Professional Documents
Culture Documents
HARP AKADEMİLERİ
STRATEJİK ARAŞTIRMALAR ENSTİTÜSÜ
Hazırlayan
Efe GÜZELOĞLU
Tez Danışmanı
Doç. Dr. Gültekin YILDIZ
İSTANBUL – 2016
(BU SAYFA BOŞ BIRAKILMIŞTIR)
T.C.
HARP AKADEMİLERİ
STRATEJİK ARAŞTIRMALAR ENSTİTÜSÜ
Hazırlayan
Efe GÜZELOĞLU
Tez Danışmanı
Doç. Dr. Gültekin YILDIZ
İSTANBUL – 2016
ÖZET
I
SUMMARY
The main theme of this research is to understand the mentality and identity of
early republican military officers in Turkey. Officers of early republican period were the
last commanders of the Ottoman army and the first commanders of the Turkish Republic.
In this complex period, problems about the inner structure of the army, military mentality,
civil - military relations, perceptions of security and questions about the situation and
targets of the nation were the important subjects for the officers. In this thesis, the main
concepts and decisive elements that determine the way of thinking in these subjects of
the officers have been researched and analyzed.
Memoirs and other books about history, politics and military that were written by
the officers were taken as the main sources in order to understand the subjects’ own
perspective and own perception. In this sense, three main chapters were determined as
thoughts focused army’s inner problems, thoughts focused on society, and thoughts
focused on politics. In first chapter, two main concepts and their influence on officers
were investigated: Absolute obedience and competition between military branches. In
the second chapter, the concept of “progress” was evaluated. The ideal of progression
was revealed as the main target that dominated the social thinking of the officers. The
idea of solidarism was also related to the concept of progress and these two were taken
as the center of the thoughts that are focused on society. In the third chapter, thoughts
on politics were investigated. The international politics of the nation state, perception of
threats, civil – military relations inside the country and officers’ perception of ideology
and politicians were evaluated.
The intellectual, social, political and cultural atmosphere of the period of the early
republic was taken in consideration with the military mentality of the officers. All of these
factors were tried to be used combined during research.
II
İÇİNDEKİLER
ÖZET I
SUMMARY II
İÇİNDEKİLER III
ÖN SÖZ VI
GİRİŞ 1
III
1.3. BÖLÜM SONUCU 38
IV
3.1.2.1. Tehdit Altında Olmak 74
SONUÇ 103
KAYNAKÇA 106
ÖZGEÇMİŞ 113
V
ÖN SÖZ
Bu tez böyle bir merak ve anlama çabasının izinden giderek, Erken Cumhuriyet
döneminde subayların kimlik ve zihniyet dünyasını değerlendirmektedir. Subayların
anıları ve yazdıkları diğer eserler üzerinden, subay düşünce dünyasının temel değerleri,
baskın unsurları ve belirli düşünce biçimleri açığa çıkarılmaya çalışılmıştır. Tez üç ana
bölümde, subayların askerî, sosyal ve siyasî konulardaki temel tutum ve tavırlarını ele
almaktadır. Bir bütün olarak, bir Erken Cumhuriyet subayı profili çizmek
amaçlanmaktadır.
Her ne kadar tezin amacı subayların ortak tavır ve tutumlarını ortaya koyarak
bütüncül bir sonuca ulaşmak olmuşsa da, tezin yazarı bu bütünlük içerisindeki farklılık,
zenginlik ve çoğulluğa da tanık olmuştur. Tezin temel kaynakları anı kitapları
olduğundan, benzer ama farklı hayat hikâyelerine sahip insanların duygu, düşünce ve
anıları arasında dolaşmak ve onları sadece tarihsel malzeme olarak değil, birer birey
olarak görebilmek mümkün olmuştur. Tarihin yapıcısı, tarih disiplininin ise temel
araştırma konusu olan “insan”, sosyal bilimciye ulaşmak istediği genel sonuçları verse
bile, tekil ve biricik olma özelliğini korumaktadır. Bu tezin yazarı için de, tez çalışması
süresince en büyük mutluluk, bugün hiçbiri hayatta olmayan anı yazarlarının
yaşamlarını, onların gözleriyle görebilmek olmuştur.
Tez çalışması süresince zaman ve emek ayırarak bana yardımcı olan, değerli
fikirleriyle tezin ilerlemesini sağlayan hocam Dr. Mehmet BEŞİKÇİ’ye, değerli önerileri ve
katkılarıyla teze derinlik kazandıran Prof. Dr. Gencer ÖZCAN’a, büyük dikkat ve özenle
yazdıklarımı gözden geçirip geliştirmemi sağlayan danışman hocam Doç. Dr. Gültekin
YILDIZ’a şükranlarımı sunuyorum. Bu tezin yazımı boyunca -ve hayatımın geri
kalanında- her zaman ve her anlamda yanımda olan aileme sonsuz teşekkür borçluyum.
VI
GİRİŞ
Araştırma, belirli bir teorik çerçeve içinde, temelde subayların kendi anlatılarına
dayandırılmıştır. Bu aşamada dikkat edilen bir nokta, büyük teorilerin dayatmacılığı
içinde anılardaki özgül deneyim ve düşünceleri bir kalıba sıkıştırmamak, varsayılan
kuramsal sonuca “zorla” ulaşmaya çalışmamaktır. Böyle bir hataya düşmemek için
kuramsal çalışmaların esnek bir biçimde kullanılmasına önem verilmiştir. Teori, anılara
sorulacak bazı genel soruların formüle edilmesinde kullanılmış, bu soruların
cevaplanmasında ise söz deyim yerindeyse subaylara bırakılmıştır.
Tez üç ana bölüme ayrılmıştır. Bunlardan ilki “Ordu İçi Sorunlar ve Subaylar”,
ikincisi “Toplum Odaklı Düşünce ve Subaylar”, üçüncüsü ise “Siyaset Odaklı Düşünce
ve Subaylar” başlıklarını taşımaktadır. Bölümler, doğal olarak, subayların belirli bir
konudaki tüm fikirlerini aktarmak gayretinde değildir; amaçlanan şey subayların düşünce
biçimini oluşturan temel unsurları açığa çıkarmaktır. Bu anlamda her bölümde bir ağırlık
merkezi oluşturulmaya çalışılmıştır. Örneğin ordu içi sorunların ele alındığı bölümde,
“mutlak itaat” ve “kuvvetler (deniz ve kara) arası rekabet” konularının çözümlenmesi ön
plana çıkmıştır. Toplumsal düşüncelerin ele alındığı bölümde işlenen, “ilerleme”
düşüncesi, anıların incelenmesinde belirgin bir biçimde gözlenebilen bir konu olmuştur.
Bunun arkasından gelen solidarizm (dayanışmacılık) ve özgüven - geri kalmışlık
tartışmaları, ilerleme fikrinin uzantıları olarak ele alınmıştır. Subayların kendi
toplumlarına baktıklarında gördüklerinin büyük çoğunluğu bu üç kavramın (geri kalmışlık,
ilerleme ihtiyacı, bunun için dayanışma zorunluluğu) çatısı altında formüle edilebilir.
1
Siyaset odaklı bölümde ise, sorun subayların dar anlamda siyasî görüşleri değil, siyaset
kavramına ve siyaset kurumuna bakışlarıdır. Ayrıca bir siyasî özne olarak ulus-devletin
diğer öznelerle ilişki kurma biçimi ve subayların bu konudaki güvenlik odaklı yaklaşımları
ele alınmıştır.
Çalışmanın bütününde ortaya çıkan subay profili, ilerlemeci, solidarist bir toplum
görüşüne yatkın, dünya algısı itibariyle güvenlik odaklı ve insana dair düşüncelerinde
kötümser bir subaydır. Toplumun ilerlemesi ve “diğerlerine” yetişmesi gerektiğini sık sık
vurgular; bunu başarmak için de toplumda çatışmaya değil dayanışmaya vurgu yapar ve
toplumu solidarist bir yapı olarak tasavvur eder. Bu yapının dışarıdan ve onun uzantısı
olarak içeriden gelen tehditlerle her an tehlike altında olduğuna inanır ve buna karşılık
tetikte olmanın ve tehdite karşılık vermek için “hazır” olmanın önemini gündeme getirir.
İnsan doğasına ve tarihî akışa dair görüşleri kötücüldür; yani tehditlerin iyi niyetli
yaklaşımlarla ortadan kaldırılabileceği fikrine kapalıdır. Savaşı ve şiddeti geçici sapmalar
olarak değil tarihin ve insanın kalıcı unsurları olarak görür. Bu yüzden barışı korumak
için de askerî olarak güçlü olmak gerektiğine inanır ve tehditlerle dolu bir dünyada olma
duygusuyla güvenlik odaklı düşünür. Öte yandan mutlak itaat ve inisiyatif arasındaki
çatışma, kuvvetler arası rekabet, sivil bürokrasi ve siyaset kurumu ile ilişkiler bağlamında
bir takım çelişkileri kaçınılmaz olarak içinde taşımaktadır.
1 Samuel Huntington, Asker ve Devlet Sivil Asker İlişkilerinin Kuram ve Siyasası, K. Uğur Kızılarslan
(çev.), Salyangoz, İstanbul, 2004.
2 A.g.e., s. 86.
2
Çalışmaya dayanak noktası oluşturan bir diğer temel kaynak da William Hale’in
Türkiye’de Ordu ve Siyaset isimli çalışmasıdır.3 Bu kaynak Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ve
subaylarını uzun bir zaman aralığı içinde bir bütün olarak değerlendirebilme imkânı
sağlamıştır. Bunun dışında, gerek Huntington’dan sonra bu alanda gelişen literatürden4,
gerekse Türkiye’de subay, ordu ve askerlik üzerine çalışmalardan5 yararlanılmıştır.
3 William Hale, Türkiye’de Ordu ve Siyaset, Ahmet Fethi (çev.), Alfa, İstanbul, 2014.
4
Bkz. Janowitz Morris, The Military in the Political Development of New Nations: An Essay in
Comparative Analysis, University of Chicago Press, Chicago, 1964, s. 104-105. Janowitz Morris, The
Professional Soldier: A Social and Political Portrait, Glencoe, Ill.: Free Press, 1971. Eric A. Nordlinger,
Soldiers in Politics : Military Coups and Governments, Englewood Cliffs, N.J., Prentice-Hall, 1977.
5 Bkz. Ümit Özdağ, Ordu - Siyaset İlişkisi (Atatürk ve İnönü Dönemleri), Gündoğan, Ankara, 1991. Ahmet
Turan Alkan, II. Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, Ufuk Kitap, İstanbul, 2006. Seydi Çelik, Devlet ve
Asker Osmanlı’dan Günümüze Askerî Bürokrasinin Sistem İçindeki Yeri, Salyangoz Yayınları, İstanbul,
2008. Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, Evren Balta Paker, İsmet Akça (der.), İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010.
6 Hakan Şahin, Asker Anılarında Türkiye’de Toplum ve Siyaset Algısı, İstanbul Üniversitesi, Sosyal
3
tezde de –doğal olarak- siyaset üstü – dışı olma durumu, siyasete ve siyasetçilere karşı
tavır incelenmiştir. Ancak Şahin’in tezinde yine geniş bir yelpazede askerlerin politize
olma biçimleri ele alınırken, bu tezde askerlerin kendilerini siyaset, sivil bürokrasi,
siyasetçi ve ideolojilere karşı nasıl konumlandırdıkları ön plana çıkmıştır. Ayrıca bu tezde
siyaset yalnızca iç politika ile sınırlı tutulmamış ve subayların ulus-devletin dış siyasetine
ve güvenlik siyasetine dönük yaklaşımları da ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Son olarak
subaylar ve toplum ilişkisine yönelik bölümde Şahin, subayların kendini toplumun
üzerinde konumlandırma, toplumun gideceği yönü tayin etme taleplerini askerî
müdahaleler ile birlikte ele almıştır. Bu tezde ise subayların ilerleme fikrine duydukları
inanç, milli mücadele, din-laiklik ilişkisi ve devlet otoritesini tesis etme gibi konular
ekseninde genişletilmiş ve solidarizm arayışına bağlanmıştır.
4
1923 öncesi ya da 1938 sonrası örnekleri kullanma konusunda esnek davranılmıştır.7
Bir diğer sınırlılık, tarihin “kesilip biçilmesini” andıran yazım yöntemidir. Zira Cihan
Harbi dönemine ait bir anekdottan yola çıkan bir alt başlık, hemen ardından 1930’lardan
bir örnekle devam edebilmekte ve bu ikisinden ortak sonuçlar çıkarılabilmektedir. Ya da
Milli Mücadele sırasında general olarak görev yapmış bir subayın söylemleriyle 1930’lu
yıllarda görev yapan bir teğmen bir arada değerlendirilebilmektedir. Bu duruma yapılacak
açıklama, her iki dönemdeki subayların aynı meslekî etik ve zihniyet ortamı içinde
oldukları ve ortak bir subay kimliğinin parçaları olduklarıdır. Diğer bir deyişle bu tez zaten
bu dönemin subaylarını bir bütün olarak ele alma çabası içerisindedir ve böyle
bakıldığında bu zaman sıçramaları kaçınılmazdır. Yine bu anlamda, metinde nadiren de
olsa “Erken Cumhuriyet subayları” ibaresinin yerini “Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet
subayları” ibaresi alabilmektedir. Bu ifadeler elbette bu çalışmanın Geç Osmanlı
subaylarını kapsadığı anlamına gelmeyip, Cihan Harbi ya da Milli Mücadele’den
tamamlayıcı bir örneğin konuya dâhil edilebilmesi için kullanılmıştır.
7 Şu da belirtilmelidir ki farklı araştırma alanlarının farklı dönemlendirmeleri olabilir. Askeri tarihçilik açısından
Erken Cumhuriyet, NATO üyesi olunan 1952’ye dek (yani Alman saavaş tarzının yerini Amerikan askerî
doktrinleri alana dek) götürülebilir. Ancak sözgelimi bu tezde ele alınan ve subaylar üzerinde etkili olduğu
savunulan solidarist düşünce, 1920’lerin ve özellikle 1930’ların tartışma konusudur. Bu yüzden askeri
tarihçilik için temel alınabilecek bir dönemlendirmeden çok, iki savaş arası dönemi bir bütün kabul eden
genel dönemlendirme tercih edilmiştir.
8 Mehmet Beşikçi, “Askerî Tarihçiliğin Gayri Resmi Kaynakları: Asker Anıları ve Günlükleri”, Osmanlı Askerî
Tarihini Araştırmak: Yeni Kaynaklar Yeni Yaklaşımlar, Cevat Şayin, Gültekin Yıldız (der.), Tarih Vakfı
Yurt Yayınları, İstanbul, 2012, 91-105, s. 102.
5
kısa bir süre sonra Alman generallerle mülakat yapma şansı bulan ve bunları
kitaplaştıran Liddel Hart, “Hiçbir şey herhangi bir ülkenin devlet adamlarının ve
generallerinin yaşadıkları zamanları olaylarla ilgili değerlendirmeleri bir araya getirirken
kendi eylemleriyle ilgili özel olarak kurulmuş anlatımları kadar yanıltıcı olamaz.” 9
demektedir. Bu genel sorunu kabul etmekle birlikte, bu tezin ulaşmak istediği sonuçlar
açısından bunun bir sorun teşkil etmediği belirtilmelidir. Zira amaçlanan şey doğruya
ulaşmaktan çok, subayların bakış açısını anlamaktır. Örneğin, Halil Kut anılarında
Bağdat’ın Alman subaylar yüzünden kaybedildiğini söylüyorsa, önemli olan bunun doğru
olup olmaması değil, Halil Kut’un Almanlar hakkındaki olumsuz görüşlerini yansıtıyor
olmasıdır.10
Bahriyeli subaylara ait anı ve diğer kitapların nicelik olarak zayıf kaldığı
söylenebilir. Denizci subaylar tarafından yazılmış, içerik açısından –tez için- verimli
malzeme barındıran az sayıda esere rastlanmıştır. Bu konudaki açık kısmen, kendisi
denizci olmayan ancak Bahriye üzerine yazdıklarıyla tanınan ve denizcilerin bakış açısını
benimsediği görülen Nejat Gülen’in yazdıklarıyla kapatılmaya çalışılmıştır. Ayrıca,
yukarıda anılan sebeplerden dolayı Atatürk, İnönü, Çakmak ve Karabekir gibi kapsam
dışında tutulabilecek olan Rauf Orbay, Bahriyeli subayların eksikliği düşünülerek
çalışmaya dâhil edilmiştir.
Tezin üçüncü bölümünün ikinci kısmı özel olarak bazı noktaların altının çizilmesini
gerektirmektedir. Bu kısım Erken Cumhuriyet subaylarının siyaset kurumu ve sivil
bürokrasi ile ilişkileri üzerine kurulmuştur ve ayrıca subayların siyaset ve ideoloji
9 H.B. Liddel Hart, Hitleri’in Generalleri Konuşuyor, Alman Generallerinin Gözüyle Zaferlerin ve
Yenilgilerin Nedenleri, Cilt 1, Mehmet Tanju Akad (Çev.) Kastaş Yayınları, İstanbul, 1996, s. 25.
10 Halil Kut, Kutü’l – Amare Kahramanı Halil Kut Paşa’nın Hatıraları, Haz. Erhan Çiftçi, Timaş Yayınları,
İstanbul, 2015.
6
kavramlarına bakışlarını ele almaktadır. Denilebilir ki, araştırmanın en hassas kısmı bu
olmuştur; zira askerlerin düşünce biçimini anlamak bakımından bu konuyu tamamen
dışlamak imkânsızdır; ancak meselenin tam bir “mayın tarlası” olduğu da kabul
edilmelidir. Zira konu siyasî yorum ve tartışmalara fazlasıyla açıktır. Ayrıca asker siyaset
ilişkilerinin askere ve siyasete etkileri gibi karmaşık konuları da beraberinde
getirmektedir.
Son olarak tezin teorik çıkış noktasına dayanak olan Samuel Huntington üzerine
bir yorum yapılabilir. Aykut Çelebi, Carl Schmitt’in Siyasal Kavramı kitabının Türkçe
çevirisine yazdığı sunuş yazısında, Michel Foucault ile Schmitt arasında bir kıyaslama
yapar. Buna göre Foucault siyasî bir görüş ve siyasî bir kavrayış geliştirmektense,
bunların çözümlenmesinin daha önemli olduğunu düşünmektedir. Schmitt ise tam tersi,
siyasetin ve siyaset tekniklerinin çözümlenmesinin gereğinden fazla önem kazandığını
düşünmekte ve artık siyasî bir düşünce ve kavrayış üretmenin geri plana düştüğünden
yakınmaktadır. 12 Tarihçiler ve genel olarak sosyal bilimciler için de benzer bir ayrım
yapılabilir. Bir konuyu çözümlemek ve anlamaya çalışmakla, bundan bir siyasî tutum, bir
ideoloji, bir ideal yaklaşım çıkarmaya çalışmak farklı şeylerdir. Bazı durumlarda sosyal
bilim ve tarih araştırmacısı, ele aldığı konuyu derinlemesine kavrama arayışında olurken,
7
bazı durumlarda geçmişe yönelik çözümlemelerden bugüne ve geleceğe yönelik dersler
çıkarmak önem kazanır.13
İkinci tip yaklaşıma bir örnek de Huntington’dur. Huntington’un askerler için sıkça
tekrarladığı tespit kendisi için de geçerlidir: O, muhafazakâr - realist bir dünya görüşüne
sahiptir. Devlet ve hatta medeniyet odaklı düşünmektedir ve bu yüzden bir meseleyi ele
alırken onu yalnızca anlamaya çalışmakla kalmayıp, mensup olduğu siyasî özne
(Amerika Birleşik Devletleri ve Batı) adına dersler de çıkarma eğilimindedir. Bu yüzden
Huntington’un bu teze de temel olan “profesyonel askerî etik” tanımı, örneklerin
incelenmesinden çıkan bir toplam sonuçtan çok, Huntington’un çizdiği ideal portredir.
Diğer bir deyişle Huntington’un formüle ettiği askerî etik, ulus devlet subaylarının tipik bir
portresi değil, Huntington’un ideal – olması gereken olarak ortaya koyduğu bir
betimlemedir. Bunun farkına varmamak araştırmacıyı tuzağa düşürebilir; zira
unutulmamalıdır ki bu “ideal portre”, tarihin belirli bir döneminde, belirli bir kişinin
idealidir.14
13
Bu ikinci tip yaklaşıma örnek olabilecek iki çağdaş tarihçi Paul Kennedy ve Niall Ferguson’dur. Bu tarihçiler,
tarihin işleyişinden çıkardıkları sonuçları, “buradan sonra ne yapılması gerektiğine” dair malzeme olarak
kullanma eğilimindedir. Niall Ferguson, Uygarlık Batı ve Ötekiler, Nurettin Elhüseyni (çev.) YKY, İstanbul,
2011. Paul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, Birtane Karanakçı (çev.), Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, Ankara, 1991.
14 Tam da bu tezin yazılma sürecinde gündeme gelen bir haber de bu noktayı kanıtlar niteliktedir. İngiltere’de
İşçi Partisi’nin seçimlerde başarı göstermesi olasılığına karşı, subaylar bu durumu bir ulusal güvenlik tehdidi
sayacaklarını duyurmuşlardır. Bu durum, tartışmanın, belki de sivil asker ilişkilerinin sınırları netleşmiş gibi
gözüken Batı’da dahi hâlâ sonlanmaya çok uzak olduğunun göstergesidir. “We won't stand for it”,
http://www.dailymail.co.uk/news/article-3241904/We-won-t-stand-Army-brass-warn-MUTINY-Jeremy-
Corbyn-Prime-Minister.html (Erişim Tarihi: 14.10.2015.)
8
olarak ele alınabilir ve gerek subaylar, gerekse siviller üzerinde bunun etkileri
araştırılabilir. 1 Kısacası, Erken Cumhuriyet subaylarının düşünce biçimlerini oluşturan
temel etmenler, Cumhuriyet tarihinin büyük zihin haritasının önemli bir parçasıdır ve bu
tez de hem daha sonraki dönemlerin subaylarını anlamak açısından, hem de sivillerin
düşünce dünyası ile etkileşimi takip etmek açısından gerekli bazı bulguları ortaya
koymaktadır.
1 Bu konuda önemli bir tartışma için bkz. Ümit Kıvanç, Pan-İslamcının Macera Kılavuzu, Birikim Yayınları,
İstanbul, 2015, s. 78-81.
9
BİRİNCİ BÖLÜM
Erken Cumhuriyet ordusu, bir savaş makinesi, bir askerî aygıt olmanın yanı sıra,
yeni rejimin ideolojik sembollerinin cisimleştiği bir alandır. Cumhuriyet subayları –ki bir
kısmı Devlet-i Aliyye’nin son subaylarıdır- rejimin değerlerini ve ideolojisini önemli ölçüde
yansıtmıştır. Bunun en açık örneklerinden biri askerî bürokraside yapılan tasfiyelerdir.
Daha 1923 yılında kurulan Askerî Heyet-i Mahsusa, olağanüstü yetkilere sahip bir yargı
organı olarak askerî bürokraside köklü tasfiyeler yapmıştır. En başta Milli Mücadele’ye
katılmış olmak, Ankara Hükümeti’nde yakın olmak gibi unsurlar dikkate alınarak, (ülkenin
maddi anlamda elverişsiz durumunun da daha fazla taşıyamayacağı) Cumhuriyet’in
1Ümit Özdağ, Ordu - Siyaset İlişkisi (Atatürk ve İnönü Dönemleri), Gündoğan, Ankara, 1991, s. 105.
2 SelimDeringil, Denge Oyunu İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, İstanbul, 2012 s. 30-37.
10
subay kadrolarının önemli bir kısmı tasfiye edilmiştir.3 Bu uygulama, yeni rejimin istediği
tipte bir subay ve ordu yaratma girişiminin bir parçasıdır.
Cumhuriyet döneminde askerî eğitim kurumları, rejimin ihtiyaç duyduğu türde bir
subay kadrosu yetiştirmek için çalışmıştır. Özellikle 1923 sonrası yetişen genç kuşak
subaylar rejimin istekleri doğrultusunda yetiştirilmiştir. Okullardaki dersler askerî ağırlıklı
olmuş ve genel kültür dersleri müfredatta yer almamıştır. Subayların askerî meseleler
dışındaki konulara ilgisini engellemek için okul yayınları dışındaki kitaplar yasaklanmıştır.
