz
kalmasına, dünyevî (secular) akımların çok yönlü tasallutuna
uğramasına rağmen insan bütünlüğü içinde (yani bu geleneği
bünyesinde taşıyan şahısların etkinliklerini korumasıyla)
hayattadır. Avrupa'yı çevreleyen ülkelerden herhangi birinde
gelenek maruz kaldığı baskıyı üstünden atabilecek yetkinliği
gösterir, dünyevî sapkınlıklar karşısında karmaşaya kapılma
düşkünlüğünden kurtulabilirse, böyle bir oluşumun varacağı
sonuç dünya sistemi karşısında alternatifler üretebilen bir
Avrupa'dır. Dünya sisteminin Avrupa kıtasında içten çöküşü
bu kıta üstünde yaşayan insanların Asyalılar veya
Müslümanlar tarafından istilaya uğramaları suretiyle değil,
kendi değerlerini yeniden keşfetmeleri sonucunda
gerçekleşebilir. Dikkat ederseniz dünya sistemi Avrupa’da
millî kimlik arayışına Müslüman ülkelerdeki kadar (belki
onlardan da fazla) hassas bir tepki göstermektedir. Bu
yönüyle basın Avrupa'da daha yoğun bir denetim altındadır.
Nasıl Türkiye'de büyük çoğunluğun gerek seçim vasıtaları
bakımından, gerekse millî şahsiyeti bakımından kendine
gelmesi, çıkarlarını farketmesi ve imkânlarını millete
hasretmesi dünya sisteminin çıkarlarına ters düşüyor ve bu
yaklaşımda ölümcül bir tehlike görüyorsa; aynı durum her iki
Avrupa ülkesi için de geçerlidir. İngiltere bir istisna gibi
görünüyorsa da orada bile canavarın yumuşak karnı refahın
ve bilginin (ikisi birbirinin yanında, ikisi aynı zamanda)
sosyalleşmesidir. Yani dünya sisteminin çöküşü bugünün
zengin ve fakirlerinin yer değiştirmeleri, bağımlılık ilişkisinin
tersine çevrilmesi gibi bir sonucu doğuracak değildir. Bütün
milletlerin, bütün kültürlerin yaşama, serpilme ve temelinde
yatan değerlere sadakat gösterme imkânına kavuşacakları bir
sonuca dönüktür. Dünya sistemi geleneği adım adım bertaraf
ederek mutlakıyetçi gücüne ulaştığı için bu gücünü ancak
geleneğin hayatiyet sahibi olduğu yer ve zamanda
kaybetmeye başlayacaktır. Geleneğin yaşadığı yer Çin değil,
Afrika değil, Tibet değil Müslüman ülkelerdir. O halde dünya
sistemi gücünün Müslüman ülkelerde sona erdiğinin şimdiden
farkındadır. Hatta metropol ülkelerdeki kurtuluş eğilimlerinin
Müslüman ülkelerdekilerle sıkıca irtibatlı olduğunu yakından
bilmektedir.
Dünya sistemi 16. yüzyıldan bu yana önce Avrupa'da, sonra
bütün dünyada geleneği yıkıp yerine yeni ve pervasız
düşünceler yerleştirme politikasıyla mesafe katetti, gücünü
pekiştirdi. Dünya sistemi hep insanların önüne kavuşulacak
düşünceler koydu, insanların düşüncelere kavuşmasını
kurtuluş için öngördü. İnsansız düşüncelerin, düşüncesiz
insanları yönetmesine uygun bir ortamı destekledi. Bugün
vardığımız aşamada ise farkedilen husus dünya sisteminin
ölüm fermanının ancak düşüncelerin insanlara kavuşmasıyla
yazılabileceğidir. İnsanların düşüncelere ulaşmak kastıyla
ütopyalar ve radikalizmler peşinde ömür tüketmeleri dünya
sisteminin işine gelir. Ama düşünceler insanlara kavuşunca
her ferd, her millet özünde bulunan değerlerin tezahürüyle
mutabakatını arayacak, bulmaya çalışacaktır. Fichte (1762-
1814) bunu şu sözlerle ifade etmişti: Werde, der du bist.
(Neysen o ol).
Cezayir'de "selâmet cephesi"nin dikkat çeken oy kazancı
bütün dünyada merak uyandırdıysa bunun sebebi Cezayir'in
İslâmî bir yönetim altında dünyaya tehditler savuran bir ülke
haline gelme ihtimali değildir. Cezayir'in Cezayir için
yapacakları dünya sisteminin gözünü korkutmaktadır.
Avrupa'ya örneklik edebilecek bir gelenek bağlantılı hayat
tarzı Cezayir'de düşüncelerin nihayet insanlara ulaştığının
göstergesi olabilecektir. Mamafih, henüz Cezayir'de bir
yönetim değişikliği sözkonusu değildir ve olayların nasıl
seyredeceğini bilemeyiz. Ama Cezayir olayları Türkiye'de
(sağcı ve solcu çevrelerde) telâş uyandırmışsa bunun sebebini
bilmek zorundayız. Görüyoruz ki, bu telâşın sebebi bütün
dünyada sistem yandaşlarının veya sistem uzantılarının
telâşıyla aynı titreşimdedir. Türkiye'nin kendi kendini
kolonileştiren anlayışının yerini kendi kendini var kılan
değerlerin keşfine ve dünya üzerinde kendi özünü önemseyen
bir eğilimi güçlendirmeye bırakacağından korkulmaktadır.
Türkiye'de bazan "sol" diye tesmiye edilen, ama daha
doğrusu İslâm'dan bihaber kanat denilmesi gereken
çevrelerde Cezayir olaylarının genel bir "İslâm korkusu"
çerçevesinde ele alındığını ve onlar için Cezayir'de İslâmî bir
iktidarın iş başına gelmesinin "yeni bir İran" sanılmaktan
ötede bir anlam taşımadığını söylememiz mümkün. Fakat
sağda Cezayir olayları dolayısıyla hissedilen tedirginliğin
ileride rahatsızlığa dönmesi sözkonusu olabilir. Dünya
sisteminin Türkiye içindeki uyumlu unsurlarından Müslüman
kisveli olanları patronlarının hesabına yeni bir siyasî parti bile
tezgâhlamaya (hatta bunun sistem tarafından garantilenmiş
yüzdesini de vererek) girişebilirler. Korkunun ecele faydası
olmadığı gibi dünya olaylarının seyrine de heva vü heveslerin
katkısı yoktur. Bütün mesele insan tekinin kendi
sorumluluğunu bilip bulunması gerektiği yeri anlamaya
çalışmasındadır. "Ben günlük ekmeğimin peşindeyim" diyen
bir kişinin, "yerini almak" konusunda söyleyecek fazla sözü
olmasa gerek.
Gelelim Cuma Mektupları'nda yazılanlarla Cezayir olayları
arasında bir anlamlı ilişki olup olmadığı hususuna. Türkiye'de
yaşayan Müslümanlar olarak sadece Cezayir olaylarına değil,
dünyadaki bütün gelişmelere iki esası gözden uzak
tutmaksızın bakmak zorundayız. Bunlardan birincisi içinde
bulunduğumuz durumu olmasını istediğimiz gibi değil,
olduğu gibi anlamaya niyet etmek. Bu esası önemsediğim için
ben 1979 yılında İran devriminin diğer Müslüman ülkelere
"ihraç" edilebilir vasıflar taşımadığını belirtmiştim. Bugün
Türkiye'nin kimler tarafından yönetildiği ve Türkiye'de
kimlerin yönetilemediği meselelerini dile getirme gereğini
duyuyorsak gerçeği olduğu gibi anlama ve düşüncelerin bize
kavuşması için zihnimizi elverişli konumda tutma çabalarını
gösteriyoruz demektir. Düşünceler türetip onların içine
kendimizi yerleştirmeye çabalamak yerine hangi düşüncenin
bize kavuşmasıyla "hak" yerini bulur ve böylece biz yerimizi
almada isabet etmiş oluruz endişesi bizi değişmeler ve
düşünceler arasındaki bağlantıyı araştırmaya sevkediyor.
Dünyadaki gelişmelere bakarken gözden uzak tutmamak
zorunda olduğumuz ikinci esas bulunduğumuz noktaya
gelinceye kadar yürüdüğümüz bütün yolun bizimle geldiğidir.
Yani bulunduğumuz yere yürüyüp geldiğimiz yolları da
getiriyoruz. İnsanın ve insanlığın yaşadığı hiç bir zaman
boşuna yaşanmış bir zaman değildir. İnsan sadece vakit
kaybettiğini sandığı zaman birşey kaybeder, yani elindekinin
farkına varmadığı zaman zarardadır. Eğer bir Fransız
sömürgesi olarak Cezayir yaşadığı zamanın boşuna
olmadığını anlayacak noktaya gelirse, kendi kendini
sömürgeleştirmiş bir ülke olarak Türkiye de yaşadığı zamanın
değerini bilebilecek demektir. Buna Osmanlı batılılaşması ve
Cumhuriyet dönemi de dahildir.
Türkiye'de İslâmî mücahedenin Müslümanları ferahlatacak
bir safhaya ermesi, ancak Türkiye'de yaşayan bütün insanların
bu gelişmeden yararlanabilecekleri bir çerçeve içinde
gerçekleşebilir. Bunun için de dünyadaki sistem aleyhtarı
güçlerin kendi kurtuluşlarına giden yolda mesafe katetmeleri
gereklidir. Düşüncelerin insanlara kavuşması için yolu açık
tutmalıyız, insanları düşüncelere götürmek isteyen dünya
sistemi onları götürdüğü yerde yönetmeyi başarabilmektedir.
Herkesin yerini alması dünya sistemini felç edecektir, çünkü
taş yerinde ağırdır.
ÇANKAYA SİZE YETER!

Cumhuriyet rejiminin mektep çocuklarına ezberlettiği


kıtalardan biri de Kemalettin Kamu'nun: "Ne örümcek ne
yosun/Ne mucize, ne füsun/Kâbe arabın olsun/Bize Çankaya
yeter" [kıtasıdır.] Böyle bir manzumenin yazılmasını mümkün
kılan zihniyet Türkiye'de 29 Ekim 1923'ten 14 Mayıs 1950'ye
kadar, yani çeyrek yüzyılı aşan bir süre boyunca gerek
ideolojik dayanaklar bakımından ve gerekse bu dayanakları
besleyen siyasi şartlar bakımından gücünü korudu. Söz
konusu zihniyetin ideolojik dayanakları Osmanlı
İmparatorluğundan kalan topraklar üstünde İslâm kültüründen
kopuk bir devlet kurmaya ve siyasi şartları da kurulan bu
devlete halkın iştirakini önlemeye matuftu.
İslâm kültüründen kopuk bir devlet kurmanın gerekçesi
olarak yeni bir hayata geçmenin ancak eski kültürün tutucu
yükünden kurtulmakla mümkün olacağı iddiası getiriliyordu.
Oysa farkına varılmayan veya bilerek görmezlikten gelinen
husus eğer Osmanlı batılılaşması süresince Türkiye'de yeni
bir hayata doğru bazı atılımlar yapılabilmişse bunların her
birinin halkın İslâm’a olan bağlılığından doğan bir canlılıkla
gerçekleştirilebilmiş olduğuydu. Yenileşme çabalarında karşı
karşıya getirilen iki görüşün bir kanadını örf teşkil etmişse
diğer kanatta her zaman İslâm'ın aslî değerleri yer alırdı.
Dolayısıyla İslâm kültürünü toplumun kabuk değiştirmesi
yönünde bir tutucu güçmüş gibi görmek belki modernleşme
tartışmaları için her iki kanadın da samimiyetsizliğine bir
açıklama getirebilirdi, ama İslâm'dan uzaklaşma yeni bir
hayatın sağlam bir başlangıç noktası kabul edilemezdi.
Osmanlı batılılaşmasından farklı olarak cumhuriyetle gelen
yeni bir hayatın kurulması için gereken malzeme İslâm
kültüründen sağlanamayacağına göre ancak yabancı bir
kültürden ödünç alınabilirdi. Nitekim de böyle oldu.
Cumhuriyet rejimi hukuk sistemini, sanat ilkelerini, dilini,
eğitimini, kıyafet ve muaşeretini Avrupa'lı çeşitli ülkelerden
ödünç aldı. Neden "ithal etti" demiyoruz da ödünç aldı
diyoruz? Çünkü "ancien régime" sonrasında türeyen yeni tip
Avrupalı kendine mahsus değerlerin ihracına cevaz
vermiyordu. Bu konuda kendi müstemleke ve dominyonlarına
karşı da pek cömert sayılmayan Avrupa öz değerlerinin bazı
ürün-sonuçlarını ariyeten yabancılara veriyorsa bunun tek
sebebi, o yabancıların Avrupa'ya karşı tehlikeli olmama
sınırları içinde kalmalarının bir işaretini ele geçirebilmekten
ibarettir. Avrupalı olmayan ülkeler bu ürün sonuçları ödünç
aldıkları süre boyunca bir örnek olarak kullanıp kendilerine
mahsus başka bazı ürün-sonuçlara ulaşabilirlerse ne alâ, eğer
bunu başaramazlarsa ömür boyu Avrupa'nın tekdiri, tahkiri ve
her ikisinin sonucu olarak tehditi altında bulunacaklardı.
Gerçekçilikten uzak bazı fikri kabullere dayanmasına
rağmen, ne yaşanan hayatı, ne üstünde yaşanılan toprak ve ne
de o toprağı faydalı hale getiren insanlar yeni düzenlemenin
zemininde esas ve temel kabul edilmemesine rağmen
Türkiye'de yeni bir rejim nasıl kurulabildi? Bu sorunun
cevabı Türkiye'de devletin ve halkın birbirinden görece
kopukluğunda bulunabilir. Devlet aralarındaki iletişimi en
kolay kurabilen asker bürokratların örgütüydü. Bürokrasinin
sivil kesimi ya üniformalarını çıkarmış askerlerden veya
askerlerin doğrultusunda kararlar almayı peşinen kabullenmiş
kadrolardan müteşekkildi. Halk ise aralıksız savaşlar
yüzünden ruhen yılgın, maddeten fakir bir insanlar
kalabalığıydı ki, aralarında mesleki dayanışma gibi bir bağ
bulunmadığı gibi mesleki üstünlüklerinin kabul edilebileceği
bir ortamdan da mahrum durumdaydı. Yani Türkiye'deki
rejim değişikliği bürokrasinin bir iç hizmet meselesi olarak
yürürlüğe kondu ve sadece böyle yaşayabildi.
Kurulan yeni rejim İslâm kültüründen kopuk vasfını devam
ettirebilmek için devlete halkın iştirakini önlemek
zorundaydı. Bu mecburiyeti yerine getirmek çeyrek asır
boyunca hiç zor olmadı. Yapılan küçük bir tecrübe halkın
iştirake hevesli olduğunu göstermişti. Serbest Fırka'nın ömrü
üç ay sürdü (1930). Rejimin sıhhatinin devlet örgütünden
halkın müdahalesini uzak tutmaya bağlı olduğu pekişince
sistem kendini bu gerçek doğrultusunda yeniden düzenledi.
İdeolojik ayırım telâffuz edilen ideolojik ifadeden daha farklı
bir esasa bağlandı. Devlet yalnız kendi tuttuğu siciller
uyarınca ve yaptığı özel uzlaşmalar gereğince sadece kendi
bildiği bir işleyişi benimsedi. Sosyal vakıa ne olursa olsun
devlete aidiyet bağıyla bağlı bulunanların imtiyaz ve
güvenlikleri saklı kaldı. Başlangıçta mahfuz tutulan bu
güvenlik alanı pek kaba sayılırdı. 1950 yılına kadar devlete ait
olmakla devlet memuru olmak bir bakıma aynı şeydi. Bir kere
devlet halk karşısında bölünmemiş bir cepheydi, ikincisi
devlet memuru olmanın süzgeçleri hem ideolojik olarak hem
de takibat seviyesinde iyi işliyordu.
Ne zaman ki Türkiye Cumhuriyeti iktidar değişikliği için
halkın oyuna başvurmak mecburiyetiyle yüzyüze geldi ve
halkın iştirakine karşı tedbirler almak kaba bir ayrımdan daha
ileride ustalıklar gerektirdi; işte o zaman devlete mensup
olmanın şartları daha nazik ölçülere bağlandı ve heveslilerin
aşacağı barajların duvarları hem yüksek hem de kalın hale
getirildi. 1950 yılından sonra siyasi şartların getirdiği
değişiklik devletin kendini korumak için bir tür tedbire
başvurmasını gerektirirken, 1960'tan sonraki sosyal şartların
değişikliği de başka türden bir tedbiri gerektirmiştir. Bu
tedbirlerin bir formülünü elde etme çabasıyla şöyle bir
yaklaşımda bulunabiliriz: Devlet mensubu olacaksanız hayata
sizi bağlayan devletten daha güçlü bir bağ olmamalıdır. Yahut
kendinizi devletten daha başka bir değere karşı sorumlu veya
hesap vermeye mecbur hissetmemelisiniz. Yani Osmanlı
batılılaşması boyunca Müslüman kimlik devlete bağlılığın en
esaslı dolayımı olma şartını korurken Cumhuriyetle birlikte
bu şart ortamdan kalktı ve devlete bağlılık çıplak bir "bende"
bağlılığı durumuna girdi. Eğer Türkiye'nin alaturka
kesiminden kopup gelmişseniz milletle bağlantınızda devleti
incitmeyecek bir konumda olmanız gerek, yok eğer alafranga
kesimin bir uzantısıysanız ilkelerinize olan sadakatiniz
devletle zıtlaşmayacak ölçüde tutulmalıdır.
Rejimle millet arasındaki ince ilişkiler dünyanın siyasi
oluşum itibariyle geçirdiği değişikliğe paralel bir yol izler.
Türkiye'de siyasi iktidarda söz ve/veya etkinlik sahibi olmak
için günden güne daha mücerret bir kimlik, buna karşılık daha
müşahhas bir sorumluluk taşıma zorunluluğu yalnız bizim
ülkemize mahsus vasıflar olarak zikredilemez. Belli yerlerde
bulunmak için belli özellikler edinmek dünya sisteminin etkili
olduğu bütün ülkelerde ön şart haline gelmiştir. Her ülkenin
dünya sistemiyle ilişkisi, yahut dünya sistemi içindeki yeri
kişilerin yalnızca basamağını belirler; yoksa sistem içinde
belli standartlar bütün ülkeler için geçerlidir. Yönetici
olabilmek mücerret (soyut) bir kimlik, ama müşahhas (somut)
bir sorumluluk gerektirir demiştik. Bunun belirgin
örneklerinin beynelmilel finans kuruluşlarıyla ülkelerin finans
politikaları arasındaki bağlantıda açık seçik görmek mümkün.
Yani bir insan hem Uluslararası Para Fonunda kadrolu eleman
olabilir, hem de Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası'nın
başında bulunabilir. Bir insan hem Türk asıllı olur, hem de
Brezilya Merkez Bankası'nın başında bulunabilir. Önemli
olan bu insanların müşahhas sorumluluklarının ne olduğu,
kime karşı olduğudur.
12 Eylül 1980 tarihinden itibaren Türkiye'ye yerleşen rejim
gerçekte 29 Ekim 1923’te kurulan rejim[in] yöneten-yönetilen
ilişkisi bakımından tekamül etmiş, arıtılmış, kılçıkları
temizlenmiş halidir. Daha doğrusu çağına uygun kılınmış,
çağına uyarlanmış 1923 rejimi, olsa olsa 1980 rejimi
olabilirdi. 1923’te "Bize Çankaya yeter" diyenlere 1990'da
söylenecek söz "Çankaya size yeter" olabilir ancak. Çünkü
aynı insanlar Türkiye’de Müslümanlığın toplum hayatında
hangi yeri tuttuğundan habersiz, İslâm'ı insan hayatına anlam
veren değerler bakımından (en hafif nitelemeleriyle) tutucu
sayan, kimliğini İslâm’da bulan halkın yönetimde söz sahibi
olmasını devletin varlığı ve devamı bakımından tehlikeli
gören insanlardır. Bu yüzden 1923'te söyledikleri sözü
1990'da da tekrar edilebilirler; "Kâbe arabın olsun."
Acaba "Kâbe arabın olsun/Bize Çankaya yeter" diyenler bu
ifadeleriyle Türkiye’de ne türden bir değişmeyi
öngördüklerini veya özlediklerini dile getirmiş
oldular/oluyorlar? Nasıl oldu da Türkiye'deki modernleşme
eğilimi denetim altında tutulan diğer ülkelere öncülük
edebildi? Giderek Doğu Avrupa ülkelerini sollayarak
Türkiye'nin çağ atlamasının sırrı nedir? (Alaya aldığımı
sanmayın. Türkiye gerçekten çağ atlamıştır. Biraz abartılı bir
örnek olacak ama, tıpkı 1959 yılında Hawai'nin çağ atlaması
gibi). Ortada sır, muamma, bilmece yok. Düpedüz yürünen
bir yol var. Türkiye tercihleri doğrultusunda yürüdüğü yolun
sonuna geldi. Öngörülen değişme organizmadan
mekanizmaya doğruydu ve bu gerçekleşti.
Bir toplumun organik yapısından sözedebilmek için o
toplumu diğer toplumlar içinde bir yer sahibi kılan yasadan,
nomostan haberdar olmak gerekir. Yani bir toplumu bitki veya
hayvan gibi canlı kılan; ona kök, gövde, yaprak veren veya
ona baş, beden ve hareket imkânı veren "nomos" olmadıkça
toplumun organik yapısından sözedemeyiz. Mirasçısı
olduğumuz toplumun, milletin, devletin nomosu ise İslâm idi.
Etnik özellikler değildi, örf değildi, töre değildi. Hiç şüphe
yok ki mirasçısı olduğumuz toplumda şekil almış
Müslümanlığa etnik özelliklerin, örfün ve törenin etkisi
hesaba katılır seviyedeydi. Daha da ileri gidip hem üstünde
yaşanılan toprağın ve hem de tarihten devralınan mahiyeti
açıklanamayacak davranış kalıplarının derin izlerinden de
sözedilebilir. Ama bütün bunlara rağmen yöneten-yönetilen
ilişkisi içinde her iki tarafında kendini bağlı saydığı değerler
manzumesi İslâm çerçevesinde anlaşılabilirdi. "Baş başa
bağlı, baş da şeriata". Bu atasözü yukarıdan aşağıya, aşağıdan
yukarıya denetimin temel ilkesini verdiği gibi, hak arama
yollarının açık kalmasını, en önemlisi hakların nasıl
temellendirilmesi gerektiğini veriyordu. Mirasçısı olduğumuz
toplum her yönüyle övgüye değer bir toplum olmayabilirdi,
ama her türlü iyileştirmenin kendine mahsus imkânlarını da
bünyesinde barındırıyordu. Nitekim Osmanlı batılılaşması
denilebilecek yenileşmeler ancak sözkonusu imkânların
kullanılması suretiyle katedilen mesafenin ürün-sonuçlarıydı.
"Bize Çankaya yeter" diyen zihniyet toplumda yaşayan her
insan tekinin bir diğeriyle, toplumun kendine yakın başka
toplumlar ve giderek kendiyle çıkar farklılığı bulunan
muhâsım toplumlarla iletişimi mümkün kılacak değerleri
terketmeyi yalnızca göze almadı, bu terkedişten övünç duydu.
Böylece içine düştüğü indî değerler kargaşasının toplumdaki
organik bağları baltalayarak yerine mekânik bağlar geçmesini
kolaylaştırdı. İnsan ilişkilerinde organik olandan mekanik
olana geçiş modernleşmenin kaçınılmaz sonucu değil mi?
Elbette. Mekanizma hakimiyeti denetim altında tutulan uydu-
çevre ülkelerde olduğu gibi bu ülkeleri denetim altında tutan
metropol-merkez ülkelerde de geçerli ve yürürlükte değil mi?
Elbette. Dün olduğu gibi bugün de anlaşılan husus, yaşanılan
hayatın sistemin işleyişi yüzünden iyiye veya kötüye
sürüklendiği konusundaki tercihimizde düğümleniyor. Ama
yine de uydu ülkenin durumuyla metropol ülkenin durumu
arasında ciddi farklar var. "Bize Çankaya yeter" diyenler bu
farkların sadece derece farkı olabileceğini, merkez ülkeyle
uydu ülke arasında mahiyet farkı kalmamasını savunuyorlar.
Metropol ülkeyle çevre ülke arasında mahiyet farkının
kalmaması ve yalnızca iki ülke arasındaki farkın bir derece
farkına indirgenmesi her iki ülkede söz geçiren gücün aynı
olması anlamına gelir. Böyle bir sonucun doğması halinde
bile merkez veya yarı-merkez ülkenin sloganı uydu ülkenin
sloganına benzemeyecek. Yeni metropol ülkeler "Bize Wall
Street yeter" veya "Bize Bundesbank yeter" deme tuhaflığına
düşmeyeceklerdir. Gerek organik, gerekse mekanik işleyişte
başın başa bağlanması yadırganacak bir durum çıkarmaz
ortaya, meselenin kritik noktası son başın neye veya nereye
bağlı olduğundadır.
Toplum hayatında bedenin gücü başın yerinde
bulunuşunda, başın karar verme iktidarı da bedenden güç
alışındadır. Yönetim ilişkilerinin düzenlenmesinde halkın
iştirakini önleyen her işleyiş başsızlığa mahkûm olacaktır.
Çünkü başın başa bağlılığı ancak başın şeriata bağlılığıyla
anlam sahibi olabilir. Başın şeriate bağlı olmadığı bir
toplumsal işleyiş ne ölçüde demokratik olursa olsun zorbaca
yönetime varacaktır. Zira hak arama yolları her özel durumda
yeniden yorumlanacak, hatta hakların neler olduğu kişiye ve
zamana göre farklı farklı anlaşılabilecektir. Başın şeriate bağlı
olduğu, yönetilenlerin olduğu kadar yönetenlerin de
yöneldikleri kıblenin tek olduğu, mükellefiyetler bakımından
insanları müşterek ölçülerle değerlendirmenin kaçınılmaz
olduğu toplum despotik karakterde bile olsa zorbalığı ve
zulmü önleyici tedbirler almanın yolları açıktır. Nomos
hakimiyetinin yöneticilerce tanınmadığı bir toplumda
ihtilâfları gidermenin yolu ya menfaat uğruna şerefsiz bir
uzlaşmadan veya şiddet aracılığıyla rakibini bertaraf etmeden
geçer.
Günümüz Türkiye’sinde muhalefetin yetersizliğinden
sözedildiğine şahit olursunuz. Oysa olduğu kadarıyla
demokratik işleyiş içinde seçimle belirlenmiş muhalefet
partileri vardır. Üstelik hükümet eden ekip karşısında kendine
solcu ve sağcı mevziler seçmiş birden fazla muhalefet
partileri var. Okuryazarların ünlü ve etkili olanları, basının
dikkate değer kesimi iktidarı kullanan yönetici zümrenin
sözcülüğünü üstlenmekten kaçınır haldedir. Görünüşte "karşı"
güç büyük gibi. Buna rağmen muhalefetin yetersizliği
nereden gelmektedir? Toplum ilişkilerinde nomos kavramının
belirleyici rol oynamayışından. Bunun kaçınılmaz sonucu
olarak ülke içinde söz söyleme imkânına ulaşmış olan bütün
önde gelen kişilerin süzgeçlerden geçmiş olmasından, daha
ötede bu kişilerin varmak istedikleri yeri iktibas etmek için
bazı standartlara uymak zorunda oluşlarından.
Türkiye'de halkın iştirakinin kısmen veya çarpık bir tarzda
bile olsa sözkonusu olduğu, halkın eğilimlerine
yönlendirilmiş bile olsa ağırlık tanındığı zamanlarda
milletvekili olma gücüne erememiş insanların, halkın baskı
altında tutulduğu ve halk çıkarlarının zıddına hakimiyetin
saltanat sürdüğü ortamlardan bol bol yararlandıkları, "baş"
olabildikleri görülebiliyorsa, görülenlere itiraz edenlerin
ellerinden hiçbir şey gelmiyor, sonuçta itiraz sahipleri de
yönetime iştirak ediyorlarsa bütün bu oluşumun tek
açıklaması oyunun içinde yer atan elemanların tümünün aynı
standartlara uyduğu, aynı kapıdan iktidar dilendikleridir.
Böyle şartlar altında onlara söylenebilecek tek söz şu:
"Çankaya size yeter"?
SATILIK İNSAN HAKLARI

