You are on page 1of 296

KUR’ÂN’I

DOĞRU ANLAMAK
KUR’ÂN IŞIĞINDA DİN
İNANÇLARINIZI SORGULAMAYA HAZIR MISINIZ?

……………..

O halde gerçeği öğrenmeye hazır olun!

Dr. AHMET TOPRAK


akademi.toprak@gmail.com
Neml 30: “…Bismillahirrahmanirrahim”

Nahl 123: “Ey Resul! Sana Hanif ol, İbrahim'in dinine uy diye vahyettik.”

Fatiha 5: “Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Senden yardım dileriz.”

Maide 15: “…Gerçekten size bir nur ve hakkı apaçık bildiren bir kitap gelmiştir.”

Al-i İmran 103: “Hep birlikte Allah'ın ipine yapışın, fırkalara bölünüp
parçalanmayın…”

Furkan 30: “Ve Resul, Ey Rabbim! Muhakkak ki benim kavmim, bu Kur'ân'dan


ayrıldı, dedi.”
“Hadis nakil tefsirleri yanlış doğru, makbul merdud her şeyi içeriyordu. Bunun
sebebi şuydu; Araplar ne kitap, ne de ilim ehlinden değillerdi. Onlara hâkim olan
yaşam tarzı bedevilik ve cahillikti. Yaratılışın esrarı, kâinatın durumu, vb.
konularda bir şey öğrenmek istediklerinde bunu kendilerinden önce Kitap
verilenlere sorarlar ve bu konularda onlardan yararlanırlardı. Bunların aralarında
Kab el Ahbar, Vehb İbni Münebbih, Abdullah bin Selam vardı. Hadis nakilli
tefsirler bu tür kişilerden yapılan nakillerle dolmuştur. Tefsirciler bu hususta
gevşek davranmış ve tefsirlerini bunların nakilleriyle doldurmuşlardır.”
İbni Haldun, Mukaddime

“Eğer İslam’dan maksat Kur’ân’sa, ortada İslam diye bir şey olmadığını
söylemek durumundayız. Çünkü Kur’ân bugün göklere çekilmiş ve yeryüzündeki
İslam’ın onunla ilgisi kalmamıştır.”
Mehmet Akif Ersoy

“Eğer biz İslam’ın bir üstün değerler sistemi olduğunu Müslüman olmayanlara
anlatmak istiyorsak, onlara her şeyden önce bizim İslam’ı temsil etmediğimizi
söylemek borcundayız.”
Muhammed İkbal

“İslam denince akla problemler, çıkmazlar ve çelişmeler geliyorsa, bunun sebebi


İslam değil Müslümanlardır. Müslümanların bu asırda Kur’ân’dan başka
imamları yoktur. Ezher’de okutulan ve benzeri kitaplar varolduğu müddetçe, bu
ümmet ayağa kalkamaz. Ümmeti kaldıracak ruh, ilk dönemde hâkim olan Kur’ân
ruhudur. Kur’ân dışında her şey; Kur’ân’ı bilmek ve yaşamak arasına konmuş
engellerdir.”
Muhammed Abduh
İÇİNDEKİLER

GERÇEKLİK HAKKINDA .................................................................................... 1


BİR İNANÇ DEVRİMCİSİNİN HİKÂYESİ .......................................................... 8
HANİF İSLAM, HANİF DİN HAKKINDA ............................................................ 11
HANİF İSLAM = HANİF DİN’DE KAYNAK ........................................................ 15
HADİSLER DİNİ ANLAMAK İÇİN GEREKLİ Mİ? .............................................. 48
KUR’ÂN’DA NAMAZ ......................................................................................... 82
Gelenekçi Anlayışa Göre Kur’ân’da 5 Vakit Namaz ...................................... 89
Kur’ân’a Göre Namaz Vakitleri ..................................................................... 96
Namaz, Kaç Rekât Olarak Kılınır ............................................................... 109
Namaz Nasıl Kılınır .................................................................................... 111
Cuma Namazı ............................................................................................ 123
Cenaze Töreni Nasıl Yapılır ....................................................................... 129
Bayram Töreni............................................................................................ 131
KUR’ÂN’A GÖRE ALKOLÜN VE KUMARIN HÜKMÜ ..................................... 132
KUR’ÂN’A GÖRE DOMUZ ETİNİN HÜKMÜ ................................................... 138
ORUÇ VE FİTRE ............................................................................................ 139
HAC VE KURBAN ........................................................................................... 147
ZEKÂT ............................................................................................................ 150
İNFAK ............................................................................................................. 159
GELENEKSEL İSLAM ANLAYIŞINDA VE KUR’ÂN’DA KADIN ...................... 161
KUR’ÂN’A GÖRE BAŞÖRTÜSÜ YOKTUR! .................................................... 178
KUR’ÂN’A GÖRE PARDÖSÜ VE ÇARŞAF YOKTUR! ................................... 191
KUR’ÂN’DAKİ ÖRTÜNME VE AMACI ............................................................ 199
KUR’ÂN’DA KÖLELİK/CARİYELİK YOKTUR.................................................. 205
KUR’ÂN’A GÖRE ZİNA VE CEZASI ............................................................... 218
KUR’ÂN’DA GÖZ, KALP VE BEYİN ZİNASI YOKTUR ................................... 238
KUR’ÂN’A GÖRE EVLİLİK VE AİLE ............................................................... 241
Kimlerle Evlenilemez .................................................................................... 246
Boşanmış ya da Dul Kalmış Kadınların Tekrardan Evlenebilme Şartı .......... 248
Evlilikte Cinsel Hayat .................................................................................... 248
Kürtaj ............................................................................................................ 251
Kur’ân’da Çok Eşlilik .................................................................................... 252
Kur’ân’a Göre Haremlik-Selamlık ................................................................. 254
Kadın Çalışabilir mi? .................................................................................... 255
Erkek, Kadından Üstün müdür? ................................................................... 257
Kur’ân’a Göre İki Kadının Şahitliği Bir Erkeğin Şahitliği Kadar mıdır? .......... 266
Kur’ân’a Göre Miras Paylaşım Hukuku ........................................................ 272
KUR’ÂN’A GÖRE SÜNNET OLMAK ............................................................... 279
YALAN SÖYLEMEK ........................................................................................ 280
RİBA-FAİZ ....................................................................................................... 281
KUR’ÂN’A GÖRE HIRSIZLIK YAPANA VERİLECEK CEZA ........................... 283
SAVAŞ SUÇLULARI, İDAM VE İNTİHAR ETMEK .......................................... 285
KUR’ÂN YOLUYLA SORUNLARA ÇÖZÜMLER ............................................. 287
Haram ve Günah Arasındaki Fark Nedir? .................................................... 288
Günah ve Sevapların Yazılmaya Başlandığı Yaş Nedir? ............................. 288
Takke Takmak, Cübbe Giymek ve Sakal Bırakmak Sevap mı? ................... 288
Futbol Oynayan Erkekler Seyredilebilir mi?................................................. 289
Domuzdan Yararlanılabilir mi? .................................................................... 289
Mastürbasyon Yapmak Günah mıdır? ......................................................... 289
Kadınlar Makyaj Yapabilir, Kaşlarını Aldırabilir ve Güzel Giyinebilirler mi? . 289
Kadın ve Erkek Tokalaşabilir mi? ................................................................ 290
Noel Gibi Özel Günler Kutlanabilir mi? ........................................................ 290
GERÇEKLİK HAKKINDA

Bir konunun gerçekte doğru olup olmadığını, yani gerçekliğini neye göre
belirlemeliyiz? Referans kaynağı ne olmalıdır? Doğanın ve evrenin işleyişi
açısından gerçeklik; gözlem, deney ve saf matematiğin denklemleri ile
belirlenebilir. Felsefik düşünceler, sosyoloji, din ve siyasi bilimler gibi toplumun
tamamını ilgilendiren konularda gerçeklik ise bir sağlama kitabı olan Kur’ân’a
başvurularak belirlenebilir. Yani doğanın ve evrenin işleyişi açısından bir konu;
gözlem, deney ya da matematiksel denklemlerle ispatlanabiliyorsa bu şeyin
doğruluğundan bahsedilebilir. Felsefik düşünceler, sosyoloji, din ve siyasi
bilimler açısından ise bir konu; eğer Kur’ân’a dayandırılabiliyorsa o şeyin
doğruluğundan bahsedilebilir. Yani gelenek, görenek ya da toplumda bir şeye
inananların sayısı, asla o şeyin gerçekliğini belirlemek amacıyla kullanılamaz.

Eğer bir inanca inananların sayısının ya da gelenek ve göreneklerin, gerçekliğin


belirlenmesinde ana rol oynadığını düşünüyorsanız, gelenekleri yüzünden
aşağıdaki uygulamaları yapan şu insanlara siz de katılmışsınız demektir.

Japonya’da İmparator Buşido devrinde Samuray denilen savaşçı kastın üyeleri


arasında eşcinsellik bir kuraldı.

Avustralyalı Kamilaroiler cesur bir insanın kalbini ve ciğerlerini, Filipinler’de


yaşayan Efugaolar ise öldürdükleri düşmanın beynini emerlerdi.

Orta Çağ’da Avrupa’daki rahibelerin yüz ve ellerinden başka yerlerini yıkamaları


kesin olarak yasaklanmıştı. Kastilya Kraliçesi İsabella bile 50 yıldan fazla süren
hayatı boyunca iki kez banyo yapmıştı.

Eskimoların yaşlıları, iyice güçten düşünce intihar yoluna başvururken, Fijili


yaşlı erkekler, ölme isteğini yakınlarına söylerlerdi. Kararlaştırılan gün
geldiğinde de yaşlı erkek canlı olarak toprağa gömülürdü.

Yeni Hebridlerde de yaşlılar diri diri toprağa gömülürken, gömülmeyi istemeyen


yaşlılara ise “ailenin yüz karası” olarak bakılırdı.

1
Kartacalılar, site devletlerinin koruyucusu Tanrı Moloch’a kendi öz çocuklarını
yakarak kurban ederlerken, Fenikeliler salgın hastalıklar, kuraklık, savaş
kaybetme gibi büyük felaketlerin yaşandığı günlerde “en sevdikleri
çocuklarından birini” tanrıları Baal’e kurban verirlerdi.

New South Wales’da bazı kabilelerde, her kadının ilk doğan çocuğu, bir dinsel
törenin parçası olarak kabile tarafından yenirdi.

Eski Isparta’da çocuklar doğduklarında topluluğun yaşlılarına götürülür, yaşayıp


yaşamayacaklarına onlar karar verirdi. Sağlıklı olanlar ana babalarına verilirken,
sakat ve hastalıklı olanlar öldürülürdü.

Hindistan’da ülkenin iç kesimlerindeki Çatisgarh eyaletinde yaşayan bazı orman


kabileleri bol hasat için kızlarını kurban ederek karaciğerini tanrılara
sunmaktadır.

Guam’da bakirelerin evlenmesi yasak olup, bakireler, bekâretlerini para karşılığı


bu işi yapan kişilere bozdurmaktadır.

Colombia’da gelinin annesi, gerdeğe giren çiftin yatağının kenarına oturarak ilk
ilişkiye şahitlik etmektedir.

Venezuela ve Brezilya kökenli Yanomamö kabilesi, ölülerini yakıp küllerini aile


bireyleri arasında paylaştırıp yemektedir.

Hindistan’ın Solapur bölgesinde aileler, çocuklarını, uzun bir ömür ve sağlıklı bir
yaşam için 150 santimetrelik bir kuleden atarak aşağıda bir örtü ile tutmaktadır.

Tazmanya’da kadın, ölen kocasının kesilip kurutulan cinsel organını boynuna


asmak zorundadır.

Moritanya’da obezite bir gelenek olup, evlenme çağına gelen kızların en az 60


en fazla da 100 kilo olması gerekmektedir. Yemek yemeyen kızlar
cezalandırılmaktadır.

Newlyweds’de evlenen çift, gerdeğe tören sırasında yere serilen hasır üstünde,
konukların gözü önünde girmektedir.

2
Hindistan’da Drahoma geleneği (bir kız evleneceği zaman kızın ailesi, kızlarının
daha iyi yaşamasını sağlamak için erkeğe başlık parası verir) yüzünden Kast
sisteminin en alt tabakasındaki fakir aileler, doğacak kız çocuklarını kürtajla
aldırmaktadır. Sadece kız olduğu gerekçesiyle yılda beş yüz bin kürtaj
yapılmaktadır.

Hindistan’da Sati geleneği yüzünden kocası ölen dul kadınlar, kendini yakmak
ya da yaktırmak zorundadır.

Tibet’te 7 yüzyıldır ölen Budistlerin cesetleri akbabalara yem edilmekte ve


kuşların yediği insan ruhunun bu kuşlarla birlikte göklerdeki analarına
gideceklerine inanılmaktadır.

Hinduların yüzyıllardır devam eden ölü yakma adetleri sizce ne kadar mantıklı?

Birçok Afrika kabilesi arasında yaygın olan bu görüntüler sizce ne kadar


mantıklı?

3
Çinli kadınlar tarafından
daha güzel görünmek
adına yapılan ayak
küçültme geleneği sizce ne
kadar mantıklı?

Kuzey Tayland’da Padaung kabilesinde kadınların boyunlarını


uzatması geleneği sizce ne kadar mantıklı?

Hindistan’da dini inançlar adına yapılan bu uygulamalar sizce ne kadar


mantıklı?

Şu anda sizin de inandığınız inancın geleneklerden kaynaklanmadığını ve


gerçekte Kur’ân’a iman edip etmediğinizi nereden biliyorsunuz? Kendi inancınızı
hiç sorguladınız mı? Sizce inandıklarınızın ne kadarı Kur’ân’da bulunmaktadır?

Aşağıdaki ayetleri çok dikkatli bir şekilde defalarca ve defalarca okuyup


üzerinde de defalarca ve defalarca düşününüz!

“Ne zaman onlara: ‘Allah'ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz,
atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. (Peki) Ya
atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?”
Bakara Suresi 170

4
“Onlara: ‘Allah'ın indirdiğine ve elçiye gelin’ denildiğinde, ‘Atalarımızı üzerinde
bulduğumuz şey bize yeter’ derler. (Peki,) Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete
ermiyor idilerse?”
Maide Suresi 104

“Şirk koşanlar diyecekler ki: Allah dileseydi ne biz şirk koşardık ne atalarımız ve
hiçbir şeyi de haram kılmazdık. Onlardan öncekiler de, bizim zorlu azabımızı
tadıncaya kadar böyle yalanladılar. De ki: Sizin yanınızda, bize çıkarabileceğiniz
bir ilim mi var? Siz ancak zanna uymaktasınız ve siz ancak zan ve tahminle
yalan söylersiniz.”
En’am Suresi 148

“Hayır dediler. Biz atalarımızı böyle yaparlarken bulduk."


Şuara Suresi 74

“Hayır; dediler ki: Gerçekten atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk ve doğrusu
biz onların izleri (eserleri) üstünde doğru olana (hidayete) yönelmiş (kimse)leriz."
Zuhruf Suresi 22

“Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan


saptırdılar, derler.”
Ahzap Suresi 67

“Allah’ın çizdiği sınırlar yerine başka hükümler getirerek Allah’a ve Resulüne


düşmanlık edenlere gelince: Kendilerinden öncekiler nasıl zillet ve rezalete
düştü iseler, onlar da öylece zelil ve rezil olacaklardır. Çünkü Biz apaçık ayetler
indirmişizdir. Bu ayetleri inkâr edenlerin hakkı da hor ve hakir edici bir azaptır.”
Mücadele Suresi 5

“Allah’ın çizdiği sınırlar yerine başka hükümler getirerek Allah’a ve Resulüne


düşmanlık edenler, en aşağılık kimseler arasındadırlar.”
Mücadele Suresi 20

“Ve Resul: Ey Rabbim! Muhakkak ki benim kavmim, bu Kur'ân'dan ayrıldı


(Kur'ân'ı terk etti) dedi.”
Furkan Suresi 30

5
“Dinlerini parça parça edip fırkalara, hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla
hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah onlara yapıp ettiklerini
haber verecektir.”
En'am Suresi 159

“Hep birlikte Allah'ın ipine yapışın, fırkalara bölünüp parçalanmayın…”


Al-i İmran Suresi 103

“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi


olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.”
Al-i İmran Suresi 105

“Fakat onlar din konusunda parçalanıp aralarında bölük bölük (mezhep mezhep)
oldular. Her hizip, yalnız kendi yanındakiyle sevinip övünmektedir.”
Müminun Suresi 53

“İşte bütün bu peygamberlerin getirdikleri din, tek bir dindir ki, o da sizin dininiz
olan İslam’dır…”
Mü’minun Suresi 52

“Fakat insanlar tevhid dinini parça parça ederek aralarında ihtilafa düştüler…”
Enbiya Suresi 93

“…Gerçekten size bir nur ve hakkı apaçık bildiren bir kitap gelmiştir.”
Maide Suresi 15

“Allah, kendi rızasına uyan kimseleri o kitap vasıtasıyla selamet yollarına eriştirir,
İlahi izin ve iradesiyle onları inkâr karanlıklarından çıkarıp iman nuruna
kavuşturur ve dosdoğru bir yola iletir.”
Maide Suresi 16

“Bu kitap, bilen bir topluluk için Allah’ın rahmetiyle müjdeleyici ve Onun
azabından sakındırıcı olmak üzere, ayetleri açıklanıp ayırt edilmiş Arapça bir
Kur’ân olarak Rahman ve Rahim olan Allah tarafından indirilmiştir. Fakat onların
çoğu yüz çevirdiler; artık hakka kulak vermezler.”
Fussilet Suresi 2-4

6
“Allah katından geri çevrilmez bir gün gelmezden önce, yüzünü Hanif dinine
çevir. Ki o gün insanlar bölük bölük ayrılırlar.”
Rum Suresi 43

“Ey Resul! De ki: Ayrıca yüzünü Hanif dininden ayırma ve sakın ortak
koşanlardan olma diye emrolundum.”
Yunus Suresi 105

“Ey Resul! Sana Hanif ol, İbrahim'in dinine uy diye vahyettik.”


Nahl Suresi 123

“De ki: Muhakkak Rabbim beni İbrahim'in doğru yoluna dosdoğru olan Hanif
dinine iletti.”
En’am Suresi 161

“Sen artık yüzünü hakka yönelmiş Hanif dine dön ki, Haniflik Allah'ın mayasıdır.
İnsanları o maya üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışında hiçbir değiştirme ve
değişiklik bulunmaz. İşte en doğru ve en sağlam din Haniflik'tir; fakat insanların
çoğu bilmezler.”
Rum Suresi 30

“Hâlbuki onlar yalnızca Hanif olmak üzere, dini sadece Allah'a has (özgün
kılarak, mezhep imamlarına, şeyhlere, kullara vb. has kılmayarak), Allah'ı
bilmekle, salâtı ikame etmekle ve zekât vermekle emrolunmuşlardı. En dosdoğru
ve gerçekçi din de işte bu Haniflik'tir.”
Beyyine Suresi 5

7
BİR İNANÇ DEVRİMCİSİNİN HİKÂYESİ

Hz. İbrahim’den kurtulmak için dev bir ateş ve mancınık hazırlatan Nemrut,
halkını da toplamış, kibir ve gurur içinde son defa Hz. İbrahim’e şunu teklif
etmektedir: “Yanmakta olan ateşe ve benim kudretime iyi bak! Görüyorsun ki
seni bu akıbetten kimse kurtaramaz. Ancak ben kurtarabilirim. Sana son bir
fırsat veriyorum, ancak iki üç dakikalık vaktin var. Gel bu fırsattan istifade et.
Dininden dön, bana tap ve helak olmaktan kurtul!”

Hz. İbrahim tebessüm eder ve şu cevabı verir: “Ey Nemrut, mademki iki üç
dakikalık ömrüm kaldı, ondan sonra beni bulamayacaksın, gel sen bu fırsatı
kaçırma istifade et. Putları ve ilahlık davasını terk et. Âlemlerin Rabbına iman et
ve ebedi zabtan kurtul.”

Nemrut hem öfkeli hem de perişan bir şekilde söyleyecek bir söz bulamaz.
Putperestler ise hayret ve dehşet içindedirler. Bu ne cesaret! Bu ne pervasızlık!
Hep birden bağırırlar: “O’ nu ateşe atalım, ateşe!” Nemrut yine böbürlenmiştir:
“Duyuyor musun, ateşe atılacaksın.”

Hz. İbrahim yine tebessümle cevap verir: “Allah yolunda dünya ateşi, iş mi
sanki? Eğer ben Allah aşkının tutuşturduğu sinemdeki ateşten bir kıvılcım size
sıçratsam ne siz kalırsınız ne de ateşiniz. Fakat ben Allah’ımın takdirine
razıyım, dilediğinizi yapmakta serbestsiniz.”

Kâfirlerin feryadı, tekrar ortalığı çınlatır: “Ateşe, ateşe atın…” Ve Nemrut


emreder: “Ateşe atın!” Kâfirler, Hz. İbrahim’i ateşe atmak üzere manivelaya
doğru götürürler. Hz. İbrahim ise ilahi aşkın en büyük zevki içindedir. Bu sırada
bütün melekler Cenab-ı Hakka yalvarmaktadır:

“Ya Rab, kulun ve Resulün İbrahim’e seni zikrettiği için kâfirler zulmetmektedir.
Onu kurtar, bize izin ver, onu senin emrinle kurtaralım.”

Haktan nida gelir: “O sizin yardımınıza iltifat etmez. İsterseniz gidin ve ona
sorun.”

8
Melekler Hz. İbrahim’e manivela yolunda yetişir ve: “Ya İbrahim, rüzgâr bizim
emrimizde, yeter ki sen iste, Hakkın izniyle ateşi söndürelim. Sular bizim
emrimizde, sen iste bu ateşi şu anda su ile söndürelim. Yer bizim emrimizde,
sen iste bu ateşi yere geçirelim, toprağa yutturalım,” derler.

Hz. İbrahim tebessüm ederek meleklere şu cevabı verir: “Rabbim hakkımda ne


dilediyse o olur. Eğer hâlas ederse lütfundandır, şükrederim. Nemrut’un ateşi ile
yakarsa da benim kusurumdandır, sabrederim.”

Melekler döner ve Cenab-ı Hakka secdeye kapanırlar: “Ya Rab kusurumuzu


affeyle. Böyle bir kulun ve Resulün için sana yalvarmak bize düşmezmiş.”

Kâfirler Hz. İbrahim’i manivelanın bir ucuna oturtup bırakırlar ve Hz. İbrahim,
Nemrut’un ateş dağının ortasına doğru havada uçarak gitmektedir. O sırada
Cenab-ı Hak, Cebrail’e emir verir: “Derhal git, İbrahim’i havada tut ve ben
Cebrail’im, benden bir dileğin var mı?” diye sor.

Cebrail yetişir ve sorar: “Ben Cibrili Eminim. Hakkın emriyle sana geldim. Bir
arzun varsa benden iste.”

Hz. İbrahim yine tebessüm eder ve şu cevabı verir: “Benim dileğim Allah’tan
olur. Sana ihtiyacım yoktur ya Cibril.”

Derhal Allah’tan Cebrail’e hitap erişir: “Ya Cebrail, İbrahim benim halilim
(dostum)dir. Bunu İbrahim’e bildir.” Cebrail: “Ya İbrahim, Rabbin seni kendine
Halil seçti. İhtiyacını Rabbinden iste” der.

HalilulRahman cevap verir:

- Rabbimden ne isteyeyim?
- Nefsini iste.
- Nefsim kusurludur. Kusursuz Sultandan nefsimi istemek ayıptır.
- Ruhunu iste.
- Ruhum emanettir. Emanet sahibinden istenmez.
- Kalbini iste.
- Kalbim, Rabbimin hakkıdır. Nasıl isterim?

9
- Ateşe karşı Allah’tan yardım iste.
- Ateşi kim yaktı?
- Nemrut.
- Kimin emriyle yaktı?
- Huyunun emriyle.
- O huy, Celil olan Rabbimin emri. Halil, Celil emrine razıdır.

Hz. İbrahim’in bu son sözü üzerine Cebrail titreyerek elini İbrahim’den çeker ve
Allah Resulü “SüphanAllah, SüphanAllah,” diyerek dev ateşin tam ortasına
düşer. Fakat o anda Cenab-ı Haktan o korkunç ateşe şu hitap erişir: “Ey ateş!
Halilim İbrahim’e serin ve selametli ol!” Ve o an, olan olmuştur. Nemrut’un ateş
dağının tam ortasında, Hz. İbrahim’in düştüğü bölümdeki ateşten bir kıvılcım
bile kalmamıştır. Rabbi, İbrahim’e ateşi güllük gülistanlık yapmıştır. Tıpkı bir
cennet bahçesi gibi ortasında bir ırmak ve etrafı çeşitli ağaçlar, güller, çiçeklerle
süslüdür. HalilulRahman da bu bahçenin ortasında Âlemlerin Rabbına karşı
secde-i şükrana kapanmış ağlamaktadır. Bu sırada Allah Resulünün ateşe
atılışına sessiz sessiz ağlamakta olan meleklere hitaben Allah şöyle buyurur:
“Ben insanı yarattığım zaman siz; insan, bana kullukta, ibadette ve rızada kusur
eder diye telaşa düşmüştünüz. ‘Ya Rabbi, biz seni tesbih ediyoruz, sana
hamdediyoruz, seni takdis ediyoruz yetmez mi?’ demiştiniz. Ben de size, sizin
bilmediğinizi ben bilirim demiştim. Şimdi gördünüz mü? Yarattığım insan, beni
nar içinde tesbih ediyor. Sizler ise nur içinde tesbih ediyorsunuz.”

Bütün melekler secdeye kapanır ve: “Ya Rabbil Âlemin bizi affet. Hikmetinden
sual olunmaz,” derler. Cenabı Hak, tekrar meleklere hitap eder ve: “Gidiniz
Halilim İbrahim’in halini şimdi görünüz,” der.

Var olan her şeyi yaradan Allah (cc)’ın, gelmiş ve gelecek tüm insanoğlu
tarihinde dost-arkadaş-halil edindiği tek kişi, Hz. İbrahim’dir. Yukarıdaki hikaye
ışığında bunun nedenini mutlaka sorgulamadan geçmemek gerekmektedir.

Var olan tüm aracıları ortadan kaldırarak sadece ama sadece Allah’a
dayanmak, sadece O’ndan istemek ve sadece O’nun kitabını (Ku’an’ı) referans
almak her yerde ve her zaman için temel gayemiz olmalıdır.

10
HANİF İSLAM, HANİF DİN HAKKINDA

“De ki: Muhakkak Rabbim beni İbrahim'in doğru yoluna dosdoğru olan Hanif
dinine iletti.”
En’am Suresi 161

“Sen artık yüzünü hakka yönelmiş Hanif dine dön ki, Haniflik Allah'ın
mayasıdır. İnsanları o maya üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışında hiç bir
değiştirme ve değişiklik bulunmaz. İşte En doğru ve en sağlam din Haniflik'tir;
fakat insanların çoğu bilmezler.”
Rum Suresi 30

“Hâlbuki onlar yalnızca Hanif olmak üzere, dini sadece Allah'a has(özgün
kılarak, mezhep imamlarına, şeyhlere, kullara vb. has kılmayarak), Allah'ı
bilmekle, salâtı ikame etmekle ve zekât vermekle emrolunmuşlardı. En
dosdoğru ve gerçekçi din de işte bu Haniflik'tir.”
Beyyine Suresi 5

Kur’ân kaynaklı bir kelime olan “Hanif” ifadesi (Hanefi mezhebi ile
karıştırmayınız); yeni bir dini, yeni bir mezhebi, yeni bir cemaati ya da yeni bir
tarikatı ifade etmemektedir.

“Hanif İslam” ya da “Hanif Din” ifadesi; sadece ve sadece Kur’ân odaklı ve var
olan her şeyin Kur’ân’da var olduğunu ve dini anlamak ve yaşamak için
Kur’ân’ın yeterli ve eksiksiz olduğunu bildiren Kur’ân kaynaklı bir kavram, bir
öğreti, bir yoldur.

Kur’ân [Allah’ın kelamı, dolayısıyla da Allah (cc)]; dini, her bireyin ruhani
yolculuğu olduğunu ve bu ruhani yolculukta Kur’ân dışında ne bir cemaate, ne
bir mezhebe, ne bir tarikata, ne de herhangi bir hadis kaynağına gerek
olmadığını söyler. İnsanın her türlü kaynaktan bilgi alması gerektiğini,
öğrenmeye açık olması gerektiğini söyler, ancak zihni ve bedeni kimsenin
boyundurluğu, esareti altına verilmemesi gerektiğini emreder.

“Hanif İslam” ya da “Hanif Din”’de önderler, tarikatlar, mezhepler, cemaatler ya


da farklı farklı inançlar, uygulamalar yoktur. Çünkü “Hanif İslam” ya da “Hanif

11
Din”’de tek referans kaynağı, değişmemiş ve doğruluğundan şüphe duyulmayan
Kur’ân’ın kendisinden başkası değildir.

Haniflik; akıl, mantık ve bilim ışığında araştırarak, sorgulayarak doğruyu


bulmaya çalışmaktır. Bir hanif körü körüne bir inanışa, düşünceye ya da
herhangi bir öğretiye inanmaz. Bir Hanif için gerçeğin peşinde koşmak, gerçeği
yaymak, toplumu bilgilendirmek ve toplumun yararı için çalışmak esastır.

Haniflik, müslüman (İslam’ı kabul eden kişi) olan bir kişinin, dogma anlayışından
sıyrılarak aklen ve tahkiken Tanrı’nın varlığını kabullenmeyi, sorgulamayı,
araştırmayı ve tam anlamıyla Kur’ân’ı referans almasını gerektirir ki Haniflikte,
bu sorgulama anlayışı, atamız Hz. İbrahim’den gelmektedir. Bu nedenle
Hanifliği kabul eden bir müslüman, Hanif olur. Her şeyi sorgulayarak, altındaki
nedeni araştırarak kabul etme anlayışı ve sadece Kur’ân’ı referans alma
mantığı bir Hanifi sıradan bir müslümandan ayıran en önemli farktır. Bu
açılardan bakıldığında “Hanif İslam” ya da “Hanif Din” ifadeleri; akıl ve bilim
gözüyle “İslam”, “Din” ya da “İslam”’a, “Din”’e akıl ve bilim gözüyle bakmak
anlamlarına gelmektedir.

İlk insandan beri tüm insanlığa gönderilen tüm dinler, aslında İslam’ın
kendisinden başka bir şey değildir ve hepsi de insanlığa hep aynı kuralları
hatırlatmıştır:

“İşte bütün bu peygamberlerin getirdikleri din, tek bir dindir ki, o da sizin dininiz
olan İslam’dır…”
Mü’minun Suresi 52

Ancak insanlar kendilerine indirilen kutsal kitapları ve dolayısıyla da İslam


inancını dejenere edip yeni inanışlar, mezhepler ve tarikatlar ortaya
çıkartmışlardır.

“Fakat insanlar tevhid dinini parça parça ederek aralarında ihtilafa düştüler…”
Enbiya Suresi 93

Allah, insanlara son bir kurtarıcı olarak Peygamber Efendimizi ve değiştirilmesi


mümkün olmayan Kur’ân’ı verdi.

12
“Rabbinin sözü doğruluk ve adaletle tamamlandı. Onun sözlerini
[Kur'ân’ı]değiştirebilecek [hiçbir şey, hiçbir kuvvet]yoktur”.
En’am Suresi 115

“Kur’ân’ı biz indirdik, elbette yine onu biz koruyacağız”.


Hicr Suresi 9

Allah, Peygamber Efendimize ve dolayısıyla bütün insanlara dogmatik


müslümanlıktan çıkıp aklen, tahkiken ve bilim gözüyle İslam’a bakmalarını ve
Tanrı’nın varlığını aklen kabul etmelerini (Hanifliği) tavsiye etmiştir.

“Ey Resul! Sana Hanif ol, İbrahim'in dinine uy diye vahyettik.”


Nahl Suresi 123

“Ey Resul! De ki: Ayrıca yüzünü Hanif dininden ayırma ve sakın ortak
koşanlardan olma diye emrolundum.”
Yunus Suresi 105

“De ki: Muhakkak Rabbim beni İbrahim'in doğru yoluna dosdoğru olan Hanif
dinine iletti.”
En’am Suresi 161

“Sen artık yüzünü hakka yönelmiş Hanif dine dön ki, Haniflik Allah'ın mayasıdır.
İnsanları o maya üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışında hiç bir değiştirme ve
değişiklik bulunmaz. İşte En doğru ve en sağlam din Haniflik'tir; fakat insanların
çoğu bilmezler.”
Rum Suresi 30

“Hâlbuki onlar yalnızca Hanif olmak üzere, dini sadece Allah'a has(özgün
kılarak, mezhep imamlarına, şeyhlere, kullara vb. has kılmayarak), Allah'ı
bilmekle, salâtı ikame etmekle ve zekât vermekle emrolunmuşlardı. En
dosdoğru ve gerçekçi din de işte bu Haniflik'tir.”
Beyyine Suresi 5

Ancak müslümanlar, Kur’ân’ı bırakıp insanlar tarafından oluşturulan inançlara


(mezheplere, tarikatlara, cemaatlere) inanıp İslam’ı zamanla dejenere edip

13
değiştirmişlerdir (Dikkat: Kur’ân’ı değil, inandıkları inanç olan İslam’ı dejenere
etmişlerdir).

“Ve resûl: “Ey Rabbim! Muhakkak ki benim kavmim, bu Kur'ân'dan ayrıldı


(Kur'ân'ı terketti).” dedi”.
Furkan Suresi 30

“Dinlerini parça parça edip fırkalara, hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla
hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah onlara yapıp ettiklerini
haber verecektir”.
En'am Suresi 159

Mezheplerin, tarikatların, cemaatlerin ve oldukça farklı inançların arttığı ve artık


hangi inancın doğru olup olmadığını anlamadığımız bu zamanlarda artık
yönümüzü değiştirilmediğinden emin olduğumuz tek kitap olan Kur’ân’a dönüp,
aklen iman etmemiz gerekmektedir.

“Allah katından geri çevrilmez bir gün gelmezden önce, yüzünü Hanif dinine
çevir. Ki o gün insanlar bölük bölük ayrılırlar.”
Rum Suresi 43

14
HANİF İSLAM = HANİF DİN’DE KAYNAK

“Ona Rabbinden (başkaca) mucizeler indirilmeli değil miydi?” derler. De ki:


Mucizeler ancak Allah’ın katındadır. Ben ise sadece apaçık bir uyarıcıyım.
Kendilerine okunmakta olan Kitab’ı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi?
Elbette iman eden bir kavim için onda rahmet ve ibret vardır.”
Ankebut Suresi 50-51

İslam’ın kaynağı, Kur’ân ve Hz. Muhammed (as) değil midir?

Peki, Peygamber Kur’ân dışında söz söylemiş midir?

Allah’a alternatif emirler (sünnetler), Allah’ın emrettiği emirler dışında başka


şeyler söylemesi, emretmesi mümkün müdür?

Allah’ın emrettiği şeyler (farzlar) dışında kendi, Kur’ân’da yer almayan ancak
sadece hadislerde yer alan şeyleri (sünnetleri) gerçekten yapmış mıdır?

“Sana vahyolunana sımsıkı sarıl. Şüphesiz ki sen dosdoğru bir yoldasın. Bu


Kur’ân senin için de, kavmin için de büyük bir şereftir. Hepiniz ondan mes’ul
tutulacaksınız”.
Zuhruf Suresi 43-44

Yukarıdaki ayet dikkatlice incelendiğinde ayette herkesin sadece Kur’ân’dan


mesul tutulacağından bahsettiği görülmektedir. Bu ayette ya da Kur’ân’daki
diğer bütün ayetler incelendiğinde; insanların sünnetten (güya, peygamberin
Kur’ân’da yazmamasına rağmen kendisinin yapmış olduğu bu nedenle de bizim
de yapmamız gereken şeyler) ya da hadislerden mesul tutulduğu ya da
sünnetleri yapmanın gerekliliğinden bahsedilmediğini görürüz. Bu şu anlama
gelmektedir: Aslında sünnet denilen ekstra emirler silsilesi yoktur ve tek sorumlu
olduğumuz şey Kur’ân’ın ta kendisidir.

Hz. Muhammed’e peygamberlik emri 40 yaşında gelmiştir. Bu, kendisinin 40


yaşına kadar din ve dinin emirleri hakkında herhangi bir şey bilmediği anlamına
gelmektedir. Dolayısıyla kendisi de dini, 40 yaşından sonra, 23 yıllık vahiy

15
sürecinde (63 yaşında vefat edene kadar) kademe kademe inen ayetler
vasitasıyla öğrenmiştir.

Kur’ân, peygambere inen vahiylerin bir bütünü olup Allah’ın tüm emir ve
yasaklarını içeren bir kitaptır. Peygamber ise; bu emirleri insanlara anlatmak ve
bu emirlerin yaşama nasıl uyarlanacağını yaşayarak anlatmakla sorumludur
(eğer peygambere değil de sadece kitap bir anda gökyüzünden insanlara
indirilse idi, insanların hiçbiri bu kitabı okuma, anlama ve yaşamlarına uyarlama
işine girişmeyeceklerdi. Bir peygamber, bir öğretmen gibi kademe kademe
insanlara bilgi aşılayarak inen emirlerin nasıl uygulanacağını öğretmekle ve
insanları, yaptıkları hatalar yüzünden uyarmak ve inen vahiyler ışığında
yönlendirmekle yükümlüdür).

“Sana da böylece emrimizden, kalplere hayat veren Kur’ân’ı vahyettik. Yoksa


sen Kur’ân nedir, iman nedir bilemezdin”.
Şura Suresi 52

Peygamberler, Allah’ın yeryüzündeki temsilcileridirler. Bu nedenle onlara itaat


etmek ve söyledikleri şeyleri kabul etmek Allah’a itaat etmek, emir ve
yasaklarına uymak anlamına gelmektedir.

Peygamberlerin hiçbirisi de kendi nefislerinden konuşmuş değillerdir. Bu durum


peygamber efendimiz Hz. Muhammed (sav) için de geçerlidir.

Allah, peygamberleri özel bir anlayış, kavrayış, zekâ ve ilimle donattığından her
işte onların fikirlerine müracaat etmek gerekmektedir. Ancak, dikkat edilmesi
gereken bir durum; emir ve yasak koyma yetkisinin sadece Allah’a ait
olduğudur. Bu emir ve yasaklar da vahiyler aracılığıyla peygamberlere
bildirilmektedir. Peygamberler de indirilen bu emir ve yasaklar çerçevesinde
insanları yönlendirir ve bilgilendirirler. Yani hiçbir peygamber vahiyler dışında
konuşma, kendiliğinden bir şeyler üretme ve vahiyler dışında alternatif emirler
oluşturma gibi bir lükse sahip değildir. Yasa koyma yetkisi sadece ama sadece
Allah’a aittir. Yasaların insanlara anlatılması ve yasaların yorumlanması
hâkimler olarak Allah’ın peygamberlerine aittir (peygamberler, dini kurallar
koyma yetkisine sahip değillerdir, yasa koyma yetkisi sadece ve sadece

16
âlemlerin Rabbı olan Allah’a aittir). Bu durum Peygamber Efendimiz için de
geçerlidir. Kur’ân, Allah’ın emir ve yasaklarını içeren bir kitap olup, insanlar
sadece bu kitaptan sorumludurlar. Peygamber Efendimiz de bu kitaba göre
yaşamış, bildiği her şeyi bu kitap (vahiyler aracılığıyla) sayesinde öğrenmiş ve
öğretmiştir.

Aşağıdaki ayetleri büyük bir titizlikle okuyup üzerlerinde büyük bir incelikle
düşününüz:

“Nitekim kendi içinizden bir peygamber gönderdik ki, size ayetlerimizi okur, sizi
inkâr ve günah kirlerinden temizler, size Kur’ân’ı, kâinatın gayesini ve sırlarını
ve daha bilmediğiniz nice şeyleri öğretir”.
Bakara Suresi 151

“Peygamber, kendisine Rabbinden indirilen Kur’ân’ı tasdik edip ona iman etti.
Mü’minler de onunla beraber iman ettiler”.
Bakara Suresi 285

“…Onlara Kur’ân ile öğüt ver…”


En’am Suresi 70

“O kendi keyfine göre de konuşmaz. O ancak kendisine vahyolunanı söyler.


Onu muazzam kuvvetlere, üstün bir akıl ve dirayete sahip Cebrail öğretti… ”
Necm Suresi 3-4

“Allah’a ve Resulüne itaat edin ki, Allah’ın rahmetine erişesiniz”.


Al-i İmran Suresi 132

“…Allah’ın da onları bağışlaması için dua et ve işlerinde onlarla istişare et.


İstişare ile karar verip azmettiğinde ise Allah’a güven ve O’na tevekkül et.
Şüphesiz Allah Kendisine tevekkül edenleri sever”.
Al-i İmran Suresi 159

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere ve sizden olan idarecilere de
itaat edin. Bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Resulüne arz

17
ediniz. Eğer Allah’a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorsanız böylesi daha
hayırlıdır ve neticesi de daha güzeldir”.
Nisa Suresi 59

“Biz onların söylediklerini iyi biliriz. Sen onlara zorbalıkla, diktatörlükle İslam’ı
kabul ettirmeye memur değilsin. O halde, benim tehdidimden korkanlara, bu
Kur’ân’ı tebliğ et, Kur’ân ile öğüt ver”.
Kaf Suresi 45

“De ki: Ben, sadece, vahiy ile sizi ikaz ediyorum. Fakat sağır olanlar, ikaz
edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar”.
Enbiya Suresi 45

Sana vahyettiğimizi okuman için, seni de onlardan önce nice ümmetlerin gelip
geçtiği bir ümmete gönderdik; o ümmet merhametli olan Allah’ı inkâr eder; de ki:
"O benim Rabbim’dir, O’ndan başka Tanrı yoktur, yalnız O’na güvenirim,
dönüşüm de O’nadır."
Rad Suresi 30

"Şahit olarak hangi şey daha büyüktür?" de. "Allah benimle sizin aranızda
şahittir. Bu Kuran bana, sizi ve ulaştığı kimseleri uyarmam için vahyolundu;
Allah’la beraber başka tanrılar bulunduğuna siz mi şahitlik ediyorsunuz?" de.
"Ben şehadet etmem" de. "O ancak tek tanrıdır, doğrusu ben ortak
koşmanızdan uzağım" de.
En’am Suresi 19

Yukarıdaki ayetler incelendiğinde, Peygamberin Kur’ân’a göre hareket ettiği ve


insanları sadece Kur’ân ışığında yönlendirdiği, tavsiyelerde bulunduğu
görülecektir.

Oysaki hadis kaynaklı din öğretisinde; Kur’ân’ın emirlerine ek olarak hadisler


ışığında çıkartılan alternatif emirler (sünnetler) söz konusudur ve bir insanın tam
olarak iman edebilmesi için hem Kur’ân kaynaklı emirlerin hem de hadis
kaynaklı emirlerin yapılması zorunluluğu vardır. Hâlbuki Kur’ân’ın hiçbir yerinde
sünnet ya da Kur’ân dışında başka bir şeye uyulması gerekliliği ile ilgili bir bilgi
yoktur.

18
Bir çok tarikatçı, mezhepçi ve cemaat tarafından ayetlerde geçen “Allah’a ve
peygamberine uyun” ibaresi, hadislere ve sünnete delil olarak gösterilmektedir.
Bu zorlama anlamları çıkaranlar, ayrıca, Allah ve peygamber olmak üzere iki
kutup oluşturarak (Kur’ân’da yer alan Allah’ın emirleri ve buna ek olarak
Kur’ân’da yer almayan ancak güya hadislerde geçen peygamberin uyguladığı
dini emirler/sünnetler) Kur’ân dışında alternatif bir kitap olarak hadis
kaynaklarının da bu ayetlerin mealleri ışığında var olması gerektiğini
savunmaktadırlar.

Bununla da yetinmeyenler; Al-i İmran Suresi 164, Nisa Suresi 113 gibi ayetlerde
geçen ve “sünnet” kavramı ile hiçbir alakası olmayan “hikmet” kelimesini,
“sünnet” olarak tercüme edilip, ayet meallerini kendi çıkarları doğrultusunda
yorumlayıp, tahrif edip, Kur’ân’da geçmeyen sünnet kavramını, mealler içerisine
sıkıştırarak hadis kaynaklı sünnet kavramının da Kur’ân’da yer aldığını
savunmaktadırlar

Kur’ân’da, belirtilen “Biz” ifadesi nasıl ki başka tanrılar olduğu anlamına


gelmiyorsa “Allah’a ve peygamberine uyun” ibaresi de dinin anlaşılması için
Kur’ân’a alternatif olarak hadislerin ve sünnetlerin olması gerektiği anlamlarına
gelmemektedir.

Kur’ân, dinin emir ve yasaklarını içeren bir kitaptır. Peygamber de dini, inen
vahiyler sonucunda Kur’ân’dan öğrenmiş, hal ve hareketleriyle de ümmetine
öğretmen olmuştur. O’nun söylediği hiçbir söz Kur’ân’a aykırı olamaz, Kur’ân’da
bulunmayan bir söz de O’na ait olamaz. Bu durumda, Kur’ân’da yer almayan
hadisler ve sünnet kavramı, sonradan ortaya çıkmış birer fitneden başka bir şey
değildir.

Nitekim Peygamber Efendimiz, gelecekte yaşanacak bu fitneyi önceden


bildiğinden kendi döneminde hadis yazılmasını yasaklayarak kendi sözleri ile
Allah’ın kelamı olan Kur’ân’ın karışmasını engellemeye çalışmıştır. Ancak, bu
durum 4. halife zamanına kadar devam etmiş, Muaviye döneminden itibaren de
hadisler yazılmaya başlanmıştır. Yazılmaya başlanan bu hadisler ve bunlara ek
olarak (itibar kazanmak, dini bozmak vb. nedenlerle) çıkan uydurma hadislerle
birlikte Kur’ân’ın belirttiği ve Peygamber Efendimizin yaşadığı gerçek din,

19
bozulmaya ve Kur’ân’dan çok hadisler dinlenmeye başlanmıştır. Sonuç olarak,
Kur’ân’ın değiştirilmesinin imkânsız olduğunu (Kehf Suresi 27) bilen Yahudi
bilginler, Kur’ân’a alternatif emirler yani hadisler ve hadisler ışığında sünnetler
oluşturmaya başlamış ve saf olan dinin bozulmasını sağlamışlardır (Allah, Kehf
Suresi 27 ayeti gereği, Kur’ân’ın değiştirilemeyeceğinin garantisini vermiştir. Din
ise insan eliyle, bu şekilde bozulmuştur).

Allah, Kur’ân’da Yusuf Süresi 111’de “Bu Kur’ân, uydurulabilecek bir söz
(HADİS) değildir” diyerek gelecekte çıkacak bu fitneyi önceden haber vermiştir.
Ancak insanlar, Allah tarafından sınanacaklarından dolayı, Allah’ın ayeti hak
oldu ve insanlar “O’nun sözlerine mi yoksa uydurulan o hadislere mi
inanacaklar” sınanması içerisindedirler.

Nitekim Bakara Suresi 214’te: “Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin
hali (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?”
ayeti de önceki ümmetlerin başına gelen fitnelerle dinin bozulması durumunun,
başımıza da geleceğini söylemektedir.

Kur’ân değiştirilemeyeceğinden ve yeni peygamber de gelmeyeceğinden dolayı


bu fitneden kurtulmanın tek yolu Allah’ın kitabına sımsıkı sarılmaktır. Çünkü
insanların hata yapma, yanlış yapma ihtimali ve de insanlar tarafından yazılmış
olan her şeyin bozulmuş, değiştirilmiş olma ihtimali her zaman için vardır.
Ancak Allah, Kur’ân’ın değiştirilmeyeceğinin garantisini vermektedir ve Allah
asla hata yapmaz, yanlış söz söylemez.

Peygamber Efendimize peygamberlik emri 40 yaşında iken gelmiş ve 23 yıllık


vahiy sürecinde, yani kendisi 63 yaşında vefat edene kadar, kademe kademe
inen ayetler ışığında dini öğrenmiştir. Yani Peygamber Efendimiz dini, sadece
inen vahiyler ışığında doğrudan Kur’ân’dan öğrenmiş ve öğretmiştir.

Şimdi soruyoruz; dini sadece inen vahiyler ışığında öğrenen peygamberin


mezhebi neydi? Hangi tarikata sahipti? Hangi cemaatten idi?

İşte tüm bu sorulara yanıtı yine Kur’ân vermektedir:

20
“Hep birlikte Allah'ın ipine yapışın, fırkalara (mezheplere, tarikatlara,
cemaatlere) bölünüp parçalanmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın ki,
siz birbirinize düşman iken, O sizin kalplerinizi kaynaştırdı da, Onun nimeti
sayesinde kardeş oluverdiniz…”.
Al-i İmran Suresi 103

“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi


olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır”.
Al-i İmran Suresi 105

“Dinlerini parça parça edip fırkalara, hiziplere (mezheplere, tarikatlara,


cemaatlere) bölünenler var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi
Allah'a kalmıştır. Allah onlara yapıp ettiklerini haber verecektir”.
En'am Suresi 159

“Fakat onlar işlerini aralarında parçalayıp çeşitli kitaplara ayırdılar. Her hizip,
yalnız kendi yanındakiyle sevinip övünmektedir”.
Mü’minûn Suresi 53

“Onlardan ki, dinlerini parçalayıp fırkalar haline geldiler. Her fırka kendi
elindekiyle sevinip övünür”.
Rûm Suresi 32

Ayetleri gereği Allah, Müslümanların parçalanmasını yasaklamış, mezheplere,


tarikatlara bölünmeyin uyarısını yapmıştır. Mademki Peygamber’i (as) taklit
etmek, onun sünnetine uymak istiyoruz, o zaman mezhepleri, tarikatları bırakıp
O’nun getirdiği ve O’nun yaşadığı gerçek İslam’a uymamız gerekmez mi? O’nun
gibi mezhepsiz, O’nun gibi tarikatsız olmamız gerekmez mi?

O’nun şeyhi kimdi? O’nun mürşidi kimdi? O’nun Veli’si kimdi? O’nu yetiştiren,
O’na yol gösteren, her şeyi O’na öğreten Allah değil midir? Allah, O’nu Kur’ân
ile eğitmedi mi? O’na her şeyi, vahyettiği Kur’ân aracılığıyla öğretmedi mi? Peki
O, Kur’ân’ın kendisi ise, neden Kur’ân’ı referans alıp sadece Allah’ın ipine
(Kur’ân’a) sarılmıyoruz?

21
“Hep birlikte Allah'ın ipine yapışın, fırkalara bölünüp parçalanmayın...”
Al-i İmran Suresi 103

Şeyhlerin, mürşidlerin uzatmış oldukları ipe değil, Allah’ın ipine tutunmak


gerekmez mi!.

Günahlarınızı, sadece O bağışlayabilir.

Zilzal Suresi 7-8 ayetleri gereği hiçbir şeyh, mürşit ya da tarikat önderi, hiçbir
insana yardım edemeyecektir. İnsanları cübbeleri altında cennete
geçiremeyecek, torpil yapamayacak ve sırattan kurtaramayacaktır. Bu, Kur’ân
ayetleri gereği, Allah’ın bir vaadidir.

“Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir”.


Zilzal Suresi 7

”Her kim zerre kadar şer işlemişse onu görecektir”.


Zilzal Suresi 8

Yani Allah’ın ayetleri gereği her koyun kendi bacağından asılacaktır.

"Yoksa onlar Allah'tan başkasını şefaatçılar mı edindiler? De ki: Onlar hiçbir


şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (Şefaatçı edineceksiniz)?
De ki: Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur. Sonra
O'na döndürüleceksiniz".
Zümer Suresi 43-44

"Ve bir günden sakının ki, o günde hiç kimse başkası namına bir şey
ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez.
Onlar hiçbir yardım da görmezler".
Bakara Suresi 123

"Ey iman edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve kayırma bulunmayan


gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın.
Gerçekleri inkâr edenler elbette zalimlerdir".
Bakara Suresi 254

22
"Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları onunla (Kur’ân ile) uyar.
Onlar için Rablerinden başka ne bir dost, ne de bir aracı vardır; belki sakınırlar".
En’am Suresi 51

Görüldüğü gibi ayetlere göre; Allah’tan başka kimse bir başkasının günahını
örtemez, günahlarını silemez, hesabını kolaylaştıramaz, kimse kimseye torpil
yapıp cennete sokamaz. Her kul, ne işledi ise bizzatihi onun hesabını sadece
Allah’a verecek ve yaptığı her eylem için sorguya çekilecek ve de yaptığı her
eylemin karşılığını bizzat kendisi görecektir.

Kur’ân’daki birçok ayet, Allah’tan başka günahları bağışlayıcı kimsenin


olmadığını, kimsenin kimseye torpil yapıp cennete sokamayacağını belirtmiş
olsa da taassup ehli insanlar, Kur’ân’daki bazı “şefaat” ifadelerine kendilerince
anlamlar yükleyerek, tarikat önderlerinin birer şefaatçi olarak, onları, kayırıp
sorgusuz sualsiz cennete alınmalarına yardımcı olacaklarını iddia etmektedirler.

Ancak bu iddiaları, Zilzal Suresi 7-8, Zümer Suresi 43-44, Bakara Suresi 123,
254 ayetleri ile tamamiyle çelişmekte ve bu insanlar farkında olmadan Allah’a
şirk koşmaktadırlar.

