You are on page 1of 90

1

The majority of our employees are women.


majority + mıcarıti 3 n Çoğunluk (greater part)
(İşçilerimizin çoğunluğu kadındır.)
Crime is a complex issue – we can’t simply blame poverty and
blame + bleym 3 v Suçlamak (accuse) unemployment. (Suç karmaşık bir meseledir; basitçe fakirlik ve
işsizliği suçlayamayız)
This deal is the ideal compromise between your needs and
Compromise + kamprımayz 2 n Uzlaşma (agreement) their demands. (Bu anlaşma sizin ihtiyaçlarınız ve onların
talepleri arasında ideal bir uzlaşmadır)
The doctor may do a test to confirm that you are pregnant.
Te’yit etmek,
(Doktor hamileliğinizi teyit etmek için bir test yapabilir.)
onaylamak, doğrulamak
confirm + kınförm 3 v The organization has confirmed the appointment of Mr Collins
(verify, approve,
as managing director. (Organizasyon Mr Collins’in idari
ratify)
yönetici olarak atandığını doğruladı)
Millions of Filipinos remain convinced of her innocence.
İkna olmuş, emin
Convinced + kınvinst 1 adj (Milyonlarca Filipinli onun masumiyetinden emin olmaya
(persuaded, certain)
devam ediyor.)

In his view, the people have been corrupted by their desire for
Bozmak, yozlaştırmak
corrupt + kırapt . v wealth. (Ona göre, insanlar servet arzularından dolayı
(distort)
yozlaşmış durumdalar)
1.The government must now deal with the problem of high
1.halletmek, icabına unemployment. (Şimdi hükümet yüksek işsizlik sorununu
bakmak (cope with) halletmeli)
2.ele almak (take care 2. We’ll deal with the question of poverty in a moment. (Bir
deal with ST + diıl… 3 v of) dakika sonra fakirlik sorununu ele alacağız)
3.üstesinden gelmek 3. She’s dealing with her father’s death very well. (Babasının
(manage) öümünün üstesinden iyi geliyor)
4.ile ticaret yapmak 4. We have dealt with the company for years. (Yıllardır bu
şirketle ticaret yapmaktayız)
Prices have risen sharply in the last decade. (Son on yılda
decade + dekeyd 3 n 10 yıllık zaman
fiyatlar keskin bir şekilde artmıştır.)
Seçkin, mütemayiz
a distinguished career in the diplomatic service (diplomatic
distinguished + distinguişt 1 adj (notable)(OPP
hizmetlerde seçkin bir kariyer)
undistinguished)
You don’t need any experience to work here. (Burada çalışmak
experience + ikspiyıriyıns 3 n tecrübe
için hiçbir tecrübeye ihtiyacın yok)
Researchers now need to conduct further experiments.
experiment + iksperimınt 3 n deney (trial, test) (Araştırmacılar şimdi daha fazla deney yapmaya ihtiyaç
duyuyorlar)

Devretmek, teslim The suspects have now been handed over to the French
hand over (to) 3 v etmek (kişi, şey veya authorities. (Şu anda şüpheliler Fransa otoritelerine teslim
yetki) (surrender) edilmiş durumdalar)
innovation + inoveyşin 2 n Yenilik (novelty) the latest technological innovations (son teknolojik yenilikler)
We are seeing a rapid growth in the use of the Internet.
rapid + répid 3 adj Hızlı, seri (fast, swift)
(İnternet kullanımında hızlı bir büyüme müşahede etmekteyiz)
They revealed that he had supplied terrorist organizations with
supply SB with Birisine birşey temin
sıplay 3 vt weapons. (Onun terörist örgütlere silah temin ettiğini
ST + etmek (provide)
açıkladılar)
supply ST to SB Birisine birşey temin Two huge generators supply power to farms in the area. (İki
sıplay 3 vt
+ etmek (provide) devasa jeneratör bölgedeki çiftliklere elektrik temin ediyor)
2

şimdiye kadar (up to So far we have restricted our attention to the local area.
so far + 3
now) (Şimdiye kadar dikkatimizi bölgesel alana kısıtladık)
Apparently, she resigned because she had an argument with her
ad görünüşe göre (It seems
apparently + ıpérıntli 3
v that)
boss. (Görünüşe gore, patronuyla bir tartışma yaptığı için istifa
etmiş)
We sent the design to the planning department for approval.
approval + ıpruvıl 3 n onaylama
(Çizimi, onaylanması için planlama dairesine gönderdik)
girişim, teşebbüs The government has made no attempt to avert the crisis.
attempt + ıtempt 3 n
(effort) (Hükümet krizi önlemek için hiç bir girişim yapmadı)
by far My time in the navy was by far the most exciting period of my
büyük farkla (by a large
[+superlative] life. (Donanmadaki yıllarım tüm hayatımın büyük farkla en
amount)
+ heyecanlı dönemiydi.)

This property is suitable for domestic or commercial use. (Bu


commercial + kimörjil 3 adj Ticari (marketable)
mal gerek ev içi gerekse ticari kullanım için uygundur)
radyo-tv-sinemada
a shampoo/dog food commercial (bir şampuan / köpek maması
commercial + kimörjil 1 n yayınlanan reklam
reklamı)
(advertisement on TV)
She said exactly what she felt, without fear of the
consequence + kansikwins 3 n Sonuç (result, outcome) consequences. (Sonuçlarından korkmaksızın, ne hissediyorsa
aynen söyledi)
Yapıcı (OPP
constructive + kinstraktiv 1 adj constructive criticism/advice (yapıcı eleştiri / öğüt)
destructive)
What’s the depth of the water here? (Burada suyun derinliği ne
depth + dept 3 n Derinlik (deepness)
kadar?)

a safety/health/computer expert (bir güvenlik / sağlık /


expert + ekspört 3 n Uzman (specialist)
bilgisayar uzmanı)
mutual myuçiğul 2 adj karşılıklı, müşterek mutual love, a mutual friend (karşılıklı aşk, müşterek bir dost)
At the end of the war we were in precisely the same financial
ad tam olarak
Precisely prisaysli 3
v kesinlikle (exactly)
position as before. (Savaşın sonunda tam olarak daha önce
olduğumuz iktisadi konumdaydık)
Shortage + şortic 2 n Eksiklik (lack) a shortage of clean water (bir temiz su noksanlığı)
1. a new initiative to tackle the shortage of teachers (öğretmen
1. çözmeye çalışmak
eksikliğini çözmek için yeni bir girişim)
(undertake, deal with)
2. I tackled him about the money he owed me. (Bana borcu
2. [SB about ST]
olan para için onunla yüzleştim.)
yüzleşmek (confront)
tackle tekıl 2 v 3. He was tackled just outside the penalty area. (Penaltı
3. topu kapıp durdurmak
çizgisinin hemen dışında onu durdurdular)
4. devirmek [AmE]
4. to tackle a thief (bir hırsızı tutup devirmek)
5. sıkıca bağlamak,
5. The crane operator tackled the heavy blocks of stone. (Vinççi
tutturmak
ağır taş blokları sıkıca bağladı.)
He is generally regarded as the world’s greatest expert in the
to be regarded as + 3 olarak kabul edilmek field. (Genellikle bu alanda dünyanın en uzman kişisi olarak
kabul edilir)
3

Son, yeni (zaman) There have been many changes in recent years. (Son yıllarda
Recent + ri’sınt 3 adj
(new, fresh, current) pekçok değişiklik oldu)
Recently + ri’sıntli 3 adv son zamanlarda (lately) I haven't seen them recently. (Onu son zamanlarda görmedim)
İleri sürmek, önermek He rejected all the proposals put forward by the committee.
put forward phr
(suggest, propose) (Komite tarafından ileri sürülen/önerilen tüm teklifleri reddetti)
(öz. yöntem vs) They’ve devised a scheme to allow students to study part-time.
devise Di vayz’ 2 vt keşfetmek (think up, (Öğrencilerin part-taym çalışmalarına olanak sağlayacak bir
invent) metot keşfettiler)
1.Mandela was eager to establish good relations with the
1. kurmak, tesis etmek, business community. (Mandela iş çevreleriyle iyi ilişkiler
oluşturmak (set up, geliştirmeye çok istekliydi)
found) 2.By then she was established as a star. (O zaman bir yıldız
2. konumunu olarak konumunu sağlamlaştırmıştı)
Establish + is teb’liş 3 vt sağlamlaştırmak 3. Traditions get established over time. (gelenekler zamanla
3. yerleştirmek (settle) yerleşir)
4.saptamak (determine, 4. I was never able to establish whether she was telling the truth.
ascertain) (Onun doğruyu söyleyip söylemediğini asla saptayamadım)
5. kanıtlamak (prove) 5. They have established that his injuries were caused by a fall.
(Yaralarının bir düşmeden kaynaklandığını kanıtladılar)

1.Sally is a wise and cautious woman. (Sally akıllı ve ihtiyatlı


1.bilge, akıllı bir kadındır)
Wise wayz 2 adj
2.akıllıca (sıfat) (clever) 1.Buying those shares was a wise move. (Bu hisseleri almak
akıllıca bir hareketti)
Tartışmalı, çekişmeli A controversial plan to build a new road. (Yeni bir yol yapmak
Controversial + kan’trivör’jıl 2 adj
(divisive) için tartışmalı bir plan)
1.önlemek (prevent, 1. The accident could have been avoided. (Kaza önlenebilirdi)
avert) 2. They narrowly avoided defeat in the semi-final. (Yarı finalde
2. –den kurtulmak, güçbela yenilgiden kurtuldular)
Avoid ı voyd’ 3 vt (evade, elude) I left early to avoid the rush hour. (Keşmekeşten kaçınmak için
3.kaçınmak, sakınmak, erken ayrıldım)
çekinmek (keep away He had to brake hard to avoid hitting the animal. (Hayvana
from) çarpmamak için frene sert basmak zorundaydı)
1.aralık (zaman,zemin)
The normal interval between our meetings is six weeks.
interval in’tırvıl 2 n (gap, pause)
(Buluşmalarımız arasındaki normal ara altı haftadır.)
2.ara (zaman,zemin)
Göçmen (migrant) an area with a large immigrant population (büyük bir göçmen
immigrant i’mig rınt 1 n
[yabancı ülkedeki kişi] nüfusla dolu bir bölge)

Göçeden [ülkesini We have to do something to make emigrants come back.


emigrant e’mig rınt n
terketmiş kişi] (Göçedenlerin geri gelmesi için birşeyler yapmalıyız)
migrate maygreyt’ Some bird migrate south in winter. (Bazı kuşlar kışın güneye
1 vi göçetmek
emigrate e’migreyt göç ederler)
1.Kasten, bile bile 1.Police believe the fire was started deliberately. (Polis
(intentionally, OPP yangının kasıtlı olarak başlatıldığına inanıyor)
deliberately dilib’rıtli 2 adv
accidentally) 2. He spoke deliberately, considering each word carefully. (Her
2.dikkatli (carefully) sözcüğüne dikkatle hesaba katarak, çok dikkatli konuşuyordu)
niteliğini haiz, particularly well qualified to give an opinion. (özellikle bir fikir
qualified to kwa’li fayd 2 adj
özelliğine sahip (fit to) verecek iyi bir niteliğe haiz)
ad That kind of success inevitably attracts admirers. (Böylesi bir
inevitably inevıtıblî 2 kaçınılmaz olarak
v başarı kaçınılmaz olarak hayranları cezbedecektir)
4

1. dolmak / doldurmak 1.Charge the gun because the room was charged with hatred.
(duygu, bardak ve (Silahını doldur çünkü oda kinle dolmuştu)
charge ça:rc 3 v
mermi.) 2.Before use, the battery must be charged. (Kullanmadan once
2.şarj etmek piller doldurulmalı)
para istemek (alışveriş, Most clubs charge for the use of tennis courts. (Çoğu kulüp
charge for 3
hizmet vs. sonrası) tennis kortlarını kullanmak için para ister.)
They charged the calls to their credit-card account. (Telefon
charge to 3 hesabına geçirmek
görüşmelerini kredi kartı hesabına geçirdiler)
charge SB with ST 3 Suçlamak (accuse) He was charged murder. (Cinayetle suçlandı)
The committee has been charged with the development of sport
Sorumlusu yapmak,iş
charge SB with ST 3 in the region. (Komite bölgede sporu geliştirmekle mükellef
vermek
kılındı)
charge at 3 Hücum etmek (attack) We charged at the enemy. (Düşmana hücum ettik)

1.It’s a huge relief to know that everyone is safe. (Herkesin


1. ferahlama, rahatlama güvende olduğunu bilmek çok rahatlatıcı)
(release) 2.the relief of the town (kasabanın kurtarılması)
2. kurtarma (düşmandan) 3.famine relief / a relief agency (açlık yardımı / bir yardım
relief ri lî:f’ 3 n 3. yardım (assist) ajentası)
4. nöbeti devralan kimse. 4.The next crew relief coming on duty at 9 o’clock (Yeni nöbetçi
5. heykel kabartma, ekip göreve 9’da gelecek)
rölyef. 5.The column was decorated in high relief. (Sütun yüksek
kabartmalarla süslendi)
1 rahatlatmak (ease)
1.to relieve stress (gerilimi hafifletmek)
2.azaltmak (olumsuz bir
2.efforts to relieve famine in Africa (Afrikada’ki açlığı azaltma
şeyi) (lessen)
relieve ri li:v’ 2 vt çabaları)
3.nöbet devralmak
3.You’ll be relieved at 6 o’clock. (Nöbetini saat 6’da
(replace)
devralacalar)
4.işgalden kurtarmak
kadro, personel It is a small hospital with a staff of just over a hundred. (Sadece
staff stéf 3 n
(employee) 100’ün üzerinde personeli ile küçük bir hastenedir)
ilkel (ancient) (OPP
primitive pri’mıtiv 2 n a primitive society/tribe (ilkel bir topluluk / kabile)
modern)
assassination ısesıneyşın 1 n suikast an assassination attempt (bir suikast teşebbüsü)

1. bireysel (personel)
1. individual rights/freedom/liberty (bireysel haklar / özgürlük)
individual in’divic’yuıl 3 adj (OPP collective)
2. a highly individual style of dress (epey orijinal elbise stili)
2. orijinal (original)
Acid rain is already destroying large areas of forest and lakes in
forest fa’rist 3 n orman (jungle, woods) northern Europe. (Asit yağmurları kuzey Avrupa’daki göl ve
geniş orman alanlarını zaten yok ediyor)
I have confidence in your abilities. (Senin yeteneklerine
confidence kan’fidıns 3 n güven, itimat
güveniyorum)
self-confidence n özgüven
ret, kabul etmeme
refusal rifyu:’zıl 2 n She gave a firm refusal. (Ona sert bir ret cevabı verdi)
(denial)
5

1. çeyrek 1.They arrived at quarter past three. (saat üçü çeyrek geçe
2. bir 25 sentlik. (a ulaştılar)
quarter) 2.Can you give me a quarter, dude? (Ahbab, bana bir
3. yılın dörtte biri, üç çeyreklik versene)
quarter kwo:r’tır 3 n aylık süre. 3. The company’s profits fell in the third quarter. (Üçüncü
4. öğretim yılının dörtte çeyrekte şirketin karı düştü)
biri. 6. the Chinese quarter of the city (şehrin çin mahallesi)
6. mahalle, semt, civar 7.He has won support from all quarters. (Bütün gruplardan
7. kesim, grup destek kazandı)
In some quarters, he is not loved so much. (Bazı muhitlerde
quarters kwo:r’tırz . n konut, mesken, ikametgâh.
çok sevilmez)
an unhealthy social environment that encourages negative
tutum, tavır, yaklaşım
attitude e:’tityu:d 3 n attitudes (olumsuz davranışları cesaretlendiren sağlıksız
(approach, manner)
bir sosyal çevre)
The charges seemed a little excessive. (İstenen para biraz
excessive ikse’siv 2 adj fazla, aşırı (extreme)
aşırı gözüküyordu)
geniş, büyük, kapsamlı She has an extensive knowledge of art history. (Sanat
extensive iksten’siv 2 adj
(wide, broad) tarihi hakkında kapsamlı bir bilgisi var)

International cooperation is indispensable to resolving the


Çok önemli, hayati
indispensable indispen’sıbıl . adj problem of the drug trade. (Uyuşturucu ticareti problemini
(essential, crucial, vital)
çözmek için uluslararası işbirliği çok önemlidir)
prevent önlemek, engellemek Regular cleaning may help prevent infection. (Düzenli
privent’ 3 vt
(avert) temizlik enfeksiyonu engellemeye yardım edebilir)
She was sure the noise would prevent her (from) sleeping
prevent SB (from) doing ST 3 vt -den alıkoymak.(from) at night. (Gece gürültünün kendisini uyumaktan
alıkoyağından emindi)
1. The proposed scheme should solve the parking problem.
1. plan, proje (project) (teklif edilen proje park etme problemini çözmeli)
2. düzenek, sistem. 2.a local scheme for recycling newspapers. (gazeteleri
scheme (BrE) ski:m 3 n
3. düzen, entrika, dolap yeniden dönüştürmek için yerel bir sistem)
(plot) 3.a scheme to import illegal foreign goods (yasadışı
yabancı malları ithal etmek için bir düzen)
1.We need to appoint a new school secretary. (Yeni bir okul
1. [to]-e atamak, tayin
sekreteri atamamız lazım)
etmek (assign)
appoint (SB to) ıpoynt’ 3 vt
2. kararlaştırmak (decide
2. Proceedings will be brought to a conclusion at a time
appointed by this committee. (Prosedur bu komitenin
on)
kararlaştıracağı bir zamanda bir sonuca bağlanacaktır)

1. birleşmek(combine); 1. Two of Indonesia’s top banks are planning to merge.


birleştirmek. (with) (Endonezya’nın en büyük iki bankası birleşmeyi planlıyor)
merge mörc 2 v
2. içine karışıp kaybolmak. 2. For her, work and life merge into one another. (Onun
(into) için iş ve yaşam iç içe geçmiştir)
The merger will create the biggest television company in the
birleşme (unification,
merger mörcır 1 n country. (Birleşme ülkedeki en büyük televizyon şirketini
combination)
doğuracak)
1.yaklaşık olarak 1.We’re roughly the same age. (Aşağı yukarı aynı yaştayız)
ad
roughly ra:flî 2
v
(approximately) 2. He pushed roughly past her and out of the room. (Onu
2.kabaca (violently) kabaca itekleyerek odadan çıktı)
1.The skin on her hands was rough and hard. (Elini
1. düz olmayan, pütürlü vs.
üzerindeki deri pürüzlü ve sertti.)
(uneven)
2.a rough man / a rough old table
2. kaba
3.I have a rough idea of who she is. (Onun kim olduğu
3. yaklaşık (approximate)
rough ra:f 3 adj hakkında üç aşağı beş yukarı bir fikrim var)
4. zor, sıkıntılı (tough)
4.a rough night (sıkıntılı bir gece)
5. dalgalı
5.It was too rough to sail that night. (O gece deniz açılmak
6. sert (hard, tough,
için çok dalgalıydı)
harsh)
6.a rough wine (sert bir şarap)
We desire you to complete the work within one month of
desire dizayr’ 3 vt
arzulamak, istemek
the start date. (Başlangıçtan sonraki bir ay içinde bu işi
[SB to do ST] (crave, wish for)
bitirmenizi istiyoruz.)
6

1.-den çıkmak,. (from) 1.After a few weeks, the caterpillar emerges from its
(come out) cocoon. (İki hafta sonra, tırtıl kozasındandan çıkar)
emerge imö:rc’ 3 vt
2.meydana çıkmak (into) 2.The doors opened and people began to emerge into the
(come into sight/wiev) street. (Kapı açıldı ve insanlar sokakta görünmeye başladı)
Görüşme yapmak, pazarlık The airline is negotiating a new contract with the union.
negotiate nigou’şiyeyt 2 v yapmak (bargain, talk) (Havayolları yeni bir kontrat için sendikayla görüşme
(with) yapıyor)
1.Kazanç, kâr (zıttı loss) make a profit: Investors have made a 14% profit in just 3
profit pra’fit 3 n 2. fayda, çıkar (gain, months. (Yatırımcılar sadece üç ay içerisinde %14 kar elde
benefit) ettiler)
What impressed me was their ability to deal with any
Etkilemek (make an
impress impres’ 2 v problem. (Beni etkileyen şey onların problem ele alış
impact on)
kabiliyetleriydi)
The report seems to be based entirely on first impressions.
impression impre’şın 3 n izlenim
(Raporun tam olarak ilk izlenimlere dayandığı gözüküyor.)

Consider the potential benefits of the deal for the company


benefit ben’ıfit 3 n yarar, fayda (advantage)
(Anlaşmanin şirket için potansiyel faydalarini bir düşün)
Uçsuz bucaksız, çok büyük The visitors enjoyed the game immensely. (Ziyaretçiler
immensely imen’sli . adv
/ çok fazla (hugely) oyundan çok büyük zevk aldılar)
the struggle for freedom and justice (özgürlük ve adalet
justice 3 n Adalet (fairness)
için çaba)
She claims that her employers accused her of theft.
suçlamak, itham etmek. (İşçilerinin kendisini hırsızlıkla suçladığını iddia ediyor)
accuse ıkyu:z 3
(blame) I do not want to accuse him of telling lies. (Onu yalan
söylemekle şuçlmak istemiyorum)
The accused had appropriated the property. (Sanık malı
the accused ıkyuzt . sanık
izinsiz kendi çıkarına kullanmıştı)
The UN provided emergency economic aid to the refugees.
aid=help eyd:help 2 Yardım (assist, support)
(BM mültecilere acil ekonomik yardım sağladı)

They needed a location for the film, and the church was the
ken’dıdeyt’
candidate 3 Aday (nominee) obvious candidate. (Film için bir yere ihtiyaçları vardı, ve
ken’dıdi:t’
kilise aşikar adaydı)
drugs used in a desperate attempt to save his life (yaşamını
desperate des’pırıt 2 adj Ümitsiz (hopeless) kurtarmak için ümitsiz bir girişim olarak kullanılan
ilaçlar)
Gerektirmek (require,
necessitate) All mergers entail some job losses. (Tüm şirket evlilikleri iş
entail in’teyl .
-e neden olmak (cause, kayıpları-na neden olur/ -nı gerektirir.)
lead to)
1.The country is drifting into a state of chaos. (Ülke bir
1. durum, vaziyet, hal:
kaos ortamına sürükleniyor)
state steyt 3 n 2. devlet.
3. Five state elections will be held in March. (Beş eyalette
3. eyalet. (ABD vs için)
seçimler Mart’ta yapılacak)
in state . (cenaze için) törenle He was buried in state. (Törenle gömüldü)
ifade etmek, beyan etmek. The candidates stated their case at a series of meetings.
state steyt 3 vt
(utter) (Adaylar bir dizi toplantıda davalarını anlattılar)
7

She talks frankly about her unhappy childhood. (Mutsuz


frankly fre:ngkli 1 adv açıkça ,dürüstçe (honestly)
çocukluğundan dürüstçe bahseder)
1.The soldiers disguised themselves as ordinary civilians.
1.tebdili kıyafet etmek,
(Askerler kendilerini sıradan vatandaşlar olarak gizlediler)
disguise dis’gayz 1 vi gizlenmek
2.He didn’t disguise his bitterness about what had
2.gizlemek (hide)
happened. (Olan şey hakkındaki acısını gizlemedi)
1.loş, karanlık (dark) 1.a gloomy old library (loş eski bir kütüphane)
gloomy gluğmi 1 adv 2.sıkıntılı, hüzünlü 2.He became very gloomy and depressed. (Çok hüzünlü ve
(depressed) sıkıntılı hale geldi)
savsaklamak, ihmal etmek parents who neglect their children (çocuklarını ihmal eden
neglect niglekt 2 vt
(OPP care for) ebeveynler)
Gereklilik, zorunluluk Do these goods comply with our safety requirements? (Bu
requirement rikwayırmınt 3 n
(obligation) eşyalar güvenlik zorunluluğumuzla uyumlu mu?)

The crew of the tanker were rescued just minutes before it


rescue reskyu: 2 vt Kurtarmak (save, release) sank in heavy seas. (Tankerin mürettebatı tanker dalgalı
denizlere gömülmeden az once kurtarıldı)
revolution revılu:şın 3 n Devrim the French/Russian Revolution (Fransız/Rus devrimi)
The cause of the accident is still unclear and requires
require rikwayr’ 3 vt gerektirmek further investigation. (Kazanın nedeni hala belirsiz ve daha
fazla araştırma gerektiriyor)
The city is notorious for its traffic jams. (Bu şehir trafik
notorious (for) noto:’riyıs 1 adj kötü şöhretli sıkışıklığı ile meşhurdur)
We won’t be recruiting again until next year. (Gelecek yıla
recruit rikru:t’ 2 v İşe almak
kadar işe adam almıyor olacağız)

He did not have a good reputation in his home town.


reputation repyutey’şin 3 n Nam, şöhret
(Kendi kasabasında iyi bir şöhreti yoktu)
1.The Council will vote on the proposal next Friday.
(Konsey gelecek Cuma öneriyi oylaycak)
1.Oylamak 2.vote for/in favour of/against: 68 per cent of the union
vote 3 v 2.oy kullanmak voted against striking. (Sendikanın % 68’I grevin aleyhine
3.seçmek oy kullandı)
3. She was voted ‘Actress of the Year’ by other Hollywood
stars. (Diğer Hollywood yıldızlarınca -yılın aktrisi- seçildi)
1.The intensity of the sound was diminishing gradually.
(Sesin şiddeti yavaş yavaş azalıyordu)
1.Azalmak (decrease)
diminish dimi’niş 2 v
2.azaltmak (lessen)
2. The delay may have diminished the impact of their
campaign. (Gecikme kampanyalarının etkisini azaltmış
olabilir.)
She had an obvious talent for music. (Müziğe karşı açık bir
talent (for) te:’lınt 2 n Yetenek (gift)
yeteneği vardı)
a highly talented young designer (epey yetenekli bir genç
talented te:lıntid 1 adj Yetenekli (gifted)
çizimci)
8

1.betimlemek (portray) a painting depicting the Virgin and Child. (Meryem ve


depict dipikt’ 2 vt
2.açıklamak (describe) Oğul’ u betimleyen bir resim)
His account conflicted with reports received from other
conflict kınflikt’ 1 vi Çatışmak, çelişmek journalists. (Açıklaması diğer gazetecilerden alınan
raporlarla çelişiyor.)
The issue provoked conflicts between the press and the
conflict kan’flikt 3 n Çatışma, anlaşmazlık police. (Yayın, basın ve polis arasındaki çatışmayı
körükledi)
Kılık / görünüm Revolutions come in many guises. (Devrimler pek çok
guise gayz . n
(appearance) görünümde gelirler)
The economy was in recession. (Ekonomi
recession rıse’şın 2 n ekonomik durgunluk
durgundu/kötüydü.)

She won the Player of the Year award. (Yılın Oyuncusu


award / reward ıword / riword’ 3 n ödül, mükâfat (prize)
ödülünü kazandı)
He always believed that the company would reward him
reward riword’ 2 vt Ödüllendirmek (award) for his efforts. (Herzaman şirketin çabalarından dolayı
kendisini ödüllendireceğine inanırdı)
özgür irade It is a result of my own free will. (Bu benim kendi özgür
free will .
(independence) irademin bir sonucu)
Two-thirds of their budget goes on labour costs.
budget bac’it 3 n bütçe
(Bütçelerinin üçte biri işçi masraflarına gidiyor)
Kısıtla(n)ma, sınırla(n)ma trade/travel/speed/parking restrictions
restriction ristrik’şın 1 n
(limitation, restraint) (ticaret/seyahat/hız/parketme kısıtlamaları)

1.Just eight passengers survived the plane crash. (Sadece


sekiz yolcu uçak kazasından sağ çıktı)
1.Sağ kalmak / çıkmak
2. The organization cannot survive unless we make some
(savaş, hastalık, kazadan
major changes. (Bazı temel değişiklikleri yapmadığımız
sonra)
survive sırvayv’ 3 v müddetçe organizasyon/örgüt ayakta kalamaz.)
2.ayakta/hayatta kalmak
3. I don’t know how I ever survived school. (Okulla nasıl
3.(zor birşeyle) başa
olup da başa çıktım bilmiyorum)
çıkmak, idare etmek
Don’t worry about Molly – she’ll survive. (Molly için
endişelenme; başa çıkacaktır.)
Az bir şeyle geçinmek / Many of the peasants survive on tiny plots of corn.
survive (on ST) 3 v
yaşamak (Köylülerin çoğu küçücük mısır tarlalarıyla geçinirler)
the surviving works of Sophocles (Sofokles’in kurtulan
surviving sırvay’ving . adj Kalan, kurtulan (existing)
çalışmaları)
When an elderly relative falls ill, you should not have to
Yük (load) (responsibility) shoulder the burden alone. (Yaşlı bir akraba hasta
burden bördın 2 n
(trouble) düştüğünde, yükü tek başına omuzlamak zorunda
kalmamalısın)
determined Ditör’mind 2 adj Azimli, kararlı a strong, determined woman (güçlü ve kararlı bir kadın)
9

Japan recycles 40% of its waste. (Japonlar atıklarının


recycle ri:say’kıl 1 vt geri dönüştürmek
%40’ını geri dönüştürüyorlar)
1.She admits to being strict with her children.
(Çocuklarına karşı sert olduğunu kabul etti)
1.Kabul etmek 2.He refused to admit to the other charges. (Diğer
2. itiraf etmek (confess) suçlamaları itiraf etmeyi reddetti)
admit (to) ıdmit’ 3 v
3.(içeri, kulübe) almak 3.The narrow windows admit little light into the room.
4.hastaneye kaldırmak (Dar pencereler odaya çok az ışık alıyor.)
4.Two crash victims were admitted to the local hospital.
(İki kaza kurbanı yerel hastaneye kaldırıldı)
1.There was only £50 in his bank account. (Banka
hesabında yalnızca 50 pound var)
1-2-3. hesap (banka hesabı, 2. The accounts showed a loss of £498 million.
para sayımı, dükkan ücreti) (Hesaplamalar 498 milyon poundluk bir kaybı gösterdi)
account ıkaunt 3 n
4. rapor, açıklama 3. I have an account with Marks and Spencer. (Marks and
(explanation, report) Spencer dükkanında hesabım var.)
4. a brief account of the meeting (toplantının kısa bir
açıklaması)
In English law, a person is accounted innocent until they
varsaymak, hesaba katmak,
account Ikaunt’ 3 v
kabul etmek
are proved guilty. (İngiliz hukukunda kişi suçu
kanıtlanıncaya kadar masum kabul edilir)
1.A number of factors account for the differences
1.bir şeyin nedenini between the two scores. (Bir dizi faktör iki skor arasındaki
açıklamak farkın nedenini açıklıyor)
account for ST 3 n
2.bir şeyin bir kısmını 2.The Japanese market accounts for 35% of the
oluşturmak company’s revenue. (Japon piyasası şirketin gelirinin
%35’ini oluşturuyor)

The presence of stairs in the ruins implies an upper floor.


imply İmplay’ 3 vt İma / işaret etmek
(Harabedeki basamakların varlığı bir üst katı işaret ediyor)
Her appearance led them to infer that she was very wealthy..
Çıkarım yapmak, sonuç
infer (from) inför 1 vt (Görünüşü onun çok varlıklı olduğu çıkarımını yapmalarına
çıkarmak,
neden oldu)
It’s impossible to make inferences from such a small
inference infırıns 1 n çıkarım sample.(Böylesi küçük bir örnekten çıkarım yapmak
imkansız)
electronic safety systems designed to cope with engine
cope with koup 3 vt Tackle, deal with failure (motor hatalarını halletmek üzere tasarlanmış olan
elektronik güvenlik sistemleri)
1.The technology is capable of detecting the smallest earth
1.Teşhis etmek
tremors. (Teknoloji en küçük yer sarsıntısını teşhis etme
2.keşfetmek,
detect didekt’ 2 vt kabiliyetine sahiptir.)
meydana/açığa çıkarmak
2. I thought I detected a hint of irony in her words.
(discover, determine)
(Sözlerinde bir alay emaresi keşfettiğimi sandım)

resignation rezigneyşın 2 n istifa a letter of resignation (bir istifa mektubu)


allegation e:lıgeyşın 2 n İddia (claim) She denied the latest allegations. (Son iddiaları reddetti.)
It is alleged that he mistreated the prisoners. (Onun
allege Ilec’ 2 vt İddia etmek (claim) mahkumlara kötü muamele ettiği iddia ediliyor.)
alleged Ilecd’ 2 adj İddia olunan (supposed) Alleged attacker (öyle olduğu söylenen saldırgan)
The sincerity of his beliefs is unquestionable.
sincerity Sinse’rıti . n içtenlik, samimiyet. (İnançlarındaki içtenliği tartışma götürmez.)
10

1.Could you display this poster in your window? (Bu


1.sergilemek (exhibit) posteri vitrininizde sergileyebilir misiniz?)
2. From an early age he displayed a talent for singing
2.sergilemek (his,
display displey 3 vt (Küçüklüğünden beri şarkı söyleme hususunda bir beceri
davranış, nitelik) sergilerdi)
3.göstermek (bilgisayar) 3. An error message is displayed if invalid information is
entered. (Geçersiz bir bilgi girilirse yanlış mesajı görünür)
1.a unique display of ancient artifacts (eşsiz bir antik el
1.sergi (exhibition) yapımı eşyaları sergisi)
2.gösteri (show) The costumes were placed on display at the museum.
(Kostümler müzede sergide yer aldı)
display display 3 n 3.sergileme (davranış, 2. a thrilling display of footballing skills (futbol
his, nitelik) maharetlerinin heyecanlandırıcı bir gösterisi)
4. bilgisayar göstergesi 3.Displays of emotion disgusted her. (Hissiyat
sergilemeleri onu iğrendirir.)
Consumers are getting more sophisticated and more
sophisticated Sıfis’tikeytid 2 adj Entelektüelce gelişmiş demanding. (Müşteriler gün geçtikçe daha gelişmiş/ince
zevkli ve daha talepkar oluyorlar.)
computer users with a high degree of sophistication (daha
sophistication Sıfistikeyşın n Zihnen gelişmişlik yüksek dereceli zeka/anlayış sahibi bilgisayar
kullanıcıları)
sophisticate sıfistikeyt n Anlayışça gelişmiş kişi

A law amending the Chilean constitution was approved on


Düzeltmek, değiştirmek
amend ımend’ 2 vt 22nd January. (Şili anayasasını değiştiren bir kanun 22
(doküman vs.) Ocak’ta onaylandı)
I have made several amendments to the script. (Metinde
amendment ımendmınt’ 2 n Düzeltme, değişiklik birkaç düzeltme yaptım)
I wish I could make amends somehow. (Keşke durumu bir
make amends v Durumu düzeltmek şekilde düzeltebilseydim)
There were no reports of casualties from the attack.
casualty ke:juılti n Ölü-yaralı, zayiat (Saldırıda ölü-yaralı olduğuna dair hiçbir rapor yok)
1.This is a powerful demonstration of what can be
achieved with new technology. (Bu, yeni teknoloji ile
1.gösterge neyin başarılabileceğinin kuvvetli bir göstergesidir.)
demonstration demınstreyşın 2 n
2.gösteri 2. Angry students held demonstrations in the university
square. (Kızgın öğrenciler üniversite meydanında bir
gösteri düzenlediler)

birbiri, birbirleri
You must get along with one another. (Birbirinizle iyi
one another 2 pn (Hep çekimli bir şekilde
geçinmelisiniz)
kullanılır.)
birbiri, birbirleri
They talk to each other on the phone every night. (Her
each other 2 pn (Hep çekimli bir şekilde
gece telefonda birbirleriyle konuşurlar)
kullanılır.)
I hope this isn’t another of Donald’s silly tricks. (Umarım
bu Donald’ın aptal oyunlarından bir diğeri değildir)
another ınatdhır 3 fw Bir diğer, diğer bir We’re doing a big concert tomorrow night and another one
on Saturday. (Yarın büyük bir konser vereceğiz, bir
diğerini de cumartesi)
1.companies exploring for oil (petrol arayan şirketler)
1.Keşif yolculuğuna
2. It is worth exploring other ways of dealing with this
explore iksplo:r 3 v çıkmak
problem. (Bu problemi çözmenin başka yollarını
2.araştırmak, tartışmak
araştırmaya değer.)
Exploration of the solar system began in the 19th century.
exploration eksplıreyşın 2 n Keşif, keşif yolculuğu
(Güneş sisteminin keşif yolculuğu 19. asırda başladı)
11

1.I am not very good at saving. (Para biriktirmede pek iyi


değilim)
1.biriktirmek (put aside)
2.Doctors were unable to save her. (Doktorlar onu
2.kurtarmak (rescue)
save seyv 3 v kurtarmaya muvaffak olamadılar.)
3.kaçınmak (avoid)
3.She did it herself to save argument. (Tartışmadan
4.kaydetmek
kaçınmak için kenki kendine öyle yaptı.)
4.Save data frequently (Bilgileri sık sık kaydet)
No one, save perhaps his wife, knows where he is. (Hiç
kimse, belki hanımı hariç, nerede olduğunu bilmiyor)
The room was completely dark, save for one candle burning
save, save for, hariç (except , in the corner. (Oda, köşede yanan bir lamba dışında,
seyv . prep
save that except for, except that) tamamen karanlıktı)
We know little about his childhood, save that his family
was poor. (Ailesinin fakir olduğu dışında çocukluğu
hakkında çok az şey biliyoruz)
1.She gained a first in her French degree. (Fransızca
1.kazanmak, elde etmek derecesinde bir birincilik elde etti / kazandı)
gain geyn 3 v
2.artmak 2.The Nikkei index gained 45 points. (Nikkei indeksi 45
puan arttı)
The Green Party made big gains in the local elections.
gain geyn 2 n Kazanç, artış, kâr (Yeşiller Partisi yerel seçimlerde büyük kazanç/artış
sağladı.)
1. Seek medical advice if symptoms last more than a week.
(Belirtiler bir haftadan daha fazla sürerse doktora görün
/tıbbi yardım iste)
seek/sought/ 1.istemek (ask for) seek compensation/damages/redress: The boy’s parents
si:k / so:t 3 vt
sought 2.aramak are seeking damages from the health authority. (Çocuğun
ebeveyni sağlık yetkililerinden tazminat talep ediyor)
2. Many single people are seeking that special someone.
(Birçok bekar o- özel birisi-ni arıyor)

We would like to express our wholehearted support for the


wholehearted houlha:rtıd . adj Tüm kalbiyle, tamamiyle campaign. (Kampanyaya canı gönülden desteğimizi
saygıyla ifade etmek isteriz.)
1.Önemli, kritik 1. an acute shortage of medical supplies (tıbbi stoklarda
acute Ikyu:t’ . adj
2.dar açı (900den küçük) önemli bir eksiklik)
1. I’m sure she’ll be an asset to the team. (Eminim ki
takıma bir kazanç olacak.)
1.kazanç (benefit)
asset E:set 2 n
2.malvarlığı, mal
2. Her assets include shares in the company and a house in
France. (Malvarlığı fabrikadaki hisseleri ve Fransa’da bir
evi kapsıyor)
You surely realized we were in when you saw the lights
surely şurli: 3 adv Kesinlikle (certainly) on. (Işıkların açık olduğunu gördüğünde kesinlikle bizim
içerde olduğumuzu farkettin)
He attempted to abduct two children. (İki çocuğu
abduct E:bdakt vt Adam kaçırmak (kidnap)
kaçırmaya teşebbüs etti)

The counselor may be able to facilitate communication


facilitate fısi’lıteyt 1 vt Kolaylaştırmak (ease) between the couple. (Danışman belki çift arasındaki
iletişimi kolaylaştırmayı başarabilir)
The threat of widespread famine in Africa (Afrika’daki
famine Fe:min 1 n Açlık (food shortage)
yaygın kıtlık tehditi)
1. profound questions (derin sorular)
1. Derin (deep)
profound prıfaund’ 2 adj 2. a profound change in the climate of the Earth (Dünya
2. büyük (intense)
ikliminde büyük bir değişiklik)
Politicians have condemned the attacks. (Politikacılar
condemn kın’dem 2 vt Kınamak (criticize)
saldırıları kınadılar)
Yaygın (extensive, the widespread use of antibiotics (antibiyotiğin yaygın
widespread Wayd’spred 2 adj
common) kullanımı)
12

(Kazı veya sondaj sonucu) He seems to have struck gold with his first film. (İlk
strike gold / oil strayk 3 v
maden bulmak filmiyle altın madeni bulmuş gibi gözüküyor)
1. Workers have been out on strike since Friday. (İşçiler
Cuma gününden beri dışarıda grevdeler.)
1. grev a 15-day strike over pay and poor safety conditions (ücret
strike strayk 2 n 2. saldırı (attack) ve kötü güvenlik koşulları gerekçeli 15 günlük bir grev)
3. maden bulma 2. the threat of nuclear strikes (nükleer saldırı tehditi)
3. the Lena goldfields strike of 1912 (1912’de bulunan
Lena altın yatakları)
1. Don’t allow the computer to dominate your child’s life.
(Bilgisayarın çocuğunun yaşamına hükmetmesine izin
1.Kontrol etmek (control)
verme)
2.hakim olmak (rule)
dominate da’mineyt 2 v 2. Barcelona completely dominated the first half of the
3.hakim olmak, tepeden
match. (Barselona maçın ilk yarısına tamamıyla hakimdi.)
bakmak (overlook)
3. a picturesque city dominated by the cathedral tower.
(Katedral kulesinin hakim olduğu tablosal bir şehir)
Her response was to leave the room and slam the door.
(Yanıtı odayı terk edip kapıyı çarpmak oldu)
response rispans 3 n Yanıt, karşılık (reply) In response to complaints, the company reviewed its safety
procedures. (Şikayetlere karşılık olarak şirket güvenlik
prosedürlerini yeniden gözden geçirdi)
1. The main complaint was the noise. (Ana şikayet
gürültüydü)
complaint 1.şikayet 2.Customers lodged a formal complaint about the way
kımpleynt 3 n
[about ST] 2.şikayet dilekçesi they were treated. (Müşteriler kendilerine yapılan
muamele biçimi hakkında resmi bir şikayet dilekçesi
sundular)

His headache was aggravated by all that noise. (Tüm o


aggravate e:g’rıveyt . vt Kötüleştirmek (worsen)
gürültüyle baş ağrısı daha da kötüleşti)
1.There are always plenty of vacancies for bar staff. (Bar
1.İş (job) boş-açık kadro personeli için her zaman bir sürü boş kadro vardır)
2.boş oda (otel) 2. We have no vacancies at all during July. (Temmuz
vacancy veykınsi 1 n
3.boşluk (emptiness) müddetince hiç boş yerimiz yok)
4. anlayışsızlık, boşluk 3.The vacancy of her expression. (Yüz ifadesindeki boşluk)
4.vacancy and vanity (anlayışsızlık ve kibir)
The rebels have agreed to participate in the peace talks.
Participate (in) Pa:rtisipeyt 2 v Katılmak (join, attend)
(Asiler barış görüşmelerine katılmaya karar verdiler)
You will be given the unique opportunity to study with
one of Europe’s top chefs. (Size Avrupa’nın en üst
unique Yu:ni:k 3 adj Eşsiz (sole, exceptional)
şeflerinden biriyiyle çalışmak [gibi] eşsiz bir fırsat
verilecek.)
Borç (money owing) (OPP By this time, we have debts of over £15,000. (Şu an
debt det 3 n
credit) itibariyle, borcumuz 15.000 poundu aşıyor)

abolish ıbaliş 2 vt Kaldırmak, fesh etmek This tax should be abolished. (Bu vergi kaldırılmalı)
1.He had treated her for a stomach disorder. (Bir mide
1.(Tıbbi) rahatsızlık rahatsızlığı için onu tedavi etti)
(ailment, sickness, 2. The main problem is public disorder associated with
complaint) late-night drinking. (Ana problem gece geç vakti içmekten
disorder diso:rdır 2 n
2.karışıklık, kargaşa kaynaklanan kamusal kargaşa)
(chaos, mess) 3. Everything was in disorder, but nothing seemed to have
3.darmadağın (in) (mess) been taken. (Herşey karmakarışıktı, ama hiç bir şey
alınmış gözükmüyordu.)
Sönmek, azalmak
wane weyn vt His enthusiasm was waning fast. (Şevki hızla sönüyordu)
(diminish, fade)
withdraw /
The injury has forced him to withdraw from the
withdrew / widhdro: 2 v Geri çekilmek (pull out)
competition. (Yarası onu müsabakadan çekilmeye zorladı)
withdrawn
Birazdan, çok geçmeden
before long See you before long (Birazdan görüşürüz)
(soon, shortly)
13

An alliance between the Liberal Democrats and the


Nationalists (Milliyetçiler ve Liberal demokratlar arasında
İttifak (coalition) (pact, bir ittifak)
alliance ılayıns 2 n
agreement) (partnership) Successive French governments maintained the alliance
with Russia. (Başarılı Fransız hükümeti Rusya ile ittifakı
sürdürdü.)
Cathy regarded the photo thoughtfully. (Cathy fotoğrafa
1.bakmak (stare, gaze at)
düşünceli düşünceli baktı)
regard rigard 3 vt 2.düşünmek (consider,
She regarded London as her base. (Londra’yı kendi temeli
think, take into account)
olarak düşünür)
She said nothing regarding your request. (Ricanla ilgili
hakkında, -e ilişkin (about, hiçbir şey söylemedi)
regarding rigarding 2 prep
concerning) EU regulations regarding the labelling of food (yiyecekleri
etiketlemeye ilişkin AB düzenlemeleri)
umursamaksızın (İsim ve The clup welcomes all new members regardless of age.
regardless of 2 prep cümleden önce) (Kulüp yaş sınırı gözetmeksizin tüm yeni üyeleri kabul
(irrespective of) ediyor)
her şeye rağmen; ne olursa It seemed an impossible task at times, but we carried on,
regardless rigardlis 2 adv olsun. (in spite of, despite) regardless. (Defalarca imkansız gibi gözüken bir görevdi,
(anyhow) ama biz devam ettik, aldırmayarak.)

