Professional Documents
Culture Documents
Kur'ân'i Doğru Anlamak - Kur'ân Işiğinda Di̇n
Kur'ân'i Doğru Anlamak - Kur'ân Işiğinda Di̇n
DOĞRU ANLAMAK
KUR’ÂN IŞIĞINDA DİN
İNANÇLARINIZI SORGULAMAYA HAZIR MISINIZ?
……………..
Nahl 123: “Ey Resul! Sana Hanif ol, İbrahim'in dinine uy diye vahyettik.”
Fatiha 5: “Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Senden yardım dileriz.”
Maide 15: “…Gerçekten size bir nur ve hakkı apaçık bildiren bir kitap gelmiştir.”
Al-i İmran 103: “Hep birlikte Allah'ın ipine yapışın, fırkalara bölünüp
parçalanmayın…”
“Eğer İslam’dan maksat Kur’ân’sa, ortada İslam diye bir şey olmadığını
söylemek durumundayız. Çünkü Kur’ân bugün göklere çekilmiş ve yeryüzündeki
İslam’ın onunla ilgisi kalmamıştır.”
Mehmet Akif Ersoy
“Eğer biz İslam’ın bir üstün değerler sistemi olduğunu Müslüman olmayanlara
anlatmak istiyorsak, onlara her şeyden önce bizim İslam’ı temsil etmediğimizi
söylemek borcundayız.”
Muhammed İkbal
Bir konunun gerçekte doğru olup olmadığını, yani gerçekliğini neye göre
belirlemeliyiz? Referans kaynağı ne olmalıdır? Doğanın ve evrenin işleyişi
açısından gerçeklik; gözlem, deney ve saf matematiğin denklemleri ile
belirlenebilir. Felsefik düşünceler, sosyoloji, din ve siyasi bilimler gibi toplumun
tamamını ilgilendiren konularda gerçeklik ise bir sağlama kitabı olan Kur’ân’a
başvurularak belirlenebilir. Yani doğanın ve evrenin işleyişi açısından bir konu;
gözlem, deney ya da matematiksel denklemlerle ispatlanabiliyorsa bu şeyin
doğruluğundan bahsedilebilir. Felsefik düşünceler, sosyoloji, din ve siyasi
bilimler açısından ise bir konu; eğer Kur’ân’a dayandırılabiliyorsa o şeyin
doğruluğundan bahsedilebilir. Yani gelenek, görenek ya da toplumda bir şeye
inananların sayısı, asla o şeyin gerçekliğini belirlemek amacıyla kullanılamaz.
1
Kartacalılar, site devletlerinin koruyucusu Tanrı Moloch’a kendi öz çocuklarını
yakarak kurban ederlerken, Fenikeliler salgın hastalıklar, kuraklık, savaş
kaybetme gibi büyük felaketlerin yaşandığı günlerde “en sevdikleri
çocuklarından birini” tanrıları Baal’e kurban verirlerdi.
New South Wales’da bazı kabilelerde, her kadının ilk doğan çocuğu, bir dinsel
törenin parçası olarak kabile tarafından yenirdi.
Colombia’da gelinin annesi, gerdeğe giren çiftin yatağının kenarına oturarak ilk
ilişkiye şahitlik etmektedir.
Hindistan’ın Solapur bölgesinde aileler, çocuklarını, uzun bir ömür ve sağlıklı bir
yaşam için 150 santimetrelik bir kuleden atarak aşağıda bir örtü ile tutmaktadır.
Newlyweds’de evlenen çift, gerdeğe tören sırasında yere serilen hasır üstünde,
konukların gözü önünde girmektedir.
2
Hindistan’da Drahoma geleneği (bir kız evleneceği zaman kızın ailesi, kızlarının
daha iyi yaşamasını sağlamak için erkeğe başlık parası verir) yüzünden Kast
sisteminin en alt tabakasındaki fakir aileler, doğacak kız çocuklarını kürtajla
aldırmaktadır. Sadece kız olduğu gerekçesiyle yılda beş yüz bin kürtaj
yapılmaktadır.
Hindistan’da Sati geleneği yüzünden kocası ölen dul kadınlar, kendini yakmak
ya da yaktırmak zorundadır.
Hinduların yüzyıllardır devam eden ölü yakma adetleri sizce ne kadar mantıklı?
3
Çinli kadınlar tarafından
daha güzel görünmek
adına yapılan ayak
küçültme geleneği sizce ne
kadar mantıklı?
“Ne zaman onlara: ‘Allah'ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz,
atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. (Peki) Ya
atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?”
Bakara Suresi 170
4
“Onlara: ‘Allah'ın indirdiğine ve elçiye gelin’ denildiğinde, ‘Atalarımızı üzerinde
bulduğumuz şey bize yeter’ derler. (Peki,) Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete
ermiyor idilerse?”
Maide Suresi 104
“Şirk koşanlar diyecekler ki: Allah dileseydi ne biz şirk koşardık ne atalarımız ve
hiçbir şeyi de haram kılmazdık. Onlardan öncekiler de, bizim zorlu azabımızı
tadıncaya kadar böyle yalanladılar. De ki: Sizin yanınızda, bize çıkarabileceğiniz
bir ilim mi var? Siz ancak zanna uymaktasınız ve siz ancak zan ve tahminle
yalan söylersiniz.”
En’am Suresi 148
“Hayır; dediler ki: Gerçekten atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk ve doğrusu
biz onların izleri (eserleri) üstünde doğru olana (hidayete) yönelmiş (kimse)leriz."
Zuhruf Suresi 22
5
“Dinlerini parça parça edip fırkalara, hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla
hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah onlara yapıp ettiklerini
haber verecektir.”
En'am Suresi 159
“Fakat onlar din konusunda parçalanıp aralarında bölük bölük (mezhep mezhep)
oldular. Her hizip, yalnız kendi yanındakiyle sevinip övünmektedir.”
Müminun Suresi 53
“İşte bütün bu peygamberlerin getirdikleri din, tek bir dindir ki, o da sizin dininiz
olan İslam’dır…”
Mü’minun Suresi 52
“Fakat insanlar tevhid dinini parça parça ederek aralarında ihtilafa düştüler…”
Enbiya Suresi 93
“…Gerçekten size bir nur ve hakkı apaçık bildiren bir kitap gelmiştir.”
Maide Suresi 15
“Allah, kendi rızasına uyan kimseleri o kitap vasıtasıyla selamet yollarına eriştirir,
İlahi izin ve iradesiyle onları inkâr karanlıklarından çıkarıp iman nuruna
kavuşturur ve dosdoğru bir yola iletir.”
Maide Suresi 16
“Bu kitap, bilen bir topluluk için Allah’ın rahmetiyle müjdeleyici ve Onun
azabından sakındırıcı olmak üzere, ayetleri açıklanıp ayırt edilmiş Arapça bir
Kur’ân olarak Rahman ve Rahim olan Allah tarafından indirilmiştir. Fakat onların
çoğu yüz çevirdiler; artık hakka kulak vermezler.”
Fussilet Suresi 2-4
6
“Allah katından geri çevrilmez bir gün gelmezden önce, yüzünü Hanif dinine
çevir. Ki o gün insanlar bölük bölük ayrılırlar.”
Rum Suresi 43
“Ey Resul! De ki: Ayrıca yüzünü Hanif dininden ayırma ve sakın ortak
koşanlardan olma diye emrolundum.”
Yunus Suresi 105
“De ki: Muhakkak Rabbim beni İbrahim'in doğru yoluna dosdoğru olan Hanif
dinine iletti.”
En’am Suresi 161
“Sen artık yüzünü hakka yönelmiş Hanif dine dön ki, Haniflik Allah'ın mayasıdır.
İnsanları o maya üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışında hiçbir değiştirme ve
değişiklik bulunmaz. İşte en doğru ve en sağlam din Haniflik'tir; fakat insanların
çoğu bilmezler.”
Rum Suresi 30
“Hâlbuki onlar yalnızca Hanif olmak üzere, dini sadece Allah'a has (özgün
kılarak, mezhep imamlarına, şeyhlere, kullara vb. has kılmayarak), Allah'ı
bilmekle, salâtı ikame etmekle ve zekât vermekle emrolunmuşlardı. En dosdoğru
ve gerçekçi din de işte bu Haniflik'tir.”
Beyyine Suresi 5
7
BİR İNANÇ DEVRİMCİSİNİN HİKÂYESİ
Hz. İbrahim’den kurtulmak için dev bir ateş ve mancınık hazırlatan Nemrut,
halkını da toplamış, kibir ve gurur içinde son defa Hz. İbrahim’e şunu teklif
etmektedir: “Yanmakta olan ateşe ve benim kudretime iyi bak! Görüyorsun ki
seni bu akıbetten kimse kurtaramaz. Ancak ben kurtarabilirim. Sana son bir
fırsat veriyorum, ancak iki üç dakikalık vaktin var. Gel bu fırsattan istifade et.
Dininden dön, bana tap ve helak olmaktan kurtul!”
Hz. İbrahim tebessüm eder ve şu cevabı verir: “Ey Nemrut, mademki iki üç
dakikalık ömrüm kaldı, ondan sonra beni bulamayacaksın, gel sen bu fırsatı
kaçırma istifade et. Putları ve ilahlık davasını terk et. Âlemlerin Rabbına iman et
ve ebedi zabtan kurtul.”
Nemrut hem öfkeli hem de perişan bir şekilde söyleyecek bir söz bulamaz.
Putperestler ise hayret ve dehşet içindedirler. Bu ne cesaret! Bu ne pervasızlık!
Hep birden bağırırlar: “O’ nu ateşe atalım, ateşe!” Nemrut yine böbürlenmiştir:
“Duyuyor musun, ateşe atılacaksın.”
Hz. İbrahim yine tebessümle cevap verir: “Allah yolunda dünya ateşi, iş mi
sanki? Eğer ben Allah aşkının tutuşturduğu sinemdeki ateşten bir kıvılcım size
sıçratsam ne siz kalırsınız ne de ateşiniz. Fakat ben Allah’ımın takdirine
razıyım, dilediğinizi yapmakta serbestsiniz.”
“Ya Rab, kulun ve Resulün İbrahim’e seni zikrettiği için kâfirler zulmetmektedir.
Onu kurtar, bize izin ver, onu senin emrinle kurtaralım.”
Haktan nida gelir: “O sizin yardımınıza iltifat etmez. İsterseniz gidin ve ona
sorun.”
8
Melekler Hz. İbrahim’e manivela yolunda yetişir ve: “Ya İbrahim, rüzgâr bizim
emrimizde, yeter ki sen iste, Hakkın izniyle ateşi söndürelim. Sular bizim
emrimizde, sen iste bu ateşi şu anda su ile söndürelim. Yer bizim emrimizde,
sen iste bu ateşi yere geçirelim, toprağa yutturalım,” derler.
Kâfirler Hz. İbrahim’i manivelanın bir ucuna oturtup bırakırlar ve Hz. İbrahim,
Nemrut’un ateş dağının ortasına doğru havada uçarak gitmektedir. O sırada
Cenab-ı Hak, Cebrail’e emir verir: “Derhal git, İbrahim’i havada tut ve ben
Cebrail’im, benden bir dileğin var mı?” diye sor.
Cebrail yetişir ve sorar: “Ben Cibrili Eminim. Hakkın emriyle sana geldim. Bir
arzun varsa benden iste.”
Hz. İbrahim yine tebessüm eder ve şu cevabı verir: “Benim dileğim Allah’tan
olur. Sana ihtiyacım yoktur ya Cibril.”
Derhal Allah’tan Cebrail’e hitap erişir: “Ya Cebrail, İbrahim benim halilim
(dostum)dir. Bunu İbrahim’e bildir.” Cebrail: “Ya İbrahim, Rabbin seni kendine
Halil seçti. İhtiyacını Rabbinden iste” der.
- Rabbimden ne isteyeyim?
- Nefsini iste.
- Nefsim kusurludur. Kusursuz Sultandan nefsimi istemek ayıptır.
- Ruhunu iste.
- Ruhum emanettir. Emanet sahibinden istenmez.
- Kalbini iste.
- Kalbim, Rabbimin hakkıdır. Nasıl isterim?
9
- Ateşe karşı Allah’tan yardım iste.
- Ateşi kim yaktı?
- Nemrut.
- Kimin emriyle yaktı?
- Huyunun emriyle.
- O huy, Celil olan Rabbimin emri. Halil, Celil emrine razıdır.
Hz. İbrahim’in bu son sözü üzerine Cebrail titreyerek elini İbrahim’den çeker ve
Allah Resulü “SüphanAllah, SüphanAllah,” diyerek dev ateşin tam ortasına
düşer. Fakat o anda Cenab-ı Haktan o korkunç ateşe şu hitap erişir: “Ey ateş!
Halilim İbrahim’e serin ve selametli ol!” Ve o an, olan olmuştur. Nemrut’un ateş
dağının tam ortasında, Hz. İbrahim’in düştüğü bölümdeki ateşten bir kıvılcım
bile kalmamıştır. Rabbi, İbrahim’e ateşi güllük gülistanlık yapmıştır. Tıpkı bir
cennet bahçesi gibi ortasında bir ırmak ve etrafı çeşitli ağaçlar, güller, çiçeklerle
süslüdür. HalilulRahman da bu bahçenin ortasında Âlemlerin Rabbına karşı
secde-i şükrana kapanmış ağlamaktadır. Bu sırada Allah Resulünün ateşe
atılışına sessiz sessiz ağlamakta olan meleklere hitaben Allah şöyle buyurur:
“Ben insanı yarattığım zaman siz; insan, bana kullukta, ibadette ve rızada kusur
eder diye telaşa düşmüştünüz. ‘Ya Rabbi, biz seni tesbih ediyoruz, sana
hamdediyoruz, seni takdis ediyoruz yetmez mi?’ demiştiniz. Ben de size, sizin
bilmediğinizi ben bilirim demiştim. Şimdi gördünüz mü? Yarattığım insan, beni
nar içinde tesbih ediyor. Sizler ise nur içinde tesbih ediyorsunuz.”
Bütün melekler secdeye kapanır ve: “Ya Rabbil Âlemin bizi affet. Hikmetinden
sual olunmaz,” derler. Cenabı Hak, tekrar meleklere hitap eder ve: “Gidiniz
Halilim İbrahim’in halini şimdi görünüz,” der.
Var olan her şeyi yaradan Allah (cc)’ın, gelmiş ve gelecek tüm insanoğlu
tarihinde dost-arkadaş-halil edindiği tek kişi, Hz. İbrahim’dir. Yukarıdaki hikaye
ışığında bunun nedenini mutlaka sorgulamadan geçmemek gerekmektedir.
Var olan tüm aracıları ortadan kaldırarak sadece ama sadece Allah’a
dayanmak, sadece O’ndan istemek ve sadece O’nun kitabını (Ku’an’ı) referans
almak her yerde ve her zaman için temel gayemiz olmalıdır.
10
HANİF İSLAM, HANİF DİN HAKKINDA
“De ki: Muhakkak Rabbim beni İbrahim'in doğru yoluna dosdoğru olan Hanif
dinine iletti.”
En’am Suresi 161
“Sen artık yüzünü hakka yönelmiş Hanif dine dön ki, Haniflik Allah'ın
mayasıdır. İnsanları o maya üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışında hiç bir
değiştirme ve değişiklik bulunmaz. İşte En doğru ve en sağlam din Haniflik'tir;
fakat insanların çoğu bilmezler.”
Rum Suresi 30
“Hâlbuki onlar yalnızca Hanif olmak üzere, dini sadece Allah'a has(özgün
kılarak, mezhep imamlarına, şeyhlere, kullara vb. has kılmayarak), Allah'ı
bilmekle, salâtı ikame etmekle ve zekât vermekle emrolunmuşlardı. En
dosdoğru ve gerçekçi din de işte bu Haniflik'tir.”
Beyyine Suresi 5
Kur’ân kaynaklı bir kelime olan “Hanif” ifadesi (Hanefi mezhebi ile
karıştırmayınız); yeni bir dini, yeni bir mezhebi, yeni bir cemaati ya da yeni bir
tarikatı ifade etmemektedir.
“Hanif İslam” ya da “Hanif Din” ifadesi; sadece ve sadece Kur’ân odaklı ve var
olan her şeyin Kur’ân’da var olduğunu ve dini anlamak ve yaşamak için
Kur’ân’ın yeterli ve eksiksiz olduğunu bildiren Kur’ân kaynaklı bir kavram, bir
öğreti, bir yoldur.
Kur’ân [Allah’ın kelamı, dolayısıyla da Allah (cc)]; dini, her bireyin ruhani
yolculuğu olduğunu ve bu ruhani yolculukta Kur’ân dışında ne bir cemaate, ne
bir mezhebe, ne bir tarikata, ne de herhangi bir hadis kaynağına gerek
olmadığını söyler. İnsanın her türlü kaynaktan bilgi alması gerektiğini,
öğrenmeye açık olması gerektiğini söyler, ancak zihni ve bedeni kimsenin
boyundurluğu, esareti altına verilmemesi gerektiğini emreder.
11
Din”’de tek referans kaynağı, değişmemiş ve doğruluğundan şüphe duyulmayan
Kur’ân’ın kendisinden başkası değildir.
Haniflik, müslüman (İslam’ı kabul eden kişi) olan bir kişinin, dogma anlayışından
sıyrılarak aklen ve tahkiken Tanrı’nın varlığını kabullenmeyi, sorgulamayı,
araştırmayı ve tam anlamıyla Kur’ân’ı referans almasını gerektirir ki Haniflikte,
bu sorgulama anlayışı, atamız Hz. İbrahim’den gelmektedir. Bu nedenle
Hanifliği kabul eden bir müslüman, Hanif olur. Her şeyi sorgulayarak, altındaki
nedeni araştırarak kabul etme anlayışı ve sadece Kur’ân’ı referans alma
mantığı bir Hanifi sıradan bir müslümandan ayıran en önemli farktır. Bu
açılardan bakıldığında “Hanif İslam” ya da “Hanif Din” ifadeleri; akıl ve bilim
gözüyle “İslam”, “Din” ya da “İslam”’a, “Din”’e akıl ve bilim gözüyle bakmak
anlamlarına gelmektedir.
İlk insandan beri tüm insanlığa gönderilen tüm dinler, aslında İslam’ın
kendisinden başka bir şey değildir ve hepsi de insanlığa hep aynı kuralları
hatırlatmıştır:
“İşte bütün bu peygamberlerin getirdikleri din, tek bir dindir ki, o da sizin dininiz
olan İslam’dır…”
Mü’minun Suresi 52
“Fakat insanlar tevhid dinini parça parça ederek aralarında ihtilafa düştüler…”
Enbiya Suresi 93
12
“Rabbinin sözü doğruluk ve adaletle tamamlandı. Onun sözlerini
[Kur'ân’ı]değiştirebilecek [hiçbir şey, hiçbir kuvvet]yoktur”.
En’am Suresi 115
“Ey Resul! De ki: Ayrıca yüzünü Hanif dininden ayırma ve sakın ortak
koşanlardan olma diye emrolundum.”
Yunus Suresi 105
“De ki: Muhakkak Rabbim beni İbrahim'in doğru yoluna dosdoğru olan Hanif
dinine iletti.”
En’am Suresi 161
“Sen artık yüzünü hakka yönelmiş Hanif dine dön ki, Haniflik Allah'ın mayasıdır.
İnsanları o maya üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışında hiç bir değiştirme ve
değişiklik bulunmaz. İşte En doğru ve en sağlam din Haniflik'tir; fakat insanların
çoğu bilmezler.”
Rum Suresi 30
“Hâlbuki onlar yalnızca Hanif olmak üzere, dini sadece Allah'a has(özgün
kılarak, mezhep imamlarına, şeyhlere, kullara vb. has kılmayarak), Allah'ı
bilmekle, salâtı ikame etmekle ve zekât vermekle emrolunmuşlardı. En
dosdoğru ve gerçekçi din de işte bu Haniflik'tir.”
Beyyine Suresi 5
13
değiştirmişlerdir (Dikkat: Kur’ân’ı değil, inandıkları inanç olan İslam’ı dejenere
etmişlerdir).
“Dinlerini parça parça edip fırkalara, hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla
hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah onlara yapıp ettiklerini
haber verecektir”.
En'am Suresi 159
“Allah katından geri çevrilmez bir gün gelmezden önce, yüzünü Hanif dinine
çevir. Ki o gün insanlar bölük bölük ayrılırlar.”
Rum Suresi 43
14
HANİF İSLAM = HANİF DİN’DE KAYNAK
Allah’ın emrettiği şeyler (farzlar) dışında kendi, Kur’ân’da yer almayan ancak
sadece hadislerde yer alan şeyleri (sünnetleri) gerçekten yapmış mıdır?
15
sürecinde (63 yaşında vefat edene kadar) kademe kademe inen ayetler
vasitasıyla öğrenmiştir.
Kur’ân, peygambere inen vahiylerin bir bütünü olup Allah’ın tüm emir ve
yasaklarını içeren bir kitaptır. Peygamber ise; bu emirleri insanlara anlatmak ve
bu emirlerin yaşama nasıl uyarlanacağını yaşayarak anlatmakla sorumludur
(eğer peygambere değil de sadece kitap bir anda gökyüzünden insanlara
indirilse idi, insanların hiçbiri bu kitabı okuma, anlama ve yaşamlarına uyarlama
işine girişmeyeceklerdi. Bir peygamber, bir öğretmen gibi kademe kademe
insanlara bilgi aşılayarak inen emirlerin nasıl uygulanacağını öğretmekle ve
insanları, yaptıkları hatalar yüzünden uyarmak ve inen vahiyler ışığında
yönlendirmekle yükümlüdür).
Allah, peygamberleri özel bir anlayış, kavrayış, zekâ ve ilimle donattığından her
işte onların fikirlerine müracaat etmek gerekmektedir. Ancak, dikkat edilmesi
gereken bir durum; emir ve yasak koyma yetkisinin sadece Allah’a ait
olduğudur. Bu emir ve yasaklar da vahiyler aracılığıyla peygamberlere
bildirilmektedir. Peygamberler de indirilen bu emir ve yasaklar çerçevesinde
insanları yönlendirir ve bilgilendirirler. Yani hiçbir peygamber vahiyler dışında
konuşma, kendiliğinden bir şeyler üretme ve vahiyler dışında alternatif emirler
oluşturma gibi bir lükse sahip değildir. Yasa koyma yetkisi sadece ama sadece
Allah’a aittir. Yasaların insanlara anlatılması ve yasaların yorumlanması
hâkimler olarak Allah’ın peygamberlerine aittir (peygamberler, dini kurallar
koyma yetkisine sahip değillerdir, yasa koyma yetkisi sadece ve sadece
16
âlemlerin Rabbı olan Allah’a aittir). Bu durum Peygamber Efendimiz için de
geçerlidir. Kur’ân, Allah’ın emir ve yasaklarını içeren bir kitap olup, insanlar
sadece bu kitaptan sorumludurlar. Peygamber Efendimiz de bu kitaba göre
yaşamış, bildiği her şeyi bu kitap (vahiyler aracılığıyla) sayesinde öğrenmiş ve
öğretmiştir.
Aşağıdaki ayetleri büyük bir titizlikle okuyup üzerlerinde büyük bir incelikle
düşününüz:
“Nitekim kendi içinizden bir peygamber gönderdik ki, size ayetlerimizi okur, sizi
inkâr ve günah kirlerinden temizler, size Kur’ân’ı, kâinatın gayesini ve sırlarını
ve daha bilmediğiniz nice şeyleri öğretir”.
Bakara Suresi 151
“Peygamber, kendisine Rabbinden indirilen Kur’ân’ı tasdik edip ona iman etti.
Mü’minler de onunla beraber iman ettiler”.
Bakara Suresi 285
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere ve sizden olan idarecilere de
itaat edin. Bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Resulüne arz
17
ediniz. Eğer Allah’a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorsanız böylesi daha
hayırlıdır ve neticesi de daha güzeldir”.
Nisa Suresi 59
“Biz onların söylediklerini iyi biliriz. Sen onlara zorbalıkla, diktatörlükle İslam’ı
kabul ettirmeye memur değilsin. O halde, benim tehdidimden korkanlara, bu
Kur’ân’ı tebliğ et, Kur’ân ile öğüt ver”.
Kaf Suresi 45
“De ki: Ben, sadece, vahiy ile sizi ikaz ediyorum. Fakat sağır olanlar, ikaz
edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar”.
Enbiya Suresi 45
Sana vahyettiğimizi okuman için, seni de onlardan önce nice ümmetlerin gelip
geçtiği bir ümmete gönderdik; o ümmet merhametli olan Allah’ı inkâr eder; de ki:
"O benim Rabbim’dir, O’ndan başka Tanrı yoktur, yalnız O’na güvenirim,
dönüşüm de O’nadır."
Rad Suresi 30
"Şahit olarak hangi şey daha büyüktür?" de. "Allah benimle sizin aranızda
şahittir. Bu Kuran bana, sizi ve ulaştığı kimseleri uyarmam için vahyolundu;
Allah’la beraber başka tanrılar bulunduğuna siz mi şahitlik ediyorsunuz?" de.
"Ben şehadet etmem" de. "O ancak tek tanrıdır, doğrusu ben ortak
koşmanızdan uzağım" de.
En’am Suresi 19
18
Bir çok tarikatçı, mezhepçi ve cemaat tarafından ayetlerde geçen “Allah’a ve
peygamberine uyun” ibaresi, hadislere ve sünnete delil olarak gösterilmektedir.
Bu zorlama anlamları çıkaranlar, ayrıca, Allah ve peygamber olmak üzere iki
kutup oluşturarak (Kur’ân’da yer alan Allah’ın emirleri ve buna ek olarak
Kur’ân’da yer almayan ancak güya hadislerde geçen peygamberin uyguladığı
dini emirler/sünnetler) Kur’ân dışında alternatif bir kitap olarak hadis
kaynaklarının da bu ayetlerin mealleri ışığında var olması gerektiğini
savunmaktadırlar.
Bununla da yetinmeyenler; Al-i İmran Suresi 164, Nisa Suresi 113 gibi ayetlerde
geçen ve “sünnet” kavramı ile hiçbir alakası olmayan “hikmet” kelimesini,
“sünnet” olarak tercüme edilip, ayet meallerini kendi çıkarları doğrultusunda
yorumlayıp, tahrif edip, Kur’ân’da geçmeyen sünnet kavramını, mealler içerisine
sıkıştırarak hadis kaynaklı sünnet kavramının da Kur’ân’da yer aldığını
savunmaktadırlar
Kur’ân, dinin emir ve yasaklarını içeren bir kitaptır. Peygamber de dini, inen
vahiyler sonucunda Kur’ân’dan öğrenmiş, hal ve hareketleriyle de ümmetine
öğretmen olmuştur. O’nun söylediği hiçbir söz Kur’ân’a aykırı olamaz, Kur’ân’da
bulunmayan bir söz de O’na ait olamaz. Bu durumda, Kur’ân’da yer almayan
hadisler ve sünnet kavramı, sonradan ortaya çıkmış birer fitneden başka bir şey
değildir.
19
bozulmaya ve Kur’ân’dan çok hadisler dinlenmeye başlanmıştır. Sonuç olarak,
Kur’ân’ın değiştirilmesinin imkânsız olduğunu (Kehf Suresi 27) bilen Yahudi
bilginler, Kur’ân’a alternatif emirler yani hadisler ve hadisler ışığında sünnetler
oluşturmaya başlamış ve saf olan dinin bozulmasını sağlamışlardır (Allah, Kehf
Suresi 27 ayeti gereği, Kur’ân’ın değiştirilemeyeceğinin garantisini vermiştir. Din
ise insan eliyle, bu şekilde bozulmuştur).
Allah, Kur’ân’da Yusuf Süresi 111’de “Bu Kur’ân, uydurulabilecek bir söz
(HADİS) değildir” diyerek gelecekte çıkacak bu fitneyi önceden haber vermiştir.
Ancak insanlar, Allah tarafından sınanacaklarından dolayı, Allah’ın ayeti hak
oldu ve insanlar “O’nun sözlerine mi yoksa uydurulan o hadislere mi
inanacaklar” sınanması içerisindedirler.
Nitekim Bakara Suresi 214’te: “Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin
hali (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?”
ayeti de önceki ümmetlerin başına gelen fitnelerle dinin bozulması durumunun,
başımıza da geleceğini söylemektedir.
20
“Hep birlikte Allah'ın ipine yapışın, fırkalara (mezheplere, tarikatlara,
cemaatlere) bölünüp parçalanmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın ki,
siz birbirinize düşman iken, O sizin kalplerinizi kaynaştırdı da, Onun nimeti
sayesinde kardeş oluverdiniz…”.
Al-i İmran Suresi 103
“Fakat onlar işlerini aralarında parçalayıp çeşitli kitaplara ayırdılar. Her hizip,
yalnız kendi yanındakiyle sevinip övünmektedir”.
Mü’minûn Suresi 53
“Onlardan ki, dinlerini parçalayıp fırkalar haline geldiler. Her fırka kendi
elindekiyle sevinip övünür”.
Rûm Suresi 32
O’nun şeyhi kimdi? O’nun mürşidi kimdi? O’nun Veli’si kimdi? O’nu yetiştiren,
O’na yol gösteren, her şeyi O’na öğreten Allah değil midir? Allah, O’nu Kur’ân
ile eğitmedi mi? O’na her şeyi, vahyettiği Kur’ân aracılığıyla öğretmedi mi? Peki
O, Kur’ân’ın kendisi ise, neden Kur’ân’ı referans alıp sadece Allah’ın ipine
(Kur’ân’a) sarılmıyoruz?
21
“Hep birlikte Allah'ın ipine yapışın, fırkalara bölünüp parçalanmayın...”
Al-i İmran Suresi 103
Zilzal Suresi 7-8 ayetleri gereği hiçbir şeyh, mürşit ya da tarikat önderi, hiçbir
insana yardım edemeyecektir. İnsanları cübbeleri altında cennete
geçiremeyecek, torpil yapamayacak ve sırattan kurtaramayacaktır. Bu, Kur’ân
ayetleri gereği, Allah’ın bir vaadidir.
"Ve bir günden sakının ki, o günde hiç kimse başkası namına bir şey
ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez.
Onlar hiçbir yardım da görmezler".
Bakara Suresi 123
22
"Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları onunla (Kur’ân ile) uyar.
Onlar için Rablerinden başka ne bir dost, ne de bir aracı vardır; belki sakınırlar".
En’am Suresi 51
Görüldüğü gibi ayetlere göre; Allah’tan başka kimse bir başkasının günahını
örtemez, günahlarını silemez, hesabını kolaylaştıramaz, kimse kimseye torpil
yapıp cennete sokamaz. Her kul, ne işledi ise bizzatihi onun hesabını sadece
Allah’a verecek ve yaptığı her eylem için sorguya çekilecek ve de yaptığı her
eylemin karşılığını bizzat kendisi görecektir.
Ancak bu iddiaları, Zilzal Suresi 7-8, Zümer Suresi 43-44, Bakara Suresi 123,
254 ayetleri ile tamamiyle çelişmekte ve bu insanlar farkında olmadan Allah’a
şirk koşmaktadırlar.
Aynı taassup ehli insanlar bu ayetlerin farkında olarak ancak Kur’ân’da geçen
Yunus Suresi 3, Bakara Suresi 255, Enbiya Suresi 28, TaHa Suresi 109,
Meryem Suresi 87, Müddessir Suresi 48 ve Necm Suresi 26 ayetlerini referans
göstererek kendi iddialarını ispatlamaya çalışmaktadırlar. Ancak bu kişiler
farkında olmayarak Kur’ân ayetleri arasında çelişki olabileceğini kabul ederek
yine Allah’a şirk koşmaktadırlar. Oysaki Allah (cc), çelişkilerden tamamiyle
uzaktır.
“Şefaat” ifadesi, Allah’ın “Eş Şafii” isminden türemekte olup “şifa vermek,
sıkıntılara deva olmak” gibi anlamlara gelmektedir. Zengin anlamlı bir kelime
olan “şefaat” ifadesi, kullanıldığı yere göre çeşitli anlamlar kazanmakla birlikte
Allah (cc) için, “Şafii” ifadesi kullanıldığında “günahları affedici, sıkıntıları
giderici, dertleri çözücü yagane güç” anlamlarına gelmektedir ki Zümer Suresi
43-44 ayetleri bu anlamları ifade etmektedir.
23
Ancak bu ifade insan için kullanıldığında “birinden, başkası adına bir ricada
bulunmak, kusurlarının bağışlanmasını dilemek, yardım istemek, dua etmek,
birinin af ve iyiliğe kavuşması için ricada bulunmak” gibi anlamlara gelmektedir
ki Yunus Suresi 3, Bakara Suresi 255, Enbiya Suresi 28, TaHa Suresi 109,
Meryem Suresi 87, Müddessir Suresi 48 ve Necm Suresi 26 ayetleri bu
anlamları ifade etmektedir.
“Odur ki, sizi inkâr karanlıklarından nura çıkarmak için rahmetine eriştirir;
melekler de bağışlanmanız için duâ ederler. Mü’minler için O çok
bağışlayıcıdır”.
Ahzâb Suresi 43
“Arşı taşıyan ve onun etrafında bulunan melekler Rablerini över, Onu tesbih
eder, Ona iman eder ve mü’minlerin bağışlanması için de dua ederler. “Ey
Rabbimiz,” derler. “Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Tevbe eden ve
Senin yoluna uyanların günahlarını bağışla ve onları cehennem azabından
koru”.
Mü’min Suresi 7
“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri yerli
yerince idare ederek arşa istiva eden Allah’tır. Onun izni olmadan hiç kimse
şefaatçi olamaz. İşte O Rabbiniz Allah’tır. O halde O’na kulluk edin. Hala
düşünmüyor musunuz?”
Yunus Suresi 3
24
ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine
alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O yücedir, büyüktür”.
Bakara Suresi 255
“Göklerde nice melekler var ki, Allah dilediği ve râzı olduğu kulları için şefaat
edilmesine izin vermedikçe onların şefaati hiçbir fayda vermez” .
Necm Suresi 26
Not: Şeytan, Kur’ân’da Cehenneme gidecekleri açık bir şekilde belirtilen kişiler
(Ebu Leheb ve karısı gibi) ve helak edilen kavimler için kimse şefaat edemez
(bağışlanmaları için dua edemez). Sadece günahları, sevaplarını azıcık geçmiş
ya da yaptığı iyi bir eylem ya da eylemler nedeniyle Tanrı’nın rızasını kazanmış
olanlar (günahları fazla olmuş olsa dahi) şefaate nail olabilirler. Bu kişilerin
bağışlanması için Tanrı’ya edilen dualar, şefaat kapsamında değerlendirilip o
kişilerin cennete alınmaları için bir neden oluşturur.
Not: Ta Ha Suresi 109 ayetine göre kimin şefaat etme (birilerinin bağışlanması
için dua etme) yetkisine sahip olacağı sadece âlemlerin Rabbı olan Allah (cc)
tarafından belirlenir. Bu da sadece ölümden sonra bilinebilecek bir durumdur.
Yani kimse bu dünyada iken şefaat yetkisine sahip olup olmayacağını asla
25
bilemez (buna tarikat ve cemaat önderleri de dâhildir). Ayrıca şefaat edilen
kişilerin cennete gideceği de kesin değildir. Bu, sadece Tanrı’nın yetkisinde
olup, şefaat edilen kişinin dünyada iken yapmış olduğu eylemlerin, Tanrı için ne
ifade ettiğine bağlıdır. Tanrı isterse günahları fazla olan kişileri, o şefaatler
(dualar) sayesinde cennete alır, isterse de almaz.
Aşağıdaki ayetleri okuyup her bir ayet üzerinde oldukça derin bir şekilde
düşünmemiz gerekmektedir:
“Allah'tan başkalarını veli edinenlerin durumu, bir yuva edinen dişi örümceğin
durumuna benzer. Ve yuvaların en zayıfı elbette ki dişi örümceğin yuvasıdır.
Keşke bilselerdi!”
Ankebût Suresi 41
“Gözünüzü açıp kendinize gelin! Arı duru din yalnız ve yalnız Allah'ındır. O'ndan
başkalarını veliler edinerek, "Biz onlara, yalnız bizi Allah'a yaklaştırmaları için
kulluk ediyoruz" diyenlere gelince, hiç kuşkusuz Allah onlar arasında, tartışıp
durdukları konuyla ilgili hükmü verecektir. Şu bir gerçek ki, Allah yalancı ve
nankör kişiyi iyiye ve güzele kılavuzlamaz”.
Zümer Suresi 3
26
“O'nun dışında veliler edinenlere gelince, onlar üzerinde gözcü de Allah'tır”.
Şura Suresi 6
Söz konusu yukarıdaki ayetler ile Allah (cc); tarikatçılık, cemaatçilik ve şeyhlik
gibi tüm ruhbanlık kurumlarını tamamiyle yasaklamıştır.
Oysaki, Allah (cc), Kur’ân’da Şura Suresi 9 ayetinde, “Yoksa O'ndan başka
veliler mi edindiler? Allah! O'dur gerçek dost…” ifadesiyle, kendisinden başka
bir “Veli” edinilmemesi gerektiğini açık bir şekilde belirtmiştir.
27
Olması gereken; bir okuldaki, bir kurstaki öğretmen-öğrenci ilişkisi şeklinde
olmalıdır.
“…Gerçekten size bir nur ve hakkı apaçık bildiren bir kitap gelmiştir”.
Maide Suresi 15
“Allah, Kendi rızasına uyan kimseleri o kitap vasıtasıyla selamet yollarına eriştirir,
İlahi izin ve iradesiyle onları inkâr karanlıklarından çıkarıp iman nuruna
kavuşturur ve dosdoğru bir yola iletir”.
Maide Suresi 16
“Ve bir günden sakının ki, o günde hiç kimse başkası namına bir şey ödeyemez,
kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez. Onlar hiçbir
yardım da görmezler”.
Bakara Suresi 123
28
Şimdi şeyhlerin, gavsların, mürşitlerin ve cemaat önderlerinin birer “Veli”
olduğuna kanıt olarak gösterilen ayetleri inceleyelim:
“Bilin ki, Allah'ın velileri için ne bir korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar.
Onlar Allah'a inanmış ve O'na karşı gelmekten sakınmışlardır”.
Yunus Suresi 62
Tüm bu açıklamalara rağmen hala Yunus Suresi 62. ayetteki “Veli” kelimesinin,
şeyhleri ya da gavsları anlattığını iddia edersek, Allah (cc)’un kendisiyle de
çeliştiğini iddia etmiş oluruz. Ayrıca şunu da hatırlamak gerekir ki, Arapçada her
bir kelimenin, tıpkı diğer dillerde olduğu gibi, iç içe geçmiş birden fazla anlamı
vardır. Dolayısıyla ayetler yorumlanırken bu anlamların da göz önünde
bulundurulması gerekmektedir.
“İnkâr edenler birbirlerinin velileridir. Eğer size emredileni yerine getirip mü’mini
dost, kâfiri düşman bilmezseniz, yeryüzünde fitne çıkar ve pek büyük bir fesat
olur”.
Enfal Suresi 73
29
“Ey iman edenler, eğer imana karşı inkârı sevip-tercih ediyorlarsa, babalarınızı
ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte bunlar
zulmeden kimselerdir”.
Tevbe Suresi 23
“Haklı bir neden olmaksızın Allah'ın haram kıldığı bir kimseyi öldürmeyin. Kim
mazlum olarak öldürülürse onun velisine yetki vermişizdir; o da öldürmede
ölçüyü aşmasın. Çünkü o, gerçekten yardım görmüştür”.
İsra Suresi 33
30
“Allah'tan başkalarını veli edinenlerin durumu, bir yuva edinen dişi örümceğin
durumuna benzer. Ve yuvaların en zayıfı elbette ki dişi örümceğin yuvasıdır.
Keşke bilselerdi!”
Ankebût Suresi 41
Eğer hala: “Bilin ki, Allah'ın velileri için ne bir korku vardır, ne de onlar mahzun
olurlar. Onlar Allah'a inanmış ve O'na karşı gelmekten sakınmışlardır (Yunus
Suresi 62)” ayetindeki “Veli” kelimesini şeyhler, mürşitler, cemaat önderleri ve
gavslar olarak kabul etmeye devam edecekseniz, aşağıdaki ayette geçen
“Veli”leri kim diye kabul edeceksiniz?
Evet, şeytan bizleri, “Bir mezhebe girmezsek, bir tarikata girip bir şeyhe
bağlanmazsak cehenneme gideriz, şeyhler bizi çarpar, onların her dediğini
yapmamız gerekir” korkusuyla korkutuyor. Allah, ise “onlardan değil benden
korkun” ve sadece Kur’ân’ı referans alın diyor. Şimdi kime inanalım? Kur’ân’a
mı yoksa uydurma hadisler ışığında dini yorumlayan şeyhlere, cemaat
önderlerine, mürşitlere, gavslara ya da paralı cami imamlarına mı?
Her gün namazda okuduğumuz Fatiha suresini bile idrak edememiş, Allah’tan
başkasını anmanın, O’na eş koşmanın haram olduğunu bilmemize rağmen hep
mürşitlerden, şeyhlerden ve gavslardan yardım dilemiş, onları aracı, put
yapmış, kalbimizde, zihnimizde ve ruhumuzda hep onları anmış, rabıta etmişiz.
31
aracılığıyla, Allah ile kul arasına girilmiş ve bunu savunmak için; “bugün bir
devlet memuru ile bile görüşmek için nasıl ki sekreter aracılığıyla randevu
alınması gerekiyorsa, Allah ile de aynı şekilde aracı olmadan bağlantı
kurulamaz” yalanı uydurularak Yücelerden Yüce olan, bize şah damarından
daha yakın ve her bir öze nüfuz etmiş olan Rabbimiz (cc), memur-sekreter
seviyesine indirgenmiş ve en büyük şirk kapısı oluşturulmuştur.
Bu zihniyete sahip insanlar, aynı pişkinlikle Rabb ile kul arasında torpil dahi
olabileceğini savunmuş ve “adamını bul Sırat’tan bile geçersin” kavramını
yaratmışlardır (ne de olsa mürşitler kendilerine bağlananlara cennetin tapusunu
garanti etmektedirler).
Şimdi size soruyorum: “Size şahdamarından daya yakınım (Kaf Suresi 16)”
diyen bir tanrı için aracı gerekir mi? “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer
versin!” diyen bir tanrı için bir sekretere-aracıya ihtiyaç var mıdır?
“Allah adına yalan uydurandan yahut onun ayetlerini yalanlayandan daha zalim
kimdir?”
En’am Suresi 21
32
bu durumu garanti altına almışlardır (Lütfen “İmam Ali” filmini izleyiniz). Nitekim
Ahzab Suresi 40 ayeti de; “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası
değildir” bu duruma gönderme yaparak Peygamber Efendimizin hiçbir yakınının
kalmadığını, hepsinin öldüğünü/öldürüldüğünü belirtmektedir.
“İşte bütün bu peygamberlerin getirdikleri din, tek bir dindir ki, o da sizin dininiz
olan İslam’dır… Fakat insanlar tevhid dinini parça parça ederek aralarında
ihtilafa düştüler…”
Enbiya Suresi 92-93
“Doğrusu o Kur’ân, senin için de, kavmin için de bir öğüttür ve siz ondan sorguya
çekileceksiniz”.
Zuhruf Suresi 44
33
Evet, Furkan Suresi 30 ayeti gereği Müslümanlar, Kur’ân’ı bırakıp insan eliyle
oluşturulmuş inançlara (mezheplere, tarikatlara ya da cemaatlere) inanmış ve
tarikat ehli insanların sözüne daha fazla rağbet etmişlerdir.
Tüm mezhep imamları, birçok tarikat şeyhi, gavslar, mürşidler ve paralı imamlar;
Kur’ân’da önceleri recm (Tevrat’ta çokça geçen ve Yahudi geleneklerinden İslam
dinine girmiş, sonraları uydurma hadislerle İslam’ın da bir emri olarak telakki
edilen, zina edenlerin taşlanması emri) ayetinin olduğunu ancak, bu ayetin daha
sonraları (hadislere göre bir keçinin yemesi sonrasında) Kur’ân’dan çıkarıldığını
iddia ederek, “recm” olayını, Allah’ın bir emri olarak gösterdiklerinden, ki bu
şekilde Kur’ân’ın değiştirilebileceğini/değiştirildiğini savunduklarından ve Allah’ın,
Kur’ân’ın değiştirilemeyeceği sözünü (En’am Suresi 115, Hicr Suresi 9)
inkârlarından dolayı dinden çıkmış ve güvenilmez insanlar olmuşlardır. Sırf bu
akla ziyan inançlarından dolayı bile bu tip insanların arkasından yürümemenin en
doğru yol olacağı asla unutulmamalıdır.
Dini emirlerin bir kısmının Kur’ân’da bulunmadığını iddia etmek, Allah’ın İslam
dinini, Peygamberine eksik bir şekilde vahyettiğini iddia etmek olur ki, bu da “Biz
O’nda hiçbir şeyi eksik bırakmadık. En’am Suresi 38” ayetine karşı gelmek ve
dinden çıkmak anlamına geleceği asla unutulmamalıdır.
34
Aşağıda yer alan ayetler üzerinde mutlaka derin bir şekilde düşünmek
gerekmektedir.
“Doğrusu o Kur’ân, senin için de, kavmin için de bir öğüttür ve siz de ondan
sorguya çekileceksiniz”.
Zuhruf Suresi 44
“Bu kitap, bilen bir topluluk için Allah’ın rahmetiyle müjdeleyici ve O’nun
azabından sakındırıcı olmak üzere, ayetleri açıklanıp ayırt edilmiş Arapça bir
Kur’ân olarak Rahman ve Rahim olan Allah tarafından indirilmiştir. Fakat onların
çoğu yüz çevirdiler; artık hakka kulak vermezler”.
Fussilet Suresi 2-4
“And olsun ki Biz bu Kur’ân’da, güzelce düşünüp öğüt alsınlar diye insanlar için
her türlü misali verdik”.
Zümer Suresi 27
“…Gerçekten size bir nur ve hakkı apaçık bildiren bir kitap gelmiştir”.
Maide Suresi 15
“Allah, Kendi rızasına uyan kimseleri o kitap vasıtasıyla selamet yollarına eriştirir,
İlahi izin ve iradesiyle onları inkâr karanlıklarından çıkarıp iman nuruna
kavuşturur ve dosdoğru bir yola iletir”.
Maide Suresi 16
35
Allah’ın ayetlerine karşı gelmiş, Allah ve Peygamberi adına yalan uydurmuş
olmaktan öteye geçmeyecektir.
Aynı din adamları, tarikat adabı yolu ile güya İslam’ı daha iyi anlamak için; vird,
hatme ve rabıta gibi alternatif emirler oluşturarak, Allah’ın Kur’ân’da belirttiği
emirler dışında, uyulması gereken yeni emirler oluşturarak “Kula Kulluk”
prensibiyle, Allah’a adaş olmaya çalışmışlardır. Hâlbuki din adına her emir,
sadece Allah tarafından konur ve hiç kimse din adına, Allah’ın, Kur’ân’da
belirtmiş olduğu emirler dışında İslam’a; hadis, sünnet, vird, hatme ve rabıta gibi
ekstra emirler koyamaz. Çünkü din Allah’ındır ve kurallar sadece kendisi
tarafından belirlenir.
36
Eğer ulaşılamaz ve din, ancak vird-hatme-rabıta üçgeni ile tam olarak
anlaşılabilir ve yaşanabilir diyorsanız, Peygamber’in dahi dini tam olarak
yaşamadığını ve O’na indirilen dinin eksik olduğunu kabul etmişsiniz demektir.
Şimdi soruyoruz: Hala Kur’ân’a mı inanacaksınız yoksa kendi elleriyle yeni bir
din oluşturmuş olan o insanlara mı?
37
“Kendilerine okunmakta olan Kitab’ı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi?
Elbette iman eden bir kavim için onda rahmet ve ibret vardır."
Ankebut Suresi 51
“Kim vardır ki, ondan daha güzeli var olsun? İyilik halinde, tam bir ihlas ile
kendini Allah'a teslim etmiş (Yaratan ile barışmış) ve Allah'ın indindeki en güzel
din olan İbrahim'in dini Hanifliğe tabi olmuştur. Allah İbrahim'i dost edinmiştir”.
Nisa Suresi 125
“Kuşkusuz ben her dinden vazgeçip, yüzümü Hanif olarak o gökleri ve yeri
yaratan Allah'a döndüm”.