Aynı taassup ehli insanlar bu ayetlerin farkında olarak ancak Kur’ân’da geçen
Yunus Suresi 3, Bakara Suresi 255, Enbiya Suresi 28, TaHa Suresi 109,
Meryem Suresi 87, Müddessir Suresi 48 ve Necm Suresi 26 ayetlerini referans
göstererek kendi iddialarını ispatlamaya çalışmaktadırlar. Ancak bu kişiler
farkında olmayarak Kur’ân ayetleri arasında çelişki olabileceğini kabul ederek
yine Allah’a şirk koşmaktadırlar. Oysaki Allah (cc), çelişkilerden tamamiyle
uzaktır.

“Şefaat” ifadesi, Allah’ın “Eş Şafii” isminden türemekte olup “şifa vermek,
sıkıntılara deva olmak” gibi anlamlara gelmektedir. Zengin anlamlı bir kelime
olan “şefaat” ifadesi, kullanıldığı yere göre çeşitli anlamlar kazanmakla birlikte
Allah (cc) için, “Şafii” ifadesi kullanıldığında “günahları affedici, sıkıntıları
giderici, dertleri çözücü yagane güç” anlamlarına gelmektedir ki Zümer Suresi
43-44 ayetleri bu anlamları ifade etmektedir.

23
Ancak bu ifade insan için kullanıldığında “birinden, başkası adına bir ricada
bulunmak, kusurlarının bağışlanmasını dilemek, yardım istemek, dua etmek,
birinin af ve iyiliğe kavuşması için ricada bulunmak” gibi anlamlara gelmektedir
ki Yunus Suresi 3, Bakara Suresi 255, Enbiya Suresi 28, TaHa Suresi 109,
Meryem Suresi 87, Müddessir Suresi 48 ve Necm Suresi 26 ayetleri bu
anlamları ifade etmektedir.

Aşağıdaki ayetler incelendiğinde;

“Odur ki, sizi inkâr karanlıklarından nura çıkarmak için rahmetine eriştirir;
melekler de bağışlanmanız için duâ ederler. Mü’minler için O çok
bağışlayıcıdır”.
Ahzâb Suresi 43

“Arşı taşıyan ve onun etrafında bulunan melekler Rablerini över, Onu tesbih
eder, Ona iman eder ve mü’minlerin bağışlanması için de dua ederler. “Ey
Rabbimiz,” derler. “Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Tevbe eden ve
Senin yoluna uyanların günahlarını bağışla ve onları cehennem azabından
koru”.
Mü’min Suresi 7

Aşağıdaki ayetlerde geçen ve insanlar ve melekler için kullanılan “şefaat”


ifadesinin “günahların bağışlanması için dua etmek” anlamına geldiği daha iyi
anlaşılacaktır.

“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri yerli
yerince idare ederek arşa istiva eden Allah’tır. Onun izni olmadan hiç kimse
şefaatçi olamaz. İşte O Rabbiniz Allah’tır. O halde O’na kulluk edin. Hala
düşünmüyor musunuz?”
Yunus Suresi 3

“Allah, O’ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyumdur. Kendisine ne uyku


gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur. İzni olmadan
O’nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını
bilir. (O’na hiçbir şey gizli kalmaz.) O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar O’nun

24
ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine
alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O yücedir, büyüktür”.
Bakara Suresi 255

“Allah, onların önlerindekini de, arkalarındakini de (yaptıklarını da, yapacaklarını


da) bilir. Allah rızasına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler. Onlar,
Allah korkusundan titrerler!”
Enbiya Suresi 28

“O gün, Rahman’ın izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkasının şefaati


fayda vermez”.
Ta Ha Suresi 109

“Rahman’ın katında ahid almışların dışında şefaate malik olmayacaklardır”.


Meryem Suresi 87

“Artık onlara, şefaatçilerin şefaati fayda vermez”.


Müddessir Suresi 48

“Göklerde nice melekler var ki, Allah dilediği ve râzı olduğu kulları için şefaat
edilmesine izin vermedikçe onların şefaati hiçbir fayda vermez” .
Necm Suresi 26

Not: Şeytan, Kur’ân’da Cehenneme gidecekleri açık bir şekilde belirtilen kişiler
(Ebu Leheb ve karısı gibi) ve helak edilen kavimler için kimse şefaat edemez
(bağışlanmaları için dua edemez). Sadece günahları, sevaplarını azıcık geçmiş
ya da yaptığı iyi bir eylem ya da eylemler nedeniyle Tanrı’nın rızasını kazanmış
olanlar (günahları fazla olmuş olsa dahi) şefaate nail olabilirler. Bu kişilerin
bağışlanması için Tanrı’ya edilen dualar, şefaat kapsamında değerlendirilip o
kişilerin cennete alınmaları için bir neden oluşturur.

Not: Ta Ha Suresi 109 ayetine göre kimin şefaat etme (birilerinin bağışlanması
için dua etme) yetkisine sahip olacağı sadece âlemlerin Rabbı olan Allah (cc)
tarafından belirlenir. Bu da sadece ölümden sonra bilinebilecek bir durumdur.
Yani kimse bu dünyada iken şefaat yetkisine sahip olup olmayacağını asla

25
bilemez (buna tarikat ve cemaat önderleri de dâhildir). Ayrıca şefaat edilen
kişilerin cennete gideceği de kesin değildir. Bu, sadece Tanrı’nın yetkisinde
olup, şefaat edilen kişinin dünyada iken yapmış olduğu eylemlerin, Tanrı için ne
ifade ettiğine bağlıdır. Tanrı isterse günahları fazla olan kişileri, o şefaatler
(dualar) sayesinde cennete alır, isterse de almaz.

Neden başkalarından medet bekliyoruz ki? Peygamber, dini, Kur’ân’dan


öğrenmedi mi? Allah’tan başka birinden medet bekledi mi? Allah ve O’nun
kitabından başka bir veli/yardımcı/yol gösterici edindi mi?

Aşağıdaki ayetleri okuyup her bir ayet üzerinde oldukça derin bir şekilde
düşünmemiz gerekmektedir:

“Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek velileri yoktur. Allah'ın


saptırdığı kimse için artık hiçbir yol yoktur”.
Şura Suresi 46

“Küfre sapanlar, beni bırakıp da kullarımı veliler edineceklerini mi sandılar”.


Kehf Suresi 102

“Kendilerine onur ve destek olsunlar diye Allah dışında ilahlar edindiler”.


Meryem Suresi 81

“Allah'tan başkalarını veli edinenlerin durumu, bir yuva edinen dişi örümceğin
durumuna benzer. Ve yuvaların en zayıfı elbette ki dişi örümceğin yuvasıdır.
Keşke bilselerdi!”
Ankebût Suresi 41

“Gözünüzü açıp kendinize gelin! Arı duru din yalnız ve yalnız Allah'ındır. O'ndan
başkalarını veliler edinerek, "Biz onlara, yalnız bizi Allah'a yaklaştırmaları için
kulluk ediyoruz" diyenlere gelince, hiç kuşkusuz Allah onlar arasında, tartışıp
durdukları konuyla ilgili hükmü verecektir. Şu bir gerçek ki, Allah yalancı ve
nankör kişiyi iyiye ve güzele kılavuzlamaz”.
Zümer Suresi 3

26
“O'nun dışında veliler edinenlere gelince, onlar üzerinde gözcü de Allah'tır”.
Şura Suresi 6

“Yoksa O'ndan başka veliler mi edindiler? Allah! O'dur gerçek dost”.


Şura Suresi 9

Söz konusu yukarıdaki ayetler ile Allah (cc); tarikatçılık, cemaatçilik ve şeyhlik
gibi tüm ruhbanlık kurumlarını tamamiyle yasaklamıştır.

Oysaki, Kur’ân’ı gerçekte anlamayanlar ya da işlerine gelmediği için anlamak


istemeyenler, Yunus Suresi 62 ayetini referans göstererek Allah’tan başka
veliler bulunduğunu ve şeyhlerin, gavsların, mürşitlerin birer veli olduğunu,
dolayısıyla da Allah’ın Kur’ân’da, hâşâ kendisiyle çeliştiğini dolaylı olarak da
olsa kabul etmişlerdir.

Oysaki, Allah (cc), Kur’ân’da Şura Suresi 9 ayetinde, “Yoksa O'ndan başka
veliler mi edindiler? Allah! O'dur gerçek dost…” ifadesiyle, kendisinden başka
bir “Veli” edinilmemesi gerektiğini açık bir şekilde belirtmiştir.

Şeyhleri, gavsları, mürşitleri, cemaat önderlerini birer yönlendirici, bağlanılması


gereken bir önder olarak görmek, Allah’ı bırakıp da onlardan himmet dilenmek,
onları birer şefaatçi olarak görmek ve imanlı gitmek için mutlaka bir şeyhe
bağlanılması gerektiğine inanmak, şüphesiz ki, Allah’ın şu ayetlerini inkâr etmek
olacağı asla unutulmamalıdır:

“Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek velileri yoktur. Allah'ın


saptırdığı kimse için artık hiçbir yol yoktur (Şura Suresi 46)”, “Küfre sapanlar,
beni bırakıp da kullarımı veliler edineceklerini mi sandılar (Kehf Suresi 102)”,
“De ki: Bütün şefaat Allah’ındır (Zümer Suresi 44)”, “Hep birlikte Allah'ın ipine
yapışın, fırkalara bölünüp parçalanmayın (Al-i İmran Suresi 103)”, “Biz yalnızca
Sana ibadet eder ve yalnızca Senden yardım dileriz (Fatiha Suresi 5)”.

Bilgili olan insanlardan tabii ki yararlanmak, onların bilgilerinden istifade etmek


gerekir. Ancak bu istifade şekli; insanların eteğine yapışma, onlardan himmet
dilenme, el pençe divan durma, uzattıkları ipleri tutaraktan günahlarının affını
dilenme (bir nevi Hıristiyanlıktaki günah çıkarma ayini gibi) şeklinde olmamalıdır.

27
Olması gereken; bir okuldaki, bir kurstaki öğretmen-öğrenci ilişkisi şeklinde
olmalıdır.

Aşağıdaki ayetleri aklımızdan asla çıkartmamamız gerekmektedir:

“…Gerçekten size bir nur ve hakkı apaçık bildiren bir kitap gelmiştir”.
Maide Suresi 15

“Allah, Kendi rızasına uyan kimseleri o kitap vasıtasıyla selamet yollarına eriştirir,
İlahi izin ve iradesiyle onları inkâr karanlıklarından çıkarıp iman nuruna
kavuşturur ve dosdoğru bir yola iletir”.
Maide Suresi 16

“Hep birlikte Allah'ın ipine yapışın, fırkalara bölünüp parçalanmayın”.


Al-i İmran Suresi 103

“Ve bir günden sakının ki, o günde hiç kimse başkası namına bir şey ödeyemez,
kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez. Onlar hiçbir
yardım da görmezler”.
Bakara Suresi 123

“Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir”.


Zilzal Suresi 7

“Her kim zerre kadar şer işlemişse onu görecektir”.


Zilzal Suresi 8

Kur’ân çelişkiler içermeyen, dosdoğru bir kitaptır. Bu nedenle en gerçekçi


meallere ve tefsirlere ulaşmak için ayetlerin, yine ayetler ışığında açıklanması
ve yorumlanması gerekmektedir. Diğer türlü, sadece insanların kendi
düşüncelerine dayalı çarpıtılmış meallerin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Çünkü
değişmeyen ve doğruluğundan şüphe duyulmayan tek kitap, Kur’ân’dır. O’nun
haricindeki her şeyin değişmiş, tahrif edilmiş ve yanlış olma ihtimali vardır. Bu
nedenle Kur’ân’a dayalı bir düşüncenin mutlak olarak doğruluğundan söz
edilebilirken, Kur’ân’a dayanmayan bir düşüncenin ya da fikrin mutlak olarak
doğruluğundan asla bahsedilemez.

28
Şimdi şeyhlerin, gavsların, mürşitlerin ve cemaat önderlerinin birer “Veli”
olduğuna kanıt olarak gösterilen ayetleri inceleyelim:

“Bilin ki, Allah'ın velileri için ne bir korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar.
Onlar Allah'a inanmış ve O'na karşı gelmekten sakınmışlardır”.
Yunus Suresi 62

Burada bahsedilen “Veli” kelimesi söylendiği gibi şeyhleri ya da gavsları ifade


etmemektedir. Ayetin anlatmak istediği, “Vali” anlamındaki “Veli”dir. Yani ayet,
Allah yolunda olan yöneticiler (valiler, bir ülkenin-şehrin-kasabının yöneticisi-
hükümdar vb.) için bir korku olmadığını ve mahzun olmayacaklarını
anlatmaktadır. Nitekim önceki ayetlerde de Allah (cc), zaten kendisinden başka
bir “Veli” olmadığını açık bir şekilde belirtmektedir.

Tüm bu açıklamalara rağmen hala Yunus Suresi 62. ayetteki “Veli” kelimesinin,
şeyhleri ya da gavsları anlattığını iddia edersek, Allah (cc)’un kendisiyle de
çeliştiğini iddia etmiş oluruz. Ayrıca şunu da hatırlamak gerekir ki, Arapçada her
bir kelimenin, tıpkı diğer dillerde olduğu gibi, iç içe geçmiş birden fazla anlamı
vardır. Dolayısıyla ayetler yorumlanırken bu anlamların da göz önünde
bulundurulması gerekmektedir.

Aşağıdaki ayetler incelendiğinde;

“Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri veliler edinmesinler. Kim bunu


yaparsa, Allah'ın dostluğundan ve yardımından bir nasibi kalmamış olur. Ancak
onlardan korunma gayesiyle sakınma(nız) başka. Allah, sizi Kendisinden
gelecek bir azaptan sakındırıyor. Herkesin gidişi de Allah'ın huzurunadır”.
Al-i İmran Suresi 28

“İnkâr edenler birbirlerinin velileridir. Eğer size emredileni yerine getirip mü’mini
dost, kâfiri düşman bilmezseniz, yeryüzünde fitne çıkar ve pek büyük bir fesat
olur”.
Enfal Suresi 73

29
“Ey iman edenler, eğer imana karşı inkârı sevip-tercih ediyorlarsa, babalarınızı
ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte bunlar
zulmeden kimselerdir”.
Tevbe Suresi 23

“Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder,


kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve Allah'a ve
Resulü'ne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır.
Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir”.
Tevbe Suresi 71

“Haklı bir neden olmaksızın Allah'ın haram kıldığı bir kimseyi öldürmeyin. Kim
mazlum olarak öldürülürse onun velisine yetki vermişizdir; o da öldürmede
ölçüyü aşmasın. Çünkü o, gerçekten yardım görmüştür”.
İsra Suresi 33

Bu ayetlerde geçen “Veli” kelimesinin; arkadaş, yardımcı, dost, destekçi,


düşmana karşı birbirlerini koruma kollama, birinin bakımını üstlenme, ondan
sorumlu olma gibi anlamlara karşılık geldiği açık bir şekilde görülmektedir.
Bununla birlikte aşağıdaki ayetlerde belirtilen “Veli” kelimesinde ise; bir önder,
kendilerini kurtuluşa erdirecek, cehennem azabından kurtaracak, onların
günahlarını affedecek, onlara şefaat edecek bir kişi anlamına gelmektedir
(günümüz şeyh, mürşit, cemaat önderlerine ya da gavslarına yüklenen özellikler
anlamında):

“Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek velileri yoktur. Allah'ın


saptırdığı kimse için artık hiçbir yol yoktur”.
Şura Suresi 46

“Küfre sapanlar, beni bırakıp da kullarımı veliler edineceklerini mi sandılar”.


Kehf Suresi 102

“Kendilerine onur ve destek olsunlar diye Allah dışında ilahlar edindiler”.


Meryem Suresi 81

30
“Allah'tan başkalarını veli edinenlerin durumu, bir yuva edinen dişi örümceğin
durumuna benzer. Ve yuvaların en zayıfı elbette ki dişi örümceğin yuvasıdır.
Keşke bilselerdi!”
Ankebût Suresi 41

Tüm bu ayetlere rağmen hala şeyhlerin, mürşitlerin, cemaat önderlerinin ve


gavsların birer “Veli” olduğunu iddia ediyorsanız, onların size şefaat edeceğine
inanıyorsanız, sizi cübbeleri altında cennete girdireceklerine inanıyorsanız,
ellerine ya da uzattıkları iplere tutunaraktan günahlarınızın affedileceğini
umuyorsanız, bilin ki apaçık bir şekilde Allah’ın ayetlerini inkâr etmiş ve dinden
çıkmışsınızdır demektir.

Eğer hala: “Bilin ki, Allah'ın velileri için ne bir korku vardır, ne de onlar mahzun
olurlar. Onlar Allah'a inanmış ve O'na karşı gelmekten sakınmışlardır (Yunus
Suresi 62)” ayetindeki “Veli” kelimesini şeyhler, mürşitler, cemaat önderleri ve
gavslar olarak kabul etmeye devam edecekseniz, aşağıdaki ayette geçen
“Veli”leri kim diye kabul edeceksiniz?

“İşte o şeytan sizi velileriyle korkutuyor. Siz onlardan korkmayın. Benden


korkun. Eğer gerçek mü’minseniz”.
Al-i İmran Suresi 175

Evet, şeytan bizleri, “Bir mezhebe girmezsek, bir tarikata girip bir şeyhe
bağlanmazsak cehenneme gideriz, şeyhler bizi çarpar, onların her dediğini
yapmamız gerekir” korkusuyla korkutuyor. Allah, ise “onlardan değil benden
korkun” ve sadece Kur’ân’ı referans alın diyor. Şimdi kime inanalım? Kur’ân’a
mı yoksa uydurma hadisler ışığında dini yorumlayan şeyhlere, cemaat
önderlerine, mürşitlere, gavslara ya da paralı cami imamlarına mı?

Her gün namazda okuduğumuz Fatiha suresini bile idrak edememiş, Allah’tan
başkasını anmanın, O’na eş koşmanın haram olduğunu bilmemize rağmen hep
mürşitlerden, şeyhlerden ve gavslardan yardım dilemiş, onları aracı, put
yapmış, kalbimizde, zihnimizde ve ruhumuzda hep onları anmış, rabıta etmişiz.

Allah’ın indirdiği dinde; papazlar, hahamlar gibi bir ruhbanlık kurumu


olmamasına rağmen hocalar, mürşitler, şeyhler, gavslar ve cemaat önderleri

31
aracılığıyla, Allah ile kul arasına girilmiş ve bunu savunmak için; “bugün bir
devlet memuru ile bile görüşmek için nasıl ki sekreter aracılığıyla randevu
alınması gerekiyorsa, Allah ile de aynı şekilde aracı olmadan bağlantı
kurulamaz” yalanı uydurularak Yücelerden Yüce olan, bize şah damarından
daha yakın ve her bir öze nüfuz etmiş olan Rabbimiz (cc), memur-sekreter
seviyesine indirgenmiş ve en büyük şirk kapısı oluşturulmuştur.

Bu zihniyete sahip insanlar, aynı pişkinlikle Rabb ile kul arasında torpil dahi
olabileceğini savunmuş ve “adamını bul Sırat’tan bile geçersin” kavramını
yaratmışlardır (ne de olsa mürşitler kendilerine bağlananlara cennetin tapusunu
garanti etmektedirler).

Şimdi size soruyorum: “Size şahdamarından daya yakınım (Kaf Suresi 16)”
diyen bir tanrı için aracı gerekir mi? “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer
versin!” diyen bir tanrı için bir sekretere-aracıya ihtiyaç var mıdır?

“Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Senden yardım dileriz”.


Fatiha Suresi 5

Gerçekte bu ayeti idrak edebildik mi?

Allah (cc), Ahzap Suresi 40 ayetinde geçen; “Muhammed, sizin erkeklerinizden


hiçbirinin babası değildir” ifadesiyle, Peygamber (as)’in hiçbir akrabasının
kalmadığını ve soyunun devam etmediğini söylemesine rağmen hala kendilerini
peygamber soyundan ilan eden (güya seyitler) o mürşitlere, o şeyhlere ve o
gavslara inanmaya ve Allah adına yalan söylemeye devam mı edeceğiz?

“Allah adına yalan uydurandan yahut onun ayetlerini yalanlayandan daha zalim
kimdir?”
En’am Suresi 21

Peygamber (as)’e indirilen ve yaşadığı gerçek dinde, vefatından hemen sonra


ayrılıklar ortaya çıkmaya başlamış ve bu ayrılıklar 3. Halife Osman zamanında
Kureyş kabilesinden Ebu Süfyan ve Ümeyye oğullarının başa geçmesiyle daha
da artmaya başlamıştır. İslam âleminin önderliğini ellerinde bulundurmak
isteyen Ümeyye oğulları, Karbela faciasında da sahabenin tamamını öldürerek,

32
bu durumu garanti altına almışlardır (Lütfen “İmam Ali” filmini izleyiniz). Nitekim
Ahzab Suresi 40 ayeti de; “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası
değildir” bu duruma gönderme yaparak Peygamber Efendimizin hiçbir yakınının
kalmadığını, hepsinin öldüğünü/öldürüldüğünü belirtmektedir.

Bu dönemden sonra; uydurma hadisler (kendilerine nüfuz oluşturmaya çalışan


ya da dini bozmaya çalışan kişiler tarafından) artmış, cahiliye dönemi örf ve
adetleri dinin emriymiş gibi gösterilmiş ve din, siyasete alet edilerek seçime
dayalı bir yönetimden (ilk 4 halife seçimle başa getirilmişlerdir) saltanata dayalı
bir yönetime geçilmiştir. Bu dönemden sonra İslam dejenere edilerek bozguna
uğratılmış ve Kur’ân’a dayalı bir İslam inancından gücü elinde bulunduran kişiye
bağlı bir İslam inancına geçilmiştir.

“İşte bütün bu peygamberlerin getirdikleri din, tek bir dindir ki, o da sizin dininiz
olan İslam’dır… Fakat insanlar tevhid dinini parça parça ederek aralarında
ihtilafa düştüler…”
Enbiya Suresi 92-93

Allah (cc), bu ayet ile İslam dininin parçalanarak mezheplere, tarikatlara ve


cemaatlere bölüneceğini önceden haber vermiş ve bu bölünme ve kargaşa
içinde, doğru yolun, Peygamberin gerçek ve tek sünneti olan Kur’ân’a uymaktan
geçtiğini belirtmiştir.

“Doğrusu o Kur’ân, senin için de, kavmin için de bir öğüttür ve siz ondan sorguya
çekileceksiniz”.
Zuhruf Suresi 44

Ayeti gereği, Kur’ân hepimize indirilmiştir. Unutulmamalıdır ki, din, sadece


şeyhlere, gavslara, mürşitlere, cemaat önderlerine ya da cami imamlarına
gönderilmemiştir. İslam dini, ruhbanlık kurumunu yasakladığı gibi herkesin
Kur’ân’ı inceleyip, ayetler üzerinde düşünmesini ve öğüt almasını da
emretmektedir.

Ve resûl: “Ey Rabbim! Muhakkak ki benim kavmim, bu Kur'ân'dan ayrıldı


(Kur'ân'ı terk etti).” dedi.
Furkan Suresi 30

33
Evet, Furkan Suresi 30 ayeti gereği Müslümanlar, Kur’ân’ı bırakıp insan eliyle
oluşturulmuş inançlara (mezheplere, tarikatlara ya da cemaatlere) inanmış ve
tarikat ehli insanların sözüne daha fazla rağbet etmişlerdir.

Tüm mezhep imamları, birçok tarikat şeyhi, gavslar, mürşidler ve paralı imamlar;
Kur’ân’da önceleri recm (Tevrat’ta çokça geçen ve Yahudi geleneklerinden İslam
dinine girmiş, sonraları uydurma hadislerle İslam’ın da bir emri olarak telakki
edilen, zina edenlerin taşlanması emri) ayetinin olduğunu ancak, bu ayetin daha
sonraları (hadislere göre bir keçinin yemesi sonrasında) Kur’ân’dan çıkarıldığını
iddia ederek, “recm” olayını, Allah’ın bir emri olarak gösterdiklerinden, ki bu
şekilde Kur’ân’ın değiştirilebileceğini/değiştirildiğini savunduklarından ve Allah’ın,
Kur’ân’ın değiştirilemeyeceği sözünü (En’am Suresi 115, Hicr Suresi 9)
inkârlarından dolayı dinden çıkmış ve güvenilmez insanlar olmuşlardır. Sırf bu
akla ziyan inançlarından dolayı bile bu tip insanların arkasından yürümemenin en
doğru yol olacağı asla unutulmamalıdır.

“Rabbinin sözü doğruluk ve adaletle tamamlandı. Onun sözlerini [Kur'ân’ı]


değiştirebilecek [hiçbir şey, hiçbir kuvvet] yoktur”.
En’am Suresi 115

“Kur’ân’ı biz indirdik, elbette yine onu biz koruyacağız”.


Hicr Suresi 9

Dini emirlerin bir kısmının Kur’ân’da bulunmadığını iddia etmek, Allah’ın İslam
dinini, Peygamberine eksik bir şekilde vahyettiğini iddia etmek olur ki, bu da “Biz
O’nda hiçbir şeyi eksik bırakmadık. En’am Suresi 38” ayetine karşı gelmek ve
dinden çıkmak anlamına geleceği asla unutulmamalıdır.

O halde bazı dini emirlerin, Kur’ân’da olmadığını iddia etmek ya da Allah’ın


ayetlerinin sadece belli bir sınıfa (şeyh, müceddit, gavs, mürşit, imam vb.) ait
insanlar tarafından anlaşılabileceğini ve sadece o kişilerin Kur’ân hakkında
konuşma, düşünme ya da fetva verme yetkisine sahip olduğunu iddia etmek,
ruhbanlık kurumunu kabul etmek ve dolayısıyla da Allah’a karşı çıkmak olacağı
asla unutulmamalıdır.

34
Aşağıda yer alan ayetler üzerinde mutlaka derin bir şekilde düşünmek
gerekmektedir.

“Doğrusu o Kur’ân, senin için de, kavmin için de bir öğüttür ve siz de ondan
sorguya çekileceksiniz”.
Zuhruf Suresi 44

“And olsun ki Biz sana apaçık ayetler indirdik”.


Bakara Suresi 99

“Bu kitap, bilen bir topluluk için Allah’ın rahmetiyle müjdeleyici ve O’nun
azabından sakındırıcı olmak üzere, ayetleri açıklanıp ayırt edilmiş Arapça bir
Kur’ân olarak Rahman ve Rahim olan Allah tarafından indirilmiştir. Fakat onların
çoğu yüz çevirdiler; artık hakka kulak vermezler”.
Fussilet Suresi 2-4

“And olsun ki Biz bu Kur’ân’da, güzelce düşünüp öğüt alsınlar diye insanlar için
her türlü misali verdik”.
Zümer Suresi 27

“Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık”.


En’am Suresi 38

“…Gerçekten size bir nur ve hakkı apaçık bildiren bir kitap gelmiştir”.
Maide Suresi 15

“Allah, Kendi rızasına uyan kimseleri o kitap vasıtasıyla selamet yollarına eriştirir,
İlahi izin ve iradesiyle onları inkâr karanlıklarından çıkarıp iman nuruna
kavuşturur ve dosdoğru bir yola iletir”.
Maide Suresi 16

Kur’ân’ın sadece hadislerle anlaşılabileceğini iddia eden ve bu hadisleri de


Peygamber’in sünnetiymiş gibi kabul eden bir zihniyet de apaçık bir şekilde

35
Allah’ın ayetlerine karşı gelmiş, Allah ve Peygamberi adına yalan uydurmuş
olmaktan öteye geçmeyecektir.

Nitekim Peygamber Efendimiz, Kur’ân’da yazılı hiçbir emrin dışına çıkmamış ve


Kur’ân’a harfiyen uymuştur; ne bir eksik ne de bir fazla. Aksini iddia etmek;
Peygamber adına uydurulan tüm hadisleri, O’nun kıldığını iddia ettikleri ve
Kur’ân’da belirtilmeyen farz namazları dışındaki tüm namazları ya da diğer
“sünnet”leri kabul etmektir. Bu düşünceleri, Kur’ân’da olmadığını bilerekten kabul
etmek ve bile bile insanların ortaya atmış oldukları bu iftiraları, Kur’ân’daki
ayetleri hiçe sayaraktan bir dini inanç olarak savunmak, Allah (cc)’a karşı
şirklerin en büyüğü olacaktır.

Aynı din adamları, tarikat adabı yolu ile güya İslam’ı daha iyi anlamak için; vird,
hatme ve rabıta gibi alternatif emirler oluşturarak, Allah’ın Kur’ân’da belirttiği
emirler dışında, uyulması gereken yeni emirler oluşturarak “Kula Kulluk”
prensibiyle, Allah’a adaş olmaya çalışmışlardır. Hâlbuki din adına her emir,
sadece Allah tarafından konur ve hiç kimse din adına, Allah’ın, Kur’ân’da
belirtmiş olduğu emirler dışında İslam’a; hadis, sünnet, vird, hatme ve rabıta gibi
ekstra emirler koyamaz. Çünkü din Allah’ındır ve kurallar sadece kendisi
tarafından belirlenir.

İslam dininin emirleri içerisine yerleştirilmeye çalışılan bu hatme, rabıta ve vird


gibi bidatlarla, güya dinin daha iyi anlaşılması ve daha iyi yaşanması
hedeflenmektedir. O halde soruyoruz:

Allah (cc), İslam’ın kurallarını eksik bir şekilde mi belirtmiştir ki bu bidatlarla


İslam’ı daha iyi anlayalım?

Peygamber Efendimiz, tarikat ehli insanların belirtmiş olduğu bu bidatların hangi


birini yapmıştır?

Allah’ın, Kur’ân’da belirttiği ve peygamberin yapmış olduğu ibadetlerle O’na


ulaşılamaz mı?

36
Eğer ulaşılamaz ve din, ancak vird-hatme-rabıta üçgeni ile tam olarak
anlaşılabilir ve yaşanabilir diyorsanız, Peygamber’in dahi dini tam olarak
yaşamadığını ve O’na indirilen dinin eksik olduğunu kabul etmişsiniz demektir.

Aşağıdaki ayet üzerinde derince düşününüz:

“O, hükmüne hiç kimseyi ortak etmez”.


Kehf Suresi 26

Şimdi soruyoruz: Hala Kur’ân’a mı inanacaksınız yoksa kendi elleriyle yeni bir
din oluşturmuş olan o insanlara mı?

Sen, ey kardeşim; asla unutma ki, keramet/mucize/doğaüstü olaylar sergilemek,


asla o kişinin hak yolda olduğunu, Kur’ân’a göre hareket ettiğini ve Allah’ın
emirlerini tam anlamıyla yerine getirdiğini göstermez. Çünkü Budistler, yogalar
ve dünya çapında binlerce inançsız insan da aynı şekilde mucizeler (doğaüstü
güçler ya da daha altında yatan bilimin anlaşılamadığı olaylar) göstermektedir.
Belki bu tip insanların yaptıklarını şeytani (istidraç), mürşitlerin, gavsların,
mücedditlerin ya da şeyhlerin yaptıklarını da ilahi bir kudret olarak görüyor
olabilirsin ancak unutma ki, var olan her özellik-kudret insana, Allah tarafından
verilir ve şeytanın insan üzerinde, vesvese dışında hiçbir etkisi yoktur.
Dolayısıyla diyebiliriz ki, bir inanç ya da bilgi, kişinin doğaüstü
güçlerine/kerametlerine göre değil, Kur’ân’a göre, doğru ya da yanlış olarak
yorumlanmalıdır. Yani doğru olan şeyin referansı, her zaman için Kur’ân
ayetlerine uyum ya da uyuşmazlık olmalıdır.

Aşağıdaki ayetler üzerinde mutlaka derince düşünmek gerekmektedir:

“Hayır, o (Kur’ân), kendilerine ilim verilenlerin sinelerinde (yer eden) apaçık


ayetlerdir. Âyetlerimizi, ancak zalimler bile bile inkâr eder”.
Ankebut Suresi 49

“Ona Rabbinden (başkaca) mucizeler indirilmeli değil miydi?" derler. De ki:


Mucizeler ancak Allah’ın katındadır. Ben ise sadece apaçık bir uyarıcıyım”.
Ankebut Suresi 50

37
“Kendilerine okunmakta olan Kitab’ı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi?
Elbette iman eden bir kavim için onda rahmet ve ibret vardır."
Ankebut Suresi 51

Peygamber Efendimiz (as) ne bir mezhebe, ne bir tarikata, ne de bir cemaate


bağlı olmadan sadece Kur’ân’ı referans alarak dini yaşamış ve yaşadığı Kur’ân
dinini insanlara tebliğ etmiştir. O halde bizim de aynı şekilde mezhepsiz,
tarikatsız ve cemaatsiz olarak sadece Kur’ân’ı referans alarak ve sadece Allah’ın
ipine tutunaraktan Peygamber’e indirilen gerçek dine uyup, ayrılıkları olmayan
tek bir ümmet olmamız gerekmez mi? Gerçek sünnet bu değil midir?

“...De ki: Hayır, biz Hanif olan İbrahim'in dinindeniz”.


Bakara Suresi 135

“İbrahim ne Yahudi, ne Hristiyan'dı; o Hanif dinindendi”.


Al-i İmran Suresi 67

“...De ki Allah gerçekçidir. O halde, İbrahim'in dini olan Hanifliğe uyun…”


Al-i İmran Suresi 95

“Kim vardır ki, ondan daha güzeli var olsun? İyilik halinde, tam bir ihlas ile
kendini Allah'a teslim etmiş (Yaratan ile barışmış) ve Allah'ın indindeki en güzel
din olan İbrahim'in dini Hanifliğe tabi olmuştur. Allah İbrahim'i dost edinmiştir”.
Nisa Suresi 125

“Kuşkusuz ben her dinden vazgeçip, yüzümü Hanif olarak o gökleri ve yeri
yaratan Allah'a döndüm”.
En’am Suresi 79

“De ki: Muhakkak Rabbim beni İbrahim'in doğru yoluna, dosdoğru olan Hanif
dinine iletti”.
En’am Suresi 161

“Ey Resul! De ki: Ayrıca yüzünü Hanif dininden ayırma ve sakın ortak
koşanlardan olma diye emrolundum”.
Yunus Suresi 105

38
“...Allah'a Hanif olarak muhatap olun, habis ortak koşmalardan kaçının”.
Hac Suresi 31

“Doğrusu İbrahim Hakk'a yönelen bir kurucuydu. O Hanif idi”.


Nahl Suresi 120

“Ey Resul! Sana Hanif ol, İbrahim'in dinine uy diye vahyettik”.


Nahl Suresi 123

“Hâlbuki onlar yalnızca Hanif olmak üzere, dini sadece Allah' a has (özgün
kılarak, mezhep imamlarına, şeyhlere, kullara vb. has kılmayarak), Allah'ı
bilmekle, salâtı ikame etmekle ve zekât vermekle emrolunmuşlardı. En dosdoğru
ve gerçekçi din de işte bu Hanifliktir”.
Beyyine Suresi 5

“Sen artık yüzünü hakka yönelmiş Hanif dine dön ki, Haniflik Allah'ın mayasıdır.
İnsanları o maya üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışında hiçbir değiştirme ve
değişiklik bulunmaz. İşte en doğru ve en sağlam din Hanifliktir; fakat insanların
çoğu bilmezler”.
Rum Suresi 30

“Allah katından geri çevrilmez bir gün gelmezden önce, yüzünü Hanif dinine
çevir. Ki o gün insanlar bölük bölük ayrılırlar”.
Rum Suresi 43

Şeyhleri, gavsları, mürşitleri, cemaat önderlerini ve cami imamlarını aradan çekin


ve sadece Allah’ın ipine yapışın. Dini bölenler ve bu şekilde de Allah’a şirk
koşanlar gibi olmayın. Unutmayın ki, Peygamber de dini inen vahiyler sonucunda
direk Kur’ân’dan öğrenmiş ve ashabına da bunları öğretmiştir.

İnsanların dini konularda daha bilinçli olması ve Allah’ın kitabını daha dikkatli bir
şekilde okuması gerekmektedir. Nitekim Karbela olayından sonra Hz. Ali, Hz.
Hasan, Hz. Hüseyin ve sahabenin tamamı Muaviye’nin emriyle öldürülmüş ve
din, siyasete alet edilerek uydurma hadisler, Yahudi ve Hristiyan din adamları,
Ebu Süfyan, Muaviye, Yezid gibi, Peygamber ve O’nun ashabına düşman olan
kişiler tarafından bozguna uğratılmıştır (Sahabeleri, Hz. Ali’yi, Peygamber’in iki

39
gözü olan torunlarını öldüren o kişilerden, o münafıklardan ne beklenirdi ki?). Bu
dönemden sonra din, içten ve dıştan fitnelerle yıkılmış ve Kur’ân eksenli bir din
anlayışından kul eksenli bir din anlayışına geçilmiştir.

Muaviye-Yezid gibi münafıklar, Emevi ve Abbasiler döneminde de, insanları


yönetmek ve iktidar hırsı gibi nedenlerle, uydurma hadisler ısmarlamış, bu
şekilde hem kendi düşüncelerini hadis kılıfı altında insanlara kabul ettirmiş hem
de kendi saltanatlarının devamını sağlamışlardır. Bu ısmarlama hadisler, savaşla
yok edilemeyen İslam dinini, hadis fitnesiyle içten parçalamak ve yok etmek için
özellikle Hristiyan ve Yahudi din adamları tarafından ortaya atılmıştır (Buhari ve
Müslim’in hayatlarına bakın bakalım, Müslüman olduklarını görebilecek misiniz?).

Nitekim Kur’ân değiştirilemeyeceğinden, dini bozmanın en iyi yolu fitneler üretip


dini parçalamak ve insanlar arasında ayrılıklar doğurmak olacaktı. Bu şekilde din
parçalanacak ve hakikat ortadan kalkacaktı. Bu hakikat düşünüldüğünde,
Peygamber’in neden hadis yazılmasını yasakladığı, buna, neden sadece dört
halife zamanında uyulduğu, neden en çok hadis rivayet edenlerin Peygambere
en yakın olan sahabiler olmadığı ve Muaviye döneminden sonra bu kuralın
neden çiğnendiği daha iyi anlaşılacaktır.

Evet, oyuna getirildik… Kandırıldık… Peygamber daha ölüm döşeğinde iken


başlayan ayrılıklar, şimdi tamamıyla bozuk bir din anlayışını bize miras
bırakmıştır. Sonraki dönemlerde ortaya çıkan bazı şahsiyetler tarafından, bozuk
olan din anlayışı, bir sistem etrafında toplatılarak daha düzenli bir din anlayışına
gidilmiştir. O şahsiyetlerin topladıkları ya da öğrendikleri hadislere bakış açıları
da şimdiki mezhep inanışlarını ortaya çıkarmıştır. Yani, Allah’ın Peygamber’e
bildirmiş olduğu emirler, hadisler ışığında farklı anlamlar kazanmış ve yeni dini
inanışların (mezheplerin=insan kaynaklı dini inanışların) ortaya çıkmasına neden
olmuştur. O şahsiyetlerin en büyük hatası ise dini anlamada sadece Kur’ân’ı
referans almak gerektiğini bilmemiş ya da anlayamamış olmalarıdır.

Şu anda Türkiye’de en yaygın mezhepler; Şafii, Hanifi, Maliki ve Hanbelî


mezhepleri olup bu mezhepler, hak mezhepler olarak algılanmaktadır. Peki,
Neden? Çünkü, insanların çoğu bu mezheplerden…

40
Şu anda Mekke ve Medine toprakları Mu’te nikâhına inanan ve Kur’ân’a göre
tamamıyla sapık bir inanış olan Vehhabilikle (İngilizler tarafından oluşturulmuş bir
mezheptir) yönetilmektedir. Peki, Neden? Çünkü çoğu insan orada o mezhebe
inanmaktadır.

Peki, “İnanışınızın Kur’ân’daki yerini ve doğruluğunu?” hiç düşündük mü?

Kul kelamına dayanan hiçbir şey hatasız olamaz. Bir inanış, sadece ve sadece
Allah kelamına dayanıyorsa saftır ve tam anlamıyla gerçekçidir. Allah’ın emirleri
kesindir, olasılığa dayanmaz, çelişki içermez, parçalanmaz ve mezheplerde
olduğu gibi de mezhepten mezhebe değişim göstermez. Emir ne ise odur ve
yoruma gerek bırakmaz.

Evet, Allah (cc)’un Peygamber Efendimiz’e bildirdiği din, insanların eliyle


bozguna uğratılmış, dinde olmayan birçok emir, dinin emriymiş gibi gösterilmiş
ve Kur’ân kaynaklı bir din anlayışından, kul kaynaklı bir din anlayışına gidilmiştir.
İşte bu gerçeklikten dolayı, mahşerde Peygamber (as) bize şu şekilde
seslenecektir;

“Ve resûl: “Ey Rabbim! Muhakkak ki benim kavmim, bu Kur'ân'dan ayrıldı


(Kur'ân'ı terk etti).” dedi”.
Furkan Suresi 30

İşte bu ayet, şu andaki din anlayışımızın ne kadar yanlış olduğunun bir


göstergesidir. Bu yazılanlara rağmen, hala tarikat ve mezheplerin hak olduğunu,
dini anlamanın tek yolunun Kur’ân ile birlikte hadisler olduğunu iddia ediyorsanız,
aşağıdaki ayetleri tekrar okuyup üzerlerinde bir daha düşününüz.

“…Gerçekten size bir nur ve hakkı apaçık bildiren bir kitap gelmiştir”.
Maide Suresi 15

“Allah, Kendi rızasına uyan kimseleri o kitap vasıtasıyla selamet yollarına eriştirir,
İlahi izin ve iradesiyle onları inkâr karanlıklarından çıkarıp iman nuruna
kavuşturur ve dosdoğru bir yola iletir”.
Maide Suresi 16

41
“Hep birlikte Allah'ın ipine yapışın, fırkalara bölünüp parçalanmayın”.
Al-i İmran Suresi103

“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi


olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır”.
Al-i İmran Suresi 105

“O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri kararanlara: "İmanınızdan
sonra küfrettiniz ha? Öyle ise inkâr etmenize karşılık azabı tadın" denir.”
Al-i İmran Suresi 106

“Dinlerini parça parça edip fırkalara, hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla
hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah onlara yapıp ettiklerini
haber verecektir”.
En'am Suresi 159

“İşte bütün bu peygamberlerin getirdikleri din, tek bir dindir ki, o da sizin dininiz
olan İslam’dır…”
Mü’minun Suresi 52

“Fakat onlar işlerini aralarında parçalayıp çeşitli kitaplara ayırdılar. Her hizip,
yalnız kendi yanındakiyle sevinip övünmektedir”.
Mü’minûn Suresi 53

“Onlardan ki, dinlerini parçalayıp fırkalar haline geldiler. Her fırka kendi
elindekiyle sevinip övünür”.
Rûm Suresi 32

İslam dini, özünde sorgulayıcılık üzerine kurulmuş bir dindir. Kur’ân’da bunun
karşılığı Haniflik, Hanif dindir. İslam’ın bu sorgulayıcılık özelliği ise, atamız
İbrahim’in, Rabbimizi bulmak amacıyla ayı, güneşi ve yıldızları Rabbi kabul
etmesi, en sonunda da bunların hiçbirinin Rabbi olamayacağını aklen
kavraması ve sonrasında âlemlerin Rabbi olan Allah’a iman etmesi esasına
dayanır. Haniflik, müslüman (İslam’ı kabul eden kişi) olan bir kişinin, dogma
anlayışından sıyrılarak aklen ve tahkiken Tanrı’nın varlığını kabullenmeyi,
sorgulamayı, araştırmayı ve tam anlamıyla Kur’ân’ı referans almayı gerektirir ki

42
bu tip bir müslümanı, Kur’ân, Hanif diye tanımlar. Bu nedenle Hanifliği kabul
eden bir müslüman, Kur’ân’ın deyimiyle, Hanif olur. Her şeyi sorgulayarak,
altındaki nedeni araştırarak kabul etme anlayışı ve sadece Kur’ân’ı referans
alma mantığı bir Hanifi sıradan bir müslümandan ayıran en önemli farktır.

Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: "Bu benim
Rabbimdir." Fakat kayboluverince: "Ben kaybolup-gidenleri sevmem" demişti.
Ardından Ay'ı doğar görünce: "Bu benim Rabbim" demiş, fakat o da
kayboluverince: "Andolsun" demişti, "Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse
gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum." Sonra güneşi doğar görünce: "İşte
bu benim Rabbim, bu en büyük" demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine
demişti ki: "Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan
uzağım. Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana
çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim."
En’am Suresi 76-79

"İşte bunlar gerçekten benim düşmanımdır; yalnızca Âlemlerin Rabbi hariç, ki


beni yaratan ve bana hidayet veren O'dur; bana yediren ve içiren O'dur;
hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur; Beni öldürecek sonra diriltecek
olan da O'dur; din (ceza) günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur;"
Şuara Suresi 77-82

“…Allah, İbrahim’i dost edinmiştir”.


Nisa Suresi 125

Bütün insanlık içinde Allah’ı aklen bulma şerefine nail olan tek insan, Hz. İbrahim
(as) olduğundan kendisine HALİL (Allah’ın dostu) unvanı verilmiştir. O’nun
dışında hiçbir peygamber, Allah’ı saf akıl yoluyla bulmamıştır. Şöyle ki; diğer
bütün peygamberler doğdukları andan itibaren, peygamberlik fıtratı ile
doğduklarından hiçbir şeye tapmadan/inanmadan ya da kendi babaları
peygamber olduğundan direk Allah’a iman ederekten yaratıcının kendileriyle
irtibata geçmesini beklemişlerdir. Ancak bu durum, Hz. İbrahim için farklıdır.
Onun yetiştiği ortamda babası dâhil olmak üzere tüm çevre, putperesttir. Kendisi,
bu çevre içerisinde akıl yoluyla Allah’ı idrak etmiş ve O’na iman etmiştir. Saf akıl
yoluyla Allah’ı tanıması ve O’nu Rabbi kabul etmesi üzerine, Allah onu dost

43
edinmiş ve kendisine, diğer tüm peygamberlerden farklı olarak, sonradan
peygamberlik unvanı vermiştir. İşte bu aşamadan sonra dinin temelleri, Hz.
İbrahim tarafından oluşturulmuş ve bunları beğenen Allah (cc) tarafından
benimsenerek tüm insanlığa farz kılınmıştır.

“...Allah'a Hanif olarak muhatap olun, habis ortak koşmalardan kaçının”.


Hac Suresi 31

“Doğrusu İbrahim Hakk'a yönelen bir kurucuydu. O Hanif idi”.


Nahl Suresi 120

“Ey Resul! Sana Hanif ol, İbrahim'in dinine uy diye vahyettik”.


Nahl Suresi 123

“Hâlbuki onlar yalnızca Hanif olmak üzere, dini sadece Allah'a has (özgün
kılarak, mezhep imamlarına, şeyhlere, kullara vb. has kılmayarak), Allah'ı
bilmekle, salâtı ikame etmekle ve zekât vermekle emrolunmuşlardı. En dosdoğru
ve gerçekçi din de işte bu Hanifliktir”.
Beyyine Suresi 5

“Sen artık yüzünü hakka yönelmiş Hanif dine dön ki, Haniflik Allah'ın mayasıdır.
İnsanları o maya üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışında hiçbir değiştirme ve
değişiklik bulunmaz. İşte en doğru ve en sağlam din Hanifliktir; fakat insanların
çoğu bilmezler”.
Rum Suresi 30

“İşte bütün bu peygamberlerin getirdikleri din, tek bir dindir ki, o da sizin dininiz
olan İslam’dır…”
Mü’minun Suresi 52

Hz. İbrahim, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a iman ettikten sonra arayış içinde iken
ayı, güneşi ve yıldızları Rabbi kabul etmiş olmanın üzüntüsünü bir türlü içinden
atamamıştır. Bunun üzerine; aya, güneşe ve yıldızlara mukabil olarak kendisine
3 vakit namazı 2 rekâttan, her gün kılmak üzere, adet edinmiştir (3 vakit namazın
kaynağı her bir vakti temsil eden aya, güneşe ve yıldızlara dayanmaktadır). Daha
sonraları orucu, zekâtı, kurbanı, fitreyi ve haccı da kendisine adet edinen Hz.

44
İbrahim’in bu durumunu beğenen Allah(cc), tüm bunları, bütün insanlığa farz
kılmıştır.

İşte tüm dinlerin temelini (aslında ortada tek bir din var) atan Hz. İbrahim’den beri
tüm bu emirler, değişmeden Hz. Muhammed’e kadar gelmiş ve Kur’ân ile birlikte
yeniden tüm insanlığa tebliğ edilmiştir. Nitekim bu durum, Mü’minun Suresi 52
ayetinde; “İşte bütün bu peygamberlerin getirdikleri din, tek bir dindir ki, o da
sizin dininiz olan İslam’dır…” şeklinde ifade edilmektedir.

“Sana söylenen, senden öncekilere söylenmiş olandan başka bir şey değildir.
Muhakkak ki senin Rabbin, mağfiretin ve elîm azabın sahibidir”.
Fussilet Suresi 43

“İşte bütün bu peygamberlerin getirdikleri din, tek bir dindir ki, o da sizin dininiz
olan İslam’dır… Fakat insanlar tevhid dinini parça parça ederek aralarında
ihtilafa düştüler…”
Enbiya Suresi 92-93

Bu ayetlerden de aynı şekilde anlaşılıyor ki, Peygamber (as) yeni bir din
getirmemiş ve Hz. İbrahim’den beri süre gelen İslam’ın kendisini insanlara
tekrardan tebliğ etmiştir. Din, Allah’ın tüm emir ve yasaklarını içerdiğinden, Hz.
İbrahim’den sonra gelen tüm peygamberler hangi namazları kılmışlarsa, hangi
orucu tutmuşlarsa ve din adına onlara ne farz kılınmışsa (Bakara Suresi 83), Hz.
Muhammed (sav)’e de aynısı farz kılınmıştır. Nitekim kendisi de atası İbrahim
(as) gibi oruç tutmuş, zekât vermiş, haccı tavaf etmiş ve namazı, Allah’ın belirttiği
şekilde 3 vakitten 2 rekât kılmıştır (bu durum ileriki sayfalarda daha ayrıntılı
işlenecektir). Dini bozmaya çalışanlar ise; 3 vakit kılınan namazın Miraç
olayından sonra 5 vakte çıkarıldığını iddia etmekte ve bu şekilde de Allah’ın
emirlerinin değişebileceğini/değiştirilebileceğini savunmaktadırlar. Hâlbuki
ayetlerde;

“Allah’ın önceden geçenler hakkındaki kanunu budur. Allah’ın kanununda asla


bir değişiklik bulamazsın”.
Ahzab Suresi 62

45
“Allah'ın önceden gelip geçmişlere uyguladığı yasası budur. Allah'ın yasasında
değişme bulamazsın”.
Fetih Suresi 23

Allah’ın emirlerinin asla değişmeyeceğinin açık bir hükmü bulunmaktadır. Çünkü


Allah, hatasız ve en mükemmel olduğundan, yarattığı ve emrettiği zaman, en
güzel ve en mükemmel bir biçimde yaratır ve emreder. Bu nedenle de emirlerini
asla değiştirme gerekliliği duymaz (şüphesiz eğer emirlerini sürekli değiştirme
gerekliliği duysa idi, o zaman mükemmellikten noksan olurdu).

Şimdi soruyoruz: Kur’ân demek, peygamber demek değil midir? Kendisinin de


vahiy aracılığıyla dini öğrendiği bir peygamber, nasıl olur da kendi kendine
emirler/sünnetler/Allah’ın farzlarına alternatif emirler oluşturmuş olabilir? “Atan
İbrahim’in dinine uy” ayeti ile ne denilmek istenmektedir? Kur’ân’da hiçbir şey
eksik bırakılmamasına ve her tür misalin açıklanmış olmasına rağmen hala dini
anlamak için, Kur’ân’a alternatifler aramak, mantıklı mıdır? Allah’ın dinini bırakıp,
insanlar tarafından oluşturulmuş dinlere (mezheplere, tarikatlara, cemaatlere)
inanmak ne kadar mantıklıdır?

“Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka,


kendilerinde olan ile böbürlenmektedir”.
Rum Suresi 32

“Allah katından geri çevrilmez bir gün gelmezden önce, yüzünü Hanif dinine
çevir. Ki o gün insanlar bölük bölük ayrılırlar”.
Rum Suresi 43

Rum Suresi 43. ayete dikkat edilirse, Allah mezheplerin, tarikatların ve


cemaatlerin arttığı bir zamanda Allah’ın dini olan Hanifliğe uymamızı ve
insanların oluşturmuş olduğu (mezhep imamları tıpkı tarikat şeyhleri gibi kendi
din kurallarını uydurma hadisler ışığında yorumlayıp Allah’ın dinine alternatif din
oluşturmuşlardır) dinlere/inançlara girmememizi emretmiştir.

Hazır yeri gelmişken; Şiilerin neden namazı, 3 vakit kıldığını (Karbela olayından
sonra Muaviye tarafından yeni bir din oluşturuldu, Hz. Ali taraftarları ise gerçek
İslam’ı yaşamayı sürdürmüşlerdir. Fakat sonradan onlar da Yahudilerin oyunları

46
sonucunda gerçek dinden sapmışlardır, ancak hala 3 vakit kılmaktadırlar),
neden Cuma namazının farzının 2 rekât olduğunu (Cemaat halinde
kılındığından değiştirilemedi) ve neden hacda 5 vaktin 3 vakte indirildiğini de
sorgulamak gerekmektedir (sözde cem edilmektedir, ama neden cem edildiği ya
da neden cem edilmesi gerektiği sorgulanmamaktadır).