1. We live in an expanding universe. (Genişleyen bir


evrende yaşıyoruz)
1.genişlemek (enlarge)
2. The rapidly expanding IT sector (hızla büyüyen IT
2.büyümek (increase,
sektörü)
expand ikspe:nd 3 v develop)
3. I refuse to expand any further on my earlier statement.
3.detaylı açıklamak (on)
(Önceki ifadem hususunda daha fazla detay vermeyi
4.açıp yaymak (open out)
reddediyorum.)
4. The hawk expanded its wings. (Şahin kanatlarını açtı)
Düzlük (tarla, gökyüzü, Vast expanses of farmland (çiftlik alanının geniş
expanse ikspe:ns . n
deniz vs) (vastnes) düzlükleri)
genişleme (growth, We plan to continue our expansion programme.
expansion ikspe:nşın .
increase, development) (Genişletme programımıza devam etmeyi planlıyoruz)
This budget will have an expansionary affect on the
Büyümeyi sağlayıcı,
expansionary ikspe.n’şınıri . n economy. (Bu bütçe ekonomi üzerinde büyütücü bir etkiye
büyütücü
sahip olacak)
The government was criticized for the way it handled the
crisis. (Hükümet krizle mücadele yöntemi nedeniyle
eleştirildi)
1. halletmek, ile uğraşmak
The newer computers can handle massive amounts of data.
(deal with)
handle hendıl 3 vt (Daha yeni olan bilgisayarlar devasa miktardaki bilgiyle
2.ticaretini yapmak
uğraşabiliyorlar)
(özellikle yasadışı)
2. He denied burglary but admitted handling stolen goods.
(Hırsızlığı reddetti ama çalıntı altın ticareti yaptığını
kabul etti.)

1.Her paper discusses the likely impact of global warming.


1.etki (affect) (Makalesi global ısınmanın olası etkilerini tartışıyor)
impact impe:kt 3 n
2.çarpışma (crash) 2.The missile does not explode on impact. (Roket
çarpışmayla patlamıyor.)
Jenny felt a sudden impulse to play some music. (Jenny
biraz müzik çalmak için ani bir dürü hissetti)
impulse impals 1 n güdü, dürtü (drive)
Acting on impulse, he knocked on her door. (İçgüdüsel bir
hareketle, kapıyı çaldı)
The rebels have agreed to participate in the peace talks.
participate in partisipeyt 2 v Katılmak (join)
(Asiler barış görüşmelrine katılmaya karar verdiler)
We would like to see more participation by younger
participation partisipeyşın 2 n Katılma, dahil olma people. (Genç insanların daha fazla katılımını görmekten
memnun oluruz)
1.sahte (false) 1.fake passport/visa/document (sahte pasaport/vize/ belge)
fake feyk . adj 2.yapmacık, sahte 2. a fake smile, fake emotion (sahte bir gülümseme, yapay
(pretend) his)
14

1.A crowd gathered outside the hotel. (Bir kalabalık otelin


dışında toplandı)
1.toplanmak (meet) 2. I gather up the prescription and follow him to the door.
2.toplamak (collect) (Reçeteyi alır onu kapıya kadar takip ederim)
gather ge:dhır 3 v
3.anlamak (understand) 3.From what I can gather, she’s madly in love with him.
4.katlamak (fold) (Anlayabildiğim kadarıyla ona deliler gibi aşık)
4. Gathering her robe around her, Maria ran upstairs. (Maria
kaftanini toparlayarak yukarı koştu)
1.gerektirmek, istemek 1.Expertise involves practice (Ustalık pratik ister.)
2. (in) -e karıştırmak, -e 2.Don't involve me in your illegal activities. (Beni yasadışı
involve inva:lv 3 v bulaştırmak, -e sokmak işlerine bulaştırma.)
3. içermek, kapsamak 3.This problem involves other problems. (Bu sorun başka
sorunları içeriyor.)
1.-e karışmak 1.She was once involved in a scandal. (Bir zamanlar bir
to be involved in V 2. ile meşgul olmak, ile skandala karışmıştı)
uğraşmak 2. He's involved in a new project. (Yeni bir projeyle meşgul.)
Angela told me that she was involved with someone else.
to be involved with v ile aşk ilişkisi olmak
(Angela bana başka birisiyle ilişkisi olduğunu söyledi)
He was imprisoned for his involvement in a plot to
involvement invalvmınt 3 n 1.ilişki (bağlı) overthrow the government. (Hükümeti devirmek için bir
entrika ile ilişkisi olduğundan tutuklandı)

1. It was undoubtedly a genuine 18th century desk. (O


1.gerçek, otantik, sahte değil
şüphesiz gerçek bir 18 yüzyıl çalışma masasıydı)
genuine cenyuin 2 adj (authentic)
2.Morley looked at her with genuine concern. (Morley ona
2.samimi, içten (sincere)
samimi bir ilgi ile baktı)
The letter is certainly authentic. (Mektup kesinlikle orjinal)
authentic o:thentik 1 adj gerçek (Genuine, true) The restaurant serves authentic Italian meals (Lokanta
otantik İtalyan yemeklerini sunuyor)
1. artış, patlama the economic boom of the 1980s (1980’lerin ekonomik
boom bu:m 2 n
2.patlama sesi patlaması) boom years (ekonomik patlamanın olduğu yıllar)
Under current legislation, factories must keep noise to a
legislation lecısleyşın 3 n Yasa veya bir dizi yasa minimum. (Hali hazırdaki yasalar gereğince, fabrikalar
gürültü miktarını bir minimumda tutmalılar)
prosperity prasperıti 1 n Refah (wealth) a time of national prosperity (bir milli refah zamanı)

The company is keen to develop its own expertise in the


area of computer programming. (Şirket bilgisayar
expertise ekspırti:z 2 n Uzmanlık (proficiency)
programlama alanındaki uzmanlığını geliştirmeye çok
hevesli)
1.I’m assuming everyone here has an email address.
(Burada herkesin bir elektronik postası olduğunu
1.Varsaymak (suppose) varsayıyorum)
2.başlatmak (take on) 2. She has been invited to assume the role of mentor.
assume ısyu:m 3 v
3.devralmak, ele geçirmek (Rehber hoca rolünü başlatmak için davet edildi)
(seize) 3. He assumed full responsibility for all organizational
work. (Tüm örgütsel çalışmaların tam sorumluluğunu
devraldı)
Assuming your calculations are correct, we should travel
assuming ısyu:ming 1 conj Varsayarsak (if) northeast. (Hesaplarınızın doğru olduğunu varsayarsak,
kuzeydoğuya yol almalıyız)
Your argument is based on a completely false assumption.
Varsayımn (hypothesis,
assumption ısampşın 2 n (Argümanların tamamıyla yanlış bir varsayım üzerine
supposition)
kurulmuş)
nationwide neyşınveyd 1 adv Ülke çapında a nationwide protest/strike (ülke çapında bir protesto / grev)
infant infınt 2 n bebek infant care / behaviour (çocuk bakımı / davranışı)
15

vaccination ve:ksıneyşın . n Aşı, aşılama a measles/polio vaccination (bir kızamık/çocuk felci aşısı)
These enzymes are important in the combat against bacteria. (Bu
combat kambe:t 1 n savaş
enzimler bakterilere karşı savaşta önemli)
Supplementary information / income / budget package (Ek bilgi / gelir
supplementary saplimentri: . adj Ek (additional)
/ bütçe paketi)
We’re hoping, eventually, to create 500 new jobs. (Eninde sonunda
Eninde sonunda, nihayet 500 yeni meslek oluşturmayı ümit ediyoruz)
eventually ivençuıli 3 adv
(finally) ‘Did they ever pay you?’ ‘Eventually, yes.’ (Sana hiç para ödediler
mi? Sonunda, evet)
Nihai, en son (ultimate, his eventual capture and imprisonment (en son yakalanması ve
eventual ivençuğıl 1 adj
final) mahkumiyeti)

1. High tides are eroding the coast. (Gel-git gelişleri sahili aşındırıyor)
a plan to plant more trees before the soil erodes even further (toprak
1. [jeol] aşınmak, daha fazla aşınmadan daha fazla ağaç dikmek için bir plan)
aşındırmak 2. It is feared that international institutions may erode national
erode iroğd 1 v
2. azaltmak / azalmak sovereignty. (Uluslararası müesseselerin ulusal egemenliği
(reduce) azaltacağından korkuluyor.)
Western support for Yeltsin was slowly eroding. (Batının Yeltsine
desteği yavaş yavaş eriyor / azalıyor)
1.It was still dark when the helicopter plunged 500 feet into the sea.
1.düşmek (fall, drop) (Helikopter 500 fitten denize çakıldığında hala karanlıktı)
2.azalmak, düşmek (fiyat, 2. The temperature is expected to plunge below zero degrees
sıcaklık vs) overnight. (Sıcaklığın gece boyu sıfır derecenin altına düşmesi
plunge planc 2 v
3.kontrolsüzce ve aniden bekleniyor)
fırlamak, zıplamak, 3. The horse plunged and reared. (At şaha kalktı ve kişnedi)
hareket etmek He plunged towards the door and wrenched it open. (Kapıya doğru
fırladı ve çekerek açtı)
1. This was not the time to be plunging into some new business
venture. (Yeni bir iş teşebbüsüne dalıyor olmanın hiç de vakti değildi)
2. He plunged his arm into the sack once more. (Kolunu bir kez daha
çuvala daldırdı)
1.bir işe dalmak
3.The city was plunged into total darkness when the entire electrical
2.daldırmak, sokmak
system failed. (Bütün elektrik sistemi çökünce, şehir tümden karanlığa
Plunge into 2 v 3.-e gömülmek, gark
gömüldü)
olmak
The country is plunging into recession once more. (Ülke bir kez daha
4.suya vs. dalmak
ekonomik sıkıntıya gark oldu)
4. Four police officers plunged into freezing water to rescue a man
yesterday. (Dün dört polis memuru bir adamı kurtarmak için
dondurucu suya atladı.)
1.the plane’s plunge into the sea (uçağın denize düşüşü)
plunge n 1.dalma 2.düşme, azalma
2.the plunge in oil prices (petrol fiyatlarındaki düşüş)
Take the plunge v Cesur bir adım atmak

the Serengeti Plains in East Africa (Doğu Afrika’daki Serengeti


plain pleyn 2 n Düzlük, ova
düzlükleri)
1.açık, anlaşılabilir (clear,
1. Hugh’s message was short, but the meaning was plain enough.
simple, basic)
(Hugh’sın mesajı kısaydı ama anlamı yeterince açıktı.)
plain pleyn 2 adj 2.sıradan, sade (ordinary, not
2. a plain wooden table (basit/sade bir tahta masa)
beautiful)
3. a plain answer (dobra / dürüst bir cevap)
3.dobra (obvious)
Şart, koşul (conditions, 1.He had little choice but to accept their terms. (Şartlarını kabul
terms törms 3 n
provisions) etmekten başka hemen hiç seçeneği yoktu)
1.She went to visit him in hospital at every opportunity. (Her
1.fırsat (chance) fırsatta onu ziyarete hastaneye gitti)
opportunity apırçiu:nıti 3 n
2.iş imkanı 2.There are good opportunities in the hotel business. (Otel
sektöründe iyi iş imkanları var)
1. It’s all a thorough nuisance. (O tam bir baş belası)
1.Tam (complete)
thorough Tharo /tharı 1 adj
2.sistematik (methodical)
2.She has a thorough understanding of the business. (Sistematik
bir iş anlayışına sahip)
16

1.I don’t think your mother has the right to interfere in our affairs.
1.karışmak (Annenin işlerimize karışmaya hakkı olduğunu sanmıyorum)
Interfere with intırfiğır 2 vt
2.kurcalamak 2. I saw him interfering with the smoke alarm. (Onu duman alarmını
kurcalarken gördüm)
They expressed resentment at outside interference in their domestic
interference intırfiğırıns 2 n Müdahele (intervention) affairs. (İçişlerine dışarıdan müdahele edilmesi hususundaki öfkelerini
beyan ettiler.)
1. My brother was studying to be a church minister, but the Second
World War intervened. (Kardeşim bir baş rahip olmak için
1.araya girmek (occur,
çalışıyordu, fakat II. Dünya savaşı araya girdi.)
happen)
intervene İntırvi:n 1 vt Several months intervened before we met again. (Yeniden
2.-e karışmak, müdahele
karşılaşmadan once bir kaç ay geçti / araya girdi)
etmek (interfere)
2. Police had to intervene when protesters blocked traffic.
(Protestocular trafiği kapayınca polis araya girdi/müdahele etti)
We do not need further government intervention. (Daha fazla hükümet
intervention intırvenşın 1 n Müdahele (interference)
müdahelesine ihtiyacımız yok)
We had the usual family quarrel about who should take the dog out.
Tartışma, kavga (argument,
quarrel kwarıl 1 n (Köpeği kimin dışarı çıkaracağı hakkında geleneksel bir aile kavgamız
dispute, fight)
vardı)

1. He turned his head to address me. (Bana hitap etmek için kafasını
çevirdi)
1. konuşmak, konuşma yapmak
2. All enquiries should be addressed to head office. (Tüm sorular idari
address ıdres 2 v 2.yönlendirmek
ofise yönlendirilmeli)
3. yollamak, yazmak
3. This letter is addressed to Alice McQueen. (Bu mektup Alice
McQuenn’e yazılmış
2. The president is to deliver a televised address to the country.
address ıdres 3 n 1.adres 2.konuşma, demeç
(Başkan ülkeye hitaben bir televizyon konuşması yapacak)
1.The report makes unfavourable comparisons with the system used in
France. (Rapor Fransa’da kullanılan sisteme ilişkin istenmeyen
1.olumsuz, ters (adverse) karşılaştırmalar yapıyor)
unfavorable anfeyvırıbıl . adj
2.elverişsiz, uygun olmayan 2. They had finally gained independence, but on very unfavourable
terms. (Nihayet bağımsızlıklarını kazandılar, ama çok elverişsiz
koşullarla)
Your argument presumes that everyone understands the issue.
presume prizyu:m 1 v varsaymak (assume)
(Argümanınız herkesin meseleyi anlamış olduğunu varsayıyor.)
1. a presumption of innocence (bir masumiyet varsayımı)
1.varsayım (assumption)
presumption prizampşın . n
2.kendini beğenmişlik
2. She was enraged at his presumption (Kibirli tavırlarına çok
sinirlendi)

Who could have foreseen such problems? (Kim böylesi problemleri


foresee Forsi: . v Önceden görmek (predict)
önceden tahmin edebilirdi / ki?)
The courts cannot deprive me of the right to see my child. (Mahkeme
deprive SO of diprayv 1 vt -den mahrum etmek
beni, çocuğumu görmek hakkından mahrum edemez)
deprived diprayvt 1 adj Yoksun, mahrum people living in deprived area (yoksun bölgelerde yaşayan halk)
Yetkinlik, verimlilik The inspectors were impressed by the speed and efficiency of the new
efficiency ifişınsi 2 n
(competence) system. (Müfettişler yeni sistemin hız ve verimliliğnden etkilendiler)
1.baraj, set, su bendi
dam De:m . n 1. Build a dam across the river (Nehrin önüne bir set yap)
2.anne at, anne koyun
17

He possesses two cars. (İki arabası var.)


sahip olmak, -si olmak:
possess pızes 3 vt They do not possess the necessary technical knowledge. (Gerekli
(have, own)
teknik bilgiye sahip değiller.)
1. That temper of yours is going to get you into trouble. (Senin bu
çabuk öfkelenme huyun başını belaya sokacak)
2. He seems to be in a good temper. (Havasında gözüküyor)
1.çabuk öfkelenme huyu 3. be in a temper: He doesn’t mean what he says when he’s in a
2.hava, huy temper (Öfke nöbetine girdiğinde söylediklerinde aslında öyle demek
temper tempır 2 n 3.anlık öfke, öfke krizi istemiyordur)
4.sertlik esneklik derecesi have a short temper: He’s not a bad boss, but he has a short temper.
(demir vs için) (Kötü bir patron değil ama çabuk öfkeleniyor)
get/fly into a temper: When she refused to help, he flew into a temper.
(Yardım etmeyi reddedince öfke krizine girdi)
She hardly ever lost her temper. (Hiç öfkeye kapılmaz)
1.dengelemek, nötralize etm. 1.Their idealism is tempered with realism. (İdealizmleri realism ile
temper tempır v etkisini azaltmak dengeleniyor) hot, sunny days tempered by a light breeze (hafif bir
2.akort etmek rüzgarla etkisi azalmış sıcak, güneşli günler)
out of temper Öfkeden deliye dönmüş He was out of temper. (Öfkeden deliye dönmüştü)
Asabi, uzlaşmaz, huysuz
In a heatwave many people become increasingly bad-tempered. (Bir
bad-tempered adj (irritable, complaining,
sıcak hava dalgasında çoğu insan ziyadesiyle huysuzlaşır)
disagreeable)

1. Rent is our biggest expense. (Kira en büyük harcamamız)


1.harcama (expenditure)
2. A powerful computer is worth the expense if you use it regularly.
2.eder, paha, fiyat (cost)
expense ikspens 3 n (Kuvvetli bir bilgisayar, eğer düzenli kullanıyorsan, fiyatına değer)
3.harcama, gider (çoğul, -s)
3. The company pays all our expenses.(Şirket tüm harcamaları
(expenditure)
karşılamaktadır)
a conclusive proof that he was the murderer (Katilin o olduğuna ilişkin
conclusive kınklu:siv 1 adj kesin, kat’i, son, nihai
kesin bir kanıt) conclusive evidence (kesin / nihai kanıt)
Annual rainfall was lower last year than ever before. (Yıllık düşen
rainfall reynfo:l . n Yağış miktarı
yağış miktarı geçen yıl daha önce olmadığı kadar azdı)
1. I’m not sure how they are able to afford such expensive holidays.
1.güç yetirebilmek (ekonomik) (Böylesi pahalı tatillere nasıl güç yetirebiliyorlar emin değilim)
afford ıford 3 vt
2.sağlamak, temin etmek 2. The vaccination also affords protection against polio. (Aşı aynı
zamanda çocuk felcine karşı koruma sağlar)
acquire a bad reputation (kötü bir şöhret kazanmak.)
1. elde etmek, edinmek,
Any drug user who shares a needle is at risk of acquiring AIDS. (Tek
acquire ıkwayr 2 vt almak, kapmak.
iğneyi paylaşan herhangi bir uyuşturucu kullanıcısı AIDS kapma riski
2. kazanmak
altındadır)

Uygulamak, tatbik etmek


carry out 3 phv
(do, perform, accomplish)
1.She carried out a new scheme. (Yeni bir projeyi tatbik etti)
1.Gözden kaybolmak 1.One moment she was there, the next she got vanished. (Bir an
(disappear) oradaydı, sonra yok oluverdi)
vanish veniş 2 vi
2.yok olmak 2. Humanitarian ideals seem to have totally vanished. (İnsancıl
(become extinct) idealler tümüyle yok olmuş gözüküyor)
The weather deteriorated rapidly so the game was abandoned. (Hava
deteriorate ditiriyıreyt 1 vt Kötüleşmek (worsen)
hızla bozdu/kötüleşti bu yüzden oyun terkedildi)
1.Commit a crime / suicide / murder / a robbery (Bir suç işlemek /
1.bir suç vs işlemek intihar etmek / cinayet işlemek / bir soygun yapmak),
2.söz vermek 2. I do not want to commit to any particular date. (Herhangi bir tarih
3.zorlamak, mecbur etmek için söz vermek istemiyorum)
(oblige, compel) 3.The agreement commits them to a minimum number of
commit kımit’ 3 v 4.uzun vadeli bir ilişkiye performances per year. (Anlaşma onları her yıl minimum bir rakama
kara vermek mecbur diyor)
5.cezaevine/hastaneye/tımar- 4.He’s not ready to commit. (Henüz ciddi bir ilişkiye karar vermeye
haneye yollamak […SB to hazır değil)
SW] 5. The judge committed the men to prison for contempt of court.
(Yargıç adamları mahkemeye saygısızlıklarından dolayı hapse yolladı)
Bir şeyin noksanlığı,
lack of ST 3 n lack of support (destek yoksunluğu) lack of interest (Ilgisizlik)
eksikliği / -sizlik
18

1. teslim etmek (put forward, 1. The plans will be submitted next week. (Planlar gelecek hafta teslim
present) edilecek)
2. teslim olmak (surrender, 2. In the end, they submitted to the Americans. (Sonunda Amerikalılara
submit sıbmit 3 v
give in) teslim oldular)
3. (kanun vs) uymak 3. All countries in the European Union must submit to its laws.
4. ifade vermek (mahkeme vs) (Avrupa Birliğindeki tüm ülkeler onun kanunlarına uymak zorundadır)
1. We may never find out the truth about what happened. (Ne olduğu
1.öğrenmek, farketmek
hakkındaki gerçeği asla öğrenemeyebiliriz.)
(realize, learn, discover)
find out 3 v
2 ortaya çıkarmak (reveal,
2. It was only a matter of time before someone found him out. (Birisinin
onun ne menem birisi olduğunu ortaya çıkarması artık sadece bir an
expose, uncover, unmask)
meselesiydi)
Bob plans to take retirement at age 50. (Bob 50 yaşında emekli
retirement ritayırmınt 1 n emeklilik
olmayı planlıyor)
2.The train station has an electronic board showing all departure times.
1.tahta (Tren istasyonu tüm kalkışları gösteren elektronik bir ilan panosuna
2.ilan tahtası (pano) sahip)
board bo:rd 3 n 3.(yönetim) kurulu 3.The local school board is trying to raise teachers’ salaries. (Yerel
4.yemek (otel vs gibi okul yönetim kurulu öğretmenlerin maaşlarını arturmaya çalışıyor)
yerlerde) 4. She gets £70 a week plus board and lodging. (Haftada 70 Sterlin
alıyor, artı yemek ve yatacak )
yeterli, kafi (enough, The big house is perfectly adequate for just the two of us. (Büyük ev
adequate e:dikvıt 3 adj
sufficient) sadece ikimize tam anlamıyla kafi gelir)

Approximately 60000 people filled the stadium. (Yaklaşık 60000 insan


approximately ıpraksimıtli 2 adv Yaklaşık (roughly)
stadyumu doldurdu)
1.belirsiz, net olmayan, Witnesses gave only a vague description of the driver. (Tanıklar
vague veig 2 adj
bulanık, şüpheli sürücünün sadece belirsiz bir eşkalini verdiler.)
She would be addressing an audience of three thousand teachers. (Üç
audience Oğdiıns 3 n Dinleyici, seyirci vs.
bin öğretmenden oluşan bir dinleyici grubuna hitap ediyor olacaktı)
Our target audience has always been the affluent under 30s. (Bizim
target audience 3 ph Hedef kitle
hedef kitlemiz her zaman 30 yaşın altındaki varlıklı insanlar olmuştur)
1.zorunlu, çok önemli (vital,
crucial, essential, Long-term investing is risky, and careful planning is imperative. (Uzun
imperative imperıtiv . adj
necessary) vadeli yatırım yapmak riskli, ve dikkatli planlama yapmak zorunludur.)
2.emredici (grammar vs)
Solidarity between rich and poor nations is a moral imperative.
imperative imperıtiv . n zorunluluk
(Zengin ve yoksul arasındaki dayanışma bir ahlaki zorunluluktur.)

1.taslak, müsvedde (outline)


I showed David a draft of the letter and he suggested a few changes.
draft dra:ft 2 n 2.askere alma (conscription)
(Mektubun taslağını David’e gösterdim, bir kaç değişiklik tavsiye etti)
3.içki
1.The government’s first task was to draft a new constitution for the
1.taslak çıkarmak country. (Hükümetin ilk işi ülke için yeni bir anayasa taslağı
draft 2 v
2.askere almak (into) hazırlamak oldu)
2.He was drafted into the army in 1942. (Orduya 1942’de alındı)
1. She won a scholarship to Oxford. (Oxford için bir burs kazandı)
1.burs
scholarship skalırşip 1 n 2. The universities have a tradition of specialized scholarship.
2.ilim, akademik çalışma
(Üniversiteler ihtisaslaşmış ilmi çalışma geleneğine sahiptirler)
Fazlalık (superflous), Computers have made our paper records redundant. (Bilgisayarlar
redundant ridandınt 2 adj gereğinden fazla, gereksiz kağıt kayıtlarımızı gereksiz yaptı)
(unnecessary) redundant workers (fazlalık olan işçiler)
5,000 miners were made redundant when the tin market collapsed.
to be made redundant 2 İşten çıkarılmak
(Teneke piyasası çökünce 5000 madenci işten çıkarıldı)
19

Victims of the world’s largest industrial accident were paid $470


compensation kampınseyşın 2 n tazminat (damages) million compensation. (Dünyanın en büyük endüstri kazasının
kurbanlarına 470 milyon dolar tazminat ödendi)
1.a flexible rubber strip (esnek bir plastik/silgi dilimi)
1.elastik, esnek
flexible fleksıbıl 2 adj 2.A more flexible approach to childcare arrangements is needed.
2.esnek, uyum sağlar
(Çocuk bakıcılığı düzenlemelerine daha esnek bir yaklaşım gerekmekte)
Stronger measures have to be taken to bring down unemployment.
take measures Önlem almak
(İşsizliği azaltmak için daha kuvvetli tedbirler alınmak zorunda)
This programme could not have been successful without Ken’s valuable
1.Katkı
contribution kantribyuşın 3 n contribution. (Bu program Ken’in kıymetli katkıları olmaksızın –
2.gazete’de makale vs.
muhtemelen- başarılı olmazdı.)
Kesinti, sonraki bir yarar için Pension contributions have risen steadily over the last few years.
contributions kantribyuşın 3 n
düzenli ödenen para (Emeklilik kesintileri son yıllarda düzenli olarak yükselmiştir)

1.doğal manzara 1. Switzerland has some spectacular scenery. (İsviçre bazı harikulade
scenery si:nıri 1 n
2.tiyatro dekor manzaralara sahiptir)
1. He had received death threats. (Ölüm tehditleri almıştı)
1.tehdit (warning, menace) 2.a threat to freedom/democracy (demokrasiye / özgürlüğe bir
threat thret 3 n
2.tehlike (danger, hazard) tehdit/tehlike) He saw the other man as a real threat to his marriage.
(Diğer adamı evliliği için bir tehdit/tehlike olarak görüyordu)
1. He works in construction. (İnşaat işinde çalışıyor) The dam is still
under construction. (Baraj hala inşa halinde/yapım aşamasında) The
cathedral is a fantastic modern construction. Katedral harika bir
1. yapı, inşaat.
modern yapı)
2. yorum, tefsir.
construction kınstrakşın 3 n 2. We both heard what he said, but she put quite a different
3. dilbilgisi yapı
construction on it. (İkimiz de ne dediğini işittik ama o (bayan) sözü
4. geometri çizim.
epey farklı bir yorumladı.)
3. difficult grammatical constructions (zor gramatik yapılar)

1. Do you have any concrete evidence to support these allegations?


1. somut. (Bu varsayımları desteklemek için herhangi bir somut kanıtınız var
concrete kankri:t 2 adj
2. beton. mı?)
2. ugly concrete tower blocks (çirkin beton kule şeklinde bloklar)
1.Try not to seem too willing to help. (Yardım etmeye çok hevesli
1.gönüllü, hevesli (keen)
willing willing 3 adj değilmişsin gibi gözükmeye çalış)
2.içten (ready)
2. a willing helper/partner/volunteer (içten bir yardımcı/ortak/gönüllü)

1.That’s a dangerous place to overtake. (Sollamak için tehlikeli bir yer)


2. The women students seem to be overtaking the men. (Bayan
1.geçmek, sollamak (pass)
overtake ovırteyk 1 v öğrenciler erkekleri geçmiş gözüküyor)
2.geçmek
Sales look like overtaking last year’s total. (Satışlar geçen yılın
toplamını sollamış gibi gözüküyor)
1. Gibraltar was taken over by Spain in 1462. (Gibraltar’ın kontrolü
1.kontrolünü almak
1462’de İspanya’nın eline geçti)
take over teyk ovır (conquest)
2. Can you take over the cooking while I walk the dog? (Ben köpeği
2.yerini almak, devralmak
gezdirirken sen pişirme işini devralır mısın?)
1. The court will undertake a serious examination of the case.
(Mahkeme davanın ciddi bir incelenmesini üstlenecek)
1.üzerine almak, üstlenmek 2. It is one of the largest dam projects ever undertaken. (Bu şimdiye
undertake andırteyk 2 v 2.bir işe başlamak kadar başlanan en geniş baraj/set projelerden biri)
3.söz vermek 3. To join the club, you have to undertake to buy a minimum of six
books a year. (Kulübe katılmak için, yılda en az 6 kitap almayı taahhüt
etmelisin)
The new fossil finds may tell us more about human evolution. (Yeni
evolution i:vulu:şın 2 n Evrim (development) fosil bulguları bize insanlığın evrimi hakkında daha fazla bir şeyler
söyleyebilir)
A second game will be played to determine the outcome. (İkinci bir
outcome 3 n Sonuç (result, ending)
oyun sonucu saptamak için oynanacak)
20

-den dolayı, yüzünden


She can’t work much on account of the children. (Çocuklar-ı yüzünden
on account of 3 (owing to, because of, due
çok çalışamıyor)
to, through)
asla, katiyen (by no means,
On no account should the soldiers be blamed for what happened.
on no account 3 under no circumstances, in
(Hiçbir surette askerler olanlardan dolayı suçlanmamalı)
no way)
1. leğen [BrE]
2.a yacht basin (bir yat limanı)
2. liman, havuz.
basin beysin 2 n 3.the Amazon Basin (Amazon Havzası)
3. havza.
4.the Pacifik Basin (Pasifik Havzası / Çukuru)
4. çukur, havza (sink)
1.a burial chamber (bir defin odası) gas chamber (gaz odası)
1. oda (room)
2. The members left the council chamber. (Üyeler konsey kamarasını
2. kamara, yasama meclisi
terkettiler) The senate / House chamber (Senato /Meclis Kamarası)
(assembly room)
3. the chambers of the heart (kalp boşluğu) the chamber of a gun (bir
chamber çembır 2 n 3. makine,insan, bitki vs.
silahın mermi yatağı) the rocket’s combustion chamber (roketin yanma
yatak, boşluk, bölme (hollow)
boşluğu/odası)
4. kapalı boşluk (hollow)
4.They found themselves in a vast underground chamber. (Kendilerini
5. yatak odası, özel oda [eski]
geniş bir yer altı boşluğunda buldular)
başlıca, çoğunlukla, daha çok We are chiefly concerned with improving educational standards. (Biz
chiefly çi:fli 1 adv
(primarily, mainly) çoğunlukla eğitim standartlarını geliştirmeyle ilgileniyoruz)

ayar etmek, ayarlamak Watch out for sharp bends and adjust your speed accordingly. (Keskin
adjust ıcast 2 v
(regulate) virajlara dikkat et ve hızını duruma göre ayarla)
[bir şeye, bir şey yapmaya]
It took her a while to adjust to living alone after the divoce.
adjust to ST / doing ST 2 v alışmak (get used to, become
(Boşanmadan sonra yalnız yaşamaya alışması biraz zaman aldı)
accustomed to)
1. Nothing can alter the fact that we are to blame. (Hiçbir şey bizim
1. değiştirmek (change,
suçlanmamız gerektiği gerçeğini değiştiremez)
alter oltır 2 v modify)
2. Property price did not significantly alter during 1999. (Emlak
2. değişmek.
fiyatları 1999 yılı müddetince önemli bir miktar değişmedi.)
1.This poster is offensive and degrades women. (Bu poster saldırgan
1. aşağılamak (disgrace)
ve kadınları aşağılıyor.)
2. bozmak (decay)
degrade digreyd . v
3.bileşenlerine ayırmak
2. Under no circumstances can the quality of nursing be allowed to be
degraded. (Hiçbir koşulda hemşireliğin kalitesinin bozulmasına izin
[kimya]
verilemez)
1.to gain a high level of competence in English (İngilizce’de yüksek
1. yeterlik, kifayet bir seviyede yeterlik kazanmak)
competence
kampitıns 2 n 2. yetenek. 2.The syllabus lists the knowledge and competences required at this
[+in] 3. ehliyet, yetki. level. (Özet, bu seviyede gerekli olan bilgi ve yeteneği listelemektedir.)
3.the competence of the court (mahkemenin yetkisi / ehliyeti)

She is not very consistent in the way she treats her children.
consistent kınsistınt 2 adj tutarlı.
(Çocuklarına davranış biçiminde tutarlı değil)
Early warnings of rising water levels prevented another major
catastrophe kıte:strıfi . n afet, felaket (disaster) catastrophe. (Su seviyesi yükselmesi hususndaki erken uyarı diğer bir
büyük felaketi engelledi)
exceed iksi:d 2 v geçmek, aşmak. The price will not exceed $100. (Fiyat 100$ aşmamalı)
fazlasıyla, çok, son derece
exceedingly iksi:dingli . adv You are extremely old. (Sen son derece yaşlısın)
(extremely)
büsbütün, tamamıyla,
entirely intayırli: 3 adv That’s an entirely different matter. (Bu tamamiyle başka bir mesele)
tamamen. (completely)
21

1. bölmek, ayırmak (split, 1.The issue has divided the country. (Mesele ülkeyi böldü)
divide divayd 3 v separate) 2.The cells began to divide rapidly. (Hücreler hızla bölünmeye
2. bölünmek, ayrılmak başladı)
[+between/among SB] Jack divided up the rest of the cash. (Jack paranın geri kalanını
divide ST up/out 3 v paylaştırmak, üleştirmek, paylaştırdı / dağıttı)
taksim etmek (share) We divided the work between us. (İşi aramızda paylaştık)
persuade pırsweyd 3 v İkna etmek Please try to persuade him. (Lütfen çabala ve onu ikna et)
1. A country struggling for independence (bağımsızlık için çabalayan
1.çabalamak [+for] bir ülke)
2.güçlükle ilerlemek 2. Paul struggled out of his wheelchair. (Paul çabalayarak tekerlekli
struggle stragıl 2 v
3.ile/karşı mücadele etmek sandalyesinden çıktı)
(with/against) 3. He struggled against cancer for two years. (İki yıl boyunca kanserle
mücadele etti / kansere karşı savaştı)
1.a struggle for freedom (bir özgürlük mücadelesi)
1.çaba, mücadele [+for]
struggle stragıl 2 n 2.It was a real struggle to be ready on time. (Zamanında hazır olmak
2.güçlük, zorluk
gerçek bir zorluktu)

Uygun (suitable) [+for] Jeans are not appropriate for a formal party. (Kot resmi bir parti için
appropriate ıproupriıt 2 adj
(OPP inappropriate) uygun değildir)
1.He was accused of appropriating club funds. (Klüp parasını kendi
çıkarına kullanmakla suçlanıyor.)
1.Kendi çıkarına kullanmak
appropriate ıproupriyeyt . v 2.Five million dollars has been appropriated for research into the
2.ayırmak, tahsis etmek
disease. (Beş milyon dolar hastalık hakkındaki araştırmaya tahsis
edilmiştir.)
1.Intuition told her that he had spoken the truth. (Sezgileri adamın
1.Sezgi, iç güdü (instinct) doğruyu söylediğini söylüyordu)
intuition intyuşın . n
2.his 2.I had an intuition that something awful was about to happen. (İçimde
kötü bir şeyler olmak üzere olduğuna dair bir his vardı)
She was reluctant to discuss the case in any detail. (Meseleyi herhangi
reluctant rilaktınt 2 adj gönülsüz, isteksiz.
bir şekilde teferruatıyla tartışmak hususunda isteksizdi)
yerine getirmek, uygulamak, Attempts to implement change have met with strong opposition.
yapmak (carry out, do) (Değişiklik yapma teşebbüsleri sert muhalefetle karşılaştı)
implement implımınt 2 vt (yasa, karar v.b.'ni) The agreement was signed but its recommendations were never
yürürlüğe koymak (put into implemented. (Anlaşma imzalandı ama tavsiyeleri asla yerine
practise) getirilmedi)

yanmak; yakmak (be on fire) Demonstrators burned flags outside the embassy. (Göstericiler elçilik
burn börn 3 v
; (destroy by fire) önünde bayrak yaktı)
We’re delighted with our new grandson. (Yeni torunumuza çok
-e çok sevinmiş, ile mutlu (+ sevindik)
delighted with dilaytid 3 adj
with) (+ to do) I was delighted to see my old friends again. (Eski arkadaşlarımı
yeniden görmekten dolayı mutluydum.)
1. değer biçmek, kıymet
1.He assessed their house at ten thousand dollars. (Evlerine on bin
takdir etmek (measure)
dolar değer biçti.)
2. (para miktarını) tayin
2.Have you assessed the amount of the damage? (Zararın miktarını
assess ıses 2 vt etmek, hesaplamak
hesapladınız mı?)
3. değerlendirmek, bir şeyin
3. We tried to assess his suitability for the job. (İşe uygunluğunu
niteliğini tayin etmek
değerlendirmeye çalıştık)
(evaluate, judge)
1.They have not made any effort to integrate the local community.
1. bütünlemek/bütünleşmek (Yerel topluluk ile bütünleşmek için hiç bir çaba göstermediler)
integrate intigreyt 2 v 2. [+with] ile birleştirmek. 2.These programs can be integrated with your software. (Bu
3. [+into] -e katmak programlar senin yazılımın ile birleştirilebilir.)
3.He integrated the letters into his book. (Mektupları kitabına kattı.)
It was very considerate of you to include me. (Beni dahil etmen çok
considerate kınsidırıt . adj Düşünceli, nazik (thoughtful)
düşüncelice bir davranıştı.)
22

1.The tests confirm the existence of a brain tumour. (Testler bir beyin
1. varlık, varoluş. tümörünün varlığını doğruluyor.)
existence igzistıns 3 n
2. hayat, yaşam. 2. We led a poor but happy enough existence as children. (Biz
çocukken fakir fakat yeterince mutlu bir yaşam sürdük)
We felt her absence. (Yokluğunu hissettik.)
absence e:bsıns 3 n yokluk; bulunmama He returned after an absence of five months. (Beş aylık bir aradan
sonra döndü.)
1. When confronted with the documents, Hunter admitted the charges
against him.(Belgeler kendisine sunulunca, Hunter aleyhine yapılan
1. [with] belgeleri gösterip
suçlamaları kabul etti)
yanıt istemek
2. The guard on duty was confronted by an armed man.(Görevli
confront kınfrant 2 vt 2. karşısına çıkmak; önünü
korumanın silahlı bir adam tarafından önü kesildi)
kesmek.
3. Can you confront such dangers? (Böyle tehlikelerle yüzleşebilir
3. yüzleşmek (deal with)
misin?) The problems confronting the church (Kiliseyi bekleyen
problemler-kilisenin yüzyüze olduğu sorunlar)
1. We had an anxious few moments while the results were coming
through. (Sonuçlar gelmeye başladığında endişeli bir kaç dakika
1.endişeli, gergin, tasalı.
yaşadık)
anxious engkşıs 2 adj 2.sabırsız, çok istiyor (eager)
2. We’re anxious to hear from anyone who can help. (Sabırsızlıkla
3.tedirgin (nervous)
yardım edebilecek birinden haber bekliyoruz)
3. His silence made me anxious. (Sessizliği beni tedirgin etti)
1.Cennet (Tanrı ve 1. Christians believe that Jesus ascended into Heaven. (Hristiyanlar
meleklerin yaşadığı yer) Hz. İsa’nın cennete/göğe yükseldiğine inanırlar.)
heaven hevın 2 n
2. literary Tanrı 2. I pray to Heaven. (Allah’a ibadet/dua ederim)
3.plural gökler 3. The heavens shook with thunder. (Gökler gökgürlemesiyle sarsıldı)

Fighting between the rebels and government troops continues in the


rebel rebıl r n Asi (mutineer) north. (Hükümet birlikleri ile asiler rasındaki çatışma kuzeyde devam
ediyor)
a rebel leader/general (isyan etmiş bir lider / general)
rebel rebıl adj Asi, isyan etmiş, isyankar rebel forces/troops (isyan kuvvetleri / birlikleri)
The town fell into rebel hands. (Kasaba asilerin eline geçti)
When senior army officers rebelled, the President was forced to flee
[against] İsyan etmek (rise
rebel ribel . v the country. (Kıdemli ordu subayları isyan edince, başkan ülkeden
up)
kaçmaya mecbur oldu)
1. maden, maden ocağı.
2. The Internet is a mine of information on gardening. (İnternet
mine mayn 1 n 2. hazine, kaynak.
bahçıvanlık bilgisi hakkında (adeta) bir madendir)
3. askeri mayın.
1. madencilik kazıp
1.People still mine for coal in this area. (İnsanlar bu alanda hala
çıkarmak.
mine [mining] 1 v kömür madenciliği yapıyorlar/kömür madeni için kazı yapıyorlar.)
2. askeri mayın döşemek,
2.The road was heavily mined. (Yol yoğun biçimde mayınlanmış.)
mayınlamak.

