You are on page 1of 28

a

AWORDS
VITAL

YÖKDİL SOSYAL
VOCABULARY LIST

www.remzihoca.com
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST

evidence
evidence (n): kanıt, delil

evidence for: ...için kanıt


Preposition
evidence against: ...nın aleyhine kanıt

look for evidence: kanıt aramak


come up with evidence: kanıt bulmak
gather evidence: kanıt toplamak Collocation
conclusive evidence: kesin kanıt
destroy evidence: kanıtı yok etmek

● I can't find any evidence to support your accusation.


Suçlamanı destekleyecek hiç kanıt bulamıyorum.
● There was no conclusive evidence against him.
Onun aleyhine hiç kesin kanıt yoktu.

Evidence, that SVO alabilen bir isimdir.


evidence that SVO: ...olduğuna dair kanıtı
● He has found the evidence that bees can communicate with each other.
Arıların birbiriyle iletişim kurabildiğine dair kanıt buldu.

Synonyms evidence = proof

drug
drug (n): ilaç | uyuşturucu

drug for: ...için ilaç


Preposition
drug against: ...ya karşı ilaç

take drug: ilaç/uyuşturucu almak


drug treatment: ilaç tedavisi
prescription drug: reçeteli ilaç
administer drug: ilaç vermek Collocation
addictive drug: bağımlılık yaratan ilaç
drug abuse: uyuşturucu kullanımı
drug addiction: uyuşturucu bağımlılığı

● A number of countries have strict laws against drugs.


Birçok ülkenin uyuşturucuya karşı katı yasaları vardır.
● Many criminals in America are addicted to drugs.
Amerika’da birçok suçlu uyuşturucu bağımlısıdır.
● The elderly man takes strong drugs for his heart.
Yaşlı adam kalbi için güçlü ilaçlar alıyor.
● We don't yet know the side effects of the drug.
Henüz ilacın yan etkilerini bilmiyoruz.

Synonyms drug, medicine, medication Collocation

www.remzihoca.com 2
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST

research
research (n): araştırma
researcher (n): araştırmacı

research into: ...hakkında araştırma Preposition


research on: ...üzerine araştırma

carry out research: araştırma yapmak


conduct research: araştırma yapmak
Collocation
previous research: önceki araştırmalar
subsequent research: sonraki araştırmalar

● Research on the causes of cancer is very expensive.


Kanserin nedenleri üzerine araştırmalar çok pahalıdır.
● The scientists are conducting medical research.
Bilim insanları tıbbi bir araştırma yapıyor.
● The researchers were given a budget of $10,000.
Araştırmacılara 10.000 dolarlık bir bütçe verildi.

Synonyms research, study, inquiry, analysis, investigation

lack
lack (n): eksiklik
lack (v): eksik olmak, yoksun olmak
lacking (adj): eksik

lack of: ...eksikliği


lack in: ...bakımından eksik olmak Preposition
laciking in: ...bakımında eksik

lack of appetite: iştahsızlık


Collocation
lack completely: tamamen yoksun olmak

● A lack of sleep affected the singer's performance.


Uyku eksikliği, şarkıcının performansını etkiledi.
● What we lack in talent, we make up for with enthusiasm.
Beceri bakımından eksiğimizi coşkuyla telafi ediyoruz.
● He is totally lacking in experience.
Tecrübe bakımından tamamen eksik.

Synonyms lack, shortage, deficiency, absence, inadequacy, scarcity, shortness, insufficiency

Synonyms lacking, deficient, absent, short, insufficient, inadequate

region
region (n): bölge
regional (adj): bölgesel

3 www.remzihoca.com
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST
in a region: bir bölgede
Preposition
in the region of: aşağı yukarı, civarında, yaklaşık

rural region: kırsal bölge


urban region: kentsel bölge
surrounding region: çevre bölge
abdominal region: karın bölgesi Collocation
particular region: belirli bölge
regional government: bölgesel hükümet
regional distribution: bölgesel dağılım

● Food is still scarce in the region.


Bölgede yemek hala az.
● Rice is grown in rainy regions.
Pirinç yağışlı bölgelerde yetişir.
● The majority of the population supported the regional government.
Nüfusun çoğunluğu bölgesel hükümeti destekledi.
● It will cost something in the region of 500 dolars.
Yaklaşık 500 dolarlık bir fiyata mal olacak.

Synonyms area, region, district, zone

purpose
purpose (n): amaç

on purpose: kasten, bilerek


for the purpose of: ...amacıyla Preposition
without purpose: amaçsız

main purpose: temel amaç


original purpose: asıl amaç Collocation
research purpose: araştırma amacı

● Atomic energy can be utilized for peaceful purposes.


Atom enerjisi, barışçıl amaçlar için kullanılabilir.
● He bought the land for the purpose of building a house on it.
Araziyi üzerine bir ev inşa etmek amacıyla aldı.
● Jack broke his mother's valuable vase, but he didn't do it on purpose, so she wasn't angry.
Jack annesinin değerli vazosunu kırdı, ama bunu bilerek yapmadı, o yüzden sinirlenmedi.
● It is better to remain silent, than to talk without purpose.
Sessiz kalmak amaçsız konuşmaktan daha iyidir.

Synonyms purpose, aim, goal, target, intention, ambition, objective, aspiration

maintain
maintain (v): devam ettirmek | bakım yapmak | ifade etmek
maintenance (n): bakım | nafaka

www.remzihoca.com 4
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST
in maintenance: bakımda Preposition

maintain peace: barışı devam ettirmek


maintain control: kontrolü sağlamak
maintain health: sağlığı korumak
maintain family: aileye bakmak Collocation
carry out maintenance: bakım yapmak
annual maintenance: yıllık bakım
pay maintenance: nafaka ödemek

● He has to maintain a large family on a small salary.


Küçük bir maaşla büyük bir aile bakması gerekiyor.
● The smoke alarm has never been maintained.
Duman alarmına hiç bakım yapılmadı.
● He maintains that all occupations should be open to women.
Tüm mesleklerin kadınlara açık olması gerektiğini iddia ediyor.

“iddia etmek” anlamında kullanıldığında sonrasında “that SVO” gelebilir.