Olur mu öyle şey? Satılık insan hakları olur mu? Manevi


değerlerin satılması söz konusu olduğu zaman da, tıpkı
malların ve eşyanın satılışındaki gibi iki yanlı alışveriş geliyor
aklımıza. Bir alan, bir satan olacak; satılan şeyin belli bir
karşılığı olacak vs.. Birisi için "arkadaşını sattı" denilince
anlıyoruz ki bu insan elde ettiği bir menfaat karşılığında
arkadaşının ona olan güvenini kötüye kullanmıştır. Ya
arkadaşı hakkında başkaları tarafından öğrenilirse sonu kötü
olacak bir bilgi vermiş (meselâ saklandığı yeri söylemiş), ya
da arkadaşının ondan beklediği işi yerine getirmemiştir
(yapabileceği halde diğerlerinden erken davranıp başka bir
yere saklanmasını sağlamamıştır). Vatan satmak da arkadaş
satmaktan pek farklı sayılmaz. Ne var ki bir insanın
arkadaşını satıp satmadığı pek kolayca ortaya çıktığı halde,
vatanın satılıp satılmadığı aynı kolaylıkla anlaşılamaz. Zaten
herkesin vatan satma konusunda hemfikir olmaları da zor.
Kiminin vatan satmak dediği şeye, kimi vatan kurtarmak
diyebilir. Yine de vatan satmanın özü arkadaş satmakla birdir,
çünkü her ikisi de birbirine ait iki unsurdan birinin aradaki
irtibatı yabancılar lehine istismar etmesiyle sonuçlanır.
Manevi değerlerin satılması sadece başkasına ihanet
etmekle, tezgâha başkasının kellesini koyarak gerçekleşmez.
İnsan kendine de ihanet edebilir, kendi şerefini de satılığa
çıkarabilir. Hürriyetini satabilir insanlar. Yapabilme, karar
verebilme, başını dik tutabilme imkânını kullanmaktan imtina
ederek bunun karşılığında rahat ve konfor içinde yaşama
imkânını alır. Sıska kurtla besili köpek hikâyesini hepiniz
bilirsiniz. Bir de Faust var: Bilimi elde etme ve dünya
zevklerine ulaşma karşılığında şeytana ruhunu satmış.
Modern insanın prototipi Faust, çünkü modern zamanlarda
insanlar zeki, işini bilir, kullanmada başarılı, olan biteni
anlamada kavrayışlı olmayı önemsediler, ama ruhlarının
selâmeti onları pek ilgilendirmedi.
Alış verişte nasıl alan ve veren olarak iki taraf varsa, aynı
zamanda iki yön de var. Yani insan sadece satmaz, bir de satın
alabilir. Günümüz insanının temel meselesi, belli bir noktadan
sonra yeni bir alış verişi yapıp yapmayacağında odaklanıyor.
İnsanoğlu ruhunun selâmetini önemli sayıp bunun bedelini
ödemeyi göze alacak mı? Onu insan kılan değerleri yeniden
lâyık oldukları yere koyabilmek ve insanın kâinatla
barışıklığını yeniden sağlamak, kendini yaratan Kudret
yönünde bir ünsiyet kurmak için gerekli fiyata razı olacak
mıdır? Bunun için ruhunun selâmetine kavuşmak için can
atıyor olması gerek, kölenin hürriyetine kavuşmaya can
atması gibi. Ama belki her köle hürriyeti pek öyle iştiyakla
istemiyordur. Hür bir insan olarak yaşamayı kıvıramamaktan
korkabilir. Korkmuyorsa, tam tersine köle oluşundan başka
başarı engeli görmüyorsa önünde, ilk yapacağı şey hürriyetini
satın almaya çalışmak olacaktır. Bugün Almanya'nın yaptığı
budur. Almanya Mark gücüyle, tahrip edilmiş kültürünü geri
almak, topraklarının işgaline son verme ve nihayet dünya
üzerinde hak ettiği statüyü elde etme savaşı veriyor.
Hürriyetini satın alıyor Almanya. Dikkat edin, aynı savaşın
bir başka mağlubu Japonya hâlâ savaşın en büyük galibi
ABD’nin kararları doğrultusundan ayrılabilecek bir tutum
sergilemekten çok uzak. Belki Japonya hürriyetini satın alırsa,
bununla ne yapacağını bilmiyor.
Arkadaşımızı, vatanımızı, şerefimizi, ruhumuzu,
hürriyetimizi satmaya ve satın almaya konu edebiliyoruz.
Çünkü her birinin birer bedeli var. Bizler manevi değerleri
satan ve satın alanlara takındığımız tavırla da bir bakıma
kendi yerimizi seçmiş oluyoruz. Bütün bunların anlaşılır
tarafını görebilmemiz zor değil. Bize anlaşılmaz gelen "satılık
insan hakları"dır. Eğer insan hakları alış verişe konu
edilebiliyorsa bu pazardaki tezgâhtar kim, müşteri nerede?
Böyle manasız bir ticareti sorgulamaya kalkışarak saçmalığa
saçmalık katmanın faydası yok. O halde ortada bir mesele
varsa bunu açıklığa kavuşturmaya çalışalım.
Mesele Türkiye'nin değişen dünyada hangi ellerde ne şekil
alacağı meselesidir. Öyle anlaşılıyor ki yakın bir gelecekte
insan hakları konusu şimdi olduğundan daha yoğun bir
şekilde Türkiye'de ele alınacak. Ama bunu hangi zeminde,
hangi çevrelerin desteğiyle ele alınacağı doğrusu meraka
değer. Yani Türkiye’de insan haklarının savunulmasına nasıl
bir sonuca varmak üzere girişileceğini kestirmek çok güç. İlk
akla gelen bunun etnik farklılaşmaya dayandırılarak
yürütülmesidir. Sonra yaşama standardının yükseltilmesiyle
ilgili meseleler dolayısıyla insan hakları bahis konusu
edilebilir. Peşinden yazarların, sanatçıların, bilimadamlarının
özgürlüklerinin tanınması gibi temalara yer verilebilir. Belki
de bunların hepsi, başka konularla birlikte aynı anda ilgililerin
önüne getirilir. Ne olursa olsun Türkiye'de insan hakları
meselesi hedefi belli bir gelişmenin gereği doğrultusunda ele
alınamayacaktır. İnsan hakları olayında Türkiye'de yaşayan
insanlardan hangilerinin hangilerine nispetle haklardan
mahrum oldukları bakış açılarına göre öyle zıtlıklar
göstermektedir ki bazılarının hak sahibi saymak diğerlerini
haklarından mahrum etme anlamına gelebilir. Dolayısıyla
Türkiye'de insan hakları mücadelesinin kısa zamanda bir kör
döğüşü haline gelmesi işten bile değildir.
Türkiye'de yaşayan insanların böyle bir ihtimal karşısında
hassasiyet göstereceğini sanmıyorum. Zaten dünyanın bir çok
yerinde (bugün bilhassa Doğu Avrupa ve Rusya'da) bir kör
döğüşü olageldiğine göre "âlemle gelen düğün bayram" deme
alışkanlığına sahip bu ülkede ciddi bir istikbal endişesi
doğmayabilir. Ancak komünist partilerinin çöktüğü ülkelerde
tam bir kör döğüşü olduğunu sanmak da hatadır. Çünkü bu
ülkelerde en az kırk yıldır halkı razı olmadığı kalıplar içinde
tutan köhnemiş yapıların çöküşü hesaba katılmalıdır.
Sonuçtan beynelmilel sermaye büyük ölçüde yararlanıyor bile
olsa, insanların çoğunluğunun değişimden baskı altında
tutulan bazı özlemlerini gidermek yönünde beklentileri vardır,
olabilir. Yani değişme kötüden betere doğru olsa bile
insanların önünde eski ve yeni karşılaştırması yapmaya
elveren bir yol açılmıştır. Oysa Türkiye dünya sisteminin
istekleri doğrultusunda adım adım uyarlanmayı yaşamıştır.
Şimdi beynelmilel sermaye ile kucaklaşmasını
tamamlamamış olmaklığı bakımından çiçeği burnunda ANAP
iktidarını nasıl köhne sayalım? Öte yandan ANAP yönetimine
eleştiri yöneltenlerin yürürlükteki rotadan farklı bir yönelişleri
veya teklifleri olduğunu kim söyleyebilir? Müslümanlar mı?
Onlar da şeriat donlarını giyip denize koşuyorlar.
Satılık insan hakları böyle bir ortamda bütün saçmalığına
rağmen çok işe yarayacaktır. Ülke dışından müdahalelerin
etkin çözümler sağlamasına yetecek kadar karışıklık çıksın
yeter. Ülke içindeki bütün direnç noktaları köhne yapılar
damgasını yiyerek birer birer tasfiye edilebilir ve insan
haklarını elde etmenin bedelinin ancak üzerinde yaşanılır bir
topraktan mahrum olmakla ödenebildiği iş işten geçtikten
sonra anlaşılabilir.
Arkadaş satmaktan başlayıp insan haklarının saçmalığına
ulaşan bu yazıyı yazmaktan maksadım nedir? Üzerinde
yaşadığımız topraklar dolayısıyla, birlikte yaşadığımız
insanların yüzyüze geldiği bir tıkanıklığı işaret etmek
istiyorum. Önce şu soruyu cevaplandırmamız gerek:
Türkiye'nin karşılaştığı bu tıkanıklık bir çıkmaz belirtisi
midir, yoksa Türkiye bir dar boğazdan mı geçmektedir? Eğer
bir çıkmaz içindeysek, bunun mantıkî çözümü girilen yoldan
geri dönmektir. Sözkonusu olan bir dar boğaz ise kurtuluşu
sağlamak için belli sıkıntıları göğüslemeyi göze almamız
gerekiyor. Ama her iki halde de durumu bütün gerçekliğiyle
kavrayıp harekete geçmenin imkânlarını kullanacak bir
önderlik kadrosu devrede olmalıdır. Bunlar kimlerdir ve
nerededirler? Siyasi partilerin liderleri sadece o yeri
doldurdukları için liderliğine katlanılan insanlardan oluşuyor.
Aynı partilerin gövdesini oluşturan yönetim kadroları da
gidecek başka kapısı olmadığından "orada" bulunan kişiler.
Sonuç: Ne çıkmaz, ne de darboğaz kimsenin umurunda. Daha
da vahimi şu ki karşılaşılan çıkmaz ve darboğaz her siyasi
liderin kendine haklılık sağlamak için ağırlaşmasına ses
çıkarmadığı bir imkân gibi görünüyor. Bir de bana şunu
söyleyin bal tutup da parmağını yalamayan kim var? Kaç
nâsiye var çıkacak pak-ı dırahşan?
Siz bana karamsar olduğumu söyleyeceksiniz. Ben de size
iyimser olmanın işlenen suçlara işaret anlamına gelip
gelmediğini soracağım. Nelerin kaybedildiği konusunda hiç
bir bilinç taşınmayan bir ortamda, elden çıkanların
kazanılması için bir savaşa girişileceğini düşünmek ne
mümkün! Öyleyse savaştan vaz mı geçmelidir? Bunu bir
ihtimal olarak hesaba katmak bile alçakçadır. Yanına
kimsenin gelmeyeceğini bile bile bulunduğu yerden
gerilemeyecek olan insanlar şerefini satmamayı başarabilir.
Önümüzdeki çıkmaz değildir. Çıkar yol mutlaka vardır. Her
kim ki gerilememiştir bizzat kendisi bir çıkar yol olduğunu
göstermiş sayılır.
YAVUZ LAİKLİK, BASTIRILAN
BAĞIMSIZLIK

"Yavuz hırsız, evsahibini bastırır" sözüyle dile getirilen


durum, artık gündelik gerçeğimizin ayrılmaz parçasıdır. O
kadar ki evsahibi bastıracak hırsızın da öyle uzunboylu
"yavuz" olması gerekmiyor. Neredeyse "uyuz hırsız bile
evsahibini bastırır" şeklinde değiştirmek gerekecek atalar
sözünü. Önemli şey yavuzluk, yamanlık, yiğitlik olmaktan
çoktan çıktı, aranan vasıf artık "hırsız" olmak. Yukarıdaki
cümleleri ardarda sıralamaktaki amacım Türkiye'de yaşanan
bir ahlâk buhranını işaret etmek değil. Böyle bir buhranın
yaşandığına, insanların seçmelerini ahlâk endişelerini ön
sıraya koyarak yaptıklarına inanmıyorum. Dolayısıyla da
fazilet sahibi insanların haklarını şirretliği ele almış
kimselerin çiğnemesi sözkonusu değil.
Gerçeği bütün çıplaklığıyla görmeye çalışırsak "yavuz
hırsız ev sahibini bastırır" sözünü çağrıştıran bir durumu
farketmemiz mümkün. Olan biteni yerli yerine oturtunca da
farkettiğimiz durumun yavuz hırsızla evsahibi arasındaki
ilişkiden doğmadığını anlayabiliriz. Nasıl hırsızın yavuzluğu
kaydadeğer bir özellik olmaktan çıkmışsa, bastırılan unsurun
da evsahipliği tartışmalıdır. Doğrusu bir bastırma ve
bastırılma var, lâkin mazlumu zâlimden ayırdedebilmek için
çok ince tahlillere girişmemiz ve hatta yeni teoriler icad
etmemiz gerek. Ülke içinde "millî" sayılması kaçınılmaz
meselelere sabırla, sebatla, metanetle sarılmış insanlar
olduğunu söylemek günden güne zorlaştığı için kimin
"evsahibi" olduğunu tespit etmek de gittikçe anlaşılmaz hale
geliyor. Bu belirsizliğin iktisadî, sosyal, siyasi sebepleri var.
Son on yılda Türkiye'deki gelir dağılımının büyük ölçüde
bozulduğu, gelir farkları arasındaki açığın hızla arttığı
rakamlarla gösterilebilir. Buna rağmen geliri düşüş gösteren
kesimlerin bir zorlamaya başvurduklarını, gelirinde aşırı artış
olan zümrelerin de bir telâşa kapıldıklarını söylemek mümkün
değil. Çünkü düşük gelir gruplarına mensup çevrelerde
herhangi bir zorlama imkânını kullanabilecek unsurlar, bu
imkânlarını nisbi olarak gelirlerini artırmada kullanıyorlar;
politik bir tavır sergilemede değil. Toplumdaki hızlı değişme
gelir yollarının çeşitliliğini artırdığı için gelirinde reel azalma
olanlar kendileri için kazançlarında kesin ve dönülmez bir
tıkanma gerçekleştiğine inanmıyor. Yani düşük gelir
gruplarının psikolojik bir rantla yaşadıklarını söylemek doğru
olur. Elbet buna Türkiye'nin iklim şartlarını, ülke içinde göç
imkânlarını ve büyük çoğunluğun şartlara boyun eğerek
kanaatkârlıkta teselli arayışının genişliğini eklemek gerek.
Kısacası, Türkiye'nin iktisadî sıkışması bir kıtlığa
dönüşmedikçe hissedilir olmaktan uzaktır. Bu duyarsız
ortamda ister yavuz olsun, isterse sünepe, her hırsız birilerini
bastırabilmektedir. Bastırılanların evsahibi olma şartı
aranmayabilir.
Türkiye'deki belirsizliği artıran sosyal sebebi
modernleşmenin her gelir grubuna verecek "yeni" bir hediyesi
bulunuşunda görebiliriz. Her kalite düşüşü bir alt gelir
grubunu tatmin edecek araçları sağlayabilmekte ve tüketim
araçlarında bir derece kalite artışı gören her "alt" zümre
kendini konfor içinde sayabilmektedir. Böylece toplumun
alacağı şekil hakkında gerçekçi ve hakkaniyete dayalı
tekliflerin doğması güçleşmektedir. Eğer zihni olgunluğa
sahip zümrelerin ellerinden bazı imkânların alınmasıyla
sonuçlanan bir toplumsal değişme sözkonusu olsa idi veya
toplumdaki değişmenin nelerin elden kaçırılmasıyla
sonuçlandığını görecek çapta insanları yetiştiren bir
"aydınlanma"dan geçilmiş olsaydı ülkemizde
modernleşmeyle birlikte yavuz hırsızın evsahibini bastırdığı
bir zorbalığın doğmayacağını, giderek böyle bir zorbalığın
hissedilmesini önleyen bir belirsizliğin hırsızdan yavuzluğu
bastırılandan da evsahipliğini kopartarak Türkiye'yi
belirsizlikler diyarı durumuna sokmayacağını
söyleyebilecektik. Türkiye’de modernleşme yeni bir toplum
gerçekliğinin çatışmalı bile olsa kendini gösterişi olarak değil,
yön arayış eğilimlerinin törpülendiği belirsiz bir değişme
olarak yaşanmaktadır.
Siyasi belirsizlik iktisat alanındaki çarpıklığa ve sosyal
hercümerce paralel olarak ortadadır. Ne var ki Türkiye'deki
siyasi belirsizlik ne iktisadi çarpıklığın, ne de sosyal
hercümercin bir yansıması olarak ortaya çıkmıştır denilemez.
Bu durum belirsizliğe belirsizlik kattığı gibi, vehameti de
şiddetli kılmaktadır. Ülkemizde siyasi belirsizlik vahimdir,
çünkü Türkiye Cumhuriyeti bütün mevcudiyetini siyasi bir
belirlenmeye borçludur. Bunu elden kaçırmak, devlet olarak
varlığını tartışmalı hale sokmak anlamına gelir.
Türkiye Cumhuriyetinin mevcudiyetini borçlu olduğu
siyasi belirlenme nedir? Birinci Dünya Savaşının mağlubu
Osmanlı Devleti'nin siyasi mirası üstünde kurulan Türkiye
Cumhuriyeti'nin katlanmak zorunda olduğu siyasi belirlenme
önem sırasına göre şöyledir:
1- Türkiye Cumhuriyeti savaştan önce Osmanlı Devleti’nin
elinde tuttuğu topraklar üzerinde hak iddia edemeyecek bir
siyasi yapıda olmalıdır.
2- Türkiye Cumhuriyeti kendisiyle müşterek kültür kökleri
olan bölgeler dolayısıyla savaşın galiplerine zorluk çıkaracak
bir siyasi yapıdan uzak durmalıdır.
3- Türkiye Cumhuriyeti Batı Avrupa'ya meydan okuyacak
gücü ele geçirmeye matuf bağlantılar kuramayacak siyasi
yapıda olmalıdır.
4- Türkiye Cumhuriyeti etnik yakınlığı olan bölgelerle
dayanışmaya girişmesine elverişli bir siyasi yapıda
olmamalıdır.
Elbette bu dört maddeyi bir kâğıda yazıp birinin eline
tutuşturan olmadı. Ama Türkiye Cumhuriyeti'nin yetmiş yıla
yaklaşan ömrü boyunca beynelmilel ilişkilerinin seyri
sıralamasını yaptığımız maddelerin gerçekliğini gösteren
örneklerle doludur. Dünya şartlarının değiştiği her aşamada
bu maddeler Türkiye'nin yerinin belirlenmesinde hesaba
katılan sabiteler olarak rol oynadı. Görüldüğü kadarıyla anılan
dört maddenin dördü de ülkemizin dünyadaki oluşuma
damgasını vuracak bir konumdan uzaklaşmasını gerektiren
şartları kabule zorlayan ağırlıktadır. Yani galibin mağlubu
kabul ettirdiği şartlardır bunlar.
Diyeceksiniz ki ya istiklâl harbi? Türkiye 1922 Türk-Yunan
çatışmasının galibi olduğu için, Ermeni çetelerinin
faaliyetlerini bertaraf ettiği için kurulabilen "misak-ı millî"
sınırları içindeki devletin adı değil mi? Ordunun duruma el
koyması sonucunda Sevr anlaşmasının mağlubiyet
şartlarından Lozan anlaşmasının galibiyet şartlarına
ulaşılmadı mı? Osmanlı Devleti'nin mirasının yeni şartlarda,
yeni bir siyasi birlik temin edebilmek için değerlendirildiği ve
ordunun direnerek Sevr'in ağır şartlarını hükümsüz kıldığı
doğrudur. Bu yüzdendir ki Türkiye Cumhuriyetinin
tartışmasız ve kararları sonuca varabilen tek siyasi gücü bu
güne kadar silâhlı kuvvetler olmuştur.
Ancak Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasi yapısını tartışmak
ülkemizdeki en etkili tabu olma özelliğini hep koruduğundan
ülkemizin tayin edilenden daha farklı bir oluşuma açılıp
açılamayacağı konusunda geçen yetmiş yıla yakın süre
boyunca topluma mal edilebilecek düşünceler ortaya çıkmadı.
Bundan çok daha önemlisi, Türkiye Cumhuriyeti Birinci
Dünya Savaşı'nın mağlubu sayılan bir ülke konumundan
kurtulmayı sağlayacak bir siyasi oluşumu yeniden ele
geçirmek üzere hareketlerini düzenleyen iddia sahibi bir sabit
liderlik kadrosunu elde tutma kararlılığını gösteremedi. Söz
sahibi bürokrasiye hakim olan anlayış şimdilik elde tutulanın
kaybedilmesi korkusu yüzünden "fincancı katırlarını
ürkütmemek" sınırları içinde kaldı.
Bu anlayış sebebiyle Arap dünyasıyla bağlar herhangi bir
Avrupa ülkesiyle kurulan bağlardan daha zayıf kalacak
şekilde kuruldu. Lâiklik, ülke içinde ve dışında Türkiye'nin
halktan güç alarak siyaset belirlemeyi reddedişi şeklinde
yorumlanabildi. Aynı anlayış Türkiye'nin komşularıyla bölge
ülkelerine zarar verebilecek yabancılar karşısında
dayanışabilir bir devlet olarak değil de, komşusuna cephe
almayı birinci mesele haline getirmiş bir devlet olarak
algılanmasını kolaylaştırdı. Böylece Türkiye'nin komşularıyla
zıtlaşmasından bölge dışı ülkelerin azami istifadeyi sağlaması
mümkün oldu. Yalıtılmış Türkiye, kaynaklarını tam kapasite
çalıştırabilmek ve böylece büyük güçlere avuç açmaktan
kurtulabilecek bir yola girme fırsatını hiç bir zaman bulamadı.
Kendi halkının gücünü önemseme ihtimaline uzak durmayı
bir güvenlik ve giderek bağımsızlık kavramı haline getirdi.
İşte bu güvenlik ve bağımsızlık anlayışı halen bir karara
varmada ülkenin çözülemez meselesi gibi algılanmaktadır.
Türkiye 1990 şartlarında 1923 zihniyetiyle meselelerine
çözüm arama zorunda kaldığını sanmanın tuhaflığını yaşıyor.
Böyle bir tuhaflığa sürüklenmesinin sebebi de 1945 şartlarını
yine 1923 anlayışıyla karşılamış ve bugüne böyle ulaşmış
bulunmasında aranmalıdır. Oysa bugün yeni bir muhasebe
yapmanın gereği ortadadır. Bu muhasebeyi yapıp yeni bir
siyasi yapının esaslarını belirlemede ne kadar geç kalınırsa
Türkiye'nin millet olarak da devlet olarak da varlığını
tehlikelerden arındırmak o kadar güçleşecektir.
Sovyet Bloku'nun ortadan kalkmasıyla birlikte Türkiye
kendisine biçilebilecek siyasi yer hakkında bir belirsizliğe
düştü. Artık "Batı" ittifakına dahil olmak hiç bir anlam ifade
etmiyor. Türkiye ya yeni bir "görev" üstlenerek Batı’nın
imkân ve müsahamasından yararlanacak veya kendini verdiği
karar doğrultusunda kabul ettirerek dünyada şimdiye kadar
sahip olduğu yerden farklı bir statü elde edecek. Bu ikisinden
birine ulaşacak başarıyı ele geçiremezse Türkiye adında bir
ülkeden söz etmek bile mümkün olmayabilir korkusu
meseleye yakın herkesin yüreğindedir.
Türkiye’nin dünya sistemi adına, yani ondokuzuncu yüzyıl
başlarında kurulmuş bulunan Atlantik paktı adına
üstlenebileceği ilk görev, şimdiye kadar yaptığı gibi kenara
çekilmedir. Batı hayrına kenara çekilmenin en etkili yolu ülke
olarak varlığını Akdeniz'den çekmek, yani Kafkasya tarikiyle
İç Asya'da siyasi varlık gösterme tecrübeleridir. Bu elbette
gerçekçi ve verimli gelişmelerin başlangıcı olmayacaktır.
Zaten istenilen de budur. Türkiye fantastik ve kısır çabalar
sonucu potansiyelini heba etmeli ve dünya sisteminin başına
dert olacak bir konumdan uzaklaşmalıdır.
Dünya sisteminin verdiği görevi kabul ettirmede zorluk
çektiği takdirde teklif edeceği ikinci görev Orta Doğunun
inzibati gücü olma yükümlülüğüdür. İsrail'e koruyucu
şemsiye olmaktan ötede sıradan bir üçüncü dünya ülkesi
pozisyonuyla Orta Doğunun çok yönlü, çok patronlu, çok
hileli "oyun"unda Türkiye'nin üstleneceği her görev her gün
biraz daha sermaye kaybına, her gün biraz daha
bilgisizleşerek enerji kaybına sürükleyecektir ülkeyi. Eğer
bugün Türkiye'de milli çıkarlar gözeterek karar almanın
zorluğundan sözedilebiliyorsa, ülke Orta Doğu meselelerinin
bir piyonu haline geldiğinde milli çıkarların farkedilmesinin
bile imkânsız hale geleceğini şimdiden söyleyebiliriz. Orta
Doğu meselelerinin Batı adına çözümüne katılan bir
Türkiye’de sömürge yönetiminin dolaylı halden çıkacağını
bilmek ve basit bir ticari işlemden en küçük memurun siyasi
pozisyonuna kadar her konuda Batı ajanlarının karar sahibi
duruma geçeceklerini anlamak için fazla zeki olmaya gerek
yok.
Böylece maceralardan salim kalabilmek için Türkiye'de
bazı çevrelerin kurtuluşu Avrupa Topluluğu'nun bir vilayeti,
değilse bir kenar mahallesi olmaktan arandıklarını biliyoruz.
Avrupa Topluluğunda aranan çözümün bir bağımsızlık
özlemiyle ilgisi yok. Bunu kendileri de biliyor. Batı'nın
Türkiye'ye biçtiği yerde, yüklemeye çalıştığı görevlerde
sadece angarya ve kişilik kaybı yaşanacağı için; Avrupa
topluluğuna girmeyi başarmakla hiç olmazsa angaryanın ve
kişilik kaybının karşılığında bir rahat yaşama, bir refah tatma
kazancına talip onlar da.
Durumun bütün açıklıkla ortada olmasına rağmen
Türkiye'de lâiklik savunucularının yavuz hırsız rolünü
üstlenerek, 'eğer ülkemiz lâiklikten uzaklaşırsa bağımsızlığını
tehlikeye atar' mealindeki beyanlarına ne demeli? Acaba
Türkiye'nin Batı adına, dünya sistemi adına bir piyonluk
görevi üstlenmesinin ön şartı lâiklik değil mi? Elbette. Bunun
iki bakımdan Batı âlemi lehine işleyen garanti ihtiva ettiğini
görebiliriz: Birincisi yaşama tarzıyla ilgilidir. İtalya 1935'te
Habeşistan'ı istilâ ettiğinde Bernard Shaw'a hangi tarafı
tuttuğunu sormuşlar. İngiliz tiyatro yazarı şöyle cevap vermiş:
Elbette İtalyanları, çünkü eserlerim Habeşistan'da
oynanmıyor. Kıssadan hisse: Türkiye kültürel bağımlılığı
kabullendiği müddetçe siyasi veya iktisadi bağımsızlığını elde
edemeyecektir. Lâiklik adı altında yutturulan yaşama tarzı da
Türkiye'nin milletçe ve sosyal yönelimler bakımından her
türlü bağımlılığına zemin hazırlayacak özelliktedir.
Lâikliğin ihtiva ettiği Batı âlemi lehine işleyen ikinci
garanti, Türkiye'nin toplum meselelerini çözebilmek için
muhtaç olduğu bütün metod ve araçları Batılı dünya
sisteminden ödünç alma mecburiyetidir. İstenmekte olan
çağdaş medeniyetin başarılarına Türkiye yönünden bir
karşılık vermek, yani Müslüman bir toplumun teknoloji,
bilim, felsefe alanlarında hangi yönü seçeceğini keşfetmek
olayını konu dışı bırakmaktır. Eğitimin Türkiye'de çölde
kaybolan nehirler gibi sonuç vermeyecek bir şekilde
düzenlenmesi kendimize mahsus bir dünyayı elden
kaçırmamızla doğrudan bağlantılıdır. Lâik bir Türkiye'de iyi
yetişmiş bir insan Türkiye'nin değildir ve Türkiye'nin kaderini
kendi kaderi sayan bir insanın da bütün yetişme
imkânlarından yararlanması imkânsızdır.
Bağımsız bir ülke, bağımsızlığı beynelmilel ilkelerle
teminata bağlanmış bir ülke değildir. Yani bir ülke
beynelmilel standartlara daha çok uyduğu için daha bağımsız
olmaz. Bir ülkeyi bağımsız kılan gerektiğinde hiç bir
beynelmilel taahhüdün yerini tutamayacağı kozları oynama
gücünü elinde bulunduruşudur. Türkiye'nin toprak bütünlüğü,
millet olarak bölünmez özellikleri, devlet olarak yerine
getireceği etkinlik yabancıların himmetiyle sağlanamaz.
Bağımsız bir ülke rüştünü ispat etmiş bir ülkedir.
DÜNYA SİSTEMİ, ALMANYA VE TÜRKİYE

