You are on page 1of 31

Bu kitabın içeriği Anka’nın Kanatları kitap serisinden alınmıştır.

Aslına uygun ve güncel içerik sadece resmi kanallar üzerinden edinilen e-kitaplarda güvence
altındadır.

Anka’nın Kanatları
Çağrı Dörter

Smashwords Edition
Copyright 2014 Çağrı Dörter
Giriş

Çoğu zaman sorulara verilecek yerinde cevaplardan daha derine işler, cevabı içeren anlatılar...
Farklı devirlerde, coğrafyalarda ve kültürlerde de benzer dertlere düşüldüğünün, benzer
soruların sorulduğunun ve benzer engellerin paylaşıldığının bilinmesi, içini ferahlatır, bu yola
talip olanların... Aradan binlerce sene geçmiş olsa dahi; dertler, sorular ve engeller temelde
değişmemiştir... Binlerce yıllık sorulara binlerce yıllık cevaplar vardır... Ancak yine de
tekrarlanmalıdırlar... Çünkü ‘yolcular’ yenidir...

Bu e-kitapta, bugün aydınlanma yolunda en sık sorulan sorular ve karşılaşılan engellerden


seçmeler yer almaktadır. Her birine özel cevapların içerildiği anlatılar ise uzakdoğu kültürüne
ait farklı öğretilerin parçaları olarak binlerce senelik bir geçmişe sahiptirler. İçlerinde sıklıkla
insan zihninin ne tür çelişkilerle dolu olduğuna, arzu ve hırsların yaşamları nasıl cehenneme
çevirdiğine, Hakikat’in kitleler ve nefsler tarafından nasıl şekiller içinde boğulduğuna,
şekillerin ardındaki Hakikat’in nasıl anlaşılabileceğine, yolu yürürken dikkat edilmesi gereken
inceliklere ve bu yolda en önemli niteliklerden biri olan ‘samimiyet’e dair incelikli mesajlar
bulunmaktadır...

İlim her yerde ilim, insan her yerde insan, Hakikat her yerde Hakikat’tir. O’nun sadece
kendine öğretilen yolda olup, diğer yollarda olmadığını düşünmek; Hakikat’in neredeyse
tamamını ıskalamak anlamına gelecektir. Ancak nefs buna meyillidir. Kendi dinini, yolunu,
öğretisini veya öğretmenini kibrine bulaştırmayı sever... Derdinde samimi olanlar ise, ilim
Çin’de dahi olsa, gidip almayı bilirler...

Veya günü gelir, o ilim Çin’den dahi gelip, onları bulur...


Eski anlayışımız, kabullerimiz, huylarımız, inançlarımız, imgelerimiz dursun
isteriz… Eşyalarla dolu bir odada, eşyaları çıkartmadan boşluk isteriz… Eşyaları
boşaltmamakta direnmemizden dolayı kaybettiğimiz zaman için ise, karşımızdakini
suçlarız…

Mümkün değildir midir bu isteklerimiz?

Zen öğrencileri, dingin bir zihin ve konsantrasyon gerektiren çeşitli çalışmalar


yapmaktadırlar. Bu uzun ve zorlu süreçte yapılan çalışmalara dayanmak ve zihnin bir türlü
durulmak bilmeyen hareketleri karşısında sabır göstermek oldukça güçtür. Bazıları bırakır.
Bazıları dengesini yitirir. Bazıları ise uçlara sürüklenmeden çalışmalarına devam ederler...

Öğrenciler, onlara verilen koanlar (cevabı günlük zihin ile bulunamayacak düğümler)
üzerine derin düşünceye dalar ve meditasyona girerler. Belirli bir süre sonra ustalarının
karşısına çıkar ve koanın cevabını vermeye çalışırlar. Ustaları cevaptan tatmin olmadığında
onları çalışmaya geri gönderir. Kimi zaman ise onları kovar veya kendilerine gelmeleri için
onları sıkıştırır ve zorlar. Bu sonu gelmez gibi görünen süreçte öğrenciler ne zaman biteceğini
bilmedikleri gidiş-gelişler esnasında tahammül ve sabır eşiklerini zorlarlar...

Ustanın öğrencisinden memnun olması durumunda ise -ki bunun öğrenci tarafından
anlaşılır hiçbir neden yokken olması muhtemeldir-, bir sonraki seviyeye geçilir. Ustanın
memnuniyetini gösterme yollarından biri de, öğrencisiyle karşılıklı saki (törenlerde de
kullanılan bir tür içki) içerek, bunu kutlamaktır...

Bir gün, çalışmaların yoğunluğundan sabrı taşmış ve aklını düzgün kullanma yetisini o an
için kaybetmiş bir öğrenci, kendisini daha fazla tutamayarak, hışımla ustasının karşısına çıkar.
Elinde tuttuğu bıçağı göstererek “Bana Hakikat’i ver... Yoksa seni öldürürüm!” der...

Ustası cevap verir : “Sana Hakikat’i verirsem, onu koyacak yerin yok...”
Dikkatimiz bir maymun gibi durmaksızın atlarken bir düşünceden diğerine… Ve,
hırs ve kendini kaybetmişlik içinde bir rüyadaymışçasına yaşarken…

Dikkatimizi nasıl çekebilir hayat?

Bir adam, katırının son derece huysuz ve söz dinlemez olması nedeniyle, onu eğitmesi için
bir usta çağırır. Usta sonunda yolun başında görünür. Adamı selamlayarak ağıla girer ve katıra
bakar. Katır huysuzlanmaya devam etmektedir. Usta bir anda katırın kafasına öyle ani ve hızlı
bir şekilde vurur ki, katır ne olduğunu anlayamadan yere serilir…

Katırın sahibi “Seni katırı eğitmen için tuttum, onu öldürmen için değil!” diye veryansın
eder, endişeyle.

Usta cevap verir : “Katırını eğiteceğim. Ama önce onun dikkatini çekmem gerekli...”

(Anlatıdaki katır, insanın inatçı zihni ve nefsinden başkası değildir...)


Her çiçekten bal alıp, her kitabı okuyup, nesnel bilgileri biriktirip, ardından da
kendimize göre bir sentez yaparak herşeyi halledeceğimizi düşünürüz… Oysa bu sadece
daha güçlü bir ego yaratarak, oyuncaklarla hayatımızı harcama sürecimizi daha da
uzatır...

Kendi başımıza yapacağımız herşeyde yine kendi egomuz olmayacak mıdır?


