You are on page 1of 37

T.C.

LONDRA BÜYÜKELÇİLİĞİ
Eğitim Müşavirliği

KKTC
LONDRA TEMSİLCİLİĞİ
Eğitim ve Kültür Ataşeliği

KİTAP OKUMA YARIŞMASI


1.GRUP METİN SEÇKİSİ

2019 - 2020
İÇİNDEKİLER

KELOĞLAN VE ARKADAŞI .................................................................................................. 1


ÜÇ OĞLAN ............................................................................................................................... 4
NASRETTİN HOCA FIKRALARI ........................................................................................... 6
Kıyamet .................................................................................................................................. 6
LA FONTAINE’DEN MASALLAR ......................................................................................... 7
Altın Yumurtlayan Tavuk ....................................................................................................... 7
Horozla Tilki .............................................................................................................................. 8
EZOP MASALLARI ................................................................................................................. 9
Tilki İle Leylek ...................................................................................................................... 9
Meşe ile Saz ......................................................................................................................... 10
AZ GİTTİM UZ GİTTİM ........................................................................................................ 11
NASİBİNİ ARAYAN ADAM .................................................................................................. 13
FATİH SULTAN MEHMET .................................................................................................... 15
KISA ÇORAPLI ZÜRAFA...................................................................................................... 16
UZAYDA DOSTLUK BAYRAMI .......................................................................................... 17
URANÜS’TE KARINCA OLMAK ........................................................................................ 19
KÜÇÜK PRENS ...................................................................................................................... 21
BİR SEN BAŞAR, HEP SEN BAŞAR .................................................................................... 25
ENGİNAR KILIĞINDA BİR GURME ................................................................................... 27
SEVİNÇ ................................................................................................................................... 30
KÜÇÜK MÜYÜZ BÜYÜK MÜYÜZ? ................................................................................... 32
KIBRIS EFSANELERİ ........................................................................................................... 33
Beşparmak Dağının Oluşum Efsanesi ................................................................................. 33
Yüzbirinci Oda ..................................................................................................................... 33
Buffevonto Kalesi ................................................................................................................ 34
Değirmenlik Köyünün Suyu (Gümüş Taş Efsanesi) ............................................................ 34
KELOĞLAN VE ARKADAŞI
Bir varmış bir yokmuş, nineler bebeklerin beşiklerini sallarken, zaman zamanı
kovalarken, gökyüzü karardığında ay dede çocuklara gülümsermiş. Köylerde horoz sesiyle
insanlar güne başlar, anneler çocuklarını, taze inek sütü içirmek için kahvaltı sofralarına
çağırırmış.
Yine böyle günlerden birinde Keloğlan sıcak yatağından annesinin sevgi dolu sesiyle
taze sütün ve sahanda pişmiş yumurtanın nefis kokusuyla kalkmış. Güzelce karnını doyuran
Keloğlan, koyunlarını otlatmak için kırlara çıkmış. Öğleye doğru hava giderek ısınmaya
başlayıp kuşlar cıvıl cıvıl ötünce Keloğlan’a bu sesler ninni gibi gelmeye başlamış. Göz
kapakları gittikçe ağırlaşmış. Uykuya dayanamayan Keloğlan, hayal kurmayı da çok severmiş.
Derken yavaş yavaş gözleri kapanmış ve ağacın altında uyuyakalmış. Hayli uyuduktan sonra
garip bir sesle gözlerini açan Keloğlan bir de bakmış ki yanında beyaz bir tavşan, karnını
doyuruyor. Hemen yerden bir tutam yonca yaprağı koparıp tavşana uzatmış. Tavşanın başını
okşamaya başlamış. Bir yandan da tavşanla konuşuyormuş: “Vay tavşan kardeş, bana can
yoldaşı kardeş, ne iyi ettin de geldin! Bilir misin, böyle koskocaman bir ovada yapayalnız
oturmak ne zordur.” Tavşan, Keloğlan’ın uzattığı yoncaları yemeye başlamış. Bir yandan da
onu dinliyormuş. Sonunda dayanamamış ve: “Ben de senin gibi yalnızım, ne zamandır seni
izliyorum. Hem seninle arkadaşlık kurmak hem de hayalini gerçekleştirmene yardım etmek
istiyorum. Buna karşılık benim de senden bir dileğim olacak.” demiş. Keloğlan, tavşanın
konuştuğunu duyunca, “Vay benim başım, kel başım! Hala uyuyor muyum yoksa,” diyerek
başına vurmuş. Bakmış ki gördüğü gerçek, duyduğu doğru, sevinçten bir o yana bir bu yana
zıplayıp durmuş.
Keloğlan ‘la tavşan uzun uzun konuşmuşlar. Keloğlan ne kadar ısrar ettiyse de tavşanın
dileğini öğrenmeyi başaramamış. Tavşana babasının olmadığını, annesiyle beraber yaşadığını
ve bir gün mutlaka zengin olup annesini rahat yaşatacağını söylemiş. Tavşan da Keloğlan’a:
“İstersen sana yardımcı olabilirim.” demiş. Bunun üzerine Keloğlan ona, heyecanla ne

1
yapabileceğini sormuş. Tavşan da Keloğlan’a karşılarında duran yüksek dağı göstermiş ve
hemen eklemiş: “Eğer o dağı aşmayı başarırsan hemen eteklerinde bir dere aktığını göreceksin.
Derenin karşı tarafındaysa bir ev var. O evde üç tane sincap yaşar. Sincaplar kendilerine gelen
misafirlere ve dilek sahiplerine soru sorarlar. Soruların hepsini doğru bilene küplerle altın
verirler.”
Keloğlan, akşam olunca koyunlarını toplamış, tutmuş evinin yolunu. Yol boyunca
tavşanın sözlerini düşünmüş durmuş. Akşam evine varınca her şeyi sofrada annesine anlatmış.
Ertesi gün annesinin de hayır duasını alarak yola koyulmuş. Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz
gitmiş. Gide gide dağları aşmış. Varmış derenin yanına. Biraz oturup dinlendikten sonra dereyi
de aşmış. Sincapların evine ulaşmış. Çalmış kapıyı. Sincaplar Keloğlan’ı evlerine buyur
etmişler. O da anlatmış derdini. Sincaplar önce Keloğlan’a bir sofra kurmuşlar. Misafir etmişler
onu evlerinde. Hava kararmaya başladığı için de isterse o geceyi evlerinde geçirebileceğini
söylemişler. O da sincapların teklifini kabul etmiş ve gece sincaplarda kalmış. Sabah sincaplar:
“Biz ceviz toplamaya gidiyoruz. İstersen gel bize yardım et.” demişler. Keloğlan bir anlam
verememiş bu duruma ama çaresiz, düşmüş sincapların peşine. Hep beraber ceviz toplamaya
başlamışlar. Bir süre sonra yorulan Keloğlan bir ceviz ağacının altında oturmuş. Az sonra
sincaplardan bir tanesi Keloğlan’ın yanına oturup ona iki tane ceviz uzatmış: “Bil bakalım
Keloğlan, bu cevizlerden hangisi daha ağır?” diye sormuş. Keloğlan cevizleri eline almış.
Birbirinin tıpatıp aynısı olan cevizlerden hangisinin daha ağır olduğunu anlayabilmek için
cevizleri derenin içine bırakmış. Cevizlerden bir tanesi suya daha fazla batınca Keloğlan,
hemen iki cevizi de eline almış. Suya daha fazla batanı göstererek, “işte daha ağır olan bu,”
diyerek sincaba cevizleri geri vermiş. Sonra birlikte ceviz toplamaya devam etmişler.
Bir süre sonra sincaplardan bir diğeri, Keloğlan’a ağacın üzerinden seslenmiş:
“Heey, Keloğlan keleş oğlan, kafası çok çalışan oğlan! Bil bakalım bu ağaçta kaç yaprak var?”
diye sormuş. “Senin kuyruğundaki tüyler kadar,” diye cevap vermiş Keloğlan. Sincap da:
“Peki… Nereden biliyorsun, diye sorunca Keloğlan da: “istersen say da bak” demiş. Sincap
ağaçtaki yaprağın da kuyruğundaki tüylerin de sayılamayacağını biliyormuş. Bunun için
sorunun cevabını doğru kabul etmiş.
Ceviz toplamaya devam ederlerken sincaplardan en sonuncusu: “Keloğlan keleş oğlan,
cevabı hep hazırda oğlan! Şu üzerinde yaşadığımız dünyanın tam ortası neresidir?” diye
sormuş. Keloğlan durmuş düşünmüş, kel başını kaşımış ve hemen arkasından: “Bak sincap
kardeş, işte ayağını bastığın yer dünyanın tam ortasıdır,” diye cevap vermiş. Sincap: “Peki,
nereden biliyorsun?” diye sormuş. “Eee… Ölçün de bakın. Dünyanın tam ortası orasıdır,”
demiş gülerek Keloğlan. Sincaplar dünyanın yuvarlak olduğunu bildikleri için, Keloğlan’ın
2
doğru söylediğini düşünmüşler. Sonra da Keloğlan’a bir at hazırlayıp atın sırtına da
taşıyabileceği kadar altın yüklemişler. “Al, helal hoş olsun. Sen bunları hak ettin. Haydi, yolun
açık, ömrün uzun olsun, diyerek Keloğlan’ı yolcu etmişler.
Keloğlan sevinç içinde tutmuş evinin yolunu. Varmış annesinin yanına, bir bir anlatmış
olanı biteni. Ertesi gün Keloğlan, tavşanı hemen bulmuş. Ona da anlatmış her şeyi. Tavşanla
arasında oluşan bu arkadaşlık Keloğlan’a çok şey kazandırmış. Keloğlan kendisini tavşana
karşı borçlu hissettiği için, “tavşan kardeş, sen de şimdi dileğini söyle bana. Ben senin için
elimden geleni yapayım,” demiş.
Tavşan, gözlerinden yaşlar dökerek Keloğlan’a gerçek hikâyesini anlatmış. O eskiden
çok zengin bir ülkenin, en güzel prensesiymiş. Babasının bir düşmanı tarafından prensese kötü
bir büyü yapılmış. O günden sonra prenses utancından kimseyle konuşamaz olmuş. Sonunda
yalnız olabileceğine inandığı bu ovaya kaçmış. Bütün bunları anlatan tavşan Keloğlan’a: “Eğer
yardım etmek istiyorsan, bana Kafdağı’nın en tepesindeki mağarada yetişen inci çiçeğinden
getirmelisin. Ama dikkat et, bu inci çiçeğini orada yaşayan dev bir yarasa koruyor,” demiş.
Keloğlan, tavşanın bu isteğini hiç düşünmeden kabul etmiş. Hemen yola koyulmuş. Az
gitmiş uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Sonunda Kafdağı’nın tepesine ulaşmış. Yarasanın
geceleri iyi görüp gündüzleri göremediğini bilen Keloğlan, hava kararmadan tavşanın istediği
inci çiçeğini toplamaya başlamış. Hava yavaş yavaş kararmaya başlayınca da Keloğlan’ı bir
korku sarmış, “vay benim başım kel başım! Gece Karanlığında yarasaya yem olacak başım!
Ne etsem de kurtulsam, tavşan kardeşi de kurtarsam,” diye söylenmiş. Hemen aklına bir ateş
yakmak gelmiş. Hava iyice kararmadan bir sürü çalı çırpı toplamış. Oturmuş bir yere, etrafına
çalı çırpıdan bir daire yapmış. Hiç uyumadan ve ateşin sönmesine izin vermeden güneşin
doğmasını beklemiş. Sonunda hava aydınlanmış. Bu doğan güneş, Keloğlan için, her zaman
doğan güneşten daha önemliymiş. Çünkü Keloğlan, daha önce hiçbir geceyi böyle korku içinde
geçirmemiş. Keloğlan çok şanslı olduğunu düşünmüş.
Kurtulmanın sevinciyle, topladığı inci çiçeklerini tavşana koşa koşa götürmüş. Tavşan,
Keloğlan’ın inci çiçeklerini toplayıp getirdiğini görünce sevinçten çayırda bir sağa, bir sola
hoplayıp zıplamış. Hemen arkasından otları yemeye başlamış. Tavşan bir avuç inci çiçeğini
yedikten sonra dünyalar güzeli bir prensese dönüşmüş. Keloğlan kazandığı altınlarla güzel bir
saray yaptırmış. Sonra prensesi kraldan istemeye gitmiş. Kral da prensesi Keloğlan’a vermiş.
Kırk gün kırk gece düğün yapılmış. Fakirler doyurulmuş. Keloğlan ve prenses hayatlarının
sonuna kadar zenginlik içinde yaşamışlar.
Keloğlan annesini de hiç yalnız bırakmamış. Ona iyi bakılmasını ve hizmet edilmesini
sağlamış.
3
ÜÇ OĞLAN
Bir varmış bir yokmuş, yokluğun varlığında varlığın darlığında bizim hindi asmaya
bindi derken asmadan indi. Altı ayla bir güz durmadan gitti. Dağları yol gibi, ovaları sel gibi
geçti. Temaşa, temaşa hoş geldin bayram paşa derken bir karı koca ile üç oğluna denk geldi.
İmdi oturalım soğuk pınarın suyunu içerekten, çınarın gölgesinde yataraktan keyfimize
bakalım. Arkasından da bir masal kuralım. Çok eski zamanlarda bir varmış bir yokmuş, develer
tellal pireler berber iken, ben anamın anasının anasının beşiğini tıngır mıngır sallarken bir karı
koca ile üç çocuğu varmış. Gece gündüz demezler, günleri ayları bilmezler, gün yüzü görmeden
evlerinde ömür sürer giderlermiş.
Gün gelmiş, böyle ömür sürülmez denmiş de ana baba üçler, beşler, yediler, kırklar
demişler, üç oğulları ile kendilerini yola vermişler. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz
gitmişler, altı ayla bir güz gitmişler de neden sonra bir dağın başında şırıl şırıl suyu akan bir
pınara gelmişler. Su içelim derken çocuklardan birini çeşmenin yalağına düşürmüşler, birini
bir kurda, birini de bir ayıya kaptırmışlar. Netsek neylesek diye telaşa düşmüşler. Sağa
bakmışlar sola bakmışlar, çocukları kurtarmak şöyle dursun kendilerinin de tehlikede
olduklarını görmüşler. Bey kaçmış, hatun kalmış, onu da bir dev yakalamış. Kaçan bey sonunda
kurtulmuş, bir köye muhtar olup koltuğa oturmuş. Bazen ümitsizlikler ümidi doğurur, derler.
Tanrı büyüktür diye söylerler. Gerçekten de öyle olmuş. Yalağa düşen çocuk kurtulmuş,
durmadan “Tanrım murat” diye söylenmeye başlamış. Ağzında çocuk olduğu halde kaçan
kurdu çobanlar görmüş, peşine düşüp etrafını çevirmiş. Kurtulan bu çocuk da hep “Tanrım
murat” diye söylermiş. Ya ayı ne oldu demeyiniz, mağarasına gitmiş, çocuğu bir güzelcene
besler gözü gibi bilirmiş. O da ikide bir “Tanrım murat” diye seslenirmiş. Bir gün gelmiş ayı
yiyecek bulmaya gitmiş. Çeşme başındaki çocuk “Tanrım murat” diye ünlemiş. Mağarayı terk
edip sesin geldiği yana gitmiş. Çeşme başına geldiğinde diğer iki kardeşini beraber görmüş.
Sevincine diyecek yokmuş. Dağlar durak, çeşme başları konak olmuş üç kardeşe.
Büyümüşler, serpilip dalyan gibi delikanlılar haline gelmişler. Askerlikleri de gelip
çatmış. Birbirimize kavuşmakla muradımıza erdik diyerekten şehre inmişler. Zaman dediğin
nedir ki yel gibidir gelir geçer, su gibidir akar gider. Askerlikleri de geçmiş. Bir dertleri varmış
o da anneleri imiş. Çocuklar ‘anne’ der ağlarmış. Baba da ‘hatun’ der feryadı basarmış. Ah