Cuma Mektupları'nda sıkça geçen ibarelerden biri, belki de


başlıcası "dünya sistemi." Zaman zaman dünya sistemiyle
neyi kastettiğimi belirtme çabalarında bulunmama rağmen
gerçekten neden sözettiğimi okuyucuya tam aktaramadığımı
gerek bana gelen mektuplardan, gerekse bazı toplantılar
sırasında karşıma çıkan sorulardan anlıyorum. Bu yazıda bu
eksiği elden geldiğince gidermeye çalışırken, değişen dünya
şartlarında aynı sistemin hangi yönsemeler taşıyabileceğine
dair bazı yoklamalara girişmek niyetindeyim.
Dünya sistemi tamlaması 60'lı yıllarda Batı Avrupa ve
Kuzey Amerika okur-yazar çevrelerinde yaygınca kullanılan
bir ifadeydi. Böyle bir yaygınlık boşuna ve anlamsız
sayılamaz. Çünkü 60'lı yıllar dünyanın iktisadi, siyasi ve
sosyal "müesses nizam"ın coşkuyla tartışma konusu yapıldığı
yıllardı. Dünya sisteminden sözedenler insan hayatına halen
yürürlükte olan ilişkiler dışında bir yön aramayı doğru
bulanlardan oluşuyordu. Diyebiliriz ki dünya sisteminden
bahis açmak bir bakıma bu sistemi kınamak, bu sistemden
kurtulmak isteyenlerin başvurdukları bir konuşma tarzıydı.
Günümüzde dünya sisteminden aynı sıklıkla ve belki de aynı
coşkuyla sözedilmiyorsa bunun sebebini yürürlükteki insan
ilişkilerinden hoşnutlukta veya bu ilişkilerin kaçınılmazlığını
kabulde ve nihayet böyle düşünmekten korkup kaçmakta
bulabiliriz.
Açıkçası, dünya sistemi ile ilgilenmek değişme isteğinin bir
parçasıdır. Böyle bir istek olmadığı, bu istek körlendiği
oranda dünya sistemi hakkında söylenecek sözler önemini ve
değerini kaybedecektir. Yani dünya sistemi siz isterseniz
vardır ve siz istemezseniz yoktur. O halde gerçekliği olmayan
bir hayali varlıktan mı sözediliyor? Hiç de değil. Sözü edilen
sistem bütün gücüyle, bütün etkinliğiyle hayatımızda yer
tutan, giderek hayatımızın mahiyetini belirleyen müşahhas,
tarihi bir vakıadır. Bütün mesele, bizim derya içinde olup da
deryayı bilmeyen mahiler olup olmadığımız noktasında
odaklanır. Şöyle düşünebiliriz: Eğer televizyonu hayatımızdan
çıkarmak gibi bir isteğimiz varsa, önce nasıl olup da
televizyonun hayatımıza girdiğini öğrenmek ve bu vakıanın
belli bir sistem dahilinde cereyan edip etmediğine bakmak
gereğini duyarız. Televizyonu karşımıza aldığımız zaman
onunla ilgili sistemi de gözönüne almamız kaçınılmaz olur.
Ama televizyonla yaşamayı onaylıyorsak, o takdirde
televizyon dolayısıyla oluşmuş bir sistem meselemiz değildir.
Daha doğrusu biz de şu veya bu şekilde sistemin işleyişinin
akışına kapıldığımız için sistemin varlığını görmemiz önem
ve değer taşımaz.
Zararını hissettiğimiz için dünya sisteminin varlığını
farketmemiz olayın yalnızca bir yüzüdür. Bir de arzuladığımız
değişmenin hangi türden değişme olduğu meselesi vardır ve
bu da bizim dünya sistemi hakkındaki değerlendirmelerimizi
belirler. Olayın bu ikinci yüzü, dünya sisteminden sözeden
herkesin aynı şeyden sözetmediği hususunu açıklar. Acaba
dünya sistemi neyin veya nelerin devamını sağlamak için
vardır ve acaba neye ve nelere engel olacak şekilde
çalışmaktadır? Böyle sorulara verilen cevaplardaki çeşitlilik,
tabir olarak üzerinde anlaşılmış gibi görünse bile insanların
dünya sisteminin gerçek niteliğinden farklı anlamlar
çıkardıklarını gösterir.
Demek ki, bir Müslüman olarak bizlerin dünya sistemi
anlayışına yaklaşımımız, bu sistem dolayısıyla bazı şeyleri
kaybettiğimiz ve bu sistemin bertaraf edilmesi halinde bazı
şeyleri kazanacağımız yönünde belirlenecektir. Eğer
kaybettiklerimiz ve kazanacaklarımız birer hayal ise, dünya
sistemi de hayali bir varlıktır. Yahut şöyle diyelim: Bir
toplumun (milletin) kaybettikleri ve kazanacakları konusunda
bilinç sahibi olmayışı, o toplumun dünya sistemini bütün
somutluğuyla görmesine engel olur. Modern dünyada
Andersen masallarından biri yaşanıyor, ama yalnızca
akıllıların görebileceği ve aptalların göremeyeceği iddia
edilen kumaşı elbise yapıp imparatorun sırtına geçirmiyor
"işbilenler"; olmayan bu giysileri konfeksiyon niyetiyle
milletin sırtına yakıştırıyorlar. Bu yüzden hiç bir çocuğun
"imparator çıplak" diye bağırması beklenemez. Milletin kendi
çıplaklığını farketmesinden başka çare yok.
Çok kısa bir tanım gerekirse, dünya sistemi beynelmilel
siyasi ilişkileri denetim altında tutan mali üstünlükten başka
bir şey değildir. Yani sistemin çekirdeğini çeşitli unsurlar
arasındaki mali bağımlılık teşkil eder. Bu çekirdeği korumak,
yürürlükteki mali mecburiyetleri devam ettirebilmek için
dünya sistemi imtiyazlı bölgeler oluşturur. Sistemin en
imtiyazlı bir bölgesi vardır. Diğer bölgeler hiyerarşik bir
sıralanmayla merkez çevresinde yer alırlar. Dünya sistemi
kapitalizmle özdeş değildir. Çünkü kapitalizm her zaman mali
oligarşi olarak karşımıza çıkmaz ve sermaye gücü her zaman
mali hegemonyaya dayalı değildir. Sistem ilişkileri mütedavil
sermaye ilişkileridir ve bu ilişkiler günden güne soyut
karakter kazanmakta, karmaşık hale gelmektedir. Dünya
sistemini Batı medeniyeti denilen ve daha çok bir zihniyeti
ifade eden oluşumla da özdeş sayamayız. Dünya sistemi Batı
medeniyetini de hegemonyasında tutan bir örgütlenme ve
mali imtiyaz sahibi bir şirket-devlet karakterindedir.
Mali gücü soyutlanmış bir piyasa işleyişine bağlı olan
dünya sistemi günlük hayat içinde en somut bağlantılara
nüfuz edebilecek imkânı denetim altında tutar, o da paradır.
Dolayısıyla bankacılık dünya sisteminin iskeleti sayılabilir.
Bu iskeleti hem korumak, hem de ona hareket, cazibe, kimlik
kazandırmak için birçok "dış" unsur vardır. Mali iskeletin
teknolojisi, medeniyeti, sanatı, iletişim atmosferi vardır. Her
şeyden önemlisi kendine mahsus bir "beyni" vardır dünya
sisteminin. Fakat bu beynin çalışabilmesi için iskeletin
sağlam olması ön şarttır. Bu yüzden dünya sistemi piyasa
ilişkileri dolayısıyla mütedavil sermayenin üstünlüğünü
korumayı hayatiyeti için vazgeçilmez önemde sayar. Ne ki
mali üstünlükten daha çok önem taşımaya başlar işte o unsur
dünya sistemine karşı yönelmiş bir tehdit olarak algılanır.
Dünya sistemi ancien régime döneminde aristokratik değerleri
kendine düşman kabul edip, milliyetçi akımları paraca
destekledi. Daha sonra milliyetçi akımların paraca
ölçülmeyen değerlere yaslanma girişimi karşısında (özellikle
iki harp arasında doğan totaliter rejimler dolayısıyla) burjuva
enternasyonalizmine mali destek vererek milliyetçilik
karşısında yer aldı. Kısacası, mütedaviil sermayenin iş
bitiremediği her alan dünya sistemi için ölüm işareti veren bir
alan sayıldı.
Bu durum dünya sisteminin uydusu olan bir ülkede,
Rusya'da olan biten bakımından bütün açıklığıyla ortadadır.
Ruslar, Romanofların öncülüğüyle ve kendi mistik
tabiatlarının estirdiği havayla Petro'dan Lenin'e kadar Batı
medeniyetine ayak uydurma çabalarına uygun olarak her
alanda büyük isimler ortaya çıkardılar. Müzikten matematiğe,
edebiyattan resme kadar sıralanması zaman alan çok uzun bir
liste bu dönemin dünya çapında Ruslarını içine alır. Ama
1917'den günümüze kadar uzanan zaman dilimi içinde
dünyaya vazgeçilmezliğini kabul ettirmiş bir tek Rus bile
yoktur. İhtilâl öncesi verimlilikle, Komünist partisi sonrası
dönem sırasında kısırlığın açıklaması nasıl yapılabilir?
1917'den önce Rus intelijensiyası dünya sistemi dışında kendi
milli bünyelerine uygun düşen ve fakat başka insanların örnek
almalarının da mümkün olduğu hayat tarzı üzerinde zihin
yoran çaptaki insanları yaşatabilecek özellikteydi. (Osmanlı
batılılaşması Ruslarınkinden derin farklarla ayrılmakla
birlikte siyasi sonuç itibariyle Avrupa için Rus
batılılaşmasından daha acil bir tehlike doğurma ihtimalini
barındırıyordu) 1917 devrimiyle birlikte dış görünüşü
bakımından iddialı bir Rusya ortaya çıktı, ama devrim dünya
sistemi için elverişli bir ortam sağlamaktan fazlasını
üstlenemeyecek kadar iddiasız bir zümre eliyle Rusya'nın
yönetilmesini sağladı. İhlilalden önce Rusya Avrupa'yı sadece
izliyordu, 1971'den sonra dünya sisteminin buyruğuna girdi.
Bu buyruk uyarınca süper güç rolü oynadı. Böylece tek
kutuplu dünya sistemi metropol ülkeler içinde ve dışında
yıldırımların önemli bir kısmını "günah keçisi" olarak üzerine
çekti. Dünya sistemi Rusya'nın bu hizmetine ihtiyaç
duymadığı zaman onun süperliği de sönüverdi.
Bugün artık yeni bir süper ülke adaylığı sözkonusu:
Almanya. Ancak Almanya'nın süper güç olması sözkonusu
olduğunda, bunu Rusya'nın bir zamanlar süper güç olarak
algılanmasıyla eşdeğer kabul edemiyoruz. Rusya bir dönem
ABD karşısında bir süper güç imiş gibi gösterildi. Oysa
Almanya sözkonusu olunca bu ülkenin ABD karşısında yeni
bir süper güç olması değil, ABD'den merkez olma özelliğini
devralarak, süperliğin tekeline sahip olması akla geliyor.
Neden? İki sebepten ötürü: Birincisi tarihten gelen çizgiyle
ilgili. Almanya son iki dünya savaşında dünya sistemine
meydan okumuş bir ülkedir. (Rusya her iki savaşta da
sistemin uydusuydu) İkincisi, sistemin tabiatıyla ilgili. Eğer
dünya sistemi gücünü mali üstünlükle sağlıyorsa, Almanya
sistemin en imtiyazlı bir bölgesi olmayı devralmak suretiyle
hiyerarşik sıralanmada en üst sırayı tutmaya kendini yeterli
sayabilir. Görünen odur ki Almanya'nın birleşmesiyle dünya
sistemi bir çöküş tehlikesiyle karşı karşıya değildir. Sistem
Alman birliğini de kullanarak şirket-devlet karakterini
sağlamlaştırmaktadır.
Yeni slogan "Urallar'dan Kaliforniya'ya Avrupa" şeklinde
formüle edildiğine göre bunun anlamı dünya sisteminin
iplerini elinde tutan zümrenin düzen koruyuculuğu adına daha
geniş bir bölgede sus payı dağıtarak yerküre üzerindeki
hareket serbestisini artırmasına varır. "Urallar'dan
Kaliforniya'ya Avrupa" dışında kalan bölgelerdeki her mahalli
iktidar odağı atacağı adımı merkezden alacağı icazet ve
selâhiyetle atabilir duruma düşecektir. Bu bakımdan yerküre
üzerinde ideolojik yönsemeler muhtevalarını boşaltarak
sadece "dünya sisteminin gereklerine uymak" kıstasıyla
hayatiyetlerini devam ettirebilir hale gelirler. Böylece bir ülke
etnik dayanışma, başka bir ülkede milliyetçilik, bir başka
ülkede de enternasyonal standartların savunulması
hızlandırılabilir. Enformasyon ağı ve kişilerin geçim
endişeleri dünya sistemi tarafından ambalajlanmış ideolojik
yönsemleri dayatmayı mümkün kılar.
Dünyanın bu değişim süreci içinde şimdiye kadar şu veya
bu sebeple sisteme tam uyumunu sağlayamamış bir Türkiye,
bütün zaaflarını lehine çevirebilecek imkânlara sahiptir.
Kabul ediyoruz ki Tanzimat'tan günümüze kadar Türkiye her
aşamada biraz daha dünya sisteminin çarkına kapılan bir
değişme içindedir. Fakat tarihi şartlar ve ülkenin kendi
yapısındaki bazı özellikler sistemle entegrasyonu bugüne
kadar ülkenin bütün direnç odaklarını yok edecek ölçüde ileri
götürmemiştir. Türkiye’de bugün yokluğu hissedilen sadece
direnmenin gerekli olduğu ve bir atılımın sonuç verebileceği
konusundaki iradedir, istektir. Sözkonusu irade ve isteğin
doğacağına dair şimdilik bir belirti olmasa da bıçak kemiğe
dayandığı zaman bir toparlanmanın gerçekleşeceğini
düşünmek ihtiyacındayız.
İlk farkedilmesi gereken husus dünyanın bu değişme süreci
içinde hiçbir beynelmilel gücün Türkiye'ye ülke çıkarlarına
ters düşen bir uygulamayı gerçekleştirmeye icbar edecek
kadar güçlü olmadığıdır. Bu yüzden yönetici konumunda
bulunan, bir kaç kişiye söz geçirme imkânına sahip herkesi
Türkiye'nin kıstırılmış durumda olduğuna inandırmak dünya
sistemi sözcülerinin işine gelmektedir. Böylece verimli sonuç
alınabilecek bazı temel kararlar almaktansa şimdilik durumu
kurtaracak tavizlere razı olmak eğilimi güçlendiriliyor. Yani
ülkede yaşayan herkesi ufku dar, beklentileri kısa vadeli ve
hayatta kalma korkusu taşıyan telâşlı kişiler haline
getiriyorlar. Korku altedilemeyince de yılgınlık kolayca
insanlara hakim oluyor.
Türkiye’de yeni şartlara uydu ülke olarak değil de, bu
çalkantının üstüne çıkma yeterliğini göstermiş bir ülke olarak
intibak etme fırsatı vardır. Bunu Tanzimat'tan beri işlediğimiz
hatalara borçluyuz. Batılılaştığımız için değil, tam
batılılaşamadığımız için, geleneklerimizden koptuğumuz için
değil kopamadığımız için, dünya sisteminin mali
hegemonyası altında bir iktisadi başarı elde ettiğimiz için
değil, bu hegemonyanın zararını gördüğümüz için ülkemizin
bir dönüşüm yaşama imkânı var. Bu dönüşüm dünya
sisteminin silâhlarının etkisiz kaldığı bir yaşama alanı
sağlayacak olursa Türkiye'den bütün Müslümanların, giderek
dünya sistemindeki baskıdan zarar gören bütün insanların
kurtuluşuna giden bir yol açılabilir.
Safiyane bir iyimserlik gösterisi yapmaktan nefret ederim.
Bu yüzden söylediklerimin ancak bazı menfî oluşumların
ayan beyan ortaya çıkması halinde anlaşılır özellikte
olduğunu biliyorum. Yani Türkün aklının ne zaman
geleceğini çok iyi biliyorum.
SADDAM'IN ANAP'A VURDUĞU DARBE

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin Irak'a karşı


uygulamaya karar verdiği müeyyidelerin daha hafif bile olsa,
benzerlerinin önceden yalnızca Güney Afrika Birliğine ve
Rodezya'ya uygulanmış olması düşündürücüdür. Afrika'nın
bu iki ırkçı rejiminin özelliği insan haklarına saygısız oluşları
değil (sözkonusu saygısızlığı gösterenlerin sayısı az olmadı
hiç bir zaman) her ikisinin de dünya sisteminin yaramaz
çocukları rolünü oynamalarıdır. Dünya sistemi özü itibariyle
kendi iç işleyişine uygun tavırlar koyan, ama himayesinde
olduğu güçlere zorluklar çıkarmayı da kendi hakkı gibi gören
yönetimlere karşı suret-i haktan görünme oyununu her zaman
oynamıştır. Mussolini'nin Habeşistan'ı, Hitler’in
Çekoslovakya'yı işgali birer tatlı bela sayılmıştır dünya
sistemi için. Bugün Irak'ın Kuveyt'i yutması da hem tatlı, hem
kârlı bir beladır Batı'nın kalantor güçlerinin gözünde.
Anlaşılan dünya sisteminin ağababaları Kuveyt'i artık tatsız
bir fazlalık olarak görmüşlerdi ve bu pürüzü tamamen kendi
kontrollerinde palazlanan Irak’a temizlettiler. Hemen
ardından çığlığı basıyorlar: "Irak, harama hile karıştırıyor!"
Çok karmaşık gibi görünen Orta-Doğu ilişkileri içinde bu
sözde bunalım ne kadar sürebilir? Hangi yönde gelişmeler
getirir? Bu soruları şimdiden cevaplandırmak, sonuç hakkında
belirgin bir tahminde bulunmak bizim için mümkün değil.
Belki rahatsızlığı tezgâhlayanların çizdikleri bir çerçeve,
imkânlarının oranında gerçekleştirmeyi öngördükleri belli
sonuç veya sonuçlar vardır. Bunların neler olduğunu, evdeki
pazarın çarşıya ne kadar uyduğunu zamanla görebiliriz. Yine
de, şimdiden aldığımız bir sonuç var. Dünya şartlarını ne
derecede etkileyeceğini bilmesek de, Türkiye'nin siyasi
oluşumunu büyük ölçüde etkileyeceğinden emin olduğumuz
bir sonuç bu. Saddam’ın Kuveyt'e saldırmasıyla ANAP bir
siyasi güç olarak ve 1992 seçimlerinden almayı düşündüğü
sonuç bakımından önemli bir darbe yemiştir. Bu bunalım
dolayısıyla ANAP'ın vazgeçilebilirliği tescil edilmiştir.
Meseleyi yerli yerince kavrayabilmek için bir yıl geriye 26
Mart 1989 yerel seçimlerinin sergilediği tabloya dönmemiz
gerekecek. Bu seçimler dolayısıyla karşılaşılan durum
yalnızca ANAP'ın ülke çapında desteğini kaybettiğini değil,
aynı zamanda Türkiye'de yaşayan insanların ülke
meselelerinin çözümünde esasa ilişkin değişmeler beklediğini
göstermişti. Millet hem dünya sisteminin kendi üzerindeki
operasyonlarından duyduğu hoşnutsuzluğu belli etmiş, hem
de siyasi olgunluk bakımından hak ettiği bir yöne doğru
seyretme iradesini ortaya koymuştu. ANAP dolayısıyla dünya
sisteminin Türkiye içinde bir çıkmaza sürüklenmesi bazı
tedbirlerin sistem adına alınmasını gerektirmiş ve 1992'de
yapılacak seçime kadar tavşana kaç tazıya tut politikasına
uygun bir taktik benimsenmişti. Eğer Kuveyt bunalımı
doğmasaydı 12 Eylül 1980 rejiminin bir ürünü olan ANAP,
sözkonusu rejimin türettiği ve bugün ortadan silinmiş diğer
iki partinin akıbetinden kurtulma şansını kullanarak 1997'ye
kadar varlığını sürdürmeyi deneyecekti. Ne var ki,
Türkiye'nin dünyadaki yerini belirlemesi konusunda ANAP
çizgisinin ANAP içinde ihlâli bundan böyle farklı bir
yapılanmaya açılmayı zorunlu kılacağa benzer.
Ne oldu? Ne olmadı? Irak'ın Kuveyt'e asker sokmasından
hemen sonra Batı'dan açık talepler geldi. Bunların en göze
görüneni petrol boru hattının kapatılması ve mümkünse suyun
kesilmesiydi. Ardından Türkiye'nin Musul’a girerek savaş
fırsatından yararlanması düşünceleri üretildi. Bütün bunlar
Türkiye'nin bir tam sömürge yönetimine sahip olup
olmadığının sınavdan geçirilmesine matuf görüşlerdi. Ama
Batı’nın ilk ağızda önerdiği tutum ve davranışlar
sergilenmedi. Türkiye Kerkük boru hattının kapatılması
eylemini Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin kararı
çıkıncaya kadar erteledi. Irak'a karşı harekete geçebileceğine
dair hiç bir belirti göstermedi. Müttefikleriyle birlikte hareket
edeceğini ifade etti ve fakat onların önünde gitmeye hevesli
olmadığını açık açık belirtti. Bu birkaç günlük tavır dünya
sisteminin Türkiye'de üslendirdiği mekanizmanın tam da
istenildiği gibi çalışmadığının anlaşılmasına yetti. 12 Eylül
rejimi ANAP'ı iktidara getirmiş, ANAP kurucusunun
cumhurbaşkanlığı makamına geçmesine yol açmış ve fakat bu
oluşumlardan dünya sistemi lehine sonuçları almada tam
başarıya kavuşamamıştı. Yani Türkiye'de ülkenin geleceğini
ilgilendiren kritik meselede Cumhuriyet kurulduğundan beri
devam eden teamülün ağırlığını hissettirdiği anlaşıldı. Sivil
bürokrasinin (Dış İşleri) ve askeri bürokrasinin (Genel
Kurmay) meseleyi kavrayışının sınırları aşılarak bir girişimde
bulunulduğuna dair hiç bir işaret yok.
Diyeceksiniz ki görüntüde hiç de durum böyle değil. Basın
Türkiye'de Kuveyt bunalımı dolayısıyla fiilen başkanlık
sisteminin uygulamaya konulduğu konusunda şikâyet yollu
beyanlarla dolduruluyor. Sanki Cumhurbaşkanlığı her kararın
merkezi haline gelmiş gibi. Böyle bir görüntünün iki sebebi
var: Birincisi bir devlet örgütünde görünen icra kanallarından
başkasının kullanılamıyacağıyla ilgilidir. Yani siyasi tavırların
ister istemez fiilen siyasi kimlik taşıyanların aracılığıyla dışa
yansıtılacağı tabiidir. Bir Genelkurmay raportörünün veya bir
Büyükelçi'nin (alınan kararda çok belirleyici bir rol oynamış
bile olsa) sahnenin önünde olması, hatta sahnede olması bile
gerekmez. Türkiye'de adeta başkanlık sistemi varmış gibi
Cumhurbaşkanlığının CNN televizyonu da dahil bu kadar
gözönünde bulunuşu sergilediği tutumun kendi siyasi
çizgisinin kaçınılmaz olduğunu ispat etmez. Yani
Cumhurbaşkanı Turgut Özal, kendini 12 Eylül 1980 sonrası
rejimde ekonomik işlerden sorumlu devlet bakanı yapan,
sonra ANAP kurucusu olmaya sürükleyen, daha sonra
başkanlık mevkiine yükselten ve nihayet parlamentoca
Cumhurbaşkanı olarak seçilmesine imkân veren siyasi
kombinezonların gereği sayılabilecek bir eylemde bulunmadı
Kuveyt krizi dolayısıyla. Türkiye’nin Cumhurbaşkanı olarak,
yukarıda andığımız teamülün gereği sayılabilecek bir
çerçevede kaldı. Diyebiliriz ki o makamı kim işgal etmiş
olsaydı aynı şeyleri yapmak zorunda kalırdı. Benzeri bir
tutumun ANAP içinde olup da siyasi kariyerini Türkiye'nin
sivil-asker bürokrasinin desteğine borçlu olan (Keçeciler gibi)
kimi siyasiler için de söyleyebiliriz. Kriz sonrasında
sandalyesini holdinglerin veya yabancı şirketlerin desteğine
borçlu olanlar bir adım geride kaldı. Saddam'ın Kuveyt'e
soktuğu askeri güç ANAP içindeki çatlakları belirgin kıldı ve
ayrılıkları derinleştirdi.
Türkiye'de adeta başkanlık sistemi yürürlükteymiş gibi
Turgut Özal'ın kitle iletişim araçları yoluyla ön sırada ve
vazgeçilmez önemde gösterilmesinin ikinci sebebi,
yüzyıllardan beri büyük güçlerin "kahraman üretme"
taktiklerinin uygulamaya konulmasıyla ilgilidir. Şu çokça
sözü edilen telefon diplomasisine bir bakalım: Özal derhal
Kral Fahd'la, Rafsancani'yle, Mübarek'le, Taha Yasin
Ramazanla telefon görüşmeleri yapıyor. George Bush
televizyon konuşmasını kesip Özal'dan gelen sese kulak
veriyor. Bütün bunlar aceleyle bir çok meselenin halline
doğru bir mesafe katedildiğine dair bir izlenim uyandırmıyor
mu? Meseleye uzak olanların gözünde evet. Kimbilir neler
konuşuldu? Ne tedbirler alındı? Nelere engel olundu ve
nelerin yola girmesi için mutabakatlar sağlandı? Meseleye
yakın olanlar telefon diplomasisinin hiç de diplomatça
olmadığını bilirler. Telefon önceden anlaşılmış hususların son
aşamada aldığı şekli bildirmede işe yarayabilir ancak. Kaldı
ki ünlü kırmızı telefon da dahil olmak üzere bu alet
dolayısıyla ortaya konan görüntünün kamuoyunu
oyalamaktan fazla bir işlevi olmadığını yıllardır ortaya
çıkarmıştır. Tersinden düşünün: Telefon diplomasisi
uygulanmasaydı ne olacaktı? Bilen biliyor ki ne yapılanlardan
bir şey eksilir, ne de yapılanlara bir şey eklenirdi. İşler
bakımından bir değişme olmasa da görüntü bakımından
belirginlik kazanan ortada bir kahramanın bulunuşudur.
Türkiye'de sivil-asker bürokrasisinin etkinliği 1950
öncesine oranla ciddi bir farklılık göstermektedir. Yani
Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşı dışında kalması için alınan
tedbirlerle, Orta-Doğu meselelerinde kendine en az zarar
dokunacak şekilde sıcak savaş dışında kalmasını sağlayacak
tedbirler aynı nitelikte olmayacaktır. Geçen zaman içinde ülke
yapısında sosyalleşmenin belli bir aşama kaydetmesi sınırlı da
olsa katılımcı bir eğilimi güçlendirmiştir. Yani Türkiye'nin
Kore'ye asker göndermesi 1990 yılında daha yoğun bir ikna
mekanizmasının harekete geçirilmesini gerektirecektir. Öte
yandan bürokrasi şartlanmalar ve eğilimler bakımından bir
blok olmaktan 1950 yılı sonrasında alabildiğine uzaklaşmıştır.
Bu yüzden de bir siyasi oldu bitti sonucu Orta-Doğu
meselesine bulaşacak bir Türkiye'de mekanizmayı
işletebilmek için elli yıl öncesine oranla çok daha büyük
maharet, çok daha disiplinli bir iç işleyiş kaçınılmaz
görünüyor. Karmakarışık bir modernizasyon yaşayan, toplum
hayatının dinamikleri konusunda yerine oturmuş bir yolu
tutturamamış bir Türkiye'de ülke dışında bir etkinliğe
girişecek devletin önünde iki seçenek var: Ya milleti inkıyâd
ettirerek devlet örgütünün soyut varlığına geniş bir manevra
alanı açmak, ya da milletle devletin müşterek
yapabilirliklerinin bölgesini büyütmek.
Eğer milletin inkıyâd ettirilmesi yolu seçiliyorsa, anlarız ki
devletin eyleminde dünya sisteminin çıkarları doğrultusunda
bir belirlenme vardır. Bu yolu seçenler sonunda ne üzerinde
yaşanılan toprakların, ne de birlikte yaşanılan insanların
korunması gibi bir endişeyi ön plana almış sayılmazlar. Sonuç
toprakların kaybı, insanların madden ve manen erozyona
uğramaları olursa kararı alanların zarara uğraması sözkonusu
değildir. Kendi hamilerinin sağladığı imkânlara sığınmada
kurtuluşlarını arayacaklardır. Bir ülke-dışı müdahalede
dayanak olarak milletle devletin müşterek yapabilirlikleri
bölgesini büyütme yolunu seçenler sadece bu tercihi
yaptıkları için kazançlı çıkacaklardır. Yani sosyal, siyasi,
iktisadi anlamda bir varlık ortaya koymanın elden
çıkarılamayacak zenginliğine kavuşulacaktır. Eğer devletin
amacıyla milletin oluşum ilişkileri bir bütün ortaya
çıkarabilecek başarıya ulaşmışsa bir savaş sonucunda
uğranılan yenilgi gerçek yenilgi sayılmaz. Sözkonusu "bütün"
her zor durumda kendini onarabilecek özellikler taşıdığı için
"bütün" olabilmiştir.
Türkiye 1950 yılından sonra her iki yolu da (tam tamına
olmasa bile, kısmen, eksik ve çarpık şekliyle) denemiş sayılır.
Kore'ye asker gönderilmesi devlet organizasyonunun milletin
yönelimlerini hesaba katmaksızın kullandığı inisiyatifin
sonucudur. Türkiye bundan kazana kazana sanırım ki
Ankara'da bir beton anıt kazanmıştır. Kayıplarını ve dünya
sistemine kazandırdıklarını sıralamak çok uzun zaman alır,
çok zaman kaybettirir. 1974 yılında yapılan Kıbrıs çıkarması
sırasında ise Türkiye devlet olarak milletin yapabilirliğini
hesaba katmak suretiyle harekete geçmesinin tek çözüm
olduğunu kavramış gibidir. Yani devlet "tarihi hata"sından
dönmekle beynelmilel sahada varlık gösterebileceği itirafında
bulunarak işe girişmiştir. 1974 yılında Türkiye'de CHP-MSP
koalisyonu hükümet etmektedir ve bunun Kıbrıs çıkarması
bakımından büyük bir önemi vardır. Koalisyonun bir kanadı
geleneksel batıcı-lâik unsurların desteğini alarak varlık
göstermiş gibi sayılsa da 1973 seçimlerindeki başarısını
milletin hem çıkar ilişkileri bakımından, hem de kişilik
bakımından yeniden değerlendirmeye tâbi tutulmasını
destekleyen tavrına borçludur. 1973 CHP'si milleti inkıyâd
ettiren anlayışı terketme eğilimi ile 1946 seçimlerinden sonra
ilk kez "oy" alabilmiştir. Yine de aldığı oy tek başına iktidara
gelmesine yetmemiş ve ancak koalisyonla yönetimi ele
geçirebilmiştir.
Koalisyonun diğer kanadı ise bütün diğer siyasi partilerden
kendisini ayıran çizgiyi "Müslüman" özellikleri dolayısıyla
çekebilen MSP'dir. Ne var ki 1973 görüntüsüyle MSP siyasi
varlığını tümden ülke çıkarlarının gereklerini yerine getirme
tezleriyle şekillendirmektedir. Bir yandan tüketim
toplumunun yozlaştırıcı kültürüne cephe alınmakta, diğer
yandan dünya ülkeleri arasında onurlu bir yere sahip olmanın
ancak tarihten devralınan değerlerin üstün konumlarının
tanınmasıyla mümkün olacağı savunulmaktadır. Bir bakıma
1974 Kıbrıs çıkarması milletin gücünü artırmakla devlete güç
kazandırmayı öngören eğilimle, devlete kimlik sağlayarak
millete ait kılmayı öngören eğilimin koalisyonuyla
gerçekleştirilebilmiştir denebilir. Böyle bir uzlaşma olmadan
Türkiye bir "dış" müdahale yapabilir miydi? Sanırım, bu zor,
pek zor olurdu ve üstelik bu müdahalenin peşinden gelen
sıkıntıları atlatmak için ödenecek fatura altından
kalkılamayacak kadar ağır olabilirdi.
Orta-Doğu meselelerinin ciddi rahatsızlıklara yol açtığı şu
günde Türkiye ANAP'lı bir yönetimle neyi ne kadar
gerçekleştirebileceğini elbette düşünüyor. Eğer Türkiye'nin
müttefikleri Orta-Doğu'ya müdahale edecek bir beynelmilel
askeri güç oluşturacak olursa, ülkemizin katkısı Kore'ye asker
göndermek gibi mi, yoksa Kıbrıs'a çıkarma yapar gibi mi
belirlenecek? Bu sadece bir dünya dengesi veya Avrupa-
Türkiye, ABD-Türkiye ilişkileri çerçevesinde çözülecek bir
mesele değil, aynı zamanda Türkiye'nin iç işleyişinin de hangi
tabiatta oluşuyla ilgili bir meseledir. 26 Mart 1989 yerel
seçimleriyle altı oyulmuş bir siyasi partinin, dünya sistemi ile
olan ilişkilerinde sadece emir alan, imtisalcı bir kadronun
beynelmilel bir sınavda ülkeyi temsile ne ölçüde ehliyetli
olduğu hiç şüphesiz ki tartışılmaktadır.
Kısacası Saddam'ın Kuveyt’e girişinin dünya sistemi için
anlamı ne olursa olsun, bu müdahale Türkiye bakımından bir
aldatmacanın devam edip etmeyeceği anlamına varmaktadır.
Ülkemizin ihtiyacı olan kişilikli siyasi tavrı gösterdiği oranda
bir kadro faaliyetini sürdürecek, tersi olduğunda gerekli
değişmeleri beklemek kaçınılmazlığını hissettirecektir. 26
Mart 1989'da Türk halkından darbe yiyen ANAP yönetimi,
1990 Ağustos'unda Saddam Hüseyin'in askeri cilvelerinden
etkilenir duruma düşmüştür. Ülkemizin kendi ayakları
üzerinde durma kararlılığında olduğunu gösterecek unsurlara
sahip bulunduğuna inanmak istiyoruz.
KAÇAMAK BAĞIMSIZLIĞIN KÖRFEZİ

