You are on page 1of 356

altZine 2013 Tema Yıllığı

Editör: Özge Calafato, Hande Ortaç, Aylin Sökmen,


Engin Türkgeldi
Yayına Hazırlayan: Özge Calafato
Kitap Tasarım: Su Başbuğu

Tür: Öykü

© Ocak 2014 altKitap

Yapıtın tüm yayın hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar
dışında yayıncının izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

www.altkitap.net
altkitap@altkitap.net
altZine
2013 Tema Yıllığı
İçindekiler

Meşgul - 7 AVM - 181


Kusur - 24 Yalan - 199
Şişe - 62 Çirkin - 273
Denge - 85 Oyun - 287
Sert - 129 Mutfak - 323
Delik - 160
Önsöz

2013 yılı Türkiye’den Brezilya’ya Tayland’dan Ukrayna’ya


protesto ve direnişlerin yılı oldu. Büyük dönüşümlere yol açan hükümet
karşıtı hareketler arasında Gezi Parkı direnişi ve eylemcilerin karşılaştığı
polis şiddeti, kuşkusuz, dünya gündeminin üst sıralarındaydı. Öte
yandan Suriye’de süregiden savaş ve Mısır’da ordunun başa geçmesi
bu yıl da gözleri sıkça Arap Dünyası’na çevirdi. Sonbahar aylarında
Vietnam ve Filipinler’i vuran tayfun felaketi ve Nairobi’deki terör saldırısı 5
da dünya gündemini sarsan olaylar arasındaydı. Avrupa Birliği ekonomik
krizden çıkmaya uğraşırken, ABD, Boston maratonuna yapılan saldırıyı
ve telekulak skandalını konuştu. Türkiye ise Gezi’den altı ay sonra 17
Aralık’ta yapılan yolsuzluk operasyonuyla bir kez daha çalkalandı.
2013 pek çok önemli kaybı da beraberinde getirdi. Chinua
Achebe, Hugo Chávez, Doris Lessing, Nelson Mandela, Alvaro Mutis,
Lou Reed; Türkiye’den ise Toktamış Ateş, Mehmet Ali Birand, Peride
Celal, Leyla Erbil, Müslüm Gürses, Tuncel Kurtiz, Turgut Özakman ve
Nejat Uygur aramızdan ayrılan isimlerdendi.
Edebiyata dönersek: 2013’ün Nobel Edebiyat Ödülü Kanadalı
yazar Alice Munro’ya, Man Booker Ödülü ise Eleanor Catton’a gitti.
Türkiye’de de Sait Faik Hikâye Armağanı Sine Ergün’e, Haldun Taner
Öykü Ödülü Neslihan Önderoğlu’na, Erdal Öz Edebiyat Ödülü Cemil
Kavukçu’ya, Yunus Nadi Öykü Ödülü Bora Abdo’ya ve altKitap Öykü
Ödülü Sanem Bozkurt’a verildi. TÜYAP Kitap Fuarı’nın bu yılki onur
konuğu Çin, onur yazarı ise Taner Timur’du.
altZine 2013’te de, hayata ve insana dair seçtiği can alıcı
temalarla bir yandan dünyanın ve Türkiye’nin yoğun gündemini yakından
takip ederken bir yandan da kendi gündemini yarattı. İşte altZine 2013
Tema Yıllığı da bu yıl AVM, Çirkin, Delik, Denge, Kusur, Oyun, Şişe, Yalan,
Sert, Meşgul ve Mutfak temaları üzerine kaleme alınmış ve altZine.net
sayfalarında kendine yer bulmuş metinleri bir araya getiriyor.
2013 biterken Gezi’de kaybettiklerimizi anıyor ve hâlâ uyuyan
Berkin Elvan’ın uyanmasını bekliyoruz. Duvarların örülmediği, aksine
yıkıldığı, barışın ve özgürlüklerin hakim olduğu bir 2014’e girmenin
umuduyla, altZine 2013 Yıllığı’nın hem 2013’e hem de edebiyata yeniden
bakmak için iyi bir vesile olmasını diliyoruz.

altZine / Özge Calafato


6

Yıllıkta yer alan öyküleri yazarlarının sesinden dinlemek için


altSes sayfalarını ziyaret edebilirsiniz.
Tema: Meşgul
Sen de Yalnız mısın Lenin? - Ümit Aykut Aktaş

“Alacakaranlık yerini güneşin kızıllığına bırakmakta direniyordu,”


gibi bir cümleyle açılış yapmak pek de gerçekçi olmayacak. Çünkü güneş,
yüzünü göstermemekte bir saray cariyesi kadar başarılı bu topraklarda.
Sürekli koyu gri bir gökyüzü tepenizde.
Yurt dışı iş seyahatlerine nedense hep Kiril alfabesi kullanılan
ülkelere gittim. Ve nedense hep yalnız başıma. Bu sefer çocukluk
arkadaşım Metin’i de davet ettim bana yarenlik etsin diye. İş anlaşmasını 8
imzalamam topu topu yarım günümü alacaktı, ondan sonraki üç günde
hem Selin’i unutmaya çalışacak hem de Metin’le eski anılarımızdan dem
vurup kentin altını üstüne getirecektik.
Metalist Kharkiv. Bu kentin adını dahi duymadan önce futbol
takımının adını duymuştum. Karkiv… Karkov… Harkov… Havalimanından
kente adım atıncaya değin telaffuzu değişip durmuştu. Bizi otele
getiren taksiden indikten sonra Metin, kendi hattını yurtdışı konuşmaya
açtırmadığı için benim telefonumla, karısıyla konuşurken, ben de simple
past tense’ten öteye gidemeyen, devlet okullarında öğrenilmeye çalışılmış
İngilizcemle, resepsiyonda görevli Charlize Theron’la, Jessica Biel arası
kızdan gözlerimi ayıramayarak oda anahtarlarımızı istedim. Asansöre
doğru yürürken Metin, sadece burada kullanacağı yeni hattın sim kartını
telefonuna yerleştiriyordu. Bana dönüp “Birkaç ay önce Skype’den çok
şirin bir kızla tanıştım sen iş anlaşmanı imzalarken ben de onunla bir
şeyler içmeye gideceğim, bizim hatun ararsa akşamüzeri buluşacağız,
o otelde kaldı dersin. Pahalı olduğunu bildiği için oteli aramaz, merak
etme,” deyip yeni numarasını kaydetmemi istedi. Belli etmemeye
çalışsam da, bozulmuştum. Alengirli işler çeviriyor ve bana yeni haber
veriyordu. Ben bordrolu yaşamın sıkıcı ama garantili patikasından ayrılıp
ciddi riskler içerse de kendi işimi kurmuştum. Metin ise tüm çağrılarıma
rağmen bu riske girememiş, bordrolu çalıştığı işinden ayrılamamıştı.
Benim banka hesabımdaki bakiye ile onun hayatındaki kadınların sayısı
aynı hızla artmıştı. Hayat böyleydi işte, her şey aynı anda olamıyordu.
İlk başlarda sanki olacakmış gibi görünüyorsa da, olamıyordu. Metin, iş
hayatında alamadığı riskleri aşk hayatında sıkça alır olmuştu. Hem de
karısını kuşkulandırmamayı başararak. Karısına yalan söylemeye doğal
bir yatkınlığı vardı. Ben bile kaçamaklarını bildiğim halde çoğu zaman
ona inanıveriyordum.
İş anlaşmasını kısa ve acısız bir şekilde imzaladıktan sonra yeşil
ve sarı balgamlı tükürüklerin süslediği kaldırımlarda yürürken Metin’i
aradım. Telefonu sürekli meşguldü. Tükürükler, Slav diyarındaki Türk 9
izleri miydi? Yoo… Her şeyi de Türklerin üzerine yığamayız ya… Kuru
soğuğun hâkim olduğu bu kentte yaşayan insanlar üst solunum yolları
enfeksiyonlarından mustaripti büyük olasılıkla. Güneş, burada Tanrı gibi,
hiç görünmüyor ama bir gün görünebileceği umudunu bir sonraki güne
taşıyordu.
Saat dörtte hava kararıvermişti. Akşamüzeri, dışarıdan lezzetli
yemekleri olduğunu hissettiren bir kafeye gittim. Çat pat İngilizcem
pek işe yaramıyordu çünkü buradakiler simple present tense kadar bile
ilerleyememiş görünüyorlardı. İngilizce menüden siparişlerimi verdim.
Tüm personel kadındı. Sokaklarda gördüğüm kadınlar ve buradakiler bir
manken kadar çekiciydiler. Önce yerel bir salata geldi. Burada salata ile
açılış yapılıyordu. Ardından yerel yemekleri Borç çorbası; baharatı tuzu
yağı az olan, haşlama pancar, lahana, havuç ve patatesli lezzetli bir
çorbaydı. Yolda yürürken görmüştüm, pek çok yerde kadınların işlettiği
küçücük dükkânlarda bataklık gibi kapkara bir toprakta yetiştiği belli olan
garip şekilli kumlu patatesler ve havuçlar satılıyordu. Çorbamı iştahla
kaşıkladım. Hiçbir şifre olmadan her yerden internet erişimi mümkündü.
Bir süre şirketten gönderilen e-postalarıma baktım. Hazır doymuş ve
rahatlamışken Metin’i bir kez daha aradım. Telefonunu kapatmıştı.
Yaptığı domuzluğa sinirlenip kendimi yemeğe verdim. Menüden
parmağımla red wine ve grilled pork’u işaret ettim. Çatlayıncaya kadar
yedim. Kadehteki şarabımın en tatlı yudumlarını içtikten sonra hesabı
istedim. Bahşişle birlikte yüz elli grivna ödedim. Burada vergilerden
dolayı yiyecek, içki, sigara muazzam ucuzdu. Moskova’da olsam en az
beş katı hesap öderdim.
Otele döndüğümde yorgunluktan ölüyordum. Metin’in karısı
aradığında endişeyle iş toplantısında olduğumu, Metin’in çok yorgun
olduğu için odasında uyuduğunu söyledim. Cümleyi kurarken vurguyu
iş toplantısı kısmına yükledim. Telefonu halen kapalıydı. Uçkur
düşkününden daha nazik bir sözcük aradım ama başarılı olamadım.
Uyduruk otel şampuanlarını kullanmak yerine yanıma aldığım medikal 10
şampuan ile uzun, gevşetici bir duş aldım ama gevşeyemedim.
Keyfimi kaçırdıkları için sırasıyla Metin’e, karısına, taharet
musluğu olmayan tuvalete okkalı küfürler savurdum. Buradaki kafe ve
otellerde sigara yasağı bizdeki kadar katı değildi. İstanbul’da, ziftlenmek
için paketine 8,5 lira saydığınız sigaraya burada 2,5 lira karşılığı 10
grivna toka edip, helalleşebiliyordunuz. Ucuna bastırdı mı nane kapsülü
çıtlayanlarından bir tane sigara yaktım. Televizyonu açtım. Kanal ayarları
yapılmış sadece beş kanal vardı. 1+1 kanalında karşımda Hürrem Sultan
ya da onlara göre Roxelana endam gösteriyordu. Koridordan farklı
farklı kıkırdamalar, gürültüler geliyordu. Kapıyı açtığımda farklı odalara
girip çıkan genç kızlarla karşılaştım. Sahte olmayan sarışınlar, sahte
gülücükler saçıyorlardı. Zannedersiniz ki koridorda Victoria’s Secret
defilesi düzenleniyor. Metin’in telefonunu bir kez daha çaldırdım halen
kapalıydı. Acaba başına bir şey mi gelmişti? Tarantino’nun Hostel’ine
benzer gerilim senaryoları gece boyunca zihnimde dolandı durdu.
Gürültüler gece ikiye doğru azaldı sanırım o aralıkta sızmışım.
Sabaha karşı gelen mesajda küçük harflerle özensizce “Seni
arıcam” yazıyordu. Rahatlığına ifrit olmama rağmen en azından başının
dertte olmadığına sevinmiştim. Sabah otelin kahvaltı salonunda pek
çok Türk’ün konuşmasına kulak misafiri oldum. Para karşılığında vücut
sıvılarının değiş tokuşu niyetiyle kente gelen, sevgili yurttaşlarımın
konuşmalarından Ukrayna hakkında önceden roket atarlı ön yargı
bombardımanına tabi tutulmuş oldukları anlaşılıyordu. “Beraber duj elli
dölar,” imgelemiyle sınırlı bu sohbetleri daha fazla dinlemek istemedim.
İlla sevgili bulmak istiyorlarsa gece kulüplerine, barlara da gidebilirlerdi.
Kaç grivna verirlerse versinler bir tenin gerçek sıcaklığını satın alabilirler
miydi sanki?
Kahvaltı için dışarıda güzel bir yer aradım. Gotik caddelerde
gezindim. Flatiron binasının benzerlerinin arasından geçtim. Caddelerde
seksenli yıllara ait kaportası her an dağılacakmış hissi veren üç
11
otomobile karşılık bir son model Jeep gezinmekteydi. Buz gibi ıssız
sokaklara saptım. Ayak üstü bir kafeden çikolatalı kruvasan ve filtre
kahve aldım. Tam kahvenin yanına bir sigara yakmayı planlıyordum ki;
Metin telefonumu çaldırıp kapattı. Sigaramı kulağımın arkasına koydum.
Metin efendiyi aradım: “Oğlum, nerelerdesin yaa… Meraktan öldüm. Karın
sürekli arıyor ne diyeceğimi bilemiyorum artık… Beni çok zor durumda
bıraktın,” der demez sevişme sonrası bir sesle karşılık verdi “Söz yarın
geliyorum. Altını üstüne getireceğiz şehrin,” yüzünü göremesem de,
yatakta yanında yatan kıza doğru göz atarak, üç numaralı sahte Bruce
Willis gülüşünü yüzüne yerleştirdiğine yemin edebilirim. Adam Antepli
tabii ne de olsa Kharkiv’le kardeş şehirli, kendince ülkesini tanıtacak
elbet!
Kıçımda yaşlıların giydiğine benzer yün bir içlik olmasına rağmen
yine de donuyordum. Soğuktan ellerim, dudaklarım çatladı. Keşke
sırt çantama askerdeyken kullandığım yağlı küçük arko tüplerinden
atıverseydim. Bunlar yetmezmiş gibi bir de kesik kesik öksürüyordum.
Pastil almak yerine küçük bir cep kanyağı aldım. Yakıtı alınca yol daha
katlanılır olmuştu. Yola devam ederken bir Metalist forması satın alıp
attım sırt çantama.


12

Sonraki iki gün boyunca geceli gündüzlü katedrallerin tümüne girip


çıktım. Ayinlere katıldım. Aynı kiliseye birkaç kez girip çıktığımdan
pederle de ahbap gibi olduk. Birbirimize gülümseyip duruyorduk.
Hatta buralarda biraz daha kalsam baş piskopos seçilme şansım bile
olabilirdi. Doğrusunu söylemek gerekirse kendimi kımıldayan her şeyin
fotoğraflarını çeken Japon turistlere benzetiyordum. Telefonumu da
kapatmıştım. Metin’de, karısı da umurumda değildi artık. Bulmak isteyen
beni bulurdu, nasıl olsa kaldığım otel belliydi. Hem karısının oteli arayıp,
Metin’e ulaşamayınca önüne geleni haşlamayacağı ne malumdu.

Yaş ortalaması altmış olan kadınların çalıştığı Tarih müzesinin


dört katını da hatmettim. Müzede neredeyse fotoğrafımı çekeceklerdi,
sergilemek için olsa gerek… Çıkarken müzeye en son beş yıl önce bir
Türk’ün ayak bastığını söylemeden edemediler.

13

Arka sokaklarına girmeden, metroya, tramvaya, otobüse


binmeden o kenti tanıyamazsınız. Metroya, cırtlak renkli yerel
minibüslere, müzelik tramvaylara bindim. Girilmedik sokak, gezilmedik
anıt, heykel bırakmadım.


“Bilinmeyen bir şehrin sokaklarında kaybolmak kadar güzeli var
mı?” diye düşünürken... kayboldum. Asosyal medyada ha bire nerede
olduklarını etiketleyenlere öykünerek “I’am at kayboldum lan!” yazmak
istedim bir yerlere. Cep telefonumun şarjı bitip navigasyonu kullanılamaz
hale geldi ama sorun etmedim. Elmalı votka alıp içe içe gezdim. Bizdeki
vergilere, sırasını hatırlamamakla birlikte yaşama, yürütmeye, ön yargıya
küfrettim. Elimde 200 grivna bahşiş atacak sokak müzisyeni aradım
ama bulamadım. Aç karnına içince kafayı bulmaya başlamıştım. Aslında
kafam güzelken eski sevgilimi aramak geliyor içimden her seferinde.
Ansızın. “Hadi gel Selin, o seyredemediğimiz Lost’un 5. sezonunu
izleyelim mi?” diyebilmek için belki de… Kafanız sürekli onunla meşgulken,
zihin alkolün etkisiyle esir tuttuğu ayrıntıları serbest bırakıveriyor
hemencecik. Kamufle edilmiş arzular kompartımanım kapılarını ardına
kadar açmıştı, üstelik inilecek istasyona henüz ulaşmamıştım, votkam
daha yeni yarılanmıştı. Mutluluk bir istasyon değil ve yanınızda olmasını
istediklerinizin hep daha mühim işleri var. İlk ankesörde durdum ve kredi 14
kartımı soktum deliğe. Çevirdim aklımdan hiç çıkmayan numaraları.
Dakikalarca aramama rağmen telefonu sürekli meşguldü. “Yeni sevgili
bulmuş,” dedim içimden, iyi bilirim annesini iki dakikada paketleyiverir
yoksa.
Aşk meşk olaylarını elimin tersiyle itip tek yolun devrim olduğunu
düşündüğüm üniversite zamanlarıma dönmeye başladım votkam
dibine yaklaşırken. Üniversitede dernek başkanıyken şimdilerde yurt
dışında asortik yerlerde çektirdiğim fotoğrafları Facebook’a yükleyerek
mastürbasyon yapanlardan oluvermiştim. Kafamda kızıl renkli bir
şimşek çaktı. Parasız dönemlerimin kahramanı Lenin’e gitmeliydim. Bir
tek o anlardı beni. Özgürlük Meydanı yakınlarda olmalıydı. Son kalan beş
Lenin heykelinden birine doğru emin adımlarla ilerlemeye başladım.

Asitli içecek reklam panoları arttıkça Özgürlük meydanına


yaklaştığımı hissediyor, arada bir elimdeki şişeden kuvvetli yudumlar
almaya devam ediyordum. Aniden üstüne bastığım meşrubat kapağı
dengemi bozdu. Lağım ızgarasına doğru pis burun vurdum kapağa.
Logosu Kiril harfleriyle yazılmış meşrubat kapağı şandelden girdi kaleye.
Üç puan Metalist’e. Nefes nefese kalmıştım ama Frenklerin Freedom
Square dedikleri meydana doğru yaklaşıyordum. 15

İşte Lenin karşımdaydı. Bir yakını ölmüş gibi bakıyordu gerçi


ama “Havadandır,” dedim, üstelemedim. “Sinirlerim çok bozuk, bildiğin
gibi değil,” dedim ve boş votka şişemi mozoleye bıraktım. “Çirkin
Sosyalizm yoktur az votka vardır,“ dediğimde saçmalamaya başladığımı
anlamıştım ama anlayışlı adamdı beni anlardı. “Bir de sana ne zamandır
söylemek istiyorum,” dedim cümlenin sonuna bir de sigara ekleyerek;
“Sosyalizm, eşitlik vadediyor, özgürlüğün ucunu gösteriyor. Kapitalizm
ise konfor ve özgürlük vadediyor ama kıçını gösteriyor,” dedim. “Neyse
bunların artık bi önemi kalmadı,” derken yanan sigara elimden düşmüştü.
“Ben çok yalnızım… Gerçekten çok yalnızım… Sen de yalnız
mısın Lenin?”

16
Bekçi İlyas - Halil Fırat Eren

“Faul var!” diye bağırdı Bekçi İlyas.


Okul bahçesindeki hiçbir çocuk bu karara itiraz etmedi. Sadece
faulü yapan Piç Rıza biraz içerlenmişti.
Bekçi İlyas, yaşlı olmasına rağmen, birçok spor dalında hakemlik
yapacak yeterliğe sahipti. Sanki onu okula, öncelikli olarak hakemlik
yapsın diye almışlardı. Hakemlikten arta kalan zamanlarda da bekçilik
17
yapardı.
Marsık Mehmet topu aldı ve serbest vuruşu kullanacağı yere
koydu. Hayran olduğu futbolculardan gördüğü şekilde topun yerini
sabitledi.
Marsık Mehmet geriledi ve durdu. Sakince kaleye baktı. Kalede
Bidon Recep vardı. Bidon Recep okuldaki herkesten daha iriydi ama pısırık
bir tipti. Maç başlamadan, daha takımlar bile kurulmadan önce “Ben
kaleye geçerim!” diye bağırırdı. Aksi takdirde onu oynatmayacaklarını
düşünüyordu. Kalede dura dura kaleciliği de epeyi gelişmişti.
Marsık Mehmet, Bidon Recep’le göz göze geldiği anda, zamanın
yavaşladığını hissetti. Takım arkadaşları kalenin önünde yer kapmaya
çalışıyorlardı. Birçoğu Mehmet’ten gelecek ortayı bekliyordu. Fakat
Mehmet topa nasıl vuracağını kafasında netleştirmişti bile. Topun
bulunduğu yer, kaleye soldan bakıyordu. Marsık Mehmet derin bir nefes
aldı ve topa doğru hareketlendi. Adımlarını çok iyi ayarlamıştı. Topa, sağ
ayağıyla, sola doğru falso vererek vurdu. Top müthiş bir süratle kalenin
uzak köşesine doğru yol aldı ve Bidon Recep’i geçerek filelerle buluştu.
Bekçi İlyas, düdüğünü olanca gücüyle öttürerek golü ilan etti. Hakem
olmasına rağmen gole en çok o sevinmişti. Çünkü çocukların arasında
en çok Marsık Mehmet’i seviyordu.
Mehmet, Bekçi İlyas’tan aldığı onayla, kalesine doğru koşmaya
başladı. Bu gol, akşam yemeğinin, yatakhane muhabbetlerinin ve sabah
kahvaltısının en büyük konusu olacaktı. Fakat daha sonra unutulacak
ve yıllar sonra bahçedeki çocuklar büyüyüp tekrar karşılaştıklarında
yeniden konuşulacaktı.
Bekçi İlyas maç bitiminde okul bahçesinin kapısındaki
kulübesine döndü. Hakemlik kariyerine, hatasız bir maç daha eklediği
için gururluydu.
Futbol sahası boşalmış, çocuklar yatakhaneye yönelmişlerdi
bile. Kulübenin yakınından geçerken, Bekçi İlyas’a selam vermeyi 18
unutmadılar. O da onlara başıyla karşılık verdi. Çocuklar Bekçi İlyas’a
karşı büyük bir saygı besliyorlardı. Bekçi İlyas, çocukların hem hakemleri
hem de arabulucularıydı. Her türlü sorunlarında yardımcı olmaya çalışır,
küsmelerine izin vermezdi.
Çocuklar pazar günleri haricinde çok iyi anlaşırlardı. Pazar,
banyo günüydü ve sıcak su yalnızca yarım saatliğine akardı. O yüzden
sürekli kavga çıkardı. Ama Bekçi İlyas bunun da çözümünü bulmuştu.
Banyo saati geldiğinde kapıda bekliyor ve çocukları sıraya sokuyordu.
Fakat bazı günler su geldiğinde, Müdür bey ondan arabasını yıkamasını
istiyordu. O günlerde çocuklarla ilgilenemediği için muhakkak kavga
çıkıyordu. Bekçi İlyas da her pazar, sabahın erken saatlerinden itibaren,
Müdür Bey’den kaçmaya uğraşırdı.
Yine bir pazar günü, Bekçi İlyas, fellik fellik müdürden kaçmaya
çalışırken, bir anda kıskıvrak yakalandı. Kaçıyor olmanın verdiği suçluluk
duygusu, yüzündeki yerini almıştı bile. Müdür Bey’in suratına utana
sıkıla bakıyordu. Müdür Bey, İlyas’ın arabasını yıkamamak için kaçtığını
biliyordu. Tok bir sesle: “İlyas Efendi!” dedi, “benden kaçtığını biliyorum.
Kırk yılın başı, arabamıza su tutmanı istiyoruz. Çok mu yani?” Müdür
Bey, oldukça sinirlenmişti. İsteğinin zor bir iş olmadığını düşünüyordu.
Hatta bu işin, Bekçi İlyas’ın görevlerinden biri olduğuna da kendini
inandırmıştı. Hizmet ve hürmet görmeyi severdi. Yıllardır aynı okulda
görev yapıyor ve ilçede önemli bir yeri olduğunu düşünüyordu. Müdür
Bey, belediye başkanının en yakın arkadaşıydı. Bu yüzden, törenlerde ve
önemli günlerde, daima protokolde otururdu. Ona göre, protokolde yeri
olan biri, istediğinde arabasını yıkatabilmeliydi.
Müdürün tavrı bu şekilde olunca, Bekçi İlyas da şekilden şekle
giriyor, iki kelimeyi bir araya getirip, kendini savunamıyordu. En sonunda
kendini toparlayıp “Müdür Bey!” dedi, “Pazar günleri sizin arabayı
yıkarken, çocuklar banyo sırasında kavgaya tutuşuyorlar. Ben onları
düzene sokmak için kaçar dururum.” Müdür Bey, duydukları karşısında
şaşkınlığını gizleyemedi. Okulda düzenin kendi tarafından değil de bekçi 19
tarafından sağlanıyor olması, moralini bozmuştu. “Tamam haydi, sen
şu arabayı yıka! Çocuklarla ben ilgilenirim,” dedi. Bekçi İlyas, kafası
önde, malum arabaya doğru yürürken, Müdür Bey de söylene söylene
yatakhanenin yolunu tutmuştu. Çocuklar, neredeyse üzerlerinde sadece
donla, sıcak suyun geleceği anı kolluyorlardı. Su gelir gelmez koşup
ilk sırayı kapmak için yarışacaklardı. Keza ilk sırayı kapmak önemliydi.
Çünkü böylece, diğerlerinden birkaç dakika daha fazla suyun altında
kalabilme fırsatları oluyordu. Aksi halde bazıları tam durulanamıyor,
bazıları ise banyo yapmaya fırsat dahi bulamıyorlardı. Çocuklar, büyük
bir heyecanla Bekçi İlyas’ın başlama düdüğünü beklerken, yatakhanenin
kapısında beliren Müdür Bey’i görünce dehşete kapıldılar. Çünkü Müdür
Bey, yatakhaneye nadiren uğrardı ve her ziyareti çocukların yüreklerine
korku salardı. Aslında yatakhaneleri gezmek nöbetçi öğretmenlerin
göreviydi. Fakat Müdür Bey’in gelişi ardından gelecek sıra dayağının da
habercisiydi.
Yatakhaneden çıt çıkmıyordu. Müdür Bey, olanca siniriyle
bağırmaya başladı.
“Bundan böyle, banyo sırasında veya başka bir yerde, kavga
ettiğinizi duyarsam, sizi okuldan atarım. Utanmazlar! Buraya adam
olmaya, yontulmaya geliyorsunuz. Yemeğiniz bedava, yatağınız
bedava. Şu nimetlere layık olun lan biraz! Her Pazar sorun çıkarıp,
bekçiyi de işinden alıkoyuyormuşsunuz. Adam sizin yüzünüzden işini
yapamıyormuş.”
“Yalancı!” diye bağırdı Marsık Mehmet. “İlyas Amca böyle şeyler
demez.”
Müdür Bey hızla sesin geldiği yöne baktı ve sinirden kıpkırmızı
kesilen Marsık Mehmet’i gördü. Marsık Mehmet, üzerinde sadece
beyaz donu olduğu halde, korkusuzca Müdür Bey’e bakıyordu. Onun
bu hareketi, Müdür Bey’in otoritesinin sarsıldığını düşünmesine yol açtı
ve suratına inen okkalı bir tokatla sonuçlandı. Müdür Bey konuşmasını 20
daha büyük bir sinirle sürdürdü:
“Bugün, hiçbirinize banyo yok! Bundan böyle banyolarınızı
nöbetçi öğretmen gözetiminde yapacaksınız. Şimdi hepiniz üzerinizi
giyinin. Utanmaz herifler sizi!”
Müdür, ne kadar konuşsa da tatmin olamıyordu. Daha çok
bağırmak, hatta hepsini sıra dayağından geçirmek istiyordu. Derin
nefesler alarak kendini sakinleştirdi ve okulun diğer ucundaki odasına
doğru yürümeye koyuldu.
Yatakhanedeki çocuklar hâlâ şoktaydı. Piç Rıza, kıyafetlerini
giyerken, konuşmaya başladı. “Hep o bunak bekçinin yüzünden. Artık
doğru dürüst banyo da yapamayacağız.” Çocuklardan bazıları onu
başlarıyla onayladılar. Yatakhanenin her yanından ufak tefek uğultular
yükselmeye başlamıştı bile. Marsık Mehmet, karşıt bir tavırla bağırdı:
“Sus lan! İlyas amca demez öyle şey.” Şimdi böyle diyordu ama içinde
bir yerlerde o da sinirliydi Bekçi İlyas’a. “Neden böyle yaptı ki?” diye
sordu kendi kendine. İçindeki sinir, yerini üzüntüye bırakmıştı. Bu üzüntü,
yanağındaki acıyı da artırmıştı sanki. Artık o da, en az diğer arkadaşları
kadar kızgındı Bekçi İlyas’a.
Ertesi gün ilk ders zilinin çalmasına yakın, Bekçi İlyas, kulübedeki
yerini almış, çocukların derse girmeden önce yanına gelmelerini
bekliyordu. Dersten önce birkaç çocuk muhakkak onu ziyaret eder,
derdi olanlar anlatır ve ondan bir çare bulmasını isterlerdi. Fakat o
sabah hiç kimse gelmedi. “En azından Mehmet gelir,” diye düşündü.
Zil çalmak üzereydi ve hâlâ ortalıkta kimse görünmüyordu. “Ödevlerini
yetiştiremediler herhalde,” diye düşündü İlyas. Kulübesine oturdu, ve
küçük pilli radyosunu dinlemeye başladı. Ne de olsa o gün çocukların
beden eğitimi dersi vardı ve hakemlik görevi onu bekliyordu. “Varsın
gelmesinler,” dedi, “zaten maçta görüşeceğiz.”
Maç saati geldiğinde çocuklar okul binasından çıkıp sahaya
doğru gittiler. Hiçbiri Bekçi İlyas’a selam vermemişti. Bekçi İlyas,
21
kulübesinden düdüğünü aldı ve sahaya doğru ağır ağır yürümeye
başladı. Ne de olsa o gitmeden maç başlamazdı. Tam sahaya varmıştı
ki Piç Rıza bağırdı: “Git buradan ispitçi! Git de o müdürünün yanında çal
düdüğünü. Senin yüzünden banyomuzdan da olduk.”
Bekçi İlyas bir süre duyduklarına inanamadı. Emin olmak için
tek tek tüm çocukların suratlarına bakınca durumun ehemmiyetini
anladı. Fakat hemen hepsinin suratında aynı nefret ifadesi vardı. Bir
tek Mehmet’in başı aşağıdaydı. Bekçi İlyas’ın olduğu yöne bakmamayı
tercih ediyordu.
Bekçi İlyas, kafası önde, kulübesine doğru yöneldi. Bir anda
müdüre söyledikleri kafasının içinde şimşek gibi çarptı. “Ne yaptım
ben?” dedi kendi kendine. Üzüntüsü yüzünden anlaşılıyordu.
Marsık Mehmet, maç biter bitmez yatakhaneye koştu. Ne o,
ne de diğer çocuklar, yaptıkları maçtan keyif almamışlardı. Kendilerine
yapılanı bir türlü hazmedemiyorlardı.
Bu küslük günlerce devam etti. Çocuklar çok fazla etkilenmiş
görünmüyorlardı ama Bekçi İlyas çökmüştü. Karısı ve kızları onun bu
haline çok üzülüyorlar ve durumdan bihaber oldukları için yaşlı adamın
hastalandığını düşünüyorlardı. Adamcağız bütün gün bir karış suratla
dolanıyor, eve gittiğinde de kimseyle konuşmadan yemeğini yiyip,
sessizce uykuya dalıyordu.
İlyas’ın bu durumu Mehmet’in de gözünden kaçmamıştı. Her
gün, yatakhanenin penceresinden Bekçi İlyas’ı izliyor, onun bu hali
gizliden gizliye içini parçalıyordu. Artık ona sinirli bile değildi. Bu durumu
arkadaşlarına açtı. Onlar da Bekçi İlyas’ı özlemişlerdi. Onu yarınki maça
çağırmaya karar verdiler. Piç Rıza bile bu fikre karşı çıkmadı.
Pazar sabahı, Marsık Mehmet ve Piç Rıza erkenden kalkıp, Bekçi
İlyas’ın yanına gittiler. Bekçi İlyas onları görünce bir çocuk gibi utandı. Piç
Rıza, utana sıkıla yaşlı adamdan özür diledi. Aralarında en çok utanan
ise Mehmet’ti. Neredeyse bir haftadır Bekçi İlyas’la konuşmamıştı. Yaşlı
22
adam, ikisine de büyük bir sevgiyle sarıldı.
Maç saati geldiğinde çocuklar eşofmanlarını giymiş, sahadaki
yerlerini almışlardı bile. Bekçi İlyas da düdüğünü boynuna asmış,
kulübesinde Mehmet’in onu çağırmasını bekliyordu. Derken kapıda
beliren küçük kızının sesi duydu. “Babaa babaaa! Bugün ablama görücü
gelecekmiş. Anam, “İzin alsın da eve gelsin,” dedi.” Bekçi İlyas bu duruma
sinirlenmişti. Görücü de bugünü mü bulmuştu yani. Küçük kızın şaşkın
suratına baktı ve “Git anana, “Babam meşgulmüş, izin alamazmış,” de.
Görücü de başka gün gelsin,” dedi. Kızcağız hiçbir şey anlamadan eve
doğru koştu.
Sonunda beklenen an gelmiş ve Mehmet, Bekçi İlyas’ı sahaya
çağırmıştı. Yaşlı adam, aklı evde olduğu halde sahaya doğru ilerledi.
Çocuklar çoktan yerlerini almışlardı. Maça ilk Marsık Mehmet’in
takımı başlayacaktı. Bekçi İlyas başlama düdüğünü çaldığında o kadar
heyecanlıydı ki kızına gelecek görücüyü çoktan unutmuştu bile. Onun bu
heyecanı çocuklara bile yansımıştı. Herkes mutluydu.
Maç hızla devam ediyordu. Top, Piç Rıza’nın ayağındaydı. Piç
Rıza çok iyi oynayamazdı ama güçlüydü ve herkesten hızlı koşardı.
Olanca hızıyla sağ kanattan topu sürmeye başladı. Birkaç kişiyi
çalımladıktan sonra Marsık Mehmet’le karşılaştı ve topu kaptırdı. Marsık
Mehmet, topu kapar kapmaz bir kontra atak başlattı. Piç Rıza topu
kaptırmayı kendine yedirememişti. Hızla geri koştu ve Marsık Mehmet’e
yetişti. Mehmet topu çok iyi saklıyordu. Rıza topa doğru bir tekme
salladı fakat yanlışlıkla Mehmet’in ayağına vurdu. Bekçi İlyas, olayı çok
iyi görmüştü ve gecikmeden düdüğünü çaldı. Daha maçın başıydı ve
Marsık Mehmet, yine bir serbest vuruş kullanacaktı. Gol olursa takımları
büyük bir fırsat kazanmış olacaktı. Topu yere koydu ve geriledi. Durduğu
yer kaleye çok uzak sayılmazdı. Bekçi İlyas’ın düdüğüyle topa vuracak
ve Bidon Recep’i yine gafil avlayacaktı. Derken ortalık hademenin sesiyle
inledi: “Su geldiiiii!”
23
Daha maç başlayalı beş dakika olmuştu ama suyun gelmesi, her
şeyin bitmesi anlamına geliyordu. Sahadaki tüm çocuklar birden okul
binasına doğru koşmaya başladılar. Birçoğu daha merdivenlerdeyken
soyunmaya başlamıştı bile.
Bekçi İlyas, sahada tek başına kalakalmıştı. Bir haftadır beklediği
maçın daha beşinci dakikada yarım kalmasına mı karısından yiyeceği
laflara mı üzülsün bilemedi. Düdüğünü iki kez öttürdü ve kendi kendine
maçın bitişini ilan etti.
Tema: Kusur
Güvercinin Ölümü - Ümit Aykut Aktaş

07.55 Otobüs aktarma durağı


Susam ve çay kokusunun genizlerde gezineceği saatlerde…
Yanık lastik. Kızgın demir. Dağlanmış et kokusu… Islak, asfalt caddede
süzülen, kırmızı, ince bir hat. Siren sesleri. İtfaiye tazyikli köpük sıkarak
soğutuyor otobüsü.
Ambulans görevlileri beş kişiyi ayakta tedavi ediyor. Tedaviye
25
yanıt veremeyecek üç kişi dumanı tüten enkazın içinde olay yeri
inceleme ekiplerini bekliyor, siyah torbalara tıkıştırılmadan önce.
Hortumu dolanmış bir itfaiye eri, yerde cansız yatan bir güvercini
ayağıyla kaldırıma doğru itiyor ezmemek için. Akşam, “Üç kişi yaşamını
yitirdi,” diyecekler, güvercinin adı geçmeyecek haber bültenlerinde.
07.15 Birinci Kurban: Kadın, Altmış dört yaşında
Sabah, hastane randevusu için erkenden kalktı. Alarmı üç
kez susturdu, dördüncüsünde zar zor kalkabildi sıcacık yatağından.
Sabah uykusu, sıcacık tatlı bir uykuydu. Yalnız yaşıyordu. Gece sürmüş
olduğu maskeyi temizlemek için uzun uzun yıkadı yüzünü. Halen
kırışıklıklarının yok olacağı umudunu taşıyordu. Tahliller yaptırılabileceği
olasılığına karşı aç karnına gidecekti hastaneye. Süslenmeye bayılırdı
ama abartmamalıydı. Dudaklarına ince bir ruj sürdü. Dudaklarında
yıllar öncesine ait silinmesi güç yaşanmışlıklar vardı. En son ne zaman
öpüştüğünü düşündü, hafif bir gülümseme belirdi yüzünde. Uzun
süredir iç çamaşırına idrar kaçırıyordu. Tek dileği doktora muayene
olurken çamaşırının temiz olmasıydı. Kırışıklıkları ve idrar kaçırma
kusuru dışında yoktu kafasını meşgul eden bir sorunu. Her sabah
balkondaki klima dış ünitesinin üzerine koyduğu kaba, güvercinler için
biraz yem bıraktı. Hastaneye gitmek için evden çıkarken, toplu taşım
kartını çantasına koymayı son anda hatırladı. Altmış yaş kartı kullandığı
için otobüs kartında kaç lira kaldığı sorusu, kafasına takılan bir soru
olmaktan çıkmıştı uzun süredir.
07.00 İkinci Kurban: Erkek, Otuz dört yaşında
Gece yatağında dönüp durdu. Tedirginlik yakasını bir türlü
bırakmıyordu. Aç karnına, montunun iç cebinden bir sigara çekti.
Kaçacak yeri kalmamış bir tavşanınkine benzer nefesler çekti sigaradan.
Beş yıldır evliydi. Çocukları olmuyordu. Hata kendisindeydi, daha önce
kimseye haber vermeden test yaptırmıştı, biliyordu; sperm sayısı yeterli
değildi. Eşi de, aynı evde oturdukları eşinin ailesi de, çocuk istedikleri
26
için onu sıkıştırdıkça sıkıştırıyordu. Gücü tükeninceye değin vızıldayan
ve sıkışıp kaldığı pencereden ötesine bir türlü geçemeyen bir sinek
gibi köşeye kısılmıştı. Salt üreme amaçlı beraber olma girişimleri her
seferinde başarısızlıkla sonuçlanıyordu. Eşinin devlet hastanesindeki
hekimi, sperm testi istediğinde “Yolun sonuna geldik,” diye düşündüğü
sırada kardeşi imdadına yetişti. Sabah hastanede buluşacaklar ve eline
verilecek olan steril sperm kabını kardeşine verecekti. Sonuç bir süre
daha onları oyalamaya yetecekti. Halen yatakta yatan karısına bir şey
demeden kapıya yöneldi; her şey kötü giderken kim konuşmak isterdi ki?
Otobüs kartında kaç lira kaldığını hesap etmeye çalışarak onu hastaneye
götürecek otobüsü bekleyeceği durağa doğru yola çıktı.
06.15 İntihar Bombacısı: Erkek, yaşı bilinmiyor
Gece hiç uyuyamadı. Kalkınca yüzünü bile yıkamadan yeşil
harflerle yazılmış psikotrop madde/müstahzarlara ait reçetenin
bulunduğu sehpanın altında kendisine bir gün önce örgüt üyesi
tarafından teslim edilmiş olan plastik patlayıcı düzeneğini kontrol etti.
Ayılmak için kahve kavanozunu açtı, burnuna çekti. Çaydanlığa su
koyup ocağı yaktı. Masasının üzerindeki torbayı alıp eskiden krem rengi
olan panjurlarını açtı. Güvercin yemlerini pencerenin pervazına yaydı.
Güvercin dışkıları panjurlarda kalın bir tabaka oluşturmuştu.
Masasının üzerindeki dokümanları sobaya attı, yanışını
izlemedi. Bir gün önce yine bu masada yazmış olduğu şiiri bir edebiyat
dergisine göndermişti. Edebiyat dergisini takip etmediği için derginin
bir yıl önce kapandığını da bilmiyordu. Son olarak şiiri yazmış olduğu
kâğıdı da sobaya attı. Cesaretini toplamak için kendine otlu bir sigara
sardı. Aç karnına derin derin içine çekti. Ağzından çıkan koyu beyaz
duman, yıllar önce babasının çalıştığı çimento fabrikasının bacasından
süzülen dumandan daha beyaz geldi gözüne. Sardığı sigaranın
sonuna yaklaşırken ölüm korkusu diye bir şey kalmamıştı içinde… Belki
biraz yaşam kıskançlığı hepsi o… Yaşam dedikleri de uslu duranlara,
akşamları televizyon karşısında önlerden rahat bir koltuk, elde kumanda 27
garantisinden başka neydi ki? Öğürtüyle tuvalete koştu. Midesinden
gelen safrayı kustu. Ağzını koluna sildi. Teşhis edilmemek için yanına
düzeneğin yerleştirildiği çanta dışında sadece otobüs kartını aldı.
07.30 Otobüs aktarma durağı
Hava yağmurluydu. İçinde düzeneğin bulunduğu çantayı
öylesine sıkı tutuyordu ki tırnakları etine geçmişti, otobüs kartını
okuyucuya gösterirken. Otobüste altı-yedi kişi vardı. Otobüsün camları
buğulanmıştı. İçeride ıslak kıyafetlerin çıkardığı kokuyla, naylon torbadaki
simitlerden taşan susam kokusu birbirine karışıyordu. Beş durak
sonraki hastanede kalabalık bir grup otobüse bindiği anda mekanizmayı
çalıştıracaktı. Ancak kitlesel ölümler ses getirebilirdi. Bazen yaratmak için
önce yok etmek gerekiyordu. İçindeki canavarı, sabah sardığı otlu sigara
mı yoksa gidip gelen aklı mı yaratmıştı? Sorgulamadı. Sorgulamadığı bir
şey de düzenekteki saatli mekanizmaydı. Mekanizmanın saatinde hata
vardı.
Tıpkı filmlerdeki gibi fırtına öncesini haber veren, kepenkleri
birbirine çarptıran şiddetli bir rüzgâr esti. Eskiden krem rengi olan kirli
panjurların üzerinden bir güvercin havalanıp otobüsün üzerine kondu.
Panjurlu evin mutfağında unutulan çaydanlık tıslayarak fokurdamaya
devam ediyordu, içerisindeki su bitmek üzereydi. Muayeneye giden
kadın, kocasından bağlanan emekli aylığından kesilmesi muhtemel ilaç
paralarını düşünürken, birden oturduğu yerden ayağa kalktı. Buğulu
camda eliyle açtığı boşluktan balkonundaki güvercinlere doğru bakıp
gülümsedi. Kardeşi hastanede bekleyen adam az sonra dirseğinden ters
yöne katlanacak sol eliyle torbasındaki simitten bir parça koparıp ağzına
götürdü ama yutmasına fırsat olmadı. Yanlış yerde yanlış zamanda
olmak böyle bir şey olabilir miydi?

28
Ocakbaşı - Füsun Çetinel

Tak tak tak tak tak. Ustanın et pembesi kalın parmakları tezgâhın
üzerinde hızla inip kalktı, Sevim’in randevu heyecanını soğanlarla birlikte
ince ince doğradı.
“Buyrun efeeem.” Usta elini kavanoza daldırıp bir tutam pul
biber ve sumağı cömertçe soğan yığınına serpti, yoğurmaya başladı.
Alçak tavanlı girişi göz yaşartıcı bir koku sardı. Genç kız burun deliklerini
titretti, kendi bedeninin kokusunu almaya çalıştı. Meydandan restorana 29
yürürken epey terlemişti. “Niye kazak giydim ki,” dedi kendine. Acı soğan
kokusu mangal dumanıyla bir olup Sevim’in bol gözlerine yürüdü.
Masalarda oturanların arasında tanıdık bir yüz seçmekte zorlandı.
“Kız bu senin son şansın, ona göre,” demişti anası evden
uğurlarken. Babası her zaman ki koltuğunda ‘Kim Beş Yüz Milyar İster’
yarışmasını seyrediyordu.
“Son şansım ya,” dedi kendi kendine Sevim, “hayatımın sonuna
kadar huysuz babam, hastalıklı anamla iki göz, nefes kokan odada
tıkılıp kalmak, köpekler gibi çalışıp abimin kredi kartı borçlarını ödemek
istemiyorsam eğer. Neyim eksik dairedeki diğer kızlardan? Tek istediğim
bir koca... kendime ait ev... güzel çocuklar... pazar gezmeleri...”
Şakaklarından apansız ter boşanmasa, avuç içleri yapış yapış
olmasa, otuz dokuz numara ayakları nemli terliklerinin içinde öne
fırlamasa şimdiye çoktan evlenmişti Sevim. Bölüm şefi lavaboya gidiş
gelişlerini saymaya başlamıştı. Keyfine mi gidiyordu. Beyaz gömleğinin
koltukaltları sararmasın, iş arkadaşlarına bayat soğan kokmasın diye ter
fışkıran her tarafını sabunlayıp bir güzel pudralıyordu.
Mehmet ocakbaşının bitişiğindeki dar masadan heyecanla
el salladı. Sevim’in saç diplerinde ter taarruzunun habercisi ufak
karıncalanmalar başlamıştı bile. Ellerini kazağına kurulayıp kalabalık
arasında ilerledi. İlk buluşmaları için tokalaşmak yeterli olacaktı.
Ayrılırken yanaktan öpüşürlerdi artık.
Mehmet garsona siparişleri sıralarken o avuç içlerini masanın
mermerine bastırıp sakinleşmeye çalıştı. Derin nefes alıp verirse,
heyecanını kontrol altına alabilirse, biraz olsun daha az terler, daha az
kokardı.
Mehmet trafikten, işlerin yoğunluğundan, servis şefinin
ahlaksızlığından bahsederken Sevim eline geçirdiği peçete destesiyle
yüzüne hücum eden ter taneciklerini boşuna durdurmaya çalışıyordu. 30

Garson yeniden yaklaştı dar masaya. Bardak, çatal, bıçak


ve ekmek sepetini dizmeye başladı. Mehmet konuşmasına ara verip
garsonun işini bitirmesini bekledi.
“Fark ettin mi,” diye fısıldadı.
“Neyi?” diye sordu Sevim.
“Bayat insan kokusunu. Terle harmanlanmış lahmacun, ıslak
unutulmuş yer bezi gibi bir şey. Kaç gündür yıkanmıyor bu adam?”
Sevim kollarını sıkıca bedenine bitiştirdi.
“Bilmem ki,” dedi ağzının içinden. “Belki de yıkanıyordur. Hem
bu kadar sıcakta çalışmak kolay mı?” Mehmet çatalıyla çoban salataya
girişti. Sevim roka ve maydanozların altına uzanıp soğan halkalarını
yemeğe başladı.
Et ustası sipariş gelen şişleri ocağa sürdükçe kor kömürlere
damlayan yağlar kısa bir süreliğine alev alıyor etrafı cehennemi bir
sıcak sarıyor, iştah açıcı yanık et kokusu diğer tüm kokuları bastırıyordu.
Sevim’in memeleri arasından süzülen ter damlacıkları göbeğine, oradan
yol bulup bacak aralarına ilerliyordu. İç çamaşırı ıpıslak olmuştu.
Duman, tabak çanak gürültüsü, anlaşılmayan kelimeler, ense dibindeki
alev ve kor kömür Mehmet’in söylediği her şeyi anlaşılmaz kılıyordu.
Sevim kendini zorlayarak emekli babasından, evli kız kardeşinin ders
çalışmayan çocuklarından, annesinin mide yanmalarından bahsetti
biraz. Abisine değinmedi.
Mehmet ekmek dilimlerini yoğurda batırırken,
“Bekârlık zor,” dedi, “annem arada gelip kalıyor ama. Olmuyor
işte. Yaş ilerleyince rahat istiyor insan.” Bakışları genç kızın nemli
memelerine kaydı. Garson soğuk suyu getirip koydu masaya. Sevim su
şişesinin serin buğusuna bakıp yutkundu.
“Ciğerin yanına soğan koyalım mı abi?” diye araya girdi garson. 31
Mehmet suratını ekşitti. Sevim atıldı hemen.
“Koysun ya. Güzel oluyor.” Suçu çiğ soğana atmaya çoktan
alışmıştı.
“Yerken iyi de sonrası kötü,” dedi Mehmet.
“Dediğin gibi yerken iyi de, sonrasında bedeninden söküp
atamıyorsun kokusunu.”
“N’apalım,” dedi Mehmet, “sen seviyorsan eğer. Naneli çiklet
çiğneriz birer tane.”
“Çiğneriz ya,” dedi Sevim rahatlayarak. Ter taarruzu durulur
gibi oldu. Ocakbaşının kor ateşi ense kökünü yakmıyordu artık. Garson
lavaşlarla birlikte ciğer şişleri ve baharatlı soğanları sürdü önlerine. Belki
de ayrılırken öpüşürlerdi bile.
Kusur Bende - Gülçin Göktay Manka

Gülören geri döner miydi?


Tam hastanenin kapısından çıkarken karar verdi anasının evine
gitmeye. Ağlayası geldi ama, tuttu kendini. Zayıf görünmeyecek, taş gibi
olacaktı. Çantasını omzuna astı, ardına bakmadan hızla yürüdü. Arkadan
Halil’in bağırtısını duydu: “Kız! Beklesene!” Duymamış gibi yaptı, otobüs
durağına yöneldi. Adam iki adımda yetişti, sırtından tuttu:
32
“Nereye?” Gülören öfkeyle döndü kocasına, dişlerinin arasından
tısladı:
“Gidiyorum, anamın evine.”
Halil öyle kaldı: “Ne işin var ananda?”
Gülören, sırtını döndü kocasına. Gözyaşlarını kendine sakladı.
“Çorak tarla, bir bebe veremedin oğlumun kucağına.” Başından
aşağı kaynar sular dökülmüştü. Ne diyeceğini, nereye bakacağını
şaşırmıştı. Annesi hiç istememişti ya, yine de varmıştı işte Halil’e. Gül
gibi işinden de olmuştu onun yüzünden: “Otur evinde, çocuklarına bak.
Benim kazancım yeter ikimize de.” Al işte, ne çocuk, ne iş!
Numarasına bakmadan, gelen halk otobüsüne bindi, bilet
alırken otobüsün camından aşağıda hâlâ ona bakan kocasına göz attı.
Herkesin kocası böyle miydi, milletin karısı nasıl kıymetli, el üstünde gül.
Halil de hiç ona elini kaldırmamıştı ama, ağır konuşur, zehir gibi sözler
söylerdi. Şimdiki gibi. Gerçi kendisi de kötü konuşmuştu, ama…
Halil, otobüsün arkasından bakakalmıştı. Gülören’in böyle
kolayca çekip gideceğini hiç aklına getirmemişti. Sinirinden duraktaki
ağaca bir tekme attı. Öyle demeyecekti karısına! “Kadınlar narin olur, çiçek
gibi solarlar ya da kuş gibi elinden uçup giderler, itinayla bakmazsan.”
Eniştesi, kına gecelerinde demişti bunu, Gülören bindallılar giymiş, iki
eline iki bez parçası bağlı, oynarken. Sümsük derdi anası eniştesine,
hanımköylü derdi ama eniştesi lafını sözünü bilip konuşurdu. Sırf
anasının bu ileri geri konuşmalarından küsüşmüşlerdi teyzesiyle. Halil
teyzesini severdi aslında, ama artık pek görmüyordu onu da, eniştesini
de.
Bira, buz gibi aktı içine. Yanındaki kadın ondan yana dönmüş
oturuyordu. Umurunda mı? Yine de merak etti, garsona seslenirken
kaçamak bir bakış attı. Kadın gülerek ona bakıyordu, sanki kırk yıllık
dostuymuş gibi. Bu kadar boyanmasa yüzü güzeldi. Bacak bacak
üstüne atmış, pantolonu sımsıkı oturmuş vücuduna. Sağlam ayakkabıya
benzemiyordu, yalnız gülünce görünen ayrık dişleri Halil’e birini hatırlattı. 33
Kimi ama? İlkokul öğretmenini, yok yok, ilk göz ağrısını…
Gülören döner miydi kendi kendine?
Çok güzeldi karısı kına gecesinde, bordo kadife üstüne sarı
sim işlemeli elbisesiyle. Çevresinde dönen bir sürü kadının arasında ne
kadar da farklı duruyordu; sırf üzerinde döküm döküm duran bindallıdan
değil, bir havası vardı ki, kimsede yoktu. Hayrandı ona, bilgili görgülüydü,
çalışıp para kazanıyor, giydiğini yakıştırıyordu. Teyzesi hemen sevmişti
Gülören’i de anasının gözü tutmamıştı başından beri. “Çok bilmiş”
demişti, “çalışan kadından evine, kocasına hayır gelmez,” demişti ama,
Gülören söz dinleyip işten çıkınca başka bahane bulamamıştı.
Karısının otobüsünün arkasından bir süre baktıktan sonra,
üşüyen ellerini montunun ceplerine sokup hastane durağından Cebeci’ye
doğru yürüdü. Soğuk, ince montu delip içine işlerken, yalnızlığını daha
çok hissetti. Buradan kendi otobüsleri geçmiyordu ama, Gülören işte,
nereye gittiğine bile bakmadan binip gitmişti. Ne oluyordu böyle çekip
gitmeler, soğuk soğuk durmalar? Halbuki ilk günler, hatta ilk aylar ne
iyilerdi, ne muhabbetliydiler canım! Evdeki huzursuzluk ne zaman
başlamıştı, bilmiyordu. Anası geldiğinde oluyordu daha çok, hemen şu
çocuk konusunu açıveriyordu anası, “Bir yıl oldu tık yok daha…” Önceleri
pek kulak asmadı, anasına da, Gülören’e de. Allah’ın işine karışılmazdı
ama, tıp da çok ilerlemişti, gidelim bir doktora diyordu karısı. Al işte,
gittik. Demeyecektin öyle, ağırıma gitti be Gülören!
Gülören döner miydi?
Biranın yanına fıstık söyledi, bir de sigara yaktı, sanki içini
ısıtacakmış gibi. Anasının evine mi gitseydi? Yok, şimdi yüz çeşit soru
sorar, hele Gülören’in gittiğini öğrense var ya... Zaten bıraksan bir kaşık
suda…Neyini gördü, ne ister elin kızından? Vazgeçti. Eve de hiç gidesi
yoktu, duvarlara mı bakıp oturacaktı? İçmeli, başka ne yapılır? Yalnız
başına da içilmiyordu ki! Şu ayrık dişli kadını kime benzettiğini…Suna
mıydı, evet evet, eski mahallede, çok gülerdi, dilini çıkarıp kaçardı sonra
34
da.
Gülören, kapıyı açan annesine hiçbir şey demeden, bir karış
suratla girdi içeri. Salonda babasıyla kardeşi tavla oynuyordu, hiç
görünmeden içeri odaya geçti. Kanepeye uzandı. Annesi gelip yanıbaşına
oturdu, yumuşacık bir sesle: “Hayırdır kızım?” Gözlerini kapadı. Burnunda
hâlâ hastane kokusu. Kuyruklar, alınan numaralar, beklenen sıralar,
sonuç kağıtları, yeniden kuyruk, yeniden sıra beklemeler…Halil’in afra
tafraları, ters ters konuşmalar, zor izin almış da, geç kalıyormuş da, ne
işi varmış oralarda da! Bir de tepeden tepeden bakmalar, surat asmalar.
Sindiremedin tabii, kabullenemedin değil mi?
“Gülören, bana bak, ne oldu söylesene!”
“Yok bir şey anne, yorgunum, uyuyacağım.” Annesi, kızından
yanıt alamayınca üstelemedi, üstüne bir battaniye örtüp çıktı. Son
zamanlarda yüzü gülmez olmuştu kızının. Böyle tam akşam vakti, yalnız
başına gelmesi de hiç hayra alamet değildi… Salonun kapısına kadar
gitti, sonra geri dönüp mutfağa girdi, bir sigara yakıp balkona çıktı.
Gülören’e gitse miydi, almaya? Ya istemezse onu? Ya hiç
dönmezse?
Nuh deyip peygamber demezdi karısı. Korktu Halil, evi düşündü,
evin boş halini, soğuk, sessiz. Kapısından giremezdi, ışığı yanmayan,
ocağında tencere kaynamayan, duvarlarında, perdelerinde Gülören’in
sesi çınlamayan evin. Bira içini üşüttü. Tuvalete gidip geldi, kadının
yanındaki yerine oturdu. Vakit geceye kayıyor, havada asılı sigara dumanı
yalnızlığı örtüp saklayamıyordu. Ayrık dişler biraz daha yaklaşmış,
Halil’in gözlerini yakalamaya çalışıyordu: “Konuşmak ister misin?” Halil
aniden kadına dönüp bardağı başına dikti, barmene seslendi: “Bize iki
bira!”
Gülören yatağında dönüp durdu, sanki genç kızlığının yatağı
değildi, pencereden gelen sokak lambasının ışığı da ne kadar parlaktı
canım! Halil ne yapıyordu acaba? Üstünü başını çıkarmamış, arkasından 35
gelir diye beklemişti doğrusu, ne kadar kızsa da. Şimdi, yattığı yerde
durup durup daha bir içerliyordu kocasına. Nasıl da bağırmıştı herkesin
ortasında! Gerçi o da ağır konuşmuştu galiba. Gelmiş işte hastaneye
adamcağız, daha ne yapsın? Onun suçu değil ki! Hem doktorun dediğine
göre…
Kalktı, pencereye gitti, perdeyi aralayıp baktı, sanki Halil aşağıda
bekliyormuş gibi. Bomboş sokakta yalnızca bir kedi kadife adımlarla
karşıdan karşıya geçiyordu.
Gülören’e gitse, dese ki…
Kaçıncı birası, bilmiyordu. Saat on ikiyi geçmişti. “Gitsem şimdi,
çoktan uyumuştur,” dedi, yanındaki kadına. Sözcükler ağzında eğilip
bükülüyordu. Kadın güldü, ayrık dişlerinin arasından boğuk sesiyle:
“Bana gidelim o zaman!”
Halil dalmış gitmişti, sesi başka bir alemden geliyordu: “Kusur
bendeymiş, anlıyor musun? Bendeymiş kusur!”
Yorulma Mukavemeti - Tahsin Görmüş

Bir malzemeyi normal olarak parçalamaya yetmeyecek bir


kuvvetin, arka arkaya ve çok sayıda uygulanması halinde malzeme
parçalanabilir. Buna yorulma denir ve gevrek türde bir kırılmadır.
Yorulma iç yapıya bağlı bir olaydır. Tekrarlı yükler, cismin iç
yapısında bulunan çatlak, çentik, boşluk gibi bir kusurun etrafında
gerilme yığılmaları oluştururlar. Bir çatlak oluşturup büyütmeye başlarlar.
Nihayetinde ani bir kırılma olacaktır. 36

Ağzımda bir bok kokusuyla uyanıyorum. Magmaymış adı,


doktor öyle söyledi. Boğazımdaki boşluklarda, yemek yedikçe küçük
artıklar birikiyormuş. Uyuşturup temizledi. “Bu artıkları bir kulak
pamuğu yardımıyla kendiniz de alabilirsiniz,” dedi bana. Sonraları
denedim ama boğazımı tahriş ediyorum herhalde böyle yaparak. Bir
türlü de çıkartamıyorum. Dürttükçe daha derinlere kaçıyorlar. Magma
boğazımdayken rahat edemiyorum, ağzım kokuyor; almaya çalışsam
ayrı dert.
Büyük düşüncelerin adamıydım ben. Dünyayı düzeltecektim.
Hak, adalet. Sözcüsü olacaktım. Küçük işlerde gözüm yoktu. Aşk, evlilik.
Uzak duracaktım. Öyle sanırdım. Bir gün karşıdan karşıya geçiyordum.
Karşıdan...
Uyusam mı? Beş kırk beş, sekiz, altı, iki çeyrek. Pek anlaşılmıyor
ama kaç saat daha uyuyabileceğimi hesaplıyorum. İki saatlik uykudan
kalkmışım ve masadaki soğuk kahveye bakarak hayatın beni getirdiği
noktayı belirlemeye çalışıyorum. Şimdi bu kahve soğuyorsa veya
sabaha kadar beni beklemişse, hepimiz için umut vardır, ya da böyle bir
şeyler. O gün sadece biraz daha ısrar edebilseydim veya hemen kalkıp
gitmeseydim, ya da böyle bir şeyler.
Söylesene bana, neden en iyi şiirler uyanılmamış sabahlarda
yazılıyor?
Düşler var öbek öbek, bekliyorlar bir köşede. Girecek zihin
arıyorlar. Sabahın bu saatinde evre dörtte uyuyan bir gafil. Buldular
mı kabus üstüne kabus olacaklar. Bütün hayatını film şeridi gibi
geçirtecekler önünden. Ter üstüne ter boşaltacaklar. Korkuyorum. Gel
kurtar şunlardan beni. Çünkü ben de uykuluyum, maazallah. Hem bak ne
güzel bir sabah. Kahvaltı yaparız; sobayı yakar, çayı da üstüne koyarım
ben şimdi. Uzanırız yatağa yan yana. Dizlerimiz çarpar birbirine...
Sen yokken neler oldu? Hiçbir şey. Hâlâ insanlara ayak 37
uydurmakta güçlük çekiyorum. Hapisten çıkanlar bile topluma karıştılar,
ben karışamadım. Bunun nedenleri hakkında -kesin olmamakla birlikte-
bazı fikirlerim yok değil. Onlar gibi ufak şeylerle dolduramadım ben
hayatımı. Sobayı doldurmak mesela, büyük bir olay. En alta kömürü
boşaltacaksın. Yanlara kalın birkaç odun, mümkünse bir kütük. Sonra
çıra. Bir kapak da mazot attın mıydı, tamam. Mesela yemek yemek,
büyük bir mesele. Misafir çağırıp kallavi bir sofrada yemek yemek,
ondan sonra salona geçip portakal soymak, böyle şeyler işte, böyle
şeylerle dolduruyorlar insan geçen zamanı. Hayat diye belirttikleri şeyler
bizzat bunlar, sen bakma onların zorluklardan, acılardan bahsettiklerine.
Bir ikincisi, ki bu da ilkiyle direkt bağlantılı; bu insanlar ne
duyarlarsa duysunlar, ne görürlerse görsünler, bildiklerini okumaya
devam ediyorlar. Birçok şeyin birbirine bağlı olduğunu göremiyorlar.
Bir kitap okumak mesela, onlar için sadece bir kitap okumaktan ibaret.
Sonra masadan kalkıp yine aynı şekilde devam ediyorlar. Ben? Bir kitap
okuyunca devam edemiyorum ki hayatıma. Anladıklarımın sorumluluğu
altında eziliyorum. Bakın diyesim geliyor, bakın. Aynı şeyleri okumadık
mı biz? Bakın neler yazıyor? Anlamıyorlar. Bir de kitaptan etkilenmekle
suçluyorlar insanı. “Sadece bir kitap“ diyorlar veya “Film işte” ya da
böyle bir şeyler...
Gördün mü bak yine vazgeçemiyorum bilmişlik yapmaktan, hep
söylerdin ya. Ama ne yapayım bir tanem, sözün kıymetini anlamışım
bir kere. Düşünce kurmaktan vazgeçemiyorum. Düşündükçe tokat
yiyorum, bu sefer niye tokat yediğimi düşünüyorum. Tokat atan birinin
niye tokat attığını düşünüyorum. İşte bu önemli. Niye vuruyor bu adam,
ne düşünüyor? Neye inanmış, ne adına yapıyor bu işi? Tokat atınca ne
oluyor? Bir insan niye sindirilmeye çalışılıyor? Herkes kendi bildiğini dikte
mi ediyor? Bence hayır. Sadece zeki bir azınlık yapıyor bunu. Diğerleri
kurallarını bilmedikleri bir oyunu, yıllarca oynamanın verdiği haksız
bir bilgiçlikle oynuyorlar sadece. Birbirlerine bağırıyorlar, birbirlerini
yaralıyorlar, öldürüyorlar, ya da böyle bir şeyler... 38

Biz de aynı şeyleri yapmayalım. Biraz müzikten bahsedelim


istersen. Bu aralar klasik müziğe merak saldım. Kalınca bir kitap aldım
kütüphaneden: Müzik Tarihi. Gelip geçerken bir şeyler okuyorum.
Seviyorum müziği, çünkü insan ruhunu en iyi müzikten okuyabiliyoruz.
Değil mi? Okurken yapamayız bunu mesela. Okumak, okuyabilmek için
başka eylemler de gerektiriyor. Kavramak lazım oluyor, bağlantı kurmak,
ya da böyle bir şeyler. Kalbinde, ruhunda, hisseden yerlerin neresiyse
oralarda bir etki oluşturabilmen için, yoğun bir çaba gerekiyor okumakta.
Müzik öyle midir, sen söyle. Duygunun en açık, en çıplak biçimde ortaya
konduğu sanat çeşididir müzik.
Şarkı hikayedir. Hikaye tehlikelidir. Geçmişi anlatır. Geçmiş
tehlikelidir.
Can sıkıntısı hiç de sanatsal değil. Eğer sanat fiilen bir şeyi ifade
etmekse, iç sıkıntısı-boğultu-düğümlenme-depresyon-mutsuzluk ne
dersen de, hiç de böyle bir şey değildir. Hatta tam tersi. Gerçek mutluluk
anlatılamayandır, diye iddialı bir cümle kuralım mı? Kuralım, ne olacak?
Hakiki mutsuzluğu ayırt etmek için giderilip giderilmeyecek olmasına
bakmalı. Nedeni anlaşılmamalı boğultunun-mutsuzluğun-sıkıntının. O
yüzden bakma o kadınlara. Kocam benimle ilgilenmiyor. Allah aşkına.
Mutsuz olduklarını söylüyorlar ve neden mutsuz olduklarını da bir güzel
açıklıyorlar. Bir de çözüm önerisi getiriyorlar. Allah aşkına. Lütfen. Sadece
depresyon kelimesinin tanımlanmış olmasından dolayı depresyonda
olan insanlar var, biliyor musun? Allah aşkına. Lütfen.*
Söylesene bana, neden en iyi şiirler sen yokken yazılıyor?
Biz niye ayrıldık bir tanem, hatırlıyor musun? Hatırlayamazsın.
Sebebi tek bir olay değil çünkü. Bunu açıklamak için üniversite yıllarıma
dönerekten bir örnek vereceğim sana. Bak nasıl anlayacaksın.
Malzeme Bilimi dersini çok severdim. Ne sevmesi, bayılırdım.
Bir gerilme-şekil değiştirme diyagramı vardı mesela, dillere destan. 39
Yumuşak çelik. Belli bir gerilmeye kadar iç yapısı bozulmuyor. Akma
sınırı. Bir de buna emniyet katsayısı uygulanıyor. Bana kalırsa hayatta
tökezlememizin en önemli sebebi bu katsayıyı düşük tutmamız. Veya
böyle bir katsayıyı hiç kullanmıyoruz. Akıyoruz, iç yapımız bozuluyor,
sonra istesek bile eski halimize dönemiyoruz.
Diğer bir konu: Yorulma Mukavemeti. Bir kusur etrafında
tekrar tekrar uygulanan kuvvetler sonunda amaçlarına ulaşıyorlar ve
cismin bütünlüğünü bozuyorlar. Bilimle hayatı ayırırlar bir de. Al sana
ikimizin durumu. Tekrar tekrar yıpratmadık mı birbirimizi? Sen bana hiç
konuşmadığımı söyleyip dururdun mesela. Konuşunca da ancak bilgiçlik
taslıyordum. Ufak tefek şeylerle hep saldırdık birbirimize. Önemsiz gibi
görünen bu küçük darbeler zamanla bitirdi ikimizi de, birbirimizden
nefret etmeye başladık. Çünkü neden, bir tanem. Çünkü yorulma olayı
bir kusurun etrafında başlar. Çünkü yorulma olayı tekrarlı gerilmelerle
oluşur. Raylar bile dayanamıyor, biz neyimize güvendik?
Yine de insanın insan oluşu, bir yerde kendini gösteriyor. Bilimle
hayat, veya cismani olanla ruhani olan bir yerde ayrılıyor. Eski haline kati
surette dönemeyecek olan yumuşak çeliğe benzemiyor kalp. Vallahi
benzemiyor.

*Bir saniye. Aynı şeyi ben de yaptım herhalde, değil mi? Mutsuzluğumun kaynağını

belirleyemediğimi söyledim ama yokluğundan dert yanmayı da ihmal etmiyorum. Şimdi


yeniden bir araya gelmemizin iç sıkıntım için bir çözüm olmayacağını söylersem, seni
kıracağım. Tam tersine bütün sorunumun yokluğundan kaynaklandığını söylersem, bu
sefer de sahtekar olduğum ortaya çıkacak. Ben de böyle bir dipnot ekleyerek, en azından
durumun farkında olduğumu belli ederim. Böylece biraz kafa karışıklığına sebep olarak
aradan sıyrılabilirim. Onu da mı başaramadım?

40
Anlaşılmaz - Ayşen Işık

Gece gece uyandırdı annem, “Çabuk hazırlan!” dedi, “gidiyoruz.”


Sıkıysa gıkını çıkar. Evden nasıl çıktık anlamadım. Öyle bir acele ettirdi
ki beremi bulamadım. Başka zaman olsa tantana eder, hasta olacağım
diye asla izin vermez bu halde sokağa çıkmama.
“Boş ver şimdi bereyi!” dedi, çekti kapıyı. Son anda gördüm,
elinde koca bir valiz. Kendi başına bir iş çeviriyor, ama ne? Nereye
gidiyoruz? Ne oldu? Babamın haberi var mı? Soramıyorum. Tam elinin 41
tersindeyim.
Çıktık gecenin ayazına. Feci bir soğuk. Kulaklarım sızlıyor, tir
tir titriyorum. Yanmayan sokak lâmbaları yüzünden ortalık kapkaranlık.
Aralıksız uluyor köpekler. Ansızın karşımıza çıkan gözleri kıpkırmızı
kediler ödümü koparıyor. Kolu yorulunca, öbür tarafına geçiriyor beni,
valizi öteki eline alıp hızlanıyor yeniden. Bir an bırakmıyor elimi. Ha bire
söyleniyor, “Hadi, hadi!”
“Çekiştirmesene beni! Koşturuyorum işte, daha n’apim?’
Evimiz görünmez oluncaya dek dönüp dönüp bakıyorum
arkama. Ağlamamak için aklıma güzel şeyler getirmeye çalışıyorum.
Olmuyor. Her şey korkulu bir düşü çağrıştırıyor yalnızca.
Sırameşeler’den Ormanlar Yolu tarafına yürüyoruz. Ara
sokakların artık sonu. Alt geçide gireceğiz. Tam merdivenlerin başında
durdurdu.
“Dönelim,” diye fısıldadı, “tekin değil burası, caddeden geçelim
karşıya.” Caddeye çıkan dik yokuşa saptık. Bir an peşimizde birileri
varmış hissine kapıldım. Hızlanıp önden önden gitmeye başladım. Zor
tırmandı yokuşu, durup durup soluklandı. Kaldırıma çıkınca valizi bıraktı
yere, iki büklüm. Kesik kesik öksürdü. “Hasta mı?” Yol boşalsın diye
bekledik. Hep kamyon. Işıkları gözümüzü alıyor. Karşıya geçtik. Taksi
durağına yürüdük.
Annem camı yavaşça tıklatıp uyandırdı şoförü. Gözünü açtığı
gibi dışarı fırladı adam. Annemin elinden valizi alıp bagaja yerleştirdi.
“Terminale gideceğiz, ne kadar tutar?” diye sordu annem. “Hah bir bu
eksik,” dedim, “Allah bilir, para almayı unutmuştur.” “On kâğıdı geçmez,”
dedi adam. Annem peki dedi başıyla. Bindik arabaya.
Taksi sıcak. Mayıştım. Kulağıma eğildi annem: “Sakın dalma,”
dedi, “otobüse kadar dayan.” Yüz bulup sordum. “Anne,” dedim usulca,
“nereye gidiyoruz?” “Kayseri’ye. Dayınlara gidiyoruz,” deyip başını öte
42
yana çeviriverdi. “Başka soru sorma!” demek bu. Tutamadım çenemi.
“Yarın yazılım var benim,” dedim sesimi iyice kısarak. “Ne oldu? Nerden
çıktı bu? İzin aldık mı okuldan?” diye söylendim. Hırsla dönüp ağzımı
kapattı eliyle. “Sus!” dedi. Öfkeden gözlerim doldu. Kayabildiğim kadar
öteye kayıp uzaklaştım ondan. Babam haklı. Cins işte. İyice üşütmese
bari kafayı.

Sabah namazdan sonraydı. Hazır oğlanlar uyurken dua


okuyayım, dedim. Hüseyin’in işleri bozuk, hayırlısıyla bir an evvel açılsa
diye. Oturmadan bir odun daha attım sobaya, canlandı ateş. Tam tespihi
elime aldım, duaya başlayacağım, kapı vuruldu. Heyecanlanmam mı?
Kim gelir sabahın köründe? Kapıyı açtım, baktım, görümcem. Kızı da
katmış yanına, çıkmış gelmiş. Şaşaladım; “Anam, anam!” diye ünlerken,
“Yenge,” dedi, “girelim mi içeri?” Hemen de bozar adamı. Neyse durmadım
üzerinde. “Ay ben ne yaptığımı biliyom mu? Sen benim kusuruma bakma
ablam,” dedim. Sıcacık odaya aldım bunları. Kucaklaştık Nergis’le.
Çökmüş zavallı, görmeyeli hepten kurumuş. “N’olur uyandırma abimi.
Bırak uyusun,” diye uyardı beni. İşkillendim sesinden. Hali bir tuhaf. Gerçi
hep tuhaftır, ama bu defa başka işte. Şöyle bi’ güm güm etti kalbim.
“Du’ bakalım,” dedim. Bunda bir iş var ya, ne? Sustum, sıkboğaz edecek
değilim. Hele bi’ dinlensin. Az buz yol değil, ta Bursa’dan geliyorlar, kaç
saattir teker üstünde, kolay mı?
Boylanmış Çiçek. Kocaman kız olmuş. Yüz vermedi pek,
yalandan sarıldı; “Uyuyacağım ben,” dedi. Anasına çekecek zahir.
Huysuz. Yatırdık yanımıza, güzelce örttük üstünü, hemencecik kapandı
gözleri. Nergis’e sordum, “Uzanacak mısın?” diye. “Yok,” dedi. Baktım
susuyor, kalktım yanından. “Sen otur dinlen, ben de kahvaltı hazırlayım
sana.” “Yok mok,” geveledi gene. Dinler miyim? Koştum mutfağa. Çay
demledim. Ekmek, zeytin, peynir Allah ne verdiyse çıkardım önüne. İki
lokma yedi yemedi, bıraktı. Üsteledim yesin diye. “İçim almıyor,” dedi.
Sustu gene. Bu kızın âdeti bu. Ağzına kilit vurur, dalar gider öyle. Çatlatır 43
insanı.
Anlatmaz. Ne oldu? Hangi rüzgâr attı? Ancak canı isteyecek,
gönlü olacak öyle. Asabidir. Tersleyiverir. İhtiyatlı yaklaşmak gerek. Ne
olduysa evlendikten sonra oldu buna. Gerçi kabahat anasında, atasında.
El kadardı, zorla evlendirdiler. Bi’ de gurbet. Buncağız bütün gücüyle,
utanıp sıkılmadan diretti. İstemiyorum, diye yıktı ortalığı. “Canıma
kıyarım varmam bu adama!” dedi. Bağırdı, çağırdı. Nafile! Cin gibiydi, cin
çarpmışa döndü garibim. İster miydi, böyle olsun?
Karşılıklı sustuk, iç çektik, üç beş konuştuk, konuşmadık,
“Tuvalete gideyim,” deyip kalktı ayağa. Bir yudum su içti, eğildi kızı öptü.
Çıktı odadan. O tuvaletteyken içim geçmiş. Kapanıvermiş gözlerim.
Hüseyin gibi çığlıklara uyandım ben de. Ne oldu? Neden yaptı? Ne
bileyim? Anlaşılır gibi değil…
Anlatamadıklarım boğazımda bir sıkı yumruk. Kederim,
burnumda acı bir sızı. Katıyım, taşların içerisi gibi kaskatı.
Ne antlar içtim, ne ahlar ettim. Çocukluk belki… “Affetmeyeceğim,”
dedim. Allah belalarını versin! Fitil fitil getireceğim burunlarından. Ne
yapacaktım? Ne yapabilirdim ki? Sustum. Ruhumu esirgedim. Sakladım
kendimi. Yüreğimi ne kuruttu, neden hissizim? Artık bir şeyden emin
değilim. Ölmüş anam, anam değil. Babam, babam değil. İşin kötüsü
neyin nesiyim, bunu bile umursamıyorum.
Tiksiniyorum her şeyden. Gebe kadınlar gibi öğürüp duruyorum
nicedir. “Hastasın, doktora görün!” Böyle söylüyorlar. Uğultuyu
duyuyorum. Doğum sancıları gibi ölümün çağrısı. Gözlerim söndü, ışık
yok, yolun sonunu seçebiliyorum ama. Aynaya bakıyorum, yabancı
bakışlar dile geliyor. Korkmuyorum, sadece tatlı bir ürperti. “Ne
bekliyorsun daha? Çok düşündün, vakit gelmedi mi?’
Vakit! Öyle ya. Her şey vakitli, saatli olmalı. Hayatım, vardiyalara
bölünmüş zamanın içindeki boğuntu değil mi? Yedi-üç, üç-on bir, on 44
bir-yedi. Yat, kalk, ye, iç. Boş durma, hareket et. Düşünme. Dinleme
kendini. Bu bir kusursa eğer, kusurluyum evet. Uyumsuzum. Yastık
yorganı havalandırsam da iki güne bir, karda kışta saatlerce açık tutsam
da pencereleri, eve sinmiş, hayatıma sinmiş kokudan kurtulamıyorum.
Tıkasam da burnumu, evin içinde volta atarken, hep aynı koku geliyor
burnuma. Susturamıyorum iç sesimi. Kendimle konuşup, kendimi
dinliyorum: “Bayat ekmek gibi ufala zamanı, soğan gibi ince ince kıy,
kavur ağır ağır. Küçül, küçül… Yok ol. Ya alış, kader de, katlan. Ya vazgeç.”
Bitti söyleyeceklerim. Çok sözcük de gereksiz, açıklamalar da.
Çiçek için üzülüyorum bir tek. Beni anlasın isterdim. İyi davranamadım
ona. Kendimi anlatmadım. İnancım sarsıldığı için olabilir. Anlatmakla
anlaşılmak mümkün mü? Bence değil…
Bir İstasyon Hikâyesi - Tuğba Kılıç

Frankfurt tren istasyonunda bir kadın trenden indi. Tren çok


uzaklardan gelmiş olacak ki, raylar ve tekerleri inceden tütmekteydi.
Platforma inip birkaç adım atan kadın durdu, sağına soluna bakındı
çekinerek. Elindeki kırmızı valizi yere koydu ve kol saatine baktı,
istasyonun duvarındaki devasa saati görmeyerek.
Yüzüne soğuk bir sakinlik hakimdi. Bir yerlere geç kalmadığı
belliydi ama yine de hızlıca uzaklaşmak ister gibi bir hali vardı. Az ileride 45
gözüne boş bir bank ilişti ve ona doğru yürümeye başladı. Sonra aniden
durup geri döndü çünkü az önce yere koyduğu kırmızı valizini almayı
unutmuştu. Yönü trene dönünce bir süre baktı. Hâlâ insanlar inmekteydi
ve kimse binmiyordu. Valizi sanki uyandırmak istemiyormuşçasına
usulca alarak az önce gördüğü banka yöneldi. Bank hâlâ boştu.
Eliyle eteğini buruşmasın diye düzelterek yavaşça oturdu ve valizini
yanına yerleştirdi. Ne kadar süreceğini kestiremediği bir bekleyişin en
başındaydı sanki. Buna benzer durumlarda çantasından bir sigara alıp
yakıyor olmayı dilerdi ama ne yazık ki sigara içmiyordu. Ya da şimdilerde
herkesin yaptığı gibi eline bir telefon alıp çok ciddi bir uğraş içindeymiş
gibi vakit öldürebilirdi. Ama öldürülen zamanların kıymetini bilecek kadar
almıştı yaşını. Ellerini kucağındaki el çantasının üzerinde kavuşturup
etrafına bakınmaya başladı. Hâlâ indiği trenin bulunduğu peronda
olduğu için ve tren de yakın zamanda bir yere hareket etmeyeceğinden,
etrafta insanlar yavaş yavaş azalmıştı. Artık son birkaç yaşlı ve ya
yavaş kişi bavullarını çekerekten uzaklaşıyorlardı. Birinin arkasındaki
yükü çekmekte zorlandığını görüp birden yardım etme refleksiyle
yerinden doğrulayazdı ama aynı saniyenin içinde kendini tuttu. Herkes
başının çaresine bakıyordu bir şekilde ve fazladan iyiliğe lüzum
yoktu. Hem dillerini de konuşamıyor olmanın verdiği utangaçlıkla hoş
hatırlanmayacak bir anıya dönüşebilirdi hızla bu yardım teklifi. Buralı
insanlar daha önce tanıdıklarına benzemiyorlardı. İnsanların birbirlerine
yok yere yardım etmeye çalışması şüpheyle karşılanabilirdi. Bu gergin
anın etkisini üzerinden atmak için kısa süreliğine gözlerini kapadı.
Derin bir nefes alıp usulca dudaklarının arasından nefes verdi. Yol
yorgunluğundan ve bekleyişten gerilmiş kaslarına mümkün olduğunca
gevşemeleri talimatını iletti ve gözlerini açtı.
Peronda neredeyse kimse kalmamıştı. İstasyonun uğultusundan
başka bir şey duymuyordu. Gözlerini bir vagona dikip öylece bekledi.
Vagonun yıllardır raylar üzerinde gidip gelmekten ve onca insanla yükü
taşımaktan birikmiş yorgunluğunu kendi omuzlarında duyumsamaya 46
çalıştı. Kendi yorgunluğuyla kıyasladı. Tıslayarak yavaşlayan tren ve
tüten raylar ona her zamanki gibi Anna Karenina’yı anımsatmıştı.
Çaresizliğin ve dışlanmışlığın kadın şeklinde ölümsüzleşmesiydi Anna.
Yıllardır düşünür durur, Anna’yı kurtaracak bir çare arardı kendince. Ama
nafile. İnsanın kendi canına kıymasının korkunçluğu -hem de bu şekilde-
bile bu sonucun doğallığına gölge düşüremiyordu. Bu onun kaderiydi.
Aşkının bedelini, kendi canı da dahil olmak üzere, sahip olduğu her şeyle
ödemesi kaderin kaçınılmaz bir sonucuydu. Aşık olmanın kendisi de
zaten bir nevi gözü açık ateşe atlamak değil miydi? Her şeyin mümkün,
her engelin aşılabilir gelmesi insana. Kelime anlamı gereği kendinden
geçiş -vazgeçiştir- zaten aşk. Kendinden geçemeyenler, sevdiğini
kendinden daha çok sevemeyenlerdir. Bu yüzden onlar ateşe atlamazlar,
bizzat kendileri ateştirler. Sevdikleri etraflarında pervane olur ve ister
istemez yanarlar. Bir de hiç sönmeyen ateşler vardır ki, onlar birbirleriyle
çoğalmışlardır. İki ateşin alevleri birbirlerine dolanarak, birbirlerini
yakarak büyürler. İşte o zaman her engel aşılır, aşılamayanlara da birlikte
boyun eğilir. Tek bir kor halinde yanmak her şeye değer, bedeli ağır da
olsa.
Sabırsızlanmayarak saatine baktı yeniden. Öğleden sonra iki
buçuğa yaklaşmaktaydı. O uzun öğleden sonrayı biraz normalleştirmek
adına istasyondan çıkıp şehirde biraz dolaşabilirdi. Hani çok
uzaklaşmadan, istasyonu gözden kaybetmeden. Belki bir yerlerde çay
kahve bir şey içerdi. Bu yolculuğun ve bekleyişin rüya tozu, gözlerinin
önünden bir türlü kalkmayan pus dağılırdı belki. Ama bu düşünce bile
yüreğinin ürkek bir kuş gibi çırpınmasına yetti. Heyecanını bastırmak
için derin bir iç geçirdi, sesli. Birileri onu duydu mu acaba diye etrafına
bakındı hızlıca. Ama kimsecikler yoktu. Epey ileride bir temizlik görevlisi
usulca zaten kirli olmayan yerleri süpürüyordu. Karşısındaki tren de artık
epey soluklanmış, serinlemişti. Yorucu mesaisinden dönüp, elini yüzünü
yıkadıktan sonra koltuğa oturmakla uzanmak arası kendini bırakan pos
bıyıklı bir baba gibi.
47
Zaman her ne kadar sabit hızla aksa da, insan hiçbir şey
yapmazken yavaşlar, ağdalaşır. Çabucak aksa geçse diye beklerken
eline yüzüne yapışır insanın. Bir şey yapmak lazımdır. El çantasının en
ağır yükü olan kitabını çıkardı. Hem kendisi hem de içinde anlatılanlar
eski bir kitaptı bu. İlk sahibi değildi. Yola çıkmadan önce amaçsızca
sokaklarda dolaşırken bir sahafın vitrininde görüp almıştı. Yok öyle
aslında sahaflardan kitap alma, eski kitapları okuma alışkanlığı yoktu. Bu
kitap sadece sanki onu çağırmıştı. Ya da çıkacağı ürkütücü yolculukta
ona iyi bir yoldaş olur gibi gelmişti. Malum eski kitaplar çok görmüş
geçirmiştir. Kim bilir kimlerin olmuştu, nerelere hangi vasıtalarla ve ne
tür çantaların içinde taşınmıştı. Belki bütün bunları anlatamazdı ona
ama içinde yazılanlar bambaşka bir dünyanın kapılarını açacak kadar
cömertti mutlaka. İnsan kendi yalnızlığından ve hayatın rötar yaptığı
uzun bekleyişlerden en iyi bir kitap yardımıyla kaçar.
Ayracı yanında duran kırmızı valizin üzerine bıraktı ve okumaya
başladı. Eski kitap kokusu ısınmış metalin havada asılı kalan buğusuna
karıştı. Biraz daha yoğun olsaydı tatlı bir baş dönmesine bile sebep
olabilirdi bu ikili. Başını uzun süre kaldırmadan okumaya devam
etti. Dışarıdan ona bakan biri sürükleyici bir öykünün içine daldığını
düşünmezdi. Daha çok sanki bir derginin sadece resimlerine bakıp
sayfaları kaygısızca çeviren biri edasındaydı. Ama okuyordu. Kendini
vererek hem de. Hayatta en iyi yapabildiği şeylerden biriydi bu. Onun için
kitap okumak bir boş vakitlerinizde neler yaparsınız sorusuna verilecek
yanıtlardan değildi. Başlı başına bir mesai, ömründen vakit vakfettiği bir
eylemdi. Aynı şekilde o gün de, kaderin dönüm noktalarından biri olduğu
tren biletiyle resmiyet kazanıp kırmızı valiziyle dramatize edilmiş o önemli
günde bile, yine aynı sükunet ve görev bilinciyle okumayı sürdürdü. Ta
ki tam saati vuran çan sesini duyana kadar. Değişik kulelerden birbirine
karışarak çalsalar da, ton farkından ayrı ayrı birkaç kez saat üçü saydı.
Kol saatine bakıp doğruladı. Saat üç olmuştu.
Ayracı kaldığı sayfaya yerleştirip kitabı kapattı, yanına,
kırmızı valizin üzerine bıraktı. Sakin bir sabırsızlıkla iç geçirdi yeniden. 48
Dudaklarında susuzluğun sebep olduğu gerginliği hissetti. Uzun
süredir kimseyle konuşmak zorunda kalmadığı için ağzı ekseriyetle
kapalı kalmıştı. Yavaşça dudaklarını araladı. Kesinlikle susamıştı. El
çantasından ufak bir su şişesi çıkarıp kalan suyu içti tam kanamayarak.
Gidip bir yerlerden su bulmalıydı. Bu uzun bekleyişe dayanabilmek için
ihtiyacı olan tek şey buydu sanki. Her şey suya bağlıydı, su hayatın ta
kendisi değil miydi zaten?
Yerinden kalkmadan, ama hafiften vücudunu ve boynunu
uzatarak istasyon tarafına doğru bakındı. Mutlaka oralarda yiyecek
içecek satan bir yerler vardı, aksi düşünülemezdi. Tabii oraya ulaşması
için ayağa kalkması ve yürümesi gerektiği açıktı. Birden hafif bir dehşetle
ürperdi. Ya geri döndüğünde bu bankı bulamazsa? Halbuki bu düşünce
saçma ve yersizdi. O sadece bir banktı. Yani vasıta değil duraktı. Bir
yere gitmezdi olasılık dışı bir felaketle yerinden edilmediği sürece. Ama
zihninde, çocukluk anılarının kilitli durduğu dolapta bir çivi yerinden
oynamış, bir raf gıcırdamıştı bile. Duyduğu ürpertinin o anla, şimdiki
zamandaki susuzluğuyla ilgisi yoktu elbette. Bir çağrışımdı bunlara
sebep olan.
Ne kadar zaman önce olduğunu hatırlamadığı kadar ufakken,
bir kentten bir başka kente bir otobüs yolculuğu yapmışlardı annesi ve
babasıyla. Otobüs bilmedikleri küçük bir yol üstü kasabasında mola
vermişti. Nedense mola verilir verilmez değil de, epeyce bir süre geçtikten
sonra yiyecek bir şeylere gereksinmeleri olduğuna karar veren babası,
ben hemen dönerim deyip hızla uzaklaşmıştı. Saat ve dakikaların hızına
tam vakıf olunmayan bir yaşta, zaman çarkını birden hızlandırmıştı.
Kasaba o kadar ufaktı ki, yol üstünde bile hiçbir şey yoktu. Bir arka
caddeye doğru gitmişti babası. Daha doğrusu hızla uzaklaşmıştı. Acele
etmişti yani, demek ki gerçekten vakit dardı. Bu arada diğer yolcular
yavaş yavaş otobüsteki yerlerini almaktaydılar. O annesinin kucağında,
gözleri dehşet içinde babasının kaybolduğu sokağın ağzına kilitlenmiş,
yanlarındaki boş koltuğa bakmamak için cama dayamıştı başını. Bir 49
türlü gelmek bilmiyordu babası. Annesine bakıyordu bir şey yap der gibi.
Şoföre söylemek lazımdı babasının hemen geleceğini. Beklemeliydiler
mutlaka. Bu arada zihninde korkunç sahneler oynanıyordu: otobüs
hareket eder, babası arkalarından koşar ama yetişemez, onları bir daha
hiç bulamaz ve bu gerçek olamayacak kadar küçük kasabada kaybolur
gider, azap içinde onları özler durur.
Artık otobüsteki tek boş koltuk babasınınkiydi. Motor sıcak,
seri bir marşı sabırsızlıkla bekliyordu. Daha fazla yola bakamadı. Kalan
son ümit kırıntılarını da kaybetmemek için annesine sımsıkı sarılıp
gözlerini kapadı, başını göğsüne gömdü. Ve kısa süre sonra korktuğu
oldu, otobüs hırıltıyla titredi ve motor çalıştı. Az sonra da hareket etti.
Dehşet içinde yanan başını kaldırıp ıslak gözlerini annesine çevirdiğinde,
annesi şaşılacak kadar rahat gülümsüyordu. Birden burnuna sıcak
poğaça ve deri ceket kokusu geldi. Sonra da “Al ‘kızım soğumadan’ ye,”
diyen o dünyanın en güvenilir sesi. Yeryüzünde yankılanan hiçbir sese
güvenilemeyeceğini henüz bilmiyordu.
Şimdi o belki haritada bile olmayan küçük kasaba kadar uzaktı
bu anı. Ama acısı taze, bu soğuk bir çöl susuzluğunda geçen dakikalara
yansıyordu yine de. Zihnini şöyle bir silkeleyip dağıttı eski zamanları.
Şu an önemli olan suya ulaşmaktı. Ama bunu yaparken de bulunduğu
noktadan çok fazla uzaklaşmamalıydı. Valizini bankta bırakmayı
düşündü ama güvenemedi. İçindeki eşyalarını kaybetmeyi göze alabilirdi
belki ama valizi asla. Kitabını el çantasına yerleştirip ayağa kalktı. Üstünü
şöyle bir düzeltip, çantasını koluna takıp valizini eline alarak istasyona
doğru yürümeye başladı. Arkasına bakmıyordu. Peronun bitimine kadar
dört tane daha bank saydı. Demek ki dönerken beşinci banka oturacaktı.
Bu tedbire gerek yoktu aslında. O banka oturması tesadüf değildi. Sivri
bir cisimle Beni burada bekle yazıyordu bankın sırt yaslanan kısmında.
Sivri bir cisimden çıkmış da olsa bu el yazısını tanıyordu. Onca yolu
o yazının sahibini tam da burada beklemek için gelmişti. Bu bekleme
hayatının geri kalanını belirleyecek, yani onun kaderi olacaktı. 50