4
ettikçe dağlar inler, vah ettikçe gökler gürler, dağlar ateş olup yanarmış. Baba kapıları çalmış,
feleğe dert yanmış da derdine yanan olmamış. Var varanın sür sürenin, bu dünya demini sürenin
demişte keyfine bakmaya çalışmış. Ama hatunsuz edememiş, bulmak için evini adayıvermiş.
Meğer evi de dillere destanmış. Memlekete haber salmış ki: “Devi kim öldürürse, hatunumu
buraya getirirse ona canımdan da aziz bildiğim çok sevdiğim evimi vereceğim.” Sonra devin
yerini bir iyice anlatmış, evini donatmış. Ev dediği ev değil, sanki bir sırça köşkmüş. Her yanı
çiçeklerle donanmış, havası da pek temiz, suyu cana can katarmış. Yolları mücevher, kapıları
zümrütten yapılı bir taht misali dil ile anlatılamayacak, kalem ile yazılamayacak kadar güzel
bir yermiş. Herkes şaşmış, ağzının suyu akmış. Rüyalardaki masal ülkeye kavuşmak için canla
başla çalışmaya koyulmuşlar, eve kavuştuk diye sevince dalmışlar. Atalar sözüdür, el elden
üstündür, görmeden düşü bilme işi. İş bilenindir, kılıç kuşananın.
Üç kardeş de işini bilmiş, atlarına binmiş, kılıçları elde, palalar belde, devi öğrendiler ya
nerde, oraya koşmuşlar okyanuslar aşmışlar, bazen da sel olup ovalara akmışlar. Gün gelmiş
boyu elli santimlik cüceye yenilmişler, zaman gelmiş dev bir orduyu bir kılıç şakırtısında
yenmişler. Ama en sonunda devin bulunduğu mağaraya gelmişler. Kılıç şakırdatmışlar, topuk
vurup deve bir selam çakmışlar. Dev şaşırmış, gelenler kimlerdir diye anahtar deliğinden
bakmış. Kılıçlar inmiş dev boynunu bükmüş, gözleri şimşek çakarken dev oracıkta can vermiş.
Kapıyı açmışlar, analarının boynuna sarılıp ağlaşmışlar. Sevinçler dalga dalga olmuş,
gözyaşları su gibi akıp çağlamış. Binmişler atlarına, var varanın sür sürenin, diyerek gelmişler
babalarının yanlarına.
Önce baba şaşmış, “Benim oğullarım ha!” deyip sevinci basmış. O sevinedursun çocuklar
ağlaşmış. Suya düşen almış sazı eline, vurmuş mızrabı ile teline de içinin acısını bir iyice
dökmüş. Arkasından babasına seslenmiş, “Ey kanım taşıdığım baba, baba olaydın beni suya
düşürmezdin, başını alıp gitmezdin.” Canavara kapılan da içini bir iyice dökmüş, o da kardeşi
gibi babasına seslenmiş, “Ey babam, baba olaydın canavarın kaptığı oğlunu yalnız
bırakmazdın, keyif çatıp dünyanın zevk-ü sefasını sürmezdin.” Ayının kaptığı oğul da
dayanamamış, seslenmiş, “Ey babam, baba olan evlâdını ayı kapar da bakar mı?” Hatun da
feryadı basmış, “Hatunu dev kapar da bey muhtarlıkta keyif mi çatar.” Bey, “Haklısınız.”
demiş. Boynunu bükmüş. Sarılmış çocuklarına almış hanımını yanına, gelmişler
anlatılamayacak kadar dillere destan güzel evlerine.
Gökten üç elma düşmüş, üçünden de biri birinden güzel üç kız çıkmış. Biri nar tanesi mi
desem nur tanesi mi, diğeri ise ay yüzlü şehla bakışlı, tatlı gülüşlü imiş, öbürü de yay kaşlı tatlı
gülüşlü şeker gibi bir şeymiş. Üçünü de üç kardeş almış. Onlar ermiş muradına darısı sizlerin
başına.
5
NASRETTİN HOCA FIKRALARI

Kıyamet
Hoca’nın güzel bir kuzusu varmış.
Hani ahbaplık bu ya,
Bütün dostları göz koymuş kuzuya.
Kesmek için bir fırsat ararlarmış
Hoca’ya gelmiş demişler ki bir gün:
– Hoca, yarın öbür gün
kıyamet kopacakmış.
Hoca dalgayı çakmış.
Ama bozuntuya vermemiş yine,
Cümlesini bırakmış hallerine.
Onlar demiş:
– Mademki gün sayılı,
Ne diye tadını çıkarmamalı?
Gel şu kuzuyu keselim, yiyelim;
bari şu son günü gün eyleyelim.
Kesmişler kuzuyu, gitmişler kıra,
Talihlerine de güzel bir günmüş,
Hepsi orada soyunmuş dökünmüş,
Göle gidip suya gireceklermiş.
Elbiselerini Hoca beklermiş,
Onlar Yokken Hoca elbiseleri.
Toplayıp bir güzel ateşe atmış.
Aleviyle de kuzuyu kızartmış.
Göldekiler dönmüş gerisin geri.
Esvaplarını sormuşlar Hoca’ya.
Hoca topunu alarak alaya:
– Ben demiş, onları ateşe attım,
Aleviyle de kuzuyu kızarttım.
Hem esvabın var mı artık lüzumu?
Yarın sabah kıyamet kopmuyor mu?

