Professional Documents
Culture Documents
Eserleri:
1 9 9 3 'te Elmalılı Hamdı Yazır'ın Hak Dini Kur'an Dili: Kur'an-t K e
rim ve Meal ini hazırlayıp notlandıran yazann 1995'ten itibaren ya
yımlanmış başkca eserleri şunlardır: Başörtü Risalesi (1995):
K u r'an'ı Anlam anın Anlam ı (1995): Sözün Özü: Kelam-ı İla-
hi'nin Tabiatına Dair (1996); Sözlü Kültürden Yazılı Kültüre:
A nlam ın Tarihi (1997); Türkçe Kur'an ue Cum huriyet İdeolojisi
(1998); K u r’an, Dil ue Siyaset Üzerine Söyleyişiler (1998).
K ur'an ve Dile Dair (2005); Tarih ue Siyasete Dair (2005): K u r’an
Çevirilerinin Dünyası (1999); B ir Siyasi P roje Olarak Türkçe İba
det (1999); Bir K u ro n Şairi: M ehm ed A k if ue Kur'an Meali
(2000); PhiloSopiaLoren (2004); A rasokaklarm Tarihi: Hatıralar
ue Hatıratlar (2004); Keşf-i Kadim: İmam G azali'ye Dair (2004);
F elsefe'nin Türkçesi: Cum huriyet-Felsefe-Eleştiri (2004); Düşün
c e Düşlenir (2005), A k if’e Dair (2005), M ehm ed A kif'in Kur'an
Tercüm eleri (2005); Meşrutiyet'ten C um huriyet’e Din ue Siyaset
(2005); B ir M abed Bekçisi (2006); Bir Mabed İşçisi (2006); Bir
Mabed Savaşçısı (2007): Daireye Dair (2007); Hz. İnsan (2009),
Ölümün Dört Rengi (2009)
HAKİKAT VE HURAFE
Kapı Yayınlan 198
Edebiyat 31
HAKİKAT VE HURAFE
D ü ca n e C ü n d io ğlu
ISBN: 978-605-4322-07-7
Sertifika No: 10905
K a p ı Y a y ın la n
Ticarethane Sokak No: 53 Cağaioğlu / İstanbul
Tel: (212) 513 3420-21 Faks: (212) 512 3376
e-posta: bi!gi@kapiyayiniari.com
www.kapiyayinlari.com
Baskı ve Cilt
M elisa M a tbaacılık
Çiftehavuzlar Yolu Acar Sanayi Sitesi No: 8 Bayrampaşa / İstanbul
Tel: (212) 674 9723 Fax: (2121674 9729
Genel Dağıtım
A lfa B a sım Y a y ım D ağıtım Ltd . S ti.
Ticarethane Sokak No. 53 Cağaioğlu / İstanbul
Tel: (212) 511 5303 Faks: (212) 519 3300
DENEME
Dâd u feryâd eyleyince derviş, dediler ki: ol mecnûn siyah-mest
Ne bilsinler aşk şarabın içmeden hep mest-i müdâm idi derviş
Melâmizâde Kemâleddin Efendi
içi n d e k i l e r
önsöz xi
ben hakikatim 1
ya ben öleyim mi söylemeyince? 4
ben ki şiirimi nesrimle yazdım 7
burnum değdi(ğinde) bumuna yokun 9
sevda kuşun kanadında 12
sevda şimdi kimin kanadında? 15
söyle bana, denizkızı niçin ağlıyor? 18
melâmet daşı 21
kurb-i sultân âteş-i suzan 24
akıntıya kapılmayanlan akıntı asla kapmaz 27
ibn'ul-vakt hâlâ orada imiş 30
ve/veya: vâveyiâ 33
hızır'm huzurunda hâzır olmak 36
edatlar tek başlanna bir anlam ifade etmezler 39
hem dilsiz, hem dilsûz 42
ey esirân! 45
ne yazık ki biz suçsuzuz 48
ix
peynir büyük, yol kısa 51
benim neslimin büyük günahı 55
öz-eleştiri: özü-eleştiri 58
hurafelerimizin zerresini bile feda etmeyiz 61
hakikat ve hurafe 64
onlarca hurafe, bizce hakikat 67
hurafesini kaybetmiş bir dünyanın çocuklan 71
islâmsız türkiye, türkiyesiz İslâm 74
ahlâk ile siyaseti birbirine kanştırmak 77
ihtilâl’den inkılâba 81
gazete okuyan adamın imameti câiz midir? 86
hiçliğin grameri 90
islâmcılığın dilsel hermeneutiği üzerine 93
hakikatin zahiri, zahirin hakikati 96
önsöz
xi
Meselelerin bu düzeyde algılanm ası karşısında yargı bildiren öner
melere aynlan alanın k aran lığa ve dahi su sk u n lu ğ a göm ülm esi elbet
te kaçınılmaz bir sonuç. Yargılan askıya alıp şiir'in diline, dii'in dua ve
tem ennisine (daha açıkçası: k elâm 'm sırr u esrarın a) sığınm ak seçe
neğine yönelmeyi, sahile selâm etle varm ak isteyenler için çok görm e
meli o halde.
Tann'nın kendisinin ve sözünün dahi bir hurafe olarak telâkki edil
diği m odem dünyada, şayet müslümanlar insan’m, tarih'in, insani ve ta
rihî olanın hurafe olarak ilan edilmesi karşısında susarlarsa, hiç kuşku
duyulmamak ki bir daha konuşm a imkânını da bulamayacaklardır. Hal
böyleyken niçin pazarlık yapalım ve hiç de gerek yokken hurafelerimi
zin masumiyetinden vazgeçm ek, asri sathîliğe râm olup hakikatimizi fe
d a etm ek gibi sâdedilliklerde bulunalım?
İşte bu nedenle H ak ik at ve H u rafe, herkese hitab etm iyor; bila
kis, herkes’in dışında kalabilmeyi başarm ış küçük ve seçkin bir azınlı
ğı; yani h akikat ile h u rafe arasındaki ue bağlacını kaldırabilme gözü-
pekliğini gösterebilenleri kendisine m uhatab alıyor; zira ancak ehl-i
kıllet, e sa s itibariyle her hakikat’in bir h urafe, her hurafe’nin bir h a
kikat olabileceğini lâyıkı veçhile takdir edebilir ve sad ece onlar hura
felerinin zerresini dahi fedâ etm em ek hakşinaslığını gösterebilir.
H akikat ve H u rafe'nin ateşi; söz’ün hurafesine, yazı’nın hakikatine
olan güvenlerini kaybetmemek amacıyla yola revân olup sırf kıyılardan
çakıltaşı topladıklan için evlerine dönmekte geciken /geç kalan haşan
çocuklann dikkatini çekmek için yakıldı. Sahillerin bu haşan çocukları,
biraz ötelerinde yanmakta olan ateşi görebilirlerse şayet, o ateşin yanı-
başında tıpkı kendileri gibi gecikm iş/geç kalmış bir arkadaşlannın daha
olduğunu ve eve dönebilmek için (evet sadece eve dönebilm ek için)
elindeki çakıltaşlanyla denizi doldurmaya çalıştığını farkedeceklerdir.
D ücane Cündioğlu
Çam lıca, 1 Nisan 1 9 9 9
ben hakikatim
1
ta a d d ü d etm ey eceğin e inandıkları için d e "B e n H ak ikatim !" diye
bilmişlerdi.
“ B en H akikatim !” diyem eyenler, başkalarının tanım ladığı, kim
lerin ve ne suretle girip girem eyeceklerine başkalarının k arar ver
diği bir h a k ik a tle r d â ir e si içerisinde kendilerine bir yer bulm uş ol
m aktan dolayı sevinebilirler; so n ra d a sanki bir anlam ı varm ış gibi
"S iz bizi böyle kabul edin, biz d e sizi öyle kabul e d e c e ğ iz ” dem eyi
gelişm işliğin bir tezahürü ad d ed ip bunu bir d e h ak a r a m a m ü c a
d e le si diye adlandırabilirler. B aşkalarının tanım ladığı bir hakikatler
d âiresi içerisinde yer tutup ikam et e tm e k ... V E S O N R A “ B e n H a
kikatim !” diyebilm ek... İşte bu m üm kün değil!
“ H erşey im kânla m üm kündür!” dem işti atalarım ız. M ü m k in ât
âlem inde değişenlerin, değişebilenlerin peşinden gitm eyi başkalan-
n a bırakm ışlar, on lar h ep sabit olan a, d eğişm ez olan a ehem m iyet
verm işlerdi ve bunun içindir ki “B e n H akikatim !" diyebilmişlerdi.
H uzur dolu, sükun dolu insanlardı atalarım ız. H u z u r ve sü k u n
sözcükleri, sabit olm ak, sabit kalm ak, d eğişm em ek , b a şk alaşm a
m ak m ân âsın a geliyordu bir zam anlar. “H azır o lm ak ” tâbirindeki
h u zur: kım ıldam adan beklem ek, sabit kalm ak dem ekti, tıpkı sü k u n
sözcü ğü gibi. “S ü k û n ’ul-arz” tâbiriyle dünyanın dönm ediğin e işaret
edilir ve sü k u n e t sözcüğüyle sü b u tiy et kastedilirdi. B u nedenle, s a
bit olm ak, m uhkem bir m evzide ikam et etm ek, h u zu r ve sü k u n eh
li olm ak dem ekti. Huzurlu olm ak, sakin olm ak hâli, an cak d eğ işe
n e iltifat etm em ekle, geçici olanı süpürüp atm akla, sabit ve m uh
kem olanı izlem ekle, özlem ekle elde edilebilirdi. T ağ y ir ve tebdil
(değiştirm ek), “ tahrif etm ek " dem ekti ve tahrif, lânetli bir işti.
Şim di m o d e rn le r sabit olan a (sübutiyete), d eğ işm ey en e, d eğ iş
m eden kalana değil de d eğ işen e, d eğişip gelişen e rağ b et ediyorlar.
“S e n hâlâ o ra d a m ısın ?”' diye soruyorlar, o r a d a olm adıkları, o r a
d a kalm adıklan için de huzur ve sükun bulam ıyorlar. B u nedenle
2
değişm ezliğin sem bolleri olan bu iki sözcü ğün m efhûm unu, d e ğ iş
m enin sonuçları haline getirem iyorlar.
“ E şy a n ın h ak ik atle ri sa b ittir ” dem işti atalanm ız. Bu sözü
am entülerinin b aşın a yerleştirm işler; so n ra d a “ ilim bu sü bu tiyet-
le ta h a k k u k e d e r ” diye eklem işlerdi. Şim di kim se hakâik’ul-eş-
y â ’nın sa b it olduğuna inanm ıyor, in anm ak istem iyor. B u yüzden
kim se ilim sahibi olam adığı gibi, ilim sahiplerini d e tanıyam ıyor.
D eğişen i bilm ek istiyor in sanlar, bildikleri değiştikçe, bilgileri de
d eğişiyor ve bu biteviye sürüp gidiyor.
B u oyn ak ve kaypak zem in de kim “ B en H akikatim !” diyebile
cek, kim kendi hakikatiyle ay ak ta kalabilecek? Ö yle y a, kendi h a
kikatleriyle ya d a kendi hakikatlerine istinaden ayakta k alam ay an
ların, başk alan n m tanım ladığı bir g e rç e k lik düzlem inde ay ak ta k a
labileceklerini mi san ıyorsunuz?!
Bırakınız birileri ta a d d ü d eden hakikatfler) dâiresinde yer tut
m ay a çalışsınlar ve h ak ara m a m ücadelesi verdiklerine inanm ayı
sürdürsünler. Bırakınız o birileri bu oyn ak ve k ay p ak zem in e d e
m o k ra tik h a k la r p la tfo rm u adını takarak geçim lerini bu tür hikâ
yeler an latm akla kazansınlar.
K ulak asm ay ın siz bu bezirgân lara, kalkın a y a ğ a ve on lara B iz
H a k ik a tiz deyin. Bakın işte o zam an , an c a k o zam an H ak k ’m (sa
bit ve d eğ işm ez olanın) geldiğini, Bâtıl'ın (geçici olanın) zâil oldu
ğu n u göreceksin iz; an cak o zam an B âtıl’ın bir köpük yığını,
H ak k ’m ise durm aksızın ak an bir çağlay an olduğunu kavrayacak
sınız.
B u a ra d a siz siz olun ve aklınızdan şunu çıkarm ayın; H A K T A
A D D Ü D ETM EZ!
3
ya ben öleyim mi söylem eyince?
C ârûb -i L â.
C â ru b F a rsç a bir sözcük ve ‘süpürge" an lam ın a geliyor. L â ise
A ra p ç a 'd a ‘hayır’ anlam ında kullanılıyor. A n cak C ârû b -i L â tâbi
rinde g eç en ne c â ru b bilinen ‘sü p ü rg e’ anlam ında kullanılmış, ne
d e lâ bilinen ‘hayır’ anlam ında. T asavv u f! bir ıstılah olan C ârû b -i
L ö ’daki ‘ L â ’ , her m üslüm anın bildiği L â ilah e illalla h 'ı (Tevhîd’i)
tem sil etm ekte, c â rû b ise L â ’daki bu anlam ı güçlendirici, teyid ve
tekid edici bir fonksiyon üstlenm ektedir:
L â sü p ü rg e si.
L â sü p ü rg e si'n in anlam ını kavram ak, bu süpürgenin m ahiyeti
ni ih ata ve hatta izah etm ek, keşke bu kavram ın sözlük anlam ları
nı açıklam ak k ad ar kolay olsaydı. F akat galibiyetin gerçek te m a ğ
lubiy et d em ek olduğu bir zam an da, L â sü p ü rg e sin d e n bah is a ç
m ak hiç d e kolay değil. B âtıl’a (geçici olana) rağbetin arttığı, cîfe-i
dünyayı elde etm ek için k argalar gibi so fralara üşüşüldüğü bir d ö
4
nem d e kim L â s ü p ü r g e s ini eline alacak ve Cife-i d ü n y a d e ğ il ker-
k e s g ib i m ak sû d u m u z /B ir b ö lü k a n k a la r ız K âf-ı k a n a a t bek leriz
diyebilecektir?
G üçlenm enin, büyüm enin ve dahi dünyayı ele geçirm enin
m ak sû d -ı a s lî hâline geldiği zam an ım ızda, değil L â s ü p ü r g e s i'ni
ele alm anın, bu tâbiri a ğ z a alm anın bile ateşle oyn am ak d em ek ol
duğunu bilm ez değilim . N e ki birilerinin çıkıp “ Ey insanlar! N e re
ye gid iyorsu n uz!?" d em esi ve gidilen bu yolun, m erhum N ecib Fâ-
zıl'ın deyişiyle bir ç ık m a z so k a k olduğunu söylem esi gerekm ez
m i? Ö yle ya, Kıyam et'in çok yakın olduğunu hatırlam az olduk,
unuttuk âd eta. C en n et ve c eh en n em , um duğum uz ve korktuğu
m uz m ekân lar değil artık. M eleklerle dolu değil evlerimiz ve so fra
larımız. S a ğ ve solum uza niçin selâm verdiğim izi bilmiyoruz, bil
m ek istem ediğim iz gibi yardım d a istem iyoruz. U yarm ıyoruz, uya
ram ıyoruz kim seyi, kendimizi bile.
S ö y lem ek , zo r iş söylem ek. Kişinin söylem ediğinde ölebileceği
şeyleri y o k sa, sö y lem ese d e olur; karşı çıktıklanna karşı çıktığını,
inkâr ettiklerine inkâr ettiğini söyleyem ez, bâtıla bâtıl, m ünkere
m ü n k e r diyem ez. S ö ylem ed iğin d e, söyleyem ediğin de öleceğin e
in anm az çünkü.
A d am yerine konulm ak ad ın a, a d a m olm ayan lan ad am yerine
koym ak ne d e acı! Üstelik o denli d e haysiyet kırıcı. İnançlarım ı
zın, kabullerimizin ve inançlanm ız u ğrun a yaptıklarımızın h ak ol
d uğuna itikad ettiğim iz halde, inanm adığım ız, reddettiğim iz ve b â
tıl olduğunu bildiğimiz şeylerin h ak olduğunu söylem ek, so n ra d a
T eoh id ehlinden sayılm ayı beklem ek.
S ö y lem ek , gerçekten de ne zor iş söylem ek! Evet, kişinin sö y
lem ediğinde ölebileceği şeyleri y o k sa, sö y lem ese de olur.
Söylem ed iğim izd e uğruna ölebileceğim iz şeylerin miktarı gittik
çe azalıyor; söylem iyoruz, söyleyem iyoruz bu yüzden. K ınanm ak
5
tan , gülünç durum a d ü şm ek ten korkuyoruz; bize “ S e n d ah a bun
ları aşm adın m ı?” d en m esin d en çekiniyoruz. K orktuğum uz, çekin
diğim iz içip d e söylem iyoruz, söyleyem iyoruz. İşte biz bu nedenle,
söylem ediğim izde ölm eyeceğim iz şeyleri söylüyor, bu nedenle b o ş
konuşuyor, lâf u güzâf eyliyoruz. Öyle ya zor iştir “ B en hakika
tim !” d em ek. L â s ü p ü r g e s i'ni eline alıp m eydanlara çıkm ak.
Sin si ve korkak, âciz ve zavallı, özgüvenden yoksun ve ey yam
cı in sanlar “B en H ak ik atim !” diye m eydan a çıkam azlar. “ B en h a
kikatim !” diyem eyenler bâtılı süpürem ezler, geçici olanı bırakıp
B â k î o lan a yön elem ezler. Y unus gibi söylem eyince ölem ezler, öl
m em ek için d e söyleyem ezler:
V elhâsıl, sizlere susm anızı, ağzınızı kapam anızı, uslu uslu yeri
nizde oturup hiçbir şe y e karışm am anızı öğütleyenlere kulak a s m a
yın, süpürün hepsini gitsin!