Geçen hafta yayınlanan cuma mektubunu yazarken içimde bir


korku vardı: Ya işlerin mahiyeti benim tahminlerimin çok
uzağında ise? Şimdi daktilo makinasının başına oturduğumda
benzeri bir korku taşımaksızın tuşlara vuruyorum. Bunun
sebebi hem olayların tahminlerim doğrultusunda akmış oluşu,
hem de bu yazıda herhangi bir tahminde bulunmaya
yeltenmeyeceğimdir. Neydi benim tahminlerim? Görüşüme
göre Türkiye 12 Eylül 1980 rejimiyle dünya sistemi lehine
köklü değişmeler yaşamasına rağmen ülke geleceğini
ilgilendiren konularda sivil-asker bürokrasinin yaklaşımı hâlâ
ağırlık sahibidir. Üstelik 1950 sonrasındaki sosyalleşme
andığımız yaklaşıma kamu etmenini de gözönünde tutma
gereği eklemiştir. Türkiye siyasetinde sözkonusu ağırlığın
sonucu olarak Kuveyt bunalımı ANAP yönetiminin
yapabilirliğini değil, yapamazlığını sahneleyecektir. Bu
görüşleri ileri sürerken gerçekte büyük ölçüde beklentilerimi,
dileklerimi ileri sürüyordum. Çünkü bana göre Türkiye’nin
Orta-Doğu meselelerine bulaşması devlet olarak önemini
azaltacağı gibi millet olarak da öncelikle hız vermesi gereken
gelişmeyi kundaklayacaktı.
İçimde cereyan eden olayların hiç de sandığım tarzda
gerçekleşmediği korkusu vardı. Belki de 12 Eylül 1980 rejimi
devlet örgütünde yalnızca dünya sistemi ajanlarının yeterlik
ve cesaretle vaziyet etmelerine elverişli bir zemini
sağlamlaştırmıştı. Belki dünya sistemine göbeğinden bağlı
olanlar ANAP denilen seri sonu partisini geri dönülmez bir
biçimde sevkiyata sokmuşlardı. Bu takdirde Türkiye kraldan
çok kralcı bir işgüzarlıkla Anglo-Amerikan çıkarlarının
bekçiliğini yapmak üzere Irak'la sıcak bir çatışmayı göze
alacaktı. Ama böyle olmadı. Türkiye, eski İsrail Savunma
Bakanı İzak Rabin'in ifadesiyle, "İsrail'i hayal kırıklığına
uğrattı." Demek ki Türkiye'de dünya sisteminin döşediği
zemin pek öyle sanıldığı kadar sağlam değilmiş ve dünya
sistemi ANAP'ı bile bir düdükle oturtup, bir düdükle hazırola
geçirecek kadar her şeyi elinin altında tutmuyormuş.
Bugünden sonra Türkiye'de bu zemini sağlamlaştırmak için
neler yapılır? İsrail'i bir daha hayal kırıklığına uğratmamak
için hangi tedbirler alınır? Hiç bir tahminde bulunmayalım.
Ama bilelim ki Türkiye hâlâ büyük ve önemli bir dönüşüm
için imkânlara sahip bir ülkedir. Bu yönde savaş vermenin
imkânları tükenmemiştir.
Bir noktayı dikkatle vurgulamak gerekli: Acaba
Türkiye'nin büyüklüğü ve önemi, dünyada geçerliliği kabul
edilen değerleri (ekonomik ve askeri güç, siyasî üstünlük ve
kültürel etki) tekelinde bulunduran odak veya odakların
Türkiye'yi taltif etmesi ve ödüllendirmesiyle mi artar yoksa,
Türkiye kendi değerlerinin bilincine varmak suretiyle
vazgeçilmezliğini, hatta özenilir vasıflarını belirgin kılarak
büyüklüğünü ve önemini dayatmalı mıdır? Kuveyt'e Irak
askerlerinin girmesi dolayısıyla çıkan Körfez bunalımının
başlangıcında ülkemizin ABD saflarında olaya müdahalesini
savunanlar tezlerini güçlendirmek için bula bula şöyle bir
gerekçe bulmuşlardı: Türkiye hesaba katılır bir ülke olmak
için Orta-Doğu'da üstüne düşeni yapmalıdır. İşte bu sözler
Türkiye'nin sadece bir uşak, bir emir eri olarak büyük ve
önemli olabileceğinin, Türkiye'ye bir yaver, bir vekilharç, bir
kâhya olarak bile manevra alanı tanımanın mümkün
olamayacağının itirafından başka bir şey değildir. Böyle bir
itirafın Turgut Özal'ın batı kaynaklı kitle iletişim araçları
aracılığıyla büyük ve önemli gösterilmeye çalışılmasına özü
itibariyle hangi ölçülerde paralellikler gösterdiği
düşünülmeye değer. Zira İsrail'i bir daha düş kırıklığına
uğratmak istemeyenlerle bunalım sırasında Turgut Özal'ın en
iyi şeyleri yaptığını öne sürenler sanki aynı yanda yer almışlar
gibi.
Meseleyle ilgili bir kafa karışıklığını belirtmeden
geçmeyelim. Bazıları Türkiye'nin NATO'ya kabulünün bedeli
olarak Kore'ye asker göndermesiyle, Avrupa Topluluğu'na
kabul edilebilmek için Irak’a saldırma ihtimali arasında bir
yakınlık kurmaya kalkıştılar. Böyle düşünenlerin iflâh olmaz
bir kafa karışıklığına uğradıklarını söylemeliyiz. Çünkü
Türkiye Orta-Doğu meselesine ABD'nin bir fedaisi olarak
girdiği zaman, yaptıklarıyla bir AT üyesi olamayacağını ispat
etmiş olurdu. Öncelikle Avrupa Topluluğuyla ABD'nin (hatta
İngiltere'nin) arasındaki sürtüşmelere Topluluğun hiç de
lehine olmayan bir boyut getireceğinden, daha ötede bir
seçkinler kulübü olan Avrupa Topluluğunun standartlarından
uzaklaşan bir ülke görünümü pekiştirmiş olacağından.
Günümüz dünyasında askerî başarılar orduların fiilî
(actuel) gücüyle değil, her ordunun bilkuvve (virtüel) gücüyle
güvenceye bağlanabiliyor. Diyebiliriz ki toplumlarından
soyutlanmış ordular sadece göstermelik ordulardır ve kalıcı
askerî başarıları onlardan beklemek beyhudedir. Daha
doğrusu bir ordu ilgili olduğu toplumun bir ürünü olduğu
oranda gerçektir. Ordunun gerçekliğinin gösterilebilir iki
dayanağı var: Bir toplum kendi savaş gücünü ne oranda
yeniden üretebiliyor? Bir toplum kendi değerlerine ne oranda
sahip çıkıyor? Savaş gücünü yeniden üretebilmenin toplumun
sermaye gücüyle olduğu kadar nitelikli insan potansiyeliyle
doğrudan ilgisi var. ABD Pearl Harbour baskınında
bombalanan gemilerini bir yıl içinde yeniden inşa etti. Bunun
için malî güce elbet sahipti, ama yeniden üretim için gerekli
uzmanlığı da ithal etmek zorunda değildi. Bir toplumun kendi
değerlerine sahip çıkmasının iki parlak örneği Almanya ve
Japonya'dır. Her iki dünya savaşından yenik çıkmış
Almanya'nın ve son savaştan sonra ordusuzluğa mahkûm
edilmiş Japonya'nın bugün beymelmilel sahada hâlâ belli bir
belirleyici güç sahibi olmalarının her iki toplumun da kendi
değerlerinden vazgeçmeyişlerinden başka bir açıklaması
yoktur. Buna mukabil her iki savaşta da galiplerin arasında
zikredilen Fransa'nın sürüklenmekten korunmaya çalışmaktan
ötede yapacağı kalmadıysa uğradığı akibetin siyasî yapısında
birbirini yoketmek şartıyla varlığını koruyabilen unsurların
ağırlık taşımasıyla ilgisi vardır.
Irak savaş gücünü yeniden üretme gücüne sahip midir? Bu
soruya olumlu cevap vermek imkânsız. Demek ki atacağı her
adımı daha şimdiden kendine cephe almış unsurlar arasındaki
ayrılıklar ölçüsünde ayarlamak zorunda. Gerek Kuveyt'in ve
gerekse Irak'ın bundan sonra hangi şartlarda mevcudiyetlerini
devam ettirecekleri her iki devletin de kendi meselesi
olmaktan çok uzaktadır. Esasen bütün olan bitenin sadece
dünya sistemi içinde beliren bazı özel durumların, bu arada
bölgede İsrail çıkarlarının yeni boyutlarda tekrar ele
alınmasının sonucunda vuku bulmadığını iddia etmek kolay
değil. Yani bırakalım Irak ordusunun gerçekliğini, bölgede
bütün devletlerin korumalarının dünya sistemi içindeki
oyunun dekoru ve figüranı olmaktan ötede derin bir anlama
sahip olduğunu kimse söyleyemez. Bu bakımdan kendi
değerlerine sahip çıkan toplum örneğini Orta-Doğu'da
bulmak, İsrail'i dışta tutarsak, mümkün değildir. Bölgede
kendi silâhını kendi yapabilen tek ülke İsrail'dir. Demek ki
gerçeklik sahibi tek orduya sahip ülke İsrail'dir. Bu kadarla
kalmıyor, İsrail kendi değerlerine sahip çıkma bakımından ve
devleti milletiyle kaynaştırarak bütünlük içinde dışa karşı
ortak tavır gösterebilme bakımından bölgenin benzersiz
ülkesi. Ne Irak, ne de başka Orta-Doğu ülkesi devlet
organizasyonuyla toplumun iç işleyişi arasında organik
ilişkilerin sağlamlığından yararlanacak avantajları elinde
tutuyor. Bırakın Arap birliği düşüncesini, hangi yabancı
devletin ne zamanki etkisi altında hareket edildiğine dair bu
ülke halklarının dikkate değer düşüncelerle bağlantıları yok.
Dolayısıyla Orta-Doğu ülkeleri hem günübirlik kışkırtmalar
için çok elverişli bir zihni fukaralık içinde, hem de sonunu
kestiremeyecekleri tehlikeli yollarda yürüyebilecek kadar
yetersizliklerle yaralı. Böyle bir ortama Türkiye'nin girişinin
sonucu benzeri bir akibete talip olmaktan ötede bir anlam
taşımaz. Yani Türkiye herhangi bir askerî müdahale
sözkonusu değilken bile kendi durumunun belirgin bir çizgiye
kavuşmasından önce Orta-Doğu meselelerine bulaştığında
yapabilirlik içinde değil, bedelini ağır ödeyeceği
mecburiyetler içinde yüzecektir.
Türkiye yapabilirliğini nasıl artırabilir? Bu sorunun cevabı
kası vadeli tedbirler çerçevesinde verilemez. Bugünden yarına
ülkemizin sönük bir statüden etkin bir konuma kavuşacağını
söyleyemeyiz. Yine de zararın neresinden dönülse kârdır
anlayışı içinde bir istikamet tutturmanın imkân dahiline
girdiği görünür halde. Bakınız bugün, siyasî yapının 12 Eylül
1980 rejiminin getirdiği sınırlamalar yüzünden kesin Batı
yanlısı bir kemikleşmeye doğru gidişi nasıl bir açmazı
beraberinde getirdiği açık seçik ortaya çıkmıştır.
Parlamentoda Türkiye'nin gerek iktisadî hedefleri ve gerekse
kültürel kimliği bakımından Batı’dan farklı bir tutuma doğru
yol almasını savunan hiç bir görüş temsil edilmiyor. Buna
rağmen ülkenin başı sıkıştığında temelde batıcı bir tercih
yapmış olan siyasî kanatlar felâketi önlemenin Batı’dan
ödünç alınan örneklerle gösterme mecburiyeti içinde
buluyorlar kendilerini. Türkiye sadece bir devlet
organizasyonu olarak çıplak mevcudiyetini devam ettirmenin
yolunu bu mevcudiyeti ortadan kaldırma girişiminde
bulunanların tezleriyle yolunu bulma alanına sıkışmış halde.
Sözkonusu sıkışıklığı gidermenin tek çaresi ülkenin siyasî
yapısında katılımcı bir düzenlemeyi hâkim kılmaktan geçiyor.
Eğer son on yılın depolitizasyonu olmasaydı Kuveyt bunalımı
dolayısıyla ülke içinde dost ve düşmanı ayırmayı
zorlaştıracak böylesine sisli bir hava baskın çıkmayacaktı.
Çeşitli düşünce öbeklerinin rahatlıkla görüşlerini
belirttikleri bir ortam ilk bakışta karışıklık arzediyormuş gibi
görünse de bu serbestiyetin bir bileşkesi olduğu kolayca
farkedilebilir. Bu da genel toplum çıkarıdır. Oysa bazı
ağızların zorla kapatıldığı, bazı zihinlerin zorla çarpıtıldığı
baskıcı ortamda genel çıkarın belli güçlerle feda edilmesi her
zaman daha kolaydır. Yine de ne tek başına serbestiyetin
yürürlükte olduğu bir ortam savunulabilir, ne de belli
kısıtlamalar mutlak anlamda kötülenebilir. Bir toplum
hayatında esas olan erkinliğin (serbestiyetin) erginlikle (rüşt
ve kemalle) donatılmış olarak kullanılmasıdır. Erginlikten
yoksun kalınarak kullanılan erkinlik sadece bazı zorbaların
istifade edebilecekleri bir yapabilirlik alanı açar topluma.
Diğer taraftan erkinlik olmaksızın erginliği üstün tutmaya
çalışmak da toplumda yabancı unsurların yararlanabileceği bir
dağınıklığı davet edecektir.
Türkiye Cumhuriyeti toplumun altı asırlık erginliğini feda
ederek erkinliği elde tutma denemesidir. Bu deneyin hangi
yanıyla başarılı, hangi yanıyla başarısız olduğunu günbegün
farkına vardığımız gerçeklerle ölçüyoruz. Ama bir bunalım
anında geri dönülmez şekilde giriştiğimiz deneye mahkûm
olduğunu anlayabiliriz. Eğer Türkiye'nin erginliğini feda edişi
zaman içinde erkinliğini de elden çıkarmaya varıyorsa şimdi
yüzyüze geldiğimiz bunalımın değerini bilmek gerek. Daha
Körfez bunalımı gelip çatmadan Türkiye'de Sevr benzeri bir
yaptırım dizisiyle karşılaşılıp karşılaşılmayacağı
tartışılıyordu. Demek ki Türkiye'nin yapabilirliği dünya
sisteminin zaten gündemindeydi.
Eğer Türkiye erginliğini feda ederek erkinliğini bugüne
kadar koruyabilmişse ve eğer erkinlik ancak erginlikle
donatıldığı zaman toplumu yapabilir kılmakta, erginlik sadece
erkin toplum güçlerinin harekete geçmesiyle topluma yarar
sağlıyorsa bütün toplum olarak yaşadıklarımızın sıfıra irca
edilmesine engel olmak için büyük bir dönüşümü göze almak
zorundayız. Bunalımlar, sözkonusu dönüşümün
kaçınılmazlığını bize öğrettikleri ölçüde yararlanabileceğimiz
sıkıntılar sayılmalıdır. Yukarıda söylediğim gibi Türkiye'nin
özlenen bir değişmeyi yaşaması devrim tarzında kesintili bir
olaya bağlı değildir. Erginlik yani reşit olma hali, her şeyden
önce bir bilinç halidir. Durumun bilincine varmak da durumu
olduğu gibi görmekle mümkün.
Ülkemizin erkinliği ilke olarak metropolün meselelerine
karışmayan, tam tersine bu meselelerin metropol lehine
çözümüne katkıda bulunan bir çevre ülke olmayı
kabullenmekle sağlanmıştı. Pozitivist temelli eğitim
başlangıçta İslâm kültürünün yerine geçme gerekçesiyle ülke
içinde bir mesafe katetti. Düşünün ki 1947 sonrasında bu tarz
eğitimin bile Türkiye için hayırlı sayılmadığı tespit edildi.
Böylece Türkiye ne Batı standartlarını tutturabilen insan
gücünü artırabildi, ne de kendine mahsus standartlar
geliştirebildi. Ülkemiz öyle bir duruma düştü ki, uzman
sayılan her kişi kendi sahasındaki yetersizliği istismar ederek
geçimini sağlıyor, uzmanlığını üretken kılarak değil. Böyle
bir durum ülkenin genel yapısına çok uygun. Beynelmilel
sahada da Türkiye'nin kendi başına bir mesele olmaması
yetiyordu, meselenin çözümüne katkıda bulunması ön sırada
gelmiyordu. Siyasî bakımdan kuruluş yıllarında Türkiye'nin
belli sınırlarda kalmayı kabul etmesi yetiyordu, Batı'nın ona
fazladan bir görev yüklemesine gerek yoktu.
Şimdi Türkiye'den bir görev bekleniyorsa ve bu görevi
yerine getirmediği takdirde bir bedel ödemesi gerekeceği
söyleniyorsa Türkiye'nin kaçamak bağımsızlığı, erkinliği
körfeze sıkışmış demektir. Kısa vadede bu sıkıntının atlatılmış
olması yeni sıkıştırmaların tekrardan doğmayacağını
kanıtlamaz. Türkiye rüştünü ispat etmede ne kadar gecikirse
serbestiyetini kullanmada o kadar yetersiz kalacaktır.
Yetişkinlik oyuncakla kandırılmamaktan başka bir şey olmasa
gerek. Oyuncakta gözü kalan iri yarı insanın yetişkinlerin
arasında sıkılacağını tahmin etmek zor değil. O halde?
Tahmin yapmayalım dedik ya!
TEMELCİLİK TÜRKİYE'YE NE
GETİRECEK?

George Bush, şu sözlerle övüyor Turgut Özal'ı: "ABD'nin iyi


dostu." Dünya basınının Atlantik grubu da övgülerini
esirgemiyor Turgut Özal'dan. Körfez bunalımı dolayısıyla
Turgut Özal’ın genel olarak Batı lehine, ama özellikle ABD
lehine yerine getirdikleri Batı ve ABD bakımından
memnuniyet verici. Türkiye'de işbaşında bulunan yürütme
gücü Irak'a uygulanan ambargoya uymada gösterdiği
acelecilikle, eğer bir Orta-Doğu çatışması olur da ABD
Türkiye'den yardım isterse böyle bir yardımı gecikmeden
sunacağı yolunda verdiği işaretlerle ABD yürütme gücünden
tam not almış görünüyor. Yine de Türk-Amerikan ilişkileri
her iki tarafın da gönül rahatlığı duyabileceği kadar olumlu
değil. ANAP yönetimi Bush yönetimine açık çek vermedi,
veremedi. Atlantik grubunun öve öve bitiremediği Turgut
Özal, Fransa’da yayınlanan Le Point (Nokta) dergisinin,
"ABD, Saddam Hüseyin’e saldırmak için Türkiye'deki NATO
üslerini kullanabilecek mi?" şeklinde sorduğu soruya şu
cevabı veriyor: "Böyle bir şey için üç şart gerek: NATO’nun
onay vermesi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin
çokuluslu bir kuvvet göndermesi ve nihayet, Türkiye'nin
saldırıya maruz kalması." Bu sözleri "ABD'nin iyi dostu"nun
ağzından duymak şaşırtıcı. Yani bu üç şart yerine geldikten,
hele Türkiye saldırıya uğradıktan sonra Türkiye'deki üsleri
ABD'nin kullanabilmesi ABD'ne dostluk göstermek sayılmaz.
Nedir bu işin aslı esası? Turgut Özal, ABD'nin iyi dostu mu,
değil mi? Bu sorunun cevabı bir sır olmaktan çıktı artık. Bir
"zat" olarak Turgut Özal, yükselişindeki katkıları nedeniyle
ABD'nin iyi dostudur, ama Türkiye Cumhurbaşkanı olarak
işgal ettiği yerin gereği neyse onu yapmak zorunluluğu ile
sınırlanmıştır.
Bu durum Türkiye-Orta-Doğu-Batı ilişkileri dolayısıyla
kitle iletişim araçlarının ortaya çıkardığı farklı kanaatleri
sorgulamaya varmalıdır. Kitle iletişim araçları onları
kullananların elinde sahiplerine hizmet edecek şekilde ve
araçlardan etkilenenlerin zarar gördükleri silahlar haline
geldiği için sorgulamamızı sözkonusu zararları bertaraf
edecek tarzda yapmalıyız. İnsanların basiretlerinin
bağlanması kitle iletişim araçlarının sundukları sayesinde
oluşturulan kanaatleri davranışlarında birer dayanak sayarak
hareket etmeleriyle kolaylaşıyor. Eğer gerçeği görmek
istiyorsak, toplum olaylarındaki gerçek belirleyicileri gözden
uzak tutmamamız gerekir. Bazı tutamak noktaları vardır ki
toplumlar bu noktaları hesap dışı sayarak hareket edemez.
Ama bunlar toplumların hareketlerini sağlayan noktalar
değildir, en azından bu noktaların tek başlarına toplumların
hareketlerine kaynaklık ettiğini söylemek doğru değil.
Toplum olaylarındaki gerçek belirleyicilerin birincisi devletin
sürekliliğinde saklıdır. Bir devletin diğerinden devraldığı veya
bir devletin diğerine kabul ettirdiği her husus toplumların
şöyle veya böyle hareket etmelerinde varlığı inkâr
edilemeyen, giderek varlığıyla hareket etmenin kolaylaştığı
bir belirleyicidir. İkinci belirleyici dünya ticaret ağında bir
toplumun tuttuğu yer olarak görmek mümkün. Dünya
ticaretinin hangi boşluğunu, hangi dereceden dolduruyor o
toplum? Bunu bildik mi o toplumun yerini ve önemini de
öğrenmiş oluruz. Toplum olaylarındaki gerçek belirleyicilerin
üçüncüsü olarak sözkonusu toplumu yönetenlerin (onun
toplum olarak korunmasında yön verici rolü üstlenmiş
olanların) kendilerini nasıl gördükleri, kendilerini ne
saydıkları zikredilebilir. Bir toplumun yöneticileri (veya
yöneticisi) başında bulundukları insanların sorumluluğunu
üstlenmiş kişiler olabilir veya bazı ideallerin gerçekleşmesiyle
kendilerini sorumlu sayabilir. Toplum olayları onların
anlayışlarından etkilenecektir.
Andığımız belirleyicileri dikkate alarak durumu kavramaya
çalıştığımızda ilk farkettiğimiz husus Türkiye Cumhuriyetinin
hakları ve mükellefiyetler bakımından Osmanlı Devletinin
yerini tuttuğudur. Sınırların tespitinden devlet
mekanizmasının işleyiş biçimine kadar her alanda gelinen bir
yer ve gidilen bir yer vardır. Bu ilişkiyi gözden uzak tutan
kimse Türkiye hakkında ciddiye alınabilir söz söyleme
başarısına da uzak kalacaktır. İkinci olarak Türkiye’nin dünya
ticaretinde hiç bir hayatî mevkie sahip olmadığını farkederiz.
Ülkemiz üreten olarak da, tüketen olarak da vazgeçilmez bir
ülke değildir. Sömürüye konu olma bakımından bile merkezle
ilişkileri zayıftır. Ticaret yolu olarak ne Boğazlar, ne de transit
yollarımız vazgeçilmez önemde olmamıştır. Son olarak
farkettiğimiz husus Türkiye'yi yönetenlerin kendilerini işgal
ettikleri makamla özdeşleştirdikleri ve başında bulundukları
insanların sorumluluğunu üstlenmeye dönük bir eğitimin
ürünü olmadıklarının yanı sıra bir ideal uğruna kariyer sahibi
olma gibi bir endişe taşımadıklarıdır. Türkiye’de "makam"
nedense oraya çıkmış kimseden her zaman daha büyüktür.
Söylediklerimize vakit geçirmeden itiraz edilebilir. Toplum
olaylarında belirleyici sayılan "veri"lerin üçü de belirlenmiş
ve belirlenebilen etmenler niteliğindedir. Biri devletler
hukuku ile ilgilidir ki, bu alanda her zaman baskın basanındır.
Diğeri iktisadî gücün tezahürüdür ki, toplumun iradesi ve
emek gücüyle her zaman değişmeye açık bir faaliyeti işaret
eder. Nihayet üçüncüsü toplumun manevî yapısıyla ilgilidir ve
kendisi bir oluşumun belirtisidir. Yani toplumu harekete
geçiren etmenler doğrudan doğruya toplumla hareket bulan
unsurlardır. Öyleyse dile getirdiklerimiz açıklayıcı olmaktan
çok meseleyi biraz daha karmaşıklaştıran türden haberler
midir? Hayır. Bütün bu söylediklerimizle iki gerçeğin
zihnimizde yer etmesine yardımcı olmak amacı güdüyoruz:
Yapacaklarımız yapılmış olanların bir türevinden başka birşey
olmayacaktır ve Türkiye lehine herhangi bir şey yapmak
andığımız belirleyicileri dikkate alarak durumu kavramadan
mümkün değildir. Havanda su dövmeyelim ve öcülerden
korkmayalım.
Toplum olaylarının akışının teker teker insanların ve de
ayrı ayrı toplumların kaçınılmaz olarak mahkûm olduğu
önceden bilinebilen bir taslak gereğince vuku bulduğuna
inananlara hem dindar çevrelerde, hem de din karşıtı
düşünceyi benimsemiş çevrelerde rastlamak mümkündür.
Toplumun gidişi hakkında determinist bir görüşü savunan bu
insanların her yeni durumda yapılması gereken bir şeyler
olduğunu ileri sürdüklerine de tanık oluyoruz. Yani toplumun
otomatik işleyişine inananlar bile bu işleyiş devam ederken
her insana bir iş düştüğünü kabul eder. Öte yandan ferdin ve
toplumun hayatında geniş bir serbestiyetin hüküm sürdüğünü
ve her yapılanın yapanın yanına kâr kalacağını savunanlar
vardır. Bunlar da her yeni durumun bir yeni eylemin ürünü
olduğunu, her türden biçimlendirmenin insan eseri
olabileceğini ileri sürerler. Türkiye'de yaşayan insanlar olarak
hangi yaklaşımı benimsemiş olursak olalım açık seçik
gördüğümüz kendi hayatımızın bekçiliğini yapmak
zorunluluğunun üzerimizde olduğudur. Yani ne insan teki
olarak, ne de toplum olarak hayatiyetimizi ve varlık
şartlarımızı başka ellere tevdi edemiyoruz.
Tehlikenin burada olduğunu, kendi korumamız olmadığı
takdirde hiç bir anlaşmadan doğan hakka
güvenemiyeceğimizi bütün çıplaklığıyla görüyoruz.
Ortalık süt liman görünürken şişirilmiş bir çok düşünce
hayat ve ölüm konusu gündeme gelince sönüverir. Belli
teminatlarla sürdürülebilen ideolojik yapılar herkes gerçek
çıkarlarını gözetmeye başladığında çatırdayarak çöker. İşler
ciddiye binince hepimiz sonunda neysek o olduğumuzu
hatırlarız ve nihaî tutumumuzu neysek ona göre takınırız.
Rusya'daki değişmeler, doğu blokunun rejim değişikliği,
Azerbaycan olayları, Körfez bunalımı dolayısıyla Türkiye'de
yaşayan her insanın tek tek ve toplumun bütün olarak
yüzyüze geldiği olay budur. Yukarıda andığımız gerçek
belirleyiciler önem sırasına göre birer birer hesaba katıldı.
Önce Türkiye'nin devlet hukuku muvacehesinde hangi statüde
olduğu hatırlandı. Hangi anlaşmaya göre neredeydik? İkinci
olarak "Türkiye'nin cirmi nedir?" sorusu akla geldi.
Kapasitesi, mobilitesi, yedekleri ve atılım gücü herhangi bir
eylemi gerçekleştirmeye (bırakınız bir yeni alanı lehine
kullanmayı, mevcut durumunu sürdürmeye) yetecek midir?
Bütün bunlar düşünülürken Türkiye'nin alacağı tedbirleri,
yürütmeye kalkışacağı eylemleri kimin eliyle yapacağı gerçek
bir belirleyici olarak gözönüne alındı. Hangisi olursa olsun,
bir işi yürütmek için bazı vasıflar gerekliydi. Bu vasıflar belli
uzmanlıkları kapsadığı kadar, kimliği ve kişiliği de içeren
vasıflar olmalıydı. Türkiye'nin bir darboğazdan çıkması için
gerekli vasıflar arasında "ABD'nin iyi dostu" olmak ne ölçüde
ağırlık sahibi kabul edilebilirdi? Nitekim, ağırlık sahibi olan
vasıflar hemen kullanıma açıldı. Diplomasinin şartları
değerlendirmede ne kadar ehliyete sahip bulunduğu ve
Genelkurmay'ın ne kadar sorumluluk ve dirayet sahibi olduğu
ön sıraya geçti.
Kurmalı oyuncağın zemberi boşalınca ortalıktan gereksiz
sesler de çekiliveriyor. Sık sık sözü edilen bazı uydurma
kavramların nasıl işe yaramaz gevezelikler olduğu kolaylıkla
açığa çıktı böylece. Üzerinde yaşadığımız toprakların
uygarlıklar beşiği olduğu doğru ise bir bunalım anında bunun
bize hangi katkılarda bulunacağını sormanın tam zamanı.
Türkiye'nin Doğu ve Batı arasındaki bir köprü olduğunu
söyleyenlerin bu geçitten kimin nereye gideceğini bu ülkenin
insanlarının başı sıkıştığı zaman açık seçik söyleyebilme
gücünü gösteremedikleri görüldü. Halkı Müslüman ülkeler
arasında Anayasa'sı ve sosyal düzenlemesi lâik (veya gayr-i
müslim) özellikler taşıyan bir ülke olmanın ne kadar geçer
akçe olduğu büyük bir merak konusu haline geldi. Daha da
ötede ülke çıkarlarıyla kendi çıkarını özdeş kılmış ve
dünyanın herhangi bir yerindeki bir profesyonel yönetici gibi
değil de her kaybı ve kazancı kendi hanesine yazılan, sadece
Türkiye'nin dostu olan yöneticilerimiz olup olmadığı
gündemin birinci maddesi oldu.
Muhasebesi geciktirilen bir ülke olarak Türkiye kendi
kendinin bekçisi olma bilincine uzak düşmüş halde
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana sadece durumu idare
edebilmektedir. Muhasebesi geciktirildiği için temel kararları
alabilecek verileri gözönüne koyamamakta durumu idare
etme aralığında kaldığı için de muhasebe yapmada aceleci
davranmamaktadır. Ne var ki, dünya şartları acımasız bir oldu
bittiyi Türkiye'ye kabule zorladığında herhangi bir muhasebe
için vakit kalmayacaktır. İki ayağı bir pabuca girmiş haliyle
Türkiye tıpkı Birinci Dünya Savaşı sonunda yapmak zorunda
kaldığı gibi zararı asgariye indirmek savaşı verecektir. Oysa
Türkiye'nin muhasebesini kendi kendine yapma ehliyetini
kullanabilmesi gerekir. Bunun için de öcülerden korkmaması
gereklidir. Temelcilik (fundamentalism) Türkiye için bir öcü
olmaktan çıkmalıdır. Türkiye'nin temelcilikten uzak durma
çabası, bugün olduğu gibi, kendini kendinin gulyabanisi
haline sokma tuhaflığına varmaktadır.
Önce şu nokta hiç gözden kaçmamalıdır: Beynelmilel
alanda Türkiye ne kadar temelci görüntüden kaçsa bile onun
hakkında yapılan değerlendirmeler Türkiye'nin hayatiyetini
temelci esaslarla devam ettirdiği anlayışı doğrultusunda
yapılmaktadır. Bu değerlendirmelerin isabetsiz olduğu da
söylenemez. Çünkü Türkiye her zor durumunu sanki temelci
bir görüş içinde kalmışçasına çözümleme yoluna gitmektedir.
Cumhuriyet ilânından bu yana olmakla görünmek arasında
münavebeli gidip gelmelerle idare edilen durumun sona
ermesi iki şahsiyetliliğin sağlıklı bir hayata dönüşle sona
erdirilmesi bir zaruret olarak belirmiştir. Bazı şizofrenlerin
uğradıkları kişilik bölünmesi sebebiyle kendilerinden "o"
diyerek bahsettikleri söylenir. Yani bu tip şizofrenler karınları
acıktığı zaman "onun karnı acıktı", yoruldukları zaman "o
yoruldu" derler. Türkiye temelcilikle toplumsal kavrayış
arasına soktuğu engeller yüzünden tıpkı bu şizofrenler gibi
konuşur durumdadır. Türkiye'de yaşayanlar kendilerinden "o"
diye sözediyorlar. Demek ki bütün fiili kazançların ve maddî
zorlukları aşmanın arefesinde Türkiye temelci bir yolu seçtiği
takdirde bünyesindeki şizofreniye bir derman bulmuş olacak
ve kendinden "ben" diyerek sözetmek imkânına kavuşacaktır.
Bunun hemen ardından üzerinde yaşadığı toprakların ve
birlikte yaşanan insanların verimli ve düzeyi yüksek bir
niteliğe kavuşması için gereken işlere girmede büyük bir
kolaylığı ele geçirmiş olacaktır. Sadece bir bunalım sırasında
bir imdat yeleği gibi kuşanılan özellikler toplumun aslî
özellikleri olduğu bilincine varıldığında canlılık ve
yapabilirlik yönünde sürekliliğe de kavuşulacaktır. Eğer
Türkiye'de servetlerin heba edilmesi, durdurulamaz bir
yozlaşma ve toplumsal bir iktidarsızlık acı veren birer sonuç
olarak karşımıza çıkıyorsa bunun sebebi yalnızca durumu
idare etme avuntusunda ve temelcilikten uzak durma
çabalarında aramalı. Bilinmeli ki temelcilik "yazılı olana
sadakat" ibaresiyle özetlenebilir. Böyle bir sadakati ön plâna
aldığı için zarar gören insan topluluğu yoktur. Geçmişte
yaşanan her belâ "artık yazılana uyulmaması" sonucunda
insanların başına tebelleş olmuştur.
Temelciliğe açılma önerisinin Türkiye'de muhatabı kim?
Acaba kimler şimdiye kadar ki tutumlarından vazgeçerlerse
ülkenin şizoik çatlağı onarılabilecek? Bugüne kadar açık veya
örtülü olarak toplumun yönünde en etkin rolü oynamış sivil-
asker bürokrasi mi, dünya sisteminin fırsatlarıyla palazlanan
sermaye sahipleri mi, yoksa geçim endişesiyle biçimden
biçime giren büyük çalışan kitle mi? İşte Türkiye'de
temelcilik karşısında takınılan tavır toplumun iç dinamizmini
sağlayan geçişmelerin başlatıcı olması bakımından bir önem
sahibi olduğunu bu meseleyi gündeme getirmekle göstermiş
olur. Çünkü temelcilikten uzaklık çeşitli toplum katmanları
arasındaki hakkaniyete dayalı etkileşimi de önlemekte ve
haksızlıkların ideolojik örtüsünü kalınlaştırmaktadır. Hangi
toplum katmanından ne sayıda insan kendini temelciliğin
verimliliğe açılan tezlerine yakın duyarsa duysun bununla bir
yol, bir oluşumu mümkün ve gerekli kılan bir yolda
yürünmeye başlanmış olur. Kendi kendinin bekçisi olan bir
Türkiye'ye varan yolun başında kendi kendinin bekçisi olmayı
göze alan her kesimden insan vardır. Yaşayan görür.
TEMELCİLİK Mİ KÖKTENCİLİK Mİ? (I)