Kendimizi kendi yakamızdan tutup havaya kaldıramayacağımızı biliriz de, kendi
egomuzu kendi egomuzla ortadan kaldıramayacağımıza inanmayız bir türlü…

Bir kuyuyu su çıkana kadar kazmak yerine, yarım bırakılmış bin çukur açmaya ve
su bulamadıkça yakınmaya, öğretileri ve ötekileri suçlamaya daha meyilliyizdir…

Yok mudur bir yolu?

Uzakdoğu dövüş sanatı öğrencisi ustasına gider ve ‘Dövüş sanatları konusundaki bilgimi
geliştirmek istiyorum. Bu nedenle bir yandan sizinle çalışırken, bir yandan farklı bir ustadan
farklı bir stil öğrenmek istiyorum. Bu konudaki düşünceniz nedir?’ diye sorar...

Ustası bahçede hemen yanlarında bulunan iki tavşanı aynı anda yakalamak üzere tam
ortalarına doğru bir hamle yapar ve tavşanlar farklı yönlere kaçarak bu ani hamleden
kurtulurlar. Elleri boş bir şekilde ona dönen ustası ‘İki tavşanı kovalayan, hiçbirini
yakalayamaz…’ der...
Sağlığımız yerinde ve hayatımız yolundayken şükretmez, ancak bunlar riske
girdiğinde değerlerini hatırlarız…

Bir şeyin değerini anlamak veya tadını almak için ondan mahrum olmayı beklemek
ne kadar anlamlıdır?

Ormanda yürüyen adamın yolu bir kaplanla kesişir. Adam daha evvel hiç karşılaşmadığı
böylesi bir durum karşısında önce donup kalır. Ardından da büyük bir panikle kaçmaya
başlar…

Kaplan tüm hızı ve çevikliğiyle adamı kovalamakta, ona gittikçe yaklaşmaktadır. Adamın
ne bir ağaca tırmanarak bu durumdan kurtulma şansı vardır, ne de saklanarak… En sonunda
bir uçurumun kenarına gelir… Kaplan tek kaçış yönünü kapatmış, ağır ağır yaklaşmaya
başlamıştır… Adam arkasına bakar ve çaresiz bir şekilde, uçurumdan aşağı sarkan kalın bir
böğürtlen köküne tutunarak, kendini aşağıya sarkıtır…

Kaplan yüksek uçurumun tepesinden adamı izlemektedir… Tüm bunların üzerine, iki fare
yakında bulunan yuvalarından çıkarak böğürtlenin kökünü kemirmeye başlarlar... Kök yavaş
yavaş yerinden çıkmaya başlamıştır artık...

Adam artık öleceğinden emindir... Tüm umutsuzluğun ve karmaşanın ortasında gözüne


tutunduğu dalda bulunan yabani bir böğürtlen ilişir. Böğürtleni koparır ve ağzına atar. Tadı o
kadar güzel gelir ki böğürtlenin…
İnsana düşünme şekli toplum tarafından verildiğinden;
her ne yaparsa yapsın,
her ne okursa okusun,
o zihinle okuyacak, yapacak ve anlayacaktır…

Bu nedenle şüphe etmez,


okuduklarını anlayamamış olabileceğinden…

Nasıl bir örnek gerekir ona, farkına varabilmesi için?

Bir profesör, ünlü bir Zen ustasını ziyarete gider. Misafirini kapıda karşılayan usta onu
oldukça sade döşenmiş oturma odasına alır...

Bir müddet sohbet ettikten sonra zen ustası profesörün halini ve durumunu derinlemesine
anlamıştır. Ona çay ikram etmek istediğini söyler ve gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra, nazik
bir şekilde çayı profesörün bardağına doldurmaya başlar... Bu esnada profesör zen hakkında
bildiklerini ona aktarmayı sürdürmektedir...

Bir süre sonra profesör bardağının dolduğunu ve taşmak üzere olduğunu görür. Ancak
halen usta çayı koymaya devam etmektedir. Bardak taşmaya başladığında ise artık kendini
tutamaz ve ustaya “bardağın dolduğunu”, “artık içine daha fazla alamayacağını”,
“koyulanların boşa aktığını söyler”.

“Aynı şekilde; siz zihin kabınızı boşaltmadan, öğreti içinize işleyemez...” diye cevap verir
usta...
Kalıcı olan;
geçicilik…

Öğrenci meditasyon ustasına gider ve yakınmaya başlar: “Meditasyon konusunda çok


kötüyüm. Bir süre oturduktan sonra bacaklarım ve eklemlerim ağrımaya başlıyor. Çoğunlukla
zihnim sayısız düşüncelerle doluyor. Bazen de sakin oluyor ama yeterince uzun bir süre
devam ettiğimde uykuya dalıyorum...”

Usta “Geçer...” diye yanıtlar.

Bir süre sonra öğrenci geri gelir ve “Dedikleriniz doğruymuş, geçti! Meditasyonum artık
çok güzel” der ve akler: “Kendimi uyanık, canlı ve huzurlu hissediyorum. Muhteşem bir
duygu var içimde...”

Usta “Geçer...” diye yanıtlar.


Bir zamanlar yol gösteren,
bir zamanlar güç veren,
o ilerleme isteği,
gün gelir,
yol keser…

Dövüş sanatı öğrencisi ustasına gider ve “Kendimi sizin stilinize ve öğretinize adamaya
karar verdim. Bu konuda yetkin olmak için ne kadar zamanımı alır?” diye sorar.

Usta “On yıl” diye cevap verir...

“Ama” der öğrenci, “Ben daha hızlı yetkinleşmek ve ustalaşmak istiyorum... Gece gündüz
demeden çalışırsam, gerekirse günde on saatten fazla alıştırma yaparsam... O zaman ne kadar
zamanda ustalaşabilirim?”

“Yirmi yıl” diye cevaplar ustası...


Arayış, insan için hayati bir değer taşımadıkça,
sabah-akşam aklına ve geceleri rüyalarına girmedikçe,
ne kadar mümkündür, yol almak?

Usta nehrin kenarında meditasyon yapmaktadır. Genç bir adam yanına gelir ve diyalog
başlar...

Genç : Üstat, sizin öğretinize girmek istiyorum...


Usta : Neden?
Genç : Çünkü O’nu bulmak istiyorum...