Aynı zamanda gerek Osmanlı ordusundan gelen gerekse Cumhuriyet döneminde göreve
başlamış subayların –ki bunlar birbirleriyle bütünleşmiştir- toplumun prestijli
kesimlerinden olmaları ve yüksek bir özgüvene sahip olmaları amaçlanmıştır. Bu
subaylar kendilerinin rejim içindeki ayrıcalıklı konumlarının bilincindedir.4
Ordu içinde ve subay eğitiminde disiplin genel olarak sıkı tutulmuştur ancak
Özdağ 1924-1930 arası dönemin “ölçülü disiplin”, 1930 sonrası dönemin ise “katı disiplin”
dönemi olduğunu söyler.5 Harp Okulu’nun Cumhuriyet dönemindeki ilk mezunları 1924
yılında verilmiştir. 1924 - 1938 arasında Harp Akademileri’nden her yıl 26 ile 51 arasında
değişen sayılarda kurmay mezun verilmiştir. Ancak Harp Okulu’ndan çıkan subay sayısı
özellikle 1930’lu yıllar boyunca sürekli artmıştır. 1924’te 145 mezun veren Harp Okulu,
1938’de 1013 mezun vermiştir. Özellikle Harp Okulu’ndan çıkan genç subayların sayısı
arttıkça, İmparatorluk döneminden kalan subaylarla terfi konusunda sorunlar yaşanmıştır
ve bu sorunların çözümü için yoğun yasama çalışmaları yapılmıştır.6
3 Cemil Koçak, Belgelerle Heyet-i Mahsusalar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005, s. 19.
4 Ümit Özdağ, a.g.e., s. 116-117.
5 A.g.e., s. 112.
6 A.g.e., s. 114.
11
görevlerini icra etme biçimleri üzerinde büyük etkisi vardır. Bu anlamda, teorik çerçevede
belirlenen etmenler ile pratikte karşılaşılan durumların en fazla örtüştüğü alanlar
bunlardır. Diğer bir deyişle Samuel Huntington’un çizdiği ulus-devlet subayı profilinde bu
konularda yapılan tespitler, Erken Cumhuriyet subaylarının anıları uyumludur.
Bölüm iki temel kısım halinde ele alınacaktır. İlk kısımda “Mutlak İtaat” kavramının
tanımı ve bu kavramın askerlik için genel olarak ne ifade ettiği incelenecek, ardından
subay anıları üzerinden mutlak itaat olgusunun Erken Cumhuriyet’te ne gibi sonuçları
olduğu üzerinde durulacaktır. İkinci kısımda ise “Askerî İhtiyaçlar Hiyerarşisinin” ne
olduğu ve farklı kuvvet ve sınıftan subayların meslekî zihniyetlerine nasıl etki ettiği ele
alınacaktır. Tüm bunlar ele alınırken sivil alanda yaşanan gelişmeler de göz önünde
tutulacaktır.
Disiplin ve emir - komuta zincirinin katılığı bütün askerî kurumlarda gözlenen bir
durumdur. “Askerliğin temeli disiplin, disiplinin temeli de itaattir.” sözü askerlik ve disiplin
arasındaki ilişkiyi açıklar.7 Askerî anlamda disiplinin, sivil kurumlardaki disiplinden farklı
işlediği de vurgulanmalıdır. Savaş makinesi, devletin çıkarları için savaşan bir yapıdır ve
bu yapının parçası olan bireyler, ölümle burun buruna oldukları anlarda bireyselliğin
ötesinde bir disiplin ve itaat anlayışı ile hareket ederler.8 Subaylar da bu disiplin anlayışı
içinde yetiştirilirler ve mesleklerini bu anlayışla icra ederler.
Disiplin ve itaatin bütün ordularda merkezî bir rolü olduğu bilinse de Türk Silahlı
Kuvvetleri’nde disiplinin boyutlarının uçlara çekildiği araştırmacılarca ifade edilmiştir.
Kuşkusuz bunun bir sebebi, Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet dönemlerinde orduya
model olarak alınan Alman/Prusya doktrininin en belirleyici özelliklerinden birinin katı
disiplin anlayışı ve itaat kültürü olmasıdır. 9 Ancak komuta yapısının bu derece katı
olmasının siyasî sebepleri de vardır. Yukarıdan aşağıya işleyen denetleme
mekanizmalarının, emir - komuta zincirinin dışında bir hareketlenme olmasını önleme
amaçlı olarak sıkı tutulduğu ve subayların iradesinin emir - komuta zincirinin tepesindeki
7 Hakan Şahin, Asker Anılarında Türkiye’de Toplum ve Siyaset Algısı, İstanbul Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2014, (Yayınlanmamış Doktora Tezi) s. 117.
8 Ulrich Bröckling, Disiplin: Askerî İtaat Üretiminin Sosyolojosi ve Tarihi, V.Atayman, (çev.), İstanbul,
Devlet ve Güvenlik Siyaseti, Evren Balta Paker, İsmet Akça (der.), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
İstanbul, 2010, s. 256.
12
karar alıcı iradeye tâbi kılındığı bir yapı için mutlak itaat şarttır. 10 Böyle bakıldığında,
Erken Cumhuriyet ordusunda subayların üstlerine mutlak itaati, ordunun ve askerin
siyasetin dışında tutulması anlayışına paraleldir. Zira anılardan çıkan genel sonuca
bakıldığında, Erken Cumhuriyet’te subay bir karar alıcı değil, bir uygulayıcı, yani bir çeşit
bürokrat olarak tahayyül edildiği görülmektedir.
Öte yandan bu sürecin askerî etkinlik üzerindeki sonuçları bazı soru işaretleri
doğurmuştur. Tamamen ‘emri uygulayan’ konumuna indirgenen subayın, şahsen karar
alması gereken anlarda etkili olup olamayacağı ve mutlak itaatin subayın inisiyatif alma
becerisini köreltip köreltmeyeceği sorgulanan bir konudur. 11 Özellikle beklenmedik
durumlarda subayın etkin bir hareket tarzı geliştirip geliştiremediği bu sorunun bir
parçasıdır. Erken Cumhuriyet döneminde -Geç Osmanlı döneminde olduğu gibi- tedip,
tenkil ve asayiş harekâtının sık başvurulan harekât biçimleri olduğu ve inisiyatif
konusunun bu harekât tiplerinde son derece önemli olduğu da unutulmamalıdır.
Mutlak itaat ile ilgili –inisiyatif konusundan başka- bir diğer soru işareti de
teknolojik ve doktriner gelişmeler ile ilgilidir. Genellikle üstler ve astlar arasında, ya da
ordunun deneyimli subayları ile genç subaylar arasında doğması beklenen bir gerilim
“teçhizat” ve “tefekkürât” alanlarında ilerleme ve yenileşme konularıdır. Üst düzey subay
kadrosu kendi aldığı eğitimin gereklerini yerine getirmenin yanı sıra, deneyimleri
doğrultusunda geliştirdiği askerî görüşlere uygun bir yapılanmaya doğru gidecektir. Bu
noktada yenileşme ve reform yanlısı genç subaylar ile görüş ayrılığı yaşanması
muhtemel olacaktır. Deneyimli komutanların düşünce biçimlerinin “geçmişte
dondurulmuş” olması, “taktik ve teknolojik” gelişmeleri takip edememelerine ve bunlara
soğuk bakmalarına sebep olabilir. Huntington’a göre, yüksek rütbeli subaylara mutlak
itaat, astların ilerleme yönündeki eğilimlerini bastırabilir ve taktik ve teknolojik ilerlemeyi
durdurabilir. 12
Bu iki teorik genellemeye, doğrudan örneklerde rastlanılan bir üçüncü bir unsur
da eklenebilir: Karargâhta planlanan hareketle, sahadaki fiili durumun uyuşmazlığı.
Böylece mutlak itaatin ve ast – üst ilişkilerinde katı bir emir - komuta zincirinin egemen
olmasının üç olumsuz sonucu, inisiyatif eksikliği, taktik/teknolojik-doktriner ilerlemede
10 William Hale, Türkiye’de Ordu ve Siyaset, Ahmet Fethi (çev.), Alfa, İstanbul, 2014, s. 371.
11 A.g.e., s. 372.
12 Samuel Huntington, Asker ve Devlet Sivil Asker İlişkilerinin Kuram ve Siyasası, K. Uğur Kızılarslan
13
zafiyet ve sahada yaşanan ile karargâhta planlanan arasındaki uyuşmazlık olarak ortaya
çıkmaktadır. Mutlak itaatin sonuçları bu üç başlık altında incelenecektir.
13 1924 yılında düzenlenen Nasturi Harekâtı, henüz çözülmemiş olan Irak Türkiye sınırı sorununun bir
uzantısıdır. Musul meselesi üzerine İngiltere ile anlaşmazlık sürerken, bölgede bir Nasturi İsyanı patlak
vermiştir. Bir yıl önceki Revandiz Harekâtı’nda bölgede tutunma konusunda başarılı olamayan Türkiye’de,
isyanı bastırmanın yanı sıra, çekilen Nasturileri takip etme yoluyla Musul’a sarkma fikri de gündeme
gelmiştir. Bu harekâtta Nasturi İsyanı bastırıldıysa da siyasî amaçlar açısından başarısız olunmuştur. Mete
Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması 1923-1931, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, İstanbul, 2012, s. 118, 119.
14 Abdulhalim Akkılıç, Askerin Romanı: E. Sv. Alb. Abdülhalim Akkılıç'ın Savaş ve Barış Anıları, Yayına
Hazırlayan, Yılmaz Akkılıç, Körfez Ofset yayınları, Gemlik, 1994, s. 270. Abdülhalim Akkılıç 1891 doğumlu
ve 1912’de Harbiye’den mezun olmuş bir süvari subayıdır; Balkan Harbi, Cihan Harbi ve Milli Mücadele’den
sonra Şeyh Sait İsyanı ve Nasturi İsyanı gibi iç güvenlik harekâtında görev yapmış ve 1945’te alay komutanı
iken emekli olmuştur. 1960 yılında hayata veda eden Akkılıç’ın anılarını oğlu Yılmaz Akkılıç 1994 yılında
sadeleştirerek yayınlamıştır.
15 A.g.e., s. 269.
16 A.g.e., s. 271.
17 A.g.e., s. 272.
14
Bu durum, siyasî baskı altında subayların inisiyatif almakta sıkıntı çekmesine
önemli bir örnek teşkil etmektedir. Harekâtın kesin tanımlanmış amaçlarını bilmeyen
subaylar, beklenmeyen durumlar karşısında alacakları kararların siyasî sonuçları
konusunda kuşkuya düşmüş ve inisiyatif alarak hareket etmekte tereddüt etmişlerdir.
Astların tugay komutanına koruma ateşi açılması yönündeki ısrarlı önerileri askerî bir
gerekliliğe işaret etmiş, ancak üstlerden gelen siyasî baskı daha etkili olmuş, siyasî
öncelikler askerî öncelikleri yönlendirmiştir. Bu anlamda Akkılıç’ın Nasturi Harekâtı
hakkında anlattığı bölüm, Hale’in mutlak itaat ve inisiyatif arasındaki gerginlik üzerine
yargılarına uygundur. Siyasî baskı komuta kademesinin çatışma durumunda inisiyatif
almasına engel olmuştur.
Yine Akkılıç’ın 1928 yılında Harran’daki bir olay üzerine anlattıkları da benzer bir
tabloyu ortaya koymaktadır. 1928 Temmuz’unda Akkılıç, Harran’da bir saldırı istihbaratı
alır ve bölüğüyle beraber bölgeye intikal eder. Ancak bölgede istihbarat kaynaklarını
inceledikten ve kaymakam ve jandarma komutanı ile konuştuktan sonra saldırı
şüphesinin kaymakamın evhamı olduğuna karar verir. Zira birkaç gün önce böyle bir
saldırı şüphesi belirmiş, saldırı beklenmiş, ancak gerçekleşmemiştir.18 Durumun tehlikeli
olmadığına kanaat getiren Akkılıç, alayın gelmesini engellemek için –alayın bölgeye
gelmesinin maddi yükü dolayısıyla- tümen kurmay başkanı ile konuşur; ancak yola
çıkmış olan alayın geri dönmesi için kolordu emri gerektiği cevabını alır. Bunun üzerine
şu yorumu yapar: “Yani sorumluluktan kaçıyordu tümenin kurmay başkanı. Hani
neredeydi o talimnamelerde yazılı, sorumluluğu üstlenme ilkesi?” Sonuçta alay gelir ve
bir şey çıkmaz. Akkılıç’ın bu konuyla ilgili son yorumu şöyledir: “Özetle birçok perişanlık
çektikten ve bazı atlar öldükten sonra, emri veren komuta katları ihbarın hiçbir temele
dayanmayan bir yaygaradan başka şey olmadığı kanısına varabildiler de Urfa’ya geri
döndük.”19
18 A.g.e., s. 279.
19A.g.e., s. 280.
15
biçimde hissettiği ve bu düzeyde siyasî baskının subay kararlarını güçlü bir biçimde
etkilediği söylenebilir.
Yukarıda verilen örneklerin aksine, kırsal bölgelerde icra edilen iç güvenlik, asayiş
ve kaçakçılık önleme amaçlı görevlerde ise emir - komuta zinciri ve inisiyatif arasında
farklı bir ilişki gözlemlenmektedir. Bu tarz görevlerde subaylar inisiyatif alma konusunda
daha özgür bırakılmış gözükmekte ve üst ast ilişkilerinin baskısını ya da sivil denetimin
sınırlayıcı etkisini daha az hissetmekte, kişisel karar ve tutumlar açısından daha serbest
davranmaktadırlar. Yine böyle durumlarda, subayın göreve yabancılaşmış bürokratik bir
çark olmaktan çıkıp, görevi sahiplenen ve kendi varlığını devlet varlığıyla özdeşleştiren
bir özne olarak görev yaptığı gözlenmiştir.20
20 Bröckling, askerlerin kendini devlet erkiyle özdeşleştirme eğiliminden bahsetmiştir. Bröckling, a.g.e., s.
128.
21 İlhan, Selçuk, Yüzbaşı Selahattin’in Romanı, 2. Kitap, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1994, s. 213.
22 A.g.e., s. 204.
23 A.g.e., s. 214.
16
inisiyatifi göstermekle kalmaz, subayın kendini nasıl devlet güvenliğini sağlayan kişi
olarak kavramsallaştırdığını da gözlememizi sağlar.
Kırsal bölgelerde inisiyatif almaya yönelik tutum hakkında bazı önemli veriler de
1943 yılındaki Muğlalı olayı etrafında gözlenebilir.29 Muğlalı’nın 33 kaçakçıyı vurdurduğu
iddiası üzerine gelişen tartışmalarda dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak,
Muğlalı’nın, “memleket menfaatleri” için gerekli önlemleri aldığını ve bu tedbirlerden
dolayı yargılanmaması gerektiğini belirtmiştir.30 Esengin de bu görüşe destek vererek
kaçakçılık sorununu (Selahattin Yurtoğlu’nun bakış açısına paralel biçimde) bir güvenlik
sorunu olarak ele almıştır. Buna göre sınır boylarındaki karmaşık durum, çeşitli istihbarat
24 Madanoğlu’nun hatıralarındaki bazı bölümlerde, subayların rakı sofrasında “Bu birliği bana ver…” gibi
diyaloglarla, evrak işlerini birer imzayla hallederek birliklerini birbirlerine teslim etmeleri gibi durumlara tanık
olunmaktadır. Cemal Madanoğlu, Anılar (1911-1938), Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1982, s. 107.
25 Söz konusu dönemde jandarma subayı eksikliği ordudan geçici olarak subay alınarak telafi edilmektedir.
Buna göre her karacı subay üç yıl jandarma olarak görev almakta ve sonra kendi sınıfına dönmektedir.
Madanoğlu da 3 yıl jandarma olarak görev almıştır.
26 A.g.e., s. 137-138.
27 A.g.e., s. 190, s. 277-278.
28 A.g.e., s. 204.
29 1943 yılında gerçekleşen Muğlalı olayı, General Mustafa Muğlalı’nın, Van’ın Özalp İlçesi’nde kaçakçılık
yaptığı tespit edilen bir aşirete mensup 33 kişiyi kurşuna dizdirmesi olayıdır. 33 kişiden 32’si hayatını
kaybetmiştir. Muğlalı Olayı için Bkz: İsmail Beşikçi, Orgeneral Muğlalı Olayı Otuz Üç Kurşun, Belge
Yayınları, İstanbul, 1991. Suat Akgül ve Kenan Esengin, Orgeneral Mustafa Muğlalı ve Van-Özalp
Olaylarının İçyüzü, Berikan, Ankara, 2001.
30 Akgül ve Esengin, a.g.e s. 26.
17
faaliyetlerine ve asayişsizliğe fırsat yaratmaktadır; bu yüzden bu bölgede görev yapan
bir subayın “devlet varlığını, haysiyetini koruma” görevi vardır.31
Esasen “Muğlalı Olayı” bu tezin konu kapsamının dışında olup, çok yönlü
tartışmaları (etnik azınlıklar, askerî ve sivil hukuk arasındaki çelişki vs.) içinde
barındırmaktadır. Ancak bu olay hakkında yukarıda aktarılan iki yorum, kırsal bölgelerde
ve asayişin/devlet kontrolünün zayıfladığı noktalarda subaylara tanınan inisiyatifin
merkezî yerlerde olduğundan daha fazla olduğunu göstermektedir. Diğer bir deyişle
Muğlalı olayı, Erken Cumhuriyet ordusunda katı itaat ile inisiyatif arasındaki ilişki
bağlamında, Yüzbaşı Selahattin ve Madanoğlu örneklerini tamamlamakta ve siyasî
gerilim noktalarından uzaklaştıkça subayların daha fazla inisiyatif sahibi olduklarını
ortaya koymaktadır. Merkezî yerlerdeki mutlak itaat talebi subayı bürokratik bir kimliğe
yaklaştırırken, devlet otoritesinin görece zayıfladığı noktalarda subaylar yalnızca daha
geniş bir hareket serbestisine kavuşmamış, aynı zamanda gerekirse otoriteyi tesis etmek
için kendilerini yetkili görerek inisiyatif alma eğilimi göstermişlerdir.
31 Kenan Esengin, Orgeneral Muğlalı olayı: 33 kişinin ölümü, Esengin, İstanbul, 1974, s. 27.
32 Bröckling, A.g.e., s. 26.
33 A.g.e., s. 24.
18
yapamıyorlar.” Olaya jandarmanın müdahale etme sebebi, yine Madanoğlu’nun
ifadesiyle, şudur: “İl jandarma mülhakı demek, vilayetin kurmayı demektir.” 34
Subayların katı bir emir - komuta zincirine ve üst ast ilişkisine tabi olmalarının bir
diğer olumsuz olabilecek sonucu taktik, teknolojik ve doktriner konulardaki ilerlemenin
yavaşlamasıdır. Yukarıda da ifade edildiği gibi, üst komuta kademesinin bu konulardaki
anlayışı geçmişte dondurulmuş olabilir ve bu da ilerlemenin önüne geçen bir etken
olabilir.37 Erken Cumhuriyet subayları arasında bu anlamda bir gerilimin veya çatışmanın
yaşanıp yaşanmadığını irdelemeden önce, askerî ilerlemenin ne olduğu ve nasıl
gerçekleştiği konusu kısaca ele alınabilir.
Samuel Huntington’a göre askerî ilerleme konusu taktik ve strateji olarak iki ayrı
başlıkta ele alınmalıdır. Strateji çağlar boyunca değişmeden kalırken, taktik her dönemin
koşullarına göre değişmektedir. Buna göre sabit unsurlar insanın doğası ve fiziki
19
coğrafyadır. Değişen ise teknolojik ve toplumsal örgütlenmedir. İdeal asker stratejide
muhafazakâr, taktik ve teçhizat konularında ise açık fikirli ve yeniliklere açık subaydır. 38
Colmar von der Goltz da, Milleti Müselleha kitabının önsözünde harbin ve
komutanlığın kural ve usullerinin nasıl değiştiğini ve nasıl sabit kaldığını irdeler: Ona göre
temel kurallar her çağda sabit kalır ancak bu kuralların yeni durumlara nasıl uyarlanacağı
meselesi büyük değişimlerle sonuçlanabilir. Kendisi de 19. Yüzyıl sonunda yayınlanan –
ve Türk Silahlı Kuvvetlerini ve Osmanlı – Türk subaylarını derinden etkileyen- kitabının
aslen yazıldığı yüzyılın kitabı olduğunu belirtir ve savaş koşulları değiştikçe etkisini
yitireceği vurgusunu yapar.39
38 Huntington, a.g.e., s. 99. Şurası belirtilmelidir ki Huntington’un stratejiye yüklediği anlam, askerî stratejinin
boyutlarını aşmaktadır. Subayın “insan doğasının değişmezliği” konusunda muhafazakâr olması
muhafazakâr-realist çizgiye yaklaşmakta, fiziki coğrafyanın değişmezliği vurgusu ise jeopolitik ve
uluslararası ilişkiler alanına girmektedir. Erken Cumhuriyet subaylarının insan doğasına dair görüş ve
yargıları ile uluslararası ilişkilere bakışları bir başka bölümde ele alınacağından, bu bölüm askerî strateji
meselesi ile sınırlı tutulacaktır.
39 Colmer von der Goltz, Milleti Müsellaha: (Silahlanmış millet), İstanbul: Harb Akademileri Basımevi,
1970, s. 5. Bu kitabın Türkiye’de askerlik mesleğinde ve askerlerin kolektif belleğinde bıraktığı etki için bkz.
Gencer Özcan, “Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi Ordusunda Prusya Etkisi”, Türkiye’de Ordu, Devlet ve
Güvenlik Siyaseti, Evren Balta Paker, İsmet Akça (der.), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010.
40 Hale, a.g.e., s. 118. Ümit Özdağ, a.g.e., s. 96. Özdağ ayrıca askerî kararların Fevzi Çakmak ve Mustafa
Kemal tarafından alındığını, üçüncü yetkili kişi olarak İsmet Paşa’nın alınan bu kararları bütçeye uydurmaya
çalıştığını söylemektedir. A.g.e., s. 108.
20
sağlandıysa da askerî modernizasyon alanında geri kalındığı tespiti genel kabul görür.
İkinci Dünya Savaşı’na gelindiğinde ordu hem lojistik imkânları hem de ateş gücü
bakımından hâlâ Birinci Dünya Savaşı düzeyindedir ve teçhizatta bir ilerleme
sağlanmamıştır. 41 İlerlemenin yavaş olmasına tek bir sebep biçmek zordur. Maddi
kaynakların azlığı ve sivil alanlara yatırımın öncelikli olması,42 ayrıca Fevzi Çakmak’ın
bir Genelkurmay Başkanı olarak muhafazakâr tutumu 43 bu durumun temel etkenleri
olarak görünmektedir. İncelenen örneklerde, subayların bu konuya bakışı da bu iki
açıklama arasında gidip gelmektedir.
s. 60.
44 Afif Büyüktuğrul, Büyük Atamız ve Türk Denizciliği, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1969,
s. 89.
45 Bu noktada Bahriyelilerin Karacılardan farklı bir konumda olduğu belirtilmelidir. Askerî gelişme noktasında
donanmanın –özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında- ihmal edilmesi, ilerleme konusunda denizcilerin Fevzi
Çakmak ve diğer üst rütbeli subaylara daha eleştirel olmasına yol açmıştır. Bu durum ast – üst ilişkilerinde
askerî modernizasyon üzerinden yaşanan gerginliğe bir örnektir; ancak daha detaylı olarak her sınıfın kendi
önceliklerini gündeme getirmesi başlığında ele alınacaktır.
21
deniz gücü stratejik düzeyde Başkomutanlığa bağlanırken, Fevzi Çakmak donanmayı
taktik düzeyde de kontrol etmek istemektedir.46
Yine Gündüz’ün aktardığı diğer bir gerginlik konusu Fevzi Çakmak ve bakanlar
arasındadır: Buna göre Fevzi Çakmak’ın sınırlara fazla yatırım yapmamak, buralara
Gündüz’ün anıları ölümünden üç yıl sonra, 1973’te basılmıştır. Gündüz’den anıları parça parça dinleyen
Kurmay Albay İhsan Ilgar, anıların basılması için izin istediğinde, Gündüz’ün önce tereddüt ettiğini ancak
sonra izin verdiğini belirtmektedir.
22
altyapı vs. götürmemek konusunda fazla uyarıcıydı. Bakanlar bu yüzden Çakmak’a tepki
gösteriyorlardı, ancak Gündüz’e göre bu eski deneyimlerden kaynaklanan bir önlemdi.
Çakmak bu tarz sınır bölgelerinin kaybedilmesiyle geçmişte ciddi maddi gücün elden
çıktığını hatırlıyordu. 50
Çakmak’ın bu konudaki tavrının Huntington’un “stratejide
muhafazakâr olmak” diye tanımladığı durumla örtüştüğü söylenebilir. Yukarıda belirtildiği
gibi, subayın muhafazakâr olduğu konulardan biri, savaşın değişmeyen yönü olan
coğrafi unsurlarla ilgilidir. Çakmak’ın Balkan Savaşı, Cihan Harbi ve Milli Mücadele
deneyimleriyle oluşan stratejik görüşü, coğrafi boyutun değişmeyeceği ve gelecek
savaşlarda aynı etkiye sahip olacağı düşüncesiyle Erken Cumhuriyet ordusunun
savunmasına da uygulanmış gözükmektedir.