Without his famous father’s influence, he would never have got the
influence influıns 3 n etki, tesir, nüfuz (effect)
job. (Meşhur babasının nüfuzu olmasaydı, bu işi asla alamazdı)
Research has shown that the weather can influence people’s behaviour
etkilemek, tesir etmek
influence 3 v (Araştırmalar havanın insan davranışlarını etkileyebildiğini
(affect)
göstermiştir)
1. tanımak 1. I hardly recognized you with a beard! (Seni sakallı tanıyamadım)
2. kabul etmek, haklı 2. The importance of Michael’s contribution is generally recognized.
bulmak. (önemini, (Michael’ın katkılarının önemi genellikle kabul edilir)
recognize rekıgnayz 3 v gerçekliğini, değerini) 3. Many countries refused to recognize Macedonia. (Pek çok ülke
anlamak. (accept) Makedonya’yı tanımayı reddetti)
3. onaylamak, tanımak. 4. Today, her achievement was recognized with a civic reception.
4. takdir etmek (Bugün, onun başarısı bir halk töreni ile takdir edildi)
aircraft eırkra:ft 2 n uçak; uçaklar. (plane) military/commercial aircraft (askeri / ticari uçak)
It’s been too cold for seeds to germinate properly. (Hava tohumların
(tohum) çimlenmek; (bitki) çimlenmesi için çok soğuk)
germinate cörmıneyt . v
tohum verme -LITERARY- A sense of unease began to germinate in the group.
(Grupta bir huzursuzluk hissi yeşermeye başladı)
23

1. He is clearly not using the word ‘dead’ in its literal sense. (Açık ki
kelimesi kelimesine, harfi
literal lit(ı)rıl 1 adj “ölü” sözcüğünü kelime anlamıyla kullanmıyor)
harfine, lafzî
a literal translation (bir kelimesi kelimesine çeviri)
She is studying German language and literature. (Alman dili ve
literature litrıçır 3 n yazın, edebiyat.
edebiyatında okuyor)
yazınsal, edebi. / edebiyata a respected literary critic (saygın bir edebiyat eleştirmeni)
literary litrıri 2 adj
ait She is not a literary writer. (O bir edebiyat yazarı değil)
Only 20 per cent of women in the country are literate. (Ülkedeki
literate litırıt . adj okuryazar. (OPP illiterate)
kadınların sadece %20’si okur yazar)
değerlendirme, kıymet takdir
a critical appraisal of the government’s economic strategy (hükümetin
appraisal ıpreyzıl 1 n etme. (assessment,
ekonomik stratejisinin önemli bir değerlendirmesi)
evaluation)

Experience is, of course, a crucial factor in deciding who would be the


crucial kru:şıl 3 adj çok önemli, can alıcı, kritik. best person for the job. (Tecrübe, tabii ki, kimin işe en uygun kişi
olduğuna karar vermede çok önemli bir etken)
The figure mentioned is a very rough estimate. (Zikredilen rakam hayli
1. tahmin, kestirme (guess) kabaca bir tahmin)
estimate estimıt 3 n 2. tahmini hesap (costing) 2. The committee are currently getting estimates for repairs to the
stonework. (Komite şu anda taş işçiliğinin tamirinin tahmini hesabını
yapıyor)
tahmin etmek, kestirmek. It’s difficult to estimate the cost of making your house safe. (Evini
estimate estimeyt 3 v
(guess, assess) güvenli yapmanın maliyetini tahmin etmek güç.)
1.common defense (ortak savunma) common enemy
1. müşterek, ortak; beraber
(ortak düşman) common grave (ortak mezar)
yapılan (shared)
common prayer (cemaat namazı / ibadeti, toplu dua)
2. yaygın, sıkça rastlanan
2.a common sentiment (yaygın bir his)
common kamın 3 adj (widespread, usual)
3.There was something common about her. (Onda bayağı/basit bir
3.adi, bayağı, basit
şeyler vardı.)
4.sıradan, normal
4. This is true both for the philosopher and the common man. (Bu hem
(ordinary)
filozof hem de sıradan insan için doğrudur/geçerlidir)
Britain, in common with other European countries, has abolished the
Ortak, müşterek, benzer, death penalty. (Britanya, diğer Avrupa ülkeleri gibi, idam cezasını
in common 3
gibi kaldırmıştır) I have nothing in common with him. (Onunla ortak
hiçbir şeyim yok.)

1. ani; beklenmedik. 1.Our friendship came to an abrupt end. (Arkadaşlığımız ani bir sona
(sudden) geldi)
abrupt ıbrapt Adj
2. ani ve nezaketsiz. (rude) 2.The sales clerks were abrupt and impatient with the customers.
3. dik, sarp. (sharp) (Satıcı tezgahtarlar müşteriler karşı nezaketsiz / dik ve sabırsızlar)
1. He grasped her firmly by the shoulders. (Onu omuzlarından sıkıca
1.sıkıca tutmak tuttu)
grasp gra:sp 2 v
2.anlamak, kavramak 2. He was finding it difficult to grasp the rules of the game. (Oyunun
kurallarını kavramak ona zor geliyordu)
The fortress commands the shortest Channel crossing. (Kale en kısa
fortress fortrıs . n kale
kanal geçidine nazır durumda / bakıyor / hakim)
1.There was no post for you today. (Sana bugün posta yoktu)
1.Posta, mektup (mail)
The letter I was waiting for wasn’t in the first post. (Beklediğim
2.direk, kazık
mektup ilk postada yoktu)
(goalpost=kale direği)
2. His first shot hit the post. (İlk atışı direkte patladı / direğe çarptı)
post poust 3 n 3.memuriyet-makam (job)
3. The Prime Minister appointed her to the post of ambassador.
4.karakol, polis noktası,
(Başbakan onu büyükelçilik makamına atadı)
ordugah vs.
4. a police/customs/military post (bir polis/gümrük/ordu karakolu)
5.bitiş (at yarışı)
5. winning post (bitiş noktası/direği)
1.mektup postalamak 2. The menu and prices are posted outside the door. (Menü ve fiyatlar
2.afiş asmak, ilan etmek kapının dışında ilan ediliyor)
post poust 2 v
(post up) 3. Extra guards were posted at the border crossing. (Fazladan
3.konumlandırmak (station) korumalar sınır geçidine yerleştirildiler)
24

1.terhis, taburcu etmek


(release)
1.The child was discharged from hospital. (Çocuk hastaneden taburcu
2.dışarı vermek / açığa
discharge disçarc 2 v çıkmak (gaz, sıvı vs)
oldu)
from 2.The mercury discharged from a local chemical plant. (Civa yerel bir
3.silah ateş almak
kimyasal fabrikadan açığa çıktı)
4.elek. deşarj olmak
5.görevini yapmak
The treaty still has to be ratified by EU heads of state. (Anlaşma hala
ratify re:tifay . vt Onaylamak (approve)
AB ülke başkanları tarafından onaylanmak zorunda)
ratification re.tifikeyşın . n Onaylama / onaylanma Ratification of a law (bir yasanın onaylanması)
1.a partial withdrawal from enemy territory (düşman hattından kısmî
1.kısmen, kısmi bir çekiliş)
partial parşıl 2 adj
2.yanlı, taraflı 2. The referee was clearly partial towards the other side. (Hakem
açıkça diğer takım lehine taraflıydı)
impartial imparşıl . adj Yansız, tarafsız Judges need to be impartial. (Yargıçlar yansız olmalı)
wage / wages weyc 3 n Ücret (işçiye verilen para) daily/hourly/weekly wage (günlük/saatlik/haftalık ücret)
The government has pledged to wage war on drugs. (Hükümet
wage v Savaş başlatmak / sürdürmek
uyuşturucu konusunda bir savaş başlatacağına söz verdi)

1. We are going to settle our differences. (Farklılıklarımızı çözüme


kavuşturacağız)
1.çözüme kavuşturmak 2. The notice says he has 30 days to settle his bill. (İhbarname,
2.tüm borçlarını ödemek faturasını ödemesi için 30 günü var diyor)
3.kesin karar vermek 3. It was settled that they would leave before dark. (Karanlıktan önce
(decide) ayrılmalarına / gitmelerine karar verildi)
4.yere düşmek-temas etmek 4. Flakes of snow settled on the windscreen (İnce kar tabakası ön
5.bir yere yerleşmek (stay) cama düştü)
6.yavaş yavaş batmak (sink) 5. Her relatives had come to America and settled in Boston.
settle setıl 3 v 7. rahatlatmak/rahatlatmak (Akrabaları Amerikaya gelmiş ve Boston’a yerleşmişler.)
8.yatıştırmak, sakinleştirmek 7. I settled back into a comfortable chair and waited. (Rahat bir
(DOWN) (relax) sandalyeye kurulup bekledim)
9.koymak, yerleştirmek 8. Let your stomach settle before having anything to eat. (Bırak da
10.etkili olmak miden bir şey yemeden önce yatışsın)
(OVER,ON,IN) 9. He settled her pack on her back (Paketini sırtına koydu)
11.konmak 10. Fear settled over her heart. (Korku kalbini etkiledi)
12.bakışları kilitlenmek 11. A large fly settled on the bread. (Büyük bir sinek ekmeğe kondu)
12. Her eyes settled on the man in the corner (Gözleri köşedeki
adamda kilitlendi)
We were shocked by the extent of the damage. (Zararın boyutuyla
extent ikstent . n Derece, boyut, radde
şoke olduk)
to some/a certain/a limited extent Kısmen, bir dereceye kadar To a certain extent, I was relieved. (Bir dereceye kadar, rahatladım)
The complaints were to a large extent valid. (Şikayetler büyük oranda
to a large/great extent Çoğunlukla, büyük oranda
doğru/yerinde)
A child’s values come from its parents and, to a lesser extent, from its
to a lesser/greater extent Daha az/çok oranda schooling. (Çocuğun değerleri ebeveyninden, daha küçük bir oranda
da, okulundan kaynaklanır)

Tom rubbed the vapour from the window. (Tom pencereden buharı
vapo(u)r veypır . n buhar (steam)
sildi)
1. yardımcı, muavin
deputy depyuti 3 n 1. the deputy ambassador to Sweden (İsveç’e büyükelçi muavini)
2. milletvekili (Fransa’da)
A deal is still being worked out, but as yet nothing is finalized. (Bir
henüz, şimdilik, şimdiye
as yet 3 anlaşma üzerinde hala çalışılıyor, fakat şimdilik hiçbir şey
kadar
sonuçlandırılmadı)
1.bağlantı, irtibat 1.There needs to be closer liaison between the various departments.
liaison lieyzın 1 n
2.gizli cinsel ilişki (Değişik departmanlar arasında daha yakın bir irtibata ihtiyaç var)
Yıkıcı, zararlı (zıttı the destructive effect of unemployment on individuals (işsizliğin
destructive distraktiv adj
constructive) bireyler üzerindeki yıkıcı etkisi)
25

1. How do you explain the appeal of horror films? (Korku filmlerinin


1. cazibe (charm) cazibesini nasıl açıklıyorsun?)
2. yalvarış, istek, talep 2.The police have renewed their appeal for help from the public. (Polis
appeal ıpi:l 3 n
(plea) (make request) teşkilatı halktan yardım talebini yineledi)
3. hukuk temyiz 3. Jones has been released on bail until there is an appeal. (Jones bir
temyiz oluncaya kadar kefaletle serbest bırakıldı)
1.Police have appealed for witnesses to the accident. (Polis kaza
tanıkları/dan yardım talep etti/ için çağrıda bulundu)
As the crisis grew worse, local community leaders appealed for unity.
1.yardım istemek, çağrıda (Kriz kötüleşince, yerel toplum liderleri birlik çağrısında bulundu)
bulunmak She appealed to her former husband to return their baby son. (Önceki
appeal ıpi:l 3 vt
2.çekici gelmek (appeal to) kocasına, bebelerini iade etmesi için çağrıda bulundu)
3.temyize gitmek 2. The show’s direct approach will appeal to children. (Gösterinin
doğrudan yaklaşımı çocuklara çekici gelecek)
3.Green’s family say they will appeal against the verdict. (Green ailesi
mahkeme kararının aleyhine temyize gidecek.)
For all his complaining, I think he actually liked the party. (Tüm
for all ST -e rağmen (despite ST)
sızlanmalarına rağmen, sanırım partiden gerçekten hoşlandı)
The essence of their argument is that life cannot be explained by
essence esıns 2 n Öz, esas
science. (Tartışmalarının özü şu; yaşam bilimle açıklanamaz)
What she is saying, in essence, is that the law does not protect against
in essence 2 n Özünde, esas itibariyle this type of abuse. (Esas itibariyle dediği şey şu ki, kanun bu çeşit kötü
muameleye karşı -bireyi- korumaz.)

generous cenırıs 2 adj cömert a generous gift (cömert bir hediye)


1.teaching how to tie a tie. (bir kravatı nasıl bağlayacağını öğretmek)
This series ties together events from the past and present. (Bu dizi
1.bağlamak olayları geçmişten günümüze bağlıyor) to be tied to the home and
tie tay 3 v
2.berabere kalmak children. (ev ve çocuklara bağlanmış olmak)
2.The game was tied 1–1 after extra time. (Ek süreden sonra maç 1-1
berabere bitti)
1.She led and the rest of us followed. (O önü çekti ve biz kalanlar –
onu- takip ettik)
1.önü çekmek, önde gitmek 2.The polls show Labour leading with only 10 days left until the
lead li:d 3 v 2.önde olmak (oy, maç vs) election. (Anketler seçime sadece 10 gün kala İşçi Partisinin önde
3.yönetmek olduğunu gösteriyor)
3. She led the software development team during the project. (Proje
boyunca yazılım geliştirme takımını yönetti)
The undersecretary said differences over foreign policy had led him to
İkna etmek, neden olmak, -e resign. (İkinci sekreter dış politikadaki değişikliklerin onu istifaya
lead SO to do ST sürüklemek / götürmek götürdüğünü söyledi)
I am easily led. (Kolay ikna edilirim)
... bir yaşam sürmek
He had always led a quiet life until he met Emma. (Emma’yla
lead a … life lead a happy life: mutlu bir
tanışıncaya dek hep sakin bir yaşam sürmüştü)
yaşam sürmek

customs kastımz 1 n 1.gümrük 2.gümrük vergisi A customs officer (bir gümrük memuru)
civilization sivılızeyşın 1 n Uygarlık, medeniyet the benefits of civilization (uygarlığın faydaları)
contemporary kıntemprıri 3 adj Çağdaş, modern, çağcıl contemporary urban society (çağdaş kent toplumu)
These questions help doctors diagnose personality disorders. (Bu
sorular doktorlara kişilik bozukluklarını teşhiste yardımcı oluyor)
diagnose dayıgnouz 1 vt Teşhis etmek, tanılamak
Scanning software can diagnose general disk faults. (Yazılımı taramak
genel disk hatalarını bulabilir / teşhis edebilir)
Temasta olmak, görüşmeye Are you still in touch with any friends from university? (Hala
to be in touch taç
devam etmek vs. üniversiteden arkadaşlarınla temas halinde misin?)
I must get in touch with the bank and arrange an overdraft. (Bankayla
get in touch Bağlantıya geçmek
temasa geçmeli ve bir açık hesap düzenlemeliyim)
They moved away five years ago, but we still keep in touch. (Onlar
keep / stay in touch Görüşmeye devam etmek
beş yıl önce uzağa gittiler ama biz hala temastayız/görüşüyoruz)
She moved to France and we lost touch with each other. (Fransa’ya
lose touch Artık görüşmemek
taşındı ve biz birbirimizle bağlantımızı yitirdik)
26

1.a. When did the Romans invade Britain? (Romalılar Britanya’yı ne


zaman işgal ettiler?)
1.a. işgal etmek
1.b. Demonstrators invaded the government buildings.
invade inveyd 1 v b. -e girmek, işgal etmek
(Göstericiler/Protestocular hükümet binalarını işgal ettiler)
2.rahatsız etmek, saldırmak
2. Do the press have the right to invade her privacy in this way?
(Basının onun mahremiyetine bu şekilde saldırmaya hakkı var mı?
1. If the alarm sounds, all students should evacuate immediately.
1. (bir yeri insanlardan vs) (Alarm çaldığında tüm öğrenciler derhal binayı boşaltmalı)
evacuate ive:kyueyt 1 v boşaltmak, tahliye etmek We were all evacuated because of a bomb scare. (Bomba korkusuyla
2. (bağırsakları) boşaltmak hepimiz binadan çıkartıldık)
Police evacuated nearby buildings. (Polis civar binaları boşalttı.)
Bir yerde yaşamak/ikamet For ten years she dwelled among the nomads of North America. (On
dwell dwell v
etmek (reside) yıl Kuzey Amerika göçebeleri arasında yaşadı.)
Bir konu üzerinde So you made a mistake, but there’s no need to dwell on it. (Öyleyse bir
dwell on/upon ST PhV
durmak/konuşmak/düşünmek hata yaptın, ama üzerinde durmaya gerek yok)
dweller dwelır n Sakin, bir yerde ikamet eden apartment dweller (apartman sakinleri)

1.a highly significant discovery. (epey önemli bir keşif)


1.Önemli, kayda değer, hatırı
Isn’t it significant that he changed his will only two days before his
3 sayılır (important)
significant signifikınt adj death. (Vasiyetnamesini ölümünden iki gün önce değiştirmiş olması
2.manidar, anlamlı
kayda değer değil mi?)
(meaningful)
2. a significant smile/look (manidar bir gülümseyiş /bakış)
1.to have a strong will (kuvvetli bir iradeye sahip olmak)
1.irade
will will 3 n
2.vasiyetname
2. My father left me the house in his will. (Babam vasiyetnamesinde
evi bana bıraktı)
A strong-willed young woman (iradesi güçlü genç bir kadın)
-willed ... iradeli
A week-willed greedy people (zayıf iradeli açgözlü insanlar)
1.Many elderly people live in poverty. (Birçok yetişkin insan fakirlik
1.yoksulluk, fakirlik içinde yaşamaktadır)
poverty Pa:vırti 2 n
2.yoksunluk, noksanlık (lack) 2.There is a poverty of colour in her work. (Çalışmalarında bir renk
fakirliği var)
to be in dilemma (bir ikilemde olmak) to face a dilemma (bir ikilemle
dilemma Di/day lemı 2 n İkilem, çelişki
yüz yüze kalmak)
voyage voyıc 1 n Uzun yolculuk (deniz, uzay) An around-the-world voyage (Bir dünya turu yolculuğu)

racism reysizım 1 n ırkçılık a victim of racism (bir ırkçılık kurbanı)


the Christian/Hindu/Muslim religion (Hıristiyan / Hindu / Müslüman
religion rilicın 3 n din
dini)
Hakkında (about, regarding, a newspaper article concerning the problems of overcrowded cities
concerning kınsörning 2 pre
related to) (aşırı kalabalık şehirlerin problemleriyle alakalı bir gazete makalesi)
1.Harry’s behaviour did seem a little odd. (Harry’nin davranışları
biraz tuhaftı)
1.acayip, tuhaf (strange)
2. The weather will remain cloudy with odd showers here and there.
2.seyrek (occasional)
(Hava sağda solda seyrek sağanak yağışlarla birlikte bulutlu olacak)
3.çeşitli
odd ad 2 adj
4.tek sayılar (OPP even)
3. The file was stuffed with notes and odd bits of paper. (Dosya notlar
ve çeşitli kağıt parçacıklarıyla tıka basa doluydu)
5.bir çiftin teki
4. 1,3,5,7 are odd numbers. (1,3,5,7 tek sayılardır.)
6.yaklaşık (rough)
5.odd socks/shoes/gloves (tekeç çoraplar/ayakkabılar/eldivenler)
6. He must be sixty odd. (Yaklaşık altmış olmalı)
They have been applauded for their humanitarian work in Ethiopia.
applaud ıplo:d . v alkışlamak (clap)
(Etiyopya’daki insancıl çalışmalarından dolayı alkışlandılar)
Her speech drew enthusiastic applause. (Konuşması çılgın bir alkış
applause ıplo:z . n alkış
aldı)
27

From then onwards, everything between them changed. (O zamandan


-den buyana, -den sonra bu yana, aralarındaki herşey değişti)
onward/s anwırdz 2 adv
[time/event+onward(s)] Most nights are busy from about 7 pm onwards (Çoğu geceler yaklaşık
19:00 ‘dan sonra yer yok / yoğun)
A great/wide/rich diversity of opinion (Geniş / zengin bir fikir
diversity dayvörsıti 2 n çeşitlilik, farklılık.
çeşitliliği)
She advises clients on their investments. (Müşterilere yatırımları
client klayınt 3 n müşteri.
hususunda tavsiyelerde bulunur)
1. a person of average intelligence (ortalama zekada bir insan)
1. akıl, zekâ, anlayış.
2. The satellite could also be used to gather intelligence. (Uydu aynı
intelligence intelicıns 2 n 2. haber, bilgi.
zamanda bilgi toplamak içinde kullanılabilir)
3. istihbarat.
3. the chief of military intelligence (askeri istihbaratın şefi)
Please keep your seatbelts fastened while the seatbelt light is on.
bağlamak; tutturmak;
fasten fa:sın 1 v (Lütfen emniyet kemeri lambası açık olduğu müddetçe emniyet
bağlanmak; tutturulmak.
kemerlerinizi bağlı tutunuz)

The country will loosen currency controls to encourage spending


abroad. (Ülke yurdışı harcamalarını artırmak için para kontrolünü
loosen lu:sın . v gevşetmek gevşetecek)
I’d eaten so much I had to loosen my belt. (O kadar yemiştim ki
kemerimi gevşetmek zorunda kaldım)
zorunlu, gerekli.(imperative) It’s mandatory to wear a seat belt in the UK (İngiltere’de emniyet
mandatory mendıtıri 1 adj
(opp voluntary) kemeri takmak mecburidir)
There has always been an uneasy relationship between workers and
uneasy an iğzi 1 adj gergin, endişe verici management. (İşçiler ve idareciler arasında her zaman gergin bir ilişki
vardır)
1.She looks absolutely ridiculous in that hat.(Bu şapkayla kesinlikle
1. gülünç.
ridiculous ridikyulıs 2 adj çok gülünç gözüküyor)
2. tuhaf, saçma
2. Don't be ridiculous!(Gülünç olma!=Saçmalama!)
kolay kırılan, kırılgan. 1. Most of the exhibits are too fragile to be sent abroad. (Sergilerin
fragile frecıl 1 adj (breakable) çoğu yurtdışına gönderilemeyecek kadar kırılgan)
2.hassas (delicate) 2.A fragile ceasefire is now in place. (Şimdi hassas bir ateşkes var)

1. The thieves were caught, but many of the items were never
1. yeniden ele geçirmek,
recovered. (Hırsızlar yakalandı ama bir çok mal asla geri alınamadı)
geri almak, yeniden
2.They need to sell a million copies to recover their costs.
bulmak.
(Harcamalarını telafi etmek için bir milyon kopya satmaları lazım)
recover rikavır 3 v 2. telafi etmek.
3.I haven’t fully recovered from that flu I had. (Daha kaptığım
3. iyileşmek.
nezleden tam iyileşmedim)
4. kendine gelmek,
4. The housing market appears to be recovering from the recession.
toparlanmak
(Emlak piyasası ekonomik durgunluktan kurtuluyor gözüküyor)
1. tedavi, sağaltım. Doctors say there are several possible cures. (Doktorlar bir kaç
cure kyuğr 2 n
2. çare, derman, ilaç. muhtemel tedavi var diyorlar)
1. iyileştirmek, tedavi etmek
1.Many formerly fatal diseases can now be cured. (Daha once ölümcül
2. –e çare / derman olmak
olan pek çok hastalık şimdi tedavi edilebiliyor)
cure kyuğr 1 n 3. tütsülemek; tuzlamak;
2. Better quality control might cure our production problems. (Daha iyi
kurutmak. (balık, et vs)
kalite kontrolü üretim problemlerimize çare/derman olabilir)
(smoke, dry, salt, preserve)
a common/popular misconception (yaygın / popular bir yanlış kanı)
Yanlış/basmakalıp
misconception miskınsepşın . n the misconception that men prefer slim women (erkeklerin zayıf
düşünce/kanı
kadınları tercih ettiği basmakalıbı)
1.Some students failed to grasp even the simplest mathematical
1. kavram concepts. (Bazı öğrenciler en basit matematik kavramlarını bile
concept kansept 3 n
2. görüş, fikir. anlamakta başarısız oluyorlar)
2. a new concept in fast food (fast foodta yeni bir düşünce)
28

1.She has played with great consistency all season. (Tüm sezon büyük
1. tutarlılık, insicam. bir tutarlılıkla oynadı)
consistency kınsistınsi 1 n
2. kıvam; koyuluk; yoğunluk. 2.Beat the ingredients together to a cream consistency. (Malzemeleri
bir krem kıvamına gelinceye kadar birarada çırp)
1.She shook her head in negation. (Olumsuz manada başını salladı)
1. ret, inkâr.
negation nigeyşın . n 2.This political system is the negation of democracy. (Bu siyasi sistem
2. tam zıt, ters
demokrasinin taban tabana zıttı)
1.the proportion of births to population (nüfusa göre doğum oranı.)
1. oran, orantı
Only a small proportion of graduates fail to find employment.(Sadece
(percentage)
küçük oranda bir mezun iş bulmada başarısız oluyor)
proportion prıporşın 3 n 2. orantılı, uygun olma
2. Everything about the room is beautifully in proportion. (Odadaki
[in+]
her şey güzelce orantılı/uyum içinde)
3. çoğul boyutlar.
3. a chair of graceful proportions (zarif ebatta bir sandalye)
devamlı (permanent)
Plastic containers are indestructible (Plastik kaplar kırılmaz / uzun
indestructible indistraktıbıl . adj kırılmaz, yok edilemez ömürlüdür)
(unbreakable)
Those in favour of the motion, please raise your hands now. (Hareketi
in favour / favor of lehine, destekleyenler
destekleyenler, lütfen şimdi ellerinizi kaldırınız)
1.The delay might actually work in our favour. (Gecikme gerçekte
1.falanın lehine lehimize işleyebilir)
in someone’s favour 2.falanın adına (çek vs) 2. He had tricked her into writing a cheque in his favour. (Adına bir çek
yazarak onu dolandırmıştı)

an earnest young man (ciddi-samimi genç bir adam)


earnest ö:rnist adj ciddi, içten (serious, sincere)
earnest discussions (ciddi-derin tartışmalar)
1. The noise lasted until dawn the next morning. (Gürültü ertesi
1. sürmek, devam etmek. sabahın safağına kadar sürdü)
last la:st 3 v 2. dayanmak. 2. The water won’t last long. (Su çok dayanmayacak)
3. tükenmemek, yetmek. 3. I doubt whether our money is going to last out. (Paramızın yetip
yetmeyeceğinden kuşkuluyum)
Kalıcı, uzun süreli He left a lasting impression on everyone who met him. (Tanıştığı
lasting la:sting 1 adj
(permanent) herkes üzerinde kalıcı bir tesir bırakır)
1.A fierce storm forced the crew to abandon the yacht. (Şiddetli bir
1. şiddetli. (violent)
fierce fiırs 2 adj fırtına mürettebatı yatı terketmeye zorladı)
2. sert, vahşi. (severe, wild)
2.a wild lion (korkunç / vahşi bir aslant)
1. I was feeling bold, so I went and asked him for more money. (Cesur
1. cesur, gözüpek; atılgan,
hissediyordum ve gidip daha çok para talep ettim)
bold bould 2 adj cüretli.
2. The most important items are listed in bold type. (En önemli
2. matbaacılık siyah (harf).
maddeler koyu harflerle listelenmiştir.)

Remind Jenny to bring her laptop when she comes. (Jenny’ye gelirken
remind rimaynd 3 v hatırlatmak, anımsatmak.
diz-üstü bilgisayarını getirmesini hatırlat)
1. He was recalled to the team for the match against England.
(İngiltere karşısındaki maç için takımı yeniden çağırdı)
1. geri çağırmak.
2.a. Twenty years later he could still clearly recall the event. (Yirmi yıl
recall riko:l 3 v 2.a. hatırlamak
sonra hala olayı net bir şekilde anımsayabiliyordu)
2.b. hatırlatmak.
2.b. The music recalls memories of childhood. (Müzik çocukluk
anılarını anımsatıyor)
kızdırmak, sinirlendirmek. I don’t dislike her, but she just annoys me sometimes. (Ondan nefret
annoy ınoy 2 v
(irritade, bother, upset) etmiyorum ama, sadece bazen beni kızdırıyor.)
1. canını sıkmak, rahatsız
etmek 1. Are the children bothering you? (Çocuklar canını sıkıyor mu?)
bother badhır 3 v 2. zahmetine katlanmak, 2. Has anyone ever bothered to ask the students for their opinion?
zahmetinde bulunmak (Herhangi biri hiç öğrencilere fikrini sorma zahmetinde bulundu mu?)
[negative or question]
Our airline is now a serious rival to many of the bigger companies.
rival rayvıl 2 n rakip.
(Hava-yolumuz şimdi bir çok daha büyük şirketin ciddi bir rakibi)
29

1.ruh (spirit)
soul soul 3 n 2. I promise I won’t tell a soul. (Sözveriyorum Allah’ın hiçbir kuluna
2.kul, kişi, kimse (person)
söylemem)
1The judge sentenced her to ninety days in prison (Yargış kadını 90
günlüğüne hapse mahkum etti)
1. yargıç, hâkim. 2. The referee is the sole judge of the rules. (Hakem kuralların tek
judge cac 3 n
2. hakem / bilirkişi. yargıcıdır)
3.

1. yargılamak., karar 1. Mary judged it best not to say anything. (Mary hiçbirşey
vermek söylemeyerek en iyi kararı verdi)
2. hüküm vermek; 2. In the end, Dad’s cake was judged the winner. (Sonunda, babamın
judge cac 3 n
hükmetmek. pastası kazanan seçildi)
3. tahmin etmek. 3. The firm’s success can be judged from its growing sales. (Firmanın
başarısı artan satışlarından tahmin edilebilir.)
1.Katliam (slaughter, mass
1.the massacre of unarmed civilians (silahsız sivillerin toplu katli)
murder)
massacre me:sıkır 1 n 2.The game was a 10-0 massacre for our team. (Maç bizim takım için
2.[kd] (oyun, müsabakada)
10-0’lık bir bozgundu)
yenilgi, bozgun
1.War always involves the slaughter of innocent civilians. (Savaş her
1.katliam (massacre)
slaughter Slo:tır 1 n zaman masum insanların katliamı demektir)
2.kesim (yemek için hayvan)
2. cows taken for slaughter (kesim için ayrılmış inekler)

Many small farmers are facing bankruptcy. (Bir çok küçük çiftçi iflasla
bankruptcy be:nkraptsi 1 n İflas (economic failure)
karşı karşıya)
1.başarısızlık (fiasco) (OPP 1.I’m too proud to admit failure. (Başarısızlığı kabul edemiyecek kadar
success) gururluyum)
failure feilyır 3 n 2.yetmezlik 2. He died from liver failure. (Karaciğer yetmezliğinden öldü)
3.arıza, bozulma 3. The crash seems to have been caused by an engine failure. (Kaza
(breakdown) motor arızasından kaynaklanmış gözüküyor)
Harcama, masraf, gider Expenditure should ideally not exceed income. (İdeal olarak gider
expenditure ikspendiçır 2 n (spending, expense, OPP geliri aşmamalı) The whole project was a wasteful expenditure of time
income) and effort. (Tüm proje boş yere bir zaman ve emek sarfı/harcamasıydı)
Elektrik kesintisi [BrE]
power cut 3 n
(power outage, -AmE-)
1.Dam is a barrier constructed to hold back water and raise its level,
the resulting reservoir being used in the generation of electricity or as a
1.baraj (human-made lake) water supply. (Bent suyu tutmak ve seviyesini yükseltmek için inşa
2.hazne (makinede sıvı edilmiş bir bariyerdir; semeresi olan baraj elektrik üretiminde ve su
reservoir rezırva:r 1 n
konan kısım) (tank) temin etmede kullanılır)
3.bol miktarda [edebi] 2.an oil reservoir (bir yağ/benzin haznesi)
3.Nearby colleges are a reservoir of talent for employers. (Komşu
üniversitelerde işverenler için adeta yetenek kaynıyor)

Aral Sea was reduced to two thirds of its original size between 1960
and 1990, after water was diverted for irrigation. (Aral Gölü , 1960-
irrigation irigeyşın . n sulama
1990 arasında, suyu sulama amaçlı kullanılmaya başlandıktan sonra
orijinal büyüklüğünün üçte ikisine düşürüldü)
composer kımpouzır 2 n Bestekar (musician) Bach was a very prolific composer. (Bach çok üretken bir bestekardı)
The show’s content is not suitable for young children. (Şovun içeriği
content kantent 3 n İçerik, muhteva
küçük çocuklara uygun değil)
1.The contents of the document remain secret. (Belgenin içindekiler sır
olarak kalmakta) He emptied out the contents of his pockets onto the
1.içindekiler (inside filling)
contents kantents 3 n table. (Cebindekileri masanın üzerine boşalttı)
2.içindekiler listesi
2. I can’t find it in the contents. (Onu içindekiler listesinde
bulamıyorum)
steel sti:l 2 n çelik the steel industry (çelik sanayii)
30

The police are trying to recruit more officers from ethnic minorities.
recruit rikru:t 2 v İşe almak (employ) (Polis Teşkilatı etnik azınlıklardan daha fazla memur işe almaya
çalışıyor)
1.[askeri] acemi (newcomer)
She’s responsible for training new recruits. (Yeni işe başlayanları
recruit rikru:t 1 n 2.işe yeni başlamış
eğitmekten sorumlu)
(beginner)
Düşman, rakip, muhalif
adversary e:dvırseri . n his old political adversary (eski siyasi düşmanı / muhalifi)
(opponent, rival)
1. The musicians didn’t take the stage until after ten o’clock.
1. sahne. (platform)
(Müzisyenler sahneye saat 22:00’u geçinceye kadar çıkmadılar)
stage steyc 3 n 2. aşama, evre, safha (step,
2. The negotiations had reached a delicate stage. (Görüşmeler hassas
period)
bir merhaleye ulaşmıştı)
1. yöntem (method) 1. a production process (bir üretim yöntemi)
process proğses 3 n 2. süreç, proses (course) 2. growth process (büyüme süreci.)
3. işlem; tretman 3.the steps in the production process (üretim işlemindeki aşamalar)

1.işlemek (ham madde vs) 1.Most of the food we buy is processed in some way. (Satın aldığımız
(treat) yiteceklerin çoğu bir şekilde işlenmiştir)
process proğses 2 v
2.işleme koymak, ele almak 2.It will take a week for your application to be processed.
(deal with) [doküman vs] (Müracaatınızın işleme konması bir haftayı alacak)
Yavaş yavaş ilerlemek [bir They processed down the alley. (Caddeden aşağı yavaş yavaş
process prıses . v
yön zarfıyla] ilerlediler)
Çok düşkün olmak, çok Anita is fond of playing the piano. (Anita piyano çalmaya çok
to be fond of SB/ST 2 adj
sevmek (keen on) düşkündür)
Bıkmak, usanmak (bored
to be fed up with SB/ST . v I am fed up with your lies. (Senin yalanlarından bıktım artık)
with, sick of)
Let’s go and see a film and afterwards we could go for a meal. (Hadi
afterwards Aftırwırdz 3 adv sonra, sonradan.
gidip bir film izleyelim ve sonra yemeğe gidebiliriz.)

1. (hükümdarlığa tabi
1.British subject (bir Britanya vatandaşı)
ülkedeki) vatandaş, reaya
2. The subject of our debate today will be the environment. (Bugünkü
2. konu, mevzu. (topic)
tartışma konumuz çevre olacak)
3. (okulda) ders. (field of
subject sab’cikt 3 n 3. Biology is my favourite subject. (Biyoloji en sevdiğim derstir)
study)
4.We need male subjects between the ages 18 and 25 for the
4. kobay, denek
experiment (deney için 18-25 yaşlarında erkek deneklere ihtiyacımız
5. dilbilgisi özne.
var)

subject ST/SB The Roman Empire subjected most of Europe to its rule. (Roma
sıbcekt’ 2 vt Buyruğu altına almak
to ST İmparatorluğu Avrupa’nın çoğunu yönetimi altına aldı.)
Maruz kalmak (cause to, The city was subjected to heavy bombing. (Şehir ağır bombardımana
be subjected to ST 2 vt
undergo) maruz kaldı)
1.Flights are subject to delay because of the fog. (Uçuşların sis
1.muhtemel / söz konusu yüzünden ertelenmesi sözkonusudur.)
2.-e bağlı olmak (depending 2. Goods will be sent out within 14 days, subject to availability.
subject to sabcikt 2 adj
on) (Eşyalar, mümkinata bağlı olarak, 14 gün içinde yollanmış olacak)
3.altında 3. All building firms are subject to tight controls. (Tüm inşaat firmaları
sıkı kontrol altındadır)
in the latter half of 1998 (1998’in ikinci yarısında) He did well in both
İki şeyin ikincisi, sonrakisi
latter le:tır 3 FW schoolwork and sport and won a number of medals in the latter (Hem
(OPP former)
okulda hem de sporda iyiydi ve ikincisinde bir sürü madalya kazandı)
31

1. Labour were the big winners in yesterday’s poll. (İşçi partisi ünkü
oylamanın büyük galibiydi)
1. oylama. 2. Wilson came away with 64% of the poll. (Wilson oy sayısının
poll poğl 2 n 2. oy sayısı. %64’ünü aldı)
3. anket. (survey) 3. According to a poll conducted last week, 75% of the public support
the Prime Minister. (Geçen hafta yapılan bir ankete gore, halkın %75’I
başbakanı destekliyor)
2.The winner polled over 16,000 votes. (Kazanan 16000’den fazla oy
1. oy vermek aldı)
poll poğl 2 v 2. oy toplamak. 3.52% of those polled said Yes to devolution. (Ankete dahil edilenlerin
3. anket yapmak.(survey) %52’si adem-i merkezileştirmeye –evet- dedi)

işkence etmek/yapmak. Many of the prisoners had been tortured. (Pekçok mahkuma işkence
torture tor’çır 1 v
(torment, persecute) yapılmıştı)
1. The confession was made under torture. (İtiraf işkence altında
1.işkence. (torment) yapıldı)
torture tor’çır 1 n
2.ıstırap, azap 2. A whole day without chocolate must be torture for you. (Çukulatasız
tüm bir gün senin için azap olmalı)
In those days, Christians were persecuted by the government. (O
zulmetmek, eziyet etmek. günlerde hıristiyanlara hükümet tarafından işkence yapılıyordu)
persecute pörsikyu:t . vt
(harass) Why are you persecuting me like this? (Niçin beni böyle rahatsız
ediyorsun)

With economic expansion comes the promise of a more prosperous


prosperous prasperıs . adj Müreffeh, varlıklı (wealthy)
future. (Ekonomik büyüme ile daha müreffeh bir gelecek umudu gelir)
1.Imagine that you are lying on a beach. (Bir kumsalda uzandığını
1. hayal etmek,
hayal et)
imgelemek; tasarımlamak.
2. ‘There! I heard it again!’ ‘There’s nothing there – you’re just
(picture)
imagine ime:cin 3 v imagining things!’ (“İşte! Yine duydum!” “Orada hiç bir şey yok-
2. sanmak, zannetmek.
sadece bir şeyler gördüğünü sanıyorsun)
(dream up)
3. Imagine going out dressed like that! (Dışarı bu kıyafetle çıktığını bir
3.düşünmek (think, suppose)
düşünsene!)
a green rural landscape (yeşil bir kır manzarası) The 1990s saw the
landscape lendskeyp 2 n kır manzarası, peyzaj. political landscape radically reshaped. (1990’lar politik manzaranın
yeniden radikal bir şekilde değiştiğini gördü)
1.Kök (bitki, matematikte 1.Olive trees have deep roots. (Zeytin ağaçlarının derin kökleri vardır)
root ru:t 3 N sayı, kelime vs.) 2.What are the historical roots of the region’s problems? (Bölgenin
2.köken problemlerinin tarihi kökenleri nelerdir?)

eşanlamlı, sinonim. (OPP For example ‘scared’ is a synonym for ‘afraid’. (Örneğin ‘korkmuş’
synonym sinınim n
antonym) ile ‘tırsmış’ eş anlamlıdır.)
The stress they’re under is enormous. (Altında oldukları stress çok
enormous inormıs 3 adj kocaman, muazzam (huge)
büyük)
1.değer, kıymet (worth) 1.the value of money (paranın değeri)
value velyu: 3 n 2.önem (importance) 2. the value of rest (dinlenmenin önemi)
3. değer 3. ethical values (ahlaki değerler)
a comprehensive strategic review (kapsamlı bir stratejik inceleme) a
geniş, kapsamlı, etraflı.
comprehensive kamprihensiv 2 adj
(complete, broad)
comprehensive defeat/win/victory (tam yenilgi/galibiyet/zafer)
comprehensive education (etraflı, kapsamlı eğitim)[BrE education]
1.They were devoted to each other throughout their marriage.
1. -e sadık, -e içten bağlı.
(Evlilikleri müddetince birbirlerine sadık kaldılar)
(loyal)
be devoted to divoğtıd 1 adj 2. a devoted opera fan (düşkün bir opera fanatiği)
2. -e düşkün; -i seven.
3. an exhibition devoted to Rembrandt’s etchings (Rembrandt’ın
3. hasredilmiş (dedicated)
eserlerine hasredilmiş/ayrılmış bir sergi)
32

The public’s perception of him is slowly changing. (Kamuoyunun onun


hakkındaki yargısı yavaş yavaş değişiyor)
1. algılama, kavrayış
visual perception (görsel algılama) our perception of reality (gerçeği
perception pırsepşın 2 n 2. algı, idrak.
algılayışımız)
3. sezgi. (insight)
There is a perception that management only wants to cut costs.
(İdarenin yalnız harcamaları kesmeyi isteği yönünde bir düşünce var)
1.A recent survey showed that… (Yakınlarda yapılmış bir ankete
1. anket, araştırma (poll)
göre…)
2. gözden geçirme,
survey sörvey 3 n 2. a comprehensive survey of modern music (modern müziğin
inceleme. (rewiev)
kapsamlı bir incelemesi)
3. genel bakış (assesment)
3.a geological survey (jeolojik bir bakış)
1.She fancies herself as a serious actress. (Kendini gerçek bir oyuncu
1. kendini bişey zannetmek
zannediyor)
[+ oneself]
2. He sometimes fancied that he heard strange sounds. (Bazen kendi
2. sanmak, zannetmek,
kendine garip sesler duyduğunu zannediyor)
fancy fe:nsi 2 vt düşünmek. (imagine)
3. I think Steve fancies you! (Sanırım Steve senden hoşlanıyor)[BrE]
3. -den hoşlanmak. [cinsel]
4. I don’t fancy staying in tonight. (Bu gece kalmak istemiyorum)
4. istemek (like)
5.Which horse do you fancy in the next horse? (Gelecek yarışta kim
5. galip geleceğine inanmak
kazanır diyorsun?) [BrE]
1. cazibe, çekicilik.
1. The place held no charms for me – it was bare and isolated. (Bu
(attraction, appeal)
yerin bana hiçbir cazibesi yok – çıplak ve soyutlanmış)
charm çarm 2 n 2. tılsım, muska, büyü
2. a good-luck charm (bir iyi-şans muskası / tılsımı)
(magic)
3. a gold charm (altın bir süs/leme)
3.takıdaki süs (ornament)
1.the 1910 expedition to Antarctica led by Captain Scott (Kaptan Scott
1.keşif yolculuğu (journey,
tarafından yönetilen 1910 Antartika keşif yolculuğu)
voyage)
2. We plan to go on a shopping expedition.(Bir alışveriş turuna
expedition ekspıdişın 2 n 2. (özel bir amaçla yapılan)
çıkmayı düşünüyoruz)
yolculuk. (trip, tour)
3. The expedition successfully reached the top of Mt Everest. (Keşif
3.keşif ekibi (team, crew)
ekibi başarıyla Everest Dağının tepesine ulaştı)