● The accused maintained his innocence.
Sanık masum olduğunu iddia etti.
● The website was down for maintenance.
Bakımdan dolayı internet sitesi kapalıydı.

improve
improve (v): gelişmek
improvement (n): gelişme

on the improve: gelişmekte


Preposition
improvement in: ...da gelişme

improve rapidly: hızla gelişmek


improve dramatically: çarpıcı biçimde geliştirmek
remarkable improvement: dikkate değer gelişme Collocation
show improvement: gelişme göstermek
noticeable improvement: göze çarpan gelişme

● Practice is the best way to improve your English.


Pratik, İngilizcenizi geliştirmenin en iyi yoludur.
● Improvements in technology helped them succeed.
Teknolojideki gelişmeler onların başarılı olmalarına yardımcı oldu.

Synonyms enhance, upgrade, better, amend


Synonyms improvement, advance, progress, enhancement, amendment

allow
allow (v): izin vermek | olanak sağlamak, mümkün kılmak

5 www.remzihoca.com
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST
allow time: zaman tanımak
Collocation
allow access: erişimine izin vermek

Not: Allow, infinitive (to V1) ile kullanılabilen bir fiildir.


allow sb to do sth: birinin bir şey yapmasına izin vermek / olanak sağlamak
● Her higher salary will allow her to live comfortably.
Maaşının yüksek olması rahatça yaşamasına olanak sağlayacak.
● Minors aren't allowed to enter.
Küçüklerin girmesine izin verilmemektedir.
● Her father didn't allow her to go to movies alone.
Babası yalnız sinemaya gitmesine izin vermedi.

Synonyms (izin vermek): allow, permit, let


Synonyms (olanak sağlamak): allow, enable, permit

cause
cause (n): sebep
cause (v): sebep olmak

cause of: ...nın sebebi


Preposition
caused by: ...dan kaynaklanmak

cause of death: ölüm sebebi


determine cause: sebebini belirlemek
cause trouble: soruna sebep olmak Collocation
cause pain: ağrıya sebep olmak
cause pollution: kirliliğe sebep olmak

● A lot of human deaths are caused by smoking cigarettes.


Birçok insan ölümü, sigara içmekten kaynaklanmaktadır.
● Absence of rain caused the plants to die.
Yağmurun olmaması bitkilerin ölmesine sebep oldu.
● Car exhaust causes serious pollution in towns.
Araba egzozları şehirlerde ciddi kirliliğe sebep olur.
● Common causes of stress are work and human relationships.
Stresin yaygın sebepleri, iş ve insan ilişkileridir.
● Drinking alcohol during pregnancy can cause birth defects.
Hamilelikte alkol içmek, doğum kusurlarına sebep olabilir.

Synonyms (n): cause, reason, grounds, motive, motivation, justification


Synonyms (v): cause, lead to, bring about, result in, induce, give rise to

almost
almost (adv): neredeyse, yaklaşık, hemen hemen

www.remzihoca.com 6
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST

almost extinct: neredeyse nesli tükenmiş


almost never: neredeyse hiçbir zaman/asla
almost completely: neredeyse tamamen
almost the same: neredeyse aynı Collocation
almost inevitable: neredeyse kaçınılmaz
almost half: neredeyse yarısı
almost forget: neredeyse unutmak

● Almost all of the passenger in the bus were asleep when the accident happened.
Kaza meydana geldiğinde otobüsteki yolcuların neredeyse hepsi uyuyordu.
● By the time my father retires, he will have worked for almost thirty years.
Babam emekli olduğunda, neredeyse otuz yıl çalışmış olacak.
● It is almost impossible to learn a foreign language in a short time.
Yabancı bir dili kısa bir sürede öğrenmek neredeyse imkansızdır.

Synonyms almost, nearly, virtually, practically

come up with
come up with (pv): (çözüm yolu vs) bulmak

come up with an answer: bir cevap bulmak


come up with a solution: bir çözüm bulmak
come up with an explanation: bir açıklama bulmak Collocation
come up with an idea: bir fikir bulmak
come up with an invention: bir icat bulmak

● It was impossible to come up with a really satisfactory solution.


Gerçekten tatmin edici bir çözüm bulmak imkansızdı.
● Scientists will come up with new methods of increasing the world's food supply.
Bilim insanları, dünyanın yiyecek tedarikini artırmanın yeni yöntemlerini bulacaklardır.

determine
determine (v): belirlemek, karar vermek
determination (n): kararlılık, karar
determined (adj): kararlı

determine outcome: sonucu belirlemek


determine precisely: tam olarak belirlemek
determine future: geleceği belirlemek Collocation
determined effort: kararlı çaba
have determination: kararlı olmak

● The doctors couldn't determine the cause of death.


Doktorlar ölüm sebebini belirleyemedi.
● The lives of most people are determined by their environment.
Çoğu insanın hayatı, çevreleri tarafından belirlenir.

7 www.remzihoca.com
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST

● I am determined to give up smoking.


Sigarayı bırakmaya kararlıyım.
● No matter what happens, my determination won't change.
Ne olursa olsun kararlılığım değişmeyecek.

obvious
obvious (adj): bariz, açık, net
obviously (adv): bariz, açık, net bir şekilde

obvious difference: bariz fark


obvious similarity: bariz benzerlik
Collocation
obviously related: bariz bir şekilde ilişkili
obviously true: bariz bir şekilde doğru

● It was obvious that he was lying.


Yalan söyledi barizdi.
● Jack is mad because Mike obviously does not intend to return the money.
Jack çok kızdı çünkü Mike açıkça parayı geri verme niyetinde değil.

hardly
hardly (adv): neredeyse hiç, zar zor
barely (adv): neredeyse hiç, zar zor
scarcely (adv): neredeyse hiç, zar zor

Not: hardly, barely scarcely zarfları eş anlamlıdır ve şekil olarak olumlu görünmelerine
rağmen olumsuz bir anlamları vardır. Daima olumlu cümlede kullanılır ama cümle olumsuz
çevrilir.

hardly ever: neredeyse asla


remember hardly: neredeyse hiç hatırlamamak
hardly sufficient: neredeyse hiç yeterli değil
hardly likely: neredeyse hiç olası değil
Collocation
hardly visible: neredeyse hiç görünmeyen
affect barely: neredeyse hiç etkilememek
breathe barely: zar zor nefes almak
scarcely distinguishable: zar zor ayırt edilebilir
scarcely surprising: neredeyse hiç şaşırtıcı değil

● He was so tired that he could hardly walk.