6
ben ki şiirimi nesrimle yazdım
7
H uzura çıkınca huzur bulm uş, sükun bulm uş ve başın ı g ö v d e
sin d e n ay ırıp “ hicranım v a r” d em iş a d a m ... hicranın ruhunu mu-
azzeb eylediğini, rızayı a z ab d a bulduğunu söyley ecek olm uş sö y le
yem em iş... “T a m vaktiydi söyleseydin y a ” d em işler, ad am "kan
gelm ed en vakit g elm ez ki" diye cev ap verm iş...
K an gelm iş ve fakat yine vakit gelm em iş... vakit gelm iş ve fa
kat bu se fe r kan k u rum uş... pıhtılaşm ış kan ise kim senin üzerine
sıçram am ış, sıç ra y a m a m ış... “ H epim iz tem iziz” dem işler, “elimizi
kan a bulam adık, iyiye iyi, kötüye kötü dem edik: bir tek c an ım ız
vardı, onu d a çıkarıp ön ün üze atıverdik!”
Böyle dem ekle en büyük günahı işlem işler; zira başk aların a d e
ğil, kendilerine yalan söylem işler. Evet, can bir tek can im iş am a
bu c a n onların can ı d eğilm iş... Kendi canlarını değil, onun canını
fed â etm ek istem işler... O nun canı cansızm ış o y sa ... o sa d e c e o
im iş; çünkü bir kere o a d a m , o lm u ş ; a d a m o lm u ş ; ad am , ö l
m ü ş ... “canı ce h e n n e m e " dem işler, canı ceh en n em o lm u ş...
“ K o n u şsan a be a d a m !” dem işler kon u şam am ış, c e v ap v e rem e
m iş, sükûta d ü şm ü ş, o d a çaresiz sükût etm iş, şiir ok u yacak olm uş
ok u y am am ış, “ İnşâd benim neyim e, ben ki şiirim i n e srim le y az
d ım " diyecek olm uş d iy em em iş... “B e n k i...” dem ek le yetinm iş
sa d e c e , ve fakat an layan an lam ış...
D erken a şk gelm iş, a şk a gelm iş ve ad am şakım ış bülbüller gibi,
a m a sa d e c e g ü l için... g ü lle r için şakım ış... S ö z ü terketm işken s ö
ze gelm iş, sö z gelm iş çünkü... O d a beklem em iş, terki terketm iş,
sözden ayrılam am ış, sözü kendinden ayıram am ış, sö z verm iş, s ö
ze can verm iş, sö z için can v erm iş...
İşte ad am böylece can d an geçip can a n a erm iş...
Y az olm uş, yazan ölm üş; sö z uçm uş, yazı kalm ış; en nihayet
“ h erkes m uradına erm iş" ve bu m asal d a bu rada bitivermiş.
8
burnum değdi(ğinde) burnuna yokun
9
halde ve korkuyla beklerken adının ok u n acağı ânı, unutm uş adını,
hatırlayam am ış. A dını h atırlam ak istem em iş, hatırlam am ak için
hiçbir şeyi.
“ Kimliğimizi, kişiliğimizi oluşturanlar, bizlere yalnız b aşın a yü
rüm eyi öğretm ediler m i?” diyerek sesin i yükseltti m ütehakkim bir
edayla. V E so n ra , “ K endi kendim ize yetebileceğim ize, b aşk aların a
m uhtaç o lm ad an , kim seden yardım alm ad an , tek b aşın a bu dün
y ay a anlam verebileceğim ize inandırm adılar mı bizleri?” diye so r
du, sanki cevabını biliyorm uşum gibi.
“Y ol gösterilebilir durum da h issetm ek kendimizi, bize acı verir.
N edendir bilinm ez h ep yol g ö sterm ey e alışm ışızdır ve yine o yüz
dendir bütün san cım ız, sıkıntılanm ız ve dahi ızdırabımız. K endim i
zi, yol gösterilebilir bir d u ru m a d ü şm ü ş olarak hissettiğim iz an d a
ızdırab çek m ey e başlarız, zira h ep yolum uzu bulacak bir biçim de
donandığım ıza, donatıldığım ıza inanm ışızdır. O halde nasıl kabul
edebilir, nasıl ciddiye alabiliriz ciddiyetten nasibi olm ay an birtakım
kılavuzlann çiziktirdikleri haritaları?
Biz ki g en ç ad am lar, istem edik kim seleri yanım ızda ve h e p tek
başım ıza aşab ileceğim ize inandık o dik yam açları. Y aln ız olursak,
y aln ız kalabilirsek, y a ln ız yürüyebilirsek, varabiliriz, v aro lab iliriz
dedik, sürülerin içinde tüm sürülere inat!
Isıttığında vücudum uzu so ğ u k çeliğin so ğu k kabzası ve bir d e bir
avuç ç e k ird e k doldurm uşken ceplerim ize, niçin korkacaktık karşı
m ızdaki o acım asız d ü n y ad an ? G erçekten d e o korkulası dünyadan
hiç korkm adı g e n ç yüreklerim iz!”
“ Oflu Ş â ir ’e sözüm var, gitm em gerek " diyecek oldum ve fakat
dinlem edi bile beni. O y sa m eşguldüm ve birçok işim vardı; suların
üzerine yazı yazacaktım m eselâ.
G en ç ad am teb essü m etti, “Hatırlıyorum , tam o n b e ş gün so n
ra an cak ayn aya bakabilm iştim ” diye d e ilave etti ardından. İzi alın
10
m ış parm aklarından m ürekkep lekesini çıkarm ak için karşısına
geçtiğin d e aynanın, tan ıyam am ış yüzünü. Kendisi gibi aynanın da
sırları dökülm üş çünkü!
Şü p h elerim d e haklıym ışım ; şâirm iş bu ad am . Çünkü h em en bir
ah b ab ın a ait olduğunu söylediği bazı m ısralar döküldü ağzından:
11
sevda kuşun kanadında
12
du; âlem fe sa d a verildi, elâlem nifaka sokuldu; kimileri bağırdı, ki
mileri çağırd ı, lâkin sö z kâr etm edi; g e c e oldu karanlık bastı, k a
ranlıkta karın calar kararın ca, h er h ân e kad r u kıym etince, her
â d e m kudret ve kuvvetince el verm ek istediler olm adı, attılar atıl
m ad ı, sattılar satılm ad ı, b o şa koydular d olm adı, doluya koydular
alm ad ı; ç are siz a şıp sa rp kayalıkları, çıktılar dik y am aç lara, tır
m an d ılar yü ce d ağlara.
V E d a ğ b a şın d a ....
r a s tla d ıla r a k sa k a llı birisin e...
bin yıllık bir h alıya
bin y ıld an beri
b a ğ d a ş k u rm u ş bir ç ın a r g ib iy d i...
İçlerinden saç ları k ara , gözleri k ara, yaşı k ara , başı kara, b a h
tı k ara bir g e n ç kalkıp so rd u o n a: “A şk n e u stam , hayatın sırrı
n e !? T e p e d e n tırn ağ a âşığ ım b e n ... K o sk o c a bir h ay at var ö n ü m
d e .. . ”
U sta c ev ap verdi:
H ayat sırrının suyunu çeşm elerden bulam azsın, ansızın bir de
li çaydan içersin de konam azsın!
13
V E birdenbire bir nida koptu g aip ten ; bir m ünadı, “Y ü ce A l
lah ” diye haykırdı: “ümidini kesm edi sizlerden .”
M asal bitti, h erşey bitti ve sem an ın kapıları açılıp bir kuş a şa ğ ı
lara doğru süzüldü yücelerden ... süzüldü... süzüldü... V E B â y e z id
M e y d a n ı'ndaki gül bahçesinin ortasın a konuverdi.
H âlâ anlatılır; rivayete g ö re o kuş, o gül bah çesin i kendisine
m esken ed in m iş... K a r fırtına d em ed en , yağm u ra, tipiye, doluya
aldırm adan o küçücük kanatlarını, b ah çe içinde sa y ıla rı g ittik ç e
a z a lm a k ta o la n o re n g â re n k g ü lle rin üzerine germ ey e çalışırm ış
ve um utla, özlem le h ep b a h an n geleceği günleri beklerm iş.
İşte çocuklar, s e v d a , bu yüzden o kuşun kan adında imiş.
14
sevda şimdi kimin kanadında?
15
ğırm ışlar, yapraklarını yolm uşlar, dikenlerini kırm ışlar, köküne kib
rit suyu d ökm ü şler... H âsılı on lar kızmış a m a O kız değilm iş, O bir
erkekm iş. Bu yüzden kızm am ış, b ağırm am ış, cev ap verm em iş, s a
d e c e m ırıldanm ış: “ H epinizin canı ceh e n n e m e !"
H epsinin canı c eh en n em e gitm iş, o d a canları sıkılm asın diye
ceh en n em d e onları yalnız bırak m am ış... Kızan d a ceh en n em d e,
kuzen d e ... Ç aresiz h ep birlikte halay çekm işler, şarkı söylem işler,
ağıtlar yakm ışlar... o zam an çaresiz a te ş d e sön ü verm iş, a te ş s ö
nünce gün aydınlanm ış, p u s dağılm ış, sim itçiler simitlerini, g az e te
ciler gazetelerini satm ışlar... beyaz m artılar kanlı kanatlarını lekeli
sulardan çekm işler, seslerini kısm ışlar, gözlerinde y aşlar kuzeye
d o ğ ru kan at çırpm ışlar.
İstanbul küçülm üş: İstan b u l olm uş.
istan b u lu n sokakları, yollan, m eydanları artık ıssızm ış a m a
okullar doluym uş, h ocalar od aların da, öğren ciler am filerde, h ad e
m eler kap ılard a, polisler otobüslerinde im iş... çünkü ölen ölm üş,
ortaklık bozulm uş, y organ gitm iş k av ga bitm iş...
A k sakallı biri d ağlard an inm iş, m eydan a gelm iş, “ hani nered e
benim o ren gâren k güllerim ?" dem iş. “ Deli m isin b e a d a m ? ” d e
m işler an lam am ış, su sar gibi olm uş su sm am ış, kızar gibi olm uş kız
m am ış, bağırır gibi olm uş b ağırm am ış, sa d e c e gü lm ü ş, evet o g e r
çekten d e bir gülm üş. “ B ir zam an lar bu şehirde köp eklere dah i d o
kunulm azdı” d em iş. “ Siz ise güllere dokundunuz!”
K ö pek lere dokunanlar lanetli idiler, lanetlendiler; güllere d oku
n an lar d a lanetli idiler, lanetlendiler!
A k sakallı ihtiyarın sözü anlaşılm am ış, çünkü bu topraklarda
sö z anlaşılm azm ış, duyulurm uş... V E sö z duyulm uş... D erken ak
sakallı, m eydandaki bahçeyi ara m ay a b aşlam ış... ara m ış... a ra
m ış... a ra m ış... B ah çey i b ulam am ış, gülleri g ö re m e m iş... Birden
aklına sevdayı kanatlarında taşıyan o m inik kuş gelm iş...
16
Minik kuş bir duvarın dibinde yatıy orm u ş... üşüyorm uş minik
ku ş... gözleri yaşlı, kan atlan kanlı im iş... A k sakallı yı görü n ce,
d oğrulm ak istem iş d oğrulam am ış, kırık kanatlarını aç m ay a çalış
m ış a ç a m a m ış ve fakat ara la m ış... “ B ak , sev d a hâlâ kan adım da"
dem iş; lâkin ta n ım a z o ld u m en i t a n e d e n ehl-i riy a/şü k r kim hâ-
lü m i ey a ş k d iğer-gû n e td ü n ...
A k sakallı ihtiyar minik kuşu usulce eline alm ış, g ö z yaşlarını sil
m iş, kanatlarını o k şam ış ve avuçlarını se m â y a yükseltip minik ku
şun uçm asını beklem iş ve uçuverm iş m inik kuş. Bir sü re m eydanın
ü stünde d aireler çizm iş, so n ra göklere yükselip gözlerden kaybol
m uş. K im se bir d a h a n e o minik kuşu, n e d e o a k sakallı ihtiyan
görebilm iş.
V E şim di B â y e z id m eydanı bo m b o şm u ş. K u ş uçm uş, ak sak a l
lı gitm iş, sev d a tükenm iş, m asal bitm iş. H erk es gökten d ü şecek el
m ayı beklem iş a m a elm a düşm ekten vazgeçm iş.
17
söyle bana, denizkızı niçin ağlıyor?
18
kat içi b o ş sözlerin ard ın d an gittiklerini fark etm ek yerine, h ay a
tın gerçek lerin i kavradıklarını söy lem ey i yeğliyorlar. H aysiyetli
sav aşçıların soylu d uruşların a özen m iy orlar, idealleri u ğru n a s a
v aşıp açlık ve sıkıntı çek ecek lerin e korkakların izini tak ip ed ip te
m erküz k am p ların d a dağıtılan bir ta s y iyeceği elde etm ey e çalışı
yorlar.
O halde can lan n ı sıkm am ak, başlarını belâya so k m am ak g e re
kir p aryalan n . Ç ünkü karşı koym ak soylulara yaraşır ve dahi öz
gürlük özgürlüğün bedelini öd em ey e hazır asillerin hakkıdır.
İki dünya ara sın d a kalm ak zordur, zira a ra d a kalm ak zordur.
T ercih y ap a m a m a k , ne serd en ne d e yardan ge ç e m e m e k korkak
ların şiarıysa şay et, balta girm em iş orm anların kuytuluk köşelerin
d e baltalannı aram aları g erek m ez mi o sevd alan n ı to p ra ğ a g ö m
m ü ş savaşçıların ?
A talan n a ihanet etti bu top rağın çocuklan . G eçm işlerinden
utandılar, tarihlerinden utandılar, kendilerini büyük y ap an büyük
lerinden, büyüklüklerinden utandılar. U tananların bu acım asız dün
yad a bir yeri o lam ay acağın ı bilem ediler. V E hakaretlere uğradılar,
tahkir edildiler, h akarete uğram ayı d a tahkir edilm eyi d e hakketti
ler çünkü.
Şım ard ılar, şım artıldılar, şım arttılar, en nihayet şımarıklıklannın
cezasını ödediler; âlem i kör, el-âlem i se rse m san dılar. İstediler ver
diler, istem ediler yine verdiler, bir zam an geldi istem edikleri kadar
verdiler. Verdiler aldılar, verm ediler alm adılar, bir zam an geldi s a
d e c e verdikleri k ad ar alm ay a alıştılar.
M etafiziğini yitirmiş dünyanın çocuklannm sa ç la n ağard ı, g ö
nülleri yaşlandı, gözleri y aşlan dı... sustu dilleri... yalan söyleyen dil
ler su stu ... yalanı hakikate tercih ed en , hakikate değil yalan a m ey
leden kalpler su stu ... gün geldi d ağ başındaki ak sakallı dahi sustu.
Bunun üzerine denizkızı ağlad ı, deniz ağlad ı, kız ağladı.
19
Akıntıya karşı kürek çek m ez oldu çocuklar. A kıntıya kapılan
ağabeylerinin ardından bak arken kendileri de su üstünde k ay ıp git
tiler, k a y b o lu p gittiler ve bir sü re so n ra h ep si d e k a y b e d ip gittiler.
Denizkızının ağ lam ası işte bundan. Çünkü deniz bitti, kız deniz-
siz kaldı. Kız gitti, deniz kızsız kaldı. V E o günden so n ra denizkızı-
nın içinde içini yakan bir sızı kaldı.
20
melâmet daşı
Sevgili d ostum .
B e n , -bir m ütefekkirin deyişiyle- h a sb î te fe k k ü re inananlardan
değilim . K endim i bildim bileli de hiç ta r a fsız olm adım . Tarafsızlı
ğın b aşk a birşey, dürüstlüğün d ah a b aşk a birşey olduğuna inandı
ğım dan , hem taraf oldum , hem de dürüst olm aya çalıştım . B u n e
d enle, ta r a fsız fik irleri seslendirdiklerini iddia ed en zevatı d a hep
tebessü m le izledim ve tabiatıyla n e kendilerini, n e de fikirlerini cid
diye aldım .
H a s b î te fe k k ü r adı altında kam uoyunun huzuruna çıkarılan
görüşlerin; parlatılan, cazip hâle getirilen ve yaygm laştınlan sö y
lemlerin d e keza n e tür bir siyaseti tahkim ve tezyife yaradığını, ya
rayabileceğini h e p m erak ettim durdum . Parlaklığın gözlerim i ka
m aştırm asın a m ü saad e etm edim ; bunun için elim den geleni yap
m ay a, ister istem ez b aşk a taraflara bak m ay a, bu a ra d a durm adan
etrafta d o laşıp “A aa! C am b az a bakın!" diyen şarlatanlann ellerin
21
d en kurtulm aya gayret ettim . G ayretlerim de ne d e rec e m uvaffak
olabildiğim e gelin ce, bu bir bahs-i diğer. Lâkin gayret sahibi ol
m ak, m uvaffakiyet sahibi olm aktan evlâdır deyû m uvaffakiyet s a
hibi değil, her dâim g ay ret sahibi olm aya ehem m iyet verdim .