Akşam saat beşi vurmadan az önce, genç yüzlü sakin bakışlı bir
adam istasyona girdi. Elinde bavul ya da herhangi bir eşyası yoktu. Ne
tarafa gideceğini tam kestiremiyormuş gibi durdu. Ellerini beline koyup
şöyle bir etrafa bakındı. Sonra gelen trenlerin listelendiği ekrana yaklaştı
daha iyi görebilmek için. Listeyi şöyle bir taradı ve gözü çok uzaklardan
gelen bir trene takıldı. Saatine, numarasına, kalkış yerine iyice emin oldu.
En son da peron numarasını ezberledi. Çok büyük olmasa da tüm evreni
sarıp sarmalayan bir rakamdı: on iki.
Peronlara doğru döndü ve on ikinci perona ilerledi. Tren bütün
yolcularını indirmiş sakin sakin bekliyordu. Peron neredeyse bomboştu.
Tren boyunca ilerlerdi. Yürürken de sağ tarafındaki bankları sayıyordu.
Banklar da boştu. Üçüncü banka geldiğinde nabzı artık kontrol
edemeyeceği şekilde hızlanmıştı. Dördüncü bankı geçerken gözleri
hafiften kararmaya başladı, burnunun ucunu zor görüyordu. Ama
duraklamadı, birkaç adım daha atıp beşinci banka geldi. Gözlerindeki
bulutlar ve yanıp sönen yıldızlar dağılıncaya kadar bir süre öylece durdu.
Sonra yavaş yavaş görmeye, gördüğünü algılamaya başladı. Görmeyi
beklediği resim değildi bu. Çerçeve, arka plan, dekor tamdı ama portresi
çizilen kişi yoktu içinde. Doğru geldiğine emin olabilmek için bankın
üzerindeki yazıyı arandı. Onun dışında kimse bu kamu malına zarar
vermediği için kendi el yazısını bulması hiç de zor olmadı. Artık emindi,
doğru gelmişti. Mekan doğruydu. Ama örtüşmeyen bir şeyler vardı.
“Beni burada bekle,” demişti. Çanlar beş kere art arda vurdu.
Buraya gelip de onu bulamama ihtimalini hiç aklına getirmemişti.
Kulakları uğulduyordu. Aynı mekan ve zamanı paylaşmayan iki hayatın
kesişip birleşebileceği yegane noktadaydı. Ama diğer hayat orada yoktu.
En az buraya gelmeden önceki kadar yalnızdı. Yalnızlığının devam
edeceği ihtimaliyle yüzü karardı, daha da yalnızlaştı. O karanlık kuyuya
yuvarlanmamak için eliyle şakaklarını ovuşturdu ve derin bir nefes aldı.
Planını tekrar gözden geçirdi ama bir kusur göremedi. Tek aksaklık onu
bir iki saat istasyonda bekletmek zorunda oluşuydu ama bu ikisi için de 51
hiçbir şeydi.
Kaybettiği bir şeyi arar gibi etrafına bakınırken bankın diğer
ucunda gözüne bir cisim ilişti. Bu bir kitaptı. Banka oturdu ve kitabı eline
aldı. Eski, tozluymuş hissi veren bir kitaptı. Ciltliydi, kapak resmi filan yoktu.
Ne yaptığını çok da bilmeyerek kapağını açtı. Alışık olmadığı harfler dizildi
gözlerinin önünde. Genel kültürü Kiril alfabesini tanımasına yetti. Basım
evi ve tarihin yazılı olduğu sayfada parantez içinde, ufacık puntolarla ve
bilindik şekillerle yazılmış kitabın adını gördü: Anna Karenina. Soğuk bir
ürperti dolaştı sırtında. Kitabı yüzüne yaklaştırıp kokladı. Kitap kokusu
onu sakinleştirirdi. Ama bu kez işe yaramadı. Düşüncelerini bir düzene
sokabilmek amacıyla gözlerini kapattığında kitabın sayfaları arasından
bir kağıt parçasının usulca kayıp kucağına düştüğünü duyumsadı. Aynı
anda zihninde boş beyaz bir sayfa belirdi. Üzerine belirsiz yazılar yazılıp
siliniyordu sürekli bir şekilde. Bütün sorularının cevabıydı okuyamadığı
o şifreler. Okuyabilmek için gözlerini açıp dizlerindeki o kağıda bakması
gerektiğini çoktan anlamış olsa da, bir süre daha cesaretini toplaması
için kımıldamaması gerekti.
Kaderin ağ örmesi trikotaj merakından değildir. Bunca kesişen,
çakışan, örtüşen, teğet geçen hayat hikayesi elbette başka türlü kayda
geçirilemez. İsimler, mekanlar, tarihler özenle, ilmek ilmek işlenmelidir.
Bir yere atılacak fazladan bir düğüm, ya da her nasılsa kaçan bir ilmek
fanilerin başlarına olmadık çoraplar örer. Sırf bu kusurlar yüzünden
insanlar otobüsleri kaçırır, sınavda bir soru fazladan doğru yaparak
olmadık bir meslek sahibi olur ya da sevmediği bir kadınla evlenir.
Hasbelkader bir sürü tuhaf, açıklanamayan şey olur. Aklın ermediği yerde
yol ikiye ayrılır, kabul ve ya isyan. Her iki seçenek de ayrı çile odalarından
geçtikleri halde aynı yokluğa çıkarlar.
Dizlerindeki kağıt parçasına nihayet baktı. Bu bir tren biletiydi.
Çok uzaklardan bu istasyona ve hatta bu perona gelen bir yolcunun bileti.
Varış saati birkaç saat, varış tarihiyse bir gün öncesini gösteriyordu.
52
Frankfurt’un kenar mahallelerinden birinde akşamın darı olması
sebebiyle bir çocuk annesi tarafından sokaktan derhal eve çağırıldı. Kara
gözlü, bu ülkenin insanlarına benzemeyen afacan çocuk, iki bir etmeden
eve koştu. Kokulu sabunlarla elini, yüzünü, ayaklarını yıkadı ve sıcak sıcak
tüten çorbanın kokusuna asılıp usulca yemek masasına aktı. Sonbaharın
artık sert esmeye başlamış rüzgarlarından kızarmış yanakları çorbaya
banılmış ekmek lokmalarıyla şişmiş olduğu halde heyecanla anlatmaya
koyuldu. “Anne, bugün Bahnhof’un oralarda oynarken raylarda yürüyen
bir kadın gördük. Elinde kırmızı bir valiz vardı. Arkasından seslendik, ıslık
çaldık, hatta ufak bir iki de taş attık ama bir türlü oralı olmadı. Deli miydi
neydi. Neyse ki o sırada tren filan gelmiyordu.”
Sandıktan Gelir Ayva Kokusu - Murat Taş

Bugünlerde rüyalarımı en mahrem halleriyle bırakıp kaçıyor


uykularım. Uyuyamıyorum. İster akşamın onunda girmiş olayım yatağa,
ister gecenin ikisinde. Fark etmiyor.
Şafak demlerinde uyanıyor, bir Asur tanrısı gibi kıpırtısız
bekliyorum yatağımda. Az sonra ezan okunuyor. Huşuyla dinliyorum
ezanı. Huzurla doluyor içim. Niye acaba? Oysa çocuk aklımla inandığım
tüm mukaddes değerleri nenemin ölümünden sonra unutmuştum. 53
Şimdilerde durup dururken nereden çıkmıştı bu uhrevi haz, bilemiyorum.
Bildiğim bir şey varsa hiçbir şeyin eski tadında olmadığı. Sanki
programlanmışız. Sanki kumandamız birilerinin elinde.
Aynı saatlerde uyandım, aynı şeyleri düşündüm bugün de. Sonra
Tanrı olmaktan sıkılıp kalktım yatağımdan. Annemin çeyiz sandığının
önünde bekledim bir süre. Gecenin huzur dolu nefesi suratımı yalayıp
geçerken son uyku kırıntılarımı da alıp gitti. Perdeyi çekip, balkona
çıktım. Ezan okunuyordu hâlâ…
Yıllar önce yazmıştım az önce okuduğunuz cümleleri. Adam
yıllardır balkonda bekliyor öylece. Kim bilir, ne küfürler ediyordur
bana… Başlayıp da bitiremediğim öykülerimin kahramanları mahşerde,
Tanrı’nın huzurunda hesap soracaklar benden. “Gönüllerin özünü en
iyi sen bilirsin ey âlemlerin Rabbi! Namaza da başlayacaktım, içkiyi
de bırakacaktım. Tövbeme fırsat vermedi ki! Ölmemem gereken bir
anda, okuyucusuna ihanet edip öldürdü beni.” “Şafak vaktiydi, ezan
okunuyordu, kalkıp sabahın sahibine şükredecek, namaz kılacaktım.
Ama bu, mahşere kadar yatağa mahkûm etti beni.” “Ben de yıllardır
balkonda bekliyorum. Uykunun sıcaklığına ezanın huzuru karıştığı şafak
demlerinde seni düşünüyordum ey Rahman olan!”
Balkonda yıllardır beni bekleyen adamın öyküsünü
tamamlayacaktım güya. Bir tek cümle yazabilseydim gerisi gelecekti
belki. Yazamadım. Sıkıldım. Sarı kaplı dert ortağımı öfkeyle kapattım.
İçimdeki ben dikildi anında karşıma. Niye böyle tembelsin? Niye bütün
hikâyelerini yarım bırakıyorsun? Kurbanlarını akla hayale gelmez
metotlarla öldüren bir Hollywood canisi gibi sen de zevk mi alıyorsun
kahramanlarının çektiği ıstıraptan? Sustum. Balkona çıktım. Sisli şehrin
yorgun binalarını, kirli sokaklarını; nefesi içki kokan bir sapığın sarı mı
sarı dişleri rengindeki sokak ışıklarını seyrettim. “Yarım kalmış hayatları
tamamlayacağım,” dedim içimdeki ben’e. Balkonda yıllardır bekleyen
adam öldürecekmiş gibi baktı bana. “Söz,” dedim. Vallahi billahi! Azıcık
daha! Beni de anlayın. Belki ben de yarım bırakılmış bir öykünün yahut bir 54
romanın kahramanıyım. Beni bir cani değil de bir yazar olarak var eden
sahibim, sizleri iki kapak arsına mahkûm ettirdiyse bana, suç benim mi?
Şehrin soluğu nem kokuyordu, bataklık kokuyordu. Ağzı çürük
diş kokan biri yüzüme hohladı sanki. Midem bulandı. İğrendim. Küfrettim.
Balkonda bile soluk alamıyorsam niçin duruyordum bu şehirde? (Beni
kurgulayanın işi miydi?) İçeri giriyordum ki… Ohhh! Mis gibi mis! Ne
kokusu bu böyle? Derin mi derin çektim içime kokuyu. O an zihnimde
siyah beyaz bir yığın resim oluşmuştu zaten. Az sonra okuyacağınız öykü,
bu resimlerden doğdu muhayyelime. İşte böyle. Bazen bir sesle, bazen
bir kokuyla, bir sözle yahut bir görüntüyle başlardı hikâye. Kahramanları
ezelden beri bu anı bekliyorlarmış gibi koşup girerlerdi hikâyelerine.
Yüz yıllık bir sandıkta aylarca beklemiş, bütün kokusunu sabırla
asırlık sandığa damıtmış, bebek kellesi iriliğindeki sarı mı sarı bir ayvanın
kokusuydu bu koku. Soluğu nem kokan şehrin suratına perdeyi çekip,
masama çöktüm hemen. Koku uçup gitmeden muhayyelimde canlanan
öyküyü sarı kaplı dert ortağıma karalamalıydım. Yazarken dua da ettim.
“Tanrım,” dedim, “bu hikâyem de yarım kalmasın!”
Annem hastaydı. Dedemle Kader teyzem annemi almaya
gelmişlerdi. Babam erkenden gitmişti işe. Nenem, her zamanki gibi iki
koluna iki sitil takmış, yanı başımızda çeşme varken ta Kınık Çeşme’ye
gitmişti. Kınık’ın suyu şifaymış. Kaynağı Cıluz Ocağı’ndan. Her bir derde
devaymış deva olmasına da evvela Allah’a iman eder gibi iman etmek
gerekirmiş Kınık’a. Marazlı derman bulamamışsa kusur marazlının,
Kınık’ın değil. Niye? Eee, imanı eksik marazlının! Yoksa mümkün mü? Ha
bir de çayı güzel olurmuş Kınık’ın. Mübarek dut pekmezi şerbeti gibi kan
kırmızı! İç içebildiğin kadar! Nenemin evde olmaması Kınık’ın kerameti
miydi? Evde olsaydı muhakkak karakolluk olurduk. Gerçi dedem evdeydi,
ama o da donuna edecek kadar sıkışmazsa dışarı çıkmazdı. Oturmaktan
ortasını çukurlaştırdığı makata sırt üstü uzanır, bir ilkokul çocuğu gibi
kekeleyerek Kerem ile Aslı’yı okur, “Ühüü ühüü!” diye ağlardı. Dışarı
çıkacağını anlamak benim için kolaydı. Ya üzerine abandığı bastonunun 55
ucundaki metalin tık tık sesi duyulurdu, ya da çok sıkışmışsa eliyle
önünü tutup “Veyyy veyyy veyyy!” diye söylendiği.
Neyse, iyi ki o sıra nenem yoktu evde. Dedemle Kader teyzem
içeri girdiklerinde, annem her zamanki köşesine çökmüş, o kısık sesiyle
bir şeyler söylüyor, sonra kıkır kıkır gülüyordu. Onun bu hali Bakır’ı
hatırlatırdı bana. Ortalıkta görülmeyen Bakır, soba yandığında ortaya
çıkar, sobanın arkasına geçer, mırlar, uykunun tadını çıkarırdı. Bakın
bir hikâye daha düştü muhayyelime. Parantez açtım. Bakır’ın hikâyesi,
yazdım. Bir kedi öyküsü. Ama nasıl? Bakalım! Kedi öyküleri antolojisine
bir öykü de ben ekleyebilecek miyim? Dedem yaşına yakışır bir edayla
girmişti içeriye. Teyzem geme vurulmamış bir kısrak gibi hoyrattı.
Haşindi. “Allah belalarını versin!” Dedem çıngar çıkmasın diye teyzemin
koluna yapışıp, “Sus,” dedi.
Annem, teyzemle dedemi fark etmemişti bile. Onu Şahin
konuşturup, güldürüyordu. Neneme göre annem cinliydi, etrafında
her daim cinler vardı, Şahin isimli bir cinle evlenmiş, oğluna ihanet
etmişti. Bunu neneme Cıluz Ocağı’ndan Baba Kalender söylemişti. İflahı
mümkün değilse de yazacağı muskayla, edeceği duayla en azında kendi
başının çaresine bakarmış annem. Annemin hırkasının iç tarafında,
üçgen şeklinde dürülüp bağlanmış, mor renkli kadife kese içinde,
bir muska olurdu hep. Muskanın içinde ne olduğunu merak ederdim.
Bir gün söküp aldım muskayı hırkadan. Mısırların arasına uzandım.
Yüreğim kütleye kütleye mor kesenin iplerini kemirmeye başladım.
Kadifeden sonra boş bir kâğıda sarılmış, iyice bantlanmıştı muska. Onu
da söktüm. Üç parmak eninde, belki bir metre uzunluğundaki kâğıda
Kuran harfleriyle bir şeyler yazılmıştı. Bir şekilde ıslanmış olacak ki yer
yer mürekkebi akmıştı muskanın. Kâğıdı evirip çevirip baktım. Şimdi
ne olacaktı? Annemi Şahin’den koruyacak kalkan yoktu artık. Nenem
görseydi beni… Eyvah! Eyvah!.. Muskadan mı, cinden mi, nenemden
mi korktum bilmiyorum, o mübarek yazıyı hızla dürdüm, üç kere öpüp
başıma koydum, yaşlı kayısının dibine gömdüm. 56
“Vicdan mı var bunlarda? Yemek bile yememiştir? Abla!”
Annem, başını hafifçe sağ omzuna yatırıp, dünyasına hoyratça
dalan sesin sahibine baktı. Kalem gibi incecik, kurumuş dudaklarında
hep aynı gülücük vardı.
“Abla kalk! Gidiyoruz!”
Öylesine baktı annem. Kurumuş dudakları, can veren bir kuşun
gagası gibi açılıp kapandı. Ne dediği anlaşılmadı. Sonra gülümsemesini
sürdürdü.
“Abla!”
Dedem, teyzemin koluna yapıştı yine.
“Bırak,” dedi, “topla. Hırgür çıkmadan gidelim.”
Teyzem kapağı kırık gardırobun üzerindeki kahverengi meşin
bavulu indirdi. Annemin giysilerini ikiye, üçe katlayıp bavula dizdi.
Annemin öyle çok giysisi yoktu. Birkaç hırka, kazak, şalvar, pijama, etek,
bluz… Askıda krem renkli bir tayyörü vardı ki bunu annemin giydiğini hiç
görmemiştim. Ama resmini görmüştüm. Nişanlıyken çekmişler. Dal gibi
incecik anneme elbise biraz bol gelmiş. Bakışları boş. Babam, başını
anneme doğru eğmiş, zoraki gülümsemiş. Evleneceklerin o heyecanlı
bakışları yok ikisinde de.
Babam, annemi sevmezdi. O küçücük aklımla sezerdim bunu.
İşten yorgun argın geldiğinde ne sıcak su bulurdu evde, ne de yemek.
Nenemle çok kavga ederdi babam. “Siz başıma bela ettiniz şu deliyi!”
Nenem hindi gibi kabarırdı babamın önünde. “Kör müydün? Ağzını
açacağına gözlerini açaydın!” Dedeme vermişler gazı annemin köylüleri.
“Ulan Hasan Ali, Hızır yoldaşınmış kitabıma! Köyün en iyi kızıdır, diğer
kızlar gibi hoplak, zırtlak değildir Zeynep, vebali boynumuza.” Dedem,
öve öve bitirememiş annemin meziyetlerini. “İsteyelim şu kızı, kuş
kafesten kaçmadan...” Ama önce kızla oğlanın kararı gerek. Babam,
“Tamam,” deyince… (Nasıl olmuşsa!) Bana dört aylık hamileyken fark 57
etmişler anamın marazlı olduğunu. Bir köşede oturmuş, kıkır kıkır
gülüyor, kendi kendine konuşuyormuş annem. Nenem bütün fesatlığıyla
dövmüş dizlerini. Dedem basmış küfrü. Ana avrat, bacı, kız; ölü, diri…
“Delinizi satacak başka kapı mı bulamadınız ulan! Yezitoğlu yezitler!
Muaviye’nin dölleri!” Annem, doğumumdan sonra daha da ağırlaşmış.
Bakamamış bana. Nenem büyütmüş beni. Ben kendimi bildim bileli
annem bir köşede oturur, Bakır gibi mır mır eder, kendi kendine güler;
babam, nenem, dedem arasında da kavga dövüş hiç eksik olmazdı.
Bakır’ın hikâyesini buldum: İki feriğini yedi diye İso Dayı tarafında
darağacına çekilip katledilen Bakır’ın hikâyesi, diye not düştüm. Güzel
bir hikâye olacak ama. Zihnimde resmedebiliyorum hikâyeyi. Babam
suçu nenemde bulur; nenem, “Gittin kendin gibi deliyi kapımıza bela
ettin,” der, dedeme çatar; dedem de her ikisine basardı küfrü. Bu hep
böyle sürdü. Ta ki babam boşanma davası açana kadar. O vakte kadar
hiç sesleri çıkmayan annem tarafı nasırlarına basılmış gibi bağırdılar.
“Bizim kız deli değildi, siz deli ettiniz siz! Eşek bile deli olur yanınızda, kara
eşek bile!” Dedemle nenemin kulağına çalınınca bu laflar, her seferinde
kıyamet kopardı. Bütün mahalle, hatta bütün köy duyardı seslerini.
Öfkeleri geçene kadar sayıp söverlerdi. Boşanma davasından sonra
annemin hastalığı daha da artmıştı. Yeşil reçetesi vardı annemin, ilaçları
çoktan bitmişti. Babam haber göndermişti annem tarafına: “Gelsinler
alsınlar kızlarını, ilaç milaç almam!” Teyzemle dedem bu haberden sonra
gelmişlerdi. Nenem, annemi götürecekleri günü sabırla beklemişti. “İki
çift lafım var onlara! O yezitlere!..” Ama nasip işte! Teyzemler geldiğinde
nenem suya gideli nerdeyse yarım saat olmuştu. Allah bilir ne zaman
dönerdi.
Az sonra kapıya bir minibüs yaklaştı. Dedemle teyzem
yangından mal kaçırır gibi annemim bavulunu, yorganlarını, döşeklerini,
yastıklarını, kap kacaklarını yüklediler minibüsün üstüne, içine. Sıra
annemin çeyiz sandığına gelmişti. Üzerinde kabartmaları olan koyu
kahverengi bir sandıktı bu. Kavganın, hırgürün eksik olmadığı evimizde
kendimi güvende hissettiğim tek yer bu sandığın arkasıydı. Huzurumdu, 58
mutluluğumdu, sığınağımdı bu sandık. Kavga başlar başlamaz sandığın
arkasına gizlenirdim. Bizimkiler beni görmezdi. O çirkin sözlerden, nefret
dolu bakışlardan, ağza alınmaz küfürlerden beni korumak için miydi
saldığı o cennet kokusu? Ayva kokusu. Şimdi gidecek miydi sandığım?
Ayva kokulu sığınağım! Huzurum, mutluluğum! Gözlerim doldu birden.
İçimi çektim. Titredim. Sandık minibüsün üstündeydi. Teyzem beni
gördü. “Şuna bak,” dedi. “Tıpkı babası! Ağlama! Büyü, adam ol, gel
annene sahip çık!” Dedem kızdı teyzeme. İri, nasırlı avuçlarının arasına
aldı başımı, öptü, sevdi beni. Sanki gözleri nemlendi. “Anan iyileşecek,”
dedi. Teyzem, annemi kolundan tuttu. Annem minibüse binerken de
camdan bana bakarken de gülüyordu. Ben cennet kokulu sandığa
bakıyor, içimi çeke çeke ağlıyordum.
Burada kaldım. Filmin tam da en heyecanlı yerinde elektriklerin
kesilmesi gibi bildiğim bütün kelimeler de bir anda silindi hafızamdan.
Yazdığım son cümleyi okudum birkaç kere. Yok! Bu son cümleden ötesi
yok. “Allahım,” dedim, “işte yine bir öyküm yarım kalıyor. Bu çocuk kim
bilir kaç yıl ağlayacak böyle?” Merhamet et Allahım! Bana değilse de şu
sabiye acı! İlham et kalemime! Bir sözcük yarabbi! Dakikalar geçti. Yok
yok yok! Çocuğu öyle bırakıp kalktım masadan. Balkona çıkıyordum ki
vazgeçtim. Yıllardır balkonda bekleyen adam canımı sıkacaktı yine. Hin
bakışlı herif! Ne yapayım? Olmuyor işte, yazamıyorum! Hayat böyle bir
kere! Gerçek âlemde de böyle, sanal âlemde de böyle, yazı âleminde de
böyle! Cennet değil ki burası canının istediği anında oluversin! Bakma
öyle hin hin! Şu zavallı çocuğu düşün bir de! Balkonda bekleyen adam o
an yılların sabırsızlığını suratıma kusar gibi bağırdı: “Salak herif, o çocuk
benim, ben!” Durdum bir an. İnanamadım. Demek bu çocuk! Allah Allah!
Olur böyle arada. Bazen öykü yazarını tanımaz, kendi kaderini kendisi
tayin eder. Oturdum hemen masaya.
Annemi o günden sonra bir daha görmedim. Bir sabah ahırın
tavanına astığı ipin ucunda sallanır bulmuşlar annemi. Nenem, haberi
duyunca önümüzdeki aya Cıluz Ocağı’na kurban adadı. “Hüşün, 59
hüşün! Abovvv! İyi ki kapımızda asmadı kendini! Abovvv! Siz astınız,
derlerdi! Tıkarlardı hepimizi mahpushaneye! Hüşün! Cıluz Ocağı’na
kurban olam, kurtardı hepimizi!” Bizimkiler yaşanan onca şeye rağmen
gittiler cenazeye. Anne kucağının sıcaklığını hiç tatmayan ben ise
umursamadım annemin ölümünü. Babam birkaç ay sonra evlendi. İri
yarı, şişman, esmerin de esmeriydi cici annem. Gür sesliydi. Bağırarak
konuşurdu. Kadınlığa mahsus o narinlikten mahrumdu. Dişi bir yaratıktı
sanki. Hiç sevmezdim. Minnacık yüreğimdeki az buçuk baba sevgisini de
bu kadın tüketti. O kadın geldikten sonra nenemlerde kalmaya başladım.
Birkaç ay sonra dedem de göçünce, nenemle baş başa kaldık. Her şeyim
nenemdi. Nenemin de her şeyi bendim. İkimizin ortak düşmanı da cici
annem. Nenemin deyişiyle Kara Davul.
...
Geçmez dediğim yıllar buz gibi eridi gitti. Ne nenem, ne babam,
ne de Kara Davul var şimdi. Hayatın tükenilir olduğunu, sabun köpüğü
olduğunu öğrendiğim için midir şafağın köründe uyanmam, ezanı
huşuyla dinlemem, huzura ermem? Bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa
hiçbir şeyin eskisinden güzel olmadığı. Çocukluk yıllarımı özlüyorum.
Bir ailem vardı o zamanlar. Dedem, nenem, annem, babam. Hatta
Kara Davul bile ailemin parçasıydı. Kavga da etsek, bağırıp çağırsak da
hepimizi bir arada tutan kılcal damar gibi incecik bir sevgi bağı varmış
meğer. Şimdilerde o bağ bile kopmuş ailelerde. Soyadlarından başka
aralarında hiçbir bağ olmayan ne aileler görüyorum! Bir aile kurmamanın
pişmanlığını yaşamıyorum bu tür aileleri görünce. Düşmanlığın öteki
adı olan akrabalık ise çoktan tükenmiş. Yıllar sonra annemin köyüne
gitmiştim. Dayıma. Sevinmedi dayım. Anneme kalanların hesabını
sormaya geldiğimi sanmış.
“Annemin sandığını verin, başka bir şey istemiyorum,” dedim.
Şaşırdı dayım.
“Ne sandığı?”
60
“Annemin çeyiz sandığı.”
Ambar gibi bir yere girdik. Üzerindekileri kaldırınca sandık
görüldü. Ahhh! Ahhh! Hüzün yaş oldu yanaklarımda. Sığınağım.
Huzurum. Mutluluğum. Minibüse yüklendiği o gün on sekizlik bir kız
gibiydi, şimdi yüz yaşında bir nene. Kabartmaları kırılmış, yanları çizilmiş,
boyası silinmiş. Kapağını açtım. İçindeki alet edevatı boşalttık. Güzelim
ayva kokusunun yerini pas kokusu, metal kokusu, toz kokusu almış.
Odamda şimdi sığınağım. Kırgın. Yorgun. Ağlamaklı. Eski haline
gelebilmesi için ne boyaya ne de kabartmaya ihtiyacı var. Biliyorum,
dermanı ayva onun. Bebek kellesi iriliğindeki sarı mı sarı bir ayvanın
sabırla içine damıtacağı o cennet kokusunu özlemiştir. Ama neredeee!
Nerede o eski ayvalar? Nerede o mis gibi cennet kokuları? Boyuna,
rengine kanıp kaç tane ayva koydum sandığa da bir tanesi bile kokmadı.
Kokmuyor ayvalar. Oysa ayvanın hası sandıkta kokar. Sandıktan gelir
ayva kokusu, diye bir de türkü vardır. Kokuyu bile bozmuşlar paraya
doymayan kör olası gözler! Cıluz Ocağı’nın bulunduğu vadiye de santral
kurmadılar mı? Ne ocak kaldı, ne güzelim cennet bahçeleri, ne de cennet
bahçelerinin şah damarı buz gibi sular… İyi ki nenem görmedi bugünleri!
Müezzin ezanı bitirdi. Karşımdaki apartmanlarda ancak
üç beş ışık yandı. Biliyorum, hiçbir şey eskisi gibi değil artık. Sanki
programlanmışız. Sanki kumandamız birilerinin elinde.
Muhayyelime dur deyip hikâyemin altına tarih attım, kalemi
bıraktım. Aslında adamı yıllarca beklediği balkondan içeri alacak,
yatağına uzatacak, birkaç şey daha söyletecektim ama vazgeçtim.
Öykü bu, fazladan bir sözcük bile mayasını bozar. Hikâyemi bitirmenin
mutluluğuyla kalktım masadan. Yorgundum. Uykum vardı.
Kahvaltıya gönül rahatlığıyla oturdum. Karım, Suzan Hanım’ın
- Suzan Hanım alt komşumuz, yeni taşındılar - kaynanası gelmiş, dedi.
Malatya’nın doğru dürüst yolu bile olmayan bir mezrasından. Ayva
getirmiş bir sepet. Küçük, yamuk yumuk; ama bir kokulu, bir lezzetli ki! 61

“Biliyorum,” dedim.
“Nereden biliyorsun?”
“O koku bu gece bir hikâye yazdırdı bana.”
Tema: Şişe
Batıl - Pamir Çerçi

Buradaki yirmi birinci günümün başındayım. Her günü ayrı bir


heyecanla yaşadığımdan değil ama her sabah kalktığımda saydığım
çentiklerden biliyorum günlerin kaçıncısı olduğunu. Hangisi olduğunu
bilmem. Bilmeye de ihtiyacım yok.
Çünkü cumaymış, salıymış ya da hafta sonuymuş, hepsi aynı
bana. Yattığım koğuşun telefonla görüşme veya ziyaret günlerini bile
bilmem çünkü arayıp soranım yok. Ne de olsa hayırsız evladım. Babam 63
bunu eline geçen her fırsatta hatırlatırdı bana. Hatta bazen sırf bana
laf sokabilmek için hiç yoktan fırsat yaratırdı. Ömrü boyunca hiçbir işte
dikiş tutturamamış, hiçbir şey yaratamamış bu adamın becerebildiği tek
iş beni yerden yere vurmaktı. Nefes almamı bile beğenmeyip eleştiren
bu adam, neyse ki, bugünlerimi görecek kadar yaşamadı. Beş yıl önce,
aynı sene içerisinde önce anamı gönderdi kahrından, sonra kendi gitti
sirozdan. Dedemin yanına yerleşmek zorunda kaldım, gün alırken on
altımdan. İyi baktı bana evvel Allah, ta ki kendine bile bakamayacak hale
gelene kadar. Liseyi bitirdiğim gün firar ettim evinden. Babam haksız
sayılmazdı, hayırsız evladım ben.
Demir parmaklıkların ardında değilmişim de sanki
üstündeymişim hissiyatı yaratan ranzamda geçmişi düşünürken, yeni
başlayan günden birkaç dakika çalıyordum. Yine bölük pörçüktü uykum.
Yastığımı, kendisine Ulubatlı diye seslenilmesini isteyen üst komşum,
her gece olduğu gibi ödünç almıştı. Reflüsü mü varmış neymiş. Onun
cüssesine sahip bir adamda olurmuş böyle şeyler. Ortalama bir camız
ağırlığında olan Ulubatlı sadece üst komşum değil, tabut kapağımdı bir
anlamda. Ne zaman uykuya dalmaya kalksam, ranzamın zaten alçak
olan tavanı Ulubatlı’nın seneler içerisinde gevşettiği yaylar yüzünden
burnumun dibine kadar yaklaşıyordu. Bazı geceler üzerimde değil
yorgana, neredeyse pikeye bile yer kalmıyordu. Gerçi kalsa ne fark ederdi.
Pikeme Şiş Ustası el koyuyordu her gece. Koğuş sorumlumuz, ağamız.
Gerçek adını bilmem, Şiş Ustası diyordu herkes ona. Hindi gibi göğsünü
kabartarak anlatıyordu, karısı ile öz ağabeyini iş üstünde yakaladığında
onları nasıl el kıyması köfte gibi şişe dizdiğini. Abartır mıydı bilmem,
kimse bilmezdi. Lakin burada kabahatini abartmak âdettendir, bire bin
katarsın ki senden çekinsinler. Kafamda yüz defa büyütmüştüm beni
bu nemli dört duvar arasına sokan olayı ama henüz kimse gerçekten
öğrenmek için sormamıştı. E-4 koğuşunun en kıdemsiz ve çelimsiz
mahkûmu olmamın makûs sonuçlarından biriydi. Ne dışarıdayken
neyle uğraştığımı soran vardı, ne de içeriye girerken ne yaptığımı. Ne bir 64
pikem oluyordu geceleri üstümü örtmek için, ne de bir yastığım başımı
koymak için. Ama dışarıdayken olmayan bir şeyim vardı içeride. Bir iş.
Çaycılık. Hiçbir zaman koğuş sorumlusu olamayacaktım, zaten o kadar
uzun kalmayacaktım içeride ama en azından kantin fişlerinden sorumlu
olmayı arzuluyordum. “Ah! Bir yeni gelse de çaycılık ona kalsa,” diye dua
ettim. Memlekette suç işlenmiyor muydu yirmi bir gündür? Niye kimse
gelmiyordu?
Bu sabah düşüncelerime normalden uzun dalmış olmayım ki Şiş
Ustası benden önce kalktı yatağından. Ranza değildi onunki, müstakildi.
Nasıl sokturdu içeriye, bir muamma. Cep telefonu da vardı, haftanın
her günü görüş hakkı da. Yılların tiryakisi olduğunun delili olan o boğuk
ama otoriter sesi ile bana “Batıl, semaver niye atıl?” diye seslendikten
sonra sabahın ilk kahkahasını patlattı. Kafiye uydurarak mizah yaptığını
sanıyordu. Hem benim adım batıl değildi, defalarca demiştim bunu.
Ama yok. İlla bana bir hitap şekli bulacaktı. Kahkahası marşı basmayan
araba gürültüsünü andıran bu adamın sesi sayesinde tüm mahkûmlar
hafiften uyanmaya başladı. Öyle Hababam Sınıfı tarzı şarkılı, sözlü bir
uyanma değil bizim koğuşun güne günaydın demesi. Efkârlı ve kederli.
Gülmeye gücü yeten tek mahkûm şiş ustası. Ben, ranzamdan fırlayıp
çay demleme işime koyulurken, o sırıtarak alaycı bir ton ile devam etti
sözlerine.
“Lan Batıl, anlat hele. Nasıl düşer buraya senin gibi bir tıfıl?”
Beklediğim soru buydu ama hiç heyecanlanmadım, sessizce
durdum.
“Anlat lan!”
“Sahil kenarında hafiften demlenerek yürüyordum, batıl batıl
diyen bir denyo...” diyerek söze girmem ile şiş ustasının sesimi kesmesi
bir oldu.
“Sus da çay koy, çok konuşanları kimse sevmez burada.”
Hemen ardından ikinci kahkahasını patlattı. Sabah alışkanlığıydı. 65
Her sabah mutlaka sorardı ve cevabımı beklemeden sustururdu. Sonra
da dakikalarca gülerdi.
Çay servisine başladıktan sonra, yirmi yataklı koğuşun demir
parmaklıklı kapısı açıldı. İçeriye giren gardiyanın yanında, benden bile
çelimsiz bir mahkûm olduğunu gördüm. Ağzım kulaklarıma vardı, yeni
günah keçisi, yeni çaycı, pikesini ve yastığını ödünç alacağım adam geldi
sonunda diye sevindim. Sevincimi gizlemeye çalışırken aklıma bir soru
takıldı. “Ya buranın gediklilerinden ise? Ya o psikopat tavırlı çelimsiz
tiplerden ise, ya benden kıdemli olursa?” Gözlerine diktim gözlerimi. Yere
bakıyordu, belli ki kimseyi tanımıyordu. Evet, dualarım kabul olmuştu.
Gelmişti çömezim. Bakır kaplı semaverle olan işimi bitirdikten sonra
gittim yanına oturdum. Koğuştakilerle üstün körü bir şekilde tanışmıştı.
Ürkekti. Beni bir ağabey olarak görmesi için üstünde otorite kurmayı
amaçlıyordum.
“Bak birader,” dedim, Şiş Ustası’nın ses tonunu taklit ettiğimi
fark edince yutkundum.
“İlk günler zordur, çok konuşma, dinle ve izle etrafta olup
bitenleri. Soru sorulmadıkça hiçbir konuda fikrini söyleme.”
Pürdikkat kesilmişti. Dinliyordu beni, devam ettim.
“Saz çalıyor musun? Türkü çığırıyor musun?”
“Hayır,” diyemedi, çok konuşma demiştim ya. Kafasını her iki
yana salladı.
“Oh be!” dedim içimden kesin çaycı olacaktı. Artık bankoydu.
“En önemlisi; kimse sana sormadan nasıl buraya düştüğünü
anlatma yoksa yalan söylediğini düşünürler,” dedim. Sessizlik oldu,
bana hikâyemi sormasını bekliyordum. Anlatmak istiyordum artık. Her
ayrıntısını kafamda abartarak bir senaryo hazırlamıştım. Sessizliğin
devam etmesinden rahatsız oldu ve bozmak için bir soru sordu.
“Ağabey, sen nasıl düştün buraya? Kaç sene yatacaksın?” 66

“Üç,” dedim.
Heyecanlanmıştım ama belli etmemeliydim. Hem ağabey
demişti bana, hem de hikâyemi sormuştu. Derin bir iç çekerek
başladım mübalağa dolu senaryomu anlatmaya. Yüksek bir ses tonu
ile anlatacaktım ki Gelinim sen dinle, kızım sen anla hesabı olsun, tüm
koğuş öğrensin nasıl deli biri olduğumu.
“Bak aslanım, ben yalnız bir fâniyim. Efendi biriyimdir ama tersim
pistir, sinirlendim mi gözüm görmez olur. Evde otururken öfkelensem,
duvarlardan çıkartırım hıncımı. Yeni bir Mersin akşamıydı, sıcak ve
nemli. Ben ise dertliydim yine. Sinirimi yatıştıracak bir şey arıyordum.
Baktım ki duvarda yamultmadığım nokta kalmamış. Attım kendimi
betonarme gecekondumdan dışarı. “Sahil boyunca turlarım, iki de tek
atarım kafam rahatlar,” diye düşündüm. Bir saat olmadan sekiz birayı
devirmişim, devam ediyorum kumsalda çıplak ayak yürümeye, kafam
olmuş bir dünya. Dalga sesi, ılık kum zerreleri, mehtap, yakamoz desen
ortam alengirli. Yavuklular uzanmışlar şezlonglarda. Yazlık sezonu
Mersin’de. Bazısı ateş yakmış, etrafında şarkılar söylüyor. Yalnızım ben
tabii. Herkes o kadar neşeli, o kadar mutlu ki maraz olmamak elde değil.
Az ötemde kızlı erkekli bir grup gördüm, yanlarından geçmeden elimdeki
bira şişesinden kurtulayım dedim ki onlara dadanacak bir ayyaş
sanmasınlar beni. Delikanlı adama terstir sapı olan armuda dalmak.
Duraksadım. Denize baktım, ayağıma vuran dalgaları karşılarken tüm
gücümle şişeyi salladım zifiri karanlığa. Ama ne fırlatma, neredeyse
yıldızları indirecektim gökyüzünden. Yoluma devam edecekken o kızlı
erkekli gruptan genç, tüysüz bir erkek çocuğu ayaklandı. Seri adımlara
burnumun dibine kadar girdi. Bir şeyler diyor ama kafamın ayarından mı,
Türkçe konuşmamasından mı, hâlâ tam olarak bilmediğim bir nedenden
anlayamadım dediklerini. Denizi gösterip, “Batıl, batıl,” diyordu bana.
Bir batıl lafını seçebildim dediklerinden, o da ne demek bilmiyordum.
Çocuğun üstünde beyaz bir tişört ortasında yeşil bir ada resmi vardı, 67
adanın üzerinde de el ele tutuşmuş insanlar, hayvanlar falan feşmekan.
Tüysüzle tartışırken ses yükselmiş tabii, aynı tişörtten giyen başka biri
daha gelmiş. Sonra bir baktım ki üç kişi olmuşlar. Diğerleri oturuyor,
izliyor. Denize fırlattığım şişe var ya, koçum. Dalgalar getirmiş onu
ayağıma kadar. Çocuklardan ilk başta ayağa kalkıp yanıma gelen hamle
yaptı şişeye. “Batıl,” diyor hâlâ lavuk. Şişeyi aldı eline, kavradı başından.
Lan dedim bunlar bana dalacak. Babamın tek öğüdü geldi aklıma Kavga
kaçınılmazsa ilk yumruğu sen at. Çıkardım belimden sustalıyı salladım
önümdeki beyaz tişörtlü bebelere, bağırsaklarını kumsala dökene kadar.
Sonra bir baktım, adamlar yerde kıvranıyor, dalgalara karışıyor kanları.
Polisler gelene kadar bekledim, delikanlıca. Hiç zorluk çıkarmadan
takmalarına izin verdim kelepçeyi. Sonradan öğrendim. Herifler
çevreciymiş, o batıl diyen herif ecnebiymiş, şişeyi diyormuş bottle diye.”
Etkilenmişti yeni gelen. Tırsak gözlerle bakıyordu bana.
“Eee, abi üç adam harcadın, üç yıl mı aldın?”
“Allah kahretsin çenemi,” dedim, günlerce kafamda kurduğum
hikayenin açığını dakikalar içinde yakalamıştı. Uçmasaydım keşke o
kadar. Üç yıl olur mu hiç? “Koğuştakiler duymamıştır inşallah,” diye ümit
ederek baktım dört bir yanımdaki meraklı gözlere. Konuyu değiştirmem
gerekiyordu.
“Bırak adalet sistemini de sen nasıl düştün buraya?” diyerek
soruyu koydum.
Kendimin yirmi bir gün beklediği soruyu onun önüne daha ilk
gününde serdim. Pişman oldum sorduğuma da, hikayemi yüksek sesle
ve abartarak anlattığıma da.
“Abi, vallaha benim suçum yok. Barda oturuyoruz arkadaşlarla....”
diye cevap verirken kestim konuşmasını.
“Sus da çay koy, çok konuşanları kimse sevmez burada,” dedim
yeni çaycıya, ve güldüm ilk defa, içeriye düştüğümden beri.
68
On Küçük Şişe - Füsun Çetinel

On küçük şişe sallanıyor. İçlerinden birisi pat diye düştü.


Koridorun sonundaki odada kalırdı. Etliye sütlüye karışmaz,
ancak yemekten yemeğe inerdi aşağıya. Ne verirlerse şikâyet etmeden
yerdi. Bizim beğenmediğimiz pilavı makarnayı önüne çeker, ağzını
şapırdata şapırdata bir yerdi ki. Neresine giderdi onca şey? Hareket etse,
koridorda yürüse ya azıcık. Tek yaptığı girişteki koltukta oturup duvar
saatini gözlemekti. Yanı başında bastonu, üzerinde her gün aynı partal 69
hırkası, başında tığ işi namaz takkesi. İzmirliymiş. Hiç evlenmemiş.
Odamı temizlemeye gelen kızlardan duyduklarım. Geçen akşam
yemekte verdikleri turşu dokunmuştur belki de. Tuzdan tansiyonumuz
fırlar diye korkudan hiçbirimiz yemedik. Masada ne kadar turşu varsa
önüne çekip nefes almadan yaladı yuttu. Bakakaldık. Bastonunu ihtiyacı
olan birine vereceklermiş.
Dokuz küçük şişe sallanıyor. İçlerinden birisi pat diye düştü.
Yan odada sabaha kadar öksürür dururdu zavallı. “Tamam,”
derdim, şimdi tıkanıp ölecek. “Bir doktora gitsene be kadın,” diye
söylenirdim arada. Duvarımız bitişik. Öksürüklerini duymamak için
televizyonun sesini sonuna kadar açardım. Seyrettiğim diziden de bir şey
anlayamazdım ya. Yemeğini odasına getirirlerdi. Kapısı kapanmazdı hiç.
Bazen, önünden geçerken içeriye uzatırdım kafamı. Üzerinde hep aynı
eski, lekeli pembe sabahlık. Damarlı şiş ayakları pufta. Koltuğunda ağzı
açık horlar bulurdum. Sabahlığının açık kalan yerinden içi görünürdü.
Çırılçıplak. “Uyandırsam mı,” derdim. Belki de farkında değildi? Gizlice içeri
girip avaz avaz bağıran televizyonu kısardım. Uyanır gibi olur, dikleşirdi.
Hemen kaçardım odasından. Kaç kere, “Bir hastaneye götürsünler artık
şu kadıncağızı,” dedim kat hizmetlilerine. Kimse tınmadı. Sonuçta o da
bir candı. Gittiğine üzülsem mi sevinsem mi bilemedim.
Sekiz küçük şişe sallanıyor. İçlerinden birisi pat diye düştü.
Gül bahçesine bakan odada kalıyordu. İşini pek bilirdi Sevinç.
Artık nasıl yağladıysa yönetimdekileri? Herkesten sonra gelip en güzel
odaya yerleşivermişti. Ayaklı dedikodu makinesi, herkesin her şeyini
bilirdi. Rauf Bey yemekte karşımda oturdu diye hakkımda laf çıkarmıştı.
Ben mi dedim adama “Gel otur,” diye. Herkesi kendi gibi bilirdi.
Memelerini titrete titrete bir yürüyüşü vardı ya. İçten pazarlıklı Sevinç,
adamın dolgun maaşı varmış, savcı emeklisiymiş. Babasından kapı gibi
milletvekili maaşı alıyordu da hâlâ para derdindeydi. Ya işte, kefenin cebi
yok Sevinç. Ne oldu? O canım işlemeli örtüleri, kanaviçe kırlentleri hep
70
yağmaladılar. Varak çerçeve içindeki genç kızlık fotoğrafını, elbiselerini,
çöp konteynırında görmüş Zuhal. Dilim gerisini anlatmaya varmıyor.
Allah bizim sonumuzu hayretsin.
Yedi küçük şişe sallanıyor. İçlerinden ikisi pat diye düştü.
Onları gördüm mü yolumu değiştirirdim. Çöp suyu kokarlardı.
Yaz kış üstlerinde yerleri süpüren aynı kirli pardösü. Kadın önden giderdi,
adam arkasından. Karısının kuşağına yapışıp ayaklarını sürürdü. Gözleri
iyi görmezdi herhalde. Görevliler, hemşireler kaç kere çekip konuştular.
“Çöplerden bir şey çıkarmayın, biz neye ihtiyacınız varsa alır size veririz,”
dedilerse de fayda etmedi. Odaları çöp odaymış. “Kokudan duramıyoruz,”
diye şikâyet ederdi yan taraftakiler. Kadının kafasında hasır yazlık bir
şapka, üzerinde plastik güller. Adamın elinde eski bir bez çanta. Kimi
gün çatlak bir leğenle dönerlerdi sokaktan, kimi gün tek bir terlikle. Kaç
defa dilekçeler döşendik müdüriyete. Bunları çıkartın buradan. Mikrop
getirip hepimizi hasta edecekler, diye. Dört görevli ağızlarını burunlarını
sarmalayıp girdiler odalarına. Sabahtan akşama zor temizlediler etrafı.
Elbiseleri, fotoğrafları, yatağı, kap kacağı, önlerine çıkan her şeyi plastik
çöp poşetlerine doldurdular. Hepimiz seyretmeye gittik. Camlar ardına
kadar açıktı. Yataklar boş. Duvarlar bembeyaz. Sanki çöp karı koca hiç
yaşamamıştı o odada.
Beş küçük şişe sallanıyor. İçlerinden birisi pat diye düştü.
Bahçedeki Pamuk sayesinde dost olmuştuk Zuhal ile. Kedileri
yönetimden gizli beslerdik. Alıştırmayın bu musibetleri, her yer
pisleniyor, diğer sakinler rahatsız oluyor, derdi kapıdaki güvenlik. Zaten
çöpe atacaklar kalan yemekleri, günah değil mi? Pamuk pek nazlıdır.
Başında beklersen yer, yok bırakıp gidersen o da bırakır yemeği. Aslında
sevgi açıdır. Zuhal erken uyanırdı. Süte peynir ezer, biraz da ekmek içi
ufalar, sabahları o beslerdi Pamuk’u. Onunla konuşur, bir dalın ucuna
bağladığı iple oynatırdı. Çok istedim ama hiç kedim olamadı. Kısmet bu
zamanaymış, demişti bir keresinde. Başka da bir şey anlatmazdı kendisi
71
hakkında. Canım sıkılırdı. “Azıcık otur da laflayalım Zuhal,” derdim.
Kalkar yürüyüşe çıkardı. Deniz kenarına gittiğini bilirdim tek. Haftanın
bazı günü bir şoför gelip alırdı. Çengelköy’ün sırtlarında bahçe içinde bir
yere götürürmüş. “Kime gidiyorsun yine,” deyince “Akrabalarıma,” derdi.
Sabah başka kıyafetle inerdi yemeğe, öğlen, akşam başka. O daracık
odada nereye koyuyordu onca giysiyi. Gıpta ederdim. Ne garip kadındı.
İnsan tek başına ne yapar? Kime anlatır derdini?
Dört küçük şişe sallanıyor. İçlerinden birisi pat diye düştü.
Koridorlar soğuk ve karanlık, sırtımda arsız bir ürperti. Camları
yokluyorum, hepsi sıkı sıkıya kapalı. Nereden geliyor bu sinsi rüzgâr?
Radyatörlere el değmiyor ama içim ısınmıyor bir türlü. Ayfer’in duası var
akşama. Gitmemek olmaz. Kimi var ki bizden başka. Hayat doluydu.
Takma bacağına rağmen kahkahalarla gülerdi her şeye. Buraya
gelmeden tek bacağını kesmişler şeker yüzünden. Az topallardı. Çok
sonraları anlattı takma bacağını. Odası bobinler, telalar, düğmeler,
astarlar, kırpık kumaşlarla kaplıydı. Yatağının yanı başında dikiş
makinesi dururdu. Yelek, çanta, cüzdan dikerdi. Kermeslerde satar üç
beş kuruş kazanırdı. Bu zamanda kuru bir emekli maaşı neyine yeter
insanın? Doktoru var, ilacı var. Ancak buranın parasına yeterdi üç aylığı.
Arada portakal, muz, bir dilim pasta götürürdüm odasına. Ne sevinirdi.
Masada herkesin tatlısını ister, yiyemediklerini de bir tabağa toplar,
odasına taşırdı. “Kız öbür bacağını da keserler sonra,” diye korkutmaya
çalışırdım ama dinlemezdi. “Gece boyunca dikiş dikiyorum, acıkıyorum,”
derdi. Sanki inadına yerdi Ayfer.
Üç küçük şişe sallanıyor. İçlerinden birisi pat diye düştü.
Be kadın madem tutamıyorsun çişini, bez koy altına. Ya da
odanda otur. İskemle ıslakmış. Ben de görmedim üzerine oturuverdim.
Her tarafım battı. “Bak Ayşe,” dedim geçende, “yönetime söyle de sana
hasta külotu versinler.” “Ne münasebet,” dedi. Alınacak, küsecek ne
var? Ben bile uzun gezilere giderken giyiyorum. Birkaç kere de, odasının
72
anahtarını bulmaya çalışırken koridora bırakıvermişti. Temizliyorum diye
bütün koridora yay sen çişi. Hemen elinden aldık bezi, kat hizmetlilerine
haber verdik. Hem kafa, hem beden gidince zor, biri diğerine sahip
çıkmalı, yoksa olmuyor. Her gün dualar ediyorum. Allahım sen beni
rezil rüsva etme kimselere. Elden ayaktan düşürme. Aklımı koru, diye.
Ama duası pek güzeldi. Kızı hepimize işli keseler içinde kurabiye ve
şeker dağıttı. İçine bozuk paralarımı koyuyorum, bir de oda anahtarımı.
Bulması kolay oluyor.
İki küçük şişe sallanıyor. İçlerinden birisi pat diye düştü.
“Senin kedi vardı ya,” dedi kapı görevlisi, “köpekler parçalamış.
Çalıların dibinde yatıyormuş. Bahçıvan bulmuş sabah erken.
Ortancaların diplerini gübreleyecekmiş.” Elim ayağım çekildi. Kendimi
bir iskemleye attım. Sen de mi Pamuk? Daha yavruların olacaktı. Ben
bakıp büyütecektim. İnsafsızlar. Niye ayırmadılar, araya girmediler ki?
Seyretmişlerdir öyle kalpsizler. Zaten istemiyorlardı. Sana ne güzel de
bir kutu yapmıştım, içine battaniye koymuştum. Kim yolumu gözleyecek,
bacaklarıma sürünecek. Kızardım ya sana, beni düşüreceksin diye.
Varsın düşseydim. Ah Zuhal, iyi ki görmedin. “Bak işte şurada,” dediler
de. Bakamadım.
Bir küçük şişe sallanıyor.
Ölümler hep kışın oluyor. Sonbahar nasıl ağaçları çıplak
bırakıyorsa bizim koridor da tenhalaştı. Nisan geldi mi, baharlar patladı
mı, bir yıl daha kardayız demektir. Balkonumun önündeki erik ağacı
bahara durdu yeniden. Kuşlar balkonuma dadandı. Her tarafı pisletiyorlar.
Yuvalarını bozmak gerek. Yumurta bırakırlarsa hiç kıyamam. Boş
odalara girip çıkıyorum. Her yer sakin. Yerlerine kimler gelecek acaba?
Yan odama erkek gelmese bari. Yazlığa gider miyim bu yıl da? Kız pek
oralı olmadı. “Anne ne işin var tek başına uzaklarda. Bir şey olsa kim
bakacak sana oralarda,” diyor. Bu yıl da gittim, gittim. Sonrası bilinmez.
73
Şişe - Belma Fırat

Kesekağıdına sarılı şişeyi kafasına dikip, dibini buldu. Ceketine


sarındı. Sokağın karşısındaki pavyonun, zifiri karanlıkta yanıp sönen
turuncu-yeşil neon ışıklarına öfkeyle dikip gözünü, beklemeye devam
etti.
Benim konsüm yüzdesini verecek işte o kadar. Orospu, kaltak.
Saygıda kusur etmeyeceksin. Seni böyle temiz cillop gibi bir işe
yerleştireni sen de göreceksin. Gözünün yaşına bakmam, çekip sustalıyı 74
gebertirim sokak ortasında.
Boşalmış şarap şişesini hınçla yere atıp bir tekme savurdu.
Allah kahretsin! Bir şişe köpeköldüren neyimize yetecek lan,
anasını satayım. Şimdi bir Saddam olacaktı ki bunun üstüne... Torbacı
da gözükmüyor kaç gecedir. Cavladı mı ne? Belki de içeri tıkmışlardır.
Kokusu çıkar yakında. Bari üstüne bir şişe bira olsaydı da azıcık
cilalasaydım şurada. Matiz olacaz ki gözümüze iki kuruş uyku girsin.
Cebinden sigara paketini çıkardı. Bir tane yaktı. Dumanı ciğerinin
dibine kadar çekip, burun deliklerinden dışarı savurdu.
Şimdi kafa iyi olacaktı ki... Ah şu kafa... Girecektim içeri, çekip
alacaktım şunu angut heriflerin kolundan. Bu geceki hangi hıyarağasıysa
artık! Bir şişe de viski açtırmışsındır şimdi. Göz göze iki alaturka. Başladı
mı herif yanağından bir iki makasla... Eşşoğlusunun gözü kaymasın diye
o masa, bu masa dolaşan şarkıcı bozuntusu malafoş karılara; çatalı
iyice açmış, malları sermişsindir ortaya. Bacağını falan da elletirsin
sen şimdi. Ulan ne ikiyüzlü, yalancı karının tekisin sen. Ben tekmişim
de, yemin billah gönlünde başkası yokmuş da, yaşlı anası, bir de şu piçi
olmasa, vallahi de, tallahi de yapmazmış da. Yok efendim, üç kuruş
biriktirince bu işlere son verecekmiş de. Süzüm süzüm süzülmeler,
gözyaşı dökmeler... Yedik biz de! Kimi kandırıyorsun. Seviyorsun ulan
bu işleri. Kaçın kurasıyım ben. Yutar mıyım bu martavalları. Aşna fişne
olsun da. Sırt üstü yatıp sayacaksın üstüne paraları. Biliriz biz. Yemezler.
Hele bir içeri girip masalarda görmeyeyim seni... Bittin o zaman sen.
Öldün. Kalkıp herifçioğullarıyla o localara gitmeye kalkarsan yakarım.
Gelip oraya delik deşik ederim. Ne o piç kurusu kızını düşünürüm, ne de
başka şey. Hele bir gir de herifin tekiyle o loş bölmelere...
İçerde bir sürü adamım var. Kaçmaz benden. İnan olsun, hiçbir
şey kaçmaz. Bak burada, tam burada, diktim kapıya gözümü bekliyorum.
Kuş uçurtmam. Mesain bitince tıpış tıpış evine gideceksin. Görürsem
gebeş herifin tekiyle dışarı çıktığını, anam avradım olsun cayır cayır 75
yakarım o suratını senin. Bergen’den beter ederim. Kezzap manyağı
yaparım. O oksijen sarısı perçeminle bile kapatamazsın. Bir tane de
sıktım mı bacağına, tamamdır işte. Pert olup hurdaya çıkarsın. Bakalım
kıvırabiliyor musun ona buna bundan sonra. Yapmayan ibne olsun.
Var mı ötesi? Aslanlar gibi de girip yatarım. Devletimiz kaç yıl verirse
artık. Delikanlı adamız biz. Gider efendi gibi teslim oluruz. Fertik falan
çekmeyiz. Mahpus da yatarız icabında. Yatarız... Yatarız da, değmez bu
tırışkadan karılara. Doğru dürüst helal süt emmiş bir kız olacaktı ki, şöyle
temiz. Miss gibi. Evinin hanımı olacak. Her akşam meze sofrası. Bir şişe
de rakı yanına... Oynamayı da bilecek ama. İşvesi, cilvesi olacak. Şöyle
gönlümü hoş edecek. Ah ulan, Ah! Kader yok ki bizde. Nerden bulucam
ben öyle karıyı? Bir Saniye vardı ya... Hâlâ evlenmemiş, çocuk bakıcılığı
yapıyormuş şimdi. İyi ya işte, daha ne? Cebimiz mangır da görürdü.
Namuslu iş, düzenli. Temiz yeni bir hayat...
Bir anda, orta yaşlı tıknaz bir adamın kolunda, pavyonun
kapısından dışarı çıkmakta olan sarışın uzun boylu kadına takıldı gözü.
Lan ne dedim ben! Heriflerle çıkmayacaksın, dışarılarda işe
gitmeyeceksin demedim mi? Korkuluk muyuz lan biz burada? Şuna bak,
eteği kıçının tepesinde. İlik gibi kadın tabii, giyecek ki para etsin. Herif de
belli, tam çarık. Şu korumalara bak hele, nasıl da koşturuyorlar arabanın
kapısını açıp iki kuruş bahşiş alacağız diye. Daire alınıyor lan, o arabanın
parasına. Ulan orospu, ne dedim ben sana ha! Ne dedim! Şimdi ben
senin ağzını yüzünü...
Fırlattı sigarayı, ayakları birbirine dolana dolana yolun karşısına
koştu.
“Bu mu tatlım senin dalga?”
Kadın önüne bakıp, başını salladı.
“Al bakayım şu iki yüzlüğü. Bir şeyler içip istimini alırsın. Anlaştık
mı koçum? Hadi şimdi uza bakalım.”
76
“Eyvallah ağbi. İyi geceler.”
İki yüzlüğü cebine indirip, sallana sallana sokağın sonundaki
tekel bayiine doğru yollandı.
Bana bak, işin bitince doğru eve. Hah! Sanki malafatı kaldıracak
güç vardı o muşmula herifte de, biz de gördük. Neyse ne işte. Muameleyi
fazla uzatayım deme. Öyle sabahlara kadar müşterinin koynunda kalmak,
oynaşmak, cilveleşmek falan yok. Birkaç saate döndün, döndün. Yoksa,
yakarım çıranı. Kapının önünde saat tutup bekliyorum ona göre. Öff!
Şimdi bir de tabana kuvvet yürüyeceğiz haspanın evine anasını satayım.
Alalım da önce birkaç şişe yolluk... Gece uzun. Mazotsuz kalmayalım
icabında.
“Kardeş, şarap versene şuradan üç şişe... Kırmızı. Şöyle
iyisinden olsun.”
Daha mesaimiz çoook. Haybeden yaşamıyoruz, karı bekçiliği
yapıyoruz burada. Hele bir gelme eve, hele bir gelme... Vallahi de, billahi
de, kırıp şu şişelerin birini böğrüne saplamayan, karının önde gideni
olsun.

77
Şişenin Dibi - Özge Sarıoğlu

“İşim çıktı. Akşama bekleme beni,” dedi Gülin’e telefonda


balıkçıdan içeri girerken. Saat 17.00. Telefonu kapatmasıyla yanında
çelimsiz gözlüklü garsonun bitmesi bir oldu.
“Açıksınız değil mi?” diye sordu garsona.
“Tabii tabii ne demek… Kaç kişisiniz abim?”
“Tek başımayım,” dedi gözlerini denize dikerek, “bu saatte 78
kalabalık olmaz, beni şöyle deniz kenarına alıversen.”
“Hayhay abim…” dedi garson samimi olmakla laubali olmak
arasında ince bir çizgide. Sağ köşedeki masanın duvara sırtını veren
sandalyesini onun oturması için geriye çekti.
Daha yerine yerleşmesini beklemeden “Ne getireyim abime?”
diye sordu. Belki kendi de bu çizgide davranmalıydı işte. O zaman
olmazdı belki böylesi, kim bilir…
“Mezelere bir bakayım…” diye cevap verdi, “Bir de bir büyük
getir.”
Şimdi bir buçuk saattir burada… Artık güneşin batmaya yeltenen
ışıkları denizin üstünde dans ediyor. Hafif bir rüzgar saçlarını yalıyor azar
azar, içindeki sıkıntıyı dağıtıyor belli belirsiz.
Lokantada erkenci bir masa daha var. Dört kişilik bir erkek
grubu senli benli konuşuyor, yüksek sesle gülüyorlar. İlk geldiklerinde ne
konuştuklarını bayağı dinliyordu. Şimdiyse şişenin yarısını epeyce geçti,
alkolün etkisi kulaklarında bir uğultu oldu, yarım yamalak duyabiliyor
artık ne dediklerini…
Çocuklar hani rızkıyla geliyordu? Nasıl diyecek şimdi Gülin’e?
En iyisi bu akşam bir şey demeden devrilip yatmak. Yarın kahvaltı için
gelip de kendisini kaldırmaya niyetlendiğinde söyler, “Git başımdan
uyuyacağım,” der. “İş var,” der ona Gülin. “Attılar beni,” der… Kadını bir
başına bırakır, bu bilgiyle dertlensin. Kendi döner kıçını uyur.
Yapamaz ki kıza, yedinci ayında… Düşük müşük Allah korusun!
Ulan Allah korusun da ne diye tam bu arayı buldu da çıkarttılar! Tövbe
tövbe ya! Hani çocuğun rızkı şimdi?!!
Kayınvalide de çıkmayacak evden bir aya kalmaz. Gör artık,
Gülin, kayınvalide, kendisi, koltukta ayaklarını altlarına alır, çekirdek
çitlerler sabahtan akşama! Kadın gözlerini devire devire bakar yine mi
işe gitmiyor bu adam diye… Kızımı ne doktorlar istedi de kızım istemedi 79
der içinden. Kızını dövmeyen dizini döver der. Aman ya, derse desin…
Hem bulur belki hemen başka iş… Gider yarın çalar bildiği
kapıları. “Bizim çocuk da olacak,” der… “İş lazım, ne iş olsa yaparım,” der.
Ne iş olsa yapabilir mi? Muhasebe bilir de başka ne bilir? Belki
bulur bir yerde muhasebe işi, belli mi olur? Muhasebe bilir mi ki? Biliyordu
da ne attılar?
“Başka bir ihtiyacın var mı abim?” diyen garson kesiyor
düşüncelerini.
“Biraz daha peynirle kavun,” diyor, “bir de buzu tazelersen…”
“Hay hay abime,” diyor garson.
“Bunun gibi olmak vardı,” diye düşünüyor adamın ardından.
Herkese her daim el pençe divan… O vakit o kel Muharrem’i değil de
kendini tutarlardı. O da az mı yalar onun bunun bir tarafını…
“Sen de hep böyle ilgisiz yerinden dalarsın lan konuya!” diyerek
gülüyor öbür masadaki adamlardan bir tanesi. Konuya hep böyle ilgisiz
dalan diğerinin ensesine okkalı bir tokat atıyor. Öbürü sırıtıyor salak
salak…
“Sizinle ilgili bir konu değil, lütfen üstünüze alınmayın,” dedi
kırmızı yüzlü müdür bey. “Kısıntıya gidiyoruz.”
“Ama benim çocuğum olacak da…” diyebildi kekeleyerek.
“Size referans oluruz,” diye kestirip attı müdürün yanında oturan
çın çın sesli insan kaynakları sorumlusu kız. Geldiğinden beri gıcıktı
zaten bu kıza. Bir bok anlarmış gibi gözlerini süze süze, dudağını büze
büze konuşuyordu.
“Kaçın kurasıyız oğlum biz!” diyor öbür masadan birisi.
“Kaç yılım var biliyor musun çın çın sesli karı?” diye düşünüyor.
“On bir senem var burada, senin iş hayatının toplamından fazla!”
80
Kavun, peynir ve buzu tazelerken, “Fazladan ekmek de
kızarttırdım ağabeyime…” diyor garson. Bol bahşiş bırakmak lazım buna
da…
Gülin ne tepki verecek acaba? Kızacak mı? Ağlayacak mı? Ya da
teselli eder, metanetle mi yaklaşır? Sonuçta toplu para aldık… O da bir
şey… On bir senenin parası… Az değil. Belki yeni iş de hemen bulursa…
Durduk yere çocuğun rızkı olur toplu para da… “Bak Allah’ımın işine,” der
o zaman…
Burada daha oyalanmak lazım. Yatıya gitmeli sadece eve…
Gülin’e bir şey açıklamadan yatmalı. İyi de, kaç saat daha oturacak bu
masada böyle? Yedi, içti, doydu…
Belki daha iyisi böyle, erken erken… Gider eve, ağlar Gülin’in
kucağında. “On bir senenin kıymeti yokmuş be Gülin,” der… Kızmaz o
zaman Gülin ona. “Dur elbet buluruz bir yolunu,” der… Araları sekiz yaş
ama Gülin daha kuvvetlidir, sağduyuludur. Mutlaka sırtını sıvazlar Gülin.
Kızmaz ona.
“Sizinle ilgili bir konu değil,” dedi ya müdür de. Kayınvalideye de
Gülin’e de öyle söyler. Kızmaz kimse ona, acır gibi bakmazlar…
Şişenin dibinde kalan son rakıyı da bardağına boşaltıyor, buzdan
ekliyor sudan sonra. “Bunu da içer kalkarım,” diye düşünüyor. Denizden
gelen rüzgar da ürpertmeye başladı zaten.
Birden masasına bir serçe konuyor. Buraların serçeleri masadaki
kırıntıları yemeye alışık, kaçmıyorlar insanlardan. Kendine doğru iki
adım atıyor serçe sekerek. Hayvanla göz göze geliyorlar. Belli belirsiz
gülümsüyor serçeye. Başını yana büküyor serçe. Sanki üzüldü haline…
Ne üzülecek lan? Birden iki adım daha atıp onun ekmeğinden yemeye
başlıyor.
“Ulan, ekmek aslanın ağzında. Bir de senle mi bölüşeceğiz
ekmeği?!” diye mırıldanıyor serçeye gülerek.
81
“Bir şey mi istedin abim?!” diye yanında bitiyor garson.
“Serçeyle konuşuyordum,” diyemiyor.
“Benim hesabı getiriversene,” diyor.
Kadehine uzandığında geri adım atıyor serçe, ama uçmuyor.
“Aferin lan! Bu hayatta geri çekil ama, kaçma,” diyor serçeye.
Hoşuna gidiyor kendi kendine yaptığı felsefe... İçkisini kendi şerefine
dikiyor kafaya. Serçe ona bakmaya devam ediyor.
İçimdeki Çığ - Öykü Toros Irvana

“E, şişede durduğu gibi durmuyor bu meret tabii!”


“Yine kaçırdı ölçüsünü.”
“Ağzınla içmeyi bilmiyorsan, içmeyeceksin arkadaş!”
“Karısı gitti gideli iflah olmadı. Yazık!”
Kapıya yöneldiğim an, arkamdan konuşmaya başladılar bile.
Her söyleneni duyuyorum oysa. Duymamaya çalışsam da duyuyorum. 82

Bari kapıdan çıkmamı bekleselerdi.


İnsanoğlu acımasız. Acımasızlık hali, en çok da içki
masalarında belirginleşir. İki yudum alkol cesareti körükler, önyargıların
bilinçaltlarından kaynak suyu gibi fışkırmasına neden olur. Cesaretin
biraz daha ötesinde saldırganlıklar su yüzüne çıkar. İçki masasında biri
birinin damarına basmaya görsün! Küfürler havada uçuşur, tükürükler
saçılır, yakalara yapışılır, masalar devrilir. Kimisinde içkinin verdiği
cesaret aptallığa dönüşecek kadar tehlikelidir. Eski sevgililer aranır,
pişmanlık mesajları atılır. Bu ülkede senelerdir ilişkiler de, memleket de
içki masalarında kurtarılmaya çalışılır. “Sarhoş değilim!” diye bağırasım
geliyor. Bu akşamcı ayyaşların hepsini yakalarından tutup, anason
kokulu nefesimi suratlarına üfleyesim geliyor. Kendi nefeslerinin
kokusundan benimkini duyamazlar gerçi. Hepsi de kesin benden fazla
içmiştir. Lütfedip de yapıştıkları o sandalyelerden kalksalar, yürümek
şöyle dursun, ayakta zor dururlar. Birbirlerine alay konusu olmamak için
hepsi aynı anda terk ederler meyhaneyi. Aynı anda boşalıverir masalar.
Kambur meyhaneci sırtını tuta tuta masadan masaya koşturur. O on
dakika içinde bütün gün hiç yorulmadığı kadar yorulur. Geceleri onu
uyutmayan sırt ağrısının sorumlusu bu ayyaşlardır.
Yalpalayarak yürüyor olabilirim ama sarhoş değilim. Üstelik
ne içtim ki, bir küçük alt tarafı. Adı üstünde, küçük. Eskiden devirdiğim
şişelerin yanında esamisi okunmaz bunun. Sarhoşluk değil, ruhuma
işleyen, mutsuzluk. Hem mutsuzken değil, mutluyken içince sarhoş
olurum ben. Eskiden kutlayacak ne çok şeyim vardı! Benim için
toplanılırdı meyhanelerde, kadehler şerefime tokuşturulurdu, masam
dolup taşardı, sonradan gelenlere yer bulmakta zorlanırdı meyhaneci.
Mezeler masaya geldiği gibi tükenir, buzlu rakılar su gibi içilirdi. Yerimiz
hemen hemen her akşam hazır tutulurdu, masamıza kimsecikler
oturtulmazdı. Önce mutluluktan sarhoş olurdum, sonra içkiden. Bu pis,
görgüsüz ayyaşlar bilmiyorlar o halimi, ondan böyle atıp tutuyorlar. Hep
böyleydim sanıyorlar. Oysaki bu ben değilim ki. Esas ben böyle değilim 83
ki…
En çok da onun gidişini dillerine dolamaları canımı sıkıyor.
Yumuşak karnımı buldular, ellerinde yeni bilenmiş keskin bıçaklar,
kanırtıyor da kanırtıyorlar. İftiranın bini bir paraya satılıyor bu mahallede.
Karılarının yaptıkları dedikodular, yakıştırdıkları sıfatlar yetmiyormuş gibi
bir de bunların iftiralarına maruz kalıyorum. Karı gibi dedikodu yapıyorlar
sonra ortalıkta erkeğim diye geziyorlar. Biri de işin aslını astarını gelip
benden öğrenmeye çalışmıyor. Biri de masama gelip, yanımdaki boş
sandalyeye çöküp, “Gel kardeşim, birlikte içelim. Anlat derdini, derman
olamasak da ortak oluruz,” demiyor. Babam hep derdi, “İçine hapsettiğin
dertler günden güne çığ gibi büyür, içine sığmaz olur,” diye. İçimde bir
çığ büyüyor. Büyüdükçe göğsüm daralıyor, nefesim tıkanıyor. Sigaradan
değil öksürüklerim, içimdeki çığdan. Herkes sigaradan sanıyor.
“Eski sevgilisiyle kaçmış diye duydum…”
Kulağımın dibinde bir bomba patladı sanki. Tam da kapı eşiğine
adım atmıştım, çıkmama ramak kalmıştı. Keşke duymasaydım. Yoluma
devam ederim sandılar ama mıhlanıp kaldım eşikte. Ne ileri gidebildim,
ne geri dönebildim. Ayaklarım çimentosu yeni dökülmüş bir betona
saplanmıştı sanki.
“E, genç, güzel kadın. Maşallah fıstık gibi de… Ne yapsın bunun
gibi işe yaramayanı?”
İkinci bir bomba daha… Tüm gücümle çektim ayaklarımı
çimentodan, kafamı çevirdiğim gibi gördüğüm ilk masaya var gücümle
bir tekme savurdum. Yan masada dimdik duran büyüğü kaptım. Kimisi
can havliyle dışarı attı kendini. Kimisi ellerimi kollarımı tutmaya çalıştı
ama nafile, deli kuvveti gelivermişti bedenime. İki elimle sımsıkı tuttuğum
şişeyi ilk karşıma çıkanın kafasına geçirdim. Sonra başka bir masadan
bir büyük daha aldım, sonra bir tane daha, bir tane daha… İçimdeki çığ
yolunu bulmuştu.
84
Tema: Denge
Denge - Pınar Çakılkaya

“Bundan sonra dengeli bir hayat sürmenizi tavsiye ederim.


