You are on page 1of 125

T.C.

HARP AKADEMİLERİ
STRATEJİK ARAŞTIRMALAR ENSTİTÜSÜ

İMPARATORLUK ZABİTİNDEN CUMHURİYET SUBAYINA:


ERKEN CUMHURİYET SUBAYLARININ ANILARINDA ASKERÎ,
TOPLUMSAL VE SİYASÎ DÜŞÜNCE

STRATEJİ VE STRATEJİK ARAŞTIRMALAR ANA BİLİM DALI


YÜKSEK LİSANS TEZİ

Hazırlayan
Efe GÜZELOĞLU

Tez Danışmanı
Doç. Dr. Gültekin YILDIZ

İSTANBUL – 2016
(BU SAYFA BOŞ BIRAKILMIŞTIR)
T.C.
HARP AKADEMİLERİ
STRATEJİK ARAŞTIRMALAR ENSTİTÜSÜ

İMPARATORLUK ZABİTİNDEN CUMHURİYET SUBAYINA:


ERKEN CUMHURİYET SUBAYLARININ ANILARINDA ASKERÎ,
TOPLUMSAL VE SİYASÎ DÜŞÜNCE

STRATEJİ VE STRATEJİK ARAŞTIRMALAR ANA BİLİM DALI


YÜKSEK LİSANS TEZİ

Hazırlayan
Efe GÜZELOĞLU

Tez Danışmanı
Doç. Dr. Gültekin YILDIZ

İSTANBUL – 2016
ÖZET

Bu çalışmanın temel konusu Türkiye’de Erken Cumhuriyet Dönemi (1923 – 1938)


subaylarının kimlik ve zihniyetini anlamaktır. Erken Cumhuriyet dönemi subayları,
Osmanlı ordusunun son ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk komutanlarıydı. Bu karmaşık
dönemde, ordu yapısının iç sorunları, askerî zihniyet, sivil-asker ilişkileri, güvenlik
algılamaları ve ulusun mevcut durumu ile hedefleri subaylar için önem teşkil ediyordu.
Bu tezde, subayların bu konulardaki düşünce biçimini belirleyen ana kavram ve unsurlar
araştırılmış ve incelenmiştir.

Anılar ve subaylar tarafından yazılmış tarih, siyaset ve askerlik üzerine kitaplar


subayların kendi bakış açılarını ve algılarını anlamak için temel kaynak olarak alınmıştır.
Bu anlamda üç ana bölüm, ordu içi sorunlar odaklı düşünceler, toplum odaklı düşünceler
ve siyaset odaklı düşünceler olarak belirlenmiştir. Birinci bölümde iki temel kavram ve
bunların subaylara etkileri incelenmiştir: Mutlak itaat ve askerî kuvvetler (denizci, karacı
vs.) arası rekabet. İkinci bölümde, “ilerleme” kavramı irdelenmiştir. İlerleme ideali
subayların toplumsal düşünüşünü domine eden temel hedef olarak ortaya çıkmıştır.
Dayanışma fikri de ilerleme kavramı ile bağlantılıdır ve bu ikisi birlikte toplum odaklı
düşüncenin merkezi olarak alınmıştır. Üçüncü bölümde siyaset üzerine düşünceler
incelenmiştir. Ulus-devletin uluslararası siyaseti, tehdit algılamaları, ülke içinde sivil-
asker ilişkileri ve subayların ideoloji ve siyasetçi algısı değerlendirilmiştir.

Erken Cumhuriyet’in entelektüel, sosyal, siyasî ve kültürel atmosferi,


subayların askerî zihniyetiyle bir arada dikkate alınmıştır. Araştırma boyunca bu
faktörlerden her biri birlikte kullanılmaya çalışılmıştır.

I
SUMMARY

The main theme of this research is to understand the mentality and identity of
early republican military officers in Turkey. Officers of early republican period were the
last commanders of the Ottoman army and the first commanders of the Turkish Republic.
In this complex period, problems about the inner structure of the army, military mentality,
civil - military relations, perceptions of security and questions about the situation and
targets of the nation were the important subjects for the officers. In this thesis, the main
concepts and decisive elements that determine the way of thinking in these subjects of
the officers have been researched and analyzed.

Memoirs and other books about history, politics and military that were written by
the officers were taken as the main sources in order to understand the subjects’ own
perspective and own perception. In this sense, three main chapters were determined as
thoughts focused army’s inner problems, thoughts focused on society, and thoughts
focused on politics. In first chapter, two main concepts and their influence on officers
were investigated: Absolute obedience and competition between military branches. In
the second chapter, the concept of “progress” was evaluated. The ideal of progression
was revealed as the main target that dominated the social thinking of the officers. The
idea of solidarism was also related to the concept of progress and these two were taken
as the center of the thoughts that are focused on society. In the third chapter, thoughts
on politics were investigated. The international politics of the nation state, perception of
threats, civil – military relations inside the country and officers’ perception of ideology
and politicians were evaluated.

The intellectual, social, political and cultural atmosphere of the period of the early
republic was taken in consideration with the military mentality of the officers. All of these
factors were tried to be used combined during research.

II
İÇİNDEKİLER

ÖZET I

SUMMARY II

İÇİNDEKİLER III

ÖN SÖZ VI

GİRİŞ 1

BİRİNCİ BÖLÜM: ORDU İÇİ SORUNLAR VE SUBAYLAR 10

1.1. MUTLAK İTAAT VE SUBAYLAR ÜZERİNDEKİ ETKİSİ 12

1.1.1. İnisiyatif Boyutu 14

1.1.2 Taktik, Teknolojik ve Doktriner İlerleme Boyutu 19

1.1.3. Sahadaki Durumun Uyuşmazlığı Boyutu 23

1.2. ASKERÎ İHTİYAÇLAR HİYERARŞİSİ 24

1.2.1 Askerî İhtiyaçlar Hiyerarşisi ve Kuvvetlerin /Sınıfların Öncelikleri 25

1.2.2. Süvari ve Topçu Sınıfları: Birer Örnek 26

1.2.3. Bahriyenin Geri Kalma Nedenleri 28

1.2.3.1 Deniz Gücü Gerekliliği Vurgusu 30

1.2.3.2. Bahriyelilerin Osmanlı’nın Gerilemesini Donanma İle


İlişkilendirme Eğilimleri 32

1.2.3.3. Yavuz-Havuz Davası, Bahriye Vekâleti ve Bahriyenin Gölgede


Kalışı 33

III
1.3. BÖLÜM SONUCU 38

İKİNCİ BÖLÜM: TOPLUM ODAKLI DÜŞÜNCE VE SUBAYLAR 41

2.1 SUBAYLAR VE İLERLEME 41

2.1.1 Askerlerin Tarih Algısı 41

2.1.2. Tarihsel İlerleme: İlerleme, Modernleşme ve Laiklik 42

2.1.3. Erken Cumhuriyet Subayları ve İlerleme Düşüncesi 44

2.1.3.1. İlerleme ve Laiklik İlişkisi 46

2.1.3.2. Devlet İktidarı ve İlerleme 47

2.1.3.3. Milli Mücadele ve İlerleme 50

2.1.4. Tekçi (Monist) Tarih Anlayışı 52

2.2. SOLİDARİZM – DAYANIŞMACILIK 53

2.2.1. İctimai Bir Görüş Olarak Tesanütçülük-Dayanışmacılık-Solidarizm 54

2.2.2. Doğal Bir Subay Eğilimi Olarak Dayanışma Fikri 57

2.2.3. Subaylar ve Solidarizm 58

2.3. ERKEN CUMHURİYET’İN TAHTEREVALLİSİ: GERİ KALMIŞLIK HİSSİ VE


ÖZGÜVEN 61

2.4. BÖLÜM SONUCU 65

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: SİYASET ODAKLI DÜŞÜNCE VE SUBAYLAR 69

3.1. GÜVENLİK MERKEZLİ DÜŞÜNCE 69

3.1.1 Subay Gözünden İnsan Doğası 70

3.1.2. Güvenlik Merkezli Düşünce ve Dış Dünya 73

IV
3.1.2.1. Tehdit Altında Olmak 74

3.1.2.2. Gücün Faydaları 76

3.1.2.3. Güç Odaklı Siyaset 78

3.1.3. Müttefike Güvensizlik – İhtiyaç İkilemi 79

3.2. SUBAYLAR VE SİYASET 83

3.2.1. Genel Çerçeve 84

3.2.2.1. Ulusu temsilen hangi otoriteye hizmet edilecek? 88

3.2.2.2. Sivil ve Askerî Uygulamanın Çelişmesi 89

3.2.2.3. Bürokrat mantığı 91

3.2.3.1 Siyasî Mantığı ve Subay Olmanın Ayrıcalığı 93

3.2.3.2. Düğümün Çözümü: Siyaset Değil Devlet 95

3.2.4.1. Siyasete Güvensizlik 96

3.2.4.2. İdeoloji karşıtlığı 99

3.3. BÖLÜM SONUCU 100

SONUÇ 103

KAYNAKÇA 106

ÖZGEÇMİŞ 113

V
ÖN SÖZ

Osmanlı – Türk modernleşmesinin ve Cumhuriyet tarihinin en önemli


boyutlarından birisini bir kurum olarak ordu ve bu kurumun mensupları olan subaylar
oluşturmaktadır. Subayların gerek somut olarak ülkenin tarihine etkileri, gerekse bağlı
oldukları düşünce ve değerler anlaşılmadan Cumhuriyet tarihi üzerine yapılacak
değerlendirmeler eksik kalacaktır. Bu durumun özellikle subayların kurucu bir rol
üstlendikleri Cumhuriyet’in erken dönemleri için geçerli olduğu söylenebilir.

Bu tez böyle bir merak ve anlama çabasının izinden giderek, Erken Cumhuriyet
döneminde subayların kimlik ve zihniyet dünyasını değerlendirmektedir. Subayların
anıları ve yazdıkları diğer eserler üzerinden, subay düşünce dünyasının temel değerleri,
baskın unsurları ve belirli düşünce biçimleri açığa çıkarılmaya çalışılmıştır. Tez üç ana
bölümde, subayların askerî, sosyal ve siyasî konulardaki temel tutum ve tavırlarını ele
almaktadır. Bir bütün olarak, bir Erken Cumhuriyet subayı profili çizmek
amaçlanmaktadır.

Her ne kadar tezin amacı subayların ortak tavır ve tutumlarını ortaya koyarak
bütüncül bir sonuca ulaşmak olmuşsa da, tezin yazarı bu bütünlük içerisindeki farklılık,
zenginlik ve çoğulluğa da tanık olmuştur. Tezin temel kaynakları anı kitapları
olduğundan, benzer ama farklı hayat hikâyelerine sahip insanların duygu, düşünce ve
anıları arasında dolaşmak ve onları sadece tarihsel malzeme olarak değil, birer birey
olarak görebilmek mümkün olmuştur. Tarihin yapıcısı, tarih disiplininin ise temel
araştırma konusu olan “insan”, sosyal bilimciye ulaşmak istediği genel sonuçları verse
bile, tekil ve biricik olma özelliğini korumaktadır. Bu tezin yazarı için de, tez çalışması
süresince en büyük mutluluk, bugün hiçbiri hayatta olmayan anı yazarlarının
yaşamlarını, onların gözleriyle görebilmek olmuştur.

Tez çalışması süresince zaman ve emek ayırarak bana yardımcı olan, değerli
fikirleriyle tezin ilerlemesini sağlayan hocam Dr. Mehmet BEŞİKÇİ’ye, değerli önerileri ve
katkılarıyla teze derinlik kazandıran Prof. Dr. Gencer ÖZCAN’a, büyük dikkat ve özenle
yazdıklarımı gözden geçirip geliştirmemi sağlayan danışman hocam Doç. Dr. Gültekin
YILDIZ’a şükranlarımı sunuyorum. Bu tezin yazımı boyunca -ve hayatımın geri
kalanında- her zaman ve her anlamda yanımda olan aileme sonsuz teşekkür borçluyum.

VI
GİRİŞ

Bu araştırmada, Erken Cumhuriyet dönemi (1923-1938) subaylarının bir zihin


haritasını çıkarmak amaçlanmıştır. Subayların kendi anlatıları –çoğunlukla anılar-
üzerinden, çeşitli meselelere bakış ve düşünce biçimleri te spit edilmeye çalışılmış,
bunların toplamından bir “subay kimliği” ya da “subay profili” çıkması ümit edilmiştir. Ele
alınan konularda subayların ortak bir bakış açısına sahip olup olmadığı ya da değilse
fikir ayrımını yaratan faktörlerin neler olduğu –rütbe, kuşak sınıf vs.- tespit edilmeye
çalışılmıştır. Olabildiğince tamamlayıcı bir portre çizebilmek açısından, gerek subaylık
mesleğinin getirdiği özellikler, gerekse Erken Cumhuriyet’in hâkim zihniyet ortamı
tartışmaya dâhil edilmiş, her ikisinin çapraz etkisi bir arada ele alınmıştır. Böylece tezin
amacı, Erken Cumhuriyet subaylarını hem kendi perspektifleri içinden, hem de
yaşadıkları dönemin atmosferi bağlamında tanımak ve kavramak olmuştur.

Araştırma, belirli bir teorik çerçeve içinde, temelde subayların kendi anlatılarına
dayandırılmıştır. Bu aşamada dikkat edilen bir nokta, büyük teorilerin dayatmacılığı
içinde anılardaki özgül deneyim ve düşünceleri bir kalıba sıkıştırmamak, varsayılan
kuramsal sonuca “zorla” ulaşmaya çalışmamaktır. Böyle bir hataya düşmemek için
kuramsal çalışmaların esnek bir biçimde kullanılmasına önem verilmiştir. Teori, anılara
sorulacak bazı genel soruların formüle edilmesinde kullanılmış, bu soruların
cevaplanmasında ise söz deyim yerindeyse subaylara bırakılmıştır.

Tez üç ana bölüme ayrılmıştır. Bunlardan ilki “Ordu İçi Sorunlar ve Subaylar”,
ikincisi “Toplum Odaklı Düşünce ve Subaylar”, üçüncüsü ise “Siyaset Odaklı Düşünce
ve Subaylar” başlıklarını taşımaktadır. Bölümler, doğal olarak, subayların belirli bir
konudaki tüm fikirlerini aktarmak gayretinde değildir; amaçlanan şey subayların düşünce
biçimini oluşturan temel unsurları açığa çıkarmaktır. Bu anlamda her bölümde bir ağırlık
merkezi oluşturulmaya çalışılmıştır. Örneğin ordu içi sorunların ele alındığı bölümde,
“mutlak itaat” ve “kuvvetler (deniz ve kara) arası rekabet” konularının çözümlenmesi ön
plana çıkmıştır. Toplumsal düşüncelerin ele alındığı bölümde işlenen, “ilerleme”
düşüncesi, anıların incelenmesinde belirgin bir biçimde gözlenebilen bir konu olmuştur.
Bunun arkasından gelen solidarizm (dayanışmacılık) ve özgüven - geri kalmışlık
tartışmaları, ilerleme fikrinin uzantıları olarak ele alınmıştır. Subayların kendi
toplumlarına baktıklarında gördüklerinin büyük çoğunluğu bu üç kavramın (geri kalmışlık,
ilerleme ihtiyacı, bunun için dayanışma zorunluluğu) çatısı altında formüle edilebilir.

1
Siyaset odaklı bölümde ise, sorun subayların dar anlamda siyasî görüşleri değil, siyaset
kavramına ve siyaset kurumuna bakışlarıdır. Ayrıca bir siyasî özne olarak ulus-devletin
diğer öznelerle ilişki kurma biçimi ve subayların bu konudaki güvenlik odaklı yaklaşımları
ele alınmıştır.

Çalışmanın bütününde ortaya çıkan subay profili, ilerlemeci, solidarist bir toplum
görüşüne yatkın, dünya algısı itibariyle güvenlik odaklı ve insana dair düşüncelerinde
kötümser bir subaydır. Toplumun ilerlemesi ve “diğerlerine” yetişmesi gerektiğini sık sık
vurgular; bunu başarmak için de toplumda çatışmaya değil dayanışmaya vurgu yapar ve
toplumu solidarist bir yapı olarak tasavvur eder. Bu yapının dışarıdan ve onun uzantısı
olarak içeriden gelen tehditlerle her an tehlike altında olduğuna inanır ve buna karşılık
tetikte olmanın ve tehdite karşılık vermek için “hazır” olmanın önemini gündeme getirir.
İnsan doğasına ve tarihî akışa dair görüşleri kötücüldür; yani tehditlerin iyi niyetli
yaklaşımlarla ortadan kaldırılabileceği fikrine kapalıdır. Savaşı ve şiddeti geçici sapmalar
olarak değil tarihin ve insanın kalıcı unsurları olarak görür. Bu yüzden barışı korumak
için de askerî olarak güçlü olmak gerektiğine inanır ve tehditlerle dolu bir dünyada olma
duygusuyla güvenlik odaklı düşünür. Öte yandan mutlak itaat ve inisiyatif arasındaki
çatışma, kuvvetler arası rekabet, sivil bürokrasi ve siyaset kurumu ile ilişkiler bağlamında
bir takım çelişkileri kaçınılmaz olarak içinde taşımaktadır.

Soruların formüle edilmesinde kullanılan temel kaynak Samuel P. Huntington’un


Asker ve Devlet adlı çalışması olmuştur.1 Bu kitapta çizilen ulus-devlet subayı profili bu
tezin arayışına da başlangıç noktası teşkil etmiştir. Huntington, çizdiği subay portresini
“profesyonel askerî etik” sınırları içerisinde bir tavır ve tutumlar bütünü olarak ortaya
koymuştur; diğer bir deyişle Weberci anlamıyla bir subay “tipi” tarif edilmiş ve bu da
subayların meslekî etiklerinde somutlaştırılmıştır. 2
Bu etiğin ölçütleriyle Erken
Cumhuriyet subaylarının tutum ve yaklaşımlarının örtüşüp örtüşmediği de bu tezde ele
alınan noktalardan birisi olmuştur. Bu alanda Huntington’dan sonra pek çok çalışma
yapıldıysa da, Huntington’un kitabı bu literatürün temel taşı olma özelliğini
sürdürmektedir ve bu tezin temel aldığı çalışma olmasının sebebi de budur.

1 Samuel Huntington, Asker ve Devlet Sivil Asker İlişkilerinin Kuram ve Siyasası, K. Uğur Kızılarslan
(çev.), Salyangoz, İstanbul, 2004.
2 A.g.e., s. 86.

2
Çalışmaya dayanak noktası oluşturan bir diğer temel kaynak da William Hale’in
Türkiye’de Ordu ve Siyaset isimli çalışmasıdır.3 Bu kaynak Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ve
subaylarını uzun bir zaman aralığı içinde bir bütün olarak değerlendirebilme imkânı
sağlamıştır. Bunun dışında, gerek Huntington’dan sonra bu alanda gelişen literatürden4,
gerekse Türkiye’de subay, ordu ve askerlik üzerine çalışmalardan5 yararlanılmıştır.

Değinilmesi gereken bir diğer kaynak da Hakan Şahin’in “Asker Anılarında


Türkiye’de Toplum ve Siyaset Algısı” isimli 2014 tarihli yayınlanmamış doktora tezidir.6
Bu çalışma birçok açıdan ufuk açıcı ve yol gösterici olmuştur. Şahin’in çalışmasının
bölümlemelerinde, ilk bölüm sivil-asker ilişkileri açısından teorik bir tartışmayı
içermektedir. Diğer bölümler “Askerîlerin Kendisine Yönelik Algısı”, “Askerlerin Siyaset
Algısı” ve “Askerlerin Toplum Algısı” olarak sıralanmaktadır. Böyle bakıldığında, bu tezin
bölümlemeleri ile Şahin’in tezinin bölümlemeleri çok benzer gözükmektedir. Ancak iki tez
arasında iki önemli fark vardır: Birincisi, Şahin’in tezi kaynak olarak 19. Yüzyıl
ortalarından günümüze dek subaylar tarafından yazılmış anıları kullanan bir çalışmadır
ve geniş bir zaman diliminde subayları incelemektedir. Bu tez ise Erken Cumhuriyet ile
sınırlanmıştır ve belirli bir dönemin koşullarının etkisi bu tezde daha fazla öne
çıkarılmıştır. İkincisi, bölüm başlıklarında gözüken benzerlik, bölüm başlıkları ile sınırlıdır
ve içeriğe bakıldığında büyük ölçüde ortadan kaybolmaktadır. Şahin’in tezinin ikinci
bölümü olan “Askerlerin Kendisine Yönelik Algısı”, askerî okullardan, ordunun iç
işleyişindeki temel unsurlara (terfi, disiplin vs.) ve meslekî değerlere uzanan geniş bir
alanın portresini birçok alt başlıkla ortaya koyar. Bu tezdeki “Ordu İçi Sorunlar ve
Subaylar” bölümü ise mutlak itaat ve inisiyatif alma arasındaki çelişki ve kuvvetler
arasındaki rekabet gibi iki temel konuyu derinlemesine ele almaya çalışmıştır. Diğer bir
deyişle bu tezde ordu içi sorunların ve meslekî meselelerin ele alınışı çok daha dar bir
kapsamda tutulmuş, önemli bir sorunsal ortaya koyduğu düşünülen iki konunun üzerine
derinlemesine gidilmiştir. Askerler ve siyaset arasındaki ilişkinin ele alınışında, her iki

3 William Hale, Türkiye’de Ordu ve Siyaset, Ahmet Fethi (çev.), Alfa, İstanbul, 2014.
4
Bkz. Janowitz Morris, The Military in the Political Development of New Nations: An Essay in
Comparative Analysis, University of Chicago Press, Chicago, 1964, s. 104-105. Janowitz Morris, The
Professional Soldier: A Social and Political Portrait, Glencoe, Ill.: Free Press, 1971. Eric A. Nordlinger,
Soldiers in Politics : Military Coups and Governments, Englewood Cliffs, N.J., Prentice-Hall, 1977.
5 Bkz. Ümit Özdağ, Ordu - Siyaset İlişkisi (Atatürk ve İnönü Dönemleri), Gündoğan, Ankara, 1991. Ahmet

Turan Alkan, II. Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, Ufuk Kitap, İstanbul, 2006. Seydi Çelik, Devlet ve
Asker Osmanlı’dan Günümüze Askerî Bürokrasinin Sistem İçindeki Yeri, Salyangoz Yayınları, İstanbul,
2008. Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, Evren Balta Paker, İsmet Akça (der.), İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010.
6 Hakan Şahin, Asker Anılarında Türkiye’de Toplum ve Siyaset Algısı, İstanbul Üniversitesi, Sosyal

Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2014, (Yayınlanmamış Doktora Tezi).

3
tezde de –doğal olarak- siyaset üstü – dışı olma durumu, siyasete ve siyasetçilere karşı
tavır incelenmiştir. Ancak Şahin’in tezinde yine geniş bir yelpazede askerlerin politize
olma biçimleri ele alınırken, bu tezde askerlerin kendilerini siyaset, sivil bürokrasi,
siyasetçi ve ideolojilere karşı nasıl konumlandırdıkları ön plana çıkmıştır. Ayrıca bu tezde
siyaset yalnızca iç politika ile sınırlı tutulmamış ve subayların ulus-devletin dış siyasetine
ve güvenlik siyasetine dönük yaklaşımları da ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Son olarak
subaylar ve toplum ilişkisine yönelik bölümde Şahin, subayların kendini toplumun
üzerinde konumlandırma, toplumun gideceği yönü tayin etme taleplerini askerî
müdahaleler ile birlikte ele almıştır. Bu tezde ise subayların ilerleme fikrine duydukları
inanç, milli mücadele, din-laiklik ilişkisi ve devlet otoritesini tesis etme gibi konular
ekseninde genişletilmiş ve solidarizm arayışına bağlanmıştır.

Bu tezin ulaşmaya çalıştığı hedefler açısından, araştırma sürecinde bazı


sınırlılıklar da ortaya çıkmıştır. Bu bakımından bazı noktaların ele alınması yerinde olur.
Birincisi, kullanılan anılardan bazıları Erken Cumhuriyet’in zaman aralığını aşmaktadır.
Bazı subaylar Cihan Harbi (1914-1918) ya da Milli Mücadele’de (1919-1922) savaşmış
ancak Cumhuriyet döneminde subaylığa devam etmemişlerdir. Bazı subaylar ise Erken
Cumhuriyet’te subaylık yapmış ancak anılarını Erken Cumhuriyet yıllarından çok sonra
yazmışlardır. Bazı durumlarda anılarını yazan subay Erken Cumhuriyet döneminde
subaylık yapmıştır ancak anılardan alıntılanan anekdot bu dönemden önce veya sonra
yaşanmıştır. Bu durum bir dönemi anılardan okumaya çalışmanın temel bir sınırlılığı
olarak ortaya çıkmıştır; anı yazan kişinin yaşam aralığı, anıların yazıldığı ve yayınlandığı
tarih, anılarda anlatılan olayın yaşandığı tarih gibi farklı değişkenler belirli bir zaman
aralığının içinde kalmayı zorlaştırmaktadır.

Bu ayrımlar, Erken Cumhuriyet olarak tanımlanan zaman aralığının katı bir


biçimde sınırlandırılmasını da engellemektedir. Sözgelimi Erken Cumhuriyet döneminin
sonu olarak burada verilen 1938 tarihinin subay kimliği açısından büyük bir kırılmaya
sebep olduğu söylenemez. Bu yüzden 1923-1938 zaman aralığı Cumhuriyet’in ilanı ile
Atatürk’ün ölümü arasındaki dönemi ya da iki savaş arası dönemi (Türkiye’nin savaşının
1922’de bittiğini düşünerek) ifade etmek için kullanılmış genel bir dönemlendirmedir.

4
1923 öncesi ya da 1938 sonrası örnekleri kullanma konusunda esnek davranılmıştır.7

Bir diğer sınırlılık, tarihin “kesilip biçilmesini” andıran yazım yöntemidir. Zira Cihan
Harbi dönemine ait bir anekdottan yola çıkan bir alt başlık, hemen ardından 1930’lardan
bir örnekle devam edebilmekte ve bu ikisinden ortak sonuçlar çıkarılabilmektedir. Ya da
Milli Mücadele sırasında general olarak görev yapmış bir subayın söylemleriyle 1930’lu
yıllarda görev yapan bir teğmen bir arada değerlendirilebilmektedir. Bu duruma yapılacak
açıklama, her iki dönemdeki subayların aynı meslekî etik ve zihniyet ortamı içinde
oldukları ve ortak bir subay kimliğinin parçaları olduklarıdır. Diğer bir deyişle bu tez zaten
bu dönemin subaylarını bir bütün olarak ele alma çabası içerisindedir ve böyle
bakıldığında bu zaman sıçramaları kaçınılmazdır. Yine bu anlamda, metinde nadiren de
olsa “Erken Cumhuriyet subayları” ibaresinin yerini “Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet
subayları” ibaresi alabilmektedir. Bu ifadeler elbette bu çalışmanın Geç Osmanlı
subaylarını kapsadığı anlamına gelmeyip, Cihan Harbi ya da Milli Mücadele’den
tamamlayıcı bir örneğin konuya dâhil edilebilmesi için kullanılmıştır.

Tarih-yazımı açısından, anılardan faydalanmaya çalışmanın temel bir problemi


daha vurgulanabilir: Anı sahibinin siyasî, toplumsal ve kültürel geçmişi, geçmişin
hatırlanmasında bir filtre gibi işlemektedir ve neyin hatırlanıp neyin hatırlanmayacağını
belirleyebilmektedir. 8 Bu tez bu çelişkileri doğal sınırlılıklar olarak kabul etmiş ve
parantez içine alarak devam etmiştir. Zira 1930’ların bir genç subayı anılarını 1990’larda
yazdığında, yaptığı bir yorumun 90’ların düşünce atmosferinin etkisi altında mı
söylendiğini yoksa Erken Cumhuriyet’e mi mal edilmesi gerektiğini cevaplamak çok
güçtür. Aynı şekilde askerî kariyerinden sonra siyasî faaliyetlerde bulunmuş bir subayın
politik yaşamının, görüşleri ve geçmişi hatırlama-anlatma biçimi üzerinde nasıl bir etki
yaptığını ölçmek de kolay değildir.

Özellikle askerî tarih araştırmalarında anılardan yararlanmanın tehlikelerine


yönelik bir hatırlatma da Liddel Hart tarafından yapılmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan

7 Şu da belirtilmelidir ki farklı araştırma alanlarının farklı dönemlendirmeleri olabilir. Askeri tarihçilik açısından
Erken Cumhuriyet, NATO üyesi olunan 1952’ye dek (yani Alman saavaş tarzının yerini Amerikan askerî
doktrinleri alana dek) götürülebilir. Ancak sözgelimi bu tezde ele alınan ve subaylar üzerinde etkili olduğu
savunulan solidarist düşünce, 1920’lerin ve özellikle 1930’ların tartışma konusudur. Bu yüzden askeri
tarihçilik için temel alınabilecek bir dönemlendirmeden çok, iki savaş arası dönemi bir bütün kabul eden
genel dönemlendirme tercih edilmiştir.
8 Mehmet Beşikçi, “Askerî Tarihçiliğin Gayri Resmi Kaynakları: Asker Anıları ve Günlükleri”, Osmanlı Askerî

Tarihini Araştırmak: Yeni Kaynaklar Yeni Yaklaşımlar, Cevat Şayin, Gültekin Yıldız (der.), Tarih Vakfı
Yurt Yayınları, İstanbul, 2012, 91-105, s. 102.

5
kısa bir süre sonra Alman generallerle mülakat yapma şansı bulan ve bunları
kitaplaştıran Liddel Hart, “Hiçbir şey herhangi bir ülkenin devlet adamlarının ve
generallerinin yaşadıkları zamanları olaylarla ilgili değerlendirmeleri bir araya getirirken
kendi eylemleriyle ilgili özel olarak kurulmuş anlatımları kadar yanıltıcı olamaz.” 9
demektedir. Bu genel sorunu kabul etmekle birlikte, bu tezin ulaşmak istediği sonuçlar
açısından bunun bir sorun teşkil etmediği belirtilmelidir. Zira amaçlanan şey doğruya
ulaşmaktan çok, subayların bakış açısını anlamaktır. Örneğin, Halil Kut anılarında
Bağdat’ın Alman subaylar yüzünden kaybedildiğini söylüyorsa, önemli olan bunun doğru
olup olmaması değil, Halil Kut’un Almanlar hakkındaki olumsuz görüşlerini yansıtıyor
olmasıdır.10

Tezde incelenen örneklerin –anılar ve subaylar tarafından yazılan diğer


kitapların- seçiminde kapsayıcı olunmaya çalışıldıysa da birçok eser de kapsam dışında
bırakılmıştır. Erken Cumhuriyet subayları tarafından yazılmış bazı kitaplar içerik olarak
tezde ihtiyaç duyulan malzemeyi sunmadığından, bunlara doğrudan atıf yapılmamıştır.
Ayrıca Milli Mücadele’nin en üst düzey subay kadrosu olan ve/veya Erken Cumhuriyet
döneminde daha çok siyasi yönüyle ön plana çıkmış olan subaylar da incelemenin
dışında tutulmuştur. Bu anlamda örneğin Kazım Karabekir’in çok sayıda kitabı, Fevzi
Çakmak’ın günlükleri, İsmet İnönü ve Atatürk’ün yazdıkları teze dâhil edilmemiştir.

Bahriyeli subaylara ait anı ve diğer kitapların nicelik olarak zayıf kaldığı
söylenebilir. Denizci subaylar tarafından yazılmış, içerik açısından –tez için- verimli
malzeme barındıran az sayıda esere rastlanmıştır. Bu konudaki açık kısmen, kendisi
denizci olmayan ancak Bahriye üzerine yazdıklarıyla tanınan ve denizcilerin bakış açısını
benimsediği görülen Nejat Gülen’in yazdıklarıyla kapatılmaya çalışılmıştır. Ayrıca,
yukarıda anılan sebeplerden dolayı Atatürk, İnönü, Çakmak ve Karabekir gibi kapsam
dışında tutulabilecek olan Rauf Orbay, Bahriyeli subayların eksikliği düşünülerek
çalışmaya dâhil edilmiştir.

Tezin üçüncü bölümünün ikinci kısmı özel olarak bazı noktaların altının çizilmesini
gerektirmektedir. Bu kısım Erken Cumhuriyet subaylarının siyaset kurumu ve sivil
bürokrasi ile ilişkileri üzerine kurulmuştur ve ayrıca subayların siyaset ve ideoloji

9 H.B. Liddel Hart, Hitleri’in Generalleri Konuşuyor, Alman Generallerinin Gözüyle Zaferlerin ve
Yenilgilerin Nedenleri, Cilt 1, Mehmet Tanju Akad (Çev.) Kastaş Yayınları, İstanbul, 1996, s. 25.
10 Halil Kut, Kutü’l – Amare Kahramanı Halil Kut Paşa’nın Hatıraları, Haz. Erhan Çiftçi, Timaş Yayınları,

İstanbul, 2015.

6
kavramlarına bakışlarını ele almaktadır. Denilebilir ki, araştırmanın en hassas kısmı bu
olmuştur; zira askerlerin düşünce biçimini anlamak bakımından bu konuyu tamamen
dışlamak imkânsızdır; ancak meselenin tam bir “mayın tarlası” olduğu da kabul
edilmelidir. Zira konu siyasî yorum ve tartışmalara fazlasıyla açıktır. Ayrıca asker siyaset
ilişkilerinin askere ve siyasete etkileri gibi karmaşık konuları da beraberinde
getirmektedir.

Subay ve siyaset üzerine Türkiye’de geniş bir literatür üretilmiştir.11 Bu konunun


ilgi görmesinde kuşkusuz yakın zamana kadar ülkenin gündeminde merkezî bir rol
oynayan ordunun politik yönü hakkındaki tartışmaların payı vardır. Birçok araştırmacı bu
temel çerçevenin ürettiği paradigmalarla konuyu tarihî olarak ele almaya çalışmıştır. Bu
literatürden ve bunun getirdiği birikimden bu tezde faydalanılmıştır; ancak söz konusu
çalışmalarda ulaşılmaya çalışılan sonuçlarla, bu tezin ulaşmaya çalıştığı noktanın farklı
olduğu belirtilmelidir. Bu tezde siyaset odaklı çözümlemeler, subay siyaset ilişkisiyle ya
da politik bir aktör olarak orduyla ilgili olmayıp, subay zihniyetinin bir parçası olarak
siyaset kurumuna ya da sivil bürokrasiye bakışı ele almak amacındadır. Diğer bir deyişle
subay siyaset ilişkisinin siyasete ya da orduya getirdiği sonuçlar ve bunlar hakkındaki
tartışmalar hemen hemen tamamen konu dışı bırakılmış ve sadece subayların konuya
bakış açıları anlaşılmaya çalışılmıştır.

Son olarak tezin teorik çıkış noktasına dayanak olan Samuel Huntington üzerine
bir yorum yapılabilir. Aykut Çelebi, Carl Schmitt’in Siyasal Kavramı kitabının Türkçe
çevirisine yazdığı sunuş yazısında, Michel Foucault ile Schmitt arasında bir kıyaslama
yapar. Buna göre Foucault siyasî bir görüş ve siyasî bir kavrayış geliştirmektense,
bunların çözümlenmesinin daha önemli olduğunu düşünmektedir. Schmitt ise tam tersi,
siyasetin ve siyaset tekniklerinin çözümlenmesinin gereğinden fazla önem kazandığını
düşünmekte ve artık siyasî bir düşünce ve kavrayış üretmenin geri plana düştüğünden
yakınmaktadır. 12 Tarihçiler ve genel olarak sosyal bilimciler için de benzer bir ayrım
yapılabilir. Bir konuyu çözümlemek ve anlamaya çalışmakla, bundan bir siyasî tutum, bir
ideoloji, bir ideal yaklaşım çıkarmaya çalışmak farklı şeylerdir. Bazı durumlarda sosyal
bilim ve tarih araştırmacısı, ele aldığı konuyu derinlemesine kavrama arayışında olurken,

11 Bu literatürden birkaç örnek yukarıda verilmiştir.


12 Aykut Çelebi, “Sunuş”, Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, Metis Yayınları, İstanbul, 2012. s. 29.

7
bazı durumlarda geçmişe yönelik çözümlemelerden bugüne ve geleceğe yönelik dersler
çıkarmak önem kazanır.13

İkinci tip yaklaşıma bir örnek de Huntington’dur. Huntington’un askerler için sıkça
tekrarladığı tespit kendisi için de geçerlidir: O, muhafazakâr - realist bir dünya görüşüne
sahiptir. Devlet ve hatta medeniyet odaklı düşünmektedir ve bu yüzden bir meseleyi ele
alırken onu yalnızca anlamaya çalışmakla kalmayıp, mensup olduğu siyasî özne
(Amerika Birleşik Devletleri ve Batı) adına dersler de çıkarma eğilimindedir. Bu yüzden
Huntington’un bu teze de temel olan “profesyonel askerî etik” tanımı, örneklerin
incelenmesinden çıkan bir toplam sonuçtan çok, Huntington’un çizdiği ideal portredir.
Diğer bir deyişle Huntington’un formüle ettiği askerî etik, ulus devlet subaylarının tipik bir
portresi değil, Huntington’un ideal – olması gereken olarak ortaya koyduğu bir
betimlemedir. Bunun farkına varmamak araştırmacıyı tuzağa düşürebilir; zira
unutulmamalıdır ki bu “ideal portre”, tarihin belirli bir döneminde, belirli bir kişinin
idealidir.14

Bu tez Erken Cumhuriyet subaylarının askerî, toplumsal ve siyasî düşünüşündeki


merkezî unsurları saptamaya çalışmıştır. Bu anlamda tezin ulaştığı –yukarıda kısaca
özetlenen- bulgular, bu dönemin subaylarının zihinsel bir haritasını çizmeye olanak
sağlamıştır. Buradan hareketle, burada kilit bir rolü olduğu belirtilen düşünsel unsurların
yatay ve dikey etkileri yeni çalışmaların konusu olabilir. Örneğin ilerlemeci ve
dayanışmacı toplum görüşünün daha sonraki dönemin subaylarına nasıl aktarıldığı ve
Cumhuriyet tarihine nasıl etki ettiği ele alınabilir ya da söz konusu dönemin sivillerinin bu
düşüncelerle nasıl bir etkileşim içinde olduğu sorgulanabilir. Erken Cumhuriyet
subaylarının güvenlik odaklı düşünce biçimiyle daha sonraki dönemin “Milli Güvenlik
Devleti” arasındaki bağ da benzer biçimde önemli bir konu olarak ortaya çıkmaktadır.
Yine bu tezde ele alınan özgüven ve üstünlük duygusu ile geri kalmışlık hissi arasındaki
tahterevalliyi anımsatan ilişki de Cumhuriyet tarihinin önemli paradigmalarından biri

13
Bu ikinci tip yaklaşıma örnek olabilecek iki çağdaş tarihçi Paul Kennedy ve Niall Ferguson’dur. Bu tarihçiler,
tarihin işleyişinden çıkardıkları sonuçları, “buradan sonra ne yapılması gerektiğine” dair malzeme olarak
kullanma eğilimindedir. Niall Ferguson, Uygarlık Batı ve Ötekiler, Nurettin Elhüseyni (çev.) YKY, İstanbul,
2011. Paul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, Birtane Karanakçı (çev.), Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, Ankara, 1991.
14 Tam da bu tezin yazılma sürecinde gündeme gelen bir haber de bu noktayı kanıtlar niteliktedir. İngiltere’de

İşçi Partisi’nin seçimlerde başarı göstermesi olasılığına karşı, subaylar bu durumu bir ulusal güvenlik tehdidi
sayacaklarını duyurmuşlardır. Bu durum, tartışmanın, belki de sivil asker ilişkilerinin sınırları netleşmiş gibi
gözüken Batı’da dahi hâlâ sonlanmaya çok uzak olduğunun göstergesidir. “We won't stand for it”,
http://www.dailymail.co.uk/news/article-3241904/We-won-t-stand-Army-brass-warn-MUTINY-Jeremy-
Corbyn-Prime-Minister.html (Erişim Tarihi: 14.10.2015.)

8
olarak ele alınabilir ve gerek subaylar, gerekse siviller üzerinde bunun etkileri
araştırılabilir. 1 Kısacası, Erken Cumhuriyet subaylarının düşünce biçimlerini oluşturan
temel etmenler, Cumhuriyet tarihinin büyük zihin haritasının önemli bir parçasıdır ve bu
tez de hem daha sonraki dönemlerin subaylarını anlamak açısından, hem de sivillerin
düşünce dünyası ile etkileşimi takip etmek açısından gerekli bazı bulguları ortaya
koymaktadır.

1 Bu konuda önemli bir tartışma için bkz. Ümit Kıvanç, Pan-İslamcının Macera Kılavuzu, Birikim Yayınları,
İstanbul, 2015, s. 78-81.

9
BİRİNCİ BÖLÜM

ORDU İÇİ SORUNLAR VE SUBAYLAR

Ordu içi sorunları tartışmaya geçmeden önce, Erken Cumhuriyet dönemi


ordusunda subaylık ile ilgili bazı genel bilgileri ortaya koymak yerinde olacaktır. Erken
Cumhuriyet ordusu, ekonomik kaynaklar bakımından oldukça yetersiz durumdadır. 1926
yılından 1930’a kadar devlet bütçesinin ortalama yüzde 30’u savunma kaynaklarına
harcanmıştır.1 Ancak bu görece yüksek orana rağmen ordunun her üç kuvvet sınıfında
da (kara, hava ve deniz) dönemindeki güçlü orduların hayli gerisinde kaldığı söylenebilir.
Selim Deringil, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancılar
tarafından modern olmasa da sayıca yüksek ve cesaretiyle ün yapmış bir ordu olarak
görüldüğünü belirtir. Bu, her türlü saldırı karşısında direnişe azimli bir ordudur. Ancak
teknik yönden çok geri kalmıştır. Karacı sınıflarda (piyade, tankçı, topçu vs.) büyük bir
standardizasyon eksikliği söz konusudur. Hava ve deniz gücü ise nispeten küçük
ordularla bile kıyaslanamayacak durumdadır.2

Erken Cumhuriyet döneminde, on yıllık savaşın halkta yarattığı yılgınlığa da


paralel olarak, savaştan ekonomiye ve kalkınmaya bir dönüş olmuştur. Bu da, mevcut
güvenlik tehditleri hiç de az olmasa da, askerî sorunların çözümünün ertelenmesine
sebep olmuştur. Bu durumun subaylar üzerindeki etkileri ve subayların bu teknik ve
teknolojik gerilik hakkındaki yorumları daha sonra detaylı olarak tartışılacaktır.

Erken Cumhuriyet ordusu, bir savaş makinesi, bir askerî aygıt olmanın yanı sıra,
yeni rejimin ideolojik sembollerinin cisimleştiği bir alandır. Cumhuriyet subayları –ki bir
kısmı Devlet-i Aliyye’nin son subaylarıdır- rejimin değerlerini ve ideolojisini önemli ölçüde
yansıtmıştır. Bunun en açık örneklerinden biri askerî bürokraside yapılan tasfiyelerdir.
Daha 1923 yılında kurulan Askerî Heyet-i Mahsusa, olağanüstü yetkilere sahip bir yargı
organı olarak askerî bürokraside köklü tasfiyeler yapmıştır. En başta Milli Mücadele’ye
katılmış olmak, Ankara Hükümeti’nde yakın olmak gibi unsurlar dikkate alınarak, (ülkenin
maddi anlamda elverişsiz durumunun da daha fazla taşıyamayacağı) Cumhuriyet’in

1Ümit Özdağ, Ordu - Siyaset İlişkisi (Atatürk ve İnönü Dönemleri), Gündoğan, Ankara, 1991, s. 105.
2 SelimDeringil, Denge Oyunu İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, İstanbul, 2012 s. 30-37.

10
subay kadrolarının önemli bir kısmı tasfiye edilmiştir.3 Bu uygulama, yeni rejimin istediği
tipte bir subay ve ordu yaratma girişiminin bir parçasıdır.

Cumhuriyet döneminde askerî eğitim kurumları, rejimin ihtiyaç duyduğu türde bir
subay kadrosu yetiştirmek için çalışmıştır. Özellikle 1923 sonrası yetişen genç kuşak
subaylar rejimin istekleri doğrultusunda yetiştirilmiştir. Okullardaki dersler askerî ağırlıklı
olmuş ve genel kültür dersleri müfredatta yer almamıştır. Subayların askerî meseleler
dışındaki konulara ilgisini engellemek için okul yayınları dışındaki kitaplar yasaklanmıştır.
Aynı zamanda gerek Osmanlı ordusundan gelen gerekse Cumhuriyet döneminde göreve
başlamış subayların –ki bunlar birbirleriyle bütünleşmiştir- toplumun prestijli
kesimlerinden olmaları ve yüksek bir özgüvene sahip olmaları amaçlanmıştır. Bu
subaylar kendilerinin rejim içindeki ayrıcalıklı konumlarının bilincindedir.4

Ordu içinde ve subay eğitiminde disiplin genel olarak sıkı tutulmuştur ancak
Özdağ 1924-1930 arası dönemin “ölçülü disiplin”, 1930 sonrası dönemin ise “katı disiplin”
dönemi olduğunu söyler.5 Harp Okulu’nun Cumhuriyet dönemindeki ilk mezunları 1924
yılında verilmiştir. 1924 - 1938 arasında Harp Akademileri’nden her yıl 26 ile 51 arasında
değişen sayılarda kurmay mezun verilmiştir. Ancak Harp Okulu’ndan çıkan subay sayısı
özellikle 1930’lu yıllar boyunca sürekli artmıştır. 1924’te 145 mezun veren Harp Okulu,
1938’de 1013 mezun vermiştir. Özellikle Harp Okulu’ndan çıkan genç subayların sayısı
arttıkça, İmparatorluk döneminden kalan subaylarla terfi konusunda sorunlar yaşanmıştır
ve bu sorunların çözümü için yoğun yasama çalışmaları yapılmıştır.6

Bu bölümde subayların askerlik mesleği ve Erken Cumhuriyet’te bunun icrası


konusunda ortaya koydukları bilgiler değerlendirilecektir. Bu bağlamda ele alınan iki
temel konu mutlak itaat kavramının askerliğe ve orduya etkisi ile askerî ihtiyaçlar
hiyerarşisinin belirlenmesi ve kuvvetler (deniz – kara) arası rekabet olacaktır. Bu iki temel
unsurun ele alınmasındaki etken, ordunun iç işleyişine ve askerî konulara dair subayların
anı ve yorumlarında merkezî bir rol oynamalarıdır. Örneğin kuvvetler arası rekabet ele
alınmadan Bahriyeli bir subayın zihin dünyası anlaşılamaz; çünkü kendi sınıfının ihmal
edildiği duygusu meslekî yorumlarında belirleyici bir konumdadır. Aynı şekilde mutlak
itaat baskısının (ve bu baskının yerine göre artmasının ve düşmesinin) subayların

3 Cemil Koçak, Belgelerle Heyet-i Mahsusalar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005, s. 19.
4 Ümit Özdağ, a.g.e., s. 116-117.
5 A.g.e., s. 112.
6 A.g.e., s. 114.