En’am Suresi 79
“De ki: Muhakkak Rabbim beni İbrahim'in doğru yoluna, dosdoğru olan Hanif
dinine iletti”.
En’am Suresi 161
“Ey Resul! De ki: Ayrıca yüzünü Hanif dininden ayırma ve sakın ortak
koşanlardan olma diye emrolundum”.
Yunus Suresi 105
38
“...Allah'a Hanif olarak muhatap olun, habis ortak koşmalardan kaçının”.
Hac Suresi 31
“Hâlbuki onlar yalnızca Hanif olmak üzere, dini sadece Allah' a has (özgün
kılarak, mezhep imamlarına, şeyhlere, kullara vb. has kılmayarak), Allah'ı
bilmekle, salâtı ikame etmekle ve zekât vermekle emrolunmuşlardı. En dosdoğru
ve gerçekçi din de işte bu Hanifliktir”.
Beyyine Suresi 5
“Sen artık yüzünü hakka yönelmiş Hanif dine dön ki, Haniflik Allah'ın mayasıdır.
İnsanları o maya üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışında hiçbir değiştirme ve
değişiklik bulunmaz. İşte en doğru ve en sağlam din Hanifliktir; fakat insanların
çoğu bilmezler”.
Rum Suresi 30
“Allah katından geri çevrilmez bir gün gelmezden önce, yüzünü Hanif dinine
çevir. Ki o gün insanlar bölük bölük ayrılırlar”.
Rum Suresi 43
İnsanların dini konularda daha bilinçli olması ve Allah’ın kitabını daha dikkatli bir
şekilde okuması gerekmektedir. Nitekim Karbela olayından sonra Hz. Ali, Hz.
Hasan, Hz. Hüseyin ve sahabenin tamamı Muaviye’nin emriyle öldürülmüş ve
din, siyasete alet edilerek uydurma hadisler, Yahudi ve Hristiyan din adamları,
Ebu Süfyan, Muaviye, Yezid gibi, Peygamber ve O’nun ashabına düşman olan
kişiler tarafından bozguna uğratılmıştır (Sahabeleri, Hz. Ali’yi, Peygamber’in iki
39
gözü olan torunlarını öldüren o kişilerden, o münafıklardan ne beklenirdi ki?). Bu
dönemden sonra din, içten ve dıştan fitnelerle yıkılmış ve Kur’ân eksenli bir din
anlayışından kul eksenli bir din anlayışına geçilmiştir.
40
Şu anda Mekke ve Medine toprakları Mu’te nikâhına inanan ve Kur’ân’a göre
tamamıyla sapık bir inanış olan Vehhabilikle (İngilizler tarafından oluşturulmuş bir
mezheptir) yönetilmektedir. Peki, Neden? Çünkü çoğu insan orada o mezhebe
inanmaktadır.
Kul kelamına dayanan hiçbir şey hatasız olamaz. Bir inanış, sadece ve sadece
Allah kelamına dayanıyorsa saftır ve tam anlamıyla gerçekçidir. Allah’ın emirleri
kesindir, olasılığa dayanmaz, çelişki içermez, parçalanmaz ve mezheplerde
olduğu gibi de mezhepten mezhebe değişim göstermez. Emir ne ise odur ve
yoruma gerek bırakmaz.
“…Gerçekten size bir nur ve hakkı apaçık bildiren bir kitap gelmiştir”.
Maide Suresi 15
“Allah, Kendi rızasına uyan kimseleri o kitap vasıtasıyla selamet yollarına eriştirir,
İlahi izin ve iradesiyle onları inkâr karanlıklarından çıkarıp iman nuruna
kavuşturur ve dosdoğru bir yola iletir”.
Maide Suresi 16
41
“Hep birlikte Allah'ın ipine yapışın, fırkalara bölünüp parçalanmayın”.
Al-i İmran Suresi103
“O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri kararanlara: "İmanınızdan
sonra küfrettiniz ha? Öyle ise inkâr etmenize karşılık azabı tadın" denir.”
Al-i İmran Suresi 106
“Dinlerini parça parça edip fırkalara, hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla
hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah onlara yapıp ettiklerini
haber verecektir”.
En'am Suresi 159
“İşte bütün bu peygamberlerin getirdikleri din, tek bir dindir ki, o da sizin dininiz
olan İslam’dır…”
Mü’minun Suresi 52
“Fakat onlar işlerini aralarında parçalayıp çeşitli kitaplara ayırdılar. Her hizip,
yalnız kendi yanındakiyle sevinip övünmektedir”.
Mü’minûn Suresi 53
“Onlardan ki, dinlerini parçalayıp fırkalar haline geldiler. Her fırka kendi
elindekiyle sevinip övünür”.
Rûm Suresi 32
İslam dini, özünde sorgulayıcılık üzerine kurulmuş bir dindir. Kur’ân’da bunun
karşılığı Haniflik, Hanif dindir. İslam’ın bu sorgulayıcılık özelliği ise, atamız
İbrahim’in, Rabbimizi bulmak amacıyla ayı, güneşi ve yıldızları Rabbi kabul
etmesi, en sonunda da bunların hiçbirinin Rabbi olamayacağını aklen
kavraması ve sonrasında âlemlerin Rabbi olan Allah’a iman etmesi esasına
dayanır. Haniflik, müslüman (İslam’ı kabul eden kişi) olan bir kişinin, dogma
anlayışından sıyrılarak aklen ve tahkiken Tanrı’nın varlığını kabullenmeyi,
sorgulamayı, araştırmayı ve tam anlamıyla Kur’ân’ı referans almayı gerektirir ki
42
bu tip bir müslümanı, Kur’ân, Hanif diye tanımlar. Bu nedenle Hanifliği kabul
eden bir müslüman, Kur’ân’ın deyimiyle, Hanif olur. Her şeyi sorgulayarak,
altındaki nedeni araştırarak kabul etme anlayışı ve sadece Kur’ân’ı referans
alma mantığı bir Hanifi sıradan bir müslümandan ayıran en önemli farktır.
Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: "Bu benim
Rabbimdir." Fakat kayboluverince: "Ben kaybolup-gidenleri sevmem" demişti.
Ardından Ay'ı doğar görünce: "Bu benim Rabbim" demiş, fakat o da
kayboluverince: "Andolsun" demişti, "Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse
gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum." Sonra güneşi doğar görünce: "İşte
bu benim Rabbim, bu en büyük" demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine
demişti ki: "Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan
uzağım. Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana
çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim."
En’am Suresi 76-79
Bütün insanlık içinde Allah’ı aklen bulma şerefine nail olan tek insan, Hz. İbrahim
(as) olduğundan kendisine HALİL (Allah’ın dostu) unvanı verilmiştir. O’nun
dışında hiçbir peygamber, Allah’ı saf akıl yoluyla bulmamıştır. Şöyle ki; diğer
bütün peygamberler doğdukları andan itibaren, peygamberlik fıtratı ile
doğduklarından hiçbir şeye tapmadan/inanmadan ya da kendi babaları
peygamber olduğundan direk Allah’a iman ederekten yaratıcının kendileriyle
irtibata geçmesini beklemişlerdir. Ancak bu durum, Hz. İbrahim için farklıdır.
Onun yetiştiği ortamda babası dâhil olmak üzere tüm çevre, putperesttir. Kendisi,
bu çevre içerisinde akıl yoluyla Allah’ı idrak etmiş ve O’na iman etmiştir. Saf akıl
yoluyla Allah’ı tanıması ve O’nu Rabbi kabul etmesi üzerine, Allah onu dost
43
edinmiş ve kendisine, diğer tüm peygamberlerden farklı olarak, sonradan
peygamberlik unvanı vermiştir. İşte bu aşamadan sonra dinin temelleri, Hz.
İbrahim tarafından oluşturulmuş ve bunları beğenen Allah (cc) tarafından
benimsenerek tüm insanlığa farz kılınmıştır.
“Hâlbuki onlar yalnızca Hanif olmak üzere, dini sadece Allah'a has (özgün
kılarak, mezhep imamlarına, şeyhlere, kullara vb. has kılmayarak), Allah'ı
bilmekle, salâtı ikame etmekle ve zekât vermekle emrolunmuşlardı. En dosdoğru
ve gerçekçi din de işte bu Hanifliktir”.
Beyyine Suresi 5
“Sen artık yüzünü hakka yönelmiş Hanif dine dön ki, Haniflik Allah'ın mayasıdır.
İnsanları o maya üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışında hiçbir değiştirme ve
değişiklik bulunmaz. İşte en doğru ve en sağlam din Hanifliktir; fakat insanların
çoğu bilmezler”.
Rum Suresi 30
“İşte bütün bu peygamberlerin getirdikleri din, tek bir dindir ki, o da sizin dininiz
olan İslam’dır…”
Mü’minun Suresi 52
Hz. İbrahim, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a iman ettikten sonra arayış içinde iken
ayı, güneşi ve yıldızları Rabbi kabul etmiş olmanın üzüntüsünü bir türlü içinden
atamamıştır. Bunun üzerine; aya, güneşe ve yıldızlara mukabil olarak kendisine
3 vakit namazı 2 rekâttan, her gün kılmak üzere, adet edinmiştir (3 vakit namazın
kaynağı her bir vakti temsil eden aya, güneşe ve yıldızlara dayanmaktadır). Daha
sonraları orucu, zekâtı, kurbanı, fitreyi ve haccı da kendisine adet edinen Hz.
44
İbrahim’in bu durumunu beğenen Allah(cc), tüm bunları, bütün insanlığa farz
kılmıştır.
İşte tüm dinlerin temelini (aslında ortada tek bir din var) atan Hz. İbrahim’den beri
tüm bu emirler, değişmeden Hz. Muhammed’e kadar gelmiş ve Kur’ân ile birlikte
yeniden tüm insanlığa tebliğ edilmiştir. Nitekim bu durum, Mü’minun Suresi 52
ayetinde; “İşte bütün bu peygamberlerin getirdikleri din, tek bir dindir ki, o da
sizin dininiz olan İslam’dır…” şeklinde ifade edilmektedir.
“Sana söylenen, senden öncekilere söylenmiş olandan başka bir şey değildir.
Muhakkak ki senin Rabbin, mağfiretin ve elîm azabın sahibidir”.
Fussilet Suresi 43
“İşte bütün bu peygamberlerin getirdikleri din, tek bir dindir ki, o da sizin dininiz
olan İslam’dır… Fakat insanlar tevhid dinini parça parça ederek aralarında
ihtilafa düştüler…”
Enbiya Suresi 92-93
Bu ayetlerden de aynı şekilde anlaşılıyor ki, Peygamber (as) yeni bir din
getirmemiş ve Hz. İbrahim’den beri süre gelen İslam’ın kendisini insanlara
tekrardan tebliğ etmiştir. Din, Allah’ın tüm emir ve yasaklarını içerdiğinden, Hz.
İbrahim’den sonra gelen tüm peygamberler hangi namazları kılmışlarsa, hangi
orucu tutmuşlarsa ve din adına onlara ne farz kılınmışsa (Bakara Suresi 83), Hz.
Muhammed (sav)’e de aynısı farz kılınmıştır. Nitekim kendisi de atası İbrahim
(as) gibi oruç tutmuş, zekât vermiş, haccı tavaf etmiş ve namazı, Allah’ın belirttiği
şekilde 3 vakitten 2 rekât kılmıştır (bu durum ileriki sayfalarda daha ayrıntılı
işlenecektir). Dini bozmaya çalışanlar ise; 3 vakit kılınan namazın Miraç
olayından sonra 5 vakte çıkarıldığını iddia etmekte ve bu şekilde de Allah’ın
emirlerinin değişebileceğini/değiştirilebileceğini savunmaktadırlar. Hâlbuki
ayetlerde;
45
“Allah'ın önceden gelip geçmişlere uyguladığı yasası budur. Allah'ın yasasında
değişme bulamazsın”.
Fetih Suresi 23
“Allah katından geri çevrilmez bir gün gelmezden önce, yüzünü Hanif dinine
çevir. Ki o gün insanlar bölük bölük ayrılırlar”.
Rum Suresi 43
Hazır yeri gelmişken; Şiilerin neden namazı, 3 vakit kıldığını (Karbela olayından
sonra Muaviye tarafından yeni bir din oluşturuldu, Hz. Ali taraftarları ise gerçek
İslam’ı yaşamayı sürdürmüşlerdir. Fakat sonradan onlar da Yahudilerin oyunları
46
sonucunda gerçek dinden sapmışlardır, ancak hala 3 vakit kılmaktadırlar),
neden Cuma namazının farzının 2 rekât olduğunu (Cemaat halinde
kılındığından değiştirilemedi) ve neden hacda 5 vaktin 3 vakte indirildiğini de
sorgulamak gerekmektedir (sözde cem edilmektedir, ama neden cem edildiği ya
da neden cem edilmesi gerektiği sorgulanmamaktadır).
47
HADİSLER DİNİ ANLAMAK İÇİN GEREKLİ Mİ?
Kelime anlamı izlenen yol, tavır, adet, metot, tarz anlamına gelen “sünnet”
kavramı, geleneksel İslam anlayışında “Peygamber’in hal ve hareketleri”
manasında kullanılmaktadır. Kur’ân’da ise “sünnet”, Allah yasaları olarak ifade
edilmekte ve “Allah’ın sünnetinde bir değişim olmayacağı” belirtilmektedir.
“Benden Kur’ân dışında hiçbir şey yazmayın. Kim benden Kur’ân dışında bir şey
yazmışsa imha etsin.”
Ahmed bin Hanbel, Müsned 3/12, 21, 33
“Bilin ki; Kur’ân’dan başka bir şey eken, ektiğini biçerken belalara uğrar. Artık
siz de O’nu ekin, O’na uyun. Rabbinize O’nu delil edin, nefislerinize O’nu öğütçü
48
yapın. Kendi reyleriniz O’na uymazsa reylerinizi (yorumlarınızı, seçiminizi)
töhmetleyin, dilekleriniz O’na aykırıysa dileklerinize hıyanette bulunun.”
Nehcül Belağa, 55
“Allah elçisinden sözlerini yazmak için izin istedik, bize izin vermedi.”
Tirmizi, es-Sünen, 11
Biz hadis yazarken Hz. Peygamber yanımıza geldi ve “Yazdığınız şey nedir?”
dedi. “Senden işittiğimiz hadisler” dedik. Hz. Peygamber: “Allah’ın kitabından
başka kitap mı istiyorsunuz? Sizden evvelki milletler Allah’ın kitabı yanında
başka kitaplar yazdıkları için yoldan çıktılar.”
El Hatib, Takyid 33
“Allah’ın kitabında helal kıldığı helal, haram kıldığı haramdır. Hakkında sustuğu
ise serbesttir. Allah’ın serbest bıraktıklarını kabul edin ve bilin ki Allah hiçbir şeyi
unutucu değildir.”
Tırmizi K. Libas 6; İbni Mace K. Etime 60/El-Müracaat, 20
“Şeddad, İbni Abbas’a “Hz. Peygamber bir şey bıraktı mı?” diye sordu. O da
“Sadece Kur’ân’ın iki kapağı arasında olanları bıraktı.” cevabını verdi.”
Müslim K. Fezailus Sahabe 30,31; Ebu Davud K. Fiten 1; Tırmizi K. Fiten 43
İbni Abbas hadis yazmayı yasaklar ve şöyle derdi: “Sizden önceki ümmetlerin
sapmaları bu şekilde kitaplar vücuda getirmek yüzünden olmuştur.”
İbn Abdül Berr, Camiul Beyanil ilm 1/63-68
49
Bir gün Hz. Ali’ye gelirler ve “Halk hadislere dalmış,” derler. Hz. Ali sorar:
“Gerçekten öyle mi?” “Evet,” derler. Peygamber’den işittim ki gelecekte vuku
bulabilecek bir fitneden söz ediyordu. “O fitneden kurtuluş nedir, nasıldır?” diye
sordum. Resullullah dedi ki: “Kurtuluş Kur’ân’dadır. Çünkü sizden öncekilerin
haberleri de, sizden sonrakilerin haberleri de, aranızdakilerin hükmü de ondadır.
O gerçek ile yalanı birbirinden ayıran kesin bir hükümdür, şaka ve boş söz
değildir. O’nu terk eden her zorbanın Allah boynunu kırar. Hidayeti, doğru yolu
O’ndan başkasında arayanı Allah sapkınlığa düşürür. O, Allah’ın en sağlam
urganıdır. O, hikmetle dolu Kur’ân’dır. O, en doğru yoldur. O, boş arzuların
haktan saptıramayacağı, dillerin karıştırıp belirsiz edemeyeceği, ilim
adamlarının doyamayacağı, çok tekrarlanılmasından bıkılmayan, ilginç
özellikleri bitip tükenmeyen bir kitaptır.”
Sünen-i Tırmizi/Darimi
Eğer Kur’ân’dan çok hadislere rağbet ediliyorsa işte yukarıda bahsi geçen
hadislerde de görüldüğü üzere, Peygamber Efendimiz, herhangi bir şekilde
hadis yazılmasını emretmediği gibi yazılmasını da yasaklamıştır. 4 halife
döneminde bu emre itaat edilmesine rağmen vefatından 200 yıl sonra Emevi ve
Abbasiler döneminde hadis yazılmasına başlanmış ve bu şekilde de Arap,
Yahudi ve diğer milletlerin gelenek ve göreneklerinin dini emirler olarak
algılanmasına neden olunmuştur.
Hadisler, eğer geleneksel İslam anlayışının belirttiği gibi dinin bir kaynağı olsa
idi, Peygamber bunların yazılmasını yasaklar mıydı? Eğer bu hadisler dinin ana
kaynaklarından bir tanesi ise; neden Peygamber’e en yakın kişiler olan Hz. Ebu
Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’den çok az hadis rivayet edilmiştir?
Peygamberin sözlerinin en taze olduğu dönemlerde, Kur’ân’ın kitap haline
getirilmiş olmasına rağmen, neden hadisler de kitap haline getirilmedi? Neden
hadis rivayet zinciri, Peygamber döneminden uzaklaştıkça artmaktadır? Mantıklı
olan, Peygamber dönemine en yakın zamanlarda daha fazla hadis rivayetinin
olması gerekliliği değil midir? Hadis yazarları, kendi kitaplarında, “hadis
yazılmaması gerektiği” ile ilgili hadisler bulundurmalarına ragmen, neden hadis
yazmaya devam etmişlerdir ve hadis kitaplarındaki bu çelişkilere ragmen, onlara
inanmak hala mantıklı mıdır?
50
Bazı hadis bilginlerine göre 2 milyon hadis bulunmaktadır: Peygamber
Efendimize, peygamberlik emri, kendisi 40 yaşında iken gelmiş ve 63 yaşında
vefat edene kadar 23 yıl (8395 gün) peygamberlik yapmıştır. 2 milyon hadis
söylediği düşünüldüğünde bu 23 yıllık süreçte, günde 238 hadis söylemesi
anlamına gelir ki, bu sayı 6236 ayet içeren Kur’ân’la kıyaslandığında gerçekten
çok düşündürücü bir hal alır. Daha vahim bir durum ise; kutsal kitapların bile
değişmiş olmasına rağmen bu hadislerin korunması ve 200 yıl sonra bile hatırda
kalarak kayıt altına alınabilmeleridir.
Buhari, Müslim, Ebu Davut, İbni Hanbel ve İmam Malik gibi hadis yazarları
sahih (kesin doğru olduğuna kanaat getirilen) olmayan hadisleri kitaplarına
yazmadıklarını iddia etmiş ancak bunlardan birinin sahih görmediğini diğeri
sahih görerek kendi kitabına yazmış ve birbirlerine aslında güvenilemeyeceğini
ispatlamışlardır.
Hadisleri dinin kaynağı olarak gören Buhari, 600 bin hadis bildiğini ve bunlardan
sadece güvenilir bulduğu 6000-7000 hadisi kitabında yazdığını belirtmiştir. Yani,
bildiği hadislerin sadece %1’ini kitabına alan Buhari, bu şekilde uydurma
hadislerin varlığını kabul etmiştir. Buhari tekrarlarıyla birlikte toplamda yazmış
olduğu 9082 hadisi, 16 yılda 600.000 hadisten seçerek yazdığını ve bu hadisleri
kitabına yazarken sahih olmaları konusunda Allah’a danışmış olduğunun
51
garantisini vermekte ve bu hususla ilgili şunu beyan etmektedir: “Herhangi bir
hadisi Sahih’e dâhil etmezden önce yıkanıp iki rekât namaz kılarak, Allah’a
istihârede bulunup manevi bir işaret aradım, ondan sonra hadisin sıhhatine
hükmettim. Bu şekilde sıhhati nazarımda sübût bulmayan hiçbir hadisi Sahih’e
almadım” der. Şimdi bu iddiasının ne kadar mantık dışı olduğunu görelim: 16 yıl
5840 gün eder. Bu da 600.000 hadis için; günde 102 defa yıkandığı ve 205
rekât namaz kıldığı anlamına gelmektedir. Kaldı ki; bazen “bir hadisin
sağlamlığını kontrol etmek için günlerce seyahat ettiğini” iddia ettiğini de
düşündüğümüzde, Buhari’nin bildiği tüm hadislerin doğruluğunu test etmesinin
yaşamı boyunca imkânsız olduğunu ve bu açıklamaları doğrultusunda da
aslında kendisine güvenilmemesi gerektiğini anlamış olmamız gerekmektedir.
Kütüb’i Sitte yazarlarından hiçbirinin Arap asıllı olmadığı, gezi amaçlı dahi olsa
Mekke ve Medine topraklarına gitmedikleri, hadislerin doğruluğuna yine
kendileri tarafından uydurulan ravi senetlerini (hadisi rivayet etmiş/râvî son
kişiden ilk kişiye kadar olan râvîlerin isimlerini içeren silsile) kanıt göstermeleri ki
bu şekilde Kur’ân’ı değil de insanların birbirlerine aktardıkları sözleri referans
almaları (sanki hadisi uyduran senetleri de uyduramazmış gibi), hadislerin
Kur’ân’ı nesh edebileceğini (yani Allah’ın emirlerini değiştirebileceğini) ve
uydurdukları hadislerde Ebu Hüreyre hakkında;
Hz. Ömer, Ebu Hureyre’ye hitaben: “Seni Bahreyn’e vali yaptığımda ayağında
bir çift ayakkabı yoktu. Sonra duydum ki sen 1000 dinara, 600 dinara atlar satın
almışsın. Sen Bahreyn’in en ücra köşesinden, insanlar vergilerini, Allah ve
Müslümanlar için değil de, senin için versinler diye mi geldin?” der.
Zehebi, Siyer
Hz. Ömer, Ebu Hureyre’ye hitaben “Ey Allah’ın ve kitabının düşmanı! Allah’ın
malını çaldın değil mi? Yoksa senin on bin dinarın nereden olacak?”
İbni Sa’d, Tabakat, 4. cilt, 59
“Aişe onu defalarca reddederek şöyle diyordu: “Ebu Hureyre çok yalan söylüyor;
o, Resulullah adına da bir sürü yalan hadis uydurmuştur.”
Zehebi, Telhis’ul- Müstedrek. Müslim, Sahih-i Müslim, 2. cilt
52
Ebu Hureyre’nin şöyle dediği geçer: “Ömer ölünceye kadar Allah’ın Resulü
buyurdu diyemezdik.”
Müslim, Sahihi Müslim, 1. cilt, s. 34
Hz. Ali şöyle demiştir: “Yaşayanlar arasında Allah Resulü’ne en fazla yalan
isnad eden Ebu Hureyre’dir.”
İbni Ebul Hadid, Şerhu Nehcul Belağa, 1. cilt, s. 360
gibi hadislere yer vermelerine rağmen, Ebu Hüreyre’den 5374 hadis rivayet
etmeleri gerçekten de üzerlerinde çok düşünülmesi gereken durumlar değiller
midir? Peygamber döneminde bile münafıklardan geçilmez iken ve Peygamber
dahi bu münafıkları bilmez iken (Tevbe Suresi 101), vefatından 200 yıl sonra
ortaya çıkan ve ağızdan ağza aktarılan hadislerin, münafıklar tarafından
uydurulmadıklarını nereden bileceğiz?
53
kişisel zenginliğe dönüştürülmesi, Arap ve Yahudi gelenek ve göreneklerinin
İslam’a mal edilmesi, hadisler ışığında doğru gösterilmiştir.
“Devlet terörünü, tedhişini göstermek için camide çarmıha gerildi. Artık camiler
Allah’ın değil, Yezit’in kanunlarının infaz yeriydi.”
Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Hilafetten Saltanata Emeviler Dönemi, s, 55,
İstanbul 2007
“Hz. Hüseyin’i Yezit’in adamları değil, Allah öldürmüştü. Çünkü Yezit Allah’ın
halifesiydi. Allah adına hareket ediyordu. Yezit’in yaptığı her iş Allah’ın işiydi.
Yezit’e karşı gelmek bu nedenle Allah’a karşı gelmekti. Allah kendisine karşı
gelenlerin cezasını elbette verirdi. Bu İslam dışı düşüncenin eseri olarak
Emeviler dönemindeki halifeler Allah’ın halifesi olarak anılmışlardır. Hâlbuki ilk
dört halifeye ve Hz. Hasan’a, Hz. Muhammed’in halifesi deniliyordu. Her şeyin
sahibi olan Allah’tır inancı Emevi saltanatıyla Allah adına hareket eden
halifelere geçti. Böylece halifeler mülkün ve her şeyin sahibi, tek güç olarak boy
gösterdiler. Ceberut ve zulümlerine Allah’ı karıştırarak Allah’ın kullarına kıydılar.
Hem Allah’ı hem de kullarını emellerine alet ettiler. Öyle ki Emeviler, müminlerin
idarecilere itaat etmekle yükümlü olduklarına, idarecilere günah yazılmadığına
ve halifelerin ahrette cezalandırılmayacağı gibi inançları yayıyorlardı.”
İbni Abdirrabih, l, 60; İbnül Esir, Kamil, lll, 224
54
İslam dinini dejenere etmek isteyen münafıklar, hadisler ve Kutsi hadisler
(Kur’ân’da yer almayan ancak ayet hükmünde olan hadisler) uydurmuş ve
bununla da yetinmeyip hadislerin doğruluğunu ispatlamak için “Nesh” yöntemini
geliştirmişlerdir. Buna göre; “Kur’ân’da önceleri var olan bazı ayetler, sonradan
çıkartılmış ancak yine de bu ayetlerin hükmü baki kalmıştır”.
“Nesh” ortadan kalkan, silinen ve “Mensuh” bir ayetin hükmünün başka bir ayet
ile ya da bir hadis ile ortadan kaldırılması ifadeleri ile Kur’ân’ın çelişkiler
içerdiğini, bazı ayetlerin hükmünün geçerli olmadığını savunan ve bu şekilde de
Kur’ân’ın bir kısmına aslında inanmayan gelenekçi zihniyete, Allah’ın cevabı ise
apaçıktır:
55
“Neshedilen ya da unutturulan ayetlerin”, Kur’ân ayetleri anlamında olmadığını
anlarız. Şöyle ki, kutsal kitap İncil indirilmeden önce Tevrat, ana kutsal kitap
olarak insanların sorumlu tutulduğu yegâne kitaptı. Ancak bu kitabın zamanla
tahrif olması ve Allah’ın emirlerinin/ayetlerinin unutulmaya başlanması
neticesinde (Hz. İbrahim’den beri farz olan oruç, namaz, zekât gibi dini emirler
de zamanla unutulmaya başlanmıştır) Allah, insanlara bir peygamber
aracılığıyla yeni bir kutsal kitap olan İncil’i göndermiş ve bu şekilde de
unutulmaya başlanan ayetler yerine ya aynı ayetleri (oruç, namaz, zekât gibi
dini emirler aynen farz kılınmıştır) ya da daha hayırlı olan ayetleri (bir önceki
kitap ile yeni gelen kitap arasındaki olayları da anlatan daha kapsamlı bir kitap
ve uygulanacak yeni ve daha kapsamlı emirler anlamında) indirmiş ve insanları
bu kitaptan sorumlu tutmuştur (bir önceki kitabın hükmü de bu şekilde ortadan
kaldırılmıştır). Aynı şekilde kutsal kitap İncil’in emirlerinin/ayetlerinin unutulmaya
başlanması ve düzenin bozulması üzerine son kutsal kitap olan Kur’ân; bir
önceki kitapları/ayetleri tasdik etmek anlamında, yani bir önceki kitapta bulunan
ayetlerin/emirlerin benzeri ya da insanları daha az zorlayacak, daha hafif
emirler/ayetler içeren (Hac Suresi 78, Bakara Suresi 185, Nisa Suresi 28),
değiştirilmesi imkânsız, her şeyi yapısında bulunduran, daha kapsamlı, daha
hayırlı bir kitap/ayet olarak indirilmiştir. Nitekim Bakara Suresi 105 ayetinde;
“(Ey müminler!) Ehl-i Kitaptan kâfirler ve putperestler de Rabbinizden size bir
hayır indirilmesini istemezler. Hâlbuki Allah rahmetini dilediğine verir. Allah
büyük lütuf sahibidir.” “kâfirler ve putperestler de Rabbinizden size bir hayır
indirilmesini istemezler.” ifadesiyle de bu durum kastedilmiş ve ardından Bakara
Suresi 106 ayeti indirilmiştir.
Konunun daha iyi anlaşılması için, “Daha hayırlısı” ifadesini biraz daha açalım:
Bazı ümmetlerin yapmış oldukları isyanlar yüzünden Allah, onları bir şekilde
sınamak için çeşitli ayetler/emirler indirmiştir. Örneğin Semud kavmine
gönderilmiş “deve” bir ayet olup bu ayete, emre göre; bu devenin kesilmemesi
ve su içme hakkının gasp edilmemesi emredilmiştir. Ancak onlar, bu emri/ayeti
hiçe sayıp deveyi kestiler. Bunun üzerine Allah’ın emrini hiçe saymaları
yüzünden helak olmuşlardır. Onlardan sonraki ümmetlerde ise; bu emir/ayet
değil daha farklı emirler/ayetler farz kılınmıştır.
56
“Allah’ın Resulü onlara: "Allah’ın devesine ve onun su hakkına dokunmayın!"
dedi. Ama onlar, onu yalanladılar ve deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri
günahları sebebiyle onlara büyük bir felâket gönderdi de hepsini helâk etti.”
Şems Suresi 13-14
İşte bu ayetlerden şunu anlıyoruz ki; önceki ümmetler için Allah’ın belirlemiş
olduğu emirler, o ümmetler için düzenlenmiş şeriatler/kanunlar olup, bunlara
göre iman etmeleri emredilmiştir.
"Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Kitab'ı
(Kur'ân'ı) gönderdik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen
hakkı/gerçeği bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Her
birinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı;
fakat size verdiğinde (Şeriatler ve yolda sizi deneyip imtihan etmek için (böyle
yaptı). Öyleyse hayırda/iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü
Allah'adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri (n gerçek tarafını) O
haber verecektir."
Mâide Suresi 48
“Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin
isteklerine uyma.”
Casiye Suresi 18
Ancak, Kur’ân’ın inmesi ile de eski emirler yerini yeni emirlere bırakmış ve
önceki emirler iptal edilmiştir. Yani artık tüm insanlık, önceki kitapların emirlerini
bir köşeye koyup sadece Kur’ân’ın emirleri/ayetleri ile amel etmek zorundadır.
57
İşte Allah (cc) ’un Nahl Suresi 101 ve Bakara Suresi 106 ayetleri ile anlatmak
istediği budur.
Yoksa geleneksel İslam anlayışının belirttiği gibi birbirinin hükmünü iptal eden
Kur’ân ayetleri gibi bir durum söz konusu değildir.
“Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman (öldükten sonra) bize kavuşmayı
beklemeyenler: Ya bundan başka bir Kur’ân getir veya bunu değiştir! dediler. De
ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana
vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette
büyük günün azabından korkarım.”
Yunus Suresi 15
58
Aşağıda, geleneksel İslam anlayışında, âlemlerin Rabbı olan Allah’ın güya
Kur’ân’ı koruyamadığı ve bir keçinin yemesi nedeniyle ortadan kalktığını iddia
ettikleri ayetlere delil olarak sunulan hadisler yer almaktadır:
"Keçinin yemesi sonucu Kur’ân'dan çıkan taşlama ayetini, Ömer Kur’ân'a tekrar
sokmak istedi; ancak halkın dedikodusundan korktuğu için cesaret edemedi."
Buhari 53/5; 54/9; 83/3; 93/21; Muslim, Hudud 8/1431; Ebu Davut 41/1; Itkan
2/34
59
alınmış bir ettir” dedi. Ona “kadın” denilecek, çünkü o adamdan alındı.” İncil,
Tekvin; 2/7, 21-23
Kitab-ı Mukaddes’ten bir alıntı: “...20- Fakat bu şey, genç kadında kızlık nişanları
bulunmadığı, hakikatse; 21- o zaman genç kadını babasının evinin kapısına
çıkaracaklar ve şehrin adamları onu taşla taşlayacaklar ve ölecek, çünkü
babasının evinde zina etmiş olmakla İsrail’de alçaklık etmiştir ve aranızdan
kötülüğü kaldıracaksın. 22- Eğer bir adam, başka bir adamın karısı olan bir
kadınla yatmakta olarak bulunursa, o zaman kadınla yatan adam ve kadın,
onların ikisi de öleceklerdir ve kötülüğü İsrail’den kaldıracaksın. 23- Eğer kız olan
bir genç kadın bir adamla nişanlı ise ve bir adam onu şehirde bulup onunla
yatarsa; 24- o zaman onların ikisini de o şehrin kapısına çıkaracaksınız ve
onları, şehirde olduğu halde bağırmadığı için, kadını ve komşusunun karısını
alçalttığı için erkeği taşla taşlayacaksınız ve ölecekler ve kötülüğü aranızdan
kaldıracaksın. 25- fakat adam nişanlı genç kadını kırda bulursa ve onu yakalayıp
kendisiyle yatarsa, o zaman yalnız onunla yatmış olan adam ölecektir. 26- fakat
genç kadına bir şey yapmayacaksın. Genç kadında ölüme müstahak suç yoktur.
Çünkü bir adam komşusuna nasıl kalkar ve onu öldürürse, bu şey de öyledir. 27-
çünkü onu kırda buldu, nişanlı genç kadın bağırmış ve onu kurtaran olmamıştır.
28- Eğer bir adam, kız olan nişanlanmamış genç bir kadın bulursa ve onu tutup
onunla yatarsa ve onlar bulunurlarsa, 29- o zaman onunla yatmış olan adam
genç kadının babasına elli şekel gümüş verecektir. Ve kadın onun karısı
olacaktır, çünkü onu alçaltmıştır; bütün ömrünce boşayamayacaktır. 30- bir adam
babasının karısını almayacak ve babasının eteğini açmayacaktır.”
Kitab-ı Mukaddes, Tesniye bölümü Bab 22, 13-30
60
Ebu Hureyre tarafından yukarıda Tevrat’ta yer alan yazıdan esinlenerek
oluşturulan bir Hadis’ten alıntı (benzerliklere ve dini bozmak için bir hadisin nasıl
oluşturulmuş-uydurulmuş olabileceğine dikkat ediniz): “Ebû Hureyre ile Zeyd b.
Halid el-Cühenî (r.anhumâ)'dan nakledildiğine göre, zina eden kadının kocası ile,
zina eden işçinin babası Resulullah (s.a.v)'e başvurarak bu konuda "Allah'ın
kitabı" ile hüküm vermesini istemişlerdir. İşçinin babası şöyle dedi: "Benim oğlum
bu adamın yanında işçi idi. Onun hanımı ile zina etti. Bana, oğlum için recm
gerektiği haber verildi. Ancak ben onun adına yüz koyunla bir cariye fidye
verdim. Bu arada bilenlere danıştım, (oğlum bekâr olduğu için) ona yüz değnekle
bir yıl sürgün cezası, bunun karısına ise recm cezası gerektiğini haber verdiler".
Bunun üzerine, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Nefsim kudret elinde olan Allah'a
yemin ederim ki, aranızda Allah'ın kitabı ile hükmedeceğim. Cariye ve koyunlar
geri verilecek. Oğluna yüz değnekle bir yıl sürgün gerek. Ey Üneys, sen de bu
adamın karısına git. Eğer zinasını itiraf ederse, onu recmet". Üneys kadına gitmiş
ve kadın suçunu itiraf etmiş, Hz. Peygamber'in emri üzerine de recmedilmiştir.”
Müslim, Hudûd, 25; Buhârî, Hudûd III, 38, 46, Vekâlet,13
İncil’den bir alıntı: “O zaman Kral sağındakilere diyecektir: Ey, sizler! Babamın
mübarekleri, gelin dünya kurulduğundan beri sizin için hazırlanmış olan
melekûtu miras alın. Zira aç idim, bana yiyecek verdiniz; yabancı idim, beni içeri
aldınız; çıplak idim, beni giydirdiniz; hasta idim, beni aradınız; zindanda idim,
yanıma geldiniz.’ O zaman salihler ona cevap verip diyecekler: ‘Ya Rab! Biz
seni ne zaman aç görüp yedirdik veya susamış görüp içirdik? Ve ne zaman seni
yabancı görüp içeri aldık veya çıplak görüp giydirdik? Ve ne zaman seni hasta
veya zindanda görüp yanına geldik?’ Kral cevap verip onlara diyecek: ‘Size
doğrusunu söyleyeyim, bu en basit kardeşlerimden biri için yaptığınızı, benim
için yapmış oldunuz.’ Sonra solundakilere şöyle diyecek: ‘Ey lanetliler! Çekilin
önümden! İblis ile onun meleklerine hazırlanmış ebedi ateşe yollanın. Çünkü
acıkmıştım, bana yiyecek vermediniz; susamıştım, bana yiyecek vermediniz;
yabancıydım, beni içeri almadınız; çıplaktım, beni giydirmediniz; hastaydım,
zindandaydım, benimle ilgilenmediniz.’ O vakit onlar da şöyle karşılık
verecekler: ‘Ya Rab! Seni ne zaman aç, susamış, yabancı, çıplak, hasta ya da
zindanda gördük de sana hizmet etmedik?’ Kral da onlara şu cevabı verecek:
61
‘Size doğrusunu söyleyeyim: ‘Mademki bu en basit kardeşlerimden biri için bunu
yapmadınız, benim için de yapmamış oldunuz. Bunlar, ebedi azaba uğrayacak,
salihler ise ebedi hayata kavuşacaklardır.”
Matta, 25/36-46
İncil’de yer alan yukarıdaki yazıdan esinlenerek oluşturulan bir Kutsi Hadis’ten
alıntı (benzerliklere ve dini bozmak için bir hadisin nasıl oluşturulmuş-
uydurulmuş olabileceğine dikkat ediniz): “Allah Teâlâ kıyamet günü buyurur: ‘Ey
Âdemoğlu! Hastalandım beni ziyaret etmedin.’ Âdemoğlu ‘Ya rab! Seni nasıl
ziyaret edebilirim, Sen âlemlerin rabbisin.’ diyecek. Allah ona ‘Bilmiyor muydun,
filan kulum hasta oldu, sen ise onu ziyaret etmedin. Bilmiyor muydun, onu
ziyaret etmiş olsaydın, beni onun yanında bulurdun. Ey Âdemoğlu! Senden
yiyecek istedim ama beni doyurmadın.’ buyuracak. Âdemoğlu ise ‘Ya rabbi!
Seni nasıl doyurabilirdim ki? Sen âlemlerin rabbisin?’ diyecek. Allah şöyle
buyuracak: ‘Bilmiyor musun, falan kulum senden yiyecek istedi de onu
doyurmadın. Bilmiyor muydun ki, onu doyurmuş olsaydın, onu benim nezdimde
bulacaktın. Ey Âdemoğlu! Senden su istedim, bana su ikram etmedin?’
Âdemoğlu ‘Ya rabbi! Sana nasıl su ikram edebilirdim ki? Sen âlemlerin
rabbisin?’ cevabını verir. Allah da ona şöyle buyurur: ‘Falan kulum senden su
istedi. Ancak sen ona su vermedin. Ona su ikram etmiş olsaydın, bunu benim
nezdimde bulacaktın.”
Muslim, Birr, h. no: 43
İncil’den bir alıntı: “Göklerin egemenliği, bağında çalışacak işçi tutmak için
sabah erkenden dışarı çıkan toprak sahibine benzer. Adam, işçilerle günlüğü bir
dinara anlaşıp onları bağına göndermiş. Saat dokuza doğru tekrar dışarı çıkmış,
çarşı meydanında boş duran başka adamlar görmüş. Onlara ‘Siz de bağa gidip
çalışın. Hakkınız ne ise veririm.’ demiş. Onlar da bağa gitmişler. Öğleyin ve saat
üçe doğru yine çıkıp aynı şeyi yapmış. Saat beşe doğru çıkınca, orada duran
daha başkalarını görmüş. Onlara, ‘Neden bütün gün burada boş duruyorsunuz?’
diye sormuş. ‘Kimse bize iş vermedi ki!’ demişler. Onlara ‘Siz de bağa gidin,
çalışın.’ demiş. Akşam olunca, bağın sahibi kâhyasına, ‘İşçileri çağır!’ demiş.
‘Sonunculardan başlayarak birincilere kadar hepsine ücretlerini ver.’ Saat beşe
doğru işe başlamış olanlar gelip kâhyadan birer dinar almışlar. Birinciler gelince
62
daha çok alacaklarını sanmışlar, ama onlara da birer dinar verilmiş. Paralarını
alınca bağın sahibine karşı söylenmeye başlamışlar. ‘Bu sonuncular yalnız bir
saat çalıştılar.’ demişler. ‘Ama sen onları, günün yükünü ve sıcağını çeken
bizlerle bir tuttun.’ Bağın sahibi onlardan birine şöyle karşılık vermiş: ‘Arkadaş!
Sana haksızlık ettiğim yok! Seninle bir dinara anlaşmadık mı? Hakkını al, git!
Sana verdiğimi bu sonuncuya da vermek istiyorum. Kendi paramla istediğimi
yapmaya hakkım yok mu? Yoksa elim açık diye kıskanıyor musun?’ İşte
böylece sonuncular birinci, birinciler de sonuncu olacak.” Matta, 20/1-16
İncil’de yer alan yukarıdaki yazıdan esinlenerek oluşturulan bir Kutsi Hadis’ten
alıntı (benzerliklere ve dini bozmak için bir hadisin nasıl oluşturulmuş-
uydurulmuş olabileceğine dikkat ediniz): “Önceki ümmetlere göre sizlerin ömrü
ikindi namazıyla güneşin batışına kadar ki süre gibidir. Sizlerin durumu ile
Yahudilerin ve Hristiyanların hali şuna benzer: Bir adam işçiler tutar. ‘Gün
ortasına kadar bir kîrât karşılığında kim çalışır?’ diye sorar. Yahudiler bir kîrât
karşılığında öğlene kadar çalışırlar. Sonra ‘Öğlenden ikindi namazına kadar bir
kîrât karşılığında kim çalışır?’ diye sorar. Hristiyanlar öğlenden ikindi namazına
kadar bir kîrât karşılığında çalışırlar. Daha sonra ‘İkindi namazından güneş
batana kadar iki kîrât karşılığında kim çalışır?’ diye sorar. İşte sizler ikindi
namazından güneş batana kadar iki kîrât karşılığında çalışanlarsınız. Sizin
ecriniz iki kattır. Yahudiler ve Hristiyanlar buna kızarlar ve ‘Çok çalışan biz, az
ücret alan yine biz!’ derler. Allah da onlara şöyle buyurur: ‘Ben sizin hakkınızdan
kısaltarak sizlere zulmettim mi?’ Onlar ‘Hayır.’ derler. Allah da şöyle buyurur:
‘Bu benim lütfumdur, dilediğime veririm.”
Buhârî, İcâre, bab no: 8; Ehâdîsu’l-Enbiyâ, bab no: 50
İslam dininin saflığını bozarak insanları tereddüt ve şüphe içinde bırakmak, dini
güya kuvvetlendirip ibadetleri daha sevimli göstermek, kişilerin kendi inançlarını
daha doğru göstermek adına, şan ve şöhret ya da maddi kazançlar edinmek
amacıyla birçok hadis uydurulmuştur. Bu konu kapsamında, doğrudan hadisler
ile ilintili kişilerce yapılan açıklamaları, aşağıda okuyabilirsiniz:
“Bunlar arasında suratlarını her çeşit boyaya batıranlar ve bu şekilde sarımsı bir
ten kazanarak, kendilerini fazla oruç tutmaktan soluk benizli hale gelmiş takva
dindarlar gibi gösterenler bulunmaktaydı. Diğerleri istediği an gözyaşı
63
dökebilmek için tuzlar kullanmaktaydı. Başka bir grup kıssacı ise allı pullu
süslettikleri kürsünün tepesinden kendilerini atacak derecede gösteride ileri
gitmekte veya dinleyicinin alışık olmadığı biçimde, samimiyetsiz hikâyelerini
abartılı jestlerle nakletmekte, kürsüyü yumruklamakta, basamakları koşar adım
inip çıkmaktaydılar.”
İbnul Cevzi, el-Kussas vel Müzekkirin, s. 93
“Siz beni öldürüyorsunuz ama ben dininizde helali haram, haramı helal yapan
4000 hadis uydurdum.”
Abdülkerim bin Ebil Avca
“Enes bin Malik’in hizmetçisi olduğunu iddia eden Dinar Ebu Mikyes’in de Enes
bin Malik’ten duyduğunu söylediği uydurma dolu bir sayfayı naklettiğini anlatır.”
Zehebi, Mizan
Eski bir Kaderiye mezhebi üyesi Ebu Reca Muhriz: “Kaderiyecilerden kesinlikle
bir şey rivayet etmeyiniz, vallahi biz insanları mezhebimize çekebilmek için
hadisler uydurur ve bu hareketimizle de sevap kazanacağımızı umardık. Ben bu
suretle Kaderiye mezhebine dört bin kişi kattım.” der.
Er Cerhu Ve’l Tadi’l, 1. cilt, s. 32
64
Hadis uydurduklarını/uydurulduğunu kabul eden yukarıdaki rivayetçilerden
sonra hala hadislerin, dini anlamak için gerekli olduğuna inanacak mısınız?
Garanik olayı diye anılan bir hadis rivayetinde; Peygamber, güya “şeytanın
vesvesesine uyarak putları övmüştür”. İşte o hadis:
Hadise göre Peygamber gelen vahiyden farklı olarak başka bir şey söylemiş ve
Allah kelamına kul kelamını katmıştır. Oysaki Kur’ân’da;
“(Ey Muhammed!) Biz, senden önce hiçbir resûl ve nebî göndermedik ki, o, bir
temennide bulunduğunda, şeytan onun dileğine ille de (beşerî arzular) katmaya
kalkışmasın. Ne var ki Allah, şeytanın katacağı şeyi iptal eder. Sonra Allah,
kendi âyetlerini (lafız ve mana bakımından) sağlam olarak yerleştirir. Allah,
hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Allah, şeytanın böyle yapmasına
müsaade eder ki) kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için,
şeytanın kattığı şeyi bir deneme (vesilesi) yapsın. Zalimler, gerçekten (haktan)
oldukça uzak bir ayrılık içindedirler.” Hacc Suresi 52-53
65
“Arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı. O, arzusuna göre de
konuşmaz. O ancak kendisine vahyolunanı söyler.”
Necm Suresi 2-3
Kadı Iyaz, “Sihir Hz. Peygamber’in sadece vücudu ve azaları üzerinde tesirini
gösterdi, onun temyiz gücünde ve düşüncesinde (yani aklında, fikrinde) bir etki
göstermedi” demektedir.
İbn Hacer, Fethu’l-Bari, X, 185
66
“Peygamber Medine’de bir Yahudi tarafından büyülendi. Günlerce ne yaptığını
bilmez durumda ortalıkta dolaştı.”
Buhari 76/47; Hanbel 6/57, 4/367
“Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yiyip (meşakkatsizce geçimini
sağlayacağı) bir bahçesi olmalıydı. (Ayrıca) o zalimler (müminlere): Siz, ancak
büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız! dediler. (Resûlüm!) Senin hakkında
bak ne biçim temsiller getirdiler! Artık onlar sapmışlardır ve (hidayete) hiçbir yol
da bulamazlar.”
Furkan Suresi 8-9
Dört büyük mezhep imamından biri olduğu iddia edilen Gazali’nin, İhya-ı
Ulumiddin adlı eserinde vermiş olduğu hadisler ise tam anlamıyla Peygamber
ve Allah’ı karalamaya dönüktür:
“Allah Resulu, bir kadın gördü ve derhal Zeynep validemizin odasına girip,
şehvetini gidererek dışarı çıktı.”
