Professional Documents
Culture Documents
YDS Kelime Çalışması Remzi Hoca
YDS Kelime Çalışması Remzi Hoca
In his view, the people have been corrupted by their desire for
Bozmak, yozlaştırmak
corrupt + kırapt . v wealth. (Ona göre, insanlar servet arzularından dolayı
(distort)
yozlaşmış durumdalar)
1.The government must now deal with the problem of high
1.halletmek, icabına unemployment. (Şimdi hükümet yüksek işsizlik sorununu
bakmak (cope with) halletmeli)
2.ele almak (take care 2. We’ll deal with the question of poverty in a moment. (Bir
deal with ST + diıl… 3 v of) dakika sonra fakirlik sorununu ele alacağız)
3.üstesinden gelmek 3. She’s dealing with her father’s death very well. (Babasının
(manage) öümünün üstesinden iyi geliyor)
4.ile ticaret yapmak 4. We have dealt with the company for years. (Yıllardır bu
şirketle ticaret yapmaktayız)
Prices have risen sharply in the last decade. (Son on yılda
decade + dekeyd 3 n 10 yıllık zaman
fiyatlar keskin bir şekilde artmıştır.)
Seçkin, mütemayiz
a distinguished career in the diplomatic service (diplomatic
distinguished + distinguişt 1 adj (notable)(OPP
hizmetlerde seçkin bir kariyer)
undistinguished)
You don’t need any experience to work here. (Burada çalışmak
experience + ikspiyıriyıns 3 n tecrübe
için hiçbir tecrübeye ihtiyacın yok)
Researchers now need to conduct further experiments.
experiment + iksperimınt 3 n deney (trial, test) (Araştırmacılar şimdi daha fazla deney yapmaya ihtiyaç
duyuyorlar)
Devretmek, teslim The suspects have now been handed over to the French
hand over (to) 3 v etmek (kişi, şey veya authorities. (Şu anda şüpheliler Fransa otoritelerine teslim
yetki) (surrender) edilmiş durumdalar)
innovation + inoveyşin 2 n Yenilik (novelty) the latest technological innovations (son teknolojik yenilikler)
We are seeing a rapid growth in the use of the Internet.
rapid + répid 3 adj Hızlı, seri (fast, swift)
(İnternet kullanımında hızlı bir büyüme müşahede etmekteyiz)
They revealed that he had supplied terrorist organizations with
supply SB with Birisine birşey temin
sıplay 3 vt weapons. (Onun terörist örgütlere silah temin ettiğini
ST + etmek (provide)
açıkladılar)
supply ST to SB Birisine birşey temin Two huge generators supply power to farms in the area. (İki
sıplay 3 vt
+ etmek (provide) devasa jeneratör bölgedeki çiftliklere elektrik temin ediyor)
2
şimdiye kadar (up to So far we have restricted our attention to the local area.
so far + 3
now) (Şimdiye kadar dikkatimizi bölgesel alana kısıtladık)
Apparently, she resigned because she had an argument with her
ad görünüşe göre (It seems
apparently + ıpérıntli 3
v that)
boss. (Görünüşe gore, patronuyla bir tartışma yaptığı için istifa
etmiş)
We sent the design to the planning department for approval.
approval + ıpruvıl 3 n onaylama
(Çizimi, onaylanması için planlama dairesine gönderdik)
girişim, teşebbüs The government has made no attempt to avert the crisis.
attempt + ıtempt 3 n
(effort) (Hükümet krizi önlemek için hiç bir girişim yapmadı)
by far My time in the navy was by far the most exciting period of my
büyük farkla (by a large
[+superlative] life. (Donanmadaki yıllarım tüm hayatımın büyük farkla en
amount)
+ heyecanlı dönemiydi.)
Son, yeni (zaman) There have been many changes in recent years. (Son yıllarda
Recent + ri’sınt 3 adj
(new, fresh, current) pekçok değişiklik oldu)
Recently + ri’sıntli 3 adv son zamanlarda (lately) I haven't seen them recently. (Onu son zamanlarda görmedim)
İleri sürmek, önermek He rejected all the proposals put forward by the committee.
put forward phr
(suggest, propose) (Komite tarafından ileri sürülen/önerilen tüm teklifleri reddetti)
(öz. yöntem vs) They’ve devised a scheme to allow students to study part-time.
devise Di vayz’ 2 vt keşfetmek (think up, (Öğrencilerin part-taym çalışmalarına olanak sağlayacak bir
invent) metot keşfettiler)
1.Mandela was eager to establish good relations with the
1. kurmak, tesis etmek, business community. (Mandela iş çevreleriyle iyi ilişkiler
oluşturmak (set up, geliştirmeye çok istekliydi)
found) 2.By then she was established as a star. (O zaman bir yıldız
2. konumunu olarak konumunu sağlamlaştırmıştı)
Establish + is teb’liş 3 vt sağlamlaştırmak 3. Traditions get established over time. (gelenekler zamanla
3. yerleştirmek (settle) yerleşir)
4.saptamak (determine, 4. I was never able to establish whether she was telling the truth.
ascertain) (Onun doğruyu söyleyip söylemediğini asla saptayamadım)
5. kanıtlamak (prove) 5. They have established that his injuries were caused by a fall.
(Yaralarının bir düşmeden kaynaklandığını kanıtladılar)
1. dolmak / doldurmak 1.Charge the gun because the room was charged with hatred.
(duygu, bardak ve (Silahını doldur çünkü oda kinle dolmuştu)
charge ça:rc 3 v
mermi.) 2.Before use, the battery must be charged. (Kullanmadan once
2.şarj etmek piller doldurulmalı)
para istemek (alışveriş, Most clubs charge for the use of tennis courts. (Çoğu kulüp
charge for 3
hizmet vs. sonrası) tennis kortlarını kullanmak için para ister.)
They charged the calls to their credit-card account. (Telefon
charge to 3 hesabına geçirmek
görüşmelerini kredi kartı hesabına geçirdiler)
charge SB with ST 3 Suçlamak (accuse) He was charged murder. (Cinayetle suçlandı)
The committee has been charged with the development of sport
Sorumlusu yapmak,iş
charge SB with ST 3 in the region. (Komite bölgede sporu geliştirmekle mükellef
vermek
kılındı)
charge at 3 Hücum etmek (attack) We charged at the enemy. (Düşmana hücum ettik)
1. bireysel (personel)
1. individual rights/freedom/liberty (bireysel haklar / özgürlük)
individual in’divic’yuıl 3 adj (OPP collective)
2. a highly individual style of dress (epey orijinal elbise stili)
2. orijinal (original)
Acid rain is already destroying large areas of forest and lakes in
forest fa’rist 3 n orman (jungle, woods) northern Europe. (Asit yağmurları kuzey Avrupa’daki göl ve
geniş orman alanlarını zaten yok ediyor)
I have confidence in your abilities. (Senin yeteneklerine
confidence kan’fidıns 3 n güven, itimat
güveniyorum)
self-confidence n özgüven
ret, kabul etmeme
refusal rifyu:’zıl 2 n She gave a firm refusal. (Ona sert bir ret cevabı verdi)
(denial)
5
1. çeyrek 1.They arrived at quarter past three. (saat üçü çeyrek geçe
2. bir 25 sentlik. (a ulaştılar)
quarter) 2.Can you give me a quarter, dude? (Ahbab, bana bir
3. yılın dörtte biri, üç çeyreklik versene)
quarter kwo:r’tır 3 n aylık süre. 3. The company’s profits fell in the third quarter. (Üçüncü
4. öğretim yılının dörtte çeyrekte şirketin karı düştü)
biri. 6. the Chinese quarter of the city (şehrin çin mahallesi)
6. mahalle, semt, civar 7.He has won support from all quarters. (Bütün gruplardan
7. kesim, grup destek kazandı)
In some quarters, he is not loved so much. (Bazı muhitlerde
quarters kwo:r’tırz . n konut, mesken, ikametgâh.
çok sevilmez)
an unhealthy social environment that encourages negative
tutum, tavır, yaklaşım
attitude e:’tityu:d 3 n attitudes (olumsuz davranışları cesaretlendiren sağlıksız
(approach, manner)
bir sosyal çevre)
The charges seemed a little excessive. (İstenen para biraz
excessive ikse’siv 2 adj fazla, aşırı (extreme)
aşırı gözüküyordu)
geniş, büyük, kapsamlı She has an extensive knowledge of art history. (Sanat
extensive iksten’siv 2 adj
(wide, broad) tarihi hakkında kapsamlı bir bilgisi var)
1.-den çıkmak,. (from) 1.After a few weeks, the caterpillar emerges from its
(come out) cocoon. (İki hafta sonra, tırtıl kozasındandan çıkar)
emerge imö:rc’ 3 vt
2.meydana çıkmak (into) 2.The doors opened and people began to emerge into the
(come into sight/wiev) street. (Kapı açıldı ve insanlar sokakta görünmeye başladı)
Görüşme yapmak, pazarlık The airline is negotiating a new contract with the union.
negotiate nigou’şiyeyt 2 v yapmak (bargain, talk) (Havayolları yeni bir kontrat için sendikayla görüşme
(with) yapıyor)
1.Kazanç, kâr (zıttı loss) make a profit: Investors have made a 14% profit in just 3
profit pra’fit 3 n 2. fayda, çıkar (gain, months. (Yatırımcılar sadece üç ay içerisinde %14 kar elde
benefit) ettiler)
What impressed me was their ability to deal with any
Etkilemek (make an
impress impres’ 2 v problem. (Beni etkileyen şey onların problem ele alış
impact on)
kabiliyetleriydi)
The report seems to be based entirely on first impressions.
impression impre’şın 3 n izlenim
(Raporun tam olarak ilk izlenimlere dayandığı gözüküyor.)
They needed a location for the film, and the church was the
ken’dıdeyt’
candidate 3 Aday (nominee) obvious candidate. (Film için bir yere ihtiyaçları vardı, ve
ken’dıdi:t’
kilise aşikar adaydı)
drugs used in a desperate attempt to save his life (yaşamını
desperate des’pırıt 2 adj Ümitsiz (hopeless) kurtarmak için ümitsiz bir girişim olarak kullanılan
ilaçlar)
Gerektirmek (require,
necessitate) All mergers entail some job losses. (Tüm şirket evlilikleri iş
entail in’teyl .
-e neden olmak (cause, kayıpları-na neden olur/ -nı gerektirir.)
lead to)
1.The country is drifting into a state of chaos. (Ülke bir
1. durum, vaziyet, hal:
kaos ortamına sürükleniyor)
state steyt 3 n 2. devlet.
3. Five state elections will be held in March. (Beş eyalette
3. eyalet. (ABD vs için)
seçimler Mart’ta yapılacak)
in state . (cenaze için) törenle He was buried in state. (Törenle gömüldü)
ifade etmek, beyan etmek. The candidates stated their case at a series of meetings.
state steyt 3 vt
(utter) (Adaylar bir dizi toplantıda davalarını anlattılar)
7
birbiri, birbirleri
You must get along with one another. (Birbirinizle iyi
one another 2 pn (Hep çekimli bir şekilde
geçinmelisiniz)
kullanılır.)
birbiri, birbirleri
They talk to each other on the phone every night. (Her
each other 2 pn (Hep çekimli bir şekilde
gece telefonda birbirleriyle konuşurlar)
kullanılır.)
I hope this isn’t another of Donald’s silly tricks. (Umarım
bu Donald’ın aptal oyunlarından bir diğeri değildir)
another ınatdhır 3 fw Bir diğer, diğer bir We’re doing a big concert tomorrow night and another one
on Saturday. (Yarın büyük bir konser vereceğiz, bir
diğerini de cumartesi)
1.companies exploring for oil (petrol arayan şirketler)
1.Keşif yolculuğuna
2. It is worth exploring other ways of dealing with this
explore iksplo:r 3 v çıkmak
problem. (Bu problemi çözmenin başka yollarını
2.araştırmak, tartışmak
araştırmaya değer.)
Exploration of the solar system began in the 19th century.
exploration eksplıreyşın 2 n Keşif, keşif yolculuğu
(Güneş sisteminin keşif yolculuğu 19. asırda başladı)
11
(Kazı veya sondaj sonucu) He seems to have struck gold with his first film. (İlk
strike gold / oil strayk 3 v
maden bulmak filmiyle altın madeni bulmuş gibi gözüküyor)
1. Workers have been out on strike since Friday. (İşçiler
Cuma gününden beri dışarıda grevdeler.)
1. grev a 15-day strike over pay and poor safety conditions (ücret
strike strayk 2 n 2. saldırı (attack) ve kötü güvenlik koşulları gerekçeli 15 günlük bir grev)
3. maden bulma 2. the threat of nuclear strikes (nükleer saldırı tehditi)
3. the Lena goldfields strike of 1912 (1912’de bulunan
Lena altın yatakları)
1. Don’t allow the computer to dominate your child’s life.
(Bilgisayarın çocuğunun yaşamına hükmetmesine izin
1.Kontrol etmek (control)
verme)
2.hakim olmak (rule)
dominate da’mineyt 2 v 2. Barcelona completely dominated the first half of the
3.hakim olmak, tepeden
match. (Barselona maçın ilk yarısına tamamıyla hakimdi.)
bakmak (overlook)
3. a picturesque city dominated by the cathedral tower.
(Katedral kulesinin hakim olduğu tablosal bir şehir)
Her response was to leave the room and slam the door.
(Yanıtı odayı terk edip kapıyı çarpmak oldu)
response rispans 3 n Yanıt, karşılık (reply) In response to complaints, the company reviewed its safety
procedures. (Şikayetlere karşılık olarak şirket güvenlik
prosedürlerini yeniden gözden geçirdi)
1. The main complaint was the noise. (Ana şikayet
gürültüydü)
complaint 1.şikayet 2.Customers lodged a formal complaint about the way
kımpleynt 3 n
[about ST] 2.şikayet dilekçesi they were treated. (Müşteriler kendilerine yapılan
muamele biçimi hakkında resmi bir şikayet dilekçesi
sundular)
abolish ıbaliş 2 vt Kaldırmak, fesh etmek This tax should be abolished. (Bu vergi kaldırılmalı)
1.He had treated her for a stomach disorder. (Bir mide
1.(Tıbbi) rahatsızlık rahatsızlığı için onu tedavi etti)
(ailment, sickness, 2. The main problem is public disorder associated with
complaint) late-night drinking. (Ana problem gece geç vakti içmekten
disorder diso:rdır 2 n
2.karışıklık, kargaşa kaynaklanan kamusal kargaşa)
(chaos, mess) 3. Everything was in disorder, but nothing seemed to have
3.darmadağın (in) (mess) been taken. (Herşey karmakarışıktı, ama hiç bir şey
alınmış gözükmüyordu.)
Sönmek, azalmak
wane weyn vt His enthusiasm was waning fast. (Şevki hızla sönüyordu)
(diminish, fade)
withdraw /
The injury has forced him to withdraw from the
withdrew / widhdro: 2 v Geri çekilmek (pull out)
competition. (Yarası onu müsabakadan çekilmeye zorladı)
withdrawn
Birazdan, çok geçmeden
before long See you before long (Birazdan görüşürüz)
(soon, shortly)
13
vaccination ve:ksıneyşın . n Aşı, aşılama a measles/polio vaccination (bir kızamık/çocuk felci aşısı)
These enzymes are important in the combat against bacteria. (Bu
combat kambe:t 1 n savaş
enzimler bakterilere karşı savaşta önemli)
Supplementary information / income / budget package (Ek bilgi / gelir
supplementary saplimentri: . adj Ek (additional)
/ bütçe paketi)
We’re hoping, eventually, to create 500 new jobs. (Eninde sonunda
Eninde sonunda, nihayet 500 yeni meslek oluşturmayı ümit ediyoruz)
eventually ivençuıli 3 adv
(finally) ‘Did they ever pay you?’ ‘Eventually, yes.’ (Sana hiç para ödediler
mi? Sonunda, evet)
Nihai, en son (ultimate, his eventual capture and imprisonment (en son yakalanması ve
eventual ivençuğıl 1 adj
final) mahkumiyeti)
1. High tides are eroding the coast. (Gel-git gelişleri sahili aşındırıyor)
a plan to plant more trees before the soil erodes even further (toprak
1. [jeol] aşınmak, daha fazla aşınmadan daha fazla ağaç dikmek için bir plan)
aşındırmak 2. It is feared that international institutions may erode national
erode iroğd 1 v
2. azaltmak / azalmak sovereignty. (Uluslararası müesseselerin ulusal egemenliği
(reduce) azaltacağından korkuluyor.)
Western support for Yeltsin was slowly eroding. (Batının Yeltsine
desteği yavaş yavaş eriyor / azalıyor)
1.It was still dark when the helicopter plunged 500 feet into the sea.
1.düşmek (fall, drop) (Helikopter 500 fitten denize çakıldığında hala karanlıktı)
2.azalmak, düşmek (fiyat, 2. The temperature is expected to plunge below zero degrees
sıcaklık vs) overnight. (Sıcaklığın gece boyu sıfır derecenin altına düşmesi
plunge planc 2 v
3.kontrolsüzce ve aniden bekleniyor)
fırlamak, zıplamak, 3. The horse plunged and reared. (At şaha kalktı ve kişnedi)
hareket etmek He plunged towards the door and wrenched it open. (Kapıya doğru
fırladı ve çekerek açtı)
1. This was not the time to be plunging into some new business
venture. (Yeni bir iş teşebbüsüne dalıyor olmanın hiç de vakti değildi)
2. He plunged his arm into the sack once more. (Kolunu bir kez daha
çuvala daldırdı)
1.bir işe dalmak
3.The city was plunged into total darkness when the entire electrical
2.daldırmak, sokmak
system failed. (Bütün elektrik sistemi çökünce, şehir tümden karanlığa
Plunge into 2 v 3.-e gömülmek, gark
gömüldü)
olmak
The country is plunging into recession once more. (Ülke bir kez daha
4.suya vs. dalmak
ekonomik sıkıntıya gark oldu)
4. Four police officers plunged into freezing water to rescue a man
yesterday. (Dün dört polis memuru bir adamı kurtarmak için
dondurucu suya atladı.)
1.the plane’s plunge into the sea (uçağın denize düşüşü)
plunge n 1.dalma 2.düşme, azalma
2.the plunge in oil prices (petrol fiyatlarındaki düşüş)
Take the plunge v Cesur bir adım atmak
1.I don’t think your mother has the right to interfere in our affairs.
1.karışmak (Annenin işlerimize karışmaya hakkı olduğunu sanmıyorum)
Interfere with intırfiğır 2 vt
2.kurcalamak 2. I saw him interfering with the smoke alarm. (Onu duman alarmını
kurcalarken gördüm)
They expressed resentment at outside interference in their domestic
interference intırfiğırıns 2 n Müdahele (intervention) affairs. (İçişlerine dışarıdan müdahele edilmesi hususundaki öfkelerini
beyan ettiler.)
1. My brother was studying to be a church minister, but the Second
World War intervened. (Kardeşim bir baş rahip olmak için
1.araya girmek (occur,
çalışıyordu, fakat II. Dünya savaşı araya girdi.)
happen)
intervene İntırvi:n 1 vt Several months intervened before we met again. (Yeniden
2.-e karışmak, müdahele
karşılaşmadan once bir kaç ay geçti / araya girdi)
etmek (interfere)
2. Police had to intervene when protesters blocked traffic.
(Protestocular trafiği kapayınca polis araya girdi/müdahele etti)
We do not need further government intervention. (Daha fazla hükümet
intervention intırvenşın 1 n Müdahele (interference)
müdahelesine ihtiyacımız yok)
We had the usual family quarrel about who should take the dog out.
Tartışma, kavga (argument,
quarrel kwarıl 1 n (Köpeği kimin dışarı çıkaracağı hakkında geleneksel bir aile kavgamız
dispute, fight)
vardı)
1. He turned his head to address me. (Bana hitap etmek için kafasını
çevirdi)
1. konuşmak, konuşma yapmak
2. All enquiries should be addressed to head office. (Tüm sorular idari
address ıdres 2 v 2.yönlendirmek
ofise yönlendirilmeli)
3. yollamak, yazmak
3. This letter is addressed to Alice McQueen. (Bu mektup Alice
McQuenn’e yazılmış
2. The president is to deliver a televised address to the country.
address ıdres 3 n 1.adres 2.konuşma, demeç
(Başkan ülkeye hitaben bir televizyon konuşması yapacak)
1.The report makes unfavourable comparisons with the system used in
France. (Rapor Fransa’da kullanılan sisteme ilişkin istenmeyen
1.olumsuz, ters (adverse) karşılaştırmalar yapıyor)
unfavorable anfeyvırıbıl . adj
2.elverişsiz, uygun olmayan 2. They had finally gained independence, but on very unfavourable
terms. (Nihayet bağımsızlıklarını kazandılar, ama çok elverişsiz
koşullarla)
Your argument presumes that everyone understands the issue.
presume prizyu:m 1 v varsaymak (assume)
(Argümanınız herkesin meseleyi anlamış olduğunu varsayıyor.)