Ucuz ad am lard an , ucuz fikirlerden, ucuz işlerden h ep nefret et
tim . H er ne k ad ar h asb î tefekküre inanm adığım ı söylediysem de
ben h er zam an h asb î ad am lara, ivazsız-garazsız k on u şan , inandık-
lanntn bedelini öd ey en , öd em eyi g ö z e alan sâfî sad ak a t kesilm iş
erlere kıym et verdim , d âv â la n n a râm oldum , iddialannı h ep yürek
ten destekledim . Y anlış dediklerinde sözlerine y an lış d em ed im ,
yalnız kaldıklarında onları yalnız kom adım , acın acak hâle geldikle
rinde bir tekm e d e ben vurm adım . Deliyse bizim d e lim iz dedim ,
sah iplendim , atm ad ım , itm edim , satm ad ım , en nihayet deli oldum ,
divâne oldum ; belki dağları delm edim , çölleri aşm ad ım , lâkin Ş i
rin’e Ferhat, L ey la’ya M ecnûn gibi görün düm . Ariflerin soh b etin e
erem ed im , velilerin huzuruna varam adım , ağy ârd an vazgeçtim , yi
n e d e yârin zülfünü görem ed im ; hayfâ ki kitapların arasın d a din
dirm ek istedim acım ı. A şk im iş h er n e uar âlem d e/İlim bir kıyl u
k a l im iş a n c a k sözünü telaffuz ettim ve fakat bir türlü sırrına m az-
h ar olam ad ım .
M eğer sad ra şifâ olm azm ış şu satr-ı m ü rte se m dedikleri. B en
d e uzleti seçtim , inzivaya çekildim , d ah a ziyade tah am m ül göstere-
m eyip nâd an huzurundan itizal eyledim . Savm -ı sam t ad ay ıp cühe-
lâ ön ünde sustum , fakat D u ta b ilse y d im su içerd ü m k ılard u m
d e f i n i diyem edim , iftarımı erenlerin sohbetiyle açtım . D ostlar,
S e n ki g e le sin m e c lise y er m i b u lu n m az /B â ş ü zre yerin uar d e
diler diye terki terkettim . D ağlara çıkm ış iken indim, eteklerinde
hizm eti seçtim ; ez dil u can em ek verdim , öm ür verdim , can ver
dim , vâ e se fâ yine c an â n a erem edim . G ayret ettim ise d e Fuzulî
gibi, “ N e bilür oh u m ayan m ushaf-ı hüsnün şe rh in /Y e re gök d en ne
22
içün indügini K u r’a n u n ” dem eyi b ecerem edim ; açtım Niyazi'nin
divanını, m u sh af-ı h ü sn ü n e çün t e fe ’ü l ey led im b en ; yine d e ara
d ığım a nail olam adım . Hâsılı hiç sesli düşünm edim ; dü şü n cem e
s e s , se sim e can verem edim . Ç o k istedim , lâkin bu can bu tende
kaldıkça ölm eden ö n c e ölem edim .
B âk i selâm lar.
23
kurb-i sultân âteş-i sûzan
Sevgili dostum .
Bir hikâyedir anlatılır: Sultanlardan biri, m em leketin; sözüne
itibar edilir m eşh ûr bir âlim ini elde etm ek için' u ğ raşıp duruyorm uş.
Lâkin her n e yap tıysa bu âbid ve zâhid âlimi kendisine râm e d e
m em iş. Altın keseler gö n d erm iş alm am ış, elçiler g ö n d erm iş dinle
m em iş, fetvalar istem iş verm em iş. B u zât her d em ibadet ve ilim
le m eşgul olur, talebeler yetiştirir, fakir ve fukarayı gözetir, nizâla-
n hail u fasl ed er im iş. N e S u ltan ’ m sarayın d a gözü varm ış, n e de
Su ltan nezdinde m uteber ulem anın yerinde.
Sultan d ah a d ay an am a m ış, ad am ların a şöyle bir em ir verm iş:
“ Gideceksiniz ve bu zâta üç teklifte bulunacaksınız: ya kadılığı ka
bul ed ecek, y a sara y d a çocuklarım ı yetiştirip eğitecek , y a d a s a r a
y a gelip so fra m a m isafir olacak. O n a bu üç tekliften en az birini
kabul ettirm eden sakın geri d ön m eyin !”
Sultanın adam ları d a o âlim in fakirhanesine gitm işler ve o n a.
S u lta n ın k ad ılık teklifini iletm işler. Âlim zât, m azur görülm esini,
24
bu vazifeye lâyık olm adığını söylem iş. B u se fe r S u lta n ’m çocukla
rına m ü re b b ilik yap m asın ı teklif etm işler. K abul etm esinin hem
şeh zadeleri, h em d e S u lta n ’ı çok sevindireceğinden s ö z etm işler.
B u teklifin kendisi için n e k ad ar büyük bir nim et olduğunu, b aşın a
devlet kuşunun k on m uş olacağın ı, vs. anlatm ışlar.
Âlim zât, S u lta n ’ın em rini yerin e g etirm ek ten , on u m em nun
etm ek ten şe re f d u yacağın ı, lâkin sıhhatinin b u n a elverm ediği için
bu vazifeyi yerin e g etirem eyeceğin i b ey an etm iş ve k ibarca bu
teklifi d e red d etm iş. Bun un üzerine a d am la r, hiç d eğ ilse bir kez
sa ra y a gelip S u lta n ’ın so fra sın a m isafir olm asını istem işler. B u
teklifi d e kabul etm ediği takdirde S u ltan 'ın g ü cen eb ileceğim , h at
ta hiddetlenip bunu bir h akaret kabul ed e c e ğ in i m ü n asip bir lisan
la an latm ay a çalışm ışlar. Âlimimiz d e d ü şü n m ü ş taşın m ış ve bu
so n teklifi k erh en kabul etm ek zo run d a kalm ış. E rtesi a k şa m sa
ray a gittiğinde, türlü yiyecek ve içeceklerle dolu m ükellef bir s o f
rayla karşılaşm ış. K en disin e gösterilen y ere otu rm u ş, âfiyetle ye
m eğin i y em iş ve y em ek faslı bitip biraz so h b e t edildikten so n ra
kalkıp evine gitm iş.
Peki so n ra n e o lm u ş? N e olacak, bir sü re so n ra bu âlim hem
s a r a y a m ü reb b i olm uş, h em d e S u l t a n ’ın k ad ılığın ı yapm ış.
B u gün ü n m ürebbilerini, kadılannı şöyle bir gözünün ön ü n e g e
tir. G ençliklerinde ihlas ve sam im iyetleriyle, ceh d u gayretleriyle
tan ın an , takdir edilen p arlak ilim ad am lan n ın , g ö z kam aştıran ay-
dm lann , büyük şâirlerin, yetenekli gazetecilerin, dirayetli yazarla
rın, say g ıd e ğ e r hocaefendilerin, cesu r milletvekillerinin, velhâsılı
kendilerine itim a d , sözlerine itib ar ettiğin o n c a zevâtın hâl-i pür-
m elâlini şö y le bir düşün. B iraz düşünüp taşındığında, bu insanların
halkın gözü n d e büyürken sultanın g özü n d e küçülm elerine, halkın
gözü n d e küçülürken, sultanın gözü n d e büyüm elerine hiç şaşırm ı
yor, bu durum u hiç g arip sem iy o r m u sun ?
25
A cab a ne oluyor d a bekâr od aların da, kahveh ane köşelerinde,
harçlıklarla çıkan dergilerde devlet kurup-devlet yıkan bu m üm taz
gençler, gözleri açılır açılm az kolaylıkla ucuz siyasetlerin ucuz taşı-
yıcılan haline gelebiliyorlar? A ca b a ne oluyor d a büyük dâvaların
küçük ve fakat nam uslu d âvâ ad am la n , biraz palazlandıktan so n ra
küçük ve basit d âvâlan n şahsiyetini, haysiyetini ve dahi ehliyetini
kaybetm iş büyük sözcüleri m ak am ın a iniyorlar? Evet, a c a b a ne
oluyor d a yıllardır tan ın a n in sanlar birdenbire ta n ın a m a z bir hâl
alıyorlar?
D ostum , bu m edd u cezrin değişm ez kâidesi şudur: Kurb-i su l
tân âteş-i sû z a n ; yani sultan’ın sofrasın a oturanlar, kısa bir süre son
ra hem m ü rebbi, hem d e kad ı olm aktan kaçınam az durum a gelir
ler. (Yazdığın beyitteki ehl-i se lâ m e t n âm kim seler işte bunlardır.)
B âki selam lar.
26
akıntıya kapılm ayanlan akıntı asla kapmaz
27
renm ediklerine, karşı koym adıklarına, ç ab a harcam adıkların a, sü
rüklendiklerine, sürüklenm eye razı olduklarına işaret e tm e k im kâ
nı buluruz.
Akıntıya kapılıp gitm ekle suçlan an insanlar, ince bir ta'rizin ko
nusu haline gelm işler dem ektir. Nitekim “akıntıya kürek ç e k m e k ”
deyişinin “akıntıya d o ğ ru kürek ç ek m ek ” şeklinde an laşılm ası d a
m uhtem elen akıntıya kapılm anın g a y r -1 ira d î olm adığına, yani salt
bir çaresizliğin, bir isteksizliğin so n u cu n d a m ey d an a gelm eyip bile
re k /istey erek o doğrultuda gidildiğine işaret etm ek kaygısından
kaynaklanıyor olm alıdır.
G erçekten d e in sanlar akıntıya kapılır kapılm az, ö n ce d iren
m ek, karşı koym ak isterler. A n cak kısa bir süre so n ra karşı koya-
m ayacaklan n ı anlayınca kendilerini akıntı yön üne bırakırlar, bırak
m ak zorunda kalırlar. B u durum da akıntının onları k ap m asıy la on-
lann akıntıya kapılm ası ara sın d a bir fark kalm az; zira akıntıya ka-
pılm ayanları akıntı asla kap m az.
in sanlar k en d ilerin in akıntıya kapıldıklarını d eğilt b a şk a la rın ın
akıntıya kapıldıklannı söylerler. B u tâbir, gözlem in d ışa r ıd a n ya
pıldığını ifade ed er. S a d e c e sahildekiler bu tâbiri kullanırlar; bir d e
akıntının tesirinden kurtulm uş olanlar; yani “tam d a akıntıya kapıl
mıştım ki kurtuldum ” diyenler.
B a şk alan ise böylesi bir belâdan uzak ve fakat bu belâyı g ö r e
cek kadar d a yakın olduklan için birilerinin akıntıya kapıldıkların
dan sö z etm ek im kânı bulurlar. Ç ünkü akıntıya kapılanlar -ellerini
isteyerek bırakıp bırakm am aları ara sın d a d a bir fark olm adığından-
kendilerinin akıntıya kapıldıklannı söyleyecek durum da değillerdir.
“Akıntıya karşı kürek çek m ek ”, (siz, isterseniz bunu “ak ın tıy a
k arşı y ü z m e k ” diye d e adlandırabilirsiniz), tıpkı “akıntıya kapıl
m ak " gibi b a şk a la rın c a kullanılan bir deyiştir. Y u k an d a bu deyişin,
“gerçekleştirm esi (başarm ası) gü ç y a d a im kânsız olan bir işe kal
28
kışm ak ” şeklindeki an lam ın a işaret etm iş ve d iğer anlam larıyla bir
likte bu deyişin ark asın d a fcmayıcı bir tavnn, bir d u d a k b ü k ü şü n ,
hatta bir a c ım a duygusunun bulunduğuna işaret etm iştik. B u rada
dışarısının, s a h il olm asıyla b a şk a bir (cayı/c olm ası arasın d a fark
yoktur; zira in sanlar ya selâm ette (sahilde) olduklanndan ya da
akıntıya karşı kürek çekm eyi bırakanların bulunduğu bir kayıkta
yolculuk ettiklerinden ötürü, akıntıya karşı kürek çekenlerin halle
rine acırlar, on lan n d a en nihayet akıntıya kapılıp gideceklerine
inanırlar, hatta in a n m a k n e kelim e, n ered eyse b ild ik lerin i düşü
nürler. B u yüzden beyhûde y ere çırpınan o zavallılara (!) acırlar.
İşte so ru n d a burada zaten. Ö yle y a, a c a b a bizler hangi tavrı
d a h a ak ıllıc a buluyoruz: akıntıya kapılm ayı m ı, akıntıya karşı kü
rek çekm eyi m i?
İstikbalimiz hakkında üm itvar olm ak istiyorsak, ö n ce bu suâlin
cevabını verm em iz gerekir diye düşünüyorum .
29
ibn’ul-vakt hâlâ orada imiş
30
bekleyip bilgiç bilgiç onların b o şu n a u ğ raşm am alan gerektiği ko
nusunda ah kâm keserken (yani dudak büküp “ B ak san ıza, zavallılar
b o şu n a akıntıya karşı kürek çekiyorlar” derlerken), hem en yanı-
başların d a du ran ve denizdekilerin akıntıyı yaracakları beklentisiy
le yüreklerinde acı duyan küçükler...
Yaşlılar, denizdekilerin geriye d oğru gideceklerini (akıntıya k a
pılacaklarını) beklerler; gen çler ise onların ileriye doğru gidecekle
rini (akıntıyı yaracaklarını) um arlar. O y sa her iki taraf d a gerçekte
“ akıntıya karşı d u rm ak ” n e dem ektir bilmezler. Bir tarafı te crü b e
s i, d iğer tarafı ise u m u d u yanıltır. Y aşlılar g e ç m işi (olanı) dikkate
alırlarken, gen çler g e le c e ğ i (olacağı) ö n e çıkarırlar. K ısacası n e
tecrübe ve geçm iş, ne d e um ut ve gelecek , boğuşanların m aksadı
nı an lam ay a kifayet eder.
A kıntıya karşı kürek çekenler ib n ’ul-vakttır; geçm işin ve g ele
ceğin değil, ânın (şim dinin) hesabını yap m ak la m eşguldürler.
H em geriye doğru gitm eyi, sürüklenm eyi, akıntıya kapılm ayı iste
m ezler; hem d e ileriye d oğru gidem eyeceklerini, akıntıyı yaram a-
yacaklannı d a bilirler; buna rağm en m ücadeleyi d e elden bırak
m azlar, direnm eyi sürdürürler, akıntıya karşı kürek çekm ey e d e
vam ederler. Ç ünkü böyle yapm ad ıklan takdirde u aro lm a se b e p
lerini yitireceklerinin farkındadırlar.
O h alde niçin, evet niçin bir hiç (!) uğruna b o ğu şu p dururlar?
İleri gidem edikten son ra, akıntıyı yaram adıktan so n ra bu insanlar
niçin akıntıya karşı kürek çekip dururlar? B u suâlin cevabı gayet
basittir: olduklan yerde tutunabilm ek için, akıntıya kapılıp sürük
lenm ektense aynı yerde say m ak için, ileriye d oğru gitm ek için d e
ğil, akıntının yarılam ayacağını bildikleri halde bulundukları mevzîyi
terketm em ek için.
A kıntıya karşı kürek çekm iş olanlar g ay et iyi bilirler ki dikine
çekilen her kürek ya d a akıntıya karşı atılan her kulaç, sahibini iler
31
letm ez, sa d e c e yerinde saydırır, akıntıya kapılıp gitm esini önler.
V E bu in sanlar sırf bunun için akıntıya karşı kürek çekerler, ileriye
gitm ek için değil, geriye g itm em ek için çırpınıp dururlar.
Y orucudur akıntıya karşı kürek çekm ek, bedeli ağırdır vaktin
hesabını y ap m ak , geçm işi ve geleceğ i şim dide aram ak . H albuki
akıntıya kapılanlan n durum u hiç d e böyle değildir. Suyun ü stünde
kayıp giderler, hatta bir süre so n ra başları d ön m ü ş bir h alde bu
em eksiz, çabasız seyr u si'ılûktan tat bile alm aya başlarlar. A ra sıra
başlarını ark alan n a çevirip ark ad aşların a bağırırlar: “S iz h âlâ o ra
d a m ısınız?” diye.
S iz h âlâ o r a d a m ısın ız ?
B u sö z çok işitilmiştir akıntıya kapılıp gidenlerin ağzından.
Ç ünkü akıntıya kapılıp gidenler, vicdanlannı soğu tm ak için en çok
bu sözü kullanırlar ve arkadaşlarını akıntıya karşı kürek çekm ek le,
h âlâ o r a d a olm akla, lüzum suz yere direnm ekle, vakitlerini b o şa
h arcam ak la suçlarlar. İşte bu tür insanların K ur’a n ’d a g e ç e n s a b ır
kavram ının gerçek anlam ını kavrayam am alarının en- tem el nedeni
budur!
32
ve/vcya: vâvcylâ
33
şiirsiz şâirlerin, şâirsiz şiirlerin dünyasını terketm ektir; tâ ki kulağı
m ıza şiirin se si ulaşsın, o şiir şâirini bize tanıtsın, şâir şiirinin yanı-
b aşın d a bizi beklesin.
Bülbülün gül için her an feryad ettiği gibi şâir d e her an feryad
u figan ed er m i, etm eli mi bilinm ez; a m m â feryâd ettiğinde, keli-
m ât tıpkı cem a d â t gibi can bulup dile gelm eli değil m i?
34
sın. O halde G ö z y a şu m d a n sûz-ı p in h ö n u m k ılu r â r if kıyas/Bî-
h a b e r tesir-i e n c ü m d e n d e g ü l a h te r-şin a s feh vasın ca m azeret b e
yanından h alâs bulduğuna inansın d a bu fakîr, ac z zırhına bürünüp
irfan oklarına karşı ceh lin i kendisine kalkan yapsın!
Şim d i şiir zam an ı im iş... çünkü şiirin zam an ı im iş... san ki şiirin
zam an ı var im iş. Z am an kötü im iş, çünkü kötünün zam an ı imiş,
gü ya kötünün zam an ı var imiş. O ysa bir zam an lar m ah zâ a ş k iken
her ne var âlem d e, ilim sırf bir kıyl u kâl im iş. N e olm u şsa olm uş,
cahil ve/veya dem iş.
V E işte o zam an vaveyla kopuverm iş.
35
hızır’ın huzurunda hâzır olmak
36
m uşlar, nasıl kon u şm u şlar duym am ış, duyduklarını ise anlam am ış.