İhya-ı Ulumiddin cilt 3, 358 Arslan Yayınları-1981, Mütercim Ali Arslan
“Cennete girdim. Baktım ki Bilal orada. (Uyanıkken) ona dedim ki: Ey Bilal!
Hangi amelin sayesinde benden evvel cennete gittin? Bilal (r.a): Ben bir şey
bilmiyorum ancak her aldığım abdestten sonra iki rekât namaz kılıyorum.”
İhya-ı Ulumiddin cilt 2, 554 Arslan Yayınları-1981, Mütercim Ali Arslan
67
Peygamberi bilgisiz gösteren, dini kendisinin öğretmesine ve bir peygamber
olmasına rağmen cennete bir sahabeden sonra girdiğini ifade eden bu hadis de
gerçekten çok manidardır.
Gazali, kitabında yer verdiği şu hadis ile de Allah’ın, yaptığı işlerde tereddüt
edebileceğini resmen kabul ile şirk noktasına gelmiştir:
“Kulum nafile ibadetlerle durmadan bana yaklaşa yaklaşa, nihayet öyle bir
yaklaşıyor ki, onu sevmeye başlıyorum. Onu sevdiğim zaman, onun duymasına
vasıta olan kulağı ve görmesine alet olan gözü oluyorum. Çalışan eli, yürüyen
ayağı oluyorum. Benden istediği zaman mutlaka veririm. Bana sığındığı zaman
onu mutlaka korurum. Ölümden korktuğu için istemeyen mümin kulumun nefsi
günaha girmesin diye ruhunu aldığım zaman, tereddüt ettiğim kadar yaptığım
hiçbir işte tereddüt etmedim. Hâlbuki o, nefsin ölmesi mutlaka lazımdır.”
İhya-ı Ulumiddin cild 1, 278 Arslan Yayınları-1981, Mütercim Ali Arslan
“Ölüm meleği Hz. Musa’nın yanına gelerek; “Rabbinin davetine icabet et” dedi.
Musa ölüm meleğinin gözüne bir tokat vurarak onun gözünü çıkardı. Melek
Rabbine dönüp şöyle dedi: “Beni, ölmeyi istemeyen bir kuluna doğru gönderdin,
o da vurup gözümü çıkardı.”Allah-u Teâlâ meleğin gözünü kendisine geri çevirip
şöyle buyurdu:”Kulumun yanına dön ve de ki: Dünya hayatını mı istiyorsun?
Öyleyse elini öküzün beline koy, eline ne kadar kıl çıkarsa onun sayısınca
yaşayacaksın.”
Buhâri, Kitâbu’l-Cenâiz 95 C.3 S.1261 Ötüken 1987
68
“Âdem ve Musa (a.s.) tartıştılar. Musa ona dedi ki: "Sen, kendi günahın
sebebiyle insanları cennetten çıkaran ve onları bedbaht edensin.” Âdem dedi ki:
"Ey Musa! Sen, Allah'ın, elçilik verip konuşmasıyla seçilmiş bir insansın. Böyle
olmakla birlikte, Allah'ın beni yaratmadan önce kaderime yazdığı -veya üzerine
yazdığı- bir işi yaptığımdan ötürü beni kınıyor musun?” Rasûlullah (s.a.a) dedi
ki: “Böyle demekle Âdem, Musa'yı mağlup etti.”
Sahih-i Buharî, c. 6, Kitabü't-Tefsir, 259
“Dinde zorlama yoktur.” Bakara Suresi 256 ayetine rağmen “Dinini değiştireni
öldürün.” Nesei 7-8/14; Buhari 12/1883 diyen hadislere mi inanmaya devam
edeceğiz?
“Allah benimle görüştü ve el sıkıştı. Elini iki omuzum arasına koydu. Öyle ki
parmaklarının soğukluğunu iki göğsüm arasında hissettim.”
Hanbel 5/243
Ebu Hüreyre Anlatıyor: Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki: “Üzümü Kerm diye
isimlendirmeyin. “Vay şu dehrin mahrumiyet ve hüsranına” diye kahırlı söz
söylemeyin. Zira Allah’ın kendisi dehr (zaman) dir.”
Buhari Edep 101, Müslim Elfaz 516, (2246, 2247), Ebu Davud, Edeb 81
(4974), Muvatta 56/3
69
kabul etmeye devam mı edeceğiz? Aşağıda birbirleriyle çelişen hadislerden
bazı örnekler bulabilirsiniz:
“Kan aldırmak, yapanın da yaptıranın da orucunu bozar.” Tirmizi Oruç 60; Ebu
Davud Oruç 28; Buhari Oruç 32 / “Peygamberimiz oruçlu iken kan aldırmıştır.”
Ebu Davud Oruç 29-30; Tirmizi Oruç 59; Buhari Tıp 11
“Peygamber oruçlu iken hanımlarını öptü.” İbn-i Kuteybe, Hadis Müdafası 372
/ “Oruçluyken hanımını öpenin durumu sorulduğunda Peygamber;”Orucu
bozulmuştur” dedi.” İbn-i Kuteybe, Hadis Müdafası 372
70
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman
(radıyallahu anhüm) ile birlikte namaz kıldım. Onlardan hiçbirinin
bismillahirrahmanirrahimi okuduklarını işitmedim.” K.S. 2528 C.8 S.400 Akçağ
alıntıları: Buhâri, Ezân 89; Müslim, Salât 50, (399); Muvatta, Salât 30, (1,81);
Tirmizi, Salât 182, (246); Nesâi, İftitah 21,22, (2,133-135)
“Dinlerini parça parça edip fırkalara, hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla
hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah onlara yapıp ettiklerini
haber verecektir.”
En'am Suresi 159
“Fakat onlar işlerini aralarında parçalayıp çeşitli kitaplara ayırdılar. Her hizip,
yalnız kendi yanındakiyle sevinip övünmektedir.”
Müminûn Suresi 53
71
“Nitekim biz, (Kur’ân’ı) kısımlara ayıranlara azabı indirmişizdir. Onlar, Kur’ân’ı
bölüp ayıranlardır. Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini sorguya
çekeceğiz. Yaptıklarından dolayı.”
Hicr Suresi 90-93
“Onlardan ki, dinlerini parçalayıp fırkalar haline geldiler. Her fırka kendi
elindekiyle sevinip övünür.”
Rûm Suresi 32
“Yahudiler yetmiş bir (71) fırkaya ayrıldılar, biri hariç diğerlerinin hepsi
cehenneme girer. Hristiyanlar yetmiş iki (72) fırkaya ayrıldılar, biri hariç
diğerlerinin hepsi cehenneme girer. Bu ümmet de yetmiş üç (73) fırkaya
ayrılacak, biri hariç hepsi cehenneme girer.”
Ebu Davud, Sünnet, 1; Tirmizî, İman,18; İbn Mace, Fiten, 17; İbn Hanbel,
2/332
“Ümmetim yetmiş iki fırkaya ayrılır, onlardan sadece biri kurtuluş ehlidir.” diye
buyurdu. Bunların kimler olduğu sorusuna, “Bunlar cemaatte olanlardır.”
buyurdu.
Ahmed b. Hanbel, 3/145; Zevaid, 6/226
72
Maliki mezhebine göre; “Sünnet, Kur’ân ile tearruz ederse; bazı hallerde Kur’ân
sünnete takdim edilir, bazı hallerde ise sünnet Kur’ân’a hâkim kılınır.” İmam
Malik, Hayatı-Görüşleri- Fıkıhta yeri, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hilal
Yayınları 1984 s. 283
73
olduğunu”, “Kur’ân’ın anlaşılmaz olduğunu” ve “Hadislerin, Allah sözünden daha
üstün olduğunu” kabul ile Allah’ın şu ayetlerini apaçık bir şekilde inkâr
etmişlerdir:
“And olsun ki Biz bu Kur’ân’da, güzelce düşünüp öğüt alsınlar diye insanlar için
her türlü misali verdik.”
Zümer Suresi 27
“…Gerçekten size bir nur ve hakkı apaçık bildiren bir kitap gelmiştir.”
Maide Suresi 15
74
haram ve helal koyma yetkisinin olduğu ve bu şekilde de emir verme yetkisi
açısından da hâşâ Allah’a ortak olabileceği düşüncesi birçok insanın kafasını
bulandırmış ve dini anlamak noktasında hadislerin kabul edilmesi gerektiği
düşüncesini doğurmuştur. Hâlbuki Peygamber Efendimiz, Allah’ın yeryüzündeki
temsilcisi olup kendisine vahiy edilen emirler dışında insanlara kendi nefsinden
bir şeyler söylememiştir. Nitekim Allah (cc), bu konuda Kur’ân’da şöyle
buyurmaktadır:
“Ey Resûl! Rabb'inden sana indirileni tebliğ et (duyur). Eğer bunu yapmazsan, o
takdirde O'nun Risaletini (sana gönderdiğini) tebliğ etmemiş (duyurmamış)
olursun. Ve Allah seni insanlardan korur. Muhakkak ki Allah, kâfirler kavmini
hidayete erdirmez.”
Maide Suresi 67
“Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin.
Tehdidimden korkanlara Kur’ân’la öğüt ver.”
Kaf Suresi 45
Ayetlerden görüldüğü üzere haram-helal koyma yetkisi sadece Allah’a ait olup
Peygamber Efendimiz sadece Allah’ın emirlerini insanlara iletmekle yükümlüdür.
Bu emirleri iletmek noktasında da Kur’ân’ı referans alıp Kur’ân’daki ayetlerden
yola çıkarak (yani kendisine vahyedilenlerden) insanları yönlendirdiğinden,
Allah(cc), Peygamber’e uyanın kendisine de uyacağını belirtmiş ve onun belirttiği
75
(aslında kendisine vahyedilen) haramlardan kaçınılması ve de verdiği öğütlerin
tutulması gerektiğini vurgulamıştır. Ayetlerde Allah’ın kendisiyle birlikte kendi
Peygamber’ini de sayması, Peygamber’in de hâşâ Allah gibi haram-helal koyma
yetkisi olduğunu belirtmek istemesinden değil, Allah’ın sonsuz mütevazı
olmasından ve de Peygamber’in zaten vahiyler dışında hareket etmemesi
nedeniyle, Peygamber’in söylediği her şeyin koşulsuz kabul edilmesi gerektiğini
belirtmek istemesinden kaynaklanmaktadır. Nitekim Tanrı, birçok ayette de buna
benzer bir anlam olarak “biz” kavramını da yaygın olarak kullanmaktadır.
“Biz, elbette biz diriltir ve öldürürüz, sonunda asıl varis olanlar da biziz.”
Hicr Suresi 23
“Dirilten ve öldüren O’dur. Herhangi bir işi diledi mi, ona “Ol” der, o da oluverir.”
Mümin Suresi 68
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların
nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş’ın Rabbi olan Allah, onların
yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.”
Enbiya Suresi 22
76
ne de Allah’tan başka bir kimsenin kendi kafasına göre haram-helal koyma
yetkisinin olmadığı apaçık bir şekilde vurgulanmaktadır.
“Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin
kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”
Tahrim Suresi 1
“Dilleriniz yalana alıştığı için ‘bu helaldir’, ‘şu haramdır’ demeyiniz. Sonra Allah’a
karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise kurtuluşa
eremez.”
Nahl Suresi 116
“Yoksa onların hâkimiyette ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği bir şeyi
kendilerine kanun yapıyorlar? …”
Şura Suresi 21
“De ki Haydi Allah şunu haram kıldı diye şehadet edecek şahitlerinizi getirin…”
En’am Suresi 150
“Ne oluyor size? Nasıl hüküm veriyorsunuz? Yoksa sizin bir kitabınız var da
oradan mı okuyorsunuz?”
Kalem Suresi 36-37
“De ki: Allah’ın size indirdiği rızıktan bir kısmını helâl, bir kısmını da haram
bulmanıza ne dersiniz? De ki: Allah mı size izin verdi, yoksa Allah’a iftira mı
ediyorsunuz?”
Yunus Suresi 59
77
“Hiç kimse Allah’ın izni olmadan iman etmez. O, akıllarını başlarına alıp da
Allah’ın ayetlerini düşünmeyenleri pislik içinde bırakır.”
Yunus Suresi 100
Cevap ise gayet basit olup, Kur’ân ile uyumlu, emir ve yasak içermeyen, akıl ve
mantıkla uyuşan, nasihat içerikli tüm hadislerin kabul edilmesi, gerisinin ise
reddedilmesi koşulunu kapsamaktadır.
Mesela; “İlim Çin'de bile olsa alınız” “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz”
hadisleri ile Maide Suresi 7; Mümin Suresi 3, 18; Teğâbün Suresi 9; Mearic
Suresi 4; Mürselât Suresi 35-38; Naziat Suresi 34; Abese Suresi 33; Kaf Suresi
42; İnsan Suresi 10; İnfitar Suresi 13-19; Şems Suresi 14; Tur Suresi 10; Secde
Suresi 21; Müzzemmil Suresi 17-18; Enfal Suresi 21, Zilzal ve Hakka
Surelerinden yararlanılarak oluşturulan şu uydurma Kutsi Hadis’e; “Allah teâla
şöyle buyuruyor: Ey insanoğlu! Bir kendine, bir de bütün yarattıklarıma bir bak.
Eğer kendinden daha üstün birini bulursan, iyiliği ona yap. Yoksa tevbe ederek
ve sâlih amel işleyerek kendine iyilik yap. Nefsin kendine göre aziz olunca,
günahlarla onu kötüleme ve cehennem azabına onu hazırlama. Ey iman
edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini ve bir de sizinle sözleşme yaptığı
mîsâkını hatırlayın. Hani siz, “işittik ve itaat ettik” demiştiniz. Şu günler gelip
çatmadan önce Allah’tan korkun: kıyamet gününden önce, aldanma gününden
önce, azap gününden önce, miktarı elli bin yıl olan bir günden önce, İnsanların
konuşamayacağı günden önce, mazeret dilemek için insanların izin alamadıkları
günden önce, felaket gününden önce, kıyametin korkunç sesinden önce, çirkin
yüzlü ve çatık suratlı bir günün dehşetinden önce, hiç kimsenin hiçbir kimseye
bir şeyle sahip olamadığı ve işlerin ancak Allah’a ait olduğu günden önce, kasıp
kavurucu günden önce, zelzele gününden önce, yine dağların düşüşü
dehşetinden, ibret örneği uzun bir azaptan, azabın çabuklaştırılmasından ve
dehşetinden çocukların ihtiyarlayacağı bir günün vuku bulmasından dolayı
78
Allah’tan korkun. İşittik deyip de söz kabul etmeyen kimseler gibi olmayın” öğüt,
tavsiye ve vecize gözüyle bakılmalı ve başka anlam da yüklenmemelidir.
Tüm bu açıklamalara rağmen hala hadislerin dini anlamak için gerekli olduğuna
inanıyorsanız aşağıdaki ayetleri mutlaka dikkatlice okuyup anlamaya çalışınız:
“Ey Rasül! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun
verdiği elçilik görevini iletmemiş (yerine getirmemiş) olursun. Allah da seni
insanlardan koruyacaktır. Allah kesinlikle, küfre batmış topluluğa doğru yolu
göstermez.”
Maide Suresi 67
“Eğer o (elçi; Muhammed) bazı sözleri bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi,
Kesinlikle ondan sağ elini koparırdık (tüm gücünü alırdık). Sonra ondan can
damarını mutlaka keserdik. Sizin hiçbiriniz ona siper de olamazdınız.”
Hakka Suresi 44-47
“Böylece biz âyetleri geniş geniş açıklıyoruz ki, "Sen ders almışsın" desinler de
biz de anlayan toplum için Kur’ân’ı iyice açıklayalım.”
En’am Suresi 105
79
“Allah size kitabı detaylı bir şekilde indirmişken O’ndan başka hakem mi
arayayım?”
En’am Suresi 114
“Bu (din), Rabbinin dosdoğru yoludur. Biz, öğüt alacak bir kavim için âyetleri
ayrıntılı olarak açıkladık.”
En’am Suresi 126
“İşte bu (Kur’ân), bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Buna uyun ve Allah’tan
korkun ki size merhamet edilsin.”
En’am Suresi 155
“(Bu), kendisiyle insanları uyarman, inananlara öğüt vermen için sana indirilen
bir kitaptır. Artık bu hususta kalbinde bir şüphe olmasın. Rabbinizden size
indirilene (Kur’ân’a) uyun. O’nu bırakıp da başka dostların peşlerinden gitmeyin.
Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!”
A’raf Suresi 2-3
“Gerçekten onlara, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak, ilim
üzere açıkladığımız bir kitap getirdik.”
A’raf Suresi 52
80
“Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin
kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”
Tahrim Suresi 1
“Allah’tan başka tanrı yoktur, geleceğinde şüphe olmayan kıyamet günü, sizi
mutlaka toplayacaktır. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?”
Nisa Suresi 87
“İşte sana gerçek olarak okuduğumuz bunlar Allah’ın âyetleridir. Artık Allah’tan
ve O’nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar? Vay haline, her yalancı ve
günahkâr kişinin!”
Câsiye Suresi 6-7
“(Resûlüm!) De ki: Eğer doğru sözlüler iseniz, Allah katından bu ikisinden (bana
ve Musa’ya inen kitaplardan) daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım!”
Kasas Suresi 49
“Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin.
Tehdidimden korkanlara Kur’ân’la öğüt ver.” Kaf Suresi 45
“Eğer doğru sözlüler iseler onun benzeri bir hadis getirsinler.” Tur Suresi 34
81
KUR’ÂN’DA NAMAZ
“Allah size kitabı detaylı bir şekilde indirmişken O’ndan başka hakem mi
arayayım?”
En’am Suresi 114
“And olsun ki Biz bu Kur’ân’da, güzelce düşünüp öğüt alsınlar diye insanlar için
her türlü misali verdik.”
Zümer Suresi 27
Ayetleri ile Kur’ân’ın, ibadetler dâhil olmak üzere insanların ihtiyaç duyabileceği
her şeyi içerdiği ve insanlar için yeterli bir kaynak olduğu belirtilmektedir.
“Ona (İbrahim’e), İshak’ı ve fazladan bir bağış olmak üzere Ya’kub’u lütfettik;
her birini sâlih insanlar yaptık. Onları, emrimiz uyarınca doğru yolu gösteren
82
önderler yaptık ve kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât
vermeyi vahyettik. Onlar, daima bize ibadet eden kimselerdi.”
Enbiya Suresi 72-73
"Ey Rabbimiz! Ey sahibimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir
kısmını senin Beyt-i Harem’inin (Kâbe’nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye
yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici
kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler."
İbrahim Suresi 37
83
faizsiz borç verirseniz) andolsun ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi,
zemininden ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim inkâr
yolunu tutarsa doğru yoldan sapmış olur.”
Maide Suresi 12
“Çocuk (Hz. İsa): "Ben şüphesiz Allah’ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni
peygamber yaptı, nerede olursam olayım beni mübarek kıldı. Yaşadığım
müddetçe namaz kılmamı, zekât vermemi ve anneme iyi davranmamı emretti.
Beni bedbaht bir zorba kılmadı. Doğduğum günde, öleceğim günde, dirileceğim
günde bana selam olsun" dedi.”
Meryem Suresi 30-33
“Sana söylenen, senden öncekilere söylenmiş olandan başka bir şey değildir.
Muhakkak ki senin Rabbin, mağfiretin ve elîm azabın sahibidir.”
Fussilet Suresi 43
“İşte bütün bu peygamberlerin getirdikleri din, tek bir dindir ki, o da sizin dininiz
olan İslam’dır…”
Mü’minun Suresi 52
“Fakat insanlar tevhid dinini parça parça ederek aralarında ihtilafa düştüler…”
Enbiya Suresi 93
84
“Ey Resul! Sana Hanif ol, İbrahim'in dinine uy diye vahyettik.”
Nahl Suresi 123
“Kim vardır ki, ondan daha güzeli var olsun? İyilik halinde, tam bir ihlâs ile
kendini Allah'a teslim etmiş (Yaratan ile barışmış) ve Allah'ın indindeki en güzel
din olan İbrahim'in dini Hanifliğe tabi olmuştur. Allah İbrahim'i dost edinmiştir.”
Nisa Suresi 125
“Kuşkusuz ben her dinden vazgeçip, yüzümü Hanif olarak o gökleri ve yeri
yaratan Allah'a döndüm.”
En’am Suresi 79
“De ki: Muhakkak Rabbim beni İbrahim'in doğru yoluna dosdoğru olan Hanif
dinine iletti.”
En’am Suresi 161
“Ey Resul! De ki: Ayrıca yüzünü Hanif dininden ayırma ve sakın ortak
koşanlardan olma diye emrolundum.”
Yunus Suresi 105
“Hâlbuki onlar yalnızca Hanif olmak üzere, dini sadece Allah' a has (özgün
kılarak, mezhep imamlarına, şeyhlere, kullara vb. has kılmayarak), Allah'ı
85
bilmekle, salâtı ikame etmekle ve zekât vermekle emrolunmuşlardı. En dosdoğru
ve gerçekçi din de işte bu Hanifliktir.”
Beyyine Suresi 5
“Sen artık yüzünü hakka yönelmiş Hanif dine dön ki, Haniflik Allah'ın mayasıdır.
İnsanları o maya üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışında hiçbir değiştirme ve
değişiklik bulunmaz. İşte en doğru ve en sağlam din Hanifliktir; fakat insanların
çoğu bilmezler.”
Rum Suresi 30
“Allah katından geri çevrilmez bir gün gelmezden önce, yüzünü Hanif dinine
çevir. Ki o gün insanlar bölük bölük ayrılırlar.”
Rum Suresi 43
“Sana söylenen, senden öncekilere söylenmiş olandan başka bir şey değildir.
Muhakkak ki senin Rabbin, mağfiretin ve elîm azabın sahibidir.”
Fussilet Suresi 43
“İşte bütün bu peygamberlerin getirdikleri din, tek bir dindir ki, o da sizin dininiz
olan İslam’dır…”
Mü’minun Suresi 52
86
Fussilet Suresi 43 ve Mü’minun Suresi 52 ayetleri bile bile inkâr edilmiş ve
Kur’ân’ın aslında çelişkiler içerdiği kabul edilmiş olacaktır.
“Resulullah (sav)’ın Mirac’a çıktığı gece elli vakit namaz farz kılındı. Sonra bu
azaltılarak beşe indirildi. Sonra da şöyle hitap edildi: “Ey Muhammed! Artık,
nezdimde (hüküm kesinleşmiştir), bu söz değiştirilmez. Bu beş vakit, (Rabbinin
bir lütfu olarak on misliyle kabul edilerek) senin için elli vakit sayılacaktır.”
Buhari, Bed’ül-Halk 6, Enbiya 22, 43, Menakıbu’l-Ensar 42; Müslim, İman
259, (162); Tirmizi, Salat 1
“İbnu Abbâs (r.a.) anlatıyor: Resûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: 'Cibrîl (Cebrâîl)
bana, Ka'be'nin yanında iki gün imamlık yaptı. Bunlardan birincide öğleyi, gölge
ayakkabı bağı kadarken kıldırdı (Yani, güneşin gökyüzünde çıktığı en yüksek
noktadan batıya doğru meyletmeye başladığı anda). Sonra, ikindiyi her şey
gölgesi kadarken kıldırdı. Sonra akşamı güneş battığı ve oruçlunun orucunu
açtığı zaman kıldırdı. Sonra yatsıyı, ufuktaki aydınlık (şafak) kaybolunca kıldırdı.
Sonra sabahı şafak sökünce ve oruçluya yemek haram olunca kıldırdı. İkinci gün
yine geldi ve bana imam oldu. Bu defa öğleyi, önceki günkü ikindinin vaktinde
her şeyin gölgesi kendisi kadar olunca kıldırdı. Sonra ikindiyi, her şeyin gölgesi
kendisinin iki misli olunca kıldırdı. Sonra akşamı, önceki vaktinde kıldırdı. Sonra
yatsıyı, gecenin üçte biri gidince kıldırdı. Sonra sabahı, yeryüzü ağarınca
kıldırdı.' Sonra Cibrîl (a.s.) bana yönelip: 'Ey Muhammed!' dedi: Bunlar senden
önceki peygamberlerin (aleyhimisselâm) vaktidir (yani, Kadı Ebu Bekir el-
Arabî'nin açıklamasına göre, namaz vakitleriyle ilgili benzeri bir genişlik, bütün
peygamberlere tanınmıştır). Namaz vakti de bu iki vakit arasında kalan
zamandır!' dedi.”
Tirmizî, Salât, 1; Buhârî, Mevâkîtu's-Salât
87
Aynı şekilde namazların iki rekât olarak farz kılındığını ancak daha sonradan
bunun da değiştiğini iddia eden gelenekçi zihniyet, bu konuda da şu hadisi
referans almaktan çekinmemektedir:
Aişe (radiyallahu anhâ) anlatıyor: “Allah namazı (ilk defa) farz ettiği zaman iki
rekât olarak farz etmişti. Sonra onu hazar için (dörde) tamamladı. Yolcu namazı
ilk farz edildiği şekilde sabit tutuldu.”
Buhari, Sâlat 1; Müslim, Salâtu’l-Müsafirin 2, (685); Muvatta, Kasru’s-Salât
8, (1,146); Ebû Dâvud, Salât 270,(1198); Nesâi, Salât 3,(1,225)
Değiştirme ve yenileme gibi kavramlar, mükemmel olmayan bir şeyin daha iyi
olması için yapılan uygulamaları kapsar. Oysaki Allah (cc), tüm noksan
sıfatlardan münezzehtir ve yarattığı zaman en mükemmel bir biçimde var eder.
Bu yaratma, gerek bir emir olsun, gerekse de bir cismani varlık olsun, O’nun için
asla fark etmez. Dolayısıyla yarattığı zaman en mükemmel bir biçimde yaratan
Tanrı’nın bir şeyi sonradan değiştirme ya da yenileme gereksinimi olduğunu iddia
etmenin, aslında Tanrı’nın mükemmel olmadığını, emirlerinin bir şekilde değişim
gösterebileceğini ve hata yapabileceğini iddia etmek olduğu asla
unutulmamalıdır.
88
Gelenekçi Anlayışa Göre Kur’ân’da 5 Vakit Namaz
89
bulduklarında derhal secdeye kapanır (secdeye kapanmak Allah’ım sen yücesin
senin gücün bilgin önünde eğiliyor ve büyüklüğünü kabul ediyorum anlamına
gelir), Allah’a teşekkür eder ve O’nu her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederler
(tesbih ederler).”
Şimdi soruyoruz: Sizce ayette geçen “tesbih” kelimesinin namazla bir alakası var
mıdır? Sizce Allah’ı tesbih etmek yani “O’nu her türlü noksan sıfatlardan tenzih
etmek” sadece namazlardan sonra yapılması gereken bir eylem midir?
Tabii ki hayır. Secde ile tesbih arasında bir ilişki yoktur. Allah (cc)’u istediğimiz
zaman tesbih edebileceğimiz gibi O’na istediğimiz zaman da secde edebiliriz.
Ayetten de görülebileceği üzere; “Secde etmek”, ne namaz anlamına gelmekte
ne de sadece “secde” durumunda Allah’ın tesbih edilebileceği anlamını
taşımaktadır. Bu anlamı, sadece gelenekçiler, uydurma hadisleri doğru
göstermek adına, ayeti çarpıtarak ve Allah adına yalan uydurarak
çıkartmaktadırlar.
“Göklerde ve yerde kimler varsa O'na aittir. O'nun huzurunda bulunanlar, O'na
ibadet hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar.”
Enbiya Suresi 19
90
etmiş” olmanın dolayısıyla da “namaz kılmış olmanın” gerçekleşmiş olmasını
koşul olarak sunarak ve bu sundukları-uydurdukları koşula göre de 5 vakit
namazın Kur’ân’da var olduğunu ispatlamaya/uydurmaya çalışmaktadırlar.
Oysaki ayetler incelendiğinde ayetlerde tesbih şartı için namaz kılmanın şart
olduğu ile ilgili herhangi bir ibare geçmemekle birlikte “Allah’ı her türlü noksan
sıfatlardan tenzih etmek” anlamına gelen “tesbih” kavramının bir zamana ya da
secde şartının aranması gibi bir koşula bağlanmasının sizce gerekliliği var mıdır?
Namaz kılmayanlar, Allah’ı tesbih edemezler mi?
“Ya Rabbi! Bana bir alamet ver” dedi, “Alametin, üç gün, işaretle anlaşma
dışında insanlarla konuşmamandır; Rabbini çok zikret, sabah akşam tesbih et”
dedi.
Al-i İmran Suresi 41
“O (Tevrat), akıl sahipleri için bir öğüt ve doğruluk rehberidir. (Resûlüm!) Şimdi
sen sabret. Çünkü Allah'ın vaadi gerçektir. Günahının bağışlanmasını iste.
Akşam-sabah Rabbini hamd ile tesbih et.”
Mü’min Suresi 54-55
91
“Ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan. O'nu hamd ile tesbih et.
Kullarının günahlarını O'nun bilmesi yeter.”
Furkan Suresi 58
“Öyle ise akşama girdiğiniz zaman ve sabaha erdiğiniz zaman Allah'ı tesbih
edin.”
Rum Suresi 17
“Hamd O'nundur; göklerde de, yerde de, günün sonunda da ve öğleye erdiğiniz
vakit de.”
Rum Suresi 18
“Ey iman edenler; Allah'ı çokça zikredin. Ve O'nu sabah ve akşam tesbih edin.”
Ahzab Suresi 41-42
“Sabah, akşam Rabbinin adını zikret. Gecenin bir kısmında O'na secde et;
gecenin uzun bir bölümünde de O'nu tesbih et.”
İnsan Suresi 25-26
92
zikir ve salât ettiğimiz hamd ettiğimiz yönelişimizi Akşam-Sabah-Günün
sonu(ikindi) ve Öğle yerine getirmemiz emredilmektedir.”
Arapça “Asr” kelimesini, “ikindi” olarak yanlış çeviren gelenekçi zihniyet, Asr
suresinden yola çıkarak da ikindi namazının Kur’ân’da geçtiğini ispatlamaya-
uydurmaya çalışmaktadır. Oysaki Asr kelimesi; çağ, zaman anlamlarına
gelmekte olup Asr suresi incelendiğinde, surede hiçbir şekilde namaz fadesinin
geçmediği açık bir şekilde görülmektedir. İlgili sure aşağıda yer almaktadır.
Lütfen inceleyiniz ve surenin içerisinde herhangi bir namaz ifadesinin geçip
geçmediğini kontrol ediniz.
“Asra yemin ederim ki. İnsan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip
iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler
müstesnadır.”
Asr Suresi 1-3
93
olduğunu iddia ederek 5 vakit namazın Kur’ân’da geçtiğini ispatlamaya-
uydurmaya çalışmaktadırlar. Şimdi aşağıdaki ayeti inceleyelim:
“Şüphesiz, Allah ve melekleri nebileri için salât ederler. Ey iman edenler, siz de
ona salât edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin.”
Ahzab Suresi 56
94
“Ekımes salate li düluküş şemsi ila ğasekıl leyli ve kuranel fecr inne kuranel fecri
kane meşhuda.”
İsra Suresi 78
95
Kur’ân’a Göre Namaz Vakitleri
Hud Suresi 114 ayetinde geçen “Ve ekımıs salate tarafeyn nehar ve zülefen
minel leyl” ifadesi açık bir şekilde namaz vakitlerini ifade etmektedir.
Hud Suresi 114 ayetinde “tarafeyn nehar” ifadesi ile gündüzün iki tarafına işaret
edilmektedir. Peki gündüzün iki tarafı nedir? Bunun cevabını Bakara Suresi 238
ayeti vermektedir.
96
bundan çok uzaktır. Şimdi Bakara Suresi 238 ayetinde geçen tüm kelimelerin
teker teker anlamlarına bakarak ayetin gerçek mealine ulaşmaya çalışalım:
“Hafizu” ifadesi, “ezberlemek, zihinde tutmak, saklamak, korumak, gözetlemek,
öğrenmek” gibi anlamlara gelmektedir.
“Vusta” ifadesi, “vasat, orta, merkez, aracı, vasıta, ortayı bulan, dengeleyen,
eşitleyen, iki taraf arasında ilişki kuran, bir şeyin ortası, iki şeyin arası”
anlamlarına gelmektedir.
Hud Suresi 114 ayetinde belirtildiği gibi “bir gün”, üç bölüme ayrılmakta olup bu
üç bölümün her birinde kılınması zorunlu olan (sadece bu zaman aralıklarında
97
kılabileceğimiz) bir namaz olmak üzere, toplamda 3 vakit farz namazı vardır.
İşte Bakara Suresi 238 ayeti, 3 vakit farz namazlarının, sadece kendi
vakitlerinde kılınabileceğini belirterek bu vakitlerin nasıl tayin edilmesi
gerektiğini açıklamaktadır.
Peki, namaz vakitlerini nasıl tayin edeceğiz? Bakara Suresi 238 ayetinde geçen
“salatilvusta” ifadesinin anlamları ve Hud Suresi 114 ayeti de göz önünde
bulundurulduğunda, vakitlerin nasıl tayin edileceği rahatlıkla anlaşılmaktadır:
Hud Suresi 114 ayetinde, gündüzün iki tarafı ve tüm gece olmak üzere 3 tane
zaman aralığı tanımlanmıştır. İşte bu üç zaman aralığı, Bakara Suresi 238
ayetinde geçen “salatilvusta” kullanılarak belirlenebilmektedir. Astronomiye
girmeden sadece basit bir güneş saati uygulaması ile bu zaman aralıkları, şu
şekilde tayin edilebilmektedir:
Geceleyin bu çubuğun gölgesi yoktur, çünkü her yer karanlıktır. Doğudan güneş
doğmaya başladığı anda gün aydınlanmaya başlar ve tam güneş doğduğu anda
bu çubuğun gölgesi batıya doğru oluşacak şekilde en uzundur [Gölgenin en
uzun olduğu bu ana, Kur’ân “meşhud (şahitli) zamanı” demektedir ve bu anda
edilen duaların çok makbul olduğu belirtilmektedir]. En uzun gölgenin kısalmaya
başladığı ilk anda, gece periyodu bitmiş ve sabah vakti başlamıştır. Bu anda
artık yeryüzüne düşen ışık miktarı, elimizdeki bir kitabı okuyabileceğimiz ya da
Bakara Suresi 187 ayetinin tanımladığı şekliyle, elimizde olan biri ak diğeri de
kara olan iki ipi birbirinden ayırabilecek yeterliliktedir.
98
sabah vaktini tanımlamaktadır. Sabah vakti olarak tanımlanan bu zaman dilimi,
sabah namazının kılınabileceği zaman aralığıdır. Siz, bu zaman aralığının
herhangi bir noktasında farz olan sabah namazını kılabilirsiniz. Ancak şuna
dikkat etmekte yarar vardır: Tam sınır noktalarda yani en uzun gölgenin ve en
kısa gölgenin oluştuğu anda, namaz kılamazsınız, çünkü bu anlar, geçiş bölgesi
olarak tarafsızdırlar, yani bu noktalar, ne öğleni ne de sabahı tanımlamaktadır.
Güneşin batarak çubuğun gölgesinin yok olması anında ise akşam/gece vakti
başlar ve ertesi gün tekrardan çubuğun gölgesinin oluşmaya başladığı ilk ana
kadar devam eder (Hud Suresi 114 ayetinde belirtilen gece periyodu). Bu
zaman aralığında, gelen güneş ışığının yetersiz olması nedeniyle elimizdeki bir
kitabı okuyamayız ya da Bakara Suresi 187 ayetinde belirtildiği gibi biri ak diğeri
de kara olan iki ipi birbirinden ayırt edemeyiz. İşte bu zaman aralığı, Hud Suresi
114 ayetine göre farz olan akşam/gece namazınızı kılabileceğimiz zaman
aralığıdır. Ancak yukarıda belirttiğimiz gibi gölgenin en uzun olduğu meşhud ve
işaya zamanlarında namaz kılınamaz.
99
hareketlerinin takip edilemediği gezegenler ve de uzay yolculukları yapacaklar
için de geçerlidir.
Şimdi yukarıdaki açıklamalardan sonra Hud Suresi 114 ayetinde geçen “zülefen
minel leyl” ifadesinin nasıl olup da “gecenin iki ucu arasında” anlamına gelerek
tüm gece periyodunu tanımladığına bakalım:
Hud Suresi 114 ayetinde geçen “minel leyl” ifadesi, “gece boyunca, gece
sürecinde” gibi anlamlara gelmekte olup “gece sürecinin tamamını, tüm geceyi,
gece periyodunun tamamını” ifade etmektedir. “zülefen minel leyl” ifadesi ise
“gecenin zülefinde” anlamına gelmektedir. “Zülefen” ifadesinin kökü “zülf” olup
bu kelime “şakaktan sarkan saç lülesi” anlamına gelmekte olup “zülefen” ifadesi,
her iki şakaktan sarkan saç lülesi anlamına gelmektedir ki sanıldığının aksine
“zülefen” ifadesi, “yakınlık” anlamına gelen “zülfe” ifadesinin çoğulu değildir.
100
azından yatsı namazı kesin olarak akşam karanlığında kılınmaz mı? Kaldı ki
gelenekçi meallerde “en az 3” denmesine rağmen “zülefen” ifadesi, neden 4 ya
da 5 değil de sırf 5 vakiti ispatlamak için doğrudan 3 vakit olarak kabul
edilmektedir? Görüldüğü gibi gelenekçilerin sırf uydurma hadisleri ispatlamak
için yaptıkları tüm açıklamalar mantıktan ve Kur’ân’dan tamamiyle uzak olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Nasıl ki şakaklardan sarkan saç lüleleri, çok uzun saç topluluğu olarak
birbirinden 180 derece ayrık olacak şekilde iki zıt yöne bakarak alın bölgesinin
sınırlarını tanımlıyorsa aynı şekilde gecenin zülefleri ifadesi ile de gecenin
sınırları tanımlanmaktadır. Bu sınırlar da daha önceden belirtildiği gibi güneşin
doğuşunda oluşan en uzun gölge (meşhud zamanı) ile güneşin batışında
oluşan en uzun gölge (işaya zamanı) arasıdır. Yani meşhud ve işaya zamanları,
gecenin zülefleri olarak gecenin sınırlarını tanımlamaktadır.
Ayrıca şükür etmenin, dua etmenin, Allah’ı anmanın sadece namazlardan sonra
yapılan eylemler olmadığı da düşünüldüğünde ayette belirtilen zamanların
namaz vakitleri anlamına gelmediği rahatlıkla görülebilir. Ayette, özellikle
belirtilen zamanlarda dua edilmesi, şükür edilmesi, Tanrı’nın anılması tavsiye
edilmektedir ki bunlar da zaten zorunlu değil, sadece tavsiye niteliği
taşımaktadır. Allah (cc), ayette belirtilen zaman aralıklarına dikkat çekerek bu
101
zamanların, anların önemli olduğunu, bu anların şahitli olduğunu ve bu nedenle
de bu anlarda yapılacak anmaların, duaların çok makbul olduğuna dikkat
çekmektedir.
Daha önceden belirtildiği gibi ayette geçen ”kable TULU ışşemsi” ifadesi ile de
güneşin doğmadan hemen önceki ilk hali yani çubuğun gölgesinin en uzun
olduğu o ilk an “meşhud zamanı” ve “kable ĞURUBİHA” ifadesi ile de güneşin
batmadan hemen önceki son hali yani çubuğun gölgesinin en uzun olduğu o ilk
an “işaya zamanı” kastedilmektedir. Ayrıca ayette “min anail leyli (gece
sürecinde)” ve “etrafen nehari (günün iki tarafında)” ifadeleri ile geceleyin ve
gündüzün iki tarafında da dua edilmesi ve Allah’ın tesbih edilmesi tavsiye
edilmiştir (aslında bu ifadelerle dolaylı olarak üç vakit farz namazına gönderme
yapılmakta ve bu namazlardan hemen sonra dua edilmesi ve Allah’ın tesbih
edilmesi tavsiye edilmektedir).
Yukarıda belirttiğimiz gibi 3 vakit farz namazı dışında farz olan başka bir namaz
Kur’ân’da bulunmamaktadır.
Ancak Kur’ân’da 3 vakit farz namazı dışında belirtilen tek bir namaz vardır. O’da
Peygamber Efendimize farz olan ve sırf O kıldığı için bize sünnet olan
“teheccüd namazı da denen vitr” namazıdır.
102
Daha önce bahsi geçen ve dikmiş olduğumuz bir çubuğun, gündüz en kısa
gölge verdiği anın (güneşin tam tepedeykenki konumu), gece tarafındaki sanal
uzantısı, gecenin vustasını yani ikinci yarısını belirlemekte olup ve gecenin bu
bölümü VİTR olarak adlandırılmaktadır.
Örneğin; teheccüd (vitr) namazı kılmak istediğimiz herhangi bir günde, “vusta
zamanı” saat 12:00’de ise bunun tam tersi olan gece saat 00:00 zamanı, “vitr
zamanı” olarak ifade edilecektir ve biz o gün, teheccüd (vitr) namazı kılmak
istiyorsak, akşam namazını kılmış olmak ve gece saat 00:00’dan sonraki bir
saatte uykudan kalkmış olmak koşulu ile teheccüd (vitr) namazı kılabiliriz.
“Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl.
(Böylece) Rabbinin, seni, övgüye değer bir makama göndereceğini umabilirsin.”
İsra Suresi 79
“Birazı hariç, geceleri kalk namaz kıl. (Gecenin) yarısını (kıl). Yahut bunu biraz
azalt. Ya da bunu çoğalt ve Kur’ân’ı tane tane oku.”
Müzzemmil Suresi 2-4
“Şüphesiz gece kalkışı, (kalp ve uzuvlar arasında) tam bir uyuma ve sağlam bir
kıraata daha elverişlidir. Zira gündüz vakti, sana uzun bir meşguliyet var.”
Müzzemmil Suresi 6-7
103
“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten
çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Resûlüm!)
De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri
bunları hakkıyla düşünür.”
Zümer Suresi 9
“Gecenin bir bölümünde O’na secde et ve geceleyin uzun uzadıya Onu tesbih
et.”
İnsan Suresi 26
“Onlar ibadet etmek için gece vakti yataklarından kalkarlar, Rablerine korku ve
umutla dua ederler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.”
Secde Suresi 16
104
bu konumunda, bir cismin gölgesi, doğuya doğru uzanacak şekilde en uzun
halini alır. Bu an, Kur’ân’a göre işaya zamanını ifade etmekte olup bu anlarda
edilen dualar makbuldür. İşaya zamanı, akşama ait sivil alacakaranlık zamanına
kadar devam eder. Bu an, bir geçiş anı olup, vakit namazı, bu anlarda
kılınamaz. Gölgenin kaybolduğu an, akşam namazı vakti girmiş olur.
Öğlen Vakti (Noon Time): Güneşin, tam tepede olduğu ve bir cismin gölgesinin
sıfır olduğu andır. Güneş’in en üst noktada olduğu bu an, İsra Suresi 78 ayette
“dulukiş şemş” olarak geçmektedir. Bakara Suresi 238 ayetinde geçen “vusta”
kelimesinin anlamları göz önünde bulundurulduğunda bu ana, vusta zamanı da
denir. Gündoğumundan vusta zamanına kadar geçen zaman, gündüzün ilk
bölümünü ve vusta zamanından gün batımına kadar geçen zaman ise
gündüzün ikinci bölümünü oluşturmaktadır. Vusta anı, bir geçiş anı olup, vakit
namazı, bu anda kılınamaz. Gölgenin tekrardan uzamaya başladığı ilk anda
öğle namazı kılınabilir.
105
ışınlarının, gökyüzünü aydınlatması kesilmekte ve gölge kaybolmaktadır. İşte bu
an, artık akşam vaktinin, akşam namazının girdiği andır. Akşamleyin, Güneş'in
geometrik merkezinin ufuk çizgisi ile 0o-6o açı yaptığı zaman aralığı, işaya
zamanıdır. Gece peryodunda ise Güneş'in geometrik merkezi, ufuk çizgisi ile 6o
açı yaptığı anda (sabaha ait sivil alacakaranlık ya da şafak vakti) gökyüzü yavaş
yavaş aydınlanmaya başlamaktadır. Bu andan, Güneş'in geometrik merkezinin,
ufuk çizgisi ile 0o’lik açı yaparak en uzun gölgeyi oluşturduğu ana kadarki zaman
dilimi, meşhud zamanıdır. En uzun gölgenin kısalmaya başladığı ilk anda,
sabah namazı vakti girmiş olur.
Not: Söz konusu güneş programları, bulunan konuma bağlı olarak hata yapma
olasılığına sahip olduklarından, mutlaka bu programlarla elde edilen vakitlerde,
özellikle gökyüzünün gerçekten karardığına ya da aydınlanmış olduğuna, kendi
gözümüzle de bakmamamız gerekmektedir. Buradan elde edilecek sapma
zamanı, öğle zamanına eklenerek, güneşin tepe konumu buna göre yeniden
belirlenebilir.
106
Bir tam gün için, günün önemli anlarını gösterir açıklamalı örnek tablo.
107
Gölgenin tekrardan uzamaya başladığı öğle
saatlerindeki ilk andan başlayarak gölgenin
(i) Öğle namazı vakti 12:56 - 20:02 yeniden en uzun olduğu akşam gün batımına
kadar devam eder. Gölgenin en uzun olduğu
gün batımında, namaz kılınamaz.
Akşamleyin gölgenin en uzun olduğu gün
batımında başlar ve gölgenin yok olduğu sivil
(j) İşaya zamanı 20:01 - 20:30 alacakaranlık zamanına (civil twilight end)
kadar devam eder. Bu zaman aralığı şahitli
olup, dua edilmesi tavsiye edilmektedir.
Gölgenin yok olduğu, sivil alacakaranlık
(k) Akşam namazı zamanında (civil twilight end) başlar ve ertesi
20:30-
vakti günün sivil alacakaranlık başlangıç (civil
twilight start) zamanına kadar devam eder.
Öğle zamanının gece peryodundaki sanal
uzantısından başlar (tam o anda namaz
kılınamayacağından 1 dakika sonrası referans
alınabilir) ve ertesi günün sivil alacakaranlık
başlangıç (civil twilight start) zamanına kadar
devam eder. Ayetlere göre Peygamber
Efendimiz’e farz olan ancak bizlere farz-
yapılması zorunlu, olmayan, ancak O, kıldığı
(l) Teheccüd=Vitr
00:56- için bizim de istersek kılabileceğimiz bir
namazı vakti
namazdır. Ancak bu namazı kılabilmek için
akşam namazının kılınmış olması ve gecenin
bir bölümünde de uykudan uyanarak kişinin
kendi uykusundan fedakarlık yapmış olması
gerekmektedir. Vitr namazı da diğer farz
namazları gibi 2 rekattan oluşur, ancak farz
namazlarından farklı olarak, istenildiği kadar
kılınabilir.
108
Namaz, Kaç Rekât Olarak Kılınır
“Sen içlerinde olup da onlara namaz kıldırdığın vakit, içlerinden bir grup seninle
namaza dursun; silahlarını da alsınlar. Bunlar secdeye varınca, diğerleri
arkalarında beklesinler. Sonra namaz kılmamış olan diğer grup gelip seninle
birlikte kılsınlar...”
Nisa Suresi 102
Nisa Suresi 102 ayetinde herhangi bir savaş ya da korku anında namazın
kısaltılabileceğinden bahsedilmekte ve namazın nasıl kısaltılacağı açık bir
şekilde belirtilmektedir:
Ayete göre böyle bir durumda cemaat iki gruba ayrılmalıdır. Birinci grup imam
ile birlikte namaza durduğunda, ikinci grup ellerinde silahlarla nöbet tutup birinci
grubu korumalıdır. Birinci grup ilk rekâtın ikinci secdesine vardıktan sonra (ilk
rekât bittikten sonra) kade konumunda selam vererek namazdan çıkmalı, imam
kade konumundan ruku konumuna geçtiğinde ise ikinci grup namaza durmalı ve
birinci grup nöbet konumuna geçmelidir.
Gerçekte namazlar iki rekât olarak kılınmaktadır ve herhangi bir savaş, korku ya
da seferi durumda iken namazlar, iki rekâttan tek rekâta düşürülmektedir.