Din gerçeğinin başlıca iki boyutu var: Biri inanca sahip


çıkanlar tarafından şekillendiriliyor; diğeri toplum kurumları
tarafından. Hangi din sözkonusu olursa olsun inananlarla
inananları yönlendirenler arasında bir ayrım yapılabiliyorsa,
artık o dinin özünün boşalmış olduğunu ve ortada din adına
bir aldatmacanın geçerli olduğunu söylemek imkân dahiline
giriyor. Yani din gerçeği inananların şekillendirdiği haliyle
belirginleştiği oranda o dine mensup insanların lehine bir
kültür değeri sayılabilir veya toplum kurumları tarafından
şekillendirilmiş haliyle bir istismar vasıtası olarak
kullanılabilir. Günlük dilde yanlış bir biçimde dinin
istismarından söz edilir, oysa din istismar edilmez, edilemez;
istismar edilen o dine gönülden bağlı kimselerdir. Eğer
herhangi bir dinin gereklerini yerine getirmeyi kendi
kurtuluşu için kaçınılmaz sayan insanlar varsa ve bu insanlar
inançları yüzünden dinlerine uzak düşen bir amaç için
sevkedilebiliyorsa, hatta dinlerine düşman güçlerin tuzağına
yakalanabiliyorlarsa onların istismar edildiğini söylememiz
doğru olur. Bir dine mensup olanların istismar edilmesi
halinde inananların eylemleri kendilerine yaramayan bir
alanda semerelendirilmektedir.
Körfez bunalamı dolayısıyla din gerçeğinin iki boyutu daha
dikkatle gözönüne alınması gereken vakıalar olarak önemini
artırmıştır. Gerçi şimdilik tartışma içinde olan sadece petrol,
nazik siyasî denge ve hukuk kurallarıyla dünya sisteminin
çıkarları arasındaki ilişki gibi konulardır. Ne var ki tartışılan
hususların bu kadarla kalmayacağı ve meselenin gelip din
gerçeğine dayanacağını söylemek için vakit erken değil.
Şimdiden Suudi Arabistan topraklarına yerleştirilen ABD
askerlerinin bölgeye giren yabancı "Hıristiyan" güç olarak ne
gibi sonuçlara gebe olduğu endişe konusu. Bunalımın ilk
gününden itibaren gölgede kalmayı seçmiş görünen İsrail'in
kendine en elverişli saydığı zamanda devreye girmesiyle
"Yahudi" gücünün nasıl bir manevra yapacağı da merak
ediliyor. Nihayet her iki güç etkinliklerini Müslümanlar
üzerinde hissettirmeye çalışacağı ayan-beyan ortada olduğuna
göre, bölgede bilinen güçlerin tavrı, hareketi bunalımın ortaya
çıkardığı meseleleri bir çözüme götürmede işe yarayacak mı,
yoksa yeni Orta-Doğu'da yeni "İslâmî Güç" veya güçler mi
belirecek? Kısacası din gerçeğinin iki boyutundan hangisi
ağır basacak? İnanç sahiplerinin sahnenin önünde yer
aldıkları ve kendi inançlarını kendi mevcudiyetlerinin
korunması yolunda anlamlandırdıkları bir yeni dünyaya açılıp
açılmadığımız Orta-Doğu'da toplum kurumları tarafından
şekillendirilmiş dinin sıkı bir imtihandan geçmesiyle belli
olacak.
Arap dünyası ve İran için toplum kurumları tarafından
şekillendirilen din bugüne kadar hükmünü yürüttü. Böyle bir
sonucun doğmasının biricik sebebi bu bölgenin Batı
sömürgeci güçleri tarafından işgalidir. Toplumun din
dolayımıyla vardığı bütünlükle siyasî yapısı arasına giren
uyuşmazlık inananların işgalciler tarafından icad edilen din
mazeretli kurumlar kullanılarak aldatılmalarını gerektirmiştir.
Böylece din gerçeğinin inananlar tarafından şekillendirilen
boyutu dumura uğratılmıştır. Fakat yanıltma faaliyeti burada
durmamış ve bu bölgelerin sözde bağımsızlık süreçleri içinde
sömürgeciler tarafından kültürel bir hile ile yönlendirilen yeni
yöneticileri emperyalistlerin, kolonyalistlerin ve diğer
Hıristiyan işgalcilerin din adına yürüttükleri aldatmacayı
sözde bağımsızlık adına tekrarlamışlardır. Bu bakımdan halkı
Müslüman ülkelerde din adına yürürlüğe konan aldatmaca
ikiye katlanmış durumda, yani iki katlı yanıltma şeklinde
bugüne kadar gelmiştir. Toplumların okur-yazar kesimi
birbirine düşman kamplara ayrılmış, bunun yanı sıra halkın
geleneksel inancı koruyan toplulukları korudukları inancın
bilinci konusunda hiç bir mesafe katetmeksizin, ama
birikimlerinden çok şeyi eksilterek, yıpratarak günümüze
ulaşmışlardır. Bu tabloda iki unsur altı çizilmiş olarak
varlığını koruyor: Niteliği ne olursa olsun bir inananlar yığını
ve toplum kurumları aracılığıyla inananların eylemlerini
sevketmeye müheyyâ yönetici zümre.
Türkiye'nin durumu Arap dünyasından ve İran'dan farklı.
Cumhuriyetin ilânı, hilâfetin kaldırılması, Kemalist
devrimlerin yürürlüğe konması ve demokrasi tecrübesi
yoluyla Türkiye'de siyasî organizasyon bütünü itibariyle
İslâm kültüründen kopmuş, buna mukabil bir siyasî bütün
olarak varlığını koruma düşüncesini güçlendirmiştir. Bugüne
kadar Türkiye'de yaşayan insanlar topluluğunun meselelerini
çözmede İslâmî mazeretler kullanmayı diğer halkı Müslüman
ülkelerde olduğu gibi ihmal etmemişlerdir, ama Türkiye'nin
doğrudan sömürge olmayışı ve yerli yöneticilerin ülkeyi
sömürgeci adına vekâleten yönetiyor olmayışı "ne olacağına
kendi başına karar verme" anlayışının elde tutulmasına imkân
vermiştir. Türkiye’de modernleşme ve batılılaşma yerli
unsurlar eliyle ve toplumun tümünü kapsayacak biçimde
gerçekleştirilmiştir. Bunun anlamı ülkeye yeni bir yön ve
kimlik kazandırılacaksa yapılacakları yerli unsurlardan
yapılacak her şeyin toplumun bütününü içine alır şekilde
gerçekleştirilebileceğidir. Bunları söylerken Türkiye'de
yabancı güçlerin nüfuz ve etkinliğinin olmadığını, yönetici
kadrolarda yabancı etkilerin ağırlık taşımadığını iddia ediyor
değilim. Hiç şüphesiz bu etkilerin sonuçlarını Türkiye'de
yaşayan her insan hissedebilir. Ancak Türkiye’de yabancı
etkiler meşruiyetlerini kendi gerçekleriyle ihdas
edememişlerdir ve hesaplaşmanın toplumsal bir meşruiyet
alanına çekilmesinden korkanlar yabancı güçlerle işbirliği
yapanlardır.
Önümüzdeki yıllar Orta-Doğu’da milliyetçi eğilim ve
akımlarla İslâmî eğilim ve akımların kıyasıya yarıştığı bir
zamanın yaşandığı yıllar olabilir. Arap dünyası ve İran bu
yarışmada halkın devamlı acılara muhatap olduğu ve siyasî
organizasyonların da gerek bölünmeler, gerekse Hıristiyan-
Yahudi müdahaleleri sebebiyle günden güne güçten düştüğü
bir süreci yaşayabilirler. Böyle bir ihtimalin kuvvetli oluşunun
çeşitli sebepleri var: Sosyal çalkantı ve siyasî çatışmaları
Avrupa sınırları dışında tutmak, petrolün kontrolünde bir
istikrara varmak, Avrupa’ya bu kadar yakın bir bölgede
dayanışma içinde ülkeler doğmasına engel olmak ve İsrail'in
yayılmacılığı için elverişli bir ortamı sürdürmek. Bütün bu
saydığımız sebepler ve sayılabilecek birçok diğerleri
bakımından günümüz Arap devleti yöneticilerinin (ve petrole
bağımlılığı yüzünden İran'ın) kararlarını Batı güçlerinden
bağımsız ve onlara zıt yönde şekillendiremeyeceklerini
söyleyebiliriz. Milliyetçi ve İslâmî akımlar Avrupa'da söz
sahibi güçlerin birer yansıması olarak bu ülkelerde etkinlik
gösterebilirler. Türkiye bu anafordan uzak durabilecek mi?
Uzak durmalı mı? Yoksa Türkiye şartların zorladığı bir kesin
seçme noktasına ulaşmış mı görünüyor?
İlk farkettiğimiz ve siyasî dalgalanmalardan haberdar olan
her insanın sarahaten anladığı husus şudur: Türkiye siyasî,
hukukî ve sosyal düzenlemelerine rağmen Tanzimat'tan bu
yana Müslümanlığı konu dışı bırakacak bir zemine
geçmemiştir. Bilâkis, Müslümanlığı günden güne toplumun
merkezine doğru iten bir süreç başlamış bulunuyor. O halde
bu eğilime nasıl bir kesin çizgi çekilecek? Tanzimat
sonrasında her aşamada yapıldığı gibi siyasî kadrolar
gerektiğinde İslâmî bahaneler uydurarak gayri-İslâmî bir
hedefi gerçekleştirme yolunu mu benimseyecek, yoksa bizzat
ve bizatihi siyasî kadroların İslâmî hedefleri güden ve güttüğü
hedefleri kendi kimliğiyle temsil edebilen bir yapıya mı
kavuşacak? Bazıları seçmenin bu iki yönden birini tercih etme
suretiyle yapılmayacağını ve Türkiye'nin lâik, modernist,
batıcı çizgisiyle kendine güvenli bir ortam sağlayabileceğini
iddia edebilir. Bu iddianın ciddiye alınması için iki şartın
gerçekleşmesi gerek. Ya Türkiye Avrupa Topluluğuna kabul
edilerek yönetimini bu topluluğun eline bırakacak veya
demokratik işleyişin tümüne son vererek uzun süreli bir
diktatörlük yoluyla (tıpkı 27 yıl süren tek parti yönetiminde
olduğu gibi) halka karşı ve dünya sistemi lehine bir düzeni
devam ettirecek. Zira Türkiye'de her demokratik işleyiş
İslâmî bir alternatifin güç kazanmasına imkân vermekte ve
yaşama şartlarını kendi başına sağlamak zorunda kalan
Türkiye bunu ancak kültürel kimliğiyle başarabileceğini
görmektedir.
Türkiye'nin şöyle veya böyle Müslüman kimliğine sahip
çıkarak bir yön tutturmasının kaçınılmazlığını kavrayan dost-
düşman herkes ülkemizin hangi türden Müslümanlığı
benimsemesi gerektiği konusunda düşünceler üretiyor. Gerçek
niyetleri itibariyle Türkiye'de yaşayanların İslâm'dan bütün
bütüne uzaklaşmasını dileyenler ihtiyatlı bir dille konuşarak
kendilerinin aşırı dinciliğe karşı olduklarını, ılımlı bir
Müslüman tutuma karşı çıkmadıklarını, din ve vicdan
hürriyeti çerçevesinde Türkiye'de İslâmî faaliyetlere
serbestlik tanınmasından yana olduklarını ve fakat İslâmî
temelciliği önleyecek tedbirler alınması gerektiğini, İslâmî
köktenciliğin yayılmasına fırsat tanınmaması gerektiğini
savunuyorlar. Türkiye Müslüman bir ülke olduğunu
kabullensin, ama temelci (fundamentalist) ve/veya köktenci
(radical) eğilimlerden uzak dursun isteniyor. Bunu isteyenler
kimler? Kendilerini İslâmî kimlikleriyle ön plâna çıkaranlar
mı? Hayır, tam tersine. Her İslâmî talebi kendi varlıklarına
yönelmiş bir tehlike sayanlar "ılımlı" Müslümanlığı teklif
ediyor. Yani bu yazının başından beri ortaya koyduğumuz
ayrımın ikinci boyutu süreklilik kazansın isteniyor: Toplum
kurumları inananları sevketsin, kullansın ve istismar etsin.
Acaba tersi olursa yani temelci ve köktenci bir tutum
benimsenirse inananlar kendi hedefleri doğrultusunda bir
çizgiyi yürürlüğe sokma imkânına ve gücüne sahip olacaklar
mı? Bu soru karşısında temelciliğin ve köktenciliğin birbiriyle
özdeş iki eğilim olmadığını söyleyerek bir tutum takınmak
gerektiğini düşünüyorum. Ama oraya geçmeden din
gerçeğinin Türkiye bakımından başta andığımız dışındaki iki
özelliğinden sözetmeli.
Ülkemizdeki İslâmî eğilimlerin sürekli birbirine karıştırılan
iki özelliği var: Bir yanda Tanzimat sonrasında
Müslümanların ülke içinde haklarının ellerinden alınması
karşısında duyulan tepki, diğer yanda Müslümanların ülke
yönetiminin sorumluluğunu üstlenme yolunda attıkları
adımlar. Müslümanlara karşı haksızlık yapanların varisleri
daha önce işlenilen hataların bazılarından dönülmesini
kabullenmek suretiyle kendilerini Müslüman çoğunluğa şirin
gösterme çabasına girişiyorlar. Yani şöyle diyorlar: "Bakın
ben camilere sıra konulması fikrini çirkin buluyorum ve
ezanın okunmasına itiraz etmiyorum. Böylelikle
Müslümanlığın gereğine ve yerindeliğine inanmış oluyorum."
Ne var ki, söyledikleri burada bitmiyor, şunları ilâve ediyorlar
söylediklerine: "Görüyorsunuz ki biz de Müslümanız o halde
siz artık Kur'ân-ı Kerîm'in değişmez doğruları ihtiva ettiği
düşüncenizi ve Sünnet-i Seniyye'ye aynı zarureti iddianızı
terkedin. Aşırılığı bırakın, ılımlılıkta karar kılın."
Türkiye'de yaşayan Müslümanların sadece
Müslümanlıklarını dile getirdikleri, bazı İslâmî tavırlarını
serbestçe ortaya koyabildikleri için takibata uğramayışları,
işlerinden atılmayışları (bu hâlâ güvenceye bağlanmış değil),
sadece Müslüman olmaları yüzünden işkence görmeleri bu
ülkede ılımlı Müslümanlığın hoş görüldüğü anlamına gelmez.
Bundan anlaşılacak olan 27 yıllık tek parti dönemi boyunca
toplumun İslâm kültüründen koparılması yönünde büyük
haksızlıkların, acımasız bir şiddetin yürürlüğe konduğu ve
daha sonra gelen kısmî serbestliğin de tamamen inananların
siyasî kanaldan istismarından ibaret olduğu, Türkiye’de
yaşayan Müslümanların çiğnenen haklarının bugüne kadar
(1990) hiç bir şekilde (siyasî, hukukî, sosyal anlamda) iade
edilmediğidir. Dolayısıyla günümüz şartları gözönüne
alınarak Türkiye'de ılımlı Müslümanlığı önermek veya
savunmak sadece inananların istismarını savunmak anlamına
gelir. O kadar ki, ılımlı Müslümanlıkla kastedilen bir bid'atlar,
hurafeler, bâtıl itikadlar manzumesidir.
Demek ki Türkiye'de aşırı veya ılımlı Müslümanlıktan
sözetmeden önce bir Müslüman kimlikle toplum içinde hangi
yere sahip olunabileceği meselesini ortaya atmak zorunluluğu
vardır. Toplumun genel yapısının hangi esaslarla işler
tutulması tartışmasından önce yürürlükteki esasların ne gibi
temelleri olduğu, kimin işine yaradığı ve topluma nasıl bir
gelecek hazırladığı gündeme getirilmelidir. Günümüzde
konuşulacak şeylerin sırasının karıştırılmasından yarar uman
ve fiilen de bu yararı kullanan bir zümre, bu zümrenin işlettiği
bir mekanizma vardır. Biz Müslümanlar bu mekanizmanın
tuzaklarına yakalanmaktan kaçınmayı çoğu kez
başaramıyoruz. Dolayısıyla haklarımızı savunurken
görevlerimizi savsakladığımız oluyor veya görevimiz
sandığımız öyle alanlara adım atıyoruz ki, haklarımızın nasıl
kısıtlandığını farkedemiyoruz.
Müslümanların çiğnenmiş haklarının yeniden tanınması ve
Müslümanların ülke yönetiminde sorumluluk almaları biri
diğeriyle ilgili iki vakıa olarak at başı gidebilir. Bununla
birlikte bu iki vakıa birbiriyle karıştırılmamalı, titizlikle
birbirinden ayrı alanlarda sonuca bağlanmaya çalışılmalıdır.
Müslümanların haklarının tanınması tek tek her Müslümanı
ve hep birlikte bütün Müslümanları ilgilendirir. Bu konuda
siyasî eğilim farkı gözetilmeksizin bütün Müslümanlar aynı
statüde sayılmalıdır. Fakat ülke yönetiminin sorumluluğunu
üstlenme yolunda atılacak adımlar belli bir siyasî tutumdur,
sadece bazı Müslümanların hesaba katılmalarını gerektirir.
Kimler ki sahip oldukları inanç gereği gibi [bir] yönetim
biçimi önermektedirler, hesabın içine sadece onlar girer.
Namaz kılmak herkesin hakkıdır, bu hakkın fiilen
kısıtlanabildiği bir ortamda siyasî bir gösteriş amacıyla devlet
yetkililerinin namaz kıldığı tebarüz ettiriliyorsa dinin toplum
kurumları tarafından yönlendirilmesi ve inananların istismarı
sözkonusudur. Burada inanca sahip çıkanlar tarafından
şekillendirilen bir dinî hayattan sözedilemez. Temelcilikten ve
köktencilikten uzak durmayı önerenler çalışan büyük insan
yığınının belli İslâmî haklardan istifadesine ciddî engeller
koyarken, kendilerinin Müslüman kisvesi içinde yer almaları
yolunda da çaba gösterirler. Türkiye'nin sahip olduğu
bugünkü manzara gitgide sömürge yönetimi özellikleri
taşıyorsa, bunun sebebi Türkiye'de icra gücünü kullananların
temelciliğe veya köktenciliğe doğru adımlar atışından değil,
ılımlı Müslümanlık görüntüsü altında İslâmî bir yönetimin
yolunu daraltıyor oluşlarındandır.
Acaba bu yolun genişlemesi yani sömürge tipi yönetimin
son bulması temelcilik aracılığıyla mı mümkün olacak, yoksa
köktenciliğe mi ihtiyacımız var?
TEMELCİLİK Mİ, KÖKTENCİLİK Mİ? (II)