1. a presumption of innocence (bir masumiyet varsayımı)
1.varsayım (assumption)
presumption prizampşın . n
2.kendini beğenmişlik
2. She was enraged at his presumption (Kibirli tavırlarına çok
sinirlendi)
1. teslim etmek (put forward, 1. The plans will be submitted next week. (Planlar gelecek hafta teslim
present) edilecek)
2. teslim olmak (surrender, 2. In the end, they submitted to the Americans. (Sonunda Amerikalılara
submit sıbmit 3 v
give in) teslim oldular)
3. (kanun vs) uymak 3. All countries in the European Union must submit to its laws.
4. ifade vermek (mahkeme vs) (Avrupa Birliğindeki tüm ülkeler onun kanunlarına uymak zorundadır)
1. We may never find out the truth about what happened. (Ne olduğu
1.öğrenmek, farketmek
hakkındaki gerçeği asla öğrenemeyebiliriz.)
(realize, learn, discover)
find out 3 v
2 ortaya çıkarmak (reveal,
2. It was only a matter of time before someone found him out. (Birisinin
onun ne menem birisi olduğunu ortaya çıkarması artık sadece bir an
expose, uncover, unmask)
meselesiydi)
Bob plans to take retirement at age 50. (Bob 50 yaşında emekli
retirement ritayırmınt 1 n emeklilik
olmayı planlıyor)
2.The train station has an electronic board showing all departure times.
1.tahta (Tren istasyonu tüm kalkışları gösteren elektronik bir ilan panosuna
2.ilan tahtası (pano) sahip)
board bo:rd 3 n 3.(yönetim) kurulu 3.The local school board is trying to raise teachers’ salaries. (Yerel
4.yemek (otel vs gibi okul yönetim kurulu öğretmenlerin maaşlarını arturmaya çalışıyor)
yerlerde) 4. She gets £70 a week plus board and lodging. (Haftada 70 Sterlin
alıyor, artı yemek ve yatacak )
yeterli, kafi (enough, The big house is perfectly adequate for just the two of us. (Büyük ev
adequate e:dikvıt 3 adj
sufficient) sadece ikimize tam anlamıyla kafi gelir)
1.doğal manzara 1. Switzerland has some spectacular scenery. (İsviçre bazı harikulade
scenery si:nıri 1 n
2.tiyatro dekor manzaralara sahiptir)
1. He had received death threats. (Ölüm tehditleri almıştı)
1.tehdit (warning, menace) 2.a threat to freedom/democracy (demokrasiye / özgürlüğe bir
threat thret 3 n
2.tehlike (danger, hazard) tehdit/tehlike) He saw the other man as a real threat to his marriage.
(Diğer adamı evliliği için bir tehdit/tehlike olarak görüyordu)
1. He works in construction. (İnşaat işinde çalışıyor) The dam is still
under construction. (Baraj hala inşa halinde/yapım aşamasında) The
cathedral is a fantastic modern construction. Katedral harika bir
1. yapı, inşaat.
modern yapı)
2. yorum, tefsir.
construction kınstrakşın 3 n 2. We both heard what he said, but she put quite a different
3. dilbilgisi yapı
construction on it. (İkimiz de ne dediğini işittik ama o (bayan) sözü
4. geometri çizim.
epey farklı bir yorumladı.)
3. difficult grammatical constructions (zor gramatik yapılar)
ayar etmek, ayarlamak Watch out for sharp bends and adjust your speed accordingly. (Keskin
adjust ıcast 2 v
(regulate) virajlara dikkat et ve hızını duruma göre ayarla)
[bir şeye, bir şey yapmaya]
It took her a while to adjust to living alone after the divoce.
adjust to ST / doing ST 2 v alışmak (get used to, become
(Boşanmadan sonra yalnız yaşamaya alışması biraz zaman aldı)
accustomed to)
1. Nothing can alter the fact that we are to blame. (Hiçbir şey bizim
1. değiştirmek (change,
suçlanmamız gerektiği gerçeğini değiştiremez)
alter oltır 2 v modify)
2. Property price did not significantly alter during 1999. (Emlak
2. değişmek.
fiyatları 1999 yılı müddetince önemli bir miktar değişmedi.)
1.This poster is offensive and degrades women. (Bu poster saldırgan
1. aşağılamak (disgrace)
ve kadınları aşağılıyor.)
2. bozmak (decay)
degrade digreyd . v
3.bileşenlerine ayırmak
2. Under no circumstances can the quality of nursing be allowed to be
degraded. (Hiçbir koşulda hemşireliğin kalitesinin bozulmasına izin
[kimya]
verilemez)
1.to gain a high level of competence in English (İngilizce’de yüksek
1. yeterlik, kifayet bir seviyede yeterlik kazanmak)
competence
kampitıns 2 n 2. yetenek. 2.The syllabus lists the knowledge and competences required at this
[+in] 3. ehliyet, yetki. level. (Özet, bu seviyede gerekli olan bilgi ve yeteneği listelemektedir.)
3.the competence of the court (mahkemenin yetkisi / ehliyeti)
She is not very consistent in the way she treats her children.
consistent kınsistınt 2 adj tutarlı.
(Çocuklarına davranış biçiminde tutarlı değil)
Early warnings of rising water levels prevented another major
catastrophe kıte:strıfi . n afet, felaket (disaster) catastrophe. (Su seviyesi yükselmesi hususndaki erken uyarı diğer bir
büyük felaketi engelledi)
exceed iksi:d 2 v geçmek, aşmak. The price will not exceed $100. (Fiyat 100$ aşmamalı)
fazlasıyla, çok, son derece
exceedingly iksi:dingli . adv You are extremely old. (Sen son derece yaşlısın)
(extremely)
büsbütün, tamamıyla,
entirely intayırli: 3 adv That’s an entirely different matter. (Bu tamamiyle başka bir mesele)
tamamen. (completely)
21
1. bölmek, ayırmak (split, 1.The issue has divided the country. (Mesele ülkeyi böldü)
divide divayd 3 v separate) 2.The cells began to divide rapidly. (Hücreler hızla bölünmeye
2. bölünmek, ayrılmak başladı)
[+between/among SB] Jack divided up the rest of the cash. (Jack paranın geri kalanını
divide ST up/out 3 v paylaştırmak, üleştirmek, paylaştırdı / dağıttı)
taksim etmek (share) We divided the work between us. (İşi aramızda paylaştık)
persuade pırsweyd 3 v İkna etmek Please try to persuade him. (Lütfen çabala ve onu ikna et)
1. A country struggling for independence (bağımsızlık için çabalayan
1.çabalamak [+for] bir ülke)
2.güçlükle ilerlemek 2. Paul struggled out of his wheelchair. (Paul çabalayarak tekerlekli
struggle stragıl 2 v
3.ile/karşı mücadele etmek sandalyesinden çıktı)
(with/against) 3. He struggled against cancer for two years. (İki yıl boyunca kanserle
mücadele etti / kansere karşı savaştı)
1.a struggle for freedom (bir özgürlük mücadelesi)
1.çaba, mücadele [+for]
struggle stragıl 2 n 2.It was a real struggle to be ready on time. (Zamanında hazır olmak
2.güçlük, zorluk
gerçek bir zorluktu)
Uygun (suitable) [+for] Jeans are not appropriate for a formal party. (Kot resmi bir parti için
appropriate ıproupriıt 2 adj
(OPP inappropriate) uygun değildir)
1.He was accused of appropriating club funds. (Klüp parasını kendi
çıkarına kullanmakla suçlanıyor.)
1.Kendi çıkarına kullanmak
appropriate ıproupriyeyt . v 2.Five million dollars has been appropriated for research into the
2.ayırmak, tahsis etmek
disease. (Beş milyon dolar hastalık hakkındaki araştırmaya tahsis
edilmiştir.)
1.Intuition told her that he had spoken the truth. (Sezgileri adamın
1.Sezgi, iç güdü (instinct) doğruyu söylediğini söylüyordu)
intuition intyuşın . n
2.his 2.I had an intuition that something awful was about to happen. (İçimde
kötü bir şeyler olmak üzere olduğuna dair bir his vardı)
She was reluctant to discuss the case in any detail. (Meseleyi herhangi
reluctant rilaktınt 2 adj gönülsüz, isteksiz.
bir şekilde teferruatıyla tartışmak hususunda isteksizdi)
yerine getirmek, uygulamak, Attempts to implement change have met with strong opposition.
yapmak (carry out, do) (Değişiklik yapma teşebbüsleri sert muhalefetle karşılaştı)
implement implımınt 2 vt (yasa, karar v.b.'ni) The agreement was signed but its recommendations were never
yürürlüğe koymak (put into implemented. (Anlaşma imzalandı ama tavsiyeleri asla yerine
practise) getirilmedi)
yanmak; yakmak (be on fire) Demonstrators burned flags outside the embassy. (Göstericiler elçilik
burn börn 3 v
; (destroy by fire) önünde bayrak yaktı)
We’re delighted with our new grandson. (Yeni torunumuza çok
-e çok sevinmiş, ile mutlu (+ sevindik)
delighted with dilaytid 3 adj
with) (+ to do) I was delighted to see my old friends again. (Eski arkadaşlarımı
yeniden görmekten dolayı mutluydum.)
1. değer biçmek, kıymet
1.He assessed their house at ten thousand dollars. (Evlerine on bin
takdir etmek (measure)
dolar değer biçti.)
2. (para miktarını) tayin
2.Have you assessed the amount of the damage? (Zararın miktarını
assess ıses 2 vt etmek, hesaplamak
hesapladınız mı?)
3. değerlendirmek, bir şeyin
3. We tried to assess his suitability for the job. (İşe uygunluğunu
niteliğini tayin etmek
değerlendirmeye çalıştık)
(evaluate, judge)
1.They have not made any effort to integrate the local community.
1. bütünlemek/bütünleşmek (Yerel topluluk ile bütünleşmek için hiç bir çaba göstermediler)
integrate intigreyt 2 v 2. [+with] ile birleştirmek. 2.These programs can be integrated with your software. (Bu
3. [+into] -e katmak programlar senin yazılımın ile birleştirilebilir.)
3.He integrated the letters into his book. (Mektupları kitabına kattı.)
It was very considerate of you to include me. (Beni dahil etmen çok
considerate kınsidırıt . adj Düşünceli, nazik (thoughtful)
düşüncelice bir davranıştı.)
22
1.The tests confirm the existence of a brain tumour. (Testler bir beyin
1. varlık, varoluş. tümörünün varlığını doğruluyor.)
existence igzistıns 3 n
2. hayat, yaşam. 2. We led a poor but happy enough existence as children. (Biz
çocukken fakir fakat yeterince mutlu bir yaşam sürdük)
We felt her absence. (Yokluğunu hissettik.)
absence e:bsıns 3 n yokluk; bulunmama He returned after an absence of five months. (Beş aylık bir aradan
sonra döndü.)
1. When confronted with the documents, Hunter admitted the charges
against him.(Belgeler kendisine sunulunca, Hunter aleyhine yapılan
1. [with] belgeleri gösterip
suçlamaları kabul etti)
yanıt istemek
2. The guard on duty was confronted by an armed man.(Görevli
confront kınfrant 2 vt 2. karşısına çıkmak; önünü
korumanın silahlı bir adam tarafından önü kesildi)
kesmek.
3. Can you confront such dangers? (Böyle tehlikelerle yüzleşebilir
3. yüzleşmek (deal with)
misin?) The problems confronting the church (Kiliseyi bekleyen
problemler-kilisenin yüzyüze olduğu sorunlar)
1. We had an anxious few moments while the results were coming
through. (Sonuçlar gelmeye başladığında endişeli bir kaç dakika
1.endişeli, gergin, tasalı.
yaşadık)
anxious engkşıs 2 adj 2.sabırsız, çok istiyor (eager)
2. We’re anxious to hear from anyone who can help. (Sabırsızlıkla
3.tedirgin (nervous)
yardım edebilecek birinden haber bekliyoruz)
3. His silence made me anxious. (Sessizliği beni tedirgin etti)
1.Cennet (Tanrı ve 1. Christians believe that Jesus ascended into Heaven. (Hristiyanlar
meleklerin yaşadığı yer) Hz. İsa’nın cennete/göğe yükseldiğine inanırlar.)
heaven hevın 2 n
2. literary Tanrı 2. I pray to Heaven. (Allah’a ibadet/dua ederim)
3.plural gökler 3. The heavens shook with thunder. (Gökler gökgürlemesiyle sarsıldı)
Without his famous father’s influence, he would never have got the
influence influıns 3 n etki, tesir, nüfuz (effect)
job. (Meşhur babasının nüfuzu olmasaydı, bu işi asla alamazdı)
Research has shown that the weather can influence people’s behaviour
etkilemek, tesir etmek
influence 3 v (Araştırmalar havanın insan davranışlarını etkileyebildiğini
(affect)
göstermiştir)
1. tanımak 1. I hardly recognized you with a beard! (Seni sakallı tanıyamadım)
2. kabul etmek, haklı 2. The importance of Michael’s contribution is generally recognized.
bulmak. (önemini, (Michael’ın katkılarının önemi genellikle kabul edilir)
recognize rekıgnayz 3 v gerçekliğini, değerini) 3. Many countries refused to recognize Macedonia. (Pek çok ülke
anlamak. (accept) Makedonya’yı tanımayı reddetti)
3. onaylamak, tanımak. 4. Today, her achievement was recognized with a civic reception.
4. takdir etmek (Bugün, onun başarısı bir halk töreni ile takdir edildi)
aircraft eırkra:ft 2 n uçak; uçaklar. (plane) military/commercial aircraft (askeri / ticari uçak)
It’s been too cold for seeds to germinate properly. (Hava tohumların
(tohum) çimlenmek; (bitki) çimlenmesi için çok soğuk)
germinate cörmıneyt . v
tohum verme -LITERARY- A sense of unease began to germinate in the group.
(Grupta bir huzursuzluk hissi yeşermeye başladı)
23
1. He is clearly not using the word ‘dead’ in its literal sense. (Açık ki
kelimesi kelimesine, harfi
literal lit(ı)rıl 1 adj “ölü” sözcüğünü kelime anlamıyla kullanmıyor)
harfine, lafzî
a literal translation (bir kelimesi kelimesine çeviri)
She is studying German language and literature. (Alman dili ve
literature litrıçır 3 n yazın, edebiyat.
edebiyatında okuyor)
yazınsal, edebi. / edebiyata a respected literary critic (saygın bir edebiyat eleştirmeni)
literary litrıri 2 adj
ait She is not a literary writer. (O bir edebiyat yazarı değil)
Only 20 per cent of women in the country are literate. (Ülkedeki
literate litırıt . adj okuryazar. (OPP illiterate)
kadınların sadece %20’si okur yazar)
değerlendirme, kıymet takdir
a critical appraisal of the government’s economic strategy (hükümetin
appraisal ıpreyzıl 1 n etme. (assessment,
ekonomik stratejisinin önemli bir değerlendirmesi)
evaluation)
1. ani; beklenmedik. 1.Our friendship came to an abrupt end. (Arkadaşlığımız ani bir sona
(sudden) geldi)
abrupt ıbrapt Adj
2. ani ve nezaketsiz. (rude) 2.The sales clerks were abrupt and impatient with the customers.
3. dik, sarp. (sharp) (Satıcı tezgahtarlar müşteriler karşı nezaketsiz / dik ve sabırsızlar)
1. He grasped her firmly by the shoulders. (Onu omuzlarından sıkıca
1.sıkıca tutmak tuttu)
grasp gra:sp 2 v
2.anlamak, kavramak 2. He was finding it difficult to grasp the rules of the game. (Oyunun
kurallarını kavramak ona zor geliyordu)
The fortress commands the shortest Channel crossing. (Kale en kısa
fortress fortrıs . n kale
kanal geçidine nazır durumda / bakıyor / hakim)
1.There was no post for you today. (Sana bugün posta yoktu)
1.Posta, mektup (mail)
The letter I was waiting for wasn’t in the first post. (Beklediğim
2.direk, kazık
mektup ilk postada yoktu)
(goalpost=kale direği)
2. His first shot hit the post. (İlk atışı direkte patladı / direğe çarptı)
post poust 3 n 3.memuriyet-makam (job)
3. The Prime Minister appointed her to the post of ambassador.
4.karakol, polis noktası,
(Başbakan onu büyükelçilik makamına atadı)
ordugah vs.
4. a police/customs/military post (bir polis/gümrük/ordu karakolu)
5.bitiş (at yarışı)
5. winning post (bitiş noktası/direği)
1.mektup postalamak 2. The menu and prices are posted outside the door. (Menü ve fiyatlar
2.afiş asmak, ilan etmek kapının dışında ilan ediliyor)
post poust 2 v
(post up) 3. Extra guards were posted at the border crossing. (Fazladan
3.konumlandırmak (station) korumalar sınır geçidine yerleştirildiler)
24
Tom rubbed the vapour from the window. (Tom pencereden buharı
vapo(u)r veypır . n buhar (steam)
sildi)
1. yardımcı, muavin
deputy depyuti 3 n 1. the deputy ambassador to Sweden (İsveç’e büyükelçi muavini)
2. milletvekili (Fransa’da)
A deal is still being worked out, but as yet nothing is finalized. (Bir
henüz, şimdilik, şimdiye
as yet 3 anlaşma üzerinde hala çalışılıyor, fakat şimdilik hiçbir şey
kadar
sonuçlandırılmadı)
1.bağlantı, irtibat 1.There needs to be closer liaison between the various departments.
liaison lieyzın 1 n
2.gizli cinsel ilişki (Değişik departmanlar arasında daha yakın bir irtibata ihtiyaç var)
Yıkıcı, zararlı (zıttı the destructive effect of unemployment on individuals (işsizliğin
destructive distraktiv adj
constructive) bireyler üzerindeki yıkıcı etkisi)
25
customs kastımz 1 n 1.gümrük 2.gümrük vergisi A customs officer (bir gümrük memuru)
civilization sivılızeyşın 1 n Uygarlık, medeniyet the benefits of civilization (uygarlığın faydaları)
contemporary kıntemprıri 3 adj Çağdaş, modern, çağcıl contemporary urban society (çağdaş kent toplumu)
These questions help doctors diagnose personality disorders. (Bu
sorular doktorlara kişilik bozukluklarını teşhiste yardımcı oluyor)
diagnose dayıgnouz 1 vt Teşhis etmek, tanılamak
Scanning software can diagnose general disk faults. (Yazılımı taramak
genel disk hatalarını bulabilir / teşhis edebilir)
Temasta olmak, görüşmeye Are you still in touch with any friends from university? (Hala
to be in touch taç
devam etmek vs. üniversiteden arkadaşlarınla temas halinde misin?)
I must get in touch with the bank and arrange an overdraft. (Bankayla
get in touch Bağlantıya geçmek
temasa geçmeli ve bir açık hesap düzenlemeliyim)
They moved away five years ago, but we still keep in touch. (Onlar
keep / stay in touch Görüşmeye devam etmek
beş yıl önce uzağa gittiler ama biz hala temastayız/görüşüyoruz)
She moved to France and we lost touch with each other. (Fransa’ya
lose touch Artık görüşmemek
taşındı ve biz birbirimizle bağlantımızı yitirdik)
26
1. The thieves were caught, but many of the items were never
1. yeniden ele geçirmek,
recovered. (Hırsızlar yakalandı ama bir çok mal asla geri alınamadı)
geri almak, yeniden
2.They need to sell a million copies to recover their costs.
bulmak.
(Harcamalarını telafi etmek için bir milyon kopya satmaları lazım)
recover rikavır 3 v 2. telafi etmek.
3.I haven’t fully recovered from that flu I had. (Daha kaptığım
3. iyileşmek.
nezleden tam iyileşmedim)
4. kendine gelmek,
4. The housing market appears to be recovering from the recession.
toparlanmak
(Emlak piyasası ekonomik durgunluktan kurtuluyor gözüküyor)
1. tedavi, sağaltım. Doctors say there are several possible cures. (Doktorlar bir kaç
cure kyuğr 2 n
2. çare, derman, ilaç. muhtemel tedavi var diyorlar)
1. iyileştirmek, tedavi etmek
1.Many formerly fatal diseases can now be cured. (Daha once ölümcül
2. –e çare / derman olmak
olan pek çok hastalık şimdi tedavi edilebiliyor)
cure kyuğr 1 n 3. tütsülemek; tuzlamak;
2. Better quality control might cure our production problems. (Daha iyi
kurutmak. (balık, et vs)
kalite kontrolü üretim problemlerimize çare/derman olabilir)
(smoke, dry, salt, preserve)
a common/popular misconception (yaygın / popular bir yanlış kanı)
Yanlış/basmakalıp
misconception miskınsepşın . n the misconception that men prefer slim women (erkeklerin zayıf
düşünce/kanı
kadınları tercih ettiği basmakalıbı)
1.Some students failed to grasp even the simplest mathematical
1. kavram concepts. (Bazı öğrenciler en basit matematik kavramlarını bile
concept kansept 3 n
2. görüş, fikir. anlamakta başarısız oluyorlar)
2. a new concept in fast food (fast foodta yeni bir düşünce)
28
1.She has played with great consistency all season. (Tüm sezon büyük
1. tutarlılık, insicam. bir tutarlılıkla oynadı)
consistency kınsistınsi 1 n
2. kıvam; koyuluk; yoğunluk. 2.Beat the ingredients together to a cream consistency. (Malzemeleri
bir krem kıvamına gelinceye kadar birarada çırp)
1.She shook her head in negation. (Olumsuz manada başını salladı)
1. ret, inkâr.
negation nigeyşın . n 2.This political system is the negation of democracy. (Bu siyasi sistem
2. tam zıt, ters
demokrasinin taban tabana zıttı)
1.the proportion of births to population (nüfusa göre doğum oranı.)
