You are on page 1of 68

87.06.V.0098.

B u Kitap bir KEREM yayınıdır.

Yayım i a n mayan ürünler iade edi l mez.

Ayyıldız Matbaası A.Ş., Ankara-1987


222 69 40 - 222 69 41 - 213 19 62
Yayın Yonetmeni : Cengiz CeiJ.i

KARSI
Teknik Sorumlu : Zeynep E<',e
Y�ma : P.TıC. 78, (06502) Bahçeli
evler;
Ankara
Havale · Kerem Yayınlan adına 216542
• nwnaralı postaçeki hesabına
EYL'ÜL .; EKtM Ab one : 12 kitap 5000, 6 kitap 3000 TL.
500 TL. Yurtdıgı : 12 kitap 15 ABD Dolan

Şt1R

3 ALİ YüCE Seni Öpebilir miyi


m Özgürlük

12 BEDRETTİN AYKIN ü ı k e m

17 AD!L OLTA Ş ii r l e r

23 ALTAY ÖKTEM Ş i ir l er

26 SEFA EMET Ş ii r l e r

32 İLHAN BÜYÜKCEBECİ Kirpiklerinde Yaralı

36 NURULLAH CAN Üçüncü Soru

37 SITKI SALİH GÖR Yüzümün Bir Yanı

66 OZAN TELLİ Yörük Ali

�AZij SöYLEŞtjöYKÜ

4 ASlM BEZİRCİ Şairlerimizin Diliyle Barıg


13 YARUP ŞAHAN 'Yapı�;�tırma Bıyıklı" M. Jac ob
18 YILMAZ ELMAS Romanlarımız ve Ç ocuk
24 ABDULLAH AŞÇI Yazan Kazanıyor
28 LÜTFİYE AYDIN Er endiz Atasü'nün Öyküleri
33 TUNCER UÇAROL Şemsetti
n Ünlü İle Söyle§i
38 CEM!L KAVUKÇU Temmuz Suçlu
43 ZüHTÜ BAYAR Zanil Ağabey
47 MUSTAFA HAKKI Ay Buluta Girince
51 ABDULLAH RlZA ERGÜVEN Kaynak Şairler1 Şiirler
55 ASlM ÖZTüRK Acının Gündeminde 1 Kardelen
58 ·t. GÜVEN KAYA Ulusal Tiyatr o Kavramı
61 AL!Ş.AN ÖZDEMİR "Kadırga'da S on H oron"
Sıcak yaz günlerini geride bıraktığımız bu günlerde, KARŞI'nın
yeni sayısını okurlarımıza sunmanın sıcaklığını, mutluluğunu duyuyo·
ruz. Onümüz sonyaz, kış. Doğa kendini yenileme sürecine girerken, biz
de yeni bir yayın dönemini sürdürmenin ön hazırlıklarını tamamlayıp yo­
la koyulduk. Gelecek sayılarda, "Çirkine, Yanlışa, Kötüye, Eskimişe,
Yozlaşmışa Karşı" olan tavrımızı daha da netleştirecek, bu tavrın ürün­
lerine yer vereceğiz. Bu bağlamda düşündüğümüzde, KARŞI'nın, günü.
müz edebiyat ortamında, özellikle bazı süreli yayınlar eliyle yoz, çirkin,
yanlış bozuk, kötü ve eskitilmiş bir edebiyat anlayışının sürdürülme ça­
balarına karşı olduğunu; daha doğrusu, KARŞI'nın günümüzdeki çarpık
edebiyat ortamının muhalif sesi olduğunu söyleyebiliriz. "Demokrasi"
tartışmalarının sürüp gittiği ve günübirlik ağız dalaşlarının tozu duma·
na kattığı ülkemizde; kalıcı ve insani olduğuna şimdilerde daha çok
inandığımız uğraş alanımızda "muhalif" sesimizle edebiyatımızın demok­
ratikleşmesine katkıda bulunmayı amaçlıyoruz. (Vlkenin genel durumu
neyse, edebiyatı da onun bir parçası kuşkusuz. Bu bakımdan, görevimi­
zin boyutları kendiliğinden ortaya çıkıyor.) Geçmiş sayılarımız bu ni­
yetimizin somut örneklerini ve ipuçlarını içeriyor. Gelecek sayılarımız�
la da bu çizginin belirginleşerek sürdürüldüğüne tanık olacaksınız... Yo­
lumuzda bilinçle ilerlerken gücümüzü sizden, güveninizden, ilginizden
alıyoruz.

Okurlarımızın yeni yayın ,döneminde de abone olarak ya da bula­


rak KARŞI'yı desteklemeleri bizim için şaşırtıcı olmadı; ancak, bekle­
diğimizden daha fazla bir ilgiyle karşılaşmamız sevindiriciydi. Bu ilgiye
karşılık, 31 Aralık 1981 tarihine kadar geçerli olmak üzere, yeni abo­
ne kaydı yaptıracak okurlarımıza, abone bedellerinden başka ödeme söz­
konusu olmaksızın, KEREM YAYlNLARI'ndan seçecekleri kitapları ar­
mağan edeceğiz. Bu konudaki ayrıntılı bilgiyi arka sayfalarımızda bu­
lacaksınız.
Jlginize, güvenınıze bir kez daha teşekkür ediyoruz, KARŞI'yı sü­
rekli desteklemenizi bekliyoruz.

Esenlik dileği ve dostça selamlarımızla...

Cengiz CELAL

2
ALt YtJCE
SENi öPEBti.JR MIYiM
öZGlJRL"OK

Bugün ben gelemedim Yaşar'ın yüzünde


Selamımı getirdim, sana Renkli serçeler cıvıldaşır
Sevgimi getirdim Remzi can Büyük Ali buyurgan
Kapıdan verip dönüyorum Yaşar'ın ipiyle kuyuya inmez
Kendim girmiyorum içeri Küçük Ali oyun çocuğu
Daralmasın küçük dükkan Ayıp söz öğrenir abilerden
Anası biber sürer ağzına
Azar işitir anasından
Köşedeki tabureye
Selam söyle Remzi can
Küçük Ali eskiden
Hakkını helal etsin
Dağda davar güdermiş
Raflarda kitapların
Şimdi günleri ayları
Benzi atmasın dilerim
Yılları güdüyor kentte
Gazeteler dergiler
tJcret istemiyor kimseden
Insanlardan korkmasın
Hakkını ana sütü gibi
Uçuklamasın dudakları
Helal ediyor herkese

Dört iklimden Beni öpebilir miyim özgürlük ,


Selam gelir sevgi gelir Bağrına taş bastığın yeter
Güleç yüz gelir Remzi can Dizeleri yılan sokuy01'
Çoğaldıkça sevgi elçileri lt ısırıyor sözcükleri
Dergah genişler büyür Gülüyorum ya bakmayın
Büyüyen dergah değil Ağrı kesici olarak
Dervişleri-n gönlüd-ür Şiire katıyorum. gülmeyi
ASlM BEZİRCİ
ŞAiRLERlMlZtN DİLİYLE BARIŞ

(Yazarın hazırladığı "Şairlerimizin Diliyle Barış" adlı


inceleme-derlemesinin 'ikinci Meşrutiyet' başlıklı bölümü.)

OSMANLI DÖNEMİ

Bir baııka incelemernde de belirttiğim gibi(ı), Osmanlı topluİlıunun ekonomisi


sanayi ve ticaretten çok, fütuhat ve ganimete dayanıyordu. Yönetim, bu niteilğini
'İsHi.mlığı yayma' (cihat) ülküsüyle süslüyordu. Bundan dolayı sık sık seferler. dü­
zenleniyor, ülkeler ele geçiriliyordu. Buna karııı, toprakları iııgal edilen, halk1an. ver­
giye, haraca bağlanan devletler de ikide bir Oamanlıya baııkaldırıyorlardı. Ayrıca,
yayılma amacı güden ba§ka devletler de arasıra saldırıya geçiyorlardı. Bu yüzden,
savaıılar \liç eksik olmuyordu. Savaşların nimetlerini padişahlar ve kırallar ile. çevre­
si.ndekiler paylaşıyor, külfetlerini ise çoğunlukla halklar çekiyordu.

Yüzyıllarca süren bu acı gerÇeği Oktay Rifat "O Gün Bu Gün" şilrtnde . çok ·
güzel belirtir :

ilk padişah Sultan· Osman


Sultan Osman'dan
Kalmış bize yadigar bu vatan
ileti ileri arş ileri
tran seferi Bağdat seferi Girit seferi
Estergon kal'ası bre dilber aman
Niş Kosova Çaldıran
Altım toprak üstüm yaprak
!leri ileri arş ileri
Kırım seferi Irak seferi Rus seferi
!leri ileri
Pesarofça1 Karlofça1 Kaynarca
Kaynarca1 Pesarofça1 Karlofça
Karlofça1 Pesarofça
!leri be kardeşim ileri
Jnebahtı1 Pireveze1 Pilevne
llgıt ılgıt kanım damlar çimene

(1) Asım Bezirci, Halkımızın Diliyle Barış Şiirleri, 1986, S. 13.


Ileri ileri
Mısır seferi Yemen seferi Kanal seferi
Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet
Dayan hey dizlerim dayan
Viyana, Se1Jir, Lozan
Ve dünya kadar nutuk
Ve dünya kadar ferman
Gene köylümüzün elinde kara saban
Gene halkımız yarı aç yarı tok
Perişan(')

Bundan ötürü, Osmanlılar zamanında ııairler de barıııtan çok savaştan söz açı­
yorlardı. Tersine davranııı, iktidarın sava§çı siyasetine uymuyordu. Gerçi XVIII.
yüzyıl ortlarından beri açılan savaıılar çoğunlukla kötü bitiyor, kazanç getiren se­
ferler gittikçe. azalıyordu, ama sava§ı eleştirip barışı savunmak yine de tehlikeliydi.

MEŞRUTİYETE DOGRU

TEVFİK FİKRET

Tevfik Fikret, 1905 yılında bayram arifesinde eııi ve oğluyla İstinye'ye doğru
bir sandal gezintisi yapıyormuıı. Kürekleri Haluk çekiyormuş. Kar§ıdan gelen bir
kayıkta iki kurbanlık koyun varmış. Şair, onları görünce üzüntüyle ınırıldanmış

Din şehid ister, azman kurban


Her zaman her tarafta kan, kan kan!

Bu olay üzerine, 28 Nisan gecesi, ilk adı "Hitab" olan ünlü "Tarih-i Kadim"
§iirini yazmış. (13)

Meşrutiyet'ten sonra izinsiz ve tarihsiz olarak basılan "Tarlh-1 Kadim" (Eski


Çağ Tarihi), din uğrunda verilen canların ve Tanrı yolunda dökülen kanların uyan­
dırdığı öfke ve acıma duygusuyla kaleme alınmış da olsa, §iirimizde savaşa ilk
'karııı çıkı§' tır.

Ondan önce, Divan §airleri barı§ı övmedikleri gibi savaııı da yermemlşlerdir.


Tersine, ·.sava§lara arka çıkmı§, padi§ahların zaferlerini alkı§lamııı, ·vezirlerle pa§ala.­
rın yiğitliğini yüceltmi§lerdir. Yeniçeri ocağına bağlı asker ııairler de onları lzle­
mi§lerdir. Ancak kimi halk ııairleri sava§ın yol açtığı yıkımları yansıtmakla ye­
tinmi§lerdir.

Bu bakımdan, Tevfik Fikret'in "Tarih-i Kadim'i önemliydi. Elden ele dola§an ııUrde
geçmi§ çağlarda savaııın vicdan ve insanlık dı§ı, çirkin ve )"aban özü belirtiliyordu :·

(2) Oktay Rifat, A§!ağı Yukarı, 1952, S. 10-12.


(3) Ru§en Eııref, Tevfik Fikret, 1919, S. 98.
l•••

Ne zaman geçse bir ketibe-i şan,


Daima reh -güzara hun- efşan
Bir bulut saye-Mr olur; mutlak
Başta, en başta kanlı bir bayrak,
Onu bir kanlı tae eder ta'kib,
Sonra hunin vesait-i tahrib :
Mızırak, yay, kılıç, topuz, balta,
Mancınık, top, sapan, tüfek... Arada
Kanlı amirleriyle cünd-i vegaa;
Sonra artık alay alay üsera ..
Mutlaka bir muzaffer, on mağlub,·
Çiğneyen haklı, çiğnenen ma'yub.

"Tarih-i Kadim" de, bundan sonra, savaşı çıkaranlarla acımasızca yürütenierin


arkasına sığındıkları kahramanlık, cihangirlik, zafer, şan, ııeref gibi cafcaflı sözlerin
üzünç ve utanç verici sonuçları açıklanıyor, sönen ocaklardan, yetim kalan çocuk­
lardan, ağlayan ana babalardan, sakatıanan gençlerden söz ediliyordu :

Kahramanlık... Esası kan, vahşet;


Beldeler çiğne, ordular mahvet;
Kes, kopar, kır, sürükle, yak, yık;
Ne "Aman!" bil, ne "Ah!" işit, ne "Yazık!",
Geçtiğin yer ölüm, elem dolsun;
Ne ekinden eser, ne ot, ne yosun;
Sönsün evler, sürüşsün dileler;
. Kalmasın hırpalanmadık bir yer;
Her ocak benzesin mezar taşına,·
. Damlar insin yetimlerin başına...
Bu ne vicdan-güddz şenia, ne ar;
Yere geç satvetinle, ey ser-dar!
Her zafer bir harabe, bir medfen;
Ey cihan-gir, utan şu makbereden;
1.•••

Tarih-i Kadim" de bir yandan sava§ın 'vah!jet ve dehşet'i anlatılırken, öbür yandan
savaşsız ,saldırısız, saltanatsız, baskısız, üzgüsüz, tapanı ve tapılanı olmayan özgür
ve adil bir dünyanın özlemi dile getiriliyordu

Işte hürriyet-i hakikiyye:


Ne muhdrib, ne ht1trb ü istila;


Ne tasallut, ne saltanat, ne şekaa,
Ne şikayet, ne zulm ü istibdad
Ben benim, sen de sen; ne rab, ne ibad!
O zaman, ey kadid-i nahnaha-kar,
Şimdi "cenk, ihtilal, uhud, ızfar..."
Diye saydıkların kalır mechul,
Birer ucube, ya hikaye-i gul.

Auguste Compte'un pozitivizminden etkilenmekle birlikte, Tevfik Fikret tarihe


bakı§ında idealist görüııten kurtulamamııı. savaı;ıın ekonomik ve politik, toplumsal ve
sınıfsal kaynaklarına inememiş, özlediği dünyanın nasıl ve kimin eliyle kurulacağını
açıklamamıştır, ama içerdiği laik, demokratik, insancı ve ilerici düşüncelerle
"Tarih-i Kadim" §iirimiz gibi toplumumuz için de yeni bir aııama olmuştur. Bu
yüzden de tutucuların ve dincilerin aııırı tepkisiyle karııılaşmıştır. örneğin, Mehmed
Akif ona karşı "Zangoç" ba§lıklı ağır bir taşlama yazmıııtır ( 4). Tevfik Fikret de
14 Kasım 1914'te "Tarih-i Kadime Zeyl" §iiriyle onu cevaplandırmak zorunda kal­
mıııtır.(6)

MEŞRUTIYET'TE

II. Abdülhamit'in 1876'dan beri 33 yıldır süregelen baskıcı yönetimi 1900'den


sonra· daha da ağırlaşır. Çökme ve dağılma sürecindeki Osmanlı İmparatorluğu'nu
korumak ve saltanatı yitirmemek amacıyla Padi§ah her türlü özgürlük hareketin{
acımasızca boğar. Buna karııı İttihat ve Terakki Cemiyeti adlı gizli bir örgüt kuru.
lur. Cemiyet'e bağlı subaylardan kolağası Niyazi'nin öncülüğünde Sadık, Enver,
Habip, Ziya, Sabri Fahri, İbrahim beyler ile silahlı 200 kişi 3 Temmuz 1908'de Resne'de
dağa çıkarlar Hareketi bastırmakla görevlendirilen Şemsi Paşa 7 Temmuz'da pos­
taneden çıkarken Manastır'da öldürülür. Bunu ba§ka öldürmeler, baııkaldırılar ve
. gösteriler izler. 23 Temmuzda Rumeli'de Hürriyet ilan edilir. Ayaklanmanın geniş­
lemesinden çekinen Abdülhamit, 1876'da rafa kaldırdığı KanOn-ı Esiisi'yi (anayasayı)
yürürlüğe koyar, 24 Temmuz 1908'de Me§rutiyet'i kabul eder. (6)

31 Mart 1909'da gericiler başkaldırır. Selanik'ten gelen Hareket Ordusu ku­


mandanı Mahmut Şevket Paııa ayaklanmayı bastırır. 24 Nisan 1909'da Abdülhamit
tahttan indirilir. Yerine Sultan Reşat geçer. Yapılan seçimleri İttihat ve Terakki
Fırkası kazanır. Gelgelelim, 1912 Trablusgarp ve 1913 Balkan Savaııları baııarısız­
lıkla sonuçlanır. Trablusgarp İtalyanlara, Edirne Bulgarlara, Selanik Yunanlılara,
Makedonya Sırplara bırakılır. Muhalefet, Hakkı Paşa. kabinesinin Divan.ı Ali'ye veril­
mesini ister. Bunun üzerine Padişah 12 Ocak 1912'de Meclis-i Mebusan'ı kapatır.
Daha da kötüsü, 13 Haziran 1913'te Sadrazam Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülme.
sinden sonra, İttihat ve Terakki Hükümeti her türlü muhalefeti susturur. 30 Ekim
1918 Mondros Mütarekesi'ne kadar ülkede tam bir diktatörlük kurar.

(4) Sebil-ür-Reşad, 9.8.1328 (22.8.1912)


(5) İçtihad, 1.10.1924.
(6) Feruz Ahmed, İttihat ve Terakki, 1971, S. 24-36.

7
Eskiden İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni tutan Tevfik Fikret bu olaylara üzülür.
Verdiği sözde durmayan Cemiyet'in çirkin ve yanlış bulduğu uygulamalarını "Doksan
Beşe Doğru", "Revzen-i Mahlü", "Rübabın Cevabı", "Han-ı Yağma" başlıklı şiirlerin­
de eleştirir. Ayrıca, "Tarih-i Kadim"deki düşünceleri daha da ileri götüren "HalQk'un
Amentüsü"nü yazar.

191rde yayımlanan Halftk'un Defteri adlı eserine koyduğu bu şiirde dine ve hu­
rafeye karşı bilim ve tekniği, savaşçılık ve ulusalcılığa kar§ı barı§çılık ve insancılığı
savunur. Ona göre, karanlığı boş (batı!) inançlar değil, akıl yenecektir. İnsanlar
birbirinin kardeşi ve yeryüzü hepsinin ortak yurdudur.. Dünya cennete dönecekse,
ancak onların kol kola girip çalışmasıyla, dayanışmasıyla dönecektir

Toprak vatanım, nev' -i beşer milletim... !nsan


!nsan olur ancak buna iz'anla inandım.
Şeytan da biziz, cin de, ne şeytan ne melelc var;
Dünya dönecek cennete insanla, inandım.
f•••

Ebna-yı beşer birbirinin kardeşi... Hulya!


Olsun, ben o lıulyaya da bin canla inandım
Jooo

Kan şiddeti, şiddet kanı besler; bu mıuiddt


Kan ateşidir, sönmeyecek kanla, inandım.

Aklın, o büyük salıirin i'cazı önünde


Batıl geçecek yerlere husranla, inandım.

RASİM IIAŞMET

Tevfik Fikret'in "Tarih-i Kadim"ine öfkelenen tutuculara karşılık, ondan yana


çıkan ilericiler de yok değildir. Sözgelişi, Rasim Ha§met onun yolunda yürüyenler­
den biridir. 1909'da Bağçe dergisinde yayımlanan "Kardeşlik" şiiri bunun bir kanı­
tıdır. Şiirde insanlar, ırklar, halklar, uluslar arasında barış, kardeşlik, eııitıik ve
iyiliğin kurulması savunulur. Bunu engelleyen "nefret, nifak ve taassup"un bıra­
kılması, savaşmaya ve çatışmaya son verilmesi istenir :

l5nünüzde inildeyen insanlığa koşunuz,


Birleştirin elleri hep insanlığı bulunuz.
1•••

Muhcirebe, mübareze ... Bunlar acı şeylerdir!


Insanlığa yakışacak cennette siz geziniz,
Elinizi kan dökücü her bir şeyden çekiniz!
Size layık bir semaya yükseliniz, gidinizi
Yaşamaktır vazifeniz: Salalı ile, zevk ile...
Insanlıktır vazifeniz: Iyilikle, şiir ile...

a
mmelc: hayır! öldürmelcse, asla değildir,
Iyiliğin düşmanı, en büyüğü cehildir.

Ey kardeşlik! Kardeşliğin son gençliği, . evladı!


Bıı mahzende merhametin, adaletin olmalı!
Insanlığın istikbdli, ikbdli de olmalı...
1•• •

Gerçi şiirde sozu edilen 'adalet, hürriyet, müsavat, uhuvvet' gibi düşünceler
İkinci Meşrutiyet'in de benimsediği ilkelerdendir, ama onları öteden beri savunup
yayan da Tevfik Fikret'tir. özellikle 'savaşa karşı barış' düşüncesinin öncüoru odur.
Bundan ötürü Rasim Haşmet'in ı;ıiirinde yer alan çoğu düşüncelerin Tevfik Fikret'ten
kaynaklandığı öne sürülebilir. öte yandan, söz konusu şiirdeki insancı (humanist)
görüşlerin de toplurucu (sosyalist) akımlardan esinlendiği düı;ıünülebilir. Çünkü
Rasim Haşmet ilk sosyalist şair ve gazetecimizdir : 1909'da Bağçe dergisinde
"Sosyalizm Arkasında" baı;ılıklı şiiri yayımlamış ve Selanik'te çıkan Amele. gazete­
sini yönetmiştir. (7)

AHMET RIFKI

Meşrutiyet döneminin bir başka toplurucu şair ve yazarı da Ahmet Rıfkı'dır.


O da savaşı yermiı;ı ve barışı savunmuştur. Herhalde, yenilgiyle sonuçlanan
Trablusgarp ve Balkan s.avaı;ılarının getirdiği yıkımların da bunda etkisi olmuştur.

Ahmet Rıfkı 1909 - 1912 yıllan arasında Eı;ıref, !ştirak, İnsaniyet gibi dergi ve
gazetelerde yazmıştır. 1913'te şiirlerini Nakus-ı Adem adıyla bir kitapta toplamıştır.

Kitapta yer ·alan "Harp" başlıklı ı;ıiirde savaı;ıtan üzüntü ve tiksintiyle söz edilir:·
Savaş insanlığın en zorlu ve en büyük hastalığıdır. Acımasız pençesiyle mutluluğu.
muzu yıkar, değerlerimizi parçalar, suçsuz kardeşlerimizi cinayetlere sürükleyip
birbirine kırdırır. Ama artık bunca kan, bunca dalavere yeter; kardeşliğe. silah çeken
eller artık kırılmalıdır :

Sen ey sefil beşerin en büyük, elim marazı!


Sen ey sema-yı hayatın ölümlü kalıkahası!
yeter bu kırdığın ensal-ı bi-günah-ı beşer!
Çekil! Çekil ebediyen... Bu kan, bu hud'a yeter...
1•••

"Harp" Lahey Konferansı'na sunulmuı;ıtur. Konferans, Amerika Birleşik Dev­


letleri başkanı Roosevelt'in i'iriı;ıimiyle 15 Haziran 1907'de toplanmıı;ıtır. Uluslararası
anlaşmazlıkların barışçı yoldan çözümü ile silahlanınanın sınırlandırılması konwunda
birtakım önerilerde bulunmuı;ıtur. Ahmet Rıfkı şiirini bu önerileri desteklemek üzere
yazmıı;ı olmalıdır. Nitekim, şiirin ikinci bölümünde silahın kötülüklerini belirtmek­
tedir. Ona göre, silah kan döken bir isyancı, güçlülerin bir tehdit ve zulüm aracıdır.
İnsanlığın artık onu elinden atması gerekmektedir :

(7) Bak.: Asım Bezirci, Halk Sosyalizm , Kültür ve Edebiyat, 1979, S. 88 • 93.

9
..
, .

Silah, o kan döken asi, o alet-i tehdit


Silah, refah-ı hayatı ezen siyah ifrit..
1.-·

Sen ey beşer! bırak artık silahı at da çekil •.

. ••
1•

BALKAN SAVAŞI

XIX. yüzy.tlda başlayan ulusalcılık, bağımsızlık ve özerklik hareketleri Batıb


devletlerin de kışkırtmasıyla XX. yüzyılda iyice yayılıp güçlenir. Üstelik, daha Ö'llce
lrnparatorluk'tan kopan Bulgaristan, Yunanistan, Sırhistan ve Karadağ devletleri de
Osmanlı topraklarını paylaşmak amacıyla aralannda anlaşırlar. Çarlık Rusyası'nın
da desteğini alarak 1912 Ekiminde savaş açarlar. Osmanlılar başarısızlığa uğrarlar.
Bulg:irıar Çatalca'ya kadar gelirler. Arnavutlar bağımsızlık ilan ederler. 30 Mayıs
1913'te Londra'da imzalanan antlaşma uyarınca Osmanlılar Dedeağaç'la Edirne'yi
Bulgaristan'a, Selanik'le Girit'i Yunanistan'a, Makedonya'yı Sırbistan'a bırakırlar.
Ancak Balkan devletlerinin sonradan birbirine düşmesinden yararlanarak 22 Tern­
muz 1913'te Kırklareli ile Edirne'yi güçlükle geri alabilirler.

MEHI\lED AK1F

Balkan Savaşı büyük kayıplara, kırımlara, göçlere, yıkımiara yol açar. Bunlar
Mehmed Akif'i çok sarsar .Safahat'ın Üçüncü Kitap'ında bulunan "Hakkın Sesleri"
başlıklı ve 1913 tarihli birkaç şiirde bunu dışa vurur. Balkan devletlerinin davranı­
�ını Müslümanlara karşı Hristiyanların yeni ve acımasız bir Haçlı Seferi sayar :

Ilahi, altı yüz bin Müslüman biren boğazlandı...


Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı!
Ezanlar sustu... Çanlar inletip durmakta afakı.
Yazık: Şark'ın semtisından Hilal'in geçti işrakı.
Zaman artık Salib'in devri istildsı, ilhakı.

Mehmed Akif --Osmanlıların eski parlak günlerini anarak- bu . dururndan


üzünç ve utanç duyar. Görüp duyduğu korkunç, iğrenç şeylerden dolayı ağlamak, yas
tutmak ve "Ehl-i Salih'in hayasız yüzüne" tükürmek ister

Azıcık kurcala toprakları, seyret ne çıkar:


Dipçik altında ezilmiş, parçalanmış kafalar!
Bereden reng-i hüviyetleri uçmuş yüzler!
Kimbilir hangi şenaatle oyulmuş gözler!
"Medeniyet" denilen vahşe lanetler eder,
Nice yekpare kesilmiş de sırıtmış dişleri
Süngülenmiş, kanı donmuş, nice binlerce beden!
Nice başlar, nice kollar ki cüda cisminden!

10
Beşiğinden alınıp parçalanan mahlukat�
Sonra, namusuna kurban edilen hayat!
Bembeyaz saçları katranZara batmış dedeler!
Göğsü baltayla kırılmış memesiz valideler!

Balkan Savaşı'yla iyice su yüzüne çıkan kavmiyet;milliyet (ulusalcılık) eğilim..


lerine karııı Mehmed Akif -"Süleymaniye Kürsüsünde", "Fatih Kürsüsünde ", "Hak­
kın Sesleri" ba§lıklı §iirleriyle- Islamda vahdet (birlik) ülküsünü savunur :

Ayrılık hissi nasıl girdi beyninize?


Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?
Birbirinden müteferrik bu kadar akvamı
Aynı milliyetin altında tutan islamı
Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir.
Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez,
Son siyasetse bu, hiç böyle siyaset yürümez.
1•••

Arnavutluk, ne demek? Var mı şeriatte yeri?


Küfr olur başka değil, kavmini sürmek ileri!
. . ..

Gelgelelim, A:rnavutluk,un 19l31'te 'ba§ka.dınp ba�msızlığını elde etmesinden


sonra, 1914'te başlayan Birinci Diınya Savaşı da Mehmed Akif'in bu "ittihad-ı İs­
lam"cı görüşlerinin gerçekçi olmadığını ortaya çıkarır :
İslam ülkeleri Sancak-ı Şerif'i açan ve Cihad-ı Mukaddes ilan eden Osmanlı
devletinin çağrısına kulak asmazlar. Tersine, Atatürk'ün de Nutuk'ta dokunduğu gibi,
"Çanakkale'de, Suriye'de.. llrak'ta İngiliz ve Fransız bayrakları altında Türklere
karııı milel-i İslamiyenin vuruştuğu" görülür. (9)

NAzlM HİKMET

Balkan Savaşı bozgunu, Mehmed Akif gibi, Nazım Hikmet'i de çok etkiler. He­
nüz 12 ya§ında iken, 20 Haziran 1330 (3 Temmuz 1913) günü bu etkiyle eldeiterine
ilk şiirini yazar. "Feryad-ı Vatan" ba§lığını taıııyan şiirde ülkenin parçalanmasından
duyduğu derin üzüntüyü dile getirir :
Sisli bir sabahtı henüz
Etrafı bürümüştü bir duman
Uzaktan geldi bir ses ah aman aman!
Sen bu feryad-ı vatanı dinle işit
Dinle de vicdanına öyle hükmet
V atanın parçalanmış bağrı
Bekliyor senden ümit.
l•••

(9) Bak; "Enver Ziya Karaı, Atatürk'ten Düşünceler, 1956, S . 35 .