11
görevlerini icra etme biçimleri üzerinde büyük etkisi vardır. Bu anlamda, teorik çerçevede
belirlenen etmenler ile pratikte karşılaşılan durumların en fazla örtüştüğü alanlar
bunlardır. Diğer bir deyişle Samuel Huntington’un çizdiği ulus-devlet subayı profilinde bu
konularda yapılan tespitler, Erken Cumhuriyet subaylarının anıları uyumludur.

Bölüm iki temel kısım halinde ele alınacaktır. İlk kısımda “Mutlak İtaat” kavramının
tanımı ve bu kavramın askerlik için genel olarak ne ifade ettiği incelenecek, ardından
subay anıları üzerinden mutlak itaat olgusunun Erken Cumhuriyet’te ne gibi sonuçları
olduğu üzerinde durulacaktır. İkinci kısımda ise “Askerî İhtiyaçlar Hiyerarşisinin” ne
olduğu ve farklı kuvvet ve sınıftan subayların meslekî zihniyetlerine nasıl etki ettiği ele
alınacaktır. Tüm bunlar ele alınırken sivil alanda yaşanan gelişmeler de göz önünde
tutulacaktır.

1.1. MUTLAK İTAAT VE SUBAYLAR ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

Disiplin ve emir - komuta zincirinin katılığı bütün askerî kurumlarda gözlenen bir
durumdur. “Askerliğin temeli disiplin, disiplinin temeli de itaattir.” sözü askerlik ve disiplin
arasındaki ilişkiyi açıklar.7 Askerî anlamda disiplinin, sivil kurumlardaki disiplinden farklı
işlediği de vurgulanmalıdır. Savaş makinesi, devletin çıkarları için savaşan bir yapıdır ve
bu yapının parçası olan bireyler, ölümle burun buruna oldukları anlarda bireyselliğin
ötesinde bir disiplin ve itaat anlayışı ile hareket ederler.8 Subaylar da bu disiplin anlayışı
içinde yetiştirilirler ve mesleklerini bu anlayışla icra ederler.

Disiplin ve itaatin bütün ordularda merkezî bir rolü olduğu bilinse de Türk Silahlı
Kuvvetleri’nde disiplinin boyutlarının uçlara çekildiği araştırmacılarca ifade edilmiştir.
Kuşkusuz bunun bir sebebi, Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet dönemlerinde orduya
model olarak alınan Alman/Prusya doktrininin en belirleyici özelliklerinden birinin katı
disiplin anlayışı ve itaat kültürü olmasıdır. 9 Ancak komuta yapısının bu derece katı
olmasının siyasî sebepleri de vardır. Yukarıdan aşağıya işleyen denetleme
mekanizmalarının, emir - komuta zincirinin dışında bir hareketlenme olmasını önleme
amaçlı olarak sıkı tutulduğu ve subayların iradesinin emir - komuta zincirinin tepesindeki

7 Hakan Şahin, Asker Anılarında Türkiye’de Toplum ve Siyaset Algısı, İstanbul Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2014, (Yayınlanmamış Doktora Tezi) s. 117.
8 Ulrich Bröckling, Disiplin: Askerî İtaat Üretiminin Sosyolojosi ve Tarihi, V.Atayman, (çev.), İstanbul,

Ayrıntı, 2001, s. 24.


9 Serhat Güvenç, “ABD Askerî Yardımı ve Türk Ordusunun Dönüşümü: 1942-1960”, Türkiye’de Ordu,

Devlet ve Güvenlik Siyaseti, Evren Balta Paker, İsmet Akça (der.), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
İstanbul, 2010, s. 256.

12
karar alıcı iradeye tâbi kılındığı bir yapı için mutlak itaat şarttır. 10 Böyle bakıldığında,
Erken Cumhuriyet ordusunda subayların üstlerine mutlak itaati, ordunun ve askerin
siyasetin dışında tutulması anlayışına paraleldir. Zira anılardan çıkan genel sonuca
bakıldığında, Erken Cumhuriyet’te subay bir karar alıcı değil, bir uygulayıcı, yani bir çeşit
bürokrat olarak tahayyül edildiği görülmektedir.

Öte yandan bu sürecin askerî etkinlik üzerindeki sonuçları bazı soru işaretleri
doğurmuştur. Tamamen ‘emri uygulayan’ konumuna indirgenen subayın, şahsen karar
alması gereken anlarda etkili olup olamayacağı ve mutlak itaatin subayın inisiyatif alma
becerisini köreltip köreltmeyeceği sorgulanan bir konudur. 11 Özellikle beklenmedik
durumlarda subayın etkin bir hareket tarzı geliştirip geliştiremediği bu sorunun bir
parçasıdır. Erken Cumhuriyet döneminde -Geç Osmanlı döneminde olduğu gibi- tedip,
tenkil ve asayiş harekâtının sık başvurulan harekât biçimleri olduğu ve inisiyatif
konusunun bu harekât tiplerinde son derece önemli olduğu da unutulmamalıdır.

Mutlak itaat ile ilgili –inisiyatif konusundan başka- bir diğer soru işareti de
teknolojik ve doktriner gelişmeler ile ilgilidir. Genellikle üstler ve astlar arasında, ya da
ordunun deneyimli subayları ile genç subaylar arasında doğması beklenen bir gerilim
“teçhizat” ve “tefekkürât” alanlarında ilerleme ve yenileşme konularıdır. Üst düzey subay
kadrosu kendi aldığı eğitimin gereklerini yerine getirmenin yanı sıra, deneyimleri
doğrultusunda geliştirdiği askerî görüşlere uygun bir yapılanmaya doğru gidecektir. Bu
noktada yenileşme ve reform yanlısı genç subaylar ile görüş ayrılığı yaşanması
muhtemel olacaktır. Deneyimli komutanların düşünce biçimlerinin “geçmişte
dondurulmuş” olması, “taktik ve teknolojik” gelişmeleri takip edememelerine ve bunlara
soğuk bakmalarına sebep olabilir. Huntington’a göre, yüksek rütbeli subaylara mutlak
itaat, astların ilerleme yönündeki eğilimlerini bastırabilir ve taktik ve teknolojik ilerlemeyi
durdurabilir. 12

Bu iki teorik genellemeye, doğrudan örneklerde rastlanılan bir üçüncü bir unsur
da eklenebilir: Karargâhta planlanan hareketle, sahadaki fiili durumun uyuşmazlığı.
Böylece mutlak itaatin ve ast – üst ilişkilerinde katı bir emir - komuta zincirinin egemen
olmasının üç olumsuz sonucu, inisiyatif eksikliği, taktik/teknolojik-doktriner ilerlemede

10 William Hale, Türkiye’de Ordu ve Siyaset, Ahmet Fethi (çev.), Alfa, İstanbul, 2014, s. 371.
11 A.g.e., s. 372.
12 Samuel Huntington, Asker ve Devlet Sivil Asker İlişkilerinin Kuram ve Siyasası, K. Uğur Kızılarslan

(çev.), Salyangoz, İstanbul, 2004, s. 105.

13
zafiyet ve sahada yaşanan ile karargâhta planlanan arasındaki uyuşmazlık olarak ortaya
çıkmaktadır. Mutlak itaatin sonuçları bu üç başlık altında incelenecektir.

1.1.1. İnisiyatif Boyutu

Subaylara tanınan inisiyatif eksikliğinin, komuta kademesinde yarattığı sorunlar


Abdülhalim Akkılıç’ın Nasturi Harekâtı 13 hakkında anlattıklarında açıkça gözlenebilir.
Akkılıç’ın anlattığına göre, subaylara bu harekâtın Nasturi İsyanı’nın bastırılması için icra
edildiği söylenmiştir. Nasturi harekâtının çıkış sebebi, huzursuzluk çıkaran Nasturileri
bastırarak asayişi sağlamaktır. Ancak Akkılıç, muhtemelen esas sebebin Musul’a
yürümek olduğunu, çünkü Nasturi bölgesi sınırın öbür tarafında kaldığını ifade
etmektedir. 14

Akkılıç’ın anılarında anlatıldığı üzere, 1924 Ağustos’unda, Nasturi Harekâtı


çerçevesinde Cizre’ye hareket edilmiştir. Nasturi bölgesine girince havada iki İngiliz
uçağı görülmüştür. Cizre Bölge Komutanı’na durum bildirildiğinde “Görülen tayyareler
İngilizlerindir, onlarla dostuz. Bize karşı harekette bulunmazlar.” cevabı alınmıştır.
İlerleme devam ederken uçak sayısı ikiden dokuza çıkmış ve Tugay komutanına
uçaklara ateş edilmesi “ısrarla önerilmiştir”; ancak öneri “İngilizlerle arayı bozar ve
başımıza siyasî nitelikli bir dert açarız kaygısıyla” kabul edilmemiştir. Kısa bir süre sonra
İngiliz uçaklarından bombardıman başlamış ve yoğun ateş altında tüm alay dağılmıştır.15
Akkılıç, bombardımana uğrayanların yalnızca kendi birlikleri olmadığını belirtmiştir. Buna
göre İngiliz uçaklarının sınırı geçen başka birlikleri de vurduğu ifade edilmiştir. 16 Son
tahlilde Akkılıç Nasturi Harekâtı’nı “Boşuna bir harekât” olarak tanımlamıştır.17

13 1924 yılında düzenlenen Nasturi Harekâtı, henüz çözülmemiş olan Irak Türkiye sınırı sorununun bir
uzantısıdır. Musul meselesi üzerine İngiltere ile anlaşmazlık sürerken, bölgede bir Nasturi İsyanı patlak
vermiştir. Bir yıl önceki Revandiz Harekâtı’nda bölgede tutunma konusunda başarılı olamayan Türkiye’de,
isyanı bastırmanın yanı sıra, çekilen Nasturileri takip etme yoluyla Musul’a sarkma fikri de gündeme
gelmiştir. Bu harekâtta Nasturi İsyanı bastırıldıysa da siyasî amaçlar açısından başarısız olunmuştur. Mete
Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması 1923-1931, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, İstanbul, 2012, s. 118, 119.
14 Abdulhalim Akkılıç, Askerin Romanı: E. Sv. Alb. Abdülhalim Akkılıç'ın Savaş ve Barış Anıları, Yayına

Hazırlayan, Yılmaz Akkılıç, Körfez Ofset yayınları, Gemlik, 1994, s. 270. Abdülhalim Akkılıç 1891 doğumlu
ve 1912’de Harbiye’den mezun olmuş bir süvari subayıdır; Balkan Harbi, Cihan Harbi ve Milli Mücadele’den
sonra Şeyh Sait İsyanı ve Nasturi İsyanı gibi iç güvenlik harekâtında görev yapmış ve 1945’te alay komutanı
iken emekli olmuştur. 1960 yılında hayata veda eden Akkılıç’ın anılarını oğlu Yılmaz Akkılıç 1994 yılında
sadeleştirerek yayınlamıştır.
15 A.g.e., s. 269.
16 A.g.e., s. 271.
17 A.g.e., s. 272.

14
Bu durum, siyasî baskı altında subayların inisiyatif almakta sıkıntı çekmesine
önemli bir örnek teşkil etmektedir. Harekâtın kesin tanımlanmış amaçlarını bilmeyen
subaylar, beklenmeyen durumlar karşısında alacakları kararların siyasî sonuçları
konusunda kuşkuya düşmüş ve inisiyatif alarak hareket etmekte tereddüt etmişlerdir.
Astların tugay komutanına koruma ateşi açılması yönündeki ısrarlı önerileri askerî bir
gerekliliğe işaret etmiş, ancak üstlerden gelen siyasî baskı daha etkili olmuş, siyasî
öncelikler askerî öncelikleri yönlendirmiştir. Bu anlamda Akkılıç’ın Nasturi Harekâtı
hakkında anlattığı bölüm, Hale’in mutlak itaat ve inisiyatif arasındaki gerginlik üzerine
yargılarına uygundur. Siyasî baskı komuta kademesinin çatışma durumunda inisiyatif
almasına engel olmuştur.

Yine Akkılıç’ın 1928 yılında Harran’daki bir olay üzerine anlattıkları da benzer bir
tabloyu ortaya koymaktadır. 1928 Temmuz’unda Akkılıç, Harran’da bir saldırı istihbaratı
alır ve bölüğüyle beraber bölgeye intikal eder. Ancak bölgede istihbarat kaynaklarını
inceledikten ve kaymakam ve jandarma komutanı ile konuştuktan sonra saldırı
şüphesinin kaymakamın evhamı olduğuna karar verir. Zira birkaç gün önce böyle bir
saldırı şüphesi belirmiş, saldırı beklenmiş, ancak gerçekleşmemiştir.18 Durumun tehlikeli
olmadığına kanaat getiren Akkılıç, alayın gelmesini engellemek için –alayın bölgeye
gelmesinin maddi yükü dolayısıyla- tümen kurmay başkanı ile konuşur; ancak yola
çıkmış olan alayın geri dönmesi için kolordu emri gerektiği cevabını alır. Bunun üzerine
şu yorumu yapar: “Yani sorumluluktan kaçıyordu tümenin kurmay başkanı. Hani
neredeydi o talimnamelerde yazılı, sorumluluğu üstlenme ilkesi?” Sonuçta alay gelir ve
bir şey çıkmaz. Akkılıç’ın bu konuyla ilgili son yorumu şöyledir: “Özetle birçok perişanlık
çektikten ve bazı atlar öldükten sonra, emri veren komuta katları ihbarın hiçbir temele
dayanmayan bir yaygaradan başka şey olmadığı kanısına varabildiler de Urfa’ya geri
döndük.”19

Bu örnek de katı itaatin komuta kademesinin icraatını nasıl etkilediğini ortaya


koymaktadır. İlk örnekte inisiyatif almakta sıkıntı yaşadığı gözlenen rütbenin tugay
komutanı, ikinci örnekte ise tümen kurmay başkanı olduğu gözden kaçmamalıdır. Daha
düşük rütbelerdeki –taktik düzeyde- görev yapan subayların askerî gereklilikleri / saha
gerekliliklerini öne çıkaran bir konumda olduğu söylenebilir. Ancak bu kesim ile üst
komuta kademesi arasında kalan subayların emir - komuta zincirinin baskısını güçlü bir

18 A.g.e., s. 279.
19A.g.e., s. 280.

15
biçimde hissettiği ve bu düzeyde siyasî baskının subay kararlarını güçlü bir biçimde
etkilediği söylenebilir.

Yukarıda verilen örneklerin aksine, kırsal bölgelerde icra edilen iç güvenlik, asayiş
ve kaçakçılık önleme amaçlı görevlerde ise emir - komuta zinciri ve inisiyatif arasında
farklı bir ilişki gözlemlenmektedir. Bu tarz görevlerde subaylar inisiyatif alma konusunda
daha özgür bırakılmış gözükmekte ve üst ast ilişkilerinin baskısını ya da sivil denetimin
sınırlayıcı etkisini daha az hissetmekte, kişisel karar ve tutumlar açısından daha serbest
davranmaktadırlar. Yine böyle durumlarda, subayın göreve yabancılaşmış bürokratik bir
çark olmaktan çıkıp, görevi sahiplenen ve kendi varlığını devlet varlığıyla özdeşleştiren
bir özne olarak görev yaptığı gözlenmiştir.20

Selahattin Yurtoğlu’nun istihbarat birimlerinde yaptığı görevler bu duruma örnek


gösterilebilir. İstanbul’da kaçakçılık karşıtı istihbarat görevleri yaptıktan sonra Suriye
sınırına gönderilen Yurtoğlu, 1930’lu yılların büyük bölümünde buralarda kaçakçılığa
karşı etkin bir mücadele örgütlemeye çalıştığını anlatmaktadır. Kaçakçılığa karşı dağınık
işleyen yapıyı örgütlemek ve tek merkezde toplamak, yapısal sorunları çözmek için
raporlar sunmak gibi konularda kişisel inisiyatifiyle hareket ederek görev yaptığı
anlaşılmaktadır.21

Yurtoğlu’nun icra ettiği görevde kendisini devlet mekanizmasıyla özdeşleştirdiği


ve bu meseleyi bir güvenlik meselesi olarak aldığı da söylenebilir. “Fransızlar eski
Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olan Suriye’yi almak için seksen yıl çalıştılar, en
sonunda başardılar. Bugün aynı biçimde Antep, Urfa, Mardin için çalışıyorlar. Suriye’de
kalabilmek yönünden de bu üç il önemlidir.”22 Yurtoğlu yaptığı incelemelerden şu sonucu
çıkardığını da aktarmaktadır: “Güney kaçakçılığı, güney sınırlarımızdaki devletlerin bir
iktisadi taarruz hareketidir. (…) Mersin’den Mardin’e kadar altı ilin katıldığı bir savaşın
şefliğini yürütüyorum. (…) Şahsi menfaatlere dokunan bu işte bütün menfaat makineleri
işlemektedir. Güney istihbaratında çalışan insanlar da başarı umutlarını bana bağlamış;
buna karşılık hasım cephe bana karşı saldırıya geçmiştir.” 23 Selahattin Yurtoğlu’nun
durumu yalnızca kırsal bölgelerde kaçakçılık karşıtı faaliyetlerde görev alanlara tanınan

20 Bröckling, askerlerin kendini devlet erkiyle özdeşleştirme eğiliminden bahsetmiştir. Bröckling, a.g.e., s.
128.
21 İlhan, Selçuk, Yüzbaşı Selahattin’in Romanı, 2. Kitap, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1994, s. 213.
22 A.g.e., s. 204.
23 A.g.e., s. 214.

16
inisiyatifi göstermekle kalmaz, subayın kendini nasıl devlet güvenliğini sağlayan kişi
olarak kavramsallaştırdığını da gözlememizi sağlar.

Madanoğlu örneği de kırsal bölge görevlerinde tanınan inisiyatif düzeyini


göstermektedir. Madanoğlu’nun 1920’lerin ikinci yarısı ve 1930’ların ilk yarısı boyunca
Güneydoğu ve İç Anadolu bölgelerinde yaptığı çeşitli görevlere dair yazdıkları
okunduğunda, merkezî denetimin bu bölgelerde zayıf olduğu gözlemlenmektedir.24 Bu
durum pek çok konuda subayın üstlerden gelen komutlar yerine kişisel kararlarla hareket
etmesi sonucunu getirmektedir. Özellikle jandarma ile ordu kıyaslamasında bu durum
öne çıkar25: Madanoğlu’na göre ordu kışlada savaş sanatını öğrenmektedir, jandarma
ise halkla iç içedir.26 Bu yorumu başka bir açıdan ele aldığımızda, orduda dikey anlamda
emir - komuta zincirinin, jandarmada ise yatay olarak saha gerekliliklerinin ve pratik
durumların karar alma ve uygulama süreçlerinde etkili olduğu söylenebilir. Nitekim
Madanoğlu birden fazla iç güvenlik görevinde üstlerinden gelen emirlerin dışına çıkarak
ya da direnç gösterip bu emirleri yumuşatarak kendi inisiyatifi ile hareket ettiğini
anlatmaktadır. 27 Benzer şekilde gerilla savaşını kendi deneyimleri ile öğrendiğini de
belirtmektedir;28diğer bir deyişle merkezden işleyen katı emir - komuta zincirinin dışında
bir deneyim söz konusudur.

Kırsal bölgelerde inisiyatif almaya yönelik tutum hakkında bazı önemli veriler de
1943 yılındaki Muğlalı olayı etrafında gözlenebilir.29 Muğlalı’nın 33 kaçakçıyı vurdurduğu
iddiası üzerine gelişen tartışmalarda dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak,
Muğlalı’nın, “memleket menfaatleri” için gerekli önlemleri aldığını ve bu tedbirlerden
dolayı yargılanmaması gerektiğini belirtmiştir.30 Esengin de bu görüşe destek vererek
kaçakçılık sorununu (Selahattin Yurtoğlu’nun bakış açısına paralel biçimde) bir güvenlik
sorunu olarak ele almıştır. Buna göre sınır boylarındaki karmaşık durum, çeşitli istihbarat

24 Madanoğlu’nun hatıralarındaki bazı bölümlerde, subayların rakı sofrasında “Bu birliği bana ver…” gibi
diyaloglarla, evrak işlerini birer imzayla hallederek birliklerini birbirlerine teslim etmeleri gibi durumlara tanık
olunmaktadır. Cemal Madanoğlu, Anılar (1911-1938), Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1982, s. 107.
25 Söz konusu dönemde jandarma subayı eksikliği ordudan geçici olarak subay alınarak telafi edilmektedir.

Buna göre her karacı subay üç yıl jandarma olarak görev almakta ve sonra kendi sınıfına dönmektedir.
Madanoğlu da 3 yıl jandarma olarak görev almıştır.
26 A.g.e., s. 137-138.
27 A.g.e., s. 190, s. 277-278.
28 A.g.e., s. 204.
29 1943 yılında gerçekleşen Muğlalı olayı, General Mustafa Muğlalı’nın, Van’ın Özalp İlçesi’nde kaçakçılık

yaptığı tespit edilen bir aşirete mensup 33 kişiyi kurşuna dizdirmesi olayıdır. 33 kişiden 32’si hayatını
kaybetmiştir. Muğlalı Olayı için Bkz: İsmail Beşikçi, Orgeneral Muğlalı Olayı Otuz Üç Kurşun, Belge
Yayınları, İstanbul, 1991. Suat Akgül ve Kenan Esengin, Orgeneral Mustafa Muğlalı ve Van-Özalp
Olaylarının İçyüzü, Berikan, Ankara, 2001.
30 Akgül ve Esengin, a.g.e s. 26.

17
faaliyetlerine ve asayişsizliğe fırsat yaratmaktadır; bu yüzden bu bölgede görev yapan
bir subayın “devlet varlığını, haysiyetini koruma” görevi vardır.31

Esasen “Muğlalı Olayı” bu tezin konu kapsamının dışında olup, çok yönlü
tartışmaları (etnik azınlıklar, askerî ve sivil hukuk arasındaki çelişki vs.) içinde
barındırmaktadır. Ancak bu olay hakkında yukarıda aktarılan iki yorum, kırsal bölgelerde
ve asayişin/devlet kontrolünün zayıfladığı noktalarda subaylara tanınan inisiyatifin
merkezî yerlerde olduğundan daha fazla olduğunu göstermektedir. Diğer bir deyişle
Muğlalı olayı, Erken Cumhuriyet ordusunda katı itaat ile inisiyatif arasındaki ilişki
bağlamında, Yüzbaşı Selahattin ve Madanoğlu örneklerini tamamlamakta ve siyasî
gerilim noktalarından uzaklaştıkça subayların daha fazla inisiyatif sahibi olduklarını
ortaya koymaktadır. Merkezî yerlerdeki mutlak itaat talebi subayı bürokratik bir kimliğe
yaklaştırırken, devlet otoritesinin görece zayıfladığı noktalarda subaylar yalnızca daha
geniş bir hareket serbestisine kavuşmamış, aynı zamanda gerekirse otoriteyi tesis etmek
için kendilerini yetkili görerek inisiyatif alma eğilimi göstermişlerdir.

Son olarak inisiyatif ve şiddet tekeli arasındaki ilişki de vurgulanmalıdır. Kendisini


devlet gücünün uzantısı olarak gören subay bir şiddet tekeli teşkil etmektedir. Bröckling,
şiddet tekelini elinde tutmanın getirdiği ayrıcalığın, emir - komuta zincirine tabi olma
durumunu dengelediğini söyler.32Ayrıca askerler, şiddet tekeli olmanın getirdiği çelişkiyi
bireysel tercihleriyle aşarlar.33

General Muğlalı olayını bu açıdan değerlendirilirse, emir - komuta zincirinin


baskısından uzaklaştıkça inisiyatif alanı artan subayın, kendi konumunu devletin şiddet
tekeli konumunun bir uzantısı olarak gördüğü söylenebilir. Bu durumun diğer bir örneği
Madanoğlu’nun Suriye sınırında görev yaptığı döneme dair anlattıklarıdır. Urfa İl
Jandarma Komutanlığı’na bağlı olarak görev yaptığı sırada, Vali’den gelen emir
doğrultusunda sınırı teftiş etme ve aşiretleri sınırdan içeriye çekme görevi icra edilecektir.
Madanoğlu’nun sınıra dair ilk yorumu “Bizim yanda devlet duruma egemen. Kimsede
silah yok.” olur. Sınıra güneyden saldırılar gelmekte, güneydeki aşiretler sınırın kuzeyine
saldırarak hayvan sürülerini yağmalamaktadır. “Bizimkiler silahsız olduklarından bir şey

31 Kenan Esengin, Orgeneral Muğlalı olayı: 33 kişinin ölümü, Esengin, İstanbul, 1974, s. 27.
32 Bröckling, A.g.e., s. 26.
33 A.g.e., s. 24.

18
yapamıyorlar.” Olaya jandarmanın müdahale etme sebebi, yine Madanoğlu’nun
ifadesiyle, şudur: “İl jandarma mülhakı demek, vilayetin kurmayı demektir.” 34

Sorunun bu şekilde tanımlanması, şiddet tekeli görüşüne uygundur. Devlet


kontrolü altında olan bölgede halk silahsızlandırılmıştır; bu da asayişin güçlü olduğu
anlamına gelir. Ancak silahsızlandırılan halkın bizzat devlet, yani devletin kolluk gücü
olan jandarma tarafından korunması gerekmektedir. Madanoğlu’nun kendisinin
bölgedeki varlığına dair görüşü bu duruma uymaktadır. Madanoğlu sınırın Türkiye
tarafındaki aşiretlerle konuştuğunda, yakınılan şey de budur: “Biz cebelliyiz (dağlıyız);
ama silahımız yok. Karşı yandakiler bedevi (çölde yaşayan); ama silahlı kişiler. Onlar
100 silahla gelseler, bizde 5 tüfek olsa hiçbirisini buralara sokmayız; (…) siz bize
güvenmiyorsunuz, Fransız onlara güveniyor(…)” 35 Sorunun devamında Madanoğlu
aşiretlere sınırdan 30 kilometre içeri çekilmeleri gerektiğini söyler; aşiretler bunu kabul
eder, ancak kendilerine birkaç tüfek verilse sorunun çözüleceğini tekrar ederler.
Madanoğlu haklı olduklarını, ancak kendisinin valiliğin emrini uyguladığını söyler. Bu da
bir yandan, bu tür sınır hareketlerinde subaylar kendilerini inisiyatif almaları noktasında
daha rahat hissetseler bile, hâlâ subay için merkezî otoriteye bağlı olma düşüncesinin
baskın olduğunu göstermektedir. 36

1.1.2 Taktik, Teknolojik ve Doktriner İlerleme Boyutu

Subayların katı bir emir - komuta zincirine ve üst ast ilişkisine tabi olmalarının bir
diğer olumsuz olabilecek sonucu taktik, teknolojik ve doktriner konulardaki ilerlemenin
yavaşlamasıdır. Yukarıda da ifade edildiği gibi, üst komuta kademesinin bu konulardaki
anlayışı geçmişte dondurulmuş olabilir ve bu da ilerlemenin önüne geçen bir etken
olabilir.37 Erken Cumhuriyet subayları arasında bu anlamda bir gerilimin veya çatışmanın
yaşanıp yaşanmadığını irdelemeden önce, askerî ilerlemenin ne olduğu ve nasıl
gerçekleştiği konusu kısaca ele alınabilir.

Samuel Huntington’a göre askerî ilerleme konusu taktik ve strateji olarak iki ayrı
başlıkta ele alınmalıdır. Strateji çağlar boyunca değişmeden kalırken, taktik her dönemin
koşullarına göre değişmektedir. Buna göre sabit unsurlar insanın doğası ve fiziki

34 Cemal Madanoğlu, a.g.e., s. 123.


35 A.g.e., s. 124.
36 A.g.e., s. 126.
37 Huntington, a.g.e., s. 105.

19
coğrafyadır. Değişen ise teknolojik ve toplumsal örgütlenmedir. İdeal asker stratejide
muhafazakâr, taktik ve teçhizat konularında ise açık fikirli ve yeniliklere açık subaydır. 38

Colmar von der Goltz da, Milleti Müselleha kitabının önsözünde harbin ve
komutanlığın kural ve usullerinin nasıl değiştiğini ve nasıl sabit kaldığını irdeler: Ona göre
temel kurallar her çağda sabit kalır ancak bu kuralların yeni durumlara nasıl uyarlanacağı
meselesi büyük değişimlerle sonuçlanabilir. Kendisi de 19. Yüzyıl sonunda yayınlanan –
ve Türk Silahlı Kuvvetlerini ve Osmanlı – Türk subaylarını derinden etkileyen- kitabının
aslen yazıldığı yüzyılın kitabı olduğunu belirtir ve savaş koşulları değiştikçe etkisini
yitireceği vurgusunu yapar.39

Askerî ilerleme sorunu bu şekilde ortaya konduktan sonra Erken Cumhuriyet


subaylarının soruna bakışları, ast-üst ilişkilerinde ilerleme konusunda bir gerginliğin olup
olmadığı ve katı emir - komuta zincirinin ilerlemeyi dondurup dondurmadığı ele alınabilir.
Böyle bir tartışmanın başlayacağı nokta Fevzi Çakmak’ın kişisel pozisyonudur; zira
askerî yenileşme tartışmalarının odak noktası olan kişi 22 yıl Genelkurmay Başkanlığı
yapan Fevzi Çakmak’tır. Çakmak’ın konumunun bu derece ayrıcalıklı olması yukarıda
tartışılan, orduyu sıkı bir emir - komuta zinciri ile kontrol altında tutmakla alakalıdır. Milli
Mücadele’yi gerçekleştiren Paşalar arasında görüş ayrılıkları ve siyasî çatışmalar
yaşanırken, Fevzi Çakmak -esasen ezilen muhalif subaylara yakınlık duymasına
rağmen- rejimin kurucu çizgisi olan Mustafa Kemal – İsmet Paşa hattına uygun bir
pozisyon almıştır. Böylece Fevzi Çakmak siyasî bir role sahip olmayacak, ancak ordunun
lideri olarak sorgulanmaz bir konumda olacak ve ordu üzerinde mutlak hâkimiyete sahip
olacaktır.40

Çakmak’ın liderliğindeki ordu 1923’te kurulan modele temelde sadık kalmıştır.


Çakmak döneminde (örneğin Hava Kuvvetleri gibi alanlarda) bazı ilerlemeler

38 Huntington, a.g.e., s. 99. Şurası belirtilmelidir ki Huntington’un stratejiye yüklediği anlam, askerî stratejinin
boyutlarını aşmaktadır. Subayın “insan doğasının değişmezliği” konusunda muhafazakâr olması
muhafazakâr-realist çizgiye yaklaşmakta, fiziki coğrafyanın değişmezliği vurgusu ise jeopolitik ve
uluslararası ilişkiler alanına girmektedir. Erken Cumhuriyet subaylarının insan doğasına dair görüş ve
yargıları ile uluslararası ilişkilere bakışları bir başka bölümde ele alınacağından, bu bölüm askerî strateji
meselesi ile sınırlı tutulacaktır.
39 Colmer von der Goltz, Milleti Müsellaha: (Silahlanmış millet), İstanbul: Harb Akademileri Basımevi,

1970, s. 5. Bu kitabın Türkiye’de askerlik mesleğinde ve askerlerin kolektif belleğinde bıraktığı etki için bkz.
Gencer Özcan, “Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi Ordusunda Prusya Etkisi”, Türkiye’de Ordu, Devlet ve
Güvenlik Siyaseti, Evren Balta Paker, İsmet Akça (der.), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010.
40 Hale, a.g.e., s. 118. Ümit Özdağ, a.g.e., s. 96. Özdağ ayrıca askerî kararların Fevzi Çakmak ve Mustafa

Kemal tarafından alındığını, üçüncü yetkili kişi olarak İsmet Paşa’nın alınan bu kararları bütçeye uydurmaya
çalıştığını söylemektedir. A.g.e., s. 108.

20
sağlandıysa da askerî modernizasyon alanında geri kalındığı tespiti genel kabul görür.
İkinci Dünya Savaşı’na gelindiğinde ordu hem lojistik imkânları hem de ateş gücü
bakımından hâlâ Birinci Dünya Savaşı düzeyindedir ve teçhizatta bir ilerleme
sağlanmamıştır. 41 İlerlemenin yavaş olmasına tek bir sebep biçmek zordur. Maddi
kaynakların azlığı ve sivil alanlara yatırımın öncelikli olması,42 ayrıca Fevzi Çakmak’ın
bir Genelkurmay Başkanı olarak muhafazakâr tutumu 43 bu durumun temel etkenleri
olarak görünmektedir. İncelenen örneklerde, subayların bu konuya bakışı da bu iki
açıklama arasında gidip gelmektedir.

Örneğin, Tümamiral düzeyinde hizmet vermiş olan ve Türk denizciliği üzerine


birçok eseri bulunan Amiral Büyüktuğrul, Cumhuriyet ordusu tartışmalarında Fevzi
Çakmak ile İsmet Paşa (İnönü) ve Mustafa Kemal Paşa arasında bir anlaşma olduğunu
belirtir ve bu anlaşmaya göre Fevzi Çakmak’ın askerî konulardaki kararlarına diğer
ikisinin karışmayacağını anlatır. Büyüktuğrul bu uygulamayı “demokrasi dışı” olarak
nitelendirerek eleştirmektedir; ancak temelde rahatsız olduğu şey Fevzi Çakmak’ın
donanmanın önemini küçümsemesidir. 44 Bu anlamda siyasî bir uzlaşı adına Fevzi
Çakmak’ın şahsında mutlaklaşan askerî itaat ve karar mekanizmasının, astların askerî
gelişme görüşleri ile uyuşmayan bir biçim aldığı burada gözlenmektedir.45

Büyüktuğrul, Fevzi Çakmak’a göre Cumhuriyet Donanması’nın ancak kara


gücüne yardımcı küçük bir kuvvetten ibaret olacağını aktarır. Bu gücün de tamamen Kara
Kuvvetlerinin emrinde bulunması öngörülmektedir. Büyüktuğrul, Çakmak’ın bu yöndeki
ısrarını Balkan Savaşı’ndaki Başkomutanlık – Donanma Komutanlığı arasındaki
anlaşmazlığın bir uzantısı olarak yorumlamaktadır. Ancak Çakmak’ın tavrının Balkan
savaşındaki karacı tavrının da ötesine geçtiğini belirtir; buna göre Balkan Savaşı’nda

41 Hale, a.g.e., s. 118-119.


42Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, 2. Cilt, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1968, s. 202. Hale, Türkiye’de…
s. 119. Selim Deringil, Denge Oyunu İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, İstanbul, 2012. s. 31. Deringil, İzmir İktisat Kongresi’nde Türkiye’nin “Cihangir” bir devlet olarak
değil, bir iktisat devleti olarak ele alınmasını bu durumun bir sonucu olarak alır. Ayrıca 1930’larda askerî
çağdaşlaşmanın birincil önemi olan bir konu olmadığını belirtir.
43 George S. Harris, “The Role of Military in Turkish Politics”, Middle East Journal, Vol.19 No.1 (Kış, 1965),

s. 60.
44 Afif Büyüktuğrul, Büyük Atamız ve Türk Denizciliği, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1969,

s. 89.
45 Bu noktada Bahriyelilerin Karacılardan farklı bir konumda olduğu belirtilmelidir. Askerî gelişme noktasında

donanmanın –özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında- ihmal edilmesi, ilerleme konusunda denizcilerin Fevzi
Çakmak ve diğer üst rütbeli subaylara daha eleştirel olmasına yol açmıştır. Bu durum ast – üst ilişkilerinde
askerî modernizasyon üzerinden yaşanan gerginliğe bir örnektir; ancak daha detaylı olarak her sınıfın kendi
önceliklerini gündeme getirmesi başlığında ele alınacaktır.

21
deniz gücü stratejik düzeyde Başkomutanlığa bağlanırken, Fevzi Çakmak donanmayı
taktik düzeyde de kontrol etmek istemektedir.46

Öte yandan Erken Cumhuriyet’in genç subaylarından (1930’da göreve başlamış


ve albaylığa kadar yükselmiştir) topçu subayı Kenan Kocatürk farklı bir görüşe sahiptir.
1932’de Metris Çiftliği’ndeki bir uçak savar kursundayken gelen yeni teçhizatı anlatan
Kocatürk, bu yeni silahların gelmesinin subay ve eratta çalışma hevesi uyandırdığını,
çünkü bunların dönemin en modern ve yeni silahları olduğunu belirtir. Öte yandan –her
ne kadar adları Motorlu Uçaksavar Bataryası da olsa- motorize bir yapı teşkil
etmediklerini ve bunun için gerekli teçhizata sahip olmadıklarını vurgular.47

Genel teçhizatın durumu dikkate alındığında, Kocatürk’ün, bu eksikliğin sebebini


ekonomik durumda aradığı görülmektedir. “Devlet bütçesinden silahlı kuvvetlere çok az
para ayrılıyordu. Çünkü Atatürk “Yurtta sulh, cihanda sulh!” demişti.” Kocatürk,
silahlanmadan ve harbe hazırlıktan daha önemli gördüğü ekonomik gelişmeyi, sağlık ve
nüfus alanlarında güçlenmeyi, eğitim ve altyapıda ilerlemeyi öne çıkarmış ve bunu Yurtta
Sulh Cihanda Sulh ilkesiyle bağdaştırmıştır. Hatta Fevzi Çakmak ve diğer subayların da
bu ilkelere inandığı için daha fazlasını talep etmediklerini dolaylı olarak belirtmiştir.48

Asım Gündüz’ün Fevzi Çakmak ve yenilik hakkındaki yorumları da yukarıdaki


tespitle örtüşmektedir. Gündüz, Çakmak’ın ordunun geri kalması meselesinde suçlu
olmadığını belirtir; ona göre Çakmak esasen yenilik hareketlerini takip ediyordu ve
teknolojik yenilenmeyi istiyordu; ancak eldeki kaynaklar çok azdı ve bu dönemde ciddi
bir askerî yenilenme mümkün değildi.49

Yine Gündüz’ün aktardığı diğer bir gerginlik konusu Fevzi Çakmak ve bakanlar
arasındadır: Buna göre Fevzi Çakmak’ın sınırlara fazla yatırım yapmamak, buralara

46 Büyüktuğrul, a.g.e., s. 93-4.


47 Kenan Kocatürk, Bir Subayın Anıları, 1909-1999 : Bitmemiş Senfoni, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 1999
S 103. 1909 yılında doğan Kenan Kocatürk anılarını 88 yaşında yazmaya başlamış ve 1999 yılında
yayınlamıştır.
48
A.g.e., s. 104. Bu duruma paralel bir bakış açısı da Fahrettin Altay’ın anılarında görülmektedir. 1925
yılında Ankara’da yaptığı ziyaretler sırasında Milli Savunma Bakanı Recep Peker’i de ziyaret ediyor ve
savunma bütçesinin önemli bir bölümünün inşaata gideceğini öğreniyor Ankara’da yaptığı genel ziyaretler
sonucunda da büyük bir kalkınma hamlesi yapıldığı ve herkesin umutlu olduğu yorumunu yapıyor. Fahrettin
Altay, 10 Yıl Savaş 1912-1922 ve Sonrası, İnsel Yayınları, İstanbul, 1970, s. 397. Savaş sonrası
atmosferinde askerî harcamalardan çok kalkınmaya yönelik yatırımların önemsendiği tespitine bu da bir
örnektir.
49 Asım Gündüz, Hatıralarım, hazırlayan İhsan Ilgar, Kervan Kitapçılık, İstanbul, 1973, s. 218-219. Asım

Gündüz’ün anıları ölümünden üç yıl sonra, 1973’te basılmıştır. Gündüz’den anıları parça parça dinleyen
Kurmay Albay İhsan Ilgar, anıların basılması için izin istediğinde, Gündüz’ün önce tereddüt ettiğini ancak
sonra izin verdiğini belirtmektedir.

22
altyapı vs. götürmemek konusunda fazla uyarıcıydı. Bakanlar bu yüzden Çakmak’a tepki
gösteriyorlardı, ancak Gündüz’e göre bu eski deneyimlerden kaynaklanan bir önlemdi.
Çakmak bu tarz sınır bölgelerinin kaybedilmesiyle geçmişte ciddi maddi gücün elden
çıktığını hatırlıyordu. 50
Çakmak’ın bu konudaki tavrının Huntington’un “stratejide
muhafazakâr olmak” diye tanımladığı durumla örtüştüğü söylenebilir. Yukarıda belirtildiği
gibi, subayın muhafazakâr olduğu konulardan biri, savaşın değişmeyen yönü olan
coğrafi unsurlarla ilgilidir. Çakmak’ın Balkan Savaşı, Cihan Harbi ve Milli Mücadele
deneyimleriyle oluşan stratejik görüşü, coğrafi boyutun değişmeyeceği ve gelecek
savaşlarda aynı etkiye sahip olacağı düşüncesiyle Erken Cumhuriyet ordusunun
savunmasına da uygulanmış gözükmektedir.

Böylece Fevzi Çakmak’ın konumu, Huntington’un ideal asker tipi açısından


sorgulandığında, stratejide muhafazakâr olma anlamında uyumlu, taktik ve teknolojik
olarak ilerlemeci olma anlamında ise kısmen uyumsuzdur. Farklı rütbelerden karacı
subayların bu durumun sorumlusu olarak Çakmak’ı değil, ekonomik durumu gördüğü,
ancak Bahriyelilerin daha eleştirel bir tutumda oldukları söylenebilir. Böyle bakıldığında
–Bahriyeliler parantez içine alındığında- ilerleme konusunda bir ast – üst çatışmasının
İkinci Dünya Savaşı yıllarına dek yaşanmadığı söylenebilir. Subaylar modernizasyon
eksikliğinden üst komuta katlarını değil, ekonomik durumu sorumlu tutmuştur.

1.1.3. Sahadaki Durumun Uyuşmazlığı Boyutu

Mutlak itaat ve katı emir - komuta zincirinin beklenmedik (teorik genellemelerde


öngörülmemiş) bir sonucuna da kısaca değinilmelidir. Bu durum, çoğu kez karargâhtan
gelen emir ile sahadaki fiili durumun uyuşmazlığıdır. Özellikle iç güvenliğin sağlanmasına
yönelik harekâtta pratik bilgi teorik bilgiden daha fazla önem kazanmaktadır. Bu durum
Madanoğlu’nun bir yorumunda göze çarpmaktadır. Madanoğlu gerilla savaşını eğitimle
değil pratik deneyimlerle öğrendiğini aktarır. 51 Sahada yapılan görevlerin subayın
askerlik yeteneğini geliştirmesiyle ilgili bir diğer vurgu da Fevzi Çakmak’ın verdiği bir
emirdir; Doğu’da asayişi sağlamakla görevli subayların müdahalede yetersiz kaldığının
gözlenmesi sonucu Çakmak, “Bunları kâtip göndermedik, biraz gezici birliklere verin ki
kurşun sesi duysunlar” ihtarında bulunmuştur.52

50 Asım Gündüz, Hatıralarım… s. 219.


51 Cemal Madanoğlu, a.g.e., s. 204.
52 A.g.e., s. 132.

23
Madanoğlu’nun Sason bölgesindeki harekât üzerine anlattıkları, kurmay
heyetinin planlamaları ile pratikte oluşan durumun uyuşmazlığının, alt rütbelerdeki
komutanları zor durumda bıraktığını ortaya koyar. Bir baskın harekâtında hava
koşullarının etkisinden dolayı planlanan bazı manevraların gecikmesiyle Madanoğlu’nun
birliği çok zor durumda kalmıştır. Ancak Madanoğlu, harekâtın Tümen Kurmayının masa
başında planladığı şekilde gelişmesi halinde bile alınacak sonuçlar itibariyle gerçekçi
olmadığı görüşündedir. Ayrıca bölgenin yürüyüş koşulları, sarp doğası, iklim özellikleri
dolayısıyla kendilerine verilen emirlerin uygulanmasının çok zor olduğunu yazar.53

Yine bir başka harekât anısında da Grup Komutanlığı’ndan gelen, bir dağı kontrol
etme emrinin mevcut koşullarda imkânsız olduğu değerlendirmesini yapar: “Yeni gelen
Grup Komutanı bu durumları kavrayamadığından sinirleniyor; görevin en kısa sürede
yerine getirilmesini istiyor. Oysa asker bir çıkmaz içinde.”54 Bu örneklere bakıldığında, iç
güvenlik harekâtında temel sorunlardan birisinin üst rütbelilerin, alt rütbelilerin içinde
bulundukları pratik durumları anlamakta yetersiz kalması olduğu görülmektedir.

1.2. ASKERÎ İHTİYAÇLAR HİYERARŞİSİ

Bu alt-bölümde askerlerin kendi kuvvetlerinin (deniz – kara) ve sınıflarının


(piyade, topçu, süvari vs.) önceliklerini ön plana çıkarma eğilimleri ve bunun Erken
Cumhuriyet ordusu ve donanmasına etkisi incelenecektir. Öncelikle genel olarak
subayların hangi sebeplerle kendi sınıflarının önemini vurgulamaya yatkın oldukları ve
bunun subaylar açısından ne gibi talepler doğurduğu ele alınacaktır. Daha sonra, Erken
Cumhuriyet subayları örneğinde bu tespitlerin geçerli olup olmadığı sınanacak, bu teorik
çerçevenin somut duruma uyup uymadığına bakılacaktır.

Kısaca belirtilmelidir ki bu alt-bölümde ağırlıklı olarak denizci subaylar, yani


Bahriyeliler tartışılacaktır. Zira aşağıda da görüleceği gibi, karacı subaylar çeşitli
sebeplerle daha fazla kaynak talebinde olmamış ve kendi önemlerini vurgulama
zorunluluğu hissetmemişlerdir. Bu yüzden karacı sınıflar açısından mesele iki kısa örnek
ile ele alınmıştır. Öte yandan denizcilerin daha fazla kaynak ve yatırım talebi, yalnızca
bu sınıfın subayları için belirleyici unsur haline gelmekle kalmamış, Erken Cumhuriyet’in
siyasî ve askerî ortamı ve bunların iç çatışmaları açısından da belirleyici bir rol
oynamıştır. Bahriyenin gelişmesi yönündeki denizci talepleri, bunların siyasî atmosfer

53 Cemal Madanoğlu, a.g.e., s. 186-187.


54 A.g.e., s. 276.

24
içinde nasıl karşılık bulduğu, bunun sebepleri ve denizcilerin buna tepkileri, bu başlık
altında ele alınmaya çalışılacaktır.

