You are on page 1of 205

SUAT •

DERVI
ANKARA MAHPUSU


it haki
Suat Derviş
(1903-1972)

Suat Derviş lstanbul'da doğdu . Tıp profesörlerinden lsmail Derviş


Bey'in kızı olan Suat Derviş, çocukluk yıllarında özel eğitim aldı.
Daha sonra Kadıköy Numune Rüştiyesi'yle Bilgi Yurdu'nda eğitim
hayatına devam etti. Konservatuvar eğitimi için ablasıyla birlikte
Almanya'ya giderek piyano dersleri almaya başladı ve edebiyat fa­
kültesine yazılarak felsefe derslerine yöneldi. Konservatuvar eğiti­
mini bırakıp Almanya'daki çeşitli dergi ve gazetelerde yazmasıyla
gazetecilik hayatı başladı. 1932'de Türkiye'ye döndükten sonra da
Son Posta, Vatan, Cumhuriyet, Gece Postası, Yeni Ay, Tan gibi gazete­
lerde röpotaj ları, hikayeleri, romanları yayımlanarak yazı hayatına
devam etti. Reşat Fuat Baraner ile birlikte Türkiye'de toplumsal ger­
çekçi akımın ilk yayın organlarından sayılan Yeni Edebiyat Dergisi'ni
yayımladı. Bu dergide kısa öyküler, fıkra ve eleştiriler yazdı. 1944
tutuklamaları sırasında eşi Reşat Fuat Baraner'i sakladığı ve yasadışı
Türkiye Komünist Partisi'ne katıldığı gerekçesiyle yargılanarak bir
yıl hapse mahkum oldu . Ardından Paris'e giderek 1953�1961 yılları
arasında Fransa'da kaldı. 196l'de Türkiye'ye döndükten sonra ro­
manlarının yazımı ve yayınıyla uğraştı. Birçok ilke de imzasını atan
Suat Derviş, yazı hayatına adım attığı Alemdar gazetesihdeki "He­
zeyan" şiiri başta olmak üzere, gerek farklı mahlaslarla gerek kendi
ismiyle yazılmış birçok eseri geride bırakarak 1972'de Kasımpaşa
Askeri Deniz Hastanesi'nde hayata gözlerini yumdu .
Ankara Mahpusu
Suat Derviş

ltha ki Yayınlan - 878

Yayın Yönetmeni: Alican Saygı Ortanca


Sanat Yönetmeni: Hamdi Akçay

Dizi Editörü: Burak Albayrak


Yayına Hazırlayan: Devrim Horlu
Düze lti: Burak Albayrak
Kapa k Tasanın: Hamdi Akçay
3. Baskı, Mart 2021, lstanbul

ISBN: 978-605-375-317-9

© lthaki, 2013

Bu eserin tüm hak lan Onk Ajans aracıl ığıyla satın a lınmıştır.
Yayıncının yazılı izni o lmaksızın a lıntı yapılamaz.

lthaki™ Penguen Kitap - Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. A.Ş. 'nin tescilli markasıdır.
Caferağa Mah. Neşe Sok. 1907 Apt. No: 31 Moda, Kadıköy-İstanbul
Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34
editor®ithaki.com. tr - www. ithaki.com.tr - www . ilknokta.com

Kapak, lç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık


Maltepe Mah. Hastane Yolu Sok. N o: 1/6 Zeytinbumu-lstanbul
Tel: (0212) 613 30 06 denizmatbaamucellit@gmail.com
Sertifika No: 48625
SUAT DERVİŞ

ANKARA
MAHPUSU

it haki
Önsöz*
Seher Özkök

Bir kadın yazabilir mi? Yazmaya cüret edebilir mi? Kalemin


erkeğin iktidarıyla özdeş algılandığı dünyada, elbette ki, ha­
yır olacaktır bu soruların cevabı. iktidarı elinde bulunduranın
hakkıdır yazmak. Bu nedenle 1 9 . yüzyılda erkek adı kullanmış­
tır kadın yazarlar ancak bu biçimde kabul göreceklerini bildik­
lerinden. Suat Derviş'in ait olduğu ideolojik toplumsal alanda
dahi görülmemesinde bu erkeğe ait yazma hakkı zihniyetinin
izleri vardır. Yazmak, kadına dair olamaz. Kadının yazması sını­
rın aşılması, tehlikenin ortaya çıkması demektir. Aynca kadının
yazması nasıl bir hadsizliktir. Erkeklik taslamak, erkeğin alanı
olan kamusala girme cüretinde bulunmaktır. Ahmet Mithat'ın
1893 yılında yazdığı Bir Muharrire-i Osmaniye'nin Neşeti adlı
yan biyografik yan otobiyografik eser, bu durumun yol açtığı
kadının yazma alanından dışlanmışlığının üstesinden gelmek
için yazılmış bir metindir. Bu eserde Ahmet Mithat, metin bo­
yunca Fatma Aliye'nin ne kadar iffetli ve kocasını dinleyen bir
kadın olduğundan bahseder. Fatma Aliye'nin yazarlığı ve oku­
ma merakı bu oto/biyografik eserde yer alsa da onun iffeti, ko­
casını dinleyen, ona boyun eğen bir eş oluşu önplandadır. Ah­
met Mithat, Fatma Aliye'yi yazar olarak yazınsal bağlamda inşa
ederken, onun geleneksel rollerini öncelemiştir. Bu , elbette ki,
bir stratejidir, Fatma Aliye'yi geleneksel Osmanlı toplumuna
kabul ettirmenin bir yoludur. Bir hamilik, bir yazınsal babalık­
tır. Amaç, topluma bir kadın yazan kabul ettirmektir. Sınırlan
aşmayan ama yazan bir kadındır Fatma Aliye.
* Yazı romanın içeriğine ve sonuna dair bilgiler içermektedir.

7
Halide Edip Adıvar'a gelirsek, o zaten milliyetçi hareke­
tin içindedir, üstüne üstlük Milli Mücadele'ye de katılmış­
tır. Milliyetçi söylemdeki milletin anası ve yoldaş olarak ka­
dın imgesine son derece uygundur. Bu uygunluğun dışında, Milli
Mücadele'nin destanını yazmıştır: Ateşten Gömlek. Bu noktada ka­
non içinde elbette yer alacak, kabul görecektir. Burada bir süre yurt­
dışında kalışı ve Atatürk'le arasındaki anlaşmazlığın bile onun gö­
rünürlüğünü ve bilinirliğini azaltmadığının hatırlatılması da yerin­
de olur. Aslında Halide Edip'in edebiyattaki varlığını mümkün kılan
Türkiye Cumhuriyeti'nin ideolojik zemini olan milliyetçilik içinden
çıkması ve bu milliyetçi algıyı Ateşten Gömlek ile var kılmasıdır.
Diğer taraftan Ateşten Gömlek'in kanon tarafından anakronik bir
biçimde yeni devletin doğuş metni olarak konumlandırılması da
Halide Edip'i kanon içinde yazar olarak inşa etmiştir diyebiliriz. 3
Peki ya Suat Derviş? Onu destekleyen, topluma kabul ettir­
meye çalışan yazınsal bir babası var mıdır edebiyat dünyasın­
da ya da Halide Edib gibi, yeni devletin ideolojik aygıtlarıyla
haşır neşir midir? Hayır! Suat Derviş iki kere ötekidir. Kadın
ve sosyalisttir. Ona destek olabilecek bir erkek yazarın yoklu­
ğunda bir kadın yazardır o. Diğer taraftan böyle bir erkek ya­
zar çıksa , onun hamiliğini kabul etmeyeceğine de kesin gözle
bakmak gerek. Ayrıca sosyalizmin Türkiye Cumhuriyeti'nin
ilk yıllarında nasıl görüldüğünü belirtmek için Mustafa Sup­
hi olayını hatırlamak yerinde olacaktır sanıyorum. Bu nokta­
da Suat Derviş'in adının uzmanlar dışında bilinmiyor olması
çok şaşırtıcı olmasa gerek. İşin içine edebi açıdan değersiz
görülen popüler romanlar yazmış ve ilk eserlerinin Osman­
lıca basılmış olması da girince , Suat Derviş'in sözcüklerinin
karanlık içinde kaybolmuş olması daha anlamlı hale geliyor.
"Kadın olmaktan utanmıyorum, yazar olmakla da iftihar

3 Erol Köroğlu'dan aldığım "T KL 590 Tür Kuramları ve Kurtuluş Savaşı Anlatıları"
dersinde kendisi Ateşten Gômlek'i Kurtuluş Savaşı anlatılarının ilk örneği olarak
konumlandırmıştır. Kendisine teşekkürü borç bilirim.

8
ediyorum. O unvan benim yegane servetim, biricik iftiha­
rım ve ekmeğimdir," 3 demesi ve yazarlığını bir ekmek davası
olarak konumlandırması, onun kendine güvenini, ayaklarını
toplumsal zeminin kayganlığına rağmen sağlam basmasını
görünür kılması açısından önemlidir. Suat Derviş, yazma­
emek arasındaki ilişkiyi dillendirerek yazma eylemi ile eko­
nomi arasındaki ilişkiyi de kurmuştur böylelikle.
Suat Derviş'in toplumcu gerçekçi bir. yazar olduğu bilin­
mektedir. Oysa bir erkeğin toplumcu gerçekçi bir yazar olması
zihnimize daha rahat oturur. Çünkü toplumsal alanın kodla­
rını erkekler yaratmıştır, o alanın içinde at oynatan onlardır.
Toplumsal ve ekonomik sistemin merkezinde duran erkek,
elbette o sistemi en iyi yansıtan olacaktır. Bu sistemin öznesi
erkektir ve özneliğine sistemi yazarak devam etmektedir. Oysa
toplumsal ve ekonomik sistemin çeşitli strateji ve dolayımlarla
dışında bırakılmış ya da sistemin nesnesi kılınmış kadın o sis­
tem hakkında konuşamaz mı? Konuşursa nereden konuşur?
Toplumsal ve ekonomik yapının iktidar mekanizmalarını o
mekanizmaların nesnesi kılınmış kadın anlatırsa, ortaya nasıl
bir toplumcu gerçekçi metin çıkar? Muhtemelen ortaya çıka­
cak metin, toplumcu gerçekçi bir erkek yazarın kaleminden
çıkacak metinden çok farklı olacaktır. Bu noktada kadının eko­
nomik sistem içindeki konumuna bakmak yerinde olacaktır.
llk yerleşimin olduğu Akdeniz coğrafyasında toprağın mülk
edinilmesi gerçeği hepimizde malumdur. Bu gerçeği ana-tan­
rıça kültü ve mitolojide toprağın dişil olarak algılanması du­
rumu ile yan yana getirdiğimizde, ortaya kadının mülk olarak
görülmesi çıkar.4 Bu durum toplumsal ve ekonomik sistem
içinde -çeşitli dolayımlarla- kadının mülk olarak görülmesini

3 Alıntılayan Fatmagül Berktay, "iki Söylem Arasında Bir Yazar: Suat Derviş, " Deft­
er, Kış 1997, s. 89-100.
4 Germaine Tillion, Harem ve Kuzenler, lstanbul, Metis, 2005. Carol De­
laney, Tohum ve Toprak, lstanbul, iletişim, 2009.

9
de açıklamaktadır. Peki, böyle bir toplumsal ve ekonomik yapı
içinde, nesnesi kılındığı sistemi analiz eden, parçalayan ve ya­
zan bir toplumcu gerçekçi kadın yazar özneleşmez mi? Kadın
yazar olmak hem de toplumcu gerçekçi bir kadın yazar olmak,
işte tam bu noktada hayati bir önem arz etmektedir. Ankara
Mahpusu böyle bir kadın yazarın metnidir ve metne bu nokta­
dan yola çıkarak yaklaşmak yerinde olacaktır.
Türkiye'de 1 944- 1 945 yıllarında Haber Gazetesi nde tef­ '

rika edilen roman ilk olarak 1 9 5 7'de Fransa'da basılmış3 ve


Fransa'da basılan ilk Türk tornam olma payesini kazanmış­
tır. Türkiye'de 1 968'de May Yayınlan tarafından basılan eser,
2000'de Doğan Yayınları tarafından tekrar yayımlanmıştır.
Fransa'da yayımlanan ilk Türk romanı olmasına rağmen ede­
biyat ortamında ses getirmeyen,4 Tanpınar'ca bir ifadeyle söy­
lersek "sukfıt suikasti"ne uğrayan Ankara Mahpusu, ekono­
mik yapıyı gözler önüne seren ve alegorik bir yöntemle onu
irdeleyen bir romandır.
Romanın ana karakteri Vasfi'nin bir tıp öğrencisiyken tu­
tulduğu ve bir süre gezdiği Zeynep adlı kadın, Vasfi'nin zen­
gin büyük amcası Şakir Efendi ile evlenir. Vasfi'nin kuzeni ve
Şakir Efendi'nin diğer yeğeni olan Nuri bu kadının namussuz
bir kadın olduğunu kanıtlamak için bir kumpas kurduğunu ve
bir arkadaşını bunun için görevlendirdiğini söyler. Vasfi bunu
duyunca kendini kaybederek Nuri'yi öldürür. On iki yıl hapse
mahkO.m olur. Buraya kadar roman· bir aşk ve cinayet roma­
nı özelliği gösterir. Fakat romanın geri kalan kısmında ilginç
karakterler ve sahnelerle karşı karşıya kalırız. Vasfi hapisten
çıktıktan sonra, beş parasız ve yersiz yurtsuz bir duruma dü­
şer. Parası tükenmiş ve kalacak yeri yoktur. Mekanları sabahçı
kahveleri, iskeleler, garlar, postaneler olur. Hep bir geliş gidişin
yaşandığı, hareketin olduğu ama sığınmanın veya durmanın
pek mümkün olmadığı alanlardır buralar. Bu mekiinlarda Vasfi,

3 Şenol Aktürk, "Toplumcu Gerçekçi Yönüyle Suat Derviş'in Romanlanna Bakış,"


The]oumal of Acadrnıic Social Scirnce Sıudies, Cilt: 5, sayı: 3, Haziran 2012, s. 1-33.
4 Fatmagül Berkıay, a. g. m.

10
paşa kızı olduğunu söyleyen, sahte takılarıyla dolaşan yaşlı bir
kadından yurtdışında parasını kumarda kaybetmiş zenginlere,
eski paşaların metresleriyle aşk yaşayanlara kadar yıkılan im­
paratorluğun kalıntılarıyla karşılaşır. Bu yersiz yurtsuz ve yan
deli insanlar yeni kurulan sistemin dışında kalmış olanlardır.
Hem mekansız hem parasızdırlar. Mekanın toplumla, paranın
ekonomiyle bağlantısı düşünüldüğünde, yeni kurulan devletin
toplumsal ve ekonomik yapısı içinde yer yoktur onlara. Diğer
taraftan akıl sağlklan ve gerçeklik algılan da yerinde değildir.
Gerçek hayattan dışlandıkları için gerçeklik algılan dağılmış­
tır, hayalle hayat arasında salınıp dururlar. Vasfi bu insanlardan
biri haline gelmek istememektedir, ancak gidişat onlardan biri
haline geleceği yönündedir. Bu durum onda müthiş bir korku
yaratır, hatta bu korku yüzünden hıçkıra hıçkıra ağlar. Peki,
onu sistemin içine kim döndürebilir? Bu noktada Vasfi'nin ak­
lına Zeynep gelir. Belki onu görürse hayata bağlanabilecektir.
Vasfi'nin muhtaç olduğu kudret, Zeynep'in onda yarattığı ar­
zudur. tık olarak kahkahasını duyduğu bu kadına deli gibi aşık
olmuş ama asla onun bedenine dokunamamıştır. Zeynep'se
fakirliğin üstesinden evlilikle gelmiş, kiracılıktan ev sahipliği­
ne yükselmiştir. Kocası öldükten sonra evi satmış ve çok dai­
reli bir apartman diktirmiştir. Zeynep, evlenmeden evvel arzu
edilen nesne, mülk, ekonomik akışı sağlayacak sermayenin
sembolüdür aslında. Fakat bu özelliğini kullanarak özneleşme
sürecine girmiş, kocası öldükten sonra da bütün serveti elde
etmiş, kendi hayatının öznesi haline gelmiştir. Burada ilginç
olan ve bizi de romanda kadın bedenini alegorik okumaya gö­
türen yan, Zeynep'in bedeninin farklı anlatımlarıdır. Vasfi ona
aşık olduğunda siyah uzun saçları, muntazam vücudu ve uzun
boyuyla güzel bir kadındır. Vasfi onu on iki yıl sonra haldeki
dükkanında gördüğündeyse bambaşka bir Zeynep'tir. Erkek
ayakkabıları giymiş, başına bir şal bağlamış, şişman, pinti ve
çirkin bir kadındır Zeynep. Erkekleşmiş ve şişmanlamıştır.
Ekonomik sistem içinde özneleşmek onu arzu nesnesi konu-

11
mundan uzaklaştımiış, erkekçe arzu edilemeyecek çirkin bir
bedene dönüştürmüş, erkekleştirmiştir. Arzulanan, elde edi­
len, sömürülen kadın vücudunun güzel ve zayıf olmasıyla sö­
müren, biriktiren, elde eden kadın bedeninin şişman ve çirkin
olması bu noktada anlamlıdır. Suat Derviş ekonomik sistemin
ardındaki temel dinamiği yakalamış ve bu dinamiği görünür
kılmıştır.
Bunun yanında, romanda para kazanmak ve mekana sa­
hip olmak paralel kullanılmıştır. Para kazanmak için eve , eve
sahip olmak içinse para kazanmaya ihtiyaç vardır. Roman­
da Sirkeci'deki serseri kadının yardımıyla bir iş bulur Vasfi.
Yaşlı bir kadının bahçesinde, fırtınanın hasara uğrattıklarını
tamir edecektir. Bu işin üstesinden gelir. Kadın ona temiz ça­
maşırlar, yemek ve banyo imkanı sağlar. Onu evinde ağırlar.
Bir mekan sağlamıştır Vasfi'ye annesini anımsatan bu kadın.
Vasfi'de de iş bulma arzusu doğmuştur. Onu hayata -ya da
toplumsal ve ekonomik sisteme- bağlayan anne imgesine
karşılık gelen bu kadının ona. sağladığı mekandır. Diğer bir
deyişle Vasfi'yi ekonomik sistemin içine sokan başka bir ka­
dına duyduğu arzu değil , daha kökensel bir arzu, anneye du­
yulan arzu/minnet olmuştur.
Romanın sonunda Vasfi, iskelede hep gördüğü siyah bereli,
güzel kadına rastlar. Kadın açtır, yersizdir. Vasfi ona elini uzatır
ve el ele romanı bitirir bu iki karakter. Vasfi hayatına sokacağı.
kadını bulmuştur. Fakat bu kadın ne Zeynep'in eski hali gibi
arzu duyulan bir beden ne de sonraki Zeynep gibi şişman ve
iticidir. Ekonomik sistemin dışında bir bedendir bu kadın. Aç
ve yersiz . . . Bu noktada Vasfi için en uygun kadındır belki de . . .

Bursa, Ağustos 20 1 3

12
ANKARA MAHPUSU
Cümle kapısının önüne geldiği zaman, başının dönmeye
başladığını hissetti. Fakat muhakkak ki bu heyecandan de­
ğildi. Çünkü o, ne ufak bir heyecan hissediyor ne de bir şey
düşünüyordu . Başı bomboş, ruhu uyuşmuş, kendi sakin, ina­
nılmaz derecede sakindi. Bütün hislerden ve düşüncelerden
onu bu kadar ayıran bu sükunet ne acayip bir şeydi. O ka­
dar sakindi ki sanki artık yaşayanlardan biri değil. . . Sanki bir
ölüydü . Eğer kalbi yaşamaya devam etmese kendisi de bunu
zannedecekti . Fakat kalbi yaşamaya devam ediyor ve şiddetle
çırpınıyordu .
On iki seneden beri her dakika, her saat bu anı beklemiş
ve özlemişti. Evet, bu anı, on iki seneden beri karşısında ka­
palı duran menhus kapıların açılacağı zamanı beklemişti. Bu
on iki sene içinde her zaman, ona bir gün açılacak olan bu
kapıların önünde duyacağı heyecanı tasavvur etmişti. işte,
nihayet kapılar birer birer açılmıştı. Önünde bulunduğu bu
son kapı da açılınca o hürriyetine kavuşacaktı. On iki sene
mahpus kaldıktan sonra hür bir insan olacaktı. Bu mümkün
müydü?
Kocaman kapının önünde genç bir jandarma eri vardı.
Dost bir gülümsemeyle ona baktı ve omzuna hafifçe vurarak:
"Haydi güle güle," dedi. "Geçmiş olsun, talihin açık ol­
sun. "
Genç jandarma korkar bir halde yerinden kımıldamayan
Vasfi'ye bakıyordu . Hapishane kapısı çoktan Vasfi'nin arka­
sından kapanmıştı. Artık hapishanede değildi. Gülümsemeye
gayret ederek o da jandarmaya baktı.
jandarma gülerek:

ıs
"Ne duruyorsun be arkadaş? Bas git. Ben senin yerinde
olsaydım . . . Tövbeler olsun, çoktan tabanları yağlamıştım. "
Vasfi cebinden sigara paketini çıkardı, jandarmaya uzattı.
" Sağ ol ahi. Vazife başında içemem. "
"Al, nöbetten sonra içersin. "
" Dediğin gibi olsun . Kaç sene yattın ahi?"
"Tam on iki sene, yedi gün, üç saat. "
Jandarma yürekten bir kahkaha attı. Vasfi'nin mahpuslu­
ğunun kendisine belki de en güç, en uzun gelen bu son üç
saatine j andarma eri gülüyordu.
"Ahi on iki seneden sonra üç saatin lafı mı olur? "
Yere tükürdü ve gülmeye devam etti. Hayatında hiçbir ma­
cerası yok görünen ve hapishanede yatmak nedir bilmeyen
bu genç adam bu şeylerden ne anlardı ki? Vasfi cevap verme­
di, öteki devam etti:
"Epey de yatmışsın ha? "
" Evet. "
"Allah her şeyin sabrını veriyor. Allah'a şükret, bak artık
her şey bitmiş. Bir varmış bir yokmuş, değil mi ahi? Bir masal,
bir rüya gibi ! Hani şimdi yeniden dünyaya gelmiş gibisindir.
Bu yeni dünyaya gelişin uğurlu olsun. "
Vasfi titredi, o dirilen bir ölü müydü ? Yeni bir hayat. . . in­
sanların tek hayatı vardır. Onun hayatı birdenbire ortasından
kopmuştu . Fakat bu on iki senelik kopuk parçanın bu ucun­
da yeniden hayatı başlıyordu , bu başka bir hayat değildi. On
iki ızdırap senesinden sonra aynı hayat.
Jandarma selam verdi , sonra elinde bavul, adına Ankara
denilen, kendisince meçhul bu şehrin merkezine doğru yü­
rümeye başladı.

16
Evet, senelerce burada yaşamıştı ama bu şehri tanımıyor­
du . Mahpusluğunun ilk üç senesi lstanbul'da geçmişti. Mah­
keme bitip de hüküm kesinleşince, Ankara'ya gönderilmişti.
Şehrin merkezine gitmek için hangi yola sapmak lazım
geldiğini bilmiyor fakat bunu da kimseye sormak istemiyor­
du . Bu çocukça bir korku , çocukça bir çekingenlikti. Sanki o
ağzını açar açmaz karşısındaki nereden çıktığını, kim oldu­
ğunu hemen anlayacak ! Kendisinin yanından geçen insanlara
benzemediğini hissediyordu . Başka insanlara nasıl benzeyebi­
lirdi? Bu on iki sene içinde hapishaneden bir defa ağır hasta­
landığı için ayrılmıştı. Kendisini revirde tedavi edemedikleri
için hastaneye göndermişlerdi. Vasfi, On iki sene mahpus ola­
rak nasıl yaşanabilir, diye düşünüyordu . Yaşanırsa, nasıl olur
da insan aklını kaybetmezdi? Bu on iki senenin son dokuz
senesi çok daha acı geçmişti. Bu son dokuz senenin günleri,
diğer ilk üç senenin günlerine nazaran çok daha uzun gö­
rünmüştü. Mahkemeden evvel ve mahkeme süresince geçen
seneler çok üzüntülü fakat daha az yıpratıcıydı. Mahkemede
kendini müdafaaya çalışmak, temyiz kararını beklemek, mü­
cadele etmek vardı. O zamanlar henüz ümidi vardı. Annesi,
anneciği de daha sağdı. Tek ve bahtsız oğlu için en büyük
fedakarlıklardan çekinmeyen, müşfik ve cesur anacığı. O sağ
olduğu müddetçe Vasfi, her gün onun varlığını, onun her an
kendisiyle beraber olduğunu hissederdi. Kimsenin şefkatine
benzemeyen sevgisinin delilini. Onlan birbirinden ayıran de­
linmez duvarlara, yıkılmaz kapılara rağmen, annesi ona her
zaman kalbiyle yanında olduğunu , her zaman ona yardıma
hazır bulunduğunu, küçük bir çocukken onu nasıl severse,
yine öyle şımartacak kadar sevdiğini ispat etmişti. Her gün
hapishaneye sevdiği yemekleri eliyle hazırlayıp getirmiş, si­
garasını unutmamıştı. Getirdiği çamaşırları kendi eliyle yıka­
mıştı. Tiril tiril ütülüydü .

17
Mahkumiyetinden sonra Ankara Hapishanesi'ne sevk edil­
diği zaman, Vasfi kendini çok yalnız hissetmesin diye, annesi
de arkasından gelmişti. Ankara'da bir müddet kaldıktan sonra,
lstanbul'a dönerken de yeniden İstanbul Hapishanesi'ne nakle­
dilmesi için lazım gelen teşebbüsleri yapacağını söyleyerek ona
cesaret vermişti.
Annesi Ankara'dan giderken hemen döneceğini vadetmişti
fakat birkaç hafta sonra hastalanmış, kısa bir müddet sonra
da bir hastane koğuşunda ölmüştü .
Vasfi daha küçük bir çocukken annesi ona, "Sen günün
birinde büyük bir hekim olacaksın," derdi. "Memleketin en
meşhur bir doktoru olacaksın. Doktorlar mektebinin en meş­
hur hocası olacaksın, benim ihtiyar ve yorgun olduğum sene­
lerde , bana sen bakacaksın. "
Bu , anacığının bir hayaliydi. Bu güzel ve tatlı bir hayaldi ve
Vasfi'nin hatası yüzünden hakikat olamamıştı. Halbuki Vasfi,
tahsilini annesinin istediği gibi yapmaktaydı. Tıp fakültesin­
deydi, felaket olduğu zaman, fakülteyi bitirmesine iki sene
kalmıştı.
Annesine yapmış olduğu kötülüğü tamir etmek mümkün
olsa, bugün neler yapmazdı. Annesi ölürken, başucunda ol­
mak için Vasfi neler feda edebilirdi !
Annesi ölünce, onun için her şey değişti. Dışarıda arayanı,
seveni olan bir mahpus hiçbir zaman tam mahpus değildir.
Vasfi, anasını kaybettikten sonra dokuz sene hapishanede
yattı, bu dokuz sene içinde bir tek ziyaretçisi olmadı. Bu , kor­
kunç bir şeydi.
Ziyaret günleri hapishanelerde bir bayram havası eser,
mevkuflar neşelenirlerdi. Tıraş olur, saçlarını tarar, süslenir­
lerdi. Ziyaret günleri Vasfi daima bir kenara büzülür, oturur­
du . Tıraş olmaz, tasalanmaz, giyinmezdi. Çünkü o, kimseyi
beklemezdi, böyle olduğu halde meydancılar birini çağırma-

18
ya geldikleri zaman, kalbi şiddetli şiddetli çarpmaya başlardı.
işte bütün bunlar, bütün bu seneler şimdi artık maziydi.
Vasfi ayaklarını sürükler gibi zahmetle yürüyordu . Ser­
bestti. Artık onu sımsıkı sarıyorlarmış gibi bunaltan duvarlar,
o kilitli kapılar, o jandarmalar, gardiyanlar, kelepçeler yoktu.
Kendisiyle daima azarlar gibi konuşan, şahsi bir düşmanlığı
varmış gibi bakan başgardiyanlar, müdürler de mazi olmuştu.
En büyük düşmanları gibi nefret ettiği ve kendisinden nefret
eder görünen bu kimseler cezası biter bitmez, onun elini sık­
mışlar, ona nasihat etmişler, ona birkaç gönül alıcı sözle cesa­
ret vermek istemişler, yeni hayatının hayırlı ve uğurlu olması
dileğini göstermişlerdi.
Hepsi Vasfi için yepyeni bir hayatın başladığını biliyor­
du . Fakat Vasfi hala bunun farkında değildi. Hala kendisinin
mahpus olmadığını bütün manasıyla kavrayamıyordu . Bir
kere sevinçli değildi. Halbuki dokuz sene bu uğursuz duvar­
lar arasında, büyük ümitsizlikler içinde bu mahpusluktan
kurtulmak için ölümü istemiş, ölümü temenni etmişti.

lki tarafında birbirine çok benzeyen yeni, güzel binalar


bulunan düz ve aydınlık yollardan geçiyordu . Açık pencere­
lerden dökülen bir müzik onu her sokakta takip ediyordu.
Ankara Radyosu, klasik Avrupa musikisi yayını yapıyordu.
Vasfi, başgardiyanın odasındaki radyonun da her gün olduğu
gibi, muhakkak şimdi de çalmakta olduğunu düşündü.
Mahkumların "Kont" dedikleri Cemal , Avrupa klasik mu­
sikisi amatörüydü. Bu musikiyi Vasfi'ye tanıtan ve sevdiren. o
olmuştu.
Cemal orta yaşlı bir adamdı. Dili, hareket ve tavırları asa­
lete mensup olduğu hissini veren çok kültürlü bir adamdı.
Her zaman tırnaklarına itina eder, her zaman tıraş olur,

19
hatta mahkumların iki renkli, yanın dünya dedikleri elbise­
leri içinde bile, zarif ve iyi giyinmiş görünürdü. Onu görenler
hiçbir zaman katil olduğuna inanamazlardı.
Dört yaşında bir kız çocuğunu görünürde hiçbir sebep
olmadan öldürmüştü. Herhalde yalnız öldürme zevki için.
Henüz muhakemesi devam ediyordu. Vasfi, Muhakkak onu
asacaklar, diye düşündü. Ve birden kendi kendine, "Ama ben
cezamı bitirdim, ben serbestim," dedi. "Artık hapishanede de­
ğilim," diye mırıldandı.
Evet, hapishanede değildi ama daima düşünceleriyle oraya
dönüyor, on iki senelik hayatını beraber geçirdiği bahtsızları
unutamıyordu .
On iki sene içinde arkadaşlarının yüzleri, isimleri sık sık
değişmişti. Fakat yüzleri, isimleri ne olursa olsun, onlar ken­
disinin eşleriydi.
Onun dünyasının adamları . . . Vasfi onlara alışmıştı.
Ben de bir katilim . . . Bu düşünceyle bütün vücudu irkildi.
Birdenbire uyanmış gibiydi.
Ben bir katilim ...
Hapishanede, daha nice katiller arasında bir katil olmak o
kadar korkunç bir şey değildi. Fakat burada, yeniden girdiği bu
dünyada, adam öldürmemiş olan bütün bu insanlar arasında
kendisinin bir katil olduğunu düşünmesi tahammül edilir bir
işkence değildi.
Şimdi geniş bir caddede ilerliyordu .
Evvela bir otel bulmalıyım, diye düşündü .
Mahkumlardan biri, Veznedar Nazmi Bey Ankara'da uzun
müddet yaşamıştı. Nazmi Bey ona küçük bir otelin adresini
vermişti. Bu Anafartalar Caddesi'ne yakın, küçük bir oteldi.
Şimdi , Nazmi gözünün önüne geldi. Kısa boylu, kırmızı ya­
naklı, şişman bir adamdı, yaptığı ihtilasın hikayesini anlatma­
yı da pek severdi.

20
Şimdi, bu saatte Hoca Muslihittin Efendi, Büyük Şefkati,
Ressam Artin onun etrafını almışlardır, diye düşündü. Bu grup
içinde Vasfı'nin yeri şimdi boştu. Bir saat öncesine kadar dert
arkadaşları olanlar herhalde bu gece mahzun ve sinirliydiler.
Her tahliyede bu böyle olurdu. Bir arkadaşın tahliyesine birkaç
gün kala, koğuşlarda sevinçli bir hava eser, bir gün evvel neşe
hüküm sürerdi.
Hepsini bir kurtuluşun ümidi sarar, canlandırırdı. Adeta
hapishanede bir bayram havası eserdi. Kurtuluş günü geldi
mi, neşeli bir alay halinde onu kapıya kadar selametlerlerdi,
ona hayırlı, uğurlu bir hayat, şans ve saadet temenni ederler-
di. Arkasından:
"Allah bir daha başına getirmesin," diye seslenirlerdi.
Fakat tahliye olan gidip de kapılar tekrar kapanınca, yüz­
lere derin bir kederin ifadesi çöker, yine şakalaşmaya, yine
gülmeye gayret ederlerdi ama . . . Bu yapmacık olurdu . Hepsi
de içinden daha kaç sene , kaç ay, kaç saat hürriyetinden mah­
rum kalacağını hesaplayarak sızlanırdı .
Ve böyle gecelerde hepsi "efkarlanırlar. . . " Hepsi , kendisini
hapishanede tek başına kalmış gibi yalnız hissederdi; koğuş­
lar, malta boyaları inanılmayacak kadar boş gelirdi onlara.
Vasfı bu hissi pek iyi tanırdı. O da kaç kere, tahliye olan
mahpus arkadaşlarını gidebileceği son kapıya kadar uğurlamış
ve onları hürriyetlerine kavuşturmak için açılan kapı kendi
hürriyeti üstüne merhametsizce kapanınca , kalbini sonsuz bir
keder kaplamıştı. Evet, bu gece oradakilerin hepsi kederliydi
ve herhalde cesaretlerini kaybetmişlerdi. Vasfı'nin içi burkul­
du . Onları geride bırakıp tek başına hapishaneden çıkmaktan
utanç duyar gibi bir histi bu.
Her akşam saat beşte Veznedar Nazmi kahvesini pişirirdi.
Bazen de koğuş arkadaşlarına kahvesinden ikram ettiği olur­
du . Muhakkak bu akşam da koğuştaki köşelerinde mutat şe-

21
kilde toplanmışlardır ve konuştukları mevzu da muhakkak
ki Vasfi'dir. Neşeli görünmeye gayret de ediyorlardır tabii.
Nazmi için neşeli görünmek ötekilerden daha kolay olacak­
tır. Onun cezasının bitmesine de altı ay var. Muslihittin Hoca
ise daha yedi sene yatacak, hele şu zavallı Artin altmış yaşın­
da adam, daha yirmi senesi var. "Güzeli" uğrunda kaybettiği
hürriyetine , ömrü yeterse yirmi sene sonra kavuşacak. Vasfi,
Artin'in "Güzelim" diye andığı kadını hatırlayınca gülümse­
di. Onu resminden tanırdı. Artin ona , daima üzerinde taşıdığı
fotoğrafını gösterirdi. Sonra mütemadiyen kağıt parçalarına,
eline tuval geçerse tuvale, duvarlara , kapıya, hep, hep onun
resmini yapardı.
Bu sevgili hiç de güzel değildi . Ama Artin onu çılgın bir ih­
tirasla sevmiş ve müthiş bir kıskançlık buhranı anında vahşi
bir şekilde öldürmüştü.

Birden bir dört yol ağzına gelmiş bulunduğunu fark etti.


Durakladı ve gelip geçenlere baktı. "Bu insanların hepsi bi­
razdan evlerinde olacak, kendilerini bekleyen kimselerin ara­
sında bulunacaklardı, hepsinin gidecek muayyen yerleri var­
dı. Bunun için de telaşlı ve acele geçip gidiyorlardı. Vasfi'nin
gidecek hiçbir yeri, bekleyen tek kimsesi yoktu. Elinde, ta­
nımadığı bir şehrin tanımadığı bir sokağında, tanımadığı bir
otelin adresinden başka hiçbir şeyi yoktu.
Gelip geçenleri ölgün gözleriyle takip ederken, "Bunların
arasında yaşamaya alışabilecek miyim? " diye ürpererek kendi
kendine sordu .
Epey zamandır şehrin içinde dolaşmış, yorulmuştu. Hür­
riyetine kavuştuğu ilk geceyi geçireceği o küçük oteli bir an
önce bulması lazımdı. Acaba şimdi doğru istasyona mı gitsem?
Bir tren varsa, hemen lstanbul'a hareket etsem, belki de daha iyi

22
olur, diye düşündü , sonra hemen bu fikirden vazgeçti. "Uzun
yıllar içinde yaşadığım fakat hiçbir yerini görmediğim bu
şehri görüp tanımadan lstanbul'a gitmek manasız olur. Benim
orada sanki bir bekleyenim mi var? " diye söylendi.
Birdenbire bu mühim kurtuluş gününde niçin bu kadar
mahzun olduğunu anlayıverdi.
Yolunu bulması, oteli sorması lazımdı. Etrafına bakındı,
gözleri birden otobüs bekleyen bir genç kadına takıldı ve tatlı
bir heyecanla vücudu ürperirken yanakları yanmaya başladı.
Ne kadar da Zeynep'e benziyor, diye düşündü. Bu, ince vü­
cutlu , uzun boylu, teni bronzlaşmış, kara gözlü bir kadındı.

Ona verdikleri oda dört yataklıydı. Garson pencereye yak­


laştı ve açtı.
"Soldaki iki yatağın sahipleri var," dedi, "siz sağdakilerden
istediğinizi seçiniz . "
"Ben pencerenin yanında olanı isterim. "
"Baş üstüne . . . "
Garson sivri burunlu , tilki bakışlı, kısacık boylu bir adamdı.
Dışarıya çıkarken kapının yanında durdu.
"Siz buralıya benzemiyorsunuz . "
"Ankaralı değilim. "
"Ankara çok güzeldir. "
"Evet. "
"Ankara'ya birinci defa mı geliyorsunuz ? "
Vasfi bir a n , N e cevap vereyim, diye düşündü , sonra yavaş
sesle:
" Evet," dedi.
"Otelin karşısında bir içkili lokanta vardır. lyi şarapları
bulunur, yemekleri de oldukça iyidir. "
"Teşekkür ederim . "

23
" Öteki köşede de daha büyük, daha temiz bir lokanta var­
dır. Fakat orası içkili değildir, eğer dışarı çıkmak istemiyorsa­
nız , ben köşedeki büfeden size sandviç getirebilirim. "
"Teşekkür ederim, ben birazdan çıkacağım. Biraz şehri
görmek istiyorum. "
"Siz bilirsiniz . "
Adam odadan çıkınca, Vasfi şiddetli bir diş ağrısından kur­
tulmuş gibi ferahlık hissetti. Şehrin gürültüsü onu yormuştu ,
yürümek de zor gelmişti. . . Ayakkabı giymek de. Ayakları sız­
lıyordu , çantasını yatağın altına itti, sonra karyolanın üstüne
oturdu . Orada uzun müddet hemen hemen hiçbir şey düşün­
meden kalbi boş, başı boş oturdu .
Bu , hapishane itiyadıydı. Orada insan bir tarafa oturur, ye­
rinden kımıldamaz ve muayyen olmayan bir şey beklerdi. Bir
nevi uyuşukluk içinde saatlerin akışını. . .
Kendine geldiği zaman , oda kararmıştı . iki saatten beri bu
vaziyette oturup kalmıştı, kalbi endişeyle doldu .
Ben artık bütün diğer insanlara benzemiyorum, diye dü­
şündü , sonra kendini temine çabaladı, Neden benzemeyecek­
mişim, yakın bir zamanda hür bir insan olmaya alışacağım ve
hayata intibak edeceğim.
Halbuki benliğinin ta derinliklerindeki bir başka Vasfi ba­
şını sallıyordu :
Hayır, hayır. .. Her şey bitmiş... Sen artık bir daha eski Vasfi
olamayacaksın, diyordu .
Ağır ağır yerinden kalktı, lavaboya kadar gitti. Lavabonun
üstünde asılı duran aynada şakakları ağarmış, bakışları ölgün,
yüzü solgun bir erkek gördü .
Mezardan çıkmış bir cesede benziyorum. Kalbimde ve sırtım­
da hep o hapishaneyi mi taşıyacağım? Artık hiçbir zaman eski
Vasfi olmayacak mıyım?
Vasfi kahvehaneye girdiği zaman, vakit çok geçti. Kenarda

24
bir yere oturmuştu . O kadar yorgun ve bitkindi ki çayını içer
içmez kollannı masanın üstüne koydu , sonra başını ellerinin
içine aldı, iki eliyle bu çok ağırlaşmış ve sızlayan başını sıkı­
yordu .
Uyuyamıyordu fakat tamamıyla uyanık birtakım insanlar
giriyor, çıkıyordu . Etrafındaki masalardan uyuklayan insan­
lann horladıklarını duyuyordu . Ara sıra küfredenler de olu­
yordu . Kahvehane çok sıcaktı ama o nemli elbiseleri içinde
titriyordu . Başı bomboştu , hiçbir şey düşünmüyordu . Çok
içmiş ve az yemişti. Parmaklarıyla şakaklarını ve alnını ovuş­
turarak:
Bir uyuyabilsem, diye düşünüyordu . Gözlerini kapamıştı.
Uyuyamıyorum, düşünemiyorum, benim için artık kurtuluş yok,
diyordu .
Sevmiş olduğu o eski Zeynep'i içinde bulmaya uğraşıyor­
du . O kadar çok sevmiş olduğu o emsalsiz Zeynep'i. . . Bu çok
güçtü fakat nihayet buna muvaffak olabildi, şimdi Zeynep o
eşsiz neşesi, dayanılmaz cazibesi, ateş gibi yakan gözleriyle
karşısındaydı, onu olduğu gibi gözünün önüne getirmişti.
Uzun boyu , incecik beli, insanları deli eden bakışlarıyla gö­
zünün önündeydi.
Vasfi gözlerini kapalı tutuyordu, eğer açacak olursa her za­
man için Zeynep'i kaybedeceğinden korkuyordu. Şimdi gözle­
rinin önündeki Zeynep bir salıncak üstünde oturuyor, yavaş
yavaş sallanıyordu, genç kız vücudunun çevik hareketleriyle bu
sallanışa hız vermekteydi. Salıncakta kolan vuran kız her iniş
ve çıkışta daha fazla ve daha hızlı eğilip kalkıyordu. Ve salın­
cak gitgide daha hızlı, çok daha hızlı sallanıyordu. Bu iniş ve
çıkışlar sırasında Zeynep'te inanılmaz bir değişiklik oluyordu.
Salıncağın her inişinde karşısında bir başka Zeynep vardı ve
bu değişiklik durmadan hızlılaşan, salıncağın temposuna uyu­
yordu. İnanılmaz bir süratle dünkü sülün Zeynep'in yerini, bu�

25
günkü kalın kaba Zeynep alıyordu. Ve bu müthiş Zeynep alun
dişlerini pınldatan alaycı ve hain bir gülüşle ona bakıyordu. Bu
dayanılmayacak kadar ızdırap verici bir resimdi. Vasfı gözlerini
açmak, bu öldürücü kabustan kurtulmak istiyordu. Mümkün
değildi, göz kapaklan sanki birbirine yapışmıştı, onları açamı­
yordu . Uyuyordu, uyuduğunu müdrikti. Bir kabus içinde oldu­
ğunu müdrikti. Fakat kollarını, ellerini hareket ettiremiyor, her
tarafı ağır, her tarafı kınk. Müthiş kabusa kapılmış, inliyordu.
Hayat karşısındaydı. Eski Zeynep kaybolmuştu ve bir daha da
gelmeyecekti.
"Neniz var ! Size yardım edebilir miyim? "
Bir el omzunu tutuyordu , gözlerini açarak bu ele baktı, bu
kadın eliydi. Gözleri bu elden bileğe , kola , omza ve nihayet
yüze kadar çıktı. Bu yüzü hemen tanıdı. Bu , masasında karşı­
sında oturan siyah kadının yüzüydü . Üzerinde yeşil yünden
eski bir ceket vardı. Kadının gözleri de yeşildi, bu yarı ay­
dınlık yerde bile , bu yeşil gözlerin bahar kadar renkli olduğu
göze çarpıyordu. Onu karşısında bulunca şaşırmıştı. Kadının
sesi çok güzeldi. Vasfı, Bütün kadınlann sesi bu kadar güzel
olmalıdır, diye düşündü.
Evet, yıllardan beri ortadan silinmiş olan o Vasfı neredey­
di? Dünün Vasfı'si. . .
Bugünkü Vasfı, onun hayatını öylesine harap etmiş olan
dünkü Vasfi'yi pek iyi hatırlayamıyordu . Onun hatıralarında
o, müphem çizgili bir resim olarak kalmıştı.
Bugünkü Vasfı'nin kendisine şimdi o kadar yabancı ve
uzak gelen dünkü Vasfi'nin bir devamı olabileceğini zihni ka­
bul etmiyordu. O Vasfi'yi o müthiş deliliğe sürükleyen sebep
ve hisleri, şimdiki Vasfı anlamıyordu. Eski Vasfi'ye karşı kal­
binde ne hınç ne kin ne sempati ne de merhamet vardı.
Halbuki o kendini, öteki Vasfı'yi o müthiş deliliğe sürükle­
yen sebep ve hislerin altında olduğuna hala inandırmak isti-

26
yordu . Buna inanmaya muhtaçtı , bu onun için elzemdi. Eğer
bu olmazsa, o kederini yenemezdi. Kederini de yenemeyince,
yaşamak için, kederini yenmek için, Zeynep'e karşı olan his­
lerinin bir parça bile değişmediğine iman etmesi lazımdı. La­
zımdı değil, elzemdi. Eski Vasfi, "Hayatımı feda ettimse, Zey­
nep için feda ettim," der ve böyle müteselli olurdu , olabilirdi.
Fakat şimdi bu cümleleri tekrar ederken, bugünkü Vasfi
kendinde aynı inancı, aynı ateşi bulmuyordu. Öteki Vasfi için
Zeynep'e verilen her şey ona layık değildi. Ona her şeyin en
güzelini, en kıymetlisini vermek isterdi. Zeynep söz konusu ol­
duğu zaman hayatın, istikbalin ne kıymeti ne ehemmiyeti vardı
ki. . . Vasfi hala Zeynep için yapılmış fedakarlıklann yerinde ol­
duğuna kendini inandırmak istiyordu. O, bu eski hatıralarına
bağlıydı, eski Vasfi'nin Zeynep'e karşı olan ihtirasının hatırası
ortadan kalkacak olursa, Vasfi'nin yaşamasının hiçbir manası
kalmayacaktı. Bu hatıralar olmasa, Vasfi yaşayabilecek cesareti
kendinde bulamayacaktı.
O, Zeynep'e her şeyi feda etmişti ; hayatının, gençliğinin en
güzel senelerini. Onu delicesine sevmişti. Ona tapmıştı. Hala
da onu eski şiddetiyle sevmekte olduğuna kendini inandır­
maya gayret ediyordu . Fakat Zeynep artık onun için silik bir
hayal halini almış gibiydi. Evet, bu Zeynep, eski Zeynep'ine
çok benziyordu ama artık Vasfi için iyice seçilmeyen bir gölge
haline gelmişti. Onu , o zamanki Zeynep'ini olduğu gibi gö­
zünün önüne getirmeye çalışıyordu. Bembeyaz dişlerini gös­
teren o çıldırtıcı gülümsemesi, insanın aklını başından alan o
emsalsiz parlak, şakrak kahkahalanyla. . . O insanı baştan çı­
karan kahkahalar hala kulaklanndaydı . O kıvrak incecik bel,
o uzun, inanılmayacak kadar mevzun bacaklar, o pınldayan,
ateş gibi yakıcı bir çift siyah göz, o insana birçok şey vade­
den, lstanbul'un yaz gecelerinin parlak yıldızlanna benzeyen
o gözleri hala görür gibiydi.

27
Fakat bütün bunlara rağmen, eski Zeynep'i tam manasıyla
bütün renkleri, bütün hususiyetiyle başında canlandıramı­
yordu .

Birden odanın kapısı açılmıştı. Vasfi başım çevirdi, oda­


ya iri yan bir adam girmişti. Başında bir kasket olan adam.
Vasfi'ye:
"Merhaba," dedi.
"Merhaba ! "
" Kusura bakmayın, odada olduğunuzu bilmediğim için
kapıyı vurmadan girdim."
" Hiç ehemmiyeti yok. Adam, başından kasketini çıkararak
yatağın üstüne attı, kendi de yanına oturdu."
"Galiba yeni geldiniz," dedi .
"Evet, yeni geldim."
"Ben tam üç saat evvel odadan çıktım, daha gelmemişti­
niz . "
"Evet, öyle ."
" lstanbul'dan mı geliyorsunuz?"
"Hayır."
"Fakat eminim ki İstanbullusunuz, bunu hemen anladım."
" Evet, İstanbulluyum, oraya döneceğim. "
"İstanbul gibi güzel bir şehirde yaşamış olan bir adam baş­
ka bir şehirde nasıl oturabilir? Orasını herhalde çok aradı-
nız ? "
Vasfi adamın kendisine daha başka sualler sormasından
çekinerek yerinden kalktı, musluğa yaklaşıp ellerini yıkama­
ya başladı. Fakat oda arkadaşı konuşmaya devam ediyordu :
"Gerçekten İstanbullusunuz , çok güzel bir şehir. Ben
lstanbul'u iyi tanırım, birkaç defa orada bulundum. Sirkeci'de
güzel bir otelde oturdum, her iki defasında . . . "
Vasfi:

28
Bu adam hiç susmayacak, diye düşündü. Öteki hala konuş­
maktaydı.
"lstanbul'da çok hoş günler geçirdim. Görülecek neler yok
ki orada ! Kadınlan da pek hoştur ha . . . "
Budalaca bir gülüşle Vasfi'ye bakarak devam etti:
"Doğru değil mi? "
"Hakkınız var. S iz Ankaralı mısınız? "
"Hayır fakat senenin yarısını burada geçiririm. Keskin'de
bir karım, bir de değirmenim var. "
Vasfi ellerini kuruladıktan sonra şapkasını almıştı.
"Dışarı mı çıkıyorsunuz? "
"Evet. "
"Çiftlik'e mi, yoksa Bomonti'ye mi gideceksiniz? Ankara' da
olunca, insan bu iki yerden birinde yemek yemelidir. "
Vasfi cevap vermedi.
"Ben size Çiftlik'i tavsiye ederim, pek yakın değil ama tak­
siye atlayınca ehemmiyeti kalmaz. "
"Öyle mi? "
"Ben d e bu akşam oraya gitmek niyetindeyim. Orada pek
iyi şarkıcılar var. Hem de Allah için birbirinden güzel kızlar.
Bunun sizce ehemmiyeti yok ya . . . lstanbul'da güzel kızları
görmeye alışkınsınızdır. Ama yine de Çiftlik'e gidiniz , pişman
olmazsınız . "
Vasfi:
"Belki giderim, " diye gülümsedi fakat öyle yerlere gitme­
yeceğinden emindi, bunu ne gönlü çekiyordu ne de masrafa
kesesinin tahammülü vardı. Cebindeki biraz parayla ailesiz
ve dostsuz iş bulana kadar yaşamak mecburiyetindeydi. Vasfi
kendisine gülümseyerek bakan adama:
"Allahaısmarladık, " dedi.
"Güle güle . "
Odadan çıktı v e kapıyı yavaşça kapadı.