23
Madanoğlu’nun Sason bölgesindeki harekât üzerine anlattıkları, kurmay
heyetinin planlamaları ile pratikte oluşan durumun uyuşmazlığının, alt rütbelerdeki
komutanları zor durumda bıraktığını ortaya koyar. Bir baskın harekâtında hava
koşullarının etkisinden dolayı planlanan bazı manevraların gecikmesiyle Madanoğlu’nun
birliği çok zor durumda kalmıştır. Ancak Madanoğlu, harekâtın Tümen Kurmayının masa
başında planladığı şekilde gelişmesi halinde bile alınacak sonuçlar itibariyle gerçekçi
olmadığı görüşündedir. Ayrıca bölgenin yürüyüş koşulları, sarp doğası, iklim özellikleri
dolayısıyla kendilerine verilen emirlerin uygulanmasının çok zor olduğunu yazar.53
Yine bir başka harekât anısında da Grup Komutanlığı’ndan gelen, bir dağı kontrol
etme emrinin mevcut koşullarda imkânsız olduğu değerlendirmesini yapar: “Yeni gelen
Grup Komutanı bu durumları kavrayamadığından sinirleniyor; görevin en kısa sürede
yerine getirilmesini istiyor. Oysa asker bir çıkmaz içinde.”54 Bu örneklere bakıldığında, iç
güvenlik harekâtında temel sorunlardan birisinin üst rütbelilerin, alt rütbelilerin içinde
bulundukları pratik durumları anlamakta yetersiz kalması olduğu görülmektedir.
24
içinde nasıl karşılık bulduğu, bunun sebepleri ve denizcilerin buna tepkileri, bu başlık
altında ele alınmaya çalışılacaktır.
Bu noktada ortaya çıkan bir sorun ise devletin tüm olası tehditlere cevap
verebilecek düzey ve çeşitlilikte teçhizata kaynak ayıramayacak olmasıdır. Pratik
durumlarda bunların pek azı için yeterli kaynak bulunabilir; bu yüzden askerden bir
öncelikler hiyerarşisi oluşturması beklenir. Buna göre askerî güvenliğin kendi ölçütleri
gereğince bir önem sıralaması yapılmalı ve askerî ihtiyaçlar bu öncelikler doğrultusunda
karşılanmalıdır. Ancak pratik durumlarda subaylar kendilerine, kendi uzmanlıklarına
yakın olan askerî ihtiyaçları öne çıkarabilirler; kendi aşina oldukları güç uygulama biçimi
doğrultusunda tehditlerin önem sıralaması değişebilir. Dahası, subay bu konuda bir
kuvvet komutanlığının ya da bir sınıfın çıkarlarını da savunuyor olabilir. Kısacası subay
askerî ihtiyaçlar hiyerarşisi oluştururken bütün ordunun görüşleri adına değil, içinde
bulunduğu grubun görüşleri adına konuşabilir.57
25
Son olarak askerin savaşa hazırlığının asla bitmeyen, tamamlanmayan bir süreç
olduğu belirtilmelidir. Tehditlerin çeşitliliği ve büyüklüğü sınırsız olduğu için, subay
kendini hemen hiçbir durumda savaşa tam olarak hazır hissetmez; Huntington’un
ifadesiyle “Daima hazırlıktan yanadırlar ama hiçbir zaman hazır hissetmezler. (…)
Savaşa hazırlanmak isterler. Ama savaşmaya hiçbir zaman hazır değillerdir.”58
Yukarıda tanımlanan teorik çerçeveye kısmen uyduğu gözlenen iki örnek burada
ele alınacaktır. İlk örnek süvari sınıfındandır ve bir subayın kendi sınıfının konumunu ön
plana çıkarma, bunu daha merkezî görme-gösterme eğilimini yansıtmaktadır. İkincisi ise
topçu sınıfından bir örnektir; bu da askerin savaşa hazırlığının tamamlanmayan ve
sürekli eksiklikler barındıran bir süreç olduğu tespitine uymaktadır. Ancak sonuçta her iki
örnek de kuramsal beklentiye kısmen uymaktadır. Esasen Erken Cumhuriyet’in karacı
sınıflarında daha fazla kaynak talebinin pek baskın olmaması durumu ve bunun sebepleri
“Mutlak İtaat” bölümünde tartışılmıştır.
26
Dünya savaşına kadar bir daha basılmayan İstiklal Harbimizde Süvari Kolordusu, Milli
Mücadele deneyiminde süvari sınıfının rolünü genç subaylara aktarma amacını güden
bir kitaptır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise yeni yazıyla tekrar basılmıştır. Kitabın
yeni yazı ile çıkan baskısına yazılan önsözde Fahrettin Altay, bu kitaptan çıkarılan
derslerin önce Fransızca’ya sonra da pek çok dile çevrilerek askerî tartışmalara konu
olduğunu söylemektedir. Bu kitap, Altay’aın belirttiğine göre, süvari savaşının ömrünün
tükendiği iddiasına bir yanıt olarak öne sürülmüştür. 1949 gibi bir tarihte kitap yeniden
basıldığında, Altay’ın süvari sınıfının değişen savaş ortamındaki rolü hakkında
söyledikleri, subayların kendi sınıflarına öncelik tanıması görüşünün geçerliliğini
göstermektedir. Zira bu tarihte süvari sınıfı –İkinci Dünya Savaşı deneyimleri ışığında-
fazlasıyla geri plana düşmüştür.60
Topçu sınıfında görev yapan Kenan Kocatürk’ün anlattığı bir örnek de subayın
teçhizat bakımından sürekli hazırlanması ancak hiçbir zaman bu hazırlığı yeterli
bulmaması tespitine uygun düşmektedir. 61
Kocatürk 1932’de bir uçak savar
kursundayken gelen yeni teçhizatın dönemin en modern ve yeni silahları olduğunu
belirtir. Öte yandan Kocatürk, adı Motorlu Uçaksavar Bataryası olan bu birliğin, motorize
bir yapı teşkil etmediği ve bunun için gerekli teçhizata sahip olmadığı vurgusunu yapar.
Bu noktada Kocatürk’ün söylediği anlamda “dönemin en modern ve yeni silahlarına”
sahip olmanın Erken Cumhuriyet ordusunda istisnai bir durum olduğu belirtilmelidir; olası
tüm tehditlere karşılık verebilecek kapasitede teçhizata sahip bir birlik teşkil etmek
dönemin koşullarında gerçekçi değildir. Diğer bir deyişle Kocatürk’ün teçhizatın
yetersizliği hakkındaki görüşleri, subayın kendini hazır hissetmemesi konusundaki teorik
tespite uygundur.62
60 Fahrettin Altay, İstiklal Harbimizde Süvari Kolordusu, İnsel kitabevi, İstanbul, 1949, s. 5. Altay’ın
kitabının uluslararası literatürdeki yansımalarına birkaç örnek, kitabın ekler bölümünde paylaşılmıştır.
61 Bu örnek başka bir yönüyle “Mutlak İtaat” bölümünde de kullanılmıştır.
62 Kenan Kocatürk, A.g.e., s. 103 Esasen subayın savaşa hazır hissetmesi konusu, İkinci Dünya Savaşı’na
giriş bağlamında genişletildiğinde, subayların teçhizat bakımından sıcak çatışmaya asla tam hazır olmaması
konusundaki tespitler defalarca doğrulanmaktadır. Ancak bu konu tezin sınırlarını aşmaktadır.
63 Asım Gündüz, A.g.e., s. 219.
27
sonuca uymamaktadır. Karacı subaylar kendi sınıflarının gerekliliklerini kısmen öne
çıkarsalar da, bütçeden daha fazla kaynak talep etme konusunda fazla ısrarcı
olmamışlardır. Bu da Erken Cumhuriyet’in özgül koşullarına bağlanmalıdır.64
Barış zamanı hazırlığı ve subayın elde hazır güç bulundurma talebinin subaylık
mesleğinin karakteristik bir özelliği olduğu vurgulanmıştır. Erken Cumhuriyet subayları
bu açıdan değerlendirildiğinde, Bahriyeli subayların durumu, bu varsayımla fazlasıyla
örtüşen bir örnek ortaya koymaktadır. Denizci subayların Erken Cumhuriyetteki
durumlarını anlamak açısından öncelikle bu dönemde neden donanmanın ikinci plana
atıldığı noktasına ve bu konudaki görüşlere yoğunlaşılacaktır. Bu noktada denizci
subayların kendi görüşleri de öne çıkarılacaktır. Daha sonra Bahriyelilerin kendi
sınıflarının ihtiyaçlarını hangi yönlerden öne çıkararak deniz gücünü arttırmanın
aciliyetini vurguladıkları ele alınacak ve bu meyanda Osmanlı tarihine dair göze çarpan
bir yorum da incelenecektir. Son olarak deniz gücünü arttırma talebinin siyasî düzeyde
bulduğu –ya da bulamadığı- karşılık irdelenecektir.
Ordunun donanmaya göre neden daha ağırlıklı olduğu noktasında üç farklı görüş
öne çıkmaktadır. Bunlar, Alman doktrininin Türk Ordusu’na uyarlanmasından
kaynaklanan yatay etki, hem Osmanlı hem Milli Mücadele deneyimlerinden kaynaklanan
dikey tarihî etki ve son olarak ekonomik ve siyasî nedenlerdir.
28
subayı heyeti danışman olarak gelmiştir. 66 Alman ve İngilizlerin nüfuz mücadelesinin
sürdüğü Erken Cumhuriyet döneminde de gözlenmiştir. Nitekim 1924 yılında İngiliz
Büyükelçiliği şu görüşü dile getirmektedir: “İngiltere açısından donanmanın güç
kaybetmesi arzu edilmeyen bir durumdur, çünkü bu kuvvet Türkiye’deki İngiltere
yanlılarının en güçlü kalesidir.”67
Karacı subayların deniz gücü konusundaki tutuculukları tarihî etki ve askerî kültür
açısından da açıklanabilir. Güvenç ve Barlas’ın bu konudaki yorumları da bu yöndedir.
Buna göre mütevazi bir donanma Türk askerî kültürü ile daha uyumludur; dahası askerî
kültürün doğası itibariyle önceki savaşlarda başarı getiren yaklaşımlardan kolay
66 Dilek Barlas ve Serhat Güvenç, Türkiye’nin Akdeniz Siyaseti (1923-1939) Orta Büyüklükte Devlet
Diplomasisi ve Deniz Gücünün Sınırları, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2014, s. 101.
67 A.g.e., s. 102.
68Nejat Gülen, Dünden Bugüne Bahriyemiz, Kastaş A.Ş. Yayınları, İstanbul, 1988, s. 356.
69 A.g.e., s. 259.
70 A.g.e., s. 360, Gülen bu olayın tarihini vermemektedir.
29
vazgeçilmez. 71 Bu yüzden Milli Mücadele deneyimi donanmayı ikinci plana atan
görüşlere güç kazandırmıştır.
Ekonomik açıdan ise Erken Cumhuriyet’in kısıtlı olan kaynaklarının çok azının
donanmaya ayrılabildiği ve bunda da dönemin güvenlik sorularının önemli payı olduğu
görüşü öne çıkmaktadır. 72 İngiltere ile Musul gerginliği ya da Şeyh Sait İsyanı gibi iç
güvenlik tehditleri orduya ve hava gücüne yatırım yapılmasını öncelikli hale getirmiştir.
Hava ve kara gücünün hem iç isyanları bastırmada önemli rol oynadığı, hem de Ege’de
olası bir İtalyan tehdidine karşı etkili olacağı öngörülmüş ve zaten pahalı olan donanma
ayrılan kaynak açısından bu iki gücün gerisinde kalmıştır.73 Donanmanın ikinci planda
kalmasına sebep olduğu anlaşılan bazı siyasî sebepler ise aşağıda ele alınacaktır.
Bahriye tarihi hakkında yazan ve şahsen subay olmasa da, Bahriyeli subayların
bakış açısını yansıtan bir konumda olan Nejat Gülen, denizcilerin farklı konumunu
anlatırken deniz savaşlarının kara savaşlarına benzemediğini ve burada cesaretin fayda
etmediğini belirtir. Deniz savaşında yeterli teknik bilgiye ve teknolojik donanıma sahip
olmak çok daha önemlidir; buna göre, Bahriyeliler de gerekli teknolojik ilerlemenin
sağlanması için “Batılı” bilim ve teknoloji hamlelerinin savunucusu olmuşlardır. Gülen,
71 Serhat Güvenç ve Dilek Barlas, “Bir Cumhuriyet Kurumu Yaratmak: Atatürk’ün Donanması, 1923-1939”,
Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, Evren Balta Paker, İsmet Akça (der.), İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010, s. 229.
72 Eldeki donanmanın da esasen askerî sebeplerle değil, deniz ticaretini korumak için elde tutulduğu
söylenebilir. Erdal Akkaya, Türk Ordusunda Stratejik ve Doktriner Değişiklikler (1923-1960), T.C. Ankara
Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Ankara, 2006, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), s. 107.
73 Barlas ve Güvenç, Türkiye’nin Akdeniz Siyaseti… s. 96.
30
kitabını, “çağdaş bilim ve teknolojinin uygulanması için, Batılı olmak için savaş verenlere,
kahraman Bahriyelilere” ithaf eder.74
74
Nejat Gülen, a.g.e., Önsöz.
75 Barlas ve Güvenç, Türkiye’nin Akdeniz Siyaseti…, s. 96. Benzer bir biçimde, donanmanın 2. Meşrutiyet
Dönemi’nde sembolik bir güç ve imaj unsuru olduğu konusunda bkz. Mehmet Beşikçi, The Organized
Mobilization of Popular Sentiments: The Ottoman Navy League, 1909-1919, Boğaziçi Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 1999, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi).
76 Afif Büyüktuğrul, Büyük Atamız ve Türk Denizciliği, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1969,
s. 33.
77 “Yavuz-Havuz” davası, Cumhuriyet’in tek Bahriye Vekili İhsan Bey’in (Eryavuz) yargılandığı meşhur
davadır. 1924 sonunda kurulan Bahriye Vekâleti ile Bahriye kabinede temsil edilmeye başlanmıştır; ancak
1927’de bu vekâlet lağvedilmiştir. Vekâletin giriştiği bir proje olan Yavuz gemisinin onarılması sırasında,
Bahriye Vekili İhsan Bey yolsuzlukla suçlanıp yargılanmış ve iki yıl hapis yatmıştır.
31
Celaleddin Orhan, Yavuz’un onarılmasını savunurken, bu masrafın olumlu bir geri
dönüşü olduğunu dile getirmiştir. Orhan’a göre Yavuz’un onarılması masraf çıkarmak bir
yana, Balkan siyasetinde etkili olunmasına olanak sağllayarak faydalı olmuştur.78 Yani
Orhan, deniz kuvvetine yapılacak askerî yatırımın yalnızca güvenlik esaslı olmayıp, dış
politikada da fayda getireceğini savunmaktadır.79
78 Celaleddin Orhan, Bir Bahriyelinin Anıları 1914-1981, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 2001, s. 284.
Celaleddin Orhan’ın anıları ilk kez 1982 yılında “Askerlik Hatıralarım” adıyla Deniz Basımevi tarafından
basılmıştır.
79 Orhan’ın görüşünün –yani güçlü bir donanmanın Türkiye’nin diplomatik etkinliğini olumlu yönde etkilediği
yorumunun- pratikteki bir karşılığı şuradadır: Barlas ve Güvenç, Türkiye’nin Akdeniz Siyaseti…, s. 25.
80 Büyüktuğrul, a.g.e., s. 33.
81 A.g.e., s. 27.
82 A.g.e., s. 53.
32
olurdu.”83 Büyüktuğrul bir başka noktada da şunu belirtmektedir: “Büyük Ata, bu milletin
donanmasız olamıyacağını biliyor ve halkımıza donanmasını tanıtmak istiyordu.”
Bahriye’nin gelişmemesi konusunun esasen bir başka başlıkta ele alınan mutlak
itaat ve askerî modernizasyon konusuna uygun olduğu da belirtilmelidir. Buna göre
mutlak itaate dayanan emir - komuta zincirinde, yüksek rütbeli subaylar modernizasyon
ihtiyaçlarını sağlıklı biçimde değerlendiremeyebilir ve geçmişte saplanıp kalmış bir
doktriner yaklaşımla hareket edebilirler. Bunun bir sonucu olarak değişim ve ilerleme
talep eden subaylar ile bu üst komuta kademesi arasında fikir ayrılığı ve çatışmalar
gündeme gelebilir.85
Öncelikle vekâletin kuruluşu ile ilgili temel bazı noktalar ele alınmalıdır. Bu
vekâletin kurulması Bahriye’yi tamamen Genelkurmay’ın etkisi dışına çıkarmamıştır. Milli
Müdafaa ve Bahriye’nin iki ayrı vekâletle kabinede temsil edilmesi, ordu ve donanma
arasında yüzeysel bir eşitlik yaratsa da, esasen bağımsız bir Bahriye Erkânı olmadığı
için, donanma kurmay düzeyinde yine kara gücüne bağlıdır. Nitekim 1924 yılı sonunda
bu vekâletin kurulması için mecliste yapılan oylamada muhalefet milletvekilleri olumsuz
33
oy kullanmıştır; gerekçeleri ise bağımsız kurmay heyeti olmadan bu vekâletin bir anlamı
olmadığı noktasıdır. 86 Kendisi de bir muhalefet milletvekili olan Orgeneral Ali Fuat
Cebesoy, donanmanın büyütülmesi ya da bu vekâlete bir kaynak tahsis edilmesi gibi bir
durum olmadığını söylemektedir; ona göre bakanlığa getirilen kişinin 87 kimliği de bu
vekâletin kurulmasının siyasî bir hamle olduğunu ortaya koymaktadır. 88 Bağımsız bir
Bahriye Erkânı olmadan Bahriye Vekâleti kurulmasının manası şudur: Deniz kuvvetleri
bütçe, iaşe, planlama gibi konularda Bahriye Vekâletine bağlıdır, ancak emir ve komuta
bakımından Genelkurmay’ın kontrolü altındadır.89
Esasen bağımsız bir Bahriye Vekâleti kurulması fikri yalnızca birkaç ay önce
gündeme geldiğinde Halk Fırkası tarafından reddedilmiştir. Tekrar gündeme geldiğinde
Halk Fırkası’nın bunu kabul etmesi, üstelik Vekâlet’in bağımsız bir kurmay heyeti
olmadan kurulması, donanma üzerindeki Rauf (Orbay) Bey nüfuzunun kırılmasına ve
hükümetin donanmayı kontrol altında tutma isteğine bağlanabilir. 90 Nitekim Bahriye
Vekâletine atanan İhsan Bey (Eryavuz) Mustafa Kemal’in ateşli bir destekçisi, Rauf
Bey’in (Orbay) ise karşıtıdır.91 Öte yandan vekâletin kuruluş amacını, Mustafa Kemal’in
Deniz Kuvvetlerini güçlendirmek istemesi olarak değerlendiren yorumlar da vardır. 92
Ancak her durumda, daha Vekâlet kurulurken siyasî tartışmaların askerî konulara baskın
çıktığı görülmektedir.
demeçlerden dolayı Rauf Bey’i meclis grubuna şikayet eden kişidir. Olay, Halk Fırkası içinde İsmet Paşa’nın
da dâhil olacağı bir krize dönüşmüş ve Fırkanın daha sonraki dönemde bölünmesinin başlangıç noktasını
oluşturmuştur. Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyet’inde Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması 1923-1931,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2012, s. 74.
92 Ümit Özdağ, a.g.e., s. 62.
34
kontrol altına alınmasıyla ilgili olduğu izlenimini vermektedir. 93 Gülen, bu olanlar ve
Bahriyelilerin ezilmesi karşısında bunalım geçirip intihar eden Bahriyeli subayların bile
olduğunu iddia etmektedir. 94
Bu da Bahriyelilerin bakış açısında vekâletin
lağvedilmesinin ve davanın denizcilerin ezilmesi ile ilgili olduğunu göstermektedir.
Kılıç Ali’ye göre ise Bahriye Vekâletinin kaldırılması bir iç siyasî meseleden
kaynaklanmaktadır ve siyasî meselenin odağında da İhsan (Eryavuz) Bey vardır. Hilafet
yanlısı bir mektubu gazetede yayınlayan Hüseyin Cahit ve başka önemli isimlerin
yargılanması için kurulan bir İstiklal Mahkemesi’nde, daha sonra Bahriye Vekilliği
yapacak olan İhsan Bey (Eryavuz) mahkeme başkanı olarak atanmıştır. İsmet Paşa,
İhsan Bey’den bunun hilafet yanlısı bir girişim olduğundan ve mahkûm edilmesi
gerektiğinden şüphe etmemesini rica etmiştir. Ancak mahkeme sanıkları suçsuz
bulmuştur. İsmet Paşa bu olaydan kaynaklanan bir öfkeyle kendi Başbakanlığı
döneminde İhsan Bey’i kabinenin dışına itmeye çalışmış, bunu yapamayınca da
doğrudan Bahriye Vekâletini kaldırmıştır. Yine Bahriyelileri yaralayacak olan Yavuz-
Havuz davası da Kılıç Ali’ye göre İsmet Paşa (İnönü) ile İhsan Bey (Eryavuz) arasındaki
bir hesaplaşmadan ibarettir.95 Kazım Özalp de, işin siyasî çatışma kısmına değinmese
de, Yavuz-Havuz davasında İhsan Bey’i haklı gördüğünü hissettirmekte ve Mustafa
Kemal Paşa’nın da İhsan Bey’in aklanmasını istediğini yazmaktadır.96
s. 249. Kılıç Ali’nin anıları ölümünden sonra parça parça farklı yerlerde yayınlanmış, 2005 yılında ilk kez
toplu olarak kitap halinde basılmıştır.
96 Kazım Özalp, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası, Ankara, 1994, s. 36. Bu kitap Kazım Özalp
tarafından 1955’te yazılmış ancak tamamlanmamış, daha sonra oğlu Teoman Özalp’in yaptığı eklemelerle
1992 yılında ilk kez basılmıştır.
97 Büyüktuğrul, a.g.e., s. 109.
98 A.g.e., s. 110.
35
meselenin siyasî boyutuna bilerek mi girmediği belirsiz olsa da, salt askerî açıdan
vekâleti yararlı gördüğü ortadadır.
Bahriye Vekâleti’ne karacı bakış açısından yöneltilen itiraz komutada ikilik ortaya
çıkacak olmasıdır. Buna karşılık denizcilerin bakış açısını yansıtan cevap da Denizci
Kurmay Albay Coşkun Gürgen’e aittir. Ona göre, Bahriye vekâletinin kaldırılma gerekçesi
temelde doğrudur. Çünkü iki başlılık sevk ve idare birliği ilkesine ters düşmektedir. Öte
yandan Gürgen, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Genelkurmay Başkanlığına bağlı olsa da,
askerî uzmanlığın dışında bir Deniz Bakanlığı kurulabilse ve bu kurum askerî anlamda
uzman olan Deniz Kuvvetleri Komutanlığı ile eşgüdümlü çalışabilse daha etkili
olunacağını belirtmektedir.99
Kılıç Ali, Bahriye Vekâleti’nin lağvı meselesini siyasî bir tartışma bağlamında
aktarırken, Bahriyeli subaylar için bu mesele, Bahriye’nin ihtiyaçlarının karşılanamaması
ve deniz harp alanında zayıf kalınmasıyla ilgilidir. Diğer bir deyişle, profesyonel askerî
etik açısından, orta düzey subaylarla devlet kademesinde görev yapanlar arasında yine
bir tutarsızlık vardır. Devlet kademesindeki subaylar için rejimin oturması ve iktidar
ilişkileri bağlamında değerlendirilebilecek politik meseleler daha önceliklidir. Dönemin
orta düzeyde ve siyaset kurumundan izole Bahriyeli subayları için ise, konunun askerî
yönü ön plana çıkmıştır. Siyasî öncelikler askerî önceliklerin önüne geçerken, ihmal
edilen bir sınıfın subayları olarak Bahriyeliler kendi sınıflarının önemine dikkat çekmiş,
bunu farklı boyutlarıyla kanıtlamaya çalışmış ve kendi askerî sınıfları için daha fazla
kaynak ayrılması talebinde olmuşlardır. Bu anlamda Erken Cumhuriyetin denizci
subaylarının, Huntington’un çizdiği profile uydukları gözlemlenmiştir. Ancak siyaset
kurumu ile iç içe çalışan General düzeyindeki rütbelerde tartışmanın siyasî yönü ağır
basmıştır.
36
için mecliste konuşacağını söylediğini ancak bu konuyu açmadığını söylerler. Daha
sonra Rauf (Orbay) Bey, Salih Bozok ve Kılıç Ali’nin de katıldığı bir toplantıda, bu konuda
sitem eden genç subay Orhan’a “Bahriye demek Rauf Bey demek midir?” diye sorulur.
Bu soru, yukarıda bahsedildiği gibi Bahriyelilerin Rauf Bey’in kontrolünde olduğuna
yönelik bir kaygıyı dile getirmektedir. Orhan buna karşılık “Kara ordusu demek Mustafa
Kemal demek midir?” diye sorar. Bundan şüphesi olup olmadığının sorulması üzerine
de, şüphe duymak bir yana, bunu tamamen reddettiğini söyler. Orhan’a göre, Silahlı
Kuvvetler şahısların değil, yalnız devletin emrindedir. Sonra devletin kim olduğuna da şu
şekilde açıklık getirir: “Ordu yalnızca memleketin olup, hükümetin emrindedir.” Orhan’ın
verdiği örnekte hükümet ordudan Cumhurbaşkanının tutuklanmasını istese, kendisi buna
üzülse bile görevini yerine getireceğini söyler.101 Orhan’ın söyledikleri profesyonel askerî
etik bağlamında üst düzey bir askerî etik düzeyine işaret etmektedir. Öte yandan deniz
gücü ihtiyacı üzerine başlayan bir konuşmanın siyasî iktidar ile askerî güç arasındaki
ilişki konusuna evrilmesi de, Bahriye Vekâleti tartışmalarında olduğu gibi, askerî
ihtiyaçların siyasî çatışmaların gölgesinde kaldığını göstermektedir.