Native American culture and traditions (Yerli Amerikan kültür ve


tradition trıdişın 3 n gelenek (custom)
gelenekleri)
1.She showed a reckless disregard for her own safety. (Kendi
1. dünyayı umursamayan,
güvenliğine boşvermiş bir pervasızlık içinde gözüktü/bir davranış
pervasız, gözü kara.
reckless rek’lıs adj sergiledi)
2. dikkatsiz, aldırışsız,
2.to cause death by reckless driving (dikkatsiz araba kullanarak ölüme
kayıtsız. [BrE]
sebebiyet vermek)
kentsel, kente ait (OPP People moved to the urban areas for jobs. (İnsanlar iş için kentsel
urban örbın 3 adj
rural) alanlara taşındılar)
1.Bring the two edges together and fasten them securely. (İki ucu bir
1. kenar.
araya getir ve sıkıca bağla)
2. ağız, keskin kenar (bıçak
2.the knife’s edge (bıçağın ağzı)
vs)
edge ec 3 n
3.keskinlik, sertlik (ses)
3. Had she imagined the slight edge to his voice? (Onun sesindeki hafif
keskinliği tasavvur etmemiş miydi?)
4. konuşma dili avantaj,
4. Training can give you the edge over your competitors. (Antreman
üstünlük.
rakiplerine karşı sana avantaj kazandıracak)
The equipment needs to be checked regularly. (Techizatın düzenli
regularly regyulırli 3 adv düzenli olarak, muntazaman.
olarak kontrol edilmesi lazım)

sert, şiddetli, zorlayıcı. The company will be taking drastic measures to reduce its debt. (Şirket
drastic dre:stik adj
(radical) borcunu azaltmak için sert önlemler alıyor olacak)
1.The building was a strange mixture of styles. (Bina stillerin tuhaf bir
1. karma. (mix, blend)
mixture miksçır 3 n karmasıydı)
2. karışım (combination)
3. a mixture of salt and flour (bir tuz ve un karışımı)
race reys 3 n ırk; soy. (ethnic group, type) A race of cattle (bir sığır ırkı/cinsi) the Mongolian race (Moğol ırkı)
1.yarış (contest, 1. There are three main candidates in the race for the presidency.
race reys 3 n competition) (Başkanlık yarışında üç önemli aday var)
2.at yarışı [the races] 2.to go to the races (at yarışına / koşuya gitmek)
bilgin, ilim adamı,
scholar skalır 2 n a distinguished scholar (seçkin bir ilim adamı)
akademisyen (academic)
33

a meeting with some of the company’s top executives (şirketin bazı üst
yöneticileriyle bir toplantı) This matter will be decided by the party’s
executive igzekyutiv 2 n (manager, administrator)
national executive. (Bu meseleye partinin ulusal idarecilerince karar
verilecek)
1.İdari (decision-making, 1.He is a member of the executive committee. (O bir idari komite
administrative) üyesidir)
executive igzekyutiv 2 adj
2.zenginlere has, seçkin, 2. a new development of executive homes (birinci sınıf evlerde yeni bir
pahalı gelişme)
1.Karışım (mixture) 1.a delicious blend of sharp and sweet (keskin ve tatlının leziz bir
blend blend . n 2.harman (çay, kahve, karışımı)
tütün vs için karışım) 2.blended whisky / tea (harmanlanmış viski, çay)
1. The couple adopted a baby girl. (Çift bir kız çocuğu evlat edindi)
1. evlat edinmek.
2.Parliament unanimously adopted the committee’s proposals.
2. edinmek, benimsemek
adopt ıdapt 3 v (Parlemento oybirliğiyle komitenin teklifini benimsedi)
(accept)
3. When questioned, he adopted a very aggressive attitude. (Kendisine
3.-e başlamak
sorular yöneltilince, çok saldırgan bir tutum sergilemeye başladı)
1. ot.
2. yemeklere tat vermek için
herb hörb 1 n kullanılan bitki. (aromatic
plant)
3. şifalı bitki.

baştaki, birinci, ilk. (first,


initial inişıl 3 adj My initial reaction was to panic. (İlk tepkim panik yapmak oldu)
original) (OPP final)
He carries a leather case with his initials stamped on it. (Üzerinde
initial inişıl 2 n kelimenin ilk harfi.
isminin ilk harfinin işaretli olduğu deri bir çanta tşıyor)
kısa imza atmak., parafe
initial inişıl . v
etmek
1. eski, önceki. (previous)
2. Both Williams and Andrews claim the property. The former insists
(ex-)
former formır 3 adj that it was a gift. (Hem Williams hem de Andrews sahiplik iddia etti.
2. the birinci, ilk, ilk
İlki [yani Williams] onun bir hediye olduğunu söyledi)
söylenen.
the previous day (evvelki gün)
1. önceki, evvelki (former) a previous husband of hers (eski kocalarından biri)
previous pri:viıs 3 adj
2. eski, sabık (prior) Previous to his present employment he was a bus driver. (Şimdiki
işinden once bir otobüs şöförüydü)

stock market 1 n borsa He invested everything in the stock market. (Herşeyini borsaya yatırdı)
colleague kali:g 3 n Meslektaş (coworker) his Cabinet/party colleagues (kabine / parti meslektaşları)
1. The agency will launch a new weather satellite next month. (Ajenta
1.( suya gemi) indirmek.
gelecek ay yeni bir meteoroloji uydusu fırlatacak)
(uzaya roket) fırlatmak.
2. The police confirmed that an enquiry has been launched into the
launch lo:nç 3 V 2. (yeni işi) başlatmak [into]
incident. (Polis olaya dair bir soruşturma başlatıldığını teyit etti)
(open, introduce)
3. She launched out on her own to start a new business.(Kendi
3. e atılmak [out]
ayakları üzerinde yani bir işe atıldı)
1.(gemiyi) kızaktan suya
indirme. (roketi) uzaya
launch lo:nç 2 n fırlatma. the launch of the space shuttle (bir uzay mekiğinin uzaya fırlatılması)
2.yeni işi başlatma
(introduction, presentation)
Gemiye binmek (go on
embark imba:rk 2 v
board)
-e girişmek, -e başlamak After leaving college, Lucy embarked on an acting career. (Kolejden
embark on imba:rk 2 v
(start, begin) ayrılınca, Lucy oyunculuk kariyerine başladı)
34

I really hope it doesn’t rain – that would spoil everything. (Umarım


yeniden yağmaz- bu herşeyi bozar)
1.bozmak. (ruin)
2. We’d better eat the fish before it spoils. (Balığı bozulmadan once
spoil spoyl 3 v 2.(süt v.b.) bozulmak (decay)
yesek iyi olur)
3.(birini) şımartmak.
3. Stop saying yes all the time – you’re spoiling her.(Her defasında
evet demeyi kes-onu şımartıyorsun)
kaygılanmak, endişe duymak, Police said they were very concerned about the boy’s safety. (Polis
concerned about 3
merak etmek. Teşkilatı delikanlının güvenliğinden ciddi endişe duyduklarını açıkladı)
This is a company that is directly concerned with the defence industry.
concerned with 3 İle ilgilenen / ilgili
(Bu doğrudan savunma sanayii ile ilgenen bir şirkettir)
1.an ambitious young lawyer (hırslı genç bir avukat)
1. hırslı [for someone]
ambitious e:mbişıs 2 adj 2. an ambitious strategy for managing health care (sıhhi bakımın
2. iddialı, büyük.
idaresine dair iddialı / büyük bir plan)
1. oturma, ikamet. 1. After many years of residence in Paris, he returned home. (Pariste
residence rezidıns 2 n 2. ev, konut, mesken, uzun yıllar ikametten sonar, yurduna / evine döndü)
ikametgâh. 2.the President’s official residence (Başkanın resmi konutu)

aldatmak. (trick, mislead, Don’t be deceived – she’s not as nice as she seems (Aldanma –
deceive dısi:v 1 v
cheat) gözüktüğü kadar iyi biri değildir)
You can’t put the decision off any longer. (Bu kararı daha fazla
put off put of 3 PhV Ertelemek (delay, postpone)
erteleyemezsin)
1.Our parents brought us up to believe in our own abilities. (Anne-
1. yetiştirmek, büyütmek. Babamız bizi kendi yeteneklerimize inanmamızı sağlayacak şekilde
bring up bring ap 3 PhV 2. yetişmek, büyümek [to be yetiştirdiler)
brought up] 2. He was born and brought up in India. (Hindistanda doğdu ve
büyüdü)
I tried to cheer him up, but he just kept staring out of the window.
Neşelenmek / neşelendirmek
cheer up çi:r ap 3 PhV (Onu neşelendirmeye çalıştım ama sadece pencereden dışarı bakmaya
(make happier)
devam etti)
İlgilenmek, bakmak (take It’s hard work looking after three children all day. (Tüm gün üç
look after lu:k aftır 3 PhV
care of) çocukla ilgilenmek zor iş)

1.There is a lot of storage space in the loft. (Tavanarasında bir sürü


1. depolama.
depolama boşluğu var)
storage sto:ric 2 n 2. depo ücreti.
2.The storage was expensive for us.
3. bilgisayar bellek.
3.data srorage (data belleği)
He has been known on occasion to lose his temper. (Ara sıra kontrolünü
on occasion ıkeyjın 3 n Bazen (occasionally)
kaybedip öfkelenen biri olarak bilinmektedir)
We go to the theatre only very occasionally. (Tiyatroya çok nadiren
occasionally Ikeyjınıli 3 adv ara sıra, bazen (sometimes)
gideriz)
1. açıklamak, açığa vurmak. 1.to reveal a secret (bir sırrı açıklamak)
reveal rivi:l 3 vt (make known, disclose) 2.He laughed, revealing a line of white teeth.(Bir sıra beyaz diş
2. göstermek. (show, expose) göstererek güldü)
1. davranmak, muamele 1.My parents still treat me like a child. (Ailem bana hal çocukmuşum
etmek. (behave) gibi davranıyor) .
2. tedavi etmek. (care for) 2.She was treated for sunstroke. (Güneş çarpmasından tedavi oldu)
3. (konuyu) işlemek, ele 3.The question is treated in more detail in the next chapter. (Problem
almak. (deal with) gelecek bölümde çok daha detaylı bir şekilde ele alınıyor)
treat tri:t 3 v
4. kimyasal vs.uygulamak 4.to treat crops with insecticide. (ekine böcek ilacı sıkmak)
(korumak için) 5.I decided to treat his remark as a joke. (Onun sözünü bir şaka olarak
5.-e olarak düşünmek almaya karar verdim)
(consider) 6.Don’t worry about the cost, I’ll treat you. (Tutar için endişelenme;
6.ısmarlamak (pay for) ben sana ısmarlayacağım)
35

1.We must make good use of the available space. (Müsait boşluğu
daha iyi kullanmalıyız)
2.in the space of ten miles (on millik bir mesafe içinde)
1. boşluk
3.I’ll clear a space for your books. (Kitapların için boş bir yer
2. mesafe
açacağım)
3. boş alan /yer
4.the possibility of visitors from outer space (uzaydan ziyaretçi
space speys 3 n 4. gökbilim uzay, feza.
ihtimali)
5. süre, müddet.
5.44 people died in the space of 5 days (5 günlük periyotta 44 insan
6. aralık, boşluk.
öldü)
7. özgürlük
6.Leave a space after the comma. (Virgülden sonra bir boşluk bırak)
7. The children were given little personal space or privacy. (Çocuklara
çok az kişisel özgürlük ve özel hayat verilmişti)
1. [at] -e ters ters bakmak. 1. They glared at each other across the table. (Masanın diğer
2. göz kamaştıracak bir tarafından birbirlerine ters ters baktılar)
glare gleyr 1 v
şekilde parlamak. 2. The sun glared down, dazzling them. (Güneş onların gözlerini
kamaştırarak parladı)
1. göz kamaştırıcı. (brilliant) 1.a glaring white light (parlak bir beyaz ışık)
glaring gleyring . adj 2. çok göze çarpan. (obvious) 2.a glaring injustice (apaçık bir haksızlık)
3. ters ters bakan. 3.glaring eyes (ters ters bakan gözler)
hafif rüzgâr, esinti, meltem;
breeze bri:z 2 n
imbat. (gentle wind)
a gentle/light/slight breeze (hafif bir esinti)
1. bahse girmek (on/against) 1. I bet £10 on each of the horses. (Her at için 10 pauntluk bahse
bet bet 2 v (gamble) girdim)
2. kuvvetle sanmak (think) 2. I bet (that) we’re too late. (Sanırım çok geç kaldık)
“I’m going to tell her what I think of her.” “Yeah, I bet” (Ona
yeah, I bet Tabi, tabi
hakkında ne düşündüğümü söyleyeceğim—Tabi tabi)
you bet Kesinlikle (sure, certainly) “Are you nervous?” “You bet” (Sinirli misin? Kesinlikle.)

era iırı 2 n devir, çağ. the Thatcher era (Thatcher devri)


1.The prospect of his finding a job is poor.(İş bulma ihtimali az.)
1. ihtimal, olasılık:
2. His prospects are excellent.(Onun geleceği parlak.)
prospect prıspekt 3 n 2. çoğul başarı şansı:
She’s been on the phone all day calling various new prospects. (Tüm
3. olası müşteri.
gün telefonun başında yeni olası müşterileri arıyor)
a prospective client/employee/candidate (olası bir
prospective Prıspektiv 2 adj muhtemel, olası. (potential)
müşteri/işveren/aday)
geçici, muvakkat.
temporary temprıri 3 adj 1. These measures are only temporary. (Bu önlemler sadece geçici)
(impermanent)
permanent scar (kalıcı iz.) permanent solution (kalıcı çözüm.)
kalıcı, daimi; sürekli, devamlı permanent chairman (daimi başkan.) permanent job (sürekli iş.)
permanent pörmınınt 3 adj
(lasting, enduring) She seems to have a permanent smile on her face.(Sanki yüzündeki
tebessüm hiç eksilmiyor.)

çürümek, bozulmak; 1. As dead trees decay, they feed the soil. (Ölü ağaçlar çürüdükçe,
decay dikey 1 v
çürütmek. (perish, rot) toprağı beslerler)
exhibition eksibişın 3 n Sergi (display, show) the World Trade exhibition (dünya ticaret sergisi)
1. Consider the potential benefits of the deal for the company.
1.Fayda (profit, advantage)
(Anlaşmanın şirkete yapacağı potansiyel faydaları düşün)
2.yardım [BrE] (welfare –
benefit benifit 3 n 2. housing/sickness/disability benefit (barınma/hastalık/sakatlık
AmE)
yardımı)
3.hayır, iyilik (charity)
3. a benefit concert/performance (bir hayır konseri/işi)
1.Thousands of households could benefit under the scheme. (Binlerce
1.Fayda görmek ev ahalisi bu projeyle fayda görecekler)
benefit benifit 3 v
2.faydalı olmak 2. The system mainly benefited people in the south of the country.
(Sistem çoğunlukla ülkenin gneyindeki insanlara faydalı oldu)
lecture lekçır 3 n Konferans (speech, address) a lecture on Dickens (Dickens hakkında bir konferans)
36

1. bitki
1. a garden/pot/house plant (bir bahçe/saksı/ev bitkisi)
2. fabrika, işletme (factory)
2. a car assembly plant (bir araba montaj fabrikasi)
plant ple:nt 3 n 3. teçhizat.
3.The company has been invested in new plant and equipment. (Şirket
4.k.d. hile, aldatmaca
yeni teçhizat ve ekipmana yatırım yapmıştır)
5. casus
1.Villagers planted those plane trees.(O çınarları köylüler dikti.) He
planted the stake in the ground.(Kazığı yere dikti.)
1. dikmek, ekmek 2.The English planted colonies in North America.(İngilizler Kuzey
2. kurmak (set, fix) Amerika'da sömürgeler kurdu)
3. yerleştirmek. (place) 3.They planted spies in the intelligence organization. (İstihbarat
plant ple:nt 2 v
4. [in] -e (fikir) aşılamak, örgütüne ajanlar yerleştirdiler.) He planted his foot on the second step.
(kafasına) (fikir) sokmak. (Ayağını ikinci basamağa yerleştirdi.)
4. Both candidates will make promises and plant ideas, trying to earn
trust. (Her İki adayda güven kazanmak için sözler verip fikirler
aşılayacak)
The majority of the population are landless peasants (Nüfusun
peasent pezınt 1 n köylü
çoğunluğu topraksız köylülerdir)
They intend to provide information, via the Internet for instance. (Bilgi
for instance For instıns 3 ph Örneğin (for example)
temin etmeye niyetliler, örneğin internet aracılığıyla)
hoş, güzel, tatlı, latif.
pleasant plezınt 2 adj Well, this is a pleasant surprise! (Amaan ne hoş bir sürpriz!)
(pleasing,lovely, enjoyable)

1. sabır, dayanç,
Wildlife photography requires a lot of patience. (Vahşi-yaşam
patience peyşıns 1 n tahammül.(endurance)
fotoğrafçılığı çok sabır gerektirir)
2. botanik labada.
make up someone’s mind karara varmak (decide) Come on, make up your mind! (Hadi, ver kararını artık!)
1.ifade etmek (state) 1.Her eyes expressed total shock. (Gözlerin tam bir şoku ifade ediyor)
express ikspres 3 v
2.yollamak [AmE] 2.I’ll express those documents to you. (Bu belgeleri sana yollayacağım)
1. hemen, derhal (at once) 1.I did not immediately realize how serious the situation was. (İşin
immediately imi:diyıtli 3 adv 2. doğrudan doğruya aciliyetini hemen farkedemedim)
(directly) 2. I’ll phone you immediately.(Doğrudan seni arayacağım)
çok çekici, çok cazip There are still lots of tempting offers on nearly new cars. (Hemen
tempting tempting . adj
(attractive) hemen yeni olan arabalar için hala pek çok cazip teklif var)

1. yerleştirmek (position)
1.Alev's going to arrange the furniture in this room. (Bu odanın
2.(toplantı) düzenlemek,
mobilyalarını Alev yerleştirecek.)
arrange ıreync 3 v tertiplemek, tertip etmek
2.Who arranged this farewell dinner? (Bu veda yemeğini kim
(organize)
tertipledi?)
3.aranjman yapmak. [müz]
itiraz edilebilir, nahoş,
objectional obcekşınıl His actions were objectionable.(Davranışları nahoştu.)
uygunsuz, münasebetsiz
The child may be separated from his mother while she receives
treatment. (Çocuk annesi tedavi olurken ondan ayrılmalı)
A large river separates the north of the city from the south. (Geniş bir
1. ayırmak (take apart, split)
nehir şehrin kuzeyini güneyinden ayırır.)
1. ayrılmak (split, break
The two issues need to be separated to discuss them fairly. (Adaletli
separate sepıreyt 3 v away)
bir şekilde tartışabilmek için iki meselenin ayrılması lazım)
2. bölmek. (divide)
Millie’s parents separated when she was three. (Millie’nin anne-
4. boşanmak (divorce)
babası o üç yaşındayken ayrılmıştı/boşanmıştı)
It’s times like these that separate the men from the boys. (Vakit erkek
olanın çocuk olandan ayrılması vaktidir)
My brother and I always had separate rooms. (Kardeşim ve ben hep
ayrı odalara sahip olduk)
Ayrı (unconnected, distinct)
separate sepırit 3 adj Each apartment has its own separate entrance. (Her katın/apartmanın
(single)
kendi ayrı girişi var)
That’s an entirely separate matter. (Bu tamamıyla ayrı bir mesele)
1. yüzeysel. (trivial) Her injuries were only superficial. (Yaraları çok yüzeysel/önemsiz)
2. üstünkörü, gelişigüzel. The study is too superficial for us to reach any conclusion. (Çalışma
superficial supırfişıl 1 adj (cursory) bizi sonuca götüremeyecek kadar yüzeysel)
3. hiç derinlemesine Sarah is so superficial – she only cares about how she looks. (Sarah
düşünmeyen, sığ (shallow) çok yüzeysel; sadece nasıl göründüğünü umursuyor)
37

3. I challenge you. (Sana meydan okuyorum)


1.meydan okumak. (face) 2. No one has challenged the assumptions that are made in the report.
2.sorgulamak (test) (Kimse rapordaki varsayımları sorgulamadı)
challenge Çelınc 3 v 3.geliştirmek 3. My present job doesn’t really challenge me. (İşim beni gerçekten
4.nereden geliyor-nereye geliştirmiyor)
gidiyorsun diye sorgulamak 4. We were immediately challenged by armed guards. (derhal silahlı
korumalar tarafından sorgulandık)
1. tereddüt etmek,
He hesitated a moment, and then knocked on the door.
hesitate hezıteyt 2 n duraksamak (pause)
Don’t hesitate to call me if you need any help.
2. çekinmek. (think twice)

skecıl / 1. program (agenda) 1.I have a very busy schedule at the office today.(Bugün ofisteki iş
schedule şedyul 2 n 2. liste. (list) programım çok dolu.)
BrE 3. tarife (timetable) 3.boat schedule (vapur tarifesi.)

1.ücret (charge) 1.The annual fee is £5. (Yıllık ücret 5 paund)


fee fi: 3 n 2. giriş ücreti; doktor ücreti,
2.Many doctors have a standard scale of fees. (Pekçok doktorun
vizite. standart bir vizite ücreti vardır)
1. We’ve made a commitment to help, and we will. (Yardım etmeye
söz verdik ve yapacağız)
1. söz, vaat, taahhüt. (promise)
2. Her laziness and lack of commitment are appalling. (Tembelliği ve
commitment kımitmınt 3 n 2. kesin karar. (dedication)
kararsızlığı dehşete düşürücü)
3.sorumluluk.(responsibility)
3. I can’t do this job right now because of other commitments. (Bu işi
diğer sorumluluklarım nedeniyle şu anda yapamam)

Kapatma/kapanma, kapanış The closure of the centre would be a terrible loss to the community.
closure klojır 2 n
(shutting, conclusion) (Merkezin kapanması toplum için büyük kayıp olur)
1.We need to get some more accurate information. (Biraz daha doğru
1. doğru, tam. (precise) bilgi almaya ihtiyacımız var)
accurate e:kyurıt 2 adj
2. yanlış yapmamayan 2.He’s very accurate in his calculations. (Hesap işinde çok
doğrudur/iyidir)
1.cerrahi 2.doctors who perform several surgeries a day (günde birkaç cerrahi
2.cerrahi müdahele müdahele yapan doktorlar)
surgery sörcıri 2 n (operation) 3.Surgery is from 9.00 to 4.30. (muayenehane 09:00’dan 16:30’a
2.muayenehane [BrE] kadar)
4. ameliyathane [BrE] 4. Take him up to surgery. (Onu ameliyathaneye götürün)
1.urgent aid to flood victims (sel kurbanlarına acil yardım)
1. acil, ivedi (vital)
urgent örcınt 2 adj 2. Jean spoke, her voice low and urgent. (Jean konuştu, sesi yumuşak
2. ısrar eden (insistent)
ve ısrarcıydı)
1. Under no circumstances will we agree to splitting up the company.
1. koşul, şart, vaziyet
(Hiçbir koşulda şirketi bölmeye karar vermeyeceğiz)
circumstances sörkımsıtıns 3 n (condition)
2. Joanne has been more a victim of circumstance than anything else.
2. olay, vaka (incident, event)
(Joanne herkesten daha çok olayın kurbanı oldu)

1. He was, if you’ll pardon the expression, pissed out of his mind. (O,
1. deyim, tabir. (phrase)
tabirimi bağışlarsanız, kafayı sıyırmıştı)
2. (yüzdeki) ifade.
2. I noticed his expression of disgust. (Yüzündeki iğrenme ifadesini
(appearance)
expression ikspreşın 3 n farkettim)
3. ifade, anlatım, dışavurum
3. the expression of anger through violence (Öfkenin şiddet yoluyla
(manifestation)
ifadesi/dışa vurumu)
4. mat. mantık deyim, ifade.
4. algebraic expressions (cebirsel ifadeler)
deptor detır 2 n Borçlu (OPP creditor)
to reinfoece concrete with steel bars (betonu çelik barlarla
reinforce Ri.’infors’ 2 vt Takviye etmek (strengthen)
kuvvetlendirmek)
Takviye etme / takviye (back
reinforcement ri:infors’mınt n
up, support)
The army brought in extra reinforcements to fight the rebels. (Ordu
reinforcements n Takviye birliği / kuvveti
asilerle savaşması için fazladan takviye birliği getirdi.)
38

1.His novels have been criticized for the negative way in which they
represent women. (Romanları kadınları olumsuz yönde betimlemesi
nedeniyle eleştirilmiştir) The statue represents Jefferson as a young
1. göstermek, betimlemek.
man. (Heykel Jefferson’u genç bir adam olarak gösteriyor)
(symbolize, portray)
2.Ambassador Albright will represent the United States at the
represent reprizent 3 vt 2. temsil etmek (stand for,
ceremony. (Büyükelçi Albright törende ABD’yi temsil edecek)
speak for, stand in for)
Albanians represent about 90 per cent of the population in Kosovo.
(Arnavutlar Kosova nüfusunun yaklaşık yüzde 90’ını temsil
eder/oluşturur)The colour red commonly represents danger. (Kırmızı
renk genellikle tehlikeyi temsil eder/simgeler)
1. sorun, mesele, iş. (matter, Several government ministers resigned because of the affair. (Birkaç
event, business) hükümet bakanı skandal yüzünden istifa etti)Her husband denied that
affair ıfeğr 3 n
2. kd olay, skandal. he was having an affair. (Kocası gayrı meşru aşk ilişkisi olduğunu
3.gayrı meşru ilişki reddetti)
1.an expert on foreign affairs (bir dışişleri uzmanı)We are friends, but
I don’t know much about their private affairs. (Biz arkadaşız ama onun
1.İş, ilişki, olay, mesele özel işlerini/ilişkilerini pek bilmiyorum)
affairs ıfeğrs 3 n (matter, event, business) Current affairs (gündemdeki olaylar) The film is very much a family
2.şey affair – all her brothers are in the cast.(Film epey bir aile işi; tüm
kardeşler kastta yer almış)
2.Her dress was a long silky affair.(Elbisesi uzun ipek bir şeydi)
1.düz, düzgün (flat, even) 1.as smooth as marble (mermer kadar düz)
2.yumuşak (soft) 2.a smooth ride (yumuşak bir biniş)
smooth smu:th 2 adj
3.sıkıntısız (easy) 3.a smooth, carefree vacation trip (sıkıntısız, tasasız bir tatil yolculuğu)
4.hoş, rahatlatıcı 4. smooth dance music (rahatlatıcı dans müziği)
Dobraca, sözünü sakımadan To put it bluntly, your friend isn’t welcome here. (Dobraca konuşmak
bluntly blantli . adv
(frankly, directly) gerekirse, arkadaşının buraya gelmesi hoş karşılanmıyor.)

1.çok parlak (sparkling)


2.gözle görünen, seçkin 1.the brilliant sun on the water (sudaki parlak güneş)
brilliant brilyınt 3 Adj (distinguished) 2.a brilliant performance (parlak bir performans)
3.çok akıllı, zeki, bilgili 3.a brilliant student /discovery (parlak bir öğrenci / buluş)
(clever, intelligent)
1.geniş (wide) 1.a board room (geniş bir oda)
2.açık 2.broad daylight (açık günışığı)
broad bro:d 3 adj 3.belirgin (obvious) 3.a broad hint (belirgin bir ima)
4.yaygın 4. a broad education (yaygın bir eğitim)
5.ana, genel (rough, general) 5.the broad outlines of the project (projenin genel hatları)
Geniş fikirli (OPP narrow- My dad’s pretty broad-minded so he won’t mind if you drink. (Babam
broad-minded bro:dmayndıd 3 adj
minded) oldukça geniş fikirlidir bu yüzden içersen aldırmayacaktır)
1.tutucu, muhafazakar
1.A conservative clothing (tutucu bir kıyafet)
conservative kınsörvıtiv 2 adj (traditional)
2.a conservative estimate (ihtiyatlı bir tahmin)
2.ihtiyatlı (cautious)
1.ürkek (timid) 1.a shy animal (ürkek bir hayvan)
2.utangaç (bashful) 2.a shy child (ürkek bir çocuk)
shy şay 1 adj
3.yok (=not, lacking, short) 3.It costs 10 dollars, and I am shy two dollars. (On dolar tutuyor ama
[argo] benim iki dolarım bile yok)

1.çok kirli 2.ağzı bozuk 3.çok


filthy filthi: 1 adj 2. filthy language (ağzı bozuk konuşma)
kötü, iğrenç (BrE) (foul)
zirve, tepe, doruk (high The movie’s climax was the escape scene. (Filmin en heyecanlı
climax klaymeks 1 n
point) sahnesi kaçış sahnesiydi)
The summit of a hill / a person’s career (bir tepenin / bir şahsın
summit samit 2 n Zirve, tepe, doruk
kariyerinin zirvesi)
A summit meeting of European leaders (Avrupalı liderlerin bir zirve
summit samit 2 adj Zirve (toplantı)
toplantısı)
The steel mills reached their peak of production in May. (Çelik
peak pi:k 2 n Zirve, tepe, doruk
fabrikaları mayısta üretimlerinin doruğuna çıktılar.
39

komik, esprili (funny,


humorous hyumırıs 1 adj A humorous story (komik bir hikaye)
amusing)
She took the precaution of locking the door as she left. (Ayrılırken
precaution pri:koşın 1 n Önlem (safety measure)
kapıyı kitleyeme önlemini aldı)
1.The lid of the jar is so tight I can't open it.(Kavanozun kapağı öyle
sıkışmış ki açamıyorum.)Things will be a little tight for a few
months.(İşler birkaç ay biraz sıkışık olacak)
1sıkışık, sıkışmış (compact) 2.tight control of costs (giderlerin sıkı kontrolü) She hugged Marco in
2.sıkı (strict, firm) a tight grip.(Marco’yu sıkı bir kavrayışla kucakladı) They kept things
tight Tayt 2 adj
3.dar (streched) tight for the first half of the game. (Oyunun ilk yarısında işi sıkı
4.gergin (tense) tuttular)
3.a tight skirt/dress (dar etek/elbise) If time is tight, cook the chicken
the day before. (Vakit dar ise, tavuğu bir gün önceden pişir)
4.He gave her a tight smile (Ona gergin bir gülümseme verdi)
1.Kaçakçılık yapmak 1.They were arrested for smuggling drugs into the country. (Ülkeye
(gümrüksüz mal sokmak- uyuşturucu sokmaktan tutuklandılar)
smuggle smagıl vt
çıkarmak) 2.His sister smuggled dessert to him when he was being punished.
2.gizlice getirmek (Cezalandırılırken kızkardeşi ona gizlice tatlı getirdi)
vacation vıkeyşın n Tatil, izin (holiday, leave) She’s on vacation this week and next (Bu ve gelecek hafta tatilde)

1. tekerlek izi.
rut rat . adj 2.You've gotten into a rut.(Hayatın çok monotonlaştı.)
2. rutin
The priest is often invited to preside at the reception. (Rahip sık sık
preside at/over prizayd . v -e başkanlık etmek (lead)
törene başkanlık etmesi için davet edilir)
aracılığıyla, vasıtasıyla. (by,
You can reach the information by means of the internet. (İnternet
by means of 3
via) aracılığıyla bilgiye ulaşabilirsin)
asla, katiyen. (absolutely It was by no means excellent but still better than last year. (Hiçbir
by no means 3
not) surette harika değildi ama geçen seneden daha iyiydi)
1. çok büyük, kocaman
1.the massive columns at Luxor (Luxor’daki devasa kolonlar)
2. büyük çapta, muazzam.
massive 3 N 2.a massive amount of money (çok miktarda bir para)
3. şiddetli (deprem, kalp krizi
3. a massive heart attack (şiddetli bir kalp krizi)
v.b.).

1. açıklama yapmak,
1.It was becoming increasingly difficult to justify such expenditure.
mazeret bulmak, haklı
(Böyle bir harcamayı açıklamak gittikçe güçleşiyor)
justify 2 V çıkarmak
2. I don’t see why I should justify myself to you. (Kendimi size karşı
2. savunmak, temize
niçin savunmam gerektiğini anlamıyorum)
çıkarmak. (defend)
the contrast between her life before the accident and now (kazadan
contrast 3 n karşıtlık, zıtlık.
önceki ve sonraki yaşamı arasındaki tezat)
He inherited the business from his father. (İşi babasından miras aldı)
1. Miras almak (take over)
inherit 2 v The boys inherited Derek’s good looks. (Çocuklar Derek’in iyi
2. Miras kalmak
bakışlarını miras edindiler)
The three countries shared a common linguistic and religious
inheritance 2 n Miras (heritage)
inheritance. (Üç ülke ortak bir dilbilimsel ve dini mirsı paylaştılar)
Her pictures have been loaned to the Ikon Gallery. (Resimleri Ikon
loan v ödünç vermek
Gallery’den ödünç alınmıştır.)
1. He had accepted Tom’s offer of the loan of his cottage in north
1.ödünç verilen şey Wales. (Tom’un Kuzey Wales’teki kulübesini ödünç verme teklifini
loan 3 n
2. borç (credit) Kabul etmişti)
2. an interest-free loan (faizzis kredi)
40

1.She granted his request. (Ricasını kabul etti.)


1. kabul etmek (agree, Granting the truth of what you're saying, I still don't see that there's
accept) anything we can do about it. (Dediklerinizin doğruluğunu kabul etsek
grant Gre:nt 3 vt
2. vermek, lütfetmek, bile, yine de bu işte bizim yapabileceğimiz bir şey göremiyorum.)
bahşetmek. 2. On April 30, the club granted him a leave of absence for personal
reasons. (30 Nisan’da kulüpona kişisel nedenlerle bir tatil verdi)
His behaviour that night puzzled me for a long time (O geceki
Şaşırtmak davranışları beni uzun sure şaşırttı)
puzzle pazıl 1 vt
şaşmak I’ve puzzled over this question for a while. (Bu soruya bir müddet şaşa
kaldım)
1. tüccar, satıcı
2. iskambil kâğıtlarını
dealer Di:lır 3 n a dealer in old stamps (eski pul satıcısı.)
dağıtan kimse.
3.uyuşturucu satıcısı
1. şiddetli, hiddetli: a vehement protest (şiddetli protesto.)
vehement vi:ımınt . adj
2. ateşli a vehement speaker (ateşli konuşmacı.)
1. You have to live in the city and understand its peculiarities. (Şehirde
1.özellik, hususiyet
yaşamalı ve şehrin hususiyetlerini öğrenmelisin)
peculiarity pikyu:lie.riti . n (particularity)
2. Have you noticed any peculiarities in his behaviour recently? (Son
2. acayiplik (oddness)
zamanlarda davranışlarında bir acayiplik farkettin mi?)

1. duruşma
2. deneme; denenme 1.They’re on trial for armed robbery.
(experiment) 2.The drug is now undergoing clinical trials.
trial tre:yl 3 n 3. sıkıntı, güçlük (burden, 3.She writes about the trials of life on the American frontier.
difficulty) 4.The kids can be a bit of a trial at times.
4.başbelası 5.The Olympic trials are to be held next week.
5.ön-eleme [spor]
Deneme (test,
trial tre:yl . adj
experiamental)
trial period (deneme devresi.)
1. istem, talep (request) 1.She repeated her demand for an urgent review of the system.
demand dimend 3 n
2. [ekonomi] talep, rağbet. 2. Demand for organic food is increasing.
1. She demanded to know what was happening. (Ne olup bittiğini
1. talep etmek, istemek
öğrenmek istedi)
demand dimend 3 v (want)
2. This is a complex task and demands a high level of skill. (Bu
2. gerektirmek (require)
karmaşık bir görev ve üst seviyede bir beceri gerektiriyor.)
1.çok ilgi isteyen , tatmin
1.Young children can be very demanding. (Küçük çocuklar çok ilgi
edilemez (dissatisfied)
demanding dimending 1 adj
2.çok iş-emek isteyen
bekleyebilirler)
2.A demanding boss (çok iş isteyen bir patron)
(difficult)

Other girls were jealous of her good looks. (Diğer kızlar onun
jealous celıs 1 adj Kıskanç (envious)
görünüşünü kıskanıyorlar)
He looked at her with barely concealed admiration. (Ona güçlükle
conceal kınsi:l 2 v Gizlemek, saklamak (hide)
gizlenmiş bir hayranlıkla baktı)
1.stres, acı (stress) 1.The funeral was quite a strain on her. (Cenaze ona çok acı geldi)
2.yük, kuvvet, basınç 2.The strain of the weight on the bridge made it collapse. (Köprüdeki
strain streyn 2 n
(pressure) ağırlığın basıncı onun çökmesine yol açtı)
3.incinme (injury) 3.muscle/back strain (kas / sırt incinmesi)
1.germek, çekmek (pull) 1.The heavy weight strained the ropes until they broke. (Fazla ağırlık
2.zorlamak ipleri kırılıncaya kadar gerdi)
3.sonuna kadar kullanmak, 2.She strained the rules to suit herself. (Kuralları kendi lehine çok
strain streyn 2 v çok zorlamak zorladı)
4.incitmek (hurt) 3.He strained every nerve to win. (Kazanmak için her sinirini kullandı)
5.çok çabalamak-kendini 4.to strain a muscle (bir kası zorlamak-incitmek)
zorlamak (struggle, strive) 5.I strained to hear you. (Seni iştimek için çok çabaladım)
1.hayır-yardım, sadaka
1.living on charity (sadaka ile geçinmek)
(aid,help)
2. Steele showed no charity to his former friend and partner. (Steele
2.yardımseverlik, merhamet
charity çeriti 3 n eski arkadaşı ve ortağına hiç merhamet göstermedi)
(kindness)
3. The Children’s Society is a registered charity. (Çocuklar Topluluğu
3.yardım kuruluşu (aid
tescilli bir yardım kuruluşudur)
organization)
41

1. David was our leading goalscorer last year. (David geçen yılki en
1. [en] önemli önemli golcümüzdü)
leading 3 adj
2. önde giden, öndeki 2. Michael broke away from the leading group to win by 70 metres.
(Michael kazanmak için öndeki grupla arasını 70 m açtı)
feeble fi:bıl . adj 1.Güçsüz, zayıf (weak) a feeble light/voice (zayıf bir ışık/ses)
logic lacik 2 n Mantık (common sense) Poor logic (zayıf mantık) the logic os a system (bir sistemin mantığı)
ornament ornımınt 1 n Süs, süsleme (decoration) an old china ornament (eski bir çin süslemesi)
The columns are ornamented with geometrical designs. (Sütunlar
ornament ornıment 1 v Süslemek (decorate, adorn)
geometric çizimlerle süslü)
An ornate building (gösterişli bir bina) an ornate style of writing
ornate orneyt . adj Çok süslü, gösterişli (showy)
(süslü bir yazma tarzı)

1.düşman., savaşçı
(unfriendly) 1.hostile tribes (düşman kabileler)
hostile hastıl/-teyl 2 adj 2.düşmanca, nefretkarane 2.a hostile look (düşmanca bir bakış)
(harsh) 3.a hostle climate (ters-sert bir iklim)
3.hoş olmayan, ters (adverse)
hostility hastilıti 2 n Düşmanlık (enmity) hostility to new technology (yeni teknolojiye düşmanlık)
Çatışma, savaş (fight, Anti-war demonstrations continued after the outbreak of hostilities.
hostilities hastilıti:s 2 n
conflict, warfare) (Savaş karşıtı gösteriler çatışmalar başladıktan sonra da devam etti)
In 1541 a fire consumed most of the town and much of the castle.
castle kesıl 2 n Kale (1541’de bir yangın kasabanın çoğunu ve kalenin bir kısmını yakıp yok
etti)
1.ev sahibi
2.han-otel sahibi 1.Japan is playing host to its first World Championship next week.
host host 2 n 3.parazite ev sahipliği yapan (Japonya gelecek hafta ilk defa dünya kupasına ev sahipliği yapacak)
4.radyo-TV; programda 4.a game show/talk show host (yarışma / tolk şov sunuculuğu)
konuk alan
Ev sahipliği yapmak, Sydney hosted the Olympic Games in 2000. (Sidney 2000 yılında
host host 2 v
ağırlamak olimpiyat oyunlarına ev sahipliği yaptı)
pek çok, bir sürü (a great
host host 2 n A host of friends (bir ordu/sürü arkadaş)
number)

1.tatma duyusu 2.Candy has a sweet taste (Şeker tatlı bir tada sahiptir)
2.tat (flavor) 3.Give me a taste of the cake (Bana pastadan bir tadımlık versene)
taste teyst 3 n 3.bi tadımlık (sample) 4.Her dress shows her advanced taste (Elbisesi gelişmiş zevkini
4.zevk (sophistication) gösteriyor)
5.arzu, sevgi, ilgi (liking) 5. I have no taste for sports. (Spora hiç ilgim yoktur)
1.konu, tema (subject, topic)
2. kısa melodi, parça 1.Theme of the book (kitabın konusu)
theme thi:m 3 n
3. bir konuda yazılmış kısa 2.the theme from the film Rocky (Raki filminden parçası)
yazı
bilateral bayletırıl . adj 1.çift taraflı 2.ikili Bilateral treaty (ikili antlaşma)
1.makul (sensible) 1.a reasonable person/decision (makul bir insane/kara)
reasonable ri:zınıbıl 3 adj
2.fazla olmayan, adil (fair) 2.a reasonable price / salary (makul bir fiyat / maaş)
1. Many people have dramatically reduced the amount of red meat they
consume. (Pek çok insane dramatik bir şekilde tükettikleri kırmızı et
mikterını azalttı) The new light bulbs consume less electricity. (Yeni
1. tüketmek
consume kınsyum 2 vt ampuller daha az elektrik tüketiyor)
2. yakıp yok etmek.
2. In 1541 a fire consumed most of the town and much of the castle.
(1541’de bir yangın kasabanın çoğunu ve kalenin bir kısmını yakıp yok
etti)
consumer demand/spending/protection (tüketici talebi / harcaması
consumer kınsyumır 3 n tüketici
/korunması)
42

1.This change in attitude is long overdue. (Davranıştaki bu değişiklik


1.geç (late)
çok geç)
overdue ovırdyu: . adj 2.vadesi geçmiş, ödenmemiş
You’re long overdue for a dental check-up. (Diş kontrolü için çok geç
(unpaid)
kalmışsın)
aware [of] ıweyr 3 adj Farkında olmak They’re aware of the dangers. (Tehlikelerin farkındalar)
1.Have you paid your car insurance? (Araba sigortanı yatırdın mı?)
1.sigorta 2. He’s in insurance.(Sigorta işinde çalışıyor)
insurance inşurıns 3 n 2.sigorta şirketi 3.After the fire, they were able to rebuild their house with the
3.sigortadan gelen para insurance.(Yangından sonra, sigorta parasıyla evi yeniden
yapabildiler)
Uygulamak (carry out, I hope the government will put the report’s main recommendations
put into effect 3
apply) into effect.
iş, görev, vazife; ödev (job,
task te:sk 3 n It was a hard task to perform. (Yerine getirilmesi zor big görev)
duty)

utandırmak, mahcup etmek It embarrassed me to have to give my opinion in public. (Beni fikrimi
embarrass imbe:ris 1 v
(make ashamed) toplum karşısında vermek zorunda bırakarak mahçup etti)
Susan’s very patient with the children. (Susan çocuklara karşı çok
patient peyşınt 2 adj Sabırlı [with] (enduring)
sabırlı)
patient peyşınt 3 n hasta Several patients complained about the treatment they received.
1. uyarmak, canlandırmak 1. drugs to stimulate the production of hormones / Such questions
stimulate stimyuleyt 2 vt (motivate, rouse) provide a useful means of stimulating students’ interest.
2. teşvik etmek. 2. new measures to stimulate the economy
enquiry /
May I inquire why you wish to speak to him? (Onunla niçin konuşmak
enquire- inkwayr 1 v Sormak (ask)
istediğinizi sorabilir miyim?)
inquire

enquiry / inkwayr 1 v -i araştırmak -i soruşturmak The committee inquired into complaints made by several prisoners.
inquire into (investigate)
enquiry / hakkında bilgi almak (ask Why don’t you telephone the theatre and inquire about tickets? (Niye
inkwayr 1 v
inquire about for, request) telefon edip biletler hakkında bilgi almıyorsun?)
1. Analysts reckon their profits have fallen by around 10%. (Analistler
1. saymak, hesaplamak
kazançlarının %10 civarında düşeceğini hesaplıyorlar)
reckon rekın 3 v (calculate)
2. I reckon there’s something wrong with him. (Sanırım onda bir
2. sanmak (think)
tuhaflık var)
hemen, derhal (immediately,
right away 3
at once, right now)
She called and asked me to come over right away.
1.The growers use both natural and artificial light. (Yetiştiriciler hem
1.yapma, suni doğal hem de yapay ışık kullanmaktalar.)
artificial artıfişıl 2 adj
2.yapmacık 2. She laughed a bright artificial laugh. (Kocaman yapmacık bir
kahkahayla güldü)
43

It is grossly unfair to suggest that the school was responsible for this
unfair 2 adj haksız, adaletsiz (unjust) accident.
unfair competition (haksız rekabet)
book 1 v (yer) ayırtmak (reserve) I’ll book a table for 8 o’clock.
1.ten players whose ages ranged between 10 and 16 (yaşları 10 ile 16
1.çeşitlemek, sıralamak,
arasında değişen oyuncular)
uzanmak (vary)
range 2 v
2.gezinmek, dolaşmak
products ranging from televisions to computer software
(televizyonlardan bilgisayar yazılımlarına kadar uzanan üretimler)
3. otlatmak.
2-3. There were buffalo ranging the plains of North America.
(bir yerde) yetişmek; (bir
range over 2 v
yerde) bulunmak
The Polynesians ranged over the entire Pacific Ocean
umut verici, geleceği parlak a highly promising young artist
promising 1 adj
(talented, hopeful) © Macmillan Publishers Ltd. 2002

1. ücretle tutmak (employ) 1. I hired someone to paint the house.


hire 2 v
2. kiralamak (rent) 2.You can hire a car at the airport.
a hire car/van (kiralık bir araba/kamyonet)
hire 1 n kira (rental) kiralık, kiralama
a tool hire company (alet-edevat kiralama şirketi)
abortion 2 n kürtaj society’s attitude to abortion
1.Nine people were treated in hospital and one was detained overnight.
(Dokuz kişi hastanede tedavi edildi ve biri geceboyu alıkondu)
1. alıkoymak
2.Ms Dawson has been detained, so we will start the meeting without
2. geciktirmek. (delay, hold
detain diteyn . vt her. (Bayan Dawson geç kaldı, o zaman toplantıya onsuz
up)
başlayacağız)
3. gözaltına almak (arrest)
3.A 29-year-old man was detained for questioning. (29 yaşındaki adam
sorgulama için alıkonuldu)
You’re not properly dressed for this weather.
gerektiği gibi, layıkıyla,
properly 3 adv If she doesn’t behave properly, send her home.
uygun bir şekilde
It’s not a novel, properly speaking, but a fictionalized biography.