109
Ancak Nisa Suresi 102 ayetinin açıklığına rağmen gelenekçiler, uydurma
hadisleri referans gösterek 4 rekâtlı namazların iki rekât olarak kısaltılabileceğini
ancak sabah ve akşam namazlarının kısaltılamayacağını iddia etmektedirler.
Oysaki ayet incelendiğinde, ayette; “öğle ya da ikindi namazlarınızı kısaltın”
şeklinde bir ifadenin kullanılmadığı açık bir şekilde görülmektedir.
Not: Nisa Suresi 103 ayeti gereği mutlaka her namazdan sonra dua edilmelidir.
110
Namaz Nasıl Kılınır
Hani Biz İbrahim’e Evin (Kâbe’nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle
emretmiştik:) “Bana hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler,
Rükûa ve sücuda varanlar için Evimi tertemiz tut.”
Hac Suresi 26
Namaz kılmak için öncelikle, Maide Suresi 6 ayeti gereği, abdest alınması
gerekmektedir. Hangi vaktin namazı kılınacaksa o vaktin abdesti için niyet edilir
(“Niyet ettim Allah rızası için vakti gelen salât/namaz için abdest almaya” denir).
Abdest, Maide Suresi 6 ayetinde belirtildiği gibi yüzün, dirseklere kadar kolların,
başın ön tarafı (perçemlerin olduğu bölge) ve her iki ayak topuğunun ıslatılması
ile alınır. Bu bölgeleri bol su ile yıkayabileceğimiz gibi ayet gereği, çok az su ile
de mesh edebiliriz (bir bezin ıslaklığı bile abdest almak için yeterlidir). Abdest
alırken, gelenekçilerin belirttiği gibi çok karışık dualar okumak ve her bölgenin
üç defa yıkanması gibi bir durum yoktur, ayrıca ayette yer almayan ancak
hadislerede geçen ensenin ıslatılması, buruna su verilmesi gibi şeyler de
111
yapılmaz. Çünkü ayette yer almayan şeylerin, Allah (cc)’un emriymiş gibi
yapılması şirktir.
Herhangi bir nedenden dolayı suyun kullanılamaması söz konusu ise (hastalık,
suyun değmemesi gereken yaralar, suyun çok soğuk ya da çok sıcak olması,
suyun kirli olması gibi) bu durumda, Nisa Suresi 43 ayeti gereği teyemmüm
alınır.
112
tekrardan kullanılabilmesi halinde mutlaka su ile de gusül abdesti alınması
gerekmektedir.
113
Peygamberimizin cinlenmiş biri olduğuna (mecnun) ve ağzından çıkan bu
hikmetli sözlerin de kendisine cinler tarafından getirildiğine inanmaktaydılar. Bu
nedenle Allah, Kur’ân’da;
“Yıldızların battığı yerler üzerine yemin ederim ki bilirseniz bu büyük bir yemindir.
Şüphesiz bu korunmuş kitapta bulunan şerefli bir Kur’ân’dır. Ona ancak günah
kirine bulaşmayan (Melekler) erişebilir. (ve Muhammed’e melekler getiriyor.) O
âlemlerin Rabbi’nden indirilmiştir. Şimdi siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz?”
Vakıa Suresi 75-81
Nitekim Vakıa Suresi 79 ayetinde de geçen “Lâ” harfi ayete "dokunmayın" değil,
"dokunamazsınız" anlamı vermektedir. Yani ayette; “isteseniz de o işi yapmaya
gücünüz yetmez” denilmektedir. Oysaki abdestli olsun ya da olmasın Kur’ân’a
herkes dokunabildiğine göre ayetin anlatmak istediği, Kur’ân’ın ellenmesi
anlamında değil, Allah katındaki ayetler ve o ayetlerin, cinler tarafından
getirilemeyeceği gerçeğidir. Ayrıca, ayette geçen "mutahhar" kelimesi de, “su ile
yıkanıp temizlenmek” anlamında değil, “günâh kirine bulaşmayan yani günâh
işlemeyen” anlamında kullanılmıştır. Yani ayette bahsedilen temizlik, maddi
temizlik değil manevi temizliktir. Dolayısıyla da Vakıa Suresi 79 ayeti gerçekte
şunu anlatmaktadır:
114
“Kur’ân’a günah kirine bulaşmayan meleklerden ve görevi gereği Levh-i Mahfuzu
okuyabilen Hz. Hızır’dan başkası (yani sizin zannınız olan cinler) Kur’ân’ın
korunduğu bölge olan Levh-i Mahfuza erişemez ve Kur’ân’ı getirmeye de
meleklerden başkası güç yetiremez.”
Abdest, sadece namaz için gereken bir temizliktir. Kur’ân okumak için ise sadece
“Euzü besmele (Euzu billahimineşşeytanirracim)” okumak yeterlidir (Şeytandan
ve onun vesveselerinden korunmanın en iyi yollarından biri Euzü besmele
çekmektir. Bu nedenle Kur’ân okurken ve namaza başlamadan önce Euzü
besmele çekilmesi, Allah tarafından tavsiye edilmektedir).
Gelenekçiler, Allah’ın koymadığı bir takım şartları, güya Kur’ân’a saygı adına öne
sürerek (aslında bu şekilde kendilerini Tanrı ilan ederek), insanları okumaktan ve
öğrenmekten uzaklaştırmışlardır. Bununla da yetinmeyen gelenekçiler, Gazali’nin
"Müslümanlar Kur’ân’ı sadece okumak için öğrenirler. Dinlerini öğrenmek için
okumazlar" sözünü de referans alaraktan insanları tamamiyle Kur’ân’a
yabancılaştırmışlardır. Ana rehberin köşeye atılıp uydurma hadisler ışığında
sadece zanna tabi olan bu inanışlar nedeniyle de “Oku” emriyle başlayan
aydınlanma süreci sekteye uğramış ve Kur’ân’ın emirleri unutulmuştur.
Şimdi namazın içindeki farzlara ve namazın nasıl kılınacağı konusuna bir göz
atalım:
Namaz kılmak için abdestimizi aldıktan sonra temiz bir yerde kıbleye (Kâbe’ye)
dönerek (Bakara Suresi 144, 149, 150) ve sağlığımız el veriyorsa kıyam
pozisyonunda (yani ayakta durur vaziyette iken) “Euzü besmele
(Euzübillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim)” çekip kılacağımız
namaz için niyet edilir. Kılmaya niyetlendiğimiz namazı zaten Allah bildiğinden,
115
niyetimizi şu şekilde edebiliriz; "Niyet ettim, salâtı (namazı) ikame etmeye ya da
niyet ettim Allah rızası için vakti gelen salâtı (namazı) ikame etmeye."
Niyet ettikten sonra "Allahuekber" diyerek "GİRİŞ yani iftitah tekbiri" alınır.
Tekbir alırken ellerimizi ister omuz hizasına kaldırabilir, istersek de kulak
mememize dokundurabiliriz (İftitah tekbirinde, Allahuekber deyip ellerimizi
kaldırmak; işaret diliyle, Allah’ın, bizden ve kâinattaki her şeyden daha büyük
olduğu anlamına gelmektedir. Yani biz el kaldırmakla aslında Kâinatı işaret
etmiş olmaktayız). Daha sonra ellerimizi göbek hizasında bağlayabilir ya da
aşağı bırakabiliriz. Aynı şekilde ayaklarımızı da bitiştirip açabiliriz. Bu konularda,
Kur’ân’da herhangi bir zorlama ya da tavsiye yoktur. Bu nedenle o anda
içimizden hangisini yapmak geliyorsa onu yapabiliriz.
Kıyamda iken "DİLEDİĞİMİZ BİR SURE" okuyabiliriz. Yani illaki Fatiha suresini
okumak zorunda değiliz. Çünkü Fatiha suresinin kıyamda iken mecburen
okunması gerektiğini belirten herhangi bir ayet yoktur. Bu durum sadece
hadislerde mecbur kılınmıştır. Kaldı ki gelenekçilerin savundukları hadislerde bile
Peygamber Efendimizin Fatiha suresini her zaman okumadığını gösterir hadisler
mevcuttur. İşte Fatiha suresinin okunmasını zorunlu kılan uydurma hadis ile
bununla çelişen diğer hadisler:
Hz. Câbir (radıyallahu anh) demiştir ki: “Kim Fâtiha’yı okumadan bir rekât namaz
kılarsa, imamın arkasında bulunmadığı takdirde namaz kılmış sayılmaz.” K.S.
2535 C.8 S.407 Akçağ, alıntıları: Muvatta, Salât 38,(1,84); Tirmizi, Salât
233,(313)
116
218,(1074); Tirmizi, Salât 375,(520); Nesâi, Cuma 38,(3,111), İftitah 47,
(2,159)
Sonuç olarak kıyamda iken Fatiha’yı okumak zorunda değiliz, Fatiha yerine
herhangi bir sure de okuyabiliriz (Bir şeyi farz haline getirmenin haram olduğu
asla unutulmamalıdır. Çünkü farz, yasa koyma yetkisi, sadece ve sadece Allah’a
aittir).
117
sağa ve sola kafamızı çevirmek suretiyle “Selam ve selam” deyip namazımızı
bitiririz.
“(Resûlüm!) Senin, gecenin üçte ikisine yakın kısmını, (bazen) yarısını, (bazen
de) üçte birini yatmadan (ibadetle) geçirdiğini ve beraberinde bulunanlardan bir
topluluğun da (böyle yaptığını) Rabbin elbette biliyor. Gece ve gündüzü (içinde
olup bitenleri iyiden iyiye) ölçüp biçen ancak Allah’tır. O sizin, bunu
sayamayacağınızı bildiği için sizi bağışladı. Artık, Kur’ân’dan kolayınıza geleni
okuyun.…”
Müzzemmil Suresi 20
Namazlar, sadece Allah (cc) için kılındığından namaz içerisinde asla kendimize
ya da bir başka birine dua etmemeliyiz. Namaz bittikten sonra ise istediğimiz
şekilde dua edebiliriz.
118
Cin Suresi 18 ayetinde geçen; “Mescitler şüphesiz Allah içindir. O hâlde Allah ile
birlikte bir başkasına yakarmayın” ifadesi gereği namaz kılınan yerlerin
olabildiğince sadece olması gerekmektedir. Ayrıca camiler ve mescitler de
olabildiğince sade olmalı ve içerisinde de kesinlikle herhangi bir tabela
bulunmamalıdır [4 halifenin ismi, Allah ve Muhammed isimlerinin yazıldığı
tabelalar gibi. Allah isminin yazıldığı tabelalar bile direk olarak Allah (cc)’u ifade
etmediğinden put kapsamına girerler, bu nedenle tüm tabelalar kaldırılmalıdır].
Yine aynı ayet gereği, ibadethanelerde kesinlikle siyaset yapılmamalı ve Allah
(cc)’tan başkasından medet beklenmemelidir [Özellikle camilerde toplanıp
şeyhlerinin eteklerine yapışanlar ve onlardan medet bekleyerek onlara
yakaranlar ve onlardan himmet bekleyenler, Allah (cc)’un evinde, Allah (cc)’a
karşı şirk işlediklerini bilmelidirler].
Yeri gelmişken şunu da belirtmekte yarar vardır ki; Allah ve Muhammed isimleri
asla yan yana yazılmaz. Çünkü Allah (cc), asla kendi yarattığının dengi değildir.
Ayrıca Peygamber Efendimiz, asla Allah’ın sevgilisi yani “habibullah” değildir.
Çünkü hiçbir ayette böyle bir kavram geçmez. Bu kavram dinimize;
119
Maide Suresi 18 ayetinin tüm açıklığına rağmen hala Peygamber Efendimizi
Allah (cc)’un haşa habibi kabul edecek olanlar, Allah (cc)’a şirk koşarak
cehennemi garantilediklerini iyi bilmelidirler.
İsra Suresi 110 ayetinde geçen; “De ki: İster Allah diye yakarın, ister Rahman
diye yakarın. Hangisiyle yakarırsanız yakarın, en güzel isimler O’nundur.
Namazda sesini yükseltme, kısma da. İkisi ortası bir yol tut” ifadesi gereği
namazda okuduğumuz her şeyi içten değil, kulağımızın duyabileceği bir fısıltıda
okumamız gerekmektedir. Namaz sonrasında okunan Kur’ân’lar da aynı tonda
okunmalıdır.
Daha önceden belirtildiği gibi namazda her rekâtta Fatiha suresini okumak asla
farz değildir, bunu kendine farz ilan eden, Allah (cc)’a şirk koşarak, sonsuza
kadar cehennemlik olacaktır.
Namazda iken okunan her şey mutlaka Kur’ân’ın orjinali gibi yani Arapça olarak
okunmalıdır. Namaz bittikten sonra ise Kur’ân’ı kendi dilimizde istediğimiz gibi
okuyabiliriz. Kur’ân şifa olduğundan ve her ayetin kendi içinde barındırdığı
birçok anlamı olduğundan bir ayeti kendi dilimize çevirmek demek bir çok anlam
kayıplarına yol açarak o ayetin şifasal ve tılsımsal özelliğini yok edeceğinden
namazda iken okunan her şey, doğrudan Kur’ân’daki orijinal haliyle okunması
gerekmektedir. Surelerin Arapçasını öğrenmekte zorlananlar ya da namaza yeni
başladığı için hiçbir ayet bilmeyenler ise, Müzzemmil Suresi 20 ayeti
“Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyun” gereği, namaz esnasında sadece tek bir
sure ya da tek bir ayet ile bile namazlarını kılabilirler. Ancak insanın yaşam
döngüsünün uzunluğu düşünüldüğünde, en azından tek bir surenin hem
Arapçasının hem de ana dildeki anlamının bilinmesinde yarar vardır.
Nisa Suresi 103 ayeti gereği, kaza namazı diye bir şey yoktur. Her namaz,
sadece kendi vaktinde kılınmak zorundadır. Zaten namazların 3 vakit olduğu ve
120
de her namazın da sadece 2 rekât olduğu düşünüldüğünde namazları kaza
etmek için bir bahanenin olmadığı da anlaşılabilir.
Hamile kadınlar, ay hali olan kadınlar da her namaz için abdest alarak eğer
abdest alamıyorlarsa teyemmüm alarak namazlarını kılmalıdırlar. Eğer bu kişiler
namaz hareketlerini yapamayacak durumda iseler yukarıda belirttiğimiz şekilde
namazlarını kılabilirler.
Tevbe Suresi 34-35 ayetleri gereği maaş alan bir imamın arkasında asla namaz
kılınamaz. Eğer cemaat namazlarında “uydum imama” şeklinde niyet edilir ve o
maaşlı imamın arkasında namaza durulursa kılınan namaz asla kabul olmaz.
Maide Suresi 6 ayeti gereği namaz abdesti sadece katı, sıvı ve gaz olacak
şekilde tuvalet ihtiyacının giderilmesi ve cinsel birleşme durumunda bozulur
(namaz esnasında bunların çıkması da namazı bozar), bunlar haricinde
vücudun bir yerinden kan akması ya da karşı cinsin bize dokunması gibi
durumlarda abdest bozulmaz.
Kadınlara has olan akıntılar namaz abdestini bozar ve her namaz için ayrı ayrı
namaz abdesti alınması gerekmektedir ancak namaz esnasında bu akıntılar
oluşuyorsa bu akıntılar o anda namazı bozmaz.
Her insan ergenliğe girdiği yaştan sonra namaz kılmak ve de Allah’ın emrettiği
her farzı yerine getirmek zorundadır.
Herhangi bir cemaate, tarikata ait olan ya da herhangi bir cemaatle, tarikatla
özdeşleşen herhangi bir ibadethanede asla namaz kılınamaz ve bu
ibadethaneler de İslam dininde guruplaşmak yasaklandığından Tevbe Suresi
107-108 ayetleri gereği derhal yıkılmak zorundadırlar.
121
Kur’ân’da 14 yerde secde ayeti geçtiği ve bu secde ayetleri okunduğunda da
secde namazı kılınması mecburiyeti diye bir şey yoktur. Çünkü Kur’ân’daki her
ayet, aynı derecede kutsaldır. Hiçbir ayet bir diğerinden üstün değildir. Ancak
yine de okunan bir ayetten çok etkilenip Allah’ı yüceltmek için secdeye varabilir
ve secdede iken “sübhanallah” diyebilirsiniz.
122
Cuma Namazı
“Ya eyyuhelleziyne amenu iza nudiye lissalati min yevmilcumu'ati fes'av ila
zikrillahi ve zerulbey'a zalikum hayrun lekum in kuntum ta'lemune.”
Cuma Suresi 9
“Ey iman edenler, cuma günü namaz vakti/anma vakti/övme için çağrı yapıldığı
zaman, hemen Allah'ı zikretmeye koşun ve alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu
sizin için daha hayırlıdır.”
Cuma Suresi 9
Ayetlerde geçen; “Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah'ı
zikretmeye koşun ve alış-verişi bırakın”, “Artık namaz kılınınca da hemen
yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın” ifadelerinden Cuma
namazının, cuma gününün öğle vaktine denk geldiğini anlamaktayız. Çünkü
toplamda üç vakit olan namazların sabah ve akşam vakitleri, çalışma saatleri
dışında kalıp, bu vakitlerin girdiği zaman dilimlerinde insanlar genelde
çalışmamakta, dinlenmektedirler. Nitekim sabah namazının girişi de çok erken
olduğundan o saatte alış veriş yapılmamaktadır. Ayrıca akşam namazının girdiği
vakitte de işyerleri genelde kapalı olduğundan, o saatten sonra da yeryüzüne
yayılıp rızık aranmamaktadır. Çünkü o saat, artık dinlenmek için insanların
evlerine çekildiği zamandır. Dolayısıyla buradan da insanların toplanacağı tek
uygun vaktin öğle vakti olduğu anlaşılmaktadır.
Cuma namazı, cuma günü öğle vaktinde iki rekât halinde, cemaat halinde
kılınması zorunlu olan bir namazdır. Gelenekçilerin, “Cuma namazının iki rekât
olduğunun Kur’ân’da geçmediği dolayısıyla da Kur’ân’da her şeyin
bulanamayacağı ve bu nedenle de dini anlamak için hadislere gerek duyulduğu”
123
iddiası ise gerçeği yansıtmamaktadır (“…Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik
bırakmadık…” En’am Suresi 38). Çünkü ayetin, zaten Cuma namazının kaç
rekât olduğu ile ilgili bir bilgiyi direk içermesine gerek yoktur. Çünkü Cuma
namazını önemli kılan tek şey, cuma günleri öğle namazının cemaat halinde
kılınması zorunluluğudur [Cuma Suresi 9 ayetinde geçen; “Namaz için çağrı
yapıldığı zaman (yani vakit girdiği anda), hemen Allah'ı zikretmeye (yani
namaza) koşun” ifadesinden Cuma namazının herhangi bir saatte
kılınamayacağı, vakit girdiği anda topluca cemaat halinde kılınması gerektiği
anlaşılmaktadır]. Dolayısıyla ayete göre; “Herkes cuma günü öğle vaktinde
toplanmalı ve her gün kılınan öğle namazı, bu sefer de hep birlikte kılınmalıdır
(diğer günler için böyle bir zorunluluk yoktur)”. Yani kimse, cuma günü farklı
türde bir namaz kılmamaktadır. Her günkü gibi iki rekâttan öğle namazı, imam
eşliğinde kılınmaktadır. Cemaat halinde kılınması zorunlu olan bu namaz da
zamanla değişime uğramadığından, o günden bugüne kadar iki rekât halinde
kılınmaya devam etmiştir (bu durum, aslında namazların iki rekât halinde
kılınması gerektiği gerçeğini de dolaylı yoldan ispatlamaktadır).
Cuma günü, öğle vakti girer girmez (gölgenin tekrardan uzamaya başladığı ilk
anda) alış verişi, ticareti bırakıp derhal cemaat halinde iki rekâtlık namazı kılmak
zorundayız. Ayrıca “Cumu’a” kelimesi, “zorunlu toplantı/cemaat günü” anlamına
geldiğinden de bu toplantı gününde namaz kılmadan önce mutlaka hutbeyi
(vaaz, nasihat, bilgilendirme konuşması) de yapmış-dinlemiş olmamız
gerekmektedir.
Cuma namazının kılınabilmesi için bir imamın olması şarttır. Kur’ân’a göre
herhangi bir sureyi anlamıyla bilen herhangi bir kişi imam olabilir. İmam olan bir
kişi Tevbe Suresi 34-35 ayeti; “Ey inananlar, din bilginleri (ilahiyatçılar) ve din
adamları (imam, müezzin) parasını hak etmeden yerler ve ALLAH’ın yolundan
saptırırlar. Altın ve gümüşü (bahşişleri) yiyip (imamlık işini) ALLAH yolunda
harcamayanlara acı bir azap müjdele” gereği asla ücret talep edemez. Yani
imamlık denen şey asla bilindiğinin aksine bir meslek olamaz ve insanlar sırf
imam oldukları için de maaş alamazlar, isteyemezler, çünkü ayete göre din
adına ruhban sınıfı (imam, müezzin, şeyh gibi) oluşturmak ve bundan çıkar
sağlamak haramdır.
124
“Sonra bunların izinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu
İsa’yı da arkalarından gönderdik, ona İncil’i verdik; ona uyanların kalplerine
şefkat ve merhamet vermiştik. Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz
yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da
gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik.
İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır.”
Hadid Suresi 27
Tevbe Suresi 34-35 ayetinde geçen “ahbâr” ve “ruhbân” kelimeleri, “din bilginleri”
ve “din adamları” anlamına gelmesine rağmen gelenekçiler tarafından Yahudi
hahamları ve Hristiyan rahipleri diye çevrilmektedir. Hâlbuki ayet, genelleme
yapıp din adı altında para kazanan tüm kesimlere seslenmektedir. DİN SINIFI
oluşturarak, maaş alan imamlarımız da buna dâhildir. Sizce Allah’ın dinini
yaymak ya da öğretmek için para alınması mantıklı mıdır? Peygamber
Efendimiz, kıldırdığı hangi namaz için ya da öğrettiği hangi dini bilgi için para
almıştır? Hz. Adem geçimini tarımdan, Hz. İdris terzicilikten, Hz. Nuh
marangozculuktan, Hz. Yakup çobanlıktan, Hz. Davut demircilikten ve Hz.
Muhammed de geçimini ticaretten sağlamadı mı? İmamların, sırf cemaate
namaz kıldırdıkları için para almaları sizce Kur’ân’ın neresinde geçmektedir?
İmamların geçimlerini sağlamaları için paralı imamlık yapmaları ne kadar doğru
ise; bir hayat kadınının geçimini hayat kadınlığı yaparak kazanması ve de bir
hırsızın geçimini sağlamak için hırsızlık yapması da o derece doğrudur. Nitekim
Ruhbanlık, İslam dininde kesin olarak yasaklanmıştır ve Kur’ân’a göre yanlış
olan bir şeyin yapılıyor olması da asla yapılan şeyin doğru olduğunu göstermez.
125
döneminde halka namaz kıldıran maaşlı imamlar var mıydı? Yoksa cemaat
içinden herhangi biri mi imam oluyordu? Şimdi, bu durumda, Kur’ân’a göre paralı
imamlar ne yapacak diyorsanız: İstifa edecekler ve kendilerine yeni iş bulacaklar.
Ya da devlet, bunları öğretmen olarak bir şekilde kullanacak ve maaşlarını
yapmış oldukları bu öğretmenlikler nedeniyle verecektir. Aksi halde tüm imam ve
müezzinler, ayetin gazabı altındadırlar: "Onlar hayır yapmaz, sadece altın-gümüş
para biriktirirler. Altın ve gümüşü (bahşişleri) yiyip (imamlık işini) ALLAH yolunda
harcamayanları acıklı bir azap ile müjdele."
Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki; İslamiyet’te kimsenin fetva verme yetkisi
yoktur. Çünkü Allah (cc), zaten, kitabında hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır.
Dolayısıyla var olan her sorunun cevabının, mutlaka Kur’ân’da aranması
gerekmektedir. Nitekim Kur’ân’da;
“And olsun ki Biz bu Kur’ân’da, güzelce düşünüp öğüt alsınlar diye insanlar için
her türlü misali verdik.”
Zümer Suresi 27
“…Gerçekten size bir nur ve hakkı apaçık bildiren bir kitap gelmiştir.”
Maide Suresi 15
“Allah, Kendi rızasına uyan kimseleri o kitap vasıtasıyla selamet yollarına eriştirir,
İlahi izin ve iradesiyle onları inkâr karanlıklarından çıkarıp iman nuruna
kavuşturur ve dosdoğru bir yola iletir.”
Maide Suresi 16
diye buyrulmaktadır.
Cemaat namazlarında (iki kişi de bir cemaattir) imama uyan kişi bunu niyetle
söylemelidir. İmamın özel bir niyet çekmesine gerek yoktur. Namazda iken,
126
imamın kendisi dâhil olmak üzere arkasındaki bütün cemaat, Kur’ân’dan okumak
ve namazın gerekliliklerini yerine getirmek zorundadır. Yani imamla namaz
kılmak ile tek başımıza kıldığımız namaz arasında hiçbir fark yoktur. İmamın tek
görevi, cemaati yönlendirmek için sadece tekbirleri (Allahuekber), sesli bir
şekilde söylemektir. Geri kalan her şeyi ise fısıltı şeklinde sadece kendi duyacağı
ölçüde söyler. Cemaat de aynı şekilde okuduğu her şeyi yanındakinin
duymayacağı bir fısıltıda okur.
Cuma Suresi 9 ayetinde geçen; “Ey iman edenler, cuma günü namaz için çağrı
yapıldığı zaman, hemen Allah'ı zikretmeye koşun ve alış-verişi bırakın. Eğer
bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır” ifadesinden Cuma namazından bir saat
önce okunan “sela” gibi bir şeyin olmadığı, sadece insanları namaza çağıran bir
“EZAN”ın olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca ayetlerden namazdan önce okunan
kamet ve iç ezan gibi bir şeyin olmadığı da anlaşılmaktadır (kılınan hiçbir
namazdan önce kamet ve iç ezan okunmaz).
Cuma Suresi 9 ayetinde geçen “Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman,
hemen Allah'ı zikretmeye koşun ve alış-verişi bırakın” ifadesinden “Cuma namazı
anında dükkânların kapatılarak ticaret yapılmaması” gerektiği gibi bir sonuç da
çıkmaktadır. Bu da Cuma gününün tatil olmadığı, herkesin çalıştığı ve öğle vakti
geldiğinde de herkesin işini gücünü bırakarak namaza gitmek zorunda olduğunu
göstermektedir. Cuma Suresi 10 ayetinde geçen; “Artık namaz kılınınca da
hemen yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın” ifadesinden de
namaz bittikten sonra herkesin rızıklarını kazanmak için tekrardan dükkânlarına
dönmeleri ve dükkânlarını açmaları tavsiye edilmektedir. Yani Cuma günü, öğle
vakti girer girmez işimizi bırakıp hemen toplanıp namaz kılmamız (bir hutbe + iki
rekât namaz) ve ardından da işyerlerimize tekrardan dönmemiz emredilmektedir.
Bununla amaçlanan ise; haftada bir kez cuma öğle vakti tüm Müslümanların bir
araya gelip kaynaşmaları ve bilgi alış verişinde bulunmalarını sağlamaktır. İşte
bu nedenle cuma günü tatil yapılmamıştır. Çünkü eğer tatil olsa idi, herkes bir
yerde olacağından bu kaynaşma ve toplanma gerçekleşmeyecekti. Allah (cc), bu
şekilde özellikle cuma günü herkesin çalışılmasını isteyerek, herkesin işinin
başında olmasını ve vakti girdiği anda da topluca hutbe ve iki rekât namazın
aksatılmadan kılınmasını emretmektedir. Buna göre de; cumartesi, pazar,
127
pazartesi, salı, çarşamba ya da perşembe günü tatil olabilir ancak cuma günü
asla tatil olamaz, yapılamaz. O gün iş günüdür ve o gün özellikle
dağılmayacağız, tatil yapmayacağız ve işimizin başında olacak, namaza
çağrıldığımız anda da hemen bir araya geleceğiz.
Cuma Suresi 9 ayetinde geçen “Ya eyyuhelleziyne amenu” yani “Ey iman
edenler!” ifadesinden Cuma namazının kadın ve erkek olmak üzere herkese farz
olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü “Ey iman edenler!” ifadesine göre, kadınlar da
Allah'ın kulu ve iman edeni olduğuna göre Cuma namazını kadınlar da cemaat
halinde kılmak zorundadır. Eğer aksi olsa idi, Allah (cc) bunu Nur Suresi 30
ayetinde geçen "Kul lil müminun=Mümin erkeklere de de ki..." ve izleyen Nur
Suresi 31 ayetinde geçen "Kul lil müminatü =Mümin kadınlara da söyle ki..." gibi
bir ifade ile ayırırdı. Hâlbuki Cuma Suresi 9 ayetinde böyle bir ayrım yoktur. Bu
ayrımı, sadece gelenekçiler sözde meallerinde yapmaktadırlar. Kur’ân’da kadın-
erkek ayrımı, kadın hukukunu korumak amacı ile sadece miras, evlilik ve soyadı
gibi konularda gündeme getirilmiştir. Bunun haricinde Kur’ân’da başka hiç bir
konuda kadın-erkek ayrımı yapılmaz. Evet, ayete göre Cuma namazı kadınlara
da farzdır. Tüm yeryüzü bizlere "secde yeri" kılındığından kadınlar, Cuma
namazını kılmak için isterlerse camiye gidebilir, isterlerse de evlerinde
sığabilecekleri bir salonda cemaat halinde Cuma namazlarını kılabilirler (adetli
olan kadınlar da dilerlerse namaz abdestlerini alıp bu namazı kılabilirler).
128
Cenaze Töreni Nasıl Yapılır
“Ve la tüsalli ala ehadim minhüm mate ebedev ve la tekum ala kabrih innehüm
keferu billahi ve rasulihı ve matu ve hüm fasikun.”
Tevbe Suresi 84
Tevbe Suresi 84 ayetinin klasik yorumu şudur: “Onlardan ölen birinin namazını
hiçbir zaman kılma, mezarı başında durma. Çünkü onlar, Allah'a ve elçisine
(karşı) inkâra saptılar ve fasık kimseler olarak öldüler.”
Cenaze töreni bir namaz değil, bir son uğurlayıştır. Bu son uğurlayışta bütün
insanların ölümlü olduğu, bir gün hepimizin öleceği vurgusu yapıldığından
önemlidir. Ancak, farz değildir.
Cenaze töreninde; tekbir, kıyam ve kıraat dışında hiçbir şey yapılmaz. Cemaatin
içinden herhangi bir kişi imam olabilir (asla maaşlı bir imamın arkasında
durmayın. Durmak zorunda kalırsanız da asla niyetinizde “uydum imama” gibi bir
ifade kullanmayın). İmam olan kişi, “Niyet ettim Allah rızası için bu cenaze
törenini yapmaya” diye niyet eder. Arkadaki cemaat ise içlerinden kendi
duyabilecekleri bir fısıltı ile “Niyet ettim Allah rızası için mevtayı uğurlamaya,
uydum hazır olan imama” (eğer maaşlı bir imamın arkasında durmak zorunda
iseniz sadece; “Niyet ettim Allah rızası için mevtayı uğurlamaya” denir, “uydum
imama” denmez) şeklinde niyet eder. Niyet ettikten sonra imam yüksek sesle,
cemaat ise kendi fısıltısını duyacak şekilde “Allahuekber” deyip ellerini bağlar (ya
da isterse ellerini serbest bırakabilirler). Sonra imam da dâhil olmak üzere tüm
129
cemaat, herkes kendi fısıltısını duyacak bir seslilikte mevtaya Kur’ân’dan ayetler
okur. Daha sonra imam yüksek sesle, cemaat ise kendi fısıltısını duyacak şekilde
sağa ve sola “Selam ve Selam” diyerekten töreni bitirir.
Cenaze töreni bittikten sonra mevta, kabre gömülür. Ölenenin arkasından yas
tutmak, kendini paralamak ve hayat devam etmiyormuşçasına hareketlerde
bulunmak uygun değildir. Çünkü ölüm de yaşam kadar haktır. Ölenin borcu
varsa bu borçlarının ödenmesi, ailesine yardımlarda bulunmak, üzüntülerini
paylaşmak ve de ölenin ruhu için Kur’ân okumak yapılması gereken güzel
davranışlardandır.
130
Bayram Töreni
Bayram törenleri de tıpkı cenaze törenleri gibi yapılır. Cemaat içinden bir kişi
imam olur (maaşlı imam arkasında namaz kılınmaz) ve töreni yönetir. İmam önce
bir hutbe okur (Bilim-Kur’ân-Sevgi-Birlik içeren bir mesaj iletir) ve ardından kendi
duyabileceği bir fısıltıda; “Niyet ettim Allah rızası için bu bayram törenini
yapmaya” şeklinde niyet eder. Arkadaki cemaat ise içlerinden kendi
duyabilecekleri bir fısıltı ile “Niyet ettim Allah rızası için bu bayram törenini
yapmaya, uydum hazır olan imama” (eğer maaşlı bir imamın arkasında durmak
zorunda iseniz sadece; “Niyet ettim Allah rızası için bayram törenini yapmaya”
denir, “uydum imama” denmez) şeklinde niyet eder. Niyet ettikten sonra imam
yüksek sesle, cemaat ise kendi fısıltısını duyacak şekilde “Allahuekber” deyip
ellerini bağlar (ya da isterse ellerini serbest bırakabilirler). Sonra imam da dâhil
olmak üzere tüm cemaat, herkes kendi fısıltısını duyabilecek bir seslilikte,
Kur’ân’dan ayetler okur. Daha sonra imam yüksek sesle, cemaat ise kendi
fısıltısını duyacak şekilde sağa ve sola “Selam ve Selam” diyerekten töreni bitirir.
Törenden sonra cemaat, dilerse birbirleriyle kucaklaşıp birbirlerinin bayramını
kutlayabilirler.
131
KUR’ÂN’A GÖRE ALKOLÜN VE KUMARIN HÜKMÜ
“İnnema yürıdüş şeytanü ey yukıa beynekümül adavete vel bağdae fil hamri vel
meysiri ve yesuddeküm an zikrillahi ve anis salah fe hel entüm müntehun.”
Maide Suresi 91
“Oysa ki şeytan, şarap ve kumar ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve, sizi
Allah'ı zikretmekten ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunları terk edeceksiniz
değil mi?”
Maide Suresi 91
Ayette geçen “meysir” kavramı ise “kumar” anlamına gelmekle birlikte bu ifade
ayette geçen “aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve, sizi Allah'ı zikretmekten ve
namazdan alıkoymak ister” cümlesi ile incelendiğinde bu kumar türünün,
132
kumarhanelerde oynanan ve sadece tek bir kazananın olduğu, topluma
herhangi bir yararı olmayan tüm kumar türlerini ifade ettiği anlaşılmaktadır.
Oysaki toplum bazında oynan şans oyunları, insanlar arasında kin ve düşmanlık
yaymayan ve bu şans oyunlarından elde edilen gelirlerin büyük çoğunluğunun
toplum yararına kullanıldığı oyunlar olup “meysir” kavramı içerisine girmezler.
Ancak kişinin tüm mal varlığını ya da çocuklarının, eşinin rızkını bilinçsizce bu
şans oyunlarına yatırması da “meysir” kavramı içerisinde değerlendirilir ve
bundan uzak durulması tavsiye edilmektedir.
Yani Allah (cc), domuz etinin yenilmesi ve zina için kesin olarak haram demekle
birlikte içki ve kumar için haram dememiş, bunların kullanılıp kullanılmamasını
insanın kendi iradesine bırakmıştır (aslında insan, bu şekilde kendi iradesi ile
sınanmaya bırakılmıştır).
Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir durum her ne kadar bunların
kullanımı haram olmasa da bunların kullanımı sonucu ortaya çıkan bütün kötü
sonuçlardan doğrudan kişinin kendisinin mesül tutulacağıdır. Yani sarhoşluk
sonucu kişinin kaza yapıp başkasının canına kastetmesi ya da sarhoşluk
sonucu kişinin zina eylemini işlemesi gibi sarhoşluk anında işlenen bütün
haramlar, kişinin günah hanesine yazılır ve kişi bunları bilinçsizce işlemiş olsa
bile bunların hesabını doğrudan Allah(cc)’a verecektir. İşte bu nedenden dolayı
Allah (cc), “hamr” türü tüm madde ve içeceklerin içilmemesini tavsiye etmekte
eğer içilecekse de “hamr” etkisinin oluşmamasına dikkat edilmesini tavsiye
etmektedir. Aksi halde bunların “hamr” etkisi oluşturması durumunda oluşacak
tüm zararlı eylemlerin, kişinin kendisine zarar vereceğini ve oluşan tüm zararlı
eylemlerden kişinin kendisinin sorumlu tutulacağını belirtilmektedir.
133
Ayrıca aynı durum şans oyunları dahil olmak üzere tüm kumar türleri için de
geçerli olup, bireysel kumarcılık (sadece tek bir kişinin kazandığı) hiçbir şekilde
tavsiye edilmemekle birlikte toplum bazında oynanan şans oyunlarında da (eğer
kişi oynamak istiyorsa) kişinin asla ailesinin rızkını bu tip oyunlara yatırmaması
tavsiye edilmektedir (Toplum bazında oynanan tüm şans oyunlarına, sadece
toplumu zenginleştirmek için tüm toplumun yaptığı yatırımlar olduğu gözüyle
bakılmalıdır. Bu nedenle de şans oyunları asla herhangi bir şirketin, kurumun ya
da şahsın kendisine değil, sadece devletin kendisine ait olması gerekmektedir.
Aksi halde şans oyunları sadece birilerini zenginleştireceğinden ve de toplumu
fakirleştireceğinden ayette belirtilen “meysir” kavramı içerisine girerek
terkedilmesi gereken kumar haline gelirler) .
Gerek tüm “hamr” türlerinde gerekse de tüm şans oyunlarında asla kişinin
bağımlılık düzeyine ulaşmaması ve her durumda da iradenin kişinin kendi elinde
olmasına dikkat edilmelidir.
“Yes’elûneke anil hamri vel meysir, kul fîhimâ ismun kebîrun ve menâfiu lin nâsi,
ve ismuhumâ ekberu min nef’ihimâ…”
Bakara Suresi 219
“Sana hamr ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem de
insanlar için yararlar vardır. Ama günahları yararlarından büyüktür…”
Bakara Suresi 219
134
Bu nedenle gerek hamr ve gerekse de kumar türlerinde bunların yarar-zarar
noktasına bakılarak bunların kullanılıp kullanılmaması gerektiğine karar
verilmesi gerekmektedir. Örneğin tüm uyuşturucu türleri (adından da
anlaşılacağı üzere) “hamr” olup sarhoşluk etkisi yaratarak bilincin kapanmasına
ve her türlü günahın işlenebilmesine olanak tanıdığından tüm uyuşturucu
türlerinin tıbbı amaç dışında asla kullanılmaması gerekmektedir.
Sarhoşluk yaratan tüm “hamr” türlerinin haram olmadığına dair diğer bir delil ise
Nisa Suresi 43 ayetidir:
135
Dikkat: Kur’ân, asla uyuşturucu kullanılmasını, sarhoşluk düzeyinde alkollü içki
içilmesini, bireysel kumar oynanmasını tavsiye etmez, aksine bunların zararlı
eylemler olduğunu, bu nedenle de bunlardan uzak durulması gerektiğini tavsiye
etmektedir. Ancak Allah (cc), bunları haram kılmayarak bunların kullanılıp
kullanılmamasını, insan iradesine bırakarak insanları sınamaktadır.
“Ey iman edenler! Beyni örten, bilinci kapatan her türlü uyuşturucu madde ve
sarhoş yapacak düzeyde alınan alkolden, bireysel kumardan, adak adanılan,
kutsallaştırılan, kendisinden yardım beklenilen her türlü cisimden/türbeden ve
şeytan pisliği olan fal okundan (cincilikten) uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.”
Maide Suresi 90
Şunları da bilmekte yarar vardır ki; gelenekçilerin belirttiği gibi alkol alınmasının
insanı 40 gün imansız bırakacağı ve bu nedenle de o kişilerin hiçbir ibadetinin
kabul olmayacağı bir uydurmacadır. Eğer alkol haram edilmiş olsa idi; bir çok
meyve ve sebze alkol içerdiğinden otomatikman bir çok meyve ve sebze de
haram kılınmış olacaktı. Ayrıca bir şeyi haram etme yetkisi sadece Alemlerin
Rabbı olan Allah’a hastır ki, Allah (cc) de haram olan şeyleri açık bir şekilde
Kur’ân’da belirtmiştir. Bu nedenle Allah’ın haram etmediği bir şeyi haram
etmeye kalkmanın sadece Allah’a şirk koşmak anlamına geleceği asla
unutulmamalıdır.
“Şunu da söyle: “Allah şunu haram etmiştir diye tanıklık edip duran şahitlerinizi
getirin.” Eğer tanıklık ederlerse sakın onlarla birlikte tanıklık etme! Ayetlerimizi
yalanlayanlarla âhirete inanmayanların keyifleri ardınca gitme! Onlar, kendi
Rablerine başkalarını denk tutuyorlar.” En’am Suresi 150
136
Tahrim Suresi 1. ayeti gereği, Peygamber Efendimiz dâhil olmak üzere hiç
kimse kendi kafasına göre haram, helal, günah ve sevap üretemez.
137
KUR’ÂN’A GÖRE DOMUZ ETİNİN HÜKMÜ
“Ey iman edenler! Eğer siz ancak Allah’a kulluk ediyorsanız, size verdiğimiz
rızıkların iyi ve temizlerinden yiyin ve Allah’a şükredin. Allah, size ancak leş,
kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur
olur da, istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın yemek zorunda
kalırsa, ona günah yoktur. Şüphesiz, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet
edendir.”
Bakara Suresi 172-173
Bakara Suresi 172-173 ayetleri incelendiğinde domuz eti yemenin kesin olarak
haram kılındığı görülmektedir.
Buna göre herhangi bir mazeret olmadan (açlık gibi) domuz eti yiyen bir kişi
doğrudan Allah’ın yasakladığı bir şeyi yaptığından haram işlemiş olur.
Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir durum; her ne kadar domuz eti yemek
haram olsa da domuzdan yapılmış ürünlerin kullanımının (Dikkat; domuzun
yenmesi değil, domuz ürünlerinin kullanımı) haram olmadığı gerçeğidir.
138
ORUÇ VE FİTRE
“Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi oruç size de yazıldı (farz
kılındı). Umulur ki sakınırsınız.”
Bakara Suresi 183
Bilindiği üzere Bakara Suresi 185 ayeti gereği oruç, Ramazan ayında tutulması
gereken farz bir ibadettir. Ancak bilinmeyen şey orucun tutulma ve açılma
saatleridir. Özellikle orucun açılma saatleri incelendiğinde orucun hava
kararmadan önce açıldığı görülecektir. Oysaki Bakara Suresi 187 ayetinde
139
geçen “Fecir vakti sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırd edilinceye kadar yiyin
için sonra geceye kadar orucu tamamlayın” ifadesi gereği, orucun açılabilmesi
için havanın kararması, gecenin girmesi yani herhangi bir ışık kaynağının
olmadığı, bulutsuz ve Ay’ın olmadığı bir gökyüzünde elimizde bulunan biri ak
(beyaz) diğeri de kara (siyah) ipliği ayırt edemememiz gerekmektedir.
İşte ak iplik ile kara ipliğin birbirinden ayırt edilemediği akşam karanlığı,
oruçlarımızı açabileceğimiz, yemeklerimizi yemeye başlayabileceğimiz andır
[Bu an, daha önceden belirttiğimiz üzere, akşama ait sivil alacakaranlık
zamanıdır (civil twilight end)]. Bu andan (hava kararmadan) önce açılan hiçbir
oruç, ayet gereği asla kabul olmaz. Bu nedenle mutlaka oruçlarımızı açmak için
havanın kararmasını beklememiz gerekmektedir. Aynı şekilde oruç tutmak için
de yemek yiyebileceğimiz son nokta sabah saatlerinde aynı ak iplik ile kara ipliği
ayırt edebildiğimiz an [Bu an, daha önceden belirttiğimiz üzere, oruç tutmaya
kalktığımız günün sabahına ait sivil alacakaranlık zamanıdır (civil twilight start)]
olarak ifade edilmektedir.
Not: Söz konusu güneş programları, bulunan konuma bağlı olarak hata yapma
olasılığına sahip olduklarından, mutlaka bu programlarla elde edilen vakitlerde,
özellikle gökyüzünün gerçekten karardığına ya da aydınlanmış olduğuna, kendi
gözümüzle de bakmamamız gerekmektedir. Buradan elde edilecek sapma
zamanı, öğle zamanına eklenerek, güneşin tepe konumu buna göre yeniden
belirlenebilir.
Oruç ile ilgili diğer bir kargaşa ise Ramazan ayının ne zaman girdiği ve ne
zaman bittiğidir. Bakara Suresi 185 ayetine göre oruç, Ramazan ayında
tutulması gereken farz bir ibadettir. Ramazan ayı ise Hicri takvime yani Ay
takvimine göre belirlenir. Bunun nedeni ise oruç günlerinin her zaman yılın aynı
günlerine denk gelmemesini ve bu şekilde yılın değişik zamanlarında da
orucun-açlığın zorluğunu anlayarak empati kurmayı ve israftan kaçınmayı
öğrenmektir.
Hicri takvime göre Şaban Ay’ı bittikten sonra Ramazan Ay’ı başlar. Şaban
Ay’ının son günü, “Yeni Ay” görünmesi ile biter ve “Yeni Ay”’ın görünmesi
Ramazan ayının başlaması anlamına gelir. Yani bir kişi, bulunduğu bölgede
140
Şaban ayında “Yeni Ay”’ın göründüğünü idrak ettiği/edeceği anda o günün
gecesinde oruç tutmaya başlar. Aynı şekilde Ramazan ayında tekrardan “Yeni
Ay”’ın görünmesi ile Ramazan ayı, yani oruç biter. Bulunduğu bölgede “Yeni
Ay”’ı idrak eden/edecek bir kişi, o gün oruç tutmaz, bayram namazına/törenine
kalkar (Ramazan ayı/oruç ayı; Şaban ayından sonraki iki “Yeni Ay” periyodu
arasındaki zamandır).
141
kullanılabilir. Aşağıda Ramazan Ay’ını/orucun başlama zamanını tanımlamak
için bir görsel ve tablo bulunmaktadır.
142
Çarşamba günü, Ramazan Ay’ına
devredilir). Yani 22.04.2121’i
23.04.2121’e bağlayan gece, kalkıp
sahur yapacağız ve 23.04.2121
Çarşamba gününü oruçlu geçireceğiz.
143
doğduğundan otomatikman Çarşambayı
Perşembeye bağlayan geceyi, yani
Perşembe gecesini ve Perşembe
gününü Şevval Ay’ına devreder ve o
gün bayram olarak kutlanır (yani
yukarıdaki örneğe göre 24.04.2121
Perşembe günü, bayram olarak
kutlanır).
Bakara Suresi 184-185 ayetleri gereği herhangi bir nedenden dolayı oruç
tutamayanlar (Yolculuk, sağlık problemleri, öğrencilerin sınavının olması gibi
olası tüm mazeretler buna dahildir. Çünkü oruç kaza edilebilir farz bir ibadettir)
ya da orucunu açmak zorunda kalanlar tutamadıkları gün sayısınca sonradan
tutmalıdırlar (bayramlarda oruç tutulmaz).
Oruç, eğer yaz ayına denk gelmişse sıcakta çalışan özellikle inşaat işçileri,
maden işçileri, oruçlarını kış ayına tehir edip, kışın tutabilirler. Oruç tutan bir kişi
şiddetli baş ağrısı çekerse, aşırı derecede susarsa, tansiyonu, şekeri düşerse
ya da herhangi bir nedenden dolayı kendini iyi hissetmese sonradan tutmadığı
bu orucu tutmak koşuluyla orucunu açabilir.
Kalıcı sağlık problemleri nedeniyle hiç oruç tutamayacak durumda olanlar ise
tutmadıkları gün sayısınca fakir, yoksul doyurmalıdırlar (tutamadıkları her gün
için bir fakirin günlük yemek ihtiyacını karşılamalıdırlar. Örneğin 10 gün oruç
tutamayan bir kişi, bir fakirin 10 günlük yemek ihtiyacını karşılamalıdır).