Yukarıda tartışıldığı gibi, subay savaşa hazır olmak için elinde mümkün olan en
büyük gücü bulundurmayı talep eder. Bu anlamda, yukarıdaki karmaşık tartışmalardan
bağımsız olarak son bir örnek verilebilir. Bu örnek, Yunan denizci subayların, Yavuz’un
onarılmasına karşılık kendilerinde aynı ayarda bir gemi olmamasından yakındığı
bilgisidir.103 Türk askerî karar alıcıların görüşlerine göre, Erken Cumhuriyet döneminde
Yunanistan’ın deniz gücü Türkiye’ninkine oranla karşılaştırılamayacak kadar güçlüdür ve
Yavuz’un varlığı dahi bu dengeyi tek başına Türkiye lehine bozacak denli etkili değildir.
Ancak Yunan subaylar Yavuz’a cevaben Yunan askerî üstünlüğünü sürdürmenin arayışı
içindedirler. 104 Esasen olayı Türkiye değil Yunanistan açısından gösteren bu örnek,
yukarıda tartışılan subaylar ve savaşa hazırlanma-elde hazır güç bulundurma konusuna
uymaktadır. Huntington “[Asker] Gözle görülür güç ister, potansiyel güç değil. Askerlerin
37
bir diğer arzusu da bu gücün fiilen mümkün olan tüm olasılıklara göğüs gerebilecek
kapasitede bir güç olmasıdır.” demektedir. 105 Yunan ve Türk deniz subaylarının da
birbirlerine karşı elde sürekli daha fazla hazır güç bulundurma talebi, bu tespitle
örtüşmektedir.
Birinci sonuç, mutlak itaatin subayın inisiyatif alma yetisini körelteceği ve savaş
durumunda sorumluluk alamayabileceği öngörüsüdür. Bu yönde bir eksiklik iç güvenlik
odaklı harekâtta ancak kısıtlı olarak gözlenmiştir. Özelikle kırsal bölgedeki asayiş
görevlerinde subayların inisiyatif alarak hareket ettiği görülebilir. Bunun sebebi
muhtemelen siyasîleşmeye karşı geliştirilen katı emir - komuta zincirinin kırsal bölgelerde
ve merkezden uzaklaştıkça gevşemesidir. Bu bölgelerde inisiyatif ile hareket eden
subay, kendisini devlet gücünün bir uzantısı ve bir şiddet tekeli olarak tahayyül etmiştir.
Bunun bir istisnası ise Akkılıç’ın Nasturi Harekâtı bağlamında anlattıklarıdır. Asayiş
odaklı iç güvenlik kapsamındaki harekâtta gözlenmeyen inisiyatif alma eksikliği, bir
başka devletle karşı karşıya gelindiği anda ortaya çıkmış ve askerî etkinliği doğrudan
etkilemiştir.
38
İkinci sonuç, güçlü emir - komuta zincirinin, taktik, teknolojik ve doktriner ilerleme
konularında yavaşlatıcı etki yapabilecek olmasıdır. Bu konuda Bahriyelilerin itirazları ve
eleştirileri teorik varsayım ile uyuşmaktadır; ancak karacı subaylar modernizasyondaki
başarısızlığın nedeni olarak üst komuta katlarının katı tutumlarını değil, ekonomik
engelleri görmektedir; nitekim kendileri de sivil anlamda kalkınmanın öncelikli olduğu
fikrindedirler. Bu yüzden Erken Cumhuriyet ordusunda bu yönde bir gerilimin yine kısıtlı
olarak gözlendiği söylenebilir.
Son olarak emir - komuta zincirinin yarattığı teorik düzeyde öngörülmemiş bir
gerilim planlama aşaması ile uygulama arasındaki uyuşmazlık olmuştur. Kurmay
kadrosunun karargâhta yaptığı harekât planları, sahadaki komutanın deneyimleriyle
tezat teşkil etmiş ve astlarda üst komuta düzeyine karşı eleştirel bir tutum yaratmıştır.
39
Karacı subaylar açısından bu eğilim güçlü bir biçimde gözlenmemiştir; askerî
gelişmemişlikten yakınıldığı durumlarda bile eldeki kaynak kıtlığı karacı subaylarca bir
gerçeklik olarak kabul edilmiş gözükmektedir. Öte yandan, Cumhuriyet’in deniz gücünü
oluşturan Bahriyeli subaylar söz konusu taleplerde bulunmuş ve çeşitli düşünce
biçimleriyle kendilerine ayrılacak kaynağın uzun vadede daha faydalı olacağını
savunmuşlardır. Bu taleplerin siyasî otorite tarafından nasıl karşılandığı meselesinde ise
çelişkili bir durum meydana gelmiş, siyasî gerilimlerin askerî ihtiyaçları gölgede bıraktığı
gözlenmiştir.
40
İKİNCİ BÖLÜM
41
bunun gibi eserler de doğar, büyür, ölür” der. 106 Bu söz Yurtoğlu’nun güncel dünya
düzeni ile alakasız bir yorumu gibi düşünülebilirse de, subayların tarih algısının,
devletlerin ve milletlerin tarih içindeki yerine dair görüşlerinin bir özeti gibidir. Bu konuyu
açmak için tarih ve ilerleme konularını ele alınmalıdır. Askerler için ilerleme
kavramı çelişkili bir nitelik taşımaktadır. Askerler sosyalist ya da liberal anlamda tarihin
kendisinin ilerlediğine inanmazlar; zira insan doğasının değişmez nitelikleri bu anlamda
bir ilerlemeye izin vermez. Er geç güç odaklı düzen ve çatışma ortamı geri döner; kalıcı
barış ve kalıcı ilerleme yoktur. Öte yandan, Yurtoğlu’nun ifadesinde de olduğu gibi
medeniyetler yükselir ve çökerler. 107 Bu anlamda “ilerleme”, insanlık tarihinin genel
ilerlemesi olarak değil, bir ulusun ya da bir medeniyetin ilerlemesi, gelişmesi ve
diğerlerine avantaj sağlaması anlamına gelmektedir. Diğer bir deyişle tarihin aktörleri –
milletler, devletler, medeniyetler- çizgisel bir biçimde ilerlese de, tarihin genel ilerlemesi
döngüseldir.
106 İlhan Selçuk, Yüzbaşı Selahattin’in Romanı, 2. Kitap, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1994, s. 203.
107 Samuel Huntington, Asker ve Devlet Sivil Asker İlişkilerinin Kuram ve Siyasası, K. Uğur Kızılarslan
(çev.), Salyangoz, İstanbul, 2004, s. 90.
108 A.g.e., s. 90.
109 Karl Popper, Açık Toplum ve Düşmanları, Cilt 1-Platon, Liberte Yayınları, Ankara, 2008, s. 11.
42
Popper’ın bu şekilde tanımladığı tarihsel ilerlemenin yönünü bildiğini varsayma
hali, “ilerleme” kavramının (belirli bir görüş doğrultusunda savunulduğu haliyle), kayıtsız
şartsız savunucusu olma halini beraberinde getirmektedir. Zira tarihin ilerleyeceği yönü
kesin olarak bildiği iddiasında olan bir sosyal bilimci, siyasî, sosyal, ekonomik konularda
da doğrunun ne olduğunu kesin olarak bildiği iddiasında olacaktır. Bu kesin doğruların
zıddını iddia edenler ise ilerlemeye karşı olanlar, yani gericiler olarak tanımlanacaktır.
Tarihsiciliğin bir sonucu olarak, ilerleme kavramı ve ilerlemenin yönü neredeyse
sorgulanmaz hale gelmekte, tarihî/toplumsal olaylar ilerici – gerici karşıtlığı bağlamında
ele alınmaktadır.
110 Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İletişim Yayınları İstanbul, 2011, s. 231.
111 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2008, s. 23.
112 Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması 1923-1931, Tarih Vakfı
43
sonra, Erken Cumhuriyet subaylarının konuyu nasıl gördükleri ve kendi ifadeleriyle nasıl
ele aldıkları gözden geçirilecektir.
113 Hakan Şahin, a.g.t. s. 322. Bu yorum, yine Karl Popper’ın açık toplum kavramıyla da ele alınabilir.
Popper’ın bakış açısına göre açık toplumda siyaseti üreten kişi sayısı sınırlı olabilir; ancak herkesin bunu
denetleme hakkı ve yetkinliği vardır. Oysa bunun zıddı olan totaliter bir yapıda herkes lidere ve tepede üretile
siyasete bağlı kalmalı ve her durumda bunu izlemelidir. Karl Popper, a.g.e., s. 10. Erken Cumhuriyet
subaylarının daha çok ikincisine yakın olduğu izlenimi edinilmektedir.
114 William Hale, Türkiye’de Ordu ve Siyaset, Ahmet Fethi (çev.), Alfa, İstanbul, 2014, s. 124.
115 Faik Bulut, Resmi Belgeler Işığında Ordu ve Din, 1826-1997 Devlet Gözüyle İslamcı Faaliyetler,
44
güç savaşına indirgemek makul gözükmemektedir. İlerlemeye duyulan inanç her yönüyle
subay düşünce biçiminin ayrılmaz bir parçasıdır.
Hüsrev Gerede ilerleme idealini değişik bir açıdan ele almaktadır. Gerede’ye göre
“Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir!” emrinin iki anlamı vardır. İlki askerî anlamda yenilen
düşmanı ezmek için yapılacak son hamledir. İkincisi ise Akdeniz’in uygarlığın ve
medeniyetin beşiği olması ile alakalıdır. Gerede’ye göre bu söz, ulusun “uygar dünya ile
el ele verip yükselmesi” anlamını da taşımaktaydı. 119 Bu yorum Milli Mücadele’nin
tarihsel ilerlemenin bir parçası olarak kavramsallaştırılmasının bir örneğidir.
116 Sami Sabit Karaman, Eski Bir Konferans: Büyük İnkılâbımıza Dair, Selüloz Basımevi, İzmit, 1947, s.
8.
117 A.g.e., s. 12.
118 Zafer Toprak, Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji, Doğan Kitap, İstanbul, 2012, s. 256-
7.
119 Hüsrev Gerede, Hüsrev Gerede'nin anıları: Kurtuluş Savaşı, Atatürk ve Devrimler (19 Mayıs 1919-
10 Kasım 1938) haz. Sami Önal, Literatür Yayınları, İstanbul, 2002s. 252.
120 Fahrettin Altay, 10 Yıl Savaş 1912-1922 ve Sonrası, İnsel Yayınları, İstanbul, 1970, s. 428. Fahrettin
45
yeniliklerden söz etmiştir. Ancak bunların hemen ardından “Serbest Fırka işleri”
olduğunu ve Menemen Olayı’nın patladığını söylemektedir. Yani Altay’a göre söz konusu
olaylar ile ilerleme atılımları baltalanmaya devam etmektedir.
Son olarak eklenebilecek bir tartışma konusu da, ilerlemeyi temsil eden subay
imgesinin, meslekten subayların sınırlarını aşıp yedek subay imgesinin de parçası haline
gelmesidir. Bu gelişme yedek subaylar üzerinden okunduğunda, yeni rejimi “kuran ve
kollayan” ordunun eğitimli ve ilerici mensupları olarak değer kazanan yedek subaylar,
Erken Cumhuriyet ordusunun bu genel eğiliminin parçası olmuşlardır. 1930 yılında yeni
rejim ve laiklik karşıtı Menemen Olayı’nda katledilen, yedek subay Kubilay da bu imgenin
güçlenmesinde rol oynamıştır.121
121 Mehmet Beşikçi, ““İhtiyat Zabiti”nden “Yedek Subay”a, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bir zorunlu askerlik
kategorisi olarak yedek subaylık ve yedek subaylar, 1891-1930”, Tarih ve Toplum Yeni Yaklaşımlar, Sayı
13, Güz 2011, s. 85.
122 İsrafil Kurtcephe, Mustafa Balcıoğlu, Kara Harp Okulu Tarihi, Kara Harp Okulu, Ankara, 1991, s. 148.
Kurtcephe ve Balcıoğlu’nun kitabındaki çağdaş ve laik vurgusu bu bölümde ele alınan ilerleme düşüncesine
uygundur. Ancak “demokratik” vurgusu başka bir başlığın konusudur. Askerî disiplinin “demokratik” temellere
dayandırılması üzerinde durulmalıdır. Esasen “teokratik disiplin” ile “demokratik disiplin” arasında yapılan
ayrım, doğrudan Erken Cumhuriyet’in demokrasi yaklaşımını ortaya koymaktadır. Cumhuriyet’in kurulma
46
Laiklik motifinin ilerleme ile ilişkisi bakımından Cemal Madanoğlu’nun bir anısı
meseleye açıklık kazandırmaktadır. Madanoğlu lise yıllarında “sarıklı, cübbeli” bir
hocadan aldığı bir derste bir kuyunun nasıl temizleneceğini dinlerken, 41 kova su
çekilirse kuyunun suyunun temiz olacağını duymuştur. Buna itiraz etmesi sonucu
hocadan ceza aldığında, okulun müdürü Niyazi Bey’in kendisini korumuş olduğunu
belirtir ve Niyazi Bey’in, “Başımıza ne geliyorsa bundan geliyor. […] Halife cihad-ı
mukaddes ilan etti; bütün dünya Müslümanlarını savaşa çağırdı. Sonra ne oldu?... Kâfirin
üstüne yürüyün dediği Müslümanlar gelip Dersaadet’te karargâh kurdular; işgal
kuvvetleri arasında yerlerini aldılar.” dediğini aktarır. Madanoğlu Niyazi Tevfik Bey’i
“Yurtsever, ilerici bir insandı, gerçeği görüyordu.” diye anmaktadır.123
Sıtkı Ulay’a göre karşılaşılan temel sorunlar “[…] Doğu illerimizde cehalet ve geri
kalmışlığın verdiği zavallılık, devlet ihmali, yabancıların hedefli ve maksatlı oyunları
neticesinde patlak veren Şark ve Dersim hareketleri…”dir. Bu sorunlara karşı genç
yıllarında liberal ya da sosyal anlamda bir demokrasiden çok, halkçılık ve solidarizm gibi bütünleştirici
ideolojiler öne çıkmıştır. Kurtcephe ve Balcıoğlu, 90’larda yazdıkları Harbiye tarihinde, İmparatorluk ile
Cumhuriyet arasındaki geçiş dönemini ele alırken, anlattıkları dönemin (yani Erken Cumhuriyet’in) hâkim
zihniyetini ve dilini yeniden üretmiş gözükmektedir. Bu konu Solidarizm bölümünde ayrıntılı olarak ele
alınacaktır.
123 Cemal Madanoğlu, a.g.e., s. 26-27.
124 A.g.e., s. 49.
47
subayların konumunu tarif etmektedir: “… Azimli ve yeminli birer Atatürk subayı ve
öğrencileri olmuştuk. Bizim nesil istiklal savaşının yetiştirdiği büyük insanları tanıdı ve
ilhamları ile derslerini onlardan aldı. […] Sayelerinde karış karış yapılan yurt gezileriyle
Türk toplumu ve halkının sefalet, ıstırap, ve çilelerini yakından görmüş, yaşamış, ve bu
akademi pratik tahsilimizi de naçizane ikmal etmiş olduk.” 125
125
Sıtkı Ulay, Harbiye Silah Başına, Kitapçılık Ticaret Limited Şirketi, İstanbul, 1968, s. 9. Ulay’ın anıları ilk
kez 1968 yılında yayınlanmıştır.
126 Yayına hazırlayan İzzeddin Çalışlar’ın notu s. 5: “Yazarı belli olmayan Dersim Başlıklı bu kitap, İstiklal
Savaşı Kumandanlarından olan dedem Org. İzzettin Çalışlar’ın kitaplığından bana intikal etti. Tarihi kesin
belli olmamakla birlikte, 1933 yılının son çeyreği ya da 1934’ün ilk aylarında yayımlandığı anlaşılıyor. İçişleri
Bakanlığı’na bağlı Jandarma Umum Kumandanlığı’nca, III. Şube, I. Kısım tarafından, 55058 sayısıyla, gizli
ve zata mahsus olarak, kayıt altında yüz adet basıldığı kapağında belirtilmiş. Yayımlandığı dönemde, dedem
2. Ordu Kumandanı olduğundan, bir nüshası da ona verilmiş.”
127 İzzeddin Çalışlar, Dersim Raporu, Kıvanç Koçak (ed.), İletişim Yayınevi, İstanbul, 2010, s. 227.
128 A.g.e., s. 229.
129 A.g.e., s. 249.
48
hale gelmektedir. Harekâtın başarılı olması, devletin bölgeye girmesini, kurumlarını ve
altyapısını yerleştirmesini ve bölgenin modernleşmesini - medenileşmesini sağlayarak
yoksulluk ve cehaletten kurtarılmasını beraberinde getirmektedir. Subayların kabule
yatkın olduğu, cehalet ve geri kalmışlığın devlet otoritesinin eksikliğinden kaynaklandığı
ve ancak bu otorite tesis edildiği takdirde ilerlemenin sağlanabileceği yönündeki temel
izlek başka örneklerde de görülebilir. 130 Ulus-devletin ordusunun ülke topraklarında
şiddet tekelini kurması, tarihsel ilerlemenin bir parçası ve önkoşulu olarak ele
alınmaktadır.
Bu konuda bir başka önemli örnek de Hamidiye zırhlısının Rize’de çıkan olayların
bastırılmasına katılmasıdır. Şapka inkılabına karşı başlayan 1925 yılındaki olaylarda
Hamidiye Rize’ye denizden gösteri atışı yapmıştır. Ankara İstiklal Mahkemesi Başkanı
Ali Çetinkaya bu olayı yorumlarken, Hamidiye’yi “irtica hortlağına” karşı, “devrimin satvetli
ve kıskanç bir bekçisine” benzetir.132
130 İki örnek, Fevzi Çakmak ve Ömer Halis Bıyıktay’ın Dersim konusundaki yorumlarıdır. U ğur Mumcu, Kürt
Dosyası, UM:AG Vakıf Yayınları, Ankara, 2005, s. 38. Bölgeyi medenileştirmek için askerî anlamda kesin
kontrol sağlanması gerektiği yorumunun, Tanzimat sonrası merkezîleşme ve Cumhuriyet sonrası uluslaşma
ile bağlantılı anlatımı için bkz. Murat Yüksel, “Erken Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sinde Güvenlik Siyaseti ve
Nüfus Politikaları”, Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, Evren Balta Paker, İsmet Akça (der.),
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010.
131 Kazım Özalp, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası, Ankara, 1994, s. 68.
132 Nejat Gülen, a.g.e., s. 373.
49
konular ve aktörler ihmal edilebilir hale gelmektedir ki bu da subayların kafasında
otoriterliği doğal hale getirmektedir. Son olarak, ilerlemenin modernleşme-aydınlanma
ayağı kadar, kalkınma ayağı da göz önünde tutulmalıdır. Toplumun özellikle kırsal
bölgelerde yaşayan yoksul kesimleriyle yüz yüze gelinen anlar, subaylar için bu atılımın
aciliyet kazandığı ve hayati önemde bir konu haline geldiği anlardır.
Milli Mücadele’nin tarihsel ilerleme çizgisi içinde bir sıçrama anı olarak
kavramsallaştırılması da Erken Cumhuriyet subaylarının algısında gözlenen bir
durumdur. Konuyu sonradan değerlendiren birçok subay Milli Mücadele’yi yalnızca bir
bağımsızlık savaşı olarak değil, çağdaşlaşmaya giden yolun bir parçası olarak görür.
Böyle bütünleştirici bir bakış, Milli Mücadele’nin sonrasındaki siyasî mücadeleleri ve
inkılapları, Milli Mücadele’nin devamı haline getirmektedir. Örneğin Asım Gündüz bu
konuda doğrudan bir devamlılık olduğunu iddia eder. “Türk milleti bu gün medeniyet ve
yaşadığı devre yetişme mücadelesi yapıyor. Bu savaş da, milli mücadelemizin
devamıdır.”133
Hem Milli Mücadele’de hem de Erken Cumhuriyet döneminde subay olarak görev
yapmış olan Zühtü Güven, Milli Mücadele’de çıkan çeşitli isyanlar için şu yorumu
yapmaktadır: “Bunların hepsi kokmuş saltanatı sürdürmek için Ferit Paşa hükümetinin
cahil, bilgisiz ve aydınlığın ne tarafta olduğunu fark edemeyen kişileri kandırmasıyla
meydana gelmiştir.” Bunu izleyen daha keskin yorumunda ise doğrudan tarafların
ilerlemeyi ve gerilemeyi temsil ettiğini vurgulamaktadır: “Bu kitabı 134 okuyanlara son
133Asım Gündüz, Hatıralarım, hazırlayan İhsan Ilgar, Kervan Kitapçılık, İstanbul, 1973, s. 6.
134Zühtü Güven, Anzavur İsyanı: İstiklal Savaşı Tarihinden Acı Bir Safha, Türkiye İş Bankası, Ankara,
1965. Bu kitap ilk kez 1948 yılında Aydınlık Matbaası’nda basılmıştır.
50
sözüm şudur: Bu kitap, ileri düşüncenin, aydınlık görüşün, yani Mustafa Kemal
düşüncesinin, geri kuvvetlere, karanlık düşünceye bir avuç insanla, fakat sonsuz bir
imanla nasıl üstün geldiğinin dosdoğru bir belgesidir.”135
51
ifadelerini kullanmaktadır. Altay’a göre “bazı bölgelerdeki cahil softalar” halkı şaşırtmakta
ve Milli Mücadele aleyhine örgütlemektedir. 137
İkinci olarak ise iki savaş arası dönemin düşünsel atmosferi etkili olmuştur. Bu
anlamda Milli Mücadele’nin geriye dönük bir bakışla adeta “irticaya karşı mücadele” gibi
ele alınması, kimi Milli Mücadele’ye bizzat katılmış, kimi ise savaştan sonraki birkaç yıl
içinde subay olarak göreve başlamış olan Erken Cumhuriyet subaylarının, dönemlerinin
hâkim zihniyet ortamının etkisinde olduğunu göstermektedir. Zafer Toprak’ın ifadelerini
kullanırsak, Cihan Harbi sonrasındaki dünya ve Avrupa, “anti-klerikal rüzgarların etkisi
altındadır.” Türkiye de “Mukaddes’ten Temeddün’e” bir arayış içerisindedir; diğer bir
deyişle ulusal bir kimlik ve tarih anlayışı, İslamî düşünceyle zıt bir ilerleme fikri
öngörmektedir. 139
Subaylar da bu modernleşme paradigmasını Milli Mücadele
anlatılarının merkezine taşımaktadırlar.
137 Fahrettin Altay, İstiklal Harbimizde Süvari Kolordusu, İnsel kitabevi, İstanbul, 1949, Önsöz.
138 Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, 1. Cilt, Kastaş Yayınları, İstanbul, 2000, s. 80-88.
139 Zafer Toprak, Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji, Doğan Kitap, İstanbul, 2012 s. 255.
52
diyerek karalamak istiyorlar. Demokrasi şımarıklığı ile, çirkin yüzlerini düşünce özgürlüğü
maskesi ardına gizleyerek gerçekleri saptırmak istiyorlar. Asıl maksatları Atatürk’ü ve
onun devrimlerini gündemden çıkarmaktır. (…) Biz daha ölmedik!”140
140Kenan Kocatürk, Bir Subayın Anıları, 1909-1999: Bitmemiş Senfoni, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 1999,
Sunuş.
53
dayanışmayı toplumsal sorunlara bir çözüm olarak görmelerine neden olmuştur.
Toplumsal sorunlara karşı geliştirdikleri dayanışmacı çözüm anlayışı Erken Cumhuriyet
subayları için zamanla bir ideoloji haline gelmiştir.
Dayanışma vurgusunu daha iyi açıklamak için önce tarihî anlamda bu vurgunun
Osmanlı-Türk siyasî ve sosyal düşüncesine nasıl etki ettiği ele alınacak, ardından özgül
koşullardan bağımsız olarak subayların birlik vurgusu yapmaya meyyal oluşları
irdelenecektir. Meselenin iki bileşeni bu şekilde ele alındıktan sonra Erken Cumhuriyet
subaylarının bu konuyu ele alış biçimleri gözden geçirilecektir.
Halkçılık ilkesi ile ifade edilen görüşün nasıl bir toplum tasavvur ettiğine de
değinilebilir. Zafer Toprak’a göre Erken Cumhuriyet’in, Jean-Jacques Rousseau’nun halk
54
egemenliği kavramından esinlenerek geliştirdiği Halkçılık, liberal anlamda demokrasiyi,
solidarist bir eşitlikçilik ile ikame etmektedir. Buna göre ülkeyi düzlüğe çıkarmanın tek
yolu olarak Ziya Gökalp’in (Emile) Durkheim sosyolojisinden yola çıkarak geliştirdiği
“İctimai Tesanütçülük” (Sosyal dayanışmacılık) gösterilmiştir. Toplum, çıkarları çatışan
fertler, zümreler ya da sınıflar değil, ortak amaçlara hizmet eden bir cemiyet olarak
tahayyül edilmiştir. 144
Tesanüt-Dayanışma-Solidarite, toplumu bir arada tutup
eşgüdümlü hareket etmesini sağlayacak bir anahtardır ve bu anlamda ilerlemenin
vazgeçilmez bir parçasıdır.