Usta bu cevabı aldıktan sonra talibe yanına yaklaşması için işaret eder. Talip meraklı bir
şekilde yaklaşır ustaya. Daha da yaklaşmasını ister usta. Ve ustanın iyice yakınına geldiğinde
aniden atılarak onu boynundan tutar ve başını suya sokar...

Genç adamın debelenme ve çırpınışları ile geçen uzun bir sürenin ardından onu sudan
çıkarır... Su yutmuş olan genç adam uzun öksürükler eşliğinde hava alamaya çalışır ve bir
süre sonra kendine ancak gelebilir...

Genç : Bunu neden yaptınız? Az daha boğularak ölüyordum!


Usta : Söyle bana, suyun altındayken en çok istediğin şey neydi?
Genç : Hava...
Usta : Öyleyse eve git ve O’nu da havayı istediğin kadar istediğinde gel...
Hayat;
beşerin kendini ölümsüz hissetmesine yol açar…

Oysa;
ölümsüz değildir, beşer…

Ün salmış bir üstat kralın sarayının kapısına gelir. Onu herkes gibi tanıyan nöbetçiler soru
sormadan içeri girmesine izin verirler...

Üstat içerideki nöbetçiler eşliğinde kralın karşısına dikilir. Bu habersiz ziyaret karşısında
şaşıran kral ona “Ne istiyorsun?” diye sorar...

Üstat : Bu misafirhanede uyumak için bir yer istiyorum...


Kral : Burası bir misafirhane değil, benim sarayım!
Üstat : Acaba senden evvel kimindi bu saray?
Kral : Bir süre evvel ölen babamındı...
Üstat : Ya daha evvel kimindi?
Kral : Uzun bir süre önce ölen büyükbabamındı...
Üstat : Ve sen... İnsanların bir süre yaşayıp, ardından ayrıldıkları bu yere hala
“saray”mı diyorsun?”
Semboller, şekiller ve ritüeller,
zamanı geldiğinde içleri boşalarak,
yerini alır hakikatlerin…

Ancak insanların sahip oldukları tek şeydir,


içi boşalmış bu kabuklar…

Bundan dolayı da,


sarılırlar onlara…

“Neden?” diye sorabilene,


ve sonuna kadar sorgulayabilene dek,
anlamını yitirmiş bir tiyatronun parçaları olarak kalmak,
kaderleri halini alır,
insanların...

Manastırda uzun bir süredir, sabah meditasyonu başlamadan evvel bir kedi sürekli içeri
girmeye çalışıp ses çıkararak grubu rahtsız ediyordu. Bunun üzerine usta kedinin yakalanıp,
meditasyon süresince bahçede uzak bir köşeye bağlanmasını istedi...

Kedi yakalandı ve meditasyon süresince bağlı kaldı...


O gün herkes rahat bir nefes almış ve uzun bir süre sonra ilk defa verimli bir meditasyon
yapmıştı...

Bu çözüm, sürekli ses çıkaran kedinin sessizliği bozmaması amacıyla hergün uygulanır
hale geldi...

Bir süre sonra usta öldü, ancak meditasyonlarda kedinin bağlanması sürdü...

Zaman içinde bu sürece şahit olan öğretmenler ve öğrencilerin yerini yenileri aldı...

Bir süre sonra kedi de öldü...

Ve manastır sakinleri, bağlamak üzere yeni bir kedi buldular...

Ardından bu uygulama ‘meditasyon sırasında kedi bağlama ritüeli’ adıyla yazıya


dökülerek, tarihe geçti...
Şekle takılı kalan
ve ezberciliği nedeniyle
o maneviyatın hakikatini ıskalayanların
tüm kültür ve devirlerde
semptomları sabittir:

Kendileri gibi olmayanlara karşı tepkili,


şekilcilik ve tutuculukta en önlerde,
‘anlamak’ konusunda ise
en sonlardadırlar...

Budur genellikle,
sorgulamadan inanaların kaderi...

Fanatik oldukları yolun hakikati üzerine


gerçek bir samimiyetle
hiç kafa yormamış,
hiçbir gerçek soru sormamışlardır
aslında...

Bunun yerine sloganlar atmak


ve ritüelleri ezbere yapmak
daha kolay gelmiştir hepsine...

Maneviyatı anlayan ve özünü kavrayanlar ise


yaşamlarını ibadet haline getirirken
şekillerin ve ritüellerin özüne ulaştıklarından
o özü koruyan kabukların fanatiği
olamayacaklardır artık...

Böylelerinin de
tüm kültür ve devirlerde
semptomları sabittir:

-Temas ettikleri Hakikat nedeniyle- neşeli


ve kendilerinden farklı olanlara karşı sevgi dolu...

Tıpkı iki keşişin yolculuğunda olduğu gibi...

İki keşiş orman yolunda yürümekte ve izledikleri öğreti hakkında fikir paylaşımında
bulunup, sohbet etmektedirler. Karşıya geçmek üzere vardıkları derenin kenarında genç, güzel
ve hoş giyimli bir genç kız görürler...

Keşişlerin hayatlarında dikkatlerini dağıtacak şeylere yer yoktur... Bu nedenle kızın


seslenişine cevap dahi vermez biri... Ötekisi ise yanına gidip derdini sorar kızın...

Genç kız karşıya geçmek istiyordur ancak kıyafetleri ıslanmadan geçmenin bir yolunu da
bulamamıştır... Neşeli keşiş kızı kucağına alır ve karşıya geçirdikten sonra bırakır... Kız ona
minnettar bir şekilde teşekkür eder ve ikisini de uğurlar...
Arkadaşının yüzü asılmıştır... Yol boyunca tek kelime dahi etmez...

Sonunda manastıra vardıklarında, ısrar eder neşeli olan: “Söylesene, nedir seni bu kadar
rahatsız eden?”

Arkadaşı cevap verir: “Biz keşişiz... Derelerin kenarlarında kızları kucaklayıp karşıya
geçiremeyiz! Bu yaptığına inanamıyorum... Nasıl yaparsın böyle bir şeyi?”

Neşeli keşişin vereceği cevap, hayatı boyunca aklından çıkmayacaktır ötekinin:

“Sevgili dostum, ben onu sadece dereyi geçerken taşıdım... Ama anlaşılan, sen onu hala
taşımaktasın...”
Aslında nelerin nelere yol açtığını
biraz düşündüğümüzde
neyin hayırlı ve neyin hayırsız olduğu konusundaki sınırlar
iyice bulanıklaşmaya başlar...

