Professional Documents
Culture Documents
Tür: Öykü
Yapıtın tüm yayın hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar
dışında yayıncının izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.
www.altkitap.net
altkitap@altkitap.net
altZine
2013 Tema Yıllığı
İçindekiler
12
13
“Bilinmeyen bir şehrin sokaklarında kaybolmak kadar güzeli var
mı?” diye düşünürken... kayboldum. Asosyal medyada ha bire nerede
olduklarını etiketleyenlere öykünerek “I’am at kayboldum lan!” yazmak
istedim bir yerlere. Cep telefonumun şarjı bitip navigasyonu kullanılamaz
hale geldi ama sorun etmedim. Elmalı votka alıp içe içe gezdim. Bizdeki
vergilere, sırasını hatırlamamakla birlikte yaşama, yürütmeye, ön yargıya
küfrettim. Elimde 200 grivna bahşiş atacak sokak müzisyeni aradım
ama bulamadım. Aç karnına içince kafayı bulmaya başlamıştım. Aslında
kafam güzelken eski sevgilimi aramak geliyor içimden her seferinde.
Ansızın. “Hadi gel Selin, o seyredemediğimiz Lost’un 5. sezonunu
izleyelim mi?” diyebilmek için belki de… Kafanız sürekli onunla meşgulken,
zihin alkolün etkisiyle esir tuttuğu ayrıntıları serbest bırakıveriyor
hemencecik. Kamufle edilmiş arzular kompartımanım kapılarını ardına
kadar açmıştı, üstelik inilecek istasyona henüz ulaşmamıştım, votkam
daha yeni yarılanmıştı. Mutluluk bir istasyon değil ve yanınızda olmasını
istediklerinizin hep daha mühim işleri var. İlk ankesörde durdum ve kredi 14
kartımı soktum deliğe. Çevirdim aklımdan hiç çıkmayan numaraları.
Dakikalarca aramama rağmen telefonu sürekli meşguldü. “Yeni sevgili
bulmuş,” dedim içimden, iyi bilirim annesini iki dakikada paketleyiverir
yoksa.
Aşk meşk olaylarını elimin tersiyle itip tek yolun devrim olduğunu
düşündüğüm üniversite zamanlarıma dönmeye başladım votkam
dibine yaklaşırken. Üniversitede dernek başkanıyken şimdilerde yurt
dışında asortik yerlerde çektirdiğim fotoğrafları Facebook’a yükleyerek
mastürbasyon yapanlardan oluvermiştim. Kafamda kızıl renkli bir
şimşek çaktı. Parasız dönemlerimin kahramanı Lenin’e gitmeliydim. Bir
tek o anlardı beni. Özgürlük Meydanı yakınlarda olmalıydı. Son kalan beş
Lenin heykelinden birine doğru emin adımlarla ilerlemeye başladım.
16
Bekçi İlyas - Halil Fırat Eren
28
Ocakbaşı - Füsun Çetinel
Tak tak tak tak tak. Ustanın et pembesi kalın parmakları tezgâhın
üzerinde hızla inip kalktı, Sevim’in randevu heyecanını soğanlarla birlikte
ince ince doğradı.
“Buyrun efeeem.” Usta elini kavanoza daldırıp bir tutam pul
biber ve sumağı cömertçe soğan yığınına serpti, yoğurmaya başladı.
Alçak tavanlı girişi göz yaşartıcı bir koku sardı. Genç kız burun deliklerini
titretti, kendi bedeninin kokusunu almaya çalıştı. Meydandan restorana 29
yürürken epey terlemişti. “Niye kazak giydim ki,” dedi kendine. Acı soğan
kokusu mangal dumanıyla bir olup Sevim’in bol gözlerine yürüdü.
Masalarda oturanların arasında tanıdık bir yüz seçmekte zorlandı.
“Kız bu senin son şansın, ona göre,” demişti anası evden
uğurlarken. Babası her zaman ki koltuğunda ‘Kim Beş Yüz Milyar İster’
yarışmasını seyrediyordu.
“Son şansım ya,” dedi kendi kendine Sevim, “hayatımın sonuna
kadar huysuz babam, hastalıklı anamla iki göz, nefes kokan odada
tıkılıp kalmak, köpekler gibi çalışıp abimin kredi kartı borçlarını ödemek
istemiyorsam eğer. Neyim eksik dairedeki diğer kızlardan? Tek istediğim
bir koca... kendime ait ev... güzel çocuklar... pazar gezmeleri...”
Şakaklarından apansız ter boşanmasa, avuç içleri yapış yapış
olmasa, otuz dokuz numara ayakları nemli terliklerinin içinde öne
fırlamasa şimdiye çoktan evlenmişti Sevim. Bölüm şefi lavaboya gidiş
gelişlerini saymaya başlamıştı. Keyfine mi gidiyordu. Beyaz gömleğinin
koltukaltları sararmasın, iş arkadaşlarına bayat soğan kokmasın diye ter
fışkıran her tarafını sabunlayıp bir güzel pudralıyordu.
Mehmet ocakbaşının bitişiğindeki dar masadan heyecanla
el salladı. Sevim’in saç diplerinde ter taarruzunun habercisi ufak
karıncalanmalar başlamıştı bile. Ellerini kazağına kurulayıp kalabalık
arasında ilerledi. İlk buluşmaları için tokalaşmak yeterli olacaktı.
Ayrılırken yanaktan öpüşürlerdi artık.
Mehmet garsona siparişleri sıralarken o avuç içlerini masanın
mermerine bastırıp sakinleşmeye çalıştı. Derin nefes alıp verirse,
heyecanını kontrol altına alabilirse, biraz olsun daha az terler, daha az
kokardı.
Mehmet trafikten, işlerin yoğunluğundan, servis şefinin
ahlaksızlığından bahsederken Sevim eline geçirdiği peçete destesiyle
yüzüne hücum eden ter taneciklerini boşuna durdurmaya çalışıyordu. 30
*Bir saniye. Aynı şeyi ben de yaptım herhalde, değil mi? Mutsuzluğumun kaynağını
40
Anlaşılmaz - Ayşen Işık
Akşam saat beşi vurmadan az önce, genç yüzlü sakin bakışlı bir
adam istasyona girdi. Elinde bavul ya da herhangi bir eşyası yoktu. Ne
tarafa gideceğini tam kestiremiyormuş gibi durdu. Ellerini beline koyup
şöyle bir etrafa bakındı. Sonra gelen trenlerin listelendiği ekrana yaklaştı
daha iyi görebilmek için. Listeyi şöyle bir taradı ve gözü çok uzaklardan
gelen bir trene takıldı. Saatine, numarasına, kalkış yerine iyice emin oldu.
En son da peron numarasını ezberledi. Çok büyük olmasa da tüm evreni
sarıp sarmalayan bir rakamdı: on iki.
Peronlara doğru döndü ve on ikinci perona ilerledi. Tren bütün
yolcularını indirmiş sakin sakin bekliyordu. Peron neredeyse bomboştu.
Tren boyunca ilerlerdi. Yürürken de sağ tarafındaki bankları sayıyordu.
Banklar da boştu. Üçüncü banka geldiğinde nabzı artık kontrol
edemeyeceği şekilde hızlanmıştı. Dördüncü bankı geçerken gözleri
hafiften kararmaya başladı, burnunun ucunu zor görüyordu. Ama
duraklamadı, birkaç adım daha atıp beşinci banka geldi. Gözlerindeki
bulutlar ve yanıp sönen yıldızlar dağılıncaya kadar bir süre öylece durdu.
Sonra yavaş yavaş görmeye, gördüğünü algılamaya başladı. Görmeyi
beklediği resim değildi bu. Çerçeve, arka plan, dekor tamdı ama portresi
çizilen kişi yoktu içinde. Doğru geldiğine emin olabilmek için bankın
üzerindeki yazıyı arandı. Onun dışında kimse bu kamu malına zarar
vermediği için kendi el yazısını bulması hiç de zor olmadı. Artık emindi,
doğru gelmişti. Mekan doğruydu. Ama örtüşmeyen bir şeyler vardı.
“Beni burada bekle,” demişti. Çanlar beş kere art arda vurdu.
Buraya gelip de onu bulamama ihtimalini hiç aklına getirmemişti.
Kulakları uğulduyordu. Aynı mekan ve zamanı paylaşmayan iki hayatın
kesişip birleşebileceği yegane noktadaydı. Ama diğer hayat orada yoktu.
En az buraya gelmeden önceki kadar yalnızdı. Yalnızlığının devam
edeceği ihtimaliyle yüzü karardı, daha da yalnızlaştı. O karanlık kuyuya
yuvarlanmamak için eliyle şakaklarını ovuşturdu ve derin bir nefes aldı.
Planını tekrar gözden geçirdi ama bir kusur göremedi. Tek aksaklık onu
bir iki saat istasyonda bekletmek zorunda oluşuydu ama bu ikisi için de 51
hiçbir şeydi.
Kaybettiği bir şeyi arar gibi etrafına bakınırken bankın diğer
ucunda gözüne bir cisim ilişti. Bu bir kitaptı. Banka oturdu ve kitabı eline
aldı. Eski, tozluymuş hissi veren bir kitaptı. Ciltliydi, kapak resmi filan yoktu.
Ne yaptığını çok da bilmeyerek kapağını açtı. Alışık olmadığı harfler dizildi
gözlerinin önünde. Genel kültürü Kiril alfabesini tanımasına yetti. Basım
evi ve tarihin yazılı olduğu sayfada parantez içinde, ufacık puntolarla ve
bilindik şekillerle yazılmış kitabın adını gördü: Anna Karenina. Soğuk bir
ürperti dolaştı sırtında. Kitabı yüzüne yaklaştırıp kokladı. Kitap kokusu
onu sakinleştirirdi. Ama bu kez işe yaramadı. Düşüncelerini bir düzene
sokabilmek amacıyla gözlerini kapattığında kitabın sayfaları arasından
bir kağıt parçasının usulca kayıp kucağına düştüğünü duyumsadı. Aynı
anda zihninde boş beyaz bir sayfa belirdi. Üzerine belirsiz yazılar yazılıp
siliniyordu sürekli bir şekilde. Bütün sorularının cevabıydı okuyamadığı
o şifreler. Okuyabilmek için gözlerini açıp dizlerindeki o kağıda bakması
gerektiğini çoktan anlamış olsa da, bir süre daha cesaretini toplaması
için kımıldamaması gerekti.
Kaderin ağ örmesi trikotaj merakından değildir. Bunca kesişen,
çakışan, örtüşen, teğet geçen hayat hikayesi elbette başka türlü kayda
geçirilemez. İsimler, mekanlar, tarihler özenle, ilmek ilmek işlenmelidir.
Bir yere atılacak fazladan bir düğüm, ya da her nasılsa kaçan bir ilmek
fanilerin başlarına olmadık çoraplar örer. Sırf bu kusurlar yüzünden
insanlar otobüsleri kaçırır, sınavda bir soru fazladan doğru yaparak
olmadık bir meslek sahibi olur ya da sevmediği bir kadınla evlenir.
Hasbelkader bir sürü tuhaf, açıklanamayan şey olur. Aklın ermediği yerde
yol ikiye ayrılır, kabul ve ya isyan. Her iki seçenek de ayrı çile odalarından
geçtikleri halde aynı yokluğa çıkarlar.
Dizlerindeki kağıt parçasına nihayet baktı. Bu bir tren biletiydi.
Çok uzaklardan bu istasyona ve hatta bu perona gelen bir yolcunun bileti.
Varış saati birkaç saat, varış tarihiyse bir gün öncesini gösteriyordu.
52
Frankfurt’un kenar mahallelerinden birinde akşamın darı olması
sebebiyle bir çocuk annesi tarafından sokaktan derhal eve çağırıldı. Kara
gözlü, bu ülkenin insanlarına benzemeyen afacan çocuk, iki bir etmeden
eve koştu. Kokulu sabunlarla elini, yüzünü, ayaklarını yıkadı ve sıcak sıcak
tüten çorbanın kokusuna asılıp usulca yemek masasına aktı. Sonbaharın
artık sert esmeye başlamış rüzgarlarından kızarmış yanakları çorbaya
banılmış ekmek lokmalarıyla şişmiş olduğu halde heyecanla anlatmaya
koyuldu. “Anne, bugün Bahnhof’un oralarda oynarken raylarda yürüyen
bir kadın gördük. Elinde kırmızı bir valiz vardı. Arkasından seslendik, ıslık
çaldık, hatta ufak bir iki de taş attık ama bir türlü oralı olmadı. Deli miydi
neydi. Neyse ki o sırada tren filan gelmiyordu.”
Sandıktan Gelir Ayva Kokusu - Murat Taş
“Biliyorum,” dedim.
“Nereden biliyorsun?”
“O koku bu gece bir hikâye yazdırdı bana.”
Tema: Şişe
Batıl - Pamir Çerçi
“Üç,” dedim.
Heyecanlanmıştım ama belli etmemeliydim. Hem ağabey
demişti bana, hem de hikâyemi sormuştu. Derin bir iç çekerek
başladım mübalağa dolu senaryomu anlatmaya. Yüksek bir ses tonu
ile anlatacaktım ki Gelinim sen dinle, kızım sen anla hesabı olsun, tüm
koğuş öğrensin nasıl deli biri olduğumu.
“Bak aslanım, ben yalnız bir fâniyim. Efendi biriyimdir ama tersim
pistir, sinirlendim mi gözüm görmez olur. Evde otururken öfkelensem,
duvarlardan çıkartırım hıncımı. Yeni bir Mersin akşamıydı, sıcak ve
nemli. Ben ise dertliydim yine. Sinirimi yatıştıracak bir şey arıyordum.
Baktım ki duvarda yamultmadığım nokta kalmamış. Attım kendimi
betonarme gecekondumdan dışarı. “Sahil boyunca turlarım, iki de tek
atarım kafam rahatlar,” diye düşündüm. Bir saat olmadan sekiz birayı
devirmişim, devam ediyorum kumsalda çıplak ayak yürümeye, kafam
olmuş bir dünya. Dalga sesi, ılık kum zerreleri, mehtap, yakamoz desen
ortam alengirli. Yavuklular uzanmışlar şezlonglarda. Yazlık sezonu
Mersin’de. Bazısı ateş yakmış, etrafında şarkılar söylüyor. Yalnızım ben
tabii. Herkes o kadar neşeli, o kadar mutlu ki maraz olmamak elde değil.