“Sonra bunların izinden artarda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu


İsa’yı da arkalarından gönderdik, ona İncil’i verdik; ona uyanların kalplerine
şefkat ve merhamet vermiştik. Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz
yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da
gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik.
İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır”.
Hadid Suresi 27

“Allah’a iman edip, Kur’ân’a sımsıkı sarılarak himayesine sığınanları Allah


rahmetine ve lütfuna mazhar edecektir. Onları, Allah’a çıkan, doğru, muhkem,
güvenli yola İslamî hayata iletecektir”.
Nisa Suresi 175

47
HADİSLER DİNİ ANLAMAK İÇİN GEREKLİ Mİ?

Kelime anlamı izlenen yol, tavır, adet, metot, tarz anlamına gelen “sünnet”
kavramı, geleneksel İslam anlayışında “Peygamber’in hal ve hareketleri”
manasında kullanılmaktadır. Kur’ân’da ise “sünnet”, Allah yasaları olarak ifade
edilmekte ve “Allah’ın sünnetinde bir değişim olmayacağı” belirtilmektedir.

“…Onlar öncekilerin kanunundan (onlara uygulanandan) başkasını mı


bekliyorlar? Allah’ın kanununda asla bir değişme bulamazsın, Allah’ın
kanununda kesinlikle bir sapma da bulamazsın”.
Fatır Suresi 43

“Allah’ın önceden geçenler hakkındaki sünneti budur. Allah’ın sünnetinde asla


bir değişiklik bulamazsın”.
Ahzab Suresi 62

Peygamberin “Sünneti” kavramının ortaya çıkmasına neden olan “hadis”


kavramı ise; sözlükte “söz, haber” anlamında kullanılmakta ve geleneksel İslam
anlayışında “Peygamber’in söylemiş olduğu sözleri” temsil etmektedir.
Peygamberin söylediği iddia edilen hadislerden yola çıkarak da “Sünnetüllah”
kavramına alternatif bir kavram olarak “Sünneti Muhammediye” kavramı ortaya
atılmıştır. Bu şekilde de Allah’ın, Kur’ân’daki emirlerine alternatif emirler olarak
hadisler ve hadisler ışığında “Sünneti Muhammediye” oluşturulmuştur.

Her ne kadar Kur’ân, “Allah’ın ayetlerinden başka hiçbir söze/hadise itibar


edilmemesi gerektiğini” emretse de dini anlamanın tek yolunun hadisler
olduğunu kabul eden zihniyet, mutlaka inandıkları hadis kitaplarında yer alan
aşağıdaki hadisleri de dikkatlice okuyup üzerlerinde defalarca düşünmeleri
gerekmektedir.

“Benden Kur’ân dışında hiçbir şey yazmayın. Kim benden Kur’ân dışında bir şey
yazmışsa imha etsin.”
Ahmed bin Hanbel, Müsned 3/12, 21, 33

“Bilin ki; Kur’ân’dan başka bir şey eken, ektiğini biçerken belalara uğrar. Artık
siz de O’nu ekin, O’na uyun. Rabbinize O’nu delil edin, nefislerinize O’nu öğütçü

48
yapın. Kendi reyleriniz O’na uymazsa reylerinizi (yorumlarınızı, seçiminizi)
töhmetleyin, dilekleriniz O’na aykırıysa dileklerinize hıyanette bulunun.”
Nehcül Belağa, 55

“Ey insanlar ateş tutuşturuldu ve karanlık gecenin parçaları gibi fitneler


yakınlaştı. Allah’a yemin ederim ki aleyhimde tutunacak bir şeyiniz yoktur;
Kur’ân’ın helal kıldıkları dışında bir şeyi helal kılmadım. Kur’ân’ın haram
kıldıkları dışındakileri de haram kılmadım.”
İbni Hişam Siret-4, 332

“Allah elçisinden sözlerini yazmak için izin istedik, bize izin vermedi.”
Tirmizi, es-Sünen, 11

Biz hadis yazarken Hz. Peygamber yanımıza geldi ve “Yazdığınız şey nedir?”
dedi. “Senden işittiğimiz hadisler” dedik. Hz. Peygamber: “Allah’ın kitabından
başka kitap mı istiyorsunuz? Sizden evvelki milletler Allah’ın kitabı yanında
başka kitaplar yazdıkları için yoldan çıktılar.”
El Hatib, Takyid 33

“Allah’ın kitabında helal kıldığı helal, haram kıldığı haramdır. Hakkında sustuğu
ise serbesttir. Allah’ın serbest bıraktıklarını kabul edin ve bilin ki Allah hiçbir şeyi
unutucu değildir.”
Tırmizi K. Libas 6; İbni Mace K. Etime 60/El-Müracaat, 20

“Şeddad, İbni Abbas’a “Hz. Peygamber bir şey bıraktı mı?” diye sordu. O da
“Sadece Kur’ân’ın iki kapağı arasında olanları bıraktı.” cevabını verdi.”
Müslim K. Fezailus Sahabe 30,31; Ebu Davud K. Fiten 1; Tırmizi K. Fiten 43

İbni Abbas hadis yazmayı yasaklar ve şöyle derdi: “Sizden önceki ümmetlerin
sapmaları bu şekilde kitaplar vücuda getirmek yüzünden olmuştur.”
İbn Abdül Berr, Camiul Beyanil ilm 1/63-68

Hz. Ali minberden şu hutbeyi veriyordu: “Yanında hadis sayfaları bulunanlar


gidip onları yok etsinler. Zira halkı helak eden olay, âlimlerin naklettikleri
hadislere uyarak Kur’ân’ı terk etmeleridir.”
İbn Abdülberr, Camiul Beyanil İlm

49
Bir gün Hz. Ali’ye gelirler ve “Halk hadislere dalmış,” derler. Hz. Ali sorar:
“Gerçekten öyle mi?” “Evet,” derler. Peygamber’den işittim ki gelecekte vuku
bulabilecek bir fitneden söz ediyordu. “O fitneden kurtuluş nedir, nasıldır?” diye
sordum. Resullullah dedi ki: “Kurtuluş Kur’ân’dadır. Çünkü sizden öncekilerin
haberleri de, sizden sonrakilerin haberleri de, aranızdakilerin hükmü de ondadır.
O gerçek ile yalanı birbirinden ayıran kesin bir hükümdür, şaka ve boş söz
değildir. O’nu terk eden her zorbanın Allah boynunu kırar. Hidayeti, doğru yolu
O’ndan başkasında arayanı Allah sapkınlığa düşürür. O, Allah’ın en sağlam
urganıdır. O, hikmetle dolu Kur’ân’dır. O, en doğru yoldur. O, boş arzuların
haktan saptıramayacağı, dillerin karıştırıp belirsiz edemeyeceği, ilim
adamlarının doyamayacağı, çok tekrarlanılmasından bıkılmayan, ilginç
özellikleri bitip tükenmeyen bir kitaptır.”
Sünen-i Tırmizi/Darimi

Eğer Kur’ân’dan çok hadislere rağbet ediliyorsa işte yukarıda bahsi geçen
hadislerde de görüldüğü üzere, Peygamber Efendimiz, herhangi bir şekilde
hadis yazılmasını emretmediği gibi yazılmasını da yasaklamıştır. 4 halife
döneminde bu emre itaat edilmesine rağmen vefatından 200 yıl sonra Emevi ve
Abbasiler döneminde hadis yazılmasına başlanmış ve bu şekilde de Arap,
Yahudi ve diğer milletlerin gelenek ve göreneklerinin dini emirler olarak
algılanmasına neden olunmuştur.

Hadisler, eğer geleneksel İslam anlayışının belirttiği gibi dinin bir kaynağı olsa
idi, Peygamber bunların yazılmasını yasaklar mıydı? Eğer bu hadisler dinin ana
kaynaklarından bir tanesi ise; neden Peygamber’e en yakın kişiler olan Hz. Ebu
Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’den çok az hadis rivayet edilmiştir?
Peygamberin sözlerinin en taze olduğu dönemlerde, Kur’ân’ın kitap haline
getirilmiş olmasına rağmen, neden hadisler de kitap haline getirilmedi? Neden
hadis rivayet zinciri, Peygamber döneminden uzaklaştıkça artmaktadır? Mantıklı
olan, Peygamber dönemine en yakın zamanlarda daha fazla hadis rivayetinin
olması gerekliliği değil midir? Hadis yazarları, kendi kitaplarında, “hadis
yazılmaması gerektiği” ile ilgili hadisler bulundurmalarına ragmen, neden hadis
yazmaya devam etmişlerdir ve hadis kitaplarındaki bu çelişkilere ragmen, onlara
inanmak hala mantıklı mıdır?

50
Bazı hadis bilginlerine göre 2 milyon hadis bulunmaktadır: Peygamber
Efendimize, peygamberlik emri, kendisi 40 yaşında iken gelmiş ve 63 yaşında
vefat edene kadar 23 yıl (8395 gün) peygamberlik yapmıştır. 2 milyon hadis
söylediği düşünüldüğünde bu 23 yıllık süreçte, günde 238 hadis söylemesi
anlamına gelir ki, bu sayı 6236 ayet içeren Kur’ân’la kıyaslandığında gerçekten
çok düşündürücü bir hal alır. Daha vahim bir durum ise; kutsal kitapların bile
değişmiş olmasına rağmen bu hadislerin korunması ve 200 yıl sonra bile hatırda
kalarak kayıt altına alınabilmeleridir.

Buhari, Müslim, Ebu Davut, İbni Hanbel ve İmam Malik gibi hadis yazarları
sahih (kesin doğru olduğuna kanaat getirilen) olmayan hadisleri kitaplarına
yazmadıklarını iddia etmiş ancak bunlardan birinin sahih görmediğini diğeri
sahih görerek kendi kitabına yazmış ve birbirlerine aslında güvenilemeyeceğini
ispatlamışlardır.

Tekrarlarıyla birlikte düşünüldüğünde; Buhâri (Hicri 194-256), 9082 hadis;


Müslim (Hicri 204-261), 7275 hadis; Nesai (Hicri 215-303), 5724 hadis; Ebû
Dâvud (Hicri 212-275), 5274 hadis; Tirmizi (Hicri 209-279), 3951 hadis; İbnû
Mace (Hicri 209-273), 4341 hadis rivayetinde bulunmuştur.

Kütüb’i Sitte yazarlarından (Sünni hadis yazarları); Buhâri’nin hicri 256,


Müslim’in hicri 261, Nesai’nin hicri 303, Ebû Dâvud’un hicri 275, Tirmizi’nin hicri
279, İbnû Mace’in hicri 273 yılında; Şii hadis yazarlarından Kulani’nin hicri 329,
Babuvay’ın hicri 381, Cafer Muhammed Tusi’nin hicri 411, El Murtaza’nın hicri
436 yılında vefat ettiği ve Hz. Muhammed’in ise hicri 11. yılda vefat ettiği
düşünüldüğünde en erken hadis rivayet kayıtlarının kendisinden 200 yıl sonra
yazıldığı ve o dönemde ne sahabenin ne de sahabeyi gören kimselerin
yaşamadığı iyi düşünülmelidir.

Hadisleri dinin kaynağı olarak gören Buhari, 600 bin hadis bildiğini ve bunlardan
sadece güvenilir bulduğu 6000-7000 hadisi kitabında yazdığını belirtmiştir. Yani,
bildiği hadislerin sadece %1’ini kitabına alan Buhari, bu şekilde uydurma
hadislerin varlığını kabul etmiştir. Buhari tekrarlarıyla birlikte toplamda yazmış
olduğu 9082 hadisi, 16 yılda 600.000 hadisten seçerek yazdığını ve bu hadisleri
kitabına yazarken sahih olmaları konusunda Allah’a danışmış olduğunun

51
garantisini vermekte ve bu hususla ilgili şunu beyan etmektedir: “Herhangi bir
hadisi Sahih’e dâhil etmezden önce yıkanıp iki rekât namaz kılarak, Allah’a
istihârede bulunup manevi bir işaret aradım, ondan sonra hadisin sıhhatine
hükmettim. Bu şekilde sıhhati nazarımda sübût bulmayan hiçbir hadisi Sahih’e
almadım” der. Şimdi bu iddiasının ne kadar mantık dışı olduğunu görelim: 16 yıl
5840 gün eder. Bu da 600.000 hadis için; günde 102 defa yıkandığı ve 205
rekât namaz kıldığı anlamına gelmektedir. Kaldı ki; bazen “bir hadisin
sağlamlığını kontrol etmek için günlerce seyahat ettiğini” iddia ettiğini de
düşündüğümüzde, Buhari’nin bildiği tüm hadislerin doğruluğunu test etmesinin
yaşamı boyunca imkânsız olduğunu ve bu açıklamaları doğrultusunda da
aslında kendisine güvenilmemesi gerektiğini anlamış olmamız gerekmektedir.

Kütüb’i Sitte yazarlarından hiçbirinin Arap asıllı olmadığı, gezi amaçlı dahi olsa
Mekke ve Medine topraklarına gitmedikleri, hadislerin doğruluğuna yine
kendileri tarafından uydurulan ravi senetlerini (hadisi rivayet etmiş/râvî son
kişiden ilk kişiye kadar olan râvîlerin isimlerini içeren silsile) kanıt göstermeleri ki
bu şekilde Kur’ân’ı değil de insanların birbirlerine aktardıkları sözleri referans
almaları (sanki hadisi uyduran senetleri de uyduramazmış gibi), hadislerin
Kur’ân’ı nesh edebileceğini (yani Allah’ın emirlerini değiştirebileceğini) ve
uydurdukları hadislerde Ebu Hüreyre hakkında;

Hz. Ömer, Ebu Hureyre’ye hitaben: “Seni Bahreyn’e vali yaptığımda ayağında
bir çift ayakkabı yoktu. Sonra duydum ki sen 1000 dinara, 600 dinara atlar satın
almışsın. Sen Bahreyn’in en ücra köşesinden, insanlar vergilerini, Allah ve
Müslümanlar için değil de, senin için versinler diye mi geldin?” der.
Zehebi, Siyer

Hz. Ömer, Ebu Hureyre’ye hitaben “Ey Allah’ın ve kitabının düşmanı! Allah’ın
malını çaldın değil mi? Yoksa senin on bin dinarın nereden olacak?”
İbni Sa’d, Tabakat, 4. cilt, 59

“Aişe onu defalarca reddederek şöyle diyordu: “Ebu Hureyre çok yalan söylüyor;
o, Resulullah adına da bir sürü yalan hadis uydurmuştur.”
Zehebi, Telhis’ul- Müstedrek. Müslim, Sahih-i Müslim, 2. cilt

52
Ebu Hureyre’nin şöyle dediği geçer: “Ömer ölünceye kadar Allah’ın Resulü
buyurdu diyemezdik.”
Müslim, Sahihi Müslim, 1. cilt, s. 34

Ebu Hureyre: “Size naklettiğim şu hadisleri Ömer zamanında anlatsaydım


değneği ile beni döverdi.” der.
Ez Zehebi, Tezkiretul-Huffaz

Hz. Ali şöyle demiştir: “Yaşayanlar arasında Allah Resulü’ne en fazla yalan
isnad eden Ebu Hureyre’dir.”
İbni Ebul Hadid, Şerhu Nehcul Belağa, 1. cilt, s. 360

gibi hadislere yer vermelerine rağmen, Ebu Hüreyre’den 5374 hadis rivayet
etmeleri gerçekten de üzerlerinde çok düşünülmesi gereken durumlar değiller
midir? Peygamber döneminde bile münafıklardan geçilmez iken ve Peygamber
dahi bu münafıkları bilmez iken (Tevbe Suresi 101), vefatından 200 yıl sonra
ortaya çıkan ve ağızdan ağza aktarılan hadislerin, münafıklar tarafından
uydurulmadıklarını nereden bileceğiz?

Bugün, görsel yayınlarda yayınlanan bir sözün ve görüntünün bile


çarpıtılabilmesi mümkün iken, teknolojinin hiç olmadığı o dönemlerde ve
vefatından 200 yıl sonra yazılmaya başlanan ve tek dayanağı sadece insanlar
olan o hadislere inanmak sizce ne kadar mantıklıdır?

“Çevrenizdeki bedevî Araplardan ve Medine halkından birtakım münafıklar


vardır ki, münafıklıkta maharet kazanmışlardır. Sen onları bilmezsin, biz biliriz
onları. Onlara iki kez azap edeceğiz, sonra da onlar büyük bir azaba
itileceklerdir.”
Tevbe Suresi 101

4 halife döneminde yazılması ve rivayet edilmesi yasaklanan hadisler; Emevi ve


Abbasiler döneminde serbest bırakılmış, Muaviye ve saltanatının devamlılığı
için Ebu Hureyre ve Kab gibi kişiler hadis rivayeti için desteklenmiştir. Bu
şekilde; Hz. Ali’ye karşı yapılan savaşlar ve onun öldürülmesi, Hz. Hasan, Hz.
Hüseyin ve sahabenin tamamının öldürülmesi, Karbela olayı, Cemel vakası,
Sıffın savaşı, halifeliğin saltanata dönüştürülmesi, dini önderliğin çıkar, güç ve

53
kişisel zenginliğe dönüştürülmesi, Arap ve Yahudi gelenek ve göreneklerinin
İslam’a mal edilmesi, hadisler ışığında doğru gösterilmiştir.

“O kadar ki, Bedir’den hemen sonra gerçekleşen Hz. Hamza’nın öldürülmesiyle


teskin olmayan Emeviler, yıllar sonra meydana gelen ve İslam tarihinin en hazin
hadiselerinden kabul edilen Kerbela olayını, hem Bedir’de ölen yakınlarının,
hem de halifeliği sırasında öldürülen Hz. Osman’ın intikamı olarak kabul
etmişlerdir.”
Yard. Doç. Dr. Adem Apak, Asabiyet ve Erken Dönem İslam Siyasi
Tarihindeki Etkileri, s. 69, İstanbul 2004.

“Öyle ki Emeviler, müminlerin idarecilere itaat etmekle yükümlü olduklarını,


idarecilere günah yazılmadığını ve halifelerin ahrette cezalandırılmayacağı gibi
inançları yayıyorlardı.”
İbni Abdirrabih, l, 60; İbnül Esir, Kamil, lll, 224

“Devlet terörünü, tedhişini göstermek için camide çarmıha gerildi. Artık camiler
Allah’ın değil, Yezit’in kanunlarının infaz yeriydi.”
Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Hilafetten Saltanata Emeviler Dönemi, s, 55,
İstanbul 2007

“Hz. Hüseyin’i Yezit’in adamları değil, Allah öldürmüştü. Çünkü Yezit Allah’ın
halifesiydi. Allah adına hareket ediyordu. Yezit’in yaptığı her iş Allah’ın işiydi.
Yezit’e karşı gelmek bu nedenle Allah’a karşı gelmekti. Allah kendisine karşı
gelenlerin cezasını elbette verirdi. Bu İslam dışı düşüncenin eseri olarak
Emeviler dönemindeki halifeler Allah’ın halifesi olarak anılmışlardır. Hâlbuki ilk
dört halifeye ve Hz. Hasan’a, Hz. Muhammed’in halifesi deniliyordu. Her şeyin
sahibi olan Allah’tır inancı Emevi saltanatıyla Allah adına hareket eden
halifelere geçti. Böylece halifeler mülkün ve her şeyin sahibi, tek güç olarak boy
gösterdiler. Ceberut ve zulümlerine Allah’ı karıştırarak Allah’ın kullarına kıydılar.
Hem Allah’ı hem de kullarını emellerine alet ettiler. Öyle ki Emeviler, müminlerin
idarecilere itaat etmekle yükümlü olduklarına, idarecilere günah yazılmadığına
ve halifelerin ahrette cezalandırılmayacağı gibi inançları yayıyorlardı.”
İbni Abdirrabih, l, 60; İbnül Esir, Kamil, lll, 224

54
İslam dinini dejenere etmek isteyen münafıklar, hadisler ve Kutsi hadisler
(Kur’ân’da yer almayan ancak ayet hükmünde olan hadisler) uydurmuş ve
bununla da yetinmeyip hadislerin doğruluğunu ispatlamak için “Nesh” yöntemini
geliştirmişlerdir. Buna göre; “Kur’ân’da önceleri var olan bazı ayetler, sonradan
çıkartılmış ancak yine de bu ayetlerin hükmü baki kalmıştır”.

Aynı kişiler, Kur’ân’daki ayetlerin de birbirleriyle çeliştiğini iddia etmiş ve bu


çelişkileri yine kendi uydurdukları nesh ve mensuh yöntemiyle çözmüşlerdir.

“Nesh” ortadan kalkan, silinen ve “Mensuh” bir ayetin hükmünün başka bir ayet
ile ya da bir hadis ile ortadan kaldırılması ifadeleri ile Kur’ân’ın çelişkiler
içerdiğini, bazı ayetlerin hükmünün geçerli olmadığını savunan ve bu şekilde de
Kur’ân’ın bir kısmına aslında inanmayan gelenekçi zihniyete, Allah’ın cevabı ise
apaçıktır:

“Hâlâ Kur’ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan


başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birçok tutarsızlık bulurlardı.”
Nisa Suresi 82

“Nitekim biz, (Kur’ân’ı) kısımlara ayıranlara azabı indirmişizdir. Onlar, Kur’ân’ı


bölüp ayıranlardır. Rabbin hakkı için mutlaka onların hepsini sorguya çekeceğiz.
Yaptıklarından dolayı.”
Hicr Suresi 90-93

“...Yoksa siz kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkar mı


ediyorsunuz?...”
Bakara Suresi 85

Gelenekçi zihniyet tarafından “Nesh” ve “Mensuh” kavramlarına delil olarak


sunulan Bakara Suresi 106. ayetine dikkatlice baktığımızda ise;

“Biz daha hayırlısını, ya da bir benzerini getirmedikçe bir ayeti neshetmeyiz


(silmeyiz, yürürlükten kaldırmayız) veya unutturmayız.”
Bakara Suresi 106

55
“Neshedilen ya da unutturulan ayetlerin”, Kur’ân ayetleri anlamında olmadığını
anlarız. Şöyle ki, kutsal kitap İncil indirilmeden önce Tevrat, ana kutsal kitap
olarak insanların sorumlu tutulduğu yegâne kitaptı. Ancak bu kitabın zamanla
tahrif olması ve Allah’ın emirlerinin/ayetlerinin unutulmaya başlanması
neticesinde (Hz. İbrahim’den beri farz olan oruç, namaz, zekât gibi dini emirler
de zamanla unutulmaya başlanmıştır) Allah, insanlara bir peygamber
aracılığıyla yeni bir kutsal kitap olan İncil’i göndermiş ve bu şekilde de
unutulmaya başlanan ayetler yerine ya aynı ayetleri (oruç, namaz, zekât gibi
dini emirler aynen farz kılınmıştır) ya da daha hayırlı olan ayetleri (bir önceki
kitap ile yeni gelen kitap arasındaki olayları da anlatan daha kapsamlı bir kitap
ve uygulanacak yeni ve daha kapsamlı emirler anlamında) indirmiş ve insanları
bu kitaptan sorumlu tutmuştur (bir önceki kitabın hükmü de bu şekilde ortadan
kaldırılmıştır). Aynı şekilde kutsal kitap İncil’in emirlerinin/ayetlerinin unutulmaya
başlanması ve düzenin bozulması üzerine son kutsal kitap olan Kur’ân; bir
önceki kitapları/ayetleri tasdik etmek anlamında, yani bir önceki kitapta bulunan
ayetlerin/emirlerin benzeri ya da insanları daha az zorlayacak, daha hafif
emirler/ayetler içeren (Hac Suresi 78, Bakara Suresi 185, Nisa Suresi 28),
değiştirilmesi imkânsız, her şeyi yapısında bulunduran, daha kapsamlı, daha
hayırlı bir kitap/ayet olarak indirilmiştir. Nitekim Bakara Suresi 105 ayetinde;
“(Ey müminler!) Ehl-i Kitaptan kâfirler ve putperestler de Rabbinizden size bir
hayır indirilmesini istemezler. Hâlbuki Allah rahmetini dilediğine verir. Allah
büyük lütuf sahibidir.” “kâfirler ve putperestler de Rabbinizden size bir hayır
indirilmesini istemezler.” ifadesiyle de bu durum kastedilmiş ve ardından Bakara
Suresi 106 ayeti indirilmiştir.

Konunun daha iyi anlaşılması için, “Daha hayırlısı” ifadesini biraz daha açalım:
Bazı ümmetlerin yapmış oldukları isyanlar yüzünden Allah, onları bir şekilde
sınamak için çeşitli ayetler/emirler indirmiştir. Örneğin Semud kavmine
gönderilmiş “deve” bir ayet olup bu ayete, emre göre; bu devenin kesilmemesi
ve su içme hakkının gasp edilmemesi emredilmiştir. Ancak onlar, bu emri/ayeti
hiçe sayıp deveyi kestiler. Bunun üzerine Allah’ın emrini hiçe saymaları
yüzünden helak olmuşlardır. Onlardan sonraki ümmetlerde ise; bu emir/ayet
değil daha farklı emirler/ayetler farz kılınmıştır.

56
“Allah’ın Resulü onlara: "Allah’ın devesine ve onun su hakkına dokunmayın!"
dedi. Ama onlar, onu yalanladılar ve deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri
günahları sebebiyle onlara büyük bir felâket gönderdi de hepsini helâk etti.”
Şems Suresi 13-14

Aynı şekilde, Yahudilere de yapmış oldukları zulümler yüzünden, önceki


ümmetlere helal kılınan bazı şeyler kendilerine haram kılınmıştır.

“Yahudilerin yaptıkları zulümden, bir de çok kimseyi Allah yolundan


çevirmelerinden, menetmelerinden dolayı kendilerine (daha önce) helâl kılınmış
bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık.”
Nisa Suresi 160

İşte bu ayetlerden şunu anlıyoruz ki; önceki ümmetler için Allah’ın belirlemiş
olduğu emirler, o ümmetler için düzenlenmiş şeriatler/kanunlar olup, bunlara
göre iman etmeleri emredilmiştir.

"Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Kitab'ı
(Kur'ân'ı) gönderdik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen
hakkı/gerçeği bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Her
birinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı;
fakat size verdiğinde (Şeriatler ve yolda sizi deneyip imtihan etmek için (böyle
yaptı). Öyleyse hayırda/iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü
Allah'adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri (n gerçek tarafını) O
haber verecektir."
Mâide Suresi 48

“Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin
isteklerine uyma.”
Casiye Suresi 18

Ancak, Kur’ân’ın inmesi ile de eski emirler yerini yeni emirlere bırakmış ve
önceki emirler iptal edilmiştir. Yani artık tüm insanlık, önceki kitapların emirlerini
bir köşeye koyup sadece Kur’ân’ın emirleri/ayetleri ile amel etmek zorundadır.

57
İşte Allah (cc) ’un Nahl Suresi 101 ve Bakara Suresi 106 ayetleri ile anlatmak
istediği budur.

“Biz bir âyetin yerine (Tevrat ve İncil’deki hükümlerden/ayetlerden başka) başka


bir âyeti getirdiğimiz zaman (Kur’ân ayetlerini) -ki Allah, neyi indireceğini çok iyi
bilir- "Sen ancak bir iftiracısın" dediler. Hayır; onların çoğu bilmezler.”
Nahl Suresi 101

“Biz daha hayırlısını, ya da bir benzerini getirmedikçe bir ayeti neshetmeyiz


(silmeyiz, yürürlükten kaldırmayız) veya unutturmayız.”
Bakara Suresi 106

Yoksa geleneksel İslam anlayışının belirttiği gibi birbirinin hükmünü iptal eden
Kur’ân ayetleri gibi bir durum söz konusu değildir.

“Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman (öldükten sonra) bize kavuşmayı
beklemeyenler: Ya bundan başka bir Kur’ân getir veya bunu değiştir! dediler. De
ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana
vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette
büyük günün azabından korkarım.”
Yunus Suresi 15

“Rabbinin sözü doğruluk ve adaletle tamamlandı. Onun sözlerini [Kur'ân’ı]


değiştirebilecek [hiçbir şey, hiçbir kuvvet] yoktur”.
En’am Suresi 115

“Kur'ân’ı biz indirdik, elbette yine onu biz koruyacağız”.


Hicr Suresi 9

Allah, yukarıdaki ayetlerde apaçık bir şekilde Kur’ân’ın korunduğunu ve


değiştirilemeyeceğini söylemiş olmasına rağmen, münafıklar yok edilen (nesh)
ayetlerin daha önceleri Ahzab suresinde, bazılarına göre ise Nur suresinde
olduğunu ancak Osman Mushafı’nın düzenlenmesi esnasında bu ayetlerin yok
olduğunu iddia ederek, Kur’ân’ın korunmadığını ve eksikliğini kabul etmişlerdir.

58
Aşağıda, geleneksel İslam anlayışında, âlemlerin Rabbı olan Allah’ın güya
Kur’ân’ı koruyamadığı ve bir keçinin yemesi nedeniyle ortadan kalktığını iddia
ettikleri ayetlere delil olarak sunulan hadisler yer almaktadır:

Aişe nakleder: "Recm ve büyüklerin on defa süt emzirmesi (nin sütkardeşliği


oluşturacağı) hususundaki ayetler benim yatağımın altında bulunan bir sayfa
üzerinde yazılı idi. Peygamber vefat edince Peygamber`in vefatıyla meşgul
olduğunda keçi gelip onları yedi."
Dar-e Kutni; c:4, s:105, İbn-i Mâce; c:1, s:625

"Zina yapan evlilerin taşlanarak öldürülmesini emreden ayet, Ayşe'nin döşeğinin


altındaki sahifede yazılı bulunuyordu. Peygamber ölünce Ayşe onun defin
işlemleriyle meşgul iken, evin açık kapısından içeri giren bir keçi o sahifeyi yedi
ve böylece taşlama cezası Kur’ân'dan çıktı; ama hükmü devam ediyor."
İbni Mace Nikâh 36, hadis no: 1944; Ahmed bin Hanbel 3/61; 5/131, 132,
183; 6/269

"Keçinin yemesi sonucu Kur’ân'dan çıkan taşlama ayetini, Ömer Kur’ân'a tekrar
sokmak istedi; ancak halkın dedikodusundan korktuğu için cesaret edemedi."
Buhari 53/5; 54/9; 83/3; 93/21; Muslim, Hudud 8/1431; Ebu Davut 41/1; Itkan
2/34

Dini bu şekilde paçavra haline getirenler bununla da yetinmeyip, Ebu Hureyre


gibi kişiler sayesinde İsrailiyat adındaki Musevi hikâyelerini ve Mesihhiyat
adındaki Hristiyan hikâyelerini Peygamber Efendimizin hadisleriymiş gibi İslam
dinine mal etmiş ve bu şekilde de dini tamamiyle dejenere etmişlerdir. İşte o
hadislerden bir kaçı:

İncil’den bir alıntı:”Tanrı Âdem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğu


üfledi. Böylece Âdem yaşayan varlık oldu… Sonra “Âdem’in yalnız kalması iyi
değil” dedi, “Ona uygun bir yardımcı yaratacağım.” Derken Tanrı Âdem’e derin
bir uyku verdi. Âdem uyurken, Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp
yerini etle kapladı. Âdem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu
Âdem’e getirdi. Âdem “İşte bu benim kemiklerimden alınmış bir kemik, etimden

59
alınmış bir ettir” dedi. Ona “kadın” denilecek, çünkü o adamdan alındı.” İncil,
Tekvin; 2/7, 21-23

Ebu Hureyre tarafından yukarıda Tevrat’ta yer alan yazıdan esinlenerek


oluşturulan bir Hadis’ten alıntı (benzerliklere ve dini bozmak için bir hadisin nasıl
oluşturulmuş-uydurulmuş olabileceğine dikkat ediniz): “Ebu Hureyre: Kadınlar
hakkında birbirinize (siz erkekler birbirinize) iyilik tavsiye ediniz. Kadın kısmı eğe
kemiğinden yaratılmıştır. Eğe kemiğinin en eğri tarafı üstüdür. Bunu düzelteyim
derken kırarsın; kendi haline bırakırsan eğri olmakta devam eder. Binaenaleyh
kadınlar hakkında birbirinize iyilik tavsiye ediniz.”
Buhari, el-Camiu’s-Sahih, Nikah 79-80, İst. 1315.

Kitab-ı Mukaddes’ten bir alıntı: “...20- Fakat bu şey, genç kadında kızlık nişanları
bulunmadığı, hakikatse; 21- o zaman genç kadını babasının evinin kapısına
çıkaracaklar ve şehrin adamları onu taşla taşlayacaklar ve ölecek, çünkü
babasının evinde zina etmiş olmakla İsrail’de alçaklık etmiştir ve aranızdan
kötülüğü kaldıracaksın. 22- Eğer bir adam, başka bir adamın karısı olan bir
kadınla yatmakta olarak bulunursa, o zaman kadınla yatan adam ve kadın,
onların ikisi de öleceklerdir ve kötülüğü İsrail’den kaldıracaksın. 23- Eğer kız olan
bir genç kadın bir adamla nişanlı ise ve bir adam onu şehirde bulup onunla
yatarsa; 24- o zaman onların ikisini de o şehrin kapısına çıkaracaksınız ve
onları, şehirde olduğu halde bağırmadığı için, kadını ve komşusunun karısını
alçalttığı için erkeği taşla taşlayacaksınız ve ölecekler ve kötülüğü aranızdan
kaldıracaksın. 25- fakat adam nişanlı genç kadını kırda bulursa ve onu yakalayıp
kendisiyle yatarsa, o zaman yalnız onunla yatmış olan adam ölecektir. 26- fakat
genç kadına bir şey yapmayacaksın. Genç kadında ölüme müstahak suç yoktur.
Çünkü bir adam komşusuna nasıl kalkar ve onu öldürürse, bu şey de öyledir. 27-
çünkü onu kırda buldu, nişanlı genç kadın bağırmış ve onu kurtaran olmamıştır.
28- Eğer bir adam, kız olan nişanlanmamış genç bir kadın bulursa ve onu tutup
onunla yatarsa ve onlar bulunurlarsa, 29- o zaman onunla yatmış olan adam
genç kadının babasına elli şekel gümüş verecektir. Ve kadın onun karısı
olacaktır, çünkü onu alçaltmıştır; bütün ömrünce boşayamayacaktır. 30- bir adam
babasının karısını almayacak ve babasının eteğini açmayacaktır.”
Kitab-ı Mukaddes, Tesniye bölümü Bab 22, 13-30

60
Ebu Hureyre tarafından yukarıda Tevrat’ta yer alan yazıdan esinlenerek
oluşturulan bir Hadis’ten alıntı (benzerliklere ve dini bozmak için bir hadisin nasıl
oluşturulmuş-uydurulmuş olabileceğine dikkat ediniz): “Ebû Hureyre ile Zeyd b.
Halid el-Cühenî (r.anhumâ)'dan nakledildiğine göre, zina eden kadının kocası ile,
zina eden işçinin babası Resulullah (s.a.v)'e başvurarak bu konuda "Allah'ın
kitabı" ile hüküm vermesini istemişlerdir. İşçinin babası şöyle dedi: "Benim oğlum
bu adamın yanında işçi idi. Onun hanımı ile zina etti. Bana, oğlum için recm
gerektiği haber verildi. Ancak ben onun adına yüz koyunla bir cariye fidye
verdim. Bu arada bilenlere danıştım, (oğlum bekâr olduğu için) ona yüz değnekle
bir yıl sürgün cezası, bunun karısına ise recm cezası gerektiğini haber verdiler".
Bunun üzerine, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Nefsim kudret elinde olan Allah'a
yemin ederim ki, aranızda Allah'ın kitabı ile hükmedeceğim. Cariye ve koyunlar
geri verilecek. Oğluna yüz değnekle bir yıl sürgün gerek. Ey Üneys, sen de bu
adamın karısına git. Eğer zinasını itiraf ederse, onu recmet". Üneys kadına gitmiş
ve kadın suçunu itiraf etmiş, Hz. Peygamber'in emri üzerine de recmedilmiştir.”
Müslim, Hudûd, 25; Buhârî, Hudûd III, 38, 46, Vekâlet,13

İncil’den bir alıntı: “O zaman Kral sağındakilere diyecektir: Ey, sizler! Babamın
mübarekleri, gelin dünya kurulduğundan beri sizin için hazırlanmış olan
melekûtu miras alın. Zira aç idim, bana yiyecek verdiniz; yabancı idim, beni içeri
aldınız; çıplak idim, beni giydirdiniz; hasta idim, beni aradınız; zindanda idim,
yanıma geldiniz.’ O zaman salihler ona cevap verip diyecekler: ‘Ya Rab! Biz
seni ne zaman aç görüp yedirdik veya susamış görüp içirdik? Ve ne zaman seni
yabancı görüp içeri aldık veya çıplak görüp giydirdik? Ve ne zaman seni hasta
veya zindanda görüp yanına geldik?’ Kral cevap verip onlara diyecek: ‘Size
doğrusunu söyleyeyim, bu en basit kardeşlerimden biri için yaptığınızı, benim
için yapmış oldunuz.’ Sonra solundakilere şöyle diyecek: ‘Ey lanetliler! Çekilin
önümden! İblis ile onun meleklerine hazırlanmış ebedi ateşe yollanın. Çünkü
acıkmıştım, bana yiyecek vermediniz; susamıştım, bana yiyecek vermediniz;
yabancıydım, beni içeri almadınız; çıplaktım, beni giydirmediniz; hastaydım,
zindandaydım, benimle ilgilenmediniz.’ O vakit onlar da şöyle karşılık
verecekler: ‘Ya Rab! Seni ne zaman aç, susamış, yabancı, çıplak, hasta ya da
zindanda gördük de sana hizmet etmedik?’ Kral da onlara şu cevabı verecek:

61
‘Size doğrusunu söyleyeyim: ‘Mademki bu en basit kardeşlerimden biri için bunu
yapmadınız, benim için de yapmamış oldunuz. Bunlar, ebedi azaba uğrayacak,
salihler ise ebedi hayata kavuşacaklardır.”
Matta, 25/36-46

İncil’de yer alan yukarıdaki yazıdan esinlenerek oluşturulan bir Kutsi Hadis’ten
alıntı (benzerliklere ve dini bozmak için bir hadisin nasıl oluşturulmuş-
uydurulmuş olabileceğine dikkat ediniz): “Allah Teâlâ kıyamet günü buyurur: ‘Ey
Âdemoğlu! Hastalandım beni ziyaret etmedin.’ Âdemoğlu ‘Ya rab! Seni nasıl
ziyaret edebilirim, Sen âlemlerin rabbisin.’ diyecek. Allah ona ‘Bilmiyor muydun,
filan kulum hasta oldu, sen ise onu ziyaret etmedin. Bilmiyor muydun, onu
ziyaret etmiş olsaydın, beni onun yanında bulurdun. Ey Âdemoğlu! Senden
yiyecek istedim ama beni doyurmadın.’ buyuracak. Âdemoğlu ise ‘Ya rabbi!
Seni nasıl doyurabilirdim ki? Sen âlemlerin rabbisin?’ diyecek. Allah şöyle
buyuracak: ‘Bilmiyor musun, falan kulum senden yiyecek istedi de onu
doyurmadın. Bilmiyor muydun ki, onu doyurmuş olsaydın, onu benim nezdimde
bulacaktın. Ey Âdemoğlu! Senden su istedim, bana su ikram etmedin?’
Âdemoğlu ‘Ya rabbi! Sana nasıl su ikram edebilirdim ki? Sen âlemlerin
rabbisin?’ cevabını verir. Allah da ona şöyle buyurur: ‘Falan kulum senden su
istedi. Ancak sen ona su vermedin. Ona su ikram etmiş olsaydın, bunu benim
nezdimde bulacaktın.”
Muslim, Birr, h. no: 43

İncil’den bir alıntı: “Göklerin egemenliği, bağında çalışacak işçi tutmak için
sabah erkenden dışarı çıkan toprak sahibine benzer. Adam, işçilerle günlüğü bir
dinara anlaşıp onları bağına göndermiş. Saat dokuza doğru tekrar dışarı çıkmış,
çarşı meydanında boş duran başka adamlar görmüş. Onlara ‘Siz de bağa gidip
çalışın. Hakkınız ne ise veririm.’ demiş. Onlar da bağa gitmişler. Öğleyin ve saat
üçe doğru yine çıkıp aynı şeyi yapmış. Saat beşe doğru çıkınca, orada duran
daha başkalarını görmüş. Onlara, ‘Neden bütün gün burada boş duruyorsunuz?’
diye sormuş. ‘Kimse bize iş vermedi ki!’ demişler. Onlara ‘Siz de bağa gidin,
çalışın.’ demiş. Akşam olunca, bağın sahibi kâhyasına, ‘İşçileri çağır!’ demiş.
‘Sonunculardan başlayarak birincilere kadar hepsine ücretlerini ver.’ Saat beşe
doğru işe başlamış olanlar gelip kâhyadan birer dinar almışlar. Birinciler gelince

62
daha çok alacaklarını sanmışlar, ama onlara da birer dinar verilmiş. Paralarını
alınca bağın sahibine karşı söylenmeye başlamışlar. ‘Bu sonuncular yalnız bir
saat çalıştılar.’ demişler. ‘Ama sen onları, günün yükünü ve sıcağını çeken
bizlerle bir tuttun.’ Bağın sahibi onlardan birine şöyle karşılık vermiş: ‘Arkadaş!
Sana haksızlık ettiğim yok! Seninle bir dinara anlaşmadık mı? Hakkını al, git!
Sana verdiğimi bu sonuncuya da vermek istiyorum. Kendi paramla istediğimi
yapmaya hakkım yok mu? Yoksa elim açık diye kıskanıyor musun?’ İşte
böylece sonuncular birinci, birinciler de sonuncu olacak.” Matta, 20/1-16

İncil’de yer alan yukarıdaki yazıdan esinlenerek oluşturulan bir Kutsi Hadis’ten
alıntı (benzerliklere ve dini bozmak için bir hadisin nasıl oluşturulmuş-
uydurulmuş olabileceğine dikkat ediniz): “Önceki ümmetlere göre sizlerin ömrü
ikindi namazıyla güneşin batışına kadar ki süre gibidir. Sizlerin durumu ile
Yahudilerin ve Hristiyanların hali şuna benzer: Bir adam işçiler tutar. ‘Gün
ortasına kadar bir kîrât karşılığında kim çalışır?’ diye sorar. Yahudiler bir kîrât
karşılığında öğlene kadar çalışırlar. Sonra ‘Öğlenden ikindi namazına kadar bir
kîrât karşılığında kim çalışır?’ diye sorar. Hristiyanlar öğlenden ikindi namazına
kadar bir kîrât karşılığında çalışırlar. Daha sonra ‘İkindi namazından güneş
batana kadar iki kîrât karşılığında kim çalışır?’ diye sorar. İşte sizler ikindi
namazından güneş batana kadar iki kîrât karşılığında çalışanlarsınız. Sizin
ecriniz iki kattır. Yahudiler ve Hristiyanlar buna kızarlar ve ‘Çok çalışan biz, az
ücret alan yine biz!’ derler. Allah da onlara şöyle buyurur: ‘Ben sizin hakkınızdan
kısaltarak sizlere zulmettim mi?’ Onlar ‘Hayır.’ derler. Allah da şöyle buyurur:
‘Bu benim lütfumdur, dilediğime veririm.”
Buhârî, İcâre, bab no: 8; Ehâdîsu’l-Enbiyâ, bab no: 50

İslam dininin saflığını bozarak insanları tereddüt ve şüphe içinde bırakmak, dini
güya kuvvetlendirip ibadetleri daha sevimli göstermek, kişilerin kendi inançlarını
daha doğru göstermek adına, şan ve şöhret ya da maddi kazançlar edinmek
amacıyla birçok hadis uydurulmuştur. Bu konu kapsamında, doğrudan hadisler
ile ilintili kişilerce yapılan açıklamaları, aşağıda okuyabilirsiniz:

“Bunlar arasında suratlarını her çeşit boyaya batıranlar ve bu şekilde sarımsı bir
ten kazanarak, kendilerini fazla oruç tutmaktan soluk benizli hale gelmiş takva
dindarlar gibi gösterenler bulunmaktaydı. Diğerleri istediği an gözyaşı

63
dökebilmek için tuzlar kullanmaktaydı. Başka bir grup kıssacı ise allı pullu
süslettikleri kürsünün tepesinden kendilerini atacak derecede gösteride ileri
gitmekte veya dinleyicinin alışık olmadığı biçimde, samimiyetsiz hikâyelerini
abartılı jestlerle nakletmekte, kürsüyü yumruklamakta, basamakları koşar adım
inip çıkmaktaydılar.”
İbnul Cevzi, el-Kussas vel Müzekkirin, s. 93

“Siz beni öldürüyorsunuz ama ben dininizde helali haram, haramı helal yapan
4000 hadis uydurdum.”
Abdülkerim bin Ebil Avca

“Ahmed bin el Cuveybari, Muhammed bin Ukeşa ve Muhammed bin Temim’in


Hz. Peygamber hakkında 10.000’den fazla hadis uydurdukları söylenir.”
İbni Hacer, Lisanu’l Mizan

“Enes bin Malik’in hizmetçisi olduğunu iddia eden Dinar Ebu Mikyes’in de Enes
bin Malik’ten duyduğunu söylediği uydurma dolu bir sayfayı naklettiğini anlatır.”
Zehebi, Mizan

“Biz Hz. Peygamber adına yalan uydurmadık, bilakis bunu Peygamber’in


getirdiği dini güçlendirmek için yaptık.”
İbni Hacer, Fethul Bari

“Biz Peygamber lehinde yalan söylüyor ve şeriatını takviye ediyoruz.”


İbnul Cevzi, K. Mevzuat

“Ümmetimde imam Şafii adında bir kimse ortaya çıkacaktır. O ümmetime


şeytandan daha zararlı olacaktır. Ve yine ümmetim arasından adına Ebu Hanife
denecek bir kimse gelecektir ki, o ümmetimin ışığıdır.”
İbnu Arrak, Tenzihus Şeria, 2. cilt, s. 14

Eski bir Kaderiye mezhebi üyesi Ebu Reca Muhriz: “Kaderiyecilerden kesinlikle
bir şey rivayet etmeyiniz, vallahi biz insanları mezhebimize çekebilmek için
hadisler uydurur ve bu hareketimizle de sevap kazanacağımızı umardık. Ben bu
suretle Kaderiye mezhebine dört bin kişi kattım.” der.
Er Cerhu Ve’l Tadi’l, 1. cilt, s. 32

64
Hadis uydurduklarını/uydurulduğunu kabul eden yukarıdaki rivayetçilerden
sonra hala hadislerin, dini anlamak için gerekli olduğuna inanacak mısınız?

Eğer öyleyse şu hadisleri bir kere daha inceleyiniz:

Garanik olayı diye anılan bir hadis rivayetinde; Peygamber, güya “şeytanın
vesvesesine uyarak putları övmüştür”. İşte o hadis:

“Kavminin kendisinden yüz çevirmesine son derece üzülen Peygamber (s.a.v.),


Allah'tan, kendisiyle kavminin arasını uzlaştıracak bir şeyin (vahyin) gelmesini
ve böylece kavminin inanmasını çok arzu ediyordu. Bir gün Kureyş’in kalabalık
bir meclisinde oturmuştu. O gün Kureyş’in kendisinden uzaklaşmalarına sebep
olacak bir şeyin inmemesini istiyordu. Yüce Allah “Aşağı kayan yıldıza
andolsun” suresini indirdi. Allah'ın Elçisi (s.a.v.) sureyi okuyup: “Gördünüz mü
Lât ve Uzza’yı ve üçüncüsü olan Menat’ı?” âyetine gelince şeytan, onun diline
"Şu yüce turnalardır ve onların şefaati umulur” sözlerini attı. Kureyşliler:
"Muhammed bundan önce hiç tanrılarımızı hayır ile anmamıştı" dediler.
Peygamber okumasına devam edip sureyi bitirince secde etti, onlar da
Müslümanlarla birlikte secde ettiler. Akşam olunca Cebrail Peygamber'e geldi:
"Sen ne yaptın, benim Allah'tan sana getirmediğim, söylemediğim şeyi insanlara
okudun" dedi. Yüce Allah: "Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermemiştik ki
o, temenni ettiği zaman şeytan onun ümniyyesine (bir düşünce) atmış
olmasın..." âyetini indirdi.”
Câmi'u'l-beyân: 17/87; Mefîtihul-ğayb: 23/49-50; İbn Kesîr, Tefsir: 3/230.

Hadise göre Peygamber gelen vahiyden farklı olarak başka bir şey söylemiş ve
Allah kelamına kul kelamını katmıştır. Oysaki Kur’ân’da;

“(Ey Muhammed!) Biz, senden önce hiçbir resûl ve nebî göndermedik ki, o, bir
temennide bulunduğunda, şeytan onun dileğine ille de (beşerî arzular) katmaya
kalkışmasın. Ne var ki Allah, şeytanın katacağı şeyi iptal eder. Sonra Allah,
kendi âyetlerini (lafız ve mana bakımından) sağlam olarak yerleştirir. Allah,
hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Allah, şeytanın böyle yapmasına
müsaade eder ki) kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için,
şeytanın kattığı şeyi bir deneme (vesilesi) yapsın. Zalimler, gerçekten (haktan)
oldukça uzak bir ayrılık içindedirler.” Hacc Suresi 52-53

65
“Arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı. O, arzusuna göre de
konuşmaz. O ancak kendisine vahyolunanı söyler.”
Necm Suresi 2-3

Ayetleriyle Peygamber Efendimizin hiçbir şekilde kendi nefsinden konuşmadığı


ve şeytanın vesveselerine uymadığı açık bir şekilde bildirilmiştir.

Başka bir hadiste, rivayetçiler; Peygamber’in büyülendiğini ve mecnun olduğunu


iddia etmişlerdir. İşte o hadis: Hz. Aişe (r.a)’den gelen rivayet şöyledir: “Benî
Züreyk Yahudilerinden Lebid b. el-A’sam tarafından Hz. Peygamber (s.a.v)’e
sihir yapıldı. Öyle ki, Rasulullah (s.a.v) yapmadığı bir şeyi yaptım vehmine
düşüyordu. Bir gün benim yanımda iken Allah'a dua etti, sonra tekrar dua etti.
Ve dedi ki: “Ey Aişe, hissettin mi, sorduğum hususta Allah bana fetva verdi?”
“Hangi hususta Ey Allah'ın Resulü?” dedim. “İki kişi bana gelip, biri başucumda,
diğeri de ayak tarafımda oturdu. Biri diğerine: “Bu zatın rahatsızlığı nedir?” dedi.
Öbürü: “Büyüdür!” dedi. Önceki tekrar sordu: “Kim büyüledi?” Diğeri: “Lebîd
İbnu'l-Asâm adındaki Benî Züreykli bir Yahudi,” diye cevap verdi. Öbürü:
“Büyüyü neye yaptı?” dedi. Arkadaşı: “Bir tarakla saç döküntüsüne ve bir de
erkek hurma tomurcuğunun içine!” cevabını verdi. Diğeri: “Pekâlâ, şimdi
nerede?” diye sordu. Arkadaşı: “Zervân kuyusunda!” cevabını verdi.” Bunun
üzerine Rasulullah (s.a.v) Ashabından bir grupla birlikte (r.a) kuyuya gitti, ona
baktı, kuyunun üzerinde bir hurma vardı. Sonra benim yanıma dönüp: “Ey Aişe!
Allah'a yemin olsun, kuyunun suyu sanki kına ıslatılmış gibi (bulanık) ve (o kuyu
ile sulanan) hurma ağaçlarının başları da sanki şeytanların başları gibiydi!” dedi.
Ben: “Ey Allah'ın Resulü! Onu (kuyudan) çıkardın mı?” diye sordum. “Hayır,”
dedi ve ilave etti: “Bana gelince, Allah bana afiyet lütfetti ve şifa verdi. Ben
ondan halka bir şer gelmesine sebep olmaktan korktum!” Resulullah onun
gömülmesini emretti ve yere gömüldü.”
Buhârî, Tıbb, 47, 49, 50; Cizye, 14, Edeb, 56; Bed’ul-Halk, 11; Müslim,
Selâm, 43

Kadı Iyaz, “Sihir Hz. Peygamber’in sadece vücudu ve azaları üzerinde tesirini
gösterdi, onun temyiz gücünde ve düşüncesinde (yani aklında, fikrinde) bir etki
göstermedi” demektedir.
İbn Hacer, Fethu’l-Bari, X, 185

66
“Peygamber Medine’de bir Yahudi tarafından büyülendi. Günlerce ne yaptığını
bilmez durumda ortalıkta dolaştı.”
Buhari 76/47; Hanbel 6/57, 4/367

Bu hadislere göre Allah (cc), kendi Peygamberini büyülenmekten ve şeytanın


esaretinden kurtaramamıştır. Oysaki Kur’ân’da;

“Nûn. Kaleme ve (kalem tutanların) yazdıklarına andolsun ki, Sen -Rabbinin


nimeti sayesinde- mecnun/büyülenmiş değilsin.”
Kalem Suresi 1-2

“Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yiyip (meşakkatsizce geçimini
sağlayacağı) bir bahçesi olmalıydı. (Ayrıca) o zalimler (müminlere): Siz, ancak
büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız! dediler. (Resûlüm!) Senin hakkında
bak ne biçim temsiller getirdiler! Artık onlar sapmışlardır ve (hidayete) hiçbir yol
da bulamazlar.”
Furkan Suresi 8-9

Ayetleriyle Allah’ın Peygamberinin asla büyülenmediği ve mecnun olmadığı açık


bir şekilde bildirilmiştir.