1. oran, orantı
Only a small proportion of graduates fail to find employment.(Sadece
(percentage)
küçük oranda bir mezun iş bulmada başarısız oluyor)
proportion prıporşın 3 n 2. orantılı, uygun olma
2. Everything about the room is beautifully in proportion. (Odadaki
[in+]
her şey güzelce orantılı/uyum içinde)
3. çoğul boyutlar.
3. a chair of graceful proportions (zarif ebatta bir sandalye)
devamlı (permanent)
Plastic containers are indestructible (Plastik kaplar kırılmaz / uzun
indestructible indistraktıbıl . adj kırılmaz, yok edilemez ömürlüdür)
(unbreakable)
Those in favour of the motion, please raise your hands now. (Hareketi
in favour / favor of lehine, destekleyenler
destekleyenler, lütfen şimdi ellerinizi kaldırınız)
1.The delay might actually work in our favour. (Gecikme gerçekte
1.falanın lehine lehimize işleyebilir)
in someone’s favour 2.falanın adına (çek vs) 2. He had tricked her into writing a cheque in his favour. (Adına bir çek
yazarak onu dolandırmıştı)
Remind Jenny to bring her laptop when she comes. (Jenny’ye gelirken
remind rimaynd 3 v hatırlatmak, anımsatmak.
diz-üstü bilgisayarını getirmesini hatırlat)
1. He was recalled to the team for the match against England.
(İngiltere karşısındaki maç için takımı yeniden çağırdı)
1. geri çağırmak.
2.a. Twenty years later he could still clearly recall the event. (Yirmi yıl
recall riko:l 3 v 2.a. hatırlamak
sonra hala olayı net bir şekilde anımsayabiliyordu)
2.b. hatırlatmak.
2.b. The music recalls memories of childhood. (Müzik çocukluk
anılarını anımsatıyor)
kızdırmak, sinirlendirmek. I don’t dislike her, but she just annoys me sometimes. (Ondan nefret
annoy ınoy 2 v
(irritade, bother, upset) etmiyorum ama, sadece bazen beni kızdırıyor.)
1. canını sıkmak, rahatsız
etmek 1. Are the children bothering you? (Çocuklar canını sıkıyor mu?)
bother badhır 3 v 2. zahmetine katlanmak, 2. Has anyone ever bothered to ask the students for their opinion?
zahmetinde bulunmak (Herhangi biri hiç öğrencilere fikrini sorma zahmetinde bulundu mu?)
[negative or question]
Our airline is now a serious rival to many of the bigger companies.
rival rayvıl 2 n rakip.
(Hava-yolumuz şimdi bir çok daha büyük şirketin ciddi bir rakibi)
29
1.ruh (spirit)
soul soul 3 n 2. I promise I won’t tell a soul. (Sözveriyorum Allah’ın hiçbir kuluna
2.kul, kişi, kimse (person)
söylemem)
1The judge sentenced her to ninety days in prison (Yargış kadını 90
günlüğüne hapse mahkum etti)
1. yargıç, hâkim. 2. The referee is the sole judge of the rules. (Hakem kuralların tek
judge cac 3 n
2. hakem / bilirkişi. yargıcıdır)
3.
1. yargılamak., karar 1. Mary judged it best not to say anything. (Mary hiçbirşey
vermek söylemeyerek en iyi kararı verdi)
2. hüküm vermek; 2. In the end, Dad’s cake was judged the winner. (Sonunda, babamın
judge cac 3 n
hükmetmek. pastası kazanan seçildi)
3. tahmin etmek. 3. The firm’s success can be judged from its growing sales. (Firmanın
başarısı artan satışlarından tahmin edilebilir.)
1.Katliam (slaughter, mass
1.the massacre of unarmed civilians (silahsız sivillerin toplu katli)
murder)
massacre me:sıkır 1 n 2.The game was a 10-0 massacre for our team. (Maç bizim takım için
2.[kd] (oyun, müsabakada)
10-0’lık bir bozgundu)
yenilgi, bozgun
1.War always involves the slaughter of innocent civilians. (Savaş her
1.katliam (massacre)
slaughter Slo:tır 1 n zaman masum insanların katliamı demektir)
2.kesim (yemek için hayvan)
2. cows taken for slaughter (kesim için ayrılmış inekler)
Many small farmers are facing bankruptcy. (Bir çok küçük çiftçi iflasla
bankruptcy be:nkraptsi 1 n İflas (economic failure)
karşı karşıya)
1.başarısızlık (fiasco) (OPP 1.I’m too proud to admit failure. (Başarısızlığı kabul edemiyecek kadar
success) gururluyum)
failure feilyır 3 n 2.yetmezlik 2. He died from liver failure. (Karaciğer yetmezliğinden öldü)
3.arıza, bozulma 3. The crash seems to have been caused by an engine failure. (Kaza
(breakdown) motor arızasından kaynaklanmış gözüküyor)
Harcama, masraf, gider Expenditure should ideally not exceed income. (İdeal olarak gider
expenditure ikspendiçır 2 n (spending, expense, OPP geliri aşmamalı) The whole project was a wasteful expenditure of time
income) and effort. (Tüm proje boş yere bir zaman ve emek sarfı/harcamasıydı)
Elektrik kesintisi [BrE]
power cut 3 n
(power outage, -AmE-)
1.Dam is a barrier constructed to hold back water and raise its level,
the resulting reservoir being used in the generation of electricity or as a
1.baraj (human-made lake) water supply. (Bent suyu tutmak ve seviyesini yükseltmek için inşa
2.hazne (makinede sıvı edilmiş bir bariyerdir; semeresi olan baraj elektrik üretiminde ve su
reservoir rezırva:r 1 n
konan kısım) (tank) temin etmede kullanılır)
3.bol miktarda [edebi] 2.an oil reservoir (bir yağ/benzin haznesi)
3.Nearby colleges are a reservoir of talent for employers. (Komşu
üniversitelerde işverenler için adeta yetenek kaynıyor)
Aral Sea was reduced to two thirds of its original size between 1960
and 1990, after water was diverted for irrigation. (Aral Gölü , 1960-
irrigation irigeyşın . n sulama
1990 arasında, suyu sulama amaçlı kullanılmaya başlandıktan sonra
orijinal büyüklüğünün üçte ikisine düşürüldü)
composer kımpouzır 2 n Bestekar (musician) Bach was a very prolific composer. (Bach çok üretken bir bestekardı)
The show’s content is not suitable for young children. (Şovun içeriği
content kantent 3 n İçerik, muhteva
küçük çocuklara uygun değil)
1.The contents of the document remain secret. (Belgenin içindekiler sır
olarak kalmakta) He emptied out the contents of his pockets onto the
1.içindekiler (inside filling)
contents kantents 3 n table. (Cebindekileri masanın üzerine boşalttı)
2.içindekiler listesi
2. I can’t find it in the contents. (Onu içindekiler listesinde
bulamıyorum)
steel sti:l 2 n çelik the steel industry (çelik sanayii)
30
The police are trying to recruit more officers from ethnic minorities.
recruit rikru:t 2 v İşe almak (employ) (Polis Teşkilatı etnik azınlıklardan daha fazla memur işe almaya
çalışıyor)
1.[askeri] acemi (newcomer)
She’s responsible for training new recruits. (Yeni işe başlayanları
recruit rikru:t 1 n 2.işe yeni başlamış
eğitmekten sorumlu)
(beginner)
Düşman, rakip, muhalif
adversary e:dvırseri . n his old political adversary (eski siyasi düşmanı / muhalifi)
(opponent, rival)
1. The musicians didn’t take the stage until after ten o’clock.
1. sahne. (platform)
(Müzisyenler sahneye saat 22:00’u geçinceye kadar çıkmadılar)
stage steyc 3 n 2. aşama, evre, safha (step,
2. The negotiations had reached a delicate stage. (Görüşmeler hassas
period)
bir merhaleye ulaşmıştı)
1. yöntem (method) 1. a production process (bir üretim yöntemi)
process proğses 3 n 2. süreç, proses (course) 2. growth process (büyüme süreci.)
3. işlem; tretman 3.the steps in the production process (üretim işlemindeki aşamalar)
1.işlemek (ham madde vs) 1.Most of the food we buy is processed in some way. (Satın aldığımız
(treat) yiteceklerin çoğu bir şekilde işlenmiştir)
process proğses 2 v
2.işleme koymak, ele almak 2.It will take a week for your application to be processed.
(deal with) [doküman vs] (Müracaatınızın işleme konması bir haftayı alacak)
Yavaş yavaş ilerlemek [bir They processed down the alley. (Caddeden aşağı yavaş yavaş
process prıses . v
yön zarfıyla] ilerlediler)
Çok düşkün olmak, çok Anita is fond of playing the piano. (Anita piyano çalmaya çok
to be fond of SB/ST 2 adj
sevmek (keen on) düşkündür)
Bıkmak, usanmak (bored
to be fed up with SB/ST . v I am fed up with your lies. (Senin yalanlarından bıktım artık)
with, sick of)
Let’s go and see a film and afterwards we could go for a meal. (Hadi
afterwards Aftırwırdz 3 adv sonra, sonradan.
gidip bir film izleyelim ve sonra yemeğe gidebiliriz.)
1. (hükümdarlığa tabi
1.British subject (bir Britanya vatandaşı)
ülkedeki) vatandaş, reaya
2. The subject of our debate today will be the environment. (Bugünkü
2. konu, mevzu. (topic)
tartışma konumuz çevre olacak)
3. (okulda) ders. (field of
subject sab’cikt 3 n 3. Biology is my favourite subject. (Biyoloji en sevdiğim derstir)
study)
4.We need male subjects between the ages 18 and 25 for the
4. kobay, denek
experiment (deney için 18-25 yaşlarında erkek deneklere ihtiyacımız
5. dilbilgisi özne.
var)
subject ST/SB The Roman Empire subjected most of Europe to its rule. (Roma
sıbcekt’ 2 vt Buyruğu altına almak
to ST İmparatorluğu Avrupa’nın çoğunu yönetimi altına aldı.)
Maruz kalmak (cause to, The city was subjected to heavy bombing. (Şehir ağır bombardımana
be subjected to ST 2 vt
undergo) maruz kaldı)
1.Flights are subject to delay because of the fog. (Uçuşların sis
1.muhtemel / söz konusu yüzünden ertelenmesi sözkonusudur.)
2.-e bağlı olmak (depending 2. Goods will be sent out within 14 days, subject to availability.
subject to sabcikt 2 adj
on) (Eşyalar, mümkinata bağlı olarak, 14 gün içinde yollanmış olacak)
3.altında 3. All building firms are subject to tight controls. (Tüm inşaat firmaları
sıkı kontrol altındadır)
in the latter half of 1998 (1998’in ikinci yarısında) He did well in both
İki şeyin ikincisi, sonrakisi
latter le:tır 3 FW schoolwork and sport and won a number of medals in the latter (Hem
(OPP former)
okulda hem de sporda iyiydi ve ikincisinde bir sürü madalya kazandı)
31
1. Labour were the big winners in yesterday’s poll. (İşçi partisi ünkü
oylamanın büyük galibiydi)
1. oylama. 2. Wilson came away with 64% of the poll. (Wilson oy sayısının
poll poğl 2 n 2. oy sayısı. %64’ünü aldı)
3. anket. (survey) 3. According to a poll conducted last week, 75% of the public support
the Prime Minister. (Geçen hafta yapılan bir ankete gore, halkın %75’I
başbakanı destekliyor)
2.The winner polled over 16,000 votes. (Kazanan 16000’den fazla oy
1. oy vermek aldı)
poll poğl 2 v 2. oy toplamak. 3.52% of those polled said Yes to devolution. (Ankete dahil edilenlerin
3. anket yapmak.(survey) %52’si adem-i merkezileştirmeye –evet- dedi)
işkence etmek/yapmak. Many of the prisoners had been tortured. (Pekçok mahkuma işkence
torture tor’çır 1 v
(torment, persecute) yapılmıştı)
1. The confession was made under torture. (İtiraf işkence altında
1.işkence. (torment) yapıldı)
torture tor’çır 1 n
2.ıstırap, azap 2. A whole day without chocolate must be torture for you. (Çukulatasız
tüm bir gün senin için azap olmalı)
In those days, Christians were persecuted by the government. (O
zulmetmek, eziyet etmek. günlerde hıristiyanlara hükümet tarafından işkence yapılıyordu)
persecute pörsikyu:t . vt
(harass) Why are you persecuting me like this? (Niçin beni böyle rahatsız
ediyorsun)
eşanlamlı, sinonim. (OPP For example ‘scared’ is a synonym for ‘afraid’. (Örneğin ‘korkmuş’
synonym sinınim n
antonym) ile ‘tırsmış’ eş anlamlıdır.)
The stress they’re under is enormous. (Altında oldukları stress çok
enormous inormıs 3 adj kocaman, muazzam (huge)
büyük)
1.değer, kıymet (worth) 1.the value of money (paranın değeri)
value velyu: 3 n 2.önem (importance) 2. the value of rest (dinlenmenin önemi)
3. değer 3. ethical values (ahlaki değerler)
a comprehensive strategic review (kapsamlı bir stratejik inceleme) a
geniş, kapsamlı, etraflı.
comprehensive kamprihensiv 2 adj
(complete, broad)
comprehensive defeat/win/victory (tam yenilgi/galibiyet/zafer)
comprehensive education (etraflı, kapsamlı eğitim)[BrE education]
1.They were devoted to each other throughout their marriage.
1. -e sadık, -e içten bağlı.
(Evlilikleri müddetince birbirlerine sadık kaldılar)
(loyal)
be devoted to divoğtıd 1 adj 2. a devoted opera fan (düşkün bir opera fanatiği)
2. -e düşkün; -i seven.
3. an exhibition devoted to Rembrandt’s etchings (Rembrandt’ın
3. hasredilmiş (dedicated)
eserlerine hasredilmiş/ayrılmış bir sergi)
32
sert, şiddetli, zorlayıcı. The company will be taking drastic measures to reduce its debt. (Şirket
drastic dre:stik adj
(radical) borcunu azaltmak için sert önlemler alıyor olacak)
1.The building was a strange mixture of styles. (Bina stillerin tuhaf bir
1. karma. (mix, blend)
mixture miksçır 3 n karmasıydı)
2. karışım (combination)
3. a mixture of salt and flour (bir tuz ve un karışımı)
race reys 3 n ırk; soy. (ethnic group, type) A race of cattle (bir sığır ırkı/cinsi) the Mongolian race (Moğol ırkı)
1.yarış (contest, 1. There are three main candidates in the race for the presidency.
race reys 3 n competition) (Başkanlık yarışında üç önemli aday var)
2.at yarışı [the races] 2.to go to the races (at yarışına / koşuya gitmek)
bilgin, ilim adamı,
scholar skalır 2 n a distinguished scholar (seçkin bir ilim adamı)
akademisyen (academic)
33
a meeting with some of the company’s top executives (şirketin bazı üst
yöneticileriyle bir toplantı) This matter will be decided by the party’s
executive igzekyutiv 2 n (manager, administrator)
national executive. (Bu meseleye partinin ulusal idarecilerince karar
verilecek)
1.İdari (decision-making, 1.He is a member of the executive committee. (O bir idari komite
administrative) üyesidir)
executive igzekyutiv 2 adj
2.zenginlere has, seçkin, 2. a new development of executive homes (birinci sınıf evlerde yeni bir
pahalı gelişme)
1.Karışım (mixture) 1.a delicious blend of sharp and sweet (keskin ve tatlının leziz bir
blend blend . n 2.harman (çay, kahve, karışımı)
tütün vs için karışım) 2.blended whisky / tea (harmanlanmış viski, çay)
1. The couple adopted a baby girl. (Çift bir kız çocuğu evlat edindi)
1. evlat edinmek.
2.Parliament unanimously adopted the committee’s proposals.
2. edinmek, benimsemek
adopt ıdapt 3 v (Parlemento oybirliğiyle komitenin teklifini benimsedi)
(accept)
3. When questioned, he adopted a very aggressive attitude. (Kendisine
3.-e başlamak
sorular yöneltilince, çok saldırgan bir tutum sergilemeye başladı)
1. ot.
2. yemeklere tat vermek için
herb hörb 1 n kullanılan bitki. (aromatic
plant)
3. şifalı bitki.
stock market 1 n borsa He invested everything in the stock market. (Herşeyini borsaya yatırdı)
colleague kali:g 3 n Meslektaş (coworker) his Cabinet/party colleagues (kabine / parti meslektaşları)
1. The agency will launch a new weather satellite next month. (Ajenta
1.( suya gemi) indirmek.
gelecek ay yeni bir meteoroloji uydusu fırlatacak)
(uzaya roket) fırlatmak.
2. The police confirmed that an enquiry has been launched into the
launch lo:nç 3 V 2. (yeni işi) başlatmak [into]
incident. (Polis olaya dair bir soruşturma başlatıldığını teyit etti)
(open, introduce)
3. She launched out on her own to start a new business.(Kendi
3. e atılmak [out]
ayakları üzerinde yani bir işe atıldı)
1.(gemiyi) kızaktan suya
indirme. (roketi) uzaya
launch lo:nç 2 n fırlatma. the launch of the space shuttle (bir uzay mekiğinin uzaya fırlatılması)
2.yeni işi başlatma
(introduction, presentation)
Gemiye binmek (go on
embark imba:rk 2 v
board)
-e girişmek, -e başlamak After leaving college, Lucy embarked on an acting career. (Kolejden
embark on imba:rk 2 v
(start, begin) ayrılınca, Lucy oyunculuk kariyerine başladı)
34
aldatmak. (trick, mislead, Don’t be deceived – she’s not as nice as she seems (Aldanma –
deceive dısi:v 1 v
cheat) gözüktüğü kadar iyi biri değildir)
You can’t put the decision off any longer. (Bu kararı daha fazla
put off put of 3 PhV Ertelemek (delay, postpone)
erteleyemezsin)
1.Our parents brought us up to believe in our own abilities. (Anne-
1. yetiştirmek, büyütmek. Babamız bizi kendi yeteneklerimize inanmamızı sağlayacak şekilde
bring up bring ap 3 PhV 2. yetişmek, büyümek [to be yetiştirdiler)
brought up] 2. He was born and brought up in India. (Hindistanda doğdu ve
büyüdü)
I tried to cheer him up, but he just kept staring out of the window.
Neşelenmek / neşelendirmek
cheer up çi:r ap 3 PhV (Onu neşelendirmeye çalıştım ama sadece pencereden dışarı bakmaya
(make happier)
devam etti)
İlgilenmek, bakmak (take It’s hard work looking after three children all day. (Tüm gün üç
look after lu:k aftır 3 PhV
care of) çocukla ilgilenmek zor iş)
1.We must make good use of the available space. (Müsait boşluğu
daha iyi kullanmalıyız)
2.in the space of ten miles (on millik bir mesafe içinde)
1. boşluk
3.I’ll clear a space for your books. (Kitapların için boş bir yer
2. mesafe
açacağım)
3. boş alan /yer
4.the possibility of visitors from outer space (uzaydan ziyaretçi
space speys 3 n 4. gökbilim uzay, feza.
ihtimali)
5. süre, müddet.
5.44 people died in the space of 5 days (5 günlük periyotta 44 insan
6. aralık, boşluk.
öldü)
7. özgürlük
6.Leave a space after the comma. (Virgülden sonra bir boşluk bırak)
7. The children were given little personal space or privacy. (Çocuklara
çok az kişisel özgürlük ve özel hayat verilmişti)
1. [at] -e ters ters bakmak. 1. They glared at each other across the table. (Masanın diğer
2. göz kamaştıracak bir tarafından birbirlerine ters ters baktılar)
glare gleyr 1 v
şekilde parlamak. 2. The sun glared down, dazzling them. (Güneş onların gözlerini
kamaştırarak parladı)
1. göz kamaştırıcı. (brilliant) 1.a glaring white light (parlak bir beyaz ışık)
glaring gleyring . adj 2. çok göze çarpan. (obvious) 2.a glaring injustice (apaçık bir haksızlık)
3. ters ters bakan. 3.glaring eyes (ters ters bakan gözler)
hafif rüzgâr, esinti, meltem;
breeze bri:z 2 n
imbat. (gentle wind)
a gentle/light/slight breeze (hafif bir esinti)
1. bahse girmek (on/against) 1. I bet £10 on each of the horses. (Her at için 10 pauntluk bahse
bet bet 2 v (gamble) girdim)
2. kuvvetle sanmak (think) 2. I bet (that) we’re too late. (Sanırım çok geç kaldık)
“I’m going to tell her what I think of her.” “Yeah, I bet” (Ona
yeah, I bet Tabi, tabi
hakkında ne düşündüğümü söyleyeceğim—Tabi tabi)
you bet Kesinlikle (sure, certainly) “Are you nervous?” “You bet” (Sinirli misin? Kesinlikle.)