11
BEDRETTİN AYKIN
VLKEM

Dönüp baksam arkama şimdi


Çiy düşmüş bir çift menekşe
Kal gitme der büker kuğu boynunu
Sen benim sevgili ülkemsin oysa
Ve çok iyi bilirsin ki
Yüreğinde gezdirir sılasını
Bütün gurbetçiler sürekli

Kalmak büsbütün yitirmekse


Günlerin kanayan güzelliğini
Vazgeçilmez bir türkü olur
özlemin gece gündüz dilimizde
Çünkü hepimiz biraz göçmeniz
Bir sevdaya sığınmak isteyen
Mültecileriz bu günlerde

Yanımda benimlesin nereye gitsem


Küçülen ekmeğimizin peşinde
Kaçınılmaz kavgamızın içinde
Vlkeler yıldızlar arası yollarda
Kamyonlarda kara vayonlarda
Bütün ışıkların sönd:üğü anlarda
Kardelensin direncimin kaynağıntfa

Birlikte kelepçelenir kollarımız


Yan yana uzatırlar ölülerimizi
öylesine sessiz sahipsiz ülkem gibi
Geride kanayan bir karanfil
üç tomurcuk gül kalır yaralı
Dalından koparılmış baharında
Bir isyanı yeniden başlatmaya

Senin için ağlıyorum ağıtlarda


Devin bir ses ver artık sesime
Yanıtla karşılıksız kalan sorularımı
Geceyi emziriyor uykuların yıllardır
Yağmalarken eşkiyalar mülkünü
Susuyarsun ülkem gibi halkım gibi
Dara götürür derdin ilacın beni
Kemend olur sırma saçın boynuma

12
YAKUP ŞA�N
c•YAPIŞTffiMA BIYIK"LI
MAXJAOOB

Bundan önceki yazımızda Salalı Birsel üstadın kendi biçemi çerçe�


vesinde yapmış olduğu Max Jacob portresinin, bir portreden çok kari�
katüre benzediğini ve bu karikatürü de gelecek yazımızda vereceğimizi
söylemiştik. Ana çizgileriyle o da şöyle :

"Max Jacob, Picasso ile gaygaylı bir dostluğu olan"; "Apollinaire


A. Billy, A. Salmon ile arkadaşlık dolal:iı kuran"; "delibozuk şiirler ya­
zan"; "hiçbir papazın vaftiz etmek istemediği"; "bastıbacak"; .,gözleri
alcı ve balcı"; "sırasına göre zingerek bir çocuk olan"; . "işi hep şina­
nay"; "kapağı hıristiyanlığa atmak isteyen" bir adam. Şair olarak "yaz�
dığı zırvalıkların, bayağılıkların, partallıkların, zıpırlıkların hesabı yok­
tur"; ''uzun lafın kısası, Max Jacob, .bir sözcük hokkabazı, şişebazı ve
canbazıdır." (Öğütler, sunu yazısı.)

üstadın kendi "imalatı" sözc::üklerin altından kalkıp anlamını se­


zebilirseniz, oldukça gülünç bir karikatürle karşı karşıya olduğunuzu;
şairin üzerinde küçümseyici bir bakış dolaştırdığını kolayca anlayabilir­
siniz. Alaya, sarakaya bizim de bir diyeceğimiz yok bir sanat türü ola­
rak elbette, ama bu kadarı da hani insafsızlık gibi görünüyor; yazar�
larımızın kendi "sözcük şişebazlığı" bu, diyebilir miyiz bilmem, biçemi­
ne öykünerek.

"lnsafsızlık" diyorum; A. Billy'nin çizdiği portreyle bu karikatür


taslağı karşılaştırılınca ve aralarındaki "tezat" görülünce; gülmecenin
insani sıcaklığını yitirip, hicvin, gırgırın acımasızlığına dönüştüğünü al­
gılayınca, bu yargımızın hiç de bir abartma olmadığı aniaşılacaktır el­
bette.

Ana çizgileriyle A. Billy'nin portresi de şu:

"Kendi payıma ben, Max'ın içtensizlikle suçlanmasına her zaman


karşı çıktım. Davranışlarında gösteriş yok değildi elbet; ama, o kendisi­
ni de inceden ineeye alaya almaktan çekinmezdi. Kendi parodisini kendi
oynardı ve bu oyun, onun yaşantısındaki dramı gerçekliğini dıştalamıyor�
du.;. ç@kP, dram gözler önünde geçiyordu." (agy., s. 2).

ıs
''Açıkça söylemek gerekirse :Max, bazı bakımlardan normal insan sa­
yılmazdı; kafasında ve karakterinde bir tutarsızlık vardı; iyi niyetli
insaniann bu gibi hallerde dedikleri gibi, o 'delişmendi biraz' o; ama, bu
niye patolojik bir durum gibi gösterilsin?" (agy, s. 20).

Şimdi biraz da sanata katkısından ve sanatından söz edelim:

"Dada ve onu izleyen akımlar, Max ile birlikte Satie'ye neler borç­
Iuydu? Doğrusunu isterseniz bunların hepsinin ortaklaşa bir yanı vardı:
Alay; yani süklüm püklüm uyuşukluğu, melankoliyi, sızlanmayı, ciddi­
yeti, ince eleyip sık do kumayı gülünç kılığa sokmak! Bu arada Apol­
linaire şiire garipliği (cocasserie) ve neşeyi sokuyor ve, Max Jacob gibi,
Baudelaire ile Laforgue'a bir tepkide bulunmak gereksernesi duyuyor­
du. Cinas (calembour) ın rağbet görüp tutulması Max ve Apollinaire
ile başlar. Daha sonra Valery ile Cocteau kendi adiarına bunu yeniden
işleyeceklerdir." (Agy, s. 30-31).

"Bir öncü ve yenilikçi olarak, modern şiir hareketinin kaynağında,


onun seçkin bir yeri olacağı; insan davranışlarının ve insan tiplerinin
ressamı olarak, aniatı ustalarının ve gülmececilerin ön sırasında bulu­
nacağı; gizemci (mystique) bir yazar olarak, geleceğinin bugünkünden
parlak olacağı, hiç çekinmeden öne sürülebilir!
Şairliği: "Eğer şiir her şeyden önce kapris ise, fantezi ise, sözcük
oyunlan ve imgelerin istiflenmesi ise, M. Jacob büyük bir şairdir."

Roman yazarlığı: "Eğer roman yazarı, her şeyden önce bir göz­
lemci, bir mim (taklit) sanatçısı ise, M. Jacob kendi kuşağının en par­
lak yazarıdır." (agy, s. 40-41)
A.. Billy sözlerini şöyle bitiriyor :

"İnsanlara varmak için olduğu gibi, Tann'ya ulaşmak için de en


çetin, en tehlikeli yollara düşmüştü; yaşam örneğinin büyüklüğü de,
küçüklüğü de burada. Ona acımak artık hiç aklımdan geçmiyor, "Zaval­
lı Max" derneğe dilim varmıyor. Şu anda onu düşünürken içimi doldu­
ran duygu, saygıdan, hayranlıktan başka bir şey değildir; resmini çiz­
meyi üstlendiğim o eşsiz varlıktan, layığınca söz edemediğim kanısı ·

içindeyim." (agy, s. 61)


İnsan A. Billy'nin bu saygılı, insancıl ve gerçekçi sözlerini okuduk­
tan sonra, üstadın karlkatürüne bir kez daha baktığında, biçemine düş­
künlüğün bir yazarı nerelere götürebileceğini üzülerek görüyor ve "Ah
Max Jacob! Vah Max Jacob" diye iç geçirmekten kendini alamıyor.

Sözü burada bağlamak isterdik ama, Max Jacob ile Salih Birsel
arasındaki bir iki benzerliğe değinmeden de geçemiyeceğiz. Düşünüyo-
·

14
rum da.; eğer iki insanda görÜlen hir iki karakter çizgisinin benzerliği,
İ
bu ki insanı benzeş kılmaya yeterli ise, biz de değerli yazarıınıza, onun
şairi bozuk para gibi harcamasına bakmaksızın, "Max Jacob gibi bir
şey'' diyebiliriz. Çünkü, her ikisinin de ortaklaşa çizgileri ve tutumlan var.
A. BBly şöyle diyor: ''Gülünç kılığa sokma, sarakaya alma, Max'ın
yaptığının temel öğesidir oldum bittim." (agy, s. 26).

Aynı yargının bizim ünlü yazarımız için de geçerli olabileceğini


sanıyorum. Bunun en somut kanıtı da, en azından, M. Jacob'a yakla­
şım tarzı. Ayrıca, son yapıtları da aynı yaklaşım tarzını sergilemekte.
Tüm okurları, onun, hem çevresindeki, hem de geçmişteki ünlü yazar,
sanatçı ve tarihsel kişileri parodiye, sarakaya, gülmeceye alarak işlediği­
ni ve bazan, tıpkı M. Jacob gibi, kendisini de işe karıştırmaktan geri kal­
madığını bilir ve bu arada sergiiemiş olduğu geniş bilgiye ve anlatım
ustalığına hayranlık duyduklarını ammsar. Bunun için kitaplarının ad­
larına bakmak bile yeter. Kısacası, o da adı geçen şairle aşağı yukarı
aynı kumaştandır, demek istiyoruz. Alay, saraka, paradi her ikisinin
de en çok başvurdukları anlatım yöntemleridir.

İkinci ortaklaşa çizgi ise, her ikisinin de sözcüklere düşkünlüğü.


Gerçekten yazarımız, "sözcükleri giydirmek, saymak, yatırmak, kaldır­
mak, koşturmak, oynatmak, sıçratmak" ve de onlara "diz çöktürmek,
parende attırmak, beden eğitimi yaptırmaktan" hoşlanır; çünkü, "yazı­
nın tadı" öyle çıkar." (Halley Kimi Kurtarır, s. 22)
Ayrıca M. Jacob üstüne de şu bilgileri veriyor:

"Sözcük dağarcığını genişletmek için her gün gazete romanlarına,


kap�cı dedikodularına, İncil tercümelerine, çarşı maskaralıklarına el atar.
Kimi zaman kendisi de sözcük uydurmaktan çekinmez.'' (Öğütler, s. 12).

Yazarıınız burada M. Jacob'u övüyor mu, yeriyar mu kestirrnek


güç; çünkü, yazılarına bakılınca, kendisinin de bu yolda olduğu, hiç
çekinmeden söylenebilir öte yandan, bilindiği gibi, kendisi kapatılan
Türk Dil Kurumu'nun emektar bir üyesidir ve bu Kurumun çıkardığı
Tarama dergisinin de, ilke olarak, bu Fransız şairinin izlemiş olduğu yo­
lu sürdürdüğü de hatırlanacaktır. S. Birsel'in o yakası açılmadık, belli
bir kültür düzeyindeki okurların bile çoğunun anlamıarım sökemedikle­
ri ve sözlüklerde de bulamadıkları sözcükleri, adı geçen bu kaynaklar­
dan başka nerede bulabiliriz?

Halen o ''sözcük uydurmak" konusu; acaba yazıııımızda kim onun


eline su dökebilir bu konuda, kim boy ölçüşebilir? Her kitabı bu alanda
yeni bir adım. Biçeminin en belirgin çizgisi, sözcük uydurmadır, dene­
bilir.
1'Sözcüklere takia attırmay1 severim'' diyor; attırıyor da, Max için
sıraladığı şu sözcüklere bakın: "O bir sözcük hokkabazı, şişebazı ve
cambazıdır." Bu sözleri söylerken, kendisinin de bir "sözcük şişebazı"
olduğu ortaya çıkmıyor mu? Acaba, diyorum, yazarımız M. Jacob'u ba­
hane edip kendisini sarakaya, gırgıra almış olmasın! Hiç belli olmaz!

Şimdi bu iki benzerliğe bakıyoruro da şöyle bir düşünce geçiyor


aklımdan: Dünya edebiyatındau bir MaX: Jacob gelip geçmeseydi, bizim
yazanmızın işi daha da güç olurdu. Çünkü, öncülük etmek, bir çığır
açmak, takipçilikten elbette daha zordur. Değil mi?

Son olarak bir nokta: Kleher Haedens, M. Jacob'un, "okurların göz­


lerine pudra atmak, birbirini kavalayan sözcük çağlayanlan ile okur­
lan şaşırtmak hünerini elinde tuttuğunu" söylüyor. (Öğütler, s. ll).
Bu bir suçlama düpedüz; aynı işi yaptığı için yazarımız da bu suça
katılmış oluyorsa da, biz bu düşünceyi paylaşmıyoruz. Nitekim, K.
Haedens de sonradan sözünü yumuşatmış, şairin bu işi ince bir duyar­
lığa çiçek açtırmak" için. yapmış olduğunu söylüyor. Açıktır ki, söz sa­
natçısının işi, bir yere kadar temel görev_Ierinden biri, sözcük aramak,
araştırmaktır. Mayakovski'nin dediğince, dağ gibi bir toprak yığınını
alt üst ede ede, ufacık bir uraniyum madeni bulmaktır. Çünkü, onun işi
sözcükler le döner; oysa sözcükler ne gökten inmedir, ne de yerden bit�
me; topluluk halinde yaşayan insanlardan olmadır; üstelik huysuz, çe­
kingen ve sakardırlar; bir türlü yanaşamazlar birbirlerine kendi baş­
larına kalsalar, sittin sene ne eşleşip aşk yaparlat, ne de bir cümbüşe
girebilirler; illa biri olmalıdır ellerinden tutacak, gerdeğe sokacak. İşte,
bu şairdir, yazardır, söz sanatçısıdır, kısacası.

Gelgelelim iş sözcükle de bitmez, biçemle de bitmez; konunun, içe­


riğin ağırlığını unutınaya hiç gelmez. Bu küçük denememizde "biçem
için biçem" anlayışının sanatçıyı nerelere götürebileceğini göstermeye
çalıştık. Gerçeğin yitirilmesine kadar varabilecek bir biçem düşkünlü­
ğü, sanatı saptırmadır, yanlış bir yoldur. Belki bir. süre için böyle de
sanat yapılabilir, yapılıyor, denebilir; ama, kalıcı olmaz bu sanat. Ka­
lıcı. yani klasik yapıtlar bu savımızın bir kanıtıdır. Hepsinde yaşayan,
somut insan, yani gerçeklik anlatılmıştır, konu edilmiştir. Kalıcı olmak
istiyorsa, sanatçı gerçekliğe, yani içeriğe sırtını dönemez, dönmemeli;
içerik de gerçekliği çağrıştırmalıdır.

Üstadın bir dizesiyle sözümüzü bağlayalım:


"Halbuki odayı dolaşılmaz hale koyan masadır/'

lp
ADiL OLTA
ŞtİRLER

KİMDl O
a.nnesi çağırmıştı sanırım
dönerken uzak bir sokaktan
portakal rengine benzeyen bir ikindi
kuşlar oradan oraya taşındı durdu
ebegümeçleri eski bir kır çizgisi
ne kadar yoksul günleriniz oldu
her şey bir durgunlukta konuşuldu
akşam kısa ve yorgun
bir beşik hüzünle sallandı durdu
çipil yıldızlar uzak ayışıkları
perdeleriniz de iyice soldu
kimbilir neler oldu
gün akan sularla giderken
bir gece yanan ateşZere doğru
yüzlerimiz titredi durdu
fısıltılar ve yanan ateşler içinde
sanırım yorgun biri soruldu

SOKAK

marangoz cihat
al yanaklı
tahtadan gemiler yapardı
ve oturma odası takımı
çocuklar için
emeğini ve terini sevdi
güz gölgeleri bol evlerde yaşadı

teşrinievvelli takvimlerden
bilmem ki kaç yıl S(fnraydı
ilk kardı gördüğüm
ilk beyaz
kadıköy
kırtasiyeci sokağı
-YILMAZ ELMAS
ROMANLARlMlZ VE ÇOCUK

ÇOCUGA BAKlŞ
Sanatçının çocuk sorununa yaklaşımı, onun konuya duyduğu ilgi­
ye ve benimsediği dünya görüşüne bağlıdır. "Çağdaş yazınımız, özellikle
ikinci paylaşım savaşı yıllarından başlayarak gerçekçi ve toplumen çiz­
gide gelişmesini hızla sürdürürken çocuk dünyasına uzun süre yabancı
kalmıştır." (1) Romanın yazınırmza girişi de henüz yüzyılı bulmamıştır.
Ayrıca "çocuğun yetişkinden ayrımlı bir birey olarak ele alınması, uy­
garlık tarihinde çok yakın bir geçmişe dayanır." (2)

Toplumumuzun son yüzyıl içinde geçirdiği gelişmeler romanlara ya­


ıarların bilinçleri düzeyinde yansımıştır. Romanlarımızda çocuk ögesi­
nin nasıl ele alındığını belirleyen araştırmalara pek raslanmamaktadır.
(Ele alınmayış nedenleri ayrı bir araştırma konusu olabilir) Yazar, ro­
manlarında yaşadığı toplumun çocuğa verdiği değeri doğal olarak yan­
sıtacaktır. Emeğin ve insanın en yüce değer olduğu ülkeler dışındaki
toplumlarda yüzyılımızın getirdiği yenilik ve gelişmeler gereği "bir yan­
dan çocuğun yetişkinlerden ayrı bir kişiliği olduğunun bilincine varılır­
ken bir yandan da kapitalizmle birlikte metalaşması süregelmiştir." (3)
Çocuğun ayrı bir kişiliğinin olduğu bilincine varılması dünya genelinde
yeni sayılabilecek bir olgudur.

TOPLUMDA ÇOCUGUN YERİ


Çocuğun toplumdaki yerini, o ülkenin sosyo-ekonomik yapısıyla, ege­
men ideolojinin, çocuğa verdiği değer belirler. "çocuk, sınıfının içinde
yaşadığı toplumun en zayıf ögesidir. Baskının oiduğu yerde çocuk iki
kez ezilendir." (4) Sömürünün egemen olduğu toplumlarda çocuk, iste­
nildiği gibi yoğrulup biçimiendirilebilecek bir hammadde olarak güç­
süz, edilgen, seçici olmayan, yalnız alıcı bir yaratık gibi düşünülmek­
tedir. Burjuvazinin sınır tanımayan kazanma güdüsü, �oculdarm geliş-

(1) Konur Ertop, Milliyet Sanat Dergisi, Sayı. 346.


(2) Gündüz Vassaf, Varlık Dergisi, Sayı. 919.
(3) Gündüz Vassaf, Varlık Dergisi, Sayı. 919.
(4) Politik Çocuk Kitabı, Sayfa. 17.

18
mesini genel olarak bir yana iter. Ancak, giderek sosyalist akımlarm
güçlenmesi ve sendikal savaşırnların sonucu, sosyal hakların edinilme­
si ve sonuçta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nca 1959'da onaylanan
Çocuk Hakları Bildirgesi" ile çocuklar koruma altına alınmıştır. Ka­
zancın herşeyin üstünde tutulduğu toplumlarda, Çocuk Hakları Bildir­
gesi'nin maddelerine yeterince uyulmadığı, hatta hiçe sayıldığı da bir
gerçektir.

Kurulu düzeni sürdürmek için, her türlü yola başvurmakta hiçbir


sakınca görülmemektedir. "Toplumsal yaşamın yeniden üretilmesini ve
kurulu düzenin sürmesini sağlamayı benimsetmeye çalışan her türlü
araç, egemen sınıfın, yani özdeksel ve tinsel yaşamı denetleyen sınıfın,
düzenin sürmesini sağlamak amacıyla ürettiği ideolojik araçlarla dona­
tıldığı'• bilinmektedir. (5)

Bir toplumda, egemen sınıfın çocuklara nasıl baktığı önemlidir. Ege­


men sınıfın düşünceleri her çağda, egemen düşüncelerdir. Egemen sınıf,
her şeyi kendi çıkarı açısından yönlendirmek ister. Egemenlerin bütün
çabalarına karşın toplum yine de değişir ve gelişme gösterir. Toplumun
yapısı, sosyo-ekonomik değişme evrelerine bağımlı olarak değişirken ço­
cuğun içinde yetiştiği ortamda değer yargıları da değişmektedir. Çocu­
ğun toplum içinde değişen yeri, dolayısıyla çocuk kavramının da değiştiği
gerçeği ortaya çıkıyor.

Çocuk kavramı, bir anlamda sınıfsaldır. Sömürünün egemen olduğu


toplumlarda çocuk, yalnızca işçiliğini sürdürebilecek kadar bilgiyle do­
natılarak okullardan fabrikalara, ucuz nitelikli işgücü olarak aktarıla­
cak bir meta gibi görülmektedir.

Modern sanayinin, her iki cinsiyetten çocukları ve gençleri, topluın­


sal üretim denen o büyük işe katma yolundaki eğilimini, sermayenin ege­
menliği altında tiksindirici bir biçimde çarpıtılmış olsa da ilerici, sağ­
lıklı ve yasal bir eğilim olarak görülmelidir. Akılcı bir toplum düzeninde
çalışabilir durumdaki hiçbir yetişkin kafasıyla ve elleriyle çalışmanın
dışmda tutulmamalıdır. Her çocuk dokuz yaşından başlayarak aynı bi­
çimde üretken bir işçi durumuna getirilmelidir. Önemli olan, çocuğun
sömürülmeden üretim sürecinde yer almasıdır. Çocuklarm toplumsal
üretimde yer almaları, onları gelecek yaşama hazırlamanın yanında ki­
§iliklerinin oluşmasında da etkili olacaktır.

Sosyalist toplumlarda çocuğun yerini belirlemekte temel ölçüt, ço·


cuğun doğal gelişmesini sağlamak ve eğitimin üretken çalışmayla bü-

(5) Abdullah Özkan, Milliyet Sanat. Sayı. 347.

19
tünleştirilmesi olmuştur. 16 yaşına değin bütün çocuklar için parasız, zo­
runlu genel ve politeknik (bütün ve başlıca üretim dallarının temellerini
teorik ve pratik olarak veren) eğitim ve üretim ile çocukların toplum­
sal üretici çalışmasının sıkı bir biçimde birleştirilmesi, okul çağındaki
çocuklann ağır işlerde çalıştırılmasının yasaklanması ve genç işçilerin
(16-20 yaş) çalışma sürelerinin günde dört saatle sınırlandınlması, sağ­
lığa zararlı üretim dallarında ve madenierde çalıştınlmalarının yasaklan­
ması temel ilkeler arasındadır.

Türkiye'de birçok işyerinde çocuk emeğinin yoğun olarak sömürül­


düğü, ayrıca yetişkinlere göre çok daha az ücret ödenerek katmerli sö­
mürü altında tutulduklan bir gerçektir, Bütün bunlar gözönüne alın­
dığında çocuklar ve çocuk sorununun araştırılması olayı, toplumsal ya­
pının çelişkileri ve sorunlarının araştırılması ve çözümü uğruna çaba
gösterilmesini gündeme getirmektedir.

Çocuğun toplumdaki yerini belirleme açısından "çağdaş yazınımız,


özellikle, ikinci dünya savaşı yıllarından başlayarak gerçekçi ve toplum­
cu çizgide gelişmesini hızla sürdürürken çocuk dünyasına uzun süre ya­
bancı kalmıştır; 1960'dan günümüze doğru ülkemizde toplumcu düşünce
çok geniş biçimde gelişmiştir. Toplumsal metinlerin çevirilerini bizim top­
lumumuzla ilgili öneri ve araştırmalar izlemiştir. Yazınımız da bu ha­
reketten önerilen düşüncelerden etkilenmiş, yazarlarımız toplumsal dü­
zen değişikliklerini konu edinmiş, kendi önerilerini yapıtlarında dile ge­
tirmeye başlamıştır. (6)

Yazarlar, romanlarında birey olarak insanların, düzen olarak top­


lumların üretim süreçleri içerisindeki yerlerini, değişimlerini ve sınıfsal
konumlarını yansıtır. Çocuklar, toplumsal konum içinde herşeyi yaşa­
yarak, duyarak, okuyup araştırarak öğrenir. Toplumdaki yerini de böy­
lelikle kavrar. Önemli olan yazarın bu olguları gerçekçi ve toplumcu
açıdan sağlıklı yansıtabilmesidir.
�».:,··,
-.;;: ıı.fr- .
ÇOCUKLARA NASIL BİR HÜNYA
Çocuklara iyi bir gelecek hazırlamak, savaşsız, sömürüsüz bir dün­
ya kurmak insanlığın sorunları arasındadır. Geleceğimiz olan çocukların
kendine özgü bir dünyalarının olduğu, yüzyılımızda iyice anlaşılmıştır.
İyi bir gelecek hazırlamada sanatçılara da büyük görevler düşmektedir.
Sanatçının görevi çağını belgelemekten öte bir şeydir. Sanatı en genel an­
lamda hayata, öncelikle toplumun belirli aşamasındaki en önemli ko­
nulanna, ana süreçlerine, çelişki ve amaçlarına, yandaşı olduğu sınıf ve

(6) Konur Ertop, Milliyet Sanat; Sayı, 346.

20
katmanların çabalarını, toplumda yoğunlaştırdığı ve yoğunlaştırması ge­
rektiği ereklere yönlendirmek olmalıdır, sanatçının görevi. Ancak bu
anlamda sanatçı görevini yerine getirmiş olur.
Çocuklara, gelecek kuşaklara nasıl bir dünya bırakacağımız konu­
su günümüzde de tartıŞ1.lmaktadır. Burjuvazi kendi çıkarları açısından
konuya yaklaşmaktadır. İşçi sınıfı ve emekçiler doğal olarak çocukla­
rına, yani geleceklerine titizlikle sarılıp güneşli günlerin gelmesi uğra­
şısı içinde olacaklardır.

ROMANLARIMIZDA ÇOCUK
Türk romanında, çocuk yetersiz de olsa birçok yönleriyle ele alın­
mıştır. Başlangıçtan bu güne konuya eğilecek olursak, Tanzimat ro­
mancılarından A. Mithat Efendi'nin yapıtlarıyla birlikte çocuk tema'sı­
nın işlendiğine tanık olmaktayız. Namık Kemal'in aile dramlarını işledi­
ği romanlarında çocuk başlıbaşına bir yer alır. Servet-i Fünun dönemin­
de Halit Ziya'nın da çocuk temasını işleyişinde kendi yaşamından, göz­
lemlerinden yararlandığı görülür. İki çocuğunun küçük yaşta ölümü,
bir oğlunun da intihar edişi, onu çocuk konusunda duyarlı kılmıştır.

Cumhuriyetle birlikte genel anlamda roman ve hikaye Kemalist


ilkeleri savunma doğrultusunda örnekler verirken çocuk konusunda da
ipuçlarını b,ulabileceğimiz örnekler verdiğini görürüz. Gerçekçi ve top­
lumcu açıdan çocuğa bakıştaki yetersizlikler 1960 yıllarına değin sür­
müştür.
Çocuk konusu, yazarın dünya görüşünden bağımsız değildir, olmaz
da. 1961 Anayasasının getirdiği demokratik ortam içinde yapılan çevi­
riler ve yazılan yazılar, yazarlarımızın görüş ufkunun gelişmesinde et­
kili olmuştur. Ayrıca çocuk konusu güncellik kazanarak tartışılır ol­
muştur. Çocuk konusuna eğilme gereğini duyan "roman yazarı, önce­
likle çağının insanım, onun sınıfsal konumu içindeki ilişkilerini, bu iliş­
kilerin getireceği çelişkileri kavramak, kavrayışını çağın (ve toplumun)
dışına düşmeyecek bir yorumla ışıklandırmak zorunda" dır. (6) Roman­
larda, olayların ele alınışında olsun, olaylar içerisinde çocuğa verilen
yer ve değer açısından olsun, T.C.K.'nın 141 ve 142 maddeleri yazarların
dünya görüşleriyle birlikte yapıtlarını da istedikleri gibi işlemelerini en­
gellemektedir.

ROMANLARIMIZD� ÇOCUGA YAKLAŞlM VE BAKlŞ


Gelişme sürecinde olan toplumumuzun çocuklara bakışı, onlara yak­
laşımı yazarların romanlarında olayların akışı içinde daha açık görül­
mektedir. Ele alacağımız birkaç romanla bunu örnekleyebiliriz.