Dört büyük mezhep imamından biri olduğu iddia edilen Gazali’nin, İhya-ı
Ulumiddin adlı eserinde vermiş olduğu hadisler ise tam anlamıyla Peygamber
ve Allah’ı karalamaya dönüktür:

“Allah Resulu, bir kadın gördü ve derhal Zeynep validemizin odasına girip,
şehvetini gidererek dışarı çıktı.”
İhya-ı Ulumiddin cilt 3, 358 Arslan Yayınları-1981, Mütercim Ali Arslan

En güzel ahlak sahibi olan Peygamber Efendimizin, dışarıda gördüğü kadınlara


şehvetik bir gözle baktığını iddia eden bu hadis, gerçekten çok düşündürücüdür.

“Cennete girdim. Baktım ki Bilal orada. (Uyanıkken) ona dedim ki: Ey Bilal!
Hangi amelin sayesinde benden evvel cennete gittin? Bilal (r.a): Ben bir şey
bilmiyorum ancak her aldığım abdestten sonra iki rekât namaz kılıyorum.”
İhya-ı Ulumiddin cilt 2, 554 Arslan Yayınları-1981, Mütercim Ali Arslan

67
Peygamberi bilgisiz gösteren, dini kendisinin öğretmesine ve bir peygamber
olmasına rağmen cennete bir sahabeden sonra girdiğini ifade eden bu hadis de
gerçekten çok manidardır.

Gazali, kitabında yer verdiği şu hadis ile de Allah’ın, yaptığı işlerde tereddüt
edebileceğini resmen kabul ile şirk noktasına gelmiştir:

“Kulum nafile ibadetlerle durmadan bana yaklaşa yaklaşa, nihayet öyle bir
yaklaşıyor ki, onu sevmeye başlıyorum. Onu sevdiğim zaman, onun duymasına
vasıta olan kulağı ve görmesine alet olan gözü oluyorum. Çalışan eli, yürüyen
ayağı oluyorum. Benden istediği zaman mutlaka veririm. Bana sığındığı zaman
onu mutlaka korurum. Ölümden korktuğu için istemeyen mümin kulumun nefsi
günaha girmesin diye ruhunu aldığım zaman, tereddüt ettiğim kadar yaptığım
hiçbir işte tereddüt etmedim. Hâlbuki o, nefsin ölmesi mutlaka lazımdır.”
İhya-ı Ulumiddin cild 1, 278 Arslan Yayınları-1981, Mütercim Ali Arslan

Peygamberleri karalayan şu hadisler ise münafıkların ne kadar ileri gittiklerinin


önemli bir göstergesidir:

“Ureyne ve Ukeyle kabilelerinden bir grup Medine’ye gelerek Müslüman oldular.


Medine’nin havası onlara dokununca Peygamber onlara deve sidiği içmelerini
öğütledi. Adamlar develeri dağıttılar ve çobanı da öldürdüler. Peygamber onları
yakalattı, ellerini ve ayaklarını kesti, gözlerini oydu, çölde susuz ölüme terk etti.
Biz onlara su vermek isteyince, Peygamber bizi engelledi.”
Buhari Tıp 5/1, Hanbel 3/107,163

“Ölüm meleği Hz. Musa’nın yanına gelerek; “Rabbinin davetine icabet et” dedi.
Musa ölüm meleğinin gözüne bir tokat vurarak onun gözünü çıkardı. Melek
Rabbine dönüp şöyle dedi: “Beni, ölmeyi istemeyen bir kuluna doğru gönderdin,
o da vurup gözümü çıkardı.”Allah-u Teâlâ meleğin gözünü kendisine geri çevirip
şöyle buyurdu:”Kulumun yanına dön ve de ki: Dünya hayatını mı istiyorsun?
Öyleyse elini öküzün beline koy, eline ne kadar kıl çıkarsa onun sayısınca
yaşayacaksın.”
Buhâri, Kitâbu’l-Cenâiz 95 C.3 S.1261 Ötüken 1987

68
“Âdem ve Musa (a.s.) tartıştılar. Musa ona dedi ki: "Sen, kendi günahın
sebebiyle insanları cennetten çıkaran ve onları bedbaht edensin.” Âdem dedi ki:
"Ey Musa! Sen, Allah'ın, elçilik verip konuşmasıyla seçilmiş bir insansın. Böyle
olmakla birlikte, Allah'ın beni yaratmadan önce kaderime yazdığı -veya üzerine
yazdığı- bir işi yaptığımdan ötürü beni kınıyor musun?” Rasûlullah (s.a.a) dedi
ki: “Böyle demekle Âdem, Musa'yı mağlup etti.”
Sahih-i Buharî, c. 6, Kitabü't-Tefsir, 259

“Dinde zorlama yoktur.” Bakara Suresi 256 ayetine rağmen “Dinini değiştireni
öldürün.” Nesei 7-8/14; Buhari 12/1883 diyen hadislere mi inanmaya devam
edeceğiz?

Ya da Kur’ân’daki şu ayete rağmen;”...O’nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur.”


Şura Suresi 11, Allah’a insanımsı ve maddemsi özellikler katan aşağıdaki
hadislere mi inanmaya devam edeceğiz?

“Allah ahirette peygamberlere kimliğini kanıtlamak için bacağını açıp baldırını


gösterir.”
Müslim - İman 302; Buhari 97/24, 10/29; Hanbel 3/1

“Allah benimle görüştü ve el sıkıştı. Elini iki omuzum arasına koydu. Öyle ki
parmaklarının soğukluğunu iki göğsüm arasında hissettim.”
Hanbel 5/243

“Peygamber’e Allah’ın yerleri ve göğü yaratmadan önce nerede olduğu soruldu,


Peygamber; “Bir bulut içerisinde idi, üstü hava, altı hava idi.” dedi.”
Hanbel 4/11

Ebu Hüreyre Anlatıyor: Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki: “Üzümü Kerm diye
isimlendirmeyin. “Vay şu dehrin mahrumiyet ve hüsranına” diye kahırlı söz
söylemeyin. Zira Allah’ın kendisi dehr (zaman) dir.”
Buhari Edep 101, Müslim Elfaz 516, (2246, 2247), Ebu Davud, Edeb 81
(4974), Muvatta 56/3

Birbirleriyle ve Kur’ân ile çelişen yüzlerce hadis bulunmasına rağmen hala


Kur’ân’ı bırakıp hadislere mi inanacağız? Ya da hadisleri, dinin kaynağı olarak

69
kabul etmeye devam mı edeceğiz? Aşağıda birbirleriyle çelişen hadislerden
bazı örnekler bulabilirsiniz:

“Kan aldırmak, yapanın da yaptıranın da orucunu bozar.” Tirmizi Oruç 60; Ebu
Davud Oruç 28; Buhari Oruç 32 / “Peygamberimiz oruçlu iken kan aldırmıştır.”
Ebu Davud Oruç 29-30; Tirmizi Oruç 59; Buhari Tıp 11

“Peygamber oruçlu iken hanımlarını öptü.” İbn-i Kuteybe, Hadis Müdafası 372
/ “Oruçluyken hanımını öpenin durumu sorulduğunda Peygamber;”Orucu
bozulmuştur” dedi.” İbn-i Kuteybe, Hadis Müdafası 372

Peygamberimiz caminin bahçesine girerek şöyle dedi: “Şurası muhakkak ki


cami ne cenabete, ne aybaşılıya helal değildir.” Müslim, Hayz 11; Ebu Davud,
Taharet 104; Tirmizi, Taharet 101; Nesai, Hayz 18 / Peygamber’in hanımı
anlatıyor: “Peygamberimiz bizden biri aybaşılı olduğu halde onun kucağına
başını koyar, Kur’ân okurdu. Bizden birimiz aybaşılı iken camiye gidip
Peygamber’e bir şeyler götürürdük.” Nesai, Hayz 19

Bisr İbnu Mahcen babasından anlattığına göre, babası (Mahcen) Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm)’ın meclisinde idi. O sırada namaz için ezan okundu.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kalktı, namaz kıldı ve döndü. Mahcen hala
yerindeydi. “Herkesle beraber namaz kılmana mâni olan şey nedir, sen
Müslüman değil misin?” Diye sordu. Mahcen: “Elbette Müslümanım, ancak ben
ailemle namazımı kılmıştım!” dedi. Efendimiz: “Mescide geldiğin zaman namaza
kalkılırsa, kılmış bile olsan cemaatle birlikte sen de kıl!” K.S. 2840 C.9 S.168
Akçağ alıntıları: Muvatta, Salâtu’l-Cemâ’a 8,(1,132); Nesâi, Imâmet 53,
(2,112)/Süleyman Mevlâ Meymûne’nin İbnu Ömer (radiyallahu anhümâ)’den
naklettiğine göre, İbnu Ömer şunu anlatmıştır: “Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: “Bir günde aynı namazı iki sefer kılmayın.” K.S. 2842
C.9 S.169-170 Akçağ alıntıları: Ebû Dâvud, Salât 58,(579); Nesâi, Imâmet 56,
(2,114)

İbnu Abbâs (radıyallahu anhüma) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


kıraaatını bismillahirrahmanirrahim ile başlatıyordu. K.S. 2527 C.8 S.400 Akçağ
alıntısı: Tirmizi, Salât 181, (247) / Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ben,

70
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman
(radıyallahu anhüm) ile birlikte namaz kıldım. Onlardan hiçbirinin
bismillahirrahmanirrahimi okuduklarını işitmedim.” K.S. 2528 C.8 S.400 Akçağ
alıntıları: Buhâri, Ezân 89; Müslim, Salât 50, (399); Muvatta, Salât 30, (1,81);
Tirmizi, Salât 182, (246); Nesâi, İftitah 21,22, (2,133-135)

Aişe’den naklen: “Resûlullah (Sallallâhu aleyhi vesellem) duhâ namazını dört


rekât kılar. Allah’ın dilediği kadar da ziyade ederdi.” Müslim, C.4 H.78-79, 2052/
Aişe’den naklen: “Ben Resûlullah (Sallallâhu aleyhi vesellem)’ın duhâ nafilelerini
kıldığını hiç görmedim. Onu ben kılıyorum...” Müslim C.4 H.77, 2052

Şimdi soruyoruz: Hangi bir hadise inanmaya devam edeceksiniz?

Yukarıdaki hadislerde görüldüğü gibi Kur’ân’ın değil de hadislerin referans


alınması durumunda birçok içtihadın ve dolayısıyla da birçok mezhebin ortaya
çıkması kaçınılmazdır.

Allah (cc), Kur’ân’da;

“Hep birlikte Allah'ın ipine yapışın, fırkalara bölünüp parçalanmayın. Allah’ın


üzerinizdeki nimetini hatırlayın ki, siz birbirinize düşman iken, O sizin kalplerinizi
kaynaştırdı da, Onun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz…”
Al-i İmran Suresi 103

“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi


olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.”
Al-i İmran Suresi 105

“Dinlerini parça parça edip fırkalara, hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla
hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah onlara yapıp ettiklerini
haber verecektir.”
En'am Suresi 159

“Fakat onlar işlerini aralarında parçalayıp çeşitli kitaplara ayırdılar. Her hizip,
yalnız kendi yanındakiyle sevinip övünmektedir.”
Müminûn Suresi 53

71
“Nitekim biz, (Kur’ân’ı) kısımlara ayıranlara azabı indirmişizdir. Onlar, Kur’ân’ı
bölüp ayıranlardır. Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini sorguya
çekeceğiz. Yaptıklarından dolayı.”
Hicr Suresi 90-93

“Onlardan ki, dinlerini parçalayıp fırkalar haline geldiler. Her fırka kendi
elindekiyle sevinip övünür.”
Rûm Suresi 32

Belirtmiş olmasına rağmen ayetleri değil de, ”Ümmetimin ihtilafı rahmettir.”


İmam Nevevi, Şerhi Müslim, c, 11, s, 92, İhyaut Turasil Arabi, 1392, hadisini
referans alan gelenekçi zihniyetin aşağıdaki hadisleri de mutlaka okuması ve
üzerlerinde düşünmesi gerekmektedir:

“Yahudiler yetmiş bir (71) fırkaya ayrıldılar, biri hariç diğerlerinin hepsi
cehenneme girer. Hristiyanlar yetmiş iki (72) fırkaya ayrıldılar, biri hariç
diğerlerinin hepsi cehenneme girer. Bu ümmet de yetmiş üç (73) fırkaya
ayrılacak, biri hariç hepsi cehenneme girer.”
Ebu Davud, Sünnet, 1; Tirmizî, İman,18; İbn Mace, Fiten, 17; İbn Hanbel,
2/332

“Ümmetim yetmiş iki fırkaya ayrılır, onlardan sadece biri kurtuluş ehlidir.” diye
buyurdu. Bunların kimler olduğu sorusuna, “Bunlar cemaatte olanlardır.”
buyurdu.
Ahmed b. Hanbel, 3/145; Zevaid, 6/226

Her grubun kendisiyle övündüğü ve cennetlik olduğunu iddia ettiği bu zamanda,


kendinizin en doğru fırka olduğunu nereden biliyorsunuz?

Bugün en yaygın olan 4 mezhep inancında;

Hanefi mezhebine göre; “Kur’ân, mütevatir veya meşhur sünnetle nesh


edilebilir. Sadece ahad, hadisle nesh edilemez”. Dr. İsmail Hakkı Ünal. İmam
Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu.
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları No.327 Baskı-1994 s. 213

72
Maliki mezhebine göre; “Sünnet, Kur’ân ile tearruz ederse; bazı hallerde Kur’ân
sünnete takdim edilir, bazı hallerde ise sünnet Kur’ân’a hâkim kılınır.” İmam
Malik, Hayatı-Görüşleri- Fıkıhta yeri, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hilal
Yayınları 1984 s. 283

Şafii mezhebine göre; “Resûlullah’ın sünnetini, ancak Resûlullah’ın sünneti


nesh edebilir. Kur’ân, bir sünneti nesh edemez, nesih olayı olması için bunu
başka bir sünnetin ilân etmesi gerekir.” İmam Şafii, Osman Keskioğlu s.238-
239. Büyük Şafii İlmihali, Halil Gönenç. Hilâl Yayınları 1979, 2. Baskı s. 375.

Hanbeli mezhebine göre; “Sünnet beyan bakımından Kur’ân’a hâkim sayılır,


onun ahkâmını takrir eder. Ulemaya göre sünnet, kitaba hâkimdir, Kitab hâkim
değildir, çünkü kitabın iki ve daha ziyade şeye ihtimali vardır.” Ahmed İbn-i
Hanbel, Hilâl Yayınları 1984 s.242-255 Prof. Muhammed Ebu Zehra, Terc.
Osman Keskioğlu

Açıklamaları ile Kur’ân’ın emirlerinin hiçe sayılabileceği (nesh) ve hadislerin


ayetlerden daha muteber olduğu söz konusu iken hala bir mezhebe inanmaya
devam mı edeceğiz?

Mezheplerdeki farklılıkların az olduğu söylenmesine rağmen, namaz kılmayana


verilen ceza açısından incelendiğinde, “Dinde zorlama yoktur.” Bakara Suresi
256 ayetine rağmen, Hanefi mezhebinde namaz kılmayanın dövülmesi;
Hanbelî, Şafi ve Maliki mezheplerinde ise namaz kılmayanın öldürülmesi
içtihadı ya da Hanefi mezhebinde, dişlerinde dolgu ya da kaplama olanın gusül
abdestinin kabul olmayacağı fakat diğer mezheplerden ise kabul olacağı içtihadı
söz konusu iken mezheplerdeki uçurumları görmemeye devam mı edeceğiz?

Unutmayın ki Kur’ân’da serbest bırakılan her detayın, mezhep imamları


tarafından, sanki Allah tarafından bunların açıklanması unutulmuşçasına
hadisler ışığında açıklanması ve boşluk varmışçasına doldurulması; mezhep
imamlarının birçok hadis içerisinden kendi keyiflerine gelen hadisleri seçerek ve
kendilerince yorumlayıp kendi içtihatlarını, kendi yasalarını ya da kendi
ayetlerini oluşturmaları; hadisler olmadan namaz, abdest, oruç gibi ibadetlerin
nasıl yapılacağının bilenemeyeceğini iddia etmeleri nedeniyle “Kur’ân’ın eksik

73
olduğunu”, “Kur’ân’ın anlaşılmaz olduğunu” ve “Hadislerin, Allah sözünden daha
üstün olduğunu” kabul ile Allah’ın şu ayetlerini apaçık bir şekilde inkâr
etmişlerdir:

“And olsun ki Biz sana apaçık ayetler indirdik.”


Bakara Suresi 99

“And olsun ki Biz bu Kur’ân’da, güzelce düşünüp öğüt alsınlar diye insanlar için
her türlü misali verdik.”
Zümer Suresi 27

“Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.”


En’am Suresi 38

“…Gerçekten size bir nur ve hakkı apaçık bildiren bir kitap gelmiştir.”
Maide Suresi 15

İslam dinini hadisler yoluyla bozguna uğratan gelenekçiler, bununla da


yetinmeyip Kur’ân’daki ayetleri de kendi menfaatleri doğrultusunda çarpıtıp,
çarpık düşüncelerini bu şekilde ispatlama yolundan da geri durmamışlardır.

“Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber’e


uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten
meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve
üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, ona
yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr’a (Kur’ân’a) uyanlar var ya, işte
kurtuluşa erenler onlardır.”
A’raf Suresi 157

“Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve


Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen
kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.”
Tevbe Suresi 29

Gelenekçiler tarafından A’raf Suresi 157 ve Tevbe Suresi 29 ayetlerinin yanlış


yorumlanması sonucunda Peygamber Efendimizin güya kendi nefsine göre

74
haram ve helal koyma yetkisinin olduğu ve bu şekilde de emir verme yetkisi
açısından da hâşâ Allah’a ortak olabileceği düşüncesi birçok insanın kafasını
bulandırmış ve dini anlamak noktasında hadislerin kabul edilmesi gerektiği
düşüncesini doğurmuştur. Hâlbuki Peygamber Efendimiz, Allah’ın yeryüzündeki
temsilcisi olup kendisine vahiy edilen emirler dışında insanlara kendi nefsinden
bir şeyler söylememiştir. Nitekim Allah (cc), bu konuda Kur’ân’da şöyle
buyurmaktadır:

“Ey Resûl! Rabb'inden sana indirileni tebliğ et (duyur). Eğer bunu yapmazsan, o
takdirde O'nun Risaletini (sana gönderdiğini) tebliğ etmemiş (duyurmamış)
olursun. Ve Allah seni insanlardan korur. Muhakkak ki Allah, kâfirler kavmini
hidayete erdirmez.”
Maide Suresi 67

“Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin.
Tehdidimden korkanlara Kur’ân’la öğüt ver.”
Kaf Suresi 45

“…Allah haram kıldığı şeyleri size açıklamıştır. Doğrusu birçokları, bilmeden


keyiflerine uyarak halkı şaşırtıyorlar. Muhakkak ki Rabbin, o sınırı aşanları çok iyi
bilir.”
En’am Suresi 119

“De ki: Gelin Rabbinizin size neyi haram kıldığını okuyayım…”


En’am Suresi 151

“Arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı. O, arzusuna göre de


konuşmaz. O ancak kendisine vahyolunanı söyler.”
Necm Suresi 2-3

Ayetlerden görüldüğü üzere haram-helal koyma yetkisi sadece Allah’a ait olup
Peygamber Efendimiz sadece Allah’ın emirlerini insanlara iletmekle yükümlüdür.
Bu emirleri iletmek noktasında da Kur’ân’ı referans alıp Kur’ân’daki ayetlerden
yola çıkarak (yani kendisine vahyedilenlerden) insanları yönlendirdiğinden,
Allah(cc), Peygamber’e uyanın kendisine de uyacağını belirtmiş ve onun belirttiği

75
(aslında kendisine vahyedilen) haramlardan kaçınılması ve de verdiği öğütlerin
tutulması gerektiğini vurgulamıştır. Ayetlerde Allah’ın kendisiyle birlikte kendi
Peygamber’ini de sayması, Peygamber’in de hâşâ Allah gibi haram-helal koyma
yetkisi olduğunu belirtmek istemesinden değil, Allah’ın sonsuz mütevazı
olmasından ve de Peygamber’in zaten vahiyler dışında hareket etmemesi
nedeniyle, Peygamber’in söylediği her şeyin koşulsuz kabul edilmesi gerektiğini
belirtmek istemesinden kaynaklanmaktadır. Nitekim Tanrı, birçok ayette de buna
benzer bir anlam olarak “biz” kavramını da yaygın olarak kullanmaktadır.

“Biz, elbette biz diriltir ve öldürürüz, sonunda asıl varis olanlar da biziz.”
Hicr Suresi 23

“Biz onu (Kur’ân’ı) Kudret Gecesinde indirdik.”


Kadir Suresi 1

Hicr Suresi 23 ve Kadir Suresi 1 ayetlerde geçen “biz” kavramını, gelenekçilerin


mantığına göre ele aldığımızda hâşâ “Allah’tan başka tanrılar vardır” şeklinde bir
sonuca çıkmamız gerekmektedir. Hâlbuki ayetlerin belirttiği anlam bundan çok
öte bir şeydir. Çünkü Allah’tan başka bir yaratıcı ve güç sahibi yoktur. Ayette
Allah, yüce mütevazılığı nedeniyle “biz” ifadesiyle kendisiyle birlikte melekleri de
kastetmektedir.

“Dirilten ve öldüren O’dur. Herhangi bir işi diledi mi, ona “Ol” der, o da oluverir.”
Mümin Suresi 68

“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların
nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş’ın Rabbi olan Allah, onların
yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.”
Enbiya Suresi 22

Dolayısıyla bu açıklamalar ışığında şunu söyleyebiliriz ki; sünnet ve hadislerin


kabul edilmesi gerektiğine delil olarak sunulan A’raf Suresi 157 ve Tevbe Suresi
29 ayetleri kesinlikle ama kesinlikle Peygamberin haram-helal koyma yetkisi
olduğu anlamına gelmemektedir. Nitekim aşağıdaki ayetlerde ne Peygamberin

76
ne de Allah’tan başka bir kimsenin kendi kafasına göre haram-helal koyma
yetkisinin olmadığı apaçık bir şekilde vurgulanmaktadır.

“Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin
kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”
Tahrim Suresi 1

“Dilleriniz yalana alıştığı için ‘bu helaldir’, ‘şu haramdır’ demeyiniz. Sonra Allah’a
karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise kurtuluşa
eremez.”
Nahl Suresi 116

“Yoksa onların hâkimiyette ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği bir şeyi
kendilerine kanun yapıyorlar? …”
Şura Suresi 21

“De ki Haydi Allah şunu haram kıldı diye şehadet edecek şahitlerinizi getirin…”
En’am Suresi 150

“Ne oluyor size? Nasıl hüküm veriyorsunuz? Yoksa sizin bir kitabınız var da
oradan mı okuyorsunuz?”
Kalem Suresi 36-37

“De ki: Allah’ın size indirdiği rızıktan bir kısmını helâl, bir kısmını da haram
bulmanıza ne dersiniz? De ki: Allah mı size izin verdi, yoksa Allah’a iftira mı
ediyorsunuz?”
Yunus Suresi 59

Kur’ân’ın tam ve eksiksiz olmasına ve Peygamber Efendimizin sünnetinin de


sadece ve sadece “Kur’ân’a harfiyen uymak” olmasına ragmen, Kur’ân dışında
emirler oluşturan, dini çelişkiler içerisinde bırakıp bilimi, dine karşı gösteren,
zorbacı, sınırlayıcı, gerici ve vahşi (İran ve Taliban zihniyetli) mezhep
taassubuna Allah’ın şu ayetleri kâfidir:

“Şüphesiz, yeryüzündeki hareket eden canlıların Allah katında en kötüsü aklını


işletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” Enfal Suresi 22

77
“Hiç kimse Allah’ın izni olmadan iman etmez. O, akıllarını başlarına alıp da
Allah’ın ayetlerini düşünmeyenleri pislik içinde bırakır.”
Yunus Suresi 100

Günümüze kadar gelen hadislerlerde, yüzlerce uydurma hadise ek olarak


mantığa uygun hadislerin de olması kaçınılmazdır. Bu durum, doğru hadislere
ne yapılacağı ya da doğru hadislerin nasıl bilinebileceği sorusunu gündeme
getirmektedir:

Cevap ise gayet basit olup, Kur’ân ile uyumlu, emir ve yasak içermeyen, akıl ve
mantıkla uyuşan, nasihat içerikli tüm hadislerin kabul edilmesi, gerisinin ise
reddedilmesi koşulunu kapsamaktadır.

Mesela; “İlim Çin'de bile olsa alınız” “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz”
hadisleri ile Maide Suresi 7; Mümin Suresi 3, 18; Teğâbün Suresi 9; Mearic
Suresi 4; Mürselât Suresi 35-38; Naziat Suresi 34; Abese Suresi 33; Kaf Suresi
42; İnsan Suresi 10; İnfitar Suresi 13-19; Şems Suresi 14; Tur Suresi 10; Secde
Suresi 21; Müzzemmil Suresi 17-18; Enfal Suresi 21, Zilzal ve Hakka
Surelerinden yararlanılarak oluşturulan şu uydurma Kutsi Hadis’e; “Allah teâla
şöyle buyuruyor: Ey insanoğlu! Bir kendine, bir de bütün yarattıklarıma bir bak.
Eğer kendinden daha üstün birini bulursan, iyiliği ona yap. Yoksa tevbe ederek
ve sâlih amel işleyerek kendine iyilik yap. Nefsin kendine göre aziz olunca,
günahlarla onu kötüleme ve cehennem azabına onu hazırlama. Ey iman
edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini ve bir de sizinle sözleşme yaptığı
mîsâkını hatırlayın. Hani siz, “işittik ve itaat ettik” demiştiniz. Şu günler gelip
çatmadan önce Allah’tan korkun: kıyamet gününden önce, aldanma gününden
önce, azap gününden önce, miktarı elli bin yıl olan bir günden önce, İnsanların
konuşamayacağı günden önce, mazeret dilemek için insanların izin alamadıkları
günden önce, felaket gününden önce, kıyametin korkunç sesinden önce, çirkin
yüzlü ve çatık suratlı bir günün dehşetinden önce, hiç kimsenin hiçbir kimseye
bir şeyle sahip olamadığı ve işlerin ancak Allah’a ait olduğu günden önce, kasıp
kavurucu günden önce, zelzele gününden önce, yine dağların düşüşü
dehşetinden, ibret örneği uzun bir azaptan, azabın çabuklaştırılmasından ve
dehşetinden çocukların ihtiyarlayacağı bir günün vuku bulmasından dolayı

78
Allah’tan korkun. İşittik deyip de söz kabul etmeyen kimseler gibi olmayın” öğüt,
tavsiye ve vecize gözüyle bakılmalı ve başka anlam da yüklenmemelidir.

Tüm bu açıklamalara rağmen hala hadislerin dini anlamak için gerekli olduğuna
inanıyorsanız aşağıdaki ayetleri mutlaka dikkatlice okuyup anlamaya çalışınız:

“(Sana şu talimatı verdik) Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların


hevâlarına/arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından
seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki,
(bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister.
İnsanların birçoğu zaten fâsıktır, yoldan çıkmışlardır.”
Mâide Suresi 49

“Ey Rasül! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun
verdiği elçilik görevini iletmemiş (yerine getirmemiş) olursun. Allah da seni
insanlardan koruyacaktır. Allah kesinlikle, küfre batmış topluluğa doğru yolu
göstermez.”
Maide Suresi 67

“Eğer o (elçi; Muhammed) bazı sözleri bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi,
Kesinlikle ondan sağ elini koparırdık (tüm gücünü alırdık). Sonra ondan can
damarını mutlaka keserdik. Sizin hiçbiriniz ona siper de olamazdınız.”
Hakka Suresi 44-47

Ve ayetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar:


“Bundan başka bir Kur’ân getir yahut bunu değiştir.” dediler. De ki: “Onu
kendiliğimden değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana
vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün
azabından korkarım.” De ki: “Allah dileseydi, ben onu size okumazdım, onu size
bildirmemiş de olurdu. Ben ondan önce kesinlikle içinizde bir ömür kalmıştım.
Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”
Yunus Suresi 15-16

“Böylece biz âyetleri geniş geniş açıklıyoruz ki, "Sen ders almışsın" desinler de
biz de anlayan toplum için Kur’ân’ı iyice açıklayalım.”
En’am Suresi 105

79
“Allah size kitabı detaylı bir şekilde indirmişken O’ndan başka hakem mi
arayayım?”
En’am Suresi 114

“Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O’nun sözlerini


değiştirecek kimse yoktur. O işitendir, bilendir.”
En’am Suresi 115

“Bu (din), Rabbinin dosdoğru yoludur. Biz, öğüt alacak bir kavim için âyetleri
ayrıntılı olarak açıkladık.”
En’am Suresi 126

“İşte bu (Kur’ân), bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Buna uyun ve Allah’tan
korkun ki size merhamet edilsin.”
En’am Suresi 155

“(Bu), kendisiyle insanları uyarman, inananlara öğüt vermen için sana indirilen
bir kitaptır. Artık bu hususta kalbinde bir şüphe olmasın. Rabbinizden size
indirilene (Kur’ân’a) uyun. O’nu bırakıp da başka dostların peşlerinden gitmeyin.
Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!”
A’raf Suresi 2-3

“Gerçekten onlara, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak, ilim
üzere açıkladığımız bir kitap getirdik.”
A’raf Suresi 52

“Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah’ın yarattığı her şeye ve ecellerinin


yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? O halde Kur’ân’dan sonra hangi söze
inanacaklar?”
A’raf Suresi 185

“Onlara bir mucize getirmediğin zaman, (ötekiler gibi) onu da derleyip


getirseydin ya! derler. De ki: Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım.
Bu (Kur’ân), Rabbinizden gelen basiretlerdir (kalp gözlerini açan beyanlardır);
inanan bir kavim için hidayet ve rahmettir.”
A’raf Suresi 203

80
“Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin
kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”
Tahrim Suresi 1

“Arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı. O, arzusuna göre de


konuşmaz. O ancak kendisine vahyolunanı söyler.”
Necm Suresi 2-3

“Muhakkak ki biz, bu Kur’ân’da insanlara her türlü misali çeşitli şekillerde


anlattık. Yine de insanların çoğu inkârcılıktan başkasını kabullenmediler.”
İsra Suresi 89

“Onlar artık bundan (Kur’ân’dan) sonra hangi söze inanacaklar.”


Mürselât Suresi 50

“Allah’tan başka tanrı yoktur, geleceğinde şüphe olmayan kıyamet günü, sizi
mutlaka toplayacaktır. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?”
Nisa Suresi 87

“İşte sana gerçek olarak okuduğumuz bunlar Allah’ın âyetleridir. Artık Allah’tan
ve O’nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar? Vay haline, her yalancı ve
günahkâr kişinin!”
Câsiye Suresi 6-7

“(Resûlüm!) De ki: Eğer doğru sözlüler iseniz, Allah katından bu ikisinden (bana
ve Musa’ya inen kitaplardan) daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım!”
Kasas Suresi 49

“İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah yolundan bilgisizce saptırmak ve o yolu


oyalanma aracı yapmak için laf eğlencesi/hadis eğlencesi satın alır. İşte
böylelerine rezil edici bir azap vardır.” Lokman Suresi 6

“Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin.
Tehdidimden korkanlara Kur’ân’la öğüt ver.” Kaf Suresi 45

“Eğer doğru sözlüler iseler onun benzeri bir hadis getirsinler.” Tur Suresi 34

81
KUR’ÂN’DA NAMAZ

Geleneksel İslam inanışında; “hadis” ve “sünnet” kavramına en büyük delil,


“hadislerin olmaması durumunda ibadetlerin nasıl yapılacağının bilinemeyeceği”
iddiasıdır. Ancak geçmiş ümmetlerin yaşantılarını bile ayrıntısı ile anlatan
Kur’ân’ın, zorunlu ibadetler konusunda bilgi içermeyeceğini düşünmek, Kur’ân’a
yapılabilecek en büyük hakarettir. Nitekim Allah, Kur’ân’da;

“Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.”


En’am Suresi 38

“Allah size kitabı detaylı bir şekilde indirmişken O’ndan başka hakem mi
arayayım?”
En’am Suresi 114

“And olsun ki Biz sana apaçık ayetler indirdik.”


Bakara Suresi 99

“And olsun ki Biz bu Kur’ân’da, güzelce düşünüp öğüt alsınlar diye insanlar için
her türlü misali verdik.”
Zümer Suresi 27

Ayetleri ile Kur’ân’ın, ibadetler dâhil olmak üzere insanların ihtiyaç duyabileceği
her şeyi içerdiği ve insanlar için yeterli bir kaynak olduğu belirtilmektedir.

Ayrıca Kur’ân ayetleri incelendiğinde; namaz ve zekât gibi zorunlu ibadetlerin,


Peygamber Efendimiz zamanında değil, Hz. İbrahim’den beri süre gelen emirler
olduğu da anlaşılmaktadır. Lütfen aşağıdaki ayetleri inceleyiniz:

"Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle; ey


Rabbimiz! Duamı kabul et!"
İbrahim Suresi 40

“Ona (İbrahim’e), İshak’ı ve fazladan bir bağış olmak üzere Ya’kub’u lütfettik;
her birini sâlih insanlar yaptık. Onları, emrimiz uyarınca doğru yolu gösteren

82
önderler yaptık ve kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât
vermeyi vahyettik. Onlar, daima bize ibadet eden kimselerdi.”
Enbiya Suresi 72-73

"Ey Rabbimiz! Ey sahibimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir
kısmını senin Beyt-i Harem’inin (Kâbe’nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye
yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici
kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler."
İbrahim Suresi 37

“Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına


gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.”
Lokman Suresi 17

“Dediler ki: Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları), yahut mallarımız


hususunda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor?
Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın!”
Hud Suresi 87

“Oraya vardığında kendisine (tarafımızdan): Ey Musa! diye seslenildi: Muhakkak


ki ben, evet ben senin Rabbinim! Hemen pabuçlarını çıkar! Çünkü sen kutsal
vadi Tuvâ’dasın! Ben seni seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver. Muhakkak ki
ben, yalnızca ben Allah’ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; beni
anmak için namaz kıl.”
Ta Ha Suresi 11-14

“Vaktiyle biz, İsrailoğullarından: Yalnızca Allah’a kulluk edeceksiniz, ana-babaya,


yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz diye söz almış ve
"İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin" diye de emretmiştik.
Sonunda azınız müstesna, yüz çevirerek dönüp gittiniz.”
Bakara Suresi 83

“Andolsun ki Allah, İsrailoğullarından söz almıştı. (Kefil olarak) içlerinden on iki


de başkan göndermiştik. Allah onlara şöyle demişti: Ben sizinle beraberim. Eğer
namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, peygamberlerime inanır, onları
desteklerseniz ve Allah’a güzel borç verirseniz (ihtiyacı olanlara Allah rızası için

83
faizsiz borç verirseniz) andolsun ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi,
zemininden ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim inkâr
yolunu tutarsa doğru yoldan sapmış olur.”
Maide Suresi 12

“Biz de Musa ve kardeşine: Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi


namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Musa!)
Müminleri müjdele! diye vahyettik.”
Yunus Suresi 87

“Çocuk (Hz. İsa): "Ben şüphesiz Allah’ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni
peygamber yaptı, nerede olursam olayım beni mübarek kıldı. Yaşadığım
müddetçe namaz kılmamı, zekât vermemi ve anneme iyi davranmamı emretti.
Beni bedbaht bir zorba kılmadı. Doğduğum günde, öleceğim günde, dirileceğim
günde bana selam olsun" dedi.”
Meryem Suresi 30-33

Yukarıdaki ayetlerden görüldüğü üzere namaz gibi zorunlu ibadetleri içeren


“İslam Dini” aslında Hz. İbrahim’den beri vardır ve Peygamber Efendimizin de bu
dini emirlere göre hareket etmesi emredilmiştir. Lütfen aşağıdaki ayetleri büyük
bir dikkat ile okuyunuz:

“Sana söylenen, senden öncekilere söylenmiş olandan başka bir şey değildir.
Muhakkak ki senin Rabbin, mağfiretin ve elîm azabın sahibidir.”
Fussilet Suresi 43

“İşte bütün bu peygamberlerin getirdikleri din, tek bir dindir ki, o da sizin dininiz
olan İslam’dır…”
Mü’minun Suresi 52

“Fakat insanlar tevhid dinini parça parça ederek aralarında ihtilafa düştüler…”
Enbiya Suresi 93

“Doğrusu İbrahim Hakk'a yönelen bir kurucuydu. O Hanif idi.”


Nahl Suresi 120

84
“Ey Resul! Sana Hanif ol, İbrahim'in dinine uy diye vahyettik.”
Nahl Suresi 123

“(Yahudiler ve Hristiyanlar Müslümanlara:) Yahudi ya da Hristiyan olun ki, doğru


yolu bulasınız, dediler. De ki: Hayır! Biz, hanîf olan İbrahim’in dinine uyarız. O,
müşriklerden değildi.”
Bakara Suresi 135

“İbrahim, ne Yahudi, ne Hristiyan'dı; o Hanif dinindendi.”


Al-i İmran Suresi 67

“...De ki Allah gerçekçidir. O halde, İbrahim'in dini olan Hanifliğe uyun..”.


Al-i İmran Suresi 95

“Kim vardır ki, ondan daha güzeli var olsun? İyilik halinde, tam bir ihlâs ile
kendini Allah'a teslim etmiş (Yaratan ile barışmış) ve Allah'ın indindeki en güzel
din olan İbrahim'in dini Hanifliğe tabi olmuştur. Allah İbrahim'i dost edinmiştir.”
Nisa Suresi 125

“Kuşkusuz ben her dinden vazgeçip, yüzümü Hanif olarak o gökleri ve yeri
yaratan Allah'a döndüm.”
En’am Suresi 79

“De ki: Muhakkak Rabbim beni İbrahim'in doğru yoluna dosdoğru olan Hanif
dinine iletti.”
En’am Suresi 161

“Ey Resul! De ki: Ayrıca yüzünü Hanif dininden ayırma ve sakın ortak
koşanlardan olma diye emrolundum.”
Yunus Suresi 105

“...Allah'a Hanif olarak muhatap olun, habis ortak koşmalardan kaçının.”


Hac Suresi 31

“Hâlbuki onlar yalnızca Hanif olmak üzere, dini sadece Allah' a has (özgün
kılarak, mezhep imamlarına, şeyhlere, kullara vb. has kılmayarak), Allah'ı

85
bilmekle, salâtı ikame etmekle ve zekât vermekle emrolunmuşlardı. En dosdoğru
ve gerçekçi din de işte bu Hanifliktir.”
Beyyine Suresi 5

“Sen artık yüzünü hakka yönelmiş Hanif dine dön ki, Haniflik Allah'ın mayasıdır.
İnsanları o maya üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışında hiçbir değiştirme ve
değişiklik bulunmaz. İşte en doğru ve en sağlam din Hanifliktir; fakat insanların
çoğu bilmezler.”
Rum Suresi 30

“Allah katından geri çevrilmez bir gün gelmezden önce, yüzünü Hanif dinine
çevir. Ki o gün insanlar bölük bölük ayrılırlar.”
Rum Suresi 43

Yukarıdaki ayetlerde geçen “İbrahim'in dini olan Hanifliğe uyun”, “İbrahim'in


dinine uy diye vahyettik”, “Biz, hanîf olan İbrahim’in dinine uyarız” gibi
ifadelerden, “İslam dininin” emirlerinin, Hz. İbrahim zamanından beri var olduğu
ve bu emirlerin ilk defa Hz. İbrahim tarafından uygulanmaya başladığı
anlaşılmaktadır.

Fussilet Suresi 43 ve Mü’minun Suresi 52 ayetlerinde, Peygamber Efendimize


“İslam dini” adına ekstra emirlerin gelmediği ve eskiden beri devam eden bir dine
(içerisinde namaz, oruç ve zekât gibi tüm İslami emirlerin olduğu) tabi olduğu
bildirilmiştir. Yani Peygamber Efendimiz, Hz. İbrahim zamanından beri süre
gelen bir İslam inanışı ile yaşamış ve bu inanışı yaymıştır.

“Sana söylenen, senden öncekilere söylenmiş olandan başka bir şey değildir.
Muhakkak ki senin Rabbin, mağfiretin ve elîm azabın sahibidir.”
Fussilet Suresi 43

“İşte bütün bu peygamberlerin getirdikleri din, tek bir dindir ki, o da sizin dininiz
olan İslam’dır…”
Mü’minun Suresi 52

Eğer Peygamber Efendimize, İslam dini açısından farklı emirlerin verildiği ya da


bazı emirlerin değiştirilerek verildiği/öğretildiği iması kullanılırsa; bilinmelidir ki

86
Fussilet Suresi 43 ve Mü’minun Suresi 52 ayetleri bile bile inkâr edilmiş ve
Kur’ân’ın aslında çelişkiler içerdiği kabul edilmiş olacaktır.

Söz konusu yukarıdaki ayetlere rağmen gelenekçi zihniyet, namazın Peygamber


Efendimize “Mirac” hadisesinden sonra 5 vakit olarak farz kılındığını, bu olaydan
önce ise 3 vakit kıldığını savunmaktadırlar. Gelenekçilerin 5 vakit namaza ispat
olarak sundukları hadisler ise aşağıda yer almaktadır:

“Resulullah (sav)’ın Mirac’a çıktığı gece elli vakit namaz farz kılındı. Sonra bu
azaltılarak beşe indirildi. Sonra da şöyle hitap edildi: “Ey Muhammed! Artık,
nezdimde (hüküm kesinleşmiştir), bu söz değiştirilmez. Bu beş vakit, (Rabbinin
bir lütfu olarak on misliyle kabul edilerek) senin için elli vakit sayılacaktır.”
Buhari, Bed’ül-Halk 6, Enbiya 22, 43, Menakıbu’l-Ensar 42; Müslim, İman
259, (162); Tirmizi, Salat 1

“İbnu Abbâs (r.a.) anlatıyor: Resûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: 'Cibrîl (Cebrâîl)
bana, Ka'be'nin yanında iki gün imamlık yaptı. Bunlardan birincide öğleyi, gölge
ayakkabı bağı kadarken kıldırdı (Yani, güneşin gökyüzünde çıktığı en yüksek
noktadan batıya doğru meyletmeye başladığı anda). Sonra, ikindiyi her şey
gölgesi kadarken kıldırdı. Sonra akşamı güneş battığı ve oruçlunun orucunu
açtığı zaman kıldırdı. Sonra yatsıyı, ufuktaki aydınlık (şafak) kaybolunca kıldırdı.
Sonra sabahı şafak sökünce ve oruçluya yemek haram olunca kıldırdı. İkinci gün
yine geldi ve bana imam oldu. Bu defa öğleyi, önceki günkü ikindinin vaktinde
her şeyin gölgesi kendisi kadar olunca kıldırdı. Sonra ikindiyi, her şeyin gölgesi
kendisinin iki misli olunca kıldırdı. Sonra akşamı, önceki vaktinde kıldırdı. Sonra
yatsıyı, gecenin üçte biri gidince kıldırdı. Sonra sabahı, yeryüzü ağarınca
kıldırdı.' Sonra Cibrîl (a.s.) bana yönelip: 'Ey Muhammed!' dedi: Bunlar senden
önceki peygamberlerin (aleyhimisselâm) vaktidir (yani, Kadı Ebu Bekir el-
Arabî'nin açıklamasına göre, namaz vakitleriyle ilgili benzeri bir genişlik, bütün
peygamberlere tanınmıştır). Namaz vakti de bu iki vakit arasında kalan
zamandır!' dedi.”
Tirmizî, Salât, 1; Buhârî, Mevâkîtu's-Salât

87
Aynı şekilde namazların iki rekât olarak farz kılındığını ancak daha sonradan
bunun da değiştiğini iddia eden gelenekçi zihniyet, bu konuda da şu hadisi
referans almaktan çekinmemektedir:

Aişe (radiyallahu anhâ) anlatıyor: “Allah namazı (ilk defa) farz ettiği zaman iki
rekât olarak farz etmişti. Sonra onu hazar için (dörde) tamamladı. Yolcu namazı
ilk farz edildiği şekilde sabit tutuldu.”
Buhari, Sâlat 1; Müslim, Salâtu’l-Müsafirin 2, (685); Muvatta, Kasru’s-Salât
8, (1,146); Ebû Dâvud, Salât 270,(1198); Nesâi, Salât 3,(1,225)

Allah’ın emirlerinin bu şekilde değişim gösterebileceğini iddia eden gelenekçi


zihniyete Allah’ın cevabı ise apaçıktır: “…Allah’ın kanununda asla değişme
bulamazsın." Ahzab Suresi 62

Değiştirme ve yenileme gibi kavramlar, mükemmel olmayan bir şeyin daha iyi
olması için yapılan uygulamaları kapsar. Oysaki Allah (cc), tüm noksan
sıfatlardan münezzehtir ve yarattığı zaman en mükemmel bir biçimde var eder.
Bu yaratma, gerek bir emir olsun, gerekse de bir cismani varlık olsun, O’nun için
asla fark etmez. Dolayısıyla yarattığı zaman en mükemmel bir biçimde yaratan
Tanrı’nın bir şeyi sonradan değiştirme ya da yenileme gereksinimi olduğunu iddia
etmenin, aslında Tanrı’nın mükemmel olmadığını, emirlerinin bir şekilde değişim
gösterebileceğini ve hata yapabileceğini iddia etmek olduğu asla
unutulmamalıdır.

“Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed)


kulunu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya
götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.”
İsra Suresi 1

Tüm bu ayetlere rağmen Allah’ın emirlerinin değişim gösterebileceğini iddia eden


gelenekçi zihniyet, sırf hadisleri doğru göstermek adına, Allah’ın ayetlerini de
çarpıtmaktan asla geri durmamıştır. Aşağıda, gelenekçi zihniyet tarafından 5
vakit namazın Kur’ân’da da yazdığını ispatlamak amacıyla meallerde yapılan
çarpıtlamalar yer almaktadır.

88
Gelenekçi Anlayışa Göre Kur’ân’da 5 Vakit Namaz

Hadisleri doğru göstermek adına Allah’ın ayetlerini tahrif etmekten çekinmeyen


gelenekçi zihniyet, Kur’ân’da geçen “tesbih etmek” ve ”secde etmek”
kavramlarının aynı anlama geldiğini, “Secde etmek” kavramının da “namaz
kılmak” ile aynı anlama geldiğini, dolayısıyla da tesbih edebilmek için namaz
kılmış olmanın şart olması gerektiği koşulunu öne sürerek 5 vakit namazı
ispatlamaya çalışmaktadırlar. Bu mantığa göre; ayetlerde namaz ile ilgili bir ifade
geçmese dahi, ayette sadece tesbih kavramı geçiyorsa o ayet, “namaz vakti”
olarak algılanabilecek ve bu şekilde de beş vakit namaz, otomatikman
Kur’ân’dan, kendi mantıklarınca çıkartılabilecek, uydurulabilecektir.

Hâlbuki namaz, kıyam+ruku+secde+kade’den oluşur ki, “secde hali” namazın


şartlarından sadece bir tanesidir. Yani “secde etmek”, namaz kılmak anlamına
gelmemektedir. Namazların bir vakti vardır, ancak secde etmenin ve tesbih
etmenin herhangi bir vakti yoktur. Bu nedenle istediğimiz zaman, Allah’ın şanını
yüceltmek, O’nun aciz bir kulu olduğumuzu belirtmek için secde edebilir ve O’nu
tesbih edebiliriz. Ancak namaz kılabilmek için mutlaka vaktin girmesini beklemek
zorundayızdır. Yani sabah olmadan, sabah namazını ya da akşam olmadan da
akşam namazını önden kılamayız.

Şimdi gelenekçilerin, Kur’ân’da, namaz kavramına delil olarak sundukları ayetleri


inceleyelim:

“Bizim âyetlerimize ancak o kimseler inanırlar ki, bunlarla kendilerine öğüt


verildiğinde, büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar ve Rablerini hamd ile
tesbih ederler.”
Secde Suresi 15

Ayete baktığımızda Allah, öyle kimselerden bahsetmektedir ki; “o kişiler, Allah’ın


ayetlerine sorgusuz sualsiz inanırlar, hadisleri ya da atalarının/büyüklerinin
sözlerini/inanışlarını Kur’ân’ın önüne geçirmezler. O kişiler, kendilerini çok bilge
kişiler görmezler. Kur’ân’ın en büyük bilgin olduğunu bilir ve kafalarına takılan
her sorun için ona başvurmaktan çekinmezler. Kur’ân’ı inceleyip kafalarına
takılan, merak ettikleri ve çözemedikleri sorunların da çözümünü Kur’ân’da

89
bulduklarında derhal secdeye kapanır (secdeye kapanmak Allah’ım sen yücesin
senin gücün bilgin önünde eğiliyor ve büyüklüğünü kabul ediyorum anlamına
gelir), Allah’a teşekkür eder ve O’nu her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederler
(tesbih ederler).”

Şimdi soruyoruz: Sizce ayette geçen “tesbih” kelimesinin namazla bir alakası var
mıdır? Sizce Allah’ı tesbih etmek yani “O’nu her türlü noksan sıfatlardan tenzih
etmek” sadece namazlardan sonra yapılması gereken bir eylem midir?

Tabii ki hayır. Secde ile tesbih arasında bir ilişki yoktur. Allah (cc)’u istediğimiz
zaman tesbih edebileceğimiz gibi O’na istediğimiz zaman da secde edebiliriz.
Ayetten de görülebileceği üzere; “Secde etmek”, ne namaz anlamına gelmekte
ne de sadece “secde” durumunda Allah’ın tesbih edilebileceği anlamını
taşımaktadır. Bu anlamı, sadece gelenekçiler, uydurma hadisleri doğru
göstermek adına, ayeti çarpıtarak ve Allah adına yalan uydurarak
çıkartmaktadırlar.

Şimdi aşağıdaki ayetleri inceleyelim:

“Göklerde ve yerde kimler varsa O'na aittir. O'nun huzurunda bulunanlar, O'na
ibadet hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar.”
Enbiya Suresi 19

“Gece gündüz O'nu tesbih ederler, usanmazlar.”


Enbiya Suresi 20

“Gece ve gündüz, güneş ve ay O'nun âyetlerindendir. Eğer Allah'a ibadet etmek


istiyorsanız, güneşe de aya da secde etmeyin. Onları yaratan Allah'a secde
edin!”
Fussilet Suresi 37

“Eğer büyüklük taslarlarsa; bilsinler ki, Rabbinin nezdinde bulunanlar gece


gündüz O'nu tesbih eder dururlar ve onlar hiç usanmazlar."
Fussilet Suresi 38

Gelenekçiler yukarıdaki ayetlerde geçen “tesbih etmek” ile “secde etmek”


kavramlarının art arda kullanılması nedeniyle “tesbih edebilmek” için “secde

90
etmiş” olmanın dolayısıyla da “namaz kılmış olmanın” gerçekleşmiş olmasını
koşul olarak sunarak ve bu sundukları-uydurdukları koşula göre de 5 vakit
namazın Kur’ân’da var olduğunu ispatlamaya/uydurmaya çalışmaktadırlar.
Oysaki ayetler incelendiğinde ayetlerde tesbih şartı için namaz kılmanın şart
olduğu ile ilgili herhangi bir ibare geçmemekle birlikte “Allah’ı her türlü noksan
sıfatlardan tenzih etmek” anlamına gelen “tesbih” kavramının bir zamana ya da
secde şartının aranması gibi bir koşula bağlanmasının sizce gerekliliği var mıdır?
Namaz kılmayanlar, Allah’ı tesbih edemezler mi?