çürümek, bozulmak; 1. As dead trees decay, they feed the soil. (Ölü ağaçlar çürüdükçe,
decay dikey 1 v
çürütmek. (perish, rot) toprağı beslerler)
exhibition eksibişın 3 n Sergi (display, show) the World Trade exhibition (dünya ticaret sergisi)
1. Consider the potential benefits of the deal for the company.
1.Fayda (profit, advantage)
(Anlaşmanın şirkete yapacağı potansiyel faydaları düşün)
2.yardım [BrE] (welfare –
benefit benifit 3 n 2. housing/sickness/disability benefit (barınma/hastalık/sakatlık
AmE)
yardımı)
3.hayır, iyilik (charity)
3. a benefit concert/performance (bir hayır konseri/işi)
1.Thousands of households could benefit under the scheme. (Binlerce
1.Fayda görmek ev ahalisi bu projeyle fayda görecekler)
benefit benifit 3 v
2.faydalı olmak 2. The system mainly benefited people in the south of the country.
(Sistem çoğunlukla ülkenin gneyindeki insanlara faydalı oldu)
lecture lekçır 3 n Konferans (speech, address) a lecture on Dickens (Dickens hakkında bir konferans)
36
1. bitki
1. a garden/pot/house plant (bir bahçe/saksı/ev bitkisi)
2. fabrika, işletme (factory)
2. a car assembly plant (bir araba montaj fabrikasi)
plant ple:nt 3 n 3. teçhizat.
3.The company has been invested in new plant and equipment. (Şirket
4.k.d. hile, aldatmaca
yeni teçhizat ve ekipmana yatırım yapmıştır)
5. casus
1.Villagers planted those plane trees.(O çınarları köylüler dikti.) He
planted the stake in the ground.(Kazığı yere dikti.)
1. dikmek, ekmek 2.The English planted colonies in North America.(İngilizler Kuzey
2. kurmak (set, fix) Amerika'da sömürgeler kurdu)
3. yerleştirmek. (place) 3.They planted spies in the intelligence organization. (İstihbarat
plant ple:nt 2 v
4. [in] -e (fikir) aşılamak, örgütüne ajanlar yerleştirdiler.) He planted his foot on the second step.
(kafasına) (fikir) sokmak. (Ayağını ikinci basamağa yerleştirdi.)
4. Both candidates will make promises and plant ideas, trying to earn
trust. (Her İki adayda güven kazanmak için sözler verip fikirler
aşılayacak)
The majority of the population are landless peasants (Nüfusun
peasent pezınt 1 n köylü
çoğunluğu topraksız köylülerdir)
They intend to provide information, via the Internet for instance. (Bilgi
for instance For instıns 3 ph Örneğin (for example)
temin etmeye niyetliler, örneğin internet aracılığıyla)
hoş, güzel, tatlı, latif.
pleasant plezınt 2 adj Well, this is a pleasant surprise! (Amaan ne hoş bir sürpriz!)
(pleasing,lovely, enjoyable)
1. sabır, dayanç,
Wildlife photography requires a lot of patience. (Vahşi-yaşam
patience peyşıns 1 n tahammül.(endurance)
fotoğrafçılığı çok sabır gerektirir)
2. botanik labada.
make up someone’s mind karara varmak (decide) Come on, make up your mind! (Hadi, ver kararını artık!)
1.ifade etmek (state) 1.Her eyes expressed total shock. (Gözlerin tam bir şoku ifade ediyor)
express ikspres 3 v
2.yollamak [AmE] 2.I’ll express those documents to you. (Bu belgeleri sana yollayacağım)
1. hemen, derhal (at once) 1.I did not immediately realize how serious the situation was. (İşin
immediately imi:diyıtli 3 adv 2. doğrudan doğruya aciliyetini hemen farkedemedim)
(directly) 2. I’ll phone you immediately.(Doğrudan seni arayacağım)
çok çekici, çok cazip There are still lots of tempting offers on nearly new cars. (Hemen
tempting tempting . adj
(attractive) hemen yeni olan arabalar için hala pek çok cazip teklif var)
1. yerleştirmek (position)
1.Alev's going to arrange the furniture in this room. (Bu odanın
2.(toplantı) düzenlemek,
mobilyalarını Alev yerleştirecek.)
arrange ıreync 3 v tertiplemek, tertip etmek
2.Who arranged this farewell dinner? (Bu veda yemeğini kim
(organize)
tertipledi?)
3.aranjman yapmak. [müz]
itiraz edilebilir, nahoş,
objectional obcekşınıl His actions were objectionable.(Davranışları nahoştu.)
uygunsuz, münasebetsiz
The child may be separated from his mother while she receives
treatment. (Çocuk annesi tedavi olurken ondan ayrılmalı)
A large river separates the north of the city from the south. (Geniş bir
1. ayırmak (take apart, split)
nehir şehrin kuzeyini güneyinden ayırır.)
1. ayrılmak (split, break
The two issues need to be separated to discuss them fairly. (Adaletli
separate sepıreyt 3 v away)
bir şekilde tartışabilmek için iki meselenin ayrılması lazım)
2. bölmek. (divide)
Millie’s parents separated when she was three. (Millie’nin anne-
4. boşanmak (divorce)
babası o üç yaşındayken ayrılmıştı/boşanmıştı)
It’s times like these that separate the men from the boys. (Vakit erkek
olanın çocuk olandan ayrılması vaktidir)
My brother and I always had separate rooms. (Kardeşim ve ben hep
ayrı odalara sahip olduk)
Ayrı (unconnected, distinct)
separate sepırit 3 adj Each apartment has its own separate entrance. (Her katın/apartmanın
(single)
kendi ayrı girişi var)
That’s an entirely separate matter. (Bu tamamıyla ayrı bir mesele)
1. yüzeysel. (trivial) Her injuries were only superficial. (Yaraları çok yüzeysel/önemsiz)
2. üstünkörü, gelişigüzel. The study is too superficial for us to reach any conclusion. (Çalışma
superficial supırfişıl 1 adj (cursory) bizi sonuca götüremeyecek kadar yüzeysel)
3. hiç derinlemesine Sarah is so superficial – she only cares about how she looks. (Sarah
düşünmeyen, sığ (shallow) çok yüzeysel; sadece nasıl göründüğünü umursuyor)
37
skecıl / 1. program (agenda) 1.I have a very busy schedule at the office today.(Bugün ofisteki iş
schedule şedyul 2 n 2. liste. (list) programım çok dolu.)
BrE 3. tarife (timetable) 3.boat schedule (vapur tarifesi.)
Kapatma/kapanma, kapanış The closure of the centre would be a terrible loss to the community.
closure klojır 2 n
(shutting, conclusion) (Merkezin kapanması toplum için büyük kayıp olur)
1.We need to get some more accurate information. (Biraz daha doğru
1. doğru, tam. (precise) bilgi almaya ihtiyacımız var)
accurate e:kyurıt 2 adj
2. yanlış yapmamayan 2.He’s very accurate in his calculations. (Hesap işinde çok
doğrudur/iyidir)
1.cerrahi 2.doctors who perform several surgeries a day (günde birkaç cerrahi
2.cerrahi müdahele müdahele yapan doktorlar)
surgery sörcıri 2 n (operation) 3.Surgery is from 9.00 to 4.30. (muayenehane 09:00’dan 16:30’a
2.muayenehane [BrE] kadar)
4. ameliyathane [BrE] 4. Take him up to surgery. (Onu ameliyathaneye götürün)
1.urgent aid to flood victims (sel kurbanlarına acil yardım)
1. acil, ivedi (vital)
urgent örcınt 2 adj 2. Jean spoke, her voice low and urgent. (Jean konuştu, sesi yumuşak
2. ısrar eden (insistent)
ve ısrarcıydı)
1. Under no circumstances will we agree to splitting up the company.
1. koşul, şart, vaziyet
(Hiçbir koşulda şirketi bölmeye karar vermeyeceğiz)
circumstances sörkımsıtıns 3 n (condition)
2. Joanne has been more a victim of circumstance than anything else.
2. olay, vaka (incident, event)
(Joanne herkesten daha çok olayın kurbanı oldu)
1. He was, if you’ll pardon the expression, pissed out of his mind. (O,
1. deyim, tabir. (phrase)
tabirimi bağışlarsanız, kafayı sıyırmıştı)
2. (yüzdeki) ifade.
2. I noticed his expression of disgust. (Yüzündeki iğrenme ifadesini
(appearance)
expression ikspreşın 3 n farkettim)
3. ifade, anlatım, dışavurum
3. the expression of anger through violence (Öfkenin şiddet yoluyla
(manifestation)
ifadesi/dışa vurumu)
4. mat. mantık deyim, ifade.
4. algebraic expressions (cebirsel ifadeler)
deptor detır 2 n Borçlu (OPP creditor)
to reinfoece concrete with steel bars (betonu çelik barlarla
reinforce Ri.’infors’ 2 vt Takviye etmek (strengthen)
kuvvetlendirmek)
Takviye etme / takviye (back
reinforcement ri:infors’mınt n
up, support)
The army brought in extra reinforcements to fight the rebels. (Ordu
reinforcements n Takviye birliği / kuvveti
asilerle savaşması için fazladan takviye birliği getirdi.)
38
1.His novels have been criticized for the negative way in which they
represent women. (Romanları kadınları olumsuz yönde betimlemesi
nedeniyle eleştirilmiştir) The statue represents Jefferson as a young
1. göstermek, betimlemek.
man. (Heykel Jefferson’u genç bir adam olarak gösteriyor)
(symbolize, portray)
2.Ambassador Albright will represent the United States at the
represent reprizent 3 vt 2. temsil etmek (stand for,
ceremony. (Büyükelçi Albright törende ABD’yi temsil edecek)
speak for, stand in for)
Albanians represent about 90 per cent of the population in Kosovo.
(Arnavutlar Kosova nüfusunun yaklaşık yüzde 90’ını temsil
eder/oluşturur)The colour red commonly represents danger. (Kırmızı
renk genellikle tehlikeyi temsil eder/simgeler)
1. sorun, mesele, iş. (matter, Several government ministers resigned because of the affair. (Birkaç
event, business) hükümet bakanı skandal yüzünden istifa etti)Her husband denied that
affair ıfeğr 3 n
2. kd olay, skandal. he was having an affair. (Kocası gayrı meşru aşk ilişkisi olduğunu
3.gayrı meşru ilişki reddetti)
1.an expert on foreign affairs (bir dışişleri uzmanı)We are friends, but
I don’t know much about their private affairs. (Biz arkadaşız ama onun
1.İş, ilişki, olay, mesele özel işlerini/ilişkilerini pek bilmiyorum)
affairs ıfeğrs 3 n (matter, event, business) Current affairs (gündemdeki olaylar) The film is very much a family
2.şey affair – all her brothers are in the cast.(Film epey bir aile işi; tüm
kardeşler kastta yer almış)
2.Her dress was a long silky affair.(Elbisesi uzun ipek bir şeydi)
1.düz, düzgün (flat, even) 1.as smooth as marble (mermer kadar düz)
2.yumuşak (soft) 2.a smooth ride (yumuşak bir biniş)
smooth smu:th 2 adj
3.sıkıntısız (easy) 3.a smooth, carefree vacation trip (sıkıntısız, tasasız bir tatil yolculuğu)
4.hoş, rahatlatıcı 4. smooth dance music (rahatlatıcı dans müziği)
Dobraca, sözünü sakımadan To put it bluntly, your friend isn’t welcome here. (Dobraca konuşmak
bluntly blantli . adv
(frankly, directly) gerekirse, arkadaşının buraya gelmesi hoş karşılanmıyor.)
1. tekerlek izi.
rut rat . adj 2.You've gotten into a rut.(Hayatın çok monotonlaştı.)
2. rutin
The priest is often invited to preside at the reception. (Rahip sık sık
preside at/over prizayd . v -e başkanlık etmek (lead)
törene başkanlık etmesi için davet edilir)
aracılığıyla, vasıtasıyla. (by,
You can reach the information by means of the internet. (İnternet
by means of 3
via) aracılığıyla bilgiye ulaşabilirsin)
asla, katiyen. (absolutely It was by no means excellent but still better than last year. (Hiçbir
by no means 3
not) surette harika değildi ama geçen seneden daha iyiydi)
1. çok büyük, kocaman
1.the massive columns at Luxor (Luxor’daki devasa kolonlar)
2. büyük çapta, muazzam.
massive 3 N 2.a massive amount of money (çok miktarda bir para)
3. şiddetli (deprem, kalp krizi
3. a massive heart attack (şiddetli bir kalp krizi)
v.b.).
1. açıklama yapmak,
1.It was becoming increasingly difficult to justify such expenditure.
mazeret bulmak, haklı
(Böyle bir harcamayı açıklamak gittikçe güçleşiyor)
justify 2 V çıkarmak
2. I don’t see why I should justify myself to you. (Kendimi size karşı
2. savunmak, temize
niçin savunmam gerektiğini anlamıyorum)
çıkarmak. (defend)
the contrast between her life before the accident and now (kazadan
contrast 3 n karşıtlık, zıtlık.
önceki ve sonraki yaşamı arasındaki tezat)
He inherited the business from his father. (İşi babasından miras aldı)
1. Miras almak (take over)
inherit 2 v The boys inherited Derek’s good looks. (Çocuklar Derek’in iyi
2. Miras kalmak
bakışlarını miras edindiler)
The three countries shared a common linguistic and religious
inheritance 2 n Miras (heritage)
inheritance. (Üç ülke ortak bir dilbilimsel ve dini mirsı paylaştılar)
Her pictures have been loaned to the Ikon Gallery. (Resimleri Ikon
loan v ödünç vermek
Gallery’den ödünç alınmıştır.)
1. He had accepted Tom’s offer of the loan of his cottage in north
1.ödünç verilen şey Wales. (Tom’un Kuzey Wales’teki kulübesini ödünç verme teklifini
loan 3 n
2. borç (credit) Kabul etmişti)
2. an interest-free loan (faizzis kredi)
40
1. duruşma
2. deneme; denenme 1.They’re on trial for armed robbery.
(experiment) 2.The drug is now undergoing clinical trials.
trial tre:yl 3 n 3. sıkıntı, güçlük (burden, 3.She writes about the trials of life on the American frontier.
difficulty) 4.The kids can be a bit of a trial at times.
4.başbelası 5.The Olympic trials are to be held next week.
5.ön-eleme [spor]
Deneme (test,
trial tre:yl . adj
experiamental)
trial period (deneme devresi.)
1. istem, talep (request) 1.She repeated her demand for an urgent review of the system.
demand dimend 3 n
2. [ekonomi] talep, rağbet. 2. Demand for organic food is increasing.
1. She demanded to know what was happening. (Ne olup bittiğini
1. talep etmek, istemek
öğrenmek istedi)
demand dimend 3 v (want)
2. This is a complex task and demands a high level of skill. (Bu
2. gerektirmek (require)
karmaşık bir görev ve üst seviyede bir beceri gerektiriyor.)
1.çok ilgi isteyen , tatmin
1.Young children can be very demanding. (Küçük çocuklar çok ilgi
edilemez (dissatisfied)
demanding dimending 1 adj
2.çok iş-emek isteyen
bekleyebilirler)
2.A demanding boss (çok iş isteyen bir patron)
(difficult)
Other girls were jealous of her good looks. (Diğer kızlar onun
jealous celıs 1 adj Kıskanç (envious)
görünüşünü kıskanıyorlar)
He looked at her with barely concealed admiration. (Ona güçlükle
conceal kınsi:l 2 v Gizlemek, saklamak (hide)
gizlenmiş bir hayranlıkla baktı)
1.stres, acı (stress) 1.The funeral was quite a strain on her. (Cenaze ona çok acı geldi)
2.yük, kuvvet, basınç 2.The strain of the weight on the bridge made it collapse. (Köprüdeki
strain streyn 2 n
(pressure) ağırlığın basıncı onun çökmesine yol açtı)
3.incinme (injury) 3.muscle/back strain (kas / sırt incinmesi)
1.germek, çekmek (pull) 1.The heavy weight strained the ropes until they broke. (Fazla ağırlık
2.zorlamak ipleri kırılıncaya kadar gerdi)
3.sonuna kadar kullanmak, 2.She strained the rules to suit herself. (Kuralları kendi lehine çok
strain streyn 2 v çok zorlamak zorladı)
4.incitmek (hurt) 3.He strained every nerve to win. (Kazanmak için her sinirini kullandı)
5.çok çabalamak-kendini 4.to strain a muscle (bir kası zorlamak-incitmek)
zorlamak (struggle, strive) 5.I strained to hear you. (Seni iştimek için çok çabaladım)
1.hayır-yardım, sadaka
1.living on charity (sadaka ile geçinmek)
(aid,help)
2. Steele showed no charity to his former friend and partner. (Steele
2.yardımseverlik, merhamet
charity çeriti 3 n eski arkadaşı ve ortağına hiç merhamet göstermedi)
(kindness)
3. The Children’s Society is a registered charity. (Çocuklar Topluluğu
3.yardım kuruluşu (aid
tescilli bir yardım kuruluşudur)
organization)
41
1. David was our leading goalscorer last year. (David geçen yılki en
1. [en] önemli önemli golcümüzdü)
leading 3 adj
2. önde giden, öndeki 2. Michael broke away from the leading group to win by 70 metres.
(Michael kazanmak için öndeki grupla arasını 70 m açtı)
feeble fi:bıl . adj 1.Güçsüz, zayıf (weak) a feeble light/voice (zayıf bir ışık/ses)
logic lacik 2 n Mantık (common sense) Poor logic (zayıf mantık) the logic os a system (bir sistemin mantığı)
ornament ornımınt 1 n Süs, süsleme (decoration) an old china ornament (eski bir çin süslemesi)
The columns are ornamented with geometrical designs. (Sütunlar
ornament ornıment 1 v Süslemek (decorate, adorn)
geometric çizimlerle süslü)
An ornate building (gösterişli bir bina) an ornate style of writing
ornate orneyt . adj Çok süslü, gösterişli (showy)
(süslü bir yazma tarzı)
1.düşman., savaşçı
(unfriendly) 1.hostile tribes (düşman kabileler)
hostile hastıl/-teyl 2 adj 2.düşmanca, nefretkarane 2.a hostile look (düşmanca bir bakış)
(harsh) 3.a hostle climate (ters-sert bir iklim)
3.hoş olmayan, ters (adverse)
hostility hastilıti 2 n Düşmanlık (enmity) hostility to new technology (yeni teknolojiye düşmanlık)
Çatışma, savaş (fight, Anti-war demonstrations continued after the outbreak of hostilities.
hostilities hastilıti:s 2 n
conflict, warfare) (Savaş karşıtı gösteriler çatışmalar başladıktan sonra da devam etti)
In 1541 a fire consumed most of the town and much of the castle.
castle kesıl 2 n Kale (1541’de bir yangın kasabanın çoğunu ve kalenin bir kısmını yakıp yok
etti)
1.ev sahibi
2.han-otel sahibi 1.Japan is playing host to its first World Championship next week.
host host 2 n 3.parazite ev sahipliği yapan (Japonya gelecek hafta ilk defa dünya kupasına ev sahipliği yapacak)
4.radyo-TV; programda 4.a game show/talk show host (yarışma / tolk şov sunuculuğu)
konuk alan
Ev sahipliği yapmak, Sydney hosted the Olympic Games in 2000. (Sidney 2000 yılında
host host 2 v
ağırlamak olimpiyat oyunlarına ev sahipliği yaptı)
pek çok, bir sürü (a great
host host 2 n A host of friends (bir ordu/sürü arkadaş)
number)
1.tatma duyusu 2.Candy has a sweet taste (Şeker tatlı bir tada sahiptir)
2.tat (flavor) 3.Give me a taste of the cake (Bana pastadan bir tadımlık versene)
taste teyst 3 n 3.bi tadımlık (sample) 4.Her dress shows her advanced taste (Elbisesi gelişmiş zevkini
4.zevk (sophistication) gösteriyor)
5.arzu, sevgi, ilgi (liking) 5. I have no taste for sports. (Spora hiç ilgim yoktur)
1.konu, tema (subject, topic)
2. kısa melodi, parça 1.Theme of the book (kitabın konusu)
theme thi:m 3 n
3. bir konuda yazılmış kısa 2.the theme from the film Rocky (Raki filminden parçası)
yazı
bilateral bayletırıl . adj 1.çift taraflı 2.ikili Bilateral treaty (ikili antlaşma)
1.makul (sensible) 1.a reasonable person/decision (makul bir insane/kara)
reasonable ri:zınıbıl 3 adj
2.fazla olmayan, adil (fair) 2.a reasonable price / salary (makul bir fiyat / maaş)
1. Many people have dramatically reduced the amount of red meat they
consume. (Pek çok insane dramatik bir şekilde tükettikleri kırmızı et
mikterını azalttı) The new light bulbs consume less electricity. (Yeni
1. tüketmek
consume kınsyum 2 vt ampuller daha az elektrik tüketiyor)
2. yakıp yok etmek.