Az ötemde kızlı erkekli bir grup gördüm, yanlarından geçmeden elimdeki
bira şişesinden kurtulayım dedim ki onlara dadanacak bir ayyaş
sanmasınlar beni. Delikanlı adama terstir sapı olan armuda dalmak.
Duraksadım. Denize baktım, ayağıma vuran dalgaları karşılarken tüm
gücümle şişeyi salladım zifiri karanlığa. Ama ne fırlatma, neredeyse
yıldızları indirecektim gökyüzünden. Yoluma devam edecekken o kızlı
erkekli gruptan genç, tüysüz bir erkek çocuğu ayaklandı. Seri adımlara
burnumun dibine kadar girdi. Bir şeyler diyor ama kafamın ayarından mı,
Türkçe konuşmamasından mı, hâlâ tam olarak bilmediğim bir nedenden
anlayamadım dediklerini. Denizi gösterip, “Batıl, batıl,” diyordu bana.
Bir batıl lafını seçebildim dediklerinden, o da ne demek bilmiyordum.
Çocuğun üstünde beyaz bir tişört ortasında yeşil bir ada resmi vardı, 67
adanın üzerinde de el ele tutuşmuş insanlar, hayvanlar falan feşmekan.
Tüysüzle tartışırken ses yükselmiş tabii, aynı tişörtten giyen başka biri
daha gelmiş. Sonra bir baktım ki üç kişi olmuşlar. Diğerleri oturuyor,
izliyor. Denize fırlattığım şişe var ya, koçum. Dalgalar getirmiş onu
ayağıma kadar. Çocuklardan ilk başta ayağa kalkıp yanıma gelen hamle
yaptı şişeye. “Batıl,” diyor hâlâ lavuk. Şişeyi aldı eline, kavradı başından.
Lan dedim bunlar bana dalacak. Babamın tek öğüdü geldi aklıma Kavga
kaçınılmazsa ilk yumruğu sen at. Çıkardım belimden sustalıyı salladım
önümdeki beyaz tişörtlü bebelere, bağırsaklarını kumsala dökene kadar.
Sonra bir baktım, adamlar yerde kıvranıyor, dalgalara karışıyor kanları.
Polisler gelene kadar bekledim, delikanlıca. Hiç zorluk çıkarmadan
takmalarına izin verdim kelepçeyi. Sonradan öğrendim. Herifler
çevreciymiş, o batıl diyen herif ecnebiymiş, şişeyi diyormuş bottle diye.”
Etkilenmişti yeni gelen. Tırsak gözlerle bakıyordu bana.
“Eee, abi üç adam harcadın, üç yıl mı aldın?”
“Allah kahretsin çenemi,” dedim, günlerce kafamda kurduğum
hikayenin açığını dakikalar içinde yakalamıştı. Uçmasaydım keşke o
kadar. Üç yıl olur mu hiç? “Koğuştakiler duymamıştır inşallah,” diye ümit
ederek baktım dört bir yanımdaki meraklı gözlere. Konuyu değiştirmem
gerekiyordu.
“Bırak adalet sistemini de sen nasıl düştün buraya?” diyerek
soruyu koydum.
Kendimin yirmi bir gün beklediği soruyu onun önüne daha ilk
gününde serdim. Pişman oldum sorduğuma da, hikayemi yüksek sesle
ve abartarak anlattığıma da.
“Abi, vallaha benim suçum yok. Barda oturuyoruz arkadaşlarla....”
diye cevap verirken kestim konuşmasını.
“Sus da çay koy, çok konuşanları kimse sevmez burada,” dedim
yeni çaycıya, ve güldüm ilk defa, içeriye düştüğümden beri.
68
On Küçük Şişe - Füsun Çetinel
77
Şişenin Dibi - Özge Sarıoğlu
108
Denge Matbaası - Necdet Ülker
1
Bir gün, bir dergide bir ilan görmüştüm. Çoktandır, çevremdeki
hiç kimsede bulunmayan bir uğraş edinmek niyetindeydim. Çok farklı,
şaşırtıcı olmalıydı. O zamanlar henüz internet yoktu.
Bu nedenle insanların acayip merakları da yoktu. Uganda’nın
çaresiz başkenti Kampala’yı bir bilenimiz yoktu mesela; ancak
109
kasetlerimiz vardı bizim, onları dinlerdik ve televizyonlarımızda altı
tane kanal düğmesi olurdu, düğmelerin yalnızca üstten ikisine kayıt
yapabilirdik. Aranızda avukat olanlarınız “Konuyla alakası yok,” diyerek
itiraz edecekler biliyorum. Koşullar kısaca böyleydi. Ne Kaçkarlarda yerel
kültürler üzerine inceleme yapabilecek ne de Derrida’yı yapı söküme
uğratabilecek bir ortama sahiptim anlayacağınız. Coğrafya kitaplarında
İç Batı Anadolu olarak özelleştirilmiş bir bölümde bulunan, günümüzde
dahi büyükşehir hüviyeti kazanamamış bir kentin, merkezine 94 model
bir Doğan L ile ancak kırk beş dakikada ulaşılabilen bir kasabasında
yaşamaktaydım. Bir Salı sabahı her zamanki saatinde kalkmış, olağan
faaliyetlerimin ardından daireye gitmek üzere evden çıkmıştım. Daireye
çıkmadan önce de her gün yaptığım bir diğer alışkanlığım gereği
Belediye meydanındaki büfeden gazetemi almıştım. İşte bu gazetenin
yedinci sayfasında o ilanı gördüm. Merkezi İstanbul Cağaloğlu’nda olan
bir dernek kuruluşunun birinci yılı şerefine bir etkinlik düzenleyecekti.
Derneğin adı Çetodo’ydu ve 19. yüzyıl Rus edebiyatı üzerine derin bir
sevgi beslemekteydiler. Açıkçası son birkaç yıla kadar Tolstoy haricinde
bir ismini okumuşluğum yoktu. O sıralarda bir Orhan Pamuk furyası
patlamıştı. Kara Kitap adında bir kitabı yayımlanmıştı ve ben o kitabı
Ankara’ya kuzenimi ziyarete gittiğim bir sırada Karanfil Sokak’ta fark
etmiştim. Bakın sokak diyorum, sokağın bir köşesinde bulunan lanet bir
kitapçıdan bahsetmiyorum. Zira kitap vitrinleri doldurmakla kalmıyor
tüm sokak boyu akıyordu. Gözümü nereye çevirsem onu görüyordum.
Her neyse, dönüş yolunda, bir dahaki ziyaretime kadar okumak amacıyla
üç beş kitap almıştım, aralarında Dostoyevski’den Karamazov Kardeşler
ve Orhan Pamuk’tan Kara Kitap da vardı. Ne yalan söyleyeyim, Kara
Kitap’ın bu kadar ilgiyi çekiyor oluşu rahatsız etmişti beni. Üstelik usta
bir müfettiş edasıyla icra ettiğim incelemelerim sonucu kendimce bir
pürüzünü de bulmuştum. İçinde bir yerlerde Karamazov Kardeşler’den
bir hikâyenin çok benzerini yakalamış, çılgına dönmüştüm. Sokakların
kustuğu o kitaba, yazarına ve tüm bir popüler edebiyata karşı kendi
barikatlarımı kurmamın vaktinin geldiğini düşünmüştüm. Sanki merhum 110
yazarın haklarını benim savunmam gerekecekti.
Çok beklemedim, iki hafta sonra, ancak bu sefer kuzenime hiç
uğramadığım yeni bir ziyaret gerçekleştirdim Ankara’ya. Yanımda iki
koli dolusu Dostoyevski, Çehov, Tolstoy ile döndüm kasabaya. Bu yeni
motivasyonum tam altı ay sürdü. Altıncı ayın sonlarına doğru ölüler
evinin anıları artık beyin çeperlerimi zorlayacak bir kurgusal evren
yaratmıştı yaşantımda. Alışkanlıklarından nasıl kurtulduğunu bir türlü
hatırlayamaz ya insan. Benimki de öyle olmuştu. Bir gün rafta duran
Gogol’ü çoktandır yerinden oynatmadığımı fark ettim ve ardından çay
demlemek için mutfağa geçtim, zerre umurumda değildi artık.
Geçici bir süreliğine hayatımdan çıkardığım o eşsiz uğraşı
hatırlamam için tek bir ilan yeterli olmuştu. Dilimde biriken yaralar
gibi kaşımadan duramazdım şimdi onu. İlanda, etkinliğin bir panelle
başlayacağı, panelin de o maruf salonda yapılacağı yazmaktaydı. Tam
altı ay boyunca hemen her gün okumuştum o bet suratlı adamları.
Birileri benden çok daha fazla bilgiye sahip olabilirdi, hatta içlerinden biri
o Ruslardan birinin yakın akrabası da çıkabilirdi. Bunlar mühim değildi.
Hayatımda ilk defa bir konuya en ince ayrıntısına kadar hâkimdim ve
bunu birilerine kanıtlamam gerekiyordu. Bu arzumun, kahrolası bir
kasaba ayazında yaşanabilmesi olasılığı Armstrong’un Ay’a gerçekten
ayak basmış olması olasılığından çok daha azdı. O gece bir mektup
yazdım ilgili adrese. Yalnız, bilmenizde fayda var, ilanda bir isim yer
almıyordu. Okul dönemimden hatırladığım kadarıyla bu tip etkinliklerin
bir davet edeni olur, gerekli tüm bilgiler verildikten sonra ilanın altına
onun adı yazılırdı. Bu kişinin bir telefonu ya da bir adresi olurdu. Tabii,
çoğunlukla adresi, zira cep telefonu henüz icat edilmemişti ve zavallı
organizatör genellikle, Beşiktaş ya da Paşa’nın zemin altı odacıklarında
nefes alma yeteneği kazanmış aç ve sefil bir öğrenci olurdu. Ondan da
evine telefon çekmesi değil, kıçının altına bir karyola çekmesi beklenirdi.
Etkinliğe katılmayı canıgönülden istediğimi ancak İstanbul’a
hayatımda bir defa, o da yarım kalan Fars Dili ve Edebiyatı öğrenimim 111
sırasında gittiğimi, o sıralarda ikinci köprünün henüz proje aşamasında
bile olmadığını, ilk köprüyü ise hiç göremediğimi açıklamaya çalıştım.
Evet, saçma geldiğinin farkındayım, ancak gerçekten tek bir sefer bile
terk etmişliğim olmamıştı İstanbul’u o süre boyunca. Urfa’ya Antalya
üzerinden gidiyor olan o garip otobüste köprüyü geçerken de bunu
idrak edemeyecek durumdaydım. O esnada devcileyin bir tavşanın
sırtında dişlerimi fırçalamaya çalışıyor, Freud’u, Jung’u çaresiz
bırakacak kâbuslarla cebelleşiyordum. Panelin yapılacağı salonun
yerini bilmiyordum, bunu öğrenebileceğim yetkili bir merciim de yoktu.
İçinde bu çeşit isteklerimin de olduğu birkaç cümle daha yazdım ve
ertesi sabah mektubu postaladım. Bir hafta sonra cevabı elime ulaştı.
Mektubu Ahmet Sancaktar adında biri yazmıştı. O meşhur telefonsuz
kişi Ahmet Bey olmalıydı. Etkinliğe katılmamdan mutluluk duyacağını,
benzeri olmayan bir dernek oluşturmak istediklerini ifade etmekteydi.
Mektubun içinde el yordamıyla çizilmiş bir kroki bulunmaktaydı. Eğer ki,
aranızdan biri o krokiyi inceleyebilmiş olsaydı, kalkıştığım bu maceranın
çok saçma olacağını, kâğıda el ele tutuşmuş çöpten bir anne ve çocuk
resmetmiş birinin ancak bir delinin yaratıcı zekâsına sahip olabileceğini
anlayacaktı.
Üç hafta kadar sonra bir Cumartesi, Urfa üzerinden gelmediğine
emin olduğum bir otobüse atlayarak İstanbul’a geçtim. O zamanlar
Topkapı’da bir gar vardı. Surların hemen dışındaydı ve günün o erken
vaktinde kente yeni inmiş birinin duyup duyabileceği en farklı kokuyla
karşılardı misafirlerini. Şu satırlara sığmayacak bir duygusu vardı.
Krokideki dört yolu, dört yol köşesindeki ilkokulu bulmam bir saatimi,
ilkokulun karşısındaki bina girişini bulmamsa bir saatimi daha almıştı.
Uzunca bir süre ortalıkta bir kapı yoktu çünkü. Panelin yapılacağı
düğün salonundan bozma salon yerinde yok gibiydi. Okulun karşısında
bir tekel bayii, onun yanında kırtasiye ve genişçe bir apartman girişi
bulunmaktaydı. Binaya bitişik diğer iki binayı ise konfeksiyon atölyeleri
işgal etmişlerdi. Zemin ve bodrum katlara yerleşmiş bu atölyeler henüz
açılmamış, daha doğrusu hiç açılmamış gibiydiler. Yaklaşık yarım saat 112
kadar bir kadastro memuru itinasıyla aradığım o kapıyı babasına ufak
boy rakı almak üzere kapıdan çıkan bir küçük kıza sordum. Küçük kız
bana nedense adını ve nereli olduklarını söyledi önce. Ardından şu
karşıdaki okulda okuduğunu, okumayı herkesten önce söktüğünü ancak
öğretmenin oğlunun da aynı sınıfta okumasından dolayı kurdeleyi
kapanın kendisi değil o şımarık çocuk olduğunu anlattı. Sanırım
üçüncü kez sormuştum ki tekelin içinden yaşlıca bir adam çıkıverdi.
Oturaklı bir ifadeyle yardımcı olmak niyetindeydi ancak verdiği cevap
pek aklıma oturacak cinsten olmamıştı. Ayaklarımın ucunda dökme
demirden uzunca bir ızgara bulunmaktaydı. Şu bodrum kat depolarını
havalandırmak amacıyla kullanılan ızgaralardan. Adam eliyle işaret
ederek aradığım kapının bu ızgara kapak olduğunu söyledi. Aklım otobüs
yolculuğuna gitti o an. Acaba hâlâ yolculukta falan olabilir miydim, zira
içimden bir ses Kafka’nın rüyama girmiş olabileceğini; dahası, emin
olmamakla birlikte, yanlışlıkla Kafka’nın rüyasına girmiş olabileceğimi
fısıldıyordu. Kapağı kaldırdık sonra. Uzun bir yolculuğa uğurlar gibi
bakıyorlardı ardımdan. Küçük kız el bile sallamıştı.