144 Zafer Toprak, Türkiye’de Popülizm 1908-1923, Doğan Kitap, İstanbul, 2013, s. 343-4. Solidarizm
konusunda ayrıca bkz. Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, İletişim Yayınları,
İstanbul, 2001.
145 Faroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1915, s. 220 Ahmad başka bir
çalışmasında da, Mustafa Kemal’in 1919 Erzurum Kongresi’nde Halkçılık sözcüğünü kullanmasını zamanı
için çok ileri gördüğünü belirtmektedir. Buna göre Kemalist seçkinlerin önemli bir bölümü için halkçılık bir
siyasî barbarlıktır. A.g.e., s. 219. Buna kanıt olarak sunulabilecek bir bilgi Kazım Karabekir’in ölümünden
sonra (1967 yılında) yayınlanan bir kitabında geçmektedir. 1920 yılında doğunun durumunu anlatan bir
raporu yorumlayan Karabekir halkçılık hakkında şunları söylemektedir: “Görülüyor ki Bolşeviklikle bugünkü
şekli idaremiz arasında neticesi anarşi ve bolşeviklerin istilası olacak Halkçılık fikri İttihat ve Terakkinin gizli
mesaisi imiş.” Kazım Karabekir, İstiklal Harbimizde Enver Paşa ve İttihat ve Terakki Erkanı, Menteş
Kitabevi, İstanbul, 1967, s. 48.
146 Milli ve millet sözcüklerinin, halkçılık kavramının bir adım ileri götürülmesi olduğu ve Osmanlılık ve
İslamcılık kavramlarının yerine millet kavramının getirilmesinin amaçlandığı yönündeki bir yorum şuradadır:
Feroz Ahmad, İttihad ve Terakki (1908-1914), Sander Yayınları, İstanbul, 1975, s. 239.
55
Sosyolojisinin önemli düşünürü Ziya Gökalp, Alman Milli İktisadı ile Fransız solidarizmini
harmanlamakta ve savaş yıllarıyla gelen ekonomik ve toplumsal yıkımların, ahlakî bir
bütünleşmeyle çözülmesini önermektedir. Yani her şeyden önce ahlakî bir
dayanışmacılık, toplumun kalkınmasında anahtar olarak görülmektedir.147
147 Zafer Toprak, Türkiye’de Popülizm 1908-1923, Doğan Kitap, İstanbul, 2013, s. 89-92.
148 A.g.e., s. 92.
149 A.g.e., s. 285.
150 A.g.e., s. 287.
151 A.g.e., s. 89.
152 M. Asım Karaömerlioğlu, Tek Parti Döneminde Halkçılık, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, Cilt 2
56
Son olarak Erken Cumhuriyet’te ekonomik bir yaklaşım olarak öne çıkan
Korporatizm düşüncesi ve doktrini de bu vurguyu taşımaktadır. Kapitalist Batı’da olduğu
gibi birbiriyle çatışan çıkarları olan gruplar Türkiye’de mevcut değildir; Türkiye kapitalist
anlamda ilerlemiş bir ülke olmadığı için, farklı ekonomik zümreleri-sınıfları temsil eden
partilerin çekişmesi anlamında politika Türkiye’nin siyaset sahasında doğru
görülmemektedir. Nitekim Korporatizm yaklaşımı, “Milli birlik ve beraberliğe” vurgu
yapmaktadır.153 Diğer bir deyişle, hem siyasî anlamda tek parti savunusunu beraberinde
getirmekte, hem de ekonomik ve sosyal yaşamın düzenlenmesinde tek merkezden
yönetilen ve dayanışan bir toplum tezini geliştirmektedir.
Kısacası Solidarist düşünce, toplumsal bir teori ve siyasî bir yaklaşım olarak
gerek 2. Meşrutiyette gerekse Erken Cumhuriyet’te fazlasıyla önemli olmuştur.
Liberalizm, sosyalizm gibi ideolojiler arasında bir tür alternatif yol olarak tahayyül edilen
bu yaklaşım, yalnızca Türkiye toplumunun nasıl olduğuna ya da nasıl olması gerektiğine
dair bir görüş geliştirmemiş, aynı zamanda terakki fikrinin bir önkoşulu olarak uyum ve
dayanışmayı sürekli ön plana çıkarmıştır.
Öte yandan solidarizm anlayışındaki temel varsayım, söz konusu tarihî koşullar
olmadan da subaylığın ve asker zihniyetinin temel kabulleriyle örtüşmektedir. Askerlerin
güvenlik odaklı bakış açısı da, tekil insanları her zaman zayıf ve güçsüz görmektedir.
İnsanın doğada hayatta kalabilmek için işbirliğine ve grup halinde hareket etmeye ihtiyacı
153 Aykut Kansu, Türkiye’de Korporatist Düşünce ve Korporatizm Uygulamaları, Modern Türkiye’de Siyasî
Düşünce, Cilt 2 Kemalizm, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, 253-272, s. 261-262.
154 Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasî Fikirleri, 1895 – 1908, İletişim Yayınları, İstanbul, 2007, s. 249.
57
vardır. Bu yüzden subay zihniyetinde birey geri plana atılırken toplum önem kazanır.
Subayın bakış açısından, geçici ve zayıf olan birey, toplumun (milletin) kalıcılığının
potasında eritilmelidir.155
Askerlerin insan doğasına dair temel yargısı insanın zayıflığı varsayımını temel
alır. Onlara göre insan örgütlenmeye, disipline ve önderliğe muhtaçtır; zira bunlar tekil
insanın zayıflığını aşabilmesine olanak sağlayacaktır. 156 Subaya göre insan gruplar
halinde yaşayan sosyal bir hayvandır. Ölümlü tekil insanlar, daha büyük bir yapı olarak
toplumun (ulusun) “güç, büyüklük, kalıcılık ve ihtişamına” katılarak doyuma
erişebilirler.157
Sorun bu şekilde tanımlandıktan sonra, bu duruma iki örnek sunulabilir. İlk örnek,
Milli Mücadele’nin üst düzey subay kadrosundan olan –ancak savaş bitince ordudan
ayrılıp sivil hayata atılan- Selahattin Adil’in, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilerlemesi
konusunda yaptığı yorumdur. Diğeri ise, denizcilik alanında ilerleme sağlanması
konusunda Amiral Afif Büyüktuğrul’a ait bir eleştiridir.
Milli Mücadele’de Mirliva olarak hizmet vermiş olan Selahattin Adil, savaştan
sonra geçim sıkıntıları sebebiyle ordudan istifa etmiştir. Savaş sonuna dair yaptığı
değerlendirmede, “İmparatorluğumuza veda etmiş, anavatanımızın sınırlı alanına
çekilmiş, milyonlarca vatandaşımızı yabancı ülkelerde bırakmış isek de…” gibi buruk bir
hisle yazıldığı anlaşılan ifadeler kullanmaktadır. Buna karşılık İmparatorluk’tan
Cumhuriyet’e geçişi bir ilerleme olarak gördüğü de bellidir. Hem demokratikleşmeden,
hem de bir dayanışma-birlik halinden bahsetmekte, birey olarak değil millet olarak
düşünen ve maneviyatı güçlü bir Türk milletinin ilerleme yolunun açık olduğunu iyimser
58
biçimde dile getirmektedir. “İmparatorluğumuza veda etmiş, anavatanımızın sınırlı
alanına çekilmiş, milyonlarca vatandaşımızı yabancı ülkelerde bırakmış isek de
bütünleşmiş bir millet haline gelen bir toplulukla güçlenmiş, kapitülasyonlar gibi
memleketin hayat ve geleceğini engelleyen bağlardan kendimizi kurtarmıştık. İstiklâl
savaşımızda olduğu gibi her türlü fedakârlığa katlanarak vatanın kurtulması amacıyla bir
ideal uğrunda birleşen, şahsi çıkar ve etkiden uzak kalmasını bilen bir heyetin çizeceği
yönde yüksek bir yetenek, büyük bir ahlak üstünlüğü ve aklıselim sahibi olan saygılı Türk
milletinin yakın bir gelecekte ulaşamayacağı kültür düzeyi ve uygarlık olamazdı.”
Selahattin Adil’in savaş sonrasına dair yaptığı bu yorum, ilerleme-modernleşme ile
toplumsal bütünlüğü ve dayanışmacılığı bir arada ve birbirinin önkoşulu olarak gören
bakışa bir örnektir.158
Dayanışmacılık ve ilerleme konusundaki spesifik örnek de, deniz ticaret filoları ile
donanma arasındaki dayanışmaya dair Büyüktuğrul’un yorumudur. Büyüktuğrul, ticaret
gemileri ile donanma arasındaki irtibatsızlığı eleştirmekte ve Atatürk’ün hayal ettiği deniz
gücüne ancak bu ikisi arasındaki işbirliği ile ulaşılabileceğini belirtmektedir. İkisi
arasındaki tek işbirliği 1960’a kadar süren bir uygulama ile Deniz Ticaret Okulu
Müdürlüğü’ne emekli bir subayın getirilmesidir. Büyüktuğrul, bunun sivil ticaret
gemilerine bir disiplin sağladığını ve bu askerî disiplinin çok faydalı olduğunu belirtir ve
hatta bu olmadan gemilerin yük ve yolcu bulamayacağının altını çizer.159 Büyüktuğrul’un
yorumu askerî teşkilatlanma, sivil ve askerî alanlarda birlik içinde hareket etme ve
dayanışmacılığı öne çıkarma eğilimine uygundur.
Dayanışmacı bir toplum tahayyülü, farklı sınıflardan subaylar için olduğu kadar,
farklı kuşaklardan subaylar için de ortak bir paydadır. Gerek Milli Mücadele’ye katılmış
ancak savaş bittikten sonra yaşamına sivil olarak devam etmeyi seçmiş ve emekli olmuş
olan subaylar, gerek Milli Mücadele sonrasında orduda kalıp Erken Cumhuriyet boyunca
yüksek rütbelerde görev yapmış olan subaylar, gerekse 1920’lerin ve 1930’ların genç
subayları bu konuda benzer vurgular yapmışlardır. Toplumsal dayanışma, sınıf ve zümre
ayrımı tanımama, toplumu-ulusu ortak çıkarlar doğrultusunda birlikte hareket eden ya da
etmesi gereken organik bir bütün olarak görmeye yatkınlık subaylar arasında yaygındır.
158 Selahattin Adil, Hayat mücadeleleri: Selahattin Âdil Paşanın hatıraları, Zafer Matbaası, İstanbul 1982,
s. 430.
159 Büyüktuğrul, a.g.e., s. 116-7.
59
Dayanışma vurgusu savaş ve barış ayrımı tanımamakta, her iki durumda da aynı
önemle vurgulanmaktadır. Örneğin 1939’a dek subay olarak (1930’dan sonra Orgeneral)
hizmet veren İzzettin Çalışlar, dayanışmanın savaş durumunu nasıl etkilediğini ele
almıştır. Milli Mücadele sırasında iki ordunun manevi durumunu karşılaştırırken, Türk
Ordusu’nu “Bizim yüce bir amacımız vardı.” diye anlatmaktadır. “Mevcudiyetimizin,
hayatımızı geleceği olan Türklüğü ebediyen yaşatmayı hedeflemiştik.” Yine de Yunan
ordusunun yüksek bir okur-yazar oranı sayesinde çeşitli yayınlarla milli bilinç ve
heyecanlarını diri tutabildiklerini de belirtmektedir.160 Yani bireyin, milli bilinç potasında
erimesinin her iki taraf açısından da önemi vurgulanmıştır.
Subaylar için bireyin toplumun potasında erimesi yalnızca bir savaş dönemi
durumu değildir. Barışta da benzer bir kenetlenmişlik, dayanışma ve topluma adanmışlık
aranmakta ve övülmektedir. Bunun bir örneği de Asım Gündüz’ün sözleridir. “Tek
isteğim, her safhası basiret, akıl, vatanseverlik, şuur ve hedefi malum asil ve ulvi bir
gayeye varabilmek için cömertçe harcanmış kan yolu üzerinden elde edilmiş aziz
Cumhuriyetimizin korunması, milli birliğin devamı, bu ülkenin çocuklarının birbirini
sevmesi, emeklerini ve hizmetlerini büyük ve refahlı Türkiye idealine vakfetmeleridir.
Şehitlerimiz bunun için can verdiler, en elverişsiz şartlar içinde babalar ve dedeler,
nineler ve anneler bunun için nefislerini feda ettiler.” Gündüz şöyle devam etmektedir:
“Türk Milleti, milliyetçilik duyguları, ananeleri, asli varlığının hazinesi içinde oldukça
aşamayacağı engel yoktur.” “Ferdi ve şahsi ayrılıkları düşünce hürriyeti sınırları içinde
bırakmak ve müşterek ülküye azimle, el ele, gönül gönüle yürümek!..”161
Bu sözlerden de açıkça anlaşıldığı gibi, bir önceki başlıkta ele alınan ilerleme
ideali, bireyin ulus bütünlüğü içinde eritildiği bir dayanışma toplumu ile iç içe geçmiştir.
Yukarıda da belirtildiği gibi, bu genel tespit, Erken Cumhuriyet’in deneyimli subayları için
olduğu kadar genç kuşakları için de geçerlidir. Örneğin Sıtkı Ulay Türk toplumu hakkında
şu yorumu yapmaktadır: “Belki doymuyordu, giyemiyordu, yiyemiyordu; fakat görenler
biliyor ki başı dik, istiklalinin ve hürriyetlerinin savunulmasına hazır, aldığı öğüt ve miras
160 İzzettin Çalışlar, Org. İzzettin Çalışlar'ın anılarıyla: gün gün, saat saat, İstiklal Savaşı'nda Batı
Cephesi, yayına hazırlayan İzzeddin Çalışlar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009 s. 142.
Çalışlar’ın anıları aslında Milli Mücadele’nin askerî yönünün en öne çıktığı anı kitaplarından biridir. Genelde
teknik detaylar ve harekât analizleri ile dolu olan kitapta savaşın manevi yönüyle ilgili yapılmış seyrek
yorumlardan biri budur.
161 Asım Gündüz, a.g.e., s. 5-6.
60
gereğince her sınıftan birleşmiş, elele, kol kola, nifaksız bir millet olarak öğünüyor,
çalışıyor ve güveniyordu”162
61
Batı’nın yükselişini örtük olarak tanısa da er geç eski üstünlüğünü geri kazanacağına
inanan bu karmaşık bakış açısının en tipik örneği Kenan Kocatürk’te görülmektedir.
Erken Cumhuriyet’in genç subaylarından olan Kocatürk, “Bizden evvelki kuşak Atatürk
ve arkadaşları Türk milletinin duran hayat çarkını altölü noktasından tutup kaldırarak
çevirmeye başladılar. Gittikçe hızlanan bu çarkın devirlerini artık kimse durduramaz.
Milletin makus talihi yenilmiştir.” demektedir. Daha sonra bazı olumlu gelişmeleri kısaca
sıralayan Kocatürk, şöyle bitirmektedir: “Bu gidişimiz karşısında uzağı gören büyük
devletler eski sağlam imparatorluğumuzun hayalinden ürkerek bizi durdurmaya
çalışıyorlar.”165
Geri kalmışlık hissine panzehir olarak geliştirilen özgüvenin bir başka dışavurumu
da tarihî başarıların Batı’nın başarılarından geri kalmadığı, ancak bunların yeterince
anlatılamadığı düşüncesidir. Bu düşüncenin sivil alanda da benzer biçimde karşılık
bulduğu söylenebilir. Örneğin Erken Cumhuriyet yıllarının önemli yayıncılarından Tahsin
Demiray, Kazım Karabekir’in İstiklal Harbimiz kitabına yazdığı önsözde şöyle
demektedir: “Türk Milleti her bakımdan dünyanın en köklü milletidir. Fakat esefle itirafa
mecburuz ki, her yaprağı bir millete yetecek kadar yüklü ve şerefli olan büyük tarihimizin
yazılıp, çizilip muhafazasında affolunmaz kayıtsızlıklar göstermişizdir. Her kavim ve her
millet bir yapar on gösterir ve yüz öğünürken biz binleri arkaya atıp geçmişiz ve arkamıza
bakmamışız.”166
Batının görece ileriliğine karşı, milletin içinde taşıdığı bir gücün her daim bu
eksikliği ikâme edeceği ve Batının üstünlüklerinin bu güç karşısında bir tür illüzyon
olduğu fikri de gözlenmektedir. İstiklal Marşı’nın iki dizesinde “Ulusun, korkma, nasıl
böyle bir imanı boğar/ Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” olarak karşımıza çıkan
165 Kenan Kocatürk, Bir Subayın Anıları, 1909-1999: Bitmemiş Senfoni, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 1999,
Sunuş.
166 Tahin Demiray, “Naşirin Önsözü”, Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1969.
167 Amiral Büyüktuğrul, a.g.e., s. 118,119.
62
bu düşünce, Fahrettin Altay’ın anılarında yazdığına göre Atatürk’ün Fahrettin Altay’a
okuttuğu ve orduya hitap edilen bir konuşmada da farklı bir biçimiyle görülmektedir. Bu
konuşmada “Türk ordusu, sen bütün dünya ordularının önündesin. Bu senin Altaylı
dedelerinin sana öz miras bıraktığı çok yüksek kıymetin solum bitmez tükenmez bir
çakılıdır.” 168 biçiminde ifadeler geçmektedir. Tarih Tezi tartışmalarının etkisi altında
yazıldığı anlaşılan konuşmada, teknik-teknolojik geriliğin karşısında özcü bir üstünlük
duygusu geliştirildiği gözlenmektedir. Böyle bir üstünlük duygusu Mehmet Akif’in
dizelerinde “iman” vurgusu, Atatürk’ün metninde ise Türklük vurgusu ile öne çıksa da,
temelde benzer bir biçimde özgüven kaynağı haline gelmiştir.
Batı hayranlığı ve özgüven tahterevallisini güzel yansıtan bir yorum da Ali İhsan
Sabis’in kendisine yöneltilen suçlamalara verdiği bir cevaptır. Sabis, kendisini Alman
hayranlığı ile suçlayanlara cevaben, kendisinin Batı hayranlığının kendi ülkesinin de
onların düzeyine çıkması temennisiyle ilgili olduğunu, yani dolaylı olarak milliyetçi bir
tutum olduğunu dile getirmektedir. “Garb medeniyetini sevmek ve takdir etmekliğim de
kendi milletimin bunlar gibi yüksek bir medeniyete ve refaha vasıl olmasını şiddetle arzu
etmekliğimden ileri gelir.”.169 Batı’yı ölçü alarak hedefler koymanın milli kimliğe duyulan
inançta bir boşluk yarattığı aşikardır; diğer subaylar gibi Sabis’in ifadeleri de bu çelişkileri
aşacak bir söylem arayışı olarak alınmalıdır.
63
bir Alman subayını taşıyan bir arabanın benzini azdır ve yokuş yukarı çıkan arabada
benzin deponun dibine kaymakta ve motora gelmemektedir. Bu durumda subay dâhil
arabadakiler inip yokuşta arabayı itmek zorunda kalırlar. Ancak o sırada gelen ve olaya
şahit olan bir Türk subayı, arabanın geri viteste yokuşu ters olarak çıkmasını önerir;
böylece motora benzin gidebilecektir. Alman subay bunu duyunca şapkasını çıkarıp yere
vurur. “Sonuç: Biz Türkler çok zekiyiz; ama, yeteneklerimizi kullanacak inat, sabır,
yöntem gereklidir.”171
1920’lerde Fahrettin Paşa (Altay), bir heyetle beraber Kızıl Ordu manevralarını
izlemek üzere Sovyetler Birliği’nde misafir olmuştur… Burada yapılan eğlence sırasında,
Kızıl Ordu subayı Gaganoviç, Türkleri öven ve dostluk mesajları içeren bir konuşma
64
yapmıştır; ancak bu konuşmada İstiklal Savaşı’nın Sovyetlerin yardımları sayesinde
kazanıldığını da belirtmiştir. Bunun ardından Fahrettin Paşa konuşmuş ve söze
“Yoldaşlar (Tavariş)” diyerek başlamıştır. Böylece büyük tezahürat alan Altay, sonra da
Gaganoviç’in sözlerinin haklı olduğunu, ancak Çanakkale’de Türk Ordusu Müttefikleri
durdurmasa “durumun acaba ne olacağını” sormuştur. Elbette kastettiği, Çanakkale’de
başarılı olunmasa Sovyet Devrimi’nin gerçekleşmeyeceğidir. Gaganoviç’in “Doğru, çok
doğru bizim dostluğumuz karşılıklı fedakârlık üzerine müessestir.”173 demesiyle sorun
çözülmüştür.
Bu unsurlar ayrı kısımlar halinde ele alınmışlardır; ancak her birinin benzer
kaygılardan kaynaklandığı ve aynı zihniyet ortamında oluştuğu unutulmamalıdır. Batı ve
diğer dış aktörler karşısında yenilgi ve geri kalmışlık hissi ilerleme ihtiyacını getirmiş,
ilerlemenin bir an önce sağlanması aciliyeti dayanışmacı bir toplum özlemini
doğurmuştur. Bunlar, hem dönemin özgül koşullarını yansıtan gelişmeler, hem de
Samuel Huntington’un çizdiği ulus-devlet subayı profiline büyük ölçüde uyan imgelerdir.
65
duyulan inanç subaylar açısından genel ve özel koşulların kesiştiği bir alan olarak ortaya
çıkmaktadır. Genel açıdan bakıldığında Huntington’un subayların tarihe bakışı hakkında
söyledikleri, Erken Cumhuriyet subayları için de tamamen doğrudur. Tarih, dersler ve
ilkeler çıkarılacak bir alan olarak görülmektedir. Böyle bir bakış, geleceğin de yönünü
tayin ettiğine inanan tarihsici yaklaşımı doğurmaktadır; tekçi bir tarih yorumuyla ilerleme
ve gerileme kavramlarının içeriklerinin, bunları kullananların tekelinde olduğu
varsayılmaktadır. Subaylar, böyle bir tarih anlayışı ile gelecekte daha güçlü, daha üstün
olmak adına ilerlemeyi savunmaktadırlar.
İkinci nokta devlet otoritesinin tesis edilmesini ilerleme açısından bir zorunluluk
addeden ve bu anlamda merkezîyetçi yapıyı güçlendirmeyi hedefleyen görüştür.
Subaylar hem inkılapların kabul edilmesi anlamında, hem de merkezin kontrolünden
uzak kırsal kesimlerde devlet gücünün yerleştirilmesi anlamında, iç güvenlik ve asayiş
konularını ilerleme ile paralel görmektedir. Güçlü bir ordu ve donanma, Cumhuriyet
devrimlerinin kabul edilmesine direnen “mürteci” gruplara karşı etkili olacaktır, bu da
inkılapların kalıcılığını ve modernleşmeyi sağlayacaktır. Kırsal bölgelerde ordunun şiddet
tekelini tesis etmesi ve buraları merkezî otoriteye tabi kılması ise, bu azgelişmiş
bölgelere devletin eğitim ve altyapı gibi alanlarda ulaşmasını sağlayacak ve geri
kalmışlığın önüne geçilecektir. Yani subaylar her iki anlamda da, ilerleme için devlet
otoritesinin kurulmasını zorunlu görmektedir.
Üçüncü nokta ise Milli Mücadele ile ilerleme ilişkisidir. Erken Cumhuriyet
subayları Milli Mücadele’yi ilerleme, çağdaş uygarlık seviyesine ulaşma mücadelesinin
66
bir parçası olarak tasavvur etmektedirler. Bu konunun irtica ile mücadele konusu ile
büyük ölçüde iç içe geçtiği de gözlenmiştir. Milli Mücadele’ye karşı çıkanlar ile
Cumhuriyet döneminde ilerlemeye karşı çıkanlar aynı tarihî özneler olarak kodlanmış ve
gericiler olarak görülmüşlerdir.
Bir başka açıdan bakıldığında ise, solidarizmin toplumu, içinde çelişki ve çatışma
barındırmayan bütünleşmiş-homojen bir özne olarak alma eğilimi, subayların topluma
olan yaklaşımına uygun düşmüştür. İnsan doğasına dair temel asker varsayımı, kötücül
bir nitelik taşımakta ve insanı zayıf, güçsüz, fani ve işbirliğine muhtaç kabul etmektedir.
Bu yüzden birey yerine grubu öne çıkarma ve savunma, bireyden grup adına fedakârlık
ve dayanışma bekleme, askerî etiğin bir parçasıdır.
67
dayanışmanın önemini vurgulamaktadırlar. Böylece, solidarizm arayışı, ilerleme ile
beraber, Erken Cumhuriyet subaylarının topluma bakışlarındaki iki kilit unsurdan biri
olarak ortaya çıkmaktadır.