21
Çalıkuşu : Feride'nln çocukluğunu ele alarak geçmişe uzanmakla
birlikte 1908' burjuva devriminden sonraki birkaç yıllık zamanı kapsa­
maktadır. Feride'nin babası subay, annesi ise yoksunaşmış bir soylu
ailenin kızıdır. F@!ride'nin çocukluğu asker ocağında ve yatılı okullarda
geçer. Öğretmenlik anılarında anlattığı çocukların durumları hiç de
içaçıcı değildir. Gittiği okulda Hatice Hanım, çocukları ıslık çalan değ­
neklerle döverek eğitmektedir. Tüm çocuklar yoksul ve perişandır. Hep­
sinin üretim içinde bir etkinliğinin olduğu anlatılır. Su çekmek, inek sağ­
ma, dağdan odun taşıma, ev işleri gibi. Reşat Nuri Gilntekin, bu roma­
nında Anadolu halkının yoksulluğunu, geri kalmışlığını, halk çocukla­
rının acıklı durumlarını gerçekçi bir açıdan dile getirmektedir.
Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf'da sosyal çelişkileri daha belirgin
dile getirir. Olay yine 1900'lil yıllarda geçer. Çocukları tipleriyle tek tek
çizer, kendiliğinden oluşan çocuk topluluklarının niteliğine sınıfsal kö­
kenleriyle ilretim içindeki yerlerine de değinir. Romanın kahramanı Yu­
suf'u çocuklar aralarına almaz. Onu horlarlar. Yusuf içine kapanık bir
çocuk olarak bilyür. Sabahattin Ali, toplumumuzda feodal sınıf ve dev­
letiyle burjuvazi arasındaki savaşımı, diğer yandan bu sınıfın (burju­
vazinin) doğuşuyla birlikte çilrilmeye başlamasını ve çocuk yaşantısm­
daki yansımasını gerçekçi bir açıdan vermeye çalışmıştır.
Oblomov'un değişik bir tipini çizen Yusuf Atılgan, AyJak Adam'ın
çocukluğuna pek değinmez. Aylak Adam, çocukluğunda yaşadığı ve göz­
lemlediği olaylar sonucunda babasından tiksinir. Annesinin ölümünden
sonra teyzesiyle sevişınesi ve acımasız cezaları buna neden olur. Ay­
lak Adam, amaçsız ve tedirgin bir büyük kent aydını olur sonunda. Ay­
lak Adam'ın yaşantısı cumhuriyet dönemine raslar.
Bir Çüt Öküz'de Samim Kocagöz, çocukları uzunboylu konu edinir.
1950 yıllarında çarpık bir kapitalizmin gelişmesine tanık olmaktayız.
Ege Bölgesinde bir ağa çocuğu olan Hasan okumayı sever ama babası
bir an önce çiftlikte işinin başına dönmesini ister. Yazar, romarnnda Os­
nıanlılık, yörilklilk ve Tilrklilk sorunlarına da değinir. Çocukların eği­
tim ve öğretimi tartışma konusu olur. Din eğitimi gündemdedir. Roman­
da çocuk toplumsal yaşam içinde ele alınır.
Değişik romanları ele alarak örnekleri çağaltmak da olası. Şu an­
da bile çocuğa toplumumuzda yeterince önem verilmemektedir. Yazar­
larımızin da romanlarında çocuğa gereken önemi verdikleri söylenemez.
Çocuklara toplumumuzda ve romanlarımızda gereken önemin verildiği
günler de gelecektir.

22
ALTAY ÖKTEM
ŞİİRLER

RUH

Can Yücel'e en derin sancılarıınla,

atmış oltayı denize balıklar


galata köprüsünden
leğenlerinde canlı balıkçılar dolanmakta

kaç eylüldür oltayı yemiş gibi haspa


kağıdın üzerinde dolandırır fincanı
68 ruhunu çağırıyor aklınca

oğlum dedim git biraz hava al


bir şeyler yap, balıkları seyret mesela
ruh çağıracağına •.

�ARTMA GECELERİ

seni seviyorum karanfil kokuyorsun


imgeler arıyorum ak badanalı. evlerin sokak
Malarında
suçsuzluğum bırakmıyor ya7ı:amı
bu şiir
bu aşk
bu .sorgulama

bütün kaldırımlarını ezberledim bu kentin


sevmenin suç olduğu günleri de yaşadım
hiçbir yere kaçamadım sevgilim
kalamadım da

zaman
öylesine hızlı akıyor ki şimdi
yetişemiyorum kendime
yalnızca sokak kedilerinin gözlerini özlüyorum
geçmişi yargıladığım karartma gecelerinde

23
ABDULLAH AŞÇI
YAZAN KAZANlYOR

Insanın güçsüz bulunduğu dönemler, çocuklukla ihtiyarlık, yargıç


karşısına götürülme, rahatsızlanıp sancıdan kıvranma, geçimini yitir­
me, yetersiz gelirle kentte bocalama, bir de belki dilini anlamadığı yaban­
cı ülkelere düşme gibi durumlardadır. Sıralanan durumları açıklamak
gereksiz ya, kentte yaşama olgusu biraz genişletilebilir. Kent, kimi yok­
sunlukların uzağındadır da, önce pahalı, sonra buyurganların aksırığıy­
la tıksırığına yakındır. Hem geçim sıkıntısından az etkilenmek, hem
kimi alışkanlıklardan sıyrılabilmek koşuluyla anayollardan içerlek bir
dağbaşı bile, hele yaşlılar için özlenen .köşeler olabilir. Ye iç dinle, oku
yaz dere tepe gez.
Yaşamda bu dönemlerin kısa sürmesi istenir. Bunların birbirini iz­
leyeceği varsayılarak günlerini egemenlerin ağızlarından fırlayacak :
"Otur oturduğun yerde ! " korkutmasıyla zehir etmek, insana hiç mi hiç
yakışmaz. Yazarlığı seçen biriyse kişi : "Aram açılıyor ekmekle," diye
düşünerek adımını çekintiyle atmamalı, kelleyi ciğeri hesapiayıp kılı
kırka ayırmamalıdır. Doğallıkla bir yazardan gözünü budaktan sakın­
maması da, uçan kuşa suç kondurması da, beklenmemelidir.

Yazar, konumuz sanattır sanatçı yazar, ışıldağını çevireceği ka­


raltılarda kılı kırk yaracaktır ya, bunu art niyetle değil, gerçeği araş­
tırmak, şu doğru şu yanlış diyebilmek için yapacaktır. Çocuktan da gel ­

se doğru : "Yanılan umur görmüştür, öyleyse daha haklıdır," diyen bir


ilkel kural, asla benimsenemez.

Askerliğim 1943-1946 arasındaydı. Er dövülüyordu o sıralarda. Sa­


nırım kalkmıştır bu uygulama. Bitirim üsteğmen başlıklı öykümde o
dönemin krşla havasını yansıtmayı denemiştim. Döven alçalmıyor muy­
du dövülenle ? Yazılma evresinde öykü yüzünden başıma iş açılacağını
kestirebiliyordum. Yasak konuydu askerlik çünkü. :tkircikliydim. Kur­
duğumu ya kağıda geçirmeli, ya yazarlığa hoşça kal demeliydim. Ya­
zıldı, bir arkadaşa da okundu öykü. Duyarlı noktaya parmak basılınca :
"Çıkamam kendimden yana"ydı yanıtım.
1960 başları. Kitapta öykü. Beklenen asker yumruğuysa 27 lla­
yıs'ta hükümetin tepesinde patlıyor. Orduya hakaretten cezaevine gi-

24
riyorum. Bir ay. Yargılama dışta. Memurluğumun dört beş ay budan­
ması da var. Aklanış. işe dönüş.
12. Antalya Festivali, 1975. öykü dalında yarışma düzenlenmiş.
İnsan Yuları incedir başlıklı öyküm, tek başına bir yazın dergisini kap­
layabilir. Gün yüzüne çıkamamıştı epeycedir. Fır�at kaçmamalı. Kamu
Iktisadi Teşekkülü (KİT) olan bir şeker fabrikasında yönetenlerin sal­
tanatlı şımarıklığı işieniyor öyküde.
Sonuç ? Festival kitabına sızabiliyorum. iyi de, bir şeker fabrika­
sında çalışmaktayım, emekliliği de dolduramamışım. Ayrıca işin ilginç
yönü şöyle : 1968'de memur sendikası gazetesinde genel müdürü kü­
çük düşürdüğüm öne sürülerek, gözdağı ayarı da epeyce abartılarak
işimden kovulmuşum. Bekleyiş tam kırk üç ay. Danıştay aklayışı, me- '
murluğa dönüş 1972, festivalden üç yıl önce. Mimliyim bir bakıma.
Denebilir ki ses yükseltilmemeli, şeftali yutulmadan çekirdeğin alttan
kayıp kaymayacağı düşünülmeliydi. Uyarıldım da. Yanıtım yine : "Kor­
ku geriletecekse, bırakmalıyım yazarlığı," oldu.

Ohoo yaşım altmış 'Şimdi. Emekliyim de. Baktığımda, ardımda sis­


li puslu bir boşluk görmüyor, kuruntu belki, tepkilerimi yerinde kullana­
bileceğime inanıyorum. Türkiye'ınizdeki güneş dağlar kıyılar denizler
akarsular madenler tarih kalıntıları, nasıl birer ulusal hazineyse, sanat
yazıları da, gelecekte ulusça uygarlığımızın arttığı oranda öyle sayı­
lacaktır.
Memurluk bağlantılarıının sürdüğü günlerde yazmaya ancak yıllık
dinlencelerimi ayırabiliyordum. Tek öykü. İnsanunızın gidiş gelişini, gü.
rültüsünü, susuşunu, çırpınışıyla çığlığını belgeleyen tek tek öyküler.
Yetersiz de olsa yaşadığım kenti yarına tanıtacak ufak bir birikinti.
Dünse pek çok kentimizin sayfası bile açılmamıştı.

Yazarlığı olanaklara mı yasıadım ? Hayır. Hep üç beş kuruş ay­


lığa. Yazı, geçim sağlasaydı değişik şeyler kaleme alabilirdim, bileme­
yeceğim, aklıma getiremeyeceğim durumlar. ülkeyi dolaşır, her ka­
ranlığa burnumu sokardım. Yazara güç katan paranın önemi yadsma­
maz.
Buraya değin anlatılanlada sanat yazarlığına bulaşacakların dik­
katleri kimi noktalara mı çekilmek isteniyor ? Evet. Dünyaya bir kez
geliyor insan. Bilir bunu herkes. Yazar da insandır. öyleyse...
Yurt ödevi, yalnızca asker ocağının nöbet yerini korumakla, po­
litikanın süslü, fakat kof sözlerini yineleyip insanımızı ninniye çağır­
makla yapılmıyor, doğru bellediğini yazıya aktarmakla da yapılıyor.

25
SEFA EMET
Ş t İR L ER

KtMLtGtM

O vakitler herşey hiçti ve bu sorgulanır değildi


Evrenin kendince süregiden dizgeleri üstünde
Bir taş evin kapısına dilek olup durmamıştı
Mutlu doğup büyümek hem öylece ölmek
,

Budur adımın yazgısı, o çığlığa dönüşen hiç

Saçlarım çoğalmıştı, yağmurlar kuşatmıştı mevsimlerimi


Büyüdüm, bildim mutlu ölüm binbir anlam içerir
Bir kederi yüklenip vurdum yollara
Yolları böylece sevdim, böylece hasreti

Bundan dalların budanıp tozlanışı, o ayrılık

tki yağmur arası bir aşka düştüm


Biraz da benim bedenimdi her şafak savrutup giden

Yazar olarak ufalanabiliriz, ancak düşüncemizi döktüğümüz kağıdı tu­


tuşturacak kibritin daha ortaya konulamadığını da unutamayız. Hem
insanlar varsıl bilinmek, eşya toprak ev oto, belki uçak, gemi satın
alabilmek için para, başka deyişle devletçe imzalanm.ış yazılı kağıt bi­
riktirmiyorlar mı ? Bizler de, ilk satırından sonuna, emeğimizle uyku­
suzluğumuzu katıp altını imzaladığımız kendi kağıtlarımızı niçin küçük
görelim ?

Yazarlıkta kimsenin başı goge ermiyor. İşin ucunda saygınlık da


yok. Yalnızca şu var : Kimi ürkülerle korkulara kapılmadığından geee­
leri rahat uyuyabiliyor insan. İyi uykular, yazıyı dert edineniere de,
soluğu. tükenenlere de.

26
BöYLE BiR SENFONt

Yitirilmiş güz sonrası kanayan yağmur


Çatlak duvarlardan süzülüp yüzümü bulur
Böyle bir senfoniyle çağalır gözlerimde cesetler­
Duyumsarım1 iki damla gözyaşı yollara taşabilir
Dağlara ulaştırabilir beni bir yudum şarap
Oysa düş kurmak bir mavi gökyüzüdür
Yeryüzü savurmuşken kendini
(Uzak bir kadını sevsem1 elimi tut desem
Elimi tuttuğun yer yurdumun çayırlarıdır
Gözlerine ay düşer gönlüne aşk ağrısı
Ağzın ağzımda çiçeklenir
Gel1 geceyle gel1 rüzgdrla gel1 gel desem
Boynuma sancılar saplanır)

Duvarlar gelir üstüme1 toz bulutları, yitik resimler


Kurutulmuş bahçelerin toprak süren çiçekleri
Oysa ben soldurmadım mevsimlerin rengini
Tanrılarla teksesli şarkıcılar orda eleleydiler
Çan çalışlarla karşı durulan sabah karartıyorken kentleri
Ben bir uzunyol insanıydım, geride sevgilim vardı

Hasret çektim, inanılmaz bir kederle sevdim yağmuru


Onlar soran gözlerime düşman oldular ilkin

Gönlümün yargıçlarıyla göğüsgöğüse dövüşmenin tadı


Uçurtmaların özgürlük tadı, tutkuların serüven tadı
Ansız durulmalar, acemi bakışlarım, haritasız göZlerim
Yorulan dizlerime onur veren sevişmelerim
Duvar çiçekleriyle büyüyen kutsal şaşkınlık
Bu çatı altında şimdi yakan dizeler

Artık ne siren uğultusu ne bir çocuk yakınışı


Kırık düşünen yontu yüzler de
Bir çağsal ayrımın belli ki eşiğindeyim
Yanık cesetZere dakundurmakla unuttuğum ellerimi
Bir başka duyum edinmeliyim -Ne söyler sessizliğin ezgisi
Kendini yıkıntılar içinde yankılayan o "1

27
LÜTFİYE AYDIN
ERENDiZ ATASÜ'NÜN
ÖYKÜLERiNDE KADlN TiP LER i

Son yıllarda ııaşırtıcı bir artı§ gös­ nedir bilmezdi, güvensizlik bilmezdl, iş­
teren kadın öykücüleıimiz, sanki yıllar­ sizlik nedir tanımazdı, mücadele nedir,
dır söyleyemedikleri kimi şeyleri öykü­ duymamıştı. Ya;:ıamak nedir, onu da
lelinde dile getirmeye ba;=ıladılar. Ka­ bilmezdi. Sevmek nedir bilir miydi ?''
dın romancılarımız da benzer bir tavır
Son soru, tüm öykülerde irdelenen,
gösterdiler ama, öykü evrenindeki sayı­
yanıtı aranan bir "Soru. Kadınların nasıl
sal çokluk, romanı gelide bıraktı. Şiir­
bir sevgi özlemi i çinde olduğunu anla­
de ise böyle olmadı. Bir bakıma, kadın
maya, anlatmaya çalı§an yazar, bu ko­
yazar denilince, öykü akla gelir oldu.
nuda pek •ımutıu değildir. Erkek dün­
Atasü, günümüz öykücüleri içinde yasının bu konuda bir aşama yapacağın_
'
en ilginç olan kalemlerden biri. Yer yer t'ıın umudu kesmi§ gibidir. Mutlu bir
incecik ayrıntıları, duyarlılıkları anla­ tek kadın yok diyebiliriz. Atasil'nün öy­
tırken, birden bir dava insanı tavrı a­ ·:; Jlerinde. Ya mutlu erkek var mı ? Ona
lan, kimi yerleşik değerleri, koşullanma_ ch ı astıamadım ben. Çünkü erkekleri,
ları duraksamasız irdeleyen bir yazar. k&dmları anlattığınca ayrıntılı anlatmı­
Öykülerinin en ayıncı özelliklerinden yor; bir iki kalın çizgiyle , geçi§tiriyor.
bizi neredeyse tüm öykülerinde kadını Ağlamak ve Sessiz Ali öykülerindeld
eksen olarak alması ; anlattığı kadınla­ erkek kahramanları Mustafa ile Ali'de
rın sözcülüğünü, savunmasını da yap­ bu çizginin dıııına çıkması da, yine ka­
ması. dınların trajiğini daha iyi vermek kay­

Yazarımızın iki kitabı var. Ikisi gısından kaynaklanmış gibi.

de, adlarından başlayarak, "Kadın öy­


Mustafa'nın karısı Feıide, "kadın­
küleri" olduklarını duyumsatıyorlar. A­
ların özlediği sevgi nedir ?" sorusunu
kademi Kitabevi Ödüllü "Kadınlar da
somutlayan bir örnek. Göri.;n'ilrde sevi­
Vardır" ve onu izleyen "Lanetliler"
len bir kadındır. Kocasıyla sevlııerek
İkinci kitaba adını da veren öyküsü La­
evlenmiştir. Mustafa da iyi insandır ha­
netliler'de, bir paragraf var Id, Atasil'­
ni. Akıllı, duygulu, düşüneeli biri. Yine
nün kadın olayına bakı;:ıını tüm açık­
de bir sabah sırdr krizleri geçirir Fe­
lığıyla veriyor:
ride . Saçlarını yolarak, bluzunu yırta­
"Gülizar için kurtuluş yoktu, ZekL rak avaz avaz b6ğırır:
ye için kurtuluş yoktu, Satı için kur­
"- Sevme beni diyorum. Al sevgi­
tuluş yoktu, . Hülya için kurtuluş yoktu.
ni, istemiyorum. Sadaka istemiyorum.
Onlar bunu biliyorlardı. Kimi durumu
Senin elin kolun değilim ben. Sevme be­
kabulleniyor, kimisi başkaldırıyor, ama
nı. Miden d eğilim, karaciğerin değilim,
hepsi de biliyorlardı. Peki, ön sırada o­
körbarsağın değilim .. "
turan, saçları boyalı, kolları altın bile­
zikti hanımefendi için, başhekim beyin Bu değilimler sürer, gider. Bir sü­
karısı için kurtuluş var mıydı ? Açlıl{ t'C sonra dinginleşir Feıide, Ama ilgi-

28
r,iz bir dinginliktir bu. İlgi'Sizlik gide­ Kadınlar da Vardır : örnek anne,
rek sevgisizliğe dönü�ür. Mustafa pek torun sahibi. ev kadını Servet Hanım.
de- kafa yornıaz olanlar üstünde. Olay Birden rahatsızlanır. Tahliller filan, so­
ı,olr basittir, Feride hastalanmı�tır. Grtp nuç anlaşılır : Kanser. İlk kez evinden
gibi, nezle gibi bir hastalıktır bu. Eh, çocuklarından ayrılıp, hastaneye yatar.
doktora götürmü;:ıtür karısını, ilaçlannı Hastane, ilkin bir serüven duygusu u­
almı�tır, daha n e yapsın ! . . Mustafa ni­ yandırır Servet Hanım'da. Hakketmedi­
ce sonra, fakültedeki görevine son ve­ ği bir lüksü yaşıyormuşçasına §aşkın­
rilip i;:ısiz kaldığı, kimi ;:ıeyler üzerinde dır. Bugüne dek hiç böyle ilgi görme­
dü�ünmek için çokça zaman bu:duğu miştir çünkü. Kanser olduğunu öğrenin­
bir dönemde ancak derinlere iner. Karı­ ce de çeli§ik duygular yaşar. Sonra.
sıyla kendi'Sinin çıkınazı bir yerde ke­ Sonra Doktor Gülşen girer dünyasına.
siıımiştir. Tepkisi ağlamak olur. E"<!r.i­ Gülşen ölen annesine benzetmi§tir Se�­
de, MustıiJa geçmişte kendisine nasıl vet Hanım'ı. Kanserden ölen mutsuz
davranıyorduysa, öyle davranmaya '.•aş­ annesine. Hakim kızı Gül§en, subay liı­
lamıştır kocasına çünkü. · zı Servet Hanım'a, bundan sonraki ya.
şamını gönlünce yaşamasını öğretme­
Erendiz Atasü•nün yayımlanmL§ o­
ye çalışır.
Ian iki kitabında (1-2) yeralan öykü­
lerdeki kadın tiplerine baktığımızda : Gülşen kimdir peki ? O da bir baş­
ka Servet Hanım adayı değil midir ? E­
Kadınlar da Vardır'ın ilk öyküsün­
vet, geçmi§i, Servet Hanım'ınki kadar
de, iki kadın var. Ayla Akman'la, Gm .
tek düze değildir belki. Ama evlendik­
seren Dede. Yüksek öğrenimli, çali;ıan
ten sonra, evle ha·stane arasına sıkı§­
iki kadın, ya da orta yaşlı ild kız. İkisi
de özgürlüklerini kanıtıama isteğinde­ mı§ bir ya§ama tutsak olmuştur o da.
Gençliğinde bulaştıkları toplumculuk ,
dirler. Birlikte bir Avrupa yolculuğuna
gözaltında kaldığı bir buçuk ay kadar
çıkarlar. Ama umdukları özgürlüğü bu­
uzaklardadır artık. Kocası Erol da · üç
lamazlar. Yazar konuyu �öyle açıkla!' :
ay gözaltı yaşamıştır. Ama gündelik
(Ayla) "kendi kendisinin tutsağı ol­
sıkıntılar ikisini de değiştirmi�tir. İlk
muştur. Kendini kendine bağlayan zin­
çocuğun doğumundan sonra, ilişkilerin­
ciri paralayıp yüzünü dışarı dönmedik­
deki değişim süreci tamamlanmıı;ı, aynı
çe, hiç bir zaman özgür olamayacaktı" .
evi paylaşan iki sıradan insan olmuş..
Bir gönül kırgınlığını unutabiirnek için
!ardır. Erol artık ilgisizdir Gülşen'e. Ne
başka coğrafyalara kaçan Ayla'nın, te­
k i Gül;:ıen, bu ilgisizliği doğal bir olgu
meldeki ·sorunu değiştirmedikçe hiç bir
olarak görmekte, kocasına içerlememek­
� eyi deği§tiremeyeceğini vurgular. Ama
tedir bile. Mutsuz kadınlar ordusunda
temeldeki sorun, Ayla'nın içindeki o so­
bir sıra neferidir o da. Buna karşın,
yut zincir midir ? Bu, sanırım tartışma­
Servet Hanım'a, bundan sonra·sı için
ya açık bir saptama.
elinden geleni yapmasını öğütlernekten
Bir Ters Bir Yüz : O'rta yaşlı, ev geri lmlmaz. Servet Hanım, "Bütün ge­
kadını Nurten Hanım. Kocası banka ce yaşayamadığım hayatıma yandım•'
memurluğundan emekli. Çocuklan ev­ dese de, hastaneden çıktığı anda, yeni­
lenip ayrılmış. Tüm özlemleri bastırıl­ den eski düzeninin çarkiarına kapılır. ·

mış, öfkeli ve mutsuz bir kadın. �i gü­ Bir ara ölmeyi, böylece çocuklarından
cü gün gezmek, örgü yapmak. Kocasına ve kocasından öç almak istediğini u­
karşı oluşturduğu bu iki cılız kalkanla nutmuştur.
kendini savunan, daha doğrusu doyum­
suz geçmişinin acısını bunlarla çıkaran Balkon Saati : Öğretmen Neşe. Düı,­
biri. lerle yaşayan, ancak günün belli saat-
lerinde çıktığı avuçiçi büyüklüğündeki lıklı bir kapı bulup onu terkeden Gü­
balkonunda özgürlüğü solumaya çıi.lı§a.D, ley•in içten içe gelişen çatışması. Ce­
alPartman kolll§ularmı tanıma fırsatı binde bir kimliği bile olmayan bakıcı
bile bulamamış, sıradan ev kadıniarına Güley'in evi terkedip, bir bilinmeze gi­
benzediğini ara sıra duyumsasa da, dişi öyküleniyor.
gündelik hayhuya kendisini kaptırıp gi­
İkinci kitap LANETLİLER'in 1lk
den bir kadın.
öyküsÜ Arda Kalan. İlk kez değişik bir
özlem Zamam Geçti : İki eski ar­ kadınla karşılaşıyoruz : Rabia Ha­
kada§. Kadriye ile Selçuk. Selçuk, bir nım, Torun Selma'nın ondan geri­
çatışmada ölen Kadriye'yi, ona bağlı o­ ye kalanları araştırmaya gittiği
larak da kendi yaşamını düşünmeye Trabzon'dan bir öykü. Müthiş bir kadın
başlar, Fıi.killteyi bırakmak zorunda ka­
Rabia Hanım. Bir direnç anıtı. Acılar­
lan Kadriye, okulunu bitirip çoluk ço­
dan geçe geçe bilgeleşmiş, sağduyulu,
cuğa karışan Selçuk için, ancak Ölüm
yiğit bir kadın. İki kez evlenmiş, iki
haberiyle gerçeklik kazanır yıllar son­
kocadan olma be<:ı çocugu, var. Acının
ra. İki farklı yaşamı, ve bu eksen çev­
her türlüsünü ;ı. aşamış, bir roprak Ana
resindeki insanlarm yaşamlarını irde­
sanki. Tek başına bir romanı sürükle­
h;;·r. Selçuk. Geriye dönüşlerle kurgula­
yecek güç ve yetldnlikteki bu kadın
nan bu öyküde, Selçuk hem kendini, hem
kahraman, sek·sen sayfalık bir öyküde
Kadriye'yi yargılar. Ev-iş-çocuk-koca başarıyla anlatılır. Bu öykünün bir ö­
arasında törpülenen yaşamıyla, Kadri­ zelliği de, ilk kez tam anlamıyla olum­
ye'nin zikzaklarla dolu ama gözüpek lu bir erkek kahraman getirmesidir.
yaşamını gözden geçirir. Yakın döne­
Rabia Hanım'ın babası Kırmızı Hafız.
min çalkantılı günleri (Selçuk'la koca­
Çok farklı bir adamdır. Kadın kız me­
sının aldığı tehdit mektupları, kurta­
raklısı değildir. Okumayı, yetkinleşme"
rılmış semtler, yakıt darlığı v.b) Kad­ yi sever. Kızım da 1900'lü yılların Trab­
riye'nin silik anısını bile bir korku kay­ zon'unda, öteki kadınlara, kızlara hiç
nağına dönüştürebilir. Gençliğinde biraz benzemeyen bir biçimde yetiştirir. Ya­
varoluşçuluğa bulaşmış, dürüst ve :vefa­ zar sanki, böylesine olumlu bir kadın
lı Selçuk, kocası Oktay'dan daha ce­ kahramanın, ancak sağlıklı bir geçmiş.
sur davranarak, bu ölümün acısını, iş ten çıkacağını savunur gibidir.
yerindeki Şennur Hanım'la payla§ır. Ni­
Hüzün•de, yanımızda yöremizde çok
teliksiz gibi görünen Şennur Hanım, Sel­
çuk'u şaşırtacak denli duyarlı davranır sık gördüğümüz kadınlardan biridir
kahraman. alışan, yalnız ya§ayan bir
bu konuda.
kadın. Hapiste bir sevdiği vardır. Me­
Yemen'den Bir Yel Esti : Atasü•nün raklı gözler altında yaşamaya, yadır­
!'ın beğendiğim öykillerinden biri. Kı·sa, ganmaya yazgılı, geleceğe de, aşka da
yoğun, şiir yüklü bir öykü. Hakkı çok­ güvensiz bir kadın.. Bir gece yalnız ba­
ça yenmiş, üç kocaya karşın-üçü de öl­ ııına içtiği, bir şişe kırmızı ucuz şarap­
müştür çünkü kocalarının mutsuz ol-. la, hapisteki sevdiğine içini döker; dı­
muş bir kadın . Oradan oraya savrul­ şardaki kuşatılmış yaşamını anlatır o­
muş, harcanmış bu kadının öyküsünü na, sayıklar ya da mektup yazar.
şöyle bitiriyor Atasü: "Estin geçtın bre
Ağlamak, daha önce adı geçen bir
Fitnat Hanım ; uğultun kız torunlarının
öykü. üç kadın var bu öyküde. Fetide'­
tutuk davranışlarında yankılandı so­
yi tanıdık. Öykünün başlarmda yer a­
nunda."
lan Nalan Avcı varlıklı bir adamın ka­
Bir Kimlik Aranıyor• da çocuk ba­ rı-s ı. Güzel, şık, varlıklı . Dünyası, Çan­
kıcısı sorunu olan Sevinç'le, daha var- kaya'daki geniıı dairesinin sınırlarıyla
belirlenmiş küçücük bir dünya. Lüks taplan okumuştur. Ellisinden sonra İ­
bir yaşamın tüm gereklerini bilinesine talyanca öğrenmiş, evini satıp dünya ge­
karşın, yaııamm asıl amacından haber­ zisine çıkmıştır. Bahçesinde kimsenin
siz. Hatta, kendi dramının bile ayırı­ bilmediği çiçekler yetiştirmiş, komşu
mında değil. On sekiz ya§ındayken ba­ çocuklara ders çalıştırmı§, daJıa:sı aşka,
basının istediği bir adamla evlenmiş, acıya ve hayata ilişkin §iirler yazmı§­
yirmisinde anne olmwı; bir doğum, do­ tır. Zamanla, kocaya gereksinmeden ya­
kuz kürtaj yaııamış, ama aşkı hiç tanı­ şamayı öğrenmiştir. Kocası da onu ye­
mamış bir kadın. ni durumuyla kabullenmi!l, bir uzlaşma­
Suzan, Fetide'nin çevresinden, deği­ ya varılmırıtır. Zaten evliliğin özeti' de
şik ve yadırgatıcı bir tip. Canlı, yaşama budur anneye göre.
bağlı olduğu için yadırgatıcıdır. Erkek­ Lanetliler, tam bir kadın mozayiği.
lere, evliliğe kızar. Evlidir ama. Ken­ Bir sinir kliniğinin iyice hastaları, oto­
disinin de bir hücrede olduğunu söyler. büsle geziye çıkarlar. Psikiyatrı hemşi­
Ancak hücresinde bir ışık vardır ve bu resi Hülya, ba§hemrıire Keriman, has­
ışığın kaynağı düııünebilmesidir. talardan Gülizar, Sofracı Zekiye, Satı.
Gerçek ve Düş öyküsünde, Atasü'­
Bence en ilginç kahraman Satı. Has.
nün bir çok öyküsünde yer alan ana­
ta olarak geldiği klinikte haderne ola­
kız ilişkileri irdelenir. Öykünün anlatı­
rak kalıyor. Üç çocuğunu öldürmüş bir
cısı da olan kız, ölmüş anasının· geç­
cinnet anında. Ancak Atasü, böylesine ·

mişte kalan yaşamını kurcalar erkek


çarpıcı bir olayı, çok kişili bir öyküde
kardeşiyle birlikte. Şaşırtıcı sonuçlar
geçiııtirmiş_ Satı çok daha derinleme­
bulur. Bu sonuçlar, erkek kardql Irkll­
sine ele alınıp yazılmalıydı gibime gel­
tir başında ama, sonra o da bu oyuna
di. Hem§ire Hülya ile otobüsün !iOförü
·katılır. Oyun, inanılmaz bir gerçeklik
İdris ara:sında olurıan bir titreşimle baş­
kazanır giderek. Yine fakülte mezunu
layıp, a§kla biten bu yolculuk, yazarın
ve evli bir kadın olan anlatıcı, çevir­
arıka ilişkin yargılarını anlatması açı­
men olarak çalışmaktadır. Annesbıfn
smdaR ilginç.
ölümünden sonra hastaneden ayrılıp,
Üç Kuşak "Gerçek ve Dܧ" öykü­
yolda yürürken "annemin ölümüne ağ­
sünü çağrırıtıran bir öykü. Saray artı­
layan kadınlar, anneann eme ağlayan
ğı bir anneanne, yaşlı saraylıya bak­
annem miydi, yoksa bana ağlayan kı­
mak durumundaki anne, ve anneye ilgi
zım mı ?" diye düşünür. "Sanki ben
göstermek zorundaki kız. Öykü anne­
bütün bu kadınların hepsi ve hiçbirly­
annenin ölüm haberiyle başlar, gelişir.
dim. Sürekli daireler çizen ve hep bq­
"Anneannemi dü§ününce bir heykel,
ladığı yere dönen, bir mekanda devi­
annemi dü§ününce yıpranmış bir maki­
nen kimliksiz bir varlık gibiydim."
ne, ev hizmetlerinde kullanılan
Yazara göre "yaııamında içiçe ge<;­
kine beliriyor gözlerimin önünde. Peki
miş doyurnun ve doyumsuzluğun" gizi,
ben neyim ? Ben bir insan rnıyım ?"
kızı tarafından çözülmek istenen ann e
na:sıl biridir. Türk toplumundaki gele­ Öykünün sonunda yine sorularıyla
neksel kadın tipine çok aykırı bir kim­ ba§başadır anlatıcı kadın. Kocasına
lik bu. Çocukluğu yalılarda, Usan ho­ sorduğu sorulara yanıt alamamıştır.
calanyla, müzik hocalanyla geçmiııtir. Öykü, "Yanıtı araııtırmak bana düşe­
"Beyefendi babasıyla, hanımefendi an­ cekti'' türncesiyle biter.
nesinin sevgisiyle, kusuncaya dek doy­ Esma, küçük bir kız çocuğunun öy­
muııtur. Ama evliliği yeterince doyurolu küsü. Onbir yaşında. Gecekondulu. 0-
değildir. Bu sıradı§l kadın, orta yaşlı­ dacı Bekir'in kızı. Bir memur evine ço­
lığında ruhbilim, toplumbtllm, tarih ki- cuk bakıcılığına verilen Esma'nın, erte-