Kapağın altında merdiven bulunmaktaydı. Tahminen üç kat
kadar aşağı indim. Yol boyunca etraf karanlıktı, cebimdeki kibriti yakarak
ilerlemiştim. İndiğim yerdeyse gerilim filmlerini aratmayan, gizemli bir
kapıyla karşılaştım. Altından ve kenarlarından ışık sızmaktaydı. Aradığım
panelin kapının ardında bir yerlerde beni beklediğinden emindim artık.
Kapıyı açıp içeri göz atmadan önce artık daha fazla
şaşıramayacağımı sanıyordum. Düşünsenize; İstanbul’un merkezinden
hayli uzakta, henüz boya ya da kaplamayla tanışmamış tuğlalarla
örülü bir cepheye ve yan binaya bitişik bir ekonomik düzeye sahip,
tahminen doksan dokuz depreminde adı çürüğe çıkacak bir apartmanın,
dışarıdan ızgara kapak vasıtasıyla girilen bodrum katındaydım. Üstelik
karşımda altından ışıklar saçılan mistik bir kapı durmaktaydı. Şaşırma
merkezimdeki ilgili sinirlerin daha ben ızgara kapağı kaldırmamışken
tükendiğinden emindim. Öte yandan, içeri girdiğim anda sinir
113
hücrelerinin yenilenemeyeceğini iddia eden o bilimsel safsatanın boşa
çıktığını söyleyebilirim. Büyük bir salona girmiştim. Görünüşü itibarıyla
üçüncü sınıf bir düğün salonundan ziyade kent merkezinde bir yerlere
sorumlusu müteahhit tarafından belediye ödeneğiyle yaptırılmış bir hali
vardı. Kesinlikle uluslararası herhangi bir konferansa, Altın Portakal’a ya
da iPhone 6 lansmanına ev sahipliği yapabilirdi. Ne var ki tavanı dâhil
ahşap kaplamaydı ve içeriye acayip bir küf kokusu hâkimdi.
Koca salonda, toplamda dört kişi, belirli aralıklarla oturmuşlardı.
Sanki oturma planlarını düzenleyen görevli, salonun dolu görünebilmesi
için verdiği büyük uğraş sonucu, katılımcıları koltuklara itinayla dağıtmış
gibiydi. En arkadaki sırada köşe bir koltuğa oturdum. Beş dakika kadar
sonra, toplantı yeter sayısına ulaşıldığı anlaşılmış olacak ki ön sırada
oturan biri ayaklanarak sahnedeki kürsüye çıktı. Üzerinde cırtlak yeşil,
kalın bir yün kazak vardı. Kazak, omuz dikişleri o yılların modasına uygun
şekilde dirseklere yakın bir yere kadar düşmüş, kullanıcısına iki beden
büyük gelen cinstendi. Saçlarını ortadan ayırmıştı. Öte yandan, dış
görünüşüne inat gayet makul konuşuyordu. Toplantının saçma bir saygı
duruşuyla başlayacağından ölesiye korkuyordum aslında, Allah’tan
bu tip bir drama gerçekleşmemişti. Konuşmacı, yaklaşık yarım saatlik
süreyi derneğin kuruluş amacını açıklayarak geçirdi. Düşündüğüm gibi,
dernek 19. yüzyıl Rus Edebiyatı’nı diriltmek amacıyla kurulmuştu, ancak
bunun aracı olarak sıra dışı aktiviteler sunulmaktaydı. Konuşmacı yeni
nesil Türk yazarları ve okuyucu kitlesini büyük bir öfkeyle eleştiriyordu.
Bir şekilde bu durumu değiştirmek gerektiğinden, edebiyatı eski
görkemli günlerine geri götürmekten bahsediyordu. Bunun da o eski Rus
entelijansiyasını merkezine alan bir yapıyla mümkün olabileceğini ifade
ediyordu. Konuşmanın sonuna doğru aniden beni ve üç sıra önümdeki
gözlüklü adamı işaret ederek “Aramıza yeni katılan arkadaşlar var,”
dedi. Bizi ön sıralara çağırdı ve akabinde kürsüden inerek yerine oturdu.
Yerimden kalkıp en ön sıraya geçtim, o sırada diğerleri de yerlerinden
kalkmış, birbirlerine daha yakın yerlere oturmuşlardı. Bitişik düzene
yakın, safları sıklaştırmış bir hal almıştık. Panelin geri kalanı toplantı 114
şeklinde geçecekti. Aynı konuşmacı kendini tanıtarak sözlerine başladı
bu sefer. Ahmet Sancaktar kendisiydi ve bir yıl önce yanındaki diğer iki
kişiyle birlikte - Orhan ve Seval - kurmuşlardı derneği. Gözlüklü adam da
benim gibi gruba yeni katılmıştı. Grup diyorum, çünkü yaklaşık üç saat
sonra dağıldığımızda beş kişiden oluşan bir derneğin daimi üyesi gibi bir
şeyi olmuştum artık.
Izgara kapaktan dışarı çıktığımda kendimi tüy gibi hafiflemiş
hissetmiştim. Hayatımda ilk defa kendimi bir yere ait hissediyordum,
bunun nereye ait olmamla hiçbir ilgisi yoktu. Aynı yolun tersini kullanarak
gece yarısına doğru kasabaya vardım. Dönüşümden bir hafta sonra, bir
pazartesi sabahı, daireye geleli bir saat olmamışken, Melahat Hanım
seslendi. Bir arayanım vardı. Son bir ayı Park ve Bahçeler Müdürlüğü’nün
kasabanın çeşitli yerlerine yaptırmayı planladığı havuz ve çiçekliklerin
gelen teklifleriyle geçirmiştim. Masamın üzeri açılmayı bekleyen bir
düzine dosya ile kaplıydı. İkisini ancak tamamlamış, üçüncü dosyanın
kapağını henüz açmıştım. Şu muhasebe işleri içinden çıkılmaz bir hal
almıştı ve teklifleri sunan şirketlerden gelen telefonlar iyiden iyiye başımı
ağrıtmaya başlamıştı. Derneği, Ahmet’i ve araştıracağım türlü materyali
düşünecek halim yoktu anlayacağınız. İşte öyle bir anda ihtiyacım
olan en son şey şirket çalışanlarıyla yapacağım bir telefon konuşması
olacaktı. Hâlbuki arayan Ahmet’ti. Şaşırmıştım. Melahat Hanım’a
telefonu bağlamasını söyledim.
“Günaydınlar memur bey,” dedi Ahmet. Sözlerinde hafta başının
getirdiği iç sıkıntısından anlayan bir samimiyet vardı.
“Günaydın,” dedim, “telefonumu nerden buldunuz Ahmet
Bey? Hatırladığım kadarıyla size herhangi bir telefon numarası
bırakmamıştım.”
“Boş verin şimdi bu tip merakları Cemilcim. Arayı uzatmamak
gerekir. Neler yaptığınızı merak ettim. Biliyorsunuz çok uzaktasınız ve
arada sırada birbirimizi aramamız gerekir bu koşullarda.”
“Teşekkür ederim Ahmet Bey. Umarım her şey yolundadır,” 115
2
Çok çalıştım, akşamları dosyaları eve taşımaya başladım.
Dosyalar o kadar ağır ve elde taşımak için o kadar konforsuz şeylerdi
ki sırf bunun için çarşıdan ikinci el bir Bond çanta satın aldım. Artık
içerisine iki dosya koyabildiğim bir çantam da olmuştu.
Bir süre sonra işlemler otomatikleşmişti zaten. Teklifler, tekliflerin
kalem bazında kırılımları, hesap kitap işleri, oluşturduğum bir sistematiğe 116
137
Sert, Çok Sert - Füsun Çetinel
Dokuz günlük bayram tatilini fırsat bilip herkes bir yerlere gitmiş,
İstanbul hayalet şehir olmuş, sokakları, alışveriş merkezleri, plajları bile
boşalmıştı. Sıcaklık gölgede otuz altı dereceydi. Sarper’in beceriksizliği
yüzünden bir kere daha koca apartmanda bir tek biz kalmıştık.
Kız kardeşi Selin her zamanki pişkinliği ile arife günü yeni aldığı
bilmem kaçıncı köpeğini bırakacak yer bulamayıp sorgusuz sualsiz
kapımıza getirdi. Ben “Bir saatçik Gamze’ye göz kulak olur musun?” 138
desem bin dereden su getirirdi, bencil şey.
Sütlü kahverenginde bal gözlü şirin bir av köpeği kırmasıydı
Kırpık. Adını son harfine kadar hak ediyordu. Kapıdan girer girmez bol
salyalı ağzıyla neşe içinde ayakkabılarıma girişti.
“Sadece dört gün kalacak. Bugünü saymayın, dönüş günü de
çabuk geçer. Geriye sadece iki güncük kalıyor,” dedi Selin en sevimli
haliyle. Sormadı bile “Bakabilir misiniz?” diye. Kayınvalidem de aynı
model, her işi emrivaki bu ailenin.
“Aşısı falan var mı bunun? Başımıza bela çıkarmasın sonra?”
“Anne, lütfeeen ama,” diye çığlık çığlığa koşup yanımıza geldi
Gamze. “Benim odamda uyur. Hem benim dışımda tüm arkadaşlarımın
evcil hayvanı var.”
“Aşı için daha çok küçükmüş, satan adam öyle söyledi. Artık
Bozcaada dönüşü götürürüm veterinere.” Bozcaada’ya gidiyormuş. Biz
köpeğine bekçilik edelim, hanımefendi gezsin. Para bol nasıl olsa.
Sokaktan ısrarcı bir korna sesi geldi. Sevgili görümcem hasır
şapkasını savurup kraliçe edasıyla merdivenleri inip gözden kayboldu.
“İnşallah bunun sonu da diğerleri gibi olmaz,” dedim.
“Gamze köpek diye çıldırıyordu. Üç dört gün oynar, hevesi geçer
işte. Bize de bulaşmaz artık.”
Beyefendinin istediği olmuştu, köpeği bahane edecek, kıçını
her zamanki gibi koltuğa yapıştırıp tatil boyunca evden dışarı adım
atmayacaktı.
“Ben tuvaletine karışmam ona göre.”
Sarper küçük tuvaleti boydan boya eski gazetelerle kapladı. Bir
kenara su kabını yerleştirdi. Gamze hemen parka, gezmeye götürmek
istedi köpeği.
“Çamurlara girmesin. Patilerini ben yıkamam söyleyeyim,” 139
“Köpek bizimle nasıl olsa. Hem yavru köpek kuduz olmaz ki.”
Sarper olayı yumuşatmaya çalıştıkça sinirim iyice tepeme
çıkmaya başladı. Yerimde duramıyordum. İki de bir gidip uyuyan kıza
ve yatağın altındaki Kırpık’a bakıyordum. Hayvanın gözleri kaymıştı.
Derin soluklar alıp veriyordu. Bu hayvan kesinlikle normal değildi. Sarper
görünce bana hak verdi.
“Sen kızla dur ben bunu köşedeki veterinere götürüyorum,”
dedim.
Veteriner beni hemen tanıdı, bu Selin’in başımıza attığı kaçıncı
hayvandı.
“Gençlik hastalığı bu,” dedi. “İğne yaparım ama çok zor, yaşamaz.
Hasta hayvanı satmışlar size, başka ülkelerden kaçak getiriyorlar.”
Ağlamaya başladım. Kırpık için, Gamze için, kendim için.
Zehrolan dokuz günlük bayram tatili için.
“Kuduz değildir ama yine de veteriner fakültesinde bir test
yaptırmanızı öneririm. Madem kızınızı da ısırmış.”
Selin’i camdan aşağı atmayı istedim o an.
Pırtık’ı alıp eve döndüm. Gamze uyanmış merak içinde beni
bekliyordu.
“Kırpık biraz hastaymış, uyuması gerek,” dedim yavaşça. Sarper
onu küçük tuvaletteki çamaşır sepetinin içine koydu. Zavallı hayvan
koyduğumuz yerde kalıyordu.
“Kırpık ölecek mi anne,” deyip ağlamaya başladı Gamze.
Hiçbirimiz konuşmuyorduk.
Kırpık gece boyunca inledi. İlk önce solukları yavaşladı, sonra
minik göğsü zor inip kalkmaya başladı. Çok feciydi. Sarper hep yanında
kaldı. Ben uzaktan gözlüyordum. Sürekli Selin’i aradım, açmıyordu 142
telefonunu. Sabaha doğru Sarper bitkin bir şekilde yatağa geldi.
Anladım. Ölmüş. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Ne kötü bir kızdı şu
Selin. Sarper sesini çıkarmadan saçlarımı okşadı. Tatilin sonuna kadar
yataktan çıkmak istemiyordum artık.
Ertesi sabah herkes şiş gözlerle uyandı. Kırpık’ı bir karton
kutuya koyduk. Veteriner fakültesini aradık. Nöbetçi doktor çıktı telefona,
“Ancak bayram sonrası alabiliriz köpeği,” dedi, “hayvanı soğuk bir yerde
muhafaza edin. Yoksa beyni bozulur, kuduz testini yapamayız.”
Ağustos sıcağında alışveriş merkezlerinin dışında soğuk yer
bulmak neredeyse imkânsızdı. Buzdolabımızın buzluğuna sığamayacak
kadar da büyüktü merhum Pırtık. Soğuk ve geniş bir yer daha vardı.
Sarper’e söyleyince “Asla!” dedi ilk önce ama Gamze’nin kuduz olma
ihtimalini hatırlatınca, anında fikrini değiştirmek zorunda kaldı.
Kırpık’ın naylon poşete sarılı katılaşmaya başlamış minik
bedenini kayınvalidemin derin dondurucusuna törenle indirdik; domates
salçalarının, çilek reçellerinin, iç bakla ve bebek enginarların arasına.
Gamze kapağını kaparken dua etti.
Balkondaki çiçekleri suladık, yakındaki tatlıcıdan kutu kutu
baklavalar alıp dayı ve teyzeleri bayram ziyaretine gittik.
143
Konser - Belma Fırat
“N’aber millet?
SBS öncesi moral şenliğimize hoş geldiniz.
Coşmaya hazır mıyız?
Peki, Muse sever miyiz?
Budur işte. Süperisiniz!
