You are on page 1of 305

d Cc a n e CÜNDİOĞLU

21 Ocak 1962’de İstanbul’un Üsküdar ilçesinde dünyaya geldi. 2


Nisan İÇSO'de başladığı yazı hayatına çeşitli dergi ve gazeteler­
de makaleler yayiftiam ak suretiyle devam etti. !98!’de K uran
ilimlerini temel uğraş alanı olarak seçti. Yorumbilim’in (ilm-i
Tefsir) yanı sıra uzun yıllar Tarih, Dilbilim (ilm-i Belagat),
Düşüncebilim (ilm-i Mantık) ve felsefe dersleri verdi. Şubat
1998’den beri Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığı yapmakta
olan Cündioğlu, geleneksel ilimlere hayatiyet kazandırmak ga­
yesiyle klasik mantık, psikoloji, kelam ve felsefe metinlerinin
neşir ve hazırlıklarıyla meşgul olmaktadır.
Eserleri:
1993'te Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kuran Dili: Kur'an-ı
Kerim ve Mealini hazırlayıp notlandıran yazarın 1995'ten iti­
baren yayımlanmış başlıca eserleri şunlardır: Başörtü Risalesi
(/995); K u ra n ı Anlamanın Anlamı (/995); Sözün Özü: Kelam-ı
İlahinin Tabiatına Dair (1996); Sözlü Kültürden Yazılı Kültüre:
Anlamın Tarihi (1997); Türkçe Kur'an ve Cumhuriyet ideolojisi
(1998); Kur'an, Dil ve Siyaset Üzerine Söyleşiler (1998); Kur'an ve
Dile Dair (2005); Tarih ve Siyasete Dair (2005); Kur'an Çevirileri­
nin Dünyası (1999); Bir Siyasi Proje Olarak Türkçe İbadet (1999);
Bir Kur’a n Şairi: Mehmed A kif ve Kur'an Meâli (2000); Philo-
SopiaLoren (2004); Arasokakların Tarihi: Hatıralar ve Hatıratlar
(2004); Keşf-i Kadim: İm am Gazali'ye Dair (2004); Felsefenin
Türkçesi: Cumhuriyet-Felsefe-Eleştiri (2004); Düşünce Düşlenir
(2005); A k if e Dair (2005); Mehmed A k if in Kur'an Tercümeleri
(2005); Meşrutiyet'ten Cumhuriyete Din ve Siyaset (2005); Bir
Mabed Bekçisi (2006); Bir Mabed İşçisi (2006); Bir Mabed Savaş­
çısı (2007); Daireye Dair (2007); Hz. İnsan (2009); Ölümün Dört
Rengi (2009); Göz İzi (2010); Hakikat ve Hurafe (2010); Cenâb-ı
Aşk (2010).
Bir Mabed Bekçisi: Cemil Meriç
-Roman ve Balzac; Şiir ve Hugo-
K apı Y ay ın lan 229
A raştırm a-İn celem e 50

Bir Mabed Bekçisi: Cemil Meriç


D ücane Cündioğlu

1-4. B asım : E y lül-E kim 2006, E tk ileşim Y ayınlan


5. B asım : K asım 2010, K apı Y ayınlan

ISBN: 978-605-4322-40-4

Sertifika No: 10905

Yaym a H azırlayan: M ustafa Ç evikdoğan


K ap ak T asan m ı: U tku L om lu
M izanpaj: M erve G üven

© 2006; D ücane C ündioğlu


© 2010; b u k ita b ın yayın h a k la n K apı Y a y m la n 'n a aittir.

Kapı Yayınlan
T icarethane S okak No: 53 Cağaloğlja / İsta n b u l
Tel: (212) 513 34 20-21 Faks: (212) 512 33 76
e-posta: bilgi@ kapiyayinlari.com
w w w .kapiyayinlari.com

Baskı ve Cilt
M elisa M a tb a a c ılık
Ç iftehavuzlar Yolu A car S anayi Sitesi No: 8 B a y ram p aşa / İstan b u l
Tel: (212) 674 97 23 Fax: (212) 674 97 29

Genel D ağıtım
Alfa B a sım Y ayım D a ğ ıtım L td . Ş ti.
T icarethane Sokak No: 53 C ağaloğlu I İstan b u l
Tel: (212) 511 53 03 Faks: (212) 519 33 00

Kapı Y ayınlan, Alfa Yayın G r u b u n u n tescilli m arkasıdır.


Bir Mabed Bekçisi: Cemil Meriç
-Roman ve Balzac; Şiir ve Hugo-

• w

DUCANE CUNDIOGLU


İçindekiler

Ö nsöz xi

I. B İR MABED B EK Ç İSİ
1. Aydınlıkta B ir M abed Bekçisi 5
2. K aranlıkta B ir M abed Bekçisi 21

II. SUYA EĞİLMEKTEN KORKAN ADAM


1. K uklalarla Dolu B ir D ünya 59
2. R om an m ı? Ne L üzum Var Dalavere Yapmaya?
3. R edde Hayır, Tenkide Evet! 92
4. D örtbin K ahram an d a D örtbin Kere Yaşamak i
5. Yolumuzu Aydınlatan H ırsız Feneri 114
6. B ir K arm aşanın öy k ü sü 121
a. Balzac: Bir A dam ve Bir Çağ (1942) 125
b. Altın Gözlü Kız (1942) 133
7. D uvarından Yıldızlar G örünen O dalarda 143
c. Onüçlerin Romanı: Ferragus (1945) 150
d. O tuzundaki Kadın (1945) 162
e. Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti (1946) 1
f. İhtişam ve Sefalet (1973) 180

Ekler 197
Die Logik ist zwar unerschütterlich, aber einem
Menchen, der leben will, wiedersteht sie nicht.
Franz Kafka, Der Proceß
Önsöz

a ris’in fevkalâde soğuk geçen 2005 k ışında k ap an ıp


P kaldığım 20 m etrek arelik k üçük stüdyoda, şayet oda
ark ad aşım ın k ü tü p h an e sin d e b ulabildiğim b irkaç F ransız
rom anıyla ısınm ak d u ru m u n d a kalm asaydım , şu an elinizde
tu ttu ğ u n u z bu kitap hiç ku şk u suz ki yazılm ış olm ayacaktı.
M art 2006’da İstan b u l'a d öndüğüm de, bilh assa Balzac'a
a it ne k a d a r ro m an varsa tek er tek er k itap çılard an toplayıp
p eşisıra okum aya başlam ıştım ki B alzac m ü teh assısı b ir
dostum , hem en şu ih ta rd a b u lundu:
— "B alzac okuyacaksan, m uh ak k ak Cemil M eriç’in tercü ­
m elerin den oku!"
D ostum un, tavsiyesinin zo ru n lu bedeli o larak istifadem e
su n d u ğ u tercüm eleri kısa zam a n d a okum uş ve hiç beklem e­
diğim b ir sürprizle karşılaşm ıştım : dipnotlar...
Çeyrek yüzyılı aşkın b ir sü re d ir dil ve çeviri sorunlarıyla
y akından ilgilenm iş, sayısız çeviri eleştirisi yazm ış b ir “dil
sevdalısı", -söylem ekten niçin u tanayım - b ir "dil delisi" ola­
rak, m eslekdaşım genç M eriç'in âd eta kutsal b ir m etni çevi-
rircesine gösterdiği o m uazzam titizlik ve dikkat karşısında
büyülenm iş, tak d ir hislerim i nasıl ifade edeceğim i bilem ez
hâle gelmiştim: birkaç-sayfada-bir okurunu selâm layan pe-
restişkârâne açıklamalar... genç m ütercim in kendi yetersiz­
liğini ifşa sadedinde yaptığı sevimli ve sam im i itiraflar... ve
Fransızca tabirleri kılı kırk yararak Türkçeleştirm e azm inin
yol açtığı sözde başarısızlıkların m ahcubiyetiyle düşülm üş
onlarca dipnot...
Önce Balzac, sonra Hugo çevirileri...
Kısacası, ilginç bir tesadüfler zincirinin sonunda M ü­
tercim Cemil Meriçi keşfetm iştim ; sadece bendenizin değil,
Türkiye’nin de m eçhulü kalm ış b ir Cemil M eriç’ti bu. Çünkü
şimdiye değin, bu çeviri ustasının tercüm elerini ele alan, in­
celeyen bir tek makalecik bile yazılm am ıştı. N isan 2006’da
K ültür B akanlığınca yayım lanan "Cemil Meriç" kitabı (daha
doğrusu: albüm ü), sözkonusu ilgi ve bilgi fukaralığının en
yetkin belgelerinden birini tem silen okurun h u zu ru n a çıkın­
ca, esasen üzerim e vazife olm asa da Mütercim Cemil Meriçe,
Meriç okurları kadar Türkçe sevdalılarının da dikkatini çek­
menin yararlı olacağını düşündüm . Ne var ki niyetim i ger­
çekleştirmeden önce, pek tabii ki kendisinin o yıllarda ka­
leme almış olduğunu bildiğim çeviri eleştirilerine de âcilen
göz atm am gerekiyordu.
Uzun ve yorucu yolculuk, gerçekte, bu adım la birlikte
başlamış oldu. Meğer göz atılm ası gereken ne çok şey var­
mış! Taram aların alanı genişledikçe, kenardan köşeden gün-
yüzü görmemiş yazılar, eleştiriler, eleştirilere verilm iş cevap­
lar çıkmaya başladı.
Bu sefer Meriç’in yine hiç bilmediğim b ir tarafını keş­
fetmiştim: Münekkid Cemil Meriç. Lütfen m üsaade ediniz
de bir kez daha keyfini çıkarayım: sadece bendenizin değil,
Türkiye’nin de meçhulü kalmış b ir Cemil M eriç’ti bu. Çün­
kü Meriç’in kimleri ve niçin eleştirdiği, nasıl eleştirdiği, bu
eleştirilerin o yıllarda ve eleştiriye m aruz kalanlarca nasıl

xii
karşılandığı hakkında b ir tek, evet b ir tek makalecik bile ya­
yım lanm ış değildi.
Mütercim Cemil Meriç ten sonra, şim di de Münekkid Cemil
Meriç... Tam anlam ıyla b ir cangılm o rtasına düşm üştüm . Ve
çaresiz, ne yapıp edip işin sonunu getirm ek zorundaydım.
"Şu makaleyi de görelim , şu derginin veya gazetenin filan sa­
yılarını da tarayalım ” derken, kısa zam anda 50'yi aşkın dergi
ve gazeteden toplanm ış yüzlerce m akaleden müteşekkil koca
bir koleksiyon piram idi yükseliverdi m asam ın üzerinde.
M eriç’in m atbu telif ve tercüm elerine ulaşm ak da başka
bir sorun olarak karşım da duruyordu; zira birer derleme ol­
m aları sebebiyle eklemelere, çıkarm alara m aruz kalm ış bu
kitapların ilk, daha doğrusu tüm baskılarını bulm ak, tek tek
hepsini karşılaştırm ak, hangi yazının daha önce nerede neş-
redildiğini ve daha sonra hangi baskıya dahil edilip hangi
baskıdan çıkarıldığını sabırla ve titizlikle tesbit etmek lâzım
geliyordu. Sağolsunlar, sadık dostlarım ve vefakâr talebele­
rim, her zam an olduğu gibi yine im dadım a yetiştiler ve onla­
rın biraz da kerhen (!) verdikleri destek sayesinde bir-iki ay
içerisinde hem en hem en bütün baskılan biraraya getirmeyi
başarabildim . Bu arada yayım tarihi itibariyle tüm m akale­
lerini derleyip sıralam ış olduğum devâsâ Cemil Meriç Harita­
sı da birkaç eksiğiyle tam am lanm ış gibi görünüyordu.
Keşifler, fetihler hiç biter mi?
Bitmiş görünür sadece ve birgün bir yerlerden sessiz se­
dasız birkaç yazı daha başını uzatıverir. Ne gam! 4-5 aylık
çabalann neticesinde, iyi kötü koca b ir külliyat ortaya çık­
mış, toplanan yüzlerce m akalenin yanında Meriç’in m atbu
kitapları bile neredeyse tüm ehemm iyetini kaybeder gibi ol­
muştu.
Bir yandan Balzac ve Hugo dosyalarının eksiklerini ikmâl
ediyor, kenarda köşede kalmış küçük aynntıları bir araya

xnı
getiriyor, h e r geçen gün yeni ve farklı bilgilerle elim d ek ileri
k arşılaştırarak b ir so n u ca varm ay a çalışıy o rd u m ; d iğ er y an ­
dan, yolun başın d ay k en m ü d a h il olm ayı pek d ü şü n m ed iğ im
bazı k o n u larla ilgilenm ek z o ru n d a kalıyordum .
H erkes k a d a r b enim de az çok b ild iğ im /tan ıd ığ ım fikir ta ­
rafı, Cemil M eriç’in, gerçekte, k o n u şm a k ta n , d eğ erlen d irm e
y apm aktan en çok kaçınd ığ ım tarafıydı: M ütefekkir Cemil
Meriç.
B ir m ütercim ve m ü n ek kid o larak ta k d ir ettiğim b u fikir
işçisinin teza tlarla dolu m ü tefekkir y ö n ü n e tem as etm em h a ­
linde, fincancı k a tırların ı ü rk ü tm e k h ad i b ir y ana, M eriç’ten,
M eriç’in zengin ve çok yönlü d ü n y asın d an , hele hele o m u h ­
teşem T ürkçesinden istifade eden/edecek o lan genç o k u rla­
rını ister istem ez hayâl kırıklığına u ğ ra tm a k gibi sevim siz
b ir d u ru m a sebep olm ak d a sö zkonusuydu. Ç ünkü b ilinen,
tan ın an M eriç, 70’li, 80’li y ılların M eriç’iydi. Bu M eriç hem
yâra, hem ağyara hoş g örü n m ek ih tiyacı hisseden, inişler-
le-çıkışlarla dolu hâlet-i nahiyesinin im k ân verdiği n isb ette
itidali arayan, n ad iren de olsa b u lan b ir M eriç’ti.
Hâl böyleyken, bu süre içerisinde yayım ladığım tedkik-
lerin tam am ı M eriç'in m ü n ekkid ve m ü tercim yönüyle değil,
m ütefekkir yönüyle alâkalı y azılard an teşekkül etm iş oldu.
Çünkü önce, 70’li, 80’li yılların M eriç’iyle ilgili kem ikleşm iş
snob kavrayışları silkeleyip sarsm ak ve vıcık vıcık m ü d a h an e
kokan yıllanm ış gevezeliklerin b ir an evvel son b u lm ası a m a­
cıyla, çürüm e em areleri gösteren b u yaraya hiç beklem eden
neşter vurm ak, b ana d ah a sağlıklı ve d a h a ahlâklı b ir tu tu m
gibi görünm üştü.
Yıllar önce benzer b ir çalışm a yapm ış ve Bir K u ra n Şâiri:
Mehmed  k if (İstanbul, 2000) adıyla yayım lam ıştım . B unca
uğraşın içerisinde şim di de Bir Mabed Bekçisi: Cemil Meriç
adıyla son b ir m onografi d ah a kalem e alıp neredeyse altı ay

xiv
boy u n ca nefes a lm a d a n h azırlad ığ ım evrak-ı perişanım ın,
zaten can çekişm ekte o lan ilim -irfan dü n y am ızın m elül me-
lül bak an o aşksız, şevksiz, h eyecansız b akışlarıyla b ir kez
d a h a kirlen m esin e m ü saad e etm eli m iydim ?
T ereddüd içindeydim , ve d a h a da kö tü sü , ne dostlar, ne
de eh ib b a cih etin d en destek g ö rü y o rd u m . M izacım ı bilenler,
el attığım b ir konuyu y arım b ırak m ay acağ ım ı da bildiklerin­
den, ister istem ez vaktim i ziyan edeceğim den, u zu n sü red ir
hazırlık larıy la m eşgul old u ğ u m -kendilerince m alum - dos­
yaların rafa kalk acağ ın d an endişe ediyorlardı. T am am en de
haksız sayılm azlardı. Ç aresiz, kendim i ikna etm ek için d o st­
larım ı da ikna etm eye çalıştım . S o n u çta ben de, o n la r da pek
ikna olm adı am a, yola d ü şm ü ştü m b ir kere, b ari yolda olsun
düşm em eliydim .
Şairin de işaret ettiği gibi, h e r ne p ah a sın a olu rsa olsun,
artık y apm am gerekeni yapm alı, bedeli neyse, onu aşk ile,
şevk ile ö dem ekten kaçınm am alıydım :

Yâr için ağyara m in n et ettiğim ta n etm en


Bağban bir gül için bin hâre hizm etkâr olur

İlk yazılar günyüzüne çıkm aya başladıkça, çevrem deki


te re d d ü t ve tedirginliklerin azalm aya başladığını farkettim ;
birkaç dostum , yazılarım ı y ayım lanm adan önce okum ak ve
önerilerde b ulunm ak n ezaketini gösterdiler. K adîm Meriç
o kurları da sah a dışın d an ko n u şan bu davetsiz m isafirin ça­
lışm aları karşısındaki ilk tedirginliklerinden zam an içinde
sıyrılıp iltifat ve teşviklerinden bu fakiri m ah ru m etmediler.
H er şey bu k ad ar yolundayken yine de son bir m onogra­
fi deyişim b oşuna değil. A k if hak k ın d a yazdığım m onografi
tam b ir vazife hissiyle ve fevkalâde güç koşullarda kalem e
alınm ıştı; zira cehaletin ilim ve irfan hayatım ıza bu denli
acım asızca ferm an dinletiyor o lm asından ziyadesiyle in cin ­

XV
m iştim ve m em leketim izin yetiştirdiği değerli b ir in san a a tı­
lan ucuz iftiralar karşısınd a bile bile k ulaklarım ı tıkam aya
gönlüm razı olm am ıştı.
H azırlıklarım d eruhde ettiğim M eriç m onografisi de-yu-
k a n d a kısaca izah ettiğim ü zere-bir tesadüfler zin cirin in so­
nucudur. K endi aslî m eşguliyetlerim i kısa b ir süreliğine erte­
lemeyi göze aldıysam , bu, h ay atta h içb ir tesad ü fü n anlam sız
olm adığına inandığım dandır. V azifelerimizi, zannedildiği
gibi, tercihlerim iz değil, bilâkis tesadüfler belirler; belki ga­
rip gelecek am a, o tesadüfleri de sözüm ona tercihlerim iz ta ­
yin eder. (İtirazı ve dahî vakti o lan lar varsa, hiç durm asınlar,
tam da bu noktada seçm ek ile seçilm ek arasındaki o ince far­
kı soruşturm aya başlasınlar!)
Evet, son b ir m onografi... T ercihlerim itibariyle değil, n i­
yetlerim itibariyle son...
Tedkiklerimi, okura b ir b ü tü n h âlinde sunam adığım dan
ötürü m azur görülm eyi üm id ediyorum . Çünkü elinizdeki ki­
tap, M eriç’in daha çok m ütercim yönünü ele alıyor. A rdından
da ilk elde M eriç'in m ütefekkir ve m ün ekkid yönlerini ince­
leyen iki ayrı kitap daha neşredilecek. Böylelikle b ir Cemil
Meriç m onografisinin yapıtaşları sırayla ve fakat ne yazık ki
tek tek döşenm iş olacak.
Bu ilk kitapta, Mütercim Cemil Meriçin şimdiye değin
ihm âl edilmiş olan en önem li eserlerini, H onoré de Balzac
ve Victor Hugo’dan yaptığı m anzum ve m en su r çevirilerini
-m üm kün olabildiği kadarıyla- etraflıca tasvir ve kısm en de
tahlil etmeye çalıştım.
Balzac tedkiklerini ve çevirilerini fırsat bilip M eriç’in
hem rom an dünyasına ilgisini, hem de bu konudaki görüş ve
eleştirilerini, yol açtığı tepkilerle birlikte ele aldım . (Bilhas­
sa edebiyat tarihçilerim izin bu cerbezeli mevzuya hak ettiği
alâkayı göstereceklerini um uyorum .)
Çeviri tarih im izin şaheserleri a rasın d a anılm aya lâyık
H ugo çevirilerine gelince, bu çalışm aları kronolojik olarak
tasvir ve tahlil etm eden önce, M eriç’in, şiir dünyasına yakın­
lığını ve so n raları niçin şiird en kaçtığını, kaçm ak zorunda
kaldığım kendi ifadelerinden hareketle anlam aya, anlam lan­
dırm aya gayret ettim . G ayet verim li, verim li olduğu k ad ar da
netam eli bu konunun, M eriç’in biyografisi b akım ından taşı­
dığı değer, sanırım u sta gözlerin dikkatinden kaçm ayacaktır.
Ç ünkü M eriç’in şiirle kavgasını tanım ak, b iraz da onun ruh
dünyasını tanım ak demektir.
Böylece M eriç’in sadece Balzac ve H ugo hakkındaki çalış­
m aların ın serencam ını değil, aynı zam anda bu gayretli m ü­
tercim in b ir m ünekkid olarak ro m an ve şiir dünyasıyla olan
gergin m ünasebetlerini de m asaya y atırm ak im kânı bulm uş
oldum ki yıllarca zulm et içindeyken aydınlanm ayı bekleyen
bu dünya, Cemil M eriç’i Cemil Meriç yapan belki de tek ve
gerçek dünyadır.
Bu iki dosyanın girişindeyse, k itaba adını verm iş olan
B ir Mabed Bekçisi başlıklı incelem e yer alıyor. Daha önce b ir
dergide ilk hâliyle ve dipnotsuz olarak yayım ladığım yazı, bu
sefer, zam an içerisinde ulaşılan yeni verilerle zenginleşm iş
ve biraz şişm anlam ış olarak okurun karşısına çıkıyor.
Cemil M eriç'in sıklıkla kullandığı “m abedi bezirgânlar-
dan tem izlem ek" m etaforunun -ilk yazılarından itibaren-
oluşum unu ve gelişim ini izleyen ve tek tek pantheon, kapitol,
mabed, tapınak gibi terim lerin içinde yer aldığı pasajları der­
leyen bu incelem eden hareketle, edebiyat u lu la n n ın yaşadığı
m abedi bezirgânlann pisletm elerine izin verm em ek için Ce­
mil M eriç’in b ir m ünekkid olarak nasıl da çırpındığını ayrın­
tılarıyla tasvir etm eye çalıştım .
Acaba çabalarım da ne k ad ar başarılı olabildim?
Bilemiyorum.

xvii
Bildiğim, ortada îfa edilm esi gereken, yapılm ası gerektiği
gibi yapılm ayan b ir vazife vardı; fakat görü n ü rd e, bu vazife­
yi îfa edecek kim se yoktu. İste r istem ez, F riedrich Hegel'in
1817’de sarfettiği şu sözü h atırla m a d a n edem edim :

Wer wäre nicht so klug, u m in seiner Umgebung


vieles zu sehen, was in der Tat nicht so ist, wie es
sein soll?'

Ve çaresiz, ko llan sıvadım , bu boşluğu doldurabilm ek


amacıyla ve pek tabii ki kabiliyet ve im kân larım ın elverdiği
ölçüler içerisinde m esuliyetim in gereğini yerine getirdim .
Bu yoğun çalışm a dönem inde kendilerine teşekkür b o rç­
lu olduğum pekçok değerli isim var. Öncelikle ve özellikle
vefakâr talebem Sem ih Atiş... Eşsiz y a rd ım la n olm asaydı,
hiç kuşkusuz ki araştırm alarım ı bu denli kısa b ir süre içinde
sonuçlandıram azdım . K adîm d o stu m Atalay Gül, n a d ir ki­
taplarla dolu kütüphanesini yağm alam am a -yıllardır olduğu
gibi- bu sefer de ses çıkarm adı. D ostlanm M etin Tavukçu-
oğlu ile Hasanali Yıldırım birikim lerinden ve u y arılarından
yararlanm am konusunda yine m ü sam ah ak âr davrandılar.
Sevgili Ali Saydam, sahibi olduğu Kesişim Yayıncılık’ın im ­
kânlarını cöm ertçe istifadem e sundu. Ülkü K araosm anoğlu
H anımefendi ise bu teknik yardım ları kolaylaştırm akla kal­
madılar; müsveddelerim i her aşam ada okum ak nezaketini
de göstererek çok değerli önerilerde bulundular. Ayşe M eral
Hanımefendi, Fransızca m etinleri kontrol etm ek suretiyle
birçok müşkilin hallinde yardım cı oldular. Dergâh Yayın-
ları’nm arşivinden yararlanm am ı sağlayan dostum İsm ail
Kara, bazı makalelerimi okum ak ve yorum lam ak suretiyle
Kim, etrafında, gerçekte olması gerektiği gibi olmayan nice şeyi görecek
kadar zekî değildir ki?
m eçhulüm b u lu n an k on u lard a önem li k atkılarda bulundu.
Değerli araştırm acı Yusuf G ünaydın heyecanım a m ukabele
etm ekte hiç gecikm eyip tehalükle aradığım birçok belgeyi
Milli K ü tü p h an e’den tem in etti.
Bazı gazete ve dergi kolleksiyonlanna, kitap veya m aka­
lelere u laşm am a ve böylece eksiklerim in b ir kısm ını tam am ­
lam am a yardım cı olan, bilhassa A hm et M alkan, Ali Birinci,
M usa Yıldız, R asim Ö zdenören, N ihat Nasır, Akif Ak, Cev­
det K aral, Suavi K em al Yazgıç, M ehm et Can Doğan, Ekrem
K ızıltaş, A hm et Faruk Güney, Yusuf Ünal ve sehven ism ini
anm ayı ihm al etm iş olabileceğim b ü tü n ilim ve fikir d ostları­
na teşvik ve y ard ım larınd an ö tü rü m in n ettarım ; bu vesileyle
kendilerine en kalbı şükran larım ı sunuyorum .
Son olarak çabalarım ın m ahiyeti hakkında m uhakkak b ir
şeyler söylem em gerekiyorsa, yapılamayacak olanı yaptığım ı
iddia edem em ; ve fakat yapılm am ış olanı yaptığım dan kesin­
likle kuşku duym uyorum .
D ü c a n e C ü n d io ğ lu
Çengelköy, Ağustos 2006

x ix
I
BİR MABED BEKÇİSİ

Her mabed bir Fildişi Kule, her Fildişi Kule


bir mabed. O mabedin kandillerini gözlerimin
ışığıyla tutuşturdum . O mabedin mihrabında
şahlanan alev kalbimden fışkırıyor. Fildişi Ku­
lemi senin için hazırladım, meçhul dost!
Cemil Meriç, 2 Ocak 1963
K itabı insanlık yazar. Ne m u tlu ona b ir hece ekleyebilene!
Vyasa b ir m ısra, Homer b ir m ısra, Firdevsî b ir m ısra, çağdan
çağa, ülkeden ülkeye akseden bu lâyem ut İlahîye...1

C em il M e riç ’in g ü n lü ğ ü n d e y e r a la n 18 E y lü l 1963 ta rih li


b u s a t ır l a r o k u n u r o k u n m a z , S a in te -B e u v e u n (1 8 0 4 -1 8 6 9 ) fır­
ç a d a rb e le riy le o lu ş a n ş u ta b lo y u g ö z ö n ü n e g e tirm e m e k k ab il
m id ir?

Edebiyat C um huriyetinde hiçbir değer kaybedilmemeli. Zevk


mabedi yeni baştan kurulm alı, d ah a doğrusu genişletilmelidir.
B ütün soylu insanların Pantheonu olm alıdır bu tapınak; insa­
noğluna sürekli hazlar sağlayan, zekâm ızı geliştiren herkesin
yurdu olmalıdır. Pam asse da Serrat dağı gibi... h er katında
yüzlerce derviş. B ırakın herkes kendine uyan yeri seçsin! Ma­
bedin ilk misafiri H om er olm alı bence. Arkasında, Şark’m üç
kâhin hüküm darı, u zun zam an tanım adığım ız üç başka Ho­
mer: H intlilerin Valmiki ile Vyasası, İran lılan n Firdevsîsi.2

1 CM, "Fildişi K ule’den", (18 Eylül 1963), H isar, VIII/57, s. 12, Eylül 1968; krş.
Jurnal /, s. 248, İsta n b u l, 1998
2 CM, "K lasik D edikleri”, M illî K ültür, II/2, s. 46, T em m uz 1980; krş. Kırk
Am bar, s. 35, İsta n b u l, 1980

3
Panthéon, ınabed, tapınak... Cem il M eriç’in dilin d en yıllar­
ca düşm eyecektir bu sözcükler... Öyle ki gün gelecek b u üç
sözcüğün yanm a b ir yenisi d a h a eklenecektir: Kapitol.
Bu sefer yazarın kaynağı, b ir b aşk a F ran sız’dır: D iderot.
N itekim M eriç, 25 O cak 1966 ta rih li n o tla rın d a, so n ra d a n sık­
lıkla kullanacağı bu sim g en in k ay n ağ ın ı şöyle açıklar:

Diderot, Fransızca’nın vuzuhuna hayran bir İngiliz dostuna


"Elbet öyle olacak” diyor; "Bizim Kapitol’ü bekleyen kırk tane
kazımız var.” (...) Hazine'yi ejderler bekler, Kapitol’ü kazlar...3

Panthéon veya K apitol, M abed veya Tapınak...


1945'te kendisini "F ran sız ro m a n ıy la b ir m ik ta r m eşg u l
olm uş b ir edebiyat ta rih i a m a tö rü " o la ra k tav sif ed en Cem il
M eriç’in zihninde b u sö zcü k lerin g eçirdiği ta h av v ü îâtı y a k ın ­
d an takip etm en in ve k en d isin in , yazı h a y a tın ın en b a şın d a n
itibaren, insanlığın d ü şü n c e ve s a n a t m ira sın ı, n a sıl o lu p d a
etkili b ir m etafo ru n u n su rla rı h â lin e g etird iğ i b u sim g elerle
açıklayabildiğim g ö rm e n in p e k â la ilg in ç ve b ir o k a d a r d a öğ­
retici olacağını sanıyoruz.
İm di, önce yolun b aşın a, y an i 19 4 0 ’lı y ıllara k a d a r g eri g i­
decek ve M eriç'in -2 5 y a şın d a h e n ü z g ö zleri g ö re n g en ç b ir
edebiyat ta rih i a m a tö rü , b ir m ü te rc im ve m ü n e k k id ik e n - ö f­
keyle, hırsla, şiddetle k alem e ald ığ ı o â te ş în y a z ıla rın ı g ö zd en
geçireceğiz; a rd ın d a n d a b u m a b e d b e k ç isin in , -1 9 5 4 ’te g ö z­
lerini kaybetm iş o lm a sın a ra ğ m e n - b e z irg â n la ra k a rş ı k a le ­
m inin u c u n u siv riltm ek ten h iç v a z g e ç m ed iğ in e ta n ık lık ed e n
yazılardan h arek etle izin i sü receğ iz.

3 CM, “Fildişi Kule’den", (25 Ocak 1966), Hisar, EX/63, s. 14, M art 1969; krş.
Bu Ülke, s. 18, İstanbul 1974

4
1
Aydınlıkta Bir Mabed Bekçisi

eni devrin yeni şarkılarında takdis edilen biricik idol:


Y Para. Çöken cemiyetin enkazı altında ezilmemek için bir
gladyatör kalpsizliğiyle döğüşebilmek lâzım. "Ölmemek için
öldür!" ikbalperestlerin parolasıdır.

E k im 1941... B alzac’ın (1799-1850), içinde nefes alıp ver­


diği P aris'in acım asız koşullarım tasvir eden bu genç ve sert
satırlar, Cemil M eriç'in -h e n ü z 25 yaşındayken- İstan b u l’da
n eşrolunan ilk m akalesinden...4
Çok geçm eden yayım lanacak ilk çeviri de B alzac’tandır;
so n rak iler de... İlk çevirinin girişinde, genişçe b ir Balzac e tü ­
dü yer alır; ufak tefek değişikliklerle ilk m akale de bu etü d ü n
içinde...
Balzac, bu yıllarda genç adam ın b ü tü n dünyasını b ir sis
gibi kaplam ıştır âdeta. Cemil Meriç, hayatının birkaç yılını
La Comédie hum ainein sayfalarına, yani bu dâhi rom ancının
eserlerine göm düğünü söylediğinde, daha 26 yaşındadır:

4 CM, "Honoré de Balzac", İnsan, sn. 2, sy. 18-19, s. 23, Birinci Teşrin 1941;
krş. CM, "Balzac", Altın Gözlü Kız, s. 20, İstanbul, 1943. Meriç’in İstanbul'da
yayımlanan ilk şiiri de aynı tarihte yayımlanmıştır. (Bkz. CM, "Düşen Bir
Kadına Dair”, Yeni Edebiyat, sn. 1, sy. 23, s. 3, Birinci Teşrin 1941)

5
• Sahifelerine öm rüm üzün birkaç yılını gömdüğümüz “Beşerî
Komedya”dan Vadideki Zambakın tercüme ettirildiğini büyük
bir hazla haber aldık...5
• Altın Gözlü Kız tercümemize başlangıç diye kaleme aldığımız
bu etüdde, hayatımızın birkaç yılını eserlerine gömdüğümüz
dâhi rom ancıya karşı duyduğumuz takdiri ifade edebildik mi?
Ummuyoruz.6

Üç yıl s o n ra ise şöyle d iy ecek tir:


Bu sayfalan imzalayan İnsanlığın Komedyasını yıllardan beri
tavaf ediyor.7

M a r t 1942... İk in ci yazıysa, H e in ric h H ein e h a k k ın d a d ır;


y ıllar so n ra, "Ş airi çok m u se v iy o rd u m ? Yoo... T an ım ıy o r­
d u m ki. Ne k ü tü p h a n e m v ard ı, n e v ak tim . D ergi ç a p ın d a b ir
tan ışm a!"8 deyû n e d a m e t g e tire c eğ i H ein e h a k k ın d a ... E vet,
M anc'm en b eğ en d iğ i ş a ir o ld u ğ u iç in a lâ k a d a r o ld u ğ u H ein e
h ak k ın d a...

Önümde onun kitaplan, okuyorum... M ısralarda âşinâ b ir


şarkı tılsımıyla inleyen melankoli, esrarlı gölgelikler, şimal
iklimlerinin sisli atm osferi ve tatlı b ir tebessüm içinde eriyen
şaşılacak kadar güzel, şaşılacak kadar füsunkâr mısralar.9

H eine'yı h e r h a tırla y ışın d a , a k im a , B a u d e la ire ’in bed d u a ­


lar içinde doğan şairin in g e ld iğ in i söy ley en ve y a n ısıra , b ü y ü k
b ir coşkuyla Silezyalı D o ku m a c ıla r şiirin i T ü rk çe'y e çev iren
M eriç’in g ö zü n d e, "in sa n ın in s a n ı is tis m a r e ttiğ i e sk i d ü n y a"y a
lâ n e tle r y a ğ d ıra n şa irin is y a n k â r ru h u , e lb e tte " z a m a n ın ın b ü ­
yük d â v â la n k a rş ısın d a seyirci" k a lm a y a c a k ve ço k g e çm e d e n

5 CM, “Vadideki Zam bak", Yücel, XVII/98, sn. 10, s. 69, H aziran 1944; krş. CM,
"Vadideki Zam bak”, Ayın Bibliyografyası, sn. 1, sy. 6, s. 14-15, H aziran 1942
6 CM, "Balzac”, Altın Gözlü Kız, s. 72, İstan b u l, 1943
7 CM, “Balzac”, Onüçlerin Rom anı: Ferragus, s. 22, İstan b u l, 1945
8 CM, "M ea Culpa", Hisar, XVII/167, s. 5, K asım 1977
9 CM, "Heine (H einrich)", Yeni Yol, sn. 1, sy, 3, s. 9-10,15, 4 M art 1942.

6
S ain t-S im o n 'u n h av arileri a ra s ın d a y er alacaktır:

Heine’yı her hatırlayışımda Baudelaire’in "beddualar içinde


doğan şa ir’i aklıma gelir. Onun ömrü, m uhtelif mabedlerin eşi­
ğinde çile doldurmakla geçti. Fakat gök kubbede güneş, "adet­
leriyle ızdıraplan sonsuz olan” insanları aydınlattıkça, ezilen
nesiller onun şiirlerinden ümit ve isyan içecekler ve şairin adı
asırların dudağında trajik bir isyan ve ızdırap sembolü olarak
kalacaktır.

H ein e’nın öm rü, m u h te lif m abedlerin eşiğinde çile doldur­


m akla geçti.
M eriç’in ince te lm ih in in gölgede k a lm a sın a g ö n lü m ü z
ra z ı o lm u y o r ve m u h te lif m abedler terk ib in i, şim d id en b ir
k e n a ra k ay d etm ek te h iç te re d d ü t etm iy o ru z.
H a z ir a n 1942... G enç y a z a r b u sefer A yın Bibliyoğrafya-
srn d a b iri ta n ıtım , diğ eri eleştiri n itelikli iki m akaleyle b ir­
d en ç ık a r k arşım ıza... K ısa ta n ıtım yazısı, A ndré G ide'in Kal­
pazanlar adlı eseri h a k k ın d a d ır; e leştirisi ise, B alzac m ü n lü
ro m a n ı Vâdideki Z a m b a k m N ah id S ırrı Ö rik ta ra fın d a n y ap ı­
lan çevirisi üzerine.
Ö nce A ndré G ide h ak k m d a k i şu kısa a çık lam asın ın altın ı
çizelim :

Kalpazanlar m uharriri bu üç hasta dehanın en muvaffak ol­


muş şakirdidir. Sembolizmin bayrağı altında sahneye çıkan
Gide’in ömrü muhtelif mabedlerin eşiğinde çile doldurmak­
la geçti.10

G ide’in öm rü m u h te lif mabedlerin eşiğinde çile doldurmakla


geçti.

10 CM, "Gide (André) - Kalpazanlar (I ve II)”, Ayın Bibliyografyası, sn. 1, sy. 6, s.


9, H aziran 1942
B u a d ım d a d a a y n ı işle m i te k r a rlıy o r ve m u h te lif m a b ed ler
te rk ib in i k a y d e d ip M e riç 'in y a y ım la n a n ilk ç ev iri e le ş tiris in e
atf-ı n a z a r eyliyoruz.
B u e le ştiri y a z ıs ın d a , M a a rif V e k illiğ in in liy a k a tla r e h ­
b e rlik e ttiğ i te rc ü m e fa a liy e tin i ta k d ir e d e n g e n ç m ü n e k k id ,
m ü te rc im le ri, irfa n seviyesi ş ü p h e li y a y ın c ıla rın h e v e sle rin e
m a h k û m e d e n ve p iy a s a n ın b a ş a rıs ız ç e v irilerle d o lm a s ın a yol
a ç a n yay ın k a rm a ş a s ın ın , d e v le tin b u te ş e b b ü sü y le b irlik te o r­
ta d a n k a lk a c a ğ ın ı u m m a k ta d ır. N e v a r k i N a h id S i m Ö rik 'in
Vâdideki Z a m b a k ç e v irisin in (İsta n b u l, 1941), b ü tü n iyi n iy e tli
ç a b a la rın a ra ğ m e n y in e d e b u re s m î fa a liy e tin te e s s ü re d e ğ e r
b ir istisn a sın ı teşk il e ttiğ i b ir k e n a ra k a y d e d ilm e lid ir:

Ebediyetin, önlerinde takdisle secde ettiği âbidelere karşı hır­


sın bu azgın ham leleri devam ederken, M aarif Vekilliğinin
tercüm e sahasında gösterdiği hassas alâkayı, kültürüm üzün
istikbali bakım ından çok feyizli neticelere gebe b ir hareket
olarak kabul etmekteyiz. M ütercim i, irfan seviyesi şüpheli
bir tâbîin heveslerine esir bırakan ve piyasayı cihan edebiya­
tı nâm ına düşük kıymetli sakat tercüm elerle dolduran anar­
şi ortadan kalkmak üzeredir. Yalnız kaydedelim ki Vâdideki
Zambak tercümesi M aarif Vekilliği'nin büyük b ir liyakatla
rehberlik ettiği tercüm e faaliyetinde teessüre değer bir istisna
teşkil ediyor.11

Y ıllar so n ra, h a k k ın d a " E d e b iy a tta ilk a şk ım d ır; d ü şü n c e


d ü n y asın a o n u n la girdim " d iy eceğ i B a lza c ’ta n y a p ıla n b u b a ­
şarısız çeviri vesilesiyle, g en ç m ü n e k k id im iz e le ştiri o k la rın ı
b aşk a b ir B alzac m ü te rc im in e d a h a g ö n d e rm e y i ih m a l etm ez:

Rus nesrinin Dostoievsky gibi rakipsiz b ir tâcid ân Eugénie


Grandet tercümesine aylarını harcam ıştı. İleri Batı ülkelerin­
de Balzak’ı çevirmeğe uğraşanlar, çok defa Kitab-ı Mukaddes
şerhleri gibi, bu işe ömürlerini vakfederler. Bizde ise, kitapçı

11 CM, "Vadideki Zambak", Ayın Bibliyografyası, sn. 1, sy. 6, s. 14-15, H aziran


1942
vitrinlerini ‘şaheserler m akteli’ hâline getirm ek için şaşılacak
b ir gayret sarfeden bezirgânlardan biri [H aydar Rıfat], Gcryo
Babayı [İstanbul, 1934] yirmi günde tercüm e etmekle öğünü-
yor.12

Bezirgânlar...
G en ç m ü n e k k id in eh liy etsiz m ü te rc im le re lâyık g ö rd ü ğ ü
b u s ö z c ü ğ ü de ö z en le b ir k e n a ra k a y d ed iy o ru z.

T em m uz-A ğustos 1942... “F ra n s ız ro m a n ıy la b ir m ik ta r


m e şg u l o lm u ş b ir e d e b iy a t ta r ih i a m a tö rü " g en ç m ü n e k k id
sa d e c e ‘m ü te rc im le ri’ değil, m esleğ i g ereğ i "ed eb iy at ta rih ç i­
le rin i" de e leştiri s a h a s ı iç in e ç e k m e k te n g eri k alm ay acak tır.
E m ile Z o la ’n ın L 'A sso m m o ir a d lı ro m a n ın ın te rc ü m e s i (M ey­
h a n e ) vesilesiyle y azd ığ ı b ir e le ştiri y a z ısın ın g irişin d e ö n ce
A h m ed M id h a t’ı b a s it b ir k a le m d a rb e siy le y ere serecek , so n ra
M u s ta fa N ih a t’a y ö n e le re k şöyle d iyecektir:

Zola'yı sanatın mabedinden koğmaya kalkışan saym edebi­


yat tarihçim ize ne diyelim? Mustafa Nihat Zola külliyatım
etüd etm iş midir? Balzac ve Flaubert’den beri devam eden
‘üslûb’ hakkmdaki m ünakaşalardan haberi var mı? Zola’mn
üslûbuna, dehasına ve hayatına saldıranların hangi mektebi,
hangi cepheyi, hangi menfaati temsil ettiklerini biliyor mu?
Hayır!13

12 Meriç yine b ir vesileyle de şöyle der: “1934’te H aydar Rıfat Goryo Babayı
tercüm e etti. Buna tercüme dem ek m ecburiyetinde kaldığımız için üzülüyoruz.”
(CM, "Balzac", Altın Gözlü Kız, s. 71) M ünekkid yıllar sonra da kanaatlerini
aynı kızgınlıkla tekrarlam aktan kaçınm ayacaktır: "H aydar Rıfat Kapitalin bir
kısmını tercüm e etti, tek satırını bile anlam adan. Tolstoy’un Bâsübâdelmevtini
de o tercüm e etti. H am âkate bak ki b ir haftada, yirm i günlük b ir seyahat
sırasında yapm ış bu tercüm eleri. G oriot B aha’yı da o tercüm e etmişti. Tabiî,
berbat mı berbat.” (Bkz. Halil Açıkgöz, Cemil Meriç ile Sohbetler, (2 Ağustos
1977), s. 232-233, İstanbul, 1993). Çok ilginçtir ki Vadideki Zambak mütercim i
N ahid S im Örik’i şiddetle eleştiren münekkid, aynı m ütercim in Goriot Baba
(Ankara, 1943) adlı tercüm esini sükûda karşılamıştır.
13 CM, "fimile Zola ve Assommoir", Ayın Bibliyografyası, sn. 1, sy. 7-8, s. 9,
Temmuz-Ağustos 1942. Bu yazının devamı için bkz. "Meyhane (Assommoir)",
Ayın Bibliyografyası, sn. 1, sy. 9-10, s. 19-22, Eylül-Ekim 1942

9
Sanatın m abedi...
B u terk ib i u su lca b ir k e n a ra k ay d ed ip genç m ü n ek k id im izi
okum ayı sü rd ü rü y o ru z:

Cihan edebiyatının, hudutları ebediyeti kucaklayan Pant-


héonunda tunçtan ve mermerden bir ehram silsilesi halinde
yükselen bu heybetli eser bütün bir cemiyetin müzesi, bütün
sefalet ve azametiyle bir devrin tablosudur. Ve biz o kanaatte­
yiz ki Zola, Beşerî Komedya m uharririnden sonra Fransa’nın
en büyük romancısıdır.

Cihan edebiyatının Panthéonu...


A rtık m etafo ru m u z yavaş yavaş belirginleşm ekte... S avu­
nulm ası gereken âb id elerd en ilki B alzac, İkincisiyse Zola...
P anthéon sö zcü ğ ü n ü de yine aynı özenle b ir k e n a ra kay­
dediyoruz.

K asım -A ra lık 1942... M aarif V ekilliğinin b ü y ü k liyakatla


rehberlik ettiği tercü m e faaliyetinde, çok geçm eden "teessüre
değer b ir istisna" (!) d a h a k a rşım ıza çıkıyor. G enç m ü n ek k i­
din şim diki hedefi, N asuh i B ay d ar’ın B alzac’ta n çevirdiği Köy
H ekim i (A nkara, 1942) adlı ro m an d ır:

Cihan edebiyatı her soydan tufeylinin yağma hırsıyla saldırdı­


ğı bir mabed, Ankara caddesi, asırların öldüremediği dâhileri
bir iki kalem darbesiyle mahveden kahramanların randevu
yeridir.14

A nkara caddesi için m ü n ek k id in k u llan d ığ ı ifade "ra n d e ­


vu evi" (la m aison de rendez-vous) değil, bilâkis: “ra n d ev u
yeri" (le lieu de rendez-vous)...

14 CM, "Köy Hekimi", Ayın Bibliyografyası, sn. 1, sy. 11-12, Kasım-Aralık 1942.
Münekkid birkaç yıl sonra Ankara caddesi için bu sefer şöyle diyecektir:
"Ankara caddesi, vitrinlerinde m uhteşem kurbanlar teşhir edilen bir
mezbahadır." (CM, "Bir Rousseau Tercüme Eleştirisi", Yirminci Asır, sy.l, s.
2, 4, 20 Ocak 1947)

10
U staca b ir ta n z ve fak at a cım asız b ir îm a...
K alem h a y d u tla rın ın ran d ev u -y eri: A n k ara cad d esi, c ih an
ed e b iy a tın ın â b id e le rin in m e k â n ı ise: m abed...
B iz yin e "cih an ed eb iy a tı" k a rşılığ ın d a k u lla n ılan işbu
m abed sö z c ü ğ ü n ü d iğ e rle rin in y a n m a iliştirm ey i ih m al et­
m iyoruz.

H a z ir a n 1944... Vadideki Z a m b a k yazısı, iki yıl so n ra bazı


fark lılık larla b irlik te ik in ci kez yayım lanır. Ne v a r ki bu y azı­
n ın d ik k ate en şay an ta ra fı ve ilk n e şrin d e n farklı o lan yönü,
b a ş ta n itib a re n özenle b ir k e n a ra k ay d ettiğ im iz bezirgan ve
m abed sö zcü k lerin i m u h te şe m b ir âh e n k içerisin d e y an y an a
g etirm iş o lm asıd ır:

İstediğimiz, şaheserlerin kazanç hırsına kurban verilmemesi,


yani mabedin bezirgandan temizlenmesidir. İstediğimiz, oto­
ritelerini münekkidin sükûtuna borçlu olan kalem erbabının,
cihan edebiyatının, buudlan sayısız asırları kucaklayan Pant-
heon’una dolu dizgin dalıp ebediyetin önlerinde secde ettiği
şâhikalara saygısızca saldırmamasıdır.15

M abedin bezirgânlardan tem izlenm esi...


B azen a n la m ın d a d eğ işm eler olsa da, zam a n zam a n k ap ­
sa m a lan ı d a ra lıp genişlese de b u m etafor, y ılla r b o y u n ca
Cem il M eriç'in d ilin d en h iç düşm eyecek; öyle ki 1972’de,
d evrin y a z a rla rın d a n b irin i ele ştirip k e n d isin e tavsiyelerde
b u lu n u rk e n , b u m ücadeley i gazaların en hü rm ete şayanı ola­
ra k n itelem ek te hiç, a m a h iç te re d d ü t etm eyecektir:

Mabedi bezirgânlardan temizlemek... bezirgânlardan, dilen­


cilerden, kalem haydutlarından... gazaların en hürmete şaya­
nı.16

15 CM, ‘Vadideki Zambak”, Yücel, XVII/98, sn. 10, s. 69, Haziran 1944
16 CM, "Romanda Hesaplaşma”, Hareket, VII/84, s. 13-14, Aralık 1972; krş. Kırk
Ambar, s. 205

11
A ğustos 1944... G enç m ü n e k k id b u y ılla rd a sad ece
m a b e d ’i b e z irg â n la rd a n , d ile n cilerd e n , k alem h a y d u tla ­
rın d a n tem izlem ek le y etin m e z , a y rıc a m ü te rc im le re , -ç o k
ilg in ç tir ki k en d i ta rz ve ü s lû b u n a d a re v n a k ın ı v e re n - fo­
silleşm iş O sm an lıca sö zcü k le re p ek m u h a b b e t g ö ste rm e ­
m elerin i d a h î öğütler. N itek im R a sih Y eğengil’in H e n ry T.E.
R o o d es'd en çevirdiği C ü rü m ve D eha (İsta n b u l, 1944) a d lı
ese r h a k k ın d a k alem e ald ığ ı b ir d e ğ e rle n d irm e y a z ısın d a şu
tavsiyede b u lu n a c a k tır:

Tercümeyi aslıyla karşılaştırmadığımız için katî birşey söyle­


yemeyeceğiz. Yalnız sayın Rasih Yeğengil Osmanlıca’ya daha
az muhabbet gösterse isabet eder: Berri, teshil, derecat, müte­
vellit gibi kelimeleri, garibe-i hilkat, galat-ı rüyet, hâl-i sulh gibi
terkipleri fosilleşmiş buluyoruz.17

N isa n 1946... G enç m ü n ek k id im iz artık 30 yaşındadır. Üs­


telik b u a ra d a d a B alzac’ta n yaptığı çevirilerle -k i altı çeviri­
n in sadece d ö rt tan esi y ay ım lan ab ilm iştir- m abedin b u en ulu
şahsiyetine hem sadak atin i, hem de m ab ed h izm etin e ne denli
lâyık olduğunu isbatladığı k abul edilm elidir. Dolayısıyla sırad a
yine B alzac vardır; b ir kere d ah a Balzac... b ir kez d a h a genç
a d am ın âd eta ü stü n e titrediği o d âh i ro m ancı...
G özlerim iz, önce, 3 K asım 1945 ta rih li b ir gazetede
“B alzac’ta n H ab erler” başlıklı kısa b ir h a b e r m e tn in e tak ılı­
yor:
Kendini Balzac'a veren ve Altın Gözlü Kız tercümesinin başın­
da, araştırmalarını mükemmel şekilde tertibe muvaffak olan
Cemil Meriç, son zamanlarda Otuzundaki Kadım ve Onüçle-
rin Romanım da dilimize -muvaffakiyetle- çevirdi. Diğer ta­
raftan Cevdet Perin, Balzac’in belli başlı eserlerinden biri olan
César Birotteauyu dilimize kazandırdı.18

17 CM, "Cürüm ve Deha", Tan, 9 Ağustos 1944


18 “Balzac’tan Tercümeler”, Gün, 3 Kasım 1945

12
S o n ra... evet, beş-altı ay so n ra Cemil M eriç'in h ay ra n ı ol­
duğ u F ran sız ro m a n c ın ın "acem î te rc ü m e katilleri elinde soy­
s u z la şm a sın d a n endişe d u y d u ğ u için", h e m e n "m ünekkidin
irfan seviyesini yoklam ayı deneyen" Cevdet P erin 'in h ab erd e
y e r ala n m e z k u r te rcü m e sin i incelediğine ve m ü te rc im in bu
değerli eseri nasıl da "nâd id e b ir h a ta koleksiyonu" hâline ge­
tird iğ in i ise h a y re tle r içerisin d e g ö rd ü ğ ü n e ta n ık oluyoruz:

Balzac gibi bir yaratıcının acemî tercüme katilleri elinde soy­


suzlaşmasından endişe duyduğumuz için, İstanbul Üniversi­
tesi Fransız Dili ve Edebiyatı doçenti sayın Cevdet Perinin
emeklerini bu ölmez esere harcaması bizi çok sevindirdi.
Salâhiyetli mütercimin ince buluşlanndan fayda-lanmak
emeliyle tercümeyi aslıyla karşılaştırdık. Hay-retle gördük ki
bir profesör namzedinin imzasını taşıyan kitap, nâdide bir
hata koleksiyonu halinde. Yurda lisan hocaları yetiştiren sa­
yın Cevdet Perin tevazu rekorunu kırmış ve münekkidin irfan
seviyesini yoklamak için her sahifeyi muazzam yanlışlarla do­
natmıştır.19

B u m u azz am y an lışlard an tek tek ö rn ek ler veren M eriç,


yazısının so n u n d a b iraz d a keyifle şöyle dem ek ten kendisini
alam ayacaktır:

Okuyucuyu sürprizden sürprize sürükleyen bu nefis tercü­


meyi, dil bilgilerini kuvvetlendirmek isteyen Romanoloji tale­
belerine hararetle tavsiye ederiz.

Eylül 1946... Şim di sıra d a b aşk aları vardır; ebediyetin ö n ­


lerinde secde ettiği şâh ik a la rd an Voltaire...
B alzac ve Zola gibi, V oltaire'in de genç y azarın hayranı
olduğu âb id eler ara sın d a y er aldığına dikkat edilm eksizin,

19 CM, “Zavallı "César Birotteau" yahut Bir Doçentin Muzipliği”, Yücel, c.


XX/114, sn. 13, s. 72-74, Nisan 1946. Cemil Meriç aynı yıl içerisinde Cevdet
Perin hakkında bir eleştiri yazısı daha kaleme almıştır. (Bkz. CM, "Bir
Doçent’in Keşifleri”, Yücel, c. XXI, sn. 13, sy. 120, s. 62-66, Ekim 1946)

13
eleştirilerindeki h id d et ve şid d ete gereğince b ir a n la m verm ek
h akikaten güçtür. B u ned en le, önce, k e n d isin in M art 1944'te
Voltaire h ak k ın d a yazdığı geniş b ir ta n ıtım y azısın d an h a re k e t­
le b u h ayranlığın derecesin i g ö sterm ek istiyoruz:

Voltaire külliyâtından titiz ve sâlim bir zevkle yapılacak bin-


beşyüz-ikibin sahifelik bir antolojinin zekâya hürmet eden bir
milletin kütüphanesinde daha asırlarca rağbet göre-ceğine
inananlardanız. Yeni bir dünya yaratma vazifesini omuzlanna
yüklenen Türk gençliğinin Voltaire’in hayatından ve eserlerin­
den alacağı çok kıymetli dersler vardır.
Bizim bugün sevdiğimiz ve alkışladığımız Voltaire, zarif tra­
jediler, kahramanlık şiirleri ve ince iltimas mektupları yazan
monden [yüksek sosyeteden, çıtkırıldım] Voltaire değil, fikir
hürriyeti için birkaç kere Bastille’i boylayan, Calas kahrama­
nı, Sirven mücahidi, Tolerance risalesi muharriri, Felsefe Ka­
musu müellifi Voltaire’dir; "Bir parça iyilik yaptım, işte en
iyi eserim!” diyen ve Dreyfus dâvâsmm Zola'sım müjdeleyen
Voltaire, ölümü karşısında halkın tek kalp halinde hıçkırdığı
ve büyük Diderot’nun aklın peygamberi ve insanlığın terbiyecisi
olarak selâmladığı büyük kafa.20

M art 1944'te "Voltaire külliy âtın d an binbeşyüz-ikibin sah i­


felik b ir antolojinin titiz ve sâlim b ir zevkle h a z ırla n m a sın ı”
isteyen genç m ünekkid, b ir süre sonra, Eylül 1945’te, “çürü y en
nazariyelerin fosforlaşm asm ı hakikî n u r san an m istiklerim ize
hararetle tavsiye ettiği Felsefe Sözlüğü”nü Türkçe'ye çeviren b ir
başka m ü tercim i de hırp ala m ak ta n kaçınm ayacaktır.21
H âl böyleyken, genç m ü nekkidin m abedin bu tâ c id â n n a sa­
hip çıkm am ası ve iki yıl önce yayım lanm ış olsa bile Ali Cevdet
G enceli’nin V oltaire’den çalakalem çevirdiği M ukadderat adlı
eseri, Eylül 1946’da büyük b ir h id d et ve şiddetle eleştirm em esi
m ü m kün m ü d ü r acaba?

20 CM, "İleri Fikir Öncüleri: Voltaire", Yurt ve Dünya, V/42, s. 184-192, 15 Mart
1944
21 CM, "Felsefe Sözlüğü", Tasvir, 26 Eylül 1945 (“H. Şaman" imzasıyla)

14
Y alnız V oltaire'i değil, T ürkçe'yi d e p a ç a v ray a çeviren b ir
eh liy etsizin (!) y ap tığ ı "bu k o rk u n ç... bu tü y le r ü rp e rtic i h a ­
ta la r”, Tercüm e d erg isi ta ra fın d a n te ş h ir ed ilm ese d e b u çe­
viri k a tlia m ı cezasız b ıra k ılm a y a c a k , k itap çı v itrin le rin in b ir
şaheserler m a kteli h â lin e g elm esin e aslâ izin verilm eyecektir:

Keşiş ordulannın asırlık intikamını almak şerefi Üniversite­


mizin kahram an bir asistanına nasipmiş: iftiranın ve tegal-
lübün mahvedemediği Voltaire 1944 yılında Türkiye’de öldü­
rüldü. (...) Yalnız Voltaire'i değil, güzel dilimizi de paçavraya
çeviren asistan İlmî haysiyetten nasipsiz mi doğmuştur? Ya­
zarlarına kasideler neşreden Tercüme dergisi, bu korkunç, bu
tüyler ürpertici hataları teşhir etse günaha mı girer?22

M ü tercim bu şiddetli eleştirid en p a y ın a d ü şen i a lır d a suç


o rta k la rın ın katkıları k arşılıksız b ırak ılır m ı? H iç k uşkusuz
yay ın cılar d a p ay ların a d ü şen i alacaktır:

Okuyucunun klâsik eserlere gösterdiği alâkasızlıktan şikayet


eden Bâbtâli bezirganları, gençliğe bu kıratta tercümeler sun­
mağa utanmıyorlar mı?

1940’la rd a 'cih an ed e b iy a tı’, genç a d a m ın n a z arın d a ,


h ü c re le rin d e ed eb iy a t u lu la rın ın y aşadığı b ir m abed, b ir
p a nth eonduv, ehliyetsiz m ü te rc im le r ve h a rîs y ay ın cılar d a
bu m ab ed i yağm alayan b ire r tufeyli sü rü sü , b ire r bezirgân...

O c a k 1947... B alzac, Zola, V oltaire'in a rd ın d a n , en n ih a ­


yet R ousseau...
C em il M eriç’i, k alem in in u c u n u sivriltm iş ve kalem hay­
d u tla rın ın randevu-yeri A nkara cad d esin i b ir m ezbaha hâline
getiren b e z irg â n la n n a ra s ın a yine yalınkılıç dalm ış olarak
buluyoruz:

22 CM, "1944’te Öldürülen Voltaire”, Yücel, XXI/19, sn. 13, s. 11, Eylül 1946

15
Ankara caddesi, vitrinlerinde m uhteşem kurbanlar teşhir edi­
len bir mezbahadır. Şöhret ve itibar, intihali ihtisas mevzûu
yapabilenlerin hakkı. Münekkid çölde vaazlar veren bir
meczub muam elesi görüyor. İlmî namus, âşıklarını sefalete
sürükleyen m asum bir alüftedir. Gençliği maksus [kusurlu]
bilgilerle zehirleyen irfan kalpazanı, milyonların alm terini sö­
m üren kara borsacıdan daha mı hayırlı? Neden hiçbir aydın,
kangren olmak istidadını gösteren bu yarayı neşterlemiyor?
Sahifelerini m übahase müzesine çeviren Tercüme dergisi, ne­
sillerin hafızasıyla oynayan kalem bezirgânlannı hakîm âne
bir sükutla teşcî etmede.

Ş im d i h ed efte d ö rt m ü te rc im in m a rife tiy le altı e seri y ayın


h a y a tın a k a z a n d ırıla n b ir F ra n sız d ü ş ü n ü r v ard ır: R o u ssea u ...
İşte Türkiye Yayınevinin çıkardığı bir Rousseau tercümesi!23

A ncak m ü n ek k id im iz , ele ştiri o k la rın ı fırla tm a k için a ra la ­


rın d a n sad ece Z ah ir G ü v em li’yi seçecektir:

Rehbersiz okuyucuların büyük bir alâkayla karşıladığı bu eser


matbuatımız hesabına fecî bir yüzkarasıdır. Rousseau’yu Türk
münevverine takdim ve o büyük mütefekkirin iki eserini ter­
cümeye yeltenen Zahir Güvemli, yalnız Fransızca’mn değil,
kendi anadilinin de cahilidir.24

1947 n in b u ilk e le ştiri y azısın d a, M eriç, m u h te lif m isa lle r


verir ve en n ih ay et "B iraz h ay â!” diye h a y k ırm a k ta n k en d isin i
alam az:

Güvemli’ye tavsiyemiz, yeldeğirmenlerine saldıran haşan


kalemini ‘arş’a asıp bir m iktar Türkçe öğrenmesi ve Madam
Augel dershanesine devam edip "lisan-ı Fransevî”deki hu­
dutsuz cehaletini tam ir ve telâfiye gayret eylemesidir.

23 Zahir Güvemli, Selmin Evrim -M ehm et Evrim, Kazım Nâmi Duru, Ahmet
Ateş, 6 Kitabile Rousseau, İstanbul, 1945 (2. bas. 1960)
24 CM, "Bir Rousseau Tercüme E leştirisi”, Yirminci Asır, sy. 1, s. 2, 4, 20 Ocak
1947

16
Goethe "Bir parça aydınlık!” diye inlemişti. Biz de “Biraz
hayâ!" diye haykırıyoruz.

B u y u ru n u z , M eriç’in g en ç ve s e rt s a tırla rın d a n h a rek etle


b irk a ç m isali d a h a g ö zd e n g eçirelim :

1 K a s ım 1947... M ab ed bek çisi k a p ıd a b ek lem ek te ve ci­


h a n ed eb iy a tın ın u lu la rın d a n V o ltaire’i m a b e d d e n k oğm ayı
a k lın d a n g eçirecek o la n la rı b ile ö n c e d e n te d ib etm ey i ken d isi
için b ir vazife ad d e tm e k te d ir:

Hakikat vaaz eden Lucretius’u, adalet havarisi Zola’yı, "Bir


parça iyilik yaptım; işte en büyük eserim!" diyen Voltaire’i
mabedden koğacak mıyız? Akif şair değil miydi? Fikret çağı­
nım büyük dâvâlannı tunçtan sesiyle haykırmadı mı?25

16 K a s ım 1947... G enç m ü n e k k id im iz şu s a tırla rd a san k i


k e n d isin e se s le n ir gibidir:

Sanat mabedine adım atan genç! Çile çekmek sanatkâr ile


peygam berin m üşterek nasibidir. (...) Dudaklarında yepye­
ni bir şarkı ile ölmek, ölüm lerin en güzelidir. (...) Uykusuz
geceler, iftira, sefalet, doğum sancıları... İşte dünyamızda
hakikî sanatkârı bekleyen âkıbet. Bu müselsel ıstırapların
tek m ükâfatı vardır: Büyük ve faydalı işler başarm anın ver­
diği sonsuz ve nazirsiz vicdan hazzı.26

1 A ra lık 1947... C em il M eriç n e zd in d e bezirgânlar -


B â b ıâ li’yi m u z a h r a fa t k a n a lın a çev iren k az a n ç h ırsla rı n e ­
d e n iy le - 'm e n d e b u r' veya ‘k ö h n e ’ sıfa tla rıy la a d la n d ırılm a y a
lâyık b ir y a ğ m a c ıla r g ü rû h u d u r:

Komşu memleketlerin tefekkür hayatına m arazı bir


ihm alkârlıkla gözlerimiz kapalı. Bâbıâli'yi m uzahrafat kana-

25 CM, “Fildişi Kule Efsanesi”, Yirminci Asır, sy. 1, s. 1, 1 Kasım 1947


26 CM, “Dünya Nimetleri ve Sanatkâr”, Yirminci Asır, sy. 2, s. 1, 16 Kasım 1947

17
İma çeviren kazanç hırsı, genç dimağları kovboy filmlerinin
tasallutuna terketmiştir. Vasfi M ahir’in m endebur Şaheserler
Antolojisi kütüphanelerim izde hâlâ bu nev'in tek numûnesi
hâlindedir. Fransız edebiyatı deyince hâlâ Reşat Nuri’nin
köhne Des Granges tercüm esini hatırlıyoruz.27

1 Ş u b a t 1948... S a n a tın e lm as ta s m a lı k a lp a z a n la n , ş â irin


veya n e b in in sesin i h iç b o ğ a b ilirle r m i, a c a b a b u sesin , b u
h a y k ın ş ın m u h a ta b la n n a u la ş m a sın a engel o la b ilirle r m i?
Aslâ!
O h ald e şâ irle r se sle rin i y ü k seltm e k te n g eri d u rm a m a lı­
dırlar:
Sanatın elmas tasmalı kalpazanları sardanapallere gülsuyu
serperken, karanlıklardan bir ses yükselir: şâir’in veya ne-
bî’nin sesi. Bezirgânlarm mabedden koğmaya yeltendikleri son
Türk ozanı Mehmet Emin "Unutma ki şâirleri haykırmayan
bir millet/Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir" di­
yor.28

1953’te basılı kağıt b ezirgânlarm m "B ab ıâli k o d a m a n la n "


olduğu an la şıla c a k ve g ö zle rin i k a y b e tm e d en b ir yıl ö nce,
m âb ed bekçisi, o k u rla n m , o n la n n g e rg e d a n la şa n en se le rin ­
de S aav ed ra’n m şa h a n e tu ğ ra sın ı o k u m ay a d av et edecek tir:

Babıâli kodamanlarının gergedanlaşan enselerinde onun şa­


hane tuğrasını okumuyor musunuz?29

B ezirg ân lan n , elm as tasm a lı k a lp a z a n la n n âb id eleri m a ­


bedden koğm asına seyirci k alın am ay acağ ın a göre, m ab ed
derhal m ü d afaa edilm eli, şu â râ n m sesin in kısılm asın a h içb ir
su rette izin verilm em elidir. D em ek ki m ab ed in b ir bekçiye
ihtiyacı vardır. VE b u bekçi, m ab ed in k ap ısın d a genç yaşla-

27 CM, "Bir Antoloji Münasebetiyle", Yirminci Asır, sy. 3, s. 1-2, 1 Aralık 1947
28 CM, "Melun Hiciv-Mukaddes Hiciv”, Yirminci Asır, sy. 7, s. 1, 1 Şubat 1948
29 CM, "Saavedra’yı Tanır mısınız?”, Yirminci Asır, sy. 11, s. 1, 1 Mart 1953

18
n n d a n itib a re n n ö b e t tu tm a y a ah d e tm iştir; zira o to ritelerin i
m ü n ek k id in (!) sü k û tu n a b o rçlu olan kalem erb ab ı, k itapçı
v itrin lerin i şaheserler m a kteli h âlin e g etirm ek için şaşılacak
b ir gay ret sarfetm ek te, m ü tercim leri, irfa n seviyesi şüpheli
y ay ın cıların heveslerine esir ed en ve piyasayı cihan edebiyatı
n â m ın a d ü şü k kıym etli sak a t tercü m elerle d o ld u ra n anarşi,
ebediyetin ö n lerin d e secde ettiği şâh ik alarla, asırla rın öldü-
rem ed iğ i d âh ilerle d o lu b u cih a n ed eb iy a tın ın güzidelerine,
y ani h e r soydan tufeylin in y ağ m a h ırsıyla saldırdığı m ab ed in
tâ c id â rla n n a z a ra r verm ek ten b ir tü rlü vazgeçm em ektedir.
C em il M eriç yıllar so n ra, 1940’lard ak i y azıların ın ayırıcı
vasfını ukalâca bir ciddiyet (so n ra d a n sadece: ukalâlık) o larak
tan ım la m ış olsa bile,30 aslın d a geçen zam an içinde ne m a-
bed bekçiliğinin gerektird iğ i hassasiy etleri terketm iştir, ne de
ü slû b u n d ak i o coşkulu h id d e t ve .şiddet zayıflam ıştır. Değişen
sadece P a n th e o n ’u n içidir, içeriğidir. M eriç'in, ö m rü boyunca
m u h a fa z a ve m ü d a fa a sın d a n k endisini so ru m lu addettiği b ir
m ab ed i h ep oldu; dolayısıyla k endilerini ten k id etm ek ten yo-
ru lm ay acağ ı b ezirg ân ları da, tufeylileri de, kalem eşkiyalan
da... N itekim L âm ia H a n ım a yazdığı 25 Aralık 1966 tarih li
m e k tu b u n d a yer alan şu ifadeler, tesbitlerim izi d o ğ ru lar n i­
teliktedir:

İstanbul’da çıkan ilk yazılarım (40-41-42), Tercüme Bü-


rosu’nun kepazeliklerini teşhir eder. Ben edebiyata sürünerek
girmedim, prens olarak girdim, şövalye olarak girdim. Palas
Athena gibi zırhlarımla doğdum. İlk yazımla son yazım ara­
sında büyük bir fark olacağını sanmıyorum. Ağaç dal budak
salmış, büyümüş o kadar.31

30 CM, "Bir Ankete Cevap”, Ortadoğu, 7 Temmuz 1974; "Cemil Meriç'in


Anketimize Cevaplan", Türk Edebiyatı, (haz. Turgut Güler), 111/33, s. 26,
Eylül 1974; krş. Mağaradakiler, s. 449
31 CM, Jurnal II, (25 Aralık 1966), s. 130, İstanbul, 1998. Cemil Meriç'in
1940’da ve 1941’de neşredilmiş bir çeviri eleştirisi -tesbitlerim ize göre-
mevcut değildir. İlk eleştiri yazısı -d ah a önce işaret ettiğimiz üzere- Haziran

19
B ü tü n y azd ık ları, söyledikleri d ik k atle g özden geçirilecek
o lursa, b u k o n u d a te re d d ü d e m a h a l o lm ad ığ ı g ö rü lü r:

Aşağı yukan 18 yaşımdan beri böyleyim, aynı şeyleri düşü-nü-


yor ve aynı şeyler üzerinde çalışıyorum. (...) Ben 18 yaşımda
neysem, oyum. Bir düşünce farkı görmüyorum kendimde.32

Öyle ki y ıllar so n ra -m e s e lâ 1 9 6 8 lerin Cem il M eriç'in in d i­


lin d e - d ah î, d ü şü n c e ve s a n a t ese rlerin i sad ec e satılacak b ir
m etâ olarak gören ve c in s î b u n a lım ı b ir şal gibi hayâsızlığın
ü stü n e atm ay ı m arife t b ilen y ay ın cıların ü n v an ı hiç değişm e­
yecektir: bezirgân.

Tesadüfün, kabiliyetin veya gazete sahibi olmanın kendileri­


ne geçici bir otorite kazandırdığı yazarlar, "Roman böyle ola­
cak, edebiyat böyle olacak..." diye tutturmuşlar. Gök bomboş,
hayat abes; roman bu kalpsiz dünyanın insanım bütünüyle
sahneye koymak iddiasında. Cinsiyeti baş köşeye oturtması
bundan. Aşk da -Tanrı gibi- öldüğüne göre, cinsiyet bir nev’i
sahte değer. Gaye ticarî. Bu malın müşterisi daima bol.
Bezirgân hayasızlığın üstüne felsefi bir şal attı: cinsî buna­
lım. Erotizm atom bombası gibi patladı. Sadizm Palais-Ro-
yal galerisindeki inzivâgahından çıkıp bütün kütüphanelerde
karargâh kurdu. Goncourt mükafatı aldığı da oluyor. Sadizm
abesin ikiz kardeşi, isyancılara göre.33

İm di, m ab ed bekçisinin, gözlerini k ay b ettik ten so n rak i y a ­


zılarına yönelecek ve son günlerin d ey k en dile getirdiği “18 ya­
şında neysem , oyum!" şeklindeki itirafın ın , sadece h ak ik atin
b ir ifadesi old u ğ u n u gösterm eye çalışacağız.

1942 tarihli olup Nahid S im Örik’in Balzac'tan çevirdiği Vâdideki Zambak


hakkındadır.
32 "Cemil Meriç (Sohbet)", Türk Edebiyatı, (haz. M ustafa Karabay), sy. 236, s.
31-32, Haziran 1993. (Söyleşi tarihi: 1983-1984)
33 CM, "Fildişi Kule’den”, (1 Temmuz 1968), Hisar, X/73, s. 10-11, Ocak 1970;
krş. Bu Ülke, s. 39

20
2
Karanlıkta Bîr Mabed Bekçisi

u ikinci d evrede yola k o y u ld u ğ u m u z ta rih 1963’lerin


B ilk g ü n le rin e te s a d ü f e tm ek ted ir:
2 O c a k 1963... Cemil M eriç’in, 1954’te gözlerini kaybettik­
ten son ra, 1963’te yoğun b ir biçim de sayfalarını doldurduğu
Fildişi Kule adlı ju rn a lin in ilk yazısının ü zerin d e -k i vefatın­
d an so n ra yayım lanan Jurnal adlı derlem ede sözkonusu yazı
yer a lm a m a k ta d ır- işbu ta rih bulunur.
M eriç h âlâ gergin, hâlâ sinirli, hâlâ öfkelidir; zira hem b ir
y an d an O lem p’e tırm an m ay a çalışm akta, hem de bu sırad a ka­
ran lık ların tanrıçası N em esis alüftesiyle h esaplaşm ak u ğ ru n a
kelim elerden kurduğu Fildişi K ulenin içinde kalem inin u cu n u
sivriltm ekle m eşgul olm aktadır. Yazı hay atın ın en verimli, en
zengin dönem i olan 60’lı yıllarda, m ab ed bekçisi, duygularını
Puşkin’den istifadeyle ve şu canlı ifadelerle dile getirir:
"Sanat halk içindir" tekerlemesi, "Köylü efendimizdir” gibi
bir klişe. Puşkin "mabedimden çekil” diyor sürüye; "sen tek­
meden ve küfürden anlarsın.”34

34 CM, "Fildişi Kule’den", (2 Ocak 1963), Hisar, VIII/51, s. 6, Mart 1968; krş.
"Fildişi Kule: Ve Tanrı Işık Olsun Dedi", Dönem, sn. 2, sy. 16, s. 10, Ocak 1965;
"Fildişi Kule", Çağn, sn. 9, sy. 91, s. 5-6, Ağustos 1965; "Fildişi Kule”, Yeni İnsan,
V/53, s. 9, Mayıs 1967

21
F ildişi K u le’d e n y ü k selen ilk çığlık, g e rçek te b ir
‘m ü d a fa a n â m e ’ hüviyeti taşır. A rtık av â m m m a b e d ’e so k u l­
m a m ası, b e z irg â n la n n m a b e d d ış m a p ü sk ü rtü lm e si g ere­
kiyordu . Ne v a r ki y ıllar g eçm iş, k o şu lla rsa y en ileriy le y er
d e ğ iştirm işti. G erçek te 1947 ta rih li o la n şu ifade, 1963’te de
te k ra rla n ır:

"Sanat için sanat", mukaddes bir isyanın ifadesiydi. Fikir ada­


mı artık bir avuç bezirgâna değil, milyonlara sesleniyor, ışığa
koşan milyonlara...

K itap ların dili, b u y ü zd en olm alı ki ışığa k o şa n m ily o n la­


rın düzeyine in m ek z o ru n d a kalm ış, y ığınları ta tm in etm ek
u ğ ru n a m a b e d ’in neredeyse h âk ile yeksan o lm a sın a göz y u ­
m u lm u ştu .
M a rt 1963... K o ru n m ası, sav u n u lm a sı gereken m abed
değil, mabedlerdıv. A hm et H am d i T an p ın ar'ın (öl. 1962) XIX.
Asır Türk Edebiyatı Tarihi (1949) b ir 'm a b e d ’, İsm ail H ab ib
S e v ü k u n (öl. 1954) Edebî Yeniliğimiz (1931-32) adlı eseri ise
“m ab ed e ç a ğ n ’dır:
Ahmet Hamdi öldü. Radyoda zaman zaman şiirlerini dinle­
dik. Hamdi sadece bu şiirler midir? Onun bir düşünen adam
tarafı yok mu? XIX Asır Türk Edebiyatı, ziyaretçisi olmak ge­
reken bir mabed. (...) XIX Asır Türk Edebiyatı ilk edebiyat ta­
rihimiz. İlk ve belki de son. Yankılan nerede? Yok. Çünkü o
dili anlayan kalmadı. O dili değil, dili. Ataç’m iliksiz kemikten
daha iğrenç, şişe kınklanndan daha haysiyetsiz ‘tilcik'leriyle
küfür bile edilmez.35

35 CM, "Fildişi Kule’den’’, (15 Mart 1963), Hisar, VIII/53, s. 4, Mayıs 1968. Bu
yazının 27 Şubat 1963 tarihli ilk nüshasında ifadeler çok farklıdır: "Adnan
Benk’lerin iliksiz kemikten daha iğrenç, şişe kınklanndan daha dilsiz
sözcükleriyle küfür bile edilmez.” (Jurnal I, s. 125-129) Meriç’in bu yazısına
ilişkin 1975 tarihli bir eleştiri için bkz. Vedat Günyol, "Dilin Tadı Tuzu”, Yeni
Ufuklar, XXIH/267, s. 1-10, Aralık 1975; krş. Çalakalem, s. 296-306, İstanbul,
1977

22
N u ru lla h A taç... M ab ed b ek çisin in , ism in i bile d uy m ay a
ta h a m m ü l ed em e d iğ i b u zat h a k k ın d ak i eleştirisi elb e tte b u
k a d a rla sın ırlı k alm ay acak ; o n u açık ç a m a b e d ’in en k azı ü z e ­
rin d e te p in e n le rin b a şın ı çekm ekle su çlay acak tır:

Nesir yok artık. Beyaz sayfalan kirleten kelime leşleri. Ma­


bedin enkazı üzerinde hora tepen binlerce deli, ve başlannda
başsız bir heyulâ: Ataç.

A ğustos 1963... Ş im d i S ainte-B euve’ü n sözlerini yeniden


h a tırla m a n ın ta m sırası! Ne d iy o rd u bu F ran sız m ünekkid?

Mabedin ilk misafiri Homer olmalı bence. Arkasında, Şark’in


üç kâhin hüküm dan, uzun zaman tanımadığımız üç başka
Homer. Hintlilerin Valmiki ile Vyasası, İranlılann Firdevsîsi.

C em il M eriç’in A sya’yı k u cak la m ay a çalıştığı, gece g ü n ­


d ü z H in t’le m eşgul old u ğ u o yo ğ u n g ü n le rd en b irin d e b u lu n ­
d u ğ u m u z u u n u tm a d ığ ım ız ta k d ird e, m abed sim g esin in n i­
çin a rtık H in d ’i de k u şa ta c a k şek ild e k u llan ıld ığ ın a b ir m â n â
verm ekte zo rlan m ay ız sa n ırım . Ş im di kirletilm em esi, tem iz
tu tu lm a sı g ereken m abed "H int irfam "m tem sil etm ek ted ir;
m abed bekçisi ise ‘D oğu’ d ü n y asın ı...

Şakirt, üstadın hammaddesi: alçı, mermer veya tunç. Doğu


emanetleri ehline tevdi için irfanı hisarlarla kuşatmış; mabede
bezirgânları sokmamış. Guru'lar on yıl odun taşıtmışlar çöme­
ze, on yıl davar güttürmüşler. Ve mukaddes meşaleyi uzun ve
çetin inisiyasyonlardan sonra tutuşturmuşlar eline.36

1963’ten 1974’e değin b u pasajla te k ra r tek ra r karşılaştığı­


m ızda, irfan m ab ed ’inin h isa rla rı içine sadece m istisizm ’in,
yani H in d ’in değil, o n u n y an ısıra din 'in de, yani İslâm ’ın da
m isafir edildiğini göreceğiz:

36 C.M. Jurnal 1. (7 Ağustos 1963), s. 210

23
• Doğu emanetleri ehline tevdî için irfanı hisarla kuşatmış;
bezirgân sokmamış mabede. G urular çömeze on yıl davar
güttürmüşler, odun taşıtmışlar. Ve kutsal meşaleyi çetin im ti­
hanlardan sonra tutuşturm uşlar eline.37
• Doğu, irfanı hisarlarla kuşatır; “emanetleri ehline tevdî et­
mek” imanın şiândır.38
• Doğu, irfanı hisarla kuşatmış. Bezirgân sokmamış ma-bede.
Mürşitler yıllarca davar güt[tür]müşler çömeze, odun taşıt­
mışlar. Ve meşaleyi çetin im tihanlardan sonra tutuş-turmuş-
lar eline. Mürit, ruhsuz bir ceset. O cesedi canlandıran şeyhin,
mürşidin, pîrin nefesi.39
• İrfanı hisarla kuşatmış Doğu, mabede bezirgân sokmamış.
Yıllarca davar gütmüş, odun taşımış çömez... Meşaleyi çetin
imtihanlardan sonra tutuşturm uşlar eline. "Emanetleri ehline
tevdî ediniz” demiş din.40

O c a k 1964... Fildişi K u le n in sâkini, b u n c a yıl b e zirg ân lara


karşı k o y u şu n u n yeterin ce güçlü olm ad ığ ın ı d ü şü n d ü ğ ü n d e n
olsa gerek b u sefer kendi k en d in i su çlam ay a da b aşlam ıştır.

Mabede girmeyen adam, boşuna pencerelerden içeriye bakma!


Mabed Çiçeron’larla konuşmaz. Sen bir Çiçeron’sun. Hafızan
kitap kapaklan ve fihristlerle dolu. İsimler, isimler... Sonra?
Sonra boşluk.41

Bu ifadeler iki yıl so n ra, 19 M art 1966’d a k üçük bazı d e ­


ğişikliklerle birlikte farklı b ir sû re te bürü n ecek tir. M uhatab,
artık b ir b aşk asıd ır sanki.

Mabede giremeyen adam, pencerelerden içeriye boşuna bakma!


Kalbi var kitaplann, mıncıklayınca senin oldular sanıyorsun.

37 CM, “Parya”, Yapraklar, sy. 9, s. 12, Nisan 1965


38 CM, Jurnal II, (30 Mart 1970), s. 167
39 CM, "Parya”, Türk Edebiyatı, 1/10, s. 10, 31 Ekim 1972
40 CM, Bu Ülke, s. 27
41 CM, Jurnal I, (9 Ocak 1964), s. 291-292

24
Bir genelev sermayesi değil ki onlar. Konuşmaz seninle kitap.
Uğrunda kaç gün aç kaldın? Hangi zillete katlandın? Bütün
canlı hayaletlerden uzak, bir mağarada yaşayabilir misin
onunla?42

Haziran 1966... Z am an z am a n ü m id in i kaybedecek hâle


gelen M eriç, b azen k en d isin i o d enli yalnız h issed er ki çağ d aş­
la n a rasın d a, değil ken d isin e o m u z verecek yandaşlar, u zak ­
ta n olsun şevkle el sallayacak o k u rla r bile b u lm a k ta n u m u ­
d u n u keser. D oğrusu, pek de h aksız sayılm az. F ik ir vâdisinin
h e r tarafı çöle d ö n m ü ştü r; serap bile g ö rm en in yasaklandığı
b ir çöle...

Kimin için yaratacaksın? Tefekkür Sina’sı, metruk bir manas­


tır. Kitaplar boş kutular gibi. Mabedler her devirde ziyaretçisiz
kalmış; Buda kovalanmış, İsa çarmıha gerilmiş, Gandi öldü­
rülmüş. İnsanlar ışığa, hayata, sonsuza düşman. Onları rahat
bırak. Ve yaşa! Aydınlanmak için van, aydınlatmak için değil.43

1972 y ılın d a "m abedi b e z irg â n la rd a n , d ilen cilerd en , k a ­


lem h a y d u tla rın d a n tem izlem e" ç a b a la rın ı gazaların en hür­
m ete şâyânı o larak tav sif e tm ek te n k açın m ad ığ ı h a tırla n a c a k
o lu rsa, C em il M eriç’in, o y ıllard ak i b u b ed b in ve k a ra m sa r
hâlet-i ru h iy e sin d e n zam a n z a m a n sıyrılm ayı b aşara c a ğ ın ı
ve ay d ın lan m ak k a d a r ay d ın la tm ak için de y an m ay a b aş­
layacağım ta h m in etm ek güç o lm asa gerek. N itekim Cemil
M eriç, zam a n la k en d isin i m ab ed in tek bekçisi o larak g ö rm e­
yecek, m eselâ y ıllar so n ra iltim as g ö sterd ik leri a ra sın a yakın
ark ad aşı K erim Sadi de girecektir:

Kerim Sadi, mabedi bezirganlardan temizlemekle işe başlar.

42 CM, "Fildişi Kule’den", (19 Mart 1966), Hisar, IX/64, s. 10-11, Nisan 1969
43 CM, "Fildişi Kule'den”, (5 Haziran 1966), Hisar, DC/66, s. 14, Haziran 1969;
krş. "Bu Yangına Herşeyini Atacaksın”, Yeni İnsan, V/56 (8), s. 9, Ağustos
1967; Bu Ülke, s. 147

25
Sonra, habercisi olduğu düşünceyi, bütün vecdi, bütün şiiri-
yetiyle kitaplaştırır.44

B ir İsta n b u l beyefend isi o la ra k E k re m H ak k ı Ayverdi hak-


kındaki h ü k m ü gayet açık ve kesin d ir:

Mabedin bekçisi. Serapa şuur.45

B ir d efasın d a b ir m u sik işin asa, R u h i Ayangil’e hediye e tti­


ği b ir k itab ın ı d a şu ifadeleri k u lla n arak im zalar:
Harap mabedin uyanık ve şuurlu bekçisine.46

1967-1968... Bu yıllard a Cemil M eriç'in dilinde m abed, artık


ilim ve irfan ın h as bahçesidir; sadece şâ h ik a la n n , âbidelerin,
dâhilerin içinde dolaşabilecekleri b ir h as bahçe...
Cemil M eriç, d a h a 1967'lerde "D e h a n ın soluğu, m ab ed e
d o m u z la n n sokulm asını önleyen ra b b a n i b ir d u v ar” diyordu.
Ö nce İngiliz m ün ek k id R u sk in ’i m a b ed bek çisin in dilin d en
okuyalım :

Bu saray başka saray, kapıları yalnız liyakate, yalnız gayrete


açık. Bu cennet kapılarının bekçisini hiçbir rüşvet yumuşata-
maz. Hiçbir iltimas mektubu iltifat görmez ondan. Alçaklar
giremez bu saraya. Bu sessiz Saint-Germain Foubourg’unun
araba kapısında kısa bir soruşturma: İçeri girmeye lâyık mısı­
nız? Buyurun, asillerle birlikte yaşamak istiyorsanız, asilleşin.
Bilgelerin sohbetine teşne misiniz? Onları anlamaya çalışın,
konuşsunlar sizinle. Bu işin başka şartı yok. Siz yükseleceksi­
niz seviyemize, biz alçalmayız.47

44 CM, "Kerim Sadi", Kerim Sadi Yazı Hayatının 50. Yılında, (haz. F. Berke), s. 121,
İstanbul, 1969; krş. Bu Ülke, s. 198, İstanbul, 1979 (Mezkur yazı Bu Ülkeye 4.
baskıda dahil edilmiştir.)
45 Ali Erkan Kavaklı, "Tanıdığım Cemil Meriç”, Türk Edebiyatı, sy. 166, s. 44.
Ağustos 1987
46 HA, a.g.e., (8 Ekim 1978), s. 334
47 CM, "Kraliçe’nin H asbahçeleri: Susam ve Zambaklar", Yeni İnsan, V/56, :.
6-8, Ağustos 1967 ("Ümit Meriç” imzasıyla)

26
B u sa tırla rı d ikte ettire n m ü te rc im d a h a fazla k en d in i tu ta ­
m az ve h em en a ray a girer:

Eflâtun, köşe başında rastladığımız gazete satıcısı değildir,


diz çökmeyenle konuşmaz. Vuslâtı harikuladeleştiren: aşk.
Büyük adam da hâzinelerini sevene açar, seven için büyüktür,
cemalini ham ervahlardan gizler, bütün evliyalar gibi. Dâvâ,
gönülde bu aşkı kıvılcımlaştırmak. Terbiyenin tek hedefi: in­
sana insanı sevdirmek; gerçek insanı, büyük insanı, düşünen
insanı... Hakikat her kitapta gizli, sen mührünü sökebildikten
sonra. Evet, dehanın soluğu, mabede domuzların sokulmasını
önleyen rabbani bir duvar. Yanmak ve çile çekmek: her müri­
di bekleyen iki tünel; saadete, şöhrete, bilgeliğe o dehlizlerden
varılıyor. İştahası olmayana iştaha vermek... Bu mucizeyi kaç
evliya başarmış?

R uskin "D üşünce m ab ed in e avam girem ez" d e r ve sorar:


"Avam kim ?"
Cevap da so ru n u n kendisi k a d a r sadedir: "Duymayan."
A ğ u sto s 1968... Filozof-Şair R ıza Tevfik (1869-1949) bile,
nezdinde, m abedin içine ad ım atm ak şerefine erem em iş ze­
vattandır. M eşrutiyet filozofu da -tıp k ı kendisi g ib i- m abedi
sadece pencerelerinden seyretm iş ve fakat içeri girem em iştir.
Peki sonrakiler?
S o n rak iler yazarın çağ d aşlarıd ır ve onlar, m abedin varlığın­
d an bile habersizdirler:

Önümdeki kolleksiyon Sait Halim Paşanın kütüphanesinden


geliyor.48 Rıza Tevfik, Paşanın felsefe hocasıydı. Kamus-ı Fel­
sefe yazan, geniş tecessüsüne rağmen mabedi pencerelerinden
seyreder, içeri girmez. Daha sonrakiler mabedin varlığından
bile habersiz.49

48 "Said Halim Paşanın kütüphanesinden "Felsefe Dergisi” (Revue de Métaphysique


et de Morale) ile "Sosyoloji Yıllığı"nı (Année Sociologique) almıştır." (Ümit
Meriç, Cemil Meriç, s. 59-60, Ankara, 1993)
49 CM, "Dergiler", Yeni İnsan, VI/68, s. 13, Ağustos 1968; krş. "Dergi", Hisar ,
XJ79, s. 8-9, Temmuz 1970; Bu Ülke, s. 34

27
E leştirilerindeki sın ır tanım azlığı, ölçüsüzlüğü, kolaylıkla
ve sıklıkla duygularına kapılışı, b u âteşin zekânın tasnifi güç
tezatlarının en önem li seb ep lerin d en biridir. M eselâ N isan
1976’da sarfettiği şu ifadeler, M eriç'in R ıza Tevfik hakkm daki
hüküm lerinin pek değişm em iş old u ğ u n u gösterm ektedir:
Sevimli ‘feylesofumuz ne Proudhon'u anlayabilirdi, ne
Bakhunin'i; anarşizmle anarşiyi birbirine karıştırması mu­
kadderdi. Fevzaviyûn hakkmdaki makalesi Avrupa’nın mües­
ses nizamını ayakta tutmaya çalışan Batılı üstadlardan ikti­
bas edilmiş bir gölge fikirler sergisidir.50

H epsi bu k ad ar m ı? E lbette değil.