Yaşınızın gerektirdiği gibi,” dedi gözlüklerinin üzerinden. Benden cevap
alamayınca yaşımın gerektirdiklerini uzun uzun açıkladı. Bir taraftan
önündeki kâğıda alelacele bir şeyler karalıyordu.
Eliyle acımasızca kâğıdı tomarından ayırdı, uzattı. Bu arada yeşil
nüshalı diğerine geçmişti.
86
“Bunlar da uyumanız için,” dedi. Elimde iki kâğıt parçası,
aklımda dengesiz hayatım, ayaklarımda topuklu ayakkabılarımla
odasından çıktım. Kadınlar tuvaletine uğrayıp yüzümü yıkadım. Dipten
neredeyse iki parmak çıkmış beyazlarıma, onların ucundaki yıllanmış
boyalara, yorgun yüzüme baktım. Yaşlanacak kadar zaman geçmiş
olmalı burada. Saçlarımı boynumdaki fularla kapamaya çalışırken kapı
açıldı. “Haydi gidelim artık,” dedi bezgin gençlik sesim. Son zamanlarda
benim yanımda o kadar sessiz ki varlığını unutuveriyorum. Doktorun
odasındayken yanımdaydı herhalde. Ben çıktıktan sonra konuşmuştur
adamla. O da korkuyordur belki. Alsam karşıma konuşsam fark eder mi?
Yirmi yıl önceki siluetimin peşi sıra hastaneden çıktım. Takside
başımı camdan yana çevirip bildiğim caddeleri, sokakları seyre daldım.
Her şey nasıl da değişiyor. İçinde yaşarken fark etmiyorsun değişimi.
Sonra bir bakıyorsun genç kızken gittiğin sinema gece kulübü, okulun
alışveriş merkezi, mahallenin bakkalı butik, sense enkaz olmuşsun.
Hepsini kabullenmişsin de kendini kabullenememişsin. Dengen
bozulmuş, fark edememişsin. Yok, bu bana ders olmalı. Yan gözle
yanımdakine baktım. Oysa o ne kadar genç daha. Kabullense artık,
bıraksa beni.
“Kuaföre gidelim istersen önce. Ne hale geldin? Kaç aydır
kapalısın,” dedi.
Cevap vermedim. Şansını bir daha denedi.
“Akşam dışarı çıkarız, biraz insan görürsün.”
“Yok,” dedim, “istemiyorum.” Elimdeki yeşil kâğıdı gösterdim:
“Erken yatacağım.”
Sonrasında ikimiz de sessizdik. Ürkütücü.
Eve ulaştığımızda akşamüstü olmuştu. Dairemin kapısını açtım.
İçerisi toz ve rutubet kokmuş. İyicene havalandırmak lazım. Koridorda
ilerleyerek teker teker odalara girdim. O da arkamda. Sessizce takip
ediyor. Varlığının farkında değilmiş gibi yapıyorum. Yatak odama girip 87
yatağımın üstüne oturdum. Baktım, kapıda dikiliyor.
“Git,” dedim, git. Cılız sesiyle,
“Nereye?” dedi.
“Duymadın mı doktoru? Senle olmuyor.”
“İnandın mı söylediklerine?”
Elime ne geçerse kapıya fırlattım. Yastık, lamba, kitap, kül tablası.
Kapıda öylecene durdu. Sırtımı döndüm, camdan dışarıyı seyretmeye
başladım. Döndüğümde gitmişti.
Yatakta oturmaya devam ettim. Dışarıdan çocukların, satıcıların,
annelerin sesleri geliyordu. Birazdan gece inecek. Sesler yerini
müziğe, kahkahalara, çatal bıçak, kadeh çınlamalarına bırakacak. Ben
olmayacağım aralarında. Onlar da iki kadeh içince beni çoktan unutmuş
olacaklar. Kalktım, yüzümü iyice temizledim. Çırılçıplak soyunup boy
aynasında kendimi seyrettim. Olmam gerektiği gibiyim. Elli yaşında.
Gözlerimdeki donuklukla, dudak kenarlarımdaki çizgiler, bacaklarımda
selülitler, belimi giderek kaplayan yağ tabakası ve saç diplerimdeki
beyazlarımla buradayım. Düşündüm. Bir kere daha çıkmalıyım sahneye.
Son bir gösteri için.
Saçlarımı yeniden topuz yaparken çekiştirebildiğim kadar
çekiştirdim. Göz kenarlarım, şakaklarım, alnımın dipleri acıdı.
Fondötenimle tüm yüzümü boyadım. Bir heykelin taslak haline döndürdü
kendimi. Kalemler ve boyalarla inceden süsledim büstümü. Dudaklarım
kalemin çizgileriyle alaycı gülmeye başladı. İçlerine kırmızıyla doldurdum.
Gözlerimi üst üste simsiyah çerçeveledim, her on yıl için bir çerçeve.
Yanaklarımı pembelerle utandırdım.
Boynumun altı hâlâ çırılçıplak biraz daha kendimi seyrettim.
Onun kıyafetlerinden birini geçirdim üstüme. Pırıltılı kumaş gerildi
vücudumda, tüm hassas noktalarıma dokundu. Duvara monte
dikdörtgen boy aynasının iki tarafında ben ve ben dikildik bir süre. Aynı
88
mesafede, aynı dengede. Kendi etrafımda döndüm. Bir sağa kaçtım,
bir sola. Ayak parmaklarıın ucunda yükseldim. Aramızdaki mesafenin,
senkronize hareketlerimizin dengesi mükemmel. Olması gerektiği gibi.
Yoruldum, tekrar yatağın üzerine çöktüm. Karşımdaki de aynını
yaptı. Bir süre sonra karanlık odama ulaştı, bizi ele geçirdi. Birimize
hâlâ solgun gölgeler vururken diğerimiz karanlığa gömüldü. Dengemiz
böylece bozuldu. Birimiz ayağa kalktığında diğerimiz hâlâ oturuyordu.
Parmaklarımın ucunda sessizce karanlık koridordan geri
yürüdüm. Dairemin kapısını açık bıraktım. Dönen merdivenleri yavaşça
tırmanmaya başladım. Apartmanın terasına ulaştığımda arkamdan
öbürü geliyor mu diye kontrol ettim. Yoktu. Terasın yüksek korkuluklarına
tırmandım. Binanın çevresinde koşar adımlarla bir tur attım. Gökyüzü
yıldızlarla doluydu. Rüzgâr eteğimi uçuşturuyor, gözlerimin, kulaklarımın
içine doluyordu. Nefes nefese durdum. Ellerimle gözlerimde biriken
yaşları sildim. İşte o anda onu gördüm. Tam durduğum yerin karşısındaki
binanın ucunda duruyordu. Kıyafetlerimiz, saçımız, makyajımız aynıydı.
Tek farkımız yaşımızdı. Hiç büyümeyen kızım, geçmiş zaman suretim,
tek arkadaşım sessizce bana bakıyordu. Kalbini kırmıştım, yine de çıkıp
gelmişti.
Bir ayağını öne attı. Dur diye seslenecekken iki bina arasında
gerili teli fark ettim. İlk adımını o attı. Gülümsüyordu. Son gösteri
olduğunu biliyor, yine de dans ediyordu. Eteklerimiz aynı yöne doğru
uçuştu, topuzumuz rüzgâra dayanamadı. Gözlerinin içine bakarak
ben de bir adım attım. Ayak başparmaklarımız teli kavradı. Birbirimize
doğru adım adım ilerlemeye başladık. İkimizin de dengesi mükemmeldi.
Doğuştan cambazmışız gibi küçük küçük adımlarla telin üzerinde
hopluyorduk. Bizden başka kimse yoktu etrafta. Rüzgâr, yıldızlar ve
gece. Birden aşağıda çılgın bir alkış koptu. Üzerimize bir ışık çevrildi.
Donakaldık.
“Bakma,” diye seslendim, “aşağıya bakma.” O dayanamadı baktı,
89
ben bakmadım. Tel sertçe titredi. İki elimi açtım, hafifçe eğildim, ayak
başparmaklarımla teli iyice kavradım. O çoktan gitmişti, ben dengede
kaldım.
Çanak Çömlek Patladı - Füsun Çetinel

Berna nefes nefese daire kapısından içeri attı kendini. Sırtını


sokak kapısına yaslayıp kaldı. Gözleri duvar saatini aradı. Aydın’ın
gelmesine üç kısacık saat vardı. Anahtar destesini sinirle komodinin
üstündeki çanağa fırlattı. Metalin seramikte bıraktığı ses evin
sessizliğinde dağılıp gitti.
Bilerek yapıyor. Planlarımı bozmaktan ince bir zevk alıyor bu
adam. Hani hafta sonuna kadar gelmeyecekti? Hani işlerini ancak 90
toparlayabilirdi? Dört kocaman günüm var diye seviniyordum. Evin
keyfini sürerim, etrafı istediğim gibi dağıtırım, kızlarla yemeğe çıkarım,
diyordum. Bari bir gececik rahat vereydi. Gittiği günün akşamına
dönüvermek de nesi?
O akşam akademiden kızlarla güzel bir restoranda buluşmuştu.
Hafif müzik, samimi sohbet, biraz şarap, keyfine diyecek yoktu. Nasıl
da özlemişti kız kıza toplantıları. Az pişmiş bonfilesinden küçük bir
parça ağzına atmış, kırmızı şarap kadehini dudaklarına götürüyordu ki,
telefonu ısrarla çaldı. Açmakta tereddüt etti. Hattın ucundaki ses,
“Sobe sevgilim,” diyordu. “İnanmayacaksın ama işim bitiverdi,
ilk uçakla eve dönüyorum.”
Berna donup kaldı. Ağzındaki bonfile parçası büyüyüp boğazını
tıkadı.
“Anahtarımı yanıma almayı unutmuşum, neredeysen bir taksiye
atlayıp eve dönüver de, sevgilin sokaklarda kalmasın,” diye devam etti
ses.
Berna yutamadığı şarabı arkadaşlarının üzerine püskürtüyordu
az kalsın. Kucağındaki peçeteyi hırsla tabağa fırlattı.
“Üzgünüm, acilen gitmem gerekiyor, Aydın yine anahtarlarını
evde unutmuş.”
Kızlar surat astılar.
“Koca adam. Gelip anahtarı buradan alsın. Zaten kırk yılda bir
görebiliyoruz suratını. Dedik sana değil mi gir bir işe, biraz çek elini şu
adamın üzerinden. Bu kadar bencillik olmaz ki canım.”
“Yazık değil mi gece vakti. Aksilik işte. Anahtarını bulamayınca
eli ayağı birbirine dolanmıştır.”
Arkadaşlarına itiraf edemedi ama anahtarı yanında olsaydı
ne fark ederdi? Her şeyi onun düzenine sokabilmek, bir geceyi daha 91
sorunsuz bitirebilmek için yine arkadaşlarını masada bırakıp eve
koşacaktı.
Üzerindeki salaş kazağı ve çiçekli atkıyı alelacele çıkarıp dolabın
dip köşe bir yerlerine tıkıştırdı. Aydın bu tür kıyafetleri sevmez, yaşına
uygun olmadığını söylerdi. Hafif aralık duran dolap kapaklarını sıkıca
kapatıp hepsini bir hizaya getirdi. Sabah içinden aceleyle çıktığı yatak
darmadağınıktı. Kısa bir an yatağı olduğu gibi bırakmayı düşündü. Sonra
titreyerek gülmeye başladı. Aydın o ana kadar yaşadığı en ağır krizle
odanın ortasına yığılıp kalırdı. Aklından geçirdiklerinden utandı. Çabuk
ellerle çarşafı gerip yatağın altına sıkıştırdı, yorganı düzledi, örtüyü
yaydı, yatağın çevresinde tam bir tur dönüp her taraf eşit mi diye kontrol
etti. Yastıkları kabartıp, tam ortada birbirini tamamlayacak şekilde
bitiştirdi. Gözleriyle odanın geri kalanını taradı, perdeler, yatak, makyaj
masası, hepsi derli topluydu. Çekmeceler bir hizada. Son anda yatağın
altına gelişigüzel attığı kitapları fark etti. Telaşla oturma odasındaki
kütüphaneye taşıdı hepsini. Alfabetik sıralarını bulup eski yerlerine
yerleştirdi. Bazıları sanki biraz daha önde duruyordu. Geri itince diğerleri
çok önde kaldı. Çalışma masasındaki tahta cetvele uzandı, tüm kitapları
hizaladı. İşi bitince eski yerine bıraktı. Sinirden başı zonkluyordu ama bir
ağrı kesici bile yutacak vakti yoktu. Sırada sabah aceleyle duş alıp çıktığı
dağınık ve ıslak banyo vardı.
Küvetin kenarına oturup, alnını lavaboya yasladı. Eli ayağı kesiliyordu.
Gözlerini kapadı. Lavabonun deliğinden hafif bir kızartma kokusu çarptı
burnuna. Onu yıllar öncesine taşıdı. Saklambaç oynadıkları kirece boyalı
alçak duvarın hemen dibindeydi şimdi. Koruk ağacının mora çalan
üzümleri tepelerinde sallanıyor, akşamüstünün zayıf güneşi asma
yapraklarının arasından süzülüp deniz tuzundan keçeleşmiş saçlarında,
çil basmış suratlarında, açıkta kalan yanık sırtlarında dolaşıyordu. Pisi
otları çıplak ayak parmaklarını gıdıkladı. Heyecanlı nefesleri birbirine
karıştı. “Elma, dersem çık armut dersem çıkma!” diye avaz avaz bağırdı
uzaktan bir ses. Üst kat balkonundan Süheyla teyze kafalarına bir kova 92
su boşaltıp “Hadi artık evlerinize,” diye azarladı hepsini. İşte o Aydın’ı,
çocukluğunun Aydın’ını çok özledi Berna.
En son sarımsağı, kızartmayı yazlıkta kendi ailesiyle yemişti.
Annesini ziyarete gidecekleri zaman önceden sıkı sıkıya tembihliyordu.
Kızartma yok, kırmızı et, sakatat, sucuk tarzı şeyler kesinlikle yok.
Sarımsak, kavrulmuş soğan yok. Aydın’ın uzun bir yoklar listesi vardı.
Aynı yatakta uyuduklarına, aynı tuvaleti kullandıklarına göre hepsi
Berna’ya da yasaktı.
“Ne yapabilirim ki, burnum aşırı hassassa,” diyordu Aydın.
Aydın çocukken de aşırı titizdi. Dizi kanadığında veya bisiklete
binerken pantolonu kirlendiğinde dünyası kararır, ağlamaya başlardı. İlk
gençliğinde katı kuralları vardı. Temizlik merakı, çalışma düzeni, renk
uyumu takıntısı yakasını bir an olsun bırakmadı. Berna Aydın’ın annesine
bağlıyordu her şeyi, evinden bir çıksa her şey farklı olacak sanıyordu.
Aynı evin duvarlarına hapsolduktan sonra öyle olmadığını anladı
Berna. Aydın’ın kontrol hastalığı, düzen deliliği gittikçe dayanılmaz
boyutlara vardı. Doktor adamın şikâyetlerini dinledi, zararsız birkaç
rahatlatıcı verdi. Her şey kafasında, mükemmeliyetçi kişiliğindeydi.
Bu sefer hastalık telaşı başladı. Sebepsiz el ayak titremeleri, nefes
sıkışmaları, kâbuslar, uyku bozuklukları.
Beraberlerken her diziyi izleyemezdi Berna. Televizyonda ancak
Aydın’ın seçtiği kanallar hafızaya alınırdı. Yiyecek alışverişi beraber
yapılır, her şeyin üzerindeki son kullanma tarihi kontrol edilir, fiyatı diğer
ürünlerle kıyaslanırdı. Bir haftalık domates ihtiyaçlarını matematiksel
denklemlerle hesapladıktan sonra, bir kiloda karar kılardı Aydın. Müsrifliği
sevmezdi.
“Her şeyi kontrol altında tutmak istiyorsunuz. Bunun
imkânsızlığını kabullenmiyorsunuz. Çarpıntılarınız başladığında,
nefesiniz sıkıştığında vereceğim hapları alın, ihmal etmeyin. Düzenli
93
bir psikolog yardımıyla tüm bunların üstesinden gelebilirsiniz,” demişti
doktor.
Aydın karısının gözlerinin içine bakıp,
“Sen benim biricik psikoloğumsun, başka kimseye gerek yok
bir tanem,” deyince karşı koyamadı Berna. Eğitimini yarıda bıraktı,
yağlıboya çalışmalarını kesti. Boya ve tiner kokusu Aydın’ı rahatsız
ediyordu. Nefes alamadığından şikâyet ediyordu. On iki yıllık kedisini
barınağa bırakmak zorunda kaldı. Çocuk olayını da ertelediler. Kakalı
bezler, kusmuklu kazaklar, ağlayan bir bebek, evin dört yanına dağılmış
biberonlar, oyuncaklar, uykusuzluk ve hastalık. Bunlarla başa çıkamazdı
Aydın.
Berna kafasını yasladığı lavabodan kaldırdı. Dolaptan temizlik
malzemelerini çıkardı. Küveti, lavaboyu, tuvaleti çamaşır suyuyla
ovup havluları, fırçaları, fön makinesini kaldırdığında ölecek kadar
yorulmuştu. Bir günde evi nasıl bu kadar dağıtabildiğine hayret etti.
Şüphelendi kendinden. Belki de pasaklının tekiydi. Belki de Aydın bu
kadar titizlenmese, kurallar koymasa, her şeyi kontrol altına almasa,
ev evlikten, Berna kadınlıktan çıkardı. Belki de hep dediği gibi doktora
gitmesi gereken oydu. Annesi ne derdi, “Kıskanç kocalar boşuna kıskanç
olmaz. Vardır altında kimsenin bilmediği bir şeyler.” Başı zonkluyordu.
Salonun müzeyi andıran görüntüsünü bozmamak için mutfaktaki
tabureye ilişti, bir fincan bitki çayı ile iki ağrı kesiciyi peş peşe yuvarladı.
Yorgun gözleri mutfağın çiçekli perdelerine takıldı. Yazlıklarının
bahçesini hatırlattığı için seçmişti bu deseni. Denize karşı banklarda
kızlı erkekli hiçbir şey yapmadan saatlerce oturdukları gül bahçesini
özlemişti. Akşam yemeği sonrası saçlarını düzleştirir, dolabından uygun
bir şeyler seçer, annesinden babasından gizli rujunu sürer, hemen
deniz kıyısındaki banklara koşardı. Aydın daha sonra gelirdi. Akşam
yemekleri bitmek bilmezdi. Kıyafetlerini özenle seçerdi. Kot pantolonları
ütülü, tişörtleri ambalajından yeni çıkarılmış gibiydi. Berna hayrandı
onun giyim zevkine. Her şeyi en ince ayrıntısına dek düşünmesine. 94
Oturmadan bankı bir peçeteyle siler, temiz olduğundan emin olunca
ancak Berna’nın yanına otururdu. El ele gelecekten, gitmek istedikleri
üniversitelerden, gezmek istedikleri uzak ülkelerden konuşur, heyecanla
hayallerini anlatırlardı birbirlerine.
Berna’nın hayalleri mutfak için istediği desen perdeyi seçmekten
öteye gidemedi.
“Biraz daha kaliteli bir şeyler seçebilirdin,” demişti Aydın perde
kumaşını görünce.
Karısının suratındaki düş kırıklığını fark edince,
“Bir tanem bozulma ama dekorasyon konusunda senden daha
ince zevklerim olduğunu ikimiz de biliyoruz. Niye bana sormadan aldın
ki perdeyi,” diye çıkışmıştı.
Ütü için çok az bir zamanı kalmıştı. Kocasının yarın sabahki
iş toplantısında giymeyi planladığı krem rengi pantolonu askıdan alıp
güzelce ütü masasına yaydı. Ütünün tabanı pırıl pırıldı. Kar beyazı bir
tülbendi pantolonun üzerine serdi. Ütü ısınana kadar banyoya girip kırılan
tırnağını törpüleyebilirdi. İşaret parmağında hafif bir batma hissetti.
Törpünün sivri ucu parmağını zedelemişti. Ağzına götürüp emdi. Yara
bandı saracak zamanı yoktu. Ütünün ısınma sesini duydu.
Ütü beyaz tülbendin üzerinde yağ gibi kayıyordu. Kırmızı bir
noktacık irkilmesine neden oldu. Berna parmağına baktı, pembemsi bir
noktadan başka bir şey göremedi. Panikle tülbendi kaldırıp pantolonu
taradı gözleri. Sağ paçanın kıvrılma yerinde, toplu iğne başı büyüklüğünde
belli belirsiz bir kan lekesi vardı. Berna banyoya koştu, temiz bir beze leke
çıkarıcı döktü, kanı temizlemeye çalıştı. İnatçı şey çıkmıyordu. Büyük
bir olasılıkla görmezdi Aydın. O kadar küçük ve belirsiz bir noktaydı
ki. Pantolonu yıkamaya veya temizleyiciye götürmeye zamanı yoktu.
Pantolonun ütüsünü tamamlayıp dolaptaki yerine astı.
Kapının zili ısrarla çaldığında ev kontrole hazırdı.
95
“Sobe, benim güzel sevgilim. Anahtarımı unuttum diye kızmadın
değil mi?”
Bu olur olmaz tekrarlanan, çocukluktan kalma sobe lafı asabını
bozmaya başlamıştı artık.
“Bak ne diyeceğim, kendimi affettirmek için kızları bir akşam
eve çağırsan?”
“İnanamıyorum. Sen eve misafir istemezsin ki hiç.”
“Bu aralar benimle perişan oluyorsun.”
“Teşekkür ederim canım. Ama kızlar sigara içmeden duramazlar,
konuşmaları, tavırları seni rahatsız eder. Unut gitsin.”
“Valizi küçük odaya bırakıyorum. Elleme sen. Yatalım uyuyalım,
sabah erken toplantım var. bir an önce. Elbiselerimi hazır etmişsindir.”
Gece boyunca lekeyi düşündü Berna. Soldan sağa, sağdan sola
dönüp durdu. Uyumaktan vazgeçip tavanın boşluğuna dikti gözlerini.
Karanlık, kocaman bir leke olup tüm odayı kapladı.
Pantolonu kan lekesi yaptım desem. Hata yapamaz mıyım?
Yemeği kötü pişiremez miyim? Bütün gün gecelikle dolaşamaz mıyım
kendi evimde? Pasaklı olamaz mıyım? Belki de hastalanır? Toplantıya
gitmekten vazgeçer. Belki de hiç uyanmaz. Neler diyorum ben? Sabah
uyanır uyanmaz ilacını versem? Heyecanlanmaz o zaman. Anlar mı bir
şeyler çevirdiğimi?
Alarmın zili çaldığında Berna çoktan uyanmıştı. Aydın banyoya,
kendi mutfağa geçti. Yeşil çay, beyaz peynir, birkaç ceviz içi, bir tutam
maydanoz, petekli çiçek balı ve dört dilim tam tahıllı ekmek dilimini
bir tepsiye dizip camın önündeki masaya taşıdı. Kocasını kahvaltıya
çağırdı. Berna çatalıyla tabağındaki peyniri ezerken, Aydın bir gün
öncesinin olaylarını, İngilizlerle yapacağı toplantının ona ne gibi imkânlar
sağlayacağını, çok dikkatli olması gerektiğini anlatıyordu.
96
“Ters giden bir şey mi var?”
“Yo.”
“Gülümse biraz. Yeteri kadar heyecanlıyım zaten.”
Aydın son yudum çayı kafasına dikip giyinmeye gitti. Berna
hiç kıpırdamadan oturdu. Dolap kapaklarının, çekmecelerin sesleri
geliyordu.
“Sevgilim kravatımı bağlayamadım, bir bakar mısın. Ellerin
temiz mi?”
Pantolonunu giymiş olmalıydı. Kravatını en son bağlardı. Berna
titrek ellerle kravatı onun istediği gibi bağladı. Aydın aynanın önünde
birkaç kere çekiştirip düzeltti yeniden. Ceketini ve evrak çantasını aldı,
hole ilerledi. Lekeyi fark etmeden bir çıkabilseydi.
“Bugün bağcıklı güderi ayakkabılarımı giyeyim. Bu pantolonun
altına başka bir şey uydurmak zor.”
“Ben getiririm ayakkabıları,” dedi Berna nefesi daralarak.
Aydın çekecekle ayakkabılarını giydi. Bağcıklarını bağlamak için
sağ ayağını pufa dayadı. Berna sabit gözlerle kocasını izliyordu. Puftaki
ayak, pantolonu hafifçe yukarı doğru çekti. Küçük kırmızı noktacık
rahatlıkla görünüyordu artık. Sağ ayağını yere indirip, solu uzatacaktı ki
durdu.
“İnanmıyorum. Bu leke de nesi?”
“Hangisi canım? Göremiyorum.”
“Görmemek için kör olmak gerek. Şaka gibisin. Ben sabahtan
beri toplantı diyorum, çok önemli diyorum, İngilizler diyorum.”
“Vallahi de görünmüyor. Kim bakacak toplantıda paçanın
kenarına?”
“Ben gördüm, yeter. Yapamam, bu halde çıkamam evden. Bittim
ben. Kıyafetimi değiştirecek vakit de kalmadı. Ben kötü oluyorum.” 97

Aydın kapı önündeki pufa çöküverdi. Berna’nın umarsızlığından,


dikkatsizliğinden başladı. Biteviye konuşuyordu. Aralarda sızlanıyor,
rahat nefes alamadığı için şikâyet ediyordu. Kravatını gevşetti.
Düğmelerini açtı. Berna ayakta bekliyordu. Onu ikna edemeyeceğini
anlamıştı.
“Midem bulanıyor, sol kolum uyuşmaya başladı, sinsi bir ağrı
kalbimin üzerinde geziniyor,” dedi hırıltılar arasında. Ütülü gömleğinin
koltukaltları ter içinde kalmıştı.
Berna konsolun üzerinde sakinleştirici hapları aramaya başladı.
“Valizde,” dedi Aydın.
Berna arka odaya koştu.
“Çabuk ol. Nefes alamıyorum. Ah, bunu nasıl yaparsın. O koca
lekeyi göremeyecek kadar beyinsiz misin,” diye söylenmeye devam etti
Aydın.
Berna valizi açtı, ilaç kutusu görünürde yoktu. Eline gelen birkaç
parça çamaşırı dışarı fırlattı. Gördüğü şey karşısında donakaldı. Aydın’ın
unuttuğunu iddia ettiği anahtar destesi ortada öylece duruyordu.
“Saklamış çamaşırların arasına. Demek sobe sevgilim, gerçek
saklambaç nasıl oynanırmış gör bakalım.”
Valizin file cebinden ilaç kutusunu alıp sabahlığının cebine
koydu.
“Berna? Bırakma beni, çok fenayım.”
Berna terliklerini sürüyerek koridora çıktı. Puftan yere kaymış
kocasına baktı. Gözlerini yummuş, kafasını duvara yaslamış, bembeyaz
bir suratla çırpınıyordu. Kadın kararlı adımlarla banyoya geçti, klozetin
kapağını kaldırdı, kutudaki ilaçları teker teker tuvalete attı. Sifonu çekti.
Suyun girdabı her şeyi yaladı yuttu. Elindeki boş ilaç kutusuyla hole çıktı
yeniden.
98
“Sevgilim hiç ilacın kalmamış. Ne kadar çabuk tükettin bu kez?”
Kocasını mızıldanmalarını duymazdan gelerek pardösüsüne
uzandı, çanaktan anahtarlarını ve para cüzdanını aldı. Çorapsız ayağına
çizmelerini geçirdi. Karışık saçlarını taramadı bile.
“Eczaneden bir koşu alıp geliyorum canım,” dedi geriye dönüp
bakmadan.
Ayna - Belma Fırat

Ağlıyor musun? Ağlama. Gözlerin kıpkırmızı oldu. Ne güzel


gözlerin var senin. Gök mavisi. Lens mi? Olsun. Çok yakışmış. Hiç belli
olmuyor. Senin o parlak bakışların olmasa böyle güzel gözükmez ki bu
maviler.
Hem saçlarına da çok uymuş böyle. Sapsarı gür. Yele gibi…
Peruk mu? Olsun. Hangi kadının saçı kendi saçı ki? Boyamıyorlar mı
rengârenk? Gür gözüksün diye aralarına takma saçlar serpiştirmiyorlar 99
mı? O da aynı şey. Sakın üzülme. Ben seni beğeniyorum, çok güzelsin…
Burnunu da mı yaptırdın? Dudaklar? Silikon öyle mi?
Güzelim, ne kadar çok sıkıntı çekmişsin sen böyle. Ama değmiş.
Her yerin birbiriyle uyum içinde. Seninki gibi ince, kibar, hanımefendi bir
ruhla birleşince dışın da için gibi güzel olmuş. Bak, bu göz alıcı saçları,
gözleri bulup takmasını nasıl da bilmişsin. Hayatımda gördüğüm en
güzel kadın sensin.
Hâlâ ağlıyorsun ama… Çok mu yalnızsın? Oysa ışıl ışılsın,
parlıyorsun. Kimse görmüyor mu seni? Görüyorlar diyorsun... Sorun
ne o zaman? Söylemiyorsun… Ama ben biliyorum. Aldırma onlara… Ah,
sen benim olsan keşke. Her şeyi yaparım senin için. Sonsuza kadar
ayrılmam yanından. Evet, ben bunu yapabilirim. Sana layık bir erkek
olup mutlu edebilirim seni. Biliyorum bunu. Sarıp sarmalarım. Sabahlara
kadar koynuma alırım seni.
Gülümsüyorsun… Hoşuna gitti demek. Sen ne işveli şeysin öyle.
Aşkımı kabul ediyorsun öyleyse. Senin erkeğin ben olmalıyım. Biliyorsun
bunu değil mi? Tabii önce biraz değişmem gerekecek.
Ne mi yapıyorum? Endişelenme. Böyle gelemem ki sana.
Başımdakinden bir kurtulayım önce… Çıkarmayayım mı? Olmaz,
çıkarmam lazım. Seninkiler duracak yerinde ama. Merak etme. Güzelim,
ne yapıyorsam senin için yapıyorum. Sana gelmek için. Önce şu
kafamdaki peruğu bir çıkarayım. Bak, ben kelim. Sakıncası yok değil mi?
Çok da umurumda değil zaten. Erkeklerin yakışıklı olması şart değil ki.
Hem şimdilerde dazlak kafa modası var. Ve kirli sakal… Sakal problemini
hemen hallederim, o iş kolay. Göz kalemini alabilir miyim? Ne o? Elin
yüzüne gitti hemen. Korkma. Bir şey olmaz. Senin o pürüzsüz güzel
yüzüne dokunur muyum ben hiç? Kendime yapıyorum sakalı. Yanında
kadın görünümlü bir erkek istemezsin değil mi?
Bak şimdi ne mucizeler yaratıyorum bu kalemle ben. Hoş sen de
100
çok yeteneklisin. Ne güzel boyamışsın göz kapaklarını. Uzun bir kuyruk
çekmişsin üstüne kaleminle. Gözlerin kocaman görünüyor. Yüzünün
yarısı göz… Tabii göz makyajı çok önemli, baştan aşağı değiştiriyor
insanı öyle değil mi? Sen ne kadar iyi biliyorsun birkaç dokunuşla hülyalı
bakışlar yaratmayı. Ama benim bunları çıkarmam lazım. Bu makyaj
çıkaran mendilleri de ne iyi bulmuşlar. Bir çırpıda siliniyor kalemler,
farlar, rimeller. Bak şimdi küçücük kaldı gözlerim. Hep sana bakacaklar
bundan sonra, badem gözlüm benim. Şu lenslerden de kurtulayım bir.
Görüyor musun, sert bakışlı kara gözlerim oldu şimdi.
Nasıl buldun? Karizmatik diyorsun… Beğendin demek. Ben
de beğendim. Biliyorum kafam dazlak. Olsun. Yine de epeyce yakışıklı
oldum. Ama yetmez… Senin için tam bir erkek olmalıyım. Takım taklavat
da yerinde olmalı yani. Ne o kızardın. Utandın mı yoksa? Biraz utangaçlık
kadına yaraşır bence. Bu nedir biliyor musun? Bilmiyorsun… Açmasana
öyle gözlerini kocaman kocaman… Korktun mu? Kemerden mi? Hayır
güzelim, sakın korkma. Öyle acayip fantezilerim falan yok benim. Kendi
halinde, sıradan, düz bir erkeğim. Bu bir strap-on. Türkçesi kemerli penis…
Bunu taktığımda seni mutlu etmek için hiçbir eksiğim kalmayacak.
Bak, bu penis silikon ama gerçeğine epeyce benziyor değil mi?
Yüzün asıldı. Hoşuna gitmedi mi? Sahte mi? Evet, belki sahte ama olsun.
Kadınlar da silikon taktırmıyorlar mı memelerinin içine? Sen mesela?
Var mı sende de? Söyle bakalım, erkekler sahte diyorlar mı o memelere?
Gerçek mi, değil mi diye soruyorlar mı? Bayılıyorlar. Sormuyorlar
diyorsun… Bak gördün mü, haklıyım işte. İnan bana bunun da onlardan
hiçbir farkı yok. Derinin altına saklanmadığı için mi gerçek olmuyor yani?
Hem gerçek dediğin de nedir ki zaten?
Bu kemerler ne işe yarıyor anlatayım. Uzun olanı penisime
tutturup, sonra da belime takıyorum. Kısa olanı bacaklarımın arasından
geçirip hem önden, hem de arkadan belimdeki kemere tutturuyorum ve
penisimi bedenime sabitlemiş oluyorum böylece.
İşte oldu. Nasıl? Komik mi buldun. Gülme… Gerçeğine sahip 101
olanlar nasıl davrandılar ki sana bugüne kadar? Burun kıvırma buna
yapmacık diye. Ben ona ruhumu katacağım hiç merak etme. Bu penis
bütün bedensel kısıtlamaları aşacak ve sana derin bir aşkla bağlanacak.
Seni bir tek ben sevebilirim. Biliyorum bunu. Onun için de
gereğini yapmalıyım. Çünkü senin için kendini baştan başa yeniden
yaratma cesaretini sadece ben gösterebilirim. Ve hatta bu cesareti
göstermek zorundayım bir bakıma. Nedenini biliyor musun? Çünkü
benden başka kimseden hayır yok sana. Başkası demek acı demektir.
Sana bir ayna tutarlar. Önce çarpık dersin bu ayna. Beni, kendimi
gördüğüm gibi, yansıtmıyor. Gerçekleri göstermiyor. Kafan karışır, sonra
da inanmaya başlarsın ona. Bundan kaçış yoktur… Aynalardan yani…
Onun için de… “Cehennem başkalarıdır.” Aferin sana bebeğim, Sartre’ı
biliyorsun demek. O zaman anlıyorsun beni. Bak biz galiba birbirimiz
için yaratılmışız. Daha cümlemi tamamlamadan benim ne diyeceğimi
biliyorsun. Sen hem güzel hem de bilgilisin. Tam benim kadınım olacak
kadınsın. Hem de her bakımdan.
Onlar, öteki erkekler, önce çirkinsin, kadına bile benzemiyorsun
dediler. Sen de bıraktın kendini, bu işin uzmanıyım diyenlerin ellerine.
Güzellik ölçütü dedikleri şey neyse, artık hepsinin izi var bedeninde. Şimdi
de sana her şeyin yalan diyorlar, sunisin diyorlar. Hepsini biliyorum ben.
Sakın inanma onlara… Susuyorsun... Yoksa hak mı veriyorsun? Yapayım
mı diyorsun? Hayır güzelim, hiç de yapay değilsin. Ama evet, bir bakıma
da öylesin. İnsan kendi kendini yapar, hem ruhunu hem de bedenini.
İşte sen tam da kendini yaptığın gibisin. Olmak istediğin gibi, samimi
ve onun için de doğalsın bir anlamda. İnsanların doğal denildiğinde
anladıkları gibi değil tabii ki. Bedenini ruhuna uydurduğun için yani.
Kendini yapmanın insana özgü doğal bir eylem olmadığını kim iddia
edebilir ki? Ruhuna, özüne, kimliğine, ya da her ne ise senin eserin olan
ve seni sen yapan; ona uygun bir biçim, bir beden aramışsan… Ya da
bir denge… Ne var bunda? Dışın içinin uzantısı değil midir bir anlamda?
Biçim ve içerik ayrılmaz ki birbirinden. 102

Ben mi? Ben ne yapıyorum peki? Ben galiba tersini yapıyorum.


Kendimi yıkıp senin için yeniden var ediyorum, sadece senin olabilmek,
aşkının nesnesi olabilmek için. Çünkü değersin buna. Senin gibi bir
kadının sevgilisi olmalı mutlaka. Bunun için, sana ulaşmak için yani,
kendimden; ben diye bildiğim ne varsa hepsinden vazgeçmem ve yeni
bir ben yaratmam gerekiyorsa eğer, yapmalıyım bunu.
Yapamazsın mı diyorsun? Sonuna kadar gidemem öyle mi?
Yaparım. Hiçbir şey engel olamaz bana. İnanmıyorsun… Bir engel
var diyorsun. Neymiş o? Göğüslerim mi? Evet, ne yazık ki onlar var…
Çözümü yok mu sanıyorsun? Bu bıçağı görüyor musun? Et bıçağı,
mezbahalarda kullanılan cinsinden. Çok keskin. Bir çırpıda hallederim.
Senin canın acımayacak korkma. Sözüm söz. Zerre incitemem ben seni.
Benimki? Ah, benim için mi üzülüyorsun yoksa? Canım acıyacak diye
mi? Sevgilimsin, aşkımsın benim… Ben çok cesurumdur merak etme.
Senin için her şeyi yaparım. Bakamıyorsan eğer kapat gözlerini…
Hazırım, artık açabilirsin gözlerini. Niye öyle bakıyorsun?
Dehşete mi düştün? Kan mı akıyor? Evet, akıyor… Aksın. Dert etme.
Asıl tehlikeli olan iç kanamadır bilmiyor musun? Oysa benim içim sana
kavuşmak üzere olmanın heyecanıyla kıpır kıpır. Nihayet aşkını isteyebilir,
sarılıp öpebilirim seni. Sen de istiyor musun? İstiyorsun… Demek bana
dudaklarını uzatıyorsun. Öpücüklerin sihrine inanır mısın? Bazen, içinde
sevgi varsa eğer, tek bir öpücük yeter bir ucubeyi prens ya da prenses
yapmak için. Ne diyorsun? … Sözde? … Evet canım, çok doğru söyledin,
“Sözde ucube.” Ucube diye bir şey yoktur, dilimizin çıkardığı çirkin
sözlerin ötesinde.
Ah, bak bir şarkı sesi geliyor dışarıdan. Ne diyor duyuyor musun?
Ne güzel sözler. Bizim olsun mu bu şarkı? Söyler misin benimle?
“Dünyayı güzellik kurtaracak. Bir insanı sevmekle başlayacak
her şey.”
Seni seviyorum. Öp beni… 103

Yaklaştı, buz gibi morarmış, kanı çekilmiş dudaklarını aynadaki


aksine bastırdı.
Aramızda Yoktan Bir Uzaklık - Ayşen Işık

Ablam aradı. Müsaitsem bana gelebilir miymiş? Müsait değilim


diyemedim. Çok sevineceğimi söyledim, ne zaman geleceğini sordum,
onu havaalanında karşılamayı bile teklif ettim. Kabul etti. İstanbul
çoktandır korkutuyor onu.
Durup dururken neden çıkıp geliyor? Tuzukuruhatunbunalımları
çekecek gücüm var sanki. Dengesi bozuk bir hikâyenin kahramanı
olduğumdan habersiz. Bilse, kaç cephede birden savaştığımı, aklı tutulur. 104
Marazlı bir adamı başımdan atmak için ne mücadeleler verdiğimi, gece
gündüz çalıştığım halde hâlâ parasız kalmaktan korktuğumu, oturduğum
uyduruk daire satıldığı için, korka korka kredi çekip borçlandığımı, çok
küçük ama şehre tepeden bakıyor diye kendimi avuttuğum bir daireyi
adam etmeye uğraştığımı bilmiyor.
Neyse, gene de şanslı. Aradığında nispeten iyi hissediyordum,
en azından bir şeyler yoluna girmeye başladı. Eski bir şarkının sözlerini
değiştirmiş, bülbüller gibi şakıyarak mutfak dolaplarını yerleştiriyordum.
Dışarıda olağanüstü güzel bir yağmur. Yüksekte olmak, başını biraz
kaldırınca gökyüzünden başka bir şey görmemek güzel. Yeni döşenmiş
halı ve boya kokusu bile çekici. Nerdeyse yerleştim sayılır. Açılmamış
sadece birkaç koli kaldı.
Havaalanına zor bela vardım. Geleli bir saat olmuş.
“Olsun,” dedi, “sıkılmadım. Geleni geçeni seyrettim.” Kucaklaştık.
Geriye çekilip şöyle tepeden tırnağa süzdük birbirimizi. Kısacık kestirmiş
saçlarını. Yaşı hepten kaybolmuş. Kim inanır, benden on iki yaş büyük
olduğuna? Uzun bacaklarında daracık bir kot. Süet çizmeler dizlerinde.
Fıstık gibi. “Eyvah,” dedim içimden, “durum tahminimden ciddi.”
Bavullara bakılırsa uzun bir ziyaret olacak.
Şansına hava kötü, kararsız bir yağmur. Otoparka yürürken
şundan bundan konuştuk. Boşlukları doldurmak gerekiyor ne de olsa.
Baktım üşüyor.
“İnce giyinmişsin,” dedim.
“Tedarikliyim dert etme, idare ederim eve kadar.”
“Ne zaman görüştük en son?” diye sordum. Sesi değişti.
“Çok oldu, boş ver hesaplamayı, moralimiz bozuluyor sonra.”
Tam iş çıkışı, trafik rezalet.
105
“Nasıl yaşıyorsun bu şehirde? Bu trafik çıldırtmıyor mu?” Laf
olsun diye sorduğunun kendi de farkında.
“Ohoo çabuk başladın şikâyete. Daha bu ne ki?” dedim sesimi
tatlılaştırarak.
“O kadar uzun zaman oldu ki. Bu şehirde hiç yaşamamışım gibi
geliyor.” Ne diyeceğimi bilemedim. Sustuk. Eve varana kadar tek kelime
etmedik.
Eve gelir gelmez o duşa girdi, ben mutfağa. Eti fırına attım.
Sehpanın üzerine taşıdım tabakları. Peynir, barbunya, közlenmiş
biber, salata hazır. İyisinden birkaç şişe şarap. Banyodan çıkınca evi
dolaştırdım. Oldukça kısa bir tur. Sadece tek bir oda olduğunu görünce
yüzü karardı.
“Rahatını kaçırdım işte!” dedi bakışlarını kaçırıp, “Benim
yüzünden düzenin bozuldu.” Öylesine söylememişti, gerçekten beni
rahatsız ettiğini düşünüyordu. Kötü hissettim. Aramızda yoktan bir
uzaklık. Kapanır mı?
“Aşk olsun, dert ettiğin şeye bak. İyi ki geldin,” dedim kelimelere
basa basa. Doğru söylüyordum, samimiydim, o da inansın istedim,
gereksiz numaralara kalkıştım. Beceriksiz çabam içtenliğime gölge
düşürdü.
“Madem kapısı olan tek bir odan var, itiraz etmeyeceğim,” deyip
kabul etti. Benim yatağımda yatacak.
İçini kemiren her ne ise gözlerindeydi. Doğrusu etkilenmiştim,
bakışlarında öyle tuhaf bir giz, karanlık bir yan vardı ki bunu görmek
korkutmuştu beni. Duygularımı gizleyen bir yüz ifadesi takındım. Sesimi
ayarladım.
“Yemek hazır,” dedim. Sehpanın başına geçtik. Yere, minderlere
oturduk.
“Böyle çok hoş olmuş,” dedi, “sadece ışık fazla.”
106
“Hemen hallederim,” deyip ayağa kalktım.
Köşedeki abajurun soluk sarı ışığında dalgın dalgın şaraplarımızı
içtik. Birkaç lokma bir şey yedik. Birden karar vermiş gibi başladı
konuşmaya, hep ellerine bakıyordu.
“Elimdeki her şey kayıp gitti,” derken avcunu açmıştı. “Pişman
olmak için çok geç. Değil mi? Böyle mi düşünüyorsun?”
Hayır, anlamında başımı salladım. Fark etmedi. Daha çok kendi
kendine konuşur gibiydi. Anlattıklarının başı sonu yoktu. Oradan oraya
atlıyordu. Tüm dikkatimle onu dinliyor, bir an üzerinden ayırmıyordum
gözlerimi. Sadece hikâyesi değildi beni sarsan. Onu dinlerken içimi de
dinliyordum, beni bu kadar alt üst eden şey neydi, onu arıyordum.
“Çok gençtim, çok âşıktım. Uçuyordum. Bir saniye düşünmedim
okulu bırakırken. Sevdiğim adamla evleniyordum. Üstelik başka
bir şehirde, yepyeni bir yaşam heyecanı bekliyordu beni. Daha ne
isteyebilirdim?” Uzun bir susuştan sonra gözlerimin içine bakıp sürdürdü
konuşmasını.
“İşin kötüsü ne biliyor musun? Keşke yıllar önce, yeniden
başlamaya gücüm varken ayrılsaydık. Otuz yıldan sonra bırakıp gitmesi
hiç adil değil. Yaşadığım öyle büyük bir hayal kırıklığı ki dengem bozuldu.
Birdenbire sisin içine dalmışım gibi. Önümü göremiyorum. Nerede
olduğumu, nereye gideceğimi kestiremiyorum.”
Kadehi boşalmıştı, şarap koydum. Islandığı için daha da
parlayan gözlerini gene ellerine çevirdi. Bir sigara yaktı, kim bilir kaçıncı
sigara. Konuşmayı keser korkusuyla hareket etmekten kaçınıyordum.
“Canını sıktım değil mi?” dedi başını kaldırıp, “Merak etme.
Toparlanırım. Hazırlıksız yakalandım. Hepsi bu.”
Sesinin tonundan konuşmanın sonuna geldiğini anlamıştım.
“Of,” dedi, “yeter. Kafanı şişirdim. Yatalım hadi.”
107
Kıpırdamadım bir süre. Baktım yardıma ihtiyacı var, yaklaşıp
kolundan kavradım, kaldırdım ayağa. İki adım ötedeki odaya giderken
bana yaslandı, belli belirsiz elini tuttum, çekmedi. Yatağa girene kadar
kaldım yanında.
“İyi geceler,” dedim odadan çıkarken.
“Sana da,” dedi.
Gecenin uzun konuşmalarının üstüme çöken karanlığıyla baş
başaydım. Uykudan öyle uzaktım ki.
Bütün pencereleri, balkon kapısını sonuna kadar açtım. Kar
atıştırıyordu. Pencereden başımı uzatıp soğuk havayı içime çektim.
Şaşkındım. Utanıyordum. Ne yapmalıydım? Meşguliyet iyidir, eylemler
düşüncelerin üzerindeki ilgiyi dağıtır. Ağzına kadar dolu küllüğü boşalttım.
Yemek artıklarını salata kâsesinin içine sıyırdım. Sehpanın üzerinde ne
var ne yok birer birer taşıdım mutfağa. Sırf vakit geçsin diye bulaşıkları
elimde yıkadım. Ne kadar ağırdan alsam da işler bitti. Mecburen salona
döndüm.
Buz gibi olmuştu ev. Kapıyı, pencereleri kapadım. Yumuşacık,
uzun tüylü battaniyeme sarınıp kanepeye oturdum. Böyle ne kadar
zaman geçti bilmiyorum, ama içimi acıtan şeyi bulmuştum galiba.
Geçmişte birbirimize yardım edemeyecek kadar uzaklaşmıştık.
Şimdi daha kötüydü durum, yardım istemeye bile çekiniyorduk artık.
Yerimden kalkıp, yanına gitmek, ona sarılıp uyumak geldi içimden, tıpkı
çocukluğumuzdaki gibi.
Kapının önüne geldim ama giremedim içeri. Uyumamıştı,
ağlıyordu.

108
Denge Matbaası - Necdet Ülker

1
Bir gün, bir dergide bir ilan görmüştüm. Çoktandır, çevremdeki
hiç kimsede bulunmayan bir uğraş edinmek niyetindeydim. Çok farklı,
şaşırtıcı olmalıydı. O zamanlar henüz internet yoktu.
Bu nedenle insanların acayip merakları da yoktu. Uganda’nın
çaresiz başkenti Kampala’yı bir bilenimiz yoktu mesela; ancak
109
kasetlerimiz vardı bizim, onları dinlerdik ve televizyonlarımızda altı
tane kanal düğmesi olurdu, düğmelerin yalnızca üstten ikisine kayıt
yapabilirdik. Aranızda avukat olanlarınız “Konuyla alakası yok,” diyerek
itiraz edecekler biliyorum. Koşullar kısaca böyleydi. Ne Kaçkarlarda yerel
kültürler üzerine inceleme yapabilecek ne de Derrida’yı yapı söküme
uğratabilecek bir ortama sahiptim anlayacağınız. Coğrafya kitaplarında
İç Batı Anadolu olarak özelleştirilmiş bir bölümde bulunan, günümüzde
dahi büyükşehir hüviyeti kazanamamış bir kentin, merkezine 94 model
bir Doğan L ile ancak kırk beş dakikada ulaşılabilen bir kasabasında
yaşamaktaydım. Bir Salı sabahı her zamanki saatinde kalkmış, olağan
faaliyetlerimin ardından daireye gitmek üzere evden çıkmıştım. Daireye
çıkmadan önce de her gün yaptığım bir diğer alışkanlığım gereği
Belediye meydanındaki büfeden gazetemi almıştım. İşte bu gazetenin
yedinci sayfasında o ilanı gördüm. Merkezi İstanbul Cağaloğlu’nda olan
bir dernek kuruluşunun birinci yılı şerefine bir etkinlik düzenleyecekti.
Derneğin adı Çetodo’ydu ve 19. yüzyıl Rus edebiyatı üzerine derin bir
sevgi beslemekteydiler. Açıkçası son birkaç yıla kadar Tolstoy haricinde
bir ismini okumuşluğum yoktu. O sıralarda bir Orhan Pamuk furyası
patlamıştı. Kara Kitap adında bir kitabı yayımlanmıştı ve ben o kitabı
Ankara’ya kuzenimi ziyarete gittiğim bir sırada Karanfil Sokak’ta fark
etmiştim. Bakın sokak diyorum, sokağın bir köşesinde bulunan lanet bir
kitapçıdan bahsetmiyorum. Zira kitap vitrinleri doldurmakla kalmıyor
tüm sokak boyu akıyordu. Gözümü nereye çevirsem onu görüyordum.
Her neyse, dönüş yolunda, bir dahaki ziyaretime kadar okumak amacıyla
üç beş kitap almıştım, aralarında Dostoyevski’den Karamazov Kardeşler
ve Orhan Pamuk’tan Kara Kitap da vardı. Ne yalan söyleyeyim, Kara
Kitap’ın bu kadar ilgiyi çekiyor oluşu rahatsız etmişti beni. Üstelik usta
bir müfettiş edasıyla icra ettiğim incelemelerim sonucu kendimce bir
pürüzünü de bulmuştum. İçinde bir yerlerde Karamazov Kardeşler’den
bir hikâyenin çok benzerini yakalamış, çılgına dönmüştüm. Sokakların
kustuğu o kitaba, yazarına ve tüm bir popüler edebiyata karşı kendi
barikatlarımı kurmamın vaktinin geldiğini düşünmüştüm. Sanki merhum 110
yazarın haklarını benim savunmam gerekecekti.
Çok beklemedim, iki hafta sonra, ancak bu sefer kuzenime hiç
uğramadığım yeni bir ziyaret gerçekleştirdim Ankara’ya. Yanımda iki
koli dolusu Dostoyevski, Çehov, Tolstoy ile döndüm kasabaya. Bu yeni
motivasyonum tam altı ay sürdü. Altıncı ayın sonlarına doğru ölüler
evinin anıları artık beyin çeperlerimi zorlayacak bir kurgusal evren
yaratmıştı yaşantımda. Alışkanlıklarından nasıl kurtulduğunu bir türlü
hatırlayamaz ya insan. Benimki de öyle olmuştu. Bir gün rafta duran
Gogol’ü çoktandır yerinden oynatmadığımı fark ettim ve ardından çay
demlemek için mutfağa geçtim, zerre umurumda değildi artık.
Geçici bir süreliğine hayatımdan çıkardığım o eşsiz uğraşı
hatırlamam için tek bir ilan yeterli olmuştu. Dilimde biriken yaralar
gibi kaşımadan duramazdım şimdi onu. İlanda, etkinliğin bir panelle
başlayacağı, panelin de o maruf salonda yapılacağı yazmaktaydı. Tam
altı ay boyunca hemen her gün okumuştum o bet suratlı adamları.
Birileri benden çok daha fazla bilgiye sahip olabilirdi, hatta içlerinden biri
o Ruslardan birinin yakın akrabası da çıkabilirdi. Bunlar mühim değildi.
Hayatımda ilk defa bir konuya en ince ayrıntısına kadar hâkimdim ve
bunu birilerine kanıtlamam gerekiyordu. Bu arzumun, kahrolası bir
kasaba ayazında yaşanabilmesi olasılığı Armstrong’un Ay’a gerçekten
ayak basmış olması olasılığından çok daha azdı. O gece bir mektup
yazdım ilgili adrese. Yalnız, bilmenizde fayda var, ilanda bir isim yer
almıyordu. Okul dönemimden hatırladığım kadarıyla bu tip etkinliklerin
bir davet edeni olur, gerekli tüm bilgiler verildikten sonra ilanın altına
onun adı yazılırdı. Bu kişinin bir telefonu ya da bir adresi olurdu. Tabii,
çoğunlukla adresi, zira cep telefonu henüz icat edilmemişti ve zavallı
organizatör genellikle, Beşiktaş ya da Paşa’nın zemin altı odacıklarında
nefes alma yeteneği kazanmış aç ve sefil bir öğrenci olurdu. Ondan da
evine telefon çekmesi değil, kıçının altına bir karyola çekmesi beklenirdi.
Etkinliğe katılmayı canıgönülden istediğimi ancak İstanbul’a
hayatımda bir defa, o da yarım kalan Fars Dili ve Edebiyatı öğrenimim 111
sırasında gittiğimi, o sıralarda ikinci köprünün henüz proje aşamasında
bile olmadığını, ilk köprüyü ise hiç göremediğimi açıklamaya çalıştım.
Evet, saçma geldiğinin farkındayım, ancak gerçekten tek bir sefer bile
terk etmişliğim olmamıştı İstanbul’u o süre boyunca. Urfa’ya Antalya
üzerinden gidiyor olan o garip otobüste köprüyü geçerken de bunu
idrak edemeyecek durumdaydım. O esnada devcileyin bir tavşanın
sırtında dişlerimi fırçalamaya çalışıyor, Freud’u, Jung’u çaresiz
bırakacak kâbuslarla cebelleşiyordum. Panelin yapılacağı salonun
yerini bilmiyordum, bunu öğrenebileceğim yetkili bir merciim de yoktu.
İçinde bu çeşit isteklerimin de olduğu birkaç cümle daha yazdım ve
ertesi sabah mektubu postaladım. Bir hafta sonra cevabı elime ulaştı.
Mektubu Ahmet Sancaktar adında biri yazmıştı. O meşhur telefonsuz
kişi Ahmet Bey olmalıydı. Etkinliğe katılmamdan mutluluk duyacağını,
benzeri olmayan bir dernek oluşturmak istediklerini ifade etmekteydi.
Mektubun içinde el yordamıyla çizilmiş bir kroki bulunmaktaydı. Eğer ki,
aranızdan biri o krokiyi inceleyebilmiş olsaydı, kalkıştığım bu maceranın
çok saçma olacağını, kâğıda el ele tutuşmuş çöpten bir anne ve çocuk
resmetmiş birinin ancak bir delinin yaratıcı zekâsına sahip olabileceğini
anlayacaktı.
Üç hafta kadar sonra bir Cumartesi, Urfa üzerinden gelmediğine
emin olduğum bir otobüse atlayarak İstanbul’a geçtim. O zamanlar
Topkapı’da bir gar vardı. Surların hemen dışındaydı ve günün o erken
vaktinde kente yeni inmiş birinin duyup duyabileceği en farklı kokuyla
karşılardı misafirlerini. Şu satırlara sığmayacak bir duygusu vardı.
Krokideki dört yolu, dört yol köşesindeki ilkokulu bulmam bir saatimi,
ilkokulun karşısındaki bina girişini bulmamsa bir saatimi daha almıştı.
Uzunca bir süre ortalıkta bir kapı yoktu çünkü. Panelin yapılacağı
düğün salonundan bozma salon yerinde yok gibiydi. Okulun karşısında
bir tekel bayii, onun yanında kırtasiye ve genişçe bir apartman girişi
bulunmaktaydı. Binaya bitişik diğer iki binayı ise konfeksiyon atölyeleri
işgal etmişlerdi. Zemin ve bodrum katlara yerleşmiş bu atölyeler henüz
açılmamış, daha doğrusu hiç açılmamış gibiydiler. Yaklaşık yarım saat 112
kadar bir kadastro memuru itinasıyla aradığım o kapıyı babasına ufak
boy rakı almak üzere kapıdan çıkan bir küçük kıza sordum. Küçük kız
bana nedense adını ve nereli olduklarını söyledi önce. Ardından şu
karşıdaki okulda okuduğunu, okumayı herkesten önce söktüğünü ancak
öğretmenin oğlunun da aynı sınıfta okumasından dolayı kurdeleyi
kapanın kendisi değil o şımarık çocuk olduğunu anlattı. Sanırım
üçüncü kez sormuştum ki tekelin içinden yaşlıca bir adam çıkıverdi.
Oturaklı bir ifadeyle yardımcı olmak niyetindeydi ancak verdiği cevap
pek aklıma oturacak cinsten olmamıştı. Ayaklarımın ucunda dökme
demirden uzunca bir ızgara bulunmaktaydı. Şu bodrum kat depolarını
havalandırmak amacıyla kullanılan ızgaralardan. Adam eliyle işaret
ederek aradığım kapının bu ızgara kapak olduğunu söyledi. Aklım otobüs
yolculuğuna gitti o an. Acaba hâlâ yolculukta falan olabilir miydim, zira
içimden bir ses Kafka’nın rüyama girmiş olabileceğini; dahası, emin
olmamakla birlikte, yanlışlıkla Kafka’nın rüyasına girmiş olabileceğimi
fısıldıyordu. Kapağı kaldırdık sonra. Uzun bir yolculuğa uğurlar gibi
bakıyorlardı ardımdan. Küçük kız el bile sallamıştı.
Kapağın altında merdiven bulunmaktaydı. Tahminen üç kat
kadar aşağı indim. Yol boyunca etraf karanlıktı, cebimdeki kibriti yakarak
ilerlemiştim. İndiğim yerdeyse gerilim filmlerini aratmayan, gizemli bir
kapıyla karşılaştım. Altından ve kenarlarından ışık sızmaktaydı. Aradığım
panelin kapının ardında bir yerlerde beni beklediğinden emindim artık.
Kapıyı açıp içeri göz atmadan önce artık daha fazla
şaşıramayacağımı sanıyordum. Düşünsenize; İstanbul’un merkezinden
hayli uzakta, henüz boya ya da kaplamayla tanışmamış tuğlalarla
örülü bir cepheye ve yan binaya bitişik bir ekonomik düzeye sahip,
tahminen doksan dokuz depreminde adı çürüğe çıkacak bir apartmanın,
dışarıdan ızgara kapak vasıtasıyla girilen bodrum katındaydım. Üstelik
karşımda altından ışıklar saçılan mistik bir kapı durmaktaydı. Şaşırma
merkezimdeki ilgili sinirlerin daha ben ızgara kapağı kaldırmamışken
tükendiğinden emindim. Öte yandan, içeri girdiğim anda sinir
113
hücrelerinin yenilenemeyeceğini iddia eden o bilimsel safsatanın boşa
çıktığını söyleyebilirim. Büyük bir salona girmiştim. Görünüşü itibarıyla
üçüncü sınıf bir düğün salonundan ziyade kent merkezinde bir yerlere
sorumlusu müteahhit tarafından belediye ödeneğiyle yaptırılmış bir hali
vardı. Kesinlikle uluslararası herhangi bir konferansa, Altın Portakal’a ya
da iPhone 6 lansmanına ev sahipliği yapabilirdi. Ne var ki tavanı dâhil
ahşap kaplamaydı ve içeriye acayip bir küf kokusu hâkimdi.
Koca salonda, toplamda dört kişi, belirli aralıklarla oturmuşlardı.
Sanki oturma planlarını düzenleyen görevli, salonun dolu görünebilmesi
için verdiği büyük uğraş sonucu, katılımcıları koltuklara itinayla dağıtmış
gibiydi. En arkadaki sırada köşe bir koltuğa oturdum. Beş dakika kadar
sonra, toplantı yeter sayısına ulaşıldığı anlaşılmış olacak ki ön sırada
oturan biri ayaklanarak sahnedeki kürsüye çıktı. Üzerinde cırtlak yeşil,
kalın bir yün kazak vardı. Kazak, omuz dikişleri o yılların modasına uygun
şekilde dirseklere yakın bir yere kadar düşmüş, kullanıcısına iki beden
büyük gelen cinstendi. Saçlarını ortadan ayırmıştı. Öte yandan, dış
görünüşüne inat gayet makul konuşuyordu. Toplantının saçma bir saygı
duruşuyla başlayacağından ölesiye korkuyordum aslında, Allah’tan
bu tip bir drama gerçekleşmemişti. Konuşmacı, yaklaşık yarım saatlik
süreyi derneğin kuruluş amacını açıklayarak geçirdi. Düşündüğüm gibi,
dernek 19. yüzyıl Rus Edebiyatı’nı diriltmek amacıyla kurulmuştu, ancak
bunun aracı olarak sıra dışı aktiviteler sunulmaktaydı. Konuşmacı yeni
nesil Türk yazarları ve okuyucu kitlesini büyük bir öfkeyle eleştiriyordu.
Bir şekilde bu durumu değiştirmek gerektiğinden, edebiyatı eski
görkemli günlerine geri götürmekten bahsediyordu. Bunun da o eski Rus
entelijansiyasını merkezine alan bir yapıyla mümkün olabileceğini ifade
ediyordu. Konuşmanın sonuna doğru aniden beni ve üç sıra önümdeki
gözlüklü adamı işaret ederek “Aramıza yeni katılan arkadaşlar var,”
dedi. Bizi ön sıralara çağırdı ve akabinde kürsüden inerek yerine oturdu.
Yerimden kalkıp en ön sıraya geçtim, o sırada diğerleri de yerlerinden
kalkmış, birbirlerine daha yakın yerlere oturmuşlardı. Bitişik düzene
yakın, safları sıklaştırmış bir hal almıştık. Panelin geri kalanı toplantı 114
şeklinde geçecekti. Aynı konuşmacı kendini tanıtarak sözlerine başladı
bu sefer. Ahmet Sancaktar kendisiydi ve bir yıl önce yanındaki diğer iki
kişiyle birlikte - Orhan ve Seval - kurmuşlardı derneği. Gözlüklü adam da
benim gibi gruba yeni katılmıştı. Grup diyorum, çünkü yaklaşık üç saat
sonra dağıldığımızda beş kişiden oluşan bir derneğin daimi üyesi gibi bir
şeyi olmuştum artık.
Izgara kapaktan dışarı çıktığımda kendimi tüy gibi hafiflemiş
hissetmiştim. Hayatımda ilk defa kendimi bir yere ait hissediyordum,
bunun nereye ait olmamla hiçbir ilgisi yoktu. Aynı yolun tersini kullanarak
gece yarısına doğru kasabaya vardım. Dönüşümden bir hafta sonra, bir
pazartesi sabahı, daireye geleli bir saat olmamışken, Melahat Hanım
seslendi. Bir arayanım vardı. Son bir ayı Park ve Bahçeler Müdürlüğü’nün
kasabanın çeşitli yerlerine yaptırmayı planladığı havuz ve çiçekliklerin
gelen teklifleriyle geçirmiştim. Masamın üzeri açılmayı bekleyen bir
düzine dosya ile kaplıydı. İkisini ancak tamamlamış, üçüncü dosyanın
kapağını henüz açmıştım. Şu muhasebe işleri içinden çıkılmaz bir hal
almıştı ve teklifleri sunan şirketlerden gelen telefonlar iyiden iyiye başımı
ağrıtmaya başlamıştı. Derneği, Ahmet’i ve araştıracağım türlü materyali
düşünecek halim yoktu anlayacağınız. İşte öyle bir anda ihtiyacım
olan en son şey şirket çalışanlarıyla yapacağım bir telefon konuşması
olacaktı. Hâlbuki arayan Ahmet’ti. Şaşırmıştım. Melahat Hanım’a
telefonu bağlamasını söyledim.
“Günaydınlar memur bey,” dedi Ahmet. Sözlerinde hafta başının
getirdiği iç sıkıntısından anlayan bir samimiyet vardı.
“Günaydın,” dedim, “telefonumu nerden buldunuz Ahmet
Bey? Hatırladığım kadarıyla size herhangi bir telefon numarası
bırakmamıştım.”
“Boş verin şimdi bu tip merakları Cemilcim. Arayı uzatmamak
gerekir. Neler yaptığınızı merak ettim. Biliyorsunuz çok uzaktasınız ve
arada sırada birbirimizi aramamız gerekir bu koşullarda.”
“Teşekkür ederim Ahmet Bey. Umarım her şey yolundadır,” 115

dedim. O sırada odada bulunan meraklı birkaç göz ilgiyle bana


bakmaktaydılar. Şaşkındılar, zira benim iş harici bir konuşma yaptığıma
tanık olmamışlardı. Biraz daha gömüldüm dosyalara, sesimi de kısmam
gerekmişti.
“Her şey sorunsuz ilerliyor. Orhan sizi çok merak ediyor. Özellikle
Çehov hakkında söyledikleriniz çok etkilemiş onu. Bu bilgilere nasıl
sahip olduğunuz konusunda korkunç teorileri var,” dedi. Ahmet’in bu
rahatlatıcı, içten ve espri dolu diyaloglarına bayılıyordum. Karşısındakini
etkilemek için özel bir eğitim almış gibiydi.
On dakika kadar konuşmuştuk Ahmet’le. Bana planların
değiştiğini ve toplantı tarihini erkene almaları gerektiğini, bunun için
de gelecek ay içerisinde izin alıp alamayacağımı sormuştu. Ona
elimde tamamlamam gereken bir düzine dosya olduğunu ve iki ay
sonrasına dahi kesin söz veremeyeceğimi söyledim. Müthiş bir ikna
kabiliyeti vardı bu adamın. Konuşmanın sonlarına doğru dosyaları
akşamları eve taşıyabileceğimi, hafta sonları da çalışabilirsem gelecek
ay ortasında izni koparabileceğimi söyletmişti bana. Söz ağızdan bir
kere çıkıyor. Sonrasında çok pişman olsam da uykusuz ve çok yoğun
geçecek bir ay bekliyordu artık beni. Tabii, bu durumda çok fazla
bir araştırma yapamayacağımı ve derneğe benden beklenen katkıyı
sunamayabileceğimi de belirtmiştim. Ahmet’in esas istediğinin de bu
tip bir şey olduğunu zamanla anlayacaktım zaten.

2
Çok çalıştım, akşamları dosyaları eve taşımaya başladım.
Dosyalar o kadar ağır ve elde taşımak için o kadar konforsuz şeylerdi
ki sırf bunun için çarşıdan ikinci el bir Bond çanta satın aldım. Artık
içerisine iki dosya koyabildiğim bir çantam da olmuştu.
Bir süre sonra işlemler otomatikleşmişti zaten. Teklifler, tekliflerin
kalem bazında kırılımları, hesap kitap işleri, oluşturduğum bir sistematiğe 116

göre ilerlemeye başladı. Bir ayın sonunda kasabada ne kadar park,


havuz, çiçeklik, bordür ve meydan süsleme işi varsa tamamının bütçesi
belirlenmiş oldu. İşi bu kadar kısa sürede tamamlamamdan dolayı daire
müdürü tuhaf bir şaşkınlık içerisindeydi. Bütçenin takviminden erken
tamamlanması işine gelmiyordu sonuçta. İşleri mümkün olduğunca
ağırdan alması gerekiyordu, çünkü bütçenin gecikmesi demek
müteahhitlerin ona daha fazla yemek yedirmesi demekti. O koca yağ
tulumu hiç rüşvet almazdı, tabii kasabanın en meşhur lokantalarında
bedavadan mideye indirilen kebaplar, tatlılar rüşvetten sayılmayacaksa.
Tek derdi midesini kuzu ya da dana etiyle besleyebilmekti. Durmadan
yiyebiliyordu. Bir öğlen Çaybaşoğulları’ndan Mehmet Bey’in cebinden,
diğer bir öğlen de Çakmak Ltd. Şti.’nin hesabından çıkıyordu paralar.
Tabii, bu durum akşamları için de geçerliydi. Kasabada ihalelere giren
ne kadar şirket varsa, hemen hepsi de ihaleyi alabilmelerinin yolunun
Park ve Bahçeler Müdürü Recai Bey’in koca midesinden geçtiğini
çok iyi biliyorlardı. Ve benim bu büyük tıkınma festivalini bir ay kadar
önce sonlandırıyor oluşum müdür beyi fazlasıyla rahatsız etmişti. Öte
yandan, geçmiş aylar boyunca, tüm daire çalışanlarının duyabilecekleri
bir ses perdesinden çıkardığı, elimdeki işleri bir an önce tamamlamam
gerektiğini bildiren uyarıları da vardı. Ben de o uyarıları dikkate alarak,
daire çalışanlarının duyup görebilecekleri bir şekilde takdim etmiştim
sonuç dosyasını haliyle. “Recai Bey, buyurun, dosyada bitirmemi istemiş
olduğunuz teklifler var. Müdüriyetin yaz dönemi bütçesini onayınıza
sunarım,” demiştim. Öfkeli bir suratla, boka bakar gibi bakmıştı bana.
Ay ortasında İstanbul’daydım. Ahmet son konuşmamızda
Cağaloğlu’ndaki büroya gelebileceğimi söylemiş, adresini vermişti.
Harem’den arabalı vapura binmiş, inince de Sirkeci’den vilayete doğru
uzanan yokuş yoluna girmiştim. Büro vilayetin sağından kıvrılan sokağın
hemen başındaydı. Çevresinde yığınla kitabevi vardı. Okuduğum ne
kadar kitap varsa, tamamının yayınevini görmüştüm yol boyunca. Eski,
yüzyıllık bir binanın çatı katındaydı büro. Beş kat çıkmanız gerekiyordu. 117
Çıktığınızda da öyle aman aman bir şeyle karşılaşmıyordunuz. Basık
tavanlı bir salona giriyor, salona açılan dört kapıyla karşılaşıyordunuz.
Sağdaki iki kapı iki odaya açılıyordu. Birinde metal bir raf düzeneği ile
açılır karyola bulunmaktaydı. Bir adet daktilonun ve yeni bir bilgisayarın
bulunduğu diğer oda ise sanırım çalışma odasıydı. Ayrıca genişçe bir de
arşiv dolabı vardı bu odada. Odaların merkezinde bulunan salonda ise
üç koltuk ile ortalarında yayvanca bir sehpa bulunmaktaydı. Geldiğim
sırada keyifli bir muhabbetin ortasındaydılar. Geçen gece Kubilay adında
biri bir gol mü atmış neydi. Bir süre sonra gözlüklü adam çıkageldi,
akabinde Seval mutfaktan çaydanlığı getirdi, peşrevsiz bir toparlanma
oldu. Çaylar bardaklara doldurulduktan sonra toplantı başladı.
“Okuduğumuz romanları kim belirliyor,” diye söze başlamıştı
Ahmet, “bir gün, bir kitapevinden içeri giriyor, çok satanlar ve yeni
çıkanlar reyonlarına göz gezdiriyor, diğer reyonların ve rafların çevresinde
birkaç tur attıktan sonra nedense görece tenha olan bir reyonun önüne
kuruluyoruz. Alacak olduğumuz kitaplar hep en gizemlisi, en aykırısı
oluyor ama…” Ahmet’in kendine has bazı özellikleri vardı, üzerine
yapışmış da denemezdi. Nasıl anlatsam, o özelliklerin hiçbir şekilde
sırıtmaması, üzerinize bol gelmemesi için onlarla birlikte hatta onların
içine doğmanız gerekirdi. Ahmet en basit, en sıradan cümleleri dahi
en sıradan el ve vücut hareketlerini kullanarak kusursuz bir şekilde
aktarabilir, karşısındakini taşa çevirebilirdi. Bir çeşit modern Medusa
başı gibiydi. Sağ elinde kurşun kalem, bacak bacak üstüne atmış ve
geriye doğru yaslanmıştı koltukta. “Bir fısıltı dolaşıyor sonra. Bir uğultuya
dönüşüyor o fısıltı. Senin kendi özgür iradenle ve o iradenin yarattığı,
tarihin süzgecinden geçmiş seçimlerin, aslında onunda, karşı komşunun
kızının da, bilet sırasında bekleyen öğrencinin de bir seçimi, bir tercihi.”
Yıllarca oturacakmış gibi göründüğü koltuğun üzerinden görünmez bir
el yardımıyla kalkmıştı sonrasında. Konuşmasına ayakta, çevremizde
gezinerek devam ediyordu. Orhan kafasını sallamaya başlamıştı. Gelecek
üç yıl boyunca Orhan’ı başka bir pozisyonda göremeyecektim. Ya sigara 118
içer ya da kuruyemiş yerdi toplantılar boyunca, ancak bir şekilde kafasını
da sallardı. Tabii o ilk zamanlar bunun farkında bile değildim ki tahminen
aynı hareketi ben de yapıyor olabilirdim, zira Ahmet’in dayanılmaz çekim
etkisine kapılmış, bir gök taşı gibi atmosferine girmiştim.
Konunun Ruslarla olan bağını çözememiştim. Nasıl
bağlayacaktık çok merak ediyordum. Söz almadım tabii, gözlüklü
adam da almadı. Orhan lafa girdi ve Ahmet’in söylediklerini acemi bir
dil ve yakışıksız örnekler vererek onaylamaya çalıştı. Dahası anlatamadı,
yanlış anlaşıldığını sandı, arada özür de diledi. Sözlerini tamamladığında
aslında hiçbir şey söyleyebilmiş değildi henüz.
Yıllar geçip de dalgalar geri çekildiğinde, dünyamıza şu şirin
sahil kasabasının dar çerçevesinden baktığımda, Ahmet Sancaktar’ın
ifade ettiği o fikirlerin henüz içeriği doldurulmamış çekirdekler olduklarını
görebiliyorum. Evet, belki iki adım attığınızda ayağınız boşluğa düşüyor
olabilirdi ancak o iki adımlık sahanlıkta kesinlikle tutarlıydılar. Nasıl
bir saikla çözümü Ruslarda bulduğunu anlayabilmiş olmasam da
belirleyici bir yapı olduğu, seçimlerimizde bağımsız ve özgür olduğumuz
yanılsaması konusunda haklıydı. Sorun bu tespiti komediye dönüştüren
aksiyonlarındaydı kanımca. Popüler edebiyatı ve toplumun hareket
yasalarını ilmik ilmik ören bu parlak zekâ, akşam herkes evlerine
dağıldığında garip bir gezegene ışınlanıyor, yerçekimsiz projelerle geri
dönüyor gibiydi. Ancak, trajedi o projelerde saklı değildi; trajedinin
kendisi, o kahrolası projelere tereddütsüz sarınan, onay veren sosyal
çevresinde, bizde saklıydı.
Önceleri pek sigara içtiğim söylenemezdi, ancak o haftanın
sonunda Samsun sigarasının tiryakisi olmuştum. İlk iki gün
marşı basmayan bir otomobil gibiydi toplantılar. Hiçbir gelişme
kaydedemiyormuşuz gibiydi. Üçüncü gecenin sonunda gizli bir örgüt
kurmaya, dördüncü gecenin sonunda ise aylık, düzenli bir yayın çıkarmaya
karar vermiştik. İznim bitmeden önceki gün beş kişilik örgütümüzü
kurmuş, Ahmet’i sekreterimiz, Orhan’ı ise mali işler sorumlusu seçmiştik. 119
İlk sayı için iki adet yazı yazmam istenmişti, daha doğrusu birini onlar
benden istemiş, diğerini ben talep etmiştim. İlki Dostoyevski’nin gençlik
dönemi eserleri ile ustalık dönemi eserleri arasındaki epistemolojik
kopuşu anlatacaktı. İkinci yazım ise Rus edebiyatındaki Fransızca
cümle kullanma alışkanlığının içeriğe olan etkisi üzerineydi. Bir haftanın
sonunda dergimizin ilk sayısının çıkışında buluşmak üzere vedalaştık,
ben kasabaya işimin başına, eski alışkanlıklarıma döndüm. Hayatımın
en verimli ve en keyifli iki haftası bu vedanın ardından başlayacaktı.
O Cuma gecesini geçen cumadan dahi net hatırlıyorum, dibi
görünen berrak bir lagün gibiydi. Orhan beni Eminönü İskelesi’nin
önünden almıştı. Eski kasa bir Ford Scorpio kullanmaktaydı. Otomobil,
Ortadoğu’nun yoksul ve harap kentlerinin, petrol ve kurşun haricinde
bir şeyi dilediğince kullanamayan insanlarına ait gibiydi. İlk sabanı, ilk
tanrıyı, demiri ve yazıyı icat eden, ilk kentleri kuran ve aynı kentlerde hâlâ
aynı sabana muhtaç yaşayan insanların topraklarına. Hayatımda hiç
matbaa görmemiştim. Matbaanın, ellerinde piposu ve kitaplarıyla volta
atan sakallı adamlar ülkesi olmadığını biliyordum, ancak içinde kâğıt,
kalem olan bir üretim zincirinde en azından bir kıpırtı, bir renk olmalıydı
kanımca. Oradan oraya koşuşturan kareli gömlekli insanlar hayal
etmiştim mesela. Öte yandan, ölümün bile bir sese sahip olabileceği bir
dünyada, Topkapı Matbaacılar Sitesi’nin buna hakkı yok gibiydi. Duvarlara
uzun yıllar öncesinin medeniyet kokusu sinmişti. Sıra halindeki opera
ve tiyatro binalarının, kent müzelerinin arasından geçiyorduk sanki.
Bölgenin, bir salgın hastalık ya da radyoaktif felaket sonucu apar topar
terk edilmiş olabileceğini düşündüm. Zamanla unutulan ve kaderine terk
edilen karantina bölgesinin bir şekilde topluma kazandırılması gerekmiş
olabilirdi ve dönemin saldırgan karakterli politikacıları Nuri Bilge Ceylan
estetizmine malzeme olabilecek bu görkemli binaların kapılarını kent
merkezinden kovaladığı matbaacıların şefkatli ellerine emanet etmişti
şüphesiz.
Scorpio, tüm o görsel şölenin arasından ağır ağır yol aldıktan 120
sonra tekinsiz bir sokağa saptı. Sokağın çevresindeki tek ışık kaynağı
otomobilin ölgün farlarından yayılmaktaydı. Kanımca bir otoparka
girmiştik ve bu otopark kıvrımlar yaparak binanın içerisine doğru
uzanıyordu. Üç ya da dört katı dönerek çıktıktan sonra toz ve yağ
kaplı, dizgi makinesi olabileceğini tahmin ettiğim bir karartının önüne
park ettik. Makineyle aynı yıllarda imal edilmiş bir kapı vardı duvar
kenarında. Yıllardır açılmamış gibiydi. Kapının solunda bir levhada
sanırım matbaanın adı yazmaktaydı. D ve g harfleri yağ ve tozdan
dolayı kapanmıştı ancak tamamlayıcı zekânız devreye girerek levhanın
üzerinde yazan kelimenin ne olduğunu kulaklarınıza fısıldıyordu. O
harfler, yardım alınmadan okunacak koşullara asla kavuşamayacak
bir dünyaya aittiler. Kapı girişinin ardında, metal profilleri paslanmış bir
kontrol odası, odanın arkasında ise genişçe bir salon bulunmaktaydı.
Salonun köşesinde, kullanılmayı beklemekten yorulmuş birkaç baskı
levhası ve kâğıt ruloları vardı. Salonun yarısını kaplayan külüstür baskı
makinesi ya bilinçli olarak eskitilmişti ya da Denge Matbaası çalışanları,
salonlarında Müteferrika döneminden kalma bir tarihi eser saklıyorlardı.
Baskı makinesinin önünde, terlemiş iki insan kağıt balyalarını
istiflemekteydiler. Bunlar, Ahmet ve gözlüklü adamdı. Seval çok kere
tanık olduğumuz biçimde, ücra bir yere tünemiş sigara içiyor, bir yandan
da bir kitabı karıştırıyordu.
“Nihayet gelebildiniz dostlar,” dedi Ahmet. Gözlüklü adam hiç bu
tarafa bakmamış, dergi balyalarını bir yerden bir yere taşımaya devam
etmişti. “Cemil Bey, yazdığınız iki yazı da muhteşemmiş dostum, birini
orta sayfaya bastık, umarım beğenirsin.” Şu dostum kelimesi tek kusuru
gibiydi. Bir şekilde diline yapışmış, bırakamıyordu. Bağımlısı olmuştu.
“Siz de boş durmamışsınız Ahmet Bey. Bu kadar kısa sürede…”
“Ağabey, Cengiz Bey’e haber etsek mi, tümünü şimdi mi
taşıyacağız otomobile. Biliyorsun, yarına büyük bir iş almışlar, karışıklık
olmasın diyordu,” diye söze karışmıştı Orhan.
121
“Orhancım ben konuşurum Cengiz Bey’le. Sen G. Bey’e yardım
et istersen. G. Bey, isterseniz siz de bir çay koyun kendinize, çok
yoruldunuz.”
Çıtı çıkmadı yine adamın. Doğruldu, hafif gerdi kollarını, esnetti.
Ağır adımlarla çay ocağının yolunu tuttu. Orhan’la konuştuğumuzu
hatırlarım. Bazen, genellikle akşamları, gün kavuşmadan kısa süre önce
konuşurmuş, iki cümlecik o da. Ben hiç şahit olmamıştım buna.
Altımızda Scorpio varsa sorun olmuyordu, ne var ki bazı
gidişlerde taksi ya da dolmuş kullanıyorduk ve o koca Macintosh’u
sırtlamak büyük dertti. CD, DVD ya da USB teknolojisi emekleme
aşamasında bile değildi anlayacağınız; keza elimizde olsalardı dahi
Denge Matbaası’nın bu teknolojik yenilikleri kaldırabilecek bir tarafı
yoktu.
3
Orhan benzersiz bir tipti, bir prototipti anlayacağınız. Dedikleri
anlaşılabilseydi keşke. Örneğin şu dokunmatik ekranlı telefonlar
hakkında söyledikleri vardı. Bir sabah güzel bir kahvaltı etmiş, dinlenmeye
çekilmiştik. O sıralarda sinemalarda bir bilimkurgu filmi oynuyordu.
Orhan bayılırdı bilimkurguya.
Filmde bir sahnede telsizden biraz daha küçük bir iletişim
aletiyle konuşuyormuş kadın. Orhan, “Filmdeki gelecekte uçan arabalar
var ama beş yıl sonrasının teknolojisini kullanılıyorlar Cemil Ağabey,”
demişti. Aklı almıyormuş bunu. Uçan arabalarla dolu bir gelecekte
ekranına dokunarak kullanacağımız telefonların bile antika kalacağını
söylemişti, çok gülmüştüm. Yıllar içinde her hatırladığımda hayretler
içerisinde kalıyorum. İşte bu, benzersiz bir hayal gücüne sahip çocuk
bir türlü o altın yumurtayı yumurtlayamadı. Dedikleri anlaşılmadıkça
kendine olan güveni sarsılıyor, Ahmet’e ve onun saçma fikirlerine daha
122
da sıkı bağlanıyordu.
Bir süre sonra örgütü yer altına çektik. Ahmet beni aramamaya
başlamış, ben onu aramaya başlamıştım. Her hafta Pazartesi ve
Cuma günleri, iş çıkışında, iki sokak daha ileri yürüyor köşe başındaki
kulübeden arıyordum Ahmet’i. Aradığım numara da büroya değil,
Orhan’ın bir komşusunun temizlik eşyaları satılan dükkânına aitti. Her
aradığımda karşıma Ahmet çıkıyordu. Güvenlik gereği yalnızca Ahmet
çağırdığında gitmeye başladım İstanbul’a. Diğerlerinden de ancak Ahmet
üzerinden haberdar oluyor, nadir gelişlerimde görüşebiliyordum onlarla.
Diğer taraftan, araştırmaya ve yazmaya devam ediyordum. Dergi için
birikmiş yığınla yazım vardı artık. Zaman içerisinde Rus edebiyatının
derinliklerinde kayboldum haliyle. Yeni yazarlar keşfettim. Önceki yıl
öğrenmeye başladığım Rusçamı hayli ilerlettiğimi ve Gonçarov, Leskov,
Shchedrin gibi üstatların eserlerini anadillerinde okuduğumu arada
belirtmiş olayım. Rus Biçimciliği diye bir akımdan haberdar olmuştum.
Zamanı bükmenin, kelimeleri alışıldık yerlerinden etmenin anlamda
yarattığı çarpıcılığı açıklayan bu çete beni başka okumalara götürmüştü.
Kendimi edebiyatında, Rusya’nın da dışında bulmuştum. Okudukça ve
öğrendikçe eski düşüncelerimi terk etmeye başladım. Kıyıdan ağır ağır
uzaklaşan bir deniz yatağının üzerinde uyur vaziyetteydim yani. Esasında
alışkanlıklarımda ve örgütsel hayatımda bir değişiklik olmamıştı henüz,
her sayıya bir ya da iki yazı yolluyor, Ahmet gel dediğinde apar topar
İstanbul’un yolunu tutuyordum. Öte yandan yaptıklarımız, o korkunç
şeyler giderek tuhafıma gitmeye başlamıştı.
Yine bir iş çıkışı, leğen ve temizlik fırçalarıyla dolu dükkânın
orta yerinde Ahmet’ten gelecek telefonu bekliyordum. Yeraltında geçen
altıncı ayda falan olmalıydık. O zamana kadar iki sefer gitme imkânım
olmuştu İstanbul’a ve daha ilk gidişimde matbaadan yüklendiğimiz iki
koli dolusu sticker’ı Kadıköy Çarşı içinde ve Beyazıt’ta karşılaştığımız
her vitrine, kapıya, elektrik direğine ve bilumum metal ya da cam
yüzeye yapıştırmıştık. Üzerlerinde “Kahrolsun Edebiyat” ve “Kurtuluş
Çetodo’da” gibi ne dediği anlaşılmayan, saçma sloganlar yazmaktaydı. 123
O kahrolası kolilerin nasıl boşaldığını anlayamamıştım. Her birinin yirmi
santim boyunda olduğunu ve koli başına on bin adet düştüğünü hesaba
katarsak dört kilometre boyunda bir sticker şeridi üretmiş olmalıyız.
Tüme varınca inşan şaşırıyordu bu işe. Bir gecede nasıl tükenmiş
olabilirdi ki. Tek hatırladığım otuzlu yaşlarına merdiven dayamış beş
insanın gecenin karanlığında, herhangi bir güvenliğe yakalanmadan
çılgıncasına hareket etmesiydi. İşte, öylesine sert bir giriş yapmıştım
yasadışı hayata. Gerçi bunun neresi yasadışıydı, yasadışı olunca neden
daha bir motive oluyordu diğerleri, bunu da anlayamıyordum. Yaptığımız
şey düpedüz saçmalıktı.
Ahmet aradı sonunda. Bana iki gün içerisinde gelmemi
emretmişti. Artık emir kipinde konuşuyor gibiydik. O bir şeyleri kısa
ve öz cümlelerle iletiyor, benim de evet ya da belki diye cevaplamam
icap ediyordu. Bahsettiği şeyi neden hafta içinde ve neden içinde
benim de olacağım bir tertipte yapmamız gerekiyordu soramadım bile.
Zaten artık pek bir şey soramaz olmuştum. Sormaktan da acizdim.
Bindiğim otobüs Urfa’dan değil belki ama bayağı bir uzaktan geliyordu.
İçerisi en kalabalık cuma namazlarından da beter haldeydi. Üstelik
iki günlük yoldan gelen çörekler, bazlamalar ve salçalar da olmalıydı.
Yani, şu burun denen organ bulunduğu ortama kısa sürede alışan
cinsten bir şey olmasaydı dayanamazdım otobüsün havasına. Topkapı
Terminali’ne gün ağarırken vardık. Kapısından çıkarken pis bir rüzgâr
esti ardımdan, üç güne yaklaşan yolculuğun tüm kiri, kokusu uçtu gitti
sanki. Her zamanki emektar Scorpio yerini sarı bir taksiye bırakmıştı.
Arabayı kullanamazlarmış artık, güvenli değilmiş. Orhan yol boyunca
geçtiğimiz iki ay boyunca neler yaşandığını sırasıyla anlatıyordu şimdi.
Rahatsız olduğu ancak bunu açık etmek istemediği her halinden belliydi.
Sorduğum sorulara ezbere cevaplar veriyor, kestirip atıyordu. Kurduğu
cümleler ne kadar kesin yargılıysa, yaşadıkları da o derece karmaşıktır
insanın. Genellikle, kısa süre sonra gri bir duman tüter o cevapların
üzerinde. 124
Büroya sadece gözlüklü adamın girip çıkabileceğini, başka
birinin girişinin ikinci bir karara kadar yasaklandığını öğrendim. Ayrıca en
güvenli yer olarak Denge Matbaası seçilmişti. Hemen her türlü işe orda
karar verilecekti. Düzenli toplantılar yapılmayacak, Ahmet, haftanın belirli
bir gününde ilgili adresleri arayarak toplantının zamanını bildirecekti.
Ayrıca, yalnızca belirlenen gündemlerde toplanılacak, haftalık eylem ve
gösteriler – ne demekse artık – de bu toplantılarda belirlenecekti. Ben
yokken neler olmuştu böyle. Bir şeyler kararlaştırılmış, hatta anladığım
kadarıyla uygulamaya da geçilmişti ve benim bunlardan zerre haberim
olmamıştı. Normal koşullar altında bu durumdan çok fena rahatsız
olmam gerekirdi ancak garip bir kayıtsızlık içerisindeydim. Sanki bir
şeylerden uzaklaşıyor, çevremdeki pek çok şeye karşı yabancılaşıyordum.
Matbaaya hava kararmadan gidemeyeceğimizi söylemişti Orhan. Ben
de bu fırsattan istifade doyamadığım bir İstanbul gününe uyandırdım
Orhan’ı, günümüzü bir şölene çevirmeye karar verdim aklımca. Yanında
karar verici bir mekanizma olduğunda işlevsiz kalan Orhan’ın ön lobları
adımlarım peşi sıra takip etti beni. Diyebilirim ki, o gün İstanbul’daki ilk
ve son günüm olabilir. İstanbul’a hiç o denli doymamış olmalıyım ki daha
önce gelmemişim gibi hissettim, ayrıca o gün gerçekten de İstanbul’daki
son günümdü.
Hayır, bir yayınevi bombalanmamıştı, ancak birden fazla
yayınevinin kapıları, kitabevlerinin vitrin camları yazılamalarla
donatılmıştı. Birkaç kitap fuarında, imza günü düzenleyen yeni nesil
edebiyatçılara kimliği belirsiz kişiler tarafından yumurtalı saldırılar
düzenlenmişti. Para verilerek alınmış bir yığın kitap da Taksim
Meydanı’nın orta yerinde ateşe verilmiş, bundan kimsenin haberi dahi
olmamıştı. Tüm bunlar o iki aylık sürede hayata geçirilmişti ve ben o
süreyi dört kilometre boyundaki sticker’a şaşırmakla geçirmiştim.
Hava kararmış, Orhan’la birlikte Denge Matbaası’na çıkan çoğu
dökülmüş, küf kokulu duvarların dibinden hızlı adımlarla ilerliyorduk.
İçeride, kontrol odasında, gözlüklü adam bizi beklemekteydi. Beş dakika
125
kadar sonra Ahmet ve Seval içeri girdiler. Bu arada bir ayrıntıyı kaçırdım
sanırım. Geçen iki ay boyunca Ahmet ve Seval toplantılara sürekli bu
şekilde, birlikte katılmışlardı. Toplantıda tanık olduğum değişim beni
o denli şaşırtmıştı ki yarım saati aşkın süre söz bile alamadım. Sanki
okyanus ötesinden gelen bir sömürge valisi kolonisindeki yerleşik halka
uyulacak emirleri sayıyordu. Valinin icazetine mazhar olmaya çalışan
yerlilerse başları önlerinde, sessizce dinliyorlardı buyrukları. Bir süre
sonra kendime gelmeye başladım. Ahmet, yine gayet tehlikeli gözüken
bir eylemi nasıl hayata geçirebileceklerini anlatıyordu. Daha doğrusu
açıklıyordu, çünkü sağ elinde bir kroki tutmaktaydı, şu çöpten anneli
şekiller çoktan gerilerde kalmış, çok ilerletmişti sanatını, krokide, kimin,
nerde, ne zaman, ne yapacağı kesin bir dille ifade edilmişti.
“Sen nerede duracaksın Ahmet?” dedim. Sesim titrer
gibi olduğundan sorumu kısa kesmiştim. Soluklanmam, kendimi
rahatlatmam gerekiyordu, çok öfkelenmiştim.
“Ben, okul duvarının ardında, arabanın başında sizleri bekliyor
olacağım, Cemil Bey,” dedi. Bir Bey deyişi vardı ki bayılırdınız yani. Bastıra
bastıra, daha ben cümlemi tamamlamadan amacımı anlayan bir tonda.
“Peki ya Seval Hanım?” dedim. İşte şimdi de ben bastırmıştım,
Hanım demiştim.
“Seval’in gelmesini uygun görmedik,” deyiverdi. Kim nasıl uygun
görmemişti. Eylemlere katılım koşullarını denetleyen bir kurul falan mı
vardı. Kimin neye katılacağına onlar mı karar veriyorlardı acaba.
“Şimdi isterseniz daha anlaşılır ifade edelim. Ben ve Bay G.
yayınevine zorla girecek, balkonuna çıkıp şu pankartı – elimle Ahmet’in
yanında getirip sandalyenin üzerine bırakmış olduğu beyaz şeyi işaret
ediyordum – aşağıya sallandıracağız. O sıralarda da Orhan kardeşimiz
kapı önüne çıkıp sokaktan geçenlerin duyabilecekleri bir şekilde – ki
Orhan’ın muazzam güçlü bir sesi vardı – propagandamızı yapacak. Tüm
bu tiyatro yaşanırken siz bizi, yolun karşısındaki devasa Rum yapısının 126
arkasında, yaklaşık iki yüz metre ileride, bir arabanın içerisinde bekliyor
olacaksınız. Ayrıca, Seval Hanım da çok daha uzakta, tahminen evinde
bizden haber bekliyor olacak, öyle mi?” dedim.
“Aynen öyle. Buna bir itirazınız mı var Cemil Bey?” dedi Ahmet.
Birkaç ay önceki ben olsaydım sanırım “Hayır,” derdim. “Yani, biraz
saçma geldi bana,” derdim. Şu noktalarda huzursuz oldum falan derdim
ama Ahmet’in üstesinden gelemeyeceği, beni ikna edemeyeceği bir
şeyi asla ifade edemezdim. Hâlbuki çok kayıtsızdım artık. O başlarda
yaşadığım heyecan geçmişti. Artık susmaz, susturulamaz gibiydim.
“Ahmet Bey, bilmiyorum aklınız erecek mi ama ortada bir
yanlışlık olduğu aşikâr. Bir plan yapıp geliyorsunuz, uygulayacağını
düşündüğünüz insanlara da bunu buyuruyorsunuz, öte yandan bu
planın hiçbir tarafında değilsiniz. Bunu bir kenara not edelim. Ayrıca,
ben, propaganda konusunda Orhan’dan ziyade Seval Hanım’ın daha
başarılı olacağını düşünüyorum.”
“Seval olmaz,” dedi Ahmet, “bu iş Seval için çok tehlikeli.”
“Aynı iş Orhan için neden tehlikeli değil peki?”
“Seval hamile çünkü,” diye kestirip attı. Bir süre birbirimize
bakakaldık. Hamile derken ne demek istediğini anlayamamış, bir sözlük
açıklaması bekliyor gibiydik.
“Seval ve benim bir bebeğimiz olacak,” dedi ardından. O sırada
Seval’in elini tutmuştu.
Ahmet’in sözleri kulak çınlatacak cinsten değildi aslında.
Yani, ifşa olmuş bir aşkın örgütümüzün dağılmasına sebep olması
düşünülemezdi. Ancak, örgüt yine de dağılacaktı. Hem de bu olayların
hemen ardından. Dağılmasının esas nedeni olmasa bile, hatta hiç
alakası bile olmamasına rağmen, tüm sorumluluk henüz doğmamış
bir bebeğin üzerine yıkılacaktı. Gözlüklü adam daha Ahmet sözünü bile
tamamlamamışken sandalyesinden doğrulmuş, arkasına bile bakmadan
kapıyı çekip çıkmıştı. Adamın çekip gidişinin dönüşü olmayan bir gidiş 127

olduğunu bilemeyecektik tabii.