Bunu daha da ileriye götürüp


idrakini derinleştirenler ise;
arzularına olan eski bağlılıklarını
ve yaşamın akışı içinde oluşan durumlara verdikleri tepkileri
kaybetmeye başlarlar...

Bilirler ki,
nice istedikleri olduğunda
takiben büyük bir belaya bulaşacaklar
ve belki de yaşamlarını yitireceklerdir...

Ve istedikleri olmadığında,
bu nedenle oluşacak şartlar
belki de onlara hayallerini aşan bir kısmet getirecek,
hatta hayatlarının kurtulmasına sebep olacaktır...

Ancak nefs,
bilse de ve görse de bunu,
yapamaz kolay kolay
gereğini...

Ve bundan dolayı da
kurtulamaz zihninin dedikodusundan,
ve sonu gelmez vesveselerden...

Tüm köyün gıpta ettiği paha biçilmez atın sahibi olan bilge bir adam vardı... Köylüler onu
her gördüklerinde “Ne kadar şanslısın... Böyle bir at kimseye nasip olmaz kolay kolay...”
gibisinden şeyler söylerdi... Bilge adam ise onların bu yorumlarına pek cevap vermez ve
sadece “Belki iyi, belki değil...” diyerek yoluna devam ederdi...

Günün birinde, o bölgenin hükümdarı adamlarıyla birlikte köyden geçerken bilgenin atını
görür ve atı ondan satın almak istediğini söyler. Bilge bu talebi geri çevirir ve onlara atının
satılık olmadığını iletir...

Bunun üzerine köylüler ona “Ne yaptın sen? Hükümdar şimdi atını başka yollardan
alacak...” diyerek endişelerini aktarırlar... Bilge adam “Henüz bir şey olmadı... Sadece
hükümdar geldi, atı istedi ve ben de geri çevirdim... Yorum yapmak için oldukça erken değil
mi?” diye cevaplar...

Ancak o gece at gerçekten de kayıplara karışır... Köylüler “Bak işte çıktı söylediklerimiz...
Haklıymışsın, at sana kısmet getirmedi...” derler... Bilge ise “At kayboldu sadece... Belki iyi,
belki değil... Siz ise yorum yapmakta ısrarcısınız...” der...
Birkaç gün sonra at geri gelir... Anlarlar ki aslında kimse onu kaçırmamış, at, açık kalan
kapıdan kaçmış ve ardından geri gelmiştir... Köylüler “Haklıymışsın... Kısmetmiş meğerse
atın, bak geri geldi...” derler... Bilge ise “At geri geldi... Ama siz hala aynı şeyi
yapıyorsunuz... Belki iyi, belki değil...” diye cevap verir yine...

Bir zaman sonra bilge adamın oğlu attan düşer ve kolunu kırar... Köylüler “Yine
yanılmışız... Meğer atın geri gelmesi hayırlı değilmiş...” derler... Bilge ise “Olanlara rağmen
bıkmadınız mı, yorumlarınızla ‘olan’ı perdelemekten? Oğlum kolunu kırdı... Belki iyi, belki
değil...” diye cevap verir onlara...

Derken kimsenin beklemediği bir anda komşu ülke ile savaş ilan edilir ve köydeki tüm
gençler askere alınır... Kolu kırık olan hariç... Köylü iyice şaşkındır... Ona “Hep yanılıyoruz,
haklısın... Ama artık kabul et, kısmetmiş meğer olanlar...” derler...

Bilge adam ise onlara “Nice olaylara şahit oldunuz... Ve her seferinde bir yorum yaparak
‘olan’ı çarpıttınız... Her seferinde size verilen açık mesaja rağmen, vazgeçemediniz bu
huyunuzdan... Ne zaman anlayacaksınız: Belki iyi, belki değil... Hayat devam ediyor ve hiçbir
şey o kadar basit değil...” diye cevap verir...
Anka’nın Kanatları ve Yazar Hakkında

Aradığı şey Hakikat ise; insanın onu tüm dinlerin, manevi geleneklerin, felsefelerin,
öğretilerin ve bilimin tüm dallarının içinde birleştirici olarak bulabilmesi ve bu temel
üzerinden hepsini yerli yerine oturtabilmesi gerekir. Bunun için önce (yapılabildiği oranda)
tüm dinlerin, öğretilerin, felsefelerin ve geleneklerin ilmi olarak incelenmesi ve hepsinin o
Kaynak ile kendilerine has kurdukları bağın tespit edilmesi gerekir. Sonra da; -bu süreç içinde
oluşmuş olan anlayışın ışığında- çağrısının duyulduğu diri geleneğe dahil olunması, o
yaşantının içinde yoğrulunması ve bu süreç içinde hakiki bir saflaşma ve dönüşümün
yaşanması...

Biri “ilim”, öteki “hal” olarak adlandırılan bu süreçlerden her biri, Anka'nın bir kanadına denk
gelir... Ve gökyüzüyle buluşmak, ancak iki kanatla mümkündür... Bu nedenle, tek kanatla
yapılan tüm yol alma çabaları, eninde sonunda tek kanadı eksik bir kuşun yerde çırpınması ve
debelenmesi ile benzer bir sonuç doğuracaktır... Bunların ışığında, insanın kendine öncelikli
olarak öğretmesi gerekenlerin başında “denge” gelir... Kazanması ve yol alması en güç,
kaybedilmesi en kolay, ancak menzili en yüksek yetenek...

Bahsedilen menzile yönelik olarak yapılan 20 seneyi aşkın bir yolculuğun doğurduğu
“Anka'nın Kanatları” serisi, bu süreçlerde süzülen özün konsantre olarak okura sunulması ve -
disiplinlerarası bir noktadan- hepsinin merkezindeki Hakikat'in anlaşılması niyetiyle kaleme
alınmıştır...

Kitapların yazım dili; inancı, düşüncesi ve yaşam tarzı ne olursa olsun herkesin açık seçik
deneyimleyebileceği ve yaşamı içinde sağlamasını yapabileceği pratik bir yapıda olduğundan,
yazılanlara veya yazan kaleme bir inancı veya ön-kabulü gerektirmezler. Yazanları veya tam
tersini denemek ve yaşantı içinde sonuçlarını görmek herkese açıktır. Bu nedenle, doğası
gereği “Anka’nın Kanatları”, birbirine zıt görüşlere sahip okurları arasında dahi hiçbir ayrım
yapmaz... Her insanın farklı kıyafetler üzerinden -bilerek veya bilmeyerek- O’nu aradığı ve
özlediği bir gerçekken; bu kıyafetlerden birini öne çıkarıp bir diğerini aşağı görmek,
-kıyafetlerden çok- bu yargının sahibinin olgunluğa olan mesafesi hakkında bilgi verecektir...
Aranılan Hakikat’in tarafların ve zanların ötesinde olduğu açıkken; şekil, şemal ve kalıplarla
O’na ulaşılamayacağı da aşikardır...