Birşeyi mesele haline It seemed silly to make an issue of it.(Görünen oydu ki mesele aptalca
make an issue of ST getirmek, büyütmek büyütülmüştü)
1.
1. (ata vs) koşum takmak.
2.
2. to (atı arabaya, öküzleri
3. Although we’ve harnessed the force of electricity, we still know
harness harnis . v sabana) koşmak.
very little about its effects on us. (Elektrik kuvvetini kontrol altına
3. (doğal bir gücü) kontrol
almış olmamıza rağmen, üzerimizdeki etkileri hakkında hala çok az şey
altına almak, kullanmak
biliyoruz)
1. koşum takımı. 1.
harness harnis . n
2. kayış 2. He was not wearing a safety harness when he fell.
1.The news of the uprising unsettled us. (Ayaklanma hakkındaki haber
1. huzurunu kaçırmak, huzurumuzu kaçırdı. )
tedirgin etmek 2.The earthquake unsettled the statue in the park. (Deprem parktaki
unsettle v
2. yerinden çıkarmak heykeli yerinden çıkardı.)
3. bozmak 3.The war has unsettled our travel plans. (Savaş seyahat planlarımızı
bozdu.)
(birinin) ilgisini/merakını çok
fascinate 1 v It’s a subject that has always fascinated me.
çekmek. (charm)

1. meraklı (snooping)
curious 2 adj2. acayip, tuhaf, garip Children are curious about animals and how they live.
(peculiar)
1. yasal, legal (official) 1.You may wish to seek legal advice before signing the contract.
legal 3 adj
2. hukuksal, hukuki (lawful) 2. It is perfectly legal to import these goods under European law.
look forward -i dört gözle beklemek He had worked hard and was looking forward to his retirement.
3 PhV
to [+Ving] (anticipate) I’m really looking forward to working with you.
çok değerli, paha biçilmez
invaluable adj
(priceless)
His experience of teaching in Irish schools proved invaluable.
-e güvenmek, -e itimat etmek
rely on 3 v
(trust in, depend on)
Sometimes you just have to rely on your own judgment.
44

1. almak (get)
1.He received the report on time. (Raporu zamanında aldı.)
2. kabul etmek
2.He is not receiving visitors today. (Bugün ziyaretçi almıyor)
3. anlamak, kavramak.
receive Risi.v 3 v 4.He received a blow on the head. (Başına bir darbe aldı.)
4. (kötü bir şeye) uğramak,
5.He received his elementary education there. (İlköğrenimini orada
yemek
aldı)
5. (iyi bir şey) görmek.
1. to -e göndermek, -e havale
1. The doctor referred me to a skin specialist.
etmek (pass on, submit)
2. Please refer to our catalogue for details of all our products.
2. to -e başvurmak, -e
3. Jack was careful not to refer to the woman by name.
bakmak.
refer riför 3 v Even as a boy he referred to his father as Steve.
3. to -den söz etmek, -den
4. The term ‘groupware’ refers to software designed to be used by
bahsetmek. (mention)
several computer users at once.
4. to -e gönderme yapmak.

1. I came across a word I’d never seen before.


1.rastlamak (encounter)
come across Kam ıkras 3 PhV 2. A lot depends on how well you come across in the interview. (Pek
2.gözükmek (appear)
çok şey görüşmede ne kadar iyi gözüktüğüne bağlıdır)
1. açı, yön, bakım
(viewpoint) Let's consider this aspect of the problem. (Meselenin bu yönünü
aspect E:spekt 3 n
2. görünüş (look, düşünelim.)
appearance)
1. okutmak, öğretmek (teach) 1.All children are instructed in the use of the library.
instruct İnstrakt 2 vt 2. talimat vermek 2. He instructed his men to collect information about troop
(command) movements.

1. She was determined to prove to her parents that she could live on
her own. (Anne-babasına kendi başına yaşayabileceğini ispatlamaya
1. ispatlamak, kanıtlamak,
prove (proved kararlıydı)
Pru:v 3 v tanıtlamak (show, verify)
or proven ) 3.This car has proved to be more reliable than I had expected. (Bu
2. çıkmak, olmak (be)
araba umduğumdan daha sağlam çıktı.) His injuries proved fatal
(Yaraları ölümcül çıktı=öldü)
a weekend in the luxury of one of New York’s premier hotels (New
luxury lakşıri 1 n lüks şey, lüks. (lavishness)
York’un en iyi otellerinden birinde lüks bir haftasonu)
sort sort 3 n çeşit, tür, nevi. (kind, type) Is this a joke of some sort? (Bu bir çeşit şaka mı?)
I’ve been feeling a bit out of sorts lately. (Son zamanlarda biraz kötü
out of sort 3 biraz kötü
hissetmekteyim)
1.Yeniden düzenlemek
2.bir role başka birini 1.She recast her lecture as a radio talk. (Konferans konuşmasını
recast/recast ri:ka:st . Vt
ayarlamak / oyuncunun yeniden bir radyo konuşması olarak düzenledi)
rolünü değiştirmek
1.Saygınlık, önem 1.The orchestra has grown in stature. (Orkestranın saygınlığı artmış
stature ste:çır . n (importance) durumda)
2.boy (height) 2.He is small in stature. (Boyca küçüktür,)

I’m afraid I inadvertently took your bag when I left. (Korkarım


inadvertently inıdvörtınli . adv kazaran
ayrılırken kazara çantanızı almışım)
Details of the meeting had been circulated well in advance.
in advance Peşin olarak, önceden
(Toplantının detayları önceden elden ele dolaştırıldı)
1. The day before, 50,000 demonstrators had marched on the
Pentagon. (Evvelki gün, 50,000 gösterici Pentagona doğru yürüyüş
1.Yürüyüş yapmak
march març 2 v yapmıştı)
2.marş ileri gitmek
2. They made us march for hours. (Bize saatlerce askeri yürüyüş
yaptırdılar)
1.kıtasal
2.Batı Avrupa’ya özgü
continental kantinentıl 2 adj 2. continental currencies/cooking (Batı Avrupa paraları / yemekleri)
(Britanya, İrlanda ve diğer
ada ülkeler hariç)
boş inanç, batıl itikat,
superstition supırstişın n
hurafe.(false notion)
45

1.Collins went through every legal book she could find. (Collins
bulabildiği her kanun kitabını inceledi)
2. Let’s go through your lines one more time. (Hadi bir kere daha
1.incelemek (examine) mısralarını gözden geçirelim)
2. gözden geçirmek 3. He’d gone through all his money by the end of the first week of his
3.harcayıvermek holiday. (Tatilinin ilk haftasının sonu itibariyle tüm parasını
go through 3 4. maruz kalmak (undergo) harcayıvermişti)
5.her zaman yaptığı şeyleri 4. We can’t really imagine what they’re going through. (Neye maruz
yapmak kalıyor olduklarını gerçekten hayal bile edemiyoruz)
5. She went through her daily routine of clearing the breakfast table
before settling down to handle the correspondence. (Yazışmalarla
ilgilenmek için yerleşmeden once kahvaltı masasını temizlemek gibi
günlük rutin işlerini yaptı.)
transfusion Tre:nsfyujın n Kan nakli
He had no difficulty in persuading parliament to ratify the treaty.
treaty tri:ti 2 n Anlaşma (agreement)
(Parlamentoyu anlaşmayı onaylamaya ikna etmede sıkıntı çekmedi)
He almost died due to lack of oxygen. (oksijen yetersizliği yüzünden
Nedeniyle, yüzünden
neredeyse ölüyordu)
due to Dyu: tu: 3 prep (Because of, owing to,
The workforce was reduced, partly due to budget pressures. (İş gücü,
caused by)
kısmen bütçe zorlaması nedeniyle azaltıldı)
1.dikkat (notice) 1.The speaker was dull and their attention soon wandered. (Sunucu
Attention 3 n 2. ilgi, bakım. (interest) aptaldı ve dikkatleri kısa zaman içinde dağılmıştı)
3. askeri esas duruş/vaziyet. 2. Recent violence has focused attention on the issue of racism.

1.Mind you don’t step on those rotten boards! (Sakın o çürük tahtalara
1.dikkat etmek (watch out)
basma!)
2. –e bakmak, ile meşgul
2.She can’t come to the phone right now. She’s minding the
olmak (look after)
Mind 3 n baby.(Kendisi şimdi telefona gelemez. Bebekle meşgul.)
3.–in sözünü dinlemek, -e
3. He won’t mind me.(Benim sözümü dinlemez o.)
kulak asmak (care)
4.Do you mind if I shut the door?(Kapıyı kaparsam olur mu?)
4. itiraz etmek (object)
I don’t mind.(İtirazım yok.)
1.By sending Lister to prison, the judge went further than the law
1.daha öteye; daha ötede. normally allows. (Lister’i hapishaneye göndererek hakim yasanın
further 3 adv 2. bundan başka, ayrıca, verdiği sınırın ötesine geçti)
ilaveten (additional) 2.Further to our recent telephone conversation, I am writing to confirm
our meeting.
1.ötedeki, uzaktaki, daha
1.The family had moved again, a hundred miles further west.
further 3 adj uzak.
2. Further details are available from the office.
2. ilave olunan (added)
1.beceriksiz; hantal; sakar.
(clumsy) 1.an awkward customer
2. kullanılması zor 2. She had arranged all the furniture at awkward angles
Awkward 2 adj
(unwieldy) 3. Luckily nobody asked any awkward questions about what he was
3. zor; uygunsuz, doing there
münasebetsiz (difficult)
prayvıtızey
privatization 2 n özelleştirme. privatization of the water supply
şın

Üretken, verimli (abundant,


fertile förteyl 1 adj A child’s fertile imagination (bir çocuğun verimli hayal dünyası)
productive)
1.üretkenlik (productiveness) 2. Isis, the fertility goddess of Ancient Egypt. (İsis, Antik Mısır’ın
fertility förtilıti: 1 n
2.doğurganlık (fruitfulness) doğurganlık-bereket tanrıçası)
fertilize förtılayz v gübrelemek
fertilizer förtilayzır n Gübre (manure)
That year, the crop failure led to widespread famine. (O yıl, rekolte
başarısızlığı geniş çaplı bir kıtlığa yol açtı.) a good crop of potatoes
crop krap 2 n Mahsul, ürün, rekolte, ekin
(iyi patates rekoltesi) this summer crop of Hollywood films
(Hollywood filmlerinin bu yılki ürünleri)
46

1. -e dönüşmek (grow to be,


become) 1.What started out as an enjoyable holiday turned into a nightmare.
turn (ST) into 3 2. -e çevirmek, -e 2.The freezing temperatures had turned the water in the lake into ice.
ST dönüştürmek, 3.His first novel was turned into a television film.
3. -e çevirmek.
1.içine çekmek, soğurmak,
1.The planes are fitted with a device that absorbs enemy radar signals.
emmek, absorbe etmek (soak
2.Most of the refugees were absorbed by the growing service sector.
up)
Rebel militias were simply absorbed into the national army.
absorb ıbzorb 2 v 2.parçası olmak
3. We had to absorb a lot of new information very quickly.
3.öğrenmek, sindirmek
4. a game that had absorbed the children all afternoon
4.dikkatini çekmek
5. Jump with your knees bent, so they absorb less impact.
5.etkisini azaltmak
absorbed in Ibzorbt in 2 adj (bir şeye) dalmak: He was absorbed in his work. (İşine dalmıştı.)
Kusur, bozukluk
defect di.fekt 2 n
(shortcoming)
A genetic defect (genetik bir bozukluk)
The churches were destroyed by fire last night. (Dün geceki yangın
1.Mahvetmek (damage) kiliseleri mahvetti)
destroy distroy 3 vt
2. yok etmek (devastate) The dog attacked a child and had to be destroyed. (Köpek çocuğa
saldırdı ve yok edilmek zorundaydı)

1.enkaz (kaza sonrası araç)


(ruin) shipwreck (batan-batmış gemi)
wreck rek 1 n
2.çarpışma (AmE) a car/train a car / train wreck (bir araba/tren kazası)
wreck (crash)
1.yok etmek, mahvetmek,
yıkmak (destroy)
wreck rek 1 v
2.(bir gemiye batacak kadar)
2.The ship was wrecked off the coast of France.
çok zarar vermek [ç pas]
Enkaz, kalıntılar (ruins,
wreckage rekic 1 n
remains)
A few survivors were pulled from the wreckage.
1.müttefik (combined,
Allied forces/soldiers (müttefik kuvvetler/askerler)
allied e:layd 1 adj united)
Librarians and allied subjects (kütüphaneciler ve bağlantılı konular)
2.ilişkin (related)
Ittifak, işbirliği [+between,
The alliance with Russia (Rusya ile ittifak) the alliance between Temsa
alliance ılayıns 2 n with] (coalition, pact,
and Toyota (Toyota ve Temsa arasındaki işbirliği)
partnership)

provision prıvijın 2 n Koşul, şart (terms)


This contract includes a provision for salary increases over time. (Bu
[+for] kontrat maaşın zamanla artacağına dair bir koşul içeriyor)
1.Police are concerned for the welfare of the children. (Polis
1. refah, mutluluk ve sağlık
çocukların sağlığından endişeli)
içinde yaşama (wellbeing)
welfare welfeyr 2 n We intend to make child welfare one of our priorities. (Çocuk refahını
2. yoksullara yardım [AmE]
önceliklerimizden biri yapma niyetindeyiz)
(benefit)
2.the welfare system (yoksullara yardım sistemi)
Yurttaşlarına sosyal-finanssal
welfare state ...steyt 2 n
yardım sağlayan devlet
ihtiyaç dolayısıyla resmi
on welfare 2 n kuruluştan yardım alan.
[AmE]
safeguard seygard . vt korumak (protect) To safeguard the environment (çevreyi korumak)
koruyucu tedbir, koruma
safeguard seyfgard . n
(safety measure)
47

1.kutup
pole pol 2 n
2. sırık, direk, kazık (stick)
North Pole (Kuzey Kutbu)
1.kısım, parça (piece, part)
1. We’re spending a larger portion of our income on entertainment.
portion po:rşın 2 n 2. pay, hisse ( share)
3. If you eat smaller portions, you will begin to lose weight.
2.porsiyon
1.Make an observation (bir gözlem yapmak)
1 gözlem (study)
2. Most children have great powers of observation.
abzırveyşı 2.gözetleme (watching)
observation n
3 n
3.inceleme. (inspection)
3. a detailed observation of the birds that visited the garden
4. made several excellent observations in her essay on Charles
4.düşünce (remark)
Dickens.
1.After many years of residence in Paris, he returned home. (Fransada
1. oturma, ikamet (dwelling)
yıllarca ikametden sonra vatana döndü)
residence rezidıns 2 n 2. ev, konut, mesken,
2.This building is partly a museum and partly a private residence. (Bu
ikametgâh (house)
bina kısmen bir müze ve kısmen bir konut-mesken)
residence permit oturma izni
1. oturmaya ayrılmış (alan,
mahalle, semt).
residential rezidenşıl 2 adj 2. özel konutların bulunduğu a residential course/nursing home/worker
(mahalle, semt).
3. ikametgâh ile ilgili

1. kiralamak, kiraya vermek


lease li:s 1 vt
(rent)
1. arka, geri (back) The main entrance is at the rear.
rear riğır 2 n
2. kıç. the rear of the bus/house/procession
En geri, en arka (furthest
rearmost riğırmost adj
back)
1.educational / housing provision (eğitim/ iskan temini)
Red Cross is in charge of the provision of emergency relief. (Kızıl Haç
1.temin etme
provision prıvijın 2 n acil yardım temininden sorumludur)
2. koşul, şart. (terms)
2. This contract includes a provision for salary increases over time. (Bu
kontrat fazla mesaide maaş artışına dair bir şart içeriyor.)
(öz. yiyecek) temin etmek
provision SB/ST with ST v
(supply)
He had already made provisions for his wife and children before the
make provisions for . Hazırlık yapmak accident. (Kazadan once çoktan karısı ve çocuklarının geleceğini
temin hazırlıklarını yapmıştı)
provisions prıvijıns . erzak; azık. (yolculuk için)
1.A provisional government (geçici bir hükümet)
1.geçici (temporary)
provisional prıvijınıl . adj 2. We’ve made a provisional reservation for next week (Gelecek hafta
2.kesinleşmemiş
için kesinleşmemiş bir rezervasyon yaptırdık)

municipality myunisipe:lıti . n belediye.


municipal elections (yerel seçimler) a municipal swimming pool (bir
municipal myunisıpıl 1 adj belediyeye ait, yerel
belediye yüzme havuzu)
The election of the mayor was usually a popular occasion. (Belediye
mayor meyır 2 n belediye başkanı.
başkanı seçimleri çoğunlukla popular bir durumdu)
a university somewhere in the vicinity of London (Londra civarında bir
vicinity vısinıti . n civar, çevre, dolay.
yerlerdeki üniversite)
1.a ski/seaside/mountain resort (bir kayak / denizkenarı / dağ merkezi /
1.uğrak. dinlenme yeri.
bölgesi)
(tatil yeri)
2.There are hopes that the conflict can be resolved without resort the
resort Rizo:rt 1 n 2.başvurma, kullanma
violence. (Çatışmanın şiddete başburmadan çözülebilme umutları var)
(olumsuz)
3.Strike action should be regarded as a last resort. (Grev eylemi son
3. çare
çare olarak kabul edilmeli)
48

1. ‘Vertigo’ is the film widely regarded as Hitchcock’s masterpiece.


(Vertigo çoğunlukla Hitchcock’un başyapıtı olarak kabul edilen bir
1. şaheser, başyapıt
masterpiece ma:stırpi:s 1 n filmdir)
2. harika
2. a masterpiece of medieval architecture (muhteşem bir ortaçağ
mimarisi)
1.Hayriye's mastered French. (Hayriye Fransızcayı çok iyi öğrendi.)
1.iyice öğrenmek, anlamak
master Ma:stır 1 v 2.She struggled hard to master her temper. (Öfkesini kontrol etmek için
2.kontrol etmek
çok çabaladı)
1.ana, asıl (kaset vs) 1. the master tape
master Ma:stır . adj 2.usta 2.master carpenter (usta marangoz)
3.en önemli / en büyük 3.the master bedroom (en büyük yatak odası)
1. üstünlük, hâkim olma,
mastery of ST Ma:stır . n hâkimiyet. She has mastery of several languages. (Bir kaç dile hakimiyeti var)
2. ustalık.
1.The rats had been conditioned to ring bell when they wanted food.
1. alıştırmak, koşullandırmak. (Fareler yiyecek istediklerinde bir zili çalmaya alıştırıldılar)
condition 2. etkilemek: 2.Such teachings will condition his attitude to life. (Bu tür öğretiler
kındişın . v 3. rahatlatmak (saç, deri) onun hayata bakışını etkileyecek.)
[çoğunlukla passive] 4. (birini) (belirli bir 3.a shampoo that conditions hair (saçı rhatlatan bir şampuan)
duruma) getirmek 4.You can't condition him to accept that. (Kendisini bunu kabul edecek
duruma getiremezsiniz.)

affluent E:fluınt . adj zengin an affluent area of Edinburgh (Edinburgh’ta zengin bir bölge)
Send it back to the place whence it came. (Onu geldiği yere geri
gönder.)
1. nereden
whence wens . conj
2. bu yüzden, bundan dolayı
She couldn't answer any of my questions correctly; whence I
concluded she was an impostor.(Hiçbir sorumu doğru cevaplayamadı.
Bu yüzden sahtekâr olduğuna karar verdim.)
hayal kırıklığı
disillusionment disilu:jnmınt . n There is widespread disillusionment with the present government. (
(disappointment)
1. öfke, kızgınlık 1. My friend shouted in frustration, ‘Hurry up!’ (Arkadaşım öfkeyle
(aggrevation) bağırdı, “Çabuk ol!”)
frustration frastreyşın 1 n
2. hüsran, engelleme/nme 2. Their objective was the frustration of the peace agreement. (Onların
(prevention) hedefleri barış anlaşmasının engellenmesiydi)
1. müstehcen, edebe aykırı.
1. a vulgar joke / language (müstehcen şaka / küfürlü konuşma)
vulgar valgır . adj (bad-mannered)
2.a vulgr man (kaba bir adam)
2. görgüsüz, kaba (rude)

sailor seylır 1 n denizci


Delirmiş olmak, aklını You must be out of your mind to want to see him again. (Onu yeniden
to be/become out of mind kaybetmiş olmak görmeyi istemek için aklını kaybetmiş olmalısın)
İyilik istemek, bir şey rica
ask a favor etmek
Can I ask a favour of you? (Senden bir iyilik isteyebilir miyim?)
Terbiyeli olmak, uslu I hope the children behave themselves. (Umarım çocuklar uslu
be/behave yourself durmak dururlar)
1. Could you go over this report and correct any mistakes? (Raporu
1. gözden geçirmek,
gözden geçirip hataları düzeltir misin ?)
incelemek (examine) This area is to be gone over with the greatest of care. (Bu bölge en
2. tekrar etmek, itinalı biçimde incelenmeli)
tekrarlamak. 3. Sue’s going to help me go over my lines for the play. (Sue oyun için
3. (belirli bir şekilde) repliğimi tekrarlamada bana yardımcı olacak)
go over PhV
karşılanmak 4. It went over well in the meeting. (Toplantıda iyi karşılandı.)
4. bir yere gitmek 5.He went over to the window and closed the curtains. (Pencereye
5. hızla temizlemek gidip perdeleri kapattı)
6. (bir grubu bırakarak)
6. go over the car with a cloth (bir kumaş ile arabayı hızla temizlemek)
(başka bir gruba) girmek
7. He abandoned the Anglican church and went over to Rome.
(Anglikan kilisesini bırakıp Katolik oldu.)
49

a book of poems about his childhood (çocukluğu hakkında bir şiir


poem poim 3 n Şiir (verse, sonnet)
kitabı)
poet poit 2 n Şair (lyricist)
poetry Poitri: 2 n Şiir / şiirler (verse, poems) She teaches poetry. (Şiir dersi verir)
Sigorta, araba vb işçiye
Free theatre tickets are one of the fringe benefits of this job. [perk]
fringe benefit Frinc benifit 1 n maaş dışında sağlanan şey
(Bedava biletler bu işteki extra kazançlardan biridirler)
(perk, extra) ekstra kazanç
Kuşku, endişe, korku (doubt, Richard expressed misgivings about the deal. (Richard anlaşma ile
misgiving misgiving . n
worry, suspicion) ilgili kuşkuları olduğunu söyledi)

We’ve been working hard to overcome prejudice against women in


prejudice precudis 2 N Önyargı (bias) politics. (Politikadaki kadın karşıtı önyargının üstesinden gelmek için –
şimdiye dek- çok çalışıyor durmdayız)
out of 3 Ph Dışında (OPP within) out-of-date technology (zamane gerisinde kalmış teknoloji)
interest-free intrist 3 adj faizsiz interest-free loans/credit (faizsiz borç /kredi)
The government has cut interest rates seven times in the past year.
interest rate intrist 3 n Faiz oranı
(Hükümet geçen yıl yedi kez faiz oranlarında azaltama yaptı)
Euro Disney is a much smaller enterprise than its American
enterprise entırprayz 2 n girişim, teşebbüs (venture) counterparts. (Avrupa-Disneyland’ı Amerikadaki benzerlerinden çok
daha küçük)

A jazz band provided the entertainment, while people ate and drank
entırteynm eğlence (amusement,
entertainment ınt 2 n under the stars. (Millet yıldızların altında [açık havada] yiyip içerken
endeavor)
bir caz grubu eğlenceyi temin etti.)
1. He was gracious enough to invite us to his home. (Bizi evine davet
1. kibar, ince, hoş (kind) edecek kadar inceydi)
gracious greyşıs . adj 2. müreffeh, rahat 2. gracious living (müreffeh yaşam)
3. kerim, lütüfkar, cömert 3. God is gracious. (Allah kerimdir)
His most gracious Majesty (Alicenab Kral hazretleri)
knock over 3 PhV devirmek. Knock over a vase (bir vazoyu devirmek)
get down to 3 PhV (bir işe) koyulmak, başlamak. Let’s get down to business. (Hadi işe koyulalım)
1. The top sheet had been neatly turned down. (Üst çarşaf düzgün bir
1. kıvırmak, bükmek. şekilde kıvrılmıştı)
turn down 3 PhV 2. reddetmek, geri çevirmek. 2.To turn down a proposal (bir teklifi geri çevirmek)
3. kısmak. 3. Can you turn the music down a bit? (Biraz müziğin sesini kısar
mısın?)
bununla birlikte, yine de,
Maybe she was right after all. (Belki her şeye rağmen haklıdır)
buna rağmen. (in any case,
after all . Ph I’m not really ambitious. After all, money isn’t everything. (Gerçekten
in spite of everything,
hırslı değilim. Hem, pra herşey demek değil)
nevertheless)
50

1. terketmek, bırakmak
1.His mother abandoned him when he was five days old.
abandon Ibe:ndın 2 vt (desert)
2. After 20 lessons I finally abandoned my attempt to learn to drive.
2. vazgeçmek (give up)
He's bound to win. (Kazanması kesin gibi.)
bound to baund 2 Ph -mesi kesin gibi/kesin olmak I’m bound to say I expected better work than this. (Söylemek
zorundayım ki; bundan daha iyi bir iş umut etmiştim)
1. seve seve, isteyerek
(willingly) 1.She had readily agreed to the interview, but now she was having
readily redıli 2 adv 2. kolayca, kolaylıkla (easily) second thoughts.
3.hemen, derhal (promptly, 2. Some computer instructions cannot be readily understood
at once)
It's of very little worth. (Kıymeti pek az.)
worth wörth . adj kıymet, değer (value) Give me ten thousand liras' worth of cheese. (Bana on bin liralık
peynir ver.)
1.This candlestick's worth approximately ten million liras. (Bu
şamdanın değeri aşağı yukarı on milyon lira.)
1. (belirli bir miktar)
This house is worth six hundred million liras.(Bu evin değeri altı yüz
değerinde olmak
milyon lira.)
2. (birinin) mal varlığı (belirli
It is worth... 2.He's worth around ten billion liras. (Onun mal varlığı on milyar
bir miktar) olmak:
kadar.)
3. -e değmek:
3 Is it worth this much trouble? (Bu kadar zahmete değer mi?)
Yes, it's worth the effort. (Evet, zahmete değer.)
It's worth seeing. (Görülmeye değer.)

1. hemen hemen
(approximately) 1.This picture's almost done. (Bu resim hemen hemen bitti.)
almost O:lmoğst 3 adv
2. az daha, neredeyse 2.He almost died. (Az kaldı ölecekti.)
(nearly)
1. An extension, equal in height to the main building, was added later.
1. eşit. (alike, the same) (Ana binanın yüksekliğine eşit bir genişleme daha sonra binaya
equal İ:kwıl 3 adj 2. aynı düzeyde. (on a par, eklendi)
even) 2. His wife was doing work of equal importance. (Eşi aynı öneme
sahip bir iş yapıyordu)
1.The Prime Minister has dismissed two members of her cabinet.
1. işten çıkarmak, kovmak;
(Başbakan kabine üyelerinden ikisini görevden aldı.)
(discharge, fire)
Edwards claimed that he had been unfairly dismissed.(Edwards işten
2. gitmesine izin vermek,
dismiss dismis 3 v haksızca kovulduğunu iddia etti)
taburcu etmek (send away)
2.The teacher dismissed her students. (Öğretmen öğrencilerinin
3. hukuk (davayı)
gitmesine izin verdi.)
reddetmek (reject)
3.Judge Helman dismissed the jury after they failed to reach a verdict
1. the prevalent diseases in western society (batı toplumundaki yaygın
1. olagelen, yaygın
hastalıklar)
(common, widespread)
prevalent prevılınt . n 2.This negative attitude is surprisingly prevalent among young boys.
2. hakim, egemen
(Bu olumsuz davranışlar şaşırtıcı bir şekilde genç erkekeler arasında
(dominant, powerful)
yaygın-egemen)
zihnini karıştırmak, şaşırtmak A perplexing problem (kafa karıştıuran bir problem)
perplex pırpleks vt
(bewilder, puzzle, confuse) Your silence perplexes me. (Sessizliğin beni şaşırtıyor)

enfes, fevkalade, çok güzel The Hotel Gardesana offers superb views of the lake. (Gardesana
superb supörb 2 adj
(excellent) Oteli enfes bir göl manzaraları öneriyor)
üzerinde düşünme, düşünüp
After much deliberation, Roy accepted the offer. (Çok düşündükten
deliberation dilibıreyşın . n taşınma. (reflection, care,
sonra, Roy teklifi kabul etti.)
consideration)
embezzle imbezıl . v zimmetine geçirmek (misuse)
The brakes failed and the car crashed into a tree. (Frenler işe yaramadı
brake breyk 1 n fren
ve araba bir ağaca çarptı)
slam on/hit the brakes slem... Frene aniden, hızla basmak She slammed the brakes on. (Aniden frene bastı)
There was a collision between the French and German boats. (Fransız
collision kılijın 1 n Çarpışma (crash)
ve Alman botları arasında bir çarpışma oldu)
Their car was in collision with an ambulance. (Arabaları bir
to be in collision with ST birşeyle çarpışmak
ambulansla çarpıştı.)
51

1. The road bent toward the south. (Yol güneye kıvrılıyor / kavis
1.eğmek, bükmek, kıvırmak
yapıyor)
(turn, twist, curve, crook)
to bend SB’s will (birinin iradesine boyun eğmek)
bend/bent/bent bend 3 V 2. eğilmek, bükülmek,
2. He bent and kissed her quickly. (Eğildi ve onu çabucak öptü)
kıvrılmak (bow, twist)
3. The road bent sharply to the right. (Yol keskin bir şekilde sağa
3. dönmek, yön değiştirmek
dönüktü.)
1. kıvrım (curve) 1. A series of sharp bends in the river. (nehirdeki bir dizi keskin kıvrım)
bend bend 2 n 2. dirsek, köşe 2.
3. dönemeç, viraj (corner) 3. sharp bend (keskin viraj)
bend on doing ST Azmetmiş, akılına koymuş He is bend on ruining you. (Seni mahvetmeye ahdi var)
artakalan miktar; üretim Brussels has a surplus of hospital beds. (Brüksel’in hastane yatağı
surplus sörplıs 2 n
fazlası (extra) fazlası var)
açık; zarar (shortfall, a country with trade deficits of £90 billion (90 milyar paundluk ticari
deficit defısit 2 n
shortage) açığı olan bir ülke)
budget surplus 2 n bütçe fazlası
budget deficit 2 n bütçe açığı

1. kesilmek, durmak (stop, 1. Conversation ceased when she entered the room.
finish, end) (İçeri girince sohbet kesildi)
cease si:s 2 v
2. kesmek, durdurmak (stop, 2. The government has ceased all contact with the rebels.
finish, end) (Hükümet asilerle tüm teması kesti)
He believed the ceasefire would hold. (Ateşkesin yapılacağına
cease-fire sisfayr 1 n ateşkes
inanıyordu.)
Her parents received a ransom note. (Anne-babası bir fidye notu
ransom rensım . n fidye
aldılar)
1.hang a picture on the wall (duvara bir resim asmak)
1.asmak
2.to hang for murder (cinayetten dolayı asmak)
2.asarak öldürmek
3.The shutters hung on hinges. (Panjurlar menteşeye bağlı)
3.bağlamak/bağlanmak
hang heng 3 v 4.to hang wallpaper (duvar kağıdı döşemek)
4.duvar kağıdı kaplamak
5.The room was hung with oil paintings (Oda yağlı boya tablolarla
5.asarak süslemek
süslendi)
6.başını eğmek
6.His head hung in sorrow. (Kafası hüzün içinde eğildi)
Bekle / Bir dakika / Hatta kal
hang on heng on 3 exc Hang on the phone please! (Lütfen hatta kalınız)
(hold on)
Telefonu kapatmak
hang up heng ap 3 PhV DON’T hang up! (Telefonu kapatma!)
(disconnect)
hanger hengır 3 n Askı, askı kancası Coat hanger (palto askısı)

furniture förniçır 3 n mobilya [U] modern/antique furniture (modern / antik mobilya)


Furnishing a new home can be very expensive. (Yeni bir evi döşemek
1. döşemek; donatmak. çok pahalı olabilir.)
furnish förniş 1 vt
2. sağlamak (supply) Lyall’s evidence may have furnished police with a vital clue. (Lyall’ın
kanıtı polise hayati bir ipucu verdi.)
The user gradually becomes familiar with the layout of the keyboard.
Dizayn, görünüm (design, (Kullanıcı zamanla klavyenin yeni görünümüne alışır)
layout leyaut 2 n
outline) The magazine’s attractive new page layout (Derginin yeni çekici sayfa
görünümü)
Çevirmek, çevrelemek A high fence encircles the property. (Yüksek bir çit emlağı
encircle insörkıl vt
(surround, enclose) çevrelemekte)
purchase pörçıs 2 vt satın almak. (buy) She purchased shares in the company. (Şirketteki hisselri satın aldılar)
52

1. Before 1914 divorce was largely confined to the upper classes.


(1914’ten önce boşanma üst sınıfa mahsustu)
The work will not be confined to Glasgow area. (İş Glasgow bölgesiyle
1. -e mahsus / -le sınırlı
sınırlı olmayacak)
olmak [be confined to] (be
confine [+to] restricted)
2. Many prisoners are confined to their cells for long periods of time.
(çoğunlukla kınfayn 1 vt (Çoğu mahkum uzun süredir hücrelerine kapatılmış durumdadır)
2.-e kapatmak, -e hapsetmek.
pasif) They managed to confine the fire to the engine room. (Yangını kazan
3. (bir hastalık) (birini
dairesine hapsetmeye muvaffak oldular)
eve/yatağa) bağlamak.
3. She was confined to bed with the flu. (Grip nedeniyle yatağa
hapsoldu.)
be confined to a wheelchair (tekerlekli sandalyeye mahkum olmak)
She is the sole survivor of the crash. (Kazadan tek kurtulan oydu)
sole sol 2 Adj Tek (only) (exclusive) His sole purpose in going there was to see Kelly. (Oraya gitmekteki tek
hedefi Kelly’i görmekti)
1. (ayağa ait) taban. 1. The hot sand burned the soles of their feet. (Kızgın kum ayak
sole sol 1 n 2. (ayakkabıya ait) taban; tabanlarını yaktı.)
pençe. 2. leather / rubber sole (deri / kauçuk taban)
isteklendiren ödül; özendirici 1.They want to stimulate growth in the region by offering incentives to
incentive insentiv 2 n şey, şevklendirici foreign investors. (Yabancı yatırımcılara teşviklerle bölgede büyümeyi
(motivation) canlandırmak istiyorlar)
vehicle Vi:ıkl 3 n araç, taşıt, vasıta. the driver of the vehicle (aracın sürücüsü)

Her tone indicated that she didn’t believe a word of my explanation.


işaret etmek, göstermek, (Ses tonu açıklamamın bir kelimesine inanmadığını gösteriyordu)
indicate indıkeyt 3 v
imlemek (point out) A survey indicating that 89 per cent of people recycle paper.
(insanların %89’unun kağıdı dönüştürdüğünü gösteren bir araştırma)
economic indicators such as the inflation rate or the exchange rate
indicator indıkeytır 2 n gösterge, ibre (pointer, sign)
(enflasyon ve döviz kuru gibi ekonomik göstergeler.)
1. tarla. 1. a corn/wheat field (bir mısır/buğday tarlası)
2. boşluk, hane 2. Type your name in the User field. (Kullanıcı hanesine adını yaz)
field fi:ld 3 n
3. alan, saha. 3. Professor Edwards is one of the main experts in his field. (Prof
4. saha (sports ground) Edwards alanında en önemli kişilerden biridir)
new tax incentives that will attract foreign investment (yabancı
investment investmınt 3 n Yatırım (asset, savings)
yatırımı çekecek olan yeni vergi teşvikleri)
1. The intense light promotes rapid growth of weeds. (Yoğun ışık
zararlı otların hızlı büyümesini artırır)
1. geliştirmek, artırmak 2. A college degree can help you find work or get promoted. (Bir
2. terfi ettirmek. üniversite mezuniyeti iş bulmana veya terfi etmene yardımcı olabilir.)
3. sınıf geçirmek, yükseltmek 3. In 1980 they were promoted to the First League. (1980’da birinci
promote prımo:t 3 vt
4. tanıtımını yapmak lige yükseltildiler.)
(promosyon) 4. These products are aggressively promoted. (Bu ürünlerin yoğun bir
5. desteklemek şekilde tanıtımı yapıldı.)
5. The opposition parties have deliberately promoted violence.
(Muhalif partiler kasıtlı olarak şiddeti desteklemekteler.)