1.2.1 Askerî İhtiyaçlar Hiyerarşisi ve Kuvvetlerin /Sınıfların Öncelikleri

Askerlik mesleği, şiddet yönetiminde uzman, devletin askerî güvenliğinden


sorumlu kamusal ve bürokratik bir aygıttır. 55
Barış zamanı savaşa hazırlanma,
gelecekteki askerî tehditlere yönelik tedbirler geliştirme ve teçhizat bakımından yeterli
olma gibi meseleler askerlik mesleği açısından büyük önem teşkil etmektedir. Bu mesleği
icra eden askerler ise, güvenliği sağlayan aygıtın, yani savaş makinesinin her tehdide
karşı teçhizat olarak hazır halde olmasını isterler; diğer bir deyişle gerektiğinde yüksek
bir güç uygulama kapasitesini ellerinde bulundurma talebindedirler.

Askerler devletin güvenliğinin sağlanması ve olası tehditlere hazır olması için


devletin askerî güce dönüştürülebilecek insani ve maddi kaynaklarının mümkün olan en
üst düzeyde fiili askerî güce dönüştürülmesini isterler. Devlet bütçesinden daha fazla
kaynak ayrılması, daha büyük silah stoklarına sahip olmak ve potansiyel güce sahip
olmaktansa gözle görülür, elle tutulur güce sahip olmak bunlara örnek gösterilebilir.
Askere sağlanan teçhizat hem nitelik hem nicelik olarak ileri ve teknolojiye uyumlu,
bakımlı, ve çeşitli olmalıdır. Çeşitlilik, yine çeşitli ve öngörülemez olan askerî tehditlere
karşılık verebilme yeteneğini yükseltir.56

Bu noktada ortaya çıkan bir sorun ise devletin tüm olası tehditlere cevap
verebilecek düzey ve çeşitlilikte teçhizata kaynak ayıramayacak olmasıdır. Pratik
durumlarda bunların pek azı için yeterli kaynak bulunabilir; bu yüzden askerden bir
öncelikler hiyerarşisi oluşturması beklenir. Buna göre askerî güvenliğin kendi ölçütleri
gereğince bir önem sıralaması yapılmalı ve askerî ihtiyaçlar bu öncelikler doğrultusunda
karşılanmalıdır. Ancak pratik durumlarda subaylar kendilerine, kendi uzmanlıklarına
yakın olan askerî ihtiyaçları öne çıkarabilirler; kendi aşina oldukları güç uygulama biçimi
doğrultusunda tehditlerin önem sıralaması değişebilir. Dahası, subay bu konuda bir
kuvvet komutanlığının ya da bir sınıfın çıkarlarını da savunuyor olabilir. Kısacası subay
askerî ihtiyaçlar hiyerarşisi oluştururken bütün ordunun görüşleri adına değil, içinde
bulunduğu grubun görüşleri adına konuşabilir.57

55 Samuel Huntington, a.g.e., s. 84.


56 A.g.e., s. 94.
57 A.g.e., s. 95.

25
Son olarak askerin savaşa hazırlığının asla bitmeyen, tamamlanmayan bir süreç
olduğu belirtilmelidir. Tehditlerin çeşitliliği ve büyüklüğü sınırsız olduğu için, subay
kendini hemen hiçbir durumda savaşa tam olarak hazır hissetmez; Huntington’un
ifadesiyle “Daima hazırlıktan yanadırlar ama hiçbir zaman hazır hissetmezler. (…)
Savaşa hazırlanmak isterler. Ama savaşmaya hiçbir zaman hazır değillerdir.”58

Bu konuda daha az ve nispeten daha belirsiz örnekler sunan karacı subaylar


öncelikle ele alınmalıdır. Zira konunun esas örnekleri donanma tartışmaları etrafında
gözlenmiştir; bu tartışmalar yalnızca denizcilerin askerî ihtiyaçlar hiyerarşisinde geri
plana atılmaya gösterdikleri tepkileri ortaya koymakla kalmamış, dönemin
karakteristiklerine de ışık tutan merkezî bir role sahip olmuşlardır. Karacı subaylar ise
teorik olarak yukarıda tanımlanan karakteristiğe uymakla beraber, mevcut koşullarda –
yani Erken Cumhuriyet’in özgül koşullarında- silahlanmanın ikincil önemde olduğunu
ifade etmeye yakın olmuşlardır.

1.2.2. Süvari ve Topçu Sınıfları: Birer Örnek

Yukarıda tanımlanan teorik çerçeveye kısmen uyduğu gözlenen iki örnek burada
ele alınacaktır. İlk örnek süvari sınıfındandır ve bir subayın kendi sınıfının konumunu ön
plana çıkarma, bunu daha merkezî görme-gösterme eğilimini yansıtmaktadır. İkincisi ise
topçu sınıfından bir örnektir; bu da askerin savaşa hazırlığının tamamlanmayan ve
sürekli eksiklikler barındıran bir süreç olduğu tespitine uymaktadır. Ancak sonuçta her iki
örnek de kuramsal beklentiye kısmen uymaktadır. Esasen Erken Cumhuriyet’in karacı
sınıflarında daha fazla kaynak talebinin pek baskın olmaması durumu ve bunun sebepleri
“Mutlak İtaat” bölümünde tartışılmıştır.

Cihan Harbi’nden sonra süvari sınıfının önemini kaybetmeye başladığı ve tank ve


mekanize unsurların daha fazla öne çıktığı söylenebilir. Bu süreçte süvari ve tank
sınıflarının savaştaki rolü Avrupa askerî literatüründe en çok tartışılan konulardan ikisi
olmuştur.59 Bu konuda Milli Mücadele’de Süvari Kolordusu Komutanı olarak önemli rol
oynamış olan Fahrettin Altay, kendi kitabının da tartışmalara etki ettiğini belirtmektedir.
Esasen 1923 yılında verilmiş bir konferansa dayanan, 1925’te eski yazı ile basılıp 2.

58Samuel Huntington, a.g.e., s. 97.


59Hem bu konu, hem de sınıflar arası rekabetin –yalnız barış değil, savaş zamanlarında da- ne kadar keskin
olabileceği konusu için bkz: H. B. Liddel Hart, Hitleri’in Generalleri Konuşuyor Alman Generallerin
Gözüyle Zaferlerin ve Yenilgilerin Nedenleri, Cilt 1, Mehmet Tanju Akad (Çev.) Kastaş Yayınları, İstanbul,
1996. Özellikle “Erken Bir Zaferin Yaratıcısı-Guderian” bölümü.

26
Dünya savaşına kadar bir daha basılmayan İstiklal Harbimizde Süvari Kolordusu, Milli
Mücadele deneyiminde süvari sınıfının rolünü genç subaylara aktarma amacını güden
bir kitaptır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise yeni yazıyla tekrar basılmıştır. Kitabın
yeni yazı ile çıkan baskısına yazılan önsözde Fahrettin Altay, bu kitaptan çıkarılan
derslerin önce Fransızca’ya sonra da pek çok dile çevrilerek askerî tartışmalara konu
olduğunu söylemektedir. Bu kitap, Altay’aın belirttiğine göre, süvari savaşının ömrünün
tükendiği iddiasına bir yanıt olarak öne sürülmüştür. 1949 gibi bir tarihte kitap yeniden
basıldığında, Altay’ın süvari sınıfının değişen savaş ortamındaki rolü hakkında
söyledikleri, subayların kendi sınıflarına öncelik tanıması görüşünün geçerliliğini
göstermektedir. Zira bu tarihte süvari sınıfı –İkinci Dünya Savaşı deneyimleri ışığında-
fazlasıyla geri plana düşmüştür.60

Topçu sınıfında görev yapan Kenan Kocatürk’ün anlattığı bir örnek de subayın
teçhizat bakımından sürekli hazırlanması ancak hiçbir zaman bu hazırlığı yeterli
bulmaması tespitine uygun düşmektedir. 61
Kocatürk 1932’de bir uçak savar
kursundayken gelen yeni teçhizatın dönemin en modern ve yeni silahları olduğunu
belirtir. Öte yandan Kocatürk, adı Motorlu Uçaksavar Bataryası olan bu birliğin, motorize
bir yapı teşkil etmediği ve bunun için gerekli teçhizata sahip olmadığı vurgusunu yapar.
Bu noktada Kocatürk’ün söylediği anlamda “dönemin en modern ve yeni silahlarına”
sahip olmanın Erken Cumhuriyet ordusunda istisnai bir durum olduğu belirtilmelidir; olası
tüm tehditlere karşılık verebilecek kapasitede teçhizata sahip bir birlik teşkil etmek
dönemin koşullarında gerçekçi değildir. Diğer bir deyişle Kocatürk’ün teçhizatın
yetersizliği hakkındaki görüşleri, subayın kendini hazır hissetmemesi konusundaki teorik
tespite uygundur.62

Bu konuda son olarak Asım Gündüz’ün görüşleri de hatırlatılmalıdır. Ordunun


yenileştirilmesindeki eksikliklere yapılan eleştirilere karşı Asım Gündüz, (1930ları
kastederek) elde kaynak olmadığını ve dahası yakınlarda savaş beklenmediğini
belirmektedir.63 Bu anlamda Gündüz’ün yorumu, subayların savunma için hep daha fazla
kaynak talep edeceğine ve sürekli savaşa hazırlanma yanlısı olacağına dair varılan teorik

60 Fahrettin Altay, İstiklal Harbimizde Süvari Kolordusu, İnsel kitabevi, İstanbul, 1949, s. 5. Altay’ın
kitabının uluslararası literatürdeki yansımalarına birkaç örnek, kitabın ekler bölümünde paylaşılmıştır.
61 Bu örnek başka bir yönüyle “Mutlak İtaat” bölümünde de kullanılmıştır.
62 Kenan Kocatürk, A.g.e., s. 103 Esasen subayın savaşa hazır hissetmesi konusu, İkinci Dünya Savaşı’na

giriş bağlamında genişletildiğinde, subayların teçhizat bakımından sıcak çatışmaya asla tam hazır olmaması
konusundaki tespitler defalarca doğrulanmaktadır. Ancak bu konu tezin sınırlarını aşmaktadır.
63 Asım Gündüz, A.g.e., s. 219.

27
sonuca uymamaktadır. Karacı subaylar kendi sınıflarının gerekliliklerini kısmen öne
çıkarsalar da, bütçeden daha fazla kaynak talep etme konusunda fazla ısrarcı
olmamışlardır. Bu da Erken Cumhuriyet’in özgül koşullarına bağlanmalıdır.64

1.2.3. Bahriyenin Geri Kalma Nedenleri

Barış zamanı hazırlığı ve subayın elde hazır güç bulundurma talebinin subaylık
mesleğinin karakteristik bir özelliği olduğu vurgulanmıştır. Erken Cumhuriyet subayları
bu açıdan değerlendirildiğinde, Bahriyeli subayların durumu, bu varsayımla fazlasıyla
örtüşen bir örnek ortaya koymaktadır. Denizci subayların Erken Cumhuriyetteki
durumlarını anlamak açısından öncelikle bu dönemde neden donanmanın ikinci plana
atıldığı noktasına ve bu konudaki görüşlere yoğunlaşılacaktır. Bu noktada denizci
subayların kendi görüşleri de öne çıkarılacaktır. Daha sonra Bahriyelilerin kendi
sınıflarının ihtiyaçlarını hangi yönlerden öne çıkararak deniz gücünü arttırmanın
aciliyetini vurguladıkları ele alınacak ve bu meyanda Osmanlı tarihine dair göze çarpan
bir yorum da incelenecektir. Son olarak deniz gücünü arttırma talebinin siyasî düzeyde
bulduğu –ya da bulamadığı- karşılık irdelenecektir.

Ordunun donanmaya göre neden daha ağırlıklı olduğu noktasında üç farklı görüş
öne çıkmaktadır. Bunlar, Alman doktrininin Türk Ordusu’na uyarlanmasından
kaynaklanan yatay etki, hem Osmanlı hem Milli Mücadele deneyimlerinden kaynaklanan
dikey tarihî etki ve son olarak ekonomik ve siyasî nedenlerdir.

Geç Osmanlı Ordusu Alman-Prusya askerî doktrini doğrultusunda şekillenmiştir.


Temel yapılanmaları ve askerî tefekkürâtı Alman ordusundan ithal edilen Osmanlı-Türk
askerî gücünde, ordunun fazlasıyla öne çıkması ve donanmanın geri planda kalması
kısmen Almanya’nın bir kara gücü olmasına bağlanabilir. Zira Kara Kuvvetleri ve
Harekâtı Alman savaş tarzında merkezî öneme sahiptir.65 Burada önemli bir nokta da
deniz gücüne verilen önem ile kara gücüne verilen önem arasındaki rekabetin, aynı
zamanda Alman – İngiliz etkisi arasındaki rekabet olduğu tespitidir. Buna göre Cihan
Harbi’ne kadar Osmanlı Ordusu Alman, Bahriye ise Britanyalı subayların etkisi altındadır.
Ancak Cihan Harbi ile beraber Bahriye Britanya etkisinden çıkmış ve Alman bir deniz

64 Bkz. bu tezin “1.1. Mutlak İtaat ve subaylar üzerindeki etkisi” bölümü.


65 Serhat Güvenç, “ABD Askerî Yardımı ve Türk Ordusunun Dönüşümü: 1942-1960”, Türkiye’de Ordu,
Devlet ve Güvenlik Siyaseti, Evren Balta Paker, İsmet Akça (der.), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
İstanbul, 2010, s. 257.

28
subayı heyeti danışman olarak gelmiştir. 66 Alman ve İngilizlerin nüfuz mücadelesinin
sürdüğü Erken Cumhuriyet döneminde de gözlenmiştir. Nitekim 1924 yılında İngiliz
Büyükelçiliği şu görüşü dile getirmektedir: “İngiltere açısından donanmanın güç
kaybetmesi arzu edilmeyen bir durumdur, çünkü bu kuvvet Türkiye’deki İngiltere
yanlılarının en güçlü kalesidir.”67

Tarihî açıdan bakıldığında Milli Mücadele’de Bahriyelilerin merkezî bir rolü


olmamasının Erken Cumhuriyet yıllarında donanmanın konumuna etki ettiği
belirtilmektedir. Nejat Gülen –asker olmasa da Bahriyeli subayların bakış açısını
yansıtan bir yazardır-, hem askerî hem de siyasî anlamda Bahriyelilere karşı bir
güvensizlikten yakınmaktadır: “Fevzi Çakmak donanmayı sevmiyordu, Bahriyelilere
güvenmiyordu.” 68
Ayrıca Milli Mücadele’de merkezî bir rol oynayamamış olan
Bahriyelilerin Karacılar karşısında prestij bakımından aşağı kaldığı yorumu da dile
getirilmektedir. Gülen’e göre bu durum, Cumhuriyet’in ilk yıllarında deniz gücünün bir tür
“fantezi kuvvet” haline gelmesine sebep olmuştur; yani donanma gerçek tehditlere karşı
gerçek bir savunma aracı değil, işlevi belirsiz bir masraf kalemi olarak tasavvur edilmiştir.
Gülen, karacı subayların görüşlerini özetlerken, bu subayların ağzından şöyle sorar: “Bu
hurda gemiler ne işe yarar? Zafer kazanılmış, Cumhuriyet ilan edilmiş (…), Gemiye ne
gerek var?”69 Somut bir örnek ise Orgeneral Nuri Yamut’un denizcilerle tanışmak için
Gölcük’e gelmesi ve burada bir konuşma yapmasıdır. Yamut denizcilere seslenirken “Siz
fantezi kuvvetsiniz, biz tekmil savunmayı kara kuvvetleriyle yapacağız.” 70 şeklinde
konuşur. A. Büyüktuğrul da bu konuyu yorumlarken, Cumhuriyetin ilk yıllarında yeterli bir
donanma kurulamamasının iki nedeni olduğunu söyler; Birinci neden maddi yetersizliktir.
İkinci neden ise, Fevzi Çakmak başta olmak üzere İstiklal Savaşı’nın karacılarca
kazanılmış olmasıdır. Savaşı kazanarak prestij kazanmış olan bu generaller deniz
kuvvetlerini gereksiz görmektedir.

Karacı subayların deniz gücü konusundaki tutuculukları tarihî etki ve askerî kültür
açısından da açıklanabilir. Güvenç ve Barlas’ın bu konudaki yorumları da bu yöndedir.
Buna göre mütevazi bir donanma Türk askerî kültürü ile daha uyumludur; dahası askerî
kültürün doğası itibariyle önceki savaşlarda başarı getiren yaklaşımlardan kolay

66 Dilek Barlas ve Serhat Güvenç, Türkiye’nin Akdeniz Siyaseti (1923-1939) Orta Büyüklükte Devlet
Diplomasisi ve Deniz Gücünün Sınırları, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2014, s. 101.
67 A.g.e., s. 102.
68Nejat Gülen, Dünden Bugüne Bahriyemiz, Kastaş A.Ş. Yayınları, İstanbul, 1988, s. 356.
69 A.g.e., s. 259.
70 A.g.e., s. 360, Gülen bu olayın tarihini vermemektedir.

29
vazgeçilmez. 71 Bu yüzden Milli Mücadele deneyimi donanmayı ikinci plana atan
görüşlere güç kazandırmıştır.

Ekonomik açıdan ise Erken Cumhuriyet’in kısıtlı olan kaynaklarının çok azının
donanmaya ayrılabildiği ve bunda da dönemin güvenlik sorularının önemli payı olduğu
görüşü öne çıkmaktadır. 72 İngiltere ile Musul gerginliği ya da Şeyh Sait İsyanı gibi iç
güvenlik tehditleri orduya ve hava gücüne yatırım yapılmasını öncelikli hale getirmiştir.
Hava ve kara gücünün hem iç isyanları bastırmada önemli rol oynadığı, hem de Ege’de
olası bir İtalyan tehdidine karşı etkili olacağı öngörülmüş ve zaten pahalı olan donanma
ayrılan kaynak açısından bu iki gücün gerisinde kalmıştır.73 Donanmanın ikinci planda
kalmasına sebep olduğu anlaşılan bazı siyasî sebepler ise aşağıda ele alınacaktır.

1.2.3.1 Deniz Gücü Gerekliliği Vurgusu

Erken Cumhuriyet Ordusu’nun bu koşulları göz önüne alındığında, kendi


sınıflarına yeterli kaynak ayrılmaması konusunda en şikâyetçi olanların Bahriyeliler
olmaları anlaşılabilir. Zira Huntington’un belirttiği anlamda askerî ihtiyaçlar hiyerarşisi
gündeme getirilirken, Bahriyeliler deniz gücünü gerekliliğini sürekli öne çıkarmakla
kalmamış, donanmanın geliştirilmesine hayati bir önem atfetmişlerdir. Pek çok durumda
karacı subaylarda görülen “bütçe yetersizliği” vurgusu denizci subaylar tarafından ya dile
getirilmemiş ya da ikincil bir sebep olarak anılmıştır; daha çok karacı üst komuta
kademesinin deniz gücünün önemini anlayamadıkları eleştirisi öne çıkmıştır.

Bahriye tarihi hakkında yazan ve şahsen subay olmasa da, Bahriyeli subayların
bakış açısını yansıtan bir konumda olan Nejat Gülen, denizcilerin farklı konumunu
anlatırken deniz savaşlarının kara savaşlarına benzemediğini ve burada cesaretin fayda
etmediğini belirtir. Deniz savaşında yeterli teknik bilgiye ve teknolojik donanıma sahip
olmak çok daha önemlidir; buna göre, Bahriyeliler de gerekli teknolojik ilerlemenin
sağlanması için “Batılı” bilim ve teknoloji hamlelerinin savunucusu olmuşlardır. Gülen,

71 Serhat Güvenç ve Dilek Barlas, “Bir Cumhuriyet Kurumu Yaratmak: Atatürk’ün Donanması, 1923-1939”,
Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, Evren Balta Paker, İsmet Akça (der.), İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010, s. 229.
72 Eldeki donanmanın da esasen askerî sebeplerle değil, deniz ticaretini korumak için elde tutulduğu

söylenebilir. Erdal Akkaya, Türk Ordusunda Stratejik ve Doktriner Değişiklikler (1923-1960), T.C. Ankara
Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Ankara, 2006, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), s. 107.
73 Barlas ve Güvenç, Türkiye’nin Akdeniz Siyaseti… s. 96.

30
kitabını, “çağdaş bilim ve teknolojinin uygulanması için, Batılı olmak için savaş verenlere,
kahraman Bahriyelilere” ithaf eder.74

Askerî modernizasyon ile çağdaşlaşma imgesinin paralel olduğu tek durum bu


değildir. 1920’lerde Cumhuriyet Donanmasının kurulma sürecinde, gemilerden çok
denizaltıların ve uçakların ön plana çıkmasında da aynı kaygıların payı vardır. Uçak ve
denizaltılar, özellikle havacılık alanındaki ilerlemeler “Türkiye’nin yeni kimliğini temsil
eden ilerleme ve iktidar simgeleridir.” Bu alanlarda yapılan yenilikler kamuoyu için de
cezbedicidir ve halkın gözünde askerî aygıtın cazibesini arttırmaktadır. 75
Böyle
bakıldığında, donanmanın teknik yanının öne çıkarılması ve yetkin bir Bahriye’nin aynı
zamanda ilerlemenin simgesi olarak sunulması, teknolojik silahlara sahip olmak ile
modern-batılı bir toplum imgesinin birbirine karıştığı bir başka örnektir.

Oramiral Afif Büyüktuğrul da kara savaşlarında olumsuz koşullara rağmen


kahramanlığın başarılar getirdiğini, ancak denizin ve deniz savaşının farklı olduğunu
vurgular. Donanmanın, yatırım ve teçhizat gerektiren teknik bir mesele olduğunun altını
çizer. Böylece, bir kuvvet olarak Bahriye’nin ayrıcalıklı konumu vurgulanır.76

Donanma kurmanın pahalı bir iş olduğu ve eldeki kaynakların buna yeterli


olmaması durumu Erken Cumhuriyet’in denizci subaylarının büsbütün gözünden
kaçmaz; ancak onlar uzun vadede güçsüz bir donanmanın daha zararlı olacağı
görüşündedirler. Diğer bir deyişle, deniz gücüne yapılan yatırım harcanan parayı
karşılayacak bir potansiyel yaratacaktır. Subaylar somut örneklerle deniz gücünün neler
kazandıracağını vurgulayarak mensup oldukları sınıfın önemini savunmuşlardır.

Bu noktada Yavuz - Havuz davası önemli bir örnektir. 77


Yavuz – Havuz
davasında Yavuz gemisinin onarılması için harcanan masraf hakkında bir yolsuzluk
davası çıkmış ve dönemin Bahriye Vekili bu olayda mahkûm olmuştur. Bu süreçte
Yavuz’un onarılmasının büyük bir masraf kalemi olduğu görüşlerine karşılık deniz subayı

74
Nejat Gülen, a.g.e., Önsöz.
75 Barlas ve Güvenç, Türkiye’nin Akdeniz Siyaseti…, s. 96. Benzer bir biçimde, donanmanın 2. Meşrutiyet
Dönemi’nde sembolik bir güç ve imaj unsuru olduğu konusunda bkz. Mehmet Beşikçi, The Organized
Mobilization of Popular Sentiments: The Ottoman Navy League, 1909-1919, Boğaziçi Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 1999, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi).
76 Afif Büyüktuğrul, Büyük Atamız ve Türk Denizciliği, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1969,

s. 33.
77 “Yavuz-Havuz” davası, Cumhuriyet’in tek Bahriye Vekili İhsan Bey’in (Eryavuz) yargılandığı meşhur

davadır. 1924 sonunda kurulan Bahriye Vekâleti ile Bahriye kabinede temsil edilmeye başlanmıştır; ancak
1927’de bu vekâlet lağvedilmiştir. Vekâletin giriştiği bir proje olan Yavuz gemisinin onarılması sırasında,
Bahriye Vekili İhsan Bey yolsuzlukla suçlanıp yargılanmış ve iki yıl hapis yatmıştır.

31
Celaleddin Orhan, Yavuz’un onarılmasını savunurken, bu masrafın olumlu bir geri
dönüşü olduğunu dile getirmiştir. Orhan’a göre Yavuz’un onarılması masraf çıkarmak bir
yana, Balkan siyasetinde etkili olunmasına olanak sağllayarak faydalı olmuştur.78 Yani
Orhan, deniz kuvvetine yapılacak askerî yatırımın yalnızca güvenlik esaslı olmayıp, dış
politikada da fayda getireceğini savunmaktadır.79

Büyüktuğrul da donanmaya yapılacak yatırımı benzer bir tezle savunmaktadır.


Ona göre, personel ve teçhizat anlamında savaşa hazır bir donanması olan milletler hem
iç politikada hem de dış politikada güvenlik ve itibar tesis edebilmektedirler. Büyüktuğrul
bu konuda iki farklı örnek vermektedir: İç politika örneği Rize isyanı bu isyanın
bastırılmasında donanmanın rolü, dış politika örneği ise Osmanlı’nın deniz gücüne sahip
olduğu zamanlardaki itibarıdır.80

1.2.3.2. Bahriyelilerin Osmanlı’nın Gerilemesini Donanma İle İlişkilendirme


Eğilimleri

Deniz gücü ve bu güce yapılacak yatırımın savunulması bahsinde, kısaca temas


edilebilecek bir nokta da donanmanın Osmanlı tarihindeki rolü üzerinedir. Denizcileri
merkeze alan tarih yorumunda, Osmanlı Devleti’nin gerilemesi ile deniz gücünün ihmal
edilmesi arasındaki sıkı ilişki sürekli vurgulanmaktadır. İmparatorluğun gerilemesini
denizlerdeki kontrolünü kaybetmesine bağlayan bu yorum, Erken Cumhuriyet dönemi
için kaçınılmaz olarak çıkan bir dersi de içermektedir: Donanmaya yatırım yapmanın
zorunluluğu.

Örneğin Büyüktuğrul’a göre Osmanlı Devleti denizdeki sorunlarını kavrayamadığı


için çökmüştür ve bu sorunların kara gücüyle çözülebileceği yanılgısı hâkim olmuştur:81
“Osmanlı İmparatorluğunun sadece deniz egemenliğinden vazgeçmek yüzünden
yıkıldığı kesindi.”82 “Eğer denize de karaya verilen önem verilmiş olsa ve donanmanın
ihmalinin nelere mal olduğu anlaşılsa, gelecekte daha etkin bir devlet yönetimi mümkün

78 Celaleddin Orhan, Bir Bahriyelinin Anıları 1914-1981, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 2001, s. 284.
Celaleddin Orhan’ın anıları ilk kez 1982 yılında “Askerlik Hatıralarım” adıyla Deniz Basımevi tarafından
basılmıştır.
79 Orhan’ın görüşünün –yani güçlü bir donanmanın Türkiye’nin diplomatik etkinliğini olumlu yönde etkilediği

yorumunun- pratikteki bir karşılığı şuradadır: Barlas ve Güvenç, Türkiye’nin Akdeniz Siyaseti…, s. 25.
80 Büyüktuğrul, a.g.e., s. 33.
81 A.g.e., s. 27.
82 A.g.e., s. 53.

32
olurdu.”83 Büyüktuğrul bir başka noktada da şunu belirtmektedir: “Büyük Ata, bu milletin
donanmasız olamıyacağını biliyor ve halkımıza donanmasını tanıtmak istiyordu.”

Gülen de özellikle “Zafer süngünün ucundadır” anlayışını eleştirmektedir.


Bahriyelilerin sık sık yaptığı türden bir eleştiriyi tekrarlayarak geçmişe dönük bir
perspektifle Osmanlı-Türk askerî ve siyasî tarihinin Bahriye’nin zayıflığı yüzünden
gerilediği ve bu yüzden çok kez güç kaybettiği tespitini yapmaktadır.84

1.2.3.3. Yavuz-Havuz Davası, Bahriye Vekâleti ve Bahriyenin Gölgede Kalışı

Bahriye’nin gelişmemesi konusunun esasen bir başka başlıkta ele alınan mutlak
itaat ve askerî modernizasyon konusuna uygun olduğu da belirtilmelidir. Buna göre
mutlak itaate dayanan emir - komuta zincirinde, yüksek rütbeli subaylar modernizasyon
ihtiyaçlarını sağlıklı biçimde değerlendiremeyebilir ve geçmişte saplanıp kalmış bir
doktriner yaklaşımla hareket edebilirler. Bunun bir sonucu olarak değişim ve ilerleme
talep eden subaylar ile bu üst komuta kademesi arasında fikir ayrılığı ve çatışmalar
gündeme gelebilir.85

Erken Cumhuriyet donanmasında da bu durum gözlenmektedir. Donanmanın


zayıf kalmasının sorumlusu olarak üst düzey komuta kadrosunun deniz gücüne bakışını
gören denizciler, gelişmelerini baltalayan bu emir - komuta zincirine tabi olmaktansa,
doğrudan kendi meseleleri ile ilgilenen ve bunların çözümü için mesai harcayan bir
vekâlete bağlı olmak istemişler, diğer bir deyişle alternatif bir emir-komuta zinciri tahayyül
etmişlerdir. 1924 ile 1928 arasında görev yapan Bahriye Vekâletinin denizciler için
anlamı budur; ancak bu deneyim devlet kademesinde başka siyasî tartışmaları
içermektedir. Bu vekâleti hem denizci subayların meseleye bakışları, hem de etrafında
oluşan diğer tartışmalar bağlamında kısaca ele almak faydalı olacaktır.

Öncelikle vekâletin kuruluşu ile ilgili temel bazı noktalar ele alınmalıdır. Bu
vekâletin kurulması Bahriye’yi tamamen Genelkurmay’ın etkisi dışına çıkarmamıştır. Milli
Müdafaa ve Bahriye’nin iki ayrı vekâletle kabinede temsil edilmesi, ordu ve donanma
arasında yüzeysel bir eşitlik yaratsa da, esasen bağımsız bir Bahriye Erkânı olmadığı
için, donanma kurmay düzeyinde yine kara gücüne bağlıdır. Nitekim 1924 yılı sonunda
bu vekâletin kurulması için mecliste yapılan oylamada muhalefet milletvekilleri olumsuz

83Büyüktuğrul, a.g.e., s. 32.


84 Nejat Gülen, a.g.e., s. 356-9.
85 Bkz. bu tezde “1.1. Mutlak İtaat ve Subaylar Üzerindeki Etkisi” bölümü.

33
oy kullanmıştır; gerekçeleri ise bağımsız kurmay heyeti olmadan bu vekâletin bir anlamı
olmadığı noktasıdır. 86 Kendisi de bir muhalefet milletvekili olan Orgeneral Ali Fuat
Cebesoy, donanmanın büyütülmesi ya da bu vekâlete bir kaynak tahsis edilmesi gibi bir
durum olmadığını söylemektedir; ona göre bakanlığa getirilen kişinin 87 kimliği de bu
vekâletin kurulmasının siyasî bir hamle olduğunu ortaya koymaktadır. 88 Bağımsız bir
Bahriye Erkânı olmadan Bahriye Vekâleti kurulmasının manası şudur: Deniz kuvvetleri
bütçe, iaşe, planlama gibi konularda Bahriye Vekâletine bağlıdır, ancak emir ve komuta
bakımından Genelkurmay’ın kontrolü altındadır.89

Esasen bağımsız bir Bahriye Vekâleti kurulması fikri yalnızca birkaç ay önce
gündeme geldiğinde Halk Fırkası tarafından reddedilmiştir. Tekrar gündeme geldiğinde
Halk Fırkası’nın bunu kabul etmesi, üstelik Vekâlet’in bağımsız bir kurmay heyeti
olmadan kurulması, donanma üzerindeki Rauf (Orbay) Bey nüfuzunun kırılmasına ve
hükümetin donanmayı kontrol altında tutma isteğine bağlanabilir. 90 Nitekim Bahriye
Vekâletine atanan İhsan Bey (Eryavuz) Mustafa Kemal’in ateşli bir destekçisi, Rauf
Bey’in (Orbay) ise karşıtıdır.91 Öte yandan vekâletin kuruluş amacını, Mustafa Kemal’in
Deniz Kuvvetlerini güçlendirmek istemesi olarak değerlendiren yorumlar da vardır. 92
Ancak her durumda, daha Vekâlet kurulurken siyasî tartışmaların askerî konulara baskın
çıktığı görülmektedir.

Mustafa Kemal Paşa’nın donanmayı güçlendirmek istediği ve vekâletin kuruluş


sebebinin bu olduğu tezinin bir kaynağı İsmet İnönü’dür. İnönü’ye göre kendisi ve
Mustafa Kemal Paşa donanmaya gereken önemi vermektedir ve denizci subaylar İstiklal
Savaşı’nın yüksek rütbeli generalleri karşısında ezildikleri için Bahriye Vekâletini
açmışlardır. Ancak kısa sürede Fevzi (Çakmak) Paşa’nın baskısıyla bu kurum geri
kapatılmıştır. Bu tezi savunan Afif Büyüktuğrul da, “Yavuz - Havuz” davasının yalnızca
ekonomik yoksulluk ya da yolsuzlukla ilgili olmayıp, denizcilerin karacılar tarafından

86 Barlas ve Güvenç, Türkiye’nin Akdeniz Siyaseti… s. 73.


87 İhsan Eryavuz, Hüseyin Cahit Yalçın ve İstanbul basınından başka muhalif gazetecilerin yargılandığı
İstiklal Mahkemesi’nin reisliğini yapmış olan kişidir. Hüseyin Cahit Yalçın, Siyasal Anılar, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, İstanbul, 2000, s. 371.
88 Ali Fuat Cebesoy, Siyasî Hatıralar, Doğan Kardeş Yayınları, İstanbul, 1960.
89 Seydi Çelik, Devlet ve Asker Osmanlı’dan Günümüze Askerî Bürokrasinin Sistem İçindeki Yeri,

Salyangoz Yayınları, İstanbul, 2008, s. 132.


90 Barlas ve Güvenç, Türkiye’nin Akdeniz Siyaseti… s. 74.
91 A.g.e., s. 73. İhsan Bey, Cumhuriyet’in ilanının hemen ardından İstanbul basınına verdiği bazı

demeçlerden dolayı Rauf Bey’i meclis grubuna şikayet eden kişidir. Olay, Halk Fırkası içinde İsmet Paşa’nın
da dâhil olacağı bir krize dönüşmüş ve Fırkanın daha sonraki dönemde bölünmesinin başlangıç noktasını
oluşturmuştur. Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyet’inde Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması 1923-1931,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2012, s. 74.
92 Ümit Özdağ, a.g.e., s. 62.

34
kontrol altına alınmasıyla ilgili olduğu izlenimini vermektedir. 93 Gülen, bu olanlar ve
Bahriyelilerin ezilmesi karşısında bunalım geçirip intihar eden Bahriyeli subayların bile
olduğunu iddia etmektedir. 94
Bu da Bahriyelilerin bakış açısında vekâletin
lağvedilmesinin ve davanın denizcilerin ezilmesi ile ilgili olduğunu göstermektedir.

Kılıç Ali’ye göre ise Bahriye Vekâletinin kaldırılması bir iç siyasî meseleden
kaynaklanmaktadır ve siyasî meselenin odağında da İhsan (Eryavuz) Bey vardır. Hilafet
yanlısı bir mektubu gazetede yayınlayan Hüseyin Cahit ve başka önemli isimlerin
yargılanması için kurulan bir İstiklal Mahkemesi’nde, daha sonra Bahriye Vekilliği
yapacak olan İhsan Bey (Eryavuz) mahkeme başkanı olarak atanmıştır. İsmet Paşa,
İhsan Bey’den bunun hilafet yanlısı bir girişim olduğundan ve mahkûm edilmesi
gerektiğinden şüphe etmemesini rica etmiştir. Ancak mahkeme sanıkları suçsuz
bulmuştur. İsmet Paşa bu olaydan kaynaklanan bir öfkeyle kendi Başbakanlığı
döneminde İhsan Bey’i kabinenin dışına itmeye çalışmış, bunu yapamayınca da
doğrudan Bahriye Vekâletini kaldırmıştır. Yine Bahriyelileri yaralayacak olan Yavuz-
Havuz davası da Kılıç Ali’ye göre İsmet Paşa (İnönü) ile İhsan Bey (Eryavuz) arasındaki
bir hesaplaşmadan ibarettir.95 Kazım Özalp de, işin siyasî çatışma kısmına değinmese
de, Yavuz-Havuz davasında İhsan Bey’i haklı gördüğünü hissettirmekte ve Mustafa
Kemal Paşa’nın da İhsan Bey’in aklanmasını istediğini yazmaktadır.96

Büyüktuğrul ise bu meselede Bahriye Vekâletinin kaldırılmasını İhsan Bey’in


şahsi hatalarına bağlamaktadır. Buna göre vekil kendini olduğundan büyük ve yetkili
görmüş, diğer yetkilileri ve subayları küçümsemiş ve kendisini eski Bahriye Nazırı Cemal
Paşa gibi kabul ettirmeye çalışmıştır. 97 Büyüktuğrul ayrıca Yavuz-Havuz davası için
“hangi nedenden olduğu hâlâ bilinmez” ifadesini kullansa da, vekâletin lağvedilmesinde
İhsan Bey’i suçlu gördüğü anlaşılmaktadır. Buna rağmen, vekâletin işlediği kısa sürede
deniz kuvvetlerinin büyük gelişme sağladığını belirtmektedir. 98
Büyüktuğrul’un

93 Büyüktuğrul, a.g.e., s. 93.


94 Gülen, a.g.e., s. 361.
95 Kılıç Ali, Atatürk'ün Sırdaşı Kılıç Ali'nin Anıları, Hulûsi Turgut (der.), Türkiye İş Bankası, İstanbul, 2005,

s. 249. Kılıç Ali’nin anıları ölümünden sonra parça parça farklı yerlerde yayınlanmış, 2005 yılında ilk kez
toplu olarak kitap halinde basılmıştır.
96 Kazım Özalp, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası, Ankara, 1994, s. 36. Bu kitap Kazım Özalp

tarafından 1955’te yazılmış ancak tamamlanmamış, daha sonra oğlu Teoman Özalp’in yaptığı eklemelerle
1992 yılında ilk kez basılmıştır.
97 Büyüktuğrul, a.g.e., s. 109.
98 A.g.e., s. 110.

35
meselenin siyasî boyutuna bilerek mi girmediği belirsiz olsa da, salt askerî açıdan
vekâleti yararlı gördüğü ortadadır.

Bahriye Vekâleti’ne karacı bakış açısından yöneltilen itiraz komutada ikilik ortaya
çıkacak olmasıdır. Buna karşılık denizcilerin bakış açısını yansıtan cevap da Denizci
Kurmay Albay Coşkun Gürgen’e aittir. Ona göre, Bahriye vekâletinin kaldırılma gerekçesi
temelde doğrudur. Çünkü iki başlılık sevk ve idare birliği ilkesine ters düşmektedir. Öte
yandan Gürgen, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Genelkurmay Başkanlığına bağlı olsa da,
askerî uzmanlığın dışında bir Deniz Bakanlığı kurulabilse ve bu kurum askerî anlamda
uzman olan Deniz Kuvvetleri Komutanlığı ile eşgüdümlü çalışabilse daha etkili
olunacağını belirtmektedir.99

Kılıç Ali, Bahriye Vekâleti’nin lağvı meselesini siyasî bir tartışma bağlamında
aktarırken, Bahriyeli subaylar için bu mesele, Bahriye’nin ihtiyaçlarının karşılanamaması
ve deniz harp alanında zayıf kalınmasıyla ilgilidir. Diğer bir deyişle, profesyonel askerî
etik açısından, orta düzey subaylarla devlet kademesinde görev yapanlar arasında yine
bir tutarsızlık vardır. Devlet kademesindeki subaylar için rejimin oturması ve iktidar
ilişkileri bağlamında değerlendirilebilecek politik meseleler daha önceliklidir. Dönemin
orta düzeyde ve siyaset kurumundan izole Bahriyeli subayları için ise, konunun askerî
yönü ön plana çıkmıştır. Siyasî öncelikler askerî önceliklerin önüne geçerken, ihmal
edilen bir sınıfın subayları olarak Bahriyeliler kendi sınıflarının önemine dikkat çekmiş,
bunu farklı boyutlarıyla kanıtlamaya çalışmış ve kendi askerî sınıfları için daha fazla
kaynak ayrılması talebinde olmuşlardır. Bu anlamda Erken Cumhuriyetin denizci
subaylarının, Huntington’un çizdiği profile uydukları gözlemlenmiştir. Ancak siyaset
kurumu ile iç içe çalışan General düzeyindeki rütbelerde tartışmanın siyasî yönü ağır
basmıştır.

Bahriyelilerin askerî temelli taleplerinin siyasî kaygılar ve tartışmaların nasıl


gölgesinde kaldığına dair tamamlayıcı bir örnek de Celalettin Orhan’ın 1924 Eylülünde
üst düzey yöneticilerle yaptığı bir konuşmadır. Konuşmanın konusu daha iyi bir donanma
inşa edilmesi yönündeki taleptir. 100 Genç Bahriyeliler, Mustafa Kemal Paşa’nın bir
Hamidiye ziyareti sırasında Hamdullah Suphi Tanrıöver’e sitem ederler ve Milli Mücadele
sırasında Suphi’nin kendilerini Trabzon’da ziyaret ettiğini ve büyük bir bahriye yapılması

99 Gülen, a.g.e., s. 370.


100 Orhan, a.g.e., s. 259.

36
için mecliste konuşacağını söylediğini ancak bu konuyu açmadığını söylerler. Daha
sonra Rauf (Orbay) Bey, Salih Bozok ve Kılıç Ali’nin de katıldığı bir toplantıda, bu konuda
sitem eden genç subay Orhan’a “Bahriye demek Rauf Bey demek midir?” diye sorulur.
Bu soru, yukarıda bahsedildiği gibi Bahriyelilerin Rauf Bey’in kontrolünde olduğuna
yönelik bir kaygıyı dile getirmektedir. Orhan buna karşılık “Kara ordusu demek Mustafa
Kemal demek midir?” diye sorar. Bundan şüphesi olup olmadığının sorulması üzerine
de, şüphe duymak bir yana, bunu tamamen reddettiğini söyler. Orhan’a göre, Silahlı
Kuvvetler şahısların değil, yalnız devletin emrindedir. Sonra devletin kim olduğuna da şu
şekilde açıklık getirir: “Ordu yalnızca memleketin olup, hükümetin emrindedir.” Orhan’ın
verdiği örnekte hükümet ordudan Cumhurbaşkanının tutuklanmasını istese, kendisi buna
üzülse bile görevini yerine getireceğini söyler.101 Orhan’ın söyledikleri profesyonel askerî
etik bağlamında üst düzey bir askerî etik düzeyine işaret etmektedir. Öte yandan deniz
gücü ihtiyacı üzerine başlayan bir konuşmanın siyasî iktidar ile askerî güç arasındaki
ilişki konusuna evrilmesi de, Bahriye Vekâleti tartışmalarında olduğu gibi, askerî
ihtiyaçların siyasî çatışmaların gölgesinde kaldığını göstermektedir.

1920’lerdeki Deniz Gücü tartışmaları konusunda, Gülen, sonuçta düğümün


Mustafa Kemal Paşa’da çözüldüğü görüşündedir. Buna göre nihai olarak Mustafa Kemal
meseleyi anlamış ve sorunu çözecek şekilde hareket etmiştir. Yine de deniz gücünde
“materyalden çok personele” önem verilmiştir.102

Yukarıda tartışıldığı gibi, subay savaşa hazır olmak için elinde mümkün olan en
büyük gücü bulundurmayı talep eder. Bu anlamda, yukarıdaki karmaşık tartışmalardan
bağımsız olarak son bir örnek verilebilir. Bu örnek, Yunan denizci subayların, Yavuz’un
onarılmasına karşılık kendilerinde aynı ayarda bir gemi olmamasından yakındığı
bilgisidir.103 Türk askerî karar alıcıların görüşlerine göre, Erken Cumhuriyet döneminde
Yunanistan’ın deniz gücü Türkiye’ninkine oranla karşılaştırılamayacak kadar güçlüdür ve
Yavuz’un varlığı dahi bu dengeyi tek başına Türkiye lehine bozacak denli etkili değildir.
Ancak Yunan subaylar Yavuz’a cevaben Yunan askerî üstünlüğünü sürdürmenin arayışı
içindedirler. 104 Esasen olayı Türkiye değil Yunanistan açısından gösteren bu örnek,
yukarıda tartışılan subaylar ve savaşa hazırlanma-elde hazır güç bulundurma konusuna
uymaktadır. Huntington “[Asker] Gözle görülür güç ister, potansiyel güç değil. Askerlerin

101 Orhan, a.g.e., s. 260.


102 Gülen, a.g.e., s. 362.
103 A.g.e., s. 377, Büyüktuğrul, a.g.e., s. 92.
104 Barlas ve Güvenç, Türkiye’nin Akdeniz Siyaseti… s. 88.

37
bir diğer arzusu da bu gücün fiilen mümkün olan tüm olasılıklara göğüs gerebilecek
kapasitede bir güç olmasıdır.” demektedir. 105 Yunan ve Türk deniz subaylarının da
birbirlerine karşı elde sürekli daha fazla hazır güç bulundurma talebi, bu tespitle
örtüşmektedir.

1.3. BÖLÜM SONUCU

Bu bölümde Erken Cumhuriyet subaylarının askerî zihniyet ve meslekî icraat


anlamında belirgin biçimde öne çıkan iki özelliği ve bunların sonuçları incelenmiştir. Her
ordu için merkezî bir rolü olan ancak Türk ordusunda daha da ileri bir seviyede
uygulandığı anlaşılan mutlak itaat ve ast ile üstler arasındaki katı ilişki, üç farklı temel
sonucuyla ele alınmıştır. Askerî ihtiyaçlar hiyerarşisi de gerek subayların anılarında
savundukları düşünceler, gerekse sivil alanda gerçekleşen gelişmeler ile birlikte ele
alınmış ve dönemin ordusuna ve subaylarına etkisi tespit edilmeye çalışılmıştır.

Erken Cumhuriyet ordusu, gerek Osmanlı-Türk ordusunun geleneksel


yapısından dolayı, gerek Erken Cumhuriyet’in özgül koşullarından dolayı emir-komuta
zincirinin katı işlediği ve subaylardan mutlak itaatin beklendiği bir yapı teşkil etmiştir.
Bunun en önemli sebebi subayların ve dolayısıyla ordunun kontrol altında tutulabilmesi
ve davranışlarının öngörülebilmesidir. Bu mutlak itaat yapısının iki muhtemel sonucu
örnekler üzerinden incelenmiştir.

Birinci sonuç, mutlak itaatin subayın inisiyatif alma yetisini körelteceği ve savaş
durumunda sorumluluk alamayabileceği öngörüsüdür. Bu yönde bir eksiklik iç güvenlik
odaklı harekâtta ancak kısıtlı olarak gözlenmiştir. Özelikle kırsal bölgedeki asayiş
görevlerinde subayların inisiyatif alarak hareket ettiği görülebilir. Bunun sebebi
muhtemelen siyasîleşmeye karşı geliştirilen katı emir - komuta zincirinin kırsal bölgelerde
ve merkezden uzaklaştıkça gevşemesidir. Bu bölgelerde inisiyatif ile hareket eden
subay, kendisini devlet gücünün bir uzantısı ve bir şiddet tekeli olarak tahayyül etmiştir.
Bunun bir istisnası ise Akkılıç’ın Nasturi Harekâtı bağlamında anlattıklarıdır. Asayiş
odaklı iç güvenlik kapsamındaki harekâtta gözlenmeyen inisiyatif alma eksikliği, bir
başka devletle karşı karşıya gelindiği anda ortaya çıkmış ve askerî etkinliği doğrudan
etkilemiştir.