29
Kaldırımda bir müddet mütereddit durdu , etrafına ba­
kındı. Henüz o kadar geç değildi, ortalık daha kararmamıştı.
Dün bu saatlerde daha orada bulunduğunu düşündü . Daha
felaket arkadaşlarıyla birlikte son defa olarak yemek yiyecek­
ti. Vasfi düşünüyordu , şimdi Muslihittin'in avluda mangalı­
nın üstünde pişirdiği pilavını yemekle meşguldüler. Onu pi­
lavını pişirmekten kimse men edememişti; hapishane disip­
lini bile . Kendi ne de olsa bir hoca olduğu için , gardiyanlar
onun bu küçük kaprisine göz yummuşlardı.
Muslihittin Hoca bu müsamahadan yüz bularak her gün
ihtimamla pilavını pişirir, ağzını şapırdatarak büyük bir iştah
ve zevkle yerdi. Onun bu tarzda pilav yiyişi Vasfi'nin asabını
bozar ve ekseriya , "Ağzını böyle şapırdatmaya devam eder­
sen, yüzünü gözünü dağıtacağım," derdi. Hoca bu sözlere
hiç darılmaz, "Haklısın oğlum , " derdi, "ne yaparsın, ben bu
fena adete bir sene yalnız yaşadığım hücrede alıştım. Yemek
yediğimi kulaklarımla işitmek bana pek keyifli gelirdi. Adeta
hücrede yalnız kalmadığıma inanır gibi olurdum. "
Hocanın zayıf bir yüzü , kısa bir sakalı, sol yanağının üs­
tünde kırmızı bir lekesi vardı. Konuştuğu zaman yeşil bir
renge kaçan uzun dişleri ve adeta beyaz olan diş etleri görü­
nürdü . Bakışları hemen hemen mütevazıydı, kavgacı değildi,
herkesle alçaktan konuşurdu. Fakat böyle görünmesine rağ­
men, Muslihittin Hoca bir katildi . Karısını zehirle öldürmek
suçundan yirmi sene hapis cezasına mahkO.m olmuştu. Hoca
bu şeyi kabul etmiyordu , karısını öldürmemişti. Bunu her ve­
sileyle tekrar ederdi. "Karımı ben öldürmedim, o zehir içe­
rek kendi canına kıydı," derdi. Bu sözlerine inanan olmazdı.
Muslihittin Hoca pek orijinal bir adamdı. Uzun müddet aynı
hapishanede durmuyordu .
Olduğu yerde canı sıkılmaya başlayınca, müracaatlarda

30
bulunuyor, ne yapıp ediyor, başka bir hapishaneye nakledil­
menin çaresini buluyordu.
Hocanın istikbal için proj eleri de vardı, keyfi yerinde ol­
duğu zamanlar gülerek:
"Buradan çıkınca ilk işim, körpecik bir kızla evlenmek
olacaktır," derdi. "Tecrübesiz, saf bir kızcağızla . . . "
Evet, Muslihittin Hoca projelerinden bahsedebiliyor­
du , tahliyesinden sonra yapacaklarını şimdiden biliyordu .
Halbuki Vasfi hapishanede yattığı sıralarda bir gün bile, hür­
riyetine kavuşabileceğine bir türlü inanamamıştı. Şüphesiz,
bunun içindir ki şimdi, kendine iade edilmiş olan hürriyeti­
nin karşısında böyle şaşkın ve sıkılgan bir halde kalmıştı.
Mütereddit adımlarla köşe başındaki küçük bir lokantaya
girdi. Masaların üstünde örtüler vardı, bu örtüler pek temiz
görünmüyordu ama ne de olsa bu hal Vasfi'nin hoşuna gitti,
on iki seneden beri ilk defa örtülü bir masada yemek yiyecek­
ti. Lokantanın bir köşesinde gözüne boş bir masa ilişti, gidip
oturdu . Lokanta çok kalabalıktı, garson onu hemen göreme­
di, Vasfi onun yanına gelmesini sabırla beklemeye başladı.
Hapishanede alışmış olduğu sabırla . . . Etrafına bakındı, lo­
kantada pek az kadın müşteri vardı, büyük ekseriyeti erkek­
ler teşkil etmekteydi. Kasanın başında oturmuş olan patron
şişman bir adamdı, radyoda eski ve hüzünlü bir şarkı çalı­
nıyordu . Çekilen bir ızdırabı söyleyen bu şarkıyı Vasfi pek
iyi bilirdi. Çalgıcı Mahmut hapishanede bu şarkıyı sık sık
söylerdi, o kadar sık ki bu , Şefkati'yi çileden çıkarır, tehdit
eden bir sesle Mahmut'a haykırırdı, "Ulan senin bütün haya­
tın ısrıtap, hapishanelerde çürüyoruz. Burada Akıntı Bumu
Meyhanesi'nde değilsin. Hapishanedesin. Kes sesini, bıktık şu
şarkından," derdi.
Herkes gülerken, Mahmut hiçbir şey işitmemiş gibi şar­
kı söylemeye devam ederdi. Acayip bir adamdı bu Mahmut.

31
Kendisine hakaret edilse, küfür edilse bile aldırmazdı, hiç­
bir şey umurunda değildi. Onda ne nefsine saygı ne de vakar
kalmıştı. Hiçbir şeye isyan etmez, kimseye başkaldırmazdı.
Eminim, bu akşam Mahmut gene mahut şarkısını söylüyor ve
gene bizim Şefkati sinirlenip ona, "Akıntı Bumu'nun kapılan
ne benim ne senin için açılacak. . . Çünkü sen de ben de iki
reziliz ," diyecek.
Zavallı Şefkati, artık sabrım kaybetti. Sinirleri perişan.
Gene bu akşam ışıklar yüzünden gardiyanla kavga edecek. . .
Her geceki kavga . . .
Vasfi kendi kendine sordu. Mahpusluğun asıl ilk yıllan
insana çok güç gelirdi. Galiba bu böyleydi ! Ondan sonra in­
san sükuna kavuşurdu . Bazen isyan ederdi ama sonra kırık
dökük bir kişi kesilirdi ve tevekkül gelirdi , zaten tevekkül in­
sanı insan eden duygulardan sıyrılmak değil midir? Herhalde
öyledir. insan yavaş yavaş bütün duygulardan sıyrılırdı. Bir
miskinlik, bir uyuklama devrine girilirdi. Artık insan eski
benliğinin bir gölgesi olurdu . Evet, cansız ve ruhsuz bir göl­
ge. Mahpuslar ruhsuz kalmış kimselerdir. Bu , ölü olmaktan
da korkunç bir şeydi .
Vasfi için yeniden dirilme zamanı gelmişti. "Ruhum" diye
benliğinde taşıdığı bu kadavranın ısınması, tekrar dirilmesi
lazımdı. Hayır, bu çok çabuk olamaz. insan bu ölülük duy­
gusundan hemencecik sıyrılmazdı. Anlıyordu , bu pek güç
olacaktı.
Birden rengi sapsan kesildi.
Şimdi radyo Zeynebim türküsünü çalıyordu: Üç köyün için­
de namlı Zeynebim. Vasfi'nin sevdiği Zeynep, üç köyün içinde
namlı olan o güzeller güzeli Zeynep'ten de çok daha güzeldi.
O, koskocaman lstanbul'un en güzel kızıydı.
Daha garson masasına gelmemiş olduğu için , hemen ye­
rinden kalktı ve kapıya doğru kaçtı. Bu türküden kaçmak

32
istiyordu. Fakat türkü onu sokakta da takip etti. Karşı kaldı­
nmdaki kahvenin radyosu da onu çalıyordu .
Vasfi birkaç sokak geçti ve bir küçük meyhanenin önün­
de durdu. içeri girdi, tezgaha yaklaştı, bir rakı istedi. Bu çok
karanlık bir meyhaneydi. Sol gözü şehla olan meyhanecinin
normal gözü alık alık bakıyordu. Kirli ellerle ona bir kadeh
rakı ve birkaç basit meze verdi.
Uzun senelerdir içki içmediği için daha ilk yudumda Vasfi
kanının başına çıktığını hissetti.
Burada radyo yoktu . Tezgah başında iki işçi gülüp konu­
şuyordu. Tezgahın öte başında üç talebe aralarında bir müna­
kaşa tutturmuştu . Onlarla kendi arasında da gözleri kırmızı,
elbiseleri bumburuşuk bir adam, kadehini yudumluyordu .
Vasfi ilk kadehi bitirince, içinde bir ferahlama hissetti. Bir
ikinci kadeh ısmarladı ve bir sigara yaktı. Sonra ağır adımlarla
oteline döndü ve hemen yattı.
Arkadaşlan daha gelmemişlerdi. Vasfi odada yalnızdı.
Uyuyamıyordu, kendi kendine aralıksız tekrarlıyordu: Yann
lstanbul'a gideceğim. Sonra bu düşüncesine başka düşünceler
de ekleniyordu , Zeynep'i arayabilmek için lazım olan cesareti
bulabilecek miyim? Bu cesareti hiçbir zaman bulamayacağından
emindi. Acaba çok mu değişmiştir? Büyük amcam hala hayatta
mıdır? Bu büyük amca on iki sene evvel çok ihtiyar bir adamdı.
Zeynep'in değişmiş olup olmamasının hiçbir ehemmiyeti
yoktu . Vasfi bugün, her günden ziyade onu gözünün önüne
getiremiyordu. Onun yüzü hatırasından silinmiş gibiydi. Na­
sıl bir kadındı? O, ince ve uzun vücutlu , kara gözlü kadın
Vasfi'de yalnızca bir kahkaha hatırası bırakmıştı. Bakışı ço­
cukça, bazen neşeli, bazen şakacı ve alaycı, bazen de tahrik
edici bir gülüş. Kendisini görmeden evvel işitmiş olduğu bu
gülüş hala kulaklanndaydı. Vasfi bu eşsiz kahkahayı ilk defa
işittiği gün , yatağının üstünde uzanmış bulunuyordu. Bir yaz

33
günüydü. Küçük bahçenin üzerine bakan penceresi açıktı.
Yatağında uyumuyordu. Fakat sıcaktan yorgundu. Öğleden
sonra hava büsbütün ağırlaşmıştı, yatağın üstünde gözleri
kapalı olarak yatıyordu. Birden şen ve şakrak bir kahkaha işi­
terek gözlerini açmıştı. Bu bir kadın kahkahasıydı. Ama iç­
ten gelen, sade, samimi ve neşe dolu bir çocuk kahkahasını
andıran bir gülüştü bu . Bu kadar candan ve sevimli gülebilen
kadın kim olabilirdi?
Vasfi bu küçük mahallenin çevresindeki insanların aşağı
yukarı hepsini tanırdı. Kendi evlerinin bulunduğu bu blok
içindeki evlerin bahçeleri birbirlerinden tahta perdelerle ay­
rılmıştı. Yerinden kalkarak pencereye yaklaştı, bu kadar güzel
gülebilen kadını görmek istiyordu fakat göremedi.
Tahta perdelerle birbirinden ayrılmış olan küçük bahçe­
lerin birinde , dört çocuk köşe kapmaca oynuyordu . Bir di­
ğerinde ihtiyar bir kadın kedisine yiyecek yediriyordu . Karşı
komşuları Nuriye Hanım da bahçesinde çamaşır yıkamaktay­
dı. Kahkahalar devam ediyordu . Vasfi bu kahkahaların tam
karşıdaki evden geldiğini anladı. Nuriye Hanım'ın üç katlı
evinden geliyordu kahkahalar. Nuriye Hanım evinin zemin
katında otururdu . Üstündeki üç katı kiraya vererek geçimini
temin ediyordu .
Birinci katı, emekli küçük bir memur olan Faruk Bey'le
karısı işgal ediyordu . Bu insanlar kederli ve hastalıklı kim­
selerdi. Onların gülümsediğini bile, mahallede kimse görme­
mişti. lkinci katta oturanlar bir ana kızdı, ikisi de aynı lastik
fabrikasında çalışırdı. Gece işçileriydiler. Akşam saat sekizde
evden çıkarlar, ertesi gün yedide dönerlerdi. lkisi de sinirli,
suratsız kimselerdi, eve gelir gelmez hemen yataklarına gi­
rerler ve hemen hemen bütün gün uyurlardı. Perdeleri daima
kapalı kalırdı. Üçüncü katta bir kadın oturuyordu . Fakat o
ölmüştü , o günden beri de pencereler hep kapalı duruyordu .

34
Vasfi birdenbire bu pencerelerin açık olduğunu fark etti.
Pencerelerden pek iyi tanıdığı hafif gıcırtılar işitti. Hiç şüp­
hesiz, içeride bir insan tahtaları ovınaktaydı. Kendi annesi de
sabunlu sularla tahtaları böyle ovardı. Yeni komşunun bu güç
ve yorucu işi böyle neşe içinde gülerek yapması pek acayip
bir şeydi. Bu iş ekseri kadınlan sinirlendirir, keyiflerini ka­
çırırdı. Üçüncü katın yeni kiracısı muhakkak çok neşeli bir
insan olmalıydı. Bu mahallede neşe o kadar nadir tesadüf edi­
len bir şeydi ki. . .

O günden sonra , Vasfi her gün kulaklarına gelen bu şen


kahkahaların tesirinden kurtulamadı. Bu kahkahaları, günün
muhtelif saatlerinde işitmekteydi ve her defasında vücudu­
nun, sanki bir ateş içinde kalmış gibi yandığını hissediyordu.
Bu kahkahalarda bir alevin sıcaklığı ve kıvrılışı vardı.
O zamanlar Vasfi henüz gençti. Ne kadar büsbütün tecrü­
besiz ve saf olmasalar da o yaşlardaki insanlar kolaylıkla heye­
canlanırlar.
Vasfi bir baba baskısı görmemişti. Annesine gelince , oğ­
lunu pek çok seven bu kadın, ona karşı hiçbir zaman sert
olamamıştı. Vasfi ilk mektepte beş sene yerine yedi sene oku­
muştu. En sevdiği şey, arkadaşlarıyla top oynamadığı zaman,
kırlara gidip ökseyle kuş tutmaktı. On dört yaşına geldiği za­
man büyük bir insan olduğuna inanmıştı. Daha o yaşta si­
garaya alışmıştı, on yedi yaşında arkadaşlarıyla mahalledeki
meyhaneye uğramaya başlamıştı. Ama yine de bu kahkahalar
onu büyülemişti.
llk aşk macerasını daha lise talebesiyken yaşamıştı. Bu ilk
macera, kendi gibi bir lise talebesi olan genç bir kızla mek­
tuplaşmaktan ibaret kalmıştı. Bu mektuplar gayet aşıkane ya­
zılmış çocuk mektuplarıydı.

35
Kısa bir zaman sonra da mahalle kasabının güzel kansı,
Vasfi'yi -kocasının bulunmadığı bir saatte- evine davet etti.
Bu , ufak tefek, pembe tenli, sarışın bir kadındı.
Vasfi bir müddet bu kadına bağlandı. Maceraları aylarca
devam etti. Sonra kasap işini büyütmüş olduğundan, mahalle
arasındaki küçük dükkanını Mısırçarşısı'na nakledince , evle­
rini de bırakarak kansını şehrin başka bir tarafında bir eve
yerleştirdi. Bu suretle sevgilisiyle buluşmak Vasfi için epeyce
müşkül oldu. Az bir müddet sonra da artık onunla meşgul ol­
maktan vazgeçti. Kendini tecrübeli, hayatı anlamış ve ondan
bıkmış bir adam zannediyordu.
Bu sıralarda ufak bir işle bir müessesede çalışmak için li­
seden çıkmayı düşündü. Fakat buna annesi bütün kuvvetiyle
mani oldu. Dul kaldığı günden beri zengin evlerde gündelikçi
olarak çalışan bu kadın, oğlunun tahsil etmesini istiyordu .
"Hayır yavrum," diyordu . "Tahsiline devam edeceksin ,
ben bunu istiyorum, tahsilini bitirmeden çalışmaya mecbur
olmayacaksın. Babandan kalan tekaüt parası yetmediği için
ben çalışıyorum. Çünkü senin de baban, büyükbaban gibi
tahsilini tamamlamış olmam istiyorum. "
O zaman Vasfi annesine sarılıyor ve onunla, "Söyle baka­
lım anneciğim, babamın babasının tahsili neydi? " diye şaka
ediyordu.
"O yüksek tahsil görmemişti. Sadece bir sanatkardı. Ama
büyük bir kıymeti, bir mahareti vardı. Diyorum ya , o gerçek­
ten bir sanatkardı. "
" Canım anneciğim, büyükbabam, amcam gibi marangoz­
du , o kadar. "
"Böyle söyleme oğlum, büyükbabanın yaptığı şeyleri sen
de gördün, o amcanla kıyas edilebilir mi? Muhakkak ki am­
canda onun ustalığı ve mahareti yoktu . "
"Boş ver anneciğim, amcamda büyükbabamın istidadı ol-

36
muş olsaydı, sanki n'olacaktı? Ne kazanacaktı? Babamın am­
casına bir bak. . . Adamın ne tahsili ne de erkek kardeşi gibi bir
hüneri var fakat bu onun, ailenin en zengin insanı olmasına
mani olmamış. "
"Şimdi büyük amcayı bir tarafa bırak çocuğum. O tüccar
bir adam, halde işi olan eski bir tüccar. Elbette onda bol para
olur. "
"Malum . . . Hepimiz bunu biliyoruz. "
"Ben senin zengin bir adamdan daha fazla efendi bir adam
olmanı istiyorum. Ben senin başınla çalışmanı istiyorum. Be­
nim babacığım çok mütevazı bir öğretmendi, çok akıllı, çok
okumuş, çok efendi bir adamdı. Senin baban da hakiki bir
efendiydi. O da mütevazı bir memurdu . Senin ist�kbalde yük­
sek bir adam olacağına inanırdı. 'Benim oğlum, benim gibi
küçük bir memur olmayacaktır,"' derdi. "Onun bir ilim ada­
mı, belki de büyük bir hekim olacağından eminim. "
Oğluyla böyle konuştuğu zaman, kadının yüzü heyecanın­
dan pembeleşirdi, gülümseyerek:
"Evet oğlum," derdi, "Ben senin hekim olmanı istiyorum.
Büyük bir doktor olacaksın. Ben senin çok akıllı bir çocuk
olduğuna inanıyorum. Kim bilir, belki de meşhur bir hoca
olacaksın. Sen istersen, muhakkak bu böyle olacak. Ben de
çok ihtiyar, çok yorgun bir kadın olduğum zaman, sen bana
bakacak, beni tedavi edeceksin. Şimdi ben daha gencim, ça­
lışmaya kudretim var, çalışacağım , sen tahsil edeceksin; hiç
yorulmadan, hiç usanmadan en ağır işleri memnuniyetle ya­
pacağım. Sonra da sen ikimizin hayatını kazanacaksın, o za­
man çalışma sırası senin olacak."
Annesi , Vasfi'nin tahsiline devam etmesi için o kadar uğ­
raşmıştı ki nihayet Vasfi liseden ayrılmadı. Annesinin istediği
gibi ileride bir doktor olmayı kabul etti, severek tahsiline de­
vam etti .

37
Vasfi, o görünmeyen kadının bir çocuk gülüşü kadar ne­
şeli ve sevimli kahkahalarının sihrinde kaldığı zamanlar tıp
talebesiydi. Tam yirmi iki yaşındaydı. O, bu şakrak kahkaha­
ların tamamıyla tesirindeydi. Penceresinden karşı evin pence­
relerini gözetliyordu fakat bu kadar güzel gülebilen kadın hiç
görünmüyordu.
Nihayet bir gün, karşı evin küçük bahçesinden aynı kah­
kahalar yükseldi. Bir de salıncak sesi işitiliyordu . Vasfi hemen
yerinden fırlayarak pencereye koştu , karşı bahçede iki genç
kız gördü . Bunlardan biri salıncaktaydı, diğeri kapının önün­
de duruyordu . Mütemadiyen konuşuyor ve gülüşüyorlardı.
Kapının önünde duran sarışın, ufak tefek bir genç kızdı; öte­
ki, salıncakta sallanan ince ve uzun vücutlu , esmer bir kızdı.
Gece kadar siyah, gür saçları vardı. Sallandıkça, saçları gibi
kırmızı eteği de kabarıyor, uçuşuyor, güneşten yanmış hari­
kulade güzel bacakları görünüyordu . Salıncak gittikçe hızını
artırıyor, iniyor, çıkıyor, bazen genç kızı dalların arasında bir
an gizliyordu . Kızlar çok neşeliydiler. Nihayet sarışını, Vasfi'yi
gördü ve arkadaşına bir şeyler fısıldadı. O zaman esmer kız
başını çevirerek Vasfi'ye müstehzi gözlerle baktı, sonra ar­
kadaşına dönerek gülmeye başladı. Vasfi bu cüretkar, tahrik
edici, uykularını kaçıran, kendisini büyüleyen gülüşü çok iyi
tanıyordu . Genç kız salıncakta sallanıyor ve ara sıra başını çe­
virerek Vasfi'ye bakıyordu . Bir müddet sonra salıncaktan atla­
dı, arkadaşını kolundan tuttu ve eve girerken Vasfi'ye döndü ,
pervasız, çapkın, sevimli bir gülüşle baktı.

Vasfi onu tasavvur etmiş olduğu gibi bulmaktan hem şaşır­


mış hem de mesut olmuştu. Biraz daha kısa boylu zannetmiş­
ti ama böylesine çekici bir esmer olabileceğini daima düşün-

38
müştü. Şimdi onu tasavvura dahi sığmayacak derecede güzel
buluyordu.
Onu ilk gördüğü günün akşamı annesinin odasında faz­
la kalmadı. Kendi odasına çekildi, lambasını, hatta cigarasını
bile yakmadan pencereye koştu , karşı evi gözetlemeye koyul­
du . Bu evin yalnız birinci katında ışık vardı, öteki iki kat ka­
ranlıktı. Vasfi tam bir saat pencereden aynlmadı, komşu evin
karanlık pencerelerinden gözünü ayırmadı.
Bu bir saat süren sabır mükafatlandı. Karşı evin karanlık
pencerelerinden biri ışıklanıverdi, pencerenin önünde bir ka­
dın gölgesi belirdi. Bu, oydu . Saçlan şimdi omuzlannın üstüne
dökülü değildi, başının üstüne toplamıştı, odanın içinde dola­
şıp duruyordu.
Pencereye çok yaklaştığı zaman, Vasfi onu omuzlarına ka­
dar görüyordu . Pencereden uzaklaştı mı gözden kayboluyor­
du . O zaman Vasfi onun oda duvarına akseden, çok büyümüş,
acayipleşmiş gölgesini görüyordu . Yaptığı hareketlerden bel­
liydi, soyunuyordu .
Meraklı komşusunun kendisini gözetlemekte olduğundan
habersizdi. Bir ara pencerenin önüne gelmişti, bir iki dakika
orada kaldı, sonra pencereden çekilip lambayı söndürdü. Vas­
fi, Şimdi yatağında�ır, diye düşündü. Beyaz çarşaflan arasın­
da o esmer--vücuduy la kim bilir ne güzeldir. Vücudunu tatlı bir
sıcaklık kaplamıştı, "Ne sıcak bir gece . . . " diyerek oda pence­
resinden aynldı.
Hakikaten bunaltıcı bir sıcaklık vardı. Vasfi'nin kalbi hızlı
hızlı çarpıyordu , ter içindeydi.
"insan bu evde boğulacak," diye mınldandı. Bu mahalle­
nin her evinde insan boğulabilirdi. Ahşap evler bütün gün
güneşin altında kavruluyordu. Gece olunca da sanki bütün
gün emmiş olduklan o cehennem sıcaklığını buram buram
etrafa yayıyorlardı. Yakın denizden en ufak bir serinlik bu-

39
ralara kadar gelmiyordu . Sokaklar dardı, akşamları denizden
kopup gelerek sahilleri kucaklayan tatlı meltemler bu fakir
mahallenin dar sokaklarından geçmiyordu .
Vasfi lambasını yaktı, biraz okumak istiyordu. Fakat zihni­
ni okuduğu metne baglayamıyordu.
Susamıştı, içecek su almak için aşağı indi. Evlerinin alt ka­
tında bir sofa, bir de mutfak vardı. Sokak kapısından başka ,
mutfağın da bahçeye açılan bir kapısı vardı.
Aşağı indiği zaman Vasfi, annesi ile iki komşu kadının ora­
daki yuvarlak masanın etrafında oturmakta olduğunu gördü.
Biraz hava işlesin diye, sokak kapısı ile mutfak kapısını ardına
kadar açık bırakmışlardı.
Annesinin misafirleri Nuriye Hanım'la Esma'ydı. Vasfi on-
ları selamladı.
Annesi, "Bir şey mi istedin oğlum? " diye sordu .
"Susadım anneciğim. "
"Sarnıca kova sarkıttım , içinde bir şişe su var, soğumuştur,
oradan al. "
"Sağ o l anneciğim. "
Mutfağa girince , evvela bahçe kapısına yaklaştı , kollarını
gere gere kapının iki tarafını tuttu ve karşı evlere baktı. Burası
kendi odasından çok daha serindi . Kapının önünde böyle du­
rurken , Nuriye Hanım'ın annesine söylediklerini işitiyordu .
"Şükran Hanım, doğrusu böyle bir evlada sahip olduğun
için çok bahtlı bir kadınsın, her zaman Allahın'a şükret. "
"Allah'ıma her zaman şükrediyorum Nuriye Hanım'cığım,
sahiden bahtlı bir kadınım."
"Benim yaşıma gelip de ellerin eline bakmayacaksın, oğ-
lun başında olacak. "
"inşallah kardeşim. "
Esma, bir aks-i seda gibi tekrarladı:
"inşallah. "

40
"Eller arasında yaşamak güçtür. Güç . . . Ancak çeken bilir. "
Nuriye Hanım bir müddet sustu , içini çekti, sonra yeniden
konuşmaya başladı:
"El daima eldir, ona istediğin iyiliği yap , o yine el kalacak­
tır. insanlar nankördürler. Faruk Efendi ile hanımının haline
baksanıza . . . Mahmure Hanım bir parça iyilik bilmeliydi. "
Vasfi'nin annesi:
"Evet, evet," diye cevap verdi. "Hasta olduğu zaman ona
nasıl baktığını hepimiz biliyoruz. lnsan kendi öz kardeşine
bile bundan iyi bakamazdı. "
"O sanki iyileşti mi? Hala hasta. Ev işlerine her gün yar­
dım ederim. "
Esma Hanım:
"Nuriye Hanım'ın kalbi altın gibidir, " dedi. "Ben yabancı­
lar için kendimi feda edemem. O helak eder durur. "
Nuriye Hanım tekrar içini çekti:
"Biliyorsunuz, ben tek başına yaşayan bir garibim. Mah­
mure Hanım'ı kırk yıldır tanırım. lnsanın içi birine bağlan­
mak, birini sevmek ister. Ben onu kardeş gibi severdim, elim­
den gelen her iyiliği yaparım. O bana dünyamı zehretmek için
elinden her geleni yapar. "
Esma sordu :
"Yine ne yaptı komşum? "
"Dedim ya, nankördür o. Şimdi de Besime ile annesinin
kavgaları bizi pek rahatsız ediyor diye tutturuyor. Tanrı'nın
günü başımın etini yiyor. "
Şükran Hanım:
"Ya," dedi.
Nuriye Hanım ağlar gibi bir sesle devam etti:
"Çok kavga ettikleri için onları evden çıkarmalıymışım. "
Mahmure Hanım benden bunu istiyor. Elalemin durup din­
lenmeden kavga etmesinden bana ne? Gelip benimle kavga

41
etmiyorlar ya? Kendi odalarında birbirlerini yiyorlarmış, bu
kimseyi alakadar etmez. Onlar benim kiracılarımın en iyisi­
dir. Bir kere bile kiranın gününü geçirmezler. Ay başı oldu
mu , tırınk. .. Ötesi bana vız gelir. "
Esma Hanım:
" Doğrusun komşum," diye onu tasdik etti.
"Benim evim, oda oda kiraya verilen bir fukara evi , insan
başkaları tarafından rahatsız edilmek istemezse, bir apartman
katında rahat eder, müstakil bir köşk, bir konak tutar, değil
mi ya? "
Esma Hanım:
" Doğrusun komşum," diye tekrarladı.
"Ben Mahmure Hanım'ı evden çıkarmıyorum diye , bana
günlerce küs kalıyor. Ağzından tek söz çıkmıyor. Allah'ın se­
lamını bile benden esirgiyor ayol. . . "
Esma:
"Şaşılacak şey doğrusu ," dedi. "Ötesi sen de bir kiracısın,
elalemin malına sahip mi çıktın," dedi.
"Hay ağzını öpeyim Esma Hanım. Ben Besimeleri severim
de, çok namuslu kadınlardır. Geçen kış Besime de, annesi de
işsizdiler, yine kirayı günü gününe ödediler. "
" Onlar namuslu kadınlardır. "
"Ne demezsin, çok sıkıntı çektiler. Fabrika yeniden açılın­
caya kadar ellerinde kap kacak kalmadı, hepsini sattılar. Alt­
larında şilte, dolaplarında eşya kalmadı ama kimseye de borç
yapmadılar. Besime'nin o güzelim kalın mantosunu bile beş
paraya okuttular. Hatta ben kolaylık olsun diye kendimden, 'lş
buluncaya kadar bana kira ödemeyiniz. Sonra ödersiniz,' diye
teklif ettim de kabul etmediler. Allah var, ben onlara fena söz
söyleyemem, fenalık da yapamam. "
Esma:
"Sen bir melaikesin Nuriye Hanım, " dedi.

42
"Bu iyilik değil, insanlıktır. Ben herkese karşı insanlığımı
yaparım. Böyle yaptığım zaman, karşımda nankörlük görür­
sem, o zaman ifrit kesiliyorum. Ben nankörlük sevmem ves­
selam."
"Haklısın kardeş. "
"Yalnız gücüme n e gidiyor, biliyor musunuz? Ben Besime
ile annesine o kadar kanat gerdiğim halde, şimdi onlar mız­
mızlanmaya başladılar. Herkesin kendilerinden şikayet ettiği­
ni bilmiyorlar da yeni kiracılardan şikayete başladılar. "
Vasfi bu muhavereyi bu noktaya kadar dinlememişti, yeni
kiracılar sözü üzerine birden dikkat kesildi:
Esma:
"Sizin şu yeni kiracılar da kim," diye sordu , "mahallede
onları kimse tanımıyor, buraların yabancıları galiba. "
"Evet, buraya Edimekapı tarafından gelmişler. Erkek aşçı,
Fındıklı'nın oralarda kebapçılık ediyormuş, küçük bir bara­
kası varmış, karısı da her zaman onunla beraber gider, yardım
edermiş, sabah şafakta çıkar giderler, gece geç dönerler. "
"O halde bunlar Besime ile annesini nasıl rahatsız ederler,
onların ikisi de gece çalışıyor. "
"Besime'yi rahatsız eden anne baba değil, kızları . . . Gürül­
tüsünü çekemiyorlarmış. "
"Kız pek mi küçük? "
"Yok canım, kazık kadar karı, güzel, şirin bir şey. . . Ama
cahillik işte, çok neşeli , delişmen bir kız, durup dinlediği yok.
Fıkır fıkır kaynıyor. "
" Çalışmıyor mu? "
Esma Hanım'ın bu sualine Nuriye Hanım dudak büktü :
"Ayol bunlar zamane çocukları, şimdi ana babayı düşünen
var mı? Ana baba kazanıyor, o da evde yan yatıp keyfine bakı­
yor, yan yatmak da söz temsili ya, kaynıyor kaynıyor, kabına
sığamıyor. Gençlik işte , sabahtan akşama kadar akranlarını

43
eve çağırıyor, gramofonu açıyorlar, şarkı söyleyip , tepınıp
duruyorlar. Gamsız, kasavetsiz bir kız işte. Gençlik, ayağını
bastığı yeri bilmiyor vesselam . . . Kahkahası da pek boldur. "
Vasfi, Kahkahası, diye düşünürken, vücudunun içinde sı­
cak bir dalga dolaşıyor gibi oldu .
"Evet, kız fıkır fıkır. . . Durmadan gülüyor. . . Ama ben bu
genç kıza keyifli olmayı, istediği kadar gülmeyi nasıl yasakla­
rım. Bir insan evinde ister ağlar ister güler, değil mi kardeşim?
Vasfi'nin annesi:
"Haklısın Nuriye Hanım, yerden göğe kadar haklısın,"
diyordu . "Gülmek gençliğin hakkıdır. Biz de vaktinde a z mı
güldük, az mı delilik yaptık, az mı gürültücüydük. "
Vasfi annesinin bu sözlerine şaşırdı. Annesinin bir zaman­
lar şu komşu kız gibi neşeli olduğunu, öyle kahkahalar atmış
bulunduğunu düşünemiyordu. Bu , ona imkansız gibi geliyor­
du . O , annesinin bir kere bile kahkahayla gülebilmiş olacağı­
nı tasavvur edemiyordu . Onun, bu çocuğumsu bir mana taşı­
yan güzel yüzünün her zaman mahzun ve kederli bir ifadesi
bulunduğunu zannederdi.
Odasına çıkmak için sofadan geçerken, annesine yaklaştı,
kollarını ince omuzlarına sardı ve :
"Allah rahatlık versin anneciğim , " dedi.
"Allah rahatlık versin yavrum. "
Misafirleri de selamlayıp yukarıya çıkarken, Nuriye
Hanım'ın sesini duydu , annesine:
"Allah oğlunu sana bağışlasın, herkese de anasına böyle
bağlı evlatlar versin," diyordu . "Şükran Hanım sen dünyanın
en mutlu kadınısın. "
Anneciği o tatlı sesiyle:
"Evet, Nuriye Hanım, " diyordu , "ben dünyanın en mutlu
annesiyim. "
Vasfi odasına girip kapısını kapamıştı.

44
Bu geceden sonra geçen üç hafta Vasfi daima komşu kızı
düşündü. Onu görmek, onunla tanışmak, onunla konuşmak
istiyordu . Mütemadiyen pencereden onu gözetliyordu , ona
nasıl yaklaşabileceğini tespit etmek için onun itiyatlarını, so­
kağa gidip gelişlerinin ne zamanlarda olduğunu öğrenmek
istiyordu .
Genç komşusunun da kendini fark etmiş olduğunu , ken­
disine karşı ilgi duyduğunu görerek seviniyordu . Kız pen­
ceresine çıkıp kendisini ona göstermekten adeta zevk duyar
gibiydi. Bakışları ne zaman karşılaşsa, hemen Vasfi'ye gülüm­
süyordu .
Bir gün kendi kendine , Bu kız benim çok hoşuma gidiyor,
diye itirafa cesaret etti. Birkaç gün sonra da, Hiçbir kadını şu
kızı beğendiğim kadar beğenmedim, diye düşündü .
Uykusu kaçıyordu . Sınavlar yaklaşıyordu ve bu Vasfi'nin
umurunda değildi. Her an, her dakika, "Onunla tanışmalı­
yım , onunla tanışmalıyım, onu tanımadan evvel , ben huzura
kavuşamam, " diyordu .
Nihayet, o evinden çıkarsa , onun peşi sıra gitmeye ve ona
sokulup onunla konuşmaya karar verdi. Kendisini tersleme­
yeceğinden emindi.
Bir gün penceresinden ona bakıp gülümseyen güzel kom­
şusu penceresini kapayınca , Vasfi onun sokağa çıktığını an­
ladı ve hemen evden fırladı, onların sokağına girdi ve onu
hemen gördü . Sık adımlarla çabucak ona yaklaştı. Kırmızı bir
elbise giymişti.
Ve bu adi giyinişi onu çirkin yapacağına, bilakis güzelliği­
ne bir keskinlik veriyordu .
Siyah parlak saçları omuzları üzerinde dalgalanıyordu. Bir
kolunda altın rengi madenden geniş bir bilezik, bir parmağın­
da da mavi taşlı, süslü , adi bir yüzük vardı.

45
Bütün bunlara rağmen, Vasfi onu harikulade bir kadın bu­
luyordu . Onu çok güzel buluyordu, bu güzelliğin karşısında
dehşetli bir heyecan hissediyordu, heyecanı o kadar büyüdü
ki bütün arzusuna rağmen ona söz söylemeye cesaret edemi­
yordu . Genç kız ağır adımlarla yürüyordu, arada bir başını çe­
virip Vasfi'ye bakıyordu . Artık kendi sokaklarından çıkmışlar,
büyük caddeye varmışlardı. Vasfi onu adım adım takip ediyor
fakat ona hitap etmeye cesaret edemiyordu . Ona bir söz söyle­
meliyim, böyle pek gülünç oluyorum, diye düşündü. Fakat bu
sözü bir türlü bulamıyordu. Ne söylemeliyim ? Nasıl söze başla­
malıyım ? Nasıl başlarsam olur? Bu da mahallenin öteki hızlann­
dan başka bir hız değil ya! Halbuki o, mahallenin diğer kızla­
rına hiç benzemiyordu . Vasfi bunu birkaç saniye sonra anladı.
Caddede bir hayli ilerlemişlerdi. Vasfi beceriksizliğinden
utanıyordu . Bir ara adımlarını sıklaştırdı, ona söz söylemek
niyetiyle ta yanına geldi fakat yine cesaret edemedi, hızla ya­
nından geçti. lki üç adım atmamıştı ki arkasından alaylı ve
neşeli bir ses:
"Hey komşum," dedi. "Böyle acele nereye gidiyorsunuz ? "
Vasfi şaşkın bir halde başını çevirdi. Günün bu saatinde
cadde oldukça tenhaydı. Etraflarında kimse yoktu. Titreyen
bir sesle:
"Bana mı sordunuz ," dedi.
Genç kız kahkahayla güldü :
"Kendi kendime konuşmadım ya . . . "
Vasfi de güldü .
"Bana hitap ettiğiniz için çok bahtiyarım. "
"Size kalsaydı, cesaret edip konuşamayacaktınız. "
"Halbuki. . . "
Vasfi'nin sözünü kesti.
"Halbuki benimle konuşmak için arkamdan geldiniz. "
"Evet, iyi keşfettiniz . "

46
"Keşfetmedim, gördüm. " Bir müddet sustu , sonra ilave
etti:
"Zaten üç haftadır hep görüyorum. Kedi ciğere bakar gibi
bizim pencereyi gözlüyorsunuz. Bunu fark eden yalnız ben
olsam iyi ama pencerenizden ayrılmadığınızı bütün mahalle
görüyor. Hakkımızda dedikodu yapmaya başladılar bile. "
"Niçin, ben n e yaptım ki? "
"Daha n e yapacaksınız? Böyle devam ederse, ismimi çıka-
racaksınız. "
Kaşlarını çattı, yüzü hiddetli bir ifade almıştı:
"Bana baksanıza siz, kurt bile komşusunu yemez derler. "
"Ben kurt değilim hem . . . "

"Hem de insan yemeye niyetiniz yok, değil mi? Belki


ama . . . "
"Ben yalnız size bakıyorum, bu bir kabahat mi? Gözlerimi
pencerenizden alamıyorsam, buna sebep güzelliğinizdir. O
kadar güzelsiniz ki. . . "
"Yalnız pencereden bakmakla kalmıyorsunuz ki, bugün
de peşime düştünüz. Kim bilir, yarın neler yaparsınız? Fakat
şunu iyi biliniz ki her kuşun eti yenmez . "
"Rica ederim . "
"Kesin sesinizi, bana masal anlatmayın, niyetinizi pek iyi
anlıyorum, zaten onun için sizinle konuştum, ben dedikodu­
dan çok korkanın, anladınız mı? "
" Çok mu suçluyum? Beni öyle azarlıyorsunuz ki ! "
"Çok suçlusunuz ! Size teşekkür edecek değilim herhalde ! "
"Bağışlayın beni. . . Ben hiç zannetmedim ki. . . "
"Mahalleye rezil olmak istemediğimi hiç zannetmediniz ,
öyle mi? "
"Yok, bunu söylemek istemedim. "
"O halde n e söylemek istedinizse, onu söyleyiniz baka­
lım . "

47
"Ben pencereden hayran hayran sizi seyrederken , bunu
başkalarının görebileceğini hiç zannetmemiştim. Çünkü kim­
se beni görmesin diye, çok dikkat ediyordum ve hep içerlek
durarak size bakıyordum. "
"Şimdi sizinle açık konuşalım, beni durmadan pencereden
gözetlemenizi istemiyorum. Mahallede ismimin çıkmasını is­
temiyorum ! Mahallede acubelerin diline düşmekten korku­
yorum. "
"Yani size pencereden bir daha hiç bakmayayım mı? "
"Böylesi her bakımdan hayırlı olur, hiç olmazsa böylelikle
imtihanlara daha iyi hazırlanabilirsiniz . "
"Bu kadarı da hainlik doğrusu . . . "
"Neden hainlik olacakmış? "
"Ben sizi görmezsem yapamam. "
"Yaa. . . Ama daha evvel ne yapıyordunuz? Biz mahalleye
yeni taşındık. "
"Daha evvel sizi tanımıyordum . "
"Şimdi pek mi ahbabız? Beni yine tanımıyorsunuz. "
" Evet. . . Ama tanışmak istiyorum."
"Pencereden pencereye, sen bana hayran , ben cama tır­
man. Böyle tanışmak mı olurmuş? "
"Olmaz tabii, hele siz de istemedikten sonra hiç olmaz. Fa­
kat ne olur, hiç olmazsa, bana pencereden arada bir size bak­
mam için müsaade ediniz . Sizi göremezsem, inanınız bana ,
huzurum kaçacak. Çok bedbaht olacağım ! "
"O zaman beni görmek için bir başka çare bulmaya çalı-
şınız . "
"Bir başka çare mi? "
"Siz kaç yaşındasınız kuzum? "
"Yirmi iki."
"Laf. Siz ancak sekiz yaşında toy bir çocuksunuz. "
"Toy mu? "

48
"Öyle ya . . . Yirmi iki yaşındaki her delikanlı beğendiği kızı
komşulara çaktırmadan görmenin bir yolunu bulur. "
Gözünü kırparak gülümsedi:
"Ben sizin yerinizde olsam, ne yapacağımı bilirdim. "
Vasfi:
"Bildiğinizi bana da öğretiniz, " dedi.
Genç kız küçük elini Vasfi'nin kolu üstüne koydu , neşeli
bir sesle:
"Haydi aptal," dedi. "Beni sinemaya davet etmek için ne
bekliyorsun? "

Sinemaya beraber girdiler. Bu Vasfi için umulmaz bir saa­


detti. Salon kararınca , genç kızın elini tutmak istedi fakat o ,
şiddetle elini çekti v e Vasfi'nin kulağına fısıldadı:
"Komşu , elini çek ben öyle şeyler sevmem, yoksa bu sine­
maya gittiğimiz ilk ve son gün olur. "
Bundan sonra Vasfi onun bir daha elini tutmaya kalkışma­
dı, buna cesaret edemedi. Sinemadan çıkarlarken Vasfi:
"Daha benim ismimi bilmiyorsunuz. Sizin isminizi öğre­
nebilir miyim? "
"lsmim Zeynep. Beğendin mi? "
"Çok beğendim. "

* * *

Bu hikaye , işte böyle, kenar mahallelerde komşu gençler


arasında çok görülen adi ve basit bir şekilde başlamıştı. O
günden sonra sık sık sinemalara , muhallebicilere, pastanelere
gittiler. Bazen de parklarda dolaştılar. Vasfi arada bir cesaret­
leniyor, genç kızın ellerini avuçlan içine alıp okşamak istiyor­
du . Her defasında Zeynep haşinleşiyor:

49
" Komşu , bu işleri bırak. Sonra külahları değişiriz. Beni bir
daha göremezsin," diyordu.
Bazen tenha bir yolda Vasfi onun saçlarını okşamaya veya
beline sarılmaya kalkarsa, o zaman Zeynep bir ifrit kesiliyor:
"Ben ciddi bir kızım," diyordu , "beni saymanı isterim. "
Sonra işi tehdide döküyordu :
" Eğer sen böyle davranmakta ısrar edersen, bir daha tırna­
ğımın ucunu bile göremezsin, " diyordu .
O zaman Vasfi özür diliyor, sözünü tutar da bir daha görün­
mez diye korkuyordu. Fakat ondan ayrılır ayrılmaz hiddetle,
Benimle alay ediyor, diye düşünüyordu. Beni bir aptal, bir çocuk
yerine koyuyor. Burnuma gülüyor. Bu kızı neden bu kadar çok
seviyordu? Çok zeki bir kız değildi, basit bir konuşuşu, basit ve
adi bir düşünüş tarzı vardı. Gayet kötü giyiniyor, saçlarını kötü
tarıyordu. Bütün bu şeylere rağmen, güzelliği kimsenin güzelli­
ğine benzemiyordu.
Vasfi, Zeynep'in ahlakını beğenmiyordu . Kendine her za­
man kafa tutuyor, ona yukarıdan bakıyordu. Şimdi gülüp
şaka ederken, şimdi kızıp kavga etmeye başlıyordu. Hiddet­
lenince de insanın kalbini kıracak kadar tok konuşuyordu.
Vasfi onun bu halleri karşısında üzülüyor, izzet-i nefsinin
kırıldığını hissediyordu . Fakat Zeynep, onu en fazla kırdığı
günlerin sonunda ekseriya değişiyor, birden tatlı yumuşak bir
kız oluyordu. Neşeli bir söz, hoş bir şakayla gönlünü alıyor,
dargın ayrılmamaları için elinden geleni yapıyordu. Vasfi her
defasında çabucak yumuşuyordu fakat bazen pek hiddetlen­
mişse, onunla ciddi bir şekilde kavga ediyordu . O zaman Zey­
nep onun kavgasına ehemmiyet, sitemlerine kıymet vermi­
yor, başka mevzulardan gülerek bahsediyordu.
Bazen de kendisini Zeynep'in yanında en mesut hissettiği
anda , o fena bir söz ve hareketle Vasfi'nin kalbini kırıyor, bü­
tün zevkini bozuyordu .

50
Ve Zeynep bütün bu halleri, bu huysuzlukları, bu şakaları,
bu istikrarsız neşe ve hırçınlıkları, sonra da eşsiz güzelliğiyle
ona hakim oluyordu. Vasfi onu çılgınca seviyor, ona her an
biraz daha, biraz daha bağlanıyordu.
Vasfi her zaman şöyle düşünüyordu: Bana kıymet vermiyor,
bunu göstermek için de bana eziyet ediyor fakat mademki naza­
nnda bir hiçim, neden her aynlışımızda yeni bir buluşma günü
kararlaştınyor ve neden her zaman yeniden geliyor?
Ve işte, bütün bir yaz böyle geçiyordu .

* * *

Vasfi, eski sevgilisi genç üniversite talebesi kızı bu yaz hiç


görmedi, onu tamamıyla ihmal etti.
Zeynep'ten başka hiçbir kadın, hiçbir kız , hatta hiçbir
mevzu onu alakadar etmiyordu. Zeynep'in kendisine her
uzak duruşu ona azap veriyor, "Sanki bir aptalmışım gibi be­
nimle oynuyor," diyordu . Ve gitgide bu düşünce onda kanaat
haline geliyordu. Her buluşacakları gün, Bu defa kendisine onu
bir daha görmeyeceğimi söyleyeceğim, kararıyla gidiyor. Ve her
ayrılıştan önce gelecek buluşmalarının yerini ve saatini tespit
etmek için kendi parçalanıyordu .
Buluşmaları her zaman kendi mahallelerinden uzak semt­
lerde oluyordu . Zeynep komşuların münasebetlerini öğren­
mesinden pek korkuyordu .
Vasfi bunu gördükçe, içini yakan bir kıskançlıkla, Acaba
hayatında başka bir erkek mi var, diye düşünüyordu. Bir gün:
"Bana sokulmayışının, elini okşamama bir kere bile izin
vermeyişinin bir sebebi olmalı, " demişti. "Acaba hayatında
sevdiğin bir erkek mi var? "
"Bir erkek mi? "
"Olamaz mı? "
Zeynep'in kaşları çatılmıştı:

51
"Hoppala, şimdi de kıskançlık mı başlıyor? "
Vasfi:
"Ben kıskanç değilim, " diye itiraz etmişti.
"O halde bu sözün manası ne? "
"Bana karşı bu kadar uzak kalmanın sebebini araştırıyor­
dum da . . . "
Zeynep onun kolunu tutmuş, gülümsemiş ve şunları söy­
lemişti:
"Ben ciddi bir kızım, hepsi bu . Eğer benim bir sevgilim
olsa , seninle Tanrı'nın günü sinemalarda, pastanelerde, mu­
hallebicilerde gezer tozar mıyım? Eğer ahbaplığımızın de­
vamını istiyorsan, daha uslu , daha akıllı olman lazım. Kaba
Türkçesi , ben dalga geçilecek kızlardan değilim. "
Vasfi sonradan hapishanede kendi kendine, birçok defa fe­
laketinin sebebinin Zeynep olup olmadığını sormuştu . Ve her
defasında "Hayır" demişti. "Felaketimin sebebi Zeynep değil­
dir. Beni bu uçuruma iten o olmamıştır. Bütün kabahat bende ,
yalnız bende. Suçlu benim, Zeynep'in bu işte ne günahı var?
Ben onu çok sevdim, kendimi ona sevdirmeyi beceremedim.
Ben onun için bir hiçtim, onun hayatında en ufak bir yerim
bile yoktu , halbuki ben bütün hayatımı ona feda ettim. Her
şeyi feda ettim. Onun için , Zeynep için feda ettim . "
Zeynep'in alakasızlığı onun gözünü açmalıydı, ona karşı
duyduğu bu şiddetli sevginin bir delilikten başka bir şey ol­
madığını anlamalıydı. Vasfi, Zeynep'in samimi olduğundan
emindi, parmaklarının ucunu bile onun avuçlarına bırakma­
yan bu kıza karşı sonsuz saygısı vardı. Onun hoppalıklarına,
hafif görünüşüne rağmen, çok ciddi ve dürüst bir kız oldu­
ğuna inanmıştı. Zaman olurdu ki kendisini sevmeyen bu kız­
dan biraz şefkat dilenmek ihtiyacıyla kavrulurdu. Onu çılgın
gibi seviyordu. O kadar güzeldi ki. . . Tunç renginde pürüzsüz
bir teni vardı, bu tenin çok tatlı , ipek gibi olduğu şüphesiz-

52
di. Beli incecik, yanakları pembe, dudakları kırmızı, gözleri
inanılmayacak kadar parlak ve iriydi. Sonra o sonsuz neşesi. . .
Bu kız ona kiraz dalını hatırlatırdı. Evet, o kiraz dalı gibi bir
kızdı. Zeynep tarafından sevilmek için yapamayacağı hiçbir
şey yoktu.
Hapishanedeyken hep bunu düşünürdü . Felaketimde
Zeynep'in hiçbir suçu yoktur. Vasfi'nin başına gelen felakete
belki de sebep olmuştu ama bunu istememişti. O zaman­
lar Vasfi, Zeynep için her türlü fedakarlığa hazırdı. Fakat o ,
Vasfi'den hiçbir şey istemiyordu . Belki d e şimdi, Vasfi'nin
bu işi neden yaptığını bile anlamıyordu . Bütün bu olanları
izah edemiyordu . Zeynep, Vasfi'nin zannettiği kız değildi.
Hayalinde olan kadını kendisi yaratmıştı. Büyük amcasının
evinde , Naile Yenge'nin odasında Zeynep'le karşılaştığı günü
hatırlıyordu . O gün karşısında bulunduğu Zeynep büsbütün
başka bir kadındı fakat o artık bu kadının bir oyuncağı haline
gelmişti. Bir şey göremiyor, hakikati anlamak bile istemiyor­
du . Zeynep en akıl kabul etmeyecek sözlerle onu kandırıyor,
sakinleştiriyordu .
Bir pazar sabahı henüz yatakta olduğu bir sırada , anne­
si odasına girmişti . Elinde bir mangal vardı. Mangalı yatağa
yakın bir yere koymuş, sonra Vasfi'ye yaklaşmış, eğilip öp­
müştü .
"Artık kalk yavrum, saat on oldu . "
"Peki, anneciğim. "
Annesi çayını hazırlamak için birkaç dakika odadan çık­
mış, elinde tepsiyle gelmişti. Vasfi çayını içerken, annesi
onun yanına oturdu :
"Oğlum," dedi. "Senden bir isteğim var. Bunu sakın red­
detme. "
"Anneciğim, ben senin hangi isteğini reddedebilirim, em­
ret. "

53
"Bugün Naile Yenge'ni ziyaret edeceksin. "
Vasfı yüzünü buruşturdu .
"Bu sözümden pek memnun olmadığını görüyorum. "
" Naile Yenge'me gideceğim anneciğim, yengemi çok seve-
rim. Fakat. . . "
"Fakat? "
"Fakat ortada bir de büyük amcam var, bu adam benim
sinirlerimi bozuyor. "
Annesi gülümsüyordu:
"Soyunun büyüğü olan amcandan bu tarzda bahsetmek
doğru mu? Unutma ki o senin babanın amcasıdır. "
"Soyumuzun büyüğü ! insanı tenkit etmek için soyumu­
zun büyüğüdür ama yardım lazım olunca elden daha eldir.
Onun aile büyüklüğüne boş ver anne ! Ondan nefret etmeye
Nuri'nin yerden göğe kadar hakkı var. "
"Nuri, boş kafanın biridir. "
"Ben öyle düşünmüyorum. "
"Beni dinle Vasfi. . . Naile Yenge çok fena. Biliyorsun, o sana
şimdiden 'doktor' diyor. Geçen gün bana, 'Benim küçük dok­
torum neden beni görmeye gelmez oldu? ' diye sordu. "
"Evet, hakkı var, bu son haftalarda onu biraz fazla ihmal
ettim . "
"Son haftalardayrnış. Son aylarda desen daha doğru olmaz
mı? "
"Aylar m ı dedin? "
"Aylar tabii, ona ü ç aydır gitmedin. "
Vasfı hayretle:
" Olamaz, " dedi.
Zeynep'i tanıdığından beri gözünde hiçbir şey yoktu. Yal­
nız ve yalnız onunla meşguldü.
Annesi kederli bir sesle:
"Naile Yenge'nin durumu bugünlerde ağırlaştı. "

54
"Başlangıçtan beri onun hali ağırdı, onun hastalığı şifa
bulmaz bir hastalık, bu ilk teşhisten beri biliniyor. "
"Zavallı kadın. Onu gidip görmelisin oğlum , bu onu teselli
edecektir. "
"Peki, anne. "
" O seni şimdiden doktor zannediyor. "
"Doktor olabilmem için daha kırk fırın ekmek ister, " diye
gülümsüyordu. "Ama yine de bugün gidip onu göreceğim. "
"Bu son zamanlarda ona ilgi göstermedin ! "
"Anneciğim, bana sitem mi ediyorsun? "
"Hayır, yavrum, sadece hakikati söylüyorum. "
" Canım anneciğim , dur da sana anlatayım, ben büyük
amca ile karşılaşmamak için oraya gitmiyorum, o adam hiç
iyi bir adam değil , ondan nefret etmekte Nuri pek haklı. "
"Sen d e Nuri'den aşağı kalmıyorsun, amcandan sen de
nefret ediyorsun, bu doğru değil. "
"Ondan nefret etmiyorum ama o adam canımı sıkıyor, onu
görmeye tahammülüm yok."
Annesi güldü :
"Niçin," diye sordu .
" Çünkü o kendinden başka hiç kimseye kıymet vermiyor,
aileden kendisinden başka adam çıkmazmış zannediyor, on­
dan başka akıllı, becerikli bir kimse olmadığına inanmış, aile
içinde mutlaka son sözü o söyleyecek. "
"Bu tabii değil mi, o , ailenin e n büyüğü . "
"Anneciğim, yalvarırım sana, mütemadiyen b u sözleri tek­
rar etme, o, ailenin büyüğü ise bundan ben mesul değilim ya.
Onu ben seçmedim ki ! "
"Vasfi, böyle konuşmanı hiç sevmiyorum. "
"Ben de o ihtiyarın hepimizi küçük görmesini sevmiyo­
rum, dünyanın en sevimsiz adamı. "
"Senin neden ona karşı böyle olduğunu biliyorum, baban