6
LA FONTAINE’DEN MASALLAR

Altın Yumurtlayan Tavuk

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, günün birinde, köyün
birinde, fakir ve saf bir köylü ve karısı yaşarlarmış. Geçimlerini besledikleri tavukların yumurtalarını
satarak sağlıyorlarmış. Bir gün kümesteki tavuklardan biri ölünce, köylü pazara giderek onun yerine
yeni bir tavuk satın almış.
Her sabah kümese girip yumurtaları toplayan bu köylü, ertesi sabah kümese baktığında,
şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibi olmuş. Çünkü yeni aldığı tavuğun altındaki yumurta
altındanmış. Büyük bir sevinç yaşamış ve altın yumurtayı alıp evine götürmüş.
İkinci gün tekrar kümese girdiğinde tavuğun altında yine altın bir yumurta görmüş. Köylü bu
yumurtayı da aldığı gibi evin yolunu tutmuş. Derken, bu böyle günlerce devam etmiş. Köylünün
tavuğu her gün bir altın yumurta yumurtlamış, köylü de zenginliğine zenginlik katmış.
Gün geçtikçe zenginleşen bu köylü, “Daha da zengin olmalıyım” diyerek hırs yapmış. Paraları
çoğaldıkça pintileşmiş, hep daha fazla parasının olmasını istemiş.
Günlerden bir gün; “Tavuk her gün bir altın yumurta veriyor, her sabah gelip bu yumurtayı mı
bekleyeceğim. En iyisi tavuğu kesip, karnındaki bütün altınları çıkarayım, daha da zenginleşeyim.”
demiş ve altın yumurtlayan tavuğu kesip karnını yarmış. Yarmış yarmasına ama zavallı tavuğun
karnından bir kaç buğday tanesinden başka bir şey çıkmamış.
Açgözlü köylü, hatasını anlamış, yaptığına çok pişman olmuş ama iş işten geçmiş. Aradan
geçen zamanda köylü o altınları bozarak harcamış ve zaman gittikçe eskisi gibi yoksul bir köylü
oluvermiş. Hırs ve açgözlülüğün ne kadar kötü bir şey olduğu öğrenmiş.
Gökten üç elma düşmüş; biri masalı okuyana, biri dinleyene, biri de tüm iyi insanlara olsun.

7
Horozla Tilki

Güngörmüş, açıkgöz bir horoz, Bundan hoş, bundan tatlı haber olmaz!
Ağaçta nöbet bekliyormuş. Hele bunu senden duymak yok mu,
Tilki yanaşmış güler yüzle: Bitirdi beni doğrusu.
— Kardeş, demiş; müjde! Bak, iki tazı da geliyor karşıdan.
Savaşanlara son verildi, son! Onlar da müjdeci anlaşılan,
Barış oldu bütün dünyada. Görsen ne koşuyor kâfirler.
Haberi yaymaya geldim, Neredeyse gelirler.
İn aşağı da öpüşelim. Dur, ben de ineyim de bari
Hadi bekletme, duramam pek, Tatlı tatlı konuşalım hep beraber.
Yirmi köyüm var gidilecek. — Hoşça kal, demiş tilki;
Hem nöbet möbet yok artık, bitti. Ben kaçayım, yolum uzun.
Rahat rahat gezebilirsiniz şimdi. Öpüşmek başka zamana kalsın.
Tavuk, horoz işinize bakın, korkusuz;
Size yardım etmek dostluk borcumuz.
Söyle seninkilere sevinsinler, Hazret dar atmış kendini ormana.

Bu gece bayram etsin, hora tepsinler. Barışta iş yok deyip kendi kendine.

Sen de gel artık, haydi; Horozsa başlamış keyfince ötmeye;

Gel de kardeş kardeş öpeyim seni. Koca tilkiye tilkilik ettim diye.

— Tilki kardeş, demiş horoz.

8
EZOP MASALLARI

Tilki İle Leylek

Tilki hocanın iyiliği tutmuş bir gün, Hele yemeğin kokusu,


Hacı leyleği yemeğe buyur etmiş: Gel iştahım gel!
— Ama, demiş tilki; bizde misafir Gerçi tilkilerin iştahı
Umduğunu değil, bulduğunu yer. Pek nazlı değilmiş ama,
Meğer tilkinin cimrisi hepsinden betermiş. Et kokusu başka şeymiş:
Bir çorba çıkarmış topu topu, — Kuşbaşı galiba, demiş.
O da sulu mu sulu. Bayılırmış etin böylesine,
Hem nerede getirse beğenirsiniz? Tabakta! Hele kıvamında pişmişine.
Leylek, gagasıyla uğraşadursun, Derken yemek sofraya gelmiş,
Tilki bitirmiş hepsini bir solukta. Gelmiş ama nasıl?
Leylek kızmış, ama çekmiş sineye. Kokusunu al, eti ara da bul!
Bir zaman sonra Dar boğazlı, upuzun bir çömlek içinde,
O da tilkiyi buyur etmiş yemeğe. Tam leyleğin gagasına göre.
— Hay hay, demiş tilki; nasıl gelmem? Tilki burnunu burgu etse nafile.
Ben dostlara naz etmesini sevmem.
Tam saatinde gelmiş. Kısmış kuyruğu, evine dönmüş.
Leyleğe türlü diller dökmüş. Aç kaldığına mı yansın,
Şu güzel, bu güzel, Bir kuşa rezil olduğuna mı?

El âlemi aldatanlar,
Bu masal size:
Bir gün sizi de sokarlar
Kurduğunuz kafese.

9
Meşe ile Saz

Meşe, bir gün saza demiş: Bir de benim şu dağ gibi gövdeme bak!
— Doğrusu tanrı size gadirlik etmiş. Güneş bile zor giriyor içime,
Minnacık serçe konsa üstünüze Fırtına dallarıma oyuncak.
beliniz bükülüverir. Her esen yel sana bora,
Suları ürperten seher yeli bana kasırgalar meltem.
Baş eğdirir size. Bari gelip gölgemde yaşasan da
Üzerine kanat gersem. Demeye kalmamış rüzgâr patlamış,
Ama sizin soy nedense gider Bir karayel, bir karayel ki neuzübillah!
Sulu rüzgârlı yerlerde biter. O güne dek kimseler rastlamamış
Acıyorum sizlere, Böyle belalısına.
Doğa haksızlık etmiş sazlara. Rüzgârlar anası Kuzey,
— İyi yüreklisin, demiş saz meşeye; En azgın oğlunu salmış dünyaya.
Eksik olma, ama bizim için üzülme. Saz eğilmiş, meşe dayanmış,
Benden çok sen kork rüzgârdan. Derken karayel arttıkça artmış.
Ben eğilirim, kırılmam. Sonunda birdenbire gelmiş meşenin
Doğru, bugüne kadar dayanmışsın, hakkından:
Dimdik durmuş, boyun eğmemişsin. Göklere değin başını sermiş yere,
Ama, sertin serti var, Köklerini çıkarmış yedi kat yerden.
Bir gün bakarsın, sana da çatar.

10
AZ GİTTİM UZ GİTTİM
Gülsevin Kıral

Babam bugün Ankara’ya gitti.


Annem, “Sakın üzülme
Bir de demir çarıkla.
Yarın dönecek.” dedi.
Az gitmiş uz gitmiş
“Önce masal okuyayım sana
Dere tepe düz gitmiş
Sonra doğru yatağa!”
Dağlar aşmış, denizler geçmiş.
Bir varmış bir yokmuş
Aşarken yüce dağları
Allah’ın kulu çokmuş
Kulak vermiş dinlemiş
Kimi dertsiz, kimi dertli
Börtü böceği, kurtları kuşları.
Padişahın yok hiç eksiği,
Yüzer geçerken denizleri
Ama yazık ki görmez gözleri…
Dört açmış gözlerini,
Gün ola devran döne Öğrenmiş cümlenin halini dilini.
Çare bulunur herkesin derdine. Az gitmiş uz gitmiş
Ama kolay, ama zor Altı ay bir güz gitmiş
Gel de bunu hayra yor. Demir çarık aşınmış.
Padişaha ilaç olacak Bir de dönmüş baksın ne görsün,
Küçük sarı bir başak. Bir arpa boyu yol gitmiş!
Sakın deme, kolay o zaman!
“Ne yapmalı, hangi yolu tutmalı?”
Çünkü başak, Kafdağı’ndan
Diye düşünürken kara kara
Gün doğarken koparılacak,
Kınalı bir keklik çıkmış karşısına.
Üstelik gün batmadan
Keklik öyle ötmüş, öyle ötmüş…
Padişaha ulaşacak.
Şehzadenin içi üşümüş.
Padişah ah vah ededursun Sormuş kuş dilinde halini.
Oğlu gibi yiğidi nerede bulsun? Keklik de saymış derdini:
Şehzade çıkmış yola “Uzak kaldım yerimden yurdumdan
Yalnızca demir bir asa Ama gidemem, yaralıyam kanadımdan.”

11
Şehzade kekliğin kanadını sarmış Sabah kalkıp görünce babamı
Keklik acısıyla uyuyakalmış. Koştum sarıldım hemen.
Almış kekliği şehzade, düşmüş yola. Sordum, “Nasıl geçti yolculuğun?
“Bu garibanın yuvası nerede ola?” “İyi” dedi babam, “kısaydı zaten”
Sormuş ona buna, her rastladığına. Demek yakınmış Ankara
Bir tek telli turna vermiş cevabı Merak ettim, baktım haritaya
Kafdağı’ndaymış kekliğin yuvası. Sahiden üç parmaktı
Ama kolay değilmiş oraya varması. Ankara İstanbul arası.
Şehzade, keklik bir elinde
Bu kadar yakınsa, bir zıplayışta gidilir
Az gitmiş uz gitmiş
Buna da yolculuk mu denir?
Dere tepe düz gitmiş
Babam çok güldü bana,
Bu kez demir asa da erimiş.
Dedi: “Yolculuk kısa sürdü uçakla
Sonunda Kafdağı’na ermiş Yoksa günlerce varamazsın
Bulmuş kekliğin yuvasını. Yürümeyle zıplamayla.”
Yuvanın yanında müjdelerin en hası Madem bu kadar uzağa gitmişti
Salı başak salınıyor nazlı nazlı. Mutlaka pek çok şey öğrenmişti.
Şehzadenin sevinçten şaşmış aklı Sordum: “Nasıldı yollar?
Şimdi ne yapmalı, ne etmeli? Bütün o otlar, böcekler, kuşlar?”
Başağı gün batmadan babasına Babam dedi: “Nerden bileyim?
Acaba nasıl, nasıl götürmeli? Sanki ben bilgin miyim?”
Keklik demiş, “Düşündüğün şeye bak!
İyice karıştı kafam!
Sen beni iyileştirdin, evime getirdin
Çok uzağa gitmiş babam,
Benim de sana hayrım dokunacak.”
Çabucak gitmiş gelmiş
Almış şehzadeyi sırtına
Hiçbir şey öğrenmemiş.
Gün batmadan getirmiş saraya.
Ne bilir kınalı kekliğin dilini
Padişahın gözleri iyileşmiş
Ne de sarı başağın yerini.
Herkes buna pek sevinmiş.
Onlar ermiş muradına Az gitmiş uz gitmiş babam,
Biz çıkalım kerevetine… Anladım, daha güzeli yokmuş
Masaldaki yolculuklardan.
Masal bitti, yatırdı beni annem
Benim de çok uykum gelmişti zaten

12
NASİBİNİ ARAYAN ADAM
Mevlânâ Celâleddin Rûmî

Bağdat’ta yaşayan bir adam, günün birinde büyük bir mirasa kondu. Hiçbir çaba
harcamadan öyle çok mal mülk sahibi oldu ki sorma gitsin. Ama malın, paranın değerini
bilemedi, har vurup harman savurdu; su gibi para harcayıp keyfine baktı.