105 Huntington, a.g.e., s. 94.

38
İkinci sonuç, güçlü emir - komuta zincirinin, taktik, teknolojik ve doktriner ilerleme
konularında yavaşlatıcı etki yapabilecek olmasıdır. Bu konuda Bahriyelilerin itirazları ve
eleştirileri teorik varsayım ile uyuşmaktadır; ancak karacı subaylar modernizasyondaki
başarısızlığın nedeni olarak üst komuta katlarının katı tutumlarını değil, ekonomik
engelleri görmektedir; nitekim kendileri de sivil anlamda kalkınmanın öncelikli olduğu
fikrindedirler. Bu yüzden Erken Cumhuriyet ordusunda bu yönde bir gerilimin yine kısıtlı
olarak gözlendiği söylenebilir.

Son olarak emir - komuta zincirinin yarattığı teorik düzeyde öngörülmemiş bir
gerilim planlama aşaması ile uygulama arasındaki uyuşmazlık olmuştur. Kurmay
kadrosunun karargâhta yaptığı harekât planları, sahadaki komutanın deneyimleriyle
tezat teşkil etmiş ve astlarda üst komuta düzeyine karşı eleştirel bir tutum yaratmıştır.

Kısacası ast - üst baskısı siyasî gerilim merkezlerinden uzaklaştıkça


gevşemektedir ve bu yüzden özellikle iç güvenlik harekâtında inisiyatif almayı zorlaştıran
bir durum göze çarpmamaktadır. Ancak devletler arası bir siyasî kriz olasılığı
doğduğunda bu durum değişmekte ve özellikle üst rütbeli subaylar inisiyatif almakta
zorlanmaktadır. Taktik, tekn olojik ve doktriner konularda ilerleme talebi ise Karacı
subaylar arasında bir Ast-Üst çatışmasına sorun olmamaktadır. Zira Karacı subaylar
askerî ilerlemeyi yavaşlatan şeyin mutlak itaat değil, kaynak kıtlığı olduğu kanaatindedir.

Denizci subaylar ise bu konuda tepkilidir. Askerî ihtiyaçlar hiyerarşisi açısından


bakıldığında da bu tespitle uyuşan bir tablo ortaya çıkmaktadır. Denizci subaylar kendi
sınıflarının ihmal edildiği düşüncesiyle, Bahriye sınıfının önemini vurgulayan fikirler
geliştirmişler, ancak siyasî çalkantı içerisinde amaçlarına ulaşamamışlardır. İkinci
kısımda ağırlıklı olarak bu konu incelenmiştir.

Bu kısımda, subayların barış zamanı savaşa hazırlanması, bu hazırlık, yani


silahlanma ve diğer konularda daha fazla kaynak talep etmesi meselesi ele alınmıştır.
Subayın asla tehditlerin tümüne hazır olacak şekilde hazır hissetmediği, eldeki
kaynakların olası tüm tehditlere karşı koyamayacağı durumlarda –pratikte hemen her
zaman durum budur- bir ihtiyaçlar hiyerarşisi gündeme geldiği ve bu ihtiyaçlar
hiyerarşisinde subayın kendi sınıfının ihtiyaçlarını öne çıkarma eğiliminde olduğu
varsayılmıştır.

39
Karacı subaylar açısından bu eğilim güçlü bir biçimde gözlenmemiştir; askerî
gelişmemişlikten yakınıldığı durumlarda bile eldeki kaynak kıtlığı karacı subaylarca bir
gerçeklik olarak kabul edilmiş gözükmektedir. Öte yandan, Cumhuriyet’in deniz gücünü
oluşturan Bahriyeli subaylar söz konusu taleplerde bulunmuş ve çeşitli düşünce
biçimleriyle kendilerine ayrılacak kaynağın uzun vadede daha faydalı olacağını
savunmuşlardır. Bu taleplerin siyasî otorite tarafından nasıl karşılandığı meselesinde ise
çelişkili bir durum meydana gelmiş, siyasî gerilimlerin askerî ihtiyaçları gölgede bıraktığı
gözlenmiştir.

Bahriyelilerin, donanmanın askerî ihtiyaçlarının karşılanması açısından olumlu


bulduğu ve desteklediği Bahriye Vekâleti, siyasî tartışmaların ortasında kalmış ve
kapatılmıştır. Ancak deniz gücünü geliştirmek açısından tek sorunlu durum bu değildir;
karacı-denizci rekabeti, Osmanlı-Türk ordusunun geçmişinden ve Milli Mücadele’den
kaynaklanan etmenlerle ordunun donanmadan daha merkezî bir role sahip olması gibi
durumlar, Bahriyeyi ikinci plana itmiştir. Böylece Erken Cumhuriyet’in gerek askerî gerek
politik koşullarından kaynaklanan Bahriye’nin geri plana atılma durumu, hem Bahriyeli
subayların meslekî karakterleri ve subay kimlikleri üzerinde belirleyici rol oynamış, hem
de Erken Cumhuriyet ordusunun karakteristiklerinden birini oluşturmuştur.

40
İKİNCİ BÖLÜM

TOPLUM ODAKLI DÜŞÜNCE VE SUBAYLAR

Bu bölümde subayların toplum odaklı düşünce biçimleri ele alınacaktır. Subay


anıları incelendiğinde, Erken Cumhuriyet subaylarının toplum ile ilgili söylemlerinin ne
gibi vurgular taşıdığı ve bunların kökenleri ve beslendikleri kaynaklar incelenmeye
çalışılacaktır. Bu meyanda subayların anılarında yer yer yaptıkları toplumsal yorumlarda
karşılaşılan üç önemli unsur (İlerleme, Dayanışma ve Özgüven) masaya yatırılacak,
bunların hem genel olarak subay profilinde nereye oturduğu, hem de dönemin hâkim
zihniyet ortamında nasıl temel kabullere denk düştüğü anlaşılmaya çalışılacaktır.

İlk kısımda Erken Cumhuriyet subaylarının tarih ve ilerleme konularına bakışları


ele alınacaktır. Bunun için öncelikle en genel anlamda askerlerin tarihe ve tarihi aktörlere
genel bakışı gözden geçirilecek, ardından tarihsel ilerlemenin ne olduğu ya da söz
konusu dönemde nasıl anlaşıldığı tartışılacaktır. Bu anlamda, tarihten sonuçlar ve ilkeler
çıkarma ve tekçi (monist) bir tarih yorumu geliştirme diye nitelenebilecek “tarihsicilik”
kavramı masaya yatırılacaktır.

Tartışmanın çerçevesi çizildikten sonra subayların ilerleme kavramına nasıl


baktıkları, bunu nasıl argümanlarla savundukları incelenecek ve subay zihniyetinin bu
yönü aydınlatılmaya çalışılacaktır. Bu tartışma üç ana başlıkla genişletilecektir. Bunlar,
ilerleme ve laiklik ilişkisi, ilerleme ve devlet iktidarı, ilerleme ve Milli Mücadele konularıdır.
Bu konular kısmen iç içe geçmişse de ayrı başlıklar altında ele alınmıştır. Son olarak
tekçi bir tarih yorumu geliştirmeye kısa bir örnek verilerek Erken Cumhuriyet subayları
için ilerleme konusunun katı bir tabu olduğu gösterilmeye çalışılacaktır.

2.1 SUBAYLAR VE İLERLEME

2.1.1 Askerlerin Tarih Algısı

Selahattin Yurtoğlu karısına yazdığı bir mektupta Kargamış antik kentinin


kalıntılarından söz ederken “[Kargamış] Şimdi bir harabe. İnsanlar doğar, büyür, ölür;

41
bunun gibi eserler de doğar, büyür, ölür” der. 106 Bu söz Yurtoğlu’nun güncel dünya
düzeni ile alakasız bir yorumu gibi düşünülebilirse de, subayların tarih algısının,
devletlerin ve milletlerin tarih içindeki yerine dair görüşlerinin bir özeti gibidir. Bu konuyu
açmak için tarih ve ilerleme konularını ele alınmalıdır. Askerler için ilerleme
kavramı çelişkili bir nitelik taşımaktadır. Askerler sosyalist ya da liberal anlamda tarihin
kendisinin ilerlediğine inanmazlar; zira insan doğasının değişmez nitelikleri bu anlamda
bir ilerlemeye izin vermez. Er geç güç odaklı düzen ve çatışma ortamı geri döner; kalıcı
barış ve kalıcı ilerleme yoktur. Öte yandan, Yurtoğlu’nun ifadesinde de olduğu gibi
medeniyetler yükselir ve çökerler. 107 Bu anlamda “ilerleme”, insanlık tarihinin genel
ilerlemesi olarak değil, bir ulusun ya da bir medeniyetin ilerlemesi, gelişmesi ve
diğerlerine avantaj sağlaması anlamına gelmektedir. Diğer bir deyişle tarihin aktörleri –
milletler, devletler, medeniyetler- çizgisel bir biçimde ilerlese de, tarihin genel ilerlemesi
döngüseldir.

Huntington bu ilerleme tanımı açısından subayların tarih algısını tartışırken


şunları söyler: “Dolayısıyla subaylar tarih çalışır, tarihi incelerler. […] Tarih, asker
açısından, gelecekte uygulanmaya müsait ilkeler geliştirilmesi amacıyla kullanıldığında
değerlidir. Asker kökenli bir tarih öğrencisi çalışmalarında sürekli genellemeler
oluşturmayı amaçlar.”108 Böylece subay için tarih, dersler çıkarılacak bir kaynaktır; bu
dersler doğrultusunda gelecekte nasıl davranılması gerektiği tayin edilir. Bu dersler,
gelecekte nasıl daha güçlü olunacağına dair fikirleri içlerinde barındırır.

2.1.2. Tarihsel İlerleme: İlerleme, Modernleşme ve Laiklik

Bu noktada ilerleme kavramının sosyal bilimler açısından genel bir tanımını


yapmak ve konuyu bu yönde geliştirmek elzemdir. Karl Popper, sosyal bilimler açısından
tarihin ilerlemesi sorunsalı üzerine düşünürken, eleştirel olarak “tarihsicilik” (Historicism)
kavramını kullanır. Bu düşünceye göre bireyler tarihin ilerlemesi için önemsiz araçlardan
ibarettir ve tarih esasen büyük milletlerin, büyük aktörlerin ya da büyük düşüncelerin
tarihidir. Toplumbilimci tarihsel gelişmeyi izleyerek tarihin ne yönde ilerleyeceğine dair
yasaları tespit edecek ve siyaset bu yasalar gereğince işleyecektir.109

106 İlhan Selçuk, Yüzbaşı Selahattin’in Romanı, 2. Kitap, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1994, s. 203.
107 Samuel Huntington, Asker ve Devlet Sivil Asker İlişkilerinin Kuram ve Siyasası, K. Uğur Kızılarslan
(çev.), Salyangoz, İstanbul, 2004, s. 90.
108 A.g.e., s. 90.
109 Karl Popper, Açık Toplum ve Düşmanları, Cilt 1-Platon, Liberte Yayınları, Ankara, 2008, s. 11.

42
Popper’ın bu şekilde tanımladığı tarihsel ilerlemenin yönünü bildiğini varsayma
hali, “ilerleme” kavramının (belirli bir görüş doğrultusunda savunulduğu haliyle), kayıtsız
şartsız savunucusu olma halini beraberinde getirmektedir. Zira tarihin ilerleyeceği yönü
kesin olarak bildiği iddiasında olan bir sosyal bilimci, siyasî, sosyal, ekonomik konularda
da doğrunun ne olduğunu kesin olarak bildiği iddiasında olacaktır. Bu kesin doğruların
zıddını iddia edenler ise ilerlemeye karşı olanlar, yani gericiler olarak tanımlanacaktır.
Tarihsiciliğin bir sonucu olarak, ilerleme kavramı ve ilerlemenin yönü neredeyse
sorgulanmaz hale gelmekte, tarihî/toplumsal olaylar ilerici – gerici karşıtlığı bağlamında
ele alınmaktadır.

Osmanlı-Türk modernleşmesinde de “ilerleme” kavramına ve bunun ne yönde


olması gerektiğine duyulan kesin inanç önemli bir rol oynamıştır. Bu sorunsal zaman
zaman ilerleme - din karşıtlığı ya da din – bilim karşıtlığı gibi motiflerle öne çıkmıştır.
Örneğin Şerif Mardin, Atatürk’ün, dinin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki merkezî rolünü
pozitivist anlamda bilim ile ikame etmek istediğini belirtir. 110
Niyazi Berkes de
modernleşme konusunda din ile devlet arasında değil, ilerleme ve gerileme arasında bir
mücadele olduğunu, birinin gelişmeyi, öbürününse tutmayı amaçladığını belirtir.111 Erken
Cumhuriyet’in pratikleri açısından bakıldığında Mete Tunçay, sorunun temelinde Erken
Cumhuriyet’te iki hedefin birbiriyle çelişmesi olduğunu ifade etmektedir. Bu çelişki
demokratikleşme ve laikleşme arasındadır. Tunçay’a göre bunların her ikisi de ilerleme
sayılmalıdır; ancak Erken Cumhuriyet’te laikleşme hedefi baskın çıkmış ve bu uğurda
demokratikleşme feda edilmiştir. 112 İlerleme yalnızca bir laikleşme süreci olarak ele
alınmıştır.

Sonuç olarak Osmanlı-Türk modernleşmesinde ve bunun parçası olarak Erken


Cumhuriyette “ilerleme” kavramı, tekçi bir tarih yorumu çerçevesinde ele alınmıştır.
Tarihsici bir kesinlik içinde neyin ileri neyin geri olduğuna karar verilmiş, tarihsel süreç
ileri ve geri gitme eğilimindeki güçlerin mücadelesi olarak tasvir edilmiştir. Pek çok
durumda modernleşme ve din merkezli düşünce, ilerleme ve gerilemenin başat aktörleri
olarak alınmış, Milli Mücadele, inkılaplar, irtica ile mücadele ve çağdaş uygarlık düzeyine
erişme gibi konular aynı tartışma potasında eritilmiştir. Sorun bu şekilde tanımlandıktan

110 Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İletişim Yayınları İstanbul, 2011, s. 231.
111 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2008, s. 23.
112 Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması 1923-1931, Tarih Vakfı

Yurt Yayınları, İstanbul, 2012, s. 211.

43
sonra, Erken Cumhuriyet subaylarının konuyu nasıl gördükleri ve kendi ifadeleriyle nasıl
ele aldıkları gözden geçirilecektir.

2.1.3. Erken Cumhuriyet Subayları ve İlerleme Düşüncesi

Erken Cumhuriyet subayları, tarihi, Huntington’un belirttiği anlamda bir ders


çıkarma havuzu olarak görmüşlerdir. Çıkardıkları ders geri kalmışlık, hızla ilerleme ve
yetişme ihtiyacıdır. Bu yüzden bireysel olarak dindar oldukları zaman bile din merkezli
görüşlere karşı inkılapları savunmuşlar ve bunları ilerlemenin acil adımları olarak
görmüşlerdir. Ayrıca Hakan Şahin’e göre subayların devlet eliyle gerçekleştirilen
inkılapları neredeyse kayıtsız şartsız desteklemesi, topluma bakışlarındaki temel bir
unsurdan kaynaklanmaktadır: Subaya kalırsa, erişkinliğe ulaşmamış bir toplumun birileri
tarafından yönlendirilmeye ihtiyacı vardır.113

William Hale de Erken Cumhuriyet subaylarının daha önceki subay


kuşaklarından ilerlemeci anlayışı devraldığını belirtir. Ordunun Erken Cumhuriyet
döneminden sonra ne ölçüde bağımsız, ne ölçüde denetime açık olduğunu tartıştıktan
sonra Erken Cumhuriyet subaylarının ilerleme anlayışlarının temeline vurgu yapmıştır:
“Esasında, genç subayların eğitimi ve toplumsallaştırılması, Tanzimat yıllarında
atalarının benimsemiş olduğu aydınlanmanın öncüleri öz-imajını koruyordu.”114 Diğer bir
deyişle Erken Cumhuriyetin bilhassa genç subayları için ilerleme yalnızca sıkça
vurgulanan bir zorunluluk değil, aynı zamanda subay kimliğinin ve imgesinin önemli bir
bileşenidir.

Ordunun, Tanzimat döneminden Cumhuriyet’in ileri yıllarına dek, muhaliflere


karşı “mürteci, gerici” gibi ifadeleri siyasi bir baskı amacıyla kullandığını iddia eden
yorumcular da vardır. Buna göre ordu mensuplarının bu tarz ifadeleri, dar anlamda siyasî
çıkışlardır ve bir iktidar mücadelesinin motifleridir; yani ordunun konumunu sarsabillecek
mevcut muhalefetin itibarsızlaştırılması için kullanılırlar. 115 Her ne kadar bu yorumlar
orduyu başat bir siyaset unsuru olarak alan tartışmaların kapsamında olup bu tezin
sınırlarını aşsa da, tek tek subaylar incelendiğinde, ilerleme düşüncesini kabaca siyasî

113 Hakan Şahin, a.g.t. s. 322. Bu yorum, yine Karl Popper’ın açık toplum kavramıyla da ele alınabilir.
Popper’ın bakış açısına göre açık toplumda siyaseti üreten kişi sayısı sınırlı olabilir; ancak herkesin bunu
denetleme hakkı ve yetkinliği vardır. Oysa bunun zıddı olan totaliter bir yapıda herkes lidere ve tepede üretile
siyasete bağlı kalmalı ve her durumda bunu izlemelidir. Karl Popper, a.g.e., s. 10. Erken Cumhuriyet
subaylarının daha çok ikincisine yakın olduğu izlenimi edinilmektedir.
114 William Hale, Türkiye’de Ordu ve Siyaset, Ahmet Fethi (çev.), Alfa, İstanbul, 2014, s. 124.
115 Faik Bulut, Resmi Belgeler Işığında Ordu ve Din, 1826-1997 Devlet Gözüyle İslamcı Faaliyetler,

Doruk Yayımcılık, Ankara, 1997, s. 58-60.

44
güç savaşına indirgemek makul gözükmemektedir. İlerlemeye duyulan inanç her yönüyle
subay düşünce biçiminin ayrılmaz bir parçasıdır.

Örneğin Sami Sabit Karaman, Büyük İnkılabımıza Dair kitabında Cumhuriyet


devrimlerinin yenilikçi anlayışına yapmaktadır: “[…] hatırdan çıkarmamalıdır ki
Cumhuriyet ancak eski ananelere yabancı kalacak yeni nesilden tamamen emin
olabilir.”116 Karaman bu güne kadarki geri kalmışlığı açıklarken de sorunu –doğrudan bu
kelimeyi kullanmasa da- İslam dünyasının etkisi altında kalmakta görmektedir. Buna
göre, tarihte büyük medeniyetler kurmuş olan Türk milleti, “tarihi benliğini Acem ve Arap
potasında” eritmiş ve bu yüzden geri kalmıştır. Nihayet geç de olsa benliğini bulan Türk
milleti artık ilerleyerek bu farkı kapatacaktır.117 Bu görüşler açıkça Tarih Tezi ile birlikte
gelişen milliyet odaklı tarih anlayışının etkisi altındadır. Atatürk’ün Afet İnan’a yazdırdığı
–ancak yazıldığı dönemde yayınlanmayan- bazı görüşler de bunlara paraleldir. Bu
görüşlere göre Türkler “Arapların dinini” benimsedikten sonra milli hisleri ve heyecanları
zarar görmüştür. Ayrıca Türkler bu yüzden yüzyıllar sürecek bir gaflet uykusuna
yatmışlardır.118

Hüsrev Gerede ilerleme idealini değişik bir açıdan ele almaktadır. Gerede’ye göre
“Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir!” emrinin iki anlamı vardır. İlki askerî anlamda yenilen
düşmanı ezmek için yapılacak son hamledir. İkincisi ise Akdeniz’in uygarlığın ve
medeniyetin beşiği olması ile alakalıdır. Gerede’ye göre bu söz, ulusun “uygar dünya ile
el ele verip yükselmesi” anlamını da taşımaktaydı. 119 Bu yorum Milli Mücadele’nin
tarihsel ilerlemenin bir parçası olarak kavramsallaştırılmasının bir örneğidir.

Fahrettin Altay’ın da ilerleme konusunda kullandığı ifadeler son derece keskindir.


Örneğin Altay, Afganistan Kralı’nın Atatürk öldüğünde Dolmabahçe’den Sirkeci’ye kadar
cenazenin arkasından yürümesini şöyle yorumlamaktadır: “Herhalde dünya medeniyet
âlemine katılmak isteyen bu kral Atatürk’e çok bağlıydı.” 120 Yine Altay “1930 yılında
inkılaplar ilerliyorsa da henüz eskilikten kurtulamıyoruz.” demiş ve bu duruma örnek
olarak kendisinin Konya’da yaptığı –bir çadır kamp alanı açılmasını da içeren- bazı

116 Sami Sabit Karaman, Eski Bir Konferans: Büyük İnkılâbımıza Dair, Selüloz Basımevi, İzmit, 1947, s.
8.
117 A.g.e., s. 12.
118 Zafer Toprak, Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji, Doğan Kitap, İstanbul, 2012, s. 256-
7.
119 Hüsrev Gerede, Hüsrev Gerede'nin anıları: Kurtuluş Savaşı, Atatürk ve Devrimler (19 Mayıs 1919-
10 Kasım 1938) haz. Sami Önal, Literatür Yayınları, İstanbul, 2002s. 252.
120 Fahrettin Altay, 10 Yıl Savaş 1912-1922 ve Sonrası, İnsel Yayınları, İstanbul, 1970, s. 428. Fahrettin

Altay’ın anıları kendisi hayattayken, 1970 yılında yayınlanmıştır.

45
yeniliklerden söz etmiştir. Ancak bunların hemen ardından “Serbest Fırka işleri”
olduğunu ve Menemen Olayı’nın patladığını söylemektedir. Yani Altay’a göre söz konusu
olaylar ile ilerleme atılımları baltalanmaya devam etmektedir.

Son olarak eklenebilecek bir tartışma konusu da, ilerlemeyi temsil eden subay
imgesinin, meslekten subayların sınırlarını aşıp yedek subay imgesinin de parçası haline
gelmesidir. Bu gelişme yedek subaylar üzerinden okunduğunda, yeni rejimi “kuran ve
kollayan” ordunun eğitimli ve ilerici mensupları olarak değer kazanan yedek subaylar,
Erken Cumhuriyet ordusunun bu genel eğiliminin parçası olmuşlardır. 1930 yılında yeni
rejim ve laiklik karşıtı Menemen Olayı’nda katledilen, yedek subay Kubilay da bu imgenin
güçlenmesinde rol oynamıştır.121

Bütün bunlar subayların ilerleme ideallerine nasıl bağlı olduklarını


göstermektedir. İlerleme, aydınlanma, modernleşme gibi kavramlar subayların hayata
bakışında fazlasıyla merkezî bir rol oynamaktadır. Bu kavramlar, üç konu bağlamında
genişletilerek daha kapsamlı bir biçimde değerlendirilebilir: İlerleme ideallerinin laiklik ile
ilişkisi, Milli Mücadele ile ilişkisi ve devlet otoritesi ile ilişkisi. Bu üç konu çoğu zaman
birbirine karışsa da genel bir tablo çizebilmek açısından bunlar üç ayrı alt başlıkta ele
alınacaktır.

2.1.3.1. İlerleme ve Laiklik İlişkisi

Kurtcephe ve Balcıoğlu, Harbiye’nin tarihinde İmparatorluk ve Cumhuriyet


dönemlerindeki disiplin uygulamalarının arasındaki farkı kıyaslarken, bu farkın laiklik
olduğu tespitini yaparlar. Disiplinin önemi konusunda bir sürekliliğe vurgu yapılır ve
bunun bir askerî kurumun başarısı için şart olduğu belirtilir; öte yandan, iki dönemdeki
disiplinin birbirinden farklı olduğu da söylenir. Buna göre İmparatorluk döneminde
disiplin, teokratik bir düşünceye ve anlayışa dayanırken, Cumhuriyet döneminin disiplin
anlayışı “çağdaş, demokratik ve laik temellere” dayandırılmıştır. İkisinin arasındaki fark
üzerinde durulmamıştır.122

121 Mehmet Beşikçi, ““İhtiyat Zabiti”nden “Yedek Subay”a, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bir zorunlu askerlik
kategorisi olarak yedek subaylık ve yedek subaylar, 1891-1930”, Tarih ve Toplum Yeni Yaklaşımlar, Sayı
13, Güz 2011, s. 85.
122 İsrafil Kurtcephe, Mustafa Balcıoğlu, Kara Harp Okulu Tarihi, Kara Harp Okulu, Ankara, 1991, s. 148.

Kurtcephe ve Balcıoğlu’nun kitabındaki çağdaş ve laik vurgusu bu bölümde ele alınan ilerleme düşüncesine
uygundur. Ancak “demokratik” vurgusu başka bir başlığın konusudur. Askerî disiplinin “demokratik” temellere
dayandırılması üzerinde durulmalıdır. Esasen “teokratik disiplin” ile “demokratik disiplin” arasında yapılan
ayrım, doğrudan Erken Cumhuriyet’in demokrasi yaklaşımını ortaya koymaktadır. Cumhuriyet’in kurulma

46
Laiklik motifinin ilerleme ile ilişkisi bakımından Cemal Madanoğlu’nun bir anısı
meseleye açıklık kazandırmaktadır. Madanoğlu lise yıllarında “sarıklı, cübbeli” bir
hocadan aldığı bir derste bir kuyunun nasıl temizleneceğini dinlerken, 41 kova su
çekilirse kuyunun suyunun temiz olacağını duymuştur. Buna itiraz etmesi sonucu
hocadan ceza aldığında, okulun müdürü Niyazi Bey’in kendisini korumuş olduğunu
belirtir ve Niyazi Bey’in, “Başımıza ne geliyorsa bundan geliyor. […] Halife cihad-ı
mukaddes ilan etti; bütün dünya Müslümanlarını savaşa çağırdı. Sonra ne oldu?... Kâfirin
üstüne yürüyün dediği Müslümanlar gelip Dersaadet’te karargâh kurdular; işgal
kuvvetleri arasında yerlerini aldılar.” dediğini aktarır. Madanoğlu Niyazi Tevfik Bey’i
“Yurtsever, ilerici bir insandı, gerçeği görüyordu.” diye anmaktadır.123

Sadece bu örnek değerlendirildiğinde görülmektedir ki, pratik durumda Müslüman


dünyaya duyulan hayal kırıklığı, din merkezli düşüncenin ilerlemeye engel olduğu fikri ile
iç içe geçmiştir. Madanoğlu başka biçimlerde de ilerlemeye olan inancını belirtir. Örneğin
“Ülke ve toplum yeni bir düzene, yeni çağa ve devrimlere ayak uydurmak zorundaydı.”
demektedir.124

2.1.3.2. Devlet İktidarı ve İlerleme

Yine subayların bakış açısından, devlet otoritesini ve iktidarını tesis etmek,


doğrudan ilerleme figürünün bir parçasıdır. Devletin belirli bir bölgede iktidarını yeterince
tesis edememesi, o bölgenin ekonomik ve sosyal anlamda ve eğitim anlamında
kalkınamamasına sebep olmaktadır. Sıtkı Ulay ve Cemal Madanoğlu gibi 1930’larda
jandarmalık görevi icra etmiş subayların, çeşitli bölgelerde geri kalmışlıkla yüzleşince,
sorunun kökenini devlet otoritesinin kurulamamasında aramaları bu görüşü
doğrulamaktadır. Devlet bir noktayı önce askerî anlamda kontrol edecek ve güvenliği
tesis edecek, sonra bölgede ilerlemeyi sağlayacak olan mobilizasyona gidecektir.

Sıtkı Ulay’a göre karşılaşılan temel sorunlar “[…] Doğu illerimizde cehalet ve geri
kalmışlığın verdiği zavallılık, devlet ihmali, yabancıların hedefli ve maksatlı oyunları
neticesinde patlak veren Şark ve Dersim hareketleri…”dir. Bu sorunlara karşı genç

yıllarında liberal ya da sosyal anlamda bir demokrasiden çok, halkçılık ve solidarizm gibi bütünleştirici
ideolojiler öne çıkmıştır. Kurtcephe ve Balcıoğlu, 90’larda yazdıkları Harbiye tarihinde, İmparatorluk ile
Cumhuriyet arasındaki geçiş dönemini ele alırken, anlattıkları dönemin (yani Erken Cumhuriyet’in) hâkim
zihniyetini ve dilini yeniden üretmiş gözükmektedir. Bu konu Solidarizm bölümünde ayrıntılı olarak ele
alınacaktır.
123 Cemal Madanoğlu, a.g.e., s. 26-27.
124 A.g.e., s. 49.

47
subayların konumunu tarif etmektedir: “… Azimli ve yeminli birer Atatürk subayı ve
öğrencileri olmuştuk. Bizim nesil istiklal savaşının yetiştirdiği büyük insanları tanıdı ve
ilhamları ile derslerini onlardan aldı. […] Sayelerinde karış karış yapılan yurt gezileriyle
Türk toplumu ve halkının sefalet, ıstırap, ve çilelerini yakından görmüş, yaşamış, ve bu
akademi pratik tahsilimizi de naçizane ikmal etmiş olduk.” 125

Ulay’ın ve Madanoğlu’nun bu konudaki yorumları örtüşmekte ve ortak bir sonuca


işaret etmektedir. Ülkenin çeşitli yerlerinde yapılan görevler, toplumun daha iyi
tanınmasını sağlamakta ve hem vatanseverlik duygusunu yeniden üretmekte, hem de
toplumun geri kalmışlığına şahit olma hali bir ilerleme ideali ile bütünleşerek subayların
zihninde önemli bir konum kazanmaktadır. Bu anlamda “ilerleme” kavramına yapılan
atıfların, güncel siyasetin içindeki ideolojik tartışmalarda olduğu kadar, toplumun “sefalet
ve çileleri”, yani “geri kalmışlığı” ile yüzleşilen anlarda ortaya çıktığı gözlemlenmiştir.

Yine yukarıdaki noktaya uygun bir yaklaşım Dersim Raporu kitabında


gözlemlenmiştir. Kimin tarafından yazıldığı bilinmeyen ancak 1933-34 yıllarında
Jandarma Genel Kumandanlığı tarafından basılmış olan bu kitapta, Dersim’in yüzyıl
başındaki durumunu inceleyen bir mütalaadan şu sonuç çıkarılmıştır:126 “Dersim silahlı
ve cahil olduğundan mütecavizdir. Islahı için evvela silahsız bir vaziyete getirmek ve
badehu (ondan sonra) imar ve temdin (medenileşme) işlerine girişmek lazımdır.”127 Biraz
sonra bu tespitlere şu da eklenmiştir: “Dersimlileri korkacakları bir kuvvetle mukavemet
etmeksizin istiman ettirmek ve fakat ıslah etmek lazımdır.”128

Yine Dersim konusunda Büyük Erkân-ı Harbiye Riyaseti’ne verilen raporlarda da


benzer vurgular vardır: Yollar yapılarak bu izole bölgelere ulaşılması, silahların
toplanması ve devlet gücünün tesis edilmesi, yoksulluk ve cahilliğin üstesinden
gelinmesi, ağa ve reislerin başka yerlere nakli yoluyla yerel güç ilişkilerinin saf dışı
bırakılması gibi aşamaların hepsi ilerleme motifi içinde değerlendirilmiştir. 129 Böylece
harekâtı yürüten subaylar için iç güvenliğin sağlanması ile ilerleme birbiriyle bağlantılı

125
Sıtkı Ulay, Harbiye Silah Başına, Kitapçılık Ticaret Limited Şirketi, İstanbul, 1968, s. 9. Ulay’ın anıları ilk
kez 1968 yılında yayınlanmıştır.
126 Yayına hazırlayan İzzeddin Çalışlar’ın notu s. 5: “Yazarı belli olmayan Dersim Başlıklı bu kitap, İstiklal

Savaşı Kumandanlarından olan dedem Org. İzzettin Çalışlar’ın kitaplığından bana intikal etti. Tarihi kesin
belli olmamakla birlikte, 1933 yılının son çeyreği ya da 1934’ün ilk aylarında yayımlandığı anlaşılıyor. İçişleri
Bakanlığı’na bağlı Jandarma Umum Kumandanlığı’nca, III. Şube, I. Kısım tarafından, 55058 sayısıyla, gizli
ve zata mahsus olarak, kayıt altında yüz adet basıldığı kapağında belirtilmiş. Yayımlandığı dönemde, dedem
2. Ordu Kumandanı olduğundan, bir nüshası da ona verilmiş.”
127 İzzeddin Çalışlar, Dersim Raporu, Kıvanç Koçak (ed.), İletişim Yayınevi, İstanbul, 2010, s. 227.
128 A.g.e., s. 229.
129 A.g.e., s. 249.

48
hale gelmektedir. Harekâtın başarılı olması, devletin bölgeye girmesini, kurumlarını ve
altyapısını yerleştirmesini ve bölgenin modernleşmesini - medenileşmesini sağlayarak
yoksulluk ve cehaletten kurtarılmasını beraberinde getirmektedir. Subayların kabule
yatkın olduğu, cehalet ve geri kalmışlığın devlet otoritesinin eksikliğinden kaynaklandığı
ve ancak bu otorite tesis edildiği takdirde ilerlemenin sağlanabileceği yönündeki temel
izlek başka örneklerde de görülebilir. 130 Ulus-devletin ordusunun ülke topraklarında
şiddet tekelini kurması, tarihsel ilerlemenin bir parçası ve önkoşulu olarak ele
alınmaktadır.

İlerleme ve otoriterlik arasındaki ilişki sadece bununla da sınırlı değildir. İlerleme


söz konusu olduğunda diğer konuların önemsiz hale gelmesi en açık biçimde Kazım
Özalp’in ifadelerinde ortaya çıkmaktadır. Atatürk’ün vasıflarını anlattığı bir bölümde
Özalp, Atatürk ve otoriterlik meselesine, ilerleme perspektifinden bir yorum getirmiştir.
Özalp’e göre Batılılaşmanın önemini anlamış olan Atatürk, medeni bir devlet olmanın
gereğini de savunan bir inkılapçıydı: “Kanun ve kuralları en önde tutmakla beraber,
gerektiği hallerde, bazı kavramları geriye bırakabilirdi ki bu ona otoriter olabilme ve
liderlik özelliğini kazandırıyordu.”131 Yani Özalp, Atatürk örneği üzerinden, ilerleme ideali
söz konusu olduğunda otoriterliğin de bir yöntem olduğunu dolaylı olarak belirtmektedir.

Bu konuda bir başka önemli örnek de Hamidiye zırhlısının Rize’de çıkan olayların
bastırılmasına katılmasıdır. Şapka inkılabına karşı başlayan 1925 yılındaki olaylarda
Hamidiye Rize’ye denizden gösteri atışı yapmıştır. Ankara İstiklal Mahkemesi Başkanı
Ali Çetinkaya bu olayı yorumlarken, Hamidiye’yi “irtica hortlağına” karşı, “devrimin satvetli
ve kıskanç bir bekçisine” benzetir.132

Bu örneklerin de gösterdiği gibi, Erken Cumhuriyet subayları için devlet


otoritesinin tesis edilmesi ilerlemenin önkoşuludur. Geri kalmışlığın, yoksulluğun,
cehaletin önüne geçilmesi için devletin gerekirse silah gücüyle otoritesini kurması
zorunludur. Aynı zamanda otoriterlik de ilerleme için gerekli olduğunda kullanılabilecek
bir yöntemdir. Söz konusu olan ilerleme idealleri olduğunda, diğer sosyal ve siyasî

130 İki örnek, Fevzi Çakmak ve Ömer Halis Bıyıktay’ın Dersim konusundaki yorumlarıdır. U ğur Mumcu, Kürt
Dosyası, UM:AG Vakıf Yayınları, Ankara, 2005, s. 38. Bölgeyi medenileştirmek için askerî anlamda kesin
kontrol sağlanması gerektiği yorumunun, Tanzimat sonrası merkezîleşme ve Cumhuriyet sonrası uluslaşma
ile bağlantılı anlatımı için bkz. Murat Yüksel, “Erken Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sinde Güvenlik Siyaseti ve
Nüfus Politikaları”, Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, Evren Balta Paker, İsmet Akça (der.),
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010.
131 Kazım Özalp, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası, Ankara, 1994, s. 68.
132 Nejat Gülen, a.g.e., s. 373.

49
konular ve aktörler ihmal edilebilir hale gelmektedir ki bu da subayların kafasında
otoriterliği doğal hale getirmektedir. Son olarak, ilerlemenin modernleşme-aydınlanma
ayağı kadar, kalkınma ayağı da göz önünde tutulmalıdır. Toplumun özellikle kırsal
bölgelerde yaşayan yoksul kesimleriyle yüz yüze gelinen anlar, subaylar için bu atılımın
aciliyet kazandığı ve hayati önemde bir konu haline geldiği anlardır.

2.1.3.3. Milli Mücadele ve İlerleme

Milli Mücadele’nin tarihsel ilerleme çizgisi içinde bir sıçrama anı olarak
kavramsallaştırılması da Erken Cumhuriyet subaylarının algısında gözlenen bir
durumdur. Konuyu sonradan değerlendiren birçok subay Milli Mücadele’yi yalnızca bir
bağımsızlık savaşı olarak değil, çağdaşlaşmaya giden yolun bir parçası olarak görür.
Böyle bütünleştirici bir bakış, Milli Mücadele’nin sonrasındaki siyasî mücadeleleri ve
inkılapları, Milli Mücadele’nin devamı haline getirmektedir. Örneğin Asım Gündüz bu
konuda doğrudan bir devamlılık olduğunu iddia eder. “Türk milleti bu gün medeniyet ve
yaşadığı devre yetişme mücadelesi yapıyor. Bu savaş da, milli mücadelemizin
devamıdır.”133

Subaylar tarafından doğrudan ilerleme ile eşanlamlı kullanılan “irtica ile


mücadele”, “din odaklı düşünce ile mücadele” gibi kavramların Milli Mücadele’nin bir
uzantısı olarak kabul edilmesinin bir sebebi, birçok durumda dini referanslarla hareket
eden isyancı grupların varlığıdır. Cumhuriyet döneminde ilerleme ve din arasında
kurulan karşıtlık ilişkisi, Milli Mücadele’ye karşı bir tutum sergilemiş olanların dini
propagandayı kullanmış olmalarına duyulan tepki ile birleşmiştir. Böylece savaş
sırasında ve sonrasında var olan bir iç düşman sürekliliği gündeme gelmiştir. Bu düşman,
doğal olarak, gerici bir unsur olarak ele alınmıştır.

Hem Milli Mücadele’de hem de Erken Cumhuriyet döneminde subay olarak görev
yapmış olan Zühtü Güven, Milli Mücadele’de çıkan çeşitli isyanlar için şu yorumu
yapmaktadır: “Bunların hepsi kokmuş saltanatı sürdürmek için Ferit Paşa hükümetinin
cahil, bilgisiz ve aydınlığın ne tarafta olduğunu fark edemeyen kişileri kandırmasıyla
meydana gelmiştir.” Bunu izleyen daha keskin yorumunda ise doğrudan tarafların
ilerlemeyi ve gerilemeyi temsil ettiğini vurgulamaktadır: “Bu kitabı 134 okuyanlara son

133Asım Gündüz, Hatıralarım, hazırlayan İhsan Ilgar, Kervan Kitapçılık, İstanbul, 1973, s. 6.
134Zühtü Güven, Anzavur İsyanı: İstiklal Savaşı Tarihinden Acı Bir Safha, Türkiye İş Bankası, Ankara,
1965. Bu kitap ilk kez 1948 yılında Aydınlık Matbaası’nda basılmıştır.

50
sözüm şudur: Bu kitap, ileri düşüncenin, aydınlık görüşün, yani Mustafa Kemal
düşüncesinin, geri kuvvetlere, karanlık düşünceye bir avuç insanla, fakat sonsuz bir
imanla nasıl üstün geldiğinin dosdoğru bir belgesidir.”135

Burada önemli olan nokta Milli Mücadele süresince saltanatın kaldırılması-


sürdürülmesi gibi bir konunun gündemde olmamasıdır. Bizzat bu isyanların
bastırılmasında görev almış bir subayın geriye bakarak kurguladığı tarih anlatısında bir
tür teleoloji gözlemlenmektedir. Yani yazar, Cumhuriyet döneminde geliştiği anlaşılan
tarih yorumunu bu Milli Mücadele anlatısındaki ilerici/gerici ayrımında turnusol kağıdı
haline getirmektedir. Burada geriye dönük olarak üretilen perspektif, yine subayların
ilerlemeci – modernist tarih anlayışına uygun düşmektedir.

İrtica ve ilerleme arasındaki ilişkinin Milli Mücadele anlatılarına damgasını


vurmasının pek çok örneği vardır. Erken Cumhuriyet’in genç subaylarından Kenan
Esengin’in (1928’de Kurmay olmuş ve daha sonra Tuğgeneralliğe kadar yükselmiştir)
Milli Mücadele’de Ayaklanmalar kitabında bu vurgu en üst düzeydedir. Esengin, Milli
Mücadele sürecindeki ayaklanmaları hemen her seferinde irtica ile tanımlamıştır. Bu
nokta subayların “ilerleme” idealini anlamakta özellikle önemlidir: Askerî anlamda,
düşman bir ordu “dış tehdit” ise, ayaklanma doğal olarak “iç tehdit” demektir.
Ayaklanmalar –Esengin’e göre- çoğunlukla irtica kaynaklı olduğundan, “ilerleme”,
düşmanı yenmek manasına gelmektedir. Böylece Milli Mücadele esnasında Ankara
Hükümeti’nin ayaklanmaları bastırarak otoritesini tesis etmesi ile Erken Cumhuriyet
yıllarında irtica karşıtı mücadele aynı tarihsel ilerleme sürecinin parçasıdır. Esengin’e
göre Menemen Olayı, Şeyh Sait İsyanı ve Muğlalı olayı bu anlamda değerlendirilmelidir.
Esengin, Mustafa Kemal’in büyüklüğünün ve kurtarıcılığının bir açıdan din merkezli
düşünceyi geriletmekte olduğunu vurgulamıştır.136

Milli Mücadele’nin üst düzey komutanlarından Fahrettin Altay da Milli Mücadele


sırasındaki ayaklanmaları dini gericilik üzerinden ele alarak bu tutuma ortak olmuştur.
Esasen askerî konulara eğilen kitabı İstiklal Harbimizde Süvari Kolordusu’nda,
isyanlardan söz ederken “(…) Anadolu’nun saf ve dindar halkına fesat sokulmuştu.”

135 Zühtü Güven, a.g.e., s. VII.


136 Kenan Esengin, Milli Mücadelede Ayaklanmalar, Kamer, İstanbul, 1998, s. 30. Bu kitap ilk kez 1969
yılında, “Milli Mücadele’de Hıyanet Yarışı” adıyla Ulus Basımevi’nde basılmıştır.

51
ifadelerini kullanmaktadır. Altay’a göre “bazı bölgelerdeki cahil softalar” halkı şaşırtmakta
ve Milli Mücadele aleyhine örgütlemektedir. 137

İlerleme düşüncesinin karşıtının “irtica” olarak tanımlanması ve bu ikisi arasındaki


mücadelenin Milli Mücadele’ye kadar götürülmesi, kuşkusuz iki unsurun bir araya
gelmesiyle oluşmuştur. Birincisi, subayların bizzat tanıklık ettikleri gibi Milli Mücadele
sürecinde Ankara’nın karşısında yer alan odakların dini motivasyonları Ankara aleyhine
kullanmış olmasıdır. Öte yandan Ankara’nın da dini söylemleri, din adamlarının
söylevlerini ve fetvaları mücadeleyi örgütlemek için kullanmış olduğu inkar edilemez.138

İkinci olarak ise iki savaş arası dönemin düşünsel atmosferi etkili olmuştur. Bu
anlamda Milli Mücadele’nin geriye dönük bir bakışla adeta “irticaya karşı mücadele” gibi
ele alınması, kimi Milli Mücadele’ye bizzat katılmış, kimi ise savaştan sonraki birkaç yıl
içinde subay olarak göreve başlamış olan Erken Cumhuriyet subaylarının, dönemlerinin
hâkim zihniyet ortamının etkisinde olduğunu göstermektedir. Zafer Toprak’ın ifadelerini
kullanırsak, Cihan Harbi sonrasındaki dünya ve Avrupa, “anti-klerikal rüzgarların etkisi
altındadır.” Türkiye de “Mukaddes’ten Temeddün’e” bir arayış içerisindedir; diğer bir
deyişle ulusal bir kimlik ve tarih anlayışı, İslamî düşünceyle zıt bir ilerleme fikri
öngörmektedir. 139
Subaylar da bu modernleşme paradigmasını Milli Mücadele
anlatılarının merkezine taşımaktadırlar.

2.1.4. Tekçi (Monist) Tarih Anlayışı

İlerleme ve modernleşme sürecinin geriye dönük olarak tartışılması konusunda


rastlanan bir örnek de subayların bu konuya bakışını anlamak için önemli bir ipucu
sunmaktadır. Anılarını 88 yaşında kaleme alan bir Erken Cumhuriyet subayı olan 1909
doğumlu Kenan Kocatürk’ün yorumları, tekil bir örnek olarak kalsa da tamamlayıcı bir
özellik taşıdığından ele alınmalıdır.

Kenan Kocatürk, döneminin tarih tartışmalarını yorumlarken “resmi tarih” olarak


adlandırılan tarih anlatılarına sahip çıkar. Aydınlar tarafından küçümsenen bu anlatının
gerçekleri yansıttığını ileri sürer. “Son günlerde bir moda çıkardılar… Resmi tarih
modası. Sonradan görme bazı aydınlarımız, birtakım yazarlarımız, profesörlerimiz, bizim
canlı yaşadığımız son yüzyılımızın gerçek tarihini, sanki zorla yazdırılmış gibi, resmi tarih

137 Fahrettin Altay, İstiklal Harbimizde Süvari Kolordusu, İnsel kitabevi, İstanbul, 1949, Önsöz.
138 Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, 1. Cilt, Kastaş Yayınları, İstanbul, 2000, s. 80-88.
139 Zafer Toprak, Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji, Doğan Kitap, İstanbul, 2012 s. 255.