Kaldığım yerden devam etmek istedim sözlerime ancak bunu
beceremeyeceğimden emindim. Ezberim bozulmuştu. Ahmet ve Seval
bizim bilmediğimiz bir süreden beri bir aşk yaşıyorlar, bunu, çevrelerindeki
en yakın üç kişiden dahi saklıyorlardı. Gördüğümüz kadarıyla da ilişki, bu
iki insanı tek bir insan haline getirmişti. Birinin nefes alması gerektiğinde
diğeri söze giriyor, biri gözlerini kaparken diğeri açıyordu. O an, o lanet
matbaayı terk etmek ve bir daha hiç dönmemek istedim diyebilirim,
ancak yapamadım. Bir şeyler beni tutuyordu, bir şeylerin açıklığa
kavuşması gerekiyordu sanki.
Gizemin, gücü elinde tutabilmek için seçilmiş en etkili araç
olduğuna inanırım ben. Ve bir insan yaratmış olduğu giz perdesinin
arkasından dört kişinin her şeyini kontrol altında tutuyordu. Bunu artık
görebiliyordum. Bir dönem tartışılamaz bulduğum bu insan ağzından
çıkan üç beş cümlenin ardından farklı bir düzeye inmiş gibiydi gözümde.
Ölümsüzlüğü elinden alınmış bir yarı tanrıya dönüşmüştü. Öfkemi
matbaanın orta yerine kusmuş, onları pisliğin içinde ayıklanmayı bekleyen
bir yığın soruyla baş başa bırakmıştım. Bundan sonrası kendi bilecekleri
bir şeydi. Yüz yıldır ayakta durduğuna inandığım o metruk yapıyı terk
ederken hayatımın bir parçasını kopartıp attığımın farkındaydım.
Çok sonraları, yaşadığım o tuhaf dönemi her hatırladığımda,
içimden bir ses “Keşke başka türlü olsaydı,” diyor. İster istemez o günlere
gidiyor ve o ilk yanlışı yapmış olduğum anı bulmaya çalışıyorum. Şu
şekilde yapsaydım belki de o macera çok daha farklı olacaktı diyorum.
Bu, ne yaparsak yapalım pandaların soyunu devam ettiremeyeceğimizi
bilmemiz gibi bir şey. Üstünü cilalar, parlatırsınız belki ancak ne
yaparsanız yapın, o ağır mobilyayı yerinden oynatamazsınız. Ben asla
Ruslara çıkartma yapılmasını beklememiştim aslında. O günlere dönüşün
imkânsız olduğunun farkındayım. Bunun nedeni sadece geçen yüz elli
yılla da açıklanabilir tabii, ama hayır, dönülememesinin nedeni daha
başka. Garip bir aletin Mars yüzeyindeki taşları incelediği bir dönemden 128
geçiyoruz. Aklımızın ermediği çeşitli iletişim araçları bilinen dünyayı
avucumuzun içine taşıyor. Dilediğimizce şeyi öğrenmeye, bilmeye
muktediriz anlayacağınız. Geçmiş yüzyılların birikimi ekranımızdan
akıyor ve tek bir parmak hareketiyle hepsine sahip olabiliyoruz. Ne var ki
ne yaparsak yapalım, dört bir yanı suyla çevrelenmiş her uygarlığın suyla
kurduğu o derin bağdaki gibi insan ve insan topluluklarıyla arasındaki
iletişimi yalnızca kalemle kurabilen bir uygarlığın yazıyla kurduğu o
derin bağı asla anlayamayacağız. Ne yaparsak yapalım Dostoyevski’yi
var eden o koşulları sağlayamayacağız. Bu, edebi yetersizliğimizle ya da
berbat hayal gücümüzle açıklanabilecek bir şey değil. Bu, belki de şöyle
bir şey olabilir. Ormanda doğmuş ve hayatını ormanda geçirmiş bir şair
düşünelim. Orman hakkındaki en güzel şiiri o şair yazmıştır.
Tema: Sert
Gece - Bünyamin Bozkuş

Onun, o ham ve alaycı tavrını anımsıyorum. İnce zekâdan


yoksun olduğundan mıdır, yoksa kendisini yerleştirdiği üstün konum
sebebiyle duygudaşlık kurmaya tenezzül etmemesinden mi bilmem,
çevresindekilerden birini bir gülmece bahsi yaparak hırpalamaya
çalışır ama bu esnada beyan ettiği fikirlerinin basit, çocukça ve tutarsız
olduğunu bile fark etmezdi.
Hele ki çevresinde kendisini onaylayan, henüz tekâmüllerinin 130
başlangıcındaki birkaç toz bulutu şahsiyetin bön sırıtışlarla verdiği
desteği görürse, o sırada oturulan içki masası ya da güneş altındaki
miskin havuzbaşı şezlonglarının yıldızı oluverirdi. Ağzındaki sırıtış iyice
yayvanlaşır, gözleri pırıldar, çevresindekilerin arasından, bir sıkıntısı, bir
yarası, bir acısı olduğunu bildiği kurbanını, özellikle dalga geçebileceği bir
malzeme bulmak için sohbetin içine çeker, konuyu bir şekilde onun özel
hayatına getirirdi. Sonra da suratına karşı ya da gıyabında mahremiyetine
ya da kişiliğine ilişkin en bayağı şakaları yaparak çevredekileri eğlendirip
kahkahalara boğardı.
Tüm şahsiyetleri ve onların hususiyetlerini kendi zavallı
bilincinin rehberliği sayesinde bilirdi. Her insanı içine yerleştirebileceği
basit biçimli minik şablonları vardı kafasında. Böylece kendisiyle temas
eden ruhları kendince birtakım basit cümle kalıplarına indirgeyip kolay
lokma yaparak, duygusal bir gönenç içinde yaşamayı başarabiliyordu.
O, sürü hayatının adabını, usulünü ve tüm hainliğine, hasedine rağmen
kötü insan olmamanın yordamını biliyordu. O, kalbini kırdıkları da
dâhil çevresindeki herkesin gönlünü almayı, düğününü bayramını
kutlamayı, cenazeleri için taziyeler sunmayı biliyordu. Günaydın derken
gülümsemenin şeklini biliyordu. O kıyafetler ve tutumlarla, dedikodular
ve sevgi gösterileriyle yapılan itibar kavgasının inceliklerini ve galip
gelmesini biliyordu.
Onun, zavallı kurnazlığıyla, hayatını sürdürdüğü küçük cemaat
dünyasının içinde dönüp dolaşıp kendi yararına sonuçlar doğuracak
olan asıllı ya da asılsız küçük dedikoduları yaymak için masumane
imalarda bulunmasına, güya ağzından bazı sırları kaçırıvermesine
çok tanık olmuşumdur. Bunları benden başka fark edenler var mıydı?
Bilmiyorum. Ama içkili ya da içkisiz sohbetler ve ruhsal çırpınmalarla
karışık eğlenceler sırasında, onunla birlikte çevresindekilerin kendilerine
yaptıkları bir tür sihirli telkinin etkisi altında olduklarını, şu subliminal
bahsinde sözü geçen etkilere açık olduklarını görüyordum.
131
Neredeyse her gün benim de etrafında bulunduğum içki
masalarında, onun yanındakilerle muhabbet, alay, hatta bazen kavga
etmesini istemeyerek dinlemek zorunda kalırdım. Serinkanlı olmasını
uzun zaman önce öğrenmişti ama olaylar karşısındaki sükûneti bir
meseleyi halletmek için aklın devreye girmesini ve tüm tarafların bekası
için bir yol bulmayı sağlayan serinkanlılığın eseri değildi. O sadece
sabreder ve beklerdi, ya her şeyin kendi istekleri doğrultusunda bir yola
girmesini sağlayacak tasarıları geliştirmek için zaman kazanır, ya da
kendince bir kötülüğe, haksızlığa maruz kaldığını düşünüyorsa, tüm
basit ruhlar gibi, fırsatını bulup intikamını alacağı zamanı kollardı.
Birkaç yıl boyunca onu dinledim. Onun bu basit, korunaklı ve
hiçbir ahlaki kaidenin bulunmadığı hayatını, cahil ve bencil kişiliğinin
tekâmülünü izledim. Gözlerimin önünde şekilsiz bir kristal gibi dal
budak salarak geri dönüşsüz biçimde katılaştı. Ama o, olanca zavallılığı,
cehaleti ve işte tam da bu özelliklerinden kaynaklı tehlikesine rağmen en
azından etkileyiciliğine kapılan insanlar arasında bir başköşe kapmayı
başarmıştı.
O konuşurken masadaki herkesin pür dikkat kendisini
dinlemesini sağlayan yöntemlere ve itibara sahipti. Bu kadar can
kulağıyla onu dinleyenler, kendisinin vaka-i adiye olarak yediği herzelerin
aynılarını yapanları ahlaki olarak yargılarken onu onaylarlardı. Ya da bir
gün önce gıyabında sinsice itibarsızlaştırmaya çalıştığı arkadaşıyla
samimiyetle sohbet ederken görürler fakat bir gün önceki harekâtı
unutmuş görünürlerdi. Benim de herkesin arkasından çevirdiği sinsice
numaraları bilen birisi olarak çevrede bulunmam onu rahatsız etmezdi.
Bir gün önce söylediklerinin tam tersini söylerken, en yakın göründüğü
arkadaşına ihanet ederken, benim duyuyor olmamı umursamaz, ben
onun rakısına buz ya da su koyarken o sanki bu hizmeti bir Gazali
otomatından alıyormuş gibi kayıtsız davranırdı.
Bu sonu gelmez yazlık yaşantısının hüküm sürdüğü küçük
Akdeniz şehrinde, zamanın yavaş akışına uyan düzenli ve kurallı bir hayatı
132
vardı. Mesaisi belirsiz olan işi, onu belirli bir kaideler sistemi içerisine
sokmadığı için, kendi hayatını kendi koyduğu kurallara bağlamıştı.
Böyle özgürlüklerin nasip olduğu insan evlatlarının istisnasız hepsinin
canı sıkılır, hele ki hayatında zihinsel çaba harcamayı gerektirecek bir
zorunluluk bulunmuyorsa. Yaşadığı yerde uzayın daralmış çeperleri;
sıcak, nemli ve portakal çiçeği kokulu bir hava olarak tüm gözeneklerinden
içeriye sızıp, zaten bağlantıları eksik olan sinir hücrelerine bir uyku hali
veriyorsa.
Her gün on bire kadar uyurdu. On ikide deniz kenarındaki
kafeteryada kahvaltı servisinin son müşterilerine katılırdı. Tüm arkadaş
takımı, her zaman güneş gözlüklerinin ardına gizledikleri akşamdan
kalma kızarmış gözlerini çaktırmadan birbirlerinin kusurlarına dikerek,
önceki akşamın birkaç cümlelik dedikodusunu yaparlar, sonra da
akşam buluşmak üzere sözleşirlerdi. O, birkaç saatliğine uğrayıp, neşeli
ve etkileyici varlığıyla doldurduğu iş yerinden erkenden ayrılırdı. Parlak
gün ışığının altında hafif bir baş ağrısıyla ezilen baygın çiçeklerin ve
kebap kokularının havada asılı durduğu sokaklardan, çatısız tepelerinde
güneş ışığıyla su ısıtılan kazanları ve ahmaklığın kişiliksiz mimarisiyle
biçimlendirilmiş çirkin suratlarıyla binaların arasındaki caddelerden,
arabasının konforu içerisinde geçerek, şehrin diğer tarafına, yaşadığı
siteye gelirdi. Çalıştığı yerde, bu küçük şehirde yaşayan ama büyük
şehirleri gören başka ve üstün bir ırkın mensubu olduğundan dolayı
kendisine iltimaslı davranılıyordu. Bu iltiması sadece diploması ve
görgüsüyle elde etmemişti tabii ki. O her zaman hal ve etvarına, kılığına,
kıyafetine, diksiyonuna, sesinin tonuna ve gülüşünün şekline kadar her
şeyine dikkat eder, bu dikkatini aynadaki aksine karşı bile sarf ederdi.
Akşamüzerleri sitenin yüzme havuzunun kenarına gelir, çimlerin
üzerine gök kuşakları serpen su fıskiyelerinin ve ağustos böceklerinin
fısıltıları arasında, şiddeti biraz olsun hafiflemiş olan akşam güneşini
tenine kabul ederken, küçük süs köpeği de şezlongun altındaki gölgenin,
yeni biçilmiş çimlerin ve güneş yağı kokularının içinde kıvrılır yatardı.
133
Havuzun kenarında dikilip güneş gözlüklerinin ardından
çevresine bakınırken, evine ya da arabasına doğru yürürken, öğlen
kafeteryadan ya da akşam lokantadan içeriye girerken, hatta masa
başında oturup rakısını içerken, onun sırtının bir başka duruşu vardı.
Bir insan sırtı çevresindeki boşluğu nasıl biçimlendirir? Kaç farklı çizgi,
kaç farklı açı, kaç farklı eğim olabilir ki? Ense kökü, omuzlarla boynun
birleşim yeri, kürek kemikleri, belin kavisi, oranlar, orantılar…
Bedenin duruşu çevreden etkilenir, sıcaktan, soğuktan, atmosfer
basıncından, güneşten, gölgeden, başka insanların varlığından etkilenir.
Burada ve şimdi, bulunduğu yerden başlayıp milyarlarca fersah ötelere
yayıldıktan sonra, kendi üzerine katlanarak buraya ve şimdiye dönen
kâinattan etkilenir. İnsan sırtının en güçlü kaslarla donanmış olanından
tutun en zarif kelebek kanadı kürek kemiklerine sahip olanına kadar
hepsi, işte tam da bu yüzden samimi ve dokunulabilirdir. Arkadaşça bir
şaplağa, bir destek sıvazlamasına, bir teselli temasına açıktır. Eğer bir
insanın sırtı fiziksel olarak tüm diğer insanların sırtlarından farklıysa ona
sakat diyebilirsiniz, ya da bambaşka tanrısal bir zarafet taşıyor olabilir,
ama bunlar değil.
Onun sahip olduğu sıradan insan sırtının şeklinde, hatta belinin,
kıçının ve bacaklarının duruşunda öyle tuhaf bir ifade vardır ki o, aslında
sizin bulunduğunuz yerde ve zamanda değildir. Belki de gözünden hiç
çıkartmadığı güneş gözlüğünün içindeki bir ekrandan bir başka dünyanın
benzetimini izliyordur kim bilir. Bedeni ve yüzünün görünen kısımları işte
o ekranda oynayan filme tepkiler veriyordur. O yüzden burada değildir.
Yolda yürürken yanındaki birisiyle bambaşka bir bahse
dalmış olan insanları bilirsiniz. Yüzleri, elleri, kolları burada değildir,
orada o bahsin geçtiği yerdedirler. Hatta bir meseleye görünmez bir
şahısla birlikte dalmış olan insanları da bilirsiniz. Onlara deli derler!
Benim söylemek istediğim onun bir deli olduğu değil! O öğlene doğru
uyandığında “duş aldığı” aydınlık banyosunun aynası önündeki jölelerin
ve etkileyici yapay kokuların arasındadır. O itina ile düzelttiği yatak
134
çarşafının ve pencerelerine saldırarak zihnine engeller koyan parlak
gün ışığının önüne gerdiği güneşlik perdelerin beyazlığındadır. Gece
seyrettiği TV dizisinin, bu akşam rakı içeceği sahil balık lokantasının,
kendisini farklı kılmadığını bilmediği bir yerdedir. Aslında buradadır ama
değildir. Onun dünyası, sizin de içinde bulunduğunuz dünyadır. Duyu
organları ne eksik ne fazla, aynı enerji dönüşümlerini onun bilincine
iletirler. Ne baktığı yerde bir kedinin görebildiklerini ne kokladığı yerde
bir köpeğin kokladıklarını ne dinlediği yerde bir yarasanın duyduklarını
duyar. Sizinle aynı duygulanışlara sahip olsa da kafasında kendisi için
kurduğu dünyanın modeli bambaşka bir fenomendir.
O kendi küçüklüğünün, aczinin farkında olduğu için, dağılıp
gitmekten ölürcesine korkar. O kendisine saygı duyabilmek için birilerinin
kendisinden daha aşağıda olduğunu düşünmek zorundadır. İşte bu
yüzden O, her şeyin en iyisine layıktır, bu yüzden onun aslında size ve
sizin bulunduğunuz evrene gerçekten temas etmediğini, edemediğini
anlarsınız. İşte bu yüzden onun sırtının duruşu sizi ve yaşadığınız
dünyayı yaratan bir varlığın sırtının duruşudur.
Peki, o yalnız ve biricik midir? İşte bu da bambaşka bir muamma!
Bu kaliteli tekstil ve parfüm tüketicisi küçük tanrılardan, en az
onların kulları kadar çok sayıda vardır. Bu tanrıların birkaç tanesini bir
arada, bu küçük şehrin bir deniz kenarı sitesinin çay bahçesinde, ya da
balık lokantasında, asla rica veya teşekkür sözcükleri sarf etmedikleri
garsonlara, arada sırada emir kipinde ünlemli kısa cümlelerle hitap
ederken görebilirsiniz. Birbirleriyle konuştukları her şey içerikten yoksun
olduğundan, anlamı pekiştirip gerçekliği ve içtenliği ortaya koyacak
olan göz temaslarına ihtiyaçları yoktur. Bu yüzden gölgede bile hepsinin
gözlerinde koyu karanlık ve pahalı birer güneş gözlüğü vardır.
Ben onların hepsini tek tek tanırım, sadece sırtlarından
değil! Aralarında konuşurlarken benden hiç sakınmazlar, çünkü beni
görmezler. Onların hayatlarının ayrıntılarını bilirim, ne iş yaptıklarını,
ailelerini, kazançlarını, kayıplarını, zafiyetlerini, kusurlarını, kimin kiminle 135
çiftleştiğini! Bütün bunları, her birisi ortalıkta yokken diğerlerinden
öğrenmişimdir. Ben her şeyi bir hayalet gibi görür, dinler, bilirken onların
gördükleri şey sadece ifadesiz suratı, çizgili önlüğü, beyaz gömleği,
sipariş pusulası ve sarı tükenmez kalemiyle sakat bir garsondur.
Bu akşam sahil lokantası nöbetindeyken, yazıklanmaların
hemen ardına ulanmış bayağı alaylar, dedikodular, kahkahalar, tövbeler
ve sırıtmalar dolu bir konuşmadan, o sırada masada bulunmayan özel
sırtın sahibinin, sevgilisi tarafından terk edildiğini öğrendim!
Ben her gün, gece yarısından çok sonra kalkıp giden son sarhoş
müşterileri de yolcu eder, lokantanın arkasındaki barakaya, çekilmeden
önce kumsalda biraz yürürüm. Doğa ile bu kısacık ve küçük temas, bana
gösterilmiş bir lütuftur. O, beni kabul eder, dinlendirir, teselli eder.
Bu şehir bütün tinsel sefaletinin yanında şiirlidir de. Verimli
ovanın deniz kıyısını istila eden prizma şekilli beton urları saymazsanız,
güzel bir doğası vardır. Görmek isteyen, şehrin arkasındaki tepesi karlı
dağları, portakal, limon bahçelerini, makileri, ormanları ve kayalıkları,
gürültücü, cahil ve aptal komşularının talan ettiği ovadan uzak
bölgedeki, güzel ve doğal yaşantıyı görür. Dağın kar sularının, serin
esintilerinin, sıcaktan patlayan kozalakların, dikenli böğürtlen çalılarının,
sisli vadilerin insana teması güzeldir. Şahinlerin, tilkilerin, yılanların
ve yaban domuzlarının samimiyeti gerçektir. Deniz kenarında, güneş
gözlüklerinin ardında esriyen küçük tanrılar, yeryüzünün değişmekte
olduğunun farkında değildir. Bir yerlerde doğa bir otomobile ya da bir
otoyola dönüştürülüyordur. Bir yerlerde birileri açlıktan ölüyordur. Onlar,
tahrip edilmekte olan ovanın bu ucunda, kalın bir nem katmanının
altında tıkanan zihinleriyle, birbirlerine caka satarlarken; on bin metre
yukarılarından geçen uçaklar, zehirli dumanlarını tepelerine bırakarak,
kendileri gibi havlu, güneş yağı ve güneş gözlüğü sahibi neşeli insanları
okyanusların ötesine taşıyorlardır. Bütün gün kenarında oturdukları
bu denizin ötesindeki kıtada, mümbit bahçeleri istila eden sahra
kumullarının şakacılık ya da nüktedanlık yapmadığını bilmiyorlardır. 136
Kendilerinin nerede ve neden var olduklarını sorabilme melekesine
sahip değillerdir. Onlar maya bakterileri gibi boş rekabetleri içerisinde
yuvarlanır giderlerken, insana has sevginin üreme içgüdüsünden öte bir
şey olması gerektiğini bilmiyorlardır. Ama an gelir onlara insan olduklarını
anlatan küçük etkiler küçük karşılaşmalar vuku bulur. Bu etkilerin illaki
bir kasırga şiddetinde olması gerekmez.
Bu gece de, ayakkabılarımı çıkartıp kumsala indim. Binaların
deniz kıyısına sokulmayıp geniş portakal bahçelerini rahat bıraktıkları
yöne doğru yürüdüm. Havada yeni yıkanmış ten kokusu vardı. Bir ayça,
yakınındaki birkaç bulutun kenarlarını ve denizin yüzünü simliyordu.
Uzak eğlentilerin sesleri kesilmiş, portakal ağaçlarının ve okaliptüslerin
karaltılarından cırcır böcekleri, gerilerdeki bir kumsal ateşinin etrafından
yeni yetmeler şarkılar söylüyorlardı.
Ay tamamıyla ortaya çıktığında, yürüdüğüm yönde az ötede
onun siluetinin, başını önüne eğmiş, dalgaların beyaz köpük çizgilerine
dalgın ve küçük tekmeler attığını gördüm. Benim yaklaşan kambur
karaltımı fark edince denizin içine doğru birkaç adım atıp uzaklaştı. Bir
insanın ağladığını anlamanız için yüzünü ya da gözyaşlarını görmeniz
gerekmez. Arkasından geçerken sırtına baktım, şu an dokunulabilir
görünüyordu. Elimi onun sırtına doğru uzatıp havayı okşadım. Deniz iç
çekti, bir dalga, hazine sandığını açıp, ay ışığında küçük çakıl taşlarını
elmas şıkırtılarıyla ayaklarımın altına serdi.

137
Sert, Çok Sert - Füsun Çetinel

Dokuz günlük bayram tatilini fırsat bilip herkes bir yerlere gitmiş,
İstanbul hayalet şehir olmuş, sokakları, alışveriş merkezleri, plajları bile
boşalmıştı. Sıcaklık gölgede otuz altı dereceydi. Sarper’in beceriksizliği
yüzünden bir kere daha koca apartmanda bir tek biz kalmıştık.
Kız kardeşi Selin her zamanki pişkinliği ile arife günü yeni aldığı
bilmem kaçıncı köpeğini bırakacak yer bulamayıp sorgusuz sualsiz
kapımıza getirdi. Ben “Bir saatçik Gamze’ye göz kulak olur musun?” 138
desem bin dereden su getirirdi, bencil şey.
Sütlü kahverenginde bal gözlü şirin bir av köpeği kırmasıydı
Kırpık. Adını son harfine kadar hak ediyordu. Kapıdan girer girmez bol
salyalı ağzıyla neşe içinde ayakkabılarıma girişti.
“Sadece dört gün kalacak. Bugünü saymayın, dönüş günü de
çabuk geçer. Geriye sadece iki güncük kalıyor,” dedi Selin en sevimli
haliyle. Sormadı bile “Bakabilir misiniz?” diye. Kayınvalidem de aynı
model, her işi emrivaki bu ailenin.
“Aşısı falan var mı bunun? Başımıza bela çıkarmasın sonra?”
“Anne, lütfeeen ama,” diye çığlık çığlığa koşup yanımıza geldi
Gamze. “Benim odamda uyur. Hem benim dışımda tüm arkadaşlarımın
evcil hayvanı var.”
“Aşı için daha çok küçükmüş, satan adam öyle söyledi. Artık
Bozcaada dönüşü götürürüm veterinere.” Bozcaada’ya gidiyormuş. Biz
köpeğine bekçilik edelim, hanımefendi gezsin. Para bol nasıl olsa.
Sokaktan ısrarcı bir korna sesi geldi. Sevgili görümcem hasır
şapkasını savurup kraliçe edasıyla merdivenleri inip gözden kayboldu.
“İnşallah bunun sonu da diğerleri gibi olmaz,” dedim.
“Gamze köpek diye çıldırıyordu. Üç dört gün oynar, hevesi geçer
işte. Bize de bulaşmaz artık.”
Beyefendinin istediği olmuştu, köpeği bahane edecek, kıçını
her zamanki gibi koltuğa yapıştırıp tatil boyunca evden dışarı adım
atmayacaktı.
“Ben tuvaletine karışmam ona göre.”
Sarper küçük tuvaleti boydan boya eski gazetelerle kapladı. Bir
kenara su kabını yerleştirdi. Gamze hemen parka, gezmeye götürmek
istedi köpeği.
“Çamurlara girmesin. Patilerini ben yıkamam söyleyeyim,” 139

dedim. Yapmayacaklarımı önden söylemem bir işe yaramasa da.


“Anladık ya,” diye terslendi Sarper.
Gamze çoktan ayakkabılarını giymiş, Kırpık’ın tasması elinde
kapıda babasını bekliyordu.
Evin boş kalmasını fırsat bilip kendime kahve yaptım. Bankadan
arkadaşım aradı, havaalanındaymış. Paris’e uçacaklarmış. Uçak rötar
yapmış. Biz niye bir yere gitmemişiz? O konuştu, ben dinledim. Neyse ki
kapı çalındı da kapatabildim telefonu.
Niye anahtar almayı öğretemedim ben bu adama? Kırpık
huysuzluk etmiş, yürümek istememiş. Bir yavru köpeği bile idare
edemiyorsun, diyebilirdim ama Gamze’nin yanında kavga çıkarmak
istemedim açıkçası. Hem daha önümüzde nice günlerimiz vardı.
Kırpık geldiği zamanki kadar neşeli değildi artık. Hareketlerinde
bir ağırlık, doğal olmayan bir yavaşlık sezdim. Sarper normal olduğunda
ısrar etti.
“Uykusu gelmiştir anne, parkta yoruldu ya,” diye araya girdi
Gamze.
Kahvem buz gibi olmuştu. Vişneli kek istedi canım. Buzlukta
dondurulmuş ne varsa tatil boyunca kullanıp bitirmeliydim. Tek bir
zeytin tanesi bile koyacak yer kalmamıştı. Sarper’in telefonda annesiyle
konuştuğunu duydum. Bu ses tonuyla başka kimseyle konuşmazdı.
Yine neyin peşindeydi bu kadın?
“Ne diyor annen?”
“Çiçekleri sulamayı unutmayın,” diyor. “Otelde yemekler
rezaletmiş. Duvara bakan oda vermişler. Çok sıcak oluyormuş.”
Biz onun her işine koşuyorduk da o ne yapıyordu? Gamze’ye bir
kere bile bakmadı. Bir kere bile bir tencere yemekle gelmedi evimize. Bir
kere kış için yaptığım domates pürelerini derin dondurucusuna koymak
140
istemiştim de, “Kusura bakma, bizim yiyeceklere bile yer yok kızım,”
demişti utanmadan. Ben nereden senin kızın oluyorum?
Ne zaman evine yemeğe gitsek, “Ellerinizi yıkadınız mı?” diye
sorar. Kaç yaşında sanıyor bizi? Masaya meyve tabağı getiririm. “Bunları
iyice ovaladın mı?” der. Benim ailem köyden gelme sanki.
“Dayıma, teyzemlere gidecekmişiz. Sonra gönül koyarlarmış.”
Hırsla mikseri çalıştırdım. Ben akrabalarını ziyaret etmek için
değil, uçak bileti bulamadığın için kaldım bu aptal şehirde.
Gamze’nin inceden ağlama sesi duyuldu içeriden. Kırpık da
yoktu görünürde. Koştum, kızın eli kanıyor. Gamze söylemek istemedi
ama belli, oynarken ısırmış köpek.
“Şakadan yapmıştır,” dedi Sarper.
Gamze’nin eline kolonyayı boca edince daha çok ağlamaya
başladı.
“Isırmak istememiştir kızım, sütdişleri jilet gibi ya.”
“Çıldırdın mı sen, basbayağı ısırmış hain köpek.”
Kırpık bağrışlarımızdan yatağın altına sinip ulumayla karışık
inlemeye başladı.
Gamze’yi kucağımda salladım. Biraz daldı. Hemen doktorunu
aradım. O da tatildeymiş.
“Mutlaka kuduz aşısı yaptırın, işi şansa bırakmayın,” dedi.
Arkadan havuzun neşeli sesleri ve samba müziği geliyordu. Sarper
birkaç kere Selin’i aradı, telefonu kapalıymış. Ben sinir içinde koridoru
arşınlamaya başladım. Vişneli keki unutmuştum bile.
“Ya kuduzsa bu hayvan. Selin sorumsuzun teki, kim bilir nereden
aldı.”
“Saçmalama, çocukken beni her gün kedi köpek ısırırdı.”
“İyi o zaman, bırakalım kudursun kız.” 141

“Köpek bizimle nasıl olsa. Hem yavru köpek kuduz olmaz ki.”
Sarper olayı yumuşatmaya çalıştıkça sinirim iyice tepeme
çıkmaya başladı. Yerimde duramıyordum. İki de bir gidip uyuyan kıza
ve yatağın altındaki Kırpık’a bakıyordum. Hayvanın gözleri kaymıştı.
Derin soluklar alıp veriyordu. Bu hayvan kesinlikle normal değildi. Sarper
görünce bana hak verdi.
“Sen kızla dur ben bunu köşedeki veterinere götürüyorum,”
dedim.
Veteriner beni hemen tanıdı, bu Selin’in başımıza attığı kaçıncı
hayvandı.
“Gençlik hastalığı bu,” dedi. “İğne yaparım ama çok zor, yaşamaz.
Hasta hayvanı satmışlar size, başka ülkelerden kaçak getiriyorlar.”
Ağlamaya başladım. Kırpık için, Gamze için, kendim için.
Zehrolan dokuz günlük bayram tatili için.
“Kuduz değildir ama yine de veteriner fakültesinde bir test
yaptırmanızı öneririm. Madem kızınızı da ısırmış.”
Selin’i camdan aşağı atmayı istedim o an.
Pırtık’ı alıp eve döndüm. Gamze uyanmış merak içinde beni
bekliyordu.
“Kırpık biraz hastaymış, uyuması gerek,” dedim yavaşça. Sarper
onu küçük tuvaletteki çamaşır sepetinin içine koydu. Zavallı hayvan
koyduğumuz yerde kalıyordu.
“Kırpık ölecek mi anne,” deyip ağlamaya başladı Gamze.
Hiçbirimiz konuşmuyorduk.
Kırpık gece boyunca inledi. İlk önce solukları yavaşladı, sonra
minik göğsü zor inip kalkmaya başladı. Çok feciydi. Sarper hep yanında
kaldı. Ben uzaktan gözlüyordum. Sürekli Selin’i aradım, açmıyordu 142
telefonunu. Sabaha doğru Sarper bitkin bir şekilde yatağa geldi.
Anladım. Ölmüş. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Ne kötü bir kızdı şu
Selin. Sarper sesini çıkarmadan saçlarımı okşadı. Tatilin sonuna kadar
yataktan çıkmak istemiyordum artık.
Ertesi sabah herkes şiş gözlerle uyandı. Kırpık’ı bir karton
kutuya koyduk. Veteriner fakültesini aradık. Nöbetçi doktor çıktı telefona,
“Ancak bayram sonrası alabiliriz köpeği,” dedi, “hayvanı soğuk bir yerde
muhafaza edin. Yoksa beyni bozulur, kuduz testini yapamayız.”
Ağustos sıcağında alışveriş merkezlerinin dışında soğuk yer
bulmak neredeyse imkânsızdı. Buzdolabımızın buzluğuna sığamayacak
kadar da büyüktü merhum Pırtık. Soğuk ve geniş bir yer daha vardı.
Sarper’e söyleyince “Asla!” dedi ilk önce ama Gamze’nin kuduz olma
ihtimalini hatırlatınca, anında fikrini değiştirmek zorunda kaldı.
Kırpık’ın naylon poşete sarılı katılaşmaya başlamış minik
bedenini kayınvalidemin derin dondurucusuna törenle indirdik; domates
salçalarının, çilek reçellerinin, iç bakla ve bebek enginarların arasına.
Gamze kapağını kaparken dua etti.
Balkondaki çiçekleri suladık, yakındaki tatlıcıdan kutu kutu
baklavalar alıp dayı ve teyzeleri bayram ziyaretine gittik.

143
Konser - Belma Fırat

“N’aber millet?
SBS öncesi moral şenliğimize hoş geldiniz.
Coşmaya hazır mıyız?
Peki, Muse sever miyiz?
Budur işte. Süperisiniz!

144
Kankalar, o zaman rock kulübümüzün çalacağı Unnatural
Selection parçasıyla açılışı yapıyoruz. Klavyede Derin, bas gitarda
Okan, elektro gitarda Taylan, davulda Kaan ve mikrofonda Cem. Ve işte
karşınızda grup Crazy Boys.”

Yarım saattir sahne arkasında bekliyorlar. Sıra onlarda. Sunucu


Hakan’ın söylediği her ismin ardından salon alkış sesleri ve ıslıklarla
inliyor. Kendi adını duyduğunda midesi bulanıyor. Solist, elektro gitar, bas
gitar ve klavyenin ardından ayaklarını sürüyerek kulisin karanlığından
spot ışıklarına doğru ilerliyor. Gözleri kamaşıyor. En arkadan en öne
geçip koşar adım sahneye fırlayan Cem’e bakıyor. Artist. Herif okuldaki
şöhretinin tadını sonuna kadar çıkarmayı nasıl da biliyor. Yumruk havada
daha şimdiden coşturuyor milleti. Arkasından kızların sevgilisi Taylan
çıkıyor sahneye. Acele etmeden Cem’in yanında yerini alıyor. Taylan hep
rahattır zaten. Cool. Bir şeyler tımbırdatırız abi ne olacak havalarında.
Elektro gitarının kayışını omzundan geçiriyor. İki akort basıyor. Kızlar
çığlık çığlığa. Ardından grubun maskotu bas gitar Okan ve klavyede Derin
sahnede yerlerini alıyorlar. Derin klasik kökenli. Müzik öğretmeninin
gözdesi… İleride ünlü bir piyanist olacağı konusunda kimsenin kuşkusu
yok gibi. Bizler de, yırtık dondan fırlamış müzik heveslileri, itilip kakılan
rock’çılar. Cem’le, Taylan konser için bir kereliğine zar zor ikna ettiler
elemanı. Şaşkın şaşkın bakıyor. Elit klasik müzik dinleyicilerini arıyor
gözleri. Gülüyor Derin’in haline. Çok beklersin oğlum jungle’a hoş geldin.
En arkadan ağır adımlarla çıkıyor sahneye. Yeşil, kırmızı, mavi
spot ışıkları gözlerini alıyor. Renkli uzunları yakmışlar yine. Sırtını iyice
kamburlaştırıyor. Eğri bir fasulye sırığı gibi dolaşıp durmasana oğlum!
Ezik baterist. Kendini iki dakika içinde her şeyi yüzüne gözüne bulaştırıp
batırmak üzere olan beceriksiz bir palyaço gibi hissediyor. O trajikomik
gözyaşı damlası görünmüyor belki ama gözünün altında yerini aldı
bile. Üzgün palyaço, pagliaccio triste. Grubu rezil edecek. Seyirciler
kahkahalarla gülecek. Davulun başına geçiyor. Yerine oturmadan önce
ellerindeki bagetler sanki birer gülleymişçesine zar zor kollarını havaya 145
kaldırıp seyircileri selamlıyor. Solist ve gitaristlerin arkasındaki kuytu
köşesine, davul ve zillerden oluşan inine yerleşip iyice siniyor. Bateriyi
son bir kez kontrol ediyor. Davullar: Kasa, trampet, küçük alto, büyük
alto ve floor tom. Ziller: Hi-Hat, ride ve crash. Müdüre yalvar yakar iki
yılda aldırdıkları aleti öğrenciler kafalarına göre vura vura rezil ettiler. İşin
yoksa ayarlarıyla uğraş dur. Salaklar sürüsü.
Parçanın girişinde, klavyenin hemen ardından güçlü bir atak
bekliyor onu. Bütün parçanın temposunu belirliyor bu atak. Ritimde
en ufak bir kayma olursa biterler hep birlikte. Sonra parça artık
toparlanmaz bir daha. Provalarda ne diyordu Cem, “Saldır oğlum.” Elleri
buz gibi avuçları ter içinde sırılsıklam oldu, bagetler kayıyor. Taylan’ın
geniş omuzlarının arasından sırtını çaprazlama bölen gitarının kayışına
bakıyor. Gerilmiş. Gürültülü alkışlar sürüyor. Seyircilerde bir huzursuzluk,
sabırsızlık işareti… Cem tam önünde duruyor. Şimdi mikrofonu eline
alıyor, klavyenin başında hazır bekleyen Derin’e işaret vermek üzere
arkaya dönüyor.
Sınav yılı bateri mi olurmuş? Bir seneliğine bırakırsın olur biter.
Atla deve değil ya? Tuşen mi bozulur? Ne tuşesi oğlum? Alt tarafı dan
dun vuruyorsunuz. Geleceğin söz konusu, delirdin mi sen? Bak her
hafta dershane müdürüyle temasta olacağım, hiçbir testten seksenin
altına inmeyeceksin ona göre. Notların bir gıdım düşsün, bütün o davul
zımbırtılarını depoda bulursun.
Avuçları hâlâ ter içinde... Kalbi sıkışıyor. Kesik kesik nefes
alıyor. Bagetleri sıkıca kavrıyor, daha epeyce zamanı var. Nihayet Derin
klavyenin tuşlarına dokunuyor ve Cem diyaframından aldığı güçle
parçaya giriyor.

They’ll laugh as they watch us fall (Biz düşerken gülerek bakacaklar)


The lucky don’t care at all (Şanslı olanlar aldırmazlar)
146

A kitapçığı. Zamanı iyi kullan. Önce matematiği yap. Geometrin


kuvvetli, soru kaçırma. Polinomlarda zayıfsın mutlaka tekrar et. İletken,
yarı iletken maddeler. Karbon Glukoz=C6H12O6, bildiğin şeker. Sülfürik
Asit=H2SO4, Hasan iki salak Osman dört. Sosyal basit gibi görünür ama
tuzak soru çok olur. Küçük ünlü uyumu. Fıstıkçı Şahap: Sert ünsüzler.
De’lere, da’lara ki’lere dikkat et. Anlatım biçimleri: Betimleme, açıklama,
öyküleme, tartışmaca…

No chance for fate (Kaderin hiç şansı yok)


It’s unnatural selection (Bu doğal olmayan bir seçim)

Dikkat, süreniz başladı…


Kollarını kaldırıyor. Ayağını pedalın üzerine koyuyor. Bagetleri
fazla sıkma. Düz ritim. Trampet, kasa ve crash…
I want the truth (Gerçeği istiyorum)

Cem nihayet elini havaya kaldırıp giriş işaretini veriyor. Ve kasa…
Ayağının altındaki pedalın tokmağıyla önündeki büyük davula bir tane
geçiriyor. Sabırsızlıkla temponun hızlanmasını bekleyen seyircilerin
yarısı ayağa fırlıyor. Yükselen ritimle birlikte deli gibi zıplamaya
başlıyorlar. Trampet, kasa, crash… İlk atak her şey demektir. Tempoyu
sakın düşürme. Alnında boncuk boncuk terler birikiyor. Bagetleriyle
girişiyor davullara ve zillere. Neydi? Saldır yöntemi, saldır…
Cem yumruğunu havaya kaldırıyor başparmağıyla “ok” işareti
veriyor. Sonra, iki eliyle kavradığı mikrofonu yeniden dudaklarına
yaklaştırıyor ve gürlüyor…

I’m hungry for some unrest (Biraz kargaşaya açım)


I want to push this beyond a peaceful protest (Bunu barışçıl bir 147
protestonun ötesine taşıyalım)
I wanna speak in a language they’ll uderstand (Biraz da anladıkları
dilden konuşalım)

Ananın A’sının kitapçığı. İçine sıçtığımın sınavı… Söylene söylene


sorulara girişiyor.
“Yetti artık.”
“Sessizlik lütfen!”
İçine gömüldüğü testten başını kaldırıyor, kim bu bağıran? Selin!
O da burada mıydı? Lanet sınav gözetmeni tekrar uyarıyor. “Atarım
dışarıya.” “Atarsan at be!” Selin’in gözleri ateş saçıyor. Ayağa kalkıyor, test
kitapçığını cart diye yırtıyor. Bir anda herkes donakalıyor. Delirdi galiba.
Selin’in gözlerinin içine bakıyor. “Ne yapıyorsun?” “Testi yırtıyorum. Evet,
yırtın arkadaşlar. Yırtın!” Sınav gözetmeni koluna yapışıyor. “Yeter artık
çık dışarı.” “Çıkmıyorum zorla mı? Bırak kolumu.” Arkadan bir ses geliyor.
Biri daha yırttı galiba soruları. Gözetmen gürlüyor. “Kendinize gelin.
Hakkınızda işlem yapacağım.” Selin bağırıyor. “Hadisenize millet, ödlek
misiniz? Hep bize denileni mi yapacağız? Korkmasanıza. Bakın hepimiz
yırtarsak, ama hepimiz… Sınav falan kalmaz. Anlamıyor musunuz?”
Hadi, fırsat bu fırsat… Hep gözüne girmek istemiyor muydun?
Kalk, bin parçaya ayır şu lanet testi. Birkaç kişi daha yırtıyor kitapçıkları
ve sonra diğerleri. Ayağa fırlıyor. Kitapçığı ortadan ikiye ayırıyor. Selin?
Evet gördü. Takdir dolu gözlerle bakıyor. “Çığırından çıktınız. Sınav
yapıyoruz burada. Disiplin suçu işliyorsunuz. Durun, durun diyorum
size, ne yapıyorsunuz!” Gözetmen çaresizce bağırmaya devam ediyor.
Artık bütün sınıf galeyana gelmiş durumda. Herkes yerinden fırlıyor
ve önlerindeki testleri paramparça ediyorlar. Selin emirler yağdırıyor,
“Arkadaşlar dışarı!” Koşarak kapıya yöneliyorlar. Sıraları devirerek, itişe
kakışa sınıftan çıkıyorlar. Su şişeleri, zihni açsın diye getirilip sıraların
üzerine özenle dizilen gofretler, kalemler, silgiler yerlerde sürünüyor. 148
Çikolatalar ayakkabılarına sıvanıyor. Nihayet grubun en arkasından
kendini sınıfın dışına atıyor. Hayret, koridorlar öğrenci dolu. Nasıl
oldu bu? Herkes sınıflardan çıkmış. Sadece burada değil, bütün sınav
merkezlerinde, bütün illerde, köylerde ve hatta kasabalarda. Sürü
halinde binanın çıkışına doğru harekete geçiyorlar. Sınav gözcüleri
şaşkın, boş gözlerle olayları izliyor, kimseyi durdurmaya çalışmıyorlar
artık. Paramparça olmuş kâğıtlar, test soruları ayaklarının altında
eziliyor. Selin’i arıyor gözleri. İşte orada, en önde! Hayranlıkla güzel kıza
bakıyor. Savaş tanrıçası Athena, Amazon ya da bir Katniss Everdeen.
Bütün öğrencileri peşine takmış haykırarak koşuyor.

Counter balance this commotion (Bu kargaşayı tersine çevireceğiz)


We’re not droplets in the ocean (Okyanusta bir damla değiliz biz)
Evet, aynen böyle diyor Selin, “Okyanusta bir damla değiliz biz!”
Sesi Cem’inkine karışıyor, tek bir ses oluyorlar. On altılık ritim. Kaçırma.
Hi-Hat ve kasa. Taylan’la bakışıyorlar. Uyum yerinde, parça akıyor.
Seyirciyi kazanmış olmanın rahatlığı sarıyor her yanını. Sakın gevşeme,
rehavete kapılma. Salon inliyor. Cem’in kuvvetli sesini ezip geçiyor, hep
birlikte nakaratı tekrar ediyorlar.
Sınav salonunun dışındalar şimdi. Bütün illerdeki, kasabalardaki
ve köylerdeki tüm sınav merkezleri bomboş, sessiz… Cevapsız sorular a,
b ve c şıkları yerleri süpürüyor. Bir milyon ve küsuratı kız ve erkek öğrenci
ise dışarıda parçaya eşlik ediyor. Okyanusta bir damla değiliz.
Sessizlik. Bir şeyler yağıyor yukarıdan. Ortalığı bir beyazlık
kaplıyor. Hep birlikte başlarını kaldırıp büyülenmiş gibi gökyüzüne
bakıyorlar. İzliyorlar. Masmavi gökyüzünde salınan paramparça olmuş
kâğıt parçaları… Durum değerlendirme sınavı, deneme testi, burs sınavı,
ara karne, ölçme değerlendirme formları rüzgârda birer beyaz kelebek
149
misali nazlı nazlı süzülüyorlar. Çok güzel. Bir el kavrıyor avucunu. Selin…
Yanı başında. Mis gibi kokan narin başını omzuna yaslıyor.

Try to ride out the storm (Fırtınayı atlatmayı dene)


Whilst they’ll make you believe (Onlar sizi inandıracaklar)
They are the special ones (Özel kişiler olduklarına)
We have not been chosen (Ve bizler seçilmedik)

Elektro gitarın tınısı havada uçuşan kâğıtlarla bir oluyor.


Taylan’ın bedeni melodi ile birlikte zarif hareketlerle sağa sola kıvrılıyor,
gitarın perdeleri adeta inliyor. Belli belirsiz caz esintileri eşliğinde rock’tan
swing’e doğru hafif bir yolculuk. Bu bölümü çok seviyor. Üçlemeye fazla
yüklenme. Davul ve zil rol çalmadan düşen tempoya ayak uyduruyor.
İzleyiciler kol kola girmiş bir sağa bir sola sallanıyorlar. Cem dudaklarını
mikrofona yapıştırıp berrak sesiyle söylemeye devam ediyor.
Injustice is the norm (Adaletsizlik bir normdur)
You won’t be the first (Sen ilk değilsin)
And you know you won’t be the last (Ve biliyorsun sonuncu da
olmayacaksın)

Hazırlanıyor. Elektro gitar uzun bir iç çekişle geriye çekiliyor


ve hâkimiyeti tekrar davula bırakıyor. Seyirciler ise, harekete geçen
davulların güçlenen vuruşlarıyla kendilerine gelip canlanıyor ve Cem ile
birlikte nakarata giriyorlar.

Counter balance this commotion (Bu kargaşayı tersine çevireceğiz)


We’re not droplets in the ocean (Okyanusta bir damla değiliz biz)

Davulun ajitasyon yaratan temposuyla birlikte herkes yeniden


150
yerinde deli gibi sıçramaya başlıyor. Parçanın en zor bölümü… Trampet,
küçük alto, büyük alto ve floor tom. Çılgın gibi patlatıyor davullara
bagetleriyle.
Milli Eğitim Bakanı, onun lanet memurları, dershane müdürleri,
öğretmenler, yaşam koçları, rehber öğretmenler ve hırslı veliler. Bir de
asayişi sağlamak üzere toplanmış panzer ve emniyet mensupları.
Çelik yelekli polis memurunun elindeki megafonun cızırtılı sesi
duyuluyor. “Milli Eğitim Bakanımız büyüklük gösterip sizleri affetmiş, SBS
sınavı gelecek haftaya ertelenmiştir. Olaylar, okullarınızdaki rehberlik
servisleriyle yapılacak işbirliği ile ele alınacaktır. Şimdi düzen ve disiplin
içerisinde evlerinize dağılın.”
“Ne yapacaksınız dağılmazsak!”
“Yoksa bedava eğitim isteyen öğrencilerin yanına mı
yollayacaksınız?”
Kalabalık birden çıldırıyor. Sanki görünmez bir yerden aynı anda
komut almışçasına yerlerdeki soru işaretleriyle bezeli kâğıtları avuçlarının
içerisine alıp öfkeyle buruşturuyor, iyice sıkıyor, sıkıyorlar. Kollar hep
birlikte havaya kalkıyor; içi öfke, nefret ve sorularla dolu binlerce kâğıttan
topu şiddetli bir dolu misali yağdırıyorlar çelik yeleklerin üzerine.

Soru 28: Öfke Nedir?


a) Sıkmak için avucumuzdaki kâğıda uyguladığımız kuvvettir.
b) Fırlatmak için kolumuzu kaldırdığımızda harcadığımız enerjidir.
c) Kütlesi, maddesi, hacmi ve ağırlığı yoktur.
d) Ölçülemez.
e) Davranış bilimlerinin konusudur.
f) Edebiyat eserlerinde sıkça ele alınan bir duygu durumudur.
g) Kontrol edilemediğinde öfke patlaması da denilen dengesiz
hareketlere neden olur. 151
h) Ayaklanma ve isyanların temelinde yatan önemli bir etmendir.
i) Bunun için kitleleri hakimiyeti altına alması gerekir.
j)…….
k)…….
Ama sonsuz tane şık var! Hangi şık, hangi şık, hangi şık?

I want the truth (Gerçeği istiyorum)


I want the truth (Gerçeği istiyorum)
I want the truth (Gerçeği istiyorum)

Sürem mi doldu? Durun daha bitirmedim. Almayın kâğıdımı.


Bırak diyorum, bırak!
Sınıfın kapısı bir tekmeyle açılıyor. Cem bu. Elini uzatıyor.
“Baba süperdin, çak!”
Şaşkın gözlerle seslenip duran Cem’e bakıyor. Alkışlar…
“Ne o bitti mi?”
“Oğlum kendine gel. Taptılar senin son ataklara.”
……….
“Kalk oğlum, lan selam versene.”
Çılgın tezahüratlarla birlikte kendine geliyor. Salon alkıştan
inliyor. Cem omuzlarından tutup sahnenin ortasına doğru itekliyor.
Lanet spot ışıkları… Ellerini gözüne siper ediyor. Birkaç adım atıp öne
doğru çıkıyor. Seyircilerle göz göze geliyor. Selin, başkanı olduğu öğrenci
meclisi üyeleri ile birlikte, en önde. Simsiyah saçları darmadağın, yüzü
pespembe. Pırıl pırıl gözlerle bakıp gülümsüyor, deliler gibi alkışlıyor.
Sahnenin ortasında, orada öylece donup kalıyor. Selin…
“Kaan, oğlum selam ver!” 152

Cem sonunda pes edip yanına geliyor. Bageti sımsıkı tutan


yumruğunu kavrıyor ve kolunu havaya kaldırarak seyircileri selamlıyor.
Geride Kalan - Ayşen Işık

Uyku tutmadı kadını. İki gün önce kızıyla konuşmuştu, sesi


bir tuhaftı Nur’un, sıkıştırdı biraz, “Ne var? Ne oldu?” diye, söyleyip
söylememekte kararsız, “Dikkat et anne,” diyebildi.
Fırat abimle babam saçma sapan konuşuyorlar. Duymuşlar
evlendiğini, haberin olsun, zıvanadan çıktı ikisi, korkuyorum. “Korkacak
ne var, canım kızım,” deyip avuttu kızını. Evlendiysem suç mu? Sen hiç
meraklanma, bi’ şeycik yapamazlar. Ağzı böyle söylese de, yüreğinde 153
huzur kaçmıştı bir kere.
Yanında her şeyden habersiz yatan adamı uyandırmaktan
çekinerek kalktı yataktan, ayaklarının ucuna basarak odadan çıktı.
Duvardaki çivide asılı ceketin cebinden sigara paketini ve çakmağı alıp
usulca bahçeye süzüldü. Issız, serin gece, yazın son demleri. Omuzlarına
aldığı hırkayı giyip düğmelerini ilikledi. Ceviz ağacının altındaki sedire
oturdu. Koca bahçedeki tek ağacın gövdesine yasladı sırtını. Bir sigara
yaktı. Ne kadar parlak ve göz alıcıydı yıldızlar. Gecenin tadını çıkaracak
halde değildi, ne yapsa içine yerleşen sıkıntıdan kurtulamıyordu.
Yeni evindeki tam kırkıncı gecesiydi. Kırk yıl düşünse, dağ
başında bir evde, bu kadar mutlu olacağını, yıllar önce yitirdiği yaşama
arzusunu yeniden bulacağını aklının ucuna getiremezdi. Gerçi hâlâ
inanamıyordu, nasıl oldu, nasıl karar verdi, pat diye evleniverdi hiç niyeti
yokken, bir daha evlilik mi, tövbeler olsun derken. Otuz yıllık evliliği, sert
ve amansız geçen, uzun sürmüş bir kıştan, acımasız tek bir mevsimden
ibaretti. Boşanmaya karar vermesi yıllarını almıştı, elli üç yaşındaydı,
iki oğlunu evlendirmiş, kızı okulu bitirmiş, işe girmişti. Çocuklar başının
çaresine bakacak durumdaydı. Babalarını da nasılsa idare ederlerdi.
Evlendiğinden beri sadece Nur’la görüşüyordu. Oğlanları
aramaya çekiniyordu, ne zaman niyetlense vazgeçiyordu. İki oğlan da,
özellikle de büyük oğlu Fırat, boşanmadan çok, şehirden ayrılmasını,
ta memleketin bir ucuna taşınmasını hazmedememişlerdi. “Anladık
babamdan vazgeçiyorsun, ama niye bizden de vazgeçiyorsun,” diye
karşı çıkmışlardı. Çocuklarını ne dese ikna edememiş, tüm itirazlarına
rağmen kararında diretmiş, baba ocağına dönmüştü, Anamur’a gelmişti.
Sene olmadan evleneceği hiç hesapta yoktu elbet. Anası babası rıza
göstermiş, “Çocuklar da nasılsa alışır, kabullenir,” demişlerdi. Mutlu
olmaya senin de hakkın var, deyip yüreklendirmişlerdi kızlarını. “Keşke
haber verseydim, benden öğrenseler daha uygun olurdu,” diye düşünüp
kaygılanıyordu. Duymuşlar işte.
154
Yan dönüp karanlık pencereye baktı. İçerde uyuyan adamı
düşündü. Hâlâ kendi bile yadırgıyordu. Kim bilir ne zaman alışacağım
diyordu adama da. Günleri saymayı bırakınca alıştın demektir, diyordu
adam. İçine kapandığında gelip oturuyordu yanına. Ellerini avuçlarının
arasına alıp düşünme bu kadar, diyordu. İyi değil. Güve gibidir düşünceler,
adamın beynini kemirir.
İlk bir ayın nasıl geçtiğini anlamamıştı, yapılacak işler yüzünden
beş dakika oturacak vakit bulamamıştı. Ev dip köşe temizlik istiyordu. Bir
yığın eşya vardı atılacak. Önce çekindi, ama böyle de oturamazdı, içine
sinmiyordu. “Kızar mısın?” diye sordu adama, “işimize yaramayacak,
ıvır zıvırı toplayıp atsam, evi şöyle baştan aşağı elden geçirsem, gücenir
misin?” “Niye kızayım, a canım,” dedi adam, “artık bu evin kadını sensin.
Ne istiyorsan, nasıl istiyorsan öyle yap. Sadece yorma kendini.”
Adamın rızasını alınca içi rahatlamıştı kadının, hiç vakit
geçirmeden işe koyuldu. Tek başına baş edemeyeceğini anlayınca
adamın önerisini kabul etti, köyden bir akraba kadını yardıma çağırdılar.
Gözünün tutmadığı, eski, işe yaramaz ne kadar eşya varsa arka bahçeye
taşıttırdı. Yaktılar. Eskimiş yollukları atıp, halıları bir güzel yıkadılar, adam
bütün evin duvarlarını boyarken, rengi atmış, sarkmış perdeler çıkarıldı,
yeni tüller için ölçü alındı. Yüklüğü boşaltıp, yatak, yorganın fazlasını
elden çıkardılar. Yıkanacaklar yıkandı, ütülendi. Canın çıktı, otur artık
diyordu adam. İşe öyle kaptırmıştı ki, yorgunluk falan umurunda değildi.
Hem böylece verdiği kararı sorgulamaya, “İyi mi ettim kötü mü?” diye
düşünüp kurcalamaya zaman kalmıyor, oyalanıyordu. Aslında pişman
değildi, aksine kızıyla o konuşmayı yapana dek huzuru da, rahatı da
yerindeydi. Bir terslik olacak, mutluluğu bozulacak diye aklı çıkıyordu.
Evin duvarlarına nazar boncukları, kapıya uğur olsun diye at nalı asmıştı.
Kızının endişeleri bir kuruntudan ibaret değildi yazık ki. İçindeki
kötü his boşuna değildi. Çok iyi tanıyordu eski kocasını. Ne yapar
eder burnundan getirirdi şimdi. “Yetmedi çektirdiği,” dedi. Olmaz
olsun öyle marazi sevgi, yedi bitirdi bizi. Ağız tadıyla bir günü akşam 155
ettirmedi, yaşlandıkça huysuzlaştı, daha beter oldu. Ne yapsan kabahat,
azarlamaya hazır. Gözünün önüne eski kocasının suratı daima asık,
bakışları sert, tehditkâr görüntüsü yerleşti. Bir ürperti yokladı bedenini.
Gözlerindeki ıslaklığı silip kollarını göğsünde kavuşturdu. Utandığı
için kimselere söyleyememişti, kaç defa el kaldırmıştı rezil! Kendini
öldürmediyse korktuğu içindi, cesareti olmadığı için. Yoksa yaşamak
umurunda değildi, “Ölsem de kurtulsam!” diye ağlayarak sabah ettiği
günler geldi aklına. Öfkeden eli ayağı buz kesti.
Ertesi sabah ilk iş adama söyleyecekti. “Ne olur ne olmaz tetikte
olmak gerek,” diye düşündü. Durduk yere yüreğine korku salan adamın
adını nefretle andı, “İnşallah bir kötülük planlamıyorsundur Naci,” dedi,
“yanında bırakacağımı sanıyorsan aldanıyorsun. Hele bi’ çık karşıma,
bak ne oluyor.” Sanki karşısındaydı adam, sinirden titriyordu. Bir müddet
sonra kendi kendini yatıştırmayı başardı, “Senaryo yazma kafanda,” dedi.
“Hadi git yat, hele bir sabah olsun, beraber düşünürsünüz, ne yapmalı?”
Başını gökyüzüne çevirdi, ağacın yapraklarından ay ışığı
dökülüyordu, hayranlıkla gözlerini açtı, derin derin soluk aldı. Kasabayı
tepeden gören bu ev, ilk kez tekinsiz geldi gözüne, en yakın evin
kilometrelerce uzağında olmak korkuttu kadını. Daha fazla kalamadı
dışarıda, eve girdi, kapıyı kilitledi, uyuyamayacağını bile bile yatağa
yattı, iyice sokuldu kocasının yanına. Gözünü açtı adam, “Hayırdır,” dedi,
“uykun mu kaçtı?” “Yok,” dedi kadın, “bi’ şey yok, sarıl bana.”
Adam kolunu karısının başının altından geçirip sıkıca sarıldı
ona, yanağına sevgi dolu bir öpücük kondurdu. “Üşümüşsün,” dedi.
Yüreğine bir sıcaklık yayıldı kadının, içi ısındı. Gözlerini yumarken söz
verdi kendine. “Hayatımı bir kez daha sert bir kışa çeviremeyecek hiç
kimse,” dedi, “bundan böyle ne kötülükten, ne gölgelerden korkacağım.”

156
Yasemin Kokusu - Yasemin Newcombe

Ağzımda akşamdan kalma katran tadı, yere saçılmış


bardaklara basmadan ilerledim telefona. Kibar bir beyefendi “Entegre Et
Tesislerinden arıyorum, İş ve İşçi Bulma Kurumu’ndan aldığımız listeden
ulaştık size, elaman alımında bulunacağız. Yarın saat ikide görüşmeye
gelebilir misiniz?” dedi. Şaşkınlıktan bir an duraksadım, kibar sesim
aceleci bir ton aldı. “Gelirim tabii, gelirim,” dedim. İki yıl oldu kimse
aramamıştı, umudumu kesmiştim artık. Sevincimin yerine hemen bir 157
endişe çöreklendi. Ne giyip de gitmek lazım gelirdi, ne sorarlardı, nasıl
cevap verirdim?
Bayramlık çocuklar gibi geceden başucumda hazır ettim
giyeceklerimi, jiletimi, tıraş tasımı, köpüğümü, her şeyimi aynanın önüne
dizdim.
Heyecandan uyku girmedi gözüme bir sağa bir sola, umuttan
umutsuzluğa, geçmişten geleceğe geceyi sabah ettim. İş tutmayalı
yıllar oldu, köyde sattığım bir iki bağ parası ile geçindim gittim. Zaten
çalıştığım zamanlar da kendi işimdi, kimsenin emrine girmemiştim
ama gözüm korkmaz benim işten, yumuşak başlıyımdır sonra iki lafa
bozulmam, pireyi deve yapmam. Anlaşır giderim kim olsa.
Sabah kafamdaki sırasına göre hazırlandım ama kahvaltı
edemedim, midem bir bardak çayı zor aldı. Tıraşımı oldum, lacivert
takımımı giydim kuşandım. Giderken kahvenin önünden geçmeyeyim
diye yolu uzatmak zorunda kaldım. “Şimdi derler ‘Nereye böyle bir
dirhem bir çekirdek?’; söylemek zorunda kalırım, sonra olmazsa bir de
utanır sıkılırım,” diye düşündüm.
Yoldan geçerken uzaktan görmüşlüğüm vardı tesisi ama yakından
ne kadar da büyükmüş, belli çok çalışan var. Allah işlerine zeval
vermesin o kadar çok çalışan olmasa bizim gibilere gün doğmaz zaten.
Elli kişiden fazla çalışanı olduklarında hükümlü ve özürlü çalıştırmaları
gerekiyormuş, kanun böyle demişti kurumdaki abla. Ama demişti çoğu
yer çalıştırmak yerine ceza ödemeyi bile tercih eder. Onlar da haklı tabii.
Kapıda bekçiye derdimi anlatıp tarif ettiği yere gittim. İnsan
Kaynakları yazan odanın başındaki koltuklarda bekleşen insanlar vardı.
Onlarında aynı niyet ile geldikleri bayram çocuğu hallerinden belliydi.
Geçtim en sondaki sandalyeye iliştim. Giren çıkanların yüzlerinde izler
aradım, en son çıkana arkasından bir ses “Kapı açık kalsın, başka
bekleyen var mı?” diye seslendi. Korka korka gittim mavi kapıya, içerisi
aydınlık. Karşılıklı dört beş masa, ortalarında sandalyeler sehpalar.
158
Çalışanların hepsi hanımefendi sadece bir beyefendi var o da beni arayan
olsa gerek. Ben odanın ortasında tahtaya kalkmış çocuk gibi beklerken,
beyefendi “Buyurun, buyurun oturun diye ona yakın sandalyeyi işaret
etti.” Soğuk soğuk terlemeye başlamıştım. Yaradanıma şükürler olsun ki
fazla uzatmadan basit sorular sordu. “Ne sebeple hüküm giymiştiniz?”
sorusunu ilk soru olarak bekliyordum ama hiç sormadı belli ki önceden
öğrenmişlerdi. Hatta solunda oturan hanımefendinin bakışlarına
bakılırsa ben gelmeden önce bahsini etmişlerdi.
Birkaç sorunun ardından “Tamamdır, bunlar sigorta girişiniz
için getirmeniz gereken evraklar,” deyip bana bir kağıt uzattı. “Nasıl?
İşe alındım mı?” diye kekeledim. “Evet, hafta başı başlarsınız ama
bu evrakları tamamlayın gelmeden önce olur mu?” dedi. Çalışma
saatlerinden, servis kalkış yerlerinden, alacağım maaştan falan bahsetti
ama kulaklarım duymaz olmuştu. İşe başlayacaktım, başlayacaktım
yeniden.
Oradan çıktığımda ağlıyordum, yıllar vardı ağlamayalı, bir rahatladım
ki sorma. Gömleğimin üst düğmelerini açtım, ardı ardına sigara yaktım.
İlk defa ayaklarımı sürümeden mahallenin yolunu tuttum. Kahvede
“Herkese çaylar benden!” diye neşe ile nara attım. Hastaneden sağlık
raporlarımı, adliyeden sicil kaydımı, muhtardan ikametgâhımı aldım,
gidip şöyle en yakışıklısından fotoğrafımı çektirdim.
Pazartesi sabahı erkenden yolunu tuttum tesisin, evraklarımı bizim
beyefendiye verdim. O zaman ilk kez adını söyledi. Mert’miş adı. Sonra
beni oradaki herkesle tanıştırdı. Personel servisinin kalktığı yeri gösterdi,
şoföre nereden bineceğimi söyledi. Oradan personel yemekhanesine
geçtik orada da mutfakta çalışanlarla tanıştık. Çok ilgilendi benimle sağ
olsun, gerçekten mert delikanlıymış. En son üretim bölümüne geçtik ve
beni usta başına teslim etti. Herkes kırmızı muşamba tulumlar giymiş,
kafalarına poşet ağızlarına maske kapatmışlardı. Usta başının tulumu
kendisi gibi sarıydı, Sakaryalıymış aslen ama “Ekmek nerede memleket
orası,” dedi. “Memleket, bağrımda acı,” diye içimden geçirdim. “İş kolay,
bir haftada kaparsın sen kesip parçalama bölümünde çalışacaksın,” 159
dedi. Üstüme göre tulum, poşet maske verip erkek soyunma odasını
tarif etti. Ben hazır olunca asıl işimin olduğu bölüme girdik.
Bir sürü insan gözün alamayacağı kadar büyük bir alanda çalışıyordu.
Havada keskin, ağır, nemli bir koku vardı. Sağ tarafta ayaklarından
aşağıya sarkıtılmış sayısız hayvan dolaptaki gömlekler gibi asılmışlardı.
Yere biriken kanlar ufak gölcükler oluşturmuştu. O kokuyu duyup, kanları
görünce içim çekilir gibi oldu. Bantların başına gittiğimizde ustabaşı beni
bir bey ağabeyin yanına yerleştirdi. “Hafız bana bak, bu İbrahim bugün
başladı, işi göster yardım et,” diye tembihledi. Hafız selamlaşmanın
hemen ardından bana önüne gelen etleri nasıl kesip biçtiğini göstermeye
başladı ama ben onu dinleyemiyordum. Kanım çekiliyor, başım dönüyor,
midem bulanıyordu. Denemem için bıçağı bana uzattı önüme büyük,
kemikli bir et koydu. Bıçağı aldım gösterdiği yere doğru dayadım sonra
bir koku geldi burnuma. O günkü koku, damın dibinde biten yaseminin
kokusu ama bu et soğuktu, bu et ağlamıyordu, bu et yalvarmıyordu.
Sertti bu et, on altısında taze değildi. Bıçağı dayadım usulca çektim.
Tema: Delik
Bir Deliğin Hatıra Defteri - Hekim Ali Babacan

Cebindeki deliğin içinde nasıl kaybolur bir insan?


Ben kayboldum.
En büyük bozuk paraların bile geçemeyeceği büyüklükte olan
bir deliğin içinde kayboldum. En sevdiğim kotum kirlide olduğu için en
sevmediğim ikinci kotumu giymek zorunda kalmıştım. Zaten üç kotum
vardı.
161
Simit fırınının önünden geçerken burnuma gelen kokular aklımı
çelmişti. Karnım tok olduğu halde canım fena halde bir simit çekmişti.
İçeri girdim. Sıcak sokaktan iki kat daha sıcak fırından iki kat daha sıcak
fırın kısmında boncuk boncuk ter dökmekte olan ustayla göz göze
geldik.
“Az bekle ablacım. Çocuk yok da,” dedi alnından damlayan
terleri koluna silerek.
O gelene kadar parayı hazır etmek için elimi cebime attım. Bir iki
tane bozuk paranın arasından geçti parmaklarım. Deliği buldu.
“Ablacım nerdesin?” diyen bir ses duydum sonra sadece.
Fırın yok oldu. Ya da ben fırının olduğu yerden yok oldum. Yok
olan bir yerdeydim şimdi. Üstüm başım fırına girerkenki halim gibiydi.
Sadece pantolonum yoktu. Üstümdeki tişörtü sanki etrafta beni gören
varmış gibi külotumun üstüne çekiştirip duruyordum. Halbuki bırakın
insanı ya da herhangi bir canlıyı tek bir şey bile yoktu etrafta. Silinmiş
bir resme sonradan dahil olmuş eğreti bir figür gibi şaşkındım. Basacak
bir yer bile görünmüyordu ama basıyordum. Bakacak bir yer yoktu
ama bakıyordum boşluğa da olsa. Bir süre, zemini belli olmayan üç
boyutlu bir evrende, yönümü nasıl değiştirdiğimi bilmeden üç eksende
de yürüyüp durdum. Garip bir durumda olmama rağmen buna çok kısa
sürede adapte olmam daha da garipti.
Yürümeye başlayalı çok olmamıştı ki, ya böyle bir evrende bir
sürü olduğu için ya da şanslı olduğum için kafamı bir şeye çarpınca yere
kapaklandım. Yer dediğim sözün gelişi. Ayaklarımı bastığımı sandığım
yer diyelim. Hemen ayağa kalkarak neye çarptığımı bulmaya çalıştım.
Başımın hizasındaki kısımları el yordamıyla yokluyordum. Ama bir
şeye ulaşamadım. Sonra eksen değiştirmiş olabileceğim aklıma geldi.
Sonuçta sabit bir zeminim yoktu. Belki de biraz daha derine gömülerek
yeni bir zeminde ilerleyecektim artık. Bu nedenle biraz daha yukarıları
yoklamaya başladım. Hâlâ bir şeyler yoktu. Zıplayarak yoklamayı
denedim en son. Bir iki denemeden sonra elim bir şeye çarptı. Ona 162
ulaşabilmek için daha kuvvetli zıplarken tişörtümün koltuk altı söküldü.
Elimi uzatıp söküğü kontrol ederken içinde kayboldum.
Farklı bir yerdeydim şimdi. Yine normal bir dünya değildi ama
eskisinden de farklıydı. Sağda solda yeşil renkte garip lekeler vardı.
Bazıları yapış yapıştı, bazıları ise kahve fincanın altından oluşmuş
gibi kesikli çemberler şeklindeydi. Ve başka bir yenilik de şimdi iç
çamaşırlarımla kalmış olmamdı. Anlaşılan her bir delikle başka bir aleme
geçecek ama giderek çıplak kalacaktım. Bunu keşfettiğimde burada
herhangi bir çıkar yol aramak için uğraşmamaya karar verdim. Sonuçta
garip yeşil şekiller de olsa, ilk evrene göre biraz daha insansı gibiydi bu
yer. Başka bir delik, başka bir evren demekti. Daha da insansı bir evren.
Hemen sutyenimi çıkarıp bir delik açtım tırnaklarımla.
Daha deliği açarken, bir parmağım diğer tarafa geçmişken, kendimi
deliğin içinde kaybolmuş halde buldum. Sadece külotum vardı şimdi
üstümde. Bu yeni evrenin ise bir öncekinden tek farkı zeminin, basınca
altından su sıçratan Arnavut kaldırımı döşenmiş olmasıydı. Giderek
karmaşıklaşıyordu işler. Galiba daha iyi bir dünyaya gitme konusunda
işe yarar bir stratejisi yoktu benin sistemimin.
Bu sefer hiç beklemedim. Külotumu çıkardığım gibi delmeye
giriştim. Aslında zaten yıpranmış olan külotumu zorlamaya bile gerek
kalmamıştı. Çırılçıplak bir vaziyette başka bir yerdeydim şimdi. Bazı
yerlerinde kör delikler bulunması dışında ilk düştüğüm yerin aynısıydı
burası. Kör delikleri denedim hemen. Bir değişiklik olmadı. Çaresizce
olduğum yere çömeldim. Eğer bu bir rüya değilse ömrüm boyunca
burada kalacaktım anlaşılan.
Uzandım yere ve gözlerim hafifçe kapandı.
Uyandığımda kendi dünyamda olmayı isteyecek ve meğer
her şey bir rüyaymış ile sonuçlanacak bir klişeye aç olacak kadar sefil
bir durumdaydım. Ama olmadı. Onun yerine farklı bir düşünce belirdi
tazelenmiş beynimde. Evet, hâlâ bazı delikler vardı! Çok az bir seçeneğim 163
kalmıştı ama hâlâ vardı.
Ben ağzımı tercih ettim...
Parmaklarımı ağzımın içine uzatır uzatmaz kendimi yeni bir
yerde buldum. Bilinmedik bir yerde bulunmaya o kadar alışmıştım ki bu
kadar kısa sürede, fırında bulunmak bana çok garip geldi. Elinde simit
küreğiyle başımda dikiliyordu fırıncı. Alnından süzülen bir damla ter
gelip burnumun ucuna damladı.
Fırının ortasında yatıyordum.
“Meğer her şey bir rüyaydı,” diye düşündüm ve gülümsedim.
“Ablacım?” dedi fırıncı.
“Nereye gittin? Neler oluyor?”
Ama çırılçıplak yatıyordum.
“Bilmiyorum,” demek için ağzımı aç…
Açmaya çalıştım ama ağzım yoktu.
Kakalakya - Füsun Çetinel

Bu dünyadaki, bu kentteki yerim hakkında bütünüyle kararsızım. - Kafka

Bir zamanlar Kafka’nın soğuk şehrinde çöpler ancak el ayak


çekildikten sonra toplanırdı.
Çoğunluk, geç kalmaktan korkarak gece ikiye kadar rahatsız bir
uyku uyurdum. Perdelerden süzülen karşı kafenin neonlu ışığı eşyalara
mana katmakta zorlanır, beni çok kısa bir süreliğine memleketimde
164
olduğum yanılgısına sürüklerdi. Arschloch kelimesi nerede olduğumu
hatırlatırdı hemen.
Pencere pervazında oturmuş beni gözleyen kediye
parmaklarımla sus işareti yapardım. Sakın cevap verme. Yatağı
gıcırdatmamaya özen göstererek doğrulurdum. Kedi kısa bir mırk sesi
çıkararak kendini tahta zemine bırakırdı. Önümüz sıra birkaç sinsi karaltı
kaçışırdı karanlık boyu.
Mutfağın ışığını açınca iri bir karafatma sinsice lavabo
deliğinde kaybolurdu. Diğerleri gölgelere dağılırdı. Karafatmaların
geceye kattığı gerçeklik duygusu hoşuma giderdi. Hemen kapardım
ışığı. Karanlığın içinde üst üste yığılı tabakların arasında korkusuzca
gezinmeye başlarlardı yeniden. Her yerdeydiler. Saç teli kadar hafiftiler.
Temkinliydiler.
Fazla oyalanacak zamanım olmazdı, bir an önce çıkıp insanların
duvar diplerine, saçak altlarına, izbe pasajlara, çıkmaz sokaklara
boşalttıkları çöpleri talan etmek zorundaydım. Elimde kalan son yüz
avroyla bu yabancı şehirde daha ne kadar devam edebilirdim ki?
Böcek olmayı öğrenmiştim. Her tarafta olup da yakalanmamayı,
insanların yağlı bulaşıklarında, artıklarıyla tıkalı borularında teklifsizce
dolaşmayı. Yugoslav asıllı kapıcı kaçak olduğumu öğrense, böcek imha
ekibini çağırıp önüne çıkan her deliğe zehir boca ettiği gibi benim de
işimi bitiriverirdi.
Kimsenin gücü bu parlak kabuklulara yetemiyordu. Yaşamaları,
üremeleri, tüm bloğu kıvıl kıvıl sarmaları hoşuma gidiyordu bir yerde.
İnsanların uykuya çekildiği sessiz saatlerde duvar diplerinde, tabakların
kıyısında, mutfak dolaplarının kapaklarında başkalarının artıklarıyla
inatla yaşamaya çalışıyorlardı. Fişlerin içine bile yuvalamışlardı ama
en çok sevdikleri yer deliklerdi. Karanlık, yağlı, sıcak, pis, kuytu ve uzak
delikler.
Benim deliğim ise benim gibilerin yaşadığı bir izbeydi. Yerdeki 165
pis şiltem, karton kutulardaki giysilerim, çöplerden topladığım yayları
fırlamış bir koltuk, birkaç minder. Bu düşman şehirde, enselenmem
an meselesiydi, hastalanmak, kurallara uymamak, ırkçı birinin asabını
bozmak, bisikleti yanlış yere bırakmak.
Hava kararınca çıkardım ancak dışarı. Halı kaplı koridora
kafamı uzatır tüm kapıların kapalı olduğundan emin olurdum. Yugoslav
kapıcının domuz pastırmalı lahana kokusu koridoru terk etmemiş olurdu
daha. Nikotini andıran ekşi bir kahve kokusu eşlik ederdi bu ağır kokuya.
Çabuk adımlarla sokağa atardım kendimi. Bir nefes taze havayı içime
çekebilmek için gecenin diğer karaltılarına karışırdım. Gözlerim yerde,
kaldırımın en uzak kenarından yürür, insanların yolunu kesmemeye
çalışırdım. Günün yaşantısı pis bir koku bırakmış olurdu her yana. Sidik,
dışkı, kusmuk, alkol ve ekşi çöp suyu bayat kadın kokusuna karışırdı.
Geri dönüşümde poşetim ganimetlerle dolu olurdu. Yarısı
yenmiş bir pizza, tarihi geçmiş peynir, bazı giysi parçaları, ama en
çok kitaplara sevinirdim. Şanslı günümdeysem bir parça çikolatalı
kek. Dikkat çekmemek için çok fazla yüklenmezdim. İlk önce posta
kutumu açardım ses çıkarmadan. Reklam broşürlerinin arasında sarı
bir zarf arardı gözlerim. Faturaların dışında hiçbir şey olmazdı yine. Eve
varır varmaz bulduklarımı masaya yayardım. Kendime sıcak su koyar,
kavanozun dibinde kalmış kahveyi sıyırırdım. Bazen sadece kokusunu
çekerdim içime. Film ve kitaplardaki gibi iyi yürekli, yaşlı ve yalnız bir
kadın komşum olmadığına hayıflanırdım. Bana kahve yapacak, beni
dinleyecek, şımartacak.
Böcek olmayı öğrendiğim yıllarda yaşamak için görünmemem
gerekti. Kafka’nın şehrinde böcek olarak, böceklerle yaşamam gerekti
çok uzun bir süre. Sonra mı? İnanılası değil ama kaderim birdenbire
değişiverdi. İş buldum, ben de diğerleri gibi yasal oldum. En yakın yapı
marketten birkaç parça yeni mobilya aldım. Eve çeki düzen verdim.
Temizledim. Buzdolabım oldu, ilk başlarda zorlansam da tarihi geçmiş
gıdaları çöpe atmaya başladım. İstediğim saatte girip çıkabiliyordum 166
artık eve. Karafatmalar gözüme batmaya başladı. Temiz tabaklarımın
üzerinde gezinmeleri, evi sahiplenmeleri, lavabo deliklerinden çıkıp
açıkta kalan yemekleri tırtıklamaları midemi bulandırıyordu. Yugoslav
kapıcının eline üç beş kuruş sıkıştırdım, yılışık yılışık gülümseyip hemen
böcek imha ekibini çağırdı. Zaten çok fazla kalmadım o delikte, kendime
başka bir vatan buldum.
Adı Delik Olan Öykü - Tahsin Görmüş

Bir Soru Bir Cevap


Soru
Karşılıklı iki bankta oturan bir insan grubundan seçtiğiniz bir
kişinin neler düşündüğünü yazınız. Ortalarında var olduğu bilinen deliği
açıklayınız. (İnsanların aralarında konuşmadıklarını varsayılıyor.)
167

Cevap veya Adı Delik Olan Öykü


Yerlerde kuru yapraklar, basıldıkça hışırdıyorlar. Evet, sonbahar,
ama ben romantik bir adam değilim. O yüzden size bu güzelliklerden
bahsedecek değilim. Zaten bir erdemmiş gibi durmadan bunu yapanlar
hatırlanmadılar hiç. Şimdi ben bu parkta oturan insanları anlatacağım.
Ama bunu yaparken bir aşk hikayesine tutunacak değilim, sadece çirkin
şeylerden bahsedeceğim. Anlatacağım bence çirkin olan bu şeyler,
size böyle gelmeyebilir. Mesele de budur zaten, insanlar farklı görürler,
farklı düşünürler. Düşünebilirler bile değil bence, düşünürler. Bir yazar
da okuru tahakküm altına alarak sadece saf bir aşk hikayesi anlatırsa,
yazısına bu kılıfa zorla sokarsa ne olur? Evet, zalim olur. Hatta uzayda bir
cismi bağlamak için de altı çubuğa ihtiyaç vardır ama bunun konumuzla
bir alakası yok.
Bir Pazar gününü çeşitli sebeplerle bu banklarda geçiren insanlar
görünüşe göre insanlar aynı şeyi yapıyorlar: Oturmak. Aslında bu sadece
işin görünen kısmı. Oturmuyorlar bu insanlar, ne oturması. Savaşıyorlar.
İçte ve dışta bilumum düşmanlarına karşı haince planlar kuruyorlar.
Hayata ve başka şeylere karşı hınçlarını alıyorlar. Hayal kurarak. Evet,
hayal kurarak. Hayal kurmak, asla ama asla pasif bir eylem değildir
çünkü. Bunu biliyorlar. Cahil diye aşağılamayınız insanları lütfen. İnsanlar
cahil falan değiller çünkü. Hainler belki, ama asla cahil değiller. Sadece
hayal kurmalarından yola çıkarak söylüyorum bunu. Evet.
Bankların böyle karşılıklı konulmuş olması büyük talihsizlik.
Karşınızdakinin hayatı hakkında olmadık hayallere kapıldığınızda bir
anlığına onunla göz göze gelmeniz beklenmedik bir suçluluk hissi
geliştirmenize sebep oluyor.
İlk bankta üç adam var. Biri burnunu karıştırıyor. En soldaki
simidinden bir ısırık alıyor. Ortadaki çok çok başka yerlerde. Aniden
irkiliyor, etrafına bakınıyor. O zaman fark ediyor ayaktakileri. Ayakta
da birkaç kişi var. Bunlar içinde birisi kalkar diye bekleyenler de var,
168
yürürken birkaç dakika durup bir sigara içmek isteyenler de. Çocuğunun
elinden tutan bir kadın var mesela. İki de adam var; birinin omzunda
bilgisayar çantası. Pazar günü dahi çalışmak zorunda olduğu için biraz
kızgın bakıyor etrafa. Bakın, ne kadar kolay bu insanları anlamak. Şimdi
bu adama Pazar gününü iade etseniz ne olur biliyor musunuz? Mutlu
olur. Evet, yanlış duymadınız. Bu kadar kolay işte.
Diğeri daha genç. Kulağında kulaklık var; büyük ihtimalle
Metallica, Black Sabbath, Anathema, Alice In Chains veyahut Haggard
dinliyor. (Kesinlikle Pink Floyd değil.) Arada bir öndeki bacağını
değiştiriyor, kollarını bağlayıp bağlayıp bırakıyor. Saçlarını geriye atıyor,
böyle bir şeyler. Ayakta duranlar bankın çevresine muntazam bir
şekilde dağılmışlar. Açı ölçseler bu kadar olurmuş. Veya bu insanlar
bir savaş taktiğini uyguluyorlar. Banktan birisi kalktığında kıyasıya
savaş vermek üzere bankın dört bir tarafına dağılmışlar. Gözlerini
kırpmadan gözetliyorlar birbirlerini. Bu insanlar bütün bir hayatlarının
başarısızlıklarını, üzüntülerini, cinnetlerini, yani olumsuz olarak
hatırladıkları neleri varsa onları telafi etmek için kıyasıya yarışıyorlar
birbirleriyle. Bank yerini elde etmek onlar için bir hayat gailesine
dönüşüyor. Kadın bu mücadelede aktif olarak yer almıyor her zamanki
gibi, erkeği dişiliğiyle kandırıyor, mücadeleye fitne karıştırıyor. Bazen çok
acımasızım kadınlara karşı, ne olmuş? Ama ne olurdu biriniz de beni
sevseydiniz, şöyle hakikaten. Ben de severdim sizi o zaman. O zaman
böyle şeyler yazmazdım. O zaman derdim ki: “Kucağınız ne kadar
da yumuşak, nasıl da anlıyoruz birbirimizi; nasıl yaşardım ben, siz
olmasaydınız?” Ama romantik olmayacağımıza neredeyse yemin ettik,
bir kez olsun döneklik yapmayalım da anlatacağımıza dönelim.
Diğer bankta oturanlardan biri İrfan. Bir inşaat şirketinde
çalışıyor İrfan. Hem de büyük bir şirkette. Yeni yaptıkları evlerdeki
balkonları düşünüyor şu an. “Fransız balkonmuş, aman yesinler,” diyor
içinden. Balkon dedin mi şöyle aile boyu olacak, bir masa sığacak en
azından. Yaz akşamları hanım güzel bir puf böreği yapacak, parmaklarını
yiyeceksin. Çocuk yok daha ama, o da olur canım. Koşturmayın çocuklar. 169
Hanım, çaylar nerde kaldı? Kuru kuru gitmiyor bunlar.
Fransız balkonlarına mesafeli yaklaşsa da Fransız arabalarını
seviyor İrfan. Ne güzel olur iki kapılı spor modeli alabilse? Bir de şoförü
olsa mesela. Şoför varsa dört kapılı da olabilir canım. Yan yana mı
oturacaklar yani? Şoför kapıyı açıyor. Kolay gelsin İrfan Bey. Yok yok,
ne demek kolay gelsin. Daha resmi konuşmalı şoförler. İyi günler, İrfan
Bey. Böylesi daha iyi. Arabaya giriyor, hemen telefonunu çıkartıyor. Ne
oldu bizim iş? Niye böyle yapıyorsun? Yok, fazla samimi oldu. Zengin
adamım ben canım. Merhaba. Metin Bey’le görüşebilir miyim? İyi günler
Metin Bey. Geçen hafta anlaştığımız işi iki gün önce teslim etmeniz
gerekiyordu. Şimdi beni iyi dinleyin. Ya yarın sabaha kadar bitirirsiniz ya
da ben sizi bitiririm. Çok mu ani oldu, çok mu sert? Çok mu aniden sert?
Aniden çok mu sert? Niye düzgün kuramıyor bu cümleleri?
Hınca hınç dolu bir konferans salonunda. Sunucu onu çağırıyor.
Şık bir takım elbise giymiş. Kim bilir kaç milyar. Sahnenin önünden
yürüyüp merdivenleri çıkıyor. İrfan Bey, size üstün hizmetlerinizden dolayı
bu plaketi takdim etmekten… Efendim, bizim İrfan Bey’le tanışıklığımız
çok eskilere dayanır. O dönemlerde bize çok yardımı dokunmuştur. O
olmasa şimdiki durumumuza gelemezdik. Asiye, sen niye her seferinde
bu acı, bu acınası yüz ifadesini takınıyorsun? Çiftin boşanmaları uygun
görülüp... Benimle param için mi evlendi ne? Genç, göğüsleri dimdik
maşallah, incecik de üstelik. Çok fark ediyor biliyor musunuz? Asiye
böyle miydi? Uykum var İrfan. Başım ağrıyor İrfan. Yenisi bir desem iki
etmez. Masaj da yapayım mı İrfancım?
İnsan hayal kurdukça ustalaşıyor bu işte valla. Önce sadece
bir şeyi düşünüyorken sonraları ayrıntıları, ayrıntıların ayrıntılarını da
düşünebiliyor. Konuşmalar, bakışlar, kıyafetler, hayale yardımcı hayaller.
Hayallerde sınır olmaması harika bir şey. Harikulade olan şey, hayallerde
sınır olmaması. Harikulade olan yegane şey, hayal kurmada sınırın
olmaması. Yine cümleleri karıştırıyor birbirine.
170
Ama şimdilik bu kadar yeter. Kalkması lazım İrfan’ın, işe
gidecek. Kalkınca deliğe falan da düşmeyecek, Orhan Veli mi sandınız
İrfan’ı? Delik falan yok çünkü. Sorunun yanıltıcı kısmı da buydu zaten.
Delik zaten her yerde. Delik bu yazıda, delik bu insanlarda, delik bu
hayallerde, delik bu insanların yaptıklarında, yapabileceklerinde. Belki de
mücadelenin kendisi delik. Yanıtlanmayı bekleyen onlarca soru işaretleri
veya doldurulmayı bekleyen onlarca boşluklar veya ucube denklemlerin
içi oyuk grafikleri veya delinen çorapları son bir kez giymekler veya aralık
tahta pencerelerden estiren rüzgar veya delikli döşemelerde yaşayan
böcekler veya o hani keklerin tam bozulmadan önce yüzeyinde oluşan
ufak delikcikler veya...
Bunu İrfan’dan kaptım herhalde.
Huğuğ - Aslıhan Kocabal

“Yıkanmayacağım.”
Annem dakikalardır sinirinden ağlıyor. Çişimi söyleyebildiğim
halde altıma işedim. Çişimi söyleyerek onu sevince boğduğum ilk gün
bana bahşettiği donla gezme özgürlüğünü bugün bilerek suiistimal
ettim.
Misafir odasındaki çiçekli koltuğa imzamı atarken yaptığımın
171
bedelini ödeyeceğimi elbette bilmiyordum. Tuvaletin kuburundan
kaçarken şimdi kara delikli bir küvette, baştan aşağı, çitilenip,
köpürtülerek yıkanıp paklanacaktım. Düşmanlar başına.
“Ömür törpüsü! Annen ölsün de gör sen gününü. Baban
üvey analar getirsin başınıza da anlayın kıymetimi. İş işten geçince
mezarımdan aşağı bağırırsınız gayrı, annecim de annecim diye.”
Annemin anlamadığı, çişimi söyleyebilmemin büyük adamlar
gibi tuvalete çıkıp işimi görebileceğim anlamına gelmediğiydi. O kara
delikten korkuyordum. Onun mutfakta soğan soyduğu ve babamın fosur
fosur uyuduğu bir saatte Elanur sinsice yanıma yaklaşıp beni deliğe itebilir
hatta üzerime sifonu bile çekebilirdi. Küvetteki delik bile kuburunkinden
korkunç değil. Hangisinin daha tehlikeli olduğundan emin olmasam
da en azından küvete kucakta giriyorum. Annem bir gün cinnet geçirip
beni yıkamak bahanesiyle tıpayı çat diye üzerime kapatabilir. Diyor ki bir
babam bir de ben saçlarını beyazlatmışım. Bakımsızlıktan, ilgisizlikten
saçları sapır sapır dökülürmüş de nihayetinde kel kalacakmış. “Anne”
diyesim var, “bir daha yapmayacağım. Sakın beni küvete yahut tuvalete
götürme. Ekmek Mushaf çarpsın ki bir daha çişimi söylemeyeceğim,
razıyım, altıma bez bağla.” Küvete giriyoruz. Anlatabilmek istiyorum,
“Beni o deliğe yaklaştırma!” diye bağırmak istiyorum, ağzımdan çığlıktan,
homurtudan başkası çıkmıyor; debeleniyorum, annem kolunu musluğa
çarpıp, acıyla bağırıyor: “Allah kahretsin!”
Acı, annemin direncini kırıyor. Beni nihayet bırakıp dizlerinin
üzerine çöküyor; boynumu uzatıp yüzünü göremesem de biliyorum. Yine
gözlerini sımsıkı kapatmış, çenesini titretiyor. O Allah’ın cezası babam
her akşam bir büyük götürene kadar bana bir bakıcı tutsa annem bunları
çekmeyecek. Füsun Teyze gibi rahatça çarşıya pazara gidecek, Nalan
Yenge gibi on beşte bir röflesini yeniletecek, üstüne başına gezmelik bir
şeyler alacak, almakla yetinmeyip onları sahiden gezmelerde giyecek.
Oysa vay çileli başı, vay dermansız derdi, vay onu artık görmeyen Rabbi,
vay ne günah işlediyse gittikçe kararan talihi ona bir türlü izin vermiyor. 172
Böyle anlarda haline öyle acıyorum ki içimden, “Tamam anne,” demek
geliyor, “ben gözlerimi kapatayım da kubura karışayım bari, sen Elanur’la
idare edersin zira kendisinin elinden tezgaha çıkıp sürahiye uzanmak
dahil her iş geliyor.”
Bir zaman geçiyor, annemi görüyorum. Öfkesini dertop
edip çekmeceye tıkmış, ortalığı toparlamış ve yeni belaları en güzel
giysileriyle karşılamaya hazırlanıyor. Öylece iki büklüm küvette yattığımı
görünce dudaklarını buruşturuyor: “Ah benim güzel oğlum, nerden çıktı
bu tuvalete çıkmamaklar, yıkanmamaklar? Hacetini gidersen de temiz
temiz yatsan yatağına. Ah güzel oğlum, mışıl mışıl uyusan?”
Annem saçmalıyor. Ben hiç yorulmuyorum ki… Yorgunluktan
geberen insanlar mışıl mışıl uyur ancak. Mesela Kemal Amca merdivenleri
çıkarken hep yorgun, “Bu yaşa geldim hâlâ milletin ağız kokusunu
çekiyorum Mahmut,” diyor babama, “bir de veresiye yazdırmıyorlar mı?
Bir de tekerlek gibi peynirlerini tadımlık diyerekten götürüp, beğenmedik
diye almazlık etmiyorlar mı? Bütün gün ayakta müşteri beklemekten
dizlerim kopuyor vallahi, bari değse.” “Kemal Amca,” diyorum, “sence
benim de bir gün dizlerimin kopma ihtimali var mı?” Deliksiz bir
uykuyu babamdan ve benden çok bu adam bir de annem hakkediyor.
Kadıncağız, benle uğraştığı yetmezmiş gibi bir de Elanur’a yetişmeye
çalışıyor. Her gün yemeğe geç kalırsa, o yayık ağzını cart diye ikiye ayırıp,
kemikleri kırıyor sözde. Elanur’un oğlanlara attığı mesajları şahin gibi
görürken, babamın saçlarına sinen tütünle karışık nergis kokularını hiç
duymuyor. Sadece bazı vakitler, “Ah be oğlum,” diyor, “artık ayaklansan.
Anana sahip çıksan, bebeğim, güzel oğlum benim.” Ağlamaktan daha iyi
becerdiğim bir iş yoksa da annem böyle içlendiği vakitler kaskatı kesilip
kalıyorum. “Anne, oğlun tuvaletin deliğine düşmekten, sabun köpüğüyle
birlikte gidere karışıp kaybolmaktan bile korkarken seni nasıl korusun?”
mealinde, ağzımdan o günden beri dilimden düşmeyen, anlamını
bilmeksizin söylediğim o kelime çıkıyor: Huğuğ.
“Yesinler huğuğunu senin soytarı,” deyip gülmeye başlıyor, 173
“sana bir lazımlık alacağım, artık ona işeyeceksin emi oğlum.”
Annem beni leğene koyup, saçımı sakalımı köpürte köpürte
yıkarken fısıldıyor: “Baban azıcık daha sola kıraydı direksiyonu da biz
düşeydik o kara deliğe, keşke kıçımızı tutamayan biz olaydık senin yerine
oğlum, keşke…”
O - Yasemin Newcombe

Geldi, oturdu karşıma yine yüzünde o muzip gülümseme.