55
için söylediği sözler seni çok kırmış olacak, öfkenin sebebi
bu . "
" Evet, anne, babamdan bahsettiği zaman çok ileri gidiyor,
ona hürmet etmiyor, onun bir. . . "
Vasfi birden susmuştu , annesi yavaş bir sesle onun son
cümlesini tamamladı:
" Onun bir sarhoştan başka bir şey olmadığını söylüyor. "
Vasfi cevap vermeden, başını önüne eğdi. Annesi kederli
bir gülümsemeyle devam etti:
"Evet, biliyorum, ölmüş olan bir adamın arkasından fena
sözler söylemekten adeta zevk alıyor. Bunu her zaman tek­
rarlıyor. "
"Babamın içkiden ölmüş olduğunu da tekrarlıyor, eğer o
kadar içmemiş olsaymış , genç yaşında ölmezmiş . "
"Evet, dedim ya , bunları söylemekten zevk alıyor. Amca­
nın babam sevmemesinin başka bir sebebi vardır, sen de bili­
yorsun. Babana dükkanda çalışmasını teklif etmişti. "
"Evet, biliyorum, babam d a b u işi kabul etmemiş. "
"Baban liseyi bitirmek istiyormuş. "
"Son defa oraya gittiğim zaman, amcam bana, babamı
mahveden şeylerden birinin de o elinden düşürmediği men­
hus kitaplar olduğunu söyledi. Babamı bu şeytanın kitapları
deli etmiş . "
Vasfi güldü :
"Ben zannediyorum ki hayatta muvaffak olmak için mut­
laka amca kadar cahil olmaya ihtiyaç yoktur. "
"Yavrucuğum, bilirsin ihtiyarlar biraz fazla konuşurlar,
onların bu küçük kusurlarını hoş görmek lazım . "
"Şakir amca kendini beğenmişin biridir, dünyanın e n üs­
tün adamı olduğunu zannediyor. "
Kahvaltısını bitirip giyinmeye başlamıştı.
"Anne," dedi. "Sahiden babam çok mu içerdi? "

56
"Hayır, oğlum. Baban akşamlan bir iki kadeh içerdi, bir­
çok insanın yaptığı gibi. Baban sarhoş adam değildi, bunu
hiçbir zaman aklına getirme. "
Vasfi omuzlarını silkti:
"Bunların hiçbir kıymeti yok. Çok içen bir sarhoş olsun
yahut olmasın, bu kendi bileceği şeydi, başkalarının alakası­
nı çekmemeliydi. Babamın ölümünden bugüne on yedi sene
geçmiş, artık bunlar konuşulmaz . "
"Haklısın çocuğum."
"Şimdi sıra bana geldi anneciğim, babamın yerini ben al­
dım , Şakir amca artık benimle uğraşmaya başladı. Tahsilimi
ortada bırakıp herkes gibi çalışmalıymışım, bunun böyle ol­
ması için elinden geleni yapacakmış. "
Annesi ağır ağır yerinden kalktı, tatlı olduğu kadar sevimli
bir sesle:
"Hayır, oğlum," dedi, "sen tahsiline devam edeceksin ,
şimdilik ben çalışacağım. "

* * *

Şakir Amca'nın evi aynı mahalledeydi. Üç katlı ahşap bir


bina.
Vasfi kapıyı çaldı. Orta yaşlı bir kadın kapıyı açtı. iri yan bir
kadındı, başında siyah bir başörtüsü, gözlerinde sert bir bakış
vardı. Üzerine basma bir elbiseyle örme bir ceket giymişti.
Yarı açık duran kapının arkasından sordu :
"Ne istiyorsunuz ? "
Dikkatle Vasfi'yi süzüyordu .
"Ben Şakir Efendi'nin yeğeniyim. "
"Buyurun . . . "
Vasfi içeri girip merdivenlere doğru yürüdü . Yukarı çıkın­
ca yengesinin kapısı önünde durdu , başını çevirip arkasında
duran kadına sordu:

57
"içeri girebilir miyim, belki uykudadır? "
"Hayır, uyumuyor, buyurun girin, siz doktor olan yeğeni-
siniz, değil mi? "
Vasfi gülümseyerek:
" Daha değilim," dedi, " tıp tahsil ediyorum. "
"Hepsi bir kapıya çıkar. Geleceğinizi biliyordum, anneniz
Naile Hanım'a söz vermişti. "
Oda kapısını, "Naile Hanım, sabırsızlıkla beklediğin he-
kim geldi," diyerek açtı.
Odanın içinden zarif bir ses yükseldi:
"Oh, Vasfi'ciğim sen mi geldin? Safa geldin. "
" Evet, yengeciğim, ben geldim. "
ileri doğru atıldı fakat kapının eşiğinde put gibi kaldı.
Gözlerine inanamıyordu . Zeynep oradaydı, kendisinden iki
adım ötede.
Fakat bu tanımadığı, bambaşka bir Zeynep'ti. Onun Zey­
nep'i boyanırdı, süslenirdi, allı güllü giyinirdi. Biraz ötedeki
iskemlenin üstünde dizleri birbirine kavuşmuş, elleri dizleri
üstünde, bir nebze yüzünde, gözünde, hatta dudaklarında bile
boya gölgesi dahi yoktu. Yalnız her zamanki gibi dağınık saç­
ları omuzlarına düşüyordu ama onları da uçlarını çenesinde
bağladığı bir eşarpla örtmüştü. Üstünde gri renkte soluk bir
elbise vardı, iskarpinle odaya girmemiş, onları kapıda bırak­
mış olduğu için ayaklarında sade çorap vardı; saygılı bir duruş
içinde Zeynep artık o kibirli, mağrur, o pervasız Zeynep değil-
di. Çok utangaç, çok mütevazı bir görünüşü vardı.
N aile Yenge'nin sesi tekrar duyuldu :
"Niye öyle kapıda durdun, gelsene içeriye. Yaklaşsana
bana yavrum."
" Geliyorum yenge ! " Hastanın yatağına doğru ilerledi.
Hasta ona gülümsemeye çalışıyordu . N aile Yenge'nin yatağı
cevizden yapılmış geniş bir karyolaydı. San atlastan yorganın

58
üstünde kırmızı ve yeşil işlemeler görünüyordu . Renkli bir
mendil içindeki Kuran hastanın başucunda, duvara asılmış­
tı. Ufalmış, zayıflamış vücuduyla hasta, bembeyaz çarşafların
arasında yatıyordu. Vasfi ona doğru eğildi ve:
"Merhaba yengeciğim," dedi, "ümit ederim ki kendinizi
daha iyi hissediyorsunuz . "
Vasfi hastanın küçük v e nemli elini tutup öptü . Yengesi
cevap vermeden, kapıyı açmış olan kadın atıldı !
"Hiç iyi değil zavallı, bu son günlerde çok yorgun düştü . "
Hasta kadın titrek bir sesle :
"Evet, oğlum," dedi. "Pek yorgunum, kendimi fena hisse-
diyorum. "
"Hiç de değil yengeciğim. Ben sizi çok iyi gördüm . "
Naile Hanım mahzun bir tavırla gülümsedi:
"Hiç zannetmem evladım, sen beni teselli etmek, bana ce­
saret vermek için böyle konuşuyorsun. "
"Sizin cesarete ne ihtiyacınız var, yengeciğim. Siz daima
cesur bir insansınız. Hastalığınız uzun sürebilir, bunun için
de istirahat etmeniz şarttır, hepsi bu. "
"Kendimi çok yorgun hissediyorum, hiç dermanım kalma­
dı. "
"Bana inanınız yenge, yakında bunların hepsi geçecek, bir
şeyiniz kalmayacak . "
"Zannetmiyorum, artık iyi olamayacağım. "
Vasfi'nin yanında duran uzun boylu kadın, hastaya doğru
eğildi:
"insan hiçbir zaman ümitsizliğe düşmemelidir, son daki­
kaya kadar Allah'tan ümit kesilmez," dedi.
Hasta kadın son dakikada sözünü işitince ürperdi, gözle­
rine korku doldu, bir şey söylemek istedi fakat şişman kadın
ona vakit bırakmadan:
"Eğer vakit gelmediyse, Allah ölüm halinde olan bir insa-

59
na bile yaşayacak kuvveti verir. lyi bir Müslüman ölümden
hiçbir zaman korkmaz , bu dünyanın hiçbir ehemmiyeti yok­
tur, her şey öteki dünyada. lnsan imanı tam olarak gözünü
kapamalı ve cesaretle ölümü beklemelidir. "
Hasta kadın yalvaran bir sesle:
"Sus kardeşim," dedi, "bunlardan konuşmayalım. "
" Niçin konuşmayalım komşu , kocan Müslüman adamdır,
konuştuğumuzu duyarsa, o da memnun olur, insan daima
ölüme hazır olmalıdır. "
lhtiyar kadın halsiz sesiyle mırıldandı:
" Ömrümün sonunda olduğumu biliyorum, çok şükür
Rabbim'e ben de iyi bir Müslümanım , ölüme hazırım. "
Vasfi hastanın elini okşadı, neşeli olmaya gayret ettiği bir
sesle:
"lyi bir Müslüman olarak daha uzun seneler yaşayacaksı­
nız yengeciğim," dedi.
lhtiyar kadın gülümseyerek ona baktı fakat bir şey söyle­
medi.
Oda kapısı açılmıştı, Vasfi başını çevirdi , karşısında amca­
sını gördü . Şakir Efendi geniş fakat düşük omuzlu , gür beyaz
saçlı, uzun boylu bir ihtiyardı. Elinde tespih vardı, siyah ka­
difeden küçük bir takke başını örtüyordu .
"Merhaba Vasfi," dedi.
"Merhaba amca. "
Vasfi ihtiyar adama yaklaştı, elini öptü . Şakir Efendi odaya
girince Zeynep hemen yerinden kalkmıştı. lhtiyar adam:
"Nihayet," dedi, "amcanla hasta yengen aklına gelebil­
miş ! "
"Bu son günlerde çok meşguldüm amca, imtihanlara ha­
zırlanıyordum . "
"Malum . . . Malum. . . Bugünkü gençler için üniversitenin
ne demek olduğunu biliyoruz . "

60
Zeynep hep ayakta duruyordu . Mahcup bir tavırla önüne
bakıyordu. Şakir Efendi başını çevirip onu görünce , yüzünün
manası hemen değişiverdi.
"Niçin ayakta duruyorsun kızım," dedi, "otursana. "
Zeynep gözlerini kaldırdı, sevimli bir gülümsemeyle:
"Teşekkür ederim," diyerek yerine oturdu.
Şakir Amca da onun karşısında duran bir koltuğa otur­
muştu. Artık genç kıza bakmıyordu , gözleri yarı kapalı, tespih
çekmeye başlamıştı. Siyah başörtülü kadın Zeynep'e döndü :
"Aşağı in de Şakir Efendi'ye bir kahve pişir, " dedi. "Tabii
misafir beye de . . . "
"Peki , anne . . . "
Zeynep hemen yerinden fırlamıştı. Vasfi, "Annesi mi? "
diye hayretle kendi kendine sordu . Bu şişman, iri yarı, sert
yüzlü , sevimsiz kadın nasıl Zeynep'in annesi olabilirdi ! Oda­
ya girdi gireli Zeynep bir kere bile Vasfi'nin yüzüne bakma­
mıştı. Fakat şimdi, odadan çıkarken, odadakilerin kendi yü­
zünü göremeyecekleri bir hizaya gelince, gözlerini kendisine
bakmakta olan Vasfi'ye çevirdi. Yüzünün o mahcup ve masum
manası birden değişti. Şimdi bu yüz her zamanki fettan , şirin ,
yaramaz manasını buluvermişti. Vasfi'ye gülümsedi ve onun
şaşkın bakışları karşısında dilini çıkararak odadan çıktı.
Kapı kapanınca , Şakir Efendi , Vasfi'ye döndü ve ağır bir
sesle:
"Evvelki gün, daha doğrusu evvelki akşam seni şu köşede­
ki meyhaneye girerken gördüm," dedi.
Vasfi'nin canı sıkılmıştı, kuru bir sesle:
"Bunda hayret edecek bir şey yok. Ben her akşam oraya
giderim," dedi.
Şakir Efedi bu cevaptan hoşlanmamıştı, homurdanarak
kaşlarını çattı.
"Bir zamanlar babana da böyle meyhanelerde tesadüf edi-

61
lirdi, hem de sık sık. Şimdi annen yabancı evlerde gündelikçi
olarak çalışıyor. "
Vasfi kıpkırmızı kesilmişti, cevap vermedi. ihtiyar adam
devam etti:
"Sen bir an evvel bir iş bulup anneni çalıştırmamalısın.
Artık bunun zamanı geldi de geçti ! "
"Hayır, amca, ben tahsilime devam edeceğim. "
"Tahsilin ! "
Şakir Efendi omuzlanm silkerek:
"Herhalde tahsilini meyhanelerde ikmal edemeyeceksin, "
diye homurdandı.
Hasta kadın yatağının içinde sabırsızca kımıldadı, halsiz
bir sesle:
"Şakir Efendi, çocuğu rahat bırak. Şimdi bu sözlerin sırası
mı? "
Sonra endişeli gözleri Vasfi'nin gözlerini aradı. Ondan Şa­
kir Efendi'ye uymamasını, işi uzatmamasını yalvararak isti­
yordu . Vasfi ile göz göze gelince, ona zavallı ve kederli bir
bakışla gülümsedi. Naile Hanım, Vasfi'nin, amcasına hiddet­
lenerek bir daha kendisini görmeye gelmeyeceğinden kor­
kuyordu , bunun için de cesaretini eline alarak kocasından
Vasfi'nin canım sıkmamasını istemişti. Fakat Şakir Efendi
hiddetle karısına döndü :
"Naile Hanım," dedi, "sen bana karışma. "
Naile Hanım bezgin ve yorgun, gözlerini kapadı.
Vasfi, yengesinin yatağına yaklaştı, onun elini avuçlan içi­
ne aldı ve yalnız hasta kadının işitebileceği bir sesle:
"Yengeciğim, " dedi. "Sizi ne kadar sevdiğimi bilirsiniz, hiç
üzülmeyiniz. Siz, iyi olana kadar sık sık geleceğim. "
"Sağ o l yavrum, senin yanında kendimi çok daha iyi his­
sediyorum. "
Sonra sesini daha alçaltarak devam etti:

62
"Öyle hasta, öyle yalnızım ki evladım. "
Vasfi onun n e kadar yalnız olduğunu anlıyordu. Yanında
bir gölge gibi yaşadığı bu kendinden başka kimseyi düşünmez
adamın evinde, onun bir gün bile mesut olmamış bulunduğu­
nu biliyordu. Kendi evinin bir gün bile hanımı olmamıştı, ko­
casına bir hizmetçi olmaktan kurtulamamıştı. Hakiki esaret
hayatı geçirmiş olduğu bu evde bir gün gülmemişti.
Çocuksuz bir kadındı. Kocasının iki yeğeninden Vasfi'ye
muhabbetini vermiş , ona bağlanmıştı. Onu öz evladı gibi se­
verdi.

* * *

Vasfi birden geriye baktı, kapı açılmıştı. Elinde bir tepsi ile
Zeynep içeriye girmişti. Yüzünde mahcup, masum bir ifadey­
le ilerliyordu. lhtiyarın oturduğu koltuğa doğru eğilerek tatlı
bir sesle:
"Buyurun kahvenizi," dedi.
Şakir Efendi'nin yüz çizgileri birden gevşedi, geniş bir gü­
lümsemeyle ona teşekkür etti. Şimdi Zeynep, Vasfi'ye dön­
müştü , tepsiyi ona doğru uzattı ve nazik bir sesle:
"Siz de buyurmaz mısınız, " diye sordu.
"Evet, teşekkür ederim, zahmet ettiniz. "
Vasfi, Zeynep'i ilk defa olarak bir evde görüyordu v e onu
harikulade tatlı buluyordu.
Sinema salonlarında, pastanelerde konuştuğu o hoppa, o
hırçın Zeynep ortadan kaybolmuş, yerini mütevazı, cana ya­
kın bir Zeynep'e bırakmıştı. Vasfi ötekine tapıyordu . Fakat
bunun yanında bütün bir hayatı geçirmenin ne güzel olacağı­
nı düşündü . Şimdiye kadar o saadeti aklına bile getirmemişti.
Onunla her zaman beraber yaşamak, bir evde, hiç ayn lmadan . . .
Onun kanm olmasını istiyorum, diye düşündü.

63
Zeynep annesine fincanlardan birini uzatmıştı. Genç kıza
gülümseyerek baktı:
"Tepside yalnız bir fincan kahve kaldı," dedi.
"Evet, sizin kahveniz. "
"Sizin kahveniz nerede? " Siyah başörtülü kadın azametle
söze karıştı:
"Benim kızım büyüklerinin ve annesinin yanında kahve
içmez , Allah'a şükür biz eski adetlere hürmet ederiz. "
Vasfi güldü :
"Ben büyüklerin önünde bir fincan kahve içmenin saygı­
sızlık olabileceğini zannetmiyorum," dedi.
"Siz istediğiniz gibi düşünebilirsiniz , herhalde benim kı­
zım, ne annesinin önünde kahve ne de babasının yanında si­
gara içebilir. Ne yapalım, biz bu adetlere bağlı insanlarız. "
Vasfi kahvesini içerken, hep gülümsüyordu. Şakir
Efendi'ye döndü :
"Kahve içmeme herhalde müsaade ediyorsunuz, değil mi
amca, " dedi.
Şakir Efendi ağzının içinde bir şeyler homurdandı, ne söy­
lediği anlaşılmıyordu. Zeynep tatlı ve uslu bir sesle sordu :
"Şakir Efendi, kahvenizi beğendiniz mi, iyi oldu mu? "
"Tam kararında bir kahve olmuş ! Şimdiye kadar içtiğim
kahvelerin en lezzetlisi. "
İhtiyar adam Zeynep'e bu sözleri söylerken, gözlerinin içi
gülüyor, tatlı tatlı gülümsüyordu .

Vasfi birkaç gün sonra yeniden yengesini görmeye gitti.


Amca evde yoktu, ümit ettiği gibi de Zeynep orada değildi.
Yalnız genç kızın annesi hastanın başındaydı.
"Yalnız değilsiniz yengeciğim. "

64
"Evet, Şüküre Hanım çok iyi, çok merhametli bir komşu,
beni hiç yalnız bırakmıyor. "
Hafifçe omuzlarını silken Şüküre Hanım:
"Elhamdülillah Müslümanız, " dedi. "Ben her komşunun
yapacağını yapıyorum, fazla bir şey yapmıyorum. Benim yap­
tığım bir vazife . Hepimiz bu yolun yolcusuyuz. Bir gün bana,
bir gün sana . . . Herkes bir gün bir başkasına muhtaç olacak . "
Hasta kaderine tevekkül etmişe benziyordu. Mükedder bir
gülümsemeyle boynunu büktü :
"Artık çok vaktim kalmadığını biliyorum," dedi. "Ben göç­
tükten sonra pek yalnız kalacak olan Şakir Efendi'yi umarım
ki tek başına bırakmazsınız , ona yardım edersiniz , eve bakar­
sınız. Son zamanlarda öyle çöktü ki. . . "
"Onu hiç düşünme komşum. Allah gecinden versin, hak­
kın emri size eriştiği zaman, ben Şakir Efendi'ye öz ağabeyime
bakar gibi bakacağım. "
Vasfi gülmeye gayret etti:
"Yenge, sen neler söylüyorsun," dedi. "Bırak şu kötü laf­
lan , büsbütün iyileştiğin zaman, neler yapacaksın ondan ko­
nuşalım. "
Hastanın gözlerinde ufak bir pırıltı vardı. Ümit. . .
Vasfi:
"Yataktan kalkar kalkmaz şöyle bir deniz kenarına veya
bağlık, bahçelik bir yere gitmelisiniz , size hava tebdili lazım
gelecek."
Hasta kadın gülümserken, Şüküre Hanım başını göze ba­
tan bir ümitsizlik ifadesiyle eğiyordu .

* * *

Bir sigara içmek için Vasfi dışarıya çıkıp yan odaya girdiği
zaman, Şüküre Hanım'ı gene karşısında buldu. Zeynep'in an­
nesi ciddi bir sesle ona:

65
"Yengeniz artık günlerini tüketiyor," dedi.
Ona cevap vermek istemeyen Vasfi müphem bir surette
başını salladı.
Kadın devam etti:
"Nöbetler sık sık geliyor, hem de öyle kuvvetli ki insan
ölse de kurtulsa diye dua ediyor. "

"Asıl acınacak insan da amcanız. Yakında yapayalnız ka­


lacak. Onun yaşında yalnızlık. Vallahi düşündükçe, yüreğim
hun oluyor. "
"Asıl düşünülüp acınılacak kimse amcam değil, hasta yen­
gemdir. Onun ömrünü biraz daha uzatabilmek için elden ge­
leni yapmak lazım . "
Sonra Şüküre Hanım'ın gözlerine dik dik bakarak ilave
etti:
"Şimdiye kadar size birkaç kere söylemek istedim ama hiç
yalnız kalmadığımız için fırsat olmadı. Siz ekseriya yengemle
kalıyorsunuz, onun hastalığı kalp hastalığı. Bunun için onu
telaşlandırmamak lazımdır. En ziyade buna dikkat etmeli.
Hele yanında hastalıktan , ölümden, fena şeylerden hiç bah­
setmemeli , onu hiç korkutmamalı. En u fak bir heyecan onun
için tehlikelidir. "
"Biz hepimiz Müslümanız , " dedi , " eğer ona vaziyeti, akı­
betin yakın olduğu anlatılmazsa , sonunda ne tövbe istiğfar
eder ne de iman tazeler. Kelime-i şehadet getirmeden gürler
gider. "
Vasfi sabırsızlıkla:
"Eğer Allah varsa," diye söze başladı.
Kadın iki eliyle ağzını kaparken:
"Tövbe tövbe," dedi.
Vasfi:
" Ölüm eşiğinde bir kulunun ne dediğine değil, bütün bir

66
hayat boyunca gittiği yola ve efaline bakar. Bir ömür boyunca ,
işlenilen günahların ölümün eşiğinde tövbe istiğfar dileyerek
affedileceğine ben inanmam ! "
"Fakat Allah'ın emri. . . "
"Beni bağışlayınız , " diye Şüküre Hanım'ın sözünü kesti.
"Bizim neslimiz din dersleri okumadı, bu mevzuyu sizinle
tartışacak durumda değilim. Ben tıp fakültesi talebesiyim ve
yengemin hastalığının ne olduğunu , hayatı için ne gibi şeyle­
rin tehlikeli bulunduğunu biliyorum. "
Kadın suratlı suratlı:
"Peki," dedi, "mademki onu imanla yolcu etmemizi iste­
mek tehlikeliymiş, bir daha ben de ona ne kelime-i şehadet
getiririm ne de fenalık geldiği zaman, başında Kuran oku­
rum. "
Vasfi, Zeynep'in annesini gücendirmiş olduğunu anladı,
fakat, Göz göre göre de yengemi korkudan öldürmesine müsaade
edilemez, diye düşündü.
Zeynep gelir ümidiyle daha birkaç saat yengesinin yanın­
da kaldı.
O gün Zeynep görünmedi.
Epeyce geç gitti ama amcasının geleceği saatten biraz evvel
çıktı gitti.
Nuri'yi her akşam tezgah başı yaptıkları köşedeki bakkal­
da buldu . Etrafındaki mahalle arkadaşlarıyla gülüp konuşa­
rak her akşamki gibi, rakısını içiyordu .
Vasfi onu selamladı, rakı ısmarladı. Ona dikkatli dikkatli
bakan Nuri:
"Bu akşam suratın bir kanş," dedi, "bir derdin mi var?"
"Bu akşam Naile Yenge'nden geliyorum. "
"Zavallı yenge . . . Bugün annem de ziyaret etmiş, hali hiç de
iyi değilmiş. "
"Maalesef öyle. "

67
" Kadıncağızın ölümüne o pis ihtiyar sebep oluyor. "
Vasfi bu söze itiraz etti. Ne kadar da Şakir Amca'dan nefret
etse, böyle tezgah başında bu türlü konuşulmasından hazzet­
miyordu .
" Neden itiraz ediyorsun, kadına ömrü boyunca hayatını
zehir etmedi mi? Elbette onu öldüren Şakir amcadır ! Zavallı
Naile Yenge için ölüm kurtuluş olacaktır. "
Kadehini eline aldı, birden dikti, sonra devam etti:
"Asıl ölecek olan mendebur ihtiyardı. Ölümü hepimiz için
saadet olurdu . "
Nuri asabi bir gülüşle ilave etti:
"Herifin dini imanı para . Boyuna para biriktiriyor. Bu pa­
ralar öbür dünyada para eder mi ki götürecek? Enayinin kaç
günlük ömrü kalmıştı. "
"Bundan bize ne? "
" Oğlum sen kibarlık taslıyorsun, paraya ehemmiyet ver­
mez görünüyorsun, ben senin gibi değilim, ben onun parası­
na ehemmiyet veririm . Biz onun mirasçılarıyız. "
Vasfi:
"Yani , " dedi.
Nuri:
"Ne yanisi, " diye cevap verdi , "bunun yanisi manisi yok !
Biz onun bal gibi mirasçılarıyız. Bize şimdiden yardım ede­
mez mi, bir iş tutalım diye. "
Nuri omuzlarını kaldırdı:
"Evladı da yok, " dedi, "papellerini tahtalı köye mi götü­
recek ? "
lçkiyi biraz fazla içmiş olan Nuri dili dolaşarak, durmadan
konuşuyordu . Fakat artık Vasfi onu dinlemiyordu .
Kadehini tezgahın üstüne bırakmayı unutarak yerinden
fırladı . Oturduğu yerden, köşeyi dönmüş olan Zeynep'i gör­
müştü . Üstünde bir manto , başında bir eşarp vardı. Vasfi'nin

68
bulunduğu yere , bir kere bakmaya dahi tenezzül etmiyormuş
gibi, kafasını dik tutarak oradan geçti ve uçar kadar hafif
adımlarla Şakir Amca'nın evine doğru yürüdü.
Vasfi kederli gözlerle onun arkasından baktı. Yengesinin
yanında, daha uzun kalmadığı için ne kadar üzülüyordu .
Biraz sonra köşede Şakir Amca göründü . Elindeki koca­
man bir mendil içine doldurduğu turfanda yemişlerle evine
doğru gitti.

Naile Yenge'nin ölümünden üç ay sonra bir gün annesi


ona :
"Sana şaşacağın bir haber vereceğim ," dedi.
Gülüyordu, annesinin gülmesi için, herhalde bu gülünç
bir havadis olacaktı.
"Neymiş bu gülünç havadis," diye annesine sordu , "sen
çok sık gülmezsin anne . "
"Böyle bir iş d e her gün olmaz ! "
"Yani nedir bu ? "
"Şakir Amca nişanlanmış. "
Vasfi:
"Yok canım," dedi ve o da annesi gibi güldü :
"Karısı öldükten sonra evlenen ilk erkek o değil ama işin
gülünç tarafı başka . "
"Nedir başka tarafı? "
"Şakir Amca bizim karşı komşumuzla evleniyormuş . "
"Evet, ben o hanıma birkaç kere Naile Yenge'nin yanında
rast geldim. Yengem öldükten sonra da ona bakıyordu . De­
mek bakıma ihtiyacı var. "
Annesi hala gülüyordu :
"Onun bakıma değil, sevdaya ihtiyacı varmış ! "
Neden telaşlandığını kendisi de pek sezmeyen Vasfi sordu :

69
" Peki, kiminle evleniyormuş ? "
"Şüküre Hamm'ın evli bir kadın olduğunu herhalde sen
de biliyorsun. Senin yengen o değil, çok daha genç bir kadın
olacak. "
" Kim olacak? "
"Şüküre Teyze'nin kızı. "
Annesinin yüzünden gözlerini çeviremeyen Vasfi:
"Şaka mı ediyorsun," diye mırıldandı. Ana oğul bir müd­
det konuşmadan bakıştılar, sonra annesi tatlı bir sesle sordu:
"O kızı tanıyor muydun? "
" Evet ! "
Annesi artık gülmüyordu. Vasfi yavaş yavaş kendini top­
ladı ve:
"Naile Yenge'nin yanında ona da birkaç kere rast gelmiş­
tim ," dedi. "Penceremden de kendisini görüyordum. "
Annesi:
"Ha, öyle mi," dedi. "Bu kadar genç bir kızla evlenmek
için Şakir Amca aklım şaşırdı herhalde . "
Vasfi bir şey söylemiyordu , boş gözlerle annesine bakıyor,
onun söylediklerini duymuyordu. Annesi ilave etti :
"Mahallede herkes bu işten bahsediyor, herkes Şakir
Efendi'yle alay ediyor, bunu yapmamalıydı. "
Vasfi odasının kapısını kapadı ve koşarak penceresine yak­
laştı. Zeynep'i hemen görmek istiyordu . Duyduklarına ina­
namıyordu . Böyle bir şey nasıl mümkün olabilirdi? Zeynep
o ihtiyar adamın kansı olmaya razı olamazdı. Onu görmek,
onunla konuşmak istiyordu . Bu saçmaların doğru olmadığını
söylemesi lazımdı. Onu inandırmalı, onu temin etmeliydi.
Pencere açıktı, Zeynep görünmüyordu . Onu çağırmak için
beyhude yere ıslık çalmaya koyuldu , artık hiçbir şey düşün­
müyor, hiçbir şeyden çekinmiyordu . Yarınki buluşma saatle­
rini bekleyecek sabn yoktu , odasının içinde bir aşağı bir yu-

70
karı birkaç kere dolaştıktan sonra, kapıyı açtı, koşarak merdi­
venleri indi, bir dakika sonra sokaktaydı.
"Onunla muhakkak konuşmam lazım . . . "
Yine koşarak onların sokağına saptı; pencereleri kapalı,
perdeleri inik evin önünden hızla geçerek sokağın öteki başı­
na kadar gitti. Geri döndü , bir kere daha evin önünden geçti.
Pencereler kapalı, perdeler inikti. Görünürde Zeynep yok­
tu . Köşedeki meyhaneye girdi, üst üste üç rakı ısmarladı, so­
nuncuyu bir yudumda içti ve hemen dışarıya çıktı. Zeynep'in
evinin önüne gitti, perdeler inik, pencereler kapalıydı.
Herhalde evde yoklar, diye düşündü. Ne çıkar, dönüşünü bu­
rada beklerim.
Bir ağacın altında durdu , bir taraftan sokağın başını gözet­
liyor, bir taraftan da evin cephesine bakıyordu . Çok geçme­
den evin kapısı açıldı , Zeynep kapıdan çıktı. Üstünde siyah
mantosu, başında bir ipekli eşarp vardı.
Yerinden fırlamak, üstüne atılmak, kollarından yakala­
yıp, "Söyle, çabuk söyle . . . işittiklerim doğru mu ? " diye sor­
mak istiyordu fakat yerinden kıpırdamaya cesaret edemedi,
o önünden geçerken yanaklarının hiddetten al al olduğunu ,
gözlerinin gazapla yandığını ve dudaklarını bir şeyden iğrenir
gibi, büzmüş olduğunu gördü . Onun küstah ve sessiz olarak
önünden geçmesine mani olamadı. Zaten onu gördüğünden
beri içinde bir sükunet vardı.
Zeynep ilk defa buluştukları tarafa doğru gidiyordu. Vasfi
onu takip etti, muayyen bir yere geldikleri zaman, kendisini
sokaklarından kafi derecede uzaklaşmış telakki eden Zeynep
birden durdu , sonra arkaya dönerek:
" Çabuk olsana," diye adeta emretti. "Yaklaş buraya. Ben­
den istediğin nedir? Çıldırdın mı? Nen var? "
Ona doğru bir adım atarken sendeledi, Zeynep hiddetle
devam etti:

71
"Yavrum, sen bana bak ! Ben bu hallerden hoşlanmam, re­
zaleti hiç sevmem. Sana kaç defa söyledim; mahallede ismi­
min çıkmasına razı olamam, bunu iyice kafana koy. "
Birdenbire sustu , gözleri büyük korkuyla dolmuştu . Şim­
diye kadar tanımadığı bir Vasfi, ızdırapla büsbütün başkalaş­
mış bir Vasfi onun omuzlarından tutup şiddetle sarsarak hiç
işitmemiş olduğu sert bir sesle bağırıyordu :
"Bana cevap ver, söyle, bunlar doğru mu? "
Zeynep, önce kıpkırmızı kesildi , sonra sarardı ve bir nefes
kadar hafif bir sesle mırıldandı:
"Bırak beni . Ne öğrenmek istiyorsun? Anlayamıyorum,"
dedi ve çevik bir hareketle onun ellerinden kurtuldu.
"Sana duyduğum şeylerin doğru olup olmadığını soruyo­
rum. "
" N e demek istiyorsun? "
"Amcamla nişanlandın mı? Onunla evlenecek misin?
Bunu bilmek istiyorum."
Zeynep bir adım geriledi ve yorgun bir sesle:
"Evet, doğru, " diye mırıldandı.
"Oh, Allahım ! "
Birden bütün kuvvetini kaybetmişti. İsyan edecek hali bile
kalmamıştı, ona çekinerek bakıyordu .
"Bu imkansız bir şey Zeynep. Bu olmayacak bir şey. Doğru
değil, yalan söylüyorsun. "
Zeynep başını önüne eğmiş ve :
"Evet, doğru, " demişti.
"Hayır, hayır. Sana inanmıyorum. Beni cezalandırmak için
böyle konuşuyorsun. Evinin önünde duruşum seni darılttı.
Beni üzmek, cezamı vermek için bunu söylüyorsun."
Bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamamak için birden sustu.
"Bu gülünç, bu iğrenç bir şey. . . " diyor ve bu kadar zayıf
olduğunu ona göstermemek için müthiş surette nefsine ceb-

72
rediyordu . Elleri titriyordu , konuşamaz bir haldeydi. Ağzını
açsa, sade hıçkırarak ağlayacaktı.
Zeynep fevkalade yorgun ve sonsuz kederli görünüyordu
ve hiçbir şey söylemeden, karşısında sessiz duruyordu. Birkaç
dakika geçti. Kendini toparlayan Vasfi:
"Söyle bana," dedi, "hiç olmazsa anlat, niçin bunu yaptın?
Niçin?"
"Benim hiç suçum yok. Eğer serbest olsaydım, bunu hiç
yapar mıydım? Hiç bu moruğa varmaya razı olur muydum? "
"Onunla evlenmeye seni zorlayan kim ? "
"Kim olacak, o anam olacak karı. Onu sen tanımazsın,
onun neler yapabileceğini düşünemezsin. Her şeyi o yaptı . "
"Fakat sen bir bebek değilsin, tek başına istediğini yapabi-
lecek yaştasın. Kimse sana istemediğin şeyi yaptıramaz. "
Bezgin bir ifadeyle dudaklarını büzüp omuz silkti:
"Sen öyle zannet ! "
"Fakat. . . "
"Bunun fakatı makatı yok. lş böyle, anam babam her şeyi
konuşup hazırlamışlar. Bana danışmadan bile. Hem sen bana
bak, biz İstanbullu değiliz , bizde ana baba evlatlarını istedik­
lerine verirler. "
"Sana inanmıyorum. "
"ister inan ister inanma , bana vız gelir. Ben sana her şeyi
olduğu gibi söyledim. Biz eski kafalı insanlarız . Bir kız ana
baba sözünden çıkmaz. "
"Boş lakırdı. Sözlerinin birine inanmıyorum. "
"Keyfin bilir, zaten inanmışsın ne olacak, inanmamışsın
ne olacak? Artık iş işten geçti . "
"Bana bak Zeynep, ben seni tanıyorum, sen ana baba sö­
zünü körü körüne dinleyecek kadar uysal bir insan değilsin.
Onlar istediler diye bu kadar iğrenç bir bunakla evlenmeye
razı olamazsın. Bu korkunç bir şey ! "

73
" Korkunçmuş ! Biraz ileri gitmiyor musun? Neden kor­
kunç bir şey? Ben yaşta bir genç elbette dengi ile evlenmek is­
ter. Bu , evlenmem hoş bir şey değil, o kadar; amcan da iğrenç
bir adam değil, nur gibi bir insan. "
"Amma yaptın ha . . . Nur gibiymiş ! Senin gözünde nur gibi
ışıldayan onun altınları ! İtiraf etsene, sen parası için onunla
evlenmeye razı oluyorsun. "
Zeynep cevap vermedi, gülümsüyordu. Vasfi acı bir gülüşle:
"Amcam zengindir ama ," dedi, "son derece de hasis bir
adamdır. Sen onun parasına sahip olamazsın. Bu paradan asla
istifade edemezsin, zavallı yengemin nasıl yaşadığını sen de
gördün. "
"Şaşanın senin aklına. Ayol, senin yengen zavallı ihtiyar ka­
dının biriydi. Ben gencim, Şakir Efendi'nin torunu olabilirdim.
Sen hiç kasavet çekme , o bana karşı hasis olamayacaktır. Buna
emin ol. "
Zeynep biraz evvel olduğu gibi, kederli ve yorgun görün­
müyordu . Gözlerinde sert ve alaylı bir bakış vardı, devam etti:
"Ben hiçbir şeyden korkmuyorum. Amcan, evlenmeden
evvel bana ağırlık verecek. Adamakıllı bir ağırlık. Bunu kabul
etti. Annemle her şeyi kararlaştırdılar, annem çok akıllı, be­
cerikli bir kadındır. Amcana , 'Zeynep boşanmış bir kadın ol­
makla beraber çok gençtir,' demiş, 'ona tıpkı evlenmemiş bir
kıza verilecek ağırlık lazımdır.' lhtiyar her şeyi kabul etmiş. "
"Nasıl, sen evlenmiş miydin? "
Bu defa Zeynep gülmeye başlamıştı.
"Aptal, sen de," dedi, "sen beni her zaman toy bir genç
kız zannettin. Ben kocasından boşanmış bir kadınım, dört
yaşında da bir çocuğum var. Bir kadın kocasından boşanıp
yeniden ana baba evine dönerse, bu eskisine hiç benzemez ,
orada yabancı gibi kalır, her kadın kendi evine hakim olmak
ister, onun için de bir kısmeti çıkarsa , öyle uzun boylu naz

74
edemez, amcan beni istiyor, anam babam da buna razı, artık
bana söz düşmez. "
"Zeynep, senin amcamla evlenmeni istemiyorum."
"Saçmalayıp durma. "
"Ben seni kaybetmek istemem, annene her şeyi anlat, uzun
zamandan beri tanıştığımızı, birbirimize aşık olduğumuzu
kendisine anlat. Hayatını benimle birleştireceğini söyle. Zey­
nep , biz hiç beklemeden evleneceğiz, bu kabusun bitmesi la­
zım."
Zeynep bir kahkaha attı:
"Sen basbayağı delisin, " dedi.
"Zeynep, seni sevdiğimi biliyorsun, tahsilimi ikmal ede­
ceğim, doktor olacağım. lleride sana rahat bir hayat temin
edeceğim, buna inan ! "
"Annem evlenmemize katiyen razı olmaz , sen daha tale­
besin. "
"Annen razı olmazmış . Sen kimseyi dinler misin hiç? Sen
her istediğini yapan bir insansın. "
"Hiç de doğru değil. "
"Bu zamanda ana baba çocuklarına eskiden olduğu gibi
karışmıyorlar. Onların artık çocukları üstünde baskıları kal­
madı, evlenmek için onlardan izin almaya lüzum yok. "
Zeynep birden yeniden değişiverdi. Mahzun, kederli, bez­
gin bir hali vardı:
"Çocuk," diye mırıldandı. "Ne söylediğini sen bilmiyor­
sun, seninle tanıştığımız günden beri yapıp ettiklerim sana
her şeyi açıkça göstermeli, sana benim hakkımda doğru bir
fikir vermeliydi. O zaman benimle böyle konuşarak ne büyük
haksızlık ettiğini anlardın. "
" N e demek istediğini anlamıyorum. "
"Anlamıyormuş sersem. Zaten sen neden anlarsın? " Sesin­
de isyankar bir ahenk vardı:

75
"Söyle , sana söz verdiğim zaman bir kere gelmemezlik et­
tim mi? Seninle buluşmaktan zevk alıyordum. Buluşacağımız
günleri iple çekiyordum. Andavallı, bu neyi gösterir? Asıl
beni sevmeyen sendin. Sen bana karşı ciddi bir his besleme­
din, maksadın dalga geçmekti ! Hepsi bu . "
"Zeynep . . . Bunu nasıl söylüyorsun, ben . . . "
Zeynep onun sözünü kesti:
"Bırak da konuşayım. Herhalde ben senin aşkının ciddi­
liğine hiç inanmadım, bana karşı gösterdiğin alakayı hiç de
ciddiye almadım, hem . . . "
Vasfi onun sözünü tekrar kesti:
" Zeynep ! "
"Zeynep'miş . . . Sen beni tanımadın, ben senin bildiğin kız­
lardan değilim, ben matrak peşinde koşmuyorum. Ben boşan­
mış bir kadınım ve küçük bir oğlum var. Ben zannettiğin gibi,
ağzı süt kokan bebecik bir kız değilim . Sen beni aramızdaki
münasebeti ciddiye almış olduğuna inandıramazsın. Bu iş se­
nin için hiç de ciddi değildi . Şimdi bana neden yalnız bugün
evlenmekten bahsediyorsun? Niçin bu kadar geç? Ben sana
niçin böyle yaptığını söyleyeyim, artık serbest değilim de on­
dan . "
"Sus Zeynep , böyle konuşma ! "
" Evet, artık serbest değilim , başka bir erkeğe nişanlıyım.
lhtiyar amcana. . . Ona söz verdim ve beni ona bağlayan bu
altın halkayı o eliyle parmağıma taktı. Onun karısı olacağım
Vasfi, bunu hiçbir şey değiştiremez . "
Vasfi:
"Yeter, " diye boğuk bir sesle adeta bağırdı. "Bu gülünç de­
recede çirkin bir şey. "
" Gülünç derecede çirkin olsa d a , olmasa da bu hiçbir şeyi
değiştirmez, ben amcanın nikahlı karısı olacağım . "
"Allah'ının aşkına, bana işkence yapma ! Eğer ben seni vak-

76
tiyle bilmeden ve hiç istemeden kırdıysam, unut, affet beni.
Rica ederim, amcamla evlenmekten vazgeç. İstersen, üniver­
siteyi terk eder, hemen çalışmaya başlarım, hemen evleniriz. "
Zeynep sabırsızlanıyordu :
"Sana ısrar etme diye daha kaç defa söyleyeyim. Artık bun­
lardan bahsedecek vakit geçti, bunlardan konuşmak için çok
geç kaldın. Bunları evvelden düşünmek, evvelden konuşmak
icap ederdi. Annem ile babam amcanla her şeyi kararlaştır­
mışlar. lhtiyar ağırlık olarak yekten beş yüz lira vermiş çeyiz
hazırlıklarına başlamak için. Annem onun yarısından fazla­
sını düğün hazırlığı için harcadı bile. Biz fakir fakat namus­
lu insanlarız, ölsek de bir daha bu parayı bulup amcana iade
edemeyiz . Eğer nişanı bozarsam, bu düpedüz dolandırıcılık
olur. Nişan hediyesi olarak Şakir Efendi bana nah şu kalın­
lıkta bir bilezik gönderdi. Görsen bayılırsın , düğün hediyesi
olarak da pırlanta küpe alacakmış. Annemle kararlaştırmış­
lar, sonra hepsi bu da değil, bundan başka bana bankada bin
liralık bir hesap açtıracakmış. Görüyorsun ya, her şey olup
bitmiş, artık bunu değiştiremeyiz . "
Paradan bahsederken, gözleri parlamaya , adeta kıvılcımlar
saçmaya başlamıştı.
"Zeynep, nasıl oluyor da paraya bu kadar ehemmiyet ve­
riyorsun? "
Zeynep sabırsızlıkla omuzlarını silkti.
"Düşündüklerini kendine sakla, haberin olsun Vasfi, ben
sana hesap vermeye mecbur değilim. Ben senin ne karınım
ne de metresin . Sana hiçbir söz vermedim, hayatımı kiminle
istersem , onunla birleştiririm. Bu seni alakadar etmez . "
Vasfi cevap vermeden, başını önüne eğdi. Evet, Zeynep
haklıydı. Kendisi gülünç bir adamdı.
Uzun bir sükuttan sonra , Zeynep barışmak ister gibi,
Vasfi'nin elini tuttu :

77
"Bırak artık bunları Vasfi'ciğim, " dedi. "Sen kendini ken­
dine itiraf et, beni sahiden sevmedin, aramızdaki arkadaşlık
ciddi değildi. Şimdi canının sıkılması, o nefret ettiğin ihtiyar­
la evleneceğimden ileri geliyor, yengen olmam hoşuna gitmi­
yor, hepsi bu işte. Haydi Vasfi, boş şeyler için ne kendini ne de
beni üz. Biraz yüzün gülsün, bak bana , hayır, böyle değil, gü­
lerek bak. Artık senin yengen oluyorum. Bundan sonra bana
'yenge' diyeceksin. Sen bu şeyi çok gülünç bulmuyor musun?
Buna gülünmez mi hiç ? "
Zeynep gülüyordu. B u gülüşünde sahtelik yoktu , içten gü­
lüyordu . Neşeli ve mesut bir hali vardı.
"Vasfi'ciğim, " dedi, "asma suratını ! Seninle her zaman ol-
duğu gibi iyi arkadaş kalalım . "
Vasfi hiçbir şey söylemiyordu .
Zeynep:
"Gece de amma ilerlemiş ! Seni görür görmez, kimseye bir
şey söylemeden, hemen sokağa fırladım. Şimdi hemen eve
dönmem lazım. Vasfi bana söz ver, bir daha bu akşam yaptı­
ğın şeyi tekrarlamayacaksın. "
"Peki , Zeynep , bir daha tekrarlamam. "
"Allahaısmarladık Vasfi'ciğim. "
"Hemen gidiyor musun? Seni bir daha n e zaman görece­
ğim ? "
"Deli misin, bu d a sual mi? Artık bundan sonra birbirimizi
görmemiz pek kolaylaştı. Artık buluşacağımız günleri evvel­
den kararlaştırmaya lüzum yok. lki hafta sonra yengen olaca­
ğım, istediğin zaman bize gelebilirsin . "
"Sus, sus, böyle konuşma ! "
"Aman, ne can sıkıcısın, gülsene . Senin yengen olacağı­
mı düşündükçe, ben doğrusu gülmekten çatlayacağım. Senin
yengen olacağımı hiç düşünmemiştim. işte, yengenim. Bize
geldiğin zaman bana selam vermek için elimi öpüp başına ko­
yacaksın. "

78
"Benimle alay ediyorsun . "
"Hayır, seninle şaka ediyorum. Her şeyi kara görme , benim
gibi gül. Biz seninle iki arkadaştık, gene de arkadaş kalalım. "
Onun elinden elini çekti v e kaldırımda bırakıp koşarak
uzaklaştı.
* * *

"Şakir Amca bambaşka bir adam oldu . lki dirhem bir çe­
kirdek dolaşıyor, görme katılırsın. Her gün berberde tıraş olu­
yor, bıyıklarının uçlarını da kestirdi.
Vasfi yemeğini yerken, annesi gülerek bunları anlatıyordu .
"Yaman karılarmış doğrusu. Şakir Amca'ya bir radyo satın
aldırmışlar. Düşün, o hasis adama . . . Yalnız o değil, evdeki eş­
yayı da değiştiriyorlarmış. Zavallı Naile Hanım ! Kadıncağıza
bir süpürge almaz, kırk gün dırdır ederdi. "
Vasfi annesinin anlattıkları karşısında lakayt görünmekte
güçlük çekiyor fakat çok gayret sarf ederek buna muvaffak olu­
yordu.
Nuri ile akşamları köşedeki meyhanede buluştukları za­
man da hep böyle oluyordu. Patronun oğlu Sacit her zaman
Şakir Amca'nın evlenmesi mevzusu üzerinde Nuri'ye takıl­
mak için söz açıyordu . Sacit onların ilkokul arkadaşıydı ve
Nuri, amcasının evlenmesinden duyduğu endişeyi ondan
saklamamıştı. Nuri ö teden beri çocuksuz bir ihtiyar olan am­
calarının bir gün mirasına konacağını tahayyül etmişti. Şimdi
evlenerek amcası mirası tehlikeye sokuyordu . lki kadehten
sonra Nuri bazı müstehcen sözler söylemeye başlıyordu . Na­
ile Yenge'nin çocuğu olmamıştı ama yeni yenge pek gençti.
Amcaya muhakkak "nur topu gibi" bir evlat verecekti. Amca
istediği kadar ihtiyar olsun, mahallede "çok şükür, amcanın
yavrusuna gönüllü baba olacak delikanlı kıtlığı yoktu . " Ço­
cuğa kan muayenesi yapılacak değil ya . . . Bal gibi amcasının
mirasına konacaktı .

79
Hiddeti içinde, Nuri öyle ateşli ateşli konuşuyordu ki ora­
da olanlar kahkahayla gülüyorlardı.
Tek gülmeyen Vasfi'ydi. Hatta bazı kere Nuri başladı mı
başı önünde kapıdan süzülüp kaçardı. İçinde şahlanan müt­
hiş bir öfke kulaklarını uğuldatır, kalbinde kuvvetli bir çar­
pıntı yaratırdı. Bazen saatlerce kaldırımları bozuk karanlık
sokaklarda hedefsiz dolaşırdı. Zeynep ile Şakir Amca'nın ha­
yallerini gözlerinden silmek için . . .