68
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İlk bölüm insanın ve toplumun yapısına dair subaylardaki genel güvensizliği ele
aldıktan sonra, bunun uluslararası ilişkilerde ve devlet güvenliği konularında nasıl karşılık
69
bulduğu masaya yatırılacaktır. Farklı kuşak ve sınıflardan Erken Cumhuriyet subayları,
hem uluslararası ilişkilere fazlasıyla güç merkezli realist yorumlar getirmiş, hem de
sorunların çözümü için yine fiziki güce sahip olmanın önemini vurgulamışlardır. İkinci
bölüm, bu bakış açısının hangi örneklerde gözlendiğini aktaracaktır.
Son olarak ise Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet’in özgül bir durumu gündeme
getirilecektir. Belirtildiği gibi subaylar güvenlik endişesiyle uluslararası ilişkilere mutlak
güç odaklı yaklaşırlar ve bu yüzden dış unsurlara karşı temkinlidirler. Diğer taraftan
ittifaklar da geliştirmek durumunda olan Silahlı Kuvvetler mensuplarının, güven ve
güvensizlik ikileminde müttefiklerine nasıl baktıkları bir başka sorun olarak ortaya
çıkmaktadır. Üçüncü bölümde bu sorun Erken Cumhuriyet subaylarının kendi ifadelerine
başvurarak ele alınacaktır.
Huntington’un tespitine göre, subay zihniyetinde insan algısı mutlak bir kötücüllük
üzerine kuruludur. İnsan, doğası gereği zayıftır; bu yüzden savaş ve şiddet istisnai haller
değil, er geç geri dönülen olağan durumlardır. İnsanın doğası gereği kötü olduğu kabul
edildikten sonra, kalıcı ve nihai bir barış bir ütopya halini almaktadır. Bu yüzden subaylar
barış dönemlerinde istenmeyen adam olsalar bile, bir gün bu iyimserliğin yok olacağını
ve eski savaş durumuna dönüleceğini bilirler. Bu yüzden aldatıcı barış dönemlerine
inanmazlar ve tehdit ve güç odaklı düşünmeye devam ederler. 174 Şiddet insan
ilişkilerinde nihai hakemdir ve kaçınılmazdır. 175 Subayın gözünden her olay öncelikle bir
güvenlik meselesidir ve barış dönemlerinde dahi güvenlik arayışı temel düşünce ve
hareket biçimidir.
Bu bakış açısına basit ama temel bir örnek Selahattin Yurtoğlu’nun kaçakçılık
konusunda anlattıklarıdır. Anılarında uzun sayfalar boyunca kaçakçılığa karşı bir
istihbarat savaşı verdiğini anlatan Yurtoğlu, kaçakçılığı öncelikli olarak bir güvenlik
tehdidi olarak ele almıştır. Buna göre Türkiye Cumhuriyeti’ni zayıflatmak isteyen güçler
kaçakçılığı beslemektedir ve kaçakçılığa karşı mücadele aslında dış güçlere karşı
70
mücadeledir.176 Yüzbaşı Selahattin meseleyi bu boyutuyla ele alırken, kaçakçılığın insani
ve ekonomik boyutuna neredeyse hiç değinmemektedir.
Savaşın er geç kendisini tekrar ortaya koyacak bir gerçeklik olduğuna dair temel
bir tespit de Seyfi Kurtbek’ten gelmektedir. Kurtbek bir kitabında Birinci Dünya
Savaşı’ndan sonra uzun süre savaş karşıtı propaganda yapıldığını ve gerçekçi olmayan
ebedi barış hayallerinin üretildiğini anlatmaktadır; ancak ikinci savaş bu gerçekdışı
hayalleri yıkmıştır ve artık böyle fikirlerden söz edilemez. Yani Kurtbek, savaşın insan
hayatının doğal bir parçası olduğu ve bir gün sona erecek bir şey olmadığı görüşündedir.
Şu da belirtilmelidir ki Kurtbek sıradan bir subay değil, Erken Cumhuriyet yılları ve
sonrasında askerlik, topyekûn harp, savaş ekonomisi gibi konularda kapsamlı çalışmalar
yapmış bir araştırmacıdır.178
Örneğin Kenan Kocatürk de anılarının sunuş kısmında böyle bir güvensizliğin bir
örneğini ortaya koymaktadır. Kocatürk, Cumhuriyet’in kazanımlarının, ülkenin
düşmanlarını korkuttuğu ve harekete geçirdiği görüşündedir. Dahası, iç siyasî gerginliği
176 İlhan Selçuk, Yüzbaşı Selahattin’in Romanı, 2. Kitap, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1994, s. 204.
177 Afif Büyüktuğrul, a.g.e., s. 94.
178 Seyfi Kurtbek, Harp ve Ekonomi, İnsel Kitabevi, İstanbul, 1942 s. 7.
71
de bu durumun bir uzantısı olarak almaktadır. “Bu gidişimiz karşısında uzağı gören büyük
devletler eski sağlam imparatorluğumuzun hayalinden ürkerek bizi durdurmaya
çalışıyorlar. Dost görünüp, siyasî, iktisadi ve askerî oyunlarla, komşularımızı da
kullanarak bize karşı örtülü bir savaş sürdürüyorlar. İçeride sağdan soldan elde ettikleri
ahmak aydınlarımızla milletin zihnini karıştırıp halkı sokağa döküyorlar.” Kocatürk’e göre
yabancı güçler devleti siyasî açmazlara sürüklemekte ve yöneticileri birbirlerine
düşürmektedirler. “Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi, (…) Cumhuriyetimizi de
yıkmaya çalışıyorlar.”179
Örneğin Celaleddin Orhan, “ismini hatırlamadığı bir kitaba dayanarak” bir Fransız
sefirin sözlerini aktarmakta ve dış güçlerin bu planlarına vurgu yapmaktadır. Orhan’ın
yaklaşımında Avrupalılar Türkleri yıkmak isteyen düşman güçler olarak resmedilir; bu
düşman unsur, silah zoruyla yapamadıklarını ikilik çıkarmak ve bölücülük gibi
yöntemlerle elde etmeye çalışmaktadır. 180 Orhan’ın yaptığı dünya ve tarih yorumu,
yalnızca geçmişe dair tespitler içermez, aynı zamanda güncel bir talebi de içinde
barındırır. Bu tip bir dünya görüşü “ikiliği”, yani ideolojik ve siyasî ayrımları acilen bitirmeyi
önermektedir ve bunu bir güvenlik meselesi olarak ele almaktadır.181 Subayın zihninde
“homojen özü” teşkil eden ulus, bir tür solidarizm-dayanışmacılık geliştirerek, bu
tehditlerle dolu çevrede bütün olarak hareket etmelidir; aksi türdeki davranışlar bu
tehditlere karşı savunmasız kalmak anlamına gelir.182
Son olarak, Fahrettin Altay’ın anılarına göre, 1933 yılında Mustafa Kemal
tarafından yazılmış ve Fahrettin Paşa tarafından okunmuş, orduya hitap eden bir metin,
subaylar tarafından dış dünyaya karşı duyulan mutlak bir güvensizliği ortaya
koymaktadır. “(…) bütün insanlık dünyasında, insanlık dünyası diyorum, hakiki insan
179 Kenan Kocatürk, Bir Subayın Anıları, 1909-1999: Bitmemiş Senfoni, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 1999,
Sunuş.
180 Celaleddin Orhan, Bir Bahriyelinin Anıları 1914-1981, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 2001, s. 90.
181 Orhan kendisi “Hürriyet” sözcüğünü kullanmaktadır; ancak kastettiğinin “İstiklal”, yani bağımsızlık olduğu
açıktır. Dolayısıyla ikiliğe son vermek bir güvenlik meselesi olarak ele alınmaktadır.
182 Solidarizm için bkz. Bu tez “2.2.Solidarizm” bölümü.
72
olan Türk Budununun (Vatanının) hakiki düşmanları dememek için böyle diyorum.” “(…)
bunca göz kamaştırıcı görünüşlere aldırmaksızın silahlarımızı sıkı tutalım. Silahlarımızı
büyük Türk Ulusu’nu ezmek isteyenlerin gözlerine gezleyelim.”183
Subayın niyete değil kapasiteye bakmasının güzel bir örneği Rahmi Apak’ın
anılarında görülmektedir. 1887 doğumlu Rahmi Apak, tugay komutanlığı seviyesine
kadar yükselmiş ve Moskova ataşemiliterliği de yapmış bir subaydır. Rahmi Apak,
Sovyetler Birliği ile ilişkileri bir güvenlik meselesi olarak ele alırken, Sovyetlerin neden
Türkiye’ye saldırmadığını anlayamadığını ifade eder. Buna göre Sovyetler Birliği’nin iki
73
savaş arası dönemde (yani Erken Cumhuriyet döneminde) Türkiye’ye saldırmak için
yeterli kapasitesi vardır. “O halde, bu Stalin Amca, bu kadar müsai bir zaman ve fırsatta
bulunmasına rağmen, tarihi Rus istila emellerini sağlamak için neden bir efor daha sarf
etmedi, neden çekindi, neden hiç olmazsa Kars ve Ardahan’ı işgal etmedi? Ben her
zaman düşündüğüm bu muammayı bir türlü çözemem ve bu suallerimin cevabını
veremem. (…) Aklımız ermediğinden midir nedir, ben bu muammayı bir türlü çözemedim.
Bilmem çözenler var mı?..” 186 Apak’ın olaya adeta “yapabiliyorsa neden yapmadı”
biçiminde bakması, subayların kapasiteyi niyetten üstün tutmasının ve uluslararası
ilişkilere güç merkezli bakmasının bir örneğidir. Apak böyle bir girişimin neden
gerçekleşmediğine hayret etmenin yanı sıra, anılarını yazdığı dönemde artık böyle bir
şeyin mümkün olmadığını da belirtir. Zira Türkiye artık bir NATO ülkesidir ve gelişmiş bir
teçhizata ve orduya sahiptir. “Şimdi artık bu kara günler ve kötü ihtimaller ortadan
kalkmıştır. Biz, Birleşmiş Milletler’in bir üyesi olarak, NATO’nun bir üyesi olarak, Üçlü
Balkan Paktı’nın bir üyesi olarak tarihimizde vaki olmamış bir politik avantaja malikiz.
Ordumuz da tarihte görülmemiş derecede modern silahlarla teçhiz edilmiştir. Halkımızın
morali çok yüksektir. Halkımızın anlayış ve kültür derecesi çok artmıştır ve bu da bir
savaş için önemli bir faktördür. Emperyalist Bolşevik Rusya, artık Allah’ın inayetiyle
ancak avucunu yalayabilir.”187
186 Rahmi Apak, Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara, 1988, s. 282.
187 A.g.e., s. 282
188 Gencer Özcan, “Türkiye’de Milli Güvenlik Kavramının Gelişimi”, Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik
Siyaseti, Evren Balta Paker, İsmet Akça (der.), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010, s. 310.
74
1930’larda teğmen rütbesinde görev yapan Sıtkı Ulay, subayların dış dünyaya ve
dış politikaya dair mutlak güvensizliğini yansıtan bir söylem üretmektedir. İkinci dünya
savaşını tarif ederken, “Düşmanlarımız çok idi. Kan ve ter bahasına kazanılmış
topraklarımızda gözü olanlar ve hatta fırsat bekleyip intikam almak isteyeler de
belirmişti." demektedir. Bütün dünyayı kapsayan bir güvenlik sorununda yine Türkiye
merkezli kaygıları öne çıkaran bu söylem, düşmanlarla sarılmış ve yalnız bir özne olma
halini de tekrar üretmektedir: “O günlerde hepimiz biliyorduk ki, bu millete dışarıdan
kimsenin yardımı, desteği emeği gelmedi ve geçmedi.” 189
Örneğin, Asım Gündüz’e göre Mustafa Kemal henüz Harp Akademisi yıllarında
yaptığı bir konuşmada, Rusların, Bulgarların, Sırpların, Yunanlıların imparatorluğu
parçalama gayreti içinde olduklarını subay arkadaşlarına anlatmaktadır. 190 Dahası,
akademide Arap subaylar da bulunduğu halde, bunların Türk subaylara mesafeli
davranmasından bir sonuç çıkarmaktadır ve “Göreceksiniz bu Araplar bize bir oyun
oynayacaklar.” demektedir.191
75
yeniden üretildiğini söylemek de mümkündür. Her durumda bu örnek, Huntington’un
subay zihniyetindeki insan doğasına duyulan güvensizlik ve insanın özünde saldırgan ve
kötü olduğuna dair inanç hakkında söyledikleriyle örtüşmektedir.
Sivil bir araştırmacı olan Nejat Gülen, 1933 yılında ilk kez donanmanın kararlılık
ve güç gösterisi için kullanıldığını belirtmektedir. İsmet Paşa’nın Bulgaristan ziyareti için
Yavuz ve iki muhrip Varna’ya gitmiştir. Gülen, bu durumun Balkanlarda aleyhte olan
havayı lehe çevirdiğini belirtmektedir. 192 Yine benzer biçimde, İtalya’nın 1935’teki
tutumuna karşı yine deniz gücü kapsamında bir güç gösterisi yapıldığını ve bunun da
İtalya’nın bakışının değişmesinde etkili olduğunu aktarmaktadır. Gülen’e göre yalnızca
büyük devletlerin yapabildiği “Gambot politikası” bu örnekte ikince kez başarıyla icra
edilmiştir.193
76
duyulan inançsızlık, bir subayın karakteristik anlayışı olarak ortaya çıkmaktadır; barış ve
güvenlik ancak güçlü ve caydırıcı olmakla mümkündür.
195 Kazım Özalp, Milli Mücadele 1919-1922, Cilt 1, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1971-1972, s. 3. Kazım
Özalp Milli Mücadele anılarını 1929-1931 yılları arasında kaleme almış, 1955 yılında düzeltme ve eklemeler
yapmıştır. Anılar 1971 yılında ölümünden sonra ilk kez basılmıştır.
196 A.g.e., , s. 4.
197 Büyüktuğrul, a.g.e., s. 135.
77
pek bir şey elde edemez. Nelson’un da bir defasında belirtiği gibi, “Avrupa’daki en iyi
arabulucu, Britanya’ya ait bir savaş gemisi filosudur.”” 198 Huntington’un örneği ile
Büyüktuğrul’un yorumu arasındaki benzerlik dikkat çekicidir.
Subayların muhafazakâr - realist bir dış politika anlayışına sahip olduğu ve diğer
devletlerin durumlarını öncelikle tehdit oluşturabilme potansiyelleri açısından
değerlendirdikleri vurgulanmıştır. Bu temel unsur, Erken Cumhuriyet subaylarının dış
dünya ile ilgili yorumlarına da damgasını vurmuştur. Pek çok durumda subaylar önceliğin
kendi ülkelerinin ve milletlerinin çıkarları olduğunu vurgulamış ve dış politika atmosferini
bu çıkarların korunması ve güvenliği sağlanması bağlamında değerlendirmişlerdir. Bu da
kaçınılmaz olarak güç odaklı bir siyaset analizini beraberinde getirmiştir.
Aynı düşünceyi daha kapsamlı bir biçimde ifade eden bir subay da Ali İhsan
Sabis’tir. Sabis, her şeyden önce Türklüğün ve Türk Vatanının çıkarlarını düşündüğünü
ve düşüneceğini belirtmiştir. Buna ek olarak, Türklere yardım eden ve ortak çıkarlar
doğrultusunda çalışan “Ecnebileri” de seveceğini vurgulamıştır. Buna göre, iki devlet
ortak çıkarlar için bir üçüncüye karşı bir arada davranıyorsa, “müşterek bir düşmanı
ezmek için”, bu ikisi arasındaki dostluğu geliştirmek de bir milli görevdir. Sabis, Rusya’ya
karşı Alman ittifakını da böyle değerlendirmekte, ancak kör bir Alman hayranlığına
dönüşmemesi gerektiğini de eklemektedir.200
78
ittifak hakkında söyledikleri, aynı zamanda muhafazakâr - realist siyaset yaklaşımına da
uygundur.
Ali İhsan Sabis’in dış politikada güç odaklı yorumlar geliştirmesinin uç bir örneği
de İkinci Dünya Savaşı hakkındaki fikirleridir. Sabis, Bolşevik Rusya’nın yayılmasına
karşı bir Avrupa ya da Alman seddi fikrini savunmaktadır. Buna göre İngiltere ile Almanya
bir Kıta gücü teşkil etmek üzere ittifak yapmalıdır. 201 Bu tarz öneriler, Sabis’in “İkinci
Cihan Harbi” kitabında yazılmıştır; geliştirilen yaklaşımlar dönemin oturmuş müttefik
ilişkilerine uymasa da subayların güç dengeleri üzerine söylenenleri doğrulamaktadır;
zira Sabis tüm bu Bolşevik karşıtı hattı Türkiye’nin güvenliğine katkı sağlayacağı
sebebiyle desteklemektedir. Bolşevik yayılmacılığının nihayetinde Türkiye’yi tehdit
edeceğini düşünen Sabis, Almanya’nın kazanmasını bu açıdan savunmaktadır202.
Sonuç olarak iki subayın, Selahattin Adil ve Ali İhsan Sabis’in iki savaş arası
dönemin başına ve sonuna dair yaptıkları yorumlar, subay zihniyetinin dış politikaya
bakışını özetler niteliktedir. Adil’in iki savaş arası dönemin başında dış dünyanın
güçsüzlüğünü olumlu bir tablo olarak değerlendirmesi ve bunu olası tehditlerin zayıflığı
olarak ele alması, Sabis’in ise bu dönemin sonundaki savaş atmosferini Türkiye’nin
çıkarları açısından yorumlaması ve beklentilerini bu yönde inşa etmesi, subayların dış
politikaya, mensup oldukları ulus-devletin çıkarları açısından baktığını göstermektedir.
Bu anlamda subaylar için dış siyaset, güç odaklı bir oyundur.
Yukarıda Ali İhsan Sabis örneğinin de gösterdiği temel bir ikilem, müttefik sahibi
olmak ile ülke çıkarlarını savunmak arasındaki ikilemdir. Ulus-devlet çıkarlarını
savunmak için ittifaklar oluşturabilir ve bu da subayın güvenlik arayışının bir parçasıdır. 203
Öte yandan, belli bir amaç için ya da belli bir ortak düşmana karşı bir araya gelinse de
temelde farklı ulusal çıkarları olan müttefik güçlerin subayları arasında, muhtelif
sorunların gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Bu bölümün bu son kısmında, bir müttefik ile
201 Ali İhsan Sabis, Harb Hatıralarım, İnkılâb Kitabevi, İstanbul, 1943. 2. Cilt, s. 4.
202 İkinci Cihan Harbi sırasında alevlenen Turan tartışmalarının da Sabis’in Alman taraftarlığında payı
olabilir. Yukarıdaki ifadeler Sabis’in kendi söylemlerini yansıtmaktadır: “Neşrettiğim kitaplarda Alman
mukavemetinin, gerek Türkiye’nin istikbali be istiklali ve gerek Avrupa’nın Bolşevik tahakkümünden
korunması içim lazım olduğu, bu sebeple Anglo – Saksonlarla Almanlar arasında bir uzlaşmanın hayırlı
olacağı, bir tarafın tamamıyla yıkılması halinde Avrupa’nın sefalete düşeceği fikrini müdafaa ediyordum.
Henüz daha Fransa’ya asker çıkarma hareketleri yapılmamış iken neşredilmiş olan bu düşünceler tahakkuk
etmiş olsaydı, herhalde 1945’ten sonraki Bolşevik tahakkümüne meydan verilmemiş olurdu.” A.g.e., s. 4
203 Huntington, a.g.e., s. 95.
79
beraber çalışmanın Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet subayları için ne anlama geldiği
ele alınacaktır.
Daha henüz Birinci Dünya Savaşı günlerinde söz konusu çelişkinin kendini güçlü
bir biçimde gösterdiği belirtilmelidir. Örneğin Bağdat’ın kaybedilmesi sırasında bölgedeki
6. Ordu’yu komuta eden Halil Kut, kendi emrindeki iki kolordudan biri olan 12.
Kolordunun, Alman planlarına uygun olarak İran bölgesinde harekât yapmaya
zorlandığını anlatmaktadır. Bu harekâtı gerçekçi bulmamanın yanı sıra, esasen Irak’taki
İngiliz tehdidinin büyüklüğünü vurgulayan Halil Paşa, Goltz Paşa ile beraber Bağdat’a
gelen Alman Misyonu hakkında çok sert eleştiriler yapmaktadır. Kut, Bağdat’ı savunan
18. Kolordunun elinden gelen her şeyi yaptığını ve bu orduyu komuta eden Kazım
Karabekir’in “Mucizeler yarattığını”, ancak sonuçta Bağdat’ın düştüğünü söylerken,
Alman misyonunu da suçlamaktadır: “Bunlar hep İran işleriyle meşguldüler. Bunlar güya
İran’da bir Alman ordusu yahut Alman taraflısı ordu kuracaklardı.” Biraz sonra da şu
yorumları yapmaktadır: “Bizim İran ortalarına kadar sürülüp sonunda Irak’ı
kaybetmemize sebep olan maceraların altında da bunların telkinleri ve Umumi Karargâhı
yanlış kararlara sevk edişleri vardı.” Kut, Almanların, bir gün zaferden sonra İran ve
Türkiye’nin Almanların eline düşmesini düşlediklerini söylemektedir.204
204 Halil Kut, Kutü’l – Amare Kahramanı Halil Kut Paşa’nın Hatıraları, Haz. Erhan Çiftçi, Timaş Yayınları,
İstanbul, 2015, s. 167-170.
205 Rauf Orbay, Siyasî Hatıralar, Örgün Yayınevi, İstanbul, 2003, s. 49. Rauf Orbay anılarını -kısmen
yazmaya başlamışsa da- 1960 yılında Feridun Kandemir ile birlikte çalışarak yazmıştır. Feridun Kandemir,
Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, Yakın Tarihimiz Yayınları, İstanbul, 1965, s. 23
80
amaçla her türlü hareketi denetleme ve yönlendirme çabası içindedirler. Dahası Alman
subaylar raporlarını da Erkân-ı Harbiye’ye değil, Alman karargâhına vermektedir.206
206
Rauf Orbay, a.g.e., s. 47.
207 A.g.e., s. 50.
208 A.g.e., s. 53 Almanya ile ilişkilerde ihtiyaç-güvensizlik ikilemi diplomatik krizler dahi çıkarmıştır. Almanya
ile Türkiye arasında Ocak 1915’te imzalanan (ve martta yenilenen) antlaşmada Almanya’ya Osmanlı
Ordusunun “sevkü idaresinde fiili bir nüfuz sağlayan” maddenin kaldırılmak istenmesi kriz çıkarmıştır.
Savaşın devamında da ordunun kontrolü meselesinde gerginlikler yaşanmıştır. Sina Akşin, Jön Türkler ve
İttihat ve Terakki, Remzi Kitabevi, İstanbul 1987, s. 297-298.
209Büyüktuğrul, a.g.e., s. 118. “Birinci Dünya savaşında Türk Donanmasına komutanlık etmiş olan Amiral
Schoson, belki de Alman İmparatorluğunun güttüğü dünyaya hâkim olmak politikasının bir gereği olarak,
Türklere hiçbir şey öğretmemişti.”
210 A.g.e., s. 119.
81
Bu durumu doğrular bir nokta da Bahriye Vekâleti’nin çalışmalarında yabancı yardımına
ihtiyaç duyduğu bilgisidir. Buna göre Bahriye Vekâleti özellikle personelin teknik
kapasitesini arttırmaya odaklanmıştır, ancak eğitim, sevk ve idare konusundaki
tartışmalar çok dağınıktır; bu sorunun ancak yabancı bir personelin gelişiyle
çözülebileceği düşünülmektedir.211
Büyüktuğrul, Cihan Harbi sırasında gelen yabancı denizci subaylar ile Erken
Cumhuriyet döneminde gelenler arasında bir ayrım yapar ve ikincisinde hizmet veren
Alman subayların çok daha iyi hizmet ederek yardımcı olduklarını belirtir. Bir yandan
Alman subaylara duyulan güvensizlik devam etse de, birlikte çalışılmaya devam
edilmiştir.212 Erken Cumhuriyet dönemi gerek Geç Osmanlı dönemi ile gerekse İkinci
Dünya Savaşı sonrası dönemlerle kıyaslandığında diğer ordularla en az ilişki kurulan
dönemdir. 213 Ancak bu dönemde dahi Alman subaylarla ilişkiler kopmamıştır. Bu
dönemde Alman subaylar, iki devlet arasında yapılan anlaşmalarla değil, kişisel
sözleşmelerle Türkiye’ye gelmişlerdir. Gencer Özcan’a göre bu durumun temelinde,
Versailles Anlaşması ile birlikte Almanya’nın askerî olarak kısıtlanması kadar, iki
ordunun subayları arasındaki birlikte çalışma alışkanlıklarının da payı vardır.214 Türk ve
Alman subaylar arasındaki güvensizlik ve ihtiyaç ikilemi, bir tür “Ne sev ne terk et”
noktasına varmıştır.