O kadar yorgundu ki neredeyse hiç yürüyemiyordu.
● I have hardly any money left.
Neredeyse hiç param kalmadı.
● After the disaster, there was scarcely any water left on the island.
Felaketten sonra adada neredeyse hiç su kalmadı.
● Because of the heavy fog, we could barely see the road in front of us.
Yoğun sis nedeniyle önümüzdeki yolu neredeyse hiç göremiyorduk.

www.remzihoca.com 8
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST

occur
occur (v): meydana gelmek, olmak

an explosion may occur: bir patlama meydana gelebilir


an earthquake may occur: bir deprem olabilir
Collocation
an accident may occur: bir kaza olabilir
usually occur: genellikle meydana gelmek

● A major earthquake could occur in Istanbul at any moment now.


İstanbul'da her an büyük bir deprem meydana gelebilir.
● As soon as the accident occurred, a police car rushed to the scene.
Kaza meydana gelir gelmez, olay yerine bir polis arabası geldi.
● I will do my best to ensure that such mistakes do not occur in future.
Gelecekte bu tür hataların olmamasını sağlamak için elimden geleni yapacağım.

Synonym occur, happen, take place, come about

rely on
rely on (pv): bel bağlamak, güvenmek, muhtaç olmak
reliance (n): güvenme, bağımlı olma
reliable (adj): güvenilir
unreliable (adj): güvenilmez

rely on instinct: iç güdüye güvenmek


rely on aid: yardımına bel bağlamak
reliable source: güvenilir kaynak
Collocation
reliable result: güvenilir sonuç
reliable measure: güvenilir ölçüm
unreliable weather: güvenilmez hava (değişken)

● Plants rely on the soil, water, and the sun for energy.
Bitkiler enerji için toprağa, suya ve güneşe muhtaçtır.
● This organization relies entirely on voluntary donations.
Bu organizasyon tamamen gönüllü bağışlara bel bağlamıştır.
● Jack hardly ever relies on other people for help.
Jack, yardım için diğer insanlara neredeyse hiç güvenmez.
● Increasing reliance on solar energy will save both jobs and lives.
Güneş enerjisine olan bağımlılığı arttırmak, hem iş hem de hayat kurtaracaktır.
● It seems that our sense of direction is not always reliable.
Yön duygumuz her zaman güvenilir değil gibi görünüyor.
● He's the last person I would ask help from, because he is completely unreliable.
Yardım isteyeceğim son kişi o, çünkü tamamen güvenilmez.

9 www.remzihoca.com
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST

concern
concern (n): endişe
concern (v): endişelendirmek | ilgilendirmek
concerned (adj): endişeli | ilgili
concerning (adj): endişe verici
concerning (prep): ...ile ilgili

concern about: ...konuda endişe


concern over: ...konuda endişe
concern for: ...için endişe
concerned with: ...ile ilgili Preposition
concerned about: ...konuda endişeli
concerned over: ...konuda endişeli
concerned for: ...için endişeli

● News of his death caused great concern throughout the country.


Ölümünün haberi ülke genelinde büyük endişe yarattı.
● This problem concerns all the people living there.
Bu problem orada yaşayan bütün insanları ilgilendiriyor.
● He is concerned about the result of the exam.
Sınavın sonucundan endişeleniyor.
● This book is chiefly concerned with the effects of secondhand smoking.
Bu kitap başlıca pasif sigara içmenin etkileri ile ilgilidir.
● I have received a letter concerning our proposal.
Teklifimiz ile ilgili bir mektup aldım.
● The increase in air pollution in urban areas is very concerning.
Kentsel alanlarda hava kirliliğindeki artış çok endişe vericidir.

decline
decline (n): azalma | gerileme, çöküş
decline (v): azalmak | reddetmek | gerilemek
declining (adj): azalan | gerileyen

decline in: ...da düşüş/azalma/gerileme


on the decline: düşüşte Preposition
in decline: düşüşte

rapid decline: hızlı düşüş


sudden decline: ani düşüş
mental decline: zihinsel çöküş
economic decline: ekonomik gerileme
decline dramatically: önemli ölçüde azalmak Collocation
decline politely: kibarca reddetmek
decline offer: teklifi reddetmek
decline gradually: yavaş yavaş azalmak/gerilemek
declining profit: azalan kâr
declining health: gerileyen sağlık

www.remzihoca.com 10
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST

● The value of the dollar declines as the rate of inflation rises.


Enflasyon oranı arttıkça doların değeri düşmektedir.
● I had to decline the invitation because I was ill.
Daveti reddetmek zorunda kaldım, çünkü hastaydım.
● His health has declined since the accident.
Kazadan beri sağlığı geriledi.
● Nobody anticipated such a sharp decline in interest rates.
Hiç kimse faiz oranlarında bu kadar ani bir düşüş beklemiyordu.
● Oil consumption is on the decline.
Petrol tüketimi düşüşte.
● The government has failed to halt economic decline.
Hükümet, ekonomik çöküşü durduramadı.
● Declining housing prices are another cause of slow economic growth.
Düşen konut fiyatları yavaş ekonomik büyümenin bir başka nedenidir.

Synonyms (decline: azalmak): fall, decrease, drop, decline, shrink, diminish, lessen
Synonyms (decline: reddetmek): refuse, reject, turn down, decline
Synonyms (decline: gerilemek): deteriorate, fade, weaken, decline, worsen
Synonyms (decline: azalma): fall, decline, reduction, decrease, drop

ancestor
ancestor (n): ata

common ancestor: ortak ata


early ancestor: ilk ata
Collocation
share ancestor: ortak atası olmak / aynı atayı paylaşmak
ancient ancestor: eski ata

● Our ancestors came to this country 150 years ago.


Atalarımız bu ülkeye 150 yıl önce geldiler.
● According scientists, all humans on Earth are descended from a common ancestor.
Bilim insanlarına göre dünyadaki bütün insanlar ortak bir atadan gelmektedir.

counterpart
counterpart (n): emsal, muadil, denk

Açıklama: başka bir yerde aynı değerde olan, aynı amacı olan kişi veya eşya

● The female counterpart of a king is a queen.