Peki, biz bu kadarlık b ir değiniyle yetinm eli miyiz? Hayır.
Zira susm ayı tercih ettiğim iz takdirde, m ab ed bekçisinin
geç kalm ış itiraflarına tanıklık etm e hakkım ızı kaybedeceği­
m iz şüphesizdir. N itekim Cemil M eriç'in 15 Ş u b at 1981’de
R ıza Tevfik hakkında yaptığı şu açıklam aların, öncekilerine
nisbetle çok d ah a içten, çok d ah a insaflı ve hiç kuşku yok ki
çok d ah a m ütevazi olduğunu belirtm ek m ecburiyetindeyiz:

Rıza Tevfik ateizm maddesini çok güzel işlemiş. Çevresinin


hain bühtanları canına tak demiş üstadın. Madde, münevver
haysiyetinin, düşünce haklarının sağlam bir müdafaanâmesi.
Makaleyi ilk defa kırk küsur yıl önce okumuş ve hiçbir şey
anlamamıştım. Ravendi ile Ebu'l-A’lâ'mn isyan dolu mısraları
dikkatimi çekmişti. Sonra iki kere daha okudum, yine anla­
madım. Çünkü anlamak için değil, kusur bulmak için oku­
yordum, kusur bulmak ve kullandığı malzemeyi kendime
mâletmek için. Son okuyuşta o parlak lâfız yığınının altında
nasıl bir ıstırabın gizlendiğini farkeder gibi oldum. Heyhat!
(...) Utanarak düşünüyorum: Rıza Tevfik o makaleyi yazarken
benden çok daha küçüktü.51

50 CM, "Batının Son Armağanı: Anarşi", Kubbealtı Akademi Mecmuası, sn. 5, sy. 2,
s. 36-55, Nisan 1976; “Anarşi Değil, Anomi", Pınar, VII/74, s. 2-13, Şubat 1978;
krş. Madaradakiler, s. 312
51 CM, Jurnal I, (15 Şubat 1981), s. 273-274; krş. Kültürden İrfana, s. 205-206,
İstanbul, 1986

28
B iraz daha tah am m ü l gösterip M eriç'in 1 M art 1981 ta rih ­
li satırların a göz gezdirecek olursak, M eriç’in, "m etruk m a-
bedlerde tek başına dolaşan bu b ü y ü cü n ü n ” kim senin yanm a
bile yaklaşam adığı "D oğu n u n ve B atı’nın birçok zirvelerinde"
serâzad b ir şekilde dolaştığını belirtm ekten kendini alam adı­
ğını göreceğiz:

Rıza Tevfik, kelimenin Yunan’daki mânâsıyla bir filozoftu.


Kimsenin dolaşmayı akıl etmediği, hatta varlığından bile ha­
berdar olmadığı metruk mabedlerde tek başına dolaşan bir
nevi büyücü. Kimsenin bilmediği kaynaklara eğiliyordu. Du­
daklarında meçhul isimler. Koltuğunda kalın ciltlerle dolaşan
bu garip insan, yolunu şaşırmış bir yolcuya benziyordu. (...)
Tek rehberi vardı: ferdî ve serseri bir tecessüs. Ama bu açlık
onu birçok zirvelere sürükledi, Doğu’nun ve Batı’mn birçok
zirvelerine...52

G örüldüğü gibi, biraz geç de olsa sonunda Rıza Tevfik’in


m abed’in içine girm esine, h atta m etruk m abedlerde tek başına
dolaşm asına izin çıkmıştır. Cemil M eriç'in nezdinde, o artık
hiç değilse "m abedin b ü y ü c ü su ’dür.
M a rt 1970... M eriç’in H isar dergisinde M art 1968’den itiba­
ren Fildişi K uleden üstbaşlığıyla ve fakat bilhassa isim siz ola­
rak neşrettiği yazıların üzerinden iki yıl geçmiştir. Yazar herbir
jurnaline doğal olarak sadece ‘tarih ’ koym akla yetinm iş ve bu
iki yıl boyunca Fildişi Kule kayıtlarını m ezkûr dergide aynen
bu hâliyle yayım lam ıştır. Ne var ki hem okurlar, hem de dergi
yöneticileri bu neşriyatın hakikî kıym etini takdir edecek du­
rum da olm adıklarından, tabiatıyla m ızm ızlanm aya başlam ış­
lar ve en nihayet M eriç’i, yazılarında konu birliği olm amakla,
daldan dala atlayıp her yazıda birçok konuya birden, parça
parça tem as etm ekle eleştirmişlerdir. D erginin yöneticisi M eh­
m et Çınarlı da okurların şikâyetlerini haklı bulduğundan, bir

52 CM, Jurnali, (1 Mart 1981), s. 281-282; Kültürden İrfana, s. 213-214

29
vesileyle y a zara, g ö n d erd iğ i b u y a z ıla ra b ir b aşlık k o y m a sın ın
d a h a m ü n a s ip o laca ğ ın ı söyler:

Cemil Meriç'in Fildişi Kule’den başlığı altında Hisarda, çıkan


yazılarında tenkide uğrayan bir husus, bu yazılarda konu bir­
liği olmayışı, yazarın daldan dala atlayıp her yazıda birçok ko­
nuya birden, parça parça tem as etmesiydi. Doğrusu bundan
ben de şikayetçi idim. Birgün Meriç'in Balzac hakkında söy­
lediği bir sözü arayıp bulm ak istedim, bütün Fildişi Kuleleri
baştan sona taram am gerekti, işin içinden çıkamadım. Bir
mektubunda, yazılarını toplamak niyetinde olduğunu bildir­
mesi üzerine (17 Mart 1970), bu yazılara Fildişi Kule’den baş­
lığından ayn özel başlıklar koymasının ve aynı konu ile ilgili
pasajları m üm kün olduğu kadar bir araya toplamasım n çok
faydalı olacağını yazdım.53

Ç ın a rlın ın b u ik azı ü z erin e M ayıs 1968'ten itib a re n Cemil


M eriç’in H isa rd a y ay ım la n a n tü m y a z ıla n -O c a k 1973 ve Ş u ­
b at 1976 ta rih li iki jurna l kaydı m ü s te s n a - m ü sta k il b ire r b a ş ­
lık taşıyacaktır.
C emil M eriç'in H isar d erg isin in sa h ib i M eh m et Ç ın a rlıy a
yazdığı 30 M art 1970 ta rih li m e k tu b u n ta m a m ı b u g ü n elim iz­
d ed ir ve fevkalâde ö n em lid ir; z ira b u m e k tu p , sad ece m esele­
n in Cemil M eriç ta ra fın d a n n asıl telâkki edildiğini g ö ste rm e k ­
le kalm az, aynı z a m a n d a m abed k elim esin in k a rşısın a "fildişi
kule"nin; bezirgânlann k a rşısın a ise 'a v â m ’m yerleştirild iğ ine
de tanıklık eder. B öylelikle m ab ed in a la n ı ve a n la m ı d a ra lır­
ken, bezirgânlann k ap sa m ı alab ild iğ in e g enişlem iştir:

Muhterem efendim,
Tenkitlerinize -bun a îkaz demek daha doğru olur- teşekkür
ederim. Yazılara başlık koymamak asırları aşan bir Doğu
geleneğinin yan şuurlu mirası. Okuyucuya bir keşfin zevki­
ni tattırmak, gerçek dostlara, yani lâyık olanlara seslenmek,

53 M ehmet Çınarlı, "Cemil M eriç”, Töre, sy. 62, s. 30, Temmuz 1976; krş. Sanatçı
Dostlarım, s. 181, İstanbul, 1979

30
bezirgânları mabede, başka bir tâbirle avâmı Fildişi Kuleme
sokm amak arzusu. Doğu, irfanı hisarlarla kuşatır; "emanet­
leri ehline tevdi etmek” im anın şiândır. Bu duyguda gururla
tevazû, edeble istiğna kucak kucağadır. Bir Kamus-ı Okyanus­
ta. kelime bulmak, denizden inci çıkarmak gibi güç bir iş.
Doğu’da böyle de Batı’da başka mı? Marx, Kapitalin önsözün­
de "Düşüncelerin doruklarına ancak patikalardan tırm anılır”
der. İlme şehrahlardan gidilmez. Bu m üdafaanâmem .54

B u m ü d a fa a n â m e o k u n u r d a yedi yıl ö n ce Fildişi K u len in


ilk y a z ısın d a y er a la n şu ifad e le r h a tırla n m a z m ı?

"Sanat halk içindir” tekerlemesi, "Köylü efendimizdir" gibi


bir klişe. Puşkin “m abedimden çekil” diyor sürüye; "sen tek­
meden ve küfürden anlarsın.”55

Tam yeri g elm işken, b iz yine M eriç’in b irk a ç yıl önce y a p ­


m ış o ld u ğ u şu tesb itle ri h a tırla m a y a çalışalım :

Eflâtun, köşe başında rastladığımız gazete satıcısı değildir,


diz çökmeyenle konuşmaz. Vuslatı harikulâdeleştiren: aşk.
Büyük adam da hâzinelerini sevene açar, seven için büyüktür,
cemalini ham ervahlardan gizler, bütün evliyalar gibi.

B ir in sa n d a h a ne yapabilir, nasıl a n la ta b ilir h âlin i? "Siz


gelin" diyor, gelen yok; “H ad i b ira z g ayret edin, b ira z uğraşın,
m a b e d in h is a rla rın d a n içeri girm eye ça lışın ” diye d iller d ö k ü ­
yor, â d e ta yalvarıyor, yine ses yok, çü n k ü k im sen in tırm a n m a ­
ya g ö nlü yok. Ç aresiz, zirv elerinde dolaştığı u lu d a ğ la n bırak ıp
eteklere inm eye k a ra r veriyor. İşta h a sı o lm ay an a işta h a ver­
m ek, işte böyle b ir m ucizeyi g erçekleştirm eyi um uyor.

54 CM, Jurnal II, (30 M art 1970), s. 167. Bu m ektubun eksik ve fakat erken
tarihli b ir neşri için bkz. Mehmet Çınarlı, a.g.m., s. 30-31; a.g.e., s. 181-182
55 CM, "Fildişi Kule’den”, (2 Ocak 1963), Hisar, VIII/51, s. 6, M art 1968; krş.
Fildişi Kule: Ve Tanrı İşık Olsun Dedi, "Dönem”, sn. 2, sy. 16, s. 10, Ocak 1965;
"Fildişi Kule”, Çağrı, sn. 9, sy. 91, s. 5-6, Ağustos 1965; "Fildişi Kule", Yeni
İnsan, V/53, s. 9, Mayıs 1967

31
L ütfen, m a b e d b ek ç isin in y a k ın m a la rın ı h a tırla m a y a d e ­
vam edelim :

Deha’nm soluğu, mabede domuzların sokulmasını önleyen


rabbani bîr duvar. Yanmak ve çile çekmek: her müridi bek­
leyen iki tünel; saadete, şöhrete, bilgeliğe o dehlizlerden va­
rılıyor. İştahası olmayana iştaha vermek... Bu m ucizeyi kaç
evliya başarmış?

M eriç, o k u ru n ve y a y ın cın ın ıs ra rın a k a rşı koyabilecek, o n ­


ların sırad an , kof, m eşu m istek lerin i geri çevirebilecek güçte
değil... güçsüz, çü n k ü yalnız, ve çaresiz... D avetçi iken, davet
edilen hâline gelm esi de b u n d an ... "M abede d o m u z la rın so­
kulm asını" önlem eye çalışıyor, "d o m u zların k u tsal k itap la rla
beslenm eyeceğini” söyleyip d u ru y o r a m a yine de b azen gü ­
cü n ü n tükendiğini hissediyor; elin d en p ek b ir şey gelm iyor
çünkü.
D om uzları m ab ed e so k m am ak için z a m a n za m a n m a b e­
din dışına çıkm aya bile razı o lan bek çin in d u y d u ğ u su çlu lu k
d uygusunu k en d isin d en d a h a iyi kim a n la ta b ilir bize?

Sen domuzlan mukaddes kitaplarla beslemeye kalktın!

R üzgârda u n u tu lm u ş b ir m u m gibi h isse d er hep kendisini;


fânussuz, yani kim sesiz, yani çaresiz... g ö n lü n ü n en m ah re m
m eyvelerini başkalarıy la p ay laşm ak z o ru n d a k alan, diğer-gâm
olm ak zo ru n d a b ırak ılan bekçinin d u y g u ların ı bilm ek m i isti­
yorsunuz, o hâlde m ab ed in , yani F ildişi K ule'nin k ap ısın ı b ir
kez d ah a tıklatm alısm ız:

Zekâ rüzgârda unutulan mum, bencillik fânus. Senin fânusun


yok. Ve şuurun, hasta bir hayvanın korkularını aksettiren kı­
rık bir ayna...56

56 CM, "Çöl”, Türk Edebiyatı, 1/7, s. 8, 31 Temmuz 1972; Bu Ülke, s. 146

32
M eriç, çaresiz, Ç ın a rlıy a m e k tu b u n d a başlık taleb in i ye­
rin e getireceğ in i vaad e d ip b u n d a n böyle y azıların ı adlarını
a lın la n n a dam galayarak Fildişi Kule'den uçuracağını bildirir.
S esinde, a rtık b ir avuç b ez irg â n a değil, ışığa k oşan m ily o n la­
ra h ita b etm eye k a ra r v erm iş b ir a d a m ın p işm an lık la karışık
h ü z n ü g izlid ir sanki:

Hakikatte her yazım havuzdan havuza boşalır. Frenkler


décantation diyorlar buna. Önce Jurnale geçiririm dü­
şüncelerim i; sonra (bazan bir iki yıl geçer aradan) yeni delil­
lerle, yeni görüşlerle destekler genişletirim; nihayet yeniden
düzeltir, süzer ve efendim ize takdim ederim. Her yazı adı ile
doğar, insanlar gibi. Bu itibarla bundan sonra adlarını alm-
lan n a dam galayarak uçuracağım Fildişi Kuleden.51

M e riç ’in ö zellikle k e n d is in i, iç d ü n y a sın ı ve b u e sn a d a


g ö n lü n e sö k ü n ed en k im i d u y g u ve d ü şü n c e le rin i ta s v ir e d e n
y a z ıla rın ın a ltın d a b ir e r ta r ih b u lu n m a s ın a k a rş ın , b u y a z ı­
la rın h e rh a n g ib ir b a şlık ta ş ım a m a la rı g ay et d o ğ a ld ı oysa.
B e z irg â n la rm y a k la ş tın lm a m a s ı g e rek en m a b ed , a v â m ın so ­
k u lm a m a s ı g e re k e n F ildişi Kule, M e riç ’in m ü d a fa a n â m e s in d e
a ç ık la d ığ ı gibi, g e rç e k te , y a y ım la n m c a y a d e ğ in o lg u n la şm a ­
sı b e k le n e n k a ra la m a la rd a n çok, y a z a rın m a h re m iy e tin i ifşâ
e d e n ş a h s î sa y ıla b ile c e k ju r n a l k a y ıtla rıy d ı. N ite k im şu c ü m ­
leyi, y a z a rın ju r n a l n o tla r ın a - ta b ia tıy la - b a ş lık k o y m a d a k i
is te k siz liğ in i ve d ire n c in i a ç ığ a v u ra n b ir b e lirti sa y m a k ta
h iç b ir m a h z u r g ö rm ü y o ru z :

Bu duyguda gururla tevazû, edeble istiğna kucak kucağadır.

57 CM, Jurnal II, s. 167. Cemil M eriç, H aziran 1967’den itibaren yazm aya
başladığı H isar dergisinden önce, jurnal k ayıtlarım Ocak 1965’ten itibaren
D önem de ve d a h a so n ra Hisarla eşzam anlı olarak Mayıs 1967'den itibaren
Yeni İn sa n d a "Fildişi K ule’d en ” üstbaşlığı altın d a bazen isim siz, bazen isimli
olarak neşretm iştir.

33
Bu kayıtlar ilk yayım land ık ları ta rih le rd e genel o k u ru n
pek dikkatini çekm em iş, h a tta n â şirle ri bile b u b ü y ü k ü slû b
u stasın ın iç d ünyasına tek ab ü l eden h â zin e le rin k ıym etini
yeterince tak d ir edem em işlerdir. O ysa m e zk û r k ay ıtların
çok az kısm ı, ilk baskısı 1974'te y ap ılan B u Ü lkenin “F ild i­
şi K ule'den” b ö lü m ü n d e y er a lır alm az k ıy am etler kopm uş,
y az a n n geniş o k u r kitlelerince ta n ın m a sı, asıl bu ta rih te n
sonra m üm kün olabilm iştir. N itekim b u tev eccü h ü zen g in ­
leştiren b ir diğer hâdise de y a zarın ö lü m ü n d e n so n ra, 1992-
1993'te jurnalinden elde/evde k ala n la rın n eşredilm esidir.
Bu açıklam alar dolay ım m d a, “b e z irg â n la n n so k u lm a m a ­
sı gereken m ab ed ”in, “b e z irg â n la rd an tem izlenm esi gereken
m abed"den b ir hayli farklılık a rzettiğ in e işa re t edebiliriz.

H aziçpn 1974... S im gelerin an la m ı b u defa d a h a da ge­


nişleyecek ve m abed m etafo ru a rtık 'ta rih ’i, m abed bekçisi ise
“bu tarihe sahip çıkm ası lâzım gelen nesilleri" tem silen k ul­
lanılacaktır:
Hasbilik düşmana hizmet etmektir, kavgadan kaçıştır, ya­
lanların devamını sağlayıştır. O nesle mabedin bekçisi olmak
düşerdi; mabedin, yani tarihin . Hangi değerin bekçisi oldu o
nesil? Hangi haksızlığa 'dur' diye haykırdı?

Sitem ve şikâyetlerle yüklü bu eleştirinin hakkını verebil­


m ek ve dolayısıyla mabed m etaforundaki anlam -genişlem e-
sini doğru yorum layabilm ek için, Cemil M eriç'in, so n rad an
çok etkiler uyandıracak olan bu tenkid yazısını, H ilm i Ziya
Ülken’in 5 H aziran 1974’te vefatından sonra, talebesi Erol
G üngör tarafından Ortadoğu gazetesinde n eşredilen taziye ya­
zısı vesilesiyle kalem e aldığını h atırlatm ak ta fayda m ülâhaza
ediyoruz.
M eriç’in, “ölçülü, dürüst, m ü ed d eb ” olm akla nitelediği
m akalesinde Erol G üngör şöyle der:

34
Hilmi Ziya Ülken’in vefatıyla Türkiye’de bir devir kapandı:
Hasbî tefekkür devri. Bütün eksiklerine rağmen, o, bizde aka­
demik haysiyetin dağ gibi bir temsilcisiydi. Günlük politika
endişelerinin hâkim olduğu Türk fikir hayatında yeni Hilmi
Ziyalara çok muhtaç olacağız.58

M ünekkidim iz, hasbî tefekkürün bu m ü m taz m üm essili­


nin, yani H ilm i Z iy an ın değil m abede girm esine, sokulm asına
bile izin verm eyecektir. “H asbî tefekkür ne demek?" diye so rar
hışım la:

Hiçbir tefekkür hasbî değildir. Hasbî tefekkür, "tefekkür için


tefekkür", "sanat için sanat" gibi bir yalan.59

Aşağıda okuyacağınız ifadelerdeki hiddet ve şiddet, m abe­


di b ezirgânlardan tem izlem eye ahdetm iş 26 yaşındaki ih tiras­
lı genç b ir cihan edebiyatı m eraklısına değil, bilâkis d ü şü n ­
celeri olgunlaşm ış, d u ygu lan d u ru lm u ş (!) 58 yaşındaki b ir
m abed bekçisine aittir:

Bir kütüphane adamıydı o, bir fikir donjuanıydı. Ne bir id­


dianın, ne bir inkânn temsilcisi. Çeşitli mabedlerin eşiğinde
çile doldurmakla geçti ömrü. Pencereden seyretti içerisini. Ha-
kîmâne bir teslimiyetti. En zinde mukavemetleri güve gibi
kemiren bir teslimiyet. Racüliyetini kaybeden tefekkürdü.
Ne Marksizme kur yaparken ciddiydi, ne Marksizme reddi­
ye yazdığı zaman. Kütüphane raflannı çökerten eserlerinde,
kendisine ait tek kanaat bulamazsınız. Bulamazsınız, çünkü
o hergün yeni bir kanaatin taşıyıcısıydı. Her okuduğu kitapla
yeni bir hüviyet kazanan seyyal bir şahsiyet. (...) Yetmiş yıl-lık
hayatında tek kavga yoktur. Hiçbir soyguna katılmadı, doğru.
Ama, kırk haramilerin bahşişleri ve sadakalarıyla yaşamadığı­
nı ileri sürebilir miyiz?

58 Erol Güngör, "Hilmi Ziya Ülken için", Ortadoğu, 16 Haziran 1974


59 CM, "Hasbî Tefekkür", Ortadoğu, 23 Haziran 1974; krş. Mağaradakiler, s. 71-
77

35
B u a lın tıd a b ilh a s s a d ik k a t e d ilm e s i g e re k e n h u s u s , m a b e d
s ö z c ü ğ ü n ü n ço ğ u l o la ra k k u lla n ılm a s ıd ır:

Çeşitli mabedlerin eşiğinde çile doldurm akla geçti öm rü. Pen­


cereden seyretti içerisini.
M eriç, R ıza Tevfik h a k k ın d a v e rd iğ i e rk e n ta rih li h ü k m ü ,
H ilm i Z iya iç in de te k ra rla r; b ir fa rk la ki R ız a Tevfik o z a m a n ­
la r g en iş te c e ssü sü n e ra ğ m e n m a b ed i p e n c e re le rin d e n s e y re t­
m iş ve içeri g irm e m işk e n , H ilm i Z iy a n ın ö m r ü çeşid i m a b ed le­
rin e şiğ in d e çile d o ld u rm a k la g eçm iş ve e n n ih a y e t o d a selefle­
ri gibi p e n c e re d e n s e y re tm iş tir iç e risin i. N ite k im b u s e b e p te n
o lsa gerek, m ü n e k k id im iz , H ilm i Z iya Ü lk en ’i b ir z ü m re n in
te m silcisi o la ra k k a b u l e tm e k te h iç te re d d ü t etm ez:

Zavallı gençliğe, Avrupa’nın köhne ve tatsız yalanlarını tek­


rarlam ak başlıca m arifeti oldu. Maziye ihanet etti, istikbali
kurm adı. Hilmi Ziya, olayların pek çabuk fosilleştirdiği o
züm renin en tipik temsilcisidir.

C em il M e riç ’in B alzac h a k k m d a k i ilk y a z ısın ın , H ilm i Ziya


Ü lken’in ç ık a rm a k ta o ld u ğ u İn sa n d e rg isin d e n e şre d ild iğ in i
ve d a h a d a ö n em lisi Ü lk e n in Şeytanla K o n u şm a la r (İsta n b u l,
1942) adlı k itab ıy la ilgili o la ra k sıcağ ı sıc a ğ ın a b ir ta n ıtım ve
d e ğ e rle n d irm e yazısı k a le m e a lm ış o ld u ğ u n u b e lirtm e d e n b u
b a h si k a p a ttığ ım ız ta k d ird e , m u h a k k a k ki ta s v ir e tm ey e ça lış­
tığ ım ız ta b lo ta m a m la n m a m ış o la ra k k alacak tır.
O h â ld e şim d i, d a h a so n ra la rı k e n d is in d e n b a h se d e rk e n
‘se v m iştim ’ diyeceği b u k ita p h a k k ın d a , M e riç’in , 26 y a şın d a y ­
k en n e le r y azm ış o ld u ğ u n a b ir göz a talım :
Şüphesiz ki "bülent servilerin gölgesinde” dalga geçen kaygısız
münevverler, Agoraya inen Hilmi Ziya'nm keskin bir istihzay­
la çınlayan sesinden ürkecek, rahatsız olacaklar. Biz, Şeytanla
Konuşmaları, fikir hayatımızda doğacak fecirlerin mütevazi,
fakat nurlu bir müjdecisi olarak görüyoruz.60

60 CM, "Şeytanla K onuşm alar”, Ayın Bibliyografyası, sn. 1, sy. 7-8, s. 15, Temmuz-
Ağustos 1942

36
B ir ta n ıtım y a z ıs ın ın îc a b e ttir d iğ i b u ifa d e le rin z a h irin e
a ld a n ıp g e n ç m a b e d b e k ç is in in ü n lü p ro f e s ö re m e th iy e le r
d ü z d ü ğ ü d ü ş ü n ü lm e m e li; b ilâ k is “b ü le n t servilerin gö lg esin ­
de d a lg a g e ç e n k a y g ısız m ü n e v v e r le r ’e a tıla n k ü ç ü k ta ş a d ik ­
k a t e d ilm e lid ir. M e riç , " A g o ra y a in iş in i" (!) k u tla d ığ ı H ilm i
Z iy a'y ı s a d e c e te b r ik ve ta k d ir le y e tin m e z , m a b e d in şa h ika la rı
s ö z k o n u s u o lu r o lm a z , k e n d is in i te n k id d e eder. K ısa c a s ı: a)
te r c ü m e l e r a la n ın d a h ü k ü m s ü r e n fâ c ia h iç b ir s û r e tte m e ş rû
g ö s te rile m e z ; b ) G o e th e h a k s ız o la r a k ith a m e d ile m e z ;61
c) G a rp r o m a n ti z m i n in b a ş a r ılı b ir ş a k ird i d e o ls a Y ah y a
K e m a l’e d â h ilik p â y e s i v e rile m e z .62

Bize göre eserin en büyük kusu ru , sahifelerinde b ir nevi erü-


disyon havası esm esidir. E n büyük lâyem utlardan en cüce
fânilere k a d a r yüzlerce şahıs ism i tacizk âr resm i geçit-leriyle
m u h a rririn orjinalliğini gölgeliyorlar. Sayın P rofesör -a k a d e ­
m ik h ay atın ın tesiriyle o la c a k - en cesu r tenkidlerini sıralar­
ken b ird en b ire o p p o rtü n izm e sapıveriyor: Tercüm e alan ın d a
h ü k ü m sü ren fâciayı m eşrû gösterm ek için m u h telif diller­
deki A risto tercü m elerin i m isal verm esi, R a m o ’n u n Yeğeni
tercüm esinde, G oeth e’yi, haksız o larak ith a m a kalkışm ası,
G arp ’taki ro m an tiz m h a re k e tin in n ih ay et m uvaffak olm uş b ir
şakirdi olan Yahya K em al’e neredeyse dâh ilik p âyesi verm esi
ilh...63

61 Goethe’nin tercüme tarzına dair Cemil Meriç'in Gundolftan çevirdiği makale


için bkz. Kırk Ambar, s. 458
62 Cemil Meriç 8 Mart 1963 tarihli bir yazısında Yahya Kemal hakkında şöyle
der: "Yahya Kemal neden tanrılaştırıldı? Beklenileni, alışılanı verdiği için.
Yahya Kemal Fransızca öğrenen Nâbi, veya Hersekli Arif Hikmet. Sığın sığı...
ve 'poncifin ponciFi. Kelimeler pırıltılı, cümbüşlü. İçinde bir şey yok. Bir
mermerin göğsü, daha doğrusu mermerden bir göğüs." CJurnal /, s. 138);
Üç gün sonra, yani 11 Mart 1963'te ifade biraz değiştirilir: "Yahya Kemal,
Fransızca bilen Leskofçalı Galip. Bir mabed, fakat içinde hiçbir tann yok.
Berrak, çünkü sığ." ("Kelimeler", Yeni İnsan, VI/63, s. 6-7, Mart 1968); 30
Ocak 1964'te ise Yahya Kemal "hâlâ tann-şair"dir. (Jurnal I, s. 302)
63 Cemil Meriç’in 27 Mayıs 1977 tarihinde bu yazısına atfen yaptığı açıklamanın
Halil Açıkgöz tarafından tutulan kayıtlarına itimad edilmemelidir; zira

37
Cemil M eriç'in H ilm i Z iy a n ın vefatının ard ın d a n kalem e
aldığı H asbî Tefekkür yazısına revnakını veren o h iddet ve şid­
detin nedenlerini açıklam ak b akım ından, tarih e m âlolm uş bu
iki şahsiyet arasındaki ilişkilerde pekâlâ d ö n ü m noktası sayı­
labilecek son b ir ayrıntıya d ah a dikkat çekm ek isteriz: Cemil
Meriç, H ilm i Ziya Ü lk en in Ziyaeddin F ah ri Fındıkoğlu’yla
m üştereken yayım ladığı İbn H aldun (İstanbul, 1940) adlı ese­
ri, 1944 yılında ağır b ir dille tenkid etm iş ve B outhoul’u n Ibn
Khaldoun et sa philosophie sociale adlı eserinin h atalarla dolu
başarısız çevirisini, H ilm i Z iy an ın göz göre göre kendi telifi
gibi sunm ası karşısında genç m ünekkidim iz -h a k lı o la ra k -
sessiz kalam am ıştır:

Bu orijinal tedkik eserinde Hilmi Ziyaya ait kısımlar, cümle


yanlışlan, tahrifler ve tercüme garabetlerinden ibarettir. Bout-
houl’un kitabı kısaltılmış, paçavraya çevrilmiştir. (...) Şeytanla
Konuşmalarını takdir ve ümitle selâmladığımız Hilmi Ziya,
kendisinden ciddi ve olgun eserler beklediğimiz bir kabiliyet­
tir. “Manevî bir intihar” diye vasıflandıracağımız bu fecî inti­
hal, bize bir tek duygu telkin etti: acı.
Çömezlerin şatafatlı pohpohlanndan mest olarak yeni dok­
trinler keşfine çıkan profesörün bu fikir derbederliğinden bir
an evvel kurtulması, bu satırlan imzalayan münekkidin en
candan temennisidir.64

mezkur yazı 1943’te değil, 1942’de yayımlanmıştır. Daha da önemlisi,


"Fransa’da romantizm cereyanının bir taklitçisidir” sözü -ki aslı şakirdidir
olacaktır- Yahya Kemal tarafından değil, Yahya Kemal hakkında söylenmiştir.
(Bkz. a.g.e., s. 168) Yazının aslını görmeden bu hatalı kaydı tekrarlayan
bir çalışma için aynca bkz. Mustafa Armağan, Cemil Meriç: Düşüncenin
Gökkuşağt, s. 21, İstanbul, 2001; 2. bas. s. 21-22, İstanbul, 2006)
64 CM, "Eserlerini Nasıl Hazırlıyorlar!’’, Yücel, c. XVIII, sn. 10, sy. 101, s. 31-
34, Eylül 1944. Hilmi Ziya Ülken, 1960’larda kendi elyazısıyla kaleme aldığı
Hayatım ve Eserlerim adlı hâl tercemesinde mezkur eseri -Cemil Meriç’in bu
tenkidine rağm en- kendi telifi olarak göstermeye devam etmiştir. (Bkz. Ayhan
Vergili, Hilmi Ziya Ülken Kitabı, s. XXII, İstanbul, Nisan 2006)

38
Sonuç itibariyle, "m abedi bezirg ân lard an tem izlem ek”
dâvâsıyla m eydana atılan Cemil M eriç’in, ö m rü boyunca bu
id dianın takipçisi olduğu ve dolayısıyla kendisini hakkıyla
tan ım ak ve tanım lam ak b ak ım ın d an kullandığım ız m abed
bekçisi sıfatının -k elim en in tam an lam ıy la- b ir 'sıfat-ı kâşife’
sayılm ası lâzım geldiği husu su , en az bizim kadar, ok u r nez-
d inde de kesinlik kazanm ış olm alıdır.
Cemil M eriç, kapısında tek başına (!) nöbet bekleyip m a ­
bedi b ezirgânlardan tem izlem eye çalışırken, bu esnada bir­
takım kişi veya k u ru m ların da güya m abedi tufeyli saldırıla­
rın d an ‘k o ru m ak ’, h atta ‘k u rta rm a k ’ iddiasıyla ortaya atıldık­
larını farkeder; başka b ir tabirle, kendileriyle m ücadele edil­
m esi gereken düşm anlar, sadece m abede dışarıd an saldıran
b ezirgânlar değil, bilâkis bizzat m abedin içinde ikam et eden
yandaş sürüleridir. Hâl böyle olunca, m etafor, ister istem ez
biçim değiştirecek ve m ab ed in yerini Kapitol, bezirg ân lan n
yerini de kazlar alacaktır; zira en nihayet K apitol de b ir ma-
beddır, m im arı tarih, m ih m an d arı ise efsane...
Vazifeleri m abedi korum ak ve kollam ak olan bekçiler uyur
ve görevlerini yapm azlarsa, m abedi savunm a görevini kim îfa
edecek, bu çetin görevi kim yerine getirecektir?
Kazlar... Ne yazık ki sadece kazlar...
O cak 1966... Cemil M eriç'in D iderot’dan aktardığı şu
anektoda m akalem izin girişinde de yer verm iştik:

Diderot, Fransızca’nın vuzuhuna hayran bir İngiliz dostuna


"Elbet öyle olacak” diyor; "Bizim Kapitol’ü bekleyen kırk tane
kazımız var.”

M abed bekçisi bu anektodu aktardıktan sonra şöyle de­


m ekten kendini alam az:

Ah bu akademi, onsuz da, onunla da yaşanmaz. Hantal, tu­


tucu, şekilperest ama dünü yarma bağlıyor, millî şuurun bir
parçası.

39
H âzineyi ejderler bekler, K apitolu kazlar. M ihm andarların
en gevezesi tarih, "K apitolun m im arı efsaneydi" diyor; "dev­
rilen taçlar hevenkleşirdi sütunlarında, m erdivenlerine yüz
süren ölüm süzleşirdi." Ve kader R o m a n ın alm na alevden
harflerle üç kelime yazdı: mane, tekel, feres...65 R om a ihtişam la
çökmedi. K urtuluşunu kazlara borçlu olmak. Zavallı Roma!..
Bizim K apitolüm üz yok am a kazlarım ız var. Tarih, eserleri­
ni iki defa oynarm ış; önce trajedi, sonra kom edi olarak. Ka-
p ito lu n kazları heybetli b ir trajedinin kahram anıydılar, bi­
zim kiler sevimli b ir kom edyanın aktörleri.66

Y ıl 1974... Y u k a rıd ak i a lın tın ın s o n p a ra g ra fıy la y e n id e n


k a rşıla şıy o ru z , a m a b u se fe r b ira z fa rk lı b ir b iç im d e :

Bizim K apitolüm üz yok am a kazlarım ız var. Bu sevimli m ah­


luklar mabedin bekçisi değil, kirleticisi. (...) R om a'm n kazları
heybetli b ir trajedinin kahram anıydılar, bizim kiler tatsız bir
komedyanın aktörleri.67

A ra lık 1 9 76 ... M a b e d b e k ç is in in k a rş ısın d a , y in e k e n d i­


le rin i T ü rk d ilin i k o ru m a k ve k o lla m a k la görev li s a y a n TD K
ü y eleri vardır. M eriç, k a z la n d ilin e d o la m a k ta n h iç v a z g e ç ­
m eyecektir:

Bizim K apitolüm üz Dil K urum u, kazlarım ız da üyeleri.


R om a’da kazlar süs unsuru. Bizdeki kazlar ise sadece pis­

65 Cemil M eriç’in 1946’da bu kelim eler hak k ın d a yaptığı açıklam a şöyledir:


"Mane, Tecel, Phares: B ah teln a sn n oğlu ve B abil’in son h ü küm darı Balthazar,
işret m asasında T anrılara ve o rd u la ra m eydan okurken, görünm eyen b ir elin
alevden harflerle salonun d u v arların a yazdığı te h d itk â r kelimeler. Tevrat’ın
Daniel Sifr’inde anlatıldığına göre, D aniel nebî m ağ ru r tâcid âra bu sözleri
şöyle izah etm iş: Mane: Tanrı saltan atın ın günlerini saydı ve onlara son
verdi. Tecel: Teraziye kondun ve pek hafif geldin. Phares: K rallığın taksim e
uğrayacak.” (Balzac, Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti, Çev. Cemil Meriç,
s. 245, İstanbul, 1946)
66 CM, "Fildişi K ule’d en ”, (25 Ocak 1966), Hisar, DC/63, s. 14, M art 1969; krş.
Bu Ülke, s. 18
67 CM, Bu Ülke, s. 18

40
liyorlar. Bu teşbihim kurum culara. A dam lar hiç severler mi
beni?68

T em m u z 1977... T am sek iz ay so n ra , y in e ö zel b ir so h b e t


s ıra s ın d a , m a b e d b ek çisi, b u s ö z le rin e a tfe n - b i r a z d a k ey ifle-
şöyle d iy e c e k tir:

Bu Ülkede kepaze ediyorum kurum culan. "K apitolun kazla­


rı" diyorum , "Ancak m abedi pisletiyorsunuz” diyorum .69

Ş u b at 1979... B u ‘k a z ’ y a k ış tırm a s ın ın a rd ın d a k i efsan ey le


d a h a ö n c e k i a lın tıla r d a k a rş ıla ş m ış, „açıkça sö y le m ek g e re k ir­
se, b u e fsan ey i b ira z d a d e ğ in i s u re tin d e k i d e rm e -ç a tm a ifa ­
d e le r ara c ılığ ıy la ta n ım ış tık . Ş im d iy se, b u e fsan ey i n a d ire n
ra s tla n ıla b ile c e k b ir n ü s h a s ın d a n o k u y alım ; m u h te v a sı b ir
y a n a s ırf T ü rk çesi iç in o k u y a lım ; T ü rk çe için o k u y alım ; h a tta
o k u m a k la k a lm a y ıp b u en fes a n la tım ı â d e ta b ir ş iir gibi, b ir
d e s ta n gibi, b ir m ersiy e g ib i m a b e d e y ılla rın ı v e rm iş b e k ç iy le
b irlik te ve d a h î a şk ile te r e n n ü m ed elim :

Kapitol bir m abed. M im an: tarih. M ihmandarı: efsane. Harcı


kanla yoğrulm uş bu mabedin. Dehlizlerinde hazineler uyur­
muş. S ütunlarında sem egûn efserler. Kapitol'de kahram an­
lar taç giyermiş. Zirvesinde Jü p iter’in otağı. Hem b ir mabed,
hem bir hisarm ış Kapitol. îhtiy ar R o m an ın gururu, yüzakı,
itibarı...
Nihayet zeval vakti çalmış. D üşm anlar kuşatmış Roma'yi.
Kapitol geçit vermemiş. Bir akşam, karanlığa bürünen bar­
barlar, gizli bir yoldan Kapitol’e girecek olmuş. Zaman bu za­
man, nöbetçiler uyumuş, karanlık zifiri. Fakat birden çığlık­
lar kopmuş hisarda. Bre aman! Bu nenin nesi? Nöbetçiler
uyanmış, saldıranlar gerisin geri. Meğer kazlar beklermiş si­
perleri. K apitolu kazlar kurtarmış...

68 HA, a.g.e., (1 Aralık 1976), s. 41


69 HA, a.g.e., (28 Temmuz 1978), s. 216

41
II
SUYA EĞİLMEKTEN KORKAN ADAM
-Roman ve Balzac-

Düşüncelerin, m üphem in duvannı aşmaya­


cak. O duvarı korkuların ördü, korkuların ve
şükranların. Sen bir kölesin, İbn Musa'nın
kölesi değil, vehimlerinin kölesi. Sen roman
yazamazsın. Hayâlindeki kahramanlar da ko­
nuşm aktan korkuyor. Sahanlıkta bekleyen dü­
şüncelere kapını açmıyorsun. Ve onlar birer
birer uzaklaşıyorlar. Bir daha dönmemek üzere
uzaklaşıyorlar.
Cemil Meriç, 5 M art 1963
azım H ikm et, K em al Tahir, Cem il M eriç...C um -
N h u riy e t'te n önce d o ğ an , C u m h u riy e t d ev rin d e gözle­
rin i h a y a ta k ap ay an üç sim a; y an i b ir şair, b ir ro m an cı, b ir
m ütefekkir...
Ö nce şiir...
15 O cak 1901’de S elân ik ’te doğdu; 3 H a z iran 1963’te
M oskova’d a öldü.
S o n ra rom an...
15 N isan 1910’d a İs ta n b u l'd a doğdu; 21 N isan 1973’te
yin e İs ta n b u l'd a öldü.
D aha so n ra fikir...
12 A ralık 1916’d a H atay ’d a doğdu; 13 H aziran 1987’de
İs ta n b u l’d a öldü.
B u üç ism i gelişigüzel b ira ra y a g etiren biz değiliz; Cemil
M eriç'in kendisi. 4 M ayıs 1977’de b ir özel so h b e tin d e bizzat
şöyle der:
Son devri şöyle ta s n if edebiliriz:
N azım H ikm et: Şiir
*Kemal Tahir: R om an
C em il M eriç: F ikir1
Şiir, rom an, fikir...

1 Halil Açıkgöz, Cemil Meriç’le Sohbetler, (4 Mayıs 1977), s. 165, İstanbul, 1993.
(Bundan sonra sadece HA kısaltmasıyla atıf yapılacaktır.)

47
M eriç, ta c id â n o ld u ğ u n a in a n d ığ ı y eg ân e m esleğ i ç o k ta n
ilân etm iş; h e m sıkı b ir okur, h e m de g ü ç lü b ir m ü te rc im ve
m ü n ek k id o la ra k h a y a tı b o y u n c a şiir ve ro m a n la m eşg u l ol­
d u ğ u h âld e en n ih a y e t k e n d i p a y ın a d ü şe n , n e y azık ki sad ece
‘fikir’ (!) olm uştur. N itek im 1975'te -b ira z d a h ü z ü n le - "ne ol­
m ad ığını" söylerken sıra lad ığ ı ed eb î m e sle k le r şu n la rd ır: ro­
m ancı, şair ve tarihçi.
Ne romancıyım, ne şair, ne tarihçi. Sadece dürüstüm, çok
okudum, çok düşündüm. Beşerî ihtiraslardan uzağım. Bütün
bu vasıflar bir düşünce adamının hamurunu yapar. Romancı,
alışılmış ve bütün zevklere seslenen bir silâhla mücehhezdir.
Yüzyıldan beri herkes hikâye okur. Şair, ezelden beri âşinâsı
olduğumuz bir dost. Düşünce adamı, m âzinin tanımadığı bir
mahlûk.2

M eriç’in kişisel ilg ilerin in yazgısı d ik k ate a lın m a d a n , k e n ­


d isin in gerek şiir, gerekse rom an h a k k ın d a y ap tığ ı te za tlı yo­
ru m la ra eşlik ed en m en fî psikolojiyi açıklığa k a v u ştu rm a k
im k ân sız gibidir. K ü çü k y a şla rın d a n itib a re n d e fte rle r d o lu su
-kendi ifadesiyle 1500 kadar- şiir y azm ış, b irk aç ta n e sin i y a­
y ım lam ış, ço ğ u n u eşine d o stu n a verm iş, h a tta b u a ra d a n ite ­
likli şiir çevirileri y ap m ış a m a yine de 'şa ir' o la m a m ıştır; ya-
n ısıra yıllarca ro m a n o k u m u ş, çok d eğerli ro m a n çevirilerine
im za atm ış, üstelik b ir a ra ro m a n yazm ay ı d en ed iğ i h âld e ro ­
m a n ın da ü ste sin d e n gelm eyi b aşa ram a m ıştır.
O h âld e önce şiir...
1982’de b ir m ü lâ k a t sıra sın d a gençler, C em il M eriç’e şiir­
den kaçışının sebebini so rd u k la rın d a , k en d isi b u so ru y u şöyle
cevaplayacaktır:
— Şiirin orta derecesi yoktur. Bir Yahya Kemal’den, bir
Haşim’den sonra şairliğe özenmek için ya çok büyük bir kabi­
liyet olmak, yahut da ikinciliğe, yani hiçliğe razı olmak lâzım.3

2 CM, Jurnal 11, (9 Ağustos 1975), s. 209, İstanbul, 1998


3 “Cemil Meriç’e Sorular VII”, Yeni Devir, (haz. Hüseyin Yorulmaz), 8 Nisan 1982

48
İkinciliğe, y a n i hiçliğ e raz ı o lam a d ığ ı için şiird e n kaçtığ ım
söyleyen M eriç'e, 1986'da, şiiri n iç in b ırak tığ ı so ru lu n c a , b u
sefer de şu cevabı verecektir:
— Sevdiğim şairler vardı, pm arbaşlan tutulm uştu. Onlardan
daha büyük olamayacağımı hissettim: Nazım [Hikmet], Yah­
ya Kemal, Necip Fazıl...4

S o n ra ro m an ...
60'lı yılların b a şın d a ro m a n , C em il M eriç n ezd in d e, "bizi
b a şk a la rın ın m a c e ra la rın a o rta k eden, h ay atım ızı genişleten,
d e ğ iştiren d o st b ir san a t"tır:
Çağdaş rom an şuuraltı mağaralarının kapılarını açtı. Kâh
irkilerek, kâh korkarak, kâh şaşarak garip hayvanlar seyret­
tik. Gördüklerimiz sudaki akislerimizdi çok defa. Roman bizi
başkalarının maceralarına ortak eden, hayatımızı genişleten,
değiştiren dost bir sanat. Ama her sanatın amacı bir fetihtir,
bir inşadır. Tek gönül veya milyonlarca gönül. Kulübe, saray,
şehir veya kıta...5

R o m an : d o st bir sanat...
B u d o stlu ğ u n , ta m d a o g ü n le rd e ü stü n e gölge düşm eye
b a şla r ve b ir ro m a n y a z m a n ın h azırlık larıy la m eşgul olan M e­
riç, çaresiz şu itirafı yapar:
Düşüncelerin, m üphem in duvarım aşmayacak. O duvarı kor­
kuların ördü, korkuların ve şükranların. Sen bir kölesin, İbn
Musa’nın kölesi değil, vehimlerinin kölesi. Sen roman yaza­
mazsın. Hayâlindeki kahram anlar da konuşmaktan kor-kuyor.
Sahanlıkta bekleyen düşüncelere kapını açmıyorsun. Ve onlar
birer birer uzaklaşıyorlar. Bir daha dönmemek üzere uzakla­
şıyorlar.6

4 "Nesillerin Mirası", Türkiye K ültür ve Sanat Yıllığı, (haz. H üsam ettin Arslan),
s. 586-594, Ankara 1986; krş. "Cemil M eriç ile M ülakat", Türk Edebiyatı, sy.
166, s. 12-17, Ağustos 1987
5 CM, Jurnal 1, (15 Şubat 1963), s. 106-107, İstanbul, 1998; krş. CM, "Fildişi
Kule’den", (3 Temmuz 1968), Hisar, Х/73, s. 11, Ocak 1970
6 CM, a.g.e., (5 M art 1963), s. 131

49
Sen ro m a n ya za m a zsın ...
A caba n için ? E vet, n iç in h a y a tın ı ro m a n la g e ç irm iş b ir
a d a m ro m a n y a z a m a sın ki?
C evap çok b a s ittir oysa. M eriç g ö z le rin i k a y b e tm iş tir ve
k en d isi de k ab u l e d e r ki a rtık ız d ıra p la n n d a n b ir ro m a n y a ­
ra tm a a rz u s u n a ve belki d e y a z m a b e c e risin e sa h ip d eğildir:

U nutmak ve unutturm ak... Ben alışam adım körlüğe. Bu ke­


lime telâffuz edildildikçe büyük bir kabahat işlemişim gibi
yüzüm kızarıyor. Gözlerimi göstermek istemiyorum. Körler
bütün devirlerin ve bütün ülkelerin paryası: kör m üsün, kör
olasıca, hay kör şeytan...
Romanın bütün canavarlara, bütün sürüngenlere açılan kapı­
lan körlere kapalı. Neden? O hâlde ıztıraplanndan bir roman,
bir şiir de yaratam ayacak kör? Kimin hikayesini anlatsın?7

R o m a n ın b ü tü n canavarlara, b ü tü n sürüngenlere açılan ka ­


pıları körlere kapalı.
K ap ısı k ap alı d a olsa, o y in e de ro m a n y azm a y ı, B abil
K ulesi'ne d ü z e n verm eyi dener... d e n e r a m a ü ste sin d e n gele­
m ez; b elki’le r için d e b elk i’lerle ç ırp ın ıp d u ru r:

Edebiyat, muhakememizi allak bullak etmiş. Hayatta hep ro­


m an anyoruz. Hayat rom an olsaydı, rom an yaratır mıydık?
Roman insam n Tann’dan aldığı b ir intikam. Babil kulesine
düzen verme cehdi. Her kitap b ir belki ile başlar. Her kitap
meçhule yollanan bir mektup. Bir avuç dum anın açtığı kapı,
bir seste başlayan dünya. Aynaya benzet rüyaların, içine gi­
remezsin.8
Bir rom an bazen sözle başlar, yazı ile biter. Bazen hiç başla­
maz...

7 CM, "Ouinze-Vingts Geceleri 11", Yeni İnsan, VU72, s. 10-11, Eylül 1968;
"Fildişi Kule’den”, (3 Temmuz 1968), Hisar, X/73, s. 11, Ocak 1970; Jurnal 1,
(15 Şubat 1963), s. 106-108
8 CM, "Fildişi Kule’den”, (10 Kasım 1963), Hisar, VIII/60, s. 17, Aralık 1968

50
Bu jurnal bir belki ile başladı. Bütün kitaplar b ir belki ile baş­
lar, bir belki için başlar...
Işığa ve T anrıya biraz daha yakınlaşmak. Kimse keyfi ile sü­
rüden ayrılmaz. İnsan gorille göbek bağını ilmi bir tecrübe
yapm ak için kesip atm adı. M ecbur kalınca dünyanı yaralıyor­
sun; dünyanı, yani kabuğunu, kafatasını veya mağaram...9

B ü tü n kita p la r b ir belki ile başlar, b ir belki için başlar...


B a şla r a m a b itm ez... C em il M eriç, b a şla d ığ ı ve fa k at b iti­
re m e d iğ i o k a d a r çok k ita p y a z m ıştır ki! N itek im iki yıl so n ra,
y a n i 1966'nm so n la rın a d o ğ ru ö n ü m ü z e k o yacağı tab lo d a, o
k a h re d ic i b e lk i'le rin in h ü z ü n ve k a h ırla k a ra la n m ış b ir d ö k ü ­
m ü n e ta n ık olacağız:

Elli yıl sonra belki de masallaşacağım...


1) Hindin bir sayfasını kaleme almak 20. asırda pek az faninin
başarabileceği bir mucize. (...)
2) Saint-Simon dosyada bekliyor, böyle bir kitap bir millet için
değil, bir devir için bir şeref.
3) Batıyı Fetheden Hint (Hint ve Batı) dosyada bekliyor.
4) Fildişi Kule dosyada bekliyor.
5) Quinz-Vingts Geceleri dosyada bekliyor.
Neyi? İsrafil’in sûrunu mu? Yazdıklarım okunmadı. Hindi sen
bile okumadın, kimin için yazacağım? Ne yazacağım. Bir baş­
ka dil konuşuyorum. Deliyim ve dâhiyim.10

60'lı y ıllard a ve böylesine ız d ıra b verici belki'ler a ra sın d a


artık ro m a n y a z am ay ac ağ ın a k a n a a t g etire n ve fak at belki
elli yıl s o n ra m asalla şa c a ğ m a in a n a n bu deli ve d â h i ad am ,
1974'te de k o rk u la rın ın ve ş ü k ra n la rın ın ö rd ü ğ ü o sert du v ar­
la, 'b e n ' d u v a n y la çarp ışm a y ı yine göze alam ay acak tır:

9 CM, Jurnal /,(1 8 M art 1964), s. 317


10 CM, Jurnal II, (20 Kasım 1966). s. 89

51
Şimdiye kadar yazılarımda ‘ben’ zamirini nadiren kul-landım,
ifşadan hoşlansam roman yazardım. Acılarımız ve felâ­
ketlerimiz, beşerîleştiği ölçüde edebiyatın konusu olabilir."

K eza aynı g ü n le rd e , b u sefer, d u ru m u n a fark lı b ir şek ild e


açıklık g etirm ey e çalışır:

Balzac’ı tanım asam ‘rom ancı’ olmak isterdim. Yıllarca İn­


sanlığın Komedyasıyla, uğraştıktan sonra rom an yazmaya kal­
kışmak küstahlık olurdu.12

A rtık şiir gibi, ro m a n d a y a z m a k ta n v azg eçm iş o la n M eriç,


70’li y ıllarda, b ilh a ssa 1974’teB w Ülke ile Ü m randan Uygarlığa
adlı ese rle rin in sağ o k u r n e z d in d e y ak ala d ığ ı b a ş a rıd a n so n ­
ra, b ird e n b ire ro m a n ın -h em de şid d etle- a ley h in d e b u lu n m a ­
ya b a şla r ve m eselâ 1976’da, H ristiy a n lık ta k i g ü n a h ç ık a rm a
â d e tin in b ir so n u c u o ld u ğ u n a in a n d ığ ı ro m a n ı b ir ‘z e h ir’ o la ­
rak n itelem ek ten çek in m ez:
Günah çıkarma an'anesi İsa’dan beri var. Roman XVII. asırda
ortaya çıktı. Rom an bir sınıfın müdafaa silâhıdır. Ben burada
ortaya bir iddia atıyorum: Batı’dan, diğer zehirleri gibi, ro­
man da gelecekti.13

1977’de aynı m in v ald e sö z le r söyleyip b u sefer ro m a n ın


“h a sta cem iy etin m a h su lü " o ld u ğ u n u id d ia eder; h a tta b u ­
n u n la da y etinm ey ip , "B izde ro m a n n iç in yoktu?" so ru su n a
şu cevabı verir: "H asta değ ild ik çü n k ü ."
B u d u ru m d a , "B izde n e z a m a n d a n b e ri ro m a n y azılm ay a
başladı?" so ru su n u n cevabı d a a rtık k e n d iliğ in d e n v erilm iş
olur: "H asta o ld u ğ u m u z d ev ird en b e ri.”

11 CM, a.g.e., (29 Ekim 1974), s. 203


12 CM, "Bir Ankete Cevap”, Ortadoğu, 1 Temmuz 1974; "Can Alıcı Yerinden
(Cemil M eriç’in Anketimize Cevapları)”, Türk Edebiyatı, 111/33, s. 26, Eylül
1974; "Son Yaprak”, Nesin Vakfı Yılhğı-78, s. 456, İstanbul, 1978; krş.
Mağaradakiler, s. 450, İstanbul, 1978
13 HA, a.g.e., (1 Aralık 1976), s. 41

52
Biliyorsunuz roman Batı’da itiraf m üessesesinden çıkmıştır.
Yatak odalarına sokar okuyucuyu, “Karımla nasıl yatıyorum,
bak!” der.14

1978, h e r şey d en evvel, M eriç ’in y en id e n ‘ro m a n ’ ü zerin d e


y o ğ u n laştığ ı b ir ta rih e d e lâ le t eder:

Şim di iki şey üzerinde çalışıyorum: Roman [ve] Deprem ro­


m anı.15

A rtık 'ro m a n ' k o n u su n a y e n id e n -ve san k i b ira z d a k erh en -


d ö n e n M eriç’in g ö zü n d e b u e d eb iy at nevi, “av âm a, k ad ın la ra ,
az o k u m u ş la ra h ita b e d en su la n d ırılm ış d ü şü n c e le r” d e rek e­
sin e d ü şm ü ştü r:

Roman sulandırılmış ve avâmm anlayacağı bir şekle bü­


ründürülmüş düşüncedir. Daha ziyade kadınlara hitab eder.
Roman hiç bir zaman ciddiye alınmamıştır. Az okumuş, dü­
şünm eye alışm amış halka hitab eder. Hakikati güneş gibi gö­
züne sokmaz adam ın.16

M eriç, b u tü r m en fî g ö rü şle rin i sad ece özel so h b e tle rd e d e ­


ğil, verdiği çeşitli k o n fe ra n sla rd a d a tek ra rla y a c a k ve m eselâ 6
N isan 1979 ta rih li b ir k o n fe ra n sın d a şöyle diyecektir:

İnsanı inceleyen ilimler geliştikçe, roman fakirleşmiştir, yap­


raklan dökülen bir papatya gibi. Elde yalnız sapı kaldı. Bugün
okunan sadece polis rom anlan, yani macera romanlandır.17

B e n z e r fikirlerini T em m uz 1979’d a T ürk E debiyatı


V akfı’n d a yaptığı b ir k o n u şm a sın d a d a -üstelik d a h a a ğ ır ifa­
delerle- dile g e tirir ve tab ia tıy la b u g ö rü şleri o d ö n em d e çeşitli
te p k iler alır:

14 HA, a.g.e., (11 Şubat 1977), s. 105-106


15 HA. a.g.e. ,(1 0 Şubat 1978), s. 292
16 HA. a.g.e., (25 Eylül 1978), s. 332
17 CM, Sosyoloji Notlan ve Konferanstan, (haz. Ümit Meriç), s. 342, İstanbul,
1993

53
Osmanlı’nm Batı’dan alacağı herhangibir edebiyat nevi yok­
tu. Çünkü şiirde biz büyük bir m erhale idik, şahika idik. Batı
şiirinin bize vereceği b ir şey yoktu. Rom an ise bir eğlence u n ­
suruydu. Geniş halk kitlelerine hitab eden, okumaya alıştıran,
m âveranın cazibesinden istifade eden ikinci derecede bir nev
idi...
Bizde rom anın doğmayışı sebepsiz değildir. Çok daha ciddi
işlerle uğraşan Türk-İslâm aydınları, rom anla uğraşm ak ih­
tiyacım duymam ışlardır...'8

R o m a n yerine çok daha ciddi işlerle uğraşan T ürk-İslâm ay­


d ın lan ...
Ö m rü b o y u n c a ro m a n la m eşg u l o la n ve fa k a t fiilen b u
a la n ın d ış ın a d ü şm e k z o ru n d a k a la n b ir fik ir a d a m ın ın ço k
daha ciddi işlerle uğraştığına in a n ıp ro m a n ı k ü ç ü m s e m e si,
r o m a n o k u rla rın ı ise h afife a lm a sı, sa n k i in c in m iş y a ra lı b ir
h a le t-i ru h iy e n in n e tic e si g ibidir. Aksi ta k d ird e şu y arg ı ifa ­
d e le rin e b ir a n la m v e rm e k ço k g ü ç o la ca k tır:

Roman sadece -sinema gibi- aylak tecessüsleri avlayan bir


nevdir...
Roman buhranlar içinde çırpınan bir çağa, henüz ilimlerin
gelişmediği zam ana m ahsus b ir edebî türdür...
Roman bütünüyle mutlakı kucaklamak kabiliyetinde em­
peryalist bir edebiyat türüdür...
Roman itibardadır, çünkü cahiliz, ciddi değiliz. Roman iti­
bardadır, çünkü mesuliyetimiz yoktur, hepimiz mesuliyetten
kaçarız...
Roman ancak geniş kalabalıklara seslenen bir edebiyat nevi­
dir. Elbette ki geri toplumlarda büyük yeri olan, fakat netice
itibariyle ilerleyen bir toplumun itibar etmeyeceği bir edebi­
yat nevidir; yani rom an ölmektedir ve ölecektir...

18 "Cemil M eriç’in Sohbetinden", Türk Edebiyatı, VT/70, s. 4-13, Ağustos 1979

54
B u d e ğ e rle n d irm e le rin , b ilh a ssa ilk y arg ı c ü m le sin in Ce­
m il M eriç'e ö zg ü o ld u ğ u n u sa n m a m a lıy ız ; z ira b e n z e r ifa d e ­
le r A vranches P isk o p o su H u e t (1630-1721) ta ra fın d a n d a n e ­
red ey se k elim e-b e-k elim e d ile g etirilm iştir. A ncak a ra d a b ir
fa rk var; b iri T ü rk e d e b iy a tç ıla rı k a rş ısın d a ro m a n ı ten k id
etm ek , d iğ eri K ilise 'n in b ask ısı k a rş ıs ın d a ro m a n ı m ü d a fa a
e tm e k a m a c ıy la k o n u şu r:

Huet onyedinci asırda şöyle demiş: "Roman, okuyucu eğlen­


sin ve bilgisini arttırsın diye sanatkârane bir tarzda kaleme
alman sevda serüvenleridir, aylak efendilerin hoş vakit geçir­
m esine yarar.”19

R o m an : aylak efendilerin h o ş v a k it geçirm esine yarayan veJ


veya aylak tecessüsleri avlayan b ir edebiyat türü...
A vranches P is k o p o s u n u n ilh am ıy la k u llan d ığ ı b u "aylak
tece ssü sler" ifadesiyle, M eriç’in, gen çleri, d a h a d o ğ ru su ol­
g u n la şm a m ış, te k â m ü l ed ip k em âle erm e m iş kişi ve to p lu m -
la n k aste ttiğ in d e şü p h e yoktur. N itek im aynı k o n u şm a sın d a
b u k asd ın ı d a h a açık b ir b içim d e dile g e tirm e k te n çek in m e­
yecektir:

İlimler romanı tahtından indirmektedir. Belki de yirmibirinci


asırda romana hiçbir ihtiyaç kalmayacaktır.
İnsanlar tekâmül ettikçe, ciddi bir olgunluk devresine geldik­
çe roman okumak ihtiyacı ortadan kalkacaktır...
İnsanlar olgunlaştıkça romana itibar azalacaktır ve azal-mak-
tadır...
Romana gösterilen itibar bir yerde marazı bir itibardır; sıh­
hatli bir toplumun romana ihtiyacı yoktur...

Yani so n u ç itibariyle: rom an ölm ektedir ve ölecektir...


D ilerseniz, şim d i de b u k eh a n e te ilh am ın ı veren o to rite
kim m iş, b ir de o n a bakalım :

19 CM, Kırk Ambar, s. 77, İstanbul, 1980

55
Esasen André Gide haklı. Roman devrini tamamlamıştır.
Romanın kuşatacağı meseleleri ilimler ele almıştır zaten.
Balzac’tan sonra artık romancı gelm emiştir ve gelmez de.20

M art 1979’da, yan i T ürk E d eb iy atı V a k fın d a y a p a c a­


ğı k o n u şm ad an b irk aç ay önce, M eriç’in b ir dergide R oger
C aillois’d an şu başlıklı b ir çeviri y ay ım lam ış olm ası h erh a ld e
b ir tesad ü f olm asa gerek: R o m a n ın Alın Yazısı.21
İlham aldığı kaynak la r b ir y ana, k ita p la rın d ü n y asın a ro ­
m a n lar aracılığıyla ad ım atm ış, d ü şü n ce d ü n y asın ı b ir ro ­
m ancının, yani B alzac’m yardım ıyla gezm iş ve ö m rü b o yunca
ro m an o k u m ak tan hiç vazgeçm em iş, 4011 y ıllard an itib aren
ro m an tercüm eleri h a k k ın d a m u h telif eleştiri yazıları kalem e
alm ış, h a tta b u sü re içinde B alzac’ta n altı ro m a n çevirm iş,
50’lerde H ugo’n u n Sefiller ro m a n ın ı çevirm eye başlayıp y arım
bırakm ış, 60’lard a ro m a n yazm ayı denem iş am a b a şaram am ış,
70’lerde Türkçe ro m a n la r h a k k ın d a olum lu -o lu m su z değerlen­
dirm elerde b u lu n m u ş ve en n ih ay et 80’lerin b a şın d a T h o m to n
W ilder’in Köprüden D üşenler adıyla n eşred ile n ro m a n ın a m ü ­
tercim sıfatıyla im za atm ış olan Cemil M eriç’in ro m a n a biçtiği
kıym et h ü k m ü -görünüşe bakılırsa- b u kadar!
Ne var ki h em en b ir h ü k m e v arm ak ta acele etm em eli; b i­
raz da A hm et H am di T an p m ar’m etkisiyle k o n u şan M eriç’in
ro m an a yönelttiği b u eleştirilerin asıl hedefinin, ro m a n ın ken­
disi, yani b ir edebiyat tü rü o larak ro m a n kadar, aynı zam a n d a
Türk rom anı da o lduğu na b ilh assa dikkat edilm elidir:

• Roman ciddî değildir, vesikaları daha serbesttir. İlim adamıyla


farkı romancının, tarihî metoddan farklı. Roman hürriyetlerin
ülkesi. Tek cildden yirmi cilde, tek şahıstan kemmiyete uzanır.
Batı-Doğu farkı. Batı Aristo’dan beri illiyet prensiplerine bağlı
düşünür. Mantık hâkim. Bizde ise kıssadan hisse. Ucunda dai­

20 HA, a.g.e., (11 Temmuz 1977), s. 197


21 Roger Caillois, "R om anin Alın Yazısı”, (Kısaltarak çev. Cemil Meriç),
Pınar, VIII/87, s. 12-19, M art 1979

56
ma ahlâkî, siyasî, dinî bir telkin vardır. Hikâyenin kendisi mü­
him değil. Batı’da hâkim olan zalim bir Aristo mantığı. Doğu:
insan, hayvan, nebat... herşey.22
• Roman toplumun aynası. Her toplumun kendine göre bir ta­
hassüs şekli var, Batı'da rasyonalizm hâkim olduğundan, Aris­
to mantığının tesiriyle romanda gerçek arar.23

H âl böyleyse, M eriç, niçin eleştirilerin i T ürk ro m an ıy la sı­


n ırlam am ış ve d o ğ ru d an tek tek ‘ro m a n la r’ veya ‘d ö n em ler’
h ak k ın d a k o n u şm ak yerin e ro m a n ın özüne ilişkin genellem e­
ler yapm ayı yeğlem iş?
Bu soru, bizden, b ir çırp ıd a çözülem eyecek denli k arm aşık
b ir yum ağ ın iplerine aynı a n d a asılm am ızı talep ettiği gibi,
m eselenin ark a sın d a k o n u şm a c ın ın psikolojisini de hesaba
k atm am ızı gerektirecek b irtak ım farklı sü reçler b u lu n d u ğ u n u
îm a ediyor. Oysa b aşarılı b ir m ü te rc im ve m ünekkid o larak
on ca em ek verdiği, h a tta kendisi de b izatih i san atçı b ir ta b i­
ata sah ip b u lu n d u ğ u ' hâlde şiir ve ro m a n d ü n y asın d a fiilen
varlık gösterem em iş b ir aydının bu dünyaya ilişkin m enfî
y o ru m la rın a eşlik eden hâlet-i nahiyesini hakkıyla kavram ak
için, hiç kuşku yok ki önce fikir seren câm ın m tü m sa fh a lan n ı
g özönüne alm ak ve bu a ra d a m ü m k ü n m erteb e ab artılı övgü
ve yergilerden k açınm ak gerekir.
K ısacası, in saf gösterm eli, insaflı olm alı. Ç ünkü insaf, h u ­
susiyetleri olan fikir ve sa n a t a d a m la n b ir yana, h er insan
tekinin, sıfatlan y la değil, bilâkis m evcudiyetiyle hakettiği
m uk ab elen in asgarî vasfıdır. U n u tu lm am alı ki ‘n ıs f (yanm )
sözcüğünden türeyen insaf, gerçekte tam o rta d a n ‘y arm ak ’,
yargıda b u lu n u rk en “ikiye bölm ek ”, kısacası "âdil d av ran ­
m ak ” a n lam ın a gelir. Bu b ak ım d an biz de sadece eldeki m al­
zem eyi b iraray a getirirken dikkatli ve titiz d avranm akla yetin­
m eyecek, bu m alzem eyi yo ru m lark en de insaflı ve âdil olm ak

22 HA, a.g.e., (27 Nisan 1978), s. 311


23 HA, a.g.e., (10 Şubat 1978), s. 297

57
için elim izden gelen gayreti gösterm eye itin a edeceğiz; yani
karşı karşıya kaldığım ız yum ağın iplerine asılm ak yerine, bu
‘çilen in (!) narin ipliklerini tek tek ve sabırla ayırm ayı dene­
yeceğiz.
Bu m ülâhazalara binaen, "bir m ütercim ve m ünekkid ola­
rak Cemil M eriç"in Balzac çevirilerini ele alm adan evvel, ken­
disinin rom anla, rom an dünyasıyla ilgisini, bu ilginin derece­
sini b ir b ütün olarak tasvir; ve böylelikle tercüm e edebiyatı­
mız bakım ından büyük b ir kazanç sayılm ası gereken Balzac
çevirilerinin bu b ü tü n ü n neresinde yer aldığını lâyıkıyla tayin
etm enin gerekli b ir başlangıç olduğunu düşünüyoruz.

58
1
Kuklalarla Dolu Bir Dünya

im di daha fazla gecikm eden biraz gerilere gidecek ve

Ş Cemil Meriç'in çocukluk yıllarım geçirdiği Reyhanı-


ye'deki eve biz de m isafir olacağız; rom anlann sadece okun­
madığı, aynı zam anda dinlenildiği bir eve...

Ailesi Dimatoka’dan göçmüş. Babası çeşitli nikbetler yüzün­


den hayata küsmüş eski bir yargıç. Annesi bu yabancı dün­
yada âşinâsı olmayan hasta bir kadıncağız. Çocuk, düşman
bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyor. Yani düşünceye
ve edebiyata hür bir tercih sonunda yönelmiyor. Yaşamak
için kendine bir dünya inşa etmek zorunda. Böyle bir kaçışı
kolaylaştıran tesadüfler de var: babası akşamlan aileyi top­
layıp kitap okuyor, ablası fenn-i terbiye ve ruhiyat gibi konu­
larla uğraşmaktadır. Amcası Hamid Bey’in kitaplan genç te­
cessüsünü alevlendiren bir hazine. Anlıyor ki zalim ve kıyıc:
bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi reel dünyadan kitaplaı
dünyasına sığınmak. Okumayı [Mehmed Emin Yurdakul’un’
Türk Sazını heceleyerek öğreniyor.24

24 CM, Jurnal II, (27 Mart 1983), s. 345. "Çok garip. Altı yaşımda ablaml;
kitapçı dükkanına gitmiştik. Türk Sazını gördüm. Rica ettim. İlk okuduğum
sökmeğe çalıştığım kitaptır.” (HA, a.g.e., (22 Ekim 1978), s. 340)

59
B ab ası M a h m u t N iy azi B e y 'in o k u d u ğ u r o m a n la r ı d in le d i­
ğ in d e k ü ç ü k M eriç h e n ü z 8-9 y a ş la rın d a d ır:

• En tatlı hatıralarından biri, babasının aileyi etrafına toplayıp


yüksek sesle kitap okum ası. Abbâse bu şekilde dinlediği ilk
rom an.25
• Çocukluğum da Reyhâniye'de kitap vardı. B abam bize akşam ­
la n kitap okurdu. İlk dinlediğim kitaplardan biri Abbâsedir.26

K e n d isin e g az la m b a s ı ış ığ ın d a r o m a n o k u y a n la r a ra s ın d a
sad ece b a b a s ı değ il, a b la s ı Z e h ra d a v a rd ır:

Ablam kitaplar, rom anlar okurdu. Müsâmeretnâmeyi okum uş


bana. H atırlam ıyorum .27

K ü çü k M eriç, sa d e c e r o m a n d in le m e k le y e tin m e y e c e k ve
o k u m ay ı s ö k tü k te n s o n r a k ita p la r ın d ü n y a s ın a te k b a ş ın a d a l­
m a k ta d a h iç g ecik m e y ec e k tir:

Sonra kendisi okum aya başladı. K itaplar ve tabiat... Onun


yegâne çocukluk arkadaşlan. Tabiat, yengeçlerle, kertenkele­
lerle, yılanlarla doluydu. İçini korkuyla doldurm uşlardı, sere
serpe dolaşm asına izin verm iyorlardı zaten.
• Sonra W. Scoot’un Selâhaddin Eyyûbîsini okudum . Bu tem a­
sım 9-10 yaşlarındadır.28

25 CM, J u r n a li, (1955), s. 35


26 HA, a.g.e., (20 O cak 1977), s. 92
27 HA, a.g.e., (22 Ekim 1978), s. 340
28 "Scott’u n Seyf-i Sarîm -i İlahî: Selâhaddin (Talisman) adlı eserini okuduğunu
yıllar so n ra h atırlay an ” M eriç (Jurnal I, 8 Ekim 1963, s. 253), bu İngiliz
ro m an cın ın hikâyelerini "yirm i yaşlarının binbir gecelerinden biri" olarak
tanım lam ayı ihm al etm ez ve o yıllarda S co tt’u n büyülü dünyasına önce
Balzac, so n ra Zola, M arx ve Taine aracılığıyla daldığını söyler:"Aylarca
m asallar dinledim Scott’tan. H er ro m an m erakla seyrettiğim uzun, esrarlı
b ir film gibiydi. Ne kaldı? B ir düzine ro m an ismi, üç beş k ahram an, birkaç
peyzaj, m eçhul b ir dâvâ u ğ ru n a dövüşen yiğit, serâzad, inatçı insanlar, kan
ve ölüm , Aslan Yürekli R işar’la Selâhaddin Eyyubî, H açlıların İstan b u l’a
girişi ve oldukça geniş b ir zam an çerçevesi içinde dalb u d ak salan ihtiraslar,

60
1928’d e ilk o k u lu b itir e n M eriç, b u sü re z a rfın d a nice k ita p ­
lar, sa yısız ro m a n la r okur. O k u d u ğ u r o m a n la r sa y ısız o lm a k la
b irlik te y in e d e k e n d is i b a z ıla rın ın a d la r ım h a tırla m a k tâ d ır:

İlk mektebi bitirinceye k ad ar nice kitaplar okudu: Kâmil Paşa


tercüm esi Telemaktan Corci Zeydan’dan çevrilen Abbâseye,
Paul ve Virginieden İki Çocuğun Devr-i Âlemine, Kızıl Tuğa ka­
d ar sayısız rom an...29

11 y a şın d a k i k ü ç ü k M eriç, a rtık o rta o k u la b a şla m ış ve k i­


ta p ç ıla rın y o lu n u ö ğ re n m iştir. R e y h a n iy e 'd e özel sip a riş le r
k a b u l e d e n b ir k ita p ç ıd a n b a z e n b o rç la , b a z e n k ira ile k ita p ­
la r a lır ve gece g ü n d ü z d e m e d e n ro m a n la r ın a ra s ın d a ro m a n
k a h ra m a n la r ıy la y a şa m a y ı s ü r d ü rü r:

Xavier de M ontepin’den Sim on ve M an yi, Tunçtan Kızlan,


Alexander D um as’dan Saray ve Entrikalannı ve Kagliostroyu
Osm anlıca çevirilerinden zevkle okur.30

D a h a s o n ra b u g ü n le rin i şö y le y âd ed ece k tir:

Dünyam rom anların dünyasıydı, Ekmekçi Kadtnlann, Tunç­


tan Ktzlann, Sim on ve Marilerin dünyası. Kuklalarla dolu bir
dünya.

A n ta k y a 'd a o rta o k u la d ev am e d e rk e n ö n c e a m c a sın ın kızı


Y aşar H a n ım 'm , s o n ra d a Y iğitbaş a ile sin in gelin i N a d id e a b ­
la s ın ın ev in d e k a la n M eriç, b u s ıra la r d a D ostoyevski n in S u ç
ve Ceza a d lı ro m a n ın ın tiy a tro m e tn i h a lin e g e tirilm iş b ir ver­
s iy o n u n u T ü rk ç e le ştirm e k için d e u ğ raşır:

L ondra, saray, gelişen buıjuvazi, derebeyleri ile şeh irler arasındaki savaş,
İsviçre’nin hürriyet kavgası, hayat ve gerçek." (CM, "15 Ağustos 1771", Hisar,
X V III/251, s. 3-4, Ağustos 1978; Bu Ülke, s. 179, İstanbul, 1979)
29 CM, "Bir A nsiklopedinin S o ru su n a Cevap", Yeni Şafak, (haz. Dücane
Cündioğlu), s. 15, 11 Tem m uz 2006
30 Ümit M eriç, Cemil Meriç, s. 7, A nkara, 1993

61
S u ç ve Cezayı k im tiy a tro la ştırm ış h a tırla m ıy o ru m . D o sto 'd an
o k u d u ğ u m ilk eser, o k ü ç ü c ü k tiy atro ; o k u d u ğ u m ve sö k m ey e
çalıştığım . F ra n s ız c a ’n ın n â m a h re m le r için te h lik e le r ve k a ­
ra n lık larla d o lu d ü n y a sın a ilk d efa o larak , d en iz e a tla r gibi
g iriyordum ...
S u ç ve Ceza b a ş ta n so n u n a k a d a r o k u d u ğ u m , b ü y ü k b ir k ısm ı­
nı çevirdiğim , d a h a d o ğ ru su çev ird iğ im i sa n d ığ ım ilk y ab a n c ı
kitap. B u b ir keşifti. K risto f K o lo m b 'u n ö n ü n e A m erika'yı çı­
k a ra n kader, b e n im k a rş ım a d a D osto'yu ç ık a rm ıştı, D osto'yu,
y ani so n su zu . B u g ird a p la r ve z irv eler d ü n y a sın d a , te k b a şım a
d o laşacak y a şta d eğ ild im . K ıy ıd an se y re ttim u m m a n ı.31

Sadece Suç ve Ceza mı? Meriç, Ortaokula başladığı yıl,


Şemseddin Sami'nin tercümesi sayesinde Victor Hugo'nun
Sefilleriyle de tanışacak; 1 mecidiye karşılığında kiraladığı bu
romanı okuyabilmek için okuldan kaçmak dışında başka bir
çare bulamayacaktır:

B en o rta m ek te p te Sefilleri o k u d u m . N için o k u d u m , b ilm iy o ­


ru m . K u la k ta n h e rh a ld e . B ir m ecid iy e verd im , k ira ile o k u ­
d u m o n g ü n d e. B u o n g ü n d e o k u ld a n k aç tım . B en h a d d iz a tın ­
d a F ran sızca'y ı Sefilleri o k u m a k için ö ğ re n d im .32

Meriç'in Hugo'ya ilgisi o denli artacaktır ki sonunda arka­


daşları kendisine Victor Hugo lakabını vereceklerdir:

O rta m e k te p te n itib a re n y eni b ir lâ k a p la ta ltif edildi: Victor


H ugo. B u lâ k ap so n sın ıfla ra k a d a r d e v a m e tti.33

31 CM, "Dosto ve Biz”, Hisar, XIV/129, s. 8, Eylül 1974; krş. Mağaradakiler,


s. 117, İstanbul, 1978. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza adlı romanı hakkında
Meriç'in değerlendirmeleri için bkz. CM, "Mandaren’i Öldürmek", Hisar,
XVI/145, s. 8-10, Ocak 1976
32 HA, a.g.e., (1 Temmuz 1977), s. 188
33 CM, “Bir Ansiklopedinin Sorusuna Cevap", Yeni Şafak, (haz. Dücane
Cündioğlu), s. 15, 11 Temmuz 2006; krş. CM, Jurnal 11, s. 249-255, 344-348

62
O rtaokul elayken tem as k u rd u ğ u H u g o ’n u n "A sırların E f­
sanesi" {La légende des siècles) adlı eserin i Lise I’de d ers kitab ı
olarak d a okur; ve a rd ın d a n d a d iğ er F ra n sız ed ibleri peşisıra
genç M eriç’in duygu ve d ü şü n c e d ü n y asın ı d o ld u rm ay a b a ş­
larlar:

Lise I’de Hugo’nun La légende des sièclesini okuduk; Lise H’de


Chateaubriand’m Atala, René ve Le Dernier Abinceragemı...
Lise IH'te Lanson’un Edebiyat Tarihi sınıf kitabımız oldu. Yal­
nız Lanson mu? Zaman zaman Desgranges'ın Seçme Yazılan.
Aynca klasikler: Molière’den, Comeille’den, Racine’den üç-
dört kitap okumuş olmak zorundaydık.34

H ocası M em duh S elim 'in d erslerin d e C h ate au b ria n d ’m


Son İbn Saraç'm M aceralan adlı eserini Türkçe'ye çeviren genç
M eriç’in ro m a n la rd a n o lu şan d ü n y ası gittikçe zenginleşir ve
D ostoyevski, H ugo, C h a te a u b ria n d ’la n n yerini, liseden so n ra
B alzac’lar, Z ola’la r alm aya başlar:

40’lara kadar Zola’yı sevmemiştim. Lisede edebiyat hocamız


natüralizm’den söz ederken yüzünü buruşturmuştu. Çağı­
mızın yüz karasıydı bu mektep. Ne demekti tabiat? Tabiatta
abdesthaneler de vardı. Sanatın görevi, çirkini, bayağıyı sergi­
lemek miydi? Mektep kütüphanesinden aldığım Assommoin
[Meyhane] sonuna kadar okuyamamıştım. Hugo’ya âşıktım
o yıllarda. Sonra Balzac’a tutuldum. Ve Zola, irfan hayatıma
Balzac vesilesiyle girdi.35

18 yaşındayken ark ad aşı K em al S ü lk er’e yazdığı 18 Tem­


m uz 1935 tarih li b ir m ek tu p ta zam ane dergilerinin seviye­
sizliğinden şikâyetle söylediklerine b akacak olanların, genç
ad am ın b u h u m m alı o k u m aların ın n eticesinde edindiği özgü­
venin işaretlerin i görm em eleri âd e ta im kânsızdır:

34 CM, Jurnal II. (26 Ekim 1980), s. 252


35 CM, Madaradakiler, s. 176-177; Kırk Ambar, s. 192

63
Şayet eski Roma'nm bahtlı günlerinde değerli nazımlarını ya­
zan "Horas"ım, "Rabindiranat Tagor’um, "Viıjil”im, "Kitab-ı
Mukaddes”im olmasa, eğer, “Andre Jid”i okumasaydım, eğer
"Lamartin”den, "Müsse"den, "Hugo”dan anlamasaydım, şu
edebiyat kelimesini mükâlememden, m uharreratım dan çeker
çıkarırdım.

D ikkat edilirse, 1935'te genç M eriç'in d a ğ a rcığ ın d ak i isim ­


ler ara sın d a ne B alzac, n e Zola, ne V oltaire vard ır; ne de Bal-
zac sayesinde keşfedeceği B atı e d e b iy a tın ın d iğ er devleri...
F ak at endişe etm em eli, to h u m d a çın a rı, d a m lad a o k y an u ­
su görm eyi denem eliyiz. N itekim o y aştay k en k en d i h a k k ın d a
yaptığı tah liller sayesinde, genç M eriç’in h em h âlin i, h e m de
gelecek tasav v u ru n u y ine k en d i d ilin d en ö ğ ren m ek im k ân ı
buluyoruz:

Ben de kendimi tahlil edeyim mi:


Ya Reyhaniye kahvelerinde öm ür çürüten, vaktiyle Lisede
okuyan ve çalışan, fakat istidadı olmadığı ve nefsinde atalete
inhimak bulduğu için vazgeçen basit, âdi b ir genç;
Veya gözlerini, hayatını hakikat uğruna feda ederek nesl-i âti
destanlarına bir zafer ve fedakârlık numûnesi olacak hakikî
bir insan...
Namütenahi (sonsuz) kelimesini ezip de suyunu içmek isti­
yorum.36

D aha önce T ürkçü iken M arksist olan, 1936’d a İsta n b u l’a


geldiği kısa dön em içinde N azım H ikm et, K em al Tahir, K e­
rim S adi gibi isim lerle tan ışa n genç M eriç, 1937 M ayısında
İsk en d eru n 'a d ö n er ve H aym aseki köyünde İlkokul ö ğ retm en ­
liği, beşinci dereceden m e m u r o larak İsk en d eru n S ancağı Ter­
cüm e B ürosu sekreterliği (Reis M uavinliği), 16 Mayıs-7 H a­

36 Kemal Sülker, "Bir Suçlamanın Öyküsü", Yazko Edebiyat, IV/26, s. 86-


87, Aralık 1982; Türk Edebiyatı Dergisi, XI/126, s. 9-10, Nisan 1984; Savaş
Yıllarında Bir Sürgün, s. 96-97, İstanbul, M art 1986

64
ziran 1938 tarih leri a ra sın d a H atay A ktepe’de 22 g ü n süreyle
N ahiye M üd ü rlü ğ ü , d ah a so n ra R eyhanlı B atıayrancı köyün­
de İlkokul öğretm enliği, T ürk H ava K u ru m u ’n d a sekreterlik,
B elediye’de kâtiplik gibi m u h te lif y erlerde vazife yapar.37 En
n ih ay et 1940’d a yeniden İsta n b u l’a dö n erek iki yıllık Yabancı
D iller Yüksek O k u lu n a kaydını y a p tırır ve H aziran 1942’de bu
ok u ld an m ezu n olur.
N â m ü ten a h i kelim esini ezip de su y u n u içm ek isteyen genç
ad am ın , hiç kuşku yok ki bu su su zlu ğ u n u Yüksek Okul sırala­
rın d a d in d irm esi m ü m k ü n olm ayacak, o d a b ü tü n vaktini ya
sahaflarda, ya da Ü niversite K ü tü p h a n e sin d e geçirecektir:

Genç delikanlı okulda da aradığını bulamamaktadır. Anfi’ye


birkaç solcu arkadaşı ile girer ve en arka sıralara oturur. Za­
man zaman hocalarının bilgi eksikliklerini ders sırasında yüz­
lerine vurmaktan çekinmez. Birgün dersten sonra Sabri Esat
Siyavuşgil kendisini çağırır ve "Evladım, senin bu derslere ih­
tiyacın yok. Sen okula gelme!" der. Cemil Meriç’in hayatı da
zaten sahaflarda ve yeni keşfettiği Üniversite Kütüphanesinde
geçmektedir.38

İşte b u öğrencilik yılları, Cemil M eriç’in, kendisini "Fransız


ro m an ıy la b ir m ik ta r m eşgul olm uş b ir edebiyat tarih i a m a ­
törü" o larak tanım ladığı yıllardır. Ne var ki F ransız edebiya­
tını tedkik ederken b ir re h b e r lâzım gelecek ve genç edebiyat
ta rih i a m a tö rü n e bu rehberliği b ir F ran sız rom ancı, B alzac
yapacaktır. G enç M eriç 1941-1946 yılları ara sın d a B alzac h a k ­
k ın d a tedkikler h azırlam ış, altı ro m an ın ı T ürkçe’ye çevirm iş,
B alzac’ta n yapılan tercüm elere d a ir üç de tenkid yazısı kale­
m e alm ıştır.
Böylelikle ortaokul ve lise yıllarında H ugo’ya âşık olan
M eriç, Ü niversite yıllarında B alzac’a tu tu lm u ş ve B alzac’m

37 Mehmet Tekin, "Hataylı Bir Fikir Adamı: Cemil Meriç”, Cemil Meriç: Şair-
Yazar-Filozof, s. 60-61, Antakya, 1991
38 Ümit Meriç, a.g.e., s. 28

65
izini takip ederek adım adım B atı ed ebiyatının so kaklarında
dolaşm ıştır. Öyle ki lisedeyken pek h o şlanm adığı Zola'ya bile
Balzac’tan dolayı yakınlık duym aya başlam ış; h a tta Zola h ak ­
kında övücü b ir yazı kalem e alıp b u ro m an cıd an yapılan b ir
çeviriyi de şiddetle eleştirm iştir.39
K ısacası, Cemil M eriç’in Y abancı Diller Yüksek O kulu’nda-
ki öğrencilik yıllarından gözlerini kaybedeceği 1954 yılına de­
ğin yayım ladığı 40 k ad a r yazının neredeyse ta m a m ın a yakını
edebiyatla ilgilidir; ya şiirler ve ro m a n la r çevirm iş, ya şiir ve
rom an çevirileri h akkında eleştiriler veya edebiyat konulu de­
nem eler kalem e alm ıştır.
Gözlerini kaybettikten iki yıl sonra, 1956'da yayım ladığı ilk
çevirinin H ugo’n u n H em a n i adlı piyesinin olm ası b ir tesad ü f
değildir. Yine H ugo'dan 1959'da Sefillerin çevirisine başlam ış
am a bazı sebeplerle bu çeviri y a n m kalm ıştır. 1964’te yayım ­
lanan ilk telif eserinin adı d ah î M eriç’in tem el ilgilerinin sü ­
rekliliğini gösterm ek bakım ın d an zikredilm eye değer: H ind
Edebiyatı.
K erhen de olsa M ah m u t S ait K ılıççın ın katkılarıyla
1966’da yayım ladığı b ir diğer çevirisi de keza H ugo’n u n Mari-
on de Lorme adlı piyesinin m an zu m çevirisidir.
G örüldüğü gibi, gerçekte Cemil M eriç’in ilgilerinin yoğun­
laştığı tem el alan edebiyat, b ilhassa B atı edebiyatıdır; ve bu
ilgi, bilfiil 50 yaşm a değin kesintisiz olarak sürm üştür. Ancak
İstanbul Ü niversitesinde verdiği F ransızca d erslerinin sosyo­
loji derslerine dönüşm esi sebebiyle 1965-1969 yılları a rasın ­
da vaktini sosyoloji ok u m aların a ayırm ak zo ru n d a kalm ış ve
sosyal ve siyasî k o n u lard a yoğunlaştıkça edebiyatla a rasın ­

39 Bkz. CM, "Émile Zola ve Assommoire”, Ayın Bibliyoğrafyası, sn. 1, sy. 7-8, s.
9, Temmuz-Ağustos 1942; "Meyhane (Assommoir)”, Ayın Bibliyoğrafyası, sn.
1, sy. 9-10, s. 19-22, Eylül-Ekim 1942. Meriç ileriki yıllarda da Zola hakkında
yazmaya devam edecektir. Meselâ bkz. CM, "Hayaliyyun’dan Hakikiyyun’a’^,
Pınar, VI/68, s. 2-4, Ağustos 1977; "Edebiyatımızda Zola”, Pınar, VI/69, s.
2-11, Eylül 1977

66
daki m esafe yavaş yavaş açılm aya başlam ıştır. N itekim gerek
Saint-Sim on: İlk Sosyalist, İlk Sosyolog (1967), gerekse Sosya­
lizm ve Sosyoloji Tarihinde Pierre-Joseph Proudhon (1969) adlı
çalışm aları b u yönelim lerin ilk m eyveleridir
M eriç h e r defasında asıl ilgi alan ın a dönm eye çalışm ış;
h a tta edebiyat, bilhassa B atı edebiyatı alanındaki zengin
m ük teseb atım yazılarına ak settirm ek ten kendini alam am ış
ise de hem o dönem de Türkiye’n in siyasî çatışm alar nedeniyle
h ızla iki cepheye bölünm esi, hem de bu yıllarda yazdığı Yap­
raklar, Dönem, Çağrı (1964-1966) veya Yeni İnsan (1967-1970)
gibi siyasî çizgisi silik edebiyat dergilerinden uzaklaşıp, 1967-
1980 yılları arasın d a Hisar, Türk Edebiyatı, Hareket, Ortadoğu,
Kubbealtı Akademi, Sebil, Pınar, Köprü, B ü yü k Doğu, Gerçek
gibi edebî kim liğinden ziyade siyasî ve ideolojik tu tu m u ağır
b asan yayın o rganlarınd a yazm ak zo ru n d a kalm ası, h atta
özel sohbetlerinde "bir y azar olarak h ü r olm adığını" vurgula­
dığı hâlde 1973’ten itibaren kitap larım Ö tüken Y ayınevinden
neşretm esi, bu çırpınışlarını sonuçsuz bırakm ış, o da y anın­
da yer aldığı siyasî cephenin beklentilerine ve alışkanlıklarına
uygun davranm ak için elinden geleni yapm ıştır.
M eriç’in bu uyum çab a lan karşılıksız kalm am ış, 70'lerin
başın d an itibaren yazdığı yazılarla ve bilhassa 1974’te bu
yazılardan titizlikle seçilerek olu ştu ru lm u ş olan B u Ülke ile
Ümrandan Uygarlığa adlı eserleri aracılığıyla h issiyatlan ye­
terince tatm in edilm iş olan m u h afazak âr okur, sol cepheden
gelen bu yeni m isafirlerini b a ğ ırla n n a basm akta hiç tereddüt
e tm em iştir
"Uyum çabalan" ifadesiyle, sadece M eriç'in bazı san sü r
m üdahalelerini sîneye çekm iş olm asını40 veya içine girme-

40 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Dücane Cündioğlu, "Bir Sansürün 32 Yıl
Boyunca Gizli Kalmış Öyküsü", Yeni Şafak, 8 Temmuz 2006; a.y., “Turana
Kaçışın Hikâyesi", Tarih ve Düşünce, sy. 67, s. 12-28, Haziran 2006; a.y..
Kronoloji: Aptalların Tarihi: Cemil Meriç'in Düşünce Yıllığı, "Dergâh",
XVII/197, s. 8-9, 15-17, Temmuz 2006

67
ye b aşlad ığ ı yeni çev ren in b ek le n ti ve h a ssa siy e tle rin e k ar­
şı d u y arlılık la m u k ab ele e tm e sin i k a ste d iy o r değiliz; b ilâk is
ken d isin in b u u y u m sü re cin i, n e re d e y se "h id ay et b u lm u ş b ir
m ü h te d î” psikolojisiyle iç selleştird iğ in e d e d ik k a t ç ek m e k is­
tiyoruz.
19 A ğustos 1973’te k a le m e a ld ığ ı ve ilk o la ra k K asım 1977’de
"M ea C ulpa” [İtira fn â m e m ] b aşlığ ıy la y ay ım lad ığ ı o to b iy o g ­
rafik itira f yazısı, M eriç’in h e m u y u m ç a b a la rın ın d erecesin i,
h e m de içselleştirm e g ay re tin in k e n d isin e m aliy etin i te sb it ve
tayin etm ek b a k ım ın d a n tah lile g ayet elverişli b ir m a h iy e t ar-
zeder. D ikkatli b ir okur, b u y azıd a , M eriç’in k en d i g eçm işin i
gayet acım asızca ve h a tta in sa fsız c a silk eled iğ in i fark etm ek le
kalm az; s a tır a ra la rın d a n sız m a k ta olan , b u silk elem e işlem in e
eşlik eden hâlet-i ru h iy e n in s a h n ım la n n ı d a a çık ç a görebilir.
Belki g arip gelecek a m a , sö z k o n u su o lan , en n ih a y e t H eine,
B alzac ve H ugo’d a n yap tığ ı şiir ve ro m a n çevirileridir.