If you don’t comply you could face a penalty of £100. (Kurallara


comply [+with] kımplay 2 vi -e uymak, itaat etmek (obey)
uymazsan 100 dolarlık bir cezayla karşılaşacaksın)
1. önceden söylemek, tahmin That economist predicted the present recession. (O ekonomist
etmek (forecast, foresee) şimdiki durgunluğun olacağını önceden söylemişti.)
predict pridikt 3 v
2. -e dair/hakkında kehanette The fortune-teller predicted that she would marry young. (Falcı genç
bulunmak yaşta evleneceğine dair kehanette bulundu.)
The hotel is ideally located for visiting the city and the surrounding
surrounding sıraunding 2 adj çevredeki, etraftaki (nearby) area. (Otel şehri ve ve çevreleyen bölgeyi ziyaret için ideal bir yerde
bulunmakta)
I took up the time admiring my surroundings. (Çevreme hayranlık
surroundings sıraundings 2 n çevre, ortam (environment)
besleyerek zamanımı öldürdüm)
1. çevrelemek, kuşatmak,
1. Can you name the states that surround Colorado? (Kolarodo’yu
etrafını sarmak (frame,
çevreleyen eyaletlerin isimlerini sayar mısın?)
surround sıraund 3 v border)
2. Armed police quickly surrounded the building. (Silahlı polisler
2. askeri kuşatmak, sarmak
çabucak binayı kuşattılar)
(enclose, encircle)
53

We hoped to reach the camp before dark. (Karanlık çökmeden önce


kampa ulaşmayı umuyorduk) When she reached the top of the stairs her
reach ri:ç 3 V ulaşmak, yetişmek, erişmek
heart was pounding. (Basamakların tepesine çıktığına kalbi küt küt
atıyordu.)
agreement
Bir uzlaşmaya/karara/sonuca An agreement was finally reached last night.
reach (an/a) decision 3 v
ulaşmak Ministers must reach a decision before next month.
conclusion
reach out ri:ç 3 PhV Uzanmak (extend) She reached out to touch his face. (Yüzüne dokunmak için uzandı)
He turned round and reached for the phone. (Döndü ve telefona uzandı)
Travis reached into his pocket to get his car keys. (Travis arabasının
reach for/into/accross 3 v -e uzanmak anahtarlarını almak için elini cebine soktu.)
I reached across the table and took Alice’s hand. (Masanın karşısına
uzanıp Alice’in elini tuttum)
1. We are reaching out to the most vulnerable members of the
community. (Toplumun saldırıya en açık olan üyelerine yardım teklif
1.yardım teklif etmek
reach out to ST 3 PhV
2.yardım talep etmek
ediyoruz)
2. She urged him to reach out to his family. (Ailesine yardım etmesi
için onu harekete geçirdi)

1. kolaylık (comfort)
2. rahatlık, sıkıntısızlık (no 1.Young children seem to master computer games with ease.
ease i:z 2 n
difficulty) 2.He was a compassionate doctor blessed with natural ease.
3.[askeri] rahat pozisyonu
He was more at ease in the classroom than on a political platform.
(Sınıfta politik platformda olduğundan daha rahat)
at ease et i:z 2 n Rahat (comfortable, relaxed)
feel at ease: I did my best to make him feel at ease. (Onu rahat
hissettrmek için elimden geleni yaptım.)
umut, beklenti (hope, There was an air of expectancy as the celebrities began arriving.
expectancy ikspektınsi 2 n
anticipation) (Kutlamalar ulaşmaya başladığında bir umut havası vardı)
life expectancy 2 n tahminî yaşam süresi
1. basic necessities like milk and bread (süt ve ekmek gibi temel
gereksinimler)
1. gereksinim (requirement)
necessity nısesıti 2 n 2. Women increasingly went out to work, usually because of economic
2. zorunluluk (requisite)
necessity. (Kadınlar gittikçe artarak dışarıda çalıştılar, çoğunlukla
ekonomik zorunluluklar nedeniyle)

puncture pankçır . n (tekerde) delik, patlak We had a puncture (Lastiğimiz patladı)


1. The bottom of the water tank had been punctured. (Su tankının dibi
1. delmek, patlatmak.
delinmiş)
puncture pankçır . v 3. (şevkini vs )
2. The earlier mood of optimism was punctured. (Önceki
söndürüvermek
iyimserliğimiz sönüverdi)
Wanstead is a suburb of London. (Wanstead bir Londra kenar
suburb/s sabörb 1 n varoş, dış mahalle.
mahallesidir)
interdisciplinary intırdisiplinıri . adj bilginin farklı dallarına dair an interdisciplinary research programme
1. kesişme (connection, joint)
1.The school is at the intersection of two main roads. (Okul iki ana
intersection intırsekşın . n 2. kavşak (junction,
yolun kesiştiği yerde.)
crosswords)
54

önünü almak, önüne geçmek, The use of this equipment should obviate the problem. (Bu aletlerin
obviate abviyeyt . vt
önlemek (prevent) kullanımı problemi önlüyebilir)
sights and smells reminiscent of childhood (çocukluğu hatırlatan koku
[of] -i anımsatan, -i andıran
reminiscent reminisınt . adj ve görüntüler)a style reminiscent of a Hitchcock film (Bir Hitchcock
(evocative)
filmini andıran bir tarz)
1. I have absolute confidence in her. (Ona tam itimadım var)
1. tam (utter, complete) 2. Do you believe in absolute moral values? (Mutlak moral değerlere
2. salt, mutlak. inanır mısınız?)
absolute E:bsılu:t 2 adj
3. kesin, kati (conclusive, an absolute monarchy (bir mutlak monarşi)
definite) 3. £9,000 is the absolute maximum we can spend. (9000 sterlin
harcıyabileceğimiz kesin rakam)
1. Police said the accident occurred about 4.30 pm. (Polis kazanın
1. olmak, meydana gelmek
öğleden sonra yaklaşık 4:30’da olduğunu söyledi.)
occur ıkör 3 vi (happen, take place)
2. This small tree also occurs in central and southern India. (Bu küçük
2. bulunmak (exist)
ağaç aynı zamanda orta ve güney Hindistan’da da mevcuttur)
Aklına gelmek (come to The thought of giving up never occurred to me. (Vazgeçmek fikri hiç
occur to ıkör tu: 3 PhV
mind) aklıma gelmedi)

She heard footsteps approaching from behind. (Ardından yaklaşmakta


yaklaşmak, yanaşmak (come olan ayak seslerini duydu.)
approach ıproğç 3 v
close to) Governments tend to approach the issue from different angles.
(Hükümetler olaya farklı açılardan yaklaşma temayülündedirler)
He has a relaxed approach to life. (Yaşama rahat bir yaklaşımı var)
Yaklaşım, yaklaşma,
approach ıproğç 3 n With the approach of war, many children were evacuated. (Savaş
yakınlaşma
yaklaştığı için, pek çok çocuk bölgeden tahliye edildi.)
1. price-fixing agreements and other abuses by large corporations (fiyat
1. yolsuzluk, suiistimal
sabitlemesi anlaşmaları ve geniş çaplı şiretlerce yapılan diğer
(misuse,manipulation)
yolsuzluklar)
2. hakaret, sövüp, sayma
2.Blake was alleged to have hurled racist abuse at a student. (Blake’in
(insults, swearing, foul
abuse ıbyu:s 2 n bir öğrenciye ırkçı hakaretler yaptığı iddia edildi)
language)
3. Physical abuse and neglect of children is too common. (fiziksel
3.(bedensel - ruhsal) işkence
işkence ve çocukların ihmal edilmesi çok yaygın)
(mistreatment, violence)
4. Several female students have made allegations of abuse against him.
4.cinsel taciz
(Birkaç kız öğrenci ona karşı cinsel taciz iddialarında bulunmaktalar)
1. kötüye kullanmak (misuse, 1. Those with access to private information must not abuse that trust.
manipulate) (Özel bilgiye erişim bu güveni kötüye kullanmamalı)
2. (sağlık v.b.'ne) zarar 3. He was fined £10,000 for verbally abusing the umpire. (Hakeme
verecek madde kullanmak sözlü saldırıdan dolayı 10000 paund cezaya çarptırıldı)
3. acımasızca yermek, sövüp 4. Prisoners reported being regularly abused by their guards.
abuse ıbyu:s 1 vt
saymak (insult, swear) (gardiyanları tarafından düzenli olarak işkence yapıldığı rapor edilen
4. (bedensel veya ruhsal) tutuklular)
işkence yapmak (treat badly, 5. A high percentage of abusive parents were themselves abused as
ill treat) children. (Cinsel tacizde bulunan ebeveynlerin yüksek bir yüzdesinin
5.cinsel tacizde bulunmak bizzat kendisi çocukken cinsel tacize uğramıştı)

She was fined £250 for speeding. (Fazla hızdan 250 paund cezaya
fine fayn 1 vt Para cezasına çarptırmak
çarptırıldı)
1. I’m sorry, sir, but smoking is not allowed. (Afedersiniz, efendim,
1.izin vermek, müsaade etmek
fakat sigara içmek yasak)
allow ıloğ 3 vt (let, permit)
2. She allowed that the matter was serious. (Meselenin ciddi olduğunu
2.kabul etmek (admit)
kabul etti)
The cost of the new road, allowing for inflation, is around £17 million.
allow for ıloğ 3 PhV hesaba katmak (consider) (Yeni yolun maliyeti, enflasyonu hesaba katarsak, 17 milyon paund
civarında)
1. zalim, acımasız (brutal) 1. a cruel parent (acımasız ebeveyn)
cruel kruğıl 2 adj
2. dayanılmaz, acı (harsh) 2. It’s a cruel world. (Bu dayanılmaz bir dünya)
cruelty kruğılti 1 n zulüm, acımasızlık (brutality) She was shocked by the cruelty of his words.
55

1. saygı, hürmet (esteem,


1. Students show their respect for the teacher by not talking.
admiration)
respect rispekt 3 n 2. In this respect, we are no different from other people. (Bu bakımdan
2. bakım, yön, açı, husus
biz diğer insanlardan farklı değiliz)
(aspect)
1.People will respect you for telling the truth about this. (Bu konuda
1. saygı göstermek (look up
gerçeği söylediğin için insanlar sana saygı duyacaklar)
respect rispekt 2 v to)
2. The court’s decision must be respected. (Mahkemenin kararına
2. -e uymak (comply with)
uyulmalı)
zihinsel, aklî (intellectual,
mental mentıl 3 adj 1. It is clear that mental activity does not stop when we’re asleep.
psychological)
1.Public opinion had shifted sharply to the left following the war.
1.değiştirmek / değişmek (Kamuoyusavaşı takiben keskin bir şekilde sola doğru kaydı)
(change, alter) 2.The children are shifting uncomfortably in their seats. (Çocuklar
2. kımıldanmak (move) koltuklarında rahasız rahatsız kımıldandılar.)
3.yerinden oynamak (move) 3.The wall is shifting a couple of inches every year. (Duvar her yıl
Shift şift 3 v
4.taşımak, yerini değiştirmek yerinden birkaç inç oynuyor)
(remove) [BrE] 4.We’ll need to shift this table over to the wall. (Bu masayı duvarın
5.–den kurtulmak (get rid of ) oraya taşımamız gerekecek)
[BrE] 5. There’s still a stain on the carpet that I can’t shift. (Halının üzerinde
hala kurtulamadığım bir leke var)
1.değişiklik (change,
alteration)
1. the government’s latest major policy shift (hükümetin son ana
2. vardiya (turn, scheduled
shift şift 2 n politika değişikliği)
time)
2. a 12-hour shift (bir 12 saatlik vardiya)
3. çok sade bir çeşit kadın
elbisesi.
shift into şift intu: 3 PhV Vites değiştirmek She shifted smoothly into third gear as we went into the bend.

hazırlayıcı, ilk, ön (initial,


preliminary pri:liminıri: 2 adj a preliminary hearing/discussion/analysis/prop
opening)
1. başlangıç, ön hazırlık.
preliminaries pri:liminıri: . n 2. eleme maçı. 1. After a few brief preliminaries, she launched into her speech.
3. ön sınav, yeterlik sınavı.
The front of the car was completely crushed in the accident. (Arabanın
Ezmek, ufalamak (squash,
ön camları kazada tamamıyla ezildi-ufalandı)
squeeze,compress,press)
crush kraş 2 v Any anti-government protest was swiftly crushed.
(defeat) (devastate)
I was crushed that I wasn’t invited.
(suppress)
1.uygulamak, tatbik etmek,
(implement, put into effect) 1. The main role of the police is to uphold and enforce the law.
enforce införs 2 vt
2.-e zorlamak (inflict, make 2. You cannot enforce the cooperation between the players.
obligatory)
1. kovalama, peşinde olma
1.the pursuit of happiness (mutluluğu kovalama)
pursuit pırsyu:t 2 n (chase)
2.his artistic pursuits (sanatsal uğraşıları)
2. uğraş (activity, hobby)

özgürlük, hürriyet (freedom, their long struggle for liberty and independence (Özgürlük ve
liberty libırti 2 n
independence) bağımsızlık için uzun mücadeleleri)
1. direnç, karşı koyma,
Vitamin A helps build resistance to infection.
resistance rizistıns 3 n direnme (confrontation)
This proposal is meeting some resistance at the UN’s headquarters.
2. fizik direnç, rezistans.
optimistic about the future of the company. (şirketin geleceği hakkında
optimistic aptimistik 2 adj İyimser (hopeful, positive)
iyimser)
a pessimistic assessment of the overall situation (tüm durumun
pessimistic pesımistik 1 adj kötümser, karamsar.
karamsar bir değerlendirmesi)
1. çok geniş; engin
1.a vast empty plain (çok geniş boş bir düzlük)
(extensive)
vast va:st 2 adj 2. I believe the vast majority of people will support us. (İnsanların çok
2. çok büyük (huge,
büyük bir çoğunluğunun bizi destekleyeceğini sanıyorum)
enormous)
56

1. ürün, mahsul; verim


(harvest, crop)
yield yi:ld 1 n
2. hâsılat, gelir (profit,
increased crop yields produced on some farms
income, revenue, earnings)
1.(ürün, vergi, sonuç) vermek; 1.That tree always yielded a lot of fruit. (O ağaç hep çok meyve
(kâr, kazanç) getirmek verirdi.)
(produce, bring in) This new levy will yield us a lot of revenue. (Bu yeni vergi bize çok
yield yi:ld 2 v
2. [+to] teslim etmek, teslim para getirir.)
olmak boyun eğmek (give in, 2. The sport should not yield to every demand that the television
surrender, give way) companies make.
This latest dig has yielded up over a hundred pieces of fine Roman
yield up yi:ld ap 2 PhV ortaya çıkarmak
silverware. (Son kazı yüzlerce parça Roma gümüş işini ortaya çıkardı)
kavramak, yakalamak,
clutch klaç 2 v kapmak (hold, grasp, seize, An officer stumbled and clutched at the handrail.
grip)
1. harap etmek, mahvetmek 1. Western India was devastated by a huge earthquake.
devastate devısteyt 1 vt
2. perişan etmek. 2. Mary’s sisters were devastated by her disappearance.

1. Quality is more important than quantity. (Nitelik nicelikten daha


1. nicelik
quantity kwantıti 2 n önemlidir.)
2. miktar
2. a negligible quantity (önemsiz bir miktar)
in small quantities (az miktarda)
quantities kwantıti:s 2 n Miktar (amount)
He buys in large quantities. (Külliyetli miktarda satın alır.)
regime reyci:m 2 n Rejim (system) a military regime (askeri bir rejim)
benzemek, andırmak (look
resemble rizembıl 2 vt The two species resemble each other. (İki tür birbirine benziyor)
like, be similar to)
1.kızdırmak (aggravate, 1.What frustrates him is that there’s little money to spend on the
irritade) project. (Onu kızdıran şey projeye harcamak içinn çok az para olması)
frustrate frastreyt 1 vt
2. engellemek; hüsrana 2. Activists and reformers are frustrated by the public’s lack of interest.
uğratmak (prevent, obstruct) (Eylemciler ve reformcular kamu ilgisizliği nedeniyle hüsrandalar)

1. nihai, en son (eventual)


2. esas, temel (fundemental, 1.ultimate reality (nihai gerçek)
ultimate altimıt 2 adj basic) 2. ultimate principles (temel ilkeler)
3. en yüce / en berbat 3. the ultimate good (en yüce iyilik)
(extreme, best/worst)
The ultimate in modern design (modern dizaynda
ultimate altimıt . n En iyi, en büyük, en yüce
en büyük)
1. -e (su, çamur v.b.'ni)
sıçratmak. 1. She was splashing perfume on like it was aftershave.
splash spleş 1 v 2. su çarpmak. 2. waves splashing the rocks
3. (sıvı) şırıldayarak akmak 3. Water began splashing over the side of the boat.
veya ses çıkararak çarpmak
an attempt to combine the advantages of two systems (iki sistemin
avantajlarını birleştirmek için bir girişim)
Birleşmek (merge); combining advanced techniques and specialist knowledge (uzman
combine kımbayn 3 v
birleştirmek (unite, mix) bilgisi ve gelişmiş teknolojinin birleşimi)
Combine all the ingredients in a bowl. (Tüm muhteviyatı bir kâseye
koy)
57

1. an outstanding example of Indian art (Kızılderili sanatının çok iyi


1. çok iyi (exceptional)
bir örneği)
2. çok önemli (important)
2. the outstanding features of the landscape (manzara (resminin)
3. yapılmamış, kalmış
outstanding autste:nding 2 adj önemli özellikleri)
(remaining)
3. Some tasks are still outstanding. (Bazı ödevler hala beklemede)
4. ödenmemiş (borç) (unpaid)
4. All your outstanding debts must be settled now. (Ödenmemiş tüm
(remaining)
borçlarınız şimdi halledilmeli)
1. tıkanıklık; kalabalık,
1.trafıc congestion (trafik tıkanıklığı)
izdiham (overcrowding,
2. congestion of the lungs (akciğerlerde kan toplanması)
congestion kıncesçın . n jam)
medicine to relieve nasal congestion (burun tıkanıklığını rahatlatmak
2. tıbbi tıkanma (kan,
için ilaç)
sümük toplanması)
(belirli bir yere) ait işlerle
Eddie kept himself busy tending the garden. (Eddie kendini bahçe
meşgul olmak. (birine,
Tend tend 3 v bakımıyla meşgul etti)
hayvana, bitkiye) bakmak
He tends bar in a hotel. (Bir otelde bara bakıyorr)
(look after)
1.alışkanlığında 1.He tends to exaggerate. (Abartma alışkanlığı vardır/temayülü vardır)
tend to tend 3 v olmak/çoğunlukla öyle The gym tends to get very busy at about six o’clock. (Cimnastik salonu
olmak (have a tendency to) çoğunlukla saat altı civarında yoğundur.)
towards -e doğru / aşağıya / yukarıya Housing prices have tended upwards. (Ev fiyatları yükseldi)
tend upwards 3 v yönelmek / meyletmek (be I think they will tend towards stricter controls. (Sanırım daha sert
downwards inclined, lean) önlemlere meyledecekler)

1. We’ll have to replace all the furniture that was damaged in the
1. yenilemek, yenisiyle flood. (Selde zarar görmüş tüm mobilyayı yenilemek zorunda
değiştirmek kalacağız)
2. başkasıyla değiştirmek 2. The plan is to replace state funding donations with private. (Plan
replace ripleys 3 v (exchange) devlet fonu yardımını özel –bağışla- değişterecek)
3. yerine geçmek, yerini 3. Have they found anyone to replace me yet? (Hala yerimi alacak
almak. birisini bulamadılar mı?)
5. geri koymak (put back) 4. She carefully replaced the china plate on the shelf. (İtinayla
porselen tabağı rafa geri koydu.)
1. The total area was calculated as the sum of all the individual areas in
the plan. (Toplam alan plandaki tüm tek tek alanların toplamı olarak
1. toplam (total)
hesaplandı)
2. miktar, meblağ (figure,
sum sam 3 n
amount)
2. Companies are prepared to pay substantial sums for the use of our
facilities. (Şirketler tesislerimizi kullanmak için önemli meblağlar
3.toplama [BrE] (calculation)
ödemeye hazırlar.)
3. To do a sum (bir toplama/hesaplama yapmak)
sums sam 3 n Aritmetik (arithmetic)
1. I’ll sum up briefly and then we’ll take questions. (Kısaca
1. bir şeyi özetlemek. özetleyeceğim ve sonra soruları alacağım.)
sum (ST) up sam 3 n (summarize) 2. I’d already summed him up, and I knew he’d be difficult to work
2. değerlendirmek (evaluate) with. (Onu çoktan değerlendirmiştim ve biliyordum ki kendisiyle
çalışmak zor olacak.)
In sum, alternative policies were not considered. (Kısaca, alternatif
in sum in sam 3 Özetle, kısaca (all told)
politikalar dikkate alınmadı)

1. uzak (distant) 1. The idea of a holiday seems so remote I can hardly even imagine it.
remote rimoğt 2 adj
2. ücra, sapa 2. My grandparents were from a remote village in China.
How much do I owe you? (Sana ne kadar borcum var?)
borcu olmak, borçlu olmak
owe oğ 3 vt That company owes us a billion liras. (O şirketin bize bir milyar lira
(be in debt)
borcu var.)
nedeniyle, -den dolayı Flights from Stansted Airport were cancelled owing to bad weather.
owing to owing tu: 3 conj (because of, due to, on (Stansted Havaalanından yapılan uçuşlar kötü hava nedeniyle iptal
account of) edildi)
akıllıca, tedbirli, sağgörülü,
judicious cudişıs . adj a judicious decision (mantıklı bir karar)
mantıklı (sensible)
The disease subsequently spread to the rest of the country. (Hastalık
subsequently sabsikwintli: 2 adv Sonradan (then)
daha sonra ülkenin geri kalanına yayıldı)
58

1.products that are derived from animals (hayvanlardan elde edilen


ürünler)
1.-den çıkarmak, elde etmek
2.Their fear derives from a belief that these people have supernatural
(obtain, get, gain)
derive [+from] dirayv 3 v powers. (Korkuları bu insanların olağanüstü güçleri olduğu şeklinde
2.–den kaynaklanmak .-den
bir inançtan kaynaklanıyor)
türemek (originate, come)
Many English words derive from Latin.(Çoğu İngilizce sözcük
Latinceden türemiştir)
1. toplamak; toplanmak 1.How long would it take to assemble a team for a project like this?
(gather) (Böylesi bir proje için bir takım toparlamak ne kadar vakit alır?)
assemble ısembıl 2 v
2. monte etmek (bring 2.The shelves are sold in kits that you have to assemble yourself.
together, put together) (Raflar parçalar halinde satılıyor, kendin monte etmelisin)
for my sake (hatırım için) for the sake of peace (barış uğruna)
I’m not just doing this for my own sake, you know. (Bunu sadece
hatır, uğur kendim için yapmıyorum, biliyorsun)
sake seyk 2 n [for the sake of ST; I hope you’re not doing this just for the sake of the money. (Umarım
for SB’s sake] bunu sadece para uğruna yapmıyorsundur)
So let’s say, just for the sake of argument, that you’re right. (O zaman
diyelimki, sadece tartışma hatrına, sen haklısın)
Oh, for goodness’ sake, leave me alone! (Allah aşkına, beni rahat
for God’s sake 2 Ph Allah aşkına
bırak!)
a chubby baby with a good, healthy appetite (iyi ve sağlıklı bir iştahı
1. iştah (hunger) olan tombul bir bebek)
appetite e:pıtayt 2 n
2. istek, arzu, şehvet (desire) The public’s appetite for celebrity gossip (kutlama dedikodularına dair
kamu iştahı)

1. The painting portrays the duke’s third wife. (Resim dükün üçüncü
1. betimlemek, göstermek
eşini göstermektedir.)
(depict, expose, show)
2. Opponents portray the president as weak and ineffectual. (Muhalifler
portray portrey 1 vt 2. betimlemek, resimlemek
başkanı güçsüz ve etkisizbiri olarak betimlediler/resmettiler)
(depict)
3.His father will be portrayed by Sean Connery. (Babası Sean connery
3. -i oynamak, canlandırmak
tarafından canlandırılacak.)
The order compelled him to appear as a witness. (Emir onu bir tanık
compel kımpel 2 vt zorlamak, mecbur etmek.
olarak gözükmeye -tanıklık yapmaya- zorladı)
1. Higgs later made a full confession to the police. (Higgs daha sonra
1. itiraf.
confession kınfeşın 1 n her şeyi polise itiraf etti)
2. günah çıkartma.
2. To go to church for confession (günah çıkartma için kiliseye gitmek)
1. some confusion about who actually won (gerçekten kimin kazandığı
1. kafa karışıklığı, şaşkınlık
hususunda biraz kafa karışıklığı)
(puzzlement)
2. Inside the building was a scene of total confusion. (Binanın içinde
confusion kınfyujın 2 n 2. karmaşa, düzensizlik
tam bir karmaşa manzarası vardı.)
(disorder, chaos)
3. Could there have been a confusion of identities? (Bir kimlik
3.karışıklık, hata (mistake)
karışıklığı sözkonusu olmuş olabilir mi?)
anaemia caused by iron deficiency (demir eksikliğinde kaynaklanan
eksiklik, noksanlık (lack); anemi)
deficiency difişınsi 1 n
yetersizlik (shortcoming) problems caused by deficiencies in the maintenance programme
(bakım programının yetersizliğinden kaynaklanan problemler)

cough kaf 1 v öksürmek coughing up blood (kan öksürmek)


He gave an embarrassed cough and looked at the floor. (Mahçupça
cough kaf 1 n öksürük
öksürdü ve yere baktı)
1. official investigation / permission / representative (resmi soruşturma
1.resmi
official ıfişıl 3 adj / izin / temsilci)
2.ofise ait
2. a list of my official duties (ofis işlerimin bir listesi)
1. divine intervention/inspiration/justice (ilahi müdahele/vahiy/adalet)
1.ilahi, tanrıdan (godly,
2. The calm on their faces seemed almost divine. (Yüzlerindeki sakinlik
divine divayn 2 adj heavenly)
adeta tanrısal idi) the many divine beings in the Hindu tradition
2.ilahi, tanrısal, tanrıvari
(Hindu gelneğinde pek çok tanrısal varlık vardır)
59

1. the conviction of three youths (üç gencin mahkumiyeti)


1. mahkûmiyet (sentence,
2. deep religious convictions (derin dini inançlar)
guilty verdict)
3. ‘Everything will be fine,’ she said, though without much conviction.
conviction kınvikşın 2 n 2. inanç; kanaat (belief,
(Çok inanmasa da, “her şey düzelecek” dedi.)
opinion)
The team’s recent performances have lacked conviction. (Takımın son
3.güven, itimat (confidence)
performansı inançtan yoksundu.-ruhsuzdu)
1. takdir etmek, beğenmek.
2. takdir etmek, (bir şeyin
1. Thanks for helping me out, Donna, I really appreciate it.
değerini, önemini,
appreciate ıpri:şieyt 2 v 2. She feels that her family doesn’t really appreciate her.
gerekliliğini) anlamak.
I began to appreciate the difficulties my father had faced.
3. (bir şeyin değeri) artmak
[vi]
1. My friends have supported me through the entire trial. (Arkadaşlarım
1. desteklemek, destek olmak
tüm duruşma boyunca beni desteklediler) I support Beşiktaş – which do
2. geçindirmek
support sıport 3 vt you support? (Ben Beşiktaşı tutuyorum – sen hangisini...?)
3. taşımak; payandalamak
2. How can we support our families on such low wages? (Bu düşük
4. tahammül etmek, çekmek
ücretlerle ailelerimizi nalsıl geçindireceğiz?)
1. I am grateful for the constant support of my husband. (Kocamın
devamlı desteğine minnetdarım)
1. destekleme, destek.
2. Do you have any support for your theory? (Teorin için herhangi bir
support sıport 3 n 2.kanıt, iddiaya destek (proof)
kanıt var mı?)
3.destek, payanda
3. Workers will reinforce supports under the bridge. (İşçiler köprünün
altını payandalarla destekleyecekler)

1. a professional association of engineers (mesleki bir mühendisler


derneği) the Parent-Teacher Association (okul-aile birliği)
2. The police knew all about his associations with organized crime.
1. dernek; birlik; kurum (Emniyet onun organize suçla ilgili tüm bağlantılarını biliyordu.)
(organization) Some studies show a strong association between pesticide use and
association ısoğsieyşın 3 n 2. ilişki, bağlantı, irtibat certain diseases.(Bazı araştırmalar belirli hastalıklar ile böcek ilacı
[between, with] (connection) kullanımı arasında kuvveli bir bağlantı olduğunu gösteriyor)
3. çağrışım [+for] (reminder) Smoking has a close association with lung cancer. (Sigara ile akciğer
kanseri arasında yakın bir irtibat var)
3. The town has many happy childhood associations for me. (Kasaba
benim için bir çok mutlu çocukluk çağrışımlarına sahiptir)
1. nesne, obje, şey, cisim. 1. solid object.
object abjikt 3 n 2. amaç, gaye, maksat, hedef: 2. Money's her object. (Onun amacı para.)
3. dilbilgisi nesne. 3. for example ‘the report’ in ‘I’ve read the report’: DIRECT OBJECT
object [to Ving] ıbcekt 2 v itiraz etmek, karşı çıkmak. I object to paying that much for milk.
borough Barı / bıro 2 n kasaba, kaza, ilçe. the borough council (kasaba konseyi)
1.Neither man was prepared to deny his religion. (Ne o adam ne de
1. inkâr etmek
öbürü dinlerini inkara hazırlıklı değillerdi)
2. yalanlamak, reddetmek
deny [Ving] dinay 3 v 2.He has denied rumours (Söylentileri yalanladı/reddetti)
(reject, contradict)
3.He had been denied the right to speak to his lawyer. (Avukatıyla
3. -den yoksun bırakmak
konuşma hakkından yoksun bırakıldı)

anmak, sözünü etmek, -den


I think it’s worth mentioning that we did most of the work. (Sanırım
mention menşın 3 vt bahsetmek, zikretmek (state,
işin çoğunu bizim yaptığımızı söylemeye değer)
talk about)
1. yol parası, bilet ücreti.
1. She had argued with a cab driver after refusing to pay her fare.
fare feğr 2 n 2. taksi müşterisi.
3. More traditional fare can be found at the Plaka restaurant.
3. yiyecekler, yemekler.
farewell feğrwell . n Uğurlas olsun, hoşçakal Let’s say our farewells. (Hadi hoşçakal diyelim)
He fared badly. (Kötü iş çıkardı.)
fare badly / İş çıkarmak, yapmak (do, The Democrats fared better than expected and actually picked up a few
feğr 1 v
well cope) seats. (Demokratlar beklenenden daha iyi iş çıkardılar ve birkaç
sandalye kazandılar)
aklına getirmek, çağrıştırmak The recent flood evoked memories of the great flood of 1972. (Son sel
evoke ivoğk . vt
(remind, call to mind) 1972 tufanı anılarını akla getirdi)
60

1. deli, çılgın. 1. You’ll think I’m mad – I’ve just left my job. (Delirdiğimi
3. k.d. çok kızmış, kudurmuş düşüneceksin; demin işden ayrıldım)
mad me:d 2 adj
[at ST/with SB] 2. My boss is mad with me for missing the meeting. (Toplantıyı
3. kuduz. kaçırdığım için patronum bana çok kızgın.)
Birisi için deli olmak, çok Jack and I were mad about each other. (Jack ve ben birbirimiz için deli
mad about SB 2
sevmek oluruz.)
drive SB mad 2 Birisini çıldırtmak Please stop making that banging noise – it’s driving me mad!
official ıfişıl 3 n Bürokrat (bureaucrat) a senior government official (rütbeli bir hükümet memuru)
1.You pretend to be the cat and I'll be the mouse. (Sen kedi ol, ben de
1. rolüne girmek, olmak
fare olayım.)
2. -miş gibi davranmak
2. He is pretending that he doesn't know. (Bilmiyormuş gibi
pretend pritend 2 v 3. yalandan yapmak, ...
davranıyor)
numarası yapmak:
3. He's pretending to be sick. (Hasta numarası yapıyor.)
4. taslamak
4. He's pretending to be a scholar. (Bilginlik taslıyor.)

Bedside lighting alone is not sufficient for most bedrooms. (Çoğu


yeterli, kâfi (enough) [+for
sufficient [for sıfişınt yatak odası için sadeve abajur lambalar yeterli değildir.) There is now
3 adj ST] [to do] (OPP
ST] [to do ST] sufficient evidence to prove his claims. (Şimdi iddialarını ispatlamak
insufficient)
için yeterli kanıt var)
1. yapmak, inşa etmek 1. The tunnel was constructed in 1996. (Tünel 1996’da inşa edildi.)
construct kınstrakt 3 vt 2. cümle kurmak 2. He could now construct short sentences in Spanish. (Şimdi
3. geometri çizmek. İspanyolca kısa cümleler kurabiliyor)
1. a policy that aims to give you cheaper coverage
1. sigorta miktarı ve kapsamı.
coverage kavıric 2 n 2. You can see live coverage of England’s game against France.
2. haber, haberler (reporting)
(İngiltere’nin Fransa’ya karşı maçını haber olarak izleyebilirsin)
1. ciro etmek ,ardını
endorse indors 2 vt imzalamak 2. All endorsed the treaty as critically important to achieve peace.
2. onaylamak.
Whenever the government messes up, it’s the taxpayer who has to foot
taxpayer Te:kspeyır 2 n vergi mükellefi.
the bill.

1. geliştirmek, artırmak
1. a drug that boosts serotonin levels in the body (kandaki serotonin
(enhance, increase)
seviyesini artıran bir ilaç)
boost Bu:st 2 vt 2. lehinde konuşmak,
an attempt to boost the minister’s popularity (bakanın popüleritesini
çabalamak (support)
artırmak için bir girişim)
3. (fiyat) artırmak (increase)
The festival has been a major boost for the local economy. (Festival
1. destek, yardım [for] yerel ekonomi için ana bir destek)
boost Bu:st 2 n
2. artma, artış. [in] They are calling for a boost in the minimum wage. (Asgari ücrette bir
artış talep ediyorlar)
1. ne dediğini bilen , ağzı sıkı
1.She’s very discreet and loyal. (Ağzı çok sıkı ve sadıktır)
(tactful, diplomatic)
discreet diskri:t 1 adj 2.They followed their car at a discreet distance. (Arabalarını dikkat
2.dikkat çekmez
çekmeyen bir mesafeden takip ettiler)
(unnoticeable)
1. giysilerini çıkartmak, 1. They all stripped and ran into the water. (Hepsi soyunup suya
soyunmak-striptiz yapmak koştular)
(undress) She made money stripping in bars. (Barlarda striptiz yaparak para
2. [off, away] çıkarmak; kazanır)
strip strip 2 v
kazımak. 2. We spent the weekend stripping wallpaper. (Tüm hafta sonunu
3. (bir makineyi vs.) söküp duvar kağıdını kazıyarak geçirdik)
parçalara ayırmak ) (take 3. Take care when stripping away old paint. (Eski boyayı çıkartırken
apart) dikkatli ol)
a strip of tape (bir bant şeridi) Cut the turkey into strips. (Hindiyi şerit
Şerit (narrow piece, band,
strip strip 2 n şerit kes) The airport is built on a low-lying strip of land. (Havaalanı
stripe)
alçak bir kara şeridi üzerine kuruldu)
61

1. gönüllü kimse [for] a small team of volunteers


volunteer valıntiğır 2 n
2. gönüllü asker He is a volunteer for the Gay Helpline.
1. kendiliğinden teklif etmek. 1. Thirty-two patients volunteered for the research study.
volunteer valıntiğır 1 v
2. gönüllü parasız çalışmak. 2. Claire volunteers at the homeless shelter once a week.
1. The temperature of the house varies between eighteen and twenty
1.[+with, between] değişmek;
degrees. (Evin sıcaklığı on sekiz ile yirmi derece arasında değişiyor.)
değiştirmek (change)
He never varies his habits. (Alışkanlıklarını hiç değiştirmez) Fees vary
vary veğri 3 v 2. [+from]-den ayrılmak, -
with the size of the job. (Maaşlar işin ebatına göre değişir)
den farklı olmak (differ)
2. Rooms vary in size but all have television and telephone.
3. çeşitlemek, çeşitlendirmek.
3. I’m trying to vary the children’s diet a little.
witness witnıs 2 n tanık, şahit. Witnesses reported hearing two gunshots.
1. Did you witness that event? (O olayı bizzat gördün mü?)
1. bizzat görmek, -e
These walls have witnessed a lot of history. (Bu surlar birçok tarihi
tanık/şahit olmak:
olaya tanık oldu.)
2. [to]-e tanıklık/şahitlik
2.He witnessed to having seen the murder. (Tanıklık ederek cinayeti
etmek:
witness witnıs 2 v gördüğünü söyledi.)
3. (to) (bir şeyin) kanıtı/delili
3. Her absence at the ceremony witnessed her disapproval. (Törende
olmak, (bir şeye) işaret etmek:
hazır bulunmaması, onaylamadığına işaret ediyordu.)
4. hazır bulunarak (bir şeye)
4.Can you witness Nazmiye's will? (Nazmiye'nin vasiyetnamesine
resmen şahit olmak
tanıklık eder misin?)

a leather sofa (deri bir kanepe)


leather ledhır 2 n deri
a black leather jacket (siyah bir deri ceket)
current Körınt 1 n cereyan, akım, akıntı. To swim against a strong current (kuvvetli bir akıntıya karşı yüzmek)
1.your current employer (şimdiki işverenin)
1. şimdiki, güncel, aktüel.
current körınt 3 adj 2.words that are no longer current (artık kullanımda olmayan
2.yürürlükte olan, cari.
kelimeler)
aşikâr, açık, apaçık, belli The most obvious explanation is not always the correct one. (En aşikar
obvious abviğıs 3 adj (clear, apparent) (OPP açıklama her zaman doğru olan açıklama değildir.)
obscure) Do you have to be so obvious? (Bu kadfar açık olmak zorunda mısın?)
navy neyvi: 2 n Donanma a navy base/ship/helicopter (bir donanma üssü/gemisi/helikopteri)

1. These 2,500 words form the core of the language. (Bu 2500 kelime
1. öz, esas, cevher
core [of] ko:r 2 n dilin özünü oluşturuyor.)
2. merkez (gezegen vs.)
2. the Earth’s core (dünyanın merkezi)
To the core * ph Ölümüne, çok fazla She’s a feminist to the core. (Ölümüne bir feministtir)
extinct ikstink 1 adj nesli tükenmiş The Tasmanian tiger was declared extinct in 1936.
1. (sözlerle) (birine/bir 1.She urged them not to go to Konya. (Onları Konya'ya gitmekten
hayvana) (bir şey) yaptırmaya vazgeçirmeye çalıştı.)
çalışmak: Do not urge him to stay! (Ona sakın kalması için ısrar etme!)
2. [on] (bir aletle) (bir She then began to urge them to stay. (O zaman onlara kalın diye
urge örc 2 vt
hayvanı) harekete geçirmek tutturdu.)
veya hızlandırmak 2. Urge it on with your whip. (Kırbacınla onu hızlandır.)
3. (on/upon) vurgulamak, 3. Fikret urged on them the need for economy. (Fikret onlara tasarruf
üzerinde durmak etme gereğini vurguladı.)
1. You have to be prepared to make concessions in a relationship.
(Bir ilişkide imtiyazlar yapmaya hazır olmalısın)
1. imtiyaz, ayrıcalık 2. Russia has recently sold timber concessions to Japanese and Korean
concession kınseşın 2 n 2. satma imtiyazı companies. (Rusya kereste satma ayrıcalığını Japon ve Rus şirketlere
3. grup ayrıcalığı-indirimi sattı)
3. Tickets cost £10 (£5 concessions). (Biletler 10 sterlin (grup indirimli
5 sterlin))
1. A free bus to the airport is a facility offered only by this hotel.
1. kolaylık, olanak (ease, (Havaalanına bedava otobüs sadece bu otel tarafından sunulan bir
convenience) kolaylıktır/olanaktır)
facility fısilıti 3 n 2. hizmet veya tesis 2. Does the company offer any facilities for employees with young
3. hüner, maharet (aptitude, children? (Şirket kükük çocuklu aileler için herhangi bir
ability) kolaylık/hizmet/tesisi sunuyor mu?)
3. He traslated with great facility. (Büyük bir hüner ile tercüme etti.)
62

1. They may feel discouraged at the magnitude of the task before them.
(Önlerindeki görevin büyüklüğüyle cesaretlerini yitirmiş
1. büyüklük, azamet. hissedebilirler)
2. önem, ehemmiyet 2. a world crisis of considerable magnitude (ciddi ehemmiyette bir
magnitude me.gnityu:d 1 n
3. [mat] büyüklük dünya krizi)
4. [astr] kadir, parlaklık 3. electorates of less than average magnitude (ortalama büyüklükten
daha küçük olan eloktratlar)
4. star of the first magnitude (en parlak / birinci kadirden olan yıldız)
1.You have to convert the temperature readings from Fahrenheit to
1.-e çevirmek, -e
Celsius. (Sıcaklık değerini fahrenhayttan santigrada çevirmelisin)
dönüştürmek. (turn into)
convert They converted the old school into luxury flats. (Eski okulu lüks
kınvört 2 v (exchange) (switch)
(to/into) dairelere dönüştürdüler.)
2.din değiştirmek /
2. At the age of 16, Greene converted to Catholicism. (16 yaşında,
değiştirmesine vesile olmak
Greene Katolik oldu.)
1.The two leaders signed agreements on trade and sporting links. (İki
1.ticaret
lider ticari ve sportif bağlantılara dair anlaşmalar imzaladı.)
2. iş
2. everyone to his trade (herkes işine baksın)
3. [the trade] meslektaş,
trade treyd 3 n 3. They ofer discounts to the trade. (Meslektaşlara indirim teklif
sektör, aynı işi yapanlar
ediyorlar.)
4. satışlar, işler
4. Trade was very good last month. (Satışlar-işler geçen ay iyiydi.)
5. zanaat (craft)
5. the trade of carpenter. (marangozluk zanaatı)
1. Stan trades in fossils from many countries. (Stan bir çok ülkeden
1. Alım-satımını yapmak, fosil ticaret satın alır)
ticaretini yapmak [in ST] We need to trade with Eastern Europe more. (Doğu Avrupa’yyla daha
trade treyd 3 v
[with SB] fazla ticaret yapmamız gerekir.)
2. değiş-tokuş yapmak 2. They traded freedom for security. (Güvenlik için özgürlüklerini
verdiler.)
1. ötesinde; ötesi, -den öte; - 1. Beyond there there's nothing but mountains. (Oradan öte dağdan
den sonra başka şey yok.) beyond four o'clock (saat dörtten sonra.)
beyond biyand 3 prep
2. dışında 2. It's beyond his capability. (Onun kabiliyetinin üstünde)
3. -den başka 3. I can do nothing beyond that. (Ondan başka bir şey yapamam.)

[for ST/SB] felaket getiren,


disastrous diza:sstrıs 1 adj a disastrous dinner party (feci bir akşam yemeği partisi)
feci
I’ve got very fine hair. (Çok ince saçlarım var)
fine fayn 3 adj Çok ince Everything was covered in a fine layer of dust. (Her şey ince bir toz
tabakasıyla kaplıydı)
eğlendirmek; oyalamak, Her stories never fail to amuse me. (Hikayelerinin beni güldürmediği
amuse ımyu:z 2 v
güldürmek. hiç olmamıştır)
1. yakalamak (seize, catch) 1. Police officers finally cornered and captured the dog. (Polis
2. ele geçirmek memurları nihayer köpeği köşeye sıkıştırıp yakaladı.)
3. betimlemek, ifade etmek 2. Rebel forces captured the village. (İsyancı birlikler köyü ele geçirdi)
capture ke:pçır 1 n (portray, depict) 3. The film succeeds in capturing the mood of the 1960s. (Film
4. kaydetmek [on film / 1960’ların havasını yansıtmada çok başarılı)
camera etc.] (kasete, videoya 4. The whole incident was captured by a young American photographer.
vs. ) (Olayın tamamı genç bir Amerikan fotoğrafçı tarafından kaydedildi)
1. dal budak salmak. yellow flowers on branching stems (dallara ayrılan gövdedeki sarı
branch bra:nç 1 vi
2. kollara ayrılmak. çiçekler)

tartışma; münazara. There has been intense debate over political union. (Politik birlik
debate dibeyt 3 n
(discussion) üzerine kesif bir tartışma var)
1. tartışmak.
2. He debated with himself before reaching the decision. (Kararını
debate dibeyt 3 v 2. çok düşünmek, düşünüp
vermeden önce çok düşündü.)
taşınmak
Contrary to her expectations, Caroline found the show very
expectation ekspekteyşın 3 n beklenti.
entertaining.
Beth astonished her by refusing to help. (Beth yardım etmeyi
astonish ıstaniş 1 vt Çok şaşırtmak (surprise)
reddederek onu çok şaşırttı)
-fold foğld 1 ...kat a fourfold increase (dörde katlayan bir artış)
63

1.Hedef, amaç (object, aim,


objective ıbcektiv 3 n target, goal, purpose) The main objective of this meeting (bu toplantının ana amacı)
2.objektif (kamera vs)
Nesnel, objektif, (impartial)
An objective analysis/assessment/report (nesnel bir
objective ıbcektiv 2 adj olgusal (factual) (OPP
analiz/değerlendirme/rapor)
subjective)
1.teslim olma 1.to force SB into submission (birisini teslim olmaya zorlama)
submission sıbmişın 2 n 2.sunma, teslim etme 2.When is the final date for the submission of proposals? (Teklifleri
3.(mahkemede) ifade verme sunma için son tarih ne zaman?)
çok ilginç, heyecan verici
stimyule
stimulating . adj (interesting, exciting) (OPP A stimulating book (çok ilginç bir kitap)
yting
dull)
1. teşvik etmek 1. The government should do more to stimulate investment in the
2. uyarmak, harekete north.
stimyule
stimulate 2 v geçirmek 2. drugs to stimulate the production of hormones
yt
3. canlandırmak, harekete 3. Such questions provide a useful means of stimulating students’
geçirmek interest.

1. Life in a small town could be deadly dull (Küçük bir kasabada


1.sıkıcı (boring) yaşam çok sıkıcı olabilir)
2.mat (faded) 2. dull, lifeless hair (mat, cansız saçlar)
3.boğuk (ses) 3. The gates shut behind him with a dull thud. (Kapılar ardından
dull dal 2 adj 4.hafif ama devamlı (sızı) boğuk bir sesle kapandı)
5.kapalı (hava) (cloudy) 4. a dull ache / pain (hafif sızı / ağrı)
6.aptal (stupid) 5. It was a dull, gray day. (Kapalı gri bir gündü)
7.durgun (ticaret) 6. a dull pupil/class/mind (aptal bir öğrenci/sınıf/kafa)
7. Don’t sell into a dull market. (Durgun piyasaya mal satma)
1.The spokesman refused to disclose detail of the takeover to the press.
1. [ST to SB] (bir sırrı vs.)
(Sözcü medyanın devralınması hususundaki detayı açıklamayı
disklauz / birine açıklamak (reveal,
disclose klo:z
2 v
make known)
reddetti.)
2.The door swung open, disclosing a long dark passage. (Kapı
2. ortaya çıkarmak (reveal)
aralandı, uzun karanlık bir koridoru ortaya çıkararak.)
feasible fi :zıbl 1 adj Uygulanabilir (practicable) A feasible plan / suggestion (uygulanabilir bir plan / öneri)
1. bir şeyin ince uzun ana
kısmı, sap vs.
Şa:ft / 1. the shaft of an arrow (bir okun sapı)
shaft 2 n 2. tünel, asansör boşluğu vs.
şe:ft 2. a lift/ventilation shaft (bir asansör / havalandırma boşkuğu)
3.ışın, şua
4. (araba vs. ) ok , şaft
Molten lava rose up from beneath the Earth’s crust. (Ergimiş lav dünya
crust krast 1 n kabuk.
kabuğunun altından yükseldi.)