Kırmızı gelincikli gömleği ile daha da yakıştı siyah kadife koltuğuma.
Minicik ayaklarına büyük gelen erkek ayakkabılarının uçları utandığı,
sıkıldığı zamanlarda birbirine sürtmekten delindi delinecek.
“Bir şey içmek ister misin?” diyorum.
“Midem ekşi gibi, almayım teşekkür ederim,” diyor.
174
O kadar güzel teşekkür ediyor ki, minnet duygusu dört beyaz
duvarı kucaklıyor oradan gelip yanıma oturuyor.
Önce duvardaki saate dalıyor,
“Yanlış hâlâ bu, bir düzeltemedin,’’ diyor ve konuşmaya başlıyor.
Yine onu anlatıyor.
”Ağır çekim bir suretim,” diyor bu dünyada, al al yanakları,
pembe dudakları, inanamıyorum bir suret olduğuna. Uykusuzluktan
iyice küçülmüş gözleri, ben yine de topraktaki su damlası gibi parlayan
yeşillerini izliyorum. Öyle güzel seviyor ki O’nu, bu kadar güzel sevebildiği
için seviyorum ben de onu. Şiirden şaire, resimden ressama kayan aşk
gibi onun aşkından ona kayıyorum. Yemeği nasıl yaktığını, her sabah işe
nasıl geç kaldığını anlatıyor.
“Saatlerimiz farklı bu dünya ile,” diyor, “sizinki güneşin ekseninde,
benimki O’nun çevresinde.”
Kıskanıyorum bir an.
“Böyle devam edemezsin,” diyorum.
“Ne yapıyım peki?” diyor, “Terk mi edeyim onu, bu kadar kolay mı?
Bir tek O ruhumun acısını ve coşkusunu bana bir arada veren. Hayatım
boyunca bunu aradım. Şimdi sırtımı dönüp körebe mi oynayayım?
Saklansın milyarların içine de bulamayayım mı?’’
“Tamam,” diyorum, “hiddetlenme.” Utanıyorum biraz
kendimden.
“Bu hafta ne yaptınız onunla?” diye konuyu değiştiriyorum. En
sevdiği şey ballandıra ballandıra anlatmak.
“Sinemaya gittik,’’ diyor, ‘’çok saçma, kötü bir filmdi, bak adını
bile hatırlayamadım şimdi; ama çok eğlendik, önümüzdeki ergenlerden
bile azar işittik. Yağmurda yürüdük sonra, üşüyen ellerimizi kahvelerde
ısıttık, gözyaşlarımızı çaydanlığa koyup kaynattık.‘’
175
Susmadan anlatıyor neler yaptıklarını; dağınık çarşafları, şişe
içindeki şiirleri, pamuk helvaları, vapurları...
Onu dinlerken önümdeki defterin kapağını aralıyorum. En önde
üç sene önceki resmi. “Hiç değişmez mi bir insan?” diye düşünüyorum
sonra hatırlıyorum: Onun dünyasının saati farklı. Güzel yüzünün yanında
güzel adı yazıyor, altında yazanları okumak istemiyorum. Ezberimden
bir-iki cümle uçuşup konuyor zihnime, kovalıyorum.
Kaldırıp kafamı saate baktığımda gitme vaktinin geldiğini
anlıyor.
“Sana iyi haftalar,” diyorum, “selam söyle O’na.”
“Bu hafta kampa gideceğiz biz,” diyor, “unutmazsam söylerim.”
Yine o sıcak gülümseme.
“Çok mutluyum,” diyip kapıdan süzülüp çıkıyor.
Öylece baka kalıyorum arkasından, pencereden vuran gölgesine
bir gölge katılıyor, yürürüp gidiyorlar. Zamanı geri almak istiyorum,
onun ve bu dünyanın zamanını eşitlemek. Zamanı kucaklayıp her
şeyin başladığı söylenen o günden bir gün öncesine taşıyıp bırakmak.
Mutluluğuna dostluğu ile ihanet etmek, onu yalnız bir mutsuzluğa itmek
istiyorum. Uçurumun kenarında saçlarından kokusunu taşırken rüzgâr
burnuma, sıcak sırtına dokunup itmek...
Pencerenin önüne gidiyorum, bahar filizlenmiş havada, seke
seke uzaklaşmasını izliyorum. Bana Hindistan tatillerinden getirdiği
hamurdan şans fili sıcaktan eğrilip büzülmüş, kampa giderlerse oradan
da bir şeyler getirir mutlaka. Bir çiçek, bir yaprak, bir taş, mutlaka bir
hatıra.
Kapı çalıyor o ara.
“İlaçları değişecek mi doktor bey?” diyor ses. Kıyamıyorum
itmeye, parmaklarımı yumruk yapıyorum, yumruğumun içinden, 176

“Hayır,” diyorum, “değişmeyecek.”


Deliğin Ardı - Ayşenur Tanrıverdi

Hasan, sol gözünü kısmaktan yorulduğu için, eliyle göz kapağının


üzerine bastırarak, sağ gözüyle az öncesinden beri şahit olduğu
manzarayı, her an kaçmaya hazır bir ceylan dikkatiyle gözetlemeye
devam etti. Kendini bunu yapmaktan alıkoyamıyordu. Kapının önüne
özensizce çökmüş, bu yüzden beli ağrımaya başlamıştı. Belli aralıklarla
sessizce biçim değiştirerek, vücuduna yayılan ağrıyı bir süre erteliyor,
sonra yine bacakları uyuşuyor ve yine rahat edebileceği başka bir şekil 177
alıyordu.
Ne kadar zamandır bu anahtar deliğinden gözlerine açılan
mahremi seyrettiğinin farkında değildi. Tek yapması gereken sessiz
kalmaktı.
Odanın ortasında ahşap bir masa duruyordu. Hava sıcak,
boğucuydu. Odanın köşesindeki açık duran pencereden zaman zaman
güçlenerek içeri giren esinti, delikten geçip korkak burnuna çalınıyordu
Hasan’ın. Saçlarını ensesinden toplamış, esmer, güzel bir kadın ve
kadına göre daha olgun ifadeli, uzun boylu adam; masanın etrafında
oturuyorlardı. Adam, kadının masa üzerinde tedirgince kıpırdanan
ellerini avucuna alıyor, şefkatle kokluyor, yanağında gezdiriyor, öpüyordu.
Kadının üzgün, neredeyse ağlamaklı yere düşmüş gözlerini; kafasını
yana eğmek suretiyle bakışlarıyla yakalayıp, aşağıdan alıp, yukarı
çıkarmaya çalışıyordu. Fakat kadın kararlı ve çocuksu bir inatla yere
bakmaya devam ediyordu. Gücenmiş gibiydi. Adam onunla göz göze
gelmeyi başaramadığında, bu sefer hafifçe küçük çenesinden tutup
gözlerinin içine bakmaya çalışıyordu. Şefkatle. Ama biraz da ısrarcı bir
kötülük vardı bu bakışlarda. Bir sabırsızlık. Kadının kayıtsızlığına karşı
fazlaca ısrarcıydı. Artık bu hamleyle kadının başı dik olsa da bakışları
hâlâ yerdeydi.
Hasan’ın sağ gözü yoruldu. Diğer gözüyle anahtar deliğini
buluşturup izlemeye devam etti.
Adam nihayet huzursuzlanmaya başlıyordu. Sağ bacağını kısa
ritmik hareketlerle sallamaya başladı. Şefkatten ziyade, yalvaran gözlerle
durumun içinden bir an önce çıkmak istiyordu. Dudakları büzüştü. Lütfen
diyecekti sanki. Lütfen... Konuşmayı duyabilmek için iyice nefesini tuttu
Hasan. Deliğe daha da yaklaştı.
“Lütfen Selma, lütfen böyle yapma. Biraz anlayış göster. Yüzüme
bakar mısın? Bunca yılımız birlikte geçti. Sana karşı dürüst olmak
istedim. Hata mı ettim? Seni aldatsaydım, daha mı iyiydi? Hayatımda 178
başka birinin olduğunu başkasından duysaydın? Selma, yüzüme bakar
mısın?”
Bakmıyordu.
“Keşke elimde olan bir şey olsaydı. İnsan ne zaman, ne ile
karşılaşacağını bilemiyor işte…”
Neredeyse başka düşüncelere dalıp yüzüne yayılmak üzere
olan çapkın gülümsemesini son anda fark edip, güçlükle toparlandıktan
sonra, boğazını temizleyip, devam etti:
“Ne zamandır sohbet bile etmediğimizin farkında mısın? Bir şey
paylaşmadığımızın? Aslında bal gibi farkındasın. Çocukluk ediyorsun!”
Kadın irkildi.
“Özür dilerim, sesimi yükseltmek istememiştim. Yalnızca
birbirimizin hayatında varız, birbirimizle değil. Beceremiyorum işte, beni
böyle saçma sapan konuşmak zorunda bırakma! Bir şey söylesene
Selma?”
Söylemiyordu.
Hasan’ın sol gözü yoruldu. Diğer gözünü deliğe dikti. Görüntü
netleşene kadar kirpiklerini kırpıştırdı.
Adam aniden ayağa kalktı. Ellerini beline koyup odanın
içinde dönmeye başladı. Bu elleri belindeki iri cüsseli ve neredeyse
yakışıklı adam; büyük bir işin altına girmiş ve kadını ikna için çıkış
yolu bulamayışının çaresizliğiyle terliyordu. Diğer yandan havanın
bunaltıcılığı da ter damlalarına sebep ve ortak oluyordu. Adam bu işi
bitirmeden bir yere gidemeyeceğini, bu deliğe hapsolduğunu çok iyi
biliyordu. Pencerenin önüne gidip derin derin nefes aldı. Bir süre dışarıyı
izledi. Sanki sokağın başında bir kurtuluş onu bekliyordu. Orada bir
yerde görünecek ve pencereden el sallayarak evini tarif edeceği bir
dostunu bekler gibi bakıyordu yola. Kadın hâlâ oturduğu yerde milim
kıpırdamamıştı. 179

Tekrar olduğu yerde kadına döndü. Son kozunu oynayacağını


belli eden, bu sefer daha derin bir nefes aldı. Ağır adımlarla masanın
etrafından dolanarak kadına doğru ilerlemeye başladı. Arkasına geçti.
Ellerini usulca kadının omuzlarına koydu. Dudakları büzüştü. Lütfen
diyecekti yine.
Tam o sırada... Kadın sandalyeyi yerinden sökercesine bir
hışımla arkasına ittirerek ayağa fırladı. Öyle ki adam düşmemek için
yalpalarken, koşar bir adım, koşar iki adım... Üçüncü adımda pencerenin
önündeydi. Çok kısa bir an, yalnızca bir an arkasını dönüp, az öncesinden
beri bahşetmediği bakışlarını adama doğrulttu. Böylesine doğrudan ve
soğuk bir bakış altında ezilmemek mümkün değildi. Hasan tepeden
tırnağa irkildi.
Ve kadın kendini boşluğa bıraktı.
Tiz bir çığlık sesi, aşağıdaki işlek caddenin gürültüsüyle
kesiştiğinde, ortalık sessizliğe gömüldüğünde, Hasan deliğin ardında,
gözleri yuvalarından fırlamış halde kaskatı kesilmişti.
“Selma!!”
Adamın geç kalmış bu çığlığı, az önce sokağın başında beklediği
kurtuluş ile buluşmuştu. Hemen kendini toparlayıp kapıya davrandı,
birkaç güçlü ayak sesi duyuldu. Anahtar deliği karardı.
Hasan artık hiçbir şey göremiyordu. Olduğu yerden kalkmadı,
delik kararmıştı fakat kapı hâlâ açılmamıştı.
Neden sonra kapı kolu yavaşça aşağı büküldü, kapı açıldı.
Hasan’ı dizlerinin üzerine çökmüş ve hareketsiz halde bulan babası, onu
nefes nefese kucakladı, göğsüne bastırdı.
Hasan’ın her yanı uyuşmuş, gözleri ağrıyordu. Ve aslında, utanç
içinde rahatlamıştı.
180
Tema: AVM
Kapatıyoruz - Hekim Ali Babacan

Spor kıyafetten anladıkları, takım elbiselerinin kravatını çıkarmak


veya en fazla polo yaka çizgili tişört giymek olan insanların yönettiği bir
ülkede, 2053 yılına girildiğinde uçan arabaların olmaması yadırganacak
bir durum olmamalıydı elbette.
Yetmiş beş yaşını devirmesine iki gün kalan adam ise hâlâ
çocukluğundan kalan o nahif bilimkurgu filmlerinin özlemiyle en azından
ışınlanabilmeyi istiyordu. Bunu en azından istemesinin nedeni, çok daha 182
büyük düşlerinin olmasıydı. Lakin yaşadığı ülke her türlü düşün suya
düştüğü devasa bir okyanus gibiydi uzun süredir.
Üstünde KIYAFETİNİ DÜZELT yazan aynanın karşısındaydı
adam. Aslında kıyafetini düzeltmek istediği falan yoktu ama karşı
kaldırımda bekleyen bir 2023 Muhafızı onu gözlemekteydi. Sağını solunu
düzeltir gibi yaparak yakasındaki düğmeyi gevşetti. Onu gözetleyen
muhafızı aynadan görebiliyordu. Göz göze geldiler.
“Amca, düğmeni ilikle!” diye bağırdı arkasındaki muhafız.
Bütün bunları kapalı bir perdenin arkasından izliyordu genç
kadın. Zaman zaman bir santim kadar araladığı bir perdenin arkasından...
Saati kadınların sokağa çıkma saatinin çoktan geçtiğini gösteriyordu.
Fazla mesaiye kaldığı için geç kalmıştı dışarı çıkmakta. Ya iş yerinde
geceleyecekti ya da biraz sonra sokak lambaları söndüğünde her şeyi
göze alarak dışarı çıkmayı deneyecekti. Normalde ilk seçeneği seçecek
kadar üşengeç ve ikinci seçeneği seçemeyecek kadar korkak birisiydi.
Ama uzun süredir üstünde çalıştığı proje nedeniyle son zamanlarda o
kadar fazla çalışıyordu ki yatağına uzanmadan, rahatsız iş yeri kanepeleri
üzerinde geçireceği tek bir gece bile ona azap vermeye yetebilirdi.
Perdeyi araladı. Yaşlı adam gömleğini iliklemeyi reddediyordu.
Muhafız gelerek adamın yakasını zorla ilikledi. Adam yakasını tekrar
açtı. Muhafız tekrar ilikledi. Muhafızın otoriter inadıyla yaşlı adamın yaşlı
inadı kapışıyordu şimdi. Ama muhafız işi fazla zorlamaya alışkın değildi
bulunduğu pozisyon gereği. Parmağını kulağına götürerek destek istedi.
30 saniye içinde dört muhafız daha geldi ve gömleğinin
yakasındaki son düğmeyi iliklemeyen yaşlı adamı araca koyup
götürdüler. Muhafız, aynanın karşısındaki yerine geçerken sokak
lambaları söndü. Perdeyi kapatıp derin nefesler aldı kadın. Dolabından
siyah bir pelerin çıkardı. İş yerinin ışıklarını söndürdü. İki dakika kadar
sırtını kapıya dayayarak karanlıkta bekledi. Gözleri karanlığa alışınca bir
183
çatlaktan sızan yanık motor yağı gibi sinsice kayarak kendini sokağa
attı.
Yıldızların bile görülebildiği o eski kırsal zamanlardaki gibi,
binlerce yıldız parıldıyordu gökyüzünde. Bunun nedeni sokakların
neredeyse zifiri karanlık olmasıydı. Evlerden tek tük sızan ışıklar olsa
da bunlar çoğunlukla kalın kadife perdeler arkasında saklandıklarından
oldukça zayıftı. Muhafızın olduğu yönün aksi tarafa doğru bir pandomimci
özeniyle milim milim ilerledi kadın.
Bir on dakika kadar sonra o binanın önündeydi.
Gıptayla karışık bir haset duygusuyla bakıyordu. Kimi yerleri
kör gözlere, kimi yerleri çürük dişlere benzeyen ama çoğunlukla içinden
hayat fışkıran pencereleri olan binanın önünden her gün geçiyordu.
İlk defa bir gece vakti geçtiği için hayranlıktan donup kalmıştı. Sımsıkı
örtünen, gizlenen, saklanan, sus pus olan, kovuğuna çekilen, sinip
oturan, geri çekilen ve hepsinden acısı bunları kendi isteğiyle değil
de zorunda bırakıldıkları için yapan koskoca bir toplumun içinde on
yıllardır paslanmamış, eğilmemiş çelikten bir inat ve umut abidesi gibi
yıkılmadan duruyordu bu bina.
“Bacım!” diye seslendi birisi. Sevecen bir sesten ziyade
olmaması gereken yerde olan birini uyaran otoriter bir sesti bu. 2023
Muhafızı olduğunu anladığında genç kadın için artık çok geçti. Bir bahane
uydurmak için hiç uğraşmayacaktı. Çünkü mazeret kabul etmediklerini
biliyordu. O nedenle giymişti zaten ayağındaki spor ayakkabılarını.
Çantasının askısını kontrol ederek koşmaya hazırlanıyordu ki önünde
başka bir muhafız bitiverdi.
“Bacım,” dedi kendisi farklı olan adam, diğerinin aynı olan
mekanik bir sesle. Bir üçüncüsü geldi. Dördüncüsü... Hepsinin ses tonu
aynıydı. Kadını dört yandan sıkıştırmaya başladılar. Kendini sokmak
üzere olan bir akrebe hızla yaklaşan zalim alevler gibiydiler. Gözlerini
sıkıca kapadı kadın. Artık koşamayacağının bilincindeydi.
184
Kaderine boyun eğen genç kadın artık olabilecek her şeye
kendini hazırlıyordu ki binanın içinden aniden fırlayan biri adeta deus
ex machina olup kızı kaptığı gibi geldiği yere girip kayboldu. Ellerinden
kaçırdıkları av için kuduran vahşi mahluklar gibi hırladı muhafızlar. Her
birinin hırlaması standart ve talimatlara uygun bir muntazamlıktaydı.

Penceresinden dışarı baktı başkan.


Yaşından dolayı vücudu artık iflas etmek üzereydi ve çok
yorgundu. Ama bu tatlı bir yorgunluktu. Çünkü hayatının 99. yılına
gönderme yapar gibi, kendisine verilen yüzde 99.99999’luk oy oranıyla
kainat tarihinde görülmemiş bir iktidarın sahibiydi artık. Yıllarca uğraşmış
ve sonunda kendince nefis bir homojen toplum oluşturmayı başarmıştı.
Bütün erkeklerin saçları taralı, ense ve sakal tıraşları düzgün,
bütün kadınların ise devletin öngördüğü din uyarınca kıyafetleri
usturupluydu.
Ergenliğini bitiren herkes evliydi. Herkesin asgari çocuk sayısı
aynıydı. Bu sayının altına inmek yasaktı ama üst sınır yoktu.
Herkes sadece tek bir dil konuşuyor, tek bir dinin tek bir
mezhebini kabul ediyordu.
İnsanların her davranışı doğumdan ölüme kadar en ufak
bir sapma yapmadan belirlenen talimnamelere göre düzenleniyordu.
Standart dışı bir eğilim gösterenler derhal en ağır şekilde
cezalandırılıyordu.
Ama ne olursa olsun yine de tam olarak mutlu değildi başkan.
Huzur dolu bir toplum oluşturmuştu ama hâlâ bazı şeyler eksikti.
Gözlerini dikmiş, bir zamanlar başını epey ağrıtan olayların merkezine
inşa edilmiş binaya bakıyordu hırsla.
Kimseyi umursamayarak binayı oraya dikmesinin ve hemen
ardından bir avuç kendini bilmezin orayı işgal etmesinin üzerinden
neredeyse 40 yıl geçmişti. Binanın dikilmesine karşı çıkan serseriler, 185

şimdi o binanın içinde, otoriteyi sarsıp yerle bir etmek için yıllardır kımıl
kımıl dolanan küçük bir kurt gibi huzursuz ediyordu başkanı.
40 yıl boyunca binayı küçük bir şehre çeviren her dinden, her
dilden serseriler orada doğmuş, büyümüş, ölmüş ama direnmekten
vazgeçmemişti. En son güncel bilgilere göre 100 kişiden fazla değildi
sayıları. Her seferinde orayı da, kocaman bir su birikintisine değer
değmez onun içine çekilip yok olan bir su damlası gibi kendine, koskoca
imparatorluğuna katmaya kalksa da, bu ayrılıkçılar adeta bir yağ damlası
olup bir türlü o birikintiye karışmamıştı.
Koltuğuna oturdu başkan. Yaşından dolayı azalan gücüyle ne
kadar hızlı vurabilirse artık, o kadar hızlı bir şekilde hırsla masaya vurdu
yumruk yaptığı ellerini.
“Niye herkes oy vermiyo bana arkadaş? Anlamıyorum. Niye
herkes sevmiyo beni?” diyerek bağırmaya çalıştı.
Bunu derken takma dişleri düştü masaya.
Ç For Çapulcu (Çapulcu’nun Ç’si)
Mete Güner

Hobi olarak kavga ederdik; boş zamanlarımızı değerlendirirdik.


Amaç, son kavgamızın günü geldiğinde hazır olmaktı. Kazanacağımıza
dair ümidimiz yoktu elbette; adı üstünde: Son Kavga. Fakat nihai yenilgiyi
alacağımız zaman, büyük bir direnç ve şanlı bir mücadele gösterebilmeyi
arzulardık hep. Bilirdik ki yenileceksen güzel yenileceksin, böylece
kaybetmiş sayılmazsın. Geride bıraktığın mirasın boyu, sürdürdüğün
hayata yakışır şekilde veda edip etmediğinle ölçülür. 186
Televizyonda, AVM yapılacak yeşil alanı korumak için direnen bir
grup insanın Çapulcu olarak adlandırıldığını gördüğümde son kavgamı
nerede vereceğimi anlamıştım. Son kavgamı vermek için yeterince soylu
bir ülkü bulmuştum sonunda. AVM’lerden nefret ederim, her yer güvenlik
kameralarıyla doludur, benim gibi insanlara göre yerler değildirler.
Sıradan insanlara göre yerler de değildirler; orada iş yapan insanlarla
pazarlık yapamazsın, etikette yazanı ödemeye mahkumsundur. AVM’ler,
kesinlikle berbat yerler.
AVM’ye isyan eden insanların, benim daha önce sıkça çağırıldığım
bir kelimeyle tanımlandığını duyunca, onların da benim gibi toplum
dışı, düzen bozucu insanlar olduğunu düşünmüştüm. Ah ne kadar da
yanılmışım! Çatışmanın en yoğun olduğu dakikalarda katıldım aralarına
ve ilk gördüğüm ortada bir çatışmanın olmadığıydı. Çatışma dediğin
karşılıklı olur, burada bir taraf (Çapulcular) sadece direniyor, diğer taraf
(Polisler) tazyikli su ve biber gazı sıkıyordu. Tamamıyla nafile, kaynakları
heba eden bir saldırı vardı ortada. Çapulcular çok kalabalıktı; hattı ne
olursa olsun koruyorlar, tedaviye ihtiyacı olanlar hemen arka saflara
geçip yerlerini yeni direnişçilere bırakıyorlardı. Bunlar nasıl çapulcuydu
böyle? Kafayı yedim. Daha önce, maçlarda orada burada polisle çok
çatıştım. Zırhlı-kalkanlı çevik kuvvete hiçbir zarar veremezdiniz ama
yine de taş atardınız, sopayla vurmaya çalışırdınız. Boş durmazdınız
yani, size tokat atana diğer yanağınızı uzatmazdınız.
Bu tamamen yeni bir taktik olmalıydı ama beni delirtiyordu;
beni delirttiği gibi polisi de delirtti ve zalimleştiler. İnsanlara çok kötü
davranıldığını daha önce görmüştüm ama en azından o insanlar bunu
hak edecek bir şeyler yapmıştı. Buradakiler, infaz mangası önündeki bir
grup çaresiz insan gibiydi. Çaresiz...
Arada dayanamayıp karşılık vermeye çalışanlar türemeye
başladı ve ben de onlara dahil oldum. Taş atıyor, kullanabileceğimiz bir
şeyler çıkarabiliriz umuduyla etrafa zarar veriyorduk. Çok geçmeden
187
de durdurulduk, üstelik polis tarafından değil de yardım ettiğimizi
düşündüğümüz insanlar tarafından.
Taş atmak için geriye doğru gerdiğim kolumdan tuttu, Beşiktaş
formalı, Bursaspor atkılı birisi:
“Bunun kimseye faydası olmaz!” dedi.
Ne diyeceğimi bilemedim açıkçası. Beynim çalışır ve vitesteyken,
ayağımı debriyajdan çekip stop etmiştim sanki. O sırada tam aramıza
biber gazı fişeği düştü. Çılgınlar gibi bağırmaya başladım, güneşin
bir parçası sanki gözümün içine düşmüştü. Yine de devrilmedim.
Gelirken, hiçbir hazırlık yapmamış, başıma geleceklerin bilincinde olarak
gelmiştim. Daha önce biber gazı da yedim, cop da. O zaman da yanımda
koruyucu hiçbir şey yoktu şimdi de olmayacaktı. Karşımdakilere
saygı duymadığım, onu kale almadığımı göstermek için hiçbir hazırlık
yapmamıştım. Karşımdakilere saygı duymuyordum, çünkü yumruk
dövüşüne bıçakla gelene sokakta saygı duyulmaz. Her türlü teçhizatı
kullanarak insanlara saldırırlar, sizde eli boş geldiğiniz için bir şey
yapamaz, en fazla taş atarsınız, sonra taş attınız diye suçlu olursunuz.
Buna deli oluyorum.
Beşiktaş formalı arkadaş, tam teşekküllüydü: Gaz maskesi,
deniz gözlüğü ve Talcid karışımlı suyu ve limonuyla. Dolayısıyla
etkilenmedi, ziyadesiyle ben etkilendim. Arkama geçerek, kollarını koltuk
altlarıma geçirip beni sürüklemeye başladı. Beni, davasına bilinçsizce
zarar veren adamı, kurtarmaya çalışıyordu. Yüzüme Talcid’li sudan
döktü ve elime bir gaz maskesi tutuşturdu. Çok kaliteli bir şey değildi
ama düşünmesi yeterdi. İyi olduğumdan emin olana kadar bekledi
yanımda, sonra gitti ve birkaç kişiye daha aynı yardımı yaptı. Sürekli
onu izliyordum. Hayranı olduğu televizyon dizisindeki kahramanı
izleyen küçük bir çocuk gibiydim. Bu insanlar çapulcuysa, ben neydim?
Hayatımı ziyana adamıştım; hem kendimi hem de başkalarının mallarını
ve canını. Tamam, belki buradaki çapulcular kendilerini hırpalıyor ve
ziyan ediyorlardı ama başkalarının malını ve canını korumak uğruna. 188
Bunun tanımı çapulculuk olamazdı. Bunlar güzel insanlardı, hem de çok
güzel insanlar! Çapulculukla tek alakaları çaresiz bırakılmalarındaydı.
Demokraside çareler bir tek, güç kimdeyse onun için tükenmiyordu. Bu
insanlarsa, azınlık ve güçsüz olarak görülüyorlardı. Bu nedenle direnip,
polise ve devlete karşı çıkıyorlardı. Çapulcu kesinlikle değildiler ama öyle
görülüyorlardı.
Hayatım, hayatta kalmaya çalışmakla geçti. Buradaki güzel
insanlar gibi değilim ama onlar beni de kurtardılar. Onlara bir yardımda
bulunmam gerekiyordu. Kendimi biraz toparlar toparlamaz, ayağa
kalkıp, gazdan etkilenenlere, tazyikli suyun darbesiyle yere düşenlere
yardımcı olmaya koştum. Onların, çaresiz insanların korkusuz insanlar
olacaklarını, ilgili kurumlara göstermelerine yardımcı olacaktım. Artık
ben de güzel insanlardandım.
Şimdi, ortalık sakinleşti ve AVM olmasını engellemeye
çalıştığımız parkta bekliyoruz. Burada her şey var. Bir kütüphane bile
kurdular. Zamanımın çoğunu kitap okuyarak geçiriyorum. “Çok okurum
ama oldukça cahilimdir,” diye bir söz vardı, en son okuduğum kitapta.
Bittim bu lafa. Her neyse... Artık bekliyoruz, neler olacak göreceğiz.
Kazanamayacağız belki ama kaybetmeyeceğiz de.

189
Adamın Biri - Aslıhan Kocabal

Güneş kenti çabuk ısıtmış, daha Mart sonunda kaloriferini kapatmış,


sobasını kaldırmıştı insanlar. Çocuklar analarının ördüğü yeleklerle
okula gönderiliyor, kadınlar şıpıdık terlikle sokaklara çıkıyordu. Kentin
üstünde denizle karışık martı kokusu vardı; bu kokuya Ortayol’dan simit,
Yeniyol’dan baharat ve Eskiköy’den tiner kokusu eşlik ediyordu. Topalak
ailesi Yeniyol ile Ortayol arasındaki dairelerinde sabah kahvaltısı ederken;
Asiye Hanım yerinden kalkıp pencereyi açtı. 190
“Zekeriya,” dedi, “hava bugün çok güzel. Bizi Yayıklı Alışveriş
Merkezi’ne götürsene.”
Ona cevap verirken ağzındaki lokma yerine dilini ısıran Zekeriya
sinirlendi.
“Hiçbir yere gidemem ben. Yarın vardiyam var.”
“Baba yeaaa,” diye itiraz etti Umutcan, “N’olur gidelim!”
Anasıyla ablası çul çaput bakarken zemin kattaki oyun salonuna
girmek ve akşama kadar çıkmamak niyetindeydi. İhtiyaç duyduğu
desteği Kübra verdi:
“Evet baba, geçe kalmayız zaten şöyle bir dolaşır geliriz. Sen de
erkenden uyursun gelince.”
Zekeriya hemencecik ikna oldu. Zaten hep böyleydi. Gözyaşına,
mızmızlığa, gürültüye dayanamaz, çoluğu çocuğu dahil kimseciklerle
karşı karşıya gelmek istemediğinden bir iki ısrar inadını kolayca
kırabilirdi. Yeter ki huzursuzluk çıkmasın, ağzımızın tadı bozulmasın.
Zekeriya yol boyunca sükûnetini korudu. Ayağı gaz
pedalındayken aklı kredi kartlarının toplam borcuna gitti ve hızlandı;
gazı keserken asgari ödeme tutarlarıyla avundu; viraja biraz sert
girdiğinde apartman aidatının son gününü hatırladı; sarıda geçerken de
Kübra’nın dershane taksitini… Dikiz aynasından Kübra’ya baktı, ne çabuk
büyüdüğünü düşündü, ne çabuk öğrendiğini ve ne çabuk özendiğini…
Umutcan daha çocuktu, mızmızlığı, öfkesi anlık, coşkusu daimiydi.
Sıkıntının ne olduğunu yeterince bilmiyordu henüz. Şimdilik bunların
hiçbirini öğrenmemiş olması da Zekeriya’yı sevindiriyordu. Asiye’nin
zamansız kaprisleri, hep daha’sı, hep bana’sı, hep senin yüzünden’i, sen
böyle yapmasaydın’ı, öyle olsaydı böyle olurdu’su bitmiyordu. Zekeriya,
azıcık sükunet arıyordu. İs kokulu, bet sesli, ağzı kalabalık kentin
neresinde varsa o sükunet, işte birazcık ondaydı dermanı. Tekirin birini
ezmek üzereyken Kübra’nın attığı çığlıkla kendine gelip aniden frene 191
bastı.
“Kafan nerelerde bilmem,” diye söylendi Asiye, “bir gün bu
dalgınlığın yüzünden başımıza bir iş getireceksin ya hadi hayırlısı. Bu
arada Musa’nın düğünü de yaklaştı. Vallahi giyecek hiçbir şeyim yok,
kendime bir iki parça bir şey alayım. Sen gelmesen de olur, Çocuklara
göz kulak olursun.”
“Daha geçen ay aldın ya Asiye,” dedi Zekeriya, “ucuzluktan dedin
ya, giy o aldıklarını işte.” Asiye, zırhını kuşanmış, saldırmak için küçücük
bir işaret beklerken imdadına Kübra yetişti:
“Baba hep böylesin.” Küçük Asiye.
“Sana kalsa on senelik giysilerle gezip, her gün kuru fasulye
pilav yiyeceğiz. Yazın, izninde gitsene sen. Dedemlerin yanına, köye
mesela, ne güzel olur.”
Ne de güzel olur! Koyunun kuzunun melemesini dinlerim
sizi dinleyeceğime, Sinekli Dere’de yüzer, bayırlarda çayırlarda türkü
söylerim. Zorum ne? Çoluk çocuğumun karnını doyurmak. Hey gidi
Zekeriya, herkes senden geçmiş de sen kimseden geçemiyorsun.
“Vallahi Kübra haklı,” dedi Asiye, “şuncacık kızın bile halinin
farkında. Kırk yılda bir Yayıklı’ya gidelim diyoruz. Yok öyleymiş
yok böyleymiş. Yok vardiyası varmış, yok Muhtar Bakkal neyinize
yetmiyormuş, yok bu havada alışveriş merkezine mi gidilirmiş. Eski
kafalısın, eski! Allahtan ne sülalen ne de çocukların sana benzemiş de
bir tek seninle uğraşıyorum.”
Ne sülalem ne çocuklarım benzedi bana. Duvarların içinde
boğulmuyorlar. Kapıların ardında oturmaktan sıkılmıyorlar. Koşmayı
bilmiyorlar, yürümekte kaldılar. Koklayamıyor, dokunamıyor ve
göremiyorlar. Ne zamandır çok sevinmedin Zekeriya? Ne zamandır
aşık olduğun bir kadının koluna girip yalınayak koşmadın? Ne
zamandır kendini yürüyen merdivenlerde ve asansörlerde taşıyorsun?
192
Ne zamandır aldıkça mutlu ve harcadıkça huzurlusun? Ne zamandır
uykuların kaçıyor? Ne zamandır uyuyorsun?

Yayıklı’ya yaklaşmak üzereydiler ki Umutcan çığlık attı.


“Anaaam polis amcalara bak!”
Şaşkınlıkla kaldırımda çıldırmış gibi koşturan kalabalığa ve
onları kovalayan polis ordusuna baktılar.
“Ne olmuş burda?” diye sordu Kübra.
“Yeni açılacak alışveriş merkezini protesto ediyorlar,” dedi Asiye.
“Üstüme iyilik sağlık, bu tantana da neyse! Bakkallar,
tuhafiyeciler, manavlar kasaplar hep birden ayaklanmış, ekmeklerine
kan doğranıyormuş da bilmem neymiş. Ayol bir kerede markete girip
hepsini halledip çıkıyorsun işte. Altılı yedili taksit de yapıyorlar. Neymiş,
orası hem de çocuk parkıymış. Park kaldı da bir çocuğu eksik olsun.
Sabileri apartmandan çıkarıp da bir sefer şurada sallıyorlarsa Arap
olayım. Kafayı yemiş millet ayol. Çabuk geç şunları Zekeriya. Başımıza
bir iş gelmesin.”
Zekeriya, Asiye’yi duymazdan gelip arkasından yükselen
korna seslerine aldırmaksızın asfaltın ortasında durdu. Elleri hâlâ
direksiyondaydı.
“Baba ne yapıyorsun?” diye bağırdı Kübra. Umutcan şaşkındı.
“Yürüsene ulan pezevenk!” dedi biri.
Zekeriya bu sefer yürümeyecekti. Zekeriya bu sefer adamakıllı
koşacaktı ve durduk yere pezevenk ilan edilmesine hiç ama hiç
sinirlenmemişti.
Kapıyı açtı. Coşkuyla haykıran kalabalığa yöneldi. Arkasını
dönüp çocuklarına ve Asiye’ye baktı.
“Ben gidiyorum,” dedi. Asiye’nin şaşkınlıktan kuruyan diliyle: 193

“Nereye?” diye sorabildi.


“Gidiyorum işte,” diye cevap verdi Zekeriya, “öyle istemiyor
muydunuz?
Bayırlara gidemiyorsak, bayırları buraya getiririz o vakit.”
Koşmaya başladı. Sinekli Dere’ye daldığı gibi daldı kalabalığın içine.
Ortayol’dan simit, Yeniyol’dan baharat ve Eskiköy’den yükselen tineri
kokladı ilk kez. Uzun zamandır duymadıklarını bir bir içine çekip insanlığa
karıştı.
Bu daha başlangıç…
Kendime Bir Don Ararken - F. Onur Yıldız

Buradan çıkmak zor diyorum. Bilinçaltından yani. Farkında


olmadan içten içe inandığımız, her seferinde yeni, ama hiç beklenmedik
anlarda karşımıza çıkan gerçekler var ya, onlardan bahsediyorum. Biliriz
onları. Ama ne zaman, nerede karşımıza çıkacağını da hiç bilmeyiz.
Adına isterseniz “Murphy yasaları,” isterseniz “Zaten hep beni bulur,”
deyin. Fark etmez. İşte onlar. Beni de hep en hazırlıksız, en korumasız
anlarımda yakalarlar… Alışveriş yaparken. 194
Sıradan bir gündü aslında. Her şey normal, her şey yerli
yerindeydi. Dedim ya çıkıverirler karşına birdenbire.
Evime üç beş parça eşya ve kendime birkaç tane don alacaktım.
Hepsi bu.
Saat hemen hemen öğle vaktine yaklaşmıştı. Eğer öğleyi
geçirirsen çıkmayacaksın evden. Sonra bütün gün ve akşam gidiveriyor.
Neyse ki çok geç değildi. Evimin bulunduğu sokak yokuş aşağı
yüründüğünde doğrudan çarşıya varıyordu. Neredeyse otuz yıldır orada
olduğu söylenen köşe başındaki bakkalı saymazsan, buralarda pek
dükkan yoktu. Bu yüzden ahali alışveriş için çoğunlukla çarşıya giderdi.
Hafta sonları otobüs durağı ellerinde fileler ve alışveriş torbalarıyla
bekleşen çiftlerle dolu olurdu. Ben pek vasıta kullanmazdım çarşıya
giderken. Bir yukarı, bir aşağı, iner çıkardım. Yokuştan aşağı inmek,
çıkmaktan her zaman zordur. Düzeni tutturamaz insan. Bir hızlı, bir
yavaş… Bir hızlı, bir yavaş…. Hele bir de önüne yaşlı bir insan çıkar ve
durmak gerekirse vay haline! Hadi yeni baştan. Bir hızlı, bir yavaş… Bir
hızlı, bir yavaş…
Yol boyunca yan yana uzanan evlerin bahçelerinden sarkan
dut ve armut ağaçlarının gölgesinde, dar bir kaldırımda yürüdüm yokuş
aşağı. Çarşının orta yerine ulaşmak benim için en çok yirmi beş dakika
sürerdi. Çoğu zaman sebepsiz yürürdüm bu yolu. Bazen hiçbir şey
yapmasan bile insan içine çıkmak iyi gelir diye düşünüyordum.
Neden gidiyordum o gün çarşıya? Dedim ya üç beş parça eşya
ve birkaç tane don için. Hepsi bu.
Don deyip geçmemeli! “Zaten benden başkası görmüyor,” deyip
önemsemeyen de var elbet. Ama insanın her yönüyle kendine uyan bir
donu bulabilmesi kolay şey mi? Şöyle düz renk olsun, ciddi olsun dersen,
kendini asker malzemeleri satan bir yer altı çarşısında bile buluverirsin.
Azıcık rahat olsun, rengi-şekli fark etmez dersen, lüks markaların yer
aldığı büyük mağazaların en dip köşesine kadar dolanmak gerek. Ah be! 195
Bir de paket içindedir bunlar. Deneyemezsin de. Rahat mıdır, değil midir?
Yapışır mı pantolonuna bilemezsin. Bir de rengarenk, neşeli olanları var
bunların. “Geceleyin sevişeceğin bir kadın güler mi acaba?” diye içinden
geçirirsin ister istemez.
Velhasıl zor iştir don almak!
Serinliğin verdiği keyifle hızla yürüdüğüm sokağın sonu büyükçe
bir meydana varıyordu. Tam önümde kocaman bir çınar ağacı duruyordu.
İş merkezleri, şantiyeler, belli belirsiz amaçlarla ortaklıkta manasızca
dolanan kalabalık yanında, meydanın en güzel parçası yıllara meydan
okuyan bu asil çınar ağacıydı. Bulunduğum yer tüm meydanı rahatlıkla
görebiliyordu. Kaldırımın bittiği yerde bir nimet gibi duran bu gölgeliği
bırakmak içimden gelmiyordu ama almam gereken şeyler vardı.
Üç beş parça eşya ve birkaç tane don.
Bir yandan evde nelere ihtiyaç duyduğumu düşünüyor, bir
yandan da meydana çıkan tüm ara sokakları farkında olmadan
dolaşıyordum. Bir don nasıl olmalıydı. Kısa mı, uzun mu? Desenli mi, düz
mü? Ben en çok likralı olanları seviyordum. İnsanlar acaba hangisinden
daha çok giyiyordu? En iyisi nerede bulunurdu? Bu düşünceler içerisinde
sanırım üç dört büyük alışveriş merkezini, en ücra noktasına kadar
gezdim birkaç saat içinde. Giriyorsun içeri, çıkıyorsun dışarı… Giriyorsun
içeri, çıkıyorsun dışarı…Bu adeta bir merasim modern kent yaşamında.
Birinde gezerken aklında hep diğeri var. Burada şu vardı, şurada
bu. Hatta dünyanın diğer kentlerindeki alışveriş merkezleri bile aklından
geçiyor. Hepsi birbirine ne kadar da benziyor. Bir insan - dünyanın
neresinden olursa olsun - buluveriyor kolayca aradığını. Dünyada
satılacak şeyler varsa, alınacak yerler de olmalı öyle ya! Herkesin aynı
dilden konuştuğu gerçek birer mabet işte buralar.
“Bir ben bulamıyorum aradığımı,” dedim kendi kendime. Herkes
ve her şey burada ama bir benim ellerim boş.
196
Bilmem kaçıncı mağazaydı girdiğim hatırlamıyorum. Yine bir
tabela ve yine yukarıyı gösteren kalın sevimsiz bir ok! Erkek reyonumuz
üst kattadır. Alışveriş merkezleri! Mağazalar! Ah ah biz erkekler için her
zaman daha zordur. Bir mağaza hem kadın, hem erkek ürünü satıyorsa
mecbur çıkacaksın üst kata. Her zaman da üstte olur bu meret! Ne
yaparsın? Hep daha çok yorulmak zorundasın. Bir şey beğenebileceğinin
garantisi de yok üstelik. Dedim ya çıkması zordur bu yerlerden… Bilinçaltı
gibi yani... Bu yüzden sadece erkek ürünleri satan bir dükkanı tercih
etmeli insan. Tamamı sana hitap eden ürünlerin satıldığı yerleri. Senin
olan yerleri. Belki de eve gitmeli bir an önce.
Saatler boyunca yürümüş olmanın verdiği yorgunluk iyiden
iyiye kendini hissettiriyordu. Yorgunluk bedensel bir ağrıdan daha öte bir
şeymiş gibi geliyordu böyle anlarda. Daha çok düşüncelerine etki ediyor
insanın. Her türlü anlamsız kararı verme ihtimalinin olduğu bir an daha
işte. Soğukkanlı olmalı! Hemencecik sıyrılıp çıkmalı bundan.
Bir yandan da acıkmıştım. Şimdi oturacak yer de bulunmaz ki
buralarda. Bir de onun için taaa en üst kata çıkacaksın! Öyle aynı yerden
çıkmak da yok. Tüm katı dolaşacaksın. Bu işin kuralı bu. Oysa şimdi bir
sokakta, esnafın arasında olsan öyle mi! Çay bahçeleri, küçük, sevimli
kafeteryalar emrinde. Eskiden öyleydi buralar. Annem ve babamla
etraftaki dükkanları dolaşır, sonra da bir açık hava çay bahçesinde
meyve sularımızı içerdik. Küçüktüm ama iyi hatırlıyorum. Bir yandan
ne aldığımıza bakar, bir yandan da nasıl eve döneceğimizi düşünürdük.
Çarşıya gitmek demek, aynı zamanda o güzel şeftali suyunu içmek
anlamına da geldi benim için. Yıllar boyunca hiç değişmedi. Çarşıların
yerini bu alışveriş merkezleri alıncaya dek.
En üst kata vardığımda kendimi büyük bir salonda konserin
başlamasını bekleyen coşkulu bir kalabalığı andıran gerçek bir
gürültünün tam orta yerinde buldum. Merdiven başından bile fark
edilen dev bir kalabalık! Ve bir baştan diğer başa uzanan hazır yemek
dükkanları. 197

“Buyrun efendim… Buyrun buyrun.”


Esnaf geleneğinden kalma tek şey bu seslerdi. Oturacak yer
de yok ki. Bir masa bulmak zor iş. Hele bir de yalnızsan. Otursan boş
bulduğun yere, önüne de gelmez ki yemek. Gidip kendin alacaksın
bir de. Kenarda kuytuda bir yer buldum sonunda. Oturdum. Sadece
oturdum bir süre. Öylece yemeğime baktım. Geçmişte bir tahta masa
etrafında toplanıp kalabalık şekilde yemek yediğimiz köy sofralarını
düşündüm. Mısır ekmeğini ve eritme peyniri de. En çok da dedemin
anlattıklarını. Yemek çoktur buralarda ama pek tadı yoktur. Bir mecburi
görevi yerine getirir gibi yedim yemeğimi. Etrafımda ellerinde bulunan
alışveriş poşetlerini yanlarındaki sandalyelere koymaya çalışan çiftler
ve bir-iki çocuklu aileler vardı. Başarılı bir günün sonunda kendilerine
ödül verircesine büyük bir coşkuyla yiyorlardı. Kimse yalnız değildi.
Şimdi sorsam ne aldıklarını. Kaça ve nereden aldıklarını. Hatta don alıp
almadıklarını da sorsam! Olmazdı elbet.
Koca bir gün daha akşamına varmış, eve dönme zamanı gelmişti.
Ne ev için bir şey, ne bir don. Elimde hiçbir şey yoktu. Boş dönüyordum
yine. Büyük meydana açılan kapıdan çıkmak, büyük bir özgürlüğe
ulaşma hissi yaratıyordu. Ben de öyle yaptım. Hava kararmak üzereydi.
Öğle vakti meydanı esir alan kalabalık, yerini akşam işportacılarının
gece mesaisi için yaptıkları hazırlıklara bırakmıştı. Karton paketler ve
siyah torbalar büyük bir titizlikle açılıyor, kaldırımların boş yerlerine
seriliyordu. Ayakkabılar, terlikler, bazı hediyelikler... Neredeyse her şey
vardı. Yürümek zor oluyor bu telaşın arasında. Buradan da alınmaz ki
don! En iyisi devam etmeli.
Dönüş için her zaman kullandığımın aksine bu sefer uzun,
fakat daha düz olan yolu tercih ettim. Meydana çıkan ara sokaklardan
birinden, çoğunlukla kap kacak satan ufak dükkanların bulunduğu bir
dar sokaktan yürüdüm. Kepenkler yavaş yavaş kapanıyordu. Henüz açık
olan, pijama ve atlet satan bir dükkanın önünde durdum. Son bir şans!..
Gördün mü bak her şey önünde işte! Bir duvar olduğu gibi don doluydu. 198
Hem de her cinsinden. Keyifle bakındım bir süre.
“Likralı mı olacak abi?”
“Evet. Elbette likralı olacak.”
“Beden?”
“Larçç!”
Gözlerimle bütün rafı süzüyor, kendime uygun olanını seçmeye
çalışıyordum. Sonunda başarıp söyleyivermiştim birini. Ne mutlu bana.
Neyse ki bugün elim boş dönmeyecektim.
Bu ihtimali hissetmek bile güzelmiş meğer….
“Abi hiç larçç kalmadı.”
Yine şaşırmıyordum. Bütün yol boyunca içinden çıkamadığım
şeyleri düşündüm. Çıkmak zordur zaten. Bilinçaltından…
Tema: Yalan
Kucak - Hasan Cüneyt Bozkurt

Şemsiyemi kapatırken birkaç damla yağmur ensemden


omuriliğime kadar ilerledi. Ürperdim. Köpekler gibi silkelenmek geldi
içimden. Aceleyle balık haline girdim. Yan yana sıralanmış tezgâhların
üzerlerine sarkan ampullerin parlak ışıkları gözlerimi kamaştırdı. Her
yerden bir ses geliyordu.
“Evet, çipuracılar, levrekçiler, dilciler, tekirciler, …”
200
“Hey maşallah, oynuyor bunlar abi…”
“Yeni geldi bunlar abi…”
Hal esnafının yılışıklığını bildiğimden şemsiyemi koluma taktım,
ellerimi cebime soktum, sahilde gezintiye çıkmış gibi umursamaz
bir tavırla içerde dolaşmaya başladım. Tezgâhları izledim: Üst üste
dizilmiş kasaların tepesine rampa oluşturacak şekilde yatırılan tahta
zeminlere mavi muşambalar raptiyelenmiş, balıklar türlerine göre
buralara sıralanmıştı. Süslemek için de aralarına limon, marul ve roka
yerleştirilmişti. Çığırtkanlar bir yandan bağırıyor, bir yandan ellerindeki
plastik kovadan avuçladıkları suyu balıkların üzerlerine çarpıyorlardı.
Etraf kalabalıktı. Benim gibi yağmurdan kaçıp kendini hale atanlar
fayansları çamura bulamışlardı. Çıraklar dükkânlarının önünde biriken
pisliği çekpasla tezgâh altlarındaki mazgallı su arklarına itiyorlardı.
Kimisi de balık borsasından getirilen, içi buzlu balık dolu köpük kasaları,
el arabalarıyla dükkânlara taşıyordu. Bütün bu kargaşanın içinde
mangallık balık arıyordum.
Hemen hemen bütün tezgâhları dolaştım. Neden hâlâ biri
kolumdan tutup bana zorla balık satmaya kalkışmadı diye merak
ederken nihayet sarı çizmeli lastik tulum giymiş gençlerden biri önüme
atladı.
“Ne verelim babaya?” dedi.
“…”
“Bak baba! Kefale bak! Topan bunlar! Gözüne bak! Cam gibi,
cam! İki kilo yeter mi baba?” dedi ve birkaç tanesini alıp teraziye attı.
“Yirmi beş yaptı, ama sana yirmi olur,” dedi.
“…”
“Fileto mu yapsınlar dilim mi?”
“Dur bir bakalım,” dedim. 201
Nedense telaşlandım. Belki de sırf tezgâhına bakmış olmakla
gizli bir anlaşma yapmış olduğumuzu düşündüm. Tereddüt etmek bir
çeşit hainlik gibi geldi bana. Tuhaf bir suçluluk duygusuna kapıldım.
Tezgâhçı genç bunu hemen sezdi ve küsmüş gibi balıkları teraziden alıp
tezgâha attı.
Yoluma devam edecektim ki bir şeye çarpıp sendeledim.
“Aman baba, dikkat!” dedi genç.
“Yok bir şey,” dedim.
Önümdeki mavi bidonları gördüm. Biri bunların başına çökmüş,
sardalya temizliyordu. Kır sakallı, beresi yana kaymış, yağmurluğu
delik deşik, lastik çizmeli, buruşuk suratlı bir adamdı. Ağzındaki sigara
dudaklarını yakmak üzereydi. Etrafında besili kediler bekleşiyordu. İhtiyar,
balığın kafasını ensesinden tutup karnına doğru büküp çekiyor; kafa, iç
organlarla birlikte vücuttan ayrılıyor ve başka bir bidona atılıyordu. Kalan
eti içinde su bulunan bir kovada silkeleyip dördüncü kovaya atarken
başını kaldırdı.
“Sardalye on numara abi,” dedi.
Tezgâhçı şansını bir daha denemek için hemen araya girdi.
“Sen işine bak,” dedi ihtiyara. “Babaya fıs balık verilir mi? Tava
mı yapacaksın baba mangal mı?”
Adamla o kadar yüz göz olmuştum ki “İstemez,” deyip çekip
gidemiyordum bir türlü. “Dönüşte bakarım,” ya da “Bir dolaşayım,”
desem nasıl olurdu? Bal gibi de olurdu. Borcum mu vardı benim bu
adama? Babamın oğlu muydu? Kendi kendime kızıyordum.
“Sen baştan söylesene bana babacım,” dedi tezgâhçı. “Tipinden
belli. Mangalcısın sen. Kefal, mangalı görünce şımarır, bulgur gibi dağılır,
toplayamazsın ızgarada. Çipura verelim sana. Kuyruğa bak! Dansöz
gibi kıvırmış maşallah. İki kilo yeter mi babama?” dedi ve iki avucuna ne
202
kadar doldurabildiyse alıp teraziye attı.
“Kırk yaptı, sana otuz beşe bırakayım baba,” dedi.
Hiçbir şey söylemeden çekip gitsem nasıl olurdu? Adam
arkamdan sövmez miydi? “Ulan bu kadar uğraştım, insan bir kilo
balık alır, cimri herif,” demez miydi? Derdi belki. Hatta “Sen kapıdaki
işportacılara bak baba,” deyip beni aşağılayabilirdi bile. O zaman benim
de söyleyecek bir lafım olurdu elbet.
Bunları kafamda döndürüp dururken hemen önümüzde
sardalye temizleyen ihtiyarın yanına on iki, on üç yaşlarında bir çocuk
geldi. Sırılsıklamdı. Başlıklı hırkasının üzerine yıpranmış, kahverengi, deri
mont giymişti. Montunun iç cebindeki çakmak gazı tüpü hemen göze
çarpıyordu. İhtiyarla konuşmaya başladılar. Tezgâhtarın sesinden onları
duyamıyordum.
“İçin rahat olsun baba. Bak balığa! Daha denizin rengi var
üstünde. Bir de buna bak! Solmuş, kupkuru. Dokun bak! Hamur gibi. Bir
de buna bak! Dipdiri, kız gibi. Babaya fıs balık verilir mi? Yanlış anlama.
Bunları sana ayırdım baba. Solungaca bak! Kan damlıyor mübarekten,
kan!”
Tezgâhtar hünerinin doruğuna ulaşmak üzereydi ki ihtiyarla
çocuğun konuşması bir anda küfürleşmeye dönüştü. Sesler yükseldi.
Etraftaki besili kediler sağa sola kaçıştılar.
“Vereceksin lan!” dedi çocuk.
“Yok lan işte,” dedi ihtiyar.
Tedirgin olduğumu fark edince tezgâhtar araya girdi. Küfredip
kovaladı çocuğu. Çocuk koluyla burnunu sildi. Yan yan tezgâhtara baktı.
Sonra ihtiyarla beni süzdü. Ellerini cebine soktu ve gözlerinin karasını
beyazının tepesine çıkarıp bakışlarını bizden ayırmadan yanımızdan
uzaklaştı. Donuk, hissiz hatta vahşiydi. Tehlikenin uzaklaştığından
emin olmak isteyen ürkmüş bir hayvan gibi kalabalığa karışıp gözden
kaybolana kadar onu izledim. 203

“Sen rahat ol babacım,” dedi tezgâhtar.


“…”
“Çocuğu şımartırsan olacağı bu.”
“Kim o çocuk?” dedim.
“Bunun oğlu,” dedi.
“…”
“Dünyanın çivisi çıktı babacım, çivisi çıktı.”
“…”
“Para var, huzur var.”
“…”
“Temizletelim mi baba?”
Bir dalgınlık çöktü üstüme.
“Temizlet,” dedim.
Halden sonra markete uğradım. Selda’nın alışveriş listesi diye
elime tutuşturduğu kâğıtta ne varsa hepsini aldım. Şemsiyeme sığınıp
hızlı hızlı apartmana yürüdüm. Poşetleri yere koyup kapıyı açtım. O kadar
ıslanmıştım ki bir an önce eve girip üstümü değiştirmek ve bu telaştan
kurtulmak istiyordum. Şemsiyemi kapatmaya bile üşendim. Hızlı hızlı
merdivenleri tırmandım. İlk dönemeci geçince aşağıya inen apartman
yöneticisiyle karşılaştım.
“Merhaba avukat bey!” dedi.
Nasıl bir adam olduğunu bildiğimden üstün körü “Merhaba,”
deyip yoluma devam ettim. Dairemin önünde kapımı açmaya çalışırken
aşağıdan sesler duydum.
“Kime baktın?” dedi yönetici.
204
“…”
Sesler uğultuya dönüştü.
Amortisörlü apartman kapısı sertçe kapandı. Herhalde bizim
üst katta oturan yönetici yine dalaşacak birini bulmuştu kendine:
Yok, kalabalık misafir gurupları ağırlamayın! Yok, ayakkabıları
kapı önlerine bırakmayın! Yok, televizyonun sesini fazla açmayın!
Sandalyeleri çekerken yerde sürümeyin! Kapıları yavaş kapatın! Yok,
daha bilmem neler, bıdı bıdı… Apartmanı devlet yurduna çevirmişti.
Aslında mesleğimden kaynaklı bana mesafeli yaklaşır, diğer apartman
sakinlerine davrandığı gibi kimsesiz öğrenci muamelesi çekemezdi.
Ben de henüz beş aylık olan oğlumun apartmanda yarattığı travmaları
bildiğimden huysuzluğuna ses çıkarmazdım. Aramızda böyle sözsüz,
gizli bir anlaşma vardı.
Bebeğin uyuyor olma ihtimalini göz önünde bulundurarak
dairemin kapısını usulca açıp hırsız gibi içeri girdim. Gürültü yaparsam
Selda’dan fena halde azar işitebilirdim. Poşetleri yavaşça yere bıraktım.
Paltomu astım ve parmaklarımın ucunda yürüyerek odaları dolaşmaya
başladım. Selda yatak odasında bebeği emziriyordu. Beni görünce
irkildi. Sonra gerilmiş göz kapakları hafifçe aşağıya kaydı.
“Keyfi iyi mi?” dedim sadece dudaklarımı kıpırdatarak.
“Huysuz,” dedi Selda aynı şekilde.
Dolaptan temiz giysiler alıp koridorda üzerimdekileri değiştirdim.
Islanmış olanları banyodaki kirli sepetine attım. Yatak odasına döndüm.
“Ben mangalı yakıyorum,” dedim kapıyı aralayıp.
“Tamam,” dedi.
Balıkçının gelişi güzel temizlediği çipuraları elden geçirdim.
Ufak tefek artıkları ayıkladım. Dövülmüş sarımsak, tuz ve zeytinyağıyla
yaptığım sosu balıkların üzerinde gezdirip malzemeyi beklemeye aldım
ve mangalı yakmak üzere balkona çıktım. Müteahhidin, mangalcıları 205
düşünerek apartmandaki bütün dairelerin balkon köşelerine yaptırdığı
barbeküler işimizi görüyordu.
Hava yağmurluydu, rüzgâr da vardı. Fakat keyifliydim. Zor
koşullarda yapılan yemeğin tadını hiçbir şeye değişmezdim. Belki de
lezzet denilen şeyin, dildeki tat alma tomurcuklarının uyarılmasının
dışında emekle doğrudan ilişkili psikolojik bir yanı vardı. Yemeği
elde etmek için gösterdiğim çaba zihnimdeki değerini artıyor, balığın
üzerinden damla damla köze akacak olan sarımsaklı zeytinyağının
ve közün çipura derisinden çıkaracağı deniz kokusunun kömür isiyle
demlenmiş son hali ağzımı sulandırıyordu.
O sıra kapı zili çaldı.
Telaşlandım. Gelen her kimse Selda’nın gazabına uğrayacaktı.
Hâlbuki kapıcıya “Her ne olursa olsun tokmağı tıklat, zili çalma,” diye sıkı
sıkı tembihlemiştim. Belki de o değildi. Çünkü çöp alma zamanı çoktan
geçmişti. Yönetici olabilir miydi? “Mangalı fazla yellemeyin. Her yer
leş gibi is kokuyor,” diyebilir miydi? Eğilip baca deliğine baktım. Çekişi
gayet iyiydi. Rüzgâr da vardı. “Of!” dedim içimden. Anlaşmayı bozmak
istemiyordum. Çünkü karşılığında suskun bir çocuk verebilecek bir
durumda değildim.
İşimi bırakıp kapıya gittim. Gözetleme deliğinden baktım. Kimse
yoktu. Selda odadan çıkıp geldi.
“Kim o geri zekâlı?” dedi.
“Kapıda kimse yok,” dedim.
Megafonun konuşma düğmesini basılı tutup “Kim o?” diye
seslendim.
Düğmeyi bırakıp sesi dinledim: “Su!” dedi biri.
“Sen su istemiş miydin?” dedim Selda’ya.
“Yanlış çaldı geri zekâlı!” dedi.
206
“Biz su istemedik,” dedim megafona.
Ses çıkmadı.
“Aç bari bir daha çalmasın,” dedi Selda.
Kırmızı düğmeye basıp kapıyı açtım.
Selda, oflayarak yatak odasına döndü, ben de balkona. Bir
tatsızlık çıkmamasına sevindim. Oğlumuz büyümüş olsaydı böyle şeyleri
hiç dert etmeyecektik kendimize. O günleri görmek için can atıyordum.
Yapacak ne çok şeyimiz vardı! Önce bu lezzet törenini öğrenmeliydi.
Mangalın başındaydım. Dalmıştım. Ona seslendiğimi fark etmiyordum
bile.
“Bak oğlum, çıraların ateşini faraşla körükleyip kömüre iyice
işleteceksin. Tek bir siyahlık kalmayana, bütün parçalar kızıllaşıp kor
olana kadar bu işlemi sürdürmen gerekiyor. Yoksa kanserojen etki
yaratır. İşin bitince köz kulesini mangala yayacaksın ve pişirme telini
üzerine yerleştirip kızgın ateşte bir süre bekleterek mikroplarından
arınmasını sağlayacaksın. Geçen seferki mangal keyfinden geriye kalan
kokuları bastırması için de ortadan kesilmiş bir parça soğanı, maşayla
telin üzerinde gezdirmen gerekiyor.
Şimdi ocağımız hazır evlat. Fakat ısısı fazla yüksek. Balıkları
kömüre çevirir. Telaşlanma, bunu avantaja dönüştürmeliyiz. Önce
patlıcanları atıyoruz. Közlenmiş patlıcan salatasına doyum olmaz.
Sonra dilim soğanlar, ortadan ikiye ayrılmış domatesler, içi maydanozlu
kaşarla doldurulmuş büyük mantarlar ve köy biberleri. Bunlar bitti mi?
Şimdi sıra sosta beklettiğimiz balıklara geldi. İşte böyle
güzelce kuyruğundan tutup telin üzerine yatıracaksın. Kokuyu alıyor
musun? Of! Kokla! Çek içine! Ne muhteşem değil mi? Yalnız bunu
arada bir yağlayacaksın. Yoksa tele yapışır. Maharet, piştikten sonra
balığı bozmadan tabağa koymakta. Gerçi balık bayatsa istediğin kadar
usta ol, yine beceremezsin. Parça pinçik olur. O yüzden halden balık
207
almayı sevmem ben. Hem yılışık tezgâhtarlar canımı sıkarlar hem de
güvenemezsin bunlara.
En güzeli balığı kendin tutmak. Biraz büyü, ava gideriz seninle.
Yemeğin kıymetini yalnız avcılar bilirler. Bak, gör o zaman, balığı yerken
kimsenin tatmadığını tadacaksın. Ama mızmızlanmak yok! Sıkıldım
beklemekten, gidip şuradan alıverelim kaç paraysa! Yok öyle! Kolaycılık
zevkin düşmanıdır. Bileğinin hakkıyla kazandığının keyfi hiçbir şeyde
olmaz.”
“Kiminle konuşuyorsun sen?” dedi Selda.
Afalladım.
“Ne konuşması? Görmüyor musun? Uğraşıyorum işte.”
“Olmadı mı daha?”
“Bitti bitti. Sen masayı hazırla.”
“Bebek kıpırdanıyor beşikte. Hemen yiyelim. Çok acıktım ben.”
“Tamam, ilk pişenleri al sen, başla hemen.”
Selda, bebek telsizini masaya koydu. Sofrayı hazırladı. İlk
pişen balıkları mangaldan alıp mutfağa getirdim. Selda’nın balıktan ilk
lokmayı alışını, yüzündeki rahatlamayı izledim. Keyiflendim. Önemli bir
iş yaptığımı düşündüm. Kalan balıkları da alıp sofraya oturdum. Tam
yemeğe başlamıştım ki telsizden bebeğin ağlaması duyuldu.
“Sen otur, ben bakarım,” dedim.
Koşa koşa yatak odasına gittim. Salıncağı kıpır kıpırdı. Salıncak
dediğime bakmayın, aslında bir hamaktı bu. İki duvara karşılıklı çakılmış
dört halkaya halat geçirilmiş, bir battaniyenin iki ucu halatları alttan
kucaklayacak şekilde kıvrılıp ortada birleştirilerek kalın iple dikilmişti.
Kendi ellerimle yapmıştım bu hamağı.
Tam yatağın üzerine denk geliyordu. Bebek, geceleri iki saatte
bir uyanıyor, emiyor ve gözlerini bile açmadan tekrar uykuya dalıyordu.
Arada bir mızıkladığında bu hamak sayesinde ayağa kalkmaya gerek 208

kalmadan birkaç defa sallayıp uyutabiliyorduk.


Tabii, asıl yükü Selda çekiyordu. O kadar alışmıştım ki her gece
gerçekleşen bu işlemlere, hiçbir şey duymadan uyuyabiliyordum. Fakat
sabah beşten sonra uyumak ikimiz için de mümkün değildi. Akşam
dokuza kadar düzenli olarak iki saatte bir uyanıp iki-üç saat uyanık
kalıyordu ve uyanık kaldığı zamanlar tam bir işkenceye dönüşüyordu.
Neyse ki o gün, günlerden Pazardı. Ertesi gün büroya gitmek üzere
sabah yedide evden çıkacak, akşam beşte eve dönecek ve böylece altı
gün boyunca bütün o tantanadan uzak kalacaktım. Daha da güzeli o an
saat altı civarıydı. Yani uyansa bile en geç üç saat sonra gece uykusuna
başlayacaktı.
Önce şansımı denemek istedim. Halatları tutup sallamaya
başladım. Bebeğin ağlama tonunu dinledim. Acıkınca ya da kucağa
alınmak istiyorsa yalvarır gibi tiz, titrek ve kesik kesik sesler çıkarırdı.
Evet! Tam da öyle ağlıyordu. Anlaşılan fazla zamanım kalmamıştı. Biraz
daha beklersem ağlaması şiddetlenecekti.
Yatağın üzerine çıkıp ona yüzümü gösterdim. Ağlaması bir
anda kesildi. Gözlerini kısıp gülümsedi. Şişko yanaklarını iyice kabarttı.
Gerdanını şişirip çenesiyle göğsünü aynı hizaya getirdi. Ellerini bana
doğru uzatıp çırpınıyor, sevinç çığlıkları atıyordu. O kadar sevimliydi ki
biraz önce düşündüğüm bütün o ayrıntılardan utandım. İçime gömmek
istercesine kucaklayıp öptüm. Fakat kucağıma alır almaz küçücük
ağzından büyük bir nefes bıraktı ve benimle ilgilenmeyi hemen kesti.
O gülücükler, sevimlilikler bir anda uçtu, gitti. Gözlerini odanın içinde
gezdiriyor, kafasını bir o yana bir bu yana çevirip etrafı izliyordu.
Alışmıştım buna. Üzerine hırkasını giydirdim. Yanağını gözüme dayayıp
mutfağa götürdüm.
“Çoraplarını giydirmemişsin ama babası,” dedi Selda.
Yağlı ellerini balığından çekti, havaya kaldırıp odaya gitti ve
serçe parmağıyla tuttuğu çorapları getirdi. Giydirdim. Bebeği dizime 209
oturtup yemek yemeğe çalıştım. İkimizin de gözü bebekteydi. Her
hareketine şaşırıyor, sıradan bir insan gibi davranmasını nedense
garipsiyor ve yaptığı her şeyi gülünç buluyorduk. Bebek de bizi izliyordu.
Elimize aldığımız balık parçalarını ağzımıza götürüşümüzü, çatallarımızı
yiyeceklere batırışımızı, bardaklardan ağzımıza boşalanları, her şeyi tek
tek inceliyor ve en az bizim kadar şaşırıyordu. Böyle anlarda onu Japon
balıklarına benzetiyordum. Tombul, kıpır kıpır, ürkek ve şaşkın.
Mutluyduk.
Ama bunun uzun sürmeyeceğini biliyorduk. On, on beş dakika
içinde bebeğin hareketleri değişti. Kollarını ve bacaklarını çıldırmış gibi
sallamaya ve avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Yüzü önce kızardı,
sonra morardı. Acı çektiği o kadar belliydi ki ilk aklımıza gelen gaz sancısı
oldu.
Yemeği bırakıp karnı dizime gelecek şekilde bebeği dizime
yatırdım. Sırtına küçük küçük vurarak gazını çıkarmaya çalıştım. Biraz
rahatladı. Fakat keyfi kaçmıştı bir kere. Bazen “ı”dan başlayıp “i”ye doğru
giden, bazen “e”den başlayıp “a”ya doğru ilerleyen ve giderek şiddetlenen
sesler çıkarıyor, belini oynatıp benden kurtulmaya çalışıyordu. Sanki
bıraksam yürüyebilecekti! Ben de çok meraklıydım onu oyuncak gibi
yanımda taşımaya! Gazını çıkarmıştı, şimdi ne istiyordu acaba? Altına
pislemiş olabilir miydi? Çevirip kokladım. Temizdi. Az önce emdiğine
göre karnı da toktu.
“Anlaşıldı. Yine başladık,” dedi Selda.
“Sırayla yiyelim. Ben kanguruyu takıyorum,” dedim.
Ellerimi yıkadım. Yatak odasından kanguru denen o askılı
çantayı alıp boynuma geçirdim. Kol ve bel kilitlerini kontrol edip mutfağa
döndüm. Bebeği kanguruya yerleştirdim ve evin içinde dolaşmaya
başladım. Gürültüsü biraz kesildi. Böylece gece programımız başlamış
oldu.
Arada bir yaylanıp göbeğimin üzerinde hoplata zıplata uzun 210

süre dolaştırdım beyefendiyi. Bundan hoşlanıyordu. Hatta durduğum


zamanlarda atı dehler gibi ayaklarıyla karnıma vuruyor, direnirsem önce
mızmızlanıyor, inliyor, öksürür gibi kesik kesik sesler çıkarıyor, daha da
ileri gidersem kızarıp morarıncaya kadar ağlıyordu. Fakat tek bir damla
gözyaşı dökmeden… Bunu öğrenmişti ve bize karşı çok iyi kullanıyordu.
Çıkardığı sesler dayanılacak gibi değildi. O kadar sinir bozucuydu ki
şakaklarıma ağrılar giriyordu. Sırf bu sancıları hafifletebilmek için
eczaneden silikon kulak tıpaları bile almıştım. Kutusuyla birlikte sürekli
cebimde taşıyordum.
Yorulmuştum.
Bebek sekiz buçuk kiloydu ve her adımda ağırlığı artıyordu.
Boynuma, sırtıma, belime, ayaklarıma sancılar girmeye başlamıştı. Arada
bir bebeği alttan kavrayıp kaldırıyor, ağırlığın vücuduma baskı yaptığı
noktaları değiştirip kısa süreli rahatlamalar yaratmaya çalışıyordum.
Sonunda dayanamayıp salondaki kanepeye oturdum. Her zamanki gibi
öksürük tutmuş gibi başlayan küçük çığlıkları haykırmalara dönüştü.
Birkaç saniye nefessiz kaldı ve sonra yine derin bir nefes alıp ağlamaya
devam etti.
Cebimden silikon kulak tıpalarını çıkarıp taktım. Televizyonu
açtım. Hemen hemen hiçbir şey duymuyor, gözümün önünden geçen
anlamsız görüntülerle dikkatimi dağıtmak, yorgunluğumu unutmak
istiyordum. Ağrılarımın kaşlarımın ortasından gözyaşı gibi yanaklarıma
süzüldüğünü ve sonra yok olduğunu hissettim. Tam gözlerim
kapanıyordu ki bebek, yumuşacık parmaklarındaki keskin tırnaklarıyla
ellerime pençe atmaya başladı. O an Selda’yı karşımda buldum. Eliyle
kulağından bir şey çıkarır gibi bir işaret yaptı. Silikon kulaklıklarımdan
birini çıkardım.
“Deminden beri bağırıyorum içeriden, duymuyor musun?
Ağlatma şu çocuğu. Mosmor olmuş. Şunun haline bak!” dedi.
Ve çocuğu kangurudan çıkarıp kucağına aldı. Beyefendinin 211
ağlaması bir anda kesildi. Sanki az önce yeri göğü inleten kendisi
değilmiş gibi etrafa gülücükler saçıyordu.
“Ben yemek yiyeceğim,” dedim.
Ve onları salonda bırakarak mutfağa gittim. Masaya oturdum.
Soğuyan balığımı yemeğe başladım. Bir yandan da pedagoji kitaplarından
öğrendiklerimi döndürüp duruyordum aklımda: “İstenmeyen davranış
ödüllendirilmez. Ne istiyor? Kucak. Sen ne yapıyorsun? Kucağına
alıyorsun.”
İçerden Selda’nın şarkıları duyuluyordu. Bir de bebeğin
gülücüklerle süslediği kahkahaları…
“Başparmağım, başparmağım. Neredesin? Buradayım. Nasılsın
efendim? Teşekkür ederim. Parmak kaç? Parmak kaç? Bir küçücük
aslancık varmış. Ormanda ko ko koşar oynarmış. Babası onu çok, çok
severmiş. Annesi onu çok, çok severmiş.”
Yemeğim bitince salona döndüm. Selda, bebeği kanepeye
oturtmuştu. Karşısına geçmiş elindeki çıngırakla ritim tutarak şarkı
söylüyordu.
“Bak gördün mü? İlgi istiyor çocuk,” dedi.
Haklıydı.
“İlla kucağa almak gerekmiyor,” diye de ekledi.
Bunu söyledikten kısa süre sonra bebek sıkılmaya başladı.
Kralın önünde onu eğlendirmeye çalışan soytarılar gibiydik ve
yüce efendimiz bir türlü memnun olmuyordu. Tatminsizdi. Huzursuzluğu
şiddetlendikçe gırtlaktan çıkardığı sesler çatallanıyor, bir süre sonra
horoz ötüşüne ya da boğazlanan bir tavuğun son nefesini verişine
dönüşüyordu.
Tükürüğünü yutmuş olacak ki öksürmeye başladı. Önceleri
boğazına bir şey kaçtı diye telaşlanır, çocuğu tepetaklak yapar, sözde 212
hayata döndürmeye çalışırdık. Huyunu öğrendiğimizden beri sadece
kucaklayıp avutuyor, ne yapıp edip istediğini elde eden bu küçük
canavara çaresizlik içinde boyun eğiyorduk. Fena halde bunalmıştım.
Selda bebeği kucaklamak için eğildi. Kolundan tuttum.
“Bırak ağlasın,” dedim.
“Delirdin mi sen?”
“Dik duruyor ya işte!”
“Katılacak çocuk.”
“Ağlamanın işe yaramadığını anlamalı.”
“Daha çok küçük,” dedi ve bebeği kucakladı.
“Tamam annem. Tamam paşam. Tamam kuzum. Tamam
oğlum. Bir küçücük aslancık varmış…” diye diye avuttu bebeği.
Önce öksürüğü kesildi beyefendinin, sonra ağlaması. Fakat
bize sinirlenmişti bir kere. Gülmüyordu. Kaşları çatıktı. Belki de içeride
bunalmıştı. Selda, bebeği yün şalla sardı ve balkona çıkardı. Volta
atmaya başladılar.
Boş boş televizyona bakıyordum. Bir anda görüntü gitti. Rüzgâr
yine anten kablosunu yerinden oynatmış olmalıydı. Kalkıp koridordaki
dolabın çekmecesinden el feneri ve kablo bandı aldım.
“Ben yukarı çıkıyorum,” dedim sinirli sinirli.
Dış kapıyı açar açmaz otomatik merdiven ışıkları yandı.
Adımlarımı attıkça boşlukta ayak seslerim yankılanıyordu. O kadar
bitkindim ki bazen adım attığım dizime elimi yaslayıp destek alıyor ve
ancak bu şekilde diğerini kaldırabiliyordum.
Yöneticinin kapısından geçerken hareketlerim yavaşladı,
istemsiz bir şekilde sessiz olmaya özen gösterdim ve nihayet çatıya
açılan demir kapağın bulunduğu kata ulaşıp demir merdivene tırmandım.
213
Kapağın sürgüsü açıktı.
Belki de anteni bozulan tek kişi ben değildim. Genelde kimse
sürgüyle uğraşmazdı. İşini gören giderdi. Yönetici de demediğini
bırakmazdı.
“Huysuz herif!” dedim içimden.
Umursamadım.
Yağmurun sesini duyabiliyordum. Sertti, hızlıydı. Kapağı davul
gibi çalıyordu. Biraz sonra onunla yüzleşecektim. Kapağı ittirdim,
açıldı. Tırmanmaya devam ettim ve bombardıman sonrası yeraltındaki
sığınaklardan yeryüzüne çıkan insanlar gibi çatıya çıktım.
Islanıyordum. Neden şemsiyemi almamıştım ki? El fenerimi
yaktım. Zemin, pürüzlü kırmızı bir malzemeyle kaplanmıştı, kiremit
yoktu. Rahatça yürüyebiliyordum. Fakat eğim biraz fazlaydı. Adımlarımı
dikkatlice atmaya özen gösterdim. Çanak antenlerin bağlandığı bölüme
yürüdüm. Onlarcasının içinden bizimkini buldum. Kabloyu kontrol ettim.
Tahmin ettiğim gibi yerinden çıkmıştı. El fenerini koltuğumun altına
aldım, cebimden bandı çıkardım ve kabloyu yerine takıp üzerine bant
çektim. Oynayıp oynamadığını kontrol ettim. Sapasağlamdı.
İyice ıslanmıştım. Vakit kaybetmeden kapağın olduğu yere
döndüm. Kapağı tuttum. Eğilip delikten içeri girdim. Demir merdivenden
aşağı indikçe kapak da benimle birlikte hareket etti ve tencere kapağı
gibi tepeme kapandı.
Sürgüyü çekmeden oradan ayrıldım.
Eve dönünce televizyonu kontrol ettim. Görüntü düzelmişti.
O sıra Selda balkon kapısını açıp içeri girdi. Hava değişimi
bebeğe iyi gelmiş olacak ki gülümsüyordu. Annesinin de keyfi yerindeydi.
“Al biraz da, mutfağı toplayayım,” dedi ve bebeği bana uzattı.
“Bırak oraya,” dedim. 214

“Oğlunu kucağına almayacak mısın?”


“Almayacağım.”
“O sevgi istiyor babası.”
“O ne istediğini bilmiyor.”
“Ağlayarak anlatıyor derdini.”
“Bunu anlatıyor işte.”
“Of! Hiç olmazsa dile gelsin.”
Bu tartışma böyle uzayıp gidiyordu. Sonunda ben, Alman
ekolünden gaddar baba oluyordum; o, Amerikan ekolünden pohpohçu
anne. Aslında ikimiz de şımarık çocuklardan hoşlanmıyorduk. Alışveriş
merkezlerinde istedikleri herhangi bir şey alınmadığı için kendini yerden
yere atan, kafasını raflara vuran çocukları gördükçe hem sinirlenir hem
üzülürdük. Fakat oğlumuzun sevgisiz büyümesini de istemiyorduk.
Aklımız çorba olmuştu. Örneğin kucak, özgüven mi veriyordu yoksa
kolaycılığa alıştırıp tersini mi yapıyordu? Dengeyi nasıl kuracaktık? Sırf bu
meselede anlaşamadığımız için iki ayrı çocuk doktoruna gidiyorduk. Biri
benim tarafımdaydı, diğeri Selda’nın. Ne zaman bu konuda tartışmaya
başlasak herkes kendi doktorunu arkasına alır, onun söylediklerinden
alıntılar yaparak konuşurdu. Sonra vazgeçtik bu gürültüden. Çocuğunki
yetiyordu zaten. Ortak bir noktada buluştuk. Doktorlarımız da aralarında
anlaştılar ve bize destek oldular: Oğlumuz şu anda kolik adı verilen, sürekli
huzursuzluk haliyle belirgin bir dönemden geçiyordu. Henüz tıp, bunun
çözümünü bulabilmiş değildi. Aslında yüzyıllardır çözümlenemeyen
bir sorunla karşı karşıyaydık. Örneğin Türk Mitolojisi’ne göre şamanlar
böyle anlarda davul çalıp dans ederek çocukların ve kadınların koruyucu
ruhu Umay’ı yardıma çağrılırlardı. Günümüzde teoloji, dua okumaktan
bahsediyordu. İşte sekiz buçuk kiloluk, altmış dört santimlik minicik bir
bebeğin bizi düşürdüğü durum buydu.
Şunda hemfikirdik: Oğlumuz ne sevgisiz olacaktı ne de şımarık. 215
Fakat eğitime başlama yaşı konusunda hâlâ anlaşabilmiş değildik.
“Kucak yok,” dedim.
“O zaman buraya yatırıyorum. Ama öyle kulaklarını
tıkamayacaksın. Bir çıngırak salla, bir şarkı söyle, bir şey yap. Günah bu
çocuğa,” dedi ve mutfağa gitti Selda.
Bebek, hemen yanımda kanepede yatıyordu. Ellerini bana doğru
uzatıp sevimli sevimli gülücükler saçarak, “Al beni kucağına,” diyordu.
Almadım.
Çıngırakla ritim tutarak buz gibi bir ses tonuyla şarkı söyledim.
Buna rağmen sevinç çığlıklarıyla beni dinledi.
Bir anda yumuşadım.
Uzanıp burnunu öptüm. Mayalanmış hamur kokan tenini
içime çektim. Coşkusu giderek arttı. Küçük bir kuş gibi çırpınıyor, bunu
yaparken tırnaklarını nereme denk getirirse geçirip etimi yırtıyordu.
Burnum, göz kapaklarım, boynum hep çiziklerle doluydu. Biri kabuk
bağlayıp geçmeye yüz tutunca yenisini çiziyordu. Tabii, ağlamasıyla
kıyaslanınca bu çiziklerin hiçbir önemi yoktu. Hatta işlerin yolunda
gittiğini düşünüp rahatlayabilirdim.
Fazla mı iyimserdim?
Çok sürmedi.
Yine sıkılma belirtileri göstermeye, ıkınma sesleri çıkarmaya
başladı. Hemen bir çözüm bulmalıydım yoksa ağlama nöbeti başlayacak
ve bizi en başa döndürecekti. Önce temel ihtiyaçlarını gözden geçirdim:
Altı temizdi, pişiği yoktu. Saate baktım. Sekizi gösteriyordu. Acıkmış
olabilirdi. Ayrıca uykusu geldiğinde yanakları ve gözlerinin altı kızarır,
yumruklarıyla gözlerini ovuşturuyor ve mızmızlanırdı. Evet! Tam da
düşündüğüm gibiydi. Şansımız varsa emerken uyuyacaktı.
Selda’yı çağırdım. Bebeği emzirmeye başladı. İştahı yerindeydi; 216

fakat yutkunma seslerine karışan mızıklamalar hiç eksik oluyordu.