144
Kankalar, o zaman rock kulübümüzün çalacağı Unnatural
Selection parçasıyla açılışı yapıyoruz. Klavyede Derin, bas gitarda
Okan, elektro gitarda Taylan, davulda Kaan ve mikrofonda Cem. Ve işte
karşınızda grup Crazy Boys.”
156
Yasemin Kokusu - Yasemin Newcombe
“Yıkanmayacağım.”
Annem dakikalardır sinirinden ağlıyor. Çişimi söyleyebildiğim
halde altıma işedim. Çişimi söyleyerek onu sevince boğduğum ilk gün
bana bahşettiği donla gezme özgürlüğünü bugün bilerek suiistimal
ettim.
Misafir odasındaki çiçekli koltuğa imzamı atarken yaptığımın
171
bedelini ödeyeceğimi elbette bilmiyordum. Tuvaletin kuburundan
kaçarken şimdi kara delikli bir küvette, baştan aşağı, çitilenip,
köpürtülerek yıkanıp paklanacaktım. Düşmanlar başına.
“Ömür törpüsü! Annen ölsün de gör sen gününü. Baban
üvey analar getirsin başınıza da anlayın kıymetimi. İş işten geçince
mezarımdan aşağı bağırırsınız gayrı, annecim de annecim diye.”
Annemin anlamadığı, çişimi söyleyebilmemin büyük adamlar
gibi tuvalete çıkıp işimi görebileceğim anlamına gelmediğiydi. O kara
delikten korkuyordum. Onun mutfakta soğan soyduğu ve babamın fosur
fosur uyuduğu bir saatte Elanur sinsice yanıma yaklaşıp beni deliğe itebilir
hatta üzerime sifonu bile çekebilirdi. Küvetteki delik bile kuburunkinden
korkunç değil. Hangisinin daha tehlikeli olduğundan emin olmasam
da en azından küvete kucakta giriyorum. Annem bir gün cinnet geçirip
beni yıkamak bahanesiyle tıpayı çat diye üzerime kapatabilir. Diyor ki bir
babam bir de ben saçlarını beyazlatmışım. Bakımsızlıktan, ilgisizlikten
saçları sapır sapır dökülürmüş de nihayetinde kel kalacakmış. “Anne”
diyesim var, “bir daha yapmayacağım. Sakın beni küvete yahut tuvalete
götürme. Ekmek Mushaf çarpsın ki bir daha çişimi söylemeyeceğim,
razıyım, altıma bez bağla.” Küvete giriyoruz. Anlatabilmek istiyorum,
“Beni o deliğe yaklaştırma!” diye bağırmak istiyorum, ağzımdan çığlıktan,
homurtudan başkası çıkmıyor; debeleniyorum, annem kolunu musluğa
çarpıp, acıyla bağırıyor: “Allah kahretsin!”
Acı, annemin direncini kırıyor. Beni nihayet bırakıp dizlerinin
üzerine çöküyor; boynumu uzatıp yüzünü göremesem de biliyorum. Yine
gözlerini sımsıkı kapatmış, çenesini titretiyor. O Allah’ın cezası babam
her akşam bir büyük götürene kadar bana bir bakıcı tutsa annem bunları
çekmeyecek. Füsun Teyze gibi rahatça çarşıya pazara gidecek, Nalan
Yenge gibi on beşte bir röflesini yeniletecek, üstüne başına gezmelik bir
şeyler alacak, almakla yetinmeyip onları sahiden gezmelerde giyecek.
Oysa vay çileli başı, vay dermansız derdi, vay onu artık görmeyen Rabbi,
vay ne günah işlediyse gittikçe kararan talihi ona bir türlü izin vermiyor. 172
Böyle anlarda haline öyle acıyorum ki içimden, “Tamam anne,” demek
geliyor, “ben gözlerimi kapatayım da kubura karışayım bari, sen Elanur’la
idare edersin zira kendisinin elinden tezgaha çıkıp sürahiye uzanmak
dahil her iş geliyor.”
Bir zaman geçiyor, annemi görüyorum. Öfkesini dertop
edip çekmeceye tıkmış, ortalığı toparlamış ve yeni belaları en güzel
giysileriyle karşılamaya hazırlanıyor. Öylece iki büklüm küvette yattığımı
görünce dudaklarını buruşturuyor: “Ah benim güzel oğlum, nerden çıktı
bu tuvalete çıkmamaklar, yıkanmamaklar? Hacetini gidersen de temiz
temiz yatsan yatağına. Ah güzel oğlum, mışıl mışıl uyusan?”
Annem saçmalıyor. Ben hiç yorulmuyorum ki… Yorgunluktan
geberen insanlar mışıl mışıl uyur ancak. Mesela Kemal Amca merdivenleri
çıkarken hep yorgun, “Bu yaşa geldim hâlâ milletin ağız kokusunu
çekiyorum Mahmut,” diyor babama, “bir de veresiye yazdırmıyorlar mı?
Bir de tekerlek gibi peynirlerini tadımlık diyerekten götürüp, beğenmedik
diye almazlık etmiyorlar mı? Bütün gün ayakta müşteri beklemekten
dizlerim kopuyor vallahi, bari değse.” “Kemal Amca,” diyorum, “sence
benim de bir gün dizlerimin kopma ihtimali var mı?” Deliksiz bir
uykuyu babamdan ve benden çok bu adam bir de annem hakkediyor.
Kadıncağız, benle uğraştığı yetmezmiş gibi bir de Elanur’a yetişmeye
çalışıyor. Her gün yemeğe geç kalırsa, o yayık ağzını cart diye ikiye ayırıp,
kemikleri kırıyor sözde. Elanur’un oğlanlara attığı mesajları şahin gibi
görürken, babamın saçlarına sinen tütünle karışık nergis kokularını hiç
duymuyor. Sadece bazı vakitler, “Ah be oğlum,” diyor, “artık ayaklansan.
Anana sahip çıksan, bebeğim, güzel oğlum benim.” Ağlamaktan daha iyi
becerdiğim bir iş yoksa da annem böyle içlendiği vakitler kaskatı kesilip
kalıyorum. “Anne, oğlun tuvaletin deliğine düşmekten, sabun köpüğüyle
birlikte gidere karışıp kaybolmaktan bile korkarken seni nasıl korusun?”
mealinde, ağzımdan o günden beri dilimden düşmeyen, anlamını
bilmeksizin söylediğim o kelime çıkıyor: Huğuğ.
“Yesinler huğuğunu senin soytarı,” deyip gülmeye başlıyor, 173
“sana bir lazımlık alacağım, artık ona işeyeceksin emi oğlum.”
Annem beni leğene koyup, saçımı sakalımı köpürte köpürte
yıkarken fısıldıyor: “Baban azıcık daha sola kıraydı direksiyonu da biz
düşeydik o kara deliğe, keşke kıçımızı tutamayan biz olaydık senin yerine
oğlum, keşke…”
O - Yasemin Newcombe
şimdi o binanın içinde, otoriteyi sarsıp yerle bir etmek için yıllardır kımıl
kımıl dolanan küçük bir kurt gibi huzursuz ediyordu başkanı.
40 yıl boyunca binayı küçük bir şehre çeviren her dinden, her
dilden serseriler orada doğmuş, büyümüş, ölmüş ama direnmekten
vazgeçmemişti. En son güncel bilgilere göre 100 kişiden fazla değildi
sayıları. Her seferinde orayı da, kocaman bir su birikintisine değer
değmez onun içine çekilip yok olan bir su damlası gibi kendine, koskoca
imparatorluğuna katmaya kalksa da, bu ayrılıkçılar adeta bir yağ damlası
olup bir türlü o birikintiye karışmamıştı.
Koltuğuna oturdu başkan. Yaşından dolayı azalan gücüyle ne
kadar hızlı vurabilirse artık, o kadar hızlı bir şekilde hırsla masaya vurdu
yumruk yaptığı ellerini.
“Niye herkes oy vermiyo bana arkadaş? Anlamıyorum. Niye
herkes sevmiyo beni?” diyerek bağırmaya çalıştı.
Bunu derken takma dişleri düştü masaya.
Ç For Çapulcu (Çapulcu’nun Ç’si)
Mete Güner
189
Adamın Biri - Aslıhan Kocabal
221
Beto - Bünyamin Bozkuş
delirmiş anlatırdı.”
“Siktir ulan.”
“Beto sen devam et gözüm.”
Mahir sulardan da çok huylanıyordu, tünel bu, damlıyo tabii
tepeden, zaten bir su sesidir gidiyo her yerde şıpır şıpır.
“Ulan suyu sen sevmezsin, atma şimdi.”
“O zaman severdim ben suyu, Bursa’da o ayılar beni köprüden
dereye attığından beri sevmiyom.”
“Beto, bak tepemi attırma. Anan seni yıkamak için kovalamaz
mıydı ortalıkta. Kaç kere gelip bizim demirhanenin kenefine saklanmadın
mı o zamanlar?”
“Serçe bıraksana anlatsın adam.”
Dedim, “Mahir bak, bu adamlar sabah gelip kapıyı açana kadar
çıkamayız buradan. Gel bakalım, yukarıya doğru bir çıkalım, zamanımız
çok.” Mahir diyor vagonu açalım, içerde koltuklara yatarız, sabah gideriz.
Oğlum nasıl açacaz vagonun kapısını, bu bok yiyen elektrikli sürgülü bi
şey.
“Hadi ulan ordan, vagonun kapılarını açık bırakıyolar bi kere,
içerden açılıyo dışardan nasıl kapatacaklar.”
“Ne biliyim oğlum, kulübeden falan kapatmışlardır biz içerdeyken
kapalıydı işte.”
“Ulan Betoo iyice üfürüyosun ama hadi neyse.”
“Neyse,” dedim, “Mahir sen dur o zaman, ben gidip bakayım,
zaten şurası, hemen iki adım.”
Mahir bırakmaz beni, “Yok, sen de gitme,” diye tutturdu. Dedim
“Valla hazine mazine varsa onu bulmadan dönmem ben, sen kal ben
bakıyım gelecem.” Yürüdüm yukarı doğru. Fener bende ya baktım Mahir
229
geliyo arkamdan. Tuttu benim ceketin arkasını buruyor. Oğlum diyorum
çekip durma, bi bok yok burada, aha da bak yukardan ışık geliyor.
Biraz ilerleyince böyle bi ışık yukardan aşşağıya. İstiklâl
tarafından araba sesleri hatta Asmalı’dan çalgı sesleri falan geliyor.
Ama kurt ulur gibi oluyor bazen. Mahir altına sıçtı sıçacak. Dedim,
“Mahir oğlum biz bir borunun içindeyiz, anladın mı? Bu sesler araba sesi,
yankı yapıyo ondan böyle.” Mahir’in kafası yattı, biraz rahatladı. Dedim
“Yukarı çıkıp İstiklâl tarafında yatarız, orası daha iyidir.” Mahir “Tamam,”
dedi, orda sesler, ışık falan var ya sanki meyhaneye gidecez. Mahir’in
dişleri nasıl birbirine vuruyor, yukardaki vagon koptu üzerimize geliyor
dersin anasını satayım. Aha böyle kafam kadar fareler kaçıyolar Mahir’in
takırtısından. Tepemizden aşşa bi yağmur yağıyor sorma.
“Siktir ulan yağmur ne gezer yerin altında.”
“Ya Serçe abi bi kesme Allahını seversen.”
“Tamam, ulan tamam. Gülşah, rakı lazım değil mi?”
“Yav Yaşar usta...”
“İçine sıçayidum. Ha böyle koyuyorim illaki içine duşeyur
tavuğun kanadi.”
“Eee yağmur dindi mi yavrum?”
Ne dinecek, ortası daha beter, Sular duvarlardan aşşağıya
süzülüyor. Biz geldik tünelin genişlediği yere sonunda. İki vagonun yan
yana geçtiği yer var ya Aha bu meydanın altına, ben diyim elli sen de
atmış metre aşağıya düşüyor. Tünel Kule’nin tam hizasından geçiyor
orda. Orası da bayağı uzunmuş ha. Tünele binince kısa gibi görünüyor.
Git git bitmez. Feneri duvarlara tutuyorum, na böyle kolum kadar
sümüklü böcekler var, yerlerde geziyolar. Üstlerine basmayalım diye
sıçrayıp duruyorum da Mahir bırakmıyo ki benim ceketi. Bi de böcekten
ayağım kaydı düştüm mü? Mahir bir yaygara kopardı, benim her yanım
sümüklü böcek, Mahir’le mi uğraşayım kendi derdime mi yanayım? Tüh
Allah kahretsin. 230
koparırsın.”
“Uy ne zaman?”
“Ulan Beto sen o zaman mı böyle yamuldun yavrum? Taşçı, bu
Yahudi’nin neden böyle yamuk olduğu anlaşıldı, kapıda İsa efendimizle
karşılaşmış. Niye gerdiniz lan siz İsa’yı?”
“Taşçı abi sen inandın mı bu hikâyeye? Remi abi sen yok
muydun o zaman?”
“Uy şu kapıdan bir geçemedun ki soğanı koparaydum da?”
“Bırakmadınız ki geçelim, çıkmış Fatih’teki şeyhi sürüyo ortaya.
Oğlum orda o şeyhin çükünü keserdim ama deplasmandayız. Sapıkların
yanına beni götüren sensin. Muhitimiz değil.”
“Bırak şimdi!”
“Tamam, kapılar var, ışık geliyo, Mahir altına işedi, devam et.”
“Yav bırak bu işemiştir altına rahmetliye bok atıyo.”
“Neyse ayağımızın altından tahtaların arasından da böyle
böyle ışıklar çıkıyor her taraftan, baktım bir geniş merdiven var dönüyor
aşağıya doğru. Dedim “Tamam bunun altı elmas altın dolu,” yürüdüm
indim, yukarının aynısı bir yuvarlak salon, yine böyle yüksek yüksek
kapılar var her yana dizilmiş. Neyse ben daldım bi kapıdan içeriye
ama bir engele takıldım kaldım. Böyle demir parmaklık gibi bi şey, ama
göğsümün hizasından geçiyor. Dedim “Şöyle bir gerileyim üstünden
atlarım ben bunun.” Koydum elimi üstüne tam sıçrayacam Mahir geldi
yapıştı yine ceketimin peşine. Bırak diyorum bırakmaz, ses de yok,
gözleri böyle aha şu domatesler gibi karşıya bakıyor. Dedim “Yine bir şey
gördü bu.” Baktım ışık maviye dönmeye başladı. Bir de baktım aşağıda
Boğaz, sağda Topkapı Sarayı, tepede güneş, ilerde Üsküdar, Kadıköy, taa
Adalar’a kadar orda. Baktım aşağıda çatıların üstünde martılar uçuyo,
Ergin abi balkonunda donuyla güneşleniyo. Sağ olsun rahmetli Mahir
hayatımı kurtarmıştı.” 235
236
Sadece Lou’nun Köşedeki Yeri
Metin Çalışkan
“İyi ki yanımdasın”
Harika bir histi. Kimse asla bana, iyi ki yanımdasın dememişti.