Bir kralın kadın dengi, bir kraliçedir.
● More expensive calculators will typically have more dedicated functions than cheaper
counterparts.
Daha pahalı hesap makineleri genellikle daha ucuz muadillerine göre daha özel işlevlere
sahiptir.

11 www.remzihoca.com
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST

consume
consume (v): tüketmek, kullanmak
consumption (n): tüketim
consumer (n): tüketici

consume food: yiyecek tüketmek


consume fuel: yakıt tüketmek
consume resource: kaynağı tüketmek
cut down consumption: tüketimi kısmak, azaltmak Collocation
excessive consumption: aşırı tüketim
consumer rights: tüketici hakları
persuade consumer: tüketiciyi ikna etmek

● Agriculture consumes a great amount of water.


Tarım çok miktarda su tüketir.
● Tropical rainforests produce oxygen and consume carbon dioxide.
Tropikal yağmur ormanları oksijen üretir ve karbondioksit tüketir.
● One in four consumers thinks that prices will continue to rise in the future.
Dört tüketiciden biri, gelecekte fiyatların yükselmeye devam edeceğini düşünüyor.
● In America, the consumption of fast-food tripled between 1977 and 1995.
Amerika'da fast-food tüketimi 1977 ile 1995 arasında üçe katlandı.
● Small cars are very economical because of their low fuel consumption.
Küçük otomobiller düşük yakıt tüketimi nedeniyle çok ekonomiktir.

rapid
rapid (adj): hızlı
rapidly (adv): hızlıca

rapid progress: hızlı ilerleme


rapid decline: hızlı düşüş
rapid growth: hızlı büyüme
rapid increase: hızlı artış Collocation
spread rapidly: hızla yayılmak
collapse rapidly: hızla çökmek
occur rapidly: hızlıca meydana gelmek

● The growth in population is very rapid in developing countries.


Nüfustaki büyüme gelişmekte olan ülkelerde çok hızlıdır.
● A child develops rapidly between the ages of 13 and 16.
Bir çocuk 13 ile 16 yaş arasında hızla gelişir.

Synonyms fast, rapid, speedy, quick, prompt, swift

www.remzihoca.com 12
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST

invest
invest (v): yatırım yapmak
investment (n): yatırım
investor (n): yatırımcı

invest in: ...ya yatırım yapmak


investment in: ...ya yatırım Preposition
as an investment: bir yatırım olarak

invest money: para yatırmak


invest capital: sermaye yatırmak
invest effort: çaba göstermek
risky investment: riskli yatırım Collocation
make investment: yatırım yapmak
foreign investor: yabancı yatırımcı
attract investor: yatırımcı çekmek

● By investing wisely, she accumulated a fortune.


Akıllıca yatırım yaparak bir servet biriktirdi.
● Education is an investment in the future.
Eğitim geleceğe yapılan bir yatırımdır.
● Foreign investors backed off because of regional political unrest.
Yabancı yatırımcılar bölgesel siyasi huzursuzluk nedeniyle geri çekildiler.

behave
behave (v): davranmak
behaviour (n): davranış

behave like: ...gibi davranmak Preposition

behave oddly: garip davranmak


behave properly: düzgünce davranmak
behave oneself: uslu durmak
Collocation
offensive behaviour: saldırgan davranış
appropriate behaviour: uygun davranış
desirable behaviour: istendik davranış

● Children usually think and behave like their parents.


Çocuklar genellikle ebeveynleri gibi düşünür ve davranırlar.
● Jack behaved like he was happy, but deep inside, he was very sad.
Jack mutluydu gibi davrandı, ama derinlerde, çok üzgündü.
● Behave yourself while I'm gone, will you?
Ben yokken uslu dur emi.
● Cheating on one's spouse is not usually considered acceptable behaviour.
Birinin eşini aldatması, genellikle kabul edilebilir davranış olarak görülmez.

13 www.remzihoca.com
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST

violence
violent (adj): şiddetli, şiddet içeren
violence (n): şiddet
violently (adv): şiddetli bir şekilde

violent behaviour: şiddet içeren davranış


violent conflict: şiddetli çatışma
excessive violence: aşırı şiddet Collocation
resort to violence: şiddete başvurmak
shake violently: şiddetle sarsılmak

● He was eventually sentenced to five years in prison for that violent crime.
Sonunda bu şiddet içeren suçtan beş yıl hapis cezasına çarptırıldı.
● The wind shook the house violently.
Rüzgar evi şiddetle sarstı.
● He believed that blacks could win their fight for equal rights without violence.
Siyahların eşit haklar için olan savaşlarını şiddet içermeden kazanabileceklerine inanıyor-
du.

ancient
ancient (adj): eski, eski çağ, antik

ancient time: eski zaman


ancient tradition: eski gelenek
ancient civilization: eski uygarlık
ancient empire: eski imparatorluk Collocation
ancient monument: eski abide, anıt
ancient settlement: eski yerleşim yeri
ancient belief: eski inanış

● Tea is an ancient drink originating in Asia.


Çay, Asya kökenli bir eski içecektir.
● Ancient monuments in the UK
İngiltere'deki antik anıtlar

describe
describe (v): tasvir etmek, tanımlamak, betimlemek, tarif etmek, anlatmak
description (n): tasvir, tanım, betimleme, tarif

beyond description: kelimeler yetmez, tarif edilemez Preposition

describe experience: deneyimi anlatmak


describe accurately: doğru bir şekilde tasvir etmek
describe briefly: kısaca tasvir etmek Collocation
clear description: net tasvir
detailed description: detaylı tasvir

www.remzihoca.com 14
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST

● Can you describe to me the difference between black tea and green tea?
Bana siyah çay ile yeşil çay arasındaki farkı anlatabilir misin?
● He accurately described what happened there.
Orada olanları tam olarak anlattı.
● The beauty of the scenery is beyond description.
Manzara güzelliğini anlatmaya kelimeler yetmez.
● Witnesses provided detailed descriptions of the robbers.
Görgü tanıkları soyguncular hakkında ayrıntılı açıklamalar yaptı.