2. In 1541 a fire consumed most of the town and much of the castle.
(1541’de bir yangın kasabanın çoğunu ve kalenin bir kısmını yakıp yok
etti)
consumer demand/spending/protection (tüketici talebi / harcaması
consumer kınsyumır 3 n tüketici
/korunması)
42
utandırmak, mahcup etmek It embarrassed me to have to give my opinion in public. (Beni fikrimi
embarrass imbe:ris 1 v
(make ashamed) toplum karşısında vermek zorunda bırakarak mahçup etti)
Susan’s very patient with the children. (Susan çocuklara karşı çok
patient peyşınt 2 adj Sabırlı [with] (enduring)
sabırlı)
patient peyşınt 3 n hasta Several patients complained about the treatment they received.
1. uyarmak, canlandırmak 1. drugs to stimulate the production of hormones / Such questions
stimulate stimyuleyt 2 vt (motivate, rouse) provide a useful means of stimulating students’ interest.
2. teşvik etmek. 2. new measures to stimulate the economy
enquiry /
May I inquire why you wish to speak to him? (Onunla niçin konuşmak
enquire- inkwayr 1 v Sormak (ask)
istediğinizi sorabilir miyim?)
inquire
enquiry / inkwayr 1 v -i araştırmak -i soruşturmak The committee inquired into complaints made by several prisoners.
inquire into (investigate)
enquiry / hakkında bilgi almak (ask Why don’t you telephone the theatre and inquire about tickets? (Niye
inkwayr 1 v
inquire about for, request) telefon edip biletler hakkında bilgi almıyorsun?)
1. Analysts reckon their profits have fallen by around 10%. (Analistler
1. saymak, hesaplamak
kazançlarının %10 civarında düşeceğini hesaplıyorlar)
reckon rekın 3 v (calculate)
2. I reckon there’s something wrong with him. (Sanırım onda bir
2. sanmak (think)
tuhaflık var)
hemen, derhal (immediately,
right away 3
at once, right now)
She called and asked me to come over right away.
1.The growers use both natural and artificial light. (Yetiştiriciler hem
1.yapma, suni doğal hem de yapay ışık kullanmaktalar.)
artificial artıfişıl 2 adj
2.yapmacık 2. She laughed a bright artificial laugh. (Kocaman yapmacık bir
kahkahayla güldü)
43
It is grossly unfair to suggest that the school was responsible for this
unfair 2 adj haksız, adaletsiz (unjust) accident.
unfair competition (haksız rekabet)
book 1 v (yer) ayırtmak (reserve) I’ll book a table for 8 o’clock.
1.ten players whose ages ranged between 10 and 16 (yaşları 10 ile 16
1.çeşitlemek, sıralamak,
arasında değişen oyuncular)
uzanmak (vary)
range 2 v
2.gezinmek, dolaşmak
products ranging from televisions to computer software
(televizyonlardan bilgisayar yazılımlarına kadar uzanan üretimler)
3. otlatmak.
2-3. There were buffalo ranging the plains of North America.
(bir yerde) yetişmek; (bir
range over 2 v
yerde) bulunmak
The Polynesians ranged over the entire Pacific Ocean
umut verici, geleceği parlak a highly promising young artist
promising 1 adj
(talented, hopeful) © Macmillan Publishers Ltd. 2002
Birşeyi mesele haline It seemed silly to make an issue of it.(Görünen oydu ki mesele aptalca
make an issue of ST getirmek, büyütmek büyütülmüştü)
1.
1. (ata vs) koşum takmak.
2.
2. to (atı arabaya, öküzleri
3. Although we’ve harnessed the force of electricity, we still know
harness harnis . v sabana) koşmak.
very little about its effects on us. (Elektrik kuvvetini kontrol altına
3. (doğal bir gücü) kontrol
almış olmamıza rağmen, üzerimizdeki etkileri hakkında hala çok az şey
altına almak, kullanmak
biliyoruz)
1. koşum takımı. 1.
harness harnis . n
2. kayış 2. He was not wearing a safety harness when he fell.
1.The news of the uprising unsettled us. (Ayaklanma hakkındaki haber
1. huzurunu kaçırmak, huzurumuzu kaçırdı. )
tedirgin etmek 2.The earthquake unsettled the statue in the park. (Deprem parktaki
unsettle v
2. yerinden çıkarmak heykeli yerinden çıkardı.)
3. bozmak 3.The war has unsettled our travel plans. (Savaş seyahat planlarımızı
bozdu.)
(birinin) ilgisini/merakını çok
fascinate 1 v It’s a subject that has always fascinated me.
çekmek. (charm)
1. meraklı (snooping)
curious 2 adj2. acayip, tuhaf, garip Children are curious about animals and how they live.
(peculiar)
1. yasal, legal (official) 1.You may wish to seek legal advice before signing the contract.
legal 3 adj
2. hukuksal, hukuki (lawful) 2. It is perfectly legal to import these goods under European law.
look forward -i dört gözle beklemek He had worked hard and was looking forward to his retirement.
3 PhV
to [+Ving] (anticipate) I’m really looking forward to working with you.
çok değerli, paha biçilmez
invaluable adj
(priceless)
His experience of teaching in Irish schools proved invaluable.
-e güvenmek, -e itimat etmek
rely on 3 v
(trust in, depend on)
Sometimes you just have to rely on your own judgment.
44
1. almak (get)
1.He received the report on time. (Raporu zamanında aldı.)
2. kabul etmek
2.He is not receiving visitors today. (Bugün ziyaretçi almıyor)
3. anlamak, kavramak.
receive Risi.v 3 v 4.He received a blow on the head. (Başına bir darbe aldı.)
4. (kötü bir şeye) uğramak,
5.He received his elementary education there. (İlköğrenimini orada
yemek
aldı)
5. (iyi bir şey) görmek.
1. to -e göndermek, -e havale
1. The doctor referred me to a skin specialist.
etmek (pass on, submit)
2. Please refer to our catalogue for details of all our products.
2. to -e başvurmak, -e
3. Jack was careful not to refer to the woman by name.
bakmak.
refer riför 3 v Even as a boy he referred to his father as Steve.
3. to -den söz etmek, -den
4. The term ‘groupware’ refers to software designed to be used by
bahsetmek. (mention)
several computer users at once.
4. to -e gönderme yapmak.
1. She was determined to prove to her parents that she could live on
her own. (Anne-babasına kendi başına yaşayabileceğini ispatlamaya
1. ispatlamak, kanıtlamak,
prove (proved kararlıydı)
Pru:v 3 v tanıtlamak (show, verify)
or proven ) 3.This car has proved to be more reliable than I had expected. (Bu
2. çıkmak, olmak (be)
araba umduğumdan daha sağlam çıktı.) His injuries proved fatal
(Yaraları ölümcül çıktı=öldü)
a weekend in the luxury of one of New York’s premier hotels (New
luxury lakşıri 1 n lüks şey, lüks. (lavishness)
York’un en iyi otellerinden birinde lüks bir haftasonu)
sort sort 3 n çeşit, tür, nevi. (kind, type) Is this a joke of some sort? (Bu bir çeşit şaka mı?)
I’ve been feeling a bit out of sorts lately. (Son zamanlarda biraz kötü
out of sort 3 biraz kötü
hissetmekteyim)
1.Yeniden düzenlemek
2.bir role başka birini 1.She recast her lecture as a radio talk. (Konferans konuşmasını
recast/recast ri:ka:st . Vt
ayarlamak / oyuncunun yeniden bir radyo konuşması olarak düzenledi)
rolünü değiştirmek
1.Saygınlık, önem 1.The orchestra has grown in stature. (Orkestranın saygınlığı artmış
stature ste:çır . n (importance) durumda)
2.boy (height) 2.He is small in stature. (Boyca küçüktür,)
1.Collins went through every legal book she could find. (Collins
bulabildiği her kanun kitabını inceledi)
2. Let’s go through your lines one more time. (Hadi bir kere daha
1.incelemek (examine) mısralarını gözden geçirelim)
2. gözden geçirmek 3. He’d gone through all his money by the end of the first week of his
3.harcayıvermek holiday. (Tatilinin ilk haftasının sonu itibariyle tüm parasını
go through 3 4. maruz kalmak (undergo) harcayıvermişti)
5.her zaman yaptığı şeyleri 4. We can’t really imagine what they’re going through. (Neye maruz
yapmak kalıyor olduklarını gerçekten hayal bile edemiyoruz)
5. She went through her daily routine of clearing the breakfast table
before settling down to handle the correspondence. (Yazışmalarla
ilgilenmek için yerleşmeden once kahvaltı masasını temizlemek gibi
günlük rutin işlerini yaptı.)
transfusion Tre:nsfyujın n Kan nakli
He had no difficulty in persuading parliament to ratify the treaty.
treaty tri:ti 2 n Anlaşma (agreement)
(Parlamentoyu anlaşmayı onaylamaya ikna etmede sıkıntı çekmedi)
He almost died due to lack of oxygen. (oksijen yetersizliği yüzünden
Nedeniyle, yüzünden
neredeyse ölüyordu)
due to Dyu: tu: 3 prep (Because of, owing to,
The workforce was reduced, partly due to budget pressures. (İş gücü,
caused by)
kısmen bütçe zorlaması nedeniyle azaltıldı)
1.dikkat (notice) 1.The speaker was dull and their attention soon wandered. (Sunucu
Attention 3 n 2. ilgi, bakım. (interest) aptaldı ve dikkatleri kısa zaman içinde dağılmıştı)
3. askeri esas duruş/vaziyet. 2. Recent violence has focused attention on the issue of racism.
1.Mind you don’t step on those rotten boards! (Sakın o çürük tahtalara
1.dikkat etmek (watch out)
basma!)
2. –e bakmak, ile meşgul
2.She can’t come to the phone right now. She’s minding the
olmak (look after)
Mind 3 n baby.(Kendisi şimdi telefona gelemez. Bebekle meşgul.)
3.–in sözünü dinlemek, -e
3. He won’t mind me.(Benim sözümü dinlemez o.)
kulak asmak (care)
4.Do you mind if I shut the door?(Kapıyı kaparsam olur mu?)
4. itiraz etmek (object)
I don’t mind.(İtirazım yok.)
1.By sending Lister to prison, the judge went further than the law
1.daha öteye; daha ötede. normally allows. (Lister’i hapishaneye göndererek hakim yasanın
further 3 adv 2. bundan başka, ayrıca, verdiği sınırın ötesine geçti)
ilaveten (additional) 2.Further to our recent telephone conversation, I am writing to confirm
our meeting.
1.ötedeki, uzaktaki, daha
1.The family had moved again, a hundred miles further west.
further 3 adj uzak.
2. Further details are available from the office.
2. ilave olunan (added)
1.beceriksiz; hantal; sakar.
(clumsy) 1.an awkward customer
2. kullanılması zor 2. She had arranged all the furniture at awkward angles
Awkward 2 adj
(unwieldy) 3. Luckily nobody asked any awkward questions about what he was
3. zor; uygunsuz, doing there
münasebetsiz (difficult)
prayvıtızey
privatization 2 n özelleştirme. privatization of the water supply
şın
1.kutup
pole pol 2 n
2. sırık, direk, kazık (stick)
North Pole (Kuzey Kutbu)
1.kısım, parça (piece, part)
1. We’re spending a larger portion of our income on entertainment.
portion po:rşın 2 n 2. pay, hisse ( share)
3. If you eat smaller portions, you will begin to lose weight.
2.porsiyon
1.Make an observation (bir gözlem yapmak)
1 gözlem (study)
2. Most children have great powers of observation.
abzırveyşı 2.gözetleme (watching)
observation n
3 n
3.inceleme. (inspection)
3. a detailed observation of the birds that visited the garden
4. made several excellent observations in her essay on Charles
4.düşünce (remark)
Dickens.
1.After many years of residence in Paris, he returned home. (Fransada
1. oturma, ikamet (dwelling)
yıllarca ikametden sonra vatana döndü)
residence rezidıns 2 n 2. ev, konut, mesken,
2.This building is partly a museum and partly a private residence. (Bu
ikametgâh (house)
bina kısmen bir müze ve kısmen bir konut-mesken)
residence permit oturma izni
1. oturmaya ayrılmış (alan,
mahalle, semt).
residential rezidenşıl 2 adj 2. özel konutların bulunduğu a residential course/nursing home/worker
(mahalle, semt).
3. ikametgâh ile ilgili
affluent E:fluınt . adj zengin an affluent area of Edinburgh (Edinburgh’ta zengin bir bölge)
Send it back to the place whence it came. (Onu geldiği yere geri
gönder.)
1. nereden
whence wens . conj
2. bu yüzden, bundan dolayı
She couldn't answer any of my questions correctly; whence I
concluded she was an impostor.(Hiçbir sorumu doğru cevaplayamadı.
Bu yüzden sahtekâr olduğuna karar verdim.)
hayal kırıklığı
disillusionment disilu:jnmınt . n There is widespread disillusionment with the present government. (
(disappointment)
1. öfke, kızgınlık 1. My friend shouted in frustration, ‘Hurry up!’ (Arkadaşım öfkeyle
(aggrevation) bağırdı, “Çabuk ol!”)
frustration frastreyşın 1 n
2. hüsran, engelleme/nme 2. Their objective was the frustration of the peace agreement. (Onların
(prevention) hedefleri barış anlaşmasının engellenmesiydi)
1. müstehcen, edebe aykırı.
1. a vulgar joke / language (müstehcen şaka / küfürlü konuşma)
vulgar valgır . adj (bad-mannered)
2.a vulgr man (kaba bir adam)
2. görgüsüz, kaba (rude)
A jazz band provided the entertainment, while people ate and drank
entırteynm eğlence (amusement,
entertainment ınt 2 n under the stars. (Millet yıldızların altında [açık havada] yiyip içerken
endeavor)
bir caz grubu eğlenceyi temin etti.)
1. He was gracious enough to invite us to his home. (Bizi evine davet
1. kibar, ince, hoş (kind) edecek kadar inceydi)
gracious greyşıs . adj 2. müreffeh, rahat 2. gracious living (müreffeh yaşam)
3. kerim, lütüfkar, cömert 3. God is gracious. (Allah kerimdir)
His most gracious Majesty (Alicenab Kral hazretleri)
knock over 3 PhV devirmek. Knock over a vase (bir vazoyu devirmek)
get down to 3 PhV (bir işe) koyulmak, başlamak. Let’s get down to business. (Hadi işe koyulalım)
1. The top sheet had been neatly turned down. (Üst çarşaf düzgün bir
1. kıvırmak, bükmek. şekilde kıvrılmıştı)
turn down 3 PhV 2. reddetmek, geri çevirmek. 2.To turn down a proposal (bir teklifi geri çevirmek)
3. kısmak. 3. Can you turn the music down a bit? (Biraz müziğin sesini kısar
mısın?)
bununla birlikte, yine de,
Maybe she was right after all. (Belki her şeye rağmen haklıdır)
buna rağmen. (in any case,
after all . Ph I’m not really ambitious. After all, money isn’t everything. (Gerçekten
in spite of everything,
hırslı değilim. Hem, pra herşey demek değil)
nevertheless)
50
1. terketmek, bırakmak
1.His mother abandoned him when he was five days old.
abandon Ibe:ndın 2 vt (desert)
2. After 20 lessons I finally abandoned my attempt to learn to drive.
2. vazgeçmek (give up)
He's bound to win. (Kazanması kesin gibi.)
bound to baund 2 Ph -mesi kesin gibi/kesin olmak I’m bound to say I expected better work than this. (Söylemek
zorundayım ki; bundan daha iyi bir iş umut etmiştim)
1. seve seve, isteyerek
(willingly) 1.She had readily agreed to the interview, but now she was having
readily redıli 2 adv 2. kolayca, kolaylıkla (easily) second thoughts.
3.hemen, derhal (promptly, 2. Some computer instructions cannot be readily understood
at once)
It's of very little worth. (Kıymeti pek az.)
worth wörth . adj kıymet, değer (value) Give me ten thousand liras' worth of cheese. (Bana on bin liralık
peynir ver.)
1.This candlestick's worth approximately ten million liras. (Bu
şamdanın değeri aşağı yukarı on milyon lira.)
1. (belirli bir miktar)
This house is worth six hundred million liras.(Bu evin değeri altı yüz
değerinde olmak
milyon lira.)
2. (birinin) mal varlığı (belirli
It is worth... 2.He's worth around ten billion liras. (Onun mal varlığı on milyar
bir miktar) olmak:
kadar.)
3. -e değmek:
3 Is it worth this much trouble? (Bu kadar zahmete değer mi?)
Yes, it's worth the effort. (Evet, zahmete değer.)
It's worth seeing. (Görülmeye değer.)
1. hemen hemen
(approximately) 1.This picture's almost done. (Bu resim hemen hemen bitti.)
almost O:lmoğst 3 adv
2. az daha, neredeyse 2.He almost died. (Az kaldı ölecekti.)
(nearly)
1. An extension, equal in height to the main building, was added later.
1. eşit. (alike, the same) (Ana binanın yüksekliğine eşit bir genişleme daha sonra binaya
equal İ:kwıl 3 adj 2. aynı düzeyde. (on a par, eklendi)
even) 2. His wife was doing work of equal importance. (Eşi aynı öneme
sahip bir iş yapıyordu)
1.The Prime Minister has dismissed two members of her cabinet.
1. işten çıkarmak, kovmak;
(Başbakan kabine üyelerinden ikisini görevden aldı.)
(discharge, fire)
Edwards claimed that he had been unfairly dismissed.(Edwards işten
2. gitmesine izin vermek,
dismiss dismis 3 v haksızca kovulduğunu iddia etti)
taburcu etmek (send away)
2.The teacher dismissed her students. (Öğretmen öğrencilerinin
3. hukuk (davayı)
gitmesine izin verdi.)
reddetmek (reject)
3.Judge Helman dismissed the jury after they failed to reach a verdict
1. the prevalent diseases in western society (batı toplumundaki yaygın
1. olagelen, yaygın
hastalıklar)
(common, widespread)
prevalent prevılınt . n 2.This negative attitude is surprisingly prevalent among young boys.
2. hakim, egemen
(Bu olumsuz davranışlar şaşırtıcı bir şekilde genç erkekeler arasında
(dominant, powerful)
yaygın-egemen)
zihnini karıştırmak, şaşırtmak A perplexing problem (kafa karıştıuran bir problem)
perplex pırpleks vt
(bewilder, puzzle, confuse) Your silence perplexes me. (Sessizliğin beni şaşırtıyor)
enfes, fevkalade, çok güzel The Hotel Gardesana offers superb views of the lake. (Gardesana
superb supörb 2 adj
(excellent) Oteli enfes bir göl manzaraları öneriyor)
üzerinde düşünme, düşünüp
After much deliberation, Roy accepted the offer. (Çok düşündükten
deliberation dilibıreyşın . n taşınma. (reflection, care,
sonra, Roy teklifi kabul etti.)
consideration)
embezzle imbezıl . v zimmetine geçirmek (misuse)
The brakes failed and the car crashed into a tree. (Frenler işe yaramadı
brake breyk 1 n fren
ve araba bir ağaca çarptı)
slam on/hit the brakes slem... Frene aniden, hızla basmak She slammed the brakes on. (Aniden frene bastı)
There was a collision between the French and German boats. (Fransız
collision kılijın 1 n Çarpışma (crash)
ve Alman botları arasında bir çarpışma oldu)
Their car was in collision with an ambulance. (Arabaları bir
to be in collision with ST birşeyle çarpışmak
ambulansla çarpıştı.)
51
1. The road bent toward the south. (Yol güneye kıvrılıyor / kavis
1.eğmek, bükmek, kıvırmak
yapıyor)
(turn, twist, curve, crook)
to bend SB’s will (birinin iradesine boyun eğmek)
bend/bent/bent bend 3 V 2. eğilmek, bükülmek,
2. He bent and kissed her quickly. (Eğildi ve onu çabucak öptü)
kıvrılmak (bow, twist)
3. The road bent sharply to the right. (Yol keskin bir şekilde sağa
3. dönmek, yön değiştirmek
dönüktü.)
1. kıvrım (curve) 1. A series of sharp bends in the river. (nehirdeki bir dizi keskin kıvrım)
bend bend 2 n 2. dirsek, köşe 2.