Boncuk boncuk terledik.
Uyumadı.
Bebeği çarşafa yatırdık. Çarşafı iki ucundan tutup kaldırarak
hamak haline getirdik. Beyefendi, duvara asılan hamağa uyuduktan
sonra yatıyor, gözlerini kapatmadan önce ikimizi de bu şekilde yanında
görmek istiyordu. Biz de istekleri karşılanmayınca evde yaratacağı
huzursuzluktan korunmak için ne istiyorsa yapıyorduk.
Parmaklarımız dört köşede kenetlendi. Sallamaya başladık.
Yüzü bana dönüktü. Hareket ettikçe gülümseyip etrafa tükürük saçarak
büü şeklinde sesler çıkarıyor; göz bebekleri, bir o yana bir bu yana yüz
seksen derece kayıyordu. Ellerini göğsünde kenetlemişti. Belki de bu
yatış pozisyonu anne karnındakine benzediğinden kendini güvende
hissediyor, “Hadi devam et,” der gibi bana bakıyordu.
Biz onun kadar rahat değildik. Çarşafı her sallayışımızda
kumaş, avucumuzdaki etleri çekiyor ve bir süre sonra uyuşturup
hissizleştiriyordu. Ara sıra köşeleri tek elimizde birleştirip diğerini
silkeliyor, kan akışının hızlanmasını sağlamaya çalışıyorduk.
Selda ninni söylemeye başlayınca bebeğin göz bebekleri yavaş
yavaş kapandı. Göğsünde birleştirdiği elleri iki yana düştü. Yaklaşık bir
saatlik çalışmanın sonunda nihayet bebeği uyutabildik. İki duvar arasına
kurulmuş hamağa yatırdık. Üzerini battaniyeyle örttük. Ellerimiz ölü
hayvanlar gibi kaskatı kalmıştı. Parmaklarımızı oynatmaya çalışmak
paslanmış mekanik bir aleti çalıştırmaya benziyordu. Eklemlerimdeki
gıcırdamaları duyabiliyordum.
Çok yorgundum. Kendimi öylece yatağa bıraktım. Selda her
zamanki gibi önce dış kapıyı kilitledi. Sonra dişlerini fırçaladı. Yüzünü
temizledi. Tuvalete girdi ve yanıma uzandı. Fakat bir süre gözlerimiz
kapanmadı. Kulaklarımızda çınlayan hayali ağlama sesinin gitmesini
217
bekledik. Sesler uğultuya, uğultu fısıltıya ve nihayet fısıltı sessizliğe
dönüştü.
Uyuduk.
Ne kadar süre geçti bilmiyorum. Gözlerimi araladım. Şaşırdım
buna. Her gece iki saatte bir gerçekleşen emzirme işlemlerinde bile
uyanmazdım. Hele bu kadar yorgunken uyanmış olmam kesinlikle
normal değildi. Kulağıma alışılmadık tıkırtılar geliyordu.
Duvarda küçük bir ışığın dolaştığını gördüm.
Aklımın bulanıklığı dağılana kadar anlamsız bakışlarla ışığı
izledim. Burnuma keskin bir çakmak gazı kokusu geldi. Burun kanatlarım
oynadı. Gözlerimi kırpıştırdım. Bir şeye dikkat kesilmiş olmaktan dolayı
kaşlarım çatıldı. Kendime geldim. Işık hâlâ duvarda dolaşıyordu. Bir el
feneri ışığıydı bu.
Dehşete kapıldım.
Işık tavana kaydı. Bakışlarım ışıkla beraber hareket etti. Hızla
arkamı döndüm ve onu gördüm: Kahverengi deri montunun altına
başlıklı bir hırka giymiş, yüzünü siyah bir atkıyla sarmıştı. Sırılsıklamdı.
Çenesinin titrediğini, dişlerinin birbirine vurduğunu duyabiliyordum. Kısa
boyluydu, sıskaydı. On iki, on üç yaşlarında olmalıydı. Eğilmiş, Selda’nın
yanındaki küçük dolabın çekmecelerini karıştırıyordu. Arkası bana
dönüktü ve beline soktuğu levyenin yarısı dışarı çıkmıştı.
Ne düşüneceğimi şaşırmıştım. Meğer böyle anlarda insanın aklı
olağan üstü bir hızla ve tam bir kargaşa içinde çalışabiliyormuş. Önce
içeri nasıl girdiğini merak ettim. İlk aklıma gelen balkon kapısı oldu.
Selda, bebekle birlikte içeri girerken kanatları sürüp bitiştirmiş ama kolu
indirmemiş olabilir miydi? Kahretsin! Neden kontrol etmeden yatmıştım
ki? Peki ya balkona nasıl çıkmıştı? Ya da inmiş miydi? Yöneticiyle
konuşan adam, sertçe kapanan amortisörlü apartman kapısı, kim o,
su, deri montu sırılsıklam, çanak antenlerin öbür tarafı, karanlık köşe,
çatının sürgüsü, kapı kilitli, balkonların dibinden geçen su boruları… 218
Kendime gelmeliydim. Bunları düşünmenin sırası değildi. Şu anda
Selda’nın hemen yanında, belinde levyeyle dolaşan bir adam vardı. Peki
ya hamakta her şeyden habersiz uyuyan oğlum! Onun dupduru yüzü,
elleri, gözleri…
Doğrulmak için hamle yaptım. Aynı anda adam kafasını
hafifçe benden yana oynattı. Üzerine atlayacaktım. Aklıma başka bir
şey gelmiyordu. Ya levye? Ben doğrulana kadar belinden çekip pekâlâ
Selda’nın, benim, hatta bebeğin kafasına… Aman Allah’ım! 5237 sayılı
yasanın 27/2. maddesinin uygulanabilmesi için meşru savunma ile
korunabilecek bir hakkın bulunması… Adam yatak odamda.
Saldırıya ilişkin koşulların var olması… Belinde levye var. Savunmaya
ilişkin koşullardan ölçülülük şartının, savunma lehine ihlal edilmesi
suretiyle sınırın aşılması… Üzerine atlamalı, gırtlağına yapışmalı ve…
Sınırın aşılmasının mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaştan
ileri gelmesi gerekmekte olup… Karım, yavrum, levye… Tüm bu şartların
birlikte gerçekleşmesi halinde, meşru savunmada sınırı aşan faile ceza
verilmeyecektir.
Kalbim göğsümden dışarı fırlayacaktı.
“Dur!” dedim içimden. “Bekle! Sen kalkana kadar o levye…”
Kafamı çevirip uyur numarası yaptım. Adam hareketlenmeyi fark etti.
Yatağın etrafından dolandı. Adımlarını beynimin içinde atıyordu sanki.
Tam karşımda durdu. Çakmak gazı kokusu uzun süre suda beklemiş
kumaş kokusuna karışmıştı. Karşımda leş yiyen bir akbaba vardı ve
çengel gibi gagasını bana doğru uzatmıştı. Belinden yavaş yavaş çektiği
levyenin kemerdeki sürtünme sesi tüylerimi ürpertti.
Hâlâ “Dur!” diyordum içimden. “Bekle! Sen kalkana kadar o
levye…”
Adam feneri gözlerime tuttu.
Bekledi. 219

Bunun bir anlaşma çağrısı olduğunu fark ettim: Eğer sesimi


çıkarmayıp uyuma numarasına devam edersem yaşayacaktım. Aksi
takdirde ya ben ya karım ya oğlum ya da hepimiz ölecektik. Bocuk
boncuk terlemiştim, körük gibi soluyordum. Kişinin, maruz kaldığı
saldırı karşısında içine düştüğü korku, telaş ve şaşkınlık dolayısıyla
davranışlarını yönlendirme yeteneğinin ortadan kalkması söz konusu
olacağından, meşru müdafaada sınırın aşılmasından dolayı kusurlu
sayılmayacağı kabul edilir. Peki levye?
“Gözlerini açma!” dedi içimde bir ses.
Açmadım.
Adam feneri gözlerimden çekip çekmeceleri karıştırmaya devam
etti. Saniyeler saatlere hatta günlere dönüşmüştü. Bulabileceği şeyleri
gözden geçirdim: Cep telefonu, kol saati, demir paralarla birlikte içinde
en fazla elli lira olan bir cüzdan, kredi kartları, ehliyet, nüfus cüzdanı vs.
“Birader, yanlış anlama ama boşuna uğraşıyorsun,” desem
nasıl olurdu? Akıl, böyle anlarda kendini rahatlatmak için komiklik bile
yapabiliyordu demek. Hatta mantıklı bakış açıları bile geliştirebiliyordu: “O
saydıklarım oğlumun ve karımın hayatını tehlikeye atmaya değebilecek
şeyler mi ya da gururum onların hayatından daha mı önemli? Rolümü
oynamalıyım. Defolup gitsin aşağılık herif!”
Ve sonunda evi kurcalamaktan vazgeçti. Makyaj masasının
üzerinde duran Selda’nın çantasını aldı, hiç acele etmeden, elini kolunu
sallaya sallaya yatak odasından çıktı.
Küstah!
Belirleyici olan maruz kalınan saldırının kişiyi içine düşürdüğü
psikolojik durumdur. Zira kişi sırf maruz kaldığı saldırının tesiriyle,
heyecan, korku ve paniğe kapılarak meşru müdafaanın sınırlarını
aştığında bu maddeden yararlanabilecek… Ağzıma gelen küfrü sayıp
döküyordum içimden. Buna karşılık; sırf saldırının etkisiyle değil de, 220
(velev ki saldırıdan kaynaklanmış olsa dahi) öfke ve gazap gibi nedenlerle
sınırı aştığında ise aynı korumadan faydalanamayacaktır. Ne yani!
Öylece yatakta bekleyip evimden elini kolunu sallaya sallaya çıkmasını
mı bekleyecektim? Başka bir deyişle, sınırın aşılması konusunda failin
o anda içinde bulunduğu ruh halini adil bir tarzda göz önünde tutmak
lazımdır. Yani, failin niyeti, fiilin icra tarzına ve ruh haline göre ciddi bir
saldırının def’inden ziyade, kin duygusunu tatmine yönelik ise meşru
savunmanın sınırlarını aşma değil, ancak haksız tahrik söz konusu
olabilecektir.
Bebeğin hamağı sallanmaya başladı.
Huzursuzlaşmıştı, kıpırdanıyordu. Hiç düşünmeden kalkıp
kucakladım. Sürekli avutulmaya çalışıldığından böyle uyandırılmaya
alışık değildi. Önce şoka girdi, tepkisiz kaldı. Sonra dudağını büze büze
şiddeti giderek artan bir ses tonuyla ağlamaya başladı. Hırsızın koridorda
hızlanan ayak seslerini, kapının arkasındaki anahtarın yuvasında iki defa
döndürülmesini, menteşelerin gıcırtısını, otomat ışıklarının yanışını,
telaşlı adımların merdivenlerden paldır kültür inişini ve kalbimin tokmak
gibi kemiklerime vuruşunu bastırarak ağladı ve Selda, derin uykusundan
sıçrayarak uyandı. Bulanık gözlerle bana bakıp burnundan büyük bir
nefes bıraktı.
“Kucak yokmuş! Kendine bakmıyor da…” dedi ve emzirmek
üzere bebeği kucağına aldı.

221
Beto - Bünyamin Bozkuş

Siz bilmezsiniz, o zamanlar kulenin tepesinde külah yoktu.


Kapısına nah böyle bileğim kadar bir zincir dolamışlardı. Üstünde na
bu kadar bir kilit vardı. Biz girerdik tabii. Kapıyı böyle çektin mi zincirin
müsaade ettiği boşluktan girerdim ben. Bak şimdikinden daha zayıftım
o zaman.
Tepesine çıkmak isterdik çıkamazdık Merdivenlerin başını
molozla tıkamışlardı. Merdivenlerden aşağısı da tıkalıydı. Hem karanlık 222
çok acayip karanlıktı. Ne kiprit aydınlatırdı ne fener, çok girdik biz. Bi
kere bodrumunun kapısına kadar gittim. Bizim arkadaşlar gelemedi,
korktular. Gittim duvara değdim, basamağın üstüne örmüşler duvarı.
Üstünde bi gedik vardı, bir tuğla çıkmış yerinden ordan böyle kokulu
serin bi hava üflüyordu. Şu bizim tünelin kokusu gibi nemli küflü tuğla
kokuyordu. Sonra altında hazine var diyorlardı. Kulenin içini, tabanını
kazdılar, molozları temizlediler. Onlar paydos edince biz bakardık demir
kapıdan. Yok, oradalarsa kovalarlardı bizi. Bayağı kazdılar içini, bir sürü
iskelet buldular, daha da uğraşmadılar bırakıp gittiler. Kimi “Gâvurların
iskeleti,” dedi, kimi “Hazine arayanlar içinde kapalı kalmış,” dedi. “Altında
kuyu var,” dediler çok derinmiş, attıkları taşın sesi gelmemiş. Kuyunun
kapağı varmış, böyle değirmen taşı gibi taştan. On kişi zor sürermiş,
sürmüş geri kapatmışlar. Su kuyusudur demiş müzeden gelen mezarcı
mı mühendis mi neyse. Devletin memuru bakmak istememiş. Bi maaşla
gâvurun cehennemine inmem, bu deliğe kimseyi de indirmem demiş.
“Kapatın işimiz bitti,” demiş. Yazmışlar tutanağını, kemikleri çıkarmış
torbalara koymuşlar. Toprağı örtüp üstüne de betonu döküvermişler.
Tepesi pavyon olacakmış, öyle demişlerdi. Benim de aklıma takıldı
çocuğuz ya.
“Şu adamın intihar ettiği zaman mı? Hani bağırtı duymuştuk.
Çıktık burdan baktık, o zaman ayyaş Zekeriya vardı, belinde şarap testisi
asılı çalışırdı, baktık adamın kolu hâlâ kıpırdıyodu, Zekeriya usta gittiydi
yanına bi tek. Geldi, “Öldü,” dedi, telis aldı götürdü, üzerini örttü.”
“Yok lan Sait, ondan seneler evvel, kulenin külahı daha
yapılmamıştı, içi moloz doluydu dedim ya. Sen yoktun o zamanlar.”
“Hadi ulan sen nereden hatırlıyacan.”
“Dedim ya “Serçe çocuktuk,” diye, annem bile hayattaydı daha.
Kapıdan bir ben, bir de Deli Mahir geçebiliyordu. Girerdik içine, tepesine
çıkmaya çalışırdık.”
223
“Sen yok muydun Remi abi?”
“Yav Gülşah ne yaptın sen, hepimizin en moruğu Remidir, öyle
değil mi yavrum?”
“O zaman ben Andon Bularis’in çırağıydım, Biz çalışırdık
akşama kadar, bak şu harabe yok mu? Evimiz de şu ikinci kattı. Şimdi
Sait’in yattığı yer. Bu takozlar bebeydi, buralarda oynarlardı akşama
kadar, bu şeytan Beto’nun anası peşinden gezerdi, pek severdi bunu. Bi
de Çorumlu Ali Gülüç vardı, sağlam taşçıydı, o çekiç vururken önünden
geçemezdin, çıkarttığı talaş mermi gibi kafanı yarardı...”
Her akşamüstü Kule meydanındaki araba ve insan trafiği azalıp
serinlik çöktüğünde Kule’nin çevresinde ebabiller dönmeye başlardı.
Ebabil zamanları Beto’nun, demirci Sarkis’in, Remi’nin, Sait’in toplandığı
zamanlardı. Bazı günler fırıncı Ramazan ve Takoz Yaşar da katılır, bazen
de kule sokakta oturan sünepe Ressam ya da esnaftan herhangi biri içki
içmese bile sohbete katılmak için atölyenin avlusuna gelirdi. Herkesin en
terbiyeli, en efendi muhabbeti yaptığı zamanlar İngiliz komşu Nikola’nın
da bulunduğu zamanlardı, masadakilerin fazlasıyla dikkat göstermesine
rağmen Nikola da bol bol Türkçe küfür öğrenmişti. Arada sırada Zürafa
sokağın emektarlarından Gülşah, namı diğer Galatalı da özel olarak
çağrılır, masa yerine bir kasanın üzerine konulmuş ham ya da yarı
yontulmuş bir mezar taşı plakasının yanında başköşeye oturtulurdu.
Gülşah geldiği zamanlar, Beto ile Serçe’nin diğerleri tarafından
körüklenen rekabeti, akşamın ana eğlencesini oluştururdu.
Meydandan güneş çekildikten sonra, Avlunun bir kenarındaki
kuyuya bağlı elektrikli pompayı çalıştırıp avluyu ıslatır, bütün günün
tozunu temizler, kenara düzensizce atılmış teneke kutuların içindeki
bitkileri, Beto’nun soğanlarını ve kendiliğinden çıkan erik ağacını sulardık.
Sait manavdan bir kuru soğan kapar, fırıncı Ramazan ekmek getirir,
Serçe kollarını arkasında kavuşturmuş, kamburunu çıkarmış, bir eliyle
kolunun bileğinden kavradığı diğer elinde bir paket ucuz tavuk kanadıyla
gelirdi. 224

Eğer palamut zamanıysa, Beto, hem sıkı pazarlık ettiği hem


de balığın en iyisini aldığı için “Aslanım Beto” diye pohpohlanarak
Karaköy balık pazarına gönderilirdi. Herkes cebindeki bir iki lira bozuk
parayı ortaya koyar, rakı parası denkleştirilir, Beto’nun manavdan çaldığı
kasalar tutuşturulup bir iki mangal kömürü desteğiyle köz yapılırdı.
Şeytan Beto hamallık yapıyordu ama aslında çok zengin
olduğuyla ilgili rivayetler üzerine sorulan soruları ve atılan lafları, gizemli
bir gülümsemeyle karşılayarak beslemeyi de seviyordu. Beto rakı içmez
kendi ucuz şarabını sırf hava olsun diye yarısını kestiği bir pet şişeden
içerdi.
Sarkis, Beto’nun yeteri kadar içtiğine hükmetmiş olacaktı ki:
“Beto yavrum, anlatsana şu bulduğun hazinenin hikâyesini,”
demişti.
Beto hikâyesini anlatırken daha önce defalarca dinlemiş
olmasına rağmen her aşamada sözünü kesip yalanını bularak Gülşah’ın
gözünden düşmesini sağlamaya çalışıyordu.
“Ee yavrum devam et, ne takıldı kafana?”
“Serçe bak. Susmuyorsun ki anlatayım. Şimdi bizim Tünel var
ya, aha şurdan şöyle geçiyor, şu eski rahibe okulunun olduğu yerden
böyle geliyor, kulenin tam yanından sürtünerek aşağıya iniyor. Eskiden
haritası vardı istasyonda. İşte bu takıldı kafama. Zamanında Fransızlar
mı İngilizler mi ne yapmış Tünel’i. Dedim “Bu adamlar kurnaz, başka
yer mi yoktu da kulenin dibinden geçirdiler tüneli.” Hem nasıl yıkılmadı
bu meret o zaman. Şimdi bu Kule’nin altında hazine varsa bu adamlar
göz önünde kazamazlar. Demişler bizim Padişah’a, size tünel kazacaz,
almışlar izinlerini, girmişler dibine, gözden uzak rahat rahat kazmış,
vagonlara bindirip çıkarmışlardır ne var ne yoksa.”
“Ee öyleyse sana mı bıraktılar ulan hazineyi? Gülşah, ne diyor bu
yavrum?” 225

“Bilemedim ben Serçe!”


Ben hesabımı kitabımı yaptım. Hani o iki vagonun yan yana
geçtiği yer var ya, tam orası kulenin dibi oluyor. O günden sonra, ne zaman
Tünel’e binsem ordan geçerken dikkat kesildim, duvarlara baktım, hep
karanlık, hep karanlık. Sonra rahmetli Mahir’e söyledimdi babasının pilli
fenerini getirdi, onunla baktık, kimse şüphelenmesin diye de oynar gibi
yapıyorduk. En başından en sonuna kadar feneri yakıyorduk, ortadan
geçerken dikkat kesiliyordum ben. Mahir mızıkacılık yapmasın diye de
pilini ben alıyorum ha.
“Evet, yavrum, çok bonkörsündür bilirim. Yaşar yavrum olmadı
mı hâlâ kanatlar?”
“Daha vardur da!”
Sonunda tuğlaların arasındaki gediği gördüm! Bir tek tuğla eksik
kapkara duruyor aha şu Yaşar’ın dişi gibi.
“Beto karişturmayasin benu da! İçine siçayudum bu dumanın
da. Gözüme kaçayi iku de bir.”
Biz Mahir’le plânı yaptık. Tünel’in son seferine binecez,
Karaköy’den çıkmayıp saklancaz, Tünel kapanınca da gidip gediğe
bakacaz. Bi gün öğlen geldim buraya, ayyaş Zekeriya usta gölgede el
arabasının içinde sızmış, gerisi ortalıkta yok. Burda in cin top oynuyor.
Bi tane murçla Andon ustanın tahta tokmağını bi de madırgayı kaptım,
kaçtım şu tarafa doğru.
“Remi yavrum, bu Beto senden dayak yemedi mi hiç?”
“Yedi yedi, benden çok dayak yedi o. Bir kere Haham almıştı
elimden, “Niye dövüyorsuuun sabi sübyanııı” diye üstüme yürümüştü,
sübyana da bak, adı üstünde şeytan Beto.”
“Bak sizin takımları da yürütürmüş meğer. Biz onu çirozcu
sanırdık, Şu Laz bakkalın olduğu yerde lakerdacı vardı. Onun önünden
çirozları salkımıyla yürütür, Tophane’deki fukara Ermenilere satardı. 226

Aslında böyle böyle zengin oldu bu, sen bakma semerine!”


“Kim? Ben sattıysam Allah belamı versin.”
“Tabii yavrum, sen sadece çalıyordun, satışı köpekçi Mahir
yapıyordu.”
“Beto, sen gerçek şeytansun da!”
“Yaşar sen işine bak. Yahu Taşçı, bak şu nimetin üstüne yemin
ediyorum, tek bir çiroz satmadım ben.”
“Tanrı seni biliyor yavrum. Sen anlat, palavra olmasın ama!”
“Töğbe esrafurullah, neyse. O akşam, Mahir’le şu Niki’nin
oturduğu yerde Fransız Geçidinde buluştuk, yukarı çıktık. Son sefere
bindik, indik aşağıya, oltacı kalabalığı boşalırken, saklandık bi kenara.”
“Ulan yalan konuşma hangi kenara?”
“Vallahi billahi bak.”
“Oğlum sen Yahudi değil misin?”
“Karıştırma orasını yemin ediyoz burada.”
“E tamam saklandınız, bekçi de görmedi öyle mi?”
“Görmedi, görse atar zaten dışarıya. Biz de onu görmüyoz, ray
deliğine atladık, pıstık kaldık.”
Bunlar ışıkları söndürdü darabaları çekti gittiler. Oldu mu sana
zifir. Bir tek perşembe pazarı kapısından az bi ışık geliyo da vagon nerde,
çukur nerde, biz nerdeyiz görüyoz.
Sait Tünel istasyonunun karanlıktaki halini tahayyül etmeye
çalışırken dişsiz sırıtması yüzünde donmuş, Remi inanmadığını gösteren
yüz ifadesiyle iki elinin avuçlarını, birleştirip öne uzattığı bacaklarının
arasına sokmuş, rakı bardağını seyrediyor. Gülşah ciddiyetle ve inanarak
dinliyor, kafasından kim bilir kendi köyünde geçen hangi peri hikâyesini,
mısır tarlalarından alacakaranlıkta çıkan Arapları ya da bastonlarını
227
uzatıp çocukları ayağından tarlaların içine çeken peri dedelerin
masallarını hatırlıyordu. Nikola hikâyeden hiçbir şey anlamamış ama
ciddiyetle dinliyordu. Sarkis’in kül yutması mümkün değildi. Kocaman
kara ellerini birbirine sürterek
“Yav siktiret şimdi bunları da bu rakı noolcak? Senin hikâye
uzuyacak gibi,” dedi.
“Bi dur dinle, Remi yapar bi şey.”
Beto olta atıldığının farkındaydı. Hikâyesini inanarak dinlemekte
olan Gülşah’a kaş altından bakıp onay bekledi.
Gülşah,
“Anlatsana lan!” dedi.
Beto komut bekliyormuş gibi hemen anlatmaya devam etti.
Biz çıktık rayın kenarına, tabandan böyle su geliyor aşağıya, Deli
Mahir su koyuverdi,
“Ben gitmem yukarı,” dedi, “gidelim, çıkalım buradan.”
“Hadi ulan sen demişsindir bunu. Ben Mahir’i delirmeden önce
de tanırdım yürekli çocuktu.”
“Yaa yürekli de mi? Mahir ne zaman delirdi sen biliyon mu?”
“Şişhane’de yanında bomba patlattı ya anarşistler, o zaman
delirmedi mi çocuk?”
“Nah o zaman. Sen Mahir’i gördün mü o sene? Altı ay ortadan
kaybolmadı mı? Bombadan sonra ortaya delirmiş çıktı diye bombadan
delirdi sanıyorsunuz! Oğlum Mahir o gün delirdi işte. Ben gözlerimle
gördüm, yüzünün, saçının, elinin rengi değişmişti, biz kulenin tepesinde
peyda olunca. Dur bi dinle, bi şey anlatıyoz, Allah Allaah.”
“Serçe bi kesme de anlatsın şu.”
“Tamam, Gülşah daaa bu arkadaş biraz sıkıyor gibi değil mi?”
“Namerdim sıkıyosam, deli Mahir ölmeseydi sorardın, nasıl 228

delirmiş anlatırdı.”
“Siktir ulan.”
“Beto sen devam et gözüm.”
Mahir sulardan da çok huylanıyordu, tünel bu, damlıyo tabii
tepeden, zaten bir su sesidir gidiyo her yerde şıpır şıpır.
“Ulan suyu sen sevmezsin, atma şimdi.”
“O zaman severdim ben suyu, Bursa’da o ayılar beni köprüden
dereye attığından beri sevmiyom.”
“Beto, bak tepemi attırma. Anan seni yıkamak için kovalamaz
mıydı ortalıkta. Kaç kere gelip bizim demirhanenin kenefine saklanmadın
mı o zamanlar?”
“Serçe bıraksana anlatsın adam.”
Dedim, “Mahir bak, bu adamlar sabah gelip kapıyı açana kadar
çıkamayız buradan. Gel bakalım, yukarıya doğru bir çıkalım, zamanımız
çok.” Mahir diyor vagonu açalım, içerde koltuklara yatarız, sabah gideriz.
Oğlum nasıl açacaz vagonun kapısını, bu bok yiyen elektrikli sürgülü bi
şey.
“Hadi ulan ordan, vagonun kapılarını açık bırakıyolar bi kere,
içerden açılıyo dışardan nasıl kapatacaklar.”
“Ne biliyim oğlum, kulübeden falan kapatmışlardır biz içerdeyken
kapalıydı işte.”
“Ulan Betoo iyice üfürüyosun ama hadi neyse.”
“Neyse,” dedim, “Mahir sen dur o zaman, ben gidip bakayım,
zaten şurası, hemen iki adım.”
Mahir bırakmaz beni, “Yok, sen de gitme,” diye tutturdu. Dedim
“Valla hazine mazine varsa onu bulmadan dönmem ben, sen kal ben
bakıyım gelecem.” Yürüdüm yukarı doğru. Fener bende ya baktım Mahir
229
geliyo arkamdan. Tuttu benim ceketin arkasını buruyor. Oğlum diyorum
çekip durma, bi bok yok burada, aha da bak yukardan ışık geliyor.
Biraz ilerleyince böyle bi ışık yukardan aşşağıya. İstiklâl
tarafından araba sesleri hatta Asmalı’dan çalgı sesleri falan geliyor.
Ama kurt ulur gibi oluyor bazen. Mahir altına sıçtı sıçacak. Dedim,
“Mahir oğlum biz bir borunun içindeyiz, anladın mı? Bu sesler araba sesi,
yankı yapıyo ondan böyle.” Mahir’in kafası yattı, biraz rahatladı. Dedim
“Yukarı çıkıp İstiklâl tarafında yatarız, orası daha iyidir.” Mahir “Tamam,”
dedi, orda sesler, ışık falan var ya sanki meyhaneye gidecez. Mahir’in
dişleri nasıl birbirine vuruyor, yukardaki vagon koptu üzerimize geliyor
dersin anasını satayım. Aha böyle kafam kadar fareler kaçıyolar Mahir’in
takırtısından. Tepemizden aşşa bi yağmur yağıyor sorma.
“Siktir ulan yağmur ne gezer yerin altında.”
“Ya Serçe abi bi kesme Allahını seversen.”
“Tamam, ulan tamam. Gülşah, rakı lazım değil mi?”
“Yav Yaşar usta...”
“İçine sıçayidum. Ha böyle koyuyorim illaki içine duşeyur
tavuğun kanadi.”
“Eee yağmur dindi mi yavrum?”
Ne dinecek, ortası daha beter, Sular duvarlardan aşşağıya
süzülüyor. Biz geldik tünelin genişlediği yere sonunda. İki vagonun yan
yana geçtiği yer var ya Aha bu meydanın altına, ben diyim elli sen de
atmış metre aşağıya düşüyor. Tünel Kule’nin tam hizasından geçiyor
orda. Orası da bayağı uzunmuş ha. Tünele binince kısa gibi görünüyor.
Git git bitmez. Feneri duvarlara tutuyorum, na böyle kolum kadar
sümüklü böcekler var, yerlerde geziyolar. Üstlerine basmayalım diye
sıçrayıp duruyorum da Mahir bırakmıyo ki benim ceketi. Bi de böcekten
ayağım kaydı düştüm mü? Mahir bir yaygara kopardı, benim her yanım
sümüklü böcek, Mahir’le mi uğraşayım kendi derdime mi yanayım? Tüh
Allah kahretsin. 230

“Yav Beto musun nesun, doğru dürüst bi bok anlatmayisun ha,


içine sıçayidum.”
“Nereye gidiyorsun Sait yavrum, miden mi bulandı?”
“Manavdan iki domates kapıp gelecem.”
“Remi abi bu adam ne bok yemeye girmiş oraya sen yok muydun
o zaman?”
“Yav bırak Gülşah palavra sıkıyor hıyar.”
“Aha şu ekmek çarpsın yalansa bak.”
“Hadi ulan... ee neyse. Sonra?”
Sonrası ben baktım baktım vagondan gördüğüm gedik ortalıkta
yok. Elimle yokluyorum, tuğlaların aralarını bulamıyorum. Tokmakla
vuruyorum böyle, boş ses gelecek mi diye dinliyorum. Mahir yapıştı iyice
sümüklü böceklerden beter.
Döndüm,
“Mahir,” dedim. “Bi bırak kuyruğumu. Bakıyım delik burda
olacak, bulamazsam gidiyoruz..”
Mahir’de ses yok, feneri tam suratına tuttum aha böyle taşçının
pantolonu gibi olmuş suratı, mermer tozu gibi bembeyaz. Arkama
yukarıya doğru bakıyor. Döndüm feneri tuttum, delik orda. Vagon
yüksek ya meğer gedik yukardaymış ben yayan olunca aşağılara
bakıp duruyomuşum. Gediğin içinde aha böyle siğara dumanı gibi bi
şey dolaşıp duruyo. Davrandım tırmanmaya, baktım Mahir bırakmış
kuyruğumu, çıktım rahatça deliğin öbür tarafına baktım, bir boşluk,
karanlık.
“Bismillah. Remi abi. Nereye gidiyor bu adam?”
“Sait çaldın bu kuru soğanları, bari kes de işe yarasın.”
“Ulan Beto bulacaksın hazineyi galiba. Hepimizi kurtaracaksın.”
231
Dedim, “Mahir tut beni.” Mahir’de ses yok. Andon’un
madırgasıyla vura vura söktüm tuğlaları, geçebilecek kadar genişlettim
deliği. Tuğlaların arkasında taş bir duvar daha var, belli onu delmişler
fare deliği gibi ama geniş, uzun böyle üç dört metre var. Gittim sonuna,
feneri tutuyorum ışık bir yeri aydınlatmıyor. Aşağıya doğru tuttum
baktım, taştan merdivenler var, yan tarafı uçurum, karanlık. Geri döndüm,
Mahir’e tuttum ışığı,
“Gelecen mi?” dedim. Mahir olmuş hortlak gibi, hiç ses etmedi
tırmandı duvara. Ben gittim atladım merdivenin üstüne, tuttum ışığı
Mahir’e yol gösterdim, “Atla,” dedim, o da atladı ama hiç ses yok ne
desem yapıyo. Merdiven böyle kıvrılıyor, bi yandan yukarı bi yandan
aşağıya doğru. Bi duvarın kenarından, ortası geniş yuvarlak kuyu gibi bi
yere iniyo, anladım ki kulenin içindeyiz aşağıya doğru devam ediyor içi
boş, sis gibi bi şey var içinde
“Nasıl yani kule ha burda bitmiyor aşağıda devam mı ediyor.
Nasıl işdur içine siçayidum.”
“Ben duvarın kenarına yapışa yapışa inmeye başladım. Mahir
peşimde ama çıt yok. Takırdamıyo bile. İçerde bir küf kokusu var ki
tünelin bütün kokusu ordan gelmiyosa namussuzum.”
“Yaşar usta pişmedi mi daha bunlar?”
“Azcık daha pişsun da, kani var hâlâ.”
“Ee indim dibine deme! Rakı da bitti Remi abi?”
“Sait şu Laz’dan bi otuz beşlik kap gel.”
“Öpücükle mi Remi abi?”
“Taşçı, Serçe, ne diyosunuz?”
“Yahu Taşçı sende vardır bozuk öyle değil mi yavrum? Niki’den
almayalım ayıp olur.
“Yav adamın hikâyesinin içine sıçtınız.” 232

Yeniden bozuk paralar denkleştirildi, Sait rakı almaya gitti. Yaşar


usta tavuk kanatlarını pişirdiği tel ızgarayı mezar taşına serili gazete
kâğıdının üzerine vurup ortaya döktü.
“Sait iki domates daha kap Kürt’ten!”
“Allah Allah, Beto indin mi dibine? Ne diyor bu Remi abi?”
Dur şimdi, iniyorum, Mahir de peşimden geliyor. Aha Taşkafa
onun peşinden giderdi ya, öyle geliyor benim peşimden.
“Oğlum ölmüş adamı köpeğe benzetme, ayıptır yavrum.”
“Allah rahmet eylesun. Çok zenginmiş diyorlar ama sokakta
yatayidu.”
“Ya iki tane apartmanı varmış Tatarbeyi sokağında babadan
kalma ama boş, metrukmüş, bomba aklını alınca unuttu diyorlar. Öyle
mi olmuştu Remi abi?”
“Öyle diyorlardı da bilinmez be Gülşah.”
“Beyler Laz erken kapatacakmış, başka bir şey lazımsa? Sigara
migara?”
“Yav Beto sen anlat siktir et bunları. Buldun mu kulenin dibini?”
“Hem nasıl! Dur şimdi. Biz iniyoz ya! Ben önde, Mahir arkada,
bizim fenerin pili bitmez mi?”
“Ulan Beto yavrum, gerilim yapma şimdi.”
“Tamam, bitmedi ama ışık cılız oldu, bi bok göstermiyor. Yalnız
aşağıdan da bir ışık geliyor, sis aydınlanmış böyle televizyon ışığı gibi.
Ben dedim aşağıda kesin kafam kadar elmaslar var onlardan geliyor bu
ışık, ya da in cin bi şey var. “Mahir,” dedim, “gel bulduk hazineyi.” Biz
indikçe indik, ışık parladıkça parladı. Gözümüzü kamaştırmaya başladı.
Ben bi elim duvarda, diğerini gözüme siper yapmış inmeye devam
ediyorum, Mahir peşimde, dibi bulduk! Çıktık bir yuvarlak salona. Her
233
tarafta kocaman yüksek kapılar var, sıralanmış böyle çepe çevre na şu
kulenin tepesindekiler gibi. Üstleri yuvarlak yuvarlak, kemerli. İçlerinden
bir ışık çıkıyor ki sorma. Hani Serçe demire kaynak yaparken gözünü
alır ya, tam öyle. Yerde böyle böyle tahtalar döşeli onların arasından
da ışık geliyor. Mahir yuvarlak salonun ortasında dikildi kaldı. Baktım
pantolonunu ıslatmış. Dedim ki “Mahir seç bir kapı, hazineyi bulduk
bize karada ölüm yok artık.” Mahir hâlâ kâğıt gibi, ışıkta da bir parlıyor
ki, Serçe var ya sizin şu kilisenin tepesindeki melek resmi var ya, tıpkı
onun gibi oldu Mahir, pırıl pırıl parlıyor. “Tamam,” dedim Mahir’de iş yok,
yürüyecem kapılardan birine.”
“Girmeseydin Beto, in mi var cin mi, şeytan mı ne bildin ki? Öyle
değil mi Remi abi?”
“Vallahi şeytan Beto bu, bakalım!”
“Yav bırak Gülşah, bu bokyiyen girememiştir zaten palavra
sıkıyor, öyle değil mi Sait yavrum?”
“Ulan sende bu kadar cesaret vardı da o Fatih’teki şeyhten niye
ben kurtardım seni? Çaksaydın ya iki tane sarıklıya. Şimdi bu lavuk var
ya, gittik biz bunla Fatih’e, böyle bi tekke gibi bi yer, sarmışlar çift kâğıtlı
dolaştırıyorlar, bi de böyle seyrek uzun sakallı, cübbeli bi tanesi var,
Beto’ya sardıydı.”
“Ya bırak şimdi, ben orda ses çıkartmadıysam senin arkadaşların
diyeydi.”
“Siktir lan!”
“Ya Beto ne vardı kapının içinde anlatsana? Remi abi şu Sait’e bi
şey söylesene.”
“Sait oğlum bırak anlatsın adam, nasıl çarpılmış öğrenelim.”
“Şimdi kapıları gördük ya!”
“Beto senin şu soğanlardan koparsam olur mu da?”
“Yaşar usta başlatma soğanından, Beto çarpılacak, bekle sonra 234

koparırsın.”
“Uy ne zaman?”
“Ulan Beto sen o zaman mı böyle yamuldun yavrum? Taşçı, bu
Yahudi’nin neden böyle yamuk olduğu anlaşıldı, kapıda İsa efendimizle
karşılaşmış. Niye gerdiniz lan siz İsa’yı?”
“Taşçı abi sen inandın mı bu hikâyeye? Remi abi sen yok
muydun o zaman?”
“Uy şu kapıdan bir geçemedun ki soğanı koparaydum da?”
“Bırakmadınız ki geçelim, çıkmış Fatih’teki şeyhi sürüyo ortaya.
Oğlum orda o şeyhin çükünü keserdim ama deplasmandayız. Sapıkların
yanına beni götüren sensin. Muhitimiz değil.”
“Bırak şimdi!”
“Tamam, kapılar var, ışık geliyo, Mahir altına işedi, devam et.”
“Yav bırak bu işemiştir altına rahmetliye bok atıyo.”
“Neyse ayağımızın altından tahtaların arasından da böyle
böyle ışıklar çıkıyor her taraftan, baktım bir geniş merdiven var dönüyor
aşağıya doğru. Dedim “Tamam bunun altı elmas altın dolu,” yürüdüm
indim, yukarının aynısı bir yuvarlak salon, yine böyle yüksek yüksek
kapılar var her yana dizilmiş. Neyse ben daldım bi kapıdan içeriye
ama bir engele takıldım kaldım. Böyle demir parmaklık gibi bi şey, ama
göğsümün hizasından geçiyor. Dedim “Şöyle bir gerileyim üstünden
atlarım ben bunun.” Koydum elimi üstüne tam sıçrayacam Mahir geldi
yapıştı yine ceketimin peşine. Bırak diyorum bırakmaz, ses de yok,
gözleri böyle aha şu domatesler gibi karşıya bakıyor. Dedim “Yine bir şey
gördü bu.” Baktım ışık maviye dönmeye başladı. Bir de baktım aşağıda
Boğaz, sağda Topkapı Sarayı, tepede güneş, ilerde Üsküdar, Kadıköy, taa
Adalar’a kadar orda. Baktım aşağıda çatıların üstünde martılar uçuyo,
Ergin abi balkonunda donuyla güneşleniyo. Sağ olsun rahmetli Mahir
hayatımı kurtarmıştı.” 235

“Ulan Kule’nin tepesine mi çıkmışsınız?”


“Yaa ne sandın.”
“Ulan Beto yavrum, sabahtan beri bize rüyanı mı anlatıyorsun?”
“Eğer rüyaysa kuran çarpsın.”
“Sus ulan Yahudi değil misin sen? Kuran seni niye çarpsın?”
“Nereden buldunuz lan malı? Bayağı kuvvetliymiş helal olsun.”
“Yeminle bak Sait bi şey içtiysek. İki gözüm önüme aksın bak.”
“Ben bi bok anlamadım, yerin dibine inmedi mi bunlar? Ne
zaman tepeye çıktılar Remi abi.”
“Şeytan Beto bu! Beklenir ondan.”
“Yav Gülşah, anlayacağın Beto kardeşimiz hazine yerine
havasını almış Marmara’dan böyle püfür püfür.”
“O deliğe sen girseydin, görürdün temiz hava nasıl bi hazineymiş
Serçe.”
“Doğru söylüyorsun ulan! Bizim bir madam vardı Pangaltı’da,
astımlıydı, elinde böyle bir cam tüpü vardı kolonyacıların şeysi gibi
balonlu. O tüp de onun için elmastan kıymetliydi ha anlıyo musun?”
“Ha Bizum oranun havasi gibisi yoktur, sen çekmeden o gelur
boyle ciğerunden içine giruverur çam havasi.”
“Asıl Altınoluk’un havası güzelmiş diyorlar. Oksijeni fazlaymış!”
“Ee Taşçı senin havan nasıl? Dik bardağını.”
“Çok şükür...”

236
Sadece Lou’nun Köşedeki Yeri
Metin Çalışkan

Sadece Lou’nun köşedeki yeri sinek avlıyordu. Şu salı akşamları


müdavimi olduğum, Kızıl Nehir Sokağı’nın (O puşt sokağın nehirle
yakından uzaktan ilgisi yok, hatta oraya yağmur düştüğü bile nadirdir.),
Mavi Rüya Caddesi ile (Rüyaların rengi hakkında uzun araştırmalar
yapmama rağmen hâlâ konuyla alakalı atıp tutacak resim bilgisine
sahip değilim, belki Gogh yapabilirdi, tam kulağını kestiği an.) kesiştiği
köşedeki virane mekandan bahsediyorum. 237
Aylak adamların, dudaklarına kent sürülmüş kadınların bile
uğramaya tenezzül etmediği Siyam Balığı sözünü ettiğim. Hatırladınız
mı? Bazılarınız hatırlamıştır. Az sonra anlatacaklarımı bilenleriniz.
Diğerleri ise Siyam Balığı’nın (lanet balığın adı bir bara uygun değil, bir
balığa da uygun değil. Çağrışım yapmıyor, siyah beyaz bir filmin birkaç
sahnesi hariç) varlığından bile haberdar değilsiniz muhtemelen.
Sadece Lou’nun sağ yanağındaki çıban, sol omzundaki iri
ben, bakışlarındaki bönlük, yürürken yaptığı sakarlıklar, ufak bir kalp
kırığı, örümcek ağı örtülü bazı hatıralar, üç ayaklı taburesinin bir
ayağının kırıldı kırılacak hali dışında sorunu Siyam Balığı’nın geleceğine
dair vizyonsuzluğuydu. Sadece Lou’nun kafası daima şairlik veya
öykücülükle meşguldü. Siyam Balığı geçici bir işti. Geçici işlere verilen
ehemmiyet derecesinde ilgileniliyordu. Sadece Lou ise farkında değildi
ama o sadece Sadece Lou idi. Yani, demek istediğim ne Hemingway’e
benzer cesur bir isme sahipti, ne T.S Eliot misali cakalı bir kısaltmaya,
ne de Sylvia Plath gibi bir intihar düşüncesine (Sadece Lou’nun aksine,
ismini, cismini, göbek deliğinin yakınındaki doğum lekesinin şeklini saklı
tutmam gereken bir hanım arkadaşım, otuz yaşına bastığı gün intihar
edeceğini belirtmişti. Kendini metro raylarına bırakacaktı. Şimdilerde
yirmi altı buçuğuncu yaşını sürdürüyor.) sahipti. Sadece Lou’nun
edebiyatçılığını ilerletme çabasındaki yegane dostu uzun, kahverengi,
yedi cepli mevsimlik (Hangi mevsim umurumuzda mı?) pardösüsüydü
bir zamanlar. Onu da ufak kalp kırığını onarırken harcamak üzere yine
ufak bir ücret karşılığında rehin bırakmıştı.
O ruhsuz edebi manyak sorunlarıyla boğuşadursun, ben her
salı akşamı içim acıyarak Siyam Balığı’na hayıflanıyordum. Beş masalı,
arka kapısı cinnete açılan, dans pistinin parkeleri kırık dökük, iki ufak
penceresi de olmasa penceresiz, havasız, loş, yorgun, küfürbaz, insana
ciklet yapışkanlığında sarılabilecek bu harika mekan ölmek üzere bir
yaşayan, yaşamaya çabalayan bir ölüydü. Neden kimse gelmiyordu,
neden? (Tabii bendenizi, Sadece Lou’yu, Timothy’yi, Mary’yi, Brian 238
King’i - yani çalışanları ben ve Siyam Balığı çalışanları - saymazsak)
Aslında mekanın sorunlarını tespit etmiştim. (Yararlandığım kaynaklar:
Bir Barın Kapanma Tehlikesine Karşın Güldürü Sanatı, Boris Vian’ın her
eseri, Üniversite Kütüphanelerinden Kurtulup Gidilebilecek Mekanlar) Bir
sigara verirseniz tespit ettiklerimi sizinle de paylaşabilirim.
Teşekkürler. Siyam Balığı üzerine konuşmak bir onurdur.
Öncelikle Siyam Balığı’nın yiyecek içecek menüsü (Menünün
Yunanca kökenli olduğu üzerine teorim çürümekte) hayli zayıftı. İçecekler
de tek marka bira, ucuzun ucuzu iki üç şarap çeşidi, sizi ya zombiye
dönüştürecek ya da zombilerin önüne atacak bozuk votkalardan ibaretti.
Yiyecekler ise soslu, kaşar dilimli, bilmem ne otlu köfteye muhtaçtı.
Kalan yiyecekler bir halta yaramazdı. Köftenin akıbeti de pek iç açıcı
olmamıştı.
Soslu, kaşar dilimli, bilmem ne otlu köfteye tarif kardeşi kör bir
tesisatçı olan Dokuz Buçuk Timothy (Tim’in her gece dokuz buçukta
tükettiği biralara boşaltım emrini vermesinden kalma lakabı) ile yaka
kartında Mary yazan, üzerimizde bıraktığı uyuşturucu etkisiyle asıl
ismini Maryuana sandığımız kıza aitti.
Mary Timothy ikilisi çilekli pastayla mutluluğu buldukları ateşli
bir Cumartesi gecesinin sabahında sağlam bir kavgaya (Kavga Tim’in
getirdiği çilekli pastanın saatler sonra, muzlu olduğunun anlaşılmasıyla
gelişmişti.) tutuşmuşlardı. Tutuştukları kavga, Maryuana’nın Tim’e
kafa atmasıyla (Hakikaten asabi kadındı Mary, Sadece Lou’ya bile
vurmuştu.) son bulmuştu. İki tarafın da beyinlerinin, hafıza bölümlerinin,
köfte kısımları etkilenmiş, ortak tarif ortaklarca unutulmuştu. Kriminal
Izgaracılar Derneği vakayı sivillerin elinden almıştı. Tim’in de morali
çökmüştü (Timothy’nin çöküşünün diğer nedenleri: Tim’in kardeşinin
durduramadığı musluk suyunda boğulma tehlikesi atlatması. Basketbol
liginde yapılan şike soruşturmasıyla bahis oynamanın yasaklanması.).
239
Bir de Siyam Balığı sıradan, standart bir barla dahi
kıyaslanamayacak düzeyde kötü müzik çalıyordu. Kötü müzik,
Pandora’nın kutusundan son çıkan felakettir. Tüm berbat gidişatın
sorumlusudur. (Kentlerde durum değişir, onların asıl sorunu müziksizlik.)
On büyük günahın on birincisidir.
Oysa ki, Sadece Lou gayret etse Brian King’le (Sağlam dostum,
vurmalı trompetin, üflemeli baterinin mucidi) çalışabilirdi. King ondan
sadece işe başlarken yeni bir gitar almasını rica etmişti. Prensip
meselesiydi King’in ricası, yoksa parasızlıktan değil. Kaldı ki, deli
adam, kısa boylu tombul siyahi, kısık gözlü, dar nefesli, geniş perdeli,
çok akortlu Brian King ruhunu müziğe satmıştı. Maddi kazanç aklının
ucundan geçmiyordu.
Kötü müzik, kötü yemek, kötü içki... Siyam Balığı’nın yalnızlığı
Sadece Lou bir yalan otomatını dans pistinin yakınına koyana dek
sürecekti.
Sadece Lou yanında büyük, ağır yüküyle bir salı sabahı erkenden
Siyam Balığı’na damladı. Adeti değildi, bir terslik olmalıydı. O saatlerde
asla gelmezdi Sadece Lou (Siyam Balığı’nı salıları ben açardım.).
Yüzündeki şairane olmayan memnuniyet ifadesiyle sırdaşını bize tanıttı.
“Bu,” dedi. “Bu kurtuluşumuz. Siyam Balığı’nı balıkların kralı
yapacak şey.” Heyecanlıydı Sadece Lou.
Mary’den dört çeyreklik istedi. İlk çeyrekliği otomata attı.
Ardından, makineden bir ses yükseldi.
“Seni gördüğüme sevindim,” bir kadın sesiydi konuşan (Para
atan kadınsa, yalanları bir erkek sesi sıralıyordu, öğrenecektik).
İkinci çeyreklik,
“Muhteşem görünüyorsun.”
Beni işaret etti Sadece Lou. “Hadi dene ahbap,” diye mırıldandı.
Denedim. 240

“İyi ki yanımdasın”
Harika bir histi. Kimse asla bana, iyi ki yanımdasın dememişti.
Üstelik bir kadındı bunu söyleyen (annem tersini söylerdi, iyi ki
yanındayım, ben olmasaydım sen şimdi...). Düpedüz yalandı, yalandı
yalan olmasına ama inanıyordum söylediklerine. Samimi geliyordu. Sesi
titriyordu.
Son çeyrekliği de Tim kullandı.
“Senin için çok sevindim.”
Talih perisi (Peri Anatomisi isimli tıp kitabını siparişini verdim.)
yukarıda vurulup Siyam Balığı’na düşmüştü.
Sadece Lou gündelik dilden, günlük yaşamdan alıntı beş
bin yalananın kayıtlı olduğu otomatı bit pazarından ucuza almıştı.
Çalışabileceğinden emin değilmiş. Siyam Balığı’na getirmeden evvel
denemiş. Bayılmış... Bit pazarından çıkarken kel bir çingene ona küfürler
savurmuş. Sadece Lou bana, çingenenin otomatın peşinde olduğunu
söylemişti.
Otomatı duyan insanlar, tek tük, grup grup, akın akın Siyam
Balığı’nı dolduruyordu. Herkes yalanların hipnotik etkisi altındaydı.
İnsanlar, otomattan bir şeyler duydukça kendilerini iyi hissediyordu. Üst
üste iyi gelen cümleler söyleniyordu onlara. Normalde gün içerisinde
eğer kaderiniz izin verirse üç beş tanesini işitebilirdiniz. Karşılığında bir
çeyrekliğin (Bazıları otomatı fazladan meşgul ettiklerinden Sadece Lou,
bir gün içinde bir kişiye on tane yalan kısıtlaması getirdi.) lafı mı olurdu.
Siyam Balığı da kendine çekidüzen verdi. Menüler iyileştirildi.
Brian King haftanın beş günü müzik yapmaya başladı. Sadece Lou
edebiyatı bıraktı. Timothy, Maryuana ile evlenmek üzere. Ben cuma,
cumartesi, pazar da mekanın müdavimi oldum. Hatta bir Siyam Balığı
rozetim de var (Otomatla ilişkim, dört günde toplam on altık çeyrek
241
şeklinde.)
Herkes bizi konuşuyordu. Röportajlar, televizyon kanallarına
canlı yayınlar.
Otomatı herkes kullanıyordu, herkes.
(Herkes yalanları içten içe hissediyor lakin doğruluklarını kabul
ediyorlardı.) Politikacılar: “Sana güveniyorum.”
Şarkıcılar: “Sen olmasan müzik asla yürümez.”
Herkes, yalana ihtiyacı olan herkes, doğrudan uzaklaşma
çabasındaki herkes otomata tapıyordu.
Talih perisi sağlığına kavuşup, göğe doğru uçtuktan sonra
(Aldığım anatomi kitabına göre vurulan bir perinin eski haline dönme
süresi dört aydı, otomatı dört ay önce Siyam Balığı’na getirmişti Sadece
Lou.) aksilikler Siyam Balığı’nı sardı.
Otomat bozuldu, Sadece Lou onu bir tamirciye götürdü.
Geri getirdiğinde onu denedik. Lou, Tim’den (Artık Maryuana’yla evli
olduklarına göre mantıklı.) dört çeyreklik istedi.
İlk çeyrekliği otomata attı. Ardından, makineden bir ses yükseldi.
“Kabiliyetsiz edebiyatçının tekisin, defol buradan.”
Sadece Lou sakince ikinci çeyrekliği kullandı.
“Şu görüntüne bir bak, berbat haldesin. Burası senden iyisini
hak ediyor.”
Beni işaret etti Sadece Lou. “Hadi dene ahbap,” diye mırıldandı.
Denedim.
“İyi ki yanımdasın.”
Sadece Lou sevinmişti. Otomatı orada bıraktı. Tersliğin
çözüldüğünü düşündü (Sadece Lou bana benzemezdi, tersliklerin
çorap söküğü gibi geldiğini, genellikle düzelmediğini başka tersliklere 242
boğulduğunu bilmiyordu.).
Otomat tamir edilememişti. Artık dilediğince, içinden geldiği gibi
konuşuyordu.
“Aslında evliliğin boktan, onu parası için seviyorsun.”
“Yükselme hırsın seni bitirecek.”
“Samimi değilsin.”
“Seninle konuşmaktan nefret ediyorum.”
Otomat tuhaflaşmıştı, (En tuhafı da söylediklerinin gerçek
olmasıydı, otomat gerçekleri nasıl biliyordu, insanların ruhuna nasıl
yaklaşabiliyordu.) insanlar ondan tiksiniyordu. Onu tekmelediler,
sopalarla paramparça ettiler, nihayetinde de Kızıl Nehir Sokağı’nda
yaktılar.
Siyam Balığı da kendini salıverdi. Menüler berbatlaştı (Bozuk
biradan bir politikacı zehirlendi.), Brian King’in gitarı kırıldı, çalmayı bıraktı
(Sadece Lou bir gitarın yettiğini düşünmüş olmalıydı.), Tim Mary’den
ayrıldı, Mary Tim’in burnunu kırdı, ben de salı müdavimliğine geriledim,
rozetim alındı.
Bir anda parlayan Siyam Balığı bir anda söndü. Medya karalama
kampanyaları hazırladı. Sadece Lou katlanamadı, benden borç isteyip
pardösüsünü rehinciden aldı. Siyam Balığı’nı bana devretti. Yalansız
bir sözcükle sonlanan bir şiir yazma isteğiyle gitti (Yalansız sözcüğü
arayacağı uzun bir yolculuk planlıyordu.).
Ben ve Mary kalmıştık. Yine de burayı, Siyam Balığı’nı adam
etmeye karar verdik.
Bir sabah yolum bit pazarına düştü. Siyam Balığı’nı yeniden
açmamıza iki ay kalmıştı. Ona rastladım. Yalan otomatına. Cebimdeki
son çeyrekliğe başvurdum. Eve yürümek zorunda kalacaktım, birkaç
kilometre kadar.
Çeyrekliği otomata attım. 243

“İyi ki yanımdasın.”
Siyam Balığı’nı açarken tam takım oradaydık. Tim’le Maryuana
barışmıştı. Brian King’e zor da olsa bir gitar alabilmiştim. Sadece
Lou’nun adımıza imzaladığı şiir kitapları da elimize ulaşmıştı.
Sekiz on kadar müşterimiz vardı. Bit pazarından aldığım harika
şeyin büyüsü altındaydılar, büyükçe bir pinball makinesi.
Siyam Balığı çatısı altında huzurluyduk, sadece barın kuytu bir
kısmında ara sıra kahkahalara boğulan çingene bizi tedirgin ediyordu.
Ya Doğruysa - Füsun Çetinel

Yalanla öpülmektense gerçekle tokatlanmayı tercih ederim. - Rus atasözü


Elif ürkek adımlarla Zerrin’in peşi sıra loş kahveye girdi.
Şakakları patlayacak gibi ağrıyordu, regl günü yaklaştığı için mi, yoksa
az sonra yapılacak konuşma yüzünden mi, bilemedi. Zerrin’in atmaca
gözleri köşedeki en sakin masayı buldu, emreden bir el hareketi ile Elif’i
de sürükledi. Rastgele üç kahve siparişi verdi garsona. Konuşmalarının
hiçbir şekilde bölünmesini istemiyordu. 244

İçecekleri şeyden çok, yapacakları konuşmaydı onları buraya


getiren. Sıradan acı bir kahve masanın üzerinde dekor niyetine duracak,
sinirli parmaklar, uygunsuz şeyleri telaffuz eden ağızları mazur
gösterecekti. Kim ne demiş, ne görmüş yorumları yapılırken dedikodular,
şüpheler ortaya dökülecek, kaşık ılınmaya yüz tutmuş kahvenin içinde
biraz soldan sağa, biraz sağdan sola dolaşacak, sonra dalgınca dışarı
çıkarılacak, hafifçe fincanın kenarına dokundurulup silkelenecek,
tabağa yaslanacaktı. Sonrasında sohbetin başarısına göre ya orada
ilelebet kalacak, ya da sinirli parmaklarla bir sonraki hamle için sıkıca
kavranacaktı.
Kahvenin kapısı gürültüyle açıldı yeniden. İçeriye biraz
Kasım soğuğu, biraz akşamüstü karanlığı ve ardından yüksek
topuklu ayakkabılarının üzerinde Nida girdi. Uzun, gösterişli adımlarla
arkadaşlarının suskun masasına ilerleyip boş iskemlelerden birine
yerleşiverdi. Masanın fırtına öncesi dinginliğini kahve servisi bozdu.
Hepsinin gözleri garsonun kahve fincanlarını dağıtan ellerindeydi.
“Başka bir şey istemiyoruz,” dedi Zerrin havlayarak.
Elif bekliyordu. Hadi ama. Ne söylemek istiyorlarsa döksünler
ortaya, bitsin bu işkence. Manalı, işbilir bakışlar gidip geldi Zerrin’le Nida
arasında. Hangisi başlamalıydı konuşmaya? Hangisi daha etkili olurdu?
Zerrin öksürüp genzini temizledi.
“Elifçim, valla hiç kimse bu sorumluluğu almak istemedi
dükkânda. Herkes kaçınıyor biliyorsun, ortada Volkan var diye. Millet
işini kaybetmekten korkuyor. Ben sana çıtlattım, belki gözün açılır,
kendiliğinden bitirirsin bu ilişkiyi. Ama nişan lafı devreye girince anladık
ki sen bayağı bir kapılmışsın. Ortada dönenleri gözün görmüyor. E, seni
de çok severiz, bilirsin. Nida ile bu sorumluluğu üstlendik, konuşalım
bari seninle dedik.”
“Niye çekiniyormuş herkes? Volkan müdürleri diye mi?”
245
“Herkes başım ağrımasın derdinde.”
“Bu kadar mı korkuyorlar?”
“Bak şekerim senin yüzüne her bir şeyi apaçık söyleyemedik.
Çok seviyoruz ya seni.”
Hepinizde bir seni çok seviyoruz lafı. Bana söyleyeceğiniz
neyse söyleyin de bitsin bu iş. Devamlı bir arkamdan konuşma, manalı
bakışma hali. Sıkıldım ya artık hepinizden.
“Söyleyeceğimiz çok şey var da, senin ne tepki vereceğini
bilemedik.”
“Zerrin, kızın hayatı söz konusu, söyle artık ne söyleyeceksen.”
“Tamam, servisteki Musa çıtlattı. ‘Sezmiyor mu hiç Elif bir
şeyler,’ dedi. ‘İnşallah o kızın da başını yakmaz,’ falan dedi. Çağla mı ne
varmış. Çok iyi de hatırlamıyorum her şeyi, kaç hafta oldu anlatalı.”
Nişanlıyım ben bu adamla ya! Ne demek beklemek, saklamak
gerçekleri?
“‘Volkan değişti, biraz garip,’ diyordun ya. Biz de belki ilişkiyi
bitirirsin diye umduk. Musa da kimseye söylemeyin dediklerimi, işimden
olurum demişti.”
Volkan müdürse müdür. Hemen söylemeliydiniz bana.
“Bu Çağla falan kim, hiç duydun mu böyle birini?”
“Çağrı diye bir arkadaşı var. Sadece onu biliyorum. Beraber maç
seyrediyorlar, takılıyorlar işte.”
“Tamam o zaman aynı kişiden bahsediyordu Musa. Bizim
aklımızda Çağla kalmış, demek adamın hakikaten bir bildiği var. Doğru
söylüyor yani. Uydurmaca şeyler değil bunlar.”
“Zerrin çok haklı, bence bu söylentiler yeterli olmalı sana Elif.
Bitirmelisin bu ilişkiyi, hemen.”
“Kanıt var mı ki? Ben söylentilerle kimseyi terk etmem. Hem 246
Volkan’ı gerçekten de seviyorum.”
“Valla ileride geçmişteki dedikodular hep önüne çıkacak.
Bunu bilesin. Biz yaşadık hep bunları. Hayatın Volkan’ı savunmakla mı
geçecek? Bu kadar söylenti iftira olamaz ki! Niye olsun? Niye söylesinler?
Kimin alıp veremediği var ki Volkan’la?”
“Bence bir şey çıkmaz bu dedikodulardan. Kim görmüş, ne
zaman, nerede görmüşler?”
“Bir kere değil ki işte. Kimi bulsa atıyormuş Çağrı denen adamın
evine. Seni kullanıyor kızım. Satışlarının üzerinden ciro bile yapıyor.
Diyorlar ki cirosunu yükseltip başka dükkâna geçecekmiş. Dikkatli ol!”
“İnanmam için kendi gözlerimle görmem lazım. Geçmişte
olanlar kim bilir ne zaman oldu?”
“Hatırlarsan sadece, ‘Bitir bu ilişkiyi istersen,’ dedim. Direkt
söyleyemedik işte. Sen kafanın dikine gittin.”
“Ne biçim bir insan bu Volkan? Hep kuşku. Çıldırmak üzereyim.
Ne yapacağım şimdi? Dükkâna hiçbir şey olmamış gibi giremem ben
öyle.”
“Bak, Elifçim. Tek yapacağın şey var, bu adamdan ayrılmak.
Konuşsan ne olacak? Seni türlü bahanelerle kandıracak. Saf kızsın sen.
İnanmak istediğin şeye inanıyorsun kolayca. Seni ikna etmesine izin
verme. Bıraksan bir sürü yalan dolan bulur bu sana. Alışmış işte herkesi
parmağında oynatmaya. Daha önce de başka kızlarla olan şeyler hep,
sen yenisin aramızda, eskiden olanları bilmiyorsun ki. Bunlar bizim hep
alışık olduğumuz şeyler. Şu an hemen bitirmelisin. Kuvvetli olacaksın
yani. Sonra sana adam mı yok, istesen çarşıyı sallarsın sen.”
Kimse konuşmuyordu artık. Elif gözlerini ayırmadan zayıf
parmaklarındaki gümüş nişan yüzüğüne bakıyordu. Soğuk, şekersiz
kahvesi önünde duruyordu. Bir yudum almayı denedi, karnındaki sinsi
ağrı çoğalıp büyüdü. Keşke gelmeseydi buraya. Keşke dinlemeseydi hiç
kimseyi. 247

Her şey çok anlamsız geldi, kahve içmek, dükkâna dönmek,


Volkan’la konuşmak, günü bitirebilmek. Bakışlarını masaya sabitleyip
elleri kucağında bekledi. Zerrin fincanının dibinde kalan son yudumu içip
buruşturduğu peçetesini masaya savurdu.
“Elifçim, sen istersen kendine taze bir kahve söyle. Sigarayla
çakmağı da bırakıyorum sana. Biz idare ederiz seni. Biran önce dükkâna
gidelim de dikkat çekmeyelim. Bak, konuştuklarımızı bizden duymadın,
tamam mı?”
Elif kıpırdamadı. Ya anlatılanların hepsi doğruysa? Ama ya beş
yüz kişilik nişan? Babası ve erkek kardeşleri? Mahallenin kadınları? Çok
sevdiği işi? Hem kendi gözleriyle görmedi ya.
Zerrin önde, Nida arkasında kahveden çıktılar.
“Oldu bil bu işi. Bize ne, başkasını bulsun çaylak. Şunun şurasında
işe gireli üç ay oldu. Yedirmezler öyle yakışıklı müdürü herkeslere, daha
biz sıradayız,” dedi Zerrin arkadaşının koluna girerken.
Anne - Doğan Erişen

Uyandı.
Yirmi yedinci katın yüz sekizinci dairesinin soldan ikinci yatak
odasında, bir hevesle alınıp uzun zamandır giyilmemiş abiye elbiselerin
olduğu sürmeli dolabın arkasına saklanmış, uyuya kalmıştı. Esnedi.
Yavaşça yerinden çıktı. Kapının eşiğinde bir süre gerindi. Koku
azalmış. Annesi artık bağırmıyor. Hafif adımlarla koridoru aşıp, mutfağa
248
dönen köşedeki mama kabının üzerinde iki kez hızlıca soludu. Kabı boş.
Mutfak tezgahının üzerine sıçrayıp, acı sularla dolu şişelerin arasından
dikkatlice ilerledi. Lavabonun dibinde kalan damlalarla kurumuş dilini
ıslattı. Salondan düzenli aralıklarla tekrarlanan tiz bir ses duydu sonra.
Gece boyunca ağızlarından dumanlar çıkarıp annesinin canını acıtan
yabancıların varlığından çekinerek ihtiyatla sese yöneldi. Gitmişler.
Ses kesildi. Ortadaki masaya doğru ilerlerken üstüne basılıp kırılmış
pembe bir tabletten kalanları yokladı burnuyla. Masanın üzerine sıçradı.
Kenarda duran keskin kokulu yeşil toza dil attı. Tiz ses tekrar ediyordu.
Renkli ışıklarla yanıp sönen küçük beyaz kutuyu annesinin iki haftalık
yokluğundan sonra getirdiği ve hiç de eskisi gibi yumuşak olmayan
göğüslerinin arasında titreşirken gördü. Masanın üzerinden kucağına
atladı; göbeği yapış yapış, ekşi kokuyordu. Patilerini silkeledi.

“Hmm, efendim? Hmm, uyandım. Tamam. Uyandım işte.


Çıkıyorum şimdi. Hımm, tamam. Tamam...”
Yirmi yedinci katın yüz sekizinci dairesinin hemen girişindeki
salonda, temizlikçi kadının yokluğu boyunca darmadağın olan
koltuklardan tekine uzanmış, sızmıştı. Çıplaktı. Beline yapışan deri
minderden kurtularak yerinden kalktı. Bir süre ayakta göz kapaklarıyla
mücadele etti. El yordamıyla külotunu bulup giydi. Sonra mama kabını
doldurmaya yöneldi. Boş soda şişeleri, yarısına kadar içilmiş kahve
kupaları ve çiğnenmiş sakızların jelatinleri arasından geçerek dolaba
vardı. Kasıkları, beli, omzu, başı... ağrıyordu. Perdeler açık. Güneş
parkelerden yansıyıp göz alıyor. Yaş mamayı dökerken kızı ayaklarına
sürtündü. Evin dağınıklığına göz gezdirmedi; ağır adımlarla koridoru
aşıp ilk yatak odasına döndü. Daha sık giydiği kıyafetlerinin olduğu
dolabı açıp kotlarından birini çıkardı. Yakın-sayılır akrabaların tasvip
etmediği göğüslerini gizleyecek kapalı, bol bir tişört buldu. Şifonyerin
ikinci çekmecesinden siyah bir eşarp aldı sonra. Kıyafetlerini yatağın
üzerine serdi. Salondan telefon sesi geliyordu yine. Bu ardı ardına 249
aramalar sürekli didişmelerinin sebeplerinden biriydi; Aklınca böyle
rahatlatıyor vicdanını. O bakıp büyütmüştü ya. Şimdi böyle, bu çabası...
Aldırmadı. Neden sonra aklına geldi; çalışma masasının üzerine yığılı
ders kitaplarının arasından diğer telefonunu bulup rehbere girdi.
“Hocanın numarası neydi? Tekrar yollasana bana. Tamam. İşte
yarım saate. Tamam. Aldım anne. Tamam. Tamam hadi. Tamam...”
Abdest almakla falan uğraşamazdı. Eline birkaç ıslak mendil
alarak boy aynasının karşısına geçti; yüzünü, koltuk altlarını, karnını,
belini ve kasıklarını sildi. Yansımasını fark etti ardından; saatlerce
parkenin üzerinde sevişmekten kıpkırmızı olmuş diz kapaklarına bakıp
güldü. Günlük yaşamın koşuşturmacasından nasibini pek az almış,
masum, oyuncu zihninin bir köşesinde, akşamdan kirpiklerinde kalan
rimelin hantallaştırdığı bir göz açıp kapama arasında; umursamazlığıyla,
başkaldırmasıyla, teslim olmamasıyla, bel bağlamamasıyla, küçük
kızlığından bu yana öykündüğü kadının anısı canlandı. Önce çocuk,
sonra genç kız, sonra eş, sonra kadın, sonra anne, sonra daha kadın...
Günlerden dün...
Dudakları büzüldü.
Anneannesi öldüğündendir kapıldığı zamansız ağlamalardan
biri yerleşti yüzüne.

250
Hırsız - Belma Fırat

Tansu
Celal Aysun’un saçlarını elleriyle geriye itiyor, başını avuçlarının
içerisine alıyor, gözlerinin içine bakıyor ve “Çiçeğim,” diyor. “Çiçeğim
benim...” ve öpüyor. Çiçeğim... Tansu kendi çiçek bozuğu suratını
düşünüyor.
Kim bana çiçeğim der ki? Güzel olmadığını, Celal’in, mahallenin
251
en yakışıklısının asla ona bakmayacağını biliyor. Ümit de etmiyor.
Elinde değil, sadece geceleri hayalini kuruyor, rüyalarına giriyor. Bu da
ona yetiyor. Ama şimdi, şimdi artık akşam olduğunda eskisi gibi koşa
koşa gidemeyecek yatağına. Celal’in kollarındaki Aysun’un görüntüsü
rüyalarını yırtıp girecek içeri. Kirlenecek görüntüler. Aysun’a bakıyor.
Onun ince uzun güzel bedenine bakıyor. Neden Aysun diyor, neden?
Aslında Aysun’un hiçbir suçu yok. Bilmiyor ki Celal’e olan gizli aşkını. Yine
de tutamıyor kendini, nefret ediyor Aysun’dan. Düşlerimi çaldın. Hırsız.
Kendine kızıyor. Neden gecenin bu saatinde kalkıp geldim ki parka.
Kerem’in battaniyesi düşmüşse düşmüş. Bana ne ki. Annesi düşünsün
onu da. Ama ya Serpil gelseydi de görseydi bunları ağacın altında. Ablam
gözünün yaşına bakmaz, hemen alt kata koşup yetiştirirdi hepsini
Aysun’un annesine. Ne iyi olurdu. Görürdü gününü Aysun. Çiçeğimmiş.
Annen bir güzel yolardı o çiçek başını senin.
Şimdi Celal’in elleri Aysun’un bluzunun altına kayıyor, Tansu
daha fazlasını görmeye dayanamıyor. Geriye dönüyor. Hıçkırıklarını
bastırarak sessizce uzaklaşırken Aysun’un zayıf itirazlarını duyuyor:
“Yapma.”
Celal’in arzu dolu fısıltılarını duyuyor:
“Hadi bebeğim, canım, çiçeğim.”
Aysun nazlı nazlı direniyor:
“Geç kaldım, gitmeliyim.”
Sonrasını bilmiyor. Parkı terk ediyor. Artık hiçbir şey bilmek,
görmek, duymak istemiyor.
Aysun
Ne dedi Celal?
“Yarın değil öbür gün tam burada aynı saatte. Unutma.”
Evde odasında, aynanın karşısında kendini süzüyor. Bu çiçekler
252
abartılı mı oldu nedir? Ama çiçeği değil miyim onun. Yarın çiçekli
elbisemle görsün istiyorum beni. Çiçeğim. Bugün kendine belki bin kere
çiçeğim dedi. Gözlerini kapatıp belki bin defa ilk kez öpüştü. Her şey o
kadar canlı ki. Celal’i her düşündüğünde parktaki ağacın altında buluyor
kendini. Az kaldı sabret. Yarın.
Elbiseyi inceliyor. Yakıştı. Tam 195 TL, çok pahalı. Vicdan azabı
duyuyor. Ama elbise o kadar güzel ki. Eflatun. Eteği pembe çiçekli.
“Harçlıklarımdan biriktirip parayı koyarım yerine,” diye düşünüyor.
Hırsızlık sayılmaz ki bu, ödünç aldım. Küpeleri de geri koyacağım yerine
zaten. Son bir kez takayım da. İncecik gösterdi bu elbise. Bir anda suratı
asılıyor. Elbisenin belinde ufak bir sökük fark ediyor. Nihal hemen bunu
hallediverir bana. Nihal, okuldaki sıra arkadaşı Arzu’nun kız kardeşi.
Meslek lisesinde okuyor. Tekstilde. Evleri iki sokak ötede, hemen gider
gelirim. Hem parktan da geçer ağacımıza bakarım giderken. “Bizimkilere
ne demeli,” diye düşünüyor. Televizyon ekranına yapışmış spor programı
seyreden babasına, “Arzu’yla ödev yapacağız,” diyor ve elindeki torbayı
göstermeden evden dışarı süzülüyor.
Parktan içeri giriyor. Dolunay var, çok karanlık sayılmaz. Ağaçların
oraya doğru ilerliyor. Onlarınki en irisi, en heybetlisi ve arkasına saklanmak
için en elverişlisi. Yaklaştıkça birtakım fısıldaşmalar gülüşmeler duyuyor.
Kendi kendine soruyor, yoksa bizim ağacımızın altında başkaları da mı
buluşuyor? Bozuluyor, ağacını kimselerle paylaşmak istemiyor. Diğer
ağaçları kendine siper ederek daha da yaklaşıyor. Karaltı yavaş yavaş
belirginleşmeye başlıyor. Bir anda yerinde donakalıyor. Olamaz Celal
bu ve yanındaki… Serpil. Tansu’nun ablası. Yüreği bir anda taş kesiliyor.
Öfke, hayal kırıklığı, çaresizlik bedeninin her zerresini habis bir ur gibi
ele geçiriyor. Nasıl yaptın bunu bana, nasıl? Nefretle Serpil’e bakıyor.
Evli Serpil. Kocasına varmak için yeri göğü birbirine katan, vermezseniz
kaçarım tehditleri savuran Serpil. Kocan askerden gelsin de görsün seni
pis fahişe.
Gülüşmeler, fısıldaşmalar kesiliyor. Onu öpecek, kesin öpecek.
253
Aysun’un yüreği sıkışıyor, içi yanıyor. Ne olur dursunlar. Ama hayır, Celal
Serpil’in saçlarını elleriyle geriye itiyor, başını avuçlarının içerisine alıyor,
gözlerinin içine bakıyor ve “Çiçeğim,” diyor. “Çiçeğim benim...” ve öpüyor.
Yeryüzündeki bütün çiçekler tek tek boynunu büküyor. Seralardaki,
resimlerdeki, dantellerdeki, kumaşlardaki bütün çiçekler; Celal için aldığı,
ona giymek için komşudan para çalıp aldığı, elindeki poşette sıkı sıkı
tuttuğu elbisenin eteğindeki bütün çiçekler soluyor.
Neden ona da çiçeğim diyorsun, neden bizim ağacımızın altında
öpüyorsun? Neden aynı bana yaptığın gibi onun da başını ellerinin
arasına alıyorsun? Neden, başka bir yol bilmiyorsun. Neden benim ilk
öpücüğümü çalıp ona veriyorsun? Hırsız! Hırsız, hırsız, hırsız…
Aysun titriyor, içinden çıkan sessiz çığlığı bastırmaya çalışıyor.
Dün gece öznesi olduğunu sandığı bu öpüşün gelgeç bir oyuncusu
olduğunu, metnin çok önceden yazılmış olduğunu ve oyunun aynı
sahnede kim bilir kaçıncı kez tekrarlandığını anlıyor. Bu gece ise, daha
dün gece esas kızı canlandırdığı bu gizli oyunun kadrosundan atıldığını
ve artık sadece pis bir dikizci olduğunu dehşet içinde öğreniyor.
Celal’in elleri Serpil’in bluzunun altına kayıyor. Aysun, bir an,
“Keşke dün gece izin verseydim belki o zaman buluşmazdı onunla,”
diye düşünüyor. Düşündüğünden midesi bulanıyor, kendinden,
iradesizliğinden, çaresizliğinden iğreniyor. Celal’in elleri Serpil’in eteğinin
altına giriyor. Serpil’in beyaz iç çamaşırı ayaklarının dibine düşüyor.
Aysun, metninin bundan sonrasını bilmediği bu oyunu daha fazla
izlemek istemiyor. Bir an önce oradan kaçmak, gördüklerini görmemiş
olmak istiyor. Bir adım geriye atıyor. Ayağının altından bir çıtırtı yükseliyor.
Olduğu yerde donup kalıyor. Celal ve Serpil de duruyorlar. Celal telaşla
çevresine bakıyor. Serpil korku içerisinde toparlanıyor. Aysun gümbür
gümbür çarpan kalbinin sesini bastırmak istercesine saklandığı köşede
büzülüyor. Bir süre bekliyorlar. Hiç ses yok. Celal, Serpil’e tekrar sarılıyor.
Serpil bu sefer itiraz ediyor. Celal Serpil’in boynunu öperken, “Hadi
bebeğim, canım, çiçeğim,” diyor. İtirazlar yumuşuyor, yerini teslimiyete 254
bırakıyor. Celal, kadının arkasını döndürüyor, eteğini kaldırıyor. Aysun,
Celal’in kısılan gözlerine, bir çizgi gibi gerilen dudaklarına, ter içerisinde
kalan suratına bakıyor ve ileri geri her hareketinde tiksintisi bir kat artıyor.
Bir daha, bir daha… Gözünün önüne, geçen yaz rastladığı, iğrenerek
başını çevirip yanlarından hızla uzaklaştığı, sokak ortasında çiftleşen
köpekler geliyor. Daha fazla bakmaya dayanamıyor, gözlerini kapatıyor.
Bu sefer de zifiri karanlıkta, inlemeler doksan desibellik gücüyle adeta
kulak zarını deliyor. Aysun artık çıldırmak üzere. Tam o anda, yumuşacık
serinliğiyle yüzünde hissettiği hafif bir meltem onu kurtarmaya geliyor.
Görüntüleri, sesleri buzlu bir camın ardına sürüklüyor. Aysun yüzünü
gökyüzüne kaldırıyor. Rüzgârda hafifçe hışırdayan yapraklara bakıyor.
Kurumuş yapraklardan biri dalından kopuyor. Yavaş yavaş süzülerek
aşağıya iniyor, toprakla birleşiyor. Aysun’un gencecik bedenindeki liseli
ruhu, yaşadığı şu son dokuz dakikada doksan yaşına ulaşıp son nefesini
veriyor.
Serpil
Yataktan hiç kalkası yok. Ama uykusu da yok. Kerem kolunun
üzerinde uyuyor. Parmağı ağzında. Daha ilk gece Kerem’e hamile kaldı
Serpil. Kocası bebeğe bir şey olur dedi yaklaşmadı, doğumdan sonra da
askere gitti. Erkekleri seviyor Serpil. Onun için kaşına, gözüne, boyuna-
posuna ayılıp bayılanların hepsine verdi. Hiçbiri de onu almadı. Sonunda
baktı böyle olmuyor, Serhat’a “Evlenmeden olmaz,” dedi, düğünden
birkaç gün önce de gidip diktirtti.
Hata ettiğini biliyor ama çok yalnız kaldı. Celal’e kanı kaynadı.
Pişman şimdi. Bu ilk ve son diyor kendi kendine. Bir daha gitmeyecek
onunla buluşmaya. Hem korktu da. Ya bir gören, duyan olursa? Zaten
anneleri bir haftalığına köye gitmese zor çıkardı evden akşamın o
saatinde. Tansu’nun kollarına Kerem’i tutuşturup, bir de bahane uydurup
attı kendini sokağa. Bir daha yok. Serhat da çok yakında geliyor artık.
Sekiz aylık bebeğini uyandırmamak için yavaşça yataktan 255
kalkıyor. Kapıcının her sabah kapıya bıraktığı ekmek ve gazeteyi almak
için kapıyı açıyor. Kapının koluna asılmış bir torba görüyor. Torbanın
içine bakıyor, eflatun pembe çiçekli bir elbise. Serpil ekmek ve gazeteyi
kapıda unutup, elinde torba içeri giriyor. İçinden elbiseyi alıyor. Torbanın
dibinde bir de 5 TL görüyor. Onu da çıkartıyor. Elbise tam bedenine göre.
Salondaki büyük aynanın önüne geçiyor, elbiseyi üzerine tutuyor, kendini
inceliyor. Bir anda aynanın yansımasında Tansu’nun sorgulayıcı kızgın
bakışlarına yakalanıyor.
“Bir de hâlâ parayı ben almadım diyorsun. Ayakkabı kutusundaki
para acil durumlar içindi süs püs için değil. Kıyafet çok lazımsa kocan
gelince alsın sana.”
Serpil savunmaya geçiyor,
“Vallahi ben almadım. Bu elbiseyi torbanın içinde kapıya asılı
buldum. ‘Senin arkadaşlarından biri falan ödünç aldı sonra da geri
bıraktı,’ diye düşündüm.”
“Saçmalama abla,” diyor Serpil’den epeyce toplu olan kız
kardeşi, “bu elbise hiç bana olur mu, kimi kandırıyorsun?”
Tansu Serpil’in elinden elbiseyi çekip alıyor, etiketin üzerindeki
195 TL yazısını okuyor, sonra aynanın önündeki büfenin üzerinde duran
5 TL’yi görüyor ve “Tam 200 TL, bak hesap ortada,” diyor.
Tam o sırada alt kattan yürek parçalayan bir çığlık yükseliyor.
İki kız kardeş oldukları yerde kalakalıyorlar. Gürültüden uyanan Kerem
içeride ağlamaya başlıyor.
“Galip Amca’ya bir şey olmuş olmasın sakın. Ben iniyorum
aşağıya,” diyor Tansu ve elbiseyi kanepenin üzerine fırlatıp, üzerinde
geceliğiyle alt kata koşuyor. Galip Amca, Aysun’un babası, şeker
hastası. Serpil de çok meraklanıyor. Adamcağız gayet iyiydi son aylarda.
Tansu’nun peşinden gitmeye niyetleniyor ancak Kerem’in içeriden gelen
ve tonu giderek yükselen ağlamasıyla yatak odasına yöneliyor. Kerem’i
kucağına alıp sakinleştirmeye çalışıyor ama sakinleşmiyor Kerem. 256
Aşağıdan gelen ve durmak bilmeyen feryatlar hıçkırıklarını bastırıyor.
Serpil iyice telaşlanıyor. Ölü evi gibi aşağısı. Bu korkunç düşünceyi
kafasından uzaklaştırmaya çalışıyor ama nafile. Kerem’i susturmakla
aşağı koşmak arasında gidip geliyor. Kerem’in altından gelen pis
kokular önceliğini belirliyor. Çabucak bebeğinin altını değiştiriyor, sonra
onu salondaki mama sandalyesine oturtup mutfağa sütünü ısıtmaya
gidiyor. Ilınan sütü biberona koyuyor, salona geri dönüp Kerem’in eline
tutuşturuyor. Biberona yapışan Kerem hemen susuyor. Aşağıdaki sesler
de kesildi gibi. “İki dakika gidip baksam,” diye düşünüyor Serpil. Kapıya
doğru yöneliyor. Tam o sırada Tansu darmadağın bir halde içeri giriyor.
Salona girip kanepenin üzerine çöküyor.
“Tansu ne oldu?” diye soruyor Serpil. Bir süre konuşamıyor
Tansu, tir tir titriyor, her ağzını açışında tıkanıyor. Serpil koşup mutfaktan
bir bardak su getiriyor, kardeşinin yanına oturup endişeyle tekrar soruyor,
“Ablacım, canım ne oldu söyle.”
Tansu, bakışlarını sabitlediği sehpanın üzerindeki seramik
biblodan gözlerini ayırıp ablasına bakıyor.
“Aysun,” diyor, “Aysun’u parkta bulmuşlar. Ağaca asmış kendini.
Ölmüş.”
Serpil şokta. Tansu’ya sarılıyor.
“Ah canım benim, yavrum... Nasıl olmuş, nasıl olabilir ki böyle
bir şey?”
Tansu perişan, önüne bakıyor. Kendini suçluyor. Aysun’un iki
gece önce parktaki itirazlarını hatırlıyor:
“Yapma.”
Tansu, Aysun’u kıskandı, onu parkta Celal’le yalnız bırakıp çekti
gitti. Oysa, “Artık gitmem lazım,” diyordu Aysun. Belki de o gece gidemedi
evine...
Tansu hıçkırıklara boğuluyor vicdanının deli gibi haykıran sesini 257

durduramıyor.
“Abla,” diyor, “ben galiba biliyorum Aysun’un kendini niye
öldürdüğünü.”
“Söyle ablacım, ne biliyorsun ki sen?” diye merak içerisinde
soruyor Serpil.
Tansu zorlukla adeta fısıldar gibi devam ediyor,
“Ben geçen gece Kerem’in battaniyesini aramaya gittiğimde onu
parktaki ağacın altında Celal’le öpüşürken gördüm. Celal ileri gitmeye
çalışınca Aysun itiraz etti. Gerisini bilmiyorum. Gizlice kaçtım oradan.
Keşke gitmeseydim abla. Keşke gitmeseydim. Belli ki Celal istemediği
bir şeylere zorladı onu.”
Sonra kanepenin üzerindeki elbiseye takılıyor gözü. Çiçeklere.
“Ona çiçeğim diyordu, abla. ‘Çiçeğim,’ diyordu.”
Serpil de elbiseye bakıyor. Eteklerine. Şimdi anlıyor Serpil
ayakkabı kutusundaki parayı kimin çaldığını, çaldığı parayla ne aldığını,
kimin için aldığını ve neden getirip onların kapısına astığını. Çiçek,
çiçeğim… Çiçekler bir anda elbisenin eteğinden fırlayıp yapışıyorlar
yakasına, sıkıyorlar, sıkıyorlar. Senin yüzünden. Nefes alamaz oluyor
Serpil. Bunun için mi kıydın canına, bunun için mi? Onlar çiçeğim de der,
böceğim de der. Gözyaşları ip gibi süzülmeye başlıyor. Ancak aptal değil
Serpil, derhal kendini toparlıyor, yutkunuyor,
“Celal de kim?” diyor. Kardeşi yanıtlıyor,
“Hani bir kere bizim asansör bozulduğunda puseti çıkarmamıza
yardım etmişti ya. Hatırlamıyor musun?”
Hatırlıyor Serpil, hem de nasıl. Sonra nasıl bakıştılar, birbirlerini
nasıl deli gibi takip ettiler, sonra nasıl buluştular. Gayet iyi hatırlıyor.
“Hatırlıyorum tabii,” diyor kardeşine, “ama ikisinin aynı kişi
olduğunu ben nereden bileyim.” 258

Bu arada çiçekleri akıl ediyor ve bir taraftan da elbiseyi katlayıp


torbasına geri koyuyor. Celal’i sorgularlarsa panikleyip anlatır mı diye
endişe içerisinde düşünüyor. Sonra “Bak ablacım,” diyor Tansu’ya,
“bence sen şimdilik bu konuyu hiç kimseye açma tamam mı? Her
ne olduysa oldu. Giden gitti. En yakın arkadaşısın sen onun. Geceleri
parklarda delikanlılarla buluştuğu meydana çıkarsa senin de adın çıkar
değil mi canım. Bir de annesini düşün, yıkılır kadın. Ne gerek var. Hem
belki o delikanlı zorla bir şey yapmamıştır. Başka bir nedeni vardır. Kolay
mı öyle parkta bir kıza tecavüz etmek. Bağırırdı çağırırdı, biri duyardı.
Öyle değil mi? Hadi oldu diyelim, bir mektup falan bırakmaz mıydı
geride? Belki o kadar da gönülsüz olmamıştır da sonradan pişman
olmuştur. Sen bilmezsin, anlayamazsın. Kadınlar başlangıçta biraz hayır
der. Böyledir bu işler.”
Kaygı içerisinde kardeşine bakıyor. Tansu üzüntüsüne dalmış
gitmiş.
“Tansucum, anladın mı?” diye tekrar soruyor. Tansu cevap
vermiyor, başıyla evetliyor sadece. Sonra zorlukla,
“Ben giyinip iniyorum aşağıya,” diyor, “gelen giden olur şimdi.”
Serpil bir daha sıkı sıkı sarılıyor Tansu’ya.
“Haklısın, yardım etmek lazım. Ben de Kerem’i toparlayıp hemen
geliyorum arkandan.”
Serpil bir ruh gibi odaya giyinmeye giden kız kardeşinin ardından
bakıyor, bir an duraklıyor, kısa bir kararsızlık anından sonra, kardeşinin
peşi sıra gidiyor ve çiçeklerle artık iyice zayıflamış olan bağlantısını
tamamen kopararak kendini güvenceye alacak son cümleyi söylüyor.
“Biliyor musun, şimdi çok boş, anlamsız geliyor ama sen doğru
bildin. Hırsız benim. Ben almıştım parayı. Altı üstü bir elbise için.”

259
Yalan Oldu - Özlem Kiper

Şişinden aldığı ilmik, boynunda dönen ipliği gerdiğinde kafasını


kaldırıp gözlüklerinin üzerinden bakardı. Bazen bir şey söylemez sadece
ipini gevşettiğiyle kalır, bazense akıldan geçirdiği ama benim bilmediğim
bir şeylerin orta yerinden söz açardı.
Şaşırmazdım, bilirdim sözün nereye varıp kime gideceğini.
Vaktin gelmesini beklerdim. Gelirdi vakit.
260
“Uzaylı gibiydi,” dedi. Aldığı ilmeklerin ritminde boynunu tavuk
gibi öne atıyordu.
Anlamazlığa gelerek “Kim?” diye sordum. Başını öne eğerek
gözlerini biraz daha açarak baktı bana.
“Kim olacak Servet?”
Başka Servet tanıyormuşum gibi, “Nilgün’ün Servet mi?” dedim.
Kelimeleri bastıra bastıra, “Nilgün’ün ölen nişanlısı Servet,” dedi.
“Nerden de çıkarıyorsun uzaylı laflarını hem de ölmüş insanın
arkasından.”
“Yalan mı ayol. Kocaman kulakları, çekik çekik gözleri yok
muydu merhumun?”
“Merhumun ya! Ölmüş adam anne. Günahtır.”
“Aman sen de. Gül gibi kızı kaptırdın uzaylıya.”
“Gül gibi kız kendi seçimini yaptı, konu da kapandı.”
“Her doğuya askere giden şehit oluyor sanki. Aslanlar gibi
döndün evine, Allahıma şükürler olsun.”
Annemin takma dişlerinin arasından sıkışarak çıkan sesler
kulağımda patlar gibi oluyordu. Dayanılır gibi değildi aslında, sessiz olan
seslerin kulağımda çınlamalı gürültüye dönüşmesi.
“Kapatalım bu konuyu,” diyebildim sadece.
Elindeki örgüyü boynundan çıkarıp yanına koyacağını, dizlerini
ovuştururken sabır çekerek kaşlarını yukarıya kaldıracağını ve hemen
ardından salâvat getireceğini biliyordum.
Aslında yaşlı sayılmazdı annem. Ama romatizmalı, iş görmez
bacakları, ağzından düşürmediği duaları ve bitmek bilmez yakınmaları
onu hep olduğundan daha yaşlı gösterirdi.
261

“Rabbim sen esirge kul belasından, görünmezlerin şerrinden,


iki dünyanın azabından…” Ağzını doldura doldura esneyip iki yana üfledi
duasını.
“Nilgün,” dedim, “hiç geldi mi sonra sana?”
“Adamın kırkı çıkınca hemşire Gülsen’e uğramış. B aşısı
yaptırıyormuş.”
“B vitamini,” diye düzelttim.
“Ne boksa,” dedi.
“Ben de Gülsen’e sırtıma şişe çeksin diye bi uğrayıverdiydim.”
“Hâlâ mı şişe çekiyor sırtına. Hormon iğnesi yaptırdıydık ya!”
“Ay o bi halta yaramadı, söylemedim mi sana?”
“Söylemedin.”
“İşte aynı yer kaç zamandır ağrıyor yine. İki büklüm kilitlenip
kalıyorum vallahi mutfakta.”
“E, Nilgün’ü anlatıyordun.”
“Hah işte iğneye gelmiş bu. Beni görüverince önce bir bocaladı.
Gülsen’e ettiği lafın gerisini getiremedi. Sonra gelip elimi öptü. ‘Nasılsın
Şazimet Teyze?’ dedi. Ben de ne deyim. ‘Bizde can sağlığı evladım, Allah
sana uzun ömürler versin,’ dedim. ‘Nur içinde yatsın yavuklun, sana
kısmet olaydı Allah verirdi şifasını,’ dedim. ‘Hem yaşasa, yetimlerinin
sorumluluğu üstüne kalırdı,’ dedim.”
“Kim bakacakmış adamın çocuklarına?”
“Kim bakacak anneleri zahir.”
Ayaklarına konan sinekleri kovalamak için örgüsünün yanında
duran plastik sinekliği boş boş vurdu bacaklarına. Odaya süzülen güneş
ışıkları gibi uzuyordu nefesimiz. Sinek, vızıldayarak sehpanın üzerindeki
262
motifin içinden çıkmaya çalışıyordu. O an ikimiz de sineğe bakıyorduk.
“Kaza olmasa, adam buna evli olduğunu falan demeyecekmiş
meğer,” dedi, “yalanın üstüne basacakmış imam nikahını. Bir gün orada,
bir gün burada, evini belle, gönlünü yelle, oyalayacakmış.”
Annemin bitmeyen cümleleri uzaklaşırken Nilgün’ün benden hiç
gitmeyen bakışları düştü önüme.
Motifin içine hapsolan sinek kovalanınca uçtu gitti. Ben
inandıramamıştım sevdiğimi askerden döneceğime, bir başkası
ikinci kadını yapmaya kandırmıştı. İlktim, tektim derken bir anda hiç
oluvermiştim.
Annem örgüsünü tekrar alırken eline, duyulmasını istemez gibi
“Kız oğlan kızmış hâlâ,” dedi.
“Kim söyledi?” dedim.
“Hemşire Gülsen,” dedi.
Sinek yumuşak yün çilesinin üzerinde ikinci bir sineğin üzerine
konmuştu. Ne annemin kolunda kımıldayan şişin, ne ipin küçük
salınışlarının, sinekleri birbirinden ayırmaya gücü yetiyordu.