Şimdi aşağıdaki ayetleri inceleyelim:

“Ya Rabbi! Bana bir alamet ver” dedi, “Alametin, üç gün, işaretle anlaşma
dışında insanlarla konuşmamandır; Rabbini çok zikret, sabah akşam tesbih et”
dedi.
Al-i İmran Suresi 41

“(Bu kandil) birtakım evlerdedir ki, Allah (o evlerin) yücelmesine ve içlerinde


isminin anılmasına izin vermiştir. Orada sabah akşam O'nu (öyle kimseler) tesbih
eder ki; Bir ticaret de bir alış-verişte onları Allah'ın zikrinden/Kur’ân'ından, salât’ı
ikame etmekten, zekât vermekten alıkoyamaz. Onlar, kalplerle gözlerin
döneceği/yer değiştireceği günden korkarlar.”
Nur Suresi 36-37

“Onların dediklerine sabret; güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbini


hamd ile tesbih et; gece saatlerinde ve gündüzleri de tesbih et ki Rabbinin
rızasına eresin.”
Ta-Ha Suresi 130

“O (Tevrat), akıl sahipleri için bir öğüt ve doğruluk rehberidir. (Resûlüm!) Şimdi
sen sabret. Çünkü Allah'ın vaadi gerçektir. Günahının bağışlanmasını iste.
Akşam-sabah Rabbini hamd ile tesbih et.”
Mü’min Suresi 54-55

“Ta ki (ey müminler!) Allah'a ve Resûlüne iman edesiniz, Resûlüne yardım


edesiniz, O'na saygı gösteresiniz ve sabah akşam Allah'ı tesbih edesiniz.”
Fetih Suresi 9

91
“Ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan. O'nu hamd ile tesbih et.
Kullarının günahlarını O'nun bilmesi yeter.”
Furkan Suresi 58

“Öyle ise akşama girdiğiniz zaman ve sabaha erdiğiniz zaman Allah'ı tesbih
edin.”
Rum Suresi 17

“Hamd O'nundur; göklerde de, yerde de, günün sonunda da ve öğleye erdiğiniz
vakit de.”
Rum Suresi 18

“Ey iman edenler; Allah'ı çokça zikredin. Ve O'nu sabah ve akşam tesbih edin.”
Ahzab Suresi 41-42

“Onların dediklerine karşı sabret. Güneş doğmadan önce ve batmadan önce


Rabb’ini hamd ederek tesbih et! Gecenin bir bölümünde ve secdelerin
arkasından da O'nu tesbih et.”
Kaf Suresi 39-40

“Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen bizim gözetimimiz altındasın, kalktığında


Rabbini hamd ile tesbih et. Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışından sonra
da O'nu tesbih et.”
Tur Suresi 48-49

“Sabah, akşam Rabbinin adını zikret. Gecenin bir kısmında O'na secde et;
gecenin uzun bir bölümünde de O'nu tesbih et.”
İnsan Suresi 25-26

Allah’ı anmanın sadece namazdaki secdede yapılabileceğini iddia eden ve


hadisleri doğru göstermek adına Allah’ın ayetlerini yanlış yorumlamaktan
kaçınmayan gelenekçi zihniyete göre yukarıdaki ayetlerden çıkarılabilecek tek
sonuç şudur: “Secde ile ifa edilen tesbihlerimizin güneşin doğmasından ve
batmasından önce, gece ve gündüz Hamd içerikli biçimde yapılması gerektiği
emredilmektedir: Evet tesbihatımızı yani ibadet olan ve secdelerle ifade ettiğimiz

92
zikir ve salât ettiğimiz hamd ettiğimiz yönelişimizi Akşam-Sabah-Günün
sonu(ikindi) ve Öğle yerine getirmemiz emredilmektedir.”

Görüldüğü gibi yukarıdaki ayetlerde geçen vakitlerde, namaz kılın emri


geçmemesine rağmen gelenekçiler, kendilerince, sırf hadisleri doğru göstermek
adına, “tesbih kavramının secdenin arkasından yapılması gerekliliği ve secdenin
de namaz kılmak anlamına geldiği” gibi bir kural-koşul-neden oluşturarak-
uydurarak, ki böylece Allah adına da yalan uydurarak, yukarıdaki ayetlerin
sabah-öğle-ikindi-akşam-yatsı namazlarını ifade ettiklerini iddia etmektedirler.

Hâlbuki ayetler dikkatlice incelendiğinde; ayetlerde geçen “vakit” ifadelerinin,


namaz vakitlerini değil, belirtilen o vakitlerde Allah’ı anmayı, O’na şükretmeyi ve
O’nu her türlü noksanlıklardan tenzih etmeyi, ifade ettiği açık bir şekilde
görülecektir. Çünkü ayetlerde belirtilen zaman aralıkları (vakitler), şahitli olup
Allah’ı anmanın en kutsal olduğu vakitleri temsil etmektedir. Ayetlerde belirtilen
zaman aralıklarında, gökyüzünden inen melekler, yapmış olacağımız hamd,
tesbih, dua ve yakarışlarımıza şahitlik etmektedirler. İşte bu nedenle, ayetlerde
belirtilen zamanlarda (vakitlerde), Allah (cc), kendisini anmamızı istemektedir.

Arapça “Asr” kelimesini, “ikindi” olarak yanlış çeviren gelenekçi zihniyet, Asr
suresinden yola çıkarak da ikindi namazının Kur’ân’da geçtiğini ispatlamaya-
uydurmaya çalışmaktadır. Oysaki Asr kelimesi; çağ, zaman anlamlarına
gelmekte olup Asr suresi incelendiğinde, surede hiçbir şekilde namaz fadesinin
geçmediği açık bir şekilde görülmektedir. İlgili sure aşağıda yer almaktadır.
Lütfen inceleyiniz ve surenin içerisinde herhangi bir namaz ifadesinin geçip
geçmediğini kontrol ediniz.

“Asra yemin ederim ki. İnsan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip
iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler
müstesnadır.”
Asr Suresi 1-3

Ayetleri çarpıtıp yanlış meallendirerek sözde beş vakti ispatlamaya çalışan


gelenekçiler, içinde “salât” kelimesi geçen bütün ayetlerin de namaz ile ilgili

93
olduğunu iddia ederek 5 vakit namazın Kur’ân’da geçtiğini ispatlamaya-
uydurmaya çalışmaktadırlar. Şimdi aşağıdaki ayeti inceleyelim:

“İnnellahe ve melaiketehu yüsallune alen nebiyy ya eyyühellezıne amenu sallu


aleyhi ve sellimu teslıma.”
Ahzab Suresi 56

“Şüphesiz, Allah ve melekleri nebileri için salât ederler. Ey iman edenler, siz de
ona salât edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin.”
Ahzab Suresi 56

Gelenekçilerin belirttiği gibi “salât” kelimesi, “namaz kılmak” anlamını


barındırmış olsa idi; bu durumda Ahzab Suresi 56 ayetinde, “Allah ve melekleri
peygambere namaz kılarlardı” şeklinde bir meal yapılması gerekirdi iki bunun
şirk olduğu apaçıktır. Çünkü “namaz kılmak” ifadesi; boyun eğmek, yüceliğini
kabul etmek ve tapınmak gibi anlamları içermekte olup Tanrı’nın ve de
meleklerinin hâşâ “Peygamberlerine” tapınmaları gibi bir şey söz konusu
olamaz. Bu açıdan Ahzab Suresi 56.ayeti incelendiğinde ayette geçen “salât”
ifadesinin; “biri hakkında güzel şeyler söylemek, birine iyi dileklerde bulunmak”
gibi anlamlara geldiği anlaşılmaktadır.

Dolayısıyla bu açıklamalar ışığında gelenekçiler tarafından namaz diye çevrilen


ayetlerin, aslında “zikr=Allah’ı anmak” olduğunu ya da “Allah’ı tesbih etme
zamanları” ile ilgili olduğunu anlamaktayız.

Oysaki namaz kılmanın, Kur’ân’daki gerçek karşılığı “Ekımetüsselat”tır. Eğer bir


ayette “Ekımetüsselat” kelimesi geçiyorsa, o bildiğimiz anlamda kılınan namazı
ifade etmektedir. Yani “Selat/Salât” kelimesi yanında “Akıyme (İkame, Kaim)”
kelimesi geçiyorsa o kelime “NAMAZ KILMAK”, eğer “Akıyme (İkame, Kaim)”
kelimesi geçmiyorsa o zaman “Selat/Salât” kelimesi, “biri hakkında güzel şeyler
söylemek, birine iyi dileklerde bulunmak, anmak, övmek ya da VAKİT” anlamı
taşımaktadır. Şimdi bu açıklamalar ışığında Hud Suresi 114 ve İsra Suresi 78
ayetlerini inceleyelim:

“Ve ekıymetüssalate tarafıeyninnehari ve zülefen minelleylinnelhasenati


yüzhibnesseyyiat zalike zikra lizzakiriyn.” Hud Suresi 114

94
“Ekımes salate li düluküş şemsi ila ğasekıl leyli ve kuranel fecr inne kuranel fecri
kane meşhuda.”
İsra Suresi 78

Yukarıdaki ayetlerde geçen “ekıymetüssalat” ifadesi incelendiğinde; “ekıym >>>


ikame >>> yerine koymak >>> yerine getirmek” ve “salat >>> anma >>> övme
>>> anma vakti >>> anma zamanı >>> övgü zamanı >>> namaz vakti >>>
namaz zamanı” olmak üzere iki kelimeden oluştuğu görülmektedir. Bu iki kelime
“Ekıymetüssalat” şeklinde birlikte yazıldığında; “Anmaların/övgülerin ilgili
anma/övgü vakitlerinde yerine getirilmesi” anlamına geldiği açık bir şekilde
görülmektedir. Dolayısıyla “Ekıymetüssalat” ifadesine, Arapçanın zengin dil
mantığı ile baktığımızda bu ifadenin, abdest alınarak tüm farzlarıyla ve Kıyam,
Rükû, Secde, Ka’de haliyle kılınan namaz anlamına geldiği, bunun bir
anma/övme ibadeti olduğu ve bu ibadetlerin de sadece zamanlarında (vakitleri
geldiğinde) yapılması gereken zorunluluklar olduğu anlaşılmaktadır. Yani her
namazı doğrudan o namazın vaktinde (sabah namazı ise, sabah; öğle namazı
ise öğle, akşam namazı ise akşam) kılmamız gerekmektedir. Nitekim Nisa
Suresi 103 ayetinde de buna vurgu yapılarak kaza namazı diye bir şeyin
olmadığı, her namazın doğrudan kendi vaktinde kılınması gerektiği
emredilmektedir.

“Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarken Allah’ı


anın. Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz müminler
üzerine vakitleri belli bir farzdır.”
Nisa Suresi 103

95
Kur’ân’a Göre Namaz Vakitleri

“Ve ekımıs salate tarafeyn nehar ve zülefen minel leyl…”


Hud Suresi 114

Hud Suresi 114 ayetinde geçen “Ve ekımıs salate tarafeyn nehar ve zülefen
minel leyl” ifadesi açık bir şekilde namaz vakitlerini ifade etmektedir.

Ayette geçen “ekımıs salate” ifadesi, yukarıda açıklandığı üzere “namaz


kılmak”, “tarafeyn nehar” ifadesi “gündüzün iki tarafında” ve “zülefen minel leyl”
ifadesi ise “gecenin iki ucu arasında” anlamlarına gelmektedir. Bu ifadeler
birleştirildiğinde Hud Suresi 114 ayetinde açık bir şekilde “gündüzün iki
tarafında ve gecenin iki ucu arasında namaz kıl” denilmekte olup, 3 vakit
namaza işaret edilmektedir.

Ayette gündüzün iki tarafındaki ve gecenin sınırlarındaki namazları kıl şeklinde


çoğul bir ifade kullanılmamıştır. Bu da bize gündüzün ikinci tarafında ikindi
namazı diye bir namazın ve gece sürecinde de yatsı namazı diye bir namazın
olmadığını açık bir şekilde söylemektedir. Nitekim ayette “salate” ifadesi tekil
olup “ekımıs salate tarafeyn nehar ve zülefen minel leyl” ifadesi “gündüzün iki
tarafındaki ve gecenin sınırları arasındaki salatı/namazı ikame et” anlamına
gelerek gündüzün bir tarafında tek bir namazın, gündüzün ikinci tarafında tek bir
namazın ve de tüm gece boyunca (gecenin iki sınırı arasında) da sadece tek bir
namazın olduğunu açıklamaktadır ki bunlar da toplamda sadece 3 vakit namaz
anlamına gelmektedir.

Hud Suresi 114 ayetinde “tarafeyn nehar” ifadesi ile gündüzün iki tarafına işaret
edilmektedir. Peki gündüzün iki tarafı nedir? Bunun cevabını Bakara Suresi 238
ayeti vermektedir.

“Hafizu alessalavati vessalatilvusta...”


Bakara Suresi 238

Bakara Suresi 238 ayeti, geleneksel meallerde “namazlara ve orta namaza


devam edin” şeklinde meallendirilmektedir. Oysaki bu ayetin gerçek meali

96
bundan çok uzaktır. Şimdi Bakara Suresi 238 ayetinde geçen tüm kelimelerin
teker teker anlamlarına bakarak ayetin gerçek mealine ulaşmaya çalışalım:
“Hafizu” ifadesi, “ezberlemek, zihinde tutmak, saklamak, korumak, gözetlemek,
öğrenmek” gibi anlamlara gelmektedir.

“Alessalavati” ifadesi, “salat” ifadesinin çoğulu olup “övgü/anma/namaz


vakitleri” anlamına gelmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken bir durum,
geleneksel meallerde belirtiliği gibi “alessalavati” ifadesinin asla “namazlar >>>
farz namazları >>> kıldığımız namazlar” anlamına gelmediğidir. Bu ifade
sadece “namaz vakitlerini, namaz kılınacak zaman aralıklarını” ifade etmektedir.
Çünkü daha önceden belirtildiği gibi “salat” ifadesinin “namaz, farz namazları,
kıldığımız namazlar” anlamına gelebilmesi için önünde “ekiym” ifadesinin
bulunması gerekmektedir. Oysaki Bakara Suresi 238 ayeti incelendiğinde böyle
bir ifadenin kullanılmadığı görülmektedir.

“Vusta” ifadesi, “vasat, orta, merkez, aracı, vasıta, ortayı bulan, dengeleyen,
eşitleyen, iki taraf arasında ilişki kuran, bir şeyin ortası, iki şeyin arası”
anlamlarına gelmektedir.

“Vessalatilvusta” ifadesinde; “ves” ifadesi, “ile, yoluyla” anlamına gelmekte olup


“salatilvusta” ifadesine “salatilvusta yoluyla, salatilvusta ile” anlamı katmaktadır.
Yani “ves” ifadesi kullanılarak “salatilvusta” ifadesine araç, cihaz özelliği
kazandırılmıştır. Bu açıklamalar ışığında “vessalatilvusta” ifadesine
baktığımızda bunun “övgü/namaz vakit aracı ile, namaz vakitlerini bulan yoluyla,
namaz vakitlerini tayin etmeye yarayan vasıta/araç ile” gibi anlamlara geldiğini
anlamaktayız.

Yukarıdaki açıklamalar ışığında ayette geçen “Hafizu alessalavati


vessalatilvusta...” ifadesine yeniden baktığımızda ayetin “övgü/namaz
vakitlerini, namaz vakitlerini tayin etmeye yarayan vasıta/araç ile gözetleyin, bu
vakitleri aklınızda tutun, bu vakitleri öğrenin” anlamına geldiğini anlamaktayız.

Peki bu zaman aralıkları neden önemlidir?

Hud Suresi 114 ayetinde belirtildiği gibi “bir gün”, üç bölüme ayrılmakta olup bu
üç bölümün her birinde kılınması zorunlu olan (sadece bu zaman aralıklarında

97
kılabileceğimiz) bir namaz olmak üzere, toplamda 3 vakit farz namazı vardır.
İşte Bakara Suresi 238 ayeti, 3 vakit farz namazlarının, sadece kendi
vakitlerinde kılınabileceğini belirterek bu vakitlerin nasıl tayin edilmesi
gerektiğini açıklamaktadır.

Peki, namaz vakitlerini nasıl tayin edeceğiz? Bakara Suresi 238 ayetinde geçen
“salatilvusta” ifadesinin anlamları ve Hud Suresi 114 ayeti de göz önünde
bulundurulduğunda, vakitlerin nasıl tayin edileceği rahatlıkla anlaşılmaktadır:

Hud Suresi 114 ayetinde, gündüzün iki tarafı ve tüm gece olmak üzere 3 tane
zaman aralığı tanımlanmıştır. İşte bu üç zaman aralığı, Bakara Suresi 238
ayetinde geçen “salatilvusta” kullanılarak belirlenebilmektedir. Astronomiye
girmeden sadece basit bir güneş saati uygulaması ile bu zaman aralıkları, şu
şekilde tayin edilebilmektedir:

Ay’ın olmadığı, havanın bulutlar tarafından kapatılmadığı ve şehir


ışıklandırmasının olmadığı bir yeri referans alalım. Yere bir çubuk dikiniz.
Güneşin tam tepe noktasını belirlemek için öğle saatlerinde çubuğu hareket
ettirerek çubuğun gölgesinin yok olduğu noktayı bularak çubuğu sabitleyiniz.

Geceleyin bu çubuğun gölgesi yoktur, çünkü her yer karanlıktır. Doğudan güneş
doğmaya başladığı anda gün aydınlanmaya başlar ve tam güneş doğduğu anda
bu çubuğun gölgesi batıya doğru oluşacak şekilde en uzundur [Gölgenin en
uzun olduğu bu ana, Kur’ân “meşhud (şahitli) zamanı” demektedir ve bu anda
edilen duaların çok makbul olduğu belirtilmektedir]. En uzun gölgenin kısalmaya
başladığı ilk anda, gece periyodu bitmiş ve sabah vakti başlamıştır. Bu anda
artık yeryüzüne düşen ışık miktarı, elimizdeki bir kitabı okuyabileceğimiz ya da
Bakara Suresi 187 ayetinin tanımladığı şekliyle, elimizde olan biri ak diğeri de
kara olan iki ipi birbirinden ayırabilecek yeterliliktedir.

Güneş, batıya doğru hareket ettikçe bu çubuğun gölgesi kısalacak ve güneş


tam tepe noktaya ulaştığında çubuğun gölgesi tam dibine düşerek sıfır
uzunlukta olacaktır. Çubuğun gölgesinin sıfır olduğu bu ana, “vusta zamanı”
denir. İşte gölgenin en uzun olduğu andan en kısa olduğu bu ana kadar geçen
zaman aralığı, Hud Suresi 114 ayetinde belirtilen gündüzün bir tarafı olarak

98
sabah vaktini tanımlamaktadır. Sabah vakti olarak tanımlanan bu zaman dilimi,
sabah namazının kılınabileceği zaman aralığıdır. Siz, bu zaman aralığının
herhangi bir noktasında farz olan sabah namazını kılabilirsiniz. Ancak şuna
dikkat etmekte yarar vardır: Tam sınır noktalarda yani en uzun gölgenin ve en
kısa gölgenin oluştuğu anda, namaz kılamazsınız, çünkü bu anlar, geçiş bölgesi
olarak tarafsızdırlar, yani bu noktalar, ne öğleni ne de sabahı tanımlamaktadır.

Güneş, batıya doğru haraketine devam ettikçe, çubuğun gölgesi, tekrardan


uzamaya başlar. Çubuğun gölgesinin tekrardan artmaya başladığı ilk an, öğle
vaktinin girdiği andır. Güneş hareketine devam edip ufukta battığı anda
çubuğun gölgesi, doğuya doğru uzamış şekilde en uzun halini alır. Gölgenin en
uzun olduğu bu ana, Kur’ân “işaya zamanı” demektedir ve bu anda edilen
duaların çok makbul olduğu belirtilmektedir. İşte öğle vaktinin girdiği andan bu
ana kadar geçen zaman dilimi de, Hud Suresi 114 ayetinde belirtilen gündüzün
diğer tarafı olarak öğle vaktini tanımlamaktadır. Öğle vakti olarak tanımlanan bu
zaman diliminin herhangi bir noktasında farz olan öğle namazınızı kılabilirsiniz.
Ancak yukarıda belirtildiği gibi sınır nokta olan gölgenin en uzun olduğu anda
(işaya zamanında) namaz kılınamaz.

Güneşin batarak çubuğun gölgesinin yok olması anında ise akşam/gece vakti
başlar ve ertesi gün tekrardan çubuğun gölgesinin oluşmaya başladığı ilk ana
kadar devam eder (Hud Suresi 114 ayetinde belirtilen gece periyodu). Bu
zaman aralığında, gelen güneş ışığının yetersiz olması nedeniyle elimizdeki bir
kitabı okuyamayız ya da Bakara Suresi 187 ayetinde belirtildiği gibi biri ak diğeri
de kara olan iki ipi birbirinden ayırt edemeyiz. İşte bu zaman aralığı, Hud Suresi
114 ayetine göre farz olan akşam/gece namazınızı kılabileceğimiz zaman
aralığıdır. Ancak yukarıda belirttiğimiz gibi gölgenin en uzun olduğu meşhud ve
işaya zamanlarında namaz kılınamaz.

Not: Kutuplarda bir çubuğun gölgesi asla sıfır olmayacağından ve de 6 ay gece


ve 6 ay gündüz yaşandığından kutuplarda zaman dilimi 12 saat gündüz ve 12
saat geceymiş gibi kabul edilir. Bu durumda saat; 12:00 vusta zamanı, 18:00
işaya zamanı, 06:00 meşhud zamanı ve 00:00 vitr zamanı olarak kabul edilir.
Aynı durum gündüzün ve de gecenin çok uzun olduğu kutuplara yakın yerler,
dünyanın uydusu Ay, dünyanın yörüngesindeki araştırma labaratuvarları, güneş

99
hareketlerinin takip edilemediği gezegenler ve de uzay yolculukları yapacaklar
için de geçerlidir.

Şimdi yukarıdaki açıklamalardan sonra Hud Suresi 114 ayetinde geçen “zülefen
minel leyl” ifadesinin nasıl olup da “gecenin iki ucu arasında” anlamına gelerek
tüm gece periyodunu tanımladığına bakalım:

Hud Suresi 114 ayetinde geçen “minel leyl” ifadesi, “gece boyunca, gece
sürecinde” gibi anlamlara gelmekte olup “gece sürecinin tamamını, tüm geceyi,
gece periyodunun tamamını” ifade etmektedir. “zülefen minel leyl” ifadesi ise
“gecenin zülefinde” anlamına gelmektedir. “Zülefen” ifadesinin kökü “zülf” olup
bu kelime “şakaktan sarkan saç lülesi” anlamına gelmekte olup “zülefen” ifadesi,
her iki şakaktan sarkan saç lülesi anlamına gelmektedir ki sanıldığının aksine
“zülefen” ifadesi, “yakınlık” anlamına gelen “zülfe” ifadesinin çoğulu değildir.

Geleneksel meallerde “zülefen” ifadesi “gecenin gündüze yakın en az üç


zamanı” olarak meallendirilerek 5 vakit namaz ispatlanmaya çalışılmaktadır.
Ancak ayet incendiğinde böyle bir çıkarımın yapılamayacağı görülmektedir:

Gelenekçilerin belirttiği gibi “zülefen” ifadesini, “yakınlık anlamına gelen zülfe”


kelimesinin çoğulu olarak ele aldığımızda, “zülefen” ifadesi, “yakınlıklar”
anlamına gelerek “zülefen minel leyl” ifadesine “gecenin yakınlıklarında” anlamı
verecektir. Gelenekçilerin belirttiği gibi “zülefen” ifadesinin “en az 3 yakınlık”
anlamına gelmesi durumunda gecenin en az 3 yakınlığı olmuş olacaktır ki bu
ise tamamiyle mantıksızdır. Çünkü gecenin sınırları diye bir şey olur ancak
gecenin yakınlığı ya da yakınlıkları diye bir şey olamaz.

Ancak gelenekçiler sırf uydurma hadisleri doğru göstermek adına ayette


“gündüz” ifadesi geçmemesine rağmen ayeti “gecenin gündüze yakın üç
zamanı” olarak tercüme ederek 5 vakit namazı ispatlamaya çalışmaktadırlar.

Ancak gelenekçilerin bu mealleri bile mantıktan tamamiyle uzaktır. Çünkü


gelenekçilere göre “gecenin gündüze yakın en az üç zamanı” ifadesi ile “akşam,
yatsı ve sabah” namazı vakitleri kastedilmektedir. Şimdi soruyoruz: akşam ve
yatsı namazlarının neresi gündüze yakın olmaktadır. Bunlar akşam karanlığında
kılınmazlar mı? Akşam namazı gündüzün bitiminde geceye yakın kılınsa bile en

100
azından yatsı namazı kesin olarak akşam karanlığında kılınmaz mı? Kaldı ki
gelenekçi meallerde “en az 3” denmesine rağmen “zülefen” ifadesi, neden 4 ya
da 5 değil de sırf 5 vakiti ispatlamak için doğrudan 3 vakit olarak kabul
edilmektedir? Görüldüğü gibi gelenekçilerin sırf uydurma hadisleri ispatlamak
için yaptıkları tüm açıklamalar mantıktan ve Kur’ân’dan tamamiyle uzak olarak
karşımıza çıkmaktadır.

Şimdi “zülefen minel leyl” ifadesinin gerçek mealine göz atalım:

Nasıl ki şakaklardan sarkan saç lüleleri, çok uzun saç topluluğu olarak
birbirinden 180 derece ayrık olacak şekilde iki zıt yöne bakarak alın bölgesinin
sınırlarını tanımlıyorsa aynı şekilde gecenin zülefleri ifadesi ile de gecenin
sınırları tanımlanmaktadır. Bu sınırlar da daha önceden belirtildiği gibi güneşin
doğuşunda oluşan en uzun gölge (meşhud zamanı) ile güneşin batışında
oluşan en uzun gölge (işaya zamanı) arasıdır. Yani meşhud ve işaya zamanları,
gecenin zülefleri olarak gecenin sınırlarını tanımlamaktadır.

Gelenekçiler, ayrıca, Ta Ha Suresi 130 ayetini de referans göstererek, 5 vakit


farz namazın, Kur’ân’da geçtiğini ispatlamaya çalışmaktadırlar. Ancak ayet,
bunun böyle olmadığını açık bir şekilde belirtmektedir:

“Fasbir ala ma yekulune ve sebbıh bi hamdi rabbike kable TULU ışşemsi ve


kable ĞURUBİHA ve min anail leyli fe sebbıh ve ETRAFEN nehari lealleke
terda.”
Ta-Ha Suresi 130

Ta Ha Suresi 130 ayeti incelendiğinde ayette “namaz kılmak” anlamına gelen


“ekımıs salate” ifadesinin hatta “namaz vakti” anlamına gelen “salat” ifadesinin
bile olmadığı görülmektedir.

Ayrıca şükür etmenin, dua etmenin, Allah’ı anmanın sadece namazlardan sonra
yapılan eylemler olmadığı da düşünüldüğünde ayette belirtilen zamanların
namaz vakitleri anlamına gelmediği rahatlıkla görülebilir. Ayette, özellikle
belirtilen zamanlarda dua edilmesi, şükür edilmesi, Tanrı’nın anılması tavsiye
edilmektedir ki bunlar da zaten zorunlu değil, sadece tavsiye niteliği
taşımaktadır. Allah (cc), ayette belirtilen zaman aralıklarına dikkat çekerek bu

101
zamanların, anların önemli olduğunu, bu anların şahitli olduğunu ve bu nedenle
de bu anlarda yapılacak anmaların, duaların çok makbul olduğuna dikkat
çekmektedir.

Daha önceden belirtildiği gibi ayette geçen ”kable TULU ışşemsi” ifadesi ile de
güneşin doğmadan hemen önceki ilk hali yani çubuğun gölgesinin en uzun
olduğu o ilk an “meşhud zamanı” ve “kable ĞURUBİHA” ifadesi ile de güneşin
batmadan hemen önceki son hali yani çubuğun gölgesinin en uzun olduğu o ilk
an “işaya zamanı” kastedilmektedir. Ayrıca ayette “min anail leyli (gece
sürecinde)” ve “etrafen nehari (günün iki tarafında)” ifadeleri ile geceleyin ve
gündüzün iki tarafında da dua edilmesi ve Allah’ın tesbih edilmesi tavsiye
edilmiştir (aslında bu ifadelerle dolaylı olarak üç vakit farz namazına gönderme
yapılmakta ve bu namazlardan hemen sonra dua edilmesi ve Allah’ın tesbih
edilmesi tavsiye edilmektedir).

“Ey iman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Gerçekten Allah,


sabredenlerle beraberdir.”
Bakara Suresi 153

“Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarken Allah’ı


anın. Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz müminler
üzerine vakitleri belli bir farzdır.”
Nisa Suresi 103

Yukarıda belirttiğimiz gibi 3 vakit farz namazı dışında farz olan başka bir namaz
Kur’ân’da bulunmamaktadır.

Ancak Kur’ân’da 3 vakit farz namazı dışında belirtilen tek bir namaz vardır. O’da
Peygamber Efendimize farz olan ve sırf O kıldığı için bize sünnet olan
“teheccüd namazı da denen vitr” namazıdır.

Gelenekçiler tarafından “teheccüd namazı” ve “vitr namazı” birbirinden farklı


şeylermiş gibi kabul edilmektedir. Ancak bu iki namaz aynı şeydir ve ayetlere
göre de gecenin bir yarısında kılınması gerekmektedir.

Peki, gecenin bir yarısı nedir ve nasıl tayin edilir?

102
Daha önce bahsi geçen ve dikmiş olduğumuz bir çubuğun, gündüz en kısa
gölge verdiği anın (güneşin tam tepedeykenki konumu), gece tarafındaki sanal
uzantısı, gecenin vustasını yani ikinci yarısını belirlemekte olup ve gecenin bu
bölümü VİTR olarak adlandırılmaktadır.

Örneğin; teheccüd (vitr) namazı kılmak istediğimiz herhangi bir günde, “vusta
zamanı” saat 12:00’de ise bunun tam tersi olan gece saat 00:00 zamanı, “vitr
zamanı” olarak ifade edilecektir ve biz o gün, teheccüd (vitr) namazı kılmak
istiyorsak, akşam namazını kılmış olmak ve gece saat 00:00’dan sonraki bir
saatte uykudan kalkmış olmak koşulu ile teheccüd (vitr) namazı kılabiliriz.

Belirtilen koşulları sağlayarak uykudan kalkan kişi, meşhud zamanına kadar 2


şer rekâttan (Kur’ân’a göre namazlar, 2 rekât olarak kılınmaktadır) olmak üzere
istediği kadar namaz kılabilir. Teheccüd (vitr)-gece namazı ile ilgili Kur’ân
ayetleri aşağıda yer almaktadır. Lütfen inceleyiniz.

“Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl.
(Böylece) Rabbinin, seni, övgüye değer bir makama göndereceğini umabilirsin.”
İsra Suresi 79

“O ki, (gece namaza) kalktığın zaman seni görüyor.”


Şuara Suresi 218

“Birazı hariç, geceleri kalk namaz kıl. (Gecenin) yarısını (kıl). Yahut bunu biraz
azalt. Ya da bunu çoğalt ve Kur’ân’ı tane tane oku.”
Müzzemmil Suresi 2-4

“Şüphesiz gece kalkışı, (kalp ve uzuvlar arasında) tam bir uyuma ve sağlam bir
kıraata daha elverişlidir. Zira gündüz vakti, sana uzun bir meşguliyet var.”
Müzzemmil Suresi 6-7

“Gerçekten Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve


üçte birinde (namaz için) kalktığını bilir; seninle birlikte olanlardan bir topluluğun
da (böyle yaptığını bilir) Rabbin elbette biliyor…”
Müzzemmil Suresi 20

103
“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten
çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Resûlüm!)
De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri
bunları hakkıyla düşünür.”
Zümer Suresi 9

“Gecenin bir bölümünde O’na secde et ve geceleyin uzun uzadıya Onu tesbih
et.”
İnsan Suresi 26

“Onlar ibadet etmek için gece vakti yataklarından kalkarlar, Rablerine korku ve
umutla dua ederler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.”
Secde Suresi 16

Yukarıdaki ayetler incelendiğinde; ”Gecenin bir yerinde kalk ve sana mahsus


olmak üzere… (İsra Suresi 79)” emrinden, Teheccüd (vitr)-gece namazının,
sadece Peygamber Efendimize farz olduğu ve Müzzemmil Suresi 20, Secde
Suresi 16’dan da bu namazın bizim için farz olmadığı, ancak dilersek kalkıp
kılabileceğimiz anlaşılmaktadır.

Namaz vakitlerini gözlemsel olarak tayin edemeyecek olanlar, güneş


programları vasıtasıyla da namaz vakitlerini tayin edebilirler. Bu güneş
programlarında yer alan bazı kavramların açıklaması aşağıda yer almaktadır.

Güneşin Doğuşu/Gündoğumu (Sunrise): Güneş ışınlarının, ufuk çizgisi


üzerinde görülmeye başladığı andır. Bir cismin gölgesi, bu anda en uzundur.
Güneş bu konumda iken güneşin parlaklığı nedeniyle yıldızlar ve gezegenler
gözlenemez. Güneşin bu konumunda, bir cismin gölgesi, batıya doğru
uzanacak şekilde en uzun halini alır. Bu an, meşhud (şahitli) zaman olup,
sabaha ait sivil alacakaranlık (şafak vaktine kadar) zamanından başlayarak
gölgenin en uzun olduğu ana kadar devam eder. Bu anlarda edilen dualar
makbuldür. Bu an, bir geçiş anı olup, vakit namazı, bu anlarda kılınamaz.
Gölgenin kısalmaya başladığı ilk andan itibaren sabah namazı vakti girmiş olur.

Güneşin Batışı/Gün Batımı (Sunset): Güneş ışınlarının, ufuk çizgisi üzerinde


kaybolmaya başladığı andır. Bir cismin gölgesi, bu anda, en uzundur. Güneşin

104
bu konumunda, bir cismin gölgesi, doğuya doğru uzanacak şekilde en uzun
halini alır. Bu an, Kur’ân’a göre işaya zamanını ifade etmekte olup bu anlarda
edilen dualar makbuldür. İşaya zamanı, akşama ait sivil alacakaranlık zamanına
kadar devam eder. Bu an, bir geçiş anı olup, vakit namazı, bu anlarda
kılınamaz. Gölgenin kaybolduğu an, akşam namazı vakti girmiş olur.

Öğlen Vakti (Noon Time): Güneşin, tam tepede olduğu ve bir cismin gölgesinin
sıfır olduğu andır. Güneş’in en üst noktada olduğu bu an, İsra Suresi 78 ayette
“dulukiş şemş” olarak geçmektedir. Bakara Suresi 238 ayetinde geçen “vusta”
kelimesinin anlamları göz önünde bulundurulduğunda bu ana, vusta zamanı da
denir. Gündoğumundan vusta zamanına kadar geçen zaman, gündüzün ilk
bölümünü ve vusta zamanından gün batımına kadar geçen zaman ise
gündüzün ikinci bölümünü oluşturmaktadır. Vusta anı, bir geçiş anı olup, vakit
namazı, bu anda kılınamaz. Gölgenin tekrardan uzamaya başladığı ilk anda
öğle namazı kılınabilir.

Alacakaranlık (twilight): “Zayıf ışık” ve “yarı aydınlık” gibi kelime anlamlarına


gelmekte olup gökbilimciler açısından, alacakaranlık, 3 evreye ayrılmaktadır.
Sivil (Güneş ışınlarının kaybolup, güneşin, ufuk çizgisinin, 6o altında bulunduğu
an), Notik (Denizsel) [Güneşin, ufuk çizgisinin, 12o altında bulunduğu an] ve
Astronomik (Güneşin, ufuk çizgisinin, 18o altında bulunduğu an)
Alacakaranlıktır. Güneş, ufka göre, sabah ve akşam olmak üzere günde, iki
defa bu, söz konusu alacakaranlıkları oluşturmaktadır. Güneş'in geometrik
merkezinin akşamleyin ufuk ile yaptığı açılar alacakaranlık (ing. dusk) olarak
ifade edilirken sabahleyin ufuk ile yaptığı açılar şafak (seher, tan, ing. dawn)
olarak adlandırılmaktadır.

Söz konusu alacakaranlıklar içinde Sivil Alacakaranlık (Civil Twilight)


zamanları, bizim için önem teşkil etmektedir. Akşamleyin, gün batımında,
Güneş'in geometrik merkezi, ufuk çizgisi ile sıfır derecelik bir açı yaptığında
(gün batımı zamanlarında) doğuya doğru en uzun gölgeyi oluşturmaktadır. Bu
anda, Güneş ışınları gökyüzünü hala aydınlatır vaziyettedir. Güneş'in geometrik
merkezi, ufuk çizgisinin altına indikçe yavaş yavaş Güneş ışınlarının,
gökyüzünü aydınlatması azalmakta ve gölge, yavaş yavaş kaybolmaktadır.
Güneş'in geometrik merkezi, ufuk çizgisi ile 6o açı yaptığı anda Güneş

105
ışınlarının, gökyüzünü aydınlatması kesilmekte ve gölge kaybolmaktadır. İşte bu
an, artık akşam vaktinin, akşam namazının girdiği andır. Akşamleyin, Güneş'in
geometrik merkezinin ufuk çizgisi ile 0o-6o açı yaptığı zaman aralığı, işaya
zamanıdır. Gece peryodunda ise Güneş'in geometrik merkezi, ufuk çizgisi ile 6o
açı yaptığı anda (sabaha ait sivil alacakaranlık ya da şafak vakti) gökyüzü yavaş
yavaş aydınlanmaya başlamaktadır. Bu andan, Güneş'in geometrik merkezinin,
ufuk çizgisi ile 0o’lik açı yaparak en uzun gölgeyi oluşturduğu ana kadarki zaman
dilimi, meşhud zamanıdır. En uzun gölgenin kısalmaya başladığı ilk anda,
sabah namazı vakti girmiş olur.

Not: Söz konusu güneş programları, bulunan konuma bağlı olarak hata yapma
olasılığına sahip olduklarından, mutlaka bu programlarla elde edilen vakitlerde,
özellikle gökyüzünün gerçekten karardığına ya da aydınlanmış olduğuna, kendi
gözümüzle de bakmamamız gerekmektedir. Buradan elde edilecek sapma
zamanı, öğle zamanına eklenerek, güneşin tepe konumu buna göre yeniden
belirlenebilir.

Aşağıda, yukarıda belirttiğimiz vakitleri gösterir örnek bir şekil ve tablo


görülmektedir.

Bir tam gün için, vakitleri gösterir örnek şekil.

106
Bir tam gün için, günün önemli anlarını gösterir açıklamalı örnek tablo.

Günün Önemli Anı Saat:Dakika Açıklama


Şafak vakti olup, güneş doğmadan önceki hafif
(a) Sivil alacakaranlık aydınlık zamanı ifade eder. Güneş
05:18
(Civil twilight start) programlarında “civil twilight start” şeklinde
belirtilir.
Güneş'in geometrik merkezinin, ufuk çizgisi ile
(b) Gündoğumu 05:48 0o açı yaptığı ve gölgenin en uzun olduğu
sabah saatlerindeki andır.
Güneş'in geometrik merkezinin, ufuk çizgisi ile
(c) Öğle zamanı 12:55
90o açı yaptığı ve gölgenin sıfır olduğu andır.
Güneş'in geometrik merkezinin, ufuk çizgisi ile
(d) Gün batımı 20:01 0o açı yaptığı ve gölgenin en uzun olduğu
akşam saatlerindeki andır.
Güneş'in geometrik merkezinin, ufuk çizgisi ile
(e) Sivil alacakaranlık 6o açı yaptığı ve gölgenin kaybolduğu andır.
20:30
(Civil twilight end) Güneş programlarında “civil twilight end”
şeklinde belirtilir.
Öğle vaktinin, gece periyodundaki sanal
(f) Vitr zamanı uzantısına karşılık gelir. Öğle vakti 12:55
00:55
olduğundan, vitr zamanı, gece, 00:55’e karşılık
gelir.
Sabah sivil alacakaranlık zamanı (civil twilight
start) ile başlar, gölgenin en uzun olduğu gün
doğumuna kadar devam eder. Bu zaman
(g) Meşhud zamanı 05:18 - 05:48
aralığında vakit namazı kılınamaz. Bu zaman
aralığı, şahitli olup, dua edilmesi tavsiye
edilmektedir.
Sabahleyin gün doğumunda en uzun gölgenin
kısalmaya başladığı anda başlar. En uzun
gölge için saat: 05:48 ise, en uzun gölgenin
(h) Sabah namazı
05:49 - 12:54 kısalmaya başladığı anı, 1 dakika sonrası
vakti
olarak tanımlayabiliriz. Sabah namazı, öğle
zamanının girdiği ana (12:55) kadar kılanabilir,
ancak tam öğle zamanında kılınamaz.

107
Gölgenin tekrardan uzamaya başladığı öğle
saatlerindeki ilk andan başlayarak gölgenin
(i) Öğle namazı vakti 12:56 - 20:02 yeniden en uzun olduğu akşam gün batımına
kadar devam eder. Gölgenin en uzun olduğu
gün batımında, namaz kılınamaz.
Akşamleyin gölgenin en uzun olduğu gün
batımında başlar ve gölgenin yok olduğu sivil
(j) İşaya zamanı 20:01 - 20:30 alacakaranlık zamanına (civil twilight end)
kadar devam eder. Bu zaman aralığı şahitli
olup, dua edilmesi tavsiye edilmektedir.
Gölgenin yok olduğu, sivil alacakaranlık
(k) Akşam namazı zamanında (civil twilight end) başlar ve ertesi
20:30-
vakti günün sivil alacakaranlık başlangıç (civil
twilight start) zamanına kadar devam eder.
Öğle zamanının gece peryodundaki sanal
uzantısından başlar (tam o anda namaz
kılınamayacağından 1 dakika sonrası referans
alınabilir) ve ertesi günün sivil alacakaranlık
başlangıç (civil twilight start) zamanına kadar
devam eder. Ayetlere göre Peygamber
Efendimiz’e farz olan ancak bizlere farz-
yapılması zorunlu, olmayan, ancak O, kıldığı
(l) Teheccüd=Vitr
00:56- için bizim de istersek kılabileceğimiz bir
namazı vakti
namazdır. Ancak bu namazı kılabilmek için
akşam namazının kılınmış olması ve gecenin
bir bölümünde de uykudan uyanarak kişinin
kendi uykusundan fedakarlık yapmış olması
gerekmektedir. Vitr namazı da diğer farz
namazları gibi 2 rekattan oluşur, ancak farz
namazlarından farklı olarak, istenildiği kadar
kılınabilir.

108
Namaz, Kaç Rekât Olarak Kılınır

“Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, küfre sapanların size tedirginlik


vermesinden korkarsanız, namazı kısaltmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Şu
bir gerçek ki, küfre batanlar sizin için açık bir düşmandır.”
Nisa Suresi 101

“Sen içlerinde olup da onlara namaz kıldırdığın vakit, içlerinden bir grup seninle
namaza dursun; silahlarını da alsınlar. Bunlar secdeye varınca, diğerleri
arkalarında beklesinler. Sonra namaz kılmamış olan diğer grup gelip seninle
birlikte kılsınlar...”
Nisa Suresi 102

“Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarken Allah’ı anın.


Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz müminler üzerine
vakitleri belli bir farzdır.”
Nisa Suresi 103

Nisa Suresi 102 ayetinde herhangi bir savaş ya da korku anında namazın
kısaltılabileceğinden bahsedilmekte ve namazın nasıl kısaltılacağı açık bir
şekilde belirtilmektedir:

Ayete göre böyle bir durumda cemaat iki gruba ayrılmalıdır. Birinci grup imam
ile birlikte namaza durduğunda, ikinci grup ellerinde silahlarla nöbet tutup birinci
grubu korumalıdır. Birinci grup ilk rekâtın ikinci secdesine vardıktan sonra (ilk
rekât bittikten sonra) kade konumunda selam vererek namazdan çıkmalı, imam
kade konumundan ruku konumuna geçtiğinde ise ikinci grup namaza durmalı ve
birinci grup nöbet konumuna geçmelidir.

Burada dikkat edilmesi gereken bir durum; imamın namazı kısaltmadığıdır.


İmam, her zaman kıldığı gibi namazını kılmakta, arkadaki cemaat ise namazı
kısaltmakta, tek rekât olarak kılmaktadır. Bu da bizi, şu sonuca götürmektedir:

Gerçekte namazlar iki rekât olarak kılınmaktadır ve herhangi bir savaş, korku ya
da seferi durumda iken namazlar, iki rekâttan tek rekâta düşürülmektedir.

109
Ancak Nisa Suresi 102 ayetinin açıklığına rağmen gelenekçiler, uydurma
hadisleri referans gösterek 4 rekâtlı namazların iki rekât olarak kısaltılabileceğini
ancak sabah ve akşam namazlarının kısaltılamayacağını iddia etmektedirler.
Oysaki ayet incelendiğinde, ayette; “öğle ya da ikindi namazlarınızı kısaltın”
şeklinde bir ifadenin kullanılmadığı açık bir şekilde görülmektedir.

Ayette namaz ismi verilmeden namazların ayette belirtilen nedenlerle


kısaltılabileceği, tek rekâta düşürülebileceği belirtilmektedir. Dolayısıyla ayette
özel bir namaz vaktine değinilmemesi, tüm namazların, gerçekte zaten iki rekât
olarak kılındığı anlamına gelmektedir.

Şüphesiz ki eğer namaz rekât sayıları gelenekçilerin belirttiği gibi birbirinden


farklı olsa idi, Kur’ân’da herşeye değinen Allah (cc), buna da zaten açık bir
şekilde değinirdi. Değinmediğine göre bu, tüm namazların aynı rekât olmak
üzere iki rekâttan kılındığı anlamına gelmektedir.

Not: Nisa Suresi 103 ayeti gereği mutlaka her namazdan sonra dua edilmelidir.

110
Namaz Nasıl Kılınır

Hani Biz İbrahim’e Evin (Kâbe’nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle
emretmiştik:) “Bana hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler,
Rükûa ve sücuda varanlar için Evimi tertemiz tut.”
Hac Suresi 26

“Ey iman edenler, namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar


ellerinizi yıkayın, başlarınızı meshedin ve her iki topuğa kadar ayaklarınızı da.
Eğer cünüpseniz temizlenin (gusül edin); eğer hasta veya yolculukta iseniz ya
da biriniz ayakyolundan (hacet yerinden) gelmişse yahut kadınlara
dokunmuşsanız da su bulamamışsanız bu durumda temiz bir toprakla
teyemmüm edin (hafifçe) yüzlerinize ve ellerinize ondan sürün. Allah size güçlük
çıkarmak istemez, ama sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimeti tamamlamak
ister. Umulur ki şükredersiniz.”
Maide Suresi 6

“Ey iman edenler sarhoş iken, ne dediğinizi bilinceye ve cünüp iken de -


yolculukta olmanız hariç- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer
hasta veya yolculukta iseniz, ya da biriniz ayakyolundan (hacet yerinden)
gelmişseniz yahut kadınlara dokunmuş da, su bulamamışsanız bu durumda
temiz bir toprakla teyemmüm edin, (hafifçe) yüzlerinize ve ellerinize sürün.
Şüphesiz, Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”
Nisa Suresi 43

Namaz kılmak için öncelikle, Maide Suresi 6 ayeti gereği, abdest alınması
gerekmektedir. Hangi vaktin namazı kılınacaksa o vaktin abdesti için niyet edilir
(“Niyet ettim Allah rızası için vakti gelen salât/namaz için abdest almaya” denir).
Abdest, Maide Suresi 6 ayetinde belirtildiği gibi yüzün, dirseklere kadar kolların,
başın ön tarafı (perçemlerin olduğu bölge) ve her iki ayak topuğunun ıslatılması
ile alınır. Bu bölgeleri bol su ile yıkayabileceğimiz gibi ayet gereği, çok az su ile
de mesh edebiliriz (bir bezin ıslaklığı bile abdest almak için yeterlidir). Abdest
alırken, gelenekçilerin belirttiği gibi çok karışık dualar okumak ve her bölgenin
üç defa yıkanması gibi bir durum yoktur, ayrıca ayette yer almayan ancak
hadislerede geçen ensenin ıslatılması, buruna su verilmesi gibi şeyler de

111
yapılmaz. Çünkü ayette yer almayan şeylerin, Allah (cc)’un emriymiş gibi
yapılması şirktir.

Herhangi bir nedenden dolayı suyun kullanılamaması söz konusu ise (hastalık,
suyun değmemesi gereken yaralar, suyun çok soğuk ya da çok sıcak olması,
suyun kirli olması gibi) bu durumda, Nisa Suresi 43 ayeti gereği teyemmüm
alınır.

Teyemmüm şu şekilde alınır: Hangi namaz kılınacaksa o namazın abdesti için


niyet edilir [Niyet ettim Allah rızası için vakti gelen salât/namaz için teyemmüm
(teyemmüm abdesti) almaya]. Eller, kuru ve temiz bir toprağa değdirilerek önce
yüz meshedilir. Sonra eller tekrardan kuru ve temiz toprağa değdirilerek bu
sefer iki kol, dirseklere kadar meshedilir. Bulunduğumuz bölgede kuru ve temiz
toprak yoksa ya da kullanamayacak durumda isek, pencere diplerinde biriken
tozlar ve duvarlardaki tozlar, teyemmüm almak için yeterlidir. Su,
vücudumuzdaki aşırı ısıyı, teyemmüm ise vücudumuzdaki aşırı elektriği alarak
vücudumuzun rahatlamasına ve zinde kalmasına yardımcı olur. Bu nedenle her
zaman çift abdestle gezilmesi tavsiye edilir (önce normal abdest alınıp
arkasından da teyemmüm abdesti alınabilir).

Cünüplük (cinsel ilişki hali) halinden sonra da suyun kullanılamaması


durumunda da mutlaka teyemmüm abdesti alınmalıdır. Çünkü cünüp iken asla
namaz kılınamaz ve de Kur’ân’a dokunulamaz. Cünüplük (cinsel ilişki hali)
halinden sonra mutlaka gusül abdesti alınması gerekmektedir, bu bir farzdır.
Gusül abdesti için de öncelikle niyet edilir (“Niyet ettim Allah rızası için gusül
abdesti almaya” diye). Sonra ağza su alınarak çalkalanıp tükürülür, ardından da
buruna su çekilerek sümkürülür. Daha sonra vücutta dışa dönük-dışla bağlantılı
olan vücudun bütün kesimleri kuru yer kalmamak koşuluyla ıslatılır (bol suyla
yıkanılabileceği gibi ıslak bir bezle de tüm vücut silinebilir. Özellikle suyun çok
az olduğu zamanlarda ya da bölgelerde ıslak bez tercih edilebilir). Suyun
kullanılmasında herhangi bir sakınca varsa bu durumda mutlaka teyemmüm
abdesti alınmalıdır (“Niyet ettim Allah rızası için gusül niyetine teyemmüm
almaya” denilip, teyemmüm abdestinin şartları yerine getirilir). Alınan bu
teyemmüm abdesti ile namaz kılınabilir ve de Kur’ân okunabilir. Ancak suyun

112
tekrardan kullanılabilmesi halinde mutlaka su ile de gusül abdesti alınması
gerekmektedir.

Kadınların ay halleri asla cünüplük hali değildir. Bu nedenle kadınlar ay


hallerinde her namaz için, ayrı ayrı abdest alarak, vakit namazlarını kılmalıdırlar.

Burada şu önemli gerçeği de açıklamak gerekmektedir: Kur’ân’a abdestsiz


dokunabilir ve onu abdestsiz okuyabiliriz. Çünkü Kur’ân’ın hiçbir ayetinde,
Kur’ân’a, abdestsiz dokunulmaz şeklinde bir açıklama geçmemektedir. Kur’ân’a
sadece gusül abdestinin gerektiği koşullarda, yani cinsel ilişki sonrasında gusül
abdesti alınmamışsa dokunulmamalıdır ve okunmamalıdır [Maide Suresi 6 ve
Nisa Suresi 43 ayetleri, cünüplük halinden sonra mutlaka yıkanılmasını
emretmektedir. Bu da cünüplük halinden sonra hiçbir şey yapmadan hemen
yıkanmamız, eğer su kullanılamayacak durumda ise hemen teyemmüm
almamız anlamına gelmektedir. Allah (cc), cünüplük halinden sonra hemen
yıkanmamız gerektiğini emrettiğinden, bu emri yerine getirmeden Kur’ân
okumaya kalkmak ya da başka aktivitelerle uğraşmak asla uygun olmaz].

Kur’ân’da, Kur’ân’ın abdestsiz okunamayacağına dair bir ifade


bulunmadığından bu, Kur’ân’ın abdestsiz okunabileceği anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla güya Kur’ân’a sırf saygı olsun diye abdesti zorunlu hale getirenler
şunu iyi bilmelidirler ki; Allah (cc)’un emretmediğini emredenler ve bunları dinin
emriymiş gibi lanse edenler, Allah’a şirk koşarak sonsuza kadar cehennemi
garantilemişlerdir. Allah (cc), Kur’ân’ın okunması için abdesti zorunlu kılmayarak
Kur’ân’ın her an, çok okunmasını dilemiştir, ancak uydurma hadislerle dine
sokulan Kur’ân’a abdestsiz dokunamazsınız yalanıyla, Kur’ân’ın okunması
engellenmiş ve böylelikle de Yahudi ve Hristiyan din adamlarının amacı olan
İslam ümmetini Kur’ân’dan uzaklaştırma ve onları Kur’ân’a karşı
yabancılaştırma politikası da bu şekilde gerçekleştirilmeye çalışılmıştır
(başarılmıştır da…).

Gelenekçiler, Kur’ân'a abdestsiz dokunulamayacağına ilişkin olarak Vakıa Suresi


79 ayetini delil olarak sunmaktadırlar. Ancak Mekke’de inen Vakıa Suresi 79
ayeti, söylendiği gibi Kur’ân'a dokunmakla veya abdestli olmakla ilgili değil, vahyi
Peygamber Efendimize kimin getirdiği ile ilgilidir. Nitekim müşrikler

113
Peygamberimizin cinlenmiş biri olduğuna (mecnun) ve ağzından çıkan bu
hikmetli sözlerin de kendisine cinler tarafından getirildiğine inanmaktaydılar. Bu
nedenle Allah, Kur’ân’da;

“O Kur’ân, kovulmuş şeytanın sözü olamaz. O halde siz nereye gidiyorsunuz?”