[1] İstanbul’da çıkan ilk yazım: Heine .41

41 Bu yazı, Cemil M eriç'in İstan b u l’da yayım lanan ilk değil, ikinci yazısıdır.
(Bkz. CM, "Heine (H einrich)’’, Yeni Yol, sn. 1, sy, 3, s. 9-10, 15, 4 M art 1942.
İlk yayım lanan yazısı için ay n ca bkz. CM, "H onoré de B alzac”, İnsan, sn. 2,
sy. 18-19, s. 23-26, B irinciteşrin [Ekim ] 1941). M eriç, 1946’da telif-tercüm e
suretinde neşrettiği b ir yazı vesilesiyle H eine’dan başka dizeler de çevirmek
im kânı bulacaktır:
"Bir kayaya yaslanıp tabiatı seyreden H einrich Heine:
... ben orada başbaşayım rüyalarım la
rüzgâr uğulduyor, m artılar haykırıyor,
ve dalgalar geçiyor köpürerek,
nice güzel çocuklar sevmiştim;
nice eyi dostlar...
şimdi neredeler? - rüzgâr uğulduyor:
köpürerek geçiyor dalgalar...
diye inlemişti. Tabiat, üzerinde, ruh u m u zu n hayâlleri akseden beyaz bir
perde gibidir. B ir sevgilisinin kaybı ile kıvranırken, kuşların acı bir m atem
havası çaldığını sanır. Çiçeklerin tüveyçlerinde kan, bulutların dağılışında
hicran hayâlleriz. Dış âlem in şuh renkleri ufkum uzdan silinir." (CM,
“M odem Şiirciler’in M üjdecileri: Pre-Raphaelite’ler I”, Yücel, XX/117, sn. 13,
s. 188-190, Temmuz 1946)

68
Ş im d i C em il M eriç’in b u şa irle ilgili ö z -eleştirisin i d ik k atle
okuyalım :

Şairi çok mu seviyordum? Yoo... Tanımıyordum ki. Ne kütüp­


hanem vardı, ne vaktim. Dergi çapında bir tanışma. Fransız
solu, Hitler Almanyasmın adını anmadığı yahudi yazan gök­
lere çıkanyordu. H eine dikkatimi çekmişti, çünkü Marx'm en
beğendiği şairdi. Ne alâkadar ederdi Heine, Türk'ü? Silezya-
lı dokumacılardan bize neydi? Benim olmayan bir dâvânm
m üdafaasını yapıyordum. Samim i değildim, samimi olam az­
dım .42

H ein rich H eine: H itler A lm a n ya sm ın a d ım anm adığı ya h u d i


ya za r ve M arx'in en beğendiği şair...
M eriç, 1973'te, sad ece H eine ile ilgilenm iş o lm ak ta n p iş­
m an lık d u y d u ğ u n u açıklasaydı, b u itira f h erh a ld e o k u ru n
alâk a sın ı çekm ez, y a z a n n istediği etkiyi u y a n d ırm a sı d a m u h ­
tem elen m ü m k ü n olm azd ı. F ^ k a t M eriç’in, p işm an lığ ın a ge­
rekçe o larak zikrettiği vasıflar itira fın a a n lam k azan d ırm ış;
F ran sız so lu n u n göklere çıkard ığ ı y a h u d i b ir y azarla a rtık il­
gilen m ed iğ in i ve M arx ’m b eğendiği b ir şairi önem sem ed iğ in i
ilân etm esi, h a tta kendi sa m im iy etin d en bile k u şk u duyacak
k a d a r ileri gitm esi, in an d ırıcılığ ın ı p ek âlâ artırm ıştır: B enim
olm ayan bir d âvânm m üda fa a sın ı yapıyordum . S a m im i değil­
dim , sa m im i olam azdım .
M eriç, b u yazıyı b a şlığ ın d a n m a h ru m etm ek suretiyle
1978’de y ay ım lan an M ağaradakiler adlı eserin e alacak; ne var
ki b u sefer fazla ileri g ittiğ in i fark ed ip itira fın a rev n ak ın ı ve­
re n c ü m lelerin ço ğ u n u m e tin d e n çıkaracak tır.

[2] Sonra Balzac...43

42 CM, Mea Culpa, "Hisar", XVII/167, s. 5, Kasım 1977; krş. Mağaradakiler, (19
Ağustos 1973), s. 447-449
43 Doğrusu: "Önce: Balzac... sonra: Heine" olacaktır. Nitekim bu hata, Cemil
M eriç henüz hayattayken. Bu Ülkenin 1985 tarihli 5. baskısında (s. 36-37)
düzeltilmiştir.

69
Ağustos 1969'da "H er M ayıs B alzac'la b era b e r doğarım .
B alzac benim ilk aşkım! B alzac için h ay atım ın kalan yılları­
nı rah atça harcayabilirim " diye yazan, h a tta b u m ethiyesini
1974'te B u Ülkede tekrarlay an ve üstelik 1946'da B alzac'tan
çevirdiği Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaletinin 1973 yılında
ikinci baskısını neşreden Cemil M eriç, aynı yıl acab a hangi
saikle şu sözleri sarfedebilm işti:

Türk irfanı 30’lara kadar İnsanlığın Komedyasın dan habersiz


yaşamış. Gayet tabii! İnsanlığın Komedyası... Hangi insanlı­
ğın? Millî düşünceye kazandırmak istediğim Balzac, bir ya­
bancıydı; önyargılarıyla, inançlarıyla, kahramanlarıyla ya­
bancı.

Balzac... M eriç'in b ir zam a n lar m illî düşünceye kazandır­


m ak istediği yabancı...
B ir yabancıyı m illî düşünceye (!) k azan d ırm ak id d iasın­
daki tuhaflığı so n rad an sezm iş olsa gerek ki M eriç m etinde
küçük b ir değişiklik yapm ış ve böylelikle Mağaradakilerde,
B alzac'm "millî düşünceye” değil, “k ü ltü rü m ü ze” kazand ırıl­
m ak istendiği anlaşılm ıştır.
G erçekte M eriç'in B alzac'a olan sevgi ve hayranlığının de­
recesinde hiçbir eksilm e olm adığı m uhakkaktır. N itekim ken­
disi de zaten sahici duygu ve d ü şüncelerini 1980'de yayım la­
nan Kırk Am barda cöm ertçe sergilem ekten hiç çekinm em iştir.
Bu gerekçelere binaen M eriç'in Balzac konusu n d aki öz­
eleştirisini hiç de inandırıcı bulm adığım ızı, aksine 1973'te
dikte ettirilen bu satırları, y ukarıda sözünü ettiğim iz "içselleş­
tirm e sürecindeki uyum çabalarT'yla ilişkilendirm ekte ısrarlı
olduğum uzu bilhassa belirtm ek isteriz.

[3] Sonra Hugo...

Yani M eriç'in ilk aşklarından Hugo... O rtaokulda sırf Se­


filler adlı rom anını okuyabilm ek için, on gün okuldan kaçtığı

70
H ugo... Lisede adının, ark ad aşları tara fın d a n kendisine Iâkab
olarak verildiği H ugo...
B akalım , yıllar so n ra M eriç bu ilk aşkı hakkında nasıl b ir
öz-eleştiri yapacak?

Asırların Efsanesi, Hemani, Marion de Lorme... Yanm kalmış


bir Kral Eğleniyor... Ve başlanıp bırakılan bir Sefiller çevirisi.
Tek kelimeyle düşmanın çizmelerini yalayan bir tecessüs; âdi
ve ahmak. Dilini öğrenerek içinde eridiğim Fransız kültürü­
nü Türkiye’ye taşımak istiyordum; Türkiye’ye, daha doğrusu
Tanzimat’tan beri Batı ile zehirlenmiş bir zümreye. Çıkmaz­
daydım.

Tek kelimeyle d ü şm a n ın çizm elerini yalayan bir tecessüs;


âdi ve ahm ak...
M eriç’in k endini bu denli ağ ır ifadelerle kınayışının se­
bebi ne ola ki? Belki garip gelecek am a, b ü tü n bu sözde n e­
d am etin sebebi, sadece V ictor H ugo’d an yaptığı birkaç ter­
cüm e...
Acaba gerçekten de Cemil M eriç sırf H ugo’ya ilgi duy d u ­
ğu ve bu ilgisi sebebiyle F ran sız şaird en birkaç çeviri yaptığı
için, kendisinin dü şm a n ın çizm elerini yaladığına in an ab ilir
mi? S ırf bu nedenle k endisini 'â d i’ ve 'a h m a k ’ b ir kim se gibi
hissed eb ilir mi?
Hiç sanm ıyoruz. N itekim kendisi de san m ıy o r olacak ki
b ir yıl sonra, M eriç, Mağaradakiler adlı eserinde bu ifadelere
yer verm eyecek, bu itirafta n geriye, kala kala b ir tek, "dımıi
öğrenerek içinde eridiği F ransız k ü ltü rü n ü Türkiye'ye taşı­
m ak istediğini" belirten cüm le kalacaktır.
Mağaradakileri yayım a h azırlarken, bu kişisel y aprakla­
rı "Ecce H om e" (İşte İnsan!) başlığı altın d a kitaba koyup
koym am ak h u su su n d a M eriç'in ciddi tered d ü tler geçirdiği,
dolayısıyla düzeltm elerind e bu tered d ü t ve endişelerin de
belirleyici b ir rol oynadığı m uhakkaktır. N itekim 23 Şubat

71
1978 ta rih li şu k üçü k n ot, M eriç’in, g eçm işini, geniş kitlele­
rin ö n ü n e serip serm em ek te hayli g elgitler y aşad ığ ın ı belge­
lem ekte:

Ben altmış yaşma kadar kendimi yazmadım. Şimdi bir par­


ça resmimi göstermeği düşündüm. Altmış yaşına kadar ‘ben’
demedim. Şimdi artık vermeliyim. Fakat çok mütereddidim,
birçok telkinler "Kendini de koy!” diyor. Altmış yaşındayım.
Hatıralarımı yazacak mıyım, bilmiyorum. Perdeyi bir parça
aralamak, bilemiyorum. Emr-i azîm. Kolay karar veremiyo­
rum. Şimdiye kadar daima perde arkasında kaldım.44

Bu m ülâhazalara binaen u zu n analizim izi özetleyecek olur­


sak, M eriç’in -tam da 12 M art’m akabinde- y anında saf tu ttu ğ u
sağ cenahın duygu ve düşüncelerini içselleştirm eye çalıştığını,
kendisiyle ilgili m uhasebe ve m urakabelere giriştiğini, hiç de­
ğilse bir yazar olarak okuru tarafın d an benim senm e arzusu
duyduğunu söyleyebiliriz. N itekim 15 Ağustos 1977 tarihli b ir
açıklam ası bu tesbiti doğrulam aktadır:

Yazıdan maksat bazı şeyleri telkin etmektir. Anlaşılmak için


değil, sevilmek için yazıyorum. İnsan sevilir ve öyle kabul edi­
lir. (...) Hiçbir düşünce açık değildir. Dünyanın hiçbir büyük
yazan tam anlaşılmak için yazmamıştır. Anlaşılmazlar. Sev­
sinler, âşık olsunlar istiyorum yazıyla.45

Bu gayet anlaşılabilir b ir duygu... B ir y azan n , h atta b ir in ­


sanın sevilmek, ilgi görm ek, benim senm ek arz u la n taşım asın­
dan daha tabii ne olabilir? Dolayısıyla h er zam an "farkedilme-
yi bekleyen bir deha" olduğuna in an an M eriç de farkedilmek,
sevilmek, ilgi ve itib ar görm ek istem iş ve bu sevk-i tabii ile
hareket etm iştir. N itekim Attilâ İlh a n a yazdığı 18 H aziran -19
Temm uz 1974 tarihli iki m ektubunda, sol cenahın kendisine
sahip çıkm adığından, yani sol tarafından beklediği itib a n gö­

44 HA, a.g.e., (23 Şubat 1978), s. 302


45 HA, a.g.e., (15 Ağustos 1977), s. 255

72
rem ediği için sağa yaklaşm ak, yakınlaşm ak zorunda kaldığın­
dan şikâyet etm iş ve fakat yine de kendisi kalm aktan, kendisi
gibi olm aktan vazgeçm ediğini hassaten belirtm iştir:

• Hisar, Türk Edebiyatı, Hareket yazılarıma sayfalarım açmak


nezaketini gösteren üç dergi. Her üçünde de Fildişi Kule’mde-
yim. Aramızdaki ortak bağ tahammül ve tesamuh.
• Sağcı dergi ve yayınevleriyle çalışmama gelince; bu yolu ben
seçmedim. Solun kadir nâ-şinas davranışı beni ister istemez
gericilerin kucağına değil, yanma itti. Bu yakınlığın fikrî if­
fetim için bir tehlike teşkil etmediğini kitaplarımı okuyunca
görürsün. Yalnızım ve yazdıklarım hiçbir yankı uyandırmıyor,
dostlar arasında. Aldanıp aldanmadığımı nasıl anlayabilirim?46

Solun kadir nâ-şinas davranışı beni ister istemez gericilerin


kucağına değil, yanm a itti...
Cemil M eriç'in B atı edebiyatına d air zengin birikim inin,
yanında yer aldığı kesim e pek hitab etm ediği açıktır. Ö m rünü
Lucretius, Cervantes, Rabelais, d'Aubigne, Voltaire, Rousseau,
Scott, Heine, Balzac, Hugo, Zola, Gide gibi isim lerin peşinde tü ­
ketm iş olan Meriç, bu kesim e nasıl hitab edebilir, kendileriyle
nasıl irtibat kurabilirdi?
Pek tabii ki ortak ilgi alanları yaratarak... O da böyle yap­
mış ve 70’lerden itibaren yazılarında -ne k ad ar m üm künse o
kadar- bu ortak ilgi alanı içinde hareket etmeye özen göster­
m iştir; lâkin her defasında da farklı zaviyeden baktığını, ken­
dileriyle tam am en kaynaşm adığım , kaynaşam ayacağım ihsas
etm ek koşuluyla.
Hâl böyle olunca, Cemil M eriç’in, kendisini gericilerin ku­
cağına değil, yanm a itilmiş biri olarak hissetm esine şaşm am ak
gerekir.

46 CM, Jurnal 11, [18 Haziran 1974], s. 189-190; (19 Temmuz 1974), s. 191-192. Bu
mektuplar için ayrıca bkz. Attilâ İlhana Mektuplar, (der. Belgin Sarmaşık), s.
337-339, İstanbul, 2001

73
Ben İstanbul’a gitmek için Kadıköy'den vapura biniyorum.
Gayem belli, karşı kıyıya varmak istiyorum. Vapurda yanımda
oturanlar beni hiç ilgilendirmiyor.47

Vapurda yanım da oturanlar beni hiç ilgilendirmiyor... M ak­


sadını şu şekilde ifade etseydi de olurdu: Vapurun sağında
veya solunda oturuyor olm am ın gerçekte hiçbir önem i yok...
Meriç'in bu tu tu m u n u destekleyici deliller bulm ak h e r hal­
de pek güç olm asa gerek. M eselâ onlardan b ir tanesi:

Tek başına bir adamım. Benim düşüncelerim heteredokstur.


Sosyalist değilim. İslâmcı değilim. Öyleyse ben neyim? Ben
kendimim.48

Sonuç itibariyle, Cemil M eriç’in, edebiyatla, rom anla, şiir­


le arasındaki m esafenin 60'lardan sonra açılm aya başladığını,
70'lerden sonraysa artık iyiden iyiye sosyal ve siyasî meselele­
rin içine daldığını söyleyebiliriz.
Bu tarihlerde yayım lanan kitapları aracılığıyla Meriç ve
m üktesebatı hakkında bilgi sahibi olan lan n , m ezkur değer­
lendirm elere şüphe ve tereddütle yaklaşacaklarını tahm in
ediyor ve m uhtem el tepkileri de anlayışla karşılıyoruz; zira
vefatının üzerinden yirm i yıl geçmiş olm asına rağm en, bugün
bilindiği tanındığı hâliyle Meriç, genel okurun gözünde hâlâ
70’li, ,80’li yılların M eriç’idir.

47 "Kızının Gözüyle Cemil Meriç’in Dünyası”, Türk Edebiyatı, (haz. Belkıs


İbrahimhakkıoğlu), s. 27, Ağustos 1987
48 HA, a.g.e., (29 Kasım 1976), s. 39
2
Roman mı? Ne Lüzum Var
Dalavere Yapmaya?

/ /''V ’lara kadar tecessüslerimin yöneldiği kutup: Avrupa.


Vy Coğrafyamda Asya yok. (...) Hind, benim için Asya’nın
keşfi oldu. Avrupa'dan görünen Asya, Avrupalımn gözüyle
Asya. Ama nihayet Asya. Bu yeni dünyada da kılavuzlarım
AvrupalIydı demek istiyorum. (...) Spinoza 44 yaşında ölmüş.
Nietzsche 44 yaşında delirmiş. Ben yolumu 44 yaşından sonra
buldum.

Yukarıda bazı pasajlarını tahlil ettiğim iz 19 Ağustos 1973


tarihli “Mea Culpa" yazısından alıntıladığım ız bu satırlar,
esasen M eriç'in 60’lı yıllarını hülâsa eder ve dolayısıyla 70’li
yılları kapsam az. Oysa bu yıllara kadar, "Dünyam rom an­
ların dünyasıydı" diyen ve âdeta rom anların içinde roman
kahram anlarıyla birlikte yaşayan Meriç, 70’lerden sonra da
bu dünyayla tem asını koparm ayacak ve fakat bu sefer Türk
edebiyatına dalıp Türk rom anları okumaya, hatta bazıları
hakkında değerlendirm eler ve eleştiriler yazm aya başlaya­
caktır. N itekim şu açıklam anın 1976 yılında yapılm ış olm ası
fevkalâde mânidardır:

75
Benim kendi edebiyatım ızla m ünasebetim liseyi bitirinceye
kadardır. Divan edebiyatını ve Tanzim at edebiyatını, Namık
Kemal, H âm id... hepsini okudum . O ndan sonra B atıy a git­
tim. Bize yeni yeni dönüyorum .49

G a rip tir ki M e riç 'in r o m a n ' a le y h in d e g ö rü ş le r s e rd e tm e -


si ta m d a “b iz e y e n i y e n i d ö n d ü ğ ü y ılla ra " te s a d ü f ed ecek tir.
Ö nce, 1972’d e N a ci Ç elik 'in R o m a n d a H e sa p la şm a (1971)
a d lı k ita b ın a sıkı b ir e le ş tiri y a z a c a k ;50 s o n ra , 19 7 5 ’te Y aşar
K e m a l'in D em irciler Ç arşısı C inayeti (1 9 7 4 ) a d lı r o m a n ın ı
e le ş tirip 51 F ü rü z a n 'ın 4 7 ’liler (1 9 7 4 ) ro m a n ın d a n h a re k e tle
b a z ı d e ğ e rle n d irm e le r y a p a c a k tır.52
1978-79, C em il M e riç ’in te k r a r ‘r o m a n ' ü z e rin d e y o ğ u n la ş ­
m a y a b a şla d ığ ı y ılla rd ır:

Şimdi iki şey üzerinde çalışıyorum: R om an [ve] Deprem ro­


manı. Ben bu tedkikim de dostça kaldım. (...) Bu adam (Açlan
Sayılgan) dü rü st ve bilen biri. Meseleyi Tanzim at'tan beri ge­
tiriyor. "Kafalar bom boş” diyor. "Bu nesilleri sol ve N ur risa­
leleri doldurdu ve bozdu” diyor. N ur risaleleri okuyarak eline
silah alm ış biri var mı bilm iyorum .53

49 HA, a.g.e., (23 K asım 1976), s. 30


50 CM, "R om anda H esaplaşm a", Hareket, VII/84, s. 4-14, Aralık 1972; üm randan
Uygarlığa, s. 64-78, İstan b u l, 1974; s. 73-89, 3. bas., İstanbul, 1979; Kırk
Am bar, s. 194-205
51 CM, "D em irciler Ç arşısı Cinayeti", Hisar, XV/140, s. 7-10, A ğustos 1975; "Bir
R om an d a h a...”, Sebil, sy. 57, s. 6, 13; 28 O cak 1977; Mağaradakiler, s. 87-97;
Kırk Am bar, s. 205-211. M eriç, 5 A ğustos 1977'de bu ro m an cı hakkında şöyle
der: "Ben Y aşar K em al’i sevmem. N a za n m d a o k u r y azar bile değildir.” (Bkz.
HA, a.g.e., s. 239)
52 CM, "47’liler y ah u t B ir R om anın D üşündürdükleri", Hisar, XV/138, s. 6-8,
H aziran 1975; "Bir R om anın D ü şü n d ü rd ü k leri”, Sebil, sy. 56, s. 6, 21 O cak
1977
53 HA, a.g.e., (10 Ş u b at 1978), s. 292. M arcel T hiebaut, Deniş S aurat, Roger
Caillois gibi isim lerden yaptığı çevirileri 1978-79 y ıllarında yayım lam ası,
M eriç'in bu yıllardaki hazırlık ların ın k apsam ını gösterir: Bkz. M arcel
Thiebaut, "İsyan R om anı”, Pınar, VII/82, s. 7-8, Ekim 1978; Kırk Am bar, s.
162; Deniş S au rat, “Novel", Gerçek, 1/6, s. 14-17, Aralık 1978; Kırk Am bar,

76
B u sö z le ri s a r fe ttik te n b ir ay so n ra , C em il M eriç A çlan
S a y ılg a n 'ın D eprem (19 7 5 ) a d lı ro m a n ı h a k k ın d a o lu m lu b ir
y azı y a y ım la r54 ve ro m a n c ı d a k e n d is in i a ra y ıp te ş e k k ü rle ri­
n i su n a r. B u n a m u k a b il M eriç, b u k u ru te ş e k k ü rd e n p e k de
m e m n u n k a lm a m ış o ls a g e re k ki b u se fe r d e ğ e rle n d irm e si p ek
m ü s b e t o lm az:

Açlan Sayılgan’ın b ir rom anını okudum, hakkında yazdım.


Sayılgan’ın MIT’ten olduğu söylenir. Fakat ben dostça yazdım
hakkında. B ir m ektup gönderdi, teşekkür ediyordu: "Sizin ya­
zınız benim kinden kompozisyon itibariyle daha derli toplu”
dedi. O kadar! Halbuki ben elimi uzatm ıştım , dostça.55

M eriç so n o la ra k 1979 'd a A dalet A ğaoğlu’n u n B ir D ü ğ ü n


G ecesi (1979) a d lı ro m a n ı h a k k ın d a y az m ış ve ese ri sitay işle
k a rş ıla m ış tır.56
B u y a z ıla rın ı ü m ra n d a n Uygarlığa (1974) ve M ağaradakiler
(1978) ad lı e se rle rin e de a la n C em il M eriç, so n ra d a n b ü tü n
e d e b iy a t y a z ıla rın a , ç e v irile rin e ve b ilh a ssa ro m a n ted k ik leri-
n e to p lu c a y e r verdiğ i K ırk A m b a r (1980) ad lı e serin i n e ş r ve
m e z k u r y a z ıla rın ı d a b u e se re n a k l ed ecek; böylelikle k e n d isi­
n in ro m a n h a k k m d a k i eski-yeni çev irileri, tasvir, ta h lil ve ten-
kid y a zıları -gelişigüzel ve d a ğ ın ık b ir b iç im d e d e olsa- b irk a ç
istisn a sıy la b u k ita p ta to p la n m ış olacaktır. B öylelikle M eriç’in
194 0 'd a B a lz a c ’ın re h b e rliğ in d e B atı e d e b iy a tın ı keşfe çık an o
d u rm a k b ilm ey en te c e s s ü s ü n ü n 60’lı y ılların o rta s ın a k a d a r

s. 159-160; Roger Caillois, “R om an’ın Alın Yazısı”, Pınar, VUJJ87, s. 12-19,


M art 1979; Kırk Am bar, s. 81-85. Cemil Meriç, G aeton Picon'dan yaptığı bir
çeviriye önce Kırk Am barda (s. 166-169) yerverm iş, so n ra b ir gazetede ikinci
kez yayım lam ıştır: “Çağdaş Batı R om anının Temayülleri y ah u t R om anda
Expresyonizm 'e d o ğ ru ”. Yeni Devir, 21 M art 1983.
54 CM, “D eprem ”, Pınar, VII/75, s. 17-23, M art 1978; Mağaradakiler, s. 98-108;
Kırk Am bar, s. 211-218
55 HA, a.g.e., (15 Ekim 1978), s. 339
56 CM, “Yeni B ir Satyricon", Hisar, XD(/261, s. 8-9, Temmuz 1979; Kırk Ambar,
s. 218-220

77
hızından b ir şey kaybetm ediğini, 1965-70 y ıllan ara sın d a sos­
yoloji dersleriyle kesintiye u ğ rad ık tan sonra, 1970'den itib aren
-işaret ettiğim iz ideolojik yönelim lerin eşliğinde- T ürk edebi­
yatı ve bilhassa Türk ro m an ı üzerin d e yoğunlaştığını ve bu
takvim in esas itibariyle 1980’de son b u ld u ğ u n u söyleyebiliriz.
İm di, Cemil M eriç'in Tem m uz 1979'da Türk Edebiyatı
V akfında yaptığı o şiddetli akisler u y an d ıran ü n lü k o n u şm ası­
na yeniden dönebilir ve eleştirilerini d a h a geniş b ir zaviyeden
ele alabiliriz.
Önce şu hususu belirtelim ki M eriç'in b u konuşm ayı ya­
parken yanında Ahm et K abaklı, karşısındaki sandalyelerde
de T ahir K utsi Makal, N ecm ettin H acıem inoğlu gibi isim ler
oturm aktadır. K abaklı, tartışm alara dahil o lm asa d a M akal ile
H acıem inoğlu hem en itiraz ederler. B un u n üzerine M eriç, söz­
lerini biraz yum uşatıp şöyle dem ek zo ru n d a kalır:

Ben uzak bir istikbalden [söz ettim], “Belki yarın ihtiyaç kal­
mayacaktır” dedim. (...) Ben romanın, meselâ 21. asırda aynı
itiban, alâkayı göreceğini tahmin etmiyorum. Bu sadece bir
faraziyedir.

Bu konuşm ayla eşzam anlı olarak Meşale dergisinde Cemil


M eriç’le b ir m ülâk at yayım lanır. K endisine so ru lan ilk soru
şudur:

— Son günlerde edebiyat ve sanat dergilerinde roman konu­


su yeniden gündeme geldi. Yanlış hatırlamıyorsam, [28 Ka­
sım 1978’de] Kubbealtı’nda verdiğiniz bir seminerde bugün
edebî nevilerden geçerliliğini koruyan iki nev bulunduğunu,
bunların deneme ve roman olduğunu söylemiştiniz. Daha son­
raki bazı yazı ve sohbetlerinizdeyse, artık romanın değerini
yitirdiğini ifade buyuruyorsunuz. Bu konuya bir açıklık getirir
misiniz?57

57 Cemil Meriç, bahsi geçen konuşmasında şöyle demiştir: "Çağımız insanının


zamanı yoktur, onun için edebiyat sarayı iki odalı oldu: roman ve deneme."

78
Cemil M eriç, T ürk E debiyatı V akfı'nda söylediklerini yine­
lem ekten kaçınm az, h a tta d ah a ileri giderek ro m an ı "dalavere
yapm ak"la özdeşleştirir:
însan ilimlerinin gelişmediği devirlerde roman vardı. İnsan
ilimleri gelişince romanın ehemmiyeti kalmıyor Oysa insan
ilimleri geliştikçe, istatistiklere kavuştukça, insan ilimlerinin
kendilerine mahsus bir terminolojisi oldukça, sahaları sarih
olarak belli oldukça romana ihtiyaç kalmayacaktır. Ne lüzum
var dalavere yapmaya? Her insan, istediklerini olduğu gibi
söylemelidir. Fakat o devirlerde yoktu, çünkü tarih de, sos­
yoloji de, psikoloji de, psikiyatri de gelişmemişti henüz. Bu
itibarla, bu ilimlerin hudutlarının belli olmadığı devirlerde
roman itibardadır.

"Divan edebiyatında, Avrupai an lam da rom anın olm ayışı­


nı İnsanî ilim lerin gelişm iş olm asına bağlayabilir miyiz?" so­
ru su n a cevap olarak, "O sm anlı’da rom andan çok daha ciddi,
çok d aha kat'î, çok d aha m utlak hakikatlerin ifade edildiği dinî
ilim lerin (Fıkıh, H adis, Tefsir) bulunduğu, dolayısıyla m utlak­
lar dünyasında rom an a ihtiyaç kalm adığı; rom anın şüphenin,
henüz belli olm ayanın, hatta suallerin, halledilm em iş mesele­
lerin ülkesi olduğu" şeklinde açıklam alar yapan Meriç'e göre:
"esasen edebiyat bütünüyle b ir eğlencedir; yani b ir boş vakit
geçirm e vesilesidir. Şiir de öyledir, hikâye de öyledir.”

— Bu durum, Türk edebiyatı için bir noksanlık kabul edile­


bilir mi?
— Ne münasebet efendim, hayır. Roman, hasta toplumlann
mahsulüdür.

H âl böyle olunca, Meriç, görüşlerini tekrar tekrar vurgu­


lam ak ihtiyacı hisseder ve d ah a da önem lisi rom anın öleceği
şeklindeki faraziyesini (!) d ah a genişçe dile getirir:

(CM, “Dünya Edebiyatı” (28 Kasım 1978), Sosyoloji Dersleri ve Konferanslar,


s. 336). Bu konuşmanın ilgili kısmı daha sonra bir yazı haline de getirilmiştir.
(Bkz. CM, "Roman ve Deneme”, Hisar, XVIII/255, s. 3, Aralık 1978)

79
İnsanlık geliştikçe, olgunlaştıkça rom ana yer kalmayacaktır.
Yani 21. asırda rom an yazılacağına kani değilim. Nitekim, 19.
asırda vardığı seviyeye 20. asırda varamamıştır. Romanın al­
tın çağı 19. asırdır. Gerek bir Rus romanı, gerek bir Fransız
romanı, gerek bir İngiliz romanı, herbiri de 19. asırda zirveye
yükselmiştir. Bunun sebebi de ilimdir. Çünkü 20. asırda ilim­
ler daha çok gelişti. Sınırlan daha çok belli oldu. Daha çok
konuştuklan belli oldu. M etotlan belli oldu. Romana ihtiyaç
kalmadı artık.58
M eriç’in işbu 'faraziyesi'ne tepkiler, k o n u şm ası, asıl Türk
Edebiyatı dergisin d e y ay ım lan d ık tan so n ra gelecek, k o n u şm a
m etn in e ikinci kez Gerçek d erg isin d e ve “R o m an Ö lm ekte m i­
dir?" başlığıyla yer verilm esiyle birlik te tep k ilerin ala n ı d a ge­
nişleyecektir.
Cemil Meriç, Türk Edebiyatı Vakfında düzenlenen bir sohbet
toplantısına katılmış ve bu toplantıda söz yine rom andan açıl­
mış. Meriç’in toplantıda 'roman’ için söylediklerinin bir bölü­
mü, daha önce yazdıklarının bir özeti durumunda. Bir bölü­
mü de öyle sanıyoruz ki yeni.59
M eriç’in k o n u şm aların ı ve yazılarını y ak ın d an tak ip eden
talebesi Akif Ak’ın b u su n u şu n d a d ik k at çekici o lan h usus,
hocasın ın id d iaların ın k ısm en 'yeni’, b aşk a b ir ifadeyle "daha
önce yazılm am ış ve/veya y ay ım lan m am ış” o ld u ğ u n u vu rg u la­
m asıdır.
Tesbit edebildiğim iz ilk tepki, R asim Ö zd en ö ren 'd en gele­
cektir. Ç ünkü kendisi M eriç’in görü şlerin i Gerçek derg isin d en
okuyacak ve hiç vakit g eçirm eden Mavera derg isin in E kim
1979 tarih li sayısında "R om an Ne Z am an Ö lür?” başlıklı u zu n
b ir eleştiri yazısı kalem e alacaktır.60

58 "Sanatçılarımız Konuşuyor”, Meşale, (haz. Dursun Gürlek), sn. 3, sy. 34-35, s.


12-16, Temmuz-Ağustos 1979
59 Osman Selçuk [Akif Ak], "Roman Ölüyor mu?”. Gerçek, sy. 15, s. 39-47, Eylül
1979
60 Rasim Özdenören, "Roman Ne Zaman Ölür?”, Mavera, sn. 3, sy. 35, s. 7-14,
Ekim 1979; a.y.. Ruhun Malzemeleri, s. 127-137, İstanbul, 1986

80
Cem il M eriç’in ifadelerin i tek tek tah lil ve tenkid edip ken­
d isini "toptancılık”la, "cakalı id d ia la r” öne sürm ekle, "cüretli,
fakat dayanıksız, gerçeksiz, geçersiz id d ialar"d a b u lunm akla,
"teyzem in sakalı olsa idi dayım o lu rd u tü rü n d e n b ir m a n tık ”
y ü rü tm ek le eleştiren Ö zdenören, bu id d ia la n n "cakalı, fiya­
kalı laf etm e hevesinin b aşın ın altın d a n çıktığını” söyler ve
M eriç’in "B izde ro m an doğm ayışı sebepsiz değildir. Çok d ah a
ciddi işlerle u ğ raşan T ürk İslâm aydınları, ro m an la uğ raşm ak
ihtiyacını d u y m am ışlard ır” şeklindeki ifadesiyle ilgili olm ak
üzere de şu değerlendirm eyi yapar:

Görüyorsunuz, mesele ne kadar basite indirgenivermiş! Biz


de, konuyu, farklı kültürlere ait bir mesele gibi görüp meğer
bilmeden kafaları karıştırırmışız. Cemil Meriç, meseleyi, şıp
diye çözüverdi. Konunun bu kadar basite indirgenmesini an­
ladım ama gene de kafama sorular takılıyor. Haydi, diyelim,
Türk İslâm aydınlan başka ciddi işlerle uğraşmaktan roma­
na fırsat kalmadı. Fakat Çinliler, Japonlar, Koreliler, Hintliler,
bütün bir Arap dünyası, Afrikalılar, onlar hangi ciddi iş üze-
rindeydiler de, romanı doğurtmaya fırsat bulamadılar? Acaba
bütün dünyada aylakça tecessüslerini gidermeye çalışan bir
AvrupalIlar mı vardı? Ama o zaman, Cemil Meriç’in yukanda
adlanm saymakla bitiremediği bilim dallan da bu aylak teces­
süsün ürünü mü oluyor? Nedir? Velhasıl bir kanşıklık var bu
işin içinde.

Ö zdenören yazısının so n u n d a, "Bu iddialar, Cemil Meriç


gibi b ir kişiye ait olm asaydı, ü zerin d e bile d urm az, gülüp ge­
çerdik” d er ve "edebiyatla bilim in a y n ayrı şeyler olduğunu,
çok ay n bağlam lar içinde değer ifade ettiğini tek rarlam a fırsa­
tım verdiği için” Cemil M eriç'e teşekkürlerini (!) su n arak yazı­
sını sonlandınr.
Cemil M eriç’in bu yazıdan h a b eri olm az; ancak anlaşı­
lan yine de kulağına b ir şeyler çalınm ış olm alıd ır ki 4 Ocak
1981’de şöyle der:

81
Kırkambarı Özdenören de okumuş. Kitap, genç üstadı bir hay­
li tedirgin etmiş. Affedilmez cinayetimiz, "Yirmibirinci yüzyıl­
da rom an ölecektir” dememizmiş. Nerede demişiz, niçin de­
mişiz, meçhul. Demişiz işte! M uhsin D e m ird e şikayet etmiş
beni.61

1993’te Ju rn a l I I y a y ım la n d ığ ın d a , Ö z d e n ö re n b u n o tta n
h a b e rd a r ed ilin ce, Ş u b a t 1994 ta rih li K ayıtlar d e rg isin d e b ir
yazı n e şre tm e k su retiy le h e m e le ş tiris in in K ırka m b a rı değil,
d a h a ö n ce y a y ım la n a n Gerçek d e rg isin d e k i k o n u şm a sın ı esas
aldığını belirtecek, h e m d e b u vesileyle M e riç ’le "h elâlleşm ek "
isteyecektir:62

... bu bir tü r helâlleşme yerine geçecek. Çünkü ben, onun sağ­


lığında, onun kendi ifadesiyle "iltifata susuz” olduğunu hiç
düşünmemiştim. Ben, Cemil Meriç hocayı yüzyüze tanım a fır­
satına ve şerefine de erebilmiş değilim, onu hayatımda hiç gör­
medim. Cemil Meriç’in bu kadar üzüleceğini bilseydim, kitabı
hakkında yazı yazılmasını beklediğim bilseydim, itiraf edeyim
ki rom an hakkmdaki görüşlerimi yazmaktan sarfınazar eder,
fakat onun kitabı hakkında bir yazıyı da seve seve yazardım.
Fakat böyle bir şey aklıma gelmedi.

C em il M eriç’in k o n u şm a sın a b ir d iğ e r e le ştiri d e içe rid en


gelir; O cak 1980’d e T ü rk E d e b iy atı V a k fın ın 79 yılı faaliy etle­
rin i özetley en S evinç Ç o k u m 'd an ...

Cemil Meriç’in seçtiği sohbet konusu, edebiyatla, edebî tür­


lerle ilgiliydi. Meriç’in rom andan "aylak tecessüsleri avlayan
bir nev”, "Buhranlar içinde çırpınan bir çağa, henüz ilimler
gelişmediği zamana mahsus bir edebî tü r” şeklinde bahsetme­
si, rom ana itibar edilmesini cehaletimize, ciddi olmayışımıza
bağlaması, romancı ve hikayecilerimizi hayrete düşürdü.63

61 CM, Jurnal 11. (4 Ocak 1981), s. 265


62 Rasim Özdenören, "Üzüldüm... Cemil M eriç’i K ırm ışım ”, Kayıtlar, sy. 40, s.
23-25, Şubat 1994; a.y., R u h u n Malzemeleri, s. 137-140, İstanbul, 1997
63 Sevinç Çokum, “ 1979 Yılında Türk Edebiyatı”, Türk Edebiyatı, VII/75, s. 20,

82
Ç o k u m b u te sb iti y a p tık ta n so n ra , e le ştirile rin i ilginç b ir
n o k ta d a n h a re k e tle te m e llen d irm e y e çalışır:

Rom ana, “vakit öldürmeye yarayan bir p arazit” gözüyle ba­


kan Cemil Meriç, bir yandan bu fikirleri ortaya atıyor, bir
yandan da H isar dergisinde Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün
Gecesi adlı rom anım göklere çıkarıyordu.. Sohbetteki dü­
şüncelerine ters düşen bu yazı hayretim izin bir kat daha art­
m asına sebep oldu. Rom anın geçmişi ve geleceği hususunda
çeşitli m ünakaşalar yapılabilir. Ancak "romancının, eserini
hiçbir ideolojiye alet etmemesi temenniye şayandır" diyen
Cemil Meriç’in, Hisardaki yazısında, ideolojik bir romanı
m ethetm esinin sebebi ne olabilirdi? Ona göre rom an ciddiye
alınamaz, "Peyami Safa hariç, okunan birçok rom ancıların
üslûbu son derece kıytırık, üslûp sıfatına bile lâyık değildir.”
Ama buna karşılık millî değerlerimizi, "bilimsel düşünce­
ye, özgür düşünceye” engel gören solcu yazarlardan Adalet
Ağaoğlu’nun rom anı Cemil Meriç’in ifadesiyle "Türk edebi­
yatının yüz aklarındandır?” {Hisar-1979, sy. 261)

S ağcı b ir ro m a n c ı, so lcu b ir ro m a n c ın ın , ne sağ cı n e so l­


cu o la n M eriç ta ra fın d a n “g ö k lere ç ık a rılm a sın ı" a ffetm ey e­
cek ve d e ğ e rle n d irm e si o ld u k ç a s e rt sa tırla rla so n a erecek tir:

Doğrusu rom an üzerine konuşmak, onu ciddiye alanların işi­


dir. Bu konuyla ilgili değerlendirmeleri de onlar yapabilirler.

T am d a b u n o k ta d a , M eriç A ğaoğlu’n u g öklere çık arm ış


m ı, ç ık a rm ışsa n asıl çık a rm ış, ro m a n c ıy ı n asıl m e th e tm iş,
b ü tü n b u s o ru la rın cev ab ın ı b u la b ilm e k için, k e n d isin in Yeni
B ir Satyricon b aşlık lı y a z ısın a b iraz göz gezd irelim :

Ocak 1980. Ne g arip tir ki Cemil Meriç bu değerlendirm e yazısından önce, 1


Temmuz 1977'de Sevinç Çokum ile ilgili şöyle diyecektir: "Sevinç Çokum ile
aynı yerlerde bulunduk am a tanışm adık. O da, ben de çekindik. Ne garip, biz
Şarklılar tanışm aktan çekiniriz.” (HA, a.g.e., s. 185)

83
Düğün Gecesini okurken Satyricon’u hatırlıyorum . Adalet
Ağaoğlu da Petronius, am a daha nezih, daha içli, daha usta.
İnsan ilimleri ülkemizde ilim haysiyeti kazanam adı henüz.
Sosyoloji kekeliyor, psikoloji güdük ve dilsiz, tarih resm î kli­
şeleri tekrarlayan ihtiyar bir bunak. Roman, onların görevi­
ni yüklenmek zorunda. Adalet Ağaoğlu, yaptığı işin sorum ­
luluğunu çok iyi anlamış. Düğün Gecesi Türk edebiyatının
yüz aklarından. Dosto, “Her mukayese küçültür” der. Ben
öyle düşünm üyorum. Genç rom ancı, bin yıl önce yaşayan bir
Murazaki’yle, Bir George S andla, bir Madame de Stael'le boy
ölçüşebilecek b ir kabiliyet.

G ö rü ld ü ğ ü gibi, M eriç, ta k d irle rin i h iç esirg e m e m iş, h a tta


"R om an öldü, ölecek" diy en b iri için o ld u k ç a c ö m e rt de dav­
ran m ış...
B u yazı y ü z ü n d e n M eriç’e y ö n elik te p k ile r S evinç Ç o k u m 'la
sınırlı k alm az, b ir y a n d a n ro m a n ale y h in d e k o n u şu rk e n d iğ e r
y a n d a n A ğaoğlu’n u n ro m a n ı h a k k ın d a o lu m lu b ir yazı y ay ım ­
lam ası, sağ-sol ç a tışm a la rın ın zirveye çıktığı b ir d ö n e m d e te p ­
k ilerin g en işlem esin e yol açar. K ısacası, siy asî h a ssa siy e tle r
ed eb î h assasiy etlerin ö n ü n e g eç e r ve k ısa sü re d e de h o m u r­
tu la r a lır b a şın ı yürü r. N itek im y u k a rıd a sö z k o n u su ettiğ im iz
Meşale d erg isin d ek i söyleşid en b u h o m u rtu la r h a k k ın d a b azı
ip u ç la n edinebiliyoru z:

— Efendim, Hisarın Temmuz sayısında Adalet Ağaoğlu’nun


iki rom anından [Ölmeye Yatmak ve Bir Düğün Gecesi] söz
ediyorsunuz. Bu yazının edebiyat çevrelerinde bazı yankıları
oldu; dedikodular edildi. "Adalet Ağaoğlu gibi fikrî ve ideolo­
jik yapısı, edebî mevkii iyi bilinen birisinin rom anları Cemil
Meriç tarafından değerinin de üstünde gösteriliyor, Balzac’la
kıyaslanıyor” deniyor. Bu konuya bir açıklık getirir misiniz?

R o m an h ak k m d a k i id d ia larıy la A ğaoğlu yazısı a ra s ın d a ir­


tib a t k u ru la ra k ü z erin e g elinebileceğini, M eriç’in d a h a ö n ce­
den ta h m in etm ed iğ i an laşılıyor; zira y az d ık la rın ın haklılığm -

84
d a n e m in o lsa d a ö v g ü lerin in yol açtığ ı so n u ç la rd a n fevkalâde
te d irg in lik d u y d u ğ u v erd iğ i c e v a p la rd a n h e m e n k en d in i belli
ediyor:

Adalet Ağaoğlu’nun rom anları Türkiye'de yazılanların içinde


en efendi ve en dürüst, açıktan açığa kimseye ta’n etmeden,
kimseyi övmeden, kimseyi yermeden yazılmış kitaplardır.
Yani dürüst bir yazardır. Ben, muvaffak olmuş bir rom an
olarak gördüm. Nihayet genç bir romancıdır, istikbali vardır.
Bir nevi teşvik mahiyetindeydi o yazı. Yani açıkçası romanı
sevdim ve sevgilerimi de ifade ettim. Ben sevgilerimde ve öf­
kelerimde kısıtlama yapm aktan hoşlanmam. Olduğu gibi, ne
düşünürsem onu yazarım. Adalet Hanım'ı tanımam. Hiçbir
m ünasebetim yoktur; olacak da değildir. Sadece beğendim ve
beğendiğimi ifade ettim.

A dalet H a n ım 'ı ta n ım a m . H içbir m ü n a seb etim yo ktu r; ola­


cak da değildir...
B u cevap k arşı ta ra fı n e k a d a r ta tm in ve tesk in e tm iş tir
b ilem ey iz a m a , b u te p k ile r ü z e rin e C em il M eriç, h e m de çok
s o n ra la rı (13 N isan 1981'de) Yeni D evir g azetesin d ek i k ö şesin ­
d e b ir a ç ık la m a y a p m a k ih tiy acı h issetm iş ve T ü rk E d eb iy a­
tı V a k fın d a k i k o n u şm a sın d a n k ısa b ir alın tı y a p tık ta n so n ra
" m u h te re m ro m a n c ıla r”m h ep sin e e d eb iy at c u m h u riy e tin d e
y e r b u lu n a b ile c e ğ in i ilân etm ek z o ru n d a k alm ıştır:

Söylediklerim yanlış anlaşıldı. Eflâtun "İdeal Devlet”inden şa­


irleri kovmağa kalkıştığı için sonu gelmeyen hücumlara hedef
olmuştu. Ne edebiyat cumhuriyeti Yunanlı hakimin ütopyası
kadar dardı, ne m uhterem romancılarımızı smırdışı etmek
aklımdan geçmişti.64

64 CM, "Dün ve Bugün", Yeni Devir, 13 Nisan 1981. Meriç bu yazısının ilgili
kısm ını, "Bizde Roman" adıyla neşrettiği başka bir makalesiyle telif ederek
1986’da ikinci kez yayımlamıştır. (Bkz. CM, Kültürden İrfana, s. 245-256,
İstanbul, 1986)

85
Söylediklerim yanlış anlaşıldı...
H epsi bu k ad ar mı?
Hayır, 2-10 N isan 1982 tarih lerin d e, yine aynı gazetede
yayım lanan uzunca b ir m ü lâk atta, b u konu, te k ra r M eriç'in
önüne getirilir. M eriç, gençlerin so ru la rın a b iraz bıkkınca ce­
vap verm ekle birlikte k eh an etin i yineler:

— Bir yazınızda [!] "Roman ölüyor mu?” diye soruyor ve ro­


manın geleceği için karamsar sözler söylüyordunuz. (...) Yir­
minci yüzyılın başından itibaren romanda yeni arayışlar, yeni
teknikler birbirini izliyor. (...) Sizce bu arayışlar, roman denen
Batı’ya has türü bir çıkışa götürebilecek mi?
— Romanın zamanla yeni fetihler yaptığı, zenginleştiği inkâr
edilmez bir gerçek. Ama bütün bu araştırmalar, gelişen insan
ilimleri karşısında romanın eskisi kadar cihanşümul bir iti­
barı olacağım isbat etmez. Bunlar bir tulüdan çok, batan bir
güneşin son pırıltıları olsa gerek.65

Batan güneşin son pırıltıları...


G örüldüğü gibi, M eriç, ro m an tü rü n ü n so n u n a geldiği ve
sosyalbilim lerin etkisiyle işlevinin son bulacağı kanaatin d e ıs­
rarlıdır; h er ne kad ar sözlerinin yanlış anlaşıldığım söylemişse
de...
Bu sebeple M eriç'in ro m an ve Türk rom anı hakkm daki yo­
rum larım tekrarladıkça, y o rum larına yönelik tepkiler de pek
bitm ek bilmeyecektir. N itekim Sevinç Ç okum 'un eleştirilerinin

65 “Cemil Meriç’e Sorular VII”, Yeni Devir, (haz. Hüseyin Yorulmaz), 8 Nisan
1982. Bu söyleşi metnine yer veren bir derlemede Cemil Meriç’in bazı
cümleleriyle lüzumsuz yere oynanmış, ifadelerine ise açıkça müdahale
edilmiştir. Meselâ yukarıda söyleşinin ilk nüshasından aktardığımız Meriç'in
cevabı, bu derlemede şu şekli almıştır: "Yeni rom anın zaman zaman hamle
yaptığı, zenginleştiği, inkâr edilmese gerek. Ama bütün bunlar romanın eski
cihanşümul itibarını yeniden kazanacağını isbat etmez. Bunlar daha çok
batan bir güneşin son ışıltıları olsa gerek.” [Bulutlan Delen Kartal: Cemil
Meriç ile Konuşmalar, (haz. Mustafa Armağan-Sezai Coşkun), s. 50-51,
İstanbul, 2004]

86
b ir benzeri, 13 M art 1983 tarih li Yeni Devir gazetesinde D urali
Y ılm az tarafın d an yinelenecek; ne şair, ne de hikâyeci veya ro­
m an cı olan b irin in sırf eleştirmenlik kisvesiyle rom an hakkın­
da h ü k ü m ler verm esi, âd eta ah k âm kesm esi (!) hiç de hoş kar­
şılanm ayacaktır. Yılmaz, san atçılar hakkında yine sanatçıların
k o n u şm asın d an yanadır; eleştirm enlerin değil...

Münekkitlik, bugünkü deyimle eleştirmenlik diye bir meslek


var mıdır, bilmiyorum. Bazıları var diyor, bazıları yok... Bildi­
ğim şu ki: bugüne kadar dünyanın hiçbir yerinde hiçbir eleş­
tirmen hiçbir sanatçıyı keşfetmemiştir. Sanatçıyı yine sanatçı
keşfeder. Sanatçının elinden tutan da sanatçıdır. Sanat eseri
üzerine konuşmak da sanatçıya düşer.

B u değerlendirm elerin ne denli isabetli h ü k ü m ler içer­


diğiyle pek tab ii ki m eşgul olm ayacağız. Ancak belirtm em iz
gerekirse, M eriç’in sözlerinin, edebiyat câm iasm ı çileden çı­
kardığı m uhakkaktır. Ç ünkü "rom an üzerine k onuşm anın
onu ciddiye alanların işi olduğuna" in a n a n Çokum u n aksi­
ne D urali Yılmaz, ‘ro m an ’ ü zerine kon u şm a hakkım sadece
ro m an cılara verir ve Dostoyevski seviyesine çıkam ayanların
P uşkin’e d a ir değerlendirm elerini tebessüm le karşılam ayı ter­
cih eder;

Son günlerde roman meselesi gündeme tekrar geldiği için ha­


tırladım bunlan. Meselâ Fethi Naci, Cemil Meriç ve daha bir­
çoklan roman hakkında durmadan konuşuyorlar. Ben, bunla-
nn yazdıklarım okuduğum zaman sadece gülümserim. Ama
bir romancı roman üzerine konuşuyorsa, dikkatle dinlemek
gerekir. Bir şair, bir hikâyeci konuşuyorsa, dikkatle dinlemek
gerekir. Puşkin üzerine konuşan Dostoyevski ise, kulak kesil­
melidir. Aslında eleştirmenler de bunun farkındalar. Konuş-
malannda söylerler de yazıya geçirmeye cesaret edemezler.66

66 Durali Yılmaz, "Roman Üzerine Konuşma Hakkı", Yeni Devir, 13 Mart 1983

87
B ütün bu alıntıların da gösterdiği üzere, -eleştirilerinin ve
bu eleştirilerine aldığı tepkilerin haklı veya seviyeli olup olm a­
m ası b ir yana- m ünekkidim iz, gerçekte m u h a tab la n n c a "yan­
lış anlaşılmış" değildir. Bu b akım dan "söylediklerim yanlış a n ­
laşıldı” şeklindeki m übhem ric a t teşebbüsünü -şayet kendisi
geriye lüzum undan ziyade sözlü ve yazılı belge bırakm am ış,
görüşlerini de defalarca tek rar ve teyid etm em iş olsaydı- belki
biraz ciddiye alabilir, h atta iyi niyetim izi kullanarak ortada
b ir "yanlış anlaşılm a” sorunu k ad ar b ir "yanlış ifadelendirm e"
sorununun da olabileceği şeklinde uzlaştırıcı b ir çözüm e git­
meyi deneyebilirdik. Oysa gerçekte ne b ir yanlış ifadelendir­
me sözkonusudur, ne de b ir yanlış anlam a...
G örüşlerini dile getirirken h er fikir adam ı, zam an zam an
birbirlerine karşıt veya çelişik 'olan' veya ‘görünen’ ifadeler
sarfedebilir. İfadeleri gerçekten de karşıt ve çelişik ise, k arşıt­
lık ve çelişki o fikir adam ının ya zihnindedir ya da dilinde...
İlkinde, kavram larını, İkincisindeyse ifadelerini düzeltm esi ve
böylelikle görüşlerini tu tarlı b ir biçim de yeniden dile getir­
m esi gerekir. Fakat bazen zihnen de, lisanen de ortada hakikî
b ir karşıtlık ve çelişki bulunm az, am a varm ış gibi görünür. Bu
durum da sorunun, m u h a ta b lan n kavrayış seviyesiyle alâkalı
b ir keyfiyet arzetm esi m üm kündür, ki iletişim so rununu çöz­
mek için ya o fikir adam ının biraz seviyeyi düşürm esi veya
m u h atab lan n m kendi seviyelerini biraz yukarıya çıkarmadan
lâzım gelir.
Ne var ki b ir fikir adam ı m u hatablarını ikna etm ekten çok
etkilemeye çalışıyorsa, başka b ir deyişle, am acı, en nihayet
sözlerine olum lu ya da olum suz b ir aks-i sada bulm ak ise,
bu takdirde retoriği kuvvetli genellem elerden yararlanm ak
zorunda kalacak; “ses getirici iddialar" öne sürm ekten çekin­
meyecektir. Maalesef M eriç'in de bu yolu denediği ve keskin
genellemelere başvurm ak suretiyle görüşlerinin edebiyat çev­
relerinde tartışılm asını sağlamayı am açladığı görülüyor. Söz­
gelimi “Rom an ölm üştür" ifadesi b ir yargı bildirir; zira bu ifa­
de gerçekliğe b ir njsbet, bir alâka iddiasında bulunm aktadır;
bu ifade ile gerçeklik arasın da hakikaten b ir nisbet varsa ve
bu nisbet de gösterilebilirse yargı doğrudur, aksi takdirde yan­
lıştır. Oysa "Rom an ölecektir" ifadesinin (hâl-i hazır) gerçekli­
ğe herhang ibir nisbeti bulunm adığından, bu ifade, doğrulan­
m ası veya yanlışlanm ası m üm kün b ir yargı bildirmez; sâde
kehanettir. H em en belirtelim ki kehanet ile faraziye (hipotez)
arasındaysa çok büyük bir fark vardır.
B ir kâhin karşısındaki m u h atab lan n önünde, kehanetin
doğrulanacağı veya yanlışlanacağı zam anı beklem ekten baş­
ka bir seçenek bulunm adığından, herhangibir kehaneti is-
batlam aya çalışm ak da, zıddını gösterm ek için didinm ek de
beyhudedir. Ç ünkü faraziyelerin aksine, kehanetlerin delili ol­
m az, alâm eti olur. Sayıları ne k adar çok olursa olsun karşılıklı
alâm etler gösterm ekle de bir kehanet veya bir iddia ne isbat-
lanabilir, ne çürütülebilir; olsa olsa eşzam anlı olarak havanda
su dövülm üş olur.
Keşke Cemil Meriç, rom anın öleceğine d air âlam etler öne
sürm ek yerine, tezini daha iyi temellendirseydi, meselâ XIX.
yüzyılda altın çağını yaşayan rom anın XX. yüzyılda yaşadığı
düşüşün nedenlerini etraflıca ve ikna edici misalleriyle izah
edebilseydi, hiç değilse B atı'da zaten mevcut olan benzer yo­
rum ları gerekçeleriyle birlikte serimleyebilseydi, belki o za­
m an, m u h atab lan n a kendisini b ir fiskeyle reddetm e hakkını
verm em iş olurdu. Fakat o, bu yolu tercih etm edi ve edebiyat
cam iasının tam ortasına indirdiği balyoz, ne yazık ki birer
fiskeyle bütün tesirini yitiriverdi; başka b ir deyişle, ayağına
batırılan toplu iğneler koca devin b ir çırpıda yere serilmesine
yetti.

Bilgi'nin heyecanı ve hissi kuruttuğunu iddia eden yalancı


peygamberlere, Hugo’nun şu nefis cevabını tekrarlamak fay­
dalıdır: "Şiir ölüyor" deyip duranlar var. Bu aşağı yukarı "Gül
kalmadı, bahar teslim-i ruh etti, güneş doğmuyor. Arzın bütün
kırlarını dolaşın, tek kelebek bulamayacaksınız. Ay aydınlığı
eski bir hatıra. Bülbül terennüm etmiyor. Arslan kükremez
oldu. Kartalın gökte süzüldüğünü görmeyeceğiz. Alpler göçtü.
Pyrenees'ler kayıp. Ne güzel kızlar kaldı, ne arslan delikanlılar.
Mezarları düşünen yok; anne artık çocuğunu sevmiyor; gök
söndü, göller kurudu..." [demek] kadar mânâsız bir iddia!67

B ilginin heyecanı ve hissi ku ru ttu ğ u n u iddia eden yalancı


peygamberler...
R om an bilgi kadar, h eyecan ve h issin de m ah su lü o ld u ­
ğuna göre, niçin b ilim lerin gelişm esi heyecan ve hissi ö ld ü r­
sün? N için C om te’le n n , D u rk h e im 'la n n veya W u n d t'la n n ,
F reu d ’la n n , A dler'lerin çatık kaşlı bilim leri revaç b u ld u diye,
artık B alzac'lan n , D o sto 'la n n , K afka’la rm h eyecan ve hissin
de m ah su lü olan sa n a tla rı ölsün?
Çok g a rip tir ki Cemil M eriç, şiir'in ö ld ü ğünü/öleceğini
söyleyenleri, 1948’de, H u g o 'n u n y u k arıd ak i sözleriyle su stu ­
ru y o r ve o n la n yalancı peygamberler (k âh in ) diye n itelem ekte
hiçb ir beis görm üy o rd u .
M ânâsız bir iddia!
M eriç'in yıllar so n ra b u iddiayı ro m a n sa h a sın a ta şım ası
-söylem ek zorund ay ız ki- ız d ıra b la n n d a n b ir ro m a n ve b ir
şiir y aratam ay an b ir k abiliyetin m en fî h âlet-i nahiyesi seb e­
biyledir. H âl böyleyken, "ideal devlet"inden şairleri kovm ağa
kalkıştığı için, E flâ tu n u n , sonu gelm eyen h ü c u m la ra h ed ef
olm ası gibi, M eriç, k en d isin in de h ü c u m la ra h e d ef o ld u ğ u n u
îm a eder; h a tta b u n u n la da kalm az, b ir vesileyle, m em lek et­
te tıpkı ro m an gibi, d ü şü n ce h ü rriy etin in de b u lu n m ad ığ ın ı
söylemeye çalışır:

67 CM, “İlim ve Şiir", Yirminci Asır, sy. 6, s. 1/3, 16 Ocak 1948. Hugo başka
vesilelerle de benzer değerlendirmeler yapar: “Şiir öldü, sanat imkânsız
diyorlar. Hem de bunu söyleyenlerin arasında çok zekiler var. Niçin? Herşey
her zaman mümkündür. Dün de mümkündü, bugün de. Hele yaşadığımız
devirde: imkânsız şey yok." (Victor Hugo, ‘Önsöz’, Marion de Lorme, s. V,
İstanbul, 1966)

90
Roman Batı'da doğdu. Şimdi Batı, kendi eseri olan bu yılı­
şık edebiyat türünün edebiyatın bütünü olmak istemesinden
şikâyetçi. Batı ile aramızda korkunç bir fark var. Biz, fikir
tarihimizde en küçük bir yeri olmayan romana dil uzatanla­
yız. Onlar şaheserlerini sunmuş oldukları bu edebiyat türünü
diledikleri gibi kötüleyebilirler. "Batı cephesinde yeni bir şey
yok" dedik, doğru. Ama bizde olmayan bir şey var: düşünce
hürriyeti.68

S özün özü, b ir tek bu p asajın bile, M eriç’in, m uhatabla-


n tarafın d an yanlış anlaşılm adığını gösterm eye yettiğini d ü ­
şünüyor; ve b ir fikir ad am ın ın iddiaları bizatihi tutarlılıktan
yoksun olduğunda, kendisi d ışında hiç kim senin bu iddialara
b ir tutarlılık kazandıram ay acağ ın a inanıyoruz.

68 CM, "Garp Cephesi", Yeni Devir, 7 Eylül 1981

91
3
Redde Hayır, Tenkide Evet!

izde R o m a n ... T a n p ın a r'ın İ9 3 6 ’d a y a y ım la d ığ ı b ir


^ m a k a le n in b a ş lığ ın ı k u lla n a ra k y a z d ığ ı b u y a z ı,69 h e m
T a n p ın a r'ın C em il M e riç ü z e rin d e k i e tk is in i g ö s te rm e s i, h e m
d e M eriç'in T ü rk R o m a n ı h a k k m d a k i g ö rü ş le rin in e sa s lı b ir
ö z e tin i ih tiv a e tm e si b a k ım ın d a n fe v k alâ d e ö n e m lid ir.

Güzin Dino’nun Türk Rom anının Doğuşu (1978) adlı kitabı­


nı okurken Tanpınar’ın ne büyük b ir zirve olduğunu b ir kere
daha anladım .

N için? Ç ü n k ü M eriç’e g ö re, G ü z in D in o , "T ürkçe'yi iyi b il­


m ey en k ab iliy etli b ir taleb e", e seriy se " d ü rü st, iyi n iy etli, fa­
k a t sığ b ir ç a lış m a 'd ır. T a n p ın a r'ın İ9 3 6 'd a y a z m ış o ld u ğ u
B izde R o m a n b aşlık lı m a k a le sin e g elin ce, b u , "nefis b ir ta h lil
yazısı” dır.
T anpm ar, b ir su a lle b a ş la r y azıya: "B ir T ü rk ro m a n ı n iç in
yoktur?"

Sık sık tekrarlanan b ir sual bu. Daha doğrusu, insafsız b ir hü­


küm. Tanpmar’a göre, b ir Türk rom anı vardır. "Hem de kendi

69 CM, "Bizde Roman", Hisar, XX/276, s. 6-9, Kasım 1980; Yeni Devir, 7 Aralık
1981; Doğuş Edebiyat, sn. 3, sy. 5, s. 5, Ağustos 1982; Kültürden İrfana, s. 245-
256

92
cemiyetimiz içinde kalm akla beraber, oldukça geniş b ir oku­
yucu kalabalığıyla bu rom anın yazıcıları arasında karşılıklı bir
tesir bile” mevcut. "Bununla beraber, Garb dillerinden birini
bilen, yabancı ülkelerde bu sanatın verdiği iyi örnekleri oku­
yan ve hayat üzerinde az çok fikir sahibi olan okur-yazarlan-
m ızm büyük bir zevkle tattığı b ir Türk rom anı henüz yoktur.”

"İyi a m a , B a tı dili b ile n le rin zevkle o k u d u k la rı b ir d e n e m e ,


b ir te n k id , b ir e d e b iy a t ta r ih i v a r m ı ki?" d iy e s o ra n M eriç,
T a n p ın a r’m g ö rü ş le ri ü z e rin e b a z ı a ç ık la m a la r y a p a r:

Rom an, gelişen İçtim aî bir sınıfın emellerini dile getirir. Bizde
ne böyle b ir sınıf var, ne o rtak b ir dünya görüşü. Beylik yalan­
lar b ir yana, telkin veya tebliğ edeceğimiz ortak bir düşünce,
ortak b ir inanç veya ideal var mı? 1928’de alfabeye başlayan
b ir millet İ936’da nasıl kendini ifade edecek edebiyat şaheser­
leri yaratabilir? Tabii yok Türk Romanı! Çünkü okuyucu yok,
birikim yok, hürriyet yok.

"R o m a n ın fik ir ta rih im iz d e e n k ü ç ü k b ir y eri b ile o lm a d ı­


ğın a" in a n s a d a M e riç ’in "T abii y o k T ü rk R o m an ı!" d e m e sin e
b a k ıp k e sin b ir h ü k m e v a rm a k ta acele etm em e lid ir. Ç ü n k ü
k e n d is i 28 T em m u z 1977’d e b u se fe r şöyle d iy ece k tir:

"Bir Türk rom anı yoktur!” hükm ü biraz insafsız.70

2 Ş u b a t 1978’d e ise d a h a a çık k o n u ş u r ve T ürk ro m a n ın ın


g eriliğ in d e n sö z e d e n le re â d e ta a te ş p ü sk ü rü r:

Rom anda geriymişiz. Bir Halid Ziya, bir Halide Edib, Yakub
Kadri, Peyami Safa, Kemal Tahir... bunlar rom ancı değil mi?
Bir Sam iha (Ayverdi) Hanımefendi, edebiyat tarihimize niçin
girmez? Türkiye bir garip memleket. Okuduktan sonra bütün
olarak yazmak isterim.71

70 HA, a.g.e., (28 Tem m uz 1977), s. 213


71 HA, a.g.e., (2 Ş u b at 1978), s. 290

93
B ir sö y leşisin d e ise, ü lk e n in y e tiştird iğ i d eğ e rleri d e ste k ­
lem ek a m ac ıy la nefîs b ir sa v u n m a y a p a r ve b ü tü n te za d la rı-
n a k a rş ın en n ih a y e t itid a lle h a re k e t ed e b ile ce ğ in i d e açık ç a
ve b ü tü n içtenliğiy le is b a t eder:

Çağımızın fikrî sefaletinden şikâyet edenler, kendi tecessüs


ve idrak sefaletlerini biricik kıstas telâkki eden cüce kabi­
liyetlerdir; bir Peyami Safa’yı, bir Tanpınar’ı, bir Kemal
Tahir’i, bir Attila Ilhan’ı tanımayanlardır. Bu ülkenin ede­
biyatı kutuplarıyla bir bütündür. Düşüncenin filizlenm esini
engelleyen en büyük düşman yobazlıktır. Her değeri dost­
ça karşılamak, bizim olan her düşünceye eğilmek, sam im i­
yetten başka değer ölçüsü aramamak. Redde hayır, tenkide
evet.72

Redde hayır, tenkide evet...


T enkidi k ab u l, re d d i re d d e d e n M eriç, d ü şü n c e n in filizlen­
m esin i engelleyen y obazlık ve ta a s su b a şid d etle k a rşı çık m ak
su retiy le genç n esillere in s a f ve te s a m u h la h a re k e t e tm e n in
d eğ erin i an la tm a y a çalışm ış, böylelikle z am a n z am a n h id ­
d etli ve b ir o k a d a r d a a şırı y o ru m la r y ap m ış olsa b ile, in ­
sa n la rın h isle rin e m ağ lu b o lab ild iğ i gibi, h iç d eğilse b azen
itid ali de b u la b ilec ek lerin in güzel b ir ö rn eğ in i v erm iştir.
B izde b ü tü n h ü k ü m le r h issî sebeplerden doğar... Pek ta b ii­
d ir ki b u söz, M eriç için de geçerlidir. N itek im h e r in sa n gibi
k endisi de b azen h issî d a v ra n m ış, b azen d e h issî d a v ra n m a k ­
ta n vazgeçip d a h a m u ted il y o ru m la r y ap ab ilm iştir:

Birer İçtimaî vesika hüviyetindedir romanlar. Ben okumadım.


Bizde bütün hükümler hissî sebeplerden doğar. 1908-1915 ara­
sında Halide Edib’den başka romancı görülmüyor. Bir Peya­
mi, Yakup Kadri kendiliklerinden doğmadı.73

72 "Cemil M eriçle Bir Konuşm a”, Pınar, VII/79-80, (haz. Alp Eren), s. 30,
Temmuz-Ağustos 1978
73 HA, a.g.e., (28 Temmuz 1977), s. 213

94
P eyam i S afa ve Yakup K adri, Cem il M eriç’in ö n em verdiği
isim lerin b a şın d a gelir:
Düşünce tarihi, edebiyat tarihi bakımından Türkiye'de iki
isim var romancı olarak: Peyami [Safa] ve Yakup [Kadri].74

Ç eşitli vesilelerle h a k k ın d a o lu m su z y o ru m la r y apm ış ol­


m ak la birlikte, M eriç’in g ö zü n d e Peyam i S afa’n m m ü stesn a
b ir yeri o ld u ğ u n d a hiç k u şk u yoktur:

• Peyami, hasta bir adamdır, bir ıstıraptır, bir çiledir, bir çırpı­
nıştır. (...) Ben, Peyami’yi çok severim ve acınm Peyami’ye. O
devirde yaşayanlar arasında en zekisi idi.75
• Peyami rejime kur yapar fakat rejimle bağdaşmaz. Peyami’nin
kalan tarafları romanlarıdır. Peyami’yi ve diğer başka insanla­
rı bütün tezatlarıyla, zaaflarıyla, insanlığıyla, küçüklükleri ve
büyüklükleriyle ele almak lâzım.76

Y akup K adri için de genellikle m ü sb e t k a n a a tle r serdeder:

Esat Mahmutlar falan halk romancısıdırlar. Bunlar bir devre­


de çok okunurlardı. Bunların hepsinden daha iyi romancı Ya­
kup Kadri’dir. (...) O da Batılıdır, fakat gene de Reşad Nuri’den
falan üstün tarafları vardır. Romanları daha seviyelidir.77

Pey am i S afa ile Y akup K a d ri’d en so n ra C em il M eriç özel­


likle iki ro m a n c ı h ak k ın d a o lu m lu ifa d e le r k u llan m ıştır: Ke­
m a l Tahir ve A ttilâ İlhan.
P eyam i Safa ile K em al T ah ir’i k a rşılaştırd ığ ı şu s a tırla r
k ayda d eğ er n iteliktedir:

— Tahlil sahası, tedkik sahası çok geniştir Kemal Tahir’in. Ke­


mal Tahir’de Anadolu vardır, Peyami Safa’da yalnız İstanbul
vardır, İstanbul’un belli bir muhiti vardır. Bu itibarla romanla-

74 HA, a.g.e., (5 Aralık 1976), s. 45


75 "Cemil M eriçle Söyleşi”, Cogito, sy. 32, s. 307-308, Yaz 2002
76 HA, a.g.e., (22 Aralık 1976), s. 63
77 HA, a.g.e., (20 Ocak 1977), s. 92

95
n psikolojiktir. D aha doğrusu ferdin içine, iç dünyasına, iç isti­
datlarına, iç bunalım larına çevrilmiştir. Kemal Tahir’de sosyal
vardır. Türk insanının istid ad an vardır.
Sonra Kemal Tahir'de üçüncü b u u d vardır. Tarih buudu vardır.
Osmanlı vardır. Peyami’de yoktur. Peyam i’de yalnız b ir kesiti
vardır. Kendi hayatını anlatır.
— Peyami’n in ü stünlüğü nereden geliyor?
— Peyami’nin üstünlüğü sadece üslûbudur. Peyami usta b ir ya­
zardır teknik olarak. (...) Peyami’nin rom anları b ir odada, bir
m ahallede geçer; Kemal Tahir’in rom anları bü tü n Türkiye’de
geçer. Mukayese edilirse Peyami belli b ir yerin adam ıdır; çok
d ardır Kemal Tahir’e göre. Kemal Tahir, b ü tü n kepazelikleri,
bütün rezillikleri görm üştür. H apishaneyi, yapılan rezilliği,
Batılılaşm ayı çıplaklığıyla, acılarıyla etinde yaşam ış ve aşağı
yukarı ilk defa olarak Türkiye’de nasıl b ir oyuna geldiğimizi,
nasıl bir açm aza girdiğimizi söylemiştir.78

B ir d e fa s ın d a k e n d is in e K e m â l T a h ir h a k k ın d a o b je k tif fi­
k irle ri s o r u ld u ğ u n d a a ç ık ç a şö y le d iy ec e k tir:

Kemal Tahir hakkında tarafsız olam am . Arkadaşımdı çün­


kü. Severim kendisini. Kemal için yazdığım yazı da b ir
dost sesidir. K em al’in üslûbu yoktur. Belki en büyük zaab
üslûpsuzluk.79

Z a m a n z a m a n "B ü y ü k ro m a n c ı d a n e d e m e k evlâdım !"


tü r ü n d e n te p k ile r g ö ste rm e k su re tiy le b u ifa d e n in k u lla n ıl­
m a s ın a şid d e tle k a rş ı ç ık m ış b ile o lsa, M e riç ’e g ö re, K em al
T a h ir’d e n s o n ra “en b ü y ü k ro m a n c ı" A ttilâ İ lh a n ’dır:

78 “Cemil M eriç’le Söyleşi”, Cogito, sy. 32, s. 307, Yaz 2002


79 HA, a.g.e., (5 A ğustos 1977), s. 239. Kemal Tahir’in vefatı üzerine Cemil Meriç’in
yazdığı yazı için bkz. "Kemal Tahir”, Ortadoğu, 21 N isan 1974. "Kemal
Tahir’i 1936’lard a tan ıd ım . O ndan so n ra pek görüşm edik. 1958’de, Paris’ten
d ön ü şü m d e te k ra r karşılaştık. (...) Tanışırdık am a k itaplarını okum am ıştım
henüz. B ir gün Devlet Anayı aldım elime. B aştan çok sıkıcı geldi. B ıraktım .
Sonra Yorgun Savaşçı, Yedi Çınar Yaylası, Kurt K a n ununu b ir çırpıda
okudum . Sonra Yol Ayrım ım yazdı." [Bkz. HA, a.g.e., (22 Şubat 1977), s. 107]

96
• Attilâ yaşayan en büyük rom ancıdır, Kemal Tahir'den sonra.
Dediğim gibi üslûbu çarpık çu rp u k tu r am a yaşar insan. Söy­
lediklerinde b ir şeyler vardır: düşünce. İyi de görür meseleyi...
• Attilâ İlhan b ir vali çocuğu, artist kardeşidir. Bizdeki Batıcı­
lıktan nefret eder. B ir Peyami değildir am a romancıdır. Şair­
dir de....
• Kemal [Tahir] rom ancıdır, çok da zekîdir. Attilâ İlhan da ro­
m anda iyidir. Ş airdir b ir parça...80

E h , b u k a d a r m ü s b e t d e ğ e rle n d irm e d e n so n ra , n e fsin i ih ­


m a l e tm e si ş â m n a y a k ış m a y a c a ğ ın d a n , şa irle r ve ro m a n c ıla r
silsile sin e d a h il o la m a s a bile, b ir "fikir a d a m ı” o la ra k ü sta d ın
k e n d in e y e r a ç m a m a s ı (h a d i şöyle diyelim : v az iy e tin i tay in e t­
m e m e si) o la c a k şey m id ir?
Aslâ!
H âl böyle o lu n c a , a şa ğ ıd a n ak le d e c e ğ im iz tü rd e n 'te fa h u r'
ifa d e le rin i k u lla n m a y a h a k k e sb e ttiğ in e in a n d ığ ım ız n a d ir
is im le rd e n b iri o lm a sı itib a riy le , şay e t M e riç 'in şu sevim li gu-
ru rla n ış ım , k u ru m la n ış ın ı g ö rm e z lik te n gelseydi, d o ğ ru s u b u
h a sislik , iş b u m o n o g ra fi d e n e m e sin in de ş â m n a y a k ışm a y a ­
caktı:

Türkiye'de iki entellektüel var: Attilâ İlhan ve ben. Başka yok.81

Yıl 2006... N e y azık ki a rtık a ra m ız d a b u iki e n te lek tü e l'


de yok!

80 HA, a.g.e., (21 N isan 1977), s. 154; (9 Aralık 1976), s. 51; (22 Şubat 1977), s. 107
81 HA, a.g.e., (15 N isan 1977), s. 151

97
4
Dörtbin Kahramanda Dörtbin
Kere Yaşamak

anatı "tefekkürün em rinde b ir vasıta”, h a tta "tahas­


S süsle kaynaşan b ir tefekkür" olarak tanım layan Cemil
M eriç’in, kendisini en n ihayet b ir "düşünce adam ı", b ir "m ü­
tefekkir” olarak nitelendirm ek ihtiyacı hissetm esi, genel ola­
rak edebiyata ve edebiyat türlerine, bilhassa ro m an a yönelik
eleştirilerinin zam anla şiddet kazanıp tezatlı y o ru m lar hâlini
alm ası, hiç kuşku yok ki kendi h ayatından, kişisel d ram ınd an
ve bu dram ın yol açtığı şiddetli duygulardan ay n tu tu larak yo­
rum lanam az.
B ir m ünekkid ve m ütercim olarak atılm ıştır yazı hayatına...
Yıllarca b ir hoca olarak ders verm iş, kitap lar içinde geçirm iştir
öm rünü... Çokluk yaşam aya im kân bulam am ış, küçücük yaş­
larından itibaren kıyıcı bulduğu insanların arasın d an m asum
zannettiği dostların, yani kitapların, bilhassa rom anların, ro­
m an k ahram anların ın dünyasına kaçm akta b u lm u ştu r çareyi.
Yetenekleriyle, arzularıyla, hayâlleriyle bizzat sahip olduğu
im kânlar arasındaki derin u çu ru m u n farkında olm asm a kar­
şın Olem p’e tırm an m ak tutkusuyla yanıp tu tu şa n bu adam ,
h er defasında yazgısının önüne çıkardığı engelleri aşmak,
ayaklarından ne zam an ü m it kesse daha yukan, hep d ah a yu-

98
k a n yükselebilm ek u ğ ru n a k an a tla n n ı açm ak zorunda kalm ış,
bu süre içerisinde "acı tespitler", "bir m ahkûm iyet k a ra n n a
benzeyen m üşahedeler" öne sürm ekten kaçınam adığı gibi, za­
m an zam an "isyanlar ve aldanışlar" arasın d a tökezlem ekten
de kurtulam am ıştır. Yolun yazgısıdır bu... K im bilir belki de
y olcunun azığı...

Monografi tenkid, edebiyat tarihi... imzamı taşıyan her yazıda


ben yaşıyorum. Bütün bu neviler kendimi anlatmak için bir
vesile. Bir Balzac’ın, bir İbn Haldun'un, bir Makyavel'in ar­
kasına gizleniyorum, kendimi yaşıyorum onlarda... kendi öf­
kelerimi, kendi ümitlerimi, kendi ümitsizliklerimi. İşlediğim
türe inşam getirdim; yaralı bir çağın insanım...
Bir insanın acı tespitleri, bir mahkûmiyet kararma benzeyen
müşahedeleri, isyanları, aldanışları var. Sanat tefekkürün em­
rinde bir vasıtadır; tahassüsle kaynaşan bir tefekkür...82

Gençtir, heyecanlıdır, iddialıdır; sadece fiilen değil, zihnen


de gurbettedir. B alzac'in ta şrad an Paris'i fethetm eye gelen
tutkulu k a h ra m a n la n gibi... bazen Louis Lambert, Felix, Ras-
tignac, Lucien de Rubem pre, bazen de Vautrin veya Henri de
Marsay gibi o d a İstanbul'u, yani y aşam ın kendisini fethetm ek
arzusuyla kıvranm aktadır; hırçındır, uk alâd ır ve bu yüzden
olsa gerek ki taşradaki gibi yine tek başm adır, yalnızdır.

Ayn bir dil konuşuyordum çağdaşlarımla. Gurbetteydim. Be­


nim vatanım Don Kişot'un İspanyasıydı. Don Kişot'un İspanya­
sı veya Emma Bovary’nin yaşadığı şehir, kasaba. Sonra Balzac
çıktı karşıma. Balzac'da bütün bir asn yaşadım. Zaman zaman
Vautrin oldum, Rastignac oldum. 4000 kahramanda 4000 kere
yaşamak.83

82 CM, "Bir Ankete Cevap", Ortadoğu, 7 Temmuz 1974; "Cemil Meriç’in


Anketimize Cevaplan", Türk Edebiyatı, 111/33, (haz. Turgut Güler), s. 26,
Eylül 1974. Meriç, son paragrafta yer alan itirafım dört yıl sonra metinden
çıkarmıştır. (Bkz. "Son Yaprak", Nesin Vakfı Yılhğı-78, s. 457; Mağaradakiler,
s. 450-451)
83 CM, Jurnal 7/, (14 Ekim 1966), s. 54

99
Ne var ki bu genç adam yalnızlık duy g u su n d an hiç sıynla-
m ayacak, kendisini hep ay n , ay k ın hissedecek; lân et olası Ne­
m esis alüftesi parm ak ların ı gözlerine u za ttık ta n so n ra da bu
yalnızlık duygusu b ir d ah a silinm em ecesine o genç yüreğine
çöküverecektir. Öyle ki gıptayla izlediği o ro m an k ah ram a n la ­
rıyla arasındaki m esafe bazen açılacak, en nihayet, h adi acıla­
rı b ir yana, en büyük gıdası olan hayâl ve tahayyülün kendisi
dahî b ir "zilletler zinciri" hâline dönüşecektir;

Hiçliğini bütün merareti ile hissetmek, dayanılmaz çile. Ama o


bu çileyi ömür boyu çekti. Herkesten farklı olmak, ıstırapların
en güç tahammül edileni. Hayâl onun için bir zilletler zinciri
idi. Kendini okuduğu romanlardan hiçbirinin kahramanına
benzetmiyor. Acılan edebiyata girmeyecek kadar bayağı da
ondan mı?84

Gerçek... Meriç, hep b ir tü rlü ısm am adığı, yaklaşm ak/ya­


kınlaşm aktan kaçındığı k orkutucu b ir 'in' gibi, k aranlık b ir
‘m ağara’ gibi algılayacaktır gerçeği... Ve çaresiz, Alfred Adler’in
Gemeinschaftsgefühl diye adlandırdığı "toplum sallık hissi"nin
uzağında yaşam aktan, d ah a da kötüsü yaratm ak' ile yaşam ak'
arasında bocalam aktan kurtulam ayacak, hiç değilse b ir zarla,
b ir düşeşle tüm yazgısını değiştirem eyeceğini farkettiği anlar­
da, tasalarını b ir ken ara bırak m ak için tüm iradesini seferber
edecektir;

Tann kendini seyretmek için yaratmış dünyayı. Ama bu yet­


memiş, Şeytanı yaratmış. İnsanı yaratmış. Ben, creationun
kendi kendine yeteceğine inanamıyorum. Sanat, başkası için
yaratmak. Bir nevi cihangirlik. Yeni bir ülke fethedeceksin,
ama yalnız kendin için değil. (...) Kendisi için yazmak, ayna­
da suratını seyretmek gibi aptalca bir davranış. Kaldı ki ben
kendimi aynada seyredemiyorum. Belki karanlık bir odada
yalnızlığını unutmak için şarkı söyleyen adamın psikolojisi.
Belki yangından mal kaçırmak arzusu, yok olmamak. Çev-

84 CM, Jurnal I. (2 Şubat 1963), s. 87

100
remdekilerin her yanlış adımı göğsümü çiğniyor. Madem ki
bir düşeş kaderi değiştirmiyor, hayatı müselsel işkence haline
getirmek, tasalanmak niye?85

G erçek ile hayâl arasın d ak i ince çizginin ü zerinde yü rü m e­


ye çalışan, yü zü n ü bazen gerçeklerin, bazen hayâllerin dünya­
sına çeviren M eriç için gerçek', ister istem ez hep 'silik' kalır:

[Bu kadınların] hepsi de bir rüyadaki şekillere benziyor. Kötü


çekilmiş resimler gibi, içimize dolmuyor. Belki gerçeği akset­
tirdikleri için... Ama gerçek silik. Romanda hep Rastignac'lar,
Julien Soreller, RaskolnikoPlar görmeye alıştığımız için yadır­
gıyoruz bu tipleri.86

H em de öylesine silik ki gerçeğin kendisi, ro m an k ah ra­


m an ları k ad ar bile iz bırakm az M eriç'in hafızasında...

Hayatına giren ikinci kadın Emine. Onu okuduğu romanlar­


dan herhangi birinin kahramanı kadar bile hatırlamıyor.87

M eriç'in tasavvurunda gerçekle hayâl, yaşam ak la yarat­


m ak arasındaki ince çizgi bazen o denli belirsizleşir, o denli
silinir ki gerçeğe her tem as edişinde hem en hayâllerin dünya­
sına sıçrar, böylelikle nezdinde, gerçeğin yaşanm ası ile yazıl­
m ası arasındaki fark bir çırpıda yok oluverir. Gerçek ile hayâl
arasındaki sınırların, bazen nasıl da kolaylıkla m uhayyilesin­
den siliniverdiğini görm ek için, M eriç'in Rebia H anım 'a yazdı­
ğı m ektupları gözden geçirm ekte fayda var:

Harikulâde bir romanı beraber yazabiliriz. Yazabilmek ne ke­


lime! Yaşayabiliriz. Roman başladı mı? Bir dakika kendin ol.
Bir dakika cemiyetten sıynl, ezberlediklerini unut. Bırak var­
lığını. Bir rüyaya bırakır gibi bırak.88

85 CM, a.g.e., (9 Eylül 1963), s. 240-241


86 CM, a.g.e., (6 Şubat 1963), s. 93
87 CM, a.g.e., (7 Şubat 1963), s. 94
88 CM, a.g.e., (11 Nisan 1964), s. 331

101
Yazılm ası kolay, y aşan m ası d a h a z o rd u r bu ro m an ın ...
L âkin b ir p ü rü z m ü çıktı, b ir şeyler ters m i gitm eye başladı,
Cemil M eriç için bu, gerçeğin rom an hâline gelem em esi de­
m ektir. D ikkat edilm eli: b u ra d a ro m a n ın gerçek olm asın d an,
gerçekleşm esinden değil, gerçeğin rom an olm asın d an , rom an
hâline gelm esinden söz edilm ekte...

Beni bu ıstıraplı rüyadan çabuk uyandırdığın için teşekkür


ederim. Her ameliyat yaralar. Bilmem seni de yaraladım mı?
Hiç olmazsa kınlan gururun birlikte yaşadığımızı hatırlatır
sana. Birlikte yaşadığımız saatler mi? Biz birlikte yaşadık mı?
Ne zaman yanımdaydın? Bu bir roman olabilirdi my darling.
Beceremedik.89

B u bir rom an olabilirdi; yani gerçek, b ir ro m an a, b ir hayâle


dönüşebilirdi, am a dönüşem edi.
H ayâllerini gerçekleştirm ekte güçlükler yaşayan, h a tta b a ­
şarısız olan herkes gibi M eriç de yaşadığı gerçekliği, b u sefer
L âm ia H anım 'la b ir hayâl hâline d ö n ü ştü rm ek , hiç değilse bu
yeni aşkını b ir ro m an gibi yaşam ak ister; "rom an gibi" de söz
m ü, bizatihi rom anlaştırm ak ister:

Zaman sevgimizi hergün daha çok arttırıyor. Yangın gibi git­


tikçe büyüyen bir his bu. Bütün hayatımızın mânâsı. Seven,
endişe eder. Ama bu kötü düşünceleri kafandan at ve keli-
meleştirme. Romanımızı itinayla, aşkla, sabırla işleyelim.90

Artık L âm ia H anım sayesinde n isbeten yaşam m /yaşam a-


nm tadım alm aya başlam ış olan Meriç, sevdiği kad ın a yaptığı
şu açıklam alarda sanki kendinden bah sed er gibi değil m idir?

Balzac yaşarken fethetti ebediyeti. Ama ne pahasına?.. Bin


yıl yaşamak için yaratılmış bir Titan uzviyeti, 50 kitapta 4000

89 CM, a.g.e., (23 Mayıs 1964), s. 349


90 CM, Jurnal II. (7 Mart 1967), s. 150

102
kahraman oldu. Ve Balzac yaşamadan öldü. Başkalarını ya­
şatmak için öldü. Başkalarında yaşamak için öldü.91

Y aşayam adığı için y aratan , y aratm ak zo ru n d a kalan ve


b aşk aların d a yaşam ak, b aşk aların ı y aşatm ak için ölen Bal­
zac, h em hayâl, hem fikir d ü n y asın ın rakipsiz, em salsiz, bi­
ricik su ltan ı olm uş; üniversite y ıllarından itibaren genç adam
âdeta Balzac'la, B alzac’m k ah ram an larıy la nefes alıp verm iş­
tir. Bu bak ım d an d ö rtb in k ah ra m a n d a d ö rtb in kere yaşadığını
söylerken m übalağa ettiği sanılm am alıdır.