3l
İLHAN BÜYÜKCEBECİ
---- -- ----
· --

KİRPiKLERiNDE YARALI

Gözlerin hüznümü damıtan bir gökyüzü


ne zaman baksam derinliklerine
yaralı bir kuş gelir kanat çırpar
Sıkıntılı bir akşamdır
ne zaman ötelere kaçırsan
buğulu bakışlarını
Gözlerin sihirli bir deniz feneri
uzaklarda yanıp sönen yalnızlığa
Beni1 yersiz yurtsuz bir denizci say

si gün evine dönmesi anlatılır. Yazar loğu, ya da diyalogsuzluk. Diyalogsuz­


çocuğun evine dönme isteğini ve bunu luk, iletişimsizliği de birlikte getiriyor.
gerçekleştirmesini bir direniş olarak Tam bir kör döğilııü. Suçlamalar,_ kır­
niteler: "Yaııamla ilk çatışmasında tes­ malar; kırılmalar. Kısacası berbat olalı
lim olmamıştı" diye bitirir öyküyü, Ge­ yaşamlar. Asıl yaşanınası gereken gU­
leceğin sağlıklı kadın tipini belki de Es. zelleklerin yerini alan nefretler, acılar,
ma gibilerde görmektedir yazar ? yalnızlıklar...
Denizin Tiirküsü, kahramansız bir
Sanatın kaynağı yaşam olduğuna
öykü. Bir denizin dilinden orta sınıfın
göre, bunların yazılıp çizilmesi de do­
genel eleştirisi. Küçük kentsoyluluğa
ğal. İşte Erendiz Atasü'nün kalemi ,
özenenierin özünden yalıtılmış, boş bir
birliktelikten çok bir savaş alanını dü­
kabuğa dönüşmüş ya§antılan.
ııündüren bu sözümona birlikteliklerla
' Bilineni yinelemek ne kazand1nr; kadınlar cephesini anlatmaya yönelik.
Mm . Bovary'den, Anna Karenin'den sö­ Genelde yüksek öğrenimli, hem evinde
zetmek hangi soruna :sıı.ğlıklı çözüm ge­ hem işyerinde çalışaa, üstelik çocuk
tirir bilemem. Bildiğim, her iki kahra­ sahibi olmanın da sıkıntılarını yafja­
manın da MJa çok güncel olduklan. yan kadınlar. Bununla birlikte öteki
Kadının sancıları sürüyor çünkü. Ona katmanlardan kadınlar da var : Öğret­
bağlı olarak erkeğin sancıları da el­ menler, sekreterler, hemşireler, çocuk
bet. bakıcıları, gündelikçiler, ev kadınları,
Dünya nüfusunun yansı, öteki ya­ Evliler dullar, evlenmekten kaçanlar..
rısını anlamıyor. Bir arada, birbirine Biraz da çocuklar. Atasü'nün öyküle-.
alabildiğine yabancı kadınlarla erkek­ rin<1e bir tek fabrika işçisi kadınlar
ler, hem mutsuz oluyorlar; hem de yok. Sanınm, zamanla bunlara da eği­
mutsuzluk veriyorlar eşlerine . Boşan­ lecektir. Böylesine duyarlıklı incelikll
malar, ayrı yaşamalar, ya da en azın­ bir kalemden, ileride işçi kadınlarm
dan aynı çatı altında iki ayrı yaşamı öykülerini de okuyabileceğimizi sanıyo­
'
sürdürmeler.. özetle, bir sağırlar diya- rum.
TUNCER UÇAROL
BiR OZAN ROMANCIYLA SöYLEŞİ

ŞEMSETTİN VNLU : "YUKARI 1876'LAR HARPUT•UNDA BİR


ŞEIDR" ROMANI( ı ) ROMAN

- "Yukarışebir" romanmızı yayun­ - Romanınız, nasıl bir roman 'l Ta.­


ladmız, 1987 Orhan Kemal Ödülünü ka­ nıtır mısınız 'l
zandınız... İlk romanınız hem de... Kaç
- Biz Anadolu'da bir uygarlık de­
yaşında yazdınız bu romanı 'l
ğişimini yaşadık, yaşıyoruz. Hızlı, çok
- 54 ile 57 arası. . . "Yukarışehir"i hızlı bir değişim bu. Sarsıntılan da
1983 yılında yazmaya başladım. 1985 yılı var. Birçok kent yıkılıp yok oldu Ana­
mayıs ayında bitti. Yakl�ık iki buç1ı1k dolu'da, dünyada. Kuşaktan kuşağa için­
yılda tamamlandı. Ama hazırlık süresi de yüzyıllar y�adığımız kentlerin, ne­
uzundur... Otuz yıla yakın. den yıkılıp yok oldugunu bilmeliyiz ; en
ince ayrıntılarına kadar ... Ancak ondan
- Nasıl otuz yıl!
sonra sağlam sağlıklı kentler kurabiliriz
- Roman, ilk on dört yılımı y�a- yeniden. Yakın geçmişimizin bize öğre­
dığım Harput'ta geçer. İlk şiirlerimin teceği çok şey var. Onun için, Harput'un
yayımlandığı 1950'11 yıllardan bu yana, çeşmelerini, camilerini, kiliselerini, yı­
yıkılıp yok oluşuna yakından tanık ol­ kıntılarını belleğimde tuttum. Eski kent
duğum bu kenti yazmayı düşündüm. planından, kent için yazılanlardaıı , ya­
kınlarımın anılarından, Osmanlı Tari­
- Siz iki şür kitabı(2) olan bir
hi'nden yararlandım; kenti yeniden yap­
ozansınız, Nereden · aklınıza geldi roman
tım aklımda. !nsanlarıyla, günlük ya­
yazmak ? şamıyla tasarladım. Artık yazahilirim
- Evet, 1950 yılından bu yana "Var­ dediğim zaman, yazmaya oturdum.
lık", "Yücel", "Yeni Ufuklar", ''Türk Di- - Siz, bu konuya, a.nımsadığuna
li'', "Oluııum'' dergilerinde, aralklı da göre önce "deneme" türünde yaklaşmış­
tımz; öyle değil mi 'l
olsa, yüzden çok şiirim yayımlandı.
Bunlardan bir bölümünü iki kitapta top­ - Evet. 1970'li yıllarda. Yetml§
ladım . Ama, yayımıanmış deneme, ince­ sayfayı buldu çalışmanın bü tünü . Ya­
yınlama olanağı da olmadı.
leme yazılanın da var. Ozan olmanın,
yazın türlerinin öbürleri için de uğraş ( 1 ) Şemsettin Ünlü (1928 ) , Yukarışe..
vermeyi engellernemesi gerektiğini dü­ bir, Remzi Kitabevi, İstanbul 1986,
!!Ünürüm hep. Bence, ozanlar, yazın tür­ 303 sayfa.
lerinin hepsini denemelidirler. Şiir bü­ (2) Ş. Ünlü, Dirlik Düzenlik Tilrkülerl,
Yeditepe Yayınları, !stanbul 1980,
tün yazın türlerinde vardır ama, ro­
58 sayfa, 27 !Pir.
manı şiire koyamayız . . , Ben de, şiirle Ş. ünlü, Durur Bakar lbralılm, Ye­
\
anlatamayacağırri' bir konuyu romanla ditepe Yayınları, !stanbul 1977, 74
anlatmak lstedim, aa�a, 27 gUr,

83
- "Deneme'•ııizde Iİarpui'U :nasıl hazırlık surecinden sonra birden bire
işlemiştiniz ? ortaya çıkıyor. Bu anlamda şiir tem­
bel işidir ! Yani planlı, programlı, di­
- Ağırlıkla, Batı'daki endüstriyel
rençli bir çalışmadan geçmez görünür...
gelişmenin tarıma dayalı ülkelerdeki
Planlı, programlı şiir yazmaya özenen­
yıkıcı etkilerini, bir de sömürgeci ulus­
ler de zaten çoğunlukla "manzume" ya­
ların egemenlik kurma yöntemlerini tar­
zar... Oysa roman, yukarıda saydığım
tıştım. Harput'un yıkılışını bu bağlam­
bütün hazırlıklardan sonra yazılabili­
da bir örnek olay olarak ortaya koy­
yor. Çok yorucu bir çalışmanın ürünü
maya çalıştun,
roman.
- Romanınızda, Harput henüz yı­
Şürle roman arasmda; Türkçe,
kılmış görönmüyor ama! 1870'lerde bü­
konu, açıklık-kapa.lıhk gibi yönlerden
tün canlıhğı ile yaşıyor ! ?
ne farklar görüyorsunuz '!

- Harput'un yıkıldığını bilmeyen


- Türkçe'nin §iire olduğu kadar,
yok... Yüz yıl değil, elli yıl geçmeden
romana, hatta bilimsel yazılara da an­
yıkılıp yok olmuş bir "Osmanlı Vilaye­
latım kolaylığı sağlayan büyük bir dil
ti''nin, önce, insanla, yaşamla dolu gün­
olduğuna inanıyorum. Özellikle bir çe­
lerini anlatmak bence daha çarpıcı, da­
kincem olmamasına karşın, 303 sayfa­
ha önemli. Kentin uygarlık geçişi sü­
lık romanda hiç "ve" sözcüğü kullan­
recindeki yeri belirlenirken, söylenecek
madım. Bunun için özel bir çaba da
daha çok şey olduğu kanısındayım.
harcamadun. Böylece, "ve" sözcüğünün
Hazırlıklanının tamamını kullanmış de­
-bu arada birçok yabancı sözcüğiin
ğilim...
de- düşüncenin akışını kesen, sözü sa­

Romanınız, Harput olgusundan katlayan sakıncalanndan da kurtuldum.

çok daha geniş boyutlu değil mi ? Özellikle şiirde, a§ağı yukarı bin yıla
yakın süre işlenen Türk dili, bugün ro­
- Roman, 19. yüzyıl sonlarındaki man için de büyük anlatım gücüne e­
bir Doğu Anadolu kentinin sade yaşa­ rişmiştir. Dilimize bu gücü kazandıran,
mını, olabildiğince gerçekçi olarak ver­ bize bu kıvancı veren "Dil Devrimi''ne
mektedir. Kiııiler sade kişilerdir. Halkın içten bağlıyım ; saygı duyuyorum.
ta kendisidir. Ayrıca , Müslüman-Erme­
- Türkçe kıyaslamasmı ben orta­
ni gerçeği de romanda olduğu gibi iŞ­
ya koyarken; ronıanınızdaki Tiirkçe•­
lenmiştir. Anadolu halkının, bütün eği­
nin, şiirinize oranla daha işlek, daha sı­
timsizliğine, öğrenimsizliğine karşın,
cak ve arı olduğunu söylemek istiyor­
ortaya koyduğu yaııam biçimi de; dü­
dum.
şüncede, sevgide, anlayıştaki sevecenli­
ği, insancıllığı da betimlenmeye çalışıl­ Bu izienim şurdan geliyor olma­
mıştır. Ayrıca romanda, Osmanlı İmpa­ lı. Şiirierirnde anlatım atıamalıdır. Söz­
ratorluğu'nun çözülüşüne giden önemli cükler kıskançlıkla kullanılmıştır. Bu,
olaylar, yerel boyutlarıyla okuyucuya kanımca şiirin özelliğinden gelen yapı­
diıyurulmaya çalışılmıştır. sal bir olgudur. Öyküden uzak kaldıkça,
şiirin gerçek şiire yaklaşabileceği inan­
ROMANLA ŞtıR ARASINDAKİ
cını taşıyorum. Bir de ; şiirde sezgiler,
FARKLAR
duyarlılıklar, imgeler önde gelir. Ro­
- Romanla şiir yazmak arasında, manda ise; anlatırnda açıklık, sıralılık,
ne fa.rk oldu'! işlenişi önemlidir.

- Şiir, çok uzun sürse de, azanın - Ama açık şiirleriniz de var llizlıı !
kendisinin bile bilincinde olmadığı bir Onlar bence daha �

34
- Sizin şiir eleııtiıilerinizi, de�er­ - Hayır! Asimda yaş eliiyi geçin­
lendirmeleıinizi dikkatle okuyorum. Ço­ ce, şiir daha yakm insana. . . Bu yaşlar­
ğu yargılarınıza, be�enileıinize katılıyo­ da insan, şiiri daha bir yakm duyarlı­
rum da. .. Ama ben, §iiıin, §i.irdeki söz­ lıkla · içine sindiriyor. Bu, yaşamın her­
cüklere ayrı ayrı yeni anlamlar, du­ halde daha büyük boyutlarla kavran­
yarlılıklar yüklediği, yüklerneSi gerekti­ masından, sezilmesinden ileri geliyor . .
ği inancındayım. Bunu yapmaya çalışı­ Roman da, b u yaştaki bir insan için
yorum.. . Kimi ııiirleıimde, sözcükler, a­ bir gerçekçilik, bir sorumluluk işi . .. Sez­
çık anlamlarıyla da işlevlerini yerine ge­ giler gelişmedikçe, yaşam iyi kavranma.­
tirmiıılerse ne iyi. dıkça, iyi bir roman nasıl yazılır bile­
miyorum. Yani ben 20-25 yaşlarında iyi
- Şürden romana g(l!ınl.ek kolay o­ bir roman yazılabileceğine inanmıyorum.
luyor mu 't
- Romanınızda ştirsel bir dil var.
- Zor da olsa, ozanlar, şiirleriyle Kendiliğinden mi oldu ? Yoksa şHİ'den
söyleyemediklerini oyunlarla öykülerle, orada da vazgeçarnediniz mi ?
romanlarla söylemeye çalışmalı derim. - Kendiliğinden oldu.
Ama şiiri de bir yana atmayarak. . . - Çok güzel, an, dunı, zengin bir
Türkçeniz var. Terimleriniz de okuyucu­
ROMANDA ŞİİRSELLİK ya güven veriyor. Bir şiirinizde de; "Dii­
şüncede gönülde sevincimi2<jKederimiz
- Bomana da şiirsellik ml eklea­
su şınltunız'' diyorsunuz Türkçe için.
&in diyorsunuZ '! Yoksa. başka bir şey
Romandaki şiirselliğin kaynaklan Tllrk­
mi T
çenizden mi sızıyor acaba 'l
Her ikisi de. - Bunların ne kadarının benim dili
kullanma özelliklerimden geldiğini bil­
Romana geçi� kolay olup
miyorum. Yukarışehir yöresi halkının
olmadığını söyleme diniz O konuda ne
.
günlük konuıımalarmda bile bu ııiirsel­
diyeceksiniz 't
liğ"e, bu sevecenliğ"e çok sık rastlayabl­
- Hiç kolay olmadı. Romanı orta­ lirsiniz. Romanımda varsa §iirselllk,
ya koyabilmek için büyük çaba harca­ Türkçenin güzelli�, oralardan çıkıp gel­
dım. Didindim durdum. Bir bölümü on mi§tir. Yapmacıksız konuşan halkunızın
iki kez yazdığım oldu. Yarım kalmış dilinden geliyor.
şiirler dosyalar arasında bekledi dur­ - Doğıı Anadolu apı şlirsel gelir
du, aylarca! Ama bugün de §ilr yazı­ bana. Siz nasıl algılar8llllZ 't
yorum... Şiir yazmak, halen büyük tut­ Çok doğru. Katılıyorum .
kularımdan biri.
- Açıklayablllr misiniz ?
- Ama yıllardır � ys.yımlatı:m­ - Oralarda kimi eylem sözcükleri-
yorsunuz. nin ekieri düşürülerek söylenir. Bir de,
halkın, yalın, özdeyi§e yakın bir ania­
- Son kitabım "Dirlik Düzenlik
tıını vardır; "Başım gözüm üstüne" der­
Türküleri'' 1980 yılmda yayımlandı. Yaş­
ler . . . "Yere giresi !'' derler... "Boş bo­
landıkça Ş.ir be�enilerimizin güçleştiği­
ğaz'' derler. !şte öyle...
ni açık yüreklilikle söyleyebilirim. Ya­
zılmış pek çok şiirim var. Hepsi gözden İNSANA SAYGI VE YAŞAM
geçirilip "olma"yı bekliyor.
- Bir !fiirlnizde, ''Kendi ışıltısmda
- Yani, bu elW1 YB§Wda, roman parlar insan" diyorsunuz. Ne dtışöntlyor­
daha ya.kı.n oluyor tllrdeıa, de demiş o­ BODUZ §llrde, romanda yqama tıevbı.ol

luyor mıaUiluz f lle insana uygı koausuaıJa f

35
NURULLA-11 CAN
ÜÇİİNCÜ SORU

Kırk gün sayıldı Dursana biraz


Dlüm haberi geleli Kime kaldı yazılmamış mektup
Kırk gün sonra Kime kaldı acının filizi
Onlar geldiler rüzgarla Bu türküler
Dediler : Bu kervan kollarının çığlıkları
"Şehitlik şerbeti içildi" ., Kime kaldı
Al işte nüfus kağıdı
Cep aynası Haydi katıayın bu ağıtları
Resimleri Çocuk ellerini
lJlürken duran kol saati Gözyaşlarını
Son maaşı-otuz lira "Mukaddes mülkiyet" uğruna
tJç mektup var Terazinin canavar kefesi
Biri sana-dur ağlama ölümle tartıldı
Biri Ayşe'ye-gül endam
Sulara ve topraklara yazılmış öteki
Adresi Türkiye
Pulu Mustafakemalpaşa

- İnsanın, doğanın en güzel ürün­ na kadar sürdü. İlk şiirim 1950 yılında
lerinden biri olduğunu düşünüyorum_ A­ "Varlık" dergi sinde )'ayımlandı . Daha
ğaçlar yapraklar, çiçekler de var elbet.
, sonra Varlık'ta bir çok şiirim çıktı. Şiir
­

Ama insan, kendisinden güzellik ürete­ lerirole denemelelim başka dergilerde de


bilen tek varlıktır . yayımlandı. Bu arada, subaylık döne­
minde, Orta Doğu Teknik üniversitesi'n­
- Güzellikten neyi a.maçlıyorsu­
de ekonomi-istatistik öğrenimi yaptım.
nuz '!
Gerek askerlik yaşamımda, gerekse
- Çiçek, tek başı:tıa çiçektir. Oysa
1970'den sonraki sivil kesim görevle­
insandan, kendi soyundan gelmeyenle­
rimde, yabancı toplumları da tanıma o­
re bile iyilik, dostluk, sevgi, bilgi ta­
lanağını buldum . "At Sırtmda Anadolu"
şar. Taşmalıdır... Bilimin, bilginin, bü­
adlı gezi notıarını, "K Bölü�" adında
tün sanatların yanı sıra şiirin, roma­
da bir romanı İngilizceden çevirdim ;
nın da işlevi bu değil mi ?
ikisi d e gazetelerde yayımlandı. Birkaç
- Yaşam öyküaüz, yazarlık öykü­ da öykü çevirdim. Yayımlanmamış iki
nüz nasıl '! Şimdi neler yapıyorsunuz '! roman denemem duruyor. Türk dili ko­
- 1928'de Harput'ta doğdum. 1943 nusunda çalışmayı özellikle seviyorum.
yılında, Kuleli Askeri Lisesi'ne, Konya'­ Şu sıra roman çalışmalarını sürdürmek­
ya gittim. Askerlik yaşamım 1970 yılı- teyim,

36
SITKI SALİH GÖR
YÜZÜMÜN B:tR YANI SONSUZ
KASffiGA

Salvador Dali'nin bir yanı tutuşan


alevlere sarılı zürafası, ki o resmin
içinde yürüyor gibiydim, kendimden uzakta
bir çıplak dağın önünde durdurdular, akşam
karanlığını serpiştirirken gecenin terkisine
dağın yüce doruğuna çıktım bir soıukta,
denizi gördüm, ki yüzümün
tutuştu çizgileri, alnımın, gözaltlarımın
yüzünü gördüm uzattığın aynada,
bir yanı ışık, bir yanı sonsuz kasırga.

Sonra oturduk seninle, sa.vruluşun


başladı, sevişmemiz, gül uçlarından
yüzüne, çıldırtan tünelinde yürüdüm
gece, çıplak dağ, deniz ve gökyüzü
sarılıp sarmalandığımız örtümüzdü
onların uğultuyla başlattıkları koro
durmuştu, geceyi bağrımıza doladık.

Dokundun, usulca, sıcak, öyle yumuşak


yüzüme, o sonsuz, patlayan kasırgaya,
sanki köpüren denize sevgimizi sundular,
gecenin alacakaranlığına, dağın
çıplak ve yüce eteklerine serpildi ışık
zürafa Salvador Dali'nin o resminden
çıktı sanki fırlatıp alevleri öteye,
dokundun, usulca, fırtına durdu.

göğüslerine kuşlarım yuvalar kurdu.

37
CEMİL KAVUKÇU
TEMMUZ SUÇLU

Temmuzun onyed isine rastlayan b i r cumartesi öğle son u ilkim 'lerin


terası nda toplan mıştık. Tenteler altındaki hasır koltu klarda oturuyor ve
cin barda kları n ı suçlu suçlu tutuyord u k. Yorg u n bile klerimiz bu ağırlığa
zor dayanıyord u .
Hepimiz hastayd ık.
Ben il kinı'e; i l kim önüne, çıplak, büyük ve çirk i n ayaklarına, belki de
aya kları n ı n biraz Hersinde bir noktaya ; Necati hafta l ı k bir derginin bul­
maca ka relerine: Necati ' n i n sarı saçl ı n işanl ısı G ülşen, onun hemen omuz
başından ilgisizce dergiye ; Faruk ise büyük tikine yaka l a n m ı ş -baca kla­
rını açıp açıp ka paya ra k- paslı bir boru n u n ucuna bağlanış televizyon
antenine, ya da o noktada n gökyüzüne bakıyord u .
Özlem yoktu. Odasına ka panmış ,boş yere i l g i bekl iyord u .
Susuyorduk.
Bağucu sıcaklar bastırmıştı.
Ben i l k im'e ba kıyord u m ; yaşam bel irtisi ol maya n beyaz yüzüne, sol g u n
duda klarına . . . gü lücük kasları kullanı lmadığından büzüşüp a ş a ğ ı sarkmış
dudakl a rına . . . kinin ve ölüm tadı olan o dudaklarına . . .

Gülşen'in Özlem'e aldığı balon patl a k çıktığı ndan ve Özlem tepine te­
pine ağladığınd�n bir s ü re onunla uğraşmıştı k. N ecati 'nin beceriksiz ve
soyta rıca ya klaşı miarına G ü lşen gözleri n i yukarı devirip dudaaı n ı dişle­
verek, Faruk büyü k tikini g itti kçe a rttı ra ra k ve i l k i m gerg i n parmaklarını
Iyice açıp avuç icleriyle hasır koltuğa vurur g ibi yapara k, aslında yeri n­
den fırlayıp Özlem'i öldüresiye dövmernek için kendini güc tuta ra k katla­
nıyorl a rdı. Ben ise kulakları m ı tıkamıştı m . Tiz çığlıklar hasır koltuklara
m ı h l a mı ştı sa nki bizi. Kimse onca merd iven i i n i p bu sıca kta cadde boyu
yü rüyerek baloncu o ranıayı göze a l a mıyord u. Özlem kend i n i naza çekip
odasına kapanmasından ve ilkim'in de a rdından G EBER d iye bağırmasm­
dan sonra ra hat bir solu k a l m ı ştık.
G ü lşen'in yüzünden hiç eksik olmayan uzak ve yapay gülüş bugün
biraz daha büyüyere k 'çekilmezl ik' s ı n ı rlarına u laşm ıştı. H içbirimizden hoş­
lanmamasına karşın. daha sonra kadınsal tuzakları ve dişi a l benisi ile Ne­
cati 'yi parnıağı nda oynatacq ğ ı ndan emin olduğunda n , şimdilik -sözde onun
hatı rı na- bize katla n ıyordu. Arada a l n ı n a d üşen bir tutarn sacı (mısır püs-

38
k ü l ü n ü ) eliyle attırıyor, hiç kon uşmuyor, i nsana i l k kez görüyorm uş g ibi
garip garip bakıyor; dolg u n ve ısl a k dudaklarında ise herkesi aşa ğ ı l ayan
-a ma yüzüne bir şey katmaya n, ya l n ızca dudaklarında dara l ı p genişl eyen­
o gü lüş m utlaka ol uyordu .
"Sence G ü lşen güzel mi?"
Necati onu a ra mıza i l k kez getirdiğinde sormuşt u ilkim. Faruk'a da
sorm uş muyd u? Ba na soruyord u , 'sence' diyord u ; kendini çok kayıtsızmış
g i bi göstermeye çalışa n bir tavırla hem de.
"Bu tür g üzelli kleri n beni o denli etki lemed iğini bilirsin," demişti m .
(Cinsel çekiciliği o l a n b i r kad ı nd ı G ü lşen, neden yalan söylüyordum?)
" Estetik" demiştim, "salt estetik acıdan değerlend irebilirim; iç güzelliği
yüzüne yansıtı lmamış g üzel bir kad ı n yontusu neyse. G ü lsen de o!" Ya n i
a l benisi, birçok erkeğin baş ı n ı döndürecek fizi ksel g ü c ü pek umrumda de­
ğ i l , demen i n ; ben i m gözümde sen daha güzelsin, demenin dalaylı bir yol u
değil miydi?

oma faruk Icin öyle değil, sen de bilirsin; kac kez ona istek dolu kocamak
bakışlar yönelttiğini yakaladık. seninle göz göze geldiğimizde ayrımında de.
ğilmiş gibi davrandın. sall'a her sokuluşunda (sokuluyo.r mu, bilmem}, her ku·
c a k l a y ı ş ı n d a ( ku ca kl ıyor m u ? ) kol iarına gü lşen'i a l d ı ğ ı n ı h issetmiyar musun?
hastalanmadan önce böyle değildik. dürüst ve saygılıydık. ya da öyle görü­
nüyorduk, her şey böylesi açık ve ba'fağı değildi. arkadaştık. sen, ben,
faruk. sonra sen onun karısı oldun. onu sectin. benim evlilik g ibi bir ,sorum­
luluğu omuzlayamayacağım önyargısı egemendi sende, bir de belirsiz gele­
ceğim. onu secerken, o günkü koşullarda neleri göz önünde bulundurduğun
pek önemli değildi b�nim icin. ama şimdi önemli. olmadık yerlere çılgınca
savurduğun paralar bile rahallatamıyor seni. guru.run. baş eğmez, söz din ­
lemez, seni icten yıkan gururun . . . ben de aranızdayım v e sizin kadar hasta­
yım; unutma!