Sömürge tipi yönetimin sona ermesi için temelciliği mi


seçmeli, yoksa köktenciliğe mi başvurmalı gibi incelikli bir
soruya cevap aramak üzere bir yazıya başlarken Türkiye'de
meselelerin hiç de böyle bir inceliğe yer açacak değerde ve
önemde ele alınmadığını biliyorum. Her şeyden önce sömürge
tipi yönetimden kim ne anlıyor diye sormak lâzım. Soruları
peşpeşe çoğaltabiliriz. Bir milletin varolma şartları konusunda
hangi hassasiyetler ağırlığını hissettirebiliyor? Devlet
kavramından "çingeneye verilen beylik" despotizmi ötesinde
bir anlam çıkartabilecek kaç kafanın işin içinde olduğunu
öğrenmek de hiç birimize nasip olacağa benzemiyor. Sonuç
olarak anlayış fukarası bir ortamda nefes aldığımız[ı] bir kez
daha anlamanın sıkıntısıyla bu yazıya devam edeceğim. Oysa
bir süre önce duyargalarımı bir beklentiye açmış ve ANAP
denilen seri sonu partisinin, ANAP denilen kokteyl partinin
Saddam adındaki kuklanın cilve mahiyetindeki patırtısından
aklını başına almak veya en azından adam olmaya doğru bir
adam atma yolunda zorlanacağını ummuştum. Doğrusu
Saddam'ın ANAP'a vurduğu darbe Türkiye'de hafif bir
sendeleme doğurdu, ama o kadar. Varılan nokta yürürlükteki
tezgâhın yara almadan çalıştığını göstermekten ötede değil.
Yani benim sömürge tipi yönetimin şahsiyetli politikaya
dönüşebilmek için temelciliğe mi, köktenciliğe mi muhtaç
olduğu merakıyla sorduğum soru böylesine kaba bir uşaklık
ruhu içinde seyreden insanların belirlediği çerçevede size
ulaşıyor.
Anlayıştaki kabalık başka alanlardaki kabalıkların
kaçınılmaz sonucu. Siyaset alanında Türkiye kaba bir Batı
yanlısı. Yani metropol ülkeleriyle ilişkisini herhangi bir ince
pazarlık zeminine oturtma niyeti ve girişimine tanık
olunmamış yakın geçmişte. Dünya siyasetinden haberli
insanların her biri Türkiye belli durumlarda nasıl tepki
gösterir diye bir soru sorma zahmetine katlanmaz. Böyle bir
soru sorulacak kadar geniş zaman varsa, cevap tartışmasız ve
bıkkınlık verecek tarzda bellidir: Batı'nın dümen suyunda.
Peki, iktisat alanında bir ince yaklaşımdan haberdar mı
ülkemiz insanları. Bazılarımız ince çıkar hesaplarını
hatırlayarak: "Ah, evet" diyebilir. Ne var ki ince çıkar
hesapları yapmakla iktisadi işleyişin inceliklerine nüfuz etme
arasında önemli bir fark var. Türkiye'de iktisadi başarı büyük
ölçüde "vurgun" başarısı olarak gerçekleştiği ve böyle bir
başarıya ulaşmak için de siyasi destekle işi bağlamanın
zorunlu olduğu düşünülürse ülkemiz iktisadi işleyişinin
"bezirgânca" bir incelikten iyice uzakta olduğu anlaşılabilir.
Türkiye sosyal alanda da bir kabalıklar ülkesi. Yani belli
toplumsal zümrelere mahsus ve yalnızca onlar tarafından
yaşatılan davranış kalıpları canlılığını korumuyor. Yine de
bütün bu kabalıkların gittikçe gücünü artıran bir sömürge tipi
yönetimin türevleri olduğunu söyleyeceğiz. Yoksa
toplumumuzda ince bir damar halinde bir hassasiyetin, dile
gelmez bir inceliğin derinden sürüp gittiğini söylemek de
mümkün. Derdimiz bu potansiyelle bir bağlantı kurma
dolaylarında döneniyor. Yoksa Türkiye nefes alınamaz bir
ülke olurdu.
Ne demek "sömürge tipi yönetim"? Bunun doğrudan
sömürge yönetiminden farkı nedir? Sömürge tipi yönetim
görünürdeki siyasi bağımsızlığın halktan gizlenen bazı
kayıtlarla şarta bağlanmış halidir. Doğrudan sömürge
yönetiminde sömürgeci güç yerli halka işgalcilerin
üstünlüğünü kabul ettirir. Dolaylı sömürge yönetiminde ise bu
üstünlük yerli halk içinden çıkmış (!) unsurlara devredilmiştir.
Tezgâh öyle kurulmuştur ki işgalci güçlerin aleyhinde
bulunmak mümkün gibidir. Lâkin işgalci güçlerin
üstünlüğünü devralan unsurlara karşı tavır almak sıradan
insanlar için mahvolmayı göze almakla eş anlamlıdır.
Sömürge tipi yönetimde işgalcilerin yerli şemsiyeleri vardır.
Sömürge tipi yönetimin üstünde iktidarını sürdüren işgalci
güç, sözkonusu ülkedeki siyasi çatışmada taraf olan unsurları
aynı anda destekler. Üstünlüğünü devrettiği zümrenin
anlaşmaya sadık kalıp kalmadığını sınamak üzere onu ülke
içinden muhalefet güçleriyle sıkıştırır. İşgalcinin icazetiyle
işbaşında bulunan iktidara muhalefeti ezebilecek kadar destek
sağlar. Daha sonra ezilen muhalefete kucak açar ve böylelikle
iktidarını korumuş bulunan zümre isteklerini kabul ettirme
kolaylığını ele geçirir. Muhalefeti himaye ettiği için de bir
gün iktidardaki zümrenin kullanılamayacak kadar posası
çıkması halinde kanatları altındaki muhalefeti iktidar kılar.
Ustaca kurulan bu kumpastan kurtulmanın yolu sömürge tipi
yönetime konu olan ülkede iktidar ve muhalefet gibi ayrılmış
unsurların sadece kendilerinin anladıkları bir dille "yerli"
uzlaşma zemini sağlayabilmelerinden geçer.
Bu açıdan bakıldığında bağımsızlık denilen kavramın bir
siyasî otoritenin belli bir toprak parçası üzerinde sözünü
geçirmesi ile sağlanamayacağını anlayabileceğimiz gibi,
bağımsızlığın iktisadi gücü artırmakla da elde
edilemeyeceğini görürüz. Bağımsızlık bir toplumun kendi
geleceği hakkında karar verme gücünü kullanacak organları
üretebilme yeterliğidir. Sömürge tipi yönetimde söz konusu
organlar önceden şarta bağlanmış kayıtlarla sınırlıdır ve son
çözüm noktasına gelindiğinde alınan karar verilen icazet
çerçevesinde kalır. Ortaya çıkan sonuç her zaman
yöneticilerin şartların gereğini yerine getirmesinden yani
kendilerine yönetme yetkisi verenlerin çıkarlarının
kabullenilmesinden ibarettir. Her kabulleniş bağımsızlık
düşüncesinden feragatte bulunuşun yeniden onaylanışıdır. O
halde, acaba bağımsızlık bir bakıma reddedişle aynı anlama
mı geliyor? Bağımsızlık eşittir meydan okuma diyebilir
miyiz?
Böyle bir sorunun cevaplandırılmasında (Biliyorum İsmet
Özel'in yazılarını okurken karşınıza hep sorular, sorular,
soruların çıkmasından bıktınız. Ama ne yapalım ki
yaşadığımız hayat bizi her zaman soruların içindeki sorulara
götürüyor. Bunları görmezlikten gelerek birbirimizi anlamaya
kalkışırsak ya kendimizi veya karşımızdakini aldatma
tuzağına düşeriz.) zihnimizi aydınlığa kavuşturacak bir
zıtlaşma varsa, o da olan ve olması gerekenin arasındaki
zıtlaşmadır. Her toplum olanları görür, yaşar, tadar ve katlanır.
Sömürge tipi yönetimler olması gerekenin üstünü örtüp olanı
kaçınılmaz, gerekli ve zorunlu göstererek hükümlerini
yürütürler. Bağımsız veya bağımsızlığa yönelmiş yönetimler
ise olanların arızî sayılabileceğini ve olması gerekenin elde
edilmeye değer olduğunu vurgulayan bir yolu açık tutarlar.
Demek ki bağımsızlık bir tür atılımdır ve her atılım yaşanan
durumun reddedilmesiyle mümkün olabilir. Sömürge tipi
yönetimler hem fiilî yöneticilerinin mevcut durumdaki
elverişli konumlarını korumak, hem de bu konumları onlara
sağlayan ilişkileri sağlamlaştırmak zorundadır. Bu yüzden
olması gerekenden kaçar, olması gerekeni gözden kaçırırlar.
Olanı mutlaklaştırmaya çabalarlar.
Bağımsızlık yanlısı yönetimler en azından bağımsızlığa
engel saydıkları güçlere karşı çıkabilmek için durumu
reddederler. Dolayısıyla olması gereken bir yeni durum hep
zihinlerdedir. Bağımsızlık yönünde mesafe kateden toplumda
ne olunacağına dair endişe her zaman canlıdır. Bu da
durumun kabullenilmesini değil, reddedilmesini gerektirir.
Oysa sömürge tipi toplumda hem tek tek insanların ufku
bakımından, hem de toplumun ortaklaşa ufku bakımından bir
darlık yaşanır. Bu yüzden "fırsatı ganimet bilmek" sömürge
tipi yönetim altındaki toplumların değişmez şiarıdır. Sömürge
tipi yönetim olması gerekeni gündemden kaldırdığı için böyle
toplumlarda yoksulluk, bilgisizlik, ahlâki çürüme ve
adaletsizlik başa gelen bir vakıa olarak algılanır, olanın
kaçınılmaz, giderek vazgeçilmez bir parçası olarak
kabullenilir. Bağımsızlığa yönelmiş bir toplumda da
yoksulluk, bilgisizlik ve yozlaşma görülebilir. Adaletsizliklere
bağımsızlığı vazgeçilmez değer sayan bir toplumda da
rastlanabilir. Anılan belâlara karşı her iki toplum tarzının
gösterdiği tepki yalnızca farklı değildir, aynı zamanda bu
tepkiler birbirlerini dışlar.
Sömürge tipi yönetimler altındaki toplumlarda sosyal
bozukluklara katlanılır. Oysa bağımsızlığa yönelmiş
toplumlarda sosyal bozukluklara sabredilir. İlk bakışta
katlanmak ve sabretmek birbirine yakın tavırlar gibi
görünürse de iki tutum birbirinin tam zıddıdır. Aradaki fark
kabullenmekle reddetmek arasındaki fark kadar birbirine
karşıt. Katlanmak kabullenmekle eşdeğerdir. Katlanmanın
hiçbir onarıcı ve değiştirici özelliği yoktur. Oysa sabretmek
bitmesini beklemek demektir ve kötülüğün reddedilmesinin
bir işaretidir. Sabredenler bir belâ karşısında yıkıma
uğramamak için zaman kazanmaya çalışanlardır. Hiç hatırdan
çıkarmamak gerekir ki bir gün taşmayacak olan sabır, hiçbir
zaman sabır diye adlandırılamaz. Bağımsızlığa yönelmiş
toplumlar sabretmeyi kurtuluş zamanının bir hazırlığı ve
kurtuluşun gerçekleşmesi için yapılacak şeylerin tedariki
olarak anlar. Sömürge tipi yönetimler toplumu sonu gelmez
bir tahammül ve katlanma içine hapseder.
Demek ki olması gerekende ısrar edebilme yükünü
omuzlayacak organları üretme yeterliği gösteren her toplumu
bağımsızlığa yönelmiş bir toplum saymamız mümkün.
Üstelik her toplum kendine has olması gereken düşüncesine
sahip olabilir. Kültür çeşitliliğinin insanlık adına bir kazanç
sayılacağı benimsenirse bu konuda bir standarda gidilmesinin
de güzel bir yanı var. Sömürge tipi toplum, böyle bir toplumu
doğuran yönetim biçimini terketmek, yüzünü olması gerekene
çevirmek bizi ister istemez olan'dan olması gereken'e nasıl
geçileceğini düşünmeye sürüklüyor. Bu konuda
getirilebilecek bütün öneriler üç kategoriye indirgenebilir: 1.
Olması gereken yaşadığımız hayatın aksaklıklarının
giderilmesinden, kötü işleyen mekanizmanın onarılmasından
ibarettir. 2. Olması gereken yaşadığımız hayatın kökten
değiştirilmesidir. 3. Olması gereken yaşadığımız hayatın
hakiki temeline oturtulmasıdır. Buraya kadar dile
getirdiklerimizde bir doğruluk payı olduğu kabul edecek
olursak bu üç kategoriden birincisini konu dışı bırakmamız
gerekecek. Çünkü hatalarından arınmış bir sömürge tipi
yönetim kötülüklerin meşrulaştırılmasından başka bir şey
olmayacaktır. Geriye olması gerekeni köktencilikte veya
temelcilikte aramak kalıyor.
Temelcilik ve köktencilik günlük kullanım içinde
birbirlerine çok yakın düşen anlamlara sahip gibi görünüyor.
Gerçekten gerek takınılan tavır gözönüne alındığında, gerekse
kelimelerin biri diğeri yerine kullanılabilme kolaylığı hesaba
katıldığında temelcilik (fundamentalism) ile köktencilik
(radicalism) ancak kaba düşünceyi terkedenlerin
faydalanabileceği ayrımlara sahip iki kavram. Tarih içinde
yüklendikleri anlamları hesaba katarsak her ikisi arasındaki
mesafeyi daha iyi kavrayabiliriz. Temelcilik yirminci yüzyıl
Protestanlığında beliren bir hareket ve temel olarak Kutsal
Metinlerin lâfzî yanılmazlığına, İsâ aleyhisellâmın yeniden
geleceğine, onun bakire Meryem’den doğduğuna,
basübadelmevtin cismen gerçekleştiğine ve şefaatin gerçeğine
inanmayı alıyor. Köktencilik ise onsekizinci yüzyılın sonları
ve ondokuzuncu yüzyılın başlarında demokratik haklar ve
lâiklik konusunda "kökten" reform taraftarı cumhuriyetçilere
yakıştırılan bir isim. O günlerden bu yana her siyasi görüşün
uçta yer alanları radikal yani köktenci diye adlandırılmıştır.
Hepimizin bildiği gibi bu iki kavram günümüzde sadece tarih
içinde kazandıkları anlam yüküne bağımlı olarak
kullanılmıyor. Batı dünyasında ve batılı eğitimini öne
çıkarmaktan hoşlanan çevrelerde İslâm temelciliğinden ve
köktenci Müslümanlıktan sözedildiğini duyuyoruz. Elbette
andığımız bu çevreler temelciliği ve köktenciliği birbirinin
yerine geçebilecek şekilde kullanıyorlar ve aynı derecede
olumsuz, aynı derecede tehlikeli kabul ediyorlar.
Batı'dan ithal edilen kavramlarla İslâm düşüncesine mahsus
anlayış tarzlarının yaftalanması karşısında tedirgin olmamak
elde değil. Üstelik İslâm düşmanları Müslümanca tutum
içinde olan insanları oldukları gibi değil, istedikleri gibi
sınıflandırıyorlar. Yani müstevlilere karşı silâhlı direniş
gösteren Müslümanların sufî veya selefi olması onları
ilgilendirmiyor; görebildikleri sadece fanatik Müslümanlardır.
Bu yüzden batılı adlandırmaların neye tekabül ettiğine
aldırmaksızın sömürge tipi yönetim karşısına temelcilikle mi,
yoksa köktencilikle mi çıkmalı sorusu önemini koruyor.
Köktenci tutum alışılmış ve geleneksel davranış
biçimlerinden esaslı bir uzaklaşmayı öngörür. Mevcut bakış
açıları, alışkanlıklar, yapılagelen hareketler ve işleyen
kurumlar kökten yıkılmalı, bunların yerine yeni kabuller
konulmalıdır. Köktencilik kabullerinin hangi sonuçlara
ulaşacağını düşünmeye değil, mümkün olduğu kadar derinlere
inmeye duyulan eğilimle güçlenip ağırlık sahibi olur.
Temelcilikte ise aslî karakterin aranma eğilimi ön plâna çıkar.
Temelci savunduğu görüşün hayatî dayanağını
belirginleştirmeyi gözetir. Bir şeyin temelde oluşu o şeyi
kendisi yapan vazgeçilmez unsuru teşkil edişindendir.
Diyebiliriz ki köktencilik olması gerekeni icad etmek
zorundadır, temelcilik ise olması gerekeni keşfetme
mecburiyeti altındadır. Bu bakımdan düşüncelerin gidebildiği
kadar gitmesini istediğimiz şartlarda işimize yarayan
köktencilik, atacağımız adımların neler olacağının tespitinde
faydadan çok zarar getirir. Buna mukabil araştırmalarımızda
kesin sınırlar getirmesine rağmen, sağlam dayanaklar temin
etmesi bakımından temelcilik, olması gerekenin aslî ve hayatî
değerlerini sunmasıyla, vazgeçmeyeceğimiz davranış
biçimlerini bize verir.
DOĞRU OTURDUĞUMUZ ZAMAN EĞRİ
KONUŞUYORUZ

Atasözü şöyle der: Eğri oturalım, doğru konuşalım. Bu sözü


günlük hayatta yalnızca bir yanını hesaba katarak, doğru
söylemeyi vurgulamak için kullanırız. Sözün diğer yarısı
gölgede kalır ve sanki kafiye hatırına eklenmiş gibi durur.
Bana kalırsa atasözünde eğri oturmak doğru söylemenin bir
gerek şartı olarak zikredilmiştir ve doğru söylemekten ne
anlaşılacağını da açıklama gücü vardır. Kültürümüzün bize
hangi zenginlikleri sunduğu batılılaşmanın çarpıtmaları
sebebiyle olduğu kadar Batı kültürünün neye delalet ettiğini
yeterince anlamamanın zorlukları yüzünden hakkıyla
kavranamıyor. Kendi kültürümüze alıcı gözle bakmadığımız
için kendi karakterimizin bilincine varmada yetersiz
kalıyoruz. İnsan yapısının bina edilmesinde dilin önemini
koruduğu oranda atasözlerinin vazgeçilmezliği anlaşılabilir.
Görülür ki onlarda bir toplumun tarih içinde oluşmuş
kimliğini, hareket imkânlarını ve gücünü, toplum hayatını
devam ettirme yollarının ilkelerini farketmemize yarayan
ipuçları gizlidir. Toplumların birbirleriyle benzeşen,
özdeşleşen yanlarını atasözlerinin ne ölçüde denk düştüğüyle
anlayabileceğimiz gibi, atasözlerinin nasıl farklı özellikte ve
uyuşmaz vasıfta olduğunu görerek de toplumlar arasında
kişilik mesafesini anlayabiliriz. Geçen yıllar içinde bir toplum
kendine mahsus atasözlerini ortaya çıkarmış değildir, tersine
geçen yıllar içinde atasözleri kendine mahsus bir toplum
ortaya çıkarmıştır. Yani atasözlerinin susması toplumun kendi
kişiliğinden imtina etmesi anlamı taşır.
Madem atasözü bize eğri oturup doğru konuşmamızı
öğütlüyor, her şeyden önce bu öğüdü doğru kavrayıp
kavramadığımıza bir bakalım. Türkçe sözlük bu atasözünün
açıklamasını şöyle yapmış: "Birisine karşı tutumumuz ne
olursa olsun doğruyu söylemeliyiz." Bunu gerçekten bir
açıklama saymak çok zor. Çünkü bu sözlerden sonra anlam
karışıklığı daha da artıyor; eğer çıplak haliyle atasözü biraz
muğlâk idiyse şimdi büsbütün muğlâklaştı. Yani birini
kıskansak, düşmanlık duysak veya ona özensek, sevgiyle
yaklaşsak da doğruyu söylemeliyiz. Hiç tatmin edici bir
açıklama değil. Birbiriyle ilişkilerimiz bozuk (eğri) olsa da,
onunla sözlerimiz düzgün (doğru) olmalıdır diyorsak bu öğüt
bize ders vermekten, bizi daha çok öğrenmiş kılmaktan
ziyade bizi daha kararsız ve daha ne yapacağını bilmez hale
sokuyor. Bir başka açıklamayı Atasözleri Sözlüğü’nde Ömer
Asım Aksoy yapıyor: Eğri otur, doğru söyle. "Sadece seni
ilgilendiren konularda doğru yolda olmamana başkası
karışamaz. Duruşun, oturuşun, giyinişin, özel işlerini
yürütüşün beğenilmese bile bunlar senin bileceğin işlerdir.
Ama yalan söylemene göz yumulamaz. Her vakit doğru
söylemeli, doğruluktan şaşmamalısın." Bu açıklama çabası bir
ders verir gibi. Yani bozuk (eğri) görünüşlü olmak, düzgün
(doğru) konuşmaya engel değil, tarzında bir yaklaşım
sunuluyor bize. Yine de doyurucu olmaktan oldukça uzak bir
açıklama bu. Atasözüne hakkı olan ağırlığı vermiyor. Böylesi
yalınkat bir gerçeği dile getirmek için bir atasözünün
bulunması inandırıcı sayılmaz. Atasözleri toplum hayatının
devamında temelli yere sahip gerçeklere uzandıkları için
vazgeçilmezliklerini korurlar.
Toplum hayatımızda doğru konuşmanın yeri eğri
oturmamızla bağlantılı kılınmış. Bunda özellikle anlaşılmaya
değer bir taraf var. Acaba atasözündeki eğri ve doğru neyi
ifade ediyor? Buradan kalkarsak varacağımız noktayı da bir
bakıma belirlemiş oluruz. Doğru konuşmaktan ne kastedildiği
konusunda bir anlaşmaya varmak felsefenin, mantığın çetin
konusu. Metafizik doğruların, bilimsel doğruların, şiirsel
doğruların tabiatı birbirinden çok farklı. Ancak biz bu yazıda
kendimizi bir atasözünün öğrettiğiyle sınırladığımız ve
atasözlerine toplum hayatının devamı gibi bir işlev
yüklediğimiz için doğru kavramından da bu çerçevede bir
anlam çıkaracağız. O halde iki hususu dikkate almamız gerek:
Bunlardan birincisi statik yani toplumun uzlaşma alanlarıyla
ilgili. İkincisi ise dinamik yani toplumun devamı için bu
uzlaşma alanlarının nasıl uygulamaya sokulacağıyla ilgili.
Doğru söylemek bir vakıanın toplumun uzlaşma alanlarıyla
örtüşmesini sağlamakla mümkün. Toplumdaki uzlaşma
çerçevesinde "Mutfaktaki kavanozu kim kırdı?" sorusunun
doğru cevabı bellidir. Bu işin statik yanı. İşin dinamik yanı
hesaba katıldığında karşımıza "Yerdeki kırıkları kim
temizleyecek?" sorusu çıkar. Bu sorunun cevabını ararken
yine toplumdaki uzlaşma alanların gözönüne alırız, fakat
toplumun devamını esas kabul ederek. En doğru cevap
toplumun devamına en çok katkıda bulunan önerinin
getirilmesiyle bulunabilir. Kavanozu kim kırdıysa yerleri de o
temizleyecek. Temizlik sırası kiminse kırıkları o toplayacak.
Yerleri cam kırıklarının ayağa batmamasını temin edecek
kadar iyi temizleyebilen temizleyecek. Bütün bu cevaplar
doğru olabilir. Toplum devamında neyin önemli olduğunu
seçmişse hem toplum olarak kendi niteliğini belirginleştirmiş
olur, hem de kendi hayatiyetine ne kadar değer verdiğini
gösterir. İşte bu noktada eğri oturup doğru konuşmak
gereklidir.
Eğri kelimesinin ne anlama geldiğini bulmak gerektiğinde
yukarıda yapılan açıklamaların işimize yaramadığını
belirtmeliyiz. Eğri oturmak bozuk, yanlış veya uygunsuz
oturmak karşılığı olarak anılmıyor. Burada eğrinin ilişmekle,
eğreti oturmakla bir bağlantısı var. Toplum uzlaşmaları içinde
yerimizi sağlama alma gayreti içinde doğru oturmak
endişesiyle eğri konuşabiliriz. Doğru konuşmamızın ön şartı,
gerek şartı kendi konumumuzu korumak endişesini bir yana
bırakarak sözümüzü söylememizdedir. Eğer dünya hayatının
geçiciliğine, burada sahip olduğumuz elverişli yerin
iğretiliğine inanıyorsak bizim için doğru konuşmaktan kolay
bir şey yoktur. Yani nihaî faydanın elde edilmesi adına
günübirlik faydanın gözden çıkarılması doğru konuşmanın
teminatı olur. Nihaî fayda toplumun devamı sayıldığı zaman
doğru konuşmak ancak bu amaca hizmet eden bir tutumu
benimseyen kişilerin harcı olabilir.
Yukarıda örneğimize bakarsak eğri oturup doğru
konuşmanın nasıl mümkün olabileceğine bir bakalım:
- Bu evde bir temizlik sırası var diye her önüne gelen
ortalığı altüst edemez. Kavanozu ben kırdım, cam kırıklarını
ben temizleyeceğim. Eğri oturup doğru konuşalım.
- Eğer kimin ne yapacağı kesin çizgilerle ayrılmazsa bu
evde hiçbir iş zamanında ve yerinde yapılamaz. Eğri oturup
doğru konuşalım. Kavanozu kim kırmış olursa olsun temizlik
sırası benim olduğuna göre yerleri ben temizleyeceğim.
- Eğri oturup doğru konuşalım. Aranızda hangisi bu işe el
atarsa atsın birinin ayağını biraz sonra bir cam kırığı kesecek.
Çünkü her ikinizin de gözünde tavukkarası var. Cam
kırıklarını toplamak bana düşüyor.
Dikkat ettiğiniz gibi eğri oturup doğru konuşmak tek tek
insanların kısa vadede rahatlarını feda etme pahasına genel
çıkarın elde edilmesi endişesinin ağır bastığı durumlarda
kullandığımız bir söz. Doğru kavanozu kimin kırdığını ortaya
çıkarma aşamasının ötesinde ele alınıyor. Ama eğri oturmak
göze alınmayıp da doğru oturmak kârlı bulunsaydı, kavanozu
kimin kırdığını bile ortaya çıkarmak zor olurdu. Esas alınan
şey her oturanın oturduğu yerde kalması ise eğri konuşmak
herkesin işine gelirdi. Demek ki "doğru" yalanın bertaraf
edilmesinin de ötesinde bir ağırlığa sahip. Bir tür ahlâki
sorumluluk ve kişinin kendi üstünde hüküm sahibi saydığı bir
güç karşısında duyduğu yükümlülükle bağlantılı. Doğru
söylemek eğri oturmayı bir bakıma zorunlu kılıyor. Aksi
olduğu zaman doğru oturmayı önemsediğimiz, bulunduğumuz
yeri kaybetmeme endişesiyle konuştuğumuz zaman
ağzımızdan çıkan sözlerin eğri olması daha kolay.
Doğru muhtevası zamandan zamana, mekândan mekâna
değişir, ama bizim doğru karşısında takındığımız tavır bizim
dünya hayatını tek ve asıl sayıp saymadığımızla yani ölümün
son olup olmadığını kavrayışımızla ilgili olacaktır. Doğrunun
muhtevası toplum uzlaşmalarıyla sıkı sıkıya ilgilidir. Bu
uzlaşmalar siyasi yapıdan kültürün aldığı şekle, ekonomik
güçlerden askerî müeyyidelere kadar uzanır. Toplum
uzlaşmalarının doğruya ne kadar geniş alan tanıdığı o
toplumdaki zulmün derecesini de gösterebilir. Bir İngiliz
atasözü "Doğruyu söyle ve kaç" diyor. Bu sözden de eğri
oturmanın doğru için ne kadar vazgeçilmez olduğunu
çıkarabiliriz. Elbette bütün bu mülahazalar içinde kendi
yazdıklarımı da hesaba katıyorum. Hangi çağda olursa olsun
insanların doğruya ne kadar tahammül edecekleri bir soru
olarak zihnimde duruyor. Şuna inanıyorum ki yazarlık benim
için oturulan bir yer olsaydı, yazarlığımı korumak zorunda
olduğum hissine kapılsaydım benden sadır olacak sözlerin
çoğunluğu eğri sözler olurdu. Çünkü doğru oturduğumuz
zaman eğri konuşuyoruz. Bu konuda tek tek insanları
bekleyen akıbet toplum organizasyonları için de geçerli.
Bunun bir örneğini Körfez bunalımının başlangıcında
yaşadık. Irak'ın Kuveyt'e girmesinin hemen ardından Batı
çevreleri Türkiye'nin bazı tedbirler almasını istedi. Henüz
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin Irak'a müeyyideler
uygulanmasına dair kararı çıkmamıştı. Bir ANAP milletvekili
eğri oturduğunun farkında olmaksızın doğru konuşmaya
kalkıştı ve şöyle dedi: "Batı bizim sırtımızdan gerdeğe
girmeye kalkmasın." Aradan geçen kırk gün içinde mesele o
hale geldi ki ne böyle bir söz edildiğini kimse hatırlıyor, ne de
herhangi bir siyasi partiden herhangi bir milletvekilinin böyle
veya buna benzer bir söz edebileceği ihtimali kimsenin aklına
geliyor. Neden? Çünkü doğru konuşmak için eğri oturmak
gerekiyor. Oysa tam tersi geçerli Türkiye'de. Toplum
organizasyonu olarak da, bu organizasyonda muteber bir yer
tutmuş insanlar olarak da "doğru" oturuluyor. Doğru
oturmanın kaçınılmaz sonucu eğri konuşmak.
Türkiye'nin doğru oturuşu ülke olarak İsrail'in güvenliğiyle
sıkıca irtibatlı oluşuyla açıklanabilir. Bir siyasi şahsiyet kendi
sandalyesinin olduğu kadar kendine sandalye sağlayan
oluşumların söz konusu irtibatla imkân dahiline girdiğini
bilmeden konuşursa bu bilgisizliğindendir. Ama onu
kendisine kısa zamanda bildirirler. Malumat sahibi olduktan
sonra önündeki seçenek doğru oturmakta devam edip eğri
konuşmak veya eğreti yerini umursamadan doğru konuşmayı
sürdürmek olabilir. Elbette en rahatı doğru oturmaktadır.
Çünkü ülke olarak doğru oturmayı seçmiş haldeyiz.
Birçoklarına şaşkınlık veren askeri darbeler, iktisadi tedbirler
ve siyasi oldu bittiler ve bütün bunlarla bağlantılı olarak
sarfedilen nutuklar Türkiye’nin eğri oturuşunun bir sonucu
değil. Türkiye 1923'ten beri doğru oturuyor ve her siyasi
kadro bu doğruluğa uyum gösterdiği oranda itibar sahibi
olabiliyor.
Yalnız Türkiye'de değil dünyanın her yerinde, ama bilhassa
kontrol altında tutulan ülkelerde siyasi şahsiyetlerin özellikle
önemli yerleri işgal ettikleri sırada eğri konuştuklarına şahit
oluruz. En çok merak uyandıran husus da neden aynı insanın
muhalefetteyken bir türlü, iktidara geçme fırsatını ele
geçirdikten sonra başka türlü konuştuğudur. Muhalefet ister
istemez eğri oturmaya zorlandığı için doğru konuşmaya
yatkındır ve tersi: İktidarda olanlar doğru oturmayı
benimsedikleri oranda eğri konuşmaya mecburdur. Denetim
altındaki sömürge tipi yönetimlerde eğer metropol güç veya
güçler bütün siyasi kadroyu kemikleştirmişler ve bunun
sonucu olarak da iktidar-muhalefet ikilisini aynı çamurdan
kurmak başarısına ermişlerse iktidarın olduğu kadar
muhalefetin de doğru oturmasına sebep olmuşlardır. Böylece
o ülke insanları cellada teslim edilmiş sayılır.
Toplumların hayatında iktidarların sağlamlığı toplumun
bünyevi sağlamlığıyla ters orantılıdır. Yani aldığı kararlardan
dolayı hesap vermeyi düşünmeyen bir yönetim toplumun
felaketine sebep olup olmayacağını da düşünmez. Hele o
yönetimin rakipleri de aynı türden ise sözkonusu toplumun
sonu gelmiş sayılır. Nitekim şöyle denmiştir:
"İki kişi dinden olursa, bir kişi candan olur." Yani iki kişi
yalan yere yemin etmek suretiyle, doğru oturmayı sürdürmek
için eğri konuşmak suretiyle bir kişinin katline yol açan
davayı sonuca bağlayabilirler. Yönetim kademelerinin
metropol güçlerince ayarlanmasının dünyada yaşayan
insanların çoğunluğunu, ama özellikle Müslüman yığınları
maruz bıraktıkları sonuç budur. Öyleyse bir yetkilinin veya
bir siyasi liderin eğri konuşup konuşmadığını anlamak için
onun doğru oturup oturmadığına bakmamız gerek. Ne kadar
eğri oturuyorsa, o kadar doğru konuşma ihtimali vardır.
SİYASETİN İKİ DÜZLEMİ