Genç yaşımda talebe iken Balzac’a bağlandım. Bütün Batı


düşüncesini, edebiyat dünyasını Balzac’la tanımıştım. Bal­
zac üzerinde tesir eden adamlar kimlerdir? Balzac kimleri
okudu? Balzac’m tesir ettiği dünya hangi dünyadır? Balzac’m
ifade ettiği dünya nasıl bir dünyadır? Şimdi bu adama duy­
duğum muhabbet, bütün hadiseleri âdeta Balzac’m ince ru­
hunu görmeye beni sürükledi- ve aşkla tedkik ettim ve gayet
iyi sınıflandırdım. Yani son derecede muhkemdir maluma­
tım. Meselâ bütün Batı tenkitçilerini tanırken, Balzac hak-
kmdaki davranışlarına bakarak tanıdım. Edebiyat tarihçile­
rini de öyle. Balzac hakkında ne söylediler, neler yazdılar,
ne düşündüler, Balzac’ı nasıl anladılar, kabul edebildiler mi,
vs.92

K ısacası: Balzac i anlam ak için b ü tü n Fransız tarihini bil­


m ek lâzım ...93
O rtaokul ve Lise yıllarında Hugo'ya âşık olan, Üniversi­
te’deyse Balzac’a tu tu la n genç M eriç’in bu Fransız rom ancı
h akkında giriştiği yayım faaliyetinden h ab erd ar olm adık­
ça, yukarıdaki açıklam aların işaret ettiği ilgi ve yoğunluğu
lâyıkıyla tak d ir etm ek h e r h alde pek güç olacaktır. D aha son­

91 CM, a.g.e., (14 Ekim 1966), s. 55


92 CM, Sosyoloji Notlan ve Konferanstan, s. 388-389
93 HA, a.g.e., (10 Şubat 1978), s. 297

103
ra tafsilâtıyla ele alacak olm am ıza rağm en, b ir fikir verm esi
am acıyla, şim diden, 1941-1946 yıllarına ilişkin kısa b ir liste
su n m ak ta fayda m ü lâh aza ediyoruz:

Ekim 1941: Balzac hakkında bir inceleme yazısı: Honoré de


Balzac.
Haziran 1942: Balzac’tan çevrilen Vadideki Zambak hakkında
eleştiri yazısı.
Ekim-Kasım 1942: Balzac’tan çevrilen Köy Hekimi hakkında
eleştiri yazısı.
Aralık 1942: Balzac hakkında bir tedkik ile Balzac’tan ilk ter­
cüme: Altın Gözlü Kız-
Temmuz 1945: Balzac’tan yayımlanan ikinci çeviri: Onüçlerin
Romanı: Ferragus.
Ekim 1945: Balzac’tan yayımlanan üçüncü çeviri: Otuzundaki
Kadın.
Nisan 1946: Balzac’tan çevrilen César Birotteau hakkında eleş­
tiri yazısı.
Temmuz-Ağustos 1946: Balzac’tan yayımlanan dördüncü çe­
viri: Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti.

Şayet y ayınevlerin d e k ay b o lm a m ış o lsaydı, b u g ü n b u ya­


yım listesin d e B a lz ac ’ta n iki ro m a n ın çevirisi d a h a y er a la ­
caktı:

1945: Düşes de Langeais


1946: Balıkçı Kız/Bekâr Evi

B u liste so n ra k i y ılla rd a d eğ in ilerle zen g in leşecek , çeviri­


lerin veya te d k ik lerin y erin i b u sefer m u h te lif d e n e m e le r a la­
caktır. F a k a t g en ç a d a m ın g ö n lü n d e k i B alzac a te şi h iç sö n ­
m eyecek ve b ir y a n d a n Beşerî K o m ed ya yı ta v a f ed e rk en , diğ er
y a n d a n d a d o sy a la n k a b a rd ık ç a k a b a ra c a k tır:

104
Her Mayıs Balzacla beraber doğanm. Balzac benim ilk aş­
kım. Düşünce dünyasına onunla girdim. Dante için Vergilius
ne idi bilmiyorum. Yan yolda bırakan bir kılavuz. Balzac'la
başladım yazı hayatına, Zweig gibi...
Balzac'm altı romanını çevirdim. Balzac için hayatımın ka­
lan yıllarını rahatça harcayabilirim. Zweig ömür boyu yaşadı
Balzac'ı ve eserini tamamlayamadan öldü...
Yıllardır yazmak istediğim bir Balzac var; belki de hiçbir za­
man gerçekleşmeyecek bir rüya bu. Kitap üç bölümü kuşata­
cak: 1. Balzac’ı Yaratan Dünya, 2. Balzac'm Yarattığı Dünya
3. Dünyada Balzac.
İnsanlığın Komedyasını 30 yıldan beri tavaf etmekteyim. Dos­
yam, dosyalarım kabardıkça kabarmış.94

Balzac için hayatım ın kalan yıllarını rahatça harcayabili­


rim...
Cemil M eriç’in Ağustos 1969’da, yani 52 yaşındayken sar-
fettiği bu sözün anlam ını kavrayabilm ek için, yukarıdaki lis­
tenin oluşm asını m üm kü n kılan çab aların ı hesaba katm ak ve
kendisinin 'ro m an ' hakkm daki eleştirilerinin d ışarıd a bırak­
tığı yegâne ism in ‘B alzac’ o ld uğunu h atırd a tu tm ak gerekir.
K em âlden so n ra zevalin gelm em esi m ü m k ü n m ü?
Aslâ!
Bu nedenle ve ısrarla "rom an ölm ektedir ve ölecektir"
d er M eriç. Ç ünkü ona göre ro m an ın zirvesi, h atta kemâli
Balzac’tır.
Bu yargısını ö m ü r boyu değiştirm eyecek olan m ünekkidi­
miz, hayranı olduğu Balzac'a aslan payını ayırm asının sebep­
lerini şöyle açıklar:

Peki Balzac'a aslan payı ayırmak niye? Şunun için: İnsanlık


Komedyası çeşitli çağlarda, çeşitli ülkelerde yüzlerce yazann

94 CM, “Fildişi Kule'den", Hisar, DC/68, s. 4-6, Ağustos 1969; krş. Bu Ülke, s.
138-140, İstanbul 1974

105
parça parça incelediği insan ve toplum u bütün ihtişam ve se­
faletiyle edebiyat dünyasına aktaran ilk eserdir. Yani Balzac’m
rom anı bir terkiptir. Marx nasıl Fransız sosyalizmini, İngiliz
iktisadını ve Alman felsefesini yoğurarak insanlığa sunm uşsa,
Balzac da dünya rom anının bütün araştırm alarından, bütün
başan ve başarısızlıklarından yararlanarak bir edebiyat tü­
rüne son biçimini vermiştir. Balzac’ın şu veya bu rom anını,
Stendhal veya Dosto’nun şu veya bu hikâyesiyle karşılaştırmak
haksızlık olur. Çünkü onun bütün rom an ve hikâyeleri tek bü­
yük kitabın bölümleridir. Bu heybetli âbide karşısında kırk
yıl önce duyduğumuz büyük hayranlığı bugün de duyuyoruz.
Bize göre XX. yüzyıl onun sınırlarını çizmiş olduğu rom an
dünyasına büyük bir şey eklememiştir.95

M eriç’in ro m a n 'ın yazg ısıy la ilgili o lu m su z d e ğ e rle n d ir­


m e le rin in a rk a s ın d a , d ik k a t ed ilecek o lu rsa , h e p B a lz a c ’m b ir
d a h a a şılam ay acağ ı in a n c ı gizlidir:

Esasen André Gide haklı. Roman devrini tamamlamıştır.


Romanın kuşatacağı meseleleri ilim ler ele alm ıştır zaten.
Balzac’tan sonra artık rom ancı gelm emiştir ve gelmez de.96

B azen b u k a d a r sa d e a ç ık la m a la r y a p m a k la k alm ay acak ,


y a rg ıların ı b ilim sel (!) delillerle d estek lem ey e d e çalışa c ak tır:

Sanatta zirve aşılamaz. Nev’i değiştirirsen olur. Rom anda zir­


ve Balzac, Dostoyevski, Tolstoy. Klâsik edebiyatımızda Fuzûlî,
Bâkî, Şeyh Galib var; mimaride Süleymaniye. O tarzda daha
ileri gitmek müm kün değil. Her sanatın çıraklık devri şart.
Mâzide böyle olmuş. Örneği yoksa, en son örneğine damgayı
basacaksınız. En büyük canlı balinadır, o da 21 metre. En kü­
çük canlı virüstür, milimetrenin milyonda biri. Canlı büyüse

95 CM, Rom anın Rom anı, "Kırk Ambar”, s. 74. "Dünyada iki dev rom ancı var:
Biri Balzac, öteki Dostoyevski. B ir Rus rom anı var Dostoyevski sayesinde.
Bütün dünyâya tesir etmiştir. Tolstoy da büyüktür, in k âr edilem ez o da.” (HA,
a.g.e., s. 107)
96 HA, a.g.e., (11 Temmuz 1977), s. 197

106
büyüse 21 metreyi aşamaz, m ilim etrenin milyonda birinden
daha küçük olamaz. Sanatta son kemâl noktası vardır. Sanat
bu kemâlle son bulacaktır.97

F ra n s ız e d e b iy a t ta rih ç isi B ru n e tie re ’in dediği gibi:


"M oli^re’d e n ö n ce F ra n s ız k o m ed isi, S h ak e sp e a re 'd e n önce
İn g iliz d ra m ı n e ise, B a lz a c'ta n ö n ce d ü n y a ro m a n ı d a o. Bal-
zac, ro m a n c ıla rın y aln ız e n b ü y ü ğ ü , en v erim lisi, en çeşitlisi
değil, ro m a n ın ta kendisid ir."
M eriç, hiç te re d d ü t e tm e d e n b u s a tırla rın a ltın a im zasın ı
a ta r ve g eçen y ılla r içe risin d e re h b e rin e o la n h ay ra n lık ve sa ­
d a k a ti a z a lm a k şöyle d u rs u n , a rttık ç a artar.

Realizmin hakikatte en büyük temsilcisi Balzac’tır. Balzac’ta


tipler var, um um î yok. Balzac'm tipleri hep üst seviyede.
Balzac’ta üslûb endişesi yoktur. Hem hayâl, hem gerçek aynı
rom anda yer alır. K ahram anlarının hepsi insanüstüdür. Ben
1942'de yazdım. Balzac XIX. asn, cemiyetin bütününü, bütün
olarak vermeğe çalışır. Romanları bir millet meclisidir. Dok­
torlardan, fahişelerden, kürek mahkûm larından birer ikişer
temsilci. Onun için kahram anları yoğunlaştırılmıştır ve tem­
sil kabiliyetleri de buradan gelir. Onun için olağanüstü hürri­
yetler kazanır, kahram anlaşır âdeta.98

1936'da ta n ıştığ ı y ak ın d o stu K erim S ad i, y ıllar so n ra yaz­


dığı b ir k asidede Cem il M eriç'in B alzac tu tk u su n u şu m ısralar­
la tasv ir edecektir:

Ne güzel de çalıyor, dinletiyor her telden


Polemikte yakalar hasmını, derhal belden
Deprem olsa yine Balzac'ı bırakmaz elden
Elhak allâmedir Hazret, okutur ordineri."

97 HA, a.g.e., (10 Kasım 1976), s. 19


98 HA, a.g.e., (27 Temmuz 1977), s. 209
99 K erim Sadi, "Kasîde-i Cemil", Cemil Meriç, (haz. M urat Yılmaz), s. 205,
Ankara, 2006; krş. HA, a.g.e., (31 M art 1977), s. 147

107
Deprem olsa yine Balzac’t bırakm az elden...
H akikaten, d ep rem olsa d a M eriç,B alzac'ı elinden hiç b ı­
rakm am ış ve h e r fırsatta, h e r vesileyle b u F ran sız ro m a n c ı­
ya atıfta b u lu n m a k tan , sözü ne yapıp edip o n a g etirm ekten
vazgeçm em iştir. M eselâ k o n u şu lan m evzü B atı d ü şü n cesi mi,
pan teizm gibi çetrefilli felsefî b ir m esele m i, M eriç'in a tıf ya­
pacağı ilk isim B alzac olacaktır:

CM: Batı düşünce tarzında çokluğun sebebi: bağlayıcı hü­


kümler yok, vahiy yok. Avrupa’nın son varabildiği panteizm­
dir.
HA: Bir mânâda İslâm’da da panteizm var. Batılılann da var­
dıkları son merhale bu. Her iki medeniyetin tesir ettiği in­
sanlar ise farklı olmuşlar. Bu neden?
CM: Balzac'a göre canlı tektir. Her iklimde ve her ülkede fark­
lı şekiller alır sadece. Vahdette kesret bu. Düşünce, iklimi­
ne göre şekil alır. Milletleri yapan bir parça da coğrafyadır;
maddî ve manevî iklim.100

Sevdiği kad ın a m ek tu p yazdığında ayrılıktan veya kendi­


sinden uzak ta ölm ekten m i korkuyor, aklına gelen ilk isim
yine Balzac olacaktır:

İki gün önce korkunç bir sinir buhranı geçirdim. Şimdi iyi­
yim. Ölmekten değil, senden uzakta ölmekten korkuyorum.
Balzac'la Molière aşağı yukarı bu yaşta öldüler. Yeni yılın iki­
miz için de uğurlu olmasını dilerim.101

Sarhoş olup olm am ak tan m ı bahsedecek, aklında yine Bal­


zac vardır:

Mathieu sarhoş olmazdı. Balzac da sarhoş olmazmış. Mari­


fet mi? Fren fren fren.. Ağaç kadar hür olamamak. Düşünen

100 HA, a.g.e., (19 Ocak 1978), s. 281


101 CM, Jurnal II, (12 Aralık 1966), s. 122

108
için cemiyet bir cangıl. Düşünen, bir ip cambazı; uçurumun
üstünde perende atan bir cambaz. Düşünen, motosikletiyle
bir ölüm turuna çıkan maceracı. Kendini kaybetmeye gelmez.
Yıllar ve yıllar var ki şuurum frenden ibaret. Ne zaman yaşa­
dım? Ne zaman yaşayacağım?102

O k u n m ad ığ ın d an m ı, k a d r u kıym etin in b ilinm ediğinden


m i şikâyet edecek, to p lu m u n fikir ve sa n a t ad am ların a ilgi­
sizliğinden m i yakınacak, vereceği ilk örn ek yine Balzac veya
B alzac’m eserleri olacaktır:

Asırları kutulara doldurmak; tannları, peygamberleri işpor­


tada satışa çıkarmak. Dehanın tuğla kadar değeri yok. Fazi­
leti bakkal terazisinde ölçen bir cemiyetin ikibuçuk liraya
satılan bir Balzac'a göstereceği itibar, ikibuçuk liralık her­
hangi bir metâa göstereceği itibardan farksızdır.103

Peki ticaret hayatı, dünyevî m eşgaleler? Öyle ya, acaba


B alzac bu d u ru m lard a nasıl b ir tav ır alm ış, ne yapm ış, başına
neler gelm iş? H atırlanacak isim lerden ilki yine Balzac’tır.

Balzac ticaret hayatında en sarsak bakkal çırağı kadar başan


gösteremedi. Benim dünyam minnacık bir dünya. Minnacık
veya sonsuz. Kavgadan kaçtım; kavgadan, yani kör dövüşün­
den. (...) Camoens isteyerek gitti Hint'e. Cervantes isteyerek
dövüştü. Balzac'ı kimse zorlamıyordu tüccarlığa. Ama üçü
de yenildiler. Yenmek pek umurlarında değildi. Oynuyorlar­
dı.104

M eriç, "m utlak peşin d e koşan" şâ ir b ir arkadaşını ve


onun güzel m ısraların ı d üşünecek de h a tırın a B alzac’m bir
hikâyesi gelm eyecek! B akınız, işte b u m ü m k ü n değildir:

102 CM, Jurnal /, (27 Mart 1963), s. 150


103 CM, a.g.e., (8 Eylül 1963), s. 229
104 CM, a.g.e., (3 Kasım 1965), s. 398-399; krş. "Fildişi Kule’den", Hisar, VIII/60,
s. 16, Aralık 1968

109
Celâl’i [Sılay] düşündükçe, Balzac’m bir hikâyesini ha­
tırlarım: Bilinmeyen Şaheser. Bilinmeyen Şaheser bir ressa­
mın trajedisidir, mutlak peşinde koşan bir ressamın. Bir
portre üzerinde aylarca çalışan sanatkâr eserini boyuna dü­
zeltir. Bu titiz, bu hummalı çalışmaların sonunda bir boya
yığını kalır tuvalde. Yalnız bu tashihlerden nasılsa kurtulan
bir el, ressamın bütün ustalığım, bütün sanatını, bütün de­
hasını ifşa eder seyircilere. Celâl’in son şiirlerinde de bu 'el’i
hatırlatan güzel m ısralar var; ciltlere sığmayacak düşüncele­
ri üç beş kelimeye hapseden kristal mısralar.105

S adece B alzac m ı?
H ayır! C em il M eriç için B alzac dem ek, aynı z am a n d a
B alzac’m ro m a n la rın d a k i k a h ra m a n la r dem ektir. Bu n e­
denle kendisini B alzac’la ö zd eşleştirem ed iğ in d e, h em en
B alzac’m k ah ra m a n la rın ı h a tırla r ve çokluk pek yardım sız
da kalm az. R o m an cı “suya eğilen a d a m ” değil m id ir zaten?
O rada kendi gölgesiyle k a rşılaşm asın d a n d a h a tab ii ne o la­
bilir? Beşerî K om edyanın b ü tü n şa h ısla n B alzac’tır; çoğalan,
değişen, b aşk a şa rtla r içinde k o n u şa n B alzac... Goriot Baba
da odur, R astignac da, Vautrin d e...106
O halde M eriç de b azen L ucien veya R astig n ac olur, b a ­
zen V autrin...

Kahramanlar, rüyalanmızı yaşadıkları ölçüde enteresandır­


lar. İç ve dış dünyamıza ışık serpmeyen kitaptan bize ne?
O ay-nada görmek istediğimiz kendimiziz. İmkân olarak,
ümit olarak, korku olarak kendimiz. Yani virtüel benliğimiz.
Saçlı sakallı Flaubert Mme Bovary'de tecelli edebiliyor. Vaut­
rin Balzac’m, Julien Sorel Stendhal’m enkarnasyonlarından
biri. O halde birbirine benzemez görünen birçok kahraman­

105 CM, "Dostum Celal Sılay”, Ortadoğu, 22 Eylül 1974; Bu Ülke, s. 69, İstanbul,
1976 (3. bas.)
106 CM, Jurnal I, (8 Kasım 1963), s. 267

110
da neden kendimizi görmeyelim? Başka bir coğrafyada, baş­
ka bir zaman parçasında nasıl bir hüviyete bürünecektik?..107

Beşerî K om edyanın akla gelebilecek b ü tü n k ah ram an lan ,


yani Louis L am bert, Felix, R astignac, H enri de Marsay, Lucien
de R ubem pré, V autrin... Cemil M eriç'in Paris'e ilgisi, sevdası,
aşkı da bu k a h ra m a n la n n aşkından farksızdır:

Ben göremedim Paris’i. Senelerce aynı odada yaşadık. Biliyor


ki şeydâ bir âşıkıyım, Comédie humainein kahramanlan gibi.108

H âl böyle olunca, Cemil M eriç, Lord Dudley'in züppe oğlu


H enri de M arsay'in P aquita'sm a kavuşm ak için P aris’te gözle­
ri bağlı dolaştırılm ış olm asını dü şü n m ed en edemez:

• Altın Gözlü Kızda [Henri de] Marsay'in gözlerini bağlarlar, ara­


ba birtakım yollardan geçer, nihayet gözleri çözülür. Paris’te
hep o ümit içinde yaşadım, gözlerimi örten bağ çözülecek ve
ben...109
• Uyanıkken rüya görüyorsunuz. Kâh eski bir hatıra, meçhul bir
köşeden kanatlanan esrarengiz bir kuş gibi uçuveriyor şuuru­
nuzda; kâh çiğ ve ıstırap verici bir ihsas dikkatinizi bir isme,
bir kitaba, bir olaya çevriliyor; kâh ölüler arasmdasıruz. Altın
Gözlü Kızdaki [Henri] de Marsay gibi uçsuz bucaksız bir şe­
hirde gözleriniz kapalı dolaştırılıyorsunuz. Topografya yaban­
cınız değil. Bu sokaklardan geçmiştiniz. Ne zaman?110

H er şeye rağm en yine de Rastignac...

Orası sahiden Paris miydi? Yağmur çiseliyordu, okşayan bir


yağmur; Rastignac’m alnını serinleten damlacıklar.

107 CM, a.g.e., (7 Şubat 1963), s. 98-99. "Montaigne elinde bir kitapla resim
çektiren adam. İnsanlık Komedyasının tek kahramanı: Balzac. Mme Bovary,
Flaubert’in kendisi.” (CM, "Fildişi Kule'den”, Hisar. VIII/58, s. 12, Ekim
1968)
108 CM, a.g.e., (8 Ekim 1963), s. 256
109 CM, a.g.e., (8 Ekim 1963), s. 256
110 CM, Jurnal II, (12 Temmuz 1981), s. 297

111
Ve sonra: Düşes de Langeais...
1945'te Türkçe'ye çevirdiği hâlde yayınevinde kaybolduğu
için neşredilem eyen ro m a n a adını veren ü n lü kad ın k a h ra ­
m an -kaderin cilvesine bakınız ki- on yıl so n ra P aris’te Quinze-
Vingts H astahanesi’n d e k arşısın a çıkacak ve Cemil M eriç, sev­
dalısı olduğu bu k ad ın a şöyle seslenm ekten k endini alam ay a­
caktır: “Zavallı D üşes de Langeais! B alzac seni b en im k a d ar
sevebilm iş m idir?”

Ve bir gece org sesleriyle uyandı. Düşes de Langeais’yi hatır­


ladı. Sahillerini dalgaların dövdüğü bir İspanyol manastırın­
da hicranlarını çiçek çiçek, yıldız yıldız, yıldızlara, çiçeklere
ve insanlara yollayan Düşes de Langeais... Quinze-Vingts
Hastahanesi’nde körler konser veriyorlardı... Ve o yatağına
çiviliydi... Yaşayan bir iskelet, acılarıyla yaşayan. Beste, yani
ses üniversaldir. Sen kanatsızsın, sesin yok! Ne orgu konuş­
turabilirsin, ne kemanı. Körler org çalıyorlardı. Kapılar açılı­
yordu önünde ve şehirler beyaz katedralleriyle yelkenliler gibi
süzülüyordu. Ve rahibeler kimi beyaz giyinmişti, kimi siyah,
ağlıyorlardı. Zavallı Düşes de Langeais, Balzac seni benim ka­
dar sevebilmiş midir?111

B ir ilim ve fikir adam ı hakikatin peşinde koşarken b irta ­


kım ailevî so ru n lar yaşıyorsa, örnek hazırdır; zira m uhakkak
Balzac, ro m an ların d an b irin d e bu konuyu ele alm ıştır:

[La] Recherche de l’Absolude hayatını kocasına vakfeden ka­


dın nihayet isyan eder, “sen evlenmemeliydin” der: “Siz gö­
nüllerini bir ideale verenler ne koca olabilirsiniz, ne baba.”112

Cimrilik, hasislik, cöm ertlik mi sözkonusu, B alzac’m ünlü


k ah ram an ların d an Tefeci Gobseck (Jean-E sther Van Gobseck)
ne güne duruyor, M eriç, b u tipi h atırlam ak ta hiç am a hiç zor­
lanm az:

111 CM, "Quinze-Vingts Geceleri I", Yeni İnsan, VI/69, s. 14-15, Eylül 1968
112 CM, Jurnal 1, (23 M ayıs 963), s. 176

112
• Cömertliğinin arkasında bir Gobseck hesabîliği sırıtıyor, yatı­
rım yapıyorsun kendine göre, küçük zavallı bir tefeci hastalı­
ğı."3
• Gobseck'i düşünün, hudutsuz bir kudretin verdiği erişilmez
istiğna. İstese bütün vicdanları satın alabilir, Paris’in bütün
kadınlarına öptürebilir buruşuk ellerini, gazetecileri emr-i
yevmilerini neşre memur edebilir. Yapmıyor.114

İşte böylece B alzac'da b ü tü n b ir a s n y aşar M eriç ve h e r


yıl, h e r M ayıs B alzacla b e ra b e r doğar; hem de d ö rtb in k a h ra ­
m an d a d ö rtb in kere...

113 CM, a.g.e., (29 Temmuz 1963), s. 203-204


114 CM, a.g.e., (8 Eylül 1963), s. 229

113
5
Yolumuzu Aydınlatan Hırsız Feneri

em il M eriç’in B alzac'a olan ilgi ve d ü şk ü n lü ğ ü n ü n


C şahsî ve edebî nedenleri b u lu n d u ğ u kadar, hiç kuşku­
suz ki fikrî (ideolojik) nedenleri de vardır. N itekim kendisi de
b ir vesileyle bu hu su sa dikkat çekm iştir:

Düşünce cangılmda yolumuzu aydınlatan hırsız feneri: sem­


patilerimiz. Her çağda zekânın, karşısında yüzgeri ettiği Her-
kül sütunları var. Bu, kâh dinî bir inanç, kâh felsefi bir akide,
kâh bütün bir dünya görüşü. Marx, Hind veya îbn Haldun."5

M eriç kendisine karşı hep d ü rü st davranm ış, farkedebildi-


ği ölçüde, -doğru veya yanlış- yürüyüşünü etkileyen nedenleri
açıklıkla ve içtenlikle serim lem ekten hiç kaçınm am ıştır. Bu
bakım dan bazı ipuçlarını ihm al etm eden M eriç’in Balzac’a aş­
kının fikrî kaynaklarına d air b ir iki noktaya dikkat çekmeye
çalışacağız.
1943’te M eriç’in Alîm Gözlü Kız tercüm esi hakkında ilk de­
ğerlendirm e yazısını yazm ış olan M ansur Tçkin -m ütercim in
Balzac’a olan büyük sevgisini açıklam ak am acıyla- gayet ilginç
b ir yorum yapar:

115 CM, a.g.e., (20 H aziran 1963), s. 187

114
Umumiyetle sosyal meselelerle alâkadar olan mütefekkirler
Balzac’ı tetebbuya şayan bulurlar. (...) 19’uncu asrın başından
ortasına kadar Fransız İçtimaî hayatım tanımak için, Balzac,
sosyologlara zengin materyal vermektedir. Mütercimin de
Balzac a olan büyük sevgisi bundan doğmuş olsa gerektir.116

25 yaşındaki genç M eriç’in B alzac’a olan büyük sevgisinin,


bundan, yani "bu Fransız ro m an cın ın sosyologlara zengin
m ateryal verm iş o lm asın d a n ” kaynaklanabileceği ihtim ali ilk
bakışta biraz garip ve tu h a f g ö rü n m ü y o r m u?
Öyle ya, M eriç, bu y o ru m u n yapıldığı günlerde, en n ih a­
yet, iki yıllık Yabancı D iller Yüksek O k u lu n d an m ezun olm uş
ve E lazığ’da öğretm en olarak vazifeye başlam ış b ir "Fransız
edebiyatı tarihi a m a tö rü ”dür. Dolayısıyla "sosyal m eseleler­
le alâk a d ar olan m ütefekkirlerin tetebbuya şayan buldukları
Balzac" ile genç M eriç arasın d a M ansur Tekin acaba ne gibi
b ir alâkâ bulm uş olm alı ki bilhassa böyle b ir ihtim alin altını
çiziyor?
B u sorunun cevabını alabilm ek için biraz hızlı ilerleyecek
ve Cemil M eriç'in 12 M art 1969 tarihli sosyoloji dersinde sar-
fettiği şu ifadelere atf-ı n az a r eyleyeceğiz:

Balzac sınıflar sosyolojisinin, sosyal-psikolojinin yaratıcısıdır.


Buna rağmen kralcıdır ve Katolik kilisesinin hayranıdır. En-
gels "Geçmişteki, bugünkü ve gelecekteki Zola’lann hepsin­
den büyük olan Balzac" der. Marx’m da sevdiği tek romancı
Balzac’tır.117

Engels gibi M arx’ın da sevdiği tek romancı Balzac...


Tam da bu rad a Cemil M eriç’in Alman şair H einrich
H eine’ya olan ilgisinin de aynı sebepten kaynaklandığını ha­
tırlayalım :

116 M ansur Tekin, "Balzac (Honoré de): Altın Gözlü Kız”, Ayın Bibliyografyası,
sn. 2, sy. 14, s. 5-6, Şubat 1943
117 CM, Sosyoloji Notlan ve Konferanslar, s. 231

115
Şairi çok m u seviyordum? Yoo... Tanımıyordum ki. (...) Heine
dikkatimi çekmişti, çünkü Marx’m en beğendiği şairdi.

M a rx’in en beğendiği şairdi...


25 y a şın d a k i g en ç M e riç için , M arx ve E n g e ls'in ö n e m s e ­
d ik le rin i ö n e m s e m e k te n , b e ğ e n d ik le rin i b e ğ e n m e k te n d a h a
ta b ii n e o la b ilird i? N ite k im ay n ı d e rs te so sy o lo ji h o c a sı Ce­
m il M eriç, ö ğ re n c ile rin e şu a ç ık la m a la rı y a p m a k ta n k a ç ın ­
m az:

[Balzac] anarşiye düşmandır, sosyalizm veya komünizme de­


ğil, (Dante, Machiavelli, Hobbes gibi). İstikbalin komünizme
gebe olduğunu gören adamdır. Proletaryayı görür.

14 K asım 1963’te ise şöyle d iyecektir:

Engels’in Balzac’tan bahsederken "gelmiş geçmiş ve gelecek


Zola’lardan daha büyük bir realist olan Balzac” dediğini ha­
tırlıyorum. Bir vakitler bu hükm ü yadırgamıştım. Şimdi be­
nim siyorum .118

1 N isan 1979’d a M arx ’m y a n ısıra iki fark lı isim zikreder:


Balzac ve İb n H ald u n ... B iri "F ra n sa ’d a y etişen tek b ü y ü k so s­
yolog” (!), diğeriy se İslâ m d ü n y a sın d a ...

N ordau da birçok meslekdaşlan gibi mistisizmi akıl hastalığı


sayıyordu. Nordau kim? Adını bilen bin kişi ya var ya yok. (...)
Mukaddeslerin abes olduğunu nasıl iddia edebilirsin? Teklif
edebileceğin hiçbir değer yok. İbn Haldun, Balzac, Marx... te­
zatlar içinde çırpman birer divane.119

Sosyoloji: to p lu m u n bilgisi, to p lu m b ilim ; yan i b e n ’in değil,


b iz’in bilgisi... B e n ’i, b e n ’in bilg isin i o y ıllard a e lin in tersiyle
iten genç M eriç’in B alzac’a, Z ola’ya, H ein e ’ya ilgisi, tab ia tıy la
ideolojik b ir ilgidir; to p lu m a , to p lu m sa l sın ıflara alâk a sı, ka-

118 CM, J u rn a li, (14 Kasım 1963), s. 269


119 CM, a.g.e. , (1 Nisan 1979), s. 239

116
ç m ılm a z o la ra k b u alâk a y ı g ü ç le n d ire n y a z a rla rı d a k u cak la r;
b u n a m u k a b il b u alâk ay ı z a y ıflatacak h e r isim d e n ise şid d etle
kaçınır. N itek im 1973'te B a lz a c’ı İb n H a ld u n ’la e şle ştirm e si de
ay n ı se b e p te n d ir:

İnsan düşüncesinin iki büyük zirvesi var: biri tarihi yarattı,


öteki romanı. Mağlûbdular. Bütünü kucaklamak istiyorlardı;
bütünü yani sonsuzu. İbn Haldun, çağlan aydınlatan bir fecir;
girdaplan, m ağaralan, şahikalanyla. Balzac, Avrupa insanı­
nın bir asırlık macerasını idrak perdesine aksettiren bir büyü­
cü. İbn Haldun insanlığın hâilesini yazar, Balzac komedisini.
Cücelerin muzaffer olduğu bu küçük kavgada onlann yeri
yoktu. Rakipsiz tacidan olduklan ülke: ebediyet. Ve dudakla-
n n d a bozgunlann buruk tadı, devirleri fethederler, devirleri
ve kıtalan.120

S osyolojik te m a la ra ilgisi n is b e tin d e psik olo jik o la n ­


d an u z a k la şm a k z o ru n d a k a la n M eriç'in, o y ıllar itib ariy le
D ostoyevski'yle a ra s ın ın iyi o lm ası ve in sa n ru h u n u n cerra h ı
b u R u s ro m a n c ıy la irtib a tla rın ı d e rin le ştirm e si m ü m k ü n m ü ­
d ü r?
M eriç, b u so ru y a o lu m lu b ir cevap verem eyecektir:

Karamazoflan sevemedim. Zira Balzac’ı keşfetmiştim arada.


Ve O’na âşıktım. Dosto’nun Hıristiyan tarafı beni rahatsız
ediyordu. Büchner, Nordau ve Marx beni mistisizmden öy­
lesine soğutmuşlardı ki vaaza benzeyen her düşünceye ku­
laklarımı tıkıyordum. Zolayı seviyordum, çünkü dinsizdi.
(İlimciydim, Beşir Fuadvâri bir ilimcilik.) Her mistisizm bir
mystification’du benim için. 1939’da Eminönü Halkevi’nde
Dosto’nun Jurnalini karıştırmış ve büsbütün hayal kırıklığına
uğramıştım. Karşımda lâbis-i libas-ı katranî bir keşiş vardı.
(1936’lardan sonra) bir daha aram adım Dosto’yu. Çağımızın
fikir anarşisinden bir parça o sorumluydu. Delilerle uğraşan

120 CM, "Politikacıların En Ehliyetsizi: Aydın", Hisar, XIII/120, s. 17, Aralık


1973; Yeni Devir, 6 Nisan 1981

117
bir deli. Belki derin, am a karanlık ve ‘miasme’larla dolu bir
derinlik, bir kuyu derinliği. Dosto’ya düşkünlük hasta bir
sempatinin ifadesiydi bana göre.121

B u rad a M eriç'in a ç ık la m a ların d a saklı b ir iki te z a d a bil­


h assa dik k at çek m ek isteriz:
B irincisi, m istisizm ve hıristiy an lık , B alzac'm h em zihin
d ü n y asın d a, h em de ro m a n la rın d a D ostoyevski’d en h iç de
d a h a az etk in değildir. F ra n sız ro m a n c ı -k elim en in ta m an la ­
m ıyla- m istiktir. R o m a n la rın ı "M o n arşi'n in ve K ilise n in ışı­
ğında" yazdığını b izza t ilân etm iş o lan B alzac'm h ıristiyanlı-
ğı (d ah a d o ğ ru su katolikliği) nered ey se m isyonercedir. Y ıllar
so n ra M eriç de B alzac’m m istik ta ra fın ı g ö rm ü ştü r:

• Balzac çağının büyük filozofudur. Romam toplumun yalnız


maddesi değil, mânâsıdır da. Bir tarafıyla mistiktir, irade üze­
rinde durur, 19. asır toplumunu gerçeği ve rüyalarıyla anlatır.
• Bir toplumu çamurdan ve kandan rüyalarıyla, mistik tarafla­
rı ve çirkin taraflarıyla, maddesiyle, hayatıyla rom ana sokan
Balzac’tır.

İkincisi, genç M eriç'in -B üchner, N o rd au ve M arx'ın k en d i­


sini m istisizm d en so ğ u ttu k ları için- "vaaza benzeyen h er d ü ­
şünceye k u lak ların ı tıkadığı" şeklindeki id d iasın a d a tem kinle
yaklaşm ak gerekir; zira o y ıllarda M eriç'i v aazların k onusu
kadar, vâizlerin kim liğ in in de etkilediği kesindir. Yani sadece

121 CM, Jurnal I, (10 Ağustos 1963), s. 212; krş. Madaradakiler, s. 118. Cemil
M eriç 20 Ekim 1965’te ise şöyle diyecektir: "18 yaş, tecessüsün yıldızlara
yelken açtığı çağdır, fetih ve macera çağı. Kagliostro, Nostradam us ve Sir
William Crookes, benim için de hâzinenin bekçileriydiler. Onları ararken
Nordau çıktı karşıma. N ordau, Haeckel, Büchner bütün m istisizm lerin birer
şarlatanlık, b irer tereddî olduğunu haykırdılar. 'Occultisme' üç kâğıtçılıktı.
Tecessüsümü yaram az b ir çocuk gibi susturdum , hafî ilimlere kapadım
kapılarımı. Sonra Marx ve şakirtleri ve... çöken b ir sınıfın mistifikasyonu
olarak mahkûm edilen okültizm. Yani okültizm, ruh haritam daki "insansız
bölgeler"den biri. Maddecilikle gerdeğe girmeden çok kısa bir flört." (CM,
Jurnal I, s. 397)

118
'b azı' v aazlara ve vâizlere ta h a m m ü l edem ed iğ in i söylem ek
d a h a m akuldür. N itek im ken d isi de o yıllard a yere göğe koya­
m ad ığ ı Zola h a k k ın d a so n ra d a n şu değerlen d irm ey i y ap m ak ­
ta n k açın m ay acak tır:

Veriteyi sıkılarak karıştırıyorum. Vâiz her an sahnede. Söylü­


yor söylüyor. Zola susmasını, îma etmesini, sezdirmesini bil­
meyen adam. 750 sayfa vaaz. (...) Bu vâiz edası Hugo’da da
var. Zola Balzac’tan çok Hugo’nun çocuğu.’22

B u m ü lâ h a z a la ra b in aen , M a n su r Tekin’in 1943'te ö n e sü r­


d ü ğ ü varsay ım ı sadece d o ğ ru o larak k abul etm ekle kalm ıyor,
k end isinin, M eriç'in B alzac'a o lan b üyük sevgisinin a rd ın d a
p ek âlâ ideolojik tercih lerin in etkili o ld u ğ u n u ta h m in d en ziya­
de îm a ettiğini sanıyoruz.

Umumiyetle sosyal meselelerle alâkadar olan mütefekkirler


Balzac’ı tetebbuya şayan bulurlar.

Cem il M eriç de zaten sonraki yıllarda F ran sız ro m an cın ın


bu h ususiyetine d ikkat çekerek çağının büyük filozofu ad d etti­
ği B alzac'm sosyolojinin k u ru c u la rın d an sayıldığını belirtecek
ve b ir d efasında d a B alzac’m "F ransa'da yetişen tek büyük sos­
yolog" olduğunu söylem ekten k endini alam ayacaktır:

• Dünyada romanın kaderini çizen Balzac'tır. Balzac’m romanı


bir nevi sosyolojidir. Sosyoloji henüz kundaktadır. Romancı
bütün yönleriyle Fransız toplumunu romanlaştırmıştır. Onun
97 [adet] romanı, tek bir romandır. 2000 kahramanla bütün
Fransız toplumunu canlandırmıştır. Ondan evvel ve sonra
hiç kimsenin yapmadığı bir işi yapmıştır. Çağını bütünü ile
insanoğlunun gözlerinin önüne sermiştir. Balzac’tan sonra
romanın yapabileceği bir şey kalmamıştı. Toplumu harekete
geçiren kuvvetleri de kaleme almıştır. Cemiyeti yöneten ka­
nunları, ferdî ve m aşerî şuuru anlatmıştır. Balzac çağının

122 CM, a.g.e.. (14 Kasım 1963), s. 269

119
büyük filozofudur. Romanı toplumun yalnız maddesi değil,
mânâsıdır da. Bir tarafıyla mistiktir, irade üzerinde durur, 19.
asır toplumunu gerçeği ve rüyalarıyla anlatır. Balzac'ı sosyo­
lojinin kurucularından sayarlar.123
• Balzac bütün cemiyeti romanın konusu yaptı. Haddizatında
Fransa'da yetişen tek büyük sosyolog bence Balzac’tır; yani
Balzac’la sosyoloji müşahhas olarak ilim hüviyetini kazanır.
İnsanın hareketlerini tayin eden saikler, ihtiraslar, heyecanlar,
bütünüyle psiko-sosyoloji romana girer.124

Bu Fransız rom ancıya bu denli hayran olan, onu


“Fransa'nın yetiştirdiği tek büyük sosyolog" olarak gören,
hatta çağının büyük filozoflarından sayan Meriç, belki garip
gelecek am a, dosyalarında biriken Balzac hakkındaki yazıla­
rın, bazen kendisine ait olup olm adığını dahî kestirem eyecek,
Balzac sözkonusu olunca, tercüme ile telif arasındaki o kaim
duvarlar b ir anda ortadan kalkacaktır:

İnsanlığın Komedyasını 30 yıldan beri tavaf etmekteyim. Dos­


yam, dosyalarım kabardıkça kabarmış. Ben mi yazmışım, bi­
rinden mi çevirmişim bilmiyorum: Şöyle bir kağıt...

Balzac hakkındaki değim lerinin bile bu denli perestişkârâ-


ne olduğu düşünülürse, acaba M eriç’in Balzac tercüm elerine
harcadığı emek, gösterdiği özen ve titizlik nicedir?
Bu sorunun cevabını verebilm ek için, hiç kuşkusuz ki önce
M eriç'in Balzac tercüm elerinin tek tek elden geçirilmesi ve bu
Balzac âşığının harcadığı gayretlere hak ettiği ilginin gösteril­
m esi gerekir.
Biz de bu yolu tercih edecek ve elimizde âsa, ayağımızda
çarık, M eriç'in hayâl dünyasının arasokaklarında dolaşm ak
için heyecanla yola düşeceğiz.

123 CM, Sosyoloji Notlan ve Konferanslar, s. 338


124 "Cemil Meriç’in Sohbetinden”, Türk Edebiyatı, VI/70, s. 9, Ağustos 1979

120
6
Bir Karmaşanın Öyküsü

emil M eriç'in hayatı ve eserleri hakkında henüz cid­


C di ve kapsam lı b ir monografinin, hiç değilse kuşatıcı
b ir bibliyografyanın bulunm ayışı nedeniyle, öncelikle yazarın
telif ve tercüm elerini tesbit etm ek, hatta bu kitapların yayın
tarihlerini kesinleştirm ek gibi, belki sıkıcı ve fakat çok önemli
bir görev bekliyor araştırm acıları.
M ecburen biz de böyle yapacağız ve işaret etmeye çalış­
tığım ız bu sorunun ne denli karm aşık b ir m ahiyet arzettiği-
ni gösterebilm ek için, önce, yazarın gözetimi altında, oğlu
M ahm ut Ali Meriç tarafından hazırlanm ış olan "Cemil Meriç
K ronolojisi"ne m üracaat edeceğiz:

1943: (...) Aynı yıl, ilk kitabı yayımlanır, Balzac’tan bir çevi­
ridir bu: Altın Gözlü Kız (Üniversite Kitabevi), 189 sayfalık
kitabın 74 sayfası Balzac’la ilgili bir incelemenin yer aldığı
önsözdür.125

Oysa aynı kitabın (dolayısıyla İletişim Yayınlan tarafından


neşredilen Cemil Meriç külliyatına ait bütün kitaplann) jene­
rik sayfasında şöyle b ir açıklamayla karşılaşıyoruz:

125 Mahmut Ali Meriç, "Cemil Meriç Kronolojisi", Bu Ülke, s. 61, İstanbul, 1985

121
İlk telif eseri, Balzac üzerine küçük bir incelemeydi. (...)
Balzac’tan yaptığı çevirilerin ilki 1943’te yayımlandı.

Altın G özlü K ızın “önsöz"ü, b u sefer M eriç’in "ilk telif eseri"


olarak gösteriliyor; üstelik b u telif eserin ad ı da, yayım ta ri­
hi de belirtilm iyor. B u n a rağ m e n b u bilg ilerd en h arek etle biz
yine de -biri telif, diğeri tercü m e- iki eserin 1943’te b ira ra d a
neşredilm iş olduğu n eticesin e u la şm a k ta güçlük çekm iyoruz.
Ne v ar ki elim izdeki d o sy a la n b ira z k a n ş tın p Cem il M eriç’in
H isar dergisine gön d erd iğ i 1970 ta rih li b ir biyografiye m ü ra c a ­
a t ettiğim izde, b u sefer çok farklı b ir d u ru m la karşılaşıyoruz:

E serleri: Balzac (Altın Gözlü Kız'ın başında), 1942...


Tercüm eleri: Altın Gözlü Kız (Balzac), 1942...126
D ikkat edilirse, Balzac adlı telif eser ile Altın Gözlü K ız adlı
tercü m e eser iki a y n kateg o rid e zikredilm ekte ve fak at h e r
ikisinin de baskı ta rih i ‘1943’ değil, bilâkis '1942' o larak gös­
terilm ektedir. C em il M eriç, T em m uz 1974'te b ir an k et, N isan
1979’d a b ir m ü lâk at vesilesiyle aym bilgileri yinelem eyi sür­
dürür:

• İlk kitabım 1942’de doğdu, 75 sayfalık bir araştırma: Balzflc,


ve 100 sayfalık bir tercüme: Altın Gözlü Kız.127
• Yazar olarak: İlk eserim: Balzac.ш

Selim İle riy e 20 A ralık 1978’de, F erid E d g ü ’ye ise 16 M art


1982’de yazdığı m ek tu p la rd a, b u bilgileri b ir kez d a h a ve açık­
ça teyid eder:

126 "H isardan Biyografiler: Cemil Meriç”, Hisar, Х/82, sy. 21, Ekim 1970
127 CM, "Bir Ankete Cevap", Ortadoğu, 7 Temmuz 1974; "Cemil Meriç’in
Anketimize Cevaplan", Türk Edebiyatı, 111/33, (haz. Turgut Güler), s. 26,
Eylül 1974; "Son Yaprak”, Nesin Vakfı Yıllığı-78, s. 456; krş. Mağaradakiler,
s. 450
128 "Cemil Meriç’le Sohbet”, Son Havadis, (haz. Şeref Oğuz), s. 4, 13 M art 1979;
krş. "Cemil Meriç Hocayla Mülâkat", Pınar, VIII/88, (haz. K.Ç.), s. 9, Nisan
1979; Kırk Ambar, s. 451

122
• Yılların tozlanmış albümünde yan silik bir hatıra. Galiba
Kemal Tahir’de karşılaşmıştık. Romandan söz edilmişti. Size
42’de yayımlanmış bir araştırmam ı takdim etmiştim.129
• Bir zamanlar Balzac’ı dilimize kazandırmak istemiştim. Altın
Gözlü Kız Üniversite Kitabevi tarafından bastırıldı, tarih 1942
sonu.130

B u geç tarih li açık lam alara, b ir de erken tarih li ve farklı b ir


bilgi-notu ilâve edelim . B ilhassa 'farklı' diyoruz; zira 1945’te
B alzac’ta n tercü m e edip yayım ladığı O nüçlerin R om anı: Fer-
ragusieki tedkikinin so n u n a genişçe b ir B alzac bibliyografyası
ekleyen Cemil M eriç, bu bibliyografyanın ‘E tü tle r’ k ısm ında
kendi çalışm asının künyesini şöyle verm ektedir:

Balzac ve Eseri. Cemil Meriç. Altın Gözlü Kız mukaddemesi,


1-75.

S o ru n şurada: Cemil M eriç kendi tercü m esin e yazdığı


"önsöz”ü veya "m ukaddem e’yi niçin d a h a sonraki yıllarda
m üstakil b ir telif olarak gösterm ek te ve üstelik k itabın ü zerin ­
de baskı tarih i resm en ‘1943’ o larak geçtiği hâlde neden ısrarla
bize '1942' tarih in i verm ektedir?
K itabın üzerindeki tarih e itib a r veya Cemil M eriç külliya­
tını yayım a hazırlayan M ah m u t Ali M eriç’in yazdıklarına iti-
m ad etm ek yerine, tahkikatı derinleştirm ek, b izler için biraz
u zu n ve fakat hiç kuşkusuz ki d a h a em in b ir yol olacaktır; zira
üşenm eyip b ir ad ım d ah a attığ ım ız takdirde, k itabın yayım
tarihiyle ilgili bu so ru n u o rta d a n kald ıracak en önem li açıkla­
m aya, Cemil M eriç’in L âm ia H a n ım a yazdığı 10 Aralık 1966
tarih li m ek tu p ta tesad ü f edeceğiz:

Kitap matbaaya 1 Kasım 1942’de teslim edilmişti, Aralık’ta


basıldı.131

129 CM, Jurnal 11, (20 Aralık 1978), s. 226


130 CM, a.g.e., (16 Mart 1982), s. 323-324
131 CM, a.g.e., (10 Aralık 1966), s. 120

123
Bu açıklam aya göre, Aralık 1942'de n eşro lu n d u ğ u hâlde,
yayınevinin -güncelliğini k o ru m ak am acıyla- k itab ın ü zerine
1943 tarih in i koyduğu kesinlik k azanm aktadır. Altın Gözlü
Kız m “önsöz"ünün Balzac adıyla kalem e alınm ış m üstakil
b ir telif olarak gösterilm esinin sebebini de L âm ia H a n ım a
yazılan aynı m ek tu p tan öğreniyoruz:

Söylemiştim: Baştaki etüd 250 sayfalıktı, basmadılar, onun


için yaralı bir eser.

M eriç, hem Selim İleriy e yazdığı Aralık 1978 tarihli m ek­


tupta, hem de Nisan 1979 tarihli m ülâkatında bu konuya tek­
ra r değinir:

• Balzac hakkındaki etüd, parçalanmış, sakatlanmış, kişiliğini


kaybetmişti. Esasen bu etüd genç bir tecessüsün ilk araştır­
masıydı.
• Yazar olarak: ilk eserim: Balzac. Bu 250 sayfalık araştırma 80
sayfaya indirilerek bastınlabildi. Genç bir tecessüsün yabancı
bir dünyada ilk kanat çırpışları; tabiatiyle dağınık ve derbe­
der, çıraklık yıllarına ait bir esercik.

Bu incelem enin başlığı sadece Balzac ya da Balzac ve Eseri


miydi?
Bu suale cevap verm ekte acele etm eyip biraz daha sabre­
der ve tedkiklerim izi sürdürürsek, M eriç’in Ağustos 1969’da
kulağım ıza bu eserin tam adını da fısıldayacağından em in
olabiliriz:

Balzac'la başladım yazı hayatına, Zweig gibi. Kitabımın adı:


Bir Adam ve Bir Çağ idi. Editörün kaprisi Prokrust un yatağı­
dır. 250 sayfalık heyecan, bilgi, terkib, üslûb bir hamlede 80
sayfaya indirildi.132

132 CM, “Fildişi Kuleden", Hisar, IX/68, s. 5-6, Ağustos 1969

124
Eldeki bilgileri biraraya getirm ek suretiyle M eriç'in çırak­
lık yıllarına ait bu eserinin adını da artık kâm ilen tahm in ve
tesbit edebiliriz sanıyorum : Balzac: Bir Adam ve Bir Çağ.
Tek başına yayım lanm a im kânı bulam am ası ve b ir de ya­
yıncının m üdahalelerine m aruz kalarak hacm inin 250 sayfa­
dan 72 sayfaya inm esi, bu eserin, Altın Gözlü Kızın girişinde
yer alan b ir ‘ onsöz"e dönüşm esine ve dolayısıyla Balzac: Bir
Adam ve Bir Çağ adlı tedkikin m üstakil b ir eser hüviyetini
kaybetm esine yol açmış; her ne k ad ar Cemil Meriç sonradan
eserleriyle ilgili bilgi verirken ısrarla bu d u ru m u n önüne geç­
meye çalışm ışsa da görünen o ki bu çabalarında başarılı ola­
m am ıştır.133
Prokrust yüzünden... H ani şu eski çağların yol kesen soy­
guncusu... yolcuları soyduktan sonra onları dem ir yatağa ya­
tıran, yolcunun ayaklan dem ir yatağa büyük gelirse ayakların
fazla kısm ını kesen, boyu kısa geldiğindeyse yolcunun ayağı­
na ip bağlayıp boyunu yatağın boyuna k ad ar zorla uzatm aya
çalışan Prokrust yüzünden... Yazı hayatı boyunca Meriç’in yo­
lunu b ir defa değil, defalarca kesen Prokrust yüzünden... hem
de b ir tane değil, birkaç tane Prokrust yüzünden...

a) B alzac: B ir A dam ve B ir Çağ (1942)


13 Ocak 1942'de Fevziye M enteşoğlu’yla nişanlanıp 19
M art 1942’de Kadıköy K aym akam lığında evlenen, H aziran
1942’de Yabancı Diller Yüksek O kulundan mezun olup 29
Ekim 1942’de stajyer öğretm en olarak Elazığ’a giden 25 ya­
şındaki genç Meriç'in ilk telif ve tercüm esi en nihayet 1 Kasım
1942’de m atbaaya teslim edilir; Aralık 1942’de ise neşrolunur.
Cemil Meriç’in bu yoğun meşguliyetler arasında Balzac: Bir
Adam ve Bir Çağ başlıklı 250 sayfalık çalışmayı ne zaman ha­
zırladığı, 100 sayfalık Altın Gözlü Kız adlı rom anı ne zaman

133 1980’e gelindiğinde, artık Meriç de bu tedkikini 'Önsöz’olarak niteleyecektir:


"Bkz. Cemil Meriç’in Altın Gözlü Ktza yazdığı "Önsöz", 1943, Üniversite
Kitabevi." (CM, Kırk Ambar, s. 144)

125
ve nasıl te rc ü m e e ttiğ i m eselesi, is te r iste m e z m e ra k ım ız ı m u -
cib o lu y o r ve b iz d e m e ra k ım ız ı g id e rm e k için, 25 y a şın d a k i
M eriç'in, k ısaltılm ış v ersiy o n u H a z ira n 1942'de, ta m a m ı ise
H a z ira n 1944'te y a y ım la n a n b ir ten k id y a z ıs ın d a y e r a la n şu
sö zlerin e m ü ra c a a t ed iyoruz:

Sahifelerine öm rüm üzün birkaç yılım gömdüğüm üz "Beşerî


Komedya"dan Vadideki Zam bakm tercüm e ettirildiğini büyük
bir hazla haber aldık...134

M eriç, şu sa tırla rı d a m u h te m e le n ay n ı g ü n le rd e k alem e


alm ış olm alı:

Altın Gözlü Kız tercümem ize başlangıç diye kaleme aldığımız


bu etüdde, hayatımızın birkaç yılını eserlerine gömdüğüm üz
dâhi rom ancıya karşı duyduğumuz takdiri ifade edebildik mi?
Ummuyoruz.135

C em il M eriç'in, b u telifine d a h a ö n ce le ri b a şla m ış o ld u ğ u ­


n u sad ece k e n d isin in m e z k u r b e y a n la rın d a n h a re k e tle ta h m in
ed iy o r değiliz; z ira k e n d isi b u ted k ik in k ısa b ir b ö lü m ü n ü , Ya­
b an cı D iller Y üksek O k u lu n d a taleb ey k en , E k im 1941'de şu
b aşlık a ltın d a d a n e şre tm iştir: H onoré de Balzac.

Balzak'm eserleri sürekli tefsirlere yol açmış ve şahsiyeti yüz­


lerce biyografa m ünakaşalı b ir mesai mevzûu teşkil etmiştir.
H er cereyana bağlı münekkid onu başka bir adeseden gör­
müş, muayyen b ir dâvânm nebisi olarak göstermeğe çalış­
mıştır. Öyle ki Balzak hakkında yazılan bütün kitap ve m aka­
leleri gözden geçirmek, belki b ir öm re sığmayacak uzun bir
mesaiye mütevakkıftır. Biz fırsat düştükçe Garp fikriyatında
düm en tutan m uhtelif müdekkiklerin bu hu-sustaki fikirleri­
ni m ünakaşa edeceğiz. Etüdüm üzün ga-yesi Balzak'm haya­
tını belli başlı inkişaf merhaleleriyle tesbit etmek, bu inkişaf

134 CM, "Vadideki Zam bak”, Yücel, XVII/98, sn, 10, s. 69, H aziran 1944; krş. CM,
"Vadideki Zam bak”, Ayın Bibliyografyası, sn. 1, sy. 6, s. 14-15, H aziran 1942
135 CM, "Balzac”, Altın Gözlü Kız, s. 72, İstanbul, 1943

126
üzerinde m üessir olan sosyal şartlan araştırm ak; eserlerini
"iki ezelî hakikatin; katolik kilisesiyle m onarşinin” ışığında
yazan m uharririn nasıl olup da zam anının cemiyetini bütün
tezatlanyla canlandırabildiğini izah etm ektir.136

1940’d a b u rs lu o la ra k Y abancı D iller Y üksek O k u lu n a gi­


re n ve b u o k u ld a n H a z ira n 1942’de m e z u n o la n Cem il M eriç,
taleb ey k en " ö m rü n ü n b irk a ç y ılın ı” Com édie h u m a in e in say­
fa la rın a n asıl ve n e s u re tte g ö m d ü ğ ü n ü şöyle an latır:

Fransız edebiyatını tedkik ederken bir rehber lâzım geldi, her


şeyde olduğu gibi. Bu rehber Balzac oldu. Genç yaşımda tale­
be iken Balzac'a bağlandım. B ütün Batı düşüncesini, edebiyat
dünyasını Balzac’la tanım ıştım .137

M eriç’in B alzac’a h a rc ad ığ ı b u y o ğ u n m e sa in in tafsilâtım


d a kızı Ü m it H a m m ’ın verdiği b ilg ilerd en h arek etle ta m a m la ­
m a k im k ân ı b uluyoru z:

Cemil Meriç’in hayatı zaten sahaflarda ve yeni keşfettiği Üni­


versite K ütüphanesinde geçmektedir. Kütüphanenin geniş
m erm er merdivenlerini hergün ikişer ikişer tırm anır ve bilgi
okyanusuna, kalın camlı gözlüklerini düzelterek, dalıp gider.
Bu kütüphanede yaptığı en büyük keşif Pierre Larousse’un çı­
kardığı XIX. Asnn Büyük Lügatidir (Grand Dictionnaire [Uni­
versel] du XIXe™siècle).

136 CM, "Honoré de B alzac”, İnsan, sn. 2, sy. 18-19, s. 23, Birinci Teşrin
1941; krş. CM, "Balzac”, Altın Gözlü Kız, s. 20, İstanbul, 1943. Yazının
sonunda, devam ının geleceğine işaret edilmişse de derginin bu taahhüdü
gerçekleşmemiştir.
137 CM, Sosyoloji N otlan ve Konferanslar, s. 388; krş. M ehmet Tekin, "Nurcu
Bir Gençle K onuşm a”, Cemil Meriç ile Söyleşiler, s. 223, İstanbul, 2003.
Bu sohbetin kayıtlarının, Ümit Meriç tarafından ilk kez ve fakat eksik
bir biçim de nakledildiği Türk Edebiyatı Vakfı’ndaki 20 Ocak 1993 tarihli
a nm a konuşm asının yeni bir çözüm lem esini görmek için ayrıca bkz. "Ümit
Meriç Vefatından Sonra Babası Cemil M eriç’i Anlatıyor”, Cemil Meriç'le
Konuşmalar, s. 252.

127
(...)
Grand Dictionnairein ‘Balzac' m addesini ve onun “Paris Haya­
tından Sahneler” adlı eserinin özetini olduğu gibi defterine çe­
ker. Bu arada kâğıtları, Dictionnairein üzerine koyup not aldığı
için bir de azar işitir. "Siz kitaba meraklı birisiniz, kaleminizin
kitabın sayfalarında izler bırakm asına gönlünüz nasıl razı olu­
yor?” İhtan Cemil Meriç'in öm rü boyunca öğrendiği b ir ders
olacak ve daha sonraki yıllarda talebelerinin de, çocuklannın
da kitaplara karşı nazik ve dikkatli olm alannı hep bu hikâyeyi
naklederek isteyecektir.158

Paris H ayatından Sahneler (S cènes de la vie p a risie n n e )...


B u, B alzac’m b ir e se rin in değil, b ilâk is Beşerî K om edya
(C om édie h u m a in e ) adlı k ü lliy atın a a it b ö lü m le rd e n b irin in ,
h a tta e n ö n e m lilerin d e n b irin in b aşlığ ı.139 Ş im d i b u b ö lü m e ait
bazı k ita p la rı sırasıy la görelim :
• Histoire des Treize: Ferragus (I); La Duchesse de Langeais (II);
La Fille aux yeux d'or (III)
• Splendeurs et misères des courtisanes.

C em il M eriç "P aris H a y a tın d a n S a h n e le r” b ö lü m ü n d e n , n e­


dense, önce ü ç ü n c ü sıra d a k i ro m a n ı "Altın G özlü K ız” adıyla
T ürkçe’ye çevirip n eşre tm iş, a rd ın d a n ikinci sıra d a k i ro m an ı
D üşes de Langeais adıyla te rc ü m e etm eye b aşla m ış ve fak at
m üsveddeleri yayınevinde (veya m a tb a a d a ) k ay b o ld u ğ u n d a n
k itap n eşred ilm e im k ân ı b u lam a m ış, so n ra b irin c i sırad ak i
eseri "O nüçlerin R o m an ı: F e rra g u s” adıyla 1945'te ve en n ih a ­

138 Ümit M eriç, Cemil Meriç, s. 28-29, İstanbul, 1993


139 Bu bölümleri yine Meriç'in kaleminden okuyalım: "Balzac I845'te İnsanlığın
Komedyasının ikinci tab'm a girecek eserlerin katalogunu yapmıştı. 148
rom an ihtiva eden bu katalogda şu bölümleri görüyoruz: 1. H ususî Hayattan
Sahneler, 2. Eyalet H ayatından Sahneler, 3. Paris H ayatından Sahneler,
4. Siyasî H ayattan Sahneler, 5. Askerlik H ayatından Sahneler, 6. Köy
H ayatından Sahneler, 7. Felsefî Tedkikler, 8. Tahlilî Tedkikler." (Bkz. CM, "ön
Söz”, Onüçlerin Romanı: Ferragus, s. 20, İstanbul, 1945). Bu "Ön Söz”, 1994’te
M ahm ut Ali M eriç’in müdahaleleriyle birlikte ikinci kez yayımlamıştır. (Bkz.
M ehmet Rifat, Balzac Kitabı, s. 99-121, İstanbul, Ekim 1994)

128
y et b u b ö lü m d e n Splendeurs et m isères des courtisanesı “K ib ar
F a h işe le rin İh tişa m ve Sefaleti" ad ıy la 1946'da yayım lam ıştır.
1 K asım 1942'de A ltın G özlü K ız m a tb a a y a teslim ed ild i­
ğ inde, y an i ta m d a ilk g ö z a ğ n sın a k av u şm ay ı beklediği sıra ­
da, genç m ü te rc im , ö ğ re tm en lik n ed en iy le ta y in in in çıktığı
E lazığ ’a -gerekli h a z ırlık la rı ik m âl etm e k m aksadıyla- g itm ek
z o ru n d a kalm ıştır.

29 Ekim 1942. Elazığ’dayım. Arkamda kirli, korkulu, karanlık


yirmibeş sene. Attilâ’nın atlılarından daha zâlim yıllar rüyala­
rım ın hepsini çiğnemiş. Dost bî-perva, felek bî-rahm .140

G enç a d a m ın şek v âsm a te rc ü m a n o lan F u z u lî’n in bey tin i


eksik b ıra k m a y ıp -içinde b u lu n d u ğ u h âlet-i ru h iy ey e o rta k
o lab ilm ek için- b iz de k en d isiy le b irlik te şu d izeleri te k ra rla ­
yalım : D ost bî-pervâ, felek bî-rahm , devran bî-sükunJD erd çok,
hem -derd yok, d ü şm e n kavî, tâli zebun...
Ş u b a t 1943... G enç m ü te rc im h e n ü z d ertleriy le m eşgulken,
b ir d e rg in in ta n ıtım say fasın a sıkışm ış, 'M a n su r T ekin’ im zalı,
c id d i ve fak at g ö sterişsiz iki sayfalık b ir yazı yayım lanır. 24-
25 y aşların d a , ad ı ten k id leriy le b irlik te yeni yeni d u y u lm ay a
b a şla n a n genç b ir m ü n ek k id in , y a y ım lan a n ilk k ita b ın ı k o n u
e d in e n b ir d eğ erlen d irm e y azısıd ır bu.
184 sahifelik eserin 76 sahifesi Balzac hakkmdaki malûmata
tahsis edilmiştir. Şimdiye kadar Balzac’a dair en fazla tafsilât
bu eserde verilmiştir. Mütercim bu malûmatı muhtelif me­
hazlardan toplamışsa da heyet-i umumiyesi, iyi bir terkip
vücuda gelmesi için kâfi zaman bulunamadığı intibaını veri­
yor. Daha ziyade başvurduğu eserlerin planına uyarak verilen
bu malûmatın eklenti yerleri kendini belli etmektedir. Cemil
Meriç'in dimağında ve kaleminde bütün bu bilgiler birbirine
kaynaşmış bir yekpârelik kazansaydı çok zevkli olurdu.141

140 CM, Jurnal /, (11 Eylül 1963), s. 230


141 M ansur Telcin, "Balzac (H onoré de): Altın Gözlü Kız”, Ayırt Bibliyografyası,
sn. 2, sy. 14, s. 5-6, Şubat 1943

129
B u eleştiri, a rk a d ak i g elişm eler d ik k ate a lın m ad ığ ı tak­
d irde, haklı b ir eleştirid ir; z ira yay ım lan d ığ ı şekliyle M eriç’in
m etn i, g erçekten de terc ü m e -te lif k arışım ı b ir d erlem e m a h i­
yetindedir. N itekim , d ik k at edilecek o lu rsa, m ü n ek k id , "m uh­
telif m e h a z la rd a n to p lan a n " ve "d ah a ziyade b a şv u rd u ğ u eser­
lerin p la n ın a u y a ra k verilen" işbu m a lû m a t ile genç a ra ş tırm a ­
cının hülâsa suretiy le tercü m e-te lif k arışım ı b ir e tü d m ey d an a
g etirm iş o ld u ğ u n a im a d a b u lu n m ak tad ır.
M eriç'in in celem esin in b u im ay a m alzem e te m in eden
tara fla rın d a n b irin i gö rm ek için, en ön em li k ay n ak la rın d an
F e rd in an d B ru n etière'in (1849-1906) H onoré de Balzac adlı
eseriyle ilgili o lara k g irişte o k u rla rın a bilgi v erirk en zikrettiği
şu d ip n o ta bakılabilir:

Brunetière, “Balzac romancılarımızın yalnız en büyüğü, en


verimlisi, en çeşitlisi olmakla kalmaz, rom anın ta kendisidir”
diyor. Bu etüdün gayesi de romanın inkişaf seyrine bir göz
atarak münekkidin bu hükmünü aydınlatmaktır. Şurasını da
belirtelim ki bu sahifelerde birçok kıymetli teferruatı ihmal
ederek Brunetière’in plan ve görüşlerine sadık kalmağa çalış­
tık. (s. 3)

Bu tedkiki yazark en , Grand D ictionnaire Universel du


X IX ème siècle ile Grande Encyclopédie Française gibi ansik lo p e­
di ve k a m u sların y a n ısıra b aşk a k ita p la rd a n d a istifade eden
genç a ra ştırm a c ın ın hülâsaları hiç de az y er tu tm az:

• Thibaudet, Histoire de la littérature française, 105-107'inci sa-


hifelerinden hülâsa, (s. 10)
• Bu pasajı Thibaudet’den hülâsa ve naklediyoruz. Histoire de la
littérature française, (Stock, 1936), sahife 219-220. (s. 30)
• Bu fasılda bilhassa Curtius’un Honoré de Bakacından istifade
ettik, (s. 45)

Şim di de b u incelem enin plan ın ı, b aşlık ların d an hareketle


görelim :

130
— Balzac'tan Önce Modem Roman: 1. Şahsî Roman (Le ro­
man personnel), 2. Tarihî Roman; 3. Kâbus Mektebi (s. 3-11)
— Hayatı ve Eserleri: Ailesi ve Çocukluğu; İlk Aşk ve Çırak­
lık Yıllan; Balzac ve Paris; Balzac ve Napoléon; İlk Şaheser;
Balzac ve Salonlar; Yeni Bir Aşk, Yeni Bir İnkisar; Şaheser­
ler Devam Ediyor; Balzac ve Kadınlar Dünyası; "İnsanlığın
Komedyası"na Doğru; Son Aşk ve İzdivaç; İnsanlığın Komed­
yası (s. 12-35)
— İnsanlığın Komedyası: Balzac'ın Eserlerinde Coğrafya, (s.
36-42)
— Tarih Karşısında Balzac; Ölümünden Evvel; Balzac ve Sain-
te-Beuve; Balzac ve Diğer Münekkitler (s. 43-51)
— Fransa'nın Dışında Balzac: Rusya'da Balzac, İngiltere’de
Balzac (s. 52-53)
— Ölümünden sonra Balzac; Balzac ve Taine; Zola ve Balzac;
Büyük Balzasyenler; Münekkitler ve Balzac; Brunetière Eski
Söylediklerinden Vazgeçiyor; Balzac Hakkında Son Neşriyat
(s. 54-64)
— Fransa'nın Dışında Balzac: Almanya'da Balzac; Türkçe’de
Balzac (s. 65-72)
— “Altın Gözlü Kız” Hakkında (s. 73-74)

H âsılı, b ü tü n bu bilgilerden sonra, M ansur Tekin'in, niçin,


"iyi b ir terkip vücuda gelm esi için kâfi zam an bulunam adığı"
in tib aı edindiğini anlayab ilir ve "Cemil M eriç'in d im ağında ve
kalem inde b ü tü n bu bilgiler b irb irin e kaynaşm ış b ir yekpârelik
kazansaydı çok zevkli olurdu" dem iş olm asına, san ın m şim di
d ah a sarih b ir m ân â verebiliriz. N itekim yıllar sonra Meriç de
bu tedkikini, "genç b ir tecessüsün yabancı b ir dünyada ilk ka­
nat çırpışları; tabiatiyle dağınık ve derbeder, çıraklık yıllarına
ait b ir esercik” olarak nitelem ekten çekinm eyecektir.
Yine de u n u tm am ak gerekir ki neşredilen bu m etin,
M eriç’in çalışm asının tam am ı değildi; zira -yazarının da ifade
ettiği gibi- B alzac hakkındaki bu tedkik, "parçalanm ış, sakat­

131
lan m ış, kişiliğini k ay b etm işti." B in ae n ale y h h a n g i ç a lışm a n ın
ü çte ikisi böy lesin e a c ım a sızc a kesilip atılsa, b u so n u c u n o rta ­
ya çık m ası kaçın ılm azd ır.
V arsın o lsun, eksik de b asılsa , k ırp ılıp k u şa d a çevrilse, en
n ih ay et k ita p A ralık a y ın ın so n u n d a n e şred ild iğ in e ve h a tta
k arşılığ ın d a 100 lira ü c re t de ald ığ ın a gö re, g en ç ö ğ re tm e n in
b ira z o lsu n keyfinin y erin e geld iğ in i ta h m in edeb iliriz. N i­
tek im 26 N isa n 1943’te, k ita b ım , E lazığ 'd a ta n ıştığ ı taleb esi
M eh m et E rg in e m e s ru re n im zalay ıp h ed iy e eder:

Mehmet Ergin 1925’te Elazığ’da doğdu. Cemil Meriç’le


1943’te öğretmen olarak Elazığ’a geldiğinde tamştı. (...) Onun
Elazığ’a gelişini hatırlarken, “Kapı komşumuzdu. Hoca geldi
dendiğinde hemen hoşgeldine gittik" diyor ve Meriç’in o yıl
yayımlanan Balzac’tan çevirdiği Altın Gözlü Kızı imzalayarak
kendisine hediye ettiğini ekliyor.142

B u a ra d a m ü te rc im in keyfine k eyif k ata c a k b ir h âd ise d a h a


g erçek leşir ve b irk a ç h a fta so n ra , 19 M ayıs 1943'te, Refik H a-
lid K aray k ita p h a k k ın d a o lu m lu b ir y azı n eşred er. İlg in ç o lan
h u su s, y azarın , ro m a n d a n ziyade M eriç’in B alzac h a k k ın d a
yazdığı in celem ey i "d ik k ate d e ğ e r” b u lm asıd ır:

Ben hikâyeden ziyade kitabın baştarafm a konan ve yetmiş şu


kadar sayfa tutan etüdü dikkate değer buldum. (...) Onun için­
dir ki bundan sonra da Cemil Meriç’ten aynı vukufla yapılmış
etüdler bekleriz.143

142 M ehmet Can Doğan, "Mehmet E rg in e Mektuplar", Kitap-lık, sy. 55, s. 100,
Eylül-Ekim 2002. Bu bilgiler 2006’da biraz genişletilmiş ve Cemil Meriç’in
Altın Gözlü Kızı "Talebem M ehmet E rg in e sevgilerimle” ithafıyla şu tarihte
imzaladığı belirtilm iştin "26.IV.942’'. (Bkz. a.y., "Bir Dostluktan Kalanlar:
Cemil Meriç'in M ehmet E rgine Yazdıkları’’, Cemil Meriç, s. 251, Ankara,
2006). Bu tarihin hatalı olduğu çok açıktır. Nitekim biz de sayın D oğana,
metni, aslından bir kez daha kontrol etmesi ricasında bulunduğum uzda
(12 Temmuz 2006), lütfedip metni tahkik ve bu tarihin "26.IV.943” şeklinde
düzeltilmesi hususundaki kanaatim izi teyid ettiler. (13 Temmuz 2006)
143 Refik Halid Karay, "Fikir B aşaklan A rasında”, Tan, 19 Mayıs 1943; krş. CM,
Jurnal II, (6 Eylül 1981), s. 302

132
Refik H alid 'in b u yazısı, M a n s u r T ekin'in y az ısın d a n ü ç ay
s o n ra n e şre d ilm iş o lm a k la b irlik te , ilerik i y ılla rd a Cem il M e­
riç ilk k ita b ın d a n söz ed e rk e n -k en d isi de ay n ı d e rg in in y a z a r
âilesin e m e n s u p o ld u ğ u h âld e- b u z a tın m a k a lesin i hiç hatır-
lam a y a c a k tır:

• Balzac çıktı: Altın Gözlü Kız. Hakkında tek yazıyı da o [Refik


Halid] yazdı.144
• G ariptir ki ilk yayımlanan kitabım hakkında ilk yazıyı Refik
Halid yazdı.145

M eriç’in B alzac h a k k ın d a ilk m a k a le sin in ve ilk tedkiki-


n in s e re n c â m m a böylece d eğ in d ik ten so n ra , şim d i de k ita b ın
ikinci k ısm ın a, A ltın G özlü K ız te rc ü m e sin e geçebiliriz.

b ) A ltın G ö zlü K ız (1 9 4 2 )
Honoré de Balzac’m hiçbir rom anı bu eser kadar sürükleyici
değildir. Hiçbir yabancı roman, dilimize bu kadar güzel bir
şekilde çevrilmemiştir. Esere, ayrıca mütercim Cemil Meriç’in
Balzac hakkında çok enteresan bir etüdü eklenmiştir.

K asım -A ralık 1943 ta rih li b u sa tırla r, te rc ü m e h a k k ın d a


y az ılm ış b ir d e ğ e rle n d irm e m a k a le sin d e n değil; sa d ec e y a ­
yınevi ta ra fın d a n v erilen b ir re k lâ m m e tn in d e n m u k teb es.
S o n u n d a d a şöyle b ir n o t var:

Fiatı: 100 Kr. — Üniversite Kitabevi.146

D ah a ö n ce M eriç'in B alzac h a k k ın d a k i e tü d ü y le ilgili


o la ra k d e ğ e rle n d irm e le rin e y e r v erd iğ im iz M a n s u r Tekin’in,
M eriç’in tercü m esiy le ilgili ifad eleri bu se fer d a h a o lu m lu ­
dur:

144 HA, a.g.e., (25 Eylül 1978), s. 330


145 CM .Jurnal II, (6 Eylül 1981), s. 302
146 "Altın Gözlü Kız", Ayın Bibliyografyası, sn. 2, sy. 23-24, II. Teşrin-I. Kânun
1943

133
Yeni bir Balzac tercümesi karşısındayız. Vak’anm sadeliği,
şahısların azlığı ve hâdiselerin yalnız bir mihver etrafında
dönmesi itibariyle bu esere ‘rom an’ değil, "büyük bir hikâye”
denebilir. Bibliyografya mecmuasında tercüme tenkidlerini
okuduğumuz Cemil Meriç, kendisi de bir tercüme vermek su­
retiyle tenkidin kolay, bizzat başarm anın güç olduğu iddiası­
na cevap vermiş oluyor.147

B alzac’ın Le Lys da n s la vallée ve Le M édecin de cam pagne


ad lı ro m a n la rın ı T ü rk çe’ye te rc ü m e ed e n N a h id S ırrı Ö rik
(Vadideki Z am bak, 1941) ile N a su h i B a y d a r’a (Köy H ekim i,
1942) ve É m ile Z ola’n ın L'A sso m m o ir adlı ro m a n ın ı te rcü m e
ed en H am d i V aroğ lu 'n a (M eyhane, 1942), k ita b ın ın n eşredil-
diği yıl içerisin d e şid d e tli te n k id le r y azm ış o la n C em il M eriç,
M a n su r Tekin’in de ifade ettiğ i gibi, böylelikle te n k id in ko­
lay, b iz z a t b a ş a rm a n ın güç o ld u ğ u id d ia sın a -h em de d a h a
yolun b aşın d ay k en - cevap v erm iş o lu y o rd u .
G enç a d a m ın b u k ita b ı n e şretm e k le sad ece yazd ığ ı ten-
kidlerle değil, yap tığ ı te rcü m e le rle de d iğ er B alzac m ü te r­
c im lerin in y etersiz lik lerin i o rta y a ç ık a rm a y a çalıştığ ın ı gö­
reb ilm ek için, b ilh a ssa e tü d ü n ü n sa y fa la n a ra s ın a se rp iştir­
diği şu m ü lâ h a z a la ra d ik k a t e tm ek gerekir:

Neden fikir dünyasının en zıt kutuplarım temsil eden büyük


dimağlar, Balzac'm eseri karşısında müşterek bir takdir du­
yuyorlar?
Türkçe’ye Balzac’tan üç-beş eser çevrildi; fakat bu sual -ne­
dense- cevapsız bırakıldı. Halbuki okuyucu, İnsanlığın Ko­
medyasının mânâ ve şümulünü, ehemmiyet ve azametini
kavramadan bir Vadideki Zambaktan, bir Köy Hekiminden ne
zevk alabilir? (s. 36)

147 M ansur Tekin, "Balzac (Honoré de): Altın Gözlü Kız”, Ayın Bibliyografyası,
sn. 2, sy. 14, s. 5, Şubat 1943

134
Tabii b u a ra d a m ü te rc im in 'dil' ve u slû b ' sa h asın d ak i h as­
sasiyetleri de g ö zard ı edilm em elid ir:

Altın Gözlü Kız 1942’de çevrildi. Uydurcanm bir habis ur gibi


Türkçe'ye musallat edildiği tarih. Resmî makamlar ehliyetsiz­
liği, gafleti, zevksizliği temsil ediyorlardı. Namuslu bir ada­
mın vazifesi devlet zoruyla mekteplere ve beyinlere sokulan o
şenî kelimelere kapısını kapamaktı.148

İlg in çtir ki M a n su r Tekin d e M eriç’in dil an lay ışın a d ikkat


çekecek ve eskim iş (!) k elim eler k u llan m asın ı b ir 'z a a f olarak
nitelese de m ü te rc im in ü slû b u n u ta k d ir etm ek ten k endisini
alam ayacaktır:

Cemil Meriç’in hususî ve süslüce bir üslûbu var. Bunu bilhas­


sa tercüme tenkidlerinde gördük. Bazen eskimiş kelimelere
iltifat ediyor. Meselâ bugün artık terkettiğimiz muavveç keli­
mesini kullanıyor. Bu zaafa mukabil Fransızca eksprésyonla-
ra [deyimlere] Türkçe ekspresyonlar bulmakta muvaffakiyeti
var. Bunlar da üslûba bir canlılık veriyor ve tercüme havasım
ortadan kaldırıyor.

M eriç’in Balzac tedkikine yönelik hafif yollu eleştirisi b ir


k en ara b ırak ılırsa, T ek in in 'tercü m e' k o n u su n d ak i değerlen­
d irm elerin in oldukça m ü sb et ve teşvik edici olduğu m u h a k ­
kaktır. N itekim 25 yaşında genç b ir m ü tercim için -h er ne
k a d a r so n ra d a n h atırlam ıy o r g ö rü n se bile- şu yüreklendirici
satırların o yıllarda azım san m ay acak b ir değeri, b ir kıym eti
o lm u ştu r herhalde:

Mütercimin Balzac hakkmdaki etüd kısmında tesbit ettiği­


ne g<*re, bu kitap şimdiye kadar çıkan Balzac tercümeleri­
nin 7’ncisidir.149 Muharrire duyduğu hususî sempati ile belki

148 CM .Jurnal 11, (25 Aralık 1966), s. 130


149 Reşat N uri’nin 1927'de yayımladığı seçmeleri nazar-ı itibara almadığımız
takdirde, Altın Gözlü Kız, Balzac’tan yayımlanan Türkçe tercümelerin
7’incisi değil, 8'incisidir: 1934: Goryo Baba (Haydar Rifat); 1937: Eugénie

135
Cemil Meriç bu seriye yeni rakam lar da ilâve edecektir. Ve
bunu beklem ek de hakkımızdır.

T e k in in y a z ıs ın d a n b irk a ç ay s o n ra R efik H alid K a ra y d a


y eni y a y ın la r a ra s ın d a n siv rilen A ltın G özlü K ızın g en ç m ü te r­
c im in i ay n ı şek ild e ö v ü cü sa tırla rla se lâm la r:

Balzac’ın Altın Gözlü Kız adında uzunca bir hikâyesi varmış,


ben bilmiyordum. AvusturyalI bir şairin [Hugo von Hoff-
m annsthal] fikrince, bu eserde "esrann kucağından şehvetin
doğduğu” görülürmüş. Fakat ben hikâyeden ziyade kitabın
baş tarafına konan ve yetmiş şu kadar sayfa tutan ‘etüd u dik­
kate değer buldum. Balzac’ı bu derece tanıyarak seven bir fikir
adamı, elbette tercümeyi de tam yapmış, yapmak için candan
çalışmıştır. Onun içindir ki bundan sonra da Cemil Meriç’ten
aynı vukufla yapılmış etüdler ve tercüm eler bekleriz.
Biz, asıl m uharriri tanım adan, hayranı olm adan sırf kitapçı­
nın arzusuna uyularak yapılan ısm arlam a ve üstünkörü tercü­
melere değil, işte böyle şuurlu tercümelere muhtacız.

R efik H alid, b u s a tırla rın a rd ın d a n gen el b ir d e ğ erlen d ir­


m ed e b u lu n m a k su retiy le ö v g ü lerin i g en işletecek tir:

Demek ki bu son ayda çıkan şu üç tercüm ede -İki Esir, Altın


Gözlü Kız ve Eyub- işporta malı, eksik tartılı, kamyot eserler
sayılamaz; aksine irfan, emek ve sevgi mahsulüdürler. Yani di­
lediğimiz, çoğaldığını görmek istediğimiz tercümelerdir; hat­
ta tercüme sahasında ileri ve düzenli adımlardır. Ancak böyle
adım larla bir tercüme edebiyatı vücut bulabilir Ve ‘anarşi’ ön­
lenir. (...) Kısacası: Bu ay irfan ambarlarım ıza -adlarım saydı­
ğım kitaplarla- dolgun fikir başaklarından özlü, besleyici, iyi
ayıklanmış, seçme bir m ahsul taşınmıştır.

Grandet (Nasuhi Baydar); 1938: Kolonel Şaber (Yaşar Nabi Nayır); 1939:
İki Yeni Gelinin Hatıraları (N urullah Ataç); 1940: Tılsımlı Deri (Hamdi
Varoğlu); 1941: Vadideki Zambak (N ahid S im Örik); 1942: Köy Hekimi
(N asuhi Baydar).

136
B u teşv ik lerin g en ç m ü te rc im i y ü re k le n d irec e ğ i çok aç ık ­
tır; z ira ü ç yıl s o n ra ikin ci te rc ü m e s in i o k u ra s u n a rk e n b u teş­
v ikleri h a tırla m a d a n ed em ez;

O kuyucu Altın G özlü K ızı b ü tü n k u su rla rın a rağm en tevec­


cühle karşılam ış, m ünekkid cesaretim izi desteklem işti. Ferra-
gu s tercü m esin e teşebbüsüm üz, b u m ü sa m a h am n m ah su lü ­
dü r.150

Ş a y e t b e lirtm e m iz g e re k irse , te rc ü m e h a k k ın d a k i o lu m ­
lu ifad eler, k e sin lik le h ıs ım la rın d a n g elen b eylik iltifa tla r
o la ra k te lâk k i e d ilm e m e lid ir; z ira M e riç ’in te rc ü m e s in in ih ­
tişa m ı, h a s ım la n n c a d a a y n ı d e re c e d e te slim o lu n m u ştu r.
N itek im B a lz a c ’ta n y a p tığ ı K ö y H e k im i (A nkara, 1942) ad lı
te rc ü m e s in i ş id d e tle e le ştird iğ i ve h a tta k e n d is in d e n de ay n ı
ş id d e tte m u k a b e le g ö rd ü ğ ü N a su h i B a y d a r d a h î A ltın G öz­
lü K ız te rc ü m e s in in m ü k e m m e liy e tin i itir a f e tm e k z o ru n d a
k a lm ıştır:

[N asuhi B aydar'ı şahsen] tanım adım . Tahm in ederim ki b ir


kibarlığı, b ir efendiliği, b ir çelebiliği vardı. Halk Partisi Altın
Gözlü Kızın tedkikini o n a verm iş. B ir iki ay beklettikten sonra
telefonu açm ış, ‘T ercü m e m ükem m el" dem iş Cemal Hakkı ya,
"m aalesef m ükem m el.”151

B u y ü z sayfalık ro m a n ın h e r p a ra g ra fı, h e r s a tın , h e r


cüm lesi, h e r k elim esi, h a tta h e r v u rg u su b ile d ik k a t ve özenle
T ürkçe'ye a k ta n lm ış; ro m a n d a g eçen olaylar, k u lla n ıla n d e ­
yim ler, deyişler, tem siller, m eca z, istia re ve kinayeler, m e tn in
aslı â d e ta T ürkçeym işçesin e y en id e n ifad e ve in ş â edilm iştir.
M ü te rc im in b a ş a n s ı o k a d a r b a riz d ir ki m e tin d e n seçilecek
h e rh a n g ib ir p asaj, o k u ra, b u b a şa n y ı b ü tü n ih tişam ıy la sey­
retm ek im k â n ın ı verecektir.

150 CM, “Ön Söz", Onüçlerin Rom anı: Ferragus, s. 23, İstanbul, 1945
151 CM, Jurnal /, (18 Aralık 1963), s. 283

137
İm d i, m ü te rc im in h iç b ö lm e d e n sa d e c e ik i c ü m ley le ifad e
etm ey e m u v affak o ld u ğ u ş u u z u n p a sa jı so lu k a lm a d a n o k u ­
m ay ı d en ey elim :

Burada da karşım ıza çıkan aynı netice: Toptancı tüccarlar


ve çırakları, memurlar, sarraflıkla uğraşan nam uslu insanlar,
madrabazlar, şeytan gibi herifler, başkâtip ve kâtip yamakla­
rı, icra m em urunun, dâvâ vekilinin, mukavelât m uharririnin
yazıcıları, hülâsa küçük burjuvazinin hareket eden, düşünen,
kılı kırk yaran, m urabahacılık yapan uzuvları. Paris’in bütün
kârlı işlerini idare eden, hububatına el atan, zahiresini topla­
yıp biriktiren, proleterlerin imal ettiği eşyayı anbara koyan,
cenubun m eyvalannı, denizin balıklarını, güneşli sahillerin
şaraplarını istif eden, elini Ş a rk a uzatıp oradan Türklerin ve
R uslann beğenmediği şalları alan, tâ H indistan'a kadar yeti­
şip mahsul toplayan, satışı beklemek için tilki uykusuna ya­
tan, ancak kazançtan sonra derin nefes alan, senetleri kıran,
her türlü esham ı toplayıp sandığa kapayan, bütün Paris’i par­
ça parça arabasına doldurup götüren, çocukluğa has fante­
zileri, yaşlıların heves ve zaaflarını gözeten, hastalıklarından
istifade eden hep onlardır. (s. 86)

İşte b u kadar! T ürkçe zevk-i selim i o la n h e r in s a f sah ib i


o k u ru n teslim etm e k z o ru n d a kalacağ ı h ak ik a t, h e r h ak ik a t
gibi tek kelim eye sığ d ırılab ilecek d en li b a sit ve sade o lacaktır:
m ü kem m el.
T ercüm e m ü k em m e l, p e k i ya k o n u su ?
B u s o ru n u n cev ab ın ı d a g en ç m ü te rc im d e n alalım ; zira
böylelikle k en d isin in , B alzac'm n için b a şk a b ir ro m a n ın ı değil
de özellikle A ltın G özlü K ızı seçtiğ in i ö ğ ren m iş olacağız:

Herbiri başlıbaşına bir sanat şaheseri olan "Paris Hayatından


Sahneler" içinde Altın Gözlü Kızı seçmemiz, bu hacim bakı­
mından küçük, muhteva bakım ından çok zengin kitapta bir
şehrin nasıl otopsisi yapıldığını öğrendiğimizdendir. (s. 73)

138
B u ro m a n d a b ir şe h rin , y a n i P a ris'in o to p sisin in n a sıl y a­
pıld ığ ı g ö ste rilm iş o ld u ğ u n a g ö re, şim d i d e b u ro m a n ın k o n u ­
su n u n m ü te rc im ta ra fın d a n n a sıl ta s v ir ed ild iğ in e bak alım :

Altın Gözlü Kız, dehanın ebediyete arm ağan ettiği bu tılsımlı


âbidenin mütevazı fakat karakteristik bir cephesidir; m ace­
ranın rom antik bir edâ arzetm esi, aşk, esrar, ölüm korkusu
dolu sahneler, Şark şiirinin bütün ihtişamıyla ışıldayan bir
dekor, eserin nezaheti ve sanatın kutsal ışığı içinde güzelle­
şen m em nû ve çirkin bir sevgi, m uharririn tezatlarla nasıl
oynayabildiğini, hayatı bütün cepheleriyle nasıl tasvir ede­
bildiğini göstermesi bakım ından çok enteresandır, (s. 73-74)

E serin nezaheti ve sa n a tın k u ts a l ışığı içinde güzelleşen


m e m n û ve çirkin bir sevgi...
İş te genç m ü te rc im in o y ılla rd a A ltın G özlü K ızda g ö re b il­
diği, b u lab ild iğ i n o k ta la r b u k ad ar! N e v a r ki a ra d a n 40 yıl
geçecek ve C em il M eriç, b ir z a m a n la r "eserin n e z ah e ti ve sa ­
n a tın k u tsa l ışığı için d e g ü zelleştiğ in i” zan n e ttiğ i b u "m em n û
ve ç irk in b ir sevgi"nin g erçek te sevicilikten ib a re t o ld u ğ u n u
fark ed ecek tir:

Altın Gözlü K m , seviciliği anlatan bir rom an olduğunu aşağı


yukan anlam adan çevirmiştim Türkçe’ye. Büyük bir yazarın
şaşırtıcı inceliği.152

A caba te rc ü m e h a k k ın d a y a z a n d iğerleri, ro m a n ın k o n u su ­
n u fark e tm iş m iydiler?
Refik H alid 'in , "esrarın k u c ağ ın d a n şeh v etin d o ğ d u ğ u gö­
rü len " b u ro m a n ın k o n u su n u p ek d ik k ate d eğ er b u lm ad ığ ı­
nı d a h a ö nce o k u m u ştu k . M a n su r Tekin ise b u k o n u d a gayet
tem k in li k o n u şm a k z o ru n d a h issed er kendisini:

152 CM, Jurnal 11. (7 Ağustos 1983), s. 349

139
Altın Gözlü Kız ve Balzac hakkında, böyle bir m ecm uanın dar
hudutları içinde fazla bir şey söylemeye imkân yoktur. Bir
İngiliz zenginin sefahet âleminde yaşarken m uhtelif mem le­
ketlerde edindiği iki çocuğun, birbirinin kardeşi olduğunun
farkında olmayan bir erkekle bir kızm, bir genç kıza karşı
duydukları alâka dolayısıyla hikâyenin sonunda birbirleriyle
karşılaşmaları, mevzûun esasını teşkil ediyor.

B ir erkekle bir kızın , b ir genç kıza karşı d u yd u kla rı alâka...