competition
compete (v): yarışmak, rekabet etmek
competition (n): yarışma, rekabet
competitor (n): yarışmacı, rakip
competitive (adj): rekabetçi

compete for: ...için yarışmak/rekabet etmek


competition for: ...için yarışma/rekabet
in competition with: ...ile rekabet halinde
competition between: ...arasında rekabet Preposition
competition among: ...arasında rekabet
in the competition: yarışmada
competitor for: ...için rakip

compete fiercely: sıkı bir şekilde yarışmak/rekabet etmek


stiff competition: sıkı, zorlu rekabet
international competition: uluslararası rekabet Collocation
chief competitor: baş rakip
competitive price: rekabetçi fiyat
competitive market: rekabetçi (düşük) piyasa

● Many high school students compete to get into the best universities.
Birçok lise öğrencisi en iyi üniversitelere girmek için yarışır.
● He got a prize for winning the competition.
Yarışmayı kazandığı için bir ödül aldı.
● All the competitors are trying to get their piece of the pie.
Tüm yarışmacılar pastadan bir dilim almaya çalışıyorlar.
● If your prices were competitive, we would place a large order.
Fiyatların düşük olsaydı, büyük bir sipariş verirdik.

claim
Preposition
claim (v): iddia etmek | talep etmek | can almak
claim (n): iddia | talep

15 www.remzihoca.com
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST

back up claim: iddiayı desteklemek


prove claim: iddiayı kanıtlamak
support claim: iddiayı desteklemek
claim right: hak talep etmek
Collocation
claim discrimination: ayrımcılık talep etmek
claim responsibility: sorumluluk almak, üstlenmek
claim citizenship: vatandaşlık talep etmek
claim life: can almak

Not: claim “that SVO” alabilen bir kelimedir.


Not: claim infinitive (to V1) ile kullanılabilen bir kelimedir.

● He claims to be a socialist, and yet he has two houses and a Rolls Royce.
Sosyalist olduğunu iddia ediyor, ancak iki evi ve bir Rolls Royce'u var.
● He claimed that he had discovered a new comet.
Yeni bir kuyruklu yıldız keşfettiğini iddia etti.
● The typhoon claimed many lives.
Tayfun birçok can aldı.
● There is no scientific basis for these claims.
Bu iddiaların bilimsel bir temeli yoktur.
● She has a claim on her deceased husband's estate.
Ölen kocasının mülkünde bir talebi var. (onun olduğunu iddia ediyor)

certain
certain (adj): kesin, emin | belli, belirli, bazı
certainly (adv): kesinlikle, elbette
uncertain (adj): belirsiz, karasız
certainty (n): kesinlik
uncertainty (n): belirsizlik

certain about: ...konusunda emin


uncertain about: ...konusunda karasız Preposition
with certainty: kesinliklealmost certain: neredeyse emin

certain amount: belirli miktar


certain distance: belirli mesafe
certain number: belirli sayı
Collocation
deserve certainly: kesinlikle hak etmek
certainly true: kesinlikle doğru
remember certainly: kesin olarak hatırlamak
uncertain future: belirsiz gelecek

Not: certain “that SVO” alabilen bir sıfattır.

● Death is certain, only the time is uncertain.


Ölüm kesindir, sadece zaman belirsizdir.
● Certain religions are against organ donation.
Bazı dinler organ bağışına karşıdır.
● Governments usually resort to price control when inflation has reached a certain level.
Enflasyon belli bir seviyeye ulaştığında, hükümetler genellikle fiyat kontrolüne başvururlar.

www.remzihoca.com 16
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST
● I'm almost certain that Jack will get into the university of his choice.
Jack'in istediği üniversiteye gireceğinden neredeyse eminim.

● Certainly he is handsome and intelligent, but there is something about him that I can't like.
Kesinlikle yakışıklı ve zeki, ama onun hakkında sevemediğim bir şey var.
● The uncertainty about the weather has had a definite effect upon the Englishman's character.
Hava durumu hakkındaki belirsizliğin İngilizlerin karakteri üzerinde kesin bir etkisi oldu.

agree
agree (v): anlaşmak, aynı fikirde olmak
agreement (n): anlaşma
disagree (v): aynı fikirde olmamak
disagreement (n): anlaşmazlık

agree with: ...ile anlaşmak


agree about: ...konuda anlaşmak
agree on: ...konuda anlaşmak
agree to: ...ya razı olmak
agreement with: ...ile anlaşma Preposition
agreement about: ...konuda anlaşma
agreement on: ...konuda anlaşma
agreement between: ...arasında anlaşma
agreement among: ...arasında anlaşma

I couldn’t agree more: tamamen katılıyorum


agree a plan: bir plana katılmak
agree reluctantly: isteksizce katılmak
peace agreement: barış anlaşması
sign agreement: anlaşmayı imzalamak Collocation
violate agreement: anlaşmayı ihlal etmek
formal agreement: resmi anlaşma
disagree completely: tamamen anlaşamamak
political disagreement: siyasi anlaşmazlık

● Even though I disagree with what you say, I fully acknowledge your right to say it.
Söylediklerine katılmıyor olmama rağmen, bunu söyleme hakkını tamamen onaylıyorum.
● Even though we disagree on many things, there are some things we agree on.
Pek çok konuda hemfikir olmamamıza rağmen, üzerinde anlaştığımız bazı şeyler var.
● The meeting was called off as there was no hope of agreement on either side.
İki tarafın da anlaşma umudu olmadığından toplantı iptal edildi.
● Most disagreements in a marriage result from the wife talking too much and the husband
not listening enough.
Evlilikteki çoğu anlaşmazlık kadının fazla konuşması ve kocanın yeterince dinlememesin-
den kaynaklanır.

believe
believe (n): inanmak
belief (n): inanç
believer (n): inanan

17 www.remzihoca.com
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST
believable (adj): inanılabilir
unbelievable (adj): inanılmaz

believe in: ...(nın varlığına) inanmak


beyond belief: inanılmaz Preposition
belief among: ...arasında inanç
in the belief that SVO: ...inancıyla

widely believed: yaygın olarak inanılan


believe rumour: söylentiye inanmak
contrary to popular belief: yaygın inancın aksine Collocation
hold belief: inanca bağlanmak/sahip olmak
religious belief: dini inanç
completely unbelievable: tamamen inanılmaz

Not: believe ve belief “that SVO” alabilen kelimelerdir.