Tekvir Suresi 25-26

“Yıldızların battığı yerler üzerine yemin ederim ki bilirseniz bu büyük bir yemindir.
Şüphesiz bu korunmuş kitapta bulunan şerefli bir Kur’ân’dır. Ona ancak günah
kirine bulaşmayan (Melekler) erişebilir. (ve Muhammed’e melekler getiriyor.) O
âlemlerin Rabbi’nden indirilmiştir. Şimdi siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz?”
Vakıa Suresi 75-81

Buyurmaktadır. Ayrıca Allah, Vakıa Suresi 78 ayetinde de Kur’ân’ın Levh-i


mahfuzda korunduğunu belirtmektedir. Devamındaki ayetle de Levh-i mahfuzun
ancak temizlenmiş, arındırılmış, günah kiri sıfırlanmış, hata yapması sıfırlanmış
olan hatasız kişiler tarafından okunabileceğini ve o bölgeye ancak bahsedilen
kişiler tarafından ulaşılabileceğini belirtmektedir (mesela Hz. Hızır, Hz. Cebrail
gibi).

“La yemessuhu illelmutahherune.”


Vakıa Suresi 79

“Ona tertemiz olanlardan başkası dokunamaz.”


Vakıa Suresi 79

Nitekim Vakıa Suresi 79 ayetinde de geçen “Lâ” harfi ayete "dokunmayın" değil,
"dokunamazsınız" anlamı vermektedir. Yani ayette; “isteseniz de o işi yapmaya
gücünüz yetmez” denilmektedir. Oysaki abdestli olsun ya da olmasın Kur’ân’a
herkes dokunabildiğine göre ayetin anlatmak istediği, Kur’ân’ın ellenmesi
anlamında değil, Allah katındaki ayetler ve o ayetlerin, cinler tarafından
getirilemeyeceği gerçeğidir. Ayrıca, ayette geçen "mutahhar" kelimesi de, “su ile
yıkanıp temizlenmek” anlamında değil, “günâh kirine bulaşmayan yani günâh
işlemeyen” anlamında kullanılmıştır. Yani ayette bahsedilen temizlik, maddi
temizlik değil manevi temizliktir. Dolayısıyla da Vakıa Suresi 79 ayeti gerçekte
şunu anlatmaktadır:

114
“Kur’ân’a günah kirine bulaşmayan meleklerden ve görevi gereği Levh-i Mahfuzu
okuyabilen Hz. Hızır’dan başkası (yani sizin zannınız olan cinler) Kur’ân’ın
korunduğu bölge olan Levh-i Mahfuza erişemez ve Kur’ân’ı getirmeye de
meleklerden başkası güç yetiremez.”

Abdest, sadece namaz için gereken bir temizliktir. Kur’ân okumak için ise sadece
“Euzü besmele (Euzu billahimineşşeytanirracim)” okumak yeterlidir (Şeytandan
ve onun vesveselerinden korunmanın en iyi yollarından biri Euzü besmele
çekmektir. Bu nedenle Kur’ân okurken ve namaza başlamadan önce Euzü
besmele çekilmesi, Allah tarafından tavsiye edilmektedir).

"Kur’ân okuyacağın zaman kovulmuş şeytandan Allah’a sığın."


Nahl Suresi 98

Gelenekçiler, Allah’ın koymadığı bir takım şartları, güya Kur’ân’a saygı adına öne
sürerek (aslında bu şekilde kendilerini Tanrı ilan ederek), insanları okumaktan ve
öğrenmekten uzaklaştırmışlardır. Bununla da yetinmeyen gelenekçiler, Gazali’nin
"Müslümanlar Kur’ân’ı sadece okumak için öğrenirler. Dinlerini öğrenmek için
okumazlar" sözünü de referans alaraktan insanları tamamiyle Kur’ân’a
yabancılaştırmışlardır. Ana rehberin köşeye atılıp uydurma hadisler ışığında
sadece zanna tabi olan bu inanışlar nedeniyle de “Oku” emriyle başlayan
aydınlanma süreci sekteye uğramış ve Kur’ân’ın emirleri unutulmuştur.

“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan


saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de
söylemezler.”
En’am Suresi 116

Şimdi namazın içindeki farzlara ve namazın nasıl kılınacağı konusuna bir göz
atalım:

Namaz kılmak için abdestimizi aldıktan sonra temiz bir yerde kıbleye (Kâbe’ye)
dönerek (Bakara Suresi 144, 149, 150) ve sağlığımız el veriyorsa kıyam
pozisyonunda (yani ayakta durur vaziyette iken) “Euzü besmele
(Euzübillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim)” çekip kılacağımız
namaz için niyet edilir. Kılmaya niyetlendiğimiz namazı zaten Allah bildiğinden,

115
niyetimizi şu şekilde edebiliriz; "Niyet ettim, salâtı (namazı) ikame etmeye ya da
niyet ettim Allah rızası için vakti gelen salâtı (namazı) ikame etmeye."

Niyet ettikten sonra "Allahuekber" diyerek "GİRİŞ yani iftitah tekbiri" alınır.
Tekbir alırken ellerimizi ister omuz hizasına kaldırabilir, istersek de kulak
mememize dokundurabiliriz (İftitah tekbirinde, Allahuekber deyip ellerimizi
kaldırmak; işaret diliyle, Allah’ın, bizden ve kâinattaki her şeyden daha büyük
olduğu anlamına gelmektedir. Yani biz el kaldırmakla aslında Kâinatı işaret
etmiş olmaktayız). Daha sonra ellerimizi göbek hizasında bağlayabilir ya da
aşağı bırakabiliriz. Aynı şekilde ayaklarımızı da bitiştirip açabiliriz. Bu konularda,
Kur’ân’da herhangi bir zorlama ya da tavsiye yoktur. Bu nedenle o anda
içimizden hangisini yapmak geliyorsa onu yapabiliriz.

Kıyamda iken "DİLEDİĞİMİZ BİR SURE" okuyabiliriz. Yani illaki Fatiha suresini
okumak zorunda değiliz. Çünkü Fatiha suresinin kıyamda iken mecburen
okunması gerektiğini belirten herhangi bir ayet yoktur. Bu durum sadece
hadislerde mecbur kılınmıştır. Kaldı ki gelenekçilerin savundukları hadislerde bile
Peygamber Efendimizin Fatiha suresini her zaman okumadığını gösterir hadisler
mevcuttur. İşte Fatiha suresinin okunmasını zorunlu kılan uydurma hadis ile
bununla çelişen diğer hadisler:

Hz. Câbir (radıyallahu anh) demiştir ki: “Kim Fâtiha’yı okumadan bir rekât namaz
kılarsa, imamın arkasında bulunmadığı takdirde namaz kılmış sayılmaz.” K.S.
2535 C.8 S.407 Akçağ, alıntıları: Muvatta, Salât 38,(1,84); Tirmizi, Salât
233,(313)

Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), A’raf


suresiyle akşamı kılardı. Sureyi ikiye bölerek her iki rek’atte bir parçasını
okurdu.” K.S. 2557 C.8 S.424 Akçağ alıntısı: Nesâi, İftitâh 67, (2,170)

İbnu Abbas (radıyallahu anhüma) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


cuma günü, sabah namazında Elif-lâm-mim Tenzil, es-Secde ve Hel etâ alâ’l-
insâni hinun mine’d-dehr surelerini okurdu. Yine Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) cuma namazında Cuma ve Münâfikûn surelerini okurdu.” K.S. 2544
C.8 S.416 Akçağ, alıntıları: Müslim, Cuma 64,(879); Ebû Dâvud, Salât

116
218,(1074); Tirmizi, Salât 375,(520); Nesâi, Cuma 38,(3,111), İftitah 47,
(2,159)

Sonuç olarak kıyamda iken Fatiha’yı okumak zorunda değiliz, Fatiha yerine
herhangi bir sure de okuyabiliriz (Bir şeyi farz haline getirmenin haram olduğu
asla unutulmamalıdır. Çünkü farz, yasa koyma yetkisi, sadece ve sadece Allah’a
aittir).

Şimdi namaz konusuna tekrardan dönelim. “Euzü besmele”yle niyet ederiz ve


ellerimizi omuz hizasında ya da kulak memesi hizasında kaldırıp “Allahuekber”
deyip ellerimizi göbek hizasında bağlar ya da yanlara salarız. Sonra bize kolay
gelen bir sureyi (yani anlamını bildiğimiz bir sureyi) bu konumda iken (yani
kıyamda iken) okuruz. Daha sonra tekbirle (Allahuekber diyerek) rükûya
(dizlerin bükülmeden belin bükülerek ellerin diz kapaklarıyla temas ettiği konum)
varırız. Rükûda iken, zamanımız olup olmamasına, hasta ya da halsiz olup
olmadığımıza bağlı olarak istediğimiz kadar “Subhane rabbiyel azim” ya da
“Sübhan Allah” deriz (bu tekrarı 1, 3, 5, 7 ya da x defa söyleyebiliriz. Ancak
Allah tek sayıları sevdiğinden tekrarın tek sayı olması tavsiye edilir. Eğer
zamanımız yoksa ya da halimiz yoksa istersek de söylemeyebiliriz) ve ardından
tekbirle kıyama kalkar ve hemen tekbirle secdeye varırız (Kıyama kalktığımızda
“Semiallahü limen hamideh” ve “Rabbena lekel Hamd” gibi Kur’ân’da yer
almayan ve dine uydurma hadislerle giren bu tip cümleler asla söylenmez.
Çünkü Kur’ân’dan olmayan bir şeyi, namazda söylemek namazı direk bozar).
Secdede [secde etmek; Gökten (Kıyam pozisyonu) Yer'e (Arz) alnı koymak ve
bu şekilde Allah’ın yüceliğini kabul ederek O’na boyun eğmek anlamına gelir] de
dilediğimiz kadar “Sübhan Allah", "Sübhane Rabbiye" ya da "Sübhane Rabbiyel
A'lâ" dedikten sonra “Allahuekber” deyip ilk kadeyi yaparız
(Ka'de=Kaide=Poponun yere oturması). Daha sonra yine secdeye varıp
tekrardan dilediğimiz kadar “Sübhan Allah", "Sübhane Rabbiye" ya da
"Sübhane Rabbiyel A'lâ" dedikten sonra (eğer zamanımız yoksa ya da halimiz
yoksa söylemeyebiliriz de) ikinci bir kade yapmayıp direk kıyam pozisyonuna
kalkar ve ikinci rekâta başlarız. İlk rekâtta yaptığımız kıyam, rükû, ilk secde ve
ilk kade hareketlerini aynı şekilde yapıp son secdeye varırız. İkinci secdeden
sonra kade pozisyonunda (son kade) kalıp, burada bir sure okuduktan sonra

117
sağa ve sola kafamızı çevirmek suretiyle “Selam ve selam” deyip namazımızı
bitiririz.

Namazdan sonra dua amaçlı olarak Sübhaneke, Salli-Barik, Rabbena ve Kunut


dualarını okuyabiliriz. Ancak bunları namaz içinde okursak namazımız bozulur.
Çünkü Allah, namazda sadece Kur’ân’dan okumamızı emretmektedir.

“Sana Kitap'tan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz,


çirkin utanmazlıklar (fahşa)dan ve kötülüklerden alıkoyar. Allah'ı zikretmek ise
muhakkak en büyük (ibadet)tir. Allah, yaptıklarınızı bilir.”
Ankebut Suresi 45

“(Resûlüm!) Senin, gecenin üçte ikisine yakın kısmını, (bazen) yarısını, (bazen
de) üçte birini yatmadan (ibadetle) geçirdiğini ve beraberinde bulunanlardan bir
topluluğun da (böyle yaptığını) Rabbin elbette biliyor. Gece ve gündüzü (içinde
olup bitenleri iyiden iyiye) ölçüp biçen ancak Allah’tır. O sizin, bunu
sayamayacağınızı bildiği için sizi bağışladı. Artık, Kur’ân’dan kolayınıza geleni
okuyun.…”
Müzzemmil Suresi 20

Namazda, kadede iken kesinlikle “Ettehıyyatü” duası okunmamalıdır. Ayrıca


namazda okunacak Fatihalardan sonra da kesinlikle “amin” denmemelidir
(namazın içinde olmadığı sürece namaz dışında okunan fatihalardan sonra
“amin” denilebilir).

Müzzemmil Suresi 20 ayetinde; “Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyun” ifadesi ile


namazda, sadece Kur’ân’dan okumak yani Kur’ân haricinde başka bir şey
okumamak ve okuduğumuz her şeyin de anlamını bilerekten okumamız
gerektiği emredilmektedir (Kur’ân’dan hiçbir ayet bilmiyorsak, öğrenene kadar
birer ayet olan “Elif-Lam–Mim” harflerini söyleyerek bile namaz kılabiliriz).

Namazlar, sadece Allah (cc) için kılındığından namaz içerisinde asla kendimize
ya da bir başka birine dua etmemeliyiz. Namaz bittikten sonra ise istediğimiz
şekilde dua edebiliriz.

118
Cin Suresi 18 ayetinde geçen; “Mescitler şüphesiz Allah içindir. O hâlde Allah ile
birlikte bir başkasına yakarmayın” ifadesi gereği namaz kılınan yerlerin
olabildiğince sadece olması gerekmektedir. Ayrıca camiler ve mescitler de
olabildiğince sade olmalı ve içerisinde de kesinlikle herhangi bir tabela
bulunmamalıdır [4 halifenin ismi, Allah ve Muhammed isimlerinin yazıldığı
tabelalar gibi. Allah isminin yazıldığı tabelalar bile direk olarak Allah (cc)’u ifade
etmediğinden put kapsamına girerler, bu nedenle tüm tabelalar kaldırılmalıdır].
Yine aynı ayet gereği, ibadethanelerde kesinlikle siyaset yapılmamalı ve Allah
(cc)’tan başkasından medet beklenmemelidir [Özellikle camilerde toplanıp
şeyhlerinin eteklerine yapışanlar ve onlardan medet bekleyerek onlara
yakaranlar ve onlardan himmet bekleyenler, Allah (cc)’un evinde, Allah (cc)’a
karşı şirk işlediklerini bilmelidirler].

Yeri gelmişken şunu da belirtmekte yarar vardır ki; Allah ve Muhammed isimleri
asla yan yana yazılmaz. Çünkü Allah (cc), asla kendi yarattığının dengi değildir.
Ayrıca Peygamber Efendimiz, asla Allah’ın sevgilisi yani “habibullah” değildir.
Çünkü hiçbir ayette böyle bir kavram geçmez. Bu kavram dinimize;

“Ya Sevgilim, Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım.”


Aclûnî, Keşfü’l Hafâ, Hadis No: 2123;
Nasıruddin el-Elbânî,
Silsitetü’l-Ahadisi’z-Zaife, Hadis No:282

uydurma hadisi ile girmiştir ve bu hadis de tamamiyle Maide Suresi 18 ayetiyle


çelişkilidir. Çünkü ayette, asla Allah (cc)’un bir sevgilisi olmadığı açık bir şekilde
bildirilmektedir.

“Yahudiler ve Hristiyanlar dediler ki, biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz. De ki:


‘O halde niçin size günahlarınız yüzünden azap ediyor?’ Hayır, siz de O’nun
yarattıklarından birer insansınız. Dilediğini affeder O, dilediğine azap eder. Hem
göklerin hem yerin hem de bunlar arasındakilerin mülk ve yönetimi Allah’ındır.
Dönüş de O’nadır.”
Maide Suresi 18

119
Maide Suresi 18 ayetinin tüm açıklığına rağmen hala Peygamber Efendimizi
Allah (cc)’un haşa habibi kabul edecek olanlar, Allah (cc)’a şirk koşarak
cehennemi garantilediklerini iyi bilmelidirler.

İsra Suresi 110 ayetinde geçen; “De ki: İster Allah diye yakarın, ister Rahman
diye yakarın. Hangisiyle yakarırsanız yakarın, en güzel isimler O’nundur.
Namazda sesini yükseltme, kısma da. İkisi ortası bir yol tut” ifadesi gereği
namazda okuduğumuz her şeyi içten değil, kulağımızın duyabileceği bir fısıltıda
okumamız gerekmektedir. Namaz sonrasında okunan Kur’ân’lar da aynı tonda
okunmalıdır.

Daha önceden belirtildiği gibi namazda her rekâtta Fatiha suresini okumak asla
farz değildir, bunu kendine farz ilan eden, Allah (cc)’a şirk koşarak, sonsuza
kadar cehennemlik olacaktır.

Namazda iken okunan her şey mutlaka Kur’ân’ın orjinali gibi yani Arapça olarak
okunmalıdır. Namaz bittikten sonra ise Kur’ân’ı kendi dilimizde istediğimiz gibi
okuyabiliriz. Kur’ân şifa olduğundan ve her ayetin kendi içinde barındırdığı
birçok anlamı olduğundan bir ayeti kendi dilimize çevirmek demek bir çok anlam
kayıplarına yol açarak o ayetin şifasal ve tılsımsal özelliğini yok edeceğinden
namazda iken okunan her şey, doğrudan Kur’ân’daki orijinal haliyle okunması
gerekmektedir. Surelerin Arapçasını öğrenmekte zorlananlar ya da namaza yeni
başladığı için hiçbir ayet bilmeyenler ise, Müzzemmil Suresi 20 ayeti
“Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyun” gereği, namaz esnasında sadece tek bir
sure ya da tek bir ayet ile bile namazlarını kılabilirler. Ancak insanın yaşam
döngüsünün uzunluğu düşünüldüğünde, en azından tek bir surenin hem
Arapçasının hem de ana dildeki anlamının bilinmesinde yarar vardır.

Gelenekçilerin iddia ettiğinin tersine namaz kılarken yapılan hareketlerde kadın


ve erkek için bir farklılık yoktur. Çünkü Kur’ân’da namaz kılmak, kadın ve erkek
için farklı olarak tanımlanmamıştır.

Nisa Suresi 103 ayeti gereği, kaza namazı diye bir şey yoktur. Her namaz,
sadece kendi vaktinde kılınmak zorundadır. Zaten namazların 3 vakit olduğu ve

120
de her namazın da sadece 2 rekât olduğu düşünüldüğünde namazları kaza
etmek için bir bahanenin olmadığı da anlaşılabilir.

Hasta olanlar, namaz hareketlerini yapamayacak şekilde bir rahatsızlığı


bulunanlar eğer abdest alamıyorlarsa duvardaki ya da pencere diplerinde
biriken tozlarla teyemmüm alarak Al-i İmran Suresi 191 ayeti gereği, namaz
hareketlerinden hangilerini yapabiliyorlarsa o hareketleri yaparak, eğer hiçbirini
yapamıyorlarsa sadece gözlerini hareket ettirerek, hatta namaz hareketlerini
zihinde yapıyormuş gibi düşünerek de namaz kılabilirler.

Hamile kadınlar, ay hali olan kadınlar da her namaz için abdest alarak eğer
abdest alamıyorlarsa teyemmüm alarak namazlarını kılmalıdırlar. Eğer bu kişiler
namaz hareketlerini yapamayacak durumda iseler yukarıda belirttiğimiz şekilde
namazlarını kılabilirler.

Tevbe Suresi 34-35 ayetleri gereği maaş alan bir imamın arkasında asla namaz
kılınamaz. Eğer cemaat namazlarında “uydum imama” şeklinde niyet edilir ve o
maaşlı imamın arkasında namaza durulursa kılınan namaz asla kabul olmaz.

Maide Suresi 6 ayeti gereği namaz abdesti sadece katı, sıvı ve gaz olacak
şekilde tuvalet ihtiyacının giderilmesi ve cinsel birleşme durumunda bozulur
(namaz esnasında bunların çıkması da namazı bozar), bunlar haricinde
vücudun bir yerinden kan akması ya da karşı cinsin bize dokunması gibi
durumlarda abdest bozulmaz.

Kadınlara has olan akıntılar namaz abdestini bozar ve her namaz için ayrı ayrı
namaz abdesti alınması gerekmektedir ancak namaz esnasında bu akıntılar
oluşuyorsa bu akıntılar o anda namazı bozmaz.

Her insan ergenliğe girdiği yaştan sonra namaz kılmak ve de Allah’ın emrettiği
her farzı yerine getirmek zorundadır.

Herhangi bir cemaate, tarikata ait olan ya da herhangi bir cemaatle, tarikatla
özdeşleşen herhangi bir ibadethanede asla namaz kılınamaz ve bu
ibadethaneler de İslam dininde guruplaşmak yasaklandığından Tevbe Suresi
107-108 ayetleri gereği derhal yıkılmak zorundadırlar.

121
Kur’ân’da 14 yerde secde ayeti geçtiği ve bu secde ayetleri okunduğunda da
secde namazı kılınması mecburiyeti diye bir şey yoktur. Çünkü Kur’ân’daki her
ayet, aynı derecede kutsaldır. Hiçbir ayet bir diğerinden üstün değildir. Ancak
yine de okunan bir ayetten çok etkilenip Allah’ı yüceltmek için secdeye varabilir
ve secdede iken “sübhanallah” diyebilirsiniz.

122
Cuma Namazı

“Ya eyyuhelleziyne amenu iza nudiye lissalati min yevmilcumu'ati fes'av ila
zikrillahi ve zerulbey'a zalikum hayrun lekum in kuntum ta'lemune.”
Cuma Suresi 9

“Ey iman edenler, cuma günü namaz vakti/anma vakti/övme için çağrı yapıldığı
zaman, hemen Allah'ı zikretmeye koşun ve alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu
sizin için daha hayırlıdır.”
Cuma Suresi 9

“Feiza kudıyetissalatu fenteşiru fiyl'ardı vebteğu min fadlillahi vezkurullahe


kesiyren le'allekum tuflihune.”
Cuma Suresi 10

“Artık namaz vakti/anma/övme/salat bitince de hemen yeryüzüne dağılın ve


Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah’ı çok anın ki, kurtuluşa erebilesiniz.”
Cuma Suresi 10

Ayetlerde geçen; “Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah'ı
zikretmeye koşun ve alış-verişi bırakın”, “Artık namaz kılınınca da hemen
yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın” ifadelerinden Cuma
namazının, cuma gününün öğle vaktine denk geldiğini anlamaktayız. Çünkü
toplamda üç vakit olan namazların sabah ve akşam vakitleri, çalışma saatleri
dışında kalıp, bu vakitlerin girdiği zaman dilimlerinde insanlar genelde
çalışmamakta, dinlenmektedirler. Nitekim sabah namazının girişi de çok erken
olduğundan o saatte alış veriş yapılmamaktadır. Ayrıca akşam namazının girdiği
vakitte de işyerleri genelde kapalı olduğundan, o saatten sonra da yeryüzüne
yayılıp rızık aranmamaktadır. Çünkü o saat, artık dinlenmek için insanların
evlerine çekildiği zamandır. Dolayısıyla buradan da insanların toplanacağı tek
uygun vaktin öğle vakti olduğu anlaşılmaktadır.

Cuma namazı, cuma günü öğle vaktinde iki rekât halinde, cemaat halinde
kılınması zorunlu olan bir namazdır. Gelenekçilerin, “Cuma namazının iki rekât
olduğunun Kur’ân’da geçmediği dolayısıyla da Kur’ân’da her şeyin
bulanamayacağı ve bu nedenle de dini anlamak için hadislere gerek duyulduğu”

123
iddiası ise gerçeği yansıtmamaktadır (“…Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik
bırakmadık…” En’am Suresi 38). Çünkü ayetin, zaten Cuma namazının kaç
rekât olduğu ile ilgili bir bilgiyi direk içermesine gerek yoktur. Çünkü Cuma
namazını önemli kılan tek şey, cuma günleri öğle namazının cemaat halinde
kılınması zorunluluğudur [Cuma Suresi 9 ayetinde geçen; “Namaz için çağrı
yapıldığı zaman (yani vakit girdiği anda), hemen Allah'ı zikretmeye (yani
namaza) koşun” ifadesinden Cuma namazının herhangi bir saatte
kılınamayacağı, vakit girdiği anda topluca cemaat halinde kılınması gerektiği
anlaşılmaktadır]. Dolayısıyla ayete göre; “Herkes cuma günü öğle vaktinde
toplanmalı ve her gün kılınan öğle namazı, bu sefer de hep birlikte kılınmalıdır
(diğer günler için böyle bir zorunluluk yoktur)”. Yani kimse, cuma günü farklı
türde bir namaz kılmamaktadır. Her günkü gibi iki rekâttan öğle namazı, imam
eşliğinde kılınmaktadır. Cemaat halinde kılınması zorunlu olan bu namaz da
zamanla değişime uğramadığından, o günden bugüne kadar iki rekât halinde
kılınmaya devam etmiştir (bu durum, aslında namazların iki rekât halinde
kılınması gerektiği gerçeğini de dolaylı yoldan ispatlamaktadır).

Cuma günü, öğle vakti girer girmez (gölgenin tekrardan uzamaya başladığı ilk
anda) alış verişi, ticareti bırakıp derhal cemaat halinde iki rekâtlık namazı kılmak
zorundayız. Ayrıca “Cumu’a” kelimesi, “zorunlu toplantı/cemaat günü” anlamına
geldiğinden de bu toplantı gününde namaz kılmadan önce mutlaka hutbeyi
(vaaz, nasihat, bilgilendirme konuşması) de yapmış-dinlemiş olmamız
gerekmektedir.

Cuma namazının kılınabilmesi için bir imamın olması şarttır. Kur’ân’a göre
herhangi bir sureyi anlamıyla bilen herhangi bir kişi imam olabilir. İmam olan bir
kişi Tevbe Suresi 34-35 ayeti; “Ey inananlar, din bilginleri (ilahiyatçılar) ve din
adamları (imam, müezzin) parasını hak etmeden yerler ve ALLAH’ın yolundan
saptırırlar. Altın ve gümüşü (bahşişleri) yiyip (imamlık işini) ALLAH yolunda
harcamayanlara acı bir azap müjdele” gereği asla ücret talep edemez. Yani
imamlık denen şey asla bilindiğinin aksine bir meslek olamaz ve insanlar sırf
imam oldukları için de maaş alamazlar, isteyemezler, çünkü ayete göre din
adına ruhban sınıfı (imam, müezzin, şeyh gibi) oluşturmak ve bundan çıkar
sağlamak haramdır.

124
“Sonra bunların izinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu
İsa’yı da arkalarından gönderdik, ona İncil’i verdik; ona uyanların kalplerine
şefkat ve merhamet vermiştik. Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz
yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da
gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik.
İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır.”
Hadid Suresi 27

“Ey inananlar, din bilginleri (ilahiyatçılar) ve din adamları (imam, müezzin)


parasını hak etmeden yerler ve ALLAH'ın yolundan saptırırlar. Altın ve gümüşü
(bahşişleri) yiyip (imamlık işini) ALLAH yolunda harcamayanlara acı bir azap
müjdele."
Tevbe Suresi 34-35

Tevbe Suresi 34-35 ayetinde geçen “ahbâr” ve “ruhbân” kelimeleri, “din bilginleri”
ve “din adamları” anlamına gelmesine rağmen gelenekçiler tarafından Yahudi
hahamları ve Hristiyan rahipleri diye çevrilmektedir. Hâlbuki ayet, genelleme
yapıp din adı altında para kazanan tüm kesimlere seslenmektedir. DİN SINIFI
oluşturarak, maaş alan imamlarımız da buna dâhildir. Sizce Allah’ın dinini
yaymak ya da öğretmek için para alınması mantıklı mıdır? Peygamber
Efendimiz, kıldırdığı hangi namaz için ya da öğrettiği hangi dini bilgi için para
almıştır? Hz. Adem geçimini tarımdan, Hz. İdris terzicilikten, Hz. Nuh
marangozculuktan, Hz. Yakup çobanlıktan, Hz. Davut demircilikten ve Hz.
Muhammed de geçimini ticaretten sağlamadı mı? İmamların, sırf cemaate
namaz kıldırdıkları için para almaları sizce Kur’ân’ın neresinde geçmektedir?
İmamların geçimlerini sağlamaları için paralı imamlık yapmaları ne kadar doğru
ise; bir hayat kadınının geçimini hayat kadınlığı yaparak kazanması ve de bir
hırsızın geçimini sağlamak için hırsızlık yapması da o derece doğrudur. Nitekim
Ruhbanlık, İslam dininde kesin olarak yasaklanmıştır ve Kur’ân’a göre yanlış
olan bir şeyin yapılıyor olması da asla yapılan şeyin doğru olduğunu göstermez.

Camilerin bakımını kim yapacak diyorsanız: Okulların, hastanelerin vb. devlet


kurumlarını kim temizliyorsa onlar temizleyecektir. Halka dini bilgileri kim verecek
diyorsanız: Okullarda öğrencilere eğitimi kim veriyorsa onlar verecektir. Cemaate
kim namaz kıldıracak diyorsanız: Peygamber döneminde ya da dört halife

125
döneminde halka namaz kıldıran maaşlı imamlar var mıydı? Yoksa cemaat
içinden herhangi biri mi imam oluyordu? Şimdi, bu durumda, Kur’ân’a göre paralı
imamlar ne yapacak diyorsanız: İstifa edecekler ve kendilerine yeni iş bulacaklar.
Ya da devlet, bunları öğretmen olarak bir şekilde kullanacak ve maaşlarını
yapmış oldukları bu öğretmenlikler nedeniyle verecektir. Aksi halde tüm imam ve
müezzinler, ayetin gazabı altındadırlar: "Onlar hayır yapmaz, sadece altın-gümüş
para biriktirirler. Altın ve gümüşü (bahşişleri) yiyip (imamlık işini) ALLAH yolunda
harcamayanları acıklı bir azap ile müjdele."

Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki; İslamiyet’te kimsenin fetva verme yetkisi
yoktur. Çünkü Allah (cc), zaten, kitabında hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır.
Dolayısıyla var olan her sorunun cevabının, mutlaka Kur’ân’da aranması
gerekmektedir. Nitekim Kur’ân’da;

“And olsun ki Biz sana apaçık ayetler indirdik.”


Bakara Suresi 99

“And olsun ki Biz bu Kur’ân’da, güzelce düşünüp öğüt alsınlar diye insanlar için
her türlü misali verdik.”
Zümer Suresi 27

“…Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık…”


En’am Suresi 38

“…Gerçekten size bir nur ve hakkı apaçık bildiren bir kitap gelmiştir.”
Maide Suresi 15

“Allah, Kendi rızasına uyan kimseleri o kitap vasıtasıyla selamet yollarına eriştirir,
İlahi izin ve iradesiyle onları inkâr karanlıklarından çıkarıp iman nuruna
kavuşturur ve dosdoğru bir yola iletir.”
Maide Suresi 16

diye buyrulmaktadır.

Cemaat namazlarında (iki kişi de bir cemaattir) imama uyan kişi bunu niyetle
söylemelidir. İmamın özel bir niyet çekmesine gerek yoktur. Namazda iken,

126
imamın kendisi dâhil olmak üzere arkasındaki bütün cemaat, Kur’ân’dan okumak
ve namazın gerekliliklerini yerine getirmek zorundadır. Yani imamla namaz
kılmak ile tek başımıza kıldığımız namaz arasında hiçbir fark yoktur. İmamın tek
görevi, cemaati yönlendirmek için sadece tekbirleri (Allahuekber), sesli bir
şekilde söylemektir. Geri kalan her şeyi ise fısıltı şeklinde sadece kendi duyacağı
ölçüde söyler. Cemaat de aynı şekilde okuduğu her şeyi yanındakinin
duymayacağı bir fısıltıda okur.

Cuma Suresi 9 ayetinde geçen; “Ey iman edenler, cuma günü namaz için çağrı
yapıldığı zaman, hemen Allah'ı zikretmeye koşun ve alış-verişi bırakın. Eğer
bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır” ifadesinden Cuma namazından bir saat
önce okunan “sela” gibi bir şeyin olmadığı, sadece insanları namaza çağıran bir
“EZAN”ın olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca ayetlerden namazdan önce okunan
kamet ve iç ezan gibi bir şeyin olmadığı da anlaşılmaktadır (kılınan hiçbir
namazdan önce kamet ve iç ezan okunmaz).

Cuma Suresi 9 ayetinde geçen “Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman,
hemen Allah'ı zikretmeye koşun ve alış-verişi bırakın” ifadesinden “Cuma namazı
anında dükkânların kapatılarak ticaret yapılmaması” gerektiği gibi bir sonuç da
çıkmaktadır. Bu da Cuma gününün tatil olmadığı, herkesin çalıştığı ve öğle vakti
geldiğinde de herkesin işini gücünü bırakarak namaza gitmek zorunda olduğunu
göstermektedir. Cuma Suresi 10 ayetinde geçen; “Artık namaz kılınınca da
hemen yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın” ifadesinden de
namaz bittikten sonra herkesin rızıklarını kazanmak için tekrardan dükkânlarına
dönmeleri ve dükkânlarını açmaları tavsiye edilmektedir. Yani Cuma günü, öğle
vakti girer girmez işimizi bırakıp hemen toplanıp namaz kılmamız (bir hutbe + iki
rekât namaz) ve ardından da işyerlerimize tekrardan dönmemiz emredilmektedir.
Bununla amaçlanan ise; haftada bir kez cuma öğle vakti tüm Müslümanların bir
araya gelip kaynaşmaları ve bilgi alış verişinde bulunmalarını sağlamaktır. İşte
bu nedenle cuma günü tatil yapılmamıştır. Çünkü eğer tatil olsa idi, herkes bir
yerde olacağından bu kaynaşma ve toplanma gerçekleşmeyecekti. Allah (cc), bu
şekilde özellikle cuma günü herkesin çalışılmasını isteyerek, herkesin işinin
başında olmasını ve vakti girdiği anda da topluca hutbe ve iki rekât namazın
aksatılmadan kılınmasını emretmektedir. Buna göre de; cumartesi, pazar,

127
pazartesi, salı, çarşamba ya da perşembe günü tatil olabilir ancak cuma günü
asla tatil olamaz, yapılamaz. O gün iş günüdür ve o gün özellikle
dağılmayacağız, tatil yapmayacağız ve işimizin başında olacak, namaza
çağrıldığımız anda da hemen bir araya geleceğiz.

Cuma Suresi 9 ayetinde geçen “Ya eyyuhelleziyne amenu” yani “Ey iman
edenler!” ifadesinden Cuma namazının kadın ve erkek olmak üzere herkese farz
olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü “Ey iman edenler!” ifadesine göre, kadınlar da
Allah'ın kulu ve iman edeni olduğuna göre Cuma namazını kadınlar da cemaat
halinde kılmak zorundadır. Eğer aksi olsa idi, Allah (cc) bunu Nur Suresi 30
ayetinde geçen "Kul lil müminun=Mümin erkeklere de de ki..." ve izleyen Nur
Suresi 31 ayetinde geçen "Kul lil müminatü =Mümin kadınlara da söyle ki..." gibi
bir ifade ile ayırırdı. Hâlbuki Cuma Suresi 9 ayetinde böyle bir ayrım yoktur. Bu
ayrımı, sadece gelenekçiler sözde meallerinde yapmaktadırlar. Kur’ân’da kadın-
erkek ayrımı, kadın hukukunu korumak amacı ile sadece miras, evlilik ve soyadı
gibi konularda gündeme getirilmiştir. Bunun haricinde Kur’ân’da başka hiç bir
konuda kadın-erkek ayrımı yapılmaz. Evet, ayete göre Cuma namazı kadınlara
da farzdır. Tüm yeryüzü bizlere "secde yeri" kılındığından kadınlar, Cuma
namazını kılmak için isterlerse camiye gidebilir, isterlerse de evlerinde
sığabilecekleri bir salonda cemaat halinde Cuma namazlarını kılabilirler (adetli
olan kadınlar da dilerlerse namaz abdestlerini alıp bu namazı kılabilirler).

Burada şunu da belirtmek gerekir ki kadınlar da imamlık yapabilir. Çünkü Hac


Suresi 77 ayetinde Allah, “Ey İMAN EDENLER! Rükû edin, secde edin;
Rabb’inize ibadet edin, hayır işleyin ki kurtulabilesiniz” diye buyurmaktadır.
Ayette geçen “EY İMAN EDENLER” ifadesi kadın-erkek tüm Müslümanları
kastetmekte olup ardından gelen “rükû edin, secde edin; Rabb’inize ibadet edin”
ifadesi de cemaat kavramına dikkat çekmektedir. Yani ayet, “Ey iman eden
kadın ve erkekler, namazı kılın ve kıldırın” demektedir. Ayet “Ey inanan erkek,
sen imam ol; ey inanan kadın sen sakın olma, imama uy!” şeklinde bir açıklama
yapmamaktadır.

128
Cenaze Töreni Nasıl Yapılır

“Ve la tüsalli ala ehadim minhüm mate ebedev ve la tekum ala kabrih innehüm
keferu billahi ve rasulihı ve matu ve hüm fasikun.”
Tevbe Suresi 84

Tevbe Suresi 84 ayetinin klasik yorumu şudur: “Onlardan ölen birinin namazını
hiçbir zaman kılma, mezarı başında durma. Çünkü onlar, Allah'a ve elçisine
(karşı) inkâra saptılar ve fasık kimseler olarak öldüler.”

Tevbe Suresi 84 ayetinin orijinal hali incelendiğinde ayette “namaz kılmak”


anlamına gelen “ekımıs salate” ifadesinin geçmediği görülür. Mealde “namaz”
olarak çevrilen “tü salli” kelimesi ise namaz değil, “anmak, ta’zim, ta’ziye”
anlamlarına gelir. Zaten “namaz kılmak” sadece Allah için yapılan bir tapınma
hareketi olduğundan ayette, “ölü için namaz kılmak” ifadesi geçse idi; bu
durumda o namaz, Allah’a şirk koşmak olurdu. Bu durumda cenaze törenini
yapan imam, aslında bizlere namaz kıldırmamakta, sadece defin törenini
yönetmektedir. Bu defin törenini ise herkes yapabilir, bunun için paralı bir imama
gerek yoktur.

Cenaze töreni bir namaz değil, bir son uğurlayıştır. Bu son uğurlayışta bütün
insanların ölümlü olduğu, bir gün hepimizin öleceği vurgusu yapıldığından
önemlidir. Ancak, farz değildir.

Cenaze töreninde; tekbir, kıyam ve kıraat dışında hiçbir şey yapılmaz. Cemaatin
içinden herhangi bir kişi imam olabilir (asla maaşlı bir imamın arkasında
durmayın. Durmak zorunda kalırsanız da asla niyetinizde “uydum imama” gibi bir
ifade kullanmayın). İmam olan kişi, “Niyet ettim Allah rızası için bu cenaze
törenini yapmaya” diye niyet eder. Arkadaki cemaat ise içlerinden kendi
duyabilecekleri bir fısıltı ile “Niyet ettim Allah rızası için mevtayı uğurlamaya,
uydum hazır olan imama” (eğer maaşlı bir imamın arkasında durmak zorunda
iseniz sadece; “Niyet ettim Allah rızası için mevtayı uğurlamaya” denir, “uydum
imama” denmez) şeklinde niyet eder. Niyet ettikten sonra imam yüksek sesle,
cemaat ise kendi fısıltısını duyacak şekilde “Allahuekber” deyip ellerini bağlar (ya
da isterse ellerini serbest bırakabilirler). Sonra imam da dâhil olmak üzere tüm

129
cemaat, herkes kendi fısıltısını duyacak bir seslilikte mevtaya Kur’ân’dan ayetler
okur. Daha sonra imam yüksek sesle, cemaat ise kendi fısıltısını duyacak şekilde
sağa ve sola “Selam ve Selam” diyerekten töreni bitirir.

Cenaze töreni bittikten sonra mevta, kabre gömülür. Ölenenin arkasından yas
tutmak, kendini paralamak ve hayat devam etmiyormuşçasına hareketlerde
bulunmak uygun değildir. Çünkü ölüm de yaşam kadar haktır. Ölenin borcu
varsa bu borçlarının ödenmesi, ailesine yardımlarda bulunmak, üzüntülerini
paylaşmak ve de ölenin ruhu için Kur’ân okumak yapılması gereken güzel
davranışlardandır.

130
Bayram Töreni

Bayramlarda kılınan namazlar da aslında bildiğimiz anlamda namaz değil,


sadece törendirler. Nitekim Kur’ân’da bayram namazı diye bir şey geçmez.
Bunlar sadece insanları bir araya toplamak, kardeşlik ve toplum bilinci
oluşturmak amacıyla Peygamber (as) tarafından yapılan uygulamalardır.

Bayram törenleri de tıpkı cenaze törenleri gibi yapılır. Cemaat içinden bir kişi
imam olur (maaşlı imam arkasında namaz kılınmaz) ve töreni yönetir. İmam önce
bir hutbe okur (Bilim-Kur’ân-Sevgi-Birlik içeren bir mesaj iletir) ve ardından kendi
duyabileceği bir fısıltıda; “Niyet ettim Allah rızası için bu bayram törenini
yapmaya” şeklinde niyet eder. Arkadaki cemaat ise içlerinden kendi
duyabilecekleri bir fısıltı ile “Niyet ettim Allah rızası için bu bayram törenini
yapmaya, uydum hazır olan imama” (eğer maaşlı bir imamın arkasında durmak
zorunda iseniz sadece; “Niyet ettim Allah rızası için bayram törenini yapmaya”
denir, “uydum imama” denmez) şeklinde niyet eder. Niyet ettikten sonra imam
yüksek sesle, cemaat ise kendi fısıltısını duyacak şekilde “Allahuekber” deyip
ellerini bağlar (ya da isterse ellerini serbest bırakabilirler). Sonra imam da dâhil
olmak üzere tüm cemaat, herkes kendi fısıltısını duyabilecek bir seslilikte,
Kur’ân’dan ayetler okur. Daha sonra imam yüksek sesle, cemaat ise kendi
fısıltısını duyacak şekilde sağa ve sola “Selam ve Selam” diyerekten töreni bitirir.
Törenden sonra cemaat, dilerse birbirleriyle kucaklaşıp birbirlerinin bayramını
kutlayabilirler.

131
KUR’ÂN’A GÖRE ALKOLÜN VE KUMARIN HÜKMÜ

“İnnema yürıdüş şeytanü ey yukıa beynekümül adavete vel bağdae fil hamri vel
meysiri ve yesuddeküm an zikrillahi ve anis salah fe hel entüm müntehun.”
Maide Suresi 91

Maide Suresi 91 ayetinin klasik meali şu şekilde verilmektedir:

“Oysa ki şeytan, şarap ve kumar ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve, sizi
Allah'ı zikretmekten ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunları terk edeceksiniz
değil mi?”
Maide Suresi 91

Ancak Maide Suresi 91 ayette geçen “hamri>>hamr” kelimesi, klasik meallerde


belirtildiği gibi “içki” anlamına gelmemektedir. “Hamr” kelimesi; beyni örten ve
bilinci kapatan her türlü madde için kullanılan genel bir tanımlamadır ve bu
kavram içerine her türlü uyuşturucu madde ve de sarhoşluk yaratacak düzeyde
alınan her türlü alkollü içecek de girmektedir. Ancak burada dikkat edilmesi
gereken bir durum; gerek uyuşturucu maddelerin gerekse de alkollü içeceklerin
alınması durumunda bunların beyni örtmesi, bilinci kapatması yani insanın
kendinden bir haberdar olması, ne yaptığını bilememesi durumunu (sarhoşluk)
oluşturmaları gerekmektedir.

Uyuşturucu maddelerin tamamı direk olarak beyni uyuşturmak ve zihni


kapatarak dünyadan soyutlanmak amacıyla alındığından tüm uyuşturucu
maddelerin kullanımı bu “hamr” kavramı içerisine girmektedir. Ancak alkollü
içeceklerin sarhoşluk etkisi oluşturmaları için belli bir miktarın üzerinde içilmeleri
gerekmektedir. İşte alkollü içeceklerin sarhoşluk yarattığı miktar düzeyi, bu
“hamr” kavramı içerisine girmektedir. Yani eğer alınan alkol miktarı, sarhoşluk
yaratmıyorsa alınan alkol miktarı, “hamr” değildir, ancak alınan alkol miktarı
sarhoşluk yapacak düzeyde ise bu durumda alınan alkol miktarı “hamr” dır ve
ayet kapsamına girmektedir.

Ayette geçen “meysir” kavramı ise “kumar” anlamına gelmekle birlikte bu ifade
ayette geçen “aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve, sizi Allah'ı zikretmekten ve
namazdan alıkoymak ister” cümlesi ile incelendiğinde bu kumar türünün,

132
kumarhanelerde oynanan ve sadece tek bir kazananın olduğu, topluma
herhangi bir yararı olmayan tüm kumar türlerini ifade ettiği anlaşılmaktadır.
Oysaki toplum bazında oynan şans oyunları, insanlar arasında kin ve düşmanlık
yaymayan ve bu şans oyunlarından elde edilen gelirlerin büyük çoğunluğunun
toplum yararına kullanıldığı oyunlar olup “meysir” kavramı içerisine girmezler.
Ancak kişinin tüm mal varlığını ya da çocuklarının, eşinin rızkını bilinçsizce bu
şans oyunlarına yatırması da “meysir” kavramı içerisinde değerlendirilir ve
bundan uzak durulması tavsiye edilmektedir.

Gelenekçiler tarafından Maide Suresi 91 ayeti içki ve kumarın haram olduğuna


delil olarak gösterilmektedir. Ancak ayet incelendiğinde ayette içki ve kumarın
haram olduğuna dair bir ifadenin kullanılmadığı görülmektedir. Ayette geçen tek
cümle “Artık bunları terk edeceksiniz değil mi?” şeklindeki öneri-tavsiye
cümlesidir. Bu ise içkinin ve kumarın haram olması anlamına gelmemektedir.
Allah (cc), sadece bu cümle ile içki ve kumarın insanın kendi iyiliği nedeniyle
bırakılmasının insanın kendisi için iyi olacağını, ancak bu konudaki nihai kararın
yine de insanın kendisine bırakıldığını belirtmektedir.

Yani Allah (cc), domuz etinin yenilmesi ve zina için kesin olarak haram demekle
birlikte içki ve kumar için haram dememiş, bunların kullanılıp kullanılmamasını
insanın kendi iradesine bırakmıştır (aslında insan, bu şekilde kendi iradesi ile
sınanmaya bırakılmıştır).

Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir durum her ne kadar bunların
kullanımı haram olmasa da bunların kullanımı sonucu ortaya çıkan bütün kötü
sonuçlardan doğrudan kişinin kendisinin mesül tutulacağıdır. Yani sarhoşluk
sonucu kişinin kaza yapıp başkasının canına kastetmesi ya da sarhoşluk
sonucu kişinin zina eylemini işlemesi gibi sarhoşluk anında işlenen bütün
haramlar, kişinin günah hanesine yazılır ve kişi bunları bilinçsizce işlemiş olsa
bile bunların hesabını doğrudan Allah(cc)’a verecektir. İşte bu nedenden dolayı
Allah (cc), “hamr” türü tüm madde ve içeceklerin içilmemesini tavsiye etmekte
eğer içilecekse de “hamr” etkisinin oluşmamasına dikkat edilmesini tavsiye
etmektedir. Aksi halde bunların “hamr” etkisi oluşturması durumunda oluşacak
tüm zararlı eylemlerin, kişinin kendisine zarar vereceğini ve oluşan tüm zararlı
eylemlerden kişinin kendisinin sorumlu tutulacağını belirtilmektedir.

133
Ayrıca aynı durum şans oyunları dahil olmak üzere tüm kumar türleri için de
geçerli olup, bireysel kumarcılık (sadece tek bir kişinin kazandığı) hiçbir şekilde
tavsiye edilmemekle birlikte toplum bazında oynanan şans oyunlarında da (eğer
kişi oynamak istiyorsa) kişinin asla ailesinin rızkını bu tip oyunlara yatırmaması
tavsiye edilmektedir (Toplum bazında oynanan tüm şans oyunlarına, sadece
toplumu zenginleştirmek için tüm toplumun yaptığı yatırımlar olduğu gözüyle
bakılmalıdır. Bu nedenle de şans oyunları asla herhangi bir şirketin, kurumun ya
da şahsın kendisine değil, sadece devletin kendisine ait olması gerekmektedir.
Aksi halde şans oyunları sadece birilerini zenginleştireceğinden ve de toplumu
fakirleştireceğinden ayette belirtilen “meysir” kavramı içerisine girerek
terkedilmesi gereken kumar haline gelirler) .

Gerek tüm “hamr” türlerinde gerekse de tüm şans oyunlarında asla kişinin
bağımlılık düzeyine ulaşmaması ve her durumda da iradenin kişinin kendi elinde
olmasına dikkat edilmelidir.

Bakara Suresi 219 ayetinde de yukarıda anlattığımız şeyleri destekler nitelikte


şöyle buyrulmaktadır:

“Yes’elûneke anil hamri vel meysir, kul fîhimâ ismun kebîrun ve menâfiu lin nâsi,
ve ismuhumâ ekberu min nef’ihimâ…”
Bakara Suresi 219

“Sana hamr ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem de
insanlar için yararlar vardır. Ama günahları yararlarından büyüktür…”
Bakara Suresi 219

Bakara Suresi 219 ayeti incelendiğinde ayette “hamr” ve “kumarın” haram


olduğuna dair bir ifadenin geçmediği görülmekte ve bununla birlikte hem “hamr”
hem de “kumar” için bunların hem yararlarının hem de zararlarının olduğu
belirtilmektedir. Bunların yarar noktasına bakıldığında “hamr” türlerinin tıbbı
amaç için kullanılması (hastaların acılarının dindirilmesi, ağrı kesiciler, ameliyat
esnasında narkoz vb.) ve devlet eliyle oynatılan şans oyunlarından elde edilen
kazancın büyük çoğunluğunun toplumun refahı için harcanması gibi şeyler
sayılabilir. Ancak bunların zararının yararlarından fazla olduğu belirtilmektedir.

134
Bu nedenle gerek hamr ve gerekse de kumar türlerinde bunların yarar-zarar
noktasına bakılarak bunların kullanılıp kullanılmaması gerektiğine karar
verilmesi gerekmektedir. Örneğin tüm uyuşturucu türleri (adından da
anlaşılacağı üzere) “hamr” olup sarhoşluk etkisi yaratarak bilincin kapanmasına
ve her türlü günahın işlenebilmesine olanak tanıdığından tüm uyuşturucu
türlerinin tıbbı amaç dışında asla kullanılmaması gerekmektedir.

Alkollü içkiler ise mümkün olduğunca içilmemeli içilecekse de alınan alkol


miktarının asla sarhoşluk yaratacak düzeyde alınmaması gerekir. Kumar ise
toplum bazında oynanan şans oyunları dışında asla bireysel kumar şeklinde
oynanmaması gerekmektedir. Aksi halde gerek “hamr” gerekse de bireysel
kumar türleri, insanlarda bağımlılık yaratarak insanları dolaylı olarak haram olan
şeylere yönledirip günah bataklığına sürükleyebilir (namazların kılınmaması,
oruç tutulmaması, adam öldürme, zina vb.).

Sarhoşluk yaratan tüm “hamr” türlerinin haram olmadığına dair diğer bir delil ise
Nisa Suresi 43 ayetidir:

“Ey iman edenler, sarhoş iken, ne dediğinizi bilinceye ve cünüp iken de


yolculukta olmanız hariç-gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın…”
Nisa Suresi 43

Nisa Suresi 43 ayeti incelendiğinde ayette cünüp iken namaza yaklaşılmaması,


ancak güsül abdesti alındıktan sonra namaz kılınabileceği belirtilmiştir. Aynı
şekilde bilincin kaybolduğu sarhoşluk durumunda da ne dediğimizi bilene kadar
yani bilincimiz yerine gelene kadar da namaza yaklaşmamamız, namaz
kılmamamız emredilmiştir. Yani nasıl ki cünüplük haram değilse ve her
cünüplükten sonra güsül abdesti alarak namazlarımızı kılabiliyorsak aynı
şekilde sarhoşluk durumu yaratan “hamr” türleri de haram değildir ve bunların
kullanımı ile oluşan sarhoşluk geçtikten ve bilincin kendine gelmesi ile (ne
dediğimizi bildiğimiz zaman) namazlarımızı kılabiliriz. Nitekim ayette; “ne
dediğinizi bilene kadar namaza yaklaşmayın” demektedir. Bu da, namaz kılan
birinin “hamr” türlerini kullanabildiğini ancak “hamr” kullanımı sonrasında oluşan
“sarhoşluk” durumunda asla namaza yaklaşılmaması gerektiğini, bilincin
kendine gelmesinin beklenilmesi gerektiğini belirtmektedir.

135
Dikkat: Kur’ân, asla uyuşturucu kullanılmasını, sarhoşluk düzeyinde alkollü içki
içilmesini, bireysel kumar oynanmasını tavsiye etmez, aksine bunların zararlı
eylemler olduğunu, bu nedenle de bunlardan uzak durulması gerektiğini tavsiye
etmektedir. Ancak Allah (cc), bunları haram kılmayarak bunların kullanılıp
kullanılmamasını, insan iradesine bırakarak insanları sınamaktadır.

“Ey iman edenler! Beyni örten, bilinci kapatan her türlü uyuşturucu madde ve
sarhoş yapacak düzeyde alınan alkolden, bireysel kumardan, adak adanılan,
kutsallaştırılan, kendisinden yardım beklenilen her türlü cisimden/türbeden ve
şeytan pisliği olan fal okundan (cincilikten) uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.”
Maide Suresi 90

Dikkat: İnsan iradesinin zayıflığı gözönünde bulundurulduğunda toplumun


geleceği ve refahı için devlet, uyuşturucu türlerini ve bireysel kumarı
yasaklamalı ve tüketilen alkol miktarına da sınırlandırma getirmelidir. Ayrıca
sigara da “hamr” kavramı içerisinde değerlendirilebilecek düşük çapta bir
uyuşturucu, bir bağımlılık maddesi olduğundan sigaranın da yarar-zarar dengesi
gözetlendiğinde sigaranın da gerek kişinin kendisine, gerek çevresindekilere ve
gerekse de doğaya verdiği zararlar gözönünde bulundurulduğunda bu bağımlılık
maddesinin de yasaklanması ya da sınırlandırılması gerekmektedir.