O ysa B alzac’m ifad eleri çok d a h a açık tır: “Y ery ü zün d e iki k a ­
d ın ı b irb irin e b a ğ la y a n a şk ta n g ü ç lü sü y o k tu r.”
Ç ok ilg in ç tir ki “B izim k u şa k C em il M eriç’i ö n e m sem iş,
çev irilerin i ve in c e le m e le rin i ö n e m le iz le m iştir” d iy en A ttilâ
İlh an , A ltın G özlü Kızla. A ğustos 1944’te C em il M eriç'in ç ev iri­
si say esin d e ta n ışa c a k ve 19 y a şın d a y k e n için i k a rış tıra n "iki
k ad ın a ra s ın d a y a şa n m ış b ö y lesin e tu tk u sa l, b ö y lesin e y o ğun
b ir a şk ” k o n u lu b u te rc ü m e d e n h a re k e tle 1971'd e “A m o r Les-
bicus" başlıklı b ir m ak a le d a h î k alem e ala c a k tır:

Daha o zaman Paquita, Marie Laforet’nin çizgilerine bürünüp


beyaz perdedeki yerini almamıştı, Balzac’m Paris Hayatından
Sahneler başlığı altında topladığı rom anlar dizisinde, demek
1843’te yaratıldığı yerde duruyordu. Ben onu Cemil Meriç’in
çevirisinden Altın Gözlü Kız diye tanıdım. Kitap, yazarının
güçlü soluğuyla, eser olarak da beni yaman bir hayranlığa
yamyassı yapıştırmıştı ya, ayrıca Paquita’nm Madam de San
Real’le ilişkisi aklımı başımdan alıyor, iki kadın arasında ya­
şanm ış böylesine tutkusal, böylesine yoğun bir aşkın olabil­
mesi içimi karıştırıyordu.

A ttilâ İlh an , y azısın ın s o n u n a k o y d u ğ u b ir n o tta d a şu


a ç ık lam aları yapar:

Kitabın özelliği, başında, Cemil Meriç'in yazdığı 75 say­


falık Balzac incelemesinin bulunuşu. Bizim kuşak Cemil
Meriç’i önemsemiş, çevirilerini ve incelemelerini önemle iz­
lemiştir. Ben bu kitabı 1944 yazında, Adana’da Horozoğlu

140
Kitabevi’nden aldırmışım. Aldırmışım deyişim boşuna değil,
zira o zam an Adana'da değil, A dananın sapa bir ilçesi olan
Bahçe’de oturuyorduk.153

Y ıllar s o n ra C em il M eriç, İ l h a n ın b u ifa d e lerin i b ira z a b a r­


ta ra k y o ru m la m a k ta n k e n d isin i alam ay ac a k , h a tta B alzac'ı ve
F ra n s ız e d e b iy a tın ı o n esle k e n d isin in ö ğ re ttiğ in i b ile v arsa­
y acak tır:

• Attilâ Varlık dergisinde hakkım da yazmış: "Balzac'ı ve Fransız


edebiyatını biz Cemil Meriç'ten öğrendik" diyor.154
• Varlıkta. Attilâ, hakkımda sanki ölm üşüm gibi yazı yazdı.
"Balzac’ı ondan tanıdık" diyordu.155

A ttilâ Ilh a n ’ın k en d i ifad eleri b ir y an a, 1940'da M illi E ğ itim


B ak an lığ ı'n a bağlı o la ra k k u ru la n T ercüm e B ü ro s u n u n , ilk üç
yıld a -38’i F ra n s ız c a ’d a n o lm a k ü zere- 109 e se r yayım ladığı,
1946'nm s o n u n d a d a b u say ın ın 496'yı b u ld u ğ u h a tırla n ır ve
A ltın G özlü K ızm n e şrin d e n s o n ra (1943-1953 y ılla n a ra s ın ­
da) sad ece B ak an lığ ın , B alzac’ta n , 15 m ü te rc im in k a lem in d en
22 ro m a n la b irlik te A ndré B illy’n in iki ciltlik B a lza c'm H ayatı
(çev. F e h m i B aldaş, A nkara, 1949) ad lı biyografisini n e şrettiğ i

153 Attilâ İlhan, "Amor Lesbicus”, Varlık, sy. 762, s. 8-9, M art 1971; "Amor
Lesbicus", Hangi Seks, s. 16-22, İstanbul, Mayıs 1997 (1. bas. 1976). Attilâ
İlhan 1974’te yazm ış olduğu bir m ektupta, benzer sözleri bu sefer Cemil
M eriç’e hitaben tekrarlayacaktır: "Bizim kuşağın toplum cuları arasında
Cemil M eriç adının özel b ir yeri v ard ır ki, ben ıslah kabul etm ez bir
santim antal, ya da içi dışı b ir adam olduğum dan, yıllar geçse de seni hep o
yerde m uhafaza ettim ." (CM, Jurnal II, (19 Temmuz 1974), s. 191; krş. Attilâ
Ilh a n ’a Mektuplar, (der. Belgin Sarm aşık), s. 338, İstanbul, 2001)
154 HA, a.g.e., (9 Aralık 1976), s. 51
155 HA, a.g.e., (15 Ekim 1978), s. 339. Atillâ İlhan gibi Vedat Türkali de
Meriç'i Balzac tercüm eleri aracılığıyla tanıyanlardandır: "Vedat Türkali
ile konuşuyoruz. Nazik ve sevimli. Beni Balzac tercümelerimden tanımış.
Sonra okuyamamış. (...) Balzac tercüm elerim den sonra beni okumadığını
söyleyen Vedat Türkali ile okuyucularına ondan söz etmeyen Cemil Meriç
büsbütün suçsuz m uydular?" (CM, Jurnal II, s. 315)

141
n a z a r-ı itib a r a a lın ır s a ,156 A ttilâ Ilh a n 'ın ve n e s lin in , "B a lz a c ’ı
ve F ra n s ız e d e b iy a tın ı C em il M e riç 'te n ö ğ re n d ik le rin i" v a rs a y ­
m a k , h e r h a ld e m ü m k ü n ve m a 'k u l o lm a s a g erek .
S o n u ç itib a riy le , g e n ç m ü te rc im in k a le m in d e n ç ık a n A ltın
G özlü K ız te r c ü m e s i n e d e n li m ü k e m m e l o lu rs a o ls u n -ö n sö ­
zü y le b irlik te - ta r ih e k a rış a c a k ve b ir d a h a k im se o n d a n b a h ­
se tm e y e c e k tir.157

156 B akanlığın yayım ladığı Balzac tercü m eleri sırasıyla şu n lard ır. 1943: Goriot
Baba (N ahid S im Örik); 1944: Albay Chabert (Y aşar N abi Nayır); 1945:
Bilinm eyen Şaheser (Y aşar N abi N ayır); César Birotteau (Fehm i Baldaş);
Eugénie Grandet (N asuhi Baydar); M utlak Peşinde (O ktay R ifat-S abiha
Rifat); 1946: K ırm ızı Han (N erm in S ankur); O tuz Yaşındaki Kadın (M ina
U rgan); Louis Lam bert (O ktay Rifat); 1947: M adam Mignon (Oktay Rifat);
Tefeci Gobseck (Vedat Günyol); Cousine Bette I (Vahdi H atay); 1948: Cousine
Bette II (Vahdi H atay); Top Oynayan Kedi Mağazası (N ecdet Bingöl); 1949:
Cousin Pons 1-11 (Vahdi H atay); Tours Papazı (M ebrure Alevok); Ursula
Mirouet (S ab ih a R ifat); Üç Hikâye (M ücahit Topalak); Esrarlı B ir Vaka
(Yaşar N abi Nayır); S ö n m ü ş Hayaller I (Yaşar Nabi Nayır); 1950: Nucingen
Bankası (Vahdi H atay); 1951: S ö n m ü ş Hayaller 11 (Y aşar Nabi Nayır); 1952:
Köy Papazı (K âzım N am i D uru); 1953: İk i Gelinin Hatıraları (N urullah
Ataç). G eniş b ir liste için ayrıca bkz. M ehm et Rifat, Balzac Kitabı, s. 347-
361, İstan b u l, 1994
157 Bu ro m anın, b iri İh sa n B o ra n a (1955), diğeri V ahdet G ültekin’e (1971) ait
olm ak üzere Türkçe’de iki çevirisi d a h a yayım lanm ıştır.

142
7
Duvarından Yıldızlar Görünen Odalarda

a z ira n 1942’de Y ab an cı D iller Y üksek O k u lu n d a n


H m e z u n o la n C em il M eriç, 29 E k im 1942’de -gerekli
h a z ırlık la rı ö n c e d e n ik m â l e tm e k için- E la z ığ ’a g id e r ve s o n ­
ra İ s ta n b u l’a d ö n ü p eşi Fevziye H a n ım 'ı d a y a n m a a la ra k 28
E k im 1942-29 O cak 1945 ta rih le ri a ra s ın d a 27 ay b o y u n c a öğ­
re tm e n lik y a p a c a ğ ı b u şe h re yerleşir.
E la z ığ ’d a g eçen g ü n le r b ir h ay li sık ın tılıd ır; a k silik le r b u
g e n ç ve te c rü b e s iz a d a m ın y a k a sın ı b ir tü r lü b ıra k m a z . K e n d i­
si o m e ş ’u m g ü n le rin i şöyle a n la tır:

Tesadüfün yolum a çıkardığı çakıl taşlarıyla b ir kulübe, bir li­


m an inşa etmek istiyorum. Yeni b ir dünya burası. Belki, belki-
leri olan b ir dünya. (...) Az sonra kader tırnaklarım göstermeye
başlıyor, çok az sonra. Yağmurlu b ir kış akşamı. Karım sancı­
lanıyor. Kimseyi tanım ıyorum henüz. Param yok. At hırsızına
benzeyen sarhoş b ir doktor karım a kürtaj yapıyor. Kan revan
içinde sedire bırakılan kadınla aynı yatağa uzanıyorum. Son­
ra ikinci bir çocuk daha kaybediyoruz. Haksızlıklar birbirini
kovalıyor. Solculuğumuza d air rivayetler dolaşıyor. İçimde iki
büyük korku: polis korkusu, frengi korkusu. (...) İki yıl böyle
geçti.158

158 CM, Jurnal /, (11 Eylül 1963), s. 231

143
B u iki yıl iç in d e iki ç o c u ğ u n u k a y b e d e n Fevziye H a n ım
ü ç ü n c ü ç o c u ğ u n a h â m ile k a lır ve fa k a t d o k to r b u d e fa h a y a tî
teh lik e o ld u ğ u n u söyleyince, ç a re siz İs ta n b u l'a gelirler. T ıp
F a k ü lte s in d e n ald ığ ı ra p o r u o k u l id a re si k a b u l e tm e d iğ in d e n
ö tü rü , C em il M eriç, m e c b u re n E laz ığ ’a g eri döner. H a y a tı ar­
tık iyice çek ilm e z b ir h â l alm ıştır.

K anm İstanbul’daydı, yalnızdım ve 50 lira geçiyordu elime.


Otele 60 lira veriyordum. İki sene cansiperâne hocalık yap­
tıktan sonra, yardımcı öğretmenlik! Soğuk b ir kış. Ve gurbet.
Anadolu’da bekârlık b ir kâbustur. Kitap yok, arkadaş yok.
Mek-tep, meyhane, otel. Donmamak için içmek. Düşünme­
mek için içmek. Delirmemek için içmek. Galiba b ir ay daya­
nabildim. Pek sayın Vekâlet’ten haber çıkmadı. Hayatımı de­
vam et-tirmek için tek yol kalmıştı; dolandırıcılık. İstifa ettim;
daha doğrusu çok acı b ir mektupla durum u Vekâlet’e arzedip
İstanbul’a döndüm .159

159 Cemil Meriç, 29 Ocak 1945'te istifa etmiş, istifası ise 30 Ocak 1945'te işleme
konulm uştur (Emekli Sandığı H izm et Belgesi).
Cemil Meriç’in istifasının resm en işleme konulduğunu kendisine tebliğ eden 4
H aziran 1945 tarihli belge ise aşağıdadır:
No: ЗОЯ
5866
SURET
Elâzığ Lisesi M üdürlüğüne
Liseniz Fransızca stajyeri Cemil Meriç'in 29/1/1945 tarihinde görevini terkederek
ayrıldığı anlaşıldığından işine son verilmesi Bakanlık Yüksek M akamınca
uygun görülmüştür. Gereğinin yapılmasını saygılarımla rica ederim.
Zatişleri M üdürü
T.C
MAARİF VEKİLLİĞİ
Elâzığ Lisesi M üdürlüğü
Sayı: 986

Bakanlık Zatişleri M üdürlüğünün 2/IV/1945 tarih ve 30/1/5866 sayılı yazı


örneği yukarıya çıkarılarak tebliğ olunur. Saygılarımla. 4/VI/1945
Elâzığ Lisesi M üdürü
E sat İnetaş

144
İs ta n b u l'd a k a y ın b ira d e rin in y a n ın d a k a la n M eriç, M a rt
1945'te eşin i Z eynep-K âm il H a s ta h a n e s i’ne y atırır. İşsizdir;
ü stelik p a ra s ı da, k im sesi d e yoktur. B u a ra d a u fak tefek eşya­
ların ı s a tm a k z o ru n d a kalır. T am d a b u g ü n le rd e E lazığ 'd ak i
taleb esi M eh m et E r g in e yazd ığ ı 16 Ş u b a t 1945 ta rih li m e k ­
tu p ta şöyle der:

İngilizce’ye yeniden başladım. Düşes de Langeais tercümesine


de devam ediyorum. Fevziye dokuz aylık. Bekliyoruz.160

E n n ih a y e t sık ın tılı bekleyiş so n a e re r ve 1 N isan 1945’te


oğlu M a h m u t Ali d ü n y a y a gelir. A rtık s a y ıla n ü çe çıkm ış olan
M eriç âilesi, H a z ira n 1945’te k a y ın b ira d e r ev in d en ay n lır-
lar; M eriç’in ifadesiyle ‘k aç a rla r.’ D ah a d o ğ ru su : k açab ilm e
im k ân ı b u lu rla r; z ira B alz a c’ta n te rc ü m e le re b a şlam ış olan
C em il M eriç, en n ih ay et y ay ın ev in d en 50 lira av an s a lm ıştır:

Elli lira avans alm ıştım. D uvarından yıldızlar görünen soğuk


b ir odada yatıyorduk. Gece y anlarına kadar çalışıyordum,
am a bahtiyardım , bahtiyardık. H aftada b ir et yiyemiyor-
duk. Aylarca evden çıkmıyordum. Çocuğum büyüyordu. Gü-
m üşarayıcıya taşındık. Karım tekrar gebe kaldı. (...) Daha
çok çalışm ak zorundaydım. Kitap bitm eden para vermiyor­
lardı. Kitap bitmiyordu. îki küçük odaya sıkışmıştık. K anm
mut-fakta çalışıyordu. M ahm ut Ali arabasında oynuyor veya
ağ-lıyor, ben çalışıyordum, otom at gibi çalışıyordum. K anm
da, ben de çok zayıfladık. Veremden şüphelendim. Bedava
git-tiğim bir doktor arkadaş “yorgunluk ve gıdasızlık” dedi.

160 M ehmet Can Doğan, "M ehmet E rg in e M ektuplar", Kitap-lık, sy. 55, s.
100, Eylül-Ekim 2002; "Bir D ostluktan Kalanlar: Cemil Meriç’in M ehmet
E rg in e Yazdıkları", Cemil Meriç, (haz. M urat Yılmaz), s. 252, Ankara, 2006.
H er iki neşirde de m ektubun tarihi "16.2.944" şeklinde kaydedilmiş ve
m etnin aslında d a aynen böyle yazılm ış olduğu sayın M ehmet Can Doğan
tarafından tek rar teyid edilm iş ise de bizce bu tarih, “16.2.945" şeklinde
düzeltilmelidir.

145
10 A ralık 1 9 6 6 'd a L â m ia H a n ım a y a z d ığ ı m e k tu p ta b u sı­
k ın tılı g ü n le rin e şö y le te m a s ed e r:

Yıllarca yaşam ak ve y aşatm ak için B alzac çevirdim . (...) Bal-


zac tercüm eleri, B alzac etüdleri. 16 sayfalık b ir form a karşı­
lığında 25, bazen 20 lira. H aftada en çok 1 form a çevirebilir­
dim , günde 10-12 saat çalıştığım çok olurdu ve tâbi [yayıncı],
etüdlere p ara verm ezdi.161

1945-46 y ılla rım k a p s a y a n ik i y ıllık b u y o ğ u n m e s a i n e ti­


ce sin d e , g en ç m ü te rc im B a lz a c 'ta n b e ş ta n e r o m a n te rc ü m e
eder:
1. O n ü ç le r’in R o m a n ı: Ferragus
2 . D ü şes de L angeais
3 . O tu z u n d a k i K a d ın
4 . B ekârlar!B ekâr E vi/B a lık çı K ız
5 . K ibar F ahişelerin İh tiş a m v e Sefa leti
M eriç, b u r o m a n la r d a n ilk ik isin i -k en d isiy le 1 E y lü l 1944
ta rih li b ir a n tla ş m a im z a la d ığ ı- Y üksel Y a y ın e v in e , d iğ e r ik isi­
n i -k en d isiy le 16 N isa n 1945 ve 9 E k im 1945 ta r ih li iki a n tla ş ­
m a im z a la d ığ ı- A rif B o la t K ita b e v i’n e , s o n u n c u s u n u ise -k en ­
disiyle 8 O cak 1945 ta rih li b ir a n tla ş m a im z a la d ığ ı- İn k ılâ p
K ita b e v i’n e te slim e tm iş ve sıra sıy la O n ü ç le r’in R o m a n ı: Fer­
ragus T e m m u z 1945’te, O tu z u n d a k i K a d ın E k im 1945'te, K ibar
F ahişelerin İh tiş a m ve Sefa leti ise 19 4 6 'd a m e z k u r y ay ın ev leri
ta r a fın d a n n e şre d ilm iş tir. N e v a r ki Ş u b a t 19 4 5 ’te te rc ü m e s in e
d ev am e d ild iğ in i, h a tta T e m m u z a y ın d a n e şre d ile n Ferragu-
5 u n h e m e n a rd ın d a n b a s ılm a k ta o ld u ğ u n u b ild iğ im iz D üşes
de Langeais ile 9 E k im 1945’te A rif B o la t K itab e v i’yle a n tla ş ­
m a s ı y a p ıld ığ ı h â ld e , n e z a m a n te slim e d ild iğ i m e ç h u lü m ü z
o la n B ekârlar ad lı iki ro m a n -m e z k u r y a y m ev lerin d e k a y b o l­
d u ğ u için - n e ş ro lu n m a m ış tır:

161 CM, Jurnal II, (10 Aralık 1966), s. 116-117

146
• Düşes de Langeais, Bekâr Evi (Balıkçı Kız da denilir. Nâşiri
kaybetm iştir.)162
• Duchesse de Langeais (kitapçıda kayboldu)... Balıkçı Kız (kitap­
çıda kayboldu)...163
• İki eserim de kitapçılar tarafından kaybedildi: La Duchesse de
Langeais ile La Rabouilleuse. 164

B u iki B alzac ç e v irisin in y a n ıs ıra , m ü te rc im in , d a h a s o n ­


ra la rı P ie rre D u c a sse ’m H istoire des Techniques ad lı e se rin in
çev irisi (B ir Teknikerin Tarihi) Ü n iv ersite K ita b e v i’n d e ,165 Je a n
R o s ta n d ’m P eut-on m o d ifier l ’h o m m e ? ad lı e se rin in çevirisi {İn­
san D eğiştirilebilir m i? ) ise, İş B an k a sı K ü ltü r Y ay ın lan n d a ;66
k a y b o la c a k tır:

162 "Cemil M eriç’le K onuşm a", M illî Gençlik, sy. 4, s. 17, M art 1975
163 CM, "Son Yaprak", N esin Vakfı Yıllığı-78, s. 456; Mağaradakiler, s. 450
164 CM, Jurnal II, (16 M art 1982), s. 324. La Duchesse de Langeais, 1946 yılında
Nevin Y ürür tarafın d an Türkçe’ye tercüm e edilm iş ve 1947’de Rahibenin
A şkı adıyla neşredilm iştir.
165 Cemil M eriç ile Ü niversite K itabevi’ni tem silen Cemal H akkı Selek arasında
yapılan sözleşm ede, bu çevirinin 25 O cak 1945’te Üniversite K itabevi’ne
teslim edilm esini ş arta bağlayan b ir m adde yer alm aktadır. (Sözleşme
m etni için bkz. 'E kler’ bölüm ü.)
166 Cemil M eriç’in 21-22 Kasım 1966 tarihli iki m ektubunda Lâm ia H an ım a
verdiği bilgilerden, Jean R ostand’dan yaptığı çevirinin tarihini kesinleştirmek
im kânı buluyoruz: "Sabahtan beri çalışıyorum. İnsan Değiştirilebilir mi? diye
b ir kitap. Ocak başında çıkacak. (...) İnsan Değiştirilebilir mi?yi bazı notlarla
hafta sonunda teslim edeceğim. Eser Jean R ostand’m. Seni eğlendirebileceğini
um duğum için zevkle çalışıyorum."; "Sabahtan beri çalıştım. Saat üç buçuk.
İnsan Değiştirilebilir m i?nin notlarını yazıyorum. K itaba seni eğlendirsin diye
yeni b ir bölüm ekledim: Eski ve Yeni Robotlar. Hafta içinde teslim edeceğim.”
(CM, Jurnal 11, s. 91-93). M eriç’in bu çalışması tam am en zayi olmamıştır.
Sonradan neşretm iş olduğu bazı parçalar için bkz. Jean Rostand, Bilim
ve İnsan 1-111, "Yeni İnsan", VE63, 71-72 (3, 11-12), s. 18-26, 18-23, 18-21,
M art, Kasım-Aralık 1968; CM, İlk Robotlar, "Yeni İnsan", VI/1, s. 6-7, Ocak
1968 ('Hüseyin Ş am an’ m üsteanyla). Ayrıca İş Bankası K ültür Yayınlan'nın
yöneticisi H aşan Âli Yücel tarafından sipariş edilen bu çevirinin -hiç değilse-
ücretinin ödendiğini biliyoruz: "Ümit Meriç öm rünün ilk 500 lirasını, bir
çevirisinin ücreti olarak babasına getiren Haşan Âli Yücel’in elinde görecektir."
(Ümit Meriç, a.g.e., s. 63)

147
Balzac ne Altın Gözlü Kızdır, ne Ferragus. Ü stadın en güzel
rom anları çevirmediklerini. Çevirdiklerim den ikisi kayboldu,
tâbi [yayıncı] kaybetti. Tam dört kitabım tâbi'nin kayıtsızlığı­
na kurban gitmiştir. Dört kitabım , yani iki senem .167

3 K a sım 1945'te D ü şes de L a n g e a isn in y a y ım la n m a d ığ ı


k e sin d ir; z ira b u ta r ih te ç ık a n b ir g a z e te h a b e rin d e C em il
M e riç 'in "so n z a m a n la rd a O tu z u n d a k i K a d ım ve O n ü çlerin
R o m a n ım d a d ilim iz e -m u v affa k iy e tle - ç e v ird iğ in d e n ” sö z
ed ild iğ i h â ld e , b u te r c ü m e d e n b a h is y o k tu r.168
A ynca b a s ıla n h e r ü ç r o m a n ın d a d a C em il M e riç ta r a fın ­
d a n D üşes de L angeais a d lı te rc ü m e s in e a tıf y a p ıld ığ ın a g ö re,
1945-1946 y ılla rın d a k ita p h e n ü z k a y b e d ilm e m iş v ey a k a y b e ­
d ilm işse bile b u d u r u m e n a z ın d a n k e sin lik k a z a n m a m ış ol­
m a lıd ır:

• Saint Gertnains foburgu: Paris'te aristokratlar mahallesi.


K ibar sosyetenin merkezi olan bu m ahalle hakkında fazla
m alûm at alm ak isteyen okuyucular, Yüksel Yayınevi tarafın­
dan ta-bedilm ekte olan Düşes dö Lanje tercüm em ize m üraca­
at edebilirler. (Ferragus, s. 45)
M adam de Serisy: İnsanlık Komedyasının birçok sahnelerinde
boy gösteren şahane koket. O nüçler'den olan Marki de Ron-
querollesin hemşiresidir. Türkçe’ye tarafım ızdan çevrilen Fer­
ragus ve Düşes de Langeais ro m an lan n d a da adı geçer. (Otu­
zundaki Kadın, s. 46)
• De Marsay’la de Ronquerolles, Balzak’m belli başlı kah­
ram anlan ndandır. İkisi de ‘O nüçler’ cemiyetine mensuptur.
Tarafım ızdan çevrilen Altın Gözlü Kız, Ferragus ve Düşes
de Langeais isimli rom anlarda bu iki zat hakkında b ir hayli
m alûm at vardır. (Otuzundaki Kadın, s. 103)

167 CM, a.g.e., (10 Aralık 1966), s. 120; "B ir Ankete Cevap", Ortadoğu, 7 Temmuz
1974; "Cemil M eriç'in A nketim ize C evaplan", Türk Edebiyatı, 111/33, (haz.
T urgut G üler), s. 26, Eylül 1974
168 "B alzac'tan T ercüm eler”, G ün, 3 K asım 1945

148
• Eski Soria Dükü, Baron de M acumer: Bu zat hakkında bilgi
edinm ek isteyen okuyucular, Onüçlerin Romanı ve Düşes de
Langeais isimli tercüm elerim ize m üracaat edebilirler. (Kibar
Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti, s. 95)169

G a rip o la n , en so n te rc ü m e d e M a d a m de S e risy ’n in ad ı
g e ç tiğ in d e , b u se fe r D ü şes de L angeais ad lı te rc ü m e y e a tıf y a ­
p ılm a y ıp sa d e c e m a tb u o la n la rın zik riy le y e tin ilm e sid ir:

M adam da Serisy: O tuzundaki Kadın ve Onüçlerin Romanı [:


Ferragus] tercüm elerim ize bakın, (s. 305)

B u n a m u k a b il, ay n ı ro m a n d a b ir vesileyle B alıkçı Kızda, da


g eç e n b ir isim h a k k ın d a o k u y u c u y a b ilgi v e rirk e n , M e riç’in
k e n d i te rc ü m e s in e a tıfta b u lu n m a m a s ı, h a tta â d e ti o ld u ğ u
v eçhile ro m a n ın T ü rk çe a d ın ı z ik re tm e m e si g ay et câlib -i d ik ­
k a ttir:

Philippe Bridau, Balzac’m yarattığı en hayasız ve taş yürekli


ikbalperestlerdendir. La Rabouilleusede onun korkunç m ari­
fetlerine şahit oluruz. Taine, Balzac hakkındaki etüdünde bu
canavar sim a üzerinde ısrarla durur, (s. 194)

K en d i te rc ü m e le rin e a tıf y a p m a k iç in h iç b ir fırsa tı k açır­


m a y a n g en ç m ü te rc im in B alıkçı K ızı ih m a l e tm e si d ü şü n ü le ­
m ey e c e ğ in d e n , k en d isi b u ro m a n ı, 1946’d a y a y ım la n a n K ibar
F ahişelerin İh tişa m ve S efa letin d en s o n ra te rc ü m e e tm iş o lm a ­
lıdır.
H âsılı, 1945-1946 y ılla n b o y u n c a h a rc a n a n o n c a m esa in in
ilk m a h s u lü D üşes de Langeais ile so n m a h s u lü B alıkçı K ız ro ­
m a n la rı, n asıl o lm u şsa , y a y ın c ıla n n gaflet ve ih m ali n e tic e sin ­
d e k a y b o lm u ş ve b ir d a h a a slâ b u lu n a m a m ış tır.170

169 Bu açıklam a-notu, m ezkur tercüm enin 1973 tarihli ikinci baskısından
(İhtişam ve Sefalet, s. 94) çıkarılm ıştır.
170 1949'da yayım lanan Tours Papazı adlı çevirisinin girişinde, Türkçe
tercüm elerine de işaret etm ek suretiyle B alzac’m eserlerinin b ir listesini

149
"E n nihayet b ir ro m a n ” deyip geçm em eli. Ç ünkü "Zavallı
D üşes de Langeais, B alzac seni b en im k a d a r sevebilm iş m i­
dir?” diye inleyen b ir ad a m ın çevirisidir kaybolan... B u n ed en ­
le D üşes de Langeais sadece b ir ro m a n ın değil, geceleyin ka­
ran lık lar a rasın d an org sesleriyle uyan ıp h atırlad ığ ı b ir k adı­
n ın adıdır; h em de sahillerini d alg aların dövdüğü b ir İspanyol
m an astırın d a h icran ların ı çiçek çiçek, yıldız yıldız, yıldızlara,
çiçeklere ve in san lara yollayan b ir kadının...
Cemil M eriç’in, 16 M art 1982 tarih li m ek tu b u n d a Ada
Y ayınlarının yöneticisi Ferid E d g ü ’ye yaptığı şu öneri, hiç
kuşkusuz, b ir m ü tercim in h icran ve in k isarın d an çok, m u ­
hayyilesinde ısrarla ve in atla y aşatm ay a çalıştığı m aşukasını
yitireceğinden korkan b ir âşığın diren cin i gösterm ektedir:

Altın Gözlü Kız, Ferragus, La Duchesse de Langeaisyi "Paris


Hayatından Sahneler” adıyla basar mısınız? La Duchesse de
Langeaisyi yeniden çevireceğim.171

Lâkin ne önerisi kabul edilir M eriç’in, ne de arzu su gerçek­


leşir. B u bakım dan, çaresiz, biz de y olum uza b asılm a şansı
b u lan diğer tercüm elerle devam edeceğiz.

c) O nüçlerirı R o m a n ı: F erragus (1945)


Solgun benizli romantizmin modaya ferman dinlettiği devir­
deyiz.
Bir oturuşta on kişinin yiyeceğini gövdeye göçüren ve elmas
kabzalı bastonunu, Zaloğlu Rüstem’in gürzü gibi sallayarak
dolaşan bu obur, bu "koca karınlı”, bu "manda boyunlu" ve
"kaba saba" herifin içli bir sanatkâra benzeyen neresi var?
Bazı çağdaşlarının şehadeti, bazı resimlerinin hiyanetiyle sa­
bit:

veren Mebrure Alevok, Histoire des Treize adlı romanın üç kitabını da Cemil
Meriç tarafından Türkçe'ye çevrilmiş olarak göstermekte ve fakat hiçbirinin
baskı kayıtlarını vermemektedir, (s. XI, İstanbul, 1949)
171 CM, Jurnal 11, (16 Mart 1982), s. 324

150
Sayın romancımız, "at yelesi gibi saçlan", "filinkilere benze­
yen gözleri”, "kat kat ensesi'yle "tıpkı güçlü kuvvetli bir do­
muz tüccan."
"Başının arkasından topuklarına kadar dümdüz bir hat, yal­
nız baldırlarında bir çıkıntı. Ön tarafına gelince tam bir kara-
maça beyi profili."
Ama çağdaşlarının gözü kinin adesesinden seyredebilir ve
bir avuç gölgeyle birkaç çizgi bir çehrenin bütün canlılığım
aksettiremez. Düşmanlarının uydurduğu masala inansay­
dık, modem çağların en büyük müjdecisi Rabelais'yi mey­
hane köşelerinde hır çıkaran izbandut bir külhanbeyi olarak
hayâlleyecektik ve Fransız şiirini en ince mısralarla süsleyen
kibar La Fontaine, hafızamızda pasaklı ve dalgın bir herif ola­
rak yer alacaktı.
Lacraix'nin "seyyar bir sarraf yamağı”na benzettiği Balzac,
dün-yanın en harikulâde gözlerine malikti. Rilke'nin tâbiriyle,
bu gözlerin bakışları, bomboş bir dünyayı canlılarla doldura­
cak kadar füsunluydular. (...)
Flaubert, Michel Ange'ı ancak uzaktan ve arkadan tahayyül
edermiş; "gece, meşalelerin aydınlığında heykeller yontan bir
dev olarak." Balzac da İnsanlığın Komedyasını okuyan nesil­
lerin gözünde bir et ve kemik halitasından çok, bu kadar aza­
metli ve böyle destanî bir hayâl olarak canlanacaktır, (s. 4-5)

16 Ş ubat 1945'te "D üşes de Langeais tercüm esine devam


eden” ve aynı yılm yazında da tercüm esini bitiren Cemil Me­
riç, bu eserin hem en ard ın d an Onüçlerin Rom anı: Ferragusü
de tercüm e edip Tem m uz 1945’te işte böylesine m uhteşem ,
böylesine etkileyici b ir sunuşla yayım layacaktır.172

172 Tercümenin Temmuz 1945'te yayımlanmış olduğunu elimizdeki Ferragus


nüshasının üzerinde kayıtlı şu ithaf notundan hareketle kesinleştirebiliyoruz:
“Kocaharzem ailesine, sayğı ve saadet dilekleriyle, 21-VII-945, C.Meriç".
Fahrettin Kocaharzem’in (öl. 1957) eşi Naciye Hanım (1905-1992), Cemil
Meriç’in eşi Fevziye Hanım’ın (1905-1983) ikiz kızkardeşidir.

151
Solgun benizli ro m a n tizm in m odaya ferm a n dinlettiği de­
virdeyiz... Aç kalarak, y o rg u n lu k ve g ıd asızlık tan zayıflayarak,
h a tta p arm ak ların ı sig ara d u m an ıy la ısıtarak d ö rt d u v a r a ra ­
sında çeviri y apm ay a çalışan m ü te rc im se , k o sk o ca b ir cih an
h arb in in so n b u lu p y e ry ü z ü n ü n iştah a lı k u rtla rc a y en id en
paylaşıldığı b ir devirde talih in i d eğ iştirm ek için d id in ip d u r­
m ak tadır:

Ferragusü okuyor musun? O sayfalar huzur içinde yazılmadı.


Soğuk bir oda, hayatmı kalemiyle kazanmak zo-runda b ir genç
adam. Sigara dumanıyla ısıtılan parmaklar. Gözlerimi kapadı­
ğım gün mezar taşıma yazılacak hakikat, birkaç kelimenin
içinde: "Bu adam aç kaldı, ama insanlık haysiyetinden bir zer­
resini feda etmedi." Yıllarca yaşamak ve yaşatmak için Balzac
çevirdim. Kütüphanem yoktu, dostum yoktu ve sevgili zevcem
milyonluk bir plajın yansına sahipti. Zavallı Cemil Meriç! Et-
rafmdakileri yalnız beyniyle değil, gözleriyle de besledi.173

Ferragusten b ah settiğ i b u sa tırla rd a , M eriç’in, etüd lerin e


atıf yap m ası h iç de b o şu n a değildir:

... Tâbi [yayıncı] etüdlere para vermezdi.

173 CM, Jurnal 11, (10 Aralık 1966), s. 116. Şubat 1945’te -Elazığ’dan dönüp
hâmile eşiyle birlikte kayınbiraderinin C addebostan’daki evinde geçici
olarak kaldığı sırada- Düşes de Langeaisnin tercüm esine devam ettiğini
bildiğim iz Meriç, oğlu üç aylıkken (Haziran 1945’te) kendi evine taşınmış
ve dolayısıyla, Ferragus tercümesiyle eş zam anlı olarak meşgul olmuştur.
Ferragusun Temmuz 1945’te, Otuzundaki Kadının ise aynı yılın Ekim
ayında neşredildiği. Düşes de Langeaisnin ise Temmuz ayında çoktan
neşir aşam asına geldiği hususunda herhangibir kuşku bulunmadığından,
en azından bu üç çevirinin, “soğuk bir odada sigara dumanıyla ısıtılan
parm aklar’dan sâdır olması ihtimali, bizce vâkıaya mutabık görünmüyor.
Kaynaklara yanlış geçmemesi için belirtelim ki: Meriç, tercüme dönemi
45-46 kışına tesadüf eden Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti ile Ferragusun
tercüme dönemini -20 yıl sonra- birbirine karıştırmış olmalıdır.

152
B o şu n a değildir; zira O tu zu n d a ki K adın istisn a edilecek
o lu rsa, m a tb u terc ü m e le rin in g irişin d e, M eriç’in, B alzac ve
ro m a n la rın a d a ir üç e tü d y e r alır:
1942: Yayıncı m arife tiyle 250 say fad an 72 sayfaya in en en
kap sam lı etü d , -d ah a ö n ce d eğ erlen d irm iş o lduğum uz- Altın
G özlü K ızın girişindedir.
1945: 26 sayfalık kısa ve fak at sıkı sayılabilecek ikinci etüd,
O nüçlerin R om anı: Ferragusün "Ön S öz"ünü teşkil eder.
1946: T ercüm e ettiği ro m a n ın k a h ra m a n larıy la sınırlı 15
sayfalık son e tü d de Kibar Fahişelerin İh tişa m ve Sefaletinin
baş ta ra fın d a y er alm aktadır.
D aha önce A ltın G özlü K ızın g irişin d ek i incelem en in baş­
lıklarını gö rm ü ştü k ; şim d i d e Ferragusün girişindeki 'B alzac'
ad ın ı taşıy an 11 bölü m lü k in celem en in b aşlık ların a b ir göz
gezdirelim :

I. Görünüş, II. Hayatı, III. Mirası, IV. Balzac ve Cemiyet, V.


Balzac ve Paris, VI. Balzac'ın Paris’i, Dickens’m Londra’sı,
VII. Balzac ve Kadınlar, VIII. Paris Hayatından Sahneler, IX.
Onüçlerin Hikâyesi, X. Tercüme Hakkında Birkaç Söz, XI.
Bibliyografya, (s. 3-28)

"F ransız ro m an ıy la b ir m ik ta r m eşgul o lm uş b ir edebi­


yat ta rih i am atö rü " sıfatıyla Beşerî K om edyanın b ir an önce
Türkçe'ye k azan d ırılm ası gerektiğine in a n a n genç m üter­
cim e göre, "B alzac b ü tü n eserleriyle m illî k ütüphanem ize
m âledilm edikçe, d ö rt gözle beklenen realist rom an, büyük
Türk ro m an ı uzak b ir hayâl olarak k alm ağa m ahkûm " olaca­
ğından, o d a kendi üzerin e dü şen i y apm aya çalışm ış ve Altın
Gözlü K ızı b ü tü n k u su rla rın a rağ m en teveccühle karşılayan
ok u ru n , ve d a h î cesaretin i destekleyen m ünekkidin m üsam a­
h a ve teşvikleriyle Ferragus tercü m esin e başlam ıştır.
Acaba niçin?
Evet, genç m ü tercim , niçin B alzac'ın başka b ir rom anını
değil de özellikle Ferragusü tercü m e etm eye lâyık b ulm uştur?

153
“Bu sa y fa la n im zalay an İnsanlığın K om ed ya sın ı y ıllard an
b eri tav af ediyor. Ferragusü te rc ü m e etm e si b ir te s a d ü f işi d e­
ğildir" diyen M eriç, te rc ü m e seb eb in i şöyle açıklıyor:

Okuyucular bu rom anda muhteşem bir aşk hikâyesi ve me­


raklı mâceralar bulacaklar. Fakat eserin kıymeti, ne ser­
güzeştin cazibeli esrarengizliğinde, ne de tasvir ettiği aşkın
ihtişammdadır. Balzac’m da itiraf ettiği gibi "asıl ehemmi­
yet arasözlerde"dir. Romancı Saint-Germains Foburgu'ndan
Marais’ye, konaklardan kulübelere, fahişeden İlahî kadına,
hayatın hareketinden ölümün sükûnetine kadar Paris'in m uh­
telif cephelerini göstermiştir. Bu hikâyede Paris sokaklan, in-
sanlan gibi mânidardır; evler konuşur... ve Balzac ihtiraslar
beldesinin tasvirini Pére-Lachaise mezarlığıyla tamamlar, (s.
22-23)

P aris’te -b ilh assa B alzac'm P aris’inde- so k ak lar da, evler de


k onuşuyorsa, n için h e m e n b u ra d a a ra y a g irip "d ü n y an ın en
h arik u lâd e g özlerine m alik" B alzac’m n a z a rın d a n , b u g özlerin
iflah olm az sevdalısı C em il M eriç’in m u h te şe m ve fü su n k â r
d ilinden P aris’in o k o n u şk an ve cilveli so k a k la rın a kısaca da
olsa b ir göz atm ayalım :

Paris’te öyle sokaklar var ki şerefsizlikle damgalanan bir in­


san kadar haysiyetleri kırıktır. Sonra, kibar sokaklar, sadece
namuslu sokaklar, ahlâkî durum u hakkında halkın henüz fikir
sahibi olmadığı genç sokaklar, en kart dullardan daha geçkin
sokaklar, itiban yerinde sokaklar, daima temiz sokaklar, dai­
m a kirli sokaklar, işçi, hamarat, bezirgân sokaklar...

Ş im di tek tek P a ris’in so k ak ların ı d o laşm ay a b aşlayabili­


riz:

Sokak var ki bayağıdır, orada uzun boylu kalmak istemezsi­


niz, öylesi de var ki içinizden hemen yerleşip oturmak arzu­
su geçer. Bazıları Montmartre sokağı gibi, başlarken güzeldir,
fakat balık kuyruğu şeklinde biter. Meselâ Paix sokağı da ge­

154
niştir, büyüktür, am a Royale sokağının hassas bir ruhta uyan­
dırdığı zarif b ir asaletle hâlelenen duygulardan hiç-birini il­
ham etmez ve tabiriyle Vendôme meydanında, hü-küm süren
ihtişam dan da m ahrumdur. Saint Louis adası sokaklarında
dolaşırsanız, ruhunuzu saran asabî hüznün sebeplerini ora­
ların ıssızlığında, evlerin, bomboş ve koca-man konakların
kasvetli havasında arayın. Umumî vergi mültezimlerinin is­
keletleriyle kurulan bu ada, Paris'in Ve-nedik’i mesabesin­
dedir. Borsa sokağı geveze, ham arat ve orospudur. Burası
yalnız ay ışığında ve sabahın ikisinde güzeldir, gündüzleri
Paris'in küçük bir nümunesi, geceleri bir Yunanistan rüyası
kadar şaşaalıdır...

T asvirler böyle sü re r g id e r ve P aris'in k o n u şk an sokakla­


rı B alzac'm n a z a rın d a n , M eriç’in lisa n ın d a n b ü tü n şiiriyetini
gözler ö n ü n e serer:

Yavaş yavaş mafsallar çatırdar, hareket her tarafa yayılır ve


sokak konuşur. Öğle vakti herşey canlıdır, şömineler tüter, ca­
navar kam ını doyurur, sonra çığlıklar atar, sonra binbir ayağı
harekete geçer. Güzel manzara! Fakat ey Paris, loş geçitlerini,
karanlıklardan sızan ışık huzmelerini, derin ve sessiz çıkmaz­
larını hayran hayran seyretmeyen, gece yansıyla sabahın ikisi
arasında m m ltılannı dinlemeyen, ne senin hakikî şiiriyetin-
den anlar, ne de heybetli ve garip tezatlanndan haberdardır,
(s. 37-38)

H âl böyle olunca, Cem il M eriç'in Beşerî K om edyanın


m u h telif b ölüm leri a ra sın d a n b ilh assa "Paris H ayatın d an
S a h n e le r'i tercih etm esinin , h a tta bu bölü m e a it d ö rt ro m a­
nı Türkçe'ye çevirm esinin keyfî b ir seçim olm adığı yeterince
açıklık k a zan m ıştır sa n ın z .
H atırlan ırsa, kendisi. Altın G özlü K ızı d a aynı gerekçeyle
tercüm e ettiğini söylem işti. Yani, yine P aris için... rüyalarının
şehri, zih n in in v atanı P aris için... şeydâ b ir âşığı olduğu Paris
için...

155
Herbiri başlıbaşma bir sanat şaheseri olan "Paris Hayatından
Sahneler” içinde Altın Gözlü Kızı seçmemiz, bu hacim bakı­
mından küçük, muhteva bakımından çok zengin kitapta bir
şehrin nasıl otopsisi yapıldığım öğrendiğimizdendir. (s. 73)

A caba Altın G özlü K ızın tercü m esiy le birlik te Y abancı Dil­


ler Yüksek O k u lu n d a k i talebeliği de so n a eren ve ta m d a iki
yıllığına staj için gönderilecekken II. D ünya Savaşı sebebiyle
P aris’e gidem eyen genç a d a m ın g ö n lü n d e b u şeh ir b ir özlem ,
b ir tu tk u haline d ö n ü ştü ğ ü n d e n m i öncelikle ve h ep Paris ha­
yatından sahneler?
K ızı Ü m it H an ım 'ın ifadesiyle, "bir defa çinilerin i görm ek
için olsun S u ltan ah m et'e girm em iş olan, am a Je an Valjean’ın
P aris’in h an g i sokak ların d a d o laştığını b ilen "174 Cemil M eriç’in,
"sokakları da, evleri de k o n u şa n ” P aris’e ilgisi, öyle sıra d a n b ir
alâka o lm ak tan çok, gerçekte özlem d olu b ir 'tu tk u ' hâlinde,
h a tta ‘aşk’ sözcüğüyle ad lan d ırılacak derecededir:

Paris benim de rüyalarımın şehri. Ben de yıllarca orada yaşa­


dım. Marius’la, Rastignac'la, Julien Sorene... Paris’in büyüsü
nerden geliyor?.. Evvela sevdiklerimin çoğu orada yaşamış. Ve
yaşıyor. Kulaklarımızda dost isimlerin musikisi: Chenier, Dide-
rot, Comte... Bu Flaubert’in, Lamartine’in veya Loti’nin Doğu
hayranlığından farklı. O nlar‘müphem’in nostaljisi içinde, ben
‘bilinen’in. Belki bu bir kopuş, yahut belki de parçanın bütüne
hasreti. Londra, New-York veya Moskova... Bütün uzak bel­
deler gurbet benim için. Yalnız Paris vatan, kafamın vatanı.,7S

H akikaten Paris, M eriç için h iç b ir zam an m ü p h em 'i tem sil


etm eyecektir; bilâkis Paris o n u n için hep b ilin en ’dir, tanıdığı,
yıllarca aynı o d ad a birlikte yaşadığı b ir sevgili, havasım solu­
yup tek tek sokaklarını ad ım ladığı b ir şehir:

174 "[Ümit Meriç’le] R öportaj”, Kitap-Haber, (haz. A.G. Sümer), sy. 21, s. 78-81,
Haziran-Temmuz 2004; krş. Cemil Meriç, (haz. M urat Yılmaz), s. 47-54
175 CM, Jurnal /, (13 Şubat 1963), s. 105

156
Eflatun’un idealar dünyasına inanasım geliyor. Ben o dünya­
dan geliyorum. O dünya Paris. Paris benim doğduğum diyar.
Doğduğum ve büyüdüğüm. Orası milyonlarca Parisliden çok
benim. Ama yalnız ben gidemiyorum oraya. Altın Gözlü Kız da
[Henri] de Marsay’in gözlerini bağlarlar, araba birtakım yol­
lardan geçer, nihayet gözleri çözülür. Paris’te hep o ümit içinde
yaşadım, gözlerimi örten bağ çözülecek ve ben...

İ9 5 5 ’te g ö zlerin i ö rte n o k a h ro la sı b ağ çözülm eyecek ve


P a ris’in b u şeydâ âşığı ne y azık ki h a sre tin d e n k a n a tla rın ı
yaktığı, h ay âllerin e rev n a k ın ı v eren o n azlı m â şu k a sın ı b ir
d a h a g ö rem eyecektir:
Ben göremedim Paris'i, senelerce aynı odada yaşadık. Biliyor
ki şeydâ bir âşıkıyım. Comédie humainein kahramanlan gibi.
Elimde demir âsa, ayaklanmda demir çank ona koştum. Pa­
ris'te yoktu Paris. Paris kapılanm kapadı yüzüme. Sadece ko­
kusunu duyabildim. Kalidasa'mn dediği gibi: "çiçek kokusu,
kadın kokusu". Paris evde yoktu. Ben rüyada gördüm Paris'i.
Gülümsedi ve kayboldu.
Oysa Paris ölüleriyle de Paris'tir. Ölüleriyle, yani ölm ezle­
riyle. "Balzac’ı ziyaret edebiliyor m u su n arad a?" diye öfkele­
nen M eriç’in o d asın a sığabilen b ir şe h ird ir Paris.
Paris’e giderken kozandan kurtulmalısın dostum. O zaman
Paris sana gelir. Gökler kelebeğindir. Paris, Londra, Moskova,
Pekin, bunlann hepsi istediğin anda odana koşar.176
B u tu tk u p ek öyle kolay azalm ayacak, P aris sızısı kalbin­
den pek çıkm ayacak, 1966’ya değin Paris, "rüyalarının şehri"
olm aya devam edecektir:
• Seni tamyıncaya kadar rüyalarımın tek vatanı Paris’ti. Ruhu­
mun haritasında tek şehir vardı: Paris. Paris, yani Paris kadı­
nı. Bugün Paris benim için sular altında bir kıta.177

176 CM, a.g.e., (8 Ekim 1963), s. 255; "Fildişi Kule’den”, Hisar, V1II/56, s. 12,
Ağustos 1968
177 CM, Jurnal II, (10 Aralık 1966), s. 120

157
• Paris sen yokken rüyalarım ın şehriydi, şimdi Paris'im sensin,
bütün ışıkları, bütün cazibesi, bütün büyüsüyle Paris. Yalnız
Paris mi? Teninde çöllerin alevi, teninde çöl akşam lanm n se­
rinliği. Paris bir kartpostal kadar cansız, soluk, soğuk.178

S ö zü n özü, Paris H ayatın d a n S a hnelerin tu tk u lu m ü te r­


cim i n e z d in d e B alzac, o n u n sa d ece ed eb iy a t d ü n y asın d a k i
re h b e ri değildir; o, P a ris’in so k a k la rım d a B âlz ac ’la dolaşır,
m â şu k a sm ı b u b ü y ü k ro m a n c ın ın gözleriyle g ö rm ey e çalışır.
N e v a r ki “b ir tek cü m le y a z m a k için ciltlerce e se r o k u d u ğ u n u
id d ia ed en B alzac", k en d i deyişiyle: “ta n ıd ığ ı m u h a r rir le r a ra ­
sın d a m ü te rc im i en fazla in k isa ra u ğ ra tan ıd ır."
N eden m i?
B u in k isa rın se b e p le ri say m ak la b itm e z gibidir:
İnsanlığın Komedyasından herhangi bir cilt seçip karıştırınız,
her sahifede yüzlerce müşkül karşımza çıkacak. Büyük harfle
başlayan şu kelime H int mitolojisine aittir; berikini yalmz kül­
hanbeyleri kullamr; öteki, kibarlar arasında do-ğup ölmüştür;
şu, mutfak ıstılahlanndandır; bu cümleyi sö-kebilmeniz için
nebatat bilgini olmanız lâzım, (s. 23)
C em il M eriç b u şik ây etlerin d e y aln ız değildir. D evrin bel­
li başlı B alzac m ü te rc im le ri de b e n z e r ifa d ele r k u lla n a ra k
B alzac’ı T ü rk çe le ştirm e n in z o rlu k la rın d a n söz e tm iş le rd ir
M eselâ Y aşar N ab i N ay ır şöyle der:
Balzac, tercümesi en güç m uharrirlerden biridir. Eserinin pek
büyük olan önemine rağmen bu yakın zamanlar gelinceye ka­
dar mütercimlerin ona pek az rağbet göstermiş olması belki
de bu yüzdendir. Balzac bir asır öncenin Fransızcası ile yazar;
bütün şahıslarını, kendilerine has hususiyetlerle ve çok renkli
bir muhavere diliyle konuşturur. Tasvir ettiği iş ve cemiyet mu­
hitlerine ait ıstılahları sıralam aktan çekinmez, uzun ve ağdalı
cümleler yapar.179

178 CM, a.g.e. ,(13 Aralık 1966), s. 124


179 Yaşar Nabi Nayır, "Balzac ve Eseri”, (H. de Balzac), Albay Chabert, İstanbul,
1944

158
B ir b a ş k a m ü te rc im , V ahdi H a ta y ise, o k u rla rım "ese­
ri o k u rk e n , B a lz a c 'm z a y ıf ta ra fla rı ile m eşg u l o lm a m a n ın ,
k ita p ta ü s tü n b ir ü s lû p veya in ş a a ra m a m a n ın b ir k azan ç
o la c a ğ ın d a n ” sö z e d e rk e n ,180 O k tay R ıfa t d a "B alzac'm fena
y a z d ığ ım sö y le y e n le r b u lu n d u ğ u n a , h a tta F la u b e r t’in ve
F la u b e rt'le b e ra b e r b a şla y a n sa n a tlı y azı y a z m a k iste ğ in in
B a lz a c ’a b ir te p k i o ld u ğ u n a ” iş a re t e d ip F ra n s ız m ü n e k k id
T h ib a u d e t’u n a y n e n şöyle d e d iğ in i a k ta rır:

Balzac’m üslubundaki gelişme, Massiklon’un yanında


daha az kıvrak, R ousseau’nun yanında daha kusurlu, Cha-
teaubriand’nm yanında daha az ustalıklı, Lam artine’nin ya­
nında daha az akıcı kalır. Balzac yürüyen atlann, insanların
adım ıyla ilerler. Kudretli am a ahenksizdir. Kulak gecikme­
den anlar ki bu geçen büyük Napoléon ordusudur.181

B ir ö rn e k d a h a g ö rm e k iste n irse , B alzac’ı b iraz d a k erh en


T ü rk çe’ye çev iren lerd en M eb ru re Alevok’u n şu a ç ık la m a ların a
bakılabilir:

Klâsikler serisi için kararlaşm ış eserlerden birini tercüme


etmek dileğiyle Millî Eğitim B akanlığına m üracaatta bu­
lunduğum zaman, George Sand’dan, Daudet’den çevrilecek
rom anlara talib olm uştum. Tours Papazının tercümesiyle
vazifelendirilince de, doğrusu, bu karara önce pek sevin-me-
miştim. Balzac'a has olan üslûp hokkabazlıklarını, o uzun,
-neredeyse bir sahife kadar uzun- cümleleri Türkçe’ye aynen
aksettirebilmek zorluğundan başka bu eserde üstelik karşı­
lıkları bulunm az papaz ve kilise terimleri vardı. Tours Papa­
zının kuvveti bilhassa cümle kuruluşlarındaki dolaşık yüzlü
hünere, marifete dayandığı için, bunları bölmeden, uzunluk­
larını aynen muhafaza ederek dilimize nakletmek zorluğu

180 Vahdi Hatay, "Önsöz", (H. de Balzac), Cousine Bette I, Ankara, 1947
181 Oktay Rıfat, "Balzac Üzerine Birkaç Söz”, (H. de Balzac), Modeste Mignon,
Ankara, 1947

159
b a şta geliyor; so n ra da, T ürkçe'de y e r etm em iş b ir sü rü kilise
tab irlerin e, p a p a z rü tb e le rin e vazıh, k ısa k arşılık lar bulm ak
g erekiyordu ...182

P e k i B a lz a c 'm se v d a lısı g e n ç M e riç , k e n d is in i d e in k is a ra


u ğ r a ta n b u g ü ç lü k le r k a r ş ıs ın d a n e y a p m ış , h iç d e ğ ilse ö n ü n ­
d e k i e n g e lle rin ü s te s in d e n n a s ıl g e lm iş tir?
Ç e k tiğ i tü m s ık ın tıla r a ra ğ m e n , iş in i fe v k a lâ d e c id d i­
y e a la n b u g e n ç m ü te r c im in , ç o k a z k im s e y e n a s ip o la c a k
h ü r m e tk â r a n e b i r te v a z u ile c e h a le tin i it i r a f e tm e k te n d a h î
ç e k in m e d iğ in i g ö rü y o r u z . Ö y le k i e lin d e n g e le n i y a p m ış o l­
d u ğ u h â ld e , m e tin d e k a rş ıla ş ıla b ile c e k k u s u r la r d a n B a lz a c 'ı
te n z ih e d ip s u ç u ü z e r in e a lm a k ta b i r a n b ile k a r a r s ız lık g ö s­
te r m e m iş tir :

B alzac'm oynak, azam etli ve hayat dolu ü slû b u nu taklid


edebilm ekten çok uzağız. O n u n canlı, konuşan, ahenkli ke­
lim eleri elim izde donuklaşm ış, sönm üş, kadavralaşm ıştır.
O kuyucunun yadırgayacağı h a ta la r m ü tercim e aittir, m uhar­
rire değil, (s. 23-24)

B u t ü r ifa d e le ri, b ir ç o k te r c ü m e n in g ir iş in d e ra s tla d ığ ı­


n ız o s a h te te v a z u g ö s te rile riy le k a r ış tır m a y ın ız lü tfe n . G en ç
a d a m b u s ö z le rin d e g a y e t s a m im i, g a y e t iç te n d ir, ü s te lik b u
tu tu m u - m e tn e k o y d u ğ u d ip n o tla r d a d a d e ğ işm e z :

“Zevci Mösyö Jules D esm arets, B aron de N ucingen’in borsa


komiseriydi."
Borsa komiseri: E sham , tahvilât, evrak-ı ticariyenin kontro­
lüne salâhiyettar, devlet tarafın d an tayin edilen b ir memur.
Fakat Balzac’m k ahram anı olan borsa kom iseri b ir m em urdan
çok tüccardır; b anka m uam elâtı üzerinde ticaret yapan mev­
ki ve nüfuz sahibi b ir adam . (Bu m evzuda cehaletim izi itiraf
edelim.) (s. 50)

182 M ebrure Alevok, "Tours Papazı T ercüm esi H ak k ın d a B ir İki Söz", (H. de
B alzac), Tours Papazı, İsta n b u l 1949

160
... l'A g en t d e ch a n g e. C e m il M e riç ’in T ü rk ç e 'y e ç e v irm e k te
g ü ç lü k ç e k tiğ i b u if a d e n in n e y a z ık k i b u g ü n d e T ü rk ç e m iz d e
k a rş ılığ ı y o k tu r ; z ir a m e tn i b u g ü n ç e v irse y d ik , b iz d e m u h te ­
m e le n şö y le d e m e k z o r u n d a k a la c a k tık : B a ro n d e N u c in g e n ’in
bro keri...
B a lz a c 'm 28 y a ş ın d a k i g e n ç m ü te r c im e y a ş a ttığ ı in k is a rın
s e b e p le r in in s a y m a k la b itm e y e c e ğ in i sö y le m iştik :

Evet, hele cüm leler? Bazen b ir sahife b ir tek cüm leden iba­
rettir. Parçalam ağa kalkarsanız cam gibi kınlır, ay-nen alsanız
berraklığım kaybeder. H er pasajda bin b ir pu-suyla karşılaşır­
sınız, çok defa L ittre’nin azam etli ciltleri m üşküllerinizi hal­
ledem ez. Hele Şem seddin Sami, Balzac tercüm esinde boşuna
zahm et ettirm ekten başka b ir işe yaram az.183 M uhtelif ansiklo­
pedilere sarılm ak, argo lu g atlan n a başvurm ak lâzım.
B ütün bu m esai tercüm elere hazırlıktır. Ya tercüm e?

H a k ik a te n g e n ç m ü te rc im , b u y ü z d e n , Ş e m s e d d in S a m i’n in
K a m u s -ı F ra n se v îs in d e n is tifa d e e ttiğ i ö lç ü d e , o n u b a z e n b ile
b ile ih m a l e tm e k te n d e ç e k in m e y e c e k tir:

“H anım arabadan indi, dükkâna geçti, İspir parasını gönder­


di ve m arab u lar seçtikten sonra oradan çıktı. Siyah saçlarına
m arabular...”
Marabout: H indistan'da ve Afrika’da yaşayan bir nevi kuş:
Ciconia marabou. K anatlarının altındaki tüyler gerek şapka,
gerekse süse m üteallik eşya im alinde pek kıymetlidir. Şemsed­
din Sam i "H ind’in Turna kuşu tüyü" diyor. Biz marabu olarak
alm ağı tercih ettik, (s. 43)184

183 Y ıllar s o n ra Cem il M eriç Şem seddin S am i’n in K am u su n u m ü sb et yönleriyle


h a tırla y a ca k tır: “F ran sız ca n m n â m a h re m le r için teh lik eler ve karanlıklarla
do lu d ü n y asın a, ilk d efa olarak , d en ize a tla r gibi giriyordum . O karanlık
dehlizd e, ışığ ın a güvendiğim tek fener, Ş em settin S am i’nin K a m usu idi”
diyecektir. (Bkz. CM, "D osto ve Biz", Hisar, XIV/129, s. 8, Eylül 1974; krş.
Madaradakiler, s. 117)
184 Bu sözcü ğ ü "m a ra b u t tüyleri" şeklinde çeviren B alzac m ü tercim leri de
v a rd ın "Evet, dedi R aoul kayıtsızlıkla, m arabut tüyleri şah an e yakışm ış

161
Peki bu yoğun çab aların sonucu ne olm uş, Altın Gözlü K tzı
bü tü n k u su rların a rağm en teveccühle karşılayan okur, cesare­
tini destekleyen m ünekkid, M eriç'in bu tercüm esine lâyık ol­
duğu değeri verm iş m idir?
G örebildiğim iz, bilebildiğim iz k a d a n n a istin ad en bizim bu
soruya verdiğim iz cevap olum suzdur; tıpkı “Ferragusü okuyor
m usun?" so ru su n u n sahibi gibi...
Harcadığım emekleri ne okuyucu farketti, ne münekkid. Han­
gi münekkid?
Yıl 2006... Bu n ed en le d ir ki sözü d a h a fazla u zatm ay a ge­
rek görm üyor ve 60 yıl sonra, sırf b u so n u cu kabullenm ekte
güçlük çekenleri ikna etm ek için, yıkıcı b ir im tih an sorusuyla
hikâyem ize son veriyoruz:
Siz Ferragusü o k u d u n u z m u?

d ) O tu z u n d a k i K a d ın (1945)
Türkçe'nin zevk-i selim ine erm en in nasıl b ir şey olduğunu
m u m erak ediyorsunuz, o halde şu ta m la m a la r arasın d ak i far­
kı/farkları hissetm eye çalışınız:
1. Otuzundaki Kadın
2. Otuz Yaşındaki Kadın
3. Otuzunda Kadın

Bu tam lam aların üçü de Beşerî K om edyanın "H ususî H a­


yattan S ahneler” b ö lüm üne ait La fem m e de trente ans rom a­
n ının Türkçe başlıkları; ilki Cemil M eriç’in (1945), İkincisi
M ina U rgan (1946) ile S am ih T iryakioğlu'nun (1970), üçün-
cüsüyse Vahdet G ültekin'in (1974)...
Bu listeyi geriye doğru genişletm ek de m üm kün. Meselâ
1942’de b ir B alzac m ütercim i bu ro m an ın adını şöyle Türk-
çeleştirm iştir:

ona.” [Bkz. Balzac, Bir Havva K m , (çev. Babür Kuzucu-İhsan Koksal), s.


105, İstanbul, 1969]

162
4. Otuzluk Kadtnm

Şim di b iraz olsun düşünelim , b ir ro m an ın başlığı olm ak


itibariyle bu tam lam ala rd a n hangisi d ah a Türkçe, hangisi
d aha beliğ, hangisi d ah a sâdık?
Bizim tercih ve tem ayülüm üz âşik âr olduğundan, ayrıca
kendi kan aatim izi ilan etm eye lüzum görm üyoruz. Ancak a ra ­
dan 60 yıl geçtiği hâlde, M eriç'in bu tercüm esi ikinci baskısını
y apam adığından ötürü, B alzac’ın bu ro m an ın ın Otuz Yaşın­
daki Kadın veya O tuzunda Kadın gibi adlarla tanınm asının
Türkçe ad ın a esef verici b ir netice olduğunu bilhassa belirt­
m ek istiyoruz.
Ne yazık ki diğer tercüm elerinde olduğu gibi, genç m üter­
cim in bu gayreti de karşılıksız kalm ış; b ir sad a da, aks-i sada
da b u lam am ıştır edebiyat çevrelerinde. K endisinin de yıllar­
ca so n ra hüzünle ifade edeceği üzere, harcadığı em ekleri ne
okuyucu farketm iştir, ne de m ünekkid... Oysa 1943-1944 yılla­
rında E lazığ’da öğretm enlik y aptıktan so n ra olum suz şartlar
gereği istifa edip İstan b u l’a gelmiş, H aziran ayında tuttuğu
iki odalı evine kapan ıp 1945 yazını geceli gündüzlü tercüm e
uğraşısıyla geçirm iş ve en nihayet bu çabalarının sonucunda
ortaya çıkan iki tercüm esini de peşpeşe yayım lam ayı başar­
mıştır.

Kendini Balzac’a veren ve Altın Gözlü Kız tercümesinin başın­


da, araştırmalarım mükemmel şekilde tertibe muvaffak olan
Cemil Meriç, son zamanlarda Otuzundaki Kadım ve Onüçlerin
Romanım da dilimize -muvaffakiyetle- çevirdi. Diğer taraftan
Cevdet Perin, Balzac’m belli başlı eserlerinden biri olan César
Birotteauyu dilimize kazandırdı.

3 K asım 1945 tarihli bu tanıtım yazısındaki Balzac ve eser­


leri hakkındaki ilgi çekici açıklam alardan bugünün okurunun
da h a b erd ar olm a hakkının b ulunduğuna inanıyoruz:

185 H. de Balzac, Köy Hekimi, (çev. Nasuhi Baydar), s. 13, Ankara, 1942

163
Dâhi bir m ürteci olan Balzac, realism'e habercilik etmesi bakı­
mından bugünkü realist sanatın dedesi sayılabilir. O, ihtilâlin
yıktığı aristokrasinin hasretiyle dolu bir kralcı, dinci ve aris­
tokrattır. Eseri, “aristokrasiye hücum ” olmakla beraber, bu hü­
cum, “tilkinin yetişemediği üzüme kötü demesi” kabilindendir.
Balzac, dünyanın en büyük romancısı, realism in başlangıcı ol­
duğu için bu devrin de malıdır.186

B alzac’a ilişkin h a y ra n lığ ın ın ne d erece y ü k sek o ld u ğ u n u


b ild iğ im iz genç m ü te rc im in p ek öyle g özü k ap alı safd ille r gibi
d a v ran m ad ığ ın ı özellikle b e lirtm e k isteriz. K en d isi, te rcü m e
e ttiği eserin zaafların ı b e lirtirk e n itid ali eld en b ırak m a d ığ ı
gibi, edeb sın ırla rın ı a şm a m a y a d a özen g österir. N itek im d a h a
so n ra "İnsanlığın K om edyasında, k erp iç s ü tu n la r ve s a m a n d a n
k u lü b eler de var" diyecek o la n M eriç, b u te rc ü m e sin d e de ro ­
m an cıy a karşı beslediği ve d u y u rm a ğ a çalıştığı d e rin saygıya
rağ m en h ak ik ati dile g e tirm ek te n çekinm ez:

Mütercimin münekkid kisvesine bürünüşü m azur görülsün.


Balzak’a karşı beslediği ve duyurm ağa çalıştığı derin saygıya
rağmen bu faslın mükemmel bir şişirme örneği olduğunu iti­
raf zorunludur. İnsanlığın Komedyasında para sıkıntısını de­
fetmek zaruretiyle karalanan böyle yüzlerce sahifeler var. Asır­
lara meydan okuyan azametli bir bina silsilesinde mermerden
sütunlar, tunç kubbeler ve somakiden saraylar yanında birkaç
parça kerpiç. Romancının üslubuna saldıranların mal bulmuş
mağribi gibi üzerine çullandıkları bu yavan sahifeleri emziren,
hayatî zaruret ve sıkıntılar olmuştur, (s. 84)

Cem il M eriç’in -h em de o genç y a şla rın d a - çeviri sıra sın d a


n e denli titiz ve d ik k atli o ld u ğ u n u ve ö zg ü v en in in tü m y ü k ­
sekliğine k arşın o göz k a m a ştırıc ı te v a z û u n u g ö reb ilm ek için,
k e n d isin in y er y er ro m a n a d ü ştü ğ ü b a z ı d ip n o tla rı eld e n ge­
ç irm e k te fay d a m ü lâ h a z a ed iy o ru z.

186 "Balzac’tan Tercümeler", Gün, 3 Kasım 1945

164
A) 28 y a şın d a k i g e n ç m ü te rc im in g a y re t ve d ik k a tin i
lây ık ıy la y o ru m la y a b ilm e k a m a c ıy la ö n c e La fe m m e de trente
a n s n m , is im le ri y u k a rıd a z ik re d ilm iş b u lu n a n d iğ e r ü ç çe­
v irisin d e n ilgili c ü m le le ri a k ta ra c a k ve b ö y lelik le o k u ra b ir
k a rş ıla ş tırm a y a p m a im k â n ı d a v erm iş o lacağ ız:

Les innombrables facettes de quelques roulées, produites par


une brise matinale un peu froide, réfléchissaient les scintille­
m ents du soleil sur les vastes nappes que déploie cette m a­
jestueuse rivière.
Serin sabah rüzgârının meydana getirdiği kırışık yüzeylerin
sayısız parıltıları, bu şahane nehrin engin sularında güneşi
yansıtır. (1946, s. 23)
• Biraz soğukça bir sabah rüzgârının meydana getirdiği birkaç
sağnağın sayısız küçük yüzeyi, bu heybetli nehrin geniş sula­
rının yüzünde güneş ışınlarını yansıtıyordu. (1970, s. 23)
Serince bir sabah yelinin yarattığı birkaç dalgacık, bu ulu ır­
mağın serdiği geniş düm düz çarşaflar üzerinde güneşin vur­
masıyla pırıl-pırıl yanıyordu. (1974, s. 19)

C em il M eriç ise 1945'te, y a n i y u k a rıd a k i te rc ü m e le re te-


k a d d ü m e d e n b ir ta r ih te ay n ı cü m ley i şu şek ild e T ürkçeleş-
tirm iştir:

Serin sabah melteminin meydana çıkardığı hasırdan balık ağ­


larının sayısız safhacıkları, bu heybetli nehrin çarşaf gibi geniş
ve durgun göğsüne güneşin keskin pırıltılarını aksettiriyordu,
(s. 20)

H angi çevirinin d a h a b aşarılı, d a h a beliğ, d a h a sâdık ol­


duğu m eselesin i b ir k e n a ra b ıra k ıp şim d i h ep b irlik te M eriç
ta ra fın d a n b u cü m leye d ü şü len d ip n o tu okuyoruz:

İtiraf edelim ki bu cümlenin tercümesinden hiç de mem­


nun değiliz. Metinde italik harflerle yazılan roulée kelimesi
Rhasis’in, Şemseddin Sami’nin, Khandejeri nin lügatlerinde

165
hiç yok. Académie, Littré ve Larousse pour tous: "Loire neh­
rinde balık avlamağa mahsus hasırdan ağ” olarak tarif ediyor­
lar. Burada dalgacık, girdabcık mânâsına gelmesi lâzım. Me­
hazlara sadakat endişesiyle böyle çevirdik. Yanılmış olmamız
pek mümkündür, (s. 20)

Yanılm ış o lm a m ız pek m ü m k ü n d ü r... Ö nceki çevirisinde


"Bu m evzuda ceh aletim izi itira f ed elim ” d em ek ten k a ç ın m a ­
yan genç m ü tercim , b u ra d a d a açık yüreklilikle -gösterm iş
olduğu o b ü tü n özene rağ m en - y an ılm ış o labileceğine d ik k a­
tim izi çekm eyi b ir vazife biliyor.
B) M eriç terc ü m e sin i y ap ark en , B alzac’ın sad ece ib a rele­
rin i veya ifadelerin i değil, k asd ın ı ve n iy etin i de d ik k ate alır.
N itekim ro m a n d a M ösyö d'A iglem ont’u n L ord G renville (Art­
h u r O sm ond) h ak k ın d ak i d ü şü n c e le rin i a k ta rırk e n seçtiği
sözcükler işbu dikk at ve titizliğin m ah su lü d ü r. O h âlde, önce
d iğer m ü tercim lerce ilgili c ü m len in T ürkçe'ye n asıl çevrildi­
ğini görelim :

... et depuis quelque temps il laissait sa femme libre, en se


confiant à la foi punique du lord-docteur.
... ve Marki bir süreden beri bu hekim-Lord’un gerçek olmayan
doğruluğuna güvenerek kansm ı serbest bırakıyordu. (1946, s.
89)
... ve birkaç zamandır lord-doktorun iyi niyetlerine güvenerek
karısını serbest bırakıyordu. (1970, s. 81)
• Bir süredir lord-hekimin temiz yürekliliğine güvenerek karısını
kendi havasına bırakıyordu. (1974, s. 71)

Cemil M eriç ise aynı cüm leyi şöyle tercü m e etm iştir:

Birkaç zamandır lord-doktorun Kartacahlarınkine benzeyen


doğruluğuna güvenerek karışım serbest bırakıyordu, (s. 57-58)

"D urup d u ru rk e n K a rtacalılar d a n ered en çıktı?” diye sor­


m ayınız; aşağıdaki açıklam ayı, genç m ü tercim in , hassasiye­

166
tin zirvelerinde d o laştığ ın ın en kesin b elg elerin d en biri olarak
okuyunuz:

Balzak burada foi punique tabirini kullanıyor ki “hiyanet,


sözde durm ayış” manâsını ifade eder. (Bak. Şemseddin
Sami) Romalılar K artacalılan çok defa muahedeleri ayak
altına almakla itham ediyorlardı. Onun için Latince’de Puni-
ca fides (Kartacalı sadakati), "sadakatsizlik, kahpelik” ifade
eder. Littré’nin, Académie’nin, Larousse'un izahları hep bu
mahiyettedir. Biz burada kelimeyi 'bilerek' değiştirdik. Daha
doğrusu aynen aldık; Lord’a kahpelik ve hiyanet isnad etme­
dik. Sanıyoruz ki Balzac’m da böyle bir niyeti yoktur, (s. 58)

C) B ir m ü tercim o larak genç M eriç'in ç a b a la n , m etn i


T ürkçe'ye çevirm ek kadar, çevirdiği m etn i tü m ay n n tıia n y la
an lam ay a ve kavram aya da yöneliktir. H âl böyle olunca, bu
inceliklerden o k u ru n u da h a b e rd a r etm eyi istem esi gayet ta ­
biidir.

une calèche roulait sur la route d’Amboise à Tours.


• Amboise ile Tours yolu arasında bir araba geçiyordu. (1946:
22)
• Amboise'dan Tours'a giden yolda bir araba ilerliyordu. (1970,
s. 23)
• Tours'da Amboise Yolu üzerinde, dört at koşulu körüklü bir
araba gidiyordu. (1974, s. 18)

G ö rü ld ü ğ ü gibi, ilk iki tercü m ed e , en n ih a y e t b ir arab a


b ir y erd en b aşk a b ir yere g itm ektedir. Ü çüncü tercü m ed en
ise, g iden b u a ra b a n ın "h erh an g i b ir a ra b a ” değil, "dört at
koşulu k ö rü k lü b ir a rab a" o ld u ğ u n u ö ğ reniyoruz; an cak b ir
tek farkla ki bu 'a ra b a ' A m boise ile Tours yolu a ra sın d a veya
A m boise'dan T ours'a giden yolda değil, nedense Tours'da
A m boise Yolu üzerinde gitm ektedir.

167
B u çevirilere m u k ab il, m ü te rc im im iz aynı cüm leyi 1945'te
şu şekilde T ürkçeleştirm iş:

Önü açık bir araba (kalska), Amboise’dan Tours’a giden yolda


süratle yürüyordu, (s. 19)

M eriç bu kadarıyla yetinm eyecek, o k u ru n a a y n c a bilgi


verm eyi de gerekli görecektir:

Şemseddin Sami ‘calèche’i kalska ile karşılıyor. Lehçe-i


Osmanî’de kalska “önü açık bir nevi fayton” olarak tarif edil­
mektedir. Rhasis’in lügatinde ise hintov var. Kullanıldığını
pek duymadığımız halde kalska yı tercih ettik.

M eriç'in çevirisinde Türkçe ve h a tta F ran sızca (roulait)


açısın d an so ru n lu o lan tek n o k ta, bu 'a ra b a ’n ın süratle y ü rü ­
yor olm asıdır. Oysa a ra b a la r gider, ilerler ve fak at yürüm ez-
D) B ir m e tn in ru h u n a n ü fu z etm ek, sanıldığı k a d a r ko­
lay değildir; gayret ve kabiliyet yetm ez; k av ram a isteği taşı­
yan kişinin m etn e aynı zam a n d a tutk u y la, aşkla, sevdayla da
yaklaşm ası gerekir.

Montcontour est un ancien manoir situé sur un de ces blonds


rochers au bas desquels passe la Loire...

B u F ransızca cüm lede geçen b ir ayrın tın ın m ütercim im izi


nasıl m eşgul ettiğini görm ek için önce çevirisini okuyalım .

Montcontour, altından Loire nehrinin aktığı sarımtırak kaya­


lıkların üzerine kurulmuş eski bir şatodur.

D iğer m ü tercim lerin şato, m âlikâne ve derebeyi konağı


şeklinde T ürkçeleştirdikleri m anoir, g örüldüğü gibi M eriç
tarafın d an da 'ş a to y la çevrilm iştir. A ncak m ü tercim im iz bu
kadarıyla yetinm ez ve m etn e genişçe b ir d ip n o t düşerek bu
şato ’n u n alelâde bir şato olm adığını ayrıca izah etm eye de ça­
lışır:

168
Muharrir burada manoir kelimesini kullanıyor. Şemseddin
Sami bu terimi "eski vakitte arâzi-i vâsia ile muhat konak”
diye tarif eder ki pek doğru değildir. Larousse pour tous: "eski
devirlerde, kuleli şatolar kurdurmak hakkından mahrum bu­
lunan bir timar sahibinin mâlikânesi” diyor. Manoirlar da çok
defa surlar ve hendeklerle çevrilidir. Bazen sadece yazlık bir
köşk mahiyetindedir. (Valoisler devrinde Fontainebleau ve
Blois gibi.) Anglo-Normandlann manor hauseleri. XVI. yüzyıl­
dan itibaren Fransa’da manoirlar daha zarif birer sayfiye ka­
rakteri almağa başlar, (s. 51)

E) Cemil M eriç'in d ah a önce, "Şem seddin Sam i, Balzac ter­


cüm esinde boşuna zahm et ettirm ekten başka b ir işe y aram az”
dediğini biliyoruz. Bu nedenle, âdeta K amus-ı Fransevînin
kendisine verdiği zahm etlerin bedelini ödetm ek istercesine,
Şem seddin Sam i'nin zikrettiği anlam ları, fırsat düştükçe hesa­
ba çekip tenkid etm eyi ihm al etm ez.

Ici donc s’arrête cette leçon ou plutôt cette étude faite sur
l'écorché, s’il est permis d'emprunter à la peinture une de ses
expressions les plus pittoresques.

M eriç bu cüm leyi çevirse de su r l'écorché tâbirini Türkçe­


leştirm eyi başaram az:
Resme ait en pitoresk tâbirlerden birini kullanmamız caizse,
ekorşe üzerinde yapılan bu ders, daha doğrusu bu tedkik, bu­
rada sona eriyor, (s. 99)
Hâl böyle olunca, hem en aşağıda şu açıklam ayı yapar:
Sur l'écorché: Şemseddin Sami ekorşe yi "resm-i musahhaç"
olarak karşılıyor. Ekorşe uzuvları, damarlan, mafsalları gös­
termek için derişiz, iskelet halinde resmolunan hayvan veya
insan demektir. Türkçe'de karşılığını bilmiyoruz. Musahhaç
demektense ekorşe demeyi tercih ettik.
Türkçe’de karştlığını bilm iyoruz... Bu sevimli ve saygı
uyandırıcı itirafı da m ütercim in titizliğinin ciddi bir göster­

169
g esi o la r a k k a y d e d iy o ru z . N ite k im M in a U rg a n ile V a h d e t
G ü lte k in d e b u s ö z c ü ğ ü ç e v irm e z le r ve o n la r d a b ir e r d ip n o t
d ü ş m e k s u re tiy le o k u r la r ın a k ıs a c a b ilg i v e rm e y i te r c ih e d e r­
le r (1946: s. 165; 1974: s. 136). S a m ih T iry a k io ğ lu ise d a h a
d o la m b a ç lı b ir yol t u t u p a ç ık la m a y ı m e tn in iç in d e e ritm e y i
d e n e r:

H ani yeni yetişen ressam lara, heykelciklere kasların biçim le­


rini, işleyişlerini gösterm ek için hazırlanan derisi yüzülm üş
insan resim leri vardır. İşte, resim sanatının en ifadeli deyim­
lerinden birini alm aya izin varsa onu kullanarak diyebiliriz ki
derisi yüzülm üş insan üzerinde yapılan bu ders, yahut daha
doğrusu bu inceleme bu rad a durur. (1970, s. 144)

B u d e n li u z u n b ir a ç ık la m a n ın m e tn e d a h il e d ilm e si y e rin e
d ip n o tta v e rilm e sin in d a h a d o ğ ru b ir te rc ih o ld u ğ u n a in a n d ı­
ğ ım ızı b e lirtm e liy iz .
F ) M e riç m e tn in a k ış ın ı g ö z e tm e k u ğ r u n a z a m a n z a m a n
ş a h s î te r c ih le r y a p ıp lafzı değil, m â n â y ı e sa s a lm ış ve b u te r­
c ih le rin i m e tn in iç in e d a h il e tm iş o lsa b ile, y in e d e m e tn in
lafzî k a rş ılığ ın ı d ip n o tta b e lirtm e k te n k a ç ın m a m ış tır:

Les toits de M ontcontour pétillent sous les rayons du soleil,


tout y est ardent. Mille vestiges de l'Espagne poétisent cette ra­
vissante habitation:
• M ontcontour’un dam lan güneşin altında p ın l p ın l parlar.
O rada her şey ateşlidir. Ispanya’dan kalma binbir anı, bu nefis
eve şairane bir güzellik verir. (1946, s. 78)
• M ontcontour’un dam lan güneşin ışınlan altında p ın l p ın l ya­
nar, her şey ateşlidir orada. Ispanya’nın bin kalıntısı, bu çok
hoş konuta şairane bir hal verir:... (1970, s. 71)
• M ontcontour’un dam lan güneşte panldar. Herşey ateşlidir
orada. İspanyadan gelme binbir iz, bu cana yakın konuta bir
şiir havası verir. (1974, s. 62)

170
M ü te rc im im iz , ö n c e , a n la m ım n a z a r-ı itib a r a a la ra k m e tn i
çev irir; h e m e n d ip n o tta d a m e tn in la fz î te rc ü m e s in i v erir:

• M ontcontour’un dam lan güneşin şu alan altında kıvılcımlar


saçar. O rada her şey ateşlidir. Ispanya'nın şairâne m anzarala-
n n ı hatırlatır, (s. 51)
• Bu cüm lenin tam tercüm esi şöyledir: "İspanyadan arta kalan
binbir eser (yahut: İspanyayı h atırlatan binlerce iz), bu şirin
şatoyu şairâneleştirir."

G e n ç m ü te r c im in titiz liğ in i g ö s te rm e k iç in k a r ş ıla ş tır m a ­


lı o la r a k v e rd iğ im iz b u ç e v iri ö rn e k le rin i y e te rli b u lm a k la
b ir lik te d o ğ r u d a n m e tn in ç ev irisiy le ilg ili o lm a d ığ ı h â ld e , s a ­
d e c e o k u r u m e tn in a r k a p la n ın d a n h a b e r d a r e tm e k a m a c ıy la
d ü ş ü le n b a z ı d ip n o tla r a m is a l te ş k il e tm e s i b a k ım ın d a n şu
a ç ık la m a - n o tu n u a k ta r m a k ta fa y d a m ü lâ h a z a ed iy o ru z :

Tuileries: Fransız tacd a rlan ru n şöhret ve haşm etine sahne


olan m eşhur saray. Temeli, m uhteris fantazisi Louvre'e sığ­
m ayan C atherine de M edicis’nin emriyle atıldı. Fakat uzun
zam an bir k rallar otağından çok, krallara lâyık b ir saray ola­
rak kaldı. O ndördüncü Louis tantanalı şölenlerinden b ir ço­
ğunu burada verdi. İhtiyar Voltaire’in taç giyme me-rasimi
bu entrikalar yuvasında yapıldı. İhtilâl Tuileries ve Louvre’u
"kralın ikam etine tahsis edilen", "ilme ve sanata d air bütün
m ebaniyi” kucaklayan b ir m illî saray ilan etti. 1791’de, kur­
tuluşu firarda bulan bedbaht Onaltıncı Louis bu-rada "ika­
m ete m em ur” edildi. Millî K urtuluş K om itesinin devleri iç-
tim alarını bu salonlarda yaptılar. 9 Term idor’da Robespierre
ve Saint Just bu sarayın bahçesinde idam hük-m ünü dinle­
diler. 1800 tarihlerinde Josephine’le beraber buraya giren
B onaparte, 1814’te Marie Louise’le birlikte buradan ayrıldı.
Onsekizinci Louis, Onuncu Charles nam tacdarlar burada
tünediler. IH u n cü Napolyon sergerdesi de inini burada kur­
du. (s. 6)

171
B u teknik a ç ık la m ala rın sırf m ü te rc im in ü slû b u say esin ­
de k azan d ığ ı kıy m etin g ö zd en k a ç m a d ığ ım u m a ra k b u k ita p ­
çığın hikâyesin i a rtık n o k ta la m a k n iyetindeyiz. Ne v ar ki bu
çeviriyle ilgili o lm ak ü ze re m a tb u a tta o lu m lu veya o lu m su z
b ir tek d eğ erlen d irm e y azısın ın b ile y ay ım lan m am ış olm ası,
üstelik ilk b a sım ın d a n b u y an a 60 k ü s u r yıl geçm iş o lm asın a
rağ m en , b u çev irin in ikin ci kez o lsu n n eşred ilm e im k â n ın a
k av u şa m a m a sı,187 ro m a n ın k o n u su n a â şin â o lm ay an o k u ru ,
m etn e u laşam a m a k , m etin le ta m şa m a m a k gibi sık ın tı verici
b ir eksikliği göğüslem ek z o ru n d a b ırak m ak tad ır.
T akdir edilecek o lu rsa, b iz b u çalışm a m ız d a m e z k u r ro m a ­
n ı ta n ıtm a k ve d eğ erlen d irm ek le m eşgul olm u y o ru z. B u, hiç
ku şk u yok ki ed eb iy at tarih çileriy le m ü n ek k id lerin e a it b ir gö­
rev. A ncak yine de biz, h em b u eksikliği b ir n eb ze o lsu n telâfi
etm ek, h em de o k u ru n m e tn in içeriğiyle k ısm en de olsa ta n ış­
m asın ı sağ lam ak am acıy la ro m a n d a n k ısa b ir p a sa jı b u ra y a
alm ak istiyoruz:

Otuzundaki kadın, bir genç için dayanılmaz cazibeler arzeder.


(...) Hakikaten genç bir kızın bir hayli kuruntuları vardır, pek
tecrübesizdir, aşkında cinsiyetin çok büyük bir tesiri vardır.
Böyle bir sevgi bir gencin gururunu okşayamaz. Halbuki ka­
dın, yapacağı fedakârlıkların azametini bilir; biri tecessüsüyle
sürüklenir, aşkla ilgisi olmayan cazibelere kapılır, öteki şuur­
lu bir hisse boyun eğer. Biri teslim olur, öteki tercih yapar.
Yalnız bu seçiş bile koltuklarımızı kabartmağa kâfidir. Hemen
daima ıstıraplar bahasına elde ettiği bilgilerle mücehhez bu­
lunan tecrübeli kadın, sanki size kendi varlığından daha fazla
bir şey verir. Halbuki genç kız cahildir, her şeye kanar, ölçüp
biçemez, kıymet bilemez, aşkı kabul ve tahsil eder, o kadar.

187 Mina Urgan çevirisi toplam üç kez (1946,1963,1986), Samih Tiryakioğlu’nun


çevirisi üç kez (1970, 1985, 1990), Vahdet Gültekin’in çevirisi ise iki kez
(1974, 1981) neşredilmiş, bu çevirilerin üçüne de tekaddüm eden Cemil
Meriç çevirisi ise, ne yazık ki 1945’ten sonra b ir daha günyüzü görmek
imkânı bulamamıştır.

172
Biri, bize yol göstermek in d en hoşlandığımız ve itaatten haz
duyduğumuz çağlarda elimizden tutar, bize öğüt verir, öteki
her şeyi öğrenmek ister. Kadının şefkat ve sevgi kesildiği daki­
kalarda genç kız saflık gösterir.
Birisinde nihayet bir zafer kazanacaksınız, öteki sizi sürekli
mücadelelere m ecbur bırakır. Birincisinin tek bildiği ağlamak
ve sevinç göstermektir. İkincisi hem şehvete âşinâdır, hem
nedamete. Genç kızın metres olabilmesi için pek yırtık bul­
unması şart. Amma o zaman da tiksinti ile terkedilir. Oysa
ki kadın hem üzerinizdeki nüfuzunu, hem de vakarını korur,
binbir çare vardır elinde. Biri aşın derecede uysaldır, size hu­
zurun bezdirici rahatlığını sunar, öteki çok şey feda ettiği için,
aşkın binbir şekle girmesini, binbir renge bürünmesini ister.
(...)
Sözün kısası, mevkiinin avantajlarından başka, otuzundaki
kadın bir genç kız olmak, bütün rolleri oynamak, masum-laş-
mak ve mustaripken güzelleşmek kudretine de maliktir. İkisi­
nin arasında ölçüye sığmayan bir fark vardır, önceden tahmin
edilen bir hazla hiç ummadığımız saadet arasındaki, zaafla
kudret arasındaki fark.
Otuzundaki dilber her arzuyu tatmin eder. Genç kız hiçbir
şeyi tatmin edemez, yoksa genç kız olmaktan çıkar, (s. 91-92)

B alzac'm b u ro m a n ın d a n so n ra, yani XIX. yüzyılın ik in ­


ci y a n sın d a n itib aren o tu zu n d ak i k a d m la n n F ra n sa ’da artık
‘yaşlı’ kabul edilm edikleri söylenir. Peki ya Türkiye’de?
Biz b u so ru n u n cevabını verebilecek d u ru m d a değiliz. Bil­
diğim iz o ki M eriç’in bu çevirisi ülkem izde hakettiği ilgiyi gö­
rem em iş ve b ir d a h a neşredilm e im kânı bulam am ıştır.
S özün özü, b u ç a b a la n m n o k u rlar ve m ü nekkidler ta ra ­
fından farkedilm em iş olm asının, Cemil M eriç’i etkilem ediği
söylenem ez; yıllar so n ra "Balzac için hayatım ın kalan y ıllannı
rah atça h arcay ab ilirim ” diyecek olsa bile söylenem ez.