* * *

Bir gün annesi:


"Gelecek perşembe Şakir Amca'nın düğününe davetliyiz,"
dedi.
Akşam olmuştu. Yemekteydiler. Vasfi şiddetle başını kaldı-
rarak:
" N e gülünç şey," diye bağırdı , "ben gitmem. "
Annesi ona uzun uzun baktı , sonra sakin bir sesle:
" Kendimizi, bu evlenmeyi hoş görmüyor göstermeye
hakkımız yok oğlum ," dedi. "İstediği zaman evlenmek Şakir
Amca'nın hakkıdır, buna kimse karışamaz, sonra da sana daha
evvel söylediğim gibi, karısı öldükten sonra yeniden evlenen
ilk adam amcan değildir. Doğrusu , bu yaşta genç bir kızla de­
ğil, kendine akran yaşlı başlı bir kadınla evlenmeliydi. Ama
nihayet bu da kendi bileceği şeydir, bizi alakadar etmez . "
Yerinden kalktı, ilave etti:
"Elbiseni temizletmeye verdim. "
Vasfi kendini tutamayarak bağırdı:
"Bir bu eksikti. Neden bana sormadan bunu yaptın? "
Şimdiye kadar kendisine bu tarzda hitap etmemiş olan oğ-
luna kadın hayretle baktı. Kuru bir sesle sordu:
"Ne oluyor sana ? "
"İstediğim şeyi kendim yapanın. Artık çocuk değilim, el-

80
bisemi temizletmek isteseydim, ben kendim temizleyiciye ve­
rirdim. "
Sonra daha sakin bir sesle ilave etti:
"O elbiseyi bugün giyecektim. "
Sofrayı toplayıp tabakları tepsinin üstüne yerleştirmiş olan
annesi kapıya doğru yürüdü.
"Amcan evleniyor diye bu kadar sinirli olmaya hacet yok.
Sen de Nuri gibi oluyorsun. "
"Nuri gibi mi? "
"Evet, tıpkı Nuri gibi. Oğlum, zengin akrabaların mirasına
göz koymak doğru bir şey değildir. Sen günün birinde mes­
lek sahibi bir adam olacaksın, herkese kendini saydıracaksın,
belki de amcandan da daha zengin olacaksın. "
"Fakat anneciğim . . . "
Onu dinlemeden annesi odadan çıkmıştı. Birkaç dakika
sonra odaya döndüğü zaman, Vasfi'yi pencerenin önünde bul­
du . Ona yaklaştı:
"Oğlum," dedi, "sana tekrar ediyorum, amcanın evlenme­
sini doğru bulmadığımızı açıkça göstermeye hakkımız yok­
tur. Nasıl olur da nikahında bulunmamazlık edebiliriz. Her­
kes buna ne mana verir? Elbise meselesine gelince, sana da­
nışmadan onu temizlemeye verdiğim için çok canım sıkıldı. "
Vasfi esefle anlıyordu , annesinin kalbini kırmıştı. Hemen
onun kolları arasına atılarak canı yanmış küçük bir çocuk
gibi, onun kucağında hareketsiz durdu, donuk bir sesle:
"Özür dilerim anneciğim," dedi, "biraz evvel canını sık­
tım, bir arkadaşım beni davet etmişti, oraya gitmek için yeni
elbisemi giymek istiyordum. "
Annesi her zamanki tatlı gülüşüyle ona baktı:
"Anlıyorum yavrucuğum," dedi.
Şakir Amca'nın düğününde , Vasfi'nin üzerinde temizlen­
miş elbisesi vardı. Daha sonra da mahkeme karşısına çıktığı

81
gün , yine üstünde bu elbise vardı. Şimdi de hapishaneyi sır­
tında aynı elbiseyle bırakmıştı.
Merasim sırasında bu , yeni temizleyiciden gelmiş gri kos­
tümü de bir bayram çocuğuna benzettiği için, kendini gülünç
hissetmekten eza duydu .
Nikah dairesinde elliden fazla davetli vardı , bunların bir
kısmı Şakir Efendi'nin haldeki komşulan ile onların kanları,
çocukları, akrabalarıydı. Bir kısmı da Zeynep'in hısım akra­
ba, ahbap ve komşulanydı. Şakir Efendi'nin akrabaları yalnız
Vasfi'nin annesi , Vasfi ve Nuri'nin annesiydi. Nuri nika.ha gel­
memişti.
Davetlilerin hepsi en süslü elbisesini giymişti. Genç kız­
lar bayramlıklarını giyiniyorlardı. Kız çocuklarının üstlerinde
çiğ renkli elbiseler vardı, oğlan çocuklarının çoğu uzun pan­
tolonları üstüne düşen çok renkli desenli gömlekler giyiyor­
lardı.
Zeynep'in babası benekli kırmızı kravatlı, koyu yeşil pan­
tolonuyla insanda gülme arzusu uyandırıyordu .
Vasfi ile Nuri'nin anneleri bile , merasime gelmek için süs­
lenmişlerdi. Eskimiş, solmuş mantolannı temizlemiş, ütüle­
mişlerdi. Başlarına çiçekleri çok, rengarenk eşarplar takmış­
lar, ellerine plastikten yapılmış birer yeni çanta almışlardı.
Vasfi'nin annesinin elinde eldivenler de vardı.
Bu Vasfi'nin pek sinirine dokunuyordu ama evden çıkar­
larken kırarım korkusuyla susmuş, onu bu eldivenleri giy­
mekten men edememişti.
Fakat nika.h dairesi içindekilerden en gülüncü bizzat ihti­
yar damat ile o genç gelindi.
Şakir Efendi'nin lacivert kostümünün yeleği önünde, ga­
yet kalın ve altından bir saat kordonu vardı. Elinde başın­
dan hiç eksik olmayan kasketinin yerine geçecek gri fötrden
bir şapka bulunuyordu . Kıpkırmızı yüzü ne kadar heyecanlı

82
olduğunun bariz bir deliliydi. Dudaklarının eskiden yansını
örten bıyıklarını hem kırpmış hem de iki uçlarından kese­
rek bir hayli kısaltmıştı. Usta bir berber de gayet büyük bir
maharetle başında kalan tek tük kılla dazlak ve şimdi kıpkır­
mızı olmuş kafasını örtmeye çabalamış, kısmen de muvaffak
olmuştu. Etrafına berberin ona bol bol sürdüğü ucuz losyon
kokusunu saçarak davetlilerin arasında dolaşıyordu . Parmak­
lan arasında ebedi tespihi yoktu. Gözlerini de öyle yan kapalı
tutmuyordu . O, bu itiyadı zengin olduktan sonra edinmişti.
Bu tavır onu insanlardan uzak tutuyor zannederek başlamıştı.
Gözler yan kapalı uyuklar bir halde durup etrafından uzak­
laşmak ona kibarlık gibi gelirdi.
Şakir Efendi bugün adamakıllı uyanıktı. Uyuklamak şöyle
dursun, gözleri canlı ve pırıl pırıl pırıldıyordu. Bu hal onu en
az on yaş gençleştiriyordu .
Zeynep'e gelince , onun da yüzü sevinçten ışıldıyordu .
Açık mavi elbisenin etekleri siyah mantosunun altından gö­
rünüyordu. Güzel saçlarını kırmızı ve san çiçekli mavi bir
eşarp örtüyordu. Ayağında siyah, uzun ökçeli iskarpinler,
mavi eldivenli ellerinin birinde de beyaz çiçeklerden yapılmış
bir buket vardı. Gayet fena bir tarzda boyanmıştı. Kızıl altın
rengine kaçan esmer tenine pembe pudra hiç yakışmamıştı,
dudaklarındaki boya mor renkteydi. Acemi bir el boyamış,
kaşları yüzünün manasını adileştirmişti.
Vasfi onu bugün çirkin buluyordu fakat onu seviyor, çok
seviyordu . Onu şimdi daha da fazla sevdiğini hissediyordu.
Çünkü kaybetmiş olduğunu biliyordu. Çok bedbahttı. Bed­
baht ve ümitsizdi. Zeynep'i çılgınca kıskanıyordu .
Davetliler arka sıralarda yer aldılar. Şakir Efendi ile Zeynep
nikah memurunun masasında, onların önünde oturmuşlardı,
yanlarında iki şişman efendi, şahitler, masanın üstünde biraz
sonra imzalayacakları defter vardı. Vasfi annesinin yanında

83
oturuyordu. Vücudu buz kesilmişti, elleri titriyordu , alnında
ter taneleri belirmişti. Kendisine hakim olmaya çalışıyordu ,
salon o kadar sessizdi ki ötekilerin hepsi onun kalbinin kuv­
vetli ve sert atışlarım duyacak zannediyordu . Kalbi her an bi­
raz daha çabuk, biraz daha sert vuruyordu .

Nikah merasimi ona çok uzun geliyordu . Zeynep eline ka­


lemi almıştı, şimdi defteri imzalayacaktı. Tam o anda Vasfi
sert bir hareket yaptı. Bu sabırsız kımıldayışın sebebi neydi?
Ne yapmak istiyordu? Bunu kendi de bilmiyordu . Zeynep'in
üzerine atılıp onu tartaklamak mı? Yoksa Şakir Efendi'nin bo­
ğazına sarılmak mı istiyordu ? Belki de istediği bu salondan
kaçmak, dışarıda rahat bir nefes almaktı . Tam bu ara tatlı bir
el onun elini tuttu ve bir daha bırakmadı.
Bu annesinin eliydi.
Şakir Efendi'den sonra şahitler defteri imzaladılar. Ufak bir
adam olan nikah memuru kısa bir nutuk gibi bir şey söyledi.
Davetliler yeni evlileri tebrik ettiler, Zeynep'in annesi
Zeynep'in arkadaşları olan genç kızlarla birlikte nikah şe­
kerlerini dağıtmaya başladı . Bu şekerler süslü kutular için­
deydi . Şekerler dağıtılmaya başlandıktan sonra , oradaki ço­
cuklar azdılar. Şeker kutusunu önce almak için birbirleri­
ne girdiler. Anneler çocuklarını zaptetmeye çabalıyorlardı.
Herkes bir başka usulle çocuğunu gizli gizli çimdikliyor, ki­
misi açıkça dövüyor, kimisi kaş göz işaretiyle böyle yapma­
sının ayıp olduğunu anlatmak istiyordu . Vasfi ile annesi ve
Nuri'nin annesi herkesten ayrı bir köşedeydiler. Etraflarında
Naile Hamm'ı seven birkaç komşusu vardı. Bu kadınlardan
biri:
"Zavallı Naile Hanım, " diyordu , " fakirin daha kefeni sol­
madı. "

84
Şakir Efendi genç kansının yanında ayakta duruyor, şakak­
larında biriken ve ensesinden akan terleri mendiliyle kurulu­
yordu. Bir el Vasfi'nin kolunu tuttu , hafif bir ses onun kulağına
mırıldandı:
"Amcana baksana ! Saadetten bunalıyor. "
Nuri'ydi. Onu görünce şaşıran Vasfi:
"Aa . . . Sen misin, " diyerek ona doğru döndü . "Burada mıy­
dın ? "
"Değildim ama işte şimdi buradayım. Evvela gelmek is­
temedim, iyice düşündükten sonra fikrimi değiştirdim. 'Bu ,'
dedim , 'bir kere görülecek bir manzara.' Yetmişin çok üstün­
deki bu moruğun insan nikah törenine değil , ancak cenaze
törenine gidebilir. Böylesine bir nikah törenini görmek her
kula nasip olmaz . "
Nuri ile oraya gelmiş olan Sacit kıs kıs gülüyordu . Sacit'i
güldüren bu sözler Vasfi'nin canını sıkıyordu . Ötekilerin gül­
düğü bu olay Vasfi'nin hayatının en büyük felaketiydi. Bun­
dan evvel buna benzer bir acı tanımamıştı . Kendi kendine
Nuri'ye öfkelenmemesi lazım geldiğini söylüyordu ama buna
muvaffak olamıyordu . Kolundan tutan Nuri, onu salonun
bir köşesine doğru adeta sürüklemişti . Bu evlenme hakkında
düşündüklerini yüksek sesle söylüyordu. Ve Sacit durmadan
gülüyordu. Vasfi sessiz duruyordu . Hiç gülmüyor, gülümse­
miyordu . Vasfi'nin bu neşesizliğini sezen Nuri:
"Hey ahbap ,'' dedi, "nen var senin? Pek keyifsiz görünü­
yorsun . "
" N e var yahu ? Dilini kedi mi yuttu? Artık o kadar kasavet
çekme , görüyorsun, amcanın mirasına veda etmek lazım. Ne
yapalım, boş ver. Seni böyle arpacı kumrusu gibi düşündüren
bu değil mi? "
Vasfi omuzlarını silkti, Nuri devam etti:
"Ben amcamın mirasına elveda dedim. Hiç düşünmüyo-

85
rum. Birbirine bu kadar uygun bir çift dünyada görmedim.
Onlar ermiş muradına , biz çıkalım . . . "
Vasfi sözünü kesti:
"Yeter. . . "
"Boş ver ahbap. . . Amcamızın zürriyetinden olmayacağı
muhakkak olan amca oğlumuz bir gün mirasa konacak. "
Mütemadiyen gülen Sacit:
"O kadar yüksek sesle konuşma Nuri," dedi, "başkaları da
duyabilir. "
Başkaları muhakkak onu işitebilirdi. Çünkü çok yüksek
sesle konuşuyordu . Fakat Vasfi onu dinlemiyor, ne söyledi­
ğini işitmiyordu . Adeta bir nevi uyuşukluk içerisindeydi . Ko­
cası Şakir Efendi'nin yanında kapıya doğru giden Zeynep'e
bakıyordu.
Hatıra fotoğrafı çekmek isteyen genç bir fotoğrafçı yolla­
rını kesti .
Şakir Efendi ona mani olmak istedi ama Zeynep hemen
durdu ve gülerek objektifin içine baktı.
Şakir Efendi de başka türlü yapamazdı, o da karısının ya­
nında durdu , fotoğraf makinesinin içine doğru gülerek baktı .
Bu hali gören Nuri artık kendini tutamayarak gülmeye baş­
ladı:
"Damat beye voyvo," diyordu . "Nasıl poz veriyor baksanı­
za. lnsan gülmekten katılır be. "

Şakir Efendi tarafından tutulmuş taksiler davetlileri bekli­


yordu . Nuri , Sacit ve daha iki delikanlıyla birlikte Vasfi bun­
lardan birine bindi.
O bugünü düşündükçe hala, "Bir kabus muydu? " diye
kendi kendine sorardı. Amcasının evi, o neşe, o düğün ziya­
feti , o zerde pilav. . .

86
Rakı su gibi akıyordu . N eşe gitgide daha yüksek, daha gü­
rültülü oluyordu.
Eve döndükten sonra giydiği elbisesi ve tel duvak içinde
Zeynep'in çıldırtıcı bir güzelliği vardı. Elektrik ışığında mak­
yajı daha hafif görünüyordu.
Naile Hanım'ın öldüğü odanın kapıları kapalıydı. Bu oda­
nın tam karşısındaki odada bir pikap durmadan çalıyor, genç­
ler dönüyorlardı. Yaşlılar aşağı katta kurulmuş bir masanın
önünde oturuyorlar, rakı içmeye devam ediyorlardı. Odanın
bir köşesinde üç Kıpti çalgıcı alaturka havalar çalıyorlardı.
Bunlardan biri kör bir kemancıydı. Biri ak saçlı bir kadın, bir
tanesi de çok gür saçlı bir delikanlıydı. Odanın ortasında iki
çengi oynuyordu . lkisi de tunç tenli, kıvrak, ince vücutluydu­
lar. Titredikçe, göbek attıkça , elbiselerindeki pullar ışıldıyor­
du . Tef çalan ihtiyar kadın:
"Oh, oh, oh, oh . . . Oooh . . . Çengiciğim ooh . . . Kaşın gözün
mü oynuyor, yoksa bana mı öyle geliyor," diye bağırıyordu .
Oturanlar el çırparak tempo tutuyorlardı. Vasfi'den başka dü­
ğündekilerin hepsi neşeliydi, hepsi eğleniyordu .
Daha sonra kaç defa bu müthiş geceyi rüyalarında görmüş
ve hapishane koğuşundaki yatağından sıçrayarak uyandıktan
sonra, bir daha sabahlara kadar göz kırpmamıştı.
Zeynep'e karşı duyduğu bu büyüleyici çılgın sevgiden kur­
tulmak için hiçbir şey yapmamış, aksine kendini bu fırtınaya
terk etmişti. lşte, bu sevgi onu bu felakete kadar sürüklemişti.
Düğün gecesi kendini annesine bile göstermeden kaçmış,
uzun saatler şehrin sokaklarında deli gibi dolaşıp durmuştu .
Sabaha karşı eve döndüğü zaman, annesi işe gitmek için ha­
zırdı. Kadının yüzü sapsarıydı. Oğlunu görünce gözlerinin
içi sevinçle parlamıştı. Onu büyük bir endişe içinde bekle­
miş olduğu belliydi. Vasfi bu olayı hapishanede bulunduğu
zamanlar hep düşünmüştü . Anneciğinin sevinçle birdenbire

87
parlamış olan o zavallı, solgun yüzü daima gözünün önüne
gelmişti. Ondan sevincini gizlemeye uğraşarak:
"Sen misin oğlum," demişti. "Nihayet gelebildin, çok şü­
kür. "
Sonra heyecanını saklamak için başını çevirerek ilave et­
mişti:
"Neredeyse merak etmeye başlayacaktım. "
"Özür dilerim anneciğim, yorulmuştum, eve dönmek için
oradan ayrıldım fakat yolda arkadaşlara rastladım, beni bırak­
madılar, tabii merak edebileceğini düşünmeliydim. "
Annesi onun omzunu okşayarak:
"Sen odana çık çocuğum, şimdi sana kahveni getiririm,
demişti . "
"Hiç zahmet etme anneciğim, ben hemen uyuyacağım. "
"Peki yavrum . "
Annesinin gözleri muhabbet ve merhametle doluydu .
Odasına girince Vasfi duvarda asılı duran küçük aynada
yüzünü görmüş, annesinin kendisine niçin merhametle bak­
mış olduğunu anlamıştı.
Öyle yorgun, öyle bitkin bir hali vardı ki hakikaten acına­
cak bir durumdaydı. Birdenbire kendini yatağının üstüne attı
ve dayak yemiş küçük bir çocuk gibi, ağlamaya başladı. Bu
aralık annesi işine gitmek için evden çıkıyordu.

* * *

Zeynep evleneli tam yedi ay olmuştu . Vasfi her zaman onu


düşünüyordu . Onu görmeye uğraşmıyor, hatta ona tesadüf et­
memek için elinden geleni yapıyordu ama yine de onu unut­
maya gayret etmiyordu . Onun yüzünden çektiği ızdırabı da
seviyor gibiydi. ihtiyar amcanın yanında kendini çok küçük,
çok gülünç buluyordu . O iğrenç adam sevdiği kadını elinden
almıştı, bu inanılacak bir şey değildi. Vasfi dünyadan bezmiş

88
gibiydi, hiçbir şeyde hevesi kalmamıştı. Artık tahsiline bile
ehemmiyet verdiği yoktu , derslerine gitmek bile istemiyordu .
Onun tahsil edebilmesi için annesi pek çok mahrumiyetlere
katlanmış, çok çalışmıştı. Eğer böyle olmasaydı, tahsilini or­
tada bırakacaktı. Artık onun için hayatın hiçbir manası kal­
mamıştı. Zaten hangi istikbali vardı ki. . . Nuri ona her zaman,
"Sen delisin Vasfi, senin gibi meteliksiz bir adam hiç doktor
olmaya kalkar mı? Doktor olduğu zaman, parlak bir muaye­
nehane açamayan bir adam, hiçbir zaman meşhur bir doktor
olamaz. Sen her zaman kenarda kal�caksın . . . " derdi.
Nuri'nin bu tarz konuşması canım sıktığı halde, yine onu
bulmak için köşedeki meyhaneye hemen hemen her gün gi­
diyordu. Bir gün Nuri'den Zeynep'in bir çocuk beklediğini
öğrendi.
Nuri gülerek:
" Çocuk dünyaya gelince ihtiyar budala pek sevinecek ama
çocuk ona değil , kahvecinin oğlu Hasan'a benzeyecek. Hasan
da doğrusu güzel çocuktur. "
Vasfi hiddetten kıpkırmızı kesilmişti .
"Nuri , bu kadına iftira etmekten seni men ediyorum. "
Nuri hayretle gözlerini açtı :
"Zeynep'e karşı olan b u alakam anlayamıyorum. Burada
iftira nerede? Ben bildiğimi iyi biliyorum. "
Vasfi tezgahın üzerine şiddetle bir yumruk indirdi.
"Bildiklerini kendine sakla," diye bağırdı.
Ve önündeki kadehi bitirmeden meyhaneden çıktı. Eve
gelince, hemen odasına çıktı. Çılgın gibiydi. Kendini yüzüstü
yatağına attı. Nuri'nin sözleri onun aklını altüst etmişti, de­
mek Hasan'la Zeynep'in arasında bir münasebet vardı. Nuri
çok şeyler biliyor gibiydi. Demek Zeynep'i hala kıskanıyorum,
diye düşündü. Bu nasıl olur? O akşam sofraya inmedi, annesi­
ne biraz rahatsız olduğunu söyledi.

89
Ertesi günü Zeynep'e gitmekten kendini men edememişti.
Kapıyı çaldı. Gündelikçi kadın evde olmadığından, ona Zey­
nep kapıyı açmıştı. Genç kadının üstünde koyu renk güzel
bir sabahlık vardı. Siyah gür saçları omuzlarının üstüne dö­
külmüştü , dudakları kıpkırmızı, gözleri pırıl pırıl yanıyordu .
Vasfi'yi görünce:
"Aa . . Sen misin Vasfi," dedi.
"Evet," diye mırıldandı.
"Nasıl oldu da aileden biri beni hatırlayabildi ! "
"Seninle görüşmek istiyorum. Söyleyecek çok mühim şey-
ler var. "
Zeynep ilgilenmişti:
" Çok şey," dedi. "Öyleyse gir içeriye, kapıda durma . "
Vasfi'nin içeri girmesi için biraz geriye çekildi, sonra sokak
kapısını örterek onun önüne geçti , başka bir kapıya doğru
ilerledi. Beraberce ılık bir odaya girdiler, penceredeki perdeler
yan kapalıydı, kenarda bir yastığın üstünde iri tekir bir kedi
uyuyordu . Odada çini bir odun sobası yanıyordu .
Zeynep ona yer gösterdi:
"Neden ayakta duruyorsun, otursana , " dedi , "burası senin
kendi evin demektir; sen bu evin çocuğu sayılırsın. "
Vasfi hoşuna gitmeyen bu sözlere cevap vermeden bir kol­
tuğa çöktü . Zeynep de ayağından pembe terliklerini çıkararak
sedirin üzerine oturdu , yastıklara rahatça dayandı. Sedirin
önünde bir küçük masanın üstünde tırnak takımları vardı.
Vasfi'nin orada olduğunu unutmuş gibi, tasasız bir tavırla ma­
kası eline alarak tırnaklarını düzeltmeye başladı. Vasfi bir şey
söylemediği için o konuştu:
"Ne susuyorsun," dedi, "hani bana söyleyeceklerin vardı? "
Vasfi bir şey söylemeden, kederli gözlerle Zeynep'e bakı­
yor ve niçin buraya gelmiş olduğunu kendi kendine soruyor-

90
du. Zeynep'i öyle göreceği gelmişti ki. . . Aylardan beri onun
hırçınlıklarının, eziyetlerinin, neşesinin, o emsalsiz siyah
gözlerinin hasretini çekmişti. Aralarındaki bu sıkıcı sessizliği
bozmak lazımdı. Zeynep bu defa kuru bir sesle:
"Vasfi," dedi, "konuşmaya başlamadan evvel benim eski
Zeynep olmadığımı hatırla. Ben şimdi senin yengenirn, am­
canın, büyükbabanın kardeşinin karısıyım, bunu sakın aklın­
dan çıkarma. "
Vasfi sabırsızlıkla bir hareket yaptı.
"Benimle böyle konuşmaya hiç lüzum yok," dedi .
"Ben istediğim gibi konuşurum. Aklıma geleni söylerim.
Açık konuşmak en iyi şeydir. Sana amcanın kansı olduğumu
söylediğim zaman . . . "
"Kafi artık Zeynep. Bunu biliyorum. Neden mütemadiyen
aynı şeyi tekrarlıyorsun? Sen onun kansı olduğun günden
beri, bu korkunç hakikati bir müddet unutmadım, bundan
başka bir şey düşünemiyorum. "
Zeynep canının sıkıldığını gösteren bir baş sallamasıyla
kaşlarını çattı:
"Korkunç hakikat. . . Bu da ne dernekmiş? "
"Evet, korkunç v e feci bir hakikat bu . Fakat n e yazık ki
ben bunu değiştirerniyordurn. Yalnız ızdırap çekiyorum, o
kadar. . . "
Vasfi, Zeynep'e bu sözleri hiçbir zaman söyleyemeyeceği­
ni, buna cesaret edemeyeceğini zannetmişti.
"Bu olanları sen istedin," diye devam etti, "ben ne yapabi­
lirdim ki? "
Gözlerini kapadı, Zeynep'in karşısında ağlamaktan korku­
yordu.
Genç kadın soğuk bir sesle sordu:
"Bunları söylemek için mi buraya geldin? "

91
Genç adam hıçkırıklarını tutmaya gayret ederek:
"Hayır," dedi, "sana söyleyecek çok daha mühim şeyler
var. "
"Seni dinliyorum , doğrusu pek merak ettim, bana bu ka­
dar mühim ne söyleyeceksin? "
"Bir çocuk bekliyorsun, değil mi? "
Zeynep birdenbire irkildi, elinden tırnak makasını düşürdü.
Hayretle bir müddet Vasfi'ye baktı, sonra yan gülerek yan hid­
detli:
"Bu ne biçim sual ," dedi, "sen çıldırdın mı ayol. . . Oğlum,
bir aile kadını böyle şeyi mümkün olduğu kadar saklar, hatta
kocasından bile , anladın mı? "
"Bana söyle , bir çocuk beklediğin doğru mu ? "
Zeynep omzunu silkti:
"Amma adammışsın," dedi. "Bu şey seni alakadar etmez ,
çocuk bekleyeyim beklemeyeyim sana ne ! "
"Beni alakadar etmez ama senin hakkında ortada dolaşan
dedikodular var. Senin dikkatini çekmek için böyle konuş­
tum . "
Zeynep bir ara şaşalar gibi oldu . Her zamanki küstah ve
alaycı tavrını kaybetti. Gözleri parlamaya başlamıştı, her
halinden kendini müdafaaya hazır olduğu belliydi. Bakışları
tehlike karşısında kalmış bir parsın bakışlarına benziyordu .
"Neden sustun, devam etsene , buraya bunları söylemek
için gelmedin mi? "
Vasfi boğuk bir sesle:
" Çocuğunun babasının amcam olmadığını söylüyorlar.
Çocuğun babası Kahveci Hasan'mış. "
"Kahvecinin oğlu Hasan da kim oluyor? Ben böyle bir
adam tanımıyorum. "
Vasfi hiddetle yerinden doğruldu :
"Yalancı. . . Ona pastacıda rast gelmiştik, karşımızdaki ma-

92
sadaydı, selamlaştığımız zaman, bana onun kim olduğunu
sordun, sonra onun çok güzel bir delikanlı oduğunu söyle­
din. Orada oturduğumuz müddet de gözlerinizi birbirinizden
ayırmadınız. "
Birden elleriyle gözlerini kapadı, sonra ani bir şiddetle ye­
rinden fırladı, Zeynep'e yaklaştı, onun omuzlarını yakaladı,
büyük bir hiddetle sarsmaya başladı.
"Söyle, cevap ver bana, çocuğunun babası o , değil mi,"
diye bağırdı.
Zeynep sapsan kesilmişti. Onun ellerinden kurtulmaya
uğraşarak:
"Vasfi, deli mi oldun," diye fısıldadı.
Evet, deli olmuştu , inanılmayacak kadar büyük bir kıs­
kançlık onu deli etmişti, kıskançlık vücudunu ateş gibi ya­
kıyordu .
Genç kadın evlendikten sonra , onun peşini bırakmamıştı.
Onu uzaktan, tıpkı bir ölüyü sever gibi seviyordu . O doku­
nulmaz , ilişilmez bir insandı, ona ne kendi ne de başkaları
yakınlaşmazdı. Zeynep'in anasının tesirinde kalarak evlenmiş
olmasına kendini inandırmaya uğraşmıştı. O boşanmış bir
kadındı, yeniden rahat ve sıkıntısız bir hayat kurmak, evi­
nin hanımı olmak istemişti. Fakir bir aşçının kızıydı. Şakir
Amca'nın serveti gözlerini kamaştırmış olacaktı. Tabii koca­
sını sevmiyordu ama ona sadıktı, çünkü Zeynep bütün gö­
rüşüne rağmen ciddi ve namuslu bir kadındı. O muhakkak
sonuna kadar kocasına sadık kalacaktı, bunu , refahı kocasına
borçlu olduğunu hissettiği için yapacaktı, onun cömertliğine
bu suretle teşekkür edecekti.
Nuri ona her zaman Zeynep aleyhinde konuşurdu . Fakat
bu sefer onun sözlerine inandı. Çünkü yakışıklı bir delikan­
lı olan Hasan için aralarında birkaç kere kavga etmişlerdi.
Çünkü Zeynep birçok kere onun güzel bir erkek olduğunu

93
Vasfi'ye söylemişti. Ne zaman Zeynep'i öpmek ister ve ne za­
man Zeynep ondan kaçarsa, o hep, Zeynep bir başkasını se­
viyor, diye düşünmüştü. Ve bu da her zaman böyle olmuştu,
çünkü Zeynep hiçbir zaman kendisini ona öptürmemişti.
Müthiş bir kıskançlık içinde kıvranıyordu . Bu, eski kıs­
kançlığı acı bir şekilde hatırlamak mıydı? Yoksa onu hala aynı
şiddetle kıskanıyor muydu?
Zeynep'i sarsa sarsa onu tekrarlıyordu:
"Yalancı ! Sen bir yalancıdan başka bir şey değilsin. Onun
metresi olduğunu söylesene. "
Zeynep korku v e şaşkınlık içinde yerinden doğrulabildi
ve:
"Bırak beni, beni bırak," diye inledi , "ben senin kann de­
ğilim. "
Vasfi o anda yaptığı hareketin manasızlığını ve yersizliğini
anladı. Onu bıraktı, ayakta karşı karşıya duruyorlardı ve Vasfi
onun amber ve kara karanfil gibi kokan vücudunun sıcaklığını
duyuyordu.
Vasfi içinden, Ben deliyim, ben zırdeliyim. Hatta bundan
daha beter. . . Ben budalayım . . . Gülünç, komik bir herifim ! diyor­
du .
Acaba Zeynep onun halinden ne düşündüğünü anlamış
mıydı, birden değişiverdi:
"Sen bana bak, bana," dedi. "Benim ne yaptığım, ne etti­
ğim yalnız kocamı ilgilendirir. Sen kim oluyorsun da bana
böyle şeyler soruyorsun? Ben evli bir kadınım, canımın iste­
diği kadar çocuğum olur benim ! Buna kimse kanşamaz ! Eğer
ortada şüphelenecek bir şey varsa, bundan ancak kocam şüp­
helenebilir, anladın mı? Benim hakkımda kimse bir hüküm
veremez. "
Yan yana vücutlan birbirine yapışık duruyorlardı ve Zey­
nep geri çekilmiyordu. Vasfi için bu geri çekiliş imkansızdı.

94
Vasfi onun ellerini avuçları içine almak istiyordu fakat cesaret
edemiyordu, bitkin bir halde mırıldandı:
"Beni affet Zeynep ! "
Artık ondan korkacak bir şey kalmadığını anlayan
Zeynep'in benzi soluk değildi, azametli tavrını da kazanmıştı:
"Bana Zeynep deme, yenge de," diye çıkıştı.
"Yok canım, sen deli misin ? "
"Evet, benden nefret ettiğini v e niçin nefret ettiğini biliyo­
rum ," dedi.
"Ben senden nefret etmiyorum Zeynep," diye inledi, "seni
artık sevmemeye çabalıyorum. Bunu da beceremiyorum."
"Amcanın karısıyla böyle konuşmaktan utanmıyor mu­
sun? Beni kıskanmaktan utanmıyor musun? Ben namuslu ve
kocasına sadık bir kadınım. Sen beni böyle iftiralarla korku­
tup kendine boyun eğmemi sağlayamazsın. Artık benim pe­
şimde dolaşma ! Sizlerin benim gözümde bir pulluk kıymeti­
niz yok. Mahallemizdeki acuzelerin de dedikoduları bana vız
gelir tırıs gider, anladın mı? Hepiniz benim için püfsünüz. "
Zeynep'in heyecandan a l al olmuş yanaklarına yakından
bakarken:
"Ben sadece hakkında söylenenleri bildirmek için gelmiş­
tim," diye mırıldandı, "iftiraları ! "
Zeynep:
"lftiraları," diye bağırdı, "bu sözü sana ben söyletmedim . . .
Evet, iftiraları. Bunlar namussuzca yapılmış iftiralardır. Bana
haset eden acuzelerin, cadıların iftiraları. Benim gençliğimi,
güzelliğimi, saadetimi, rahatımı kıskanıyorlar, kıskançlıktan
geberiyorlar. Kocam benim nasıl bir kadın olduğumu onlar­
dan daha iyi bilir. Beni öyle iyi tanır ki bu sebepten beni gün­
den güne daha çok seviyor, bana karşı olan saygısı günden
güne artıyor. Gidip kocama aleyhimde bulunsunlar, dedim
ya, bana bunlar vız gelir Vasfi. . . "

95
Vasfi, Zeynep doğru söylüyor, diye düşündü. Onun dürüst
bir kadın olduğunu biliyorum . . . Böyle düşünmek onun sinirle­
rini yatıştırmıştı. Zeynep aynı şiddetle konuşmaya devam etti.
"Bütün bu dedikoduların kimden çıktığını bilmiyor deği­
lim, bunlar hep Nuri'nin anasının marifetleri. Karının bana
düşmanlığı var. Genç , güzel ve çok mesut bir kadınsam, bu
kabahat mi? O cadı karı benim saadetimi, rahatımı çekemi­
yor. Ben amcanız gibi zavallı bir ihtiyarı mesut ettim, bu biça­
re adamın hayatında hiç güzel bir günü olmamıştı, gülmesini
bile bilemiyordu . Ama şimdi gülüyor, neşeli bir insan oldu .
Ona hayatın zevkini ben verdim , o da buna karşılık olarak
bana biraz refah verirse çok mu? "
Vasfi söz söylemeden, onu dinliyordu :
"Benden alıp veremediğiniz nedir? Sanki Naile Hanım'a
pek mi dosttunuz? Palavraya lüzum yok, fukara son nefesini
verirken, yanında annemden başka kimseler yoktu . Söylesene
bana , bu sırada aile efradı neredeydi? "
Zeynep , Vasfi'nin sessiz durmasından istifade ederek de­
vam ediyordu :
"Beni almadan evvel, amcanız parasını aile efradıyla pay­
laşıyor muydu? Size verdiği paraları beni alır almaz kes­
ti mi? Benimle neden uğraşıyorsunuz? Bana bak, ben Şakir
Efendi'nin nikahlı karısıyım, canım isterse, ondan bir değil,
birçok çocuklarım olur. "
"Yeter Zeynep ! "
"Yetermiş . . . Yok, beni dinleyeceksin; evlendiğim günden
beri hepinizin gözü üstümde, elinizden gelse, beni bir kaşık
suda boğacaksınız. Üzerimde yeni bir iskarpin, bir şapka ya­
hut da kolumda yeni bir bilezik gördüğünüz zaman, hase­
tinizden deli oluyor, iftiraya başlıyorsunuz. Ben de bu ma­
halledenim, hiç Şakir Efendi'den bahsedildiğini duymadım,
benimle evlendiğinden beri adamcağız herkesin ağzında, her

96
yaptığı şeyle konu komşu meşgul. Cadı kanlar birbirlerine,
'Gördün mü Zeynep'in göğsündeki iğneyi .. . ' diyorlar, 'koca­
sından yeni bir hediye . . .' Cadalozların başka dertleri yok mu?
Eğer kocam benden memnunsa, durmadan bana hediyeler
veriyorsa, şüphesiz ki ben kendisiyle çok iyi olduğum içindir.
Benden hoşnut, bundan kime ne? Evini gül gibi tutuyorum,
tertemiz , içi neşe dolu bir ev. Her akşam penceresinde onun
gelişini bekleyen güler yüzlü bir kansı var. Kendisini seven
namuslu , sadık bir kansı var. Evet, ben bu yaşta büyükbabam
olabilecek amcanı seviyorum işte . Beni rahat bırakınız. "
Zeynep'in gözleri hiddetle parıldıyordu:
"Ailenizin niçin beni sevmediğini bilmez miyim hiç? Ben­
den nefret ediyorsunuz . Hele Nuri ile annesi, ellerinden gel­
se, beni ortadan yok ederler. Onların bütün dertleri amcanın
mirasında. Benim bir çocuğum olursa , Nuri kocamın mira­
sından faydalanmayacak. Ya sen buraya niçin geldin? Doğ­
ruyu öğrenmek için mi? Sizi korkutan doğruyu. Böyle senin
gibi bir delikanlı nasıl sıkılmadan yengesine - evet, tabii ben
senin yengenim, hiç sözümü kesmeye uğraşma - 'Bir çocuk
bekliyor musun?' diye sormaya cesaret eder. Böyle bir şey
olsa, onu daha kocam bile bilmiyorken, sen kim oluyorsun
bana bunu soruyorsun ? "
Vasfi, Zeynep'in haklı olduğunu anlıyordu . Onun karşısın­
da kendini çok kabahatli buluyordu . Çekingen bir sesle:
"Özür dilerim Zeynep ," dedi, "hakkın var, kabalık yaptım
fakat seni kırmak istemedim. "
Zeynep onun sözlerini duymamış gibi devam etti:
"Haydi, seni daha fazla merakta bırakmayayım, git bütün
aileye müjde ver, ben çocuk beklemiyorum. "
"Zeynep, yalvannm sana. Artık bunları bırakalım. "
"Yok, bırakmayalım, Hasan'a gelince, ben kahvecinin oğ­
lunu tanımış olduğumu hatırlamıyorum. Eğer evvelce sana

97
ondan bahsetmişsem, bunu seni kıskandırmak için yapmış
olmalıyım, ben seni seviyordum Vasfi . . . "
Vasfi yüreğinin titrediğini hissetti, kalbi sevinçle olduğu
kadar, elemle dolmuştu.
"Zeynep . . . "
Zeynep'in elleri Vasfi'nin kollan üstündeydi, tırnaklarını
batırarak onu sarsmaya başladı, gözleri kinle doluydu:
"Evet , seni seviyordum fakat o zamanlar sen ne yaptın?
Beni almak istedin mi? Amcanla evleneceğim zamana kadar
beni almak istediğini söyledin mi? Acaba benimle evlenmek,
neden tam ben amcana varacağım sırada aklına geldi? Bu da
bir hesaptı, değil mi? Beni isteyerek amcandan vazgeçeceğimi
zannettin. Bu suretle mirası kurtarabileceğini umuyordun. "
"Sus artık Zeynep ! Beni tahrik etmeye hakkın yoktur. Seni
nasıl çılgınca sevmiş olduğumu , hala öyle sevdiğimi biliyor­
sun. Seni öyle seviyorum ki. . .
Vasfi, Zeynep'i kollan arasına almıştı, Zeynep ondan kaç­
madı .
Yüzünü Vasfi'nin omzunun üstüne gizlemişti. Vasfi onun
saçlarını öpüyor:
"Zeynebim," diyordu .
Zeynep birdenbire başını kaldırdı, kollarıyla onun boynu­
na sarıldı, dudaklarını ona uzattı. Fakat hemen onun kolları
arasından sıyrılıp kendini sedirin üstüne attı:
"Vasfi hemen git buradan, " diye yalvarıyordu . "Burada
durma, seni bir daha görmek istemem. "
Vasfi ona yaklaştı , eğildi, yavaşça omuzlarından tuttu . Bu
sırada sokak kapısının açıldığı duyuldu . Zeynep hemen ye­
rinden fırladı. Yüzünde heyecandan, telaştan eser bile yoktu .
Gayet sakin bir sesle:
" Hizmetçi kadın geldi galiba, " dedi. "Pazara gitmişti. "
Sonra daha alçak bir sesle ilave etti:

98
"Sen yerinden kıpırdama. Bizi beraber görmesin, daha iyi.
Dudaklarım sil, rujum kalmış. "
Aynaya yaklaşarak saçlarım düzeltti, sonra aceleyle oda­
dan çıktı. Vasfi onun ayak seslerini dinlerken, içi sevinçle
doluydu. Dışarıda Zeynep'in gündelikçi kadınla konuştuğu
duyuluyordu . Nihayet Zeynep'in ayak sesleri yeniden duyul­
du , odanın kapısı açıldı. Genç kadın açık kapının önünde
durarak alaylı gözlerle bir müddet Vasfi'yi süzdü , onun hala
bıraktığı yerde hareketsiz durmuş olması Zeynep'i eğlendi­
riyordu . Genç adamın gözleri ateşli ve sevgi doluydu ; çok
heyecanlı bir hali vardı . Zeynep odaya girerek kapıyı kapadı
ve gülerek:
"Vallahi sen basbayağı bir delisin ," dedi. "Buna şüphe edi­
lemez . Ayol, orada put gibi ne duruyorsun öyle ! Yerinden
bile kıpırdamıyor. Haydi gel, gürültü etmeden yürü , hizmet­
çi kadının seni görmesini istemiyorum. Ne duruyorsun , yü­
rüsene . "
"Zeynep, o kadar bahtiyarım ki ! "
"Evet, evet, deli olduğunu biliyorum, fakat. . . "
"Zeynep, mademki sen de beni seviyorsun . . . "
Genç kadın canının sıkıldığını gösteren bir hareket yaptı:
"Aman Vasfi," dedi, "bitir bu saçmaları . . . Yeter artık, bu
olanları unutmak lazım . . . "
"Zeynep , sen bu ihtiyar adamla yaşayamazsın, bir an evvel
ondan ayrılman lazım. "
"Bu adam bağlanacak deli. . . Dikkat et, yaptığım şeyden
pişman olmayayım. Bir an için kendime hakim olamadım,
hepsi bu. Haydi bakalım, hemen buradan git ve bir daha gel­
me . Ben vazifemden ayrılmamak için gönlüme hakim olaca­
ğım. Ben senin bildiğin kadınlardan değilim, dedikodulara
inanma artık. "
Vasfi sessiz ve hareketsiz duruyordu.

99
"Şimdi ben odadan çıkıyorum, eğer hizmetçi kadın hala
bodrum katındaysa, sana işaret ederim, hemen çıkarsın. Ka­
pıyı beni görebilmek için aralık bırak. "
Kapıdan çıkarken Vasfi'ye döndü ve tatlı bir sesle:
"Sen beni herkesten daha iyi tanırsın," dedi. "Her zaman
benim dostum olarak kalmaya gayret et. "
"Zeynep, seni ne kadar sevdiğimi bilirsin. Ömrümün so­
nuna kadar senin en iyi bir dostun olarak kalacağım. "
"Haydi, şimdi git artık. Yavaşça yürü . "

* * *

Hapishanede bulunduğu günlerde, bu günü çok defalar


hatırladı. Önceleri o günü düşündüğü zaman, kalbi Zeynep'e
karşı şükranla dolardı, sonraları zamanla bu artık bir mazi
olmaya başlamıştı. "Niçin o gün bana o yakınlığı gösterdi? "
diyordu. " Niçin onu kollarımın arasına almama bir a n için
olsa bile razı oldu ? Niçin bana beni sevdiğini söyledi? Sevme­
diği muhakkaktı, neden bu yalanı söyledi? O anda hiç samimi
değildi , bunu şimdi hissediyorum. Başını yastıkların arasına
sakladığı zaman, ben ağlıyor zannetmiştim fakat şimdi anlı­
yorum, o gülüyordu . Anahtar sesini duyunca, başını kaldırdı
ve ben o zaman yüzünde en ufak bir heyecanın ifadesini gö­
remedim. "
Yüzünde gizliden bir aşkın, gösterilmemek istenilen bir
ihtirasın ifadesi yoktu ! Evet, yüzünün çizgilerinde ne aşk ne
keder ne bir iç savaşın izi vardı. Ağlamak şöyle dursun, he­
yecanlı bile değildi. Yalnız kapıyı dinliyordu , o kadar. Evet,
hizmetçi kadının kendisini Vasfi ile baş başa görmesinden
korkuyordu. Her şeyden önce isminin çıkmamasını, hayat
emniyetinin bozulmamasını istiyordu , bütün endişesi buydu .
Kocasını kaybetmek istemiyor, böyle bir tehlikeyi atlatmak
istiyordu. O anda başka hiçbir düşüncesi yoktu.

1 00
Bütün bunlar artık Vasfi için apaçık şeylerdi. Anlayamadı­
ğı tek şey Zeynep'in kendisine ne sebeple bu oyunu oynamış
olduğuydu . Etrafını sayısız düşmanlar sarmış olduğu için bel­
ki de bir dost kazanmak istemiş ve bunu böyle yapmıştı. Evet,
icap ettiği zaman kendini müdafaa edecek bir dost. Yoksa her
ne pahasına olursa olsun, anne olmak mı istiyordu , o takdirde
kocasının mirasını kimseyle paylaşmayacaktı. Bunu bir oyun
olarak mı, yoksa hafifliğinden mi yapmıştı? Nuri, anne olmak
istediğini söylerken, acaba haklı mıydı? Belki fedakarlık ya­
pabilecek bir dosta pek büyük ihtiyacı vardı.
Eğer fedakar bir dost edinmek için bunu yapmışsa, fevka­
lade muvaffak olmuştu . Hapishanede ranzası üstünde oturup
kaç bin kere aynı günü yaşamıştı ve sonra bu hatıraların ver­
diği yorgunlukla bitap kalınca, duvardaki lekeleri , döşemede­
ki budakları, hapishanede geçmiş ve geçecek günleri saymaya
koyulmuştu.

* * *

Zeynep'i gördüğü günün üstünden aylar geçmişti. Onu


tekrar görme cesaret ve fırsatını bulamamıştı. Günler eskisi
gibi üniversite , ev ve köşedeki meyhane arasında geçiyordu .
Fakat o, oraya gittiği vakit eskisi gibi arkadaşlara katılmıyor,
daha fazla yalnız, sessiz, başına ve gönlüne yer etmiş düşünce
ve duyguların içinde mahpus, herkesten uzak ve ayrı kalıyor­
du . Zeynep sade Vasfi için değil, Nuri için de sabit bir fikir
haline girmişti. Çünkü o Şakir Amca'nın mirasını tehlikeye
düşürmüş olan bir baş belasıydı. Nuri bu kadından nefret
ediyordu , ihtiyar bunağın hayatına girmiş olmasını hiç affet­
miyordu . Bütün ömrü boyunca mirasın bir kısmına sahip ola­
cağına muhakkak nazarıyla bakmıştı. Mahrumiyet ve sefalet
içinde geçen bir ömür çocukluk ve gençliğin en büyük tesel­
lisi buydu . Zeynep'e karşı tam birbirine zıt bu hisler yüzün-

101
den, her zaman münakaşa ve kavga ediyorlardı. Fakat Vasfi
bu münakaşa ve kavgaların günün birinde Nuri'nin ölümüne
ve kendi felaketine sebep olacağını tahmin edememişti.
Bu hususta hisleri ayrıydı ama gene de iyi arkadaştılar. Ak­
rabalıklarından daha fazla onları bu arkadaşlıkları birbirleri­
ne bağlardı. Oyun arkadaşı olmuşlardı, aynı spor kulübünde
üyeydiler, aynı yerlerde gezip tozarlar, akşamlan aynı tezgah
başında içerlerdi. Birbirlerini çok severlerdi ve hiç kimse her
gün yaptıkları bu münakaşanın böyle meşum bir neticeye
ulaşacağını evvelden tahmin edemezdi. Daha önceleri birçok
kere Nuri'nin Zeynep'ten bahsederken yaptığı şakalara öfke­
lenmiş, ondan daha saygılı bir dille konuşmasını istemişti.
Ondan birçok defa bu gibi münasebetsiz konuşmalara son
vermesini istemişti. Fakat Nuri bu ihtarlara kulak asmamış­
tı, o son münakaşaya kadar hep Zeynep hakkında pis sözler
sarf ederdi. Fakat bu defa aynı şey değildi . Şimdi herkesin
yanında , Zeynep'in arkasından entrikalar çevirdiğini iftihar­
la söylüyordu . Bu bir övünmeden başka bir şey olamazdı. O ,
Zeynep'e karşı öyle büyük bir kin besliyordu ki onun aley­
hinde her türlü sözü söyleyebileceğini zannediyor, bu türlü
hareket etmekte kendinde hak buluyordu .
Vasfi meyhaneye girdiği zaman, Nuri oradaydı, birkaç
kadeh içmiş olduğu da görülüyordu . Her zaman içkiliyken
yaptığı şeyleri yapıyor, çok sarhoşmuş gibi görünerek yüksek
sesle abuk sabuk şeyler söylüyordu . Yine her zaman olduğu
gibi, Zeynep'in aleyhinde konuşmaya başladı, bunu yapma­
dan edemezdi.
Genç kadın için söylediği pek ağır bir söz Vasfi'yi çileden
çıkardı. Her zaman Nuri'nin bu tarzda konuşması karşısında
soğukkanlılığını kaybeder, kendinden geçerdi. Fakat durumu
idare eder, öfkesini yatıştırırdı. Zaten Nuri de sesini alçaltır.
"Aman, aman kızma, sözümüzü geri aldık," derdi. Ve iş bu-

1 02
rada kalırdı. Fakat bu defa Vasfi de biraz fazla içmişti, bunun
için tezgahın üzerine şiddetli bir yumruk vurarak bağırdı:
"Ağzını topla, yeter artık, saçmalarını kendine sakla. "
Bu bir bahar günü olmuştu. Hava ılık ve ağırdı, ü ç gün­
den beri lodos esmekteydi. Rüzgar ağır, çok nemliydi, insanın
iliklerine işliyor, nefesini daraltıyor, adeta soluğunu kesiyor­
du . Tezgah başında yalnız üç kişi olmalarına rağmen, etrafı
kesif bir sigara dumanı kaplamıştı. Buna rakı ve soğanlı meze
kokulan da karıştığından, meyhanenin içinde tahammül edil­
mez bir hava vardı.
Nuri azametle başını kaldırarak tehdit eden bir sesle
Vasfi'ye:
"Bu orospu hakkında düşündüklerimi söylemekten beni
sen mi men edeceksin, " dedi.
Aynı şiddetle Vasfi bağırdı:
"Sana kes sesini diyorum."
Nuri kahkahayla güldü :
"Yavaştan gel oğlum," dedi. "Bu kadının hesabı tamamdır.
Birkaç güne kadar Amca Bey yakalayacaktır. Bu genç adamın
kim olduğunu biliyor musun? Benim arkadaşımdır, yalnız
bana yardım etmek, deyyus amcanın gözünü açmak için ka­
rıyı kafese koydu. ihtiyarın, aile içine nasıl bir mal sokmuş
olduğunu artık anlaması gerek."
"Sana kes sesini dedim, duymadın mı? "
"Hayır, sesimi kesmeyeceğim ben ! "
Nuri sözünü bitirmedi , Vasfi şimdiye kadar kendisinin bile
tanımadığı korkunç bir sesle bağırarak Nuri'nin üstüne atıl­
mıştı.
"Sus, namussuz herif, sus . . . "
Haykırarak Nuri'yi tokatlamaya başlamıştı. Nuri onun sol
gözüne şiddetli bir yumruk attı. Bu Vasfi'yi deliye döndürdü ,
tezgahın üzerinden bir şişe kaptı.

103
Her şey o kadar çabuk oldu ki Sacit tezgahın öbür tarafın­
dan onların yanına gelene kadar iş işten geçmişti.
Vasfi, Nuri'nin ölümüne indirmiş olduğu şişe sebep olmuş
zannetti, zaten komiserin fikri de buydu. Vasfi'yi karakola
götürürlerken, küçük meyhanenin önüne birikmiş olan halk
onu yuhaladı.
"Pis herif! "
" Katil ! "
Vasfi kendinde değildi , ne yapmış olduğunu iyice anlaya­
mıyordu . Şaşkın, yüzü sapsan, kollarından tutan iki polisin
arasında ilerliyordu.
Komiserin odasına girdikleri zaman, bir bardak su istedi.
Fakat su yerine , yüzüne şiddetli iki şamar yedi. Hiç kıpırda­
madı, ne kendini müdafaa etmek için bir hareket yaptı ne de
içinde bir isyan hissi uyandı. Onda artık izzet-i nefis kalma­
mış gibiydi. Yüzünü elleri arasına alarak, başı boşalmış ve kal­
bi daralmış bir halde, sıranın üstüne yığıldı.
Sonra komiser onu sorguya çekti. Vasfi olgun bir sesle ce­
vap veriyor, Nuri ile neden kavgaya başlamış olduğunu hatır­
lamadığını söylüyordu . Zeynep'in ismini ağzına almadı, bel­
ki bu genç kadının ismini bu işe karıştırmamak içindi. Ona
ifadesini imza ettirdiler. Sonra da odaya hıçkırarak ağlayan
küçük, bitkin, zavallı bir kadın soktular. Vasfi annesinin ağ­
ladığını hayatında ilk defa görüyordu . Bu müthiş bir şeydi.
Kadın durmadan ağlıyor ve aynı sözleri tekrar ediyordu :
"Hayır, hayır, bu mümkün değildir ! "
Vasfi başını eğerek mırıldandı:
"Anneciğim, olan oldu . "
"Hayır . . . Hayır mümkün değil. . . Mümkün değil ! "
İkinci görüşmeleri Sultanahmet Hapishanesi'nde başgardi­
yanın odasında oldu. Annesi bu görüşme için bir hayli uğraş­
mıştı . Duvarları kireçle sıvanmış bu yerde, annesi onu kollan

104
arasına almıştı, bu anne şimdi birdenbire ihtiyarlamış bir an­
neydi. Saçları bembeyazdı. Fakat sakin ve kendine hakimdi.
Vasfi annesinin elini öpüp yanan alnına götürdü . Sanki bu el­
den kafasındaki cehenneme tılsımlı bir şifa umuyordu. Alnını
bir müddet ona dayadı kaldı. Sonra alnı hep o elde dayalı,
boğuk bir sesle mırıldandı:
"Anne, beni affet . . . Bir bilmiş olsaydın ! "
Annesi onu tekrar göğsüne bastı:
"Yavrum benim ! Her şeyi biliyorum! Neler çektiğini anla­
maz mıyım ben . . . Ben anlamamış mıydım? "
Hapishanede yattığı müddet içinde Zeynep, Vasfi için arzu
ve aşkın sembolü olmuştu . O artık bir kadın değil, bir dü­
şünce, bir mukaddes inançtı . Uğrunda her şey feda edilir bir
inanç. Onu mabutlaştırmıştı, o bu mabuda kendini kurban
ediyordu . Evet, diye düşünüyordu , hayatımı, istikbalimi, her
şeyimi mahvettim ama pişman değilim, çünkü bunu Zeynep için
yaptım. Ve bu düşünce onu teselli ediyor, ona kuvvet veriyor­
du .
Aşkı, bir nevi mistik muhabbet haline gelmişti. Sığınağı
bu mistik duyguydu . Ümitsizliği içinde oraya sığınıyordu .
Zeynep'e karşı olan aşkı bir ibadet haline gelmişti. Ve işte
uzun seneler böyle geçmişti.
Bugün ise kalbi ölmüş gibiydi. Onu hayata bağlayan hiçbir
ilişiği yoktu . Zeynep yarı silinmiş bir resim gibiydi. Anneciği­
ne gelince, o artık bu dünyada değildi.

Hava serindi, yanan şakaklarını hafif bir rüzgar okşuyordu.


Vasfi yürüyordu. On iki sene sonra tekrar kavuştuğu
lstanbul'un caddelerinde ve ara sokaklarında saatlerden beri
yürüyordu.
Bazen yokuşlardan inip çıkıyor, bazen de iki sıra evleri olan

105
bir sokağın nihayetinde kuşbakışı görünen denizi seyrediyor­
du . Bazen uzaktan köprüyü de görüyor ve olduğu yerde du­
rup, sanki onu ilk görüyormuş gibi uzun uzun seyrediyordu.
Denizin üstünde bir sürü küçüklü büyüklü gemiler vardı.
Vasfi bunlara da uzun uzun bakıyor, gözleriyle gidişlerini takip
ediyordu.
Camilerin avlusuna giriyor, bu beyaz ve sessiz yerlerde
oturuyor, senelerden beri ışığından mahrum kalmış vücudu­
nu güneşe bırakıyordu . Etrafında dolaşan güvercinleri seyre­
diyor, akan şadırvanların seslerini dinliyordu . Sonra birden
yalnızlığın verdiği cesaretsizliğin, yorgunluğun tesirinde ka­
lıyor, yerinden fırlıyor, şehrin gürültüsü içine karışmak için
otobüslerin, taksilerin arasında , sokak sokak dolaşıyordu. O
müthiş yalnızlığından kurtulmak için yabancı adamların içi­
ne atılıyor, gürültüye karışıyordu.
Böyle öylesine , yorulduktan sonra , Karaköy'deki oteline
dönüyordu , odasına girince üstündeki elbiseyi çıkarmadan ,
küf ve ter kokan nemli çarşaflı yatağa uzanıyordu . Tozdan si­
yahlanmış bir kordonun ucunda sallanan kör bir ampul odayı
kirli bir ışık içinde bırakıyordu. Odanın duvarlarında misafir­
lerin çizdiği birtakım resimler ve yazılar vardı.
Vasfi bu pis odada yalnız kalmaktan korkardı. Bu kirli du­
varları görmemek için gözlerini sıkı sıkı kapıyor ve bambaş­
ka bir evin duvarlarını düşünüyordu . Bu duvarlar küçük, yer
tahtaları bembeyaz olan, sevimli ve temiz bir evin duvarlarıy­
dı. Bu yer tahtalarını anneciği her iki günde bir sıcak sularla
siler, temizlerdi. Bu küçük evde her şey gül gibi temiz ve be­
yazdı.
Yatak çarşafları kar gibiydi. Lavanta çiçeği kokardı . Beyaz
patiska perdeli pencerelerin içinde saksılar dururdu . Hava
rüzgarlı olduğu zaman perdeleri şişiren rüzgarla beraber, oda­
ya dışardan taze meyve ve çiçek kokuları girerdi.