263
Yalancı Bacağım - Aslıhan Kocabal

Bu sıralar canım sıkkın, keyfim yok, önüme gelene çatıyorum.


Yorgun argın eve gelip, gece yarısına değin tıka basa yiyorum. Tatlısı,
tuzlusuydu derken uyku bastırıyor. Yastığa başımı koyup hülyalara
dalacakken, bacağım tak diye atıveriyor, sıçrayarak uyanıyorum. Sonra
uyu, uyuyabilirsen.
Ömrümce sigara içmediğim halde, sinirimden balkona çıkıp
bir tane yakasım geliyor. Keşke çoluk çocuğumun itiraz edeceği bir 264
alışkanlığım, bir zaafım olsaymış da böyle gecelerde ona dadansaymışım.
Övünmek gibi olmasın, ömrü boyunca pek az itiraza uğramış bir adamım
ben. Düzgün yaşamayı görev bildim hep. Adam gibi adam olduğumdan,
yılın idarecisi ödülleri aday adaylığı süreci dışında beni uykusuz bırakacak
hiçbir hadiseye karışmadım. Ben Allah’ın utandırmadıklarındanım;
koşarak, tık nefes değil, adım adım, sindire sindire çıktım basamakları.
Şimdilerde yerli yersiz atıp duran bir bacak bana itiraz ediyor ve onun
kör olası inadı yüzünden uykusuz geceler geçiriyorum. Dermanını
bulamadım. “Huzursuz bacak sendromu,” dediler, inanmadım. Ben başlı
başına bir huzur timsaliyken bacağım huzursuz olacak? Akıl işi değil.
“Yorgunluktandır Sayın Danışman,” dediler. “Hah,” dedim, “işte bunu
kendime yakıştırabilirim.”
Kamuoyuna çok önemli açıklamalarda bulunacağım ve
başkana süreçle ilgili rapor vereceğim şu günde, gözlerim kan çanağına
dönmüş, harpten çıkmış gibi kahvaltı masasına oturuyorum. Kurt gibi
açım. Osman Efendi ne zamandır baştan savma yapıyor işini. Günlerdir
şekerlenmiş reçellere, kurumuş peynirlere, pörsümüş zeytinlere, cıvık
yumurtalara talimiz. Söyleniyorum.
“Osman Efendi, aç bırakıyorsun bizi, azıcık özen göster şu sofra
işine.”
“O kadar oluyor yetişemiyoruz beyim,” diye cevabı yapıştırıyor.
Zam istiyor da yolunu yapıyor kurnaz. Suyuna gidip “Öyleyse,” diyorum,
“aybaşında benden sana zam, kıymetini bil.”
İdarecilik böyle hassas iştir, evde ocakta başlar. Cıvık yumurtalar
önümden çabucak kaldırılıp sucuklu omletler getiriliyor. Başka bir arzum
olup olmadığı soruluyor. Sizin gibi şükür bilmez nankörleri bir an önce
defetmekten başka bir derdim yok.
“Yok, Osman Efendi, eline koluna sağlık.”
Hanım daha kahvaltısını etmeden giyinmeye kuşanmaya
265
koyulmuş. Bugün Başkan Bey’in hanımı ve dostlarıyla kermes açılışına
iştirak edecek. Sade kahvemi kırk yıllık karımın defilesi eşliğinde
yudumluyorum. Kırık beyaz bir döpiyesle çıkıyor odadan. Ayağına iki
karış topukluyu çekmiş, bıdı bıdı yürüyor. “Düşeceksin hanım,” diyorum,
“Protokol seni mi bekleyecek?” “Sen boş ver protokolü,” diyor, “takım
güzel durmuş mu onu söyle.” Berisinde içi geçmiş bir karpuz gibi
duran kalçasından, ince ketenin altından gülümseyen löp etlerinden,
ayakkabıdan dolmalık biber içi gibi taşan ayacıklarından hiç söz
açmıyorum. “Sultanım, gözümün nuru, pek yakışmış! Zaten çuval giyse
yakışır benim hanımıma, gelinlik kız gibi mübarek, hey gidi hey. Tüm
hatunları kıskançlıktan çatlatacaksın yahu!” Ağzı kulaklarına varıyor.
Onayı alınca alelacele ayrılıyor yanımdan. Daha kuaföre gidecekmiş.
Sade bir kahve söylüyorum, gözlerim hâlâ açılmıyor. Başkan
Bey’le yapacağım toplantı aklıma geldikçe elim ayağım titriyor, kalbim
duracak sanıyorum. Basın açıklamasına iki saat kala hergelelere
söyleyeceklerimi gözden geçirmem gerekiyor.
“Evlatlarımız, göz bebeklerimiz! Unutmayınız ki siz bizim en
kıymetli hazinemizsiniz, birinizin dahi kılına zarar gelse yüreğimizin telleri
yaprak gibi titrer. Evlatlarım, diyeceğim odur ki şu okulun bahçesinden
artık bir çıkın da karşılıklı oturup tiramisu yiyelim, çayımızı içelim, tatlı
tatlı sohbet edelim. Okulunuzu yıkmayacağız, bize itimat edin. Orayı
sizler için fevkalade faydalı ve modern bir tesis haline getireceğiz...”
Gitmeyecekler biliyorum. Öyle uyuntular gibi duracaklar
durdukları yerde. Sonra neden ittiniz neden kaktınız. Ne yapalım yani,
karşılarına geçip de çekirdek mi çitleyelim. “İki üç zibidi nasıl da bozdu
façalarını mı?” dedirtelim. Görülmüş şey değil. Tutturmuş gidiyorlar okul
da okul diye. Bilmem kaç yıllık döküntü, çirkin bir şey; garabet işte. Anıları
varmış da mirasmış da zartmış zurtmuş. Bizim de memleketimizde,
köyümüzde anımız var, mirasımız var, ne olmuş yani. Bacak kadar
çocuklar beylik laflar edip bir de parmak sallamıyor mu? Şeytan
diyor… Hayır, gerçekten yerine tesis yapacağız yahu. Eşeğin hoşaftan
anlayacağı yok tabii. 266

Cinlerim yine tepeme çıkıyor. Göz kapaklarım düşerken


karşımda kırık beyaz bir döpiyes beliriyor, yırtmacından koca bir karpuz
görünüyor; elimde nereden geldiğini bilmediğim yumurta kabukları var,
avuçlarım ıslak, yapış yapış… Osman Efendi’nin ceketine bürünen karım,
kermesin kapısında halıya takılıp düşüyor, protokolle birlikte cümle
âleme rezil oluyoruz. Kendimi ağzı gözü perşembe pazarına dönmüş
yüzlerce çocuğun ortasında buluyorum. Peşimden koşuyorlar. Plastik
tabancalarla üzerime su sıkıp, kolumdan bacağımdan çekiştiriyorlar.
Kurtulmayı başarıp, güç bela bir ağacın tepesine çıkıyorum. “Çocuklar
hele bir dinleyin beni,” diye kalabalığa sesleniyorum. “Tesis,” diyorum,
“fevkalade…” Burnunun yerinde demir bir çubuk duran esmer oğlan avazı
çıktığı kadar bağırıyor. “Tiramisu yiyecektik hani! Yalancı!” Bacağım tak
diye atıyor, ağaçtan düşüyorum… Osman Efendi karşımda. “Beyim,”
diyor, “kalk yerden, şu bacağını da artık bir doktora göstersen.”
Yasak Meyve - Furkan Uzun

“Kadınlar hayatları sarsıldığında değişimi farke der. Dünyayı


değiştirmek istiyorsan, bir kadının hayatını mahvet...”

Birkaç saat önce yaşadıkları tartışmadan arta kalan öfkesini hâlâ


üzerinden atamamıştı ki elinde tuttuğu kitaptan dökülen sözler sinirlerini
iyiden iyiye gerdi. Gece yarısı olmak üzereydi. Oturma odasındaki kırmızı
267
kanepeye gömülmüş ve krem rengi battaniyesini beline kadar örtmüştü.
Bu kaçıncı tartışmalarıydı o an için hatırlamıyordu. İşin aslı, kaçıncı
tartışmaları olduğunu kesin olarak biliyor üstelik hepsini önemli veyahut
önemsiz olarak zihninde sınıflandırabiliyordu. Ama o an için bunu
kabullenmeyi aklının ucundan dahi geçirmeye cesaret edemedi. Belki
de kadınlık gururuna yedirememişti ve durumu önemsemeyen ruhiyata
bürünmek yaşadığı öfkeyi daha çabuk atlatabileceğini hissettirmişti. İşte
bu yüzden bu seferki de önceki bilmem kaç kez yaşanan tartışmaların
önemli sınıfına eklenen bir yenisiydi.
Her ne kadar kırgın kadınların ortak düşüncesi olsa da, kendini
çoğunluktan alıkoyamadan bir kez daha içinden geçirdi. Gerçekten
tüm erkekler aynı mıydı? Tam tamına beş yıldır birlikte olduğu eşi artık
o ilk tanıştığında ağzından şiirler damlayarak “Kumkapı meyhanelerine
beraber dadanalım,” diyen erkekten çok farklı bir yerde, her akşam
soluğu Nevizade gecelerinde almaya başlamıştı. Üstelik her seferinde
kendisini kadın dırdırından kurtarıp yılların eskitemediği dostlarıyla
birkaç tek atma bahanesiyle uzaklaştırıyordu. O ise yalanını birkaç kez
ortaya çıkarmış fakat ses etmemiş ve hep içine atmıştı. Ama artık göz
göre göre buna katlanmak tüm benliğini sarsıyordu. O ne idüğü belirsiz
gönül eğlendirmelik şırfıntıların haberi kulağına bir kez daha iliştiğinde
yeri yerinden oynatmaya çalışmıştı.
İşte birkaç saat önce yer çekimine sözünü geçirmemiş ve yer
yerinden oynamadan tekrar üzülen kendisi oluvermişti. Neden hayatı
bir yalan üzerine kurulmak zorundaydı ki? Artık tatlı teselli sözleri ve
yeminler üzerine edilen affedilme çabalarına karşı koymak istiyordu.
İşte bu yüzden daha yazarlık döneminin emekleme zamanlarında
birlikte olduğu eski gönül arkadaşının artık çok olgun zamanlarında
kaleme aldığı o son kitabına sarılmış ve belki kaçışı ondan bulmayı ümit
etmişti. Fakat aksi olarak o sözler kalbini derinden yaralamış dahası
geçmiş, şimdiki ve gelecek tüm ilişki düşüncelerini yerle yeksan etmişti.
Erkekler hep aynıydı ya da ortak bir düşünceyle o eski tatlı su yazarı aşkı
gibi dünyayı değiştirebileceklerine inanıyorlardı. 268

Kitabın sayfalarında öfkeyle gözlerini gezdirirken bir an için


tüm ilişkisini bitirmeyi düşündü. Düşüncenin daha ilk anda zihnine
düşmesiyle birlikte kalp atışı inanılmaz bir şekilde hızlanmaya başladı
ve ağzına belki de o an yükselen kan basıncının neden olduğu soğuk
metalik tat yayıldı. Oda sıcaklığındaki kırmızı şarabından bir yudum
daha aldı. O baş başa loş ışıkta beraber geceledikleri anların pür dikkat
özenle hazırlanmış şarap kadehleri ve atıştırmalıklarının aksine, içkisini
mezun olduğu üniversitenin hatıralık seramik kupasından yudumluyor,
bir yandan özensizce ortasından yırtılmış paketinden sehpaya yayılmış
tuzlu krakerlerden atıştırıyordu.
Her ne kadar o an için öfkeli olsa da yeni bir güne öfkeden arınmış
bir şekilde uyanınca onu tekrar affedecek ve gelecekte gerçekleşmesi
beklenen yalanlara göz yummaya devam edecekti. “Kahretsin,” dedi
içinden bir kez daha “Kahretsin ya, ama kim kimi?” Biliyordu, karşı
koyamayacaktı ve onu affedecekti işte.
Yaşamında her daim birinin varlığını kabullenip kendisini
güvende hissetmek ona daha fazla devam etme gücü veriyordu ama bu
durumda daha ne kadar güvende hissedebilirdi ki. Hayatta hep birtakım
iyi duygular ve kazanımlar için başka taraftan açıklar verip bedel ödemek
mi gerekiyordu? Ya da başka bir deyişle ilişkisinin kontrolünü baştan mı
kaybetmişti?
Bir an için sırtından soğuk bir ter damlasının aktığını fark etti.
Evet ya panik yapıyordu işte. Yine gerçekleşmişti. Ne zaman karmaşık
duyguların içinden çıkamasa, daha da fena oluyor, eli ayağı birbirine
karışıyordu. Şaraptan daha büyük yudumlar almaya ve krakerlere
hiç dokunmamaya başladı. O an için karnının üzerinde açık vaziyette
duran kitaba devam edip etmeme konusunda kararsız kaldı. “Ya da...”
diye geçirdi içinden. Acaba hâlâ eski elektronik posta adresini mi
kullanıyordu? O eski aşkından mı çıkarsaydı tüm hıncını böylece. Ne
de olsa her şey geçmişte kalmıştı. Bunu düşünmek ve klavye ardından
düşüncelerini yükseltmek çok daha kolay gözüktü benliğine. Belki de 269
az önce okuduğu o narsist bir o kadar mazoşist gözüken cümleyle
başlayabilir, tüm sinirini çıkarmaya o şekilde başlayabilirdi.
Kitabın arka kapağında düzgün burnunun üzerinde duran
kemik çerçeveli gözlüğüyle verdiği bir fotoğrafı bulunuyordu. Burnunu
her zaman sevmişti. Gülümsemesi eskiden hatırladığından çok daha
güzeldi. Yazarlığıyla birlikte kendi de olgunlaşmış olmalıydı. Çünkü,
gülümsemesinden kendine güven ve kararlılık yayılıyordu. Saçları hafif
seyrekleşmiş ama daha çok yakışmıştı. Kitabı ilk aldığında arka kapakta
bulunan fotoğrafa bu kadar dikkat etmeyip öylesine gözünü kaydırdığını
fark etti fakat şu an ona bir şeyler diyecek olması nedeniyle fotoğraf
üzerinde bir cerrah gibi titizlikle çalışmaya başladı.
Yüz yüze mi konuşsalardı yoksa.. Şu an ki sinir harbini içine
gömse ve tüm o sakinliğiyle ona mı sorsaydı tüm bu yalanlardan sıyrılıp,
ilişkisini nasıl sağlamlaştıracağını. Ama ya onun da ilişkisi varsa? Belki
evlenmiş ve çocuğu dahi olmuştu. Ya da çocukları.. Çok zaman olmuştu
konuşmayalı. Sahi ya sosyal ağdan bile eklememişti arkadaş olarak.
Heyecanla kanepeden doğruldu. Oturur vaziyetteyken kupada
kalan son damla şarabı midesine indirdi. Aklının bir ucunda bardağı bir
kez daha doldurmak vardı ama öncesinde internete girmeliydi. Hemen
sosyal ağdan onun ismini arattı. Evet işte oradaydı.. Bir ortak arkadaş;
Handan. Ondan ayrıldığından beri Handan’la da pek görüşmez olmuştu.
Ne de olsa onunla tanışmasına vesile olan oydu. Hepsiyle birlikte tüm
geçmişten uzaklaşmak mı istiyordu yoksa. Her neyse...
İlk önce kararsız kaldı. Profil fotoğrafı kitabın arkasında bulunan
ile aynıydı. Mesaj gönderilebilseydi eğer hemen aklından geçenleri
bilgisayar ekranına dökebilirdi ama bunun için öncelikle arkadaş olarak
eklemesi gerekiyordu. İstek göndermeden önce birkaç kez vazgeçmeyi
düşündü. Ama en sonunda dayanamadı ve fareyi usulca tıklattı.
Saat gece bire yaklaşıyordu. “Yazar kısmı bu saatte uyumaz,”
diye düşündü. Özellikle kadınlar üzerinde kendini uzman sananlar. Aşk 270
yapbozu, gece şairleri.. Eğer uyanıksa ve görürse ne tepki verecekti
acaba. Ya kabul etmezse. Ya geçmişten o daha fazla uzaklaşmak
istediyse. Belki bu yüzden o da yıllarca hiç iletişime geçmek için çaba
sarf etmemiş, üstelik son kitabında o yıkıcı cümleleri kurmuştu.
Şarap tekrar zihnine yansıdı. Mutfak masasında duran şişeye
ulaşmıştı bile. Az önce mideye indirdiği oda sıcaklığındaki şaraptan
daha serindi. Kupayı ağzına kadar doldurdu. İlk yudumu aldıktan sonra
dikkatlice bilgisayarın başına doğru ilerledi. Ekrana baktığı anda tekrar
heyecanlanmıştı. Onu eklediğinden beri birkaç dakika bile geçmemişti
ama arkadaşlık istediğini onaylamıştı. O an için adeta internet vasıtasıyla
hoşuna giden biriyle tanışmış ve o kişiden cevap almış gibi hissetti.
Hemen profilini didik didik etmeye başladı. Liberal görüş, Beşiktaş
hayranlığı ve iyi bir eğitim... Yemek yapmayı seven amatör bir aşçı. Sahi
ya ne kadar da güzel yapardı fasulye pilakisini. Sonra bir de tavuklu
Sezar salatası...
Hakkındakiler kısmında en önemlisi hâlâ bekar olduğuydu.
Heyecanı bir nebze olsun yatıştı. Daha sonra resimlerini incelemeye
başladı. Yurt içi ve yurt dışı geziler, seminerler, kitap tanıtımları,
arkadaşlar, Canon bilmem kaç D kamera ile çekilmiş amatör portre
ve doğa çalışmaları... Hepsi buydu işte. Evet kesinlikle hayatında özel
biri olmamalıydı. Bir an çok daha hafiflemiş şekilde mutlu hissetti
kendini. Aslında biraz bencil davranıyordu. Neden onun hayatında
kimse olmadığına bu denli sevinmişti ki. Kendisi beş yıldır evliydi. Henüz
çocuğu yoktu ama bir kez düşük yapmadan önce bunun eşiğinden
dönmüştü. Bazen içten içe çocukları olmadığına seviniyordu. Yoksa
eşine ve yalanlarına daha fazla bağlanacaktı. Kim bilir, belki boğulacaktı
bile.
Profilini biraz daha inceledikten sonra bir yudum şarap daha
alıp mesaj gönder butonuna basacaktı ki boş seramik kupayı kafasına
diktiğini fark etti. Ne ara bitirmişti koca bardak içkiyi. Aceleyle mutfağa
yönelip bu defa şişenin kendisini getirdi. Ardından yavaş yavaş neler 271
demesi gerektiğini kafasında tartmaya başladı. Çok zorlanıyordu. Evet,
hem de çok... Aradan geçmiş o kadar yıla rağmen ne demeliydi ki?
Bilemiyordu... Yeni kitabın için tebrik ederim. Olur mu hiç hani hıncını
ondan çıkaracaktı. Değişim için kadınların hayatını mahvetmek ha?
Demek böyle düşünüyorsun. Yok canım bu da olmazdı. Belki sadece
basit bir... O an ekrana kilitlendi. Biri mesaj göndermişti. Heyecanla
tuşlara bastı ve tahmin ettiği gibiydi. Çoktan karşı taraf mesaj atmıştı
bile. Ve son anda aklından geçirdiği gibi sadece basit bir Merhaba J idi.
Yüzüne anlamsız bir gülümseme yayıldı. “Şarabın etkisinden
kendimi mi kaybediyorum yoksa,” diye düşündü. Yerinden kalktı ve
birkaç pilates hareketi yaptı. “Kendime gelmeliyim,” diye uyardı kendini.
Sonunda aklına beş yıllık yalanlar ve eşinin yüzü geldi. Ne kadar
katlanılmaz geliyordu şu an kendine. Eşinin ne kadar umursamaz ve
pişkin bir ifadesi vardı sahi o bir önceki tartışmalarından sonra ellerinde
kamelya çiçekleri ile kapıya dayandığında. Hoş, kamelyadan nefret
ederdi ama bunu ona hiç söylememişti. İlk defa hangi Allah’ın cezası
zaman almıştı o çiçekleri ona. “Yarın ilk iş kamelyadan nefret ettiğimi
ona söylemek olacak,” diye düşündü aceleyle. Ardından bir anlığına
tekrar gelen mesajı düşündü. Merhaba J. Ne yazacaktı hiç bilmiyordu.
Aynı şekilde cevap verse tekrar cevap gelir miydi? Belki de sohbet açacak
bir soruyla cevap vermeliydi. Hani hıncını alacaktı ondan. Kamelyadan
nefret ediyordu. Kocasını affetmeyecekti. Bir an önce mesaj yazmalıydı.
Düşünceler, birbirine karışmış kıvırcık saç gibi ilmik ilmik olup
düğümlenmiş ve bu yüzden bir yerden kesilmesi gerekiyordu. Nefes
alışını yavaşlattı. Dudakları tuzlanmıştı ve kendini kaybetme korkusuyla
şaraptan bir yudum daha almaya çekindi. Son kez düşündü ve parmakları
çoktan bir hızlı, bir yavaş, ürkek ve ardından sinirli, kısacası karmaşık bir
şekilde klavyenin üzerinde gezinmeye başladı. Oturma odası sehpası
üzerinde kitap açık halde durmaktaydı. Farkında değildi ama sayfalara
sıçrayan şarabın kırmızısı sanki kalemle çizilmiş gibi o cümlenin üzerini
boyamıştı; 272

Değişim kaçınılmaz ise tüm kadınların hayatı bir kez olsun


mahvolacaktır...
Tema: Çirkin
Lohusa’nın Laneti - Füsun Çetinel

“Ay bu kız çok çirkin. Biraz daha karnında dursaymış maymun


çıkacakmış yenge.”
Halam lohusa yatağındaki anneme bu korkunç cümleyi
fısıldamış ve gizli bir laneti üzerine çekmişti.
Yüzüm, ellerim, göbeğim, popom, her tarafım gerçekten de
koyu renk tüylerle kaplıymış doğduğumda. Hemşirenin, “Birkaç güne
274
kalmaz dökülür bunların hepsi,” demesi fayda etmemiş. Zavallı annem
hastaneden çıkana kadar hep ağlamış, kucağındaki tüy yumağını bir
türlü kabullenememiş. Babacığım bile susturamamış onu.
Neyse ki yüzüm gözüm sonradan açılmış da annem akrabaların
yüzüne gururla bakabilmiş.
Halam doğduğum günü şen kahkahalar atarak anlatırdı.
Sözünü sakınmazdı hiç. Annemin sinirden kaşı gözü seğirir, bense
ağzım kulaklarımda onu dinlerdim. Ortaokula başladığım yıl babamın
uzaktan bir tanıdığı neredeyse otuzuna merdiven dayamış halama talip
oldu. Arada yirmi yaş fark olmasına rağmen ailede herkes sanki bir
ağızdan bu adamı istiyordu. Kültürlüydü, hoştu, Almanya’da mühendislik
yapıyordu, annemin deyimiyle çöpsüz üzümdü. Yani bakmak zorunda
olduğu yaşlı bir annesi ve daha önceki eşlerinden çocuğu yoktu, üstüne
üstlük varlıklıydı.
“Onun da kendi çocuklarını sevmeye, kendi evinin hanımı
olmaya hakkı var. Şimdi farkında değil ama sonradan çok pişman olur,”
diyordu annem. Ama ben gerçek nedeni biliyordum. Artık büyümüştüm
ve zaten elini hiçbir işe sürmeyen halamın bizimle yaşamasına pek
gerek kalmamıştı.
Babaannem ise okuyup üfleyerek dualar ediyor, “Bari bu sefer
saçma sapan bir kusur bulmasa adama,” diye söyleniyordu.
Ben karışık duygular içindeydim, hem halamın bizle yaşamaya
devam etmesini istiyor, hem de gelin olduğunda kabarık tülden beyaz
duvağını tutacağım gecenin hayaliyle yaşıyordum.
Halam çevremdeki diğer kadınlardan farklıydı. Tüm gün aşk
kitapları okur, yemek yemeği bile unuturdu. Geceliğini hiç çıkarmazdı
üstünden. Belki bir iki koltuk değiştirir, arada ancak tuvalete veya su
içmeye kalkardı. Ben acıktığımı söyleyince, kitabı elinde dalgın gözlerle
mutfağa seğirtir, dolaptan rastgele çıkardığı bir tencereyi ocağa oturtur,
ayakta okumasına devam ederdi. Bir keresinde bir tencere kompostoyu 275
ısıtıp öğlen yemeği diye önüme koymuştu.
Halam aşkın peşindeydi ama kitaplarda okuduğu aşkı
Almanya’da da bulamadığını anlamakta fazla gecikmedim.
Düğünden ancak dört ay kadar sonra elinde valiziyle gece vakti
kapıyı çaldı. Geceliksiz karşımda görünce yadırgadım. Almanya mı yoksa
enişte mi değiştirmişti onu? Kucağına atlamak istedim, yapamadım.
Ondan bambaşka biri duruyordu eşikte.
Annem halamın berisinde meraklı gözlerle enişteyi arandı.
Babam genzini temizleyip salona koltuğuna geri döndü. Buz gibi bir
sessizlik içerisinde yemeğe oturduk o akşam. Halam sabaha kadar
yatağında dönüp durdu, ona sormak istediğim o kadar çok şey vardı ki.
Ertesi gün ailenin bütün kadınları halamı sorguya çekebilmek
için eve doluştu. Ancak halam kendini odaya kapatmış kimseyle
konuşmuyordu. Ben misafir odasında masanın altında bir taraftan
kitabımı okurken bir taraftan da fısıltıların arasında kulağıma çalınanları
anlamaya çalışıyordum.
“Kız korkmuş ayol. Adam maymun gibiymiş, böyle ta boynuna
kadar.”
“Çıplak görünce şoka girdi herhalde.”
“Dört ay boyunca bir kere bile olmamış. Yanına yaklaştırmamış
bizimkisi.”
“Adam dayanamamış koymuş kapıya. Boşuna mı evlendi?”
“Bak işte, yeğeni için neler diyordu, kendi başına neler geldi.
Yazık valla.”
Son cümleyi annem söylemişti.

Halamın başına neler gelmişti? Geri döndüğünden beri annemle 276


arasındaki gerginlik yok olmuştu. Aşk kitapları da okumuyordu artık.
Tüm gün bir köşede oturup somurtuyordu.
“Doğduğum günü yine anlatsana hala,” dedim.
Onu biraz olsun neşelendirebilmek istiyordum. Annemle uzun
uzun bakıştılar. Halam başını önüne eğdi. Susuyordu.
Doğduğum günün hikâyesini bir daha dinleyemeyeceğimi
anlamıştım.
Filipin Davoro
Kültüründe Çirkinin İmkansızlığı
Armağan Kilci

Çirkin, olmayan bir şeydir. Bazı zihinler ölülerin fotoğraflarını


arşivler. Bir keresinde sivilcelere aşık olan birini tanıyan birinin yazdığı
bir mektubu temize çekmiştim.
“Başkanın bile sevgilisi var,” diye bitiyordu. “Çirkinlik burundan
ve dişlerden başlar, tende biter.”, “Çirkinlik kalpte başlar jenitalde biter.”
gibi teoriler, algılarındaki çöpleri her saniye öğüten zihinlere işaret eder.
Kaldı ki, ne kadar acınası olsa bile, bunda bile çirkin olmayan bir şey 277
vardır.
Umberto Eco’nun “Çirkinliğin Tarihi”ni yazdığı, ve erkek
testislerinin dinozor testisleri ile benzerliğinden yararlanarak (kaşıntı)
“komiği” yarattığı kitapları bile çirkinliği anlamamıza yetmiyor. Bakan
göz ve bakılan göz arasındaki ilişkiye de indirgeyemiyoruz; çünkü, çirkin,
öğrenilen midir yoksa altın oranla mı şekillenir henüz bilmiyoruz ve asla
bilemeyeceğiz. Meyvelerin çürük olanı mı yoksa ham olanı mı çirkindir?
En lezzetli meyveyi çirkin bulan damaklar var mıdır? Antik Çin’de dişlerin
sarı olması çirkinlikten kurtulmak için bir araçken, sadece dişleri olduğu
için insanların çirkinlikle birleştirildiği kültürler de var mıdır? Kötü
kokuların alımlılığa etkisi hakkındaki makalelerden, başlıkları dışında
akılda kalıcı pek bir şey yok. Çirkin hayvanlar sevimlilik kontenjanından
Facebook’ta uzun süreli gezintilere çıkabiliyor.
Bunca çirkinlik kaosu arasında ben yok muyum? Çirkine kim
karar verecek? Çirkine neyle karar verilecek? Bir toplum var mı? Toplumun
kendisi çirkin mi? Beni her daim güzel bulan annemle kurduğum ilişkinin
kendisi çirkin olabilir mi? Temiz suyu severim, temiz su çirkin değildir...
Ama tüm derim yanık olduğunda her tür su çirkindir.
Kişisel gelişim janrının ve düşük derecelendirilen pop televizyon
anlatılarının kendisi çirkindir. Ama her şey bizi çirkin olmadığımıza ikna
edebildiği ölçüde iyidir. Su, eko, Eco, toplum, koku, burun, meyve, bilgi ve
hayvanlar.

Zihnim, 2013, İstanbul

278
Yüz-Süz - Halit Payza

Benim Yüzüm
Aynanın karşısına geçtim, yüzümü inceliyorum. Benim yüzüm
bu, her zaman taşıdığım, daha kimbilir ne kadar taşımak zorunda
olduğum.
Yüzüm benim aynam.
Bütün anlamları taşır, anlamsızlıkları, sevinçleri, hüzünleri. 279
Baktım mı anlarım, karşımda görürüm.
Yüzüm benim haritam.
Ne korkunç engebeler var orada, düzlükler, aşılması güç,
hiçbir bedevinin geçmeyi göze alamayacağı çöller, hiçbir dağcının
çıkamayacağı el sürülmemiş, ayak basılmamış tepeler, ne kurak iklimler
ne sert rüzgârlar, ne dalgalı denizler...
Yüzüm benim coğrafyam. Bir Piri Reis çizer haritamı, bir Kristof
Kolomb.
İyi ve kötü günde, ölüm bizi ayırana kadar beraberiz. Vietnam
savaşında, sırtımda taşıdığım, en yaralı esirimdir benim yüzüm.
Bu yüzü ben istemedim. Onu bana ucuzluktan getirdiler. Taksitli
satışlar mevsimiydi. Kredi kartına eşit taksitler yapıyorlardı… Büyükçe bir
hastanenin, çocuk doğum reyonundan… Yoksa kadın doğum muydu?
Tam olarak anımsamıyorum. Bazan reyonlar karışır. Bilirsiniz. Elma
sepetlerinin içinden, şeftaliler de çıkar. Böyledir bu.
Herkesin yüzü gibi bir yüz bu. Baktığımda hiçbir şey
göremiyorum. Sıradan, hiçbir özelliği yok. Anımsamaya değmez.
Derinliksiz, tek boyutlu… Hepimizin böyle yüzleri vardır.

Senin Yüzün bahara benzer, ne böyle sevdalar, ne böyle ayrılıklar geçer.


Gözler...
Gözlerine bakıyorum, gözlerimi açar açmaz. Neye baksam,
nereye gitsem gözlerini arıyorum, sigara tiryakilerinin uyanır uyanmaz
sigara yakmaları gibi. Yüzünün en güzel yeri gözlerin mi? Sen de benim
gözlerime bakıyorsun yatakta, uzanmış, çırılçıplak. Karşı koymuyorsun,
teslim olmuşsun, kalelerin düşmüş birer birer, avluda bir Truva atı...
Başını yana eğmişsin. Çaresizliğin başka tarifi bu... İncecik
boynun, kuğu boyunlum... Gözlerin bunun bilincinde, ondan böyle 280
bakıyor çok anlamlı. Kirpiklerinin karasında geceler kimbilir ne aydınlık.
Bilmediğim uzun ve kederli yolculukların aykırı başlangıçları gözlerin.
Dudakların...
Dudaklarını istiyorum en çok. Birbirine mühürlü iki kırmızı gül
yaprağı. Yüzünün en güzel yeri…
Ilık...
Telaşsız.
Yorgun...
İki gül yaprağının, iki güz yaprağının birbirine sarıldığı,
dokunduğu, ılık, telaşsız ve yorgun bir nehir dudakların.
Yanakların kızarıyor, utandırıyor muyum seni?
Saçlarını, kulaklarının ardında toplamışsın, oysa ben dağınık
severim, kaşlarının üzerinden, gözlerine, dudaklarının en ucundan,
çağlayanlar gibi dökülüvermeli, çıplak göğsüne...
Yüzünde ay ışıkları.
Hüzünde ay ışıkları.
Yüzün en aykırı resmim benim, henüz tamamlanmamış,
bitmemiş, yarım, eksik. Aykırı bir ressamın, en aykırı eskizi…
Tamamlamaya ömrüm yetmez.
Güvercinler konuyor yüzüne. Gözlerinle bakıyorum gökyüzüne.
Yüzün, henüz yaprakları dökülmemiş bir dal, henüz zamanı
göstermeyen bir saat, yüzün bulut, yüzün hüznün pazar yeri, tuval
üzerinde isimsiz bir yağlıboya.
Komet’in bütün kadınlarının yüzü senin yüzün. Beyaz Filli
Kompozisyon’unda, sol üstteki kadının yitik yüzü, yüzün. Yüzün genç...
Gözlerin ruhuna indiğim bir karanlık dehliz, yaşlı ve yaslı. Yüzünün kalbi
gözlerin… Bir gün -hangi gün olur bilmiyorum, çok da uzak değil- ölmeye 281
karar verirsem, yüzünde öleceğim. Kırık bir çizgi gibi taşıyacaksın
cesedimi, bir acı yazgı gibi alnında, ya da kirpiklerinin hemen ucunda...
Kirpiklerin ok ve yay.
Yüzün yarınlara akan, bu günü aşan sarı bir ırmak.
Bir fresco ressamı okuyabilir yüzünü, bana bütün anlamlar
tuzak, uzak.
Sonra...
Yürüdüm, geçtim yüzünden, ardıma bakmayarak.
Bu giderken bana bıraktığın yüzün: Hüzün!

İki yeşil göz ve bir krallık


Edgar Degas, incelikleri yansıtan figürlerin simgesi olarak
balerinleri çiziyordu. Bekleme’de olduğu gibi balerinin yüzü görünmüyor.
Balerin kız öne eğilmişti, çoraplarıyla oynuyor. Uzun siyah saçlarını
topuz yapıp, tepesinde toplamış. Yüzü yalnızca belli belirsiz görülen,
sonra yiten bir karartı… Üzerinden, yağmur bulutu geçmiş gibi. Çıplak
ve küçük omuzları titreşiyor, ürperiyor kız. İçinde çoktan kanatlanmış bir
heyecan. Yüreği küçük serçeler gibi vuruyor, çığlık çığlık.
Küçük balerin, belki yüzünü soyunma odasında, taburenin
üzerinde unuttu. Kirli sarı tüyleriyle obur ve şişman bir kedi, onu çoktan
alıp kaçtı. Dışarılarda bir yerde, sivri ve yetenekli pençeleriyle parçalara
ayırıp, sivri dişleri, pembe dili ile yemekte. Kız yüzüne bir daha asla
ulaşamaz.
Yağmurlu bir gün… Damlalar iri iri atılıyor, gökyüzü
pençelenmiş gibi yırtılıyor. Gök gürültüsünün hırıltısı, tiyatronun mermer
basamaklarından, beton dökülü koridorlarından, hızlı adımlarla yürüyüp,
balerin kıza ulaşıyor.
Yanındaki kadın annesi olmalı. Yüzüne bakıp kestiremiyoruz 282
-çünkü kızın yüzü yok-varsayıyoruz. Anne, ıslanmış bir şemsiye taşıyor.
Gözleri görünmüyor. Kim bilir belki o da unutkandır, mutfakta, yemek
masasının üstünde, bulaşık bir tabağın içinde… Yine de delici bakışlarla
renksiz döşemeye bakıyor. Burnu, yüzü görünüyor, gözleri? Hayır!
Beklemekten sıkıldı. Uzun süredir - Degas’nın resmi bitirdiği günden,
bugüne - devinimsiz duruyor, oturuyor. Kalkıp gitmiyor. Bekliyor.
Biraz sonra sahneye açılan kanatlı kapıdan kızını çağıracaklar. Kız,
küçük melekler gibi, kendini izleyen şeytanların sorgulayan, irdeleyen,
değerlendiren, ateş saçan gözlerinin önünde tüm yeteneklerini, bildiği
bütün figürleri gösterecek. Degas, sahnede dans eden kızın da resmini
yapacak. Yüzünü de yapar mı bilmiyorum, belki yapar.
Yaparsa, ondan yeşil gözler çizmesini isteyeceğim. Kocaman,
şaşkınlıkla yüzüme bakan, iki iri yeşil göz... Kim ona yeşil gözlerin
yakışmayacağını söyleyebilir ki?
Ben...
İki yeşil göz için krallığımı veririm.

Soytarının yüzü, Soytarılar ve Krallar ya da buruna açık övgü


Soytarı, Kral Lear’a soruyor ya hani, Soytarının adı yoktur hiç.
Kralların adı geçer tarihte.
Kral, yine da yanıtlayamıyor, sıradan, adı bile olmayan Soytarının
sorusunu.
Kral olmak önemli değil, utanılacak bir yanı da yok Kral olmanın.
Ama bayım, öğrenmemek, sormamak ayıp.
Kral bilmeyecek, adı bile olmayan Soytarı bilecek...
Soytarı, kendi sorusunu yanıtlar Kral’a, ne muhteşem bir yanıttır
o.
Kral değil, Soytarı haklı. 283

Bütün soytarılar haklıdır.


Yaşasın burun…
Kleopatra’nınki değil...

“Biliyorsun ya babalık!
Guguk Kuşunu yuvasında besleyen serçe,
Onun gagasıyla beyninin delindiğini gördü!
Mum da söndü.”

Ah, o Soytarı, o sevimli Soytarı, dost Soytarı. Seni çokbilmiş Soytarı...


Yüzünde, baharın ve bilgeliğin ışıltılı çiçekleri açan Soytarı… Güldü mü
gök gürültüsü gibi gülen, ağladı mı sağanak, parçalı bulutlu, bahar
yağmurları gibi bereketli.
Ah, sevimli, sevimsiz, yüzlü, yüzsüz Soytarı...
Ey Soytarı, neden Soytarısın sen?
“Atı, araba çekerse, eşek bile bunu fark eder! Hah, hah, hah! Hadi
canım, seni seviyorum.”
“Eğer insanın aklı topuklarında olsaydı soğuktan çatlamak
tehlikesi olurdu değil mi?”
“İnsanın burnu niçin yüzünün ortasındadır, biliyor musun? İki
yanında birer göz bulunsun diye, kokusunu alamadığı şeyleri görsün
diye.”
“İstiridye kabuğunu nasıl yapar, bunu bana söyleyebilir misin?
Ben de bilmiyorum, ama sümüklü böceğin niçin bir evi olduğunu bilirim.
Eh, başını barındırmak için, yoksa kızlarına verip de boynuzlarını kılıfsız
bırakmak için değil.”
Ah Bu Kral Lear’ın bilge Soytarısı… 284

Bir de Hamlet’te soytarı vardır. Ama onun bir de ismi var: Yorick.
Hamlet kuru kafasını eline alıyordu, şöyle ileri uzatıp, göz
çukurlarının içine bakıyordu. Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele
bu!
“Vah zavallı Yorick! Ben tanırdım onu. Horatio şakalarının tadına
doyum olmazdı. Ne ince hoşlukları olan bir adamdı. Kaç kez sırtında
taşımıştır beni. Şimdiyse ne iğrenç geliyor bana! Yüreğim bulanıyor
baktıkça. Şurasında dudakları vardı, kimbilir kaç kez öptüğüm. Nerede
o şakaların şimdi? O hoş deliliklerin, türkülerin? O birden sofrayı
kahkahalara boğan parlak buluşların? Bir teki kalmadı mı, kendi sırıtışınla
alay edecek!”
Neden hep kralların soytarısı olur?
Belki de, her soytarının bir kralı olmadığı için.
Çevreme baktığımda, onlardan sürüyle görüyorum, her yerde, her şeyde.
Soytarı oldukları halde, kralsızlıktan, soytarıdan çok krala benzeyen ne
kadar da çok soytarı var.

Kulaklar, kuklalar
Kargo’dan gelen plastik torba içinden çıkan kalın zarfı, bir süre
açmadım. Masamın üzerinde durdu bütün bir gün. Pencerem, yeniden
aydınlandı. Kent, siyah smokinlerini giydi, sonra günlük kıyafetlerini.
Akşamları o kadar düzenli, sabahları dağınık, özensiz, çırılçıplak.
Yüreğimde taşıdım, gözlerini, yüzünü, seslerini. Neler
anlatmadılar ki, neler fısıldamışsın kulaklarıma.
Sensizken de seninleydim. Sen şimdi uzak bir kentte,
yapayalnızsın, ben bu çıkarcı kıyı kasabasında.
Giderken beni götürdün mü bilmiyorum, ama senden çok şey
kalmış odamda. Yatağımda teninin kıvrımları, kokun, odalarda seslerin, 285
yüzün.
Anılar acı veriyor.
Acılarımı seviyorum.
Sonra zarf geldi aklıma.
Titreyen ellerimle açtım. Parmak uçlarım duyarlılıklarını yitirmiş.
Uçları dokununca, dişlerim gibi kamaşıyor. Ürperti, arsız bir istilacı gibi
içime yayılıyor.
İçinden bir mektup çıkıyor, bir de beze sarılı küçük bir paket.
Mektubu sonra okurum. Paketi açıyorum. Aynı ürperme.
Parmak uçlarıma kan bulaşıyor.
Kesik bir kulak!
Mektubu okuyorum: “Sana armağanımdır!”
İmzaya bakıyorum:
Vincent Van Gogh...

Yüzün yapısı
Maxilla, mandibulae, os zygomaticum, os frontale, os nasale,
vs…vs...vs…
İçeride her şey tamam...
Dışarıdan bakılınca: Ben yüzsüzüm!

286
Tema: Oyun
Çatı Katı Treni - Gamze Acar

Gecenin bir yarısı soğuktan tir tir titreyerek uyanıp yataktan


doğrulmuş, el yordamıyla başucundaki hırkasını arıyordu. Yumuşaklığını
duyumsadığı an hırkayı kavradığı gibi can havliyle sırtına geçirdi. Buz
gibi havaya karşı polar zırhını kuşanmıştı artık.
Komodinin üzerinde duran gözlüklerini de usulca taktıktan sonra
terliklerini sürüyerek odadan ayrıldı. Mutfakta kendisine yumuşak bir
fincan kahve hazırlayıp evin en üst katına çıkmaya koyuldu. Bir yandan 288
soğuktan titreyen elleriyle fincana mukayyet olmaya çalışıp öte yandan
çatı katında karşılaşacağı manzaranın heyecanına direnmek kolay
olmuyordu onun için. Kapıya vardığında, içinde her daim bulunan polisiye
özleminin etkisinde, izleniyormuş hissine kapılıp başını kaldırmadan bir
sol tarafı bir sağ tarafı gözledi; çünkü evde tilki uykusunda yatan dört
bireyin çatının açıldığından habersiz kalmaları gerekiyordu. Hemen
kilidi yuvasından ayrılmaya zorladı. Hafif bir omuz darbesiyle de
yüklendikten sonra kendisini içeriye atabilmişti. Yıllar boyunca yağmur
suyu bu odanın tavanından sızıyor, kapıyı büyüttüğü gibi antreye de
çocukluğunu andıran rutubetli havayı veriyordu. Zamanında büyük nine
ne önlemler aldıysa fayda etmemiş, bugün değiştirilmesinden başka
çare kalmadığında dahi altmış sekiz senelik eşinin el emeğini çöpe
atmaya gönlü elvermemişti. Böylelikle her ayın on altıncı günü şişmiş
tarihi eserle baş etmek durumundaydı.
Eşikten içeri adım attığında kendisini yerçekimsizliğin boş
rahatlığına bıraktı. Zamana verilmiş belirsiz bir molanın keyfi yüzüne
yayılmaya başlamıştı bile. Sol tarafındaki ışığın anahtarını çevirdi. Loş
sarı ışık nasıl da huzur veriyordu gecenin bu saatinde yatağını soğuk
dikenler sarmış gibi kalkıp terk eden bu adama. Halihazırda solgun olan
aydınlatma bir de havada uçuşan ahşap tozlarıyla kararıyordu. Biraz
ötedeki pencereyi açmaya yeltendi ama nafile, bu yapı gittikçe kapıdan
beter hale geliyordu. Ancak birkaç santimlik hava boşluğu aralayabildi.
Hoş, bu da yetmişti. Evin arkasındaki dağlardan esen soğuk yel bir parmak
boşluktan odayı yalayıp yutuyordu. Sonunda arkasına dönüp baktı az
da olsa tozdan arınan manzaraya. Kaldığı yerden devam edebilmek için
bir sandalye çekip üzerine çıktı. Duvar boyunca monte edilmiş raylara
göz atmalıydı. Uzandı ve başını uzattığı yere biraz ahşap bakım sıvısı
damlatarak yavaşça ovmaya başladı. Odanın her köşesinden alçalıp
yükselerek geçen kızılçamdan yapılma zarif ve sağlam rayları, elindeki
nemli beziyle takip ederek parlattı. Sonra da uğruna dip bucak temizlik
yapılan trenin muhafaza kutusuna yöneldi. Hazine sandığındaki altınları 289
saymaya koşan bir korsanın aç gözlülüğüyle kilidi kaydırdı. Kıymetli
olduğu kadar narin takılarla haşır neşir olmaya alışmış bir sarrafın nazik
elleriyle kestane ağacından oyulmuş trenin iri lokomotifini kavrayıp
kutudan çıkardı. Bu sanat eserini aynı özenle dengelerken nemli beziyle
okşayarak tozlardan arındırdı. Üzerindeki koyu yeşil renkteki teneke
bacaları da açıp temizledikten sonra oyuncağını maket masasının bir
ucuna oturttu. Ardından teker teker vagonları çıkartıp temizledi. Bütün
bu solgun ve küflenen maviler, sarılar, pembeler onun gözlerine ışık
saçıyordu. Öyle geçmişi özlemekle alakası yoktu buraya düşkünlüğünün.
Yalnızca seviyordu bu ilkel oyuncakları, onlarla oyalanmanın bir ayine
dönüşmesini seviyordu. Şimdilerin sanal oyunlarına ellerindeki ekranlarla
dokunduğunu sanıp zamanı niteliksizce öldürenlere nispet yaparcasına
parlatıyordu oyuncaklarının gerçekliğini. İçinde yaşadığı zaman da
elbette sanallıkla iletişim halindeydi fakat onu asla mutlu etmemişti.
Sanal olduğu ortadaydı, ekrandaki trenlerin tozuyla hapşıramazdı, onları
cilalayıp kurumasını sabırsızlıkla bekleyemezdi, bozulan bir parçayı
saatlerce tamir edip çalışmasını görmenin heyecanını hissedemezdi.
Oyun böyle olmazdı.
Masaya bıraktığı parçaları toplayıp uç uca ekledi ve dikkatle
raylara yerleştirdi. Sıra tavandan sarkan raftaki parçalardaydı. Ahşabın
her tonu, her deseni değerlendirilmişti. Bir vakitler altın sarı olan ipten
örülme saçlarıyla bebekler, bazılarının tekerleği kaybolmuş arabalar,
boyalı topaçlar, yuvarlaklığını kaybetmeye yüz tutmuş çınçın tekerlek ilgi
bekliyordu. Her birini elini kesmeyi bekleyen ince bir cam parçasını tutar
gibi itinayla dokunarak cilaladı. Cilanın keskin kokusuna dayanamayan
burnu bir kez daha gümbürtülü hapşırık sesiyle odayı çınlattı. Birkaç
saniye kendisine sövdüyse de önceki tedirginliğin zerresi kalmamıştı.
Üstüne üstlük dedesiyle birlikte milim milim oyduğu bu sanat eserlerinin
anısıyla nerede olduğunu unutmuş, endişelenmeye tenezzül etmeden
yapmakta olduğu işe devam etmişti. Duvarı boydan boya geçen tek
sıra rafta birbirinin ardı sıra matruşka bebeklerini de elden geçirip,
cila malzemelerini ve bezleri çekmeceye bıraktıktan sonra gecenin 290
beklenen oyun zamanına geçmek için hazırdı. Treni yerleştirdiği raydan
biraz kaydırıp çalıştırma mekanizmasını kurcaladı. Eski olduğu kadar
uğraştırıyordu. Yine de onun heybetli süzülüşünü görmek bu aksiliğini
unutturuyordu. Derinden ve düzenli tıkırtıyla raylarda kayarken kalın
sesli düdüğüyle buharını bırakıyordu ardında. Biraz ilerlediğinden emin
olduktan sonra rahatça nefesini bırakıp koltuğuna oturdu.
Çocukluğundan ilk gençliğine kadar geçen yıllarda doldurmuştu
bu odayı. Dedesinin marangozhanesinde geçirdiği günlerde onu
hayranlıkla izler, ona yardım etmek için çırpınırdı. Yaşlı adam da
maharetli elleriyle oyuncaklar yapmanın yolunu gösterirdi. Bu parçaların
her birinde kendi emeği ve dahası kendi anıları vardı. Mesela, şurada
duran kırmızı arabanın kaportasını oyarken başparmağını derince
çizmiş ve ertesi gün mikrop kapıp davul gibi şişen eliyle arkadaşlarının
alay konusu olmuştu. Alt raftaki bebeği kız kardeşinin doğum günü için
yetiştirmeye çabalayıp başarılı olmuşsa da paketin yere düşmesiyle
mavi gözlerden biri yuvasından fırlayıp elbisenin içinde kaybolurken
hediyesini açan küçük kız tek gözlü bebek karşısında dehşete kapılıp
pastasının mumlarını üfleyene kadar ortalığı çınlatmıştı. Sonrasında
bulunan nazar boncuğu mavi göz yerine takılsa da küçük kız çocukluğu
boyunca bebeğe el sürmemiş ve sanat eseri kendisine evin vitrininde
annesinin çay takımının yanında bir yer edinmişti.
Tren hâlâ ilerliyor, buharını bırakıyordu. Dedesinin son hediyesi
olan tren… Küçük yaşlarda dedesine özenip onu gururlandırırdı. Gençliğe
adım attığında keşfine daldığı siber dünya onu talaş kaplı dükkandan
uzaklaştırmıştı. Okulu, iş yaşamı derken bir daha dedesinin zanaatını
seyre dalamamış, yaşlı adamın ölümüyle derin üzüntülere boğulmuş,
onunla anılarında oynamaya dönmüştü. Yaşlı adamın sanatından,
sevecen öğretisinden, çocukluğundan uzaklaşmış olmanın verdiği
suçlulukla annesinin evine giderek eski oyuncakları bir araya toplamıştı.
Onlara kendi evinde bir yuva kurmuştu. İş ve aile yaşamının getirdiği
yükümlülüklerden biraz olsun başını alıp sığınabileceği gerçeklerle dolu 291
ütopya oyunu yaratmıştı.
Koltuğa başını yaslamış gözleri kapalıydı, dudaklarında belli
belirsiz bir gülümseme. Hatıra denizinde batıp çıkarken ayağına bir
yosun dolanıyor, bacağından tırmanıp çekiştiriyor sürekli. Bir de sesi
var ki tatlı tınısıyla bağırıyor ‘’Babaaa!’’ Sıçrayarak kalkıyor, “Baba!” diye
bağıran yosun yeşili bir çift göz buluyor karşısında. Küçük kızı ayağa
kalkıp onunla ilgilensin diye eşofmanının paçasını çekiştirmeye devam
ediyor. Eğilip onu kucağına alırken eşinin de kapıda beklediğini fark
ediyor. Küçük canavarın içeri nasıl girdiği anlaşıldı. “Tıkırtılarınla Defne’yi
uyandırmışsın. Tutturdu babamı göreceğim diye.” Biraz duraksadı uyku
sersemliğiyle nerede olduğunu unutmuş gibi etrafı kolaçan etti. Anlamış
olsa gerek ki genç kadın alışkın gözlerle antika yuvasını süzdü. “Her
sabah uyandığında dolabı alt üst edip çorap ararken, buradaki düzeni
odaya da getirmen gerektiğini hatırlatacağım sevgilim,’’ demiş, eşinin
yanağına öpücük kondurup yatağa gitmişti. Biraz sonra uykusuzluğun
ufacık bıraktığı gözlerini ovuşturup, uzun, sarı saçlarıyla salınarak
oyuncak bebeklere doğru ilerlerken, hem onu hem bebekleri korumak
için takipteydi. Kızı eline aldığıyla bir iki dakika ilgilenip atıyordu. Sonunda
sıkılan çocuk huzursuz hareketlerle çıkmak istediğini belirtip babasının
uyukladığı koltuğa doğru koşturdu ve hırkanın cebinden düşmüş
olan cep telefonuyla oynamaya koyuldu, anında gülücükler saçmaya
başlamıştı. Adam bozuldu, biliyordu böyle olacağını. Kimse onun verdiği
değerle yaklaşmıyordu bu odaya, kimse onun gözleriyle bakamıyordu bu
harikalar diyarına. Küçük kızının tetiklediği kızgınlıkla buharı tüten treni
durdurdu, pencereyi kapattı, hâlâ telefonuyla oynamakta olan mutlu
küçük kızını da kucakladıktan sonra ışığı söndürdü ve odadan çıktı.
Kapıyı kapatırken bu ziyaretinde gerektiği saygıyı göremeyen odaya
duyduğu mahcubiyetle kapıyı kilitledi. Gözlerinden uyku akan kızını
yatağına yatırıp telefonu elinden aldı ve bir öpücükle onu uykuya yolcu
etti. Terliklerini sürüyerek yatağının yolunu tutmadan önce üst kata
çıkan merdivenlerin ucundaki kapısına gözü takıldı. Öylece bakıyordu 292
oyma kapıya. Mahallenin zorba kabadayısı tarafından oyuncağı alınmış
ve ayakları altında parçalanmış gibi hissediyordu. Oyun bitmişti.
Pekhoş Bill
Dart Vader’e Karşı - Füsun Çetinel

Evin telefonu iki çalıştan sonra sustu. Gecenin dokuzundan


sonra kim arardı Dilaver’i? Yaşlı adamın heyecanlanacağını, merakta
kalacağını kızları elbette akıl ederdi. Belki de torunu ateşlenmişti yine?
Telefon yeniden çalmaya başlayınca hemen açıverdi.
“Babacım, nasılsın? Heyecanlandırmak istemezdim ama…”
“Uğurcan mı hasta yine?”
293
“Yok, babacım. Bak şimdi…”
“Ne oldu?”
“Önemli bir şey değil. Burnumda et beni vardı ya. Hazır Cüneyt
iş seyahatinde, ‘Aldırayım,’ dedim.”
“Durup dururken başına dert açacaksın Begüm.”
“Büyütecek bir şey yok ya baba. Uğurcan’ı babaannesine
bırakırım diyordum ama üşütmüş. Sende kalsa?”
“Hay Allah, çocuk durur mu benimle, bilmem ki?”
“İki güncük. Yemin ver ablamı, Amerikaları arayıp ortalığı
karıştırmayacaksın, tamam mı?”
“Ne yer ne içer bu çocuk? Ev tamtakır.”
“Ay baba, uzaylı mı bu. Sen ne yiyorsan o da onu yer.”
“Ah Sevim ah, bırakıp gittin beni kızlarla.”
“Baba, başlama yine. Kapatıyorum, öptüm.”
Dilaver televizyonun sesini biraz daha açtı. Kulakları hepten
ağır işitir olmuştu. Masanın üzerindeki kırıntıları sıyırıp çöple birlikte
kapıya koydu. Torunu gelmeden salona dağılmış gözlük ve ilaçlarını
toparlamaya çalışıyordu ki bu kez kapı çaldı. Uğurcan koltuğunun altında
Star Wars desenli yastığı ve sırt çantasıyla eşikte duruyordu.
“Annen nerede?”
“Acelesi varmış.”
“Ne zaman yok ki! Gir hadi, senin uyku vaktin gelmiş de
geçiyordur.
Misafir odasındaki yatakta uyursun, anlaştık mı? Ben horlarım.”
“Daha çikolatalı süt içeceğim ben. Sende Nesquick var mı?”
“Ballı süt yapsam?”
294
“Bir kere çok kötü kustum, annem bir daha içirmedi.”
“Koyaydı ya yanına Nesquickini. Fırçala dişlerini doğru yatağa.”
“Hikâye okumazsan, kötü rüyalar görürüm.”
“Bak sayfalarca şey okuyamam. Birazdan benim dizi başlayacak
televizyonda.”
“Ama dede, ben tek başıma korkarım.”
“Pijamaların nerede?”
“Dede, karnım ağrıyor.”
“Abur cuburu fazla kaçırmışındır.”
“Yok, galiba tuvaletim geldi.”
“Aman sifonu çekme bozuk, ben kovayla su dökerim sonra.”
Dilaver çocuğun renkli sırt çantasını kahverengi çekyatın
üzerine koydu. Tanımadığı çizgi film kahramanları vardı üzerinde.
İçinden Uğurcan’ın ördek desenli pijama takımı çıktı. Küçük beyaz bir
külot. Bir fanila. Kırmızı bir araba, boya kalemleri ve taşlı bir kadın tokası.
Begüm’ün olmalıydı. Üç renkli bilye, birkaç düğme, lastik top. Küçücük
bir çocuk çantasından çıkanlar odayı renklendirdi.
“Dede bittiiii.”
”Ellerini güzelce yıka da gel.”
“Popomu kim yıkayacak?”
“Oğlum kocaman oldun sen.”
“Ben yıkayınca külotum kirleniyormuş.”
“Kıpırdama sakın. Tuvalet kâğıdını ilk önce güzelce ıslatalım,
oldu işte…”
“Dede musluğun üstündeki o havlu ne?”
295
“Sakın elini sürme. Ben tuvalet kâğıdı kullanmam, boşuna israf.”
“Annem, ‘İnsan yaşlanınca cimrileşiyor,’ diyor.”
“Çokbilmiş, başka ne diyor arkamdan? Elimizi de yıkayalım. Diş
fırçanı getirdim bak.”
“Dede, popomu silerken hiç acıtmadın.”
“Aman ne iyi! Hep bana sildirirsin artık. Benim dizi başladı
başlayacak. Bak sana ananenin battaniyesini çıkardım. Dizlerine örterdi
rahmetli.”
“Bu batıyor ama.”
“Yılların canım Siirt battaniyesi. Böylesini arasan bulamazsın.
Kitabın nerede, okuyalım da bitsin bu iş?”
“Ben getirmedim, senin kitabın yok mu?”
“Ananenin yemek kitapları var. Kuran-ı Kerim var. Sen ne
seversin?”
“Star Wars seviyorum. Çantamın üstünde resimleri var. Bu
prenses Leia, şu Anakin, prenses Palme, Obi-wan. Jedi, Yoda, Luke
Skywalker. Bu robot R2D2, bunların hepsi iyiler. Bir de karanlık taraftakiler
var, Darth Vader, Sith.“
“Ooo senle işimiz var.”
Dilaver terliklerini sürükleyerek yatak odasına geçti. Karısının
elbiselerinin hâlâ asılı durduğu ceviz dolabın derinlerini karıştırmaya
başladı. Kat kat buluz ve şalların altından eski sayfalı kitaplar, dergiler
çıkardı. Çoğunluk örgü modelleri, yemek kitaplarıydı. Daha altlarda
gençliğinden kalma birkaç Pekos Bill dergisi buldu. Karton ciltleri
karısının ölümünden sonraki hayatı gibi sararıp solmuştu.
“Bir tek bunları buldum,” dedi torunun yattığı odaya geçerken.
“Kovboyların kahramanı Pekos Bill’in maceraları.”
296
“Üstünde Pekhoş Bill yazıyor ama.”
“Türkçeye böyle çevirmişler. Pekos Bill daha küçükken ailesi
ile Amerika’nın vahşi batısına trenle yolculuk yaparken tren aniden bir
tümseğe çarpmış. Ve bizim kahraman annesinin kucağından fırlayıp
çölde kaybolmuş. Çöl köpekleri bulup kendi çocukları gibi büyütmüşler
onu.”
“Dede, babam bana hikâye okurken hep yanıma uzanır.”
“Oğlum, ben yatarsam uyur kalırım, diziyi kaçırırım.”
“Hadi ama kolunu da başımın altına koyacaksın.”
“Sonra bu çocuk büyümüş. Batının en güzel ata binen kovboyu
olmuş. Atlara, boğalara, hatta bulutlara, fırtınalara, şimşeklere bile
binebiliyormuş. Yağmur isteyince bulutları çölün üzerine getiriyor,
kuraklık bir anda sona eriyormuş. Kovboyların hayatını kurtarıyor,
kocaman sürüleri bir yerden bir yere götürüyormuş.”
“Başka ne yaparmış bu Pekos?”
“Kızılderililerin canına okurmuş ama öldürmezmiş. Kötüleri
kemendiyle yakalarmış. Güzelce konuşur, sonra da serbest bırakırmış.”
“Darth Vader’ın simsiyah maskesi, upuzun pelerini var. Sesi de
makineden çıkıyor. O hiç kimseye acımaz. Işın kılıcıyla herkesi doğrar.
Bizim de ışın kılıcımız var, babamla savaşıyoruz. Hep ben yeniyorum.”
“Hadi artık benim dizi başladı. Sen bunun resimlerine bak,
reklamlar başlayınca yine gelirim.”
“Dedeee, iyi geceler öpücüğü vermeyi unuttun.”
“Peki, onu da verelim.”
“Olmadı, babam ilk önce yanaklarımdan, sonra burnumdan
öper. Annem de göbeğimden.”
“Tamam, ben de saçlarından öpüverdim işte.”
297
“Dede, ben korkmaya başladım bile.”
“Ananenin resmini de yanına koyalım, korkmazsın.”
“Dede, bu yatak gıcır gıcır diyor.”
“Sus artık.”

Dilaver kısa bir süre koridorda bekleyip televizyondan gelen


sesleri dinledi. Dizi başlamıştı bile. Uğurcan’dan ses çıkmayınca
salona gitti. Televizyonun sesini az biraz kıstı. Bir haftadır bu geceyi
bekliyordu. Başka eğlencesi mi vardı. Begüm de aksi gibi tam bu gün
getirmişti torunu. Sırt yastığını dikleştirdi, akşam meyvesinin durduğu
sehpayı koltuğun yanına çekti. Işığı gözlerini almasın diye iyice kıstı.
Esas oğlanın sevgilisinin hangisi olduğunu anlamaya çalışıyordu ki içeri
odadan boğuk bir hıçkırık yükseldi.
Uğurcan yatağın içinde ter içinde debelenip duruyordu.
Yastıkların bir kısmı yere saçılmıştı.
“Annemi babamı özledim,” derken katıla katıla ağlamaya başladı
çocuk.
Yatağın yanında duran karısının fotoğrafı kınayan gözlerle yaşlı
adamı süzüyordu.
“Bu gece televizyon haram bize anlaşılan,” dedi içinden.
Torununun yanına uzandı. Çocuk terli başını dedesinin boynuna gömdü.
İrkildi yaşlı adam. Çok uzun bir süredir kimseyle sarılıp yatmadığının
farkına vardı. Huzurun nefesi yavaş yavaş odayı doldurdu. Çocuğun
saçlarının taze kokusunu içine çekerken ne dizi ne de salonda yarım
bıraktığı ıhlamuru aklındaydı Dilaver’in. Dede torun birlikte uykunun
derinlerine yuvarlandı.
Dilaver kendini siyah maske ve upuzun pelerinle büyük bir
savaş gemisinin içinde gördü. Tek elinde yanıp sönen bir ışın kılıcı
taşıyordu. Maskeyi suratından çıkarıp atmak istediyse de başaramadı. 298

Nefesi gittikçe azalıyordu. Tam karşısında Sevim örgülü bal rengi saçları
ile prenses kılığında heykel gibi dimdik duruyordu. Sert bir ses tonuyla
azarlamaya başladı adamı.
“Darth Vader, ne biçim bir babasın sen! Kızlarını bunca sene
bir kez bile okşamadın. Sevdiğini söylemedin. Oynamadın onlarla. Kızın
ameliyata giriyor, sen hâlâ dizilerinin peşindesin. Yazıklar olsun. Bizden
esirgediğin ilgiyi, sevgiyi torununa göster bari. Bir ayağın çukurda, inat
etme artık. Aydınlık tarafa geçmenin vakti geldi de geçiyor.”
Begüm ile Ezgi annelerinin arkasında, ona hak verircesine
kafalarını sallıyorlardı. “Hepinizi çok sevdim, çok seviyorum, üzgünüm!”
diye bağırmak istedi Dilaver ama sesi hırıltılı bir homurdanmaya
dönüştü. Söylemek istedikleri gırtlağına yapıştı kaldı. Prenses Sevim ve
kızlar kuğular gibi süzülerek açılır kapanır geçitten uzaklaşıp yıldızlara
karıştılar.
Uğurcan ise kendi rüyasında uçsuz bucaksız çölde azgın
bir kum fırtınasıyla savaşmaktaydı. Göz gözü görmüyordu. Savrulan
kumların arasında annesinin taşlı tokasına ilişti gözü. Annesi hastanede
tokasını bekliyordu. Söz vermişti tokayı ona götüreceğine dair. Oğlan
elini uzattıkça kolu uzuyor taşlı toka ondan daha da uzaklaşıyordu.
İlerlemek istedikçe ayakları kumlara gömülüyor, kıpırdayamıyordu.
Çırpındıkça daha çok gömüldü kumlara. Kumlar ağzına, burnuna,
kulaklarına, dişlerinin arasına doldu. Uzaktan kendisine doğru dörtnala
koşan bir karaltı gördü. Yaklaştıkça kara bir ata dönüştü karaltı, çocuğun
yanında duruverdi. “Dedeee!” diye bağırmaya çalıştı çocuk. Püsküllü
deri pantolonu, ekose gömleği, mavi boyun bandı, kemendi ile dedesiydi
gelen. Cesurca kum fırtınasının üzerine atladı. Havada dönen kumlar
sakinleşti. Uğurcan kumların arasında parlayan taşlı tokayı yakaladı.
Dede atıyla geri gelip Uğurcan’ı tek eliyle atının terkisine attı. Çölde
dörtnala gittiler, yemyeşil çiçekler içinde bir düzlüğe vardılar. Anne uslu
uslu akan ırmağın kenarında gülümseyerek bekliyordu onları. 299
“Yaşasın en sevdiğim tokamı bulmuşsunuz,” dedi ellerini çırpıp.
Uğurcan uyandığında kafası dedesinin kolunun altında kalmış,
kıpırdayamıyordu. Tuvaleti gelmişti, çok da susamıştı. Dedesini ittirmeye
çalışıp debelenirken, pijamasında bir ıslaklık hissetti. Korkup ağlamaya
başladı. Dilaver gözlerini araladı. Eşofmanı ıslaklıktı sanki.
“Rezilliğe bak, tuvalete gitmeden uyursan… Annene söylemek
yok, tamam mı? Aramızda kalacak.”
Uğurcan gülmeye başladı.
“Üzülme, ananem de kızamaz artık sana. Dede biliyor musun,
rüyamda Pekhoş Bill olmuştun sen, beni kum fırtınasından kurtardın.”
“Ben de senin uzaylıları gördüm. Karanlık maskeli adammışım.
Ananen de her zaman ki gibi haşlıyordu beni.”
“Dede, bugün ne yapıyoruz?”
“Ne yapacağız, çamaşır yıkıyoruz oğlum. Ama önce…”
Dilaver Uğurcan’ı ilk önce uyku sıcağı yanaklarından, sonra da
düğme burnundan öptü. Oğlan kıkırdayarak itiraz etti.
“Ama dede o gece öpücüğü idi, sabah gözlerimden öpmek
zorundasın yoksa açılmazlar.”
Çocuğu gözlerinden öptü, sonra da karısının fotoğrafına göz
kırptı.
“İstediğin oldu mu, Sevim? Torunu uyutacağız derken tuvalete
gitmeyi unutup altımıza kaçırdık. Bir daha da azarlamazsın beni inşallah.”

300
Yenilgi - Sinem Serap Duran

Güneş gibi bir Zeki Müren Kapısı. Çat çat saymadan. Canım
kapım. İyi bir yatırım ve doğru oyunsun. Zar sesi ile gelen pırıl pırıl zoraki
bir açık, bir sızı. Altındaki tabure rahatsız etmiş olacak. Aralıksız gelen
çaylar dışında hiçbir konforu yok tavla oyununun.
Kapıların arasında en sağlam, altı kapısı vücut buldu ellerimde.
Altı altının mükemmel duruşunun bile üstünde, harika bir oluşum.
Zippo kokusunu severim. Ama başkasının içtiği sigara dumanını kimse 301
yutmak istemez. İki zarın toplamının beş, altı ya da yedi gelmesi olasılığı
diğerlerine göre daha çok. Bu hesap kitapla, dönem dönem yaşanabilir
ancak. Bir kırmızı nokta. Açığımı mümkünse kırmızı bire emanet
ediyorum. Beş-altı-yedi menzili dışında ve güvende. Şansını sayıyor
durmadan. Usta olduğu için aklından sayıyor.

Açıkların yerini ezbere biliyor. Hangi zarla hangi taş, hangi açığı
kıracak tablosu sürekli aktif zihninde. Ağır gelmiyor ona sürekli tetikte
olmak. Bilakis, tetikleyici çoğaldıkça oyun onun için derinleşiyor. Etrafı
seyrediyorum. En az iki üç zar atımı süre zarfı, düşünmeden oynuyorum.
Rakibimin konsantrasyonu beni oyundan kaçırmış gibi. Açık bir hava var
bugün. Yandaki eskicinin antika radyosundan bir oyun havası çalıyor.
Farkında olmadan ritim tutmuşum yarım saattir iki dörtlük ölçüye. Bu
düzenli ritme ayak uydurarak yanımızdan geçen garip giyimli çiftler
oluyor. Kızların yaşını, yüzlerinden değil, hangi senenin modasını takip
ettiklerinden tahmin ediyorum. Erkeğini giydiren kadınlar, kadınını
tavlamak için bağrı açık giyinen erkekler. Hepsi bu güzel güneşli günde
mutlu ve enerjik. Rakibimi açığa boğma taktiğini uygulamaya karar
verdim. Kurallar içinde ama oyun ahlakı dışında bir sabotaj taktiği. Önce
açıklarımı büyük bir iştahla kıracak. Epeyce bir kırık sonra, ne oluyor yahu
der gibi suratıma bakacak. Çok sonraları, taşlarını toplaması gereken
yerde benim ufak çaplı bir medeniyet kurduğumu fark ettiğinde bile ve
yorulsa bile kırmaya devam edecek.

İki tarafın da yenildiği geçen elden sonra, onurlu bir zafer


peşindeyiz. Hızlı başladı bu sefer oyun. Bütün bildiğim kısa yolları göreve
çağırıyorum. Zar sesinin iç yumuşatıcı titreşimlerine kulak asmıyorum.
Soyut bir matematik evrenindeyim şu anda. Bütün taşlar havalandı.
Hesaplanmayı bekliyor. Kaliteli bir oyun. İki-bir ile altı-altı arasında
hiçbir duygusal fark yok. İkisi de formüle uygulanacak girdiler. Oyun
302
akıyor ama ben dört el sonrasını oynuyorum. Rakibimin şimdiye kadar
öğrendiğim zaaflarını, eğilim kuramı gereğince değerlendiriyorum.
Amaç yenmek olsa da olasılık olarak en mükemmel oyunu oynadığım
için, daha yenmeden görevimi tamamladım. Oyun sonlandı. Rakibim,
tavla sehpasını kapatıp, uzattı. Avutma ihtiyacıyla bana doğru eğilip
dudaklarını köprücük kemiğime değdirdi, öptü. Ensem yanıyor. Ter bastı.
Kalp atışlarımı vücudumun her yerinde hissediyorum. Güneş gözlerimi
kamaştırıyor. Gözlerim sulandı. Bütün duygusal farklar yeniden can
buldu. Zihnim bedenimin kontrolünü devre dışı bırakıyor ve benim tavla
sehpasını kafasına indiresim geliyor.
Öykü - Belma Fırat

Edebiyat dünyasında iyi bir öykü yazarı olarak sağlamlaştırdığı


konumunu bir de romanla taçlandırma arzusunda olan Taner Bey,
saatlerdir bilgisayarının başında yazmakta olduğu ilk romanının sonu
için bir çözüm aramaktaydı.
Zaman zaman insan tıkanır. Olur yani böyle şeyler. Her yazarın
başına gelir. Hem de sanıldığından da sık. Hele de roman yazmak
gibi zorlu bir işe ilk defa kalkışıyorsa. Üstelik roman ironik bir şekilde, 303
romanını tamamlamaya çalışan bir yazar üzerineydi. Kendini yazıyordu
yani. Aslında her yazarın yaptığı gibi.
“Faydası yok, biraz başından kalkayım şunun,” diye düşündü.
Titiz ve düzenli çalışan bir yazar olduğundan, yayınevi ile hiç
sürtüşmemişlerdi bugüne kadar. Teslim tarihini birkaç gün ertelese
hiçbir sorun çıkmayacağından adı gibi emindi.
Tam dosyaları kapatacakken önünde bir mesaj kutucuğu açıldı.
Hayretle baktı. Posta kutusunu açık mı unutmuştu acaba? Kontrol etti.
Hayır, kapalıydı. Gönderen kısmına baktı, öykü@yahoo.com yazıyordu.
“Ne acayip bir iş bu böyle,” diye düşündü. Mesajı okudu.
“Siz doktor musunuz?”
Şaşırdı. Ne yapmalı? Nasıl oluyordu da posta kutusu kapalı
olduğu halde önüne böyle bir mesaj geliyordu. Virüs falan olmasın sakın.
Sağ üst köşedeki çarpı işaretini tıklayıp mesaj kutusunu kapatmaya
çalıştı. Defalarca tıkladı ama kapanmıyordu kutucuk. Uğraşmaktan
usandı. Zaten doktor değildi ki. Bu durumda cevap yazıp kısa kesmek en
iyisi olacak gibi görünüyordu. Reply tuşuna bastı ve kısaca yanıtladı.
“Hayır. Ben yazarım.”
“Tamam işte. Yani ‘Öykü doktoru musunuz?’ diye soracaktım.”
Bir bu eksikti. Durduk yerde kaçığın tekini başıma musallat
ettim diye kendi kendine söylendi. “Madem mesaj kutusu kapanmıyor,
bilgisayarı kapatıp çıkayım,” bari, diye düşündü ama kapanmıyordu
bilgisayar. Hard diskin tuşuna uzattı elini, fakat durakladı çünkü
dosyalara zarar verme ihtimali de vardı böyle yaparsa. Üstelik, öykü
doktoru tabirini enikonu yaratıcı bulmuş, az biraz da gururu okşanmıştı.
İçinde bir his itekleyip duruyordu hadi yanıt yaz diye.
“Bir üniversitede edebiyat kuramı ve yazarlığın temel ilkeleri
üzerine ders veriyorum. Öğrencilerimin yazdığı öyküleri okuyup
geliştiriyorum, eğer buna doktorluk diyorsanız.” 304

“Benim finalim yok. Size gelebilir miyim?”


Tamam, bilgisayar uzmanı ve son derece sabırsız bir yazar
adayı.
“Tabii Öykü Hanım. Aslında dışarıdan öğrenci kabul etmiyoruz
ama buyurun bir dersime katılın. Seminerler hafta sonu yapılıyor zaten.
Öğrencilerimle birlikte tartışarak güzel bir son buluruz öykünüze.”
“Nasıl geleyim, ben kendim öyküyüm.”
“Anlayamadım?”
“Öyküyüm diyorum. Varlığım sadece harflerden ve noktalama
işaretlerinden ibaret yani.”
“Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?”
“Ne münasebet. Lütfen inanın. İzin verin misafir olayım
bilgisayarınıza.”
Çatlağın teki benimle oyun oynuyor. Tam sırasıydı. “Zaten
derdim başımdan aşkın, uğraş dur şimdi,” diye düşündü. Öte yandan,
olanlarda eğlenceli bir taraf bulduğunu kendi kendine itiraf etmekten de
geri duramıyordu. Derslere gelen çalışmalar epeyce yeknesaklaşmıştı
son zamanlarda. Ardı ardına tekdüze öyküler. Arada bir işin içerisine
oyun, eğlence katmanın yaratıcılığa olan katkısını tecrübeleriyle
biliyordu. Kendi de böyle küçük oyunlar yapmamış değildi vakti
zamanında. Takma isimlerle öykü falan yazmak gibi. İşin doğasında
vardı azıcık oyunculuk. Bu da edebiyatın bir parçasıydı ne de olsa. Büyük
ihtimalle öğrencilerinden biri eğlenceli bir tuzak kuruyordu ona. Mutlaka
bulurum kim olduğunu. Hepsinin kullandığı dili, anlatım tarzını, gramer
ve hatta imlâ hatalarına varana kadar ezberlemişti artık. İçlerinde
ciddi şekilde bilgisayar kurdu olanlar vardı. Yazılan öyküler arasında
bilgisayar hack’leyen, webcam’le sevgilisini izleyen karakterler falan
bayağı popüler olmuştu. Bu oyunu tezgâhlayan her kim ise keşfedip
oyunu tersine çevirmek için dayanılmaz bir istek duydu. Kendini derste, 305
benden kaçmaz havasıyla, hem öyküyü çözümleyip hem de yazanın kim
olduğunu nasıl tespit ettiğini anlatırken hayal etti. Evet, evet bu gerçekten
de eğlenceli olacaktı.
Şöyle yazdı:
“Peki, madem fiziksel varlığın yok, PC’me metin şeklinde gel o
zaman.”
Bir anda önünde yeni bir Word sayfası açıldı. Birbiri ardına
harfler, cümleler belirmeye başladı. Oldum olası metinlerle oynamayı
sevmişti. Bir heyecan dalgası her yerini sardı. Büyük bir ilgiyle okumaya
başladı. Giriş çarpıcı, sahneler etkileyiciydi. Pek de amatör işine
benzemiyordu. Okudukça merakı artmaya başladı. Satırları didik didik
ediyor, öğrencilerinin kendine has ifadelerinin benzerlerini arıyor ancak
üslubu hiçbirininkine benzetemiyordu. Artık sona doğru yaklaştığında
kesinlikle emin olmuştu ki, önündeki metni andıran bir yazım tarzıyla
bugüne kadar hiç karşılaşmamıştı. Güzeldi öykü. Hem de çok güzeldi.
Fakat heyecanın doruğa çıktığı yerde beklenmedik bir şekilde aniden
kesiliyordu.
Metnin sonuna geldiği anda, sanki satırların üzerinde dolaşan
gözbebeklerini takip eden bir kamera varmış da okumayı bitirdiğini
derhal tespit etmiş gibi, önünde yeni bir mesaj kutucuğu açıldı.
“Nasıl buldunuz?”
“Açıkçası çok beğendim, son derece akıcı ve kurgusu da güzel.
Tek eksik çarpıcı bir final, onu da hallederim sanıyorum.”
“Ah çok rahatladım. Sizden iyisi yokmuş zaten. Öğrencilerinizin
facebook sayfaları, blogları, yazışmaları falan ne varsa hepsine sızdım.
Hakkınızdaki yorumlarını okudum, iyice emin oldum. Madem siz de
hikâyemi beğendiniz, kendimi güven içerisinde ellerinize teslim ediyorum
Doktor Bey.”
“Peki o zaman anlaştık. Şimdi etkili bir final istiyorsak, kızı
306
öldürmek lazım.”
“Nasıl yani?”
“E işte dramatik aksiyon gereği.”
“Anlamadım, ne gereği?”
“Bütün sanat eserleri, yapısı gereği, içerisinde bir çatışma
bulundurmalıdır. Sanat eserinin etkisi ancak böylelikle ortaya çıkar. Öteki
türlü tekdüze olur. Kimse okumak istemez.”
“Bak kardeşim öyle şeylerden anlamam ben. Hayır, olmaz. Kızla
oğlan birleşip sonsuza dek mutlu yaşasınlar.”
Laftan anlamaz öğrencilerine karşı takındığı sabırlı bir tutumla
önce sakin sakin açıklamaya başladı. Sonra, bir anda, zamanını harcayan
bu kim olduğu belirsiz terbiyesizin karşısında sabrının tükenmekte
olduğunu hissedip sertleşti.
“Öykü olmaz o zaman. Sen edebiyat, sanat kuramı üzerine hiçbir
şey okumadın mı bugüne kadar? Bilmiyorsan eğer, git Aristoteles’in
Poetika’sı ile başla. İnternette her yerde var. Git bak. Ne demek istediğimi
anlarsın.”
“Poetika falan anlamam ben. Umurumda da değil. Kız ölmeyecek
işte o kadar. Karakterlerimi seviyorum. Mutlu olsunlar istiyorum. Sana
da bunun için gelmiştim. Öyküleri yarım kalmasın diye yani. Senin şu
yaptığına bak.”
Taner Bey iyice sinirlendi. Ben senin için işimi gücümü bırakayım,
romanımın en önemli yerinde hem de, uğraşıp didineyim, sonra da böyle
kaba saba bir muamele. “Eh,” diye düşündü, “artık iyi bir cezayı hak ettin
sen…”
Hemen gelen mesaj kutucuğunun üstündeki yanıt bölümünü
tıkladı.
“Bana bak, seni bilgisayarımın hard diskine kaydetmiş
durumdayım. Başlangıç ve gelişme bölümünü de beğendim. Artık hiçbir 307

şey yapamazsın. Sonunu istediğim gibi yazarım. Göreceksin müthiş bir


öykü çıkaracağım bundan.”
“Unuttun galiba, bu senin öykün değil.”
“Tedavi et, düzelt diye vermedin mi bana? Güzel gelişen bir
öykünün heba olmasına içim el vermiyor maalesef. Onun için şimdi
kendi uygun gördüğüm şekilde düzeltip finalini yazacağım.”
Hevesle boş Word sayfasını açtı. Ne kullansam, uyku hapı,
bıçak? Bileklerini kesse mesela? “Önce alternatifleri alt alta bir yazayım,”
diye düşündü. Klavyenin tuşlarına dokunup, bıçak yazdı. Gözleri fal taşı
gibi açıldı. Nasıl yani? Yazdığı kelime anında silinmişti. Bir daha yazdı. K
harfinden başlayarak a, ç, ı ve b harfleri ardı ardına silindi yine. Başka bir
kelime yazmayı denedi, o da silindi. Delirecek gibi oldu. “Ne oluyor?” diye
söylendi. Hırsından klavyenin tuşlarına gelişigüzel vurmaya başladı.
Tam o anda karşısında yeni bir mesaj kutucuğu belirdi.
“Bir şey yapamayacağımı sandın değil mi? Posta kutun kapalı
olduğu halde sana mail olarak geldiğime göre, bu PC’ne istediğim gibi
girebileceğimi gösterir. Önceden bunu düşünemedin mi? Şu an bütün
hard diskini tamamıyla ele geçirmiş durumdayım. Bütün ders notlarını,
çalışmalarını, arşivini, bloğunu falan sileyim de gör şimdi. Ayrıca, finalimi
benim istediğim gibi yapmazsan eğer, bundan sonra bilgisayarda tek bir
satır bile yazamazsın ona göre. Gör bakalım şimdi, el mi yaman bey mi
yaman?”
Şoke oldu. Bilgisayarın başında dondu kaldı. “Ne yanıt yazsam,”
diye düşünmesine fırsat kalmadan önünde yeni bir mesaj kutucuğu
daha açıldı.
“Şu an saat gece on iki. Sana güneş doğana kadar mühlet
veriyorum. Eğer o zamana kadar hikâyemi tamamlamış olmazsan
olacaklardan sorumlu değilim. Seni yazar olduğuna bin pişman ederim
haberin olsun. Şimdi hemen otur ve çalışmaya başla.”
308
Kim bu hacker? Kim bu düşman? Zamanında yayın kurulunda
olduğum dergilerde geri çevirdiğim öykülerden birinin falan yazarı
olmasın sakın? Öte yandan böyle yazan birini de geri çevirmiş olması
neredeyse imkânsızdı. Gerçekten de iyiydi öykü.
Sinirleri bozuldu. Kendi haline gülmeye başladı. Öykü aşığı
bir yazar, klavyenin tuşlarına bastıkça harfler silinir. Hatta sonunda
yazar, yazma tutkusunun ateşiyle alev alır tutuşur. Hiç de fena bir konu
sayılmazdı bu. Aynı Kerem ile Aslı gibi. Bir yazar ve yazma aşkının, bir
metafor aracılığı ile ünlü bir masalla ilişkilendirildiği bir öykü. Metinler
arası göndermelere oldum olası bayılırdı zaten. Taner Bey sanki Kerem,
tuşladığı harfler de Aslı’nın düğmeleri olmuştu. Hani nihayet tutkuyla
birleşecekleri gecede Kerem düğmeleri çözdükçe yeniden iliklenir ve
sonra da aşk ateşiyle tutuşur ya. İşte aynen böyle yazdıkça siliniyor,
yazdıkça siliniyordu. “Önce şu fikri bir yerlere yazayım, ondan sonra ne
yapacağımı düşünürüm,” diyerek not defterine uzandı. Aklına gelenleri
kısaca yazdı ve “Masal dili kullanılacak” diye de defterine not düştü.
Sonra bir an durakladı. Neden daha önce düşünemedim.
Mutlu sonlar en çok masallara yakışır. Masal olursa kızı öldürmek de
gerekmez. Kötü bir büyünün pençesine düşüp sonra da kurtulsa yeter
de artar bile. Tamam, o zaman şimdi bu öyküyü masal olarak yeniden
yazarım. Başa döner, “Bir varmış, bir yokmuş,” diye başlarım. Zamanı
miş’li geçmişe çeviririm. Sağına, soluna dokunup biraz büyülü bir hava
katarım. Sonunda da sonsuza kadar mutlu yaşarlar.
Soruna bir çözüm bulmanın verdiği rahatlamayla önce derin
bir nefes aldı. Sonra büyük bir sıkıntı kapladı her yanını. Aşağı yukarı
altı saatlik bir süresi vardı. Bu kadar kısa bir sürede başarabilecek
miydi öyküyü baştan başa değiştirmeyi? Zamana karşı öykü yazıldığı
nerede görülmüş? Yeniden saatine baktı, hızla ilerleyen saniyelere.
Umutsuzluğa kapılmanın faydası yoktu. “Çok uğraşmak gerekecek ama
olsun hallederim, mecburum,” diye düşündü. Klavyenin tuşlarına bastı.
309
Hayret, yazıyordu yine. Yazdıkça bilgisayar ekranında beliren harfler
birer mucize gibi görünmeye başladı gözüne. Sihirli değneğini yeniden
bulmuş bir sihirbaz misali, delice bir sevinç kapladı içini. Sonra da
hikâyenin coşkusuna kaptırdı kendini ve durmaksızın yazmaya koyuldu.
Böylece, Taner Bey, bütün gece hiç durmadan çalıştı. Uykusu
geldikçe kahve, sinirleri bozuldukça viski içti. Aslında ikisini de bırakmıştı
sağlık nedenleriyle ama üzerindeki zaman baskısı yüzünden, henüz
endişeli ve genç bir yazar olduğu dönemlerde edindiği ne kadar
alışkanlık varsa hepsi yeniden depreşti. Deli gibi çalıştı. Masal türünün
en güzel örneğini verebilmek için bütün hünerini, birikimini, kısaca her
şeyini hikâyenin içerisine akıttı.
Son cümlesini yazarken artık güneş doğmak üzereydi. Başa
döndü, hızlıca metni gözden geçirdi. Tamam… Olmuştu işte. Tek bir
virgülün bile yerini değiştirmeye ihtiyaç yoktu. Eserinden en sonunda
tatmin olan bir yazarın o çok iyi tanıdığı huzuruyla posta kutusunu açtı.
Gönderilen kısmına öykü@yahoo.com yazdı. Öykünün yazılı olduğu
Word dosyasını mesaja ekledi, derin bir nefes aldı ve gönder tuşuna
bastı. Çok kısa süren gergin bir bekleyişin ardından mesaj kutucuğunun
ekranda yok olmasıyla birlikte bir anda bütün kasları gevşedi. Bedenini
bir rahatlık kapladı. Mutluydu ama o kadar yorgundu ki, yerinden kalkıp
yatağına yürüyecek mecali kalmamıştı. “Bu gece romanımın sonu kaldı
ama en azından taslağını kurtardık galiba,” diye düşündü.
“Peki, çözümsüz kalan bir yazar romanının sonu için nasıl
bir çıkış bulur, ilham nereden gelir,” diye kendi kendine sordu. Yazma
serüvenine başladığında ufukta parlak bir ışık gibi görünen final ile ilgili
tasarıları, planları, metin ilerledikçe, karakterler irade kazandıkça ve
olaylar kontrolden çıktıkça kumdan kaleler gibi sürekli yıkılan, altüst olan
ve en sona geldiğinde kendini bir nevi yaratıcılık krizinin içerisinde bulan
yazar ne yapar?
Çalışmaktan bitkin düşen yazarın yorgunluktan gözleri kapanır,
310
içi geçer, başı önüne düşer ve bir rüya görür… Ve sonra, belki de aynı
masallarda olduğu gibi, bir ilham perisi girip düşlerinin renkli dünyasına,
sonunu fısıldayıverir kulağına.
İşte böyle düşündü Taner Bey. Sonra başını çalışma masasının
üzerine koydu ve oracıkta uykuya daldı…
Taner Bey, olanlardan habersiz, çoktan uyumuş ve rüyasında
romanının sonunun peşine düşmüştü. Oysa o sabah tüm ülkede
çalışmak üzere masalarının başına geçenleri büyük bir sürpriz bekliyordu.
Bilgisayarlarını açtıklarında önlerinde bir Word dosyası belirdi ve bir
masalla başladılar güne. Yazarı belirsiz, umut dolu muhteşem bir masal.
Hatta bugüne kadar yazılmış ve söylenmiş olan masalların arasında
tartışmasız en güzeli. Bir günlüğüne, Excel, Powerpoint ve bilumum
programlar çalışmaz oldu; sunum, hesap-kitap, ne iş varsa durdu.
Bilgisayarlar iptal oldu. Masalın büyüsüyle bulutların üzerinde dolaşan
teknik ekiplerin ise sorunu giderecek hali yoktu. İşte o gün, hayallerle
heba edilen muhteşem bir iş günü olarak, bütün memleketin hafızasına
nakşoldu.
Adil Oyun - Onur Karakaya

Sabah telefon çaldı. Telefondaki ses, hacı teyzenin öldüğünü


söylüyordu. Komşular ölmemeliydi. Psikoloğa kalsa -meli, -malı
kullanmamalıydım. Annem gitti. Ben kalktım. Kahvaltı yapacaktım.
Annem geldi. Dün akşam canı sucuk çekmiş. Evde sucuk yokmuş.
Bakıcı kadın geç olduğu için evden çıkıp da almamış, rahmetli
de yiyemeden 8’e 10 kala göçmüş. Annem konuşurken ben kahvaltı için
sucuk kesiyordum. Nasıl bir oyunun içindeydim? Saat 10’a geliyordu. 311
Bir ara duraksadım yine de devam ettim. Kaşar kestim. Önce yağı
erittim. Sonra ikiye ayırdığım – öyle daha çok oluyor, üstelik kurumuyor
- sucukları eriyen yağın içine attım. Bir tabağa iki yumurta kırdım.
Sucuğun kokusu çıkınca yumurtayı ekledim. Biraz kaşar dilimledim.
Sucuklu yumurtanın üzerine serpiştirdim. Çayı koydum. Zeytini çıkardım.
Beyaz peynir sucuklu yumurtayla pek güzel olur, ondan da kestim. İlk
lokmayı alacaktım ki hacı teyze geldi aklıma. Rahmet diledim. Hacı
teyzenin şerefine sucuklu yumurta yedim. O günden sonra tüm sucuklu
yumurtaları hacı teyzenin şerefine ve rahmetine yiyecektim.
Kahvaltıdan sonra psikoloğumla görüşmem vardı. Ya hacı
teyzenin cenazesine gidecektim ya da görüşmeye. Hem Freud’a hem
de Allah’a inanıyordum. Tüm duygusallığıma rağmen görüşmeye gittim.
İntihar üzerine konuştuk. İntiharı bu kez savunamamıştım. Hacı teyzenin
ölümünden dolayı sohbete 1-0 önde başlamıştı psikolog.
“İntihar aklına gelince onu ertelemeye çalış,” dedi.
İntihar ertelenirdi, oysa hacı teyzenin canı çektiği ama yiyemediği
sucuğu ertelemek kolay değildi.
7’siydi, 40’ıydı derken hacı teyzenin evini boşalttılar. Posta
kutusunda faturaları birikti. Ancak hiçbir şey üzmedi beni; hacı teyzenin
evinin kapısında sallanan IKEA kataloğunun üzdüğü kadar. Niye
takmıştın ki be kardeşim? Bu oyunu bize bir kere daha niye hatırlattın?
Kahpesin be dünya! Ölüye mobilya satmaya çalışan dünya!
Hayat bizimle adil oynamıyordu. Maalesef biz oyuna devam
ediyorduk. O zaman kuralına göre oynayacaktık. Ertesi gün IKEA
kataloğunun yerine bir kangal sucuk asacaktım.