Ben hep i l kim'e bakıyordum; o n u n sol g u n yuzune, ucuk duda kları n a


�kinin t a d ı v.a rd ı , bil iyordum- v e g iderek Faruk'a benzeyen uyuşukluğu­
na.
FARUK. i l kim'in kocası .
Büyük susku nluk v e Faru k'un büyük t i k i başlamadan önce "Şimdi ora­
da olmal ıydık," dem işti i l k i m ; dalgın ve aya klarına bakara k ; belki de h içbir
yere bakmadan . . . Yaz başında g ittiğimiz ve tüm g ü n ü sı kılmadan geçire­
bild iğimiz o p i k n i k yerinden söz ed iyord u . O g ü n nedense -yani bunca
hasta h a l i m ize karşın- herkes eğlenm işti. "Hari ka bir yer" demişti i lkim.
Ama onlar, o insanlar olma malıydı.
" B u raya saba h ı n çok erken bir saati kahva ltıya geleceksi n . (sabah­
ları erken ka l ka maya n ilkim için ol mayacak bir şeyd i bu.) Tüm g üzelli kleri

39
bozan rengare n k giysili, kültürsüz ve kaba insanlar gel meden kaçıp g i ­
deceksin (aşağı sınıf y a n i , baya ğ ı insa n l a r} M i n i büs lere, h a l k otobüslerine,
kamyonet ve ka myon kasa larına dol uşarak gel iyorlar. Sepetler, torba lar,
boh çalar. ekmekler, karpuzlar i n iyor. Çocu kla r. . . çocu kla r. . . görgüsüz,
h a i n ve a çgözlü çocukla r. . . Kocaman kıçları n a şalva r g eçirmiş kad ınlar
iğrenç plastik leğenlerde çiğ köfte ka rıyor, genç kızlar ve del i ka n l ı l a r i p
atlayı p top oyn uyor, kara bıyı k l ı adamiarsa -bu n l a rı hep cinayet resi m le�
rinden ta nırım ben ; Faru k'un kuca k kuca k eve taşıd ı ğ ı ren kli ve çıplak
kad ı n resimli gazeteler bun ların barbarl ı kları n ı a n latır- şiltelerine yan
gelip, çevrede başka l a rı n ı ra hatsız edip etmed i kleri n i düşün meden kendi­
leri gibi garip m üziklerini orta lığa bulaştıran teyplerini açıyorlar. Yiyip i c­
tiklerinden arta kalanları çevreye sacmakla kalmıyor, içki şişe leri n i d e
pa rça layı p öyle dön üyorla r evlerine. Pisler, ç o k pis . . . "

Necati : "Halkı m ız!" demisti. i l ki m de dudağını büzüp gözleri n i süze-


, '

rek bel l i bel i rsiz belirsiz g ü l ü msemişti. N ecati'yi küçümseyen , yok saya n
bir g ü l üştü . Bu sözc ü k bir za manlar u ğ runa ölümlere gidilen, d izeler d izilen
bu soyut kavra m , a rtı k a n l a m ı nı yitirmiş, eski miş, yıpra n ı p g itmişti. Başı­
mıza ne geld iyse bundan gelmemiş miydi? Biz bu nedenle hastalanmamış
m ıyd ık? H a l kı m ız! Bu büyük sözcük uğruna ne büyük serüveniere atılmaya
hazırdık. Her birimiz gözlerinden şimşekler caka n birer devdik. Adlarımız
tari h i değiştirecek, yarına kalacak birer ka hraman a d ıyd ı . Son ra baktı k ol­
muyor, hastalandık.

i l ki m ' i n 'Şimdi orada olmalıyd ı k' tü rncesi yen i bir devinim getirmemiş­
ti terasa.

Faruk'un aya ğ ı ndaki sa l ı n ı m giderek artıyord u . Büyük, çok büyük bir


ti kti bu. Gülşe n ' i n çığlık renkli uzun parmakları boy n u nda dolaştı. Necati 'nin
koltuk altındaki ter halkası giderek genişliyord u . Sıcak daya n ı l ı r gibi de­
ğ i ld i . l l k i m yeter, d iye bağırd ı , sa llama şu baca kları n ı ! Büyük ti k durdu,
ama bu kez bıyıklarını çekişti rmeye başladı Faruk. i l kim kısa sürede bu­
nun da ayrımına varınca bu kez de parmaklarıyla hasır koltuğun ya nlarına
vurmaya başladı.

Biz temm uzu sucluyord u k; oysa hastayd ı k .

Bir şeyler yapa l ı m , dedi i l kim. Gözlü klerin i c ı karmış burun ka natların ı
ovuyor, bir yandan d a şehla gözleriyle b a n a bak ıyord u . Ortaya g i b i söylenen
bu söz doğrudan bana yönelti lmişti. Onun gözünde en canlı ben olmalıy­
d ı m . Oysa ben de hastayd ı m . Bi r-şeyler-ya pmak! Ama ne yapmak Ne?

Gün bitiyor, ded im, g ü neş de az sonra bataca k. Bir esinti çı karsa bi­
raz daha can lanabiliriz.

40
Şimdi hepimiz kente bakıyord u k. G ü neşin battığı yerden başlayan kirli
bir kızı l l ı k dalga dalga yay! lara k çirkinl iklerin yaşa n d ı ğ ı b u kenti d üşlerde­
ki o ağır s ı kı ntıyla örtmeye çal ışıyord u . Beklenen a laycı esi nti daha çı kma­
m ıştı . Uzakta bir gökdelenin yüzlerce penceresi kan reng iyd i . Göğü neşter
g i bi biçip a rdında beyaz bir iz bıra ka n uçak bilmed iğimiz bir yere doğru
uçuyordu. Bir bardak yere düşüp parça landı. Kendini iyi h issetm iyorsa n
g it yat, d iyord u biri. i l kim'in sesiyd i . Faruk ağırlaşmış olmal ıyd ı . Ben de
yard ı m edeyim, ded i m . Faru k'u tutup yata k odası n a taşıdık . Hayır ben
sürükledim. Saca klarındaki büyü k tik ilkim'in uyarısından bir süre sonra
yine başlam ıştı. Başla mıştı da ne zaman d u rm uştu? Ba rda k ne za m a n yere
d üştü? Terl ikleri de bir süre terasın çi mento zem i n i nd e sürü klend i , sonra
bir bir ayağından çıkıp yerde ka l d ı . Dudakları n da çarp ı k bir gülüş kalm ıştı.
Gözleri kapalıyd ı . Dağı n ı k bir yata k odasına g i rdik. Şitaniyerin üzerinde
darmaduman bir yığın g üzel leşme nesnesi. Boşa lmış parfüm şişeleri,
deodora ntlar, sürülmeyen rujlar . . . karyola n ı n başucunda kimbi l i r ne za­
mandır ya nan bir la mba . Çarşaf buruş buruştu. Açı k kalmış g iysi dolabın�
da bombalan mış bir görüntü. Faruk'u yatağa yatırırken kol u m i l ki m ' i n me­
mesine değmişti. Penyesi n i n altında sütyensiz, dolgun ama sarkık b i r yu­
muşa kl ı k . içimde bir kı mı ltı, çokta ndır u n uttuğ u m bir karı ncala nma . . . Bu
istenmeyen temasın ayrı m ı nda değilmiş gibi davra n m ıştı k. Faru k'un üze­
ri n i i nce bir pike ile örttükten sonra i l k i m bana ba kıp uzak ve sevg isiz bir
g ü l üşle g ü l d ü . Oda n ı n loşluğunda yüzü bembeyazdı . Bir öl üye benziyordu.
Içimdeki dağı devirip d udaklarına dokunsam buz g i biydi ve kinin tadı var­
d ı , biliyord u m . Odadan ç ı ktı k. ilkim önümde yü rüyord u . Gözlerim halıyı,
ma rleyleri ve uzun bir yal i uğu adı mlayan çıplak aya kları ndayd ı . Kot pa n­
tofon u soluktu. Koltuğa oturduğunda ve baca k baca k üstüne attı ğ ı nda, aya k
bileği nde bir karış yuka rı s ıyrı lan pa ntolon u nd a n uzun süred i r tüylerden
a rı n d ı rı lmadığı d i kkati çekecek bir biçimde bel l i olan teni görün üyord u.
Ba kı msızl ı k her yönden kuşatmıı;�'tı onu. Pa ntolon g iyerek g izleniyordu.
Aşksız, sevgisiz ve coşkusuz yaşıyorduk. Hastayd ı k . Çok hastayd ı k . i l kim'in
memesine istemeden kol u m değd iğinde ölüyü andıra n o beyaz yüzüne
uza n ı p buz gibi dudaklarını öpseyd i m o odada ; ya ni o k i n i n tad ı bulaşsay­
dı dudaklarıma; içimde uya nan o cılız istek, o yaşa m belirtisi biraz olsun
ca n l a n ı r mıyd ı ? Ya ilkim ne yapa rd ı ? Büyü k olası l ıkla gözl erin i yumar, taş
g i bi kıpırtısız kal ı rd ı oda n ı n ortasında. Ben bir ölüyü öperd im.

Necati bardağına cin doldurd u . Sarı saçl ı n işa n l ısı saçını eliyle a ttırıp
baş ı n ı iki yana saliayara k istemed i ğ i n i bel i rtti . Sen d e a l ı r m ısın? dedi ba­
na. Alırı m , dedim. Ka l k ı p bardağımı uzattım. Doldurdu . Üzerine buz ve to­
n i k koydu . i l kim'in bardağı yarı m d u ruyord u . içkil erim izden birer yudum
alıp yine sessiz birl i kteliği m izi sürd ü rdük. Bir a ra gözü m ü n ucuyla Özlem'in
odasından çıktığını ve bize sezd i rmeden tuvalete g ittiğini görd ü m , a m a ne

41
za man dÖn ü p yine eylemini sürdürmeye kararlı olduğu ve dört d uvar a ra ,
s ı na kendini kapa d ı ğ ı n ı n ayrı m ı nda ol mad ı m . O n u u n utmuştu k zaten.

Necati nişa nlısı n ı n kulağına eğilip bir şeyler söyledi. O da omuzunu


silkti .Bir savu nma a racı olara k kullandığı o gülüş de d udakları nd a n silin­
diğ inden -Fa ruk'u içeri taşıdığ ı m ızda n beri g ü l ü msem iyordu- ü rkütücü
bir soğukluğa bürünm üştü. Sıkıntısı katlanılamayacak bir d üzeye ulaşmış
olmalıyd ı . (On u n hasta olduğunu bile sa n m ıyord u m ; a ma neden öyle dav­
ra n ıyordu?) Ka l ktılar. Biz biraz müzik d i n l eyeceğiz, dedi Necati. Salona geç­
tiler. Terasta i l kim'le ikimiz kald ı k . Başını önüne eğmiş eli ndeki bardağa ·

ba kıyor gibiyd i . Bir şeyler düşün üyor olmalıyd ı . Ya naklarımı esinti yolayıp
g eçti . işte sonunda çıktı , d iye düşünd ü m . Bu esintiyi kurtuluş gibi gün bo­
yu bekl iyord u k.

Dingin bir yai. a kşa mı başl amıştı .

Son ra g iderek hava karard ı ve i l kim'in yüzü n ü secemez oldum. içer­


den bel l i bel i rsiz bjr müzik duyul uyordu . Sessizl i ğ i o bozd u .

Cin v a r m ı ?

Va r, dedim.

içmek i stiyorum.

Cin şişesini a l ı p ya n ı n a g itti m . Başı h a l a önüne eğikti. Uza n ı p p a r­


makları n ı n a rasından bardağını a l d ı m . Duruş u n u değ işti rmed i. Ya nağı nda
gümüşten bir yol u n pariayarak süzüldüğünü gördüm. Tuzlu bir gözyaşı
yüzüne en g üzel deseni çizmişti. Bu d esen sözle a n latı l amaya n ı n ifade­
siyd i . Parmağ ı m ı n tersi ile yanağını sildim. Başını kaldırıp gözlü klerinin
üstü nden ba ktı . Dudağı titriyordu.

iyi misin? dedim.


Başını ' iyiyim' a n l a m ı nd a sa lladı. Bardağına cin ton i k doldurup kuca­
ğında d u ra n eline s ı kıştı rd ı m . Ne benimle konuşma k ne d e yüzüme ba k­
m a k isstiyordu. Dön ü p koltuğuma oturd u m . Karşımda ren kli ışık kareleri
ile Iskelen miş bir boşluk vard ı . Önce yol umuzu, sonra da ·kendimizi yitirdi­
diğimiz bir boşluk. Gözümü ışıklardan almadan " SEVG iYi TÜ KETTi K"
dedim. i l ki m 'den ses çıkmadı. "Bu ölümcül bir h asta l ı k d a deği l , dedim
süründüren, insa n ı n kendine olan sayg ı s ı n ı her gün kemiren bir i l l et. Sen,
ben , Faruk, Necati ve d i ğerleri baş döndürücü bir hızla öl ü leştik." i l kim'
den yine ses çıkmıyord u . Dönüp ondan yana baktığ ı mda boş bir koltu k
görd ü m . Ç o k k ı s a bir süre önce 'i nmeli g i bi otura n g e n e ama bitki n bir be­
denden h i ç bir iz taşımayan kara n l ı k bir koltuk . . .
Cin bardağı ise h i ç içil meden öylece d uruyordu.
ZÜIITV BAYAR m u h ta r uydurmuştur. Her neyse, işte böyle,
bizim moruk bi daha belini doğru lta m a d ı .
ZANiL .A.GABEY Yatt ı ğ ı yerde a ltına etmesin d i y e o n a m !e­
(Pilevneı, 1928) ğen s ü rerd i . Ortası çingene baziyle ayrıl­
m ış tek göz odamız babamın pisliğinde
leş gibi koka rd ı . Ben o za m a n l a r daha kü­
ç ü ktüm. Nevi n, Recep Usta, Ayhan, ismail
fa lan yoktu aklımda. Kurtarmaca ve g ü ­
vercin ta klayı severd i m . B i r d e geceleri
m a h a l l enin kızlarıyle saklambaç oynama­
insanları anlama ktc g ü ç l ü k çekiyo­ y ı . . . i n c i r a ğ a c ı n ı n a l t ı na kimse g idemezd i .
rum. Mesela ben, belki pek tahs i l i m yok i n c i r ağacından kork u l u r. Ç ü n k ü a d ı n ı u ­
ama orta i kiye kadar o k u du m . Makinadan ğ u rsuza c ı ka rmışlard ı r. Ama Ayşe'yle ben
a n l a r ı m . M a k i naya karşı b ü y ü k b i r sevgim korkmazd ı k . Ebe de uzaktan k a ra n l ı ğ ı n i ­
vardır. E l i m e bir tornavida geçirmeye gö­ c i nden b a k a r bakar, a d ı m ızı ü n ler, yanı­
rey i m . Ora s ı n ı , buras ını, ş u ra s ı n ı kurcala­ m ıza varamazdı. B i r hafta sonra S a l i tı
rım hep makinaların. E l lerim yatk ı n m ı ş o mearn e v e dogtor getirdi .. Ş i ş m a n , lacivert
m a kinaya, Recep Usta der. Recep Usta ceketl i, g ı ravatı ve gömleği kirden. yağdan
der ki: "Oğlum Z a n i l , bir insan ma kinadan si msiyah o l muş. içi a letlerle, ilaçlarl a tıka
cakıyorsa, o her bir işi yapar. Kafası çalışı­ basa dolu, deri centa l ı b i r doktordu b u .
yordur o a d a m ı n . Sen m üyend iz olacakmı­ Baba ma, a n a m a ve o m e a m a iğrenerek ba­
ş ı n a m a haylazl ı k da varmış sende ... Yok­ kıyordu. "Hastane" dedi, "Allahtan umut
sa okumayaca k a d a m m ıy d ı n sen? Doğru kesil mez," d e d i . ; "şifalar" d e d i v e k ü ç ü k ,
söyle be yavşak, baban okula ayda rken beyaz b i r k a ğ ı d a b i r y ı ğ ı n i laç yazd ı . Son ­
senin gözün k ı rmadayd ı , değil mi?" Re­ ra da Salih o m ea m ı n uzatt ı ğ ı ortası y ı r t ı k
cep Usta b i lmez i ş i n asl ı n ı . Ben kendim yeri d a m ga puluyle yapıştırı l m ış a n i u ğ u
okumavı severd im. Büyük bir mera k ı m a larak g i t t i . i ş t e o akşam ö n c e a n a m l a v ı ­
v a rd ı okumaya. A l l a h şahidim, k ı ravatta, dı vıdı bişeyler konuştu . Sonra da beni
beyaz gömlekte fi l a n gözüm yoktu. Resim­ kahveye ç ı kardı. "Ayna l ı Kahve"ye... iki
leri, ş e k i l leri, çizgileri seviyordum. Hesabı erkek g i b i masaya oturd u k . Ç ı ra k , ince bel­
seviyord u m . Karrat cetvel in i iki kerede li bardaklarda tavşan kanı çay l a r getird i .
okuyup ezberled i m de iclal öğretmenin a k­
h şaştıydı. Anacıma, okula geldiğinde b i r "işte böy l e . . . Yani Allah b ü y ü k­
övd ü , b i r ö v d ü ki beni, zava l l ı anacım tür . . . A l lahtan umut kes i l m az." Za n i l
u t a n c ı n d a n k ı pk ı r m ı z ı o l duydu. işte ilk "Ay n a l ı Kahve'nin tahta iskem ielerin­
defa e l l i kuruşu o a kşam b i r a rada gör­ den b i rine, cocuk yaşına ters düşen
d ü m . Sinema o zaman y i r m i beş kuruştu, bir ciddiyetle oturmuştu. Hafiften ge"
en k ı ra l yeri, yani koltu k y i rm i beş kuruş. riye kay k ı l d ı . Küçük yaşta o lmasına
Bir gazoz o n kuruş muydu ne. "U ludağ" ka rş ı n işin nereye varacağını kesti re­
m a rka. Bir d e k ı rm ızı bira kapakları va rd ı . b i l iyordu. Eve ekmek g i rmesi gerekiyor­
O n l a ra "bi n l ik" derd i k . Ç o k değerl iyd i . d u . Ama ekmeğ i getiren a d a m cöktüğü
Kaydırmacada en bi değerliydi .işte o k u l yerden b i r daha ka lka mayaca ktı. B ıy ı k­
böyleydi. Ama b i r a kşam baba m kahveden ları yeni terlerneye başlayan üst duda­
kamburu n u c ı k a ra c ı kara eve geld i. Ana­ ğı titreye ti treye konuşuyord u :
m a tek söz etmeden kıçını dönerek duvar "Bak, a m c a : Yaşım on beşe vardı.
kena rındaki tahta kerevete u za n d ı . B i r" da­ Mahallede Fuat Bey i n fabrikasında ça­
ha onun ayağa ka l kt ı ğ ı n ı gören o l m adı . E l l i l ı ş-mayan bi ben k a l d ı m . Vaziyeti a n ­
y a ş ı n d a ya va rd ı , ya yoktu. Babam, amcam, l a m a d ı k d e ğ i l . ( C a n ba ba m , b e n yettim.
dayım, o n a rn l a r f i l a n ; o n l a r yaşlarını b i l­ Sen artık yat, d i nlen. Çok ş ü k ü r, bizim
mezler. Kafa kağıtları hep yan l ı ş yazar. de eli m ii ekmek tutar, taşı b i l e kopa-

43
rırız, eve l a l l a h .) Evet, vaziyeti anlama­ dum. Fabrika kızlı erkekli çocu klarla do­
dık değ i l . . . Sen ş i m di d iyeceksin ki: luydu. Yen i yeni insanlar ta n ı d ı m , arkadaş
Mektep, okumak filan karın doyur­ olduk. Bez dokuyorduk. Amerikan bezi,
maz, d iyeceks i n . Doyursay d ı , adama keten, branda . . . s-en, ded i m ya; m a kina­
me ktepte para verirlerdi, diyeceksin. dan a n l a r ı m . Tezgahların nas ı l calıştıkla­
Para şimdi Fuat Beyin fabrikasında. rını, neden dolayı ve ne zaman tutukluk
Ben çal ışaca ğ ı m bu r dan böyle ... " yapt ı k l a r ı n ı caktım hemen. Ustabaşına, iş­

Amca, gün gö rm ü ş adamdı. Za­ ç i lere sevdird i m ken d i m i o n b e ş gececi,

nil'i severd i . Karpuz gibi bir de y ü reği on beş gün de gündüzcü o l a ra k cal ışıyor­

va rd ı . Pas ve kırç ı l b ı y ı k ların a l t ı n d a ki d u m . Fabrikanın üstü brenda k a p l ı , cıta l ı

dudaklar acıyle g ü l ü m sed i : " Za n i l , "Gaz-5ı" m a rka b i r kamyonu va rd ı . Gece­

a s l a n o ğ l u m ben i m . Ana n ı , hasta ba­ kondu mahallesini dolaş ıyor, ç·eşme ba­

banı ele güne m u htı;ıç eyleme, göre­ şından da ben i , Ayşe'yi, E ro l ' u , ibra h i m'i

y i m seni . . . " a l ıyordu. Ka myon bize gelene kadar t ı k­

Yan masada m a h a l lenin gençleri l ı m t ı k l ı m doluyord u . Ayakta i ki b ü k l ü m

b l u m , pişpirik oynuyor, b i rbirlerini şa­ d u ruyor, kamyon bozuk yollarda sars ı l d ık­

kadan kızdı rıyorl a r d ı . Kahvenin duva­ ca. d üşmernek için brenda bezini geren

rında taşbasması bir tasvir: Hazreti çıtalara tutunuyord u k . Soğ u k gecelerde

Ali, devenin üstündeki bir sandu kada rüzgar içeri doluyor, hepimizi dondu ruyor­

kendi cesed i n i taşıyor. Arkası dönük, d u . Ayşe'nin bir yün h ı rkası va rd ı . Sol u k ,

i l g isizce uzanmış k o l u y l e devenin y u ­ y e r y e r a ş ı n m ış, d i rsekieri ç ı km ı ş , kahve­

larını tutuyor. Cala l l ı kılıcı Zülfükar, rengi yünden el örgüsü bir h ı rka ... Annean­

tabutu deveye bağlaya n kuşakla ta­ nesinin h ı rkası. Ama Ayşe, bu eski püskü,

bul a rasına s ı k ı ş t ı r ı l m ış. Geride h u rm a d i rsekieri aşınmış h ı rkası n ın içinde güzel­

a ğaçları. U m utsuz b i r v a h a . . . B u k a h ­ di. Başına hep aya l ı bi r yemeni ector, u­

venin a d ı "Ayn a l ı Kahve"dir. Ad ı n ı a l ­ zun örg ü i-ii sacla r ı n ı boynunun iki yanın­

dığı ünlü, kocaman aynas ı n ı n dört dan göğüslerinin üstüne sark ı t ı r; ben ko­

köşesinde Anka Kuşu tasvirleri var­ nuşurken ,ona birşeyler a n l a t ı rken gözleri

d ı r. Za n i l , on yaşından beri bu kuş­ i lg iyle irileşmiş, beni dinlerd i .

l a rı görür, "Ayna l ı Kahve"yi severdi . Yıllar çabuca k birbirinin ard ından


devri l d i . Maha llemiz, fabrikamız, kentimiz
"Göreyim seni Zanil, senin ka­
değişti. Benim boyum uza m ış, sesin k a l ın­
fon ça l ı ş ı r. Elin her bir işe yatk ın.
laşmıştı. Çizg i l i , beyaz keten göm leğimin
M a rifetli çocuksun. Hem okumuşluğun
üstüne siyah yelek giymeyi ,belime Acem
da var. Öbü rleri gibi deği lsin. Asker­
kuşa ğ ı dalarnayı severdim. Akşa m ları,
l iğ i n e kadar dayan. Sen vatan nöbe­
fabrika dönüşü bir i k i saatliğine kahveya
tindeyken, evdekiler bana emanet, ev
u ğ rard ı m . Sağ e l i m i n b i leğinde deriden b i r
nöbeti bana ait. Döndükten sonra da ...
bileklik, biraz üstünde, iç tarafta d a K ü rt
Eh, büy ü m ü ş , askerliğini y a p m ı ş o l u r­
Rıza' n ı n baru t ve iğneyle işlediği döğma
sun. Allah kerim . . .
hançer tasviri va rd ı . Haneerin ucu kıvrı ktı
Amca gözlerini ka hvenin çatlak
ve ucundan ü ç damla kan da m!.ıyordu.
ca m l ı penceresinden yana kayd ı rd ı .
Kahvede arkadaşların ısrarlarına dayana­
"Hem o zamana kim öle, kim
maz, güçlü geçinenlerle bilek g ü reşi tu­
ka l a . . . "
ta rd ı m . Ayn a l ı Kahve' n i n tahta masala rını
Zanil 'in y ü reği b u rk u l d u . Amca
çatırda d ı r, sonunda güle oynaya a l n ı m ızın
kendini kastediyordu.
terini silerken, gelen Acem çaylarını yu­
Bir hafta sonra işe başla d ı m . i ş i bana d u klard ı k . Ben çok sekerli severdim çayı.
Salih amcam, yalvara yakara bulmuştu. K ü rt Rıza kıtlama icerd i , memleketi usu­
i l k g ü n ler çok güzeldi. Herşey yeniy d i , l ü : .. Y ı l l a r çabuca k bi rbirinin ardından
değişikti. Okul o rkadaşla r ı m ı görmüyor- devrildi.

44
B i rb i ri adrısıra devrildi y ı l i a r. Za­ rıldonıyordu. Nevin, kariorın arasında y i ­
nil, ince, az paz u l u , zeh i r gibi bir de­ yecek a rayon bir serçe kuşu g ibi s ıçraya
l i kan l ı oldu. Adalete, h a kkaniyete tut­ sı çroya y ü rüyor, ada m yan ına gel ince a ­
kundu. Kasket giyer, efkarlı olduğu d ı m l a rını çabu klaştı rıyor, kaçmaya, söyle­
zaman ensesine y ı kardı kosketini. Ba­ nen sözleri duymamaya ç a l ışıyordu. Zanil,
bası, yani oğabeyim öldükten sonra zayıf ı ş ı k l ı elektrik d i reğine s ı rtını vermiş,
bana: "Amca be" derdi, "Bizim koco­ Nevin'le ada m ın yakloşmolorını bekl iyor­
korının gözü toprağa bakıyor, değ i l m i du. To m yan ındon geçerken Nevin'in iri,
ha? Söyle, s i z eski topraksınız, bil irsi­ siyah gözleri Zon i l ' i n bak ışlarını buldu.
niz." Susord ı m . , yoşım la, baş ı m l o , kır Gözlerinde yolvaran bir onlatım vardı. Zo­
sa ka l larımla önüme bakardım. Sanki n i l . sözünü e s i rgeyenlerden değ i ldi:
utonırdım .Ölüm konunundon, o Al­ " U ion . . . cık a ğ ı z l ı , b ı raksono cocu­
lahın işinden ben soru m l uymuşum g i­ ğun peş i n i , istemiyor işte . . . "
bi . . . Ne zaman genç bir adamla bu
Ş ı k g i y i m l i ada m durdu. Yüzünü Za­
·bahsi konuşsam içi m i bir s ı kıntı ba­
n i l ' e çevirdi. B ı y ı ksızdı ve b i ç i m l i bir y üzü
sar, ezi l i r, utanır, kend i m i suçlu b u l u ­
vardı.
ru m . Yaşımı b i l m iyoru m . Ama m u tl a ka
"Size n'o luyor kardeş i m ? " dedi. Sesi
yetmişin üstünde olmalı. Geçen ok­
i n ce. telaffuzu düzgündü.
şam Taşco m i nin imomı fareninki lere
"An a n ı n örekesi oluyor, bos baka l ı m
benzeyen ç i p i l gözleri n i k ı rpıştı rara k
hadi, o l ı r ı m yoksa oyağ ırnın a ltına . . . "
yüzü mde gezdirdi. Sonra bir i �.i öksür­
' Ş ı k g i y i m l i herif yarım ça rketti ve
s ü ve dedi ki: Salih ağa, dedi, sen de­
acele a d ı m l a rl a ters in yüzü uzaklaşmaya
di. bizim m u ho c ı r kafilesiylen geldin.
başlad ı . Nevi n , beş a d ı m ötede y a r ı m dön­
Bulgaristan devlet i n i n verdiği kağı tta
m ü ş , Zo nil'e bakıyordu.
senin için 1 31 1 mi yazıyordu ne, demek
"Soğol Zo n i l ağabey," dedi. " E l in
ki benden sekiz on yaş k ü ç ü ksün, de­
serserisi i ş te, n'olocak . . . "
di.
"Ad ı m ız ı b i l iyorsun ha?"

iki yüzlü bir tipinin savrulduğu ç o k " M a h lede herkes bi l iyor Zanil ağa-

s o ğ u k bir kış o kş a m ıydı. Aylardan şubat bey ,soğol, teşek k ü r ederim."

m ıydı, ne? Karın ka l ın l ı ğ ı yarım metreyi "Sen N i met h o n ı m ı n kızı m ısın? ·

b u l m u ştu. Gaz yoktu, şeker yoktu, ekmek "Evet."

yoktu. Gecekondu mahal lelerinden tümen "Hoson'ın obiası yani?"

t ü m en k ü ç ü k ve sefil k ı l ı k l ı çocuklar ç ı k ı ­ "Hıı. . ."

yor, b ü y ü k ken tin içlerindeki h a l i vakti ye_ "Annene selam söyle: De ki, Zanll

rinde a ha l i n i n m a h a l lelerine dol ıyorlar, ağabey . . . ell erinden öpüyor de. Tamam

çöp kutularını korıştırıyorlar, korları eşe­ mı?"

liyorlordı. Ramaza n ı n son g ü n leri sürüp "Ta m a m Z o n i l ağabey . . . Hava çok

g i diyor. boza c ı l a r koro, soğuğa mete l i k soğuk, o losmolodık."

vermeyerek, m a h a l l e oralarında ekmek " G ü l e g ü le. evine erken git."


parası kovo l ıyorlardı. Za n i l , havaya oldır­ Nevin karşı l ı k vermedi. Fazladon ça­
mayarak ceket i n i omuzlarına atm ış, koreli l ış m a k zorunda olduğunu Zanil ağabeyine
k u m a ştan 'ylü p ı l m o açık renk kosketini söyleyemezdi. Yoks u l l u ğ u ndo n utanıyor,
kaşlarının üstüne y ı k m ı ş "Ayno l ı Kahve" evi n durumunu kimse b i l s i n istemiyordu.
den evine dönüyordu. Tam köşebaşında Zo n i l gerek ada m l a , gerekse Nevin'le yap­
Nevin'e rasladı. işinden dönüyordu Nevin, tığı bütün konuşma s ü resince s ı rtını e­
mesai yapmış. geç ka l m ıştı' Ardında k a l ı n lektrik di reğinden o y ı rm o m ıştı. Nevin git­
pa lto l u , k ı rovot l ı , e t k ı lı bir herif, karları ti kten sonra ansızın bel inde pos lonmasın
çatırdata çatırdata y ü rüyor, Nevi n ' i n h iza­ diye zifte batın i o ra k direk niyetine d i k i l ­
sıno gelince başını çevirerek birşeyler m ı - miş tromvay rayının soğu kluğunu duydu.