Üstelik bir kadındı bunu söyleyen (annem tersini söylerdi, iyi ki
yanındayım, ben olmasaydım sen şimdi...). Düpedüz yalandı, yalandı
yalan olmasına ama inanıyordum söylediklerine. Samimi geliyordu. Sesi
titriyordu.
Son çeyrekliği de Tim kullandı.
“Senin için çok sevindim.”
Talih perisi (Peri Anatomisi isimli tıp kitabını siparişini verdim.)
yukarıda vurulup Siyam Balığı’na düşmüştü.
Sadece Lou gündelik dilden, günlük yaşamdan alıntı beş
bin yalananın kayıtlı olduğu otomatı bit pazarından ucuza almıştı.
Çalışabileceğinden emin değilmiş. Siyam Balığı’na getirmeden evvel
denemiş. Bayılmış... Bit pazarından çıkarken kel bir çingene ona küfürler
savurmuş. Sadece Lou bana, çingenenin otomatın peşinde olduğunu
söylemişti.
Otomatı duyan insanlar, tek tük, grup grup, akın akın Siyam
Balığı’nı dolduruyordu. Herkes yalanların hipnotik etkisi altındaydı.
İnsanlar, otomattan bir şeyler duydukça kendilerini iyi hissediyordu. Üst
üste iyi gelen cümleler söyleniyordu onlara. Normalde gün içerisinde
eğer kaderiniz izin verirse üç beş tanesini işitebilirdiniz. Karşılığında bir
çeyrekliğin (Bazıları otomatı fazladan meşgul ettiklerinden Sadece Lou,
bir gün içinde bir kişiye on tane yalan kısıtlaması getirdi.) lafı mı olurdu.
Siyam Balığı da kendine çekidüzen verdi. Menüler iyileştirildi.
Brian King haftanın beş günü müzik yapmaya başladı. Sadece Lou
edebiyatı bıraktı. Timothy, Maryuana ile evlenmek üzere. Ben cuma,
cumartesi, pazar da mekanın müdavimi oldum. Hatta bir Siyam Balığı
rozetim de var (Otomatla ilişkim, dört günde toplam on altık çeyrek
241
şeklinde.)
Herkes bizi konuşuyordu. Röportajlar, televizyon kanallarına
canlı yayınlar.
Otomatı herkes kullanıyordu, herkes.
(Herkes yalanları içten içe hissediyor lakin doğruluklarını kabul
ediyorlardı.) Politikacılar: “Sana güveniyorum.”
Şarkıcılar: “Sen olmasan müzik asla yürümez.”
Herkes, yalana ihtiyacı olan herkes, doğrudan uzaklaşma
çabasındaki herkes otomata tapıyordu.
Talih perisi sağlığına kavuşup, göğe doğru uçtuktan sonra
(Aldığım anatomi kitabına göre vurulan bir perinin eski haline dönme
süresi dört aydı, otomatı dört ay önce Siyam Balığı’na getirmişti Sadece
Lou.) aksilikler Siyam Balığı’nı sardı.
Otomat bozuldu, Sadece Lou onu bir tamirciye götürdü.
Geri getirdiğinde onu denedik. Lou, Tim’den (Artık Maryuana’yla evli
olduklarına göre mantıklı.) dört çeyreklik istedi.
İlk çeyrekliği otomata attı. Ardından, makineden bir ses yükseldi.
“Kabiliyetsiz edebiyatçının tekisin, defol buradan.”
Sadece Lou sakince ikinci çeyrekliği kullandı.
“Şu görüntüne bir bak, berbat haldesin. Burası senden iyisini
hak ediyor.”
Beni işaret etti Sadece Lou. “Hadi dene ahbap,” diye mırıldandı.
Denedim.
“İyi ki yanımdasın.”
Sadece Lou sevinmişti. Otomatı orada bıraktı. Tersliğin
çözüldüğünü düşündü (Sadece Lou bana benzemezdi, tersliklerin
çorap söküğü gibi geldiğini, genellikle düzelmediğini başka tersliklere 242
boğulduğunu bilmiyordu.).
Otomat tamir edilememişti. Artık dilediğince, içinden geldiği gibi
konuşuyordu.
“Aslında evliliğin boktan, onu parası için seviyorsun.”
“Yükselme hırsın seni bitirecek.”
“Samimi değilsin.”
“Seninle konuşmaktan nefret ediyorum.”
Otomat tuhaflaşmıştı, (En tuhafı da söylediklerinin gerçek
olmasıydı, otomat gerçekleri nasıl biliyordu, insanların ruhuna nasıl
yaklaşabiliyordu.) insanlar ondan tiksiniyordu. Onu tekmelediler,
sopalarla paramparça ettiler, nihayetinde de Kızıl Nehir Sokağı’nda
yaktılar.
Siyam Balığı da kendini salıverdi. Menüler berbatlaştı (Bozuk
biradan bir politikacı zehirlendi.), Brian King’in gitarı kırıldı, çalmayı bıraktı
(Sadece Lou bir gitarın yettiğini düşünmüş olmalıydı.), Tim Mary’den
ayrıldı, Mary Tim’in burnunu kırdı, ben de salı müdavimliğine geriledim,
rozetim alındı.
Bir anda parlayan Siyam Balığı bir anda söndü. Medya karalama
kampanyaları hazırladı. Sadece Lou katlanamadı, benden borç isteyip
pardösüsünü rehinciden aldı. Siyam Balığı’nı bana devretti. Yalansız
bir sözcükle sonlanan bir şiir yazma isteğiyle gitti (Yalansız sözcüğü
arayacağı uzun bir yolculuk planlıyordu.).
Ben ve Mary kalmıştık. Yine de burayı, Siyam Balığı’nı adam
etmeye karar verdik.
Bir sabah yolum bit pazarına düştü. Siyam Balığı’nı yeniden
açmamıza iki ay kalmıştı. Ona rastladım. Yalan otomatına. Cebimdeki
son çeyrekliğe başvurdum. Eve yürümek zorunda kalacaktım, birkaç
kilometre kadar.
Çeyrekliği otomata attım. 243
“İyi ki yanımdasın.”
Siyam Balığı’nı açarken tam takım oradaydık. Tim’le Maryuana
barışmıştı. Brian King’e zor da olsa bir gitar alabilmiştim. Sadece
Lou’nun adımıza imzaladığı şiir kitapları da elimize ulaşmıştı.
Sekiz on kadar müşterimiz vardı. Bit pazarından aldığım harika
şeyin büyüsü altındaydılar, büyükçe bir pinball makinesi.
Siyam Balığı çatısı altında huzurluyduk, sadece barın kuytu bir
kısmında ara sıra kahkahalara boğulan çingene bizi tedirgin ediyordu.
Ya Doğruysa - Füsun Çetinel
Uyandı.
Yirmi yedinci katın yüz sekizinci dairesinin soldan ikinci yatak
odasında, bir hevesle alınıp uzun zamandır giyilmemiş abiye elbiselerin
olduğu sürmeli dolabın arkasına saklanmış, uyuya kalmıştı. Esnedi.
Yavaşça yerinden çıktı. Kapının eşiğinde bir süre gerindi. Koku
azalmış. Annesi artık bağırmıyor. Hafif adımlarla koridoru aşıp, mutfağa
248
dönen köşedeki mama kabının üzerinde iki kez hızlıca soludu. Kabı boş.
Mutfak tezgahının üzerine sıçrayıp, acı sularla dolu şişelerin arasından
dikkatlice ilerledi. Lavabonun dibinde kalan damlalarla kurumuş dilini
ıslattı. Salondan düzenli aralıklarla tekrarlanan tiz bir ses duydu sonra.
Gece boyunca ağızlarından dumanlar çıkarıp annesinin canını acıtan
yabancıların varlığından çekinerek ihtiyatla sese yöneldi. Gitmişler.
Ses kesildi. Ortadaki masaya doğru ilerlerken üstüne basılıp kırılmış
pembe bir tabletten kalanları yokladı burnuyla. Masanın üzerine sıçradı.
Kenarda duran keskin kokulu yeşil toza dil attı. Tiz ses tekrar ediyordu.
Renkli ışıklarla yanıp sönen küçük beyaz kutuyu annesinin iki haftalık
yokluğundan sonra getirdiği ve hiç de eskisi gibi yumuşak olmayan
göğüslerinin arasında titreşirken gördü. Masanın üzerinden kucağına
atladı; göbeği yapış yapış, ekşi kokuyordu. Patilerini silkeledi.
250
Hırsız - Belma Fırat
Tansu
Celal Aysun’un saçlarını elleriyle geriye itiyor, başını avuçlarının
içerisine alıyor, gözlerinin içine bakıyor ve “Çiçeğim,” diyor. “Çiçeğim
benim...” ve öpüyor. Çiçeğim... Tansu kendi çiçek bozuğu suratını
düşünüyor.
Kim bana çiçeğim der ki? Güzel olmadığını, Celal’in, mahallenin
251
en yakışıklısının asla ona bakmayacağını biliyor. Ümit de etmiyor.
Elinde değil, sadece geceleri hayalini kuruyor, rüyalarına giriyor. Bu da
ona yetiyor. Ama şimdi, şimdi artık akşam olduğunda eskisi gibi koşa
koşa gidemeyecek yatağına. Celal’in kollarındaki Aysun’un görüntüsü
rüyalarını yırtıp girecek içeri. Kirlenecek görüntüler. Aysun’a bakıyor.
Onun ince uzun güzel bedenine bakıyor. Neden Aysun diyor, neden?
Aslında Aysun’un hiçbir suçu yok. Bilmiyor ki Celal’e olan gizli aşkını. Yine
de tutamıyor kendini, nefret ediyor Aysun’dan. Düşlerimi çaldın. Hırsız.
Kendine kızıyor. Neden gecenin bu saatinde kalkıp geldim ki parka.
Kerem’in battaniyesi düşmüşse düşmüş. Bana ne ki. Annesi düşünsün
onu da. Ama ya Serpil gelseydi de görseydi bunları ağacın altında. Ablam
gözünün yaşına bakmaz, hemen alt kata koşup yetiştirirdi hepsini
Aysun’un annesine. Ne iyi olurdu. Görürdü gününü Aysun. Çiçeğimmiş.
Annen bir güzel yolardı o çiçek başını senin.
Şimdi Celal’in elleri Aysun’un bluzunun altına kayıyor, Tansu
daha fazlasını görmeye dayanamıyor. Geriye dönüyor. Hıçkırıklarını
bastırarak sessizce uzaklaşırken Aysun’un zayıf itirazlarını duyuyor:
“Yapma.”
Celal’in arzu dolu fısıltılarını duyuyor:
“Hadi bebeğim, canım, çiçeğim.”
Aysun nazlı nazlı direniyor:
“Geç kaldım, gitmeliyim.”
Sonrasını bilmiyor. Parkı terk ediyor. Artık hiçbir şey bilmek,
görmek, duymak istemiyor.
Aysun
Ne dedi Celal?
“Yarın değil öbür gün tam burada aynı saatte. Unutma.”
Evde odasında, aynanın karşısında kendini süzüyor. Bu çiçekler
252
abartılı mı oldu nedir? Ama çiçeği değil miyim onun. Yarın çiçekli
elbisemle görsün istiyorum beni. Çiçeğim. Bugün kendine belki bin kere
çiçeğim dedi. Gözlerini kapatıp belki bin defa ilk kez öpüştü. Her şey o
kadar canlı ki. Celal’i her düşündüğünde parktaki ağacın altında buluyor
kendini. Az kaldı sabret. Yarın.
Elbiseyi inceliyor. Yakıştı. Tam 195 TL, çok pahalı. Vicdan azabı
duyuyor. Ama elbise o kadar güzel ki. Eflatun. Eteği pembe çiçekli.
“Harçlıklarımdan biriktirip parayı koyarım yerine,” diye düşünüyor.
Hırsızlık sayılmaz ki bu, ödünç aldım. Küpeleri de geri koyacağım yerine
zaten. Son bir kez takayım da. İncecik gösterdi bu elbise. Bir anda suratı
asılıyor. Elbisenin belinde ufak bir sökük fark ediyor. Nihal hemen bunu
hallediverir bana. Nihal, okuldaki sıra arkadaşı Arzu’nun kız kardeşi.
Meslek lisesinde okuyor. Tekstilde. Evleri iki sokak ötede, hemen gider
gelirim. Hem parktan da geçer ağacımıza bakarım giderken. “Bizimkilere
ne demeli,” diye düşünüyor. Televizyon ekranına yapışmış spor programı
seyreden babasına, “Arzu’yla ödev yapacağız,” diyor ve elindeki torbayı
göstermeden evden dışarı süzülüyor.
Parktan içeri giriyor. Dolunay var, çok karanlık sayılmaz. Ağaçların
oraya doğru ilerliyor. Onlarınki en irisi, en heybetlisi ve arkasına saklanmak
için en elverişlisi. Yaklaştıkça birtakım fısıldaşmalar gülüşmeler duyuyor.
Kendi kendine soruyor, yoksa bizim ağacımızın altında başkaları da mı
buluşuyor? Bozuluyor, ağacını kimselerle paylaşmak istemiyor. Diğer
ağaçları kendine siper ederek daha da yaklaşıyor. Karaltı yavaş yavaş
belirginleşmeye başlıyor. Bir anda yerinde donakalıyor. Olamaz Celal
bu ve yanındaki… Serpil. Tansu’nun ablası. Yüreği bir anda taş kesiliyor.
Öfke, hayal kırıklığı, çaresizlik bedeninin her zerresini habis bir ur gibi
ele geçiriyor. Nasıl yaptın bunu bana, nasıl? Nefretle Serpil’e bakıyor.