312
Yükseklerde Bir Akşamüstü - Özge Sarıoğlu

Annesi kızacak ama dayanamıyor işte, yine yapıyor. Kendini bildi


bileli seviyor böyle uca uca gelip aşağıya bakmayı. Ayak parmakları tüm
şehirden büyük gözüküyor böyle. Sanki tüm şehir kendisinin kurduğu bir
oyuncak…
Oradaki yeşil evde soba yakmaya başlamışlar bile gördün mü!
Babasına kalsa hava daha sıcak! O üşüyor oysa… Sarınacak battaniye
istedi mi, annesi gözlerini devirip devirip bakıyor. 313

Annesine yine dört köşe hanım teyzeler gelmişler galiba bugün.


Evin içerisinde bir uğultu var. Bu teyzeler ağızlarını her bir köşesine yaya
yaya konuşur, mahalledeki diğerlerinin dedikodusunu yaparlar. Hem çok
iğreniyor bu kadınlardan, hem çok merak ediyor ne anlatıyorlar. Hepsi
hep bir ağızdan konuşuyorken hiç çekilmiyorlar. Sonra belli ki kendisinin
ve diğer çocukların duyması sakıncalı bir şey konuşacak oluyorlar,
birden sesleri teke iniyor, ağızlar hepten köşeleniyor, başlar baştaki
topuzla beraber öne yatıyor ve fısır fısır başka bilgiler bırakılıyor orta
yere. Sonra a-aaa-aa! sesleri eşliğinde açılıyor bir araya gelmiş başlar
ve sesler yeniden çoğalıyor.
Onlar işte böyle konuşa dursun, o ilginin kendinden başka yana
çekildiğine emin oldu mu hemen koşup bu kenara geliyor. Olabildiğince
dik olarak aşağıya bakmak için uçtan uçtan ayaklarını korkuluğun
demirinden çıkartıp uzatıyor.
Sanki uçuyor o anda. Ve sanki iki adım geride yüzüne çarpan
rüzgar artık bu noktada daha bir başka vuruyor. Ellerini açıyor iki yana,
gerinmiş iki kanat gibi. Parmaklarının arasını yalıyor rüzgar. Gözlerini
aşağıya çeviriyor yine. Aşağıda koca bir şehir, sanki kumdan ya da
şekerden yapılmış küçük kaleler gibi duruyor öylece.
Bir masalda vardı değil mi? Hani şekerden evler vardı. Biraz
ateşlendi mi iyice nazlanmayı seviyor. Ya Gül Ablasına ya da annesine
masallar anlattırıyor illa ki. İşte Gül Ablası hep bu şekerli evlerin olduğu
masalı anlatıyor. Ama iki kardeşin başına açılmadık iş kalmıyor orada.
Cadı kadının adı neydi? Neyse ne, ne yapalım işte, hatırlayamıyor!
Nereden geldi bu masala şimdi? Sanki başka bir şey… Ha, tabii
ya, evler… Ayaklarının ucunda gözüken… Bir kilise çanı olacak karşı sırada.
Sis var galiba biraz, bakıyor, eğilip de bakıyor da yerini saptayamıyor.
Derken şiddetli bir acı hissediyor sol kolunda ve o acıyla beraber
bir şey dengesini çok fena bozuyor! Geriye doğru çekiyor onu. Annesi… 314
Dönüp bakıyor suçlulukla… Yok, annesi değil. Teyzesi mi? Saçlarının
rengini değiştirmiş, saç kesimi de farklı. Gözlerini kırpıştırıyor güneşten
rahatsız olmuş gibi, anlamaya çalışıyor bu tanıdık ama yabancı kadının
ne dediğini.
Çok konuşuyor, cümleler birbirinin içine geçip anlaşılmaz oluyor.
Bir ara “Anne” derken yakalıyor kadını. Annem kızacak. Tabii kızacak. Hep
kızar zaten ama o nerede?! Neden kendisi yerine bu korkmuş gözlerle
bakan kadını yolladı?
“Anlıyor musun!” diyerek içeri çekmeye çalışıyor onu bu kadın.
Dur bakalım, ben o kadar hızlı hareket edemiyorum, sen de bunu anla
bakalım! Bir sinek başının üstünde vızıldıyormuş gibi kadının tutmadığı
kolunun elini havada sallıyor. Sanki öyle yaparsa karşıdakinin dediklerini
anlayacak. Böyle yapınca da onu anlayamıyor ama birden kadına karşı
henüz hiçbir laf etmediğini fark ediyor. Annesi değilse de değil, çok ayıp
olmadı mı şimdi?
“Teşekkür ederim,” diyor. Sanki öyle derse annesi kızmayacak,
çünkü en azından bu kadına iyi davrandığını görecek. Öyle mi düşündü
de dedi acaba? Kendisi de tam emin olamıyor. Ama sanki doğru olan bu…
O yüzden kadın onu içerideki koltuğa oturturken tekrar tekrar teşekkür
ediyor.
Kadın onu oturtunca balkona gidiyor tekrar bir koşu, kapısını
kapatıyor hemen. Ona da etrafa bakınmak için vakit kalıyor böylece.
Tanıdık gibi bu salon. Ama sanki gözünü açtı kapadı da çağ
atladı. Kendi evinde olmayan bir sürü prize takılı alet. Bir büyük ekranda
konuşan kadınlar. Evde başka kimse yok yoksa… Birden duvardaki büyük
fotoğrafa bakakalıyor. Bu siyah-beyaz fotoğraftaki adamla kadın… Adam
ne kadar yakışıklı… Kadınsa… kendisi! Şaşırıyor, hem de pek çok! Büyüdü
değil mi aslında? Çok güzeldi o günlerde. Sahi, büyümüştü o bir ara. E
annesi?! Ellerine bakıyor. Yaşlanmış.
“Annem?” diye soruyor yanına geri dönen kadına. 315

Gözleri dolmuş kadının: “Anneciğim benim, kızın. Anneannem


öleli yıllar oluyor,” diyor.
Amma da çok bilgi veriyor tek seferde! Anne de anne! Ha bire
cümleler cümleler boyu peşi sıra... Öf! İçine acayip bir sıkıntı basıyor.
Bir tokat yiyecekmiş gibi aniden başını sola doğru çeviriyor. Kadının
dediklerine odaklanmaya çalışıyor. Odaklanırsa anlayacak biliyor. Biliyor
da ne demişti onu hatırlayamıyor.
Tavşan Kanından Çay - Furkan Uzun

Kokular anıları hatırlatır derler ya.. Evet, bazen... Etrafta ağır bir
tezek kokusu vardı. Anılar ise koku ayırt etmezdi. Kesif kömür ya da ne
bileyim, belki de okul koridorlarının o tebeşir yüklü çocuk kokuları beni
geçmiş anılara ve o günlerin en yoğun yaşandığı kesin zamanlara alır
götürürdü.
Anımsatıcı kokuların burnuma ne zaman erişeceğini ise elbette
kestiremezdim. Fakat o anlar geldiğinde doyasıya, hatıralar ile dolu 316
kokuları ciğerime doldurmak ve bir an önce geçmişe dönmek isterdim.
Yoğun tezek kokusu çocukluğumu en pastoral haliyle zihnime yayarken,
iştahla içime çekmeye çalıştığım anılar ciğerlerimi yakıp öksürmeme
neden oldu.
“Aman,” diye geçirdim içimden bir an, “sessiz olmalıyım.”
Hâlâ uzaktan Nurten ve oğlumuzun diğer piknikçilerin
gürültüsüne karışan neşeli cıvıltıları yayılıyordu. Babamın ismini taşıyan
tek çocuğumuz Nusret, saklambaç oynayalım dediğinde ben “Hayır!”
diye diretince,
“Çocuk gibisin ya!” diye tutturmuştu Nurten, “Çocukla çocuk
oluyorsun.”
Nusret sahip olduğumuz tek evladımızdı. İlki erkek olursa
babamın ismini, kız olursa Nurten’in annesinin ismini verecektik.
Babasından pek hoşlanmazdı Nurten. İçine kapanık ya pek anlatmazdı,
hoş ben de diretmemiştim hiç. Ben ise annemi severdim tabii, lakin
yapılan anlaşmaya sadık kalmak gerekirdi. Belki de ikinci çocuğumuz kız
olur da o zaman benim annemin ismini verebilirdik pek tabii: Gülhayat.
Çocuk dedi ya bana o gün Nurten, neşem iyiden iyiye kaçtı.
Aslında annem henüz okula başladığım yeni yetme zamanlarda, babam
ve abimin de olduğu beraberlik günlerimizin birinde çay bahçesine
gittiğimizde, ben meyve suyu veyahut gazoz yerine çay içmek için
diretince, “Bu çocuk erken olgunlaşıp hemencecik adam olacak,” demişti
babama. Bir yandan da abime alayla bakıyordu. Tabii o sırada abim sarı
gazoz diye annemin tabiriyle babama durmadan zırlamaktaydı. Ben
ise tavşan kanı bir çay istemiştim. Pek âlâ annem o gün gazoz kapağı
toplamak için girdiğimiz mahalle kahvesinde, içecek dolabının altında
küçük ellerimizi gezdirirken caminin müezzini Turgut amcanın kahveye
girer girmez okkalı sesiyle savurduğu “Hüsam tavşan kanı bir çay çek
bakam!” deyişinden etkilendiğimi bilmiyor olabilirdi. O sıralar ne kadarda
merak etmiştim tavşan kanından mı yapılıyor o çaylar diye. Eh işte, 317
merak edip isteyivermiştim o günün akşamı güzel demli tavşan kanı
çaydan bir bardak.
“Çocukla çocuk oluyorsun ama ne olacak birkaç dakika
oynayıversen.” Nurten’in sinir bozucu sesi hâlâ kulaklarımda çınlıyordu.
Aslında tevazu dolu bir naifliğe sahip olan ses tonu sinir bozucu
olmamasına rağmen, söyledikleri sanki annemin anısına saygısızlık
etmiş gibi gelmişti bir an. Gazoz değil çay içmiştim ya o gün, erken
zamanların adamıydım ben. Annemin küçük delikanlısı.
Her neyse, “Saklambaç!” diye tutturmuştu bizim oğlan. İşte
o yüzden piknik için geldiğimiz köy yollarının ardına yayılmış çimenlik
arazide, irice bir kayanın ardına saklanmıştım. Önümdeki tezeğe
ürkek bakışlar atarken, bir yandan da oyunun gereği olarak layıkıyla
saklanmaya çalışıyordum. Şüpheyle bir an kafamı, tezeği bıraktığı
muhtemel olan normal boyutlardaki bir ineğin gövdesi büyüklüğünde
olan kayanın üzerinden ileride park halinde bulunan aracımıza doğru
telaşla çevirdim. Hah işte, Nurten de oğlumuzu geride bırakıp aceleye
saklanmak için uygun bir yer aramaya başlamıştı sonunda. Nusret’in
heyecan dolu sesi ondan geriye doğru saymaya başlamıştı bile.
Dokuz... Sekiz...
Ressam olmak istemiştim küçükken. Evet ya daha Nusret
kadardım o zamanlar. Ya da kim bilir biraz daha büyükçeydim belki de.
İlkokul ikiye gidiyordum sanırım. Sınıf öğretmeninin herkese birer birer
sorduğu sorunun cevabı olarak heyecanla bağırmıştım titreyen sesime
engel olamayarak:
“Ressam olcam büyüyünce!”
Sahi ya insan kesin olarak kaç yaşına gelince büyük sayılırdı
acaba. Okul gezisiyle bir müzeye gitmiştik sanırım. O görkemli İstanbul
tablolarını, Kaplumbağa Terbiyecisi’ni gördüğümde bir ışık çakmıştı
taptaze zihnimde. Mahallede o yaz herkes ileride neler olacağını tartışır
olmuştu arkadaşlar arasında. Halit astronot olmak istiyordu, Kerem 318

futbolcu. Talha ise itfaiye olup kahraman olmak istemişti. İtfaiyeciler


çocukluk gözünde ay sonunu kaygıyla düşünen devlet memuru değil,
bilakis bir çizgi roman kahramanı gibiydi.
Bense ressam olmak istemiştim.
Yedi.. Altı...
Fakat zamanında birlikte hayaller kurduğumuz o mahallenin
baskısı sonucu hepimiz olmak istediğimiz yerlerden uzağa düşmüştük.
Halit mühendis olmuş, Kerem baba mesleği ocak başı restoranı devralıp
işleri büyütmüştü. Talha ise ironik bir şekilde itfaiye yerine devlet
su işlerinde şef memur olmuştu. Ben ise Mimarlık fakültesini bitirip
kendi mimarlık ofisimi açmıştım. Kampüste gezerken taşıdığım çizim
çantasıyla beraber kendimi ara sıra Güzel Sanatlar fakültesindeymişim
gibi hayal ederdim. Teknik ressam diyorlardı bize. “En azından mahalle
baskısını en az zararla atlatmıştım,” diye geçirirdim içimden. Ressamın
yanına teknik eklenmişti sadece. İşte o yüzdendir kendime bir huy
edinmiş, çizdiğim planlara ünlü tablolardan ya da kendi zihnimden
küçük parçalar eklemeye başlamıştım. Hazırladığım bir daire planında
bulunan yatak odasına ufak bir İnci Küpeli Kız veyahut binanın yangın
merdiveni kısmına Edvard Munch’tan Çığlık insancığı ekleyiverirdim. İlk
başta öylesine korkarak eklediğim sanat parçacıkları sonradan çizdiğim
her plan üzerinde tutkum haline gelmiş, üstüne üstlük profesyonel iş
hayatımda adeta imzam olup çıkıvermişti. Bundan elbette oldukça
memnundum.
Beeşşş....
Nusret’in sesi sıfıra yaklaştıkça heyecandan gittikçe
kontrolsüzleşmeye ve çocukluk muzipliğiyle dolar oldu. Kafamı tekrar
kayanın üzerinden çıkardığımda Nurten’i etrafta göremedim. Uygun bir
yer bulmuş olacaktı ki daha beşteyken saklanmıştı.
Tam tamına dokuz yıl olmuştu evleneli. Aslında o zamanlar 319
evlenip yuva kurmaya o kadar da hevesli değildim. Bir keresinde
Nurten’in babası gelmişti müşteri olarak ofise. “Sert bir adam,” diye
geçirmiştim içimden ilk izlenimde. Babadan kalma eski araziye bina
dikmeye karar verince müteahhitten evvel mimar ayarlamaya karar
vermişler, sonrasında ise ortak bir tanıdık sayesinde beni tavsiye
olarak bulmuşlardı. Zaman geçmiş, Nurten’le tanışmış ve buluşmaya
başlamıştık. Sonrasında ise inşa edilen binanın en üst katındaki dubleks
daireye yerleşmiştik beraber. Ardından birkaç sene sonra Nusret katıldı
aramıza. “Sinirli biriydi,” demiştim ya Nurten’in babası, işte Nusret
ismini vermeye karar verince ne tepki verir diye de çekinmemiş değildim
doğrusu içten içe kendisine karşı. Nurten sevmezdi pek babasını ama
sonuçta danışmadan olmazdı.
“Ben hâlâ hayattayım,” demişti kendisi.
“Rahmetli babanın ismini verin,” diye ekledi sonrasında.
Rahatlamıştım ama bir yanımda acımıştı doğrusu. Yeryüzünden bir
Nusret silinmiş, yerine bir yenisi gelmişti.
Dört.... Üç... İki...
Geçmiş anılarda boğulmak üzereydim. İnsan yaşlanınca mı
yoksa çocuk sahibi olunca mı geçmişi daha fazla anımsıyor, tam karar
veremiyordum. Belki de tezeğin yaydığı yakıcı koku yüzünden mi bir
anda anılarla kavrulmaya başlamıştım. Yok canım. Besbelli nefes
almakta zorlanıyor, üstelik bu kayanın ardına saklandığım için kendime
içten içe okkalı küfürler savuruyordum. Saklanmak zorundaydım çünkü
oyunu erkenden kaybedemezdim. Babalar oğullarının gözünde her
zaman kahramandır. Yıllar evvel gelmiştik bu çayırlığa. Abimle köy
evlerinin aralarında gezerken başı boş bir çomarın teki peşimize takılıp
bize musallat olmuştu. Abim daha fazla taş savurdukça, köpekte daha
fazla kudurmuş, en sonunda dört ayak peşimizden salya saçarak
koşmaya başlamıştı. Abim mahalle takımında forvetti ben ise takıma
dahi alınmıyordum. Ansızın geriye düşüp köpeğin tek hedefi ben
320
oluvermiştim. Besbelli babam bağrışımı ve sızlanmamı duymuş olacaktı
ki, devasa bedenini köpeğin önüne siper etti. Sert bir tekme yiyen hayvan
öncekinden daha hızlı geldiğimiz yöne kaçmaya başlamıştı. Babam
sonrasında bana doğru dönüp başımı okşamaya başlamış ve abimin
ardından sertçe izlemeye koyulmuştu.
Birdenbire Nurten’in telaşlı sesi kulağıma ilişti. “Mehmet!” diye
bağırıyordu. “Nerdesin ayol, Mehmet çıksana çabuk ortaya.” Belli ki
kendisi sobelenmiş oğluyla bir olup beni ortaya çıkarmaya çalışıyorlardı.
“İyi yere saklanmışım demek,” diye geçirdim içimden. Dur bakalım daha
bu kadar kolay galibiyet olur muydu canım. Fakat, Nurten’in sesi gittikçe
daha fazla telaşa bulanıyordu. Sonuçta dokuz yıl evliliğin ardından
eşinizin bir takım huylarını ezberler hale geliyordunuz. “Çıksana ortaya
yahu, Nusret yok ortalarda, ay bayılcam şimdi.” Kalbim bir an olsun
heyecanla çalkalandıktan sonra tüm vücuduma sıcak kanımdan
normalden biraz daha fazla pompaladı. Aceleyle kayanın ardından
doğrulup Nurten’e doğru ilerledim. Şaka mı yapıyordu yoksa cidden bu
denli telaşlanmış mıydı?
Beni görür görmez koşar adımlarla yanıma geldi. “Nusret yok
ortalarda. Beş dakikadır onu arıyorum, oyun mu ediyor yoksa bu çocuk
bize. Ne ara beş dakika geçti,” diye geçirdim içimden daha az önce
ikideydi geri sayımda.
“Oyun edecek tabii ya,” dedim, “saklambaç oynuyoruz.”
“İyi de,” diye cevapladı tedirgin sesi, “hiç aramadı ki bizi, kendi
ortadan kayboldu.”
Birdenbire ben de telaşlanmaya başladım. Sahi ya bizi arayıp
sobelemesi lazımdı. Görünürde kimse yoktu. Vücudum titremeye
başladı. Kontrolü kaybetmeden Nurten’i teselli etmeliydim. Nereye
kaybolacak yahu, baksana apaçık arazi.
Akşama dek Nusret’i aradık. Nurten’in gözleri ağlamaktan
kan çanağına dönmüştü. Jandarmalarda varmıştı sonunda. Az sonra
321
bir yandan Nurten’i teselli ederlerken bir yandan da sorular sormaya
başladılar:
“Her yeri aradınız mı? Son görmenizden sonra aradan ne kadar
süre geçti? Arabada olamaz mı?”
Hiçbir yerde yoktu işte.
“Her yere baktık evet.”
“Bagajı açar mısınız?” diye sordu erlerden biri.
“Canım bagaj ne alaka, nasıl girecek küçücük çocuk orayı açıp?”
“Beyefendi açın siz yine de.”
Sobeeeeeee......
Bagaj kapısı açılır açılmaz Nusret’in kıpkırmızı suratı ortaya
çıkıverdi. Sesi duyan Nurten bir anda olduğu yerden zıplayıp Nusret’i
anında kucakladı.
“Oğlummm!”
“Sıkma canım çocuğu o kadar boğacaksın. Zaten içeride
havasız kalmış cancağızım besbelli.”
Kafamda onca sorunun belirmesine rağmen yeniden doğmuş
gibi rahatlamıştım. Hiç ses etmedik. O an sadece kavuşmanın verdiği
dayanılmaz hafifliğin keyfini çıkarıyor, oyun bozanlık yapmıyorduk.
Nurten’e bir bakış attım. Yüzünde, yıllar evvel anneme ait olan o ifadenin
aynısı vardı: Hemencecik adam olacak bu. Annesinin küçük delikanlısı.
Kıpkırmızı suratı normale dönerken saatlerce bagajda kalmasına
aldırmadan, zafer mutlulukları saçıyor ve bir kez daha tekrar ediyordu:
“Sobeee!”

322
Tema: Mutfak
Ankastre - Hekim Ali Babacan

“Çay bitti. Bi de süt tozu azaldı. Peçete de az ama bu hafta yeter


sanki. Limon suyu belki, başka da bi şey yok.”
Telefonu kapattım.
Bi de bu çıktı… Eskiden ne güzel demlik poşeti kullanıyoduk.
Şimdi dökme çay geliyo. Kaliteli dökme çay olsa neyse, demlik
poşetinden daha güzel çıkardı o ama nerden buluyolarsa buluyolar, en
324
kötüsünü alıyolar. Kendi evime aldığım çay bile bu çaydan bin kat daha
iyi. Ondan sonra tonla laf ediyo patron. Çay niye Şaban Ağa’nın abdest
suyu gibiymiş, çay demlemeyi bilmiyo muymuşum, onu da kendisi mi
öğretecekmiş… Mışmış da mişmiş…
İyisini getir de bak o zaman ben nası demliyom çayı.
Kazana su doldurdum. Yukardan sesler geldi patır patır. Hep
böyle olur zaten. Ben yeni su koyarım hemen biri damlar.
“Çay taze mi Meliha Abla?”
Çetin bu. Stajyerlerden.
“Ablam sen nası ayarlıyon benim su koyduğumu ben anlamıyom
ki. Çay taze de daha şimdi su koydum kazana. Soğumuştur. Beş dakka
sonra gel.”
“Tamam Meliha Abla. Ben bi sigara içeyim o zaman bahçede.”
Duvardaki eşantiyon saate baktım. Öğlen yemeğine daha 45
dakka falan vardı. Sandalyemi çektim bulaşık makinesine dayadım.
Radyoyu açtım. Hande Yener çalıyodu. Çok sevmem ama hiç ellemedim.
Öyle zırt pırt kanal değiştiremem radyoda. En sevdiğim radyo burası.
Sağa sola oynarken kaybediyom sonra. Bulunmuyo. Zaten bodrum
katta doğru dürüst çekmiyo radyo.
Telefonumu çıkarttım. Orasını burasını kurcaladım. Benim
oğlanın eski telefon bu. Kendi dokunmatik alınca bunu bana verdi.
Yepyeni telefon ama işte şimdiki çocuklar bi başka. Neymiş efendim
fonksiyonu azmış. Az dediği telefonun bi sürü şeyini kullanmıyom ben.
Konuşma, mesaj, müzik bi de fotoğraf bazen… Başka da hiç bişeyini
kullanmıyom. Napıcam fazlasını?
Hande Yener bitti. Şimdi horlama önleyici bi şeyi tanıtıyolar.
Bi senedir var bu reklam. Reklam gibi de değil. Saçma sapan bişey.
Sanki canlı yayınmış gibi konuşuyolar ama banttan hep. Her gün aynı
laflar. Ezberledim. Bazen bizim Orhan’a alsam mı diyorum ama sonra
325
vazgeçiyorum. Eve gidince beni maskara eder. Hem “Kandırmışlar seni!”
diye bağırır hem de “Horlamıyom ben!” diye…
Bi ayak sesi daha geliyo. Ama bu sefer kadın. Tık tuk tık tuk…
Şermin Hanım bu. Topuklu ayakkabı sesinden tanıdım.
Geliyooor… Ve geldi, evet o.
“Meliha nassın tatlım?”
Ayağa kalktım.
“Sağ olun Şermin Hanım. Siz?”
“Yoğun tatlım, yoğun.”
Şermin Hanım hep yoğundur. Aslında pek de bi iş yapmaz ama.
Zaten en az işi yapanlar demez mi en çok “Yoğunum,” diye? Hiç çayım
taze falan demedim. Çay içmez o. Kendi bitki çaylarından içer. Afili
fincanını getirmiş zaten yanında. Fincanın kenarından da bitki çayının
ipini sarkıtmış finosunun gezdirme ipi gibi.
Su ısınmıştı ses etmedim onun için. O suyunu doldururken Çetin
de geldi koşarak. Şermin Hanım’ı görünce bi durakladı. Sarı çerçeveli
gözlüklerinin üstünden baktı Şermin Hanım Çetin’e.
“Meraba Şermin Hanım,” diye selam verdi çocuk.
“Adın neydi senin?” diye sordu çocuğa. Yuh! Çocuk nerdeyse bi
senedir burada adını öğrenememiş.
“Çetin.”
“Yavrucuğum Çetin. Artık kendini alıştır di mi? Okul bugün yarın
bitecek. Belki burada belki başka yerde çalışmaya başlıycaksın. Biraz
ağır olmak lazım artık di mi? Yaşın kaç senin mesela?”
“21 Şermin Hanım.”
“Kocaman adamsın bak. Lütfen!” diye cıkcıklayarak çıktı.
Çetin derin bi nefes verdi. Kadının arkasından bakakalmıştı
garibim. 326

“Boş ver sen onu. Hadi al çayını,” dedim.


Bi fincana çayını doldurdu Çetin.
“Hadi ben ay sonunda ayrılıyom Meliha Abla. Allah bunla
çalışanlara sabır versin,” dedi yukarı çıkarken.
Toy çocuk tabii. İçimden “Daha nelerle karşılaşacan Çetinim.
Peheeey!” dedim.
Radyodaki reklam bitmişti. Tek bi normal reklamdan sonra
Mustafa Ceceli çıktı. Hah! Mustafa Ceceli’yi severim işte. Biraz açtım
sesi. İnce belli bardağa bi çay doldurdum.

En son yemek yiyenlerden biriydi Selim Bey. Bugün ise en


son yemek yiyenlerden biri değil en son yemek yiyen olmuştu. Hep bi
şeyleri yetiştirmeye çalışırdı. Ama Şermin Hanım gibi tırışkadan telaş
değildi onunki. Gerçekten koştururdu adam. Yemeğini bitirmiş acele
acele portakalını soyuyodu. Az konuşurdu. Ben de o konuşmadıkça
konuşmazdım onunla. Koca portakalı ne zaman soydu da ne zaman
hüpletti anlayamadım bile. Bulaşıkları kirli masasına koyarken elinden
aldım.
“Ben onu direkt makineye koyayım Selim Bey. Başka gelen
giden olmıycak nasolsa.”
“Tamam Meliha.”
Bazılarının Meliha demesine bazılarının ise Meliha Hanım
demesine kızarım. Çünkü bazıları Meliha’yı küçümseme anlamında,
bazıları samimiyet anlamında kullanırken; bazıları Meliha Hanım’ı
muhatap olmama anlamında, bazıları ise saygı anlamında kullanır.
Selim Bey’in bana “Meliha,” demesinin samimiyet anlamında olduğu her
hareketinden anlaşılıyodu. Benimle çok konuşmasa bile…
“Çay?” dedim son kirlileri de makineye koyarken. 327

“Olur valla içerim,” dedi.


İnce belli bardağa demli bi çay doldurdum.
“Eline sağlık Meliha. Kolay gelsin,” diyerek çıktı.
“Sağ olun Selim Bey. Size de kolay gelsin,” dedim arkasından.
Makineyi çalıştırdım. Millet yemek yerken kapattığım radyoyu
açtım. Yine Mustafa Ceceli vardı. Bi çayı hak etmiştim.

Günün en son çayını da demleyip içerinin temizliğini


yapmıştım.
Üstümü giyinirken patır patır koşarak sekreter kız İpek girdi
içeri.
“Ay Meliha Abla napçam ben? İt sürüsü gibi misafir geldi.”
Kolunu büktüm hemen.
“Ay napıyon Meliha Abla?” diye yüzünü astı.
“Kız bağırma! Öyle denir mi hiç? Patron duymasın.”
Hemen tepsiyi çıkardı İpek. Bardakları dizdi. Ama içki
bardaklarını.
“Hee ağır misafir,” dedim.
“Milletin işi gücü yok buraya laylaya geliyolar. Zıkkım içesiceler!”
“Yardım edeyim mi kız?”
“Yok abla. Biliyosun ona da kızıyo. İlla ben yapıcam her işi. Özel
kölesiyim ya onun. Bizimkiyle bi evlenip kurtulamadım ki şurdan.”
İpek içkileri doldururken “Kolay gelsin hadi iyi akşamlar” deyip
çıktım.
328

Bulaşıkları makineye yerleştirirken “Çay koydun mu?” diye sordu


Orhan. Televizyonun karşısına geçmiş dizisinin başlaması için ekranın
altında geriye sayan saniyeleri izliyodu.
“Makinayı bi çalıştırayım koycam,” dedim oflayarak.
“Kız Meliha… Ne zamandır poğça yapmıyon. Yap da çayla
yiyelim. Olma mı?” diye seslendi içerden.

Sabah kalktım. Omlet için yumurta çıkardım dolaptan. Ocağa


çay suyu koydum.
Neriman Hanım’ın Kapı Gibi Oğlu
Metin Çalışkan

“Seni afişte seni...” mutfaktan bağırış çağırışlar geliyordu.


Büyük ihtimalle, annem ablamla kavga ediyordu. Oturma odasından
çıkmalıydım. Amacım annemin ablam üzerindeki psikolojik, fiziksel,
sosyal darbelerini gözlerim, kulağım, zihnim ve ruhumla ölçmek değildi.
Odadan ayrılmaktaki niyetim büyük bir söylem yanlışını düzeltmekti.
Acele etmeliydim. Annemin yaptığı hata şimdiden neleri etkilemişti
acaba? Panik yüzünden elim ayağıma dolanmıştı. Mutfağa ulaşana dek 329
sağ dizimi çekyata, sol dirseğimi kapıya, geçmişimi ise portmantoya
çarpmıştım. Portmantoda asılı duran lise ceketimi görünce içlenmiştim
tabii.
Çığlıklar sürüyordu. Ablam pek karşılık vermiyordu fakat tam
manasıyla sinip, geri adım attığı da söylenemezdi.
Mutfak girişindeydim. Fazladan bir adım atmam imkansızdı
Ufacık mutfağımız üç kişinin toplanabileceği bir alan değildi. Bulaşık
makinesi, mutfak dolapları, mutfak dolaplarında yığınla tabak, bir adet
orta boy çöp bidonu, sıvası dökülen duvarlar, on dördüncü yüzyıldan
kalma izlenimi uyandıran ocak, kişiliksiz bir buzdolabı (doğru dürüst
soğuttuğunu bilmem), haykıran annem, ağlayan ablam.
“Seni afişte seni... Sen kalk Neriman’ın kapı gibi oğlunu bırak
tuhafiyede çalışan o sünepeyle...” diye tiradını sürdürüyordu annem.
“Afişte değil...” dedim nihayet, sesim titreyerek. İrkilerek bana
döndüler.
“Aşifte denir anne, aşifte. Afişte olsa olsa reklamcıların
aralarında yaptığı kötü bir espridir.”
Konuşmam sona erdiğinde izlediğim sahne dondu. Tüm
mutfak, annem, annemin ablama doğru inen terliği, musluktan
bulaşıklara damlayan su bir saniyeliğine hareketsizleşti. Sahne
tekrar oynatıldığında ise devinimler hızlandı. Büyüleyiciydi. Bir şeyler
kaçırdığımı hissediyordum. Aniden görsel bir sıçramaya tanıklık ettim.
Önünde durduğum dış kapı açıktı. Ablam çoktan apartmana doğru
kaçmış, annem de peşinden gitmişti. Ne yapacağımı bilmiyordum.
Mutfaktan gelen nohut kokusu da düşünmemi engelliyordu. Bayılırdım
nohuda, bir de pilav, yanına da bir kuru soğan.
Zor bir tercihle evden çıktım. Apartmanda gezinen fareleri
düşünerek dış kapıyı ardımdan çektim. Tahta kapımız yumuşakça
kapandı. Annemle ablam birbirlerinin peşi sıra üst kattan iniyordu. 330
Ablamın ağzı kanıyordu. Annem bir yandan ağlıyor bir yandan da özür
diliyordu.
“Sırf mutlu ol diye,” dedi annem kısık sesle.
Annem ablam için, apartmanın en üst katında on iki numarada
oturan Neriman Hanım’ın oğlu Suat’ı uygun bulmuştu. Neriman
Hanım’ın hali vakti yerindeydi. Oğlunun bir dediğini iki etmezdi. Seneye
üniversiteyi bitirip avukat olacak Suat’ın ise ablamı sevdiğini bilmeyen
yoktu ama ablam...
Ablam şu dünyaya fazlaydı. Hep böyle düşünürdüm. Ona
göre herkes, birbirini mutlu edebilecek tüm insanlar, ruh eşleri, sadece
bazılarımızın görebildiği rengarenk ipliklerle birbirlerine bağlıydılar.
Ablam bu iplikleri görebiliyordu. Kendi ipliğini takip ettiğinde tuhafiye
dükkanı sahibi Ethem Efendi’nin oğlu Cemal’e ulaşmıştı. Büyük
şans çünkü ablam göre araya giren yanlış insanlar, yanlış zamanda,
yanlış mekanda bulunmalar, ya da aldatmalar sayesinde iplikler
dolanabileceğine inanıyordu. Böyle olunca da iki olasılık vardı. Ya insan
aşktan umudunu keser ve iplikler boşa düşerdi. Öylece cansız, ucu
kopuk asfalta dökülürlerdi. Ya da iplikler dolanır dolanır, insanın doğru
zamanı doğru kişinin avuçlarında bulmasına ömrü yetmezdi.
Annem ablamın ipliklerinden bihaber onun Cemal’e aşkını
öğrendiğinde öfkeden deliye dönmüştü. O da hayallerinin erkeğiyle
evlenmişti zamanında. Onu anlayan, mutlu edebilecek, aşktan
tutuşmasını sağlayacak babamla. Çok geçmeden hayalleri yerini hayal
kırıklıklarına hayal kırıklıkları da yerini boş vermişliğe bırakmıştı. Annem
ablamın aynı hatayı yapmasını istemiyordu. Böyle düşünen annem bir
de rengarenk iplikler teorisini duysa sanırım ablamı bir kibrit kutusuna
sıkıştırır, bir kibrit çakar, yanan kibriti ablamın yaşadığı kutuya, diğer
kibritlerin üzerine atardı.
Ben, ablam, annem kapımızın önündeydik.
“Hadi geçin içeri,” dedi annem. Aç kapıyı, diyerek beni işaret etti. 331

Anahtar... Anahtarı almamıştım o koşuşturmacada. Anneme


nasıl söyleyeceğimi kurarken ikinci dünya kıyameti koptu.
“Afişte ablanın akılsız kardeşi. Ocakta yemek var, yangın çıkacak
yangın. Mutfağım, evim...”
Annemin söylenmeleri şahsiyetimden sekip gidiyordu. Anahtar
sanırım kapının arkasındaydı. Bu saatte çilingir filan bulamazdık. Akşam
onu geçiyordu. Yangın çıkıp çıkamayacağını kestiremiyordum.
Annem bana doğru darbeler savururken ablam araya girdi. O
sıra kapı otomatiğinin sesi duyuldu. Suat gelmişti. Demek dersi bu saate
dek sürmüştü.
Bizi görünce neler olduğunu sordu, annem bir bir anlattı. Suat,
annemin özenli övgüler saklayan sözlerini de yedirdiği uzunca bir
paragraf dinledi. Gözleri ablamdaydı. Ah be Suat hepsi ipliklerle alakalı,
zorlamanın alemi yok diye geçiyordu içimden.
“Mürüvvet Abla, siz söyle uzaklaşın biraz,” dedi Suat.
Üçüncü sınıf erotik romanlar yazan, ellilerindeki karşı
komşumuzun da bunca gürültü canına tak demiş olacak ki kapısını
araladı. Ara sıra konuşurduk onunla. Edebiyattan, sinemadan
bahsederdik. En sevdiği kitabın Dorian Gray’in Portresi en sevdiği filmse
Dorian Gray olduğunu biliyordum.
Aslında aklında hep nitelikli eserler yazmak istiyordu. Şiir, öykü
güçlü çalışmalar. Yeteneği de vardı. Yayınlanmayan bazı yazılarını, kitap
taslaklarını okutmuştu bana. Yeterince iyiydi. Beğenmiştim. Onda delik
deşik bir yalnızlık sezerdim hep. Okuduklarım sezgimi de güçlendirmişti.
Ne yazık ki erotik romanlara nazaran para etmiyordu diğerleri.
Kısa bir özetle durumu anlattım Tutku Kırmızı’ya. Erotik romanları
yazarken kullandığı takma addı bu. Gerçek adını sormamıştım, o da
söylememişti. Belki bir kitabın ön kapağında karşılaşana dek beklemem
gerekiyordu. 332

Annemle ablam da Suat’ın talimatlarına uyup kapıdan


uzaklaşmıştı. Suat biraz gerildi. Hızla kapıya gitti. Omzuyla asıldı.
Olmadı. Yine denedi. Altı yedi defa denedi. Kapı milim oynamadı.
Neriman Hanım’ın kapı gibi oğlu Suat türdeşini mağlup edememişti yine
de vazgeçeceğe benzemiyordu.
Tutku Kırmızı kapının açılmayacağına emindi. İçeri girmek, kapıyı
içerden açmak gerekliydi. Bana fısıldayarak mutfağını kullanabileceğimi
söylemişti. Dünya düzeni, demişti. Mutfaklar mutfağa, yatak odaları
yatak odalarına, salonlar salonlara, insanlar insanlara açıldı mı
güzeldir. Apartman boşluğu aklıma gelene dek sözlerin büyüsünü
kavrayamamıştım.
Tutku Kırmızı’nın mutfağı bizim mutfağa bakıyordu. Hakikaten
annemin dediği kadar akılsızdım. Nasıl düşünememiştim? Onların
mutfağından apartman boşluğuna geçecektim. Bizim mutfağın
pencereleri dayanıksızdı. İterek açabilirdim.
Beş dakika sonra mutfağımızdaydım. Kapımızdan hâlâ
Suat’ın omuz darbelerinin kesik kesik sesleri geliyordu. Nohudun altını
söndürdüm. Yanında duran pilav tenceresini keşfettim. Bir tabak nohutlu
pilav aldım kendime. Umarım pişmiştir...
Yemeğimi yiyerek kapıya gittim. Kapı deliğinden baktım. Doğru
anı kolladım. Üçe kadar saydım. Kapıyı açıp yana çekildiğimde Suat yere
düştü. Alnını ayakkabılığa çarptı. Bizimkilere doğru baktım.
“Anne eline sağlık, nohut süper olmuş,” dedim.
Gömleğimden sonsuzluğa doğru uzanan renkli iplikleri
seçebiliyordum artık.

333
Bardaklar - Anıl Erdoğan

Gece yarısı uyanıp su içmek için mutfağa yöneldiğimde içerden


gelen seslerin uykuya geri dönmek istememle bir ilgisi olduğunu
sanmıyorum. Fısıltılar koridordan duyuluyordu. Bu nedenle hemen
giremedim mutfağa. Koridorda durup kulak kesildim. “Hırsız aç demek
ki, önce karnını doyuracak, sonra istediğini çalacak,” diye düşündüm.
Malum, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi...
“Hırsızı yatak odasına çekip orada öldürürsen cezasız 334
yırtıyorsun.” Tam belleğimdeki bu şehir efsanesinin çıktığı üçüncü
sayfa haberlerini yoklayıp ceza hukukundan kendime uygun bir bahane
arıyordum ki içerde kimsenin olmadığını duyumsadım.
Sesler yemek masasının üzerinden geliyordu. Yarısını içtiğim
bir bardak suyu masanın üzerinde bıraktıktan sonra yatmaya gittiğim
gecelerden biriydi. Eşim de aynı şeyi sık yapardı. Onun bıraktığı yarısı
içilmiş başka bir su bardağı da masanın diğer ucundaydı. İki bardak
birbirleri ile hararetli bir konuşma yapıyorlardı: Benim bardağım yarısının
dolu olduğunu anlatmaya çalışırken eşimin bardağına “Senin yarın
yine boş bırakılmış,” diye takıldı savurgan bir gülüşle. Bunun üzerine de
eşimin yarım kalmış bardağı, benim yarım kalmış bardağıma “Asıl senin
yarın boş!” diye bağırdı.
Ne klişe bir iyimserlik testi üstünde tartışıyorlardı.
Aslında konuyu uzatmanın bir anlamı yoktu. Hiçbir konu öyle
uzun uzun tartışılacak bir öneme sahip olamazdı. Tam mutfağa girip
onları susturacaktım ki eşimin yarım bardağı psikanalize başladı:
“Asıl senin yarın boş! Sahibin seni içerken babasının doğum
tebriki kartlarını düşünüyordu. O yüzden seni yarım unutup yatmaya
gitti.”
Benim bardak durur mu? Üste çıktı hemen:
“İyi de beni bitirmeyi unutmayıp tamamen içseydi o zaman da
tamamen boş olmayacak mıydım? Şimdi en azından yarı doluyum ve
halen geri gelip beni içme olasılığı var.”
“Hayır şekerim, seni tamamen bitirseydi asıl o zaman
aynadaki yansımandan özüne geri dönecektin. Vahdet-i Vücûd’a tekrar
dönecektin, geldiğin tek kaynakla yine bir olacaktın ve...”
Benim bardağım tam beklediğim noktada kesiverdi eşimin
bardağının sözünü:
335
“Şu okuduğun kitaplardan etkilenmelerin yok mu! Ne ilgisi var
şimdi beni yarım bırakması, babasının doğum tebriki kartları ve tasavvuf
nutku atmanın? Her şeyi neden tasavvuf ile yoğuruyorsun?”
Benim bardağım anlayamasa da ben anlamıştım o yarı uykulu
halimle.
Babam çok kalabalık ailesindeki akrabalarından kimin çocuğu
olsa, bebeğin ailesine “Tebrik ederim. Sağlıkla büyüsün, hayırlı evlat
olsun.” yazan bir tebrik kartı gönderirdi mutlaka. Çocuklarının hayırsız
evlat olmasına o kadar kafayı takmıştı yani. Bense çok korkak biriydim.
Baba beklentileri hayatta en korktuğum şeydi. Bu Freudyen geçmişim
de babamın “Hayırsız evlat” çerçevesindeki tek resim olmama yetmişti.
Eşimin bardağı bunu anlatıyordu. Her şeyi deneyip sonra yarım bırakan bir
tutarsızdım. Varoluştaki birliğe de belki ondan bir türlü ulaşamıyordum.
Babamı hiç arayıp sormamak bir yana, dün kalkan cenazesine
de gitmedim. Gece de “Bundan pişman olmalı mıyım?” sorusuyla
boğuşma halinde mutfakta su içerken “Üzerimde hep hayırlı evlat olma
baskısı kurduğu için böyle oldu,” yanıtını bulup rahatlayınca uykuya
gittim. Su içtiğim bardak da ondan yarım kalmıştı. Bu kadar basitti.
Bardağın hangisinin dolu, hangisinin boş olduğunun da bir önemi
yoktu gözümde. “Bardağın yarısı dolu,” diyenler daha uzun yaşıyormuş.
“Yaşarsa yaşasın, ne yapayım?” dedim içimden.
Tabii size neden bu kadar sinirlendiğimi anlatırken bir noktayı
anlatmamış olabilirim. Eşimle mutfakta unuttuğumuz yarım su
bardakları yanında bir ortak yanımız daha vardı. Birlikte uyuduğumuzda
aynı rüyaları görürdük. Aynı zeminde buluştuğumuz için de kontrollü
olurdu rüyalarımız. Birbirimizin tahammül edebileceği rüyaları görürdük
anlayacağınız.
Beni terk ettikten yıllar sonra gecenin bir yarısı beni “Başın sağ
olsun,” demek için arayıp “Benim su bardağım sende yarım kalmıştı.
Şimdi rüyamda gördüm, halen o yarım bıraktığım suyu içmemişsin,”
336
deyince moralim bozuluverdi birden. Artık ayrı rüyalar görmemizin en
kötü sonucu oldu bu. Birlikte uyuyor olsak hiç görebilir miydi o giderken
yarım bıraktığı suyu halen içmediğimi?
Şimdi onun bardağında kalan o yarım suyu içmem gerekecek.
Ne güzel yıllardır duruyordu mutfakta, tam da benim bardağımla aynı
masada.
Az Şekerli İnferno - Erkan Esenoğlu

Etiyopya’nın yüksek yaylalarında yaşayan yerli halk sihirli meyve


adını verdikleri şifalı bir bitki keşfetmişti.
Filtresiz ve koyu bir sohbetin öyküsü bu. Maceramız 500 yıl
önce kum fırtınaları arasında bir yolculukla başlıyor. Yemen Valisi ile
bilmediğim bir saraya doğru ilerliyorum. Yol çok uzun ve tadım tuzum
yok o günlerde. Aklıma sık sık Khaldi denen o çobanın beni bulduğu
gün geliyor. Hayvanlarını iyileştirdiğim için cezalandırılıyormuşum gibi 337
bir his çöktü o günden beri. Bir rivayet yayıldı ki şifacılığım üzerine;
işte, bu yüzden Yemen Valisi’nin konvoyu ile yollardayım. ‘’Hastalara
pek iyi geliyormuşum, bak sen şu işe!’’ Khaldi beni bulmadan önce
doğada yaşardım, hayvanlarım vardı ve bir tek onlar bilirlerdi nereye
kök saldığımı. Şimdi ise hünerlerim dilden dile dolaşıyor. Yemen Valisi
desen o kadar kilo aldı ki son zamanlarda; yolda verir demiştim, pek de
beceremeyecek bu gidişle. Bana olan düşkünlüğünden gözlerine uyku
girmiyor adamın. Uyumadıkça iştahlanıyor, yiyor da yiyor. Gidiyoruz
durmadan derken “Hah! Mola verdik, çadırı da kurduk. Valinin yanı
başındayım.” Bir harita açıyor vali. Haritalar bugüne göre birebir aynı
olmasa da bir yol gösteriyor bulmak isteyene. Yol Konstantinopolis yolu.
Saraya varana kadar aylar teferruat ile geçiyor, ama aklım
yolda kalıyor. Artık pek dönebilecekmiş gibi hissetmiyorum. Şehri bir
telaş almış, ezan okunuyor. Minareleri sayıyor Yemen Valisi. Zaman
insanı yemiş bitirmiş. Yollar, kime çarparsın nerede yaşar belli değil
kalabalıklarla dolmuş. Saraya girişte bizi yüksek yerlerden şahsiyetler
karşılıyor. Aralarından en kıdemlisi konuşmaya başlıyor:
“Kaçıncı misafir şu an anımsamıyorum ancak padişahımız hasta
iken gelen misafirler başımız üzerine. Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz ve
umuyoruz şifalar da getirdiniz.”
Pek de lafı uzatmıyor ve bizi saray eczanesine doğru geçiriyor.
Ancak padişahın hastalığı dışarıdaki keşmekeşten nasıl saklı tutulmuş
bunu anlamıyorum. Bizi karşılayanın taşıdığı kimlik az da olsa beni
rahatsız ediyor. Şüpheci gözleri var. Bir sürü şifacı gelmiş ve başarısız
olmuşlar, başlarına geleni işitiyorum. Eczaneye girdik. Yemen Valisi ile
de yolları burada ayırdık. Tuttular valinin kolundan yukarı götürdüler,
padişahın huzuruna çıkacak. Padişah beni soracak, valimiz padişahın
beklentilerini beyhude çıkarırsa kellesi elinde Yemen’e geri yollanacak.
‘’Ah vali, sen ne yaptın?’’
Başıma Eczacıbaşı diye biri dikildi, konuşuyor, efendiliği, adabı 338
anlatıyor, eşlik ediyorum. Zamanla sadrazam olacağını düşünüyorum,
bunu bir yerde okumuştum. Neyse, konumuza döneyim. Saray hayli
büyük, sesler yankılanıyor ve saray sırlarını öğreniyorum. Padişahın
durumu kötü, kimse bilmiyor bunu ve kimse bilmeyecek. Eczacıbaşı’nın
da yardımıyla hazırlanıyorum, pek şeffaf olmadığımdan ilk görenlerin
kafasında sorular olacak ama olsun, şüphelerinin üzerine su içsinler.
Padişahın huzuruna çıkan yolda üç ayrı kabul makamından geçeceğiz.
Bu makamlardan birincisi sadrazam, ikincisi ise vezir. Sonuncundaysa
Padişah beni bekliyor olacak.
Sadrazam Kabul
Sadrazam buna izin vermez diyor Eczacıbaşı’na kapıda
duran sefil yaveri. Saray çürümüş, yiyenlerin haberi yok! Seri nefes
alışverişlerinin arasına sıkıştırabildiği dualarla Eczacıbaşı gönlünü
ferahlatmaya çalışıyor. Diyaframı esir alınmış gibi panikle hızlı atıyor
kalbi ve oksijen ihtiyacını karşılayan ciğerlerinin hırıltıları karışıyor
muhabbetine. Seyirci kalıyorum. Kapı açılıyor ve odadaki halının
üzerinde Yemen’de görmüş olduğum motiflerden beliriyor. Hah! İşte
meşhur Sadrazam. Tüm sadrazamların birbirine benzemesi ne tuhaf
şey. Eczacıbaşı beni takdim ediyor. “Bana güven Eczacıbaşı! Sevdim
seni, yarı yolda bırakmayacağım”. Sadrazam’ı süzünce, “Başına neler
geleceğini bilsen beni huzuruna kabul etmeden önce iki lokma bir şey
yerdin,” diye içimden geçiriyorum. Şifa kontrolü yapacak bu beyimizin aç
olduğu her halinden belli, ona öyle bir güzellik yapacağım ki boğazında
bir düğümlenme hissedecek önce, o boş midesinde yangın çıkaracağım.
O yangının elinden kapıp, kötü beslenen bu efendi için tarihi bir hela
deneyimi yaratacağım. Bu gece uyumak istese de uyuyamayacak. Hem
aç olması da aklıma bazı şüpheler doğurmadı değil. Saray hakkında
duyduğum en yaygın şey sofra idi. Padişah hasta diye mi yemiyorlar,
yemekten dolayı hasta diye mi korkuyorlar pek de önemli değil. Neyse,
herkes uyuduğunda ben öğrenirim bu işin aslını. Sadrazam Efendi
şifamı kabul ediyor, nasıl etmesin ki. Tuvaleti gelen bir adama her şeyi 339
kabul ettirebilirsiniz. Bir gün geçsin vezir hazretleri ile tanışacağız.
Vezir Kabul
Dün gece uyumadım. Sarayda o odadan bu odaya hakkımda
konuşuldu, kulak verdim. Sonucunda ‘’neden sofra kurulmuyor bu
sarayda’’ sorusunun cevabının hürmet olduğunu anladım. Padişah’a
hürmet. Gizli saklı yemek yediği söylenen Vezir’in kapısındayız şimdi.
Eczacıbaşı düne göre daha iyi ama korktuğunu hissediyorum, elleri
titredikçe ben de sallanıyorum. Odasındaki halının ipliklerini tutup sıktı,
yolabildiği kadarını yolarak bir gece geçirdi Eczacıbaşı. Parmaklarını
kapatabilecek gücü kendinde hissetmedi odaya girerken, hissetse
idi bunu yapacağına inancı da tam olurdu. İnanç gerekiyordu ona.
Kapının dışında nöbette iki tane Çeribaşı var. Eczacıbaşı’nı durdurdular.
Neyse, zaten bu panikle içeri girseydi vay halimize. Tam şu anda hiç
olmadığım kadar şuursuz iken, ansızın aklıma Khaldi düştü yine. O
çobanın beni bulduğu güne lanet okuyorum derken içten içe iyi ki dağ
bayırda kalmamışım anlamaya başladım. “Khaldi’nin dili buralara kadar
uzanıyormuş,” gibi düşündüm. O başlattı rivayeti en nihayetinde, neyse.
Vezir acaba her şeyi mahveder mi? diye düşünüyorum. Eczacıbaşı’nın
korkusu beni iyiden iyiye sarstı. Kötü düşünmemeliyim. Her şeye,
geleceğime giden planım her neyse kusursuz olmalı. Şu an bir oyun
sahnesinde olsam, köpürüverirdim herhalde. Vezir Efendi’nin yanında
tanıdık bir yüz var, Sadrazam’ın dünkü halinden eser yok, beni görür
görmez yüzü güldü. Yemen Valisi’nin benimle tanıştığı gün suratına
takındığı aynı mizansen ile beni selamlıyor. Vezir ise dünden geliyor tabii,
şüpheci, ne ile karşı karşıya bir fikri yok. Bizans’ın yenilgisini karadan
yürüttüğü gemileriyle yaptığı söylenen Sultan Mehmet sonrası dönem
Padişahı Selim’in Veziri, odasında bu destanı resmettirdiği minyatürlerle
selamlıyor dünyayı. Nice yasaklı nakkaşın resimlerinden bihaber
hayranlıkla izliyorum. Vezir odasında şaha yaklaştıkça paniğimiz artıyor.
Vezirin testi Sadrazama göre daha hileli oluyor haliyle. Şifamı ille de
kendi bir şeyler ekleyerek taçlandırmak istiyor. Atıyor ağzına bir kuş 340
lokumu. “Yaşa be kuşlokumu,” ne iyi düşündü Vezir seni, senin tadınla
işimiz daha bir kolaylaştı. Size şifacılık ile alakalı bir sır vereyim, bu sır ki
her başarılı satıcının, her ünlenmişin sırrıdır. Ne yapın edin, kendinizi iyi
pazarlayın. Vezir için tadı tuzu olmayan bir şifa yediği lokumla taçlanıyor.
“Sadrazam’ın neşesindendir,” diye düşünüyorum, pek de sorgulama
isteği hissetmiyor bana. Ama işin aslı her vezir gibi padişah gölgesinde
yaşamaktan bıkmış olacak ki pek de umurunda olmuyorum. Lokum
yanında sadece “Götürün Hünkarımıza” lafıyla yollanıyorum son teste.
Vezir kuşlokumu yemeye devam ediyor.
Padişah Kabul ve Uyanış
Son rekat namazı da biten Eczacıbaşı ile son sınavına
hazırlanıyoruz. Padişah Hazretleri Yavuz Sultan Selim’in huzuruna
abdestsiz gitmek istemedi eczacıbaşımız. Bu sefer yanımız iyice
kalabalıklaştı. Padişah huzuruna çıkış o çıkış, tüm kabul reisleri peşimize
takıldı, onların yaverleri ve sarayın yalaka ahali hep birden etrafımızda.
Hani kimse bilmiyordu padişahın hastalığını? Bu işte bir saçmalık var.
İşin asıl fenası şifacı diye getirildiğim şu sarayda Padişah’ın sorunu ne
sanırım kimsenin bir fikri yok. Hastalıktan söz ediliyor fakat ne sadrazam
ne de vezir konu hakkında konuştu, bırakın konuşmayı o kadar hızlı kabul
gördük ki bu nasıl kabul edilmektir anlayamadık. Eczacıbaşı nefesini
kontrol etmeyi başarıyor bu sefer. Dev kapılardan geçiliyor ve padişah
huzuruna varıyoruz. Kulağındaki küpe dikkatimizi çekiyor, iri yarı bu
zat karşısında iki büklüm eczacıbaşı beni takdim ediyor. Sultan Selim
konuşmayı pek sevmiyor. Olaya direkt dalıyor. Bıyıklarının birdenbire
kalktığını görüyorum. Bir besmele eşliğinde Sultan Selim’in midesinde
kayboluyorum. Ardından padişahın hastalığını dün gece yatmadan
önce ninemin uydurduğunu hatırlıyorum. Yıllar önce başlayan bu rüya
zamanda padişah benim, yudum benim, vezir de sadrazam da benim.
Titreyen eller benim, eczacıbaşı da ben olmalıyım bu durumda. Ninemin
ve dedemin ölümü sonrasında naftalinli nevresim kokusu ve ağzıma
sürdüğüm kuru kahve ile uyanıyorum İstanbul sabahına. Bir hatıraya 341
söz vermiştim bu absürt rüyanın gerçekle el ele yürüdüğü yıllarda.
Kahve ile zincirlenmiş zamanın tamlamasıdır bu...
Bir gün bu eve geleceğim ve çocukluğumdan geriye ninemin
yaramazlık yaptım diye ağzıma sürdüğü kahvenin acı tadı ve dedemin
padişah resimleri koleksiyonu kalacak. Çocukluğumun, İstanbul’un
fethini anlatan minyatür çizimlerle resmedildiği nevresimlerine yatıp
uyumadan önce, ninemin çok sevdiği kuşlokumlarından yiyeceğim.
Ezan okunacak ve ben dedemin ecza dolabına bakıp tarihi geçmiş ilaçları
yenileri ile değiştireceğim. Mahalleliyi toplayıp onlara ninemin sülalesinin
Yemen’e kadar uzandığını anlatacağım. Bana gösterdiği fotoğrafı elime
alıp büyük büyük dedeme rahmet dileyeceğim, sadrazamın torunuymuş
derdi ninem büyük büyük dedem için. Kahve yapmayı öğreneceğim,
muhabbeti ile çocukluğumdan hazır bir hüzün çökecek üstüme.
Çocukluğumda altına yattığım rüyalarıma saygı duruşunda bulunacağım
ve zamanı bu kahve ile zincirleyecek, tadını figürleştireceğim. Köküne
ineceğim kahvenin ve sihirli meyve olduğunu öğrenip gözlerimi açan bu
bitkiyi cennetten gelme bir şifa sayacağım. Ama ben az şekerli İnferno
romantiğiyim, hastayım ve uyanmaya ihtiyacım var. Tarihe ise bir rüya
borçluyum.

342
Mutfak - Emel Kalender

Mutfağa girmek som korku Emir Haktan için; göğsündeki


kemikleri iteliyor çarpıntı. Tezgahta, fayanslarda gezinen hamam
böcekleri ne kadar hızlı kaçışıyorlar. Birbirlerinin ölüsünü yiyen bu
haşerelerden her şey beklenir.
Elektrikler kesildi! Tüller havalanıyor, ardında karaltılar; ürkünç.
Devleşip saklanıyor olmasınlar. Böcekler de karanlık. Haksızlık. En
azından fosforlu olsalardı. Uyurken üzerinde gezinirlerse. Uyumamak 343
en iyisi. Öfkeli sesiyle;
“Sabah olsun göstericem sana anne. Atcam bi kitabını!” diye
haykırarak boşluğa tekme attı. “Karanlık kocaman. Büyük. Çocuum ben
çocuk. Len diyom işte sana len işte. Böceksiz ev bul diyom len. İllaç
yumuta öldümüyormuş len. “
Yastığın altından çıkardığı el fenerini çalıştırdı. Gölgeler büyüyor;
Emir Haktan gölgeler gibi çabucak büyüyebilse, dokunulmazlığı
olsa; içinden geçse uzuvlar; gülerdi kötü karakterler gibi, gülüşlerini
kahkahaya büyütürdü. Gölgeler ne şımarık: Birkaç parmak bir araya
gelmeye görsün; uluması eksik kurt, işte kocaman bir fil. “Aynaşayım,”
dedi gölgeyle, “oyun oynayım. Hem kokum da geçer.”
Filin sırtına bindi. Kapıları kıra kıra mutfağa doğru ilerlediler. İlk
iş su içmek. Dolaptaki kaşardan el büyüklüğünde parça, pastayı da alıp
hızla kaçarlar.
İşte mutfak!
“Adi haşşeeele. Siz hiç böle koca bi fil gödünüz mü? Paaaaçalıcaz
sizi, ha ha ha.” Tezgahta halihazırda bulunan böcek ilacını alıp sağa
sola sıkmaya başladı. Damacana şelale gibi akıyor. İçti suyunu. Kaşarı
odasında parçalar; tümünü koltuk altına sıkıştırdı. Annesinin hazırladığı
pastalı tabağı alıp çıkacaktı ki mutfaktan, aman Tanrım. Antenlerini
kıpırdatan bir hamamböceği. Çenesinden tepesine bantladığı fenere
rağmen oracıkta duruyor. Işığı görünce kaçmalısın aptal böcek.
Çocuk, çığlık atıyor durmadan. Korkudan hortumu düştü filin.
Balon gibi sönüverdi koca kütlesi. Elindeki pasta yere düştüğünde çıkan
kırılma sesi, kalbinin patırdamasını daha da artırdı.
Koşuyor. Kısacık mesafe ödevler gibi uzuyor. Odası hemen
şuracıkta. Lanet olası fener karanlığı aydınlatacağına karaltıları
büyütmeye devam ediyor. Odasının kapısını hızla çarptı. altındaki
aralıklardan girer bu meretler. Ne bulursa kumaş namına tıkadı altları. 344
Diğer çocukların babası var; baba filden kuvvetli olmalı. Hepsini alt
ederdi.
Fener ışığı duvar saatinde: dörde yaklaşmış gibi. Tam olmayan
saatleri öğrenebilseydi. Haydi dört diyelim dört. Parmaklarıyla hesapladı;
sekizden dört çıkarsa. Az kaldı az. Anne gün ışıdığında burada.
Oyuncaklarının arasına sakladığı kahve tozundan bir parmak daha çaldı
diline.
Mutfak Fayansı - Onur Karakaya

Sonunda öldürmüştü. Yemeğin sonunda. Taze fasulyeden


saçılan fasulye tanelerini ve yemek suyunun son damlasını lokmasıyla
süpürüp bitirmişti. Sabır eli, boğazın bitiş, çenenin başlangıç noktasına
kadar gelmişti. Oradan bıçağı almıştı. Aşçının kimselere elletmediği
bıçağı katilinin eline geçmişti. Maharetli parmakları tek hamlede satırla
kesildi. Sağ elinin atardamarına vurulan kesik öldürmek için kasti
hareketti. Aşçı kendi aletleriyle kendi mekânında olmaktan mutlu olduğu 345
yerde canından olmuştu. Üstelik katili olacak adamın karnını bir güzel
doyurarak gitmişti bu diyardan.
Yarısı dudağın dışında, diğer yarısı ağzın içinde kalan kürdanı
sağdan sola hareket ettirerek bekliyordu. Ocağın altı yanıyordu. Kan
mutfağın fayanslarına yayılıyordu. Ne yapmıştı? Farkında değildi.
Yemeği beğenmişti. Mesele yemekten çok daha fazlasıydı. Öncesiydi.
Eskidendi.
Masadan kalktı. Tabağı eline aldı. Aşçıdan akan kana
basmamaya dikkat etti. Ayakucunda yürüdü. Ocağın ateşini idareye aldı.
Tencerenin kapağını kaldırınca yemeğin buharı yüzüne vurdu. Kepçeyi
daldırdı ve suyu fasulyesine göre fazla olan taze fasulyeden bir kez
daha doldurdu tabağına. Doymamıştı. Aşçının kanı bile doyuramamıştı
onu. Kestiği parmaklar masadaydı, ince ince kesilen ekmeğin yanı
başındaydı. Sepet ekmeği kandan koruyordu. Midesi bulanmıyordu.
Kesik parmakları süpürmeden, tabağını az önce yediği masanın tek
temiz kalan yerine koydu. Aşçının bedeni çaprazına kalmıştı. Kürdanı
ağzından çıkardı. Sepetteki ekmeğin köşe dilimini aldı. Fırın etiketini
soydu. Bir lokma koparıp suya bandırdı. Beş kaşık, on lokmada ikinci
tabak bitmişti.
Beyaz eldivenleri fasulyenin suyundan kızıllaşmıştı. Cebindeki
temiz eldivenlerle değiştirdi. Aşçının neden eldiven takıyorsun
sorusunu “Cilt hastalığım var,” diye cevaplamıştı. Oysa yoktu. Her şey
aşçının ölümünün bir parçasıydı. Masadan ikinci kez kalktı. Bir daha
oturmayacaktı. Aşçının ölü bedenini kilere sürükledi. Masayı kenara
çekti. Fayansları sökmeye başladı. Bir saat içinde mutfakta fayans
diye bir şey kalmamıştı. Fayanslar haricinde her şeyi olduğu gibi
bıraktı ve çıktı. Kürdan ağzındaydı. Tabağı ve kaşığı almayı unutmadı.
Yakalayamazlardı. Kendi vicdanı hariç kimse yakalayamazdı onu.
Sağlam Mutfak Ürünleri tabelası asılı dükkânına geldi. Çırağı
tarafından kapıda karşılandı. Çırağından çay söylemesini istedi. Yemek
346
tabağını ve kaşığını çöp kutusuna attı. Bir spatula aldı. Fayansların
arkasındaki beton süprüntülerini kazıyarak onları yeniden kullanılır hale
getirmeye çalıştı. Duvardaki yazıya tekrar baktı: Veresiye teklif etmeyiniz.
Özgeçmişler

Gamze Acar
1991 Eskişehir doğumlu. İlköğretim ve lise öğrenimini Eskişehir’de
tamamladı. Halen İstanbul Teknik Üniversitesi’nde üçüncü sınıf
öğrencisi.

Ümit Aykut Aktaş


Mersin’de doğdu. Otuz yıldır İzmir’de yaşıyor. Kooperatifçilik, optik 347
sektörü, otomotiv ve finans sektöründe çalıştı. Öyküleri altZine, Kitap-
lık, Varlık, Lacivert, Patika, Berfin Bahar, Kalem Edebiyat, Kum Edebiyat,
Öykü Teknesi, Hece Öykü, Akköy edebiyat dergilerinde yayımlandı.

Hekim Ali Babacan


1979 yılında Eskişehir’de doğdu. Metalürji Mühendisliği mezunu. Leman,
O-HAA ve Koala dergilerinde karikatür ve çizgi roman çizdi, mizah öyküleri
yazdı. 2005-2011 yılları arasında Eskişehir’de Sakarya gazetesinde,
2013 Eylül ayına kadar Anadolu gazetesinde günlük karikatürler çizdi.
2013 Eylül’den beri 2Eylül gazetesinde günlük karikatürler çizmektedir.

Hasan Cüneyt Bozkurt


1982 yılında Söke’de doğdu. 2008’de Uludağ Üniversitesi Eğitim
Fakültesi’nden mezun oldu. Sınıf öğretmeni olarak çalışıyor. Öyküleri
çeşitli dergilerde yayımlandı. 2010 altKitap Öykü Yarışması’nda Seçici
Kurul Özel Ödülü ve 2011 Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülleri’nde Üçüncülük
Ödülü aldı. İlk romanı On Otuz Nisan 2012’de Pupa Yayınları’ndan çıktı.
Beşparmak Dergisi’nin 25. yılında yayın kurulu üyeliğine seçildi. İkinci
romanı Sözcükten Resimler Ocak 2014’te Geniş Kitaplık tarafından
yayımlandı.

Bünyamin Bozkuş
Yazma denemelerine 1992 yılında başladı, 1995 yılında Kültür Bakanlığı
kısa film öyküsü yarışmasına gönderdiği metin ikinci seçildi. Uzun bir
aradan sonra 2011 yılında yeniden yazmayı denemeye başladı. Öyküleri
Sözcükler, Sarnıç, Yaba, Galapera ve altZine’de yayımlandı.

Pınar Çakılkaya
1969 Ankara doğumlu. Yüksek öğrenimini Ekonomi alanında yaptı.
Halen sermaye piyasaları alanında çalışıyor. 2010 yılından bu yana öykü
yazıyor. Murat Gülsoy ve Semih Gümüş’ün yaratıcı yazarlık atölyelerine
devam etti. Öyküleri Notos, Sarnıç ve altZine’de yayımlandı.
348

Metin Çalışkan
1989 İstanbul doğumlu. Kocaeli Üniversitesi Reklamcılık bölümünden
2013 yılında mezun oldu. Öykü, şiir, deneme, sinema yazıları Ünisanat,
Sinemasal, Modern Zamanlar, Roman Kahramanları, Sarnıç gibi
dergilerde ve Özgür Kocaeli gazetesinde yayımlandı. Sistemfilm
amatör kısa film grubunun kurucuları arasında yer aldı; çeşitli kısa
film çalışmalarında senaristlik ve yönetmenlik yaptı. Artistikbellek
isimli amatör kültür-sanat bloğunun oluşturulmasına katkıda bulunan
Çalışkan blogda editörlük ve yazarlık görevlerini yürüttü. İstanbul’da
yaşamakta olan Çalışkan halen Özgür Kocaeli gazetesinin Kültürlü
Kedi sayfası için yazıyor ve artistikbellek ile sistemfilm bünyesinde
çalışmalarına devam ediyor.

Pamir Çerçi
1983 Adana doğumlu. Tarsus Amerikan Koleji’nde okudu. Ankara
Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu. Halen Hacettepe Üniversitesi İç
Hastalıkları Anabilim dalında çalışıyor.

Fulya Füsun Çetinel


Avusturya Lisesi fen bölümünü, ardından Boğaziçi Üniversitesi İngilizce
Öğretmenliğini bitirdi. Uzun süre İngilizce öğretmenliği ve yurtdışı grup
liderliği yaptı, eşiyle birlikte bir basımevi işletti. Redaksiyon ve danışmanlık
yapıyor, hayalet yazar olarak çalışıyor. Bir yazıevinde eğitmenlik yapıyor.
Çocuklara ve büyüklere okuma atölyeleri düzenliyor. Almanca, İngilizce
ders veriyor. Yaz aylarında dünyanın çeşitli yerlerindeki kamplarda
gençlerle sosyal sorumluluk projelerinde çalışıyor. Öykü ve yazıları
çeşitli edebiyat dergi ve sitelerinde yayınlanmaktadır. Öykünün Ev Hali
ve Renkli Yaş Almak atölyeleri ile olabildiğince çok kişiyi edebiyat ve
kaliteli yaşamla tanıştırmaya çalışıyor

Sinem Serap Duran


Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde Mimari Tasarım okuduktan sonra
349
lisans üstü eğitimini yine aynı alanda İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde
tamamladı. 2011-2013 yılları arasında İstanbul SAE Eğitim Enstitüsü’nde
Dijital Film ve Animasyon eğitimi aldı. Halen Eyes&Berg Film Production
şirketinde proje müdürü olarak çalışıyor.

Anıl Erdoğan
1981 yılında İzmir’de doğdu. Lise eğitimini İzmir Atatürk Lisesi, üniversite
eğitimini Dokuz Eylül Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümünde
tamamladı. Lisansüstü eğitimini Ege Üniversitesi’nde AB - Akdeniz
Çalışmaları üzerine yaptı. Halen İzmir ve Cenevre’de özel bir şirketin
Bilişim Teknolojileri (IT) bölümünde IT Eğitmeni olarak çalışmaktadır.
altZine’de yayınlanmış öyküleri bulunmaktadır. Mucizeden Belaya
Yolculuk: Tütün adlı popüler bilim kitabında bir makalesi yer almaktadır.

Halil Fırat Eren


1987 doğumlu. Reklam yazarlığı yapıyor.
Doğan Erişen
1988 Mersin doğumlu. Doğu Akdeniz Üniversitesi Matematik ve
Bilgisayar Bilimleri Bölümü’nde okudu. 2011’den bu yana Bilkent
Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde eğitimini sürdürmektedir. Çeşitli
mecralarda mantık, metaetik, dil felsefesi, olanaklı dünyalar ve kurmaca
kuramı üzerine yazıları ve konuşmaları ile yer aldı. Halihazırda Bilkent
Felsefe Topluluğu’nun başkanlığını yürütmekte. Aklına estikçe öykü
yazıyor.

Erkan Esenoğlu
1983 Diyarbakır doğumlu. Yüksek lisans eğitimi süresince resim
alanındaki faaliyetlerini sürdürdü. 2002 - 2010 yılları arasında Paris,
Leipzig, Hannover, İstanbul ve Eskişehir’de pek çok karma sergiye
katıldı. 2005-2006 yılları arasında Almanya’da grafik tasarım okudu.
Senarist ve yönetmen olarak beş kısa filme imza attı. Hiç, Zorunlu
Seçmeli, Beyin ve Kitsch adlı filmleri ulusal ve uluslararası pek çok kısa
film festivalinde gösterildi; ulusal ödüller aldı. 2006’dan beri reklam 350
yazarı olarak çalışmakta.

Belma Fırat
1969 yılında New York’ta doğdu. Orta ve Lise eğitimini TED Ankara
Koleji’nde tamamladı. ODTÜ Ekonomi Bölümü’nde lisans ve yüksek
lisans derecelerini aldı. Üniversite eğitimi sırasında ODTÜ Oyuncuları
bünyesinde tiyatro ve dramaturji çalışmalarında bulundu. 2000
yılında Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde ikinci yüksek lisans
derecesini aldı. İlerleyen yıllarda yaratıcı yazarlık, edebiyat ve felsefe ile
ilgili çeşitli atölye ve seminerlere katıldı. Öyküleri altZine ve Galapera
Fanzin’de yayımlandı. 2012 yılında Kaos GL Dergisi’nin Mor temalı
öykü yarışmasında Üçüncülük Ödülü aldı. O Yaz: 2013 Yazına Kurmaca
Bakış (altKitap, 2013) ve Direniş Öyküleri (Nota Bene Yayınları, 2013)
seçkilerinde birer öyküsü ile yer aldı.

Mete Güner
1990 İstanbul doğumlu. 2013 Yılında Marmara Üniversitesi Elektrik
Öğretmenliği bölümünden mezun oldu.

Ayşen Işık
1968 İstanbul doğumlu. Tekstil Mühendisi. Bursa’da yaşıyor. Güneş Her
Yüreğe Değer adlı romanı 2009’da yayımlandı. İÇ DIŞ adlı öyküsüyle
2011 altKitap Öykü Ödülü’nün seçkisinde yer aldı.

Emel Kalender
1978 Karabük doğumlu. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk A.D.
Hematoloji-Onkoloji hemşiresi. 12 yaşında bir oğlu var. 2006 yılında
oğluna DEHB, DİSLEKSİ ve yüzde otuz mental retarde tanısı konulunca -
onu eğitebilmek için yeterli olmayan müfredat nedeniyle - ilgisini çeken
öyküler yazmaya başladı. Sonrasında düzenli olarak yazmaya devam
etti.

Onur Karakaya 351


1989 Eskişehir doğumlu. Anadolu Üniversitesi Halkla İlişkiler ve
Reklamcılık bölümü mezunu. İki yıl boyunca farklı reklam ajanslarında
metin yazarlığı yaptı. Şimdilerde hem Anadolu Üniversitesi Sinema ve
Televizyon bölümünde yüksek lisans yapmakta hem de kendi reklam
ajansını açmanın hayallerini kurmakta. Şiirleri Yasakmeyve ve Aşiyan
dergilerinde yayımlandı. Yaşadıklarını unutmamak için www.hatirlamaz.
blogspot.com adlı bir blog yazıyor.

Tuğba Kılıç
1980 İstanbul doğumlu. Ailesinin memuriyet durumu sebebiyle ilk ve
orta öğrenimini çeşitli illerde tamamladı. Balıkesir Sırrı Yırcalı Anadolu
Lisesi’nden mezun olduktan sonra Marmara Üniversitesi Endüstri
Mühendisliği bölümünde okumak üzere İstanbul’a döndü. 2002’de
üniversiteyi bitirerek özel sektörde çalışma hayatına başladı. Halen
Almanya’nın Regensburg kentinde ikamet etmekte.
Özlem Kiper
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Türk Dili ve
Edebiyatı bölümünden mezun olduktan sonra profesyonel çalışma
hayatına Başak Sigorta Genel Müdürlüğünde başladı. Toprak Sigorta ve
Emek Sigorta’da devam eden bu sekiz yıllık sürecin ardından, yaşamının
edebiyatsız geçen bu dönemini kapadı. Uzun bir süredir Yeşim Cimcoz’la
birlikte Yazı Evi’nde yazıya ve edebiyata dair açtıkları farklı atölyelerde
eğitmen olarak görev alıyor. İki senedir ise, Yazı Evi’nin Öykü Atölyesi ve
Uygulama Atölyesi’nin programını oluşturuyor ve yönetiyor.

Aslıhan Kocabal
1981 yılında İstanbul’da doğdu. Lise yılları Balıkesir’de geçti. 2013 yılında
Foça Belediyesi’nin düzenlemiş olduğu Deniz Öyküleri yarışmasında
Üçüncülük Ödülü aldı. Halen İstanbul’da bir hukuk bürosunda avukat
olarak çalışıyor ve zaman zaman kitap tanıtımları yapıyor.

352
Tahsin Görmüş
1990’da İstanbul’da doğdu. Çocukluğu Pendik’te geçti. 2008’de
Kocaeli Fen Lisesi’ni bitirdi. Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde İnşaat
Mühendisliği okuyor. Öyküleri Galapera Öykü, Semaver Öykü, Kün
Edebiyat, Kırtıpil, Hece Öykü, Kuyudaki Koro ve Aşiyan dergilerinde ve
çeşitli internet sitelerinde yayınlandı.

Gülçin Göktay Manka


Eskişehir doğumlu. Anadolu Üniversitesi’nde İletişim Sanatları
okuduktan sonra, Ankara Üniversitesi’nde Halkla İlişkiler ve Tanıtım
alanında yüksek lisans ve doktora yaptı. Doktora tezi Anadolu Ajansı
ve İkinci Dünya Savaşı adıyla yayımlandı. Karayolları Genel Müdürlüğü
Basın ve Halkla İlişkiler Birimi’nde çalışıyor. Öyküleri, Kül Öykü, Öykü
Teknesi, Deliler Teknesi, Kedici, altZine ve Edebiyat Haber’de yayımlandı.
Bir Buluşma Öncesi ve Sonrası adli öyküsü, 2005 Gila Kohen Öykü
Yarışması’nın Yeni Sesler adlı derlemesinde yer aldı. Gelincik Kutusu
adlı öyküsü, 2010 Sabahattin Ali Şiir ve Hikaye Yarışması’nda Mansiyon
kazandı. Aynı adı taşıyan kitabı, Haziran 2012‘de Kanguru Yayınları
tarafından yayımlandı. Ankara’da, Cemil Kavukçu Öykü Atölyesi, Nazım
Hikmet Kültür Merkezi Edebiyat Atölyesi ile Kanguru Yaratıcı Yazarlık
Atölyesi’ne katıldı. Öykü Teknesi Dergisi yazarları grubunda yer alıyor.

Yasemin Newcombe
1983 yılında Kuşadası’nda doğdu ve halen Kuşadası’nda yaşıyor.

Halit Payza
Öykü, deneme ve kitap tanıtım yazıları, Varlık, Berfin Bahar, Afrodisyas
Sanat, Kar, Kıyı, Kurgu, Çağdaş Türk Dili, Düşün Yazıları, Telgrafhane,
Cumhuriyet Kitap, Aydınlık Gazetesi ve Kitap Eki, Düşünbil, Evrensel,
Güney, Patika, Beşparmak, Kül Öykü, Mavi Güvercin, Tersakan Toros,
Akköy, altZine, Dönemeç, Yalın Ses, Anafilya, Ege Yakası, Tmolos Edebiyat,
Çağdaş Yaşam dergilerinde yayımlandı. 2007 Ümit Kaftancıoğlu Öykü
Ödülleri’nde Arp Çalan Kadın ve Foça Belediyesi’nin 2008 yılı Deniz
Öyküleri Yarışması’nda Denizde ile Mansiyon, 2013 AE Bilimkurgu Kısa
353
Öykü Yarışması’nda Kod Adı: İsyan ile Birincilik Ödülü aldı. Kelebeğin
Ömrü ve Ölümü (İlkim Ozan Yayınları, 2012) ve Bir Tutam Saç Bir Altın
Yüzük (Tekin Yayınevi, 2012) adlı iki deneme kitabı bulunuyor.

Özge Sarıoğlu
1979 Ankara doğumlu. TED Ankara Koleji’nin ardından ODTÜ İşletme
Bölümü’nü bitirdi. Birçok öykü yarışmasında çeşitli derecelerde ödüller
aldı. Prof. Dr. Mehmet Ömür’ün Horlama Kitabı isimli popüler bilim
kitabında iki öyküsü yer aldı. İstanbul’da yaşamaya ve öykülerinin bir
kısmını www.diger-yarim.blogspot.com’da yayınlamaya devam ediyor.

Ayşenur Tanrıverdi
1988 Kahramanmaraş doğumlu. İlkokul ve lise öğrenimini Eskişehir’de
tamamladı. İstanbul Üniversitesi Mikrobiyoloji mezunu. Bloğunun
adresi: aysenux.tumblr.com.
Murat Taş
1973 Malatya doğumlu. Atatürk Üniversitesi Ağrı Eğitim Fakültesi
mezunu. 1996’da Sarıkamış’ta öğretmenliğe başladı. 2002’den bu
yana Adapazarı’nda sınıf öğretmeni olarak çalışıyor. 2007’den beri
öykü yazıyor. Öyküleri Berfin Bahar, Hece Öykü, Evrensel Kültür, Öykü
Teknesi, Güney, Havuz, Temrin, Değirmen, Dünyanın Öyküsü, altZine,
Granada Edebiyat, Semaver Öykü dergileri ile bazı antoloji ve yıllıklarda
yayımlandı. Keşke Yine Kar Yağsa (2010) ve Uçurtmanı Al da Gel (2013)
adlı iki kitabı var. 2008’den bu yana öykü yarışmalarında pek çok ödül
alan Taş’ın son kazandığı ödüller arasında 2011 Ümit Kaftancıoğlu Öykü
Ödülleri Birincilik Ödülü, 2011 Orhan Kemal Öykü Ödülleri’nde Orhan
Kemal Mansiyonu, 2012 Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali Yılmaz
Güney Öykü Ödülü ve 2013 Orhan Kemal Öykü Ödülleri Üçüncülük Ödülü
bulunuyor.

Öykü Toros Irvana


1981 Balıkesir doğumlu. Ankara Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler 354
eğitimi aldı. Şu anda ulusal bir televizyon kanalında marka yönetmeni
olarak görev yapıyor. Lise yıllarından beri öykü yazıyor. Ayrıca, roman,
tiyatro oyunu ve senaryo üzerine çalışmalar yapıyor. Uğur Mumcu
Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nın Yaratıcı Yazarlık Seminerleri’ni, Notos
Yaratıcı Yazarlık Atölyesi’ni ve Notos Yazı Atölyesi’ni tamamladı. Öyküleri
çeşitli internet sitelerinde ve edebiyat dergilerinde yayımlandı. Yazdığı
bir çocuk oyunu Balıkesir Sanat Merkezi tarafından sahnelendi. 2012
yılında Sarıyer Belediyesi’nin düzenlediği öykü yarışmasında Mansiyon
ödülü aldı.

Furkan Uzun
1987 yılında Kütahya’da doğdu. Üniversite eğitimini İzmir Dokuz Eylül
Üniversitesi İşletme bölümünde tamamladıktan sonra New York’a
yerleşti. Brooklyn College’da Finans üzerine yüksek lisans yaptıktan
sonra New York Film Academy’de sinema eğitimi aldı. Halen New
York’ta yaşamakta, kısa öyküler yazıp aynı zamanda film yapımı üzerine
uğraş vermektedir.
Necdet Ülker
1981 İstanbul doğumlu. Üniversiteye kadar Ankara’da yaşadı. İnşaat
mühendisi. Yaklaşık 13 yıldır İstanbul’da ikamet ediyor.

F. Onur Yıldız
1979’da Ankara’da doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi’nden mezun oldu. Yüksek lisans eğitimi için bir süre San
Francisco’da yaşadı. Halen İstanbul’da doktora eğitimini sürdürüyor.
Vergi ve muhasebe alanlarında çalışmakta.

355

You might also like