B a b a m k on u şm u ş o dinlem iş, o kon u şm uş b a b am dinlem iş ve fa
kat saatler bo yu n ca her ikisinin ağzından d a bir tek sözcü k çıkm a
m ış. “Su su y o rlar mıydı, konuşuyorlar mıydı bir türlü karar v erem e
dim . Susu yorlardı d e se m değil, çünkü biliyordum ki konuşuyorlar
dı. K onuşuyorlardı d esem değil, çünkü ağızlarından bir tek sözcük
çıkm ıyordu” d e r an n em hâlâ.
O g e c e evd e yatıya kalm ış. A n n em m isafirler için sakladığı yor-
gan lan n ı, çarşaflarını, yastık kılıflarını çıkarm ış, tem iz ve ütülü g e
ce giysileri verm iş. Lâkin sab ah ezan lan okun duğunda od asın da
değilm iş o g arip gen ç. K im se farketm em iş gittiğini ve b abam a r
dından ç o k gözyaşı dökm üş. A nnem , “ Evlâdım , belki d e o gen ç
Hızır’d ı” dem işti. V e itiraz etm em i ön lem ek m aksadıyla hem en
“ U n u tm a!” diye uyarm ıştı beni: “ itikadı olm ayanın im anı o lm az!”
B e n o sıralar b a şk a bir d ü nyada b aşkaian yla ve b aşk a işlerle
m eşgul idim ve itik a d sözcüğünün ön ün e b â tıl sıfatını getirm ek
suretiyle an n em in uyarısını kulak ardı etm iş, tenbihlerine aldırm a
m ıştım . İtikadm ış, im an m ış, hızırm ış... bu sözcüklerin herbiri bir
hurafenin in şasın d a şu u rsu z c a (!) kullanılan kerpiç taşlanydı benim
için. İm an deyin ce, İtik a d deyince sah ih olm alıydı ve sah ih itik a
dı olm ayanın sa h ih im an ı olm azdı b a n a gö re.
N e d e hoşlanırdım “ b an a g ö r e ...” d em ek ten , “ b an a g ö r e ...”
önekiyle başlay an cüm leler kurm aktan. “B a n a g ö r e ...” diye nutka
başladım an n em in şaşkın b akışlan n a rağm en ve kitaplardan dev
şirdiğim n e k ad ar bilgi v arsa, bilgin v arsa, bilgim v arsa hepsini bir
çırpıda b o c a ettim so fay a. B abam ın bizi dinlediğini anlayınca he
m en ciddileştim ve “ Hızır dediğiniz d e kim ? N ered e gördünüz siz
H ızın ?” gibi sözler çıkıverdi ağzım dan.
B a b a m ince bir teb essü m le m ukabele etti. T abii ki p ek m ân â
verem edim bu ince (!) teb essü m e ve u m ursam az görü n erek kaldı
37
ğım yerden sözlerim e d ev am ettim . F ak at bir türlü an lam am ışlar
dı, anlayam am ışlardı benim o hakâyık-ı akliyelerimi. D edim y a , b a
bam tebessü m etm işti. Ç aresiz sustum ve çıktım; on lan hızırlarıntn
huzurunda bıraktım .
Ne gariptir ki şim di, K üplüce M ezarlığı'nın önünden h er geçi
şim d e, b abam ın eve getirdiği v e bir tek sözcü k bile sarf etm eden s a
atlerce konuştuğu o garip gen ci hatırlarım . A c a b a h âlâ o r a d a mı
diye düşünür, b elki b irgü n o n a ben d e ra stla rım diye aklım dan
geçiririm .
Rahm etli b a b am , B eylerbeyi’ne yürüyerek ineceği zam an lar
n ed en se h ep m ezarlık yolunu kullanır ve B o ğazı sey red e seyred e
yürüm enin keyfini çıkarırdı. T ev afu k a bakınız ki kendisi şim di K ü p
lüce M ezarlığı’n d a m edfun ve hem B o ğ azı seyrediyor, h em d e re
fikiyle soh b et ediyor. B e n se on lara katılm ak yerine b aşım ı g ö v
d e m d e n a n ırm a y a uğraşıyorum .
38
edatlar tek başlarına bir anlam ifade etmezler
39
nesnenin kendisine karşılık gelm ez. İsim lere m ukabil fiiller z a m an a
d a delâlet ederler; zira her fiilin bir zam an ı vardır, özn e ya g e ç m iş
te, ya şim di, ya d a gelecek te eyler. “ Peki d ü n , b u g ü n , g a rın , s a
b ah , a k şa m birer isim değil m i; ve bu isimlerin her biri bir z a m a
n a delâlet etm iyor m u ?" d en ec ek olursa, deriz ki: B u isim lerin za
m an a delâleti m a d d e le ri itibariyledir; su re tle ri itibariyle değil. O y
sa taksim , su re t itibariyledir.
İsim eylem ve z a m an a, fiil d e belirli bir durum a delâlet etm e
diğine g ö re a şk ı nasıl tan ım layacağız? Ç ünkü aşk ın zam an ı yok
tur, bu yönüyle fiil’d en aynlır; a şk eylem bildirir, bu yönüyle d e
isim ’den aynlır. K ısac a zam an sız bir eylem in adıdır a şk !
Böyledir, zira ‘a şk ’ m a sd a rd ır ve m asd arlar eylem bildirirler,
zam an bildirmezler; tıpkı â ş ık o lm a k gibi. Eylem e delâlet etm ele
ri itibariyle fiille re , zam an d an m ücerred olm alan itibariyle isim le
re b en zeseler de m a s d a r la r yine d e bir durum u, bir nesn ey i g ö s
term ezler. G österdikleri an d on arlar, hareketsiz kalırlar; zirâ isim-
leşirler (ism-i m a s d a r olurlar) ve bundan böyle eylem .d e bildirm ez
bir hâle gelirler; tıpkı A ş k gibi, A k ıl gibi, Z u lü m gibi, a şk , a k ıl, z u
lüm gibi değil!
• E d a tla r a gelince, bütün kelim elerin tem elini teşkil ed en bu
se s le r , tek başların a bir an lam ifade etm ezler; n e zam an bildirirler,
ne durum , n e d e iş, oluş ve eylem . B u n dan edatların an lam lan ol
m adığı gibi bir son u ç çıkanlm am alıdır. Bilakis anlam ları vardır ve
fakat tek b a şla n n a bu anlam ın bir anlam ı yoktur; d e -d a gibi, den -
d a n gibi. E d a t, anlam ını tezahür ettirebilm ek için, bir ism e, bir fii
le y aslan m ak zorundadır; zira bir cüm le içinde yer alm adık ça, o bir
hiçtir.
Bugün m üslüm anları birer e d a t hâline getirenler, on lan birer
h a r f haline dönüştürenler, işte bu nedenle ciddiye alınm am alıdır di
ye düşünüyorum . M üslüm anlan herhangibir durum a, herhangibir
40
iş, oluş ve eylem e delâlet etm ez hale koyanlar, dolayısıyla isim ve
fiil olm a h assalan n ı kaybettirip on lan z a m a n sız (tarihsiz) kılanlar,
hiç kuşkusuz ki n e şimdiki isim lerdir, n e d e fiilleri Bilakis asıl ve
gerçek suçlular, bağlaçlard ır; bir görünüp bir kaybolan b a ğ laç lar.
C üm lenin, cüm lelerin bağlaçlara olan ihtiyacı a s lî değil, h ep
tezyini old u ğu n a g ö re , gayret edilirse, b a ğ la ç kullanm aksızm d a
c ü m le(ler) kurulabilir.
“ D ah a ortad a bir c ü m le yok ki!" diyorsanız, o halde niye boşu
b o şu n a b a ğ la ç la rı sırtınızda taşıyorsunuz?!
41
hem dilsiz, hem dilsûz
42
m ı? H ayır! S a d e c e farklı d eğerler yüklendi; böylelikle ö n c e m etafi
ziğini, so n ra d a m antığını kaybetti.
B ir m isal verelim : H ayatını kaybetti, h ay ata v ed a etti, vefat e t
ti, g ö ç etti, rahm etli oldu, H akkın rahm etine kavuştu, R ab bin e k a
vuştu. Refik-i A 'la ’y a çıktı, g ö ğ e çıktı, terk-i diyar eyledi, so n n e fe
sini verdi, şeh id oldu, şe h ad e t m ertebesini ihraz eyledi, geberdi,
ceh en n em i boyladı, e şşe k cen n etin e gitti, nalları dikti, vs.
B u tâbirlerin hepsi d e en nihayet şu biyolojik durum u imler: öldü.
A c a b a niçin sa d e c e “ Filan öldü” dem ekle yetinm eyiz d e farklı
tâbirler kullanırız? A c a b a niçin bir kim senin ölüm ün ü h ab er verir
ken bile d e ğ e r yargılan m ızdan sıynlam ayız? M eselâ bir g az e te ila
n ında şöyle bir cüm le o k u sak n e düşünürüz:
43
“H er n efis" (ku llu n e fsin ) tabirini, hiçbir zo rlam aya başvur
m aksızın şu şekle dönüştürebiliriz: “ Bütün in san lar".
“Ö lüm ü tatm ak ” (z â ik a t ’ul-m eut) tabirini d e p ek âlâ şöyle ifade
edebiliriz: “Ölüm lü o lm ak ” .
Böylelikle “ H er nefis ölüm ü tadıcıdır" ayetiyle, “Bütün insanlar
ölüm lüdür” ö n erm esi eşle şm iş olurlar. Retoriği h e sab a katılm adığı
takdirde, bu eşleştirm e işlem inde bir h ata bulunabileceğini san m ı
yorum . Ç ünkü bütün in sanlann ölüm ü tadıcı oluşuyla ölüm lü olu
şu ara sın d a / g ö rü n ü r d e / bir fark yoktur. O halde e şle şm e gerçek
leşm iş g ö r ü n d ü ğ ü n e g ö re , “ M ezkûr K u r’an ayeti ile bu m açtık
ön erm esi arasın d a hiçbir fark yoktur” diyebilir miyiz?
B u suâlin cevabını siz veriniz! F akat bu ara d a unutm ayınız ki
günüm üz İslâm cıları, bu tü r e şle ştirm e le ri y a p a b ild ik le ri ta k d ir
d e tefekkür vâdisinde h ayat hakkı bulabiliyorlar; üstelik bunu d a bir
m a rife t addediyorlar.
44
ey esir ân!
45
idesinin ilgasına neden o lac ağ ı, yani n assın (ayet ve hadîslerin) hü-
küm ferm â olduğu m eselelerd e d e ictihadların o rtay a çık m asın a yol
a ç a c a ğ ı -hiç d eğilse ilk d ö n em sözcülerince- ön görü lm em iş, um ûr-
ı d ü n y a hakkında bir bakım a Hz. P ey gam b er’den (s.a) d ah a bilgi
li olabileceklerine in an an bu in sanlar, böylelikle İslâm düşüncesini
m o d em çağın gereklerin e g ö re yeniden düzenleyebileceklerini id
d ia etm işlerdi.
Bu yüzyılın başın daki Y en i İlm-i K elâm ve İçtim aî U sûl-i Fıkıh
tartışm aları, e s a s itibariyle bu yönelim lerin bir son ucudur. K ez a ic-
tihad kapısının açılm ası, ıslahat ve tecdid program larının yürürlü
ğ e konulm ası talepleri de.
Peki son u çta n e oldu? İslâm düşüncesinin ve İslam fıkhının s e
viyesi nerelere ve h atta kimlerin eline k ad ar düştü? Dinî hayatı bir
k en ara bırakalım , dinî tefekkürün derinliği, gücü, ç a ğ d a ş m eseleler
karşısındaki hâkim iyeti ve sö z ü m o n a ö z g ü n lü ğ ü ne hâle geldi?
A ca b a İslâm dünyasının h er tarafında m üslüm anlar siy âsî ikti
darı kaybettikleri için m i bu durum a düşülm üştü? S iy a sî iktidar ele
geçirildiği takdirde m eseleler hallolacak, m üslüm anlar d ü n y a işleri
ni, eskisine nisbetle d a h a iyi m i düzenleyeceklerdi? Bütün bu su âl
ler, T an rı ile S o r u n sözcüklerini y an y an a getiren bir bilinç düze
yinde m i gerçek cevaplarını bulacaktı?
Ç a ğ d a ş İslâm D ü şü n cesi, artık bugün m eşrûiyetini K u r ’an ve
S ü n n e t gibi aslî kayn aklara uygunluğu ölçüsünde değil, m o d e m
h ayata ve m evcut siy asî iktidarlara uygunluğu nisbetinde tem in
ed er bir hâle gelm iş; n e yazık ki sa d e c e d ip n o t kabilinden zikredi
len ayet ve hadîsler, ö n e sürülen görüşleri hem d in î, h em d e g e
çerli kılmak için yeterli görülür olm uştur.
S iz d ü n y a işlerin i b en d en d a h a iyi bilirsiniz.
B öyle bir sözü, P eygam b erin e yakıştıran bir zihniyetin, İslâm -
L aik lik m eselesin d e söyleyebileceği n e olabilir? B öyle bir zihniyet.
46
m eselâ fa iz m eselesin i, k ad ın m eselesin i nasıl ve n e surette ç ö z e
bilir? B ö y le bir zihniyet. Peygam berinin böyle bir sö z ü söy ley em e
yeceğin den kuşkulanabilir m i? Kuşkulanır d a hakikati anladıktan
so n ra, “ Y â R asûlallan! Um ûr-ı dini umûr-ı dün yadan ayırdığımız
için, en nihayet h em dinimizi, h em d e dünyam ızı m ahvettik” diye
bilir m i? F ak at bakınız Ş e y h G alip n e d em iş: B ö y /e b ir m e lik 'e e y
e sir â n !/H ü r r iy e tim o lm a sın m ı k u rb a n ?
D ü şm an ı h ep b a şk a taraflard a aradık ve hâlâ arıyoruz. D ü şm an
bellediklerim ize h ep kızıp durduk ve h âlâ kızıp duruyoruz. K ur’an
okurken m üsadif olduğum uz m ü şrik , k â fir, m ü n a fık , f â s ık sıfat
larını h e p kendim izden g ay n sın a lâyık gördük v e h âlâ görüyoruz.
N e ki “ Biz n ered e h ata yaptık ve h âlâ n ered e yap ıy o ru z?” d e m e
dik ve bize n e denli büyük bir c e zâ verilm iş olm alı ki h âlâ d e m e
m ekte ısrar ediyoruz.
47
ne yazık ki biz suçsuzuz
48
tenleri ise, içselleştirm ek için büyük ç a b a harcadıkları bu kavram
lar vasıtasıyla tasavvur etm ey e başladılar. Dillerinden v azgeçin ce,
dillerini d e ğ iştirin c e bu dile uygun olarak tan ım lanan dünya tasav-
vurlan d a , siy aset etm e biçimleri d e, siy asî yap ılan kavram a tarzla-
n d a değişti.
B ir zam an lar ş û r â , m eşv e re t, m e şrû tiy e t gibi p arlak terim ler
le kon u şm ak , d ü şün m ek ve siy aset dünyam ızı bu kavram lar üzeri
ne bina etm ek revaçtaydı. Ç ünkü bu kelim eler, artık m u h a le fe ti
d e tazam m u n ed en bir m eşrûiyet zem ininde algılanıyorlar, siyasî
yapının ç o ğ u lc u karakteri, ister istem ez m evcut iktidan zayıflatıcı
bir süreci tahkîm etm ekten b a şk a bir işe yaram ıyordu. B u n a m u
kabil s a lta n a t, m u tla k iy e t. istib d a d gibi terim ler, n e gariptir İd s a
d e c e 'sö v m e ' sad ed in d e kullanılıyor, p arçalan an bir im paratorlu
ğun bakiyesi, “kılleti: azalm ayı, küçülm eyi, a n a göv d ed en k o p m a
yı istem ek ” m ân âsın a gelen istik lâl kelim esinin om uzların a yükle
niyordu.
Şim di ise in san h a k la rı, d e m o k ra si, ç o ğ u lc u lu k , h o şg ö rü , bi
r a m d a y a ş a m a k , vb. kavram larla düşünüyor, dilimizi d e siyaseti
mizi d e bu kelim elerle tayin ve tezyîn ediyoruz. Bizi biz y ap an bir
üslûbun, bizi biz y a p a n bir d avran ış biçim inin, bizi biz y ap an bir
hatt-ı hareketin sahibi değiliz. Saldırıyorlar püskürtüyoruz, suçlu
yorlar reddediyoruz, tenkid ediyorlar m ukabele ediyoruz.
F ak at h ep si bu kadar. Bir süre so n ra, saldırm ak için p ü s k ü r t
tü k le rim iz i, su çlam ak için red d ettik lerim izi ve tenkid etm ek için
m u k a b e le e ttik le rim iz i bizzât kendimiz kullanm aya başlıyoruz.
D ah a ö n ce karşı çıktığım ız kelim e ve kavram lan kısa bir zam an da
içselleştirdiğim izi, b aşkalan n ı suçlarken farkında olm ad an g eçm iş
te savunduklarım ızı şim di su çlam aya başladığım ızı anlam ıyoruz.
A nlar an lam az d a geçm işim izi tah rif, bu d a m üm kün olm azsa in
k âr ediyoruz. B u ara d a ; kazandığım ız, ele geçirdiğim iz, em ek ver
49
diğimiz, bizzat inşa ettiğim iz bir dünyanın değil, bilakis tevarü s et
tiğimiz bir ilim geleneğinin, m irasçısı olduğum uz bir siy aset tarzı
nın m üm essilleri bulunduğum uzu hiç düşünm üyoruz.
İstihsal ettiklerimiz yüzünden üzerim ize gelm iyorlar; bütün su ç
(!) ister istem ez m u h afaza ettiğim iz değerlerim izde, bir türlü kendi
sinden kaçam adığım ız tarihim izde ve en önem lisi kurtulm ak için
elim izden geleni yaptığım ız kim liğim izde. Kimliğimizi, tarihimizi ve
değerlerim izi reddettiğim izde ise su ç unsurlan ortad an kalkıyor.