Siyasetin bu konuda bilgi sahibi olmak isteyen herkese yeni


düşünce ufukları açan birçok boyutu var. Bir deyişle insan
bilimleri şeklinde ifade edilen disiplinler, denebilir ki
siyasetin boyutlarını hem sayıca artırmak ve hem de daha
belirginleştirmek için faaliyet gösterir. Çünkü toplum
hayatının her alanı siyasetten etkilenir ve insan eliyle yapılan
her işin bir siyaseti vardır. Bütün bu çeşitliliğe rağmen
siyasetin her düzeyde (seviyede) iki düzlem (müstevi)
üstünde cereyan ettiği gözden uzak tutulmamalıdır. Bir
siyaseti yapanların, yürütenlerin düzlemi vardır ve bir de o
siyasetten etkilenen veya o siyasete malzeme olanların
düzlemi. Elbette bu iki düzlem arasındaki ilişki çok ilginçtir
ve eğer siyaset bilimi adında bir inceleme alanı varsa bu
alanda açıklamaya çalışılan ve aydınlatılmaya çabalanan
husus sözünü ettiğimiz ilişkiden ibarettir.
Günümüz Türkiye'sinde siyasetin iki düzlemine
dikkatlerimizi yöneltmenin bir vesilesi Menderes, Zorlu ve
Polatkan'ın idam edildikten sonra gömüldükleri İmralı'dan
alınarak İstanbul'daki anıt-mezarlarına nakli dolayısıyla
doğdu. Böylece Türkler anıt-kabirden sonra bir anıt-mezara
kavuşmak suretiyle İslâmiyetten önce sahip oldukları ve
İslâmiyet sonrasında da devam ettirdikleri gömme kültürünü
bir yönüyle restore etmiş oldular. Ama meselenin bu
etnografik yönünden daha çok bahse değer tarafı siyasetin iki
düzleminin ülkemizdeki oluşumlara etkisidir. Nakil için
yapılan devlet töreni dolayısıyla birçok söz edildi. Yaraların
sarılmasından, olayın siyasi istismar konusu yapılmasına;
Türkiye’deki siyasi yarışmaların idamlara varan sertlik içinde
geçip geçmemesinden Türkiye'de demokrasinin güvencesini
hangi tavırlarda aramak gerektiğine kadar birçok konu dile
getirildi. ANAP ve DYP bir yarışma havası içinde törene
yakın durdular. SHP kendi hesabına belli bir mesafeyi korudu.
RP suskun kaldı. Halkın katılımı beklenenin altındaydı.
Askerlerin eksikliği devlet töreni ibaresini zayıflattı.
Kimsenin elinde maşeri vicdanın nasıl tecelli ettiğini ölçmeye
yeter bir imkân olmadığından toplum üzerinde hangi etkilerin
doğduğu ve bundan nasıl sonuçlar doğacağı bilinemez. Yine
de olay Türk demokrasi tarihinde sağ-sol belirlenmesinde
merkezi yer işgal ettiği için irdelenmeye değer ve üstünkörü
değerlendirmeler hataların tekrarlanmasını kolaylaştırmaktan
başka bir işe yaramaz.
Üstünkörü değerlendirmeler 1950 sonrası siyasi
hayatımızda biri sağ ve diğeri de sol olmak üzere iki kanadın
doğduğunu giderek bu bölünmenin günümüze uzandığını
kabule zorlar bizi. Güya CHP devletçiliğe sahip çıkmak ve
lâik bir anlayışın bekçiliğini yapmak suretiyle "sol"da yer
almakta ve DP özel teşebbüs imkânlarını genişleterek ve dini
eğilimlere daha geniş manevra alanı sağlayarak "sağ"ın
sözcülüğünü üstlenmektedir. Bu şematik yaklaşım uzun yıllar
boyunca Türkiye'deki okuryazarların hem sosyal konumlarını
güvenceye bağlamak ve hem de zihin konforlarını artırmak
için pekiştirilmiştir. Ne var ki ülkedeki gelişmeler Türkiye'nin
temel bir dönüşüme açık yanlarını ortaya çıkardığında bu sağ-
sol yakıştırmalarının gerek Batı kültüründeki yerine sadık
kalma endişesi içinde, gerekse harekete geçirilmesi arzulanan
unsurların gerçek tabiatını anlayabilmek için pek de uygun
düşmediği dar da olsa bazı çevrelerce anlaşıldı.
Ne var ki onlar da kategorileri muhafaza ederek sadece
adlandırma ve anlam verme bakımından sağa ve sola
öncekinin zıddı yerler tanıdılar. Yani CHP kanadı
mutlakiyetçi ve elitist yanıyla sağda, DP ise liberal tavrı ve
halka yakınlığı yüzünden solda telakki edilmeliydi. Bir yanlışı
bir başka yanlışla düzeltmeye yeltenen Türk okur-yazarları
gerçekte Batıdan ödünç aldıkları (öğrendikleri demiyorum)
çözümleme yollarını kullanıyorlar. Bu yüzden toplum
olaylarını anlamak istediklerinde bir tür psikanaliz yöntemine
başvurmadan edemiyorlar. Önce bazı semptomlar görüyor,
peşinden de onların hangi yetişme bozukluklarından
kaynaklandığını keşfetmeye çabalıyorlar. Oysa Türkiye'de sağ
ve sol diye erişkin kamplar veya siyasi birimler yok. Buna
mukabil siyaseti yapanlar düzlemi kendi bünyesi içinde
başkalaşımlara uğruyor. Öte yandan siyasetten etkilenenler
düzlemi siyaseti yapanların düzlemindeki çatlakları
derinleştiriyor veya hatları kalınlaştırıyor. Cumhuriyet
tarihindeki üç askeri müdahale siyaseti yapanları yekvücut ve
hem fikir kılma yönünde faaliyet göstermiştir.
Türkiye'de erişkin siyasi birimlerin bulunmayışı yani sağın
ve solun birer temelsiz yakıştırmadan ibaret oluşu ülkemizde
hem toplumun aslına ait olup hem de söz sahibi olacak kadar
gücü elinde bulunduran birden fazla odağın adem-i
mevcudiyetindendir. Siyaset yapan güç kişi olarak değişse ve
üslûbunda belirgin farklılık taşısa bile bir tek zümre olma
özelliğini ve sürekliliğini korumaktadır. Neden? Çünkü
Türkiye’de siyaset tek yönlü ve sınırları belirlenmiş olarak
yapılmaktadır. Tanzimat'tan Cumhuriyete kadar bu yön Batı
karşısında bir varlık gösterip göstermeme tecrübesinin
yaşanmasıyla ilgiliydi ve sınırlar Osmanlı toplumunun
nomos'u İslam'la medeniyetin gereklerini uzlaştırma
gayretleri şeklinde belirginleşti. Cumhuriyetle beraber yön
Batı’nın tedirgin olacağı pan (tüm) hareketlerden kaçınma
olarak belirlendi ve sınırlar dünya sistemine aşamalı intibakı
sağlayacak şekilde çizildi. Dolayısıyla Türkiye'de siyaseti
yapanlar düzleminde yer almak gidilen yönde ilerlemek ve
tanınan sınırları benimsemekle mümkündür. Yine de
siyasetten etkilenip uygulanan siyasete malzeme olanlar
çıkarlarını azamiye ulaştırma eğilimlerini su yüzüne
çıkardıkları nispette gidilen yönden sapmalara uğranılmasına
ve sınırların (tecavüz değilse bile) taciz edilmesine sebep
olabilirler. Ama ne gam! Rejimin bekçileri her zaman vardır.
Eğer böylesine belirlenmiş bir siyaset çizgisi Cumhuriyetin
kuruluşundan bu yana yürürlükteyse neden zaman zaman
sertleşmeler, idamlara varan kesinlikler yaşanmaktadır? Bu
soru yanlış. Sertlikler siyaset belirlendiği için yaşanıyor.
Olayları kronolojik düzene bağlı kalarak gözden geçirirsek
belki daha kolay kavrayabiliriz. Türkiye İkinci Dünya Savaşı
sonrasında yönetimini savaşın galiplerinin beklentileri
doğrultusunda ve savaş sonrası şartlara intibak edebilecek
şekilde ayarlamaya girişti. Bunlar içinde demokrasi de vardı.
1946'da yapılan genel seçim bu seçimin özel şartları sebebiyle
CHP'nin zaferiyle sonuçlandı. Muhalefet Partisi DP idi.
Herkesin bildiği gibi DP'nin mayası da hamuru da CHP'den
farklı değildi. Bu yüzden 1950 seçimlerinde yönetime DP'nin
gelmesi ne ülke içinden ne de ülke dışından kimseyi tedirgin
etmedi. Gerçi bu beklenmeyen bir başarıydı ve toplumda tek
parti devrinin bu derecede kesin ve gerilimli bir havada
reddedilebileceği rahatça düşünülemiyordu. DP on yıllık
iktidarı boyunca CHP'den farklı bir siyaset gütmedi. Yani
1950 seçimlerini CHP kazanmış olsaydı aynı para politikasını
izleyecek, dış politikada aynı adımları atacak ve Türkiye'yi
petrole bağımlı kılmanın hazırlıklarını hızlandıracaktı. Ne o
zaman ne daha sonra CHP ve DP arasında bir üslûp farkından
fazla bir mesafe olduğu hiç bir ciddi iddianın delili olmadı.
Ama o üslûp farkı yönetimden, yapılan siyasetten
etkilenenleri öylesine yaklaşımlara sevketti, öyle beklentilere
açtı ki ister istemez siyaset yapanlar düzleminde bir çatlağın
derinleşmesi vuku buldu.
Doğrusu CHP dirijanları kendi bünyelerinden çıkardıkları
bu siyasi kuruluşu istedikleri gibi yönlendirebileceklerini ve
çekilmesini sağlayabileceklerini hesaplamışlardı. Ama yeniler
şunu gördüler: CHP'nin yaptığında hiç bir özel maharet, hiç
bir üstün yetenek gerektiren taraf yoktu. Siyaset yapanlar
düzlemine bir kez geçtin mi Türkiye'de zorunlu yönde ve
konulmuş sınırlar içinde "yönetmek" kolaydı. Bu olay 1965
sonrası AP yönetimi için de aynen geçerliğini korudu. Bir
tarafla kendini yönetme hakkıyla donatılmış sayan CHP diğer
yandan nedense halktan oy alıp sandalyeye oturan ve
oturunca da gerekeni yapan diğerleri. CHP kanadından gelen
sol sloganlar sadece retoriktir. Bunu hem 27 Mayıs sonrasında
hem 12 Mart sonrasında gördük. AP kanadından gelen sağ
sloganların da birer retorik olduğu yönetimi sırasında
aşikârdı. Ama bir yerde sol, bir yerde sağ görünümlü iki
cephe bulunduğu intibaını vermek Türkiye'de siyasetin
icracıları düzlemini uzun yıllar güvence altına almıştır.
Günümüzde gerçek yüzüyle bu güvence kalkmıştır. ANAP bir
katakulliyle sağı ve solu bünyesinde birleştirme iddiasıyla
sözkonusu güvencenin son kirasından yararlandı.
Önümüzdeki 1992 seçimleri Türkiye'de siyasetin iki
düzleminin nasıl karşılaşacağı sorusunun cevabını verecek.
Gerçi bir gecikmiş bilinç olarak ülkemizde halen sağ ve sol
ayrımlar yaşanıyor ve insanların bu sahte bölünme dolayısıyla
kendilerini şartlandırdıkları tutum ve davranışlardan
birdenbire uzaklaşacaklarını düşünmek safdillik olur. Yine de
ilk işaretlerin 1992 seçimlerinde alınacağı bir temelli siyaset
değişikliğinin yolu açılmıştır. Bu açılım herhangi bir etkin
müdahale sonucu değil, sağ ve sol bölünme olarak sunulan
aldatmacanın iflası sonucunda kendini gösterdi.
Türkiye'de siyasetin iki düzlemini teke indirgemek ve
yanıltıcı sağ-sol bölünmesi yerine ülkenin erkinliğini ve
erginliğini aynı anda ele geçirmesini savunanlarla ülkenin
uydulaşmasından çıkar sağlayanlar arasındaki bölünmeye
dikkatleri çevirmek gereklidir. Elbet bunu lâf olarak söylemek
kolay ama bu gelişmenin hangi yoldan gerçekleşeceğini
göstermek zordur. Acaba günümüzdeki sağ ve sol bölünmesi
içinde yer alan insanların belli esaslar dahilinde ve ortak çıkar
gözetilerek bir noktada birleşmelerini teklif etmek gerçekçi
bir çözüm müdür? Bu suretle siyasetin iki düzlemi bire
indirgenebilir mi? Bence olmaz. Hem sağ ve sol
aldatmacaların eleştirisini erteleyeceğinden ve hatta sahte
bölünmeleri gerçekmiş gibi kabul edip yanılgıda bir pekişme
sağlayacağından, hem de böyle bir uzlaşmanın bütün baskı
rejimlerinde siyaset yapan düzlemdekilerin önerilerinden biri
olması yüzünden. Yani görünüşte bir uzlaşma olur, ama bu
yönetici elitin dışında kalanların gönüllü köleler olmasına
yardım eder. İstenilenin zıddı bir sonuç bu.
Çözüm ülke yönetiminin genel çerçevesini belirleyen
esasların sarahaten ortaya konulmasında ve gerektiğinde
bunların eleştirilebileceği bir ortama sahip çıkılmasındadır.
Peki ama, kim yapacak bunları? Bürokratik mekanizma
içindekiler mi? Sermaye sahipleri mi? Yoksa büyük çalışanlar
yığınının mesleki teşkilatları mı? Bunların çabalarından bir
semere elde edebilinecekse şimdiye kadar buna kavuşmuş
olmalıydık. O halde geriye ne kalıyor? Amacımız siyasetin iki
düzlemini bire indirmekse gerçekleştirilecek olan siyasi bir
hedef. Siyasi bir hedefe de ancak siyasi bir araçla ulaşılır. Bu
bir siyasi parti olabilir mi? Olmalı mıdır? Belki de partiler.
Ama şimdiye kadar kınayarak eleştirdiklerimiz birer siyasi
parti değil mi? Belki de değil. Belki Türkiye'de biz yalnızca
bazı kabilelerin siyasi parti görünüşü altında ortaya çıktığını
görebildik ancak. Bu kabileler belki Ümeyye oğulları, Abbas
oğulları değil ama yönetim olayını onlardan farklı
algılayabilmiş insanlar da değiller. Türkiye'de kurulları
çalışan, yolu yöntemi hem kendine hem hitab ettiği
kalabalığa, hem de hasımlarına malûm olan ve gücünü
yönetimde fiilen bulunmadığı zamandan itibaren
gösterebilmiş partiye ihtiyaç var belki. Bu parti önce kendi
bünyesinde siyasetin iki düzlemini aşacak ve bu tecrübesini
ülkenin bütününe taşıyabilecek.
BİR PARTİDEN NE ANLAMALIYIZ?

İslâmî hareketle siyasi parti arasındaki ilişkinin olumlu bir


tutumla ele alınması gerektiği ve aksi yapıldığı takdirde
İslâmî hareketi belirsizliklere, denetimi taraftarlarınca
sağlanmayabilecek yönlendirmelere kurban etmek anlamı
taşıyabileceğini daha önceki yazılarımdan birinde
belirtmiştim. Bu yargıdan siyasi parti adına her yapılanı
yerinde ve isabetli bulduğum sonucu çıkarılamazdı elbet. O
halde İslâmî hareketin hayrına işleyiş gösteren bir siyasi
partiden ne anladığımı, bence neler anlaşılması gerektiğini
dile getirmeliyim. İslâmî gerekçelerle Müslüman varlığını
tehlikeye atabilecek her türlü aldatmacanın yürürlüğe
konduğunu bildiğimiz kadar, ilericilik ve halkçılık maskesi
altında da dünya sisteminin kuklalığının üstlenildiğini
biliyoruz. Her iki tutumun belirgin örnekleri Körfez bunalımı
dolayısıyla karşı karşıya geldi. Bir yandan bizim anayasamız
Kur'an-ı Kerim'dir diyen ve sözde Müslümanlığı modern
siyasi yapılara bulaştırmak istemez görünen Suudi Arabistan,
diğer yanda Arap milliyetçiliğinin ve Arap sosyalizminin
şampiyonluğunu yapmaya heveslenen Irak Baas Partisi. Her
iki taraf da yalnızca sürüklendikleri yerde debeleniyorlar ve
onların zaaflarının olduğu kadar sorumsuz, bilinçsiz
çıkarcılıklarının bedelini dünya Müslümanlarının çoğunluğu
ödüyor. İhlâs sahibi Müslümanların ayan beyan gördükleri bu
belalardan önce uzak durmak ve sonra bu belalara galebe
çalmak için yapılacak şeylerin başında her şeyin adının yerli
yerince konulması ve neyin nereye kadar olduğunun ifade
edilmesi gerekiyor. Yani eğer biri İslâmî gerekçelerle
karşımıza çıkarsa söylediklerinin İslâmî tutumlarla doğrulanıp
doğrulanmadığına bakmamız, eğer dünya ahvalinin
zorlamalarını belli tutumlarının mazereti olarak ileri
sürüyorsa sözkonusu tutumlarının hangi sınırlarla çevrelenmiş
olduğunu bilmemiz gerek.
Demek ki İslâmî hareketi öngören bir insanın biri
vazgeçilmez, öteki kaçınılmaz sayılan iki veri ile kendine yön
çizmesi ve böylelikle kendini olduğu kadar başkalarını da
sapmalardan, savrulmalardan koruyacak bir davranışlar
düzeni içine girmesini esas almalıyız. Verilerden birincisi
İslâmî kimliktir. Bu demektir ki İslâmî bir hareketi toplum
içinde ayırdedici özelliklerden, Müslüman'a has davranışları
belirgin kılmaktan imtina ederek yürütemeyiz. İkinci veri
dünyanın aldığı biçimdir. Müslümana has davranışları ancak
bırakıldığımız yer ve zamanın şartları içinde gösterebiliriz.
Andığımız iki verinin birbiriyle zıtlaştıklarını ve modern
zamanlarda Müslümanları kayıplara uğratan olayların bu ikisi
arasındaki yanlış veya başarısız bağlantılardan doğduğunu
söylemek bile fazla. Meselenin ana damarının buradan
geçtiğini, olanlarla olması gereken arasındaki dengeyi
Müslümanlar lehine kuramayışımızdan zarar gördüğümüzü
hem günlük hayatımızda hissediyor, hem de tarih perspektifi
içinde farkediyoruz. Üstelik yakalandığımız tuzakları da bu
iki verinin ters yorumlanması oluşturuyor. İslâmî
kimliğimizin vazgeçilmezliğini vurgulamak gereğini
duyduğumuzda karşımızdakiler (veya yanımızda görünüp de
bizi istemediğimiz yöne sürüklemek çabasında olanlar)
dünyanın aldığı biçimi ileri sürerek bunun hemen mümkün
olamayacağını, ertelenmesi veya değişik bir görünüme
bürünmesi gerektiğini öneriyorlar. Dünyanın aldığı şeklin
Müslümanlar lehine fırsatlar ortaya çıkarması halinde de
karşımızdakiler bu fırsatlardan İslâmî kimlik adına
yararlanmamak gerektiğini, bu fırsatların ancak dünyanın
aldığı biçime muhteva olarak da intibak eden unsurlar
tarafından kullanılabileceğini savunuyorlar.
Bizi birçok bakımdan etkinlik göstermekten alıkoyan bu
tuzaklara yakalanmadan geçecek veya kısmen yakalanmış
isek paçamızı kurtarmaya yardımcı olacak şartları bir siyasî
partinin sağlıklı işleyişi bize sunabilir. Çünkü siyasî partiler
Batı medeniyeti içinde, bu medeniyetin Avrupa dışında
etkinlik gösterebilecek ölçüde güçlendiği, ama gücünü ezdiği
insanlardan destek almadan devam ettiremeyecek kadar
köşeye sıkıştığı dönemlerde doğmuştur. Bir siyasî parti ucu
sivri, iki tarafı da keskin bir bıçak gibidir. Onu kullanmaya
kalkanların da bir kazaya uğraması her zaman mümkündür.
Bu yüzden dünya sistemi tarafından istenilen bütün siyasî
partilerin bir yüzünün köreltilmesi, ucunun da küt
bırakılmasıdır. Müslümanlar böyle çok taraflı endişeler
doğurabilecek bir siyasî aracı benimsemeden işlerini
yürütemezler mi? Hayır. Çünkü dünyadaki işlerimiz ancak bir
rizikoyu göze aldığımız takdirde hayırlı bir sonucu istihsal
edebilecek şekilde düzenlenmiştir. Hölderlin’in mısralarıyla
söylersek:

Wo aber Gefahr ist, wachst


Das Rettende auch

"Lâkin tehlike neredeyse selâmeti sağlayacak kuvvet de


orada büyür, artar." Açıkçası bir siyasî partinin bozucu, ifsad
edici, köleleştirici yönden sonuçlar doğurabileceği gibi
derleyip toparlayıcı, koruyup besleyici, özgürleştirici yönde
sonuçlar doğurabileceğini göze almalıyız.
Türkiye'de siyasî parti olarak önümüze çıkan kuruluşların
genellikle birer modern kabile olduklarını ifade etmenin
gerekli olduğunu düşünüyorum. Elbet bunlar kapitalizm
öncesinin kabileleri değil, ama devlet örgütü bünyesinde
kandaşlıktan değilse bile çıkar ve yaşama biçimi
ortaklığından güç alan, aldıkları bu gücü çıkarlarını güvence
altına alma yolunda kullanan şebeke-kabilelerdir. Onları bir
siyasî parti özelliğinden uzaklaştırıp kabile benzeri bir
işleyişe mahkûm eden Türk siyasî hayatındaki yeniden
düzenleme müdahaleleridir. Bugün Türkiye'de en eski siyasî
partinin geçmişi yedi yıl öncesine uzanabilir, o kadar.
Önümüzdeki yedi yılda da hangi siyasî partinin veya
partilerin siyaset sahnesinde kalabileceğini kestirmeye
kimsenin gücü yetecek gibi değil. Oysa bir siyasî parti sadece
seçim listelerinde yer almak üzere bir araya gelen insanların
şebekesi olmaktan çıktığı andan itibaren toplum için anlamlı
bir kuruluş haline gelebilir.
Bir siyasî partinin iki ana özelliği vardır: Birincisi o ülke
yönetimini ele geçirmek, yani iktidara gelmek. İkincisi, ülke
yönetiminde tutulacak istikametin belirlenmesinde etkili
olmak, buna katkıda bulunmak. Yani bir siyasî parti iktidarda
olmadığı zaman bile ülke yönetiminde (ağırlığını değilse bile)
varlığını hissettirebiliyorsa, o işleyen ve kendi özelliklerine
tetabuk eden bir siyasî partidir. Sakatlık bu iki özelliğin
birbirinden ayrılması ve iki özellikten birinin dumura
uğraması halinde doğar. Eğer bir partinin sadece iktidara
gelmek gibi bir hedefi varsa, yani iktidara gelmediği
durumlarda siyasî etkinliği, hatta sosyal etkinliği hesaba
katılamayacak ölçüdeyse anlarız ki bu siyasî parti sadece
devlet örgütünün yağmalanması gayesiyle kurulmuş bir
partidir ve düşünce plânında hiçbir dikkate değer vasfı yoktur.
Eğer düşünceleri olan bir görünümü varsa bu bir
aldatmacadır, çünkü bu düşünceler iktidar imkânları olmadan
da düşünce olarak hayatla bir bağlantıyı gerektirirler. Ancak
ve sadece iktidarda olunduğu zaman gerçekleşebilecek
hedeflere sahip olduğu söylenen siyasî partilerin iktidarda
iken de hedef gözetmedikleri, sadece devlet örgütünün baskıcı
yanını basit çıkarları lehine harekete geçirdikleri söylenebilir.
Öte yandan, bir siyasî partinin iktidara gelmek gibi bir
hedefi olduğu göze çarpmıyor ve yapısı da buna uygun
kılınmamışsa karşımızdakinin bir siyasî parti olmaktan ziyade
bir meslek örgütü veya bir hayır kurumu olduğunu
düşünebiliriz. Daha farklı bir amaca hizmet etmek üzere
faaliyet gösteren bir siyasî kuruluş da olabilir bu. Ya iktidara
gelmemekle birlikte, başkasının iktidarını kolaylaştırmak için
mevcuttur veya devletin muhtaç olduğu siyasî yapılanmada
kendisine bir yer tanınmıştır. Dolayısıyla bu siyasî partiden
beklenecek yarar bu kuruluştan elde edilemez. Acaba bir
siyasî partiden kim, hangi yararları elde etmelidir? Eğer bir
siyasî parti yağmalamak için fırsat bekleyen, bazı düşünce ve
inanışları istismar ederek samimi insanların hakkını
gaspetmeye azmetmiş bir çetenin hiyerarşik bütünlüğü değilse
nedir?
Önce birinci soru: Bir siyasî partiden kim yararlanmalıdır?
Bir siyasî partiden bir milletin bölünmüşlüğünden zarar gören
herkes yararlanmalıdır. Burada bir paradoks gizli. Zira bir
parti zaten bir kısım, bir bölünmüşlük ifade eder. Belki çağdaş
siyasî oluşumun en önemli noktası da bu. Bir siyasî parti yani
bir tarafa ayrılarak yönetim hakkında öneri getirme toplumun
bütününe ilişkin bir kaygının ürünüdür. Bir siyasî parti
oluşturmak, bir bakıma bütünleşmek birleşmek için ayrılmak
demektir. Bu yönüyle bir futbol takımı tutmaktan esastan
ayrılır. Devamla, birden çok siyasî partinin hayatiyetini
koruması toplum içinde birliğin tesisinde zorunludur. Çünkü
modern toplum çok yönlü bölünmelere uğramıştır. Bu
bölünmelerden birinden kaçınabilen diğeri yüzünden zor
duruma düşmüş olabilir. İşte siyasî partinin kaçınılmaz
bölünmeler karşısında çözüm üretme kapasitesi hem bu
kuruluşun iktidara gelme gücünün ne olduğunu belirler, hem
de toplum içinde gerçek bir yere sahip olup olmadığını
gösterir. Yine de bir siyasî partiden beklenen yararın elde
edilmesi ancak onun bir parti yani taraf olması halinde
mümkündür. İlâve edelim: Tek taraf olmaz.
Sonra ikinci soru: Bir siyasî partiden hangi yararlar elde
edilebilir? Öncelikle bir siyasî parti ona mensup olan kişinin
kimlik kazanmasına yardım eder. Ya da tersi: Belli kimlikler
belli siyasî partiler demektir. Bir siyasî parti yansıttığı
özelliklerle toplumun en kaba hatlı kimliğine sahip çıkmakla
o toplumun en kökleşmiş siyasî tavrının temsilcisi olabilir. Bu
yönüyle siyasî partiler her ülkenin yaşayan tarihleri olma
şansını ellerinde bulundurabilirler.
Bir siyasî parti kendisine bağlı olanları savunduğu görüşler,
yürüttüğü faaliyetler aracılığıyla o ülkenin gerçek insanları
oldukları duygusuna kavuşturur. Her ne kadar "biz" ve "onlar"
ayırımını besliyor, destekliyor gibi görünse de her "biz"
öbeğinin kendindeki esaslık vasfını yaygınlaştırma çabasıyla
toplumun bütününe ilişkin bir sahiplenmeyi de güçlendirir.
Hangi sınıfa hangi zümreye mensup olursa olsun bir siyasî
parti yandaşlığı ve daha ötede üyeliği insanları bir kenara
itilmişlik duygusundan kurtarır. Bu yalnızca psikolojik bir
avunma olarak kalmaz. İnsanlar günlük işlerinden, hayatlarını
yönlendirecek kararlara kadar birçok alanda siyasî partinin
etkinliğiyle bütünleşme fırsatı ve imkânı bulurlar. Hak arama
yollarının genişlediğini görür ve bunun için kendi gücünü
kullanabileceği inancını pekiştirir.
Daha da ötede bir siyasî parti önce sadece taraftarlarınca
benimsenen ve sonra dışındakiler ve karşıtları tarafından da
zenginleştirilebilen bir dil kurup yerleştirmede elverişli bir
ortam sağlar. Yani bir siyasî parti aynı zamanda bir toplum
kesiminin ve giderek bütün toplumun değişen şartlarda hem
yeni anlaşma yolları bulmalarına, hem de farklı yaklaşımların
çarpışarak yeni anlaşma yollarının çeşitlenip zenginleşmesine
zemin hazırlar.
Eğilimi ve dayandığı iktisadî güç ne olursa olsun bir siyasî
partinin toplumdaki kazanç yollarını çok sayıda insana
yaygınlaştırmada doğrudan etkisi vardır. En azından siyasî
programların servet dağılımında hangi ölçüleri
kullandıklarına dikkat çekmek ancak siyasî parti yarışması
içinde mümkün olabilir. Servetin hangi ellerde ve ne amaçla
deveran ettiği meselesi bütün siyasî partilerde gözden uzak
tutulamayacak meselelerdendir.
Bütün bu dile getirdiğimiz kazançların siyasî parti ve siyasî
partilerin mevcudiyetiyle hemen elde edilebileceğini
savunacak kadar kimse saf değildir. Ama siyasî partilerin
olduğu ve işlediği ortamlarda yukarıda sözünü ettiğimiz
meselelerin çözümüne giden yol açık tutulmuştur. Bu yolu
kullanabilme becerisi yine insanların çeşitli alanlardaki
niyetleri ve inançlarıyla azalır veya çoğalır. Modern dünyada
siyasî partiler olmaksızın bir toplum örgütlenmesine gitmek
veya tek siyasî partinin üstünlüğüyle sosyal hayatı
düzenlemeye kalkmak belâyı ikiye katlamak anlamına gelir.
Çünkü sosyal, siyasî, ekonomik dayatmalarla biçim kazanmış
bulunan modern yapı böylece içten bir zorlanmaya maruz
kalmadan bütün insan teklerinin üzerine çullanır.
İslâmî hareket kendine Müslüman kimliğini seçmiş
insanların, toplumun meşru zemininin Kur'ân ve Sünnet
olduğu bir ortamda, Allah'a olan kulluğun engellenmesine
meydan vermeyecek ölçüde kendi şahsiyetini kabul ettirmiş
öncülerin yönetimiyle sağlamlaşmış, mensupları arasında sıkı
bağlar ve güven duygusu tesis etmiş dayanışma yapılarını
harekete geçirmeyi başaran bir siyasî partiyle dalga dalga
merkezden muhite tesirini hissettirdiği hareketi olsa gerektir.
Neye ne kadar yakın olduğumuzu ölçmek herbirimize kalmış.
YENİLEN PEHLİVAN GÜREŞE DOYMAZ