1. sezmek, farketmek. 1. I thought I detected a hint of irony in her words.


detect Di:tekt 2 vt
2. bulmak, keşfetmek 2. technology capable of detecting the smallest earth tremors
1. düzenlemek, yoluna 1.The proposal seeks to change the way the airline industry is
regulate regyuleyt 2 vt koymak. regulated.
2. ayarlamak. 2.Teachers are not able to regulate the temperature in their classrooms.
‘It’s far too hot,’ she complained. (“Çok fazla sıcak” diye sızlandı)
Sızlanmak, şikayet etmek, What are you complaining about? (Neyden şikayetçi oluyorsunuz?)
complain kımpleyn 3 v yakınmak [about/of ST] [that Refugees had complained of being robbed and beaten by officials.
clause] [to SB] (Mülteciler memurlarca soyulmak ve dövülmekten şikayetçilerdi)
She’d been complaining of headaches. (Baş ağrısından muzdarip)
1. çok uygun, -e meyilli 1. He's apt to be late. (Sık sık geç kalır.)
(very suitable) That pile of books is apt to fall. (O kitap yığını devrilir.)
apt e:pt 1 adj
2. akıllı ve çabuk kavrayan, an apt comparison (çok uygun bir mukayese / karşılaştırma)
zeki 2. an apt student (akıllı ve çabuk kavrayan bir öğrenci.)
1. acente 1. a shipping agent (bir gemicilik acentesi)
2. ajan. (spy) 2. a secret / undercover agent (bir gizli ajan)
3. temsilci, vekil 3. My agent has power to sign my name. (Vekilim adıma imzaya
agent eycınt 3 n
(represantative) yetkilidir.)
4. aracı, vasıta 4. Many insects are agents for fertilization. (Pek çok böcek döllenmeye
aracılık eder.)
64

1. After five hours on your feet you deserve a break. (Ayakta beş
hak etmek, layık olmak (be
deserve dizörv 2 v saatten sonra bir arayı hakediyorsun) a matter that deserves further
worthy of)
consideration (daha fazla ilgiyi hakeden bir sorun)
an increase in the funding of health care (sağlık hizmetleri fonunda bir
artış) The government is still failing to provide adequate funding for
funding fanding 2 n Para, fon (financial support)
research. (Hükümet araştırmaya yeterince fon sağlamada hala
başarısız.)
Rival gangs battled for supremacy. (Rakip çeteler üstünlük için
supremacy sıpremısi: . n Üstünlük, egemenlik
savaştılar)
mankind me:nkaynd 1 n İnsanoğlu (humankind)
1. In some cases people have had to wait several weeks for an
appointment (Bazı durumlarda insanlar bir randevu için birkaç hafta
beklemek zorundaydılar.) If that is the case we need more staff. (Eğer
1. durum (situation)
durum böyleyse daha fazla elemana ihtiyacımız var.) I cannot make
2. (soruşturulan) vaka, olay
an exception in your case. (Senin durumun için bir istisna yapamam.)
3. hastanede vaka, hastalık
2. a murder case (bir cinayet vakası) a case of theft (bir hırsızlık
durumu
vakası)
case keys 3 n 4. mahkeme, dava
3. I had five cases of syphilis this morning. (Bu sabah beş frengi
5. deliller (arguments)
vakam vardı.) a severe case of typhoid (ciddi bir tifo vakası)
6. dilbilgisi durum
4. to lose / win a case (bir mahkemeyi-davayı kaybetmek / kazanmak)
7. kutu, çanta, kap vs.
You have no case (davanız düştü)
(container)
5. the case for the defendant (sanık lehine deliller)
6. genitive case (sahiplik durumu) (Sarah’s book)
7. a wooden case (tahta bir sandık)

1. sığınma, iltica 1. More than half a million people sought asylum in Europe last year.
asylum ısaylım 2 n
2. [eski] tımarhane (Geçen yıl Avrupada yarım milyondan daha fazla insan iltica istedi)
duygu, his; heyecan. (feeling, As a nurse I learned to control my emotions. (Bir hemşire olarak
emotion imoşın 3 n
passion) hislerimi control etmeyi öğrendim)
1. Teachers are increasingly conscious of the importance of the
Internet. (Öğretmenler gitikçe daha fazla internetin öneminin
bilincinde oluyorlar) We are conscious that some people may not wish
1. [to be … of] [to be …
to work at night. (Bazı insanların gece çalışmak istemeyebileceğinin
that] farkında olma,
conscious kanşıs 2 adj bilincindeyiz.)
bilincinde olma (aware)
2. The patient was fully conscious throughout the operation. (Hastanın
2. bilinçli, bilinci yerinde.
tüm ameliyat boyunca bilinci yerindeydi.) I’m going to make a
conscious effort to be more cheerful. (Neşelenmek için bilinçli bir
şeyler yapacağım.)
Your dislike of water is perhaps due to a subconscious fear of
subconscious sapkanşıs . adj Bilinçaltı, bilinçaltına ait drowning. (Sudan hoşlanmaman belki bir bilinçaltı boğulma korkusu
nedeniyledir)
1. the Roman invasion of Britain under Julius Caesar (Jul Sezar
1. istila, işgal komutasında Britanya’nın Romalılarca işgali)
2. ani hücum, doluşma (çoğ. 2. The shops prepared for an invasion of last-minute Christmas
invasion inveyjın 2 n
alışveriş için) shoppers. (Mağazalar Noel alışverişi yapanların bir son dakika
3. yayılma hücumuna-doluşumuna hazırlıklılar)
3. an invasion of cancer cells (bir kanser hücreleri yayılması)

I have no doubt that he will succeed. (Başaracağından kuşkum yok.)


doubt daut 3 n kuşku, şüphe, belirsizlik The future of the company is still in doubt. (Şirketin geleceği hala
belirsiz)
biyand What is beyond doubt is that he is utterly incompetent. (Kuşkusuz olan
beyond doubt daut 3 adj kuşkusuz
şey onun tam anlamıyla yetersiz olduğudur.)
kuşkulanmak, kuşku Some people doubt my ability but I will prove them wrong. (Bazıları
doubt daut 2 v
duymak yeteneğimden kuşku duyuyorlar ama yanıldıklarını ispatlayacağım.)
harvest harvist . v hasat etmek, biçmek. farmers harvesting their crops (mahsullerini hasat eden çiftçiler)
harvest harvist 1 n Hasat, biçme, toplama the corn/potato/grape harvest (mısır / patates / üzüm hasadı)
65

1. The Republic of Tunisia achieved independence from France in


1957. (Tunus Cumhuriyeti bağımsızlığını Fransa’dan 1957 de aldı.)
1. başarmak, -e ulaşmak, elde
actors who achieve fame and fortune in Hollywood (Hollywood’ta
achieve Içi:v 3 v etmek
şöhret ve servet kazanmayı başaran aktörler)
2. başarılı olmak
2. Many managers are driven by a desire to achieve. (Pek çok idareci
başarılı olma arzusuyla güdülenmişlerdir)
1. yoğun, kalın, koyu
(intense, thick) 1. a dense black cloud of flying insects (yoğun bir uçan böcekler
2. sık (orman, saç v.b.) bulutu)
dense dens 1 adj
(crowded) 2. dense woodland (sık koruluk)
3. anlaşılması güç, ağır 3.a dense essay (ağır bir makale)
(complicated)
1.çok güzel, nefes kesen 1. The scenery along the coast was just breathtaking. (Sahil boyundaki
(extremely impressive) manzara tek kelimeyle nefes kesici)
breathtaking brethteyking 1 adj
2.çok kötü, berbat 2. I found her rudeness quite breathtaking. (Kabalığının çok kötü
(extremely bad) olduğunu düşündüm)
1.Reduce your intake of salt, sugar, and junk foods. (tuz, şeker ve
1. vücuda alınan-tüketilen
abur-cubur tüketimini-alımını azalt)
yiyecek-içecek, aldı (eating-
your calorie/energy/protein intake (kalori/enerji/protein tüketimi-
intake inteyk 1 n drinking)
alımınız-tüketiminiz)
2. alınan (öğrenci vs) sayısı
2. this year’s intake of students (bu yılki alınan öğrenci sayısı)
3. giriş
3. the air / fuel intake (hava / yakıt giriş kanalı)
fiscal fiskıl 2 adj mali fiscal and monetary policies (mali ve parasal politikalar)

There was a concert to mark the 10th anniversary of Mandela’s release


anniversary E:nivörsıri 2 n yıldönümü. from jail. (Mandela’nın serbest kalmasının 10. yıldönümü için bir
konser vardı)
revenue revvinyu 2 n Gelir (income, profit) tax revenues (vergi gelirleri)
gelir, kazanç (revenue, What is your approximate annual income? (Yaklaşık yıllık geliriniz ne
income inkam 3 n
profit) kadar?)
üretim; çıktı; verim. (OPP Industrial output increased by four per cent last year. (Sanayi üretimi
output autput 2 n
input) geçen sene yüzde dört arttı.) graphics output (grafiklerin çıktısı)
1. an annual conference/festival/holiday (yıllık bir konferans / festival /
1. yılda bir yapılan, yıllık tatil)
annual E:nyuğıl 3 adj
2. bir yıllık 2. an annual salary/total/average (bir yıllık maaş / toplam / ortalam)

1. We’ve recorded a new album, and it’s coming out in the spring.
(Yeni bir albüm yaptık ve baharda çıkacak)
2. These differences don’t come out until you put the two groups in a
room together. (İki grubu beraber aynı odaya koyuncaya dek bu farklar
ortaya çıkmaz.) He said, “it’ll all come out in court.” (Mahkemede
1. yayımlanmak, piyasaya
herşey ortaya çıkacak dedi) It eventually came out that she was already
çıkmak (kitap, kaset, film)
married. (Sonunda zaten evli olduğu ortaya çıktı.)
2. ortaya çıkmak, bilinmek
come out kam aut 3 PhV 3. I didn’t mean it to come out as a criticism. (Onun bir eleştiri olarak
3. algılanmak, anlaşılmak
algılanmasını istememiştim) She had only meant to defend herself, but
4. sonuçlanmak
it had come out all wrong. (Sadece kendini savunmak istemişti, ama
3. (leke, diş) çıkmak
herşey yanlış anlaşıldı.)
4. It’s impossible at this stage to judge how the vote will come out. (Bu
aşamada oylamanın nasıl sonuçlanacağını kestirmek mümkün değil.)
5. Another of her baby teeth came out yesterday. (Diğer bir süt dişi de
dün düştü.)
The tire is leaking air.(Lastik hava kaçırıyor.)
leak li:k 1 V sızdırmak, kaçırmak; sızmak Oil was leaking from the pipeline. (Boru hattından petrol sızıyordu)
a leaked report (sızdırılmış bir rapor)
News leaked out that he was leaving the show. (Şovu terkediyor
leak out li:k aut 1 vi (sır) dışarı-medyaya sızmak
olduğu haberi dışarı sızmış)
1. su sızdıran delik veya 1. a leak in the roof (çatıda bir sızıntı yeri)
leak li:k 1 n çatlak ,sızıntı yeri 2. The explosion was caused by a gas leak in the main line.
2. sızıntı. (Patlamaya ana hatlardaki bir gaz sızıntısı neden oldu)
terrain tıreyn . n arazi, yer; bölge, mıntıka. familiar/hilly/mountainous terrain (tanıdık / tepelik / dağlık bölge)
66

1. Being fashionable was low on her list of priorities. (Modaya uygun


1. öncelik olmak onun öncelikler listesinde geri sıralardaydı)
priority prayorıti 3 n
2. geçiş önceliği / hakkı 1. Buses take priority over other vehicles on the road. (Yolda
otobüslerin diğer araçlara geçiş önceliği var)
1. She emphasizes that her novels are not written for children.
1. vurgulamak, altını çizmek (Romanının çocuklar için yazılmadığını vurguluyor)
emphasize emfısayz 2 v
2. ortaya çıkartmak 2. Naomi’s short hair emphasized her cheekbones. (Naomi’nin kısa
saçları elmacık kemiklerini ortaya çıkarttı.)
1. He liked gambling, but only for small stakes. (Kumar oynamayı
sever ama sadece küçük meblağlarda)
1. riske edilen bi miktar para
2. RCS Video has bought a majority stake in Majestic Films
2. [ticari] pay, hisse.
stake steyk 2 n International. (RCS videoları Majestik Films International’ın
3. kazık; (bitki için) ispalya,
hisselerinin çoğunluğunu satın aldı)
sırık, herek.
3. Joan of Arc was burnt at the stake in 1431. (Jan Dark 1431’de bir
kazıkta yakıldı.)
1. kemer, tak. the arch above the front door (ön kapı üzerindeki kemer)
arch arç 2 n
2. ayak kemeri. a garden arch (bir bahçe kemeri)
1.(kömür, tahıl v.b.'ni
coal bin (kömürlük) wood bin (odunluk)
saklamak için) kap; sandık;
bin bin 1 n It’s time you threw those shoes in the bin. (Artık şu ayakkabıları çöpe
yer
atmanın zamanı gelmiş)
2. çöp [BrE]

be based on beyzt 3 Ph -e dayanmak. The film is based on a true story. (Film gerçek bir hikayeye dayanıyor)
be bound to 2 Ph -mesi kesin olmak: He's bound to win. (Kazanması kesin..)
be on fire 3 Ph yanmak. The building was still on fire three hours later.
a government attempt to curtail debate (tartışmayı azaltmak için bir
kısıtlamak, azaltmak (limit,
Curtail körteyl . v hükümet girişimi) Spending on books has been severely curtailed.
restrict, lessen)
(Kitaplara harcama yapmak sert bir şekilde azalmıştır)
1. a travelling companion (bir seyehat arkadaşı)
1. arkadaş, yoldaş. 2. Have you seen the companion to this glove? (Bu eldivenin eşini
2. eş, bir diğer gördün mü?)
companion kımpe:nyın 2 n
3. refakatçi. 3.
4. rehber kitap 4. a companion to french literature (Fransız Edebiyatı hakkında rehber
bir kitap)

1. dayanıklı, sağlam. 1. durable high quality steel


durable dyurıbıl . adj
2. sürekli, devamlı. 2. Finding a durable solution will not be easy
Mary supervises two PhD students.
supervise Su:pırvayz 2 v yönetmek
His job was to supervise the loading of the ship.
1.The capital has been occupied by the rebel army. (Başkent asiler
ordusunca işgal edildi)
2.How much memory does the program occupy? (Bu program ne
1.işgal etmek kadar yer kapsar?)
2.(bir yer, boşluk, zaman vs) Your firm occupies a lot of this building's space. (Firmanız bu binada
kapsamak, doldurmak epey yer kapsıyor.)
occupy okyupay 2 v
3.(ofis, ev vs için) çalışmak, A fountain occupies the center of the garden. (Bahçenin ortasını
yaşamak, bulunmak fıskıyeli bir havuz dolduruyor)
4. (bir makamda) bulunmak 3.He occupies an office on the 12th floor. (12. katta bir ofiste
çalışıyor) Which bed do you occupy? (Hangi yatakta yatıyorsun?)
4..The president occupies the position for 4 years. (Başkan makamda
4 yıllığına bulunur)
1. tam, kesin
2. çok dikkatli, titiz (kimse).
1. a precise definition of the word (sözcüğün tam karşılığı)
precise 3. titizlikle yapılmış (iş).
at the precise moment of his arrival (tam geldiği anda.)
4. dakik (saat).
5. hassas (alet).
67

1. çekmek [su, silah, perde,


para, yay, dikkat-ilgi+
her.şey]
2. sürüklemek.
1. He drew the tray of food closer to his plate.(Yemek tepsisini
draw 7. çizmek, resmetmek:
droğ 3 v tabağına doğru çekti.)
/drew/drawn 8. (hava, sıvı v.b.'ni) içine
7. draw a picture (resim çizmek.) draw a graph (grafik çizmek)
çekmek, emmek.
9. (faiz) getirmek.
12. (madeni) haddelemek.
13. (baca) çekmek

1. görüş, görme yetisi (eye-


1. Spiders hunt mainly by sight. (Örümcekler genellikle görme
sight, vision)
yetisiyle avlanırlar)
2. görünüş, manzara (look)
sight sayt 3 n 2. What a lovely sight you are! (Ne tatlı görünüyorsun!)
3. çoğul görülecek yerler,
3. We enjoyed seeing the sights of San Francisco. (San Fransisco’nun
turistik yerler (view)
turistik yerlerini görmekten zevk aldık)
4. silahta dürbün veya gez
1. omuz.
2. dağ yamacının üst bölümü.
1. She injured her shoulder. (Omzunu incitti)
shoulder şoğldır 3 n 3. kürek eti.
3. a shoulder of lamb (Bir kuzu kürek eti)
4. banket.

1. kare.
1.The garden is a square. (Bahçe bir kare)
2. (şehirde) alan, meydan
2. an office in Uğur Mumcu Square. (uğur Mumcu meydanında bir
square skweğr 3 n 3. mat. (bir sayının) karesi.
büro)
4. k.d. sıkıcı (eski tarzda
3. The square of 3 is 9. (3’ün karesi 9’dur)
giyindiği için)
square skweğr . adv (directly) direkt olarak He hit it square in the middle of the bat.
1. kare, kare şeklinde
1. a square jaw. (kare şeklinde bir çene)
2. (metre) kare
2. four square meters (dört metre kare)
square skweğr 2 adj 3. banal, çok eski moda (kişi)
4. You give me back six pounds then we’ll be square. (Bana altı sterlin
4. fit olmak, ikisi de birbirine
ver ve fit olalım)
borçsuz hale gelmek

Five players are still vying for the last position on the team. (Beş
vie / vying vay . vi rekabet etmek (compete)
oyuncu hala takımdaki son mevkiye geçebilmek için rekabet ediyorlar.)
1.[hukuk] mirasın kalan
kısmı 1. He left the residue of his estate to a nephew. (Mirastan kalanı bir
residue rezidyu: . n
2.çözünmez artık; tortu, yeğene bıraktı)
çökelti [kimya]

1. on/onto -e çıkmak.
2. artırmak; hızlandırmak;
step up hızlanmak.
3. terfi ettirmek; terfi etmek.
1. hareket, eylem.
2. kanun, yasa.
act 3. tiyatro bölüm, perde.
4. rol yapma, oyun.
1. rol yapmak, oynamak.
2. harekete geçmek.
3. davranmak, davranışta
He isn't really ill; he's just acting.(Gerçekten hasta değil; numara
act bulunmak.
yapıyor.)
4. kimya on/upon -e etkimek.
5. konuşma dili numara
yapmak, yalandan yapmak:
1. tiyatro, sinema, televizyon
sahne. the scene of a crime (bir suçun işlendiği yer.)
scene n
2. sahne, manzara, görünüm, Don't make a scene! (Hadise çıkarma!/Olay çıkarma!)
görüntü.
68

3. olay yeri:
4. tiyatro dekor.
5. olay, hadise
1.kovalamak, peşine
düşmek, izlemek, takip
etmek. She is pursuing her studies at the university. (Öğrenimini üniversitede
pursue 2. sürdürmek: sürdürüyor.)
3. peşinde olmak,
gerçekleştirmeye çalışmak
1. (bir his) aniden ve şiddetle
belirme.
2. dalgalar halinde yayılma.
surge 3. (elektrik cereyanı, fiyatlar,
satışlar v.b.) aniden yükselme.
4. (insanlar, hayvanlar için)
akın, akın halinde gitme.
1. sayı, rakam, numara
figure 2. boy bos, endam
3. figür
to be bad at figures hesabı kötü olmak.
1. hoşnut etmek, memnun
etmek.
satisfy 2. tatmin etmek, doyurmak.
3. gidermek.
4. inandırmak, ikna etmek.
satisfied with -den hoşnut olmuş
1. aşağıya meyletmek.
2. azalmak, düşmek.
decline 3. çökmek.
4. reddetmek, geri
çevirmek.
1. ilerleyen.
progressive adj
2. ilerici.
progressive n ilerici kimse.
1. bastırmak, sindirmek
(overwhelm)
2. gizli tutmak. (hide,
suppress v
conceal)
3. (bir haberin veya yayının)
çıkmasını yasaklamak.
kökünden söküp atmak, yok
eradicate İre:dıkeyt . v Inflation will never be completely eradicated from the economy.
etmek.
kafasında canlandırmak,
envisage v
tasavvur etmek.
1.zamanı/vakti gelince.
in due course 2.zamanla.
invasive yayılmacı
1. kederli, neşesiz, kasvetli.
dismal 2. sönük.
1. yüzdeki organlardan biri.
2. çoğul yüz, sima, çehre;
yüz hatları.
feature 3. özellik.
4. asıl film.
5. uzun makale.
değer biçmek, kıymet takdir
appraise etmek. (evaluate)
1. imal etmek, yapmak.
manufacture 2. (bahane) uydurmak.
seat-belt Si:t belt * n Emniyet kemeri (safety belt)
aesthetic estetik.
breakdown 1. bozulma, durma.
69

2. sinir bozukluğu.
3. ayrıntılı hesap.
merchandise n ticari eşya, emtia, mal.
alıp satmak, -in ticaretini
merchandise v
yapmak.
merchant n tüccar.
merchant adj ticari.
1. imkân vermek, mümkün
enable kılmak, sağlamak.
2. yetki vermek.
1. eritmek; erimek.
2. yumuşatmak;
yumuşamak.
melt 3. away yok etmek; yok
olmak, kaybolmak.
4. into -in içine karışmak.
1. kütle, kitle, parça, yığın,
mass küme.
2. fizik kütle.
cannibalism ke:nibılizm n yamyamlık.
1.Denize açılmış kişi
2.denizci, rotacı, dümenci
navigator nevıgeytır n
(direction finder, route
finder)
fiancé fi:ansey n Nişanlı [erkek]
fiancée fi:ansey n Nişanlı [kadın]
orphan orfın n Yetim
mercenary adj kâr gözeten, çıkarcı, paragöz
(yabancı orduda hizmet eden)
mercenary n
paralı asker.
1. beğenme, onay; sevgi,
sempati.
2. iltimas, kayırma.
favour/favor 3. iyilik, lütuf.
4. (bir davete katılanlara
verilen) ufak hediye.
1. tarafını tutmak.
Favour/favor 2. tercih etmek.
3. benzemek.
1. çekmek; koparmak.
pull 2. sürüklemek.
3. bir nefes çekmek.
1. çekiş, çekme.
2. tutamaç.
3. dayanıklılık.
pull 4. iltimas, kayırma, piston,
arka.
5. uğraşma, gayret.
1. duyu, his:
2. akıl, zekâ: the five senses (beş duyu.)
sense 3. fikir, düşünce. bring someone to his senses (bir kimsenin aklını başına getirmek)
4. anlam, mana.
1. zanaat, el sanatı.
craft 2. tekne, gemi; gemiler.
nutrition besi, besleme; beslenme.
1. yok etme, imha etme.
2. yerleştirme, yerleştirme
disposal düzeni.
3. satma; elden çıkarma.
4. hukuk tasarruf, kullanım.
ingenuity yaratıcılık; hüner, marifet.
70

1. (uçak, gemi) kaçırmak.


hijack 2. (kamyon, tren v.b.'ni)
soymak.
1. açlık çekmek; açlıktan
ölmek.
starve 2. (birini) aç bırakmak.
3.[kd] çok acıkmak.
(bir şeyin) eksikliğini veya
Starve for yokluğunu çok duymak.
1. madde.
2. gerçek, hakikat.
substance 3. esas, asıl, öz. The speech lacked substance.(Konuşmada önemli hiçbir şey yoktu.)
4. asıl anlam.
5. esaslılık, önem
1. özerk (devlet).
2. en büyük siyasi iktidara
sovereign adj
sahip, egemen.
3. mutlak, sınırsız.
1. hükümdar.
sovereign n 2. bir çeşit İngiliz altını
(para).
1. (kumaş) çekmek,
2. (bir şeyin) suyu çekilmek
shrink 3. azalmak; azaltmak.
(shrank/shrunk; v
4. (bir şeyin) değeri azalmak;
shrunk/shrunken)
(bir şeyin) değerini azaltmak.
5. sinmek, pusmak.
shrink n [kd] psikiyatr, ruh doktoru.
shrink from v (korkudan) -den çekinmek.
1. rahat ettirmek.
comfort v
2. teselli etmek.
1. rahatlık, ferahlık, konfor.
comfort n
2. teselli.
1. önce gelme.
precedence n 2. üstünlük.
3. önce olma.
1. pratik, kullanışlı, elverişli.
practical 2. pratik, uygulamalı, tatbiki.
3. pratik (kimse).
1. akın ederek (düşmanı)
yenmek.
2. (su, sel v.b.) basmak,
Overwhelm kaplamak.
3. (with) (iltifat, iyilik,
hediye v.b.'ne) boğmak,
garketmek.
1. (duygulara) yenik düşmek,
yenilmek.
To be overhelmed by 2. (sorumluluk, ağır bir iş
v.b.) altında ezilmek.
physician doktor, hekim.
physicist fizikçi
guilty Suçlu [of]
anger öfke, hiddet.
1.ot gibi yaşamak, kuru ve
anlamsız bir hayat sürmek (sit
vegetate vecıteyt . vi around)
2.yeşermek, çiçek-yaprak
vermek
1. mat.karesini almak.
square skweğr 1 vt 2. with ile bağdaşmak, -e 5. They fought back to square the match at three-all.
uymak; -i ile bağdaştırmak.
71

3. (hesabı) görmek, kapatmak.


4. rüşvet vererek (bir durumu)
(istenilen şekilde) halletmek.
5. spor (puanları) eşitlemek.
6. karelere ayırmak.
7. off (bir şeyin kenarlarını)
dört köşeli hale getirmek.
1. suyla doldurmak.
2. (bir şeylerin aşırı miktarda
swamp swamp . v They're swamping us with orders. (Bizi siparişlere boğuyorlar.)
olması) sıkışık veya zor bir
duruma sokmak:
The bike was in pristine condition. (
pristine pristi:n . adj bozulmamış, saf.
a pristine image/reputation
1. deyiş, dil.
parlance parlıns . n in official/ordinary parlance (resmi / sıradan deyiş)
2. deyim.
replete [+with] ripli:t . adj dolu, tamamıyla dolmuş. For him, the city was replete with memories.
proprietor prıprayıtır . n mal sahibi. a hotel proprietor
1. mistik, mistisizmle ilgili.
mystical/mystic mistik . adj
2. gizemli, esrarengiz.
2. He had undergone a profound mystical experience.
We require 30 days’ advance notice if you wish to cancel your
Advance ıdva:ns . adj ileri, ileride bulunan.
membership.
-i azaltmak, -e gölge We should not allow her personal difficulties to detract from her public
detract from ditre:kt . v
düşürmek. achievements.
tüketmek, azaltmak (reduce,
Deplete dipliti:şın . n Wars in the region have depleted the country’s food supplies.
diminish, lessen)
Come/bring fo:r . n öne çıkmak / öne çıkarılmak
The issue of taxation has once again come to the fore.
(to the+) fore The new legislation brings patients’ needs to the fore.
The hotel looked nice but appearances can be deceptive. (Otel iyi
deceptive diseptiv . adj aldatan, aldatıcı.
gözüküyor ama görünüş aldatıcı olabilir)
azalmak, hafiflemek
abate ıbeyt . vi The fighting shows no sign of abating.
(decrease)
The days are still warm but the evenings are getting chilly.
chilly çili: . adj serin, soğuk.
a very chilly response
Increased interest rates should curb inflation.
curb körb . vt frenlemek, durdurmak.
You’d better curb that temper of yours.
fault Fo:lt . vt hata bulmak I can’t fault the players for effort and commitment.
çürütmek, aşındırmak /
çürümek, paslanmak,
corrode kıraud . v Acid rain poisons fish, destroys forests, and corrodes buildings.
aşınmak. (rust, decay,
oxidize)
1.ayrılık; ayrım.
2. çelişme, tutarsızlık.
discrepancy diskrepınsi . n a discrepancy between estimated and actual spending
3. muhasebe fark,
uyuşmazlık.
discernible disörnıbıl . adj farkedilebilir, görülebilir. a discernible improvement in the patient’s condition
yıllık, her yıl için; yılda. (For
per annum pır e:nım . adv a contract worth £50,000 per annum
each year)
1. birikmek. 2.What advantages will accrue to us from this? (Bunun bize ne gibi
accrue ıkru: . v
2. to -e gelmek faydaları olacak?)
1. cesur (brave)
1. the gallant knights of Camelot
gallant Ge:lınt . adj 2. centilmen, ince, kibar
(polite)
1. ayırt etmek.
1. discern a difference
discern disörn . vt 2. sezmek, görmek, anlamak,
2. We could just about discern a small figure walking towards us.
farkına varmak.
ahead ıhed 3 adv ileri, ileride.
straight ahead ıhed 3 adv dosdoğru, dümdüz.
base [ST] beyz 3 vt (bir şeyi) -e dayandırmak.
on/upon
based on/upon beyz 3 adj -e dayalı olmak
beyond biyand 3 adv ötede; öteye.
72

ötesi; ötesindeki;
beyond biyand 3 n
ötesindekiler.
1. (ağaca ait) dal.
branch bra:nç 3 n 2. (nehre ait) kol.
3. branş, bölüm, şube
1. birleşme, birleşim;
birleştirme.
2. birlik.
combination kambineyşın 3 n
3. (kilitte) şifre.
4. kimya bileşim.
5. kombinezon.
1. değişmez, sabit.
constant kanstınt 3 adj 2. sürekli, devamlı.
3. sadık.
1. kapsamak, içermek, içine
almak.
contain kınteyn 3 vt
2. kontrol altına almak,
tutmak.
1. düş, rüya.
dream dri:m 3 n
2. hayal, hulya.
1. teşvik etmek, özendirmek.
encourage inköric 3 vt 2. cesaret vermek,
yüreklendirmek.
extremely İkstri:mli 3 adv aşırı derecede.
1. (birinin karakterinde)
kusur, noksan.
fault Fo:lt 3 n 2. yanlış, kabahat.
3. jeoloji kırık, fay.
4. tenis servis hatası
1. edinim, edinme
acquisition e:kwizişın 2 n 2. kazanma. (gaining)
3. elde edilen şey, edinti.
1. ilerleme, ileri gitme.
advance ıdva:ns 2 n 2. yaklaşım; teklif.
3. ticaret avans.
1. ilerletmek; ilerlemek.
2. artmak; artırmak.
3. avans vermek.
advance ıdva:ns 2 v
4. ileriye almak.
5. yardım etmek.
6. terfi ettirmek; terfi etmek.
breathe bri:th 2 v soluk almak
1. zaptetmek, ele geçirmek.
capture ke:pçır 2 vt
2. tutsak etmek.
1. yeterli, ehil, yetenekli.
competent kampitınt 2 adj
2. yetkili.
confident kanfidınt 2 adj emin, inanan.
1. danışmak, başvurmak,
müracaat etmek, sormak.
consult kınsalt 2 v 2. göz önünde tutmak, hesaba
katmak.
3. with ile görüşmek.
controversy kıntravırsi 2 n Uzlaşmazlık (argument)
nasihat vermek, öğüt vermek
counsel kaunsıl 2 vt
(advise)
curriculum kırikyulım 2 n müfredat programı.
damp de:mp 2 adj nemli, rutubetli, yaş.
debate dibeyt 2 v (discuss)
distribute distribyu:t 2 vt dağıtmak; yaymak.
1. rüya görmek.
dream dri:m 2 v 2. hayal kurmak.
/dreamed-dreamt
73

1. çıkarma; yayma.
emission imişın 2 n
2. mali işler emisyon.
executive igzekyutiv 2 n Yürütme yönetici, idareci.
1. yöneticiye ait.
executice igzekyutiv 2 adj
2. yönetimsel, idari.
exploitation eksployteyşın 2 n istismar.
explosion iksloğjın 2 n patlama, infilak.
fame feym 2 n ün, şöhret, nam.
Fiber / fibre Faybır 2 n lif.
1. katlamak; katlanmak.
2. sarmak.
fold foğld 2 v 3. yavaş yavaş katmak.
4. konuşma dili (işyeri) iflas
etmek, topu atmak.
forke:st
forecast forka:st
2 n tahmin.
1. barındırmak; -in -e yetecek
kadar yeri olmak, almak.
accommodate ıkamıdeyt 1 vt 2. to -e uydurmak.
3. sağlamak.
4. iyilik etmek.
1. başarmak, üstesinden
accomplish ıkampliş 1 vt gelmek.
2. tamamlamak.
1. elde etmek, kazanmak.
(achieve, gain)
attain ıteyn 1 vt
2. (varmak; ermek, erişmek.(
reach)
capture ke:pçır 1 n zaptetme, ele geçirme.
conspiracy kınspirısi: 1 n komplo
1. tavsiye, fikir, görüş; öğüt.
counsel kaunsıl 1 n
2. avukat.
1. eğlence, oyalayıcı şey.
2. dikkati başka yöne çeken
şey; şaşırtmaca; yanıltmaca.
diversion dayvörşın 1 n
3. İngiliz İngilizcesi varyant
(yol).
4. saptırma.
1. patlayıcı.
2. hakkında şiddetli
explosive iksploğsiv 1 adj tartışmalar yapılan (konu),
şiddetli tartışmalara yol
açabilen (konu).
1. kat, kıvrım.
fold foğld 1 n
2. jeoloji kıvrım.
forke:st
forecast forka:st
1 v tahmin etmek.

disconsolate diskansılıt . adj çok kederli, avutulamaz.


saçmak, yaymak, neşretmek
disseminate disemineyşın . v
(spread)
encampment inke:mpmınt . n Kamp
exalt igzo:lt . vt 1.yüceltmek 2.çok övmek
the forefront forfrant . n en öndeki yer; ön plan.
foundry Faundri: . n dökümhane.
gratify Gre:tifay . v memnun etmek
grave mezar
greed açgözlülük
1. sıkı tutmak,
grip v kavramak.
2. (birinin) dikkatini çekmek.
74

1. tutma/kavrama şekli.
2. kontrol, idare:

Get a grip on
yourself!
Kendine hâkim
ol!
grip n
Don't let the firm
get into their
grip.
Firma onların
kontrolüne
geçmesin.

3. bavul.
heredity kalıtım, soyaçekim
hitherto şimdiye kadar, şimdiye dek.
hostage rehine
1. yapılamaz, uygulanamaz,
elverişsiz
impractical 2. mantıksız.
3. beceriksiz.
1. belirsiz.
indefinite 2. dilbilgisi belgisiz.
infinitely son derece, çok.
inquiry sorgu, soruşturma, araştırma.
1. inatçı, serkeş, yola
intractable getirilemeyen.
2. kolay kontrol edilemeyen.
1. hasta.
invalid İnvıli:d adj 2. yatalak.
3. sakat.
invalid İnve:li:d adj geçersiz, hükümsüz
1. çene.
jaw 2. çoğul ağız.
3. argo çene çalma, laflama.
Yargı
judiciary n 1. adliye.
2. yargıçlar.
adli, hukuki; yargılama ile
judiciary Adj
ilgili.
1. çalışma, iş, emek.
2. işçi sınıfı.
3. doğum sancısı.
Labour / labor n
4. zahmet.
5. denizcilik fırtınada
geminin şiddetle çalkalanması
1. zayıf, sıska.
lean adj
2. yağsız.
leaning n eğilim.
legislature n yasama
lessen Azaltmak / azalmak.
lethal öldürücü.
level out
1. keten kumaş, keten.
2. masa örtüleri ve
linen n
yatak çarşafları.
3. iç çamaşırı, çamaşır.
looter N yağmacı
loot n 1. ganimet.
75

2. yağma.
3. argo para.
1. sürdürmek, devam
ettirmek.
1.
2. korumak
2. maintain one's reputation (şöhretini korumak, adını bozmamak)
3. beslemek, bakmak,
maintain v 3. maintain a family (aile geçindirmek)
geçindirmek
4.
4. makine bakımını
5. maintain that it is so (böyledir diye iddia etmek.)
sağlamak.
5. iddia etmek
kötü davranmak, eziyet
maltreate v
etmek.
1. işaret, marka, alamet.
2. damga.
3. iz.
4. nişan, hedef.
5. norm, standart.
6. ün, şöhret.
mark 7. (derste) not, numara.
8. leke; çizik.
9. yara yeri, iz.
10. spor başlama çizgisi.
11. konuşma dili av, saf
kimse.
1. işaretlemek.
2. damga vurmak,
damgalamak.
3. göstermek, belirtmek.
mark v 4. çizmek, yazmak.
5. not vermek.
6. dikkat etmek, dikkate
almak, hesaba katmak.
7. etiketlemek.
1. üye.
member n
2. organ.
1. yumuşak başlı, ılımlı.
mild adj 2. hafif.
3. ılıman (iklim).
(bir şeyin) daha küçüğünü
miniarurize v
yapmak; minyatürleştirmek.
monetary parayla ilgili, parasal, para ....
1. düzenlemek, organize
organize etmek.
2. örgütlemek.
(bir şeyi) değerinden daha
overestimate fazla olarak tahmin etmek.
1. gözden kaçırmak.
2. göz yummak.
overlook 4. The house overlooks the Bosporus. (Ev Boğaz'a bakıyor)
3. dikkate almamak.
4. –e bakmak, -e nazır olmak.
overrate fazla önemsemek.
Par value yazılı değer, saymaca değer.
1. ödeme.
payment 2. ücret, maaş.
3. taksit.
1. ... başına, her bir ... için:
per 2. vasıtasıyla, eliyle; 1. two per person (kişi başına iki tane.)
tarafından.
Per capita Kişi başına
perpetrate (suç v.b.'ni) işlemek.
pose a threat poğz 2 v Bir tehdit oluşturmak We are being told that the accident poses no threat to the environment.
preservation 1. saklama; saklanma.
76

2. koruma; korunma.
1. korumak, esirgemek.
2. saklamak.
preserve 3. sürdürmek.
4. reçelini - konservesini
yapmak.
1. Prayer presupposes God. (Dua için Allahın varlığı
1. (bir şey) mantıken (başka
gerek.) This course presupposes a knowledge of Latin. (Bu
presuppose bir şeyi) gerektirmek
ders için Latince bilmek gerek.)
2. farzetmek, varsaymak.

privilege ayrıcalık, imtiyaz.


1. sadece, yalnızca.
purely 2. tamamen, bütünüyle.
push up yukarı sürmek.
quadruple adj dört kat 1. I want quadruple this amount. (Bu miktarın dört katını istiyorum.)
rash fazla aceleci, atılgan.
recurrent adj yeniden yeniden ortaya çıkan.
1. yansıtmak, aksettirmek;
yansımak, aksetmek.
reflect 2. on/upon -i iyice düşünmek,
-i ölçüp biçmek.
refugee mülteci.
1. düzene sokmak,
düzenlemek.
regulate 2. yoluna koymak.
3. ayarlamak.
4. denetim altında tutmak.
1. saltanat.
reign n
2. devir.
1. saltanat sürmek.
reign v
2. hüküm sürmek.
1. hukuk serbest bırakmak,
salıvermek; tahliye etmek.
release v 2. kurtarmak.
3. (yeni film, plak v.b.'ni)
piyasaya çıkarmak.
1. salıverme; tahliye.
2. kurtarma.
release n
3. af.
4. piyasaya çıkarma.
1. kılmak, ... duruma
getirmek, -leştirmek:
2. yapmak, icra etmek.
3. (iyilik, hizmet, yardım, 1. render possible (mümkün kılmak)
render teşekkür) etmek 2.
4. (yağı) eritip saf bir hale 3. You've rendered me a service. (Bana iyilik ettin.)
getirmek/saflaştırmak.
5. (hesap, bir şeyin dökümü
v.b.'ni) sunmak, vermek.
1. oturan, sakin.
resident 2. aslında bulunan.
3. yerli (kuş).
direnmek, karşı durmak, karşı
resist koymak.
1. kaynak:

natural resources
doğal kaynaklar.
resource
2. olanak.
3. çare.
4. beceriklilik.
77

5. eğlence.
1. kırsal, köye ait.
rural 2. tarımsal.
1. hoşnutluk, memnuniyet.
satisfaction 2. tatmin, doyum.
3. doygunluk.
1. heykel.
sculpture 2. heykeltıraşlık.
secularization Laiklik
semi- yarı, yarım.
servant hizmetçi; uşak.
1. sarsmak.
2. (sıvıyı) çalkalamak; (katı
maddeleri) sallamak.
3. (dansta) sallamak;
shake hoplatmak; çalkalamak.
4. titremek.
5. silkelemek.
6. serpmek.
1. işaret: 1. plus sign (artı işareti.)
2. levha; tabela. 2.
sign 3. belirti, alamet, emare: 3. This is a sign that he's improving. (Bu, onun iyileştiğine alamet.)

1. cilt, deri, ten.