Paralar suyunu çekince de, teker teker malları satmaya başladı. Hazıra dağ taş
dayanmaz, derler. Aynen öyle oldu; adam kısa zamanda paraları, malları tüketti, parasız pulsuz
kalakaldı.

“Allah’ım, bana para verdin, mal mülk verdin, ben değerini bilemedim, hepsini
tükettim. Ya bana bir geçim yolu daha göster ya da bu canı al da kurtar beni…” diye yalvarmaya
başladı.

Adam o gece bir düş gördü; düşünde, ona Allah’ın onun dualarını kabul ettiği,
Bağdat’tan kalkıp Mısır’a gitmesi gerektiği, orada bir define bulacağı söylendi.

Adam büyük bir sevinçle hemen yola koyuldu. Çok uzun ve yorucu bir yolculuktan
sonra Mısır’a vardı; ama hiç parası kalmadığından, aç ve susuz sokaklarda dolaşmaya başladı.
Dilenmekten başka çaresi yoktu; ama öylesine utanıyordu ki, gecenin olmasını bekledi.
Gecenin karanlığının ardına saklanıp dilenmeye karar verdi.

O sıralar Mısır’da hırsızlık almış başını gidiyormuş. Halife de bekçilere, gece sokağa
çıkanlara acımamaları gerektiğini söylemiş. “Gece sokakta kimi görürseniz görün, kesinlikle
cezalandırın; acımayın,” diye ferman çıkarmış.

Bu fermandan haberi olmayan adam, gece dilenmek üzere sokağa çıktı; bekçi onu
hemen yakalayarak dövmeye başladı. Bir yandan dövüyor, bir yandan da: “Geceleyin sokakta
ne arıyorsun? Neden sokağa çıktın? Kılığın kıyafetin buranın adamlarına benzemiyor. Kimsin,
nesin, gecenin karanlığında neden sokaklarda dolaşıyorsun?” diye sorguluyordu.

Adam da yalvardı: “Ben buranın yabancısıyım. Tâ Bağdat’tan geldim. Kötü bir niyetim
yok. Aç susuz kaldım; kimselere görünmeden gece karanlığında dilenmeye çıktım.” dedi.

13
Bekçi adamı dövmeyi bıraktı: “Anlat bakalım, tâ Bağdat’tan neden geldin? Deli misin, nesin?
İnsan o kadar yolu parasız, pulsuz niye gelir ki?” diye sordu.

Bunun üzerine, adam gördüğü düşü anlattı. Bekçi, gülmeye başladı, “Sen bir düşe
kapılıp buralara kadar gelmişsin; anlaşılan, akılsızın birisin. Ben yıllardan beri zaman zaman
aynı düşü görürüm. Düşümde bana: “Bağdat’ta falan mahallede, filan evin bahçesinde bir
define var, git onu al, derler de ben dinlemem. Benim aklım başımda; senin gibi aptalın teki
değilim!” dedi.

Adam bir anda yediği dayağın acısını unuttu; çünkü, bekçinin Bağdat’ta adresini
verdiği ev, kendi eviydi. İçinden Allah’a şükretti. Hemen memleketine dönmek üzere yola
koyuldu; yollarda aç, susuz kaldı; yorgunluktan perişan bir durumda evine vardı. Hemen
bahçesindeki tarif edilen yeri kazarak defineyi buldu.

14
FATİH SULTAN MEHMET

Fatih Sultan Mehmed, 29 Mart 1432’de, Edirne’de doğdu. Osmanlı imparatorluğunun


yedinci padişahıdır. Babası Sultan İkinci Murad, annesi Humâ Hatun’dur. Fatih Sultan
Mehmed, uzun boylu, dolgun yanaklı, kıvrık burunlu, adaleli ve kuvvetli bir yapıya sahipti.
Devrinin en büyük âlimlerinden çok iyi eğitim görmüştü; yedi yabancı dil bildiği söylenir.
Âlim, şâir ve sanatkârları sık sık toplar ve onlarla sohbet etmekten çok hoşlanırdı. İlginç ve
bilinmedik konular hakkında makaleler yazdırır ve bunları incelerdi. Hocalığını da yapmış olan
Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmed’in en çok değer verdiği âlimlerden biridir. Fatih Sultan
Mehmed, gayet soğukkanlı ve cesurdu. Eşsiz bir komutan ve idareciydi. Yapacağı işlerle ilgili
olarak en yakınlarına bile hiçbir şey söylemezdi.
Fatih Sultan Mehmed, okumayı çok severdi. Farsça ve Arapça’ya çevrilmiş olan felsefî
eserler okurdu. 1466 yılında Batlamyos Haritası’nı yeniden tercüme ettirip, haritadaki adları
Arap harfleriyle yazdırdı. Bilimsel sorunlarda, hangi dine mensup olursa olsun bilginleri korur,
onlara eserler yazdırırdı. Bilime büyük önem veren Fatih Sultan Mehmed, yabancı ülkelerdeki
büyük bilginleri İstanbul’a getirtti. Astronomi bilgini Ali Kuşçu, onun döneminde İstanbul’a
geldi. Ünlü ressam Bellini’yi de İstanbul’a davet ederek kendi resmini yaptırdı.

Fatih Sultan Mehmed, 1481 yılına kadar hükümdarlık yaptı ve bizzat yirmi beş sefere
katıldı. Azim ve irade sahibiydi. Temkinli ve verdiği kararları kesinlikle uygulayan bir kişiliği
vardı. Devlet yönetiminde oldukça sertti. Savaşlarda çok cesur olur, bozgunu önlemek için ileri
atılarak askerleri savaşa teşvik ederdi.

20 yaşında Osmanlı padişahı olan Sultan İkinci Mehmed, İstanbul’u fethedip 1100
yıllık Doğu Roma İmparatorluğu’nu ortadan kaldırarak ‘Fatih’ unvanını aldı. Hz.
Muhammed’in (s.a.v) Hadis-i Şerif’inde müjdelediği İstanbul’un fethini gerçekleştiren büyük
komutan olmayı da başaran Fatih Sultan Mehmed, yüksek yeteneği ve dehasıyla dost ve
düşmanlarına gücünü kabul ettirmiş bir Türk hükümdarıydı. Ortaçağ’ı kapatıp, Yeniçağ’ı açan
cihan hükümdarı Fatih Sultan Mehmed, yakalandığı hastalıktan 3 Mayıs 1481 günü,
Maltepe’de vefat etti ve Fatih Camii’nin yanındaki Fatih Türbesi’ne defnedildi. Onun Roma’yı
fethedeceği düşüncesiyle zehirlendiği de kaynaklarda yer almaktadır.

15
KISA ÇORAPLI ZÜRAFA
Güliz Dülgeroğlu Küpçü

Mutlu hayvanların yaşadığı ormanda sonbaharın soğuk rüzgârları esmeye başlamış; kış
kapıyı çalmış. Tüm hayvanlar kış için atkılarını ve kışlık çoraplarını çıkarmış ve sonbahardan
kalan kırmızı yaprakları toplamak için sözleşmişler.
Zebra kırmızı atkı ve çoraplarını, geyik yeşil çizgili atkı ve çoraplarını giymiş. Fil sarı
benekli komik çoraplarını göstermiş arkadaşlarına. Yılan bedenini saran mavi çorabıyla çalı
çırpıyı yerden süpürüyormuş. Karga pembe atkı ve çoraplarıyla, tilki ise mor atkı ve
çoraplarıyla pek mutluymuş.
Herkes böylesine heyecanla kışı
selamlarken Zürafa oldukça mutsuzmuş, hiç
gülmüyormuş. Ters giden bir şeyler varmış.
Zürafanın boyu uzamış ve çorapları ona kısa
geliyormuş. Arkadaşları zürafaya çok üzülmüş.
Fil ayağındaki çorabın tekini çıkarıp arkadaşına
vermiş ama zürafaya oldukça bol gelmiş. Karga
pembe çorabını vermiş ama bu sefer çok küçük
olmuş. Ne zebranın ne de diğer hayvanların çorapları zürafaya uygun değilmiş.
Zürafa üzgün, evine giderken arkadaşlarının aklına şahane bir fikir gelmiş. Tüm
hayvanlar atkılarından birer parça verirse zürafaya uygun bir çorap yapılabilirmiş. Heyecanla
Büyükanne Baykuş’a gitmişler. Büyükanne Baykuş yaşlı bir ağaca tünemiş, yuvarlak
gözlüklerini takıp bütün atkılardan birer parça kesmiş. Ağ örmekte usta olan Örümcek de
yardım edince sonunda dört tane uzun ve rengârenk çorap ortaya çıkmış.
Arkadaşları üzgün zürafaya yaklaşıp “Böyle üzgün durma dostum seni neşelendirecek
bir hediyemiz var.” demişler. Zürafa uzun ve renkli çorapları görünce sevinçten ne yapacağını
şaşırmış dördünü de hemen giymiş. Bu çoraplar tam onun uzun bacaklarına göreymiş.
Zürafa sevinçle arkadaşlarına sarılmış, hepsine teşekkür etmiş ve “Benim için kendi
atkılarınızdan bir parça mı verdiniz?” diye sormuş. Arkadaşı zebra “Bizim atkılarımız yeterince
uzun ama senin çorapların fazlasıyla kısaydı. Hem sen üşürken biz nasıl mutlu olabilirdik ki?”
demiş.