Güvensizliğin devam ettiğine dair en belirgin örnek, bizzat Musafa Kemal Paşa
tarafından yürütülen bir deniz manevrasıdır. 1928 Yunanlıların Çanakkale açıklarında bir
manevra yaptığı öğrenilince bir karşı manevra yapılmıştır. Bu manevrada olası bir
saldırıya karşı donanmanın nasıl karşılık vereceği (Bizzat Mustafa Kemal tarafından)
denetlenmiştir. Büyüktuğrul’un Fahri Engin’den aktardığı bilgiye göre Alman subaylarının
bu manevraya katılması engellenmiştir.215
Kısacası, müttefik ile birlikte çalışmak ile güvensizlik çelişkisi Cihan Harbi ve hatta
öncesindeki dış askerî yardım dönemlerinden miras alınarak devam ettirilmiştir. Bir
yandan kapsamlı askerî eksiklikleri giderme ve teçhizat, eğitim ve doktrin geliştirme
Curricula in Historical Perspective”, Armed Forces & Society, Vol. 35 No. 1, 2008 s. 192. Makalenin
yazarları bunun sebebini kısaca sosyo-ekonomik hedeflerin daha öncelikli olmasına bağlamışlardır.
214 Gencer Özcan, “Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi Ordusunda Prusya Etkisi”, Türkiye’de Ordu, Devlet ve
Güvenlik Siyaseti, Evren Balta Paker, İsmet Akça (der.), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010,
s. 197.
215 Büyüktuğrul, a.g.e., s. 125. Nejat Gülen, a.g.e., s. 378.
82
anlamında dış yardıma ihtiyaç duyulmuş, bir yandan ise her ordunun subaylarının nihai
olarak kendi devletlerinin çıkarlarına hizmet edeceği ve bu çıkarların da Türkiye’nin
çıkarlarıyla çatışacağı öngörüsü belirleyici olmuştur. Özellikle daha üst düzey teknik bilgi
gerektiren Bahriye alanında dış yardıma Erken Cumhuriyet döneminde ihtiyaç duyulmuş,
ancak kritik anlarda subaylar müttefik subaylara karşı güvensizlik hissetmiş ve son
kertede ulusal çıkarların farklı olduğunu düşünmüşlerdir.
Erken Cumhuriyet siyaset ile ilişkisi ele alınırken konu iki ana kısma ayrılmıştır.
Birincisi, bir önceki kısımda incelenmiş olan dış siyasettir. Subayların dış siyasete ilişkin
yorumlarının ve daha geniş anlamda dış dünyaya dair algılarının, siyasetin sınırlarını
aşan bir biçimde strateji, güvenlik ve tehdit algıları gibi konulara taştığı gözlenmiştir.
Subay zihniyetini anlamak için son derece önemli olan bu konu, mümkün olduğunca bir
bağlama oturtulmaya çalışılmıştır; zira basitçe subayların dış politika hakkındaki
görüşlerini aktarmak, ampirik bilginin derlenip sunulmasından öteye geçmeyecek bir
girişim olurdu. Nitekim söylenenleri bir zihniyet çerçevesi içine oturma çabası ile
subayların dış dünya algısının güvenlik odaklı düşünce paralel olduğu gözlenmiştir.
83
makinesinin mensubu olarak subayların, sivil bürokrasi ile yatay ilişkileri ele alınacaktır.
Bunu, dikey bir itaat ilişkisi olarak, hangi durumlarda siyasî iradeye koşulsuz itaat içeren
bir tavır izlendiği sorusu takip edecektir, yani subayların hangi durumlarda tam bir
bürokrat gibi davrandığı tespit edilmeye çalışılacaktır.
Daha sonraki üç alt başlıkta ise subayın bir bürokrat olmanın tam zıddı bir
davranış ve düşünce biçimi ortaya koyduğu örnekler ele alınacaktır. Subay olmanın
ayrıcalığı, siyaset üstü bir devlet aidiyeti ile hareket etme ve sivil siyasete duyulan
güvensizlik masaya yatırılacaktır. Bunlardan sonra ise, sivil siyasete duyulan güvensizlik
konusuna paralel olsa da ondan bağımsız bir mesele olan ideoloji düşmanlığı
incelenecektir.
Ordu, Weberci anlamıyla bürokratik bir örgüttür.216 Subay da yine Weber’in ideal
tipi çerçevesinde değerlendirildiğinde, sıradan bir bürokrattan farklı bir konumda
değildir.217 Subayın sivillerle ve siyasî otoriteyle olan ilişkisi bu açıdan ele alındığında,
subayların son tahlilde sivillerin kararlarını kabul etmesi gerektiği, profesyonel askerî etik
tanımı içerisinde öne sürülmüştür. Huntington bunu “nesnel sivil denetim” olarak
adlandırmaktadır. Asker, yüksek bir meslekî etik tavır göstererek, hem azami askerî
gücün varlığını sürdürmesini sağlayacak, hem de sivil siyaset kurumu ile askerî bürokrasi
arasındaki dengeyi koruyacaktır.218
216 Eric A. Nordlinger, Soldiers in Politics: Military Coups and Governments, Englewood Cliffs, N.J.:
Prentice-Hall, 1977, s. 43.
217 Hakan Şahin, a.g.t., s. 19.
218 Huntington, a.g.e., 131-133.
84
sorunlu bir biçimde aktarıldığını vurgular.219 Kısacası, profesyonel askerî etiği formüle
ederken bizzat Türkiye’yi dâhil ettiği grubu asker devlet ilişkileri açısından sorunlu ve bir
anlamda gelişmemiş olarak görmektedir.
Kemalist rejimin kuruluş sürecinde ordunun belli bir açıdan depolitize edildiği
söylenebilir. Janowitz bu konuda Kemalist rejimin benzersiz olduğu görüşündedir ve
subayların oy bile verememesini buna delil olarak göstermektedir. Faroz Ahmad de
Janowitz’in görüşlerini doğru bulmaktadır. Ahmad ayrıca Mustafa Kemal’in istese askerî
bir diktatörlük kuracak kadar orduya hâkim olduğunu da düşünmektedir.220
Ümit Özdağ, Atatürk ve İnönü dönemlerinde Ordu Siyaset ilişkilerini ele aldığı
çalışmasında, Erken Cumhuriyet döneminde ordunun siyasetten uzak durduğu tezini
sertçe eleştirir. Özdağ’a göre bu yorum hem olgusal olarak hem de yorumsal olarak
yanlıştır. Özdağ, askerleri milletvekilliği ile subaylık arasında seçim yapmaya zorlayan
ve bu yüzden orduyu siyasetten tecrit ettiği savunulan yasaların yanlış yorumlandığını
belirtir. Aslında yalnızca subay olarak görev yapıldığı sürece meclis çalışmalarına
katılmak engellenmiştir. Yani askerler hukuken tamamen siyaset dışı bırakılmış
değildir.221
Ancak Özdağ’ın yorumunda daha göze çarpan nokta, ordunun siyaset dışı kaldığı
tezine getirdiği yorumsal eleştiridir. Özdağ, ordunun devrimin bekçisi-rejimin savunucusu
olduğu yönündeki ifadelerin zaten ordunun siyaset üstü ya da dışı olmadığının kanıtı
olduğu görüşündedir. Özdağ, Kemalist devrimi icra eden grubun askerî ve siyasî bir elit
olduğu savını da yermektedir. Ona göre, devrimin oturmasını sağlayan başlı başına Türk
85
Silahlı Kuvvetleri’dir. Bu sebeplerden dolayı ordunun siyaset dışı olduğu iddia
edilemez.222
222 Ümit Özdağ, a.g.e., s. 82-88 Özdağ ordunun siyasetten ayrılabileceği düşüncesini dahi kabul
etmemektedir. A.g.e.,. .s. 84. Nitekim çalışmasının sonunda savunduğu nokta da Batılı anlamda orduyu
siyasetten ayırma fikrinden vazgeçmektir. Özdağ’a göre tamamen farklı bir tarihsel evrim sürecinden gelen
bir topluma Batılı normları dayatmak yanlıştır ve ordu ile siyaset arasındaki denge yerel kıstaslara göre
düzenlenmelidir. s. 178. Bunun dışında ordunun bizzat devrimin koruyucusu olarak görüldüğü ve bu yüzden
siyaset dışı sayılamayacağına dair benzer bazı yorumlar şunlardır: Şaban İba, Ordu Devlet ve Siyaset,
Çiviyazıları, İstanbul, 1998. Seydi Çelik, Devlet ve Asker Osmanlı’dan Günümüze Askerî Bürokrasinin
Sistem İçindeki Yeri, Salyangoz Yayınları, İstanbul, 2008. Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Ordu ve
Politika, Bedir Yayınları, 1967.
223 William Hale, a.g.e., s. 115-116.
224 Dr. Gül Tuğba Dağcı, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Ordu Siyaset İlişkileri, 27 Mayıs 1960 Askerî
86
makaleler yazmasını istemesidir; ayrıca Avrupa’da bu konuda yayınlanan makalelerin
Türkçe’ye çevrilmesi ve genç subaylara okutulması için çaba sarf etmiştir. Bunun dışında
siyasetle uğraşan zabitanın talim ve terbiye ile meşgul edilmesini amaçlamıştır.226
226 Cezmi Eraslan, “Atatürk Döneminde İktidar – Ordu İlişkileri”, Ordular: Oluşum, Teşkilat ve İşlev,
Feridun M. Emecen (der.), Kitabevi, İstanbul, 2008. Eraslan burada, İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde ordunun
siyasetin içinde olmasının siyasî zararlarını da detaylı olarak anlatmaktadır. s. 537-9.
227 A.g.e., s. 540.
228 A.g.e., s. 542. Ahmet Turan Alkan, II. Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, Ufuk Kitap, İstanbul, 2006,
s. 192-197.
229 İsrafil Kurtcephe, Mustafa Balcıoğlu, Kara Harp Okulu Tarihi, Kara Harp Okulu, Ankara, 1991, s. 219
230 A.g.e., s. 219.
87
desteklemesi bu beklentiyle uygulamada tezatlar oluşturmaktadır. İlk belirgin çelişki
kimin meşru otorite olduğu ve kime biat edileceği sorusudur.
88
“Düşünüyordum ki bir İHTİLAL İÇİNDE YAŞIYORUZ, bu ihtilalin lideri her şeyden
şüphelenmek, güvene bağlanmak zorundadır.” 235
Yine aynı dönemde Müdafaa-i Hukukçularla Fahrettin Altay arasında başka bir
anlaşmazlık söz konusudur. Fahrettin Altay 1920’de Konya’da görev yaptığı sırada
Müdafaa-i Hukukçular ve ulema arasında bir gerginlik vardır. Münevverler “Batı
medeniyetini anlamış” ve halkın saygısını kazanmışlardır; ancak hocalar halk gözünde
daha nüfuzludur ve hocalar da İstanbul propagandasına yakındır. 236 Bu yüzden
Müdafaa-i Hukukçular ordunun sert davranmasını istemektedir ancak Fahrettin Paşa -
ordu siyasete karışmamalıdır fikriyle- meseleye karışmakta tereddüt etmektedir.
Fahrettin Paşa, bu yüzden müdafaa-i hukukçulardan tepki almıştır. Gelen tepki
mektuplarından birinde “Vazifede muvaffak olmak için muhafazakâr kısma değil
MÜNEVVER, CEVVAL kuvvetlere işi bırakmak sureti ile terakkiye koşmak zamanı gelmiş
hatta geçmiştir.” ifadesi vardır.237 Fahrettin Paşa’nın orduyu siyaset üstü tutma isteğine
rağmen sivil otorite ile karşı karşıya gelmesi iktidarın kim olduğu konusundaki
belirsizlikten kaynaklanmıştır. Siyasî otoritenin belirsiz olduğu bir ortamda, kararı
uygulayıcı konumunda olan subay da belirsiz bir konumda kalmaktadır. Öte yandan
belirli bir ulus-devlet yapısının oturduğu Erken Cumhuriyet yıllarında bu çelişki –bazı kriz
durumları hariç- aşılmış gözükmektedir.
Karar alıcı değil uygulayıcı olarak görev yapan askerin içine düştüğü bir başka
çelişki de sivil ve askerî öncelikler, hedefler, uygulamalar ve değerler arasındaki
çelişkidir. Profesyonel askerî etik açısından bakıldığında, sivil ve askerî öncelikler
çeliştiğinde politik önceliklerin ön planda tutulması gerektiği görülmektedir.238 Ancak bu
noktada yapılması gerekilen bir tespit –yukarıda kısaca değinildiği gibi- sivil-asker
çatışmasında sivil kısmın sadece siyaset kurumuna indirgenmemesi gerektiğidir. Bunun
kadar önemli bir başka nokta, sivil bürokrasi ile askerî bürokrasinin çatışmasıdır. Bu tarz
durumlarda –yani siyasî olmayan uyuşmazlıklarda- askerlerin farklı yaklaşımları,
kıstasları veya sadece kişisel değer yargıları çatışmaya sebep olabilmektedir.
89
Örneğin, Abdülhalim Akkılıç, anılarında 1930’larda Suriye sınırında görev yaptığı
dönemleri anlatırken, istihbarat zafiyetine sürekli olarak dikkat çekmekte ve özellikle sivil
istihbarat kaynaklarını eleştirmektedir. Örneğin, sivil istihbarat üzerine, bölgede bir aşiret
üzerine harekât emri verilmiştir; ancak bunun tek sebebi rekabet halinde oldukları başka
bir aşiretin bürokraside ve mecliste yakınlarının olmasıdır. Yani bölgenin iç çatışması,
siyaset ve sivil bürokrasi kanadıyla orduyu içine çekmiştir. Harekât yapılacak olan
aşiretin reisi sonunda Suriye’ye kaçmış ve bir yıl burada kalmıştır. Öte yandan, bölgedeki
kolordu komutanlığına atanan general, haksız yere kaçırılan aşiret reisi için af
çıkartılmasını sağlamıştır. Generalin bu reisi kurtarma sebebi ise Milli Mücadele’de
askere yardım etmiş olmasıdır.239 Böylece bürokratik ve siyasî mekanizmalar bölgedeki
güç ilişkilerine farklı biçimlerde etki ederken, askerî mekanizma için bir tür silah
arkadaşlığının belirleyici olabildiği ortaya çıkmaktadır.
Büyüktuğrul’un aktardığı bir anektodda ise İzmit Valisi bölgedeki görevli Kolordu
komutanı ile bir sıkıntı yaşamıştır. Kolordu komutanı Validen İzmit - Yalova yolunu
yaptırmasını istemiştir. Vali ise reddetmiş, komutan bunun üzerine yolu kendi
yaptırmıştır. Ancak bundan sonra komutan valinin bu yolu kullanmasını da yasaklamış
ve buraya nöbetçi koyarak geçmesine izin vermemiştir. Şikayet üzerine iki tarafı da
dinleyen İsmet Paşa gülerek askere hak verdiğini ifade etmiştir.240
90
Hasan Ali Yücel’in kardeşi için istediği tecili geri çevirmesini örnek vermiştir. Çakmak’ın,
bu tarz olaylar yüzünden bakanları kendine düşman ettiği belirtilmektedir.241
241 Asım Gündüz, Hatıralarım, İhsan Ilgar (Haz.), Kervan Kitapçılık, İstanbul, 1973, s. 215-216.
242 Huntington, a.g.e., 102-103. Şurası belirtilmeli ki Huntington bu konuda zaman zaman kendisiyle
çelişmektedir. Bir noktada emri uygulayan subayın görüş ve eleştiri getirmeden emirleri hızla yerine getirmesi
gerektiğinden bahsetmekte, bir başka noktada ise görüşlerini söylemesi ancak son tahlilde alınan karara
uymasını profesyonel etiğin bir gereği saymaktadır. Burada, ikincisi temel alınmıştır; zira bu mevzi çelişkilere
rağmen metnin genelinde Huntington’un da ikincisi duruma yakın olduğu anlaşılmaktadır.
243 Celaleddin Orhan, Bir Bahriyelinin Anıları 1914-1981, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 2001, s. 284.
244Orhan, a.g.e., s. 260. Burada önemli bir nokta şudur: Celaleddin Orhan bir yandan sivil otoriteye itaat
konusunda söyledikleriyle yüksek bir profesyonel etik düzeyi ortaya koymaktadır; ancak bir yandan da
91
Bürokrat mantığı ile hareket eden ve alınan kararı sorgulamayan subay imgesini
güçlendiren bir faktör, Erken Cumhuriyet’te karar alıcıların asker kökenli siyasetçiler
olmasıdır. Bu anlamda subaylar bürokratik bir itaat ortaya koyuyor gibi gözükse de, itaat
ettikleri emir-komuta zincirinin tepesinde Mustafa Kemal ve İsmet Paşaların bulunduğu
unutulmamalıdır. Böyle bir durumda siyasî karar alıcı mekanizmayı sorgulamama
tavrının yüksek bir askerî etikten mi kaynaklandığı yoksa lidere itaat anlamına mı geldiği
tartışmalıdır. Örneğin Mevlüt Bozdemir, Kemalist duyarlılıkların Türk ordusunun siyasî
değerini oluşturduğunu söylemektedir.245 Buna verilebilecek bir örnek, Mustafa Kemal
Paşa’nın Fahrettin Paşa’ya (Altay) İstiklal Mahkemesi hakkındaki fikrini sormasıdır.
Burada Mustafa Kemal Paşa’nın örtük olarak ordunun pozisyonunu anlamaya çalıştığı
da söylenebilir. Atatürk İzmir’deki bir görüşmede Fahrettin Paşa’ya, Ankara İstiklal
Mahkemesi Başkanı Ali Çetinkaya’yı kastederek, “Ali Bey bizim paşaları da asacak…”
diyerek fikrini sormuştur. Fahrettin Paşa ise “siz bizden daha iyi bilirsiniz” anlamına gelen
bir cevap vermiştir. Ancak Altay’ın yorumuna göre, bu cevap örtük olarak “Paşaların
idamını isteseydiniz bize sormazdınız.” anlamına gelmekte, yani bir hoşnut olmama
imasını da içermektedir. Bu anlamda Fahrettin Altay katılmadığı bir kararı
desteklemediğini ima etse de, sivil otoritenin kararına tabi olduğunu ortaya koymuş,
profesyonel etiğe uygun bir tavır sergilemiştir. Hemen ardından Mustafa Kemal “İyi
amma sonrasından emin olabilir miyiz?” diye sorduğunda ise orada bulunan İsmet Paşa,
milletin Mustafa Kemal’e bağlılık duyduğunu ve bu yüzden emin olabileceklerini
söylemiştir. Bu örnek, subay tarafsızlık ilan ettiğinde bile ordunun siyasî bir aktör
olduğunu göstermesi bakımından da ilginçtir. Esas önemi ise, Fahrettin Altay’ın siyasî
otoritenin kararına onaylamasa bile itiraz etmemesidir. Ancak bu durum, Fahrettin
Altay’ın kendisini tam anlamıyla “bürokrat” olarak gördüğünü kanıtlamaz; zira burada
uyum sağlanan otorite, yine ordu kökenli siyasetçilerdir. Bu durum Altay ile ilgili başka
örneklerde daha da açılacaktır.
yukarıdaki bir kısımda (“3.2.2. Ulusu temsilen hangi otoriteye hizmet edilecek”) ele alınan bir çelişkiyi
belirginleştirmektedir. Ordunun ve subayların itaatinin son kertede kime olacağı bir soru işaretidir. Bu örnekte
Orhan, bu çelişkinin çözümünü hukuki bir yorumda bulmuş ve hukuken hükümete bağlı olduğunu dikkate
almış gibi konuşmaktadır. Ancak bu konuşmanın tarihi Eylül 1924’tür; oysa Nisan 1924’te onaylanan bir yasa
ile ordu “Türkiye Büyük Millet Meclisi Şahsiyeti maneviyesinde mündemiç olup” ifadesiyle de olsa
(Başkumandanlık dolayısıyla) Cumhurbaşkanlığına bağlanmıştır. (Ümit Özdağ, Ordu - Siyaset İlişkisi
(Atatürk ve İnönü Dönemleri), Gündoğan, Ankara, 1991, s. 52) Yani subaylar doğrudan Cumhurbaşkanına
bağlıdırlar. 1925 tarihli Yüksek Askerî Şura düzenlemeleri de bu durumu güçlendirmiştir. (Seydi Çelik, Devlet
ve Asker Osmanlı’dan Günümüze Askerî Bürokrasinin Sistem İçindeki Yeri, Salyangoz Yayınları,
İstanbul, 2008, s. 38) Kısacası asker bürokratik itaat tavrı gösterse bile, meşru otoritenin kim olduğu sorunu,
çözümü zor bir sorundur ve hukuki teamüller dahi nihai çözümler getirmemektedir.
245 Mevlut Bozdemir, Türk Ordusunun Tarihsel Kaynakları, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
92
Örnekler değerlendirildiğinde, askerî etiğin sivil otorite ve kurumlarla ilişkiler
açısından farklı düzeylerde farklı şekiller aldığı görülüyor. Erken Cumhuriyet ordusu ve
subayları, ulus-devletin yönetici iradesine bağlılık açısından Huntington’un görüşlerine
uygun hareket etmişlerdir. Ancak devlet erkânına dâhil olmayan, daha alt düzeyinde sivil
memur ve bürokratlarla olan ilişkilerde, özellikle üst rütbeli subaylar bir üstünlük duygusu
içinde olmuş ve fiiliyatta kendi istedikleri gibi hareket etmişlerdir. Askerî anlamda daha
alt rütbeli subaylar ise devletle ilişkilerinde yine –kararlarını desteklemeseler bile- sivil
otoriteye tabi olmuş, daha alt düzeylerdeki sivil memurlar ile ise ancak sınırlı bir yetki
çatışması yaşamışlardır. Bu anlamda imparatorluk döneminde görev yapmış ve askerin
üstün konumuna alışkın subaylar ile Erken Cumhuriyet’in genç subayları arasında bir
farklılık gözlemlenmiştir.
Karaman anılan dönemde orta rütbeli bir subaydır, ancak devlet kademesinde de
ordu söz konusu olduğunda durumun benzer olduğu anlaşılmaktadır. 1937 yılında,
İsmet Paşa’nın Başbakanlığı bırakması ve yerine Celal Bayar’ın gelmesi olayında,
Atatürk, Celal Bayar ile bulundukdukları bir ortamda “Hiç üzülme muvaffık olacaksın bak
işte ordu da seni sever” demiştir. Ardından yine Celal Bayar’ın yanında Fahrettin Altay’ın
görüşünü sormuştur; Altay’ın cevabı “Tabii efendim sizin yaptıklarınızı bütün millet gibi
246 Sami Sabit Karaman, Eski Bir Konferans: Büyük İnkılâbımıza Dair, Selüloz Basımevi, İzmit, 1947, s.
9.
93
ordu da hoş görür ve emrinize itaat eder.” şeklinde olmuştur. 247 Bu konuşma orduya
yüklenen denetleyici misyonu açığa vurmaktadır.
94
genelkurmay tapulu malımız değildi” derken, bir yandan da Ama biz sıradan kişiler de
değiliz” gibi yorumlar yapmaktadır. Daha sonra, Fevzi Çakmak için değişik bir formül
geliştirilmesi ve emekli edilmemesi önerisinde bulunmuştur. Yine Fahrettin Altay’ın
emekli edileceğini öğrenince, “Halbuki O Fahrettin Paşa olmasa belki de
Cumhurbaşkanlığı koltuğuna böyle kolayca oturamayacaktı…” yorumu yapmıştır.
Hemen ardından İnönü’ye de hak vermiş ve yeni gelenlere yer açılması gerektiğini
belirtmiştir: “Biz senelerce bu yerleri kapamış gibiydik.”250
Ordu ve subayın siyaset üstü gibi gözüken ancak devlet –ve rejim- adına
denetleyici rolü, donanmanın Rize’ye yaptığı bombardımanda ortaya çıkmıştır. Hamidiye
Zırhlısı, Şapka devrimine karşı gelenlere karşı Rize’de bir bombardıman görevi icra
etmiştir. 251 Bu da ordu gibi donanmanın da, dış tehditler bir yana, içerideki otorite
sorunlarında ulus-devletin yönetici sınıfına bağlılığının bir örneğidir. Yani donanma,
ideolojik bölünme anında hâkim devlet figürünün asayişi tesis etmesinde bir enstrüman
olarak görev almıştır
95
Hamidiye’de İstiklal Mahkemesi üyelerinin bulunduğu da belirtilmelidir. Böylece devletin
bir dış devlete karşı gücünü sergilemesi ile iç güvenliğin sağlanması görevleri deniz
subaylarının kafasında aynı yere oturmuş görünmektedir.
Askerlerin kendilerini siyaset üstü görmesi, bu kavramı bir tür teknik olarak ele
almalarından kaynaklanmaktadır. Asker siyaseti bir teknik ve yöntem olarak görür,
kendisini ise rasyonel düşünme yeteneğinden dolayı bu işi daha iyi yapacak bir birim
olarak tahayyül eder. Siyaset üstü olmanın temelinde bu vardır. 254 Subayın gözünde
siyasetçi hem amaçları hem de yetenekleri itibariyle güvenilmezdir. Negatif siyasetçi
algısının bir sebebi de siyasetçiyi kendi çıkarlarının peşinde koşan birisi olarak
görmektir. 255 Bu yüzden subaylar siyaset kavramına karşı güvensiz, ideolojilere ise
kapalıdırlar. İdeolojilere kapalı, politikacılara karşı güvensiz, ulus-devleti nihai siyasî
örgütlenme olarak kabul eden subay yaklaşımı Erken Cumhuriyet subaylarında da
belirgin biçimde gözlenebilmektedir.