52
diyerek karalamak istiyorlar. Demokrasi şımarıklığı ile, çirkin yüzlerini düşünce özgürlüğü
maskesi ardına gizleyerek gerçekleri saptırmak istiyorlar. Asıl maksatları Atatürk’ü ve
onun devrimlerini gündemden çıkarmaktır. (…) Biz daha ölmedik!”140

Bu örnek, alternatif bir tarih yorumuna kapalılığı göstermekle kalmayıp, Erken


Cumhuriyet subayları için inkılaplar konusunun bir tabu olduğunu da göstermektedir.
Kenan Kocatürk’ün tarihsel ilerlemeye ve Atatürk devrimlerine bu bakışı, her ne kadar
kaleme alındıkları dönemin ürünü olarak görülebilirse de, Kocatürk ile aynı kuşaktan olan
diğer subayların bu konuya bakışıyla özdeş gözükmektedir. Erken Cumhuriyet subayları
için Milli Mücadele, inkılaplar gibi konular, ilericiler ve gericiler arasındaki bir mücadelenin
parçalarıdır.

2.2. SOLİDARİZM – DAYANIŞMACILIK

Bu kısımda ilerleme konusunun bir bileşeni olan solidarizm konusu ele


alınacaktır. Dayanışmacılık ya da solidarite (Solidarité) arayışı adlandırılabilecek bu
konu, esasen ilerleme ihtiyacının gereklerinden biri olarak düşünülmüştür. Erken
Cumhuriyet subaylarında toplumda her konuda çatışmanın değil birliğin, egemen olması
gerektiği, bu birlik ve dayanışma ruhunun ilerlemeye katkıda bulunacağı düşüncesi
hâkimdir. Toplumun geri kalmışlığını aşması ve diğer toplumlarla rekabette ileri
gidebilmesi için subaylar sürekli olarak dayanışmacı bir ruhun gelişmesi tavsiyesinde
bulunmuş ve hatta bu ruhun Türk toplumunda halihazırda bulunmakta olduğunu
varsayma eğilimi göstermişlerdir. Bu yüzden dayanışmaya yapılan vurgu, ilerleme
vurgusu ile beraber, Erken Cumhuriyet subaylarının topluma bakışındaki kilit bir unsur
olmuştur.

Erken Cumhuriyet subaylarının topluma bakışında dayanışma ruhunun merkezî


bir rol oynaması, tıpkı ilerleme kavramında olduğu gibi, hem tarihî koşullardan ve
dönemin hâkim zihniyet ortamından etkilenmiş, hem de subay zihniyetinin ve askerlik
mesleğinin doğal bir refleksi olarak önem kazanmıştır. Gerek 2. Meşrutiyet döneminde
gelişen tartışmaların Cumhuriyet’e yansımaları ve siyasete etkisi, gerekse askerliğin
bireyi toplum potasında eritme ve işbirliğini öne çıkarma eğilimleri, subayların,

140Kenan Kocatürk, Bir Subayın Anıları, 1909-1999: Bitmemiş Senfoni, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 1999,
Sunuş.

53
dayanışmayı toplumsal sorunlara bir çözüm olarak görmelerine neden olmuştur.
Toplumsal sorunlara karşı geliştirdikleri dayanışmacı çözüm anlayışı Erken Cumhuriyet
subayları için zamanla bir ideoloji haline gelmiştir.

Dayanışma vurgusunu daha iyi açıklamak için önce tarihî anlamda bu vurgunun
Osmanlı-Türk siyasî ve sosyal düşüncesine nasıl etki ettiği ele alınacak, ardından özgül
koşullardan bağımsız olarak subayların birlik vurgusu yapmaya meyyal oluşları
irdelenecektir. Meselenin iki bileşeni bu şekilde ele alındıktan sonra Erken Cumhuriyet
subaylarının bu konuyu ele alış biçimleri gözden geçirilecektir.

2.2.1. İctimai Bir Görüş Olarak Tesanütçülük-Dayanışmacılık-Solidarizm

Öncelikle solidarizmin ne olduğu hatırlanabilir. Daha önce belirtildiği gibi, Mete


Tunçay, Erken Cumhuriyet’te laiklik ilkesinin demokrasi idealini saf dışı bıraktığını, laikliği
kurmak için demokrasiden ödün verildiğini belirtmektedir. 141
Buna göre Erken
Cumhuriyet döneminde halkçılık kelimesiyle özdeşleşen demokrasi, liberal ya da
sosyalist bir demokrasi anlamına gelmez; buradaki halkçılık, halk iradesi ve milli
egemenlik kavramları, ‘saltanatın karşıtı’ anlamında kullanılmaktadır. Üçüncü
Cumhuriyet Fransa’sından alınan bu söylemler, monarşi yerine halk egemenliğinin siyasî
iradeyi oluşturacağına vurgu yapar. Yani artık siyasî karar alıcı mekanizma saltanat ya
da hilafet değil, halkın kendisi olacaktır. Halkçılık ilkesi, demokrasi idealinden çok,
saltanat karşıtlığı olarak yorumlanmaktadır ve yeni meşruiyet kaynağı haline
gelmektedir.142

Bu görüşler Feroz Ahmad tarafından da benzer biçimde ele alınmıştır. Ahmad,


Batı demokrasileri ile ilişkilendirilen özel ve belirleyici niteliğin, farklı çıkarlara sahip
seçkinler ve sınıfların varlığının ve bunlar arasındaki siyasî rekabetin kabul edilmesi
olduğunu söylemektedir. Oysa Erken Cumhuriyet’te böyle bir rekabetin varlığının
tanınmasından söz etmek mümkün değildir.143 Tam tersi, bu dönemde çıkar birliği ve
bütünlük vurgusu hâkimdir denebilir.

Halkçılık ilkesi ile ifade edilen görüşün nasıl bir toplum tasavvur ettiğine de
değinilebilir. Zafer Toprak’a göre Erken Cumhuriyet’in, Jean-Jacques Rousseau’nun halk

141 Mete Tunçay, a.g.e., s. 211.


142 M. Asım Karaömerlioğlu, Tek Parti Döneminde Halkçılık, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, Cilt 2
Kemalizm, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, 272-284, s. 277-278.
143 Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki (1908-1914), Sander Yayınları, İstanbul, 1975, s. 215.

54
egemenliği kavramından esinlenerek geliştirdiği Halkçılık, liberal anlamda demokrasiyi,
solidarist bir eşitlikçilik ile ikame etmektedir. Buna göre ülkeyi düzlüğe çıkarmanın tek
yolu olarak Ziya Gökalp’in (Emile) Durkheim sosyolojisinden yola çıkarak geliştirdiği
“İctimai Tesanütçülük” (Sosyal dayanışmacılık) gösterilmiştir. Toplum, çıkarları çatışan
fertler, zümreler ya da sınıflar değil, ortak amaçlara hizmet eden bir cemiyet olarak
tahayyül edilmiştir. 144
Tesanüt-Dayanışma-Solidarite, toplumu bir arada tutup
eşgüdümlü hareket etmesini sağlayacak bir anahtardır ve bu anlamda ilerlemenin
vazgeçilmez bir parçasıdır.

Ahmad, Halkçılık kavramının Osmanlı ve Türkiye’de yaygınlaşmasında Rus


narodniklerinin etkili olduğunu ifade etmektedir. Ancak Türkiye’de bu sözcüğün çok daha
geniş bir anlamda kullanıldığını belirtir. Buna göre Türkiye siyasetinde halk, eski düzeni
yıkıp yenisini kuran bir dayanışmanın ve birliğin temsilidir ve bu birliğin içinde çatışmaya
yer yoktur.145

Solidarizm, 1908-1918 yılları arasında sosyal bilimlerdeki atılım döneminde Türk


siyasî ve iktisadi hayatına girmiştir. Gerek Osmanlı ekonomisinin yapısı, gerekse savaş
yıllarının dayattığı şartlar, liberal ekonomi fikirlerini bastırmış ve bunun yerine Milli İktisat
fikri ön plana çıkmıştır. Sonrasında ulus-devlet inşa sürecinde de Milli ekonomi fikri,
devlet iktisaddiyatı gibi yaklaşımlar ekonomik kalkınmanın temel önkoşulları olarak
alınmıştır.146 19 yüzyıl liberalizmi gözden düşerken öne çıkan bu devletçi fikirler, yalnızca
devlet müdahalesi bağlamında değil, aynı zamanda toplumsal uyum anlayışı ile de ele
alınacaktır. Bir başka deyişle, toplum, bir arada ortak çıkarlar için dayanışma içinde
çalışan bir özne olarak tahayyül edilecek, çıkar çatışmasının yerini çıkar birliği alacaktır.
Solidarizm, dayanışmacılık ya da eski adıyla tesanütçülük, toplumun çeşitli sınıf ve
zümreleriyle bir bütün olarak hareket etme iradesini vurgulayacaktır. Bu süreçte Osmanlı

144 Zafer Toprak, Türkiye’de Popülizm 1908-1923, Doğan Kitap, İstanbul, 2013, s. 343-4. Solidarizm
konusunda ayrıca bkz. Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, İletişim Yayınları,
İstanbul, 2001.
145 Faroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1915, s. 220 Ahmad başka bir

çalışmasında da, Mustafa Kemal’in 1919 Erzurum Kongresi’nde Halkçılık sözcüğünü kullanmasını zamanı
için çok ileri gördüğünü belirtmektedir. Buna göre Kemalist seçkinlerin önemli bir bölümü için halkçılık bir
siyasî barbarlıktır. A.g.e., s. 219. Buna kanıt olarak sunulabilecek bir bilgi Kazım Karabekir’in ölümünden
sonra (1967 yılında) yayınlanan bir kitabında geçmektedir. 1920 yılında doğunun durumunu anlatan bir
raporu yorumlayan Karabekir halkçılık hakkında şunları söylemektedir: “Görülüyor ki Bolşeviklikle bugünkü
şekli idaremiz arasında neticesi anarşi ve bolşeviklerin istilası olacak Halkçılık fikri İttihat ve Terakkinin gizli
mesaisi imiş.” Kazım Karabekir, İstiklal Harbimizde Enver Paşa ve İttihat ve Terakki Erkanı, Menteş
Kitabevi, İstanbul, 1967, s. 48.
146 Milli ve millet sözcüklerinin, halkçılık kavramının bir adım ileri götürülmesi olduğu ve Osmanlılık ve

İslamcılık kavramlarının yerine millet kavramının getirilmesinin amaçlandığı yönündeki bir yorum şuradadır:
Feroz Ahmad, İttihad ve Terakki (1908-1914), Sander Yayınları, İstanbul, 1975, s. 239.

55
Sosyolojisinin önemli düşünürü Ziya Gökalp, Alman Milli İktisadı ile Fransız solidarizmini
harmanlamakta ve savaş yıllarıyla gelen ekonomik ve toplumsal yıkımların, ahlakî bir
bütünleşmeyle çözülmesini önermektedir. Yani her şeyden önce ahlakî bir
dayanışmacılık, toplumun kalkınmasında anahtar olarak görülmektedir.147

Ziya Gökalp ve Tekin Alp’in bu yıllardaki yazıları Durkheim sosyolojisi etkisi


altındadır. 148 Gökalp’in Durkheim’dan devraldığı görüşlere göre, sınıflı toplumlarda,
sınıfların birbirlerini sömürme ve ezme eğilimi vardır; oysa solidarist toplum anlayışına
göre aslında sınıflar ve zümreler birbirine muhtaçtır.149 Gökalp’in solidarist bir uzlaştırıcı
tutumla ele aldığı halkçılık kavramı, daha sonra Cumhuriyet Halk Fırkası’nın
programındaki halkçılık ilkesinin de temelini oluşturacaktır; yani Erken Cumhuriyetteki
halkçılık ve ulusçuluk, dayanışmacı sosyoloji yaklaşımının bir uzantısıdır. 150

2. Meşrutiyetle birlikte gündeme gelen ve Cihan Harbi ve sonrasında gittikçe


güçlenen terakkiyatçı-ilerlemeci fikirler, “imtiyazsız, sınıfsız bir kitle” özlemini de
barındırmaktadır. Gökalp’ göre Osmanlı Solidarizmini Avrupa solidarizminden ayıran
önemli bir fark da bulunmaktadır. Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki solidarizm, sosyal adaleti
sağlamanın bir yolu olarak düşünülmüş bir yaklaşımdır. Osmanlı’da ise solidarizm daha
devrimci bir anlam kazanmıştır. Bireycilik ve toplumculuğu uzlaştırmak ve bir potada
eritmek bu fikrin özüdür. 151 Bu tespitler de ilerlemecilik ile solidarizmin iç içe geçmiş
doğasını göstermektedir.

Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet dönemlerindeki solidarizmin farkı üzerinde de


durulabilir. Geç Osmanlı aydınları için tesanütçülüğün toplumsal yönü daha öndedir;
ancak cumhuriyet döneminde aynı ideoloji, toplumsal düzenin denetleyicisi olan devlet
ve onunla özdeşleşen bir sembol olarak karizmatik lider kültü etrafında bir dayanışma
biçiminde şekillenmiştir. Türkiye tipi halkçılık, toplumu, lider etrafında uyumlu-ahenkli bir
yapı olarak görmüştür.152 Böylece bu dönemde dayanışma çağrısının aynı zamanda
devlete, lidere ve rejime sadakat anlamına geldiği de söylenebilir.

147 Zafer Toprak, Türkiye’de Popülizm 1908-1923, Doğan Kitap, İstanbul, 2013, s. 89-92.
148 A.g.e., s. 92.
149 A.g.e., s. 285.
150 A.g.e., s. 287.
151 A.g.e., s. 89.
152 M. Asım Karaömerlioğlu, Tek Parti Döneminde Halkçılık, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, Cilt 2

Kemalizm, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, 272-284, s. 282.

56
Son olarak Erken Cumhuriyet’te ekonomik bir yaklaşım olarak öne çıkan
Korporatizm düşüncesi ve doktrini de bu vurguyu taşımaktadır. Kapitalist Batı’da olduğu
gibi birbiriyle çatışan çıkarları olan gruplar Türkiye’de mevcut değildir; Türkiye kapitalist
anlamda ilerlemiş bir ülke olmadığı için, farklı ekonomik zümreleri-sınıfları temsil eden
partilerin çekişmesi anlamında politika Türkiye’nin siyaset sahasında doğru
görülmemektedir. Nitekim Korporatizm yaklaşımı, “Milli birlik ve beraberliğe” vurgu
yapmaktadır.153 Diğer bir deyişle, hem siyasî anlamda tek parti savunusunu beraberinde
getirmekte, hem de ekonomik ve sosyal yaşamın düzenlenmesinde tek merkezden
yönetilen ve dayanışan bir toplum tezini geliştirmektedir.

Kısacası Solidarist düşünce, toplumsal bir teori ve siyasî bir yaklaşım olarak
gerek 2. Meşrutiyette gerekse Erken Cumhuriyet’te fazlasıyla önemli olmuştur.
Liberalizm, sosyalizm gibi ideolojiler arasında bir tür alternatif yol olarak tahayyül edilen
bu yaklaşım, yalnızca Türkiye toplumunun nasıl olduğuna ya da nasıl olması gerektiğine
dair bir görüş geliştirmemiş, aynı zamanda terakki fikrinin bir önkoşulu olarak uyum ve
dayanışmayı sürekli ön plana çıkarmıştır.

2.2.2. Doğal Bir Subay Eğilimi Olarak Dayanışma Fikri

Solidarizmin ya da tesanütçülüğün altında insan doğasına dair temel bir varsayım


yatmaktadır. Buna göre, insan başarıya ve mutluluğa ulaşmak için diğer insanların
işbirliğine muhtaçtır. Nasıl bir sınıfa mensup olunduğu veya nasıl doğal avantajlara sahip
olunduğu önemli olmaksızın bu fikir, yani işbirliği fikri, toplumsal düşüncenin temeli
olmalıdır. Bu fikir, Jön Türklerin siyasî yaklaşımlarının olgunlaştığı yıllarda giderek kabul
görmekte olan bir yaklaşımdır.154 Bu yüzden Avrupa’da yükselen ve Jön Türkler yoluyla
2. Meşrutiyet düşüncesine etki eden, daha sonra ise savaş yıllarında gelişen devletçiliğin
de etkisiyle Erken Cumhuriyete damgasını vuran bir toplumsal yaklaşım olduğu
söylenebilir.

Öte yandan solidarizm anlayışındaki temel varsayım, söz konusu tarihî koşullar
olmadan da subaylığın ve asker zihniyetinin temel kabulleriyle örtüşmektedir. Askerlerin
güvenlik odaklı bakış açısı da, tekil insanları her zaman zayıf ve güçsüz görmektedir.
İnsanın doğada hayatta kalabilmek için işbirliğine ve grup halinde hareket etmeye ihtiyacı

153 Aykut Kansu, Türkiye’de Korporatist Düşünce ve Korporatizm Uygulamaları, Modern Türkiye’de Siyasî
Düşünce, Cilt 2 Kemalizm, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, 253-272, s. 261-262.
154 Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasî Fikirleri, 1895 – 1908, İletişim Yayınları, İstanbul, 2007, s. 249.

57
vardır. Bu yüzden subay zihniyetinde birey geri plana atılırken toplum önem kazanır.
Subayın bakış açısından, geçici ve zayıf olan birey, toplumun (milletin) kalıcılığının
potasında eritilmelidir.155

Askerlerin insan doğasına dair temel yargısı insanın zayıflığı varsayımını temel
alır. Onlara göre insan örgütlenmeye, disipline ve önderliğe muhtaçtır; zira bunlar tekil
insanın zayıflığını aşabilmesine olanak sağlayacaktır. 156 Subaya göre insan gruplar
halinde yaşayan sosyal bir hayvandır. Ölümlü tekil insanlar, daha büyük bir yapı olarak
toplumun (ulusun) “güç, büyüklük, kalıcılık ve ihtişamına” katılarak doyuma
erişebilirler.157

Mesele bu şekilde ele alındığında açıkça görülmektedir ki dayanışmacılık


düşüncesi subaylar için yalnızca dönemsel bir ideoloji değil, hayata ve insana bakışın
altında yatan temel bir varsayımdır. Bu varsayım, solidarist ideolojinin varsayımı ile
birleşmiş ve Erken Cumhuriyet subaylarının söylem ve görüşlerini de etkisi altına
almıştır.

2.2.3. Subaylar ve Solidarizm

Sorun bu şekilde tanımlandıktan sonra, bu duruma iki örnek sunulabilir. İlk örnek,
Milli Mücadele’nin üst düzey subay kadrosundan olan –ancak savaş bitince ordudan
ayrılıp sivil hayata atılan- Selahattin Adil’in, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilerlemesi
konusunda yaptığı yorumdur. Diğeri ise, denizcilik alanında ilerleme sağlanması
konusunda Amiral Afif Büyüktuğrul’a ait bir eleştiridir.

Milli Mücadele’de Mirliva olarak hizmet vermiş olan Selahattin Adil, savaştan
sonra geçim sıkıntıları sebebiyle ordudan istifa etmiştir. Savaş sonuna dair yaptığı
değerlendirmede, “İmparatorluğumuza veda etmiş, anavatanımızın sınırlı alanına
çekilmiş, milyonlarca vatandaşımızı yabancı ülkelerde bırakmış isek de…” gibi buruk bir
hisle yazıldığı anlaşılan ifadeler kullanmaktadır. Buna karşılık İmparatorluk’tan
Cumhuriyet’e geçişi bir ilerleme olarak gördüğü de bellidir. Hem demokratikleşmeden,
hem de bir dayanışma-birlik halinden bahsetmekte, birey olarak değil millet olarak
düşünen ve maneviyatı güçlü bir Türk milletinin ilerleme yolunun açık olduğunu iyimser

155 Huntington, a.g.e., s. 89.


156 A.g.e., s. 88-89, “Askerlerin insana ilişkin görüşleri kesinlikle kötümserdir. (…) Askerî etiğin insanı,
özünde Hobbes’un insanıdır.”
157 A.g.e., s. 90.

58
biçimde dile getirmektedir. “İmparatorluğumuza veda etmiş, anavatanımızın sınırlı
alanına çekilmiş, milyonlarca vatandaşımızı yabancı ülkelerde bırakmış isek de
bütünleşmiş bir millet haline gelen bir toplulukla güçlenmiş, kapitülasyonlar gibi
memleketin hayat ve geleceğini engelleyen bağlardan kendimizi kurtarmıştık. İstiklâl
savaşımızda olduğu gibi her türlü fedakârlığa katlanarak vatanın kurtulması amacıyla bir
ideal uğrunda birleşen, şahsi çıkar ve etkiden uzak kalmasını bilen bir heyetin çizeceği
yönde yüksek bir yetenek, büyük bir ahlak üstünlüğü ve aklıselim sahibi olan saygılı Türk
milletinin yakın bir gelecekte ulaşamayacağı kültür düzeyi ve uygarlık olamazdı.”
Selahattin Adil’in savaş sonrasına dair yaptığı bu yorum, ilerleme-modernleşme ile
toplumsal bütünlüğü ve dayanışmacılığı bir arada ve birbirinin önkoşulu olarak gören
bakışa bir örnektir.158

Dayanışmacılık ve ilerleme konusundaki spesifik örnek de, deniz ticaret filoları ile
donanma arasındaki dayanışmaya dair Büyüktuğrul’un yorumudur. Büyüktuğrul, ticaret
gemileri ile donanma arasındaki irtibatsızlığı eleştirmekte ve Atatürk’ün hayal ettiği deniz
gücüne ancak bu ikisi arasındaki işbirliği ile ulaşılabileceğini belirtmektedir. İkisi
arasındaki tek işbirliği 1960’a kadar süren bir uygulama ile Deniz Ticaret Okulu
Müdürlüğü’ne emekli bir subayın getirilmesidir. Büyüktuğrul, bunun sivil ticaret
gemilerine bir disiplin sağladığını ve bu askerî disiplinin çok faydalı olduğunu belirtir ve
hatta bu olmadan gemilerin yük ve yolcu bulamayacağının altını çizer.159 Büyüktuğrul’un
yorumu askerî teşkilatlanma, sivil ve askerî alanlarda birlik içinde hareket etme ve
dayanışmacılığı öne çıkarma eğilimine uygundur.

Dayanışmacı bir toplum tahayyülü, farklı sınıflardan subaylar için olduğu kadar,
farklı kuşaklardan subaylar için de ortak bir paydadır. Gerek Milli Mücadele’ye katılmış
ancak savaş bittikten sonra yaşamına sivil olarak devam etmeyi seçmiş ve emekli olmuş
olan subaylar, gerek Milli Mücadele sonrasında orduda kalıp Erken Cumhuriyet boyunca
yüksek rütbelerde görev yapmış olan subaylar, gerekse 1920’lerin ve 1930’ların genç
subayları bu konuda benzer vurgular yapmışlardır. Toplumsal dayanışma, sınıf ve zümre
ayrımı tanımama, toplumu-ulusu ortak çıkarlar doğrultusunda birlikte hareket eden ya da
etmesi gereken organik bir bütün olarak görmeye yatkınlık subaylar arasında yaygındır.

158 Selahattin Adil, Hayat mücadeleleri: Selahattin Âdil Paşanın hatıraları, Zafer Matbaası, İstanbul 1982,
s. 430.
159 Büyüktuğrul, a.g.e., s. 116-7.

59
Dayanışma vurgusu savaş ve barış ayrımı tanımamakta, her iki durumda da aynı
önemle vurgulanmaktadır. Örneğin 1939’a dek subay olarak (1930’dan sonra Orgeneral)
hizmet veren İzzettin Çalışlar, dayanışmanın savaş durumunu nasıl etkilediğini ele
almıştır. Milli Mücadele sırasında iki ordunun manevi durumunu karşılaştırırken, Türk
Ordusu’nu “Bizim yüce bir amacımız vardı.” diye anlatmaktadır. “Mevcudiyetimizin,
hayatımızı geleceği olan Türklüğü ebediyen yaşatmayı hedeflemiştik.” Yine de Yunan
ordusunun yüksek bir okur-yazar oranı sayesinde çeşitli yayınlarla milli bilinç ve
heyecanlarını diri tutabildiklerini de belirtmektedir.160 Yani bireyin, milli bilinç potasında
erimesinin her iki taraf açısından da önemi vurgulanmıştır.

Subaylar için bireyin toplumun potasında erimesi yalnızca bir savaş dönemi
durumu değildir. Barışta da benzer bir kenetlenmişlik, dayanışma ve topluma adanmışlık
aranmakta ve övülmektedir. Bunun bir örneği de Asım Gündüz’ün sözleridir. “Tek
isteğim, her safhası basiret, akıl, vatanseverlik, şuur ve hedefi malum asil ve ulvi bir
gayeye varabilmek için cömertçe harcanmış kan yolu üzerinden elde edilmiş aziz
Cumhuriyetimizin korunması, milli birliğin devamı, bu ülkenin çocuklarının birbirini
sevmesi, emeklerini ve hizmetlerini büyük ve refahlı Türkiye idealine vakfetmeleridir.
Şehitlerimiz bunun için can verdiler, en elverişsiz şartlar içinde babalar ve dedeler,
nineler ve anneler bunun için nefislerini feda ettiler.” Gündüz şöyle devam etmektedir:
“Türk Milleti, milliyetçilik duyguları, ananeleri, asli varlığının hazinesi içinde oldukça
aşamayacağı engel yoktur.” “Ferdi ve şahsi ayrılıkları düşünce hürriyeti sınırları içinde
bırakmak ve müşterek ülküye azimle, el ele, gönül gönüle yürümek!..”161

Bu sözlerden de açıkça anlaşıldığı gibi, bir önceki başlıkta ele alınan ilerleme
ideali, bireyin ulus bütünlüğü içinde eritildiği bir dayanışma toplumu ile iç içe geçmiştir.
Yukarıda da belirtildiği gibi, bu genel tespit, Erken Cumhuriyet’in deneyimli subayları için
olduğu kadar genç kuşakları için de geçerlidir. Örneğin Sıtkı Ulay Türk toplumu hakkında
şu yorumu yapmaktadır: “Belki doymuyordu, giyemiyordu, yiyemiyordu; fakat görenler
biliyor ki başı dik, istiklalinin ve hürriyetlerinin savunulmasına hazır, aldığı öğüt ve miras

160 İzzettin Çalışlar, Org. İzzettin Çalışlar'ın anılarıyla: gün gün, saat saat, İstiklal Savaşı'nda Batı
Cephesi, yayına hazırlayan İzzeddin Çalışlar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009 s. 142.
Çalışlar’ın anıları aslında Milli Mücadele’nin askerî yönünün en öne çıktığı anı kitaplarından biridir. Genelde
teknik detaylar ve harekât analizleri ile dolu olan kitapta savaşın manevi yönüyle ilgili yapılmış seyrek
yorumlardan biri budur.
161 Asım Gündüz, a.g.e., s. 5-6.

60
gereğince her sınıftan birleşmiş, elele, kol kola, nifaksız bir millet olarak öğünüyor,
çalışıyor ve güveniyordu”162

Erken Cumhuriyet subaylarının dayanışma anlayışını yansıtan bir diğer örnek de


“vatan” kavramının kullanımıdır. Bu kavram subayın bakış açısında her türlü
bireysellikten ve diğer tüm değerlerden üstün bir konumda bulunmaktadır. Örneğin
Kenan Esengin, bu tezde daha önce kısaca ele alınan General Muğlalı olayını ele alırken
Vatan kavramını bu anlamda kullanmıştır. Fevzi Çakmak’ın Muğlalı olayına yaklaşımını
değerlendirirken şunu söylemektedir: “Ordu komutanı, vatanı vatandaştan üstün tutmaya
çalışmıştı.”163 Benzer bir ifadeyi bir başka konuda Fahrettin Altay da kullanmıştır. Genç
nesillere hitap eden Altay, “En büyük idealiniz vatan olmalıdır…” demektedir.164

2.3. ERKEN CUMHURİYET’İN TAHTEREVALLİSİ: GERİ KALMIŞLIK HİSSİ VE


ÖZGÜVEN

İlerleme idealine duyulan inanç ve bu idealin bir önkoşulu olarak alınan


solidarizmin yanı sıra, Cumhuriyet’in ilk yıllarında görev yapan subayların anılarında
dikkati çeken bir nokta, geri kalmışlık hissi ve buna karşı bir kalkan gibi gelişen özgüven
söylemidir. Batı karşısında Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden kaynaklanan
yenilmişlik duygusu ve Milli Mücadele’nin başarısından kaynaklanan zafer duygusu bir
arada bulunmaktadır. Dahası, “büyük bir millete mensup olmanın” gururu ve inkılaplarla
sağlanacak ilerlemenin yeniden bir yükseliş dönemi getireceği beklentisi, Batı’nın
teknolojik üstünlüğünü teslim etmek durumunda kalma ile iç içe geçmiş ve Erken
Cumhuriyet subaylarının toplumsal düşünüşünde önemli bir yer tutmuştur. Bu bölümde
kısaca bu durumun örnekleri ele alınacaktır.

Devlet-i Aliyye’nin büyüklüğüyle gurur duyan, ancak Cumhuriyet inkılaplarının da


Türkiye’yi yükselttiğini ve belki de eski güçlü günlerine geri döndüreceğini ima eden ve

162 Sıtkı Ulay, a.g.e., s. 10.


163 Akgül, Kenan Esengin, Orgeneral Mustafa Muğlalı ve Van-Özalp Olaylarının İçyüzü, Berikan, Ankara,
2001 s. 28. Bu kitabın önsözüne düşülen dipnotta, önsözün, Kenan Esengin’in 1974 yılında basılmış
“Orgenera Mustafa Muğlalı” isimli başka bir kitabından alındığı belirtilmektedir. -Bu bilgide bir yanlışlık
olmalıdır; zira 1974’te basılan kitabın adı “Orgeneral Muğlalı Olayı 33 Kişinin Ölümü”dür.- Bu önsözde,
Esengin 1974’de yayınlanan kitabını yazma gerekçesi olarak, “politik istismarlara” konu olan bir olayı
aydınlatma isteğini dile getirmiştir. Esengin’e göre görevini yapmış olan General Muğlalı, politik oyunların
sonucu olarak mahkemeye verilmiştir. “Şimdi 1950 seçimleri yaklaşıyordu, Doğu halkını istismar etmek
olanağı doğmuştu (...) Bu kitapta, işte bu politik istismarları ve oyunları, 1945 sonrasının iç politikasına
egemen olan zihniyeti görecek ve aradan 29 yıl geçmesine karşılık neden yerimizde saydığımızın,
bunalımlara, çalkantılara girdiğimiz ve her alanda neden geriye gittiğimizin nedenlerini bulacağız.” s. XIII-
XIV
164 Fahrettin Altay, On Yıllık Savaş, s. 6.

61
Batı’nın yükselişini örtük olarak tanısa da er geç eski üstünlüğünü geri kazanacağına
inanan bu karmaşık bakış açısının en tipik örneği Kenan Kocatürk’te görülmektedir.
Erken Cumhuriyet’in genç subaylarından olan Kocatürk, “Bizden evvelki kuşak Atatürk
ve arkadaşları Türk milletinin duran hayat çarkını altölü noktasından tutup kaldırarak
çevirmeye başladılar. Gittikçe hızlanan bu çarkın devirlerini artık kimse durduramaz.
Milletin makus talihi yenilmiştir.” demektedir. Daha sonra bazı olumlu gelişmeleri kısaca
sıralayan Kocatürk, şöyle bitirmektedir: “Bu gidişimiz karşısında uzağı gören büyük
devletler eski sağlam imparatorluğumuzun hayalinden ürkerek bizi durdurmaya
çalışıyorlar.”165

Geri kalmışlık hissine panzehir olarak geliştirilen özgüvenin bir başka dışavurumu
da tarihî başarıların Batı’nın başarılarından geri kalmadığı, ancak bunların yeterince
anlatılamadığı düşüncesidir. Bu düşüncenin sivil alanda da benzer biçimde karşılık
bulduğu söylenebilir. Örneğin Erken Cumhuriyet yıllarının önemli yayıncılarından Tahsin
Demiray, Kazım Karabekir’in İstiklal Harbimiz kitabına yazdığı önsözde şöyle
demektedir: “Türk Milleti her bakımdan dünyanın en köklü milletidir. Fakat esefle itirafa
mecburuz ki, her yaprağı bir millete yetecek kadar yüklü ve şerefli olan büyük tarihimizin
yazılıp, çizilip muhafazasında affolunmaz kayıtsızlıklar göstermişizdir. Her kavim ve her
millet bir yapar on gösterir ve yüz öğünürken biz binleri arkaya atıp geçmişiz ve arkamıza
bakmamışız.”166

Böyle bir anlayış Amiral Büyüktuğrul’un Alman ve Türk denizcilerini


karşılaştırırken yaptığı bir yorumda da ortaya çıkmaktadır. Büyüktuğrul’a göre Türk
denizcileri Cihan Harbi’nde Alman denizcilerinden çok daha büyük yararlılıkları
göstermiştir. Ancak Alman subaylar bu muharebeleri anlatan daha fazla anı yazmışlardır.
Bu sebeple Türk subayların yararlılıkları görmezden gelinirken Almanların başarıları öne
çıkmıştır.167

Batının görece ileriliğine karşı, milletin içinde taşıdığı bir gücün her daim bu
eksikliği ikâme edeceği ve Batının üstünlüklerinin bu güç karşısında bir tür illüzyon
olduğu fikri de gözlenmektedir. İstiklal Marşı’nın iki dizesinde “Ulusun, korkma, nasıl
böyle bir imanı boğar/ Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” olarak karşımıza çıkan

165 Kenan Kocatürk, Bir Subayın Anıları, 1909-1999: Bitmemiş Senfoni, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 1999,
Sunuş.
166 Tahin Demiray, “Naşirin Önsözü”, Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1969.
167 Amiral Büyüktuğrul, a.g.e., s. 118,119.

62
bu düşünce, Fahrettin Altay’ın anılarında yazdığına göre Atatürk’ün Fahrettin Altay’a
okuttuğu ve orduya hitap edilen bir konuşmada da farklı bir biçimiyle görülmektedir. Bu
konuşmada “Türk ordusu, sen bütün dünya ordularının önündesin. Bu senin Altaylı
dedelerinin sana öz miras bıraktığı çok yüksek kıymetin solum bitmez tükenmez bir
çakılıdır.” 168 biçiminde ifadeler geçmektedir. Tarih Tezi tartışmalarının etkisi altında
yazıldığı anlaşılan konuşmada, teknik-teknolojik geriliğin karşısında özcü bir üstünlük
duygusu geliştirildiği gözlenmektedir. Böyle bir üstünlük duygusu Mehmet Akif’in
dizelerinde “iman” vurgusu, Atatürk’ün metninde ise Türklük vurgusu ile öne çıksa da,
temelde benzer bir biçimde özgüven kaynağı haline gelmiştir.

Batı hayranlığı ve özgüven tahterevallisini güzel yansıtan bir yorum da Ali İhsan
Sabis’in kendisine yöneltilen suçlamalara verdiği bir cevaptır. Sabis, kendisini Alman
hayranlığı ile suçlayanlara cevaben, kendisinin Batı hayranlığının kendi ülkesinin de
onların düzeyine çıkması temennisiyle ilgili olduğunu, yani dolaylı olarak milliyetçi bir
tutum olduğunu dile getirmektedir. “Garb medeniyetini sevmek ve takdir etmekliğim de
kendi milletimin bunlar gibi yüksek bir medeniyete ve refaha vasıl olmasını şiddetle arzu
etmekliğimden ileri gelir.”.169 Batı’yı ölçü alarak hedefler koymanın milli kimliğe duyulan
inançta bir boşluk yarattığı aşikardır; diğer subaylar gibi Sabis’in ifadeleri de bu çelişkileri
aşacak bir söylem arayışı olarak alınmalıdır.

Cemal Madanoğlu’nun özellikle Harp Okulu günlerine dair anlattıkları, daha


askerî eğitim düzeyinde subaya verilen özgüven duygusu ve bunun için öne sürülen
kaynakları aydınlatmaktadır. Öğrencilere özgüven duygusunun nasıl aşılandığı şu
ifadelerden anlaşılabilir: “Hocalarımızın, kumandanlarımızın bir yöntemleri vardı. Hep
bizleri yücelterek eleştirirlerdi. Bu tür eğitimin uzun yıllar devlete egemen gibi
görünmesine karşın Osmanlı toplumunda ezilmiş Türklere güven aşılamak gereğinden
doğduğunu sanırım. Batılılar karşısında aşağılık duygusunu bizim topluma aşılamak için
uzun yıllar bilinçli çaba gösterilmiştir. Buna karşılık Atatürk dönemi, yücelme ve kendine
güvenme evresidir.” Madanoğlu bu evreyi anlatırken ayrıca “Gerçekten yaman bir atılım
dönemi yaşıyorduk ve bunu içimizden duyuyorduk.” demektedir. 170

Madanoğlu’nun yukarıdaki anılara ek olarak anlattığı bir anekdot da, Harp


Okulu’ndaki bir hocanın öğrencilere anlattığı bir savaş dönemi hatırasıdır. Bu anekdotta,

168 Fahrettin Altay, a.g.e., s. 451.


169 Ali İhsan Sabis, Harb Hatıralarım, İnkılâb Kitabevi, İstanbul, 1943. 1. Cilt, s. 58.
170 Cemal Madanoğlu, a.g.e., 40-41.

63
bir Alman subayını taşıyan bir arabanın benzini azdır ve yokuş yukarı çıkan arabada
benzin deponun dibine kaymakta ve motora gelmemektedir. Bu durumda subay dâhil
arabadakiler inip yokuşta arabayı itmek zorunda kalırlar. Ancak o sırada gelen ve olaya
şahit olan bir Türk subayı, arabanın geri viteste yokuşu ters olarak çıkmasını önerir;
böylece motora benzin gidebilecektir. Alman subay bunu duyunca şapkasını çıkarıp yere
vurur. “Sonuç: Biz Türkler çok zekiyiz; ama, yeteneklerimizi kullanacak inat, sabır,
yöntem gereklidir.”171

Bunlara ek olarak Harbiye’den mezun olduğundaki duygularını da ifade eden


Madanoğlu, “Bağımsızlık savaşından zaferle çıkmış onurlu bir Ordu’nun subayları
oluyorduk.” demektedir.172

Madanoğlu’nun vurgu yaptığı her üç nokta da açıklayıcıdır. İlk olarak Türk


subayının Osmanlı geçmişinden ve Batı ile ilişkilerden kaynaklanan özgüven sahibi olma
(veya olmama) durumu ortaya konmaktadır. Dahası 1920’lerin Harp Okulu öğrencilerinin
bu durumun farkında olduğu, hocaların da öğrencilere bu bilinçle bir özgüven aşılamaya
çalıştıkları görülmektedir. Araba anekdotu örneğinde görüldüğü gibi, Türk subayının
özünde var olan bir takım özelliklerden dolayı belli bir üstünlük taşıdığı fikri öğrencilere
aktarılmaya çalışılmış gözükmektedir. Pratik durumda güçsüz ya da yenilmiş gözükse
bile Türk subayı olmak özcü bir takım üstünlüklere sahip olmak demektir. Bu soyut
kabulü somut bir başarıya dönüştüren şey ise Milli Mücadele’dir. Milli Mücadele’nin
başarıyla sona ermiş olması, nihai olarak geri kalmışlık duygusunu dengeleyen bir
faktördür. Bir uyanış ve sıçrama dönemi içinde olunduğu düşüncesi de bu özgüven
faktörüne hizmet etmektedir.

Burada subayların milli duygularının özgüven ve geri kalmışlık-yenilmişlik hissi


arasındaki konumunu ele alınırken, görece soyut konulardaki söylemler temel alınmıştır;
zira bu tartışmalar tarihî motivasyonlar tarafından şekillendirilmiş konulardır. Son olarak
somut bir konuda bu özgüven duygusunun nasıl işlediğine dair bir örnek vermek uygun
olacaktır.

1920’lerde Fahrettin Paşa (Altay), bir heyetle beraber Kızıl Ordu manevralarını
izlemek üzere Sovyetler Birliği’nde misafir olmuştur… Burada yapılan eğlence sırasında,
Kızıl Ordu subayı Gaganoviç, Türkleri öven ve dostluk mesajları içeren bir konuşma

171 Cemal Madanoğlu, a.g.e., s. 41.


172 A.g.e., s. 43.

64
yapmıştır; ancak bu konuşmada İstiklal Savaşı’nın Sovyetlerin yardımları sayesinde
kazanıldığını da belirtmiştir. Bunun ardından Fahrettin Paşa konuşmuş ve söze
“Yoldaşlar (Tavariş)” diyerek başlamıştır. Böylece büyük tezahürat alan Altay, sonra da
Gaganoviç’in sözlerinin haklı olduğunu, ancak Çanakkale’de Türk Ordusu Müttefikleri
durdurmasa “durumun acaba ne olacağını” sormuştur. Elbette kastettiği, Çanakkale’de
başarılı olunmasa Sovyet Devrimi’nin gerçekleşmeyeceğidir. Gaganoviç’in “Doğru, çok
doğru bizim dostluğumuz karşılıklı fedakârlık üzerine müessestir.”173 demesiyle sorun
çözülmüştür.

Fahrettin Paşa’nın tavrı, milli kimliğin vurgulanış biçimine duyulan hassasiyeti


göstermektedir. Fahrettin Paşa, Milli Mücadele’nin Sovyetlerden yardım alınarak
kazanıldığını kabul etse de, sadece “yardım edilen taraf” olmayı, bir anlamda daha alt bir
mevki gibi görmüş ve Sovyet subayı karşısında böyle bir izlenimi kabul etmemiştir. Bu
tavır, Lozan görüşmelerinde salonun düzenleniş biçimini kabul etmeyen ve yeniden
düzenlenmesini talep eden İsmet Paşa’nın tavrını hatırlatmaktadır ve Erken
Cumhuriyet’in deneyimli üst düzey subaylarının büyük devletlerle diplomatik ilişkilerde
mutlak eşitlik konusunda hassasiyet gösteren özgüvenli tavrını ortaya koymaktadır.

2.4. BÖLÜM SONUCU

Bu bölümde subayların yaşadıkları topluma dair algıları masaya yatırılmaya


çalışılmıştır. Subayların kısmen Geç Osmanlı ve ağırlıklı olarak Erken Cumhuriyet
döneminde içinde yaşadıkları toplumu değerlendirirken ortaya koydukları üç temel
düşünce biçimi tespit edilmiştir. Bunlar ilerleme ideali, dayanışmacılık vurgusu ve
özgüven ile özgüvensizlik ikileminde gidip gelen bir duygu karmaşasıdır.

Bu unsurlar ayrı kısımlar halinde ele alınmışlardır; ancak her birinin benzer
kaygılardan kaynaklandığı ve aynı zihniyet ortamında oluştuğu unutulmamalıdır. Batı ve
diğer dış aktörler karşısında yenilgi ve geri kalmışlık hissi ilerleme ihtiyacını getirmiş,
ilerlemenin bir an önce sağlanması aciliyeti dayanışmacı bir toplum özlemini
doğurmuştur. Bunlar, hem dönemin özgül koşullarını yansıtan gelişmeler, hem de
Samuel Huntington’un çizdiği ulus-devlet subayı profiline büyük ölçüde uyan imgelerdir.

Erken Cumhuriyet subaylarının ilerleme kavramına neredeyse sarsılmaz bir


inanç duydukları ve bunun vurgusunu sık sık yaptıkları gözlenmiştir. Bu tarihî kavrama

173 Fahrettin Altay, a.g.e., s. 457-8.

65
duyulan inanç subaylar açısından genel ve özel koşulların kesiştiği bir alan olarak ortaya
çıkmaktadır. Genel açıdan bakıldığında Huntington’un subayların tarihe bakışı hakkında
söyledikleri, Erken Cumhuriyet subayları için de tamamen doğrudur. Tarih, dersler ve
ilkeler çıkarılacak bir alan olarak görülmektedir. Böyle bir bakış, geleceğin de yönünü
tayin ettiğine inanan tarihsici yaklaşımı doğurmaktadır; tekçi bir tarih yorumuyla ilerleme
ve gerileme kavramlarının içeriklerinin, bunları kullananların tekelinde olduğu
varsayılmaktadır. Subaylar, böyle bir tarih anlayışı ile gelecekte daha güçlü, daha üstün
olmak adına ilerlemeyi savunmaktadırlar.

Özel sebepler açısından bakıldığında ise, Osmanlı - Türk modernleşmesinin


genel karakteri ile ve ayrıca Erken Cumhuriyet’in genel zihniyet ortamı ile de uyuşan bir
subay portresi çıkmaktadır. Diğer bir deyişle subay hem meslekî duyarlığının getirdiği
bakış açısıyla, hem de döneminin koşullarına uygun olarak ilerleme vurgusunu
tekrarlamaktadır.

Subayların ilerleme-modernleşme-aydınlanma kavramlarını nasıl ele aldıkları


incelendiğinde, bunların üç temel konuyla bağlantılı olarak savunulduğu görülmüştür.
Birincisi, bir ilerleme hedefi olarak laikliktir. Din merkezli düşünceyi geriletme,
aydınlanmacı ve hatta pozitivist değerleri savunma ve bunu çağdaş uygarlık düzeyine
ulaşmanın önkoşulu olarak alma, dönemin hâkim zihniyetinde olduğu gibi, dönemin
subaylarında da gözlenmektedir.

İkinci nokta devlet otoritesinin tesis edilmesini ilerleme açısından bir zorunluluk
addeden ve bu anlamda merkezîyetçi yapıyı güçlendirmeyi hedefleyen görüştür.
Subaylar hem inkılapların kabul edilmesi anlamında, hem de merkezin kontrolünden
uzak kırsal kesimlerde devlet gücünün yerleştirilmesi anlamında, iç güvenlik ve asayiş
konularını ilerleme ile paralel görmektedir. Güçlü bir ordu ve donanma, Cumhuriyet
devrimlerinin kabul edilmesine direnen “mürteci” gruplara karşı etkili olacaktır, bu da
inkılapların kalıcılığını ve modernleşmeyi sağlayacaktır. Kırsal bölgelerde ordunun şiddet
tekelini tesis etmesi ve buraları merkezî otoriteye tabi kılması ise, bu azgelişmiş
bölgelere devletin eğitim ve altyapı gibi alanlarda ulaşmasını sağlayacak ve geri
kalmışlığın önüne geçilecektir. Yani subaylar her iki anlamda da, ilerleme için devlet
otoritesinin kurulmasını zorunlu görmektedir.

Üçüncü nokta ise Milli Mücadele ile ilerleme ilişkisidir. Erken Cumhuriyet
subayları Milli Mücadele’yi ilerleme, çağdaş uygarlık seviyesine ulaşma mücadelesinin

66
bir parçası olarak tasavvur etmektedirler. Bu konunun irtica ile mücadele konusu ile
büyük ölçüde iç içe geçtiği de gözlenmiştir. Milli Mücadele’ye karşı çıkanlar ile
Cumhuriyet döneminde ilerlemeye karşı çıkanlar aynı tarihî özneler olarak kodlanmış ve
gericiler olarak görülmüşlerdir.