1 06
Gözleri kapalı, Vasfi bütün bunları görürdü . Şakaklarında­
ki beyaz saçlara rağm�n, henüz genç olan anneciğinin elleri
ağır iş görmekten her zaman kızarmış haldeydi. Vasfi'ye bu
temiz , kar gibi evi annesi vermişti. Vasfi o evde çok mesut­
tu . Halbuki kendisi böyle bir annenin hayatını mahvetmişti.
Vasfi artık mevcut olmayan bu annenin hem en büyük ümidi
hem de en büyük kederi olmuştu !
Vasfi için ne vardı ki? Hiçbir şey yoktu . Çocukluğunun,
gençliğinin geçtiği bu evde . . . Bu ev onların malı değildi. An­
nesinin ölümünden sonra, başkaları oturuyordu . Vasfi'nin ya­
şayabilmesi için annesi satmıştı. Kıymeti olmayan fakat Vasfi
için her biri bir hazine olan eşyaları Vasfi'nin hapishanede ve­
rilen bir kilo ekmekle yaşaması için kafi değildi.
Şimdi Vasfi'nin artık hiçbir dostu yoktu . Arkadaşları, tanı­
dıkları yoktu . Onun Zeynep'i de yoktu . Onun Zeynep'i artık
geçmişin bulutları arasında kaybolmuş bir eski resim gibiydi.
Vasfi birkaç haftadır hapishanede yaptığı gibi, yatağından
atlıyor ve odanın içinde durmadan dolaşmaya başlıyordu .
Sonra birden yerinde duruyor, "Ben şimdi ne yapacağım?
Ne olacağım? " diye kendi kendine soruyordu . Artık parası da
kalmamıştı , bir iş bulamamıştı. lş bulabilmek için kime baş­
vurabilirdi, kimden iş isteyebilirdi?
Onun arkasındaki sabıka etiketiyle onu kim yanında çalış­
tırmak isteyecekti?
Vasfi sigarasını masanın üstündeki tablada hırsla ezdi ve
odasından kaçar gibi çıktı.

Modern yapılarla kurşuni renkli eski binalar bu şehrin yedi


tepesine tırmanmak için, sanki birbirlerine destek olmuşlar­
dı. Vasfi, İstanbul şehrini kederli gözlerle seyrediyordu. Bu
şehir ona müthiş kalabalık geliyordu ; yollar, kaldırımlar, na-

107
kil vasıtaları hıncahınç doluydu. Her tarafta, çarşıda pazarda,
eğlence yerlerinde kadın erkek bütün bu kalabalık içinde ona
selam veren, onun halini soran, onun derdini bilen tek insan
yoktu . Evet, bu şehirde kimse onu tanımıyor, kimse onun is­
mini bilmiyordu . Kimse onun halini sormuyordu . Bu müthiş
kalabalık içinde o ke �aini yalnız , yapayalnız, korkunç dere­
cede yalnız hissediyordu .
Evet, kimse ona selam vermiyordu . Hatta odasının anah­
tarını kendisine uzatan otel katibi bile ! Vasfi de artık ona se­
lam vermiyordu. Kullandığı sözler gayet sınırlıydı, ya sigara
aldırdığı ya kahve istediği zaman söz söylüyordu . O büyük
bir korkuyla , "Bu böyle devam ederse, ben konuşmayı unuta­
cağım," diye düşünüyordu , buna inanıyordu. Acaba bundan
sonra insanlarla uzun uzun konuşabilecek miydi? tık önce bu
düşünce ona bir şaka gibi gelmişti fakat gitgide onu sarmıştı,
ondan sonra da sabit bir fikir haline gelmişti. Hatta zaman
zaman bir insana yaklaşıyor ve sırf konuşmuş olmak için lü­
zumsuz şeyler, mesela bildiği veya gitmeyi aklından geçirme­
diği bir yol soruyordu .
Sırf konuşmak, sırf konuşabildiğini kendine ispat edebil­
mek için ! Kendi sesini duyduğu zaman, bir dost sesi duymuş
gibi mutlulaşıyordu .
Hele bir başka insanın kendisine hitap edişini duymak
onun için ne büyük mutluluktu. O, lstanbul'a geldiğinden
beri kendisinin görünmez bir varlık olduğunu zannediyordu .
insanların arasında dolaştığı zaman, kimsenin onun varlığın­
dan haberi olmuyordu. Evet, onun bir vücudu , bir görünüşü
yoktu sanki. O bir gölgeydi, daha doğrusu tabut içindeki bir
ölüydü . Bir mezar lahtine benzeyen bir duvar bu şehirde ya­
şayanlarla onu birbirinden ayırıyordu.

* * *

108
Otel katibi, Vasfi kapıdan girer girmez hesabı ona uzattı:
"Hesabınız," dedi.
"Peki," diyen Vasfi hesabı cebine koydu ve katibe:
"Hesabı yarın ödeyeceğim," dedi.
Otel katibi:
"Yok arkadaş," diye çıkıştı. "Bu otelde herkes gece girer­
ken yatak parasını peşin verir. Sen iyi bir misafir olduğun
için, biz senden dört gecedir para almadık ama artık olmaz ! "
"Size yarın parayı ödeyeceğim, dedim. Yarın olmasın, bu
akşam da veririm. Şimdi, şu dakikada üstümde para yok. "
"Sen böyle işsiz olduktan sonra, senin hiçbir zaman paran
olmaz ! lnsan yirmi dört saatin yirmisini sırtüstü yatıp yata­
ğında geçirirse, hiçbir zaman iş bulamaz . "
Vasfi cevap vermeden merdivenden çıkıp odasına girdi.
Kendini yatağının üstüne attı. Başım yastıkların arasına sok­
muştu , kulakları uğulduyordu , başı ateş gibi yanıyordu. Bu
vaziyetten kurtulmak için bir şey düşünemiyordu . Bir çare
bulmak lazımdı, borcunu ödemek mecburiyetindeydi. Bu
borcu bu akşam ödemesi icap ediyordu. Otele geldiği zaman,
ona burada her gün oda parasının ödeneceğini söylemişlerdi.
Bunu kabul etmiş, dört gün evveline kadar her akşam odasına
çıkarken borcunu ödemişti. Ama dört günden beri para bu­
lamıyordu , hatta artık sigara içmiyor ve ölmeyecek kadar yi­
yebiliyordu . Ağzında bir acılık vardı. Ne yapmalı ? diye düşü­
nüyordu . Küçük ilanlarda bir şey çıkmıyor, nereye başvurayım ?
lş bulabilmek için her çareye başvurmuştu, artık cesareti
kalmamıştı. Her defa aynı şeylerle karşılaşıyordu . Ondan daha
evvel çalıştığı müesseseden almış bulunması lazım gelen bon­
servisi, polis müdüriyetinden getireceği iyi hal belgesini isti­
yorlardı. Halbuki o talebeyken tevkif edilmiş ve bir daha çalış­
ma imkanım bulamamıştı. Hayatı boyunca hiç çalışmamış bir
kişiye kim bonservis verirdi? Bunları o hiçbir yere veremezdi,

109
hiçbir kimseye, "Ben bu yaşıma kadar hiç çalışmadım," diye­
mezdi, hiç kimseye, "Ben on iki sene hapishanede yattım,"
diyemezdi. Eğer ona, "Niçin ? " diye sorarlarsa, nasıl olur da
onlara, "Bir adam öldürdüm de onun için," diyebilirdi.
Hangi insan böyle bir şey söyler? Hakikati saklayıp da "Ben
bir talebeyim," dese ona kim inanırdı? Üniversiteye bundan
on beş sene evvel girmişti herhalde.
Bonservis istemeden kim onu işe alırdı? Vasfi artık iş ara­
mak için kendinde kuvvet bulamıyordu , çalışmaktan vazgeç­
mişti.
Yerinden kalkıp valizini açtı, içinden gri elbisesini çıkarıp
paket yaptı. Biraz sonra, elinde paketle otelden çıkmıştı. Hızlı
adımlarla köprüyü geçti . Dehşetli sıcak vardı. Yüzünden terler
akarak Mahmutpaşa yokuşunu çıktı , Kapalıçarşı'ya girdi. Ve
ilk hissi güneşten kurtulmuş olmanın hazzı oldu . Kuyumcu­
lardan geçti. Doğru Bitpazarı'na gitti. Eski elbiselerin salkım
salkım asıldığı dükkanların önüne geldi fakat bir tanesine bile
girmeye cesaret edemedi , etrafına şaşkın şaşkın bakınıyordu ,
bu sırada gözleri garip bir ateşle tutuşmuş çok sarı yüzlü , çok
solgun bir adam onun karşısına dikildi , kolunu tuttu :
"Ahi, pakette ne var? Ben alıcıyım, palto mu , kostüm mü ? "
Adamın üstünde eski , soluk ve boyuna çok kısa gelen bir
pantolon vardı. Ceketinin dirsek kısmı yamalıydı. Vasfi kolu­
nu şiddetle adamın elinden çekti ve sert bir sesle:
"Bırak kolumu ," dedi. Öteki kene gibi yapışmıştı:
"Ben alıcıyım, şurada iki adım ötede dükkanım var, gel gi­
delim . "
Tam b u sırada beyaz pantolonlu , sırtında bumburuşuk bir
ceket olan bir ikinci adam karşısına dikildi. Bir atmaca gibi
paketi elinden kaptı:
"Bırak onu , " dedi, "o alıcı değil, tellallık yapacak, benim
kendi dükkanım var, gel benimle beraber. . . "

110
Öteki:
"Sende din iman yok mu? " diye bağırdı, "Kısmetimi elim­
den ne alıyorsun? Senin Allahın yok mu? "
"Ulan manyak. . . Kır boynunu git. Biz burada dükkan kira­
sı veriyoruz, vergi veriyoruz, kısmetiymiş. Asıl kısmet bizim . "
Vasfi onlara dehşetle baktı. Bir kadavra üstünde kavga
eden iki kargaya benziyorlardı.
Ve birden beyaz pantolonlunun elinden paketi aldı:
"Defolun karşımdan. Canınız cehenneme ," diye bağırdı .
Yürümeye koyuldu . Ilerledikçe hava daha ağırlaşıyordu .
Küf, tütün, insan nefesi ve eski kunduralar, eski çamaşırlar­
dan gelen ekşi bir koku havayı nefes alınmaz bir hale soku­
yordu .
Kostümünün satışı onun için bir tecrübe olmuştu .
Bitpazarı'na sık sık uğradı. Bütün çamaşırlarını ve elbiselerini
sattı. Sıra kol saatine geldi. Bu , annesinin hediyesiydi.
Liseden çıktığı gün annesi bu saati almıştı.
Ona saati birkaç kuruş için satmak pek ağır geldi.
Fakat ihtiyacı öyle büyüktü ki bunu satamamazlık ede­
mezdi.
Saati kocaman gözlüklü , kısacık boylu bir adam satın aldı.
Vasfi'nin adresini öğrenince de ona şüpheli gözlerle baktı.
Bu bakış onu o kadar sinirlendirdi ki az kaldı adamı tokatla­
yacaktı.

Bütün parasını bitirmeden evvel, otelden çıktı. Bu son


ayların tecrübesi ona açlığın tahammül edilmez bir şey ol­
duğunu öğretmişti. Ekim ayının bir günü otelden bir daha
dönmemek üzere ayrıldı. Hava daha çok güzeldi. Gündüzün
her saatini hemen hemen hep Gülhane Parkı'nda geçiriyordu .
Bir sıraya oturuyor ve yerinden hiç kıpırdamadan akşamı edi-

111
yordu . Parkın sıraları içinde tercih ettiği, bir söğüt ağacının
altındaydı. Hep orada oturuyordu . Etrafındaki genç çiftler,
anneleri, dadılarıyla gelmiş oynayan çocuklara bakıyordu .
Boş gözlerle denize dalmış gibi görünüyorken, Bu geceyi nasıl
geçireceğim, diye düşünüyordu . Karşıda mavi berrak deniz,
karşı kıyıda yeşil tepelerin eteğinde Üsküdar vardı. Güneşin
battığı saatte eski evlerinin camları alev rengine boyanan ve
bir ateş beldesi haline gelen, şahaneleşen , rüyalaşan Üsküdar !
Vasfi bu periler ülkesine bakmıyordu bile, çünkü zihni bir
suale takılmış, bozuk bir gramofon plağı gibi, hep onu tekrar­
lıyordu : Bu gece ne yapacağım ?
Ne yapacaktı? Otelden çıktığı akşamdan beri yaptığım . . .
O , öteden beri lstanbul'da sabahçı kahveleri olduğunu bilirdi.
Fakat bunlarda hiç sabahlamamıştı . llk akşamdan beri böy­
lesini aradı ve buldu. Beyoğlu'nda istiklal Caddesi'ne çıkan
yolların birinde, köhne bir evin bodrumundaydı. Duvarları
peykeler çeviriyordu. Ortasında dörder sandalyeli masalar
vardı . Çok geniş bir yerdi burası. Fakat herhangi bir masada
bir yer bulmak çok müşküldü çünkü her zaman tıklım tıklım
doluyordu. Kurnaz bakışlı bir çırak hizmet görüyor, zayıf ve
cin gibi akıllı görünen kahveci müşterileri gözetliyordu. Vasfi
daha ikinci akşam burada iyi bir köşe bulmak için çok erken
gitmek lazım geldiğini anladı.
Yoksa orta masalarda uyumaya pek imkan yoktu . llk gece
onun için bir işkence olmuştu . Kollarım masaya dayayıp ba­
şını üstüne koyarak uyumak kolay bir şey değildi.
Çok yorgun olmasına rağmen, o gece hemen hemen hiç
uyumamıştı. Burada, bu insan çamuru içinde bulunmaktan
utanç duyuyordu. Burasını dolduranlara dehşetle bakıyordu.
Nefesleri alkol kokan bu kimseler pis paçavralar giyinmişler,
ayaklarında yırtık pabuçlar, saçları tarak görmemişti. Hepsi-

1 12
nin de gözü boş, uykulu, ölüydü. Açlıktan mı, yorgunluktan
mı, alkol veya esrardan mı böyleydiler? Vasfi anlayamıyordu . . .
Ve onlar arasında olmak, onların hayatını paylaşmak Vasfi için
azapların en müthişiydi.
O geceden sonra o da uyumaya alıştı, bütün gün şehirde
avare dolaşıyordu . Bu onu çok yoruyordu.
Ekim ayı çok güzel oldu . Boğucu sıcaklardan sonra gelen
bir ılık yazdı bu. Yağmurlar kasımda başladı. Bu ince ve soğuk
bir yağmurdu, durmadan yağan ve iliklere kadar sızan pis bir
yağmur.
Boğazdan gelen rüzgar çok sertti ve yağmur sabahtan ak­
şama kadar dinmeden yağıyordu .
Bu yağmur altında dolaşmaya imkan yoktu . Vasfi'nin sı­
ğınacak, barınacak bir yer bulması lazımdı. Eğer gündüzleri
bir kahveye girerse , akşamları aynı masrafı yapamazdı, parası
tükenmişti. Bir iki saatini vapur iskelelerinin bekleme yerle­
rinde, Mısırçarşısı ile Büyükçarşı'da köprünün altında , Büyük
Postane'de ve Sirkeci Garı'nda geçirmeye başladı.
Sefaletini bu yerlerde sürükleyen yalnız kendisi değildi.
Kendisine benzeyen daha birçok yersiz yurtsuz vakitlerini
buralarda geçiriyorlar ve bu yerlerde biraz uzunca kaldılar mı
hemen kovuluyorlardı. Vasfi kovulmaktan korktuğu için mü­
temadiyen yer değiştiriyordu . Herkes kovuluyordu ama yine
bu yerlerde bulunmalarına müsamaha edilen bazı serseriler,
yani her yerin imtiyazlı denilebilecek bir serserisi vardı.
Büyük Postane'de iki serseri vardı. Onlar saatlerce bir ka­
lorifer gövdesi yanında duruyorlar, ellerini kollarını sallaya­
rak konuşuyorlardı.
Uzaktan bakıldığı zaman bile , heyecanlı bir münakaşa
yaptıkları anlaşılıyordu .
Haliç lskelesi'nde bir sarışın adam vardı. Tek bacaklı olan

113
bu genç her zaman oradaydı. Yağmurlu günlerde bekleme sa­
lonunda otururdu , güneş oldu mu dışarda bir kenarda du­
rurdu . O çok ayrı muamele görürdü. Bu işsiz güçsüz gencin
orada oturmasına yalnız göz yummazlar, oranın memur ve
müstahdemleri onu adeta şımartırlardı. Sigara , kahve ikram
ederler, hatta onunla gevezelik edip dururlardı.
Sirkeci Gan'nın da o genç alkolik kadını vardı. Çok boya­
nan, soluk yeşil bir manto giyen bu kadın ekseriya merdiven
basamaklarında oturur, gelen geçen yolculardan para ister,
vermeyenlere küfrederdi. Yetecek kadar parası olunca, büfeye
gidip bir duble rakı içer, yine yerine döner, dinlenmeye baş­
lardı.
Erkekleri davet eder, suratına bakan birini buldu mu , he­
men peşinden koşar, kısa bir zaman sonra , elinde peynir ek­
mek veya bir şişe rakı ile gelir, merdivenlere oturur, onu kov­
salar da oradan bir yere gitmezdi. Zaten gar memurları gibi,
polisler de ona pek ilişmezlerdi. Fazla gürültü patırtı yaparsa,
o zaman iş değişirdi. Fakat asıl onunla alay ederler, küfürleri­
ni işitmek için ona sataşırlardı.
Vasfi, Kadıköy lskelesi'nin bekleme salonunda da her za­
man siyah bereli bir genç kadına rastlıyordu. Elinde küçük
bir çanta olan genç kadın saatlerce bir sıra üstünde oturuyor­
du . Kılığı ötekilerin kılığı gibi değildi , temiz paktı.
Vapurlar gidip geliyordu , o hiçbirine binmiyordu, sonra
karanlık çökmeye başladı mı, yerinden kalkıyor, omuzlan
biraz çökük, şehrin içine dalıyordu . Yüzü , sanki ay ışığıyla
aydınlanmış gibi solgun bu küçük kadın böyle yorgun yorgun
nereye gidiyordu ? Kim bilir? Şehir, sokaklarda sürünenler,
köprü altında yatanlar, arsalarda, oyuklarda, kovuklarda tü­
neyenler. . . Binlerce biçare , binlerce sefille doluydu. Bu tıklım
tıklım şehrin tek insanları, yalnız insanları nereye giderler,
onu kimse bilmezdi.

1 14
Bazıları çöküntülerinin başlangıcındaydılar, bazıları sefa­
let denizinin ta dibine çökmüşlerdi ve artık kurtuluş ümidi
yoktu onlar için.
Kendi kendine, "Yok ! Yok ! " diyordu, "ben böyle bir hayata
katiyen tahammül edemem, ben ölümü tercih ederim ! " Ama
ölüm de onu ürkütüyordu . iş ölmekte değil, kurtuluş yolunu
bulmaktaydı fakat bunun için ne kadar çabalasa, muvaffak
olamıyordu . Sanki iki ayağı bir bataklık içindeydi , çabalan­
dıkça sefalet çamuruna biraz daha batıyordu .

* * *

Güneşsiz günler, yıldızsız geceler birbirlerini kovalıyorlar­


dı. Vasfi artık bütün imkanlarının sonuna ulaşmıştı. Bitkin,
her manada bitkindi. Gecelerini sabahçı kahvelerinde geçir­
mesine imkan veren son kuruşları da tükenmek üzereydi.
Gündüzleri bir şey yemiyor, geceleri kahveye giderken , bir
simit satın alıyor, kahvede ısmarladığı çayla bunu yiyordu .
Açlık ve açlığın verdiği humma içinde sersemleşmişti. Başı
dumanlıydı. Her şeyi birbirine karıştırıyordu .
Şüphesiz o da bu serseriler topluluğuna karışmıştı . Onlar­
dan biriydi. Serseriler onu tanıyorlardı, kendilerine sokulma­
dığı için ve kibirli, azametli göründüğü için ona "Paşa Hazret­
leri" lakabını takmışlardı.
Haftalardır aralıksız yağmurlar yağıyordu. Yüzü tıraşsız,
elbisesi ıslak, ayakları buz gibiydi. Vasfi kendisinden iğreni­
yordu. Köprü altındaki iskeleleri dolaşıyor, her birinde bir
müddet oturup yağmurdan korunmaya çabalıyordu. Rast
geldiği temiz insanlar ondan kaçınıyorlar, ona sürünmekten
korkuyorlardı. Sefaletinin ilk günlerinde o da bu insan hara­
belerine tiksinerek bakmıştı. Şimdi başkaları kendisine öyle
bakıyordu ! O, onları ilk gördüğü zaman, "Buraya kadar nasıl
düşülür? " diye kendi kendine sormuştu . Şimdi sonsuz bir hız-

115
la aynı uçurumun ta dibine yuvarlandığını hissediyordu, baş
döndürücü bir hızla. Artık onun için kurtuluş inanılmaz bir
şeydi. Etrafında tutunacak bir şey yoktu . Onun için tek haki­
kat içine düştüğü bu dipsiz sefaletti, o kadar.
Bir akşam yine aynı kahvede otururken, kapı açıldı ve içe­
riye sarı saçlı bir ihtiyar kadın girdi. Vasfi kahvenin müdavim­
lerinden olan ve herkesin "Sultan Hanım" dediği bu sarhoş
kadını burada birkaç kere görmüştü .
Üstünde eskilikten lime lime olmuş bir kürk manto , ba­
şında tüylü bir şapka vardı, her parmağına bir yüzük takmıştı.
Boynunda dizi dizi inciler, yakasında taşlı iğneler vardı.
Vakit geçti, kahvedeki gürültü patırtı bitmiş , herkes uyuk­
lamaktaydı.
ihtiyar kadın içeriye öyle büyük bir gürültüyle girdi ki
hepsi uyandı.
Kadın iskemlelere çarparak yüksek sesle konuşarak ilerle-
di. Oturacak yer aradı ve buldu . Bu yer Vasfi'nin tam karşısın­
daki iskemleydi. Orada otururken alaylı bir sesle:
"Ah, 'Lord' cenaplarının masasına gelmişim. Benim için ne
büyük şeref, " dedi.
Vasfi'nin cevap vermeyişine hiddetlenen kadın:
"Sizi fazla rahatsız ettiğimi zannedersem , çok üzülürüm,"
diye ilave etti.
"Estağfurullah, hiç rahatsız etmiyorsunuz . " Vasfi tekrar
gözlerini kapadı. Kadın:
"Görünüş hiç de öyle değil, " dedi.
" Çok müteessirim. "
Kadın güldü :
"Aferin, " dedi, "bu akşam maşallah daha iyisin. Ben de se­
nin konuşmayı bildiğini görerek seviniyorum . Oğlum, insan
herkese karşı nazik davranmalı. "
Kırıttı:

116
"Hele benim gibilere karşı. Çünkü ben herkes değilim,
ben bir paşa kızıyım. Evet, evet, sahici bir paşanın kızı. N iye
bana inanmıyorsun ? "
Vasfi gözlerini açmadı, fakat:
"Niçin inanmayacakmışım," dedi.
"O halde sen paşanın ne demek olduğunu idrak edemiyor­
sun. Paşayı sen nereden bilirsin, bunlar size masal gelir ama
doğrudur. Bu memlekette bir zamanlar paşalar vardı, eski za­
man paşaları. "
Başını sallaya sallaya b u sözleri söylüyordu.
Onun saçmalarını dinlemeye tahammülü olmayan Vasfi,
gözlerini daha sıkı yumdu . Kadın kendisini dinlemediğini an­
lıyordu fakat konuşmaktan kendini alamıyordu :
"Benim paşa babam hem de damattı. Damat Paşa ! Damat
ne demek, anladın mı? Bir adama damat derlerse, o senin bil­
diğin damatlardan değildir. Sultan kocası demektir. Anladın
mı? "
Cevap vermediğini görünce , hiddetle kolundan tutup sal-
ladı:
"Hey, sana söylüyorum, anladın mı? "
Vasfi gözlerini açmadan:
"Bırak kolumu ," diye adeta kükredi. "Bütün bunları bana
ne diye anlatıyorsun? "
"Bilmiyorum, bana inanmıyorsun, inanmadığın için de
dinlemiyorsun ama ben doğru şeyler anlatıyorum, söyledik­
lerimin hepsi doğru . Eskiden şu memlekette Abdülhamit diye
bir padişah vardı. Sen bunu da bilmezsin, masal diye dinler­
sin ama kitaplar yazar bunu . Sultan kardeşlerinden birinin
kızını istemediği bir paşayla evlendirmiş. O da düğün gecesi
bu evlenmeyi kabul etmediğini ilan etmek için kocasının ya­
nına kendi gitmemiş , cariyeleri arasından en güzellerini se­
çerek göndermiş ve geceyi geçirmek için hangisini beğenirse,

117
yanında alıkoyabileceğini bildirmiş. Babam hakarete hakaret­
le karşılık vermiş ve güzeller içinde annemi seçmiş, o gece
yanında alıkoymuş. "
ihtiyar kadın çürük dişlerini gösteren geniş bir gülüşle:
"Daha ertesi sabah Sultan Hanım annemi saraydan uzak­
laştırmış. Büyük bir paşanın konağına sürmüş. Ben işte bu
konakta dünyaya gelmişim. O paşa öldükten sonra, annemle
beraber Boğaz'da küçük bir yalıda yaşadık. Sultanlar memle­
ketten sürülene kadar Sultan Hanım anneme maaş yollardı.
Sonra . . . lşte , bak, sonra böyle oldum . "
Yine gülmeye başlamıştı:
"Sen de benim paşa kızı olduğuma inanmıyorsun. "
Birden ağlamaya koyuldu :
"Benim paşa kızı olduğuma zaten kimse inanmıyor. "
Uyumak isteyen bir adam kadına hiddetle haykırdı:
"Kes be, herkesi rahatsız ediyorsun. Geveze. "
Kadın ona hiç ehemmiyet vermeden, Vasfi'ye hitap etmeye
devam etti:
"Neden bana meşhur bir paşanın kızı olduğum halde , bu­
rada ne süründüğümü sormuyorsun? Yalnızlık beni bu hale
soktu . "
Başını salladı:
"Beni bu hale sokan yalnızlıktı.
Sonra bir şey söylemeden, Vasfi'ye uzun uzun baktı.
"Sen yalnızlığın ne olduğunu anlar mısın? Dünyada yapa­
yalnız yaşamak ne demektir? "
Vasfi istemeden gülümsedi. Birden kadının yüzünün ma­
nası değişiverdi, parmakları yalancı taşlı yüzüklerle dolu olan
elini ona uzattı:
"Zavallı çocuk," diye mırıldandı.
Kendini bilmez halde sarhoş olan bu sefil, acınacak bir
hale düşmüş olan bu biçare kadın onun gülüşündeki manayı

118
anlamıştı ! Ona acıyordu . Felaketinden beri ilk defa olarak te­
selli için ona bir el uzanmıştı.
Büyük bir dehşetle kendisini bu yabancı kadına bağlayan
bağı hissediyordu. Bu bağ sefalet ve felaketten örülmüş bir
bağdı. Kendi kendine, "Hayır ! " diyordu . "Ona benzemek,
onun gibi olmak istemem. Bu kabustan kurtulmam lazım. "
Kadının elinden sıyrıldı:
Kasadaki adama borcunu ödedi, adam:
"Nereye gidiyorsun," dedi. "Otur oturduğun yerde. Ben
deli karıyı kovarım şimdi . Buraya geldi mi, herkesin kafası­
nı şişirir, sonra da babasının evindeymiş gibi, bir fincan çay
içmez . "
Vasfi çay parasını çıkarıp adamın önüne koyarken:
"Ona bir bardak çay veriniz ," dedi. "işte parası . . . O da biz­
ler gibi istediği kadar burada kalsın . "
Kahveci omuzlarını silkti:
"Böylelerine merhamet etmek doğru değil," diye homur­
dandı. "Bütün parasını varını yoğunu içki uğruna feda etti.
Oldukça varlıklı bir kadınmış. Onu tanıyanlar var. Yine de
her akşam şaraba verecek parası var da çaya verecek parası
yok. "
"Onu bu akşam rahat bırak," diyen Vasfi kapıya doğru yü­
rüdü .
Sokağa çıktı, omuzlarını kaldırarak yağmur altında ilerle­
meye başladı.
Bütün gördüklerinin, bütün yaşadıklarının bir kabus olup
olmadığını artık bilemiyordu . Hayatını dolduran bu pis, bu
bitli, bu yarı deli insanlar. . . Paşa kızı olduğunu iddia eden yır­
tık kürklü , tüylü şapkalı, mütemadiyen saçma söyleyen ve bir
an ayılıp insana o kadar iyi, o kadar anlayışlı bakan o sarhoş
kadın, bunlar hakiki dünyaya ait olamazdı. Hakikat olamazdı.

119
Hava karanlıktı, yine yağmur yağıyordu.
Yağmur hiç dinmeyecek, güneş bir daha görünmeyecek
gibi geliyordu insana.
Vasfi akşama kadar yağmur altında süründükten sonra,
akşama doğru biraz ısınmak için Büyük Postane'ye sığındı.
Elbiseleri sırılsıklam, kendisi ölesiye yorgundu . Postaneye gi­
rince iki ihtiyar serseriyi gördü . Her zamanki gibi aynı kalori­
fer radyatörünün yanındaydılar.
Birinin üstünde bir ceket, dik boynunda çok dik ve kolalı
bir yaka vardı. Uzun, büyük dişleri, delikleri çok açık ve bu
deliklerle kaşları arasındaki kısmı çok uzun burnu ve üçgen
şeklindeki yüzüyle bu adam, insandan daha fazla bir beygire
benziyordu .
Ötekine gelince sivri, uzun sakallı, kocaman burnu , omuz­
larının, kollarının kesik hareketleriyle Hacivat'ın canlı bir port­
resi. Sanki meçhul ellere bağlı sicimler onun hareketlerini idare
ediyordu .
Büyük Postane'ye girince , Vasfi onlara doğru yürüdü.
Girdiği yerde yanına yaklaşılabilecek tek radyatör buydu .
Diğerlerinin etrafı ısınmak veya kurumak isteyenlerle sarıl­
mıştı.
Bir at gözü gibi iri ve geniş gözleri olan mahzun mahzun
bakan adam ağır ağır konuşuyor, onlara çok sokulmuş olan
Vasfi ister istemez ne söylediklerini işitiyordu :
"O zamanlar lspanya'mn kralı Alfonso'ydu . Alfonso bir
Fransız kadınına deli gibi aşıktı. Kadın da kadındı hani. . . Eşi
emsali bulunmaz ilahi bir kadın. Harikulade bir şey, bir kere
onu Paris'te sahnede gördüm, dans ediyordu . Daha sonralan,
çok daha sonraları da Monte Carlo'da rastladım. Her akşam
gazinoya gelirdi, muazzam servetini orada kaybetti. Ben de
bütün paramı oyuna verdim ya . . . Fakat benim küçücük ser­
vetimi bu servetiyle nasıl mukayese edebilirim? "

120
Öteki, dalgın mırıldandı:
" Ilahe . . . "

"Evet, evet, bütün servetimi kaybettim. Bunun üstünden


çok zaman da geçti ya . . . Fakat bugün elimde bir yol parası,
üstümde gazinoya girebilecek birkaç elbise, cebimde on beş
bin, yirmi bin lira olsa, hiç tereddüt etmeden Monte Carlo'ya
giderim. Gider de orada kaybettiğim paraların hepsini geri
alırım. Geri almak da söz mü, milyonlar kazanırım. Çünkü
şimdi bir metodum var. Bu metot hiç yanılmaz bir metot."
Sivri sakallı arkadaşının sözlerini hiç takip etmemişti.
Yine mırıldandı.
"Ilahe . . . "

"Ilahe . . . Evet, öyle kadınlar vardır ki insan onlara başka


türlü hitap edemez ve başka bir sıfatla onları anamaz. Ülfet
ilahelerin ilahesiydi. Dünya güzeliydi. Ondaki güzellik, on­
daki zarafet, ondaki nüktedanlık kimselerde yoktu . Yoktu , ol­
madı ve olmayacaktır. Öyle bir harika , öyle bir lütf-u ilahi ! O
bir kadın değil, Cenab-ı Hakk'ın bizlere bir lütfuydu. Evet, ne
diyordum, öyle bir lütf-u ilahi bu dünyaya bir daha gelemez.
Onun için alüfte derlerdi. Şehzadebaşı'nda çok muhteşem bir
konağı vardı. Eğer bu kadın bugün yaşasaydı, kimse ona bu
sıfatı takamazdı. Büyük bir şair, büyük bir müzikşinas, eş­
siz bir bestekardı. Bu kadar münevver, bu kadar malumatlı
ve meziyetli bir kadın nasıl olur da bizim eski adetlerimize
uyarak konağın dört duvarı arasına kapanmaya razı olurdu !
Onun görünmez bir güneş gibi ışıldamaya ihtiyacı vardı. Ha­
yata karışmaya, kendini gösterip takılmaya hem ihtiyacı hem
de hakkı vardı. Devletin en büyük münevverleri arasında ya­
şamaya hakkı vardı. O da bunu yaptığı için, o devrin taassu­
bu kaldırmıyor, ona küfrediyorlardı. Halbuki devrin vükelası
vüzerası, şairi edibi onun kulu kölesiydi. Bir de ev sahibiydi.
Misafirlerini ağırlamakta yektaydı, yekta. Ya neşesi ya şakrak-

121
lığı ! Onunla her mevzudan konuşulabilirdi. Vezirler en güç
işleri ona danışırlardı. "
Vasfi, a t suratlı ihtiyarın ona verdiği cevabı hayretle din­
ledi:
"O devir . . . N e devirdi o? Fransızlar o devre 'iyi eski zaman'
derler. Eski zamanda herkes birbirinin halinden anlar, anla­
maya çalışırdı. Ama bugün öyle mi ya ! Herkes birbirine karşı
lakayt. Mesela ben bir gün bir dava açabilsem , çok zengin
bir adam olabilirim. Benimken , başkalarının hakları olmadan
üstüne oturdukları muazzam bir servet. Fakat azizim, gel gör
ki benim dava açtıracak param yok. Kimse bu işe başlamak
için lazım gelen parayı evvelden yatıracak kadar da bana iti­
mat etmiyor. Rica ederim efendim, istirham ederim, bir kere
bana bakınız , bende itimada şayan bir çehre yok mu ? Ben pek
muhterem bir beyefendiyim. Fakirlik utanç duyulacak bir şey
değildir. lşte, öyle bir iş ki, kendilerine alacağım paranın yan­
sını veriyorum, iltifat göstermiyorlar. Mahkeme bir açılırsa . . . "
Hacivat kılıklısı ötekinin sözünü kesti :
"Aman kerem buyurun, bana mahkemeden bahsetmeyi­
niz . O eski, o kötü devirlerde insanları hakiki mahkeme kar­
şısına çıkarmadan, mahkum ederlerdi . Eğer Ülfet, o zamanlar
bir alüfte olduysa, bunu kadınların esaretini protesto etmek
için yaptı ; bu büyük kadın, taassupla mücadele eden bir hür­
riyet mücahidiydi. O, peşin hükümleri ananeleri saymayan,
onlara kıymet vermeyen bir kadındı. Ben onu tanıdığım za­
man Fehim Paşa'nın mahbubesiydi. Evet o despotun metre­
si. . . Abdülhamid'in sağ kolu olan o adamın. Ben Ülfet'i ilk
defa tiyatroda gördüm. Eldivenli elleriyle çarşafının bol etek­
lerini kaldırmıştı , şık iskarpinler içindeki minimini ayakları
görünüyordu . Bu minik ayacıklarıyla arabadan aşağıya atla­
dığı zaman, eteklerini bıraktı ve parmaklarının ucuyla peçe­
sini tuttu , hafifçe kaldırdı, bana o güzelim yüzünü gösterdi.

122
Heyecan içinde kalmıştım, bununla da iktifa etmedi, tatlı bir
tebessümüyle bana cesaret verdi. Bir dakika sonra da kafes­
lerle örtülü olan bir ön loca içine girerek gözden kayboldu .
Daha o gece, bu şahane kadının kim olduğunu tahkik ettim.
Ülfet olduğunu öğrenir öğrenmez , evine gitmekte bir dakika
tereddüt etmedim. "
Bu ihtiyar da tek başına konuşuyordu. Vasfi ötekinin ceva­
bını duyduğu zaman büsbütün şaşırdı:
"Evet, ne güzeldi o eski zamanlar, çarşaf, peçe . . . Bunlar
kadınlara bir başka cazibe verirdi, esrar örtüsüne sarardı on­
ları. inanınız bana beyim, değil sade bizde, Avrupa'da dahi o
zamanlar kadınlar daha cazibeli, daha bambaşkaydılar. Ben
bir kere Viyana'da bir merasim sırasında genç bir kraliçe gör­
düm . "
Sivri sakallısı:
"Bir genç kraliçe . . . Evet, Ülfet hakiki bir kraliçeydi. Ko­
nağında beni bir kraliçe gibi kabul etti . Konağın kapısını çal­
dığım zaman, onu görmek istediğimi söyledim. Beni biraz
beklettiler, sonra küçük bir salona aldılar. Beni konağa almış
olan harem ağası yerinden geldi, onun odasına götürdü . Evet
mirim, tıpkı saraylarda olduğu gibi.
Bir harem ağası. .. "
Öteki:
"Saraylar," diye konuşmaya başladı:
Diğeri onu duymadı, heyecanla sözlerine devam etti:
"Beni küçük pembe bir salonda kabul etti. Üstünde bir
gece elbisesi vardı. Saçları açıktı, başörtüsü yoktu . Onunla
birçok mevzular üzerinde konuştuk, her şeyden anlıyordu .
Konuştuğumuz sırada ellerini birbirine vurmuş, adamlarını
çağırmıştı. İçeriye birbirinden güzel, dört genç cariye girdi.
Peri kızları gibi, hiç gürültü etmeden, ayaklarının sesleri bile
duyulmadan, bir sofra kurdular ve bize hizmet ettiler. Yeme-

123
miz içmemiz bittikten sonra da sessizce ortadan kayboldular.
Baş başa kalmıştık. Ülfet ile ben baş başa . . . Udunu aldı, çaldı,
şarkı söyledi. O ne çalış, ne şarkı söyleyişti ! Sesini ömrümün
sonuna kadar unutamayacağım. Benimle edebiyattan bah­
setti. Fuzuli'den, Baki'den, N edim'den mısralar okudu , hat­
ta Ömer Hayyam'dan bile. Evvela Farsça okuyor, sonra bana
tercüme ediyordu. Sonradan onun öldüğünü öğrendiğim za­
man, iki bin mısralık bir mersiye yazdım. Bu bile, onun bü­
tün meziyetlerini, bütün güzelliklerini saymaya kafi gelmedi.
llk ziyaretimden sonra onu iki kere daha görmüştüm. Ben­
den en ufak bir hediye bile kabul etmemişti. Bir gün Fehim
Paşa onun ihanetini öğrenmiş fakat yine de onu affetmişti.
Fakat beni affetmedi, işlemediğim bir siyasi cürüm yükledi,
Yemen'e nefyetti , 1 324'te lstanbul'a davet ettiğim zaman, artık
Ülfet irtihal-i dar-ı beka eylemişti. Evet, onun üfulu benim
için tahammülsüz bir ızdıraptı. Teselliyi meyde aradım. Bana,
'lşrete müpteladır,' diyorlardı; ne yapabilir, bu acıyı neyle sön­
dürebilirdim? "
A t suratlı adam kendi düşüncelerinin peşinde konuşma­
maya başladı:
"Birinci Cihan Harbi'nden sonra Berlin'de bulundum. Ora­
da da kumar salonları vardı fakat sizi temin ederim ki bunlar
hakiki birer batakhaneydi. Geceleri kabareler ve diğer eğlence
yerleri kapandıktan sonra, sokak köşelerinde şapkaları göz­
lerine eğik, yanakları kalkık birtakım adamlar size yaklaşır;"
kulağına, Gece kulübü , çıplak dansözler, poker, bakara, ko­
kain, diye fısıldardı. Ve . . . "
Bu suretle birbirinden ayrılmaz bu iki arkadaştan her biri
kendi düşüncelerini takip ediyor, ne anlatmak isterse, onu
anlatıyordu. Bu iki ihtiyarın monologları gerçekler aleminde
duyulacak şeyler değildi. Kendileri de zaten birer hayalet gi­
biydi ancak bir kabus içinde görülebilecek iki hayalet . . .

124
Vasfi'nin tahammülü tükenmişti. Postaneden koşarak çık­
tı fakat geniş merdivenlerin ilk basamağında birden durdu.
Üşüyen vücuduyla bu sağanağın altında yürüme cesareti yok­
tu. Geri döndü , geniş bir koridoru geçerek taş merdivenlere
yaklaştı ve basamakları ağır ağır çıkmaya başladı. Adliye ka­
tına çıkıyordu.
Oraya niçin gidiyordu ? Bu büyük bir ihtiyatsızlık değil
miydi? Oraya hatıralarına takılmış, sürüklenir gibi gidiyor­
du. Yorgunluktan zayıflamış, beyninde uykusuz geçen ge­
celerle dinlenmeden geçen gündüzler birbirine karışıyordu .
Basamaklar yükseldikçe, yanında jandarmalar peyda oluyor
gibi geliyordu ve bileklerini sıkan kelepçelerin küçültücü ta­
hakkümünü duyuyordu . Son basamakları bitirdikten ve Ağır
Ceza Mahkemesi'nin kapısına geldikten sonra, sıralardan
birinin üzerine çöktü . lşte, tam burada oturmuş, mahkeme
salonuna gireceği anı çok kere beklemişti. lşte burada me­
raklılar katili görmek için etrafına toplanmışlardı. lşte burada
kendisine lanetle bakan gözler karşısında adam öldürmenin
yükünü ve dehşetini hissetmiş ve bayılacak hale gelmişti ve
yine burada gözleri beyhude yere Zeynep'i aramıştı. Solgun
çehresi, yaşlı gözleri ve felaketinden yıkılmış varlığıyla bed­
baht bir Zeynep aramıştı. Mahkeme salonunda, hakimlerin
karşısında da her zaman Zeynep'i aramıştı. Onun geleceğini
ümit etmişti, çünkü bir gün Zeynep ona kendisini sevdiğini
söylemişti. Fakat Zeynep gelmemişti, onu bir daha görme­
mişti. Mahkeme salonunun kapısı açıldı, mübaşir bir isim
söyledi. Vasfi bir robot gibi kalktı ve kapıya doğru yürüdü .
Dinleyici sıralarından birine oturdu , suçlu yerinde ayakta du­
ran bir delikanlıya sabit nazarlarla bakmaya başladı. Savcının
siyah cüppesinin kollarının bir karga kanadı gibi uçtuğunu
görüyordu . ltham edici parmağını, tehdit edici hareketlerini
ve bağıran bir ağız görüyordu .

125
"Suçlusun, taammüt ile bu adamı öldürdün. "
Acı bir ses, yürekler paralayıcı bir ses bağırıyordu:
"Hayır, hayır, hayır. . . Ben onu öldürmek istemedim, ben
suçlu değilim ! "
"Onu isteyerek öldürdün. "
"Hayır, ben onu öldürmek istemedim. "
" O halde ona niçin böyle vahşice saldırdın. Böyle bir şid­
detle, böyle bir hınçla . . . "
Ses ümitsizce uluyordu :
"Bilmiyorum, bilmiyorum. Yaptığım şeyi artık hatırlamı­
yorum. "
Fakat Vasfi şimdi birdenbire o meşum gün; kendisini kav­
ramış , koluna hakim olmuş ve bütün ızdırabı, bütün kini ve
intikamıyla Nuri'ye saldırtmış olan büyük gazabın sebebini
anlıyordu . Onun başına şişeyi vurduğu ve sonra da üstüne
atıldığı zaman o intikam almıştı. Her şeyden intikam almış­
tı. Amcası Şakir Efendi'nin servetiyle mücadelede duyduğu
aczin hırsı, bu entrika ve hesap dünyasına , evet, kendisinin
malik olmadığı fakat büyük bir kıymet olan paraya tapan bu
iğrenç menfaat dünyasına karşı olan nefretinin haksız ızdıra­
bından duyduğu isyanın şiddetiyle Nuri'ye vurmuştu.
Para Zeynep'i satın almıştı. Para bir ihtiyara kuvvet ver­
miş , para hırsı Nuri gibi bir genci iğrençleştirmişti. O vur­
muş, vurmuştu. Bütün bunların yarattığı bunalımdan kurtul­
mak ve nihayet, dövüş etmek için . . . Dövüşme mutluluğunu
duymak için.
Yavaş yavaş ayağa kalktı. Şimdi artık konuşabilecekti.
Çünkü ne konuşacağını biliyordu. Evet, hakimlere ve herkese
işin ne olduğunu , neden olduğunu anlatabilecekti ! O zaman
cevapsız kalmış olan bütün, "Niçin bunu yaptın? "lara şimdi
cevap verebilecekti. Evet, şimdi konuşacaktı.
Konuşacak, kendini müdafaa edecek, bağıracak, onlara

126
anlatılamayan, anlatılmamış olan bütün nedenleri anlatacak­
tı, ayağa kalkmış, benzi sapsan, dimdik duruyordu ve elini
hakimlere doğru uzatmıştı. Kendini savunacaktı, artık savu­
nabilecekti ! Heyecanından titriyordu .
Birden bir el kolundan tuttu ve cam sıkkın bir ses:
"Hey arkadaş," dedi, "orada kazık gibi dikilme, oturacak­
san otur, gideceksen git. "
Derin bir uykudan uyanmış bir kimse gibi etrafına bakın­
dı , nerede olduğunu anlamak istedi. Sonra elini alnından ge­
çirdi, alnı terden sırılsıklamdı.
Bir sarhoş gibi sallanarak oradan kaçtı.

Kadıköy lskelesi'ne soluk soluğa geldi. Yavaş yavaş, toz


gibi yağan bir kara çevrilmiş olan yağmur, elbiselerini sırıl­
sıklam ıslatmış, adeta iliklerine işlemişti. Bekleme salonu çok
kalabalıktı. Sıcak bir köşedeki bir sıra üstünde, kendisine zor­
lukla bir yer buldu ve oraya çöktü .
Orada ne kadar kaldı? Kendisi de bunu bilmiyordu ! Uyu­
muyordu , hiçbir şey düşünmüyordu . Sade içinden , "Hayır,
hayır, hayır ! " diye tekrarlıyordu . Belki elini bin kere alnından
geçiriyordu ve başım mütemadiyen sağa sola sallayarak bir
şeyi kabul etmediğini anlatmak istiyordu . Neyi?
Gözlerini tekrar açtığı zaman , bekleme salonu tamamıyla
boşalmıştı. Bir ihtiyar adam ve iki çocuk, bir de siyah bereli
kadın vardı. Eski mantosuna sarılmış, pencerenin önünde
oturuyordu ve gözleri bilinmez bir noktaya dalmıştı. Vas­
fi onun bakışlarım izleyince , dışarda yağan karın daha da
arttığını gördü . Genç kadın duygu ve düşüncelerini göster­
meyen bakışlarla lapa lapa yağmaya başlamış olan kara ba­
kıyordu .
Vasfi bir süre gözlerini bu kadar kederli ve bu kadar ken-

127
dinden geçmiş görünen kadından ayıramadı. Bekleme salonu
sakin, sıcak ve neşeliydi. Evet, neşeliydi, çünkü iki köprü altı
çocuğu burada bir köşede konuşup oynaşıyorlar ve kahkaha­
larıyla burasını dolduruyorlardı.
Vasfi'nin göz kapaklan ağırlaşmaya başladı, yorgundu , bit­
kindi, uyuyacaktı. Büyük bir gayretle gözlerini açık tutmaya
gayret ediyordu. Eğer uyursa, bir iskele memuru gelip onu
kovabilirdi. Bunun böyle olacağını biliyordu . Kaç kere başka­
larını böyle kovulurken görmüştü .
Ağırlaşan gözlerini zorla açarak etrafına bakındı. Sefil ve
perişan kıyafetli ihtiyar titreye titreye kalorifere yaklaşıyordu.
ihtiyar öyle titriyordu ki bunu gören Vasfi, lhtiyann herhalde
ateşi var, diye düşündü ve bakışlarıyla yine dışarda uçuşan,
dışardaki lambanın etrafında dans eden kar tanelerine daldı.
Ve sonra gelmekte olan müthiş günleri dehşetle ürpererek
düşündü . Gene dışarıya baktı, kar adeta tipi oluyordu. lşi
düşündü . lş sahibi olmak için bir sabıkalı olmamak lazımdı.
Polisten o , hiçbir zaman bir iyi hal kağıdı alamazdı. Böyle bir
vesikayı istemek için polis müdüriyetine gittiğinde, karşısına
çıkmış olan komiserin çok kalın kaşları vardı. Vasfi ona , "Ben
şimdi ne yapacağım? " demişti , "Benim ne işim ne param ne
de başımı sokacak bir damım var ! Ekmeksiz nasıl yaşar, nasıl
dayanırım? Bana ölmekten başka çare kalmadı. " O zaman ko­
miser ona sert bir sesle :
"O cinayeti işlemeden evvel gelip bize akıl mı danıştın?
Yaşamaya devam etmek istiyorsun, bu senin hakkın ! Ama bir
düşün; onun, o öldürdüğün gencin içinde de yaşama isteği
yok muydu? "
Vasfi:
"Ben işlediğim suçun ne olduğunu biliyorum, çok kötü bir
şey yaptım. Ama cezasını çektim, yaşıyorum, yaşamaya de-

128
vam etmek istiyorum. Bundan sonra bana hırsızlık etmekten
başka çare kalmasın mı? " Komiserin çehresi çatıldı:
"Hele bir de onu yap, hemen karşılığını görürsün," dedi.
Sonra birdenbire sesi değişti ve daha yumuşak bir sesle:
" Oğlum ," dedi , "ben de insan olarak senin çektiğini an­
lıyorum ama polis olarak sabıkalı olduğunu nasıl saklanın?
Haydi, başının çaresine bak ! Senin gibi kaç tanesi sonunda iş
buldu. Allah sana cesaret versin. "
Hakikatte böyle bir sahne yaşamış mıydı? Yoksa şimdi bu
sahneyi rüyada mı görüyordu ?
Komiser şimdi gözünün önünde büyüyor, kocaman, dev
gibi bir şey oluyor ve sonra kayboluyordu . Vasfi, "Hayır, uyu­
muyorum ! " diyordu . Mademki burada, iskelede bir sıra üs­
tünde oturuyordu ve çocukların şen kahkahalarını duyuyor­
du , nasıl uyumuş olabilirdi ! Zaten siyah bereli kadın da hep
aynı yerdeydi.
Fakat şimdi bu kadın ne yapıyordu? Neden mantosunu
çıkarmıştı? Gayet güzel vücudunun bütün çizgilerini göste­
ren yün bir elbise vardı üstünde ! Vücudu bir filiz gibi ince ve
körpeydi.
Vasfi, Ne güzel bir kadınmış ! diye düşündü. Böyle düşü­
nürken, kadının eğildiğini ve evvela iskarpinlerini, sonra
çoraplarını çıkardığını gördü . Nefis bir çizgisi olan bacakları
fildişi rengindeydi. insanı sarsıcı bir güzellikteydi, o incecik
bilekleri ve ayaklan. . . Bu inanılmayacak, başka bir kadında
görülmeyecek kadar güzel ayaklan . . .
Parmaklarının ucuna basarak ona yaklaştı. Ve birden o
sonsuz mahzun gözleri ve balmumundan yapılmış bir hey­
kelcik teniyle ona yaklaştı, tam karşısında durdu. Dudakları
ne kadar kızıldı. Nar çiçeği gibi !
Vasfi yerinden kalktı. Ona:

129
"Bir şey mi istiyorsunuz? " diye sordu .
Kadın:
"Evet," diye cevap verdi, "saatin kaç olduğunu öğrenmek
istiyorum. "
Vasfi, Ne münasebetsizlik, diye düşündü , kılığımı, kıyafe­
timi görmüyor mu sanki ? Benim kadar sefil bir insanda saat ne
gezer. Sonra içinde acı acı söylendi: Benim saatim yok, gül an­
neciğimin bana hediye ettiği saati bile sattım ben ! insanlar her
şeyi parayla satın alıyor. Yaşamak için paraya ihtiyacım vardı,
başka ne yapabilirdim ? Niçin benden saat soruyor? Halimi gör­
meyecek insan olur mu ?
Bu düşündüklerinin hiçbirini ona söylemedi ve onun so­
rusuna bir başka soruyla cevap verdi :
"Bir şey mi bekliyorsunuz, " dedi, "saati niçin öğrenmek
istiyorsunuz ? "
"Evet," dedi, "bir şey bekliyorum, beklediğim şey belki bir
insan, belki de bir olay ! Hiç gelmeyen bir insan, hiç olmaya­
cak bir olay ! "
Vasfi, Ne acayip konuşuyor, diye düşündü .
Kadın, Vasfi'nin yanına oturdu ve çıplak ayaklarını sıranın
üstüne çekti. Vasfi birden Zeynep'i hatırladı, onun ayakların­
daki terlikleri çıkarıp ayaklarını sedirin üstüne çekişini. . . Belki
de bunun için bu kadar heyecanlandı. Kalbi hızlı hızlı atıyordu.
Vasfi siyah bereli kadının ayaklarının sıranın üstündeki
sağ eline değdiğini hissetti. Bu minik ayaklar buz gibiydi.
Vasfi, Mantosunu, iskarpinlerini, çoraplannı niçin çıkardı­
ğını ona sormalıyım ! Çok üşüyor, ayaklan donmuş. Ayaklan
buz ·gibi ! diye düşündü .
O böyle düşünürken, kadın birdenbire :
"Ayaklarımı ısıtır mısınız, " dedi. " Çok üşüyorum da ! "
Vasfi onun minicik ayaklarını avuçları içine alırken , birisi
onun omzunu sarstı:

130
Bir iskele memuru sert bir sesle:
"Hey arkadaş, diyordu , ne yapıyorsun burada? Burası bek­
leme salonu , yatakhane değil ! "
Vasfi gözlerini açtı; uyumuştu. Bekleme salonu bomboş­
tu . İhtiyar adam, çocuklar ve siyah bereli kadın ortada yok­
tu . Ö teki serseriler gibi muamele görmekten ve kovulmaktan
u tandı, hem de müthiş u tandı, bu iş başına ilk defa geliyordu.
Gayet aşağıdan bir sesle:
"Peki , peki," dedi, "gidiyorum. "
Memur ona baktı, daha yumuşadı.
"Vallahi kardeşim bu bekleme salonu benim malım değil,"
dedi. "Ben seni başka bir akşam, hatta her akşam burada bıra­
kabilirim. Fakat tipi yüzünden son vapurlar işlemeyecek, artık
kapatıyoruz. "
Hiçbir şey söylemeden Vasfi oradan çıktı.
Dışarıya çıktığı zaman, şehrin bir kar tabakasıyla örtül­
müş olduğunu şaşarak gördü . Kar hala lapa lapa yağmaktay­
dı. Vasfi köprüyü geçti ve Eminönü'ne gelince sola saparak
Sirkeci'ye doğru ilerledi . Garın büfesinde daha birkaç saat
durabileceğini biliyordu , çünkü orası son trenlerden sonra da
uzun bir müddet açık kalırdı. Bu akşam bekleme odası bom­
boştu . Hemen bir köşeye büzüldü. Burası her akşamdan daha
sıcaktı. Vasfi'ye bir rahatlık verdi , vücudu ne zamandır duy­
madığı bir gevşeklik içindeydi, burada hoşuna gitmeyen şey
büfeden gelen kuvvetli bir meze ve rakı kokusu oldu .
Vasfi açtı, sigarası da yoktu , küçük bir kadeh rakı içmek
isterdi. Herkes gibi bunu yapabilmeliydi. Onu buradan ko­
vacakları zamana kadar biraz uyuyabilmek için gözlerini
kapadı. Çok yorgun olduğu için kolaylıkla uyuyabilirdi.
Uyandığı zaman kendini bir sıranın üstünde uzanmış buldu ,
üstüne kalın bir manto atılmıştı. Vasfi yerinden doğruldu ,
nerede bulunduğunu anlayabilmek için etrafına bakındı.