Başlangıçta eline en sevdiği şekilleri alıp evinden çıkar yolcu...


Ancak; şekilsize yürürken, şekiller düşer, ellerinden...

Kendisi dahi farketmeden...


“O; önce, senin şeklini alır...
Sonra da senin, şeklini alır...”

Hiçbir şey anlamadığı bu yankıyla uyandı...


Dışarısı karanlıktı...

Seslerin inlerine çekildiği o vaktin sükuneti, üzerinde yaşadığı kürenin yol aldığı ebedi
boşluğun sessizliğini hatırlattı ona... Dünya, daha evvel hiç deneyimlemediği bir algı
üzerinden gösterirken yüzünü; uzun zaman evvel unutmuş olduğu bir “şey” dokundu ruhuna...
Evinden uzun süre uzak kalan insanlarda oluşan türden bir özlemle doldu içi, o biricik anda...
Gözlerinden; bildiği ve yaşadığı dünyaya yabancı bir varlığın yaşları boşaldı...

Ne kadar sürdüğünü söyleyemeyeceği bir süre geçtikten sonra aradan, başını tekrar yastığa
koydu...
Sabah uyandığında bunların hiçbirini hatırlamayacaktı...
Tıpkı; yaşama uyandığında, Kendi’ne dair hiçbir şeyi hatırlamadığı gibi...
O gecenin üzerinden seneler geçti...
Üzerinde yaşadığı mavi-yeşil küre, defalarca döndü güneşinin etrafında... İçinde
yaşayanlar da onun gibi dönmeye devam ettiler, kendi inşa ettikleri çemberlerin içinde... Kimi
düşerek, kimi kalkarak... Kimi gülerek, kimi ağlayarak...

Kürenin kendine has sırları vardı...


Bunlardan en bilineni, “zamanı geldiğinde tohumları uyandırması”ydı...
Fazlaca bilinmeyeni ise, bunu sadece bitkiler için yapmadığıydı...

Zamanı geldiğinde, zamanı gelenlerin tohumunun çatlaması için gereğini yapardı...


Ne bir soru, ne bir izin...
Ne bir haber, ne bir uyarı...

Zamanı geldiğinde, onları, “Aşk”a düşürürdü...

“Aşk”; haritalarda yer almayan bir “kapı”ya giden yolun pusulasıydı...


Her şey “o kapı”nın ardında başlamıştı...
Ve varolan her zerre, bilerek ya da bilmeyerek, O’nu arıyordu...

O başlangıç ki; O’nsuz hiçbir şey anlamlı değildi...


Köklerinden koparılan çiçekler, ne kadar uzağa gidebilirdi?
I
KAPI
– Sahte baharları bittikten sonra, dökülür yaprakları insanların... Nasıl çiçek açacaklarını
bilemediklerinden, yerden toplar ve bir bir yapıştırmaya çalışırlar dallarına, sararmış
yaprakları... Her seferinde kısa bir an için iyi hissetseler de kendilerini; derinlerde bilirler,
çabalarının nafileliğini...

– ...

– Küreler evreninde milyarlarca yıl... Her seferinde bir âlemden ötekine savrul dur... Tam
oluyor görünürken, kayıp düş... Savrulmaktan unutmuşken nefes almayı, bir gün aniden
teklesin ritmin... Ve kaymaya başlasın gözlerin, dökülen yaprakların ardındaki sonbaharın
gizemine... O hüzün tutsun ellerinden bir ebeveyn gibi ve getirsin kapısına, Aradığı’nın...

Buldun sonunda...
Hoş geldin...

– Hoşbulduk...

– Okumak ayrı bir şey, aramak ayrı... Görmek ayrı bir şey, tanımak ayrı... Bulmak ayrı bir
şey, yürümek ayrı... Çoğu zaman ne yapacağını şaşırır insan... Ama en azından kelimeyle
derdini anlatabilmeli... Söyle bakalım, ne birkaç istiyorsun bizden?

– Hatırlamak...

– Buğdaya doydun mu yeterince?

– ...

– Ne kadar yerse yesin, merhem olmuyor açlığına insanın, değil mi? Sözde bilmesine
rağmen her seferinde olacakları, yine de aklı hep onda... Sonu çer çöp olacak nesnelere
karşılık ucuza satılan yaşamlarda zokayı yutanların alabileceği ise en fazla birkaç parmak bal,
nihayetinde... Bakma dışardan görünene... İçerdeki diş gıcırtılarını duymayanlar için, hayat
boyu peşinde koşulacak; duyanlar için ise, bir daha dönüp bakılmayacak ambalajlardan başka
bir şey değillerdir hiçbiri... En büyük diş gıcırtısı ise, gözlerini son kez kapamadan evvel...
Altın saraylar içinde de olsa, hâlâ ilk günkü kadar aç... İçinde “arzu” hissettiği ilk “an”ın
üzerinden geçmiş olsa da bir ömür; değişmeyen o “açlık”, gerçek ölçüsü değil mi, alınan veya
alınmayan “yol”un?

“Ambarı işleten”den ebedi doyuran bir buğday yapmasını beklemek, çocuklar için dahi
oldukça saf bir ümit olsa da ne hikmet ki tüm beşeriyet bunun üzerine kurar, sonu belli
yaşamını...

– Sonu olmayan bir tiyatro gibi...

– Ve sen... sıkıldın mı, bu bitmez tükenmez oyunları oynamaktan? Diğerlerinin sıkı sıkı
yapıştığı oyuncakların renkleri, cezbetmiyor mu artık seni? Filmin sonuna uyandın da; en
canlı renkleriyle karşına çıkanların, sararıp solmuş hallerini mi görmeye başlar oldun, daha
başından? Söyle... ne istiyorsun, gerçekten?

– Anlamak istiyorum tüm bunları... Kendi varlığımı ve gerçekten kim olduğumu... Nereden
gelip, nereye gittiğimi... Bu varoluşun düzenini... İşleyişini... Ve “nasıl?”dan önemlisi;
“neden?”i... Mümkün mü bu? Gerçekten var mı böyle bir olasılık?
– O’nun bile evreni yaratmasının altı gün aldığını söylüyorlar...
O buluşmadan kısa bir süre sonra, oraya gitmemek üzere tutamaz olmuştu kendini...
Ve eline geçen ilk fırsatta, tekrar gitti...