● Columbus believed that the Earth was round.


Columbus, Dünya'nın yuvarlak olduğuna inandı.
● Do you believe global warming is the result of human actions?
Küresel ısınmanın insan eylemlerinin sonucu olduğuna inanıyor musunuz?
● Do you believe in ghosts?
Hayaletlere inanır mısın? (varlığına)
● He stated his belief that God created us.
Tanrı'nın bizi yarattığı inancını belirtti.
● Contrary to popular belief, more crimes occur in broad daylight than at night.
Yaygın inanışın aksine, gündüz vakti gece olduğundan daha fazla suç meydana geliyor.
● Believers in the Roman Catholic religion also worship the Virgin Mary, mother of Jesus
Christ.
Roma Katolik dinine inananlar İsa Mesih'in annesi olan Meryem Ana'ya da ibadet ederler.
● His story is strange, but it's believable.
Hikayesi garip ama inanılır.
● The chase scene in the movie was really exciting, and the special effects were unbelievable.
Filmdeki kovalamaca sahnesi gerçekten heyecan vericiydi ve özel efektler inanılmazdı.

access
access (n): erişim
accessible (adj): erişilebilir
inaccessible (adj): erişilemez

access to: ...ya erişim Preposition

provide access: erişim sağlamak


limit access: erişimi sınırlandırmak
poor access: zayıf/kötü erişim Collocation
easily accessible: kolaylıkla erişilebilir
totally inaccessible: tamamen erişilemez

www.remzihoca.com 18
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST
● A bridge gives access to the island.
Adaya bir köprü erişim sağlıyor.
● All students have access to the library.
Bütün öğrencilerin kütüphaneye erişimi var.
● The shopping district is easily accessible from our house.
Alışveriş bölgesine evimizden kolayca ulaşılabilir.

● The slightest damage to a CD or DVD could make the information on the disc inaccessible.
Bir CD veya DVD'ye en ufak bir hasar, diskteki bilgileri erişilemez kılar.

manage
manage (v): yönetmek | başarmak
management (n): yönetim
manager (n): yönetici

manage business: işi yönetmek


manage effectively: etkili bir şekilde yönetmek
manage properly: düzgünce yönetmek
general manager: genel yönetici Collocation
divisional manager: bölge yöneticisi
poor management: yetersiz yönetim
financial management: mali yönetim

Not: manage, başarmak anlamındaysa infinitive (to V1) ile kullanılabilir.


● A good management would listen to reasonable demands.
İyi bir yönetim makul talepleri dinler.
● David is the manager of the marketing department.
David pazarlama bölümünün yöneticisidir.
● He managed the company while his father was ill.
Babası hastayken şirketi yönetti.
● Jack has never had a steady job, but he's always managed to make ends meet.
Jack hiçbir zaman istikrarlı bir işi olmadı, ancak daima geçinmeyi başarıyor.
● He managed to pass his driving test even though he was a poor driver.
Yetersiz bir sürücü olmasına rağmen sürüş testini geçmeyi başardı.

argue
argue (v): tartışma | ileri sürmek
argument (n): tartışma | iddia, argüman

argue about: ...hakkında tartışmak


argue over: ...hakkında tartışmak
argument about: ...hakkında tartışma Preposition
argument between: ...arasında tartışma
argument with: ...ile tartışma

19 www.remzihoca.com
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST
argue constantly: sürekli tartışmak
get into argument: tartışmaya girmek
settle argument: tartışmayı çözmek Collocation
heated argument: hararetli tartışma
put forward argument: bir iddia öne sürmek

Not: argue ve arguement ileri sürmek, iddia anlamındayken “that SVO” ile kullanılabilir.

● After they argued, they didn't speak to each other for a week.
Tartıştıktan sonra bir hafta boyunca birbirleriyle konuşmadılar.
● Jack and Mary's relationship was very volatile and they argued constantly.
Jack ve Mary'nin ilişkisi çok dengesizdi ve sürekli tartışıyorlardı.
● Columbus argued that he could reach India by going west.
Columbus, batıya giderek Hindistan'a ulaşabileceğini ileri sürdü.
● The argument lasted a long time because nobody would admit to being in the wrong.
Tartışma uzun sürdü çünkü kimse yanlış olduğunu kabul etmedi.
● Jack and Mary were in the middle of a heated argument when John walked into the room.
Jack ve Mary, John odaya girdiğinde, hararetli bir tartışmanın ortasındaydı.
● It is not a convincing argument.
İkna edici bir argüman değil.

employ
employ (v): iş vermek | kullanmak
employment (n): istihdam
employer (n): işveren
employee (n): işçi
unemployment (n): işsizlik
unemployed (adj): işsiz

out of employment: işsiz


Preposition
unemployment among: ...arasında işsizlik

employ a method: bir yöntem kullanmak


employ an approach: bir yaklaşım kullanmak
employ labourer: işçi çalıştırmak
offer employment: iş teklif etmek
look for employment: iş aramak
temporary employment: geçici istihdam Collocation
previous/former employer: önceki işveren
hire employee: işçi almak
fire employee: işçiyi kovmak
lay off employee: işçiyi koymak
unemployment rate: işsizlik oranı
unemployment benefit: işsizlik yardımı/maaşı

● If he could speak English, I would employ him right away.


İngilizce konuşabilseydi, onu hemen işe alırdım.
● This detector employs light technology and sensors.
Bu detektör ışık teknolojisi ve sensörler kullanıyor.

www.remzihoca.com 20
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST
● Seasonal work is one type of temporary employment.
Mevsimlik iş bir tür geçici istihdamdır.
● The job applicant did not meet the expectations of the employer.
İşe başvuran, işverenin beklentilerini karşılamadı.
● Employees who successfully sell more make more money.
Başarılı bir şekilde daha fazla satış yapan çalışanlar daha fazla para kazanıyor.
● After the Great Depression, about 25 percent of working Americans were unemployed.
Büyük Buhran sonrası, çalışan Amerikalıların yaklaşık yüzde 25'i işsiz kaldı.
● This increase in unemployment is a consequence of the recession.
İşsizlik oranındaki bu artış, durgunluğun bir sonucudur.

inhabitant
inhabit (v): bir yerde yaşamak, ikamet etmek
inhabitant (n): yerli, sakin

● The region has never been inhabited by people.