131
Hala Sirkeci Garı'nın bekleme salonunda bulunuyordu , bü­
yük lambalar sönmüştü ama küçük lambalar yanmaktaydı.
Onu bu kadar ısıtmış olan üstündeki örtüye baktı, bu bir
kadın mantosuydu . Eski , soluk yeşil bir manto . Bu manto­
yu hemen tanıdı . "Miss Sirkeci" diye çağırdıkları , o sarhoş
kadının eski mantosuydu . Başını çevirip yan tarafa baktığı
zaman , tahmininde yanılmamış olduğunu gördü . Genç ka­
dın yanındaki sıranın üstünde uyukluyor ve çok üşümüş ol­
duğu belli oluyordu .
Mantoyu üstünden alarak kadına uzattı.
"Ben uyurken, bu mantoyu üstüme örten sen misin," diye
sordu .
Genç kadın:
"Evet, benim ," dedi.
Vasfi :
"Al mantonu, ben üşümüyorum," diye homurdandı.
Ona öyle haşin bir surette söylemişti ki kadın onun elin­
den mantosunu hiddetle çekti.
"Pis herif! Hırt . . . Kereste . . . "
Vasfi bu haklı isyanın karşısında kendini küçük hissetti.
Kendini bu zavallı, bu sefil mahluklardan daha aşağı hisse­
diyordu , hiç olmazsa onlarda sefaletlerini kabul ettiklerini
saklamayan bir cesaret vardı. Onlar bu sefaleti gururla ka­
bul ediyorlar veya buna sabırla tahammül ediyorlardı. Fakat
Vasfi onların kendisini aralarında yabancı görmemelerinden ,
ona merhamet göstermelerinden utanıyordu . Kaderine karşı
gelemediği için utanıyordu , onların arasına düşmekten ken­
dini kurtaramadığı için utanıyordu .
Genç kadın mantosunu giymişti. Vasfi hala kendinin de
hayret ettiği o acı ve kuru sesiyle devam ediyordu:
"Nerden buldun bu cesareti? Senden yardım mı istedim?
Ben senden hiçbir şey istemedim, senin yardımına ihtiyacım

132
mı var zannediyorsun? N eden benimle meşgul oluyorsun ?
N eden mantonu üstüme örtüyorsun? "
Bu sözleri söylemekten pişmandı ama kendine hakim de­
ğildi.
"Şu namussuz herife bakın be ! Üstünü neden mantomla
örtmüşüm, diye soruyor. Ulan haydut kılıklı serseri, soğuktan
kıkırdıyordun, ondan üstüne örttüm. Uyuz köpek gibi titri­
yordun. Zaten böylesine acımak günahtır. Nankör köpek. "
Vasfi kadının üstüne atılmak istedi fakat hiddetini yenme­
ye muvaffak olabildi. Genç kadın ona hiç ehemmiyet verme­
den, devam ediyordu :
"Bu köpoğlunun yüzünden neredeyse soğuktan kıkırdaya­
caktım. Böyle mikroplara hiç merhamet etmek caiz değildir.
Kaldırımlarda açlıktan geberdiklerini görünce, bir tekme vur­
mak lazımdır. "
Vasfi'nin dehşetli surette başı dönüyordu , yeniden sırtı­
nın üstüne yığıldı. Herhalde çok hastayım, diye düşünüyordu ,
korkuyordu, hasta olmaktan korkuyordu . Hayır, hasta değil­
di, açtı. Açlıktan geberiyorum, diye düşündü . Sarhoş kadın
hala söyleniyordu:
"it herif, bana teşekkür edeceği yerde küfrediyor. "
"Hay Allah belam versin senin ! Ulan ben olmasam, sen
çoktan buradan atılırdın. Kapıları kapattıkları zaman, sen
domuz gibi uyuyordun. Seni rahat bırakmaları için adamlara
ben yalvardım. Seni burada bıraktılarsa, bunu benim hatırım
için yaptılar, çünkü burada herkes beni hem sayar hem de
sever. "
İstese de istemese de Vasfi bu insanların derecesine düşmüş­
tü . Bunu artık değiştiremezdi. O, artık bu insanların içindeydi.
Yalnız bu zavallı, sefil insanlar ona yardım edebilirlerdi.
O, artık bu adamların eşiydi, bu sefil insanların ona mu­
habbetleri bile vardı, onu himaye ediyorlardı , onu dost olarak

133
kabul etmişlerdi. Vasfi artık her şeyin sonunda olduğunu his­
sediyordu , adım adım sefaletin içine gömülüyordu . Binlerce
kirli tırnaklı, şeklini kaybetmiş, çamurlu pis eller onu yakala­
mış , kendi bulundukları sefalet çukuruna hızla çekiyorlardı.
Hayır, Vasfi için kurtuluş imkanı yoktu , her an daha derinlere
batmaktaydı. O senelerce kaybettikten sonra , yeniden buldu­
ğu işe yaramaz, adeta bir yük olan zavallı hürriyetiyle sefale­
tin içine batıyordu .
Yerinden fırlayıp sokağa çıkmak, köşe başlarında durup
avaz avaz, "Bana imdat edin, imdat ! " diye haykırmak istiyor­
du .
Yüzünü avuçları içine aldı ve hıçkırarak ağlamaya başladı.
Halbuki o çok ender ağlayan bir insandı, hapishanede ol­
duğu zamanlar bile , pek az ağladığı olmuştu . Bir defa anne­
sinin ölümünü işittiği gün, bir de koğuşta Mahmut Zeynebim
türküsünü söylediği akşam. Bir defasında ızdırabından, öbür
defasında aşkından ağlamıştı, şimdi yine ağlıyordu fakat bu
gözyaşlarının sebebi ümitsizlikti. Bu pek müthiş bir şeydi.
Şimdi genç kadın hiddetini unutmuş , ona derin bir merha­
metle bakıyordu . Büsbütün değişmiş bir sesle:
"Kasavet etme ahi ," dedi, "ben anlıyorum senin efkarın var
ama kimin derdi, efkarı yok ki? Herhalde rahatımız yüzünden
buraya düşmedik. Haydi, kalk yerinden, büfeye gidelim, sana
bir kadeh rakı ikram edeyim. Bak görürsün, bir kadehi bile
insanın efkarını dağıtır, yüreğini ısıtır. Kafanı sallama be . . . lk­
ramımı kabul et ahi, vallahi yürekten ikram ediyorum. "
Vasfi'nin ikramını kabul etmediğini görerek gülümsedi:
"Aman, peki peki, ısrar etmiyorum. Senin bileceğin şey.
Ha bak, sana lazım olan sarı kız ise, ne yapar yapar onu da
bulurum. Doğrusu bu kasavetli halin yüreğime dokundu. Bu­
nun için paraya da lüzum yok, benim bildiklerim vardır, on­
lardan birini bulursam, benden esirgemez, beş para da almaz.

1 34
Esrar verir, buna karşılık, olduğu bir gün sen de bir kadeh
rakı ikram edersin, ödeşmiş oluruz. Aman, sus artık be . . . ne
ağlayıp duruyorsun böyle. Dünyada bir erkeğin ağlaması ka­
dar çekilmez bir şey yoktur. "
Vasfi'nin cevap vermediğini görerek omzunu silkti:
"Bizim gibiler için yaşamak kolay değildir ama bunun için
de durmadan köpek gibi uluyacak değiliz ya. Boş ver be, işte
ben boş veriyorum. Her şeye boş veriyorum. "
Bir sarhoş kahkahasıyla güldü :
"Ben her şeyin alayındayım. "
Fakat bu kahkahalar çok sürmedi, şimdi hıçkırarak ağla­
maya başlamıştı.
"Ben her şeye boş veririm, anladın mı ahi? "
ikisinin de ağlamaları dinmeye başlamıştı. Biraz sonra Vas­
fi yerinden doğrulmak için bir hareket yaptı fakat genç kadın
eliyle onun kolunu tutarak buna mani oldu . Vasfi bu harekete
karşı gelmedi, uzanmış olduğu sıranın üstüne yeniden ken­
dini bıraktı.
"Aptal herif, azametin sırası mı? Otur oturduğun yerde,
böyle bir gecede sığınacak bir yer bulmuşsun, Allah'a şükret
be. Ulan milyoner gibisin. Bu kıyamet içinde nereye gitmek
istiyorsun? Halin kalmamış, uyuz köpeğe dönmüşsün. Sen
dur, yerinden kımıldama , benimle beraber büfeye bile gitmek
istemedin, şimdi ben gidiyorum, becerebilirsem sana hem yi­
yecek hem de içecek bir şey getiririm. Eğer rakı bulamazsam,
şarap getiririm. "
Kadın gitmişti. Vasfi hala sıranın üstündeydi. Gözlerinin
önünde siyah lekecikler vardı , ağzı kupkuruydu. Kadın yeni­
den yanına gelinceye kadar yerinden kıpırdamadı, uzun bir
müddet sonra Vasfi'nin yanına gelen genç kadının mantosu
karla örtülmüştü , yanakları kıpkırmızıydı. Mantosunun altı­
na saklamış olduğu peynirli sandvici ve küçük bir şişe rakıyı

135
iftiharla çıkardı. Sandvici ikiye bölerek yarısını Vasfi'ye verdi,
sonra cebinden boş bir konserve kutusu çıkardı, bunun içine
küçük şişedeki rakının yarısını boşaltarak Vasfi'ye uzattı:
"Al bakalım ahi , azamete lüzum yok. Bu senin hakkın,
eğer bu geceki efkarını görmeseydim , bu havada dışarlara çı­
kıp kısmet aramazdım. Bu gece de amma şansım varmış ha !
Böyle bir gecede ! Ulan uzun etme, ye şunu , rakını da iç. De­
dim ya, sana bunları yürekten ikram ediyorum. "
Gülüyordu Vasfi:
"Teşekkür ederim," dedi.
Onun elinden sandviçle rakıyı almıştı, çünkü çok açtı.
"Ahi bunları çabucak ortadan kaldırmak lazım. Çabuk ye ,
çabuk iç. Memur burada yiyip içtiğimizi görürse, bizi hemen
kapı dışarı eder. "
Bunu Vasfi de biliyordu :
"Peki," dedi.
Elindeki sandvici ağzına götürdü fakat çiğneyip hemen
yutamadı, midesi bulanıyordu. Kadın:
" Çabuk rakını da iç , " dedi, "canım, acele et. "
Vasfi rakısını da içti. Birden başı bir tuhaf oldu , yine yerine
yerleşti ve kadına bir tek kelime bile söylemeden uyuyuverdi.
Ertesi sabah Vasfi'yi genç kadın uyandırdı.
"Hadi, kalk artık, buradan bir an evvel tüymek lazım. "
Vasfi kendini kaldırımların üstünde bulduğu zaman, bü-
tün bu şeylerin bir rüya olup olmadığını kendi kendine soru­
yordu . Genç kadın artık yanında değildi, çoktan uzaklaşmıştı.
Vasfi gece iyi uyumuş olmasına rağmen, kendini çok yorgun
hissediyordu .
Ellerinde , ayaklarında ağırlık vardı, boğazı yanıyordu .
Susamıştı, üşüyordu. Henüz sabah olmamıştı, kar mü­
temadiyen yağmaktaydı. Kar fırtınası içinde köprüye doğru
yürüdü. Köprüye yaklaşınca, bir salepçi gördü. Salepçinin

136
etrafını işçiler, birtakım serseriler ve sokak kızları sarmıştı.
Vasfi köprüyü geçtikten sonra, Haliç Iskelesi'ne indi. Bekleme
odaları bu saatlerde işçilerle dolu olurdu , kimse onu fark et­
medi, gidip bir kenara oturdu . Birden yanında bir ses duydu:
"Merhaba arkadaş . . . "
Onu selamlayan her zaman rastladığı tek ayaklı, sarışın
delikanlıydı . Birbirlerini sık sık gördükleri için selamlaşırlar­
dı. Vasfi artık bu insanlara karışmış olduğunu bir defa daha
anlıyordu .
"Merhaba," diye cevap verdi.
Vasfi, Bu bitmeyen bir kabus, diye düşündü. Bekleme salo­
nundan ilk önce işçiler çıkmıştı, sonra talebeler çıktı, daha
sonra da memurlar. . . Nihayet salon boşaldı. Sıranın üstünde
oturan da Vasfi ile sarışın delikanlıydı. Başka kimseler yoktu .
Sarışın adam, Vasfi ile konuşabilmek için fırsat gözlüyordu .
Böylece dakikalar geçti, içeri bir memur girmişti, sarışın
adama:
"Merhaba Mustafa, nasılsın," dedi.
"lyiyim, teşekkür ederim. "
"Bugün çok soğuk, sana sıcak bir çay yollayacağım. " Genç
adam sadece:
"Teşekkür ederim," diye tekrar etti.
Kahveci genç adamın önüne çayı bırakarak çıktı. Mustafa:
" Çayımı benimle paylaşmak ister misin ahi ? "
Vasfi başını çevirerek yanındaki sarışın adama baktı:
"Bana mı söylüyorsun ? "
Öteki gülerek:
"Tabii sana söylüyorum," dedi, "burada ikimizden başka
kimse var mı? "
"O halde teşekkür ederim. "
"Evvela sen istediğin kadar iç, bana biraz bırakırsın. "
"Ben fazlasını istemem, benim dostlarım var, eski iş arka-

137
daşlarım, akşama kadar daha birkaç defa çay ikram ederler.
Sen şunu istediğin kadar iç, içmezsen gönlümü kırarsın kar­
deşim . "
Vasfi ç o k susamıştı reddedemedi, çay bardağını eline ala-
rak:
"Teşekkür ederim," dedi.
Öteki gururla:
" Çok memnun oldum, afiyetle iç ," dedi. "Görüyorsunuz ya,
burada beni herkes sever, evveke ben de onlarla beraber çalı,.
şırdım . "
"Ya öyle mi? "
"Belki inanmazsın ama burada e n iyi çımacıdan biri ben­
dim . "
Dizinin üstüne bir yumruk vurdu :
"Bir kazadan sonra işte bu hale geldim. Kazaya uğradığım
zaman daha sigorta migorta yoktu . O şeyler bizden sonra
oldu . Ben on para tazminat alamadım ve işte böyle sokakta
kaldım. "
Güldü :
"Hepsi bu olsa. . . Sevdiğim kadın, nişanlım bu kazadan
sonra beni terk etti . "
Başını önüne eğdi:
"Artık çalışmaya hevesim kalmadı," diye mırıldandı.
Vasfi çay bardağını elinden bırakmıştı. Başkalarının mer­
hametine muhtaç olduğu artık meydandaydı. Neden bu hale
düşmüştü? Bu hale düşüşünün sebebi neydi? Hapishanede
geçirdiği ilk senelerde, hatta daha sonraları bile, Zeynep için,
Zeynep uğruna her şeyini feda etmiş olmak düşüncesi onun
tesellisi olmuştu ama bu Zeynep kimdi, nerelerdeydi? Yoksa o
bir hakikat değil miydi? Hezeyan halindeki beyninin yarattığı
bir hayal miydi? Zeynep hakikaten yaşamış mıydı? Ve o ha­
yatını hakikaten Zeynep için mi feda etmişti? O halde serbest

138
kalır kalmaz neden ona koşmamıştı? Belki de onu kurtaracak
olan bu karşılaşmayı neden istememiş, neden düşünmemiş­
ti? Onu görmüş olsaydı, belki yaşamaya devam cesaretini ve
mücadele edebilme kudretini veren ateş yeniden tutuşacaktı.
Evet, hapishaneden daha ilk çıktığı gün ona koşması la­
zımdı. Hiç tereddüt etmeden, bunu yapması gerekiyordu .
Eğer hayatında Zeynep olmazsa , onun için feda ettiği şey­
lerin yükü altında ezileceğini neden anlamamıştı? Çekmeye
mecbur olduğu bütün bu ızdıraplara tahammül edebilmesi
için ona karşı olan o çılgın aşka ihtiyacı vardı.
Hapishaneden çıktığı zaman , Yeniden bu aşkın kahredici
pençesine düşerim, korkusuyla onu aramamıştı. Bugün ona
tek destek olabilecek bu aşkı , canlı, kudretli ve bütün benli­
ğine hakim olacak bu aşkı tekrar bulmak istiyordu .
Birden yerinden kalktı, dışarıya fırladı.
Bir müddet nereye gittiğini bilmeyerek yürüdü . Sonra ga­
yet tabii olarak eski mahallesine doğru ilerledi , Zeynep'i gör­
mek istiyordu artık. Onu yeniden görmeden edemeyecekti.
Onun evine gitmek, onun gözlerini görmek, sesini işitmek,
içinde birden bir ihtiyaç halini almıştı. Onu eskisi gibi sev­
mek, eski şiddetiyle arzu etmek istiyordu . Ancak o zaman bu
iğrenç, bu sefil hayatının yeniden bir manası olacaktı.
Artık yağan karı görmüyor, üşüdüğünü hissetmiyordu .
Yorgunluk da duymuyordu . Eski mahallesine giden dik yo­
kuşu çıktı ve kendini gri bir binanın önünde buldu , burası
onun eski mektebiydi. Annesi onun elinden tutarak her sabah
buraya getirirdi.
Sonra kendisini kucaklar, kapının önünden ayrılırken, gü­
lerek ona el sallar, neşeli bir huzurla ağır ağır işinin başına
giderdi.
Vasfi bu kapının önünde büyük bir acı duydu , bu acı o
kadar kuvvetliydi ki !

139
Yürüyordu , işte küçük çeşme, büyük meşenin altında, her
zamanki yerindeydi. Birden sapsarı kesildi ve bir adım daha
atamadan, yerinde durdu , ilerlemeye cesareti yok gibiydi. Bu
ağacın altında, bu çeşmenin önünde Nuri kendisiyle dövüşen
çocuklara saldırmıştı. Vasfi'yi müdafaa etmek için kavgaya
atılmıştı. Bu on iki yaşında çelimsiz çocuk kendinden kuv­
vetlilerin üzerine hiç çekinmeden atılmıştı. Vasfi'yi onların
ellerinden kurtarmak için. . . Vasfi gözlerini kapadı, o zavallı
Nuri'yi öldürmüştü . Anneciğinin ölümüne de yine o sebep
olmuştu . Şimdi de ümitsizlikle kendini öldürüyordu .
Çeşmenin önünden geçmemek için geri döndü ve başka
bir yoldan eski evlerinin bulunduğu sokağa girdi ve hayret
içinde kaldı. Burası büsbütün değişmişti, eski evlerinin bu­
lunduğu yerde şimdi beş katlı büyük bir bina vardı. Bütün
sokak değişmişti, eski ahşap evlerin yerinde modern binalar
yükseliyordu .
Vasfi yoluna devam ederek Şakir Efendi'nin evinin sokağı­
na girdi. O eve gitmek için , köşedeki meyhanenin önünden
geçmek icap ediyordu fakat tereddüt etmeden yürüyordu ,
çünkü mutlak Zeynep'i görmek istiyordu . Zaten eski meyha­
ne de yerinde değildi , onun bulunduğu yerde şimdi yedi katlı
bir bina yapılmıştı.
Şakir Efendi'nin evinin de yerinde olmadığını gören Vasfi
geri döndü ve eski meyhanenin yerinde bulunan büyük bir
radyo mağazasına girdi. Kasada oturan genç bir adama Şakir
Efendi'nin yeni evinin nerede olduğunu sordu .
Adam:
"Şakir Efendi mi," dedi. "Ben kendisini tanımıyorum,
herhalde bu taraflarda değildir. "
Vasfi mağazadan çıkarak biraz yürüdü , tanıdık bir insan

140
görmek ümidiyle etrafına bakmaya başladı. Belki birinden
amcası hakkında malumat alabilirdi. Kimseyi göremedi, ya­
bancılara sordu. Kimse amcanın nerede olduğunu bilmiyordu.
Ümitsiz ve üzüntülü bir halde geri dönmeye karar verdiği sıra­
da, bir ihtiyar adam gördü , bu omzundaki kovalarla su taşıyan
bir sakaydı. İhtiyar adam karın üstünde kaymamak için büyük
bir ihtiyatla yürüyordu.
Vasfi adamı hemen tanıdı. Bu , saka Asım Amca'ydı. Yeni­
den canlanan bir ümitle ihtiyarın önüne atıldı. Asım Amca
ona şüpheli bir bakışla baktı ve:
"Merhaba," dedi.
Vasfi ihtiyarın kendini tanımadığını anlamıştı.
"Asım Amca," dedi. "Beni tanıyamadın mı? "
İhtiyar adam kaşlarını çatarak dikkatle Vasfi'ye baktı:
"Yok," dedi. "Tanıyamadım evladım. "
"Ben Şakir E fendi'nin yeğeni Vasfi'yim. "
İhtiyarın yüzü birden değişti, bir adım gerileyerek mırıl­
dandı:
"Vasfi ! "
Vasfi başını eğerek:
"Evet, Vasfi," dedi.
Asım Ağa omzuna vurdu :
"Oğlum," dedi, "seni birdenbire tanıyamadım. "
"Ben çok değiştim Asım Amca . . . "
"Tabii değiştin, aradan ne uzun seneler geçti . "
"Evet, o n iki sene geçti . "
"Vakit çabuk geçiyor. Ve her şey değişiyor. İnsan her uyan­
dığı sabah kendini başka bir alemde zannediyor. Götürdükle­
ri zaman sen bir çocuktun. "
Lakırdısını değiştirerek:
"Buradan gittiğin zaman," diye ilave etti .

141
Bir müddet bir şey söylemeden bakıştılar. Sonra Asım Ağa :
"Eğer buraya eski tanıdıklarını bulmaya geldinse, onları
burada bulamazsın. Eski evler yıkıldı, içindekiler dağıldı. "
Bazıları şurada burada birer gecekondu kurdu , ötekileri
dağılıp gitti.
Vasfi ihtiyar adamı sesini çıkarmadan dinliyordu .
"Gel oğlum, kahveye gidip sıcak bir şey içelim. Orada ko­
nuşuruz . "
Vasfi b u teklifi memnuniyetle kabul etti . Soğuktan donu­
yordu . Biraz sonra kahvehanenin bir köşesinde karşı karşıya
oturuyorlardı . Asım Ağa iki kahve ısmarladı . Vasfi'ye bir siga­
ra ikram etti, sonra ona uzun uzun baktı:
" Eğer bana Vasfi olduğunu söylemeseydin, vallahi seni ta­
nıyamazdım. Çok değişmişsin. Bu şaşılacak bir şey değil ya . "
Bir müddet daha sessizce Vasfi'ye baktıktan sonra devam
etti:
"Eee, her şey değişiyor tabii. . . Sen eski mahalleyi tanıya­
bildin mi? "
"Nereden tanıyabilirdim, eski evimizi ve Şakir amcanın
evini aradım fakat bulamadım . "
"Zavalı Şakir Amca ! O kadar da zavallı değil ya, hiç olmaz­
sa evinin yıkıldığını görmedi , ölümünden sonra karısı o evi
bir Adanalı tüccara sattı. O da evin yerine içinde on dört daire
olan bir bina yaptı . "
"Şakir amca öldü , öyle mi? "
"Allah rahmet eylesin. Sen onun öldüğünü bilmiyor muy­
dun? "
"Zavallı Şakir Efendi. . . O her zaman bu evde doğduğunu,
sonra zengin olunca bu evi satın aldığını ve ancak öldüğü za­
man bu evden çıkacağını söyler dururdu . "
Vasfi öğrenmek istediği şeyi sormadan duramadı:
" Karısı ne yapıyor şimdi? Nerede oturuyor? "

142
"Hiç bilmiyorum evladım. Zannederim yeni kocasıyla Ak­
saray taraflarında bir yere taşınmış. "
"Ya . . . Öyle mi? "
"Zeynep kocasının yanında çalışan bir adamla evlendi, bu
adam Şakir Efendi'nin hesaplarını tutar, işçilerini idare eder­
di. Son zamanlarda ihtiyar adam çok çökmüştü , yataktan çı­
kamaz oldu . İşlerle Zeynep meşgul olmaya başlamıştı. Şakir
Efendi'ye annesi bakıyordu . Zeynep çok açıkgöz bir kadın
doğrusu. Kocasının işlerini iyi idare etti . Sonra da pek kurnaz
şey ha, sizlere bir şey kalmasın diye Şakir Efendi'nin malla­
rını eline geçirmesini bildi , amcanız sağlığında bütün malını
- sözde - karısına satmış . Daha kocasının sağlığında , o oğlanı
seviyor derlerdi, dul kalınca hemen onunla evlendi. O kim­
seyi sevecek kadın değildir, bu adama ancak menfaati olduğu
için vardı, adam işlerin içindeydi, iyi idare ediyordu . Zeynep'e
bir yardımcı lazımdı. İşleri herifin eline de bırakmadı ya, işle­
ri Zeynep eline almış diyorlar. "
Vasfi artık ihtiyar adamı dinlemiyordu , onun tek bildiği
bundan sonra Zeynep'i göremeyeceğiydi. Asım Ağa devam
ediyordu :
"Zeynep için her kafadan bir ses çıktı, sözde kocası yatağa
düşer düşmez bu oğlanı dost tutmuş, eve bile alırmış. Ben
bunlara pek inanmam ama son zamanlarda kocasına hiç bak­
mıyordu. Yine de Şakir Efendi'nin cenazesini çok iyi kaldırttı ,
kırkında mevlidini okuttu , hem de camide okuttu , ne gülsu­
yu ne de şekeri kıttı, neme lazım . "
Vasfi onun sözünü kesti:
"Demek şimdi kendisini gören yok. "
"Neye gören olmasın, isteyen mağazasına gider görür.
Kendisi her gün işinin başındaymış. "
İhtiyar adam elindeki kahve fincanını masanın üstüne bı­
raktı.

143
"Belki de onu gidip görmek istiyorsun. Ama unutma, 'Zey­
nep zaten cömert değildi, şimdi eli büsbütün sıkı oldu ,' diyor­
lar. Sana yardım edeceğini hiç zannetmem. ihtiyarın ölümün­
den sonra Nuri'nin annesine elini bile uzatmadı, elinizden
bütün mirası kaçırdıktan sonra , bir parça insaflı olabilirdi. "
Vasfi birden yerinden kalktı.
"Gidiyor musun oğlum? "
"Evet, Asım Amca, sana kahve için çok teşekkür ederim. "
Birden Asım Ağa, Vasfi'nin elini tuttu .
"Hapishaneden çıkalı çok oldu mu, '' diye sordu .
"Birkaç ay oldu . "
" N e iş görüyorsun? "
"işsizim. "
Asım Ağa elini cebine soktu , para çıkardı. Vasfi'ye bir lira
uzattı.
"Al bunu oğlum. lşe girdiğin zaman ödersin. Şimdi acelesi
yok. Canım al şunu diyorum evladım, borcun olsun. "
Vasfi bu parayı iade edemeyeceğini biliyordu , herhalde
bunu Asım Ağa da biliyordu . Ona borçtan bahsetmesi gönlü­
nü kırmamak içindi. Vasfi parayı reddedecek kuvveti kendi­
sinde bulamadı. Haysiyet diye tanınan bu cesareti artık unut­
muştu. Mademki hala yaşıyor, hala intihar etmiyordu, o halde
böyle şeylere alışacaktı.
"Sağ ol Asım Ağa," dedi.
Kar yağıyordu. Vasfi'nin midesi bomboştu . Asım Ağa'ya
bir kere daha teşekkür ederek kahvehaneden çıktı. Buz tut­
muş yokuştan güçlükle inmeye başladı. Rüzgar insanı don­
duran bir şiddetle esiyordu . Vasfi'nin elleri, ayakları donmuş
gibiydi. Vücudu soğuktan titriyordu , buna rağmen yürümeye
devam ediyordu.
O, Zeynep'i görmeye gidiyordu , onu uzaktan da olsa göre­
cekti.

144
Köprüye geldiği zaman rüzgar daha şiddetlenmiş, tipi daha
artmıştı. Bitkin, ölgün bir halde Zeynep'i görmeye gidiyordu.
Şimdi haldeydi. Çocukluğundan beri burada hiçbir şey
değişmemişti. Tezgahlar aynı tezgahlar, dükkanlar aynı
dükkanlar, rıhtım aynı nhtımdı. İnsanlar da sanki değişmemiş­
ti. Fakat burada kaynaşma yoktu , ne bir motoru boşaltıyorlar
ne de yüklüyorlardı.
Hem rıhtım hem de halin içi pek tenhaydı. Camekanının
içine meyve sandıkları dizilmiş olması lazım gelen mağaza,
amcanın mağazası köşeyi dönünce , karşıda görünüvermiş­
ti. Ve işte oradaydı, onu görür görmez adeta koşar adımlarla
oraya doğru ilerledi. Dükkanın önündeki meyveleri kalın çu­
vallarla örten bir adamın önünden geçti, komşu bir dükkan
içinde rahat bir koltuğa gömülmüş top sakallı, başı bereli bir
adam nargile içiyordu. Ve şimdi amcasının dükkan cephesini
süsleyen neon ışıklı tabelayı gördü :
"Zeynep Altınelma
Kabzımal"
Bu kelimeleri yüksek sesle tekrar tekrar okudu . Onun am­
casının işine devam ettiğini biliyordu ama gene de bu tabela
ona gülünç görünüyordu , şaşırtıyordu. Zeynep'le bu tabelayı,
birbirleriyle birleştirmeye muvaffak olamıyordu . Haldeki bir
kabzımalı, Zeynep'in alev gibi kıvrak dalgalı vücudunda da
düşünmeye imkan bulamıyordu.
Vasfi biraz daha yaklaştı ve birdenbire durdu. Ne yapacaktı?
İçeriye girecek, soracak mıydı? Bu kılıkla Zeynep'in karşı­
sına nasıl çıkacaktı? Buna cesaret edebilecek miydi? Zeynep
onu nasıl karşılayacaktı? Burada , olduğu yerde durup mağa­
zanın içini gözetlemek daha doğru değil miydi?
Mağazanın içi aydınlıktı, her dakika Zeynep ortadaki açık
merdivenden mağazasının bürosu olan alt kata inebilirdi. Yine
onu bir kiraz dalı gibi karşısında görecekti. O her şeyden güzel

145
olan emsalsiz yüzü, o incecik vücudu, o misli bulunmaz kara
gözleriyle . . .
O görünüşle bir mucize gösterecek, Vasfi'nin ruhunu diril­
tecekti. Ona yeniden yaşama zevkini verecekti. Vasfi'nin kalbi
saadetle dolacak, Vasfi bundan sonra her güçlüğe dayanacaktı.
Orada, camekanın karşısında mağazanın içine bakarak
uzun bir zaman durdu . Farkına varmıyordu ama vakit geçiyor
ve mağazada kimse görünmüyordu . Herhalde Zeynep ile koca­
sı yuhan kattaydı lar, diye düşünüyor ve buradan ayrılmak ak­
lına bile gelmiyordu . lyi biliyordu ki onu görmeden ayrılırsa ,
bir daha da göremeyecekti.
Sırtında yük taşıyan bir adam mağazanın kapısını açmış,
zil çalmıştı. Vasfi büyük bir heyecanla merdivenlerin üstünde
aşağıya inen ayaklar gördü . Fakat dikkatle bakınca bunların
erkek ayakkabıları giyen ayaklar olduğunu fark etti. Herhalde
aşağı inen kocasıdır, diye düşündü . Fakat hayır, böyle değildi,
şimdi ayakkabıların üstünde kadın bacakları görünüyordu .
Bu bacaklardan sonra bir kadın gövdesi gördü , bu şişman iri
bir kadındı, üzerinde erkek paltosu vardı, başı bir şal ile örtü­
lüydü . Bu Zeynep'in annesi olacak , diye düşündü . Kadın şimdi
mağazanın ortasında duruyordu , ağzında bir sigara vardı, el­
leri ceplerindeydi. içeriye girmiş olan hamal taşıdığı yükü bir
kenara bırakmıştı.
Vasfi, kadın ile hamal arasında bir münakaşa olduğunu ,
onların hareketlerinden anlıyordu . Hamal dışarı çıkmak için
kapıyı açmıştı , bezgin bir tavırla kadına dönerek:
"Zeynep Hanım, " dedi, "senin hasisliğini herkes bilir, se­
ninle uğraşacak değilim. "
Kadın hiddetle onun arkasından kapıya koştu . Bu şiddetli
hareketle başındaki örtü kaydı ve Vasfi dehşetle bir zamanlar
onun Zeynep'i olmuş bu kadına baktı. Bu tanınmayacak ka­
dar değişmiş olan bir Zeynep'ti. Tanınamayacak bir Zeynep . . .

1 46
Bu korkunç derecede şişman, iğrenç, kuru ve sert bakışlı , yu­
varlak yüzlü , altın dişli kadının Zeynep olmasına imkan var
mıydı? Kadın iri ayaklarının ve kalın bacaklarının üstünde
hareketsiz duruyordu. Vücudu bir et yığınından farksızdı;
onu görmek çok korkunç bir şeydi. Fakat hamal ile münaka­
şaya girince manzara daha da korkunç oldu . Zeynep kısık bir
sesle bağırıyordu :
"Ben aptal değilim, beni kimse kafese koyamaz , anladın
mı? Benden kimse beş para çalamaz . "
Vasfi yerinde hareketsiz duruyordu . "Allah'ım, mümkün
mü ? " diye mırıldanıyordu .
Vasfi'yi görmemiş olan Zeynep kapıyı kapadıktan sonra ,
ağır adımlarla merdivenlerden çıkmaya başlamıştı.
Vasfi birkaç dakika daha yerinde kımıldamadan kaldı , bir
kabus içinde gibiydi. Artık o bu müthiş kabustan kurtulama­
yacaktı. Onun Zeynep'i, gençliğinin emsalsiz Zeynep'i artık
mevcut değildi. Onun Zeynep'ini Kabzımal Zeynep öldür­
müştü . Zeynep'i sahiden katledilmiş miydi? Yanılıyor muy­
du ? Onun delice sevmiş olduğu kadın bu Zeynep değil miydi?
Sadece saklanmasını bilmişti. Vasfi sadece bir maskeyi sevmiş
olduğunu anlıyordu . Bu maske dünyalar güzeli, eşi olmayan
bir şeydi fakat bu maskenin altında gizlenmiş olan mahluk bu
kadındı, kendi küçük menfaatlerine bağlı, zavallı bir kimsey­
di. Onun zengin olmak isteyişi, yüksek ve parlak bir hayata
erişmek için bile değildi, o parayı yemek ve yaşamak için de­
ğil, biriktirmek ve istif etmek için istiyordu .
Vasfi bütün bir hayatı şu ağır gövdesiyle merdivenleri zah­
metle çıkan kadın için mi feda etmişti? Bu korkunç Zeynep,
onun Zeynep'inin ruhunu temsil etmiyor muydu? Şu merdi­
venleri zahmetle çıkmış olan Zeynep, bu hale gelebilmek için
her şeyi yapmıştı. Evet, bu servete sahip olmak, bu korkunç
vücuda sahip olmak için neler yapmamıştı ki. . . Evet, o bütün

147
yaptığı çirkin şeyleri bu hale gelmek, ağzını altın dişlerle dol­
durmak, gülen yüzünü somurtkan bir hale sokmak, kocaman
bir vücudu erkek ayakkabıları içindeki kocaman ayakları üs­
tünde taşımak için yapmıştı. Zengin olmak için. Mağazasının
üstüne şu kelimeleri yazabilmek için:
"Zeynep Altınelma
Kabzımal"
Vasfi'nin fazla bu yazıyı görmeye tahammülü kalmamıştı,
koşarak halden çıktı.

* * *

Kar yağmaya devam ediyordu . Hava karanlıktı, sokak fe­


nerleri düşen kar tanelerini lstanbul'u sarmış olan gecenin
içinde birer yıldız gibi ışıldatıyordu .
Vasfi birkaç bardak şarap içtiği pis meyhaneden geç vakit
çıktı ve sabahçı kahvesinin yolunu tuttu . İçeriye girip ken­
disine bir yer aradı ve boş bir masa bulunca , hemen çöktü .
Ismarladığı çayı bitirir bitirmez, dirseklerini masaya dayadı,
zonklayan ağır başını sanki düşmesinden korkar gibi, avuç­
ları içine sımsıkı aldı. Artık tamamıyla çökmüştü , başını bile
dik tutacak hali kalmamıştı.
Uyumuyordu fakat tam uyanık da değildi. Kahveye bir­
takım gölgeler girip çıkıyorlardı. Etrafında horlayan veya
küfreden ağızlar vardı. Kahvenin içi sıcacıktı fakat Vasfi ıslak
elbiseleri içinde titriyor, ürperiyordu .
Başı bomboştu , bu bomboş başın içinde ne bir düşünce ne
de bir tek resim vardı . Kendi kendine, "Ah bir uyuyabilsem ! "
diyordu , sinirli parmaklarla alnını , şakaklarını ovuşturuyor­
du : "Uyuyamıyorum, düşünemiyorum, artık benim için dün­
yada hiçbir şey kalmadı. "
Halbuki içinde irade namına n e kalmışsa, hepsini seferber
etmişti. Zeynep'in eski resmini gözlerinin önüne getirmek isti-

148
yordu . Deli gibi sevdiği, uğrunda ömrünü harcadığı Zeynep'i.
Bütün başka anılar arasında şu anda onların resimleri de ba­
şından silinmişti. Bu resmi bulup çıkarmak çok zordu.
Fakat kendini o kadar zorladı ki nihayet eski Zeynep'in
neşeden ışıl ışıl yüzü gözlerinin önüne geliverdi. O büyüleyi­
ci güzelliği, o ateş gibi yanan gözleriyle orada, ince , uzun ve
tahrik edici vücuduyla artık karşısındaydı.
Vasfi gözlerini sımsıkı yummuştu . Eğer gözlerini açarsa ,
karşısındaki hayali kaybedeceğini ve bir daha bulamayacağını
zannediyordu . Bundan ölesiye korkuyordu . O, bu Zeynep'in
hayalini hiç kaybetmemeli ve onu gördükçe, Onun uğruna
bir hayat feda etmeye değdi, diye düşünebilmeliydi ! Yoksa . . .
Mutluydu , yeniden onu karşısında bulmaktan mutluydu . Bu
Zeynep gözünün önünden o yeni Zeynep'in, kabus Zeynep'in
resmini siliyordu .
Zeynep karşısında bir salıncakta oturmuştu , hafif hafif
sallanıyordu . Sonra ayağa kalkıyordu. Niçin? Kolan vurmak
için ! Eğilip kalkarak salıncağın gidiş gelişlerini hızlandırmaya
başlamıştı. Karşısındaki salıncak Zeynep'le birlikte yükseliyor,
alçalıyordu . Ve bu gidiş gelişle birlikte korkunç bir şey olu­
yordu . Salıncak aşağıya inişte Zeynep değişiyordu . . . Yüzünün
anlamı, her şeyi bambaşka oluyordu . Salıncak hızlandıkça,
bu değişiş de hızlanıyor ve gitgide eski Zeynep bugünkü Zey­
nep'leşiyor ve tatlı, neşeli gülüşü , şimdi acı hain bir gülümse­
meye yer bırakıyordu . Bu , dünyanın en acı verici bir şeyiydi.
O eski Zeynep'i , Zeynep'ini kaybetmek istemiyordu . Ya yerin­
den kalkıp salıncağa koşmalı , onu durdurmalı yahut gözlerini
açıp bu çirkin resmi gözünden kovmalıydı. Fakat her ikisini
de yapamıyordu . Uyuşmuştu . Uyuduğunu ve bunun bir kabus
olduğunu biliyordu . Uyanmak için elini kolunu kıpırdatmak
istiyor, sanki bütün bedeni kurşundanmış gibi parmağını kı­
pırdatamıyordu. İnliyordu . . . Çaresizdi. Artık eski Zeynep yok

149
olmuştu , kaşısında bugünkü Kabzımal Zeynep vardı, Zeynep
Altınelma.
" Neniz var, size yardım edebilir miyim? "
Omzunun üstünde bir el vardı. Gözünü açtı ve evvela bu
ele baktı. Bu, bir kadın eliydi. Sonra kadının bileğinden kolu­
na, oradan omzuna yükselen bakışları yüzüne gelince , Vasfi
durakladı, çünkü o bu yüzü tanıyordu . Siyah bereli kadın­
dı bu kadın. Orada, kendi masasında karşısındaki iskemlede
oturuyordu, üstünde yeşil renkli eski bir yün bluz vardı. Ve
gözleri de yeşildi. O kadar yeşildi ki bu karanlık pis havasız
kahvehanede bile, insana baharı hatırlatıyordu .
Vasfi onu burada görünce, pek şaşırm1ştı. Ne de güzel bir
sesi vardı. Keşke dünyadaki bütün kadınların sesi bu sese ben­
zeseydi.
Bu ses ona anasının , bütün anaların sesini hatırlatıyordu .
Bütün kadınların sesi böyle olmalıydı, kız kardeşlerin, sev­
gililerin , nişanlıların sesleri. . . Kendisine bu kadar tatlı bir ses­
le hitap etmiş olduğu için, ona karşı şükran hissediyordu . O
böyle bir sesin hasretini her zaman çekmişti. Annesi böyle bir
sesle kendisine hitap ettiği zamanlar ne kadar mutlu olurdu .
Zeynep'in ona hitap etmesini ne kadar istemişti.
Bu siyah bereli kadın da acaba bir hayal miydi? Bir rüya
mıydı? Hayal de olsa , gerçek de olsa , şimdi burada karşısın­
daydı. Solgun, kederli, ona büyük ilgiyle bakıyordu .
Vasfi kadının sualine cevap vermedi.
"Siz de burada mısınız ," diye mırıldandı.
Kadın yorgun bir tavırla başını önüne eğdi:
"Evet, buradayım. "
"Bu insanların, bizlerin arasında ne arıyorsunuz? "
"Soğuktan korunacak bir köşe " . . .

Bir müddet konuşmadan bakıştılar, sonra kadın devam


etti:

150
"Isınacak bir köşe bulmak hakikaten bir mutluluk oldu . "
Vasfi güldü:
"Mutluluk. . . "
"Evet, burada sıcak bir köşe bulmak muhakkak küçük bir
mutluluktur. Küçük de olsa, yine de bir mutluluk. . . "
Vasfi yüzünü buruşturdu :
"Mutluluk, ben bu kelimeyi duymak bile istemiyorum.
Anlamı olmayan bir kelime bu . lnsanlan boşuna hayale kap­
tırmamak için , bu kelimeyi sözlükten çıkarmak lazım . "
"Hayal mi? Mutluluk bir hayal midir? Gerçekten mutlulu­
ğa inanmıyor musunuz? "
"Bu da sual mi? Bu kadar saf mısınız? Yoksa benimle alay
mı ediyorsunuz? Siz sahiden mutluluğa inanır mısınız? "
"Bu da bir sual mi," diye onu taklit etti. "Elbette inanıyo­
rum, nasıl inanmış olmam, ona hepimiz yakınlaşmadık mı?
Onun hatırasının bulunmadığı bir kalp var mıdır? "
"Mutluluk bir rüyadan başka bir şey değildir. "
"Yok canım, ben onun mevcut olduğunu , bir hakikat ol­
duğunu biliyorum. "
"Buna inanmak insanların kendi kendilerini aldatmasıdır,
onun mevcut olmasını istediğimiz için böyle düşünüyoruz. "
"Doğru değil, mutluluk mevcuttur, onu inkar etmemeli­
yiz ; istesek de istemesek de o vardır. "
Vasfi dudaklarını kıvırdı:
"Bu mutluluğun nerede olduğunu söyleyiniz , onu bir gö­
reyim. "
Genç kadın mahzun bir gülüşle Vasfi'ye baktı:
"Onun nerede olduğunu bilmiyorum ama bu dünyada bir
kenarda, sizin, benim, bütün insanların olduğuna inanıyo­
rum . "
"Sahiden buna inanıyor musunuz? "
"Niçin inanmayayım? Buna eminim , belki d e güneşin

151
ışığındadır. Bir buğday tanesinde, insan gücünde, çalışma
imkanında veya istirahattedir. O her şeydedir. Ve biz insanlar
onun bir zerresini ele geçirdik mi, onun tamamını bulduğu­
muzu zanneder ve kısa bir zaman sonra yanıldığımızı anlarız .
Mutluh,ık hayatın kendisindedir, onun bir unsuru değil, mut­
luluk hayatın ta kendisidir. Bütün zerrelerinin birbirini tedir­
gin etmeden birleştikleri bir ahenktir ve hayat işte bu ahenk
olmalıdır. Mutluluk bölünmez bir bütündür. Eğer siz mutlu
değilseniz , ben mutlu olamam. Başkalarının mutlu olmadığı
bir dünyada tek kişi mutlu olamaz . "
Kederli bir bakışla Vasfi'ye baktı :
"Mutluluğun nerede olduğunu bana soruyorsunuz. Nere­
de olduğunu nasıl bileyim ! Nerede olduğunu bilseydim , ben
de mutlu olurdum, böyle olmadığını siz de görüyorsunuz. "
"O halde mutluluğu aramaya devam ediniz , mademki
mevcudiyetinden bu kadar eminsiniz . "
Kadın güzel parlak gözlerle Vasfi'ye baktı . Sonra hafif bir
sesle sordu :
"Mutluluğa inanmadığınızı söylüyorsunuz , o halde demin
niçin ağladınız? "
"Ben m i ağlıyordum? "
"Evet, ağladığınız için size, 'Neniz var?' diye sordum. Za-
ten hala ağlıyorsunuz ! "
Vasfi hayretle:
"Ağlıyor muyum," diye sordu .
Ellerini gözlerine, yüzüne götürdü ve adeta hiddetle ağla­
makta olduğunu anladı. Yüzü gözü ıslanmıştı.
"İnsan mutluluktan ağlamaz ," dedi.
"İnsan mutluluğun olduğunu bildiği zamanlar ağlar. Ona
inanılmadığı zaman artık ağlamaz . "
Genç kadın iki eliyle yüzünü kapamıştı. Vasfi, Belki de ağ­
lıyor, diye düşündü . "Evet, o da benim gibi ağlıyor olmalı, bir

152
şey de yememiştir belki. . . hala da mutluluğa inanıyor. Mutlu­
luk vız gelir, ben sadece yorgun, insanlıktan çıkmış bir heri­
fim. Bana lazım olan şey mutluluk değil, biraz dinlenmektir.
Çok yorgunum . "
Rahat bir yatak düşünüyordu ; bembeyaz, lavanta çiçeği
kokan çarşaflarla örtülü bir yatak. . . Ve içinden gülerek, Böyle
bir yatak herhalde onun söylemiş olduğu saadetin bir parçasıdır.
Evet, güzel yıkandıktan sonra, böyle bir yatakta çınlçıplak uyu­
mak ne büyük bir zevk olmalıdır, diye düşündü .
Durmadan akan temiz berrak sular, köpüren bir sabun,
gül gibi bembeyaz çarşaflar ve her tarafta o güzel lavanta çiçe­
ği kokusu . . . yatakta , sabunda, havada lavanta çiçeği kokusu . . .
Vaktiyle Vasfi'nin böyle bir yatağı vardı ama artık böyle bir
yatağa sahip olamayacaktı. Ona bu yatağı anneciği vermişti.
Bu yatağı oğluna o hazırladı. Yalnız , seven bir kadın insana bu
rahatlığı, bu huzuru verebilirdi. Sizi hiç rahatsız etmeden , ses
çıkarmadan etrafınızda bir köle gibi fakat büyük bir şefkatle
dolaşan bir kadın, bir anne.
Vasfi böyle düşünürken, etrafına bakınıyordu. Genç kadın
hala yerinde oturuyordu . Ellerini yüzünden çekmiş, başını
kaldırmıştı; yüzü çok solgun, yeşil gözleri bir noktaya dalmış,
Vasfi'nin yanında olduğunu büsbütün unutmuş gibiydi.
Vasfi yeniden uyumak için gözlerini kapadı. Bu gece çay
parasını verebilmişti. Bundan istifade etmek, biraz olsun uyu­
mak doğru olacaktı. Biraz değil, mümkün olduğu kadar uyu­
mak lazımdı. Belki yarın gece çay parasını veremeyecekti .
Yerine iyice yerleşti.
Gözlerini açtığı zaman genç kadın artık masasında değildi.
Vasfi gittiğini duymamıştı. O, sessiz bir gölge gibi gelmiş ve
öyle gitmişti. Vasfi de yerinden kalktı, kasaya yaklaştı, borcu­
nu ödedi.
"Allahaısmarladık. "

153
"Haydi, Allah hayırlı kısmet versin. "
Vasfi omuzlarını silkerek düşündü. 'Mutluluk kadar kıs­
met de bana vız gelir ! ' Bunu düşünürken siyah bereli kadını
hatırladı, nasıl olmuş da onun masadan kalkıp gittiğini duy­
mamıştı. Tıpkı rüyasında olduğu gibi, çıplak ve soğuk ayakla­
rının ucuna basarak uçar, kayar gibi ona yaklaşmış, şimdi de
masadan uzaklaşmıştı. Kaldırımlar kalın bir kar tabakasıyla
örtülüydü . Genç kadının ayaklan kaldırımlarda donmaktay­
dı . Onu bulmak, rüyasında olduğu gibi, o küçük ve soğuk
ayaklan elleri arasında ısıtmak istiyordu . Kim bilir, şimdi
hangi sokakta , hangi kadınında soğuktan titreyerek dolaş­
maktaydı. Zavallı budala kadın, nasıl oluyor da bulunduğu
vaziyette hala mutluluktan bahsetmenin ne kadar gülünç,
hatta ayıp olduğunu anlayamıyordu .
Sabahın ilk tramvayları Beyoğlu'nda işlemeye başlamıştı. İç­
leri nereye gittiklerini, ne yapacaklarını bilen adamlarla doluy­
du. Onların bir gayeleri vardı fakat Vasfi soğuğun ve rüzgarın
içinde serseri hayatını, hiçbir işe yaramayan vücudunu sürük­
lemekteydi. Vasfi iş sahibi olmanın, çalışmanın belki de bir
mutluluk olduğunu düşündü. Siyah bereli kadının dediği gibi,
mutluluğun bir parçası.
Onun bu mutluluğu da olmayacaktı, mademki çalışması­
na imkan yoktu ! Şimdi hür bir insandı; ne jandarma ne de
bileklerinde kelepçe vardı. Hürdü işte ! Nerde isterse yer, ner­
de isterse uyuyabilirdi. Buna kimsenin mani olduğu yoktu.
Hürdü . Yani hapishaneden çıkmıştı. Fakat önüne geçemediği
güçlüklerin, çaresiz bir hayatın mahpusuydu. Vasfi denilen
bu "hür adam" mademki hürdü, demek kendi arzusuyla açlık
ve yorgunluktan ölüyordu . Kendi kendine, " Hayır, " diyordu ,
"hürriyet bu olamaz. Herhalde hürriyetin daha iyi, daha ve­
ciz bir tarifi olması lazım. Hürriyet insana insanlık vekarını
kaybetmemek için lazım gelen şeylerin hepsini birden ve bir

154
arada vermezse , ona hürriyet denilemez. Hürriyet lügat kitap­
larında boy gösteren ve tarif edilen bir kelime olmamalıdır.
Eğer hürriyet hayatın ihtiyaçları ile tezat halindeyse, eğer sizi
en meşru ihtiyaçlarınızın kölesi yapmıyorsa, bilakis etrafınız­
daki kimselerle tam bir ahenk içinde yaşamanızı mümkün
kılıyorsa, o zaman size mutluluk getirir."
Şimdi o, şu açlıktan ölme hürriyeti içinde kendi kendine,
"Acaba hayatımın en feci dakikası ellerime kelepçelerin geçi­
rildiği an mıdır? Yoksa hapishane kapısının önünde çözülmez
kanatlarını çözüp , bana yol verdiği dakika mı?" diye soruyor­
du . Ona bu acayip hürriyetin bahşedildiği dakika . . . "Hürriyet
de, mutluluk da, iş de bana vız gelir. . . " diye hiddetli hiddetli
söylendi.
Köprüye gelince, merdivenleri inerek Kadıköy lskelesi'ne
gitti. Orada, gözleriyle siyah bereli kadını aradı. Hayır, burada
değildi. Sabahın bu erken saatinde nerede olabilirdi? Vasfi ora­
dan ayrıldı. Merdivenlerden köprüye çıktı. Artık kar yağmıyor­
du ama rüzgar buz gibi esmekteydi. Deniz dalgalıydı. Bu yan
karanlıkta dalgaların köpükleri, denizin üstündeki irili ufaklı
gemiler sandallar fark ediliyordu.
Vasfi ellerini ceplerine soktu . Parmakları bir sigara pake­
tine takıldı. Bu , Asım Ağa'nın kendisine verdiği parayla al­
dığı sigaralardı. Paketi eline aldı, içinden bir sigara çıkardı.
Eminönü Meydanı'na geldiği zaman birtakım serseri çocuklar
süprüntü küfelerinden topladıkları kağıtlarla yaktıkları bir
ateşin etrafına birikmişlerdi . Sigarasını yakabilmek için Vasfi
·
bu küçük serserilere yaklaştı. lçlerinden en cılızı hemen ye­
rinden fırladı ve yanmakta olan bir kağıt parçasını Vasfi'ye
uzattı.
"Al ahi, yak sigaranı. "
"Sağ o l yavrum. "
"Sağ o l diyeceğine bana bir sigara versen, daha iyi olur. "

155
"Sen sigarayı ne yapacaksın? "
"Ahi bu n e biçim söz? Sigarayı insan n e yapar? içeceğim
be . . . "
"insan senin yaşında sigara içer mi? "
"Benim yaşım . . . Boş ver ahi, ben senelerden beri sigaraya
alışmışım. "
"Maşallah !
Vasfi omuzlarını silkerek oradan uzaklaşmak isterken, kü-
çük onu kolundan tuttu :
"Ahi ," dedi. "Bana bir sigara ver ! "
Ve gülerek devam etti:
"Sigarayı yakınca , burnumun ucu da ısınacak ! "
Vasfi gülümsedi ve ona bir sigara uzattı.