3. dönemeç, viraj (corner) 3. sharp bend (keskin viraj)
bend on doing ST Azmetmiş, akılına koymuş He is bend on ruining you. (Seni mahvetmeye ahdi var)
artakalan miktar; üretim Brussels has a surplus of hospital beds. (Brüksel’in hastane yatağı
surplus sörplıs 2 n
fazlası (extra) fazlası var)
açık; zarar (shortfall, a country with trade deficits of £90 billion (90 milyar paundluk ticari
deficit defısit 2 n
shortage) açığı olan bir ülke)
budget surplus 2 n bütçe fazlası
budget deficit 2 n bütçe açığı
1. kesilmek, durmak (stop, 1. Conversation ceased when she entered the room.
finish, end) (İçeri girince sohbet kesildi)
cease si:s 2 v
2. kesmek, durdurmak (stop, 2. The government has ceased all contact with the rebels.
finish, end) (Hükümet asilerle tüm teması kesti)
He believed the ceasefire would hold. (Ateşkesin yapılacağına
cease-fire sisfayr 1 n ateşkes
inanıyordu.)
Her parents received a ransom note. (Anne-babası bir fidye notu
ransom rensım . n fidye
aldılar)
1.hang a picture on the wall (duvara bir resim asmak)
1.asmak
2.to hang for murder (cinayetten dolayı asmak)
2.asarak öldürmek
3.The shutters hung on hinges. (Panjurlar menteşeye bağlı)
3.bağlamak/bağlanmak
hang heng 3 v 4.to hang wallpaper (duvar kağıdı döşemek)
4.duvar kağıdı kaplamak
5.The room was hung with oil paintings (Oda yağlı boya tablolarla
5.asarak süslemek
süslendi)
6.başını eğmek
6.His head hung in sorrow. (Kafası hüzün içinde eğildi)
Bekle / Bir dakika / Hatta kal
hang on heng on 3 exc Hang on the phone please! (Lütfen hatta kalınız)
(hold on)
Telefonu kapatmak
hang up heng ap 3 PhV DON’T hang up! (Telefonu kapatma!)
(disconnect)
hanger hengır 3 n Askı, askı kancası Coat hanger (palto askısı)
1. kolaylık (comfort)
2. rahatlık, sıkıntısızlık (no 1.Young children seem to master computer games with ease.
ease i:z 2 n
difficulty) 2.He was a compassionate doctor blessed with natural ease.
3.[askeri] rahat pozisyonu
He was more at ease in the classroom than on a political platform.
(Sınıfta politik platformda olduğundan daha rahat)
at ease et i:z 2 n Rahat (comfortable, relaxed)
feel at ease: I did my best to make him feel at ease. (Onu rahat
hissettrmek için elimden geleni yaptım.)
umut, beklenti (hope, There was an air of expectancy as the celebrities began arriving.
expectancy ikspektınsi 2 n
anticipation) (Kutlamalar ulaşmaya başladığında bir umut havası vardı)
life expectancy 2 n tahminî yaşam süresi
1. basic necessities like milk and bread (süt ve ekmek gibi temel
gereksinimler)
1. gereksinim (requirement)
necessity nısesıti 2 n 2. Women increasingly went out to work, usually because of economic
2. zorunluluk (requisite)
necessity. (Kadınlar gittikçe artarak dışarıda çalıştılar, çoğunlukla
ekonomik zorunluluklar nedeniyle)
önünü almak, önüne geçmek, The use of this equipment should obviate the problem. (Bu aletlerin
obviate abviyeyt . vt
önlemek (prevent) kullanımı problemi önlüyebilir)
sights and smells reminiscent of childhood (çocukluğu hatırlatan koku
[of] -i anımsatan, -i andıran
reminiscent reminisınt . adj ve görüntüler)a style reminiscent of a Hitchcock film (Bir Hitchcock
(evocative)
filmini andıran bir tarz)
1. I have absolute confidence in her. (Ona tam itimadım var)
1. tam (utter, complete) 2. Do you believe in absolute moral values? (Mutlak moral değerlere
2. salt, mutlak. inanır mısınız?)
absolute E:bsılu:t 2 adj
3. kesin, kati (conclusive, an absolute monarchy (bir mutlak monarşi)
definite) 3. £9,000 is the absolute maximum we can spend. (9000 sterlin
harcıyabileceğimiz kesin rakam)
1. Police said the accident occurred about 4.30 pm. (Polis kazanın
1. olmak, meydana gelmek
öğleden sonra yaklaşık 4:30’da olduğunu söyledi.)
occur ıkör 3 vi (happen, take place)
2. This small tree also occurs in central and southern India. (Bu küçük
2. bulunmak (exist)
ağaç aynı zamanda orta ve güney Hindistan’da da mevcuttur)
Aklına gelmek (come to The thought of giving up never occurred to me. (Vazgeçmek fikri hiç
occur to ıkör tu: 3 PhV
mind) aklıma gelmedi)
She was fined £250 for speeding. (Fazla hızdan 250 paund cezaya
fine fayn 1 vt Para cezasına çarptırmak
çarptırıldı)
1. I’m sorry, sir, but smoking is not allowed. (Afedersiniz, efendim,
1.izin vermek, müsaade etmek
fakat sigara içmek yasak)
allow ıloğ 3 vt (let, permit)
2. She allowed that the matter was serious. (Meselenin ciddi olduğunu
2.kabul etmek (admit)
kabul etti)
The cost of the new road, allowing for inflation, is around £17 million.
allow for ıloğ 3 PhV hesaba katmak (consider) (Yeni yolun maliyeti, enflasyonu hesaba katarsak, 17 milyon paund
civarında)
1. zalim, acımasız (brutal) 1. a cruel parent (acımasız ebeveyn)
cruel kruğıl 2 adj
2. dayanılmaz, acı (harsh) 2. It’s a cruel world. (Bu dayanılmaz bir dünya)
cruelty kruğılti 1 n zulüm, acımasızlık (brutality) She was shocked by the cruelty of his words.
55
özgürlük, hürriyet (freedom, their long struggle for liberty and independence (Özgürlük ve
liberty libırti 2 n
independence) bağımsızlık için uzun mücadeleleri)
1. direnç, karşı koyma,
Vitamin A helps build resistance to infection.
resistance rizistıns 3 n direnme (confrontation)
This proposal is meeting some resistance at the UN’s headquarters.
2. fizik direnç, rezistans.
optimistic about the future of the company. (şirketin geleceği hakkında
optimistic aptimistik 2 adj İyimser (hopeful, positive)
iyimser)
a pessimistic assessment of the overall situation (tüm durumun
pessimistic pesımistik 1 adj kötümser, karamsar.
karamsar bir değerlendirmesi)
1. çok geniş; engin
1.a vast empty plain (çok geniş boş bir düzlük)
(extensive)
vast va:st 2 adj 2. I believe the vast majority of people will support us. (İnsanların çok
2. çok büyük (huge,
büyük bir çoğunluğunun bizi destekleyeceğini sanıyorum)
enormous)
56
1. We’ll have to replace all the furniture that was damaged in the
1. yenilemek, yenisiyle flood. (Selde zarar görmüş tüm mobilyayı yenilemek zorunda
değiştirmek kalacağız)
2. başkasıyla değiştirmek 2. The plan is to replace state funding donations with private. (Plan
replace ripleys 3 v (exchange) devlet fonu yardımını özel –bağışla- değişterecek)
3. yerine geçmek, yerini 3. Have they found anyone to replace me yet? (Hala yerimi alacak
almak. birisini bulamadılar mı?)
5. geri koymak (put back) 4. She carefully replaced the china plate on the shelf. (İtinayla
porselen tabağı rafa geri koydu.)
1. The total area was calculated as the sum of all the individual areas in
the plan. (Toplam alan plandaki tüm tek tek alanların toplamı olarak
1. toplam (total)
hesaplandı)
2. miktar, meblağ (figure,
sum sam 3 n
amount)
2. Companies are prepared to pay substantial sums for the use of our
facilities. (Şirketler tesislerimizi kullanmak için önemli meblağlar
3.toplama [BrE] (calculation)
ödemeye hazırlar.)
3. To do a sum (bir toplama/hesaplama yapmak)
sums sam 3 n Aritmetik (arithmetic)
1. I’ll sum up briefly and then we’ll take questions. (Kısaca
1. bir şeyi özetlemek. özetleyeceğim ve sonra soruları alacağım.)
sum (ST) up sam 3 n (summarize) 2. I’d already summed him up, and I knew he’d be difficult to work
2. değerlendirmek (evaluate) with. (Onu çoktan değerlendirmiştim ve biliyordum ki kendisiyle
çalışmak zor olacak.)
In sum, alternative policies were not considered. (Kısaca, alternatif
in sum in sam 3 Özetle, kısaca (all told)
politikalar dikkate alınmadı)
1. uzak (distant) 1. The idea of a holiday seems so remote I can hardly even imagine it.
remote rimoğt 2 adj
2. ücra, sapa 2. My grandparents were from a remote village in China.
How much do I owe you? (Sana ne kadar borcum var?)
borcu olmak, borçlu olmak
owe oğ 3 vt That company owes us a billion liras. (O şirketin bize bir milyar lira
(be in debt)
borcu var.)
nedeniyle, -den dolayı Flights from Stansted Airport were cancelled owing to bad weather.
owing to owing tu: 3 conj (because of, due to, on (Stansted Havaalanından yapılan uçuşlar kötü hava nedeniyle iptal
account of) edildi)
akıllıca, tedbirli, sağgörülü,
judicious cudişıs . adj a judicious decision (mantıklı bir karar)
mantıklı (sensible)
The disease subsequently spread to the rest of the country. (Hastalık
subsequently sabsikwintli: 2 adv Sonradan (then)
daha sonra ülkenin geri kalanına yayıldı)
58
1. The painting portrays the duke’s third wife. (Resim dükün üçüncü
1. betimlemek, göstermek
eşini göstermektedir.)
(depict, expose, show)
2. Opponents portray the president as weak and ineffectual. (Muhalifler
portray portrey 1 vt 2. betimlemek, resimlemek
başkanı güçsüz ve etkisizbiri olarak betimlediler/resmettiler)
(depict)
3.His father will be portrayed by Sean Connery. (Babası Sean connery
3. -i oynamak, canlandırmak
tarafından canlandırılacak.)
The order compelled him to appear as a witness. (Emir onu bir tanık
compel kımpel 2 vt zorlamak, mecbur etmek.
olarak gözükmeye -tanıklık yapmaya- zorladı)
1. Higgs later made a full confession to the police. (Higgs daha sonra
1. itiraf.
confession kınfeşın 1 n her şeyi polise itiraf etti)
2. günah çıkartma.
2. To go to church for confession (günah çıkartma için kiliseye gitmek)
1. some confusion about who actually won (gerçekten kimin kazandığı
1. kafa karışıklığı, şaşkınlık
hususunda biraz kafa karışıklığı)
(puzzlement)
2. Inside the building was a scene of total confusion. (Binanın içinde
confusion kınfyujın 2 n 2. karmaşa, düzensizlik
tam bir karmaşa manzarası vardı.)
(disorder, chaos)
3. Could there have been a confusion of identities? (Bir kimlik
3.karışıklık, hata (mistake)
karışıklığı sözkonusu olmuş olabilir mi?)
anaemia caused by iron deficiency (demir eksikliğinde kaynaklanan
eksiklik, noksanlık (lack); anemi)
deficiency difişınsi 1 n
yetersizlik (shortcoming) problems caused by deficiencies in the maintenance programme
(bakım programının yetersizliğinden kaynaklanan problemler)
1. deli, çılgın. 1. You’ll think I’m mad – I’ve just left my job. (Delirdiğimi
3. k.d. çok kızmış, kudurmuş düşüneceksin; demin işden ayrıldım)
mad me:d 2 adj
[at ST/with SB] 2. My boss is mad with me for missing the meeting. (Toplantıyı
3. kuduz. kaçırdığım için patronum bana çok kızgın.)
Birisi için deli olmak, çok Jack and I were mad about each other. (Jack ve ben birbirimiz için deli
mad about SB 2
sevmek oluruz.)
drive SB mad 2 Birisini çıldırtmak Please stop making that banging noise – it’s driving me mad!
official ıfişıl 3 n Bürokrat (bureaucrat) a senior government official (rütbeli bir hükümet memuru)
1.You pretend to be the cat and I'll be the mouse. (Sen kedi ol, ben de
1. rolüne girmek, olmak
fare olayım.)
2. -miş gibi davranmak
2. He is pretending that he doesn't know. (Bilmiyormuş gibi
pretend pritend 2 v 3. yalandan yapmak, ...
davranıyor)
numarası yapmak:
3. He's pretending to be sick. (Hasta numarası yapıyor.)
4. taslamak
4. He's pretending to be a scholar. (Bilginlik taslıyor.)
1. geliştirmek, artırmak
1. a drug that boosts serotonin levels in the body (kandaki serotonin
(enhance, increase)
seviyesini artıran bir ilaç)
boost Bu:st 2 vt 2. lehinde konuşmak,
an attempt to boost the minister’s popularity (bakanın popüleritesini
çabalamak (support)
artırmak için bir girişim)
3. (fiyat) artırmak (increase)
The festival has been a major boost for the local economy. (Festival
1. destek, yardım [for] yerel ekonomi için ana bir destek)
boost Bu:st 2 n
2. artma, artış. [in] They are calling for a boost in the minimum wage. (Asgari ücrette bir
artış talep ediyorlar)
1. ne dediğini bilen , ağzı sıkı
1.She’s very discreet and loyal. (Ağzı çok sıkı ve sadıktır)
(tactful, diplomatic)
discreet diskri:t 1 adj 2.They followed their car at a discreet distance. (Arabalarını dikkat
2.dikkat çekmez
çekmeyen bir mesafeden takip ettiler)
(unnoticeable)
1. giysilerini çıkartmak, 1. They all stripped and ran into the water. (Hepsi soyunup suya
soyunmak-striptiz yapmak koştular)
(undress) She made money stripping in bars. (Barlarda striptiz yaparak para
2. [off, away] çıkarmak; kazanır)
strip strip 2 v
kazımak. 2. We spent the weekend stripping wallpaper. (Tüm hafta sonunu
3. (bir makineyi vs.) söküp duvar kağıdını kazıyarak geçirdik)
parçalara ayırmak ) (take 3. Take care when stripping away old paint. (Eski boyayı çıkartırken
apart) dikkatli ol)
a strip of tape (bir bant şeridi) Cut the turkey into strips. (Hindiyi şerit
Şerit (narrow piece, band,
strip strip 2 n şerit kes) The airport is built on a low-lying strip of land. (Havaalanı
stripe)
alçak bir kara şeridi üzerine kuruldu)
61
1. These 2,500 words form the core of the language. (Bu 2500 kelime
1. öz, esas, cevher
core [of] ko:r 2 n dilin özünü oluşturuyor.)
2. merkez (gezegen vs.)
2. the Earth’s core (dünyanın merkezi)
To the core * ph Ölümüne, çok fazla She’s a feminist to the core. (Ölümüne bir feministtir)
extinct ikstink 1 adj nesli tükenmiş The Tasmanian tiger was declared extinct in 1936.
1. (sözlerle) (birine/bir 1.She urged them not to go to Konya. (Onları Konya'ya gitmekten
hayvana) (bir şey) yaptırmaya vazgeçirmeye çalıştı.)
çalışmak: Do not urge him to stay! (Ona sakın kalması için ısrar etme!)
2. [on] (bir aletle) (bir She then began to urge them to stay. (O zaman onlara kalın diye
urge örc 2 vt
hayvanı) harekete geçirmek tutturdu.)
veya hızlandırmak 2. Urge it on with your whip. (Kırbacınla onu hızlandır.)
3. (on/upon) vurgulamak, 3. Fikret urged on them the need for economy. (Fikret onlara tasarruf
üzerinde durmak etme gereğini vurguladı.)
1. You have to be prepared to make concessions in a relationship.
(Bir ilişkide imtiyazlar yapmaya hazır olmalısın)
1. imtiyaz, ayrıcalık 2. Russia has recently sold timber concessions to Japanese and Korean
concession kınseşın 2 n 2. satma imtiyazı companies. (Rusya kereste satma ayrıcalığını Japon ve Rus şirketlere
3. grup ayrıcalığı-indirimi sattı)
3. Tickets cost £10 (£5 concessions). (Biletler 10 sterlin (grup indirimli
5 sterlin))
1. A free bus to the airport is a facility offered only by this hotel.
1. kolaylık, olanak (ease, (Havaalanına bedava otobüs sadece bu otel tarafından sunulan bir
convenience) kolaylıktır/olanaktır)
facility fısilıti 3 n 2. hizmet veya tesis 2. Does the company offer any facilities for employees with young
3. hüner, maharet (aptitude, children? (Şirket kükük çocuklu aileler için herhangi bir
ability) kolaylık/hizmet/tesisi sunuyor mu?)
3. He traslated with great facility. (Büyük bir hüner ile tercüme etti.)
62
1. They may feel discouraged at the magnitude of the task before them.
(Önlerindeki görevin büyüklüğüyle cesaretlerini yitirmiş
1. büyüklük, azamet. hissedebilirler)
2. önem, ehemmiyet 2. a world crisis of considerable magnitude (ciddi ehemmiyette bir
magnitude me.gnityu:d 1 n
3. [mat] büyüklük dünya krizi)
4. [astr] kadir, parlaklık 3. electorates of less than average magnitude (ortalama büyüklükten
daha küçük olan eloktratlar)
4. star of the first magnitude (en parlak / birinci kadirden olan yıldız)
1.You have to convert the temperature readings from Fahrenheit to
1.-e çevirmek, -e
Celsius. (Sıcaklık değerini fahrenhayttan santigrada çevirmelisin)
dönüştürmek. (turn into)
convert They converted the old school into luxury flats. (Eski okulu lüks
kınvört 2 v (exchange) (switch)
(to/into) dairelere dönüştürdüler.)
2.din değiştirmek /
2. At the age of 16, Greene converted to Catholicism. (16 yaşında,
değiştirmesine vesile olmak
Greene Katolik oldu.)
1.The two leaders signed agreements on trade and sporting links. (İki
1.ticaret
lider ticari ve sportif bağlantılara dair anlaşmalar imzaladı.)
2. iş
2. everyone to his trade (herkes işine baksın)
3. [the trade] meslektaş,
trade treyd 3 n 3. They ofer discounts to the trade. (Meslektaşlara indirim teklif
sektör, aynı işi yapanlar
ediyorlar.)
4. satışlar, işler
4. Trade was very good last month. (Satışlar-işler geçen ay iyiydi.)
5. zanaat (craft)
5. the trade of carpenter. (marangozluk zanaatı)
1. Stan trades in fossils from many countries. (Stan bir çok ülkeden
1. Alım-satımını yapmak, fosil ticaret satın alır)
ticaretini yapmak [in ST] We need to trade with Eastern Europe more. (Doğu Avrupa’yyla daha
trade treyd 3 v
[with SB] fazla ticaret yapmamız gerekir.)
2. değiş-tokuş yapmak 2. They traded freedom for security. (Güvenlik için özgürlüklerini
verdiler.)
1. ötesinde; ötesi, -den öte; - 1. Beyond there there's nothing but mountains. (Oradan öte dağdan
den sonra başka şey yok.) beyond four o'clock (saat dörtten sonra.)
beyond biyand 3 prep
2. dışında 2. It's beyond his capability. (Onun kabiliyetinin üstünde)
3. -den başka 3. I can do nothing beyond that. (Ondan başka bir şey yapamam.)
tartışma; münazara. There has been intense debate over political union. (Politik birlik
debate dibeyt 3 n
(discussion) üzerine kesif bir tartışma var)
1. tartışmak.
2. He debated with himself before reaching the decision. (Kararını
debate dibeyt 3 v 2. çok düşünmek, düşünüp
vermeden önce çok düşündü.)
taşınmak
Contrary to her expectations, Caroline found the show very
expectation ekspekteyşın 3 n beklenti.
entertaining.
Beth astonished her by refusing to help. (Beth yardım etmeyi
astonish ıstaniş 1 vt Çok şaşırtmak (surprise)
reddederek onu çok şaşırttı)
-fold foğld 1 ...kat a fourfold increase (dörde katlayan bir artış)
63
1. After five hours on your feet you deserve a break. (Ayakta beş
hak etmek, layık olmak (be
deserve dizörv 2 v saatten sonra bir arayı hakediyorsun) a matter that deserves further
worthy of)
consideration (daha fazla ilgiyi hakeden bir sorun)
an increase in the funding of health care (sağlık hizmetleri fonunda bir
artış) The government is still failing to provide adequate funding for
funding fanding 2 n Para, fon (financial support)
research. (Hükümet araştırmaya yeterince fon sağlamada hala
başarısız.)
Rival gangs battled for supremacy. (Rakip çeteler üstünlük için
supremacy sıpremısi: . n Üstünlük, egemenlik
savaştılar)
mankind me:nkaynd 1 n İnsanoğlu (humankind)
1. In some cases people have had to wait several weeks for an
appointment (Bazı durumlarda insanlar bir randevu için birkaç hafta
beklemek zorundaydılar.) If that is the case we need more staff. (Eğer
1. durum (situation)
durum böyleyse daha fazla elemana ihtiyacımız var.) I cannot make
2. (soruşturulan) vaka, olay
an exception in your case. (Senin durumun için bir istisna yapamam.)