Ramazan ayı içinde “fitre, fıtır” sadakası vermek, zengin olsun fakir olsun
herkese farz olup evdeki kişi sayısınca, yardıma muhtaç olanlara verilmek
zorundadır (Ellerinde verebilecek hiçbir şeyi bulunmayanlar bundan muaftırlar).
FiTRe ve iFTaR aynı kökten türemekte olup fitre miktarı, bir iftar yemeği bedeli
kadardır. Bu iftar yemeği bedeli; evdeki kişi sayısınca hesaplanıp para olarak
yardıma muhtaç olanlara verilebileceği gibi evdeki kişi sayı kadar kişinin de
doyurulması ya da bir kişinin doyabileceği kadar tahıl ürününün (makarna,
pirinç, bulgur gibi) evdeki kişi sayısınca hesaplanıp yardıma muhtaç olanlara
verimesi şeklinde de yerine getirilebilir. Zengin olsun fakir olsun herkesin “Fitre”
144
vermesindeki temel amaç, toplum bazında paylaşımcı ruhu artırmaktır (ayrıca
başın ve bedenin zekâtı olarak belaların defi için de verilir). Bu nedenle fakir
olan insanların da fitre vermesi zorunludur. Bu fakirler, fitrelerini kendilerinden
daha fakir kişilere ya da çocuk esirgeme kurumlarına verebilirler.
Not: Kadir gecesinin, Ramazan ayının son haftasında aranması gerektiği hadisi
bir uydurmacadır. Kadir gecesi, astronomik bir olay olarak galaksi hareketlerinin
keşişimini ifade eder ve bu keşişimin günü her yıl değişim gösterir.
Not: Ay takviminin Ramazan ayını ve Hac aylarını belirlemek haricinde kutsal bir
yanı yoktur. Bu nedenle gelenekçilerin güneş takvimi yerine Hicri takvimi
kullanmakta ısrar etmeleri mantıksız bir davranış olup Kur’ân (İsra Suresi 12)
günlerin ve yılların hesabı için güneş takvimini kullanmamız gerektiğini
emretmektedir.
145
etrafında tavaf ettikleri iddia edilmektedir. Oysaki melekler asla putperest olan
kimseleri övmez ve yüceltmezler (Peygamber Efendimizin ailesinin putperest
olması asla Peygamber Efendimizi küçültmez, çünkü bir çok peygamberin
anne-babası, akrabaları putperestti. Bu nedele yalan-yanlışlarla peygamberi
yüceltmeye asla kalkışmamak gerekmektedir. Aksi halde Allah ve Peygamber
adına yalan uydurulmuş ve cehennem garantilenmiş olunur). Ancak yine de bu
günleri kutlamak isteyenler mevlit okutmamak koşuluyla Kur’ân’dan okuyarak
kutlayabilirler.
146
HAC VE KURBAN
“Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı gökleri ve yeri yarattığı günden beri
Allah’ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan
hesab (din) budur. Öyleyse bunlarda kendinize zulmetmeyin ve onların sizlerle
topluca savaşması gibi siz de müşriklerle topluca savaşmayın. Ve bilin ki Allah
takva sahipleriyle beraberdir.”
Tevbe Suresi 36
“Sana hilalleri (doğuş halindeki ayları) sorarlar. De ki: “O insanlar ve hac için
belirlenmiş vakitlerdir. İyilik (birr), evlere arkalarından gelmeniz değildir ama iyi-
lik sakınan(ın tutumudur). Evlere kapılarından girin. Allah’tan sakının umulur ki
kurtuluşa erersiniz.”
Bakara Suresi 189
“Hac bilinen aylardır. Böylelikle kim onlarda haccı farz eder (yerine getirir)se
(bilsin ki) hacda kadına yaklaşmak fısk yapmak ve kavgaya girişmek yoktur. Siz
hayır adına ne yaparsanız Allah onu bilir. Azık edinin şüphesiz azığın en
hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl sahipleri benden korkup-sakının.”
Bakara Suresi 197
“Rabbinizden bir fazl istemenizde sizce sakınca yoktur. Arafattan hep birlikte
indiğinizde Allah’ı Meşari Haramda anın. O sizi nasıl doğru yola yöneltip-ilettiyse
siz de O’nu anın. Gerçek şu ki siz bundan evvel sapmışlardandınız.”
Bakara Suresi 198
“Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak
büyük bir günahtır. (İnsanları) Allah yolundan çevirmek, Allahı inkâr etmek,
Mescid-i Haram’ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah
katında daha büyük günahtır. Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir
günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size
karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse,
onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar
cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar.”
Bakara Suresi 217
147
“Ey iman edenler, Allah’ın şiarlarına haram olan aya kurbanlık hayvanlara
(onlardaki) gerdanlıklara ve Rablerinden bir fazl ve hoşnutluk isteyerek Beyt-i
Harama gelenlere sakın saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktınız mı artık
avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haramdan alıkoyduklarından dolayı bir topluluğa
olan kininiz sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva konusunda
yardımlaşın günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah’tan korkup-
sakının. Gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.”
Maide Suresi 2
Hac, zengin olan birinin hayatı boyunca bir kez yapması gereken bir ibadettir.
Hacca giden bir kişinin ise tekrardan hacca gitmesi doğru bir davranış değildir.
Bu kişiler, hacca gitmek yerine bu parayı ya yardıma muhtaç kişilere infak
etmeli ya da gitmek isteyip de maddi durumundan dolayı gidemeyenleri Hacca
göndermek için kullanmalıdırlar. Hacca giden bir kişinin, geri de bıraktıklarının
tüm maddi ihtiyaçlarını dönene kadar karşılamış olması gerekmektedir. Aksi
halde bu kişiler, geride bıraktıklarını zor durumda bırakacaklarından hacları
kabul olmaz.
Ayrıca Hac bilindiğinin aksine her yıl kurban bayramına denk gelen 4 günlük
sürede yapılmaz. Yukarıdaki ayetler gereği dört HARAM ay (savaşmanın yasak
olduğu hürmete lâyık olan aylar) olan Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Receb
aylarından herhangi birinde yapılabilir. Yani siz, bu dört ayın herhangi bir
gününde hac ibadetinizi yerine getirip hacı olabilirsiniz. Aynı şekilde kurbanlar
da bu dört haram ayın herhangi bir gününde kesilebilir (Kurban bayramı denen
4 günlük süre, gerçekte geçmişte İslam önderlerinin Hac’ta biraraya gelerek
İslam dünyasının sorunlarını ele aldıkları toplantı günleri idi, zamanla bu günler
hacı olmak için gereken günlere ve kurban bayramı günlerine
dönüşmüştür/dönüştürülmüştür).
Hac’ta “şeytan taşlamak” diye bir adet de gerçekte yoktur. Bu adet, İslam öncesi
Arap geleneklerinden kalmıştır. Çünkü Kur’ân’da böyle bir şey geçmez.
Kur’ân’da geçen “Göğü taşlanan şeytandan koruduk” ve “Gökte şeytana taş
atmalar kıldık” gibi ayetler ise gaybı dinlemeye çalışan şeytanlar için bir ceza
olan ŞIHAB’ları anlatmaktadır.
148
Hac ibadeti yapan bir kişinin Bakara Suresi 198 ayeti gereği Arafat’a çıkması
gerekmektedir. Arafat’a çıkmayan bir kişi hacı olamaz.
Hac gibi Kurban da sadece zengin olanların yapması gereken bir ibadettir ve 4
haram ayın herhangi bir gününde yapılabilir. Kurban konusunda şu gerçeklerin
de mutlaka bilinmesi gerekmektedir:
149
ZEKÂT
“Namazı dosdoğru kılın zekâtı verin ve rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin.”
Bakara Suresi 43
“Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin; önceden kendiniz için hayır olarak neyi
takdim ederseniz, onu Allah Katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı
görendir.”
Bakara Suresi 110
"Nerede olursam (olayım,) beni kutlu kıldı ve hayat sürdüğüm müddetçe, bana
namazı ve zekâtı vasiyet (emr) etti."
Meryem Suresi 31
"Dosdoğru namazı kılın, zekâtı verin ve elçiye itaat edin. Umulur ki, rahmete
kavuşturulmuş olursunuz."
Nur Suresi 56
"Ki onlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve onlar, ahirete kesin bilgiyle
iman ederler."
Neml Suresi 3
“Sadakalar (zekât), -Allah'tan bir farz olarak- yalnızca fakirler, düşkünler, (zekât)
işinde görevli olanlar, kalpleri ısındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah yolunda
(olanlar) ve yolda kalmış(lar) içindir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
Tevbe Suresi 60
150
Tevbe Suresi 60 ayeti gereği, zekât, sadece muhtaç olanlara verilir.
"O'dur hem ekilip biçilen ve hem de kendiliğinden yetişen bahçeleri var eden,
hurma ağaçlarını, çeşit çeşit mahsüller veren tarlaları, zeytin ağacını ve narı
meydana getiren, hepsi yaratılış ve gelişme ilkelerinde birbirine benzer ama
yapı, görüntü ve tad olarak birbirinden çok farklıdır. Ürün verdikleri zaman
onların ürününden yiyin; mahsulün biçilip toplandığı gün fakirlerin hakkını verin.
Fakat israf etmeyin. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez.
En’am Suresi 141
Yukarıdaki ayetler gereği, zekât, erkek olsun kadın olsun tüm Müslümanlar
üzerine, kazanılan, ihtiyaç fazlası olarak biriktirilen, arta kalan mal-mülk-para vb.
şeyler üzerinden yapılması gereken mali bir ibadettir.
151
“Erkek ve kadından her biri için anne, baba ve akrabanın bıraktığından
hisselerini alacak olan varisler kıldık. Yeminlerinizin bağladığı/kendileriyle
anlaşma yaptığınız kimselere de haklarını veriniz. Çünkü Allah, her şeyi
görmektedir.”
Nisa Suresi 33
“Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri hasretle arzu etmeyiniz. Erkeklerin
de kazandıklarından bir payları var, kadınların da kazandıklarından bir payları
var. Allah'ın lütfunu isteyiniz. Şüphesiz Allah, her şeyi bilmektedir.”
Nisa Suresi 32
152
Yukarıdaki ayetleri gereği, zekât, kazanılan mal-mülk-para vb. şeyler üzerinden
ve kazanılanın (ihtiyaç fazlası, elde edilen kâr) bu şeylerin belli bir oranı (payı)
olarak verilmesi gerekmektedir.
Zekât, insanların geçimlerinden fazla olan kazançlarından yılda bir kere vermek
zorunda oldukları mali bir ibadettir. Ancak zekât miktarı gelenekçilerin
belirttiğinin aksine (1/40) oranında değil, Kur’ân’a göre (1/12) oranında verilir.
Yani bir kişi ailesinin geçiminden fazla kazanıyorsa (ay sonunda para
biriktirebilecek kadar elinde bir şeyler kalıyorsa) yılda bir defa (12 ayda 1 ay) o
yılda topladığı paraların, altınların, değerli eşyaların (1/12)’sini zekât olarak
vermeli ve bu şekilde de sahip olduğu malların zekâtını çıkarmalıdır.
Kur’ân, gereksiz ayrıntılara yer vermeden ancak tek kelime ile bir çok şeyi
anlatan ve de bütün zamanlara hitap eden kutsal bir kitap, Allah (cc) kelamıdır.
Kur’ân incelenirken ayetlerde geçen her kelimenin iyi bir şekilde analiz edilmesi
ve her kelimenin de etimolojik köken itibariyle incelenmesi ve ayetlerin de bu
bilimsel formata göre incelenmesi, yorumlanması gerekmektedir. Nitekim
Kur’ân’da geçen her kelimenin Hicr Suresi 87 ayeti gereği 7 anlamı
bulunmaktadır. Dolayısıyla Kur’ân’da geçen her kelimenin gerçekte hangi
anlamlara geldiğinin bilinebilmesi için kelimelere yüklenen anlamlardan
bağımsız olarak Arapça ve Arapçayı oluşturan dil ailelerinin etimolojik köken
itibariyle analiz edilmesi gerekmektedir. Çünkü bütün diller köken itibariyle tek
bir noktadan türemiş olup zamanla değişime uğramışladır. Bu da bütün dillerin
aynı kökten türediği ve bütün dillerde az ya da çok benzer ifadelerin, köklerin
bulunduğu anlamına gelmektedir.
153
Arapçada bulunan “re+kat” ve “ze+kat” ifadeleri birbirine benzeyen ancak farklı
anlamlara sahip iki kelimedir. Arapçada “re+kat” ifadesi, “rk” kökünden gelen
“ruku” sözcüğünün çoğulu olarak kabul edilmektedir. “Ruku” ifadesi, “ayakta
durarak (saygı veya dua için) bedeninin üst kısmını öne eğme” anlamına
gelmekte ve “rekat (raka’a)” ifadesi de buna göre “eğilmeler” anlamına
gelmektedir. Oysaki biz biliyoruz ki; “rekat” ifadesi bir namazın her bir bölümünü
yani namazda yapılan “kıyam+ruku+secde+kade” hareketlerinin her birini ifade
etmektedir. Yani iki rekatlı bir namaz denildiğinde 2 defa
“kıyam+ruku+secde+kade” yapıldığı anlamına gelmektedir. Yani namazda
simetrik hareketlerin 2 defa yapıldığı anlamına gelmektedir. Genelde halk
arasında kullanılan “namazı kaç rekat olarak kıldın” cümlesini de
incelediğimizde “namaz” ve “rekat” ifadelerinin genelde birlikte kullanıldığını
görürüz. Yani “rekat” ifadesi tek başına “namaz” ifadesini tanımlamak için
kullanılmamakta, namazların bölümlerini ifade etmek amacıyla kullanılmaktadır.
Bu da “rekat” ifadesinin namaza özgü bir şey olmadığını sadece namazdaki
simetrik hareketleri tanımlayan bir ifade olduğunu göstermektedir. Bu da bizi,
“rekat” ifadesini simetrisi olan ve tekrarlayan her şey için kullanabileceğimiz
sonucuna götürmektedir.
154
12’lik grup, 12 sayısı”’na karşılık gelen “doZE >>> doZEn >>> dutZEnd >>>
douZEn” kelimesi ile yakın bir ilişki içinde olduğunu görürüz. Bu kelimeler de
incelendiğinde temel olarak “do” ve “ze” olmak üzere iki ekten oluştuklarını
görürüz. Bir yılın 12 aydan oluştuğu, bunların da bir düzen içinde sürekli hareket
ettikleri ve de Hint-Avrupa dillerinde “do” ekinin “yapmak” anlamına geldiği
düşünüldüğünde “ze” ekinin de “12 sayısına, 12’lik bir gruba” denk geldiğini
anlayabiliriz. Bu durumda da dilin erken dönemlerinde yılın 12 ayının düzenli
hareketini tanımlamak amacıyla kullanılan “doze, dozen, douzen, dutzend”
kelimelerinin zamanla bir düzine olarak 12 sayıdan oluşan sistemleri
tanımlamak amacıyla kullanıldığı sonucunu çıkarımsayabiliriz (muhtemelen
Türkçede yer alan “düzen” ifadesi de “düzine” ifadesi gibi aynı kökten
türemiştir).
Nasıl ki oruç, yılda bir kere yapılan/yapılması gereken farz bir ibadetse, zekât
da yılda bir kere yapılması gereken farz bir ibadettir. Dileyen birden daha fazla
bu farz ibadetini yerine getirebilir. Ancak minimum olarak yılda bir kere ve
minimum oran olarak o yıl için elde edilen tüm kazançların (ihtiyaç fazlası, kar,
155
biriktirilecek arta kalan tüm değerler) 1/12 sinin yardıma muhtaç olanlara
verilmesi bir zorunluluktur.
Zekât, sahip olunan tüm mal ve kazançlar üzerinden yapılan mali bir ibadet
olduğundan, kazanç sağladığımız tüm mal ve kazançların zekâtını verdiğimiz
an, o mal-kazanç, artık bize ait olmuş olur. Zekâtını verdiğimiz şeyin, artık
zekâtını vermemizde zoraki bir durum oluşmaz. Ancak dileyen vermek isterse,
yine verebilir. Bu zoraki zekât emri yerine getirildikten sonra, yapılacak tüm mali
ibadetler-yardımlar, Tanrı katında, infak olarak değerlendirilecektir.
Zekât her yıl, o yılda biriktirilen toplam para, altın ve değerli eşyalar için ayrı ayrı
hesaplanır (dileyen bu emri, hafta-hafta ya da ay-ay olarak da hesap edip,
hafta-hafta, ay-ay zekâtını çıkarıp yılın sonuna bırakmayabilir). Bir önceki yılın
birikimleri eğer o yılın zekâtı verilmişse bu hesaba katılmaz. Örneğin; Bir kişi,
01.04.2012-01.04.2013 tarihleri arası 12.000 dolar, 12 tane çeyrek altın ve 2
tane de elmas (tanesi 12.000 TL’den) biriktirmişse bu kişi [12.000 dolar + 12
tane çeyrek altın + 2 tane elmas (24.000 TL)]/12 kadar yani (1.000 dolar + 1
tane çeyrek altın + 2.000 TL) miktarınca zekât vermelidir (doğrudan malın
kendisi değil, o malın para karşılığı da verilebilir). Bu kişi yukarıda belirtilen
tarihler arasındaki zekâtını vermişse ve bir sonraki yıl olan 01.04.2013-
13.07.2014 tarihleri arasında ise sadece 8.000 TL biriktirebilmişse ve
13.07.2014 tarihinde de zekâtını verecekse bu durumda bu kişi bu tarihler
arasında toplamış olduğu paranın sadece 8.000 TL/12 = 667 TL’sini zekât
olarak verir. Geçen senelerde biriktirmiş olduğu ve de zekâtını vermiş olduğu
birikimlerinden tekrardan zekât vermez (tabiki vermek isterse o ayrı).
Alım-satım işi ile uğraşılıyorsa (altın, elmas gibi değerli eşya alım-satım işi, ya
da araba, ev, tarla gibi) ve bu malların alım-satımından kazanç elde ediliyorsa,
bu durumda, bu malların alım-satımından elde edilen kazancın (tüm giderler,
156
mecburi harcamalar, mecburi ihtiyaçlar düşüldükten sonra elde edilen net kâr)
da zekâtı verilmelidir. Örneğin bir elmasın, arabanın, altınların, tarlanın, evin
değeri bu sene 100.000 TL ise ve biz bunların zekâtını bu sene vermişsek
gelecek sene bunların değeri 150.000 TL olursa bu durumda biz sadece artan
50.000 TL’nin zekâtını vermemiz gerekir, 100.000 TL’nin değil. Bir sonraki sene
de 150.000 TL’nin değil, bunun üzerinden ne kadar kâr-birikim elde edilecekse
onun zekâtı (1/12’si) verilecektir.
Herhangi bir alım-satım işi ile uğraşılmıyorsa, bunlardan kazanç elde edilmeye
çalışılmıyorsa bu durumda, kişi, sahip olduğu malların, eğer zaten zekâtını daha
önceden vermişse, bu durumda sahip olduğu bu zekâtını vermiş olduğu mallar
için sürekli (her yıl) zekât vermek zorunda değildir. Bu mecburiyet sadece bir
kereye mahsustur. Örneğin; bir kişinin sadece bir evi, bir arabası ve biraz altını
(zor zamanlar için) vardır (daha önceden bunların zekâtını da ödemiştir) ve bu
kişi elde ettiği kazanç ile sadece kendi ailesini geçindirmeye çalışmakta ve
herhangi bir birikim de yapamamaktadır. Bu durumda bu kişi sahip olduğu ev,
araba ve altınlar için her yıl, bir zekât ödemez. Bu kişi eğer birikim
yapabiliyorsa, bu durumda biriktirmiş olduğu yıllık kazancın-kârın sadece 1/12
sini zekât olarak verir, sahip olduğu o ev, araba ve altınlar için her yıl zekât
vermez.
Bir kişinin bankada parası, altını, dövizi varsa ve bunların faizi üzerinden kazanç
elde ediyorsa, bu durumda bunlar üzerinden elde ettiği o yıla ait yıllık kazancın
(bir önceki yılların zekâtı verilmişse) 1/12’sini zekât olarak vermek zorundadır.
Bir kişinin altın, elmas, döviz, değerli eşya (tarihi eser, tablo vb) gibi yatırımları
varsa, bu kişi, bunlara sahip olduğu anda, bunlar için zekâtını (para olarak)
vermişse bu kişi, her yıl için bu sahip olduğu şeyler için bir zekât ödemez.
157
Ancak bunları elden çıkarttığı anda, bunlara sahip olduğu andaki değerinden
daha fazlaya satıp kazaç elde ederse bu durumda elde ettiği net kazancın
1/12’sini zekât olarak vermek zorundadır.
Kirada olup ta ev satın almak, sağlık ya da eğitim amaçlı toplanan paralar için
zekât verilmez. Zekât, ihtiyaç fazlası kazanıp ta lüks bir yaşam sürenlerin
vermesi zorunlu olan mali bir ibadettir (En basit anlamda evi olan ve kimseye
borcu olmayan bir kişi, ihtiyaç fazlası olarak kazandığı maldan zekât vermesi
gerekmektedir).
158
İNFAK
“Onlar ibadet etmek için gece vakti yataklarından kalkarlar, Rablerine korku ve
umutla dua ederler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.”
Secde Suresi 16
“…Ve sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: “Helal kazancınızın size
ve bakmakla yükümlü olduklarınıza yeterli olanından artanını verin.” İşte Allah,
ayetleri size böyle açıklar ki, derin derin düşünebilesiniz.”
Bakara Suresi 219
“Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah’a güzel bir borç
verecek yok mu? Darlık veren de bolluk veren de Allah’tır. Sadece O’na
döndürüleceksiniz.”
Bakara Suresi 245
İnfak, zekâttan farklı olarak zengin olsun fakir olsun herkesin sırf Allah (cc)
rızası için yardıma muhtaç olanlara (özellikle muhtaç olan eğitimcilere,
öğrencilere ve kimsesizlere) verebileceği mali bir yardımdır.
İnfak, zekât gibi farz olan bir ibadet olmayıp, kişinin kendi iradesine bırakılmıştır.
Herkes durumundan bağımsız olarak elindekilerden ailesini zor durumda
bırakmamak koşuluyla sırf Allah (cc) rızası için infak edebilir.
İnfak, kişinin kendi iradesine bırakıldığından ve sırf kişinin kendi gönlüne bağlı
olarak Allah rızası için yapıldığından, yapılan yardımlar, Allah (cc) katında sanki
159
Allah’a borç verilmişçesine kabul edilip hem dünyada hem de ahirette yapılan
bu infakların karşılığı kat ve kat arttırılarak kişiye geri döndürülür.
160
GELENEKSEL İSLAM ANLAYIŞINDA VE KUR’ÂN’DA KADIN
Kadın tarih boyunca sürekli ezilmiş, doğmasından utanç duyulmuş, bir köle ve bir
hizmetçi kategorisinde emeği ve cinsiyeti sömürülmüş ve her alanda geri
bırakılmaya zorlanmıştır.
Günümüzde ise Feminizm hareketi ile ucuz iş gücü ya da reklam aracı olarak
kullanılan kadınlar, modern köleliğin pençesi altındadırlar. Kapitalizm
aldatmacası içerisinde ahlâkıyla, görgüsüyle, kültürüyle ve bilgisiyle ön plana
çıkması gereken kadın, vücuduyla, güzelliğiyle ve seksiliğiyle önplana
çıkartılmakta ve sömürülmektedir. Bu yalancı devrim içerisinde kadın ve erkek
olmanın farklı yönleri ele alınmamış ve kadın-erkek düşmanlığı oluşturulmuştur.
161
Kadın özgürlüğü söylemiyle de eğitim, bilim ve siyasi katılımcılıktan çok erotizmin
kullanıldığı reklam mezeleri oluşturulmuştur. Kadın, bu yalancı özgürlük içinde
kendini ve yaratılış fonksiyonlarını unutarak Kapitalizm pençesi içerisinde her
gün birinin koynunda uyanmayı, çocuk yetiştirmemeyi ve kendini bir reklam aracı
olarak pazarlamayı özgürlük olarak benimsemektedir.
“...Kadınlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz...”
Bakara Suresi 187
İslam dininde kadını hak ettiği yere getirmeye çalışan ve erkekle aynı haklara
sahip olduğunu vurgulayan bir öğreti ise, Peygamber ve dört halifenin vefatı
ardından Emeviler ve Abbasiler dönemindeki baskılar sonucunda sekteye
uğramış ve cahiliye dönemi örf ve adetlerinin tekrardan gün yüzüne çıkması
sonucunda da kadın çıkarıldığı mevkiden aşağı düşürülmüştür. Peygamber
Efendimiz ile hiçbir alakası olmayan bu iddialar, hadisler ışığında dinin bir
parçası sayılmış ve bugünkü Müslüman kadın anlayışının ortaya çıkmasına
neden olmuştur.
Peygamber Efendimiz ve Kur’ân ile hiçbir ilişkisi olmayan ve tamamiyle Arabî örf
ve adetlere dayanan bu söylemlerden (uydurma hadisler) birkaç tanesini şöyle
özetleyebiliriz: Güya Hadisler der ki;
“Eğer bir kimsenin bir kimseye secde etmesini emretseydim, erkeklerin kadınlar
üzerinde olan haklarından dolayı kadınların erkeklere secde etmelerini
emrederdim.”
Tirmizi, Rada, 10/1159; Ebu Davud, Nikah 40/2140 Ahmed b. Hanbel,
Müsned VI, 76; İbn Mace, Nikah 4/1852
162
“Kocanın vücudu irin ile kaplı dahi olsa ve karısı onu yalayarak temizlese yine
de kocasının hakkını ödemiş olmaz.”
İbni Hacer El Heytemi 2/121 Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 239
“Kim ki karısına itaat ederse Allah (cc), onu yüzüstü Cehenneme atar.”
İbn Arrak II, 215
Üsame ibn Zeyd’in aktardığına göre Peygamber şöyle demişti: “Size, benden
sonra kadından daha zararlı bir fitne bırakmadım.”
İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı, Akçağ Y., Ank. 1990, X/97
163
“Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık...”
Hucurat Suresi 13
“...Onlar (Kadınlar) sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz..."
Bakara Suresi 187
“Ben, erkek olsun, kadın olsun -ki hepiniz birbirinizdensiniz- içinizden, amel
eden/çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret
ettiler, yurtlarından çıkarıldılar. Benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve
öldürüldüler; andolsun Ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları içinden
ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfat, Allah tarafındandır. Allah,
mükâfatın en güzeli kendi yanında olandır.”
Al-i İmran Suresi 195
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden
birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden sakının. Adını kullanarak
birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riâyetsizlikten
de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.”
Nisa Suresi 1
164
“Erkek olsun kadın olsun; her kim de mü’min olarak sâlih ameller/iyi işler
yaparsa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.”
Nisa Suresi 124
“Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından
ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vâdetti. Allah’ın
rızası ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.”
Tevbe Suresi 72
“Erkek veya kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir
hayat ile yaşatırız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile
veririz.”
Nahl Suresi 97
“...İster erkek, ister kadın olsun, mü’min olarak kim sâlih amel/hayırlı iş yapmışsa
onlar cennete girecektir...”
Mü’min Suresi 40
“Bir hadise göre Ashabı Kiram karılarının pencere ve kapı aralıklarından dışarıyı
seyretmelerini ve erkek görmelerini önlemek üzere evlerinin pencerelerini sıkı
sıkıya kapatırlar, dışarıya bakanlara dayak atarlardı.”
İmamı Gazali, İhyayı Ulumuddin 2/122
165
“Kadınlarınıza evlerinin kapısında oturmamaları için yeni elbise yaptırmayın,
çünkü elbiseleri güzel ve yeni olursa kalplerine dışarı çıkmak arzusu gelir.”
İmamı Gazali, Kimyayı Saadet sayfa:178; İbn Ebi Şeybe, Musannaf, IV/II,
420
Bu hadisler sonucunda kadının evden dışarı çıkması hatta camiye gitmesi bile
engellenmiş ve namahremi dışındaki kişilerle konuşması yasaklanmıştır.
Daha da ileri giden gelenekçiler kadın sesinin bile haram olduğunu iddia etmiş ve
bir kadının bir erkekle konuşmasının zorunlu olduğu hallerde ağızlarına çakıl taşı
almalarını ve bu şekilde seslerinin tanınmayacak hale sokulması gerektiğini iddia
etmişlerdir. Oysaki Allah, Tevbe Suresi 71 ayeti; “Mümin erkeklerle mümin
kadınlar birbirlerinin dostlarıdır…” ile kadın ve erkeğin namahrem gözetmeksizin
konuşabileceğini, arkadaşlık edebileceğini ve bunda hiçbir sakınca olmadığını
belirtmiştir.
Ayrıca Allah, Hucurat Suresi 13 ayeti; “Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle
bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi uluslara ve kabîlelere
ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, en takvâlı
olanınız/O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haberi olandır” ve
Nisa Suresi 32 ayeti; “Allah’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri özlemeyin.
Erkeklere, kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay
vardır. Allah’tan bol nimet isteyin. Doğrusu Allah her şeyi bilir” ile kadınların
sosyal bir yapıya sahip olduğunu ve çalışabileceklerini belirtmiştir.
166
hiçbir kimsenin çelebileceğini görmedi”, buyurdu. Onlar: “Nedir dinimizin ve
aklımızın eksikliği ya Rasulallah?” dediler. Hz. Peygamber: “Kadının şahitliği
erkeğin şahitliğinin yarısı değil midir? Onlar “Evet” dediler. Peygamber, “Bu
aklınızın eksikliğinden. Kadın hayız (adet) gördüğü zaman namaz kılmaz ve
oruç tutmaz değil mi?” buyurdu. Onlar: “Evet” deyince, Peygamber, “İşte bu da
dininizin eksikliğindendir,” yanıtını vermiştir.”
Buhari, Hayz, 6; Zekât, 44; Muslim, İman, 132; Ebu Davud, Sünnet, 15;
Tirmizi, İman, 6; İbn Mace, Fiten 19; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II/67, 373
“Ey kadınlar topluluğu! Sadaka veriniz ve çok istiğfar ediniz. Çünkü ben
Cehennem halkının çoğunun sizler olduğunu gördüm.”
Müslim, İman, 34/132 İbn Mace, Fiten 19/4003
“Camiye gelirken kokulanan kadın evine dönüp de cünüplükten ötürü boy abdesti
alır gibi yıkanmadıkça, Allah katında onun namazı kabul olmaz.”
Avnül mabül 11/230
Bu hadisler ile zaten her türlü özgürlüğü elinden alınan kadının, bir de ibadet
özgürlüğü elinden alınmaya çalışılmıştır. Zaten hadislere göre çalışması yasak
olan kadının bir de zekât vermesi emredilmiş ancak buna rağmen ne kadar
ibadet etmeye çalışırlarsa çalışsın yine de cehennemin çoğunluğunun kadınlar
olduğu vurgulanarak aşağılanmışlardır. Oysaki Kur’ân’da kadınların hayız
halinde iken namaz kılamayacaklarına ve de Kur’ân okuyamayacaklarına delil
hiçbir ayet yoktur (Kur’ân’da hayız konusunun işlendiği Bakara Suresi 222 ayeti
ise sadece hayız halinde iken cinsel ilişkiden kaçınılması gerektiğini belirtir).
167
Hadisler der ki;
Ayrıca Kur’ân’ın hiçbir yerinde kadınların okutulmaması gibi bir ayet geçmediği
gibi İslam’ın ana ruhunda ilim öğrenmenin, hem kadına hem de erkeğe farz
olduğu bilinen bir gerçektir [İmam Gazali’den önce ilimden kasıt olarak hem nakli
(fen, edebiyat, vb) hem de dini bilgiler anlaşılmakta idi. Ancak İmam Gazali’den
sonra ilim olarak sadece dini bilgilerin öğretilmesi esas alınmış ve bu şekilde
İslam âleminin her alanda geri bırakılması sağlanmıştır].
“Kişi kadınını yatağa davet eder de kadın kaçarak eşi sinirli bir şekilde
gecelerse, melekler o kadına sabaha kadar lanet eder.”
Sahihi Buhari 9/3
Kadınların kendi eşini seçme hakkını bile elinden alan gelenekçi zihniyet, bu
hadis ile kadınları sadece bir erotizm aracı olarak gördüğünü kabul etmiştir.
168
eğitilmemesi gerektiği ve namusun sadece türban ve pardösüden ibaret olduğu
zihniyeti oluşmuş, oluşturulmuştur. Oysaki aslolan toplumu oluşturan kadın ve
erkeğin, giyim ve kuşamından ziyade ruhları esaret altına alan ahlaki fesadın
önlenmesidir. Bu nedenle de kadınları evlere kapatan bir zihniyet yerine, onları
eve kapatan gelenekçi zihniyete, Kur’ân ahlakını öğretmek esastır.
Başın örtünmesi gerektiği Kur’ân’ın bir emri olmayıp, İslam öncesi toplumların bir
geleneği olan bir sembol aracıdır. Nitekim Sümer tapınaklarında görevli
kadınların örtünmesi gerektiği (M.Ö. 4000 yıllarında Sümerlerde Tapınak
Rahibeleri kutsal sayılır ve Tanrı namına seks yaparlardı. Diğer kadınlardan farklı
olan bu rahibeler, diğer kadınlardan ayırt edilebilmek için başörtüsü kullanırlardı)
ve Asur kanunlarında ise evli ve dul kadınların başlarını örtmek zorunda olduğu;
kızların, cariyelerin ve sokak fahişelerinin ise başlarının örtülmesinin
yasaklandığı bilinen bir gerçektir. M.Ö. 1500 yıllarında Asur Kralı Hammurabi’nin
yapmış olduğu yasaların 40 ve 41. maddeleri, örtünme ile ilgili şu açıklamaları
yapmaktadır:
40) İster evli kadınlar, ister dul kadınlar veya Assurlu kadınlar olsun sokağa
çıkarlarken başlarını açmayacaklardır. Adamın kızları… ya bir şal, ya bir... veya
bir Gulinu ile örtüneceklerdir. Sahibi ile sokağa giden ‘esirtu'lar (cariye, esire)
örtülüdürler. Kocaya varan ‘Kadiştu'lar, (bir ‘kutsal fahişe’ kategorisi) sokakta
örtünmelidirler. Kocaya varmamış ‘Kadiştu'ların sokakta başları açıktır,
örtünmemelidir. Fahişe örtülü değildir, başı açıktır. Örtülü bir fahişeyi gören
olursa onu tutuklayacak, şahitler bulacak; onu saray mahkemesine götürecek,
ziynetlerini almayacaklar, onu yakalayan (sadece) elbisesini alacaktır. (Örtülü
169
fahişeye) elli sopa vuracaklar, başına zift dökecekler. Eğer bir adam örtülü bir
fahişeyi görür, onu serbest bırakır (yakalamaz) ve saray mahkemesine
götürmezse o adama elli sopa atılacaktır. (Adamı) ihbar eden elbisesini alacak,
(Adamın) kulaklarını delecekler, iplik geçirecekler, arkasına bağlayacaklar. Bir ay
süreyle kralın hizmetini yapacaktır. Esireler örtünmeyecekler, örtülü esireyi gören
yakalayacak ve onu saray mahkemesine götürecektir. Kulaklarını kesecekler.
Onu yakalayan elbisesini alacaktır. Eğer bir adam örtülü bir esire görür ve onu
serbest bırakır (da) o yakalanmaz ve saray mahkemesine götürülmezse, onu
(adamı) suçlayıp, ispat ettikten sonra, ona(adama) elli sopa atacaklar. Kulaklarını
kesecekler, iplik geçirecekler, ensesine bağlayacaklar. Onu ihbar eden elbisesini
alacak, o adam bir ay süreyle kralın hizmetini yapacaktır.
41) Eğer bir adam esiresini (esirtu) örtmek isterse, beş veya altı arkadaşını
oturtup, onların önünde onu örtecek “O benim karımdır” diyecek, O, onun karısı
olacaktır. (Başka) adamların önünde örtülmeyen ve kocası “bu karımdır”
denmiyen esire eş değildir, esirtudur. Eğer adam ölürse, örtülü karısının evlatları
yoksa esirelerin evlatları, (öz) evlattırlar ve (mirastan) hisselerini alacaklardır
Prof. Mebrure Tosun, Doç. Dr. Kadriye Yalvaç, Sümer, Babil, Asur kanunları
ve Ammi-Aduqa Fermanı, Ankara, 1975, s.252, madde 40
“...Ve işte, kaynatan sürüsünü kırkmak için Timnat’a çıkıyor, diye Tamar’a
bildirildi. Ve üzerinden dulluk esvabını çıkardı, peçesiyle örtündü ve Timnat yolu
üzerinde olan Enaim kapısında sarınıp oturdu; çünkü Şelanın büyüyüp kendisinin
ona karı olarak verilmediğini gördü. Ve Yahuda onu görünce, kendisini kötü
kadın sandı; çünkü yüzünü kapatmıştı. Ve yolda onun yanına inip dedi. Rica
ederim, gel senin yanına gireyim. Çünkü onun kendi gelini olduğunu bilmedi. Ve
dedi: Yanına girmek için bana ne verirsin? ...” Tekvin 38. Bab
“Ve köleye dedi: bizi karşılamak için tarlada yürüyen bu adam kimdir? Ve köle:
Efendimdir, dedi. Ve Rebeka peçesini alıp örtündü.” Tekvin 24. Bab, 65. Cümle
170
“Başı örtülü olarak dua eden yahut peygamberlik eden her erkek, başını küçük
düşürür. Fakat başı örtüsüz olarak duâ eden yahut peygamberlik eden kadın,
başını küçük düşürür; çünkü tıraş edilmiş olmakla bir nevi aynı şeydir. Çünkü
eğer kadın örtünmüyorsa, saçı da kesilsin; fakat kadına saç kesmek yahut tıraş
olmak ayıp ise, örtünsün. Çünkü erkek Allah’ın sureti ve izzeti olduğu için, başını
örtmemelidir. Fakat kadın erkeğin izzetidir.”
İncil, Korintoslulara 1. mektup, 11. Bab, 4-6. cümleler
171
Başörtüsü gibi çarşaf da İslam öncesi bir geleneğin devamı olup ilk defa Endülüs
Emevileri zamanında İspanyol rahibelerinin giymiş olduğu çarşaftan esinlenerek
Emeviler tarafından Müslüman kadının giyim tarzı olarak benimsenmiştir. Emevi
ve Abbasiler zamanında çarşaf, milli bir kıyafet haline gelmiş ve daha sonraları
İslam’ın bir sembolü (çarşaf ve pardösü) olarak kabul edilmiştir (1970 yıllarında
Kral Hüseyin tarafından Ürdün’den sürgün edilen Filistinli gerillaların, Lübnan’ın
güneyine yerleşmesi sonucunda Şiiler ile gerillalar arasında çatışmalar boy
göstermiş, kadınların taciz edilmesi ve tecavüz vakaları büyük oranda artmıştır.
Bu çatışmaların son bulması amacıyla Lübnanlı Şii lider Hüccetülislam Musa
Sadr tarafından Şii harekâtı başlatılmış ve kadınların tecavüz ve taciz
olaylarından da en az şekilde etkilenmesi için çarşaf giymeleri tavsiye edilmiştir.
Nitekim Hüccetülislam Musa Sadr, 1975 yılında Emir Tahiri'ye verdiği bir
demeçte; “İlhamımı Batı dünyasının kilise resimlerinden ve Lübnan'daki Katolik
rahibelerin kullandıkları başörtülerinden aldım” demiştir. Daha sonra bu örtünme
şekli 1981 yılında Dr. Ali Şeriati ve İran Devrimi'nin fikri temellerini ortaya koyan
Ayetullah Murtaza Mutahhari tarafından “Nur” ve “Ahzab” surelerinin çarpıtılması
sonucunda İslam’ın bir sembolü haline getirilmiştir).
172
Kur’ân’daki tüm emir ve yasaklar, kadın ve erkeğe eş oranda farz kılınmış ve
Kur’ân’ın hiçbir yerinde din; başörtüsü, çarşaf ve pardösü ile simgelenmemiştir.
Kur’ân’a göre aslolan, ahlakın kişinin benliğine işlemesi ve kişinin takva elbisesi
ile Tanrı’ya yakınlaşmasıdır. Bu takva elbisesinin de gelenekçilerin belirttiği gibi
giyim, kuşam, başörtüsü, çarşaf ve pardösü ile hiçbir alakası yoktur. İslam’ın
yüce ruhu, şüphesiz Arap ve İran gelenek ve göreneklerinden bağımsız olup bir
kadının namus ve iffeti, gelenekçilerin belirttiği gibi, asla bir pardösü ve
başörtüsü ile simgelenemez.
“Dansöz gibi süslenip, çıplak, dekolte giysilerle üniversiteye gelen genç kız tahsil
yapma isteğinde ne derece samimidir? Tahrik edici giysisi, ojeli tırnakları, rujlu
dudaklarıyla, oynak hareketleri, iç gıcıklayan gülüşü, isterik teşviklerle dolu
gamze işaretleri ile nasıl bir tahsil amaçlıyor? Teneffüslerde kantinde erkeklerle
173
birlikte oturup tatlı sohbetlere dalan, canı istediğinde dersten kaçan, asistanın
dikkatini çeken, hocaya cilve yapmaya kalkışan, üniversiteyi bar, eğlence yeri
gibi kullanan genç kız hangi ilmi tahsil etmek için gidiyor üniversiteye? Yoksa
avlanmak için mi gidiyor üniversiteye, kızları avlamak için bekleşen erkeklerin
bulunduğu ortama?”
Abdurrahman Kasapoğlu, Kadın Modernizm ve Örtünme, s. 98
“Her şeyi kaybetmeyi göze alıp örtünmenizi istiyoruz. Özellikle başınızı geniş bir
örtüyle mükemmelce örtün, başörtünüzü omuzlarınız üzerine indirin.”
Mehmet Göktaş, Örtünme Çağrısı, s. 25, 26, 27
“Örtüsüzlük, açık-saçıklık hiçbir dine dayanmaz. Tam aksine, vahye kapalı, hatta
vahiyle savaşan, vahyi kendisine en büyük düşman ilan eden, Allah ile ilişkisi
olmayan seküler, dinsiz bir kimliği temsil eder, böyle bir kimliğin ibrazıdır bu
kıyafet. Bir bayanın örtünmeyi terk ettiği durumda, öncelikle Allah’ın bir emrini,
tartışmasız ve kesin bir farzını terk etmiştir ve O’nun haram kıldığı bir haramı
işlemiştir. Bir bayan örtünmemekle Müslüman kimliğini reddetmiş, başka bir
kimlikle tanınmayı tercih etmiştir. Güzelce örtünmüş, tepeden tırnağa örtünmüş
bir bayan, ben de Müslümanım deme gereği duyar. Ama açık-saçıklar bunu
söyler.”
Mehmet Göktaş, Örtünme Çağrısı, s. 48-50, 56
174
Gelenekçiler, şunu da çok iyi bilmelidirler ki; başörtüsü ve pardösü asla bir
toplumun ahlakını ve erdemini düzeltemez. Aslolan Geleneksel İslam anlayışının
referans aldığı hadis ahlakının değil Kur’ân ahlakının, erdemin, akıl ve bilincin
insanlara öğretilmesidir.
Atatürk ilke ve inkılâplarını dine karşıymış gibi gösteren ve laikliği temel alan
Türkiye Cumhuriyeti’ni başörtüsü ve pardösü söylemleri ile ayrıştırmaya çalışan
gelenekçi zihniyet şunu iyi bilmelidir ki: Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden
ayrılması, yani dinin siyasete alet edilmemesidir. Laiklik, yönetimi bir grup din
istismarcısından alıp halkın kendi kendini yöneteceği bir Şura’ya vermektir. Dört
halife de aynı yöntemle seçilmiştir. Atatürk’ü beğenmeyenler ya da Türk halkının
kurtuluşu için yaptığı mücadeleleri desteklemeyenler ve yaptığı devrimleri
beğenmeyenler şu fotoğrafları iyice incelemelidir:
175
“…Her toplumun bir kurtarıcısı vardır.” Rad Suresi 7
176
kadar bütün köylerin şeyhiyim. Bizim tarikat kurşun atmayacak. Mehdi
gelmeden caiz değildir” olmuştur. Ancak Cumhuriyet kurulduktan sonra 1930
yılında Derviş Mehmet, “Ben Mehdi’yim, din elden gitti” diyerek Menemen’i
basarak Türk askerleri ile çatışır ve Kur’ân’ı ayakları altında ezdiği yalanı ile
Asteğmen Kubilay’ın başını kesmiştir. Aynı yıllarda İngiliz casus Lawrence ile
irtibatı olan Erbilli Şeyh Esat’ın baş halifesi olan Laz İbrahim de Giritli Derviş
Mehmet’in Mehdiliğini kabul etmiş ve Manisa ve civarında Nakşibendî tarikatını
yayarak halkı devlete karşı kışkırtmıştır. Derviş Mehmet’in müritlerinden
Mehmet Emin, şeyhi için; “Derviş Mehmet ‘Hz. Peygamber de bu esrardan içti
ve öylece miraca çıkarak Allah ile görüştü’ diyerek orada bulunanlara devamlı
esrar içirdi” demiştir).
177
KUR’ÂN’A GÖRE BAŞÖRTÜSÜ YOKTUR!
“Kul lil mü'minıne yeğuddu min ebsarihim ve yahfezu fürucehüm zalike ezka
lehüm innellahe habırum bima yasneun.”
Nur Suresi 30
Nur Suresi 31 ayetinde geçen “Ve kul lil mü'minati yağdudne min ebsarihinne”
ifadesi “Mümin kadınlara da söyle: Bakışlarını yere indirsinler. Yani, "Gözleriyle
ya da örneğin dudaklarını ıslatarak ya da buna benzer davranışlarla cinsel içerikli
bir mesaj vermesinler" anlamına gelmektedir. Ayette geçen bu ifade, kadınların
dişilik silahlarını öne çıkararak karşıdaki kişiyi etkileyecek cinsel içerikli imalardan
178
sakınması gerektiğini belirtmektedir. Kadınların kişiliklerini önplana çıkararak
hanım hanımcık davranışlarda bulunmalarını, aksi halde hafif meşrep bir yapıya
sahip olarak erkeklerin sadece onlardan istifade edeceğini, kullanılacaklarını
belirtmektedir.
Nur Suresi 31 ayetinde geçen “da” eki nedeniyle de yukarıda anlattığımız aynı
sakınmalar Nur Suresi 30 ayetinde geçen erkekler için de geçerlidir. Yani Allah,
Nur Suresi 30 ve Nur Suresi 31 ayetleriyle hem kadının hem erkeğin fıtratlarında
var olan arzuları uyandırarak şehvete dönüştürecek tarzda birbirlerine
bakmamaları ve iffetlerini korumalarını emretmektedir. Bu arzuları uyandırmadan
birbirlerini görmelerinde, birbirlerine bakmalarında ve birbirleriyle konuşmalarında
ise bir sakınca olmadığını belirtmektedir.
Mesela, biyolojide insan vücudu için gövde bölgesi dendiğinde nasıl ki; göğüs-
kaburga-karın üçlüsü kastedilmiş oluyorsa ya da karın boşluğu dendiğinde nasıl
ki; mide-pankreas-böbrekler-karaciğer-bağırsaklar-dalak kastedilmiş oluyorsa
aynı şekilde Nur Suresi 31 ayette geçen “ziynetlerinizi” ifadesi ile de böyle bir
kavram kastedilmektedir. Yani bir kadının ziynetiyle; göğüsler, popo ve genital
bölge ve bir erkeğin ziyneti ile de popo ve genital bölge kastedilmektedir. Nitekim
179
ayette geçen, “kadınların cinsel yönlerini anlamayan çocuklar” vurgusunda da
kastedilen anlam budur yoksa takı, kolye ve bilezik değil… Yani ayette belirtilen
“ziynetlerinizi” ifadesi ile tamamen alımlı bölgelerin yani göğüs, kalça ve genital
bölgenin örtünmesi gerektiği kastedilmiştir.
Oysaki gelenekçiler, “ziynet” kelimesini sadece kolye, bilezik ve takı gibi süs
eşyaları şeklinde tercüme edip ayeti de bu anlam ışığında çarpıtmış ve
tamamıyla anlamsız bir meal ortaya koymuşlardır. Nitekim “ziynet” kelimesi, eğer
gelenekçilerin belirttiği gibi sadece “kolye, bilezik ve takı gibi süs eşyaları”
anlamına gelse idi, Nur Suresi 31 ayeti ile Araf Suresi 31 ayeti birbiriyle çelişmiş
olurdu. Nitekim Nur Suresi 31 ayetinde “ziynetlerin kimseye gösterilmemesi”
istenirken, Araf Suresi 31 ayetinde “ziynetlerin takılması ve gösterilmesi”
istenmektedir.