Bölge hiçbir zaman insanlar tarafından iskan edilmedi.
● The inhabitants of the city depend upon the river for drinking water.
Şehrin sakinleri içme suyu için nehre bağlı.

Synonyms (inhabit): live, inhabit, occupy, reside, dwell

Synonyms (inhabitant): inhabitant, resident, citizen, dweller, denizen

familiar
familiar (adj): aşina, tanıdık
familiarity (n): aşinalık
unfamiliar (adj): aşina olmayan, yabancı

familiar with: ...ya aşina


familiar to: ...ya tanıdık Preposition
familiarity with: ...ya aşinalık
unfamiliar with: ...ya aşina olmayan

familiar face: tanıdık yüz


gain familiarity: aşinalık kazanmak Collocation
unfamiliar environment: yabancı çevre

● The school was familiar to him as he had been there when he was younger.
Okul, gençken orada bulunduğu için ona tanıdık geldi.

● Are you familiar with the cultures of the countries in Asia?


Asya’daki ülkelerin kültürlerine aşina mısın?

● The army got lost in unfamiliar territory.


Ordu aşina olmadıkları bir bölgede kayboldu.

21 www.remzihoca.com
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST
● You should look up all unfamiliar words in a dictionary.
Aşina olmadığınız tüm kelimelere bir sözlükten bakmalısınız.

precise
precise (adj): tam, eksiksiz, isabetli
precisely (adv): tam olarak, eksiksiz şekilde
precision (n): hassaslık, isabet

with precision: hassasiyetle Preposition

precise definition: eksiksiz tanım


precise calculation: tam hesaplama
determine precisely: tam olarak belirlemek Collocation
predict precisely: doğru şekilde tahmin etmek
precisely equal: tam olarak eşit
call for precision: hassasiyet gerektirmek

● We haven’t been told the precise details of what happened.


Olanların tam detayları bize söylenmedi.
● The football match started at 09:45 pm precisely.
Futbol maçı tam olarak 21:45’te başladı.
● Historians can't estimate the date with any precision.
Tarihçiler, tarihi herhangi bir hassasiyetle tahmin edemezler.

Synonyms accurate, exact, precise

afford
afford (v): (maddi) gücü yetmek, karşılamak
affordable (adj): makul fiyatlı
unaffordable (adj): pahalı

afford cost: maliyeti karşılamak


affordable price: makul/uygun fiyat
Collocation
affordable rent: makul/uygun fiyatlı kira
unaffordable luxury: pahalı bir lüks

Not: afford, fiilinden sonra infinitive (to V1) gelebilir.

● I am a bit hard up now and I can't afford such an expensive meal.


Şimdi biraz elim dar ve pahalı bir yemeği karşılayamam.

● I can't afford to buy a new bike, so I'll have to manage with this old one.
Yeni bir bisiklete gücüm yetmez, bu yüzden bu eskisiyle idare etmem gerekecek.

● I just want an affordable place to live.


Sadece yaşamak için uygun fiyatlı bir yer istiyorum.

www.remzihoca.com 22
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST

former
former (adj): önceki, eski
formerly (adv): önceden, eskiden

former president: önceki başkan


former member: eski üye Collocation
former prime minister: eski başbakan

● The former captain was superior to the present one.


Eski kaptan şimdikinden üstündü.
● Papua New Guinea was formerly two territories, Papua and New Guinea.
Papua Yeni Gine eskiden iki bölgeydi, Papua ve Yeni Gine.

Synonyms (former): previous, former

Synonyms (formerly): formerly, previously, at one time, once

find out
find out (pv): bulmak, keşfetmek, öğrenmek

find out secret: sırrı öğrenmek


find out reason: sebebini bulmak Collocation
find out identity: kimliğini öğrenmek

Not: find out, “that SVO” alabilen bir fiildir.

● I've been trying to find out who is responsible for maintaining this road.
Bu yolun bakımından kimin sorumlu olduğunu bulmaya çalışıyorum.
● I was really disappointed when I found out that I hadn't passed the exam.
Sınavı geçmediğimi öğrendiğimde gerçekten hayal kırıklığına uğradım.

Synonyms find out, discover, uncover, detect, expose, learn, disclose

bring up
bring up (pv): çocuk yetiştirmek | gündeme getirmek | kusmak

bring up a child: bir çocuğu büyütmek, yetiştirmek


bring up a subject: bir konuyu gündeme getirmek
Collocation
bring up a question: bir soruyu gündeme getirmek
bring up a matter: bir meseleyi gündeme getirmek

● He was brought up by his grandfather because both of his parents had died in a car
accident.
Dedesi tarafından büyütüldü, çünkü her iki ebeveyni de araba kazasında ölmüştü.
● You picked a bad time to bring up that topic.
Bu konuyu gündeme getirmek için kötü bir zaman seçtin.

23 www.remzihoca.com
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST

● He has brought up what he has eaten.


Yediklerini çıkardı.

result
result (n): sonuç, netice

result of: ...nın sonucu


as a result: sonuç olarak
as a result of: ...nın sonucu olarak Preposition
result in: ...ile sonuçlanmak, sebep olmak
result from: ...dan kaynaklanmak

yield result: sonuç vermek


promising result: umut verici sonuç
expected result: beklenen sonuç Collocation
inevitable result: kaçınılmaz sonuç
conclusive result: kesin sonuç
satisfactory result: tatmin edici sonuç

● Fatigue is the natural result of overwork.


Yorgunluk fazla çalışmanın doğal sonucudur.
● All this damage is the result of the storm.
Bütün bu hasar fırtınanın sonucudur.
● Even the most carefully made plans frequently result in failure.
En dikkatli yapılan planlar bile sık sık başarısızlıkla sonuçlanır.
● Accidents often result from carelessness.
Kazalar genellikle dikkatsizlikten kaynaklanır.
● As a result of the accident, several passengers were killed.
Kaza sonucu, birkaç yolcu hayatını kaybetti.