***

– Ne yapmam gerekiyor?

– “Yapma”nın geçersiz akçe olduğu topraklarda, “ne yapman gerekiyor”?..

– Her yerde o kadar farklı şeyler söylüyorlar ki... Ve hemen hepsi “yapmak”la ilgili...

– “Hepsi yapmakla ilgili”yse, temelde, ne farkları var birbirlerinden? Acaba farklı şeyler
mi söylüyorlar gerçekten? Beyaz bir sayfaya ulaşmak için sürekli resim tekniğini değiştirmek
veya geliştirmek, ne kadar tutarlı bir fikir sence? Söylesene, beyaz bir sayfa için hangi resim
yeterince temiz?

– ...

– Bu kapıya bunlarla doymayan, tatmin olmayanlar varabilir ancak... Buranın kokusu,


sadece bu derde sahip olanları çeker... Gerçek soruları sorma cüreti göstermeyeni, kendi
putlarını kırmaya ve kendi yalanlarıyla yüzleşmeye hazır olmayanı, ruhsal oyuncaklarla
oynamaya müptela olanlarıysa kaçırır yanından... Sözde Hakikat’i isteseler de gerçekte
ayakları geri geri gider... Önlerine engeller çıkar... Bu engeller onlara her an geri dönmeleri
için mazeret sunan eleklerdir... İçinde yeterli samimiyet ve aşk olmayanlar o eleklere takılır
durur... Bir süre sonra da; her şeyi unutur...

Her mabedin abdesti ayrıdır... Buranın abdestini almamış ve içini buraya girecek temizliğe
getirmemiş olanlar, buraya adımlarını dahi atamazlar... Abdestini alıp adım atanlardan da o
temizliğe devam etmeleri beklenir, kendilerinin hayrı için...

– Kendi idrakimce anlıyorum... Ama çok yabancıyım bu kavramlara, sembollere... Zayıf


kalacağını hissediyorum anlayışımın... Bu konuda ne yapabilirim?

– Her hastanın ilacı farklıdır... Bir diğerine şifa olan ilaç, sana yaramaz... Seni ihya edecek
ilaç da diğerini yataklara düşürebilir... Tüm beşeriyet tarihi, “birine iyi gelen ilacın herkese iyi
geleceği düşüncesi”nin yol açtığı yanılsama sonucu harcanan hayatlarla doludur... Aynı şey,
yürümeye niyet ettiğin bu yolda da geçerlidir... Yürüyeceksek, sana en uygun patikadan
yürümeye başlayacağız...

– Nasıl?

– Her ziyaretinde, içlerinde sorularının yanıtlarının anahtarlarını taşıyan hikayeleri


götüreceksin yanında... Sembolleri okumaya başlamanın en yumuşak yoludur hikayeler...
Herkese kendi anlayışına göre bulup çıkarabilecekleri armağanlar saklarlar satır aralarında...
Bu nedenle de hemen herkese çekici gelirler... Başta konforludurlar ancak göründükleri kadar
saf ve yumuşak da değillerdir, bunu unutma... O konfor kalkmaya başladığında, yavaş yavaş
hikayenin anlamını çözüyorsun demektir; daha evvel değil... Okuyup unutursan, sadece bir
hikayeyi değil, içinde bekleyen cevapları da tarihe gömmüş olursun... Bazı şeylerin tekrar
tekrar vurgulandığını göreceksin onların içinde... Bunların hiçbirinin rastgele olmadığını bil...
Ve, tekrar gibi görünen birçok vurgunun aslında aynı tekrar olmadığını da unutma... Her
seferinde bir başka parçayı tamamlarken, işlevi de değişir, tekrar sandığın şeyin...

– Doğrudan cevap verilse, daha net ve yanlış anlamalara kapalı olmaz mı?

– Burada cevap her zaman doğrudan verilmez... Çoğunlukla “tohum” halindedir... Sana
neyin doğru neyin yanlış olduğunun söylenmesi ve senin de ona uyman, burada ne tercih
edilir bir durumdur, ne de geçer akçedir... Bunları yapan yeterince ideoloji, kurum ve okul var
zaten... Burası ise, bunlardan hiçbiri değil...

– Hikayeler dışında okumalara devam etmemin bir sakıncası var mı?

– Niyeti ciddi olanlar için bu sorduğun hayati bir konudur... Nefsin, bilgi toplamayı
alışkanlık haline getirdiğinde, bu değerli süreci tam tersine çevirecektir... Bir oyalanma
aracına! Bu nedenle, okumalarına devam etsen dahi, “işlevsel okumalar”la, “yürüyüşünü
erteleme aracı olmaya başlamış okumalar” arasındaki ince çizgiyi kaçırmamaya dikkat
etmenin önemi, kelimelerin ötesindedir...

Bu süreç içinde aklını gereksiz bilgi bombardımanı ile bulandırmak yerine, okuduklarını
anlamak, üzerlerinde tefekkür (derin düşünme) etmek, anlamların açılması için belirli
kavramlarda derinleşmek esastır... Aradığın “su”ysa; amaç, susuz bin kuyuya sahip olmak
değil, kazdığın o tek kuyuda su çıkana kadar derinleşmeye devam etmektir... Bırak, dünyanın
geri kalanı “zenginlik”le karıştırsın “bulamaç”ı... Bilgelik, bilgi hamallığı değil, özümsenmiş
bilginin ete kemiğe bürünmesidir... Sadece bir huyunu veya nefsinin bir yanını yürüyüşüne
uyum sağlayacak şekilde değiştirebilmek, -bir başka deyişle- sadece bir cümlenin gereğini
yapabilmek yanında bin kitap okumak, koca bir hiçtir... Hazmedemedikten sonra, okuyup bir
kenara bıraktığın kitaplar seni ancak bilgi obezi yapar, bilge değil... Eğer böyle olsaydı,
dünyanın en güzel yemeğini elde etmek için dünyadaki tüm malzemeleri karıştırması yeterli
olurdu insanların, öyle değil mi?

– Hikayelerle, doğrudan bilgi aktarımı arasındaki temel farkı nedir?