Konu her üç açıdan incelendiğinde, ilerlemenin, aydınlanma ve çağdaş uygarlık


düzeyine ulaşma amacının, irtica ile mücadele ve laikleşmenin ve hepsinin zirve noktası
kabul edilen inkılapların Erken Cumhuriyet subayları için tabu haline geldiği
görülmektedir. İlerleme düşüncesi ve bir sıçrama yaparak “geri kalınanlara” yetişme
ihtiyacı, acil bir konu olarak ele alınmıştır. Bu aciliyet, tarihsici bir bakışla, neyin doğru ve
neyin ileri olduğunu sorgulanamaz bir tabu haline getirmiş, subaylar da bu söylemi
paylaşmışlardır.

İkinci kısımda ele alınan solidarizm-dayanışmacılık ve bireyin toplumun


potasında erimesi konuları, esasen ilerleme konusundan tamamen bağımsız değildir.
Zira önceki bölümde ele alınmış olan ilerleme ideali, toplumsal bir uyum arayışını
beraberinde getirmiş, böyle bir uyum ve tesanüt kalkınmanın bir şartı olarak
düşünülmüştür.

Erken Cumhuriyet’in solidarist ideolojiye gösterdiği eğilim 2. Meşrutiyet


yıllarından miras kalmış ve temelde Durkheim Sosyolojisinden ve kısmen Rousseau’nun
görüşlerinden ödünç alınmıştır. Ne var ki bu dönemin dayanışmacılığı hem kendi
öncülleri, hem de Batılı kökenlerinden farklılıklar göstermiş ve 1920’ler ve 1930’lar
Türkiye’sinde farklı noktalara gelmiştir. Erken Cumhuriyet’e büyük etkisi olan bu
yaklaşım, subayların topluma ve siyasete bakışını da fazlasıyla biçimlendirmiştir.

Bir başka açıdan bakıldığında ise, solidarizmin toplumu, içinde çelişki ve çatışma
barındırmayan bütünleşmiş-homojen bir özne olarak alma eğilimi, subayların topluma
olan yaklaşımına uygun düşmüştür. İnsan doğasına dair temel asker varsayımı, kötücül
bir nitelik taşımakta ve insanı zayıf, güçsüz, fani ve işbirliğine muhtaç kabul etmektedir.
Bu yüzden birey yerine grubu öne çıkarma ve savunma, bireyden grup adına fedakârlık
ve dayanışma bekleme, askerî etiğin bir parçasıdır.

Bu iki unsur bir araya geldiğinde Erken Cumhuriyet subaylarının solidarizm


arayışları da anlam kazanmaktadır. Farklı kuşaklardan askerler, savaş ve barış gibi
değişen koşullara dair aynı yorumları yapmakta ve gerek ilerleme, gerek güvenlik için

67
dayanışmanın önemini vurgulamaktadırlar. Böylece, solidarizm arayışı, ilerleme ile
beraber, Erken Cumhuriyet subaylarının topluma bakışlarındaki iki kilit unsurdan biri
olarak ortaya çıkmaktadır.

Erken Cumhuriyet subaylarının dünya görüşünde özgüven ve özgüvensizlik


arasındaki çelişki belirleyici bir unsur olmuştur. Batı’yı ölçü alarak hedefler koymak,
ancak bir yandan da daha geride olduğunu fikrini reddetmek ve hatta korkulan bir
düşman olduğunu ifade etmek Erken Cumhuriyet subaylarında birbirine karışmıştır. Bir
yandan Batı yakalanmak istenmekte ve bunun için reformlar gerekli görülmektedir; öte
yandan bu, Batı’nın mevcut durumda üstünlüğünü kabul etmek olacağından, bunun
doğurduğu eksiklik duygusu muhtelif söylemlerle telafi edilmiştir. Milletin özünde var
olduğu düşünülen ve er geç ortaya çıkacağı savlanan arketipsel bir üstünlük, reformlarla
gelecek atılımların eski ihtişamlı günleri geri getireceği inancı, Milli Mücadele’yi
kazanmış, yani Zafer Toprak’ın deyimiyle “rövanşı hızlı almış” olmanın getirdiği gurur,
terazinin özgüven koluna yüklenen ağırlıklar olmuştur.

Bu karmaşık duygusal ve düşünsel atmosferde subayların kendilerini Batı ya da


genel olarak dış dünyaya karşı konumlandırırken, bu çelişkileri aşmaya çalışan
söylemler geliştirdikleri gözlenmiştir. Bu unsur, subayların anılarında, yaşadıkları
topluma dair görüşleri arasında belirgin bir rol oynamaktadır.

Sonuç olarak ilerleme, dayanışmacılık ve özgüven-özgüvensizlik ikilemi ve bunun


getirdiği çelişkiler, Erken Cumhuriyet subaylarının toplum odaklı düşünce biçimlerinin
ayrılmaz parçaları olarak saptanmıştır. Askerî konularda görüldüğünden farklı olarak,
toplumsal konularda (ya da spesifik olarak bu üç konuda) yatay ve dikey ayrımlar etkisiz
kalmakta, her kuşak, kuvvet (denizci – karacı) ve sınıftan (piyade, süvari vs.) subay
benzer söylemler ve kaygılar üretmektedir. Bu da subayların toplumsal tefekkürâtının
ana hatlarını netleştirmektedir.

68
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

SİYASET ODAKLI DÜŞÜNCE VE SUBAYLAR

Subayların siyaset kavramı ve siyaset üretme süreçleriyle ilişkisi, bu bölümün konusu


olacaktır. En geniş anlamıyla siyaset kavramından yola çıkıldığında konu kaba bir
biçimde iç ve dış siyaset olarak ayrılmaktadır. Ancak bölümün iki ana alt başlığını teşkil
eden iç ve dış siyaset, subay kimliğinin daha iyi anlaşılmasına yönelik açılımlar
getirmekte ve subayların dünya algısının parçalarını oluşturmaktadır. Bu anlamda siyasî
özneyi teşkil eden ulus-devletin ve milletin, diğer devletlerle ve milletlerle ilişkileri
anlamında dış siyaset ele alınırken, güvenlik odaklı düşünce, insanın kötücüllüğü ve
tarihin değişmez unsurları, güç ve savaşın kalıcılığı ve tehditlerin sürekliliği gibi konular
ön plana çıkmış, subayların düşünce evreninin merkezî unsurları olarak
belirginleşmişlerdir. İç siyaset açısından ise, siyaset kurumu ile ilişkiler, karar alıcı olmak
ile kararı uygulayan konumunda olmak ikilemi, sivil bürokrasi ile çekişmeler ve zıtlıklar
ve nihayet siyasete, siyasetçilere ve ideolojilere güvensizlik belirleyici olmuştur.

3.1. GÜVENLİK MERKEZLİ DÜŞÜNCE

Bu bölümde subayların güvenlik odaklı düşünce biçimleri ele alınacaktır. Eğitimi,


meslekî eğilimleri ve genel zihniyeti itibariyle subayların dünya, insan ve siyaset algısının
önemli bir kısmını güvenlik arayışı oluşturmaktadır. Bu anlamda subayların sürekli tehdit
ve tehdidi bertaraf etme konuları üzerine düşünmesi ve çeşitli meseleleri bu konu
üzerinden ele alması, bu mesleğin kilit unsurlarından biri olarak görülmelidir.

Bu konunun detaylıca ele alınması için öncelikle askerlerin insan ve doğaya


bakışındaki temel kötücül mantık açıklanacaktır. Ardından bu yaklaşımın kaçınılmaz
olarak muhafazakâr - realist bir siyaset görüşünü ve güç odaklı bir güvenlik yaklaşımını
nasıl doğurduğu üzerinde durulacaktır. Bu meyanda muhafazakâr realizmin ne olduğu
ve subay zihniyetinde neden bu kadar baskın bir rol oynadığı da ele alınacaktır. Bu
şekilde ilk çerçeve çizildikten sonra, Erken Cumhuriyet subaylarının da bu genel subay
eğilimlerini paylaştığı, insana ve topluma dair aynı temel bakışa sahip olduğu tespiti
örnekleriyle beraber aktarılacaktır.

İlk bölüm insanın ve toplumun yapısına dair subaylardaki genel güvensizliği ele
aldıktan sonra, bunun uluslararası ilişkilerde ve devlet güvenliği konularında nasıl karşılık

69
bulduğu masaya yatırılacaktır. Farklı kuşak ve sınıflardan Erken Cumhuriyet subayları,
hem uluslararası ilişkilere fazlasıyla güç merkezli realist yorumlar getirmiş, hem de
sorunların çözümü için yine fiziki güce sahip olmanın önemini vurgulamışlardır. İkinci
bölüm, bu bakış açısının hangi örneklerde gözlendiğini aktaracaktır.

Son olarak ise Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet’in özgül bir durumu gündeme
getirilecektir. Belirtildiği gibi subaylar güvenlik endişesiyle uluslararası ilişkilere mutlak
güç odaklı yaklaşırlar ve bu yüzden dış unsurlara karşı temkinlidirler. Diğer taraftan
ittifaklar da geliştirmek durumunda olan Silahlı Kuvvetler mensuplarının, güven ve
güvensizlik ikileminde müttefiklerine nasıl baktıkları bir başka sorun olarak ortaya
çıkmaktadır. Üçüncü bölümde bu sorun Erken Cumhuriyet subaylarının kendi ifadelerine
başvurarak ele alınacaktır.

3.1.1 Subay Gözünden İnsan Doğası

Huntington’un tespitine göre, subay zihniyetinde insan algısı mutlak bir kötücüllük
üzerine kuruludur. İnsan, doğası gereği zayıftır; bu yüzden savaş ve şiddet istisnai haller
değil, er geç geri dönülen olağan durumlardır. İnsanın doğası gereği kötü olduğu kabul
edildikten sonra, kalıcı ve nihai bir barış bir ütopya halini almaktadır. Bu yüzden subaylar
barış dönemlerinde istenmeyen adam olsalar bile, bir gün bu iyimserliğin yok olacağını
ve eski savaş durumuna dönüleceğini bilirler. Bu yüzden aldatıcı barış dönemlerine
inanmazlar ve tehdit ve güç odaklı düşünmeye devam ederler. 174 Şiddet insan
ilişkilerinde nihai hakemdir ve kaçınılmazdır. 175 Subayın gözünden her olay öncelikle bir
güvenlik meselesidir ve barış dönemlerinde dahi güvenlik arayışı temel düşünce ve
hareket biçimidir.

Bu bakış açısına basit ama temel bir örnek Selahattin Yurtoğlu’nun kaçakçılık
konusunda anlattıklarıdır. Anılarında uzun sayfalar boyunca kaçakçılığa karşı bir
istihbarat savaşı verdiğini anlatan Yurtoğlu, kaçakçılığı öncelikli olarak bir güvenlik
tehdidi olarak ele almıştır. Buna göre Türkiye Cumhuriyeti’ni zayıflatmak isteyen güçler
kaçakçılığı beslemektedir ve kaçakçılığa karşı mücadele aslında dış güçlere karşı

174Huntington, a.g.e., s. 88.


175Janowitz Morris, The professional soldier: A social and political portrait, Ill. Free Press, Glencoe,
1971, s. 242.

70
mücadeledir.176 Yüzbaşı Selahattin meseleyi bu boyutuyla ele alırken, kaçakçılığın insani
ve ekonomik boyutuna neredeyse hiç değinmemektedir.

Subaylar, belirtildiği gibi, güvenlik odaklı düşünceyi yaşama bakışlarının


merkezine koyarken, temel bir varsayımdan hareket ederler. Bu da insan türünün
doğasında savaş ve şiddetin olduğu ve tarih boyunca da olmaya devam edeceği
varsayımıdır. Savaşın bir sapma değil er geç geri gelecek bir gerçeklik olduğu varsayımı
Erken Cumhuriyet subaylarında da belirgin bir biçimde gözlenebilir. Örneğin Amiral
Büyüktuğrul, insanın yaratılış karakterinden söz ederken –ki aslında kara savaşı ile deniz
savaşı arasındaki bir farkı açıklamaktadır- “İnsanoğlu (…) savaşlarda toprak
alışverişlerinden, yüzlerce şehit vermekten ya da düşman öldürmekten hoşlanıyordu.”
demektedir. Yani savaş Büyüktuğrul tarafından yalnızca tarihin değil, insan doğasının da
bir parçası olarak görülmektedir.177

Savaşın er geç kendisini tekrar ortaya koyacak bir gerçeklik olduğuna dair temel
bir tespit de Seyfi Kurtbek’ten gelmektedir. Kurtbek bir kitabında Birinci Dünya
Savaşı’ndan sonra uzun süre savaş karşıtı propaganda yapıldığını ve gerçekçi olmayan
ebedi barış hayallerinin üretildiğini anlatmaktadır; ancak ikinci savaş bu gerçekdışı
hayalleri yıkmıştır ve artık böyle fikirlerden söz edilemez. Yani Kurtbek, savaşın insan
hayatının doğal bir parçası olduğu ve bir gün sona erecek bir şey olmadığı görüşündedir.
Şu da belirtilmelidir ki Kurtbek sıradan bir subay değil, Erken Cumhuriyet yılları ve
sonrasında askerlik, topyekûn harp, savaş ekonomisi gibi konularda kapsamlı çalışmalar
yapmış bir araştırmacıdır.178

Erken Cumhuriyet subaylarının bakış açısından, insanın kötücüllüğü, savaşın


kalıcılığı gibi temel varsayımlar, aynı zamanda devletin düşmanlarla çevrili olduğu ve
sürekli tehdit altında olduğu gibi bir yargıyı da geliştirmiştir. Devletin durumuna dair bu
mutlak güvensizlik hem iç hem de dış siyaset hakkında yapılan yorumlarda belirleyici
olmuş ve subay zihniyetinin önemli bir boyutunu teşkil etmiştir.

Örneğin Kenan Kocatürk de anılarının sunuş kısmında böyle bir güvensizliğin bir
örneğini ortaya koymaktadır. Kocatürk, Cumhuriyet’in kazanımlarının, ülkenin
düşmanlarını korkuttuğu ve harekete geçirdiği görüşündedir. Dahası, iç siyasî gerginliği

176 İlhan Selçuk, Yüzbaşı Selahattin’in Romanı, 2. Kitap, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1994, s. 204.
177 Afif Büyüktuğrul, a.g.e., s. 94.
178 Seyfi Kurtbek, Harp ve Ekonomi, İnsel Kitabevi, İstanbul, 1942 s. 7.

71
de bu durumun bir uzantısı olarak almaktadır. “Bu gidişimiz karşısında uzağı gören büyük
devletler eski sağlam imparatorluğumuzun hayalinden ürkerek bizi durdurmaya
çalışıyorlar. Dost görünüp, siyasî, iktisadi ve askerî oyunlarla, komşularımızı da
kullanarak bize karşı örtülü bir savaş sürdürüyorlar. İçeride sağdan soldan elde ettikleri
ahmak aydınlarımızla milletin zihnini karıştırıp halkı sokağa döküyorlar.” Kocatürk’e göre
yabancı güçler devleti siyasî açmazlara sürüklemekte ve yöneticileri birbirlerine
düşürmektedirler. “Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi, (…) Cumhuriyetimizi de
yıkmaya çalışıyorlar.”179

Dış dünyaya karşı bu mutlak güvensizliğin Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı ile


bir ilgisi olduğu da muhakkaktır. Zira başka durumlarda Kemalist söylemi takip ederek
İmparatorluk ile Cumhuriyet arasındaki kırılmayı öne çıkaran subaylar, dış tehditler söz
konusu olduğunda sürekliliğe vurgu yapmakta ve İmparatorluğu yıkanların Cumhuriyet’i
de yıkmaya çalıştığı sonucuna varmaktadırlar.

Örneğin Celaleddin Orhan, “ismini hatırlamadığı bir kitaba dayanarak” bir Fransız
sefirin sözlerini aktarmakta ve dış güçlerin bu planlarına vurgu yapmaktadır. Orhan’ın
yaklaşımında Avrupalılar Türkleri yıkmak isteyen düşman güçler olarak resmedilir; bu
düşman unsur, silah zoruyla yapamadıklarını ikilik çıkarmak ve bölücülük gibi
yöntemlerle elde etmeye çalışmaktadır. 180 Orhan’ın yaptığı dünya ve tarih yorumu,
yalnızca geçmişe dair tespitler içermez, aynı zamanda güncel bir talebi de içinde
barındırır. Bu tip bir dünya görüşü “ikiliği”, yani ideolojik ve siyasî ayrımları acilen bitirmeyi
önermektedir ve bunu bir güvenlik meselesi olarak ele almaktadır.181 Subayın zihninde
“homojen özü” teşkil eden ulus, bir tür solidarizm-dayanışmacılık geliştirerek, bu
tehditlerle dolu çevrede bütün olarak hareket etmelidir; aksi türdeki davranışlar bu
tehditlere karşı savunmasız kalmak anlamına gelir.182

Son olarak, Fahrettin Altay’ın anılarına göre, 1933 yılında Mustafa Kemal
tarafından yazılmış ve Fahrettin Paşa tarafından okunmuş, orduya hitap eden bir metin,
subaylar tarafından dış dünyaya karşı duyulan mutlak bir güvensizliği ortaya
koymaktadır. “(…) bütün insanlık dünyasında, insanlık dünyası diyorum, hakiki insan

179 Kenan Kocatürk, Bir Subayın Anıları, 1909-1999: Bitmemiş Senfoni, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 1999,
Sunuş.
180 Celaleddin Orhan, Bir Bahriyelinin Anıları 1914-1981, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 2001, s. 90.
181 Orhan kendisi “Hürriyet” sözcüğünü kullanmaktadır; ancak kastettiğinin “İstiklal”, yani bağımsızlık olduğu

açıktır. Dolayısıyla ikiliğe son vermek bir güvenlik meselesi olarak ele alınmaktadır.
182 Solidarizm için bkz. Bu tez “2.2.Solidarizm” bölümü.

72
olan Türk Budununun (Vatanının) hakiki düşmanları dememek için böyle diyorum.” “(…)
bunca göz kamaştırıcı görünüşlere aldırmaksızın silahlarımızı sıkı tutalım. Silahlarımızı
büyük Türk Ulusu’nu ezmek isteyenlerin gözlerine gezleyelim.”183

Bu örnek de “güvende olmak için tetikte olmak” diye özetlenebilecek subay


zihniyetini özetler niteliktedir. Subaylar meslekî eğilimleri gereği kalıcı barışa inanmazlar
ve bunu çocuksu bir düş ya da bir kandırmaca olarak görürler. Bu anlamda savaş yanlısı
ya da barış karşıtı değillerdir; ancak dış dünyayı ter türlü tehdidin gelebileceği ve
muhtemelen geleceği bir güvensizlik kaynağı olarak görürler. Bu yüzden buradan
gelebilecek tehditlere karşı her an hazır ve uyanık olunmalıdır.

3.1.2. Güvenlik Merkezli Düşünce ve Dış Dünya

Subaya göre hiçbir şey güvende değildir.184 Bu da subayın dünyaya, tarihe, iç ve


dış siyasete bakışında en belirleyici unsurlardan birini oluşturur. Özellikle dış siyaset
güvenlik odaklı bir düşünce biçimiyle ele alınmalıdır; potansiyel tehditleri bertaraf edecek
güce sahip olmak, her an savaşa hazır olmak, realist politikalar üretmek bu yaklaşımın
uzantısı olan beklentilerdir. Bu anlamda subayların muhafazakâr - realist bir düşünceye
sahip oldukları ve dünyayı bu çerçeveden gördükleri söylenebilir. Subay uluslararası
sistemi güç dengeleri açısından okur. Dahası, aktörlerin niyetlerini değil kapasitelerini
değerlendirir. İdeolojiler, söylemler ve fikirler geçicidir; kapasiteye sahip olan taraf
potansiyel tehdittir ve niyetine bakılarak değil, kapasitesine bakılarak ele alınmalıdır.
Böyle bir uluslararası ortamda, devletin güvenliğini sağlamak için iyi niyetli girişimlere
değil, silahlanmış ve savaşa hazır olmaya ihtiyaç vardır. Subaya göre, “Barışı elde etmek
için iyi silahlanmış olmak gerekir.”185

Subayın niyete değil kapasiteye bakmasının güzel bir örneği Rahmi Apak’ın
anılarında görülmektedir. 1887 doğumlu Rahmi Apak, tugay komutanlığı seviyesine
kadar yükselmiş ve Moskova ataşemiliterliği de yapmış bir subaydır. Rahmi Apak,
Sovyetler Birliği ile ilişkileri bir güvenlik meselesi olarak ele alırken, Sovyetlerin neden
Türkiye’ye saldırmadığını anlayamadığını ifade eder. Buna göre Sovyetler Birliği’nin iki

183 Fahrettin Altay, a.g.e., s. 451-2.


184 Huntington, bu çıkarımı Lord Salisbury’nin bir sözünden alıntılar: “Doktorlara bakarsanız, hiçbir şey
sıhhatli değildir; ilahiyatçılara bakarsanız hiçbir şey masum değildir; askerlere bakarsanız, hiçbir şey
güvende değildir.” Ardından kendisi şöyle devam eder: “Askerler devlete yönelik tehditlerin sürekli bir
karaktere sahip olduğunu bilirler ama gene de mevcut tehlikenin aciliyetini vurgularlar.” Huntington, a.g.e.,
s. 93.
185 A.g.e., s. 98.

73
savaş arası dönemde (yani Erken Cumhuriyet döneminde) Türkiye’ye saldırmak için
yeterli kapasitesi vardır. “O halde, bu Stalin Amca, bu kadar müsai bir zaman ve fırsatta
bulunmasına rağmen, tarihi Rus istila emellerini sağlamak için neden bir efor daha sarf
etmedi, neden çekindi, neden hiç olmazsa Kars ve Ardahan’ı işgal etmedi? Ben her
zaman düşündüğüm bu muammayı bir türlü çözemem ve bu suallerimin cevabını
veremem. (…) Aklımız ermediğinden midir nedir, ben bu muammayı bir türlü çözemedim.
Bilmem çözenler var mı?..” 186 Apak’ın olaya adeta “yapabiliyorsa neden yapmadı”
biçiminde bakması, subayların kapasiteyi niyetten üstün tutmasının ve uluslararası
ilişkilere güç merkezli bakmasının bir örneğidir. Apak böyle bir girişimin neden
gerçekleşmediğine hayret etmenin yanı sıra, anılarını yazdığı dönemde artık böyle bir
şeyin mümkün olmadığını da belirtir. Zira Türkiye artık bir NATO ülkesidir ve gelişmiş bir
teçhizata ve orduya sahiptir. “Şimdi artık bu kara günler ve kötü ihtimaller ortadan
kalkmıştır. Biz, Birleşmiş Milletler’in bir üyesi olarak, NATO’nun bir üyesi olarak, Üçlü
Balkan Paktı’nın bir üyesi olarak tarihimizde vaki olmamış bir politik avantaja malikiz.
Ordumuz da tarihte görülmemiş derecede modern silahlarla teçhiz edilmiştir. Halkımızın
morali çok yüksektir. Halkımızın anlayış ve kültür derecesi çok artmıştır ve bu da bir
savaş için önemli bir faktördür. Emperyalist Bolşevik Rusya, artık Allah’ın inayetiyle
ancak avucunu yalayabilir.”187

3.1.2.1. Tehdit Altında Olmak

Subayların tehdit algısı dış politikaya dair yorumlarını şekillendirmektedir. Buna


göre her an tehdit altında olma duygusu, düşmanlarla sarılmış olma halini beraberinde
getirmektedir. Kuşkusuz Erken Cumhuriyet’in –ya da küresel ifadeyle iki savaş arası
dönemin- güvenlik anlayışı ve atmosferi de bu durumu ateşlemektedir. “Topyekûn Harp”
kavramıyla ekonomi ve toplum yaşamının bütün unsurlarının savaşın nesnesi olarak
görüldüğü bir dönemde, barış dönemi de bir savaşa hazırlık dönemi olarak görülmekte,
topyekûn harp, topyekûn savunma gibi yaklaşımlar geliştirilmektedir.188 Bu atmosferde
mesleğini icra eden farklı rütbelerden Erken Cumhuriyet subayları bu duyguyu
paylaşmakta ve yalnızca olayları bu açıdan yorumlamakta kalmayıp, önerdikleri hareket
tarzlarını da bu bağlamda ortaya koymaktadır.

186 Rahmi Apak, Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara, 1988, s. 282.
187 A.g.e., s. 282
188 Gencer Özcan, “Türkiye’de Milli Güvenlik Kavramının Gelişimi”, Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik

Siyaseti, Evren Balta Paker, İsmet Akça (der.), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010, s. 310.

74
1930’larda teğmen rütbesinde görev yapan Sıtkı Ulay, subayların dış dünyaya ve
dış politikaya dair mutlak güvensizliğini yansıtan bir söylem üretmektedir. İkinci dünya
savaşını tarif ederken, “Düşmanlarımız çok idi. Kan ve ter bahasına kazanılmış
topraklarımızda gözü olanlar ve hatta fırsat bekleyip intikam almak isteyeler de
belirmişti." demektedir. Bütün dünyayı kapsayan bir güvenlik sorununda yine Türkiye
merkezli kaygıları öne çıkaran bu söylem, düşmanlarla sarılmış ve yalnız bir özne olma
halini de tekrar üretmektedir: “O günlerde hepimiz biliyorduk ki, bu millete dışarıdan
kimsenin yardımı, desteği emeği gelmedi ve geçmedi.” 189

Milli Mücadele’nin deneyimli generallerinden Asım Gündüz de hatıratının


“Talebeliğim ve ilk subaylığım” isimli ilk bölümünde bu bakışa bolca örnek sunmaktadır.
Bu bölüm dikkat çekici bir biçimde aslında Asım Gündüz’ün kendisinden çok Harbiye’den
arkadaşı olan Mustafa Kemal’den söz etmekte ve Harbiye ve Harp Akademisi
günlerinden Mustafa Kemal ile ilgili anekdotlar ve diyaloglar anlatmaktadır. Bu bölümde
Mustafa Kemal’in o dönemlerde söylediklerinden alıntılanan kısımların Asım Gündüz’ün
de kabul ettiği ve benimsediği görüşler olduğu anlaşılmaktadır. Bu görüşler, uluslararası
siyasî konuları güvenlik merkezli değerlendiren yorumlar olmanın yanı sıra, tüm aktörleri
potansiyel tehlike olarak ele alan subay zihniyetine de uygun düşmektedir.

Örneğin, Asım Gündüz’e göre Mustafa Kemal henüz Harp Akademisi yıllarında
yaptığı bir konuşmada, Rusların, Bulgarların, Sırpların, Yunanlıların imparatorluğu
parçalama gayreti içinde olduklarını subay arkadaşlarına anlatmaktadır. 190 Dahası,
akademide Arap subaylar da bulunduğu halde, bunların Türk subaylara mesafeli
davranmasından bir sonuç çıkarmaktadır ve “Göreceksiniz bu Araplar bize bir oyun
oynayacaklar.” demektedir.191

Asım Gündüz bu konuşmalar sırasında henüz Türkçülük fikrinin kendilerinde


gelişmediğini ve daha ziyade Osmanlıcı ve İslamcı bir birleşmeye inandıklarını belirtir.
Öte yandan, Erken Cumhuriyet döneminde belirginleşecek olan “homojen öz” ulus
merkezli güvenlik anlayışının ve diğer ulusları potansiyel tehdit olarak görme ve bunlara
karşı tetikte olmanın daha henüz imparatorluk döneminde subaylarda gözlenen bir
özellik olduğu anlaşılmaktadır. On yıllık savaşın tecrübeleriyle güçlenen bir kanı olarak
bu güvensizliğin, Asım Gündüz tarafından geriye dönük bir şekilde bu hatıralar ile

189 Sıtkı Ulay, a.g.e., S. 9-10.


190 Asım Gündüz, Hatıralarım, İhsan Ilgar (Haz.), Kervan Kitapçılık, İstanbul, 1973 s. 16.
191 A.g.e., s. 20.

75
yeniden üretildiğini söylemek de mümkündür. Her durumda bu örnek, Huntington’un
subay zihniyetindeki insan doğasına duyulan güvensizlik ve insanın özünde saldırgan ve
kötü olduğuna dair inanç hakkında söyledikleriyle örtüşmektedir.

3.1.2.2. Gücün Faydaları

Subayların bakış açısından güvenlik ancak güçlü ve hazır olmakla sağlanabilir.


Ancak askerî anlamda güçlü olmanın faydaları bununla sınırlı değildir. Pek çok durumda
subaylar ve onların görüşlerini paylaşan sivil yorumcular, askerî gücün yüksek olmasının
devletin itibarını da arttırdığı ve dış politikada başarıya fayda sağladığı görüşündedirler.
Bu yüzden askerî güç, şu veya bu diplomatik önlem ve girişimden daha önemli olarak
görülmektedir.

Sivil bir araştırmacı olan Nejat Gülen, 1933 yılında ilk kez donanmanın kararlılık
ve güç gösterisi için kullanıldığını belirtmektedir. İsmet Paşa’nın Bulgaristan ziyareti için
Yavuz ve iki muhrip Varna’ya gitmiştir. Gülen, bu durumun Balkanlarda aleyhte olan
havayı lehe çevirdiğini belirtmektedir. 192 Yine benzer biçimde, İtalya’nın 1935’teki
tutumuna karşı yine deniz gücü kapsamında bir güç gösterisi yapıldığını ve bunun da
İtalya’nın bakışının değişmesinde etkili olduğunu aktarmaktadır. Gülen’e göre yalnızca
büyük devletlerin yapabildiği “Gambot politikası” bu örnekte ikince kez başarıyla icra
edilmiştir.193

Amiral Büyüktuğrul da savaşa hazır bir donanma bulundurmanın güvenlik


açısından faydasını anlatmaktadır. Buna göre güçlü ve hazır bir donanmaya sahip
devletler, savaş çıkmasını önleyecek caydırıcılığı da ortaya koyabilirler. Osmanlı
tarihinden örnek veren Büyüktuğrul, İngiltere’nin donanma gücüyle Rusya’yı Osmanlı
Devleti’ne saldırmaktan alıkoyabildiğini belirtir. Oysa ona göre, II. Abdülhamit denize
gereken yatırımı yapmamış ve “politik tedbirlerle imparatorluğu ayakta tutabileceğini”
sanmıştır. Büyüktuğrul, yeterli büyüklükte bir donanmaya sahip olunsaydı, 1897
Osmanlı-Yunan Savaşı’nın gerçekleşmeyebileceğini belirtir. 194
Büyüktuğrul’un bu
yorumu güç politikasına ve güç ile sağlanan dengeye yatkın subay zihniyetini ortaya
koymaktadır. Politik – diplomatik önlemler ile barışın ve güvenliğin sağlanması fikrine

192 Nejat Gülen, a.g.e s. 380.


193 A.g.e., s. 381.
194 Afif Büyüktuğrul, a.g.e., s. 33.

76
duyulan inançsızlık, bir subayın karakteristik anlayışı olarak ortaya çıkmaktadır; barış ve
güvenlik ancak güçlü ve caydırıcı olmakla mümkündür.

“Şiddet seçeneğinin ya da güç uygulama potansiyelinin uluslararası ilişkilerde


son tahlilde tek geçerli yöntem olduğu düşüncesi, Milli Mücadele’ye yönelik anlatılarda
da ortaya çıkmaktadır. Diplomasi ve politikayla çıkarlara uygun kalıcı bir başarı elde
edilemeyeceği ve itibarlı bir sonuca ancak örgütlü şiddet yoluyla ulaşılabileceği, bizzat
İstiklal Savaşı komutanlarının geriye dönük yorumlarında gözlenen bir konudur. İzmir’in
işgalinden sonra bu şiddet seçeneği, mukavemet olarak ortaya çıkmıştır. İzmir’in
işgalinden hemen önce İzmir’de bulunan Kazım Özalp, işgal öncesi günleri anlatırken,
Yunan zırhlısı Averof’un İstanbul’a yaklaştırılmamasının, İtilaf Devletlerinin milli hisleri
rencide etmeme politikası olarak görüldüğünü belirtmiştir.195 İşgal öncesi ve sırasında ne
yapılması gerektiğine dair farklı görüşleri ele alırken, her türlü sivil girişimi (diplomatik
vs.) tamamen faydasız bulmuş ve silahlı teşkilat kurmak ve silahlı mukavemet dışındaki
fikirleri savunanları zayıf karakterli olarak nitelemiştir.196 Bu, Milli Mücadele’ye dair sıkça
tekrarlanan bir yorum olmanın yanı sıra, örgütlü şiddet olmadan güvenliğin
sağlanamayacağı yönündeki realist görüşe de paraleldir.

Bu konuda yine Büyüktuğrul’un bir başka yorumu da Yavuz gemisinin


onarılmasının uluslararası politika ve güvenlik konusuna etkisi ile ilgilidir. Buna göre
Yavuz’un onarılmasından sonra Yunan donanma subayları ile yenen bir yemek sırasında
pencerelerden tam yol seyretmekte olan Yavuz görülmüştür. (Geminin bilerek mi o
sırada oradan geçirildiği belirtilmiyor.) Büyüktuğrul’a göre Yunan subayları Yavuz’a
yalnızca hayran olmakla kalmamış, Türklerle yalnızca barış içinde olabileceklerine dair
fikirler beyan etmişlerdir. “Demek ki, düşman olarak Yunanlıları yenmekten çok dost
olarak onları kazanmak için Türkiye Cumhuriyeti’nin istediği donanmaya sahip olmak
şarttı. Donanmasızlık sevgili vatanımıza dost değil düşman kazandırırdı.”197

Bu sözler de barışın ancak güçlü olmakla korunabileceği ve silahlanmanın


savaşa değil barışa hizmet edeceği görüşüne uygundur. Huntingtion bu realist anlayışı
izah ederken şu ifadeleri kullanmış ve benzer bir örneğe başvurmuştur: “Bir devlet
taleplerini güçle destekleyecek dayanıklılık ve iradeye sahip değilse, diplomasi yoluyla

195 Kazım Özalp, Milli Mücadele 1919-1922, Cilt 1, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1971-1972, s. 3. Kazım
Özalp Milli Mücadele anılarını 1929-1931 yılları arasında kaleme almış, 1955 yılında düzeltme ve eklemeler
yapmıştır. Anılar 1971 yılında ölümünden sonra ilk kez basılmıştır.
196 A.g.e., , s. 4.
197 Büyüktuğrul, a.g.e., s. 135.

77
pek bir şey elde edemez. Nelson’un da bir defasında belirtiği gibi, “Avrupa’daki en iyi
arabulucu, Britanya’ya ait bir savaş gemisi filosudur.”” 198 Huntington’un örneği ile
Büyüktuğrul’un yorumu arasındaki benzerlik dikkat çekicidir.

3.1.2.3. Güç Odaklı Siyaset

Subayların muhafazakâr - realist bir dış politika anlayışına sahip olduğu ve diğer
devletlerin durumlarını öncelikle tehdit oluşturabilme potansiyelleri açısından
değerlendirdikleri vurgulanmıştır. Bu temel unsur, Erken Cumhuriyet subaylarının dış
dünya ile ilgili yorumlarına da damgasını vurmuştur. Pek çok durumda subaylar önceliğin
kendi ülkelerinin ve milletlerinin çıkarları olduğunu vurgulamış ve dış politika atmosferini
bu çıkarların korunması ve güvenliği sağlanması bağlamında değerlendirmişlerdir. Bu da
kaçınılmaz olarak güç odaklı bir siyaset analizini beraberinde getirmiştir.

Örneğin Selahattin Adil, Lozan’dan sonra ülkenin ve dünyanın içinde bulunduğu


durumu değerlendirirken, Avrupa’nın bir buhran geçirmekte olduğunu ve Rusya’nın da
perişan durumda olduğunu vurgulamakta ve bunu ülkenin geleceği için olumlu
görmektedir. Diğer devletleri tehdit potansiyelleri açısından değerlendiren ve kötü
durumda olmalarını –uzun süre tehdit olamayacakları için- olumlu bulan bu yaklaşım
güvenlik odaklı düşünceye uygundur.199

Aynı düşünceyi daha kapsamlı bir biçimde ifade eden bir subay da Ali İhsan
Sabis’tir. Sabis, her şeyden önce Türklüğün ve Türk Vatanının çıkarlarını düşündüğünü
ve düşüneceğini belirtmiştir. Buna ek olarak, Türklere yardım eden ve ortak çıkarlar
doğrultusunda çalışan “Ecnebileri” de seveceğini vurgulamıştır. Buna göre, iki devlet
ortak çıkarlar için bir üçüncüye karşı bir arada davranıyorsa, “müşterek bir düşmanı
ezmek için”, bu ikisi arasındaki dostluğu geliştirmek de bir milli görevdir. Sabis, Rusya’ya
karşı Alman ittifakını da böyle değerlendirmekte, ancak kör bir Alman hayranlığına
dönüşmemesi gerektiğini de eklemektedir.200

Elbette bu açıklamalar Sabis hakkındaki siyasî eleştiriler ve spekülasyonlardan


bağımsız ele alınamaz. Zira bunlar, bir anlamda, Sabis’in Alman taraftarı olduğuna
yönelik suçlamalara verilen bir cevaptır; ancak “müşterek düşmanı ezmek” için kurulan

198 Huntington, a.g.e., s. 92.


199 Selahattin Adil, Hayat mücadeleleri: Selahattin Âdil Paşanın Hatıraları, Zafer Matbaası, İstanbul 1982,
s. 429.
200 Ali İhsan Sabis, Harb Hatıralarım, İnkılâb Kitabevi, İstanbul, 1943. 1. Cilt, s. 57.

78
ittifak hakkında söyledikleri, aynı zamanda muhafazakâr - realist siyaset yaklaşımına da
uygundur.

Ali İhsan Sabis’in dış politikada güç odaklı yorumlar geliştirmesinin uç bir örneği
de İkinci Dünya Savaşı hakkındaki fikirleridir. Sabis, Bolşevik Rusya’nın yayılmasına
karşı bir Avrupa ya da Alman seddi fikrini savunmaktadır. Buna göre İngiltere ile Almanya
bir Kıta gücü teşkil etmek üzere ittifak yapmalıdır. 201 Bu tarz öneriler, Sabis’in “İkinci
Cihan Harbi” kitabında yazılmıştır; geliştirilen yaklaşımlar dönemin oturmuş müttefik
ilişkilerine uymasa da subayların güç dengeleri üzerine söylenenleri doğrulamaktadır;
zira Sabis tüm bu Bolşevik karşıtı hattı Türkiye’nin güvenliğine katkı sağlayacağı
sebebiyle desteklemektedir. Bolşevik yayılmacılığının nihayetinde Türkiye’yi tehdit
edeceğini düşünen Sabis, Almanya’nın kazanmasını bu açıdan savunmaktadır202.

Sonuç olarak iki subayın, Selahattin Adil ve Ali İhsan Sabis’in iki savaş arası
dönemin başına ve sonuna dair yaptıkları yorumlar, subay zihniyetinin dış politikaya
bakışını özetler niteliktedir. Adil’in iki savaş arası dönemin başında dış dünyanın
güçsüzlüğünü olumlu bir tablo olarak değerlendirmesi ve bunu olası tehditlerin zayıflığı
olarak ele alması, Sabis’in ise bu dönemin sonundaki savaş atmosferini Türkiye’nin
çıkarları açısından yorumlaması ve beklentilerini bu yönde inşa etmesi, subayların dış
politikaya, mensup oldukları ulus-devletin çıkarları açısından baktığını göstermektedir.
Bu anlamda subaylar için dış siyaset, güç odaklı bir oyundur.

3.1.3. Müttefike Güvensizlik – İhtiyaç İkilemi

Yukarıda Ali İhsan Sabis örneğinin de gösterdiği temel bir ikilem, müttefik sahibi
olmak ile ülke çıkarlarını savunmak arasındaki ikilemdir. Ulus-devlet çıkarlarını
savunmak için ittifaklar oluşturabilir ve bu da subayın güvenlik arayışının bir parçasıdır. 203
Öte yandan, belli bir amaç için ya da belli bir ortak düşmana karşı bir araya gelinse de
temelde farklı ulusal çıkarları olan müttefik güçlerin subayları arasında, muhtelif
sorunların gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Bu bölümün bu son kısmında, bir müttefik ile

201 Ali İhsan Sabis, Harb Hatıralarım, İnkılâb Kitabevi, İstanbul, 1943. 2. Cilt, s. 4.
202 İkinci Cihan Harbi sırasında alevlenen Turan tartışmalarının da Sabis’in Alman taraftarlığında payı
olabilir. Yukarıdaki ifadeler Sabis’in kendi söylemlerini yansıtmaktadır: “Neşrettiğim kitaplarda Alman
mukavemetinin, gerek Türkiye’nin istikbali be istiklali ve gerek Avrupa’nın Bolşevik tahakkümünden
korunması içim lazım olduğu, bu sebeple Anglo – Saksonlarla Almanlar arasında bir uzlaşmanın hayırlı
olacağı, bir tarafın tamamıyla yıkılması halinde Avrupa’nın sefalete düşeceği fikrini müdafaa ediyordum.
Henüz daha Fransa’ya asker çıkarma hareketleri yapılmamış iken neşredilmiş olan bu düşünceler tahakkuk
etmiş olsaydı, herhalde 1945’ten sonraki Bolşevik tahakkümüne meydan verilmemiş olurdu.” A.g.e., s. 4
203 Huntington, a.g.e., s. 95.

79
beraber çalışmanın Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet subayları için ne anlama geldiği
ele alınacaktır.

Daha henüz Birinci Dünya Savaşı günlerinde söz konusu çelişkinin kendini güçlü
bir biçimde gösterdiği belirtilmelidir. Örneğin Bağdat’ın kaybedilmesi sırasında bölgedeki
6. Ordu’yu komuta eden Halil Kut, kendi emrindeki iki kolordudan biri olan 12.
Kolordunun, Alman planlarına uygun olarak İran bölgesinde harekât yapmaya
zorlandığını anlatmaktadır. Bu harekâtı gerçekçi bulmamanın yanı sıra, esasen Irak’taki
İngiliz tehdidinin büyüklüğünü vurgulayan Halil Paşa, Goltz Paşa ile beraber Bağdat’a
gelen Alman Misyonu hakkında çok sert eleştiriler yapmaktadır. Kut, Bağdat’ı savunan
18. Kolordunun elinden gelen her şeyi yaptığını ve bu orduyu komuta eden Kazım
Karabekir’in “Mucizeler yarattığını”, ancak sonuçta Bağdat’ın düştüğünü söylerken,
Alman misyonunu da suçlamaktadır: “Bunlar hep İran işleriyle meşguldüler. Bunlar güya
İran’da bir Alman ordusu yahut Alman taraflısı ordu kuracaklardı.” Biraz sonra da şu
yorumları yapmaktadır: “Bizim İran ortalarına kadar sürülüp sonunda Irak’ı
kaybetmemize sebep olan maceraların altında da bunların telkinleri ve Umumi Karargâhı
yanlış kararlara sevk edişleri vardı.” Kut, Almanların, bir gün zaferden sonra İran ve
Türkiye’nin Almanların eline düşmesini düşlediklerini söylemektedir.204

Benzer bir durum Geç Osmanlı donanmasının seçkin subayı, Erken


Cumhuriyet’in en önemli politikacılarından Rauf Orbay’ın anılarında gözlenmektedir.
Orbay örneği tesadüfi olmayıp aynı zamanda bu sorunun denizciler arasında daha derin
bir biçimde yaşandığını da ortaya koymaktadır. Zira Bahriyelilerin Almanlar’ı en çok
eleştiren sınıf olduğu söylenebilir. Eleştiri çoğunlukla deniz gücünün Almanların
çıkarlarına uygun olarak kullanılmasına yöneliktir, bazen ise rütbe ve yetki karmaşası ve
emir - komuta konularındaki çatışmalar öne çıkmaktadır; bu iki unsur birçok zaman
birbirine karışmış durumdadır. Ancak temelde Almanlara karşı bir güvensizlik hâkimdir.
Rauf Orbay henüz Cihan Harbi yıllarında Amiral Şason (Souchon) ve diğer Alman denizci
subayları ile arasındaki problemleri anlatırken bunları en büyük sorunu olarak vurgular.
Orbay’a göre Alman subaylar Bahriye’yi tahakküm altına almak istemektedir. 205 Bu

204 Halil Kut, Kutü’l – Amare Kahramanı Halil Kut Paşa’nın Hatıraları, Haz. Erhan Çiftçi, Timaş Yayınları,
İstanbul, 2015, s. 167-170.
205 Rauf Orbay, Siyasî Hatıralar, Örgün Yayınevi, İstanbul, 2003, s. 49. Rauf Orbay anılarını -kısmen

yazmaya başlamışsa da- 1960 yılında Feridun Kandemir ile birlikte çalışarak yazmıştır. Feridun Kandemir,
Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, Yakın Tarihimiz Yayınları, İstanbul, 1965, s. 23

80
amaçla her türlü hareketi denetleme ve yönlendirme çabası içindedirler. Dahası Alman
subaylar raporlarını da Erkân-ı Harbiye’ye değil, Alman karargâhına vermektedir.206

Rauf Orbay Bahriyelilerin bu durumdan üzüntü duyduğunu nakleder ve kendisinin


de Bahriye’yi milli çıkarlara uygun bir konuma getirmek için mücadele ettiğini anlatır.
Örneğin Bahriye’nin ıslah edilmesi için yapılan bir proje hakkında Amiral Şason bilgi
almak istediğinde bu bilgiyi vermeyi reddetmiş ve kendisinin ancak Bahriye Nazırına
karşı sorumlu olduğunu belirtmiştir. Sorunun devamında Cemal Paşa da “Esasen harp
zamanında müşavire ihtiyacımız yoktur. Bahriyemiz için de Alman amiraline lüzum
yoktur.” diyerek Rauf Bey’e desteğini belirtmiştir.207 Orbay’a göre Amiral Şason bunun
üzerine Orbay aleyhine teşebbüslerde bulunduğunda Enver Paşa’dan şu cevabı almıştır:
“Biz evvela ve her şeyden önce Türküz. Sonra Türklere ve Türk vatanına dost olanların
dostuyuz ”208

Amiral Büyüktuğrul da Bahriye’nin yabancı uzmanlardan yararlanmasının


tarihinden bahsederken benzer bir yaklaşım gösterir. Ona göre ikinci meşrutiyet
döneminde donanmaya getirilen İngiliz uzmanlar savaş sanatını değil, yalnızca gemiciliği
öğretmişlerdir. Büyüktuğrul bu bilgisinin anılan dönemde onlardan eğitim almış
subaylardan geldiğini belirtir. Büyüktuğrul yine Cihan Harbi’ndeki Alman Subaylardan
söz ederken bunların yararlılığının sınırlı olduğunu ifade eder ve daha da ileri giderek
bunun belki de Alman İmparatorluğunun dünyaya hâkim olma hedefiyle ilgili olduğunu
söyler.209

Öte yandan müttefiklere duyulan bu genel güvensizliğe rağmen, personel


yetiştirme ve doktrin geliştirme gibi konularda müttefiklere ihtiyaç duyulmaktadır.
Büyüktuğrul’a göre Almanlar zaten Almanca tutulmuş olan savaş ceridelerini ve
raporlarını savaş sonunda toplayıp götürmüşlerdir ve Türk donanmasının elinde
talimname dâhil hiçbir şey kalmamıştır. Böyle bir ortamda yeniden yapılanma ve
personel eğitimi konuların dış yardım olmadan başarılması söz konusu olamamıştır. 210

206
Rauf Orbay, a.g.e., s. 47.
207 A.g.e., s. 50.
208 A.g.e., s. 53 Almanya ile ilişkilerde ihtiyaç-güvensizlik ikilemi diplomatik krizler dahi çıkarmıştır. Almanya

ile Türkiye arasında Ocak 1915’te imzalanan (ve martta yenilenen) antlaşmada Almanya’ya Osmanlı
Ordusunun “sevkü idaresinde fiili bir nüfuz sağlayan” maddenin kaldırılmak istenmesi kriz çıkarmıştır.
Savaşın devamında da ordunun kontrolü meselesinde gerginlikler yaşanmıştır. Sina Akşin, Jön Türkler ve
İttihat ve Terakki, Remzi Kitabevi, İstanbul 1987, s. 297-298.
209Büyüktuğrul, a.g.e., s. 118. “Birinci Dünya savaşında Türk Donanmasına komutanlık etmiş olan Amiral

Schoson, belki de Alman İmparatorluğunun güttüğü dünyaya hâkim olmak politikasının bir gereği olarak,
Türklere hiçbir şey öğretmemişti.”
210 A.g.e., s. 119.