Nitekim bugün m üslüm anların y an a yakıla biz s u ç su zu z diye çığır
m alarının bir nedeni d e bu değil m i?
K eşke günüm üz m üslüm anları, biz su ç lu y u z diyecek k ad ar c e
saret sahibi olabilselerdi. K eşk e akidelerinin bir su ç teşkil ettiğini
anlayabilselerdi. K eşk e su ç la rın d a n utan m asalardı. Belki o za
m an, uğruna m ü cadele ed ecekleri bir şeyleri olurdu.
50
peynir büyük, yol kısa
51
halkı, cehaletle ve bu tür hurafeleri hâlâ sürdürm ekle suçladılar.
T ü rb e ziyaretleri, kan dillerde cam i gezm ele ri, m ezarlıklard a
K u r a n tilavetleri; cahil ve h u rafep erest halkın bir türlü v a z g e ç e m e
diği “atalar d in fn 'ın (!) kalıntılarıydı.
Âlim lere itibar ed ip hürm et gö stere n ler, ruhban sınıfına hiz
m et etm ek, A llah 'la kendi araların a a r a c ıla r k o y m ak su çu n u işli
yorlardı. Ö y leyse ıslah edilm eliydiler; edildiler d e . (Şim di kendile
rine d an ışabileceğim iz, ön lerinde diz çökebileceğim iz âlim lerim iz
y o k artık!)
T arih e ve geleneklere itibar edip hürm et gö stere n ler, a t a la r d i
ni ni y aşatm ak ve şirke girm ek suçunu işliyorlardı. Ö yleyse ıslah
edilmeliydiler; edildiler d e. (Şim di kendisine atıf y ap ab ileceğim iz
bir tarihimiz ve bir gelen eğim iz yok artık!)
M azi m enfî bir kategori halini alıverm işti; istik b a l ise özlen en,
beklenen ve elde edilm ek istenen m uhayyel bir dünya. O lm ayan
bir g elecek ad ın a, varolan bir g e ç m iş inkâr edildi: ö n ce O sm an lI
lar, so n ra Selçuklular, derken A b b asîler.ve Em evîler. Elde birkaç
yıllık H u/e/d-yı R â şid în dönem inin kaldığı / k a l a c a ğ ı zannedilm işti
ki şim di o d a d o k to ra tezlerinin say falan n d a reddedilir h âle geldi.
G en ç m üslüm an, kendi tarihinden utanır olm uştu. Sırtındaki küfe
leri ata rsa, s u lta n la r tarihinden kurtulursa, d ah a m uhkem bir m ev
zide konum lanabilirim san m ıştı. Din ile dinî gelen eğin , ak id e ile
kültürün, ah k âm ile e d e b ’in arası ayırılıverdi: S o n u n d a dini kurtar
m ak ad ın a dinî geleneklerim izi, akidemizi tashih etm ek ad ın a kül
türüm üzü, ahkâm ı y a şa m a k /y a şa tm a k ad ın a edebim izi kaybettik.
Peki so n u ç?
Şim d i gelen eğ i olm ayan bir din, kültürü yok edilm iş bir ak id e,
ed e b 'd en tecrid edilm iş bir ah k âm var ellerim izde. H içbir e m e k
sarfetm ed en , ciddi hiçbir eğitim gö rm ed en , g az e te p ro m o sy o n la
rıyla tem in ettiğim iz birkaç kitabı kanştırıp lü tfe n birkaç k öşey a-
52
zısı ok u m ak la, m e c b u re n birkaç televizyon program ın ı izlem ekle
kavrayab ileceğim iz bir elinin m üşterileri haline getirilm iş durum
dayız.
“T a n n ’yla aran ıza aracılan sokm ayın , hurafelerden kurtulun,
atalar dinini terk ed in !” dediğim izde, -ne k ad ar sam im iyetle söyler
se k söyleyelim - gü y a a n la m lı birşeyler söylem iş olduğum uzu far-
zediyoruz. O y sa aracıları atıp ulem âyı lanetli ruhban sınıfının m ü
m essilleri ilan ettik de n e old u ? Bakın bakalım din’le aranıza koy
duğunuz yeni aracılar kim ? H u rafelerden kurtulduk d a n e oldu? Bir
düşünün bakalım şim di yeni hurafeleriniz n eler? A talar dinini ter-
kedıp g eçm işte olan , geçm işi hatırlatan n e v a rsa reddettik de ne
old u ? Bir kıyaslayın bakalım , atanız İbrahim ’in, İshak'ın ve İsm a
il'in diniyle şu an d a tem sil ettiğiniz, yaşadığınız, yaşattığınız din
arasın d a n e gibi bir alâk a var?
“ Baktık, düşündük, kıyasladık. N e olm uş yani, d ah a iyi bir du
rum da olduğum uz kesin değil m i?” diyenleriniz olabilir. B u hurafe-
ci ad am ın (!), insanın âsabın ı bo zan suâller so rm asın a kızabilirsiniz
d e- Ö yle y a, çözü lm üş olduğu düşünülen problem lerin çözülm em iş
olabileceği kuşkusunu o rtay a ata n , so n a erdiği sanılan bir yolun
belki d e hiç ad ım lan m am ış olabileceği ihtim alinden sö z ed en ve
oturup tam d a istirahat ed ecekleri zam an in san lara “Kalkın ve y o
la revan olu n !” diyen birini han gi akıllı ciddiye alabilir ki?
Akıllılar şim di tezgâhlarının başın d a. D uyduğum a g ö re , onlar,
eski h ocalan n ın sa ç m a -sa p a n yazılannı okuyup “ N e k ad ar d a d e
ğişm iş bu a d a m !? " d em ekten kendilerini alam ıyorlarm ış ve hatta
o n a çok kızıyorlarm ış. G eçen lerd e bu zâtla karşılaşınca, eski tale
belerinin kendisi hakkındaki kanaatlerinden sö z açtım . A cı acı te
b essü m etti. S o n r a şöyle bir fıkrayla m ukabeled e bulundu: Fareye
d em işler ki: “B a k şu ra d a büyük bir peynir p arç ası duruyor; gidip
a k a n a !" F are bir peyn ire, bir d e peynirin durduğu yere bakıverm iş,
53
“B u işte bir gariplik v ar” d em iş; “hem peynir büyük, h em d e yol
çok k ısa!”
V E b aşk a birşey söylem eye ihtiyaç duym adan çekip gitti. A r
dından şaşkın şaşkın b akarken , nedendir bilinm ez aklım a şu m ıs
ralar geliverdi:
54
benim neslimin büyük günahı
55
B e n im n eslim in bü yü k g ü n a h ı h a n g isiy d i?
Benim neslim in bir bölüm ü, g e n ç y aşta hayata veda etti. Bin
lerce g en ç 1 2 Eylül öncesinin o puslu d ön em in de büyük dâvalar
adına yok edildiler. Bir kısmı sak a t kaldı, bir kısmı işsiz. Bir kısmı
karanlık işlere girdiler ve yine bunlan n bir kısmı canlarını kaybetti,
bir kısmı haysiyetlerini. S iy a se te ve ticarete atılanlar d a oldu; ve
her zam anki gibi, haysiyetsiz olanları, zeki ve m uhteris olan lan si
yasetçi oldular, tüccar oldular, işveren oldular, milletvekili ve hatta
bakan oldular, a m a ad am olam adılar.
1 2 Eylül so n rası d a d eğişen p ek birşey olm adı. B u se fer 7 0 'ler-
de olup bitenlerin değişik bir türü sah n ey e konuldu. Ç o k şe y oku
duk, çok şey öğren dik ve fakat tarihim izden yine bihaber kaldık;
hatta tarihim izden d ah a tiksinir olduk, reddettik tüm üyle ve böyle
likle ruhum uzu kurtardığım ıza inandık.
G erçekte ruhum uzu kurtarm ış mıydık bilem iyorum , a m a yine
son uçta tarih siz kaldığımız m uhakkaktı. H epim iz g e le c e ğ e bak an ,
hayalleri, hülyalan olan ve fakat geçm işi olm ayan , g e ç m işe b ak
m ak istem eyen gen çler idik. K ısacası “gördüğüm üz feci terbiyenin
tesiri altında, tarih’i bir m ezar ve bütün vekâyîi birer ceset gibi dü
şünüyorduk.”
Y a şim di? D eğişen p ek birşey yok. H içbir bedel ö d em ey ip tez
gâhlarının başlarına geçen dünün gençleri, bu tür nefis m u h ase b e
lerinden şiddetle kaçınıyorlar, çadırlarını kurduklan yerlerden kal
kıp yola revan olm aya güç yetirem iyorlar. O nlann b irarad a g ö r
m ekten nefret ettikleri iki kelim e var: n efis ve m u h a se b e . B u n e
denle ö z e le ştiri yerine m u h aseb e-i n e fs yapıldığına kızıyorlar.
(Çünkü ilki m a d d e te n , İkincisi m an e n terakkiye yol açar.)
Bugünkü gençler biraz şanslı olm alı ki siyasî m erkez onların ç o
ğunu ölüm e sürm ek yerine, k on serlere ve futbol m açların a sü rü
yor. G eri kalanlarına ise şimdilik küçük ve zararsız roller veriliyor.
56
Kimileri direniyorlar ve bunun bedelini d e ödüyorlar; diğerleri ise
çözülür çözülm ez büyük kitlenin ara sın a katılıyorlar. Bu gençler
m az i den en d ağ d an indiklerini değil, istik b a l d en en küçüm en te
p elere sıçrayacaklan n ı düşünüyorlar.
Durum bu kadar ümitsiz m i? Hayır! Çünkü m â z î denen d ağd an
indiğini düşünenlerin veya istik b al d en en tep elere sıçram ay a çalı
şanların yanısıra. bu topraklarda bir yerlerde hâlâ o m â z î denen d a
ğ a tırm anm ayı isteyen gen ç zihinler var. O halde istikbale inat, “ Bi-
rcfe Y akın T arih ve B iraz U zak H u r a fe ” ok u m aya ne dersiniz?
57
öz-eleştiri: özü-eleştiri
58
d a gö rü r bu tavrının. Belki, kendisini seven , sözlerine itibar ve iti-
m ad ed en zayıfların d esteğin den m ahrum olur a m a , bu arad a,
kendisini aşa ğ ıla y an , kendisini ad am yerine koym ayan kuvvetlile
rin gözü n e girer. M uhalefeti, m uhalif olm ayı değil, iktidarı, güç ve
kuvveti se ç e r. M u h a lif o la n la r e leştirir; m u k te d ir o la n la r b e ğ e n
m ez deyû eleştiriyi bırakıp beğ en m em ey e başlar. Öz-eleştirisi,
kendisini m a n e v î bakım dan takviye etm ez, aksin e m a d d î bakım
dan terakkî ettirir. K aybolan yıllanna, h eb a olan yeteneklerine
acır. “ B en im on lardan neyim ek sik ?” diyerek ö z ü n ü eleştirir ve en
nihayet ö'zfölgür olm ak yerine o n la r gibi olur. D eğişir, y e n i/y e p
yeni biri haline geliverir ve sık sık “Biz artık bunlan aştık” d em eye
başlar.
O z -eleştiri'nin aksin e m u h âseb e-i n e fs böyle değildir. Çünkü
m u h aseb e-i n e fs, insanın, yaptığı hatalan farkedip d ah a büyük bir
m ü câh edeye koyulm ası dem ektir. İdeallerini küçültm esi değil, bü
yültm esi dem ektir. Kişinin, kendisini büyüten/büyülten ideallere
uygun bir büyüklüğe u laşam am ak tan ötürü nefsini h e sab a çek m e
si dem ektir. Yükleri azaltm akla, atm akla alâk ası yoktur m uhâsebe-
i nefsin. B ilakis nefsin yükü artar ve cerem esi büyük olur büyük d â
vaların.
M uhâsebe-i nefsin b a şk alarıy la d a alâkası yoktur. “ Kim ne
d e r? B ö y le düşün ürsem , şöyle y ap arsa m kim hakkım da ne düşü
nür, n e y a p a r ” suâllerinin yeri bulun m az/bu lun am az h e sa p defte
rinin say falan n d a. Nefsini h esab a çeken kim se b aşkaların a derdin
den şikayet etm ez, tabib aram az, kurtulmak istem ez, başkalarına
ağ lam az, başk alan n ın yan ında inlem ez.
İşte bu yüzden acı vericidir nefsi h esab a çekm ek. Y ürek ister kı
nanm ayı g ö z e alm ak ve dahi kınayanlann kınam asına aldırm am ak.
Oz-eleştiri, kişiye b a şk a la rın ı farkettirir, kişi b a şk a la rı için ken
dinden v azgeçer, b a şk a la rı adına kendisi olm ayı terkeder. O ysa
59
m uhasebe-i n efs, nefsin geçm işiyle, nefsin kendisiyle irtibat kur
m ak dem ektir; nefsin tarihini yeniden oku m ak dem ektir, bir d ah a
okum ak, bıkm adan u san m ad an nefis defterinin sayfalannı kanştır-
m ak dem ektir. M uhasebe-i n efs, kişinin kendisiyle ilgilenm esi,
kendisini farketm esi dem ektir. Kalabalıkların ara sın d a, kalabalıkla
ra rağm en varolduğunu a n lam ası/k av ram ası dem ektir. Kişinin
kendisini farketm esi sebebiyle b aşk alan n d an vazgeçip kendisi ol
m aya karar verm esi dem ektir.
İşte bu yüzden zordur, çok zordur, “a ş k d e rd iy le h o şe m e l ç e k
ilacım d an tabîb; k ılm a d e rm a n kim h elâk ü m zeh ri d erm â n u m -
d a d u r ” dem ek, diyebilm ek.
G erçekte zor, gerçekten zor.
60
hurafelerimizin zerresini bile feda etmeyiz
61
m üslüm anlar için Y ahudilikten d e H ristiyanhktan d a tehlikeli bir
din haline gelm iş bulunan m o d e r n iz m ’den aldığına inanıyorum ;
zira günüm üz m üslüm anlarını karşıtlarından fa r k s ız hale g e tire
nin d e işte bu m o d e rn iz m adlı “ ç a ğ d a ş din" olduğu k an aatini ta
şıyorum .
B u dinin en yaygın ve en etkili slo gan lan n d an biri, “ hurafeleri
reddetm ek” ve p ek tabii ki “ dini hurafelerden arındırm ak"tır. O
halde soralım , nedir ad ın a h u r a fe d en en bu şe y !? S oralım b a k a
lım, hurafelere karşı çıkm ayı kimler öğretti bu zavallı m üslüm anla-
ra!? Soralım d a öğren elim nedir bu h u ra fe le r ve kimdir bu hura-
fe c ile r!?
B u suâller m u vaceh esin de biraz olsun düşünen kim seler, h u ra
fe kelim esinin “olum suz bir an la m ” taşıdığında elbette tereddüt e t
m eyeceklerdir. Öyle ki hiçbir aydın, hurafelerin k a rşısın d a ve h a
kikatlerin y a n ın d a yer aldığını ilân etm ekten k a ç ın a m a y a c a k tır.
H er ç a ğ d a ş yurttaş (hatta hurafecilerin kendileri bile) hurafelere
karşı çıktıklannı b ilh assa belirtmeyi bir rnarifet san acak tır. Bir yan
d a h u ra fe le r, diğer y an d a h a k ik a tle r. N e garip değil m i, h e rk e s
h akikatsever ve hakikatin yanında. Y in e h e rk e s h urafe düşm anı ve
hurafenin karşısında!
M azlum lann yan ında yer alm ayı becerem eyen siyasîlerin, z a
limler karşısında hakkı, hakikati dile getirm ekten çekinen aydınla-
n n , kalbinden çok m idesini düşünen akadem isyenlerin, h atta laik
lerin, kem aiistlerin, laik ve kem alist olm ayaniann , sağcıların , sol
cuların, m üslüm anların, m üslüm an olm ayaniann , velhasıl toplu
m un her kesim inin, her katm anının hurafelere karşı çıkm akta bu
denli büyük bir ittifak içerisinde olm aları sizi hiç şaşırtm ıyor m u,
bu g a r â b e t biraz olsun sizleri düşündürm üyor m u?
Alın size kolayca dövebileceğiniz bir hurafe:
T ü rb elere ç a p u t b a ğ la m a k !
62
A c a b a bu h u rafey e karşı çıkm ak için m üslüm an olm ay a lüzum
var m ı? M üslüm anın dinine şov en ler d e tıpkı İslâm 'ı övenler gibi
bu tü r h u rafelere karşı çıkm ıyorlar m ı? A c a b a bu hurafeye karşı
çıkışın kayn ağı g erçek ten d e K u r ’an m ı? İnsanlar K u r a n okuduk
ları için m i, y o k sa d a h a ziyade m o d e rn le ştik le ri için m i türbele
re çap u t b a ğ la m a y a karşı çıkıyorlar? H urafelere karşı o lm ad a ra
dikallerle u zlaşm acılar arasın d aki e s a s a ta a llu k e d e n b ü tü n fa r k
ların birdenbire ortad an kalkm ası sizce bir tesad ü f m ü? B u in san
lar g e rç ek te d in i m i hurafelerden anndırıyorlar-, y o k sa to p lu m u
m u din den ?
B u suâller üzerinde derin lem esine düşünm eyi gereksiz buluyor
sanız, o halde vurun türbelere çap ut b ağlayan zavallı halka! H orla
yın onları. Dini bulandıran, bidat ve hurafelerin esiri olan bu s a
vunm asız in san lan , güya K u r ’an ad ın a ve fakat gerçek te edinm iş
olduğunuz m o d e rn alışk a n lık la rın ız adına yerin dibine geçirin!