Evli Serpil. Kocasına varmak için yeri göğü birbirine katan, vermezseniz
kaçarım tehditleri savuran Serpil. Kocan askerden gelsin de görsün seni
pis fahişe.
Gülüşmeler, fısıldaşmalar kesiliyor. Onu öpecek, kesin öpecek.
253
Aysun’un yüreği sıkışıyor, içi yanıyor. Ne olur dursunlar. Ama hayır, Celal
Serpil’in saçlarını elleriyle geriye itiyor, başını avuçlarının içerisine alıyor,
gözlerinin içine bakıyor ve “Çiçeğim,” diyor. “Çiçeğim benim...” ve öpüyor.
Yeryüzündeki bütün çiçekler tek tek boynunu büküyor. Seralardaki,
resimlerdeki, dantellerdeki, kumaşlardaki bütün çiçekler; Celal için aldığı,
ona giymek için komşudan para çalıp aldığı, elindeki poşette sıkı sıkı
tuttuğu elbisenin eteğindeki bütün çiçekler soluyor.
Neden ona da çiçeğim diyorsun, neden bizim ağacımızın altında
öpüyorsun? Neden aynı bana yaptığın gibi onun da başını ellerinin
arasına alıyorsun? Neden, başka bir yol bilmiyorsun. Neden benim ilk
öpücüğümü çalıp ona veriyorsun? Hırsız! Hırsız, hırsız, hırsız…
Aysun titriyor, içinden çıkan sessiz çığlığı bastırmaya çalışıyor.
Dün gece öznesi olduğunu sandığı bu öpüşün gelgeç bir oyuncusu
olduğunu, metnin çok önceden yazılmış olduğunu ve oyunun aynı
sahnede kim bilir kaçıncı kez tekrarlandığını anlıyor. Bu gece ise, daha
dün gece esas kızı canlandırdığı bu gizli oyunun kadrosundan atıldığını
ve artık sadece pis bir dikizci olduğunu dehşet içinde öğreniyor.
Celal’in elleri Serpil’in bluzunun altına kayıyor. Aysun, bir an,
“Keşke dün gece izin verseydim belki o zaman buluşmazdı onunla,”
diye düşünüyor. Düşündüğünden midesi bulanıyor, kendinden,
iradesizliğinden, çaresizliğinden iğreniyor. Celal’in elleri Serpil’in eteğinin
altına giriyor. Serpil’in beyaz iç çamaşırı ayaklarının dibine düşüyor.
Aysun, metninin bundan sonrasını bilmediği bu oyunu daha fazla
izlemek istemiyor. Bir an önce oradan kaçmak, gördüklerini görmemiş
olmak istiyor. Bir adım geriye atıyor. Ayağının altından bir çıtırtı yükseliyor.
Olduğu yerde donup kalıyor. Celal ve Serpil de duruyorlar. Celal telaşla
çevresine bakıyor. Serpil korku içerisinde toparlanıyor. Aysun gümbür
gümbür çarpan kalbinin sesini bastırmak istercesine saklandığı köşede
büzülüyor. Bir süre bekliyorlar. Hiç ses yok. Celal, Serpil’e tekrar sarılıyor.
Serpil bu sefer itiraz ediyor. Celal Serpil’in boynunu öperken, “Hadi
bebeğim, canım, çiçeğim,” diyor. İtirazlar yumuşuyor, yerini teslimiyete 254
bırakıyor. Celal, kadının arkasını döndürüyor, eteğini kaldırıyor. Aysun,
Celal’in kısılan gözlerine, bir çizgi gibi gerilen dudaklarına, ter içerisinde
kalan suratına bakıyor ve ileri geri her hareketinde tiksintisi bir kat artıyor.
Bir daha, bir daha… Gözünün önüne, geçen yaz rastladığı, iğrenerek
başını çevirip yanlarından hızla uzaklaştığı, sokak ortasında çiftleşen
köpekler geliyor. Daha fazla bakmaya dayanamıyor, gözlerini kapatıyor.
Bu sefer de zifiri karanlıkta, inlemeler doksan desibellik gücüyle adeta
kulak zarını deliyor. Aysun artık çıldırmak üzere. Tam o anda, yumuşacık
serinliğiyle yüzünde hissettiği hafif bir meltem onu kurtarmaya geliyor.
Görüntüleri, sesleri buzlu bir camın ardına sürüklüyor. Aysun yüzünü
gökyüzüne kaldırıyor. Rüzgârda hafifçe hışırdayan yapraklara bakıyor.
Kurumuş yapraklardan biri dalından kopuyor. Yavaş yavaş süzülerek
aşağıya iniyor, toprakla birleşiyor. Aysun’un gencecik bedenindeki liseli
ruhu, yaşadığı şu son dokuz dakikada doksan yaşına ulaşıp son nefesini
veriyor.
Serpil
Yataktan hiç kalkası yok. Ama uykusu da yok. Kerem kolunun
üzerinde uyuyor. Parmağı ağzında. Daha ilk gece Kerem’e hamile kaldı
Serpil. Kocası bebeğe bir şey olur dedi yaklaşmadı, doğumdan sonra da
askere gitti. Erkekleri seviyor Serpil. Onun için kaşına, gözüne, boyuna-
posuna ayılıp bayılanların hepsine verdi. Hiçbiri de onu almadı. Sonunda
baktı böyle olmuyor, Serhat’a “Evlenmeden olmaz,” dedi, düğünden
birkaç gün önce de gidip diktirtti.
Hata ettiğini biliyor ama çok yalnız kaldı. Celal’e kanı kaynadı.
Pişman şimdi. Bu ilk ve son diyor kendi kendine. Bir daha gitmeyecek
onunla buluşmaya. Hem korktu da. Ya bir gören, duyan olursa? Zaten
anneleri bir haftalığına köye gitmese zor çıkardı evden akşamın o
saatinde. Tansu’nun kollarına Kerem’i tutuşturup, bir de bahane uydurup
attı kendini sokağa. Bir daha yok. Serhat da çok yakında geliyor artık.
Sekiz aylık bebeğini uyandırmamak için yavaşça yataktan 255
kalkıyor. Kapıcının her sabah kapıya bıraktığı ekmek ve gazeteyi almak
için kapıyı açıyor. Kapının koluna asılmış bir torba görüyor. Torbanın
içine bakıyor, eflatun pembe çiçekli bir elbise. Serpil ekmek ve gazeteyi
kapıda unutup, elinde torba içeri giriyor. İçinden elbiseyi alıyor. Torbanın
dibinde bir de 5 TL görüyor. Onu da çıkartıyor. Elbise tam bedenine göre.
Salondaki büyük aynanın önüne geçiyor, elbiseyi üzerine tutuyor, kendini
inceliyor. Bir anda aynanın yansımasında Tansu’nun sorgulayıcı kızgın
bakışlarına yakalanıyor.
“Bir de hâlâ parayı ben almadım diyorsun. Ayakkabı kutusundaki
para acil durumlar içindi süs püs için değil. Kıyafet çok lazımsa kocan
gelince alsın sana.”
Serpil savunmaya geçiyor,
“Vallahi ben almadım. Bu elbiseyi torbanın içinde kapıya asılı
buldum. ‘Senin arkadaşlarından biri falan ödünç aldı sonra da geri
bıraktı,’ diye düşündüm.”
“Saçmalama abla,” diyor Serpil’den epeyce toplu olan kız
kardeşi, “bu elbise hiç bana olur mu, kimi kandırıyorsun?”
Tansu Serpil’in elinden elbiseyi çekip alıyor, etiketin üzerindeki
195 TL yazısını okuyor, sonra aynanın önündeki büfenin üzerinde duran
5 TL’yi görüyor ve “Tam 200 TL, bak hesap ortada,” diyor.
Tam o sırada alt kattan yürek parçalayan bir çığlık yükseliyor.
İki kız kardeş oldukları yerde kalakalıyorlar. Gürültüden uyanan Kerem
içeride ağlamaya başlıyor.
“Galip Amca’ya bir şey olmuş olmasın sakın. Ben iniyorum
aşağıya,” diyor Tansu ve elbiseyi kanepenin üzerine fırlatıp, üzerinde
geceliğiyle alt kata koşuyor. Galip Amca, Aysun’un babası, şeker
hastası. Serpil de çok meraklanıyor. Adamcağız gayet iyiydi son aylarda.
Tansu’nun peşinden gitmeye niyetleniyor ancak Kerem’in içeriden gelen
ve tonu giderek yükselen ağlamasıyla yatak odasına yöneliyor. Kerem’i
kucağına alıp sakinleştirmeye çalışıyor ama sakinleşmiyor Kerem. 256
Aşağıdan gelen ve durmak bilmeyen feryatlar hıçkırıklarını bastırıyor.
Serpil iyice telaşlanıyor. Ölü evi gibi aşağısı. Bu korkunç düşünceyi
kafasından uzaklaştırmaya çalışıyor ama nafile. Kerem’i susturmakla
aşağı koşmak arasında gidip geliyor. Kerem’in altından gelen pis
kokular önceliğini belirliyor. Çabucak bebeğinin altını değiştiriyor, sonra
onu salondaki mama sandalyesine oturtup mutfağa sütünü ısıtmaya
gidiyor. Ilınan sütü biberona koyuyor, salona geri dönüp Kerem’in eline
tutuşturuyor. Biberona yapışan Kerem hemen susuyor. Aşağıdaki sesler
de kesildi gibi. “İki dakika gidip baksam,” diye düşünüyor Serpil. Kapıya
doğru yöneliyor. Tam o sırada Tansu darmadağın bir halde içeri giriyor.
Salona girip kanepenin üzerine çöküyor.
“Tansu ne oldu?” diye soruyor Serpil. Bir süre konuşamıyor
Tansu, tir tir titriyor, her ağzını açışında tıkanıyor. Serpil koşup mutfaktan
bir bardak su getiriyor, kardeşinin yanına oturup endişeyle tekrar soruyor,
“Ablacım, canım ne oldu söyle.”
Tansu, bakışlarını sabitlediği sehpanın üzerindeki seramik
biblodan gözlerini ayırıp ablasına bakıyor.
“Aysun,” diyor, “Aysun’u parkta bulmuşlar. Ağaca asmış kendini.
Ölmüş.”
Serpil şokta. Tansu’ya sarılıyor.
“Ah canım benim, yavrum... Nasıl olmuş, nasıl olabilir ki böyle
bir şey?”
Tansu perişan, önüne bakıyor. Kendini suçluyor. Aysun’un iki
gece önce parktaki itirazlarını hatırlıyor:
“Yapma.”
Tansu, Aysun’u kıskandı, onu parkta Celal’le yalnız bırakıp çekti
gitti. Oysa, “Artık gitmem lazım,” diyordu Aysun. Belki de o gece gidemedi
evine...
Tansu hıçkırıklara boğuluyor vicdanının deli gibi haykıran sesini 257
durduramıyor.
“Abla,” diyor, “ben galiba biliyorum Aysun’un kendini niye
öldürdüğünü.”
“Söyle ablacım, ne biliyorsun ki sen?” diye merak içerisinde
soruyor Serpil.
Tansu zorlukla adeta fısıldar gibi devam ediyor,
“Ben geçen gece Kerem’in battaniyesini aramaya gittiğimde onu
parktaki ağacın altında Celal’le öpüşürken gördüm. Celal ileri gitmeye
çalışınca Aysun itiraz etti. Gerisini bilmiyorum. Gizlice kaçtım oradan.
Keşke gitmeseydim abla. Keşke gitmeseydim. Belli ki Celal istemediği
bir şeylere zorladı onu.”
Sonra kanepenin üzerindeki elbiseye takılıyor gözü. Çiçeklere.
“Ona çiçeğim diyordu, abla. ‘Çiçeğim,’ diyordu.”
Serpil de elbiseye bakıyor. Eteklerine. Şimdi anlıyor Serpil
ayakkabı kutusundaki parayı kimin çaldığını, çaldığı parayla ne aldığını,
kimin için aldığını ve neden getirip onların kapısına astığını. Çiçek,
çiçeğim… Çiçekler bir anda elbisenin eteğinden fırlayıp yapışıyorlar
yakasına, sıkıyorlar, sıkıyorlar. Senin yüzünden. Nefes alamaz oluyor
Serpil. Bunun için mi kıydın canına, bunun için mi? Onlar çiçeğim de der,
böceğim de der. Gözyaşları ip gibi süzülmeye başlıyor. Ancak aptal değil
Serpil, derhal kendini toparlıyor, yutkunuyor,
“Celal de kim?” diyor. Kardeşi yanıtlıyor,
“Hani bir kere bizim asansör bozulduğunda puseti çıkarmamıza
yardım etmişti ya. Hatırlamıyor musun?”
Hatırlıyor Serpil, hem de nasıl. Sonra nasıl bakıştılar, birbirlerini
nasıl deli gibi takip ettiler, sonra nasıl buluştular. Gayet iyi hatırlıyor.
“Hatırlıyorum tabii,” diyor kardeşine, “ama ikisinin aynı kişi
olduğunu ben nereden bileyim.” 258
259
Yalan Oldu - Özlem Kiper
263
Yalancı Bacağım - Aslıhan Kocabal
278
Yüz-Süz - Halit Payza
Benim Yüzüm
Aynanın karşısına geçtim, yüzümü inceliyorum. Benim yüzüm
bu, her zaman taşıdığım, daha kimbilir ne kadar taşımak zorunda
olduğum.
Yüzüm benim aynam.
Bütün anlamları taşır, anlamsızlıkları, sevinçleri, hüzünleri. 279
Baktım mı anlarım, karşımda görürüm.
Yüzüm benim haritam.
Ne korkunç engebeler var orada, düzlükler, aşılması güç,
hiçbir bedevinin geçmeyi göze alamayacağı çöller, hiçbir dağcının
çıkamayacağı el sürülmemiş, ayak basılmamış tepeler, ne kurak iklimler
ne sert rüzgârlar, ne dalgalı denizler...
Yüzüm benim coğrafyam. Bir Piri Reis çizer haritamı, bir Kristof
Kolomb.
İyi ve kötü günde, ölüm bizi ayırana kadar beraberiz. Vietnam
savaşında, sırtımda taşıdığım, en yaralı esirimdir benim yüzüm.
Bu yüzü ben istemedim. Onu bana ucuzluktan getirdiler. Taksitli
satışlar mevsimiydi. Kredi kartına eşit taksitler yapıyorlardı… Büyükçe bir
hastanenin, çocuk doğum reyonundan… Yoksa kadın doğum muydu?