16
UZAYDA DOSTLUK BAYRAMI
Bestami Yazgan

Bir varmış, bir yokmuş. Uzayda gezegen çokmuş. Güneş Sistemi’ndeki gezegenlerin
dostluğu, dillere destanmış. Hepsi Güneş’in etrafında fırıl fırıl döner, pırıl pırıl parlarmış. Bazen
saklambaç, bazen de yağ satarım bal satarım oynarlarmış. Bunların içinde bir tanesi varmış ki adı
Satürn’müş. Görenin gözü kalırmış. Bu durumu bilen Satürn, içten içe kendi güzelliğiyle
gururlanırmış.
Bir gün gezegenler bir araya gelip yakalamaca oynamaya karar vermişler. Merkür,
saymaya başlamış:
– Uzayda pekmez
Yala yala bitmez.
Gezegencik cik cik cik,
Yıldızcık cık cık cık,
Sen bu oyundan çık!
Satürn, Merkür’ün kendisini işaret ettiğini görünce başını öfkeyle sallayarak:
– Ben ebe olmam! Bir sürü gezegen var. Onlar ebe olsun, demiş. Herkes şaşırmış. En yaşlı
gezegen Jüpiter:
– Satürn kardeş, oyunbozanlık etme, demiş. Satürn, bu sözler üzerine sinirlenip
arkadaşlarına:
– Oyunbozanlık falan değil bu söylediklerim, demiş ve oradan öfkeyle uzaklaşmış.
Oyunbozan arkadaşlarının bu davranışı, diğer gezegenlerin huzurunu bozmuş.
Arkadaşlarına kızdığı için yalnız başına oynamaya başlayan Satürn, kısa süre sonra onları
özlemeye başlamış.
Ancak söyledikleriyle arkadaşlarını kıran Satürn, gururu yüzünden bir türlü
arkadaşlarından özür dilemeyi kendine yediremiyormuş. İşte ne olmuşsa tam da o sırada olmuş.

17
Güzelliğinin bir simgesi olan başındaki taç, ansızın kaybolmuş ve güzelliği giderek yok olmaya
başlamış. Bunu gören Satürn, korkuyla ağlayıp arkadaşlarına yalvarmaya başlamış:
– Dünya kardeşim, Jüpiter dostum, Mars arkadaşım neredesiniz? Lütfen yardım edin bana!
Satürn’ün çağrısına ilk yanıt, Jüpiter’den gelmiş:
– Korkma Satürn kardeş. Bu geçici bir durum... Aranıza girdiğim için Güneş’in ışıkları
sana ulaşamıyor, o kadar, demiş.
Satürn, korkudan iyice Jüpiter’e sokulmuş.
Ona yaklaştıkça yüreğinde dostluğun sıcaklığını hissetmiş. Gerçek güzelliğin, dostluk
olduğunu anlamış. Kalbini kırdığı arkadaşlarından hemen özür dilemiş.
Böylece, uzaydaki hayat eski haline dönmüş. O günü de Dostluk Bayramı ilan etmişler. O
gün bugündür, ne zaman iki el dostça tutuşsa, gökyüzündeki gezegenler bayram edermiş.

18
URANÜS’TE KARINCA OLMAK
Mavisel Yener

Uranüs gezegeninde yaşıyormuşum. Bir karıncaymışım. Uranüs’te 42 yıl yaz, 42 yıl kış
olurmuş. Kara kara düşünmeye başladım. 42 yıllık yiyeceği ambarıma nasıl depolayacaktım?
Bir türlü eskitemediğim bir yaz ne sıkıcıydı. Üstelik 42 yıl yaz tatili olacağından okula da
başlayamayacaktım. Ama 42 yıl dondurma yiyebilmek de çok güzel hani! Bir de cırcır böceğinin
durumunu düşündüm. Tam 42 yıl süren yaz boyunca bize şarkı söylemek zorunda kalacaktı.
Peki, ya kış mevsimindeysek? 42 yıl boyunca yaz tatili hiç gelmeyecekti. 42 yıl paten
kayamayacak, bisiklete binemeyecek, tatil kitaplarımı okuyamayacaktım. Denize, güneşe,
yemyeşil yapraklara, kelebeklere, arılara, papatyalara kavuşmak için bunca yıl beklemek ne zordu!
Uranüs’te karınca olarak yaşamanın iyi tarafları da yok değildi. Burada üstüme basacak hiç
kimse yoktu. Her yer çok sessizdi. İnsanlar konuşa konuşa anlaşıyorsa biz de koklaşa koklaşa
anlaşıyorduk. Sahi, biz karıncalar neden konuşamıyorduk? Artık 21. yüzyıla girmiştik. Biz
karıncalar da gelişen teknolojiye ayak uydurup koklaşmaktan vazgeçmeli, konuşmalıydık.
İnsanların konuşabilmeleri için boğazlarında minicik bir konuşma kemiği olduğunu
biliyorum. “U” şeklindeki bu kemik, karıncalarda da olsa onlar da konuşabilirler miydi? Evet evet,
bu iyi fikirdi. Karıncalara yapay konuşma kemiği takılsa biz de konuşabilirdik. Uluslararası
Karınca bilim Ödülü’ne aday gösterilmeliydi bu projem. Birdenbire kendimi ödül töreninde
buldum, “Karınca Yapay Konuşma Kemiği Takma Projesi ” yılın bilim ödülünü almıştı. Ödülümü
kocaman bir paket içerisinde verdiler. Heyecanla açtım. Ödülüm, koskocaman bir pandispanyaydı.
***
Yerlerde bir sürü karınca dolaşıyor, sürekli konuşuyorlardı. Uranüs karıncalar Koro’sunun
gürültüsünden kimse birbirini duyamıyordu. Karıncaların bitip tükenmeyen konuşmaları sinir
bozucu bir müziğe dönüşüyor, çıldırtıcı bir hal alıyordu. Karıncalar, cırcır böcekleri ile sürekli

19
dalga geçiyor: “Biraz da siz çalışın, bundan böyle şarkıları biz söyleyeceğiz” diyorlardı.
Gürültüden kafam şişmiş, sinirli bir karınca olmuştum. “Vazgeçiyoruuuuum, çıkarın şunlardan
yapay kemikleriiiiii, çenesi tutulasıcalaaaaaar, höyyyyyt!” diye bağırıyordum.
Demek, bir karınca, karıncalığını bilip öyle kalmalıydı. İnsanlar gibi konuşmamalıydı!
“Diyelim ki kafadan çatlak bir karınca bunu icat etti, hemen bütün karıncalara uygulamaları mı
gerekirdi? Bu gürültüde aklımı oynatacağım! Nerede o eski bildik karıncalar, nerdeeeee?” diye
bağırıyordu fen bilgisi öğretmenim. Elimde kocaman bir pandispanya, öylece kalakaldım.
Öğretmenimin Uranüs’te ne işi vardı?
“Öğretmenim, burada ne yapıyorsunuz?” diye şaşkınlıkla sordum. “Öğretmenim mi? Hah
hah hah, rüya görüyordun herhalde” dedi annem. “Ne, annem mi?” Olamaz! Yarınki sınava
çalışayım derken uyuyakalmışım. “Ya anne ya! Buluşlar yapıyordum ne güzel. Evi saran koku da
ne böyle?” Annem sevecen bir ses tonuyla: “Sana pandispanya pişirdim Ozancığım” dedi.
Pek çok bilim adamının buluşlarını uykuda yaptığını duymuştum. Yoksa ben de çok önemli
bir buluş mu yapmıştım? Yoksa ben, ülkemin gurur duyacağı harika çocuk muydum? Yoksa
insanlık var olalı beri hep karıncaları nasıl konuşturacağını düşünmüştü de ben insanlığın imdadına
mı yetişmiştim?
Gözüm masada duran fen bilgisi kitabına ilişti. Annemin pişirdiği pandispanyadan bir ısırık
alıp kitapta yazan tümceyi yüksek sesle okudum: “Uranüs gezegeninde 42 yıl yaz, 42 yıl kış
yaşanır.”

20
KÜÇÜK PRENS
Antonie De Saint- Exupery

İşte o sırada tilki geldi.


“Günaydın,” dedi.
Çevresine bakınıp kimseyi göremeyen Küçük Prens:
“Günaydın,” dedi tatlı bir sesle.
“Buradayım,” dedi ses, “elma ağacının altında.”
“Kimsin sen?” dedi Küçük Prens. “Güzelliğine
diyecek yok.”
“Ben tilkiyim.”
“Gel oynayalım. Canım çok sıkılıyor.”
“Seninle oynayamam, evcil değilim.”
“Kusuruma bakma,” dedi Küçük Prens.
Biraz düşündükten sonra ekledi:
“Evcil ne demek?”
“Buralı değilsin besbelli. Ne arıyorsun burada?”
“İnsanları arıyorum. Evcil ne demek?”
“İnsanlar,” dedi tilki, “insanların tüfekleri vardır. Ava çıkarlar. Hepimizin rahatını kaçırırlar.
Bir de kümeslerde tavuk beslerler. Başka dertleri yoktur. Yoksa piliç mi arıyorsun?”
“Hayır, dost arıyorum. Evcil ne demek?”
“Artık kimselerin umursamadığı bir geleneğin gereği. Bağlar kurmak demektir.”
“Bağlar kurmak mı?”
“Evet. Sözgelimi sen benim için şimdi yüz binlerce oğlan çocuğundan birisin. Ne senin bana
bir gereksinimin var ne de benim sana… Ben de senin için yüz binlerce tilkiden biriyim. Ama beni
evcilleştirirsen birbirimize gereksinim duyarız. Sen benim için dünyada bir tane olursun, ben de
senin için…”
“Biraz biraz anlıyorum,” dedi Küçük Prens, “bir çiçek var... Galiba beni evcilleştirdi.”