Nasıl olsa, halkın hurafesini savunan kim se yok; ç a ğ d a ş hurafele
rin avukatı ise çok.
B a n a gelince, ben, h u ra fe ile h ak ik at arasın d a -sanıldığının ak
sine- çok ince bir çizgi bulunduğuna inandığım dan, asıl b a şta n çı
karıcı olanın “g erç ek hurafeler” değil, “sah te hakikatler” olduğu
nu iddia ediyorum .
V E işbu h a k ik a t nedeniyledir ki ey esirân, h u ra fe le r e karşı m ü
cadelenizde sizleri takdir etm iyorum !
63
hakikat ve hurafe
64
T ek rar ediyorum , bu hurafeye karşı çıkm ak için m üslüm an ol
m aya, K u r'an o k u m ay a, ilahiyat hocalığı y ap m ay a, aydın geçin
m ey e, ilim ad am ı kisvesi taşım aya, vs. lüzum yoktur. Bu ve benze
ri h urafelere karşı çıkm ak için biraz şehirlileşm ek, biraz m odern
leşm ek, biraz ç a ğ d a ş eğitim alm ak, biraz d a p arlak sözlere k an m a
y a m üheyya sıradan bir zekâya sah ip olm ak yeterlidir.
B iraz düşünün lütfen! H akikate u laşm ak, hakikati sahiplenm ek
ve hakikat savaşçılığı y ap m ak bu k ad ar k o lay bir iş m idir? Nasıl
oluyor d a yediden yetm işe, âlim inden cahiline, dinlisinden dinsizi-
'n e , radikalinden uzlaşm acısın a, sam im isinden hâinine k ad ar he
m en h erk es h a k ik a tin ne olduğunu, ne olm adığını, neyin h u ra fe
olu p neyin olm adığını bu k ad ar iyi bilebiliyor? N asıl oluyor d a in
san lar gözleri kapalı hem en h u rafe le ri teşh is edebiliyorlar ve hu
rafelere karşı sav aşm a k tan hiç mi hiç çekinm iyorlar?
Biraz düşünün lütfen! B a şö rtü sü zulmü gibi, d in î m ahiyet taşı
m ası bir y an a, İn sa n î bir fec aat karşısında bile sükût edip dilsiz ke
silenler, birtakım hurafelere karşı çık m ad a nasıl oluyor d a birer a s
lan kesiliyorlar? A ca b a niçin? Evet niçin hurafeler sözkon u su oldu
ğ u n d a h a k ik a t sa v a şç ılığ ı b u k ad ar kolay bir m e sle k , bu k ad ar
ucuz bir k a h ra m a n lık haline dönüşebiliyor? A c a b a neden hurafe
ler, hiçbir gayret gösterm eksizin , hiçbir şey o k u m ay a, ö ğ ren m ey e
ihtiyaç duym aksızın birçok sıradan zekânın bir çırptda reddedebi
lecekleri bir h ed ef halini alm ış bir d u ru m d a?
C evab ı çok basit. Ç ünkü hurafeler ve h u rafe tanım ları, h âkim
sö y le m tarafın d an üretiliyor ve hiçbir ücret istenm eksizin herkesin
istifadesine sunuluyor. H urafelere karşı çıkm ak için hâkim söy le
m in etkisi altına girm eniz yeterli. Ü stelik hiçbir bedel ödem enize
d e g e re k yok! Ç ünkü h e rk e s sizin gibi düşünüyor; h e rk e s hurafe
lerden nefret ediyor; herfces hurafelere karşı. Sizin yap acağın ız,
h e rk e s gibi yap m ak , h e rk e s gibi olm ak.
65
Zavallı ve sav u n m asız halk, m ağlup edilm iş bir zihniyet, gü cü
nü kaybetm iş bir dünya görü şü , sizin gibi h erk es in yan ında yer a l
m ış bir h a k ik a t s a v a şç ısın a ne yapabilir? Kim korkar o zavallı ve
b îçare hurafecilerden?! Ü stelik ağzınız biraz laf y ap ıy o rsa, bir iki
ayet, bir iki h ad is d e okum ayı becerebiliyorsanız, kim ve nasıl tü r
b e lere ç a p u t b a ğ la m a k gibi ap talca ve çağdışı (Kur’an dışı?) bir
eylem i savunabilir?
Kendinizi şöyle bir d urum da konuşuyorken hayal edin: H u rafe
lere karşı çıkıyorsunuz, hakikatleri, (bahusus K u r ’a n h a k ik a tle rin i)
savunuyorsunuz, bir sürü yanlış şeyler söylüyorsunuz ve karşıtlan-
nız (!) bile size diyorlar ki: “ H urafelere karşı çıkm anızı takdirle kar
şılıyoruz, a m a ...." İzleyiciler d e, eleştirm enler d e, destekleyenler
d e, nefret edenler d e h ep birden k oro halinde şu sözü tekrar edi
yorlar:
— Zât-ı âlilerinizin hurafelere karşı çıkm asını takdirle karşılıyo
ruz, a m a ...
B u b ağlam d a, a m a sözcüğü n den sonrasının bir anlam ı var m ı
dır? H âk im S ö y le m , olduğunu söylüyor. B en ise aksini savunuyor
ve diyorum ki: Asıl n um ara, a m a sözcüğünün öncesindedir!
66
onlarca hurafe, bizce hakikat
67
H urafeleri reddeden ler asaletlerinden vazgeçenlerdir. O nlar
başkalannın h a k ik a t diye adlandırdıklarına kolayca teslim olanlar
dır. S ö zü m o n a hurafelere karşı çıkanlar herkesleşenlerdir. O nlar
yaygın olanlan , pazarlanabilir olan lan , m üşteri bulabilenleri sorgu-
suz-suâlsiz tasdik edenlerdir.
“ H urafâttan H ak ik a te ...” diye bütün hakikatlerimizi p e şk e ş
çektiler; m endublan biz kendiliğim izden terkedersek, belki o z a
m an vacibleri d e koruruz san dılar. N etice itibariyle hem m endub-
ları verdiler, hem vacibleri, hem m ekruhları, hem haram ları. P a
zarlık yapılabileceklerine, pazarlığın netice vereceğine inandılar
safça. N am ah rem in elini m ahrem iyetim ize değdirdiler.
“ Biz H akikatiz" diyebilselerdi; hiç kuşku duym aksızın -yani bur-
han-ı kât'ı ile- hakikat ehlinin hurafelerinin dahi h a k ik a t olduğunu
söyleyebilirler, h urafe olm ak la/h u rafâttan sayılm akla su çlan an o
m u h teşem h a k ik a t tasavvurunu bir çırpıda feda etm ek gafletine
düçar olm azlardı.
Bakınız, sö z ü m o n a g e ç e n yüzyılın en büyük putkırıcılarından
N ietzsch e’nin hurafe düşm anlığı hakkında H eid egger ne diyor?
68
N e uğrunaydı bütün bu çab alar?
S ö z d e hakikatler uğrunaydı. B aşk alan n ın hurafelerini tahkim
etm ek uğrunaydı. H eid eg g er’in deyişiyle yeni ‘evet'in koşulsuzlu-
ğu n u güven altına alm ak uğruna; yani d e ğ e r koym ayı karşı akım
olarak d eğerlen dirm ek uğruna idi.
M ezarlıklanm ıza kasdettiler, sem lerim izi sükûtla çürütm eye
kalkıştılar, bizi ölülerim izden değil sa d e c e , m azim izden de, tarihi
m izden d e k o p arm ay a çalıştılar. T ürbelerim izden uzaklaştırm akla
bizi başk alan n ın hakikatleri (!) içinde boğdular; türbelerden nefret
ettirip m üzelerde dolaştırırken bizleri gözüm üzün içine b ak a baka
ruhum uzu çaldılar. K arakap lıkitap ’tan sö z d e deliller tem in edip te-
h eccüdü unutturdular; yerine bizleri ekran karşısına çaktılar.
H ay asızca reçelim ize el atan lar çocuklanm ızı nutellayla zehirle
diler; şerbetim ize tuz dökenler evlatlarımızı renkli asitlerle yaktılar;
un helvam ızı, aşurem izi küçüm seyenler kandillerde lahm acun d a
ğıtm aktan çekinm ediler.
H urafelerim ize saldıranlar, bizi hurafelerden arındıracaklarını
söyleyenler, bizi eskidiğini düşündükleri hakikatlerim izden etm ekle
kalm adılar, on lan n yerine bizi yeni hakikatlere sundular.
S u n akları d a sunulan gibiydi. A saleti yoktu, hüviyeti yoktu,
haysiyeti yoktu. Kimliksiz, kişiliksiz, haysiyetsiz hurafelerdi h ak i
k a t diye bizi kendisine kurban etm ekten kaçınm adıkları şeyler.
B u toprakların çocuklarına yalan söylediler. Kendi uydurdukla
rı yalanlara kendileri inanm akla kalm ayıp yalanlarına h a k ik a t diye
inanılm asını istediler; bizim hurafelerimizi alıp yerine kendi hura
felerini verdiler; bizim hakikatlerimizi perd eleyip kendi hakikatleri
ni vitrine koydular.
Evet bu toprakların çocuklarına yalan söylediler; V E “B e n H a
kikatim ” d em elerin e asla izin verm ediler. O n lar d a ben diyem edik
leri için se n dem eyi becerem ediler.
69
“ B en ben d eğilem , ben dediğim sen sin h e p / R uhum dediğim ,
sensin dediğim sen sin h e p ” diyen /diyebilen ehl-i dil’in torunları,
hurafelerini kaybettikleri günden beri sükûta göm üldüler.
Bizden koşulsuz hurafelerim izi terketm em izi isteyenlere karşı
ortay a koyacağım ız y e g ân e tavır, hurafelerim izi koşulsuz sav u n
m aktan b aşkası olam az. B in aen aleyh bu h en g âm ed e ötekisiyle p a
zarlık yapabileceklerini düşünenler, yani “ K arşı taraf ifrata d ü ş
m üş, bari biz d e tefrite d ü şm eyelim !" diyenler, hiç kim senin kuş
kusu olm asın ki henüz neyin pazarlık konusu edildiğini bile an lay a
m am ış safdillerdir.
70
hurafesini kaybetmiş bir dünyanın çocukları
71
duklarını h e sab a çekm eksizin, d a h a d o ğru su h esab a çekm ey i d ü
şünm eksizin bu tür bir yığın p arlak sözler sarfetm eyi bir m arifet s a
nıyoruz. B u n a m ukabil h u r a fe sözcüğün ün olum suz bir içerik ta şı
dığından zerre k ad ar kuşkulanm ıyoruz ve yine hurafelere karşı çık
m anın çevre kirliliğine karşı çıkm ak gibi ap açık bir kesinlik taşıdı
ğına inanıyoruz. [B urada h em en bir cevize (vecize değil!) uydura-
bilirsiniz: “ H urafelerin zihinleri kirletm esi, kim yasal atıklann d o ğ a
yı kirletm esinden d ah a tehlikelidir!"]
S eviyeyi biraz yükseltelim ve tü r b e le r e ç a p u t b a ğ la m a k g i
bi bir h u rafe y erin e, d a h a ciddi bir h u rafe ö rn eğ i bulalım k en d i
m ize:
S altan a t yanlısı olm ak!
B u ç a ğ d a ş d ün yad a kim ister sa lta n a t ya n lısı olarak görü lm e
yi? Yanlısı olunabilecek bir saltanatın bulunm adığı ve bilakis d e
m okrasi rüzgârlarının estiği dem okratik bir d ü nyada h an gi ap tal (!)
“sa lta n a tı sa v u n m a k ” safdilliğine düşebilir?
B elirli bir saltan ata karşı çıkm anızı anlayabilirim . Filan y a d a
falan kişinin sultasını reddetm enize d e bir se s çıkarm am . S am im i
ve hatta nadir d e bulunsa bilgili bir d em o k rat olabilir, dem okratik
sistem i savunabilir ve tabiatıyla m utlakî rejim ler ile saltan at y ön e
timlerini eleştirebilirsiniz. A n c ak insanlık tarihinin ve bilh assa k en
di tarihimizin d a h a d ü n e k ad ar yabancısı olduğu bir zihnî yönelim i
e s a s ittihaz ed erek bütün geçm işi nasıl d e m o k ra tik o lm a m a k la
suçlar ve kolayca K ur’a n ’ı bu bir iki günlük yönelim lerin destek çi
si, fetvacısı haline getirebilirsiniz? Bugün kabul g ö rm ü ş in a n ç la r
d an (!) hareketle ve bu kabul görm üşlüğün h âk im sö y le m haline
gelm esinden istifadeyle nasıl olup d a bütün bir İslâm tarihinin ü ze
rine çizgi çekebilir, bu insanları K u r’a n ’a (d em o k rasiy e?) riayetkar
olm am akla niteleyebilirsiniz?
K u r'a n ve İslâm s a lt a n a t a k a rşıd ır!
72
B u p arlak sözün altına kim im zasını atm az ? H e rk e s atar! O
halde siz d e h e rk e s gibi yapın ve h e rk e s gibi olun: saltan ata karşı
çıkın! Birileri size, “ N ereden biliyorsunuz K u r’a n ’ın ve İslâm ’ın sal
tan ata karşı çıktığını?” diye sord u ğu n d a, “ H e rk e s böyle söylüyor,
ben d e h e rk e s gibi düşünüyor ve h e r k e s e katılıyorum ” dem ekten
b a şk a verebileceğiniz ciddi bir cevabınız var m ı? “O lm ası mı g e re
kir?” diye itiraz edebilirsiniz; zira h e rk e s sizin yanınızda.
H e rk e s sizin yanınızda a m a so ru n d a bu rada. M üslüm anlar ön
c e h e rk e s gibi davrandılar, h e rk e s gibi d üşün m eye başladılar, s o
nunda d a h e rk e s gibi oldular. B u n eden le teorik düzeyde ne salta
natı, n e m utlakiyeti, n e m eşrûtiyeti, n e d e cum huriyeti tartışm a
şan sım ız kaldı. S altan a t d ışan , d em o krasi içeri. F ak at biraz tah am
mül ed ip şu soru n u bir konuşm ayı deneyelim ! H ayır, bu m ümkün
değil. S a lta n a t h u ra fe dir, d em o k rasi h a k ik a t. H u rafe kötüd ü r, h a
kikat iyi. K ötü m e rd û d dur, iyi m e m d û h . M erdûd sa lta n a ttır,
m em dûh d e m o k r a si. S altan at h u ra fe dir, d em o k rasi h a k ik a t. Bu
.totolojinin adı d a te fe k k ü r !
N e diyelim , h a k ik a t adını taşıyan hurafeleriniz sizin olsun, hu
ra fe adını taşıyan hakikatlerim iz bize yeter! Birbuçuk asırd a hurâ-
fattan h akikate gelm iştik, şim diki yolculuğum uz ise hakikatten hu-
rafâta.
73
islâmsız türkiye, türkiyesiz İslâm
74
kiye kurulur san dılar. B a tı’ya ait n e v a rsa ülkeye getirdiler. Kıya
fetleri değiştirdiler; evlerin sa d e c e dışlannı d eğil, içlerini d e istedik
leri gibi düzenlediler. “ K en tleşirsek köylülükten d e, köylülüğün
m üm kün kıldığı din d e kurtuluruz” dediler. K ısm en bazı başarılar
d a elde ettiler. F akat İslâm sız T ü rk iy e P ro je si tutm adı.
İslâm , h âlâ bu toprakların en kuvvetli, en köklü, en sağlıklı
h arcı. N e garip tir ki bu din, kimi in san lara bir zam an lar, “B en im
an n em in d e , b a b aan n em in d e başı örtülü” dedirtirken, şim di, “ Ne
y ap alım benim kızımın d a, benim yeğenim in d e , benim kız ark a
d aşım ın d a b aşı örtülü" dedirtebiliyor. S a d e c e b a şlan örtülü oldu
ğ u için okullara alın m ayan , jo p la n a n , itilen kakılan kız çocuklan-
n a rağ m e n ; sa d e c e b aşları örtülü old uğu için devlet dairelerine s o
kulm ayan, h atta oralard an kovulan kadınlara rağ m e n , bu to p ra k
larda m ilyonlarca kız ve kadın b askılara d iren ip örtü sü n e sah ip le
nebiliyor.
Evet, İslâ m sız T ü rk iy e P ro je si tutm adı; tutm ayacak d a. Peki
y a T ü rk iy esiz İslâ m ? Böyle bir p ro je tutabilir m i, böyle bir proje
bu ülkenin insanlarının zihninde kök salabilir m i? B u topraklarda
y aşa y an in sanlar, bu toprakların dışında kendileri için bir ülke h a
yal edebilirler m i? B u topraklann insanları, “ M adem öyle biz de
inançlarım ızı b a şk a bir ülkede y aşa m ay a çalışırız” diyebilirler m i?
H an gi gü ç bu in san lan , kendi topraklarından kovabilir? H an gi güç,
bu in san lara “ Gidin buradan, dininizi d e yanınızda götü rü n ” diye
em redebilir?
İslâm ’ın evrenselliği, üzerinde yaşadığım ız bu topraklardan vaz
geçm em izi gerektirecek bir biçim de yorum lanabilir m i? Bu ülkede
bir zam an lar K o m ü n istle r M o sk o v a ’y a ! diye bağınlıyordu; peki
m üslüm anlar n ereye gid ecekler? B u toprakları m üslüm anlar fet
hettiler; ve d ü şm a n a karşı bu top rak lan yine m üslüm anlar m üda
faa ettiler. O halde kim ve hangi seb ep le m ü slü m a n la rı bu to p
75
raklardan tehcir edebileceğin i düşünebilir? O halde kim ve hangi
se b e p le m ü slü m a n la rın bu top raklardan hicret edebileceklerine
inanabilir?