Şunları da bilmekte yarar vardır ki; gelenekçilerin belirttiği gibi alkol alınmasının
insanı 40 gün imansız bırakacağı ve bu nedenle de o kişilerin hiçbir ibadetinin
kabul olmayacağı bir uydurmacadır. Eğer alkol haram edilmiş olsa idi; bir çok
meyve ve sebze alkol içerdiğinden otomatikman bir çok meyve ve sebze de
haram kılınmış olacaktı. Ayrıca bir şeyi haram etme yetkisi sadece Alemlerin
Rabbı olan Allah’a hastır ki, Allah (cc) de haram olan şeyleri açık bir şekilde
Kur’ân’da belirtmiştir. Bu nedenle Allah’ın haram etmediği bir şeyi haram
etmeye kalkmanın sadece Allah’a şirk koşmak anlamına geleceği asla
unutulmamalıdır.

“Şunu da söyle: “Allah şunu haram etmiştir diye tanıklık edip duran şahitlerinizi
getirin.” Eğer tanıklık ederlerse sakın onlarla birlikte tanıklık etme! Ayetlerimizi
yalanlayanlarla âhirete inanmayanların keyifleri ardınca gitme! Onlar, kendi
Rablerine başkalarını denk tutuyorlar.” En’am Suresi 150

136
Tahrim Suresi 1. ayeti gereği, Peygamber Efendimiz dâhil olmak üzere hiç
kimse kendi kafasına göre haram, helal, günah ve sevap üretemez.

“Ey Peygamber! Allah’ın sana helal kıldığı şeyi, eşlerinin hoşnutluğunu


isteyerek neden haramlaştırıyorsun?”
Tahrim Suresi 1

137
KUR’ÂN’A GÖRE DOMUZ ETİNİN HÜKMÜ

“Ey iman edenler! Eğer siz ancak Allah’a kulluk ediyorsanız, size verdiğimiz
rızıkların iyi ve temizlerinden yiyin ve Allah’a şükredin. Allah, size ancak leş,
kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur
olur da, istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın yemek zorunda
kalırsa, ona günah yoktur. Şüphesiz, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet
edendir.”
Bakara Suresi 172-173

Bakara Suresi 172-173 ayetleri incelendiğinde domuz eti yemenin kesin olarak
haram kılındığı görülmektedir.

Buna göre herhangi bir mazeret olmadan (açlık gibi) domuz eti yiyen bir kişi
doğrudan Allah’ın yasakladığı bir şeyi yaptığından haram işlemiş olur.

Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir durum; her ne kadar domuz eti yemek
haram olsa da domuzdan yapılmış ürünlerin kullanımının (Dikkat; domuzun
yenmesi değil, domuz ürünlerinin kullanımı) haram olmadığı gerçeğidir.

Örneğin domuz yağının kullanıldığı kozmetik ürünleri, domuz barsağından


yapılan jelatinleri, ilaç kapsüllerini kullanmak haram değildir. Ayrıca domuzun
organlarından yararlanarak yapılan organların insan da kullanılması da haram
değildir. Çünkü ayette sadece domuz etinin yenmesinin haram kılındığı
yazmaktadır. Domuzdan tıbbı amaçlı yararlanmanın ya da insan yararına bir
şeyler üretilmesinin ve bunların da insan tarafından kullanılmasının haram
olduğuna dair bir ifade, ayetlerde geçmemektedir.

138
ORUÇ VE FİTRE

“Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi oruç size de yazıldı (farz
kılındı). Umulur ki sakınırsınız.”
Bakara Suresi 183

“(Oruç) Sayılı günlerdir. Artık sizden kim hasta ya da yolculukta olursa


tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutsun). Zor dayanabilenlerin
üzerinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye (vardır). Kim gönülden bir hayır
yaparsa bu da kendisi için hayırlıdır. Oruç tutmanız -eğer bilirseniz- sizin için
daha hayırlıdır.”
Bakara Suresi 184

“Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın


açık delilleri olarak Kur’ân’ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını
idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı
günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk
istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine
karşılık, Allah’ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir.”
Bakara Suresi 185

“Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak, size helal kılındı. Onlar sizin


örtüleriniz siz de onlara örtüsünüz. Allah gerçekten sizin nefislerinize ihanet
etmekte olduğunuzu bildi tevbenizi kabul etti ve sizi bağışladı. Artık onlara
yaklaşın ve Allah’ın sizin için yazdıklarını dileyin. Fecir vakti sizce beyaz iplik
siyah iplikten ayırd edilinceye kadar yiyin için sonra geceye kadar orucu
tamamlayın. Mescidlerde itikâfta olduğunuz zamanlarda onlara (kadınlarınıza)
yaklaşmayın. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır (sakın) onlara yanaşmayın. İşte Allah
insanlara ayetlerini böylece açıklar; umulur ki sakınırlar.”
Bakara Suresi 187

Bilindiği üzere Bakara Suresi 185 ayeti gereği oruç, Ramazan ayında tutulması
gereken farz bir ibadettir. Ancak bilinmeyen şey orucun tutulma ve açılma
saatleridir. Özellikle orucun açılma saatleri incelendiğinde orucun hava
kararmadan önce açıldığı görülecektir. Oysaki Bakara Suresi 187 ayetinde

139
geçen “Fecir vakti sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırd edilinceye kadar yiyin
için sonra geceye kadar orucu tamamlayın” ifadesi gereği, orucun açılabilmesi
için havanın kararması, gecenin girmesi yani herhangi bir ışık kaynağının
olmadığı, bulutsuz ve Ay’ın olmadığı bir gökyüzünde elimizde bulunan biri ak
(beyaz) diğeri de kara (siyah) ipliği ayırt edemememiz gerekmektedir.

İşte ak iplik ile kara ipliğin birbirinden ayırt edilemediği akşam karanlığı,
oruçlarımızı açabileceğimiz, yemeklerimizi yemeye başlayabileceğimiz andır
[Bu an, daha önceden belirttiğimiz üzere, akşama ait sivil alacakaranlık
zamanıdır (civil twilight end)]. Bu andan (hava kararmadan) önce açılan hiçbir
oruç, ayet gereği asla kabul olmaz. Bu nedenle mutlaka oruçlarımızı açmak için
havanın kararmasını beklememiz gerekmektedir. Aynı şekilde oruç tutmak için
de yemek yiyebileceğimiz son nokta sabah saatlerinde aynı ak iplik ile kara ipliği
ayırt edebildiğimiz an [Bu an, daha önceden belirttiğimiz üzere, oruç tutmaya
kalktığımız günün sabahına ait sivil alacakaranlık zamanıdır (civil twilight start)]
olarak ifade edilmektedir.

Not: Söz konusu güneş programları, bulunan konuma bağlı olarak hata yapma
olasılığına sahip olduklarından, mutlaka bu programlarla elde edilen vakitlerde,
özellikle gökyüzünün gerçekten karardığına ya da aydınlanmış olduğuna, kendi
gözümüzle de bakmamamız gerekmektedir. Buradan elde edilecek sapma
zamanı, öğle zamanına eklenerek, güneşin tepe konumu buna göre yeniden
belirlenebilir.

Oruç ile ilgili diğer bir kargaşa ise Ramazan ayının ne zaman girdiği ve ne
zaman bittiğidir. Bakara Suresi 185 ayetine göre oruç, Ramazan ayında
tutulması gereken farz bir ibadettir. Ramazan ayı ise Hicri takvime yani Ay
takvimine göre belirlenir. Bunun nedeni ise oruç günlerinin her zaman yılın aynı
günlerine denk gelmemesini ve bu şekilde yılın değişik zamanlarında da
orucun-açlığın zorluğunu anlayarak empati kurmayı ve israftan kaçınmayı
öğrenmektir.

Hicri takvime göre Şaban Ay’ı bittikten sonra Ramazan Ay’ı başlar. Şaban
Ay’ının son günü, “Yeni Ay” görünmesi ile biter ve “Yeni Ay”’ın görünmesi
Ramazan ayının başlaması anlamına gelir. Yani bir kişi, bulunduğu bölgede

140
Şaban ayında “Yeni Ay”’ın göründüğünü idrak ettiği/edeceği anda o günün
gecesinde oruç tutmaya başlar. Aynı şekilde Ramazan ayında tekrardan “Yeni
Ay”’ın görünmesi ile Ramazan ayı, yani oruç biter. Bulunduğu bölgede “Yeni
Ay”’ı idrak eden/edecek bir kişi, o gün oruç tutmaz, bayram namazına/törenine
kalkar (Ramazan ayı/oruç ayı; Şaban ayından sonraki iki “Yeni Ay” periyodu
arasındaki zamandır).

Bayramların temel amacı; insanlar arasındaki sevgi ve birliktelik bağlarının


kuvvetlenmesini sağlamaktır. Bu nedenle bayram törenleri; insanların
birlikteliğine vurgu yapan hutbelerle başlamalı ve daha önceden belirttiğimiz
şekilde bayram namazının (töreninin) kılınması ve törenden sonra da insanların
birbirleri ile kucaklaşması/selamlaşması ile bitirilmelidir.

Konun daha iyi anlaşılması için şu açıklamaları da yapmak yararlı olacaktır:


Akşam vaktinden (hava karardıktan) sonraki saatler, bir sonraki günün gecesini
ifade eder ve saat: 00:00’dan sonra da bir sonraki gün, başlamış olur. Örneğin;
Cuma gecesi, Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gecedir. Bir tam gün, bir önceki
akşam güneşin batmasıyla başlar ve ertesi akşama kadar sürer. Dolayısıyla; bir
günün içerisinde [akşam olmadan (hava kararmadan)] herhangi bir saatte
(gündüz, öğle, öğleden sonra herhangi bir saatte, hatta akşam vaktinden 1
dakika öncesinde bile “Yeni Ay” görünürse farketmez) “Yeni Ay” görünüyorsa
(Şaban Ay’ı içerisinde) bu, o günün tamamının Ramazan Ay’ına
devredileceği/devredildiği anlamına gelir. Yani “Yeni Ay”’ın
göründüğü/görüleceği o günün gecesinin sahur olduğu/olacağı ve “Yeni Ay”’ın
görüneceği/göründüğü o günün oruçlu geçirileceği (o günün gecesinde sahura
kalkılmış olması) anlamına gelir. Aynı şekilde Ramazan Ay’ı, içerisinde de
yeniden “Yeni Ay”’ın göründüğü gün (gündüz, öğle, öğleden sonra herhangi bir
saatte, hatta akşam vaktinden 1 dakika öncesinde bile “Yeni Ay” görünürse
farketmez) orucun bittiği/biteceği, o gün oruç tutulamayacağı, o günün bayram
olarak kutlanacağı, o günde Ramazan Ay’’ının bittiği, o günün Şevval Ayı’na
devredildiği anlamına gelecektir.

Ay periyotlarını izlemek ve oruç zamanlarını tayin etmek amacıyla “moon


phase” gibi bir çok program ya da bu konu kapsamındaki birçok internet sitesi

141
kullanılabilir. Aşağıda Ramazan Ay’ını/orucun başlama zamanını tanımlamak
için bir görsel ve tablo bulunmaktadır.

Ramazan Ay’ının başlama ve bitiş zamanlarını gösterir örnek şekil.

Yeni Ay’ın olası görünebileceği saatlere göre orucun/bayramın başlama


zamanını anlatır örnek tablo.

Yeni Ay’ın Yeni Ay’ın Sivil Alacakaranlık


Görüneceği Görüneceği (Civil Twilight End) Açıklama
Örnek Tarih Saat:Dakika Saat:Dakika
Şaban Ay’ı içerisinde örneğin
23.04.2121 Çarşamba günü akşama ait
sivil alacakaranlık saati (bu, 24.04.2121
tarihine ait Çarşambayı Perşembeye
00:00 bağlayan gece olmuş olur. Yani
00:01 Perşembe gecesi), Yeni Ay’ın
23.04.2121 02:00 görüneceği örnek saatlerden daha ileri
17:47
Çarşamba 08:00 olduğundan, bu gece [Salı gününü,
15:30 Çarşambaya bağlayan gece, yani
17:46 Çarşamba gecesi--sabaha kadar (güneş
doğmadan önce) herhangi bir saatte]
kalkıp sahur yapıp, oruç tutmamız
gerekmektedir (Bu örnek Yeni Ay
görünme saatlerine göre, 23.04.2121

142
Çarşamba günü, Ramazan Ay’ına
devredilir). Yani 22.04.2121’i
23.04.2121’e bağlayan gece, kalkıp
sahur yapacağız ve 23.04.2121
Çarşamba gününü oruçlu geçireceğiz.

Aynı mantık ile Ramazan Ay’ı içerisinde


belirtilen olası saatlerde yeniden Yeni
Ay görünürse, bu durumda o gün
Şevval Ay’ına devredilir ve o gün
bayram olarak kutlanır (yani yukarıdaki
örneğe göre 23.04.2121 Çarşamba
günü, bayram olarak kutlanır).
Şaban Ay’ı içerisinde örneğin
23.04.2121 Çarşamba günü Yeni Ay,
akşam 17:47, 17:48, 20:30 ya da 23:59
gibi herhangi bir saatte görünüyorsa, bu
durumda, akşama ait sivil alacakaranlık
saati, Yeni Ay’ın görünceği saatten
daha geri olduğundan, 23.04.2121’i
24.04.2121’e bağlayan gece (Perşembe
gecesi), kalkıp sahur yapacağız ve
24.04.2121 Perşembe gününü oruçlu
geçireceğiz (Akşama ait sivil
alacakaranlık zamanından sonra bir
17:47
sonraki günün gecesi yani 24.04.2121
23.04.2121 17:48
17:47 Perşembe gecesi başladığından ve
Çarşamba 20:30
Yeni Ay, 23.04.2121 tarihine ait akşama
23:59
ait sivil alacakaranlık başlama saatinden
sonra doğduğundan otomatikman
Çarşambayı Perşembeye bağlayan
geceyi, yani Perşembe gecesini ve
Perşembe gününü Ramazan Ay’ına
devreder).

Aynı mantık ile Ramazan Ay’ı içerisinde


belirtilen olası saatlerde yeniden Yeni
Ay görünürse, bu durumda; Yeni Ay,
23.04.2121 tarihine ait akşama ait sivil
alacakaranlık başlama saatinden sonra

143
doğduğundan otomatikman Çarşambayı
Perşembeye bağlayan geceyi, yani
Perşembe gecesini ve Perşembe
gününü Şevval Ay’ına devreder ve o
gün bayram olarak kutlanır (yani
yukarıdaki örneğe göre 24.04.2121
Perşembe günü, bayram olarak
kutlanır).

Bakara Suresi 184-185 ayetleri gereği herhangi bir nedenden dolayı oruç
tutamayanlar (Yolculuk, sağlık problemleri, öğrencilerin sınavının olması gibi
olası tüm mazeretler buna dahildir. Çünkü oruç kaza edilebilir farz bir ibadettir)
ya da orucunu açmak zorunda kalanlar tutamadıkları gün sayısınca sonradan
tutmalıdırlar (bayramlarda oruç tutulmaz).

Oruç, eğer yaz ayına denk gelmişse sıcakta çalışan özellikle inşaat işçileri,
maden işçileri, oruçlarını kış ayına tehir edip, kışın tutabilirler. Oruç tutan bir kişi
şiddetli baş ağrısı çekerse, aşırı derecede susarsa, tansiyonu, şekeri düşerse
ya da herhangi bir nedenden dolayı kendini iyi hissetmese sonradan tutmadığı
bu orucu tutmak koşuluyla orucunu açabilir.

Kalıcı sağlık problemleri nedeniyle hiç oruç tutamayacak durumda olanlar ise
tutmadıkları gün sayısınca fakir, yoksul doyurmalıdırlar (tutamadıkları her gün
için bir fakirin günlük yemek ihtiyacını karşılamalıdırlar. Örneğin 10 gün oruç
tutamayan bir kişi, bir fakirin 10 günlük yemek ihtiyacını karşılamalıdır).

Ramazan ayı içinde “fitre, fıtır” sadakası vermek, zengin olsun fakir olsun
herkese farz olup evdeki kişi sayısınca, yardıma muhtaç olanlara verilmek
zorundadır (Ellerinde verebilecek hiçbir şeyi bulunmayanlar bundan muaftırlar).
FiTRe ve iFTaR aynı kökten türemekte olup fitre miktarı, bir iftar yemeği bedeli
kadardır. Bu iftar yemeği bedeli; evdeki kişi sayısınca hesaplanıp para olarak
yardıma muhtaç olanlara verilebileceği gibi evdeki kişi sayı kadar kişinin de
doyurulması ya da bir kişinin doyabileceği kadar tahıl ürününün (makarna,
pirinç, bulgur gibi) evdeki kişi sayısınca hesaplanıp yardıma muhtaç olanlara
verimesi şeklinde de yerine getirilebilir. Zengin olsun fakir olsun herkesin “Fitre”

144
vermesindeki temel amaç, toplum bazında paylaşımcı ruhu artırmaktır (ayrıca
başın ve bedenin zekâtı olarak belaların defi için de verilir). Bu nedenle fakir
olan insanların da fitre vermesi zorunludur. Bu fakirler, fitrelerini kendilerinden
daha fakir kişilere ya da çocuk esirgeme kurumlarına verebilirler.

Not: Daha önceden belirtiğimiz gibi Kur’ân’da, 3 vakit farz namazı ve


“vitr=teheccüd” denilen sünnet namazı dışında başka bir namaz olmadığından,
Ramazana has olarak bilinen teravih namazı diye bir namaz da yoktur ve bu
nedenle de kılınamaz, kılınmamalıdır.

Not: Kadir gecesinin, Ramazan ayının son haftasında aranması gerektiği hadisi
bir uydurmacadır. Kadir gecesi, astronomik bir olay olarak galaksi hareketlerinin
keşişimini ifade eder ve bu keşişimin günü her yıl değişim gösterir.

Not: Ay takviminin Ramazan ayını ve Hac aylarını belirlemek haricinde kutsal bir
yanı yoktur. Bu nedenle gelenekçilerin güneş takvimi yerine Hicri takvimi
kullanmakta ısrar etmeleri mantıksız bir davranış olup Kur’ân (İsra Suresi 12)
günlerin ve yılların hesabı için güneş takvimini kullanmamız gerektiğini
emretmektedir.

“Biz geceyi ve gündüzü (kudretimizi gösteren) iki alâmet yaptık. Rabbinizden


lütuf isteyesiniz, yılların sayısını ve hesabını bilesiniz diye gece alametini giderip
gündüz alametini aydınlatıcı kıldık. İşte biz her şeyi açıkça anlattık.”
İsra Suresi 12

Not: Hicri takvime göre kutlanan Regaib ve Mevlit kandilleri de dinimize


uydurma hadislerle geçmiş olup gerçekte Peygamber Efendimizin ana rahmine
düştüğü tarih ve de doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Kaldı ki bu
günler bilinse dahi bunların Hicri takvime göre kutlanması büyük bir
mantıksızlıktır. Çünkü bu, Hicri takvime göre Peygamber Efendimizin doğum
tarihinin her yıl değişmesi anlamına gelmektedir. Ayrıca bu kandillerde ya da
özel günlerde mevlit okunması da büyük bir günahtır. Çünkü mevlit, 1409-1410
yıllarında Süleyman Çelebi tarafından yazılmış ve 1588 yılında III. Murat
tarafından resmi hale getirilmiş uydurma bir eserdir. Bu eserde Peygamber
Efendimizin putperest olan annesi ve babası övülmekte ve meleklerin annesi

145
etrafında tavaf ettikleri iddia edilmektedir. Oysaki melekler asla putperest olan
kimseleri övmez ve yüceltmezler (Peygamber Efendimizin ailesinin putperest
olması asla Peygamber Efendimizi küçültmez, çünkü bir çok peygamberin
anne-babası, akrabaları putperestti. Bu nedele yalan-yanlışlarla peygamberi
yüceltmeye asla kalkışmamak gerekmektedir. Aksi halde Allah ve Peygamber
adına yalan uydurulmuş ve cehennem garantilenmiş olunur). Ancak yine de bu
günleri kutlamak isteyenler mevlit okutmamak koşuluyla Kur’ân’dan okuyarak
kutlayabilirler.

146
HAC VE KURBAN

“Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı gökleri ve yeri yarattığı günden beri
Allah’ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan
hesab (din) budur. Öyleyse bunlarda kendinize zulmetmeyin ve onların sizlerle
topluca savaşması gibi siz de müşriklerle topluca savaşmayın. Ve bilin ki Allah
takva sahipleriyle beraberdir.”
Tevbe Suresi 36

“Sana hilalleri (doğuş halindeki ayları) sorarlar. De ki: “O insanlar ve hac için
belirlenmiş vakitlerdir. İyilik (birr), evlere arkalarından gelmeniz değildir ama iyi-
lik sakınan(ın tutumudur). Evlere kapılarından girin. Allah’tan sakının umulur ki
kurtuluşa erersiniz.”
Bakara Suresi 189

“Hac bilinen aylardır. Böylelikle kim onlarda haccı farz eder (yerine getirir)se
(bilsin ki) hacda kadına yaklaşmak fısk yapmak ve kavgaya girişmek yoktur. Siz
hayır adına ne yaparsanız Allah onu bilir. Azık edinin şüphesiz azığın en
hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl sahipleri benden korkup-sakının.”
Bakara Suresi 197

“Rabbinizden bir fazl istemenizde sizce sakınca yoktur. Arafattan hep birlikte
indiğinizde Allah’ı Meşari Haramda anın. O sizi nasıl doğru yola yöneltip-ilettiyse
siz de O’nu anın. Gerçek şu ki siz bundan evvel sapmışlardandınız.”
Bakara Suresi 198

“Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak
büyük bir günahtır. (İnsanları) Allah yolundan çevirmek, Allahı inkâr etmek,
Mescid-i Haram’ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah
katında daha büyük günahtır. Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir
günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size
karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse,
onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar
cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar.”
Bakara Suresi 217

147
“Ey iman edenler, Allah’ın şiarlarına haram olan aya kurbanlık hayvanlara
(onlardaki) gerdanlıklara ve Rablerinden bir fazl ve hoşnutluk isteyerek Beyt-i
Harama gelenlere sakın saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktınız mı artık
avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haramdan alıkoyduklarından dolayı bir topluluğa
olan kininiz sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva konusunda
yardımlaşın günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah’tan korkup-
sakının. Gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.”
Maide Suresi 2

Hac, zengin olan birinin hayatı boyunca bir kez yapması gereken bir ibadettir.
Hacca giden bir kişinin ise tekrardan hacca gitmesi doğru bir davranış değildir.
Bu kişiler, hacca gitmek yerine bu parayı ya yardıma muhtaç kişilere infak
etmeli ya da gitmek isteyip de maddi durumundan dolayı gidemeyenleri Hacca
göndermek için kullanmalıdırlar. Hacca giden bir kişinin, geri de bıraktıklarının
tüm maddi ihtiyaçlarını dönene kadar karşılamış olması gerekmektedir. Aksi
halde bu kişiler, geride bıraktıklarını zor durumda bırakacaklarından hacları
kabul olmaz.

Ayrıca Hac bilindiğinin aksine her yıl kurban bayramına denk gelen 4 günlük
sürede yapılmaz. Yukarıdaki ayetler gereği dört HARAM ay (savaşmanın yasak
olduğu hürmete lâyık olan aylar) olan Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Receb
aylarından herhangi birinde yapılabilir. Yani siz, bu dört ayın herhangi bir
gününde hac ibadetinizi yerine getirip hacı olabilirsiniz. Aynı şekilde kurbanlar
da bu dört haram ayın herhangi bir gününde kesilebilir (Kurban bayramı denen
4 günlük süre, gerçekte geçmişte İslam önderlerinin Hac’ta biraraya gelerek
İslam dünyasının sorunlarını ele aldıkları toplantı günleri idi, zamanla bu günler
hacı olmak için gereken günlere ve kurban bayramı günlerine
dönüşmüştür/dönüştürülmüştür).

Hac’ta “şeytan taşlamak” diye bir adet de gerçekte yoktur. Bu adet, İslam öncesi
Arap geleneklerinden kalmıştır. Çünkü Kur’ân’da böyle bir şey geçmez.
Kur’ân’da geçen “Göğü taşlanan şeytandan koruduk” ve “Gökte şeytana taş
atmalar kıldık” gibi ayetler ise gaybı dinlemeye çalışan şeytanlar için bir ceza
olan ŞIHAB’ları anlatmaktadır.

148
Hac ibadeti yapan bir kişinin Bakara Suresi 198 ayeti gereği Arafat’a çıkması
gerekmektedir. Arafat’a çıkmayan bir kişi hacı olamaz.

Hac gibi Kurban da sadece zengin olanların yapması gereken bir ibadettir ve 4
haram ayın herhangi bir gününde yapılabilir. Kurban konusunda şu gerçeklerin
de mutlaka bilinmesi gerekmektedir:

1) Kesilen kurban eti, üç eşit paraçaya bölünmelidir. Bunlardan bir parçası


kişinin kendi ailesine, ikinci parçası muhtaç komşu ve akrabalara, son
parçası ise yoksul eğitimci, öğrenci ya da çocuk esirgeme kurumuna
verilmelidir.
2) Sadece 4 ayaklı hayvanlar Allah için kesilmek koşuluyla kurban edilebilirler.
Kurban, besmele ile hayvanların canı acıtılmadan, işkence yapılmadan,
temiz ve gözden uzak bir yerde yapılmalıdır.
3) Maide Suresi 3 ayeti gereği yaralı ve ölmüş hayvanlardan kurban olmaz.
Ayrıca hamile ve yaşı küçük olan hayvanlar da kurban olmaz.
4) Kurbanı tek kişi kesebileceği gibi birkaç kişi bir araya gelerek de kurban
kesebilir. Ancak bunda da yine yukarıda belirttiğimiz gibi paylaştırma esastır.
5) Kurbanı kişinin kendisinin kesmesi şart değildir, hazır bir şekilde kesilmiş ve
parçalanmış kurban da satın alınabilir.
6) Kurban kesmek istemeyen bir kişi kurban parasınının tamamını yardıma
muhtaç olanlara verebilir. Bu para tek bir kişiye verilebileceği gibi
paylaştırılabilir de. Bu paranın dağıtılmasında ise şu sıra izlenmelidir: Yoksul
eğitimci, yoksul öğrenci, çocuk esirgeme kurumları, çevremizdeki yoksullar
gibi… (Kurban parasının bu şekilde dağıtılması, kurban kesmekten daha
büyük bir sevap olup, insanların kurban kesmek yerine bu şekilde
ibadetlerini yerine getirmeleri önemle tavsiye edilir).

149
ZEKÂT

“Namazı dosdoğru kılın zekâtı verin ve rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin.”
Bakara Suresi 43

“Hani İsrailoğulları'ndan, "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anneye-babaya,


yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilikle davranın, insanlara güzel söz söyleyin,
namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin" diye misak almıştık. Sonra siz, pek
azınız hariç, döndünüz ve (hala) yüz çeviriyorsunuz.”
Bakara Suresi 83

“Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin; önceden kendiniz için hayır olarak neyi
takdim ederseniz, onu Allah Katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı
görendir.”
Bakara Suresi 110

"Nerede olursam (olayım,) beni kutlu kıldı ve hayat sürdüğüm müddetçe, bana
namazı ve zekâtı vasiyet (emr) etti."
Meryem Suresi 31

"Dosdoğru namazı kılın, zekâtı verin ve elçiye itaat edin. Umulur ki, rahmete
kavuşturulmuş olursunuz."
Nur Suresi 56

"Ki onlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve onlar, ahirete kesin bilgiyle
iman ederler."
Neml Suresi 3

Yukarıdaki ayetler gereği, zekât, tüm müslümanlara farz olan ve yapılması


mecburi olan bir ibadettir.

“Sadakalar (zekât), -Allah'tan bir farz olarak- yalnızca fakirler, düşkünler, (zekât)
işinde görevli olanlar, kalpleri ısındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah yolunda
(olanlar) ve yolda kalmış(lar) içindir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
Tevbe Suresi 60

150
Tevbe Suresi 60 ayeti gereği, zekât, sadece muhtaç olanlara verilir.

“Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size


çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan
alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah
zengindir, övgüye lâyıktır.”
Bakara Suresi 267

“Ey iman edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve kayırma bulunmayan


gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın.
Gerçekleri inkâr edenler elbette zalimlerdir.”
Bakara Suresi 254

“Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri hasretle arzu etmeyiniz.


Erkeklerin de kazandıklarından bir payları var, kadınların da
kazandıklarından bir payları var. Allah'ın lütfunu isteyiniz. Şüphesiz Allah, her
şeyi bilmektedir.”
Nisa Suresi 32

"O'dur hem ekilip biçilen ve hem de kendiliğinden yetişen bahçeleri var eden,
hurma ağaçlarını, çeşit çeşit mahsüller veren tarlaları, zeytin ağacını ve narı
meydana getiren, hepsi yaratılış ve gelişme ilkelerinde birbirine benzer ama
yapı, görüntü ve tad olarak birbirinden çok farklıdır. Ürün verdikleri zaman
onların ürününden yiyin; mahsulün biçilip toplandığı gün fakirlerin hakkını verin.
Fakat israf etmeyin. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez.
En’am Suresi 141

Yukarıdaki ayetler gereği, zekât, erkek olsun kadın olsun tüm Müslümanlar
üzerine, kazanılan, ihtiyaç fazlası olarak biriktirilen, arta kalan mal-mülk-para vb.
şeyler üzerinden yapılması gereken mali bir ibadettir.

“Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri hasretle arzu etmeyiniz.


Erkeklerin de kazandıklarından bir payları var, kadınların da
kazandıklarından bir payları var. Allah'ın lütfunu isteyiniz. Şüphesiz Allah, her
şeyi bilmektedir.”
Nisa Suresi 32

151
“Erkek ve kadından her biri için anne, baba ve akrabanın bıraktığından
hisselerini alacak olan varisler kıldık. Yeminlerinizin bağladığı/kendileriyle
anlaşma yaptığınız kimselere de haklarını veriniz. Çünkü Allah, her şeyi
görmektedir.”
Nisa Suresi 33

Nisa Suresi 32-33 ayetleri birlikte incelendiğinde zekâtın, biriktirilmiş, ihtiyaçtan


arta kalan, miras bırakılabilecek düzeyde kazanılan bir kazancın belli bir oranı
olduğu anlaşılmaktadır. İnsanlar, kazandıkları ihtiyaç fazlası mallarının zekâtını
verdikten sonra, bu mallarını biriktirerek, miras olarak yakınlarına bırakabilirler
(yani yukarıdaki ayetler ve Kur’ân’da geçen diğer miras ayetleri gereği; mal
biriktirmek, bir şeylere sahip olmak, miras, geleceği garantilemek için birikim
yapmak vb. şeyler yasaklı değildir). Nisa Suresi 32-33 ayetleri ve yukarıda bahsi
geçen diğer ayetler, birlikte incelendiğinde, ihtiyaç fazlası mal-mülk-para gibi
tüm kazanımların zekâtı verildikten sonra bu malların kişinin doğrudan
kendisine ait olacağı, bunlar için bir kere zekât verilmesinin, zekât emrinin
yerine getirilmesi için yeterli olacağı, sürekli sürekli aynı mallar için (yeni mal-
mülk-para-kazanç elde edilmediği sürece) zekât vermenin gerekmediği (bu
zekâtı verilen şeylerden sonra yeni mal-mülk-para gibi şeyler biriktirilirse,
biriktirilen bu yeni şeylerin de zekâtı verilmesi gerekmektedir) vurgulanmaktadır.

“Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri hasretle arzu etmeyiniz. Erkeklerin
de kazandıklarından bir payları var, kadınların da kazandıklarından bir payları
var. Allah'ın lütfunu isteyiniz. Şüphesiz Allah, her şeyi bilmektedir.”
Nisa Suresi 32

"Yardım isteyenlere ve yoksullara mallarından belli bir pay ayırırlardı."


Zariat Suresi 19

“Mallarında, belli bir hak vardır.”


Mearic Suresi 24

"Akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma!


Çünkü savurganlar şeytanların dostlarıdır. Şeytan da rabbine karşı çok
nankördür." İsrâ Suresi 26-27

152
Yukarıdaki ayetleri gereği, zekât, kazanılan mal-mülk-para vb. şeyler üzerinden
ve kazanılanın (ihtiyaç fazlası, elde edilen kâr) bu şeylerin belli bir oranı (payı)
olarak verilmesi gerekmektedir.

Zekât, insanların geçimlerinden fazla olan kazançlarından yılda bir kere vermek
zorunda oldukları mali bir ibadettir. Ancak zekât miktarı gelenekçilerin
belirttiğinin aksine (1/40) oranında değil, Kur’ân’a göre (1/12) oranında verilir.
Yani bir kişi ailesinin geçiminden fazla kazanıyorsa (ay sonunda para
biriktirebilecek kadar elinde bir şeyler kalıyorsa) yılda bir defa (12 ayda 1 ay) o
yılda topladığı paraların, altınların, değerli eşyaların (1/12)’sini zekât olarak
vermeli ve bu şekilde de sahip olduğu malların zekâtını çıkarmalıdır.

Gelenekçiler, Kur’ân’da zekât oranın geçmediğini bu nedenle de zekât oranının


ancak hadisler ışığında anlaşılabileceğini iddia etmektedirler. Oysaki Kur’ân’da
geçmiş ümmetlerin hayatlarına yer verilmiş olmasına karşın zekât oranı gibi
önemli bir konuya değinilmemiş olması mantıksız bir durum olurdu. Kaldı ki
Kur’ân’da hiçbir şeyin eksik bırakılmadığını, her türlü misalin verildiğini ve
Kur’ân’ın tamamiyle açık bir kitap olduğunu söyleyen En’am Suresi 38, Maide
Suresi 15-16, Fussilet Suresi 2-4, Ankebut Suresi 50-51, Kehf Suresi 54, İsra
Suresi 89 ayetleri uyarınca da bu olası değildir. Şimdi Kur’ân’dan yola çıkarak
zekât oranının gerçekte kaç olması gerektiğine değinelim:

Kur’ân, gereksiz ayrıntılara yer vermeden ancak tek kelime ile bir çok şeyi
anlatan ve de bütün zamanlara hitap eden kutsal bir kitap, Allah (cc) kelamıdır.
Kur’ân incelenirken ayetlerde geçen her kelimenin iyi bir şekilde analiz edilmesi
ve her kelimenin de etimolojik köken itibariyle incelenmesi ve ayetlerin de bu
bilimsel formata göre incelenmesi, yorumlanması gerekmektedir. Nitekim
Kur’ân’da geçen her kelimenin Hicr Suresi 87 ayeti gereği 7 anlamı
bulunmaktadır. Dolayısıyla Kur’ân’da geçen her kelimenin gerçekte hangi
anlamlara geldiğinin bilinebilmesi için kelimelere yüklenen anlamlardan
bağımsız olarak Arapça ve Arapçayı oluşturan dil ailelerinin etimolojik köken
itibariyle analiz edilmesi gerekmektedir. Çünkü bütün diller köken itibariyle tek
bir noktadan türemiş olup zamanla değişime uğramışladır. Bu da bütün dillerin
aynı kökten türediği ve bütün dillerde az ya da çok benzer ifadelerin, köklerin
bulunduğu anlamına gelmektedir.

153
Arapçada bulunan “re+kat” ve “ze+kat” ifadeleri birbirine benzeyen ancak farklı
anlamlara sahip iki kelimedir. Arapçada “re+kat” ifadesi, “rk” kökünden gelen
“ruku” sözcüğünün çoğulu olarak kabul edilmektedir. “Ruku” ifadesi, “ayakta
durarak (saygı veya dua için) bedeninin üst kısmını öne eğme” anlamına
gelmekte ve “rekat (raka’a)” ifadesi de buna göre “eğilmeler” anlamına
gelmektedir. Oysaki biz biliyoruz ki; “rekat” ifadesi bir namazın her bir bölümünü
yani namazda yapılan “kıyam+ruku+secde+kade” hareketlerinin her birini ifade
etmektedir. Yani iki rekatlı bir namaz denildiğinde 2 defa
“kıyam+ruku+secde+kade” yapıldığı anlamına gelmektedir. Yani namazda
simetrik hareketlerin 2 defa yapıldığı anlamına gelmektedir. Genelde halk
arasında kullanılan “namazı kaç rekat olarak kıldın” cümlesini de
incelediğimizde “namaz” ve “rekat” ifadelerinin genelde birlikte kullanıldığını
görürüz. Yani “rekat” ifadesi tek başına “namaz” ifadesini tanımlamak için
kullanılmamakta, namazların bölümlerini ifade etmek amacıyla kullanılmaktadır.
Bu da “rekat” ifadesinin namaza özgü bir şey olmadığını sadece namazdaki
simetrik hareketleri tanımlayan bir ifade olduğunu göstermektedir. Bu da bizi,
“rekat” ifadesini simetrisi olan ve tekrarlayan her şey için kullanabileceğimiz
sonucuna götürmektedir.

Yukarıdaki açıklamalar ışığında “rekat” kelimesine etimolojik açıdan


baktığımızda bu kelimenin “re” ve “kat” olmak üzere iki ayrı heceden oluştuğunu
görürüz. Hint-Avrupa dil ailesinde “re” ifadesi “yenilemek, yenilenen eylem, bir
şeyi tekrarlamak, çiftlemek, ikilemek” anlamlarında kullanılmaktadır. “Kat >>>
coat” ifadesi ise “tabaka, katman, bölüm” gibi anlamlara gelmektedir (aslında bu
“kat” ifadesinin bir çok anlamından sadece biridir). Yukarıdaki açıklamalar ve
namazların da gerçekte 2 rekattan oluştuğu gözönünde bulundurulduğunda
“rekat” ifadesinin gerçekte “iki katmanlı/eylemli şeyin bir katmanını/eylemini ya
da bir şeyin 2’de 1’ini >>> 1/2’sini” ifade ettiğini anlarız (aslında bu “rekat”
ifadesinin bir çok anlamından sadece biridir).

Yukarıdaki açıklamalar ışığında “ze+kat” ifadesine de baktığımızda, “zekât”


ifadesinde geçen “ze” ekinin de “rekat” ifadesindeki “re” eki gibi bir sayıyı, bir
oranı belirtmesi gerektiğini anlarız. “Zekât” ifadesinde geçen “ze” ekinin kökenini
incelediğimizde bu ekin de Hint-Avrupa dil ailesinde bulunan ve “bir düzine,

154
12’lik grup, 12 sayısı”’na karşılık gelen “doZE >>> doZEn >>> dutZEnd >>>
douZEn” kelimesi ile yakın bir ilişki içinde olduğunu görürüz. Bu kelimeler de
incelendiğinde temel olarak “do” ve “ze” olmak üzere iki ekten oluştuklarını
görürüz. Bir yılın 12 aydan oluştuğu, bunların da bir düzen içinde sürekli hareket
ettikleri ve de Hint-Avrupa dillerinde “do” ekinin “yapmak” anlamına geldiği
düşünüldüğünde “ze” ekinin de “12 sayısına, 12’lik bir gruba” denk geldiğini
anlayabiliriz. Bu durumda da dilin erken dönemlerinde yılın 12 ayının düzenli
hareketini tanımlamak amacıyla kullanılan “doze, dozen, douzen, dutzend”
kelimelerinin zamanla bir düzine olarak 12 sayıdan oluşan sistemleri
tanımlamak amacıyla kullanıldığı sonucunu çıkarımsayabiliriz (muhtemelen
Türkçede yer alan “düzen” ifadesi de “düzine” ifadesi gibi aynı kökten
türemiştir).

Sonuç olarak yukarıdaki açıklamalar ışığında şunu diyebiliriz ki nasıl ki “re+kat”


ifadesi “bir şeyin 2’de biri, 1/2'si” anlamına geliyorsa aynı şekilde “ze+kat”
ifadesi de “bir şeyin 12’de biri, 1/12'si” anlamına gelmektedir (aslında bu “zekât”
ifadesinin bir çok anlamından sadece biridir).

Yukarıdaki açıklamalar ışığında son olarak şunu da söyleyebiliriz ki; eski


dillerde yer alan “ze” ve “kat” kavramları, Kur’ân yoluyla “zekât” kavramı olarak,
12 ayda bir olmak üzere kazanılan bir malın (ihtiyaç fazlası) 12’de birinin
yardıma muhtaç olanlara verilmesi anlamında Arapça’ya kazandırılmıştır.

Dikkat: Yukarıdaki açıklamaları referans göstererekten “popo” anlamına gelen


“makat” kelimesinin de bir oranı temsil ettiğini iddia edenler çıkabilir, ancak
“makat” kelimesinin Arapçadaki gerçek karşılığı “ma+kad” dır. “Kad” ifadesi de
“oturmak” anlamına gelen “kaide” ifadesinden türeme olup “makad” ifadesi
“oturma yeri, oturak,” anlamına gelmektedir ki “üstünde oturulduğu için popo”
için de aynı kelime kullanılmaktadır.

Nasıl ki oruç, yılda bir kere yapılan/yapılması gereken farz bir ibadetse, zekât
da yılda bir kere yapılması gereken farz bir ibadettir. Dileyen birden daha fazla
bu farz ibadetini yerine getirebilir. Ancak minimum olarak yılda bir kere ve
minimum oran olarak o yıl için elde edilen tüm kazançların (ihtiyaç fazlası, kar,

155
biriktirilecek arta kalan tüm değerler) 1/12 sinin yardıma muhtaç olanlara
verilmesi bir zorunluluktur.

Kişi, kendine zorluk oluşturmamak amacıyla dilerse, zekâtı, bir yılda


biriktirdikleri üzerinden değil de haftalık ya da aylık kazanç sağlıyorsa (tüm
zoraki harcamalar düştükten sonra elinde kalan kâr, köşeye koyacağı,
biriktirdiği, arta kalan mal-mülk, para vb), haftalık ya da aylık hesaplayarak,
zekâtını haftalık ya da aylık olarak da yapabilir.

Zekât, sahip olunan tüm mal ve kazançlar üzerinden yapılan mali bir ibadet
olduğundan, kazanç sağladığımız tüm mal ve kazançların zekâtını verdiğimiz
an, o mal-kazanç, artık bize ait olmuş olur. Zekâtını verdiğimiz şeyin, artık
zekâtını vermemizde zoraki bir durum oluşmaz. Ancak dileyen vermek isterse,
yine verebilir. Bu zoraki zekât emri yerine getirildikten sonra, yapılacak tüm mali
ibadetler-yardımlar, Tanrı katında, infak olarak değerlendirilecektir.

Zekât her yıl, o yılda biriktirilen toplam para, altın ve değerli eşyalar için ayrı ayrı
hesaplanır (dileyen bu emri, hafta-hafta ya da ay-ay olarak da hesap edip,
hafta-hafta, ay-ay zekâtını çıkarıp yılın sonuna bırakmayabilir). Bir önceki yılın
birikimleri eğer o yılın zekâtı verilmişse bu hesaba katılmaz. Örneğin; Bir kişi,
01.04.2012-01.04.2013 tarihleri arası 12.000 dolar, 12 tane çeyrek altın ve 2
tane de elmas (tanesi 12.000 TL’den) biriktirmişse bu kişi [12.000 dolar + 12
tane çeyrek altın + 2 tane elmas (24.000 TL)]/12 kadar yani (1.000 dolar + 1
tane çeyrek altın + 2.000 TL) miktarınca zekât vermelidir (doğrudan malın
kendisi değil, o malın para karşılığı da verilebilir). Bu kişi yukarıda belirtilen
tarihler arasındaki zekâtını vermişse ve bir sonraki yıl olan 01.04.2013-
13.07.2014 tarihleri arasında ise sadece 8.000 TL biriktirebilmişse ve
13.07.2014 tarihinde de zekâtını verecekse bu durumda bu kişi bu tarihler
arasında toplamış olduğu paranın sadece 8.000 TL/12 = 667 TL’sini zekât
olarak verir. Geçen senelerde biriktirmiş olduğu ve de zekâtını vermiş olduğu
birikimlerinden tekrardan zekât vermez (tabiki vermek isterse o ayrı).

Alım-satım işi ile uğraşılıyorsa (altın, elmas gibi değerli eşya alım-satım işi, ya
da araba, ev, tarla gibi) ve bu malların alım-satımından kazanç elde ediliyorsa,
bu durumda, bu malların alım-satımından elde edilen kazancın (tüm giderler,

156
mecburi harcamalar, mecburi ihtiyaçlar düşüldükten sonra elde edilen net kâr)
da zekâtı verilmelidir. Örneğin bir elmasın, arabanın, altınların, tarlanın, evin
değeri bu sene 100.000 TL ise ve biz bunların zekâtını bu sene vermişsek
gelecek sene bunların değeri 150.000 TL olursa bu durumda biz sadece artan
50.000 TL’nin zekâtını vermemiz gerekir, 100.000 TL’nin değil. Bir sonraki sene
de 150.000 TL’nin değil, bunun üzerinden ne kadar kâr-birikim elde edilecekse
onun zekâtı (1/12’si) verilecektir.

Herhangi bir alım-satım işi ile uğraşılmıyorsa, bunlardan kazanç elde edilmeye
çalışılmıyorsa bu durumda, kişi, sahip olduğu malların, eğer zaten zekâtını daha
önceden vermişse, bu durumda sahip olduğu bu zekâtını vermiş olduğu mallar
için sürekli (her yıl) zekât vermek zorunda değildir. Bu mecburiyet sadece bir
kereye mahsustur. Örneğin; bir kişinin sadece bir evi, bir arabası ve biraz altını
(zor zamanlar için) vardır (daha önceden bunların zekâtını da ödemiştir) ve bu
kişi elde ettiği kazanç ile sadece kendi ailesini geçindirmeye çalışmakta ve
herhangi bir birikim de yapamamaktadır. Bu durumda bu kişi sahip olduğu ev,
araba ve altınlar için her yıl, bir zekât ödemez. Bu kişi eğer birikim
yapabiliyorsa, bu durumda biriktirmiş olduğu yıllık kazancın-kârın sadece 1/12
sini zekât olarak verir, sahip olduğu o ev, araba ve altınlar için her yıl zekât
vermez.

Bir kişinin evleri, arabaları, tarlaları varsa ve bunların kiralaması üzerinden


kazanç elde ediyorsa (tüm giderler düştükten sonra elde edilen net kazanç
üzerinden), elde ettiği o yıla ait yıllık birikimin (bir önceki yılların zekâtı
verilmişse) 1/12’sini zekât olarak vermek zorundadır (kişi, dilerse, yıl sonunda,
sahip olunan kazançtan vermek zor gelecekse, bu hesabı ve zekât verme işini
ay-ay da yapabilir).

Bir kişinin bankada parası, altını, dövizi varsa ve bunların faizi üzerinden kazanç
elde ediyorsa, bu durumda bunlar üzerinden elde ettiği o yıla ait yıllık kazancın
(bir önceki yılların zekâtı verilmişse) 1/12’sini zekât olarak vermek zorundadır.

Bir kişinin altın, elmas, döviz, değerli eşya (tarihi eser, tablo vb) gibi yatırımları
varsa, bu kişi, bunlara sahip olduğu anda, bunlar için zekâtını (para olarak)
vermişse bu kişi, her yıl için bu sahip olduğu şeyler için bir zekât ödemez.

157
Ancak bunları elden çıkarttığı anda, bunlara sahip olduğu andaki değerinden
daha fazlaya satıp kazaç elde ederse bu durumda elde ettiği net kazancın
1/12’sini zekât olarak vermek zorundadır.

Kirada olup ta ev satın almak, sağlık ya da eğitim amaçlı toplanan paralar için
zekât verilmez. Zekât, ihtiyaç fazlası kazanıp ta lüks bir yaşam sürenlerin
vermesi zorunlu olan mali bir ibadettir (En basit anlamda evi olan ve kimseye
borcu olmayan bir kişi, ihtiyaç fazlası olarak kazandığı maldan zekât vermesi
gerekmektedir).

Devlete verilen vergiler de zekât kapsamına girmektedir (bu açıdan devletin,


online sistem ile vergilerin nereye harcandığını açık bir şekilde vatandaşlarına
göstermesi gerekmektedir). Bu nedenle alım-satım yapılarak kazanç sağlanan
tüm mallar üzerinden devlete herhangi bir vergi veriliyorsa, bu durumda dileyen,
vergisi düşürülmeden once elde edilen net kârı hesap edip bunun 1/12’sini
bulduktan sonra, vergiyi bundan düşüp kalanı, kendileri zekât olarak
vermelidirler [Örneğin; herhangi bir şeyin satışından yıllık 120.000TL net kazanç
sağladık. Bunun yıllık vergisi yani devlete zorunlu ödenecek tutar ise elde edilen
kazancın %5’i yani 6.000 TL olsun. Bu durumda vermek zorunda olduğumuz
zekâtı hesaplarken şu şekilde yapabiliriz: Yıllık Net kazancımız, 120.000TL,
bunun zekâtı 120.000TL/12=10.000TL, ancak devlete vergi=zekât olarak
6.000TL vereceğimizden, geriye kalan 10.000TL-6.000TL=4.000TL’yi bizim dar
gelirlilere zekât olarak vermemiz gerekmektedir. Ancak devlete verilecek vergi
oranı %10 olursa bu durumda; 120.000TL’nin vergisi 12.000TL olacağından, bu
durumda, devlete söz konusu vergiyi ödememiz durumunda, bizim ekstradan bir
zekât vermemize gerek kalmayacaktır. Çünkü zaten hesap edilenden çok daha
fazlası, devlete vergi=zekât olarak ödenmektedir, devlet de o vergiyi=zekâtı
zaten vatandaşlar için kullanmaktadır]. En güzeli ise; vergiyi de gider olarak
hesap edip geri kalan net kar üzerinden, 1/12’si hesap edilip zekât verirlerse
çok daha güzel bir iş işlenmiş olur. Bu durumlarda eğer hesap edilecek zekât
miktarı, vergi miktarından daha az ise bunun üzerinde yapılacak her ödeme-
yardım, Tanrı katında zekât değil, infak olarak kabul edilecektir. İnfak ise
zorunlu bir ibadet olmayıp, Tanrı katındaki mükafatı çok daha büyüktür.

158
İNFAK

“Onlar ibadet etmek için gece vakti yataklarından kalkarlar, Rablerine korku ve
umutla dua ederler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.”
Secde Suresi 16

“Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak


verdiklerimizden infak ederler.”
Bakara Suresi 3

“…Ve sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: “Helal kazancınızın size
ve bakmakla yükümlü olduklarınıza yeterli olanından artanını verin.” İşte Allah,
ayetleri size böyle açıklar ki, derin derin düşünebilesiniz.”
Bakara Suresi 219

“Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah’a güzel bir borç
verecek yok mu? Darlık veren de bolluk veren de Allah’tır. Sadece O’na
döndürüleceksiniz.”
Bakara Suresi 245

“(Yapacağınız hayırlar) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde


kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden
dolayı onları zengin zanneder. Sen onları simalarından tanırsın. Çünkü onlar
yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.”
Bakara Suresi 273

İnfak, zekâttan farklı olarak zengin olsun fakir olsun herkesin sırf Allah (cc)
rızası için yardıma muhtaç olanlara (özellikle muhtaç olan eğitimcilere,
öğrencilere ve kimsesizlere) verebileceği mali bir yardımdır.

İnfak, zekât gibi farz olan bir ibadet olmayıp, kişinin kendi iradesine bırakılmıştır.
Herkes durumundan bağımsız olarak elindekilerden ailesini zor durumda
bırakmamak koşuluyla sırf Allah (cc) rızası için infak edebilir.

İnfak, kişinin kendi iradesine bırakıldığından ve sırf kişinin kendi gönlüne bağlı
olarak Allah rızası için yapıldığından, yapılan yardımlar, Allah (cc) katında sanki

159
Allah’a borç verilmişçesine kabul edilip hem dünyada hem de ahirette yapılan
bu infakların karşılığı kat ve kat arttırılarak kişiye geri döndürülür.

Bu nedenle infakta çok büyük sevap ve hayır olduğu asla unutulmamalıdır.


Ayrıca infak eden kişinin Bakara Suresi 245 ayeti gereği infak ederken, neyi
infak ediyorsa “niyet ettim Allah rızası için …...’i infak etmeye” şeklinde iç
geçirmesi, niyet etmesi tavsiye edilir (niyet edilmese de olur, çünkü zaten Allah
kişinin amacını, niyetini, ne için yaptığını biliyordur).

160
GELENEKSEL İSLAM ANLAYIŞINDA VE KUR’ÂN’DA KADIN

Kadın tarih boyunca sürekli ezilmiş, doğmasından utanç duyulmuş, bir köle ve bir
hizmetçi kategorisinde emeği ve cinsiyeti sömürülmüş ve her alanda geri
bırakılmaya zorlanmıştır.