3. hastanede vaka, hastalık
2. a murder case (bir cinayet vakası) a case of theft (bir hırsızlık
durumu
vakası)
case keys 3 n 4. mahkeme, dava
3. I had five cases of syphilis this morning. (Bu sabah beş frengi
5. deliller (arguments)
vakam vardı.) a severe case of typhoid (ciddi bir tifo vakası)
6. dilbilgisi durum
4. to lose / win a case (bir mahkemeyi-davayı kaybetmek / kazanmak)
7. kutu, çanta, kap vs.
You have no case (davanız düştü)
(container)
5. the case for the defendant (sanık lehine deliller)
6. genitive case (sahiplik durumu) (Sarah’s book)
7. a wooden case (tahta bir sandık)
1. sığınma, iltica 1. More than half a million people sought asylum in Europe last year.
asylum ısaylım 2 n
2. [eski] tımarhane (Geçen yıl Avrupada yarım milyondan daha fazla insan iltica istedi)
duygu, his; heyecan. (feeling, As a nurse I learned to control my emotions. (Bir hemşire olarak
emotion imoşın 3 n
passion) hislerimi control etmeyi öğrendim)
1. Teachers are increasingly conscious of the importance of the
Internet. (Öğretmenler gitikçe daha fazla internetin öneminin
bilincinde oluyorlar) We are conscious that some people may not wish
1. [to be … of] [to be …
to work at night. (Bazı insanların gece çalışmak istemeyebileceğinin
that] farkında olma,
conscious kanşıs 2 adj bilincindeyiz.)
bilincinde olma (aware)
2. The patient was fully conscious throughout the operation. (Hastanın
2. bilinçli, bilinci yerinde.
tüm ameliyat boyunca bilinci yerindeydi.) I’m going to make a
conscious effort to be more cheerful. (Neşelenmek için bilinçli bir
şeyler yapacağım.)
Your dislike of water is perhaps due to a subconscious fear of
subconscious sapkanşıs . adj Bilinçaltı, bilinçaltına ait drowning. (Sudan hoşlanmaman belki bir bilinçaltı boğulma korkusu
nedeniyledir)
1. the Roman invasion of Britain under Julius Caesar (Jul Sezar
1. istila, işgal komutasında Britanya’nın Romalılarca işgali)
2. ani hücum, doluşma (çoğ. 2. The shops prepared for an invasion of last-minute Christmas
invasion inveyjın 2 n
alışveriş için) shoppers. (Mağazalar Noel alışverişi yapanların bir son dakika
3. yayılma hücumuna-doluşumuna hazırlıklılar)
3. an invasion of cancer cells (bir kanser hücreleri yayılması)
1. We’ve recorded a new album, and it’s coming out in the spring.
(Yeni bir albüm yaptık ve baharda çıkacak)
2. These differences don’t come out until you put the two groups in a
room together. (İki grubu beraber aynı odaya koyuncaya dek bu farklar
ortaya çıkmaz.) He said, “it’ll all come out in court.” (Mahkemede
1. yayımlanmak, piyasaya
herşey ortaya çıkacak dedi) It eventually came out that she was already
çıkmak (kitap, kaset, film)
married. (Sonunda zaten evli olduğu ortaya çıktı.)
2. ortaya çıkmak, bilinmek
come out kam aut 3 PhV 3. I didn’t mean it to come out as a criticism. (Onun bir eleştiri olarak
3. algılanmak, anlaşılmak
algılanmasını istememiştim) She had only meant to defend herself, but
4. sonuçlanmak
it had come out all wrong. (Sadece kendini savunmak istemişti, ama
3. (leke, diş) çıkmak
herşey yanlış anlaşıldı.)
4. It’s impossible at this stage to judge how the vote will come out. (Bu
aşamada oylamanın nasıl sonuçlanacağını kestirmek mümkün değil.)
5. Another of her baby teeth came out yesterday. (Diğer bir süt dişi de
dün düştü.)
The tire is leaking air.(Lastik hava kaçırıyor.)
leak li:k 1 V sızdırmak, kaçırmak; sızmak Oil was leaking from the pipeline. (Boru hattından petrol sızıyordu)
a leaked report (sızdırılmış bir rapor)
News leaked out that he was leaving the show. (Şovu terkediyor
leak out li:k aut 1 vi (sır) dışarı-medyaya sızmak
olduğu haberi dışarı sızmış)
1. su sızdıran delik veya 1. a leak in the roof (çatıda bir sızıntı yeri)
leak li:k 1 n çatlak ,sızıntı yeri 2. The explosion was caused by a gas leak in the main line.
2. sızıntı. (Patlamaya ana hatlardaki bir gaz sızıntısı neden oldu)
terrain tıreyn . n arazi, yer; bölge, mıntıka. familiar/hilly/mountainous terrain (tanıdık / tepelik / dağlık bölge)
66
be based on beyzt 3 Ph -e dayanmak. The film is based on a true story. (Film gerçek bir hikayeye dayanıyor)
be bound to 2 Ph -mesi kesin olmak: He's bound to win. (Kazanması kesin..)
be on fire 3 Ph yanmak. The building was still on fire three hours later.
a government attempt to curtail debate (tartışmayı azaltmak için bir
kısıtlamak, azaltmak (limit,
Curtail körteyl . v hükümet girişimi) Spending on books has been severely curtailed.
restrict, lessen)
(Kitaplara harcama yapmak sert bir şekilde azalmıştır)
1. a travelling companion (bir seyehat arkadaşı)
1. arkadaş, yoldaş. 2. Have you seen the companion to this glove? (Bu eldivenin eşini
2. eş, bir diğer gördün mü?)
companion kımpe:nyın 2 n
3. refakatçi. 3.
4. rehber kitap 4. a companion to french literature (Fransız Edebiyatı hakkında rehber
bir kitap)
1. kare.
1.The garden is a square. (Bahçe bir kare)
2. (şehirde) alan, meydan
2. an office in Uğur Mumcu Square. (uğur Mumcu meydanında bir
square skweğr 3 n 3. mat. (bir sayının) karesi.
büro)
4. k.d. sıkıcı (eski tarzda
3. The square of 3 is 9. (3’ün karesi 9’dur)
giyindiği için)
square skweğr . adv (directly) direkt olarak He hit it square in the middle of the bat.
1. kare, kare şeklinde
1. a square jaw. (kare şeklinde bir çene)
2. (metre) kare
2. four square meters (dört metre kare)
square skweğr 2 adj 3. banal, çok eski moda (kişi)
4. You give me back six pounds then we’ll be square. (Bana altı sterlin
4. fit olmak, ikisi de birbirine
ver ve fit olalım)
borçsuz hale gelmek
Five players are still vying for the last position on the team. (Beş
vie / vying vay . vi rekabet etmek (compete)
oyuncu hala takımdaki son mevkiye geçebilmek için rekabet ediyorlar.)
1.[hukuk] mirasın kalan
kısmı 1. He left the residue of his estate to a nephew. (Mirastan kalanı bir
residue rezidyu: . n
2.çözünmez artık; tortu, yeğene bıraktı)
çökelti [kimya]
1. on/onto -e çıkmak.
2. artırmak; hızlandırmak;
step up hızlanmak.
3. terfi ettirmek; terfi etmek.
1. hareket, eylem.
2. kanun, yasa.
act 3. tiyatro bölüm, perde.
4. rol yapma, oyun.
1. rol yapmak, oynamak.
2. harekete geçmek.
3. davranmak, davranışta
He isn't really ill; he's just acting.(Gerçekten hasta değil; numara
act bulunmak.
yapıyor.)
4. kimya on/upon -e etkimek.
5. konuşma dili numara
yapmak, yalandan yapmak:
1. tiyatro, sinema, televizyon
sahne. the scene of a crime (bir suçun işlendiği yer.)
scene n
2. sahne, manzara, görünüm, Don't make a scene! (Hadise çıkarma!/Olay çıkarma!)
görüntü.
68
3. olay yeri:
4. tiyatro dekor.
5. olay, hadise
1.kovalamak, peşine
düşmek, izlemek, takip
etmek. She is pursuing her studies at the university. (Öğrenimini üniversitede
pursue 2. sürdürmek: sürdürüyor.)
3. peşinde olmak,
gerçekleştirmeye çalışmak
1. (bir his) aniden ve şiddetle
belirme.
2. dalgalar halinde yayılma.
surge 3. (elektrik cereyanı, fiyatlar,
satışlar v.b.) aniden yükselme.
4. (insanlar, hayvanlar için)
akın, akın halinde gitme.
1. sayı, rakam, numara
figure 2. boy bos, endam
3. figür
to be bad at figures hesabı kötü olmak.
1. hoşnut etmek, memnun
etmek.
satisfy 2. tatmin etmek, doyurmak.
3. gidermek.
4. inandırmak, ikna etmek.
satisfied with -den hoşnut olmuş
1. aşağıya meyletmek.
2. azalmak, düşmek.
decline 3. çökmek.
4. reddetmek, geri
çevirmek.
1. ilerleyen.
progressive adj
2. ilerici.
progressive n ilerici kimse.
1. bastırmak, sindirmek
(overwhelm)
2. gizli tutmak. (hide,
suppress v
conceal)
3. (bir haberin veya yayının)
çıkmasını yasaklamak.
kökünden söküp atmak, yok
eradicate İre:dıkeyt . v Inflation will never be completely eradicated from the economy.
etmek.
kafasında canlandırmak,
envisage v
tasavvur etmek.
1.zamanı/vakti gelince.
in due course 2.zamanla.
invasive yayılmacı
1. kederli, neşesiz, kasvetli.
dismal 2. sönük.
1. yüzdeki organlardan biri.
2. çoğul yüz, sima, çehre;
yüz hatları.
feature 3. özellik.
4. asıl film.
5. uzun makale.
değer biçmek, kıymet takdir
appraise etmek. (evaluate)
1. imal etmek, yapmak.
manufacture 2. (bahane) uydurmak.
seat-belt Si:t belt * n Emniyet kemeri (safety belt)
aesthetic estetik.
breakdown 1. bozulma, durma.
69
2. sinir bozukluğu.
3. ayrıntılı hesap.
merchandise n ticari eşya, emtia, mal.
alıp satmak, -in ticaretini
merchandise v
yapmak.
merchant n tüccar.
merchant adj ticari.
1. imkân vermek, mümkün
enable kılmak, sağlamak.
2. yetki vermek.
1. eritmek; erimek.
2. yumuşatmak;
yumuşamak.
melt 3. away yok etmek; yok
olmak, kaybolmak.
4. into -in içine karışmak.
1. kütle, kitle, parça, yığın,
mass küme.
2. fizik kütle.
cannibalism ke:nibılizm n yamyamlık.
1.Denize açılmış kişi
2.denizci, rotacı, dümenci
navigator nevıgeytır n
(direction finder, route
finder)
fiancé fi:ansey n Nişanlı [erkek]
fiancée fi:ansey n Nişanlı [kadın]
orphan orfın n Yetim
mercenary adj kâr gözeten, çıkarcı, paragöz
(yabancı orduda hizmet eden)
mercenary n
paralı asker.
1. beğenme, onay; sevgi,
sempati.
2. iltimas, kayırma.
favour/favor 3. iyilik, lütuf.
4. (bir davete katılanlara
verilen) ufak hediye.
1. tarafını tutmak.
Favour/favor 2. tercih etmek.
3. benzemek.
1. çekmek; koparmak.
pull 2. sürüklemek.
3. bir nefes çekmek.
1. çekiş, çekme.
2. tutamaç.
3. dayanıklılık.
pull 4. iltimas, kayırma, piston,
arka.
5. uğraşma, gayret.
1. duyu, his:
2. akıl, zekâ: the five senses (beş duyu.)
sense 3. fikir, düşünce. bring someone to his senses (bir kimsenin aklını başına getirmek)
4. anlam, mana.
1. zanaat, el sanatı.
craft 2. tekne, gemi; gemiler.
nutrition besi, besleme; beslenme.
1. yok etme, imha etme.
2. yerleştirme, yerleştirme
disposal düzeni.
3. satma; elden çıkarma.
4. hukuk tasarruf, kullanım.
ingenuity yaratıcılık; hüner, marifet.
70
ötesi; ötesindeki;
beyond biyand 3 n
ötesindekiler.
1. (ağaca ait) dal.
branch bra:nç 3 n 2. (nehre ait) kol.
3. branş, bölüm, şube
1. birleşme, birleşim;
birleştirme.
2. birlik.
combination kambineyşın 3 n
3. (kilitte) şifre.
4. kimya bileşim.
5. kombinezon.
1. değişmez, sabit.
constant kanstınt 3 adj 2. sürekli, devamlı.
3. sadık.
1. kapsamak, içermek, içine
almak.
contain kınteyn 3 vt
2. kontrol altına almak,
tutmak.
1. düş, rüya.
dream dri:m 3 n
2. hayal, hulya.
1. teşvik etmek, özendirmek.
encourage inköric 3 vt 2. cesaret vermek,
yüreklendirmek.
extremely İkstri:mli 3 adv aşırı derecede.
1. (birinin karakterinde)
kusur, noksan.
fault Fo:lt 3 n 2. yanlış, kabahat.
3. jeoloji kırık, fay.
4. tenis servis hatası
1. edinim, edinme
acquisition e:kwizişın 2 n 2. kazanma. (gaining)
3. elde edilen şey, edinti.
1. ilerleme, ileri gitme.
advance ıdva:ns 2 n 2. yaklaşım; teklif.
3. ticaret avans.
1. ilerletmek; ilerlemek.
2. artmak; artırmak.
3. avans vermek.
advance ıdva:ns 2 v
4. ileriye almak.
5. yardım etmek.
6. terfi ettirmek; terfi etmek.
breathe bri:th 2 v soluk almak
1. zaptetmek, ele geçirmek.
capture ke:pçır 2 vt
2. tutsak etmek.
1. yeterli, ehil, yetenekli.
competent kampitınt 2 adj
2. yetkili.
confident kanfidınt 2 adj emin, inanan.
1. danışmak, başvurmak,
müracaat etmek, sormak.
consult kınsalt 2 v 2. göz önünde tutmak, hesaba
katmak.
3. with ile görüşmek.
controversy kıntravırsi 2 n Uzlaşmazlık (argument)
nasihat vermek, öğüt vermek
counsel kaunsıl 2 vt
(advise)
curriculum kırikyulım 2 n müfredat programı.
damp de:mp 2 adj nemli, rutubetli, yaş.
debate dibeyt 2 v (discuss)
distribute distribyu:t 2 vt dağıtmak; yaymak.
1. rüya görmek.
dream dri:m 2 v 2. hayal kurmak.
/dreamed-dreamt
73
1. çıkarma; yayma.
emission imişın 2 n
2. mali işler emisyon.
executive igzekyutiv 2 n Yürütme yönetici, idareci.
1. yöneticiye ait.
executice igzekyutiv 2 adj
2. yönetimsel, idari.
exploitation eksployteyşın 2 n istismar.
explosion iksloğjın 2 n patlama, infilak.
fame feym 2 n ün, şöhret, nam.
Fiber / fibre Faybır 2 n lif.
1. katlamak; katlanmak.
2. sarmak.
fold foğld 2 v 3. yavaş yavaş katmak.
4. konuşma dili (işyeri) iflas
etmek, topu atmak.
forke:st
forecast forka:st
2 n tahmin.
1. barındırmak; -in -e yetecek
kadar yeri olmak, almak.
accommodate ıkamıdeyt 1 vt 2. to -e uydurmak.
3. sağlamak.
4. iyilik etmek.
1. başarmak, üstesinden
accomplish ıkampliş 1 vt gelmek.
2. tamamlamak.
1. elde etmek, kazanmak.
(achieve, gain)
attain ıteyn 1 vt
2. (varmak; ermek, erişmek.(
reach)
capture ke:pçır 1 n zaptetme, ele geçirme.
conspiracy kınspirısi: 1 n komplo
1. tavsiye, fikir, görüş; öğüt.
counsel kaunsıl 1 n
2. avukat.
1. eğlence, oyalayıcı şey.
2. dikkati başka yöne çeken
şey; şaşırtmaca; yanıltmaca.
diversion dayvörşın 1 n
3. İngiliz İngilizcesi varyant
(yol).
4. saptırma.
1. patlayıcı.
2. hakkında şiddetli
explosive iksploğsiv 1 adj tartışmalar yapılan (konu),
şiddetli tartışmalara yol
açabilen (konu).
1. kat, kıvrım.
fold foğld 1 n
2. jeoloji kıvrım.
forke:st
forecast forka:st
1 v tahmin etmek.
1. tutma/kavrama şekli.
2. kontrol, idare:
Get a grip on
yourself!
Kendine hâkim
ol!
grip n
Don't let the firm
get into their
grip.
Firma onların
kontrolüne
geçmesin.
3. bavul.
heredity kalıtım, soyaçekim
hitherto şimdiye kadar, şimdiye dek.
hostage rehine
1. yapılamaz, uygulanamaz,
elverişsiz
impractical 2. mantıksız.
3. beceriksiz.
1. belirsiz.
indefinite 2. dilbilgisi belgisiz.
infinitely son derece, çok.
inquiry sorgu, soruşturma, araştırma.
1. inatçı, serkeş, yola
intractable getirilemeyen.
2. kolay kontrol edilemeyen.
1. hasta.
invalid İnvıli:d adj 2. yatalak.
3. sakat.
invalid İnve:li:d adj geçersiz, hükümsüz
1. çene.
jaw 2. çoğul ağız.
3. argo çene çalma, laflama.
Yargı
judiciary n 1. adliye.
2. yargıçlar.
adli, hukuki; yargılama ile
judiciary Adj
ilgili.
1. çalışma, iş, emek.
2. işçi sınıfı.
3. doğum sancısı.
Labour / labor n
4. zahmet.
5. denizcilik fırtınada
geminin şiddetle çalkalanması
1. zayıf, sıska.
lean adj
2. yağsız.
leaning n eğilim.
legislature n yasama
lessen Azaltmak / azalmak.
lethal öldürücü.
level out
1. keten kumaş, keten.
2. masa örtüleri ve
linen n
yatak çarşafları.
3. iç çamaşırı, çamaşır.
looter N yağmacı
loot n 1. ganimet.
75
2. yağma.
3. argo para.
1. sürdürmek, devam
ettirmek.
1.
2. korumak
2. maintain one's reputation (şöhretini korumak, adını bozmamak)
3. beslemek, bakmak,
maintain v 3. maintain a family (aile geçindirmek)
geçindirmek
4.
4. makine bakımını
5. maintain that it is so (böyledir diye iddia etmek.)
sağlamak.
5. iddia etmek
kötü davranmak, eziyet
maltreate v
etmek.
1. işaret, marka, alamet.
2. damga.
3. iz.
4. nişan, hedef.
5. norm, standart.
6. ün, şöhret.
mark 7. (derste) not, numara.
8. leke; çizik.
9. yara yeri, iz.
10. spor başlama çizgisi.
11. konuşma dili av, saf
kimse.
1. işaretlemek.
2. damga vurmak,
damgalamak.
3. göstermek, belirtmek.
mark v 4. çizmek, yazmak.
5. not vermek.
6. dikkat etmek, dikkate
almak, hesaba katmak.
7. etiketlemek.
1. üye.
member n
2. organ.
1. yumuşak başlı, ılımlı.
mild adj 2. hafif.
3. ılıman (iklim).
(bir şeyin) daha küçüğünü
miniarurize v
yapmak; minyatürleştirmek.
monetary parayla ilgili, parasal, para ....
1. düzenlemek, organize
organize etmek.
2. örgütlemek.
(bir şeyi) değerinden daha
overestimate fazla olarak tahmin etmek.
1. gözden kaçırmak.
2. göz yummak.
overlook 4. The house overlooks the Bosporus. (Ev Boğaz'a bakıyor)
3. dikkate almamak.
4. –e bakmak, -e nazır olmak.
overrate fazla önemsemek.
Par value yazılı değer, saymaca değer.
1. ödeme.
payment 2. ücret, maaş.
3. taksit.
1. ... başına, her bir ... için:
per 2. vasıtasıyla, eliyle; 1. two per person (kişi başına iki tane.)
tarafından.
Per capita Kişi başına
perpetrate (suç v.b.'ni) işlemek.
pose a threat poğz 2 v Bir tehdit oluşturmak We are being told that the accident poses no threat to the environment.
preservation 1. saklama; saklanma.
76
2. koruma; korunma.
1. korumak, esirgemek.
2. saklamak.
preserve 3. sürdürmek.
4. reçelini - konservesini
yapmak.
1. Prayer presupposes God. (Dua için Allahın varlığı
1. (bir şey) mantıken (başka
gerek.) This course presupposes a knowledge of Latin. (Bu
presuppose bir şeyi) gerektirmek
ders için Latince bilmek gerek.)
2. farzetmek, varsaymak.
natural resources
doğal kaynaklar.
resource
2. olanak.