Tam olarak anımsamıyorum. Bazan reyonlar karışır. Bilirsiniz. Elma
sepetlerinin içinden, şeftaliler de çıkar. Böyledir bu.
Herkesin yüzü gibi bir yüz bu. Baktığımda hiçbir şey
göremiyorum. Sıradan, hiçbir özelliği yok. Anımsamaya değmez.
Derinliksiz, tek boyutlu… Hepimizin böyle yüzleri vardır.
“Biliyorsun ya babalık!
Guguk Kuşunu yuvasında besleyen serçe,
Onun gagasıyla beyninin delindiğini gördü!
Mum da söndü.”
Bir de Hamlet’te soytarı vardır. Ama onun bir de ismi var: Yorick.
Hamlet kuru kafasını eline alıyordu, şöyle ileri uzatıp, göz
çukurlarının içine bakıyordu. Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele
bu!
“Vah zavallı Yorick! Ben tanırdım onu. Horatio şakalarının tadına
doyum olmazdı. Ne ince hoşlukları olan bir adamdı. Kaç kez sırtında
taşımıştır beni. Şimdiyse ne iğrenç geliyor bana! Yüreğim bulanıyor
baktıkça. Şurasında dudakları vardı, kimbilir kaç kez öptüğüm. Nerede
o şakaların şimdi? O hoş deliliklerin, türkülerin? O birden sofrayı
kahkahalara boğan parlak buluşların? Bir teki kalmadı mı, kendi sırıtışınla
alay edecek!”
Neden hep kralların soytarısı olur?
Belki de, her soytarının bir kralı olmadığı için.
Çevreme baktığımda, onlardan sürüyle görüyorum, her yerde, her şeyde.
Soytarı oldukları halde, kralsızlıktan, soytarıdan çok krala benzeyen ne
kadar da çok soytarı var.
Kulaklar, kuklalar
Kargo’dan gelen plastik torba içinden çıkan kalın zarfı, bir süre
açmadım. Masamın üzerinde durdu bütün bir gün. Pencerem, yeniden
aydınlandı. Kent, siyah smokinlerini giydi, sonra günlük kıyafetlerini.
Akşamları o kadar düzenli, sabahları dağınık, özensiz, çırılçıplak.
Yüreğimde taşıdım, gözlerini, yüzünü, seslerini. Neler
anlatmadılar ki, neler fısıldamışsın kulaklarıma.
Sensizken de seninleydim. Sen şimdi uzak bir kentte,
yapayalnızsın, ben bu çıkarcı kıyı kasabasında.
Giderken beni götürdün mü bilmiyorum, ama senden çok şey
kalmış odamda. Yatağımda teninin kıvrımları, kokun, odalarda seslerin, 285
yüzün.
Anılar acı veriyor.
Acılarımı seviyorum.
Sonra zarf geldi aklıma.
Titreyen ellerimle açtım. Parmak uçlarım duyarlılıklarını yitirmiş.
Uçları dokununca, dişlerim gibi kamaşıyor. Ürperti, arsız bir istilacı gibi
içime yayılıyor.
İçinden bir mektup çıkıyor, bir de beze sarılı küçük bir paket.
Mektubu sonra okurum. Paketi açıyorum. Aynı ürperme.
Parmak uçlarıma kan bulaşıyor.
Kesik bir kulak!
Mektubu okuyorum: “Sana armağanımdır!”
İmzaya bakıyorum:
Vincent Van Gogh...
Yüzün yapısı
Maxilla, mandibulae, os zygomaticum, os frontale, os nasale,
vs…vs...vs…
İçeride her şey tamam...
Dışarıdan bakılınca: Ben yüzsüzüm!
286
Tema: Oyun
Çatı Katı Treni - Gamze Acar
Nefesi gittikçe azalıyordu. Tam karşısında Sevim örgülü bal rengi saçları
ile prenses kılığında heykel gibi dimdik duruyordu. Sert bir ses tonuyla
azarlamaya başladı adamı.
“Darth Vader, ne biçim bir babasın sen! Kızlarını bunca sene
bir kez bile okşamadın. Sevdiğini söylemedin. Oynamadın onlarla. Kızın
ameliyata giriyor, sen hâlâ dizilerinin peşindesin. Yazıklar olsun. Bizden
esirgediğin ilgiyi, sevgiyi torununa göster bari. Bir ayağın çukurda, inat
etme artık. Aydınlık tarafa geçmenin vakti geldi de geçiyor.”
Begüm ile Ezgi annelerinin arkasında, ona hak verircesine
kafalarını sallıyorlardı. “Hepinizi çok sevdim, çok seviyorum, üzgünüm!”
diye bağırmak istedi Dilaver ama sesi hırıltılı bir homurdanmaya
dönüştü. Söylemek istedikleri gırtlağına yapıştı kaldı. Prenses Sevim ve
kızlar kuğular gibi süzülerek açılır kapanır geçitten uzaklaşıp yıldızlara
karıştılar.
Uğurcan ise kendi rüyasında uçsuz bucaksız çölde azgın
bir kum fırtınasıyla savaşmaktaydı. Göz gözü görmüyordu. Savrulan
kumların arasında annesinin taşlı tokasına ilişti gözü. Annesi hastanede
tokasını bekliyordu. Söz vermişti tokayı ona götüreceğine dair. Oğlan
elini uzattıkça kolu uzuyor taşlı toka ondan daha da uzaklaşıyordu.
İlerlemek istedikçe ayakları kumlara gömülüyor, kıpırdayamıyordu.
Çırpındıkça daha çok gömüldü kumlara. Kumlar ağzına, burnuna,
kulaklarına, dişlerinin arasına doldu. Uzaktan kendisine doğru dörtnala
koşan bir karaltı gördü. Yaklaştıkça kara bir ata dönüştü karaltı, çocuğun
yanında duruverdi. “Dedeee!” diye bağırmaya çalıştı çocuk. Püsküllü
deri pantolonu, ekose gömleği, mavi boyun bandı, kemendi ile dedesiydi
gelen. Cesurca kum fırtınasının üzerine atladı. Havada dönen kumlar
sakinleşti. Uğurcan kumların arasında parlayan taşlı tokayı yakaladı.
Dede atıyla geri gelip Uğurcan’ı tek eliyle atının terkisine attı. Çölde
dörtnala gittiler, yemyeşil çiçekler içinde bir düzlüğe vardılar. Anne uslu
uslu akan ırmağın kenarında gülümseyerek bekliyordu onları. 299
“Yaşasın en sevdiğim tokamı bulmuşsunuz,” dedi ellerini çırpıp.
Uğurcan uyandığında kafası dedesinin kolunun altında kalmış,
kıpırdayamıyordu. Tuvaleti gelmişti, çok da susamıştı. Dedesini ittirmeye
çalışıp debelenirken, pijamasında bir ıslaklık hissetti. Korkup ağlamaya
başladı. Dilaver gözlerini araladı. Eşofmanı ıslaklıktı sanki.
“Rezilliğe bak, tuvalete gitmeden uyursan… Annene söylemek
yok, tamam mı? Aramızda kalacak.”
Uğurcan gülmeye başladı.
“Üzülme, ananem de kızamaz artık sana. Dede biliyor musun,
rüyamda Pekhoş Bill olmuştun sen, beni kum fırtınasından kurtardın.”
“Ben de senin uzaylıları gördüm. Karanlık maskeli adammışım.
Ananen de her zaman ki gibi haşlıyordu beni.”
“Dede, bugün ne yapıyoruz?”
“Ne yapacağız, çamaşır yıkıyoruz oğlum. Ama önce…”
Dilaver Uğurcan’ı ilk önce uyku sıcağı yanaklarından, sonra da
düğme burnundan öptü. Oğlan kıkırdayarak itiraz etti.
“Ama dede o gece öpücüğü idi, sabah gözlerimden öpmek
zorundasın yoksa açılmazlar.”
Çocuğu gözlerinden öptü, sonra da karısının fotoğrafına göz
kırptı.
“İstediğin oldu mu, Sevim? Torunu uyutacağız derken tuvalete
gitmeyi unutup altımıza kaçırdık. Bir daha da azarlamazsın beni inşallah.”
300
Yenilgi - Sinem Serap Duran
Güneş gibi bir Zeki Müren Kapısı. Çat çat saymadan. Canım
kapım. İyi bir yatırım ve doğru oyunsun. Zar sesi ile gelen pırıl pırıl zoraki
bir açık, bir sızı. Altındaki tabure rahatsız etmiş olacak. Aralıksız gelen
çaylar dışında hiçbir konforu yok tavla oyununun.
Kapıların arasında en sağlam, altı kapısı vücut buldu ellerimde.
Altı altının mükemmel duruşunun bile üstünde, harika bir oluşum.
Zippo kokusunu severim. Ama başkasının içtiği sigara dumanını kimse 301
yutmak istemez. İki zarın toplamının beş, altı ya da yedi gelmesi olasılığı
diğerlerine göre daha çok. Bu hesap kitapla, dönem dönem yaşanabilir
ancak. Bir kırmızı nokta. Açığımı mümkünse kırmızı bire emanet
ediyorum. Beş-altı-yedi menzili dışında ve güvende. Şansını sayıyor
durmadan. Usta olduğu için aklından sayıyor.
Açıkların yerini ezbere biliyor. Hangi zarla hangi taş, hangi açığı
kıracak tablosu sürekli aktif zihninde. Ağır gelmiyor ona sürekli tetikte
olmak. Bilakis, tetikleyici çoğaldıkça oyun onun için derinleşiyor. Etrafı
seyrediyorum. En az iki üç zar atımı süre zarfı, düşünmeden oynuyorum.
Rakibimin konsantrasyonu beni oyundan kaçırmış gibi. Açık bir hava var
bugün. Yandaki eskicinin antika radyosundan bir oyun havası çalıyor.
Farkında olmadan ritim tutmuşum yarım saattir iki dörtlük ölçüye. Bu
düzenli ritme ayak uydurarak yanımızdan geçen garip giyimli çiftler
oluyor. Kızların yaşını, yüzlerinden değil, hangi senenin modasını takip
ettiklerinden tahmin ediyorum. Erkeğini giydiren kadınlar, kadınını
tavlamak için bağrı açık giyinen erkekler. Hepsi bu güzel güneşli günde
mutlu ve enerjik. Rakibimi açığa boğma taktiğini uygulamaya karar
verdim. Kurallar içinde ama oyun ahlakı dışında bir sabotaj taktiği. Önce
açıklarımı büyük bir iştahla kıracak. Epeyce bir kırık sonra, ne oluyor yahu
der gibi suratıma bakacak. Çok sonraları, taşlarını toplaması gereken
yerde benim ufak çaplı bir medeniyet kurduğumu fark ettiğinde bile ve
yorulsa bile kırmaya devam edecek.
312
Yükseklerde Bir Akşamüstü - Özge Sarıoğlu
Kokular anıları hatırlatır derler ya.. Evet, bazen... Etrafta ağır bir
tezek kokusu vardı. Anılar ise koku ayırt etmezdi. Kesif kömür ya da ne
bileyim, belki de okul koridorlarının o tebeşir yüklü çocuk kokuları beni
geçmiş anılara ve o günlerin en yoğun yaşandığı kesin zamanlara alır
götürürdü.
Anımsatıcı kokuların burnuma ne zaman erişeceğini ise elbette
kestiremezdim. Fakat o anlar geldiğinde doyasıya, hatıralar ile dolu 316
kokuları ciğerime doldurmak ve bir an önce geçmişe dönmek isterdim.
Yoğun tezek kokusu çocukluğumu en pastoral haliyle zihnime yayarken,
iştahla içime çekmeye çalıştığım anılar ciğerlerimi yakıp öksürmeme
neden oldu.
“Aman,” diye geçirdim içimden bir an, “sessiz olmalıyım.”
Hâlâ uzaktan Nurten ve oğlumuzun diğer piknikçilerin
gürültüsüne karışan neşeli cıvıltıları yayılıyordu. Babamın ismini taşıyan
tek çocuğumuz Nusret, saklambaç oynayalım dediğinde ben “Hayır!”
diye diretince,
“Çocuk gibisin ya!” diye tutturmuştu Nurten, “Çocukla çocuk
oluyorsun.”
Nusret sahip olduğumuz tek evladımızdı. İlki erkek olursa
babamın ismini, kız olursa Nurten’in annesinin ismini verecektik.
Babasından pek hoşlanmazdı Nurten. İçine kapanık ya pek anlatmazdı,
hoş ben de diretmemiştim hiç. Ben ise annemi severdim tabii, lakin
yapılan anlaşmaya sadık kalmak gerekirdi. Belki de ikinci çocuğumuz kız
olur da o zaman benim annemin ismini verebilirdik pek tabii: Gülhayat.
Çocuk dedi ya bana o gün Nurten, neşem iyiden iyiye kaçtı.
Aslında annem henüz okula başladığım yeni yetme zamanlarda, babam
ve abimin de olduğu beraberlik günlerimizin birinde çay bahçesine
gittiğimizde, ben meyve suyu veyahut gazoz yerine çay içmek için
diretince, “Bu çocuk erken olgunlaşıp hemencecik adam olacak,” demişti
babama. Bir yandan da abime alayla bakıyordu. Tabii o sırada abim sarı
gazoz diye annemin tabiriyle babama durmadan zırlamaktaydı. Ben
ise tavşan kanı bir çay istemiştim. Pek âlâ annem o gün gazoz kapağı
toplamak için girdiğimiz mahalle kahvesinde, içecek dolabının altında
küçük ellerimizi gezdirirken caminin müezzini Turgut amcanın kahveye
girer girmez okkalı sesiyle savurduğu “Hüsam tavşan kanı bir çay çek
bakam!” deyişinden etkilendiğimi bilmiyor olabilirdi. O sıralar ne kadarda
merak etmiştim tavşan kanından mı yapılıyor o çaylar diye. Eh işte, 317
merak edip isteyivermiştim o günün akşamı güzel demli tavşan kanı
çaydan bir bardak.
“Çocukla çocuk oluyorsun ama ne olacak birkaç dakika
oynayıversen.” Nurten’in sinir bozucu sesi hâlâ kulaklarımda çınlıyordu.
Aslında tevazu dolu bir naifliğe sahip olan ses tonu sinir bozucu
olmamasına rağmen, söyledikleri sanki annemin anısına saygısızlık
etmiş gibi gelmişti bir an. Gazoz değil çay içmiştim ya o gün, erken
zamanların adamıydım ben. Annemin küçük delikanlısı.