B u top raklarda İslö m stz bir T ü rk iy e inşa edilem ediği gibi, bu
to p fak lard a y aşay an in san lan n zihinlerinde T ü rk iy esiz b ir İslâm
d a inşa edilem edi. Peki bunu engelleyen n e? Niçin bu projeler tut
m adı, h âlâ d a tutm uyor? O kur-yazar takımının gayretleri m i? Ay-
dınlann, ilim adam larının telkinleri m i? B ask ı ve şiddet yetersizliği
m i? G elip g eçen hüküm etlerin tâvizleri m i? Günlük politikalar m ı?
B u ve benzeri sebeplerin han gisi, İslâm sız bir T ürkiye’nin veya
Türkiyesiz bir İslâm ’ın inşasını geciktiriyor, h atta im kânsız kılıyor?
S o ru lar... so ru lar... so ru lar... Peki cevap lar?!
C e v a p yok! Ç ünkü, duyd uğum a g ö re bu ülkede c ev ap lar yazla
rı tatile çıkıyorm uş.
76
ahlâk ile siyaseti birbirine karıştırmak
77
cüğünün kendisini irkilttiği insanların, d âim a birtakım m eşku k işler
çevirdiklerine kail olm uşum dur. M eselâ bilim adam larının ekseriye
ti, kendilerine y aptıklan işlerin n e k ad ar ahlâkla bağdaştığının s o
rulm asından h oşlan m azlar v e m u h atap ların a “N e y ap alım , oyunun
(b ilim in ) kurallan böyle gerektiriyor” derler.
Ç o ğ u işadam ının durum u d a böyledir; zira on lar d a aynı şekil
d e kendilerine yaptıklan işlerin n e k ad ar ahlâkla bağdaştığının s o
rulm asından h oşlan m azlar v e m u h atap lan n a “ N e y ap alım , oyunun
{tic a re tin ) kurallan böyle gerektiriyor” diye cev ap verirler.
K e z a siy asetçilerin tavrı d a farklı değildir. O n lar d a diğerleri
gibi -hatta d a h a ziyade- güttükleri siy asetin ahlakıliği ü zerin e k o
n u şu p tartışm ayı sevm ezler. Ç ü n k ü siy asetin ken d isin e m a h su s
bir ah lâk ı, ken d isin e m a h su s kuralları old u ğu n a inanırlar. P e k ta
bii ki bize h em e n , o d u y m ay a ç o k alıştığım ız m e şh u r sö z ü sö y le
yiverirler: “ N e y ap alım , oyun un (siy ase tin ) kuralları b ö y le g e re k
tiriyor."
Birgün Zeki Velidi T o g a n , L en in ’e “ S e n bize sö z verm iştin, h a
ni T ataristan ile B aşkurdistan bağım sız olacaktı?” dediğin de, Lenin
-hiç istifini bozm adan- kendisine şu m ukabelede bulunm uş: “S e n
siy a se t ile ah lâk ı birbirine karıştırıyorsun!”
S iz e bu veya benzeri sözlerle karşılık verenlerin duru m lann a
bakınız, on lan n ah lâk a ihtiyaçlannın olm adığını göreceksiniz; zira
varsıl ve güçlü olanların, bu d ün yad a pek ah lâk a ihtiyacı olm az, ol
m uyor.
O halde a h lâ k , sa d e c e zayıflann sığındığı bir m elce m i? Y o k
sullar ile güçsüzler mi h ep ah lâk a ihtiyaç duyarlar?
H ayır! B en hiç d e böyle düşünm üyorum ; zira yoksullann d a,
güçsüzlerin d e sık ça ahlâksızlık yaptıklarını biliyorum. Varsıl ve
güçlü olanlar, nasıl güçlerini ve varlıklarını korum ak m aksadıyla
ah lâktan , ahlakî o lan d an kaçınıyorlarsa, yoksul ve gü çsü z olanlar
78
d a aynı şekilde yoksulluktan ve güçsüzlükten kurtulmak am acıyla
ahlâkîliği ö n em sem iyo rlar, ön em seyem iyorlar.
V E bilm iş bilm iş yüzüm üze bakıp utan m ad an şöyle diyorlar:
“ N e yapalım oyunun (h ay a tın ) kuralları b ö y le!”
Yoksulluklarının, güçsüzlüklerinin, oyunu, kurallarına g ö re oy
nam alarını gerektirdiğini söylem ekle, gü y a kendi gerçekliklerinden
g ü ç devşiriyorlar ve böylece, y ap ıp etm elerinin (ah lâ k sız lık la rı
nın) m eşruiyet kazanm ış olduğunu san ıyorlar; tıpkı kendileri gibi
o lm ay a özendikleri varsıl ve güçlü kim seler gibi.
Bilem iyorum , a c a b a siz d e benim gibi bu tür cevaplarla karşı
laştığınızda kendinizi a p ta l gib i hissediyor m usun uz? Ş a y e t h isset
m iyorsanız, ya d a bugüne k ad ar h issetm em işsen iz, Lenin ile Zeki
Velidi T o g a n arasın d aki k on u şm ad a han gi tarafın güçlü ve akıllı,
han gi tarafın zayıf ve ap tal bir kon um d a bulunduğunu an lam ay a
çalışın. A c a b a siz hangi tarafta olm ayı isterdiniz? S iy a se t ile ahlâkı
birbirine k an şü ran , kanştırdığı için d e b aşarısız olan tarafta mı,
y o k sa siy aset ile ahlâkı birbirine kan ştırm am ayı becerdiği için b a
şarılı olan tarafta m ı?
B u ra d a kelim e oyunu yap ıp e sa se n “ B aşarılı mı başarısız mı ol
m ayı isterdiniz?” türünden cevabı gü ç bir suâlle sizi yanıltm aya ç a
lıştığımı sanabilirsiniz. O y sa sizi yan ıltm aya çalışm ıyorum ; sad e c e
“başarılı veya b aşarısız olm ak ” ile “ahlâklı v ey a ahlâksız olm ak ”
arasın d aki çizginin sanıldığından d a h a in ce olduğuna işaret etm e
ye çalışıyor; günüm üzde b aşarılı olm ak için, â d e ta a h lâ k sız olm ak
gerektiğin e dâir yaygın bir inancın her yere, h erk ese ve her kesi
m e sirayet ettiğini vurgulam aya uğraşıyorum .
H a y a t d en en yolun hangi cad d esin d e, han gi so k ağ ın d a seyrey-
lerseniz seyreyleyin, yaptığınız işin ya d a takip ettiğiniz meslekin
ahlâkîliğini bah is m evzûu etm ek zorundasınız; bu sorulardan k aça
m az, kaçınam azsınız çünkü.
79
G erçek te varsıl ve güçlü olanların, hatta yoksul ve güçsüz olan-
lann dahi ah lâk a ihtiyaçları olm ayabilir; d ah a açık çası, insanların
çoğu neyin ahlâklı, neyin ahlâksız bir tutum olduğunu anlayıp kav
ram aya vakit ayır(a)m ayabilir ya d a ayırm ak istem eyebilirler. K e n
dilerine bu tür suâller sorulm asın d an d a hoşlanm ayabilirler. F akat
d âvâ sahibi insanlar böyle davranabilirler m i?
Bilim ad am ı d a olsalar, tüccar d a olsalar, siyasetçi d e olsalar,
hatta ve hatta gazeteci ve y azar d a olsalar; d â v â ve id d ia kelim e
lerinin aynı kökten geldiklerini biliyorlarsa, asla ve k at’a!
80
ihtilâl’den inkılâba
İlk anlam ını tam am ıyla açık kılmak istersek, şu örn eği verebili
riz: z a m a n a r a lığ ı; bir adım d a h a atalım : z a m a n d ilim i.
81
K eza bir d iğer örn ek: “ iki n esn e arasındaki açıklık ve aralık ” ;
yani m e sa fe .
Böylelikle sözcüğün hem z a m a n , hem d e m e k ân itibariyle bir
açıklığı, bir aralığı ifade ettiğinde hiç bir kuşku kalm ıyor.
Peki nasıl olm uş d a bu kelim e “bozukluk, eksiklik, kanşıklık"
anlam ı kazan m ış?
1. Ö n ce bir düz çizgi tasavvur edelim ve bu çizginin akışını m uh
telif yerlerinden kesintilere uğratalım . Bu kesintileri b o şlu k olarak
adlandırabilir m iyiz? Elbette. O halde bu boşluklann yerine niçin
açtkltk, a ra lık veya y arık, ç a tla k sözcüklerini kullanm ayalım ?
2. Akışı, sürekliliği o lu m lu görd üğüm üz takdirde, bu akışın ke
sintiye, dolayısıyla kesintilere uğram asın ı d a bir b o z u lm a , bir b o
z u k lu k , yani bir k o p u ş olarak kavram aktan kaçm am ayız. Ç izgim i
zin akışında aralıkların, açıklıkların oluşm asıyla sü re k lilik d e ister-
istem ez e k sik lik le m âlul hâle gelecektir. ‘Bütünlük’ algım ızın p a r
çalan m ası, dağılm ası zihnim izde karışıklığa yol açacağ ın d an aralık
ve boşluk’tan bozukluğa, bozukluk’tan karışıklığa ulaşm am ız hiç de
zor olm ayacaktır sanırım .
3. Bütünlük ve sürekliliğin ih lâl edilmesiyle birlikte bozukluğun,
eksikliğin, kanşıklığın ortaya çıkm ası nasıl d oğal ise, bu ikincil anlam -
lann d a kolaylıkla h asa r, za rar, ziyan, kayıp, zayiat gibi sözcükler
le adlandırılabilecek bir m ahiyet kazanm ası aynı şekilde doğaldır. Ar
tık bütünlük ve süreklik duygusunun kaybedilm esi, h asar görm esi
sözkonusudur. B u ise zarar ve ziyandan başka bir m ân â taşım az.
Dikkat edilecek olursa, yukarıda özellikle bir kelim e kullandık:
ih lâl.
N e garip değil mi h a le l ve ih lâl aynı köktendir; tıpkı ih tilâl gi
bi. (h-l-l)
Y ukanda zikrettiğim iz bütün an lam lan hiç çekin m eden ih lâl ve
ih tilâl kelimelerinin karşısına koyabiliriz.
82
İh tilâl kelim esinin toplum sal ve siyasal an lam ı, gerçek te yaygın
anlam ının tam aksidir: “siy asal sürekliliğin kesintiye u ğram ası, d o
layısıyla toplum sal bütünlüğün d ağ ılm ası.”
B u kelim enin bir d e psikolojik karşılığı var: ihtilâl-i ş u u r; yani
zihin bozukluğu; yani bilincin süreklilik ve bütünlük algısının h asa r
g ö rm e si...
Ö zetle, ne ih tilâl, n e d e ih tilâlci kelim esi olum lu bir anlam ta
şım az; en azından kökeni itibariyle... B u yüzdendir ki T ü rk çe’d e bu
kelim e, siy asî iktidar tarafından ve m uhalefeti tan ım lam ak am acıy-
, la kullanılmıştır; bu olum suzluğu telâfi etm ek için m uhalefet e rb a
bın ca tercih edilen kelim e in kilâbdır. 1 9 6 0 'ta n so n ra: d e u rim ...
8 0 ’den so n ray sa: m ü d a h a le .
N e tuhaf değil mi, bu dört kelimenin dördü d e A rap ça kökenli
dir. Üçünün A rap ç a olduğu bilinir a m a bunlardan bir tanesi (devrim)
u y d u ru k ça diye yaftalandığından, çoğu kim se, bu sözcüğü, kökeni
ni m erak etm eksizin kullanır. Birçok ciddi sözlüğün d e bu karm aşa
y a katkı sağladığı h esab a katılacak olursa, gerisini, vann siz düşünün!
İlk so ru şu: İçinizde devrim kelimesinin Türkçesini bilen var m ı?
İkincisi d e şu : Peki, bu d iğer üç kelim enin, yani inkilâb’ın, dev-
rim ’in ve m ü d ah ale’nin anlam ı olum lu m u?
Soruların cevabını usulca bir k en ara koyup biz ö n ce inkilâb’tan
başlayalım .
Bakışım ızı in k ilâb kelim esinin köken ine çevirdiğim izde çok ta
nıdık bir kelim eyle karşılaşırız: k alb .
T ü rk çe ’d e g ö n ü l ve yü rek le karşılanan bu kelim enin fiil olarak
kullanımı (k alleb e) çeşitli an lam lara sah ip m iş gibi görü n ü y orsa d a
e n tem eld e yatan anlam ı "bir şeyin altını üstün e getirm ek ”tir; y a
ni çevirm ek, döndürm ek, yuvarlam ak, devirm ek, değiştirm ek...
D olayısıyla k a lb kelim esi d e isim olarak bütün bu hareketlerin (ta-
havvülâtm , hâlden hâle geçişin) sebebi olan yeti için kullanılır.
83
B u yetinin hangi o rg a n a ait olduğu ihtilaflıdır. Antik Y u n an ’dan
beri halk bu yetinin g ö ğ ü s kafesinin solun d a olduğuna inanırken,
âlim ler tam d a ak sin e d im ağ d a, yani beyinde olduğunu p ek âlâ bi
lirlerdi. (Bir örn ek olarak birçok âlim in yanısıra H an efî m ezhebinin
im am ı Ebu H anife'nin d a h î bu yetinin d im ağd a bulunduğunu açık
ç a ifade ettiğini söyleyebiliriz.)
B u rad a dikkat çek m ek istediğim iz bir d e ğ e r h u su s d a bu h a re
ketin, iki h areket türünden, yani dairesel ve d oğru sal (müstedir-
m üstakim ) hareketten sa d e c e ilkini ifade ediyor olm asıdır. B u du
rum da bir şeyin altını üstüne getirm ek (çevirm ek, döndü rm ek, yu
varlam ak, vs.), â d e ta bir kürenin veya bir topun altını üstüne getir
m ek dem ektir; y o k sa bir bifteğin d eğil... Biftek bir şey e inkilâb e t
m ez, sa d e c e ters-yüz olur. G eo m etrik olarak ifade e d e ce k olursak,
yer değiştiren bu d urum da bifteğin yüzeyleridir.
Kalbin hareketi, duyguların hareketidir; yani se v in m e k ve
ü zü lm e k gibi duyguların... Nitekim T ürkçe g ö n ü l kelim esinin a n
lamı d a buna yakındır ve “sev in ç/sev in m e yetisi" an lam ın a gelir.
B u an lam d a hem en g ö n e n m e k (sevinm ek, mutlu olm ak) veya g ö
n en d i rm ek (sevindirm ek, mutlu etm ek) fiillerini hatırlayabiliriz. Ni
tekim Y unusum uz şöyle der:
Y ani bir gön ü le girince, bir gönlü kazanın ca kişi sevinir, m utlu
olur. S e n d e bir gön ü le gir ki sevinesin, mutlu olasın!
Y ürek kelim esine gelince, bu kelim e d e tıpkı k alb gibi, g ö n ü l
gibi, duyguların hareketini ifade eder. Kolaylıkla bulunacağı üzere
kökü, yür-m ek veya aynı an lam d a yür-ü-m ektir; c e saret ve atıl
ganlık gibi m uayyen duyguların yürüm esini (hareket etm esini) s a ğ
layan yetiye yü rek denir; sevinç ve türevleri gibi m uayyen duygu
84
ların hareketini sağ lay a n yetiye ise g ö n ü l. (H er iki kelim enin d e
kullanım alan ların a dikkat edilirse, işaret ettiğim iz aynm ın d a h a iyi
k avran acağın ı söyleyebiliriz.)
K ısac ası, T ü rk çe olan g ö n ü l ile yü rekin an lam ve işlevlerini.
A ra p ç a olan k a lb kelim esinin tek b aşın a karşıladığını söyleyebili
riz. (A ra p ç a'd a bir d e fu a d . -çoğulu e f ’ide- kelim esi bulunm aktadır
ki bu kelim e d a h a ço k a k ıl an lam ında kullanılır.)
K öken in de kalbin bulunduğu in k ilâb , bugün d a h a ço k “sosyal
ve siy asî d eğişim ve dönüşüm leri" tan ım lam ak için kullanılmakta
dır ki siy asî ve sosyal yapının altının üstüne getirilm esi, â d e ta kü
renin tersine çevrilm esi dem ektir. Altta olanlar üste çıkar, üstte
olanlar d a alta in erse bu bir inkilâbdır. M eselâ " F r a n s ız İn k ilâb t” ,
kelim enin bu anlam ıyla tam bir m utabakat halindedir. M onarşi yı
kılır ve aristokrasi imtiyazlarını kaybedip b aş-aşağıy a inerken -ki bu
durum da ay ak lan ters istikam ettedir-, halkın tem silcileri d e kürenin
üstüne çıkarlar. A m a çok ilginçtir ki b u 'a lt' ve ‘ ü s t’ kavram lan
hiç, a m a hiç inkilâb etm ez (değişm ez). İnkilâb ed en ler sa d e c e alt
takiler ile üsttekilerdir.
Alttakilerin ü ste çıkm alan ve üsttekilerin al-aşağı edilm eleri, y a
ni bulundukları yerd en alınıp aşa ğ ıy a çekilm eleri için alttakilerin
(halkın tem silcisi olduklannı iddia edenlerin) şiddet kullanm asına
ihtiyaç vardır; ak si takdirde, buna “yer d eğiştirm e’’ vey a “n ö bet d e
ğiştirm e’’ ; yani ‘d e m o k rasi’ adı verilir ki bazıları bu işlem in dahi
gerçekte halkı ilgilendirm ediğine inanırlar.
C um h uriyet id aresi, bir inkilâb idaresidir ve bu teşebb ü sü n h e
nüz T ürk çe karşılığı bulunam am ıştır. (H er n e k ad ar bazıları d ev ri
m i kullanıyorlarsa d a bu kelim e T ürkçe değildir.)