45
i ci a lev gibi yan ıyor, gözleri gokyüzünden şaş k ı n ustabaşının yuzune bakıyordu. Bir
dökülen kar taneci kleri n i n ötelerind e . a ra : "işci s(gorta s ı n ı n komün istl i kl e ne il­
b i rşeyler a rıyor g i biydi. Sonunda gözlerini g i s i . .. " diyecek oldu. Ama ustabaşı ş i m d i
kısıp kısa kısa, a c ı a c ı g ü l ümsed i . usta n ı n y a k a s ı n a y a p ı ş m ı ş eskisinden d a ­
ha beter, daha yaygeracı b i r s e s l e b a ğ ır­
Ben bu gözleri d a h a önce nerde m a s ı n ı sürdürüyordu: "Suç sizin d e ğ i l , itler!
görd ü m . . . Nerde görd ü m . . . Nerde gör­ Kabahat Mend eres' i n , af ç ı ka rd ı d a , s a l d ı
d ü m ? H a h , b u l d u m . Tümen çöpl ü ğ üne sizleri işçi m i l leti n i n b a ş ı n a bela olasınız
bir Cingene kızı gelird i . Esmer mi es­ diye . . . "
m e r, çirkin m i ç i rki n d i . Arıa gözleri bi Ne demekti "kom ünist?"
güzel d i . .. Hem de çok güzeldi. Bursa Za n i l bunun ne demek olduğunu ta m
kestanesi gibi iri ve kahveren giydi. o l a ra k b i l m iyordu. Bütün b i l d i ğ i , kom ü n ist ­
işte Nevin'in gözleri onunki gibi. le rha kkında çok kötü şeyler söylendiğ i ,
Y a h u b e n nasıl oldu da mahal lemizin b i r adama kom ü n ist d e n d i m i , o a da m ı n
kızını bu nca y ı l d ı r b u kadar yakından haya t ı n ı n sönd üğüydü. B i r d e ş u n u bil iyor­
görmed i m ? Uyuyorsun oğlum Za n i l . iş­ d u : Göçmen geldiği memlekette kom ü n i st­
ten, bir de Ayna l ı Kahvedeki tavla par­ ler devletin başına geç m i ş ler, ken d i n i , ana­
tilerinden gozun d ü nyayı görmüyor sını, baba s ı n ı ve a kra balarını Türk iye'ye
k i . . . Anam da hiç bişey demez ha, iyi s ü rg ü n etmişlerd i . Zan i l ' i n başı döndü,
mi? Z{] n i l , o ğ l u m , mahal iede şöyle şöy­ gözleri kara rd ı . Bir an ustabaş ı n ı n , kırsaç­
le bir kız var, demez . . . l ı usta i c i n söyled ikleri ni doğru sa n d ı .
Sonra a d a m lll yakasına sarı lmasına kıza­
Bir hafta sonra Z a n i l ' i n , Fuat Beyin ra k, oturduğu yerden ka l ı n ve kararh bir
fa brika s ı ndaki işine son verdi ler. Olay, sesle bağırdı :
basit b'r kavgadan ibaretti. Basit mi? E­ "Bırak usta n ı n yakas ı n ı ! "
vet. bütün b i r insa n l ı k ta rihi denli basit. iriyarı, g ü çlü kuvvetli b i r adam o l a n
Zanil'in çal ıştığı bölümde yaşlı bir usta ustabaşı, k ı rsaçlı ustanın vakas ı n ı b ı ra ktı.
vard ı . Bu adam kitap gibi konuşur, f ı s ı l­ Başını a ğ ı r a ğ ı r Za ni l'den yana çevirdi :
d tı r gibi bi r sesle: işçilerin dü nyadaki b ü ­
"Sana da n'oluyor B u l g a r toh u m u ? "
tün zenginiikierin gercek sahibi olduklarını
Z a n i l , beyaz m uşamba k a p l ı yemek
söylerd i . Eski yazıyle ş i irler yazar, Nazım
masa s ı n ı n üstünden ucara k ustaba şına e­
H i kmet adındaki bir aşıktan şiirler okurdu.
saslı bir kafa patlattığ ı n ı ; a d a m ı n ağzın ı n .
Zanil yaşı eliiyi a ş k ı n , gür ve kır saç l ı , y ü ­
b u rn u n u n h u rd a h a ş olduğun u, . beyaz mu­
zü derin çizgilerle dolu o l a n bu ustayı
şamba l ı yemek masas ı n ı n kan içinde kal­
seviyordu. Çünkü dert d i n l e r, y a rd ı msever,
d ı ğ ı n ı . kırsaç l ı usta n ı n : "Za n i l , oğlum, yap­
fı kralar anlatır, şen şatır bir adamdı. Öğle
ma," ded i ğ i n i , iki ü ç kuvvetli işçi n i n kendi­
paydosu nda fa brikan ı n yemekhanesinde
s i n i ustabaşından zorla a y ı rd ı k i a r ı n ı , plas­
. Za n i l bu ustay ı , komşu böl ü m ü n ustabaşı­
t i k s ü rahiyle getirilen soğ u k suyu yüzüne
sına hararetli hararetl i birşeyler anlatır­
çarptı ğ ı n ı çok iyi a n ı m s ıyordu.
ken görd ü . Yemeklerini bitirenler, bahçe­
ye, cıga ra tellendi rmeye ç ı k m ışlar, yemek­ Zanil, ertesi gün fabri kadan kovul­

hane tenhalaşmıştı. Za n i l ise yemeğini bi­ muştu. Avucuna otuz ü ç l ira, yetmiş kuruş

tirmiş, Bafra s ı n ı y a k m ış, gözü halkala na­ tutuştu rmuşlard ı . Gazeteler "işçi S igorta la­

rak ç ı kan sigara s ı n ı n d u m a n ları ara s ı nda rı Kuru m u " a d l ı birşeyden söz ediyorlardı.

Nevi n ' l e nasıl bir arada o l a b i leceğini d ü ş ü ­ Kırsaç l ı usta bunun ne demek olduğunu bi.

nüyordu . Ustabaşı, tartışmadan yüzü k ı p­ l iyordu ,ama Zenil'e hiç anlatmamıştı k i . • ,

k ı rm ızı ansızın ayağa f ı rl a m ı ş : "Kom ü n ist... B i r hafta sonra Zon i l , "Usta" olarak
Bu a d a m kom ü n ist . . . K ı z ı l köpek!" diye Nevi n ' i n , Hatize'nin Nazım Usta ' n ı n ve Ay­
c ı rl a k bir sesle haykırmaya başla m ıştı. han Abla ' n ı n çalıştığı corap fabri kas ı nd a
Kırsaç l ı usta birşey söylemiyor, şaşkın işe başl ıyord u .

46
MUSTAFA HAKKI
AY BULUTA GiRINCE

K ü lüstü r cip, yol u n tozunu a rd ı n a kata ra k sorsıla döküle uza klaşana


değin a rd ı ndan bakıp d u rd u Seyra n . Uza k larda, toz bulutunu n a rd ı nda
gözden yiti nce, boyn u n u büküp kalakaldı öyle . Gön l ü n ü daraltan hüzün,
önce buru n kemiğine. sonra gözlerine vurd u . Dokunsa la r ağlayacaktı.
" Kavuşmak ne zama n , kurban?" dedi içinden. " Kolları m ne za man dalana­
cak boynuna yeniden? Ne za man?" Gözleri ya n d ı . Dudakları büzü ldü.
Yüreğ i n i n başında yumruk g i b i bir taş, sı ktıkça sı kıyord u .
El leri koynunda, s o n b i r kez d a h a ba ktı ufu kta kaybolan toz bulutuna.
Ayakları n ı sü rüyerek g eriye döndüğünde g ü n devri irnek üzereydi . "Al­
lah kavuşturs u n ha ! " diyenleri duymadı Seyra n . Görmedi de. Ağ ı r a ğ ı r
yürüyüp geçti.
Canı içeri g i rmek istem iyord u . Ellerini koynundan çı karmadan yavaşca
ka p ı n ı n eşiğine çöktü. H iç de ya bancısı olmadığı bir d uygu sarma l ı n ı n
içi ndeyd i şimdi. Geçmişte de yaşa m ıştı bu d uyguyu birkaç kez. A m a şim­
diki daha bir başkayd ı . Sanki aya klarının a ltından yer çekil iyordu da,
aya klarını bir türl ü yere basam ıyord u . Boşlu ktayd ı . Kendisiyle birl ikte her
şey boşlu ktaydı şu an. Geçmiş, g elecek, her şey...
Geleceği düşü n ü rken geçm işi a n ı msardı hep Seyra n . N iye b i rbiriyle
i l i ntiliydi bu iki za man parçası? Neden, biri diğeri n i cağrıştırırdı hep?
O kadarını a k l ı o l mazdı Seyra n ' ı n . Düşün mezdi bile işin o ya n ı n ı . Şimdi
yeniden geçmişi d üşünürken . gelecek g ü n lerin kayg ısı çökm üştü içine
gene.
"Sen heç üzülme ana," dem işti oğlu. "Az b i r za man sabret hele. Bir
işe yerleş i r yerleşmez gelip götürürüm seni de . Fazla uzun sürmez. Heç
dert etme sen."
Böyle demiş ve çekip g itmişti işte.
G itmeden az önce, Seyra n a nsızın verd iği b i r kararla eve koşm uş, varı
yoğ u olan kefen pa ras ı n ı sandı kte ki çıkınından kaptı ğ ı gibi sol u k soluğa
g etirmiş, "Gurbettir, fazladan bulunsun ya n ı nda," d iyerek oğlunun avucu­
na sı kıştırmıştı. Oğlu a l m a k istememiş, bir aya ğ ı cipin içindeyken bile avu­
cundakini anasına g eri vermeye çalışmıştı . Ama Seyra n , "Sütümü helal
etmem.!" d iye d i retmiş, geri o l m a mıştı parayı . Şimdi ölecek olsa, b i r kefen
parası bile yoktu.
" Fefen para m bile . . . " d iye düşündü yeniden. "Zaten neye sah i p oldum
ki bugüne kada r . . . Her şeyden mahru m koydu Hüda ben i . Beş coc u k verdi ,
ş i m d i hecbtrisi yok ya n ı md a . Dört kızd a n sonra oğ lan da uçtu eli mden . Dam

47
d i plerinde şimdi birbaşına kalakal Seyrtır'ı . . . Duva rla rla kon uş a rtık . . . Bir­
başına . . . Duvarla rla . . . "
Yüreğ i n i n başında· yeniden d uydu o ağ ırlığ ı . ' Ya l n ız kalacağı g ü n leri,
geceleri düşündü . Dört d uvarın kara n lığında ya l n ı z kendi varl ı ğ ı n ı , yalnız
kendi soluğunu d uyu msayaca ktı a rtık. " Meza rda n fa rkı ne bunun?"

Aklı geri lere, g itti bir a n . Aile oca ğ ı n ı n şen olduğu g ü n lere . . Gene yok­
s u l l u k g ü n leriyd i o günler. Kıtl ı k vard ı , darl ı k va rd ı . En gerekli şeyleri kar­
şılamakta n yoksundular şi mdi ki gibi. Buğday a ğ a n ı n a m barında, ekmek
a s l a n ı n ·ağzı ndayd ı . Ama hane vira n değildi böyle. Evde erkek vardı. Dört
kızd a n son ra oğlan doğurduğu için el üstü ndeyd i . Kocası baştac ı etmişti
kend isini. Akşa mları yed i can bir a raya gel i nce sevinçten uçardı Seyra n .
Y e l gibi dolaşırdı evin içinde. Yetişme çağındaki kıziarına iş bı ra kmaz, h ü ­
n e r i n i göste rme te laşındaki y e n i gelin g i bi koşturu r d u rurd u dört b i r yana.
Sofradaki bulguru et n iyeti ne yer, yıkanmakta n epri miş yama l ı g iysi lerini
ipekli n iyetine g iyerd i . Kocası yiğ itti. Güçl üydü . Ki mseye eyva llah etmezd i .
" A h . birazcık topra ğı olayd ı . . Çok değ i l , muhan nete muhtaç ol mayacak ka­
dar .. " Ama olmadı. Hiç olmad ı . O da kaçağa vurd u işi. Kaçakçı harnallığına
soyund u . Iyi kötü çarkı çevi riyord u . Ama bir gün . . . Seyra n , istemeden ye­
n iden a n ımsadı o günü . . . Saba htı. Ekmek yap ıyorla rdı büyük kızıyla birlik­
te. Haberi, m u htarla birlikte iki jandarma getirmişti . Kulakları na kurşun
akmas ı n ı isterd i o an. Kurşun a kıtıp da o ha beri duymamak isterd i . . . Çığlı k­
lar atara k deli gibi koşm uştu . Kızla r da kend i n i n a rdından . . Oğlan daha
beşi kteyd i . "Sen bir daha öyle bir a cıyı yaşatma H üda. Çocu_kla rı m ı n acısını
d a gösterme ba n a . " E l i n i , s ı kışa n göğsün ü n üzeri ne koyd u. Küçücük bir
iğ neyle kuyu kazıyaria rd ı sanki sol memesi n i n altı nda. Usul usul ova ladı
göğs ü n ü . Sonra gözleri n i g ü n batı yön ü ndeki kızaran gökyüzüne çevi rd i bir
ara. Bir top a k bul ut, g ü n ü n son ışıklarıyla oynaşarak sa l ı n ı p d u ruyordu
orda . "Gül reçel ine bulanmış kar topağ ı gibi .. " d iye düşündü. Aklı bu kez
çok daha geri lere kaydı . . . Kaçıyorlard ı . . . Neden, kimden, nereye? B i l m i ­
yord u . Beş yaşında ya va r, yok yoktu. Anı msad ığı t e k şey atlardan , kağnı­
lard a n , eşeklerden oluşan büyü k bir kerva ndı salt. Tepeleme yükle doluydu
hepsi de. Denk yapmaya fırsat bulamam ıştı çoğ u . Rasgele, üst üste atmış­
Iardı eşyaları n ı . Bir telaş, bir korku vardı büyüklerde. Erkeklerin s u ratları
ası k, sinirleri gerg i n d i . Vara yoğa kızıyorla r, kadınlarla çocukl a ra bağ ı rı p
·
d u ruyorla rd ı . B u n u n "Büyük Kaça kaç" old u ğ u n u sonradan öğrenmişti
Seyran . Ka r vardı yerde . . Dağ taş beyaza kesmişti te kmiL G ü neşli a ma so­
ğ u k b i r g ü n d ü . Kağn ılar kara saplan ıyor, yata klar dağıl ıyor, eşya l a r dökü­
l üyor, büyükler küfred iyor, kad ı n l a r koşturuyor. cocuklar ağl ıyord u . Beyaz
b i r Şa m eşeği n i n sırtına vurulan büyük b i r h eybenin içindeyd i Seyra n.
H eyben i n öbü r gözünde de kardeşi va rd ı . Sarı saçlı, bir yaş küçü k kardeşi ..
Heybe n i n içinde büzü lüp kalmışlard ı öyle. H içbir şeyin fa rkı nda değ i ldi

48
Seyra n . Ne düşman, ne korku, ne de dudakları çatlata n soğuk ... Eğlenceli
bir yolcu l u ktu bu. Çevresi n i izl iyor, bitip tüken mek. bilmeyen bağrışma ları
d i n l iyor, eşeğ in her adı mında ritm i k bir tempoda salı nma n ı n keyfinT yaşı­
yord u . . N e kadar geçm işti a radan, uyumuş muyd u , bir yerde mola vermiş­
ler m iyd i? Anı msamıyor Seyran. H i ç a n ı msam ıyor o s ü reyi. Aklında kalan
çok, ama çok susadığıyd ı . İçi yanı yord u . Biı kaç kez bağırmış, a ma kimseye
ulaştı ramamıştı ses i n i . Ağla maya başlamıştı ard ı ndan. Kağnı gıcırtı larının,
bağrışmaların a rasında neden sonra d uyurabilm işti sesini. "Ne suyu kız?"
d emişti, kucağındaki kundağıyla koşup gelen yengesi. "Şimdi s uyun sı­
rası m ıd ı r, yetmeyasice köpek! Nerden bularn sana su?" Sonra yol kena ­
n n d a n b i r topa k k a r a l ı p avucunda sıkıştıra ra k uzatınıştı Seyra n 'tı . "Al,"
d emişti . "Al da kes şu uğursuz a ğ ıtı n ı ! " Seyra n , üstünü gözyağla rıyla s u ­
layarak, yolbuyu uzun uzu n somurup durm uştu kar topa ğ ı n ı . Yıllar yı l ı
a kl ı na bir çivi gibi cakılıp ka l m ıştı o a n . O g ü n ün, o yılların ayrı ntı ları
puslar içinde yitip g itm işti zama n l a . Ama kar topağını somurup içinin ate­
şini söndürd ü ğ ü o a n . aynı ca n l ı l ı kla sürüp gelm işti bugüne değin. Neden
ille de o an? B i l m iyordu Seyra n . Hiç bilm iyord u. "Belki de yeng ernin o acı
sözleriyd i u n uta madığım," d iye düşündü. Anasız babasız, yenge koltuğun­
da geçirdiği yıllar geldi gözünün önüne. "Amcam iyiyd i gene de. Baba m ı n
kokusunu a l ı rdım ondan. A m a yengem . . . "
Sol kol u kmı nca lanıyordu gene. Göğs ündeki sızı da d i nrnek bilm iyor,
azalacağ ı na artıyordu inceden i nceye.
Köyün üstüne ilk a kşa mın a lacası çöktü. Uzaktan uzağa gelen sesler
d indi. El ayak çeki ldi .
Seyra n , oturduğu yerde bir top olmuş, gözleri bilinmez bir noktada,
bel l i bel i rsiz salınıp d uruyordu öyle. Neden sonra ayı l d ı . Boş gözlerle çev­
resine ba kındı bir süre. Ne yapaca ğ ı n ı bi lememen i n kara rsızlığında, g'ide-
rek a rtan bir sıkıntının burgacındayd ı .
Yavaşca kalktı. Gönü lsüz gönülsüz içeriye yöneld i . Odanın karanlığı,
o g ü ne değin yabancısı olduğu bir korkuyu yüreğine i l k kez düşürd ü . "Me­
zar gibi. . Hem karan l ı k , hem de sessiz . . " Korkudan eli ayağına dolaştı
Seyra n ' ı n . Acınası bir telaş içinde, el yordamıyla la mbayı bulup yaktı. Odayı
aydı nl atan ışık gönlündeki karanlığa ulaşamad ıysa da, a n l ı k korkusun u
a lt etmeye yetti. "Sen ki mseyi karanlıkta koyma, y a Hüda ! " dedi içinden .
"Ya l n ız koyma . . Yaln ızl ı k sana mah sus . . Yalnız sana .. "

Bir a n öylece d i ki l i p kaldı oda n ı n ortası nda, kara rmış, çıplak d uvarlara
başka fotoğ raflar .. Kırık bir ayna .. Dört ucundan kocaman civilerl e tuttu­
fotoğ rafı, onun altında büyük bir çerçeve içinde d uva ra ası l ı irili ufa k l ı
başka fotoğ raflar . . K ı r ı k bir yana . . Dört ucundan koca man civi lerle tuttu­
rulmuş karl ı bir dağ manzarası .. Hemen ya nındaki çivide doksa ndokuzl u k
bir tespih . . Gözü yeniden fotoğrafiara ta kıldı Seyran'ın. "Yavruları m ! " dedi,

49
duyu'ili r bir sesle. ··· Ha n'i naredesiniz şi mdi? El yetmez, göz görmez yerde mi
yuvalarınız? Heç mi a kl ı n ıza gelmez, heç mi yad ı n ıza d üşmez bu hayırsız
ana nız? .. Azıcık olsun özlemez misiniz benC görmek istemez misiniz yü­
zümü? .. Bunca yı l ı n hakkı bu mu olayd ı ? . . Dört duvar a rası nda bir başıma ..
Çocuklarıma, toru n larıma hasret.. Bu mu?" Birden gözleri yandı gene. i ki
sıra yaş, ya na klarından çenesine süzüldü. içinin ya n g ı n ı n ı serinletemedi
a ma . Ça buk topariadı kendini. Başörtüs ü n ü n ucunu yanan gözlerine bas­
tırıp, kırk parça l ı seecadesine uza ndı.
Namazını her za mankinden daha a ğ ı r kıldı o a kşa m . Sure leri tane tane
ve uzata ra k okudu. Aklına gelen her şeyi d uaya döktü . Gene de çabuca k
bitti namazı.
" Bundan sonra her gece böyle . . Konuşacak cana hasret. . Bir söze, bir
yüze hasret.. Ne za mana kadar? . . " Kapağı hala açık d u ra n sandığa i l işti
gözü. Uzandı, yavaşca kapattı . Oğlunu cipin içinde son kez görd ü ğ ü a n ı
d üşündü . . Gözleri yaşl ı mıydı n e ? Belki d e kend ine öyle gelm işti. A m a neden
kesik kesik konuşuyord u pa rayı geri çeviri rken ? "Bir daha g eri gelmeye­
ceğ ini. gelsen de beni bula mayacağını sen de biliyord u n demek! Ben i l k
başta n a n la m ıştı m , hey oğ u l ! . . Gitmek kolayd ı r da, gelmek çeti ndir ara l ar­
dan .. Giden gelmiyor, acep nedendir? Nedend ir? Nedendir benim babam,
neden .. ? Varsın senin dediğin olsu n , kurba n ı m . Burda kalıp kaçağa bu­
laşmaktansa , gu rbette s ü rü nrnek evladır. Elin iş tuta r ora l a rda belki. Bur­
d a ucuna yapışoca k saba n ı n , yemişi ni koparacak d a l ı n m ı vardı ki? Saat
başı yol unu gözleyen, görd ü ğ ü her yerde sa rılıp sarıl ı p öpen bir hayırsız
a nandan başka ... " Burn u n u n d i reği sızlad ı Seyra n ' ı n gene. "Oy, köpekler
yesin bu ciğeri ! . . . Neyim kaldı geride? Ha, Seyran .. ? "
Ka lktı, bir şeyler yapmış olmak i c i n oca ğa bulgur vurd u . Suyun son
ka lanıyle ekmek ısiattığı için yeni bir iş çıkard ı kendine. Kovayı kol una
ta kıp kapıyı yavaşca çekti.
Sessiz, kara n l ı k bir geceyd i . Hafiften esen bir g ü n batı yel i dut ağaç­
ları n ı n yapra ki a n na ta kılıp kalm ışt ı .
Seyra n, a l ışkın adım la rla önüne ba kmadan yürüdü . Köyü n üst ya nın­
daki su kanalına gel in ceye değin soluğu tıkandı. · "Bir kova suyu da m ı
taşıyamayaca ğ ı m yoksa a rtık.?" Ka n a l ı n kenarında durup sol u klandı b i r
a n . Sonra yavaşca eğilip kovayı suya daldırd ı . Tam çekecek ken, göğsüne
bir yu mru k yemiş g i bi oldu. Sarsıldı birden. Kovayı bıra kı p göğs ü n ü tuttu
acıyla. Sol u k alam ıyord u : "Bu kadar erken mi? .. Oca kta aşım ka ldı daha .. "
Olduğu yere yığılırken, büyüyen gözlerinde bir şaşı rm ışlık va rd ı .
Göğsünü tırmala maya çalışan el leri devinimden yoksun, kaskatı ke­
silip ka ldı öyle.
El inden kurtu la n kovası, suyla birlikte s ü rüplenip g itti kanalın
içinde ..

50
ABDULLAH RlZA ERGUVEN
\ �YNAK ŞAiRLER - ŞüRL;ER

den c ı k o ran Shakespeare de vardır. N iet­


H O R A 'T I U S se, onun için "hiç b i r ozan, bono Hora t i u s
(iö � 65 - 08) g i b i y a ra r l ı olmadı" d i yçr. isvec l i ezanlar­
dan Eric Helmelin'le Viihelm Ekelund,
Latin yaz ı n ı n ı n b ü y ü k ozonlarından
"duruluğun oza n ı " d i ye n i telediler onu.
HORATIUS, Napeli 'ye 1 20 km. uzakteki
Vanoso'da yetişti. Roma'da, Atina'da oku­ Başl ıca ya pıtları: Od'lar, Epo d ' l a r,
du. Sezar'ı ö l d ü ren Brutus'den yanayd ı . Vergiler, Mektuplar bg.
Auguste'e karşı ayaklanan orduya subay
B i r kölenin oğluydu Horatius. K ü ç ü k
o l a ra k kat ı l d ı . August'un kaza n m ı ş olduğu
çiftl i kteki evinde, y e m e k masasına köleleri
l
Fi i pp i içsavaşında o da vard ı , ( i.Ö. 42} .
de çağırıyordu. Gecen in geç vakitlerine
Roma'ya g e l i n ce ş i i r yazmaya başla d ı . 0-
kada r s ü rüyordu "benimki lerle b i r l i kte" de­
zan Vergllius'un a ra c ı l ı ğ ıyla devlet a d a m ı
diği a kşa m yemekleri. Köleler istedi ğ i ko­
Maecenas, onun yard ı m ıyla da imparator
d a r yiyebi l iyor. icebil iyordu. Arsa a l ışveri­
August'lo tanıştı. Roma y a k ı n ı nda, bugün­
şi, bale dansözlerine değgin değ i l d i konuş­
kü a d ıyla Tivo l i (eskiden Tibur} 'de Mae­
malar Roma'da olduğu g i b i . Biraz sokrat­
cenas' ı n ormoğan etm i ş olduğu k ü ç ü k bir
variydi : Gerçekte para n ı n yararı ne? Ne­
c i ft l i kte yaşo m ı n ı s ü rd ü rd ü .
den b i ri vors ı l , öbürü yoksul? Her i k i s i n i n
"Ozan ların Desteği Maecenas'a ş i i ­ karn ı n ı n a lacağı b i r. Cermenlerin toprak
rinde HORATIUS, bu devlet a d a m ı n ı n ba­ d a ğ ı t ı m ı özel iyiliğe ya d a ka l d ı rı m köy l ü ­
ğışı nedeniyle sev i n c i n i d i l e getiri r (Oktay lerine y e ğ görülemez m i ? Ekili toprağa,
Rifat, 1 963) : ev ve park y a p ı m ı yaso laştırıla maz m ı ?

Yemek mosası n d a ki bu konuşma lar


Sen krallar dölündensin, Maeceneas;
zaman zaman şi iriere d e sinerd i . Kimi za­
Desteğim, şanım, şerefimsin benim.
man do bütün b i r konu tek 'bi r ş i irin yapı­
Dinle bak: Kimi adam yarışmayı,
sını oluştu ruyordu. Ş i i rler o k u n d u ktan
Toza toprağa belenmeyi sever;
sonra köleler ş i i ri n eleştirmesini yaparlar­
Kıvılcımlar savuran tekeriyle
dı.
Kıl payı sıyırıp sınır taşını,
Zafere ulaştı mıydı sonunda, Çoğ ı m ız ı n çevre kirlenmesi ne bir
Artık tanrılar katındadır yeri. tepkiymiş g i b i s a n k i , kent yaşa m ı n ı n insa­
na uygun o l m a d ı ğ ı v u rg u lanarak, aşağıda­
Ş i i rleri yaşam d ü şüngörüsünü icerir.
k i dizelerde kır yaş a m ı n ı n övüldüğünü
Zaman zaman g ü n l ü k betim lemelerine de
görüyoruz :
ras l a n ı r. B i rçok satırları özlü söz olarak
yerleşti Avrupa'da: carpe diem, bugün Övüyorum güleryüzlü kır yaşamını çaylario
sayesinde; sa pere aude, doğru bildiğini yosunlu kayaları, ormanları. Ne Istiyorsun?
uygu la. D o ğ u ş l i ri n i , Ö m e r Hayya m ' ı et­ Yaşıyorum, bu yaŞ<Jm benim, bıraktım her
kilediği söylenir. Batı'da Horatius b ü y ü k şeyi arkamda sizi kentli, hayran eden her
ö n e m kaza n d ı . B u n la r arasında Montaigne şeyi . . .
ve bütün sahneilii r ini Horatlus'un ş i i rlerin·· Postayı size bırakıyorum-ekmeği verin bana .