Her neyse, “Saklambaç!” diye tutturmuştu bizim oğlan. İşte
o yüzden piknik için geldiğimiz köy yollarının ardına yayılmış çimenlik
arazide, irice bir kayanın ardına saklanmıştım. Önümdeki tezeğe
ürkek bakışlar atarken, bir yandan da oyunun gereği olarak layıkıyla
saklanmaya çalışıyordum. Şüpheyle bir an kafamı, tezeği bıraktığı
muhtemel olan normal boyutlardaki bir ineğin gövdesi büyüklüğünde
olan kayanın üzerinden ileride park halinde bulunan aracımıza doğru
telaşla çevirdim. Hah işte, Nurten de oğlumuzu geride bırakıp aceleye
saklanmak için uygun bir yer aramaya başlamıştı sonunda. Nusret’in
heyecan dolu sesi ondan geriye doğru saymaya başlamıştı bile.
Dokuz... Sekiz...
Ressam olmak istemiştim küçükken. Evet ya daha Nusret
kadardım o zamanlar. Ya da kim bilir biraz daha büyükçeydim belki de.
İlkokul ikiye gidiyordum sanırım. Sınıf öğretmeninin herkese birer birer
sorduğu sorunun cevabı olarak heyecanla bağırmıştım titreyen sesime
engel olamayarak:
“Ressam olcam büyüyünce!”
Sahi ya insan kesin olarak kaç yaşına gelince büyük sayılırdı
acaba. Okul gezisiyle bir müzeye gitmiştik sanırım. O görkemli İstanbul
tablolarını, Kaplumbağa Terbiyecisi’ni gördüğümde bir ışık çakmıştı
taptaze zihnimde. Mahallede o yaz herkes ileride neler olacağını tartışır
olmuştu arkadaşlar arasında. Halit astronot olmak istiyordu, Kerem 318
322
Tema: Mutfak
Ankastre - Hekim Ali Babacan
333
Bardaklar - Anıl Erdoğan
342
Mutfak - Emel Kalender
Gamze Acar
1991 Eskişehir doğumlu. İlköğretim ve lise öğrenimini Eskişehir’de
tamamladı. Halen İstanbul Teknik Üniversitesi’nde üçüncü sınıf
öğrencisi.
Bünyamin Bozkuş
Yazma denemelerine 1992 yılında başladı, 1995 yılında Kültür Bakanlığı
kısa film öyküsü yarışmasına gönderdiği metin ikinci seçildi. Uzun bir
aradan sonra 2011 yılında yeniden yazmayı denemeye başladı. Öyküleri
Sözcükler, Sarnıç, Yaba, Galapera ve altZine’de yayımlandı.
Pınar Çakılkaya
1969 Ankara doğumlu. Yüksek öğrenimini Ekonomi alanında yaptı.
Halen sermaye piyasaları alanında çalışıyor. 2010 yılından bu yana öykü
yazıyor. Murat Gülsoy ve Semih Gümüş’ün yaratıcı yazarlık atölyelerine
devam etti. Öyküleri Notos, Sarnıç ve altZine’de yayımlandı.
348
Metin Çalışkan
1989 İstanbul doğumlu. Kocaeli Üniversitesi Reklamcılık bölümünden
2013 yılında mezun oldu. Öykü, şiir, deneme, sinema yazıları Ünisanat,
Sinemasal, Modern Zamanlar, Roman Kahramanları, Sarnıç gibi
dergilerde ve Özgür Kocaeli gazetesinde yayımlandı. Sistemfilm
amatör kısa film grubunun kurucuları arasında yer aldı; çeşitli kısa
film çalışmalarında senaristlik ve yönetmenlik yaptı. Artistikbellek
isimli amatör kültür-sanat bloğunun oluşturulmasına katkıda bulunan
Çalışkan blogda editörlük ve yazarlık görevlerini yürüttü. İstanbul’da
yaşamakta olan Çalışkan halen Özgür Kocaeli gazetesinin Kültürlü
Kedi sayfası için yazıyor ve artistikbellek ile sistemfilm bünyesinde
çalışmalarına devam ediyor.
Pamir Çerçi
1983 Adana doğumlu. Tarsus Amerikan Koleji’nde okudu. Ankara
Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu. Halen Hacettepe Üniversitesi İç
Hastalıkları Anabilim dalında çalışıyor.
Anıl Erdoğan
1981 yılında İzmir’de doğdu. Lise eğitimini İzmir Atatürk Lisesi, üniversite
eğitimini Dokuz Eylül Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümünde
tamamladı. Lisansüstü eğitimini Ege Üniversitesi’nde AB - Akdeniz
Çalışmaları üzerine yaptı. Halen İzmir ve Cenevre’de özel bir şirketin
Bilişim Teknolojileri (IT) bölümünde IT Eğitmeni olarak çalışmaktadır.
altZine’de yayınlanmış öyküleri bulunmaktadır. Mucizeden Belaya
Yolculuk: Tütün adlı popüler bilim kitabında bir makalesi yer almaktadır.
Erkan Esenoğlu
1983 Diyarbakır doğumlu. Yüksek lisans eğitimi süresince resim
alanındaki faaliyetlerini sürdürdü. 2002 - 2010 yılları arasında Paris,
Leipzig, Hannover, İstanbul ve Eskişehir’de pek çok karma sergiye
katıldı. 2005-2006 yılları arasında Almanya’da grafik tasarım okudu.
Senarist ve yönetmen olarak beş kısa filme imza attı. Hiç, Zorunlu
Seçmeli, Beyin ve Kitsch adlı filmleri ulusal ve uluslararası pek çok kısa
film festivalinde gösterildi; ulusal ödüller aldı. 2006’dan beri reklam 350
yazarı olarak çalışmakta.
Belma Fırat
1969 yılında New York’ta doğdu. Orta ve Lise eğitimini TED Ankara
Koleji’nde tamamladı. ODTÜ Ekonomi Bölümü’nde lisans ve yüksek
lisans derecelerini aldı. Üniversite eğitimi sırasında ODTÜ Oyuncuları
bünyesinde tiyatro ve dramaturji çalışmalarında bulundu. 2000
yılında Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde ikinci yüksek lisans
derecesini aldı. İlerleyen yıllarda yaratıcı yazarlık, edebiyat ve felsefe ile
ilgili çeşitli atölye ve seminerlere katıldı. Öyküleri altZine ve Galapera
Fanzin’de yayımlandı. 2012 yılında Kaos GL Dergisi’nin Mor temalı
öykü yarışmasında Üçüncülük Ödülü aldı. O Yaz: 2013 Yazına Kurmaca
Bakış (altKitap, 2013) ve Direniş Öyküleri (Nota Bene Yayınları, 2013)
seçkilerinde birer öyküsü ile yer aldı.
Mete Güner
1990 İstanbul doğumlu. 2013 Yılında Marmara Üniversitesi Elektrik
Öğretmenliği bölümünden mezun oldu.
Ayşen Işık
1968 İstanbul doğumlu. Tekstil Mühendisi. Bursa’da yaşıyor. Güneş Her
Yüreğe Değer adlı romanı 2009’da yayımlandı. İÇ DIŞ adlı öyküsüyle
2011 altKitap Öykü Ödülü’nün seçkisinde yer aldı.
Emel Kalender
1978 Karabük doğumlu. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk A.D.
Hematoloji-Onkoloji hemşiresi. 12 yaşında bir oğlu var. 2006 yılında
oğluna DEHB, DİSLEKSİ ve yüzde otuz mental retarde tanısı konulunca -
onu eğitebilmek için yeterli olmayan müfredat nedeniyle - ilgisini çeken
öyküler yazmaya başladı. Sonrasında düzenli olarak yazmaya devam
etti.
Tuğba Kılıç
1980 İstanbul doğumlu. Ailesinin memuriyet durumu sebebiyle ilk ve
orta öğrenimini çeşitli illerde tamamladı. Balıkesir Sırrı Yırcalı Anadolu
Lisesi’nden mezun olduktan sonra Marmara Üniversitesi Endüstri
Mühendisliği bölümünde okumak üzere İstanbul’a döndü. 2002’de
üniversiteyi bitirerek özel sektörde çalışma hayatına başladı. Halen
Almanya’nın Regensburg kentinde ikamet etmekte.
Özlem Kiper
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Türk Dili ve
Edebiyatı bölümünden mezun olduktan sonra profesyonel çalışma
hayatına Başak Sigorta Genel Müdürlüğünde başladı. Toprak Sigorta ve
Emek Sigorta’da devam eden bu sekiz yıllık sürecin ardından, yaşamının
edebiyatsız geçen bu dönemini kapadı. Uzun bir süredir Yeşim Cimcoz’la
birlikte Yazı Evi’nde yazıya ve edebiyata dair açtıkları farklı atölyelerde
eğitmen olarak görev alıyor. İki senedir ise, Yazı Evi’nin Öykü Atölyesi ve
Uygulama Atölyesi’nin programını oluşturuyor ve yönetiyor.
Aslıhan Kocabal
1981 yılında İstanbul’da doğdu. Lise yılları Balıkesir’de geçti. 2013 yılında
Foça Belediyesi’nin düzenlemiş olduğu Deniz Öyküleri yarışmasında
Üçüncülük Ödülü aldı. Halen İstanbul’da bir hukuk bürosunda avukat
olarak çalışıyor ve zaman zaman kitap tanıtımları yapıyor.
352
Tahsin Görmüş
1990’da İstanbul’da doğdu. Çocukluğu Pendik’te geçti. 2008’de
Kocaeli Fen Lisesi’ni bitirdi. Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde İnşaat
Mühendisliği okuyor. Öyküleri Galapera Öykü, Semaver Öykü, Kün
Edebiyat, Kırtıpil, Hece Öykü, Kuyudaki Koro ve Aşiyan dergilerinde ve
çeşitli internet sitelerinde yayınlandı.
Yasemin Newcombe
1983 yılında Kuşadası’nda doğdu ve halen Kuşadası’nda yaşıyor.
Halit Payza
Öykü, deneme ve kitap tanıtım yazıları, Varlık, Berfin Bahar, Afrodisyas
Sanat, Kar, Kıyı, Kurgu, Çağdaş Türk Dili, Düşün Yazıları, Telgrafhane,
Cumhuriyet Kitap, Aydınlık Gazetesi ve Kitap Eki, Düşünbil, Evrensel,
Güney, Patika, Beşparmak, Kül Öykü, Mavi Güvercin, Tersakan Toros,
Akköy, altZine, Dönemeç, Yalın Ses, Anafilya, Ege Yakası, Tmolos Edebiyat,
Çağdaş Yaşam dergilerinde yayımlandı. 2007 Ümit Kaftancıoğlu Öykü
Ödülleri’nde Arp Çalan Kadın ve Foça Belediyesi’nin 2008 yılı Deniz
Öyküleri Yarışması’nda Denizde ile Mansiyon, 2013 AE Bilimkurgu Kısa
353
Öykü Yarışması’nda Kod Adı: İsyan ile Birincilik Ödülü aldı. Kelebeğin
Ömrü ve Ölümü (İlkim Ozan Yayınları, 2012) ve Bir Tutam Saç Bir Altın
Yüzük (Tekin Yayınevi, 2012) adlı iki deneme kitabı bulunuyor.
Özge Sarıoğlu
1979 Ankara doğumlu. TED Ankara Koleji’nin ardından ODTÜ İşletme
Bölümü’nü bitirdi. Birçok öykü yarışmasında çeşitli derecelerde ödüller
aldı. Prof. Dr. Mehmet Ömür’ün Horlama Kitabı isimli popüler bilim
kitabında iki öyküsü yer aldı. İstanbul’da yaşamaya ve öykülerinin bir
kısmını www.diger-yarim.blogspot.com’da yayınlamaya devam ediyor.
Ayşenur Tanrıverdi
1988 Kahramanmaraş doğumlu. İlkokul ve lise öğrenimini Eskişehir’de
tamamladı. İstanbul Üniversitesi Mikrobiyoloji mezunu. Bloğunun
adresi: aysenux.tumblr.com.
Murat Taş
1973 Malatya doğumlu. Atatürk Üniversitesi Ağrı Eğitim Fakültesi
mezunu. 1996’da Sarıkamış’ta öğretmenliğe başladı. 2002’den bu
yana Adapazarı’nda sınıf öğretmeni olarak çalışıyor. 2007’den beri
öykü yazıyor. Öyküleri Berfin Bahar, Hece Öykü, Evrensel Kültür, Öykü
Teknesi, Güney, Havuz, Temrin, Değirmen, Dünyanın Öyküsü, altZine,
Granada Edebiyat, Semaver Öykü dergileri ile bazı antoloji ve yıllıklarda
yayımlandı. Keşke Yine Kar Yağsa (2010) ve Uçurtmanı Al da Gel (2013)
adlı iki kitabı var. 2008’den bu yana öykü yarışmalarında pek çok ödül
alan Taş’ın son kazandığı ödüller arasında 2011 Ümit Kaftancıoğlu Öykü
Ödülleri Birincilik Ödülü, 2011 Orhan Kemal Öykü Ödülleri’nde Orhan
Kemal Mansiyonu, 2012 Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali Yılmaz
Güney Öykü Ödülü ve 2013 Orhan Kemal Öykü Ödülleri Üçüncülük Ödülü
bulunuyor.
Furkan Uzun
1987 yılında Kütahya’da doğdu. Üniversite eğitimini İzmir Dokuz Eylül
Üniversitesi İşletme bölümünde tamamladıktan sonra New York’a
yerleşti. Brooklyn College’da Finans üzerine yüksek lisans yaptıktan
sonra New York Film Academy’de sinema eğitimi aldı. Halen New
York’ta yaşamakta, kısa öyküler yazıp aynı zamanda film yapımı üzerine
uğraş vermektedir.
Necdet Ülker
1981 İstanbul doğumlu. Üniversiteye kadar Ankara’da yaşadı. İnşaat
mühendisi. Yaklaşık 13 yıldır İstanbul’da ikamet ediyor.
F. Onur Yıldız
1979’da Ankara’da doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi’nden mezun oldu. Yüksek lisans eğitimi için bir süre San
Francisco’da yaşadı. Halen İstanbul’da doktora eğitimini sürdürüyor.
Vergi ve muhasebe alanlarında çalışmakta.
355