T ürk devlet g elen eğ i ih tilâl ve in k ılâb a yabancıdır; zira Türk-
ler ihtilâl ve inkilâb y ap m a k yerine, y a eskisini ay ak ta tutm aya ç a
lışmışlardır, y a d a çözüm ü yeni bir devlet kurm akta bulmuşlardır.
85
gazete okuyan adamın imameti câiz midir?
Gazete okuyan adamın imameti caiz olup olmayacağı gibi bir me
seleyi kütüb-i şer'iyede aramak, o mukaddes eserleri -mâzallah- bi
rer ‘herze mecmuası’ suretinde telakki etmektir. Daha doğrusunu
isterseniz, kütüb-i fıkhiyyemizde musarrah şerâit-i imameti [imam
lığın şartlarınıl hâiz beş-on zât bulunursa, bunlann içinden gazete
86
okuyanı fazla bir meziyeti, âlem-i İslâm hakkında fazla bir vukufu
hâiz olacağı için diğerlerine tercih olunur.
87
A yaz M ahdum ’un bu izahını lâyıkı veçhile takdir edip e d e m e
yeceğinizi bilem em . F akat şu rası m uhakkak ki bir sü re so n ra usûl-
i c e d id e su re tin d e oku m a yazm ayı öğren m ek, gazeteleri d e m ü
talaa etm eye alet oldu; gazeteleri m ütalaa edenler ise çok g e ç m e
den H azreti Em îr’i g a y b e ttile r ve ardından, evet h em en ardından
gazetelerin şöyle m an şet attıkları görüldü:
88
lo k m a , bir h ırka diyenlerin; bir süre so n ra bin lo k m a, bin hırka
dem ey e b aşlam alan n ın (ahlâkla siyaseti birbirine kanştırm am aları-
nın) ardında d ah a b a şk a seb ep ler ara m ay a lüzum yoktur.
O yunun kuralları, oyun a dahil olan larca ön em senir; oyunun
kurallannı ö n em seyen ler ise, oyunbozanlık y ap am azlar; dolayısıy
la onların şu kuralı sin eye çekm ekten b aşk a şan sları kalm az:
K u r a lı ko^ıan o yunu k az an ır; o yu nu kazanan kuralı koyar.
H al böyleyken, bu zavallılar ne yap sın lar? İşlerini güçlerini bıra
kıp bir d e g az ete okuyanlann im am etinin câiz olup olm adığını mı
tartışsınlar?
N ered e? K eşk e bu m eseleleri tartışabilecek k adar ciddi ve d e
rinlikli bir siyasetin ad am ı olabilselerdi.
89
hiçliğin grameri
90
rokratlar, “işe yarar (kalıcı) hiçbir şeyi y a p m a m a k " şeklinde bir
p ren sib e titizlikle bağlı kaldıklarından, d ev let k itap la rı terkibinde
k ita p la r kısm ı değil, d ev let kısmı d ah a baskın çıktı. S o n u n d a öy
le bir noktaya gelindi ki büyük tan tanalarla Millî Eğitim ve Kültür
Bakanlığı koltuklarına oturan “büyüklerim iz” fare doğurdular.
H âsılı eskinin o koyu sınırları silikleşti, belirsizleşti, nered eyse
yok oldu. Bu yeni bir durum du ve durum un yen iliği Ö zal d ö n em i
nin bir sonucuydu. G erçekten de 1 9 9 0 'h yılların en önem li husu
siyeti. toplum daki fikir gruplan (“ katm anları" mı deseydik ac ab a?)
arasın d aki sınırları ortad an kaldırm ak şeklinde tezahür etm işti. İşçi
sendikalarıyla işveren sendikaları elele verince sendikaların rengi
kalm adı, sarısı kırmızısı birbirine karıştı. Partiler arasın d a d a fark
kalm adı; sosyal d em okratlar liberallerin, liberaller sosyal d em o k
ratların, İslam cılar ise her iki tarafın d a fikir ve sloganlarına sah ip
lendiler. A ydınlar d a bu siy asî yönelim e koşut bir çizgiye dahil ol
m ak ta gecikm ediler. Sözgelim i bir taraf N ecip Fazıl hakkında,
“ Gericidir a m a iyi bir şâird ir", d iğer taraf d a N azım H ikm et h ak
kında “ Dinsizdir am a iyi bir şâirdir” dem eyi, entellektüel m ü sam a
hanın, h atta derinliğin bir g ö sterg esi olarak sundu.
Sınırlar ortad an kalktı d a iyi mi oldu?
Sınırları koyanların sınırları kaldırdığı bir ülkede, insanın kendi
koyduğu sınırları h assasiyetle korum ası n e k ad ar d a zor! Tıpkı
“S e n hâlâ oralard a m ısın?" suâlini m üstehziyâne bir biçim de dil-
lendirenlerin zım nen “ Biz buraları aştık" e d â la n n a katlan m ak gibi
birşey bu.
Z ekâî gibi, H ûm â-yı h im m etim , bâd-ı h ev ây a rağ b e tim yok-
tu r/K a n a a t k u şe sin d e rû zig âra m in n etim y o k tu r dem edikçe,
kim kendi sınırlannı koruyabilir; kim kalkıp d a birtakım m evhum
sınırlardan sö z edebilir? Y a d a Fuzûlî gibi, C îfe-i d ü n y ay a çok
m e y le tm e d im k e rk e s gib i/B ir h û m â -ta b ‘ım g ıd â b e ştir b a n a bir
91
ü stu h â n m ısralarını vird-i zeban eylem edikçe, kim özgürlükten,
d ay an ışm ad an , özgürlük için, özgürlükler için sav aşm a k tan d e m
vurabilir? Kim fikirden, n am u stan ve dahi fikir n am usundan bah is
açabilir?
B en ö z g ü rlü k istiy o ru m !
Unutm ayınız ki bu üç kelimelik sö z dizgesinde, üç değil, d ö rt
an lam birimi vardır: Bir, ben kelim esinin anlam ı; iki, ö z g ü rlü k ke
lim esinin anlam ı; üç, istiy oru m kelim esinin anlam ı; V E dört, bu üç
kelim enin y an a y an a gelm esiyle oluşan sö z dizgesinin (c ü m le n in )
anlam ı.
Dizgenin kendine m ah su s anlam ını h esab a katm aksızın, dizge
yi oluşturan birimlerin bir anlam ı olabileceğini ya d a bir d izgeye
dahil oldukları halde bireysel (birimsel) anlam larını m u h afaza e d e
ceklerini san an ları, işte böyle bir gram atik zorunluluktan dolayı
ciddiye alam ayız. Ç ünkü on lar bize, birşey olm ak ad ın a, h içb irşey
olm ayı teklif ediyorlar. O y sa m eu cu d (varlık), m a d u m a (yokluğa)
m ukaddem dir!
92
islâmcılığm dilsel hermeneutiği üzerine
93
te r a k k î- rakı içm ek; te b e n rıî= ban y o yap m ak ; s a b it= sap ıtan ; te-
k e !lü m = kilim satın alm ak.
Ticanilerin A tatürk büstü kırdıkları bir sırad a Ö m er A sım Ak-
soy. A ta ç ’a sorar: “M e b sû ten ta k d is n e d e m e k ?” A taç düşünür
taşınır ve fakat cevabı bulam az. Bunun üzerine A ksoy açıklar:
‘‘Büst kırdığı için k o d ese k o y m ak .” (Oyunun kuralını hatırlayınız:
b a st= b ü st. k u d s= k od es)
A taç bu yeni gelişm eden çok m em nun olur; zira böylelikle ken
di kuralının sad ece sözcüklere değil, sözlere de uygulanabileceği o r
taya çıkmıştır. Birgün kendisi, A k so y 'a, “Sö y le bakalım ” d er; "T e
fe k k ü r ü n anlam ı n ed ir?” A ksoy cevabı bulam ayınca, A taç cevap
verir: P o k e r o y n a m a k 1. Fakat hem en kendisine, “P o k e r sözcü ğü ,
te fe'ü l babına girince, te fe k k ü r değil, te p e k k ü r olur" diye haklı bir
itirazda bulunulur. N e ki A ta ç ’ın cevabı çoktan hazırdır: “Ö yle am a,
A rap ça'd a p harfi olm adığından, bu harf / y e kalbolunur."
B ir yönüyle G ü n eş Dil T eorisi'n i hatırlatan ve sözcüklerin
kök(en)leri üzerinde o y n an arak sürdürülen bu oyun sa d e c e e ğ le n
dirici değil, aynı za m an d a d ü şü n d ü rü c ü d e. Ç ünkü sözcükler
A rap ç a, fakat m antık T ü rk çe.
A c a b a günüm üzün m üslüm anlan, farkında olm aksızın düşünce
dünyalarını böylesi bir oyun oyn ayarak mı zenginleştiriyorlar? B a ş
ka bir dünyanın sözcük ve kavram larını alıp birtakım oyunlarla o n
lara İslâm î bir m uhteva mı kazandınyorlar? Sözgelim i, “K ayn akla
ra (K ur'an ve S ü n n e t’e) dön ü yoruz" iddiasıyla inanç köklerine her
ğttiklerinde, zaten o ra y a giderken yanlarında götürm üş oldukları
şeyleri o rad an tekrar geri mi getiriyorlar? H er ayet ve hadîs oku
yuşlarında, o ayet ve h ad islere kendi yükledikleri anlam ları, sanki
o kaynaklardan çıkarıyorm uş gibi mi yapıyorlar?
Benim bu suâllere cevabım , -istisnaların hakkını verm ek kay-
dıyla- m üsbettir: zira radikalinden m uhafazakârın a, selefîsinden sû-
94
fisine bugün m üslüm an çoğunluğun, ad ın a d ü şü n c e dedikleri iş
lem , e sa se n A taçların oynadığı oyunu ciddiye alarak oyn am aktan
ibaret.
N e gariptir, bu kadar ağır bir yargıyla karşılaştıkları halde, bir
ço k insan kendisini bu yargının k ap sam ı dışında tutacak ve belki
d e bu satırların yazarının haklı olduğunu düşünecektir. Böylesine
ağ ır bir yargıya sahiplenm enin, böylesine büyük bir dâvanın sav cı
sı olm anın ne kıymeti var? B e n ce hiçbir kıym eti yok, çünkü bu yar
gının d o ğ ru lu ğ u n a inandıklarını söyleyenlerin en sevdikleri oyun
d a zaten aynı oyun. G erçekte hiçbiri bu oyunun cazibesinden kur
tulam adığı için, biz d e hiç çekinm eden k a h ro lsu n sa h te a fe rin le r!
diyebiliriz.
Y argıyı ağır bulanlar, hadi h a k sızlık d em eyelim a m a m ü b a la
ğ a edildiğini düşünenlerin söyleyecekleri n e v ar? Bir hiç, k o sk o ca
m an bir hiç! Ç ünkü onların şeytanı, onları itid al kisvesiyle aldatı
yor. H âsılı bugün şâkirlerin ellerinde şek er yem ekten başka bir
m arifetleri k alm am ış ve en nihayet kendilerini oyun a kaptırdıkları
için hem şükr'ü, hem d e Allah T eâlâ'n ın şükredenleri sevdiğini
unutm uşlar.
N e diyelim , Allah şe k e rle rin i artırsın!
95
hakikatin zahiri, zahirin hakikati
96
biliyor. Bu yüzden um uda doğru yolculuk edenlerin um uda varabil
m eleriyle varolabilm eleri arasın d a hiç d e ciddiye alabileceğim iz bir
fark bulunm uyor.
N edir o ad ın a u m u d dediğim iz şey ?! Evet um ud ettiğimiz n e
dir? Bizler n ey i um uyor ve um ud ediyoruz? “Zihnim izde yaşattığı
m ız d ü n y a” ile “içinde yaşadığım ız, y aşa m ak ta olduğum uz dünya"
arasın d aki çelişkileri, tutarsızlıkları çözm eyi m i?
Ş a y e t bu çelişkiyi ç ö zm e k se bütün um udunuz ya d a um utla
rınızın ön ü n d ek i en büyük en g el ise bu çelişki, yaklaştırın kula
ğınızı siz e bu y a m a n çelişkiyi ç ö ze b ileceğ in iz o b a sit form ülü h e
m en fısıld ayıvereyim ve fısıld am ak la k alm ay ıp bir türlü itiraf e t
m ediğin iz, ed em ed iğin iz, kendi ken d in ize bile itiraf etm ek ten
çekin diğin iz o m u h teşem çelişki-çözücü cev ab ı size a ç ık ç a s ö y
ley eyim :
— Zihninizde yaşattığınız dünyadan vazgeçip bizzat yaşadığınız
d ü n y aya katılm ayı deneyin.
Y o k e ğ e r bunu bu şekilde ifade ed ecek k ad ar yürekli değilseniz,
“zihninizdeki d ü n ya” ile “ içinde yaşadığınız d ü n y a’ nm e s a s itiba
riyle bir karşıtlık içerm ediğini kabul etm ekle işe başlayın. M eselâ
“ akılcı o lm ak " gibi, “ gerçekçi o lm ak" gibi, “oyunu kurallarına g ö
re o y n am a k ” gibi beylik sözler bulun kendinize ve akılcı olm ak g e
rektiğinden, gerçekleri dikkate alm ak lâzım geldiğinden dem vurup
tez elden ad am idadına girm eye bakın. M eselâ “ Bütün m üslüm an-
lar zengin olm alı, ben de bir m üslüm anım , o halde ben de zengin
olm alıyım ” gibi kıyaslar yapın! İnanın b a n a , kim se size, bu akıl yü
rütm enin m atlûbunun (sonuç önerm esinin) su re t itibariyle yanlış
olduğunu söyleyem eyecek, hatta muhalifleriniz bile istem eye iste
m eye İlm-i K ıy as’ın ilk şekline itibarla bu son ucun bu rh an değeri
taşıdığını itiraf etm ek zorunda kalacaklardır.
in sa n sa h ip o lm ad ığ ı şey i te rk e d e m e z !
97
Bu n eden le o lsa g erek ki gençlerin h ayat karşısındaki vaziyet-
alışları, h ay ata karşı duruşları, o rta y a şlıla r ve bâ-husûs y a şlıla r
karşısında bir kıym et ifade etm ez. S a h ip olm adıklarını red d eder bir
d urum da olm akla suçlanır gen ç yürekler; ve to p lu m sa l h a fız a h e
m en “ B ek â ra avrat b o şa m a k kolaydır” vecizesiyle yaralam ay ı b e
cerir, o, h ayat karşısında aldırm azlık ve dahi um ursam azlık zırhına
bürünm üş tufeylileri.
Bir düşünün bakalım , kimler istiyor, kimler talep ediyor bizler-
d en “zihnimizdeki dünya "yi (hayallerimizi, hülyalarımızı) bir k en a
ra bırakm am ızı ve ad am gibi bir an evvel “ içinde yaşadığım ız dün-
y a ”ya intibak etm em izi? Evet, çekinm eyin ve bir düşünün bakalım ,
kimleri teselli ed er, kimleri iknâ ed er o ad ın a “akıllı olm ak, ge rçe k
çi o lm ak ” dedikleri silk üzre seyreylem ek?
Aklı elde ed e m em iş, aklının sm ırlannı teftişe çıkm am ış, çıka
m am ış kim senin, aklı terkedip kalbin p eşin e d ü şm esi, sanıldığı k a
d ar kolay değildir; k o la y n e kelim e, m ü m k ü n bile değildir. O hal
d e hiç tereddüt etm eyelim ve k o la y kelim esini “ sah ip olm adıkları
m ızdan, sahibi olam adıklanm ızdan vazgeçm en in ” y ü k le m i y ap ıp
sahibi olduklanm ızın fedailiğine soyunalım . Ö n ce m ülkiyetim izden
başlayalım : m âlik olduklanm ızı, kâdir olduklanm ızı, sah ib oldukla
rımızı terkedelim . Ö yle ki en nihayet elim izde bir tek te rk kalsın,
so n ra hiç düşün m ed en on u d a terkedelim .
İn san , te rk e d e m e y e c e ğ i ş e y e s a h ip o la m a z !
H av a yine kurşun gibi ağır. V E şiddet şedıd. K a lm a d ı h ü zn ü n
ç a re si. Ç ünkü ayırm ış başını göv desin d en a d a m , sahillerden çakıl-
taşı top lam akla vaktini h eb a ediyor; um ud topladığını san ıy o r ü s
telik.
K o c a bir topluluk sah ile d o ğ ru yürüyüşe çıkm ışlar. K um gibi k a
labalıklarm ış. B u yüzden sah ild e çakıl taşı toplayan ad am sa y m a
m ış, say a m am ış gelenlerin kaç kişi olduklarını. H ep si h ep bir ağ ız
98
dan bağın yorlarm ış: “ Bütün m üslüm aniar zengin olm alı, ben de
bir m üslüm anım , o halde ben d e zengin olm alıyım .”
Evet, h ep si d e bir ağızdan ve nered eyse hiç ara verm eden tüm
güçleriyle böyle çığırarak yaklaşıyorlarm ış sahildeki adam ın yanı
na. Y aklaşm ışlar, yaklaşm ışlar ve en nihayet adam ın yan m a gel
m işler; “ B ırak elindeki çakıltaşlarını d a kon uş bak alım ?” dem işler.
A dam y a v aşç a yerinden doğrulm uş, üstünü başını silkeledikten
so n ra o n lara şöyle dem iş:
— Sizin bildiğiniz sa d e c e h ak ik atin zâh iril Ş ay e t zâh irin h ak i
katin i bilseydiniz, kıyasın su re tin e değil, m a d d e sin e bakardınız ve
hiç vakit geçirm ed en hem en tevbe ederdiniz.
K alabalık tevbe etm ek yerine alay etm iş. A dam d a çaresiz on
lara bir teklifte bulunm uş: “M adem tevbe etm iyorsunuz, bari şu kı
y as üzerinde biraz olsun teem m ül edin:
99