Synonyms result, consequence, outcome, fruit, effect, conclusion

go through
go through (pv): yaşamak, geçirmek, deneyimlemek

go through a phase: bir evreden/aşamadan geçmek


go through a process: bir süreçten/işlemden geçmek
Collocation
go through a stage: bir aşamadan geçmek
go through a crisis: bir krizden geçmek

● During wars, people go through many hardships.


Savaş sırasında insanlar birçok zorluk yaşarlar.
● The United States went through a period of economic prosperity in the 1950s.
Amerika Birleşik Devletleri 1950'lerde bir ekonomik refah dönemi yaşadı.

www.remzihoca.com 24
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST

break out
break out (pv): patlak vermek, başlamak

fire may break out: yangın çıkabilir Collocation


war may break out: savaş patlak verebilir

● A fire broke out last night and three houses were burnt down.
Dün gece bir yangın çıktı ve üç ev yandı.
● A war broke out between the two countries.
İki ülke arasında bir savaş patlak verdi.

experience
experience (n): tecrübe, deneyim
experience (v): tecrübe etmek, yaşamak, geçirmek
experienced (adj): tecrübeli, deneyimli
inexperienced (adj): tecrübesiz, deneyimsiz

work experience: iş deneyimi


lack experience: tecrübesi eksik olmak
draw on experience: deneyimden faydalanmak Collocation
experience stress: stres yaşamak
experience shortage: kıtlık yaşamak
experience illness: hastalık geçirmek

● He didn't have enough experience to cope with the problem.


Sorunla başa çıkmak için yeterli deneyime sahip değildi.
● This is the mildest winter that we have ever experienced.
Bu şimdiye kadar yaşadığımız en ılıman kış.
● Jack was very experienced in overseas investments.
Jack, yurtdışı yatırımlarında çok deneyimlidir.
● The task of changing engines is not an exercise for the inexperienced mechanic.
Motor değiştirme işi, deneyimsiz tamircilerin yapacağı bir iş değildir.

tradition
tradition (n): gelenek
traditional (adj): geleneksel
traditionally (adv): geleneksel olarak

folk tradition: halk geleneği


ancient tradition: eski gelenek
traditional costume: geleneksel kostüm Collocation
traditional agriculture: geleneksel tarım
traditional view: geleneksel görüş

● Historians say that this tradition dates back to at least 2,000 BC.
Tarihçiler bu geleneğin M.Ö. 2.000 yıllarına dayandığını söylüyor.

25 www.remzihoca.com
YÖKDİL SOSYAL VOCABULARY LIST
● It is traditional to wear black to a funeral.
Bir cenazede siyah giymek gelenekseldir.
● Many ethnic groups traditionally give money as a wedding gift.
Birçok etnik grup geleneksel olarak düğün hediyesi olarak para verir.

Synonyms tradition, convention, custom

Synonyms traditional, conventional

require
require (v): gerektirmek
requirement (n): gereklilik
required (adj): gerekli

requirement for: ... için gereklilik


Preposition
required for: ...için gerekli

require protection: koruma gerektirmek


require explanation: açıklama gerektirmek
require treatment: tedavi gerektirmek Collocation
required standard: gerekli standart
basic requirement: temel gereksinim

● All passengers are required to show their tickets.


Tüm yolcuların biletlerini göstermesi gerekiyor.
● An aging population will require more spending on health care.
Yaşlanan bir nüfusun sağlık bakımı için daha fazla harcama yapması gerekir.
● It requires more courage to suffer than to die.
Acı çekmek ölmekten daha çok cesaret gerektirir.
● Learning a foreign language requires patience.
Yabancı bir dil öğrenmek sabır gerektirir.
● The only requirement is that you are at least 18 years old.
Tek şart, en az 18 yaşında olmanız.
● A list of required hardware is available here.
Gerekli donanımın bir listesi burada mevcuttur.

www.remzihoca.com 26
YDS DERSLERİ
Çeviri, kelime, okuma çalışmaları ve soru çözüm stratejileri ile
seviyeniz ne olursa olsun sizi YDS’ye eksiksiz hazırlayacak internetin
olduğu her yerden istediğiniz zaman ulaşabileceğiniz online eğitimler
sunuyoruz.

YÖKDİL DERSLERİ
Sosyal Bilimler, Sağlık Bilimleri ve Fen Bilimleri alanlarına yönelik
çeviri, kelime, okuma çalışmaları ve soru çözüm stratejileri ile
seviyeniz ne olursa olsun sizi YÖKDİL’e eksiksiz hazırlayacak internetin
olduğu her yerden istediğiniz zaman ulaşabileceğiniz online eğitimler
sunuyoruz.

ÇEVİRİ DERSLERİ
İster sınav için ister akademik kariyeriniz için katılabileceğiniz
Akademik Çeviri Dersleri ile kısa sürede İngilizce'den Türkçe'ye çeviri
bilginizi geliştirebilirsiniz. Çeviri dersleri aracılığıyla çeviri bilginizin
yanı sıra hem okuma-yazma becerinizi hem de kelime bilginizi ileri
seviyeye taşıyabilirsiniz.

KİTAPLAR
YDS ve YÖKDİL’e yönelik titizlikle hazırladığımız kitaplarımızı, internete
erişiminizin olmadığı zamanlarda YDS ve YÖKDİL sınavlarına eksiksiz
hazırlanmak için rehber olarak kullanabilirsiniz.

ONLINE UYGULAMALAR
İnternete bağlanabilen tüm cihazlarda rahatça kullanabileceğiniz
İngilizce öğrenme uygulamalarımızla, öğrenmeyi hem zevkli hale
getiriyor hem de bireyselleştiriyoruz. Üstelik tüm uygulamalarımızı
online derslere katılan kullanıcılara ücretsiz sunuyoruz.

Rh Pozitif Yayıncılık Danışmanlık ve Eğitim, Öğretim Hizmetleri San. Tic. Ltd. Şti.
Ertuğrulgazi Mahallesi Ceylanbeyli Sk. No:29 Pk:26140 Tepebaşı | Eskişehir
0(850) 532 74 74 | 0(532) 365 01 08
iletisim@remzihoca.com

www.remzihoca.com

You might also like