3. çare.
4. beceriklilik.
77
5. eğlence.
1. kırsal, köye ait.
rural 2. tarımsal.
1. hoşnutluk, memnuniyet.
satisfaction 2. tatmin, doyum.
3. doygunluk.
1. heykel.
sculpture 2. heykeltıraşlık.
secularization Laiklik
semi- yarı, yarım.
servant hizmetçi; uşak.
1. sarsmak.
2. (sıvıyı) çalkalamak; (katı
maddeleri) sallamak.
3. (dansta) sallamak;
shake hoplatmak; çalkalamak.
4. titremek.
5. silkelemek.
6. serpmek.
1. işaret: 1. plus sign (artı işareti.)
2. levha; tabela. 2.
sign 3. belirti, alamet, emare: 3. This is a sign that he's improving. (Bu, onun iyileştiğine alamet.)
sympathy
thick
through
thwart
timper
totalitarian
trepidation
tyrant
underestimate
underprivileged
underrate
undue
uniformity
unprecedented
upsurge
utilize
vain
valid
vicious
violently
vocation
worsen
resourceful rizorsfıl . adj becerikli.
1. omzuna almak, omzuna
vurmak, omuzlamak.
2. (bir işi, bir görevi)
shoulder şoğldır . vt
yüklenmek, omuzlamak.
3. omuzlamak, omzuyla
itmek.
resent rizent . vt içerlemek.
1. pişman olmak.
repent ripent . v
2. tövbe etmek.
1. yüksek (mevki).
2. tanınmış ve üstün, ünlü
eminent . adj
(kişi).
3. yüksek (yer).
exterminate ikstörmıneyt . vt yok etmek, imha etmek.
forgo forgo . vt vazgeçmek, bırakmak.
/forwent/forgone
claw klo: . n pençe, tırnak.
yırtmak, tırmalamak, pençe
claw klo: v
atmak.
1. kamış.
reed ri:d . n
2. saz.
swamp swamb . n bataklık.
akin to ıkin . adj (similar to)
mulberry malbıri . n dut.
genocide cenısayd . n soykırım, jenosit.
1. başlangıç, ön hazırlık.
preliminaries pri:liminıri: . n 2. eleme maçı.
3. ön sınav, yeterlik sınavı.
1. kola.
2. nişasta.
starch starç . n
3. resmiyet, resmilik, resmi
tavırlar.
mystic mistik . n mistik, gizemci.
79
1. doğru; düz.
2. doğru, yalan olmayan.
3. peş peşe, arka arkaya.
straight 4. fasılasız, ara vermeden
5. sek (içki).
6. ciddi (bakış).
7. kd eşcinsel olmayan.
1. tam; doğru, düz.
2. direkt, sapmadan.
straight adv
3. hemen
3. He got straight to the point. (Hemen konuya girdi.)
4. doğru dürüst, iyi.
tenant kiracı.
tension gerilim.
tide gelgit, med-cezir.
1. tuzak, kapan, kapanca.
trap 2. hile, desise, dolap, tuzak.
3. argo ağız, gaga.
1. tuzağa düşürmek.
2. kapan ile
trap tutmak/yakalamak.
3. engel olmak, set çekmek.
word kelime işlemci.
processor
granule Granül, tanecik (particle)
1. tutmak (grap, grisp)
2. bırakmamak, zaptetmek.
(seize)
3. içine almak:
4. alıkoymak. (detain)
5. sahip olmak, elinde
tutmak.(possess)
6. (toplantı) düzenlemek
(organize)
7. (makam) işgal etmek
(occupy) 1. Hold my hand. (Elimi tut.)
hold 8. (mevzi) savunmak, 3. How much water will this glass hold? (Bu bardak ne kadar su alır?)
korumak. 14. He held to his decision. (Kararına sadık kaldı.)
9. (ağırlık) taşımak, çekmek.
10. devam ettirmek
(continue, sustain)
11. devam etmek (continue)
12. (zamk) yapışmak (stick)
13. dayanmak, sabit olmak.
(bear)
14. to -e sadık kalmak, -den
vazgeçmemek:
15. değişmemek
1. tutma, tutuş.
2. tutunacak yer.
3. tutamak.
4. sığınacak yer,
hold destek, dayanak
noktası.
5. nüfuz, hüküm.
6. müzik uzatma işareti.
1. yara, bere.
hurt 2. acı, ağrı, sızı.
1. incitmek, acıtmak,
hurt yaralamak.
2. acımak, ağrımak.
1. düzeltmek,; düzelmek 1. Ercan's health is improving. (Ercan'ın sağlığı düzeliyor.)
improve 2. geliştirmek, ilerletmek; 2. He is trying to improve his Latin. (Latincesini ilerletmeye çalışıyor.)
81
gelişmek, ilerlemek
3. değerlendirmek;
değerlenmek.
1. yerine koymak.
2. kurmak, tesis etmek.
install 3. (memuru) makamına
getirmek.
4. bilgisayar kurmak.
1. hakkında 1.The detective was investigating the murder. (Dedektif cinayet
investigate tahkikat/soruşturma yapmak hakkında tahkikat yapıyordu.)
2. araştırmak, incelemek 2. They were investigating the problem. (Problemi araştırıyorlardı.)
1. az daha, neredeyse,
nearly hemen hemen.
2. yakından.
1. nesne, obje
object 2. amaç, gaye, hedef 2. Money's her object. (Onun amacı para.)
3. dilbilgisi nesne.
-e itiraz etmek, -e karşı
object to çıkmak.
1. elde etmek, almak,
edinmek, sağlamak, ele
obtain geçirmek.
2. geçerli olmak.
Occupy SB/oneself in Ile meşgul etmek, ile She occupied herself with routine office tasks. (Kendini rutin ofis
doing ST/with ST oyalanmak işleriyle meşgul eder/oyalanır)
organelles organel
priest papaz.
1. esaslı bir şekilde.
2. doğru dürüst; gerektiği gibi,
layıkıyla.
properly 3. uygun bir şekilde.
4. İngiliz İngilizcesi, konuşma
dili adamakıllı, bayağı.
1. dizmek, sıralamak.
2. dolaşmak, gezinmek.
3. otlatmak.
range 4. botanik, zooloji over (bir
yerde) yetişmek; (bir yerde)
bulunmak.
(kullanılmış maddeleri)
yeniden işleyip kullanılır
recycle duruma getirmek,
dönüştürmek
1. kararlılık, azim.
2. karar.
3. çözüm.
resolution 4. fizik, kimya çözme.
5. teklif, önerge.
6.çözünürlük
1. yeniden inceleme, tekrar
gözden geçirme.
review 2. eleştiri.
3. teftiş.
4. edebiyat ve fikir dergisi.
1. yeniden incelemek, tekrar
gözden geçirmek.
2. (kitap, film v.b.'nin)
review eleştirisini yazmak.
3. (askeri kuvvetleri) teftiş
etmek.
1. (kurşun, ok, top) atmak.
shoot 2. (bir hedefi) (silahla)
vurmak.
82
a
utterly atırli 2 d (completely) Young children are utterly dependent on their parents.
v
1.These figures exclude cash receipts. (Bu rakamlar peşin fişleri
1.-in dışında bırakmak, içermiyor) Buses run every hour, Sundays excluded. (Her saat başı
içermemek (keep out) (OPP otobüs geçer, pazarlar hariç)
exclude include) 2. Cover it with plastic to exclude light. (Işığı engellemek için onu
İksklu:d 3 v
[from] 2. [from] engellemek, plastikle kapla) Women are still excluded from some London clubs.
yasaklamak (prohibit) (Kadınlar hala bazı Londra klüplerinden dışlanıyorlar)
3. dışlamak (eliminate) 3. She felt excluded by the other girls. (Kendisini diğer kızlar
tarafından dışlanmış hissediyor.)
85
3. boş arazi, ıssız yer. a waste of young talent (genç yeteneklerin boşa harcanması)
2. toxic wastes (toksik atıklar) nuclear waste (nükleer atık) human
waste (insan atığı=dışkı)
3. the desert’s sandy wastes
1. He has wasted the money. (Parayı israf etti.)
1. israf etmek, boşuna
2. The invaders wasted the city. (İstilacılar kenti harap etti.)
harcamak, çarçur etmek:
waste weyst 2 v 3. The company is wasting his talents. (Şirket onun yeteneklerini boşa
2. harap etmek
harcıyor.)
3. boşa harcamak:, heba etmek
I have wasted my whole day. (Bütün günümü heba ettim.)
1. How is that relevant to this discussion? (Bunun tartışmayla nasıl
bir ilgisi var?)
1. [to] ile ilgili, -e ilişkin
ad 2. Once we have all the relevant information, we can make a decision.
Relevant relıvınt 3 2. konuyla ilgili
j (Konuyla ilgili tüm bilgileri toplayınca, bir karar verebiliriz)
Ignore that comment. It’s not relevant. (O yorumu boşver. Konuyla
ilgisi yok.)
1. olanak, fırsat (potential) 1. There is still much scope for improvement.
scope skoğp 2 n 2. kapsam. 2. The new law is limited in scope.
3. kd teleskop; mikroskop. These issues are beyond the scope of this book.
scope skoğp . v [AmE] enine boyuna araştırmak We need to scope the competition before we open a new business.
1.products that are derived from animals (hayvanlardan elde edilen
ürünler)
1.-den çıkarmak, elde etmek
2.Their fear derives from a belief that these people have supernatural
(obtain, get, gain)
derive [+from] dirayv 3 v powers. (Korkuları bu insanların olağanüstü güçleri olduğu şeklinde
2.–den kaynaklanmak .-den
bir inançtan kaynaklanıyor)
türemek (originate, come)
Many English words derive from Latin.(Çoğu İngilizce sözcük
Latinceden türemiştir)
benzemek, andırmak (look like,
resemble rizembıl 2 vt The two species resemble each other. (İki tür birbirine benziyor)
be similar to)
2. Both Williams and Andrews claim the property. The former insists
ad 1. eski, önceki. (previous) (ex-)
former formır 3 that it was a gift. (Hem Williams hem de Andrews sahiplik iddia etti.
j 2. the birinci, ilk, ilk söylenen.
İlki [yani Williams] onun bir hediye olduğunu söyledi)
1.enkaz (kaza sonrası araç)
(ruin) shipwreck (batan-batmış gemi)
wreck rek 1 n
2.çarpışma (AmE) a car/train a car / train wreck (bir araba/tren kazası)
wreck (crash)
1.yok etmek, mahvetmek,
yıkmak (destroy)
wreck rek 1 v
2.(bir gemiye batacak kadar) çok
2.The ship was wrecked off the coast of France.
zarar vermek [ç pas]
1.enkaz (kaza sonrası araç)
(ruin) shipwreck (batan-batmış gemi)
wreck rek 1 n
2.çarpışma (AmE) a car/train a car / train wreck (bir araba/tren kazası)
wreck (crash)
1.yok etmek, mahvetmek,
yıkmak (destroy)
wreck rek 1 v
2.(bir gemiye batacak kadar) çok
2.The ship was wrecked off the coast of France.
zarar vermek [ç pas]
posterity pasterıti . n Gelecek kuşak
1. Doing voluntary work has added a whole new dimension to my life.
1. boyut, özellik (aspect, (Gönüllü çalışma yapmak hayatıma yeni bir boyut ekledi)
feature) 2. A hologram represents an object in three dimensions. (Bir hologram
dimension daymenşın 2 n
2. boyut, ebat (en, boy, bir cinsi üç boyutlu olarak gösterir/resmeder.)
yükseklik) The dimensions of this problem are immense. (Bu problemin boyutları
çok büyük)
1.geniş gemi, sandal vs. (ship,
boat)
1. a fishing/navy vessel (bir balıkçı/donanma gemisi)
2. blood vessel= damar (artery,
vessel vesıl 2 n 2. He had broken blood vessels on his nose and cheeks. (Burun ve
vein)
yanaklarındaki damarları çatlatmış)
3.kâse, leğen, sürahi vs. (pot,
bowl, jug)
They could feel the reverberation of the explosion two streets away.
(İki sokak öteden patlamanın yankısını hissedebildiler)
reverberation rivörbıreyşın . n 1. yankı (echo)
The decision had reverberations that shook stock markets around the
world. (Karar tüm dünya borsasını sarsan yankılar yaptı)
87
altına almak, kullanmak almış olmamıza rağmen, üzerimizdeki etkileri hakkında hala çok az şey
biliyoruz)
1. koşum takımı. 1.
harness harnis . n
2. kayış 2. He was not wearing a safety harness when he fell.
1.The technology is capable of detecting the smallest earth
1.Teşhis etmek
tremors. (Teknoloji en küçük yer sarsıntısını teşhis etmeye güç
2.keşfetmek, meydana/açığa
detect Didekt’ 2 vt yetirebilir)
çıkarmak (discover,
2. I thought I detected a hint of irony in her words. (Sözlerinde
determine)
bir alay emaresi keşfettiğimi sandım)
1.a vast empty plain (çok geniş boş bir düzlük)
ad 1. çok geniş; engin (extensive)
vast va:st 2
j 2. çok büyük (huge, enormous)
2. I believe the vast majority of people will support us. (İnsanların çok
büyük bir çoğunluğunun bizi destekleyeceğini sanıyorum)
Kısıtla(n)ma, sınırla(n)ma trade/travel/speed/parking restrictions (ticari/seyahat/hız/parketme
restriction ristrik’şın 1 n
(limitation, restraint) kısıtlamaları)
1. A free bus to the airport is a facility offered only by this hotel.
1. kolaylık, olanak (ease, (Havaalanına bedava otobüs sadece bu otel tarafından sunulan bir
convenience ) kolaylıktır/olanaktır)
facility fısilıti 3 n 2. hizmet veya tesis 2. Does the company offer any facilities for employees with young
3. hüner, maharet (aptitude, children? (Şirket kükük çocuklu aileler için herhangi bir
ability) kolaylık/hizmet/tesisi sunuyor mu?)
3. He traslated with great facility. (Büyük bir hüner ile tercüme etti.)
Hizmet, tesisat, olanak, gibi The hotel has excellent leisure facilities. (Bu otelde mükemmel eğlence
facilities Fısilıti:s 3 n
kolaylık sağlayan şeyler hizmetleri / olanakları var.)
Bedside lighting alone is not sufficient for most bedrooms. (Çoğu
sufficient [for sıfişınt ad yeterli, kâfi (enough) [+for ST] yatak odası için sadeve abajur lambalar yeterli değildir.) There is now
3
ST] [to do ST] j [to do] (OPP insufficient) sufficient evidence to prove his claims. (Şimdi iddialarını ispatlamak
için yeterli kanıt var)
1. geniş (wide) 1. a board room (geniş bir oda)
2. açık 2. broad daylight (açık günışığı)
ad
broad bro:d 3
j
3. belirgin (obvious) 3. a broad hint (belirgin bir ima)
4. yaygın 4. a broad education (yaygın bir eğitim)
5. ana, genel (rough, general) 5. the broad outlines of the project (projenin genel hatları)
ad The hotel is ideally located for visiting the city and the surrounding
surrounding sıraunding 2
j
çevredeki, etraftaki (nearby)
area.
I took up the time admiring my surroundings. (Çevreme hayranlık
surroundings sıraundings 2 n çevre, ortam (environment)
besleyerek zamanımı öldürdüm)
1. çevrelemek, kuşatmak,
1. Can you name the states that surround Colorado? (Kolarodo’yu
etrafını sarmak (frame,
çevreleyen eyaletlerin isimlerini sayar mısın?)
surround sıraund 3 v border)
2. Armed police quickly surrounded the building. (Silahlı polisler
2. askeri kuşatmak, sarmak
çabucak binayı kuşattılar)
(enclose, encircle)
1. They may feel discouraged at the magnitude of the task before them.
(Önlerindeki görevin büyüklüğüyle cesaretlerini yitirmiş
1. büyüklük, azamet hissedebilirler)
2. önem, ehemmiyet 2. a world crisis of considerable magnitude (ciddi ehemmiyette bir
magnitude me.gnityu:d 1 n
3. [mat] büyüklük dünya krizi)
4. [astr] kadir, parlaklık 3. electorates of less than average magnitude (ortalama büyüklükten
daha küçük olan eloktratlar)
4. star of the first magnitude (en parlak / birinci kadirden olan yıldız)
1. price-fixing agreements and other abuses by large corporations (fiyat
1. yolsuzluk, suiistimal
sabitlemesi anlaşmaları ve geniş çaplı şiretlerce yapılan diğer
(misuse,manipulation)
yolsuzluklar)
2. hakaret, sövüp, sayma
2.Blake was alleged to have hurled racist abuse at a student. (Blake’in
(insults, swearing, foul
abuse ıbyu:s 2 n bir öğrenciye ırkçı hakaretler yaptığı iddia edildi)
language)
3. Physical abuse and neglect of children is too common. (fiziksel
3.(bedensel - ruhsal) işkence
işkence ve çocukların ihmal edilmesi çok yaygın)
(mistreatment, violence)
4. Several female students have made allegations of abuse against him.
4.cinsel taciz
(Birkaç kız öğrenci ona karşı cinsel taciz iddialarında bulunmaktalar)
1. kötüye kullanmak (misuse, 1. Those with access to private information must not abuse that trust.
manipulate) (Özel bilgiye erişim bu güveni kötüye kullanmamalı)
abuse ıbyu:s 1 vt 2. (sağlık v.b.'ne) zarar verecek 2.
madde kullanmak 3. He was fined £10,000 for verbally abusing the umpire. (Hakeme
3. acımasızca yermek, sövüp sözlü saldırıdan dolayı 10000 paund cezaya çarptırıldı)
89
saymak (insult, swear) 4. Prisoners reported being regularly abused by their guards.
4. (bedensel veya ruhsal) işkence (gardiyanları tarafından düzenli olarak işkence yapıldığı rapor edilen
yapmak (treat badly, ill treat) tutuklular)
5.cinsel tacizde bulunmak 5. A high percentage of abusive parents were themselves abused as
children. (Cinsel tacizde bulunan ebeveynlerin yüksek bir yüzdesinin
bizzat kendisi çocukken cinsel tacize uğramıştı)
1. çıplak (undressed)
2. yalın, basit, kuru (plain,
1. Bare legs (çıplak ayaklar) bare wire (çıplak tel) The trees are
simple)
already bare. (Ağaçlar şimdiden çıplak kaldılar)
3. açık, apaçık
ad 2. a bare thank you (kuru bir teşekkür)
bare beğır 2 4. kıt kanaat, kıtı kıtına, ancak
j 3. bare facts (apaçık olaylar/gerçekler)
yetecek kadar (mere)
4. bare majority (zayıf bir çoğunluk)
5. çorak
5. a bare countryside (çorak bir kırsal arazi)
1. yüklemek
1. They are loading the truck now. (Şimdi kamyonu yüklüyorlar)
2. doldurmak, koymak (silah,
2. He loaded the cassette into the player. (Kaseti teybe koydu)
makine vs)
load loğd 2 v 3. They loaded us with gifts. (Bizi hediyelere boğdular)
3. –e garketmek
4. to load the evidence in favor of defendent (delilleri sanık lehine
4. (yalan/uydurmayla) şişirmek
şişirmek)
1. dolu, yüklü (silah, makine,
araç vs)
1. a fully loaded plane
2. aldatıcı, hileli, yanıltıcı
ad 2. a loaded card (hileli bir oyun kartı)
loaded loğdid .
j
3. [argo] zom, çok sarhoş (very
3.
drunk)
4. Let him pay, he is loaded. (Bırak o ödesin, yükünü tutmuş)
4. [argo] yükünü tutmuş, çok
zengin (very rich, wealthy)
1. kötüleşme, fenalaşma
(worsening)
deterioration ditığriğreyşın . n
2. gerileme, değerden düşme
(decline)
1. boyun eğmez (adamant) 1. Her expression was hard and unyielding. (Yüz ifadesi sert ve katıydı)
ad
unyielding Anyi:ding .
j
2. inatçı (obstinate) 2. The ground was unyielding beneath their feet. (Ayaklarının altındaki
3. sert katı (firm) toprak inatçıydı.) (=edebî n’aparsa yapsın ürün vermiyor)
1. toplamak / toplanmak
1. the toxin accumulated in their bodies (bedenlerinde toplanmış
(amass, gather, assemble,
toksin) Investigators have yet to accumulate enough evidence.
collect)
accumulate ıkyu:myuleyt 1 v (müfettişler henüz yeterince kanıt toplamadılar)
2. yığmak, biriktirmek /
2. to accumulate wealth (servet biriktirmek)
yığılmak, birikmek (heap up,
pile up, store up)
1. Mahvolma, harap/yok olma
(extinction, extermination, The building must be saved from destruction. (Bina harap olmaktan
destruction distrakşın 2 n
eradication, ruin, devastation) kurtarılmalı) the destruction of environment (çevrenin mahvedilmesi)
2. yok etme, imha
draught dra:ft 1 n 1. soğuk esinti, cereyan 1. Heavy curtains at the windows cut out draughts. (Penceredeki ağır
90