“Ya benı âdeme huzu zıneteküm ınde külli mescidiv ve külu veşrabu ve la tüsrifu
innehu la yühıbbül müsrifın.”
Araf Suresi 31
“Ey Âdemoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf
etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.”
Araf Suresi 31
Araf Suresi 31 ayetinde geçen “Ey Âdemoğulları” ifadesiyle hem kadına hem de
erkeğe seslenilmiş ve mescitlere gidileceği zaman ziynetlerin takılması tavsiye
edilmiştir. Eğer “ziynet” kelimesi, gelenekçilerin belirttiği gibi sadece takı, kolye
ve bilezik gibi süs eşyalarını tanımlasa idi, Allah, Nur Suresi 31 ayetinde
kadınlara ziynetlerini örtmelerini söylerken, Araf Suresi 31 ayetinde; mescide
gidileceği zaman ziynetlerini takınmalarını, böylelikle de herkese
gösterebileceklerini söyler miydi? Ya da Allah, hâşâ bu şekilde kendisiyle
çelişkiye düşer miydi? Ayette görüldüğü gibi ziynetlerin takılmasından
bahsedilmiş, fakat bunların kapatılmasından, örtülmesinden ya da
180
gösterilmemesinden bahsedilmemiştir. Bu da bu ziynetlerin ve takıldığı bölgelerin
gösterilebileceği anlamına gelmektedir. Kaldı ki ayette belirtilen ziynetler,
kimseye gösterilmeyecekse, Allah neden bu ziynetlerin takılmasını tavsiye
etmektedir ki?
“Kul men harrame zınetellahilletı ahrace li ıbadihı vet tayyibati miner rızk kul hiye
lillezıne amenu fil hayatid dünya halisatey yevmel kıyameh kezalike nüfassılül
ayati li kavmiy ya'lemun.”
Araf Suresi 32
De ki: "Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?"
De ki: "Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca
onlarındır." Bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklarız.
Araf Suresi 32
Görüldüğü gibi Araf Suresi 31 ve Araf Suresi 32 ayetlerinde Allah takı, kolye,
mücevher, bilezik (altın, elmas ya da gümüşten yapılmış her türlü süs eşyası
hem erkek hem de kadın tarafından takılabilir, haram değildir) gibi süs
eşyalarının uluorta takılabileceğini ve herkese gösterilebileceğini belirtmektedir.
181
Ayrıca, bunları haram kılan gelenekçilere de “Kim haram kılmıştır” şeklinde bir
gönderme yapmaktadır (Dikkat edilirse Araf Suresi 32 ayetinde Allah’ın
yeryüzünden çıkardığı ziynetten bahsedilmekte olup burada bahsedilen ziynet
kavramı kadın ve erkeğin ayıp bölgeleri ile ilgili olan “ziynet bölgelerini” değil “süs
eşyalarını” ifade etmektedir. Ayrıca ayette geçen “zıneteküm” ifadesi süslü, şık,
temiz ve güzel bir elbise anlamına da gelmekte olup, mescitlere gidileceği zaman
sanki çok önemli bir toplantıya gidiyormuşçasına şık ve temiz giyinilmesi tavsiye
edilmiştir).
“Ya benı âdeme kad enzelna aleyküm libasey yüvarı sev'atiküm ve rışev ve
libasüt takva zalike hayr zalike min ayatillahi leallehüm yezzekkerun.”
Araf Suresi 26
“Ey Âdemoğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık.
Takvâ elbisesi... İşte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah'ın âyetlerindendir. Belki
düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).”
Araf Suresi 26
Ayet, “Ey Âdemoğulları” ifadesiyle hem kadına hem de erkeğe seslenmiş ve tek
tür bir elbiseden bahsederek bu elbisenin hem kadının hem de erkeğin ayıp
yerlerini örttüğünü belirtmiştir.
Bu elbise ya da fistan (şu anda Arabistan’da giyilen ve tarihten beri birçok milletin
giydiği ve hala kadınların çok rağbet ettiği uzun fistan) ayıp yerlerin örtünmesi
görevini üstlenen ve hem kadınların hem de erkeklerin kullandığı bir giysidir
(ayetten kesinlikle uzun fistan giymenin farz olduğu ile ilgili bir ibare
çıkartılmamalıdır. Çünkü ayette uzun fistan giyin, şeklinde bir ifade yoktur).
182
Bu açıklama ışığında baktığımızda bu elbise; erkeğin ayıp yerleri olan popo ve
genital bölgeyi ve kadında ise Kur’ân’a göre ayıp yerler olan göğüsler, popo ve
genital bölgeyi örtmektedir. Yani ayette belirtilen elbise, aynı anda hem kadının
hem de erkeğin ayıp yerlerini örtmektedir.
Şimdi soruyoruz: Bu elbise ile saç örtülebilir mi? Sizce ayete göre saç, ayıp
yerler ya da gösterilmesi haram olan yerler kategorisine girer mi? Erkekteki saç
ile kadındaki saç aynı şey değil mi? Saç, insanın süsü değil midir? [De ki:
"Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti (süsü) ve temiz rızıkları kim haram
kılmıştır?..." Araf Suresi 32] Saç, her iki cinse de güzellik vermez mi? Saçın
neresi seksi? Saç eğer kadına haram ise erkeğe de haram olması gerekmez
miydi? (Gelenekçiler, “saçın kadını daha seksi gösterdiğini ve bu nedenle de
kadınların, başlarını örtmeleri gerektiğini” iddia etmektedirler. Peki erkeklerdeki
saç erkeği daha yakışıklı, daha seksi ve daha cazibeli göstermez mi? Bir kadın
kel bir erkeğe mi yoksa gür saçlı bir erkeğe mi bakar? Kadınların kaçı kel
erkeklerden hoşlanır?)
183
kendilerini cinsel bir objeye dönüştürecek tipteki her tür davranıştan kaçınmaları
gerektiğini belirtmektedir.
“Ya eyyühellezıne amenu innemel hamru vel meysiru vel ensabü vel ezlamü
ricsüm min ameliş şeytani fectenibuhü lealleküm tüflihun.”
Maide Suresi 90
“Ey iman edenler! HaMR kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları birer şeytan işi
pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.”
Maide Suresi 90
“İnnema yürıdüş şeytanü ey yukıa beynekümül adavete vel bağdae fil hamri vel
meysiri ve yesuddeküm an zikrillahi ve anis salah fe hel entüm müntehun.”
Maide Suresi 91
184
“Şeytan HaMR ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi,
Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz
değil mi?”
Maide Suresi 91
“Ve dehale meahüs sicne feteyan kale ehadühüma innı eranı a'sıru hamra ve
kalel aharu innı eranı ahmilü fevka ra'sı hubzen te'külüt tayru minh nebbi'na bi
te'vılih inna nerake minel muhsinın.”
Yusuf Suresi 36
“Onunla birlikte zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri dedi ki: Ben
(rüyamda) kendimi HaMR yaparken gördüm. Diğeri de: Ben de başımın üstünde
kuşların yemekte olduğu bir ekmek taşıdığımı gördüm. Bunun yorumunu bize
haber ver. Çünkü biz seni güzel davrananlardan görüyoruz, dedi.”
Yusuf Suresi 36
“Ey zindan arkadaşlarım! (Rüyalarınıza gelince), biriniz (daha önce olduğu gibi)
efendisine HaMR sunacak; diğeri ise asılacak ve kuşlar onun başından
(beynini) yiyecekler. Yorumunu sorduğunuz iş (bu şekilde) kesinleşmiştir.”
Yusuf Suresi 41
“Meselül cennetilletı vüıdel müttekun Fıha enharum mim main ğayri asin ve
enharum mil lebenil lem yeteğayyer ta'müh ve enharum min hamri’l lezetil liş
şaribın ve enharum min aselim musaffa ve lehüm fıha min küllis semerati ve
mağfiratüm mir rabbihim ke men hüve halidün fin nari ve süku maen hamımen
fe kattaa em'aehüm.”
Muhammed Suresi 15
185
bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur
mu?” Muhammed Suresi 15
Yani “HMR” kökünden türeyen “HaMR” kelimesi, bilinen somut anlamda bir örtü
ya da bir bez ile beynin ve bilincin örtülmesini ve üstünün kapatılmasını
anlatmaz.
Aynı şekilde “HMR” kökünden türeyen “HıMaR” kelimesi de gerçek anlamda başı
örten somut bir örtü değil, başı kaplayan, onu örten ve onu dış etkenlerden
koruyan “saç” anlamındadır.
Kaldı ki Arapçada kadınların başlarını örttükleri şeyin özel adı da "hımar" değil
"mikna" ve "nasıyf"tir. Ayrıca “hımar” kelimesine direk örtü/örtmek anlamı verilmiş
olsa bile “hımar” kelimesinin, “başörtüsü” anlamına gelebilmesi için “hımar”
kelimesinin, “baş” anlamına gelen "re's" kelimesi ile birlikte "hımarürre's" şeklinde
kullanılması gerekirdi. Hâlbuki ayette öyle bir ifade kullanılmamıştır.
186
“hımar” kelimesinin uzaktan yakından başörtüsü, göğsü örten örtü ya da bir bez
parçasıyla ilgili bir anlama sahip olmadığı görülmektedir.
Yani önemli olan saç uzatış/salış biçimi değil, sadece hürler tarafından takılan
başörtüsünün bir sınıf ayrımı oluşturması ve de bir sınıf ayrımı oluşturmanın
İslam’a aykırı olması nedeniyle, hürler tarafından o başörtüsünün çıkarılarak
köleler gibi saçın açık bırakılması ve bu sınıf ayrımına son verilmek istenmesidir
(Bugün, kölelik-hürlük anlamında bir gelenek olmadığından, saçınızı istediğiniz
gibi kesebilir, istediğiniz şekli verebilir, isterseniz uzatabilir, isterseniz kesebilir,
187
isterseniz topuz yapabilir ve isterseniz de omuzlarınızdan aşağı göğüslere kadar
uzatabilirsiniz… Bu sizin zevkinize kalmış bir durumdur).
Yukarıdaki açıklamalar ışığında şunu söyleyebiliriz ki; Nur Suresi 31 ayetiyle bir
kölelik-hürlük alameti olan başörtüsü yasaklanmış olup kimse Allah’ın bir
emriymiş gibi başörtüsü takarak toplumda bir sınıf ayrımı oluşturamaz (Herkes
başörtüsü takıp takmamakta serbesttir ancak kimse başörtüsünün Allah’ın bir
emri olduğunu iddia edemez ve bu konuda kimseyi zorlayamaz. Çünkü Allah’ın
emretmediğini emretmek haramdır).
De ki: "Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?"
De ki: "Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca
onlarındır." Bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklarız.
Araf Suresi 32
“Yoksa onların bir takım ortakları var da, dinen Allah'ın izin vermediği şeyleri
kendileri için yasallaştırıyorlar mı?...”
Şura Suresi 21
“Dikkat et, hâlis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar
edinenler: Onlara, bizi sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler.
Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir.
Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.”
Zümer Suresi 3
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslam’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size
olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişilerdiniz de O gönüllerinizi
birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir
ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size
âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.”
Al-i İmran Suresi 103
188
Ne zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar: "Hayır, biz,
atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız" derler. (Peki) Ya
atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?
Bakara Suresi 170
Şirk koşanlar diyecekler ki: "Allah dileseydi ne biz şirk koşardık, ne atalarımız ve
hiçbir şeyi de haram kılmazdık." Onlardan öncekiler de, bizim zorlu-azabımızı
tadıncaya kadar böyle yalanladılar. De ki: "Sizin yanınızda, bize çıkarabileceğiniz
bir ilim mi var? Siz ancak zanna uymaktasınız ve siz ancak "zan ve tahminle
yalan söylersiniz."
En’am Suresi 148
189
uzatsınlar/salsınlar/bıraksınlar (bu şekilde kölelik-hürlük alameti olan
başörtüsünden kurtularak, tek tip bayan görüntüsü versinler). Kendi kocalarına
ziynet bölgelerini gösterebilirler. Ziynet bölgelerini kapatmak ve bu bölgeleri
teşhir etmeyecek şekilde giydikleri elbiselerle [Yani saçınızın, boğazınızın,
ayaklarınızın, ayak parmaklarınızın, kollarınızın, ya da giydiğiniz etek sonucunda
görülen diz altı bacak bölgenizin (baldırlarınızı gösterecek mini etek giymeyin ya
da göğüslerinizi belli edecek, gösterecek dar ve açık giysilerden uzak durun)
görünmesinde bir sakınca yoktur] kocalarının babası, kendi babaları, kendi
oğulları, kocalarının oğulları (üvey olanlar), kendi kardeşleri, erkek kardeşlerinin
oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, diğer Müslüman kadınlar, kocasının meşru
şekilde Kur’ân’ın emirlerine riayet ederekten evlendiği diğer hanımları (ma
meleket eymenuhum), kendilerine cinsel bir gözle/kötü gözle bakmayacak kişiler
ve kendilerine de cinsel istek duymayacağınız-onlara farklı gözle bakmadığınız
kimselerle aynı ortamda bulunabilirsiniz. (Bu durum; gelenekçilerin, kadınları
mahrem görüp onlarla perde arkasından konuşulması gerektiği-kadınlarla
erkeklerin ayrı oturması gerektiği düşüncesinin yani haremlik-selamlık
uygulamasının, Kur’ân’a aykırılığını da göstermektedir) Etrafa kendinizi çekici
gösterecek, çevrenin ilgisini kendinize çekecek, onları tahrik edecek ve kendinizi
cinsel bir objeye dönüştürecek şekilde kırıtarak, ben buradayım, bana bakın
şeklinde yürümeyin/bu şekilde davranmayın. Ey müminler Allah’a toptan tövbe
ediniz. Umulur ki felah bulursunuz.”
190
KUR’ÂN’A GÖRE PARDÖSÜ VE ÇARŞAF YOKTUR!
“Bir nikâh ümidi beslemeyen, çocuktan kesilmiş yaşlı kadınların ziynetlerini teşhir
etmeksizin (göstermeksizin), dış giysilerini çıkarmalarında kendilerine bir vebal
yoktur. İffetli davranmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah işitendir, bilendir.”
Nur Suresi 60
191
onları anneleri gibi görür ancak Allah, bir sapığın çıkıp da onları rahatsız
edebileceği ihtimaline karşılık yine de ne olur ne olmaz diyerekten temkinli
davranmalarını istemektedir.
Cilbab; uzun bir panço benzeri bir giysidir ve “bu, onların tanınmalarına, tanınıp
da eziyet edilmemelerine en elverişli olandır” ifadesinden de anlaşıldığı üzere
namusla, namussuzlukla ve tesettürle bir ilgisi olmayan, tamamiyle korunma ve
tanınma amaçlı giyinilen, Peygamber dönemine ait bir elbisedir.
Ayrıca ayet dikkatlice incelendiğinde ayette “Ey Peygamber” şeklinde bir ifade
ile Peygamber Efendimize seslenildiği ve ardından “Peygamber hanımları”
şeklinde bir ifadenin kullanılarak, bu giyiniş tarzının sadece Peygamber
hanımlarına ve o anda Peygamber hanımlarına eşlik eden Peygamber kızlarına
ve yine o anda onlara eşlik eden diğer mümin kadınlara emir niteliğinde olduğu
anlaşılmaktadır.
192
konularda da; “Ey Peygamber hanımları” şeklinde bir ifade (Ahzab Suresi 30, 32)
kullandığını Kur’ân’dan bilmekteyiz.
193
onlara o anda eşlik eden kadınların, evlerinin dışına çıktıkları zaman tanınmaları
ve dolayısıyla sarkıntılıktan korunmaları için cilbablarını üzerlerine örtmeleri
emredilmiştir. Giydikleri o “cilbab” sayesinde dışarıda tanınacak ve bu şekilde
herhangi bir tacizin önüne geçilmiş olacaktı. Zaten Ahzap Suresi 59 ayetinde de
açık ve net olarak “cilbab”larını giyen kadınların tanınacağı, bilineceği,
dolayısıyla da incitilemeyeceği belirtilmektedir. Yani bu cilbabın dindarlıkla,
namusla ya da daha takvalı olmakla bir alakası yoktur.
194
Görüldüğü gibi ay yıldızlı cilbab bir tanınma aracı olup, giyeni, tanıtmak suretiyle
korumaktadır. Nasıl ki bugün başbakanın eşine ya da eşiyle birlikte dolaşan
kişilere yapılacak uygunsuz bir hareket, dolaylı yoldan başbakanı hedef alacaksa
ve bu nedenle de nasıl ki başbakanın eşiyle birlikte yanında dolaşanların da
korunması gerekmekte ise, aynı şekilde Peygamber Efendimiz zamanında da
Peygamber hanımları ve onlara eşlik eden diğer mümin kadınların da
korunmalarını sağlamak için cilbab giymeleri emredilmiştir.
“Ey Peygamber Hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer
halinize layık bir takva ile korunacaksanız, yabancılarla cazibeli bir sesle
konuşmayın ki, kalbinde fesat bulunan kimse bir ümide kapılmasın. Konuşurken,
ciddiyet ve ağırbaşlılıkla söz söyleyin. Evcimen-misafirperver olun (ayette geçen
195
“weqarne fî büyûtikünne” ifadesi gelenekçiler tarafından “evlerinizde oturun”
şeklinde meallendirilmiştir. Hâlbuki bu ifade ile kastedilen, evcimen-misafirperver
olundur), evvelki cahiliyet devri kadınlarının açılması gibi açılıp saçılmayın,
namazınızı dosdoğru kılın, zekâtınızı verin, Allah’a ve Resulüne itaat edin. Ey
Peygamber ailesi, Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor.
Ahzap Suresi 32-33
“Ey iman edenler! Size bir yemek için izin verilmedikçe Peygamber'in evlerine
girmeyin... Peygamberin eşlerinden bir şey istediğinizde onlardan perde
arkasından isteyin. Bu hem sizin kalpleriniz için, hem de onların kalpleri için daha
temiz bir yoldur...”
Ahzap Suresi 53
196
“Ey Peygamber’in hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer
Allah’a karşı gelmekten sakınıyorsanız (erkeklerle konuşurken) sözü yumuşak
bir eda ile söylemeyin ki kalbinde hastalık (kötü niyet) olan kimse ümide
kapılmasın. Uygun ve yanlış anlaşılmayacak tarzda konuşun! Ve evlerinizde
ağırbaşlı/vakarlı olun. Önceki cahiliye anlayışındaki gibi (işveli cazibeli tahrik
edici şekilde) kendinizi teşhir etmeyin. Namazı kılın, zekâtı verin. Allah’a ve
Resûlüne itaat edin. Ey Peygamberin ev halkı! Allah, sizden ancak günah kirini
gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”
Ahzab Suresi 32-33
Ayrıca Allah (cc), Tevbe Suresi 71 ayeti; Mümin erkeklerle mümin kadınlar
birbirlerinin dostlarıdır…” ve Hucurat Suresi 13 ayetiyle de; “Ey insanlar!
Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi
uluslara ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün
olanınız, en takvâlı olanınız/O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir,
haberi olandır” kadınların sosyal bir yapıya sahip olduklarını, kadın ile erkeğin
birbirleriyle konuşabileceklerini ve haremlik-selamlık uygulamasının olmadığını
apaçık bir şekilde belirtmiştir.
“Ey Peygamber Hanımları; sizden kim apaçık bir kötülükle huzurumuza gelirse,
onun azabı iki kat arttırılır. Bu ise Allah için pek kolaydır.”
Ahzap Suresi 30
Yukarıdaki ayetlerden görüldüğü üzere Allah (cc), Peygamber hanımları için özel
yasalar çıkarmıştır. Çünkü onlar, dolaylı olarak Peygamber Efendimizi temsil
ettiklerinden, yapacakları yanlış hareketler ile otomatikman Peygamber
Efendimizi zor durumda bırakıp putperestlere ve müşriklere koz vermiş
olacaklardı.
197
yapılabilecek olası eziyetlerin ve iftiraların önüne geçmek için Allah (cc),
Peygamber hanımları için yukarıdaki kurallar gibi bir takım özel yasalar,
ayrıcalıklar çıkartmıştır. Bu yasalar ve ayrıcalıklar sadece Peygamber
hanımlarına özgü olduğundan biz, asla o ayrıcalıkları kendimiz uygulayamayız.
Uygulamaya çalıştığımız anda da kendimizi Peygamber hanımı yerine koymuş,
Allah’ın emrine karşı gelmiş ve dinden çıkmış oluruz.
198
KUR’ÂN’DAKİ ÖRTÜNME VE AMACI
Nur Suresi 31 ayeti ile toplumdaki iffetin muhafaza edilmesi, kadınının dişiliğinin
değil kimliğinin önplana çıkması, kadına cinsel bir objeymiş gibi bakmanın
önünün kapatılması ve bir kölelik-hürlük alameti olan başörtüsünün ortadan
kaldırılarak bir sınıf ayrımına son verilmesi amaçlanmıştır. Tüm kadınların saçı
açık ve omuzlarından aşağı göğüslerine kadar uzandığından/salındığından
kimsenin hür ya da köle olduğu bilinmeyecek ve bu şekilde de kimse rencide
edilmeyecekti. Zaten kölelik İslam’ın yasakladığı bir şey olduğundan bunun
önüne geçilmesi amaçlanmış ve kadınların tarihin ilk devirlerinden beri çiğnenen
hakları tekrardan kendilerine iade edilmeye çalışılmıştır.
199
başkadılığına seçilince devletin başında olan zorbaların görüşleri ağırlıklı olmak
üzere devletin resmi dinsel görüşünü yansıtan Hanefi mezhebini kurmuşlardır.
Ve de adını hiç ilgisi olmadığı halde hocalarına mal etmişlerdir. Sonuçta da
Kur’ân öncesi cahiliye Arap toplumunun kadına bakış açısı, Peygamber
Efendimizin vefatından yaklaşık yüz-iki yüzyıl sonra derlenen uydurma hadisler
ışığında ve Kur’ân'daki ayetlerin, zorba saltanatın düşünceleri doğrultusunda
yorumlanmasıyla değişmiş ve kadınlar, bir rahibe kıyafeti olan kara çarşaf ve
başörtüsüne bürünerek evlere hapsedilmişlerdir.
Bu kişilerin kabul ettiği mantığa göre eğer fesat durumu söz konusu değilse
çıplak da gezilebilmektedir. Nitekim bazı Afrika ve Hindistan kabile ve dini
inanışlarında çıplaklık durumu söz konusudur ki, bunlar birbirlerine o anlamda
bakmamakta ve fesada da neden olmamış olmaktadırlar. Dolayısıyla Kur’ân’a
göre yanlış olan bu durum, gelenekçilerin görüşüne göre de doğru kabul
edilmektedir. Aynı şekilde, dünya çapında milyonlarca kadının katılımıyla
gerçekleşen ve içinde Türk kadınlarının da yer aldığı bir ankette kadınlara
sorulan, "Bir erkeğin en cinsellik uyandıran uzvu hangisidir?" sorusuna,
kadınların yüzde 86’sı "Dudakları" cevabını vermişlerdir. Bu durumda eğer
200
gelenekçilerin mantığı doğru ise; kadınların en çok etkilendikleri erkek uzvu olan
dudakların, fesada yol açmaması nedeniyle örtülmesi gerekmektedir!
Kadının gözleri dâhil olmak üzere tüm vücudunun örtülmesi gerektiğini iddia
eden gelenekçi zihniyete, Ahzab Suresi 52 ayetini de nasıl anladıklarını sormak
gerekmektedir?
“Bundan sonra artık başka kadınlarla evlenmen, elinin altında bulunan cariyeler
hariç, güzellikleri hoşuna gitse bile, bunların yerine başka hanımlar alman sana
helâl değildir. Allah her şeyi gözetler.”
Ahzab Suresi 52
Kaldı ki gelenekçilerin savunduğu bazı hadislerde bile kadın ve erkeğin bir arada
olduğu ve abdestlerini aynı yerde, aynı kaptan aldıkları belirtilmektedir. Abdestte
ise yüz, saç, ayak ve kollar da yıkandığından, bu bölgeler hem erkekler hem de
kadınlar tarafından görünmekte idi. Bu da aslında hem erkek için hem de kadın
için bu bölgelerin gösterilmesinin hiçbir sakıncası olmadığını ifade etmektedir.
201
İşte o hadis;
Kur’ân’da ayıp yerler dışında kalan yerlerin örtünmesi yani giyim-kuşam da zaten
esnek bir yapıya sahip olup (karşı cinsi tahrik etmemek koşulu ile) kültüre, doğa
şartlarına ve zaman dilimlerine bağlı olarak değişken bir özellik göstermektedir.
“Allah size, evlerinizden huzur ve sükûn yeri yaptı. Hayvan derilerinden de size,
gerek göç gününüzde gerek konduğunuz sırada rahatça taşıyacağınız evler
yaptı. Ayrıca hayvanların yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından belli bir
süreye kadar kullanabileceğiniz giyimlikler, döşemelikler ve kullanım eşyası
verdi. Allah yarattıklarından sizin için gölgeler oluşturdu. Dağlardan sizin için
sığınak evler yaptı. Sizin için sıcaktan koruyacak elbiselerle savaşta koruyacak
elbiseler de yaptı. İşte nimetini üzerinizde böyle tamamlıyor ki, O’na teslim olup
esenliğe ulaşabilesiniz.”
Nahl Suresi 80-81
202
anlamadan Arabî bir giyim-kuşamı referans almaları ve bunu insanlara dikte
etmeleri ve de aynı zamanda Peygamber Efendimizin ulaşım aracı olarak
develeri kullanmasına rağmen bu tip insanların en lüks arabalara binmesi
gerçekten ikiyüzlülüğün apaçık bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır
(Mademki Arap elbisesi giymek sünnet ve siz sırf Peygamber böyle giyindi diye
böyle giyindiğinizi iddia ediyorsunuz, o zaman bırakın lüks arabalarınızı da
develerle seyahat etmeye başlayın. Nitekim Peygamber de develerle seyahat
etmekte idi).
Sonuç olarak saçın, tırnakların, yüzün, ellerin bir cinsel tahrik aracı olmadığı iyi
bilinmelidir. Saç ve yüzde güzellik, ancak göğüs, popo ve genital bölgede
güzellikten ziyade cinsel cazibe vardır. Bu nedenle Allah, bu cinsel cazibe
bölgelerinin kapatılmasını emrederken kadının süsü olan yüz ve saçların
gösterilmesini emretmektedir. Ayrıca aile yapısının korunması, toplumun
parçalanmasının engellenmesi ve toplumda kin ve fesadın yayılmasının
önlenmesi için hem kadın hem de erkek; karşı cinse davetkâr, şehvetik ve tahrik
edici davranışlarda bulunmamalı ve bu arzuları uyandıracak giyim-kuşamdan da
uzak durmalıdır (Bu tip hareketler toplumda taciz, tecavüz, kıskançlık, kin ve
nefret gibi duyguların yaygılaşmasına ve toplumun yıpranarak yok olmasına
neden olur).
“De ki: Allah’ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı? De ki:
Onlar, dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde müminlerindir. İşte bilen bir
topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.”
A’raf Suresi 32
“De ki: Allah’ın size indirdiği rızıktan bir kısmını helâl, bir kısmını da haram
bulmanıza ne dersiniz? De ki: Allah mı size izin verdi, yoksa Allah’a iftira mı
ediyorsunuz?”
Yunus Suresi 59
“Dilleriniz yalana alıştığı için ‘bu helaldir’, ‘şu haramdır’ demeyiniz. Sonra Allah’a
karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise kurtuluşa
eremez.”
Nahl Suresi 116
203
“Yoksa onların hâkimiyette ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği bir şeyi
kendilerine kanun yapıyorlar? …”
Şura Suresi 21
“De ki: Haydi Allah şunu haram kıldı diye şehadet edecek şahitlerinizi getirin…”
En’am Suresi 150
“Ne oluyor size? Nasıl hüküm veriyorsunuz? Yoksa sizin bir kitabınız var da
oradan mı okuyorsunuz?”
Kalem Suresi 36-37
204
KUR’ÂN’DA KÖLELİK/CARİYELİK YOKTUR
Peygamber döneminde, İslam öncesi bir gelenek olan kölelik; Antik Yunan,
Roma, İran ve Arabistan dâhil olmak üzere bütün Akdeniz ve Ortadoğu
bölgesinde oldukça yaygın bir biçimde yaşatılmakta idi. Köle insanların, sahibine
her türlü hizmetten başka hiçbir hak ve hürriyete sahip olmadığı o zamanlarda,
köleler, bir mal gibi satılabilirdi.
“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, ahiret
gününe, meleklere, Kitaba ve Peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine
rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve
kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve
ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın
kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru
olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır.”
Bakara Suresi 177
“Bir mü'mine, -hata sonucu olması dışında- bir başka mü'mini öldürmesi
yakışmaz. Kim bir mü'mini ‘hata sonucu' öldürürse, mü'min bir köleyi
205
özgürlüğüne kavuşturması ve ailesine teslim edilecek bir diyeti vermesi gerekir.
Onların (bunu) sadaka olarak bağışlamaları başka. Eğer o, mü'min olduğu halde
size düşman olan bir topluluktan ise, bu durumda mü'min bir köleyi özgürlüğe
kavuşturması gerekir. Şayet kendileriyle aranızda andlaşma olan bir topluluktan
ise, bu durumda ailesine bir diyet ödemek ve bir mü'min köleyi özgürlüğe
kavuşturmak gerekir. (Diyet ve köle özgürlüğü için gereken imkânı) Bulamayan
ise, kesintisiz olarak iki ay oruç tutmalıdır. Bu, Allah'tan bir tevbedir. Allah
bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
Nisa Suresi 92
“Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir misin? Köle azat
etmektir.”
Beled Suresi 11-12-13
“Ölümüne girdiği zorlu bir meydan savaşı sonucu değilse esir almak bir
peygambere yakışmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, hâlbuki Allah sizin
206
için ahireti istiyor. Allah çok güçlüdür, çok bilgedir. Eğer Allah sizi
bağışlayacağını Levh-i Mahfuzda yazmış olmasaydı, aldığınız fidye yüzünden
size büyük bir azap dokunurdu.”
Enfal Suresi 67-68
Kur’ân öğretisinden oldukça uzak olan bu zihniyet, tamamiyle Arabî bir düşünce
mantığına dayanmaktadır. Çünkü Kur’ân’ın hiçbir yerinde “cariyelik” kurumunu
destekler bir ayet bulunmamaktadır. Ancak gelenekçiler, her zamanki gibi
sapkın zihniyetlerini ve uçkurlarını doyurmak için uydurma hadisler ışığında
ayetleri çarpıtmış ve Kur’ân’da geçen “meleket eymanuhum” kavramını
“cariyeler” olarak çevirmekten geri durmamışlardır. Oysaki Arapçada “CRY”
kökünden türeyen “cariye” kelimesi; “akan, elden ele dolanan, parayla alınıp
satılabilen köle kadın, özellikle de savaş sonucu esir düşmüş ve bir efendiye
köle yapılmış kadın” anlamına gelmekte iken “meleket eymanuhum” kavramı
bundan çok daha farklı bir anlama gelmektedir. Ayrıca Kur’ân ayetleri (Bakara
207
Suresi 221, Maide Suresi 89, Nisa Suresi 92, Nur Suresi 32, Mücadele Suresi
3) incelendiğinde aslında kadın köle ve erkek köle için farklı ifadelerin
kullanıldığı da görülecektir.
“Bir de harp esiri olarak elinize geçen cariyeler dışında, evli kadınlarla
evlenmeniz Allah yazısı olarak haramdır…”
Nisa Suresi 24 ayetinin orijinal hali incelendiğinde ayette “harp esiri, cariye,
esire” gibi kelimelerin geçmediği rahat bir biçimde görülmektedir. Buna rağmen
hadisleri doğru göstermek adına yalan uydurmaktan geri durmayan gelenekçiler,
meallere “cariye ve özgür kadın” anlamı yüklemişlerdir. Buna göre de özgür olan
yani ekonomik bağımsızlığını kazanmış kadınlarla (Hz. Hatice gibi) da
evlenilemeyeceğini iddia etmişlerdir. Yani bir kadın çalışıyor ve ekonomik yönden
bağımsız ise, yani ÖZGÜR ise onunla evlenemezsiniz ama eğer CARİYE İSE
EVLENEBİLİRSİNİZ… Böyle bir mantıksızlık olabilir mi?
1- Meşru şartların yerine getirilmediği, Kur’ân’a göre belirtilen bir evliliğin değil de
metres tarzı bir birlikteliğin sürdürüldüğü, sırf cinsellik amaçlı bir evlilik.
2- Sizden olmayıp da bakımını üstlendiğiniz üvey evlatlıklarınız.
3- Savaş sonucu esir kadınlara sahip olmak.
208
ve “minel” eki kullanıldığından ayette üçüncü anlamın tam zıttı bir anlama işaret
edilmiştir. Yani “minen nisai illa ma meleket eymanukum” ifadesi ile “savaş
sonucunda kadınları esir alıp onları kullanmayın, ırzlarına geçmeyin, onlara
sahip olmayın” denilmek istenmiştir. Aynı ayet, savaş durumunda bile düşmana
ait kadınlardan yararlanmayı, esirlere tecavüzü ve işkence etmeyi
yasaklamaktadır.
“Onlar iffetlerini koruyanlardır. Yalnızca eşleri yani meşru şekilde sahip oldukları
ile birlikte olanlardır. Çünkü bu ayıplanacak bir şey değildir.”
Mu’minun Suresi 5-6
“Ve mel lem yestetı' minküm tavlen ey yenkihal muhsanatil mü'minati fe mim ma
meleket eymanukum min feteyatikümül mü'minat vellahü a'lemü bi ımaniküm
ba'duküm mim ba'd fenkihuhünne bi izni ehlihinne ve atuhünne ücurahünne bil
ma'rufi muhsanatin ğayra müsafihativ ve la müttehızati ahdan fe iza uhsınne fe in
eteyne bi fahışetin fe aleyhinne nısfü ma alel muhsanati minel azab zalike li men
haşiyel anete minküm ve en tasbiru harul leküm vellahü ğafurur rahıym.”
Nisa Suresi 25
209
nedeniyle evliliğe zorlamasınlar/onları kullanmasınlar. Çünkü hür de olsanız, esir
de düşseniz, hepiniz Âdem’in neslindensiniz ve bir dinin mensubusunuz.
Dolayısıyla sahip olduğunuz bu dinin emirlerine uyunuz. Eğer savaş sırasında
kocalarının ölmesiyle boş olan kadınlar varsa ya da evli olmayan kadınlar söz
konusu ise ve bunlar kendi rızalarıyla Müslümanlığı seçip namuslu, fuhuştan
uzak ve gizli dostluklar da edinmeyeceklerine dair söz verirlerse, kendi rızalarını
ve ailelerinin de rızalarını alarak, bunların haklarını korumak, mehirlerini vermek,
onlara yardımcı olmak ve geçimlerini temin etmek amacıyla onlarla
nikâhlanmanızda bir vebal yoktur. Eğer ola ki evlendiğiniz o kişiler zina ederek
hataya düşerlerse, bulunduğuz ülkede/bölgede yabancı olduklarından/yalnız
olduklarından bu nedenle hata yapmaları daha kolay olabileceğinden onlara
verilecek ceza, ülkenizdeki/bölgenizdeki kadınlara verdiğiniz (Kur’ân’da bu suç
için öngörülen ceza neyse. Bu konuya sonradan değinilecektir) cezanın daha
azı/yarısı kadar olsun. Yani bulunduğunuz yerde onların kimsesiz olmalarından
istifade ederekten onlara çok baskı yapmayın, zorba hareketlerden sakının.
Çünkü onlar bulundukları bu yabancı topraklarda kimsesizler, hiçbir tanıdıkları,
sığına bilecekleri kimseleri yoktur.”
Nisa Suresi 25
“Ve in hıftüm illa tuksitu fil yetama fenkihu ma tabe leküm minen nisai mesna ve
sülase ve ruba' fe in hıftüm ella ta'dilu fe vahıdeten ev ma meleket eymanukum
zalike edna ella teulu.”
Nisa Suresi 3
Nisa Suresi 3 ayetinde geçen “ma meleket eymanukum” ifadesi, burada “cariye”
değil “meşru şekilde, Kur’ân’ın emirlerine riayet edilerekten evlenilen eş”
anlamına gelmektedir. Peygamber döneminde Arap toplumunda çok eşlilik
oldukça yaygındı. Bir erkeğin 10-15 eşi olabilir ve erkeğin bir “boşadım” sözü ile
kadın kapı dışarı edilebilirdi. Kadına hiçbir değerin verilmediği o dönemlerde
Allah (cc), aile yapısını düzenlemek ve kadın haklarının korunmasını sağlamak
için eş sayısını sınırlandırmış ve en uygun ve en adil olanın tek eşlilik olduğu
belirtmiştir. Bu nedenle Allah, Nisa Suresi 3 ayetinde “meşru şekilde Kur’ân’ın
emirlerini gözeterekten sahip olduğunuz/evlendiğiniz eşinizle yetinin, başka bir
eş getirmeyin” demektedir. “Ama olur da eşi ölen ya da savaş, kıtlık ya da buna
210
benzer herhangi bir nedenden dolayı evlenmek zorunda kalan ya da kendi
isteğiyle sizinle evlenmek isteyen kadınlar varsa da eşinizin/eşlerinizin rızasını
alaraktan ve tüm eşlerinizin haklarına riayet ederekten en fazla dört kadına kadar
evlenebilirsiniz” demektedir.
Yani bu ayete göre; cahiliye dönemi gibi sınırsız kadınla evlenemezsiniz, dörtten
fazla kadınla evlenemezsiniz, en ideal evlilik tek eşlilik olup, birden fazla evlilik
yapacaksanız eşinizin/eşlerinizin onayını almak zorundasınız, kadınların
hepsinin haklarını gözetmek zorundasınız, hepsinin ihtiyaçlarını gidermek
zorundasınız ve hiçbiri arasında ayrım yapamazsınız. Eğer bunların hepsini
yapabilecek güce sahipseniz Allah, birden fazla eşle (dörtten fazla olmamak
koşulu ile) evlenmenize onay vermektedir. Ancak yine de Nisa Suresi 129
ayetinde Allah (cc), “en ideal evliliğin tek eşlilik olduğunu belirtmekte ve ne
yaparsanız yapın eşler arasında adil olamazsınız, mutlaka sorunlar olur, bu
nedenle tek eşliliğe yönelin, bu sizin için daha hayırlıdır” diye buyurmaktadır.
211
evlenmek istediği takdirde, kendisini peygambere hibe eden mümin kadını, diğer
müminlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helâl kıldık). Kuşkusuz biz,
hanımları ve ellerinin altında bulunan cariyeleri hakkında müminlere neyi farz
kıldığımızı biliriz. (Bu hususta ne yapmaları lâzım geldiğini onlara açıkladık) ki,
sana bir zorluk olmasın. Allah bağışlayandır, merhamet edendir.”
Oysa ayetin gerçekte anlatmak istediği çok daha yücedir. Ayetin gerçek yorumu
şu şekildedir:
Allah (cc), Ahzab Suresi 50 ayetinden sonra Ahzab Suresi 52 ayetini indirerek
Peygamber Efendimize evlilik konusunda bazı sınırlandırmalar getirmiştir.
“La yehıllü leken nisaü min ba'dü ve la en tebeddele bihinne min ezvaciv ve lev
a'cebeke husnühünne illa ma meleket yemınüke ve kanellahü ala külli şey'ir
rakıyba.”
Ahzab Suresi 52
212
hariç, güzellikleri hoşuna gitse bile, bunların yerine başka hanımlar alman sana
helâl değildir. Allah her şeyi gözetler.”
Oysa ayetin gerçekte anlatmak istediği şudur: “Bundan sonra meşru şekilde
sahip olduğun/Kur’ân’ın emirlerine riayet ederekten evlendiğin kadınlar (ma
meleket yemınüke) dışında başka bir kadınla evlenmen ya da nikâhın altında
bulunan birini boşayıp yerine başkasını nikâhlaman, güzellikleri hoşuna gitse
bile, sana helal olmaz. Allah her şeyi görüp gözeticidir.”
213
engellemek için, Allah sadece peygamber hanımlarına has olarak, bu şekilde
davranmalarını istemiştir. Yani peygamber hanımlarına has olan bu durumu ya
da haremlik-selamlık uygulamasını biz asla kendimize örnek alamayız ve
kendimize farz kılamayız, aksi halde dinden çıkarız. Çünkü ayette Allah, sadece
peygamber hanımlarına seslenmekte ve sadece onları uyarmaktadır, bizleri
değil…
214
kendisinedir, fuhşa zorlananlar içinse, muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok
merhamet edicidir.” Nur Suresi 33
Hâlbuki ayetin geçek yorumu şu şekildedir: “Ey iman edenler, size ait olmayıp da
bakımını üstlendiğiniz üvey evlatlarınız (meleket eymanukum) ve sizden olup (öz
çocuklarınız) da henüz erginlik çağına ermemiş olan (çocuk)lar, (odalarınıza
girmek için şu) üç vakitte izin istesinler…”
“Va'büdüllahe ve la tüşriku bihı şey'ev ve bil valideyni ıhsanev ve bizil kurba vel
yetama vel mesakıni vel cari zil kurba vel caril cünübi ves sahıbi vil cembi vebnis
sebıli ve ma meleket eymanüküm innellahe la yühıbbü men kane muhtalen
fehura.”
Nisa Suresi 36
215
yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya,
ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi
davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.”
Hâlbuki ayetin geçek yorumu şu şekildedir: “Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir
şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın
komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, meşru bir şekilde/Kur’ân’ın
emirlerine riayet ederekten nikâhladığınız eşlerinize/kadınlarınıza (ma meleket
eymanüküm) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran
kimseyi sevmez.”
Daha önce mealini yaptığımız Nur Suresi 31 ayetinde geçen “ma meleket
eymanukum” ifadesi de “cariyeler” olarak değil “kendileriyle meşru şekilde
Kur’ân’ın emirlerine riayet edilerekten evlenilen kadınlar” anlamına gelmektedir.
216
görünmesinde bir sakınca yoktur]. Saçlarını omuzlarından aşağı, göğüslerine
kadar uzatsınlar (bu şekilde kölelik-hürlük alameti olan başörtüsünden kurtularak,
tek tip bayan görüntüsü versinler). Kendi kocalarına ziynet bölgelerini
gösterebilirler. Ziynet bölgelerini kapatmak ve bu bölgeleri teşhir etmeyecek
şekilde giydikleri elbiselerle [Yani saçınızın, boğazınızın, ayaklarınızın, ayak
parmaklarınızın, kollarınızın, ya da giydiğiniz etek sonucunda görülen diz altı
bacak bölgenizin (baldırlarınızı gösterecek mini etek giymeyin ya da göğüslerinizi
belli edecek, gösterecek dar ve açık giysilerden uzak durun) görünmesinde bir
sakınca yoktur] kocalarının babası, kendi babaları, kendi oğulları, kocalarının
oğulları (üvey olanlar), kendi kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız
kardeşlerinin oğulları, diğer Müslüman kadınlar, kocasının meşru
şekilde/Kur’ân’ın emirlerine riayet ederekten evlendiği diğer hanımları (ma
meleket eymenuhum), kendilerine cinsel bir gözle/kötü gözle bakmayacak kişiler
ve kendilerine cinsel istek duymayacağınız-onlara farklı gözle bakmadığınız
kimselerle aynı ortamda bulunabilirsiniz. (Bu durum; gelenekçilerin, kadınları
mahrem görüp onlarla perde arkasından konuşulması gerektiği-kadınlarla
erkeklerin ayrı oturması gerektiği düşüncesinin yani haremlik-selamlık
uygulamasının, Kur’ân’a aykırılığını da göstermektedir) Etrafa kendinizi çekici
gösterecek, çevrenin ilgisini kendinize çekecek, onları tahrik edecek ve kendinizi
cinsel bir objeye dönüştürecek şekilde kırıtarak, ben buradayım, ben buradayım,
bana bakın şeklinde yürümeyin/bu şekilde davranmayın. Ey müminler Allah’a
toptan tövbe ediniz. Umulur ki felah bulursunuz.”
217
KUR’ÂN’A GÖRE ZİNA VE CEZASI
Zina, bir erkek ya da kadının evlilik dışı olan her türlü cinsel birlikteliğini ifade
eder ve tarih içinde birçok toplumda ciddi bir suç olarak kabul edilip caydırıcı
cezalarla önlenmeye çalışılmıştır. M. Ö. 1500 yıllarında Asur Kralı Hammurabi,
yapmış olduğu yasaların 129 ve 130. maddelerinde bu suçun cezasını şu şekilde
belirtmiştir:
“Madde 129: Eğer bir adamın karısı bir başka erkekle yatarken yakalanırsa
onları bağlayıp suya atacaklar. Eğer kadının kocası yaşatırsa, kral da
yaşatacak.”
“Madde 130: Eğer bir adam, başka bir adamın babasının evinde oturan karısını
zor kullanıp koynunda yatırırken yakalanırsa, o adam öldürülecek, kadın özgür
kalacaktır.”
The Code of Hammurabi (Translated by L.W. King) The Encyclopaedia Britannica
c:14, s:385
“13- Eğer bir adam bir kadın alır ve ona yaklaşır ve ondan nefret ederse, 14- ve
ona ayıp şeyler isnat edip onun ismini kötülerse ve: Bu kadını aldım ve ona
yaklaştığım zaman kendisinde kızlık nişanlarını bulmadım, derse; 15- o zaman
genç kadının babası ve anası genç kadının kızlık nişanlarını alacaklar ve
kapıya, şehrin ihtiyarlarına getirecekler; 16- ve genç kadının babası ihtiyarlara
diyecek: Kızımı bu adama karı olarak verdim ve ondan nefret ediyor; 17- ve işte;
senin kızında kızlık nişanlarını bulmadım, diyerek ona ayıp şeyler isnat etti ve
lakin kızımın kızlık nişanları bunlardır. Ve esvabı şehrin ihtiyarları önüne
serecekler. 18- ve o şehrin ihtiyarları o adamı alıp kendisini tedip edecekler; 19-
ve yüz şekel gümüş para cezasına onu mahkûm edip genç kadının babasına
verecekler, çünkü o adam İsrail’in bir kızının ismini kötüledi ve kadın o adamın
karısı olacak; bütün ömrünce onu boşayamayacaktır. 20- Fakat bu şey, genç
kadında kızlık nişanları bulunmadığı, hakikatse; 21- o zaman genç kadını
babasının evinin kapısına çıkaracaklar, ve şehrin adamları onu taşla
218
taşlayacaklar, ve ölecek, çünkü babasının evinde zina etmiş olmakla İsrail’de
alçaklık etmiştir; ve aranızdan kötülüğü kaldıracaksın. 22- Eğer bir adam, başka
bir adamın karısı olan bir kadınla yatmakta olarak bulunursa, o zaman kadınla
yatan adam ve kadın, onların ikisi de öleceklerdir; ve kötülüğü İsrail’den
kaldıracaksın. 23- Eğer kız olan bir genç kadın bir adamla nişanlı ise, ve bir
adam onu şehirde bulup onunla yatarsa; 24- o zaman onların ikisini de o şehrin
kapısına çıkaracaksınız, ve onları, şehirde olduğu halde bağırmadığı için, kadını,
ve komşusunun karısını alçalttığı için erkeği taşla taşlayacaksınız, ve ölecekler;
ve kötülüğü aranızdan kaldıracaksın. 25- fakat adam nişanlı genç kadını kırda
bulursa ve onu yakalayıp kendisiyle yatarsa, o zaman yalnız onunla yatmış olan
adam ölecektir. 26- fakat genç kadına bir şey yapmayacaksın. Genç kadında
ölüme müstehak suç yoktur. Çünkü bir adam komşusuna nasıl kalkar ve onu
öldürürse, bu şey de öyledir. 27- çünkü onu kırda buldu, nişanlı genç kadın
bağırmış ve onu kurtaran olmamıştır. 28- Eğer bir adam, kız olan nişanlanmamış
genç bir kadın bulursa ve onu tutup onunla yatarsa ve onlar bulunurlarsa, 29- o
zaman onunla yatmış olan adam genç kadının babasına elli şekel gümüş
verecektir. Ve kadın onun karısı olacaktır, çünkü onu alçaltmıştır; bütün ömrünce
boşayamayacaktır. 30- bir adam babasının karısını almayacak ve babasının
eteğini açmayacaktır.”