21
“Olabilir,” dedi tilki, “dünyada neler olmuyor ki?”
“Ama bu dediğim Dünya’da olmadı!” Tilki şaşırmış, meraklanmıştı: “Yoksa başka bir
gezegende mi?”
“Evet.”
“O gezegende avcı var mıdır?”
“Yok.”
“Bak bu çok ilginç. Peki, ya piliç?”
“Yok.”
“Hiçbir şey tam istendiği gibi olmuyor,” dedi tilki içini çekerek. Ama hemen konuya döndü:
“Hayatımda hiç değişiklik yoktur. Ben piliçleri avlarım, insanlar beni avlar. Bütün piliçler
birbirine benzer, bütün insanlar da. Doğrusu epey sıkıcı. Ama beni bir evcilleştirsen hayatım
günlük güneşlik oluverir. Öteki ayak seslerinden apayrı bir ayak sesi tanırım. O sesler korkuyla
kovuğuma kaçırtır beni, seninkiyse tatlı bir ezgi gibi yeraltından çağıracaktır. Bak, öteki buğday
tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğdayın önemi yok benim için. Buğday tarlaları
bana bir şey demiyor. Yazık değil mi? Ama senin saçların buğday sarısı. Beni evcilleştirsen ne iyi
olurdu, bir düşün! Altın rengindeki başaklar seni anımsatacak artık. Başaklardaki rüzgârı
dinlemeye can atacağım.”
Tilki sustu ve uzun bir süre Küçük Prens’i süzdü:
“Ne olursun evcilleştir beni,” dedi.
“Çok isterdim ama vaktim az. Dostlar edinmeli, yeni şeyler tanımalıyım.”
“Yalnız evcilleştirdiğin şeyleri tanıyabilirsin,” dedi tilki, “insanların tanımaya ayıracak
zamanları yok artık. Aldıklarını hazır alıyorlar dükkânlardan. Ama dost satan dükkânlar
olmadığı için dostsuz kalıyorlar. Dost istiyorsan beni evcilleştir işte...”
“Evcilleştirmek için ne yapmalıyım?”
“Çok sabırlı olmalısın. Önce benden biraz ötede çimenlerin arasında oturacaksın. Şöyle.
Ben seni göz ucuyla süzeceğim, sen ağzını açmayacaksın. Çünkü sözcükler, yanlış anlama
kaynağıdır. Her gün biraz daha yakınımda oturursun...”
Ertesi gün Küçük Prens yine geldi.
“Hep aynı saatte gelsen daha iyi olur,” dedi tilki, “sözgelimi öğleden sonra saat dörtte
gelecek olsan ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. Her geçen dakika mutluluğum artar. Saat dört
dedi mi meraktan yerimde duramaz olurum. Mutluluğumun armağanını veririm sana. Ama her gün

22
başka saatte gelirsen, seni karşılamak için, yüreğimi ne zaman hazırlayacağımı bilemem… Ayin
lazım insana.”
“Ayin nedir?”
“O da artık kimsenin umursamadığı bir gelenek. Bir günü öbür günlerden, bir saati öbür
saatlerden ayırır. Sözgelimi peşimdeki avcıların bir ayinleri var. Her perşembe köylü kızlarla dans
ederler. Bu yüzden perşembe benim için eşsiz bir gündür! O gün bağlara kadar uzanırım. Avcılar
belirsiz günlerde dans etselerdi, bütün günler birbirine benzeyecek, ben de hiç keyif
çatamayacaktım.”
Küçük Prens tilkiyi evcilleştirdi. Ayrılık saati yaklaşınca tilki:
“Ah,” dedi “gözyaşlarımı tutamayacağım.”
“Suç sende,” dedi Küçük Prens. “Sana kötülük etmeyi düşünmemiştim, kendin istedin
evcilleşmeyi.”
“Orası öyle.”
“Şimdi de gözyaşlarını tutamıyorsun.”
“Orası öyle.”
“Öyleyse bundan bir kazancın olmadı!”
“Oldu, oldu,” dedi tilki, “başak tarlaları meselesi...”
Sonra ekledi:
“Git, bir daha bak güllere. Seninkinin eşsiz olduğunu anlayacaksın. Sonra gel, helalleşelim;
sana bir sır vereceğim.”
Küçük Prens, güllere bir daha bakmaya gitti:
“Siz benim gülüme hiç mi hiç benzemiyorsunuz. Şimdilik değersizsiniz. Ne sizi evcilleştiren
olmuş ne de siz kimseyi evcilleştirmişsiniz. Tilkim eskiden nasıldı, öylesiniz. O da önceleri
tilkilerden bir tilkiydi ama ben onu dost edindim, şimdi dünyada bir tane.”

Yüzükoyun çimenlere uzanıp ağladı.

23
Güller güç duruma düşmüşlerdi.
“Güzelsiniz ama boşsunuz,” diye ekledi. “Kimse sizin için canını vermez. Buradan geçen
herhangi bir yolcu benim gülümün size benzediğini sansa bile o tek başına topunuzdan
önemlidir. Çünkü üstünü fanusla örttüğüm odur, rüzgârdan koruduğum odur, kelebek olsunlar
diye bıraktığımız birkaç tanenin dışında bütün tırtılları uğrunda öldürdüğüm odur. Yakınmasına,
böbürlenmesine hatta susmasına kulak verdiğim odur. Çünkü benim gülümdür o.” Sonra tilkiyle
buluşmaya gitti:
“Hoşça kal,” dedi.
“Hoşça git,” dedi tilki. “Vereceğim sır çok basit: İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman
doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez.”
Küçük Prens unutmamak için tekrarladı:
“Gerçeğin mayası gözle görülmez.”
“Gülünü bunca önemli kılan, uğrunda harcadığın zamandır.”
Küçük Prens unutmamak için tekrarladı:
“Uğrunda harcadığım zamandır.”
“İnsanlar bu gerçeği unuttular, sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğin şeyden her zaman sen
sorumlusun. Gülünden sen sorumlusun...”
Küçük Prens unutmamak için tekrarladı:
“Gülümden ben sorumluyum...”

24
BİR SEN BAŞAR, HEP SEN BAŞAR
Şermin Yaşar

O gün okuldan çıkar çıkmaz teyzemlere gittim. Bir şeyler oluyordu ve Birsen’le acilen
konuşmam lazımdı. Birsen Başar, benim teyzemin kızı. Olanları ona mutlaka anlatmalıydım.
Kapıyı Birsen’in annesi, Ahsen teyzem açtı. “Aaa teyze! Evde misin sen? İşe gitmedin mi?”
“İşi bıraktım ben. Artık Birsen’le ilgileneceğim.”
“Birsen’le mi ilgileneceksin? Birsen kocaman kız yaa, nesiyle ilgileneceksin teyze?”
“Eğitimiyle, gelişimiyle, büyümesiyle, her şeyiyle, her şeyiyle. Bak buraya bir pano astım.
Birsen’in yıllık, aylık, haftalık, günlük, saatlik ve dakikalık programını buraya yazdım. Niye?
Çünkü bir annenin asli görevi çocuğuna ne zaman, ne yapması gerektiğini söylemektir! Nokta.”
“Birsen’i çağırsana sen bana teyze.” dedim ama Birsen’in çözmesi gereken elli Türkçe
testi, altmış matematik problemi, doldurması gereken üç başvuru formu, bitirmesi gereken yedi
proje ödevi, yazması gereken bir günlük, okuması gereken yetmiş sayfa kitap, yapması gereken
sanat egzersizleri, denemesi gereken bilim deneyleri olduğunu ve tüm bunlar için Birsen’e bir saat
on iki dakika elli üç saniye verdiğini söyledi. Birsen benimle görüşemezdi. Yarın geleyim dedim
ama bana programı şöyle saydı: “Pazartesi okuldan sonra İngilizce hocası geliyor. Salı günleri
İtalyanca hocası. Çarşamba Litvanca ve Japonca hocası geliyor. Pazartesi ve Salı günleri yabancı
dil dersinden hemen sonra, basketbol ve voleybol antrenmanı var.”
“Teyze sence basketbolla voleybol aynı anda çok değil mi yaa?”
“Değil çocuğum değiiiil. Bak arkadaşımın çocuğu Lütfü Can’a. Eskrim, tenis, paintball,
basketbol, voleybol, futbol, hentbol, beyzbol ne varsa bol bol yapıyor. Çocuğun boynu madalya
dolu, ışıl ışıl parlıyor.”
“Ama teyze siz bize hep ‘Gözünüzün içi parlasın, önemli olan o!’ derdiniz.”
“Hadi sen de. Gözündeki ışıltı da neymiş? Ne yapabilirsin ki gözündeki ışıltıyla, hadi
söyle? Ama madalya! Ahhh madalya. Birsen de alacak biliyorum ama o yüzme alacak. Dünya
rekortmeni olacak benim kızım. Çarşamba dil dersinden sonra yüzmeye gidiyor zaten. Geri geri,
ileri geri, dümdüz ileri yüzebiliyor, balıklama, kurbağalama ve kelebek yüzme stillerinde on
numara Birsen! Ama bizim asıl hedefimiz nefes almadan yüzmesi! Suyun altında zaten nefes

25
almıyor ama bunu herkes yapabiliyor. Herkesin yapabildiğine başarı denir mi? Denmez. Ben
istiyorum ki bir kere nefes alsın, sonra 40 dakika o nefesle yüzsün.”
“Tövbe teyze yaaa, ölür 40 dakika nefes almasa.”
“Ama ölmezse dünya şampiyonu olur! Yeterince çalışırsa başarır. Kimse yapamaz ama
Birsen kesin başarır. Ben ona boşuna mı Birsen ismini koydum? Bir Sen Başar, Bir Sen Başar, Bir
Sen Başar! Kimsenin başaramadığını başaracak benim kızım. Nokta!”
“İyi iyi başarsın. Perşembesi boşsa bize gidelim diyecektim ben Birsen’e.”
“Perşembe boş olur mu? Müzik hocaları geliyor.”
“Naptınız teyze orkestra mı kurdunuz, kaç tane hoca tuttun?”
Bu sefer onu anlatmaya başladı. Piyano hocasıyla flüt hocasını aynı anda tutmuş “Bir eliyle
piyano çalsın, öbür eliyle flüt üflesin.” dedi ve ağlamaya başladı. “Birsen Başar, seninle gurur
duyuyorum, iftihar ediyorum, benim üstün yetenekli ve çok güzel çocuğum! Sen bu çağın
Beethoven’isin. Birsen Ludwig Van Beethoven!”
Piyanonun üstüne de Birsen’in yağlı boya bir tablosunu yaptırmışlar. Tövbeler olsun aynı
Beethoven’a benziyor. İçimden “Peki teyze, şeyin bundan haberi var mı? Beethoven’in dedim. Bu
kadarla kalsa yine iyiydi. Başar ailesi gün gün, saat saat programlı olarak cozuttu.
Cuma günleri de kızı dans kursuna yazdırmışlar. Birsen sosyalleşmeliymiş. E gelirim ben
her gün, sosyalleşiriz dedim ama “Biz onu horsada halay başı yaptık, orada sosyalleşiyor.” dedi.
Horsa ne yav? Bu Birsen’in dans hocası dediği adam, bizim kasabada düğünlerde çiftetelli
oynardı. Ne ara dans kursu açmış, ne ara profesyonel olmuş, ne ara “Ben yenilikten yanayım!”
deyip salsayla horonu birleştirmiş ve “horsa” diye dans bulmuş anlamadım. Dünya Halk Dansları
yarışmasına katılacaklarmış.
Evde durmadan deli deli hareketler yapıyor Birsen. “Çok çalışmam lazım, mühim olan
yarışmak ve eğlenmek değil, kazanmak.” diyor. Arada coşup “Seni yeneceğiz dünyaaaa!” diye
çığlıklar atıyor. İçimden “Peki Birsen, şeyin bundan haberi var mı? Dünyanın?” dedim.
Cumartesi günleri okuldan sonra gezmeye gidiyormuş Birsen. Süpermiş, dedim, birlikte
gezeriz. Ama o, özel resim hocasıyla birlikte geziyormuş. Birsen ata biniyor, atın eyerine tuvalini
kıstırıyor, hem geziyor hem resim yapıyor. Yeni bir teknikmiş. “Atlı okçuluk oluyorsa, hem at
binip hem ok atılabiliyorsa, atlı resim neden olmasın?” diyorlar. At, Birsen’i fırça darbelerinin
hareketlerine göre gezdiriyormuş. Tövbeler olsun, atlar bile cozutmuş. İçimden “Peki teyze, şeyin
bundan haberi var mı? Atın?” dedim.