173
e) Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti (1946)

KİBAR FAHİŞELERİN İHTİŞAM VE SEFALETİ


H. de B alzac’dan
Çeviren: Cemil MERİÇ Satışa çıktı188

Y ukarıdaki ilân la çıktığı d u y u ru la n K ibar Fahişelerin İh ­


tişam ve Sefaleti, C em il M eriç’in h em B alzac’ta n y ayım la­
n a n 'so n ' ro m a n ıd ır (1946); h e m de ikinci kez y ay ım lan m a
im k ân ın a k avuşan 'tek ' ro m a n ı (1973).189
1971’de m ü te rc im in k en d isi b u ro m a n ın k o n u su n u şöyle
tan ıtır:

Fahişelerâe yeni bir ülke fetheder roman. Romancının


Lesage'dan [öl. 1774] beri dolaştığı bir ülke bu, misafir olarak
dolaştığı bir ülke: orospuların, hırsızların, katillerin dünya­
sı.190

G enç b ir m ü te rc im için o ld u k ça geniş ve b ir o k a d a r da


ih atası güç b ir m etin... D aha önce h a c im itibariyle n isb eten
kısa sayılabilecek d ö rt ro m a n ın ı T ürkçe'ye a k tard ığ ı hâlde,
B alzac, b u eserin d e de "m ü te rcim i en fazla in k isara u ğ rata n
ro m a n c ı” vasfını taşım ay a d evam edecektir. Ç ünkü Ferragus-
te, yeri geldiğinde c e h aletin i itira f eden; O tu zu n d a ki Kadında.,
m e h az lara sad ak at gösterm ekle b irlik te p ek âlâ yanılm ış olm a
ih tim alin in de b u lu n d u ğ u n u açıkça b elirten , h a tta çevirisin­
de zorlandığı b ir kelim en in T ürkçe'de k arşılığını bilm ediğini
söylem ekten çekinm eyen genç m ü te rc im , K ibar Fahişelerin
İh tişa m ve Sefaletinde de o k u ru n u şaşırtm ay ı sü rd ü recek ve

188 Bu kitap ilânı için bkz. Amaç, s. 14, sy. 25, 10 Ekim 1946
189 "Paris H ayatından Sahneler" dizisine ait bu rom anın Türkçe’de biri Nesrin
Altınova tarafından Kibar Fahişeler (1972, 1990) adıyla, diğeriyse Vahdet
Gültekin tarafından, önce Süslü Hayatlar: Kötü Kadınların Parlayışı, Düşüşü
(1981, 1983); sonra Kibar Yosmalar: Parlak Günleri, D üşkün Günleri (1986)
adlarıyla iki çevirisi daha yayımlanmıştır.
190 CM, "Fahişeler’i Okurken”, Hisar, XI/92, s. 14, Ağustos 1971

174
dokuz ay gibi b ir sü red e, ü stelik göz k am aştırıcı b ir başarıyla
te rc ü m e etm iş o lm asın a rağ m en , yeri geldikçe o k u ru k arşı­
sın d a ken d i za a f ve y etersizlik lerin i dile g etirm eyi b ir vazife
telakki edecektir:

Türk argosuyla karşılamamıza imkân olmayan bazı misalleri


atlamak zorunda kalıyoruz. Bu mecburî makaslamada ceh­
limizin de büyük payı olduğu muhakkaktır. Şurasını da kay­
dedelim ki romanın bu dördüncü kitabı, meraklı ma-ceralar,
alâka verici bilgilerle örülü olmakla beraber realist sanat
ve edebî kıymet bakımından Balzac’tan çok Eugène Sue’ye
lâyıktır. İnsanlığın Komedyasında, kerpiç sütunlar ve saman­
dan kulübeler de var. (s. 378)

B ir m ü te rc im in kendi zaa f ve y etersizliklerinden söz etm e­


si, içtenliğinin olduğu kadar, kolay kolay sarsılm ay acak d ere­
cedeki yüksek özgüveninin de eseridir. Y ıllarını çeviri so ru n ­
la rın a h a sretm iş b iri olarak, aşağıdaki sa tırla rın çeviri tarih i
açısın d an nadir değil, ender olarak vasıflandırılm ası gerektiği­
ni h a tırla tm a k isteriz:

Mütercim, senet, sepet, tahvilat, poliçe meselelerinde tam


mânâsıyla cahil olduğunu utanarak itiraf eder. Roman'ın ka­
navasında mühim bir yer tutmayan bu bahiste bir hayli hata­
lara düşmüş olması kuvvetle muhtemeldir, (s. 144)

M ü tercim in sadece tic a rî terim lerd e değil, hu k u k î te rim ­


lerde de ciddi tercü m e sıkıntıları yaşadığı anlaşılıyor.

Prévenunxin karşılığı m evkuf değildir. Şemseddin Sami


inculpéyi de prévenuyu da maznunla tercüme ediyor. 1790’da
kabul edilen Fransız Ceza Mahkemeleri Usulüyle bizimki
arasında büyük farklar var. Fransa için dahî ancak hukuk ta­
rihi bakımından mânâ ve ehemmiyet arzeden bu incelikleri
Türkçe’de tamamiyle ifade edemediğim için okuyucudan özür
dilerim, (s. 269)

175
Bu ifadeleri, genç b ir m ü te rc im in sa h te b ir tev azu g österisi
veya te rcü m e zaafların ın aley h in d e k u lla n ılm am ası am acıy ­
la önced en aldığı b ir te d b ir şek lin d e y o ru m la y a c ak o lan ların ,
hiç değilse b u ö z ü r k ay d ın ın (!) ro m a n ın 1973 b a sım ın d a da
aynen te k rarlan d ığ ın ı d ik k ate a lm a la rı gerekir:

Fransa için bile ancak hukuk tarihi bakım ından değeri olan
bu incelikleri, Türkçe'ye aktaramadığımız için özür dileriz, (s.
308)

Cem il M eriç, tek n ik terim leri, b ilh a ssa h u k u k î terim leri


T ürkçeleştirm ektek i y etersizliğini çeşitli vesilelerle itira f et­
m ekle kalm az, b u k o n u d a elin d en gelen çab ay ı o rta y a koy­
d u k ta n so n ra yine de h a ta y a p m a ih tim a li k a rşısın d a o k u ru n u
uy arm ay ı sü rd ü rü r:
• "Arabadaki sorgu hâkimini gönderdi.”
Officier de Paix "sorgu hâkimi" değildir. Belediye zâbıtasma
bağlı bir hâkimdir: "Asayiş zabiti” bu memuriyeti ifade ede­
miyor. Lisanımızda böyle kelime ve Belediye teşkilâtımızda
böyle bir makam bulunduğunu sanmıyorum. Şemseddin
Sami “Polis çavuşu" diyor. (1946: s. 204; 1973: 226)
B u terim i çevirirken genç m ü te rc im in ak im a n için "sulh
h âk im i” d em ek g elm em iş b ilem iyoruz. Ş ah sî k a n a a tin i belir­
tip 'san m ıy o ru z' d em esin e rağ m en yine de b u tü r terim lerin
T ürkçe’de d oğru k arşılığını b u lm a k am acıy la z am a n zam an
"hukukçu ark ad aşların a" dan ıştığ ı kesindir.
• "... güvenebileceği bir muhzırın yanma gitti.”
Hussier: kapıcı, perdedar, hacib, mübaşir, muhzır. "Hüküm­
leri tebliğ, kararları infaz eden devlet memuru. Bir huissier
en az yirmibeş yaşını bitirmiş, iki sene bir noterin, bir dâvâ
vekilinin veya bir huissier’in yanında çalışmış olacaktır. Ke­
falet göstermesi şarttır. Memuriyetini satan selefinin takdi­
mi, müddeiumumi veya mahkeme reislerinin teklifi üzerine
Vekâlet kararıyla tayin olunurlar. (Larousse)

176
Hukukçu arkadaşlar, "bizde böyle bir memur olm adığım”
söylediler. Belki “icra memuru” denebilirdi. İnfaz mübaşirin
salâhiyeti dışındadır, (s. 145)

T erim lerin lugavî k a rşılık la rın ı v erm ek y erin e iki farklı


h u k u k sistem i a ra s ın d a tek a b ü liy et a ra m a k ve b u lm a k pek
kolay o lm ad ığ ı gibi, b az e n m ü m k ü n de değildir. Bu n ed en le
m ü te rc im in sık sık k a ra rsız lık g ö ste rm e si tab ii k a rş ıla n m a ­
lıdır.
"Hele mahkûm da ettirebilirsen İstinaf Mahkemesine âza ol­
dun gitti.”
Cour royale: Mahkeme-i kralî’dir. İstinaf diye çevirdik, (s. 285)

M ütercim , k itab ın 1973’te yapılan ikinci b ask ısın d a bu se­


fer tercih in i değiştirecek, em in olm adığı d u ru m la rd a ister is­
tem ez lugavî karşılıklarla yetinecektir:

"Hele mahkûm da ettirirsen Krallık Mahkemesi'ne âza oldun


gitti.” (s. 325)

Teknik terim lerin y an ısıra b irtak ım deyim ler hakk ın d a da


aynı h assasiyetini sü rd ü re n m ü tercim , an lam kaybını asga­
riye in d irm ek için T ürkçe’n in sın ırların ı m ü m k ü n olduğunca
zorladığı gibi, b azen de kelim e-be-kelim e çeviri yapm ayı d ah a
uygun bulur:

• "İstiyordu ki ocağa çengeli asarken, asil peder de cübbesini


çiviye takıp...”
Pendre la cremaillere (ocak çengelini asma), yeni taşınılan bir
evde eşe dosta ziyafet vermek mânâsınadır. Kelime oyununu
kaybetmemek için aynen aldık, (s. 175)
"Buraya Kaybolan adımlar salonu adını verenler isabet etmiş­
tir."
La salle des pas perdus: Bir mahkemenin bütün odalarından
önde bulunan büyük bir salon, divanhane. Kelime tercümesi:
Kaybolan adımlar salonu, (s. 298)

177
Aşağıda zikredeceğim iz örnek, M eriç'in Türkçe k arşılıklar
bu lm ak için sadece sözlüklerle yetinm ediğini gösterm ektedir:

“Genç şık bu telâşlı araştırmaya o kadar dalmıştı ki...”


Romantik neslin İngilizce'den aldığı dandy kelimesi, tercü­
mesi pek güç tabirlerdendir. Zarif, züppe, çıtkırıldım sıfatla­
rı muayyen bir devrin modası olan dandyyi ifade edemiyor.
Hüseyin Rahmi'yi hatırlayarak şık dedik. Mehmet Celâl nesli,
tatlısu frenklerini taklide özenen zamâne bobstillerine şık di­
yordu. (s. 18)191

K eza şu açıklam a-notu da genç m ü te rc im in uygun k arşı­


lıklar bulm ak am acıyla nerelerde gezindiğine hoş b ir m isal
teşkil etm ektedir:

Tartuffe adı mürailiğe, içi dışı ayrı, mübarek tavırlı münafık


kalpli adamlara -Rıza Tevfik’in tabiriyle “Ali görünen Yezidle-
re"- alem olmuştur, (s. 90)

Cemil M eriç sıklıkla d ü ştü ğ ü d ip n o tlard a sadece teknik


terim leri, deyim leri açıklam akla, özel isim ler hakk ın d a bilgi
verm ekle yetinm ez, m ü n aseb et d ü şü rd ü k çe 'm ünekkid' kim li­
ğiyle de ortaya çıkarak bazı önem li isim leri de eleştirir. N ite­
kim Ahm ed Şuayb da b u n la rd a n b irid ir ve yaptığı h ata genç
adam ın gözünden kaçm am ıştır:

“Lucien’in şahsında sadık bir Cinq Mars mı bulmuştu? Bu su­


allere kimse cevap veremezdi."
Cinq Mars: Richelieu aleyhinde suikast tertib ettiği için arka­
daşı "de Thou” ile birlikte darağacmı boylayan kibar beyzâde.
Alfred de Vıgny, bu ismi taşıyan romanında Cinq Marsı idea-
lize eder. Ne gariptir ki Ahmed Şuayyip Bey Hayat ve Kitaplar
adlı eserinde Vigny’nin Beş Mart adlı bir kitabı olduğunu söy­
ler. Münekkid ve mütenebbî geçinen bir zatın meşhur bir ism-i

191 Mütercim ikinci baskıda genç şık yerine genç züppe tabirini kullanmayı
uygun bulacaktır. (1973: s. 12)

178
hassı tercemeye kalkması hem Vigny’den (ve binnetice Fransız
edebiyatından) habersiz olduğunu, hem de Fransa tarihini bil­
mediğini göstermez mi? "Büyük Adamlar'm gafleti de büyük
oluyor, (s. 61)

M eriç, m etni sâdık olarak tercüm e etm ek ve b ilhassa terim ­


lere karşılık bulm akta epey zahm et çekm iş, elindeki sözlükleri
didik didik etm iş ve fakat başarılı olam adığını düşündüğünde
okurunu bilgilendirm eyi kesinlikle ihm al etm em iştir:

• Boule'un kim olduğunu maalesef bulamadık, (s. 33)


• Balzac bochettine kelimesini kullanıyor ki ne Akademi’nin, ne
Littre'nin lügatlerinde, ne de Larousse pour tous’da bulabil­
dik. Marpuç olduğu, karine ile anlaşılıyor, (s. 64)

Çok önem li gibi görünm eyen bazı nesne adlarının Türk-


çesini bulam adığı takdirde açıklam a yapm ak yoluyla bu ek­
sikliği giderm eye çalışm ış, yıllar sonra tam karşılığını b u lu r
bulm az kelim enin bu sefer Türkçesini verm iştir:

"Orada tek çivi, tek sandalye, hatta tek eskabo aramayın.”


Eskabo: Üç ayaklı ve arkalıksız iskemle. (1946: 348)

Çevirinin ikinci baskısında, m ütercim , kelim enin tam kar­


şılığını bulduğuna inandığından artık bu açıklam aya ihtiyaç
da kalm ayacaktır:

"Orada tek çivi, tek sandalye, hatta tek tabure yoktur" (1973:
401)

M ütercim bazı yerlerde şahsî tasarruflarda bulunarak kimi


cüm leleri m etinden çıkarm ış, ancak h er defasında bu tasar­
rufları hakkında bilgi vermiştir.

• Grandlieu’lann armasını tasvir eden bir iki cümleyi çıkardık.


(s. 91)

179
• Fransız arkeoloji tarihini ilgilendiren bu sahifelerde, oku­
yucuyu teferruata boğmamak için bir iki cümleyi feda ettik.
Conciergerienin daha sonraki hailini merak edenler, Victor
Hugo’nun Choses Vues adlı eserine müracaat edebilirler: Visi-
teâ la Conciergerie, s. 106-134. (s. 274)

Verdiğim iz bu örn ek lerd en anlaşılacağı üzere, Cemil


M eriç’in Kibar Fahişelerin İh tişa m ve Sefaleti adıyla 1946’da
yayım lanan bu çevirisinde -eserin geniş h acm in e rağm en-
gösterdiği dikkat ve özen gerçekten de takdire şayandır.

f) İh tiş a m ve S efa let (1973)

1946 tarihli ilk baskısını takdire şayan buld u ğ u m u z b u çe­


virinin, (M art-N isan) 1973 tarihli ikinci baskısı için aynı doğ­
ru ltu d a değerlendirm eler yapm ak pek m ü m k ü n değildir; zira
m ütercim , çevirisinin ikinci kez yayım lanm ası u ğruna, kendi­
sinden beklenilm eyecek tasarru flard a b u lu n arak eserin sadece
dilini ve ü slûbun u değiştirm ekle/sadeleştirm ekle kalm am ış,
dipnotların önem li b ir kısm ını da bu baskıdan çıkarm ıştır. Ay­
rıca, -m uhtem elen yayıncının telkinleriyle- yeni o k ur kitlesini
dikkate alarak çevirinin adını değiştirdiği gibi, ro m an ın konu­
sunu bile oku ru n beklentileriyle çatışm ayacak şekilde tasvir
etm ekten kaçınm am ıştır.

1940'larda İhtişam ve Sefaleti tercüme etmek için dokuz ay


çalıştım. Düşün ki bu eseri Balzac iki haftada yazmış. Yeni
baskısı için bir dokuz ay daha çalıştım.192

192 HA, a.g.e., (8 Aralık 1976), s. 49. Cemil Meriç, bu tercümenin ilk bölümlerini
kızı Ümit Meriç’le birlikte hazırlamıştır. (Ümit Hanım’ın evinde gerçekleşen
26 Eylül 2006 tarihli görüşmenin notlarından.) Tashihler ise Halil Açıkgöz
ile Oğuz Başaran tarafından yapılmış: "Cemil H ocanın daha önce Kibar
Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti adıyla Balzac’dan tercüme ettiği kitabını
Ötüken Yayınevi yeniden basıyor. Tashihlerini de Bekir Oğuzbaşaran -Türk
Dili ve Edebiyatı Bölümü 3. sınıf talebesi- ile birlikte yapıyoruz." (Bkz. HA,
a.g.e., (10 Kasım 1976), s. 14)

180
Aralık 1976’da yapılan bu açıklam ayı ciddiye aldığım ız
takdirde, dokuz ay boyunca tercü m en in ilk baskısına verilen
em eklerin, en nihayet b ir dokuz ay d ah a h arcan arak ikinci
baskıda heba edildiğini söylem ek zo ru n d a kalacağız. Çünkü
ikinci dokuz ay, ilkinin aksine tercüm eyi b u dam ak ve şayet b ir
m eziyet telâkki edilirse, özel isim leri Türkçe okunuşlarıyla ya­
zıp b in b ir em ekle kaydedilen d ip n o tlan çık arm aktan ibarettir.

Ötüken Yayınevinde çalışırken Cemil Hoca hakkında yapılan


sohbetlere kulak misafiri olurdum. Balzac hakkında ondan
naklettikleri cümleler hâlâ kulaklanmdadır: "Batı'da bir tek
romancı yardır, o da Balzac’tır. Onun da tek romanı: İhtişam
ve Sefalet.”193

Cemil M eriç'in kitapların ı basm aya talip olan ve diğer ya-


ym evlerine nisbetle yüksek ü cret de ödeyen Ö tüken yetkilileri
-hiç değilse bu kayıttan anlaşıldığı kadarıyla- Balzac’ın sadece
bu ro m an ın ın önem i ve değeri h u su su nd a ikna olm uş görü­
nüyorlar; ve fakat sadece bu rom anının; rom anlarının değil.
Çünkü M eriç'ten ilk kitap olarak b ir çevirisini neşretm iş ol­
m asına rağm en yayınevi, nedense m ü tercim in diğer Balzac
çevirilerine iltifat etm em iştir.
Acaba bu neşir, yayınevleri arasındaki m alum rekabet ko­
şullarının zorladığı b ir tercih miydi? Belki de M eriç'in ken­
disi, denem elerinin yayım lanm ası karşılığında böyle b ir şart
koşm uştu?
Bilem iyoruz. Ancak son dönem de yayım lanan b ir h atıra
kaydı, bu konuda sağ yayınevleri arasın d a ticarî b ir rekabetin
m evcudiyetini kesin olarak isbatlam aktadır:

Dergâh Yayınlarında fiilen çalışmaya başladığım zaman (Ni­


san 1977) Cemil Bey’le Dergâh'm arası soğuktu. Sebebi, ör­
nekleri çok olan bir kitap, bir telif ve yayınevi hikâyesi. Ya­
yınlandığında hayli ses getiren Bu Ülke (Nisan 1974) kitabının

193 HA, a.g.e., (10 Kasım 1976), s. 14

181
basılması için müellifi ile Dergâh anlaşmışlar. Telif 5 bin lira.
Dergâh'tan habersiz araya Ötüken yayınevi girmiş ve 7 bin 500
lira teklif etmiş. Cemil Meriç'in Dergâha teklifi: "7 bin 500 lira­
yı siz verin, kitabı siz basın." Kabul edilemeyecek tatsız bir du­
rum. Fikir mücadelesi, fikir ahlâkı çerçevesinde başlamış bir
münasebet nasıl hiç de ahlâkî olmayan bir para pazarlığına ve
ticarete intikal edebilirdi?! Etmiyor ve ipler kopuyor.194

B u açık lam ay a göre, Ö tü k e n Yayınevi İh tişa m ve Sefaleti


n eşrettiğ i g ü n lerd e h e n ü z C em il M eriç'in tek y ay ın cısı sıfa­
tın ı k a z a n m a m ış o lm alı. O ysa 1974'ten 1980'e k a d a r y a zarın
k ita p la rın ı sad ece Ö tü k en Y ayınevi n eşre d e c e k , h a tta M eriç
de b u sü re iç erisin d e -d iğ er y ay ın ev lerd en gelen teklifleri
red d ed erk en - "B en Ö tü k en 'e n ik â h lıy ım , b ir an la şm a zlığ ı­
m ız d a yok!" d iy ece k tir.195
H âl böyle o lu n c a, M eriç'in d iğ e r B alzac ç e v irile rin in Ö tü­
k en Yayınevi ta ra fın d a n n iç in n e şre d ilm e d iğ i so ru su y la ilgi­
len m ek y erine, İh tişa m ve Sefa letin n e d e n b u şekliyle neşre-
dildiği so ru su n a b ir cevap b u lm a k gerekiyor.
C em il M eriç a c a b a n iç in böyle b ir işlem e ih tiy aç duydu?
S özgelim i k ita b ın sayfa say ısın ı d ü şü rm e k , o k u ra d a h a sade
b ir m e tin su n m a k gibi tek n ik zaru re tle r, k e n d isin i b u b u d a ­
m a işlem ine şevketm iş o la m a z m ı?
İlk b ask ı 471 sayfa (b ü y ü k boy) iken, ik in ci b ask ı 547 say­
fa (k ü çü k ve d a r boy) o lm a sın a ra ğ m e n , b iz y ine de b u ih ti­
m alleri ta m a m e n g ö zard ı etm iy o r; fak a t h e r iki bask ıy ı da

194 İsmail Kara, Sözü Dilde Hayali Gözde, s. 83, İstanbul, 2005
195 HA, a.g.e., (11 Mayıs 1978), s. 327. Cemil M eriç’in kitaplarının neşredildiği
yayınevleri sırasıyla şunlardır: Üniversite Kitabevi (1943), Yüksel Yayınevi
(1945), Arif Bolat Kitabevi (1945), İnkilâp Kitabevi (1946), MEB Yayınlan
(1956), Dönem Yayınları (1964), Çan Yayınlan (1967), Türkiye Harsî
A raştırm alar Derneği Yayınlan (1969), Ötüken Yayınlan (1973), Sebil
Yayınlan (1980), ü m ran Yayınlan (1981), Tur Yayınlan (1981), Pınar
Yayınlan (1983), İletişim Yayınlan (1985), İnsan Yayınlan (1986). Meriç’in
70’li yıllarda sağcı yaymevleriyle ilişkileri için bkz. Dücane Cündioğlu,
"K itaplann da Bir Hikâyesi Vardır", Yeni Şafak, 7 Mayıs 2006.

182
k a rş ıla ş tırın c a , b u ta s a rru fla ra yol a ç a n b a şk a se b ep lerin de
b u lu n ab ileceğ i n etic e sin e v a rm a k ta g ü çlü k çek m iy o ru z. N i­
tekim k ita b ın sağcı b ir yayınevi ta ra fın d a n n eşred ilm esi ve
çevirinin, b u y ay ın ev in in m u h a fa z a k â r o k u r k itle sin in h a s ­
sasiy etlerin i zedelem eyecek şekilde su n u lm a sı, k u şk u la rım ı­
zı g ü çlendiriyor. Ç ü n k ü d a h a ilk ad ım d a çev irin in ad ı d eğiş­
tirilm iş ve K ib a r F a h işe le rin İh tişa m ve Sefaleti, b ir çırp ıd a
İh tişa m ve S efalet/V autrin e d ö n ü ştü rü lm ü ştü r.196
Ayrıca ilk baskıda y er alan d ip n o tların b ir kısm ı (bilhassa
I. B ölüm u n dipnotları) ikinci bask ıd an -ü stelik m etn in an la­
m ını olum suz yönde etkileyecek şek ild e- çıkarılm ıştır. Öyle ki
ro m an d a adı geçen ü nlü fahişeler h ak k ın d a bilgi içeren açıkla­
m aların hiçbiriyle ikinci bask ıd a karşılaşm ıyoruz. M eselâ As-
pasie, Du Barry, N inon de Lenclos, M arion de Lorm e, Im peria,
Flora, Lydie, H orace, Tibulle, Lesbie, Cyntie Laıs, Rhodope,
Taglioni adlı ü n lü fahişeler h ak k ın da ilk baskıda y er alan uzun
açıklam aların tam am ı atılm ıştır.197 Üstelik ilk baskıda "Eserin
K ah ram an lan " başlıklı 14 sayfalık etüd, 3 sayfaya indirilm iş ve
girişten çıkarılarak kitabın so n u n a yerleştirilm iştir.

1. Vautrin, 2. Lucien de Rubempre, 3. Gazeteciler: Blondet,


Finot..., 4. Markiz d’Espard, 5. Florine ve sahne artistleri, 6.
Güzel Hollandalı, 7. (sehven atlanmış), 8. Rastignac, 9. Hemy

196 Cemil Meriç 1942'de bir vesileyle Balzac’ın bu rom anından söz ederken
kitabın adını Alüftelerin İhtişam ve Sefaleti şeklinde Türkçeleştirmiştir:
(Bkz. CM, "Köy Hekimi", Ayın Bibliyografyası, sn. 1, sy. 11-12, s. 23, Ekim-
Kasım 1942)
197 M uhafaza edilen dipnotları her iki baskıdan da takip edebilmek için bkz.
175:191, 177:194, 188:207, 194:214, 204:226, 208:232, 225:253, 236:265,
236:266, 245:276, 262:297; 269:308, 290:332, 303:346, 304:348, 305:349,
308:353, 329:379, 347:400; 356:412, 365:423. Bazı kelimeleri değiştiren, bazı
açıklam a-notlanm atıp bazılarım kısaltan veya metin içine alan mütercim,
bazen bu notlan genişletmeyi tercih etmiş, hatta metne bazı kısa notlar
da eklemekten geri kalmamıştır: 18:11, 24:27, 23:18, 20:14, 26:20, 27:22,
105:105, 197, 267, 292, 383. İkinci baskıda Fransızca isimlerin yazılışı değil,
okunuşu (msl. Lucien:Lüsyen) esas alınmıştır.

183
de Marsay, 10. Madam de Serisy, 11. Desplein ve Bianchon,
12. David Sechard (De Marsac), 13. Du Tillet, 14. Derville
(1946: s. 3-17; krş. 1973: 544-547)

Daha önce Ağustos 1971'de yayım lanan “Fahişeler’i Okur­


ken başlıklı yazı,198 uygunsuz görülen k ısınılan çıkanlm ak
suretiyle ve Okuyacağınız Kitap başlığıyla, y u k an d a adı geçen
kahram anlann tek tek tanıtıldığı etüdün yerini almıştır.
Cemil Meriç, 1971’de, rom anın k ah ram an lan n d an "robu
görülm em iş ihtişam lar gizleyen, d u d ak lan en uygun anda te­
bessüm ler saçan em salsiz zevk kızı" Torpille hakkm daki coş­
kulu tasvirlerinin b ir kısm ından 1973’te hayli fedakârlıklar
yaptıktan sonra şöyle der:
Ne var ki bu zevk kızı, romanda fuhşu değil, aşkı temsil eder;
sonsuzluğu, fazileti, fedakârlığı ile aşkı... İhtişam ve Sefalette
fahişe olmayan tek kadın.
Eserin belki de en tenkid edilecek tarafı: İsmi. Birinci bölüm­
de (Yosmalar Sevince) Torpil’den başka fahişe yok. İkinci bö­
lümde (İhtiyarlıkta Aşk) görünüp kaybolan bir iki sahne artisti
fuhşun yegâne temsilcileri. Üçüncü ve dördüncü bölümlerde
ise ne Torpil var, ne ötekiler. (1973: s. 6)

Yani?
Yani m uhafazakâr okurun rahatsız olm asına gerek yoktur;
zira 1971’de “Fahişeler’i Okurken başlıklı yazısm da bu açıkla­
mayı yapan m ütercim , 1973’te kitap basılırken okurun tedir­
gin olm am ası için gerekli tedbirleri almıştır. Önce, Meriç’in
açıklam asını her iki hâliyle de okuyalım:
• Fahişelerde yeni bir ülke fetheder roman. Romancımn
Lesage'dan beri dolaştığı bir ülke bu, misafir olarak dolaştığı
bir ülke: orospuların, hırsızların, katillerin dünyası. (1971)
• İhtişam ve Sefalet ile yeni bir ülke fetheder roman: orospula­
rın, hırsızların, katillerin dünyası. Romancının Lö Sajo’dan
beri dolaştığı bir ülke bu. (1973)

198 CM. “Fahişeler'i Okurken", Hisar, XI/92, s. 14, Ağustos 1971

184
Yazısının girişinde bu açıklam aları yapan m ütercim ,
"Okuyacağınız K itap” başlıklı tan ıtım ın a yine de şu izahatı
eklem ekten kendini alam az:
Vâkıa eserin orijinal -Fransızca- adı, Fahişelerin İhtişam ve
Sefaleti... Fakat yukarıda da belirtildiği gibi fahişeler eserin
sadece iki bölümünde mevcut... Ancak bu iki bölümde de
'fahişelik'ten ziyade aşk bahis mevzûudur. Eserde işlenen esas
fikir fahişelerin, kanun dışı kimselerin, polisin ve adliye’nin ih­
tişam ve sefaleti... Bir numaralı kahraman da bir kanun-dışı
olan Votren (Vautrin). Bu sebeple eserin geniş ölçüde gözden
geçirilmiş ve düzeltilmiş bu ikinci baskısı için İhtişam ve Sefa­
let ismini uygun gördüm. Ve ikinci bir isim olarak da bir nu­
maralı kahramana izafeten Votren’i (Vautrin) seçtim. (1973:
s. 7-8)

Artık fahişeleri okum ayacağım ızdan em in olabilir ve m ü­


tercim in kalem inden b ir num aralı kahram anım ız kanun-dışı
V autrin’in kim olduğunu öğrenebiliriz:

Romamn belkemiği: Votren. O da birçok yönleriyle romantik


bir kahraman. Romantik, ama reel. Bu kürekler Makyavel’i,
Rousseau’nun çocuğu; bütün ondokuzuncu asır gibi. Bir isyan
çığlığı, bir direniş... Alçaklığa, budalalığa ve sözde-faziletlere
dayanan bir cemiyete düşman. Tek tanıdığı kanun, tabiatmki-
ler. Ona göre: "Kanun, büyük sineklerin yırtıp geçtiği, küçükle­
rin takılıp kaldığı bir örümcek ağı."
Byron'ın ve Scott'un korsanlarıyla akrabadır; aynı gurur, aynı
gözüpeklik. Ama kucağında yaşadığı dünya gerçek. Sefaletin
karanlık ve kanlı dünyası: kürek, hapishane, polis... (1973: s. 6)

Ne ilginç değil m i V autrin de pek o k adar kötü biri değil­


dir; bilâkis "birçok yönleriyle rom antik b ir kahram an"m ış;
nasıl oluyorsa, "rom antik am a reel" b ir kahram an...
Fahişeleri konu edinm ediğine d air m ütercim in verdiği
güvenceyle bu rom anda 'fu h şu n değil, 'aşk'm anlatıldığına;
hırsızların, katillerin reisi V autrin'in de alçaklığa, budalalığa

185
ve sözde-faziletlere d a y a n a n b ir cem iyete d ü şm a n o ld u ğ u n a
ve b ir isyan çığlığını, b ir d iren işi, en n ih a y e t ro m a n tik b ir
k a h ra m a n ı tem sil ettiğ in e in an ab iliriz.
Ne v ar ki 1946'ya geri d ö n ü p C em il M eriç'in 30 y aşın d ay ­
k en o k u rların a ta n ıttığ ı V au trin ’in n asıl b iri o ld u ğ u n a b a k ­
tığım ızda, bu sefer farklı b ir ro m a n k a h ram a n ıy la k a rşıla ­
şıyoruz:

Vautrin, âdetleri ile sefaletleri sonsuz olan kalabalıkların


mücrim ve karanlık dehasıdır. Nietzsche’nin sayıkladığı tunç
bakışlı, mermer yürekli ve çelik pazulu insan azmanı, İblis’le,
Promethee ile, romantizmin bütün büyük maceraperestleriy­
le akrabadır. Çok okumuş, çok görmüş, uzun uzadıya düşün­
müştür. Bağrında yaşadığı cemiyetin "sefil iştahalarla zincirli
miskin ve şuursuz bir sürü” olduğuna inanır; kanun "sinekle­
rin yırtıp geçtiği, küçüklerin takılıp kaldığı bir örümcek ağı”;
mesuliyet, fazilet, vicdan azabı... “budalaları ürküten birer
korkuluk"tur. (1946: s. 4)

1970'lerde K abil'e benzettiği V autrin'i, 1946'da Ş e y ta n a


benzeten M eriç, “Kaybolan Cennetin Lucifer'i ne ise, İnsan­
lığın K om edyasında V autrin o d u r” dem eyi ihm al etm ez. Çevi­
rin in ikinci baskısında o denli öne çıkarıldığı hâlde kendisini
tanım ak im k ânından m a h ru m bırakıldığım ız V autrin p o rtre­
sini, biraz tah am m ü lü m ü zü zorlayıp 1946 tarih li ilk bask ısın ­
d an seyretm eye çalışalım :

Balzac bize Vautrin'in ailesi, muhiti, ilk terbiyesi hakkın­


da esaslı malumat vermiyor. Vaktiyle sahtekârlıktan beş
sene hüküm giymiş, mükerrer firar teşebbüsleri yüzünden
mahkûmiyet müddeti uzadıkça uzamış, zindandan kurtu­
lunca forsaların sarrafı ve kasadarı, geniş bir hırsız şebekesi­
nin akıl hocası olmuş... Ona, ilk defa Goriot Babanın sığındı­
ğı Vauquer pansiyonunda rastlıyoruz. Kırk yaşlarında şen ve
babacan bir zat. Orada geniş ve muhteris Rastignac'ı bulanık
ve kanlı maceralara sürüklemeye çalışırken hakikî hüviye­

186
tini tanımaya başlıyoruz, ve anlıyoruz ki bu mermer kadar
hareketsiz çehre, korkunç bir mantık, fırtınalı bir hayat ve
isyankâr bir ruh maskeliyor. Nihayet bu eski forsa, yakayı
adaletin pençesine verince rahat nefes alıyoruz. Bu kısım
dramın ilk perdesidir. Yeniden kaçan ve hüviyet değiştiren
Vautrin Kaybolan Hayâllerde tekrar sahneye çıkıyor. Fakat
onun şahsiyet ve faaliyetini, bütün şaşırtıcı cepheleriyle Fa-
hişelerin İhtişam ve Sefaletinde tanıyacağız.

Cemil M eriç’in gerek çevirinin ad ın ı d eğiştirm esi, gerekse


m uhtevasıyla ilgili ta n ıtım la rın d a yeni o k u ru n u dikkate alan
ta s a rru fla rd a b u lu n m ası m a z u r g ö rülebilirse de ilk baskıda
so ru n teşkil etm eyen birçok ifad en in a n lam ın a z a ra r verecek
şekilde ikinci b ask ıd an bazı açık lam aları çıkarıp atm asın a
b ir m â n â verm ek h ak ik aten çok güçtür. M eselâ aşağıda ak­
tarılan cüm lelerin hem en altın d a yer alan açık lam a-n o tlan
ikinci bask ıd an atılm ıştır:

"Coquart küçük bir sirke şişesini getirmeğe kalktı."


Vinaigre des quatre voleurs ‘sirke’ değildir. İçinde birçok ne­
bat hülâsaları, kâfur falan vardır, (s. 310)
• "hilekâr beslemelerin....’’
Muharrir burada soubrette kelimesini kullanıyor ki "komedi­
lerde hizmetçi rolüne çıkan kadın" demektir, (s. 71)
• "Peyrade'la Corentin, Oreste ile Pylade kadar dosttular."
Oreste ile Pylade vefakâr ve ebedî bir dostluğun sembolleridir,
(s. 116)

İlk baskının okurları "Oreste ile Pylade kadar dost olmak"


ifadesinin ne anlam a geldiğini bu dipnot sayesinde öğrenm iş
iken, ikinci baskının okurları bu açıklam adan niçin m ahrum
bırakılm ışlardır? Bu sorun u n cevabını bilmiyoruz.
• "Bir şassörünüz de olacak çünkü." (s. 72)
• "... maiyetinde iriyan bir şassör vardı." (s. 76)

187
B u cü m lelerd e geçen şa ssö r u n n e a n la m a g eldiğini b ilm e­
yenler, Ş em sed d in S a m i'd e n a k ta rıla n şu açık lam ay la iyi-kötü
b ir tasav v u ra sah ip o lm u şlard ı:
Şassör: Arabanın arkasına binen avcı kıyafetinde ispir.

N e v ar ki çevirinin ikinci b ask ısın ı okuyanlar, b u açıkla­


m a n o tla n k ita p ta n ç ık a n lıp atıldığı için ken d i b a ş la n n m ça­
resine b ak m ak z o ru n d a kalacaklardır. O ysa 1942'de H am d i
V aroğlu'nun Meyhane çevirisini kıyasıya eleştiren ve "Chevalet
chevalet diye tercü m e edilm iş, sehpa d enebilirdi" diyen m ü-
nekkid, Cemil M eriç’te n b aşk ası d eğildi.199
Şim di de şu örneğ i inceleyelim :

“Dün Pouraille'i gördüm, bir aileyi gırtlaklamış. Ellibin altın


franka, konmuş..."
Burada ‘frank’ değil, ‘thune’ kelimesi kullanılıyor. Fransız argo­
sunda “5 franklık sikke" mânâsına gelen thuneun menşei Tu­
nus şehridir. Eskiden Tunes telâffuz ediliyordu. Serseriler kra­
lına alay olsun diye Tunes Kralı denirdi. Sonra ‘sadaka’ mânâsı
ifade etti. (Bak. A. Daugat, La langue française d ’aujourdhui,
s. 33-34).
Refroidir (soğutmak, dondurmak, öldürmek) kelimesini de
gırtlaklamak’ diye çevirdik, (s. 127)

K ısa d a olsa bazı yeni açık lam alar eklem ese, h a tta bazı n o t­
larını genişletm ese, m ü tercim in , pek âlâ ikinci b ask ıd a m etnin
sayfa sayısını d ü şü rm ek m aksadıyla h arek et ettiğini d ü şü n e­
bilirdik ki b u ihtim ali herşeye rağ m en yine de gö zard ı etm iyo­

199 CM, "Émile Zola ve Assommoir”, Ayın Bibliyoğrafyası, sn. 1, sy. 7-8, Temmuz-
Ağustos 1942; "Meyhane (Assommoir)", Ayın Bibliyoğrafyası, sn. 1, sy. 9-10,
Birinciteşrin 1942. Mütercim Varoğlu ise çevirisini şöyle savunmuştur;
"Chevaletye 'sehpa' dememişim de aynen 'şövale' tâbirini kullanmışım.
Ressamlar ‘şövale’ye ‘şövale’ derler. 'Sehpa’ ender olarak kullanılır. Çünkü
‘şövale’, sehpalar içinde muayyen-bir tip ifade eder. Bu itirazda da b ir isabet
göremiyorum." (Bkz. Hamdi Varoğlu, "L’Assommoir Tercümesi Üzerine Bir
Tenkide Cevap", Tercüme, III/16. s. 290-293, 19 İkinciteşrin 1942)

188
ruz. A ncak açık lam aların tasfiyesi, hiç k uşku yok ki çevirinin
kalitesi aleyhinde so n u ç la r d o ğ u rm u ştu r:

"Elleri binbir mahsul devşirmişti, bu kadm ya bir Alman sa­


basından dönüyordu, ya bir dilenciler tevkifhanesinden çıkı­
yordu.”

B ir k a d ın ın "A lm an s a b a s ın d a n d ö n m e s i” n e a n la m a ge­
liyor?
Bu s o ru n u n cevabını 1946 ta rih li ilk b ask ın ın o k u rla rı
kolayca ö ğ ren irk en , 1973 ta rih li ikin ci b a sk ın ın o k u rla rı y u ­
k a rıd a k i cüm leyi şu a ç ık la m a d a n m a h ru m o la ra k o k u m ak
z o ru n d a k a lac ak lard ır:

Sabbat: Ortaçağ inançlarına göre, sihirbazlar gece şeytanın


emrinde toplanır, hem yapacakları melanetleri kararlaştırır,
hem de en iğrenç hareketlerde bûlunurlardı. Sabbat’a gittik­
lerinden şüphe edilenleri bekleyen ceza: Korkunç işkenceler­
den sonra eziyetli bir ölümdü. Walter Scott'un romanlarında
bu caniyane itikadın tüyler ürpertici neticelerine rastlarız,
(s. 273)

M ü tercim in h arcad ığ ı em ekleri kendi elleriyle ve b ir ç ırp ı­


d a yok etm esinin nelere m âlo ld u ğ u n u görm ek b akım ından,
b u d a n a n a ç ık la m a-n o tlan n ın m u h tev asın a d a dikkat etm ek
gerekiyor. Ö nce ilgili cüm leyi okuyalım :

"Bu İspanyol rahibi cübbesi, kürek âleminin belli başlı şöhret­


lerinden Jacques Collin’i saklıyordu.” (s. 88)

Kürek âlemi... A şağıdaki pasaj, m etn in seviye kaybının de­


recesini tayin etm ek isteyenler için, san ırım ikna edici b ir ör­
nek niteliği taşım akta:
Kürek: bagne: (İtalyanca bagno/banyo kelimésinden), bir Uman­
da korsanların mahpus bulunduğu yer. XVII’nci yüzyılda ve
XVIII’nci asrın ilk yansında canilere tatbik edilen cezalardan
biri de Galère idi. Mahkûmlar devletin kadırgalannda kürek

189
çekerlerdi. Fakat yelken gemilerindeki tekâmül, kürekli sefine­
lerin terkine sebep oldu, ve kürek mahkûm ları bazı limanlara
(vaktiyle deniz banyosu alman) mahallere taşındılar. Toulon'da,
Rochefort'da, Brest'de, Lorient'de kürek zindanları vardı. Kor­
sanın omuzlan kızıl demirle damgalamrdı. Kendilerine mah­
sus elbiseleri vardı: Kırmızı kazak, koyu san pantolon, kırmızı
veya yeşil külâh (mahkûmiyeti muvakkatse kırmızı, kayd-ı ha­
yat şartı ileyse yeşil). Bağna teşkilâtı bahriye'ye ağır geldiğinden
kaldınlmış (1830'da Lorien, 1867'de Toulon) ve mahkûmlar
müstemlekelere gönderilmişlerdir. (Larousse pour tous'dan)
Bagneı Türkçe'ye çevirmek hayli güç. Cervantes, kelimenin
Arapça'dan geldiğini söyler. Güya İstanbul'da m ahkûm lan
eski bir ham m am a hapsederlermiş, bagne kelimesi oradan
gelmiş. Littre bu menşei muhtemel görüyor. (Bak. Littre'nin
Dictionnaire de la L.F.)

A çıklam aları a tm a k y e rin e k ıs a ltm a la ra g id ilm esi de çö ­


züm değildir; zira b u tü r k ıs a ltm a la rd a d a g erekli ö zen gös­
terilm em iş, m e tn i m u ay y en b ir sayfaya d ü şü rm e k için olsa
gerek, a ç ık la m a la r gelişigüzel b ir b iç im d e b u d a n m ıştır:

La Fontaine'in Maymunla Kedi isimli zarif manzum esinin


kahram anlan. Raton (kedi) kestaneleri maharetle ateşten çı-
kanr. Halbuki Bertrand sadece yemek zahmetini ihtiyar eder.
Bu iki isim aldanan'la ald atan a alem olmuştur. Bertrand,
elini ateşe sokmadan bütün parsayı toplayan kurnaz heriftir.
(1946: s. 23)

Ş im di de b u a çık la m a-n o tu n u n kısaltılm ış h âlin i okuyalım :

Raton (kedi) kestaneleri ateşten çıkanr. Bertrand (maymun)


afiyetle yer onlan. Bu iki isim aldanan’la ald atan a sembol ol­
muştur. (1973: s. 18)

Ş im di ö rn ek lerim ize a ra verip b iraz d ü şü n elim : Ç evirisinin


ilk b ask ısın d a yer ala n n ice a ç ık la m a -n o tu n u -h em d e çok kıy­
m etli o lm a la n n a rağ m en - b ir ç ırp ıd a ç ık a n p a ta n C em il Me-

190
riç, a c a b a n iç in ik inci bask ıy a b irta k ım s ıra d a n n o tla r eklem e
gereği d u y m u ş tu r?
B u so ru y a cevap v erm ed en önce, ikin ci baskıya eklenen
b azı yen i a ç ık la m a la rı görelim :

• Ramponneau : Adı Voltaire'in eserinde geçen bir meyhaneci,


(s. 197)
• Hôtel Dieu : Başlıca şehirlerde büyük hastahane. (s. 292)
• Eve (Ev), Havva ism inin Fransızlar tarafından kullanılış şekli­
dir. (s. 267)

C em il M eriç’in çeviri s ıra sın d a b azı ta s a rru fla rd a b u lu n d u ­


ğ u n u ve o k u rla rın a bu k o n u d a bilgi verdiğini, h a tta çeşitli vesi­
lelerle o k u ra y etersizliğini itira f e tm e k te n k açın m ad ığ ım d a h a
ö nce m isalleriyle b irlik te g ö rm ü ştü k . B u açık la m ala rın önem li
b ir kısm ı n ed en se ikinci b a sk ıd a n çık arılm ış ve m ü te rc im in
lehine kay d ettiğ im iz d ik k a t ve titizliği, b u sefer ciddi b ir zaafa
d ö n ü şm ü ştü r. A şağıdaki p a sa jı -d iğ erlerin in y an ışım - keyfi b u ­
d a m a işlem lerin in tipik b ir m isâli o larak kaydediyoruz:

Jacques Collin’le birlikte, tekrar Lucien’in mektubunu okur­


sak, son dakikada yazılan satırların, bu adam için neden bir
bardak zehir tesiri yaptığını anlarız:
Rahib Carlos Herrera’ya,
Aziz rahibim,
(...)
Sabahın saat birine doğru, nâşı kaldırmağa gelenler... (1946:
372)

D ah a önce ro m a n ın 346-348. sa y fa la n a ra sın d a tam m etni


y ay ım lan m ış b u m e k tu b u , a slın d a zikred iliy o r olm asın a rağ ­
m en ikinci kez n a k letm ek te n k aç m a n m ü tercim , görevini ih ­
m al etm ez ve o k u ru n a şu a ç ık lam a d a b u lu n u r:

Muharrir, bu mektubu iki defa tekrarlamış. Biz hacimden ta­


sarruf gayesiyle okuyucuyu beş-on sahife geri yollayacağız.

191
İkinci baskıda b u açık lam a-n o tu çıkarılıp atıldığı gibi koca
pasaj da b u d a n a ra k tan ın m ay acak hâle getirilm iştir:

Bu mektup mektup değil, bir bardak zehirdi. Sabahın saat bi­


rine doğru, nâşı kaldırmağa gelenler... (1973: 431)

Yıllar so n ra “F ran sızcan m n â m a h re m le r için tehlikeler ve


karanlıklarla dolu dü n y asın a, ilk defa olarak, denize a tla r gibi
giriyordum . O karan lık dehlizde, ışığına güvendiğim tek fener:
Ş em settin S am i’nin k am u su idi" diyen M eriç'200 b u kaynaktan
torpille (s. 36), karyatit (s. 44), cortez (s. 59), recor (s. 67), şas-
sör (s. 72, 76) gibi sözcüklerin an lam larım açık lam ak ta istifa­
de ettiği kadar, kendisiyle hesap laşm ak tan da kaçınm am ıştır.
N itekim aşağıdaki açıklam alar, dil-siyaset ilişkilerinin önem i­
ni gösterm esi bak ım ın d an fevkalâde önem lidir:

Machine infernale: “Cehennemi makine, Şeytan makinesi”.


Devirlerin tarihini lügat kitaplarından bile deşifre etmek müm­
kün. Şemseddin Sami’nin Kamus-ı Fransevîsinde ‘cumhuriyet’,
‘suikast’, "tahttan indirmek” gibi kelimeleri bulamazsınız. Ta­
bii machine infernale de yok. Bu kelime önceleri muhasaralar­
da kullanılan, içi infilak maddeleriyle dolu muhtelif âletlerin
ismiydi. 1800’de Nepoleon’u öldürmek için hazırlanan barut ve
misket dolu bir süprüntü arabası infilak etmiş, fakat biraz geç
kaldığından KorsikalI General yakayı kurtarmıştır, (dursaydı
bir dakkacağız dehr-i bî-sükûn...) 1836’da Louis-Philippe aynı
şekilde bir suikasttan sağlam çıkmıştı. Abdülhamid için hazır­
lanan mahut araba da böyle bir machine infemaledı. (s. 110.)

Söylemeye gerek bile yok, bu câm m satırlar da ikinci baskı­


dan çıkarılıp atılmıştır.
H ülâsa, böylelikle ikinci baskıdaki kayıpların ne raddeye
vardığını yeterli sayıdaki örnekle gösterm iş bulunduğum uza
inanıyoruz.

200 "Dosto ve Biz", Hisar, XIV/129, s. 8, Eylül 1974; krş. Madaradakiler, s. 117

192
1946 tarih li ilk baskısının o k u r ve m ünekkidler tarafından
suskunlukla k arşılanm asın a m ukabil, 27 yıl sonra, 1973'te
ikinci baskısını yapan b u ro m an , acab a o k u ru n a ne nisbette
ulaşabildi, h erh an g ib ir aks-i sad a buldu m u, bulabildi mi?
Y azarlarından olduğu Türk Edebiyatı dergisinde yayım la­
n an iki yazı d ışın d a M eriç’in çevirisiyle ilgili yetkin kalem ler­
den çıkm ış h e rh an g ib ir değerlendirm eye tesad ü f edem ediği­
m izi belirtm ek isteriz.
îlki, derginin "K itap K öşesi"nde yayım lanm ış kısa b ir rek ­
lam yazısı:

Tercüme eserlerde, yazann büyüklüğü kadar, tercüme edenin


üzerimizde sağlayacağı emniyet de mühimdir. Çünkü, aslın­
dan okumak imkânımız yoksa, yazıldığı dilden anlamıyorsak,
okuyacağımız eserde bütün iyi niyetimizi tercüme edene tes­
lim ediyoruz demektir. Balzac, sadece Fransa’mn değil, bütün
dünyanın hayran olduğu bir sanatkâr. Onu dilimize çeviren
de Cemil Meriç gibi yüksek bir kalem olunca, ilk sayfalardan
itibaren içimiz güvenle doluyor.201

İkincisi de ro m an ı özetleyen sırad an b ir tanıtım yazısı:

Eserleri arasında Balzac’m şahsiyetini eksiksiz olarak veren


romanı, İhtişâm ve Sefalettir diyebiliriz. Ötüken Yayınevi, üs-
tad Cemil Meriç’in güzel kalemiyle bu değerli romam bize ka­
zandırmış bulunuyor.202

1973’te yayım lanan bu iki yazı dışında, elimizde, M eriç'in


yine yazarlarından olduğu Hisar dergisinin yöneticisi Meh­
m et Ç ınarlıya ait 1976 tarihli b ir h atıra da bulunm akta:

Balzac’m daha önce Cemil Meriç tarafından çevrilrAiş olan


bir eserini, bir yayınevi [1972’de] yeniden çevirtip Kibar Fa­

201 Turgut Güler, "Kitap Köşesi", Türk Edebiyatı, 11/16, s. 38-39, Nisan 1973
202 Vahap Kaba, "Cemil Meriç’in Balzac’tan Çevirdiği İhtişâm ve Sefalet”, Türk
Edebiyatı, 11/18, Haziran 1973

193
hişeler adı altında yayınlamış.203 Bir genç dostum, yazarın
ismine aldanarak aldığı bu eseri hiç sevmediğini, doğru dü­
rüst anlam adığını ve okurken çok sıkılıp yanda bıraktığını
söyledi. Kendisine İhtişam ve Sefalet adı altında [1973'te]
ikinci baskısı yapılan Meriç’in çevirisini verdim. Balzac kur­
tulmuş, eser m erak ve zevkle okunmuş oldu.204

S on olarak, 1979'da, Cem il M eriç'in ta leb e le rin d e n M. Akif


Ak, İnsanlığın K o m ed ya sın d a n İlâ h î Adalet Sahneleri b aşlık ­
lı genişçe b ir m ak ale kalem e a lır ve "D ayandığım iki gerçek
var: b iri din, diğeri krallık" d iyen B alzac m d in d e n K atolik
K ilisesin i, krallıktan d a F ra n sa K ral H a n e d a n ın ı k a stetm e d i­
ğini id d ia ederek m an ev î ve İçtim aî h a y a tın ezelden k o n u lm u ş
İlâhî k u ra lla n n ın b u lu n d u ğ u n u söyleyip m ak a le n in k o n u su n u
şu şekilde belirler:

Bu yazımızda biz, Yaratıcının manevî-ruhî hayatımız için


koyduğu bu kuralların kendini nasıl belli ettiğini gösteren
birkaç örnek üzerinde duracağız. Ve asıl olarak romancılığın
zirvesindeki yerini hâlâ koruyan ve bundan sonra da kimse­
ye kaptırmayacak görünen Balzac’m bu konudaki tavrını ve
düşüncesini belirlemeye çalışacağız.205

Yazar, ö rn ek lerin i B alzac'm beş ro m a n ın d a n d erler: Ursu­


le M irouet (çev. S a b ih a R ifat), E ugénie G randet (çev. T ahsin
Yücel), César B irotteau (çev. C evdet P erin), K u zin B ette [çev.
Ş erif H ulûsi K u rb an o ğ lu ], İh tişa m ve Sefalet (çev. C em il M e­
riç)... Ve y azın ın b u ilk b ö lü m ü de şu s a tırla rla so n a erer:

Balzac, bütün bunları Tanrı’nm örnek ve ibret olsun diye gös­


terdiği inancındadır. Zaten Yüce Allah da "Biz sana örnekler

203 Balzac, Kibar Fahişeler, (Çev. Nesrin Altınova), İstanbul 1972 (Cem Yay.)
204 M ehmet Çınarlı, "Cemil Meriç (Sanatçı Dostlanm : 12)", Töre, sy. 62, s. 27-
28, Temmuz 1976; krş. a.y.. Sanatçı Dostlanm, s. 177, İstanbul, 1979
205 M. Akif Ak, "İnsanlığın Komedyası’ndan İlâhî Adalet Sahneleri”, Gerçek, sy.
17, s. 2-11, Kasım 1979

194
gösteriyoruz" buyurm uyor mu? B ütün doğru yollar en doğ­
ru yola çıkar, yani îslâm 'a... O bütün doğrulukları, iyilikleri,
hayn ve fazileti câmidir. Biz de sözü ona getiriyoruz: Yüce
Yaratıcı’ya ve sevgili Resûlüne.

Yeni o k u r k itlesin in h a ssa siy e tle rin e u y g u n o la ra k terb iy e


ve ısla h ed ilm iş olsa d a h e m B alzac'm , h em Cem il M eriç’in
y ü z ü su y u h ü rm e tin e İh tişa m ve Sefaletin k az a n d ığ ı b ü tü n
b a şa rı işte b u kadar!
H asılı, ü z e rin d e n 30 k ü s u r yıl g eçm iş o lm a sın a rağ m en ,
b u çeviri de d iğ erleri gibi b ir kez d a h a y a y ım la n m a şa n sı­
n a k a v u şam ay acak ve 1974'ten itib a re n Cem il M eriç'in a rta n
şö h re ti de, v e fatın d an so n ra e se rlerin e g ö sterilen yo ğ u n ilgi
de B alzac ve H ugo te rc ü m e le rin in y eni o k u rla r k a z a n m a sın ı
b ir tü rlü sağlayam ayacak tır. Öyle ki M eriç, İh tişa m ve Sefa­
letten vazgeçip çevirisini 1982'de sol ta n d a n slı b ir yayınevi­
n e y en id en Fahişeler adıyla tek lif edecek ve fak at y ine d e bu
te ş e b b ü sü n d e n o lu m lu b ir so n u ç elde etm eyi b a şa ra m a y a ­
caktır:

Fahişeleri (ikinci baskısı 1973) veya Otuzundaki Kadım yayım­


lamak istemez misiniz? Maalesef Fransızca okuyan bir sekre­
terim yok, temine çalışacağım.206

N e g arip değil m i? O nca g ayretine rağm en, sağ da, sol da


M eriç'in çevirilerinden gerekli ve yeterli ilgiyi esirgem iş, d e­
nem e yazılarına olan rağb et, h â lâ kend isin in en yetkin olduğu
sahaya yönelm eyi becerem em iştir.

206 CM. Jurnal 11, (16 M art 1982), s. 324

195
Ekler
Altın Gözlü Kız

Mansur Tekin

eni bir Balzac tercümesi karşısındayız. Vak’anın sadeliği, şahıs­


Y ların azlığı ve hadiselerin yalnız bir mihver etrafında dönmesi iti­
bariyle bu esere ‘roman’ değil, “büyük bir hikâye” denebilir. Bibliyografya
mecmuasında tercüme tenkidlerini okuduğumuz Cemil Meriç, kendisi de
bir tercüme vermek suretiyle tenkidin kolay, bizzat başarmanın güç oldu­
ğu iddiasına cevap vermiş oluyor.
184 sahifelik eserin 76 sahifesi Balzac hakkındaki malûmata tahsis
edilmiştir. Şimdiye kadar Balzac’a dair en fazla tafsilât bu eserde veril­
miştir. Mütercim bu malûmatı muhtelif mehazlardan toplamışsa da heyet-i
umumiyesi, iyi bir terkip vücuda gelmesi için kâfi zaman bulunamadığı in­
tibaını veriyor. Daha ziyade başvurduğu eserlerin planına uyarak verilen
bu malûmatın eklenti yerleri kendini belli etmektedir. Cemil Meriç’in dima­
ğında ve kaleminde bütün bu bilgiler birbirine kaynaşmış bir yekpârelik
kazansaydı çok zevkli olurdu.
Umumiyetle sosyal meselelerle alâkadar olan mütefekkirler Balzac’ı
tetebbuya şayan bulurlar. Filvâki Balzac’ta devrinin bütün hâkim ihtirasla­
rını bulmak mümkündür: Şöhret ve para hırsı yüzünden insanların katlan­
dıkları mihnetler, hayatta kadınların oynadıkları rol, hasislikler, tamâlar,
aile hayatı içinde bu haricî âmillerin tesirleri uzun uzadıya tahlil ediliyor.
19’uncu asrın başından ortasına kadar Fransız İçtimaî hayatını tanımak
için, Balzac, sosyologlara zengin materyal vermektedir. Mütercimin de

199
Balzac’a olan büyük sevgisi bundan doğmuş olsa gerektir. Fakat işte
Balzac’ın kıymeti, fikrimizce bu kadardır; yani zengin bir malzeme depo­
su olmasındadır. Zira Balzac, bu hâkim ihtirasların yaptığı tahribatı tasvir
etmekle beraber bunlardan bir netice çıkarmaz. Âdeta insanlığın ezelî
ve ebedî mukadderatını bu yolda görür. “Ne yapalım, böyle yaratılmışız,
çaresiz bunlara katlanacağız” demek ister gibi bir tavrı vardır. İnsanlık için
bu ihtiraslardan, bu bayağılıklardan kurtulmayı temin edecek bir devri,
Balzac ne düşünmüş, ne de telkine çalışmıştır. Bu itibarla Balzac’ı oku­
yan ve dünya meseleleri hakkında muayyen bir görüşü olmayan bir ada­
mın dimağında, içinde çırpındığımız bayağılıkların insan fıtratı için âdeta
tabiî bir nizam olduğu akidesi perçinleşir. Balzac’ın başka türlü düşündü­
ğü isbat edilemez. Çünkü tedkik edilirse, kendi hayatındaki başlıca saikin
de zenginlik hırsı olduğu meydana çıkıyor.
Cemil Meriç’in hususî ve süslüce bir üslûbu var. Bunu bilhassa tercü­
me tenkidlerinde gördük. Bazen eskimiş kelimelere iltifat ediyor. Meselâ
bugün artık terkettiğimiz m uaweç kelimesini kullanıyor. Bu zaafa mukabil
Fransızca ekspresyonlara Türkçe ekspresyonlar bulmakta muvaffakiyeti
var. Bunlar da üslûba bir canlılık veriyor ve tercüme havasını ortadan
kaldırıyor.
Altın Gözlü Kız ve Balzac hakkında, böyle bir mecmuanın dar hu-
dudları içinde fazla bir şey söylemeye imkân yoktur. Bir İngiliz zenginin
sefahet âleminde yaşarken muhtelif memleketlerde edindiği iki çocuğun,
birbirinin kardeşi olduğunun farkında olmayan bir erkekle bir kızın, bir
genç kıza karşı duydukları alâka dolayısıyla hikâyenin sonunda birbirle-
riyle karşılaşmaları, mevzûun esasını teşkil ediyor.
Realist bir roman olmaktan ziyade bir masal çeşnisi taşıyan bu hikâye
içinde bile muharrir yer yer muhite, cemiyete ait doküman mahiyetinde
tafsilât vermek fırsatını bulmuştur.
Mütercimin Balzac hakkındaki etüd kısmında tesbit ettiğine göre, bu
kitap şimdiye kadar çıkan Balzac tercümelerinin 7’incisidir. Muharrire
duyduğu hususî sempati ile belki Cemil Meriç bu seriye yeni rakamlar da
ilâve edecektir.
Ve bunu beklemek de hakkımızdır.

Kaynak: Mansur Tekin, Balzac (Honoré de): Altın Gözlü Kız, “Ayın Bibliyoğ-
rafyasf, sn. 2. sy. 14, s. 5-6, Şubat 1943

200
Fikir Başakları Arasında

R efik H a lid Karay

Tercüme... Tercüme... Tercüme... Kasım yağmurlan gibi ardı arası


kesilmeden sağnak halinde tepemizden boşanıyor. Kasım yağmurlarına
benzetişimin bir sebebi de bunlardan çoğunun hüzün verici eserler ol­
masındandır. Halbuki Garp edebiyatında mizahın da seçkin bir yeri yok
mudur? Eskiden, ilk tercüme avcılığına çıkıldığı sırada devrin tercüme
atıcıları cinayet ve his romanlarıyla beraber insanları güldürücü taraf­
larından yakalayan fikir mahsullerini de dilimize çevirmekten, kısılmış
dudaklara bir gülümseyiş ferahlığı, rahatlığı vermekten de geri kalma­
mışlardır.
Paul de Kock’un Tuhaf Bir Hane, Çapkın Güstave, Komşum Ray-
mondan az mı okunmuştu? Hatta üstat Hüseyin Rahmi Mr. Dupontu
Biçare Bakkal başlığıyla tercüme etmemiş miydi? Hele Çalgıcının Seya­
hati adındaki kitap halkı kırıp geçirmemiş, satış rekoru kırmamış mıydı?
Bugün de ecnebi lisanlarda yepyeni mizah romanları yok değildir.
Yalnız Fransızcalarını sayarsak büyük bir yekûn tutar. Meselâ Clement
Vautel, bize, yüksek bir edebiyat kıymetini taşımamakla beraber acayip
tipleriyle, marifetli buluşlarıyla eğlendirici bir kaynak olabilir. Asıl şaşıla­
cak cihet Courtline, Jules Renard, Allais, Tristan Bernard, Halevy gibi
uzak yakın klasik mizah üstatlarının eserlerinden henüz faydalanma­
dığımızda. Birincisinin Kalem Efendileri ve sonuncusunun Kardinal Ai­
lesi birer şaheserdir. Hoş, milletlerarası bir şöhret olan Amerikalı Marc

201
Twain’i halka tanıttık mı? Daha böyle, eski ve yeni neler var... Hatta baş­
ka çığırda olmakla beraber Voltaire’in Candidei bile! Gil Blas\ tercüme
etmemiş bir millet kalmış mıdır?
Hele yaz mevsimi kırlarda, plajlarda, Ankara-İstanbul geliş gidişle­
rinde hafif, eğlendirici, yormadan oyalayıcı şen eserler okumak bir ihti­
yaçtır; okutmak da kitapçıların vazifesidir. Böyle bir seriyi bakalım hangi
kitabevi yaymaya başlayacak?
Fikrimce ağır veya hafif bütün tercüme serileri için büyük ölçüde iş
yapan kitapçılarımız, yanlarında bir “edebî müşavir” bulundurmalı ve
çıkacak serileri -kendi keyiflerine veya mütercimlerin heveslerine değil-
o edibin intihabına, kontrolüne, mesuliyetine bırakmalıdırlar. Bu usule,
Garp memleketlerinde uyarlar; hem de tâbilerin hepsi de yüksek tahsil
görmüş, irfan, zevk ve kültür sahibi oldukları halde! Eğer bizde şimdiye
kadar dilimize çevrilen değerli eserler, bir miktar masrafa katlanılıp böy­
le bir ihtisas süzgecinden geçirilerek ilim kalburuyla elenseydi, tercüme
sağnağı -edebiyata karşı işlenmiş suikastlar, hatta katliamlar- bir âfet de­
ğil, bir rahmet olurdu. Kitapçı camekânlarına sıralanan tercümelerimizin
çoğunu, kiminin ayakları, kiminin kolları, kiminin kafatasları uçmuş, kimi­
nin şuuru kaybolmuş, eksik âzalı harp sakatlarına benzetmek yerindedir.
• Ankara’daki Akba Kitabevi tercüme ve telif, iki cins eseri çıkarmak
kararını almış. Tercüme serisinden zarif bir şekilde basılmış olan birin­
cisini gördüm: İki Esir. Muharriri Lajob Zilahy adında bir Macar edibidir;
tercümeyi de F Zahir Törümküney yapmış. Henüz okuyamadım. Fakat
okumadığım halde bahsetmemin bir sebebi vardır, hem de bu bu se­
bep çok mühimdir: Kitabın üzerinde "Macarca aslından kısaltılmadan
tercüme edilmiştir” diye bir not, daha doğrusu “aslına mutabıktır” mührü
var. İşte çoktandır dilediğimiz, beklediğimiz bu ‘sah’ [sahih] işaretini -her
şeyden önce, hiç değilse kısaltılma huyundan vazgeçildiğine alâmet ol­
duğu için- memnunlukla karşılamalıyız ve başka kitabevlerinin de aynı
dürüstlüğü göstermelerini istemeliyiz. Şimdi biliyoruz ki İki Esilin tartısın­
da bakkalın eli müşteri aleyhine oynamamıştır.
• Balzac’ın Altın Gözlü Kız adında uzunca bir hikâyesi varmış, ben
bilmiyordum. AvusturyalI bir şairin [Hugo von Hoffmannsthal] fikrince, bu
eserde "esrarın kucağından şehvetin doğduğu” görülürmüş. Fakat ben
hikâyeden ziyade kitabın baş tarafına konan ve yetmiş şu kadar sayfa
tutan “etüd”ü dikkate değer buldum. Balzac’ı bu derece tanıyarak seven

202
bir fikir adamı, elbette tercümeyi de tam yapmış, yapmak için candan
çalışmıştır. Onun içindir ki bundan sonra da Cemil Meriç’ten aynı vukufla
yapılmış etüdler ve tercümeler bekleriz.
Biz, asıl muharriri tanımadan, hayranı olmadan sırf kitapçının arzu­
suna uyularak yapılan ısmarlama ve üstünkörü tercümelere değil, işte
böyle şuurlu tercümelere muhtacız.
• Önümde bir de Burhan Arpad tarafından dilimize nakledilmiş bir
Eyub duruyor. Eserin muharriri [Joseph Roth] AvusturyalIdır, yahudi ır-
kındandır, Almanlar o ülkeye girmeden önce Fransa’ya kaçabilmiş ve
İkinci Cihan Harbi patlayacağı sırada Paris’te ölmüştür. Avrupaca tanın­
mış şöhretlerden biridir. Okuyucularıma şu kadarını söyleyeyim ki Eyub,
Maarif Vekilliği’nin tavsiye ettiği kitaplar arasında bulunduğu gibi, Türkçe
metni de Tercüme Bürosu’nca incelenip değerli bulunmuştur.
Demek ki bu son ayda çıkan şu üç tercümede -İki Esir, Altın Gözlü
Kızve Eyub- işporta malı, eksik tartılı, kamyot eserler sayılamaz; aksine
irfan, emek ve sevgi mahsulüdürler. Yani dilediğimiz, çoğaldığını gör­
mek istediğimiz tercümelerdir; hatta tercüme sahasında ileri ve düzenli
adımlardır. Ancak böyle adımlarla bir tercüme edebiyatı vücut bulabilir
ve ‘anarşi’ önlenir. (...)
Kısacası: Bu ay irfan ambarlarımıza -adlarını saydığım kitaplar­
la- dolgun fikir başaklarından özlü, besleyici, iyi ayıklanmış, seçme bir
mahsul taşınmıştır.

Kaynak: Refik Halid Karay, “Fikir Başakları Arasında”, Tan, 19 Mayıs 1943

203
III
ŞİİRİ UÇAN ÇOCUK
-Şiir ve Hugo-

Rıza Tevfik'e bir şiir verm iştim , beğenmemiş.


M asasının üstüne koym uş, pencereden ge­
len cereyanla şiir uçm uş. Ali İlm î Fâni Bey’e
“Çocuğun şiirini de uçurduk, ne diyeceğiz?”
demiş.
Cemil Meriç, 25 K asım 1976
ıl 1936... T a n k M ü m ta z Y a z g a n a lp , h e n ü z 19-20 y a ş la ­
Y r ı n d a o la n ta le b e s i C em il M e riç h a k k ın d a ş u te s b it ve
te m e n n ile rd e b u lu n u r :

H üseyin Cemil Yılm az... F ıtratın üç yüzü de keskin b ir zekâ ve


kabiliyet silâhı. N azım , nesir ve ilim de hangi tarafa dönerse,
birgün, o tarafta b ir ehram gibi yükselip salâbetli kaidelerine
yerleşecek güm rah b ir istidad; alabildiğine taşkın zekâsıyla
vefası [ise], atbaşı b erab er giden iki asil cündîdir. Candan
dileğim şu d u r ki: Bu k ah ram an şövalyeler, birbirlerinden b ir
tek adım geri kalm adan kem âlin son hedefine kadar yanyana
yürüsünler.'

N a zım , n e sir ve ilim d e h a n g i tarafa dönerse...

1 Tank Mümtaz Yazganalp, Çizgiler ve Bilgiler, s. 212, Halep, 1936. (Bu


pasajı, mezkur kitapçığın orijinalinden kelime-be-kelime okuyup bendenize
telefonla tâ Ankara’lardan dikte ettiren pirimiz Ali Birinci ye teşekkürü bir
borç bilirim.) Otobiyografisinde, Cemil Meriç’in kendisi, kitabın hem yayım
tarihini yanlış verir, hem de metni -ezberinden- eksik ve hatalı olarak aktanr:
“[Tank Mümtaz’ın] 35’te yayımlanan Çizgiler ve Bilgiler kitabında bana
ayırdığı sayfa çok göğüs kabanıcıdır. Şöyle başlar: "İlim, şiir, nesir... kudretin
her üç yüzü de keskin bir zekâ ve kabiliyet silâhı. Hangi sahaya teveccüh
ederse etsin bir ehram azametiyle yükselecek ve..." (CM, Jurnal 11, 26 Ekim
1980, s. 254, İstanbul, 1998)

207
29-30 yaşlan n d ay k en ken d isin i "F ransız ro m an ıy la b ir
m ik tar m eşgul olm u ş b ir edebiyat ta rih i am atö rü " o larak tav­
sif eden genç M eriç, y ü zü n ü (b)ilim istik am etin e çevirm ediği
gibi, esasen şa ir olm ak için de çab alam ay acağ ın d an , kendisi
için nazım da, ilim de d a h a yolun b aşın d ay k en b ire r 'seçenek'
o lm aktan çıkarlar.2
N esre gelince, Balzac, A ndré Gide, Voltaire, M ax Nordau,
d ’A ubigné, Cervantes, Juvénal, L ucretius gibi ed ib ler ve kitap ­
ları hakk ın d a za m a n z am an yazdığı b azı 'ta n ıtım ' ve 'incele­
m e' y azılan b ir y an a b ırak ılacak o lursa, evvelem irde Cemil
M eriç'in, m a tb u a t h ay atın a 'ten k id ' y azılan y la ad ım attığı,
so n ra d a m an zu m ve m e n su r 'tercü m eler' y ap m ak suretiyle
yoluna devam ettiği söylenebilir.

Ben edebiyata tenkidle başladım . 1940'Iarda geniş tercüm e


faaliyetine girişilmişti. Neşriyatın tem elini tercüm eler teşkil
ediyordu. 12 tane tercüm e tenkidi yaptım . Bu tenkidler bana
sadece düşm an kazandırdı. Milli Eğitim B akanlığında lise
hocası idim. M ükafat olarak tekdim âm e cildim. Türk düşünce
tarihinde benim kadar tercüm e tenkidi yazan adam yoktur.3

Cemil M eriç'in yazdığı ‘denem eler'le tan ın m ay a b aşlam ası


ise, gerçekte, 60’lı yılların sonuna, 70’li yıllarınsa b a şın a tesa­
d üf eder; bilhassa m üteferrik denem e ve incelem e yazıların­
d an derlediği B u Ülke ile üm randan Uygarlığa adlı iki k itabı­
n ın yayım landığı ta rih olan 1974 yılma...
K ısacası, şiirle başlayan, rom anla devam eden b ir serüven­
di Cemil M eriç’inki. Önce şiir. S o n ra rom an. Ş iirler ve ro m an ­
la r tercüm e etti, m ütercim di çünkü. H atta şiirler ve ro m an lar
hakkında tenkidler de yazdı; zira m ünekkiddi. F akat o şair de
değildi, rom ancı da.

2 Cemil Meriç’in lise dönemi için bkz. Mehmet Tekin, "Cemil Meriç’in Yetiştiği
Ortam ve tik Yazısı”, Cemil Meriç: Şair-Yazar-Filozof, s. 11-24, Antakya, 1991
3 Halil Açıkgöz, Cemil Meriç ile Sohbetler, (10 Kasım 1976), s. 16, İstanbul,
1993

208
1
Ben'den Biz'e Kaçış

em il M eriç’in 'rom an ' yazm adığım , daha doğrusu bit-


m iş/tam am lanm ış b ir ro m an ın ın olm adığını biliyoruz.
B unun nedenini 1974’te kendisi şöyle açıklıyor:

• Şimdiye kadar yazılarımda 'ben' zamirini nadiren kullandım,


ifşadan hoşlansam roman yazardım.4
• Balzac’ı tammasam 'romancı' olmak isterdim. Yıllarca İnsan­
lığın Komedyasıyla uğraştıktan sonra roman yazmaya kalkış­
mak küstahlık olurdu.5

Cemil M eriç şiir yazm asına, h atta yazdığı şiirlerle defter­


ler doldurm asına rağm en şair değildi; hem de “şiir gibi" dene­
m eler yazdığı hâlde değildi. Oysa edebiyat m abedine girerken
tıklattığı ilk kapının üzerinde 'şiir' yazıyordu: "Şiirle başladım
edebiyata. İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım."

4 CM, Jurnal II. (29 Ekim 1974), s. 203


5 CM, "Bir Ankete Cevap”, Ortadoğu, 1 Temmuz 1974; "Can Alıcı Yerinden (Cemil
Meriç’in Anketimize Cevaplan)", Türk Edebiyatı, 111/33, s. 26, Eylül 1974; "Son
Yaprak", Nesin Vakfı YtUtğt-78, s. 456, İstanbul, 1978; krş. Mağaradakiler, s. 450,
İstanbul, 1978

209
Çocuktum. Benim için edebiyat şiir demekti. Nâbî'ye,
Fuzûlî’ye, Nedim'e âşıktım. Müpheme, kavranılmayana karşı
duyulan garip bir sevgi. Daha doğrusu hayranlık.6

G ençliğinde çok şiir y a z arsa d a n e şre tm e z o n ları; b a z ıla rı­


nı yakar, b a z ıların ı ise d o s tla n n a verir:

“Şiirin devri geçmiştir" dedim. Ama ben de şiir söyledim, 1500


kadar. Defterler hâlinde dostlarımda var. Bunlardan biri, razı
olmadığım halde yayınlandı.7

İsteği d ışın d a y ay ım lan an b u şiir h a riç 8 u m u m iy etle şiir­


lerini eşe d o sta g ö n d erm iş ve dolayısıyla şiirleri b aşk a la rın d a
kalm ıştır. N itekim 50 y aşındayken ç o k ta n u n u tm u ş o ld u ğ u bu
gençlik şiirlerin d en bazılarıy la y en id en karşılaştığ ın d a, o n la n
geri alm ak için eski a rk ad aşı K em al S ülker'e p a ra bile teklif
edecek ve fak at yine de şiirlerin i geri alm ayı b aşaram a y a c a k ­
tır:

Geçen akşam bir başkasıyla beraberdik. Otelde hesabıma ka­


lır, kütüphanemden kaldırdığı kitapları satardı. Sonunda po­
lise ihbar etti beni, aleyhimde makaleler yazdı, yazdığı her
kelimenin yalan olduğunu biliyordu. Ona da yıllanmı verdim.
Bana mektuplarımı gösterdi, 18 yaşımın bütün altını vardı o
sayfalarda, bütün dehası vardı, bütün çiçeği vardı. Kendi ken­
dimi kıskandım. Bana şiirlerimi gösterdi, birer suretleri için
1000 lira teklif ettim, güldü ve sakladı.9

6 CM, “Süleyman N azifin M ezan”, Yetti Devir, s. 3, 9 Şubat 1981


7 HA, a.g.e., (14 Mart 1977), s. 142. Meriç defterler dolusu şiir yazdığına ve
sonradan im ha ettiğine çeşitli vesilelerle temas etmiştir: "Birgün birkaç şiirimi
okuduğumda, bana, "Bin sayfa şiir yazdım. Hepsini yırttım attım. Şiirde büyük
rakiplerim var” dememiş miydi?” [Bkz. "Cemil Meriç’le Bir Konuşma", Doğuş
Edebiyat, (haz. Coşkun Çokyiğit), sn. 3, sy. 27, s. 9, Haziran 1982]
8 Cemil Meriç’in Ekim 1941 gibi erken b ir tarihte -kendi isteği dışında
yayımlanan- mezkur şiiri için bkz. “Düşen Bir Kadına Dair”, Yeni Edebiyat,
sn. 1, sy. 23, s. 3, Birinci Teşrin [Ekim] 1941. Meriç’in yayımlanan şiirleri için
ayrıca bkz. "Şiiriyle Cemil Meriç”, Cemil Meriç, (haz. Murat Yılmaz), s. 211-
231, Ankara, 2006.
9 CM, Jurnal II, (12 Ocak 1967), s. 137

210
M eriç b ir vesileyle kızın a 26 E k im 1974’te şu itirafı yapar:
"Ş iirden k açtım ben. Y oğun m esaid e b u ld u m k en d im i u n u t­
m ayı."
D efterler do lu su şiir yazan, e d eb iy a ta şiirle ad ım attığ ın ı
söyleyen M eriç'in kaçışı, pek tab ii ki "şiirle ilgilenm em ek, şiir
o k u m a m a k ” a n la m ın a gelm ez, bilâkis b ir o k u r o larak şiire il­
gisi hiç eksilm ez; h a tta şiirle r te rc ü m e eder: "şiir g ib i” te rc ü ­
m eler. F ak at yine de şiird en kaçar; şiir y azm a k tan , şiire b ir
şa ir gibi em ek verm ekten.

Dosyam, dosyalanm kabardıkça kabarmış. Ben mi yazmı­


şım, birinden mi çevirmişim bilmiyorum, şöyle bir kâğıt:
Şair yarattıktan sonra şairdir, Hegel'e göre. Şairin yazmayam
olm az...10

Ş iird en niçin kaçar, şiir y a zm ak tan niçin k aç ın ır M eriç?


Belki çok g arip b ir izah olacak am a: utandığı için. Biz sadece
aktarıyoruz; izah kendisinin:

Yıllarca şiir yazmaktan utandım. Okuyucuyu cinsî buhranları


ile oyalamaya kimsenin hakkı yoktu. Aşka zamanı yoktu har­
cayacak, aydının. Âdeta bir ‘günah’ sayıyorduk şiiri. Bir ‘vice’
[kötülük] sayıyorduk.11

27 O cak 1964 tarih li bu açıklam aya in a n a c a k la r çıkabilir;


h a tta y a z a n n kendisi bile bu söylediklerine in an m ış gö rü n e­
bilir. A ncak M eriç'in sadece şiir bilgisinin değil, şiir kavrayışı­
nın da 'g ü n ah ' gibi, 'kötü lü k ' gibi, h a tta 'aşk' ve 'cinsellik' gibi
sözde yasak alan lara ve/veya sın ırla m a la ra itib a r etm eyeceği
çok açıktır.

10 CM, "Fildişi Kule’den", Hisar, IX/68, s. 5-6, Ağustos 1969; Bu Ülke, s. 138,
İstanbul 1974
11 CM, Jurnal I, (27 Ocak 1964), s. 298-299, İstanbul, 1998. Meriç’in şiir dünyası
hakkında genel bir değerlendirme için bkz. Mehmet Can Doğan, "Düzyazıya
Kaçış: Şiir Öldü, Yaşasın Cemil Meriç!", Cemil Meriç, s. 193-208

211
Yıl 1974... B eklenm edik b ir so ru ve fakat b eklenen b ir ce­
vap:
— Şairsiniz ve şiir hakkında da ne düşündüğünüzü sormak
isterim.
— Şiir, milletlerin çocukluk dilidir. Olgunlaşan medeniyetle­
rin ifadesi ise nesirdir. En güç ve en kâmil ifade vasıtası nesir.
Şiir, imkânlarım el yordamıyla arayan düşüncedir.12

D ikkat edilirse, M eriç m u h a ta b ın ın "Şairsiniz" şeklindeki


iltifatın a ses çıkarm ıyor. Ne v ar ki d üzyazılarıyla o k u rları­
n ın teveccühüne m a z h a r o ld u ğ u n d an şiiri de "çocukluk dili"
o larak tan ım lam a k ta n ken d in i alam ıyor. Oysa 1975’te "ne ol­
m adığını" söylerken sıraladığı edebî m eslekler gayet dikkat
çekicidir: rom ancı, şair ve tarihçi.

Ne romancıyım, ne şair, ne tarihçi. Sadece dürüstüm, çok


okudum, çok düşündüm, Beşerî ihtiraslardan uzağım. Bütün
bu vasıflar bir düşünce adamımn hamurunu yapar. Romancı,
alışılmış ve bütün zevklere seslenen bir silâhla mücehhezdir
Yüzyıldan beri herkes hikâye okur. Şair, ezelden beri âşinâsı
olduğumuz bir dost. Düşünce adamı, mâzinin tanımadığı bir
mahlûk.13

Cemil Meriç, edebiyatın roman, hikâye ve şiir alanlarında


eser verm em iş olsa bile, yazı hayatı boyunca b ir m ünekkid ve
m ütercim olarak edebiyat dairesinin içinde kalm ış ve h a tta bir
"cihan edebiyat tarihi" yazm ak için yıllarca hazırlık yapm ak­
tan da geri durm am ıştır; dolayısıyla, "tarihçi de olm adığını”
ifade etm ekten m aksadı, "edebiyat tarihçisi olm adığını" belirt­
mektir.
Bu d urum da hangi seçeneğe yönelm eliydi? E lbette "fikir"
seçeneğine. Yukarıdaki pasajın son cüm lesine dikkat buyuru­
nuz:

12 Ergun Göze, "Bir Osmanlı Konuşuyor”, Tercüman, s. 5, 10 Kasım 1974; a.y.,


İçimizden 30 Kişi, s. 12, İstanbul, 1975
13 CM, Jum al II, (9 Ağustos 1975), s. 209

212
Düşünce adamı: mâzinin tanımadığı bir mahlûk.
N edense, şairin v atan ın ın şiir, bilgenin vatam nm sa d ü şü n ­
ce olduğuna in an an M eriç, h er iki m eslekin sâliklerinin de -sa­
dece fikir ad am ların ın değil, sa n a t ad am ların ın da- halk adına
savaşm ak için ateş h attın a inm eleri, yani yüzlerini toplum a
çevirm eleri gerektiğini söyleyecektir:

Şairle resul un akrabalığına inananlardanız. Fikir ve sanat


adamının yeri fikir ve sanat kavgasının ateş hattıdır. Büyük
sanatkâr saraylardan yükselen kahkahalara değil, kulübeler­
de boğulan eninlere kulak veren, milyonlarca muztaribe iman
ve teselli şarkıları besteleyendir.14

Ş airlerin dostu olm asına, h a tta resullerin d ahî bu dostluğa


dahil olduklarına in an m asın a rağm en Cemil Meriç, önceleri
şiirden kitaplardı kaçtığını söylerken, so n raları da şiirden dü­
şünceye kaçtığını itiraf edecektir; yani gönülden akla, duygu­
lardan zekâ ya, kendisinden taşraya, içinden dışarıya, ‘ben'den
bize, yani fertten cemiyete...
R om an-şiir-fikir üçlem esi içerisinde kendisine lâyık gördü­
ğü m ertebeyi, 1977'de artık ilan etm ekten çekinm eyecektir:

Son devri şöyle tasnif edebiliriz:


Nazım Hikmet: Şiir
Kemal Tahir: Roman
Cemil Meriç: Fikir15

1979’da kendisinin yine kendisi hakkında verdiği topyekûn


hüküm se şu:
Şiirden kaçmaya çalışan, fakat bir türlü kurtulamayan bir dü­
şünce adamı: Cemil Meriç.16

14 CM, "Fildişi Kule Efsanesi”, Yirminci Astr, sy. 1, s. 1, 1 Kasım 1947


15 HA, a.g.e., (4 Mayıs 1977), s. 165
16 "Cemil Meriç’le Sohbet", Son Havadis, (haz. Şeref Oğuz), s. 4, 13 Mart 1979;
krş. "Cemil Meriç Hocayla Mülâkat", Pınar, (haz. K.Ç), sy. 88, s. 10, Nisan
1979; Kırk Ambar, s. 451, İstanbul, 1980

213
Bu açıklam ayı hakkıyla an layabilm ek için, M eriç'in nazım
ile nesir, nâzım ile nâsir a ra sın d a ne tü r a y rım la r yaptığına
dikkat etm ek gerekir:

Şiir ne ispatlamadır, ne bir muhakeme. Telkindir, davettir,


büyüdür. Vezinle kafiye şairin emrindeki sayısız ahenk va­
sıtalarından biridir sadece. Toplumlar da kişiler gibi çocuk­
luklarında şairdirler. Nesir, olgun medeniyetlerin meyvesi.
Müşahedelerin, kıyas ve istidlallerin, ilmin ve tekniğin dili.
Çıplak, kuru ve berrak bir dil. Zekânın son fethi. Şiir müphe­
min ülkesi, müphemin ve hürriyetin. Nesir demek, aydınlık
ve inzibat demek. İnsanlık uzun arayışlarından sonra dilleri
ehlileştirebildi. Kelimeler cüruflarından sıyrılıp bir elmas pı­
rıltısı kazanabildiler. Ve nesir, şuurun ifadesi olabildi; sadık ve
kesin bir ifade.17

N azım dan nesre geçiş, başka b ir deyişle şiird en düşünceye


geçiştir M eriç’e göre. Dolayısıyla şiirin sonu, aynı zam an d a
dü şüncenin de b aşlan g ıcıd ır ve ne g arip tir ki Türkiye'de işbu
geçiş sınırım belirleyen biricik isim N azım H ik m et’tir.

Nazım Hikmet şiirin kapısını düşünceye açan adamdır. Heye­


canı ile, dili ile yerli, muhtevası ile beşerî. Hiçbir şair düşünce
dünyasına Nazım kadar cesaret ve susuzluk ile atılmamıştır.
(...) Nazım, şiirimizde de, düşüncemizde de ilk müceddittir.
(...) Bir kelimeyle bir fetihtir Nazım. (...) Bence Türk şiiri
Nazımla bitti, Avrupai düşünce Nazımla başlar.

M eriç’in yazılarına âşin â olanların, kendisinin böylesine


vurgulu, süslü, p arlak ve b ir o k a d ar da tezad larla dolu id­
dialarını yadırgam ayacaklarını sanıyoruz. Ç ünkü vecizeler/
aforizm alar kısa ve beliğ o lm aları itibariyle, yani özleri gereği
karşıt (m ütezad) ve çelişik (m ütenakız) yargıları dışlam azlar;
aksine karşıtlık ve çelişki oran ı arttık ça etkileyicilikleri de ar­
tar. Oysa d üşünm en in ad ım la n uzadıkça, ifadeler de -ister is­

17 CM, "Şiirden Düşünceye”, Pınar, VU67, s. 8, Temmuz 1977

214
tem ez- aynı a d ım la n takip etm ek, yani u zam ak zo ru n d a kalır
ve b u süreçte k arşıtlık lar da, çelişkiler de göze batm ay a başlar.
Etkileyici sözlere, p arlak iddialara, şairân e tasvirlere m u ­
h a tap o la n la n n y ap acak lan tek işlem beklem ektir; evet, sa­
dece beklem ek, sözün uzam a sın ı beklem ek... Ç ünkü söz u za­
dıkça, karşıtlıklar/çelişkiler yavaş yavaş su yüzüne çıkm aya
başlayacak; bu sefer iddialardaki parlaklık ve etkileyicilik
azalacak, en nihayet in an d ın c ılık d a m uhtem elen yok olm aya
yüz tutacaktır. Tüm süslü sözlerin, m esnedsiz afo rizm alan n
ve d a h î p arlak id d ia la n n kaçınılm az yazgısıdır bu.
Şim di bakalım , söz uzayınca, u zam a k z o ru n d a kalınca, yu-
k a n d a k i id d ialar ne hâle dönüşm üş?

Bence Türk şiiri Nazım'la bitti, Avrupai düşünce Nazımla


başlar. Paytak, acemi, çok defa el yordamı ile ilerleyen bir dü­
şünce. Nazım sosyalizmin havarisidir. Şiire lüzumundan fazla
fikir yükledi. Yabancılaşması mukadderdi. Biraz Heine, biraz
Nietzsche, biraz Mayakovski, biraz dîvan, biraz Mevlâna, biraz
Fikret, biraz Akif. Bütün bunlan kişiliğinin potasında eritmiş
ve fikir-şiiri son hudutlarına kadar götürmüştü.

Tem m uz 1977’de Pınar dergisinde yayım lanan bu yazı,


sadece M eriç’in şiirle alâkasını kavram ak bakım ından değil,
aynı zam an d a d üşünce ve duygularındaki salm ım lan gözden
kaçırm am ak b akım ından da önemlidir. Bu itibarla -daha son­
rad an Şiir ve Alkol başlıklı b ir m akalesiyle18 harm anlam ak ve
bazı değişiklikler yapm ak suretiyle Madaradakiler adlı kitabı­
n a da alacağı- bu yazının hikâyesini,19 M eriç'in m uhtelif ta­
rihlerdeki beyanlarından hareketle takip etm eyi, monografik
b ir çalışm anın vazgeçilmez zorunluluklarından biri olarak
telâkki ediyoruz:

18 CM, "Şiir ve Alkol", Sebil, sy. 50, 16 Aralık 1976


19 CM, Mağaradakiler, s. 63-70; İstanbul, 1978; 2. bas., s. 278-285, İstanbul.
1980

215
1 Temmuz 1977: Pınara Şiirden Düşünceye yi verdim. Düşün,
Komünizmle Mücadele Demeği bunlar. Nazım’ı yazıyorum
burada. Bu yazı birçok itirazları davet etmeli. Fakat kimse
okumuyor.

14 Temmuz 1977: Şiirden Düşünceyeyi kimse anlayamaz, tik


defa yazılıyor böyle bir yazı, dünyada ve bizde ilk defa.

15 Temmuz 1977: Bu memleket çok garip memleket. Tasav­


vur et, Komünizmle Mücadele Demeğinin dergisinde ben
Nazım’ı methediyorum.

12 Nisan 1978: Şiirden Düşünceyeyi çıkaramam kitaptan, ona


göre. Kitap [Mağadakiler] onunla bütün. Son onu yazıyoruz.

16 Nisan 1978: Bundan sonraki kitabımın ismi, belki Şiirden


Düşünceye olacak.20

Şiirden düşünceye... yani şiirin cerbezeli ve füsunkâr üslu­


bunu m uhafaza etm ek koşuluyla ancak nesir vâdisinde kendi­
sine yer bulan denem elerin dünyasına.
Ne yazık ki böyle b ir kitabı hiç yazam adı Cemil Meriç. 1980
(Kırk Ambar), 1981 (Bir Facianın Hikâyesi), 1984 (Işık Doğu­
dan Gelir) ve 1986 (Kültürden İrfana) tarihlerinde deneme
yazılarından oluşan tam dört derleme daha yayımladıysa da
hiçbirine bu adı koymadı, koyamadı. Bu yıllarda yüzlerce yazı
yazdı ve yayımladı, fakat b ir türlü bu adı hakedecek m etinlerin
altına im za atm adı, atam adı.
Hem şiiri, hem düşünceyi kucaklayacak b ir pozisyonda
durm ayı m ı becerem edi, yoksa içinde bulunduğu maddî-
m anevî im kânlar böylesi b ir duruşu m üm kün m ü kılmadı?
Bilmiyoruz. Bildiğimiz, bu terkibin sadece b ir kitabının bö­
lüm lerinden birini taçlandırdığı: Şiirden D üşünceye...