1.
2. (hayvana ait) deri; post:
2. bearskin (ayı postu)
skin 3. kabuk:
3. banana skin (muz kabuğu)
4. (süt, yoğurt v.b.'nin üstünde
4.
oluşan) kaymak.
slice n dilim.
slice v dilimlemek
(vapur veya fabrikaya ait)
smokestack baca.
spacecraft Uzay gemisi
1. küre.
sphere 2. alan.
1. benek, nokta, puan.
2. leke.
3. yer.
spot 4. [BrE] sivilce. 5. a spot of (azıcık, biraz.)
5. [BrE az bir miktar:
6. projektör, ışıldak; spot, spot
lamba.
1. mahmuz.
2. teşvik eden bir şey.
3. demiryolu kör hat; barınma
spur hattı; rampa hattı.
4. (iki koyak arasındaki)
çıkıntı.
squash
stability
staple
status
steadily
stern
stream
stretch
substantially
suffer
suppose
78

sympathy
thick
through
thwart
timper
totalitarian
trepidation
tyrant
underestimate
underprivileged
underrate
undue
uniformity
unprecedented
upsurge
utilize
vain
valid
vicious
violently
vocation
worsen
resourceful rizorsfıl . adj becerikli.
1. omzuna almak, omzuna
vurmak, omuzlamak.
2. (bir işi, bir görevi)
shoulder şoğldır . vt
yüklenmek, omuzlamak.
3. omuzlamak, omzuyla
itmek.
resent rizent . vt içerlemek.
1. pişman olmak.
repent ripent . v
2. tövbe etmek.
1. yüksek (mevki).
2. tanınmış ve üstün, ünlü
eminent . adj
(kişi).
3. yüksek (yer).
exterminate ikstörmıneyt . vt yok etmek, imha etmek.
forgo forgo . vt vazgeçmek, bırakmak.
/forwent/forgone
claw klo: . n pençe, tırnak.
yırtmak, tırmalamak, pençe
claw klo: v
atmak.
1. kamış.
reed ri:d . n
2. saz.
swamp swamb . n bataklık.
akin to ıkin . adj (similar to)
mulberry malbıri . n dut.
genocide cenısayd . n soykırım, jenosit.
1. başlangıç, ön hazırlık.
preliminaries pri:liminıri: . n 2. eleme maçı.
3. ön sınav, yeterlik sınavı.
1. kola.
2. nişasta.
starch starç . n
3. resmiyet, resmilik, resmi
tavırlar.
mystic mistik . n mistik, gizemci.
79

1. acayip, garip, tuhaf,


eccentric iksentrik . adj eksantrik.
2. dışmerkezli, eksantrik.
minefield maynfi:ld . n Mayın tarlası
in perpetuity pörpıtyu:ıti . n İlelebet, ebediyyen
abundant ıbandınt . adj bol, bereketli.
aeroplane eırıpleyn 1 n Uçak [BrE] (airplane)
1. başka tarafa çevirmek, yön
avert ıvört . vt değiştirmek.
2. önlemek.
barricade Be:rikeyd . n barikat. a barricade of burning tyres
1. kablo.
cable keybıl 2 n
2. denizcilik palamar.
canyon Ke:nyın . n kanyon, derin vadi.
1. çökmek; çökertmek.
2. (iskemle, masa) açılır 1.There were fears that the roof would collapse. (Çatının
kapanır olmak. çökebileceğine dair korkular vardı)
3. (proje, plan) bir sonuca 2.The chairs collapse for easy storage. (Sandalyeler kolay
collapse kıleps 2 v
bağlanmadan dağılmak. depolayabilme için açılır-kapanır.)
4. cesaretini kaybetmek. 6. His heart was failing and one of his lungs had collapsed.
5. (balon) sönmek.
6. tıbbi çökmek.
1. koleksiyoncu.
collector 2. alımcı, tahsildar.
3. kolektör, toplaç.
constellation takımyıldız.
defect kusur, noksan, eksiklik.
1. iniş; alçalma; çökme.
2. on/upon inip -e saldırma; -
descend e sökün etme; baskın.
3. soy.
torun; of (birinin) soyundan
descendant gelen kimse.
detergent deterjan.
devise Tertiplemek, icat etmek
disaster felaket, afet
1. ayrı, farklı, başka.
distinct 2. açık, belli.
entertainment eğlence
equip donatmak.
1. dimdik, ayağa kalkmış.
erect 2. dik, dikelmiş.
1. (heykel, direk, v.b.'ni)
dikmek.
erect 2. kurmak; yapmak; inşa
etmek (construct)
1. faks makinesi, faks.
fax 2. faksla gelen mesaj, faks.
1. ateş.
fire 2. yangın.
function işlemek, çalışmak (work)
1. (belirli bir iş için
kullanılan) eşya, takım veya
giysi.
gear 2. tertibat (equipment)
3. dişli çark.
4. vites.
gear down / vitesi azaltmak / artırmak
up
glacier buzul.
80

1. doğru; düz.
2. doğru, yalan olmayan.
3. peş peşe, arka arkaya.
straight 4. fasılasız, ara vermeden
5. sek (içki).
6. ciddi (bakış).
7. kd eşcinsel olmayan.
1. tam; doğru, düz.
2. direkt, sapmadan.
straight adv
3. hemen
3. He got straight to the point. (Hemen konuya girdi.)
4. doğru dürüst, iyi.
tenant kiracı.
tension gerilim.
tide gelgit, med-cezir.
1. tuzak, kapan, kapanca.
trap 2. hile, desise, dolap, tuzak.
3. argo ağız, gaga.
1. tuzağa düşürmek.
2. kapan ile
trap tutmak/yakalamak.
3. engel olmak, set çekmek.
word kelime işlemci.
processor
granule Granül, tanecik (particle)
1. tutmak (grap, grisp)
2. bırakmamak, zaptetmek.
(seize)
3. içine almak:
4. alıkoymak. (detain)
5. sahip olmak, elinde
tutmak.(possess)
6. (toplantı) düzenlemek
(organize)
7. (makam) işgal etmek
(occupy) 1. Hold my hand. (Elimi tut.)
hold 8. (mevzi) savunmak, 3. How much water will this glass hold? (Bu bardak ne kadar su alır?)
korumak. 14. He held to his decision. (Kararına sadık kaldı.)
9. (ağırlık) taşımak, çekmek.
10. devam ettirmek
(continue, sustain)
11. devam etmek (continue)
12. (zamk) yapışmak (stick)
13. dayanmak, sabit olmak.
(bear)
14. to -e sadık kalmak, -den
vazgeçmemek:
15. değişmemek
1. tutma, tutuş.
2. tutunacak yer.
3. tutamak.
4. sığınacak yer,
hold destek, dayanak
noktası.
5. nüfuz, hüküm.
6. müzik uzatma işareti.
1. yara, bere.
hurt 2. acı, ağrı, sızı.
1. incitmek, acıtmak,
hurt yaralamak.
2. acımak, ağrımak.
1. düzeltmek,; düzelmek 1. Ercan's health is improving. (Ercan'ın sağlığı düzeliyor.)
improve 2. geliştirmek, ilerletmek; 2. He is trying to improve his Latin. (Latincesini ilerletmeye çalışıyor.)
81

gelişmek, ilerlemek
3. değerlendirmek;
değerlenmek.
1. yerine koymak.
2. kurmak, tesis etmek.
install 3. (memuru) makamına
getirmek.
4. bilgisayar kurmak.
1. hakkında 1.The detective was investigating the murder. (Dedektif cinayet
investigate tahkikat/soruşturma yapmak hakkında tahkikat yapıyordu.)
2. araştırmak, incelemek 2. They were investigating the problem. (Problemi araştırıyorlardı.)
1. az daha, neredeyse,
nearly hemen hemen.
2. yakından.
1. nesne, obje
object 2. amaç, gaye, hedef 2. Money's her object. (Onun amacı para.)
3. dilbilgisi nesne.
-e itiraz etmek, -e karşı
object to çıkmak.
1. elde etmek, almak,
edinmek, sağlamak, ele
obtain geçirmek.
2. geçerli olmak.
Occupy SB/oneself in Ile meşgul etmek, ile She occupied herself with routine office tasks. (Kendini rutin ofis
doing ST/with ST oyalanmak işleriyle meşgul eder/oyalanır)
organelles organel
priest papaz.
1. esaslı bir şekilde.
2. doğru dürüst; gerektiği gibi,
layıkıyla.
properly 3. uygun bir şekilde.
4. İngiliz İngilizcesi, konuşma
dili adamakıllı, bayağı.
1. dizmek, sıralamak.
2. dolaşmak, gezinmek.
3. otlatmak.
range 4. botanik, zooloji over (bir
yerde) yetişmek; (bir yerde)
bulunmak.
(kullanılmış maddeleri)
yeniden işleyip kullanılır
recycle duruma getirmek,
dönüştürmek
1. kararlılık, azim.
2. karar.
3. çözüm.
resolution 4. fizik, kimya çözme.
5. teklif, önerge.
6.çözünürlük
1. yeniden inceleme, tekrar
gözden geçirme.
review 2. eleştiri.
3. teftiş.
4. edebiyat ve fikir dergisi.
1. yeniden incelemek, tekrar
gözden geçirmek.
2. (kitap, film v.b.'nin)
review eleştirisini yazmak.
3. (askeri kuvvetleri) teftiş
etmek.
1. (kurşun, ok, top) atmak.
shoot 2. (bir hedefi) (silahla)
vurmak.
82

3. from -den fışkırmak.


4. (bir şeyi) tükürüvermek.
5. (ağrı) (belirli bir yer
boyunca) yayılıvermek.
6. (sinema kamerasıyla) (film)
çekmek.
7. (misket, bilardo) oynamak.
1. filiz, sürgün.
shoot 2. av, avlama.
1. kırmak; yarmak; çatlatmak;
kırılmak; yarılmak; çatlamak.
2. into - e ayırmak; -e
split ayrılmak.
3. bölmek.
4. paylaşmak, üleşmek.
5. kd sıvışmak, tüymek.
1. çatlak; yarık; kırık.
2. ayrılık 2. split in opinion (görüş ayrılığı.)
split 3. bölünme.
4. (dikiş üzerindeki) sökük
1. dükkân; mağaza.
store 2. stok, hazne, depo
1. (bir şeyi) (bir yerde)
saklamak; (bir şeyi) bir
store depoya koymak.
2. up içine atmak, biriktirmek.
1. devam etmek (continue) 1. I hope this meeting doesn’t run on too long.
run on Ran on 3 PhV
2. devamlı konuşmak. 2.
1. A vast crowd turned out to watch the procession. (Alayı seyretmeğe
geniş bir kalabalık katıldı)
1.katılmak (attend, join) 2. Despite our worries everything turned out well. (Endişelerimize
2. [+adj, adv veya How ile] rağmen herşey iyiye dönüştü.) You never know how your children will
dönüşmek, -leşmek (result) turn out. (Çocuklarının neye dönüşeceğini asla bilemezsin.)
3. dışarı dönük olmak 3. Her toes turn out. (Ayak başparmakları dışa dönük.)
4. ortaya çıkmak 4. It turned out that she was a friend of my sister. (Onun kız kardeşimin
turn out törn aut 3 PhV
5. üretmek bir arkadaşı olduğu ortaya çıktı.) The job turned to be harder than we
6. söndürmek, kapatmak thought. (İşin sandığımızdan daha zor olduğu ortaya çıktı.)
(lamba, alet vs.) 5. The factory turns out 900 cars a week. (Fabrika haftada 900 araba
7. boşaltmak (cep vs) üretiyor.)
8. temizlemek, düzenlemek 6. Remember to turn out the lights. (Işıkları söndürmeyi unutma)
7. Turn out your pockets. (Ceplerini boşalt)
8. Turn out a drawer (bir çekmeceyi temizlemek / düzenlemek)
make out Meyk aut 3 PhV İdare etmek How did you make out while your wife is away?
Birisi ile cinsel yakınlaşma
make out with SB 3 PhV göstermek (öpmek, dokunmak
vs.)
make SB out 3 PhV Birinin karakterini anlamak
1. Can you make out a face here on the photograph?
1. Zar zor görmek, işitmek
make SB/ST out 3 PhV veya anlamak
I can just make a few words out on this page.
make out SB/ST I couldn’t make out what he was saying.
2. iddia etmek (claim)
2. He made out that he had been robbed.
1. -e başlamak (alışkanlık,
1. I took up smoking when I was at school.
hobi)
2. The new surgeon will take up her post in May.
2. –e başlamak (iş, görev)
take up ST 3 PhV 3. kabul etmek (meydan
3. She took up his offer of a drink.
take ST up One of our greatest athletes has taken up a new challenge.
okuma veya teklif)
4. This skirt needs taking up.
4. kısaltmak (perde, etek)
5. She fell silent, and her brother took up the story.
5.kaldığı yerden devam etmek
These files take up a lot of disk space.
take up ST 3 PhV Yer-zaman kaplamak
I’ll try not to take up too much of your time.
lesser lesır 1 adj Daha az matters of lesser importance
ad onunla, onun vasıtasıyla (Sıfat There is a standard method whereby officers are selected for
whereby 1
v olarak kullanılan yancümlenin promotion. (Memurların (kendisi vasıtasıyla ) terfi için seçildiği
83

başında bulunur.) (by which, yöntemde bir standart var)


because of which) a regulation whereby an employer is held responsible for any accident
(bir işverenin herhangi bir kaza kazadan sorumlu tutulacağı bir
düzenleme)
ad kasten, bile bile (deliberately,
intentionally .
v on purpose)
I didn’t do it intentionally.
1. Mark will substitute for me tomorrow.
1. vekil
Sabstityu 2. We couldn’t get cream, so we used yoghurt as a substitute.
substitute :t
1 n 2. alternatif
3. Beckham limped off with an injured ankle and was substituted by
3. yedek kişi
Fowler.
1. vekâlet etmek
Sabstityu 2. Instead of using silicon, they have substituted a more flexible
Substitute [for] :t 2 v 2. yerine kullanmak.
material.
3. yerine oynatmak.
1. parça, kalem, adet. 1. customers who pay high prices for luxury items
item aytım 3 n 2. madde, fıkra 2. The main item on the agenda is the pay dispute.
3. gazetecilik haber. 3. We’re doing an item on the Queen’s visit to China.
coral karıl . n mercan.
a 1. The region’s linguistic and cultural identity is quite distinct from
1. ayrı, farklı, başka. [from]
distinct distinkt 2 d that of the rest of the country.
j 2. açık, belli. 2. There was a distinct smell of burning coming from downstairs.
1. That tie doesn't match your suit. (O kravat elbisene uymuyor.)
1. uymak; uydurmak: 2. They are matched against Holland in the first game
2. eşleşmek. karşılaştırmak. 3. He matches the description of a man seen in the area shortly after
match meç 3 v 3. aşağı kalmamak, at başı Wednesday’s attack.
gitmek. 3. Tests matched the blood on his clothes to that of the victim.
4. evlenmek; evlendirmek 4. Our office failed to match the growth of the rest of the company.
Japanese companies are beginning to match US companies for size.
giant cayınt 2 n dev. the Dutch electronics giant Philips (Alman elektronik devi Philips)
owl oğl 2 n Baykuş
1. akıtmak, süzmek; akmak,
süzülmek.
2. suyunu çekmek, 1. Rainwater causes flooding when it can’t drain away.
drain dreyn 2 v kurutmak; akaçlamak, 2. The marshes have now been completely drained.
drenaj yapmak. 3. They all rose and drained their glasses.
4. Fighting legal battles is draining the company’s resources.
3. bitirmek, tüketmek (consume)
4. alıp götürmek, bitirmek
(consume)
1. suyunu çekme veya akıtma.
2. lağım, kanalizasyon; kanal
2. The drain’s blocked again
(drainage)
3. The government pledged to stop the drain of capital overseas.
drain dreyn 2 n 3. ayrılma, dışarı akış (bir şeyin
4. The war was becoming a serious drain on the nation’s resources.
bir organizasyon veya ülkeden)
5. a chest drain
4. tüketme, kurutma
5. tıp vücuttan kal alma tüpü
funeral fyu:nrıl 2 n cenaze töreni. He flew home to arrange for his father’s funeral.
rubble rabıl . n moloz A bomb reduced the houses to rubble.
oak oğk 2 n meşe. an ancient oak
acorn eykorn . n Meşe palamutu
1. matkap, delgi.
2. askeri talim. 1. the sound of a dentist’s drill (dişçinin matkabının sesi)
drill dril 1 n 3. alıştırma. 2. a fire drill (yangın talimi)
4. kalın pamuklu giysi 3. grammar drills (gramer alıştırmalrı / tekrarları)
5. sürülmüş tarladaki izler
1. (matkapla) delmek.
2. askeri talim yaptırmak; talim 1. Drill two holes in the wall.
yapmak. 2.
drill dril 1 v
3. alıştırma yaptırmak; alıştırma 3. Trainers will be drilling new members of the cabin crew on safety
yapmak. procedures.
4. tohum ekmek
1. çığ.
avalanche e:vıla:nç . n an avalanche of rock/stones/mud
2. heyelan.
84

1. loş (not bright)


1. The room was very dim.
a (gloomy) 2. She caught a glimpse of a dim figure in the dark kitchen.
dim dim .
dj 2. belirsiz (vague) 3. I had a dim recollection of a visit to a big dark house.
3. bulanık (murky) 4. Their hopes of victory were starting to look dim.
4. karanlık, umutsuz (gloomy)
1. (ışığı) azaltmak; (ışık)
dim dim . v azalmak. 1. The theatre lights dimmed and the show began.
2. azaltmak; azalmak (reduce)
1. eritmek; erimek, çözülmek.
3. feshetmek, dağıtmak, son 1. salt dissolves in water
dissolve dizalv 2 v vermek. 2. The Soviet Union was dissolved in 1991.
3. zamanla kaybolmak, yok 3. After four days, her hopes of finding Ben began to dissolve.
olmak.
This year’s festival attracted a record turnout. (Bu yılki festival rekor
Katılımcı, katılım (attendance)
turnout törnaut . n bir katılımcı çekti.
(crowd) (voters)
A 60% turnout of voters (bir %60’lık seçmen katılımı)
A
vice versa vays vörsı d Yada tersi, yada diğer şekilde Should I come to your house or vice versa?
v.
a
lunar lu:nır .
dj
aya ait, ay. lunar month / year (ay takvimi / yılı)
1. güneşle ilgili, güneşsel.
a
solar soğlır 2
dj
2. güneşe göre hesaplanan. the solar system (güneş sistemi)
3. güneşin etkisiyle oluşan.
ekstrıtırestr A
extraterrestrial . Dünya gezegeni dışı
iğıl dj
ekstrıtırestr
extraterrestrial . n Uzaylı canlı
iğıl
exception iksepşın 3 n istisna. There are some exceptions to every grammatical rule.
1. The intruders were careful not to leave any trace behind them.
1. iz, eser.
trace treys 2 n
2. ufacık bir miktar
2. There was a trace of anxiety in her voice. (sesinde bir miktar
tedirginlik izi vardı)
1. izini bulmak
2. to izini takip etmek, izini
1. Detectives have so far failed to trace the missing woman.
sürmek
2. They traced the Nile to its source. (Nil'in kaynağına kadar izini
3. (bir olayın tarihini) (belirli bir
trace treys 2 v sürdüler.) Cavan’s call was traced to a call box in Brighton. (Cavan’ın
süre boyunca) safha safha
telefon aramasının izi Brighton’daki bir telefon kulübesinde bulundu)
vermek.
3. He is trying to trace the history of the regiment.
4. kopyasını çıkarmak, kuma
çizmek vs
They finally traced him to a town in Sicily. (Sonunda Sicilya’da bir
trace SB/ST to ST 2 V bulmak
kasabada onu buldular.)
She could trace her family tree back to the 16th century. (Soy ağacının
Trace ST back to ST 2 v İzini ...-e kadar sürmek
izlerini 16. yüzyıla değin sürdü)
suspect saspekt 2 n şüpheli Jess had been killed, and her husband was the obvious suspect.
1. kuşku duymak, şüphe etmek. 1. Teachers should call social services if they suspect child abuse.
suspect sıspekt 3 v
2. zannetmek, sanmak. 2. He’ll be missed by some, but not, I suspect, by all his colleagues
a The government’s statistics are suspect.
suspect saspekt .
dj
şüpheli
Bomb squad officers were called in to deal with a suspect package.
It was a relaxing atmosphere, free of tension. (Rahatlatıcı bir
a
free of fri: 3
dj
–dan bağımsız, hâli, -siz atmosferdi, tansiyonsuz)

a
utterly atırli 2 d (completely) Young children are utterly dependent on their parents.
v
1.These figures exclude cash receipts. (Bu rakamlar peşin fişleri
1.-in dışında bırakmak, içermiyor) Buses run every hour, Sundays excluded. (Her saat başı
içermemek (keep out) (OPP otobüs geçer, pazarlar hariç)
exclude include) 2. Cover it with plastic to exclude light. (Işığı engellemek için onu
İksklu:d 3 v
[from] 2. [from] engellemek, plastikle kapla) Women are still excluded from some London clubs.
yasaklamak (prohibit) (Kadınlar hala bazı Londra klüplerinden dışlanıyorlar)
3. dışlamak (eliminate) 3. She felt excluded by the other girls. (Kendisini diğer kızlar
tarafından dışlanmış hissediyor.)
85

His works have been likened to those of Beckett. (Çalışmaları şu


liken [to] laykın . v -e benzetmek
Beckett’inkilere benzetilmektedir)
1. raw meat
1. çiğ, pişmemiş.
2. raw material (hammadde)
2. ham, işlenmemiş:
3. raw anger/bitterness/excitement
3. terbiye edilmemiş,
raw Ro: 2 n
4. olgunlaşmamış.
4. Their music is still raw and unpretentious.
5. raw weather
5. soğuk.
6. They are mostly raw recruits, not professional soldiers.
6. acemi, toy.
1. doğal halde, işlenmemiş 1. What you see is life in the raw. (Gördüklerin doğal halindeki
the raw Ro: . n
2. [AmE] çıplak hayattır)
1. mal. 1. The books are my personal property.
2. property tax (emlak vergisi)
property prapırti 3 n 2. mülk, emlak, arazi: 3. The water is said to have healing properties. (Suyun iyileştirici
3. özellik özelliğinin olduğu söyleniyor)
a
gradually Gre:cyuğıli 3 d yavaş yavaş, tedricen She gradually built up a reputation as a successful lawyer.
v
1. sertleştirmek; sertleşmek 1. The bread will harden if you don’t cover it.
harden hardın 1 v (OPP soften) 2. Her face hardened into an expressions of hatred.
2.ciddileşmek (toughen) 3.
waterfall Wotırfoğl 1 n çağlayan, şelale.
a çok büyük, kocaman; uçsuz
immense imens 2
dj bucaksız (huge)
immense distances (uçsuz bucaksız mesafeler)
1.duraksamak (hesitate)
1. She held back. (Duraksadı)
2. (duygu, bilgi) gizlemek,
2. She just managed to hold back her anger. (Öfkesini güçlükle
saklamak
hold back Hold be:k 3 v
3. geride bırakmak, gelişimini
gizleyebildi) to hold back information (bilgiyi saklamak)
3. Do you think that mixed ability classes hold back the better students?
engellemek
4. The police were unable to hold back the crowd.
4. geride tutmak (keep back)
1. The Earth revolves on its axis. (Dünya eksenleri üzerinde döner)
1. (about/around) (etrafında) The planets revolve around the Sun. (Gezegenler güneş etrafında
döndürmek; dönmek. dönerler) A foot pedal is used to revolve the wheel. (Bir ayak pedali
revolve rivalv 1 v
2. around hakkında olmak, ile tekeri döndürmek için kullanılır.)
ilgili olmak. 2. Sicilian life revolves around good food. (Sicilya yaşamı güzel
yiyecekler etrafında döner/-e dairdir)
1. (yün vs) eğirmek. 1. She spins all her own wool.
2. (örümcek) (ağ) örmek; 2. The class watched the caterpillar spin its cocoon. (Sınıf tırtılın
spin spin 2 v (ipekböceği) (koza) örmek. kozasını örüşünü seyretti)
3. döndürmek; dönmek. 3. The Earth spins on its axis. Spin the wheel with your hand.
4. kafadan atmak, uydurmak. 4. How do you think the candidate will spin this story?
v
Spin past/by/away 2
i
hızla gitmek. A car went spinning past us.
1. Give the wheel a spin.
1. Dönüş, dönme
2. Not even the cleverest politician could put a positive spin on this.
spin spin 1 n 2. hikaye, uydurma bilgi
3. We’re going for a spin in Al’s new car. (Al’ın yeni arabasıyla bir tur
3. turlama
atacağız)
1. hareket, devinim. 1. Rub the horse’s coat in a circular motion.
motion moğşın 3 n
2. teklif, önerge. 2. The Committee will debate the motion today.
motion moğşın . v el ile işaret etmek. Sam motioned them away. (Sam onlara uzağı işaret etti)
1. göstermek (show,
P 1. He pointed out the best beaches on the map.
demonstrate)
point out 3 h
2. belirtmek, -e işaret etmek
2. Thank you for pointing that out. He pointed out that we had two
V hours of free time before dinner.
(sözle)
comet kamit . n kuyrukluyıldız.
1. sürtünme 1. He had burn marks from the friction of the ropes on his skin.
2. tıb friksiyon, ovma, 2.
friction frikşın . n ovuşturma. 3. There is some friction between the various departments in the
3. anlaşmazlık, uyuşmazlık, organization.
sürtüşme [between] [with ] The decision is likely to lead to friction with neighbouring countries
ad 1. atık, kullanılmış
waste weyst 2
j 3. boş, ıssız
2. The kids were skateboarding on a piece of waste ground.
1. israf, boşa harcama 1. a campaign to increase efficiency and reduce waste in government
waste weyst 3 n
2. atık departments
86

3. boş arazi, ıssız yer. a waste of young talent (genç yeteneklerin boşa harcanması)
2. toxic wastes (toksik atıklar) nuclear waste (nükleer atık) human
waste (insan atığı=dışkı)
3. the desert’s sandy wastes
1. He has wasted the money. (Parayı israf etti.)
1. israf etmek, boşuna
2. The invaders wasted the city. (İstilacılar kenti harap etti.)
harcamak, çarçur etmek:
waste weyst 2 v 3. The company is wasting his talents. (Şirket onun yeteneklerini boşa
2. harap etmek
harcıyor.)
3. boşa harcamak:, heba etmek
I have wasted my whole day. (Bütün günümü heba ettim.)
1. How is that relevant to this discussion? (Bunun tartışmayla nasıl
bir ilgisi var?)
1. [to] ile ilgili, -e ilişkin
ad 2. Once we have all the relevant information, we can make a decision.
Relevant relıvınt 3 2. konuyla ilgili
j (Konuyla ilgili tüm bilgileri toplayınca, bir karar verebiliriz)
Ignore that comment. It’s not relevant. (O yorumu boşver. Konuyla
ilgisi yok.)
1. olanak, fırsat (potential) 1. There is still much scope for improvement.
scope skoğp 2 n 2. kapsam. 2. The new law is limited in scope.
3. kd teleskop; mikroskop. These issues are beyond the scope of this book.
scope skoğp . v [AmE] enine boyuna araştırmak We need to scope the competition before we open a new business.
1.products that are derived from animals (hayvanlardan elde edilen
ürünler)
1.-den çıkarmak, elde etmek
2.Their fear derives from a belief that these people have supernatural
(obtain, get, gain)
derive [+from] dirayv 3 v powers. (Korkuları bu insanların olağanüstü güçleri olduğu şeklinde
2.–den kaynaklanmak .-den
bir inançtan kaynaklanıyor)
türemek (originate, come)
Many English words derive from Latin.(Çoğu İngilizce sözcük
Latinceden türemiştir)
benzemek, andırmak (look like,
resemble rizembıl 2 vt The two species resemble each other. (İki tür birbirine benziyor)
be similar to)
2. Both Williams and Andrews claim the property. The former insists
ad 1. eski, önceki. (previous) (ex-)
former formır 3 that it was a gift. (Hem Williams hem de Andrews sahiplik iddia etti.
j 2. the birinci, ilk, ilk söylenen.
İlki [yani Williams] onun bir hediye olduğunu söyledi)
1.enkaz (kaza sonrası araç)
(ruin) shipwreck (batan-batmış gemi)
wreck rek 1 n
2.çarpışma (AmE) a car/train a car / train wreck (bir araba/tren kazası)
wreck (crash)
1.yok etmek, mahvetmek,
yıkmak (destroy)
wreck rek 1 v
2.(bir gemiye batacak kadar) çok
2.The ship was wrecked off the coast of France.
zarar vermek [ç pas]
1.enkaz (kaza sonrası araç)
(ruin) shipwreck (batan-batmış gemi)
wreck rek 1 n
2.çarpışma (AmE) a car/train a car / train wreck (bir araba/tren kazası)
wreck (crash)
1.yok etmek, mahvetmek,
yıkmak (destroy)
wreck rek 1 v
2.(bir gemiye batacak kadar) çok
2.The ship was wrecked off the coast of France.
zarar vermek [ç pas]
posterity pasterıti . n Gelecek kuşak
1. Doing voluntary work has added a whole new dimension to my life.
1. boyut, özellik (aspect, (Gönüllü çalışma yapmak hayatıma yeni bir boyut ekledi)
feature) 2. A hologram represents an object in three dimensions. (Bir hologram
dimension daymenşın 2 n
2. boyut, ebat (en, boy, bir cinsi üç boyutlu olarak gösterir/resmeder.)
yükseklik) The dimensions of this problem are immense. (Bu problemin boyutları
çok büyük)
1.geniş gemi, sandal vs. (ship,
boat)
1. a fishing/navy vessel (bir balıkçı/donanma gemisi)
2. blood vessel= damar (artery,
vessel vesıl 2 n 2. He had broken blood vessels on his nose and cheeks. (Burun ve
vein)
yanaklarındaki damarları çatlatmış)
3.kâse, leğen, sürahi vs. (pot,
bowl, jug)
They could feel the reverberation of the explosion two streets away.
(İki sokak öteden patlamanın yankısını hissedebildiler)
reverberation rivörbıreyşın . n 1. yankı (echo)
The decision had reverberations that shook stock markets around the
world. (Karar tüm dünya borsasını sarsan yankılar yaptı)
87

1.The sun’s radiation penetrates the skin. (Güneş radrasyonu deriye


1. [into/through/to] (bir yere,
işler)
bir şeye) girmek, sokmak, içine
2. One of them managed to penetrate airport security. (Aralarındn biri
işlemek
havaalanı güvenliğini geçmeyi başardı)
2. aşmak, geçmek
Few sounds penetrate the thick walls. (Kalın duvarı çok az ses aşar)
3. anlamak (understand, find
penetrate penıtreyt 2 v 3. Science can penetrate many of nature’s mysteries. (Bilim doğanın
out)
sırlarının çoğunu anlayabilir / keşfedebilir)
4. anlaşılmak (be understood)
4. What she said didn’t penetrate until just now. (Ne dediği şimdiye
5. (arasına) sızmak (infiltrate)
kadar anlaşılmadı)
6. (cinsel ilişkide) cima halinde
5. The party has penetrated by extremists. (Radikaller partiye sızmış
olmak
durumdalar)
P
I’ve used up all my holiday entitlement, and it’s only August. (Tüm
use up yu:z ap 3 h Tümünü kullanıp bitirmek
V tatil hakkımı kullanıp bitirdim ve daha ağustostayız.
He went early so as to get good seats. (İyi yerleri kapmak için erken
so as to [do ST] soğ az tu: (in order to)
gittiler)
Virtually all the students live in university halls of residence.
ad Neredeyse, hemen hemen
virtually vörçuğıli 3
v tamamıyla
Vaccines have virtually eliminated many childhood diseases. (Aşılar
neredeyse tüm çocuk hastalıklarını yok ettiler)
The increased capital could greatly accelerate economic development.
1. hızlandırmak (speed up)
accelerate ıkselıreyt 1 v (Artmış kapital ekonomik kalkınmayı büyük ölçüde hızlandıracaktır)
2. hızlanmak (hurry)
Suddenly the van accelerated. (Minibüs aniden hızlandı)
velocity vılasıti . n Hız (speed)
1. olgunlaşmış (meyve vs)
1. a ripe juicy peach (olgun sulu şeftali)
(mature)
ad 2.
Ripe rayp 1 2. kötü kokulu (strong
j 3. The conditions are ripe for social change. (Koşullar sosyal değişim
smelling)
için uygun)
3. uygun (suitable, ready)
Rot [away] rat 1 v 1. çürütmek, çürümek (decay) All those sweets will rot your teeth. (Tüm o şekerler dişini çürütecek)
1. the smell of damp and rot (nem ve çürük kokusu)
1. çürük
Rot [away] rat . n
2.çürüme
2. This government has got to stop the rot in the health service.
(Hükümet sağlık servisindeki çürümeyi durdurmak zorundadır)
longitude lancityu:d . n boylam
latitude le:tityu:d . n enlem
1. Use syrup to reduce fever in infants. (Bebeklerde ateşi düşürmek
1. ateş için şurup kullanın)
fever fi:vır 1 n
2. kuvvetli arzu 2. The whole country was in the grip of election fever. (Tüm ülke
seçim ateşine yakalanmıştı)
respiration respıreyşın . n Soluk alıp verme, solunum
artificial respiration . n Suni solunum (kiss of life)
The show was a spectacular success.
ad
spectacular spekte:kyulır 2
j
harikulade, çok etkileyici The newspapers charted every moment of his spectacular fall from
grace.
No date was announced for a resumption of the talks. (Görüşmelere
resumption rizampşın . n Yeniden başlamak
yeniden başlamak için herhangi bir tarih açıklanmadı)
1. [Çoğ media veya mediums] 1. Both broadcast and print media are carrying the story.
medium mi:diğım 2 n araç, vasıta (means, vehicle) Sand and clay are added to produce the perfect planting medium.
2. orta 2. Have you got a medium in this style?
ad1. orta 1. She’s slim, of medium height, with dark hair.
medium mi:diğım 2
j2. mutedil, orta 2. In medium winds, the plane remained stable.
ad Döngüsel, sabit bir merkeze
rotary roğtıri . a rotary mower
j bağlı olarak dönen
rotary roğtıri . n Göbek (trafik) a rotary mower
Üstünlük, avantaj (dominance,
ascendancy ısendınsi . n Two early goals established the team’s ascendancy in the first half.
power)
consternation kanstırneyşın . n Endişe, kaygı (dismay) His comments caused consternation among environmentalists.
The incompetent military leadership had impoverished a once
impoverish impavıriş . v fakirleştirmek
prosperous country.
1. (ata vs) koşum takmak. 1.
2. to (atı arabaya, öküzleri 2.
harness harnis . v
sabana) koşmak. 3. Although we’ve harnessed the force of electricity, we still know
3. (doğal bir gücü) kontrol very little about its effects on us. (Elektrik kuvvetini kontrol altına
88

altına almak, kullanmak almış olmamıza rağmen, üzerimizdeki etkileri hakkında hala çok az şey
biliyoruz)
1. koşum takımı. 1.
harness harnis . n
2. kayış 2. He was not wearing a safety harness when he fell.
1.The technology is capable of detecting the smallest earth
1.Teşhis etmek
tremors. (Teknoloji en küçük yer sarsıntısını teşhis etmeye güç
2.keşfetmek, meydana/açığa
detect Didekt’ 2 vt yetirebilir)
çıkarmak (discover,
2. I thought I detected a hint of irony in her words. (Sözlerinde
determine)
bir alay emaresi keşfettiğimi sandım)
1.a vast empty plain (çok geniş boş bir düzlük)
ad 1. çok geniş; engin (extensive)
vast va:st 2
j 2. çok büyük (huge, enormous)
2. I believe the vast majority of people will support us. (İnsanların çok
büyük bir çoğunluğunun bizi destekleyeceğini sanıyorum)
Kısıtla(n)ma, sınırla(n)ma trade/travel/speed/parking restrictions (ticari/seyahat/hız/parketme
restriction ristrik’şın 1 n
(limitation, restraint) kısıtlamaları)
1. A free bus to the airport is a facility offered only by this hotel.
1. kolaylık, olanak (ease, (Havaalanına bedava otobüs sadece bu otel tarafından sunulan bir
convenience ) kolaylıktır/olanaktır)
facility fısilıti 3 n 2. hizmet veya tesis 2. Does the company offer any facilities for employees with young
3. hüner, maharet (aptitude, children? (Şirket kükük çocuklu aileler için herhangi bir
ability) kolaylık/hizmet/tesisi sunuyor mu?)
3. He traslated with great facility. (Büyük bir hüner ile tercüme etti.)
Hizmet, tesisat, olanak, gibi The hotel has excellent leisure facilities. (Bu otelde mükemmel eğlence
facilities Fısilıti:s 3 n
kolaylık sağlayan şeyler hizmetleri / olanakları var.)
Bedside lighting alone is not sufficient for most bedrooms. (Çoğu
sufficient [for sıfişınt ad yeterli, kâfi (enough) [+for ST] yatak odası için sadeve abajur lambalar yeterli değildir.) There is now
3
ST] [to do ST] j [to do] (OPP insufficient) sufficient evidence to prove his claims. (Şimdi iddialarını ispatlamak
için yeterli kanıt var)
1. geniş (wide) 1. a board room (geniş bir oda)
2. açık 2. broad daylight (açık günışığı)
ad
broad bro:d 3
j
3. belirgin (obvious) 3. a broad hint (belirgin bir ima)
4. yaygın 4. a broad education (yaygın bir eğitim)
5. ana, genel (rough, general) 5. the broad outlines of the project (projenin genel hatları)
ad The hotel is ideally located for visiting the city and the surrounding
surrounding sıraunding 2
j
çevredeki, etraftaki (nearby)
area.
I took up the time admiring my surroundings. (Çevreme hayranlık
surroundings sıraundings 2 n çevre, ortam (environment)
besleyerek zamanımı öldürdüm)
1. çevrelemek, kuşatmak,
1. Can you name the states that surround Colorado? (Kolarodo’yu
etrafını sarmak (frame,
çevreleyen eyaletlerin isimlerini sayar mısın?)
surround sıraund 3 v border)
2. Armed police quickly surrounded the building. (Silahlı polisler
2. askeri kuşatmak, sarmak
çabucak binayı kuşattılar)
(enclose, encircle)
1. They may feel discouraged at the magnitude of the task before them.
(Önlerindeki görevin büyüklüğüyle cesaretlerini yitirmiş
1. büyüklük, azamet hissedebilirler)
2. önem, ehemmiyet 2. a world crisis of considerable magnitude (ciddi ehemmiyette bir
magnitude me.gnityu:d 1 n
3. [mat] büyüklük dünya krizi)
4. [astr] kadir, parlaklık 3. electorates of less than average magnitude (ortalama büyüklükten
daha küçük olan eloktratlar)
4. star of the first magnitude (en parlak / birinci kadirden olan yıldız)
1. price-fixing agreements and other abuses by large corporations (fiyat
1. yolsuzluk, suiistimal
sabitlemesi anlaşmaları ve geniş çaplı şiretlerce yapılan diğer
(misuse,manipulation)
yolsuzluklar)
2. hakaret, sövüp, sayma
2.Blake was alleged to have hurled racist abuse at a student. (Blake’in
(insults, swearing, foul
abuse ıbyu:s 2 n bir öğrenciye ırkçı hakaretler yaptığı iddia edildi)
language)
3. Physical abuse and neglect of children is too common. (fiziksel
3.(bedensel - ruhsal) işkence
işkence ve çocukların ihmal edilmesi çok yaygın)
(mistreatment, violence)
4. Several female students have made allegations of abuse against him.
4.cinsel taciz
(Birkaç kız öğrenci ona karşı cinsel taciz iddialarında bulunmaktalar)
1. kötüye kullanmak (misuse, 1. Those with access to private information must not abuse that trust.
manipulate) (Özel bilgiye erişim bu güveni kötüye kullanmamalı)
abuse ıbyu:s 1 vt 2. (sağlık v.b.'ne) zarar verecek 2.
madde kullanmak 3. He was fined £10,000 for verbally abusing the umpire. (Hakeme
3. acımasızca yermek, sövüp sözlü saldırıdan dolayı 10000 paund cezaya çarptırıldı)
89

saymak (insult, swear) 4. Prisoners reported being regularly abused by their guards.
4. (bedensel veya ruhsal) işkence (gardiyanları tarafından düzenli olarak işkence yapıldığı rapor edilen
yapmak (treat badly, ill treat) tutuklular)
5.cinsel tacizde bulunmak 5. A high percentage of abusive parents were themselves abused as
children. (Cinsel tacizde bulunan ebeveynlerin yüksek bir yüzdesinin
bizzat kendisi çocukken cinsel tacize uğramıştı)
1. çıplak (undressed)
2. yalın, basit, kuru (plain,
1. Bare legs (çıplak ayaklar) bare wire (çıplak tel) The trees are
simple)
already bare. (Ağaçlar şimdiden çıplak kaldılar)
3. açık, apaçık
ad 2. a bare thank you (kuru bir teşekkür)
bare beğır 2 4. kıt kanaat, kıtı kıtına, ancak
j 3. bare facts (apaçık olaylar/gerçekler)
yetecek kadar (mere)
4. bare majority (zayıf bir çoğunluk)
5. çorak
5. a bare countryside (çorak bir kırsal arazi)

1. soymak, sıvamak, (elbise vs.


1. to bare one’s arms (kollarını sıvamak)
) çıkarmak (strip)
bare beğır . v 2. to bare its teeth (dişlerini göstermek) to bare unknown facts
2. göstermek, açıklamak
(bilinmeyen gerçekleri açıklamak)
(reveal, expose)
1. She is barely sixteen. (Daha/henüz ancak on altı yaşında) We have
1. henüz/daha ancak
bare enough money for weekend (Anca(k) hafta sonuna yetecek
2. açıkça, gizlemeden
paramız var)
ad 3. güç bela, kıtı kıtına
barely beğırli 2
v 4. hemen hemen hiç (hardly,
2. They gave the facts to him barely (Olanları açıkça/olduğu gibi ona
bildirdiler)
scarcely)
3. He barely escaped the danger. (Tehlikeden güç bela kaçtı.)
4. I barely know him. (Onu hemen hemen hiç tanımıyorum)
1. He was carrying a heavy load. (Ağır bir yük taşıyordu)
2. a wagonload of coal (bir vagon dolusu kömür) She drove back from
1. yük (burden) the farm with a full load of hay. (Çiftlikten bir araba dolusu samanla
load loğd 3 n 2. –e dolusu [+of] geri geldi.)
3. sorumluluk yükü 3. You must allow others to share your load. (Diğerlerine yükünü
paylaşmaları için izin vermelisin)

1. yüklemek
1. They are loading the truck now. (Şimdi kamyonu yüklüyorlar)
2. doldurmak, koymak (silah,
2. He loaded the cassette into the player. (Kaseti teybe koydu)
makine vs)
load loğd 2 v 3. They loaded us with gifts. (Bizi hediyelere boğdular)
3. –e garketmek
4. to load the evidence in favor of defendent (delilleri sanık lehine
4. (yalan/uydurmayla) şişirmek
şişirmek)
1. dolu, yüklü (silah, makine,
araç vs)
1. a fully loaded plane
2. aldatıcı, hileli, yanıltıcı
ad 2. a loaded card (hileli bir oyun kartı)
loaded loğdid .
j
3. [argo] zom, çok sarhoş (very
3.
drunk)
4. Let him pay, he is loaded. (Bırak o ödesin, yükünü tutmuş)
4. [argo] yükünü tutmuş, çok
zengin (very rich, wealthy)
1. kötüleşme, fenalaşma
(worsening)
deterioration ditığriğreyşın . n
2. gerileme, değerden düşme
(decline)
1. boyun eğmez (adamant) 1. Her expression was hard and unyielding. (Yüz ifadesi sert ve katıydı)
ad
unyielding Anyi:ding .
j
2. inatçı (obstinate) 2. The ground was unyielding beneath their feet. (Ayaklarının altındaki
3. sert katı (firm) toprak inatçıydı.) (=edebî n’aparsa yapsın ürün vermiyor)
1. toplamak / toplanmak
1. the toxin accumulated in their bodies (bedenlerinde toplanmış
(amass, gather, assemble,
toksin) Investigators have yet to accumulate enough evidence.
collect)
accumulate ıkyu:myuleyt 1 v (müfettişler henüz yeterince kanıt toplamadılar)
2. yığmak, biriktirmek /
2. to accumulate wealth (servet biriktirmek)
yığılmak, birikmek (heap up,
pile up, store up)
1. Mahvolma, harap/yok olma
(extinction, extermination, The building must be saved from destruction. (Bina harap olmaktan
destruction distrakşın 2 n
eradication, ruin, devastation) kurtarılmalı) the destruction of environment (çevrenin mahvedilmesi)
2. yok etme, imha
draught dra:ft 1 n 1. soğuk esinti, cereyan 1. Heavy curtains at the windows cut out draughts. (Penceredeki ağır
90

2. içme, içine çekme (dumanı) perdeler cereyanı kesiyor)


3. yudum, çekiş (bir defada 2. He took deep draughts of oxygen into his lungs. (Ciğerlerine
içilen/yutulan miktar) oksijeni derince çekti)
4. su derinliği (depth) 3. She downed the remaining beer in one draught. (Kalan birayı bir
5. dama oyunu [BrE] yudumda içiverdi)
6. tutulan balık miktarı 4. The shallow draught enabled her to get close inshore. (Sığ derinlik
sahile yaklaşmasına imkan verdi)
5.
6.
ad 1. fıçı (içki) 1. draught beer (fıçı bira)
draught dra:ft .
j 2. koşum sürülen (hayvan) 2. draught oxen (koşuma sürülmüş öküzler)

You might also like