26
ENGİNAR KILIĞINDA BİR GURME
Elvan Uysal Bottoni

Ben Öykü. On iki yaşında olduğum için küçük bir gurmeyim. Gurme Fransızcadan gelen
bir kelime. Son zamanlarda çok moda. Ağzının tadını bilen, farklı yemekler tadan insanlara
deniyor. Annem babamsa gurmenin büyümüşü. Ailece yemeği sevdiğimiz kadar pişirmeyi de
severiz. Birlikte mutfakta çok zaman geçirir, saatlerce yemek yaparız.
Bir de kardeşim var: Kerem. Daha altı yaşında. Zeytin gibi kara gözlü, akıllı mı akıllı bir
çocuk. Eskiden yemek seçerdi. Bebekken annem güzel sebzeli mamalar hazırlayıp yedirmeye
çalıştığında püskürürdü. Sadece üstü başı değil, perde, duvar, koltuk, her yer mama olurdu.
Bizim gibi damak tadına düşkün bir aile için, Kerem’in yemek seçmesi zor bir durum. Ama
üstesinden gelmeye çalışıyoruz.
Ben sebzeleri çok severim. Kırılmalarını hiç istemem. Kerem’in sebze sevmemesine her
zaman çok üzülmüşümdür, onun için bu derde bir çare buldum. Kerem hikâye dinlemeye bayılır.
Ben de anlatmaya. Kardeşime sebze masalları yazmaya başladım. Annemle, babamla oturup
günün sebzesi hakkında ne biliyorsak bir kâğıda not alıyoruz. Sonra ben onları hikâyeleştiriyorum.
Hikâyenin kahramanı sebzenin kılığına girip Kerem’in karşısına geçerek sebzenin ağzından
anlatıyorum. Sonra da evde günün sebzesiyle yapılmış ne varsa, ballandıra ballandıra
hazırlanışını… Tarifi dinledikten sonra Kerem’in canı o yemekten çektiği için devreye annemle
babam giririyor. “ Aaaa mutfakta zaten varmış!” diyerek hemen masaya oturuyoruz. Ailece, yine
sevdiğimiz yemeklerle eğlenebilmenin yeni bir yolunu bulmuş olduk. Daha işin başındayız.
Sebzeleri yakından tanıdıkça, Kerem’in çok seveceğine inanıyorum.
Bugün “masa”lımızda enginar var. Annem de ben de çok severiz enginarı. Babamın
enginar sevdası ise ikimizi de geride bırakır. Bugün pazardan enginar almış. Yüzünde güller açarak
elinde fileyle geldi. “Çocuklaaaar, size babaanne usulü enginar yapacağım!” dedi. Önce bir sevinç
fırtınası yaşandı, ama annemle göz göze geldik ve bir anda, “Kerem! Kerem enginar yemez’”

27
deyiverdik. Bizim gibi enginar düşkünü bir ailede enginar yemeyen küçük bir canavar! Olacak iş
değil. Üçümüz kafa kafaya verip bildiklerimizi birleştirdik. Ben masalı yazdım. Hemen üstüme
yeşil bir elbise geçirip enginar oldum.
Öykü’nün Enginar Masalı
Eskiden bir periydim. Adım Cynara’ydı. Kül rengi upuzun saçlarım, mor hareli yeşil
gözlerim vardı. Çok güzeldim. Zeus bir kızgınlık anında beni dışı dikenli, sert mi sert bir sebzeye
dönüştürdü. Ama çok iyi kalpli olduğum için o dikenli yapraklar arasındaki kalbim yumuşacık
kaldı. Morlu yeşilli rengim olmasa, eski halimi ben bile hatırlayamazdım. Botanikçiler hālā perilik
günlerimden kalma adımı kullanırlar, ama evlerdeki adım “enginar”.
Şilili şair Pablo Neruda’nın benden “savaşçı gibi giyinmiş şefkatli yürek” diye bahsettiği
şiiri, sebze olarak geçen hayatımın tek tesellisi.
Periyken iyilik yapmayı çok sevdiğimden, şimdi de çok faydalıyım. Acayip dış görüntüm
yüzünden çocukların beni sevmemesi yumuşacık kalbimi acıtmıyor değil. Beni sevenleri
bulduğumda, hele bir baklayla ya da bezelye ve havuçla süslendiğimde kendimi perilik
günlerimdeki kadar güzel hissediyorum. Annenizden beni pişirmesini isterseniz alın size tarifim…
Babaanne Usulü Enginar
Malzeme:
4 enginar
1 orta boy havuç
1 su bardağı bezelye
1 kaşık şeker
1 kaşık un
Zeytinyağı
1 soğan
Güzelce temizlenmiş kalbim beş dakika limonlu ve azıcık unlu suda bekletilir. Bu şekilde
daha ak pak olur, pişerken kararmam. Arkadaşlarım havuç ve patates, minik küpler halinde
doğranır. İşe, zeytinyağında bir küçük soğan kavrularak başlanır. Kavrulan soğan kardeşimiz,
kavrulduğu tavadan alınıp patates ve bezelyeyle karıştırılır. Aman dikkat! Patates ve bezelye henüz
çiğ. Arpacık soğanıyla da güzel oluruz. O zaman kavurma işine gerek kalmaz. Arpacık soğanı,
bezelye ve patates çiğden kalpçiğimin ortasına güzelce yerleştirilir. Üzerimize biraz tuz, bir çay
kaşığı şeker, azıcık zeytinyağı, birkaç damla su ilave edilince pişmeye hazır hale geliriz. Düdüklü

28
tencerede piştiğimizde daha diri, daha güzel renkli oluruz. Hem de daha çabuk pişeriz. Piştikten
sonra üzerimize kıyılmış dereotu serpilirse, mutluluğumuza diyecek olmaz. Elbette bu halimizle
bizi yiyeni de mutlu ederiz.
Alkışlar, alkışlar... Babam enginarı hazırlarken Kerem’i mest etmeyi başardım. Çok iyi
kalpli bir çocuk olduğu için enginar üzülmesin diye kuzu kuzu tadına baktı. Bir çatal, bir çatal
daha…
“ Demek periymiş bu enginar! ”
“ Evet Kerem. Bak kalbi de yumuşacık…”
“ Şiir nasıldı şiir? ”
Evde şiirler ve reçeller babamdan sorulur, o nedenle cevap babamdan geldi:
“ Savaşçı gibi giyinmiş şefkatli yürek…”
“ Babaannem başka neyi güzel yapardı? ”
“ Her şeyi. “
“ Peki bu enginar, bizim sınıftaki Ada kadar mı güzelmiş? Onun da saçları lüle lüle
miymiş?”
“Adadan daha güzelmiş. ”
“Yok artık, daha neler! ”
Enginar masalı sayesinde hepimiz çok eğlendik. Kerem de enginar perisinin Ada’ya
benzediğine karar vererek, ailenin enginarseverler kervanına katılmış oldu. Turuncu olduğu için
havuçları yedi, ama bezelyeleri yine ezip ezip bıraktı. Bu bezelye işine de bir çare bulmak
gerekecek…

29
SEVİNÇ
Anton Çehov

Saat gecenin 12'siydi. Mitya Kuldarov heyecandan saçları dimdik, hışımla eve girdi, o hızla
odadan odaya dolaşmaya başladı. Annesi ile babası yatmak üzereydiler. Kız kardeşi yatağa
uzanmış, elindeki romanın son sayfasını okumaktaydı. Liseye giden iki erkek kardeşi ise çoktan
uyumuşlardı.
Annesi ile babası:
— Bu saatte nereden geliyorsun? Ne bu telaş? diye sordular.
— Ah, hiç sormayın! Böylesini hiç beklemiyordum! Yok, yok, hiç beklemiyordum! Bu...
bu akıl alacak şey değil!
Mitya kahkaha attı, mutluluktan ayakta duracak gücü kalmadığından bir koltuğa çöktü.
— Bu olacak şey değil! Düşünebiliyor musunuz? Bakın işte!
Kız kardeşi karyoladan atladı, omzuna yorganını alarak ağabeyine yaklaştı. Liseli
kardeşleri uyandılar.
— Ne oldu? Benzin kül gibi.
— Sevinçten, anneciğim! Daha ne olsun! Beni şimdi bütün Rusya tanıyor. Önceleri
yeryüzünde 10. dereceden evrak memuru Dimitri Kuldarov adında birinin yaşadığını yalnız siz
biliyordunuz. Oysa şimdi bütün Rusya'nın haberi var. Ah, anneciğim! Nasıl bir şey bu. Tanrım!
Mitya ayağa fırladı, odada şöyle bir dolandıktan sonra gelip aynı yere oturdu.
— Ne oldu, canım, doğru dürüst anlatsana!
— Vallahi, tıpkı ilkel insanlar gibi yaşıyorsunuz? Ne basından haberiniz var, ne gazete
okuyorsunuz. Oysa gazetelerde öyle olağanüstü şeyler yazılıyor ki! Basın aracılığıyla olaylar hızla
duyuluyor, gizli-kapaklı bir şey kalmıyor yeryüzünde. Ah, ne kadar mutluyum. Tanrım! Biliyor
musunuz, gazetelerde yalnız önemli kişiler hakkında yazı yazarlar. Şimdi de tutmuşlar, beni
yazmışlar!
— Ne diyorsun, hani nerede?
Babası sarardı, annesi endişeli ve şaşkın dua mırıldanmaya başladı.