20 HA, a.g.e., s. 185, 198-199, 306-307. Pınar dergisi o yıllarda "Millî


Mücadeleciler” olarak bilinen bir grup tarafından neşrediliyordu. Cemil
Meriç bu grubu "Komünizmle Mücadele Demeği" ile karıştırıyor olmalı.

216
Bu m ü lâh azalara binaen, şim di, 1974'te kızı Ümit
H anım 'a, üniversite'den em ekliye a y n lıp peşisıra kitap ları­
nı neşretm eye başladığı günlerde yaptığı açıklam alara ikinci
kez ve fakat bu sefer biraz d ah a geniş zaviyeden bakabilecek
durum dayız:

Hypersensibilité (aşın-duygusallık) yaşla geçiyor. Şiirden kaç­


tım ben. Yoğun mesaide buldum kendimi unutmayı. Hassa­
siyet beslendikçe artar. (...) Bir yerde kendinden uzaklaşmak
lâzım. Kendine döndükçe 'ben' azar. Bütün kavgalar insanın
bir ihtiyacına cevap veriyor: kendinden uzaklaşmak, kendisi­
ne olan ilgisini azaltmak. Kezzap gibi oyuyor içine çevrildikçe
bakış. (...) İnsan kendini yalnız hissedince felâkete düşer.21

K işinin kendini yalnız hissetm em esi için kendinden uzak­


laşm asını, kendine olan ilgisini azaltm asını b ir 'zaruret', h a t­
ta b ir 'vecibe' olarak gören M eriç, şiirden kitaplara, duygu­
lardan düşüncelere kaçar. Acaba bu kaçış; zayıf, hasarlı, hır­
palanm ış b ir kişiliğin kendisini güçlü hissedebilm ek uğruna
toplum un içine karışm aya çalışm ası anlam ına da gelmez
mi? G elir herhalde. Çünkü -M eriç’in ifadeleriyle- "kendin­
den kaçm ak ve olm ayan b ir cem iyete iltihak etm ek" demek,
gerçekte, kitaplar aracılığıyla varlık kazanan muhayyel b ir
dünya içinde ısınm aya çalışm ak dem ektir; yani başkalarının
dünyasının içinde; yani düşünce dünyasının içinde...
1982'de b ir m ülâkat sırasında gençler kendisine şu soru­
yu yöneltirler:

— Kendinizi "Şiirden kaçmaya çalışan, bir türlü kurtulama­


yan düşünce adamı” olarak tanıtıyorsunuz. Şiirden kaçışını­
zın sebebi nedir?

Cemil M eriç'in bu soruya verdiği cevap gayet ilginçtir:

21 CM, Sosyoloji Notlan ve Konferanslar, (haz. Ümit Meriç), s. 401, İstanbul,


1993

217
— Şiirin orta derecesi yoktur. B ir Yahya Kemal'den, bir
Haşim ’den sonra şairliğe özenmek için ya çok büyük bir kabi­
liyet olmak, yahut da ikinciliğe, yani hiçliğe razı olmak lâzım.22

İkinciliğe, y an i h içliğ e ra z ı o la m a d ığ ı için ş iird e n k açtığ ın ı


söyleyen M eriç'e, b irk a ç yıl so n ra , 1986’d a b u se fe r şiiri n için
b ıra k tığ ı (!) so ru lu r:
— Üstadım, şiiri neden bıraktınız?
— Sevdiğim şairler vardı, pm arbaşlan tutulm uştu. Onlardan
daha büyük olamayacağımı hissettim: Nazım [Hikmet], Yahya
Kemal, Necip Fazıl...23

M eriç’in b u a ç ık la m a sı -en a z ın d a n b iz im - ik n a o la m a y a­
cağım ız k a d a r g eç ta rih lid ir: 1986. B u bir. İk in cisi, so ru ta m a ­
m e n y an lış ifad e e d ilm iştir; z ira M eriç g erçek te şiiri b ıra k tığ ı­
nı, şiirle ilgisini k estiğ in i h iç sö y lem em iştir. O sad ec e ş iir yaz­
m ay ı te rk e tm iş, d u y g u ve d ü şü n c e le rin i ş iir a ra c ılığ ıy la dile
g e tirm e k te n vazgeçm iştir. Ü çü n c ü sü , y an lış b ir so ru y a ister
istem ez y an lış b ir cev ap v erm ek z o ru n d a kalm ıştır. N itekim
M eriç’in b u cevabı, m ü lâ k a tı y a p a n g e n c in ay n ı h a ta y ı te k ra r­
la m a sın a n e d e n olacak , o d a san k i k a rş ısın d a "şiir yazm ayı
te rk e tm iş k ü sk ü n b ir ş a ir” v a rm ışç a sın a k e n d isin e şu soruyu
so racak tır:
— Şiiri bırakışımzm tarihini hatırlıyor musunuz?
M eriç’in b u so ru k a rşısın d a tak ın ab ileceğ i tu tu m u d ah a
şim d id en kestireb iliy o ru z; zira "şiirden k açm a y a çalışan , fakat
b ir tü rlü k u rtu la m a y a n b ir d ü şü n c e ad a m ı"n ın , b e n ze ri diğer
so ru la r gibi b u so ru y a d a y alın ve n e t b ir cevap verm esi/vere­
bilm esi m ü m k ü n değildi. K uşku d uyanlar, şu cevabı o k u m alı­
lar:

22 "Cemil M eriç’e Sorular VII”, Yeni Devir, (haz. Hüseyin Yorulmaz), 8 Nisan
1982
23 "Nesillerin M irası”, Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı, (haz. H üsam ettin Arslan), s.
586-594, Ankara 1986; krş. “Cemil Meriç ile M ülâkat”, Türk Edebiyatı, sy. 166, s.
12-17, Ağustos 1987

218
— Acaba bıraktım mı? Söyleyemem ki bunu. Nesri şiir haline
getirmeye çalıştım.

B ir tü r n a zm -ı m e n su r ve/veya nesr-i m a n zu m ... m ısra gibi


cüm leler, cü m le gibi m ısralar... â d e ta şiir gibi yazılar... h içb iri
şiir değil ve fa k a t ço ğ u şiir gibi... ü stelik "ben d e b ir p a rç a şa i­
rim ” d iyen b ir n â sir'in şiiri gibi...
Telkin etmek ve renkli olarak birkaç cümleyle gözönünde
canlandırm ak. Tek üslûb gayretim bu. Yazmaktaki çektiğim
sıkıntı. Ben de bir parça şairim ve Tanzimat aydınlarına ben­
ziyorum.24

C em il M eriç, n e s ırf n a z m a , n e de s ırf n esre g ö m ü lü r; m ıs­


ra ile c ü m le d e n yeni b ir te rk ib v ü c û d a g etirm ey e, y a n i n a z ­
m ı da, n e sri de kelâm da, m e cz etm ey e, k e lâ m ’m b ü tü n lü ğ ü n d e
eritm ey e çalışır.
İlâhîler manzum, büyüler manzum, destanlar manzum.
N âzımlar yoğurmuş dili, düşünceyi nâzım lar uysallaştırmış.
Beşiğinde tan n lan n dilini konuşmuş insan. Nazım en olgun
meyvelerini verdikten sonra nesir doğmuş; hantal, ürkek,
acemî bir nesir...
Nazım, imkânlarım araştıran düşünce; hatalarını bağışlatmak
için mûsikînin yardımına muhtaç; mûsikînin, yani veznin, ka­
fiyenin. Nazım, ifadenin çocukluğu, sevimli ve serkeş. Nesir
daha grift, daha kâmil bir nazım; bütün nazım lan kucaklayan
bir orkestra...
Bazı sanatçılanm ız bütün dikkatlerini, bütün hünerlerini na­
zımda tüketiyorlar; mısra, haysiyetleri oluyor, cümle haysiyet­
sizlikleri. Oysa kelâm bütünüyle haysiyettir.25

24 HA, a.g.e., (15 Temmuz 1977), s. 200


25 CM, "Çınarlıya Mektup", Hisar, X/82, s. 8-9, Ekim 1970; "Nazımdan Nesre",
Doğuş Edebiyat, sn. 3, sy. 9, sh. 7, Aralık 1982; krş. Bu Ülke, s. 15-16. Meriç'in
bu yazısı hakkında kaleme alınm ış b ir eleştiri için bkz. M ehmet Nazım [Tank
Buğra], "Odun Neler Yapar?", Tercüman/İnci, 6 Ekim 1970; a.y., Düşman
Kazanmak Sanatı, s. 44-46* İstanbul, 1979

219
C em il M eriç’in, eserle rin i o k u d u k ta n so n ra ro m a n yazm a­
yı k ü stah lık a d d e ttiğ i B alzac’ta n 1942-1946 y ılla n a ra sın d a
tam altı ro m a n çevirdiğini ve -yayınevlerinde k ay b o lan ikisi
d ışın d a- d ö rd ü n ü n e şre ttiğ in i b iliyoruz. G ençliğ in d en itib a­
re n ro m a n d a ü sta d ı, ed eb iy at d ü n y a sın d a re h b e ri B alzac’tır
(1799-1850); şiird ey se V ictor H ugo (1802-1885). N itek im 30
y aşındayken yayım ladığı ikinci şiir terc ü m e si de F ra n sız şa­
irin La Légende des siècles (A sırlan n E fsan esi) ad lı eserinin
La vision d'où est sorti ce livre (Bu K itap Ş u R ü y a d a n D oğdu)
başlıklı kısm ıdır.26
R o m an tizm 'i "d ü n y a ed eb iy a tın d a tan ıd ığ ım tek büyük
in k ılâp ” o larak n iteleyen ve b u ak ım ın F ra n s a 'd a ve d ü n y ad a
en büy ü k tem silcisin in d e H ugo o ld u ğ u n a in a n a n M eriç, "14
y aşın d an b eri m eselen in içinde o ld u ğ u n u ” söyler ve ilâve eder:

Realizmi romantizmden ayıramayız. Örnek Hugo. Notre


Dame de Paris baştan başa ortaçağı aksettirir. Sefillerde sefalet
ve realite var. Elbette bazı yerlerde mübalâğa olacak, yeni bir
cereyan. Sel ilk defa boşamnca çamurlu ve bulamktır. Hugo
Hemaninin, Cromwellin, Shakespearein önsözlerinde tarif
eder romantizmi. Bunlan okumak gerek.27

Bunları o k u m a k gerek. M eriç n asıl b izza t hepsini de oku­


m uşsa, aynı şekilde b aşk a ların a d a hepsini o k u tm ak istiyordu;
zira gerçekte, M eriç’in m em lekete taşım ayı istediği 'b ir' değil,
'birkaç' d ü n y a idi; yani H ugo’n u n tü m eserleri. Ne yazık ki bu,
tahakkuk etm em iş b ir hayâl, gerçekleşm em iş b ir a rz u olarak
kalacaktır. N itekim h a sta yatağ ın a u zan m ış b ir haldeyken, b ir
üniversite öğrencisi, kendisine sorar:

— Hocam, bazı tercümeler yaptımz, bunlar yayınlandı. Şu


anda tercümesini yapmayı çok istediğiniz bir eser var mı?

26 Meriç birkaç ay önce. Nisan 1946’da da Verhaeren’dan b ir şiir çevirisi


yayımlamıştır. (Bkz. Émile Verhaeren, “Em ek”, Gün, sy. 14, s. 2, 24 Nisan
1946)
27 HA, a.g.e., (4 M art 1977), s. 115

220
Yaşlı ve h a sta m ü terc im in cevabı, b ir d u a cüm lesi k ad ar
açık ve kesindir:

— Evlâdım, bir eserle, yüz eserle bitmez ki iş. Vallâ efendim,


bir kere Hugo’nun bütün eserlerini tercüme etmek isterdim.
Efendim, bu birkaç dünyayı memlekete taşımak demektir;
bu kolay bir iş değildir. Evvelâ ciddiyet, samimiyet ve irade
gücü...28

H u g o ’n u n b ü tü n eserlerini tercüm e etm ek...


C em il M eriç b u isteğini ta m m ân âsıy la gerçekleştirem e-
m ekle birlikte, H ugo’n u n b irk aç eserin i olsun m ara zî b ir titiz­
likle T ürkçe’ye çevirm ekten de geri kalm az. Böylelikle sonraki
nesillere, b ir m ü tercim in sah ip o lm ası gereken şu asgarî iki
şartı, b izatih i tatb ik ederek g ö sterm iş olur: ciddiyet ve sa m i­
m iyet.

Şiir tercüme edilemez. Bir şairi ancak şair tercüme eder. Ama
hiçbir şair başkasını tercüme edecek kadar mütevazi değildir.
Ne Hugo, ne başkası. Batı'da büyük şairler büyük şairleri ter­
cüme etmemişlerdir. Esasen ben de şair olsam şiir tercüme
etmezdim. Hugo’yu tercüme ettim, ama orada da Hugo'dan
ziyade ben vanm. Ayrıca nesir de yazdığım için şiir tercüme
ettim.29

Kızı Ü m it H an ım ’m ifadesiyle, "bir defa çinilerini görm ek


için olsun S u ltan ah m et'e g irm em iş olan, am a Jean V aljean’m
P aris'in hangi sokakların d a dolaştığını bilen"30 Cemil M eriç'in
H ugo'ya hayranlığının m ahsulleri, ne birkaç p a rç a şiirle sınır­
lıdır, ne de Les Misérables (Sefiller) veya Le R oi s ’am use (Kral

28 "Cemil Meriç (Sohbet)", Türk Edebiyatı, (haz. M ustafa Karabay), sy. 236, s.
32, H aziran 1993 (Söyleşi tarihi: 1983-1984).
29 HA, a.g.e., (17 Ağustos 1978), s. 200
30 "[Ümit M eriçle] Röportaj", Kitap-Haber, (haz. A.G. Sümer), sy. 21, s. 78-
81, Haziran-Temmuz 2004; krş. Cemil Meriç, (haz. M urat Yılmaz), s. 47-54,
Ankara, 2006

221
Eğleniyor) gibi bir iki kitabın yarım kalm ış çevirileriyle. Ken­
disi, 1955’te Paris’ten döndükten sonra, ruhundaki fırtınaları
H em aninin sayfalarında dindirm eye çalışacak ve Türkçe’ye
‘m anzum ’ olarak kazandırdığı bu çeviriyi 1956’da yayım la­
yacaktır. Bir arkadaşının ısrarlarıyla başlam ış da olsa, 10 yıl
sonra H ugo’nun Marion de Lorme adlı piyesi, Türk okuruna
yine Cemil M eriç’in dilinden ulaşacaktır.

[1] Asırların Efsanesi


[2] Hemani
[3] Marion de Lorme
[4] Yarım kalmış bir Kral Eğleniyor.
[5] Ve başlamp bırakılan bir Sefiller çevirisi.

19 Ağustos 1973 tarihli "Mea C ulpa'nm bu ilk yayım ında,


yani K asım 1977’de, bu vâdideki m esaisi hakkında, kendi açı­
sından pek ‘olum lu’ değerlendirm eler yapm az Cemil Meriç:

Tek kelimeyle düşmanın çizmelerini yalayan bir tecessüs; âdi


ve ahmak. Dilini öğrenerek içinde eridiğim Fransız kültürü­
nü Türkiye’ye taşımak istiyordum; Türkiye’ye, daha doğrusu
Tanzimat’tan beri Batı ile zehirlenmiş bir zümreye. Çıkmaz­
daydım.

Çıkmazda ve yalnız; üstelik üm itsiz...

Müstağribler beni okuyacaklarına kaynaklarla temasa geçer­


lerdi. Yabancı dil bilmeyenler ise, benden daha yalın kat, daha
az sanatçı, daha dramsız, yani kendine daha çok benzeyen
yazarları okurdu. Yalnızdım.31

"Mea Culpa” [İtirafnâm em ] yazısı bir yıl sonra, 1978’de


Mağaradakilerin son sayfasında yeniden boy gösterdiğinde o
denli kısalm ış olarak okurun karşısına çıkacaktır ki bu koca
pasajdan geriye bir tek cüm le kalacaktır:

31 CM, "Mea Culpa”, Hisar, XVII/167, s. 5, Kasım 1977

222
Dilini öğrenerek içinde eridiğim Fransız kültürünü Türkiye’ye
taşımak istiyordum.32

1974'te yayım lanan Bu Ülke ve Ümrandan Uygarlığa adlı


kitaplarının okur nezdinde m âkes bulm ası sâyesinde özgüve­
nini yeniden kazanm ış olan M eriç'in artık kendi çeviri teşeb­
büslerini: "düşm anın çizm elerini yalayan b ir tecessüs: âdi ve
ahm ak" şeklinde vasıflandırm asına gerek kalmayacaktır. Ni­
tekim 1979’da yaptığı bir başka değerlendirm ede, o birkaç yıl
önceki bedbinliğinden ve karam sarlığından eser yoktur:

Victor Hugo’dan iki manzum piyes ve Asırların Efsanesinden


üç-beş şiir. Değer hükmü: marazî bir titizlik, yazara ve oku­
yucuya saygı, Türkçe’ye perestiş derecesinde bağlılık. Daima
zirvede dolaştım.33

Hugo, M eriç’in gözünde -son dem lerine değin- hep erişile-


mez, ulaşılam az büyük bir zirve olarak kalmıştır. O halde Ce­
mil M eriç'in işbu zirvenin çevresinde dolaşırken bıraktığı iz­
leri takip etm ek için gerilere, çok gerilere gitm em iz gerekiyor.

32 CM, Mağaradakiler, s. 447-448; krş. "Son Yaprak”, Nesin Vakfı Yıllığı-78, s.


455
33 "Cemil Meriç Hocayla Mülâkat", s. 9; krş. CM, Kırk Ambar, s. 451

223
2
Şiddetsiz Savaş Olmaz!

ü y ay ı "şuu r altın d a d alg alan an em ellerin örd ü ğ ü fâni


R b ir füsun kâşan esi”, şiiri ise, “esrarlı iştiyakların, ya­
şanm ış veya yaşanm am ış h a tıra la rın hâlelediği azam etli bir
ülke” olarak tanım layan Cemil M eriç’i,34 kavgasız şiird en uzak
durduğu, savaşsız, m ücadelesiz b ir edebiyatı düşünem ediği
gençlik yıllarında, V ictor H ugo’n u n selefi addettiği Fransız
şair d'Aubigne yi o k u rların a tan ıtırk en buluyoruz:

Büyük şairler de peygamberler gibi İçtimaî sarsıntıların fer­


dasında doğuyor; fırtınalı diyarlar heybetli çamların vatanı­
dır ve en gür başaklar lavların yaladığı topraklardan fışkırır.
Fransız şiirine coşkun bir destan havası getiren d’Aubigne,
din savaşlarının hailevî medd ü cezri içinde yetişti. Yıllarca at
sırtında, çadır altında, cesetlerle dolup boşalan siperlerde ya­
şadı. Mısralanndaki kan ve barut kokusu bundandır. Kılıcıyla
başladığı kavgayla tamamlayan d’Aubigne, büyük bir şair ol­
duğu kadar büyük bir insandı da.

30 yaşındaki genç ad am ın b u şedîd ve heyecanlı tasvirlerle


başlayan 1946 tarihli m akalesi şu satırla sona erer:

34 CM, "Şiir ve Rüya”, Amaç, sy. 25, s. 4, 10 Ekim 1946

224
d’Aubigne yi cihan şiirinin ululan arasına katan şaheser Les
Tragiquestir. (...) Bu sahifeleri imzalayan, dünya edebiya­
tında Les Tragiques\e boy ölçüşebilecek tek eser tanıyor: Les
Châtiments.ÎS

Cemil M eriç'in V ictor H ugo’n u n b u eserine atıf yapm ası


hiç de b o şu n a değildir; zira o n a göre, hicvin, k âinat kurula-
lıdanberi en azam etli âb id esid ir Les Châtiments. N itekim b ir
keresinde de şöyle der:

Hugo... Juvenal'le, Job'la, Homer’le başlayan bir kitabın son


mebhası. Dante’yi, Milton’u, d’Aubigne’yi çıkann, ne kalır
Hugo’dan?36

1960’la rd a yazm ayı tasarla d ığ ı b ir k itab a ad olarak seç­


tiği, h a tta so n ra d a n bu başlığı taşıyan o n larca yazı yayım ­
ladığı hâlde, Cemil M eriç, 30 y aşlarındayken Fildişi Kulen in
şiddetle aleyhinde b u lu n aca k ve Fildişi Kule Efsanesi başlığı
taşıyan 1 K asım 1947 tarih li ilk d enem esinde, sosyal olay­
lara m ü d ah il oldukları, yani insanlığın k u rtu lu ş savaşında
c esu r b ire r asker o larak rol alıp Fildişi K uleye sığınm adık­
ları için d ’A ubigne, V ictor H ugo, H eine gibi zirveleri b ü tü n
yüreğiyle tak d ir ve tebrik edecektir:

Çürüyen doktrinlerin fosforlaşmasım hakikî nur sanan estet­


lerimizden sorabilir miyiz: Mısralarını at sırtında besteleyen
d’Aubigne, adı devrinin bütün büyük sosyal hadiselerine karı­
şan Hugo, "Tabutuma bir kılıç koyun, zira insanlığın kurtuluş
savaşında cesur bir asker oldum" diyen Heine, Fildişi Kuleye
ne zaman uğradılar?37

35 CM, “Agrippa d ’Aubign6 (1552-1630)", Amaç, sy. 29, s. 4, 10 Aralık 1946


36 CM, Jurnal 1, (19 Kasım 1964), s. 361
37 CM, "Fildişi Kule Efsanesi", Yirminci Asır, sy. 1, s. 1, 1 Kasım 1947

225
G enç M eriç’e gö re, ş a iri b e n liğ in in k a fd a ğ ın a zin cirley en
İç tim a î ş a r tla r ç o k ta n m a s a lla şm ıştır; b u y ü z d e n d e a rtık "sa­
n a t için s a n a t” te k e rle m e si y a h a z in b ir g afletin ifad esid ir, ya­
h u t d a b ir ric ’a tin , y a n i b ir g e ri çek ilişin . O h a ld e ö n e atılm alı,
d âv âsız s a n a t m e c z u p la rı g ib i k a v g a d a n k a ç m a m a lıd ır.

İlham perilerinin iltifatı hiç kimseye kavgadan kaçmak imtiya­


zı vermez. Fildişi Kule, İkinci H arp sonu dünyasında dâvâsız
sanat meczuplarım barındıran b ir m iskinler tekkesidir.

25 y a şın d a k ale m e ald ığ ı ilk y a z ıla rın d a n itib a re n tenkidle-


riyle ö n e ç ık a n g en ç M eriç'in , to p lu m s a l o la y lara m ü d a h il b ir
‘sav aşçı’ o la ra k V icto r H u g o ’y u k e n d isin e ö rn e k a lm a sın d a n
d a h a ta b ii n e o lab ilird i? O n a gö re, H ug o , h iç b ir z a m a n ken d i
k ö şesin d e m isk in m isk in o tu rm a m ış, b ilâ k is h a y a tı b o y u n c a
d ü şü n c e y i sü rü k ley e n , a g o ra y a in ip in s a n la ra h a k ik a ti h ay k ı­
ra n h aysiyetli k a le m le r a ra s ın d a y e r alm ıştır:

Milton, Voltaire, Hugo veya Sartre... agoraya inip insanlara


hakikati haykıran bütün haysiyet sahibi yazarların ilk kılavu­
zu Dante. "İnsanım, insanla ilgili hiçbir şey bana yabancı de­
ğildir” diyenlerin kılavuzu. Garip b ir alm yazısı, maziye ina­
nıyordu, istikbali yarattı. Gönlüyle m uhafazakârdı, dehasıyla
devrimci.38

Ş id d etsiz savaş olm az! B u sav aşın en etk ili silâh ı ise ten-
kid ve hicivdir. O h a ld e b ir sav aşçı için eleştiri, y an i p o lem ik
şarttır.

Nietzsche, yalnız kanla yazılan eserlerin ebedî olacağım söy­


lüyor. Beynim kasıklarının emrine veren bedbahtm kalemin­
den irin ve ufunet dökülür; belağat çiçeklerinin ancak bir an
örtüp gizleyebileceği ebedî bir ufunet...

38 CM, “Ş air”, Hisar, XVI/153, s. 6-7, Eylül 1976; krş. “Fildişi Kule’den”, (19
Kasım 1969), Hisar, X/76, s. 11, Nisan 1970

226
N ie tz sc h e böyle sö y lü y o r; lâ k in " Ju v é n a lsiz V ictor H ugo
d ü ş ü n ü le m e z " 39 d iy en C em il M e riç ’in d ü n y a h ic v in in en u n u ­
tu lm a z a d la r ın d a n Ju v é n a l’i ta n ıtırk e n iş a re t ettiği gibi, hiciv
silâ h ı elze m o ld u ğ u k a d a r d a te h lik elid ir.

İftira lağım larının kustuğu hiciv, sefil hınçların emzirdiği hi­


civ, akbabalara yaranm ak için güvercinlere saldıran hiciv, köle
hiciv, ısm arlam a hiciv m erduddur, meş umdur, mel'undur. Bu
korkunç silâhı eli ve ru h u kirlenm eden kullanabilenler ger­
çekten bahtiyardır.40

H â l b ö y le o lu n c a , m ü n e k k id im iz , p o le m ik s a n a tım n d ö rt
b ü y ü k im p a r a to r u n d a n b iri o la ra k H u g o 'n u n re h b e rliğ in d e n
de y a ra r la n a c a k ; h a tta g ü n g ele c ek p o le m ik le riy le ü n lü , d o s tu
K e rim S a d i'n in ö v g ü le rin e b ile m a z h a r o la c a k tır: "N e g ü zel de
çalıyor, d in le tiy o r h e r te ld e n /P o le m ik te y a k a la r h a sm ın ı, d er­
h al b e ld e n ." 41
T a b iri c a iz s e “p o le m iğ in k ita b ın ı y a z a n " L é o n D a u d e t’n in
k u ra lla r ın ı b e n im s e m iş g ö r ü n ü r M e riç ve ta b ia tıy la ş id d e ts iz
s a v a ş ın o la m a y a c a ğ ın a in a n ır:

Action Françaisein çetin savaşçısı Léon D audet çağının büyük


polem ikçilerine ayırdığı kitaba Flam mes (Alevler) adım verir.
E serin girişi polem iğin k u ralların d an söz eder.

39 CM, "H iciv", (11 K asım 1963), Yeni İn sa n , V/69, s. 9, Eylül 1968; krş. "Fildişi
K uleden", (5 E kim 1968), H isar, IX /72, s. 14, A ralık 1969; Cem il M eriç’in
tenkidi, h ic iv ve p o le m ik k o n u lu y a zıları fark lı b a şlık la r d a ta şım a la rın a
ra ğ m e n g e rç ek te ay n ı te m a e tra fın d a dön erler. M ez k u r iki m ak ale d ışın d a
M eriç’in b u k o n u d a k i a ç ık la m a la rın ın sey rin i ta k ip e d eb ilm ek için bkz. CM,
"M e lu n Hiciv, M u k ad d es H iciv", Y irm in ci A sır, sy. 7, s. 1/3, 1 Ş u b a t 1948;
"B izde H iciv Yok", B u Ülke, s. 37-37, İs ta n b u l, 1974; "B izde H iciv Yok", Türk
E debiya tı, 111/30, s. 9, H a z ira n 1974; "Ö nce H iciv", K öprü, sn. 1, sy. 9, s. 4-9,
A ralık 1977; "Ö nce H iciv", M ağaradakiler, s. 122-132, İs ta n b u l, 1978; krş.
"P olem ik ", O rtadoğu, 28 N isan 1974; "Polem ik", Sebil, sy. 42, s. 6, 15 Ekim
1976; B u Ülke, s. 38-40, İs ta n b u l, 1976 (3. b as.)
40 CM, "M el’u n Hiciv, M u k ad d e s H iciv", Y irm in ci Asır, sy. 7, s. 1, 1 Ş u b a t 1948.
41 K e rim S a d i, "K asîde-i C em il”, C em il M eriç, (haz. M u ra t Y ılm az), s. 205,
A n k ara, 2006; krş. HA, a.g.e., (31 M a rt 1977), s. 147

227
Polemik dem ek 'şahsiyat' demektir. Düşünceyi sürükleyen
insanlardır; insanları yıkm adıkça düşüncelerini sarsamayız.
A risthophanes'ten Hugo'ya kadar bü tü n büyük polemikçilerin
belli "vur abalıya"lan vardır. Şiddetsiz savaş olmaz...
"Polemiğin ru h u kötü niyettir” hükm ü yanlış. Polemiğin ruhu
sam im iyet ve dürüstlük. M übalâğa tersine tepen b ir silah. Po-
lemikçi çattığı adam ın meziyetlerini de belirtmeli. Önce en
kesin, en karşı konm az delille başlam alı yazıya. İlk darbe öl­
dürücü olmalı.
"Polemikte iltim as olmaz" diyor Daudet. D üşm an kazanm ak­
tan korkmayın! Ne k adar k ibar davransanız düşm andan kur­
tulamazsınız. Oysa zaferle taçlanan h er savaş size yeni dostlar
kazandırır: düşm anlarınızın düşm anlan...
Flammes yazanna göre, polem iğin dört büyük im paratoru:
Proudhon, Michelet, Hugo ve Nietzsche'dir.42

19 O cak 1947'de S a it F a ik A b asıy a n ık ta ra fın d a n , "g ö zleri­


n in değil, g ö zlü k le rin in ü s tü n d e n a z b u ç u k h a in c e b a k a n , ince
d u d ak lı, m ü s te h z i b ir m ü n e k k id " o la ra k k a m u o y u n a su n u la n
g en ç M eriç'in , y a z a rla rın d a n o ld u ğ u g a z e te d e ta k ip ed ecek le­
ri yolu n a sıl ta n ıttığ ı n a z ar-ı itib a r a a lın m a d ık ç a , k e n d is in d e n
sö z e d ilen iş b u ‘ş id d e t'in g e rçe k m a h iy e tin i k a v ra m a k m ü m ­
k ü n o lm a z sa n ırım . M eriç'e k u la k v erelim :

İnsandan bahsedeceğiz; P lato n u n insanından. Ama Diyojen


gibi. Bilirsiniz tabiî. Platon: "İnsan iki ayak üstünde duran
tüysüz b ir hayvandır” demiş. Diyojen hindiyi bağırta bağırta
yolduktan sonra Atina m eydanlarında "İşte Platon'un insanı!”
diye halka teşhir etm iş.43

B u a ç ık la m a k a rş ıs ın d a S a it F a ik d e m a s a d a k ile rle b irlik te


k a h k a h a la rla g ü le r ve "Ah şu gençlik!" der. O ysa b u id d ia n ın
sa h ib i o la n gen ç m ü n e k k id sö z le rin d e g ay et ciddidir. N itek im

42 CM, “Fildişi K ule’den", (6 Ekim 1968), Hisar, DC/72, s. 14-15, Aralık 1969;
krş. Bu Ülke, s. 38-40, İstanbul, 1976 (3. bas.)
43 S ait Faik, "Genç E debiyatçılar”, Yedigütı, sy. 724, 19 O cak 1947

228
1 942'den itib a r e n F ra n s ız d ü ş ü n ü r ve s a n a tç ıla rın d a n B alzac,
Z ola, V o ltaire, R o u s s e a u g ib i is im le ri h u şû y la sa v u n a n , y a n lış
te rc ü m e le ri ş id d e tle y e rin d ib in e b a tıra n , b u z a tla ra y ö n elik en
k ü ç ü k te z y if te ş e b b ü s ü n e k a rş ı te r e d d ü t b ile g ö ste rm e d e n göğ­
s ü n ü s ip e r e d e n M eriç, "şiir, fik ir ve h ü rriy e t ta r ih in in e n ışıklı
b a ş la rın d a n " H u g o s ö z k o n u s u o lu n c a , h iç d u r u r m u , Fransız
Ş iiri A n to lo jisin d e (İsta n b u l, 1947) -b ir v a ta n d a ş ın d a n ik tib a s
e tm iş b ile olsa- H u g o a le y h in d e b a z ı d e ğ e rle n d irm e le re y e r ve­
re n O rh a n Veli y e k a rş ı h iç v a k it g e ç irm e d e n h e m e n sa ld ırıy a
geçer. " P la to n u n in s a n ı" n d a n b a h s e d e n D iyojen, şim d i k a rş ı­
m ız d a d ır:

O rhan Veli, haklarında hüküm ler sıraladığı lâyem utlan, nasır


ilâcı bayii "Süleyman E fendisiyle44 hem-ayar telakki etmiş
olacak ki şiir, fikir ve hürriyet tarihinin en ışıklı başlarından
Hugo’yu, adı kemiklerinden önce çürüm eğe m ahkûm her-
hangibir kalem serserisinin tahrifkâr adesesinden göstermeğe
utanmıyor. Hicvin, kâinat kurulalıdanberi en azam edi âbidesi
olan Les Châtiments'm ve yine aynı kıratta L'Année terrible in
adlarını duymadı mı?
Türk tefekkürünün en gür seslerinden N amık Kemal, büyük ve
halefsiz üslup üstadı Süleyman Nazif Hugo-peresttiler. Hâmid
o üstadlar üstadının mütevazi bir çömezidir. Mehmed Akif Les
Orientalese rağm en şair-i âzam ’m meftunuydu. Fikret yanar-
dağlaşan isyanlarım tunçtan m ısralarla bestelerken tek model
bulm uştu: Victor Hugo.4S

44 Cemil M eriç, b u rad a, O rhan V elinin Kitabe-i Seng-i Mezar (1938) adlı ünlü
şiirine a tıf yapm aktadır:
H iç bir şeyden çekm edi dünyada
Nasırdan çektiği kadar;
Hattâ çirkin yaratıldığından bile
O kadar m üteessir değildi;
Kundurası vurm adığı zamanlarda
Anm azdı am a Allah'ın adını,
G ünahkâr da sayılmazdı.
Yazık oldu Süleym an Efendiye.
45 CM, "B ir Antoloji M ünasebetiyle ", Yirminci Asır, sy. 3, s. 1-2, 1 Aralık 1947

229
B atı'd a H u g o ’ya b a şk a ld ırm a n ın â d e ta A llah'a başk ald ır­
m ak d em ek o ld u ğ u n u söyleyen b irin in ,46 H ugo'yu ten k id et­
m eyi veya aley h in d e b u lu n m a y ı, o n a h a k a re t etm ekle eşdeğer
b u lm a sın d a n d a h a ta b iî ne o lab ilird i? E lbette m ün ek k id im iz
de kendi m em lek etin d e vâki bu edebsızce (!) d a v ran ışın a rd ın ­
daki cahil cesa re tin i teşh is ve te ş h ir etm ek te gecikm eyecek,
kendi ü slû b u n c a , O rh a n V eliye h a d d in i b ild irm ey i b ir vazife
telâkki edecektir:

Yetmişiki milletin, adım hayranlık râşeleriyle andığı ve medenî


dillerde yazılan bütün edebiyat tarihlerinin "en büyük Fransız
şairi” olarak vasıflandırdığı Victor Hugo’ya hakaret edenlerin
bir tek meşrû mazeretleri olabilir: cehaletleri.

"D üşünceyi sü rükleyen in san lard ır; in san ları yıkm adık­
ça d ü şü n celerin i sarsam ayız" diyen ve “A risth o p h an es’ten
H ugo’ya k a d a r b ü tü n bü y ü k p o lem ikçilerin belli 'vur abalı-
ya’la n n ın b u lu n d u ğ u n a " in a n a n M eriç'in 1 Aralık 1947 tarihli
bu şedîd sa tırla rı a c ab a a m a c ın a ulaştı mı; H ugo'yu, "adı ke­
m iklerinden önce çü rü m eğ e m a h k û m h e rh a n g ib ir kalem ser­
serisinin ta h rifk â r ad esesin d en gösterm eğe u tan m ay an " Or­
h an Veli K anık, hiç değilse böylelikle d ersin i alm ış oldu m u?
Bu so ru la ra b ir çırp ıd a o lu m lu veya o lu m su z b ir cevap ve­
rem iyoruz; zira O rh an V elin in b u ten k id e b ir ay so n ra verdiği
cevabı o k u d u ğ u m u zd a , bu sefer b a m b a şk a b ir tabloyla k arşı­
laşıyoruz:

Şimdi asıl meseleye, dostumu kızdıran meseleye geliyorum.


Meğer ben Antoloji’de Hugo’yu küçük gösterecek hükümler
sıralamışım. Dostumun yazısını okuyunca, birdenbire şaşır­
dım. Acaba dedim, ben başka şeyler yazdım da kitaba baş­
ka şeyler mi koydular? Çünkü Hugo’yu küçük düşürecek
hiçbir şey söylediğimi hatırlamıyorum. Aldım bir antoloji,
açtım Hugo bahsini, okudum. Okuyunca, büsbütün şaşır­

46 HA, a.g.e. ,( 1 5 E kim 1978), s. 336

230
dım. Hugo’yu yermek şöyle dursun, büsbütün tersine, ben
Hugo’nun büyüklüğünü anlatan satırlar yazmışım. Yalnız so­
nuna gelince, tarafsız kalmak için, "Hugo’yu beğenmeyen ya­
zarlar da vardır" deyip bir Fransız tenkidçisinin bir cümlesini
almışım. Ne o sözü söyleyen benim, ne de o yazarla aynı fikir­
de olduğumu îma edecek bir söz sarfetmişim. Bundan dolayı
bana çıkışmak, o sözü sanki ben söylemişim gibi atıp tutmak
revâ-yı hak mı?

B u sa v u n m a k arşısın d a, en d o ğ ru su , h erh a ld e A ntolojiyi


açıp ta rtışm a k o n u su pasajı o k u m ak olm alı. Biz de böyle y a ­
pıyor ve O rh an V elinin Cemil M eriç’i k ızd ıran ak tarım ın ı göz­
den geçiriyoruz:

Bununla beraber, Hugo’yu olsun, öteki romantiqueleri olsun,


mühimseyenler [dej, gördükleri işi hiçe sayanlar da az değil­
dir. Bu şairlerin ‘şairlik’ cevherinden mahrum olduklarını,
kendilerini edebiyat tarihine göz boyayarak geçirdiklerini
söyleyen bir Fransız tenkitçisi [Thierıy Maulnier], Hugo’yu
şu sözlerle, sözüm ona, övüyor: "Hugo’nun eserlerinde, aşağı
yukan daima âdi, daima sahte, daima ıkınan bir debdebenin
sayısız imkânları vardır."47

O rh an V elinin, M aulnier’den aktardığı H ugo aleyhindeki


bu cüm leyle ilgili savunm ası d a şöyledir:

Üstelik dostum burada pek de hırçınlaşıyor. Benim için diyor


ki: "Hugo’yu bir kalem serserisinin adesesinden göstermeye
utanmıyor.” Bir kere ben bunda utanacak bir şey görmüyo­
rum. Öyle ya, bir kitaba bir başka yazarın fikrini almakta
hicap hislerini ayaklandıracak ne var? Demek Cemil Meriç
utanmış. Eh, ne yapalım? Utanır, utanır.48

47 Orhan Veli, Fransız Şiirleri Antolojisi, s. 27, İstanbul, 1956


48 Orhan Veli, "Bir Tenkid Üzerine", Varlık, sy. 330, s. 9, 1 Ocak 1948; krş. Orhan
Veli, Bütün Yazılan I: Sanat ve Edebiyat Dünyamız, (haz. Asım Bezirci), s.
140-143, İstanbul, 1982

231
Cemil M eriç, O rh an V elin in b u cevabına b ir d a h a karşılık
v erm em iş ve zaten iki yıl sonra, 14 K asım 1950’de b ir kaza
so n u cu çok genç y aşta ölen şaire d o ğ ru d a n h ita b etm ek şan ­
sını da kaybetm iştir. S o n rak i y ıllard a -h e rh a n g ib ir vesileyle
de olsa- O rh an V elin in m u k ab elesin e hiç tem as etm ey en Me­
riç, yazdığı g azeten in ad ın ı yanlış h a tırlıy o r o lm ak la b irlik ­
te, O rh an V eliyle a ra la rın d a geçen b u k alem m ü n a k a şa sın ın
m ev zû u n u h iç u n u tm a y a c a k ve fırsat d ü şü rd ü k ç e , şairi pek
de hoş o lm ay an sıfa tla rla an m a y ı sü rd ü re c e k tir. N itek im 24
K asım 1977’de b ir özel so h b e tin d e şöyle der:

Orhan Veli ile münasebetlerim oldu. Aşmalı Mescit’te. Elit


Kıraathanesi'nde Sait Faik tanıştırdı. Fransız Şiiri Antolojisini
neşretti. Tercüme dergisinden 1946’larda aynen. Ben de Tas­
virde tenkid etm iştim.49

1947'de O rh a n V eliyi te n k id ettiğ i y azısın d a , "O rh an


V elin in S a b a h a ttin E y ü b o ğ lu ile b irlik te y a ra ttığ ı Fatihler ter­
cü m esi de -gelm iş ve gelecek- b irç o k k u s u rla rım b ağ ışla ta c a k
a y a rd a d ır" diyen; h a tta y a z ısın ı, "M ü te rc im i alkışlar, u k a lâ
A ntoloji şâ rih in e te e ssü fle rim izi s u n a n z " d iye so n la n d ıra c a k
k a d a r ş a irin m ü te rc im ta ra fın a iltifa tla r y a ğ d ıra n C em il M e­
riç, n e d e n se 29 E k im 1980'de, b u se fe r O rh a n V e lin in F ra n ­
sızca b ild iğ in d e n b ile k u şk u y a d ü şe c e k tir:

Elit’te toplanıyorduk. Salâh'ı, Oktay Akbal'ı, Behçet Necatigil'i


orada tam dım . (...) Bu cavalacozlar kafilesiyle istemeyerek
karşılaşıyordum . Daha sonra tanıdığım Orhan Veli'den de hiç
hoşlanmadım. Hepsinin de ayırıcı vasfı bayağılıktı. Yine de
O rhan içlerinde en az sevimsiz olanıydı. Nasrettin Hoca m a­
sallarını50 beğenerek okudum . Fransızca bilse La Fontaine’in

49 HA, a.g.e., (24 K asım 1977), s. 268. Cem il M eriç, Tercüme dergisinin 19 M art
1946 ta rih li "Şiir Özel Sayısı”m (VI/34-36) k astetm ek ted ir. E leştirisi ise
Tasvirde değil, z ik rettiğ im iz ü zere Yirm inci Asırda y ayım lanm ıştır.
50 Bkz. O rh an Veli K anık, N asrettin Hoca: 70 M a n zu m H ikaye, İsta n b u l, 1949

232
fable'lerinde51 daha başarılı olabilirdi. Zavallı Orhan! Bir yanı
ile şairdi, kelimenin büyüsüne inanmıştı. Minnacık bir şair. Bu
cavalacoz alayının nasıl ün kazandığına şaşıp duruyordum...52

1947'de M eriç'i öfkelendiren, h a tta tehevvüre sevkeden


gerçek sebep, O rh an Veli’nin, A ntolojisinde V ictor H ugo h ak ­
k ın d a d ır eleştiriye y er verm esi olm am alı; zira M eriç’in b u şa ir
h ak k ın d a, so n ra la rı -çeşitli vesilelerle- yaptığı değ erlen d irm e­
ler, in sa f ve itid al sah ip le rin i k uşkuya d ü şü recek denli sert ve
acım asızdır. Öyle ki gün olur, m ü n ek k id im izin gözü, O rhan
Veli ye şairliği de, m ütercim liğ i de çok görecek k a d ar k ararır.

• Orhan Veli, Arif Nihad’ın potin bağı bile olamaz. Şair değildir
Veli. Zekî fakat cahil. Ataç çıkardı bunları ortaya. Tek kitabı
vardır: Nasreddin Hoca. Türkçesi mazbuttur. Çok sığdır. Hiç­
bir irfanı yoktur. "Şiiri bir kümes hayvanına çevirdi. Şiir artık
uçamıyor" diye yazdım.53
• Bizde Orhan Veli kalkıştı tercümeye. Ahbabımdı Orhan Veli.
Kupkuru bir adamdı. Vücudu da, ruhu da kuru. Şairler kerva­
nının en sonunda gelir. Acınacak bir adamdı. Fakat Türkçesi
vardı. Orta malı bir Türkçe. Kötü bir Hüseyin Rahmi. Şiirden
anlayan kartalın kanatlarını yoldular, gagasını kırdılar. Şiir
bir hümâdır. Ne âdi hâle geldik. Şiirle hiç alâkası olmayan
adamları şair diye baştacı ettik. Antoloji hazırlayanlar da ki­
taplarına alıyorlar şair diye.S4

T akdir ed ilm elid ir ki b u su ç la m a la n n m ahiyeti, Cemil


M eriç'in, 1947'de O rh a n V eliyi s ırf H u g o ’yu sav u n m ak ad ı­
n a eleştird iğ in i k ab u l etm ey i güçleştiriyor. M ünekkidin, H ugo
b ah an esiy le h em T ercüm e B ü ro s u n u n g ayretli m en su p ların ­
d a n b irin i, h em de Garip (so n rak ilerin adlan d ırd ığ ı şekliyle

51 Bkz. O rhan Veli Kanık, La Fontaine'nin Masalları l-II, İstanbul, 1948


52 CM, Jurnal II, (29 Ekim 1980), s. 256
53 HA, a.g.e., (9 Şubat 1977), s. 99
54 HA, a.g.e. ,(1 7 Ağustos 1978), s. 319; ayrıca bkz. HA, a.g.e.,(1 0 Kasım 1977), s.
266

233
B irin ci Yeni) ş iirin i ve d o la y ısıy la b u a k ım ın e n ö n e m li te m ­
silcisin i h ırp a la m a y ı a m a ç la d ığ ım a n la m a k için , ta m d a b u
b a ğ la m d a b a z ı k ü ç ü k a y rın tıla rı h a tır la m a n ın y e te rli o lac a ğ ın ı
sa n ıy o ru z .
C em il M e riç ’in 1 9 4 2 'd en itib a r e n N a h id S i m Ö rik , H a m d i
V aroğlu, N a s u h i B ay d ar, L û tfi Ay g ib i M a a rif V e k â le tin e b a ğ ­
lı T ercü m e B ü r o s u n u n m ü te rc im le rin i şid d e tle te n k id ettiği,
k e n d i ifad esiy le "k e p a z e lik le rin i te ş h ir e ttiğ i” ve b ilh a s s a M u s­
set, M o lière, L esag e, G ogol g ib i is im le rd e n ç e şid i çev irileri
y a y ım la n m ış b u lu n a n O rh a n V e lin in d e 1945-1947 ta rih le ri
a ra s ın d a ik i yıl k a d a r b u B ü ro ’d a ç a lıştığ ı g ö z d e n k a ç ırılm a ­
m alıd ır.55
B u n e d e n le C em il M e riç 'in Tercüm e d erg isiy le ilgili erk en
ta rih li d e ğ e rle n d irm e le rin i h a tırla tm a k ta y a r a r g ö rü y o ru z :

• Yazarlarına kasideler neşreden Tercüme dergisi, bu korkunç,


b u tüyler ürpertici hataları teşh ir etse günaha m ı girer?56
• Sahifelerini m übahase m üzesine çeviren Tercüme dergisi, ne­
sillerin hafızasıyla oynayan kalem bezirgânlannı hakîm âne
b ir sükutla teşcî etm ede.57

B u ifa d e le rle b irlik te , M e riç ’in O rh a n V eliy e y a z d ığ ı m e z ­


k u r e le ş tiri y a z ıs ın ın s o n u n d a y e r a la n ş u im a la r ı d a o k u y a ­
lım :

O rhan Veli bu m em lekette m anzum tercüm e y ap an lan n Ter­


cüm e dergisi yaranından ibaret olm adığım düşünse, antoloji­
sini çok daha zenginleştirebilirdi. O acayip karalam aları ise

55 O rh an Veli’nin Milli E ğitim B ak a n lığ ın d a n yayım lanan çevirileri şunlardır:


A. de M usset, B ir Kapı Ya Açık D urm alı Ya Kapalı (Oktay R ifat ile, 1943),
Barberine (1944); M olière, Sicilyalı ya h u t Resim li M uhabbet (1944), Tartuffe
(1944), Versailles Tuluatı (Azra E rh a t ile, 1944), S ca p in ’in Dolapları (1944);
Gogol, Üç Hikaye (E rol G üney ile, 1945); Alain R ene Lesage, Turcaret (1946);
Jea n A nouilh, Antigone (1955)
56 CM, “ 1944’te Ö ldürülen V oltaire”, Yücel, X X I/19, sn. 13, s. 11, Eylül 1946
57 CM, "B ir R ousseau Tercüm e E leştirisi”, Yirm inci Asır, sy.l, s. 2, 4, 20 Ocak
1947

234
bir m ütehassısına terkedecek, Fransız şiirinden, Fransız te­
fekkür tarihinden bihaber olduğunu vesikalandırmayacaktı.

Tercüm e dergisi yâ ra m ...


M e riç 'in O rh a n Veli ü z e rin d e n h e sa p la ştığ ı, g e rçek te, işb u
Tercüm e d e rg isi y â ra n ı o ld u ğ u n d a n , ş id d e tli te h e v v ü r ve ö f­
k e sin in , sa d e c e " H u g o ’n u n te z y if ve ta h k ir ed ilm e si" g ib i b ir
seb eb e m e b n î o lm a d ığ ı ç o k açık tır. N ite k im a şa ğ ıd a k i ifa d e le ­
rin , b iz i b a ş k a ta n ık la n h u z u r a ç a ğ ın p u z u n u z u n k o n u ş tu r­
m a k k ü lfe tin d e n k u rta rd ığ ın ı sö y ley eb iliriz:

• İstanbul’da çıkan ilk yazılarım (40-41-42), Tercüme Bürosu­


nun kepazeliklerini teşhir eder. Ben edebiyata sürünerek gir­
m edim , prens olarak girdim , şövalye olarak girdim . Palas At-
hena gibi zırhlarım la doğdum .58
• Ben edebiyata tenkidle başladım . 1940’larda geniş tercüm e
faaliyetine girişilmişti. N eşriyatın tem elini tercüm eler teşkil
ediyordu. 12 tane tercüm e tenkidi yaptım . Bu tenkitler bana
sadece düşm an kazandırdı. Milli Eğitim Bakanlığı’nda lise
hocası idim. Mükafat olarak tekdim âm e aldım. Türk düşünce
tarihinde benim kadar tercüm e tenkidi yazan adam yoktur.59

E sa se n b u b ira z d a işin şa h siya t tarafı. P olem ik d e m e n in


şahsiyat d e m e k o ld u ğ u n a ve in s a n la rı y ık m ad ık ça d ü şü n c e le ­
rin s a rsılm a y a c a ğ ın a in a n a n g en ç M eriç'in , y u k a rıd a k i sa tır­
la rd a ‘ş a h s iy a ta k açtığ ı çok açıktır. B u n a m u k a b il, aşa ğ ıd ak i 8
M art 1963 ta rih li eleştiriy e re v n ak ın ı v e ren asıl sâ ik in ise, çok
farklı şiir telâ k k ile rin d e n b e slen m iş b ir h âlet-i ru h iy e o ld u ğ u
söylenebilir:

O rhan Veli de öyle. Onun da sevilen şiirleri alışılanlar ve Hü­


seyin Rahmi nesrinden bir arpa boyu ileri gitmeyen en güdük
zekâlıların kolayca içine girebildikleri. O rhan’da da yeni yok.

58 CM, Jurnal II, (25 Aralık 1966), s. 130. Cemil M eriç’in 1940’da ve 1941’de
neşredilm iş b ir çeviri eleştirisi -tesbitlerim ize göre- m evcut değildir.
59 HA, a.g.e., (10 K asım 1976), s. 16

235
Yenilik küçüklüğünde şiirin. "Bir elinde cımbız, bir elinde
ayna. Umurunda mı dünya.” Herhangibir hizmetçi kızın idra­
kine seslenen bir nükte. Orhan’ın nesli şiirin kanatlarını kesti;
toprakta sürünen sevimli bir hayvan haline getirdi. Sevimli
ama gülünç ve zavallı. Kartaldan çok, bir kümes hayvanına
benziyor bu şiir. Yumurtası olmayan, garip bir kümes hayva­
nı. Orhan nesli yeni fetihlere koşmadı. Göz boyacılığım, jong-
lörlüğü, ucuzu erişilmeyene tercih etti. Fikret'in, Hâmid’in,
hatta Haşim’in kanat çırpışları yok onlarda. Ya kolej talebe­
sinin küçük şikâyetleri, ya gazete fıkrası. Hangi Batı, hangi
yenilik? Bir cüceler edebiyatı. Bir mikro edebiyat.60

Cemil M eriç'ten Garip (B irinci Yeni) şiirine atılan b u eleşti­


ri oklarıyla m eşgul olm aksızın te k rar sadede gelm eyi deneye­
lim ve hem en soralım ;
Acaba kendisinin b aşkaları için kullandığı Hugo-peresî
tâbirini, en küçük b ir im a, en küçük b ir eleştiri karşısında dahî
alevlenecek k ad ar b u Fransız şaire perestiş eden Cemil Meriç'e
atfedebilir miyiz?
Bu soruya olum suz b ir cevap verem em ekten ö tü rü m âzur
sayılmalıyız. Ç ünkü aşağıdaki açıklam alar, genç b ir H ugo hay­
ran ın a değil, 60 yaşında tecrübeli b ir H u go-perestişkânna ait­
tir:
Hugo’yu müdafaa etmek bile ayıp. Hâşâ, ilâh gibi. Hâşâ,
ilâhlar söyler ancak bu kadar.

M eriç'in perestişkârlığı o d erecededir ki kızı Ü m it Meriç


dahî bu hakikate gayet doğal b ir biçim de tem as eder:

Fransız kültürü iliklerine sinmiştir. Batıya hayrandır. Yetişme


şartlarının ona kazandırdığı yabancı dil bilgisi ile Batı kültü­
rünü ülkemize taşımağa başlar. Balzac ve Hugo iki Tanrısıdır
o yıllarda.61

60 CM, Jurnal I, (8 Mart 1963), s. 138


61 Ümit Meriç Yazan, “Ölümünün 2. Yılında Cemil Meriç”, İlim ve Sanat, sy. 26,
s. 18, Ekim 1989

236
Hâşâ, ilâh gibi.... Hâşâ, ilâhlar söyler ancak bu kadar...
1 T em m uz 1977 tarihli b u açık lam aların sahibi, H ugo söz-
konusu olunca, ken disind en beklenilm eyeceği k a d ar m üteva-
zidir:

30.000 sayfa eder Hugo’nun eserleri. Ben bugün Hugo’nun


eserlerini ancak bir senede okuyabilirim, anlayarak. Tarih,
coğrafya, edebiyat, felsefe bilmek lâzım. Bir şiirin tercümesi
için altı ay, Hemani için ikibuçuk sene çalıştım. Bugün bile
Hugo'yu çok güç anlayabiliyorum.62

G enç yaşların d an itibaren m esaisinin önem li b ir b ölüm ü­


nü kendisine ayırdığı H ugo karşısında, 60 yaşındaki Cemil
Meriç, bu F ransız şairi "bugün bile" çok güç anlayabildiğini
itiraf etm ekle kalm az, aynı zam a n d a “Ben dahil H ugo’yu an ­
layacak seviyede insan yok dünyada" dem ekten de çekinm ez.

Hugo’nun Shakespearei [1864] var. Daha neleri var Hugo’nun.


Dâhi adam. 15 yaşındayken doktor, Hugo için "ulvî çocuk" de­
miş. 85 yaşma kadar da devamlı yazmış. Gerçekten de Hugo
bütün bir asn hülâsa eder. Devrinin sosyalistlerini okumuş­
tur; bütün edebiyatlarım bilir dünyanın. Hugo’nun bir Eşşeki
[L'Ane, 1880] var. Eşşekte bütün filozofları konuşturur. Eşşek
tabiatı temsil eder. Yani ben dahil Hugo’yu anlayacak seviyede
insan yok dünyada. Aczimi itiraf ediyorum. Adam edebiya­
tın imparatoruydu, öldü, tahtı boş kaldı. Varis yok. Hugo’dan
sonra parçalandı imparatorluk.

Dâhi adam... H atta dâhi de söz m ü, b izatihi dehadır Hugo,


Cemil M eriç için. Ama o m istik b ir d âhi olm adığı gibi, dehası
-geleneksel anlam ıyla- şairâne, h a tta peygamberâne b ir deha
da değildir; bilâkis tabiat-üstü yardım cıları olm ayan,-tıpkı
Meriç gibi- gücünü sadece beyninden ve düşünm e yetisinden,
yani kendisinden alan b ir d âhidir Hugo...

62 HA, a.g.e., (1 Temmuz 1977), s. 187-188

237
Genç Hugo, m ünzevî b ir dinleyici olduğunu söyler: "... esrarlı
b ir ses yükselir içim den, dışım dan esrarlı b ir ses gelir. Kimin
sesi bu, ne söyler bilm em .” Ş airin duyduğu bu ses ilhamın
sesidir, ilham ın, yani dehanın. (...) S anat b ir görevdir Hugo
için, m ukaddes b ir görev. Sanatçı b ir nevi rahiptir. Yeryüzün­
de ruhanî b ir reis, b ir sacerdos m agnus var: Deha. B u İlâhî güç
zam an zam an b ir insanda tecellî eder.
Olgunluk çağındaki Hugo dünya edebiyatını oniki isim­
le hülâsa eder: Homeros, Aiskhulos, Eyüb, İşaya, Lucretius,
Juvénalis, Tacitus, Aziz Johanna, Dante, Rabelais, Cervantes,
Shakespeare. Almanya’nın bu ölm ezler p anteonunda temsilci­
si Beethoven’dir. Goethe yi fazla burjuva, fazla alelâde bulur
Shakespeare yazarı. (...) D üşüncenin zirvesidir bunlar, birbir-
leriyle m ukayese edilemezler. Hepsi de yüce, hepsi de sonsuz.
Hugo bunları ortak b ir isimle çerçeveler: eşitler’ (les égaux).
(...) Shakespeare yazarı için ilham , m eçhul b ir varlığın esrarlı
fısıltısı değildir, artık. D âhinin tabiat-üstü yardım cıları yok.
Tek yardımcısı: beyni. Sokrates’in dem onu, M usa’nın yanan
çalısı, N um a’nm perisi b irer rem iz .63

5 Ekim 1968’de "Önsözleri atlayanlar yaratıcıya karşı say­


gı duymayanlardır; yaratıcıya, yani insana. Bazen revak sa­
raydan daha muhteşem, [Hugo’nun] Cromwell Mukaddimesi
gibi.”64 diyen Cemil Meriç’in yaratıcıya, yani Hugo'ya olan
saygısı, tutkusu ve bilhassa eserlerini Türkçe'ye kazandırmak
amacıyla harcadığı o muazzam mesai, o bitmez-tükenmez
çabalar her halükârda özel bir dikkati haketmektedir. Biz de
konunun gerektirdiği dikkat ve hassasiyeti kendisinden esir­
gemeyerek Meriç’in Hugo’dan yaptığı Türkçe çevirileri ele ala­
cağız.

63 CM, "K endim ize Saygı", Hisar, X/78, s. 8-9, H aziran 1970; krş. B u Ülke, s.
131-132
64 CM, "Fildişi K ule’den", (5 E kim 1968), Hisar, DC/72, s. 14, Aralık 1969;
Bu m etnin önceki versiyonu d a h a farklıdır; "Bazen revak, saraydan daha
m uhteşem , İb n H ald u n ’u n M ukaddim esi gibi.” (CM, H iciv, (11 K asım 1963),
"Yeni İnsan", V/69, s. 9, Eylül 1968; krş. Jurnal I, s. 363-364)

238
3
Dünya Küsûfa Uğramış, Ne Çıkar!

Şair olsam şiir tercüm e etm ezdim . Hugo’yu tercüm e ettim,


am a orada da Hugo’dan ziyade ben varım .65

1946'da H u g o 'n u n La légende des siècles a d lı e se rin d e n b ir


şiir, 1956’d a H e m a n i, 1966’d a y sa M arion de L o rm e ad lı iki
m a n z u m piyes n e şre d e n C em il M eriç'in , H u g o ’n u n ü n lü ro ­
m a n ı Les M isérablesin te rc ü m e s in e 1959’d a b ü y ü k b ir istekle
b a şlad ığ ı h a ld e -h e m için e sin e c ek d e re c e d e ü ste sin d e n ge­
lem eyeceğini a n lad ığ ı, h e m d e a rtık H in d 'e y ö n elm iş o ld u ğ u
için- b ir s ü re s o n ra b u te ş e b b ü sü n d e n vazg eçtiğ in i b iliyoruz.
K eza k e n d isi, H u g o 'n u n Le R o i s'a m u se a d lı e serin i K ral Eğle­
n iyor ad ıy la T ürkçe'ye çev irm ey e b a şla m ış ve fa k a t b ilin m ey en
seb e p le rd e n ö tü r ü b u tercü m e y i de ta m a m la y a m a m ıştır.
N e çıkar! M eriç yine de H u g o ’d a n y a p tığ ı te rc ü m e le r say e­
sinde, b a ş ın a gelen felâk etin a c ısın ı a z a ltm a y a çalışm ış; öyle

65 HA, a.g.e., (17 Ağustos 1978), s. 200. M eriç, 9 M art 1977 tarihli b ir ev
sohbetinde de şöyle der: "Sana b ir itirafla bulunayım : Kırk senedir tercüm e
yapıyorum . B una rağm en ban a en zor gelen iş tercüm edir, H em aniye iki sene
uğraştım . B una rağm en H ugo’nunki ile benim ki arasın d a çok büyük fark
vardır. B enzer tarafı şu: ikim iz de sadece aynı ağaca bakm ışız ve yazm ışız.”
(HA, a.g.e., s. 120)

239
ki en n ih ay et Les Misérables aracılığıyla, p e n cerelerin i d ış d ü n ­
yaya k ap ay an şu u ru b in b ir kollu avizesini y ak m ıştır:

"Kör olmak ve sevilmek, hiçbir şeyin tam am olmadığı dünya­


da garip bir saadet!" Hugo öyle diyor; "Çehreyi göremiyorsu­
nuz ama, sevdiğinizin kalbi hep yanıbaşımzda çarpıyor: karı­
nız, kızkaıdeşiniz, kızınız. Dünya küsü fa uğramış, ne çıkar!
Karanlıkta ve karanlık sayesinde yıldızlaşmak." Hugo’nun
muhayyilesi felâketi sevimlileştiriyor."66

İm di, kap sam lı b ir C em il M eriç m o n o g rafisin in o rta y a çık­


m a sın a katk ı sağ lam ak a m ac ıy la işb u ç a b a la rın seren câm ın ı
‘kronolojik’ o la ra k ele alacak, dolayısıyla "k aran lık ta ve k a ran ­
lık sayesinde yıldızlaşm ak" n e dem ek m iş, işte b u n u b ir yıldı­
zın saçtığı ışık h u z m e le rin in y ard ım ıy la a n la m a y a çalışacağız.

a) Asırların Efsanesi (1947)


C em il M eriç, H ugo'yla ta n ıştığ ın d a 15-16 yaşlarındadır.
F ran sız sa n a tç ıd a n ilk o k u d u ğ u kitap: Sefiller; o rijin al dilin­
d en okuyabilm ek için so n ra d a n F ran sızca'y ı ö ğ ren m esin e yol
açacak denli b u çocuk y aştak i öğrenciyi cezbedecek o lan Se­
filler...
M eriç, b ir m ecidiye k arşılığ ın d a k iraladığı b u k itab ın say­
faların a gönlünce göm ü leb ilm ek için, çareyi o k u ld an kaç­
m a k ta bulur:

Ben orta mektepte Sefilleri okudum. Niçin okudum, bilmiyo­


rum. Kulaktan herhalde. Bir mecidiye verdim, kira ile oku­
dum on günde. Bu on günde okuldan kaçtım. Ben haddizatın­
da Fransızca’yı Sefilleri okumak için öğrendim.

Ş im di sıra d a ikinci k itap vardır: La légende des siècles.

66 CM, "Ouinze-Vingts Geceleri II”, Yeni İnsan. VI/72, s. 10-11, Eylül 1968;
“Fildişi Kule’den”, (3 Temmuz 1968), Hisar, X/73, s. 11, Ocak 1970; Jurnal /,
(15 Şubat 1963), s. 106-108

240
Asırların Efsanesi ile orta mektepte temas kurdum. Bir hoca­
mız vardı; fazla varmış kendisinde, hediye etti bize .67

Lise öğrencisi olduğunda, M eriç, b u eseri ders kitabı olarak


da okuyacaktır:
Lise l’de Hugo’nun La légende des sièclesim okuduk .68

Cem il M eriç 1983’te b izza t d ik te ettird iğ i otobiyografisinde


ise şöyle der:

Sefillerini Şemseddin Sami tercümesinden Orta l ’deyken ez-


berlercesine okuduğu Victor Hugo’nun Asırların Efsanesi adlı
şiir kitabım baştan başa devretti.

G enç ö ğ ren cin in H ugo h ayranlığı o dereceye v a rır ki en


nihayet okul a rk ad aşları ken d isin e Victor H ugo lâk ab ın ı ya­
kıştırırlar:
Orta mektepten itibaren yeni bir lâkapla taltif edildi: Victor
Hugo. Bu lâkap son sınıflara kadar devam etti.69
Cemil M eriç en n ih ay et L isey i b itirir ve 1940'ta b u rslu
olarak girdiği Y abancı D iller O k u lu n d a iki yıl okuyup m ezu n
olur. Bu a ra d a İsta n b u l derg ilerin d e ten k id y azılan yazarken,
yanısıra, B alzac’ta n yaptığı tercü m elerin i yayım lar.
1946 yazın d a H ugo'ya olan m u h a b b e tin in ilk meyvesi, ar­
tık edebiyat m era k lıla n n ın elindedir: "Bu K itap Şu R üyadan
D oğdu ."70

67 HA, a.g.e., (1 Temmuz 1977), s. 188. Cemil Meriç’in ilk Fransızca hocası
Mösyö Nikola’dır. Sonradan adı Lycée d'Antioche olarak değiştirilen Antakya
Sultanîsindeki Fransızca hocaları ise, sırasıyla, Orta I'de Antuvan Efendi, Lise
I-ITde Mösyö Moity, Lise IITte Mösyö Bazantay’dir. Bu durum da Hugo'nun La
légende des siècle adlı kitabını orta mektepteyken Cemil Meriç'e hediye eden
Fransızca hocası, Antuvan Efendi olmalıdır.
68 CM, Jurnal 11. (26 Ekim 1980), s. 252
69 CM, "Bir Ansiklopedinin Sorusuna Cevap”, Yeni Şafak, (haz. Dücane
Cündioğlu), s. 15, 11 Temmuz 2006; krş. CM, Jurnal II, s. 249-255, 344-348
70 Victor Hugo, "Bu Kitap Şu Rüyadan Doğdu", Amaç, (Çev. Cemil Meriç), sy. 20-
21, s. 12-13, 13-14, Ankara, 20 Temmuz-11 Ağustos 1946. Cemil Meriç aynı yıl

241
Pek ta n ın m a y a n b u ilk te rc ü m e n in ilk d izelerin i okuyalım :
Bağnna uğultusu sinmişti milyonların:
Endişeden kaskatı kesilen bu duvann,
Harcında insan eti, ham granit ve hüsran,
Çağların duvarıydı önümde dalgalanan.

B u çevirinin yayım landığı ta rih le rd e o k u rd a n k arşılık b u l­


d u ğ u n a veya edebiyat çevrelerinde h e rh a n g i b ir aksülam el
m ey d an a getirdiğine d a ir b ir b elirti yok o rtad a . M eriç d e bu
k an a a ti taşıd ığ ın d an olsa gerek, z a m a n z a m a n çevresindeki
dostlarıyla b u çeviriyi ta n ıştırm a k istem iş, h a tta b ir defasında
b izza t okum ayı bile denem iştir.
Peki sonuç?
S onuç, tek kelim eyle h ü sra n d ır:

Salâh [Birsel] Nacak Sokak’a üç-dört defa gelmişti. Salih


Zeki'nin de bulunduğu bir akşam, "Bu Kitap Şu Tecellîden
Doğdu” şiirini okumuştum. Hep birden azarladılardı beni. İs­
temeyerek günah işleyen b ir insanın hicabı içinde, saklamış­
tım müsveddeleri.71

B azen öyle a n la r o lu r ki m ü tercim im iz , hak k ın d a, “Les


C hâtim entsdaki o m u h te şe m Joyeuse Vtenin n e yazık ki yalnız
ilk k ıtalarım çevirm iş" diye hayıflandığı Tevfik F ik ret'in Asır­
ların E fsanesini tercü m e etm esi lâzım geldiğini bile düşü n ü r:
Shakespeare ancak Cenab’ın Türkçesiyle Türkçeleşebilirdi,
Asırların Efsanesi Fikret’in .72

Emile Verhaeren’dan çevirdiği “Emek" adlı şiiri yayımlamıştır. (Bkz. Gün, sy.
14, s. 2, 24 Nisan 1946)
71 CM, Jurnal II, (22 Şubat 1981), s. 279-280
72 CM, JurnalI, (27 Şubat 1963), s. 125-129. Meriç iki hafta sonra bu cümleyi şöyle
değiştirecektin “Shakespeare ancak Cenab’m Türkçesiyle Türkçeleşebilirdi,
Hugo Fikret’in.” (Bkz. “Fildişi Kule’den", (15 M art 1963), Hisar, Vffl/53, s.
4, Mayıs 1968). Tevfik Fikret 4 Mayıs 1899 tarihli Musahabe-i Edebiye sinde,
“La leğende des siecfesdeki manzum hikâyeleri okuduğunu, pek de beğenmiş
olduğunu” ifade etmiştir. (Bkz. Zeynep Kerman, 1862-1910 Yülan Arasında

242
H âlet-i ru h iy esin d ek i inişlere-çıkışlara rağm en, Cemil M e­
riç, çevresinin duyarsızlıkları, h a tta n âd a n lık la n k arşısın d a
pek öyle kolay kolay pes etm ez ve H u g o ’n u n La légende des
siècles adlı eserin d en çevirdiği b u şiirin m ü sveddelerini zam an
içerisinde te k ra r te k ra r gözden geçirip ilk n eşrin d en yaklaşık
20 yıl so n ra, 1965'te, Y üzydlann E fsanesi adıyla b aşk a b ir der­
gide yayım lar .73
M eriç b u k ad arla yetinm eyecek ve bilâkis gözden geçirilm iş
hâliyle b u çeviriyi 7 yıl so n ra ve ü ç ü n cü kez olm ak üzere Hare­
ket dergisinin say faların d a ve fak at b u sefer Asırların Efsanesi
anabaşlığı a ltın d a neşredecek tir .74
İşin ilginç tarafı, yayım serü v en in in b itm esi ve b u şiirin
kalıcı ad resin i bulabilm esi için 1974’te M eriç’in Ümrandan
Uygarlığa adlı eserinin n eşrin i beklem em iz gerekecektir: “Bu
K itap Ş u Tecellîden D oğdu .”75

Rüya gördüm, çağların duvan uzuyordu


Önümde. Granitle etten bir yığındı bu.
Bağnna uğultusu sinmişti milyonların
Endişeden kaskatı kesilen o duvarın.

Ş iirin 1946'da yay ım lan an ilk tercüm esiyle b u gözden geçi­


rilm iş ikinci tercü m e (1965=1972=1974) a ra sın d a gayet ciddi
farklar vardır. M eriç, m etn i â d eta y eniden T ürkçeleştirm iş; d i­
zelerin akışını, sözcüklerin m ûsikîsini, v u rg u la n te k ra r te k ra r
ele alm ış, tak d im -teh irler yapm ış ve kısacası şiiri yeniden inşâ
etm iştir.

Victor Hugo’dan Türkçe’ye Yapılan Tercümeler Üzerinde Bir Araştırma, s. 33,


İstanbul, 1978)
73 Victor Hugo, "Yüzyılların Efsanesi", Dönem, (Çev. Cemil Meriç), sn. 2, sy. 17,
s. 2-3, Şubat 1965
74 Victor Hugo, "Asırların Efsanesi: Bu Kitap Şu Rüyadan Doğdu", Hareket,
(Çev. Cemil Meriç), VII/82, s. 50-56, Ekim 1972
75 CM, Ümrandan Uygarlığa, s. 259-266, İstanbul, 1974

243
N ered ey se şiirin ta m a m ın a te şm il ed ileb ilecek b e n z e m e z ­
lik lerin h iç de az o lm a d ığ ın ı g ö rm e k a m a c ıy la çev irileri k a rşı­
la ş tıra lım ; a n c a k ö n c e d iz e le rin F ra n s ız c a sım a k ta ra lım :

Tout l’homme, avec le souffle inconnu qui le mène,


Ève ondoyante, Adam flottant, un et divers,
Palpitaient su r ce mur, et l’être, et l’univers,
Et le destin, fil noir que la tom be dévide.
Parfois l’éclair faisait su r la paroi livide
Luire des millions de faces tout â coup.
Je voyais là ce Rien que nous appelons Tout;
Les rois, les dieux, la gloire et la loi, les passages
Des générations à vau-l’eau dans les âges...

30 y a şla rın d a k i genç M eriç, 19 46’d a , b u F ra n s ız c a d izeleri


şu şekilde T ü rk çeleştire c e k tir:

Sırrına varmadığı bir rüzgârın hızıyla,


Sürüklenmişti Âdem, sürüklenmişti Havva,
Vahdette sonsuzluğu gerçekleştiren beşer,
Mezarların çözdüğü dolaşık yumak: kader,
Varlıkla, kâinatla, asırlarla beraber,
Bu duvarın üstüne kurm uştu otağını,
Şimşek, m or bölmelerini yırttıkça duvağını,
Tanrılar, tacidarlar, kanun, şeref ve zafer,
Çağlann ırmağında akıp giden nesiller,
Bizim hep dediğimiz hiçlik beliriyordu...

Ş im d i de C em il M eriç’in 1965 (=1972=1974) ta rih li ikinci


çeviri d e n e m e sin i okuyalım :

İnsanlığı önüne katan o meçhul rüzgâr,


Şekilden şekle giren Âdem, dalgalar kadar
Oynak Havva, vahdette sonsuzlaşan insanlık,
Ecelin eğirdiği esrarengiz, karanlık
Yumak: ALIN YAZISI çırpmıyordu ord a...
Bazen şimşek duvan aydınlatıyordu da,

244
Yüz m ilyonlarca çehre pırıldıyordu birden.
Bizim HEP dediğimiz o HİÇLİK’ti beliren:
Tanrılar, tâcidarlar, kanun, şeref ve zafer,
Çağların ırm ağında akıp giden nesiller...

G ö rü ld ü ğ ü gibi M eriç’in Asırların E fsa n esin d en y aptığı bu


çeviriye verdiği em ek hiç de az değildir. N e v a r ki herşeye rağ ­
m en g ay retlerin e lâyık b ir tev ec cü h e m a z h a r o ld u ğ u n u söyle­
m ek z o rd u r b u azim sah ib i m ü te rc im in . Ş iirin ilk n e şrin d e n
30 k ü s u r yıl so n ra, yani 1 T em m uz 1977’de, Cem il M eriç, ver­
diği em eklerle ve h a tta m e tn in y ay ım lan m a sıklığıyla te z a t teş­
kil edecek d erecedeki b u alâkasızlığı, çaresiz şöyle izah etm ek
m ecb u riy etin i hisseder:

Türkiye’de Asırların Efsanesini okuyup anlayacak adam çok


azdır. Çok dikkatle okusaydı, belki Tanpınar anlardı. Korkunç
bir şey b u .76

K orku n ç bir şey bu...


T am am en ü m itsizliğe k a p ılm a m a k lâzım ; zira H u g o 'n u n
ö lü m ü n ü n 100. y ıld ö n ü m ü n d e , h e n ü z h a y a tta o lan hocası Ce­
m il M eriç’i ve H u g o ’d a n yap tığ ı çevirileri u n u tm u ş g ö rü n en
S erver Tanilli, H u g o 'n u n d o ğ u m u n u n 200. y ıld ö n ü m ü n d e
b ird en b ire h o casın ı h atırla y a c ak ve k ita b ın ın yeni b ask ısın d a
m e z k u r şiirin ilk d izelerine y er verecektir.
1985’te h o cası h ay attay k en o n a k arşı işlediği ayıbı, 2002’de,
hiç değilse h o casın ın v efatın d an so n ra telâfi etm eye çalışm ası
b a k ım ın d a n Tanilli’n in açık lam a la rın ın kayda d eğ er b ir nitelik
a rzettiğ in d e k uşku yoktur:

76 HA, a.g.e., s. 188. Cemil Meriç, 1953’te Eva B uckun L'enseignement du


Français. Une méthodologie (İstanbul, 1951) adlı eserini tanıtırken. Asırların
Efsanesiyle ilgili bir hatayı düzeltm ekte hiç zorluk çekmeyecektir: "Sayın
müellifin müsaadesiyle küçük bir citation yanlışına işaret edeyim: "La
retraite de Russie”, La légende des sièclesda. mevcut değildir. Les Châtimentsm
L'Expiation isimli uzun bir şiirinden b ir pasajdır.” (Bkz. CM, "Bir Kitabın
D üşündürdükleri”, Yirminci Asır, sy. 10, s. 1-2, 17 Şubat 1953)

245
Buraya aldığımız çeviri, Yüzyılların Efsanesinin girişi olan
"Bu Kitap Şu Tecelliden Doğdu" adlı bölüm ündendir ve Ce­
mil Meriç'indir (1916-1987). Dilimizde nice değerli eserin al­
tında imzası olan yazar, aynı zamanda -eşi az bulunur- bir
çeviri ustasıydı. Victor Hugo'dan yaptığı Hemani ile Marion
de Lorme çevirileri özellikle önemlidir. Hugo'nun Yüzyılla­
rın Efsanesinden yaptığı çeviri ise, yazarın hem Türkçe'ye ve
Fransızca'ya olan hakimiyetini, hem de şair yanını gösterir.
Ondan bir parçayı, anısına derin saygımızı da tekrarlayarak
alıyoruz kitabımıza .77

Böylesi şü k ran ifadelerin e k arşın , Asırların Efsanesi


1974'ten itib aren , lü zu m su z yere ve alelacele sık ıştın ld ığ ı b ir
kitab ın say falan arasın d a, şiir o k u rla n y la d a karşılaşacağı
günlerin u m u d u y la yaşlanıp g itm ek ten n e yazık ki b ir tü rlü
k u rtu lam az. K orkunç o lan b u d u r aslında.
b) H em ani (1955)
V ictor H ugo 25 K asım 1838'de R u y Blas adlı eserin in giri­
şinde şöyle der:
Ruy Blasta olduğu gibi Hemanide de iki muazzam dâvâ yan-
yana bulunmaktadır: asılzâdelik ve kraliyet. Yalnız Hemanide
henüz mutlak krallık teessüs etmediği için asılzâdeler krala
karşı, bazen gururla, bazen de kılıçla mücadele halindedir,
yan derebeyi, yan âsidir. (...) Hemani ile Ruy Blas İspanya
tarihinin iki asnm çerçevelemektedir. Tam iki asır. (...) Vakit
vakit tarihi ışıklandıran bu büyük hanedan tecellîleri müellifin
ekseriya dalarak seyrettiği güzel ve melankolik bir manzaradır.
Bu manzaradan bazen eserlerine bir şeyler nakletmeyi denedi­
ği de olur. Nitekim Hemaniyi bir fecrin ışıklan ile doldurmak
ve Ruy Blası ise bir akşam güneşinin gölgeleri ile örtmek is­
temiştir. Avusturya hanedanının güneşi Hemanide doğar, Ruy
Blasta ise batar.78

77 Server Tanilli, Çağdaşımız Victor Hugo: Bir Dâhinin Portresi, s. 182, İstanbul,
2002
78 Victor Hugo, "Önsöz”, Ruy Blas, (Çev. Sabri Esat Siyavuşgil), s. VIII/DC,
İstanbul, 1962(1. bas. 1948)

246
25 Ş u b a t 1930’d a P a ris'te T h e â tre -F ra n ç a ise ’d e o y n a d ı­
ğ ın d a b ü y ü k b ir g ü rü ltü k o p a ra n ve ro m a n tiz m in şa h e se rle ­
rin d e n k a b u l ed ilen H e m a n i T ürkçe'ye, h em de h e n ü z H ugo
h a y a tta y k e n (1873-1874'de) iki -b azı e d eb iy a t ta rih ç ile rin e
g öreyse üç- k ez te rc ü m e ed ilm iştir .79
B u d u ru m d a C em il M eriç'i H e m a n i m ü te rc im le rin in (Te-
o d o r K asab , A hm ed S. ve A hm ed Vefik P aşa ) d ö rd ü n c ü s ü
o larak k a b u l ed eb iliriz.
F ra n s ız ed eb iy a tın ın en ta rtışm a lı, e n san cılı eserle rin d e n
b iri o lan H e m a n in in M eriç ta ra fın d a n T ü rk çe’ye çev rilişin in
hikâyesi de aslın ı a ra tm a y a c a k k a d a r ta rtışm a lı ve san cılı ol­
m u ştur.
B u h ik ây en in h ak k ın ı v ereb ilm ek için, önce, Cem il
M eriç’in o rta m ek tep tey k e n V ictor H u g o ’n u n Sefillerim o k u ­
m ak am ac ıy la o n g ü n b o y u n ca o k u ld a n k açtığ ı ve h a tta
F ra n s ız c a ’yı bile s ırf b u eseri a slın d a n o k u y ab ilm ek için öğ­
rendiği h a tırla n m a lı. Ç ünk ü M eriç’in b u esere ilgisi y ıllarca
sürecek ve h a tta b ir m ü te rc im o la ra k k e n d in i isb a t ettiği yıl­
la rd a Les M iserablesi T ürkçe'ye k a z a n d ırm a k am ac ıy la Ter­
cü m e B ü ro su 'n a b aşvuracak tır.
S o n u ç beklenildiği gibi o lm az ve b u taleb i geri çevri­
lip o n u n y erin e k en d isin e H e m a n iy i çevirm esi tek lif e d ilir
(1948). O d a çaresiz b u eseri, hiç değilse Les M iserablesi ter­
cüm e edeb ilm ek am acıy la k ab u l eder. F ak at u z u n b ir süre
H em a n iy e elini bile sü rm ez. D erken b irgün:

H achette Kitabevi'nde Oktay Akbal’a rastlar. Konu Sefillere


gelir. [Akbal “Sefilleri tercüme ediyor musun?” diye sorar.]
Cemil Meriç öfkeyle "Vermedi, herifler" deyince, Akbal’m
yakınındaki biri, azarlar gibi söze karışır. “Hemaniyi ver­
dik, yapsana!" Lâfa kanşan [Tercüme Bürosu Başkanı] Suut
Kemal Yetkin’dir. Cemil Meriç şahsen tanımadığı bu şah­

79 Zeynep Kerman, a.g.e., s. 357

247
sın a z a n karşısında dikleşir: "M anzum tercüm e ediyorum,
efendim !”80

B u h â d ise ü z e rin e M eriç, H e m a n in in çev irisin e b a ş la r ve


ilk o tu z sayfayı çev irip V ekâlet'e yollar. L âk in ak sik lik lerin
a rd ı a rk a sı kesilm ez.

Bir zaman sonra b ir rapor gelir. Tercüme m etnindeki "süslü


şeritlerine" ibaresini "süslü şereflerine” diye okuyacak kadar
gözü kara bir tenkiddir. Meriç, tercümeyi bırakır.

H erşey b itm iş k e n ilg in ç b ir olay o lu r ve: " k a ra n lığ ın k a ­


ra n lık la rı k o v alad ığ ı a y la rın b irin d e , M e riç 'le rin s a lo n u n d a ,
h â z ir û n d a n b iri Tercüm e d e rg isin in y en i b ir sa y ısın ı [XI/59,
O c ak -M art 1955] k a rış tırırk e n , "İlk 30 sa y fa sı te d k ik e d ild ik ­
te n s o n ra d e v a m ın a k a r a r v e rile n e s e rle r” liste sin d e H e m a ­
n in in a d ın ı okur. C em il M eriç, "O ra d a bö y le şe y le r y azm az"
dey ip in a n m a z . H â z irû n d a n b iri, ö tek i o d a d a n k ü ç ü k M ah ­
m u t Ali M eriç'i ç a ğ ırıp o k u tu r. [C em il M eriç] in a n m ış tır. H e­
m e n ta v rı d e ğ iş ir ve K aybolan C en n etin i o g ü n d e n itib a re n
H ern a n id e a ra m a y a başlar."
K aranlığın karanlıkları kovaladığı a yla tın birinde... C em il
M eriç'in g ö z le rin i k a y b e ttiğ i o m e ş 'u m g ü n le rd e ... P a ris yol­
c u lu ğ u n d a n b ek led iğ i n etic ey i a la m a y a n ve g ö zle ri b ir d a h a
a ç ılm a m a c a s ın a k a p a n a n M e riç’in ız tır a p la n n ın d o ru ğ a çık­
tığ ı o g ü n lerd e... 7 T em m u z 1955’te Y eşilköy H a v a a la m 'n a
in e n b ir u ça ğ ın a ç ıla n k a p ısın ın a rd ın d a en ö n d e tek b aşın a
b ir a d a m ın , a d ım la rı b ir k ö rü n sa rsa k y ü rü y ü ş ü n ü b e n im se­
m iş o lan b ir a d a m ın d u rd u ğ u o g ü n lerd e... E vet, ta m d a b u n ­
dan sonraki günlerde...

Paris’ten yeni dönmüştüm. Gözlerim kanam a yapmıştı. Dok­


torlar "Üç ay dinlen!" dedi. Döviz yok. Döndüm İstanbul’a.

80 İzzet Tanju, "Cyrano’dan H em an i’ye”, Türk Edebiyatı, sy. 166, s. 41, Ağustos
1987; krş. HA, a.g.e., (1 Temmuz 1977), s. 187

248
İşte bu arada tercüm e ettim Hemarıiyi. Fransızcası ezbe­
rimde. Bir nüsha Şehir Tiyatrolan'na, bir nüsha da Maarif
Vekâletine verdim .81

M eriç’in “İşte b u a ra d a te rc ü m e e ttim H e m a n iy i” diye a tıf


y ap tığ ı o ik i-ik ib u çu k yıllık a ra d a n e le r o lu p b ittiğ in i ö ğ re n ­
m ek için, b ir de kızı Ü m it M eriç’e k u la k verelim :

• Fethi Paşa K orusu’nda Harabe denilen bir yer vardı. Oraya


çıkardık. Annem babam a kitabın Fransızcasım okur, babam
elindeki teşbihi düşünce hızıyla çeker, sonra anneme yazdı­
rırdı. Bu tercüme sırasında babamın düşündüğü aralıklarda
annem mavi çizgili bir elbise bitirm işti .82
• Cemil Meriç minderleri yüklenecek, eşinin kolunda Fethi
Paşa korusunun serin ve tenha bir köşesini seçip oturacak ve
Fevziye H anım ’ın kendisine okuduğu Victor Hugo’nun Hema-
m sinin Fransızca mısralarını ezberine alarak kımıl kımıl du­
daklarını oynatacak, parmaklarıyla heceleri sayacak ve "Yaz
Fevziye!" diyerek birkaç mısraı m anzum bir Türkçe’ye aktara­
caktır.83

E ylül 1953’te M eriç’le ta n ışa n ve y a n ın d a n ay rılm ay an ta ­


leb elerin d en B erke V ardar, H e m a n i te rc ü m e sin in en a z ın d a n
ilk b ö lü m ü n ü n o rta y a çık m a sın d a h izm eti geçen k işilerd en ­
dir. O d a b u aray ı şu şekild e d o ld u ru r:

Ben kendisine Victor Hugo’nun Hemani adlı oyunundan say­


falar okuyordum, o ezberliyordu, ertesi sabah bana Türkçe'ye
çevrilmiş dizeler okuyor, ben yazıyordum. Tüm birinci perde
böyle hazırlanmıştır. Sonraki perdelerde İzzet Tanju -yanılmı­
yorsam- çok yakın çalışma arkadaşı olmuştur .84

81 HA, a.g.e., s. 116


82 "Kızının Gözüyle Cemil M eriç’in Dünyası", Türk Edebiyatı, (haz. Belkıs
İbrahim hakkıoğlu), s. 26, Ağustos 1987
83 Ümit Meriç, Cemil Meriç, s. 73, İstanbul, 1993
84 Berke Vardar, "Dünyaya açılmayı ondan öğrendik”, Hürriyet-Gösteri, sy. 106,
s. 28, Eylül 1989

249
Yeri gelmişken I. Perde, I. Sahne’den kısa bir pasaj aktara­
lım ve böylelikle Meriç'in Hugo'yu nasıl da Türkçe konuştur­
duğunu/konuşturabildiğini görelim:

Ayol, bu adam da kim? İm d at diye bağırsam ?


B ütün saray uykuda... Bu da m ı benim tasam !
Alâmet kılıcıyla öteki şim di damlar.
Ayıklasın pirincin taşım . Ben günahkâr
K ulunu, cehennem den halâs eylesin Mevlâm...
(Keseyi şöyle b ir tartarak:)
Nihayet besbelli ki hırsız da değil adam ...

Berke Vardar’m atfından hareketle şimdi de bir başka tale­


besine, ileride Hemaninm "son bölümünü hocayı tehdid ede­
rek yaptırdım”85 diyecek olan İzzet Tanju'ya kulak verelim:

Öğrencilerinden Berke Vardar, Ali Özgüven, Server Tanilli...


zam an zam an bazı m ısralan n kâtibi, am a h e r zam an fikirleri
sorulan okuyucular olurlar. Okunur, düzeltilir. Hugo’n u n iki
aydan az b ir zam anda yazıverdiği piyes iki yılı aşan b ir sürede
yeniden yazılır Türkçe olarak. Vekâlete sunulan m etni Berke
Vardar yeni alm ış olduğu Halda makinasıyla yazar. Daktilo
eden de m utludur, o tek hatası bulunm ayan sayfalan görenler
de. Kitap aynı tertible basılır, 1956’da.86

Cemil Meriç'in, "dil yönünden en güzel tercümem" dediği


Hemani hakkında bir vesileyle verdiği bilgilerden, daha başka
aynntılar, çok önemli ayrıntılar elde ediyoruz:

H ugo Hemaniyi b ir ayda yazmış. Ben o cılız tiyatro eserini


Türkçeleştirmek için ikibuçuk sene çalıştım. Önce büyük ör­
nekleri inceledim. De Lille’in m anzum G6orgique tercümesini,
Alfred de Vigny'nin Othellosunu, C hateaubriand’m Kaybolan
Cennetini, vs. Bu karşılaştırm alar altı ay sürdü; sonra Hema-

85 HA, a.g.e., (7 M art 1977), s. 117


86 İzzet Tanju, a.g.m ., s. 41

250
m'nin daha önceki tercüm elerine eğildim, İngilizce ve Türkçe
tercüm eler. H em anim i kaç kişi o k udu ?87

1948'te te r c ü m e s in e n iy e tle n ilip a r a v erile n , 1955'te te k r a r


b a ş la n ıp iki yıl k a d a r b ir s ü r e d e b itirile n ve e n n ih a y e t 1956’d a
y a y ım la n a n b u m a n z u m p iy es, 1966 y ılın d a ik in ci b a sk ısın ı
y a p m ış o ls a d a g e rç e k te h ik â y e b u r a d a b itm e y e c e k , sa h n e y e
k o n m a s ı a m a c ıy la b ir n ü s h a s ı Ş e h ir T iy a tr o la r ın a v erild iğ i
h a ld e m e z k u r e s e r in te m sili n e y a z ık ki b ir tü r lü m ü m k ü n o la ­
m a y a c a k tır.
D ile rse n iz , h ik â y e n in b u k ıs m ın ı d a -ta fsilâ tıy la - C em il
M e riç 'te n d in le y e lim :

Ü zerinde iki yıl u ğraştığım m an zu m H em ani tercüm esini


su n d u ğ u m Ş eh ir Tiyatrosu tercüm eyi okum ak zahm etine k at­
lanm am ış, E debî H eyet B aşkam R eşat N uri “b ak arız” diyerek
m üsveddeleri b ir ta ra fa atm ıştı. Refik H alid E debî H eyet’in
B aşkanlığına gelince, H e m a n i’yi saklandığı y erden ç ık an p
kem âl-i dikkatle oku ttu . B eklem ediğim b ir an d a k ap ım çalın­
dı. Refik H alid, y an ın a k a n sım d a alm ış, H em a n i tercüm esini
büyük b ir b aşarı say arak tebrike gelm işti. İltifatların ı h a tır­
lad ık ça h âlâ y ü züm k ızan r. E debî H eyet'te [Ş ehsüvaroğlu ile
b erab er] b u lu n a n Cevdet Perin, eserde k u su r bu lm ak için b ü ­
yük b ir d ikkatle eseri inceled ik ten so n ra, “Cemil M eriç’i hiç
sevm em , aleyhim d e çok acı te n k id le r yay ım lad ı ,88 fakat ne
yap ay ım te rc ü m e gerçek ten k u su rsu z ” dem iş.