Siyasi değişmeler hayatımıza yapacağı etki bakımından


hepimiz için merak ve endişe konusu. Yine de bütün siyasi
değişmelere aynı ölçüde dikkatimizi çevirmeyiz. Sözkonusu
değişmelerin bir senaryo gereği yürürlüğe girip girmediği
zihnimize takılır. Bu işin aslı var mı? Sorduğumuz soru budur.
Bir işin aslının olması görünen siyasi güçlerin toplumun
vazgeçilmez unsurları itibariyle temellendirilmiş olması
demektir. ABD'nin geçirdiği her yönetim değişikliği dünyayı
İkinci Dünya Savaşı sonrasında çok ilgi çekiciydi. Çünkü
mali kaynakları yönlendiren örgütlerin yönetimi demekti bu.
Elbet mali kaynakların korunması ile askeri tedbirlerin
dolaysız bağını kimse gözden uzak tutamıyordu. 1945'ten bu
yana müdahil, muhasım, muhafız, nasıl olursa olsun ABD'siz
bir siyasi değişme olmadı dersek büyük bir hataya düşmüş
sayılmayız. Yani bir bakıma savaş sonrasında "işin aslı"
meselenin ABD ile ilgisiyle mukayyet sayıldı. Ancak bu işin
sadece bir yüzüdür. Öteki yüzde toplumların iç dinamikleri,
bir toplumun kendi yapabilirlikleri yer alır.
Bir işin aslının olup olmadığına karar verebilmek için
sadece bütün dünyada denetim mekanizması kurmuş finans
şebekeleri silsilesinin faaliyetlerine, tavır alışlarına bakmayız.
Bir de ortaya çıkan işin, bize bir siyasi değişme biçiminde
görünen olayların toplum temelindeki yönelişlerin tezahürü
olup olmadığına bakarız. Eğer siyasi değişme o toplumdaki
temel eğilimlerin bir yansımasını ifade ediyorsa "o işin aslı
vardır." Hemen aklımıza takılan soru şu olacak: Siyasi
değişmelerde işin aslı ikili karaktere mi sahip? Elcevap: Evet.
Bir yanı kurumsal, müessesevî (institutional); diğer yanı uzvî
(organic) elbette bu iki taraf bir bıçakla ayrılmış gibi
birbirinden kopuk değil. Toplumun canlılığı içinde, tarihin
oluşumu sürecinde biri diğerine geçmiş halde ve birbirini
etkileyerek, ama sıkça çatışarak insan hayatına biçim verir.
Bizim hangi tip insan olduğumuz da işin aslını nerede
aradığımızla ortaya çıkar. Bazılarımız kendi insanlığını
kurumların hayatına iliştirir, kimimiz de insan oluşunu
toplumun uzviyetine bağlı kılar. Tuhaflık şurada ki
toplumların değişmesinde derin izler bırakan dönüm noktaları
ve insan hayatına silinmez çizgiler çeken vakıalar birbiriyle
çatıştığını söylediğimiz iki tarafın aynı mecraya girdikleri yer
ve zamanda gerçeklik kazanır. Böyle bir an gelinceye kadar
kurumsal olan ve uzvî olan birbirlerini güçleri oranında
zorlar.
Böyle bir zorlamayı bugün dünyada ve Türkiye'de
yaşıyoruz. Körfez bunalımında kurumsal olan bastırıyor,
Türkiye'nin siyasi geleceğinde uzvî olan. Yeniden doğan
Almanya da her iki tarafın müşterek mecraya girişlerinin son
çağdaş örneği. Görülen bütün bu zorlamalar ve yan yana
akışlar tarih içinde bir hesaplaşmanın, bir kâr zarar hesabının
ve bir bilanço elde etme çabalarının gereği olarak yürürlüğe
giriyor. Tarih içindeki belirlenmişliklerin ne kadar asli
karaktere yakın olduğu hesaba çekildiğinde karşımıza yenik
tarafın taleplerinin bilinçli veya bilinçsiz tezahürü çıkıyor.
Yenilen pehlivanın güreşe doymadığını görüyoruz. Hatta
kurumsal veya uzvî olanın ne kadar pehlivan olduğunu onun
güreşe doyup doymadığı gösteriyor.
Körfez bunalımında kurumsal olan bastırıyor dedik. Yani
Orta-Doğu olaylarını anlamaya yeltendiğimizde ilk gözönüne
alacağımız husus beynelmilel müessesevî düzenlemelerdir.
Orta-Doğu'da millet çerçevesinde uzvî olan fer'î bir rol oynar
ve siyasi değişmelerde belirleyici bir ağırlık taşımaktan
ziyade belirlenen bir dolgu maddesi olarak yer tutar.
Hepimizin açık seçik bildiği gibi Orta-Doğu'nun haritası
Birinci Dünya Savaşı galiplerinin kendi aralarındaki paylaşım
mücadelesi sonucunda çizilmiştir. Osmanlı devleti savaşı
kaybederek bölgeden çekilince Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün,
Kuveyt, Suudi Arabistan gibi ülkeler (?), devletler (?) bilhassa
İngiltere ve Fransa gibi galiplerin gösterdikleri irade ve
aralarındaki yarışma paralelinde doğmuştur. Yani bu yeni
kurulan devletlerin hiçbiri belli bir milli hareketi sonuca
götürmek üzere bir çabayı göze almış ve bu çabanın tatminkâr
olsun olmasın bir hasılasını elde etmiş değildir. Fakat tersi
olmuştur: Mesela Lübnan’da Hıristiyan nüfus kurumsal bir
elçabukluğuyla çoğunluk sayılarak siyasi düzenleme Batı
çıkarlarını en iyi koruyacak biçimde ayarlanmıştır. Ne var ki
kurumsal olanın zorlamasıyla sağlanan düzen küçük bir
sarsıntı geçirir geçirmez hızla yerini kargaşaya ve beynelmilel
güçlerin denemelerini uyguladıkları çatışma alanına
bırakmıştır. Bütün bu sarsıntılar yaşanırken bazı sözler de
edilmektedir. Mesela, 60'lı yıllarda Arap sosyalizminden
sözedilmiştir. Arap milliyetçiliği ve buna bağlı olarak Arap
birliği gibi heveskâr sözler belli aralıklarla dillerde
dolaşmıştır. Ama gözlemler Arap milliyetçiliğinin uzviyetle
ilgili bir temeli olmadığını kolaylıkla gösteriyor. Çünkü Arap
dünyasında kurulan düzen Arapların dahli olmayan bir
düzendir ve bugüne kadar hiçbir siyasi kadro Batılı
hâmilerinden bağımsız olarak iktidarı ele geçirebilmiş
değildir.
Bugün Irak'ın Kuveyt'i ilhak etmesi de bir Arap meselesi
değildir. Doğrudan doğruya dünya sistemi denilen ve
iskeletini beynelmilel mali şebekenin teşkil ettiği "dünya
ölçüsünde devlet"in bir iç meselesidir. Elbette bu iç meselenin
hal yoluna sokulabilmesi için birçok "olay" cereyan etmesi
gerekmektedir. Bir kere Orta-Doğu haritası Birinci Dünya
Savaşı sonunda çizilmiş olmakla birlikte bölgedeki
meselelerin hallinde İkinci Dünya Savaşı sonunda kurulan
İsrail'in merkezi bir yeri işgal ettiği gözler önünde. İsrail
yalnızca dünya sisteminin kurumsal dayatmalarının bir ürünü
olarak ortaya çıkmış ve sadece bu sistemin bölgeye kendi
çıkarlarının bekçiliğini yapsın diye yerleştirilmiş bir devlet
değildir. İsrail aynı zamanda ikibin yıllık Yahudi davası
sonucunda ortaya çıkmıştır. Yani uzvî karakteri kurumsal
karakterinden baskın. Herkes Körfez bunalımı dolayısıyla
İsrail'in suskunluğuna şaşıyor. Oysa bunda şaşılacak hiçbir
şey yok. Zira bugün Orta-Doğu'da beynelmilel düzenlemenin
kurumsal yapısıyla oynandığını ve bundan kurumsal karakteri
baskın devletlerin zararlı çıkacağını en iyi İsrail biliyor. Ama
Suudi Arabistan'a ve Ürdün'e bakın. Biri Irak karşısında,
diğeri Irak yanlısı olarak telaş içinde. Gerçekte ne biri Irak'a
karşı ne öteki Irak'tan yana. Her iki devlet de kurumsal
varlıklarını idame ettirmek için mecbur kaldıkları şeyleri
yapıyorlar. Orta-Doğu meselesinde toplumların uzvî
özellikleri belirleyici rol oynamıyor. Eğer Arap milliyetçiliği
halkın temel yönelimleri arasında yer almış olsaydı, yani
uzviyet haline gelmiş olsaydı bugün bir etkisinin duyulması
gerekirdi. Demek ki Arap milliyetçiliği bile Batı kurumsal
baskısının ısmarladığı bir tezdir ve ancak Batı lehine devreye
girdiğinde toplumda yankı bulmak şansına sahiptir.
Dünya sistemi kurumsal dayatmalarını birinci elden askeri
müdahaleyle, yani metropol ülkelerin savaşa girmesi suretiyle
sonuçlandırmayı dener mi? Kore veya Vietnam benzeri bir
deney Orta-Doğu'da yaşanır mı? Böyle bir ihtimalin
gerçekleşeceğini söylemek çok zor. Zira Orta-Doğu’da Batılı
devletlerin müdahil olduğu bir savaş her iki savaş sonrasında
ihdas edilmiş kurumsal yapıları ister istemez çatlatacak ve
haritanın yeniden, yeni esaslar dahilinde çizilmesi
gerekecektir. Hatırlamak gerekir ki sekiz yıl süren Irak-İran
savaşı Batı dünyasında ciddi sarsıntılar doğurmamıştır. Çünkü
bundan bütün metropol ülkeler ve onların kuyrukları belli
ölçülerde faydalandılar. Ama Birleşmiş Milletler bayrağı
altında bile olsa Orta-Doğu'da yeni bir paylaşıma kapı açacak
bir çatışma önce Batılı müttefiklerin arasını açacaktır. Yani
savaşa aynı kampta katılma girişimi kampın aynı kamp olarak
savaşı sürdüreceğinin teminatı değildir. Bunu bizlerden çok
kendileri biliyor. Yenilen pehlivan güreşe doymayacağı için
Orta-Doğu'da bir sıcak savaş bütün mağlupların ve
küskünlerin arta kalmış meselelerini gündeme
getirebilecekleri bir fırsat olabilir. Kuveyt Falkland değildir.
Türkiye Körfez bunalımı sürecinde kurumsal olanın baskısı
altında kesin tavrını Batı lehine koydu. Ama bunun pek kolay
olduğunu ifade etmek mümkün değil.
Çünkü Türkiye'de Arap ülkelerinin kuruluşundan farklı bir
tarih yükü var. Her ne kadar Cumhuriyet sonrası siyaset uzvî
olanın dumura uğratılması ve kurumsal olanın baskın çıkması
için yürütülen ısrarlı çabaların bir sergilenmesi ise de toplum
yapısında belirleyiciliğin sadece kurumsal olanda mahsur
kalmayışı yüzünden kurumsal tarafın aldığı kararlarda her
zaman bir pürüz kalıyor. Nitekim ANAP'ın bütün kurumsal
desteğe rağmen 1992'de iktidarda kalamayabileceği ihtimali
bu pürüzlerin mekanizmayı çalışmaz kılacak ölçüde
irileşebileceğini düşündürdü. Gerçekte bu Batı tarafından
ustaca kaim kılınmış bir kararsız dengenin bozulmasından
başka bir şey değildir. ANAP Batılı ve Batıcı silahların
gölgesinde demokratik ve Müslümanca beklentilerin kirasıyla
bir siyasi mühlet elde edebilmişti. Yenilen iki pehlivan da
doyamadığı güreşi tutabilmek için kendine minder ararken
ANAP bu minderin serileceği yermiş gibi göründü.
Türkiye'de 1950'den beri bir taraf hiç bir zaman seçim
kazanamıyor ve diğer taraf her zaman süngü zoruyla
iktidardan uzaklaşıyor. İki pehlivan da güreşe doyamıyor.
İkisi de yenik. Türkiye'nin bugünkü Cumhurbaşkanı 1983'te
tıpkı 1946'da olduğu gibi şartları özel olarak düzenlenmiş
(yani fazlaca özel düzenlemeye maruz bırakılmış) konseyli,
vetolu, yasaklı bir seçimin galibi bir parti genel başkanıydı.
Ama aynı kimsenin 1977 seçimlerinde MSP İzmir listesinin
başında olduğunu hiç hatırdan çıkarmamak gerek. Yani
günümüze kadar uzanan 12 Eylül 1980 rejiminin kararsız
dengesi iktidara gelemeyenle iktidarda kalamayanın sureta
uzlaştırılmasıdır. Sözkonusu uzlaştırma, iki pehlivanın sulh
olması, beraberliği kabul etmesi demek değildir. Kurumsal
olan kendi bekası ve kendi devamı için böyle bir hileye
başvurmaktan başka çareye sahip değildi.
Bundan böyle kurumsal düzenleme yeni bir hile uygulamak
ihtiyacında olduğunu Saddam'ın ANAP'a vurduğu darbe
sonucunda anladı. Tahteravallinin bir ucu inerse diğer ucu
kalkar. SHP'nin son günlerde coşturulmasının açıklaması
burada. Kurumsal olanın besleyip bugüne getirdiği SHP kendi
çözümlemelerine göre büyük çoğunluk içinde muhalif
bütünlükler gibi gördüğü unsurlara dayanmayı ANAP'ın
Müslümanlara dayanma siyasetinin yerine ikame edeceğe
benziyor. Yani Kürt ve Alevi oylara dayanarak bir destek
bulmaya çalışacak. Dikkat edilmesi gereken husus pergelin
sabit ayağı ANAP'ın dayandığı yerden ayrılmayacaktır.
Kurumsal olan ister Müslüman oylara talip olsun, isterse etnik
farkları suistimal etmeye, inanç farklarını istismar etmeye
yönelsin hep aynı sonuca varmayı hesaplamaktadır:
Türkiye'de uzvî olanın baskı altında tutulması. Bu baskı
günümüzde açık ve görünür tarzda yapılamayacağından veya
alacağı tepkinin nerelere uzanacağı kestirilemeyeceğinden
kurumsal yapıyı güçlü kılmak ve bu yapının gücünü devam
ettirmek isteyenler uzvî olanı kurumsal olanın emrine verecek
bir tuzak hazırlıyorlar. Bu bakımdan ANAP'ın Müslümanlara
yakınlığı ne kadar sahteyse SHP'nin Kürtlere ve Alevilere
yakınlığı o kadar sahtedir.
Türkiye sadece bunalımları aşmak için değil,
mevcudiyetini korumak ve mevcudiyetinin bir musibet değil,
verimli ve üretken bir unsur olduğunu gösterebilmek için
kurumsal olanla uzvî olanın aynı mecrada aktığı bir yeni
oluşuma açılmak zorundadır. Ancak bunun ön şartı olarak
uzvî olanın ne olduğunun, Türkiye'ye hayat veren değerlerin
neler olduğunun tanınması gerekmektedir. Bunu kim
tanıyacak? Elbette uzvî karakterdeki unsurun kendi kendini
tanıyabilmesi gerek. Daha sonra kendini tanıtabilir. Acaba
Türkiye'de bir türlü iktidara gelemeyen ve bir türlü iktidarda
kalamayan iki taraf dışında bir güç yok mu? Gerçekte acaba
kurumsal yapı uzvî olanı tepelemek gayesiyle aynı unsura
saldırıyor değil mi? Türkiye'de seçim kazanma şansı düşük
olan tarafla, devletin güvenini kazanamayan taraf sadece
hedeflerin belirlenmemiş olmasından zarar görmüyorlar mı?
Eğer hedef belirgin kılınmış olsa hangi kurumsal yapının bu
hedefe hizmet edebileceği, hangi uzvî unsurun bu hedefi ele
geçirmek için elverişli olduğu anlaşılmaz mı? Bu soruların
tümünün cevabı olumlu. Daha da olumlu nokta Türkiye’de
kurumsal olanın uzvî olan karşısında sonuna kadar baskıcı
kalamayışıdır. Gerçekte asıl zorlayan uzvî olandır ve bunun
öncelikle Türkiye'nin vaziyeti idare etmekten ötede bir hedefi
olmalıdır diye düşünenler tarafından anlaşılması gerekir.
Almanya'nın birleşmesi Türkiye'ye uzvî olanın kurumsal
olanla ilişkisi bakımından örneklik edebilecek bir önemdedir.
Almanlar 1945 yılını "sıfır yılı" saydılar. Bunun anlamı nedir?
Bunun anlamı bu toplumun bir hedefi olduğunun en ümitsiz
zamanda bile kabul edildiği ve her Alman'ın bu hedef için
yüklenecek bir yükü olduğunun peşinen kabulüdür. İşte bugün
kimseyi korkutmamak için yeni yüzyılın bir Alman çağı
olmayacağını, Almanya'nın bir süper güç olma niyeti
bulunmadığını söylüyorlar. Her iki dünya savaşından yenik
çıkan Almanya güreşe doyduğunu dile getiriyor. İnanalım mı?
Buna ancak şu şartla inanabiliriz: Almanya'nın hükmen galip
ilan edilmesiyle güreşin iptali vuku bulursa.
KONDUĞUMUZ MİRASI BIRAKIRIZ

Kırkbeş yıllık demokrasimizin yaklaşık on yılda bir askerî


müdahalelerle kesintiye uğramak gibi bir geleneği yok
yalnızca, aynı zamanda demokrasi tarihimizin bir de seçim
strateji ve taktikleriyle ilgili bir geleneği var. Nasıl
kapitalizmin ağababaları yalnızca çalışma hayatını
düzenlemekle yetinmezler, çalışanların işten çıktıktan sonra
yapacaklarını da düzenli kılma, zapt-ü rapt altına alma gibi bir
ayarlamayı da üstlerine bir vazife bilirlerse; bizim
demokrasimizin ağababaları da hem demokratik işleyişe ne
zaman ara verileceğini, nasıl yönlendirileceğini karara
bağlarlar ve hem de demokratik işleyişe hangi şartlarda
dönüleceğini ayarlamakla kalmayıp demokratik işleyişin
gereği olan sonucu önceden istenilen sonuç haline getirmek
için yeni şartlar dayatmaya gayret ederler.
Kapitalizm sadece bir üretim biçimi, bir iş hayatı ve malî
düzenleme değildir. Kapitalizm eğlence hayatından, eğitime;
düşünce hayatından cinsiyete kadar insan ömrünü belli bir
şekle sokmadıkça kendi hayatiyetini devam ettiremeyeceğini
bilenlerin modern mutlakıyetçi düzenidir. Bu mutlakıyetçi
sistemin zorbalık ve ihanetini sona erdirmenin iki yolu olduğu
söylenebilir. Birinci yol sistemi içerden çökertmek için
kapitalizmin gelişimini bir vaka olarak kabul ederek varacağı
en aşırı noktada bir yeni düzene dönüşümünü beklemek veya
böyle bir dönüşümü hızlandırmak için kapitalizme mahsus
işleyiş biçimlerini denetim altına almaya çabalamaktır.
Yirminci yüzyıl boyunca sosyalist, nasyonal sosyalist,
komünist, faşist ve sosyal demokrat düşüncede olanlar böyle
bir dönüşümün imkân dahiline girmesi için bilinen
girişimlerde bulundular. Sonucu milyonlarca insanın kan
dökmesiyle, acılar çekmesiyle bir hezimet olarak bağlanan bu
girişimler kapitalizmi bir kat daha güçlendirdi. Yirminci
yüzyıl sona ererken kapitalizmin içerden çökertilebileceğini
düşünenlerin sayısı iyice azaldı. Hatta kapitalizmin sona
ereceğini beklemek gibi meselelerden uzak düştü insanlar. Bir
kavram olarak "kapitalizmi vurgulamak" modası geçmiş bir
konuşma tarzı sayılır oldu. Yani kapitalizmin gelişimini
kaçınılmaz bir vakıa olarak anlayıp da sadece belli bir üretim
ve mülkiyet ilişkisine veya bir ahlâkî değerler silsilesine itiraz
yöneltenler sonunda kapitalizm tarafından eritilip yutuldular.
Böylece sistemi içten çökertme tezi bir fiili iflâsla sonuçlandı.
Teorik bir izaha ihtiyaç kalmadı.
Mutlakıyetçi sistemin sona erdirilmesinin ikinci yolu nazarî
açıklamalara çokça muhtaç. Çünkü bu yola fiilen
girilmemiştir. Denemeye açık bir imkân olarak ikinci yol,
birincinin aksine kapitalizmi dıştan yıkmaya girişeceklerin
yolu olabilir. Kapitalizmin gelişimini bir vakıa olarak
görmeyip kapitalizmin gerçekte bir keyfi tanımlama olduğunu
bilen (yine de bu tanımlama tarzını kullanan) kendini
kapitalizme mahsus işleyiş biçimleriyle kayıtlı saymayan
insanların açtıkları savaş kapitalizmi sona erdirebilir. İyi ama,
bir dünya sistemi haline gelmiş bulunan kapitalizme
"dışardan" nasıl saldırabilirsiniz? Hem yerkürenin bütün
yörelerinde ilişkilere baskın çıkıyor, hem insan hayatının
bütün kesimlerinde baskıcı denetimini yürürlüğe sokuyorsa,
kapitalizmin dışında kalma başarısını kim gösterme şansına
sahip? Bu sorunun cevabını bulabilmek için "üç mesele"ye
dönmemiz gerekecek. Yani çağımızdaki düşünme kalıplarına
yabancılaşmış ve bu yabancılaşmasını yeni bir medeniyet
kurma ütopyasının reddi noktasına kadar götürmüş ve
teknolojinin rububiyeti karşısında kendi değerlerinin
etkinliğini yaşar kılabilmiş insanların kapitalizmin dışında
kalma imkânları var. Bunu başardıkları takdirde kapitalizme
dışından savaş açma gücünü de ellerine almışlar demektir.
Bütün bu söylediklerimizden kapitalizme dıştan "vurma"
imkân ve ihtimalinin Müslümanların tekelinde olduğu sonucu
çıkarılacak. Doğru sonuç. Kapitalizmin dışına çıkmanın bir
coğrafî bölgeyi terketmekle değil, belli bir akıl düzenini
geride bırakmakla mümkün olduğunu anlayanlar, dünya
cenneti peşinde koşmadıkları için attıkları her adımda "salih"
ürünü tanıyabilirler. Onlar aynı zamanda teknolojiye kulluğu
reddederler. Fakat kimdir bu insanlar? Nerededirler?
Yirminci yüzyılın siyasî hayatına Müslümanlık bir tez
olarak batılılaşmaya bir tepki olarak doğmuş olsa bile
batılılaşmacı akımların içinde yer aldı. Bununla birlikte tavır
olarak Müslümanlık batılılaşmanın yeterince nüfuz edemediği
alanlarda direniş gösterebildi. Yani kapitalizme "karşı" olma
bilinci kapitalizmin bozucu etkisine maruz kalanlarda
doğduğu halde, kapitalizmin "dışında" kalma tutumunu
gösterenler kapitalizme muhalefeti hiç düşünmeyen insanlar
oldu. Diyebiliriz ki yirminci yüzyılda Müslüman toplumlar
adeta ruhun bedenden kopuşuna benzer bir ayrışımı yaşar
haldedir. Eğer kapitalizmin dışardan yıkılması Müslümanların
elinden olacaksa bu "el" kendini harekete geçirecek bilinçle
bir bağlantı kurabilmiş değil. Öte yandan, kapitalizmin
yıkılması bilincini taşıyan unsurlar da bu zihin yapısının, bu
akıl düzeninin dışına çıkabilecek donatımı reddediyorlar. O
halde kapitalizmi yani bugün insanlığı pençeleri altında tutan
dünya sistemini sona erdirecek insan tipi henüz doğmamıştır
demek bile mümkün. Sözkonusu olan bir sistemin baskısının
yok edilmesi olduğu takdirde tek çözümü bir insan tipinin
doğuşunda aramayabiliriz. Bu insan tipine giden yolda yeni
bir oluşumu gözönüne almak gerekebilir.
İslâm günümüzde bir dünya sistemi haline gelmiş bulunan
kapitalizmi dışardan yıkacak bir inanış-düşünüş-davranış
bütünü olarak görülüyorsa Türkiye'nin böyle bir sonucu elde
etmede özel bir yeri olduğunu farkedebilmek için çok zeki ve
çok kültürlü olmaya gerek yok. Türkiye-İslâm ilişkisinin
dünya sistemi açısından hayatî önemde olduğu ülkemize
aralıksız uygulanan operasyonlardan bellidir. Dünyanın
birçok yerinde birçok operasyonun sıkça uygulandığını
biliyoruz. Ama ülkemiz dışında yürürlüğe konan
operasyonların hemen hemen hepsi kısmî çıkarların
gerektirdiği mevzî operasyonlardır. Hepsinde kısa vadeli
sistem çıkarı rol oynar. Oysa Türkiye yeraltı ve yerüstü
zenginliklerinin sömürülüp denetim altında tutulması ön plâna
alındığı için operasyonlara konu olan bir ülke değildir. Burada
dünya sisteminin büyük yatırımları yoktur ve dünya
ticaretinin ana damarları Türkiye ile bağlantılı değildir.
Türkiye'nin denetime ve güdülmeye tabiî tutulmasının sebebi
"kendi başının çaresine bakacağı"ndan duyulan korkudur.
Dünya sistemi açısından Türkiye'nin lâik olup olmaması en
muhataralı meseledir. Bunu da doğrudan bir İslâm düşmanlığı
sanarak aldanmayın. Türkiye'de yaşayan insanların Budist mi,
Şamanist mi yoksa Yezidî mi olduğu dünya sistemini elinde
bulunduran insanların umurunda değil. Onlar kendi
sistemlerinin öldürücü yarayı nereden alabileceğine dikkat
ediyor ve Türkiye'nin İslâm'la ilişkisi bu konuda sistem adına
en çok endişe verici husus.
Dünya sistemi Yahudilik ve Hıristiyanlık da dahil bütün
geleneksel değer taşıyan dinleri içleştirdi, emdi ve sindirdi
(hazmetti). İslâm, Hint yarımadasında sadece bir etnokültürel
kimliğe indirgenerek, Arap ülkelerinde modernizmin
milliyetçi ifadesinin tepki sınırları içine çekilerek dünya
sistemi adına tehlike doğurmayacak yorumlara uğratıldı. Batı
medeniyetiyle, dolayısıyla kapitalizmle şöyle veya böyle bir
hesaplaşmayı varlığının esas meselesi kılan Osmanlı Devleti
siyasî bir çözüm elde edebilmek için hilâfet kurumu başta
olmak üzere İslâmî değerleri devreye sokmaktan geri
durmadı. İslâm'ın kapitalizmin dışında telâkki edilmek
mecburiyetinin kökleri bu çabalardadır. Osmanlı Devleti'nin
yalnızca asker ve çiftçi olan Müslüman unsurları dünya
sistemine iktisaden uyduluk yapmakla güçlerini artıran gayr-i
müslim unsurlar karşısında geriledi. Bu gerileyişin vardığı
nokta Cumhuriyet ve yirmiyedi yıllık tek parti yönetimidir.
Türkiye'de demokratik işleyişin kabulü ile Müslüman
unsurların sosyal hayattaki yerlerinde bir değişmenin
başladığı söylenebilir.
Asıl üzerinde durulacak nokta Türkiye'de İslâm'ın sistem
tarafından içleştirilmemiş oluşudur. Önce gücü kırılsın diye
"dışta" tutulmuş, sonra bu "dışlanmış" özelliklerini koruyarak
sahnede kendine bir yer açma zorunluluğu doğmuştur.
Mısır'da veya Ürdün'de bir üniversite öğrencisi genç kızın
tesettüre riayet etmesi herhangi bir mesele doğurmazken,
yerinde ve belki gerekli kabul edilirken, Türkiye'de
giderilemez bir tedirginlik kaynağı haline gelişi yalnızca adı
anılan ülkelerin yakın dönemlerdeki kültürel tarihleriyle
açıklanamaz. Bu kültürel tarihin Arap ülkelerinde dünya
sisteminin İslâm'ı içleştirmesiyle temayüz ettiği ve Türkiye'de
İslâm sistemin dışında tutulmak suretiyle uydulaşmanın
kökleştirildiği vurgulanmalıdır. Bu bakımdan günümüzde
ilginç bir oluşum karşısındayız. İmam-Hatip Okullarından
mezun olanların imam veya vaiz olmakla kalmayıp doktor,
mühendis, avukat, sanayici oluşu Türkiye'deki dünya sistemi
ajanları tarafından tedirginlik ve protesto ile karşılanıyor.
Eğer ülkemizde İslâm dünya sistemi tarafından içselleştirilmiş
olsaydı bunun memnuniyet vesilesi olması gerekirdi. Bir
şeyin eksik kalmaması için ilave etmeliyim ki tarikatlar
yoluyla sistem adına içselleştirme hem mümkün, hem de
kolaydır. Çünkü bu türden topluluklarda insanların yan yana
gelişleri toplumun işleyişinde sahnede yerini almak şeklinde
değil, bilâkis intibakı sağlayacak mahiyette cereyan
etmektedir.
Türk demokrasi tarihini de andığımız içselleştirme/dıştan
kavrama zıtlığı doğrultusunda değerlendirmek bize bazı
şeyler öğretebilir. Demokrat Parti'nin 27 Mayıs 1960'da bir
askerî darbeyle iktidardan düşürülmesi bu yönetimin devamı
halinde Türkiye'yi dünya sisteminin uyduluğundan koparacak
bir gelişmeye yol açması ihtimali sebebiyledir. Aynı ihtimal
daha zayıflamış olan 12 Mart 1971 müdahalesinin
gerekçesidir. 12 Eylül 1980 darbesi ise böyle bir ihtimalin
ortadan silinmesi çabalarıyla ortaya çıkmıştır. Şu noktaya
dikkat etmeliyiz ki, ANAP, Türkiye'deki İslâmî eğilimlerin
dünya sistemi tarafından içselleştirilmesine hizmet etmek
üzere bugüne kadar faaliyet göstermiştir. Ne var ki bu
faaliyetlerin istenilen semereyi verdiğini kimse söyleyemez.
Yani Türkiye'de İslâm'ın sistem tarafından içselleştirilmesine
ANAP yetmemiştir. Bu yüzden 1992 genel seçimlerinin
Türkiye'de sistem lehine (İslâm'ın içselleştirilmesinden
feragat edilerek) bir tashihat yapacak şekilde
sonuçlandırılması çalışmaları başlatılmıştır. Yukarıda
Türkiye'nin demokrasi tarihinde yalnızca darbeler ve
müdahalelerle uygulanan kesintiler olmadığını,
düzenlemelerin seçimleri de kapsadığını söylemiştik. Hem
1960 sonrasında, hem 1971 sonrasında ve hem de 1980
sonrasındaki ilk seçimlerin hangi özel şartları havi olduğunu
biliyoruz. Belki en çok dikkat edilen husus verilen oyların
müdahalelere duyulan tepkiyi yansıtmasını önlemekti, ama
bir yandan da demokratik işleyişe geçildiğinden bu yana
halktan destek alarak iktidara gelemeyen anlayışı "başarılı"
kılma hesapları yapılıyordu. Bu anlayışın kayırılması hangi
sebebe dayanıyordu acaba? Söz konusu anlayış dünya
sisteminin Türkiye'deki teminatıdır. Bu ülkede İslâm'ın
kapitalizmi dıştan kuşatmasına engel olma görevi belli bir
zihniyeti taşıyan insan kümesine verilmiştir. Bu anlayıştaki
insanlar kapitalizmin ancak içerden muhalefetine
yönelebilirler. Günümüzde böyle bir muhalefet "muhal"
olduğuna göre yapabilecekleri dünya sistemine en usturuplu
hizmeti sunmak olabilir. ANAP bile onların göstermeyi göze
aldıkları hüneri gösteremez.
1992 seçimlerine iki yıl kala yapılan hesap belirgin ve
basittir: Müslüman çoğunluğun oylarını ANAP, DYP, RP
arasında mümkün olduğu oranda "eşit" dağıtmaya çalışmak,
SHP oylarını bölünmekten korumak. Böylece Batı’nın
Türkiye üzerindeki endişelerinin tamamen izale olduğu bir
dönem geçirmek. Hele bu dönemin Orta-Doğu'da yeni
düzenlemelerin uygulanmaya girişildiği zamana denk
düştüğünü gözönüne alırsanız Türk demokrasisinde yalnızca
askeri darbelerin değil, seçim sath-ı mailinin de ne kadar
korunaklı olduğunu farkedebilirsiniz. Elbette yapılan
hesapların tutacağına dair kimsenin elinde senet yok. Hatta
kimi hesapların tutması ve istenilen sonucu vermesi bile
sonradan ipleri elinde tutanların huzurunu kaçıran gelişmelere
sebep olabiliyor.
Benim görüşüm biz Müslümanların neyin mirasçısı
olduğumuzu seçme durumuyla karşı karşıya kaldığımız
yolundadır. Türkiye'de sahip çıkılabilecek üç siyasî miras
vardır. Birincisi gayr-i müslimlerin emniyetini birinci ve
kaçınılmaz görev sayan anlayışın icbar edici mirası; ikincisi
İslâm'ın dünya sistemi tarafından içselleştirilmesini öngören
miras; üçüncüsü kapitalizmi dıştan kuşatarak yoketmeyi, en
azından etkisini en aza indirmeyi göze alanların mirası. Bu üç
mirasın herhangi bir veya birkaç siyasî örgütte billurlaştığını
söyleyemeyiz. Yine de Türkiye'de yaşayan her insan bu üç
mirastan birine konabileceği konusunda belli işaretlerle
yüzyüze geldiğinin farkındadır. Hangi mirasa konarsak o
mirası bırakacağız. Türkiye'deki Müslümanlar temsilcisi
oldukları inanış-düşünme-davranış bütününü temsil ettikleri
nispette İslâm'a ters bir yapıda kullanılmak üzere satabilir,
dünya sisteminin manevralarında malzeme olarak kullanılsın
diye kiralayabilir veya kendinin ve benzerlerinin yararını
kıskançlıkla koruyabilir. Bu tavırlardan birini seçmek yine her
birimize kalmış.
* Kişilerin adları değil, yerine getirdikleri işlev önemlidir. Yani Süleyman
Demirel, başbakan olma şansını artırabilmek için kendinin bir Bedrettin Dalan
olduğunu ispat etmek zorundadır.

You might also like