81
Bu durumu doğrular bir nokta da Bahriye Vekâleti’nin çalışmalarında yabancı yardımına
ihtiyaç duyduğu bilgisidir. Buna göre Bahriye Vekâleti özellikle personelin teknik
kapasitesini arttırmaya odaklanmıştır, ancak eğitim, sevk ve idare konusundaki
tartışmalar çok dağınıktır; bu sorunun ancak yabancı bir personelin gelişiyle
çözülebileceği düşünülmektedir.211

Büyüktuğrul, Cihan Harbi sırasında gelen yabancı denizci subaylar ile Erken
Cumhuriyet döneminde gelenler arasında bir ayrım yapar ve ikincisinde hizmet veren
Alman subayların çok daha iyi hizmet ederek yardımcı olduklarını belirtir. Bir yandan
Alman subaylara duyulan güvensizlik devam etse de, birlikte çalışılmaya devam
edilmiştir.212 Erken Cumhuriyet dönemi gerek Geç Osmanlı dönemi ile gerekse İkinci
Dünya Savaşı sonrası dönemlerle kıyaslandığında diğer ordularla en az ilişki kurulan
dönemdir. 213 Ancak bu dönemde dahi Alman subaylarla ilişkiler kopmamıştır. Bu
dönemde Alman subaylar, iki devlet arasında yapılan anlaşmalarla değil, kişisel
sözleşmelerle Türkiye’ye gelmişlerdir. Gencer Özcan’a göre bu durumun temelinde,
Versailles Anlaşması ile birlikte Almanya’nın askerî olarak kısıtlanması kadar, iki
ordunun subayları arasındaki birlikte çalışma alışkanlıklarının da payı vardır.214 Türk ve
Alman subaylar arasındaki güvensizlik ve ihtiyaç ikilemi, bir tür “Ne sev ne terk et”
noktasına varmıştır.

Güvensizliğin devam ettiğine dair en belirgin örnek, bizzat Musafa Kemal Paşa
tarafından yürütülen bir deniz manevrasıdır. 1928 Yunanlıların Çanakkale açıklarında bir
manevra yaptığı öğrenilince bir karşı manevra yapılmıştır. Bu manevrada olası bir
saldırıya karşı donanmanın nasıl karşılık vereceği (Bizzat Mustafa Kemal tarafından)
denetlenmiştir. Büyüktuğrul’un Fahri Engin’den aktardığı bilgiye göre Alman subaylarının
bu manevraya katılması engellenmiştir.215

Kısacası, müttefik ile birlikte çalışmak ile güvensizlik çelişkisi Cihan Harbi ve hatta
öncesindeki dış askerî yardım dönemlerinden miras alınarak devam ettirilmiştir. Bir
yandan kapsamlı askerî eksiklikleri giderme ve teçhizat, eğitim ve doktrin geliştirme

211 Nejat Gülen, a.g.e., s. 372.


212 Büyüktuğrul, a.g.e., s. 122.
213 Mesut Uyar, A. Kadir Varoğlu, “In Search of Modernity and Nationality, The Evolution of Turkish Military

Curricula in Historical Perspective”, Armed Forces & Society, Vol. 35 No. 1, 2008 s. 192. Makalenin
yazarları bunun sebebini kısaca sosyo-ekonomik hedeflerin daha öncelikli olmasına bağlamışlardır.
214 Gencer Özcan, “Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi Ordusunda Prusya Etkisi”, Türkiye’de Ordu, Devlet ve

Güvenlik Siyaseti, Evren Balta Paker, İsmet Akça (der.), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010,
s. 197.
215 Büyüktuğrul, a.g.e., s. 125. Nejat Gülen, a.g.e., s. 378.

82
anlamında dış yardıma ihtiyaç duyulmuş, bir yandan ise her ordunun subaylarının nihai
olarak kendi devletlerinin çıkarlarına hizmet edeceği ve bu çıkarların da Türkiye’nin
çıkarlarıyla çatışacağı öngörüsü belirleyici olmuştur. Özellikle daha üst düzey teknik bilgi
gerektiren Bahriye alanında dış yardıma Erken Cumhuriyet döneminde ihtiyaç duyulmuş,
ancak kritik anlarda subaylar müttefik subaylara karşı güvensizlik hissetmiş ve son
kertede ulusal çıkarların farklı olduğunu düşünmüşlerdir.

3.2. SUBAYLAR VE SİYASET

Erken Cumhuriyet siyaset ile ilişkisi ele alınırken konu iki ana kısma ayrılmıştır.
Birincisi, bir önceki kısımda incelenmiş olan dış siyasettir. Subayların dış siyasete ilişkin
yorumlarının ve daha geniş anlamda dış dünyaya dair algılarının, siyasetin sınırlarını
aşan bir biçimde strateji, güvenlik ve tehdit algıları gibi konulara taştığı gözlenmiştir.
Subay zihniyetini anlamak için son derece önemli olan bu konu, mümkün olduğunca bir
bağlama oturtulmaya çalışılmıştır; zira basitçe subayların dış politika hakkındaki
görüşlerini aktarmak, ampirik bilginin derlenip sunulmasından öteye geçmeyecek bir
girişim olurdu. Nitekim söylenenleri bir zihniyet çerçevesi içine oturma çabası ile
subayların dış dünya algısının güvenlik odaklı düşünce paralel olduğu gözlenmiştir.

Bu çerçevede düşünüldüğünde, bu kısımda ele alınacak olan iç siyaset ile ilişki


de sadece subayların siyaset kurumu ile ilişkisi açısından ele alınmayacak, bu tema
üzerinde subay kimliğine ve zihniyetine dair daha kapsamlı bir cevaba ulaşılmaya
çalışılacaktır. Kuşkusuz, subay ve siyaset ilişkisi ile ilgili geliştirilmiş olan literatürden
faydalanılacaktır; ancak son tahlilde önemli olan askerlerin düşünce biçimini yansıtacağı
varsayılan yapbozun bir parçasını tamamlamaktır.

Konu incelenirken öncelikle diğer yorumcuların Erken Cumhuriyet ordusu ve


subayının siyasî konumu hakkında söyledikleri aktarılacak ve bunun teorik karşılığı ele
alınacaktır. Bu dönemde ordunun politik bir güç mü yoksa apolitik ve “kışlasından
çıkmayan” bir yapı mı olduğu sorusunun ötesine geçilmeye çalışılacak ve ordunun
sadece siyaset kurumu ile olan ilişkisi değil, aynı zamanda sivil bürokrasi ile olan ilişkisi
tespit edilmeye çalışılacaktır. Ardından, gerek Geç Osmanlı gerekse Erken Cumhuriyet
devirlerinde askerler için karmaşık bir sorun teşkil eden, meşru siyasî otoritenin kim
olduğu ve askerî bürokrasinin kime bağlı olduğu hakkındaki karmaşa ele alınacaktır. Bu
karmaşa, askerler bürokratik itaati benimseseler bile, kime itaat edecekleri sorusunu
doğuran hayati önemde bir sorun teşkil etmiştir. Buradan sonra, askerî bürokrasi

83
makinesinin mensubu olarak subayların, sivil bürokrasi ile yatay ilişkileri ele alınacaktır.
Bunu, dikey bir itaat ilişkisi olarak, hangi durumlarda siyasî iradeye koşulsuz itaat içeren
bir tavır izlendiği sorusu takip edecektir, yani subayların hangi durumlarda tam bir
bürokrat gibi davrandığı tespit edilmeye çalışılacaktır.

Daha sonraki üç alt başlıkta ise subayın bir bürokrat olmanın tam zıddı bir
davranış ve düşünce biçimi ortaya koyduğu örnekler ele alınacaktır. Subay olmanın
ayrıcalığı, siyaset üstü bir devlet aidiyeti ile hareket etme ve sivil siyasete duyulan
güvensizlik masaya yatırılacaktır. Bunlardan sonra ise, sivil siyasete duyulan güvensizlik
konusuna paralel olsa da ondan bağımsız bir mesele olan ideoloji düşmanlığı
incelenecektir.

Bu değerlendirme çerçevesinde Erken Cumhuriyet subaylarının siyasetteki


konumu ve sivil bürokrasi ile ilişkisi analiz edilmeye çalışılacaktır.

3.2.1. Genel Çerçeve

Ordu, Weberci anlamıyla bürokratik bir örgüttür.216 Subay da yine Weber’in ideal
tipi çerçevesinde değerlendirildiğinde, sıradan bir bürokrattan farklı bir konumda
değildir.217 Subayın sivillerle ve siyasî otoriteyle olan ilişkisi bu açıdan ele alındığında,
subayların son tahlilde sivillerin kararlarını kabul etmesi gerektiği, profesyonel askerî etik
tanımı içerisinde öne sürülmüştür. Huntington bunu “nesnel sivil denetim” olarak
adlandırmaktadır. Asker, yüksek bir meslekî etik tavır göstererek, hem azami askerî
gücün varlığını sürdürmesini sağlayacak, hem de sivil siyaset kurumu ile askerî bürokrasi
arasındaki dengeyi koruyacaktır.218

Huntington, asker-devlet ilişkilerini kategorize ederken beş kategori kullanır.


Kategorilerden bir tanesi Türkiye’nin de dâhil edildiği kategoridir. Bu kategoride, devlet,
askerî olmayan (sivil) bir ideoloji ile yönetilirken, askerin yine de yüksek düzeyde siyasî
gücü vardır ve askerî profesyonellik de düşük seviyededir. Huntington, Türkiye’de
subayların büyük zorluklarla siyasetten uzaklaştırılabildiğini belirtir. Huntington ayrıca bu
meseleyi, demokrasinin Batı dışı dünyaya ihraç edilmesine benzetir ve tıpkı demokrasi
gibi, gelişmiş asker devlet ilişkisi norm ve kurallarının da Batı dışı dünyaya oldukça

216 Eric A. Nordlinger, Soldiers in Politics: Military Coups and Governments, Englewood Cliffs, N.J.:
Prentice-Hall, 1977, s. 43.
217 Hakan Şahin, a.g.t., s. 19.
218 Huntington, a.g.e., 131-133.

84
sorunlu bir biçimde aktarıldığını vurgular.219 Kısacası, profesyonel askerî etiği formüle
ederken bizzat Türkiye’yi dâhil ettiği grubu asker devlet ilişkileri açısından sorunlu ve bir
anlamda gelişmemiş olarak görmektedir.

Huntington’un eleştirdiği konu, kuşkusuz Türkiye’de geniş bir literatür içinde


değerlendirilmiş ve tartışılmıştır. Erken Cumhuriyet’te ordunun kışlasına çekildiği ve asıl
işine dönerek siyaset dışında kaldığı tezleri ya da buna karşıt olarak ordunun belirleyici
bir siyaset kurumu olduğu ve siyaset kurumunun üstünde olduğu görüşleri
savunulmuştur.

Kemalist rejimin kuruluş sürecinde ordunun belli bir açıdan depolitize edildiği
söylenebilir. Janowitz bu konuda Kemalist rejimin benzersiz olduğu görüşündedir ve
subayların oy bile verememesini buna delil olarak göstermektedir. Faroz Ahmad de
Janowitz’in görüşlerini doğru bulmaktadır. Ahmad ayrıca Mustafa Kemal’in istese askerî
bir diktatörlük kuracak kadar orduya hâkim olduğunu da düşünmektedir.220

Ümit Özdağ, Atatürk ve İnönü dönemlerinde Ordu Siyaset ilişkilerini ele aldığı
çalışmasında, Erken Cumhuriyet döneminde ordunun siyasetten uzak durduğu tezini
sertçe eleştirir. Özdağ’a göre bu yorum hem olgusal olarak hem de yorumsal olarak
yanlıştır. Özdağ, askerleri milletvekilliği ile subaylık arasında seçim yapmaya zorlayan
ve bu yüzden orduyu siyasetten tecrit ettiği savunulan yasaların yanlış yorumlandığını
belirtir. Aslında yalnızca subay olarak görev yapıldığı sürece meclis çalışmalarına
katılmak engellenmiştir. Yani askerler hukuken tamamen siyaset dışı bırakılmış
değildir.221

Ancak Özdağ’ın yorumunda daha göze çarpan nokta, ordunun siyaset dışı kaldığı
tezine getirdiği yorumsal eleştiridir. Özdağ, ordunun devrimin bekçisi-rejimin savunucusu
olduğu yönündeki ifadelerin zaten ordunun siyaset üstü ya da dışı olmadığının kanıtı
olduğu görüşündedir. Özdağ, Kemalist devrimi icra eden grubun askerî ve siyasî bir elit
olduğu savını da yermektedir. Ona göre, devrimin oturmasını sağlayan başlı başına Türk

219 A.g.e., s. 134. Kitap, 1957’de basılmıştır.


220 Janowitz, The Military in the Political Development of New Nations: An Essay in Comparative
Analysis, University of Chicago Press, Chicago, 1964, s. 104-105. Faroz Ahmad, İttihatçılıktan
Kemalizme, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1985, s. 218.
221 Ümit Özdağ, a.g.e., s. 83-84.

85
Silahlı Kuvvetleri’dir. Bu sebeplerden dolayı ordunun siyaset dışı olduğu iddia
edilemez.222

William Hale de bu temel tezi kabul etmektedir. Hale, ordunun siyasetten


dışlanmadığını, sadece subayların devlet organlarından bağımsız hareket etmelerinin
engellendiğini belirtir. Bu noktada sorunun orduyu siyaset dışı tutmak değil, lidere ve
rejime sadık kılmak olduğu yönündeki görüşleri onaylamaktadır. Öte yandan, Hale’e
göre, ordunun bağımsız biçimde siyaset yapmasının önüne geçilmesinin askerî
sebepleri de vardır. Atatürk, subayların siyaset ile uğraşmasının hem subay olarak
performanslarının düşmesine hem de siyasî istikrarsızlığa sebep olduğun anlamıştır.223

Hale’in ve Özdağ’ın yorumlarından çıkan sonuç, devletin en tepesindeki aktörler


dışındaki subayların bağımsız bir siyaset üretmesine izin verilmemiş olduğu ve
subayların kontrol altında tutulmak istendiğidir. Ancak bir kurum olarak ordu siyaset dışı
kalmamış, yeni rejimin değerlerine ortak edilmiş ve bizzat koruyucusu olarak
görülmüştür. Bunun en önemli sebebi de kuşkusuz Atatürk’ün reform süreçlerinde
ordudan güç almış olmasıdır; bu durum orduyu merkezî bir konuma itmiştir.224 Nitekim
Kemalist rejimin askerleri siyasetin dışında tutmak konusunda benzersiz olduğunu
düşünen Janowitz de, bu dönemde ordunun politika üstü bir tür hakem haline getirilmek
istendiğini söylemiştir.225

Tarık Zafer Tunaya’nın deyişiyle, İkinci Meşrutiyeti Cumhuriyet’in laboratuvarı


olarak alırsak, asker siyaset ilişkileri konusundaki temel paradigmaların iki dönemde de
aynı olduğunu görürüz. Bu dönemde de askerlerin siyasete karışmasının olumsuz
sonuçları üzerinde çokça durulmuştur; bu sonuçlar siyasî ve askerî olumsuzluklar olarak
ikiye ayrılabilir. Askerî açıdan bakıldığında verilebilecek bir örnek, Mahmut Şevket
Paşa’nın General von Der Goltz’dan askerin siyasetle ilgilenmesinin zararları üzerine

222 Ümit Özdağ, a.g.e., s. 82-88 Özdağ ordunun siyasetten ayrılabileceği düşüncesini dahi kabul
etmemektedir. A.g.e.,. .s. 84. Nitekim çalışmasının sonunda savunduğu nokta da Batılı anlamda orduyu
siyasetten ayırma fikrinden vazgeçmektir. Özdağ’a göre tamamen farklı bir tarihsel evrim sürecinden gelen
bir topluma Batılı normları dayatmak yanlıştır ve ordu ile siyaset arasındaki denge yerel kıstaslara göre
düzenlenmelidir. s. 178. Bunun dışında ordunun bizzat devrimin koruyucusu olarak görüldüğü ve bu yüzden
siyaset dışı sayılamayacağına dair benzer bazı yorumlar şunlardır: Şaban İba, Ordu Devlet ve Siyaset,
Çiviyazıları, İstanbul, 1998. Seydi Çelik, Devlet ve Asker Osmanlı’dan Günümüze Askerî Bürokrasinin
Sistem İçindeki Yeri, Salyangoz Yayınları, İstanbul, 2008. Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Ordu ve
Politika, Bedir Yayınları, 1967.
223 William Hale, a.g.e., s. 115-116.
224 Dr. Gül Tuğba Dağcı, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Ordu Siyaset İlişkileri, 27 Mayıs 1960 Askerî

Darbesi, İlgi Yayınları, İstanbul, 2006, s. 21.


225 Janowitz, a.g.e., s. 105.

86
makaleler yazmasını istemesidir; ayrıca Avrupa’da bu konuda yayınlanan makalelerin
Türkçe’ye çevrilmesi ve genç subaylara okutulması için çaba sarf etmiştir. Bunun dışında
siyasetle uğraşan zabitanın talim ve terbiye ile meşgul edilmesini amaçlamıştır.226

İttihat ve Terakki döneminde ordunun siyasete karışmasından kaynaklanan


sorunlardan birisi, siyasî hiyerarşi (genelde İttihat ve Terakki Cemiyeti içindeki hiyerarşi)
ile ordu hiyerarşisinin birbirine karışmasının getirdiği sıkıntılardır. Bunların bir sonucu
olarak, ordunun “bir kudret olma vasfını” yitirdiği gözlemlenmiştir.227 Yukarıda Hale’in de
vurgu yaptığı belirtildiği gibi, Balkan Savaşı’nda görüş ayrılıklarının felaketle
sonuçlanması bu konu üzerine verilebilecek en önemli örnektir.228

Ordu açısından bakıldığında, bizzat subaylar tarafından yazılmış Harp Okulu


Tarihi kitabında, Ordunun siyasete karışması konusunda eleştirel ifadeler
kullanılmaktadır ve İttihat ve Terakki idaresi ve Balkan Savaşı buna örnek
gösterilmektedir. Bu kitapta Özellikle İstiklal Harbi ile ordunun kazandığı itibarın
kaybedilmemesi için ordunun siyaset dışına çekilmesi gerektiği belirtilmiştir. 229 Bu
kaynakta, Harp Okulu’nun İstanbul’dan Ankara’ya taşınmasına iki sebep verilmektedir:
a) Tüm stratejik kuruluşlar savunma gerekçesiyle Ankara’ya alınmıştır. b) “Yeni rejimin
savunucusu Harbiye’nin İstanbul gibi kozmopolit bir ortamdan, Cumhuriyetin diriliği ve
heyecanıyla yaşandığı Ankara’ya nakledilmesi olayın dikkate değer bir başka boyutunu
oluşturmuştur.” 230 Burada yapılan iki tespit de yerindedir. Ancak burada belirtilmeyen
üçüncü bir unsurdan da söz edilebilir. Ankara’ya nakledilme meselesi askerin toplumdaki
rolü konusunda bir dönüşümü ortaya koymaktadır; subaylar, siyasî çekişmenin
içerisindeki bir ortamdan, mutlak olarak devlet bürokrasisine tabi bir ortama getirilmiştir.
Diğer bir deyişle ordunun bürokratik bir kurum olduğu fikrine yaklaşılmıştır.

Bütün bu yorumlar ışığında, Erken Cumhuriyet’te ordunun ve subayların siyasî


çekişmenin içine girmeyecek, askerlik mesleği ile meşgul olacak ve karar alıcı değil,
uygulayıcı, yani bürokrat olarak görev yapacak bir unsur olarak tahayyül edildiği
anlaşılmaktadır. Ancak aynı zamanda rejime ve lidere sadık olması ve inkılapları

226 Cezmi Eraslan, “Atatürk Döneminde İktidar – Ordu İlişkileri”, Ordular: Oluşum, Teşkilat ve İşlev,
Feridun M. Emecen (der.), Kitabevi, İstanbul, 2008. Eraslan burada, İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde ordunun
siyasetin içinde olmasının siyasî zararlarını da detaylı olarak anlatmaktadır. s. 537-9.
227 A.g.e., s. 540.
228 A.g.e., s. 542. Ahmet Turan Alkan, II. Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, Ufuk Kitap, İstanbul, 2006,

s. 192-197.
229 İsrafil Kurtcephe, Mustafa Balcıoğlu, Kara Harp Okulu Tarihi, Kara Harp Okulu, Ankara, 1991, s. 219
230 A.g.e., s. 219.

87
desteklemesi bu beklentiyle uygulamada tezatlar oluşturmaktadır. İlk belirgin çelişki
kimin meşru otorite olduğu ve kime biat edileceği sorusudur.

3.2.2.1. Ulusu temsilen hangi otoriteye hizmet edilecek?

Huntington’a göre, askerlik mesleğinin varlığı, rekabet halindeki ulus-devletlerin


varlığına bağlıdır. 231 Bununla bağlantılı olarak, askerler için ulus-devlet nihai siyasî
örgütlenmedir. Savaşların nedenleri, devletin siyasî amaçlarında aranmalıdır.232 Diğer bir
deyişle askerî güç, ulus-devleti yöneten siyasî gücün uzantısı ve onun amaçlarının
uygulayıcısı konumundadır. Askerin bir karar alma süreci olarak siyasete katılması ise
profesyonel askerî etik açısından olumsuz bir durumdur. Zira bu, askerin uzmanı olduğu
yetkinlik alanının dışında kalan bir konudur. Askerin siyasete dahli, “(…) meslek içinde
bölünmeler yaratmak ve meslekî değerlerin dışsal değerlerle ikame edilmesine yol
açmak suretiyle profesyonelliklerini zedeler. Bir subay siyasî açıdan tarafsız
kalmalıdır.”233

Öte yandan, Geç Osmanlı – Erken Cumhuriyet Türkiye’si örneği bu durumun ne


kadar çetrefilli olduğunu ortaya koyar. Zira Huntington, askerî özerkliğin siyasî amaçlara
bağlılığı söz konusu olduğunda sivil denetimden bahsedilebileceğini söyler. 234 Oysa
karmaşık siyasî ortamlarda, subayın hangi sivil (ya da askerî) otoriteyi meşru devlet gücü
kabul edeceği, hangisinin siyasî amaçlarına tabi olacağı sorunu gündeme gelmektedir.

Milli Mücadele’nin başladığı dönemde Konya’da görev yapan Fahrettin Paşa’ın


(Altay) böyle bir çelişki yaşadığı gözlenmiştir. Fahrettin Paşa’nın, söylem olarak
profesyonel askerî etiğin sivil otoriteye tabi olma ve askerî siyaset üstü tutma tutumunu
benimsediği görülmektedir; ancak fiili durumda itaat edilecek sivil otoritenin kim olduğu
ya da bu otoritenin taleplerini yerine getirmenin askerin görevi olup olmadığı konusu bir
soru işareti olma özelliğini sürdürmüştür. Örneğin Fahrettin Paşa, kendi deyişiyle, Fevzi
Paşa’nın (Çakmak) Harbiye Nazırı olduğu hükümete (yani o dönemdeki İstanbul
Hükümeti’ne) güvenmeyi sürdürmektedir; oysa Ankara, Fahrettin Paşa’nın İstanbul ile
temasını kesmesini talep etmektedir. Ankara’nın bu yöndeki girişimleri ve Fahrettin
Paşa’nın direnişi gerginliğe sebep olmuştur. Fahrettin Paşa, İstanbul ve Ankara
arasındaki yetki çelişkisini, belirsizlik ve güvensizlik ortamını aktarmaktadır.

231 Huntington, a.g.e., s. 89.


232 A.g.e., s. 9.
233 A.g.e., s. 100.
234 A.g.e., s. 101.

88
“Düşünüyordum ki bir İHTİLAL İÇİNDE YAŞIYORUZ, bu ihtilalin lideri her şeyden
şüphelenmek, güvene bağlanmak zorundadır.” 235

Yine aynı dönemde Müdafaa-i Hukukçularla Fahrettin Altay arasında başka bir
anlaşmazlık söz konusudur. Fahrettin Altay 1920’de Konya’da görev yaptığı sırada
Müdafaa-i Hukukçular ve ulema arasında bir gerginlik vardır. Münevverler “Batı
medeniyetini anlamış” ve halkın saygısını kazanmışlardır; ancak hocalar halk gözünde
daha nüfuzludur ve hocalar da İstanbul propagandasına yakındır. 236 Bu yüzden
Müdafaa-i Hukukçular ordunun sert davranmasını istemektedir ancak Fahrettin Paşa -
ordu siyasete karışmamalıdır fikriyle- meseleye karışmakta tereddüt etmektedir.
Fahrettin Paşa, bu yüzden müdafaa-i hukukçulardan tepki almıştır. Gelen tepki
mektuplarından birinde “Vazifede muvaffak olmak için muhafazakâr kısma değil
MÜNEVVER, CEVVAL kuvvetlere işi bırakmak sureti ile terakkiye koşmak zamanı gelmiş
hatta geçmiştir.” ifadesi vardır.237 Fahrettin Paşa’nın orduyu siyaset üstü tutma isteğine
rağmen sivil otorite ile karşı karşıya gelmesi iktidarın kim olduğu konusundaki
belirsizlikten kaynaklanmıştır. Siyasî otoritenin belirsiz olduğu bir ortamda, kararı
uygulayıcı konumunda olan subay da belirsiz bir konumda kalmaktadır. Öte yandan
belirli bir ulus-devlet yapısının oturduğu Erken Cumhuriyet yıllarında bu çelişki –bazı kriz
durumları hariç- aşılmış gözükmektedir.

3.2.2.2. Sivil ve Askerî Uygulamanın Çelişmesi

Karar alıcı değil uygulayıcı olarak görev yapan askerin içine düştüğü bir başka
çelişki de sivil ve askerî öncelikler, hedefler, uygulamalar ve değerler arasındaki
çelişkidir. Profesyonel askerî etik açısından bakıldığında, sivil ve askerî öncelikler
çeliştiğinde politik önceliklerin ön planda tutulması gerektiği görülmektedir.238 Ancak bu
noktada yapılması gerekilen bir tespit –yukarıda kısaca değinildiği gibi- sivil-asker
çatışmasında sivil kısmın sadece siyaset kurumuna indirgenmemesi gerektiğidir. Bunun
kadar önemli bir başka nokta, sivil bürokrasi ile askerî bürokrasinin çatışmasıdır. Bu tarz
durumlarda –yani siyasî olmayan uyuşmazlıklarda- askerlerin farklı yaklaşımları,
kıstasları veya sadece kişisel değer yargıları çatışmaya sebep olabilmektedir.

235 Fahrettin Altay, a.g.e., s. 222.


236 A.g.e., s. 220-221.
237 A.g.e., s. 225.
238 Huntington, a.g.e., s. 102.

89
Örneğin, Abdülhalim Akkılıç, anılarında 1930’larda Suriye sınırında görev yaptığı
dönemleri anlatırken, istihbarat zafiyetine sürekli olarak dikkat çekmekte ve özellikle sivil
istihbarat kaynaklarını eleştirmektedir. Örneğin, sivil istihbarat üzerine, bölgede bir aşiret
üzerine harekât emri verilmiştir; ancak bunun tek sebebi rekabet halinde oldukları başka
bir aşiretin bürokraside ve mecliste yakınlarının olmasıdır. Yani bölgenin iç çatışması,
siyaset ve sivil bürokrasi kanadıyla orduyu içine çekmiştir. Harekât yapılacak olan
aşiretin reisi sonunda Suriye’ye kaçmış ve bir yıl burada kalmıştır. Öte yandan, bölgedeki
kolordu komutanlığına atanan general, haksız yere kaçırılan aşiret reisi için af
çıkartılmasını sağlamıştır. Generalin bu reisi kurtarma sebebi ise Milli Mücadele’de
askere yardım etmiş olmasıdır.239 Böylece bürokratik ve siyasî mekanizmalar bölgedeki
güç ilişkilerine farklı biçimlerde etki ederken, askerî mekanizma için bir tür silah
arkadaşlığının belirleyici olabildiği ortaya çıkmaktadır.

Büyüktuğrul’un aktardığı bir anektodda ise İzmit Valisi bölgedeki görevli Kolordu
komutanı ile bir sıkıntı yaşamıştır. Kolordu komutanı Validen İzmit - Yalova yolunu
yaptırmasını istemiştir. Vali ise reddetmiş, komutan bunun üzerine yolu kendi
yaptırmıştır. Ancak bundan sonra komutan valinin bu yolu kullanmasını da yasaklamış
ve buraya nöbetçi koyarak geçmesine izin vermemiştir. Şikayet üzerine iki tarafı da
dinleyen İsmet Paşa gülerek askere hak verdiğini ifade etmiştir.240

Askerî bürokrasi ile sivil talepler arasındaki gerginlik en üst düzeylerde de


görülmektedir. Örneğin, 1930’larda, aynı zamanda milletvekili olan bir gazeteci orduya
teçhizat satmak istemektedir. Milletvekilinin siyasî nüfuzunu ve Atatürk ile olan
yakınlığını da bu mesele için kullandığı anlaşılmaktadır. Fevzi Çakmak bu tarz
durumlarda sert bir tavır gösterilmesine taraftardır. Nitekim olayı aktaran Asım Gündüz
de, Fevzi Çakmak’ın isteği üzerine milletvekilini sert bir şekilde reddetmeyi istediğini
ancak siyasî nüfuzundan dolayı bunu yapamadığını anlatmaktadır. Sonunda Fevzi
Çakmak’ın muhalefetine rağmen silahlar alınmıştır. Gündüz, Çakmak’ın sivil otorite ile
gergin ilişkisini başka örneklerle de ele almaktadır. Gündüz’e göre Çakmak devrin
siyaset adamlarının ziyaretlerine karşılık vermemekte ve bu tarz resmi merasimlerden
kaçınmaktadır; bu yüzden siyasîler, hakkında şikâyetçi olmaktadırlar. Gündüz burada,

239 Abdülhalim Akkılıç, a.g.e., s. 281.


240 Afif Büyüktuğrul, a.g.e., s. 142.

90
Hasan Ali Yücel’in kardeşi için istediği tecili geri çevirmesini örnek vermiştir. Çakmak’ın,
bu tarz olaylar yüzünden bakanları kendine düşman ettiği belirtilmektedir.241

3.2.2.3. Bürokrat mantığı

Profesyonel askerî etik çerçevesinde değerlendirildiğinde, ideal asker tipi, devlet


adamlarının nihai kararlarını kabullenme iradesi göstermelidir. Subayın işlevinin amaçsal
değil araçsal olduğu da söylenebilir. Diğer bir deyişle subayın başarısı, uyguladığı
politikalar üzerinden değil, aldığı emri yerine getirmedeki hızı ve verimliliği üzerinden
değerlendirilir. Bu anlamda üst düzey bir profesyonel etiğe verilebilecek örnekler, karar
alıcıya görüş ve eleştirilerini bildirse de, sonuçta onun kararına uyan subaylardır. 242
Hemen önceki kısımda (Askerî ve sivil uygulamaların çelişmesi) anlatılan örneklere ters
olarak, burada ele alınacak örnekler, benzer zıtlaşma anlarında sivillerin kararlarına
uyulan, yani bürokrat mantığıyla hareket edilen örneklerdir.

Buna verilebilecek belirgin bir örnek, 1920’lerin genç Bahriyeli subaylarından


Celaleddin Orhan’ın Bahriye Vekâleti hakkında yaptığı yorumdur. Orhan, Bahriye
Vekâletinin lağvını eleştirmektedir; ancak, bir kez alınmış bir kararı sorgulamayacağını
da bir ilke olarak dile getirmektedir. 243 Yine Orhan, 1924 Eylülünde askerî ve sivil
bürokrasinin üst düzey temsilcileriyle bir tartışma yaşamıştır. Rauf Bey, Salih Bozok ve
Kılıç Ali’nin de katıldığı bir toplantıda, “Bahriye demek Rauf Bey demek midir?” diye
sorulur. Orhan buna karşılık “Kara ordusu demek Mustafa Kemal demek midir?” diye
sorar. Bundan şüphesi olup olmadığının sorulması üzerine de, şüphe duymak bir yana,
bunu tamamen reddettiğini söyler. Orhan’a göre, Silahlı Kuvvetler şahısların değil, yalnız
devletin emrindedir. Ayrıca “Ordu yalnızca memleketin olup, hükümetin emrindedir.”
Orhan’ın verdiği örnekte, hükümetin ordudan Cumhurbaşkanının tutuklanmasını
istemesi halinde, kendisi buna üzülse bile görevini yerine getireceğini söyler. Orhan’ın
söyledikleri profesyonel askerî etik bağlamında üst düzey bir askerî etik düzeyine işaret
etmektedir.244

241 Asım Gündüz, Hatıralarım, İhsan Ilgar (Haz.), Kervan Kitapçılık, İstanbul, 1973, s. 215-216.
242 Huntington, a.g.e., 102-103. Şurası belirtilmeli ki Huntington bu konuda zaman zaman kendisiyle
çelişmektedir. Bir noktada emri uygulayan subayın görüş ve eleştiri getirmeden emirleri hızla yerine getirmesi
gerektiğinden bahsetmekte, bir başka noktada ise görüşlerini söylemesi ancak son tahlilde alınan karara
uymasını profesyonel etiğin bir gereği saymaktadır. Burada, ikincisi temel alınmıştır; zira bu mevzi çelişkilere
rağmen metnin genelinde Huntington’un da ikincisi duruma yakın olduğu anlaşılmaktadır.
243 Celaleddin Orhan, Bir Bahriyelinin Anıları 1914-1981, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 2001, s. 284.
244Orhan, a.g.e., s. 260. Burada önemli bir nokta şudur: Celaleddin Orhan bir yandan sivil otoriteye itaat

konusunda söyledikleriyle yüksek bir profesyonel etik düzeyi ortaya koymaktadır; ancak bir yandan da

91
Bürokrat mantığı ile hareket eden ve alınan kararı sorgulamayan subay imgesini
güçlendiren bir faktör, Erken Cumhuriyet’te karar alıcıların asker kökenli siyasetçiler
olmasıdır. Bu anlamda subaylar bürokratik bir itaat ortaya koyuyor gibi gözükse de, itaat
ettikleri emir-komuta zincirinin tepesinde Mustafa Kemal ve İsmet Paşaların bulunduğu
unutulmamalıdır. Böyle bir durumda siyasî karar alıcı mekanizmayı sorgulamama
tavrının yüksek bir askerî etikten mi kaynaklandığı yoksa lidere itaat anlamına mı geldiği
tartışmalıdır. Örneğin Mevlüt Bozdemir, Kemalist duyarlılıkların Türk ordusunun siyasî
değerini oluşturduğunu söylemektedir.245 Buna verilebilecek bir örnek, Mustafa Kemal
Paşa’nın Fahrettin Paşa’ya (Altay) İstiklal Mahkemesi hakkındaki fikrini sormasıdır.
Burada Mustafa Kemal Paşa’nın örtük olarak ordunun pozisyonunu anlamaya çalıştığı
da söylenebilir. Atatürk İzmir’deki bir görüşmede Fahrettin Paşa’ya, Ankara İstiklal
Mahkemesi Başkanı Ali Çetinkaya’yı kastederek, “Ali Bey bizim paşaları da asacak…”
diyerek fikrini sormuştur. Fahrettin Paşa ise “siz bizden daha iyi bilirsiniz” anlamına gelen
bir cevap vermiştir. Ancak Altay’ın yorumuna göre, bu cevap örtük olarak “Paşaların
idamını isteseydiniz bize sormazdınız.” anlamına gelmekte, yani bir hoşnut olmama
imasını da içermektedir. Bu anlamda Fahrettin Altay katılmadığı bir kararı
desteklemediğini ima etse de, sivil otoritenin kararına tabi olduğunu ortaya koymuş,
profesyonel etiğe uygun bir tavır sergilemiştir. Hemen ardından Mustafa Kemal “İyi
amma sonrasından emin olabilir miyiz?” diye sorduğunda ise orada bulunan İsmet Paşa,
milletin Mustafa Kemal’e bağlılık duyduğunu ve bu yüzden emin olabileceklerini
söylemiştir. Bu örnek, subay tarafsızlık ilan ettiğinde bile ordunun siyasî bir aktör
olduğunu göstermesi bakımından da ilginçtir. Esas önemi ise, Fahrettin Altay’ın siyasî
otoritenin kararına onaylamasa bile itiraz etmemesidir. Ancak bu durum, Fahrettin
Altay’ın kendisini tam anlamıyla “bürokrat” olarak gördüğünü kanıtlamaz; zira burada
uyum sağlanan otorite, yine ordu kökenli siyasetçilerdir. Bu durum Altay ile ilgili başka
örneklerde daha da açılacaktır.

yukarıdaki bir kısımda (“3.2.2. Ulusu temsilen hangi otoriteye hizmet edilecek”) ele alınan bir çelişkiyi
belirginleştirmektedir. Ordunun ve subayların itaatinin son kertede kime olacağı bir soru işaretidir. Bu örnekte
Orhan, bu çelişkinin çözümünü hukuki bir yorumda bulmuş ve hukuken hükümete bağlı olduğunu dikkate
almış gibi konuşmaktadır. Ancak bu konuşmanın tarihi Eylül 1924’tür; oysa Nisan 1924’te onaylanan bir yasa
ile ordu “Türkiye Büyük Millet Meclisi Şahsiyeti maneviyesinde mündemiç olup” ifadesiyle de olsa
(Başkumandanlık dolayısıyla) Cumhurbaşkanlığına bağlanmıştır. (Ümit Özdağ, Ordu - Siyaset İlişkisi
(Atatürk ve İnönü Dönemleri), Gündoğan, Ankara, 1991, s. 52) Yani subaylar doğrudan Cumhurbaşkanına
bağlıdırlar. 1925 tarihli Yüksek Askerî Şura düzenlemeleri de bu durumu güçlendirmiştir. (Seydi Çelik, Devlet
ve Asker Osmanlı’dan Günümüze Askerî Bürokrasinin Sistem İçindeki Yeri, Salyangoz Yayınları,
İstanbul, 2008, s. 38) Kısacası asker bürokratik itaat tavrı gösterse bile, meşru otoritenin kim olduğu sorunu,
çözümü zor bir sorundur ve hukuki teamüller dahi nihai çözümler getirmemektedir.
245 Mevlut Bozdemir, Türk Ordusunun Tarihsel Kaynakları, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi

Yayını, Ankara, 1982, s. 154.

92
Örnekler değerlendirildiğinde, askerî etiğin sivil otorite ve kurumlarla ilişkiler
açısından farklı düzeylerde farklı şekiller aldığı görülüyor. Erken Cumhuriyet ordusu ve
subayları, ulus-devletin yönetici iradesine bağlılık açısından Huntington’un görüşlerine
uygun hareket etmişlerdir. Ancak devlet erkânına dâhil olmayan, daha alt düzeyinde sivil
memur ve bürokratlarla olan ilişkilerde, özellikle üst rütbeli subaylar bir üstünlük duygusu
içinde olmuş ve fiiliyatta kendi istedikleri gibi hareket etmişlerdir. Askerî anlamda daha
alt rütbeli subaylar ise devletle ilişkilerinde yine –kararlarını desteklemeseler bile- sivil
otoriteye tabi olmuş, daha alt düzeylerdeki sivil memurlar ile ise ancak sınırlı bir yetki
çatışması yaşamışlardır. Bu anlamda imparatorluk döneminde görev yapmış ve askerin
üstün konumuna alışkın subaylar ile Erken Cumhuriyet’in genç subayları arasında bir
farklılık gözlemlenmiştir.

3.2.3.1 Siyasî Mantığı ve Subay Olmanın Ayrıcalığı

Yukarıdaki iki bölümde, askerî uygulamalar ile sivil uygulamaların çelişmesi ve


bu çelişki anlarında bürokrat gibi hareket edildiği bazı örnekler ele alınmıştır. Bu kısımda
ise kısaca, askerin kendisini sorumlu, karar alıcı ve subaylık konumundan dolayı
ayrıcalıklı bulduğu durumlar ele alınacaktır.

Sami Sabit Karaman’ın Türk subayını tanımlarken kullandığı sözler, Cumhuriyet


subaylarının kendi konumlarını ve siyasetle ilişkilerini özetler niteliktedir. Karaman, “Türk
subayı siyaset üstüdür, ancak mürteciye karşı Cumhuriyeti savunmak için tetiktedir.”
demektedir. 246
Burada ‘siyaset üstü’ ifadesi ile kastedilenin, subayın siyasete
karışmaması değil, siyasetten daha üstün bir konumda olması olduğu açıktır. Subay ne
karar alıcı, ne de uygulayıcı değil, adeta denetleyici olmuştur.

Karaman anılan dönemde orta rütbeli bir subaydır, ancak devlet kademesinde de
ordu söz konusu olduğunda durumun benzer olduğu anlaşılmaktadır. 1937 yılında,
İsmet Paşa’nın Başbakanlığı bırakması ve yerine Celal Bayar’ın gelmesi olayında,
Atatürk, Celal Bayar ile bulundukdukları bir ortamda “Hiç üzülme muvaffık olacaksın bak
işte ordu da seni sever” demiştir. Ardından yine Celal Bayar’ın yanında Fahrettin Altay’ın
görüşünü sormuştur; Altay’ın cevabı “Tabii efendim sizin yaptıklarınızı bütün millet gibi

246 Sami Sabit Karaman, Eski Bir Konferans: Büyük İnkılâbımıza Dair, Selüloz Basımevi, İzmit, 1947, s.
9.

93
ordu da hoş görür ve emrinize itaat eder.” şeklinde olmuştur. 247 Bu konuşma orduya
yüklenen denetleyici misyonu açığa vurmaktadır.

Devletin en üst kademesinde, orduyla ilgili meselelerde de askerlerin sivillere


karşı ayrıcalıklı bir konumu olduğu anlaşılmaktadır. Büyüktuğrul, Milli Savunma
Bakanının yalnızca Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın değil, ordu komutanı
Fahrettin Altay’ın da gerisinden geldiğini belirtmektedir.248

Erken Cumhuriyet subaylarının karar alıcı-denetleyici işlevler üstlenmeleri


yalnızca bir asker devlet ilişkisi sorunu olarak görülmemelidir. Daha geniş anlamda,
asker olmanın getirdiği bir takım ayrıcalıklar olduğu varsayılmış ve askerler bu ayrıcalığı
talep etme eğiliminde olmuşlardır. Buna çarpıcı bir örnek Fahrettin Altay ile Muğla Valisi
arasında geçen bir olaydır. Fahrettin Altay ziyarete geldiği Muğla’da valinin kendisini
karşılamaya gelmemesine çok sinirlenmiştir. Kendisine yapılan muamelenin karşılıksız
kalmaması gerektiğini söylemiştir; mesajı alan genç subaylar, gerçekten de valiyi
yakalayıp dövmüşlerdir. Vali İzmir’e gidip olayı Altay ile görüşmek zorunda kalmış,
böylece sivil ve askerî amirler arasındaki merasim ilişkileri bu olay vesilesiyle
değiştirilmiştir. Ayrıca Altay, alay komutanı aracılığı ile valiyi döven subaylara
teşekkürlerini iletmiştir. Valiyi döven subaylardan birisi –ve ayrıca olayı aktaran kişi-
Cemal Madanoğlu’dur.249

Bu olay, yalnızca subay olmanın ayrıcalığı tespitine uygun olmakla kalmayıp,


yukarıda bahsedilen iki noktayı da özetlemektedir. Fahrettin Altay, kendisine emir veren
kişi Atatürk ya da İnönü gibi orduda kendisinin üstü olan şahıslar olduğunda, askerin
siyasete karışamayacağı, yalnızca kararları uygulayabileceği gibi görüşleri savunmuştur.
Oysa daha alt rütbeden bir sivil bürokrat söz konusu olduğunda, tutumu değişmiş
gözükmektedir. İkincisi bu durum, askerî bürokrasinin sivil bürokrasi ile ilişkisinin, asker
siyaset ilişkisinden daha kapsamlı bir konu olduğunu da göstermektedir.

Subayların kendilerini ayrıcalıklı bir konumda görmelerine delil olarak


sunulabilecek bir örnek de Asım Gündüz’ün anılarındadır. İnönü, milli şefliği döneminde
Asım Gündüz’ü çağırmış ve yaş haddinden dolayı emeklilik konusunu açmıştır. Asım
Gündüz’ün bu sahneyi karışık düşüncelerle tasvir ettiği görülmektedir. Bir yanda “Elbette

247 Fahrettin Altay, a.g.e., s. 499-500.


248 Büyüktuğrul, a.g.e., s. 142.
249 Cemal Madanoğlu, a.g.e., s. 62-66.

94
genelkurmay tapulu malımız değildi” derken, bir yandan da Ama biz sıradan kişiler de
değiliz” gibi yorumlar yapmaktadır. Daha sonra, Fevzi Çakmak için değişik bir formül
geliştirilmesi ve emekli edilmemesi önerisinde bulunmuştur. Yine Fahrettin Altay’ın
emekli edileceğini öğrenince, “Halbuki O Fahrettin Paşa olmasa belki de
Cumhurbaşkanlığı koltuğuna böyle kolayca oturamayacaktı…” yorumu yapmıştır.
Hemen ardından İnönü’ye de hak vermiş ve yeni gelenlere yer açılması gerektiğini
belirtmiştir: “Biz senelerce bu yerleri kapamış gibiydik.”250

3.2.3.2. Düğümün Çözümü: Siyaset Değil Devlet

Bu noktaya kadar izlendiği şekliyle, Erken Cumhuriyet subaylarının siyaset ile


ilişkisi çelişkiler ve tutarsızlıklar ile doludur. Bir yandan subayların siyaset dışı olduğu ve
askerliğin bir tür bürokratlık olduğu düşüncesini doğrulayacak söylem ve tutumlara
rastlanmış, ancak daha baskın bir biçimde subayı ayrıcalıklı gören, siyaset kurumunun
üzerinde ve onu gerektiğinde denetleyebilecek bir subay profili de ortaya çıkmıştır. Bu
çelişkiler kısmi bir çözüme götüren ve en azından subayların kafasında bir sonuca
ulaştıran şey, siyasete değil, devlete hizmet edildiği düşüncesidir.