87 CM, “Tercüme”, Hisar, XVI/146, s. 8-9, Şubat 1976. a) "Hemaniden 250 lira
para aldım Millî Eğitim'den.” b) "Hemaniye tam ikibuçuk sene harcadım,
tercüme etmek için. O devirde Maarif Vekâletinde manzum tercümenin sayfası
15 lira. Ben bu kanunu bilmiyorum. Saklıyorlar bunu benden. Mensur tercüme
ise kelime hesabı. Bu, kitaplara geçmeyecek rezillik. İkibuçuk sene çalıştım,
240 lira aldım" Bkz. HA, a.g.e., (8 Aralık 1976), s. 49; (7 Mart 1977), s. 116
88 Cemil Meriç, Cevdet Perin'in profesörlüğüne -bu tenkidleri sebebiyle- bizzat
kendisinin mâni olduğunu açıkça itiraf eden "Cevdet’in profesör olmasına
mâni oldum, hakkında yazı yazdım.” (Bkz. HA, a.g.e., s. 117). Bu tenkid yazılan
için aynca bkz. “Zavallı César Birotteau yahut Bir Doçentin Muzipliği”, Yücel,
XX/114, sn. 13, s. 72-74, Nisan 1946; "Bir Doçent’in Keşifleri", Yücel, XXI/120,
sn. 13, s. 62-66, Ekim 1946

251
[1957'de] Şehir Tiyatrosu H em ani'yi tem sil etmeğe k arar ver­
di. Rejisör [Max] Meinecke defalarca evime geldi. Yanında
H am it Akmlı da vardı. Bazı bölüm lerden birkaç bölüm ü çı­
karm am ı rica etti. Anlaştık. Provalar başladı. [Sadece 10.000
lira kostüm parası verdiler o devirde.] C um huriyet gazetesinde
o mevsimin H em ani ile açılacağı ilân edildi, afişler yaptırıldı.
Temsiller başlam adan birkaç gün önce, Meinecke im zalı b ir
tezkere aldım, eserin oynanm asına im kân olm adığını üzülerek
bildiriyordu. Niçin’ine hâlâ akıl erdirem ediğim bu korkunç
h aber beni çok sarstı. [Kırıldım tabiî. Sonra E rtuğrul M uhsin
geldi, o da oynatm adı .]89

İz z e t T an ju y ılla r so n ra , h o c a s ı M e riç 'in ak ıl e rd ire m e d iğ i


b u ta lih siz liğ i, fa rk lı b i r se b e p le a ç ık la m a y a ç alışır:

Şehir Tiyatroları arşivinde, Sabri Esad, Vasfi Rıza, B asri De-


deoğlu ve adım hatırlam adığım birinin im zasıyla hazırlanm ış
sudan b ir raporda, Meinecke’nin yetersizliği nedeniyle m uka­
velesinin uzatılm am ası R iyasete arzediliyordu .90

K ızı Ü m it M eriç ise, b a ş k a b ir se b e p te n sö z ed e r:

Sahne çalışm aları tam am lanm ış gibiyken "m ühim b ir sebep­


ten dolayı eser daha sonra sahneye konacaktır" gerekçesiyle
son anda program dan kaldırılır. Aslında H em ani rolünü üst­
lenm iş olan M uzaffer Arslan askere gitm ektedir .91

B ü tü n b u ak silik lere ra ğ m e n , C em il M eriç, te rc ü m e s in i


"k en d in e h a s o rijin a l ith a fla rla ” sa ğ a so la g ö n d e rm e y e başlar,
h a tta (S erver T an illi’n in el yazısıy la) d ik te e ttird iğ i u z u n b ir
ith afla b irlik te b ir n ü s h a d a S ab ri E s a d S iy av u şg il’e g ö n d e r­
m ek su retiy le -İzzet T a n ju 'n u n ifadesiyle- “m in n e t b o rc u n u ”
ö d em ey e çalışır, "C yrano o lm a sa H e m a n i o la m a z d ı” d iyerek...

89 CM. Jurnal II, (6 Eylül 1981), s. 302-303; krş. HA, a.g.e., (7 M art 1977), s. 116-
117
90 İzzet Tanju, a.g. m . , s. 41
91 Ümit M eriç, a.g.e., s. 78

252
S iy av u şg il d e Yeni S a b a h g a z e te s in d e ç ık a n 18 H a z ira n
1957 ta r ih li b ir m a k a le s in d e b u iltifa ta övgü y le k a rşılık verir:

H em ani tercüm eni sayfa sayfa okudukça, bilsen sana ne kadar


acıdım, kendim i ne kadar suçlu hissettim . M anzum tercüme,
hem de Victor H ugo’dan. Fransız rom antizm inin ilk meydan
m uharebesi ve ilk zaferi, cihan edebiyatına şeref veren bir
âbide! Kimbilir, ne kadar da göz nûru döktün, kaç gece uyku­
suz kaldın, bir m ısraın inadı, bir kafiyenin serkeşliği kimbilir
sana ne kadar ıztıraba mâloldu.
Bu sancıları ben de tattım da bilirim. Güzel tercüm eni okur­
ken, o eski günleri yeniden yaşar gibi oldum ve üzüldüm. Ken­
dim i suçlu buldum . Eğer büyük bir tevazula bana ithafında
söylediğin gibi, bu yolda sana örnek olmuşsam, bilmeyerek
sana kötülük etmişim, göz nûruna kıymışım, seni bir hülya­
nın, bir vehmin kurbanı etmişim.

S iyavuşgil, b u d eğ erli m ü te rc im , k a ra n lık la r iç e risin d e


m u a z z a m b ir te r c ü m e â b id e s i m e y d a n a g e tirm iş o la n ta le b e ­
s in in e m e k le rin i o k a d a r ta k d ir e d e r ki b u g a y re tle rin m a d d î,
h a tta m a n e v î k a rş ılığ ın ın v e rilem ey eceğ in e, d o lay ısıy la b ü y ü k
y e te n e k le rin b ö y lesi n a n k ö rlü k le r k a rş ısın d a h a z ırlık lı o lm a ­
la rı g e re k tiğ in e iro n ik b ir ta r z d a iş a re t ed er:

Belki şimdiden ayılmışsmdır, am a ben yine sana hakikatin


bilançosunu çıkanvereyim. M aarif Vekâleti, bu öm ür törpü­
sü him m etinin m addî karşılığını mısralardaki kelimeleri birer
birer sayarak düz yazı hesabına ödeyecektir. Eline verecekle­
ri birkaç yüz liradan kağıt ve daktilo masraflarım çıkardıktan
sonra, avucunda kalana bakma, utanırsın. Sakın, ikinci baskı
üm idine de düşme. O H em anim n kardeşi Ruy Blas üçbin mev­
cudunu on yılda tüketemedi.
Manevî m ükâfata gelince, ona da fazla bel bağlama. Bir Maarif
madalyası yok ki verilsin. Gazetelerimizde ne yer, ne de heves
kaldı ki bu yam an emeğin takdir edilsin. Başı b ir tekkeye bağlı
olmayan edebiyat mecmuamız çıkmıyor ki anandan öğrendi­
ğin Türkçe ile vezin ve kafiye kullanmak cüretini hoş görerek

253
sana iltifatta bulunsun. Ama bir teselli noktası var. Sabreder
de beklersen, bundan üç asır sonra bir müsteşrik çıkar, benim
Ruy Blas ile senin Hemani tercüm eni bir kütüphanede keşfe­
der, ilim ve edebiyat âlemine tanıtır, o zam an Garplılar:
— Vay, Victor Hugo üç asır evvel Türkiye’de m anzum olarak
tercüme edilmiş de haberimiz yokmuş, derler.
İşte m addî ve manevî mükâfatlarının bilançosu !92

Ne v ar ki b u yazı, y ılla r so n ra , C em il M eriç’in k ızı Ü m it


H a n ım ta ra fın d a n çok fark lı b ir b iç im d e y o ru m la n a c a k ,
Siyavuşgil’in, ta le b e si M eriç’i 'a y ıp lad ığ ı' d a h î a ç ık ç a id d ia
edilecektir:

Sabri Esat Siyavuşgil’in {Yeni) Sabah gazetesinde çıkan bir


makalesi, Cemil Meriç’i hem övmekte, hem de neredeyse bu
kadar lüzum suz bir marifet gösterisine bu kadar çok zaman
ayırdığı için onu ayıplamaktadır .93

D o ğ ru su , C em il M eriç de h o c a s ın a k a rş ı p e k m in n e tta rlık


g ö sterm ey e cek ve d a h a s o n r a la rı g ü n lü ğ ü n e k ay d e d ec e ğ i 13
M a rt 1964 ta rih li b ir n o tta , o b e d b in h â le t-i n a h iy e sin i sa k la ­
m a y a lü z u m g ö rm e d e n , S iy av u şg il’in E d m o n d R o s ta n d 'd a n
çevirip 1942’de (2. b a s. 1945) y a y ım lad ığ ı C yranoyu is tih fa f
su retiy le a n a c a k tır:
Hemaniye kaç yılımı gömdüm, kim farkına vardı? Hâlâ Cyra-
no de Bergerac tercümesi... Bütün Cyranoda bir perdelik Her-
naninin sakladığı emek ve başan yok. Reklâm, reklâm ...94

1967’de y azm a y a b aşlad ığ ı H isar d e rg isin in y ön eticisi M eh­


m et Ç ın a rlıy a g ö n d erd iğ i ü ç k ita p a ra s ın d a H e m a n i de vardır.
M eriç, H e m a n iy i -m u h te m e len ikinci b ask ısın ı- Ç ın a rlıy a şu
ith a f yazısıyla su n ar:

92 Sabri Esad Siyavuşgil, "Cemil M eriç'e M ektup”, Yeni Sabah, 18 H aziran 1957
93 Ümit M eriç, a.g.e., s. 78
94 CM, Jurnal 1, (13 M art 1964), s. 315

254
Hugo 0301ar gibi yazmış H em ani yi. Ben bu küçük kitaba iki
yılımı gömdüm . Zavallı iki 30i. Büyük şairin hiçbir m ütercimi
böyle b ir çileye katlanm am ıştır ve katlanmayacak. Türkçe’nin
Fransızca’dan daha renksiz, daha sığ, daha musikisiz. bir dil
olmadığını ispata çalıştım. Kime? Kendime ve Stendhal’in
happy fews’una ki şair Mehmet Çınarlı da onlardan biridir.
Okursa hayâl kırıklığım bir sevinç pırıltısıyla hâlelenir.

Kendisi de şair olan Çınarlı ise bu çeviriyi şu sözlerle de­


ğerlendirecektir:

Okumak ne kelime, kitabı bir yudum da içiverdim. Meriç, bu


m anzum tercümede, Türkçe'nin Fransızca’dan daha yetersiz
ve daha elverişsiz bir dil olmadığım gerçekten ispatlamıştı.
K itapta ne bir çeviri zorlaması, ne zevksiz bir söyleyiş, ne de
herhangibir pürüz vardı. Eser, sanki Hugo’nun değil, usta bir
Türk şairinin kalem inden çıkm ıştı.95

Çınarlı hiç de mübalağa etmemektedir; zira Hemani ter­


cümesi, hakikaten bir yudumda içiverilecek denli akıcı ve
bir o kadar da etkileyicidir. Tereddüt edenler, II. Perde, IV.
Sahne'den Hemani’nin şu yalvarışlarına kulak versinler:

Meleğim benim! Ecel, ufkum da kanat gerer,


Meş’um bir faciayla hayatım sona erer,
Çilem dolarken işte son sözlerim: Kanlıymış
Beşiğim, yoksulmuşum, ünvanım fermanlıymış.
Şifasız bir yaraya benzeyen ıstıraplar
İçinde öm ür boyu kıvranmışım... Ne çıkar!
Ne çıkar alev alev tutuşsa da dört yanım!
Kıskansın beni herkes, ben m esut bir insanım.
Siz beni sevdiniz ya, bunu söylediniz ya...
Lânetlenmiş alnımı takdis eylediniz ya!...

95 M ehm et Çınarlı, "Cemil Meriç", Töre, sy. 62, s. 27, Temmuz 1976; krş. Sanatçı
Dostlarım, s. 176-177, İstanbul, 1979

255
A radan yıllar geçecek ve fak at H e m a n i tercü m esi, M eriç’in
içinde k ap an m a m ış b ir y ara o la rak kalacaktır. Öyle ki za m a ­
n ın d a alkışını, tak d irin i, övgü sü n ü esirgeyenlerin h iç b ir ilti­
fatı, g ö n lü n ü alm ak için yeterli olm ayacaktır. 22 Ş u b at 1981
tarih li şu ifadeler, b u hayâl k ırıklığının, gön ü l k ırg ınlığının b ir
göstergesi değil de nedir?

Perşembe günü Salâh Birsel geldi. Boğaziçimn ikinci cildini


hazırlıyormuş. (...) “Şimdi Cemil Meriç’e klasikleri çevirtece­
ğiz bu evde” diye başlıyor. Kendi de bu eve 1953’te uğramış­
mış. Yanıp sönen b ir kibrit alevinde açılan perde Hemaniden
bir beyitle kapanıyor. Silik ve cansız. Yani bir rüyanın enkazı.
Okunanları Ümit de dinledi. Bahçedeki çiçekler ve kuşlar hak­
kında bilgi verdi. Çocukken çam yapraklarım yerlermiş, Her-
naniyi temsile kalkarlarmış, vs. 96

Ş eh ir T iy a tro la rın d a tem sile çıkm ayan, çık am ay an Her-


naniyi o z a m a n lar ço cu k la r tem sile k alkarlarm ış... Ne garip
değil m i, gün gelir Cemil M eriç’in kendisi de H em a n iyi yeğeni
Tahir'e okur .97
Ç abalarının b ü tü n u n u tu lm u şlu ğ u n a k arşın yine de zam an
zam an H em a n i aşkı b ir vesileyle h a tırın a gelir ve ü sta d h em en
hışım la kükrer:

Bizim Ötüken Yayınevi Hemaniyi niçin basmaz? Bassın onu .98

Sadece "B izim Ö tü k en ” mi? Bu m ak alen in kalem e alındığı


2006’ya k a d a r -40 yıl boyunca- h içb ir yayınevi H e m a n iy i b ir
dah a basm ayacaktır.
Ne gam! H em a n in in sadece F ransızcası değil, T ürkçesi de
M eriç’in ezberindedir. N itekim K asım 1978’de kendisini rö­
portaj yapm ak am acıyla ziyaret eden gençlere, "H ugo’d an ter­
cüm eler m üstesna, çok şiir yazm asın a rağ m en hiçb irin i neş­

96 CM, Jurnal 11, s. 279-280


97 HA, a.g.e., (5 Ağustos 1977), s. 238
98 HA, a.g.e., (7 M art 1977), s. 116

256
retm ediğini" söyler; ard ın d a n d a eliyle b ir k ü tü p h an ey i işaret
ederek “H e m a n iy i v erir m isiniz?" der:

İşaret ettiği yerde Milli Eğitim Bakanlığı’nm dünya klasikle­


rinden neşrettiği Hemaniyi bulup uzatıyorum. İlk sahifesinde
"Bu eser 1956 yılında Cemil Meriç tarafından dilimize çevril­
miştir” cümlesi.
— Dördüncü perdeyi bulunuz.
Sayfa hışırtılarının kesilmesinden, aradığı yeri bulduğumuzu
seziyor.
— Don Carlos’un "Affet bizi Şarlman!” cümlesiyle başlayan
paragrafı okur musunuz?
Uzunca bir süre aramamıza rağmen söz edilen tiradı bulamı­
yoruz. Bunun üzerine şahısların söz alma sırasını teker teker
sayarak "Affet bizi Şarlman!” cümlesini bulmamıza yardımcı
oluyor. Nefis bir Türkçe’yle dilimize aktarılan uzun tiradı oku­
yoruz. Sigarasından derin nefesler çekerek dinliyor.

H iç v akit kaybetm eden h em en ara y a girelim ve bizler de


m eclise dahil olup bu enfes tira d ı Cemil M eriç’le birlikte d in ­
leyelim :
Affet Şarlman!
Bu ıssız kubbelerin sükûnunu, duadan,
Münacâttan başka ses bozmamalıydı... Doğru...
Merkadini çınlatan bu saygısız uğultu,
Bu sefil ihtiraslar seni tiksindirmiştir...
Bu yatan Şarlman mı! Söyle ey muzlim kabir!
Onun yüce ruhunu, nasıl parçalanmadan
Kucaklayabilirsin! Ey bir dünya yaratan
Dâsitan kahramanı, sahiden burda mısın?
O hudutsuz ihtişam şu dar mezara sığsın...
Mümkün mü bu Allahım! Ne şahane manzara...
Ne büyük bir ders-i ibret! Yaratıp, asırlara
Devrettiği Avrupa...

257
Lahdinin sükununu bozmasın kelimeler,
Bir cihana benzeyen başını görmem yeter.
Ne mutlu bana, ey dev, bu dunu ölçebilsem!..
Soranm hangi varlık yokluğundan muhteşem?
Evet, varsın toprağın ilham saçsın ruhum a,
Sen uykunda devam et...

B u so n d izelerle b irlik te: D on C a rlo s'u n tira d ı b ittiğ i za­


m an , ra h a tla m ış b ir ifadeyle C em il M eriç g en çlere d ö n e r ve
şöyle der:
Biraz da sizi dinleyelim."

1954’te gö zlerin i k a y b e ttik ten so n ra -k erh en de o lsa- say­


faların d a teselli b u ld u ğ u H e m a n in in 1956’d a b irin c i, 1966'da
ise ikinci b asım ı g erçek leştik ten so n ra , H u g o m ü te rc im i h e r
fırsa tta b u sözü te k ra rla m ış ve sig a ra sın d a n d e rin n efe sler çek­
tik ten so n ra, b ir aks-i sa d â d u y a b ilm ek için k u lağ ın ı m a b e d in
p en ceresin e dayayıp öylece b ek lem iştir; evet, b ir sad â, b ir tek
aks-i sa d â d u y ab ilm ek için...
B elirtm ek gerekirse, C em il M eriç’in, ü z e rin d e em eği olan
bazı talebeleri bile h o c a la rın d a n şü k ra n la rım esirgem işlerdir.
N itekim İzzet T anju 1987’de, H e m a n i te rc ü m e sin d e asista n lık
yap m ış g en çlerd en S erv er T anilli’ye b u k o n u d a serzen işte b u ­
lu n m a k ta n k en d in i alam az:

1985 yılında Victor Hugo’nun ölüm ünün yüzüncü yılında Ser­


ver Tanilli imzasıyla bir kitap çıkar. Hugo’dan birçok tercü­
me parçalar yer alır burada, ama Hemani tercümesinden söz
edilmez. Yazar, otuz küsur yıl öncesini niye hatırlasın ki! O
“mâziperest değildir.” Otuz küsur yıl öncesi “geri”dir, “hem
çok geri.”

K eza Ü m it M eriç de 1993’te b e n z e r ta rz d a T anilli’ye serz e­


n işte b u lu n m a y ı ih m a l etm ey ecek tir:

99 "Cemil Meriç'le B ir Sohbet: K uğunun Son Şarkısı”, Divan, (haz. A. Turan


Alkan), sn. 1, sy. 1, s. 3-4, Kasım 1978

258
1985’te ServerTanilli, Hugo’nun ölüm ünün 100. yılında çıkar­
dığı kitapta, nedense Cemil Meriç’in tercümesinden, tiradlan
ezbere bildiği hâlde, hiç söz etmez.

O ysa Tanilli 7 yıl so n ra, H u g o ’n u n 200. d o ğ u m y ıld ö n ü m ü


m ü n a se b e tiy le 26 Ş u b a t 2 002’de k endisiyle y ap ılan b ir söyle­
şide h o casın ı h a tırlay ac ak ve H e m a n in in sahn ey e k o n u lm ası
te m e n n is in d e d a h î b u lu n a c a k tır:
— Bizim edebiyatımızı da pek etkilemiş bir sanatçı olarak bi­
liyoruz onu [Hugo’yu].
— Öyle! En başta da, Sefilleri ile. 19. yüzyılda Batı'dan ilk çev­
rilen eserlerden biridir o. Çok okunan eserleri arasında Nötre
Dame de Parisyi, Doksanüçü de saymalı. Tiyatro eserlerinden
ünlü Hemani adlı manzum dramım, dilimize, rahmetli Cemil
Meriç, neredeyse aslı kadar hünerle çevirmiştir. Şu 200. do­
ğum yılı vesilesiyle onu sahneye koymak ne kadar da anlamlı
olur !100

Tanilli, aynı yılın E ylül ay ın d a n e şred ile n k ita b ın ın ikinci


b ask ısın d a, C em il M eriç’in H u g o çev irilerin i b u sefer h a tırla r
g ö rü n ü r:
Victor Hugo'dan yaptığı Hemani ile Marion de Lomıe çevirile­
ri özellikle önemlidir.101
N iye ‘h a tırla r’ dem ekle y etin m iy o ru z d a ayrıca “h a tırla r
g ö rü n ü r" diye ü stü n e b a sa b a sa v u rguluyoruz; zira Tanilli bu
k ita b ın d a H e m a n iy e ayırdığı o n ca sayfa içinde ‘ö n e m li’ b u l­
du ğ u H e m a n i tercü m esin d en yine b ir tek kelim eyle olsu n söz
etm eye y an aşm az; sadece Asırların E fsa n esin d en alıntı yaptığı

100 "Server Tanilli'nin kapsamlı Hugo çalışması Adam Yayınlarından çıkacak”.


Cumhuriyet, 26 Şubat 2002. Hukuk Fakültesindeki hocalık yıllarında Cemil
M eriç’in yakın çevresine giren Tanilli’nin, Meriç’in Göztepe’deki evinin
salonunda talebesi Fikret Kılıçkaya’yla yaptığı ideolojik tartışm adan sonra
Meriç’in yanından aynlıp bir daha dönmediği (Ümit Meriç, a.g.e., s. 54); daha
da önemlisi 8 Nisan 1978’de uğradığı silahlı saldın sonucunda felç olduğu
dikkate alındığı takdirde, bu suskunluğa anlam vermek güç olmaz.
101 Server Tanilli, a.g.e., s. 182

259
m e zk u r sayfada, M eriç ile H e m a n iy i b ir d ip n o ta sık ıştın v erir;
o kadar!
M eriç’in kulakları h â lâ m a b ed in p e n cerelerin e dayalı o lm a­
lı. Ç ünkü 2006 yılındayız ve h e n ü z o rta d a n e b ir sa d â var, ne
de b ir aks-i sadâ...

c) Sefiller (1959)
H em a n i terc ü m e sin in ta m a m la n ıp 1956’d a b a sılm a sın d a n
güç alan C em il M eriç, H u g o ’n u n Les M isérables adlı ro m a n ın ı
T ürkçeye tercü m e etm ek talebiyle y en id en M aarif V ek âletin e
b aşv u ru d a bu lu n u r. Ne v ar ki b u taleb i de k ab u l ed ilm ez ve
üç ay k a d a r so n ra V ekâlet'ten gelen b ir yazıyla Je an -Jacq u es
R ousseau n u n L’É m ile adlı e serin i çevirm esi uyg u n görülür.
M eriç isteksizce tercü m ey e b a şla r ve sad ece eserin Ö nsözüne
b ir ayını verir.

Émïlein önsözü ile en az bir ay uğraştığımı kime an­


latabilirim ?102

A radan yıllar geçer, a ra s ıra tercüm eye eğilir a m a ciddi


b ir ilerlem e kaydedem ez. N itekim 31 Aralık 1963 ta rih in d e
L’É m ile m ü tercim i gayet b ed b in b ir h âld e kendi k en d in e şöyle
m ırıldanır:

Bu bir yılda kaç kitap okudum? Hiç. Başlayıp bitirdiğim tek


kitap yok. Bir sürü makale, bir sürü önsöz, bir sürü fihrist. Kü­
tüphane zenginleşti. Ben zenginleşmedim. Émileden kaç sayfa
yaptık? Bilmiyorum .103
G eçen o n ca z a m a n d a n so n ra a c a b a C em il M eriç É m ilein
n e k a d a rın ı T ürkçe’ye çev ireb ilm iştir?
Bu so ru y a cevap o lm ak ü z e re elim izd e 1977, 1978 ve 1982
ta rih li ü ç bilgi n o tu b u lu n m ak ta d ır.

102 CM, Ju rn a li, (13 M art 1964), s. 315


103 CM, a.g.e., (31 Aralık 1963), s. 284

260
S o n d an başlayacak olursak, 1982 tarih li not, Ada
Y ay ın ların ın yöneticisi F erid E dgü'ye yazılm ış b ir teklif m ek ­
tu b u n d a y er alm aktadır:

Rousseau’nun Ûmileini M.E.B. için çevirmeğe başlamıştım,


sonra vazgeçtim. Altıda biri büyük bir özenle aktarıldı. Ta­
mamlamamı ister misiniz ?104

1978 tarih li n o tsa, b iz z a t y a z a r ta ra fın d a n gözden geçiril­


m iş b ir otobiyografide...

İzmilein dörtte birini kazandırdım Türkçe’ye. Dilini öğrenerek


içinde eridiğim Fransız kültürünü Türkiye’ye taşımak istiyor­
dum .105

1977 tarih li ü çü n cü n o tu d a özel b ir so h b etin k ay ıtların ­


d an çıkarıyoruz:

Ğmilei tercüme ediyordum. Dörtte birini yapmıştım hatta.


Hareketçiler (Hareket dergisi) kaybettiler yazıyı.106

Bu açık lam a d oğru değildir; zira Cemil M eriç’in kayboldu­


ğ u n u zan n ettiğ i bu yazı (L'E m ilem Ö nsöz u), bu açıklam adan
tam 4 yıl önce H areket dergisinde y ay ım lanm ıştır .107
H âsılı, ister “d ö rtte biri", isterse "altıda biri" T ürkçe’ye ka­
zan d ırılm ış olsun, L ’Ğ m ilem tercüm esi h içb ir zam an tam am -
lanm ayacaktır.
İsteksizce başlan ılan bu tercü m en in hikâyesini, sanırım ,
m ü tercim in k endisinden d a h a iyi kim se anlatam az:

104 CM, Jurnal II, (16 M art 1982), s. 323-324


105 CM, Madaradakiler, (19 Ağustos 1973), s. 448; krş. "Son Yaprak", Nesin Vakfı
Yılhğı-78, s. 455
106 HA, a.g.e., (28 Temmuz 1977), s. 214
107 CM, "Terbiyenin Kitab-ı Mukaddesi” Hareket, VIII/87, s. 13-16, Mart 1973;
krş. "Bir İnsan Yaratmak”, Bu Ülke, s. 83-84. Meriç’in Ğmile hakkında yaptığı
değerlendirmeler için ayrıca bkz. Jurnal I, (20 Ağustos 1963), s. 221-227;
"Mohanco-Daro’dan New-York’a”, Yeni Devir, 16 Mart 1981.

261
Aylarca Û mileden kaçtım . Aylarca, h a tta senelerce. Neden?
Izmile şöhretim e zerre eklemeyecek. Ğmile irfanım a yeni ufuk­
la r açm ayacak. K aranlıkta h ü n e r gösterm iş olacağım . Çok
nankör b ir iş Izmile tercüm esi. R ousseau zam an zam an uyuyor.
Z am an zam an b ir ilk m ektep hocası k ad ar ukalâ. Yeni zengin­
lerle, yeni öğrenm işlerin sevimsizliği çok benziyor birbirine.
Yol çok uzun. Ğmilei istediğim zam an şartlar başkaydı, [şimdi]
45 yaşındayım , köpüren, taşan b ir yaşam a gücüm , b ir y arat­
m a gücüm yok. Çalışabileceğim birkaç yılı Ûmile tercüm esine
gömm eye hakkım var mı? Ûmile ne? Tercüm em Türkiye Yayı-
nevi’ninkine b ir şey ekleyecek mi, büyük b ir şey ekleyecek mi?
S anm ıyorum .108 B ununla b erab er bu b ir vazife. B ir angarya.
Izmile bu çağın kitabı değil. Çiğnenm iş bilgi isteyen b ir devir­
de, hiç kim se o teferru at yığınına dalm ak cesaretini göstere­
mez. Öyle olm asa kıyam etler kopardı, Türkiye Yayınevi’nin
tercüm esi onbinlerce sattı, on kişi ilk kitabı okum ak zahm e­
tine katlanm am ıştır. B enim ki de okunm az. P ara kazanm ak...
Mesele bu! Ama ben okum ak zorundayım , düşünm ek, yarat­
m ak zorundayım . Tanıdığım insan lard an hiçbiri, hiçb ir za­
m an Emile tercüm em i karıştırm ayacak, tanım adıklarım dan
bana ne? Belki H intten zam an zam an m üstehcen b ir iki m ısra
okunacak. Evet, profesörlerim iz "Bu k ad ar paraya böyle oku­
tu lu r” diye cinayetlerine m antıktan fetva koparm aya çalışır­
ken, öm rü n ü n belki son yıllarım h içbir zam an okunm ayacak
ve ancak yaktığı elektrik parasını kazandıracak b ir esere har­
cam ak zorundasın. Yoksa aç kalırsın d o stu m .109

M a a r if V e k â le tin in te k lifiy le ve k e r h e n b a ş la n ıla n L 'tzm ile


te r c ü m e s in in a k ib e ti d a h a iş in b a ş ın d a y k e n b e llid ir a s lın ­

108 1944’te Türkiye Yayınevi’nin neşrettiği â m ile tercüm esi hakkında bu sözleri
söyleyen Cemil M eriç, on yıl so n ra Û m ilem 'Ö n sö z ü n ü yayım larken bu
tercüm eyi şiddetle tenkid edecektin “Türkiye Y ayınevinin piyasaya sürdüğü
â m ile tım arh an ed e tu tu lan b ir zabıt varakası; bu paçavranın Em ilele
m ü n aseb eti ism inden ibaret. Türkçe’ye, R ousseau’ya, insan idrakine tecavüz.
(CM, "Terbiye’nin Kitab-ı M ukaddesi" Hareket, VIII/87, s. 14, M art 1973) Bu
tercü m en in üç m ü tercim in d en b irin in H ilm i Ziya Ülken olduğuna bilhassa
d ikkat edilmelidir.
109 CM .J u r n a li, (1 H a ziran 1963), s. 178-179

262
d a . B u s o n u c u s e z in le d iğ in d e n m id ir n e d ir, 1 9 5 9 'd a M a a rif
V ek âleti C em il M e riç 'e b u s e fe r H u g o 'n u n S efillerim te k lif eder.
F a k a t s o n u ç y in e d e d e ğ iş m e z , ç ü n k ü g eç k a lın m ış ve d o la y ı­
sıy la m ü te r c im in h e v e si k a ç m ıştır. Y ılla r s o n ra , 21 T e m m u z
19 6 5 'te M e riç ş u a ç ık la m a y ı y a p a c a k tır:

Y aşam ak için istem ediğim işlerle u ğ raşm ak m ecbur-iyetin-


deyim . É m ile tercüm esi, Sefiller... Bu an g ary aların m ükâfatı
yok. S tatükoyu devam ettirm ek. S tatükoyu sevm iyorum .110

Z a te n te r c ü m e s iy le b a ş ı b e lâ d a o la n M e riç 'in , ta m d a b u ­
g ü n le r d e H u g o ’n u n S efille rin d e k u s u r b u lm a k ta h iç z o r la n m a ­
y a c a ğ ın ı p e k â lâ ta h m in e d e b iliriz .

Bu vâiz edası Sefillerin H ugo’su n d a da var. Zola, B alzac’tan


çok H ugo’nun çocuğu. Z aten ona karşı gösterdiği düşm an­
lıkta da b ir nevi Ödip kom pleksi sezilm iyor m u? Ü stadlann
ikisi de m aniheist. Tezat, tezat... am a diyalektiğe varm ayan
b ir tezat b u .111

1985'te o ğ lu M a h m u t Ali M e riç , b a b a s ın ın Les M isérables


te r c ü m e s in i sa d e c e 'ta m a m la m a d ığ ın ı' sö y le m e k le y e tin ir:

1959 V. H ugo'nun Sefiller adlı eserini Türkçe'ye kazandır­


m ası Bakanlıkça bu kez uygun görülür, am a tercüm eyi hiçbir
zam an tam am lam az.

A n cak 1992’d e b u a ç ık la m a y a b ir d e g e re k ç e ’ ilâve ed er:

1959 H ugo’nun Sefiller adlı eserini Türkçe’ye çevirmesi


Bakanlıkça bu kez uygun görülür. Ne var ki H int düşüncesi ve
edebiyatıyla ilgili geniş kapsam lı b ir çalışm a bütün zam anım
alm aktadır; çeviriye başlar am a devam etm ekten vazgeçer.112

110 CM, a.g.e., (21 Tem m uz 1965), s. 390


111 CM, "Fildişi K ule’den", (18 N isan 1966), Hisar, IX/64, s. 11, N isan 1969
112 M ah m u t Ali M eriç, "Cemil M eriç K ronolojisi", B u Ülke, s. 62 (1985); krş. s.
65-66 (2004)

263
Bu açıklama, kronoloji itibariyle isabetli gibi görünmekle
birlikte, Cemil Meriç’in kendisi, Les Miserablesi tercüme et­
mekten niçin vazgeçtiğini açıklarken, çok daha farklı bir ge­
rekçe zikretmektedir:

Ben haddizatında Fransızca’yı Sefillen okum ak için öğren­


dim. Lisede öğrendim Fransızca’yı. Sefilleri İngilizce tercüm e­
sinden de okudum . Türkçe’ye tercüm e etm ek için okudum.
Vekâlet geç verdi. H em aniyi de, sonra Sefilleri tercüm e ederim
diye aldım. (...) Sefillerin bende d ört ayrı baskısı var. İkisi şerh­
li, notludur. Ciddi olarak tedkik etm ek lâzım. “Paris’in k am ı”
diye b ir tâb ir geçer .113 Argo tabirler var nâm ütenahi. Ansiklo­
pedi gibi. 60 yaşında yazmıştır. H âlâ tam olarak anlayan yok­
tur. Ben bile anlayabildiğim i zannetm iyorum , Sefilleri üç dilde
okuduğum halde.
Vekâlet sonra razı oldu Sefillerin tercüm esine. Girişte dört sa­
tır var. Bir hafta uğraştım , Türkçe [karşılığını] veremedim. Ve
yazdım, "yapamayacağım tercüm eyi” dedim .114

Trajik bir sonuç. Meriç adına değil, bizler adına. Çün­


kü -eğer inanmak gerekirse- müterciminin içine sinmeyen
dört satır yüzünden, bugün Sefilleri Cemil Meriç'in dilinden
okuyamıyoruz; başka bir eser olsa neyse, okuyamadığımız:
Hugo’nun sanatına âşık olan bir gencin, uğruna Fransızca’yı
öğrendiği Sefiller...

113 M eriç b u ra d a H ugo’yla B alzac’m m etin lerin i k arıştırıy o r olm alı. Çünkü
ventre parisien (P aris’in k am ı) tab irin i 1942’de kendisinin tercüm e ettiği
Altın Gözlü Kızda, -biraz d a "orta direk" m ânâsıyla-kullanan B alzac’tır:
"Şim di bu ceh en n em in ü çü n cü dairesindeyiz. E lb et bu cehennem de birgün
D ante’sine kavuşacak. Paris'in k a m ı diyebileceğim iz bu ü çü n cü tabakada...”
(Balzac, Altın Gözlü Kız, s. 89, İstanbul, 1943) Bu vesileyle fim ile Zola'nm
Le Ventre de Paris (1873) adlı ro m an ın ı h atırla tm a k isteriz. Ç ünkü Zola,
bu ro m an ın d a C hâtelet’deki -Türkçe’de "sebze-meyve hali"ne karşılık
gelen- Les Hailesi, d ah a doğrusu Les H alles’i elinde tu tan kabzım alları
(burjuvaziyi) m erkeze alm ış ve bu çarşıyı (hali) "Paris’in k am ı/m idesi” (Le
Ventre de Paris) olarak adlandırm ıştır.
114 HA, a.g.e., (1 Tem m uz 1977), s. 187-188

264
d) Marion de Lorme (1966)
V icto r H u g o M a rio n de L o rm e u n ö n s ö z ü n d e şöyle d er:

H em aniden onsekiz ay sonra oynanan Marion de Lorme, on­


dan üç ay önce yazıldı. Marion de Lorme 1829'un H azira n ın ­
da kalem e alınm ıştı, H em ani aynı yılın Eylülünde.
Şim di, 1831 Ağustosu. Anakonuyu karakterlerin özelliği, ihti­
rasların karşılıklı değerini, olayların akışım değil, sahnelerin
tertibini, veya esas konu dışındaki buluşlan bile değiştirm e­
yen ufak tefek tâdiller b ir yana, yazar eserini halka 1829 Ha-
ziran'm da yazıldığı gibi sunuyor .“ 5

H u g o 'n u n en ö n e m li p iy e s le rin d e n b irin e a d ım v e ren M a­


rio n d e L o rm e, h a y a tı b irç o k m a c e ra ro m a n ın a k o n u o lm u ş
-C em il M eriç'in deyişiyle- "z a rif b ir y o sm a ”dır, "şa h a n e b ir
alüfte"dir. M ü te rc im , B a lz a c 'ta n çev irip 19 4 6 'd a n e şre ttiğ i K i­
bar Fahişelerin İh tiş a m ve Sefa letin d e, g en ç y a şın d a ö len b u
h a tu n h a k k ın d a şu b ilg ileri verir:

M ario n d e L orm e: Şahane alüfte (1612-1650). Konağına XI-


Il’üncü Louis sarayının en güzîde beyzâdelerini toplayan Des
Barraux'yu, Cinq M ars’ı, vesâire... vesâire... zülfüne râm eden
bu zarif yosm anın hayatı birçok m acera rom anlarına mevzu
olmuştur. Victor Hugo bile onu piyeslerinden birine kahra­
m an yapm ış (1831), düşen b ir kadının nezih b ir aşkla yükse­
lebileceğini isbata çalışmıştır . “ 6

B u te s b itin a n la m ın ı k a v ra y a b ilm e k için, p iy e sin erk ek


k a h ra m a n la r ın d a n D id ie r'n in , g erç ek k im liğ in i b ilm ed iğ i sev­
gilisi M a rio n de L o m ıe 'a b iz z a t k e n d isin i n a sıl ta sv ir ettiğ in i
g örelim :

115 V ictor H ugo, Marion de Lorme, (Çev. Cem il M eriç-M ahm ut S.Kıhççı), s. I,
İstanbu l, 1966
116 H onoré de Balzac, Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti, (Çev. Cemil Meriç),
s. 29, İstanbul, 1946

265
Siz ki m asum ,
Siz ki tertem iz, M arion den en o m e ş u m
K adını b ir bilseniz! V ücudu b ir şaheser,
Ama içersi cife, Phryne den de beter;
H er önüne gelenle y atan b ir k ad ın d ır o!
E tini sokak sokak satan bir kadındır o! (s. 20)

O y u n u n s o n u n a g e lin d iğ in d e , D id ie r y a n ıld ığ ın ı a n la y a c a k
ve b u s e f e r M a r io n ’a şö y le h ita b e d e c e k tir:

K adınlar içinde en sevdiğim, en ü stü n


B ulduğum , inandığım , —herkes ne dersin desin—
D ünyada en çok saygı duyduğum kadın sensin!
Benim h er zam an müşfik, m ûnis, vefakâr ve sâdık
Kadınım ! Dinle beni: (...)
Belki annen seni de terketti beşikteyken
Benim gibi. — Zavallı çocuk... Sonrası m âlum :
Genç, genç satm ışlar seni!.. K aldır başını yavrum!
Sizler de şâhit olun. - D ünya b ir gölge gibi
Siliniyor gözüm den. Böyle anlarda kalbi
Dile gelir insam n. — S ehpada can veren
G ünahsız, artık herhangi b ir fâni değildir...
Ulvîleşmiştir! - Ben de şim di darağacm dan
Haykırıyorum ! —Marie! Ey, levse fırlatılan
Melek! Sevgilim, eşim ! Kulak ver bana yavrum :
— Tanrının huzurunda seni affediyorum! (s. 186-187)

C em il M eriç, 1946’d a a tıf y a p m ış o ld u ğ u V ic to r H u g o 'n u n


M a rio n de L orm e a d lı p iy e sin i M a h m u d S a id K ılıççı ile b irlik te
ve b u z a tın sev im li ric a la r ın a k a rş ı k o y a m a d ığ ı iç in " h a fta d a
100 gr. k ah v ey e m u k a b il” T ü rk ç e 'y e te r c ü m e e d e c ek ve fak at
b u n a ra ğ m e n , M a rio n de L o rm e, C em il M e riç ’in ö n c e le ri pek
sa h ip le n m e d iğ i e se rle ri a r a s ın d a y e r a la c a k tır:

Marion de Lorme ile H em ani arasındaki tercüm e farkı izah


edilmeli.

266
B u s ö z ü n s a r f e d ild iğ i 7 M a r t 1977 ta r ih li s o h b e tte , İz ­
z e t T a n ju , " H e m a n in in s o n b ö lü m ü n ü h o c a y ı te h d id e d e re k
y a p tı r d ı ğ ın ı” s ö y le y in c e , C e m il M e riç , M a rio n de L o rm e u d a
M a h m u t S a id 'in z o rla y a p tırd ığ ın ı sö y ler:

Evvelâ b an a "H em aniyi okudum , bana m anzum tercüm e tek­


niğini öğretir m isin?” dedi. H aftada 100 gr. kahveye m ukabil
geldi yaptırdı eseri. Bu M ahm ut Sait, H aşan P a şan ın torunu.
Çok sebatkâr b ir adam . Eseri iki senede tam am ladı ve tercüm e
m ükâfatı da aldı. Tabii gözlerim i am eliyat ettirem edim .117

B u r a d a M e riç 'in ü s lu b u n d a k i y a n sız lığ a d ik k a t e d ilm e lid ir;


"eseri ik i s e n e d e ta m a m la d ık ve te r c ü m e m ü k â fa tı a ld ık ” d e ­
m iy o r; b ilâ k is " K ılıç ç ın ın e se ri ik i s e n e d e ta m a m la d ığ ın ı ve
te r c ü m e m ü k â f a tın ı d a o n u n a ld ığ ın ı” sö ylüyor. O ysa b eş se n e
s o n r a , 1982’d e, F e rid E d g ü 'y e te r c ü m e le rin in n e şre d ilm e si
tek lifin i h â v i b ir m e k tu p y a z a c a k ve b u m e k tu p ta te k te k te r c ü ­
m e le rin i ta n ıtırk e n k ıs a c a şö y le d iy e c e k tir:

H ugo’dan Vekâletçe yayım lanan iki m anzum tercüm em var:


Biri ödül aldı .118

İm d i, te r c ü m e n in h ik â y e s in i, b ir d e C em il M e riç 'in k ızı


Ü m it H a n ım ’d a n d in le y e lim :

O yılların Dönem ve Çağrı dergilerinde de Cemil Meriç’in bazı


makaleleri çıkar. Bu arad a kerhen yapılan b ir tercüm e de iler­
lemektedir. Nacak Sokak’taki evden beri b ir paket çikolatalı
pasta ve 100 gr. kahvesiyle ziyaretlerini sürdüren M ahm ut Sait
Kılıççı’nm haftalık ısrarıyla m anzum Marion de Lorme tercü­
mesi devam etmektedir. M ahm ut Sait Bey 7-8 H aşan Paşa’mn
to ru n u d u r ve edebiyata âşıktır am a kabiliyeti sınırlıdır. Cemil
Bey’in bazı günler keyfi olmaz. O "Zararı yok üstadım , ben
beklerim ” der. Yazıhanenin b ir tarafında sessiz sedasız oturur.
Cemil Bey çarnâçar bazı m ısraları yazdırır. Sonunda "bugün-

117 HA, a.g.e., (7 M art 1977), s. 117


118 CM, Jurnal II, (16 M art 1982), s. 324

267
lük bu kadar" der. Mahmut Sait oralı değildir. "Olmaz, üsta­
dım" der ve muzipçe ekler. "Ben bir [eûzu-]besmeleyle savula­
cak şeytanlardan değilim." Sonunda eser biter ve Milli Eğitim
Bakanlığı yayınlan arasında basılır.119

Böylelikle Meriç'in Hugo m âcerası sona erecek ve b ir şiir


ile iki m anzum piyesten gayn okurun eline b ir şey geçmeye­
cektir. Ne hazin değil mi, "şiirden kaçmaya çalışsın, fakat bir
türlü kurtulam ayan bu düşünce adamı", öm rünün son dem ­
lerinde H ugo'nun bütün eserlerini tercüm e etmeyi istediği­
ni söyleyecek ve fakat geç kalm ış bu arzunun gerçekleşmesi
m üm kün olmayacaktır.
1862-1910 yıllan arasında, yani Cemil Meriç henüz dün­
yaya gelmeden önce, Victor H ugo'dan Türkçe'ye 80 şiir, 7 ro­
m an, 4 tiyatro, 1 hikâye, 5 deneme, 2 h atıra tercüm e edilmiş,
Meşrutiyet ve C um huriyet yıllarında da bu tercümelere yeni­
leri eklenmiş; yani yeni kahırlar, yeni ızdıraplar...
Hikâyesini aynntılanyla öğrenmiş bulunduğunuz Meriç
tercüm eleri sayesinde, en nihayet işbu listeye birkaç madde
daha ilâve edilmiş ve böylelikle Türkçe'de gerek Balzac, gerek­
se Hugo literatürü biraz daha genişlemiştir.
Bu kahrolası istatistikî veriler, bu tatsız-tuzsuz soğuk
özet, bizce, bir fikir işçisinin beynini, yüreğini vererek bin-
bir emekle, binbir çileyle m eydana getirdiği câmm eserlerin
âkibetini hülâsa etmekle kalmıyor; aynı zam anda fikir ve sa­
nat hayatının kahırlı serencam m ın ne denli trajik bir yazgıyla
hâlelendiğini de göstermiş oluyor.

119 Ü m it M e r iç , a .g .e ., s. 105

268
4
Ay Aydınlığı Eski Bir Hatıra

1965’lerden sonra edebiyattan çok fikirle, toplum ’la, top­


lum sal olanla ilgilenmeye başlamasının, ilgilendikçe istika­
m etini 'biz'e çevirmesinin, Meriç’in -tercüme sûretiyle de olsa-
şiirden uzaklaşmasına, hatta kaçm asına yol açtığına yazımı­
zın girişinde tem as etmiştik. İlgililerine bu görünm ez tehlike­
yi önceden haber veren ve böylelikle ilim ile aşkı karşı karşıya
getiren kimseleri, 1948’de, "yalancı peygamberler" şeklinde
tavsif eden ve bu zevata H ugo'nun sözleriyle karşılık veren 32
yaşındaki genç Meriç, yıllar sonra kendisinin de benzeri bir
dilemma karşısında kalacağını; dahası, şiir ve hakikat arasın­
da tercih yapması gerektiğinde -bilmek uğruna, bilgi uğruna,
bilgisini toplumla paylaşmak uğruna- şiir yerine hakikatin ya­
nında yer alacağım nereden bilebilirdi ki?

B ilg in in h e y ec a n ı ve h issi k u ru ttu ğ u n u id d ia ed en y alan cı


p e y g am b erlere, H u g o ’n u n şu nefis cev ab ın ı te k ra rla m a k fay­
d a lıd ır: "Ş iir ö lü y o r" deyip d u ra n la r var. B u aşağ ı y u k a rı "Gül
k a lm a d ı, b a h a r teslim -i ru h e tti, g ü n eş doğm uyor. A rzın b ü tü n
k ırla rın ı d o la şın , tek k eleb ek b u la m a y ac a k sın ız. Ay aydınlığı
eski b ir h a tıra . B ü lb ü l te re n n ü m etm iyor. A rslan k ü k rem ez
oldu. K a rta lın g ökte s ü z ü ld ü ğ ü n ü görm eyeceğiz. A lpler göçtü.

269
Pyrenees'ler kayıp. Ne güzel kızlar kaldı, n e arslan delikanlı­
lar. M ezarları düşünen yok; anne artık çocuğunu sevmiyor;
gök söndü, göller k urudu..." k ad ar m ânâsız b ir id d ia !*20

Belki şiir ölmedi, belki "şiir öldü" diyenlerin bu mânâsız


iddiaları -her zaman olduğu gibi- yine boşa çıktı, ama gözle­
rini kaybettikten sonra -kabul etmek durumundayız ki- Meriç
için hayat da, edebiyat da o coşkulu revnakını yitirir gibi oldu.
Nitekim kendisi, 15 Şubat 1963'te günlüğüne şu kaydı düşer:

K örler hayatın da, edebiyatın da dışında; y ah u t insanların


arasına çıkabilm eleri için deha ile taçlanm aları, b ir Homeros,
b ir Milton, b ir M aarrî olm aları lâzım; yani paryanın tanrılaş­
ması.*2*

Karanlıklarla boğuşan adamın imdadına yetişen yine


Hugo’dur. Öyle ki Cemil Meriç ya L'Homme qui rit adlı ro­
manının gözleri görmeyen Dea sıyla kendisini özdeşleştirir ya
da Les Miserablesin gözlerini kaybeden Monseigneur Bienve-
nu'süyle...

Gülen Adamda. Dea, Gvvynplaine’in korkunç çehresini görm e­


m ek için kördür. Sefillerin M onseigneur B ienvenusü de gözle-

120 CM, “îlim ve Ş iir”, Yirm inci Asır, sy. 6, s. 1/3, 16 O cak 1948. H ugo başka
vesilelerle de b e n ze r d eğ erlen d irm eler yapar: “Ş iir öldü, sanat im kânsız
diyorlar. H em de b u n u söyleyenlerin a ra sın d a çok zekiler var. N için? H erşey
h e r zam an m üm kündür. D ün de m ü m k ü n d ü , b u g ü n de. H ele yaşadığım ız
devirde: im kânsız şey yok.” ('Ö nsöz', M arion de Lorme, s. V); “Şiir
gerileyem ez. N eden? İlerleyem ez de o n dan. O kur y a za rlar b o yuna inhitattan,
teced d ü tten söz açm akla, san atın ö z ü n ü ne k a d ar yanlış a n ladıklarını açığa
vururlar. S ath î d ü şü n en kimseler, çab u cak u kalâlığa kapılıp birtak ım galat-ı
rüyetleri, dil o lay lan n ı, fikir m ed ve cezirlerini, cehan san a tın ı m eydana
getiren o b ir sü rü y aratış ve d ü şü n ü ş d a lg a lan n ı inhitat ve teceddüt sanırlar.
H albuki bu oluş, in san kafasından geçen sonsuzun ta kendisidir.” (Victor
H ugo, “Ş iir Ü zerine”, Tercüme/Şiir ö z el Sayısı, VI/34-36, (çev. Azra E rhat),
s. 350, 19 M art 1946)
121 CM, "Quinze-Vingts Geceleri 11”, Yeni İnsan, VI/72, s. 10-11, Eylül 1968;
"Fildişi K ule’d en ”, (3 Tem m uz 1968), Hisar, X/73, s. 11, O cak 1970; Ju rn a lI,
(15 Ş u b at 1963), s. 106-108

270
rini kaybeder, am a öm rünün akşam ında. Bu artık b ir kaybediş
değil, bir buluştur. Güneşin çiğ ve hoyrat ışığı yerine gönlün
yıldızımsı aydınlığı. Pencerelerini dış dünyaya kapayan şuur,
artık binbir kollu avizesini yakmıştır. Kaldı ki Bienvenu’nün
öyle bir avizeye ihtiyacı da yok; çünkü sevilmektedir. Güneş­
ler, yıldızlar, avizeler... Gerçekten sevilenlerin bu oyuncaklara
ihtiyaçları var mı?

A yakta k a lm a k , k a ra n lığ a te slim o lm a m a k için d ire n e n


M eriç'in , H u g o 'n u n “b ü y ü lü b ir m e h ta p g ib i h a ra b e le ri sa-
ra y la ş tıra n m u h a y y ile s in in e n b ü y ü k fe lâ k e ti b ile sev im li h â le
g e tirm e s in d e n ” n a sıl d a g ü ç a ld ığ ın ı g ö rm e k iç in b u s a tırla rın
d e v a m ın ı d a o k u m a lı:

S anatkâr yaralarını gözönüne sererek m erham et dilenen bir


çanak yalayıcı değildir. H ugo'nun büyülü b ir m ehtap gibi ha­
rabeleri saraylaştıran muhayyilesi en büyük felâketi sevimli­
leştirebiliyor. Ama büyük körlerin hiçbirinde bu nikbinliği bu­
lam am aktayız. Pek kısa b ir zam an gözlerini kaybeden Heine
öfkeden, hırstan, yeisten çıldırıyordu âdeta.

L â k in d ire n işi u z u n sü rm e y ip b e d b in liğ i a ğ ır b a sa c a k ve


"ro m a n ın b ü tü n c a n a v a rla ra , b ü tü n sü rü n g e n le re a ç ıla n k a p ı­
la rın ın körlere k a p a lı o ld u ğ u n u ” h a y k ırıp k a ra n lığ a m a h k û m
o la n la rın " ız tıra p la n n d a n b ir ro m a n , b ir ş iir d e y a ra ta m a y a ­
c ağım " sö y le m e k te n k e n d in i ala m a y a c a k tır:

U nutm ak ve unutturm ak... Ben alışam adım körlüğe. Bu ke­


lime telâffuz edildildikçe büyük bir kabahat işlemişim gibi
yüzüm kızarıyor. Gözlerimi göstermek istemiyorum. Körler
bütün devirlerin ve bütün ülkelerin paryası: kör m üsün, kör
olasıca, hay kör şeytan...
Rom anın bütün canavarlara, bütün sürüngenlere açılan kapı­
lan körlere kapalı. Neden? O hâlde ıztıraplanndan bir roman,
bir şiir de yaratam ayacak kör? Kimin hikayesini anlatsın?

271
1960'lann başında bilfiil hayatın da, edebiyatın da dışında
kaldığına inanan Meriç, kendini o denli çaresiz hisseder ki en
nihayet çözüm ü kendinden uzaklaşm akta bulur:

Bir yerde kendinden uzaklaşmak lâzım. Kendine döndükçe


‘ben’ azar. Bütün kavgalar insanın bir ihtiyacına cevap veri­
yor: kendinden uzaklaşmak, kendisine olan ilgisini azaltmak.
Kezzap gibi oyuyor içine çevrildikçe bakış.

Hâsılı, kendisinin bizi inandırm aya çalıştığı gibi, gerçek­


te, "şiirden kaçmaya çalışan, fakat b ir türlü kurtulam ayan bir
düşünce adam ının" değil, tam da aksine, şiiri sem âlara kanat­
lanm asına karşın şiiriyeti nesrin toprağına düşm üş mağdur,
m ükedder ve m ahzun b ir çocuğun hikâyesidir bütü n anlattı­
ğımız.

272
Ekler
Bu Kitap Şu Rüyadan Doğdu

Victor Hugo

Bağrına uğultusu sinmişti milyonların:


Endişeden kaskatı kesilen bu duvarın,
Harcında insan eti, ham granit ve hüsran,
Çağların duvarıydı önümde dalgalanan.
Karanlık oyuklarda, vahşi gözler parlayor,
Kabartmalar titriyor, yığınlar kıpırdayor,
Duvar açılıyordu önümde zaman zaman.
Buhurdan başı dönen, cinayetle tunçlaşan;
Bahtiyarlar, Fatihler, Krallar, Samuraylar;
Mağaralar; mermerden, kan taşından saraylar,
Önümde birer birer belirip silindiler.
Nasıl seher yeliyle titreşirse serviler,
Duvar da öyle için için öyle ürperiyordu.
Sanki her taş canlıydı, göğe yükseliyordu.
Gecelerin fethine çıkan koca bir ordu,
Taş kesilmiş gibiydi, orda komutanla.
Alınlarında başak, alınlarında kule,
Muammanın üstüne bağdaş kuran birer sır,
Bu duvarda el ele veren yüzlerce asır.
Hem canlı bir yığındı, hem kaskatı bir hisar,
Yuvarlanan bir bulut gibi titreyen duvar.

275
Mermerin avucunda asâ ve kılıç vardı;
Toz gözyaşı döker, balçık kanardı.
Beşer heyetindeydi yere devrilen taşlar...
Sırrına varmadığı bir rüzgarın hızıyla,
Sürüklenmişti Âdem, sürüklenmişti Havva,
Vahdette sonsuzluğu gerçekleştiren beşer,
Mezarların çözdüğü dolaşık yumak: kader,
Varlıkla, kâinatla, asırlarla beraber,
Bu duvarın üstüne kurmuştu otağını,
Şimşek, mor bölmelerini yırttıkça duvağını,
Tanrılar, tacidarlar, kanun, şeref ve zafer,
Çağların ırmağında akıp giden nesiller,
Bizim hep dediğimiz hiçlik beliriyordu,
Felâketler, acılar, açlık ve hurafeler,
Bir karanlık cephe ki uzayıp gidiyordu.
Yıkılan unsurların yoğurduğu bu duvar,
Gittikçe korkunç, daha sarp, daha kindar,
Karanlığın bağrında göğe yükseliyordu.
Nerde idi, bilmiyorum...
Hiçbir ses, hiçbir aded
Bakışların nuruna edemez mukavemet.
Önce şeklin bir dalga gibi yuvarlandığı,
Gözlerimin hezeyan, duman, serap sandığı
O bulanık manzara sisten sıyrılıyordu.
Buğu berraklaşıyor, zulmet duruluyordu.
Bu, uçurumdan göğe yükselen bir mahşerdi.
Her çağ bir canavardı, hücresinde beklerdi.
Nankör asır, korkunç asır, murdar asır...
Sisle kaynaşan gerçek, küreyi kuşatan sır.
Açmıştı kapısını tarih, ardına kadar;
Bir yanda peygamberler, bir yanda kahramanlar.
Zaman basamağına yaslanan bütün ırklar;
Merdiveni hülya ile örülü dayanaklar;
Mambre'ye gizlice sırrını döken Dudone,
Musa’nın kollarını göğe kaldıran Hârun,
Ve Thebe ve Raphidim’in o mukaddes kayası;

276
İsrail dullarının tükenmiyen sılası;
Amos’un kasıralar içinde arabası;
Efsanenin kâh sevgi, kâh kinle kuşattığı,
Ve halkın masallarda bambaşka yaşattığı,
Yarı haydut, yarı dev, yarı cin, yarı Tanrı,
Toprağa dehşet veren o insan avcıları.
Destanların nurunda tılsımlaşan asırlar:
Hind, İskandinavlı, İspanyol bahadırlar,
Talut ve Davut; Delf mabedi, Andor bodrumu,
-Kâhinin altın makaslarla kesilen mumu-
Nemrut ölüler arasında; Boaz başaklar,
Forum’da, ordugahta; Kapri’de gerdanlıklar,
Dağıtan, o mükevkep, o İlahî Tiberler...
Kürekte sona eren altın zincirli tahtın!
Sarp yamaçları vardı o muazzam duvarın.
Ey gece! O tecelli edvarı kucaklardı.
Madde, ruh, çamur, ışık, hayâl olan şehirler:
Cesar’lara: — Burda dur! diyen ünlü nehirler;
Krallar uğrağı Teb, ihtişamlı Atina;
Yıkılan Kartaca ile sura yaslanan Roma,
Rubikon, Esko, Nil, Ar;
— Kara bir iskeletti göğe set çeken dağlar,
Ayı aralarında sürükleyen bulutlar,
Tepeleri kapayan dumandan bir setti;
Rüzgarla için için ürperiyordu duvar.
Bu, sisle ışıkların esrarlı cilvesiydi,
Bir asırdan ötekine uzanan gölgesiydi.
Taçların bayraklarda oynaşan lem'asıydı.
Almanya oluyordu, bu rüyada Hindistan,
Süleyman’ın gölgesi mevkiinde Şarlman.
İnsanlığın karanlık, sonsuz mucizesi bu;
Hürriyetin maddeyi parçalayan sesi bu!
Yamaçları zümrüt Pent ve yanık Tur-ı Sîna
Nevvton’u müjdeleyen Siragüzlü Hicetas.
Fulton vapura binmiş, Yason yelkenlisinde,
Karanlıklar eriyor, denizin sinesinde

277
Marseyez, Eshyl, Tayftan sonra Melekler,
Elektr’ın kapısında Capanâe nöbet bekler,
Ve Lodi köprüsünde ayaktadır Bonapart;
Alkışlanan Neron’un az ötesinde cellat
İsa’yı haça gerer. İşte: Tahtların yolu,
Sefaletle döşeli ve kanlarla yuğrulu;
Terle, çamurla, kanla, gözyaşıyla yoğrulu.
Karanlık bir tepede cinayetler işleyen,
Uluyan, duran, söven, açlıkla pençeleşen;
Ayak takımı işte! Heyhat, altım uçurum,
Sefaletin o boğuk sesini duyuyorum,
-Dinleyen yok, duyan yok, feryatlar boş yere-
Nafile hıçkırıyor, o şifasız hançere.
Soluk, loş bir aynaya akseden hayâl gibi
Kendimi seyrettiğim bu gamlı manzarada,
Mesafeleri yırtan yüz binlerce dal gibi;
Şekilsiz ve ölçüsüz fışkırıyordu hayat.
Önümdeydi kâinat:
Zincirler, felâketler, şehvet, ölüm ve sevda,
Vücut değiştiren ruh, Zevs, Vişno ve Buda,
Varlıkların, eşyanın karanlık mahşerinde,
Gözleri alev alev, dudaklarında hande,
Muzlim, mağrur, müstehzi, dolaşıyordu bazen.
Tanrının ormanında kurnaz kaçakçı şeytan.

Bu acaip tabloyu gölgelerin bağrına,


Hangi Titan çizmişti?
Hangi heykeltıraştı bu rüyayı işleyen,
Gecenin duvarına?
Hangi kol bu karanlık silsileyi kurmuştu?
Göz yaşını, matemi, dehşeti yoğurmuştu?
Muzlim kaynaşmasıydı bu, hilkatle insanın,
Uğultu fışkırırdı altından sütunların.
Duvardan çıkan kollar göğe yumruk sallardı,
Vücut Gomorche olmuştu, ruh Sahyunu arardı,
Bu, mâzi ile hâzırın yüz yüze gelişiydi,
Milyarlarca ölünün birden dirilişiydi.

278
Hayvanlar insanlarla yan yana yürüyordu;
Gölgeler bir kat daha büyüyen suçlar,
Yerde sürünüyordu.
Bu dev kabartmaların hâilevî dehşeti,
En çirkin şekillere asalet veriyordu.
Ben süzdükçe ufkumda uzanan bu duvarı;
Sırayla görüyordum hayâl olan çağları
Nasıl kenetlenmişse sırtımızda kemikler,
O duvarda öylece kaynaşmıştı hayır, şerr.

Mezar karanlığından bir yığındı o duvar,


Dumanlı bir sabaha doğru yükseliyordu.
Gecenin gölgesinde rüyalaşan asırlar
Işıltılı bir fecrin koynunda eriyordu.
Yer yer ağarıyordu bağrında ufukların
Bulanık ve yıldızlı sislerle hâleliydi
Günün kasvetli nuru soluk bir ter gibiydi,
Alnında o duvarın.

Hayaletler rakseder, tayflar dalgalanırken;


Bir uğultu fışkırdı karanlık kemerlerden,
Âlemler çalkalandı, gökkubbe aralandı,
Ezeli sessizlikten iki sayha boşandı.
İki tarraka kopmuştu şafağın sinesinden,
Oresti’nin ruhuydu sisleri delip geçen.
İkinci ses vahşiydi, karanlıktı, korkunçtu,
Ürkerek bir küsuftan fırladı siyah bir cin,
Gecenin aguşundan Apolcalypse uçtu.
İrkildim dehşetinden bu çifte tarrakanın;
İki cenk arabası gibiydi gölgelerden;
Ayrı istikametten gelen iki uğultu.

Geçtiler... Dört yanımda bir sarsıntıdır koptu,


Ürperdi mesafeler.
İlk ruh korkunç bir gürleyişle haykırdı: KADER!
İkinci ruh bağırdı: Tanrı!
Bu iki vâveylâyı haşyetle tekrarladı,

279
Mevtaî akislerde karanlık ebediyet.
Titredi bir cam gibi o esrarlı hayalet,
Sarsıldı gölgelerin barındığı bölmeler,
Çalkandı zulmetler.
Hükümdar miğferine el attı, put tacına,
Kırıldı sanki duvar,
Dağıldı parça parça gecenin kucağına.

İki ruh, iki büyük kuş gibi kayboldular,


Hudutsuz ve esrarlı sisinde tasavvurun:
Şimdi yer yer çatlamış, zedelenmişti duvar.
Yıkık eteklerinde uçurumlar görünen;
Devasa sütunların üzerine irkilen
Harap bir mabed gibi...

Kaynak: Victor Hugo, Bu Kitap Şu Rüyadan Doğdu, (Çev. Cemil Meriç),


“Amaç”, sy. 20-21, s. 12-13,13-14, 20 Temmuz 1946-11 Ağustos 1946

280
Bu Kitap Şu Tecellîden Doğdu

Victor Hugo

Rüya gördüm, çağların duvarı uzuyordu


Önümde. Granitle etten bir yığındı bu.
Bağrına uğultusu sinmişti milyonların
Endişeden kaskatı kesilen o duvarın.
Loş oyuklarda vahşi gözler pırıldıyordu,
Yığınlar, kabartmalar, nakışlar oynuyordu,
Zaman zaman önümde açılıyordu duvar.
Yeşimden, somakiden ve altından saraylar:
Uluların, bahtiyarların otağ kurduğu,
Cihangirlerin kandan, buhurdan kudurduğu
İnler görünüyordu... Seher yeliyle nasıl
Ürperirse bir ağaç, o duvar da muttasıl
Öyle ürperiyordu. Alınlarında burçlar,
Alınlarında altın başaklardan sorguçlar,
Muammanın üstüne bağdaş kuran birer sır
Gibi çöreklenmişti sura binlerce asır...
Sanki temel taşları canlıydı da, bu mahşer
Göğe yükseliyordu... Sanki binlerce asker,
Gecelerin fethine çıkan koca bir ordu
Birden taş kesilmiş de orada uyuyordu.
Kayan bulutlar gibi dalgalanıyordu sur,

281
O hem canlı bir yığın, hem bir hisardı. Çamur
Kanıyor, toz göz yaşı döküyordu. Mermerin
Elinde bazen kral âsası, bazen keskin
Bir kılıç pırıl pırıl yanıyordu. Duvardan
Taş değil de kelleydi sanki her yuvarlanan...
İnsanlığı önüne katan o meçhul rüzgar,
Şekilden şekle giren Âdem, dalgalar kadar
Oynak Havva, vahdette sonsuzlaşan insanlık,
Ecelin eğirdiği esrarengiz, karanlık
Yumak: ALIN YAZISI çırpınıyordu orda...
Bazen şimşek duvarı aydınlatıyordu da,
Yüz milyonlarca çehre pırıldıyordu birden.
Bizim HEP dediğimiz o HİÇLİK’ti beliren:
Tanrılar, tâcidarlar, kanun, şeref ve zafer,
Çağların ırmağında akıp giden nesiller,
Ufukları kuşatan karanlık bir silsile
Misâli, gözlerimin önünde binbir çile,
Binbir acı, cehalet, açlık ve hurafeler,
İlim, tarih... uzayıp gidiyordu.
Bu mahşer,
Çöken bir kâinatın enkazıyla yoğrulan
Bu duvar karanlıkta gittikçe daha yaman,
Gittikçe daha yalçın, daha sarp, daha mağmum
Yükseliyordu. Ama nerede? Bilmiyorum.

Ne âdetleri saran muamma, ne göklerin


Sis perdeleri, insanoğlunun sâkin, derin,
İnatçı bakışına set çekebilir... Demin
Kaypak, karmakarışık görünen; şekillerin
Sinesinde dalgalar gibi yuvarlandığı,
Gözlerimin heyula, serap, duman sandığı
O duvara dikkatle bakıyorum... Bulanık
Göz bebeklerim berraklaştıkça, o karanlık
Tecelli yavaş yavaş sisten sıyrılıyordu.
Girdaplardan göklere yükselen mahşerdi bu!
Her hücresinde bir dev vardı. Uğursuz asır,
Nankör asır, pis asır... Gerçeği kuşatan sır,

282
Bulut ve dünya: Şimdi tarih ardına kadar
Açmıştı kapısını... Bu rüyada uluslar
Zaman merdivenine yaslanmışlardı set set...
Hayâlden sütunlara dayanmıştı her mabed...
Bir yanda kahramanlar, bir yanda peygamberler
Ve Mambre’ye gaibler âleminden haberler
Fısıldayan Dodon, Teb, Rafiden, kutsalkaya,
Arz-ı mevud, Musa’nın kollarını semâya
Kaldıran Hârun’la Hur, cenklerve Tih sahrası,
Amos’un kasırgayla çalkalanan arabası;
Sonra bütün o yarı haydut, yarı hükümdar
M asal kahram anları, melekler, nim-ilâhlar,
Adları kâh sevgiyle, kâh kinle bayraklaşan,
Efsanelerin güm rah ışığıyla kaynaşan
İnsan avcıları: Hind, İskandinav elleri,
İspanya ve destanlar: hem d e en güzelleri,
İradeleri çelik m ızraklar gibi yalçın
Yiğitler; hatırası karan lık asırların
Sessizliği içinde eriyen k a file le r...
Talut, D avut, Delf şehri, A ndor m ağ rası, her
A k ş a m altın m a k a s la kesilen m ukaddes m u m ...
Ö lü le r a ra s ın d a N e m ru t’u görüyorum .
Başaklara yan gelmiş Boaz... İşte Tiberler
Tanrısal ve muhteşem başlarında efserler,
Tasit’in kaleminde lâleleşen o parlak
Gerdanlıkları dört bir yana ışık saçarak
Capree, Forum, Ordugâh dolaşıyorlar. Tahtın
Karanlık zindanlara kadar uzanan altın
Zinciri... Dağlar kadar yalçındı bu garip sur.
Bu tecelli herşeyi kucaklıyordu: çamur,
Işık, madde, ruh. Bütün şehirler: Tep, Atina.
Tir’in ve Kartaca’nın heybetli enkazına
Dayanıp ta yükselen R om a... Bütün nehirler.
Sezarlığa özenen her zıpçıktıya: Yeter!
Yeter! Vatandaş kalmak istiyorsan, dur artık!
Diyen Rubikon, Esko, Ren, Nil ve Ar. Karanlık

283
Bir iskelet misali göğe set çeken dağın
Zirveleri sislerle örtülüydü. O kalın,
O hayalet bulutlar Ay’ı aralarına
Almış sürüklüyordu. Ve meçhul bir fırtına
Hisarı zaman zaman ürpertiyordu. Işık
Sisle kucaklaşıyor, esrarlı bir aydınlık,
Çağdan çağa, taçlardan kalkanlara akseden
Gölgelerle oynuyor, kaynaşıyordu. Derken
Almanya oluyordu birdenbire Hindistan,
Süleyman’ın nurundan bir pırıltıydı Şarlman;
Beşerin muzlim, garip, sonsuz mucizeleri;
Hürriyetin maddeyi canlandıran zaferi...
Zümrüt yamaçlı Pendus; yanık yamaçlı Sîna
Uzaklardan, Nevvton’u müjdeleyen Hiseta...
Keşifler; Ummanları aydınlatan meşale!
Fulton vapura binmiş, Jason yelkenlisiyle.
Hem Marseyyez, hem Eşil... Tayf da orada melek de...
Elektr'in kapısında Capanee beklemekte
Ve Lodi köprüsünde Bonapart ayaktadır;
Neron alkışlanmakta, Mesih kıvranmaktadır.
İşte, tahtın uğursuz, korkunç, kasvetli yolu;
Terle, çamurla, kanla, gözyaşıyla yoğrulu...
Sonra muzlim bir tepe ve gölgeler; Uluyan,
Homurdanan, küfreden, tepinen, cana kıyan
Şuursuz yığın... Heyhat! Bu ne derin uçurum!
Boğuk sesler ve canhıraş çığlıklar duyuyorum;
Sefalet hıçkırıyor, o şifasız hançere
Durmadan, dinlenmeden sızlanıyor, boş yere;
Zaman zaman buğulu bir aynaya benzeyen
Bu garip, bu esrarlı manzaraya akseden
Hem benim varlığımdı, hem bütün bir kâinat
Dal dal ve yaprak yaprak fışkırıyordu hayat.
Şehvet de oradaydı, ölüm de, felâket de.
Ten değiştiren ruh da, ruh değiştiren et de;
İnsanlaşan tanrılar, tanrılaşan insanlar
Geçiyordu önümden dalgalandıkça duvar.
Ve sonra varlıkların karanlık mahşerinde

284
Gözleri alev alev dudaklarında hande,
Muzlim, mağrur, müstehzi biri dolaşıyordu.
Biraz dikkat edince tanıdım: Şeytandı bu.
Tanrının ormanında kurnaz kaçakçı şeytan.

Sonsuz karanlıkların bağrına hangi Titan


Çizmişti bu tabloyu? Bu kâbuslu rüyayı
Hangi heykeltıraştı işleyen? Bu binayı
Kuran kimdi? Hangi el sefaleti, dehşeti,
Mâtemi, göz yaşını ve binbir cinayeti
Kanla, çamurla, sisle, ışıkla yoğurmuştu,
Hangi el bu acaip silsileyi kurmuştu?
Titriyordum. Bu rüya insanlıkla hilkatin
Muzlim kaynaşmasıydı. Sütunlarından enîn
Fışkırıyordu. Surdan göğe yükselen kollar
Yumruklaşmıştı hınçtan! Vücutlar bir canavar,
Vücutlar Gomore’ydi. Ruhlar Sahyun kadar saf,
Dünle bugün yanyana dizilmişlerdi saf saf;
Orda hayvanla insan tek varlık gibiydiler,
Burası cennet miydi, cehennemde miydiler?
Bilmiyorum. Günahlar korkunç gölgeleriyle
Yerde sürünüyordu. Orda çirkinlik bile
Devasa fresklerin korkunç azametiyle
Hemâhenkti. Derinden süzdükçe bu duvarı
Apaçık görüyordum hayâl olan çağları.
Nasıl kenetlenmişse sırtımızda kemikler,
Orda da öylesine kaynaşmıştı hayır, şerr.
Mezar karanlığından bir yığındı o duvar,
Dumanlı bir sabaha doğru yükseliyordu.
Gecenin gölgesinde rüyalaşan asırlar
Işıltılı bir fecrin koynunda eriyordu.
Yer yer ağarıyordu bağrında ufukların
Bulanık ve yıldızlı sislerle hâleliydi
Günün kasveti nuru soluk bir ter gibiydi
Alnında o duvarın.

İçin için ürperen, dalgalanan, kaynaşan


Bu tayflar dünyasını seyrederken, fezadan

285
Bir uğultu boşandı, ezelî sesizliğin
Bağrından kopup gelen iki korkunç ve derin
Çığlık duydum. Gökkubbe sanki aralanmıştı
İlk sayha tan yerinde kopup kanatlan m ıştı.
Oresti’nin ruhuydu sisleri delip geçen.
Aynı ânda gecenin karanlık sinesinden
Apokalips uçtu. Bir küsuftan fırlayan
Kara bir ifrit gibi korkunçtu, tehditkârdı.
Yaklaşan o iki ruh gölgeden iki Şar’dı.
Bir gelişleri vardı sisleri yırta yırta,
Çok geçmeden ezilip gidecektim mutlaka.
Titriyordi'm.

... G eçtiler... Bir sarsıntıdır koptu;


Kader! diye haykırdı birinci ruh. Uğultu
Cevap verdi ikinci ruhun ağzından: Tanrı!
Bu iki vaveylayı dehşetle tekrarladı,
Meşum yankılarda karanlık ebediyet.
Ürperdi, çalkalandı ve dalgalandı zulmet,
Bu korkunç naralarla titredi sur... Hükümdar
Miğferine el attı, put tacına... Ve duvar
Bir cam gibi sarsıldı, kırıldı, parçalandı,
Karanlığa karıştı. O ne korkunç bir ândı!
İki ruh kaybolunca hayâlin sislerinde,
İki büyük kuş gibi... Karanlık perde perde
Aralandı ve duvar âyan oldu. Bölmeler
Çatlamış, parçalanmış, zedelenmişti yer yer.
Sütunlar muhteşem, cidarları perişan
Yıkık bir mabed gibi ulu yamaçlardan
Girdap görünüyordu.

Ruhlar geçtikten sonra


Bir hayli değişmişti önümdeki manzara...
Suru parçalamıştı iki kanat darbesi,
Varlığı kucaklayan o hayâl mucizesi
O dört başı mamur sur; sinesinde, kaderin
Sonsuz kaynaştığı; en eski devirlerin
Çağımızla yan yana otağ kurduğu duvar,

286
Bağrında, asırların, teftiş gören ordular
Gibi, hep bir ağızdan: ‘Burdayız’ dedikleri
Tekmil mevcutlarıyla nöbet bekledikleri
O hisar yoktu artık ortada. O kıtanın
Yerinde adacıklar belirmiş, o cihanın
Sinesinde mezarlar yükselmişti: Sütunlar
Hâlâ heybetliydiler, hâlâ ayaktaydılar,
Ama üstleri boştu... Asırlar darmadağınık,
Asırlar parça parça uzanıyordu artık.
Hepsi de yaralıydı, sakattı, perişandı...
Gölgeler bir bataklık, gölgeler bir ummandı,
Yıkılan asırları kucaklamıştı gece,
Sisler sarmaş dolaş, bulutlarla iç içe,
Bir rüyanın perişan enkazıydı bu mahşer,
Viran, uçsuz bucaksız bir köprüydü... Kemerler
Birer birer çökmüştü. Neredeyse uçuruma
Karışacaktı... Yahut muazzam bir donanma
Bozguna uğramış da batıyordu... Fırtına,
Zirveleri dolaşan o kekeme, boyuna
Aynı sözle başlar da bitiremez, bocalar;
O kesik, o karanlık, o garip cümle kadar
Müphemdi, perişandı, bir acaipti bu sur.
Yalnız gelecek günler, soluk bir fecrin mahmur
Pırıltısı içinde dal dal ve çiçek çiçek
Açılıyor, bulutlar arasından geçerek
Bir yıldız gibi mağrur yükseliyordu, insan
Yıldırım görmüyordu ama, o ihtişamdan
Tanrının varlığını seziyordu.

O kaypak,
O loş pırıltıları yer yer ve yaprak yaprak
Aksettiren; âtiyi, mâziyle aydınlatan
Bu kitap o esrarlı, o karanlık rüyadan
O canlı heyülâdan doğdu.
Fevza, kafamda mısra mısra billurlaşırken,
Doğum sancılarıyla kıvranırken şuurum
Baş ucumda bir hayâl belirdi: vakur, mağmum,

287
Tarihin hemşiresi efsaneydi bu... Sonra
O gitti tarih geldi... İkisi de sırayla
Birşeyler karaladı, önümdeki deftere...
Mâziden, uçurumdan, karanlıktan esere
İntikal eden nedir? Soluk bir takım izler...
Hak’ın iradesiyle fırtınalı denizler
Gibi coşup kabaran devrimlerin yankısı,
Zelzeleden sonraki o enkaz yığıntısı,
İstikbalin bulanık fecriyle pırıldayan
Molozlar... İnsanların kırık dökük, perişan
Yapıları... Bağrında karanlıklar barınan
Çağların harabesi... Ve gökte zaman zaman
Yıldızlaşan bir fikir... Korkunç bir salhane bu,
Ölümün barındırdığı uğursuz kâşâne bu.
Duvarlarını kader örmüş bu viranenin,
Ama saçaklarında bazen şuh bir güvercin,
Bazen de bir ışık var... O kuşun adı: Ümit
O yıldızın: H Ü R R İY ET.. Ve sonra vakit vakit
İğrenç taş yığınları arasında sürünen
İfritler, ejderhalar ve sislere bürünen
Hudutsuz, hâilevi bir enkaz silsilesi.
Kadim Babil’in tüyler ürperten bakiyyesi...
Perişan kulesidir bu kitap varlıkların,
Hayrın, şerrin, mâtemin ve fedakarlıkların
Hâzin âbidesidir... Ufuklara hükmeden
O yalçın, o serâzat, o mağrur silsileden
Bugün ne kaldı? Dağınık, kırık dökük, derbeder,
Karanlık vadilerde seraplaşan şekiller,
Çirkin yığınlar, garip bir harabe azmanı;
Beşerin yavuz, sonsuz, perişan dâsitânı.

Kaynak: Victor Hugo, “Yüzyılların Efsanesi: Bu Kitap Şu Rüyadan Doğdu”,


Dönem, (Çev. Cemil Meriç), sn. 2, sy. 17, s. 2-3, Şubat 1965; krş. “Asır­
ların Efsanesi: Bu Kitap Şu Rüyadan Doğdu”, Hareket, VII/82, s. 50-56,
Ekim 1972; “Asırların Efsanesi; Bu Kitap Şu Tecellîden Doğdu", Ümran­
dan Uygarlığa, s. 259-266, İstanbul 1974

288
Cemil Meriç’e Mektup

Sabri Esat Siyavuşgil

Hernani tercümeni sayfa sayfa okudukça, bilsen sana ne kadar acı­


dım, kendimi ne kadar suçlu hissettim. Manzum tercüme, hem de Victor
Hugo’dan. Fransız romantizminin ilk meydan muharebesi ve ilk zaferi,
cihan edebiyatına şeref veren bir âbide! Kimbilir, ne kadar da göz nûru
döktün, kaç gece uykusuz kaldın, bir mısraın inadı, bir kafiyenin serkeş­
liği kimbilir sana ne kadar ıztıraba mâloldu.
Bu sancıları ben de tattım da bilirim. Güzel tercümeni okurken, o eski
günleri yeniden yaşar gibi oldum ve üzüldüm. Kendimi suçlu buldum.
Eğer büyük bir tevazu’la bana ithafında söylediğin gibi, bu yolda sana ör­
nek olmuşsam, bilmeyerek sana kötülük etmişim, göz nûruna kıymışım,
seni bir hülyanın, bir vehmin kurbanı etmişim.
Belki şimdiden ayılmışsındır, ama ben yine sana hakikatin bilançosu­
nu çıkarıvereyim. Maarif Vekâleti, bu ömür törpüsü himmetinin maddî
karşılığını mısralardaki kelimeleri birer birer sayarak düz yazı hesabına
ödeyecektir. Eline verecekleri birkaç yüz liradan kağıt ve daktilo mas­
raflarını çıkardıktan sonra, avucunda kalana bakma, utanırsın. Sakın,
ikinci baskı ümidine de düşme. O Hernaninin kardeşi Ruy Blas üçbin
mevcudunu on yılda tüketemedi.
Manevî mükâfata gelince, ona da fazla bel bağlama. Bir Maarif ma­
dalyası yok ki verilsin. Gazetelerimizde ne yer, ne de heves kaldı ki bu

289
yaman emeğin takdir edilsin. Başı bir tekkeye bağlı olmayan edebiyat
mecmuamız çıkmıyor ki anandan öğrendiğin Türkçe ile vezin ve kafiye
kullanmak cüretini hoş görerek sana iltifatta bulunsun. Ama bir teselli
noktası var. Sabreder de beklersen, bundan üç asır sonra bir müsteşrik
çıkar, benim Ruy Blas ile senin Hernani tercümeni bir kütüphanede keş­
feder, ilim ve edebiyat âlemine tanıtır, o zaman Garplılar:
— Vay, Victor Hugo üç asır evvel Türkiye’de manzum olarak tercüme
edilmiş de haberimiz yokmuş, derler.
İşte maddî ve manevî mükâfatlarının bilançosu!
Sen tut da dedikodu muharriri olacağına, manzum tercümeler yap.
Mayk Hammer’e dudak bük de Victor Hugo’yu seç. Olacak şey mi bu, a
Cemil Meriç!
Bu emeği pehlivanlığa verseydin, Kırkpınar’da başa güreşir, altın saat
kazanırdın. Futbola himmet etseydin, şu mevsimde en az yirmibin lira­
ya transfer olurdun. Şarkı söylemeyi öğrenseydin, Pırlanta gazinosunda
gecesine bin lira kıvırırdın. Resmini gazetelerin ilk sayfasına basarlardı,
gittiğin yerde itibar görürdün, kimse arkandan “Edebiyatçı!” diyerek se­
ninle zevklenemezdi.
Bu cevherini neden başka yerde göstermedin de ille iğne ile kuyu kaz­
mayı ve üstelik bizden iltifat beklemeyi denedin, a çocuk!
Etrafına hiç bakmadın mı? Mösyö Seguin’in Keçisi hikâyesini de bil­
mez değilsin, hani. Keyfinin istediğini yapmak sevdasıyla kurda yem
olan o keçinin misali de seni ürkütmedikten sonra, sana felâh yoktur,
zavallı Meriç’im!
Sanki sana yok da bana var mı? O da ayrı hikâye!

Kaynak: Sabri Esat Siyavuşgil, “Cemil Meriç’e Mektup", Yeni Sabah, 18 Ha­
ziran 1957

290
Cemil Meriç Kaynakçası

B urada, Cemil Meriç'in kitaplarının sadece tarafım ızdan tedkik edilen


baskılarına işaret olunm uş ve zaten m etin içerisinde zikredildiğinden
ö türü yazarın atıf yapılan makale, günlük kayıtlan, ders notlan, mektup,
sohbet, söyleşi ve konuşm alannm tek tek künyelerinin verilmesine aynca
lüzum görülmeyip sadece yer aldıklan kitap, gazete ve dergi adlan yayım
sırasına göre zikredilmiştir.

I. Kitaplar
A. Telif
1. Hind Edebiyatı, İstanbul 1964; Bir Dünyanın Eşiğinde, 1976, 1979,
1994
2. Saint-Simon: İlk Sosyalist, İlk Sosyolog, İstanbul 1967, 1995
3. Sosyalizm ve Sosyoloji Tarihinde Pierre Joseph Proudhon (1809-
1865), İstanbul, 1969 (ayn basım)
4. İdeoloji, İstanbul, 1970 (ayn basım)
5.B u Ülke, İstanbul, 1974, 1975, 1977, 1979, 1985, 2004
6. Ümrandan Uygarlığa, İstanbul, 1974, 1977, 1979, 2005
7. Mağaradakiler, İstanbul, 1978, 1980, 2005
8. Kırk Ambar, İstanbul, 1980, 2004-2006
9. Bir Facianın Hikâyesi, Ankara, 1981
10. Işık Doğudan Gelir, İstanbul, 1984
11. Kültürden İrfana, İstanbul, 1986
B. Tercüme
1. Honoré de Balzac, Altın Gözlü Kız, İstanbul, 1943
2. Honoré de Balzac, Onüçler’in Romanı: Ferragus, İstanbul, 1945
3. Honoré de Balzac, Otuzundaki Kadın, İstanbul, 1945
4. Honoré de Balzac, Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti, İstanbul,
1946,1973
5. Victor Hugo, Hemani, İstanbul, 1956, 1966
6. Victor Hugo, Marion de Lorme, İstanbul, 1966 (M.S. Kılıççı ile
ortaklaşa)
7. Antoin Meillet-Michel Lejeun, Dillerin Yapısı ve Gelişmesi,
İstanbul, 1967 (B. Vardar ile ortaklaşa)

293
8. Uriel Heyd, Ziya Gökalp’in Hayatı ve Eserleri, İstanbul, 1980 [L.
Çataloğlu ile ortaklaşa]
9. Thornton Wilder, Köprüden Düşenler, İstanbul, 1981 (L. Çataloğlu
ile ortaklaşa)
10. Maxime Rodinson, Batıyı Büyüleyen İslâm, İstanbul, 1983
C. G ünlükler, D ers N o tla n , S ohbet, Söyleşi ve K o n u şm alar
1.Jurnal /-//, (haz. M ahm ut Ali Meriç), İstanbul, 1998 (1. bas. 1992-
93)
2. Sosyoloji Notlan ve Konferanslar, (haz. Ümit Meriç), İstanbul, 1993
3. Cemil Meriç ile Sohbetler, (haz. Halil Açıkgöz), İstanbul, 1993,2005
4. Cemil Meriç ile Söyleşiler, (haz. Mehmet Tekin), İstanbul, 2003
5. Bulutlan Delen Kartal: Cemil Meriç ile Konuşmalar, (haz. M.
Armağan-S. Coşkun), İstanbul 2004
6. Cemil Meriç, (haz. M urat Yılmaz), Ankara, 2006

11. Dergi ve G azeteler

1940
1. İnsan (1941)
2. Yeni Edebiyat ( 1941 )
3. Yeni Yo/(1942)
4. Ayın Bibliyografyası (1942)
5. Yurt ve Dünya ( 1944)
6. Yücel (1944-1946)
7. Tan (1944)
8. Tasvir ( 1945)
9. Gün, (1945)
10. Amaç (1946)
11. Yeni Sabah ( 1946)
12. Yedigün (1947)
13. Yirminci Asır ( 1947-1948)

1950
14. Yirminci Asır (1953)

1960
15. Sosyoloji, ( 1964-1968)
16. Yapraklar ( 1964-1965)

294
17. Dönem (1965)
18. Çağn (1965-1966)
19. Yeni İnsan (1967-1970)
20. Hisar (1967-1980)
21. İş ve Düşünce (1968)

1970
22. Katkı (Eylül 1970-Ocak 1971)
23. Türk Edebiyatı (1972-1984, 1987, 1993)
24. Hareket (1972-1979)
25. Ortadoğu (1974)
26. Tercüman (1974)
27. Yeni Sanat (1974)
28. Millî Gençlik (1975)
29. Kubbealtı Akademi (1975-1979)
30. Töre (1976)
31. Sebil (1976-1977)
32. Büyük Gazete (1976)
33. Pınar (1977-1979)
34. Köprü (1977-1979)
35. Yeni Asya ( 1977)
36. Divan (1978)
37. Devlet (1978)
38. Büyük Doğu (1978)
39. Afesın VÎ2&/İ Yıllığı (1978)
40. Gerçek (1978-1979)
41. Son Havadis (1979)
42. Meşale (1979)
43. Birikim (1979)

1980
44. A4ı7/ı Eğitim ve Kültür (1980-1983)
45. Millî Kültür (1980)
46. Yeni Devir (1981-1983)
47. Kız&o Edebiyat (1982)
48. Mavera (1982)
49. flam/c (1983)
50. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi
51. Doğuş Edebiyat (1983-1984)
52. Tarih ve Toplum (1984, 1987, 1994)

295
53. Hürriyet-Gösteri (1985, 1989)
54. Boğaziçi (1985)
55. Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi (1985)
56. Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı (1986)
57. Yeni Nesil (1987)

1990-2000
58. Türk Edebiyatı (1993)
59. Yeni Şafak (1997, 2006)
60. Cogito (2002)

296

You might also like