Tesniye bölümü Bab 22, 13-30. Cümleler
“10- Biri başka birinin karısıyla, yani komşusunun karısıyla zina ederse, hem
kendisi, hem de zina ettiği kadın kesinlikle öldürülecektir. 11- Babasının karısıyla
yatan, babasının namusuna leke sürmüş olur. İkisi de kesinlikle öldürülecektir.
Ölümü hak etmişlerdir. 12- Bir adam geliniyle yatarsa, ikisi de kesinlikle
öldürülecektir. Rezillik etmişler, ölümü hak etmişlerdir. 13- Bir erkek başka bir
erkekle cinsel ilişki kurarsa, ikisi de iğrençlik etmiş olur. Kesinlikle öldürülecekler.
Ölümü hak etmişlerdir. 14- Bir adam hem bir kızla, hem de kızın anasıyla
evlenirse, alçaklık etmiş olur. Aranızda böyle alçaklıklar olmasın diye üçü de
yakılacaktır.”
Levililer; 20/10, 14
“1- İsa ise Zeytin dağına gitti. 2- Ertesi sabah erkenden yine tapınağa döndü.
Bütün halk Onun yanına geliyordu. O da oturup onlara ders vermeye başladı.
219
3,4- Din bilginleri ve Ferisiler, zina ederken yakalanmış bir kadın getirdiler.
Kadını orta yere çıkararak İsa’ ya, ‘Öğretmen, bu kadın tam zina ederken
yakalandı’ dediler. 5- Musa, Yasa’da bize böyle kadınların taşlanmasını buyurdu,
sen ne dersin? 6- Bunları İsa’ yı sınamak amacıyla söylüyorlardı; Onu
suçlayabilmek için bir neden arıyorlardı. İsa eğilmiş, parmağıyla toprağa yazı
yazıyordu. 7- Durmadan aynı soruyu sormaları üzerine doğruldu ve ‘Aranızda
günahsız olan, ona ilk taşı atsın!’ dedi.”
Yuhanna İncili; 8/1-7
220
"Keçinin yemesi sonucu Kur’ân'dan çıkan taşlama ayetini Ömer Kur’ân'a tekrar
sokmak istedi; ancak halkın dedikodusundan korktuğu için cesaret edemedi."
Buhari 53/5; 54/9; 83/3; 93/21; Muslim, Hudud 8/1431; Ebu Davut 41/1; Itkan
2/34
“Amr ibn Meymûn şöyle demiştir: Ben Câhiliyet devrinde zina etmiş olan bir
maymunun üzerine birçok maymunların toplanmış olduklarını gördüm.
Maymunlar o zina eden maymunu recm ettiler. Ben de o maymunlar
topluluğunun beraberinde zina eden maymuna taş attım.”
Buhari; Menekib-ül Ensar; 26. bab, 68 nolu hadis
Abdullah b. Abbas (r. anhümâ), Hz. Ömer'in minberde şöyle dediğini rivâyet
etmiştir. "Cenab-ı Allah Muhammed (s.a.s)'i hak ile göndermiş ve O'na Kitab'ı
indirmiştir. Recm ayeti de O'na indirilen ayetlerden idi. Biz bu ayeti okuduk,
ezberledik ve anladık. Resulullah (s.a.s) recmi uyguladı, ondan sonra biz de
uyguladık". Korkarım, zaman geçince birileri çıkıp "Biz Allah'ın kitabında recmi
bulamıyoruz" der ve Allah'ın indirdiği bir farzı terk ederek sapıklığa düşerler.
Şüphesiz recm, Allah'ın kitabında, evli olmak, şahit, gebelik veya ikrar bulunmak
şartıyla, zina eden kimse aleyhine bir haktır" (Müslim, Hudûd, 15). Hz. Ömer'in
sözünü ettiği okunuşu mensuh ayet şudur: "İhtiyar erkekle ihtiyar kadın zina
ederlerse, onları recmedin" (Mâlik, Muvatta', Hudûd 10; İbn Mâce, Hudûd, 9;
Ahmed b. Hanbel, V, 132, 183). Hz. Ömer'in recmi, Medine minberinden ilân
etmesi, içlerinde birçok sahabe bulunan cemaatten hiçbirinin buna karşı
çıkmaması, recmin sabit olduğunu gösterir (Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi,
Ahmed Davudoğlu, İstanbul 1978, VIII, 350). es-Serahsî (ö. 490/1097). Ömer
(r.a)'in şöyle dediğini nakleder: "Eğer insanlar, Ömer Allah'ın Kitabına ilave yaptı
demeyecek olsalar, "ihtiyar erkekle ihtiyar kadın zina ettikleri..." ifadesini
Mushaf'ın haşiyesine yazardım."
es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1398/1978, IX, 37
Ebû Hureyre ile Zeyd b. Halid el-Cühenî (r.anhumâ)’dan nakledildiğine göre, zina
eden kadının kocası ile, zina eden işçinin babası Resulullah (s.a.s)'e başvurarak
bu konuda "Allah'ın kitabı" ile hüküm vermesini istemişlerdir. İşçinin babası şöyle
dedi: "Benim oğlum bu adamın yanında işçi idi. Onun hanımı ile zina etti. Bana,
oğlum için recm gerektiği haber verildi. Ancak ben onun adına yüz koyunla bir
221
cariye fidye verdim. Bu arada bilenlere danıştım, (oğlum bekâr olduğu için) ona
yüz değnekle bir yıl sürgün cezası, bunun karısına ise recm cezası gerektiğini
haber verdiler". Bunun üzerine, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Nefsim kudret
elinde olan Allah'a yemin ederim ki, aranızda Allah'ın kitabı ile hükmedeceğim.
Cariye ve koyunlar geri verilecek. Oğluna yüz değnekle bir yıl sürgün gerek. Ey
Üneys, sen de bu adamın karısına git. Eğer zinasını itiraf ederse onu recmet".
Üneys kadına gitmiş ve kadın suçunu itiraf etmiş, Hz. Peygamber'in emri üzerine
de recmedilmiştir.
Müslim, Hudûd, 25; Buhârî, Hudûd III, 38, 46, Vekâlet, 13
Mâiz b. Mâlik, Hz. Peygamber'e gelerek "Beni temizle" dedi. Hz. Peygamber
"Yazık sana, çık git, Allah'a tövbe ve istiğfar et" buyurdu. Mâiz, pek
uzaklaşmadan geri döndü ve "Ey Allah'ın Resulu! Beni temizle" dedi. Hz.
Peygamber aynı sözlerle üç defa daha geri gönderdi. Dördüncü ikrarında "Seni
hangi konuda temizleyeyim?" diye sordu. Mâiz; "Zinadan" dedi. Hz. Peygamber,
"Bunda akıl hastalığı var mıdır?" diye sordu. Böyle bir rahatsızlığı olmadığını
söylediler. "Şarap içmiş olabilir mi?" diye sordu. Bir adam kalkıp içki kontrolü
yaptı. Onda şarap kokusu tespit edemedi. Hz. Peygamber tekrar "Sen zina ettin
mi?" diye sordu. Mâiz "Evet" cevabını verdi. Artık emir buyurdular ve Mâiz
recmedildi. Recimden sonra onun hakkında sahabiler iki kısma ayrıldılar. Bir
bölümü Mâiz'in helâk olduğunu, başka bir grup ise onun en faziletli tövbeyi
yaptığını söylediler. Bu farklı yaklaşım üç gün sürdü. Daha sonra yanlarına gelen
Resulullah (s.a.s) "Mâiz b. Mâlik için dua edin" buyurdu. "Allah Mâiz'e mağfiret
eylesin" dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Mâiz öyle bir tövbe etti ki, bu
tövbe bir ümmet arasında paylaştırılırsa onlara yeterdi"
Müslim, Hudûd, 22; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VII, 95,109; ez-Zeylaî, Nasbu'r-
Râye, III, 314 vd.
222
ortadan kaldırmıştır”. Bunu kabul eden gelenekçilere ise Allah’ın cevabı
apaçıktır:
“Hiç kuşkusuz, o zikiri/Kur’ân'ı biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.”
Hicr Suresi 9
Şimdi Kur’ân ışığında, zinanın ve cezasının gerçekte ne olduğuna bir göz atalım:
Zina, bir toplumu oluşturan kadın ve erkeğin birbirlerine olan güven ve sadakatini
yıkarak düzenli bir aile hayatının, dolayısıyla da bir toplumun ve de bir devletin
oluşmasını engeller. Zinanın yaygın olduğu bir toplumda; saygı, sevgi, kültür,
bilim, gelişim ve çalışma dürtüleri kendilerini otomatikman seks, taciz, tembellik
ve erotizm içerikli dürtülere bırakır ki bu da bireysel yıkımla birlikte toplumsal
yıkımı da kendisiyle birlikte getirir. Dolayısıyla zina; insanı insan yapan ana
değerlerin yok olmasına ve bu nedenle de toplumun parçalanmasına neden
olduğu için yasaklanmıştır.
Oysa ayetin gerçekte anlatmak istediği bundan çok farklıdır: Ayette aslında
“erkek ve kadın” kelimesi yoktur. Ayette geçen kelime, “Ezzaniyetü vez zanı”
olup bu kelime; erkek-kadın, kadın-kadın, erkek-erkek ve insan-hayvan ilişkisine
dayalı olan 4 tip zina ile bunları yapanlar açısından düşünüldüğünde amatör/para
223
karşılığı yapılmayan zina ve para karşılığı yapılan zina olan fuhşu
tanımlamaktadır.
Ayet, aslında dolaylı yoldan pornografik filmlere (Bu tip filmlerde kameraman,
yönetmen ve izleyiciler gibi birçok kişi olaya zaten tanıklık etmekte ve en az dört
şahit kuralı sağlanmaktadır) ve grup halinde yapılan sekslere gönderme yaparak
bu tip eylemlerin yasaklanmasını ve engellenmesini emretmektedir. Bu tip
eylemler toplum ahlakını ve düzenini bozduğundan, ispatlanmaları halinde
suçluların mutlaka cezalandırılması gerekmektedir. Zinanın toplum bazında bir
suç olarak kabul edilebilmesi ve cezai yaptırımın uygulanabilmesi için (Allah, var
olan her şeye şahit olduğundan, onun katında verilecek ceza ise daha farklı
olacaktır); en az dört kişinin zina edenleri aynı anda yakalamış olması
gerekmektedir (baskın, gizli kamera görüntüleri gibi). Sadece bir, iki ya da üç
kişinin şahit olduğu zina eylemlerinde (zina görüntüsü yok ise), şahitlerin dörtten
az olması nedeniyle şikâyette bulunan şahitlerin şahitliği, “yalancı şahitlik”
kapsamında kabul edilip, bu kişilere zina yapanlara uygulanacak cezanın
ağırlaştırılmış bir hali, cezai bir yaptırım olarak uygulanır ve bu kişilerin şahitliği
tövbe etmemeleri durumunda bundan sonra asla kabul edilmez (Nur Suresi 4-5).
Çünkü İDDİA geçerli olmayıp, bizatihi olayı görmeniz ve şahit olmanız
gerekmektedir. Aksi bir durumda iftiraların önüne asla geçilemezdi.
Şimdi zina suçunu işlemiş olanlara verilecek cezanın ne olduğuna bir göz
atalım: Nur Suresi 2 ayeti incelendiğinde ayette “yüz değnek” anlamına gelen
“ASRete Celde” ifadesinin geçmediği görülmektedir. Bu anlam, gelenekçiler
tarafından hadisleri doğru göstermek adına uydurulmuştur. Ayette geçen ana
kelime, “Miete Celdetiv” olup bu kelime, “cilde eziyet edin” anlamına
gelmektedir. “Cilde eziyet edin” ifadesinin oranı ise şudur: Kan çıkmayacak
sadece cilt kızaracak şekilde vücuda vurmaktır. Bu eziyet durumunda ise
kesinlikle sopa, kamçı benzeri şeyler kullanılamaz. Bu yapılan eziyetin ise,
insan canını acıtmak gibi bir amacı yoktur. Asıl amaç; sadece fuhuş yapanlara
224
bir “KINAMA” cezası vermek ve onları herkesin önünde rencide etmektir. Tıpkı
bir hocanın herkesin önünde öğrencisini azarlayıp, kulağını çekmesi ya da
ellerine vurması gibi…
Nur Suresi 4 ayetinde geçen yalancı şahitlere verilecek ceza ise; gelenekçiler
tarafından “onlara seksener sopa vurun” şeklinde meallendirilmiştir. Hâlbuki ayet
incelendiğinde ayette “seksen ve sopa” kelimelerinin geçmediği, ayette geçen
ana kelimenin “semanıne celdetev” olduğu görülmektedir. Bu kelime ise “cilde
eziyetin ağırlaştırılması” anlamını içermektedir. Yani ayete göre; yalancı şahitlere
verilecek ceza normal zina işleyenlere verilecek cezanın ağırlaştırılmış hali
olmalıdır. Bu ve izleyen Nur Suresi 5 ayetine göre tövbe etmemeleri halinde bu
kişilerin bir daha şahitliklerinin de kabul edilmemesi emredilmiştir.
225
bunların ev hapsine/karantinaya alınmasını ve onlar ölünceye (bu hastalıklar
çabuk öldürür) ya da onlar için bir çözüm yolu bulununcaya kadar da bu ev
hapsine/karantinaya devam edilmesini emretmektedir. Bu şekilde bu kişilerin,
başkaları ile yatarak bu hastalığı o kişilere de bulaştırması engellenmiş olacaktır.
226
alındığında ayette geçen gerçek anlamın “dövmek” değil de “erkeğin kadını
biraz daha kendisinden uzaklaştırması gerektiği” olduğunu anlarız. Sonuç olarak
ayette geçen “vadribuhünn” kelimesi, “evden uzaklaştırmak, bulundukları yerden
başka bir yere göndermek, bir müddet ayrı yaşamak” anlamında kullanılmıştır.
Ayrıca Nisa Suresi 34 ayetinin yaptığımız bu meali, bu ayetten sonra gelen Nisa
Suresi 35 ayeti ile de desteklenmektedir. Nitekim Nisa Suresi 35 ayetinde, Nisa
Suresi 34 ayetinde evden gönderilen kadının, kocası ile arasının bulunması için
ne yapılması gerektiği anlatılmaktadır.
Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, gelenekçiler, Nisa Suresi 34 ayetinden yola
çıkarak erkeğe itaat etmeyen kadının dövülebileceğini de iddia etmektedirler.
Hâlbuki ayette geçen “nüşüz” kelimesi, Nisa Suresi 128 ayetinde olduğu gibi
“sadakatsizlik ve iffetsizlik” anlamında kullanılmış olup hiçbir şekilde “kadının
sinirlilik, inatçılık, itaatsizlik, dik kafalılık yapması” gibi anlamlara gelmemektedir.
Kaldı ki ayette geçen “vadribuhünn” kelimesi de “dövmek” anlamında
kullanılmamıştır. Zaten aile kavramını da oldukça kutsal kabul eden Allah (cc)’ın
da böyle bir şeye izin verebileceği asla düşünülemez.
227
“Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve
merhamet peydâ etmesi de O’nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi
düşünen bir kavim için ibretler vardır.”
Rum Suresi 21
Şimdi yukarıdaki kavramlardan yola çıkarak zina eden kişilere, Kur’ân’a göre
verilecek cezaların ne olduğuna kısaca bir göz atalım. Burada anlatacağımız
cezalar, toplum düzeninin sağlanması için zina edenlere dünya hayatında
uygulanacak cezalardır. Ancak Allah katında zina büyük bir suç olduğundan bu
suçun asıl cezası Allah tarafından, ahirette verilecektir.
Zina yapanlar, yaptıkları işi paraya dökmüş ve bunu porno endüstrisi haline
getirerek toplum bazında bir suç işlemişlerse ya da işi paraya dökmeyip
bulundukları bölgede seks partileri verip toplumun ahlakının bozulmasına neden
oluyorlarsa (bu kişileri suçlayabilmek için; bu suça en az dört kişinin tanıklık
etmiş olması gerekmektedir) bu kişiler, eğer o ülkede yabancı iseler; o kişilere
nasihat edip uyardıktan sonra sınır dışı edin ya da bir iş gücünde çalışmalarını
sağlayarak topluma kazandırınız.
Bir daha gelir ve aynı suçu tekrardan işlerlerse bu sefer hırpalayıp sınır dışı
ediniz. Bu hırpalama, cilde eziyet etmek biçiminde olmalıdır. Yani kan
çıkmayacak, çürük, morartı olmayacak sadece vücutta kızarıklık olacak şekilde
yapılmalıdır.
Eğer aynı işi tekrardan işlerlerse sert bir mizaçla uyarınız ve belli bir müddet ev
hapsinde tutarak (bu süre mahkeme ve jüri tarafından belirlenir) bu ev hapsi
müddetince Kur’ân ile nasihat ediniz, yaptıklarının kötü bir şey olduğunu ve
toplumu parçalayacak bir eylem olduğunu anlatınız. Ev hapsi bittikten sonra bu
kişilere çalışabilecekleri iş alanları göstererek salıveriniz. Eğer üçüncü sefer
228
tekrardan aynı suçtan gelirlerse bu sefer onları yukarıda anlattığımız biçimde
hırpalayınız, akılları başlarına gelene kadar da ev hapsine alıp öğütlere devam
ediniz.
Tecavüz içerikli zina suçlarında kişisel hakların gaspı durumu söz konusu
olduğundan mahkeme ve jürinin vereceği karar doğrultusunda suçlu ya da
suçlular hapis ve para cezasına çarptırılmalıdır. Ayrıca mağdurun her türlü tedavi
masrafları, suçlu ya da suçlular tarafından karşılanmalıdır, eğer suçluların maddi
durumu buna el vermiyorsa, bu masraflar devlet tarafından karşılanmalıdır.
229
zaman onları evden çıkarın/bulundukları yerden başka bir yere gönderin! Bunun
üzerine size saygılı davranırlarsa artık onlar aleyhine başka bir yol aramayın.
Allah çok yücedir, sınırsızca büyüktür.”
Nisa Suresi 34
“Sonra (üç iddet bekleme) sürelerine ulaştıkları zaman, artık onları maruf
(bilinen güzel bir tarz) üzere tutun ya da maruf üzere onlardan ayrılın. İçinizden
adalet sahibi iki kişiyi de şahid tutun. Şahidliği Allah için dosdoğru yerine getirin.
İşte bununla, Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere öğüt verilir. Kim Allah'tan
korkup sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir.”
Talak Suresi 2
Evli bir kadın zina ediyorsa eşinden boşanmayı talep etmeli ve MEHİRinden
vazgeçmelidir. Kadın eğer kocasından boşanmak istemiyorsa bu durumda koca,
Nisa Suresi 34-35 ve Talak Suresi 1-2 ayetlerine göre sırasıyla şu yolları
uygulamalıdır (bu yollar mecburen uygulanmalıdır, yani erkek bu aşamaları
uygulamadan asla boşanamaz):
1- Güzellikle uyarınız. Böyle bir ilişkiye neden gerek duyduğunu ve böyle bir
şeyin yaşanmaması için neler yapılabileceğini konuşunuz. Bir daha böyle
ilişkiler yaşamamasını, bu tip ilişkinin hem kendisine hem ailesine hem de
topluma çok büyük zararlar vereceğini anlatınız.
2- Uyarıdan anlamıyorsa bir gün küs durunuz ve konuşmayınız.
230
3- Bu da işe yaramıyorsa üç gün süreyle arkanızı dönünüz ve cima etmeyiniz.
4- Halen ısrarlıysa, sizi özlemesi ve aranızdaki bağların iyileşmesini sağlamak
için 15 gün ile 4 aya kadar olabilecek bir zaman aralığında anne babasının
evine tatile gönderiniz.
5- Halen aynı şeyleri yapmaya devam ediyorsa bu durumda üçte-bir (1/3)
boşayın (Bu bildiğimiz anlamda bir boşanma olmayıp, eşlerin birbirlerinden
ayrı durmaları, ayrı evlerde, ayrı yerlerde yaşamalarını ifade eder. Bundaki
amaç; eşlerin birbirlerini özleyip hatalarının farkına varmalarını ve
barışmalarını sağlamaktır. Bu taksitli boşanma iki defa uygulanabilir, üçüncü
defa boşama yani ayrı yaşama diye bir şey yoktur. İkinci ayrı yaşama
durumundan sonra işler yine düzelmiyorsa eşlerin boşanması gerekmektedir.
Taksitli boşanmalarda eşler birbirlerini 15 ila 120 gün süreyle görmemelidir).
Eğer aranız düzelmiyorsa bu sefer üçte iki (2/3) boşanınız (yani tekrardan 15
ila 120 gün süreyle görüşmeyiniz). Eğer bu sefer de bir değişiklik olmuyorsa
kadının mehirini hazırlayıp boşayınız. Eğer ki kadının mehirini veremeyecek
durumda iseniz bu durumda onu boşayamayacağınız için yapmanız gereken,
eşinizi eve hapsedip görüşmelerini engellemek ve sert bir mizaç ile eşinizi
uyarmaktır.
“Yine onu (kadını üçüncü defa) boşarsa, (kadın) onun dışında bir başka kocayla
nikâhlanmadıkça ona helal olmaz. Eğer (bu koca da) onu boşarsa, onlar (ilk
koca ile karısı) Allah'ın sınırlarını ayakta tutacaklarını sanıyorlarsa, tekrar
birbirlerine dönmelerinde ikisi için günah yoktur. İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır;
bilen bir topluluk için bunları (böyle) açıklar.”
Bakara Suresi 230
231
Boşandığınız eşinizle sonradan aranızın düzelmesi halinde tekrardan
evlenebilirsiniz. Ancak evlilik hayatınızda sorunların tekrarı halinde eşinizden en
fazla üç defa boşanabilme hakkına sahipsiniz.
Şöyle ki; yeni evlendiniz sorunlar çıktı, üçte bir boşandınız, üçte iki boşandınız ve
en sonda da üçte üç yani karınızın mehirini verip tam anlamıyla boşanıp
ayrıldınız (bu birinci tam boşanmadır). Daha sonra pişmanlık duyup tekrardan
evlenmeye karar verdiniz. Bu ikinci evliliğin ilk yıllarında her şey güzeldir, ancak
sonradan sorunlar tekrardan baş göstermeye başlamıştır ve siz tekrardan üçte
bir, üçte iki ve en sonda da dayanamayıp üçte üç boşanıp kadının mehirini verip
tam olarak boşandınız (bu ikinci tam boşanmadır).
Aylar, yıllar geçti, siz çocuklarınız için tekrardan bir araya gelme kararı aldınız ve
tekrardan ilk eşinizle evlendiniz. Çocuklar büyüdü, ancak sorunlar yine eskisi gibi
devam ediyor ve dayanamayıp tekrardan üçte bir, üçte iki ve en sonda da üçte
üç boşanarak ayrıldınız (bu üçüncü tam boşanmadır). Bu üçüncü tam
boşanmadan sonra siz tekrardan üçüncü defa boşanmış olduğunuz eşinizle
evlenemezsiniz.
232
“(Yok) Eğer boşamada kararlı davranırsa (boşanırlar). Şüphesiz Allah işitendir,
bilendir.”
Bakara Suresi 227
“Yine onu (kadını üçüncü defa) boşarsa, (kadın) onun dışında bir başka kocayla
nikâhlanmadıkça ona helal olmaz. Eğer (bu koca da) onu boşarsa, onlar (ilk
koca ile karısı) Allah'ın sınırlarını ayakta tutacaklarını sanıyorlarsa, tekrar
birbirlerine dönmelerinde ikisi için günah yoktur. İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır;
bilen bir topluluk için bunları (böyle) açıklar.”
Bakara Suresi 230
233
“Kadınları boşadığınızda bekleme sürelerini de tamamlamışlarsa -birbirleriyle
maruf (bilinen meşru biçimde) anlaştıkları takdirde- onlara, kendilerini
kocalarına nikâhlamalarına engel çıkarmayın. İşte içinizde Allah'a ve ahiret
gününe iman edenlere bununla (böyle) öğüt verilir. Bu, sizin için daha hayırlı ve
daha temizdir. Allah bilir, de siz bilmezsiniz.”
Bakara Suresi 232
“Ey iman edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir. Apaçık bir
edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için de
kadınları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (biliniz
234
ki) Allah'ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış
olabilirsiniz.”
Nisa Suresi 19
“Bir eşi bırakıp yerine bir başka eşi almak isterseniz, onlardan birine (öncekine)
yüklerle (mal ve para) vermişseniz bile ondan hiçbir şey almayın. Ona iftira
ederek ve apaçık bir günaha girerek verdiğinizi alacak mısınız?”
Nisa Suresi 20
“Vaktiyle siz birbirinizle haşır neşir olduğunuz ve onlar sizden sağlam bir teminat
almış olduğu halde onu nasıl geri alırsınız!”
Nisa Suresi 21
“Eğer (eşler) ayrılırlarsa, Allah bol nimetiyle onların her birini zengin eder (onları
birbirine muhtaç etmez)...”
Nisa Suresi 130
235
“Sonra (üç iddet bekleme) sürelerine ulaştıkları zaman, artık onları maruf
(bilinen güzel bir tarz) üzere tutun ya da maruf üzere onlardan ayrılın. İçinizden
adalet sahibi iki kişiyi de şahid tutun. Şahidliği Allah için dosdoğru yerine getirin.
İşte bununla, Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere öğüt verilir. Kim Allah'tan
korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir.”
Talak Suresi 2
“Ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter.
Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.”
Talak Suresi 3
236
“İmkânı geniş olan, nafakayı imkânlarına göre versin; rızkı daralmış bulunan da
Allah'ın kendisine verdiği kadarından nafaka ödesin. Allah hiç kimseyi verdiği
imkândan fazlasıyla yükümlü kılmaz. Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylık
yaratacaktır.”
Talak Suresi 7
Burada şunu da belirtmek gerekir ki; karısı zina bile yapan bir erkek, eğer karısı
boşanmak istemiyorsa karısını direk boşayamaz ve ona asla şiddet
uygulayamaz. Erkeğin yapması gereken yukarıda saydığımız aşamaları teker
teker uygulamak ve bu aşamalar sonuç vermiyorsa boşanmaktır. Ancak
kadınlar için bu durum daha farklı olup bir kadın kocasından memnun değilse
(eşi onu aldatıyorsa, ona şiddet uyguluyorsa) onu hemen boşayabilir. Yani
kadınlar için yukarıda saydığımız üç taksitli boşanma durumu söz konusu
değildir. Bu, Allah’ın geçmişte kız çocuklarının diri diri mezara gömülmesine
karşı, kadınlara verdiği özel bir ayrıcalıktır.
237
KUR’ÂN’DA GÖZ, KALP VE BEYİN ZİNASI YOKTUR
Gelenekçiler buna rağmen Nur Suresi 30 ve Nur Suresi 31 ayetlerini delil olarak
göstererek göz zinasını ispatlamaya çalışmaktadırlar. Hâlbuki ayette geçen
“gözlerini dikmek” ifadesi, “bir şeyi ele geçirmek arzusuna kapılmak
(Komşusunun tarlasına göz dikti anlamında olduğu gibi)” anlamında olup
238
“gözlerinizi harama dikmeyin” ifadesi ile “size helal olmayan kişilere farklı bir
gözle bakıp onları tavlamaya kalkmayınız, onları bakışınızla taciz edip rahatsız
etmeyiniz, fesada yol açmayınız” anlamı kastedilmiştir. Zaten ayetin izleyen
devamında da bu durumun zıttı bir durum kastedilerek eğer ola ki başkaları size,
bu şekildeki bir bakışla bakıp sizi tavlamaya çalışırsa/taciz ederse “sakın
nefsinize uyup kendinizi ona teslim etmeyiniz, namusunuzu koruyunuz” uyarısı
yapılmaktadır.
Bir insanın kendi yaşadığı çevrede hiç kimseyi görmeden yaşayabilmesi için
ancak kör olması gerekir, eğer kör değilseniz hayatınız boyunca kendi gözünüzle
erkekleri/kadınları görmeniz kaçınılmazdır. İşte bu sosyal hayat içerisinde Allah
(cc), kimsenin namusuna yan gözle bakmadan, bakışlarla ve sözlerle taciz
etmeden insanların bir arada yaşamasını emretmektedir. Yoksa gelenekçilerin
belirttiği gibi; “aileniz dışındaki kişilere bakmayınız, gözlerinizi kapatınız,
başkalarının sizi görmesini engellemek için her tarafınızı çarşaflayınız, göz zinası
işlememek için kendinizi eve hapsediniz, harama bakmamak için televizyon
izlemeyiniz, haram duymamak için radyo ve benzeri şeyler dinlemeyiniz” değil…
İnsanlara kötü gözle bakmadan, onları cinsel bir obje görmeden insanlarla
konuşabilir, onlara bakabilir ve onlarla arkadaş olabilirsiniz.
239
bakmak ya da bunları teşhir etmek Nur Suresi 30 ve Nur Suresi 31 ayetleri
gereği yasaklıdır.
240
KUR’ÂN’A GÖRE EVLİLİK VE AİLE
“...Kadınlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz...”
Bakara Suresi 187
Nikâhın, birbirini seven çiftler arasında karşılıklı rızaya dayalı olarak yapılması bir
mecburiyettir. Çiftlerden biri bu birlikteliğe rıza göstermezse bu nikâh, asla
kıyılamaz, kıyılsa da karşılıklı rıza söz konusu olmadığından Allah katında haram
işlenmiş olur ve de bu eşlerin ilişkisi de zina kapsamında değerlendirilir.
Bu nedenle kesinlikle, aileler dâhil olmak üzere, asla karşılıklı rızanın olmadığı
bir nikâh kıymamalı/kıydırmamalıdır. Bunun mesuliyeti çok büyüktür. Ayrıca
birbirini sevenleri ayırmaya çalışmak, onların evlenmesine herhangi bir
nedenden dolayı mani olmaya çalışmak da haramdır ve Allah katında çok büyük
bir günahtır.
Allah katında nikâhlı (evli) olmanın koşulu şudur: Mehir (erkeğin kadına olası bir
durumda boşanma halinde vaat ettiği şeyler) ve evlilik anlaşmasının hükümleri
belirlendikten sonra birbirini seven çiftler, birbirlerinin ellerini tutar (Bu ön nikâhta
bulunmak isterlerse arkadaşlarınız ve aile bireyleriniz de şahit olarak yanınızda
bulunabilirler) ve birbirlerine söz verirler (aslında Allah’a söz verirler, bu evliliğe
Allah’ı şahit tutarlar). Birbirimizi bırakmayacağız, birbirimizin haklarına riayet
edeceğiz, Kur’ân’ın emirleri doğrultusunda hayatımızı ve birlikteliğimizi devam
ettireceğiz vb. derler ve Fatiha Suresini okuyup bu ön
nikâhı/flört/mutabakat/karşılıklı rıza/tevekkül nikâhını tamamlamış olurlar. Bu
nikâh, çiftleri, Allah katında karı koca yapacaktır. Çiftler bu nikâhtan sonra
birbirinin helali olup yapacakları karı koca ilişkilerinden (bu nikâhtan sonra
dilerseniz çocuk bile yapabilirsiniz) dolayı Allah katında artık sorumlu tutulmazlar,
zina işlemiş olmazlar. Ancak çiftlerin en yakın zamanda bu ön nikâhı, salt hukuk
ile tescil etmeleri yani resmi nikâha dönüştürmeleri gerekir. Bu resmi nikâh,
241
çiftlerin devlet nezdinde haklarının belirlenmesi, koruma altına alınması,
çocukların haklarının korunması, miras vb. yükümlülükler için gerekli olup asla
ihmal edilmemelidir. Hatta bu ön nikâh, resmi nikâha dönüştürülmeden çiftler
asla çocuk sahibi olmamalıdır.
Şimdi evliliğin ön koşullarından biri olan mehir konusuna bir göz atalım:
242
Yaratılış gereği, erkeğin asli görevi eşinin ve çocuklarının ihtiyaçlarını
karşılamak olduğundan mehir sadece erkeğe farz olan kadınların haklarını
korumaya dönük bir Allah (cc) yasasıdır. Bu mehir, evlilik öncesi eşler
arasındaki karşılıklı rızaya dayalı olarak belirlenir, ancak erkeğin fakir olması
durumunda kadın dilerse bu mehirden vazgeçebilir, ancak mutlaka evlilik öncesi
eşler arasında olası bir durumda boşanma olmasına karşın evlilik anlaşması
imzalanmalıdır (Devlet nezdinde de mutlaka bu anlaşmanın resmi bir evrak
haline dönüştürülmesi ve devletin eşlerin haklarını koruma altına alması
gerekmektedir). Evlilik anlaşması, hem Tanrı katında hem de devlet nezdinde
bağlayıcı olup, evlilik anlaşmasında yer alan her maddenin mutlaka yerine
getirilmesi gerekmektedir. Boşanma halinde evlilik anlaşması içinde yer alan
herhangi bir maddenin keyfi nedenlerle yerine getirilmemesi Tanrı katında
büyük bir günah olup evlilik anlaşması yapılırken mutlaka bu durum göz önünde
bulundurulmalıdır.
Not: Davullu-zurnalı, kadınlı erkekli düğün yapmak asla haram değildir (çünkü
zaten düğüne gelen sizin kendi akrabalarınızdır, eğer kendi akrabalarınızın
namusundan da şüpheleniyorsanız…). Aksine dinimizde hiçbir yeri olmayan ve
uydurma hikâyelerden oluşan mevlit okutarak düğün yapmak büyük bir
günahtır. Ancak dileyen sadece Kur’ân’dan okumak koşuluyla düğünlerini dini
bir hava ile de yapabilir (ancak düğünlerin bir eğlence olduğu düşünüldüğünde
bu tip organizasyonların iki bölüm halinde yapılması bizce tavsiye edilir. İlk
bölüm; evliliğin önemi ve ehemmiyeti hakkında konuşmalar ve Kur’ân’dan
ayetler okunması, ikinci bölüm ise davullu-zurnalı eğlence aşamasıdır).
243
aykırı bir durumu teşkil eder. Çünkü bir bebeği kendi annesinden daha iyi
anlayacak ve ona daha iyi bakabilecek bir başkası asla bulunamaz. Bu nedenle
anne, çocuğu doğumdan itibaren en az bir yıllık süreç içinde asla yalnız
bırakmamalı ve bakımını bizzat kendisi üstlenmelidir (Doğum yapan kadının
çalışma şartları bizzat devlet tarafından düzenlenmeli ve doğumdan sonraki iki
yıllık süreç ile ilgili çalışma takvimi oluşturularak doğum yapan kadın üzerindeki
iş yükü azaltılmalıdır).
“Biz insana, annesine ve babasına itaati tavsiye ettik. Annesi onu güçsüzlük
üstüne güçsüzlükle taşımıştır. Sütten kesilmesi de iki yılda olmuştur. (Onun için)
Bana sonra da ana babana şükret. Dönüş ancak Bana'dır.”
Lokman Suresi 14
“Anneler, çocuklarını emzirmeyi tamamlamak isteyen kimse için tam iki yıl
emzirirler. Onların uygun bir biçimde yiyeceğini ve giyeceğini sağlamak, çocuğun
babasına aittir... Eğer ana baba karşılıklı anlaşma ve danışma sonucu sütten
kestirme isterlerse, kendilerine günah yoktur. Çocuklarınızı sütanneye emzirtmek
isterseniz, verdiğiniz ücreti güzelce teslim ettikten sonra, bunu yapmanızda bir
günah yoktur. Allah’tan korkun. Bilin ki Allah, yapmakta olduklarınızı görür.”
Bakara Suresi 233
244
gerçekleştirir. Ayrıca anne sütüne geçen immun sisteme ait hücreler de birçok
değişik enfeksiyona karşı koruma görevini yürütür. Anne sütünde, inek sütünde
bulunmayan en az 100 değişik madde bulunur. Bütün bu besin ve gıda özellikleri
yanında bebekleri anne sütü ile beslemenin bebeğin psikolojik gelişimi açısından
da önemli olduğu psikologlar tarafından kabul edilmektedir. Emzirmenin anne
için de önemli avantajları vardır. Bunlardan en iyi bilineni, bebeklerini emziren
annelerin göğüs kanserine karşı önemli ölçüde korunmasıdır.”
FDA Consumer Magazine, Ekim 1995
Ayrıca Lancet dergisinde yayınlanan bilimsel bir makaleye göre (Lancet, vol.
354 11-Aralık-1999; 2041-45); bebekleri ikinci yaş içinde emzirmeye devam
etmek, çocukların büyüme ve gelişmesinde de önemli bir rol oynamaktadır.
Anne ve baba; çocukları en iyi şekilde büyütmek, eğitmek ve her konuda onlara
yardım etmek sorumluluğuna sahip olduğu gibi çocuklar da ailelerine iyi
davranmak, onlara saygı duymak ve yaşlandıklarında onlara bakmak
sorumluluğuna sahiptirler.
“Biz insana, ana babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı
ve zahmetle doğurdu. Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer. Nihayet
insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: Rabbim! Bana ve ana
babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı temin
et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve
elbette ki ben Müslümanlardanım.”
Ahkaf Suresi 15
“(Allah) Anneme iyilik etmemi önerdi. Beni zorba bir eşkıya yapmadı.”
Meryem Suresi 32
245
“Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeye Bana ortak koşman için
zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin ve Bana yönelen
kimsenin yoluna uy. Sonra dönüşünüz Bana'dır.”
Lokman Suresi 15
Kimlerle Evlenilemez
“Zina eden bir erkek, zina eden veya Allah'a ortak koşan kadından başkasıyla
evlenmez; zina eden kadın da zina eden veya Allah'a ortak koşan erkekten
başkasıyla evlenmez.” Nur Suresi 3
“Ey iman edenler! Mümin kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları
imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların inanmış
246
kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kâfirlere geri göndermeyin. Bunlar onlara
helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. Onların (kocalarının) sarf
ettiklerini (mehirleri) geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla
evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın, sarf
ettiğinizi isteyin. Onlar da sarf ettiklerini istesinler. Allah'ın hükmü budur.
Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hikmet sahibidir.”
Mümtehine Suresi 10
“Eğer eşlerinizden biri, sizi bırakıp kâfirlere kaçar, siz de (onlarla savaşıp) galip
gelirseniz, eşleri gitmiş olanlara (ganimetten), harcadıkları kadar verin.
İnandığınız Allah'a karşı gelmekten sakının.”
Mümtehine Suresi 11
247
Boşanmış ya da Dul Kalmış Kadınların Tekrardan Evlenebilme Şartı
“(Vefat iddeti beklemekte olan) kadınlara kendileri ile evlenmek istediğinizi üstü
kapalı olarak anlatmanızda veya bu isteğinizi içinizde saklamanızda sizin için bir
günah yoktur. Allah biliyor ki siz onlara (bunu er geç mutlaka) söyleyeceksiniz.
Meşru sözler söylemeniz dışında sakın onlarla gizliden gizliye buluşma yönünde
sözleşmeyin. Bekleme müddeti bitinceye kadar da nikâh yapmaya kalkışmayın.
Şunu da bilin ki Allah içinizden geçeni hakkıyla bilir. Onun için Allah’a karşı
gelmekten sakının ve yine şunu da bilin ki Allah gerçekten çok bağışlayandır,
halimdir (Hemen cezalandırmaz, mühlet verir).”
Bakara Suresi 235
248
Allah’tan korkun ve bilin ki her halde siz ona kavuşacaksınız. Îman edenlere
müjdele.”
Bakara Suresi 223
Bakara Suresi 223 ayetinde geçen “tarlanıza dilediğiniz şekilde gelin” ifadesi,
her şeyi kısıtlamaya meraklı gelenekçilerin cinsellik alanını da kısıtlamaya
çalışan söylemlerine inat, cinsel ilişkinin her şekilde yapılabileceğini ve bu
konuda hiçbir kısıtlamanın olmadığını vurgulamaktadır. Yani gelenekçilerin
aksine Kur’ân, evli olmak ve birbirlerinin onayı olmak koşuluyla çiftler arasındaki
her türlü aşk oyununu, cinsel ilişki durumunda her türlü fantezi ve pozisyonu
sınırsız mubah olarak görür.
249
2) Grup seks yasaklıdır. Birden fazla eşiniz varsa onlarla asla aynı anda birlikte
olamazsınız, sadece tek bir eşinizle ilişki yaşayabilirsiniz.
3) “…Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın... Bakara Suresi 222” ayeti
gereği eşinizle arka yoldan (popodan) cinsel ilişkiye girmek yasaktır. Bu
yasak; Şuara Suresi 165-167 ve Neml Suresi 55 ayetlerinde de gizli bir anlam
olarak ortaya çıkmakta ve kadınların, erkeklerle benzer yerleri olan popo
kısımları ile cinsel buluşma yapılmasını yasaklamaktadır. Bu durum
kadınların sağlığı açısından da uzak durulması gereken bir davranış
olduğundan yapılmaması gerekmektedir.
4) Bir yaratılış garipliği olarak doğan homoseksüeller dışında Allah, erkek-erkek,
kadın-kadın ilişkisini tamamiyle haram kılmıştır. Yani doğuştan tam anlamıyla
erkek ve tam anlamıyla kadın olarak doğan ve kadınlık-erkeklik dürtülerine
sahip olan normal insanların, cinsiyetlerini değiştirmeleri ve de kadın-kadın,
erkek-erkek olacak şekilde bir cinsel ilişkiye girmeleri haramdır. Doğuştan, bir
yaratılış garipliği olarak homoseksüel bir yapıya sahip olanlarda ise bu durum
farklıdır. Doğuştan homoseksüel olarak yaratılanlar, hangi cinsiyete kendilerini
yakın görüyorlarsa (hangi hormon düzeyi fazla ise) o cinsiyeti seçebilir ve karşıt
cinsle evlenebilirler. Bu asla bu tip insanlar için haram değildir.
“Biz insana, ana babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı
ve zahmetle doğurdu. Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer. Nihayet
insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: Rabbim! Bana ve ana
babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı temin
250
et. Benim için de, zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve
elbette ki ben Müslümanlardanım.”
Ahkaf Suresi 15
“Anneler, çocuklarını emzirmeyi tamamlamak isteyen kimse için tam iki yıl
emzirirler…”
Bakara Suresi 233
Kürtaj
“Ey insanlar! Ölümden sonra dirilme konusunda kuşku içinde olabilirsiniz. Ama
şu bir gerçek ki, biz sizi bir topraktan, sonra bir spermden, sonra bir embriyodan,
sonra ne olduğu kısmen belirli kısmen belirsiz bir et parçasından yarattık ki, size
açık seçik beyanda bulunalım. Ve sizi rahimlerde, belirlenen bir süreye kadar
dilediğimiz şekilde bekletiriz. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkarırız...”
Hacc Suresi 5
“Sonra onu çok dayanıklı bir karargâhta bir damlacık yaptık. Sonra o damlacığı
bir embriyoya dönüştürdük, sonra o embriyoyu bir et parçası haline getirdik,
nihâyet o kemiğe de bir et giydirdik. Sonra onu bir başka yaratılışta yeniden
kurduk. O yaratıcıların en güzeli Allah’ın kudret ve sanatı ne yücedir.”
Mü’minun Suresi 13-14
“…Kim bir kişiyi, bir kişiye karşılık yahut yeryüzünde bir fesat sebebiyle
olmaksızın öldürürse, insanları toptan öldürmüş gibidir…”
Maide Suresi 32
251
“Çocuklarını hiçbir bilgiye dayanmaksızın akılsızca öldürenler ile Allah'a karşı
yalan yere iftira düzüp Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiklerini haram kılanlar
elbette hüsrana uğramışlardır. Onlar, gerçekten şaşırıp sapmışlardır ve doğru
yolu bulamamışlardır.”
En’am Suresi 140
Çok eşlilik, Kur’ân’ın yasakladığı bir durum olmadığı gibi tavsiye ettiği bir durum
da değildir. Kur’ân’ın her konuda olduğu gibi bu konudaki serbestiyet çerçevesi
de, bütün zaman dilimlerine ve bütün insanlığa gönderilmiş olmasından
kaynaklanmaktadır. Nitekim çok eşlilik; savaşlar ya da hastalıklar nedeniyle
erkek oranın azaldığı zamanlarda kadınlar tarafından talep edilen bir durum
olmuştur. Örneğin savaş sonrasında erkek nüfusun azalmasına bağlı olarak
1949 yılında Almanya’da Bonn halkı ve sosyal kadın kuruluşları çok kadınla
evliliğe izin veren bir maddenin anayasaya konmasını istemişlerdir.
Ayrıca erkeğin birden fazla kadınla gayrimeşru bir ilişki yaşamasındansa eşinin
ya da eşlerinin onayını alaraktan başka kadın ya da kadınlarla (en fazla dört
kadınla evlenebilir) evlenip tüm eşlerinin haklarına riayet etmesi daha mantıklı bir
yoldur. Nitekim bu konuda İngiliz yazar ve kadın hakları savunucusu Annie
Beasant şöyle demektedir: “Bir tek kadınla evlilik Batı’da sözde kalmıştır.
Gerçekte sorumsuz birçok evlilik usulü alıp yürümüştür. Erkek metresinden
bıkınca savar, o da zamanla hafif kadın halini alır. Zavallı metresin durumu, çok
hanımlı bir aile yuvasındaki mevki sahibi kadının yanında çok acıklıdır. Sokakları
252
dolduran binlerce zavallı kadın gördüğümüzde anlıyoruz ki çok eşliliğe izini
kötülemek, Batılıların ağzına hiç yakışmıyor. İğfal edilmiş, sığınılacak bir yer ve
sevgiden yoksun, gayrimeşru çocuğu ile ortada, miras hakkından yoksun,
herkesin zevkine kurban olup yaşamaktansa bir erkeğin meşru hanımlarından
biri sıfatıyla sevgi görüp aile yuvasında yaşamak daha saygındır.”
Kur’ân’ın bu konuya bakış açısı ise şu şekildedir: “Ve in hıftüm illa tuksitu fil
yetama fenkihu ma tabe leküm minen nisai mesna ve sülase ve ruba' fe in hıftüm
ella ta'dilu fe vahıdeten ev ma meleket eymanukum zalike edna ella teulu.”
Nisa Suresi 3
Hâlbuki Nisa Suresi 3 ayetinde geçen “ma meleket eymanukum” ifadesi, “cariye”
anlamına değil “meşru şekilde, Kur’ân’ın emirlerine riayet edilerekten evlenilen
eş” anlamına gelmektedir.
253
Yani bu ayete göre; cahiliye dönemi gibi sınırsız kadınla evlenemezsiniz, dörtten
fazla kadınla evlenemezsiniz, en ideal evlilik tek eşlilik olup, birden fazla evlilik
yapacaksanız eşinizin/eşlerinizin onayını almak zorundasınız, kadınların
hepsinin haklarını gözetmek zorundasınız, hepsinin ihtiyaçlarını gidermek
zorundasınız ve hiçbiri arasında ayrım yapamazsınız. Eğer bu koşulların hepsini
aynı anda sağlayabiliyorsanız, Allah, birden fazla eşle (dörtten fazla olmamak
koşulu ile) evlenmenize onay vermektedir.
Ancak yine de Nisa Suresi 129 ayetinde Allah (cc), “en ideal evliliğin tek eşlilik
olduğunu belirtmekte ve ne yaparsanız yapın eşler arasında adil olamazsınız,
mutlaka sorunlar olur, bu nedenle tek eşliliğe yönelin, bu sizin için daha
hayırlıdır” diye buyurmaktadır.
Erkeklerin aksine kadınların iki ya da daha fazla erkekle evlenmeleri yasaklı bir
durumdur. Çünkü kadın, yaratılış itibariyle doğum gibi kutsal bir görevi
üstlenmiştir. Kadının birden fazla kocalı olması durumunda; çocuğun kimden
olduğu (Kur’ân’ın indiği dönemler düşünüldüğünde bunun olanaksız olduğu
anlaşılır), çocuğun bakım-eğitim gibi işlerinin kim tarafından üstlenileceği, babalık
görevini kimin üstleneceği, çocuğa gerçekte kimin sahip çıkacağı, DNA ile tespit
edilse dahi babanın çocuğu kabul edip-etmeyeceği, soyadı, miras ve vasiyet gibi
sorunlar nedeniyle kadınların birden fazla eşli olması yasaklanmıştır.