Steven Cook, Türkiye, Mısır ve Cezayir ordularını ele alırken, bu ülkeleri askerin
hâkim olduğu ülkeler olarak tanımlamıştır. Ancak bunlar askerî diktatörlükler değillerdir;
zira askerî denetim sivil ve görece çoğulcu kurumlarla bir arada işlemektedir. Cook’a
göre subayların bu ülkelerde denetleyici bir konumda bulunmalarının sebebi, ülkenin
sorunlarını çözebilecek kadar örgütlü ve altyapısı sağlam bir kuruma mensup olmalarıdır.
Modernleşme paradigmasının etkisi altında, orduların ülkelerinin modernleşmesinde
olumlu bir rol oynayabileceği inancı vardır. Cook bu anlamda, askerlerin bu işi
253 Vehbi Ziya Dümer, Amiral Vehbi Ziya Dümer'in Anıları, yayına hazırlayan Osman A. Kaynak, T.C.
Deniz Basımevi, İstanbul, 2003, s. 97. Dümer’in anılarının genel olarak ideolojik-siyasî görüş tespitine olanak
vermeyecek kadar tekdüze bir anlatıma sahip olduğu belirtilmelidir. Askerlik hayatında Tuğamiralliğe -
1957’de- kadar yükselen Dümer, 1960’da emekli edilmiştir.
254 Hakan Şahin, a.g.t., s. 19.
255 Eric A. Nordlinger, Soldiers in politics : military coups and governments, Englewood Cliffs, N.J.:
96
kendilerinin yapabileceğine inanmasına ve siyasetçilere güvenmemesine vurgu
yapmaktadır.256
Görüldüğü gibi, zor ve tehlikeli bir dönemde, bir sivil siyasetçinin güvenilmez olduğu fikri
generalleri bu göreve bir askeri getirmeye itmiştir.259
256 Steven Cook, Yönetmeden Hükmeden Ordular, Türkiye-Mısır-Cezayir, Hayy Kitap, İstanbul, 2008, s.
53-56.
257 Sema Kılıçer, Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı, 1991, Ankara, s. 5.
258
Fahrettin Altay, a.g.e., s. 216-218.
259 Bu olay farklı bir açıdan da değerlendirilebilir. Huntington, Janowitz gibi yorumculara göre, subayları sivil
otoriteye bağlayan şey meslekî etik anlayışlarıdır. Bu ahlakî değerler bütününün içselleştirilmesi, hukukun
üstünlüğü ya da geleneksel kalıplardan daha önemlidir. Ancak bu yorumculardan daha sonra geliştirilen
literatürün vurgu yaptığı bir nokta, konjunktürel dönüşümler ve değişen tehdit algılamalarının subayların
tavrını değiştirebileceğidir. Literatürdeki bu değişime vurgu yapan Yaprak Gürsoy’un bu konuda verdiği
örnek, Soğuk Savaş sonrası tehdit algılamalarının değişmesi ve bunun sivil-asker ilişkilerine etkisidir. Yaprak
Gürsoy, Türkiye’de Sivil Asker İlişkilerinin Dönüşümü, Ed. Mustafa Aydın, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, İstanbul, 2012. S. 29-30. Yukarıda anlatılan 1938 Cumhurbaşkanlığı seçimi ve subayların bu
konudaki tavrı bu açıdan da ele alınabilir; dış dünyadaki olaylar sonucu değişen tehdit algısı, subayların sivil
siyasete bakışını etkilemiş gözükmektedir.
97
Öte yandan, siyasetçilere güvenmeyen ve siyaset kurumunu tehlikeli bulan subay
refleksi, üst düzey subaylardan genç subaylara da geçmiştir. Erken Cumhuriyet’in genç
subaylarından -1930’larda teğmen olan- Sıtkı Ulay, çok partili hayata geçişten kuşkuyla
söz ederken şu yorumu yapmaktadır: “Çünkü Ata devrinde Terakkiperver ve Serbest
Fırka gibi bazı acı denemeleri görmüş ve bunların yakın şahidi olmuştuk. Bu sebeple
milletin birbirine düşürülmesinden korkuyor ve çekiniyorduk.”260
Sivil bürokrasiye bakış da, sivil siyasetçilere duyulan güvensizlikten farklı değildir.
Yukarıda anlatılan Fahrettin Altay ve Muğla Valisi arasındaki gerginlik sırasında
söylenmiş bir söz bu konuya örnek teşkil edebilir. Vali meselesinden dolayı kızgın olan
Altay, kendisine verilen bir emri seri bir biçimde yerine getiren genç subaya “senden 60
tane vali olur” demiştir.261 Benzer bir örnek de, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ve tek Bahriye
Vekili İhsan Eryavuz’un oğlu Bülent Eryavuz tarafından aktarılmaktadır. Eryavuz’un
aktardığına göre, Mustafa Kemal Paşa İhsan Bey’e Bahriye Vekâletini önerirken, “Kan
dökerek kazandığımız memleketin idaresini ciğeri beş para etmez bir iki sivil politikacıya
mı verelim.” demiştir.262
1945 sonrasından ise, tezin ilk bölümünde kısaca değinilmiş olan Muğlalı Olayı
ile ilgili bir örnek verilebilir. Kenan Esengin, General Muğlalı’nın yargılanması olayında,
dönemin Genelkurmay Başkanı Salih Omurtak’ın “politikacıların oyunlarına”
direnebilecek güçte ve bilinçte olmadığını belirtmektedir. Esengin’in Muğlalı olayında
Anılar”, 3. Deniz Harp Tarihi Semineri, 19-21 Nisan 2006, haz. Donanma Komutanlığı, Ankara,
Donanma Komutanlığı, 2006, s. 115-116.
263 Sami Sabit Karaman, İstiklal mücadelesi ve Enver Paşa, Sellüloz Basımevi, İzmir, 19??, s. 171.
98
Genelkurmay Başkanı’nı sivillere direnmede yetersiz bulması, sivil politikacılara duyulan
güvensizliğin açık bir örneği olarak değerlendirilebilir.264
Fahrettin Altay, bir askerî manevra izlemek için gittiği Kiev’de “Din ve Milliyet
mefhumlarına ehemmiyet vermeyen Bolşevik’lerin ordudaki manevi kuvvetlerinin ne
olacağını düşündüğünü” belirtmektedir. Buna verdiği cevap bireysel ve birlik bazındaki
başarı motivasyonu, diğer bir deyişle gurur ve methedilme isteğidir. 265 Bu da, gözlediği
orduda, ulus-devletlerde millete sadakatin getirdiği motivasyonun eksikliğinin, bir başka
manevi motivasyonla –ideolojik bağlılık vs.- doldurulabileceğini düşünmediğini
göstermektedir. Milli ve dini mefhumların ötesinde savaş makinesini güdüleyebilecek bir
siyasî sadakat nesnesi tahayyül etmediği anlaşılmaktadır. Bu anlamda ideolojik bağlılığı
ciddi bir unsur olarak görmediği söylenebilir.
Sami Sabit Karaman ise, Milli Mücadele yıllarında, Ukrayna Başkomutanı Fronze
ile konuştuğunu anlatmaktadır: Burada Fronze ile tartışırken Marx ve Kapital’i
okumadığını, ancak kısmen Lenin okuduğunu belirtmektedir. Küçümser bir ifade ile
bunlarda cazip nazariyeler olduğunu, ancak “Biz Türkler” in bu konularda bilgi sahibi
olmadığını vurgulamaktadır. Karaman bir not olarak da, anarşizmin ve nihilizmin
vatanının Rusya olduğunu söylemektedir. 266 Karaman’ın da Altay’ın tavrını paylaştığı
açıktır.
264 Kenan Esengin, Orgeneral Muğlalı olayı: 33 kişinin ölümü, Esengin, İstanbul, 1974, s. 43.
265 Fahrettin Altay, a.g.e., s. 457.
266 Sami Sabit Karaman, İstiklal Mücadelesi ve Enver Paşa, Sellüloz Basımevi, İzmir, 19??, s. 82-3.
99
“Örnekleri olan, denenmiş, halka doğru, halk egemenliği esasına dayanan bir cumhuriyet
yönetimi kurmak istemiş ve kurmuştur.” 267 Bu sözlerde “Halk egemenliği” kavramına
dayanan ulus-devlet nihai siyasî yapı olarak ele alınmakta, ideolojik siyasete güvensizlik
duyulmakta ve bu bir tür delilik olarak betimlenmektedir; ideoloji düşmanlığı vardır da
denebilir. Yine Gerede, Enver Paşa ile Mustafa Kemal’i kıyaslarken Mustafa Kemal’in
ölçüyü kaçırmama yeteneği olduğunu söylemekte ve “hayalci değil gerçekçiydi”
yorumunu yapmaktadır. Enver Paşa, Gerede’ye göre, temiz bir asker ve vatansever olsa
da Osmanlıcılık, Turancılık ve İslamcılık gibi fikirlerin arkasından hayalcilikle koşmuştur.
Gerede, realist politika ile ideoloji arasındaki çizgiyi açıkça çizmektedir: “Ulusal amaç,
ulusal çıkarlar ve ülkenin esenliği sınırları içerisinde Türkçülükle yetinmeyi bildi.”268
Subay zihniyetinin en belirgin tarafı dünyayı tehditlerle dolu bir yer olarak
algılamasıdır. Bu algılama güvenlik arayışını beraberinde getirir ve subay öncelikle
parçası olduğu siyasî özneyi, yani ulus-devleti koruma eğilimi içinde olur. Subayın bakış
açısında insan doğası son kertede kötücüldür ve şiddet ve savaş tarihin sona ermeyecek
doğal parçalarıdır. Bu yüzden subay, güvenlik odaklı siyaset üretir; gerekirse
uygulayabileceği gücü elinde bulundurmak ister ve dış siyasete ve dünyaya güç odaklı
bir perspektiften bakar; bu anlamda muhafazakâr - realist çizgidedir.
267 Hüsrev Gerede, Hüsrev Gerede'nin anıları: Kurtuluş Savaşı, Atatürk ve Devrimler (19 Mayıs 1919-10
Kasım 1938) haz. Sami Önal, Literatür Yayınları, İstanbul, 2002, s. 249.
268 Gerede’nin “hayalci Turancılık” ile “gerçekçi milliyetçilik” arasında yaptığı ayrıma benzer başka tarih
yorumları mevcuttur. Erken Cumhuriyet’teki Anadolu odaklı Türk milliyetçiliğinin, Türk milliyetçiliğinin Turancı
eğilimler taşıyan erken döneminden nasıl ayrıştığı için bkz. Tanıl Bora, Türk Sağının Üç Hali Milliyetçilik
Muhafazakârlık İslamcılık, Birikim Yayınları, İstanbul, 2003. Ayrıca sol görüşe yakın bir romancının Türk-
Turan ayrımına dair ilginç bir yorumu için bkz. Oğuz Atay, Günlük, İletişim Yayınları, İstanbul, 1987, s. 98.
100
Erken Cumhuriyet subayları da bu tespite uymaktadırlar. Gerek siyasî, gerek
askerî anlamda devleti her durumda güvensizlik içinde görme eğiliminde olan Erken
Cumhuriyet subayları, zaman zaman iç politikadaki bölünmeleri de buraya bağlayarak
bunların devleti ve milleti zayıflatmak için dışarıdan yönlendirilen hamleler olduğunu da
iddia etmektedirler. Buna karşın, birlik içinde hareket etmeyi ve kendi çıkarlarını ve
güvenliğini öncelikli olarak düşünen bir dış (ve iç) siyaseti öngören subaylar, “Bizi yıkmak
isteyen güçler” gibi motiflere vurgu yapmaktadırlar.
İkinci kısımda ise Erken Cumhuriyet subaylarının siyaset kurumu ile, siyaset
kavramı ile ve nihayet sivil bürokrasi ile ilişkileri ele alınmıştır. Öncelikle anılan dönemde
ordunun ve subayın apolitize olup olmadığı üzerine genel yorumlar dikkate alınmış, daha
sonra subayın siyaset kurumu ve sivil bürokrasi ile ilişkilerde kendini konumlandırmasını
zorlaştıran çelişkilere dikkat çekilmiştir. Sivil ve askerî uygulama ve değerlerin çelişmesi
ve hangi siyasî unsurun meşru otorite kabul edileceği konusundaki belirsizlik iki ana
çelişki olarak ortaya çıkmıştır.
101
konu siyaset olmasa dahi- ayrıcalıklı hisseden subayların yaklaşımı, çelişkileri
derinleştirmiştir.
102
SONUÇ
Tezden çıkan sonuçlar bölümler halinde toparlanabilir. İlk bölüm, ordu içi
sorunlara yöneliktir. Bu bölümde kuramsal çerçeve ve anılardaki ampirik bilgi
karşılaştırıldığında varılan iki temel sonuç ele alınmıştır. Birincisi, Türk ordusunda mutlak
itaat, diğer bir deyişle katı bir emir-komuta zinciri oluşunun sonuçlarının sorgulanmasıdır.
Kuramsal olarak üst-ast baskısının, subayların inisiyatif alma yeteneğini olumsuz
etkileyebileceği, ayrıca, taktik, teknolojik ve doktriner ilerlemenin baskılanacağı
varsayılmıştır. Ancak pratikte bu sonuçlara ancak sınırlı olarak ulaşılmıştır. Bunun
sebebi, özellikle kırsal kesimlerde ve siyasî gerginlik merkezlerinden uzak bölgelerde
icra edilen görevlerde, subayların üzerindeki emir - komuta baskısının görece
zayıflaması, taktik ve teknolojik konularda ise durağanlığın sorumlusunun ekonomik
şartlar olmasıdır.
Ordu odaklı bir diğer konu da sınıflar arası rekabet ve askerî ihtiyaçlar
hiyerarşisidir. Bu anlamda karacı subayların bu konuda bir problem yaşamadığı, ancak
denizciler açısından bakıldığında konunun belirleyici öneme sahip olduğu görülmektedir.
Gerek Cihan Harbi ve Milli Mücadele deneyimlerinin karacıları ön plana çıkaran
sonuçları, gerekse siyasî çekişmeler ve nihayet ekonomik durum, denizcilerin deniz
gücüne yatırım yapılması beklentisini sekteye uğratmıştır.
103
“ilerleme” ideali çevresinde kurgulandığı söylenebilir. İster inkılapçılık, ister aydınlanma
ideallerinin sürdürülmesi, ister modernleşme biçiminde olsun, Erken Cumhuriyet subayı
her toplumsal yorumunda ilerlemeyi acil bir ihtiyaç olarak vurgulamaktadır. Geri kalmışlık
subayın farkında olduğu ve hissettiği bir durumdur; ancak özgüven kaynakları da vardır.
Kimi zaman tarihe, kimi zaman ise milli bir “öz” kavramına dayanan bu özgüvenin,
dayanışmacı bir toplum ile birleşecek ve ilerleme sağlanacaktır. İşte Erken Cumhuriyet
subaylarının toplum odaklı düşüncesinin merkezinde bu vardır: Solidarist bir toplum, geri
kalmışlıktan kurtulma ve ilerleme.
Son bölüm ise subayların siyaset odaklı düşünce biçimlerini anlamaya yöneliktir.
Burada ilk kısımda siyaset, dış siyaset olarak ele alınmıştır. Ancak bundan kasıt, bir
siyasî özne olarak ulus-devletin, diğer siyasî öznelerle ilişkisidir. Millet ve onun
cisimleştiği siyasî yapı olan ulus-devlet, her an tehdit altında olan ve güvenlik tehditlerini
bertaraf etmek zorunda olan bir yapıdır. Bu yüzden subay her an yeterince güçlü ve hazır
olmak talebindedir. Subayın zihninde insan doğası zayıftır; şiddet ve savaş geçici
sapmalar değil er geç geri dönecek olan durumlardır. Erken Cumhuriyet subaylarının dış
siyaset söylemleri ve güvenlik konusu etrafındaki yorumları, bu profile uygundur.
104
Subayların muhafazakâr-realist yaklaşımının, ilerlemeci ve dayanışmacı toplum
görüşlerinin devletin ve ordunun reflekslerine nasıl etki ettiği de önemli bir tartışmadır.
Bunun dışında özellikle mutlak itaat ve inisiyatif alma arasındaki çelişkinin askerî
sonuçları, hem Osmanlı ordusunda hem de Cumhuriyet’in diğer dönemlerinde
araştırılmaya muhtaç durumdadır. Kuvvetler (deniz/kara/hava) arası rekabetin Türk
Silahlı Kuvvetleri’nin daha sonraki dönemlerini nasıl etkilediği de bir soru işaretidir.
Kısacası bu tezde alt-başlık düzeyinde ele alınan konular, Osmanlı/Türk savaş
makinesinin diğer dönemlerinde de incelenebillir. Siyasî ve sosyal konuların sivil alan ile
etkileşimi ve devletin ve toplumun karakterine etkileri de yeni araştırmaların konusu
olabilir.
105
KAYNAKÇA
ADİL Selahattin, Hayat mücadeleleri: Selahattin Âdil Paşanın hatıraları, Zafer Matbaası,
İstanbul 1982
AKKILIÇ Abdulhalim, Askerin Romanı: E. Sv. Alb. Abdülhalim Akkılıç'ın Savaş ve Barış
Anıları, Yayına Hazırlayan, Yılmaz Akkılıç, Körfez Ofset yayınları, Gemlik, 1994
ALTAY Fahrettin, 10 Yıl Savaş 1912-1922 ve Sonrası, İnsel Yayınları, İstanbul, 1970
ALTAY Fahrettin, İstiklal Harbimizde Süvari Kolordusu, İnsel kitabevi, İstanbul, 1949
APAK Rahmi, Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1988
CEBESOY Ali Fuat, Siyasî Hatıralar, Doğan Kardeş Yayınları, İstanbul, 1960
ÇALIŞLAR İzzeddin Dersim Raporu, Kıvanç Koçak (ed.), İletişim Yayınevi, İstanbul,
2010
ÇALIŞLAR İzzettin, Org. İzzettin Çalışlar'ın anılarıyla: gün gün, saat saat, İstiklal
Savaşı'nda Batı Cephesi, yayına hazırlayan İzzeddin Çalışlar, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul, 2009
DÜMER Vehbi Ziya, Amiral Vehbi Ziya Dümer'in Anıları, yayına hazırlayan Osman A.
Kaynak, T.C. Deniz Basımevi, İstanbul, 2003
ESENGİN Kenan, Orgeneral Muğlalı olayı: 33 kişinin ölümü, Esengin, İstanbul, 1974
106
GEREDE Hüsrev, Hüsrev Gerede'nin anıları: Kurtuluş Savaşı, Atatürk ve Devrimler (19
Mayıs 1919-10 Kasım 1938) (haz.) Sami Önal, Literatür Yayınları, İstanbul, 2002
GÜNDÜZ Asım, Hatıralarım, İhsan Ilgar (haz.), Kervan Kitapçılık, İstanbul, 1973
GÜVEN Zühtü, Anzavur İsyanı: İstiklal Savaşı Tarihinden Acı Bir Safha, Türkiye İş
Bankası, Ankara, 1965
KARABEKİR Kazım, İstiklal Harbimizde Enver Paşa ve İttihat ve Terakki Erkânı, Menteş
Kitabevi, İstanbul, 1967
KARAMAN Sami Sabit, Eski Bir Konferans: Büyük İnkılâbımıza Dair, Selüloz Basımevi,
İzmit, 1947
KARAMAN Sami Sabit, İstiklal mücadelesi ve Enver Paşa, Sellüloz Basımevi, İzmir,
19??
KILIÇ Ali, Atatürk'ün Sırdaşı Kılıç Ali'nin Anıları, Hulûsi Turgut (der.), Türkiye İş Bankası,
İstanbul, 2005
KUT Halil, Kutü’l – Amare Kahramanı Halil Kut Paşa’nın Hatıraları, Haz. Erhan Çiftçi,
Timaş Yayınları, İstanbul, 2015
ORHAN Celaleddin, Bir Bahriyelinin Anıları 1914-1981, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 2001
ÖZALP Kazım, Milli Mücadele 1919-1922 Cilt 1, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1971-1972
107
SABİS Ali İhsan, Harb Hatıralarım, İnkılâb Kitabevi, İstanbul, 1943. 1. Cilt
SABİS Ali İhsan, Harb Hatıralarım, İnkılâb Kitabevi, İstanbul, 1943. 2. Cilt
SELÇUK İlhan, Yüzbaşı Selahattin’in Romanı, 2. Kitap, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1994
YALÇIN Hüseyin Cahit, Siyasal Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul,
2000
ULAY Sıtkı, Harbiye Silah Başına, Kitapçılık Ticaret Limited Şirketi, İstanbul, 1968
2. İkincil Kaynaklar
AKŞİN Sina, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Remzi Kitabevi, İstanbul 1987
ALKAN Ahmet Turan, II. Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, Ufuk Kitap, İstanbul, 2006
AYDEMİR Şevket Süreyya, İkinci Adam, 2. Cilt, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1968
BEŞİKÇİ İsmail, Orgeneral Muğlalı Olayı Otuz Üç Kurşun, İstanbul: Belge Yayınları,
1991.
108
BEŞİKÇİ Mehmet, ““İhtiyat Zabiti”nden “Yedek Subay”a, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bir
zorunlu askerlik kategorisi olarak yedek subaylık ve yedek subaylar, 1891-1930”, Tarih
ve Toplum Yeni Yaklaşımlar, Sayı 13, Güz 2011
BULUT Faik, Resmi Belgeler Işığında Ordu ve Din, 1826-1997 Devlet Gözüyle İslamcı
Faaliyetler, Doruk Yayımcılık, Ankara, 1997
COOK Steven, Yönetmeden Hükmeden Ordular, Türkiye Mısır, Cezair. Hayy Kitap,
İstanbul, 2008
DAĞCI Gül Tuba, Osmanlıdan Cumhuriyete Ordu Siyaset İlişkisi, 27 Mayıs 1960 Askerî
Darbesi, İlgi Yayınları, İstanbul, 2006
DERİNGİL, Selim, Denge Oyunu İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2012
109
ERYAVUZ Bülent, “Donanma Komutanlığının Ana Üssü Olarak Gölcük Bölgesinin İlişkin
Anektodlar – Anılar”, 3. Deniz Harp Tarihi Semineri, 19-21 Nisan 2006, haz. Donanma
Komutanlığı, Ankara, Donanma Komutanlığı, 2006
DERİNGİL Selim, Denge Oyunu İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası,
İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2012
GOLTZ Colmer von Der, Milleti Müsellaha: (Silahlanmış millet), İstanbul: Harb
Akademileri Basımevi, 1970
GÜLEN Nejat, Dünden Bugüne Bahriyemiz, İstanbul: Kastaş A.Ş. Yayınları, 1988
GÜRSOY Yaprak, Türkiye’de Sivil Asker İlişkilerinin Dönüşümü, Ed. Mustafa Aydın,
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2012
HALE William, Türkiye’de Ordu ve Siyaset, Ahmet Fethi (çev.) Alfa, İstanbul, 2014
HARRİS George S., “The Role of Military in Turkish Politics”, Middle East Journal, Vol.19
No.1 (Winter, 1965)
HUNTİNGTON Samuel P., Asker ve Devlet Sivil Asker İlişkilerinin Kuram ve Siyasası, K.
Uğur Kızılarslan (çev.) Salyangoz, İstanbul, 2004
JANOWİTZ Morris, The professional soldier: A social and political portrait, Ill. Free Press,
Glencoe, 1971
110
JANOWİTZ Morris, The military in the political development of new nations: an essay in
comparative analysis, University of Chicago Press, Chicago, 1964
KILIÇER Sema, Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı (TÜSES) Ankara,
1991
KURTCEPHE İsrafil, BALCIOĞLU Mustafa, Kara Harp Okulu Tarihi, Kara Harp Okulu,
Ankara, 1991
MARDİN Şerif, Jön Türklerin Siyasî Fikirleri, 1895 – 1908, İletişim Yayınları, İstanbul,
2007
MUMCU Uğur, Kürt Dosyası, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı Yayınları,
İstanbul, 2005
NORDLİNGER Eric A., Soldiers in politics : military coups and governments, Englewood
Cliffs, N.J.: Prentice-Hall, 1977
111
ÖZDAĞ Ümit, Ordu - Siyaset İlişkisi (Atatürk ve İnönü Dönemleri), Gündoğan, Ankara,
1991
POPPER Karl, Açık Toplum ve Düşmanları, Cilt 1-Platon, Liberte Yayınları, Ankara, 2008
SCHMİTT Carl, Siyasal Kavramı, Ece Göztepe (Çev.) Metis yayınları, İstanbul, 2012
UYAR Mesut, VAROĞLU A. Kadir, “In Search of Modernity and Nationality, The
Evolution of Turkish Military Curricula in Historical Perspective”, Armed Forces & Society,
Vol. 35 No. 1, 2008
112
ÖZGEÇMİŞ
113
(BU SAYFA BOŞ BIRAKILMIŞTIR)
114