Ordu ve subayın siyaset üstü gibi gözüken ancak devlet –ve rejim- adına
denetleyici rolü, donanmanın Rize’ye yaptığı bombardımanda ortaya çıkmıştır. Hamidiye
Zırhlısı, Şapka devrimine karşı gelenlere karşı Rize’de bir bombardıman görevi icra
etmiştir. 251 Bu da ordu gibi donanmanın da, dış tehditler bir yana, içerideki otorite
sorunlarında ulus-devletin yönetici sınıfına bağlılığının bir örneğidir. Yani donanma,
ideolojik bölünme anında hâkim devlet figürünün asayişi tesis etmesinde bir enstrüman
olarak görev almıştır

Buna eklenebilecek bir yorum da Büyüktuğrul’a aittir. Bir Bulgaristan ziyareti


sırasında güç gösterisi yapma amaçlı olarak donanmanın da Varna limanına teşrif etmesi
istenmiş, donanma subayları sembolik top atışlarını –doğrudan böyle bir emir almadıkları
halde- fazladan barut kullanarak yapmış ve kıyıya yakın evlerde camların dahi
kırılmasına sebep olmuşlardır. Büyüktuğrul bu olayı Rize isyanındaki gösteri atışları ile
birbirine bağlamış ve her iki olayda da donanmanın devlet gücünü sembolize etmek ve
otoritesini tesis etmek konusundaki başarısını vurgulamıştır. 252
Rize’yi vuran

250 Asım Gündüz, a.g.e., s. 222-3.


251 Nejat Gülen, a.g.e., s. 356.
252 Afif Büyüktuğrul, a.g.e., s. 136.

95
Hamidiye’de İstiklal Mahkemesi üyelerinin bulunduğu da belirtilmelidir. Böylece devletin
bir dış devlete karşı gücünü sergilemesi ile iç güvenliğin sağlanması görevleri deniz
subaylarının kafasında aynı yere oturmuş görünmektedir.

Hamidiye olayına bu dönemde düşük rütbeli bir subayın açısından baktığımızda


ise, işin yalnızca teknik yanının önemsendiği görülmektedir. Hamidiye’nin Rize’yi
vurması olayında henüz Harp Okulu’nda Deniz Öğrencisi olan Vehbi Ziya Dümer, bu
olayla ilgili yalnızca “Biz mühendisler faal bir gemide bulunmanın hazzı içindeydik”
demektedir.253

3.2.4.1. Siyasete Güvensizlik

Askerlerin kendilerini siyaset üstü görmesi, bu kavramı bir tür teknik olarak ele
almalarından kaynaklanmaktadır. Asker siyaseti bir teknik ve yöntem olarak görür,
kendisini ise rasyonel düşünme yeteneğinden dolayı bu işi daha iyi yapacak bir birim
olarak tahayyül eder. Siyaset üstü olmanın temelinde bu vardır. 254 Subayın gözünde
siyasetçi hem amaçları hem de yetenekleri itibariyle güvenilmezdir. Negatif siyasetçi
algısının bir sebebi de siyasetçiyi kendi çıkarlarının peşinde koşan birisi olarak
görmektir. 255 Bu yüzden subaylar siyaset kavramına karşı güvensiz, ideolojilere ise
kapalıdırlar. İdeolojilere kapalı, politikacılara karşı güvensiz, ulus-devleti nihai siyasî
örgütlenme olarak kabul eden subay yaklaşımı Erken Cumhuriyet subaylarında da
belirgin biçimde gözlenebilmektedir.

Steven Cook, Türkiye, Mısır ve Cezayir ordularını ele alırken, bu ülkeleri askerin
hâkim olduğu ülkeler olarak tanımlamıştır. Ancak bunlar askerî diktatörlükler değillerdir;
zira askerî denetim sivil ve görece çoğulcu kurumlarla bir arada işlemektedir. Cook’a
göre subayların bu ülkelerde denetleyici bir konumda bulunmalarının sebebi, ülkenin
sorunlarını çözebilecek kadar örgütlü ve altyapısı sağlam bir kuruma mensup olmalarıdır.
Modernleşme paradigmasının etkisi altında, orduların ülkelerinin modernleşmesinde
olumlu bir rol oynayabileceği inancı vardır. Cook bu anlamda, askerlerin bu işi

253 Vehbi Ziya Dümer, Amiral Vehbi Ziya Dümer'in Anıları, yayına hazırlayan Osman A. Kaynak, T.C.
Deniz Basımevi, İstanbul, 2003, s. 97. Dümer’in anılarının genel olarak ideolojik-siyasî görüş tespitine olanak
vermeyecek kadar tekdüze bir anlatıma sahip olduğu belirtilmelidir. Askerlik hayatında Tuğamiralliğe -
1957’de- kadar yükselen Dümer, 1960’da emekli edilmiştir.
254 Hakan Şahin, a.g.t., s. 19.
255 Eric A. Nordlinger, Soldiers in politics : military coups and governments, Englewood Cliffs, N.J.:

Prentice-Hall, 1977, s. 56.

96
kendilerinin yapabileceğine inanmasına ve siyasetçilere güvenmemesine vurgu
yapmaktadır.256

Sema Kılıçer de bir araştırmasında şu tespiti yapmaktadır: “Ordunun politikanın


dışında ve üstünde olduğu görüşü, politika eşittir kötü politika teması hangi görüşte
olursa olsun genellikle askerlerin anı ve açıklamalarında ortaya çıkmaktadır.” 257 Gerçi
Kılıçer tespitini daha çok 1960 sonrasına yönelik olarak söylemektedir; ancak Erken
Cumhuriyet döneminde de sivil siyasete bakış çok farklı değildir ve asker kökenli
olmayan politikacılara karşı güvensizlik yüksektir.

Askerlerin, siyaset kurumuna güvensizliğini gösteren önemli bir olay, Atatürk’ün


ölümünden sonra kimin Cumhurbaşkanı olacağı sorunudur. Bu meselede subayların
etkisi Asım Gündüz tarafından aktarılmaktadır. Atatürk ölmek üzereyken
Genelkurmay’da bu konuda bir toplantı yapılmıştır. Karar şudur: “Atatürk ölmüştür. Ama
millet meclisi vardır. Cumhurbaşkanını seçme yetkisi de Millet Meclisine ait bir iştir. Ordu
olarak biz bu seçimden uzak kalmalıyız.” Daha sonra endişeyle ordunun kararını
öğrenmeye gelen Celal Bayar’a da meclisin üzerinde herhangi bir güç tanımadıkları ve
meclisin kararına güvendikleri anlatılmıştır. Celal Bayar, Cumhurbaşkanlığını Fevzi
Çakmak’a teklif etmiş, ancak reddedilmiştir. Böylece ordu, ilk etapta siyaset kurumunun
işine karışmayacağı görüntüsü vermiştir. Ancak daha sonra Fahrettin Altay Avrupa’nın
çok tehlikeli bir durumda olduğu ve Hitler, Stalin ve Mussolini’nin macera peşinde olduğu
yönünde görüş bildirmiştir. Buna göre, ülkenin güçlü bir lidere ihtiyacı vardır ve bu yüzden
Cumhurbaşkanı ya Fevzi Çakmak ya da İnönü olmalıdır. Altay’ın görüşlerinin kabul
görmesi, İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı seçilmesinde önemli rol oynamıştır. 258

Görüldüğü gibi, zor ve tehlikeli bir dönemde, bir sivil siyasetçinin güvenilmez olduğu fikri
generalleri bu göreve bir askeri getirmeye itmiştir.259

256 Steven Cook, Yönetmeden Hükmeden Ordular, Türkiye-Mısır-Cezayir, Hayy Kitap, İstanbul, 2008, s.
53-56.
257 Sema Kılıçer, Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı, 1991, Ankara, s. 5.
258
Fahrettin Altay, a.g.e., s. 216-218.
259 Bu olay farklı bir açıdan da değerlendirilebilir. Huntington, Janowitz gibi yorumculara göre, subayları sivil

otoriteye bağlayan şey meslekî etik anlayışlarıdır. Bu ahlakî değerler bütününün içselleştirilmesi, hukukun
üstünlüğü ya da geleneksel kalıplardan daha önemlidir. Ancak bu yorumculardan daha sonra geliştirilen
literatürün vurgu yaptığı bir nokta, konjunktürel dönüşümler ve değişen tehdit algılamalarının subayların
tavrını değiştirebileceğidir. Literatürdeki bu değişime vurgu yapan Yaprak Gürsoy’un bu konuda verdiği
örnek, Soğuk Savaş sonrası tehdit algılamalarının değişmesi ve bunun sivil-asker ilişkilerine etkisidir. Yaprak
Gürsoy, Türkiye’de Sivil Asker İlişkilerinin Dönüşümü, Ed. Mustafa Aydın, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, İstanbul, 2012. S. 29-30. Yukarıda anlatılan 1938 Cumhurbaşkanlığı seçimi ve subayların bu
konudaki tavrı bu açıdan da ele alınabilir; dış dünyadaki olaylar sonucu değişen tehdit algısı, subayların sivil
siyasete bakışını etkilemiş gözükmektedir.

97
Öte yandan, siyasetçilere güvenmeyen ve siyaset kurumunu tehlikeli bulan subay
refleksi, üst düzey subaylardan genç subaylara da geçmiştir. Erken Cumhuriyet’in genç
subaylarından -1930’larda teğmen olan- Sıtkı Ulay, çok partili hayata geçişten kuşkuyla
söz ederken şu yorumu yapmaktadır: “Çünkü Ata devrinde Terakkiperver ve Serbest
Fırka gibi bazı acı denemeleri görmüş ve bunların yakın şahidi olmuştuk. Bu sebeple
milletin birbirine düşürülmesinden korkuyor ve çekiniyorduk.”260

Sivil bürokrasiye bakış da, sivil siyasetçilere duyulan güvensizlikten farklı değildir.
Yukarıda anlatılan Fahrettin Altay ve Muğla Valisi arasındaki gerginlik sırasında
söylenmiş bir söz bu konuya örnek teşkil edebilir. Vali meselesinden dolayı kızgın olan
Altay, kendisine verilen bir emri seri bir biçimde yerine getiren genç subaya “senden 60
tane vali olur” demiştir.261 Benzer bir örnek de, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ve tek Bahriye
Vekili İhsan Eryavuz’un oğlu Bülent Eryavuz tarafından aktarılmaktadır. Eryavuz’un
aktardığına göre, Mustafa Kemal Paşa İhsan Bey’e Bahriye Vekâletini önerirken, “Kan
dökerek kazandığımız memleketin idaresini ciğeri beş para etmez bir iki sivil politikacıya
mı verelim.” demiştir.262

Sivil bürokratlara ve siyasetçilere duyulan güvensizlik bağlamında, zaman olarak


birisi Erken Cumhuriyet’in öncesine, biri de sonrasına düşen iki örnek de konuyu
tamamlamak için ele alınabilir. İlki lokal bir örnek olarak, Sami Sabit Karaman’ın Milli
Mücadele sırasında Kafkasya’ya komşu doğu vilayetlerinde sivil yönetimin başarısızlığı
hakkında söyledikleridir. Karaman’a göre “Nahiye müdürlerinin intihap ile tayinleri”
başarısız bir uygulamadır. Bölge bu sivil görevliler tarafından kontrol edilememekte ve
halktan da arzı-ı hal ve şikayet yağmaktadır. Bu sorunu çözmek için askerî bir idarenin
kurumasının daha doğru olduğu savunulmaktadır.263

1945 sonrasından ise, tezin ilk bölümünde kısaca değinilmiş olan Muğlalı Olayı
ile ilgili bir örnek verilebilir. Kenan Esengin, General Muğlalı’nın yargılanması olayında,
dönemin Genelkurmay Başkanı Salih Omurtak’ın “politikacıların oyunlarına”
direnebilecek güçte ve bilinçte olmadığını belirtmektedir. Esengin’in Muğlalı olayında

260 Sıtkı Ulay, a.g.e., s. 10-11.


261 Cemal Madanoğlu, a.g.e., s. 61.
262 Bülent Eryavuz, “Donanma Komutanlığının Ana Üssü Olarak Gölcük Bölgesinin İlişkin Anektodlar –

Anılar”, 3. Deniz Harp Tarihi Semineri, 19-21 Nisan 2006, haz. Donanma Komutanlığı, Ankara,
Donanma Komutanlığı, 2006, s. 115-116.
263 Sami Sabit Karaman, İstiklal mücadelesi ve Enver Paşa, Sellüloz Basımevi, İzmir, 19??, s. 171.

98
Genelkurmay Başkanı’nı sivillere direnmede yetersiz bulması, sivil politikacılara duyulan
güvensizliğin açık bir örneği olarak değerlendirilebilir.264

3.2.4.2. İdeoloji karşıtlığı

Bu bölümde son olarak, siyasete ve siyasetçilere güvensizliğin bir başka yüzü


olarak ideolojilere güvensizlik ve ideoloji karşıtlığı ele alınacaktır. Daha önce de
belirtildiği gibi, ulus-devletin subayları, nihai siyasî örgütlenme olarak ulus-devleti görme
eğilimindedir. Diğer yaklaşımlara karşı muhafazakâr ve güvensiz bir bakışları vardır.
Bunlar çoğu zaman devleti zayıflatabilecek ya da milleti bölebilecek tehditler olarak ele
alınır.

Fahrettin Altay, bir askerî manevra izlemek için gittiği Kiev’de “Din ve Milliyet
mefhumlarına ehemmiyet vermeyen Bolşevik’lerin ordudaki manevi kuvvetlerinin ne
olacağını düşündüğünü” belirtmektedir. Buna verdiği cevap bireysel ve birlik bazındaki
başarı motivasyonu, diğer bir deyişle gurur ve methedilme isteğidir. 265 Bu da, gözlediği
orduda, ulus-devletlerde millete sadakatin getirdiği motivasyonun eksikliğinin, bir başka
manevi motivasyonla –ideolojik bağlılık vs.- doldurulabileceğini düşünmediğini
göstermektedir. Milli ve dini mefhumların ötesinde savaş makinesini güdüleyebilecek bir
siyasî sadakat nesnesi tahayyül etmediği anlaşılmaktadır. Bu anlamda ideolojik bağlılığı
ciddi bir unsur olarak görmediği söylenebilir.

Sami Sabit Karaman ise, Milli Mücadele yıllarında, Ukrayna Başkomutanı Fronze
ile konuştuğunu anlatmaktadır: Burada Fronze ile tartışırken Marx ve Kapital’i
okumadığını, ancak kısmen Lenin okuduğunu belirtmektedir. Küçümser bir ifade ile
bunlarda cazip nazariyeler olduğunu, ancak “Biz Türkler” in bu konularda bilgi sahibi
olmadığını vurgulamaktadır. Karaman bir not olarak da, anarşizmin ve nihilizmin
vatanının Rusya olduğunu söylemektedir. 266 Karaman’ın da Altay’ın tavrını paylaştığı
açıktır.

Son olarak, Hüsrev Gerede’nin Atatürk üzerine bir yorumuna değinilmelidir.


Gerede Mustafa Kemal’i anlatırken, onu Hitler, Mussolini ve Lenin gibi liderlerle
kıyaslamaktadır; Gerede’ye göre Mustafa Kemal bunların aksine toplumsal bir din
yaratmaya çalışmamış ve dâhilik ve delilik arasındaki sınırda delilik tarafına geçmemiştir.

264 Kenan Esengin, Orgeneral Muğlalı olayı: 33 kişinin ölümü, Esengin, İstanbul, 1974, s. 43.
265 Fahrettin Altay, a.g.e., s. 457.
266 Sami Sabit Karaman, İstiklal Mücadelesi ve Enver Paşa, Sellüloz Basımevi, İzmir, 19??, s. 82-3.

99
“Örnekleri olan, denenmiş, halka doğru, halk egemenliği esasına dayanan bir cumhuriyet
yönetimi kurmak istemiş ve kurmuştur.” 267 Bu sözlerde “Halk egemenliği” kavramına
dayanan ulus-devlet nihai siyasî yapı olarak ele alınmakta, ideolojik siyasete güvensizlik
duyulmakta ve bu bir tür delilik olarak betimlenmektedir; ideoloji düşmanlığı vardır da
denebilir. Yine Gerede, Enver Paşa ile Mustafa Kemal’i kıyaslarken Mustafa Kemal’in
ölçüyü kaçırmama yeteneği olduğunu söylemekte ve “hayalci değil gerçekçiydi”
yorumunu yapmaktadır. Enver Paşa, Gerede’ye göre, temiz bir asker ve vatansever olsa
da Osmanlıcılık, Turancılık ve İslamcılık gibi fikirlerin arkasından hayalcilikle koşmuştur.
Gerede, realist politika ile ideoloji arasındaki çizgiyi açıkça çizmektedir: “Ulusal amaç,
ulusal çıkarlar ve ülkenin esenliği sınırları içerisinde Türkçülükle yetinmeyi bildi.”268

3.3. BÖLÜM SONUCU

Bu bölümde, iki temel eksende subayların siyasete bakışı ve bunun subay


zihniyetindeki yeri anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu iki temel eksen görünürde dış ve iç
siyaset gibi ayrılmışsa da, subayların iç ve dış siyasete yönelik fikirlerinden çok, bunlar
üzerinden subayların düşünce biçimlerini anlamaya yönelik bir yol izlenmeye
çalışılmıştır. Bu anlamda dış dünya algısı bağlamında, güvenlik sorunu, tehdit altında
olma duygusu ve güç odaklı yaklaşımların, Erken Cumhuriyet subaylarının düşünce
biçiminde merkezî bir yer tuttuğu sonucuna ulaşılmıştır.

Subay zihniyetinin en belirgin tarafı dünyayı tehditlerle dolu bir yer olarak
algılamasıdır. Bu algılama güvenlik arayışını beraberinde getirir ve subay öncelikle
parçası olduğu siyasî özneyi, yani ulus-devleti koruma eğilimi içinde olur. Subayın bakış
açısında insan doğası son kertede kötücüldür ve şiddet ve savaş tarihin sona ermeyecek
doğal parçalarıdır. Bu yüzden subay, güvenlik odaklı siyaset üretir; gerekirse
uygulayabileceği gücü elinde bulundurmak ister ve dış siyasete ve dünyaya güç odaklı
bir perspektiften bakar; bu anlamda muhafazakâr - realist çizgidedir.

267 Hüsrev Gerede, Hüsrev Gerede'nin anıları: Kurtuluş Savaşı, Atatürk ve Devrimler (19 Mayıs 1919-10
Kasım 1938) haz. Sami Önal, Literatür Yayınları, İstanbul, 2002, s. 249.
268 Gerede’nin “hayalci Turancılık” ile “gerçekçi milliyetçilik” arasında yaptığı ayrıma benzer başka tarih

yorumları mevcuttur. Erken Cumhuriyet’teki Anadolu odaklı Türk milliyetçiliğinin, Türk milliyetçiliğinin Turancı
eğilimler taşıyan erken döneminden nasıl ayrıştığı için bkz. Tanıl Bora, Türk Sağının Üç Hali Milliyetçilik
Muhafazakârlık İslamcılık, Birikim Yayınları, İstanbul, 2003. Ayrıca sol görüşe yakın bir romancının Türk-
Turan ayrımına dair ilginç bir yorumu için bkz. Oğuz Atay, Günlük, İletişim Yayınları, İstanbul, 1987, s. 98.

100
Erken Cumhuriyet subayları da bu tespite uymaktadırlar. Gerek siyasî, gerek
askerî anlamda devleti her durumda güvensizlik içinde görme eğiliminde olan Erken
Cumhuriyet subayları, zaman zaman iç politikadaki bölünmeleri de buraya bağlayarak
bunların devleti ve milleti zayıflatmak için dışarıdan yönlendirilen hamleler olduğunu da
iddia etmektedirler. Buna karşın, birlik içinde hareket etmeyi ve kendi çıkarlarını ve
güvenliğini öncelikli olarak düşünen bir dış (ve iç) siyaseti öngören subaylar, “Bizi yıkmak
isteyen güçler” gibi motiflere vurgu yapmaktadırlar.

Subaylar dış politikada güç sahibi olmanın da prestiji arttıracağını


savunmaktadırlar. Buna göre sağlıklı diplomatik ilişkiler kurmak ancak güç sahibi olmakla
mümkündür. Bu açıdan subay zihniyeti, barışın iyi niyetli girişimlerle değil, somut
caydırıcı güçle korunabileceğini savunur. Bu yüzden subaylar dış unsurlara asla
iyimserlikle bakmamakta ve tetikte olmayı öğütlemektedirler. Subayların bu eğilimi,
müttefiklere ihtiyaç duydukları ve diğer ülkelerin subayları ile birlikte çalıştıkları
zamanlarda da kendini göstermektedir.

Bu perspektiflerden bakıldığında, dünyayı güç ilişkileri bağlamında


değerlendirmek ve muhafazakâr - realist bir tutumla güvenlik odaklı düşünmek, subay
zihniyetinin belirleyici bir parçasıdır. Bu durum Erken Cumhuriyet subaylarında da bu
şekilde gözlenmiştir.

İkinci kısımda ise Erken Cumhuriyet subaylarının siyaset kurumu ile, siyaset
kavramı ile ve nihayet sivil bürokrasi ile ilişkileri ele alınmıştır. Öncelikle anılan dönemde
ordunun ve subayın apolitize olup olmadığı üzerine genel yorumlar dikkate alınmış, daha
sonra subayın siyaset kurumu ve sivil bürokrasi ile ilişkilerde kendini konumlandırmasını
zorlaştıran çelişkilere dikkat çekilmiştir. Sivil ve askerî uygulama ve değerlerin çelişmesi
ve hangi siyasî unsurun meşru otorite kabul edileceği konusundaki belirsizlik iki ana
çelişki olarak ortaya çıkmıştır.

Daha sonra subayların hangi durumlarda bürokrat ve uygulayıcı, hangi


durumlarda karar alıcı ve denetleyici konumuna yaklaştığı, söylemler ve olaylar
üzerinden anlaşılmaya çalışılmıştır. Varılan sonuç, rütbe ve kuşak farkları değişik
durumlara gebe olsa da, temelde subayın, karar alıcı olmadığı anlarda bile kendisini
ayrıcalıklı görmeye yatkın olduğudur. Diğer bir deyişle teoride sivil kontrolü kabul etmiş
olan subaylar dahi, siyaset üstü bir devlet kavrayışı geliştirerek, subaya o siyasetsiz
devlet alanını koruma misyonu yüklemiştir. Dahası, sivil bürokrasi ile kıyaslandığında –

101
konu siyaset olmasa dahi- ayrıcalıklı hisseden subayların yaklaşımı, çelişkileri
derinleştirmiştir.

Rütbe farklarının durumu nasıl etkilediğini de kısaca özetlemek gerekirse,


özellikle yüksek rütbelerde ulus-devletin siyasî iradesini temsil eden sivil otoriteye
bağlılık olduğu ve bu otoritenin gücünü korumasına hizmet edildiği halde, daha düşük
rütbelerde sivil bürokrasi ve askerî bürokrasinin işleme mekanizmaları arasında gerginlik
doğmaktadır. Her iki mekanizmanın dikey işleyen emir - komuta yapısı yatay olarak
kesişebilmektedir; bu kesişmeler kimi zaman hangi tarafın otoriteyi tesis edeceği üzerine,
kimi zaman da itibar ve saygınlık açısından kimin daha yukarıda olması gerektiği
üzerinedir. Burada askerin rütbesi kadar bürokratın rütbesinin de önemli olduğu
unutulmamalıdır. Ancak burada da en temelde varılan sonuç, Erken Cumhuriyet’te sivil
siyasetin en tepesine, yani devlet erkânına duyulan bağlılığın, bu erkânın asker kökenli
olmasıyla yakından ilgili olduğudur.

Son olarak ulus-devlette subay zihniyetinin belirleyici parçaları olarak siyaset ve


ideoloji karşıtlığı ve bu kavramlara duyulan güvensizlik ele alınmıştır. Bu alanlarda
ulaşılan sonuçlar fazlasıyla belirgindir ve ciddi çelişkiler içermemektedir; Erken
Cumhuriyet subayları hem teoride siyaset kavramına ve ideolojilere, hem de pratikte
siyasetçilere ve ideologlara karşı fazlasıyla güvensiz ve temkinlidirler ve bazen
neredeyse düşmanca yaklaşmaktadırlar.

102
SONUÇ

Bu tez, Erken Cumhuriyet döneminde subay kimliğinin baskın unsurlarını,


düşünce biçiminin belirgin yanlarını tespit etmeyi ve subayların bir zihin haritasını
çıkarmayı amaçlamıştır. Böyle bir çaba için subay zihniyetini oluşturan iki çapraz etkiyi
bir arada ele almak gerekmektedir: Birincisi, subaylık mesleğinin profesyonel etiğinden
ve meslekî karakterinden kaynaklanan etkidir. İkincisi ise subayların parçası oldukları
dönemin hâkim zihniyet ortamı, bu ortamın ürettiği tartışmalar ve düşünce biçimleridir.
Elbette bunların her ikisi de bir subayın tüm düşünce evrenini ve karakterini açıklamaz;
ancak bu dönemin subaylarının genel bir profilinin çizilebilmesini sağlar. Bu amaçla bu
tezde teorik genellemelerle, anılar ve subaylar tarafından yazılmış tarihi, siyasî ve askerî
metinler arasında çift yönlü bir okumaya dayanan bağlar kurulmaya çalışılmıştır. Bu
yapılırken kuramsal çerçevenin, özgül durumları ezmesinin önüne geçilmeye
çalışılmıştır.

Tezden çıkan sonuçlar bölümler halinde toparlanabilir. İlk bölüm, ordu içi
sorunlara yöneliktir. Bu bölümde kuramsal çerçeve ve anılardaki ampirik bilgi
karşılaştırıldığında varılan iki temel sonuç ele alınmıştır. Birincisi, Türk ordusunda mutlak
itaat, diğer bir deyişle katı bir emir-komuta zinciri oluşunun sonuçlarının sorgulanmasıdır.
Kuramsal olarak üst-ast baskısının, subayların inisiyatif alma yeteneğini olumsuz
etkileyebileceği, ayrıca, taktik, teknolojik ve doktriner ilerlemenin baskılanacağı
varsayılmıştır. Ancak pratikte bu sonuçlara ancak sınırlı olarak ulaşılmıştır. Bunun
sebebi, özellikle kırsal kesimlerde ve siyasî gerginlik merkezlerinden uzak bölgelerde
icra edilen görevlerde, subayların üzerindeki emir - komuta baskısının görece
zayıflaması, taktik ve teknolojik konularda ise durağanlığın sorumlusunun ekonomik
şartlar olmasıdır.

Ordu odaklı bir diğer konu da sınıflar arası rekabet ve askerî ihtiyaçlar
hiyerarşisidir. Bu anlamda karacı subayların bu konuda bir problem yaşamadığı, ancak
denizciler açısından bakıldığında konunun belirleyici öneme sahip olduğu görülmektedir.
Gerek Cihan Harbi ve Milli Mücadele deneyimlerinin karacıları ön plana çıkaran
sonuçları, gerekse siyasî çekişmeler ve nihayet ekonomik durum, denizcilerin deniz
gücüne yatırım yapılması beklentisini sekteye uğratmıştır.

İkinci bölümde subayların kendi toplumlarına bakışları ve toplumsal meseleleri


ele alırken öne çıkan düşünce biçimleri incelenmiştir. Bu bölümün bir bütün olarak

103
“ilerleme” ideali çevresinde kurgulandığı söylenebilir. İster inkılapçılık, ister aydınlanma
ideallerinin sürdürülmesi, ister modernleşme biçiminde olsun, Erken Cumhuriyet subayı
her toplumsal yorumunda ilerlemeyi acil bir ihtiyaç olarak vurgulamaktadır. Geri kalmışlık
subayın farkında olduğu ve hissettiği bir durumdur; ancak özgüven kaynakları da vardır.
Kimi zaman tarihe, kimi zaman ise milli bir “öz” kavramına dayanan bu özgüvenin,
dayanışmacı bir toplum ile birleşecek ve ilerleme sağlanacaktır. İşte Erken Cumhuriyet
subaylarının toplum odaklı düşüncesinin merkezinde bu vardır: Solidarist bir toplum, geri
kalmışlıktan kurtulma ve ilerleme.

Son bölüm ise subayların siyaset odaklı düşünce biçimlerini anlamaya yöneliktir.
Burada ilk kısımda siyaset, dış siyaset olarak ele alınmıştır. Ancak bundan kasıt, bir
siyasî özne olarak ulus-devletin, diğer siyasî öznelerle ilişkisidir. Millet ve onun
cisimleştiği siyasî yapı olan ulus-devlet, her an tehdit altında olan ve güvenlik tehditlerini
bertaraf etmek zorunda olan bir yapıdır. Bu yüzden subay her an yeterince güçlü ve hazır
olmak talebindedir. Subayın zihninde insan doğası zayıftır; şiddet ve savaş geçici
sapmalar değil er geç geri dönecek olan durumlardır. Erken Cumhuriyet subaylarının dış
siyaset söylemleri ve güvenlik konusu etrafındaki yorumları, bu profile uygundur.

Son bölümün ikinci kısmındaysa iç siyaset görüntüsü altında, subayları siyaset


kurumu, sivil bürokrasi, siyasetçiler ve ideolojilere bakış açıları anlaşılmaya çalışılmıştır.
Siyasete ve ideolojilere büyük bir güvensizlik besleyen Erken Cumhuriyet subayları, sivil
bürokrasi ile karşılaştıkları anlarda da, subay olmanın getirdiği ayrıcalığı talep
etmektedirler. Askerî bürokrasinin mensupları bu dönemde sivil karar alıcılara tabi gibi
gözükseler de, bu durumun sivil karar alıcıların da asker kökenli olmasıyla ilgili olduğu
belirtilmelidir. Bunun dışındaki bazı durumlarda “Profesyonel Askerî Etiğe” uygun
davranarak sivil karar alıcıya tabiyet gösterilse de, temelde Erken Cumhuriyet
subaylarının bu konulardaki tutumlarının çelişkiler barındırdığı söylenebilir.

Bu tezin bulguları, Erken Cumhuriyet subaylarını kendi bakış açılarından


anlamayı sağlayacak bir perspektif sunmaktadır. Subayların farklı olay ve durumları
değerlendirirken hangi motivsyonlarla düşündüğü ve ne gibi unsurların etkisi altında
olduğu ortaya konulmuştur. Buradan yola çıkarak geliştirilebilecek araştırmalarda, bu
tezde özellikle alt-başlıklar düzeyinde işlenen konuların sivil alan ile etkileşimi ve hem
sonraki dönemlerin subaylarına hem de Cumhuriyet tarihinin daha sonraki safhalarına
etkileri incelenebilir. Girişte de belirtildiği gibi, subayların güvenlik odaklı düşünce biçimi
ile “Milli Güvenlik Devleti” kavramları arasındaki ilişki önemli bir araştırma konusudur.

104
Subayların muhafazakâr-realist yaklaşımının, ilerlemeci ve dayanışmacı toplum
görüşlerinin devletin ve ordunun reflekslerine nasıl etki ettiği de önemli bir tartışmadır.
Bunun dışında özellikle mutlak itaat ve inisiyatif alma arasındaki çelişkinin askerî
sonuçları, hem Osmanlı ordusunda hem de Cumhuriyet’in diğer dönemlerinde
araştırılmaya muhtaç durumdadır. Kuvvetler (deniz/kara/hava) arası rekabetin Türk
Silahlı Kuvvetleri’nin daha sonraki dönemlerini nasıl etkilediği de bir soru işaretidir.
Kısacası bu tezde alt-başlık düzeyinde ele alınan konular, Osmanlı/Türk savaş
makinesinin diğer dönemlerinde de incelenebillir. Siyasî ve sosyal konuların sivil alan ile
etkileşimi ve devletin ve toplumun karakterine etkileri de yeni araştırmaların konusu
olabilir.

105
KAYNAKÇA

1. Anılar ve Subaylar Tarafından Yazılmış Eserler

ADİL Selahattin, Hayat mücadeleleri: Selahattin Âdil Paşanın hatıraları, Zafer Matbaası,
İstanbul 1982

AKGÜL Suat, ESENGİN Kenan, Orgeneral Mustafa Muğlalı ve Van-Özalp Olaylarının


İçyüzü, Berikan, Ankara, 2001

AKKILIÇ Abdulhalim, Askerin Romanı: E. Sv. Alb. Abdülhalim Akkılıç'ın Savaş ve Barış
Anıları, Yayına Hazırlayan, Yılmaz Akkılıç, Körfez Ofset yayınları, Gemlik, 1994

ALTAY Fahrettin, 10 Yıl Savaş 1912-1922 ve Sonrası, İnsel Yayınları, İstanbul, 1970

ALTAY Fahrettin, İstiklal Harbimizde Süvari Kolordusu, İnsel kitabevi, İstanbul, 1949

APAK Rahmi, Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1988

BÜYÜKTUĞRUL Afif, Büyük Atamız ve Türk Denizciliği, Türkiye İş Bankası Kültür


Yayınları, Ankara, 1969

CEBESOY Ali Fuat, Siyasî Hatıralar, Doğan Kardeş Yayınları, İstanbul, 1960

ÇALIŞLAR İzzeddin Dersim Raporu, Kıvanç Koçak (ed.), İletişim Yayınevi, İstanbul,
2010

ÇALIŞLAR İzzettin, Org. İzzettin Çalışlar'ın anılarıyla: gün gün, saat saat, İstiklal
Savaşı'nda Batı Cephesi, yayına hazırlayan İzzeddin Çalışlar, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul, 2009

DÜMER Vehbi Ziya, Amiral Vehbi Ziya Dümer'in Anıları, yayına hazırlayan Osman A.
Kaynak, T.C. Deniz Basımevi, İstanbul, 2003

ESENGİN Kenan, Milli Mücadelede Ayaklanmalar, Kamer, İstanbul, 1998

ESENGİN Kenan, Orgeneral Muğlalı olayı: 33 kişinin ölümü, Esengin, İstanbul, 1974

106
GEREDE Hüsrev, Hüsrev Gerede'nin anıları: Kurtuluş Savaşı, Atatürk ve Devrimler (19
Mayıs 1919-10 Kasım 1938) (haz.) Sami Önal, Literatür Yayınları, İstanbul, 2002

GÜNDÜZ Asım, Hatıralarım, İhsan Ilgar (haz.), Kervan Kitapçılık, İstanbul, 1973

GÜVEN Zühtü, Anzavur İsyanı: İstiklal Savaşı Tarihinden Acı Bir Safha, Türkiye İş
Bankası, Ankara, 1965

KARABEKİR Kazım, İstiklal Harbimizde Enver Paşa ve İttihat ve Terakki Erkânı, Menteş
Kitabevi, İstanbul, 1967

KARABEKİR Kazım, İstiklal Harbimiz, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1969

KARAMAN Sami Sabit, Eski Bir Konferans: Büyük İnkılâbımıza Dair, Selüloz Basımevi,
İzmit, 1947

KARAMAN Sami Sabit, İstiklal mücadelesi ve Enver Paşa, Sellüloz Basımevi, İzmir,
19??

KILIÇ Ali, Atatürk'ün Sırdaşı Kılıç Ali'nin Anıları, Hulûsi Turgut (der.), Türkiye İş Bankası,
İstanbul, 2005

KOCATÜRK Kenan, Bir Subayın Anıları, 1909-1999: Bitmemiş Senfoni, Kastaş


Yayınevi, İstanbul, 1999

KURTBEK Seyfi, Harp ve Ekonomi, İnsel Kitabevi, İstanbul, 1942

KUT Halil, Kutü’l – Amare Kahramanı Halil Kut Paşa’nın Hatıraları, Haz. Erhan Çiftçi,
Timaş Yayınları, İstanbul, 2015

MADANOĞLU Cemal, Anılar (1911-1938), Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1982

ORBAY Rauf, Siyasî Hatıralar, Örgün Yayınevi, İstanbul, 2003

ORHAN Celaleddin, Bir Bahriyelinin Anıları 1914-1981, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 2001

ÖZALP Kazım, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası, Ankara, 1994

ÖZALP Kazım, Milli Mücadele 1919-1922 Cilt 1, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1971-1972

107
SABİS Ali İhsan, Harb Hatıralarım, İnkılâb Kitabevi, İstanbul, 1943. 1. Cilt

SABİS Ali İhsan, Harb Hatıralarım, İnkılâb Kitabevi, İstanbul, 1943. 2. Cilt

SELÇUK İlhan, Yüzbaşı Selahattin’in Romanı, 2. Kitap, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1994

YALÇIN Hüseyin Cahit, Siyasal Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul,
2000

ULAY Sıtkı, Harbiye Silah Başına, Kitapçılık Ticaret Limited Şirketi, İstanbul, 1968

2. İkincil Kaynaklar

AHMAD Feroz, İttihatçılıktan Kemalizme, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1985

AHMAD Feroz, İttihat ve Terakki (1908-1914), Sander Yayınları, İstanbul, 1975

AKKAYA Erdal, Türk Ordusunda Stratejik ve Doktriner Değişiklikler (1923-1960), T.C.


Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
Ankara, 2006

AKŞİN Sina, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Remzi Kitabevi, İstanbul 1987

ALKAN Ahmet Turan, II. Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, Ufuk Kitap, İstanbul, 2006

ATAY Oğuz, Günlük, İletişim Yayınları, İstanbul, 1987

AYDEMİR Şevket Süreyya, İkinci Adam, 2. Cilt, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1968

BARLAS Dilek, GÜVENÇ Serhat, Türkiye’nin Akdeniz Siyaseti (1923-1939) Orta


Büyüklükte Devlet Diplomasisi ve Deniz Gücünün Sınırları, İstanbul: Koç Üniversitesi
Yayınları, 2014

BERKES Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2008

BEŞİKÇİ İsmail, Orgeneral Muğlalı Olayı Otuz Üç Kurşun, İstanbul: Belge Yayınları,
1991.

108
BEŞİKÇİ Mehmet, ““İhtiyat Zabiti”nden “Yedek Subay”a, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bir
zorunlu askerlik kategorisi olarak yedek subaylık ve yedek subaylar, 1891-1930”, Tarih
ve Toplum Yeni Yaklaşımlar, Sayı 13, Güz 2011

BEŞİKÇİ Mehmet, The Organized Mobilization of Popular Sentiments: The Ottoman


Navy League, 1909-1919, Boğaziçi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul,
1999, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi).

BEŞİKÇİ Mehmet, “Askerî Tarihçiliğin Gayri Resmi Kaynakları: Asker Anıları ve


Günlükleri”, Osmanlı Askerî Tarihini Araştırmak: Yeni Kaynaklar Yeni Yaklaşımlar, Cevat
Şayin, Gültekin Yıldız (der.), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2012

BRÖCKLİNG Ulrich, Disiplin: Askerî İtaat Üretiminin Sosyolojosi ve Tarihi, V.Atayman,


(çev.), İstanbul: Ayrıntı, 2001

BORA Tanıl, Türk Sağının Üç Hali Milliyetçilik Muhafazakârlık İslamcılık, Birikim


Yayınları, İstanbul, 2003

BOZDEMİR Mevlut, Türk Ordusunun Tarihsel Kaynakları, Ankara Üniversitesi Siyasal


Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara, 1982

BULUT Faik, Resmi Belgeler Işığında Ordu ve Din, 1826-1997 Devlet Gözüyle İslamcı
Faaliyetler, Doruk Yayımcılık, Ankara, 1997

COOK Steven, Yönetmeden Hükmeden Ordular, Türkiye Mısır, Cezair. Hayy Kitap,
İstanbul, 2008

ÇELİK Seydi, Devlet ve Asker Osmanlı’dan Günümüze Askerî Bürokrasinin Sistem


İçindeki Yeri, Salyangoz Yayınları, İstanbul, 2008

DAĞCI Gül Tuba, Osmanlıdan Cumhuriyete Ordu Siyaset İlişkisi, 27 Mayıs 1960 Askerî
Darbesi, İlgi Yayınları, İstanbul, 2006

DERİNGİL, Selim, Denge Oyunu İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2012

ERASLAN Cengiz, “Atatürk Döneminde İktidar – Ordu İlişkileri”, Ordular: Oluşum,


Teşkilat ve İşlev, Feridun M. Emecen (der.), Kitabevi, İstanbul, 2008

109
ERYAVUZ Bülent, “Donanma Komutanlığının Ana Üssü Olarak Gölcük Bölgesinin İlişkin
Anektodlar – Anılar”, 3. Deniz Harp Tarihi Semineri, 19-21 Nisan 2006, haz. Donanma
Komutanlığı, Ankara, Donanma Komutanlığı, 2006

DERİNGİL Selim, Denge Oyunu İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası,
İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2012

GOLTZ Colmer von Der, Milleti Müsellaha: (Silahlanmış millet), İstanbul: Harb
Akademileri Basımevi, 1970

GÜLEN Nejat, Dünden Bugüne Bahriyemiz, İstanbul: Kastaş A.Ş. Yayınları, 1988

GÜRSOY Yaprak, Türkiye’de Sivil Asker İlişkilerinin Dönüşümü, Ed. Mustafa Aydın,
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2012

GÜVENÇ Serhat, “ABD Askerî Yardımı ve Türk Ordusunun Dönüşümü: 1942-1960”,


Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, Evren Balta Paker, İsmet Akça (der.),
İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010

GÜVENÇ Serhat, BARLAS Dilek, “Bir Cumhuriyet Kurumu Yaratmak: Atatürk’ün


Donanması, 1923-1939”, Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, Evren Balta
Paker, İsmet Akça (der.), İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010

HALE William, Türkiye’de Ordu ve Siyaset, Ahmet Fethi (çev.) Alfa, İstanbul, 2014

HARRİS George S., “The Role of Military in Turkish Politics”, Middle East Journal, Vol.19
No.1 (Winter, 1965)

HART H. B. Liddel, Hitleri’in Generalleri Konuşuyor Alman Generallerin Gözüyle


Zaferlerin ve Yenilgilerin Nedenleri, Kastaş Yayınları, İstanbul, 1996

HUNTİNGTON Samuel P., Asker ve Devlet Sivil Asker İlişkilerinin Kuram ve Siyasası, K.
Uğur Kızılarslan (çev.) Salyangoz, İstanbul, 2004

İBA Şaban, Ordu Devlet ve Siyaset, Çiviyazıları, İstanbul, 1998

JANOWİTZ Morris, The professional soldier: A social and political portrait, Ill. Free Press,
Glencoe, 1971

110
JANOWİTZ Morris, The military in the political development of new nations: an essay in
comparative analysis, University of Chicago Press, Chicago, 1964

KANDEMİR Feridun, Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, Yakın Tarihimiz


Yayınları, İstanbul, 1965

KANSU Aykut, Türkiye’de Korporatist Düşünce ve Korporatizm Uygulamaları, Modern


Türkiye’de Siyasî Düşünce, Cilt 2 Kemalizm, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009

KARAÖMERLİOĞLU M. Asım, Tek Parti Döneminde Halkçılık, Modern Türkiye’de Siyasî


Düşünce, Cilt 2 Kemalizm, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009

KILIÇER Sema, Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı (TÜSES) Ankara,
1991

KOÇAK, Cemil, Belgelerle Heyet-i Mahsusalar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005

KURTCEPHE İsrafil, BALCIOĞLU Mustafa, Kara Harp Okulu Tarihi, Kara Harp Okulu,
Ankara, 1991

MARDİN Şerif, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011

MARDİN Şerif, Jön Türklerin Siyasî Fikirleri, 1895 – 1908, İletişim Yayınları, İstanbul,
2007

MUMCU Uğur, Kürt Dosyası, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı Yayınları,
İstanbul, 2005

NORDLİNGER Eric A., Soldiers in politics : military coups and governments, Englewood
Cliffs, N.J.: Prentice-Hall, 1977

ÖZCAN Gencer, “Türkiye’de Milli Güvenlik Kavramının Gelişimi”, Türkiye’de Ordu,


Devlet ve Güvenlik Siyaseti, Evren Balta Paker, İsmet Akça (der.), İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010

ÖZCAN Gencer, “Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi Ordusunda Prusya Etkisi”, Türkiye’de


Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, Evren Balta Paker, İsmet Akça (der.) İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010

111
ÖZDAĞ Ümit, Ordu - Siyaset İlişkisi (Atatürk ve İnönü Dönemleri), Gündoğan, Ankara,
1991

PARLA Taha, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, İletişim Yayınları,


İstanbul, 2001

POPPER Karl, Açık Toplum ve Düşmanları, Cilt 1-Platon, Liberte Yayınları, Ankara, 2008

SCHMİTT Carl, Siyasal Kavramı, Ece Göztepe (Çev.) Metis yayınları, İstanbul, 2012

SELEK Sabahattin, Anadolu İhtilali, 1. Cilt, Kastaş Yayınları, İstanbul, 2000

ŞAHİN Hakan, Asker Anılarında Türkiye’de Toplum ve Siyaset Algısı, İstanbul


Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2014 (Yayınlanmamış Doktora Tezi)

TEPEDELENLİOĞLU Nizamettin Nafiz, Ordu ve Politika, Bedir Yayınları, 1967

TOPRAK Zafer, Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji, Doğan Kitap, İstanbul,


2012

TOPRAK Zafer, Türkiye’de Popülizm 1908-1923, Doğan Kitap, İstanbul, 2013

TUNÇAY Mete, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması 1923-1931,


İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2012

UYAR Mesut, VAROĞLU A. Kadir, “In Search of Modernity and Nationality, The
Evolution of Turkish Military Curricula in Historical Perspective”, Armed Forces & Society,
Vol. 35 No. 1, 2008

YÜKSEL Murat, “Erken Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sinde Güvenlik Siyaseti ve Nüfus


Politikaları”, Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, Evren Balta Paker, İsmet Akça
(der.), İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010

112
ÖZGEÇMİŞ

1989 yılında İstanbul’un Bakırköy ilçesinde doğan Efe GÜZELOĞLU, 2008


yılında İstanbul (Erkek) Lisesi’nden, 2013 yılında Boğaziçi Üniversitesi Tarih
Bölümü’nden mezun olmuştur. Aynı yıl, Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik
Araştırmalar Enstitüsü Strateji ve Stratejik Araştırmalar Ana Bilim Dalı Harp Tarihi ve
Strateji programında başladığı yüksek lisans eğitimini 2016 yılında tamamlamıştır. Efe
GÜZELOĞLU, İngilizce, Almanca, Rusça ve Osmanlı Türkçesi bilmektedir.

113
(BU SAYFA BOŞ BIRAKILMIŞTIR)

114

You might also like