254
(Müslüman olsun ya da olmasın), yanında bulunabilir, onlarla yemek yiyebilir,
onlarla konuşabilirsiniz…”
Nur Suresi 31
“Köre güçlük yoktur; topala güçlük yoktur, hastaya güçlük yoktur. Sizin için de
gerek kendi evlerinizden gerekse şu kişilerin evlerinden yemek yemenizde bir
sakınca yoktur: Babalarınızın evleri yahut annelerinizin evleri yahut
kardeşlerinizin evleri yahut kız kardeşlerinizin evleri yahut amcalarınızın evleri
yahut halalarınızın evleri yahut teyzelerinizin evleri yahut anahtarı size teslim
edilmiş olan evler yahut arkadaşlarınızın evleri. Hep birlikte yahut ayrı ayrı
yemenizde sizin için hiçbir sakınca yoktur. Evlere girdiğinizde, Allah katından bir
esenlik, bir bereketlilik, bir temizlik dileği olarak kendinize de selam verin. Allah
size ayetleri işte böyle ayan beyan bildiriyor ki, aklınızı çalıştırabilesiniz.”
Nur Suresi 61
255
“Allah’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri özlemeyin. Erkeklere,
kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Allah’tan
bol nimet isteyin. Doğrusu Allah her şeyi bilir.”
Nisa Suresi 32
“Erkek olsun kadın olsun, her kim de mümin olarak iyi işler yaparsa, işte onlar
cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.”
Nisa Suresi 124
“Erkek veya kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir
hayat ile yaşatırız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile
veririz.”
Nahl Suresi 97
“...İster erkek ister kadın olsun, mü’min olarak kim sâlih amel/hayırlı iş yapmışsa
onlar cennete girecektir...”
Mü’min Suresi 40
“De ki: İş yapıp değer üretin; yapıp ürettiğinizi Allah da, resul de, müminler de
görecektir. Ve siz, görülmeyen âlemi de görülen âlemi de bilenin huzuruna
döndürüleceksiniz, O size, yapıp ettiklerinizi bir bir haber verecektir.”
Tevbe Suresi 105
“Ben, erkek olsun, kadın olsun -ki hepiniz birbirinizdensiniz- içinizden, amel
eden/çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki hicret
ettiler, yurtlarından çıkarıldılar. Benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve
öldürüldüler; andolsun Ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları içinden
256
ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfat, Allah tarafındandır. Allah,
mükâfatın en güzeli kendi yanında olandır.”
Al-i İmran Suresi 195
“Rabbi Meryem’e hüsnü kabul gösterdi; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi.
Zekeriyya’yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyya, onun yanına, mâbede
her girişinde orada bir rızık bulur ve "Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?" der;
o da: Bu, Allah tarafındandır. Allah, dilediğine sayısız rızık verir, derdi.”
Al-i İmran Suresi 37
“Irzını iffetle korumuş olanı (Meryem’i) de an. Biz ona ruhumuzdan üfledik; onu
ve oğlunu cümle âlem için bir ibret kıldık.”
Enbiya Suresi 91
257
“Allah’ın, bazısını bazısına üstün kılması ve onların kendi mallarından harcaması
nedeniyle erkekler, kadınlar üzerinde ‘sorumlu - yöneticilerdir.’ İyi kadınlar
gönülden (Allah’a) itaat edenler, - Allah, (onları ve haklarını) nasıl koruduysa -
görünmeyeni koruyanlardır. Başkaldırıp - diretmelerinden korktuğunuz kadınlara
(önce) öğüt verin, (sonra) yataklarda yalnız bırakın, (bu da yetmezse hafifçe)
dövün. Size itaat ederlerse, aleyhlerinde bir yol aramayın. Doğrusu Allah yücedir,
büyüktür.”
Tefhimül Kur’ân
258
onları dövün. Eğer size itâat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol
aramayın. Çünkü Allâh yücedir, büyüktür.”
Süleyman Ateş
“Er olanlar kadınlar üzerinde hâkim dururlar, çünkü bir kere Allah birini
diğerinden üstün yaratmış, bir de erler mallarından infak etmektedirler, onun için
iyi kadınlar itaatkârdırlar. Allah kendilerini sakladığı cihetle kendileri de gaybı
muhafaza ederler, serkeşliklerinden endişe ettiğiniz kadınlara gelince: evvelâ
kendilerine nasihat edin, sonra yattıkları yerde mahcur bırakın, yine
dinlemezlerse dövün. Dinledikleri halde incitmeye bahane aramayın, çünkü Allah
çok yüksek, çok büyük bulunuyor.”
Elmalılı Hamdi Yazır
259
Hâlbuki Nisa Suresi 34 ayetinin gerçekte anlatmak istediği yukarıdaki meallerden
çok farklıdır:
“Ya eyyühellezıne amenu kunu kavvamıne bil kıstı sühedae lillahi ve lev ala
enfüsiküm evil valideyni vel akrabın iy yekün ganiyyen ev fekıyran fellahü evla
bihima fe la tettebiul heva en ta'dilu ve in telvu ev tu'ridu fe innellahe kane bi ma
ta'melune habıra.”
Nisa Suresi 135
Nisa Suresi 135 ayetinde geçen “kavvam” kelimesine gelenekçiler, “adalete bağlı
kalmak, adaleti gözetmek veya ayakta tutmak” anlamını yüklemiş ve ayette
geçen “Ya eyyühellezıne amenu kunu kavvamıne bil kıstı sühedae lillahi”
ifadesini şu şekilde meallendirmişlerdir:
“Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun.” Diyanet
260
Ayrıca Maide Suresi 8 ayette geçen “kavvam” kelimesi de aynı şekilde
gelenekçiler tarafından “adalete bağlı kalmak, adaleti gözetmek veya ayakta
tutmak” anlamında kullanılmıştır. Furkan Suresi 67 ayetinde geçen “kavvam”
kelimesinden türetilen “kavam” kelimesi de “yerli yerinde, dengeli” anlamında
kullanılmıştır. Yani gelenekçiler tarafındann Nisa Suresi 34 ayetinde geçen
“kavvam” kelimesine verilen “yönetici, hâkim olmak” anlamı, bu ayet dışında,
Kur’ân’ın hiçbir yerinde bu anlamda kullanılmamıştır. Sonuç olarak şunu
diyebiliriz ki; Nisa Suresi 34 ayeti, kadınlarla ilgili olduğundan sırf hadisleri doğru
göstermek zihniyetine sahip olan gelenekçiler tarafından, bu ayette geçen
“kavvam” kelimesine özellikle “yönetici, hâkim olmak” anlamı yüklenmiş ve
kelimenin asıl anlamı olan “adalete bağlı kalmak, adaleti gözetmek veya ayakta
tutmak” ifadesi, gizlenmeye çalışılmıştır.
261
“Ve lev la def’ullahin nase ba’dahüm bi ba’dil le fesedetil erdu. >>> Eğer Allah’ın,
bazı insanları diğer bazılarıyla savması olmasaydı, yeryüzü bozguna uğrardı.”
Bakara Suresi 251
“Tilker rusülü faddalna ba’dahüm ala ba’d. >>> İşte resuller! Biz onların bazısını
bazısına üstün kılmışızdır.”
Bakara Suresi 253
“Ve kezalike fetenna ba’dahüm bi ba’dil. >>> Biz böylece onların bir kısmını diğer
bir kısmıyla.”
En’am Suresi 53
“Ve la tetemennev ma faddalelelahü bihi ba’daküm ala ba’d lir ricali nasiybüm
mimmektesebu ve lin nisai nasiybüm mimmektesebn ves’elüllahe min fadlih
innellahe kane bi külli şey’in alima. >>> Allah’ın, bir kısmınıza bir kısmınızdan
farklı olarak lütfettiği şeyleri isteyip durmayın. Erkeklere kendi kazandıklarından
bir pay var; kadınlara da kendi kazandıklarından bir pay var. Allah’tan, O’nun
lütfünü isteyin! Allah, her şeyi iyice bilmektedir.”
Nisa Suresi 32
Yukarıdaki ayetler (En’am Suresi 65, En’am Suresi 129, En’am Suresi 165, Enfal
Suresi 37, Nahl Suresi 71, İsra Suresi 21, Kehf Suresi 99 ayetleri de
incelenebilir) incelendiğinde ayetlerde geçen “badahüm” ifadesinin; erkeklerle
kadınları birbirleriyle karşılaştıran bir anlama sahip olmadığı, hem erkekleri hem
de kadınları kastederek Nisa Suresi 34 ayetinde geçen “faddalellahü ba’dahüm
ala ba’div” ifadesi ile “Allah erkeklerin ve bayanların bazısını bazılarına üstün
kılmıştır” yani “Allah her birine farklı özellikler ve yetenekler vermiştir” şeklinde
bir anlama sahip olduğu görülmektedir. Zaten ayetin devamında da bu anlamda,
erkeklerin kadınlara oranla biyolojik/fiziksel güç açısından daha üstün olmaları
nedeniyle evin geçiminin erkeklerin sorumluluğu altında olduğu vurgusu
yapılmıştır. Yani ayette belirtilen üstünlük; kutsaliyet, takva ya da makam
açısından bir üstünlük değil, biyolojik/fiziksel/maddi güç ya da yetenek açısından
bir üstünlüktür. Nitekim bu konu ile ilgili, Rad Suresi 4 ayeti bizi destekler
niteliktedir.
262
“Ve fil erdi kitaum mütecaviratüv ve cennatüm min a’nabiv ve zer’uv ve nehiylün
sinvanüv ve ğayru sinvaniy yüska bi maiv vahidiv ve nüfaddilü ba’daha ala ba’din
fil ükül inne fi zalike le ayatil li kavmiy ya’kilu.”
Rad Suresi 4
“O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı
ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa’ya açık
mucizeler verdik ve onu Rûhu’l-Kudüs ile güçlendirdik. Allah dileseydi o
peygamberlerden sonra gelen milletler, kendilerine açık deliller geldikten sonra
birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat onlar ihtilafa düştüler de içlerinden kimi iman
etti, kimi de inkâr etti. Allah dileseydi onlar savaşmazlardı; lâkin Allah dilediğini
yapar.”
Bakara Suresi 253
263
takva ya da makam açısından bir üstünlüğe sahip olduğu anlamında değildir.
Nitekim Allah (cc), bu konu ile ilgili şöyle buyurmaktadır:
“Şöyle deyin: Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, onun
torunlarına indirilene, Mûsa’ya ve İsa’ya verilene ve diğer nebilere verilene
inandık. Bunlar arasından hiç kimseyi ayırmayız. Biz yalnız O’na/Allah’a teslim
olanlarız.”
Bakara Suresi 136
Allah, kadın ve erkeği bir bütünün (nefsin) çiftleri şeklinde yaratmış ve asla erkeği
kadına, kadını da erkeğe üstün tutmamıştır. Ne kadını erkeğin hâkimiyeti için ne
de erkeği kadının hâkimiyeti için var etmiştir. Kadın ve erkek, eş oranda hak,
hürriyet ve yükümlülüklere sahiptir. Allah katındaki tek üstünlük ise, yapılacak iyi
işler neticesinde kazanılacak takva elbisesidir. Kadın ve erkek; her ne kadar
fiziksel, biyolojik, maddi ya da yetenek açısından farklı olsalar da, sosyal
anlamda birbirini tamamlayan bir bütünün iki parçasıdır. Bu nedenle asla kadın
ve erkek, yaratılıştan kaynaklanan bu farklılıkları üstünlük olarak kabul etmemeli
ve birbirlerine üstünlük taslamamalıdır.
“Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve
torunlar yarattı ve sizi temiz gıdalarla rızıklandırdı. Onlar hâlâ bâtıla inanıp
Allah’ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?”
Nahl Suresi 72
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden
birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak
birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten
de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.”
Nisa Suresi 1
“Sizi bir nefisten yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan var
eden Allah’tır. Eşine yaklaşınca, eşi hafif bir yük yüklendi ve bu halde bir müddet
taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca, karı-koca, Rableri olan Allah’a: “Bize kusursuz bir
çocuk verirsen, and olsun ki şükredenlerden oluruz” diye yalvardılar.”
A’raf Suresi 189
264
Yukarıdaki ayetlere rağmen gelenekçiler; kadının, erkeğin kaburga kemiğinden
yaratıldığını iddia eden Tevrat kökenli uydurma hadisleri referans alarak erkeğin
kadından daha üstün olduğunu iddia etmektedirler.
“Rabb Allah Âdem’in üzerine derin uyku getirdi ve o uyudu ve onun kaburga
kemiklerinden birini aldı ve yerini etle kapladı ve Rab Allah Âdem’den aldığı
kaburga kemiğinden bir kadın yaptı ve onu Âdem’e getirdi.”
İncil, Tekvin 2/21-22
Kur’ân, erkek ve kadının tek bir nefisten yaratıldığını; hak, hürriyet ve değer
açısından hiçbir farklılığa sahip olmadıklarını; fizyolojik, psikolojik ve biyolojik
farklılıkları nedeniyle birbirlerinin tamamlayıcısı olduklarını açıklamasına rağmen,
gelenekçiler, “…bu Kur’ân’dan sonra hangi hadise/söze iman ediyorlar?” A’raf
Suresi 185
Bakara Suresi 228 ayetinde geçen “erkeklerin kadınlardan bir derece daha
üstün” olduğu ifadesi de gelenekçiler tarafından erkeklerin kadınlardan kutsaliyet,
takva ve makam açısından daha üstün olduğu şeklinde yorumlanmıştır. Hâlbuki
Allah, zaten Hucurat Suresi 13 ayetinde üstünlüğün cinsiyette değil de takvada
olduğunu belirtmiştir. Bu durumda Allah (cc), kendisiyle çelişmeyeceğine göre
Bakara Suresi 228 ayeti, şüphesiz ki gelenekçilerin belirttiğinden çok öte bir
anlam taşımaktadır.
265
Gelenekçiler tarafından Bakara Suresi 228 ayetinin klasik meali şu şekilde
yapılmaktadır: “Boşanmış kadınlar, kendi başlarına (evlenmeden) üç ay hali
(hayız veya temizlik müddeti) beklerler. Eğer onlar Allah'a ve ahiret gününe
gerçekten inanmışlarsa, rahimlerinde Allah'ın yarattığını gizlemeleri kendilerine
helâl olmaz. Eğer kocalar barışmak isterlerse, bu durumda boşadıkları kadınları
geri almaya daha fazla hak sahibidirler. Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları
gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara
göre bir derece üstünlüğe sahiptirler. Allah azizdir, hâkimdir.”
Kur’ân’a Göre İki Kadının Şahitliği Bir Erkeğin Şahitliği Kadar mıdır?
266
bulunmaktadır. Örneğin zinanın tespitinde gerekli olan dört şahit için Kur’ân,
kadın-erkek ayrımı yapmadan sadece dört şahidin (erkek ya da kadın fark
etmeksizin) yeterli olduğunu açıklamaktadır. Yani ayette bu dört şahit için; 4
kadın veya 2 erkek (2 x 2 kadın), 4 erkek veya 8 kadın (1/2 x 8 kadın=4 erkek)
gibi ifadeler kullanılmadan direk olarak dört şahidin gerekliliği vurgulanmakta ve
bu dört şahidin cinsiyetlerinden bahsedilmemektedir.
267
şahitlik için daha sağlam ve şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir. Ancak
aranızda peşin devrettiğiniz bir ticaretse, o zaman bunu yazmamanızda size bir
sakınca yoktur. Alışveriş yaptığınızda da şahit tutun, bir de ne yazana ne de
şahitlik edene zarar verilmesin. Eğer zarar verirseniz bu mutlaka kendinize
dokunacak bir günah olur. Allah'tan korkun! Allah size ilim öğretiyor ve Allah her
şeyi bilir.”
Bakara Suresi 282 ayette kullanılan ve “iki kadının şahitliğinin bir erkeğin
şahitliğine denk olduğu” yanlış anlaşılmasına neden olan ana kelime "TEDİL"dir.
Bu kelime, çoğu mealci tarafından “unutursa” şeklinde çevrilmiştir. Hâlbuki
“unutmak” kelimesinin gerçek karşılığı Arapçada “Tansa/Nasi”dir. Şimdi buradan
yola çıkarak “tedil” kelimesinin gerçekte ne anlama geldiğine bir göz atalım:
“Dal” köküne dayanan diğer bir kelime de “Dilal/Dil” kelimesidir ve “gölge, ışık
görmeyen alan” anlamlarına gelir. Bu kelimeden türetilen “tedi” ve “tidil”
kelimelerinin kullanım şekli ise; “İstediğini (Tedi) doğru yola istemediğini
sapmışların (Tidil) yoluna” şeklindedir. Dolayısıyla bu açıklamalar ışığında şunu
diyebiliriz ki; “tedil” kelimesi, “unutmak” anlamında değil “sapan/kayıp/gölge”
anlamlarına gelmektedir. Buradan yola çıkarak Bakara Suresi 282 ayette “tedil”
kelimesinin gerçek anlamını yerine koyduğumuzda da gerçekte ayetin şunu
anlatmak istediğini anlarız:
268
Şimdi daha açıklayıcı olması amacıyla Bakara Suresi 282 ayetini basamak
basamak tekrardan inceleyelim (Kur’ân’a göre borçlanma yasası aşağıda
anlattığımız şekilde olmalıdır. Alıncak borcun miktarını küçümsemeden hem
borcu alan kişi, hem de borcu veren kişi, aşağıdaki kurallara harfiyen uymalıdır.
Bu, toplumda güven ve huzurun devamlılığı açısından mutlaka uygulanması
gereken bir yasadır, ihmal edilmemelidir. Çünkü bu, bir Allah yasasıdır).
1) İki ya da daha fazla kişi arasında ileride ödemesi yapılacak bir borç işlemi
yapılacaksa, bu işlem kâğıda dökülmelidir.
2) Bu belgeye dökme işi, resmi bir makam ya da kurum tarafından yapılmalıdır.
3) Borç alan kişi, kaydı tutacak olana borcun detayları (ne zaman ödenecek, ne
kadar geri ödenecek gibi) hakkında imza sahibi olarak bilgi vermek zorundadır.
4) Borçlu olan kadın veya erkek herhangi bir sebeple bu bilgileri vermezse, onun
yasal velisi bu sorumluluğu almalıdır.
5) Borç işleminin tamamlanması için 2 şahit gerekmektedir.
6) İki şahidin de erkek olması tercih sebebidir. İki erkek şahit bulunmazsa bir
erkek ve iki kadın şahit yeterlidir.
7) Şahitlik zamanında ise iki şahidin hazır olması gerekmektedir. Bu iki şahit; iki
erkek, iki kadın veya bir erkek ve bir kadın olabilir. Ayette bir erkek yerine iki
kadının şahit olarak tutulmasının istenmesinin nedeni kadınlardan birinin olası bir
ihtimalle şahitliğe çağrıldığında gidememesi durumunda diğer kadının şahit
olarak dinlenmesidir. Yani önemli olan iki şahidin çağrıldığında şahitliğe
gitmesidir.
Bunun cevabı gayet açıktır: Kadın ile erkek arasındaki psikolojik farklılıklardır.
Kadın doğurur, erkek doğurmaz; kadın doğumdan sonra uzun bir süre
dinlenmelidir, erkeklerin buna ihtiyacı yoktur; kadınlar çocuklarını emzirmek
zorundadır, erkekler değil; kadını etkileyen aybaşı hali vardır, erkeğin yoktur vb.
İşte bu fiziksel farklılıklar kadının şahitliğinin tedil olmasına yani şahit olarak
çağrıldığında gitmesine engel teşkil edecek durumlardır. Yani kadınların bu gibi
269
durumlar nedeniyle erkeklerden farklı olmalarından dolayı, herhangi bir şahitlik
durumunda eğer iki erkek yoksa bu durumda bir erkek ve iki kadının şahitliğine
gidilmesi tavsiye edilmiştir. Bu durumda olası bir ihtimalle kadınlardan biri
saydığımız nedenlerden dolayı şahit olarak çağrıldığında şahitliğe gidemezse,
diğer kadın şahit olarak gidebilecektir. Ve toplamda iki şahit dinlenmiş olacaktır.
Şimdi aynı ayet ışığında bir erkek yerine iki kadın şahit tutulmasını gerekli
kılacak diğer bir nedene göz atalım. Bakara Suresi 282 ayette; “Yazana da,
şahitlik edene de zarar vermeyin. Yapacak olursanız doğru yoldan sapmış
olursunuz” şeklindeki ifadeyi şahide ve yazıcıya yapılan/yapılacak baskıyı ve bu
bağlamda ayetin mantığını anlamak için göz önünde bulundurmamız
gerekmektedir. Maddi menfaatlerin söz konusu olduğu böyle bir konuda şahitlik,
insanların en çok kaçındığı bir görevdir. Bu nedenle Allah, kaçınılan bu görevi en
başta erkeklere yükleyip, iki erkek şahidin bulunması emrini vermektedir.
Böylece ticaretle daha az uğraşan ve baskılara karşı daha hassas olan
kadınların bu kaçınılan vazifeden korunması sağlanmaktadır. Ancak olası bir
durumda eğer ki iki erkek şahit bulunamaz ve sadece bir erkek şahit bulunursa, o
durumda, bir erkek ve iki kadın şahidin bulunması gerektiği emri verilmektedir.
Böylelikle de hem şahit sorununun çözülmesi, hem de olumsuz bir durumda
ortaya çıkabilecek bir erkekle bir kadının karşı karşıya kalması durumu önlenerek
kadının korunması sağlanmaktadır.
Nitekim borç miktarı konusunda yanlış anlamanın ortaya çıktığı bir durum
düşünüldüğünde; iki şahidin farklı şahitliği durumunda kadın erkekle karşı
karşıya kalacak ve iki taraftan birinin yalancı olduğunun kesin olduğu bir ortamda
kadın, yoğun stres ve baskı altında kalacaktır. Oysa bir erkek ve iki kadının
şahitliği durumunda; şahit sayısının üçe çıkması nedeniyle mesuliyet dağılacak,
şahitler üzerindeki stres azalacak ve baskı yapmak isteyen art niyetli kişilerin, bu
sefer iki kişiden birini değil, üç kişiden ikisini kandırmaları gerektiği için işleri
zorlaşacaktır. Zaten ayette geçen “Böylesi, şahitlik için daha sağlamdır”
ifadesiyle de böyle bir durum kastedilmiştir.
270
ayeti kendi nefislerine göre yorumlayarak ayetten “bir erkeğin şahitliği iki kadının
şahitliğine eşittir” sonucunu çıkarmışlardır.
“Ey iman edenler! Birinize ölüm gelip çatınca vasiyet esnasında içinizden iki
adalet sahibi kişi aranızda şahitlik etsin. Yahut seferde iken başınıza ölüm
musibeti gelmişse sizden olmayan, başka iki kişi (şahit olsun). Eğer şüpheye
düşerseniz o iki şahidi namazdan sonra alıkor, ‘Bu vasiyet karşılığında hiçbir şeyi
satın almayacağız, akraba (menfaatine) de olsa; Allah (için yaptığımız) şahitliği
gizlemeyeceğiz, (aksini yaparsak) bu takdirde biz elbette günahkârlardan oluruz’
diye Allah üzerine yemin ettirirsiniz.”
Maide Suresi 106
“Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört şahit getirin. Eğer şahitlik
ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya
kadar evlerde hapsedin.”
Nisa Suresi 15
“Kadınlar bekleme sürelerinin sonuna vardıklarında onları ya Mâruf ile tutun veya
Mâruf ile ayırın. Sizden iki güvenilir şahit getirin, şahitliği Allah için yapın.”
Talak Suresi 2
271
Kur’ân’a Göre Miras Paylaşım Hukuku
“Sizden birine ölüm yaklaştığında, bir mal bırakacaksa anaya babaya, yakınlara,
uygun bir biçimde vasiyet etmesi farz kılındı. Bu, erdemliler için bir görevdir.”
Bakara Suresi 180
“Çocuklarınız konusunda Tanrı, erkeğe iki dişinin hissesi kadar tavsiye eder.
Eğer onlar ikiden çok kadın ise (ölünün) geride bıraktığının üçte ikisi onlarındır.
Kadın (veya kız) bir tek ise, bu durumda yarısı onundur. (Ölenin) Bir çocuğu
varsa, geriye bıraktığından anne-ve-babadan her biri için altıda bir, çocuğu
olmayıp da anne-ve-baba ona mirasçı ise, bu durumdan annesi için üçte bir
vardır. Onun kardeşleri varsa o zaman annesi için altıda birdir. (Ancak bu
hükümler, ölenin) Ettiği vasiyet veya (varsa) borcun düşülmesinden sonradır.
Babalarınız, oğullarınız, siz onların hangilerinin yarar bakımından size daha
yakın olduğunu bilmezsiniz. (Bunlar) Tanrı'dan bir farzdır. Şüphesiz Tanrı
bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.” Nisa Suresi 11
272
“Ve leküm nısfü ma tereke ezvacüküm in lem yekün lehünne veledün, fein kâne
lehünne veledün felekümür rubüu mimma terekne min ba’di vasıyyetin yusıyne
Biha ev deyn ve lehünner rübüu mimma terektüm in lem yekün leküm veledün,
fein kâne leküm veledün felehünnes sümünü mimma terektüm min ba’di
vasıyyetin tusune Biha ev deyn ve in kâne recülün yuresü kelaleten evimraetün
ve lehu ehun ev uhtün feli külli vahıdin minhümes südüs fein kânu eksere min
zâlike fehüm şürekaü fiys sülüsi min ba’di vasıyyetin yusa Biha ev deynin ğayra
mudarr vasıyyeten minellah vAllahu Aliymun Haliym.”
Nisa Suresi 12
“Yesteftunek kulillahu yüftiyküm fiyl kelaleti, inimruün heleke leyse lehu veledün
ve lehu uhtün feleha nısfü ma terek ve huve yerisüha in lem yekün leha veled fe
in kanetesneteyni felehümessülüsani mimma terek ve in kânu ıhveten Ricalen ve
nisaen felizzekeri mislü hazzıl ünseyeyn yübeyyinullahu leküm en tedıllu vAllahu
Bi külli şey’in Aliym.”
Nisa Suresi 176
273
(birlikte) onun terekesinin üçte ikisine sahip olacaklar ve eğer erkek kardeşler ve
kız kardeşler varsa, erkek iki kadının payı kadar alacak.” Allah (bütün bunları)
size açıklar ki sapıklığa düşmeyesiniz; Allah her şeyi bilir.”
Nisa Suresi 176
Nisa Suresi 11, 12 ve 176 ayetleri, vasiyet bırakmadan ölen bir kişinin malının
nasıl dağıtılacağına dair bilgiler vermektedir. Ayetlerde belirtilen malın
paylaştırılması oranları, maksimum oranlar değil minimum oranlardır. Yani ayette
belirtilen oranların altına kesinlikle inilemez/düşülemez. O oranlar, sınır
değerlerdir. Nitekim bu oran miktarı ile ilgili Nisa Suresi 11 ayette geçen
“Yüsıykümullahi” ifadesi, “Allah'ın size önereceği SON LİMİT şudur” anlamına
gelmekte olup ayetin devamında da ilgili miras paylaşım oranları verilmektedir.
Şimdi Nisa Suresi 11, 12 ve 176 ayetlerini maddeler halinde tekrardan yazalım:
274
M 12) Eğer o kardeşlerin sayısı bundan fazla ise hepsi mirasın 1/3’üne ortak
olur.
Nisa Suresi 176: Varis olarak babası ve çocuğu bulunmayan kimse için;
M 13) Eğer ölen bir erkekse ve kendisinin çocuğu olmayıp da sadece bir kız
kardeşi varsa o kız kardeş mirasın yarısını alır.
M 14) Eğer bir kadın ölürse ve kendisinin çocuğu olmayıp da geride sadece bir
erkek kardeş bırakmışsa, bu durumda o erkek kardeş mirasın tamamını alır.
M 15) Ölen erkeğin varisleri 2 kız kardeş ise mirasın 2/3’ü onlara verilir.
M 16) Eğer varisler hem erkek hem de kız kardeş ise; erkeğe 2 kız hissesi verilir.
Nisa Suresi 11 ayetinin M4 maddesinde geçen “Eğer ölenin bir çocuğu varsa”
ifadesi, bazı Kur’ân meallerinde “Eğer ölenin çocuğu varsa” şeklinde meal
edilmiş ve kavram kargaşasına neden olmuştur. Bu da sanki ayette geçen
“çocuk” ifadesinin genel anlamda kullanıldığı izlenimini yaratarak ayetlerin
yorumlanmasında ve anlaşılmasında hatalara neden olmuştur. Oysa ayetin
Arapça metninin M4 maddesinde “çocuk” kelimesi için kullanılan ifade
“VELEDÜN” olup bu kelime, Arapçada “bir tek çocuk” anlamına gelir. Yani
“veledün” kelimesi tekil bir anlama sahip olup genel anlamdaki “çocuk (bütün
çocuklar anlamında)” ya da çoğul anlama gelen “çocuklar” anlamını ifade
etmemektedir. Arapçada çoğul anlamdaki çocuklar ifadesine karşılık gelen
kelime, “EVLADUN”dur.
Türkçede “çocuk” kelimesi, kavram olarak hem tek bir çocuğa, hem de bazı
durumlarda çoğul anlamdaki çocuklar ifadesine de karşılık gelebildiğinden,
Arapça bilmeyen kişiler tarafından sanki “veledün” kelimesi, Türkçede olduğu gibi
genel anlamdaki çocuk kelimesiyle özdeş sayılmıştır. Hâlbuki Arapça gramerinde
“veledün” kelimesi teklik bildirir ve “bir tek çocuk” anlamına gelir. Ancak buna
rağmen, gelenekçiler ve onları referans alan bilgisiz ateistler tarafından ayette
geçen “veledün” kelimesi, “çocuklar” anlamında meallendirilmiş ve buna bağlı
olarak miras paylaşım hesaplamalarında yanlış sonuçlara ulaşılmıştır. Bu yanlış
meallerden yola çıkan bilgisiz ateistler tarafından da bu durum, hâşâ Allah’ın
Kur’ân’da matematiksel hata yapmış olduğuna delil olarak sunulmuştur. Bilgisiz
ateistler tarafından “veledün” kelimesine, “bir tek çocuk” anlamı değil de, genel
275
anlamdaki ya da çoğul anlama gelen “çocuklar” anlamının yüklenmesi sonucu,
Kur’ân’da hata olduğuna delil olarak sunulan örnekler aşağıdaki gibidir:
Örnek 1: Varsayalım ki bir adam öldü ve geriye üç kız çocuğunu, kendi anne
babasını ve hanımını bıraktı. Hatalı meallere göre; Nisa Suresi 11 ayetinde
“veledün” kelimesi “bir tek çocuk” değil de “çocuklar” anlamına geldiğinden, Nisa
Suresi 11, 12 ayetlerinin M2 maddesine göre ölenin üç kız çocuğuna mirasın
2/3’ü, M4 maddesine göre anne ve babasının her birine mirasın 1/6’sı ve M10
maddesine göre de karısına mirasın 1/8’i kalacaktır. Bu mantığa göre
(2/3)+(1/6)+(1/6)+(1/8)= 27/24 = 1,125 (Miras paylaşıldığında her bir mirasçının
aldığının toplamı, mirastan fazla çıkmaktadır! Hâlbuki sonucun 1 yani tam olması
gerekirdi) hesabını yapan ateistler, Kur’ân’da matematiksel bir hatanın olduğunu
iddia etmektedirler.
Hâlbuki ateistler, hatalı meallere göre yorum yapmakta ve çocuk sayısına bağlı
olmaksızın bir pay dağılım oranı belirlemektedirler. Nisa Suresi 11 ayetinin M4
maddesinde geçen “veledün” kelimesi çoğul anlama gelmemekte ve tekil olup
“bir tek çocuk” anlamına gelmektedir. Bu da ateistlerin örnek verdiği üç kız
çocuğuna mirastan 1/6 hisse düşmeyeceği anlamına gelir. Çünkü ayete göre
eğer ölenin “bir tek çocuğu” varsa mirastan 1/6 hisse alacaktır. Oysaki ateistlerin
verdiği örnekte ölenin üç kız çocuğu bulunmaktadır. Bu durumda Nisa Suresi 11
ayetinin M2 maddesine göre ölenin üç kızı, mirasın 2/3’ünü ve Nisa Suresi 12
ayetinin M10 maddesine göre de ölenin eşi, mirasın 1/8’ini alır. Bu örnek
durumda yer alan anne ve baba için ise belirlenmiş bir pay yoktur. Mirasın bu
şekilde paylaştırılması durumunda (2/3)+(1/8)=19/24 şeklinde bir oran çıkar. Bu
oranın yani mirasın arta kalan (5/24)’lik kısmı ise Nisa Suresi 8 ayetine göre
paylaştırılır ki sonuç olarak Kur’ân’da herhangi bir matematiksel hatanın olmadığı
görülür.
Örnek 2: Bir adamın ölmesi ve geride annesi, hanımı ve iki kız kardeşini
bırakması durumunda, ateistlerin mantığına göre Nisa Suresi 11 ayetinin M5
276
maddesine göre annesi mirasın 1/3'ünü, Nisa Suresi 12 ayetinin M9 maddesine
göre eşi mirasın 1/4'ünü ve Nisa Suresi 176 ayetinin M15 maddesine göre de iki
kız kardeşi mirasın 2/3'ünü alırlar. Ateistler tarafından verilen bu örnekte yapılan
hesaplama sonucunda da oranlar toplamı (1/3)+(1/4)+(2/3)=15/12=1,25 (Bunun
da 1,0 yani bir tam, bütün olması gerekirdi) şeklinde bulunmaktadır. Yani bu
oranlara göre miras paylaştırıldığında, paylaştırılan miktar, mirasın tamamından
%25 daha fazla çıkmakta, yani matematiksel bir hata oluşmaktadır.
Hâlbuki ateistler vermiş oldukları bu örnekte ölen adamın hiç çocuğu olmadığını,
geride sadece annesini, hanımını ve iki kız kardeşini bıraktığını belirtmişlerdir. Bu
durumda da ölen adamın hiç çocuğu olmadığına ve ayrıca iki kız kardeşi de
bulunduğuna göre, Nisa Suresi 11 ayetinin M5 maddesinde yer alan “anneye
mirasın 1/3’ü verilir” ifadesi geçerli olmaz. Çünkü M5 maddesinde anneye
mirasın 1/3’ünü verebilmek için ölen adamın sadece anne ve babasının olması
koşulu vardır. Verilen örnekte ise ölen adamın sadece annesi vardır, babası ise
yoktur. Bu durumda ayetlere göre anneye herhangi bir pay düşmez (Kocası ölen
anneye zaten kocası tarafından miras kalacağından ve annenin yaşı itibariyle de
geçim için daha az masrafa/mirasa ihtiyaç duyacağından böyle bir durumda
anne, miras için hesaba katılmaz). Mirasın paylaşımı sadece ölen adamın
hanımı ve 2 kız kardeşi arasında yapılır. Buna göre de ölen adamın eşi, Nisa
Suresi 12 ayetinin M9 maddesine göre mirasın, 1/4'ünü ve kız kardeşler de Nisa
Suresi 176 ayetinin M15 maddesine göre mirasın, 2/3'ünü alırlar. Bu oranlar
toplamına bakıldığında ise hesabın (1/4)+(2/3)=11/12 olduğu (Mirastan arta
kalan 1/12’lik kısım ise Nisa Suresi 8 ayetinde belirtildiği şekliyle dağıtılır) ve
ateistlerin hesapladığı gibi bir matematiksel hatanın olmadığı görülür.
Yukarıdaki ayetler incelendiğinde evli de olsa kadına ait bir mirasın var olduğu ve
evlilikte var olan bütün mülkün erkeğe ait olmadığı belirtilmektedir. Ayrıca aynı
ayetlerden kadına verilen mehirin, düğünde takılan takı, para gibi şeylerin kadına
ait olduğu; erkeğin hiçbir şekilde zoraki olarak kadına ait mirasa el
koyamayacağı; kadınların çalışabileceği ve kendilerine ait bir mal
edinebilecekleri sonucu da çıkmaktadır.
Ayetlerde miras paylaşımında, erkeğe düşen payın kadından bir hisse daha
fazla olduğu görülmektedir. Bu kadın-erkek ayrımının yapıldığı ya da erkeğin
277
kayrıldığı anlamında algılanmamalıdır. Çünkü yaratılış itibariyle ve de sosyal
hayat açısından erkeğe yüklenen görevler düşünüldüğünde bu bir derecelik pay
fazlalığının nedeni daha iyi anlaşılmaktadır. Yaratılış itibariyle erkeğin, kendi
ailesinin geçimini sağlamak ve onları korumak zorunda oluşu, kadının ise maddi
hayat açıdan erkeğe göre daha rahat bir yaşam sürmesi (kadın çalışmazsa bile
eşi onun bakımını üstlenmek zorundadır), erkek gibi zorunluluklarının olmaması
ve erkek gibi zor işlerde çalışmak zorunda kalmaması bunun en büyük
nedenlerini oluşturmaktadır.
278
KUR’ÂN’A GÖRE SÜNNET OLMAK
Hem kadının hem de erkeğin bir sünnet derisi vardır ve bu derinin alınması
(sünnet) bir FARZ değildir! Bu gelenek, İslam’a, Yahudi geleneklerinden
geçmiştir. Nitekim İncil’de bu konu ile ilgili şu ifade geçmektedir:
“O (Allah) ki, her şeyi en güzel şekilde yarattı, insanı da ilk önce çamurdan
yarattı.”
Secde Suresi 7
279
YALAN SÖYLEMEK
“Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır.
Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin
gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin
etini yemeyi sever mi? İşte, bundan tiksindiniz. Allah'tan korkup sakının.
Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok esirgeyendir.”
Hucurat Suresi 12
Ğıybet, dedikodu ve iftira dışında (bunlar kul hakkına girer ve iftira edilen kişi
hakkını helal etmediği sürece bağışlama olmaz) Allah adıyla başlayan yalan
yeminlerin af olması için ise bol bol tövbe edilmeli ve Maide Suresi 89 ayetinde
belirtilen koşul yerine getirmelidir: “Onun (yeminin) keffareti, ailenizdekilere
yedirdiklerinizin ortalamasından on yoksulu doyurmak ya da onları giydirmek
veya bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaktır. (Bunlara imkân) Bulamayan (için)
üç gün oruç (vardır.) Bu, yemin ettiğinizde (bozduğunuz) yeminlerinizin
keffaretidir.”
280
RİBA-FAİZ
“Riba yiyenler, ancak kendisini şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi çarpılmış
olmaktan başka (bir tarzda) kalkmazlar. Bu, onların: "Alım-satım da ancak Riba
gibidir" demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helal, Ribayı ise haram
kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (Ribaya) bir son verirse, artık geçmişi
kendisine, işi de Allah'a aittir. Kim (Ribaya) geri dönerse artık onlar ateşin
halkıdır, orada kalacaklardır.”
Bakara Suresi 275
Dikkat edilirse ayette geçen ana kelime “faiz” değil “riba”dır. “Riba” ise direk faiz
olarak çevrilemez. Çünkü ribanın tanımı Al-i İmran Suresi 130 ayetinde şu
şekilde yapılmaktadır: “Ya eyyühellezıne amenu la te'külür riba ad'afem
müdaafetev vettekullahe lealleküm tüflihun.”
Ayette geçen “riba ad'afem” ifadesi, kat kat arttırılmış, verilen malın ya da
paranın katları şeklinde tekrardan alınan, tahsil edilen şeyler anlamına gelir. Bir
şeyin katı ya da katları ne demektir, bir şeyi iki, üç, dört vb. sayılarla çarpıp
yükseltmek demektir. Bu nedenle bir şeyi katları ile arttırma, ondalık sayılar
düzeyinde değil, tam sayılar ve tam sayı (2-3-4 vb.)+bu tam sayının kesirleri
(2,1-3,5-4,8 vb.) düzeyinde yapılır. Bu açıdan baktığımızda; Riba, Faiz değil
TEFECİLİKTEN ibarettir ve özellikle Yahudi bankerliğine dayanır. Yani Riba,
BİR KOYUP İKİ, ÜÇ, DÖRT, BEŞ hatta ON, YÜZ ALMAKTIR. Mesela biri bize
1000 dolar vermiş olsun ve bu kişi iki ay sonra 2000 dolar, dört ay sonra ise
3500 dolar istiyorsa bu bir RİBAdır. Ancak mesela verdiği parayı belli bir müddet
sonra enflasyon düzeyindeki bir artışla bizden geri istiyorsa bu RİBA olmaz.
Yani mesela enflasyon miktarı bir yıl sonra %16 artmış ise, bu durumda verdiği
1000 doların değeri 1000 x %16=160 dolar civarında artacak ve biz ona geri
281
öderken 1000+160=1160 dolar ödeyeceğiz. Yani bu durum TL’lerimizi dolara ya
da avroya dönüştürüp değer kazandırmaya benzer ki, dayanak noktası
enflasyon oranıdır. Bu şu demektir, eğer o parayı arkadaşım bana vermeseydi,
o parayı kullanıp değerlendirecek, belki o parayla bir iş kuracaktı ve o para
sayesinde kazanacaktı. Ancak ben bu parayı ondan alarak buna mani oldum.
İşte bu “mani olmam nedeniyle” enflasyon karşısında değeri düşen parasının
karşılığını vermem gerekmektedir (Kredi kartları da aynı mantıkla
çalışmaktadır). Ancak Kur’ân açısından en güzeli bu enflasyon oranının dahi
hesaba katılmadan yardıma muhtaç olana yardım edilmesi ve eğer geri ödeme
yapılacaksa da ne verilmiş ise onun alınmasıdır.
282
KUR’ÂN’A GÖRE HIRSIZLIK YAPANA VERİLECEK CEZA
“Ves sariku ves sarikatü faktau eydiyehüma cezaem bima keseba nekalem
minellah vallahü azızün hakım.”
Maide Suresi 38
Oysaki ayetin gerçekte anlatmak istediği bundan çok uzaktır. Ayetin gerçek
mealini vermeden önce Kur’ân’da geçen iki kavrama değinmek gerekmektedir.
Bunlar “katta’a” ve “ikta’u” kavramlarıdır. Kur’ân’da şeddeli “T” ile yazılan
“katta’a” ifadesi; Yusuf Suresi 31, Maide Suresi 33 ve A’raf Suresi 124
ayetlerinde geçmekte olup “fiziksel anlamda gerçekten bir şeyi kesmek”
anlamında kullanılmaktadır. Ancak tek “T” ile yazılan “ikta’u” ifadesi ise; Bakara
Suresi 27, Al-i İmran Suresi 127, Ra’d Suresi 25, En’am Suresi 45, A’raf Suresi
72, Enfal Suresi 7, Tevbe Suresi 121, Hicr Suresi 66, Ankebut Suresi 29, ve
Hakka Suresi 46 ayetlerin geçmekte olup “alı koymak, engellemek, bitirmek ve
sona erdirmek” gibi bir anlamda kullanılmaktadır. Bu da bize “katta’a” ve “ikta’u”
kelimelerinin birbirinden farklı anlamlara sahip olduğunu ve Maide Suresi 38
ayetinde kullanılan “faktau >>> fe aktau >>> fe ikta’u” ifadesinin de “alıkoymak,
engellemek, bitirmek ve sona erdirmek” gibi bir anlama sahip olduğunu
göstermektedir.
Ayette geçen “bima kesebe” ifadesi; “kazandıklarından dolayı” gibi bir anlama
gelerek “bir kazanç, bir gelir elde etme” durumunu ifade etmektedir.
Maide Suresi 38 ayette geçen “eyd” ifadesi ise “el” anlamına gelen “yed”
ifadesinin çoğulu olup mecazi bir anlam içermektedir (“O’nun eli her yere
uzanır”, “O’nun eli altında çok çalışan var” mecazi cümlelerinde olduğu gibi).
Çünkü Arapçada bir şeyin çoğulu en az 3’ten başlar. Gerçek hayatta da üç elli
insanlar olmadığına göre ayette geçen “ellerini” ifadesi ile “kişinin otoritesi,
nüfuzu, gücü, iktidarı, eli altında bulundurdukları, sahip oldukları” gibi bir
anlamın kastedildiği açık bir şekilde açığa çıkmaktadır. Ayrıca Maide Suresi 64
283
ayetine göre “yed” ifadesi, “maddi gücü” simgelemek amacıyla da
kullanılmaktadır.
284
SAVAŞ SUÇLULARI, İDAM VE İNTİHAR ETMEK
“Haklı bir sebep olmadıkça Allah'ın muhterem kıldığı cana kıymayın. Bir kimse
zulmen öldürülürse, onun velîsine (hakkını alması için) yetki verdik. Ancak bu
velî de kısasta ileri gitmesin… Zaten (kendisine bu yetki verilmekle) o, alacağını
almıştır.”
İsra Suresi 33
“Eğer ceza verecekseniz size verilen cezanın misliyle ceza verin ve eğer
sabrederseniz andolsun bu sabredenler için daha hayırlıdır.”
Nahl Suresi 126
“Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna,
mallarınızı, bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve
kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, sizi esirgeyecektir. Kim düşmanlık ve
haksızlık ile bunu (haram yemeyi veya öldürmeyi) yaparsa (bilsin ki) onu ateşe
koyacağız; bu ise Allah'a çok kolaydır.”
Nisa Suresi 29-30
285
Nisa Suresi 29-30 ayetleri gereği hangi amaçla olursa olsun (din adına kendini
öldürenler de buna dâhildir) intihar yasaklanmıştır. İntihar eden bir kişi sonsuza
kadar cehennemde kalmayı garantiler.
Ötenazi de bir intihar olup kesinlikle ama kesinlikle hastalığın şiddeti ne olursa
olsun yapılmamalıdır (Çok ağrı çekenlere, ağrıların dindirilmesi amacıyla tıbbı
kontrol altında uyuşturucu verilebilir).
286
KUR’ÂN YOLUYLA SORUNLARA ÇÖZÜMLER
Günlük hayatta karşımıza çıkan bir şeyin gerçekte günah ya da sevap olup
olmadığını ya da bir şeyi yapıp yapamayacağımızı anlamanın en iyi yolu, o şeyin
Kur’ân’da olup olmadığına bakmaktır. Bir konu hakkında kesin bir hükme
varmadan önce o konu hakkındaki bütün ayetler iyice incelenmeli ve hiçbir ayetin
birbiriyle çelişmeyeceği iyi bilinmelidir.
“Doğrusu o Kur’ân, senin için de, kavmin için de bir öğüttür ve siz de ondan
sorguya çekileceksiniz”.
Zuhruf Suresi 44
“Bu kitap, bilen bir topluluk için Allah’ın rahmetiyle müjdeleyici ve Onun
azabından sakındırıcı olmak üzere, ayetleri açıklanıp ayırt edilmiş Arapça bir
Kur’ân olarak Rahman ve Rahim olan Allah tarafından indirilmiştir. Fakat onların
çoğu yüz çevirdiler; artık hakka kulak vermezler.”
Fussilet Suresi 2-4
“And olsun ki Biz bu Kur’ân’da, güzelce düşünüp öğüt alsınlar diye insanlar için
her türlü misali verdik”.
Zümer Suresi 27
287
“Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.”
En’am Suresi 38
“…Gerçekten size bir nur ve hakkı apaçık bildiren bir kitap gelmiştir.”
Maide Suresi 15
“Allah, Kendi rızasına uyan kimseleri o kitap vasıtasıyla selamet yollarına eriştirir,
İlahi izin ve iradesiyle onları inkâr karanlıklarından çıkarıp iman nuruna
kavuşturur ve dosdoğru bir yola iletir.”
Maide Suresi 16
Allah’ın haram kılmadığını haram kılmaya çalışmak ya da haram kıldığı bir şeyi
de helal kılmaya çalışmak ise kişiyi dinden çıkarır. Mesela domuz eti yemek
haramdır. Kişi, domuz etini haram bilerekten yerse günaha girer. Ancak domuz
etinin haram olmadığını iddia ederse dinden çıkar.
288
Futbol Oynayan Erkekler Seyredilebilir mi?
“Ey Âdemoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf
etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.”
Araf Suresi 31
De ki: "Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?"
De ki: "Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca
onlarındır." Bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklarız.
Araf Suresi 32
289
“Ey Âdemoğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık.
Takvâ elbisesi... İşte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah'ın âyetlerindendir. Belki
düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).”
Araf Suresi 26
290