51
H oratius pek ü n e erişme d i Roin c:İ ' d a . d usu o l uştur u l d u . Filippi icsavı:ışında subay

"K imse şi irlerimi o k u m u yor" d i y e sızlanı­ oldu ve i.ö. 42'de savaş tribününe k a t ı l d ı .
yord u . G ün-ol uyor" Ben kaç kez baba n ı , August kaza n ı n ca B r u t u s kend i n i öldürd ü .
sümüğünü kol u n u n yenine s i l erken gör­ K ı l ı c ı n ı b ı ra k ı p gi tti Horatius. B u d u r u m u
d ü m ! " d iye aşağ ı l a n ıyord u . Şöyle diyordu d izelerinde ş ö y l e yansıtıyor :

Horatius da: "Benim de iyi yaniarım var.


Kara günler aldı beni Atina'dan.
Bu bana poter causa
- toprak proleteri -
Savaş yangınları orduya sürdü beni
babamdan k a l m a ! "
Augusfün ordusuna karşı duran.
Ş i i rleri nde k ı r yaşam ı n ı . köy yaşa m ı n ı Sonra çarçabuk salıvardi beni Filippi
i şledi çoğ u n l u k l a . Ya ş l ı kargo lar c ı ğ l ı k la ­ kalakaldım arda kanadı kırık kuş gibi
rıyl a sonyaz y a ğ m u rl a r ı n ı h a b e r veriyor, evsiz barksız, çırılçıplak, bu utanmaz
cırcır böcekleriyse doğ a n ı n t ü rküsünü söy­ yoksulluk şiir vazmıya sürükledi beni.
l üyordu. H a l·kın i cinden gelen, baba s ı kö­
iktidarı ellerinde tutan Büyü klerle
l e olan Horatius, şi i rlerini de dupduru, apo­
i l işkisi çok iyiydi. Horalius'un. Nerdeyse Sa­
c ı k, patır patır yazacaktı. E ğ i l mez, b ü k ü l ­
ray oza n l ı ğ ı n a " yüks e l t i lecek t i . Ama o ; öz­
mezd i . Roma kurnazl ı ğ ı , B i z a n s k u rnazl ı ğ ı
g ü rl ü ğ ü , serbest düşü nceyi seçti ve kendi­
Bizans k u rn a z l ı ğ ı benzeri t i l k i l i klere h e l e
siyle onlar a ra s ı n d a a ra l ı k b ı ra kmayı bil­
h i ç boyun eğmed i ! Yozlaşmış k e n t insanı­
di. Bira ra kendisine devlet propa ganda
nın d a l avereleri yoktu onda . . .
yazıları yazma s ı i c i n başvuru l d u . A u g u s t' ü n
Bu doğa oza n ı ; Çicero. Verg i l i us, parlak savaşıyla utkusunun düzyazıyle çok
Ovi d i u s , Cato, Sezar ve August'le ca(Jdaş­ daha iyi a n l a t ı la b i leceğ i n i , kend i s i n i n sa ­
tı. Roma imparatorluğu kuzeyde Belcika'­ dece ozan o l d u ğ u n u söyleyerek k a b u l et­
dan, gü neyde M ıs ı r' a ; batıda Portekiz'den medi. Yazd ı ğ ı ş i i rlerde August a d ı n ı n s ı k
doğuda Ağrı D a ğ ı ' na değin uzanıyord u . s ı k k u l la n ı l m a s ı sa l ı k verildiyse d e , soğu k
Fırt ı n a l ı , karış ık b i r za m a n d ı . Voltaire'in b i r davra n ışla kamuoy u n u n iyiliği uğruna
çok yerinde bir deyi m iyle "soğukka n l ı kı­ i m paratoru e ğ l e n d i r m e k istemed i ğ i n i söy­
y ı c ı l a r oturmuştu i ktidara Roma ' d a ! " ledi.

Özgürlüğüne kavuşa n , t u z l u ba l ı k ve
B i r ş i i ri n de va ktıyla Aug ust i c i n -bi­
zeytin sata ra k b i raz para b i ri ktire n baba­
raz dokuna k l ı- "za m a n ı m ız ı n yarı tanrısı"
s ı , oğlu Horıatius'u akutmaya kara r verd i .
demiş olsa bile, daha sonra h e p savaş ar­
i l kçağ i n s a n ı , e ğ i t i m kon u s u n d a , çağımızın
kadaşları n ı övd ü. imparator August'ün,
bilim düşmanlarından çok d a h a i l eri ! Ba­
M ı s ı r kral icesini yenmesi üzerine, Horatius
bası o ğ luyla Roma'ya geldi. "Ben imle
yenileni ( kra l i çeyi) över. Ozan, bütün si­
b i rl i kte babam derslere girdi, b ü t ü n öğret­
yasal içeri k l i ş i i rlerin " k ü ç ü k şeyler" o l d u ­
menlerle konuştu" diyor Horatius. Oza n ı n
ğ u n u v e y a l n ı z "büyük şeylere yard ı m et­
kendi dey i m iyle "doğruyu eğriden a y ı rdet­
t i ğ i n i " mektubunda Agust'e bi ldi rd i . Neydi
meyi" öğrenmek i c i n on dokuz yaşında
iğneli bir dille "büyük şeyler" ded i ğ i ? Ya­
Atina Akade m i si'ne yaz ı l d ı . Sezar, ken d i n i
lancı, i k iyüzlü i mparatorun i ktida rı mı?
b ü t ü n y a ş a m boyunca d i ktetör i l a n edince,
Deği l! Horalius'un ş i i ri , gerçekte August'ün
karşıtc ı l ı k örg ü tleşti. Brutus, k ı l ıçla öldür­
egemen olduğu top l u m u n o l u m suz ya n ı n ı
dü Sezar'ı (i.Ö. 44) Roma'ya g e l i n ce öğ­
eleştirir. Ç a ğ ı n ı n Roma'sı, g ü n ü m ü z en­
ren c i ler tarafından a l kışlandı. Horatius da
d üstri d ü nyası kadar a c ı k l ı d u ru m daydı!
vard ı o n l a r a ra s ı n d a . Cato ve Çiçero gibi
D a re c ı k evler. sömürülen göçmenler,
Hora t i u s da Brutus yol u n u n doğru ; Seza r'la
h a k s ızl ı k l a r, işsizli kler, zehirlenmeler. ü l ke­
August yolunun düzmece olduğuna i n a n ı­
de b i rb i r i n i kovalıyordul Ç a ğ ı n ı n topl umu­
yordu.
nu "batak" d iye niteler. B u n u n la Hora ti u s ,
D a ha sonra oza n , Brutus'le b i rl ikte i c sava ş l a rda rüşvet a l a n üst _s ı n ıfı demek
izmir'e geldi. A u g ust'e karşı bir isyan or- istemektedir. Bu i y i giyimli, yarı okumuş,

52
para l ı Roma' l ı l a r devlet katlarındaki yü k­ şip s i mgeleşti. Yera l t ı kraliçesi Persepho­
sek görevleri s a t ı n a l m a kla kal mıyorlar n'ela bir tutu l d u a y . Sapho, ay s i mgesi n i
y a l n ız, bata k l ı ğ ı üreten de kendileri ! Ozan, d a h a da kişi leşti rerek eşcinsel ( homosek­
"Ta p ı n a ğ ı a l ça ltan süprüntülerden tiksini­ süel) k a d ı n duygulanmalarına uygu la d ı .
yorum" der. Evet, her şey tapına kta k u r­ Ay, d a h a çok yeni yetme b i r kızın güze l l i ğ i ­
ban e d i l i r. c ı k a rc ı t i l k i le r a lc a l t ı r t a p ı n a ğ ı ! ni sim geler. Lidya l ı k a d ı n l a r a ra s ı nd a b i r
a y gibi ışıyan, t u t u l m u ş o l d u ğ u o güzel
B i r m e k t u b u n d a Horatius, dostu Flo­
kız ( ka d ı n) :
ruse' şöyle seslenir :
şimdi ışıyor o Lidyalılar arasında
Yaşıyamıyorsan doğru ve namuslu (vivere
gün batımından sonra
reıcte) gül salınışii ay doğmuş gibi
bırak · senden iyilere yerini h•di.
Yeter oyn·a yıp çaldığın, yiyip içtiğin. Ay -g ül ren k l i ve tatlı- k a d ı nsal
Cekip gitmenin zamanı şimd i . . . veri m l i l i ğ i n , yara t ı c ı l ı ğ ı n simgesi, Lidya l ı
k ı z ı a y ' l a o ra n l a d ı ğ ı n a göre, tanrısal bir
ll şey o Sapho i c i n . Sevd i ğ i k ızlar evlen i n ce
S A P H O sevi y ı k ı m ı n a u ğ ra r. Değ i l evlenmek, sev­
(IÖ. 625 - 586)
- d i ğ i kızın bir erkeğin karşısında oturması
bile Sapho'yu üzer. Evlen e n l e r · a ra s ı nda
2600 y ı l önce yaşayan Yunan kad ı n
onu görmemaziikten gelenler bile var (Ab­
aza n la r ı n d a n SAPHO Midilli (Lesbos)'de
dullaah Rıza Ergüven) :
doğdu. Yapıtlarından anca� 650 dize kal­
m ı ştır. Ş i i rleri nde seviyi, güze l l i ğ i , ö l ü m ü Tanrı benzeri şu adam gözümde benim,
işler. karşındaki şu e.rkek Stursa ya, duyan
o, yanında ·.balımsı, tatlı sesini
Aşa ğ ı d a k i okuyacağ ı n ız dizeler,
gülüşünü denizler gibi. sıcak, her zaman
Sapho'n u n en güzel şi irlerinden biri. Bu
onulmaz yıkımiara salan yüreğimi.
d izelerde ay örgesi çok önemli. Ay'la sev­
g i l i s i ( k a d ı n dostu) a rasında eşlik k u ra r. Bir seni görüyorum, önümden kaçıp giden,
K a d ı n dostları ya da kız öğren ci lerinden sesini esir;ıeyen;
biri n i n evl e nmesiyle duyduğu buruk özlemi gözüm görse dilim ermez, tenimde şimdi
işler : yangınlar büyüyor ışıisılar içinde
gözlerim kararıyo.r, çınlıyor birden
. . . şimdi ışıyer o Lidyalılar arasında
kulaklarım.
gün batımından sonra
Tere boğulurum, kesilir kolum kan·a dım
gül salınışii ay doğmuş gibi
yığılıp kalırım orda. Sarargın daha
ve karartıyor titreyen yıldızları
sarargın sarı buğdaylardan. Gören arılar
ışıyo.r açık deniz üstünde,
ölüm yakın bana.
geceleyin çiçeklenen çimler üstünde

orda ışıl ışıl daml·alar sustu Sapho'dan a rta k a l a n metinlerde zaman

ve ıslak sarı yoncalar mis kokulu zaman a l a y l ı bir dil k u l l a n ı l d ı ğ ı n ı görüyoruz.

orda güller açılıyor Bu, Sapho'nun içinde yaşa m ı ş o l d u ğ u er­


kek top l u m u m u n a karş ı b i r tepki : " . . . ta­
i l kçağ Y u n a n söylence d ü nyasında vanı yukarı kaldır, heyy Hymenos! Siz eli­
ay, simgelerin en önemlis i nden biriydi. çabuk, becerikli, hünerli erkekler! Bir yeni
Ay' ı n yitişi ( b a t ı ş ı ) , y i t i p yeniden ç ı kması nişanlı geliyor, Ares gibi, he;yy Hymenos!
(doğ m ası) . büyü mesi yaşa m ı n y ı kımsız g ü ­ çok çok daha büyük bir Büyük Adam'dan!"
vencesiydi. Minos d ö n e m i n d e g i ri t boğala­
rı ay tanrısına k u rban edil iyordu. Daha Sapho'nun k a d ı n dostları, öğrencilE-ri
sonra ay örgesi Y u n a n söylencesine yerle- eşcinsel bir duygu, bir seviyle b i ra raya ge-

53
liyord u . Ca ğ ı n da böylesi davran ışlar h i ç nun y ü re ğ i seviyle tutuşuyordu. Sapho'nu n
tuhaf karşılanm ıyordu k u ş kusuz. cenneti imgesel değ i l ! Onun cenneti elma
ağaçları, ; l kyaz çiçeklerinirı bal ko kularına
Onun ş i irleri d ü nya yazın ı n ı n en d i k­
batık gü llerin a lt ı n d a k i bu d ü nyada . . .
kate değer ürün leri arasında. Söylencebi­
l i msel izler taşıyan ve kendine özgü, öz­ Sevdiği kadın dostunun sevg i s i n i ka­
g ü n b i reysel ozansal b i r kurtuluş va r on­ za nmak icin, Sapho Afrodit'i yard ı m ı n a ça­
larda. B u ş i i rlerde, Tobias Berggren'in de ğ ı rır :
vurg u l a d ı ğ ı gibi, insa n ı ürperten tinsel öke­
Çağırmarnın nedeni böyle bir daha seni,
likle içli özgünlük b i ra rada gid iyor. Sapho
özlemini duyduğum, deli gönlümda şimdi.
ş ö i ri "safizm", b i reysel olduğu kadar d i n ­
s e l , tapınçsal n i te l i k ler taşıyan y e n i b i r ya­ Sapho'nun imgelemindeki bu gerçek­
ratış. ötesi, say ıklema l ı özelliğe di kkat eden i l k
Nietze oldu. Sapho i c i n de bir gereekti
Onca Afrodit her şey : Tanrı, Ana,
Afrodit. Ç ü n k ü , cağ ı n ı n insanları ta n r ı l a rı
Dost! H e r zaman yanıbaşında duymuş ol­
gercek varl ı k olara k tasarlıyorlar, hatta
duğu somut sevine kaynağı ... Afrod it. es­
onlarl a içten, kiş isel i l iş k i lerde b u l u nuyor­
kiçağda G i rit'te ta p ı n ı lan ve taşcağ ı'ndan
l a rd ı .
kalma, eski bir Anatanrı :

Buraya gel Girit'ten, bu kutsal yere


orda tatlı koruluğu elmalıkların senin
ve dumanlı sunak
günlüklerin TÜRK DiLi DERGiSI
Ş i i rinde beli m i e d i ğ i bahçe, elmalıkla­
P.K. 118 Kadıköy - İSTANBUL
,rın tatlı koruluğu cok eski b i r simge. Bütün
d o ğ u Akdeniz ü l kelerinde bu çeşit betim­
Iemeler eski parolara bile işlen miş. Su­
mer - Akod'lardan M i keniere değin. Sap­
ho'nun zaman ı n da Knossos'da Afrodit'e ta­
p ı l ıyordu . E lma, ölmezliğin meyvesi. Kad ın
güzel l i ğ i n i n özü m l eyicisi Afrodit. Ondan
kalma bir ş i i r p a rçasında, Afrod i t tapıncı
insancıl sevi yaşam ına dönüşür: "Tatlı o­
HAŞiM ŞAHiN
nam, nasıl eğilem dokuma tezgahına, se­
vecen Afrodit bir delikaniıva yaktı yüreği­ DİLLERiM LAL
ml." Bu "Dokuma Tezga h ı nda B i r Şa rk ı"
c a ğ ı m ıza değin uza nan ü n l ü b i r ş i i r.
Şiirler
Sapho g i b i , çağdaşı ozan Alkaios da
Midilli Adası'ndan. Onunla karşılaşmış.
Hatta onun a d ı geçen bir ş i i ri b i l e var. O
cağda M iti len doğa n ı n bütün veri m l i l i ğ i n i
iceriyord u . Demek gerekse Alkaios, erkek SU YAYINEVt
top l u l u ğ u n u n , Sapho aile eğlencei rin i n o­
zan ı ; ren k l i , i c l i sanat ü rü n ü bu şi irler. A­
Klodfarer Cad. 18,/A
ç ı k ve ya l ı n . Sapho yatı l ı k ız o k u l u m ü d ü_
rüyd ü . Soy l u ların gene kızları onun evinde İSTANBUL
toplan ıyor, ondan şarkı ve m üz i k dersi a l ı ­
yorl a rd ı. O kızlardan b i rine d ü ğ ü n şarkısı
söylerken ya da onlar evien i rken Sapho'-

54
ASlM ÖZTÜRK
AClNIN GÜNDEMiNDE
"BİSiKLET GÜNLERi"

Acı sözcüğünü çoğu kez, duygusal yapılıyor. Burhan Güıiel'in yaşama ve


bir yaranın ötesinde tensel bir yaranın insanlara bakışındaki bu sevecenlik gl­
oluşturduğu yanma ya da duyulan do­ derek hem toplumuna hem de insana
kusal sıziama olarak ele aldığımız duyduğu sevgiden kaynaklanıyor olsa
olmuştur. Oysa duygusal yanmaların, gerek. Bunca acının gündem de olduğu
duygusal acı çekmelerin oluşturduğu yaşam kesitlerinden olumlu tipler çıkar_
acıyı hiç bir tensel yanma karşılayamaz . mak, onlara tüm yanlışlıklarına kar­
Burhan Günel'in dokuz roman, dört öy­ şın yine de olumlu sevecenlikler içinde
kü, bir inceleme, beş çocuk kitabından yaklaşmak, yazma ve yapıtıarına kar­
sonra yayımladığı "Bisiklet Günleri" §ı duyduğu sorumluluk olsa gerek. Ya­
giderek onun yapıtlarında dokuduğu şamın içinde her gün değişik biçimlerde
duygusal derinliği daha da eleveriyor. incinen, o iç acılarını hiçbir zaman iç­
Önceki yapıtlarında da bireyin toplum­ lerinden atamayan onca insanın sokak­
sal birikimlerden, içinde yaşadığı olum­ larda içlerindeki derin yara izlerini bel­
suz yaşam koşullarından etkilenerek li etmeden dolaşmaları, bu yaraların
çektiği acıyı değişik açılardan okumuş­ kanayan yanlarını sürekli kend,f. iç gü­
tum. "Bi'Siklet Günleri" sanki bu acı­ zellikleriyle, umutlarıyla sarmaya ça­
ların bir toplamı ya da tüm yapıtıarına lışmaları ne korkunç bir savaııım. İn­
yayılan acılar kesitinin bir bütünü ola­ sanın hergün aynı direnci göstereme­
rak kar§ıma çıktı . Sanki Burhan Güne! miş, gösteremeyecek oluşu da o denli
çektiği acıdan kızarmış daha doğrusu
korkunç bir olay. Içimizdeki olumlu ö­
kanoturmuş gözleriyle bakıyor sözcük­
gelerle 'Bilmeye çalıştığımız aldanmış ·

lere. Onlarda için için hiçbir sevincln,


lıklarımız, aldatılmışlıklarımız ya da
·

hiçbir kıpırdanmanın silerneyeceği den­


başkalarının yaşamını kendi yaşamımız­
li derin izler bırakan acılara eğiliyor,
mış gibi kabullenmelerimiz bizi bu tür­
onları bireyin yaşamında belirli düzlem­
lü acıların içinden çıkarmıyacaktır. Bu
lere oturtuyor. Hiç kuşkusuz özelllkle,
acılar son bulmayacağına göre, günce­
toplumumuzun geçirdiği toplumsal acı­
lin gündemindeki sorun da hiç bitmeye­
ları anamalcı yapı içinde ençok çeken
cektir. Acının derinlere köksalan izleri,
kuşak olarak Burhan Güne! de kendi
gün gelecek büyük ırmaklar gibi içka­
payına düşeni yaşamış görünüyor.
namalar halinde ya sözcüklere, ya da
Sekiz öyküden oluşan bu kitap te­ derin uçsuz bucaksız kopuşlara neden
mel ögeler etrafında dönen onları belki olacaktır. Zamanla bireylerin, · dostların
de bir tek sözcükte özetleyen öyküler­ ( karı-kocaların ) birbirinden böylesine
den oluşuyor. Acının gündeminde var o­ uzaklara savrulmasının arkasındaki ne­
lan insanın çektikleri belirli toplumsal denleri bilimsel bir gözle incelediğimiz­
kesitler de belirtilerek altı çiziliyor ve de, hiç kuşkusuz zamanında onarılma­
onların derin ama hiçbir zaman karşı­ mış acıların ana kütleyi oluşturduğunu
sındakini küçük dü§ürmeden eleştirisi görürüz.

55
"BİSİKLET GÜNLERİ", toplumsal lıkları var. Hepimizin geriye dönüp de
kesitleri iyi belirlenmi§, salt ekonomik yeniden yaşamak istediği anlar, za­
nedenlerle denk ve sevgiye dayalı evl1· manlar yok mudur ? O sürecin içinde
likler yapmamış, yaşamın belirli zorla. acının bıktıran yanından kurtulmak
malarına karşı koyamadan birbirini se­ için, geçmişin özlemiyle kavrulan yü­
çen ya da yaşamın belirli odaklannda reğimize bir an bile olsa böyle bir ola­
buluııturulan insanların öyküsü. Böyle sılığı yaşatma düşüncesi yatmaktadır.
demem, Burhan Günel'in öykülerini, Geriye dönmeden böyle umutlarla insa­
Burhan Günel'in romanlarını dar bir nın kendi içindeki bozulmaya yüztut­
açıdan bakarak değerlendirmem olur. muş güzellilderini koruması ne güzel.
Oysa Burhan hiç bir kavramın altını İnsanı biraz da ayakta tutan, her türlü
bilerek çizmeden, yaşamın bütünündeki çirkinliğin içinden çekip çıkaran bu
yanlışlıkları öylesine açık ve net bir bi- duygular, bu sevgi kalıntıları değil mi-
çimde gündeme getiriyor ki, bunların dir ?
tümünün altından acı boyatıyor, acı
fıııkırıyor. Uzun yıllar saldırgan bir "BİS!KLET GÜNLERİ" nde kadın-
toplum olmanın acısını bizden önceki sal boyutlu yaııam kesitlerinin arkaınn­
kuşaklar savaşlarda ölerek çekmişler ya daki o bütünlük, biraz da bizim toplu­
onların arkasında kalanlar, çocukları, rriumuzun uzun yıllar kadınların hakla­
kadınları, sevgilileri ? Bugün de aynı rını her türlü anlamda çiğnemesi, onla­
acılar değişik bir biçimde çekiliyor. Bu rın duygusal derinliklerini yok sayma­
· bir payla§ım olayı, daha çok payı alan­ sından kaynaklanıyor. Oysa hepimiz
lar yine toplumun yoksul ve emekçi ke­ böylesine acılarla dolu bir ananın, böy­
simleri. Kadınların daha çok gündemde lesine acılarla dolu bir kucağın içinde
tutulduğu "Bisiklet Günleri'' onların büyüyüp serpil.miyor muyuz ? O sözcük-
cinselliklerinin yanısıra, aldatılmı§lıkla­ . lerden, o kırgınlıklardan, o doyumsuz­
rını, toplumdan alacakları olan sevgi luklardan, o sevgisizliklerden bize düııen
için bir anlamda savaııımın bir ba§ka payı, yaııadığımız bunca acının içinde
yönüne geçtiklerini sergiliyor. Savaııı­ taıııyoruz. Bunca acılara karııın yan.
rı:i.ın bir ba§ka yönü altı çizilmeden sa­ Iıııın yanına dokruyu koyma·smı bllerek,
vunulan bir ba§kaldırının, yaşamın tü­ küçücük sevgi kırıntılarını her olasılı­
müne yayılan zaman zaman toplumun ğa karşın koruyarak yaşıyoruz; yaşa.
değer yargılarıyla örselenen sevgi için malıyız da. . . "BİSİKLET GÜNLER!•'
atılan bir a-dımdır. Bunun içinde tüke­ nde de kadınlar, erkekler, çocuklar, in­
nen, insanın zamanla sınırlı olan yaııam sanlar hep böyle bir güzel duygunun
sürecinin kesitsel yanılgıları, piııman- içinde yaşıyorlar...

' GÜZEL BİR DİRENİŞİN SESİ KARDELEN

Yazmımızın son on ya da onbeş yı· sından yeni solukların yazmımıza ka­


lım yaşadığımız yakın günlerin tanık­ zandırılması bir olumluluktu.
lığını içeren yapıtlar aldı. Hiç kuşku­ "Kardelen" son yıllarda, özellikle
suz bunların arasmda yarına kalacak aydınlar, öğretmenler, iııçiler ve sanat­
yapıtlar çoğunluktaydı. Bununla birlik­ çılar üzerinde yoğunlaştırılan haskılara
te toplumumuzun geçirdiği acılar ve bir bakış; o baskılardan yansıtılan gü­
evreler değişik açılardan gündeme ge­ zel umutları, güzel direnişleri taşıyor.
tirilirken hem toplum hem de birey açı- öner Yağcı•nın Eylül-Aralık 1984 Ça.

56
nakkale Cezaevi'nde yazıp bltirdiği ro­ arasındaki dayanışmayı da koyarak, a­
manı Kardelen içimizdeki bir acının sa­ cılı günlerin aııılmasında, ikiyüzlülükle­
ğ·ılması, toplumsal bir sevgi yumağınuı rin yanısıra, böylesine içten dostlarm
yeniden toplanıp onarılması. Karı-Koca da omuzdaşlığını gündemde tutuyor.
öğretmen bir çiftin yasal direnişlerinin, "Kardelen" direniııin güzel bir se­
yüreklerinde taşıdıkları güzel günlerin si, yenilmelerin altında yatan, kötü ko­
baskısıyla onarılmaz bir biçimde yara­ ııulların, dayatmalarının altında yatan
lanması, giderek bu yaranın dig-er aile o güzelliğin her an · karı delecek · denli
ve toplum bireylerin e yansımasını kız­ güçlü olduğunu vurguluyor. O günlerin
lannın bakışıyla veren bir roman. Ya­ baskısı altında filizlenmek için bekle.
zımın başında özellikle toplumumuzun yen öfke değil, güzelliklere olan inan­
son yıllarda geçirdiği aşamada aydın­ cın, umutlara olan inancın, insana o­
lara ve diğer umudu ve güzelliği yü­ lan inancın filizlenmesi . öner Yağcl'­
reğinde taşıyan insanlara yüklediği so­ nın kahramanları, acıyı aşarak sevgi
rumluluktan ve bunun yazınımıza yan­ dolu bir yürekle çıkıyor karşımıza. Hiç
sımasından sözetmiştim. Gerek 12 Mart, bir anı, hiç bir kişiyi kargışlamadan o
gerekse daha önceki dönemleri içeren soğuk günlerin anısını, o acılı giinlerin
romanlarda sanatçının toplumsal değiş­ bulutunu aralayarak yarına umutla ba­
meyi daha çok geniş bir bakış açısıyla, kıyor. Bu güne dek, acının çiğlığını ya.
acıları ve işkenceyi anlatarak elealdık­ kaladık hep yapıtlarmda; bu gerek şiir
larını gördük. Bu güne dek yazınsal olsun, gerekse roman-öykü olsun. Bir
boyutlarda getirilen tüm birikimleri de bunun tam tersi, bireyci yazını sa­
öner Yağcı özümleyerek yeni ve daha ran bir korku var ki, şu anda konumuz
geniş bir düzleme romanı yayarak ya­ bu değil .Yaşanan günleri ve geleceği
pıtını oluşturmuş. önceki yapıtları oku­ karamsarlığa boğan, insandan umudu­
duğıımuzda Içimiz öfkeyle, içimiz acı­ nu kesen yazından sözetmek istemiyo­
masızlıkla dolar taşardı. Oysa öner rum. Onları zaten zaman ve güzellik­
ler örtüyor.
Yağcı•nm yapıtı, toplumumuzu daha
gerçekel açıdan elealarak, bireyi olumlu Toplumca yazınımız, öner Yağcı'­
ve olumsuz yanlarıyla irdeliyor. Yapı� nın "Kardelen"iyle yeni bir boyut, ye­
tın her sayfasını bitirdiğinizde i çinize ni bir bakış açısı kazandı bana göre.
yüreginize geniş; tüm olumsuzluklan Bizim daha güzel günlere olan umudu­
kapsayan bir güzellik yansıyor. Yapı­ muzu pekiştiren, bizi daha güvenilir ya­
lanlara ve yapılacak olanlara içinizde rınların eşiğine taşıyan yapıtlardan bi.
anlatılmaz boyutlarda güzel bir direniş ri Kardelen. öner Yağcı, yazınsal biri­
oluşuyor. Hiç bir düşünceyi, hiç bir kimimizin yeni bir halkasında, bakışını
yaklaşımı hemen karalamadan ona ger­ yarına iyice çevirmiş bir yazar. Onun
çek yönleriyle sokulmayı, onu irdeleme­ romanında acı yok mu, hiç kuşkusuz
yi, onu içinde bulunduğu konumlar doğ­ var. Onun romanında öfke yok mu, hiç
rultusunda değerlendirerek sonuca git. kuşkusuz bu da var. Onun romanında
menizi öneriyor. Romancı bunun altını tüm bunları örten, tüm bunları aşan
hiç bir zaman çizmiyar ama, gerek ço­ daha büyük bir özellik var. İnsan yü­
cuksu duyarlığın, gerekse çocuksu se­ reğinin tüm tutkulardan arınarak o­
vecen yüreğin çizdiği olumluluklar şim­ luşturduğu bir güzellik var. "Kardelen"
diye dek oluşan yargılarınızı kırıyor, tüm doğayı olanca acımasızlığıyla sa­
yaşama bir başka açıdan bakınanızı ran ak örtüler altında gizlenen değil,
sağlıyor. Öner Yağcı birikimleri yapıtın­ doğrudan doğruya direnen; inancının ve
da iyi değerlendii'l'lliŞ. Anne-Baba ve ço­ düşüncesinin doğruluğuna yüzde yüz de­
cuk ikilemine; özellikle dostluk ve aile ğil, yüzdelerin de taşıyamıyacağı oran-

57
ULUSAL TlYATRO KAVRAMI VE BORİSAV STANKOVİÇ

1. GÜVEN KAYA

Ünlü İngiliz tiyatro adamı ve ele§­ kalkmak, herhangi bir hükümeti alaşağı
tirmeni Clifford Bax, "Bir Genç 'Tiyatro etmeğe yeter !'
..