– Hikayelerin düz bilgiden farkı, muhattabını içlerine dahil etmeleridir... Öncelikle, yeni
bir mekanizmayı harekete geçirirler: Keşf... Hikayelerde incelikler vardır, imalar vardır,
semboller vardır... Ama bunların içindeki anlamları bizzat kendin açıp keşfetmedikçe, fazlaca
değerleri yoktur... Madem gerçek bir yürüyüşe çıkmak istiyorsun, bu yürüyüşün sana ait
olması elzemdir... Hikayeler, kendine has yürüyüşüne ve açılımlara izin verir... Biz
dostluğumuzu yapar, gereken yerde gerekenleri “fısıldarız”... Ama sana karışmayız... Senin
sorumluluğunu sana verir, seni bu olgunlukta bilir, öyle kabul ederiz...

– Yani... hiç kural yok mu?

– Yok.

–…?

– Ektiklerini biçecek olan senden başkası değilken, neden ihtiyaç olsun ayrıca kurallara?
Muhattabını -şuursal olarak- çocuk kabul eden ekoller, yollar, ideolojiler elbette kurallara,
şekillere, şablonlara ihtiyaç duyarlar ki bu, o şuur mertebesine hitap edilebilmesi için son
derece yerindedir... Bazen yolunu şaşırıp buralara zamansız düşenlere biz de bunları o dille
söyleriz elbet... Ancak, bunlardan geçmiş ve kemalata (olgunluk) yönelmiş samimi ruhları,
kendi sorumluluklarını alma ve özgürleşme yolundan da geri bırakmayız...
Her sebep, bir sonuç doğurur... Yerçekimi yasası yürürlüktedir ve sen çatıdan aşağı
atlamak istersen, bunu yapmakta özgürsündür... Ancak bunun sonuçlarını -bu yasa dahilinde-
yaşayacak olan da sensindir... Aynı dinamikler en soyut alanlarda da geçerlidir... Bu subtil
(ince, yüksek, derin) alanlarda bir ‘sonuç’ doğuracak ‘sebep’ kimi zaman bir düşüncedir, kimi
zaman bir tavır... Kimi zaman bir sözdür, kimi zaman bir mimik... Bir anlamın açılması, bir
farkındalığın oluşması, bir hal değişimi veya içsel bir evrimin başlayabilmesi için belirli bir
edebe, disipline, sebata ve -en önemlisi- ‘aşk’a ihtiyaç vardır... Bunlar yoksa, bunlarla
açılabilecek olan kapılar da kapalı kalır...

Dilediğinde her şeyi bırakıp, buğday ambarında kendini kaybetmek istesen dahi, hiçbir
müdahalemiz olmaz... Tekrar gelmeye karar verirsen, burada her şeyi bıraktığın gibi bulursun
belki ama ambarda kaybettiklerin seninle olmayacaktır artık...

Kısacası; hayır dostum... Ezeli ve ebedi kanunlar tek zerreyi bir an bile es geçmezken,
burada sonradan konmuş ve bir gün yok olmaya mahkum hiçbir kural yoktur... Her şekil, her
yöntem, her şablon; değişen, dönüşen ve gelişen bir âlemde -doğası gereği- eskimeye,
ihtiyaçlara cevap verememeye ve ortadan kalkmaya mahkumken; bunların hiçbirinin olmadığı
“yol”un daimi kalıcılığı bundandır... Varoluş hangi dinamikler üzerinde duruyorsa, burası da
aynı dinamikler üzerinde durur... Bu dinamiklerle ilişkin, bizzat senin yaşam ve anlam
kaliteni belirler, bir başkasının değil... Kendini neye layık görüyorsan, bu ilişkiyi de ona göre
kurar ve ona göre yaşarsın...

“Dışarıda yaptıkların” ve “içeride yaptıkların” diye bir ayrım yoktur... “Burada” her
nasılsan, -hemen olmasa bile zamanla- kapının dışında da aynı niteliği göstermeye
başlamandır marifet... “Dışarısı” dediğin yer, buradan ayrı değildir... Burası, “tüm dışarısı”nın
konsantre halini, özetini sunar, içeri kabul ettiğine... Buna bağlı olarak, buradaki zaman da
konsantredir... Burada bir an, kimi zaman dışarıda geçirilecek bin yıla eşdeğerdir... Tek bir
bakış, tek bir mimik, tek bir sözle çözülür kimi zaman, binlerce yaşamda kendi kendine
çözülemeyecek düğümler...

Burada yaşanan, deneyimlenen, hissedilen ve konuşulan her şey, o “yasa”nın akışı


üzerindendir... Hepsinin, “dışarıda” karşılığı vardır... Çünkü Hakikat’te, bildiğin anlamda bir
“dışarısı” yoktur...

– Böylesi bir “yol”un olabileceğini hayal dahi edemezdim... Ritüelsiz, protokolsüz,


sınırsız... Karşıma her seferinde bir isim, bir şekil, bir şablon çıktı hep... Bu bahsedilenlere
yaklaşabilen bir anlayışın tanımını dahi duymadım hayatım boyunca...

– Keşfedene açılır bu kapı... Davet, -en fazla- dudaklardan dahi dışarı çıkmayan bir
fısıltıdır burada... Aşikar değilizdir, gelip geçene... İlan vermeyiz... Tabela asmayız... Reklam
yapmayız... Kimseyi çağırmayız... Günlük hayatın içinde bu konular yanımızda konuşulsa,
dönüp tek kelime etmeyiz... Rüyalarında görseler, şakaya vururuz... Tohumu çatlamayana,
vakti gelmeyene peçemizi açmayız... Herkes görür ama pek azı tanır... Tanımayanın da
“Nerede? Nerede?” diye sorarak uzaklaşmasını izleriz... Kimi senin gibi kapıdan girip, tanır;
kimi 40 sene yanımızda durur, aynı evde yaşar da tanıyamaz...

Paha biçilemeyecek bir emanettir, devraldığımız... O değeri bilemeyecek olana verilmez...