Sirkeci Garı'nın bekleme odası sıcaktı , yeşil mantolu kız


yine buradaydı. Küçük bir el aynası elinde, bir bez parçasıyla
yüzünü siliyordu. Vasfi'yi görünce:
"Keyifler nasıl ahi," dedi.
Vasfi cevap vermedi , sadece omuzlarını silkti:
"Anlaşıldı. . . Anlaşıldı. Söyle bakalım, galiba kar durdu ar­
tık? "
"Evet, durdu. "
Vasfi kalorifere yaklaştı. Kız şimdi iskarpinlerinden birini
çıkarmış, tabanını ehemmiyetle muayene etmeye koyulmuş­
tu . Dişleri arasından:
"işin en fenası, bu delik pabuçla karların üstünde dolaş­
mak," diye mırıldandı.
Sonra iskarpini tekrar ayağına geçirdi ve tuvaletine devam
etti. Bir aralık büfenin garsonu , elinde çay fincanlarıyla dolu
bir tepsiyle içeri girdi. Kız onu görünce :
"Bir çay ver, " dedi.

156
Garson:
"Sen bana daha evvel bir on kuruş ver," diye cevap verdi.
"On kuruş mu? Ulan sen çıldırdın mı? Yediği naneye bak.
Bu saatte hangi namuslu vatandaşın cebinde on kuruş bulu­
nur be? Akşama on kuruşunu veririm tabii. . . "
Garson omuzlarını silkti:
"Patron veresiye iş yapmak istemiyor, bana, 'Kimsede beş
para bırakma ! ' diye tembih etti . "
" Canım, ona söylersin, ben herkes değilim. Borçlunun ben
olduğumu söyle. "
"Üstüne bastın. Yahu asıl sana para almadan bir şey ver­
mememi tembih etti . "
"Köpek ! Evet, senin patronun olacak pezevenk yalnız kö­
pek değil, köpoğlu köpektir ! Ulan, bütün kazancımı onun
tezgahında harcıyorum da herif hala bana veresiye bir çay
içirtmek istemiyormuş. Buna da haytalık derler. Kereste mü­
dürü . . . "

Garson dışarı çıkarken:


"Kes artık," diye bağırdı.
Kenardan ince bir kadın sesi garsona seslendi:
"Hanım kıza bir çay ver, bana da bir tane . . . Birer de simit
getir ! "
Yeşil mantolu kadın haykırdı:
"Hay Allah senden razı olsun, teyzeciğim . . . lşte , insan de­
diğin böyle olur. Amma da şansım varmış. lşte buna iyi başla­
yan bir gün derim doğrusu . "
Vasfi bir köşeye büzülmüş, uyuklamaya başlamıştı . Yeşil
mantolu kadın simidini yiyerek çayını içiyor ve konuşmaya
devam ediyordu :
"Karların üzerinde dolaşmaya başlamadan, mideye şöyle
sıcak bir şey dökmek pek hoş oluyor vallahi ! "
Bir müddet sustu , sonra ilave etti:

157
"Bu sabah burada olman çok iyi ama ayıptır sorması, se­
nin buralarda, bu saatte işin ne Hanım Teyze? Senin bizlerden
olmadığın belli . "
"Burada Yeşilköy'den gelecek birini bekliyordum ama gel­
medi. tık trenle geleceğini vadetmişti. Fırtınadan evin bah­
çesinde epeyce şey yıkıldı , devrildi, bunları tamir edecekti . "
"Ama teyzeciğim, benim senin gibi bir evim olsa, böyle
abuk sabuk şeyler için bu havada bırakıp çıkmazdım ! "
Vasfi tam uykuda değildi, söylenenleri tek tük işitiyordu
fakat gözlerini açmıyordu . Buraya girdiği zaman, kimseyi gör­
memişti. Yeşil mantolu kadın çay bardağını yanına bırakarak
gitmeye hazırlanıyordu . Vasfi'yi işaret ederek ihtiyar kadına:
"Bak teyzeci ğim, dedi , "eğer beklediğin adam gelmezse,
bu oğlan senin işini pekala yapar. Allah için, çok iyi çocuktur.
Sen onun kıyafetine bakma , daha birkaç ay evvel üstü başı
tertemiz bir adamdı. Ama bu işsizlik yok mu? Bak insanları
ne hale sokuyor teyze ! lş güç yok, ev bark yok, yiyecek yok.
Sen beni dinle, eğer o adamı beklemiyorsan, buna işini göster,
olmaz mı ? "
"Olur ama bakalım kendisi· bu işi kabul eder mi? "
"Ahi ! Ulan a ç gözünü be ! Bak burada bir hanım var, sana
iş teklif ediyor. "
Vasfi gözlerini açarak şaşkın şaşkın kadına baktı:
"Bana mı söylüyorsun ? "
"Aptal mısın sen, kime söyleyeceğim hırbo? "
Yeşil mantolu kadın ona yaklaştı:
"Bak, şurada oturan nineyi görüyor musun? O sana iş ve­
recek. Fırtınadan sonra evinde, bahçesinde bir şeyler yıkılmış.
Onları tamir edeceksin. Herhalde bu iş hoşuna gidecektir. "
Vasfi başını çevirerek ihtiyar kadına baktı. Bu siyah çarşaf­
lı, küçük ve narin bir ihtiyardı. Parlak ipekliden olan çarşafı
çok eskiydi ama gayet temiz ve itinayla ütülenmişti. Otur-

158
duğu yerde, uslu küçük bir kıza benziyordu . Ellerini dizleri
üzerinde kavuşturmuş, omuzlarım dik tutuyordu.
Bu çok buruşuk küçük yüzdeki kocaman ve inanılmaya­
cak kadar genç kalmış gözler Vasfi'ye annesini hatırlattı. Bu
gözler o kadar annesinin gözlerine benziyordu ki ihtiyar ka­
dın da ona biraz şaşırmış gözlerle bakıyordu, sanki evvelce
tanıyormuş gibi !
Yeşil mantolu kadın:
"Ulan duymuyor musun dediklerimi? Salla kafam, uyan
be ! Bak, Hanım Teyze sana iş teklif ediyor, diyorum. Tabii
canın isterse, kabul edersin. "
Vasfi hala bir şey anlamıyordu .
"lş mi? Bana kim iş teklif ediyor? "
"Kereste müdürü , uyan be . Bu n e aptallık ! Bir saattir çene
döktük! Herif hala dalga geçiyor. Ulan sana kaç defa söyle­
dim. Hanım Teyze sana iş verecek. Bugün çalışmak ister mi­
sin ? "
Vasfi birden uyanmış gibi doğruldu :
"Elbette isterim, bütün istediğim çalışmak. "
Kalbi şiddetle çarpıyordu . Heyecan içindeydi. Kadın:
"Gördün mü teyzeciğim," dedi. "Bak nasıl sevindi. "
Sonra Vasfi'ye dönerek:
"Amma da talihli adammışsın be," diye güldü . "Allah'ın bu
nimetini unutma. "
Sonra mantosunun yakasını kavuşturdu ve çıkarken:
"Sağ ol teyzeciğim ," dedi. "Sana çok teşekkür ederim.
Bana büyük iyilik ettin ! Aman şuradan bir an evvel çıkayım,
kontrolör beni burada görürse, kulağımdan tutup dışarı atar. "
Koşarak salondan çıktı .
Vasfi kendisine dikkatle bakan ihtiyar kadına:
"İnşallah işleriniz benim yapamayacağım bir şey değildir,"
diye mırıldandı.

159
"Yok evladım, kar fırtınası bahçedeki tahta perdeyi devirdi
ve ağaçlarımı kırdı. Hepsi bu takım işler. . . "
" Çok iyi , ben bütün bunları düzeltmeye uğraşacağım. İşi­
nize yaramak istiyorum. "
"O halde hemen gidelim. Evim çok uzakta değil. "
Vasfi kapıya doğru ilerleyen kadının arkasından yürüyordu,
kendini rahat hissediyordu; adımlan hafiflemişti. Ayaklarının
ağırlığını hapishaneden çıktığından beri, ilk defa hissetmiyor­
du .
Birkaç dar sokaktan geçtikten sonra, bir tarafı eski sara­
yın duvarları olan küçük bir sokağa girdiler. Kırmızı boyalı,
pencerelerinde demir parmaklıklar bulunan iki katlı küçük
bir evin önünde durdular. Evin önündeki büyük ağacın dalla­
rında buzlar sallanıyordu . Bunlar güneşin donuk ışığı altında
kristal gibi parlıyordu .
Kapıdan girerken , Vasfi yüreğinin oynadığını hissetti. On
iki seneden beri ilk defa bir evin kapısından içeriye giriyordu.
Toprak bir avluya girmişlerdi. Evin bütün genişliğini alan
birkaç merdiven iki kapının üstüne açıldığı bir sofaya çıkıyor­
du . Merdivenin ilk basamağının önüne paspas vazifesini gö­
ren temiz bir beyaz bez serilmişti. Üstüne de intizamla birkaç
çift terlik dizilmişti . Kenarda bir çift de takunya duruyordu.
Vasfi bunlara içini titreten bir hayranlıkla bakıyordu . Çün­
kü bu şeyler çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği o temiz ve
küçük evini ona hatırlatmıştı. Şimdi mevcut olmayan o eski
Vasfi olmasını ne kadar istiyordu . O Vasfi yok olmuştu. Bu
tertemiz evin içinde üstünün başının pisliğinden utanıyordu .
Burada yerinde olmadığını hissediyordu. Ve yerinden kımıl­
danamıyordu. lhtiyar kadının tatlı bir sesle , "Gel yavrum ! "
diye kendisine hitap etmesi ne kadar hoştu . Bilhassa ona
"yavrum" diyen tatlı sesli ihtiyar kadının gözleri inanılmaya­
cak derecede anneciğinin gözlerine benzediği için.

1 60
"Ayakkabılarım çamur içinde ," diye mırıldandı.
lhtiyar kadın eğildi, merdivenin üstünde duran bir çift er­
kek terliğini alarak Vasfi'ye uzattı. Sonra kendisi de iskarpin­
lerini çıkararak ayağına terliklerini geçirdi.
Vasfi bu rahat terlikleri ayağına geçirerek ihtiyar kadının
arkasından merdivenleri çıktı. Odalardan birine girdiler. Pen­
cerenin önünde duvarı boydan boya kaplayan uzun bir sedir
vardı. Bu sedir, pencerenin perdeleri gibi bembeyaz patiskay­
la örtülüydü. Köşede sac bir soba vardı. Önünde küçük bir
mangal duruyordu . Odanın bütün eşyası bir masa, bir konsol
ve birkaç iskemleden ibaretti.
lhtiyar kadın gülümseyerek Vasfi'ye sedirin üstünde yer
gösterdi:
"Buyurun, oturun evladım," dedi.
Çarşafının pelerinini çıkarmıştı. Yalnız başında omuzla­
rına kadar düşen beyaz bir başörtüsü vardı. Mangalı alarak
sedirin önüne , Vasfi'nin yanına koydu . Kendi de karşısına
oturarak mangalda kahve pişirmeye başladı. Vasfi hayranlıkla
kahveyi hazırlayan küçük ve buruşuk ellere bakıyordu . Kah­
ve pişince , kadın cezveyi küçük bir fincana boşalttı ve Vasfi'ye
uzattı.
"Sigara içer misin? "
"Teşekkür ederim. "
Vasfi kahvesini bitirinceye kadar ihtiyar kadın konuşmadı,
gözlerini ondan ayırmadı. Kahvesi bitince Vasfi:
"Artık işe başlayalım, " diyerek yerinden kalktı.
"Evet. . . "
Biraz sonra bahçedeydi. Burası küçük bir bahçeydi, tıpkı
çocukluğunda oynadığı ve sonra hayatını uğrunda feda ede­
ceği kızı bir yaz günü ilk defa olarak gördüğü bahçelere ben­
ziyordu . Çocukluğunun, gençliğinin bahçeleri. . . Bahçenin
bazı yerlerinde kar daha yüksek ve daha beyazdı.

161
Etrafta serçeler uçuşuyordu .
Vasfi işe, kırılan kiraz dalını kesmekle başladı ve çalışma­
sına devam etti. Ne zamandan beri atıl kalmış olan vücuduna
Öu çalışma, bu hareket bir zindelik veriyordu .
Öğle üstü ihtiyar kadın, Vasfi'ye yemeğin hazır olduğunu
söyleyerek işini bırakmasını istedi. Vasfi mutfağın bir köşesin­
de, kendine ayrılmış bir yerde yemek yiyeceğini zannederken,
küçük bir sofra masasının hazırlanmış bulunduğunu gördü.
ihtiyar kadın ona kendi sofrasında bir misafirmiş gibi yer veri­
yordu. Böyle temiz, gül gibi bir sofrada, tabaklar içinde yemek
yemek çok zevkli bir şeydi. Bu , hiç de iskelelerde, köprü altla­
rında bir hayvan gibi, bir lokma ekmek yemeye benzemiyordu .
Kadın konuşkan bir insan değildi. Ne kendisi bir şeyler
anlatıyor ne de Vasfi'ye sualler soruyordu .
Vasfi o gün işini geç vakit bitirebildi. Biraz sonra bir daha
dönmemek üzere bu temiz evden ayrılacak ve yine o serseri
hayatına dönmüş olacaktı.
Artık bir daha bu evin kapısından girebilmek zevkini ta­
damayacaktı.
Kendisini bekleyen soğuk, insafsız , merhametsiz geceleri
düşündü ve titredi.
lşin bitmiş olduğunu söylemek için ihtiyar kadının yanına
gitti:
"Sağ olun oğlum. Şimdi geliniz benimle. Yıkanabilmeniz
için size sıcak su hazırladım, yüzünüzü gözünüzü yıkamak
istersiniz zannederim. Böyle bir işten sonra temizlenmek in­
sana ferahlık verir. Orada temiz çamaşır, bir pantolon ve ceket
bulacaksınız. Bu işi yapmak için bir arkadaşımın oğlu gelecek­
ti, bunları onun için hazırlamıştım; bunlar artık sizindir. Hak
ettiniz, işi siz yaptınız. "
Bütün bunlar Vasfi için unutulmaz bir saadetti. Temiz ça­
maşır, sıcak su , sabun . . .

162
İhtiyar kadın onu temizlenmiş, taranmış vaziyette karşı-
sında gördüğü zaman gülümsedi:
"Şimdi yemek yiyeceğiz . "
"Yemek mi? lyiliğinizden istifade ettiğimi zannediyorum."
"Yok, canım, kendi başıma yemek yemek bana çok zor
geliyor. Bu akşam yalnız yemek yemekten kurtulduğum için
çok memnunum. "
"Fakat. . . "
"Sizi bir bekleyen mi var? "
"Yok, ben kimsesiz bir insanım . . . "

"O halde yemeğe bende kalınız . Tek başına yemek yemek


çok zor. "
Vasfi kendini bekleyen o müthiş yalnızlığı düşünerek ce­
vap verdi:
"Evet, yalnızlık zor şey. . . "

Ve o akşam ihtiyar kadının yemeğini paylaştı, sonra bula­


şık yıkamasına yardım etti. Sofrayı topladı.
"Artık gitme zamanı geldi. "
Acaba kadın onun b u sonsuz v e korkunç gecelerinden ne
kadar korktuğunu sezmiş miydi?
Vasfi'nin omuzları dışarda, kendisini bekleyen soğuktan
büzülmüş gibiydi. ihtiyar kadın ne anlamış ne hissetmişti.
Vasfi kapıyı müthiş soğuğun üzerine açtığı zaman, çevik bir el
hareketiyle kadın kapıyı rüzgarın üzerine örttü ve kısık sesle:
"Gitmeyiniz ," diye mırıldandı.
Bu adeta yalvarıştı, ilave etti:
"Bu soğuk gecede nereye gideceksiniz? Yukarıda bir odam
var, size orada bir yatak hazırladım. "
Vasfi hayretle donmuş gibiydi. Rüzgar bütün şiddetiyle
uğulduyordu .
"Bütün bu yaptıklarınız çok. . . Pek çok. . . Bütün bu iyilikle­
ri nasıl kabul edebilirim? "

163
"Bu boş sözleri bir tarafa bırakınız, kapıyı da sürmeleyiniz.
Bu bir iyilik değil. Dışarısı çok soğuk. Rüzgar buz gibi esiyor.
Bu oda uzun zamandır boş duruyor. "
Kadın gözlerindeki merhameti Vasfi'ye göstermemek için
başını çevirdi. Vasfi yavaşça kapıyı sürmeledi ve odada kaldı.
Oda ısınmamıştı, kalın yorganın altına titreyerek girdi. Kal­
bi çok hızlı vuruyordu, o kadar ki güçlükle nefes alabiliyordu;
çünkü bu temiz çarşaflı beyaz yataktan çıkan lavanta çiçeği ko­
kusu ona eski evini, gençliğini, anneciğini hatırlatmıştı.
Vasfi bir an saadeti düşündü ve her zaman olduğu gibi "saa­
det" kelimesini siyah bereli genç kadına bağladı. Acaba o şimdi
neredeydi, ne yapıyordu? Bu karlı, buzlu gecede sokakta do­
laşırken, hala saadeti düşünebiliyor muydu? Sığınacak bir yer
bulabilmek için dolaşanlara bu gece çok müthiş bir şeydi.
Vasfi bu temiz yatakta birdenbire kendini daha az mesut
buldu. Çünkü bu saatte dışardaki yersizliği düşünmüştü. Bil­
hassa o zavallı, o narin, soluk benizli küçük kadını; kayıtsızlığı
içinde uyuklayan bu koca şehrin sokaklarında sürünen o biça­
reyi . . .
Şüphesiz onu bir gece için bile olsa, serserilikten kurtar­
mış, barındırmış olan ihtiyar kadına karşı duyduğu minnet­
tarlık sonsuzdu. Yalnız biraz evvel hissettiği huzur ve bahti­
yarlık birdenbire yok olmuştu . Çünkü saadet merhametten
doğmazdı. Bu iyi kalpli ihtiyar kadın hakikatleri değiştire­
mezdi. Merhametiyle dışarda sokak köşelerinde olan o müt­
hiş hakikati silecek iktidarı olamazdı. Rahat ve huzur olma­
yan yerde saadet de olamazdı.

Ertesi sabah dinlenmiş, temiz ve sıcak tutan çamaşırların


içinde uyandığı zaman, büyük bir korku hissetti . Kendi gün­
delik hayatına dönmek. . . Serserilerle yeniden sürünmek?

1 64
Sokağa çıktığı zaman arkasında ihtiyar kadının hediyesi
olan palto vardı. Öyle olduğu halde her günden daha fazla
üşüyor, titriyordu . Kadından ayrılırken ona:
"Size bu iyilikleriniz için nasıl teşekkür edebileceğim, bu
borcumu nasıl ödeyebilirim, " demişti.
"Bu çok kolay oğlum, eğer size biraz memnunluk verebil­
dimse , siz de beni memnun edersiniz . Ben çok yalnız kalmış
bir ihtiyarım, ara sıra beni ziyaret ediniz . Bu suretle ödeşmiş
oluruz. "
ihtiyar kadının sözlerinin samimi olduğundan şüphesi
yoktu. Bunun için bir an evvel onu ziyaret etmek isterdi. Fa­
kat o tatlı eve bir dilenci , bir serseri gibi dönmeye cesareti
yoktu.
Kendisini bu kadar çabuk başka bir insan yapmaya muvaf­
fak olmuş bulunan o tatlı ihtiyar kadının evinden ayrılmak
bile istemiyordu , o evi sevmişti, o eve ihtiyacı vardı. O küçük
evde yaşadığını, bir ölü olmadığını hissetmişti.

* * *

Küçük bir otelde iki gece geçirdi. Bu otelden ancak Kadıköy


lskelesi'ne kadar gitmek için ara sıra çıkıyordu. Niçin oraya gi­
diyordu? Belki de siyah bereli genç kadını görmek içindi bu.
Bunu kendi de bilmiyordu fakat oraya her gidişinde genç ka­
dını endişeli gözlerle arıyor, bulamayınca da büyük bir hayal
sükiituna uğruyordu.
Üçüncü günü otel ücretini ödeyecek parası kalmadığı için,
odasını bırakmak mecburiyetinde kaldı. iğrendiği halde bir
kahve köşesine sığınmıştı. "Artık bunları istemiyorum," di­
yordu , "bu şeyler yeniden başlamasın. " Gözünü kapamadan,
mütemadiyen kapıya bakıyor, uyuyamıyordu.
Sabah saat altıda kahveden çıktı ve Karaköy'e gitmek için
Yüksekkaldırım'dan inmeye başladı. Küçük dükkanların

165
önünden geçerken, birdenbire durdu . Acaba dükkan sahip­
lerinden biri kendisine küçük bir iş verebilir miydi? Mesela
dükkanı süpürmek, camları silmek gibi . . .
Birinci ret cevabı onun cesaretini kırmadı. Muhakkak bi­
raz para bulmalıyım, diye düşünüyordu . Yokuştan inerken
sırayla dükkanlara girmeye ve iş istemeye devam etti. Üçün­
cü dükkana girdi. "işsizim ," diye söze başladı . "Birkaç kuruş
kazanmak istiyorum, acaba bana gördürecek bir işiniz var
mı ? "
Bu adamın boşaltılacak birkaç süprüntü tenekesi vardı. Be­
şinci dükkanda nakledilecek iki sepet buldu. Bu işleri hevesle
yapıyordu.
Bir hafta sonra kü ç ü k kırmızı evin kapısını çaldı. Elinde
küçük bir paket vardı , bu ihtiyar dostu için aldığı mütevazı
bir hediyeydi . ihtiyar kadın buna son derece sevindi. Sedi­
rin üstünde, mangal önlerinde karşılıklı oturdukları zaman,
Vasfi'nin içinde büyük bir huzur ve memnuniyet vardı. ihti­
yar kadının kırışık yüzüne bakarken, geçen haftanın eziyetli
günlerini unutmuştu . Kapı kapı dolaşarak iş aradığı o hüzün­
lü günleri. . .
O , bu sıcak ve müşfik damın altına sığınmak, kendisine ce­
saret vermiş, iyilik göstermiş olan bu tatlı ihtiyar kadına artık
düştüğü sefaletten kurtulma kararını vermiş olduğunu göster­
mek istiyordu.
Sefil bir yabancıyı belki merhametten, belki de iyiliğinden
evine alma cesaretini göstermiş olan bu ihtiyar kadının yanın­
da kendini çok bahtiyar hissediyordu . Belki de büyük bir teh­
likeye düşebileceğini düşünmeden, onu evine misafir etmiş,
buz gibi rüzgarların içinde sokaklarda dolaşmasına gönlü razı
olmamıştı.

1 66
Vasfi bu iyi insanın yanında çok mesuttu .
Vasfi'nin ihtiyar kadına karşı duyduğu his minnettarlıktan
daha büyüktü . Ona karşı derin bir hayranlığı vardı. Şimdi bir­
birlerini daha sık görüyorlardı. Aralarında büyük bir şefkat
hasıl olmuştu. lhtiyar kadın ona bakarken, Vasfi annesini dü­
şünüy ordu . Bu gözlerde aynı · şefkat, aynı tatlılık vardı. Vasfi
ile meşgul oluyor, ona hiçbir şey sormuyor, sadece ta eskiden
beri tanışırlarmış gibi, şundan bundan konuşuyordu .

Vasfi her sabah iş aramaya çıkıyor, akşamları eve dönüyor-


du . Kadın onun eve yerleşmesinde ısrar ediyordu .
"Size oğlumun odasını vereceğim . "
"Nasıl, bir oğlunuz m u varJ"
"Bir oğlum vardı. Şaşılacak derecede size benzeyen güzel
bir oğlum . . . "
" lş bulduğum gün minnettarlıkla oğlunuzun odasına yer­
leşeceğim. "
Sonra daha alçak bir sesle ilave etti:
"Benim annem de sizin gibi güzel, sizin gibi iyi bir kadındı. "

Bir sabah küçük bir dükkanın önünü temizlerken, bir el


omzuna vurdu . Vasfi başını çevirince , hapishane arkadaşla­
rından Sami'yi hayretle gördü .
"Sami. . . "
"Evet, Sami. Eee, her şey tamamlandı, değil mi? Seni gör­
düğüme çok sevindim. Artık rahatsın ya . . . "
"Buna rahatlık denilirse . . . Hapishaneden çıktığımdan beri
hala bir iş bulamadım. Tam altı ay oldu . "
"Hakkın var, güç bir şey. Dur, belki seni b u halden kurtar­
mak için bir çare bulabilirim. "

167
Gülümsedi ve devam etti:
"Ben şimdi inşaatta çalışıyorum. Patronum çocukluk ar­
kadaşımdır. Eğer böyle olmasaydı, ben de senin gibi işsiz ka­
lırdım. Orada bir memura ihtiyaç olduğunu biliyorum. işte
adres. Bugün seni saat dörtten evvel bekleyeceğim, oldu mu? "
"Tabii, oldu . "
Sonra Sami'nin elini sıktı.
"Teşekkür ederim," dedi.
Kalbi minnet hisleriyle dolmuştu .

Öğleden sonra Vasfi, Sami'nin kendisini beklediği işyerine


gitti . Oradan dönüşte , Karaköy'e geldiği zaman ortalık karar­
mıştı . içinde saadete çok benzeyen büyük bir sevinç vardı. Bir
kere daha en bedbaht günlerindeki siyah bereli kadını düşün­
dü . Onu bir müddetten beri artık görmüyordu . Sokaklarda
perişan halde dolaşırken, hala mutluluğa inanıyor muydu?
ihtiyar dostuna iyi haberi vermek için , küçük kırmızı eve
gitmeden evvel Kadıköy lskelesi'ne uğradı. Orada siyah bere­
li genç kadını bulabileceğini ümit ediyordu . Kadın oradaydı.
Her zamanki gibi, bir kenarda oturuyordu . Vasfi şimdiye ka­
dar onu bu kadar yorgun görmemişti. Artık mukavemetinin
bittiği belliydi. Şaşkın bir hali vardı. Vasfi ona yaklaştı:
"Merhaba . . . "
Genç kadın ona hayretle baktı. Ilk bakışta onu tanımadığı
muhakkaktı. Sonra :
"Siz misiniz," dedi.
"Nasılsınız? iyi misiniz? "
Kadın omuzlarını hafifçe silkti. Yüzünden iyi olmadığı
belliydi. Bu perişan halinde de o kadar güzeldi ki her zaman
bütün kalbiyle ona acımış olan Vasfi, içinde derin bir şefkate
pek benzeyen bir şey hissetti.

168
"Sizin için bir şey yapmak isterdim. "
Genç kadın gülümsemeye çalışarak:
" Çok teşekkür ederim ," dedi. Kadının kederi o kadar açık­
tı ki Vasfi daha fazla bir şey söyleme cesaretini kendinde bu­
lamadı. Sessizce onun yanına oturdu. Bir müddet sonra kadın
yerinden kalkınca , o da beraber kalktı.
Genç kadın adeta sallanır gibi yürüyordu . Vasfi onun ko­
lunu tutmak istedi fakat buna cesaret edemedi. Hiç konuşma­
dan , uzun müddet yan yana ilerlediler. Dolmabahçe Sarayı'nın
yakınında genç kadın birdenbire durdu.
Gece çok karanlıktı. Deniz görünmüyordu , yalnız yakınlığı
hissediliyordu . Havada yosun kokusu , dudaklarda tuz lezzeti
vardı; dalgaların haşin sesi duyuluyordu . Zaman zaman bu
dalgalar rıhtımın eteklerine çarpıyordu . Açıklardan hırçın bir
rüzgar geliyordu . Arkalarındaki tepenin üzerinde lstanbul'un
bir zengin mahallesinin ışıkları pırıldamaktaydı. Önlerinde
karanlık bir rüzgar ve dalgaların inleyişi ve Anadolu sahili­
nin tek tük ışıkları vardı . Bir müddet hiç konuşmadan, karşı
karşıya hareketsiz kaldılar. Sonra genç kadın yorgun bir sesle :
" Ü şüyorum," dedi .
Gerçekten bütün vücudu titriyordu . Vasfi üzerinden palto­
sunu çıkardı ve onun omuzları üzerine koydu . Ellerini onun
omuzlarına dayadı ve endişeyle sordu :
"Sakın hasta olmayasın? "
"Hayır, hasta değilim ! Açım . "
B u cevap sade olduğu kadar müthişti. Şimdi d e kadın hıç­
kırarak ağlamaya başlamıştı. Vasfi tereddüt etmeden, onu kol­
ları arasına aldı ve bir müddet böyle kaldılar. Kadının ağlama­
sı yavaş yavaş azalmış, sonra durmuştu . Dalgaların sesi daha
da yükselmiş, rüzgar şiddetle esmeye başlamıştı. Vasfi:
" Ü mitsizliğe kapılmak doğru değil ," diye mırıldandı. "Her
şey değişebilir. Size söylemeyi unuttum, ben iş buldum. "

169
Kadının gözleri sevinçle parlamıştı.
"Ne," dedi. "lş mi buldunuz? "
"Evet, iş buldum. B u her şey demek değil ama yine d e gü­
zel bir şey ! "
Sonra genç kadının elini tutarak ilave etti:
"Gel, kızım ! tık işimiz sana bir oda bulmak olsun. Sonra
gidip bir yemek yiyelim. "
Uzun uzun bakıştılar. Sonra rüzgarın uğultusu içinde , el
ele şehre doğru yürüdüler.

1 70
Sözlük

Aks-i seda: Yankı.


Alüfte: İffetsiz, oynak, cilveli.
Andavallı: Aptal, ahmak, beceriksiz.
Cenap: Saygı, onur ve büyüklük anlamıyla kullanılan bir söz.
Cürüm: Suç.
Efal: Fiiller, işler, ameller.
İçerlek: Dip, kuytu yer, daha içeride bulunan.
ihtilas: Hırsızlık için gelip bir şey alıp kaçmak.
lkmal: Tamamlamak, bitirmek.
lktifa: Yetinme, kanaat etme.
İntibak: Uygun olmak.
lrtihal-ı dar-ı beka: Ebediyete göç.
lstidad: Alışma.
lşret: lçki.
ltiyat: Alışkanlık.
lzzet-i nefs: Onur, şeref.
Kelime-i şehadet: lslam inancında Alah'tan başka ilah olmadığı esa­
sının beyanı olduğu ibaredir.
Kolan vurmak: Salıncakta hızlanmak için ayakta durup vücudu
doğrultarak ileriye atılırcasına hareket etmek.
Lütf-u ilahi: llahi lütuf.
Mahbube: Sevgili, sevilen.
Mabut: Bilinen, adı geçen.
Menhus: Uğursuz, kötü .
Mevzun: Ölçülü , düzgün.
Muhavere: Konuşma.
Mukavemet: Karşı durmak, dayanmak, karşı koymak.
Mutat: Alışılmış, alışılan.
Müdrik: Anlamış, idrak etmiş.

171
Müstehzi: Eğlenen, herkesle eğlenmek isteyen.
Müteselli: Teselli bulan, teselli bulmuş olan.
Nefyetmek: Sürgüne göndermek.
Peyke: Duvara bitişik, alçak tahta sedir.
Şehla: Hafif şaşı.
Taammüt: Bir işi veya suçu bile bile, tasarlayarak yapma.
Tekaüt: Emeklilik.
Üful: Ölmek.
Veciz: Öz, kısa; az sözle çok mana ifade etme.
Vekar: Ağırba� lılık; halim ve heybetli oluş.
Voyvo: Alay ederek sataşmak için söylenen bir söz.
Yekta: Eşsiz, benzersiz.

1 72
İnsanlık Vekarını Kaybetmeden
Hür Olmak3
Behçet Çelik

Suat Derviş, bir dönem yazdığı eleştiri yazılarında\ edebi


eserlerin "cemiyet hayatını aksettirme [ sini] " , bir "iddia ve
tezi" olması gereğini savunan yazarlardandır. Kendi roman­
larını da, -kuşkusuz bu yazıda değerlendirmeye çalışaca­
ğım Ankara Mahpusu'nu5 da- böylesi bir dünya ve sanat görü­
şü çerçevesinde kaleme almıştır.
Sadece birbirini takip eden olaylara odaklanarak yapıla­
cak bir okumanın , Ankara Mahpusu'ndaki toplumsal eleşti­
rinin hukuk düzenindeki eksikliklerden, norm ve uygula­
madaki yanlışlıklardan ibaret olduğu sonucuna götürmesi
mümkündür. Roman, mevcut ceza infaz rejimini oluşturan
düzenlemelerin ceza hukukundan beklenen asli sonuçlar­
dan, mesela suçlunun uslanması ve topluma yeniden kazan­
dırılmasını sağlamaktan ne kadar uzak olduğuna ilişkin bir
hikaye gibi başlar. işlediği cinayet nedeniyle 12 yıllık mah­
pusluğunun ardından tahliye olan Vasfi'nin önceki hayatına
devam etmesinin ya da kendisine yeni bir hayat kurmasının
imkansızlığına tanık oluruz. işlediği cinayet ve aldığı hapis
cezasıyla hayatı ortasından kopmuştur, roman ilerledikçe de
kopan uçların yeniden birleşmesinin neredeyse imkansız ol­
duğu anlaşılır.

3 Bu yazı Kitap-Kültür-Kritik 24 (K24) İnternet dergisinde yayımlanmıştır.


4 Bu yazıların bir bölümü Suphi Nuri lleri'nin derlediği Yeni Edebiyat - Sosyalist
Gerçekçilik isimli kitapta okunabilir, Scala Yayıncılık, 1998.
5 Suat Derviş, Ankara Mahpusu, lthaki Yayınlan, 20 13.

1 73
"İnsanların tek hayatı vardır. Onun hayatı birdenbire orta­
sından kopmuştu. Fakat bu on iki senelik kopuk parçanın
bu ucunda yeniden hayatı başlıyordu , bu başka bir hayat
değildi. "

Ne yapacağını, neler yapma şansı ya d a imkanı olduğu­


nu bilmiyordur Vasfi. Tahliyenin ardından ilk günlerde zihni
bunlarla çok da meşgul değildir. Yüzü geleceğe değil, geçmişe
dönüktür, hapishanede geçirdiği 1 2 yıl "yakın geçmişi" , on­
dan önceki hayatı da "uzak geçmişi" dir, o zamanlan hatırlar,
bir yandan cezaevi yıllarını bir yandan da ondan öncesini,
içeride yıllar boyunca yaptığı gibi didikler durur hayatının
önceki dönemlerini . Biz de bu arada Vasfi'nin neden cezae­
vine girdiğini, daha öncesinde nasıl bir hayatı olduğunu vs
öğreniriz.
Geçmişle böylesine haşır neşirken geleceğini , kendisini
nelerin beklediğini düşünmediği gibi, şimdiki zaman da yok
gibidir Vasfi için. Tuhaf bir sükunet içindedir. "Bütün hisler­
den ve düşüncelerden onu bu kadar ayıran bu sükunet ne
acayip bir şeydi. O kadar sakindi ki sanki artık yaşayanlardan
biri değil . . . Sanki bir ölüydü. "
Gelecek yok, şimdiki zaman ölü , geçmiş yaşanmış bitmiş,
değişmesi, değiştirilmesi imkansız. Tahliyesinin ardından
böyle bir haletiruhiyeyle yeni hayatına başlar - yeninin de,
başlangıcın da ne olduğunu kestiremeden elbette . "Vasfi hala
bunun [yepyeni bir hayatın başladığının ] farkında değildi.
Hala kendisinin mahpus olmadığını bütün manasıyla kavra­
yamıyordu . Bir kere sevinçli değildi. "
Bununla birlikte Vasfi'nin tahliyeye sevinememesinin ne­
deni geleceğin meçhul oluşu değildir, ondaki bu ruh hali 1 2
yıllık mahpusluğun sonucudur, özgürlüğü kısıtlayıcı bir ceza
almış ama bu zaman zarfında özgürlüğünün yanı sıra ruhunu

1 74
da yitirmiştir. "Sanki bir ölü" gibi oluşu yeni bir his değil,
içeride geçen yılların tortusudur.

" [Hapisteyken] bazen isyan ederdi ama sonra kırık dökük


bir kişi kesilirdi ve tevekkül gelirdi, zaten tevekkül insanı
insan eden duygulardan sıyrılmak değil midir? Herhalde
öyledir. lnsan bütün duygularından yavaş yavaş sıyrılırdı.
Bir miskinlik, bir uyuşukluk devrine girilirdi. Artık insan
eski benliğinin bir gölgesi olurdu. Evet cansız ve ruhsuz bir
gölge. Mahpuslar ruhsuz kalmış kimselerdir. Bu ölü olmak­
tan korkunç bir şeydi. "

Hayatı mahpushaneye düşmesiyle ortasından ·kopmuş


ama kopan yerden yeni bir hayat başlayamamıştır; içeride
geçen yıllar öncesindeki hayatının olsa olsa "gölgesi" olarak
nitelendirilebilir ancak. Sadece verilen cezanın dolmasının
beklendiği bir aralık - upuzun sürmüş bir bekleme odası me­
saisi. Hapishanede, kuşkusuz, sadece beklememiştir, ahbap­
lıklar kurmuş, bir şeylerle meşgul olarak yıllarını geçirmiştir,
ancak bu yapıp ettiklerinin, ahbaplıkların sonraki hayatına
taşınması söz konusu değildir, "hayatın ortadan kopması" bu­
dur - bütünlüğün ve sürekliliğin yitmesi.

Sabıkalı, tecrübesiz biri tahliye olduğunda

Suçludur, cinayet işlemiştir, devlet de cezalandırmıştır Vasfi'yi,


1 2 yıl özgürlüğünden mahrum bırakılmıştır. Ne amaçla veril­
miştir bu ceza? Ceza hukukunda cezalandırmayı haklı kılan
nedenler kabaca şunlardır: Suçtan zarar görenin başına ge­
lenlerin yaptırımsız kalmaması ve böylelikle gerek mağdur
gerekse kamuoyu nezdinde adalet duygusunun incinmemesi
istenir, bunun aynı zamanda benzer bir suçu işleyecek olanlar
için caydırıcı olacağı da düşünülür; ayrıca suçlunun da ken-

175
disine verilen bu ceza vasıtasıyla uslanacağı, bir daha suç işle­
mekten uzak duracağı umulur. Bunlara, cezalandırma yetki­
sinin devleti devlet, erki erk yapan şey olduğunu da eklemek
gerekir. Verdiği her ceza ve çekilen her ceza ile erki elinde
bulunduranların hükümranlığı daha bir pekişir.
Ankara Mahpusu , tahliyesinin ardından Vasfi'nin kendi­
sine yeni bir hayat kuramamasının hikayesi olarak okundu­
ğunda , cezalandırmayla beklenen "suçlunun uslanması" ama­
cının gerçekleşmediği bir hukuk düzeninde olduğumuzun
bir kez daha farkına varmamızı sağlar. Vasfi'nin hikayesinin
ayrıksı ve tekil olmadığı düşünüldüğünde, mevcut haliyle ce­
zalandırmanın bir intikam aracı olmak ve erkin pekiştirilmesi
dışında bir anlamı olmadığı görülür.
Romanda gerçekten yaşanıp yaşanmadığını bilemediği­
miz , büyük bir olasılıkla Vasfi'nin hayal ettiğinin ima edildiği
bir pasajda tahliye edilmesinin ardından Vasfi'nin yaşadıkları
kısaca şöyle özetlenir:

"lşi düşündü . lş sahibi olmak için bir sabıkalı olmamak la­


zımdı . Polisten o hiçbir zaman bir iyi hal kağıdı alamazdı.
Böyle bir vesikayı istemek için polis müdüriyetine gittiğin­
de karşısına çıkmış olan komiserin çok kalın kaşları vardı.
Vasfi ona 'Ben şimdi ne yapacağım?' demişti, 'Benim ne işim
ne param ne başımı sokacak bir damım var ! Ekmeksiz nasıl
yaşar, nasıl dayanırım? Bana ölmekten başka çare kalma­
dı. ."'

Hapishaneden çıkmış biri, bir sabıkalı için gündelik haya­


tı sürdürmek çok zor, hatta imkansızdır. Sabıkalı oluşu büyük
bir engeldir. Vasfi genç yaşta , daha üniversite öğrencisiyken,
henüz hiçbir işte çalışmamışken içeri düşmüştür, 12 yılın ar­
dından iş deneyimi olmayan biri olarak iş bulması, karnını
doyurması, iyi kötü bileğinde bir sanatı olanlara kıyasla daha

1 76
da zordur. Rüyanın/hayalin devamında komiser cezalandır­
manın ardındaki mantığı açık eden bir cümleyle karşılık verir
Vasfi'ye:

"O cinayeti işlemeden evvel gelip bize akıl mı danıştın? Ya­


şamaya devam etmek istiyorsun, bu senin hakkın ! Ama bir
düşün; onun, o öldürdüğün gencin içinde de yaşama isteği
yok muydu?"

Cezanın intikam dışında bir amacı yok gibidir. Vasfi'nin


sonraki cümleleriyse ceza infaz rejiminde suçluları yeniden
topluma kazandırmanın yol ve mekanizmaları olmadığı za­
man cezanın yatılan süreyle sınırlı kalmadığı, sonrasındaki
yılları da kapsadığının, bunun kaçınılmaz olduğunun ifadesi­
dir- üstelik bu mecazi bir ifade de değildir.

"Ben işlediğim suçun ne olduğunu biliyorum, çok kötü bir


şey yaptım. Ama ceza1!1ı çektim, yaşıyorum . . . Yaşamaya de­
vam etmek istiyorum. Bundan sonra bana hırsızlık etmek­
ten başka çare kalmasın mı?"

Daha derinlerdeki sorun

Suat Derviş, romanın odağındaki soruna sadece bu boyutuyla


bakmakla yetinmez; hatta denebilir ki bu görünen boyutun
arkasındaki saklı boyutların peşindedir, onu romanı yazmaya
iten bunlardır. Vasfi'nin traj edisi salt hukuki ya da idari ek­
sikliklerden kaynaklanmıyordur, bunlar ikincildir. Sorun esa­
sında toplumsaldır. Hukuk, bu toplumsal sorunu kökünden
çözecek bir çözüm bulmamıştır; ancak bu sorunun sonuçları­
nı değiştirebilecek (o da bir ihtimal) , semptom giderici , "pal­
yatif' çözümler önermektedir.
Meselenin özündeki toplumsal sorun romanda Vasfi'nin
Zeynep'le olan ilişkisi üzerinden ifadesini bulur. Burada da

1 77
ilk anda Zeynep'in kötü bir insan, bir maddiyatçı olması ne­
deniyle işlerin Vasfi için içinden çıkılmaz bir hal aldığı sanı­
labilir, oysa Zeynep bu topluma hakim olan değer yargılan
nedeniyle öyle biri olmuştur.

"Vasfi şimdi birdenbire o meşum gün, kendisini kavramış,


koluna hakim olmuş ve bütün ızdırabı, bütün kini ve in­
tikamıyla Nuri'ye saldırtmış olan büyük gazabın sebebini
anhyordu . Onun başına şişeyi vurduğu ve sonra da üstüne
atıldığı zaman o intikam almıştı. Her şeyden intikam almış­
tı. Amcası Şakir Efendi'nin servetiyle mücadelede duyduğu
aczin hırsı bu entrika ve hesap dünyasına, evet, kendisinin
malik olmadığı fakat büyük bir kıymet olan paraya tapan bu
iğrenç menfaat dünyasına karşı olan nefretinin haksız ızdıra­
bından duyduğu isyanın şiddetiyle Nuri'ye vurmuştu . "
[...]
"Para Zeynep'i satın almıştı. Para bir ihtiyara kuvvet vermiş­
ti, para hırsı Nuri gibi bir genci iğrençleştirmişti. O vurmuş,
vurmuştu . Bütün bunların yarattığı bunalımdan kurtulmak
ve nihayet, dövüş etmek için . . . Dövüşme mutluluğunu duy­
mak için . "

Shakespeare'in d e Atinalı Timon'daki ü nlü tiradında vur­


guladığı gibi, her şeyin alınır satılır olduğu bir toplumsal
düzenin kendisindedir temel mesele. insan ilişkilerinin her
türlüsünün aşkın, sevdanın da bir "değişim değeri" vardır,
şeyleşmişlerdir. J. �

3 Ankara Mahpusu'nda "paraya tapan iğrenç menfaat dünyası" olarak tanımlanan


iktisadi sistemi işleyiş tarzını Marx ve Engels de Komünist Manifesto'da şöyle
tanımlamışlardır: "Burjuvazi insan ile insan arasında kupkuru çıkar dışında,
duygusuz 'nakit ödeme' dışında, hiçbir bağ bırakmamıştır. [ . ) Kişisel saygınlığı
. .

değişim değerine indirgemiş, sayısız belgeli ve kazanılmış özgürlüklerin tümü­


nün yerine tek bir özgürlüğü, vicdansız ticaret özgürlüğünü koymuştur.•
4 lthaki Yayınlan edisyonuna yazdığı "Sunuş" ta Seher O zkök de Ankara
Mahpus u nu "ekonomik yapıyı gözler önüne seren ve alegorik bir yöntemle onu
'

irdeleyen bir roman" olarak tanımlıyor. Ôzkök, Suat Derviş'in "ekonomik sis-

1 78
"Ne o? Altın mı?/ Sapsan, pınl pınl, değerli altın mı? Hayır,
tanrılar/ Açgözlü aptalın biri değilim ben./ Gökler, ey duru
gökyüzü !/ Karayı ak; çirkini güzel; haksızı haklı; alçağı
soylu;/ Yaşlıyı genç; korkağı yiğit yapmaya/ yeter bunun bu
katlan. [ . . . ) Bu san köle, dinler kurar, sonra yıkar;/ lanetliyi
kutsar; cüzzamlıyı taptınr; hırsızı alıp/ Üne, özgüye boğar,
yan yana oturtur ulu kişilerle;/ Budur işte yeniden evlen­
diren kırk yıllık dulu ;/ Kapanmaz yarasıyla en umutsuz
hastayı/ Merhemler, kokularla bir Nisan gününe çeviren de
bu./ Git, kör olası maden parçası, insanlığın ortak orospu­
su , sen/ Ulusları birbirine düşüren. " 5

Suat Derviş'in anlattığı hikayeye toplumsal/iktisadi boyu­


tun eklenmesiyle roman sistem içi eleştirilerin ifade edildi­
ği bir yapıt olmaktan çıkıp sistem eleştirisi getiren bir yapıt
halini alır. Suat Derviş'in dünya ve sanat görüşü bu doğrul­
tudadır. Komünisttir Suat Derviş ve TKP'nin resmi yayın or­
ganı olan Yeni Edebiyat'ı yayımlayanlar arasında yer almıştır.
Dergide Ali Rıza imzasıyla yazan ve o dönemde TKP'nin genel
sekreteri Reşat Fuat Baraner'le evlidir. Ankara Mahpusu'nda
Vasfi'nin sorununun sadece yüzeydeki nedenleri anlatıl­
mayıp daha derinlere odaklanılmış olması, Baraner'in Yeni
Edebiyat'ın ilk sayısında yer alan "Sanatkardan Beklediğimiz"
başlıklı yazısının, derginin yanı sıra Suat Derviş'in fikrini de
yansıttığını düşünebiliriz.

"Halk, okuduğu eserde kendisini görmeli, kendi hakiki ha­


yatını hissedebilmeli, cemiyetin ve sosyal hayatın kendisi
için henüz karanlık olan taraflanna ışık tutan ve kendisine
hiç de yabancı olmıyan bir yol gösterici bulabilmelidir.

temin ardındaki temel dinamiği yakala [dıgını ] " vurgularken, romanı (ve dola­
yısıyla sistemi) özellikle kadın bedeninin (önceki ve sonraki Zeynep ile siyah
bereli kadının bedenlerinin) temsili üzerinden tahlil ediyor.

1 79
Onun için de ediplerimiz halk hayatının acılarını, sevinçle­
rini ifade edebilmeli; halkın yaratıcı ve yaşayan kuvvetleri­
ni ele almalı [ dır. ] "3 [Vurgu eklenmiştir. ]

Mutluluk bölünmez bir bütündür

Hukuk düzeninin yetersizlikleri, temeldeki toplumsal mese­


le, şeyleşme, bunlar tamam, ama Ankara Mahpus u'nu roman
yapan bütün bunlara dair ya da bunların farkına varmamı­
zı sağlayan bir hikaye anlatılması değil. Vasfi'yi de her şeyin
alınır satılır olduğu bir toplumsal-iktisadi düzendeki "kader
mahkumlarından" biri gibi çizilmiş bir tip olarak düşünme­
mek gerekir. Suat Derviş, Vasfi'nin trajedisindeki ona özgü.
başka boyutları da hesaba katar, onu canlı , ete kemiğe bürün­
müş bir karakter haline getiren bunlardır.
lş, yemek ve barınacak bir yer bulamadıkça sokakta
yaşamaya ve sokakta yaşayan öbür "sefil mahlük" lara ben­
zemeye başlamıştır Vasfi. Ne var ki , kendisini onlardan biri
olarak kabul etmekte zorlanıyordur. Öbürlerini eşi, eşiti gör­
mez başlarda. Onlardan birinin, genç bir kadının yardımına ,
mantosunu üzerine örtmesine sinirlenir:
"N erden buldun bu cesareti? Senden yardım mı istedim"
diyerek söylenir, "Ben senden hiçbir şey istemedim, senin
yardımına ihtiyacım mı var zannediyorsun? Neden benimle
meşgul oluyorsun? Neden mantonu üzerime örtüyorsun ? "
Vasfi, " b u sözleri söylemekten pişman [ olur] ama kendine
hakim değildi [ r] . " Kadınla girdiği ağız dalaşı sonrasında ken­
di durumunun daha net farkına varacaktır.

"Kendini bu zavallı, bu sefil mahlüklardan daha aşağı his­


sediyordu , hiç olmazsa onlarda sefaletlerini kabul ettikle­
rini saklamayan bir cesaret vardı. Onlar bu sefaleti gururla

3 Atinalı Timon, W Shakespeare, çev: Sabahattin Eyüboğlu, lş Bankası Kültür


Yayınlan, 2013.