Yazarına Mektub'•unun bir bölümünde ( ! )


Ünlü eleştirmenin son cümlesini bir
ulusal tiyatro kavramı v e İngiliz Ulu­
fantezi olarak alsak bile, onun, İngiliz
sal Tiyatrosu'ndan söz ederken ııunları
Ulusal 'Tiyatrosu sorununa tek boyut­
söylüyor : ...Biz; mllli bir tiyatro ku­
"
_ lu bir yaklaşım gösterdiğine tanık olu­
racak değiliz. Çünkü, böyle bir tiyatro­
yoruz. Soruna, yalnızca parasal açıdan
nun zarar etmesi tehlikesi vardır. Bu
yaklaşmak yeterli olmayıp, sosyo-kültü­
ise biç de tica.ri bir iş sayılmaz ; çünkü
rel yapıyı da gözönünde bulundurmak
mevcut tiyatro direktörleri, hükümetten
gerekir. Sözgelimi, İngiliz Ulusal Tiyat­
yardon gören bir tiyatro ile rekabete
rosu ' nun belkemiğini oluşturan Shakes­
girişrnek arzusunda değildir. Ve çünkü
peare oyunları bile, günümüz İngilte­
ister sağ olsun, ister sol, hiçbir hükü­
re'sinde eski sahne geleneğini çoktan
met gerçekten birtalum arneli maksat­
gerilerde bırakmı§lardır! . Her yıl bir
.
lar için kullanabileceği bir milyon lira­
yı tutup da kültürel bir maksat için
bir kenara ayırmak cesaretini göstere­ ( 1 ) Clifford Bax, Tiyatro Nereye Gidi­
meyecektir. Milli bir tiyatro kurmağa yor, Çev. Suat Taşer, Ankara, 1952.

da güvenen umudun sesi. Bu ses karın farklı boyutlarda kullanarak romancı;


olanca kalınlığını bir gün delip çıkacak özlem sözcüğünü somut bir biçime so­
ve güzelliklerini insanlarla birlikte a­ kuyor. Sözlü ya da yazılı yazınımızda
çacaktır. Romanda birbiri içine girmiş uzun ayrılıkların yükünü bu tür yakla­
halkalar halinde görülen ku§aklar zin­ şımlar, bu tür biçimlendirmeler çekme­
ciri, acıyı kendi düşüncelerinin oranla­ miş midir ? İçerideki bir babanın yükü­
rı doğrultusunda alıyorlar. Dede-Nine, nü bu tür yaklaşımlar azaltmamış mı­
Oğul-Kız, Torun üçlemiyle birlikte . Bu dır ? Gurbetliğ1 bu tür mektuplarla az
kuşakları bastıran karın altında ezil­ mı taşımıştır köylümüz, insanımız.
meden onurlu bir biçimde günlerin yo­ "Kardelen" özlemden çok sevgi,
ğunluğunu yaşıyorlar. Roman bu gün­ sevgiden çok umut, umuttan çok inanç,
lerden yakınmaları içermiyor; doğru­ inançtan çok yarının güzelliğiyle dolu
dan doğruya yaşanan günlerin getirdi­ bir roman. Romanın tüm örgüsünü ku­
ği tanıklığın yüklediği acılara dayan­ ııatan, pırıl pınl bir aydınlık var. Onu
mayı, bu acılardan kurtulmanın günle­ yakalayamıyorsunuz ama o aydmlıkla
rinin yakın olduğunu bilerek onurun ve dolup taşıyorsunuz. O aydınlık o sevgi
güzelliğin inancıyla dayanışmayı içeri­ yükü sizi de güzelleştiriyor. Sizi de
yor. Kızının küçücük elini rnektur ka­ güzellikler, inançlar içinde yarına ta­
ğıdına çizerek ; bu betimlemeyi çal{ §ıyor.

58
kez -bazen iki kez- Belgrad'a turne­ Yugoslavya'da tiyatro, her ulus ve hal­
ye gelen ünlü İngiliz topluluğu "Stage kın kendi kültürel affirmasyonuna ye­
Sosiety'', geçtiğimiz yıl Yugoslav seyir­ niliktir. Bu da doğal olarak kaynağını,
cisinin hiç de alışık olmadığı bir "Kral ulusal ve halkların kültürlerinin önemli
Lear" yorumuyla çıktı. Uçuca bağlan­ bir dayanağı olan falklordan alır. Çağ­
mış beşer basamaklı, sağlı sollu ikişer daş yerli ve yabancı oyunlarm yanm­
merdiven ve su dolu birkaç kova ile o­ da falklor özelliği taşıyan tarihsel ve
yuncuların, oyun boyunca üstüne oturup yöresel konulu oyunlar başta gelen sa­
kah oyunu izledikleri, kah giyinip so­ nat ürünleridir. Aslında kendi ulusal
yundukları, sıraları gelince kalkıp oyu­ folkioruyla içiçe yaşayan Balkan insanı
na katıldıkları sıra sıra dizili tabure­ için, bundan daha önemli ne olabilir ? ..
ler... İşte oyunun bütün dekoru . . .

Bel'isav Stankoviç, Yugoslavya U­


İş bu kadarla kalsa iyi; oyunda ge­
luslar ve halklar tiyatrosu alanında, ya­
rilimin zirveye ulaştığı çıldırma sahne­
ratıcılık olarak özel bir yeri olan önem­
sinde Kral, birden fırlayıp üstünde ne
li bir yazardır. Çingene falklorundan
var ne yok çıkarıp atıverdi bir tarafa..
'
Bundan sonraki birbuçuk perdelik bö­
esinlenerek kaleme aldığı "Koştana"
adlı trajik-lirik oyunu tarihsel, sosyal,
lüm çırılçıplak, oyuncunun oradan oraya
koşmasıyle, atlayıp sıçramasıyle, kah antropolojik özellikleri yanında Belgrad'
da defalarca sahneye konulmasıyle ve
bir hacağını bir yana, birini bir yana
üstüste aldığı ödüllerle de Yugoslavya
açıp, cinsel organını seyirciye cömertce
Tiyatro Tarihi'nde önemli yeri olan bir
sergilernesiyle geçti !.,
yapıttır. (2)
Oyun epey eleştiri aldı. Bunu Sha­
"Koştana" da yazar, yalnızca bir
kespeare oyunlarının sonu sayanlar bile
falklor-tiyatro uyarlaması yapmamış­
oldu. Fakat, en olumlu eleştiriler, ağır­
baıılı gelenekci İngiliz Ulusal Tiyatrosu'­ tır. Bir azınlığın tarihsel yazgısmı ka­
leme alırken Osmanlı İmparatorluğunun
nun sonunun geldiğinde hemfikir olan
Balkanlar'daki egemenliğinin sona erdi­
eleştirilerdi... Bu İngiliz Tiyatrosu'nun
ği bir dönemde Balkan insanının içine
bir zaferi mi yoksa bir geriye gidiııi miy­
düştüğü boşluğu, zaman zaman geçmi­
di; bu bir yana, her şeyden önce ünlü
şe duyulan özlem ve gelecek kaygısı
tiyatro adamı Bax•ın, konuya parasal
içinde gidiş gelişler, çingenelerin yaşa­
açıdan yaklaşmasının, ne büyük yanıl­
mında, bütün Balkan insanının yazğısı­
gı olduğunu gösteren canlı bir örnek.
nı simgelemiştir. Eserin büyüklüğü de
Bununla birlikte, birçok Avrupa bu olgularm folklorik bir derinlikte ele
ülkesinde ulusal tiyatro kavramı, kay­ alınmış olmasındadır.
nağını gelenekten, falklordan alan tiyat­
Sırp-Hırvatça'yı, Vranya ııivesinin
ro olarak süreklilik gösterir : İsveç, Nor­
eski dönemlerine ait bir kullanım biçi­
veç ve Fin tiyatroları Çekoslovak ve
miyle veren yazar, bunu maksatlı ola- ·

Polanya Ulusal Tiyatroları, hatta Ar­


rak yapnuştır. İçinde bol bol Türkçe
navutluk ve Yunan tiyatroları bu özel­
sözcüklere yer veren yöresel dil, böyle­
likleri sergilemektedirler.
likle tarihsel bir dekoru da tamamla­

Günümüz ulusal tiyatrosunda tiyat­ mıştır. Sahne sanatının bir harikası say­

ro- falklor uyarlamasının en başarılı dığım bu yapıttan kısa bir bölümü alın­

örneklerini Yugoslavya Uluslar ve tılamayı uygun buldum :

Halklar Tiyatroları'nda görmekteyiz,


Her şeyden önce çeşitli ulus ve halkla­ ( 2 ) Borisav Stankoviç, Koştana, Beog­
rın kaynaştığı bir harman yeri olan rad, 1983,

59
(Bayram, beraberinde kurakliğı da süzer. Kendi kendine mınldanır gibi,)
getirmiştir. Zaten kaygılı ve umutsuz yeter, yeter artık !
olan insanların kaygısı ve umutsuzluğu
KOŞTANA : ( Şarkı söylerneğe de­
bir kat daha artmıştır. Bütün bunlara
vam eder.)
karşın yine de gelenekleri sürdürmek
bir çingene toplumu için zorunluluktur. Sana baktım,
Zorunluluktan da öte, bir görevdir. ) Avluda, canfes şalvarının içinde
Yalnız ve sessizdin,
"MARKO: (Ağanın elini öper) Mut­
Sanki avcıdan kaçan
lu bayramlar ağam!
Ormanın derinliğine sı�ınmış bir geyik
MAGDA : ( Ağaya şarap verir) Bu­
gibi.
yur ağam ! .. Her şey yine eskiden ol­ Bre lele !ele,
duğu gibi sevdiğin ve istediğim biçim­ Sünbül saçlı kız,
d e ! . . Her şey yine yaz aylannın o gü­
Oğlan avcı olmuş sana.
zel ve görkemli günlerinde olduğu gibi
eğlenceli ! .. TOMA : ( Sesini yükseltir.) Yeter!
Yeter !..
TOMA : (Oturur. ) Evet, bir zaman­
larda olduğu gibi ! (oturduğu yerden KOŞTANA : (Devam eder . )
yanıbaşında kurumuş çeşmeye bakar. ) N e zaman gözlerini görsem senin,
Her şey, şu kurumuş çeşme misali sus­ İki göz, iki karanlık gecem olur benim.
kun !.. Öylesine sevdalıyım ki,
MAGDA : (Af dileyen bir sesle. ) Her şey beni sana götürür.
Haklısın ağam ! Bu yıl her taraf kup­ Nereye gideyim, kimlere gideyim ? Oy
kuru ! Elimiz kolumuz bağlı ! Hiçbir ııey anam !
yapamıyoruz ! Zaten ne yapabmriz ki! . . N erede bulayım o sevgili yi ?
Yukarda, ormanda kaynak var ama iyi­ Nerede, kiminle, nasıl ya§ar,
ce kirlenmiş. üstelik suyu da çekilmi§! .. Ürkek kumru misali titrek ?
Ağaçlar kurumuş ! Toprak çatlamış! .. Bre lele lele Stoyanka
Bir zamanların bereketli çeşmelerinin Ah Stoyanka, ah güzelim Branyanka.
yerini §imdi kurumuş çeşmeler, çürü­
TOMA : (Üstünü başını yırtar gi­
müş yapraklar almış ! ..
bi yerinden fırlar. ) Yeter!.. Bu kadara
TOMA : (Oturduğu yerde umutsuz dayanamam artık ! .. Yeter ! Yeter !
bir biçimde.) Evet, evet! Toprak da çe§­ KOŞTANA : ( Şarkısına yine devam
me de benimgibi kurumuş artık ! eder. )

MİTKA : (Koştana'ya ve çalgıcılıira Bir baştan bir başa dolaştım bre Curco

döner, bağırır.) Çalın bre ! Ne bekler eski Sırbistan• ı

durursunuz ? . . Çalın, söyleyin ! Hem Sırbistan'ı bre Curco, hem


Makedonya'yı
KOŞTANA : (Çalgılarla birlikte
Çil çil Mahmudiye altınları harcadım
şarkıya başlar.)
senin yoluna.
Ah Stoyanka, ah güzelim Branyanka Seni nerden, kimden sormalı ?
Anan, bu ateşli güzelliğini güneşten ml Oh da seni görmeden,
Bu narin, incecik boyunu kavaktan mı Güzel yüzüne doymadan
aldı, Eriyorum, ölüyorum,
Seni dağururken ? Eller seni sararken.'' (3 )
· Ah, benim canım Stoyanka,

TOMA : ( Önce çevresindeki çingene- ( 3 ) Borisav Stankoviç, AGE, S, 236-


lere bakar. Sonra Koştana'yı umutsuzca 237.

60
ALiŞAN öZDEMiR

"KADffiGA'DA SON HORON"

Zaman, herkesin bilerek ya da bil­ Yapısalcılar, öyktilerne zamanı ile


meyerek sürekli kullandığı bir boyut­ öykü zamanı arasındaki ilişki üzerinde
tur. Bir başkasıyla daha sonra görüş­ çok dururlar. örneğin, Michel Butor•un
mek üzere sözleşebilmek için, enden "Zaman Görevi" adlı yapıtında bu iliŞ­
boydan çok bu dördüncü boyutta anlaş­ kinin çok incelikli bir biçimde kurul­
mamız gerekir . İşe gidiş, uyuma gibi duğ·unu ortaya koyarlar. Ancak Türk
edimlerimizi zamanı gözeterek ayarla­ yazınında bu ilişki dü§ünülerek tasar­
rız. Uslamlama yaparken, bir dizi olay lı yazılmış yapıt pek bulamazlar. Pek
arasındaki neden-sonuç ilişkisini bu­ çok yazar, aniatısını yazarken güzeldu­
labilmek için, bunların zaman sırasını yuyu değil, nasıl ilginç olabileceğini, O­
bilmeliyiz. Zamanı unuttuğumuzda ya _ kuyucunun usunu nasıl karıştırıp uğ­
da karıştırdığımızda "işlerimiz rast git­ raştırabileceğini ara§tırmaktadır. Or­
mez••. Dahası, zaman kavramını yitir­ taya bir yazın yapıtı değil de bir bil­
mişsek, bir de us sayrılığına yakalan­ mece, bir dolangaç koyunca da kent­
dığımız söylenir. Ama günümüzün ço­ soylu yayıncı ve eleştirmenlerce göklere
ğu roman ve öyküsünde olayların za­ ı;-ıkartılmaktadır. Göklere çıkaranlarm
man sırasının aşırı bir biçiınde karış­ ereği, okuyucunun zamanını ve düşün­
tırıldığını görüyoruz. sel emeğini boşa harcatmaktır. Bu tür
öykü ve romanların en geliştirilmişleri
Zamanın, bu asal toplum ve bi­
Avrupa'da ve Amerika'da bolca yazıl­
rey gerçeğinin, öykü v e romanlarda da
maktadır.
hiç göz ardı edilmemesi gerekir. Yok­
·sa yazar tutarsız şeyler yazmış olur, Bilmeceli öykü ve romanlar ülke­
yazdıkları yapıt olmaktan çıkar saç­ mizde pek az yayımlanmaktadır. Ama
malık düzeyine düşer. Kuşkusuz bu, geriy e dönüşler ve ileri sıçrayışlar ço­
olaylar hep zaman sırasıyla anlatılsın ğunda sanki yazı tura oyunayla yapıl­
demek değildir. Bilincimiz nasıl içinde maktadır. Bu da, az çok yazınsal de­
bulunduğumuz anda geçmişe ilişkin a­ ğeri olan yapıtı bilmeceli ya da dolan
nılarla birlikt e geleceğe dönük düşünce gaçlı aniatılara yaklaştırmaktadır. Ge­
ve kaygıları da ta§ırsa, yapıtıarda da nelde gözönünde tutulmayan öyküleme
birey gerçeği anlatılırken, kirnileyin ve öykü zamanı ilişkisini, eski sinema
geriye dönüşler, kirnileyin geleceğe ba­ oyuncusu yeni yazar Semra özdamar
'
kı§lar yansıtılacaktır. Yaliıız, bu işin da, "Kadırga,da Son Horon" ( * ) adlı
hangi biçimde yapıldığı önemlidir, O­ son öykü yapıtında gözönünde bulun­
kuyucunun yapıttan güzelduyusal tad durmamış. Ancak , toplum için sanat
alabilmesi için, geriye dönüş v e gele­ yapma kaygısından sanırım, yapıtı bil­
meceli ya da dolangaçh biçimde ltur­
ceğe sıçrayışıarda güzelduyubilim ilke­
mamış. On bir öykünün altı·smda geri­
leri uygulanmalıdır. Gelişigüzel yapılan
ye dönüş ve ileri sıçrayış yok, eski an .
dönü§ ve sıçrayışlar, gerçekliğe uyma­ latım yöntemi uygulanmış. Zaman sı­
dığı gibi, yapıtın değerini düşürür. rası açısından en karma§ık olanlar

61
"Ağlamak Yasak" ile "Menek§e ve kadın arasındaki ilişkiyi de el e almış.
Ben" adlı öyküler. İkisi de kapatma iken aydm kadın i§çi
kadını kendisiyle eşit tutar. Ama sev­
S. Özdamar•ın öykülerinde üzüntü-·
gilisini kovup yalnız kaldıktan sonra,
lü bir hava egemen. Çeşitli toplumsal
kumasını kabullenen işçi kadını küçük­
ve bireysel sorunlar anlatılırken duy­
görmeye başlar. Eşit tutmayı sürdürme.
gusallığa çok yer veriliyor. Gerçe kte
·si en insancıl davranış olurdu, ama ay­
Anadolu toplumunda da üzüıltü egemeu
dm kadının o koşullarda evli sevgili­
duygudur; bunun için türkülerimiz ve
sinden ayrılması doğru çözümü ver­
şarkılarmuz yanıktır, arabesk müzik
mektedir.
çok tutulur halk arasında. Duygusal an­

latım özellikle bireysel sorunlarm yan­ "Ağlamak Yasak"ta tutuklunun aile.


sıtıldığı "Kadırga'da Son Horon'', "�i ­ siıı.in neler çektiği, neler duyduğu an­
sin Ardındaki Yüz" adlı öykülerde be­ latılıyor. Anneye herkes ağlamayı ya­
lirgin. Yaşlı ki§ilerin anlatıldrğı bu :Jy · sak etmiştir, oğul bile. Neden ? Erkek­
küler dışında, kadın-erkek sorununun likten. Ayrıca, nişanlı kızın, nişanlısı
yansıtıldığı "Dağlarda Bir Ölüm" ve "Me­ cezaevinden çıkarsa ne yapacağını dü­
nek§ie ve Ben" de de duygusallık ağır­ şünmesi, çünkü tutukluların cezaevinde
lıkta. Dahası bunlardan ikisi kendini değiştikleri gibi konulara yer veriliyor.
öldürme ile bitiyor. Yaşlı .ki§J ' er ayrıca "Karşılaşma" da yine tutukluluk konu­
"Ağlamak Yasak", "Detroit"te Bir Kah­ su işlenmiş, sürgün öğretmenin iç yaşa­
ve", 'Küçük Çocuk ve Ya§lı Sıvacı" , mı ile birlikte. Tutukluların nasıl "af"
"Önemli Bir Adam" adlı öyl{ülerde var. beklentisi i çinde oldukları da verilmiş.
"Boy,acının Tiirkiisü••, bütün ülkelerin
Yedi öyküde toplumsal konular ağır­
sorunu olan işsizliği yansıtıyor. !şsiz ve
lık kazanmış. S. özdamar her öyküde
sağır-dilsiz genç ancak ayakkabı boya.
değ}§ik bir konuyu ele almı§, öyleki bu
cılığı yapabilecektir, ama zabıtalar b u­
ince yapıtta yaşamın hemen hemen her
na izin vermez, sandığını alıp götürür­
dalını buluyorsunuz. Amerika'da bir
ler. Sağır-dilsiz boyacı için kendini öl­
kahveden Karadeniz'in dağlarına, Bey­
dürmekten başka yol kalmaz. Tüm bi­
oğlu sokaklarmdan cezaevine dek her
reylerine iş bulamayan bu toplumda,
yer var yapıtta. Kendini öldürme· olgu.
kendine toplumun gereksemesini karşı­
ları bile neden-sonuç ilişkileri içinde
layan bir iş yaratmayı hoş görmeme
yansıtılıyor. Tüm öyküler üzerinde dur­
çelişkisi yaşamaktadır. Ancak, S. özda­
mak gerekirse de, ben toplumsal konu­
mar bu öyküye gereksiz ya da ana kur­
lu olanlara özellikle değinmek istiyorum.
guya uyum sağlamayan ayrıntılar koy­
"Dağlarda Bir Ölüm" de Karadeniz muş : Belediye yapısının üstüne çıkan
!{öylerinde kadınlarm nasıl blr durum­ boyacıyı aşağıda izleyenierin görü§leri ,
da clduğu yansıtılmı§, ama Havva'nın kendini aşağı atan boyacıyı ertesi gün
bilinçlenme olgusu verilmemiş. Bilinçli sa.rışın kızın türkü söylerken görmesi,
Havva ile us sayrısı Havvlı:yı eşzaman­ "seks" filminden çıkan genç, pazarlık
da ve birden karııımızda buluyoruz. Sq_­ yapan fahişe, küçük sakızcı. Bunlar, öy­
runu çözerneyen Havva, "Kadırga'da küyü varsıllaştıracağına kuru bildiri dü­
Son Horon"un yaşlı kadını gibi, gelenek­ zeyine düşürmܧ, arıkla§tırmış. Yapıtın
!!el bir eğlence gününde kendini öldü­ en arık öyküsü bu olmuş, "Küçük ço.
rüyor. Bu olgu tipik bir olgu olmadığı cuk ile Yaşlı S ıvacı" da kimi abartılar
gibi, varılan son önerilecek bir çözüm varsa da, öykünün genel masaisı hava­
değil. Kapatmalık sorununu işleyen sı içinde sıvacı gibi gizli iıısizlerin du­
"Menekşe ve Ben", ikincil olarak, baş­ rumları, kente göç konusu güzelduyu­
ka baııka erkeklerin kapatması olan iki sal biçimde yansıtılmı§. "Gam Köyü

62
Nerede Kaldı 'f'', su bendi gibi toph.ıma kadınlar bilgi düzeylerine tıygun hi-!iın­
yararlı bir girişimin, kimi köyleri su al­ lerle konuşturulmuşlar.
tında bırakması yanında pek bilinmeyen
"Kadırga'da Son Horon" adlı öykiı
bir yanını, su altında kalİnayan köyle­
de söylencesel bir hava duyumsanıyor.
rin nasıl ayaklar altında kald.ığını yan­
"Gam Köyü Nerede Kaldı ?'' da ve bi­
sıtıyor. Ayrıca, "Kadırga'da Son Horon·•
raz da "Önemli Bir Adam" da gülmece
adlı öyküde, sürseler bile geleneklerin
ağırlıkta. Altı öyküde geçmişteki olay­
biçimce değiştiklerinin de dolaylı yol­
lar eski anlatım yöntemiyle anlatılmış,
dan anlatıldığına okuyucuların ilgi.ıini
kalan beş öyküde bilinç akışı yöntemi
çekmek istiyorum.
uygulanmış, Öykülerin çoğunda ki§il:cOrin
Köylüsüyle, işçisiyle daha çok alt işlerinden geçenler verilmeye çalışuı.nş,
katmanları yansıtan S. Özdamar, ç�· ı;it­ "Detroit'te Bir Kahve" ve "Gam Kö,·u
li konuları usta, akıcı bir biçimdP- :ın­ Nerede Kaldı ?" öykülerinde ise ruiısal
latıyor. Ama biçim yönünden henüz hlr yapı in€elenmemiş. Biçim ayrımtn::ıan
seçim yapmamış, çok değişik anlatım ötürü, özün sağlamlığına karşın öyl;:ü.
yöntemleri uygulamış, Çoğunda ü ;iiı.ıcü lerin güzelduyusal değeri eşdüzeyde dE'··
tekil ki!li anlatımı var, "Gam Köyü Nı?:­ ğil. İlginç konular saptayan, akı�ı ve
rede Kaldı ?" da ise iki satırlık giri:;;­ uz biçemi olan S. Özdamar'm, anlatım
ten sonra birinci tekil kişi ağzından yöntemi yönünden de ustalaşmasmı b�k­
Köylünün baııına gelenler anlatı�nıı§. liyorum.
"Menekııe ve Ben'' de yine birinci t� ldl
kişi anlatımını görüyoruz . "Daglıı rch ( * ) Semra ÖZDA:MAR, "Kadırga'da Son
Bir Ölüm" de ise görüşüm yöntemi i":.e Horon", öyküler, Kavram YayuıiR­
anlatılmııı olaylar ve bu öyküd e köylü rı, Şubat 1987.

T E M M U Z KlYI EYLÜL
AYLIK SANAT
SANAT DERG!Sl AYLlK DERG1
DERG!St
P.K. 13 P.K. 183
P.K. 71
KonakfİZM1R TRABZON S!VAS

63
KARŞI•NIN ABONE ÇAGRISI

Hem KARŞI'ya a bone ol mayı çekici hale g etirmek, hem okurları mızo
a bone l i k süresindeki KARŞI 'ların bedeli olara k başlang ıçta güvence sağ­
lamak ve hem de ekonom i k koşulla rın kıskacında bunaldı klorı n ı bildiğimiz
dar gelirli okurla rı ımza kito pları m ızı a rmağa n ederek d estekte bul unmak
a macındayız. KARŞI'ya 31 Ara l ı k 1 987 ta rihine kada r abone olup (ya da
a bonesini yeni leyip) 5 . 000 TL. ödeyecek olan okurlarımız, aşağıdaki l is­
taıde yer alan kitaplardan seçecekleri 5;000 TL. değerindeki kita pları n ad­
larını bir mektupla bildirecekler. Mektuplar P.K. 78, {06502) Bahçelievler -

Ankara adres i ne posta la nacak. Zortı n içinde, KEREM YAYlNLARI'n ı n


21 6542 n u mara l ı posta çeki hesabına yatı rı lan a bone bedeline ilişkin mak­
buzun bir fotokopisi de bulunacak.

ARMAGAN KiTAPLAR

KiTABlN ADI YAZARlN ADI TÜRÜ FiYATI

ESKi DESENLER BU RHAN G Ü N EL roman 2 . 1 00,- TL.


VE O GÜZEL KADI-
NIN ÇOCU KLARI BU RHAN G Ü N E L roma n 1 .050,-

N ERG i Z B U RHAN G Ü N EL öykü 735,-

B ENZER ROMANLAR BU RHAN G Ü N E L i nceleme 1 .050,-

EDEBiYAT iZi N D E M E H M ET YAŞAR BiLEN eleştiri 735 ,-

HAS I RALTI ÖZD EMiR BAŞARGAN öykü 1 .050,-

HAL BÖYLE BÖYLE ÖZG Ü R SAVAŞÇI şiir 525,-

VAG MUR KAP l LARI ASlM ÖZTÜRK şiir 525,-

iPEK VE K I LABTAN M ETiN ALTIOK şiir 630,-

(EKSÖZ : Seçilecek kitaplann toplam tutarı hesaplanırken ortalama 400 TL PTT


gideri bu toplama dahil edilmelidir. Yani, kitapların toplam tutarı 4.600,­
TL. nı geçmenıelidir. Geçtiği takdirde, mektuba yeterince posta pulu
eklenmelidir.)

64
TÜRK DİLİ DERGiSi YASAKLI
P.K. 118 Mehmet BAŞARAN

Kadıköy - iSTANBUL Çat-daş Yayınları

EN UZUN GECE HÜZÜN YAGMURLARI


R o m a n Ş i i r
Cavit YILDIRIM Yılmaz YEŞiLDAG
Sanat - Koop . 4 Eylül Yayınlan

VERiLMiŞ SöZDÜR MEZARLAR ESKiMEDt


Ş i i r Ş i i r
A. Hicri İZGöREN
Koray FEYİZ
İz Yayınları
İz Yayınlan

BiR AYAKLANMADffi
HAL BÖYLE BÖYLE
GÜLÜŞÜN
Ş i i r
Ş i i r
Ali YILDIRIM özgür SAVAŞÇI

Ekim Yayınları Ş i i r
Kerem Yayınlan

HASIRALTI

ö y k ü BiSiKLET 'GÜNLERi

Czdemir BAŞARGAN ö y k ü
Kerem Yayınları Burhan GüNEL
Kerem Yayınlan

GECENİN KANAYAN

YERiNDEN İPEI{ VE KILABTAN


Ş i i r
ş ii r
.Ahmet öZER
Metin ALTIOK
Kerem Yayınları
Kerem Yayınlan

STOCKHOLM'DE MAvt
KÜLLÜK ANILARI
SAATLER
A n ı
Ş i i r
özkan MERT Nevzad SUDt
Broy Kerem Yayınları

You might also like