Bu kapıya gelenin samimiyeti, edebi ve emeği dışında bize sunabileceği maddi veya manevi
hiçbir şey yoktur... Dolayısıyla, bize satabileceği bir şey olmadığı gibi, liyakati olmadan
bizden alabileceği bir şey de yoktur... Hakikat; ne satın alınabilecek kadar ucuz bir şeydir, ne
de satılabilecek kadar küçük...
Zahirde; ister dostumuz, ister ana-babamız, ister kardeşimiz, ister evladımız olsun; kendisi
aramadıkça, bizzat sormadıkça, emek vermedikçe, peçemiz onlara da kapalıdır... Hatta onlar,
bu beden kılıflarını hep aynı etiketlerle görmeye alıştığından; daha da görünmezizdir,
gözlerine... Bu kapıya gelenlerden nicesi içinden geçirir, “keşke ailemden biri olsaydı” diye...
Oysa aile, birbirinin içini görebilenlerdir... Ebediyette, ne kadar dağılmış olurlarsa olsunlar;
birbirlerini -her seferinde- farklı yüzler ve bedenler içinde tekrar tekrar bulabilenlerdir, aile...

– Bu sözler...

– Bu sözler, duyan herkese başta çok çekici gelirken; çoğu, bu “yol”da yürüdükçe, bir
zaman sonra alıştıkları, bildikleri şablonları görmek, sözleri duymak ve şarkıları söylemek
isterler... Bir zaman gelir, bizzat kendileri talep eder; kurallar olsun, yasaklar konsun, sınırlar
çizilsin... Oysa, hayatın kendisini dahi kurslarda öğrenmek mümkün değilken, onu doğuran
Hakikat’i bu yöntemlerle öğrenebilmeyi denemek, nafile değilse nedir?

O’na kavuşmak isterler ama gereğini yapmadan...

Gökyüzünü görmek isterler ama kulübeden çıkmadan...

Ne dersin? Girer mi sence bir gün içeri?..


Hayatı boyunca tanıdığı herkesle yaptığı konuşmaları, sohbetleri toplasa; sadece o gün
kendine kattıkları yanında ancak bir damla olabilirlerdi belki... Sohbetin yoğunluğundan başı
dönüyordu... Sarhoş olmuştu adeta... Ne zamanın nasıl geçtiğinden, ne de akşamın nasıl
geldiğinden haberi vardı... Geçen saatler boyunca susuzluğu gibi açlığı da yanına uğramamış,
“kelam”ın bitmesini beklemişti...

İçinde daha evvel hiç tatmadığı bir zevk ve huzurun eşliğinde uzun uzun yürüdü...
Duyduğu değerli sözleri ve içlerindeki hikmetleri düşündü...

Eve vardığında yatağına uzandı ve düşünmeye devam etti... Yaşadığı dünya, eskiden
bildiği dünya değildi sanki... Bir şeyler değişmişti... Henüz tam olarak kestiremiyordu ama;
bir şeyler değişmişti...

Şöyle devam etmişti, bir yandan onu hayretler içinde bırakırken, öte yandan zamanı ve
mekanı unutturan sözlerine: “Bilerek veya bilmeyerek yaptığın her şeyin, -dışında olduğu
kadar- içinde de bir sonucu ve bir karşılığı vardır... Madem İsimsiz’e ulaşmak için seni
isimsiz bir kapıya getirebilecek denli uyandı sezgilerin; biraz daha dikkatli dinlediğinde
duyabilirsin, sana ‘daha evvel bildiklerinin kapının dışında kaldıklarını’ fısıldadıklarını...

O şekil ve şemallerin yokluğunda bir garip kalır insan; ‘onlarsız bir öğrenme’den bihaber
olduğundan... Ne gariptir ki, gerçek anlamda öğrenme, onların yokluğunda gerçekleşebilir
ancak...

Bir şeyden daha bihaberdir: O’na yaklaştıkça, işler hiç de daha az garipleşmeyecektir...”
“Anka’nın Kanatları”nın tamamını (224 sayfa) e-kitap olarak hemen
edinebilir veya basılı kitabı aşağıdaki kanallardan sipariş edebilirsiniz:

E-kitap için tıklayınız


E-kitabı %25 indirimli almak için bu özel alım sayfasında “share&get 25%
off” seçeneğini tıklamanız ve paylaşmanız yeterlidir

Aslına uygun ve güncellenmiş içerik sadece resmi kanallar üzerinden edinilen e-


kitaplarda güvence altındadır

Basılı Kitap için tıklayınız


Türkiye’den sipariş için tıklayınız
Avrupa, ABD ve diğer ülkelerden sipariş için tıklayınız

Gelecek Kitaplardan Alıntılar ve


Güncel Paylaşımlar için tıklayınız
Hazırlanmakta olan kitaplardan haberdar olmak ve serinin basılmamış kitapları
içinden -sadece takipçiler için yayımlanan- alıntıları takip etmek için
facebook sayfamızı ziyaret edebilirsiniz. Paylaşımlarımız haftada 4 adet ile
sınırlıdır.

“Anka’nın Kanatları” Resmi Sayfası:


Anka’nın Kanatları
Basılı Kitap Satış Noktaları
Türkiye

D&R
http://www.dr.com.tr/Kitap/Ankanin-Kanatlari/Cagri-
Dorter/Edebiyat/Anlati/urunno=0000000585257

Idefix
http://www.idefix.com/kitap/ankanin-kanatlari-cagri-dorter/tanim.asp?
sid=FF0QI40MMK4KPJ6D37RH

Pandora
http://www.pandora.com.tr/urun/ankanin-kanatlari/338473

Kitap Yurdu
https://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=686401&sa=162319826

Kitabevinden Alım
Tüm iller ve bölgelerde en yakınınızdaki D&R, Remzi, Kabalcı, Dost, İmge vb. kitabevinde
bulamamanız halinde "Anka'nın Kanatları"nı bir telefonla (1-2 gün içinde) getirtebilir veya
kitapçınızdan, en yakındaki stoklu şubeyi öğrenebilirsiniz.

Resmi sayfamızda stoklu mağazaların listesi bulunmaktadır.

Anka’nın Kanatları Resmi Sayfası


https://www.facebook.com/ankaninkanatlari
Basılı Kitap Satış Noktaları
Avrupa, ABD ve Diğer

Amazon (ABD, Avrupa ve diğer ülkeler)


http://www.amazon.com/Ankanin-Kanatlari-Cagr%C3%BD-
Dorter/dp/605148275X/ref=sr_1_7?ie=UTF8&qid=1411860613&sr=8-7&keywords=anka
%27nin

Kitap Yurdu EU (Avrupa)


http://www.kitapyurdu.eu/kitap/ankanin-kanatlari/991192.html

Tulumba (ABD)
http://www.tulumba.com/storeItem.asp?ic=zBK397194NS347

Anka’nın Kanatları Resmi Sayfası


https://www.facebook.com/ankaninkanatlari

You might also like