1 80
kabul ediyorlar veya buna sabırla tahammül ediyorlardı.
Fakat Vasfi onların kendisini aralarında yabancı görme­
melerinden, ona merhamet göstermelerinden utanıyordu.
Kaderine karşı gelemediği için utanıyordu, onların arasına
düşmekten kendini kurtaramadığı için utanıyordu . "
"O artık b u adamların eşiydi, b u sefil insanların ona mu­
habbetleri bile vardı, onu himaye ediyorlardı, onu dost ola­
rak kabul etmişlerdi. Vasfi artık her şeyin sonunda olduğu­
nu hissediyordu , adım adım sefaletin içine gömülüyordu. "

Kendi durumunun, "sefil· mahlük" dedikleriyle eşit oldu­


ğunun. yanı sıra, bir şeyin daha farkına varacaktır Vasfi bu sı­
rada - özgürlüğün ne olduğunun ya da olmadığının . "O sene­
lerce kaybettikten sonra yeniden bulduğu işe yaramaz , adeta
bir yük olan zavallı hürriyetiyle sefaletin içine batıyordu [ r ] . "
Hapiste olmamak özgür olmak anlamına gelmiyordur. Bu
kavrayış özgürlüğün de tanımını değiştirmez mi? Özgür ol­
mak da salt bir yere kapatılmamak, hapiste olmamak değildir
o zaman.
Kendisi gibi bir evsiz olan siyah bereli kadın ona mut­
luluktan söz ettiğinde "Sahiden buna [ mutluluğa ] inanıyor
musunuz? " diye sorar Vasfi ve şu yanıtı alır:

"Niçin inanmayayım. Buna eminim , belki de güneşin ışı­


ğındadır. Bir buğday tanesinde , insan gücünde, çalışma
imkanında veya istirahattedir. O her şeydedir. Ve biz insan­
lar onun bir zerresini ele geçirdik mi, onun tamamını bul­
duğumuzu zanneder ve kısa bir zaman sonra yanıldığımızı
anlarız. Mutluluk hayatın kendisindedir, onun bir unsuru
değil, mutluluk hayatın ta kendisidir. Bütün zerrelerinin
birbirini tedirgin etmeden birleştikleri bir ahenktir ve hayat
işte bu ahenk olmalıdır. Mutluluk bölünmez bir bütündür.
Eğer siz mutlu değilseniz ben mutlu olamam. Başkalarının
mutlu olmadığı bir dünyada tek kişi mutlu olamaz. "

181
İnsanlık onurunu kaybetmemek için lazım gelen şeyler

Bu sözler ilk başta pek bir şey söylemez ona ama ertesi gün
"sabahın ilk tramvayları Beyoğlu'nda işlemeye başla [ dığında ] ,
"içleri [nin ] nereye gittiklerini, ne yapacaklarını bilen adam­
larla dolu" olduğunu gördüğünde , kendisinin onlardan farklı
olarak "soğuğun ve rüzgarın içinde, serseri hayatını, hiçbir
işe yaramayan vücudunu sürüklemekte" olduğunu idrak ede­
cektir. Vasfi o anda "iş sahibi olmanın, çalışmanın belki de
mutluluk olduğunu düşün [ür] , siyah bereli kadının dediği
gibi mutluluğun bir parçası" olduğunu .

"Onun bu mutluluğu olmayacaktı, mademki çalışmasına


imkan yoktu. Şimdi hür bir insandı; ne jandarma ne de
bileklerinde kelepçe vardı. Hürdü işte ! Nerde isterse yer,
nerde isterse uyuyabilirdi. Buna kimsenin mani olduğu
yoktu . Hürdü . Yani hapishaneden çıkmıştı. Fakat, önüne
geçemediği güçlüklerin, çaresiz bir hayatın mahpusuydu .
Vasfi denilen bu 'hür adam' mademki hürdü , demek kendi
arzusuyla açlık ve yorgunluktan ölüyordu. Kendi kendine
'Hayır' diyordu , 'hürriyet bu olamaz. Herhalde hürriyetin
daha iyi, daha veciz bir tarifi olması lazım. Hürriyet insana
insanlık vekannı kaybetmemek için lazım gelen şeylerin hep­
sini birden ve bir arada vermezse ona hürriyet denilemez. ( . . . )
Eğer hürriyet hayatın ihtiyaçları ile tezat halindeyse, eğer
size en meşru ihtiyaçlarınızın kölesi yapmıyorsa, bilakis
etrafınızdaki kimselerle tam bir ahenk içinde yaşamanızı
mümkün kılıyorsa, o zaman size mutluluk getirir."' [Vurgu
eklenmiştir. 1

Vas fi'yi kader kurbanı, başına gelenleri de olmayacak işler,


kaza, kötü talih vs olarak görmemizin önüne geçen, romanda
özgürlüğün ve mutluluğun ne olduğunun sorunsallaştırıldığı
bu bölümlerdir. Bu sorunsallaştırmanın siyah bereli kadının
sözleriyle sınırlı kaldığını da belirtmek gerekir, romancı kendi

1 82
fikrini roman kişilerinden birinin sarf ettiği cümlelerle aktarır,
başkahraman da, bu söylenenlere hak verir. Romanda bu doğ­
rudanlığa biraz olsun gölge düşürmek için olmalı, siyah bereli
kadının Vasfi'nin hayali olabileceğine dair bir kuşku payı bırak­
mış Suat Derviş.
Mutluluk ve özgürlük üzerine düşündükçe " menfaatler
dünyası" nda hakiki mutluluğun şartı olan zerreler arasındaki
ahengin mümkün olmayacağını sezecektir Vasfi. Bu toplumsal
düzende herkes birbiriyle yarıştığı ve başkalarını kendi zen­
ginliklerinin önündeki engeller, rakipler olarak gördüğü için
insanlık onuru içerisinde ihtiyaçların karşılanabildiği ahenkli
bir düzen mümkün değildir. Vasfi ve onun gibiler kaderlerinin
önüne ancak toplumsal hayatın kökten dönüşmesiyle, ( "insan­
lık vekarını kaybetmemek için lazım gelen şeylerin birden ve bir
arada verilmesiyle") geçebileceklerdir. Bunun nasıl mümkün
olacağına dair bir yol göstermez Suat Derviş . Ama anlarız ki,
içinde yaşadığımız toplumsal-ekonomik sistem değildir bunun
yolu .
Yeni Edebiyat'ın 16. sayısında yer alan "Hürriyet ve Zaru­
ret" başlıklı yazısında Ankara Mahpusu'nun odağındaki soruna
değinir Suat Derviş. Çareye o yazıda işaret eder: İnsanın kendi
emeğiyle yarattığı ürüne tutsaklığının sona ermesi.

"lnsan cemiyetinde ferdi hayat mücadelesi kalktığı, insa­


nın bizzat kendi sa'iyle yarattığı mahsule esareti sona erdiği
zaman insan mutlak olarak hayvan aleminden kurtulacak,
hayvani yaşama şartlan yerini insani yaşama şartlarına bı­
rakacaktır. ( . . . ) lşte o zaman insanlar zaruretler aleminden
hakiki hürriyet alemine sıçnyacaklardır. "W

Ankara Mahpusu'nun bir özelliği de Fransızca yayımlanan ilk


Türkçe roman olmasıdır; çevirmen de bizzat yazarın kendisidir.
Romanın 2004 tarihli Doğan Kitap edisyonunun arka kapak ya-

3 tleri , Yrni Edebiyat - Sosyalist Gerı;elıçi lilı, s: 63.

183
zısında Fransa'da yayımlanmasının ardından Le Monde'da çıkan
bir yazıda Gorki etkisinden söz edildiği belirtilmiş. Vasfi'nin
hikayesini anlatırken onun başına gelenlerin temelindeki top­
lumsal-iktisadi sorunlara ışık tutup bunları görünür kılışının
yanı sıra , roman kişisinin iç dünyasındaki çalkantıları , gelgitleri
ihmal etmeyişi ve toplum hayatından çizdiği gerçekçi sahneler
nedeniyle (sadece cezaevi ya da tahliye sonrası düştüğü sokak
hayatı değil, Zeynep'le tanıştığı yıllardaki mahalle hayatı da ro­
manda çok canlı biçimde anlatılmıştır) Suat Derviş'in dünya ve
sanat görüşünün gerçekten de Gorki'ninkiyle çok yakın olduğu­
nu söylemek mümkündür.

1 84
Suat Derviş ve Eserleri
Serdar Soydan

Doğum tarihi hakkında farklı kaynaklar muhtelif bilgiler


verir. Peki, bir yazarın tam olarak ne zaman doğduğunu bil­
memiz gerekli midir? İnsanın yazdıkları , yazmayı seçtikleri
bir oranda yaşadığı yer ve zamana göre şekillendiğinden Suat
Derviş'in , nüfustaki adıyla Hatice Saadet'in nerede ve ne za­
man doğduğunu bilmek, külliyatını anlamlandırırken ve onu
edebiyat tarihi içinde konumlandırırken önemlidir.
O zaman şöyle diyelim; Suat Derviş 20. yüzyılın başında,
hatta en başında, Istanbul'da doğmuştur. Daha onlu yaşların­
da Birinci Dünya Savaşı'nı idrak etmiş, sonrasında Osmanlı
Devleti'nin yıkılışına ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu­
na şahit olmuştur. Ekim Devrimi , lkinci Dünya Savaşı, çok
partili hayata geçiş, Demokrat Parti'nin yükselişi, 27 Mayıs
Askeri Darbesi ve 1 2 Mart Muhtırası . . . Yaşamı boyunca şahit
olduğu önemli ulusal ya da uluslararası tarihsel olayların sa­
dece birkaçıdır.
Tabii ki bu coğrafyada ve bu tarihler arasında yaşamak
Suat Derviş'i etkilemiş, onun edebiyata bakışını, edebiyat an­
layışını değiştirmiştir.

Anne tarafından da baba tarafından da varlıklı ve köklü


bir ailenin içine doğmuştur. Babası Avrupa'ya tahsile giden ilk

185
altı Türk gencinden biri olan ve sonradan Türk darülfünunun
kurucuları arasında bulunan Kimya müderrisi Müşir Derviş
Paşa'nın oğlu , İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi profesörle­
rinden Doktor lsmail Derviş Bey, annesi Abdülaziz'in Mızıka­
yı Hümayun orkestra şefi ve sonra mabeyincisi Kdmil Bey'in
kızı Hesna Hanım'dır. 3
1935'te, Servet-i Fünun için Niyazi Acun'a verdiği röporta­
j ında "Tahsilim lise son sınıfa kadar hususidir. imtihan verip
üniversiteye girmek için bir sene mektebe devam ettim. Lise
tahsilimi bitirince Almanya'ya gittim," der.
Behçet Necatigil'e yazdığı 26 Ocak 1967 tarihli mektup­
taysa bu hususi eğitim devresini açar.

"Elifbayı Ali Rıza Efendi adında sanklı bir hocadan, Fran­


sızcayı da kız kardeşimle beni yetiştirmek için Fransa'dan
getirilmiş bir Fransız mürebbiyeden ôğrendim. Birinci Cihan
Savaşı 'ndan sonra mürebbiyemiz Fransaya gittiği için yerli bir
mürebbiyemiz oldu ve Almancayı hususi bir hoca ile ôğrendim.
Sonralan Abdülhak Hamit Bey'in ağabeyi Abdülhak Nasuhi
Bey'le halamın torunu olan ve Fecridti'nin genç ôlmüş bir şa­
iri bulunan Abdülhak Hayri Ağabeyimden Edebiyat, Türkçe,
Arapça, Farsça, Tarih dersleri aldık. Babamız, kız kardeşim­
le bana hikmet, kimya, hayvanat, nebatat, teşrih, fizyoloji ve
coğrafya, kozmografya, mantık ôğretti. Amcamız Tevfik Derviş
Bey de riyaziye derslerimizle meşgul oldu. Mütareke sıralann­
da lstanbul'da bulunan ve evlerinde hususi ders gôrmüş genç
kızlan darülfünuna, imtihana hazırlayan bir hususi mektepte
bir sene zayıf olduğumuz derslerden kurslara devam ettik. O
zaman bazı derslerde tıbbiye 1 seviyesinde olduğumuz, bazıla­
nnda çok daha zayıf bulunduğumuz meydana çıktı. Fakat sene
sonundu imtihan verdik ve Bilgi Yurdu'ndan belge aldık. "

3 Tüm bu bilgiler ve bundan sonra verilecekler Suat Derviş'in gazete, dergi sayfalan
arasında kalmış az sayıdaki röportaj ve anılanndan alınmıştır. Suat Derviş'in tüm
bu anı ve röportaj lan bir aksilik olmazsa bu yılın (20 1 7) kasım ayı başında yayı­
nevimiz tarafından yayınlanacaktır.

186
Bu süreçte özel hocalardan Avrupa müziği de öğrenmiştir.
Öyle ki, imtihanı verip belge aldıktan sonra yükseköğretim
için Avrupa'ya , konservatuvar eğitimi alacağı Berlin'e gönde­
rilir.
Burada biraz durmak gerekiyor. Suat Derviş'in Berlin'e kaç
kez ve hangi tarihlerde gittiği biraz karışıktır. Aslında bu ta­
rihsel karışıklıklar onun hayatına dair pek çok ayrıntıda var.
Hakkında yazılanlar, hatta içlerinde en kalıplaşmış, tekrarlan­
mış olanlar bile bazı temel hatalar yahut muğlaklıklar içerir.
Suat Derviş lise eğitimini tamamladıktan, yani imtihan
verdikten sonra Avrupa'ya gittiğini söylüyor. Peki , bu hangi
yıla tekabül etmektedir?

Yayımlanan ilk yazısının "Hezeyan" başlıklı bir mensur


şiir olduğu pek çok kaynakta tekrarlanır. 3 Suat Derviş de ver­
diği röportajlarda yazarlık kariyerinin miladı olarak bu yazıyı
işaret eder. Lakin pek çok kaynak bu mensur şiirin 1 9 1 8 se­
nesinde yayımlandığını tekrarlar. Oysa "Hezeyan" 3 Teşrini­
evvel [Ekim] 1 920 tarihinde yayımlanmıştır.
Suat Derviş bu yazının yayımlanışını da bir röportajında
detaylı bir şekilde anlatır.

"Ben yazılanmı kimseye göstermez, gizlerdim. Bir gün na­


sılsa masanın üstünde unutmuşum. Nazım Hikmet komşumuz
ve arkadaşımızdı. Babamla babası çok dost olduklan ve her gün
ailece beraber bulunduğumuz için, her zaman bizim eve gelirdi.
Benim mektepte olduğum bir saatte bize gelmiş, masanın üstün-

3 Liz Behmoaras, eksikleri ve hatalanna rağmen Suat Derviş'e dair bugüne değin
ortaya konmuş en önemli ve kuvvetli kaynak olan Suat Derviş: Efsane Bir Kadın ve
Dönemi başlıklı kitabında Suphi Nuri'nin anılarından yola çıkarak Suat Derviş'in
ilk yazısının 25 Ocak 1 9 1 9'da lleri'de Saadet Zihni imzasıyla çıkan "Anadolu Ka­
dınlanmız" başlıklı yazı olabileceğini belirtir.

187
de bulduğu yazımı okumuş; çok beğenmiş, anneciğimden izin
alarak onu benden gizli olarak bastırmak için yanına almış.
Nazım o zaman artık tanınmış ve sevilen bir şairdi. 'Hezeyan'
başlıklı bir mensur şiir . . . Bu şiiri -sonradan çok sevdiğim bir
dostum olan- Yusuf Ziya Ortaç'a vermiş. O da bunu beğenerek
Alemdar gazetesinin kendi idare ettiği edebi nüshasına koymuş
ve beni de Türk Edebiyatı'nın göklerine doğan yeni bir yıldız,
diye okuyuculara tanıtmış. "

Demek ki 1 920 yılının sonlarında Suat Derviş, lstanbul'da­


dır. Oysa bir sene sonra 24 Ekim 1 9 2 1 tarihinde Yeni Şark' ın
yazar kadrosuna katıldığını müjdeleyen metinde Almanya'da
olduğu söylenir.

"Edebiyat karileri için hususi bir ehemmiyeti haiz olan ve


Kara Kitap unvanlı eseriyle meziyet-i kalemiyesini tanıtan Suat
Derviş Hanımefendi -elyevm Almanya'da tatilde olmak hase­
biyle- gazetemizin Almanya muhabireliğini deruhte etmiştir.
Kendilerinden aldığımız ilk yazıyı derç ediyoruz. Behire'nin
Talipleri birkaç küçük hikayeden müteşekkil bir 'novel 'dir. Di­
ğerlerini peyderpey neşredeceğiz. "

Geçen bir yıl içinde ilk romanı Kara Kitap basılmıştır. Yeni
Şarh'ta daha sonra Behire'nin Talipleri, Ahmet Ferdi ve Beni
mi ? kitaplarında yer alacak öykülerinin pek çoğu ve 14 Ağus­
tos- 1 1 Kasım 1 922 tarihleri arasında Hiçbiri adlı romanı tef­
rika edilir.
Ahmet Haşim, Ahşam' da 22 Şubat 1 923 tarihinde çıkan
"Bir Genç Kızın Eseri" başlıklı yazısında Ne Bir Ses ! Ne Bir
Nefes ! ten bahsettiğine göre bu roman da o tarihten önce çık­
'

mış olmalı. Ve yine 18 Ağustos 1 923-25 Ocak 1 9 24 tarihleri


arasında Süs'te tefrika edilen Buhran Gecesi . . .
Suat Derviş tüm bu süreçte Almanya'da mıdır? Yoksa ger-

188
çekten Yeni Şark 'ta da belirtildiği gibi 1 9 2 1 Sonbaharı'nda
Berlin'e tatil amacıyla gitmiş de konservatuvar eğitimi almak
için daha geç bir tarihte , bu defa uzun süreli başka bir Alman­
ya seyahati mi yapmıştır? Bunu tam olarak bilemiyoruz.
Yalnız edebi kariyerine baktığımızda 1924-26 arasının nis­
peten boş olduğunu görüyoruz. Suat Derviş konservatuvar
eğitimi için Almanya'ya bu tarihler arasında gitmiş olmalıdır.
Ki Zihni Turgay Anadol'a verdiği ve Ağustos-Eylül 1967'de
Gerçekler Postası'nda çıkan röportajında bunu doğrular ni­
telikte , doğrular belki biraz iddialı olur, bu tezi güçlendirir
nitelikle bir ayrıntı vardır.

"Benim ecnebi di l lerde çı kan yazılanma gelince, 1 925-26'da


Berlin'de i l k hikayelerim tercüme edi ldi, sonra yirmi sekize
doğru bir Ukrayna mecmuası bir hi kayemi tercüme etti. Ecnebi
diline evvela bu şekilde tercüme edi ldim. "

Suat Derviş 1 9 2 1 'de tatil amacıyla kısa süreliğine , 1 9 24-26


arasındaysa eğitim almak için uzun süreli olarak Almanya'ya
gitmiş olabilir. 1 926- 193 1 arasında Servet-i Fünun, Yeni Kitap,
Resimli Hikaye, Resimli Ay dergilerinde, Hareket ve Yann ga­
zetelerinde imzası görülür. Gönül Gibi romanı 1 9 28'de , Emine
1 93 l 'de yayımlanır. Fakat 1 930 yılının sonunda bir kez daha ,
hem de neredeyse iki yıllığına Almanya'ya , Berlin'e gider. Bu
gidişin sebebi nedir? Bunun yanıtı Suat Derviş'in 19 Ağustos
1 930 tarihinde Atatürk'ün isteğiyle açılan ve yine Atatürk'ün
duyduğu rahatsızlığın etkisiyle aynı yılın 16 Kasım'ında ken­
di kendini fesheden Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı destekle­
mesi olabilir mi?
25 Ağustos 1 930 tarihli Cumhuriyet gazetesi Suat
Derviş'in Serbest Fırka'ya üyelik için müracaat ettiğini söy­
lerken 4 Ekim'de yaklaşan belediye seçimleri öncesi Nezihe

189
Muhiddin'le beraber Suat Derviş'in semt semt gezerek nam­
zetleri tanıttığı bildirilir. Parti kapatıldıktan sonra, parti baş­
kanı Fethi Okyar ve diğer bazı kurucuları gibi Suat Derviş de
yurt dışına gitmiştir.
Suat Derviş'in bu üçüncü Berlin dönemi Serbest Cumhuri­
yet Fırkası'nın kapanışı ve sonrasında yaşananlar kapsamında
değerlendirilebilir ve anılar, tanıklıklar ışığında belki de bu
sorunun kesin bir cevabına ulaşılabilir.

Suat Derviş bu döneme dair anılarını 1 939 yılında Son


Pos ta da teferruatlı bir şekilde anlatmıştır. (25 Ocak-8 Şubat
'

1 939, 1 1 tefrika)

" 1 930 senesinin hangi ayı idi bilmiyorum fakat serince bir
gün. Üstümde yünlü bir manto var. Ellerim mantomun cebinde,
başımın kenarlı şapkasını sağ gözümün üzerine indirmişim.
Anhalter Banhof'un geniş taş merdivenlerinden aşağıya ini­
yorum. Cebimde seksen markım var. lstanbul'da sattığım son
romanımdan kalan son param. Fakat valizlerim Almancaya
tercüme ettirdiğim hikayelerimle dolu!
Berlin'e geliyorum.
Çalışmak için . . . Bu seksen markın bittiği gün, Berlin'de para
kazanmaya mecburum.
Seksen mark !
Seksen markı ebediyet kadar uzatmak lazım !
Bavul lanmı istasyonun gardırobuna bıraktık. Otele gitmi­
yorum. Otomobile binmeyeceğim. Talebelik hayatımı geçirdiğim
ve daha birkaç ay evvel terk ettiğim bu şehirde hiç de acemi
ve yabancı değilim. Elbette ahşama kadar arar, ucuz bir oda
bulurum. "3

3 Suat Derviş'in Bertin dönemi tüm detaylarıyla Anılaı; Paramparça kitabında yer
almaktadır.

1 90
Bu alıntıdaki 'birkaç ay evvel terk ettiğim bu şehirde' iba­
resi kafa karıştırıcı olmakla birlikte 1 924-30 tarihleri arasında
Suat Derviş'in birkaç kez Almanya'ya gidip gelmiş olduğunu
da varsayabiliriz.
1 930 Sonbaharı'nda vardığı Berlin'de tek başına bir kadın
ve Türkiyeli bir yazar olarak başının çaresine bakar. Gerek ken­
di ismi, gerek Suzet Doli takma adıyla özellikle Ullstein yayın
grubunun pek çok dergi ve gazetesine farklı türlerde yazılar
yazar. Bir çevirmen bir de menajer tutarak yazılarım günü gü­
nüne çevirtip menajeri aracılığıyla farklı yayıncılara gönderir.
1 932 yılında Berlin'de babasını kaybeder ne yazık ki.
lstanbul'da, İsmail Derviş Bey'in kanser olduğu ortaya çık­
mıştır. Babası tedavi umuduyla, annesi ve erkek kardeşinin
refakatinde Berlin'e gelir. Fakat hastanın durumu gitgide kö­
tüleşir. Suat Derviş bu dönemde parasız kalır. Zira artık ab­
lası, kardeşi, annesi ve hasta babasının da masraflarına yetiş­
mek zorundadır.
Ullstein'ın siparişi üzerine , bir haremağasımn gözünden
saray hayatını anlattığı Sultanın Kanlan adlı romanını olduk­
ça kısa sürede, tefrikalardan para alıp babasına bakabilmek
amacıyla yazar. Eser Tempo gazetesinde yayımlanmaya başlar.

"Hayatta en çok istediğim şey, bir romanımın ecnebi lisanı­


na tercüme edilmesi idi.
Buna rağmen Tempo gazetesi tarafından fevkalade surette
reklamı yapılan romanımın neşredilmesi bana zevk vermedi.
Roman başlamadan bir gün evvel dôrt sayfalık el ilanlan
dağıtıldı. Bütün Berlin sokaklan, kaldınmlan metrelerle benim
ve romanımın ismini taşıyan kağıtlarla dolmuştu.
Dôrt milyon nüfuslu bir şehirde her elde kendi romanımın
ilanını gôrüyonlum. Bu çok istediğim bir şey idi. Beni sevindir­
mesi lazım geliyordu. Fakat sevindiremiyordu. Hiçbir şey düşü­
necek halde değildim.

1 91
Bir tek düşüncem vardı; babam !
Bütün kdinatım bir hasta odası idi. Bütün ar:zum, ona ız­
dırap vermeyecek gıdalar hazırlayabilmek, ona biraz bir şey
yedirebilmek, ilaçlannı zamanında yapabilmek ve o müthiş
hastalığın pençesinden, ölümden onu kurtarabilmekti. "3

Fakat ne yazık ki, lsmail Derviş 1 932 yılının Mart ayında


ölür. Suat Derviş , Türkiye'ye dönmeden evvel geçinebilmek
için, onca acı ve yasın ortasında sipariş üzerine bir roman
daha kaleme alır.

Suat Derviş 1 932 yılı sonunda Türkiye'ye döner. Babası öl­


müş , hastalık elde avuçta ne varsa tüketmiştir. Artık annesi
ve kardeşine bakması, evin ve ailenin sorumluluğunu alması
gerekir. lşte bu , belki de zorunlu olarak gidilen üçüncü -ya
da kim bilir kaçıncı- Berlin dönemi ve sonrasında Türkiye'ye
dönüş Suat Derviş'in yazarlığında bambaşka bir sayfa açar. O,
artık yaşamak için, para kazanmak için , evine ekmek götür­
mek, ailesine bakabilmek için de yazmak zorundadır. Çılgın
bir maratondur bundan sonrası.

"Yazı yazmaya başladığım günden bugüne kadar, bir Akşam,


bir de Hürriyet gazetesinden başka ve yeni çıkmaya başlamış,
yani 1 953 'ten bu yana dergiler ve gazeteler müstesna, bütün ls­
tanbul ve birçok Ankara ve Adana, lzmir gazetelerine yazdım.
1 934'ten 1 944'e kadar hemen hiç olmazsa bir yazı vermediğim
olmamıştır zannındayım. Dergilere de öyle. "4

3 A.g.e.
4 A.g.e.

1 92
Gerçekten de bu dönem içinde, yani 1 932- 1 95J3 arasında
Suat Derviş imzası çok sayıda dergi ve gazetede yer almıştır.
Hafta, Modern Türkiye, Yeni Hayat, Holivut, lstanbul Maga­
zin, Fotoğraf Magazin, Yanm Ay, Resimli Ay, Servet-i Fünun,
Yeni Gün, Fotoğraf Haberleri, Resimli Şark, Yedi Gün,
Yeni Adam, Yeni Edebiyat ( 1 93 7 ve 1940-4 1 tarihlerinde iki
farklı seri) Resimli Perşembe ve Varlık dergileriyle Son Posta,
Son Telgraf, Gece Postası, Vakit, En Son Dakika, Haber Akşam
Postası, Hakikat, Hürses ( 1 945 ve 1 95 1 -55 yılları arasında çı­
kan iki farklı gazete), Son Saat, Cumhuriyet, Tan, Açık Söz,
Bugün ve Yeni Sabah gazeteleri, şimdiye kadar Suat Derviş'in
yazılarının saptandığı yayınlardır.
Bu yıllar arasında sırasıyla aşağıdaki romanları tefrika edil­
miştir.

1 . Onları Ben Öldürdüm , 1 933, 45 tefrika


Ilk dönem gotik işlerini andırır bu roman. Laboratuvarın­
da geçirdiği bir kaza neticesi yüzü tanınmayacak hale gelen
bir adam, kocasını aldatan bir kadın, onun buhranlar geçi­
ren kızı, gece ziyaret edilen mezarlıklar, ıssız yollar. . . Suat
Derviş'in dönemleri ve eserleri arasındaki geçişi ortaya koy­
ması açısından değerlidir.

2. Bir Harem Ağasının Hatıraları , 1 933 - 1 934, 92 tefrika


Bu eser, 1 93 1 -32 senelerinde Almanya'da tefrika edilen Sulta­
nın Kanlan 'nın Türkçe orijinalidir. Suat Derviş Berlin anıla­
rında4 romanın yazılış sürecini tüm teferruatıyla anlatmıştır.
Daha sonra, 1 2 Ağustos-3 Kasım 1 953 tarihleri arasında Ca­
vit Oral'ın sahibi olduğu Hürses gazetesinde ikinci kez tefri-

3 1953 tarihinde Suat Derviş on yıla yakın bir süre yanında kalmak üzere karde­
şinin yanına, Avrupa'ya gidecektir. Bu gidişin de 1930 tarihindeki gibi gidişten
ziyade bir tür zorunluluk, bir tür kaçış olduğu söylenebilir.
4 Anılar, Paramparça, 201 7.

1 93
ka edilir. llk iki tefrikasında Suat Derviş ismi kullanılırken,
yazarın iyiden iyiye dışlandığı ve mimlendiği 1 953'te yazar
adı S.B. olarak verilir. (Muhtemelen Saadet Baraner'in kısalt­
masıdır. )

3 . Dirilen Mumya, 1 934, 72 tefrika (Suat Suzan müstearıyla)


Suat Derviş'in Berlin'de tefrika ettirdiği ikinci romanı. Diri ­
len Mumya romanının nüvesi 1 929 yılında Hareket gazete­
sinde tefrika edilen "Mumya" adlı uzun öyküdür. Romanın
Almanya'da 1 932 yılında tefrika edildiğini biliyoruz. Ama
hangi adla ve hangi gazete yahut dergide; belli değildir.

4. Bu Başı Ne Yapalım? 1 934, 1 00 tefrika (Suat Suzan müs­


tearıyla)

5 . Onu Bekliyorum, 1935, 26 tefrika


Suat Derviş, Türkiye'ye geldikten sonra bir müddet Son
Posta'da roman ve öykülerini yayımlatır. 1 93 5 başındaysa
Cumhuriyet gazetesine geçer. Bu tarihten 1 936 Haziran'ında
Son Posta'ya dönüşüne kadar Suat Derviş imzası Cumhuriyet'te
görünecektir sadece. Onu Bekliyorum biraz gotik dönemine,
biraz da Gönül Gibi'ye benzer.

6. Kadıköy'de Muhakkak Bir Define Var, 1 9 3 5, 72 tefrika


(Hatice Hatip müstearıyla)
Cumhuriyet'te muhabir ve yazar olarak çalıştığı dönemde Son
Posta' da tefrika ettirdiği bu romanım Suat Derviş adıyla değil,
Hatice Hatip müstearıyla yayımlar. Bu ismi anne tarafından
ceddinin dayandığı düşünülen Amasya'nın hala bilinen ev­
liyalarından Topal Hatip'ten esinlenerek almıştır. Hatice'yse
nüfustaki iki isminden biridir.

1 94
7. Kadın Aşksız Yaşamaz , 1935, 2 1 tefrika (Aynı romanı Her
Şeyden Evvel Aşk adıyla, 1 9 5 3 , 36 tefrika)
Aynı yıl bu defa bir dergide, novella olarak da tanımlanabi­
lecek bir kısa roman yayımlar. Çalışan, hayatın içinde bir
kadın . . . Onun arzulan, dönemine göre cesurca dile getirilen
cinselliği . . . Hiç romanını müjdeliyor gibidir.

8. Hiç, 1935, 63 tefrika


Hiç için Suat Derviş'in erken dönem başyapıtı denilebilir.
Kendisi de böyle düşünmüş olacaktır ki, 1935 yılında Niyazi
Acun'a verdiği röportaj da "Şimdi bir eser yazıyorum ki, şu
ümitle . . . Türk edebiyatında parmakla gösterilecek ve N obel
mükafatını alacağım," demiştir.

9 . Sen Benim Babam Değilsin, 1 936, 43 tefrika


Yıllar sonra ortaya çıkan bir sırrı, aynı kadını seven iki erkeği
ve biyolojik babasının aslında bir başkası olduğunu öğrenen
Selma'nın psikolojisini ustalıkla tasvir eden bu novella, yaza­
rın en üslupçu eserlerinden biridir.

1 0 . Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır, 1 9 3 7 , 60 tefrika


Suat Derviş'in 1 936 yılında verdiği iki röportajda müjdeledi­
ği, hem de hakkında iddialı sözler sarf ettiği bu romanın ser­
güzeşti enteresandır. Kemal Tahir daha sonra kitap olarak da
basılan mektuplarında, aynı gazetede çalıştığı Derviş'in Sov­
yetler Birliği'ne gidişiyle yanın kalan romanın bazı bölümleri­
ni kendisinin yazdığını söylemiştir. Olan Şeylerin Romanı yine
de Suat Derviş'in toplumcu gerçekçi çizgiye kayışını belgele­
mesi açısından mühimdir.

1 1 . Baba - Oğul, 1 938, 3 5 tefrika

195
1 2 . Çamur, 1 938, 50 tefrika
Kendisinden yaşça büyük kocası tarafından içki ve uyuşturu­
cuya alıştınlan bir kadın . . . Onun gitgide saplandığı çamur . . .
Onu kurtarmak isteyen fakat bunu nasıl yapacağını bileme­
yen aşık bir adam . . . Çamur, Suat Derviş'in en acı, en buruk
eserlerinden biridir.

1 3 . İstanbul'un Bir Gecesi, 1 939, 75 tefrika


Behçet Necatigil'e verdiği röportajda en sevdiği romanları ara­
sında zikrettiği lstanbul'un Bir Gecesi adından da anlaşılacağı
gibi bir gecede geçen, kapkara bir metindir. Farklı sınıflardan
gelen, ekserisi birbirini hiç tanımayan insanların öyküleri,
kaderleri o gece içinde bir şekilde kesişir.

1 4 . Sınır, 1 943 - 1 944 , 1 3 7 tefrika


lstanbul'un Bir Gecesi'nden sonra biraz gönüllü , biraz zorun­
lu uzun bir ara verir Suat Derviş. 1 943 yılında Sınır'la başla­
yan dönemse onun ustalığını ortaya koyduğu, Türk edebiya­
tına birbirinden değerli , ne yazık ki çoğu bilinmeyen ve hatta
bugüne kadar bulunamayan roman kazandırdığı bir on yıldır.
Sınır'ın merkezinde para ve aşk vardır. Ki bu dönem içinde
yazarın başat temaları, eserlerinin mihverleri bu iki olgu ola­
caktır.

1 5 . Çılgın Gibi, 1 945 , 77 tefrika

1 6 . Yaprak Kımıldamasın, 1 945 - 1 946, 1 04 tefrika


Suat Derviş'in en çok konuşulan ama hakkında neredey­
se hiçbir şey bilinmeyen bir gönül macerası . . . Suat Derviş'in
Nazım Hikmet'le ilişkisi midir bu romanda anlatılan? Moda,
Peyker ve aşık olduğu Şair Fazıl'la gizli buluşmaları . . . Acaba
gerçekten yaşanmış mıdır bu aşk? Hatta yaşanmakla kalma-

1 96
mış, bir romana ilham da mı vermiştir? Ne yazık ki, tefrika
edildiği gazetenin kapanmasıyla yarım kalmıştır Yaprak Kı­
mıldamasın.

1 7. Zeynep İçin (Ankara Mahpusu) , 1946, 78 tefrika

18. Karanlıkta Bir Genç Kız, 1 946, 4 7 tefrika (Hatice Hatip


müstearıyla)
Suat Derviş'in ilgi çekici polisiye-gerilim denemesi. lstanbul'da
cirit atan ajanlar, elden ele gezen, uğruna cinayet işlenen silah
planları . . . Tüm bu maceranın ortasında bir lise talebesi olan
Sevim ve yakın arkadaşları vardır.

1 9 . Yeşil Gözlü Kız, 1 946, 74 tefrika


Yine gencecik bir kız , trende tanışıp aşık olduğu adam . . . Po­
püler bir aşk romanı gibi görünse de kadın erkek ilişkilerine
ve döneme dair çok şey söylemektedir Yeşil Gözlü Kız.

20. İki Kadın İki Aşk, 1 946, 61 tefrika


Aşkta umduğunu bulamayan, aşk yüzünden, geçirdiği bir
cinnet sonucu elini sakatlayan bir piyanist ve kızı arasındaki
çatışmanın romanı. Temelinde yine hem annenin hem de kızı­
nın aşkları olsa da . . . Suat Derviş'in Berlin Konservatuan'nda
bir süre devam ettiği piyano eğitimi sırasında öğrendikleri ,
müzikal birikimi bu eserde kendine gösterir.

2 1 . Kendine Tapan Kadın , 1 947, 148 tefrika


Etyemezli Sara'nın babası yaşındaki "Et Kralı" Nurullah
Yurdakul'la evlenmesi bile ne kadar ironiktir. Yine aşk ve
para . . . Para için vazgeçilen aşk . . . Aşk için çekilen revolver-
ler . . . Suat Derviş'in en güzel, en etkili romanlarından biridir.

197
22. Fosforlu Cevriye, 1 948, 103 tefrika
Metin hakkında çok çalışılmıştır. Birkaç sefer sinemaya uyar­
lanmış, yer yer otobiyografik öğelere rastlanmıştır. Yıldızlar­
dan düştüğüne inanan bir kadın ve yaşadığı aşk çevresinde
şekillenen roman, aslında dönemin toplumuna ayna tutmakla
kalmaz cesur bir feminist roman olma özelliğini de taşır.

23 . Biz Üç Kız Kardeşiz, 1 949 - 1 950, 247 tefrika


Suat Derviş'in en uzun romanı. Neler yoktur ki içinde? Ma­
zoşist bir anne . . . Her birinin aşkla ve parayla ilişkisini uzun
uzadıya takip ettiğimiz üç kız kardeş . . . Doktor Frankenste­
in . . . Suat Derviş'in Family Saga , aile destanı türüne getirdiği
yorum ilgi çekicidir.

24. Büyük Ateş , 1949 - 1 950, 75 tefrika


Kocasını aldatmakla aldatmamak arasında kalan, sadakati sor­
gulanan kadının isminin Fazilet olması tesadüf müdür? Peki,
ne yapacaktır Fazilet? Kocası Muhterem'i mi, yoksa aşık oldu­
ğu Mazlum'u mu seçecektir? O bir karar vermeye çalışadur­
sun, kaderin kendisi hakkında bambaşka planlan ve sürpriz­
leri vardır.

25. Bir Muamma, 1950, Tefrika sayısı bilinmiyor


Tefrika edildiği 1 950 tarihli Hakikat gazetesininse Türkiye
kütüphanelerinde sadece yedi sayısı mevcut olduğundan bu
romanın tefrikasının tamamlanıp tamamlanmadığına dair de
kesin bir bilgi yoktur.

26. Gel Eve Dönelim, 1 950, 102 tefrika


Eskişehir genelevinin en yaşlı fahişesi kırk yedi yaşındaki
Gülten'in daha Şevkiye olduğu günlere gideriz. Ama Yeşilçam­
vari bir kötü yola düşürülme hikayesi değildir onunkisi. Tam

198
da Suat Derviş'e yakışır, çapaklı, gelgitli, kendini bilen, edim­
lerinin hesabını veren bir genç kadındır Şevkiye.

27. Yeniden Yaşayabilseydik, 1952 - 1 953 , 1 03 tefrika


Ölüm döşeğindedir Şadan. Kornada. Etrafında olanları duyar
sadece. Ama tepki veremez. O yattığı yerde tüm hayatını dü­
şünür. En çok da ölümleri , tüm sevdikleri sırasıyla ölüverir
yeniden hatıralarında.

28. Ankara Canavan , 1 9 5 2 , 74 tefrika (Resimli, Hatice Hatip


müstearıyla)

29. Alev Dudaklı Kadın, 1952, 1 09 tefrika (Hatice Hatip


müstearıyla)
Suat Derviş'in Bir Harem Ağasının Hatıralan 'ndan sonra sa­
rayda geçen ikinci romanı. Safiye ve Nurbanu Sultan, Sultan
Murat Han romanın önemli kişileridir.

30. Sevdiği Bendim, 1 9 5 2 - 1 953, 1 40 tefrika


Nuran, Macit'le evlidir. Ama Yılmaz adlı genç bir sevgilisi de
vardır. Kocası, onun kendisini aldattığından şüphelendiğin­
deyse aklına bir fikir, bir yalan gelir. Yılmaz'ın en yakın arka­
daşı Selma'nın sevgilisi olduğunu söyler. Böylece kendisi için
pek de iyi sonuçlanmayacak bir oyuna girişir. Yine aşk ve para
ekseninde nefes kesici bir roman.

3 1 . Günahtan Kaçan Kadın, 1953, 21 tefrika (Resirnli) 3

3 Suat Derviş, romanlannı tefrika edildikleri tarih ve yayınlara göre listelerken


bazılannı unutmuş, pek çoğunun yerini de yanlış söylemiştir. Bu sebeple bugü­
ne değin tüm bu romanlann künyeleri bile bir arada verilememiştir. Yaptığım
taramalar sırasında, yıllar içinde tüm bu romanlan buldum. Şu an için mıila­
katlannda ve hakkında yazılan yazılarda adı geçen iki roman eksik bu listede.
"Sonu Güzel" ve "Yetimi" isimli bu iki romanı, tabii ki henüz taramadığım kay­
naklardaki adı bugüne değin kaydedilmemiş diğer romanlan aramaya devam

199
Dile kolay . . . Tam otuz bir roman !

1 932-53 tarihleri arasında tefrika edilen bu otuz bir ro­


mandan sadece ikisi Cumhuriyet'te tefrika edilen Hiç ile Yeni
S abah 'ta tefrika edilen Çılgın Gibi kitap olarak basılır. Oysa
Behçet Necatigil'e yazdığı mektupta yukarıdaki listede yer
alan beş diğer romanının da satın alındığını fakat yayıncıların
bunları basmaktan "nedense" vazgeçtiğini belirttikten sonra
"Çok korkanm ki, eserlerim tarafımdan bastınlmazlarsa, ben
ölmeden evvel basılmayacaktır," der. Gerçekten de mektubu
yazdığı 1967 yılından bugüne listedeki çok az roman kitap
olarak basılabilmiştir.

Ü stelik 1 932- 1 953 tarihleri arasında sadece roman da yaz­


mamıştır. Pek çok çeviri yapmış, birkaç yüz öykü yayınlatmış,
köşe yazıları, röportajlar, fıkralar ve oyunlar kaleme almıştır. 3
Suat Derviş'in Cumhuriyet, Son Posta, Tan ve Bugün gaze­
telerindeki röportaj ları son derece dikkat çekicidir. Sayıları
iki yüze yakın bu röportajları iki temel gruba ayırabiliriz. Ka­
dınlar ve çocuklarla ilgili röportajları ilk grubu oluştururken
şehre , şehrin karanlığına, yoksulluğuna, görülmeyen ve gö­
rülmek istenmeyen yüzüne dair röportajları da ikinci grupta
yer alır.
Suat Derviş "Gazetecilikte yaptığım röportajlar beni hayatın
gerçekleriyle çok karşı karşıya getirdi. Ben gazeteci olduktan
sonra gerçekçi eserlerimi yazmaya başladım," derken geceleri

ediyorum.
3 Suat Derviş röportajlannda bu dönemde ve sonrasında çok sayıda oyun kale­
me aldığını, hatta bunların bazılannı başka imzalara sattığını söyler. Ama adını
bildiğimiz tek oyunu, Almanya dönüşünde, Darülbedayi'ye sattığı, satarken Al­
mancadan çevirdiğim dediği ama sonradan telif olduğunu itiraf ettiği Yapışkan
isimli oyundur. Bu oyunun metni de ne yazık ki Şehir Tiyatrolan Arşivi'nde
yoktur.

200
köprü altında yatanları, ekmek parası için bedenini satanları,
dilencileri, sakatlan, sokak çocuklarım ve her şeyiyle çöken,
pis kokular neşreden bir lstanbul'u kast eder. Çöken Boğaziçi
başlıklı, Son Posta'da 25 tefrika halinde yayımlanan röportaj
dizisi tüm şehri içine alacak şekilde genişletilebilir. Zira Suat
Derviş, röportajlarında çöken bir lstanbul'u tasvir eder.
Yine bu dönemde Son Posta adına Montrö'ye , Boğazlar
Sözleşmesi görüşmelerini takip etmeye ve Tan adına Sovyet
Rusya'ya gider. iki gezisinin intibaları da tefrika edilir. 3

Kendisinin de belirttiği gibi dünya görüşünde ve edebiya­


tında otuzların ortasın dan itibaren bir değişim gözlenir. Suat
Derviş edebiyatta toplumcu gerçekçi bir çizgiye doğru kayar.

"Edebiyatta yapmak istediğim şey memleketimin bugünkü


içtimai, fihrt ve estetik muadelelerine mahes olabilmek. lçinde
yaşadığım, içinden çıktığım cemiyete lisan verebilmektir. Buna
muvaffah olabilecek miyim bilmiyorum. Fakat çalışmaktaki ga­
yem yalnız budur. Mahalli bir muharrir olmak, Türk cemiyeti­
nin muharriri . . . "

Toplumcu gerçekçi çizgiyi benimsediği bu süreçte önce­


den yazdığı roman ve öyküleri de küçümser:

"Ben bebeklerimi tavan arasına attıktan sonra kendime hi­


taplanmda bebekler yarattım. Hayatla, hakikatle ve muhitle
alakası olmayan bebek ler. . . Ve onlara hah Zehra hah Fatma,
hah Zeliha isimlerini koydum. Onlan ben yaratmıştım. Hayat
değil. "

3 Suat Derviş'in tüm gezilerine dair yazılan .Anılar, Paramparça kitabında yer
almaktadır.

201
Özellikle Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır ( 1 937) ve
lstanbul'un Bir Gecesi ( 1 939) Türk edebiyatında zengin-yok­
sul ikilemini, sınıf sorunlarım öne çıkaran öncü romanlardır
ve Suat Derviş'in gazeteciliğinden, muhabirliğinden içerik ve
biçim olarak izler taşır.
Suat Derviş edebiyat dışındaki hayatında da kendisini
gitgide sol hareket içinde konumlandırır. Türkiye Komünist
Partisi genel sekreteri Reşat Fuat Baraner'le evlenmesi , gönül
ve hayat arkadaşı olarak Baraner'i seçmesi de bunun bir so­
nucudur.
1940-4 1 yıllarında yayımladıkları ve 26 sayı sonra kapatılan
Yeni Edebiyat dergisi bu hayat ve hayal ortaklığının meyvesi, bir
anlamda Türkiye Komünist Partisi'nin o dönemdeki legal yayın
organıdır. Suat Derviş açısından bu derginin bir önemi de top­
lumcu gerçekçi edebiyat kuramı uyarınca kaleme aldığı roman
eleştirileridir. Suat Derviş 25 sayı içinde tam 14 romanı teşrih
masasına yatırmış, kendince değerlendirmiştir. 3

1 942'den itibaren her şey, tüm hayatı tepetaklak olur. Liz


Behmoaras'ın biyografisinde etkili bir şekilde, adeta bir ro­
man sürükleyiciliğinde anlattığı bu dönemde annesini kaybe­
der, kocası önce ayak altında dolaşmaması için askere alınır,
sonra kaçıp bir sene kadar Mühürdar'da bir tavan arasında
saklanır fakat en nihayetinde yakalanıp hapse atılır. Suat Der­
viş de yardım ve yataklıkla, gerçekleri saptırmakla suçlanır.
Suat Derviş, sorgulandığı ve sekiz ay hapis yattığı
Ankara'dan lstanbul'a döndüğündeyse onu zorlu bir mücade­
le bekliyordur. Zira komünist olarak fişlenmiş , devletin ko-

3 Bu romanlar sırasıyla Yaban, Bir Tereddüdün Romanı, içimizdeki Şeytan, Çete, Yol
Palas Cinayeti, Yalnız Dönüyorum, Tatarcık, Sürgün, Utanmaz Adam, Afrodit Bu­
hurdanında Bir Kadın, Eski Hastalık, Posta Yolu, Çocuk Adam ile Fahim Bey ve
Biz'dir.

202
münizmi bir tehdit olarak gördüğü , komünistlerden korktu­
ğu bir dönemde bu durum, onun edebi kariyerini de hayatını
da zora sokmuştrur.

Yine de kendisine ve kocasına bakmak için durmadan,


yorulmadan yazacaktır. Daha sonra Ankara Mahpusu adını
alacak, Haber'de tefrika edilen Zeynep lçin ( 1 946) ve Gece
Pos tas ı 'nda yayımlanan Fosforlu Cevriye ( 1 948) romanlarında
onun bu süreçte yaşadıklarının izlerini bulmak mümkündür.
1 942'de sonra pek çok takma isim kullanmak zorunda kal­
dığını, zira pek çok gazete sahibinin ismini basmaktan imtina
ettiğini belirtir Zihni Turgay Anadol'a verdiği röportaj ında.3
Bunun sebebini de şöyle açıklar:

"Bizim cadde daha bilgisizken ben herkesten evvel uyanmış­


tım da ondan. Faşizmden, Nazizmden, çıkmak üzere olan ikin­
ci Cihaıi Harbi 'nden nefret ettiğim ve kalemim ve dilim yettiği,
gücüm yettiği kadar mücadele ettiğim için. Devrimci, toplumcu,
sosyal adaletçi olduğum için. Bu uğurda polis takibatına uğra­
dığım, hapishanelerde, polis müdüriyetlerinde süründüğüm, altı
yüz erkek arasında tek kadın olarak askeri hapishanede mevkuf
yattığım için. Ankara Caddesi 'nde ilk basın sendikasını kuran
beş meslektaştan biri ve kurulmuş olan sendi kanın da başkanı
olduğum için. Hariçte faşizmle, iç erde sefaletle savaşanlar h e ­
nüz pek az iken savaşmaya başladığım, sosyal adaletsizliğe
karşı bayrak açtığım, fıkralarım, romanlarım sosyal konudaki
röportajlarımla, Türk halkının hakiki durumunun tablosunu ilk
verenlerden olduğum için. "

3 Aslında daha yazarlık kariyerinin başında, Yeni Şarh 'ta yazarken, yani 1921 yı­
lında takma ad kullanmaya başlamıştır. (Suat Fuat) Dahası Suat Derviş isminin
nüfustaki ismi olmadığını, Hatice Saadet yerine bu takma adı kullanmayı seçti­
ğini de göz ardı etmemek gerekir. Yani Suat Derviş'in takma ad kullanma sebebi
politik görüşleri ya da baskılar değildir çoğu kez. Farklı yayınlarda, aynı zaman
diliminde eser verdiği için yahut Peyami Safa-Server Bedi ikiliğinde olduğu gibi
edebi-popüler aynını gözeterek takma ad kullandığını da vurgulamak gerek.

203
1953 yılına kadar yazarak direnir Suat Derviş. Fakat son­
rasında yine zorunlu bir yolculuk . . . Avrupa'ya , kız kardeşi­
nin yanına gider ve durmadan, yorulmadan bildiği, sevdiği işi
yapar: Yazar.
Çılgın Gibi, Yalının Gölgeleri adıyla, Zeynep için, An­
kara Mahpusu adıyla Fransızca yayınlanır. Doğu ve Batı
Almanya'da, Çekoslovakya'da , Polonya'da, Sırbistan'da ,
Hindistan'da, Finlan-diya'da, Romanya'da , Kanada'da,
lngiltere'de, Japonya'da, lspanya'da, lskandinavya'da, Kızıl
Çin'de hikayeleri tercüme edilir. Batı Almanya'da Kölnischer
Anzeiger, Morgenpost, Bild ve daha birçok yevmi gazetelere
makaleler verir. Avusturya' da Volksstimme gazetesine devamlı
olarak hikayeler verir ve Stimme der Frau kadın gazetesinde
Yalının Gölgeleri romanı çıkar. 3

1 963 tarihinde Türkiye'ye döner. Yine kendi ifadeleriyle


aktarmak gerekirse iş bulduğu her gazete ve dergide (çocuk
dergisi) ve günlük gazetede çalışır (Çocuk masalları, sahife,
tercüme, müstear isimlerle roman ve hikayeler) . Bu tarihten
sonra kendi ismiyle yazdığı romanlar Aksaray'dan Bir Perihan
ve Şoför Mustafa' dır.

Suat Derviş, 23 Temmuz 1 973 tarihinde öldüğünde geride


kırkın üstünde roman, yüzlerce öykü , yüzlerce, hatta belki
binlerce yazı bırakır. Bu -bildiğimiz ve bilmediğimiz takma
adlarını da hesaba katarsak- toplanması , bir araya getirilmesi
neredeyse imkansız bir külliyattır.

3 Suat Derviş bu bilgileri Behçet Necatigil'e gönderdiği mektupta vermiştir.

204
"Bütün kabahat bende, yalnız bende . Suçlu benim,
Zeynep'in bu işte ne günahı var? Ben onu çok sevdim,
kendimi ona sevdirmeyi beceremedim. Ben onun için
bir hiçtim, onun hayatında en ufak bir yerim bile yok­
tu, halbuki ben bütün hayatımı ona feda ettim. Her şeyi
feda ettim. Onun için, Zeynep için feda ettim."

Vasfı, tıp fakültesinde okurken aynı mahallede yaşadıkları Zeynep'e


aşık olur. Gözü Zeynep'ten başka bir şey görmeyen Vasfı, sevdiği
bu genç kızla büyük amcasının evlenmesi üzerine adeta yıkılır. Zey­
nep' e toz kondurmayan Vasfı, bir gün kuzeninin Zeynep'e tuzak
kurduğunu öğrenir ve onu gözünü bile kırpmadan öldürür. Uzun
yıllar süren mahpusluktan sonra hürriyetine kavuşur ve hayata kal­
dığı yerden devam etmeye, kendine toplum içinde bir yer edinmeye
çalışır. Fakat artık ne parası, ne kalacak bir yeri ne de kimsesi vardır.
Vasfı'ye ait tek yer sokaklardır.

Seher Özkök'ün önsözü, Behçet Çelik'in sonsözü ve


Serdar Soydan'ın Suat Derviş biyografisiyle.

www.ithaki.com.tr

i t h a k i g ı ııııııııı ııııı11ı1 �ıı


• 11 ,, /ithakiyayinlari

You might also like