30
Liseli kardeşleri don gömlek ayağa fırlayıp ağabeylerinin yanına koştular.
— Evet, işte böyle! Beni de yazdılar! Şimdi Rusya'da tanınan biriyim. Anneciğim, bu
gazeteyi iyi saklayın! Ara sıra açar, okuruz. Bakın, işte burada!
Mitya cebinden bir gazete çıkardı, babasına uzattı, mavi kalemle çerçevelenmiş bir yeri
işaret ederek:
— Şurayı okuyun! dedi.
Babası gözlüğünü taktı.
— Hadi, okusanıza!
Annesi korku ve şaşkınlıkla, tasvirlere dönüp bir daha istavroz çıkardı, babası öksürerek
boğazını temizledikten sonra okumaya başladı: “Aralık ayının 29'unda, saat 11'e doğru evrak
memuru Dimitri Kuldarov…”
— Gördünüz mü? Gördünüz mü? Sonra?..
“...evrak memuru Dimitri Kuldarov. Malıy Bronnıy sokağında bulunan, Kozıhin'in
Yeri`nden dalgın bir halde…”
— Semyon Petroviç'le birlikteydim... Olay tüm ayrıntılarına dek anlatılmış. Devam edin!
Herkes iyi dinlesin! Sonra?
“...Dalgın bir halde çıkarken ayağı kayarak düşmüş, orada duran, Yuhnovski ilçesi, Durikin
köyünden kızak sürücüsü İvan Drotov'un atının ayakları arasına yuvarlanmıştır. Bundan ürken at,
Kuldarov'u tepeleyip geçmiş, daha sonra Moskovalı II. dereceden tüccar Stepan Lukov'un bindiği
kızağı yukarıda adı geçen kişinin üzerinden sürükleyerek sokakta dörtnala koşmaya başlamıştır.
At ancak kapıcılar tarafından durdurulabilmiştir. Önceleri baygın halde bulunan Kuldarov
karakola götürülerek orada doktor muayenesinden geçirilmiştir. Ensesine yediği darbenin…”
— Kızağın okuna çarpmışım, babacığım... Sonra? Sonunu da okusanıza! “Ensesine yediği
darbenin hafif olduğu belirtiliyor. Durum bir tutanakla saptanmış, kaza geçiren kişiye gerekli
sağlık yardımında bulunulmuştur…”
— Evde birkaç kez enseme pansuman yapmamı söylediler. Okudunuz ya! İşte böyle!
Haber şimdi tüm Rusya'ya yayıldı. Gazeteyi verin!
Mitya gazeteyi kaptığı gibi cebine soktu.
— Şimdi bir de Makarovlara göstereyim. İvanitskiler de duymalı. Natalya İvanovna'ya,
Anisim Vasilyeviç'e de gösteririm. Hadi, ben gidiyorum. Hoşça kalın!
Mitya resmi kasketini giydi, ün kazanmış birinin sevinciyle sokağa fırladı.

31
KÜÇÜK MÜYÜZ BÜYÜK MÜYÜZ?
Salih ZENGİN

Bir karıncayı düşün, yürüyor sessizce. Yaklaşan kış mevsimi için topraktan yuvasına
yiyecek taşıma telaşında hâlâ. Bu karıncaya göre ne kadar büyüğüz, öyle değil mi? Bizi nasıl
görüyorlardır acaba?
Bir arıyı düşün şimdi de. Mevsimin son çiçekleri üzerinde çiçek tozları toplamaya dalmış
bu arıya göre ne kadar da kocamanız öyle…
Ya şu kediciğe ne demeli? Bacaklarımıza kuyruğunu sürterek miyavlayan kedicik asla
bizim kadar iri olamayacak mesela.
Işıltılı bir yol çizerek telaşsız ilerleyen şu minik salyangoz yanında da dev gibi görünüyor
olmalıyız herhâlde. Ama bir fil düşün şimdi. Onun yanında küçülüveriyoruz işte. Bacak hizasına
ancak çıkıyor büyük sandığımız bedenimiz.
Bir balinanın yanında hiç hükmümüz kalmıyor neredeyse… Ya da eski zamanlarda yaşayan
dinozorların çağında olsaydık onlar da bir sinek gibi görüyor olabilirdi bizi pekâlâ.
Dünya'mız da böyle işte. Evini, sokağını, mahalleni, ilçeni, ilini, ülkeni ve diğer ülkeleri düşün.
Ne kadar da büyük bir gezegende yaşıyoruz böyle! Bir yağmur tanesini, bir avuç suyu, bir ırmağı,
bir denizi, okyanusları düşün sonra…
Bitmedi. Bir toprak tanesini, bahçeni, ekin yapıları, tarlaları, kıtaları düşün sonra. Her şey
ne kadar da büyük ve ne kadar sonsuz görünüyor. Ama şimdi düşündüklerinin dışına çık! Kocaman
sandığımız Dünya'nın dışına; uzaya! Her gün merakla izlediğin yıldızların yanına kadar çık. Büyük
sandığımız dünya bir anda pinpon topu kadar küçülüverdi bak. Müthiş bir ahenkle işleyen
galaksiler arasında ilerledikçe büyük sandığımız her şey daha büyük olan karşısında ne kadar da
küçük kalıyor böyle. Uzayın ve evrenin sonsuzluğu içinde bir nokta kadar kaldık işte.
İşte böyle sevgili okur!
Her şey ne kadar büyük ve aslında ne kadar küçük şöyle bir düşününce. Ama hepsinden
önemli bir şey var, tek bir şey: Kalbin hiç küçük değil. İçine bir evreni sığdırmaya çalışmalısın
elinden geldiğince…

32
KIBRIS EFSANELERİ

Beşparmak Dağının Oluşum Efsanesi

Bir zamanlar Girne Sıradağlarının eteklerindeki bir köyde yaşayan, herkesin hayran olduğu
çok güzel bir kız varmış. Bu güzelliğe birçok delikanlı vurgun olsa da, aralarından sadece ikisinin
aşkı dağları yıkacak nitelikteymiş. Her ikisinin de yüzü güzel, fakat birinin kalbi karanlık,
diğerininse aydınlıkmış. Bu iki delikanlı güzel kız için iddiaya girmişler ve en sonunda da düello
yapmak konusunda karar kılmışlar. Hain olan önceden plan kurarak, iyi kalpli delikanlıyı dövüş
sırasında bataklığa itmiş. İyi kalpli delikanlı bataklığa gömülürken son bir gayretle kılıç tutan elini
yukarıya kaldırmış. Kılıcı elinden düşmüş ve beş parmağı göğe doğru açık vaziyette bataklığa
gömülmüş. Yüzyıllar sonra bataklık kuruyup dağ şeklini aldığında, delikanlının eli “Beşparmak
Dağları” olarak ortaya çıkmış.

Yüzbirinci Oda

Templos, şimdiki adıyla Zeytinlik olan köyde, St. Hilarion Kalesi’nin yüz bir adet odası
olduğuna inanılırmış. Bir gün Zeytinlik Köyü’nden bir grup genç beraberce kaleye gitmeye karar
verip yola çıkmışlar. Tesadüf o ya, o gün de her dileğin kabul olduğu hacet günüymüş. Kırk senede
bir açılan yüz birinci odanın da kapısı açılmış... Bizim delikanlılar kapıyı açık görünce içeriye
dalmışlar ve içerdeki zenginlik karşısında hayrete düşmüşler. Biri altına, diğeri gümüşe sarılmış,
her birinin gözü dönmüş. Onlar oyalanırken mühlet bitmiş ve odanın kapısı kapanmış. Bunun
üzerine kırk genç hiç farkında olmadan 40 sene boyunca uykuya dalmışlar. Uyanıp köye
döndüklerinde kendi yaşıtlarının çoktan öldüğünü görmüşler, çocuklarını da bıraktıklarından 40
yaş büyük bulmuşlar.

33
Buffevonto Kalesi

Söylenilenlere göre “rüzgâra boyun


eğmeyen” anlamına gelen Buffevento Kalesi’nin
cüzzama yakalanan bir kraliçesi varmış. Kadın
kalenin içerisinde kendisi gibi cüzzama yakalanan
köpeğiyle yalnız yaşıyormuş. Kraliçe bir gün köpeğinde iyileşme olduğunu fark etmiş ve nedenini
bulmak için peşine takılmış. Köpeğin, kalenin yakınlarındaki bir pınarın suyunda içtiğini ve
yıkandığını görünce şaşkına dönmüş. O da aynı köpeği gibi pınarda zaman geçirmeye başlamış,
bir süre sonra da iyileşmiş. Bunun üzerine suyun yanına adı St. John Chrysostomos olan bir kilise
yapılmış ve uzun yıllar boyunca çobanlık yapan papazlar tarafından kullanılmış.

Değirmenlik Köyünün Suyu (Gümüş Taş Efsanesi)

Derler ki Değirmenlik Köyü’nün suyu Anadolu’ dan


gelir. Yazın kar gibi soğuk, kışın ılık ılıktır. Bir zamanlar
Anadolu’da bir değirmenci kimine göre gezmeye,
Yeniceköy’den Veli Dayı’ya göre ise değirmen taşı satmaya
gelmiş. Yolu Değirmenlik’e ve o zamanın en meşhur
değirmencisine düşmüş. Bakmış bir tahta tekne. Bir daha bakmış, dönüp dikkatlice bir daha…
Değirmenci meraklanmış: “ Hayrola” demiş, “Niye tekneye bakıp duruyorsun?” diye sormuş.
“ Benimdir bu tekne, ondan bakıyorum” demiş öteki. Beriki daha da meraklanmış, üstelik
hayret etmiş. “ Yani senin mi? Nerden nere senin oluyor? On beş senedir o tekne orada duruyor.”
demiş. “ Ya senin mi? ” diye sormuş öteki. “ Nerede kimde yaptırdın? Üstelik 15 senedir dedin,
ben de onu kaybedeli tam 15 sene oluyor.” Yerli değirmenci artık kızmış: “ Be adam! Misafirsin
diye yakınlık gösterdik, malımıza da mı sahip çıkacaksın? ” diye çıkışmış. “Yok, hemen kızma.
Bu tekne benimdir, inanmazsan ters çevir de bak. Tam ortada bir tapa var, içinde de bu kadar altın
var. Öteki, tekneyi çevirince tapayı görmüş ve hayret etmiş. Söküp altınları çıkarmışlar. Yabancı
altınları almış, öteki de bakakalmış. Tekneyi de alıp gidecek diye içini bir korku sarmış. Ama
yabancı birkaç altın verdikten sonra: “Tekne de yadigâr kalsın. Bizim yamak su arkının yanına
bırakmıştı, nasıl oldu da burada bulundu? Demek ki su buraya kadar yol yapmış. “Bak sen şu işe!
Kimsenin kısmetini kimse yiyemez.” demiş ve çıkıp gitmiş.

34

You might also like