Eski çağlarda Çinliler, kadını, kocasının kölesi ve hizmetçisi sayardı. Antik


Yunanistan’da kadın kölelerle bir tutulur, dövülebilir ve başkasına armağan
edilebilirdi. Eski Roma’da kadın bir mal olarak değerlendirilirdi. Yahudiler, “Ezelî
ilâhımız, kâinatın kralı, beni kadın yaratmadığın için sana hamd olsun” dualarıyla
kadına ne kadar değer verdiklerini apaçık bir şekilde göstermektedirler.
Hristiyanlık inancında ise Hz. Havva, Hz. Adem’e yasak meyveyi yedirtip insan
ırkının günahkar olmasına ve cennetten kovulmasına neden olmuştur. Bu
nedenle Hristiyanlara göre kadın, her türlü kötü eylemi ve şeytani işleri temsil
etmektedir. Hıristiyanlar kadını aşağılamakta o kadar ileri gitmişlerdir ki büyük bir
Hristiyan ilâhiyatçısı olan İskenderiyeli Clement, kadınlar için şu sözü
söylemekten geri durmamıştır: “Kadın, kadın olmaktan ötürü utanmalıdır”.
Bununla da yetinmeyen Hristiyan din adamları, cinsel ilişkiyi bile günah saymış
ve evlilik törenlerinde şu duayı okumaktan çekinmemişlerdir: “Günahla
düşmüşüm annemin karnına, günah işlemiş annem bana gebe kalırken”. Altıncı
yüzyılda kadının ruhunun olup olmadığı Mason meclislerinde tartışılırken on
üçüncü yüzyılda Hristiyan din adamları, “Şeytanla cinsî ilişkiye giren ve böylece
insanlar arasında fuhşu ve kötülüğü yaymak isteyen birçok kadın vardır. Şu
halde kilisenin insanlığı tehdit eden bu belâyı def etmede aktif bir rol alması
kaçınılmazdır” söylemiyle cadı avına çıkmış ve iki milyon kadını, cadı oldukları
gerekçesiyle diri diri yakmış ya da suda boğmuşlardır.

Günümüzde ise Feminizm hareketi ile ucuz iş gücü ya da reklam aracı olarak
kullanılan kadınlar, modern köleliğin pençesi altındadırlar. Kapitalizm
aldatmacası içerisinde ahlâkıyla, görgüsüyle, kültürüyle ve bilgisiyle ön plana
çıkması gereken kadın, vücuduyla, güzelliğiyle ve seksiliğiyle önplana
çıkartılmakta ve sömürülmektedir. Bu yalancı devrim içerisinde kadın ve erkek
olmanın farklı yönleri ele alınmamış ve kadın-erkek düşmanlığı oluşturulmuştur.

161
Kadın özgürlüğü söylemiyle de eğitim, bilim ve siyasi katılımcılıktan çok erotizmin
kullanıldığı reklam mezeleri oluşturulmuştur. Kadın, bu yalancı özgürlük içinde
kendini ve yaratılış fonksiyonlarını unutarak Kapitalizm pençesi içerisinde her
gün birinin koynunda uyanmayı, çocuk yetiştirmemeyi ve kendini bir reklam aracı
olarak pazarlamayı özgürlük olarak benimsemektedir.

“Allah’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri özlemeyin. Erkeklere,


kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Allah’tan
bol nimet isteyin. Doğrusu Allah her şeyi bilir.”
Nisa Suresi 32

“…Sizi eşler olarak yarattı…”


Fatır Suresi 11

“...Kadınlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz...”
Bakara Suresi 187

İslam dininde kadını hak ettiği yere getirmeye çalışan ve erkekle aynı haklara
sahip olduğunu vurgulayan bir öğreti ise, Peygamber ve dört halifenin vefatı
ardından Emeviler ve Abbasiler dönemindeki baskılar sonucunda sekteye
uğramış ve cahiliye dönemi örf ve adetlerinin tekrardan gün yüzüne çıkması
sonucunda da kadın çıkarıldığı mevkiden aşağı düşürülmüştür. Peygamber
Efendimiz ile hiçbir alakası olmayan bu iddialar, hadisler ışığında dinin bir
parçası sayılmış ve bugünkü Müslüman kadın anlayışının ortaya çıkmasına
neden olmuştur.

Peygamber Efendimiz ve Kur’ân ile hiçbir ilişkisi olmayan ve tamamiyle Arabî örf
ve adetlere dayanan bu söylemlerden (uydurma hadisler) birkaç tanesini şöyle
özetleyebiliriz: Güya Hadisler der ki;

“Eğer bir kimsenin bir kimseye secde etmesini emretseydim, erkeklerin kadınlar
üzerinde olan haklarından dolayı kadınların erkeklere secde etmelerini
emrederdim.”
Tirmizi, Rada, 10/1159; Ebu Davud, Nikah 40/2140 Ahmed b. Hanbel,
Müsned VI, 76; İbn Mace, Nikah 4/1852

162
“Kocanın vücudu irin ile kaplı dahi olsa ve karısı onu yalayarak temizlese yine
de kocasının hakkını ödemiş olmaz.”
İbni Hacer El Heytemi 2/121 Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 239

“Kadınlara danışmayın, onlara muhalefet edin. Kadınlara muhalefet edin, zira


kadınlara muhalefet berekettir.”
Suyuti, Leali II, 147; İbn Arrak, Tenzihü’ş Şeria II 210

“Kim ki karısına itaat ederse Allah (cc), onu yüzüstü Cehenneme atar.”
İbn Arrak II, 215

“Başlarına bir kadını geçiren bir kavim asla iflah olmaz.”


İbni Hanbel Müsned 5/43, 50; Tirmizi Fiten:75 Nesai Kudat:8; Buhari
Fiten:18

“Namazı bozan şeyler kara köpek, eşek, domuz ve kadındır.”


Sahihi Müslim, Salat 265; Tirmizi Salat 253/338 Ebu Davud, Salat, 110/720

“Uğursuzluk üç şeyde vardır: Kadında, evde ve atta.”


Ebu Davud, Tıb, 24/3922; Müslim, Selam, 34/115 Buhari, Nikah, 17/4805

Üsame ibn Zeyd’in aktardığına göre Peygamber şöyle demişti: “Size, benden
sonra kadından daha zararlı bir fitne bırakmadım.”
İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı, Akçağ Y., Ank. 1990, X/97

Bu hadisler ışığında erkeğin kadından daha üstün olduğunu savunan gelenekçi


zihniyete rağmen, Kur’ân, kadın ve erkeğin eşit haklara sahip olduğunu ve
üstünlüğün gerçekte Allah’a itaat etmekle kazanılabileceğini vurgulamaktadır.
Kaldı ki Peygamber Efendimize hem peygamber olmadan hem de peygamber
olduktan sonra en büyük desteği eşi Hz. Hatice vermiştir. Ayrıca Peygamber
olduktan sonra dini hükümlerin insanlara anlatılması noktasında da eşleri büyük
bir görev üstlenmiş ve bir öğretmen olarak insanları eğitmişlerdir. Savaşlarda,
ibadethanelerde ve meclislerde de erkeklerin yanında yer alan kadınlar, her
alanda erkeklerle eş tutulmuşlardır (İlk Müslüman kişinin bir kadın olarak Hz.
Hatice ve ilk şehidin de Hz. Sümeyye olduğu düşünüldüğünde kadınlara ne
kadar değer verilmesi gerektiği zaten ortaya çıkmaktadır).

163
“Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık...”
Hucurat Suresi 13

“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı


yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.”
Mülk Suresi 2

“Kaynaşmanız, sükûnet ve tatmine ermeniz için size kendi (cinsi)nizden eşler


yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun (varlığı ve birliğinin)
delillerindendir. Doğrusu bunda iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.”
Rum Suresi 21

“...Onlar (Kadınlar) sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz..."
Bakara Suresi 187

“...Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde


birtakım iyi davranışa dayalı hakları vardır. Ancak, erkekler için kadınlar
üzerinde bir derece (aile reisliği) vardır. Allah azîzdir, hakîmdir.”
Bakara Suresi 228

“Ben, erkek olsun, kadın olsun -ki hepiniz birbirinizdensiniz- içinizden, amel
eden/çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret
ettiler, yurtlarından çıkarıldılar. Benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve
öldürüldüler; andolsun Ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları içinden
ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfat, Allah tarafındandır. Allah,
mükâfatın en güzeli kendi yanında olandır.”
Al-i İmran Suresi 195

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden
birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden sakının. Adını kullanarak
birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riâyetsizlikten
de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.”
Nisa Suresi 1

164
“Erkek olsun kadın olsun; her kim de mü’min olarak sâlih ameller/iyi işler
yaparsa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.”
Nisa Suresi 124

“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana ibâdet/kulluk etsinler diye yarattım.”


Zariyat Suresi 56

“Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından
ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vâdetti. Allah’ın
rızası ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.”
Tevbe Suresi 72

“Erkek veya kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir
hayat ile yaşatırız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile
veririz.”
Nahl Suresi 97

“...İster erkek, ister kadın olsun, mü’min olarak kim sâlih amel/hayırlı iş yapmışsa
onlar cennete girecektir...”
Mü’min Suresi 40

Hadisler der ki;

“Bir hadise göre Ashabı Kiram karılarının pencere ve kapı aralıklarından dışarıyı
seyretmelerini ve erkek görmelerini önlemek üzere evlerinin pencerelerini sıkı
sıkıya kapatırlar, dışarıya bakanlara dayak atarlardı.”
İmamı Gazali, İhyayı Ulumuddin 2/122

“Kadınları zarar vermeyecek miktarda aç, aşırı gitmeyecek kadar da kıyafetsiz


bırakınız. Çünkü kadınlar iyice doyar, güzelce giyinirlerse onlar için dışarı çıkıp
gezmekten daha sevimli bir şey yoktur. Fakat onlar biraz aç, biraz da çıplak
kalırlarsa onlar için evde oturmaktan hayırlı bir şey yoktur.”
İbnül Cevzi, Mevzuat, II/282283; Suyuti, Leali, II/154; İbn Arrak,
Tenzihü’şŞeria, II/212213

165
“Kadınlarınıza evlerinin kapısında oturmamaları için yeni elbise yaptırmayın,
çünkü elbiseleri güzel ve yeni olursa kalplerine dışarı çıkmak arzusu gelir.”
İmamı Gazali, Kimyayı Saadet sayfa:178; İbn Ebi Şeybe, Musannaf, IV/II,
420

“Ancak ve ancak mahremleriniz olan erkeklerle konuşacaksınız.”


İbni Kesir 4/355

Bu hadisler sonucunda kadının evden dışarı çıkması hatta camiye gitmesi bile
engellenmiş ve namahremi dışındaki kişilerle konuşması yasaklanmıştır.

Daha da ileri giden gelenekçiler kadın sesinin bile haram olduğunu iddia etmiş ve
bir kadının bir erkekle konuşmasının zorunlu olduğu hallerde ağızlarına çakıl taşı
almalarını ve bu şekilde seslerinin tanınmayacak hale sokulması gerektiğini iddia
etmişlerdir. Oysaki Allah, Tevbe Suresi 71 ayeti; “Mümin erkeklerle mümin
kadınlar birbirlerinin dostlarıdır…” ile kadın ve erkeğin namahrem gözetmeksizin
konuşabileceğini, arkadaşlık edebileceğini ve bunda hiçbir sakınca olmadığını
belirtmiştir.

Ayrıca Allah, Hucurat Suresi 13 ayeti; “Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle
bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi uluslara ve kabîlelere
ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, en takvâlı
olanınız/O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haberi olandır” ve
Nisa Suresi 32 ayeti; “Allah’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri özlemeyin.
Erkeklere, kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay
vardır. Allah’tan bol nimet isteyin. Doğrusu Allah her şeyi bilir” ile kadınların
sosyal bir yapıya sahip olduğunu ve çalışabileceklerini belirtmiştir.

Hadisler der ki;

“Ebu Said el-Hudri’den: Bir Kurban veya Ramazan Bayramı’nda Peygamber


musallaya çıktı. Kadınlara rastladı ve onlara: “Ey kadınlar topluluğu! Sadaka
verin. Zira cehennem halkının çoğunun sizler olduğu bana gösterildi”, buyurdu.
Onlar: “Neden, ya Rasulallah?” diye sordular. Peygamber: “Çünkü siz çokça
lanet eder ve kocalarınıza küfran-ı nimet (nankörlük) edersiniz. Kendini
denetleyebilen dikkatli ve tedbirli bir erkeğin aklını, sizin kadar aklı ve dini eksik

166
hiçbir kimsenin çelebileceğini görmedi”, buyurdu. Onlar: “Nedir dinimizin ve
aklımızın eksikliği ya Rasulallah?” dediler. Hz. Peygamber: “Kadının şahitliği
erkeğin şahitliğinin yarısı değil midir? Onlar “Evet” dediler. Peygamber, “Bu
aklınızın eksikliğinden. Kadın hayız (adet) gördüğü zaman namaz kılmaz ve
oruç tutmaz değil mi?” buyurdu. Onlar: “Evet” deyince, Peygamber, “İşte bu da
dininizin eksikliğindendir,” yanıtını vermiştir.”
Buhari, Hayz, 6; Zekât, 44; Muslim, İman, 132; Ebu Davud, Sünnet, 15;
Tirmizi, İman, 6; İbn Mace, Fiten 19; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II/67, 373

“Ey kadınlar topluluğu! Sadaka veriniz ve çok istiğfar ediniz. Çünkü ben
Cehennem halkının çoğunun sizler olduğunu gördüm.”
Müslim, İman, 34/132 İbn Mace, Fiten 19/4003

“Camiye gelirken kokulanan kadın evine dönüp de cünüplükten ötürü boy abdesti
alır gibi yıkanmadıkça, Allah katında onun namazı kabul olmaz.”
Avnül mabül 11/230

Bu hadisler ile zaten her türlü özgürlüğü elinden alınan kadının, bir de ibadet
özgürlüğü elinden alınmaya çalışılmıştır. Zaten hadislere göre çalışması yasak
olan kadının bir de zekât vermesi emredilmiş ancak buna rağmen ne kadar
ibadet etmeye çalışırlarsa çalışsın yine de cehennemin çoğunluğunun kadınlar
olduğu vurgulanarak aşağılanmışlardır. Oysaki Kur’ân’da kadınların hayız
halinde iken namaz kılamayacaklarına ve de Kur’ân okuyamayacaklarına delil
hiçbir ayet yoktur (Kur’ân’da hayız konusunun işlendiği Bakara Suresi 222 ayeti
ise sadece hayız halinde iken cinsel ilişkiden kaçınılması gerektiğini belirtir).

“Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: O, bir rahatsızlıktır. Bu sebeple ay


halinde olan kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.
Temizlendikleri vakit, Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Şunu iyi bilin
ki, Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.”
Bakara Suresi 222

167
Hadisler der ki;

“Kadınları göze çarpan mevkîlere oturtmayın, yazıyı da öğretmeyin. Dikiş öğretin


ve Sûre-i Nûr’u da iyi öğretin.”
Râmûzu’l-Ehâdîs, c. 2, s 480; İbnü’l Cevzi, Mevzuat II, 269

Gelenekçilerin kadınları cahil bırakarak boyundurukları altına alma çabalarının


bir ürünü olan bu uydurma hadis, şüphesiz Kur’ân’ın şu evrensel mesajlarına
tamamiyle aykırıdır.

“…De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?...”


Zümer Suresi 9

"…Allah'tan ancak âlim kulları hakkıyla korkar…"


Fatır Suresi 28

Ayrıca Kur’ân’ın hiçbir yerinde kadınların okutulmaması gibi bir ayet geçmediği
gibi İslam’ın ana ruhunda ilim öğrenmenin, hem kadına hem de erkeğe farz
olduğu bilinen bir gerçektir [İmam Gazali’den önce ilimden kasıt olarak hem nakli
(fen, edebiyat, vb) hem de dini bilgiler anlaşılmakta idi. Ancak İmam Gazali’den
sonra ilim olarak sadece dini bilgilerin öğretilmesi esas alınmış ve bu şekilde
İslam âleminin her alanda geri bırakılması sağlanmıştır].

Hadisler der ki;

“Kişi kadınını yatağa davet eder de kadın kaçarak eşi sinirli bir şekilde
gecelerse, melekler o kadına sabaha kadar lanet eder.”
Sahihi Buhari 9/3

Kadınların kendi eşini seçme hakkını bile elinden alan gelenekçi zihniyet, bu
hadis ile kadınları sadece bir erotizm aracı olarak gördüğünü kabul etmiştir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki uydurma hadisler ışığında şekillenen Geleneksel İslam


anlayışı sonucunda; erkeğin, kadından her alanda üstün olduğu ve bu nedenle
de kadının erkeğe her zaman itaat etmesi gerektiği, fitnenin ana kaynağının
kadınlar olması nedeniyle kadınların çarşafa ve eve hapsedilmesi gerektiği,
erkek egemenliğinin son bulmaması için kadınların okutulmaması ve

168
eğitilmemesi gerektiği ve namusun sadece türban ve pardösüden ibaret olduğu
zihniyeti oluşmuş, oluşturulmuştur. Oysaki aslolan toplumu oluşturan kadın ve
erkeğin, giyim ve kuşamından ziyade ruhları esaret altına alan ahlaki fesadın
önlenmesidir. Bu nedenle de kadınları evlere kapatan bir zihniyet yerine, onları
eve kapatan gelenekçi zihniyete, Kur’ân ahlakını öğretmek esastır.

Başın örtünmesi gerektiği Kur’ân’ın bir emri olmayıp, İslam öncesi toplumların bir
geleneği olan bir sembol aracıdır. Nitekim Sümer tapınaklarında görevli
kadınların örtünmesi gerektiği (M.Ö. 4000 yıllarında Sümerlerde Tapınak
Rahibeleri kutsal sayılır ve Tanrı namına seks yaparlardı. Diğer kadınlardan farklı
olan bu rahibeler, diğer kadınlardan ayırt edilebilmek için başörtüsü kullanırlardı)
ve Asur kanunlarında ise evli ve dul kadınların başlarını örtmek zorunda olduğu;
kızların, cariyelerin ve sokak fahişelerinin ise başlarının örtülmesinin
yasaklandığı bilinen bir gerçektir. M.Ö. 1500 yıllarında Asur Kralı Hammurabi’nin
yapmış olduğu yasaların 40 ve 41. maddeleri, örtünme ile ilgili şu açıklamaları
yapmaktadır:

40) İster evli kadınlar, ister dul kadınlar veya Assurlu kadınlar olsun sokağa
çıkarlarken başlarını açmayacaklardır. Adamın kızları… ya bir şal, ya bir... veya
bir Gulinu ile örtüneceklerdir. Sahibi ile sokağa giden ‘esirtu'lar (cariye, esire)
örtülüdürler. Kocaya varan ‘Kadiştu'lar, (bir ‘kutsal fahişe’ kategorisi) sokakta
örtünmelidirler. Kocaya varmamış ‘Kadiştu'ların sokakta başları açıktır,
örtünmemelidir. Fahişe örtülü değildir, başı açıktır. Örtülü bir fahişeyi gören
olursa onu tutuklayacak, şahitler bulacak; onu saray mahkemesine götürecek,
ziynetlerini almayacaklar, onu yakalayan (sadece) elbisesini alacaktır. (Örtülü

169
fahişeye) elli sopa vuracaklar, başına zift dökecekler. Eğer bir adam örtülü bir
fahişeyi görür, onu serbest bırakır (yakalamaz) ve saray mahkemesine
götürmezse o adama elli sopa atılacaktır. (Adamı) ihbar eden elbisesini alacak,
(Adamın) kulaklarını delecekler, iplik geçirecekler, arkasına bağlayacaklar. Bir ay
süreyle kralın hizmetini yapacaktır. Esireler örtünmeyecekler, örtülü esireyi gören
yakalayacak ve onu saray mahkemesine götürecektir. Kulaklarını kesecekler.
Onu yakalayan elbisesini alacaktır. Eğer bir adam örtülü bir esire görür ve onu
serbest bırakır (da) o yakalanmaz ve saray mahkemesine götürülmezse, onu
(adamı) suçlayıp, ispat ettikten sonra, ona(adama) elli sopa atacaklar. Kulaklarını
kesecekler, iplik geçirecekler, ensesine bağlayacaklar. Onu ihbar eden elbisesini
alacak, o adam bir ay süreyle kralın hizmetini yapacaktır.

41) Eğer bir adam esiresini (esirtu) örtmek isterse, beş veya altı arkadaşını
oturtup, onların önünde onu örtecek “O benim karımdır” diyecek, O, onun karısı
olacaktır. (Başka) adamların önünde örtülmeyen ve kocası “bu karımdır”
denmiyen esire eş değildir, esirtudur. Eğer adam ölürse, örtülü karısının evlatları
yoksa esirelerin evlatları, (öz) evlattırlar ve (mirastan) hisselerini alacaklardır
Prof. Mebrure Tosun, Doç. Dr. Kadriye Yalvaç, Sümer, Babil, Asur kanunları
ve Ammi-Aduqa Fermanı, Ankara, 1975, s.252, madde 40

Sümer ve Asurlular zamanında uygulanan bu gelenek, daha sonra farklı bir


biçimde Yahudiler ve Hristiyanlar tarafından da uygulanmıştır. Bu konu ile ilgili
Tevrat ve İncil’de şu açıklamalar geçmektedir:

“...Ve işte, kaynatan sürüsünü kırkmak için Timnat’a çıkıyor, diye Tamar’a
bildirildi. Ve üzerinden dulluk esvabını çıkardı, peçesiyle örtündü ve Timnat yolu
üzerinde olan Enaim kapısında sarınıp oturdu; çünkü Şelanın büyüyüp kendisinin
ona karı olarak verilmediğini gördü. Ve Yahuda onu görünce, kendisini kötü
kadın sandı; çünkü yüzünü kapatmıştı. Ve yolda onun yanına inip dedi. Rica
ederim, gel senin yanına gireyim. Çünkü onun kendi gelini olduğunu bilmedi. Ve
dedi: Yanına girmek için bana ne verirsin? ...” Tekvin 38. Bab

“Ve köleye dedi: bizi karşılamak için tarlada yürüyen bu adam kimdir? Ve köle:
Efendimdir, dedi. Ve Rebeka peçesini alıp örtündü.” Tekvin 24. Bab, 65. Cümle

170
“Başı örtülü olarak dua eden yahut peygamberlik eden her erkek, başını küçük
düşürür. Fakat başı örtüsüz olarak duâ eden yahut peygamberlik eden kadın,
başını küçük düşürür; çünkü tıraş edilmiş olmakla bir nevi aynı şeydir. Çünkü
eğer kadın örtünmüyorsa, saçı da kesilsin; fakat kadına saç kesmek yahut tıraş
olmak ayıp ise, örtünsün. Çünkü erkek Allah’ın sureti ve izzeti olduğu için, başını
örtmemelidir. Fakat kadın erkeğin izzetidir.”
İncil, Korintoslulara 1. mektup, 11. Bab, 4-6. cümleler

İslam öncesi Arap yarımadasında yaşayan Yahudi ve Hırıstiyanlar tarafından


uygulanan bu gelenekler, Araplar tarafından da kabul görmüş ve köleler
dışındaki kadınların örtünmesi geleneği devam ettirilmiştir. Yani başörtüsü, o
zamanlar, hür kadınlar ile cariyeleri birbirinden ayırt etme görevi üstlenmekte idi.
Cariyeler ne kadar başlarını örtmemek zorunda ise hür olan kadınlar da aynı
şekilde başlarını örtmek zorunda idi (Aslında aynı gelenek, erkekler içinde
geçerli idi. Hür olan erkekler, bulundukları konuma bağlı olarak başlarını, çeşitli
şekillerdeki şeylerle örterlerdi, ancak erkek kölelerin ise başlarını örtmelerine
izin verilmezdi).

171
Başörtüsü gibi çarşaf da İslam öncesi bir geleneğin devamı olup ilk defa Endülüs
Emevileri zamanında İspanyol rahibelerinin giymiş olduğu çarşaftan esinlenerek
Emeviler tarafından Müslüman kadının giyim tarzı olarak benimsenmiştir. Emevi
ve Abbasiler zamanında çarşaf, milli bir kıyafet haline gelmiş ve daha sonraları
İslam’ın bir sembolü (çarşaf ve pardösü) olarak kabul edilmiştir (1970 yıllarında
Kral Hüseyin tarafından Ürdün’den sürgün edilen Filistinli gerillaların, Lübnan’ın
güneyine yerleşmesi sonucunda Şiiler ile gerillalar arasında çatışmalar boy
göstermiş, kadınların taciz edilmesi ve tecavüz vakaları büyük oranda artmıştır.
Bu çatışmaların son bulması amacıyla Lübnanlı Şii lider Hüccetülislam Musa
Sadr tarafından Şii harekâtı başlatılmış ve kadınların tecavüz ve taciz
olaylarından da en az şekilde etkilenmesi için çarşaf giymeleri tavsiye edilmiştir.
Nitekim Hüccetülislam Musa Sadr, 1975 yılında Emir Tahiri'ye verdiği bir
demeçte; “İlhamımı Batı dünyasının kilise resimlerinden ve Lübnan'daki Katolik
rahibelerin kullandıkları başörtülerinden aldım” demiştir. Daha sonra bu örtünme
şekli 1981 yılında Dr. Ali Şeriati ve İran Devrimi'nin fikri temellerini ortaya koyan
Ayetullah Murtaza Mutahhari tarafından “Nur” ve “Ahzab” surelerinin çarpıtılması
sonucunda İslam’ın bir sembolü haline getirilmiştir).

172
Kur’ân’daki tüm emir ve yasaklar, kadın ve erkeğe eş oranda farz kılınmış ve
Kur’ân’ın hiçbir yerinde din; başörtüsü, çarşaf ve pardösü ile simgelenmemiştir.

Kur’ân’a göre aslolan, ahlakın kişinin benliğine işlemesi ve kişinin takva elbisesi
ile Tanrı’ya yakınlaşmasıdır. Bu takva elbisesinin de gelenekçilerin belirttiği gibi
giyim, kuşam, başörtüsü, çarşaf ve pardösü ile hiçbir alakası yoktur. İslam’ın
yüce ruhu, şüphesiz Arap ve İran gelenek ve göreneklerinden bağımsız olup bir
kadının namus ve iffeti, gelenekçilerin belirttiği gibi, asla bir pardösü ve
başörtüsü ile simgelenemez.

Gelenekçilerin din ve namusu başörtüsü ve pardösüye indirgeyen Kur’ân dışı


açıklamaları şu şekildedir:

“Tesettür, hayâ ve namusu korur. Tesettüre riayet etmemek, cinsel serbestîye,


bu da fuhuş ve ahlaksızlığa, bu da kapitalist ekonomik sistemin ürettiği kozmetik
sanayinin gelişip serpilmesine yol açar… Açılan kadınlar hayvani hislerle,
kapanan kadınlar da insani hislerle meşgul olurlar… Kadının güzelleşme isteği
ve eğilimi çevre faktörüne bağlıdır. Yaratılışındaki dürtü değildir. Örtünmemek,
bedeni her erkeğe peşkeş çekmektir.”
Abdurrahman Kasapoğlu, Kadın Modernizm ve Örtünme, Esra Y., Konya
1994, s. 9-12, 30

“Dansöz gibi süslenip, çıplak, dekolte giysilerle üniversiteye gelen genç kız tahsil
yapma isteğinde ne derece samimidir? Tahrik edici giysisi, ojeli tırnakları, rujlu
dudaklarıyla, oynak hareketleri, iç gıcıklayan gülüşü, isterik teşviklerle dolu
gamze işaretleri ile nasıl bir tahsil amaçlıyor? Teneffüslerde kantinde erkeklerle

173
birlikte oturup tatlı sohbetlere dalan, canı istediğinde dersten kaçan, asistanın
dikkatini çeken, hocaya cilve yapmaya kalkışan, üniversiteyi bar, eğlence yeri
gibi kullanan genç kız hangi ilmi tahsil etmek için gidiyor üniversiteye? Yoksa
avlanmak için mi gidiyor üniversiteye, kızları avlamak için bekleşen erkeklerin
bulunduğu ortama?”
Abdurrahman Kasapoğlu, Kadın Modernizm ve Örtünme, s. 98

“…fakat meselenin ağırlığı ve sorumluluğu ile günümüzde “kadın” denen


yaratığın ne hale getirildiği üzerinde çok düşünmek…”
Necdet Kutsal, Kadının Değeri Ölçüsü Örtüsü, (Sadık Albayrak’ın) Takdim
Yazısı, s. 9

“Her şeyi kaybetmeyi göze alıp örtünmenizi istiyoruz. Özellikle başınızı geniş bir
örtüyle mükemmelce örtün, başörtünüzü omuzlarınız üzerine indirin.”
Mehmet Göktaş, Örtünme Çağrısı, s. 25, 26, 27

“Örtüsüzlük, açık-saçıklık hiçbir dine dayanmaz. Tam aksine, vahye kapalı, hatta
vahiyle savaşan, vahyi kendisine en büyük düşman ilan eden, Allah ile ilişkisi
olmayan seküler, dinsiz bir kimliği temsil eder, böyle bir kimliğin ibrazıdır bu
kıyafet. Bir bayanın örtünmeyi terk ettiği durumda, öncelikle Allah’ın bir emrini,
tartışmasız ve kesin bir farzını terk etmiştir ve O’nun haram kıldığı bir haramı
işlemiştir. Bir bayan örtünmemekle Müslüman kimliğini reddetmiş, başka bir
kimlikle tanınmayı tercih etmiştir. Güzelce örtünmüş, tepeden tırnağa örtünmüş
bir bayan, ben de Müslümanım deme gereği duyar. Ama açık-saçıklar bunu
söyler.”
Mehmet Göktaş, Örtünme Çağrısı, s. 48-50, 56

Yukarıdaki tüm söylemlere rağmen günümüzde başörtüsü ve pardösünün


tamamiyle siyasi bir ideoloji haline geldiğinin en iyi göstergesi aşağıdaki
fotoğraflardır. Başörtülü ve pardösülü binlerce kadın, kendi inançlarına aykırı
olmasına rağmen, birçok şeyi yapmaktan geri durmamaktadır.

174
Gelenekçiler, şunu da çok iyi bilmelidirler ki; başörtüsü ve pardösü asla bir
toplumun ahlakını ve erdemini düzeltemez. Aslolan Geleneksel İslam anlayışının
referans aldığı hadis ahlakının değil Kur’ân ahlakının, erdemin, akıl ve bilincin
insanlara öğretilmesidir.

Atatürk ilke ve inkılâplarını dine karşıymış gibi gösteren ve laikliği temel alan
Türkiye Cumhuriyeti’ni başörtüsü ve pardösü söylemleri ile ayrıştırmaya çalışan
gelenekçi zihniyet şunu iyi bilmelidir ki: Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden
ayrılması, yani dinin siyasete alet edilmemesidir. Laiklik, yönetimi bir grup din
istismarcısından alıp halkın kendi kendini yöneteceği bir Şura’ya vermektir. Dört
halife de aynı yöntemle seçilmiştir. Atatürk’ü beğenmeyenler ya da Türk halkının
kurtuluşu için yaptığı mücadeleleri desteklemeyenler ve yaptığı devrimleri
beğenmeyenler şu fotoğrafları iyice incelemelidir:

175
“…Her toplumun bir kurtarıcısı vardır.” Rad Suresi 7

Kurtuluş Savaşı’nın, Kahramanmaraş’ta Fransız askerlerinin bir kadının


başörtüsüne saldırması sonucu Sütçü İmam’ın sıktığı bir kurşunla başladığını
ve dolayısıyla da Kurtuluş Savaşı’nın asıl kahramanlarının başörtülü kadınlar,
din adamları ve dindar insanlar olduğunu savunan ve de Atatürk’ün bir dinsiz
olarak millete ihanet ettiğini iddia eden gelenekçiler şunu iyice bilmelidir ki;
Sütçü İmam gerçekte bir imam olmayıp sadece ismi İmam olan bir
vatandaşımızdı ve Milli Mücadelenin ilk kurşunu Hasan Tahsin tarafından
sıkılmıştır. Bugünün tarikatlarının birçoğunun söylemi olan bu ifadeler, aslında
toplumun ayrıştırılmasını ve pardösü-başörtüsü ile de farklı bir siyasi sınıfın
oluşturulmasını hedef almaktadır.

Geçmişte İngilizler tarafından desteklenen tarikatlarla yapılmak istenen bu


ayrışma, bugün, bilinçsiz vatandaşlarımız tarafından yapılmaktadır (İngiliz
Muhipleri Cemiyetinin kurucusu olan Sait Molla, İngiliz Gizli Teşkilatı İstanbul
kolu başkanı olan Rahip Frew’in emrinde çalışmış ve İngiliz mandasını kabul
ederek Milli Mücadeleye karşı ayaklanmaları tertip etmiştir. 15 Mayıs 1919’da
İzmir’e çıkan Yunan ordusuna karşı, Sümbüller köyünde yaşayan Giritli Derviş
Mehmet’ten yardım isteyen Türk ordusunun aldığı cevap; “Ben Yund dağına

176
kadar bütün köylerin şeyhiyim. Bizim tarikat kurşun atmayacak. Mehdi
gelmeden caiz değildir” olmuştur. Ancak Cumhuriyet kurulduktan sonra 1930
yılında Derviş Mehmet, “Ben Mehdi’yim, din elden gitti” diyerek Menemen’i
basarak Türk askerleri ile çatışır ve Kur’ân’ı ayakları altında ezdiği yalanı ile
Asteğmen Kubilay’ın başını kesmiştir. Aynı yıllarda İngiliz casus Lawrence ile
irtibatı olan Erbilli Şeyh Esat’ın baş halifesi olan Laz İbrahim de Giritli Derviş
Mehmet’in Mehdiliğini kabul etmiş ve Manisa ve civarında Nakşibendî tarikatını
yayarak halkı devlete karşı kışkırtmıştır. Derviş Mehmet’in müritlerinden
Mehmet Emin, şeyhi için; “Derviş Mehmet ‘Hz. Peygamber de bu esrardan içti
ve öylece miraca çıkarak Allah ile görüştü’ diyerek orada bulunanlara devamlı
esrar içirdi” demiştir).

177
KUR’ÂN’A GÖRE BAŞÖRTÜSÜ YOKTUR!

“Kul lil mü'minıne yeğuddu min ebsarihim ve yahfezu fürucehüm zalike ezka
lehüm innellahe habırum bima yasneun.”
Nur Suresi 30

“Ve kul lil mü'minati yağdudne min ebsarihinne ve yahfazne fürucehünne ve la


yübdıne zınetehünne illa ma zahera minha vle yadribne bi humurihinne ala
cüyubihinne ve la yübdıne zınetehünne illa li büuletihinne ev abaihinne ev abai
büuletihinne ev ebaihinne ev ebnai büuletihnne ev ıhvanihinne ev benı
ıhvanihinne ev benı ehavatihınne ev nisaihinne ev ma meleket eymanühünne
evit tabiıyne ğayri ülil irbeti miner ricali evit tıflillezıne lem yazheru ala avratin
nisai ve la yadribne bi ercülihunne li yu'leme ma yuhfıne min zınetihinn ve tubu
ilellahi cemıan eyyühel mü'minune lealleküm tüflihun.”
Nur Suresi 31

Nur Suresi 31 ayetinin geleneksel meali; “Mü'min kadınlara da söyle, gözlerini


sakınsınlar, ırzlarını korusunlar: görünmesi zaruri olanların dışında ziynetlerini
açmasınlar ve başörtülerini yakalarının üzerine vursunlar; ziynetlerini,
kocalarından veya babalarından yahut kayınbabalarından yahut oğullarından
yahut üvey oğullarından yahut kardeşlerinden yahut kardeş oğullarından yahut
kız kardeş oğullarından yahut kendi kadınlarından yahut sahibi bulundukları
cariyelerden veya uyuntu (şehvetten yoksun) erkek hizmetçilerden veya henüz
kadınların şehvet uyarıcı taraflarından habersiz çocuklardan başkasına
göstermesinler; gizledikleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını da vurmasınlar. Ey
mü'minler, hepiniz Allah'a tevbe edin ki, mutluluğu bulabilesiniz” şeklinde verilip
başörtüsüne dayanak olarak gösterilmektedir. Hâlbuki ayetin orijinali
incelendiğinde durumun hiç de öyle olmadığı görülmektedir. Şimdi ayetin orijinal
halinden yola çıkarak ayeti tekrardan ele alalım:

Nur Suresi 31 ayetinde geçen “Ve kul lil mü'minati yağdudne min ebsarihinne”
ifadesi “Mümin kadınlara da söyle: Bakışlarını yere indirsinler. Yani, "Gözleriyle
ya da örneğin dudaklarını ıslatarak ya da buna benzer davranışlarla cinsel içerikli
bir mesaj vermesinler" anlamına gelmektedir. Ayette geçen bu ifade, kadınların
dişilik silahlarını öne çıkararak karşıdaki kişiyi etkileyecek cinsel içerikli imalardan

178
sakınması gerektiğini belirtmektedir. Kadınların kişiliklerini önplana çıkararak
hanım hanımcık davranışlarda bulunmalarını, aksi halde hafif meşrep bir yapıya
sahip olarak erkeklerin sadece onlardan istifade edeceğini, kullanılacaklarını
belirtmektedir.

Ayrıca ayette gelenekçilerin belirttiği gibi kadınların bakım ve makyajdan


kaçınması gerektiği ile ilgili bir ibare bulunmamaktadır. Çünkü ayette
"Bakışlarıyla mesaj vermesinler" ifadesi geçmektedir. Bakmak başka, mesaj
vermek ise bambaşka bir şeydir. Dolayısıyla ayete göre kadınlar makyaj yapabilir
ve bakımlı olabilirler ancak asla dişiliklerini önplana çıkararak başkalarını
etkilemeye, kur yapmaya ya da tahrik etmeye kalkışmamalıdırlar. Her zaman
kişiliklerini, akıl, bilgi ve tecrübelerini önplanda tutarak, ağır ve zor elde edilebilen
bir kadın imajı vermelidirler. Nitekim ayette belirtilen “bakışlarını yere indirsinler”
ifadesi de aslında bunu anlatmaktadır (Gelenekçilerin ifade ettiği; “gözünü yere
diksinler-yere bakarak yürüsünler” anlamını değil).

Nur Suresi 31 ayetinde geçen “da” eki nedeniyle de yukarıda anlattığımız aynı
sakınmalar Nur Suresi 30 ayetinde geçen erkekler için de geçerlidir. Yani Allah,
Nur Suresi 30 ve Nur Suresi 31 ayetleriyle hem kadının hem erkeğin fıtratlarında
var olan arzuları uyandırarak şehvete dönüştürecek tarzda birbirlerine
bakmamaları ve iffetlerini korumalarını emretmektedir. Bu arzuları uyandırmadan
birbirlerini görmelerinde, birbirlerine bakmalarında ve birbirleriyle konuşmalarında
ise bir sakınca olmadığını belirtmektedir.

Nur Suresi 31 ayetinde geçen “zınetehünne” yani “ziynet” kelimesi, Geleneksel


İslam anlayışında kolye, bilezik ve takı gibi süs eşyaları anlamında tercüme
edilmiştir. Hâlbuki ayette geçen “ziynet” kelimesi, insanın belli bölgelerini temsil
eden ve kadın-erkekte farklılık gösteren ayıp yerler anlamında kullanılmıştır.

Mesela, biyolojide insan vücudu için gövde bölgesi dendiğinde nasıl ki; göğüs-
kaburga-karın üçlüsü kastedilmiş oluyorsa ya da karın boşluğu dendiğinde nasıl
ki; mide-pankreas-böbrekler-karaciğer-bağırsaklar-dalak kastedilmiş oluyorsa
aynı şekilde Nur Suresi 31 ayette geçen “ziynetlerinizi” ifadesi ile de böyle bir
kavram kastedilmektedir. Yani bir kadının ziynetiyle; göğüsler, popo ve genital
bölge ve bir erkeğin ziyneti ile de popo ve genital bölge kastedilmektedir. Nitekim

179
ayette geçen, “kadınların cinsel yönlerini anlamayan çocuklar” vurgusunda da
kastedilen anlam budur yoksa takı, kolye ve bilezik değil… Yani ayette belirtilen
“ziynetlerinizi” ifadesi ile tamamen alımlı bölgelerin yani göğüs, kalça ve genital
bölgenin örtünmesi gerektiği kastedilmiştir.

Oysaki gelenekçiler, “ziynet” kelimesini sadece kolye, bilezik ve takı gibi süs
eşyaları şeklinde tercüme edip ayeti de bu anlam ışığında çarpıtmış ve
tamamıyla anlamsız bir meal ortaya koymuşlardır. Nitekim “ziynet” kelimesi, eğer
gelenekçilerin belirttiği gibi sadece “kolye, bilezik ve takı gibi süs eşyaları”
anlamına gelse idi, Nur Suresi 31 ayeti ile Araf Suresi 31 ayeti birbiriyle çelişmiş
olurdu. Nitekim Nur Suresi 31 ayetinde “ziynetlerin kimseye gösterilmemesi”
istenirken, Araf Suresi 31 ayetinde “ziynetlerin takılması ve gösterilmesi”
istenmektedir.

“Mü'min kadınlara da söyle, gözlerini sakınsınlar, ırzlarını korusunlar: görünmesi


zaruri olanların dışında ziynetlerini açmasınlar…”
Nur Suresi 31

“Ya benı âdeme huzu zıneteküm ınde külli mescidiv ve külu veşrabu ve la tüsrifu
innehu la yühıbbül müsrifın.”
Araf Suresi 31

“Ey Âdemoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf
etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.”
Araf Suresi 31

Araf Suresi 31 ayetinde geçen “Ey Âdemoğulları” ifadesiyle hem kadına hem de
erkeğe seslenilmiş ve mescitlere gidileceği zaman ziynetlerin takılması tavsiye
edilmiştir. Eğer “ziynet” kelimesi, gelenekçilerin belirttiği gibi sadece takı, kolye
ve bilezik gibi süs eşyalarını tanımlasa idi, Allah, Nur Suresi 31 ayetinde
kadınlara ziynetlerini örtmelerini söylerken, Araf Suresi 31 ayetinde; mescide
gidileceği zaman ziynetlerini takınmalarını, böylelikle de herkese
gösterebileceklerini söyler miydi? Ya da Allah, hâşâ bu şekilde kendisiyle
çelişkiye düşer miydi? Ayette görüldüğü gibi ziynetlerin takılmasından
bahsedilmiş, fakat bunların kapatılmasından, örtülmesinden ya da

180
gösterilmemesinden bahsedilmemiştir. Bu da bu ziynetlerin ve takıldığı bölgelerin
gösterilebileceği anlamına gelmektedir. Kaldı ki ayette belirtilen ziynetler,
kimseye gösterilmeyecekse, Allah neden bu ziynetlerin takılmasını tavsiye
etmektedir ki?

Eğer insanlar mescide girdiklerinde, kadınlar sadece kadınlara, erkekler de


sadece erkeklere bu ziynetleri gösterirler, şeklinde saçma bir cevap
verecekseniz, size gelenekçilerin tefsir ettiği Nur Suresi 31 ayetini tekrar
okumanızı tavsiye ederiz. Çünkü o ayette; gelenekçilere göre ziynetlerin, sadece
ayette belirtilen kişilere gösterilebileceğinden bahsedilmektedir (buradan da
aslında Nur Suresi 31 ayette geçen “ziynetlerinizi” ifadesinin, sadece süs
eşyaları anlamına gelmediğini görebiliriz). Hâlbuki mescit, her kesimden insanın
bulunduğu ve dışarıda hem kadının hem de erkeğin birbirlerini gördükleri ve
birbirleriyle karşılaştıkları yerdir.

Allah, şüphesiz hatadan noksandır ve O asla kendisiyle çelişkiye düşmez.


Gelenekçilerin Nur Suresi 31 ayetini bu şekilde yanlış meallendirmeleri ve de
kadınlara dışarıda kolye, takı, bilezik gibi süs eşyalarının takılmasının ve diğer
insanlara gösterilmesinin haram olduğunu söylemelerine binaen Allah, Kur’ân’da
şöyle buyurmaktadır:

“Kul men harrame zınetellahilletı ahrace li ıbadihı vet tayyibati miner rızk kul hiye
lillezıne amenu fil hayatid dünya halisatey yevmel kıyameh kezalike nüfassılül
ayati li kavmiy ya'lemun.”
Araf Suresi 32

De ki: "Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?"
De ki: "Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca
onlarındır." Bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklarız.
Araf Suresi 32

Görüldüğü gibi Araf Suresi 31 ve Araf Suresi 32 ayetlerinde Allah takı, kolye,
mücevher, bilezik (altın, elmas ya da gümüşten yapılmış her türlü süs eşyası
hem erkek hem de kadın tarafından takılabilir, haram değildir) gibi süs
eşyalarının uluorta takılabileceğini ve herkese gösterilebileceğini belirtmektedir.

181
Ayrıca, bunları haram kılan gelenekçilere de “Kim haram kılmıştır” şeklinde bir
gönderme yapmaktadır (Dikkat edilirse Araf Suresi 32 ayetinde Allah’ın
yeryüzünden çıkardığı ziynetten bahsedilmekte olup burada bahsedilen ziynet
kavramı kadın ve erkeğin ayıp bölgeleri ile ilgili olan “ziynet bölgelerini” değil “süs
eşyalarını” ifade etmektedir. Ayrıca ayette geçen “zıneteküm” ifadesi süslü, şık,
temiz ve güzel bir elbise anlamına da gelmekte olup, mescitlere gidileceği zaman
sanki çok önemli bir toplantıya gidiyormuşçasına şık ve temiz giyinilmesi tavsiye
edilmiştir).

Aynı şekilde Kasas Suresi 79 ve Kehf Suresi 46 ayetlerinde geçen “ziynet”


kelimesi de herkese gösterilebilen süs eşyası anlamındadır. Ancak konumuz
olan Nur Suresi 31 ayetinde geçen “ziynet” kelimesi ise; kadınların kocalarından
başkasına göstermemeleri gereken ziynetler, yani ayıp bölgelerdir.

Araf Suresi 26 ayeti de yukarıda bahsettiğimiz kadın ve erkeğin ziynet bölgeleri


hakkında apaçık bilgiler vermektedir.

“Ya benı âdeme kad enzelna aleyküm libasey yüvarı sev'atiküm ve rışev ve
libasüt takva zalike hayr zalike min ayatillahi leallehüm yezzekkerun.”
Araf Suresi 26

“Ey Âdemoğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık.
Takvâ elbisesi... İşte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah'ın âyetlerindendir. Belki
düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).”
Araf Suresi 26

Ayet, “Ey Âdemoğulları” ifadesiyle hem kadına hem de erkeğe seslenmiş ve tek
tür bir elbiseden bahsederek bu elbisenin hem kadının hem de erkeğin ayıp
yerlerini örttüğünü belirtmiştir.

Bu elbise ya da fistan (şu anda Arabistan’da giyilen ve tarihten beri birçok milletin
giydiği ve hala kadınların çok rağbet ettiği uzun fistan) ayıp yerlerin örtünmesi
görevini üstlenen ve hem kadınların hem de erkeklerin kullandığı bir giysidir
(ayetten kesinlikle uzun fistan giymenin farz olduğu ile ilgili bir ibare
çıkartılmamalıdır. Çünkü ayette uzun fistan giyin, şeklinde bir ifade yoktur).

182
Bu açıklama ışığında baktığımızda bu elbise; erkeğin ayıp yerleri olan popo ve
genital bölgeyi ve kadında ise Kur’ân’a göre ayıp yerler olan göğüsler, popo ve
genital bölgeyi örtmektedir. Yani ayette belirtilen elbise, aynı anda hem kadının
hem de erkeğin ayıp yerlerini örtmektedir.

Şimdi soruyoruz: Bu elbise ile saç örtülebilir mi? Sizce ayete göre saç, ayıp
yerler ya da gösterilmesi haram olan yerler kategorisine girer mi? Erkekteki saç
ile kadındaki saç aynı şey değil mi? Saç, insanın süsü değil midir? [De ki:
"Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti (süsü) ve temiz rızıkları kim haram
kılmıştır?..." Araf Suresi 32] Saç, her iki cinse de güzellik vermez mi? Saçın
neresi seksi? Saç eğer kadına haram ise erkeğe de haram olması gerekmez
miydi? (Gelenekçiler, “saçın kadını daha seksi gösterdiğini ve bu nedenle de
kadınların, başlarını örtmeleri gerektiğini” iddia etmektedirler. Peki erkeklerdeki
saç erkeği daha yakışıklı, daha seksi ve daha cazibeli göstermez mi? Bir kadın
kel bir erkeğe mi yoksa gür saçlı bir erkeğe mi bakar? Kadınların kaçı kel
erkeklerden hoşlanır?)

Yukarıdaki açıklamalar ışığında Nur Suresi 31 ayeti incelendiğinde; doğum,


ziynet bölgelerindeki herhangi bir hastalık ya da buna benzer herhangi bir sağlık
problemi ve psikolojik nedenler (gibi tüm tıbbı nedenler) dışında, sadece karı-
koca birbirlerine ziynetlerini gösterebilirler. Ayrıca kadınlar, dışarı çıktıklarında
çevrelerine cinsel mesaj vermeyecek şekilde giyinmeli, kaş-göz iması ile
çevrelerini etkilememeli, cinsel mesaj verecek şekilde kıvırtmadan yürümeli ve
çok dar giyinerek, ziynet bölgelerini teşhir etmemelidirler. Diz altı etek giymeleri
tavsiye edilir. Göğüsleri kenarlardan, yanlardan ve üstten görünmeyecek ölçüde
giyim tarzını tercih etmelidirler. Koltuk altlarının görünmesi önemli değildir.
Pantolon ya da etek giymeleri kendi zevklerine kalmıştır. Lakin ziynet bölgelerinin
gösterilmemesi ya da göze çarpıcı hale getirilmemesi gerekmektedir. Nitekim
Nur Suresi 31 ayette geçen “la yadribne bi ercülihunne li yu'leme ma yuhfıne min
zınetihinn” yani "ziynetlerini-dişiliklerini teşhir etmek amacı ile halhallarını yere
vurmasınlar" ifadesiyle böyle bir durum kastedilmiştir. Bu noktada ayet kadınlara
seslenerek, etrafı tahrik edecek şekilde kıvırtarak yürümemelerini, etrafa
kendilerini çekici gösterecek, çevrenin ilgisini kendi üzerlerine çekecek ve

183
kendilerini cinsel bir objeye dönüştürecek tipteki her tür davranıştan kaçınmaları
gerektiğini belirtmektedir.

Nur Suresi 30 ayeti gereği erkekler de aynı şekilde dışarı çıktıklarında


çevrelerine cinsel mesaj vermeyecek şekilde giyinmeli, kaş-göz iması ile
çevrelerini etkilememeli, cinsel mesaj verecek hareketlerden kaçınmalı ve çok
dar giyinerek ziynet bölgelerini teşhir etmemelidirler.

Şimdi Nur Suresi 31 ayette geçen, gelenekçiler tarafından “başörtülerini


yakalarının üzerine kapasınlar” olarak tercüme edilen ve saçın örtülmesi
gerektiğine delil olarak gösterilen “yadribne bi humurihinne ala cüyubihinne”
ifadesinin gerçekte ne anlama geldiğine bir göz atalım:

Gelenekçiler, Arap örf ve adetlerini doğru göstermek, kadınlara tarihin ilk


zamanlarından beri uygulanan zulüm politikasını sürdürmek ve onları ikinci sınıf
vatandaş görmek maksadıyla ayette geçen “HıMaR” kelimesine (HıMaR ve
HaMR kelimesinin çoğulu HuMuR’dur) “başörtüsü” anlamı vermişlerdir. İbn
Manzur ve Firuzabadi gibi kaynak lügatçilerin eserlerinde, Taberi ve Zemahşeri
gibi kaynak tefsirlerinin tamamında da “HıMaR” kelimesine bu anlam yüklenmiş
ve birbirinden çalakalem yazan mealciler tarafından yanlış, günümüze kadar
getirilmiştir.

Şimdi Kur’ân’dan yola çıkarak “HaMR/HıMaR/HuMuR” kelimesini inceleyelim:

“Ya eyyühellezıne amenu innemel hamru vel meysiru vel ensabü vel ezlamü
ricsüm min ameliş şeytani fectenibuhü lealleküm tüflihun.”
Maide Suresi 90

“Ey iman edenler! HaMR kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları birer şeytan işi
pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.”
Maide Suresi 90

“İnnema yürıdüş şeytanü ey yukıa beynekümül adavete vel bağdae fil hamri vel
meysiri ve yesuddeküm an zikrillahi ve anis salah fe hel entüm müntehun.”
Maide Suresi 91

184
“Şeytan HaMR ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi,
Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz
değil mi?”
Maide Suresi 91

“Ve dehale meahüs sicne feteyan kale ehadühüma innı eranı a'sıru hamra ve
kalel aharu innı eranı ahmilü fevka ra'sı hubzen te'külüt tayru minh nebbi'na bi
te'vılih inna nerake minel muhsinın.”
Yusuf Suresi 36

“Onunla birlikte zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri dedi ki: Ben
(rüyamda) kendimi HaMR yaparken gördüm. Diğeri de: Ben de başımın üstünde
kuşların yemekte olduğu bir ekmek taşıdığımı gördüm. Bunun yorumunu bize
haber ver. Çünkü biz seni güzel davrananlardan görüyoruz, dedi.”
Yusuf Suresi 36

“Ya sahıbeyis sicni emma ehadüküma fe yeskıy rabbehu hamra ve emmel


aharu fe yuslebü fe te'külüt tayru mir ra'sih kudıyel emrullezı fıhi testeftiyan.”
Yusuf Suresi 41

“Ey zindan arkadaşlarım! (Rüyalarınıza gelince), biriniz (daha önce olduğu gibi)
efendisine HaMR sunacak; diğeri ise asılacak ve kuşlar onun başından
(beynini) yiyecekler. Yorumunu sorduğunuz iş (bu şekilde) kesinleşmiştir.”
Yusuf Suresi 41

“Meselül cennetilletı vüıdel müttekun Fıha enharum mim main ğayri asin ve
enharum mil lebenil lem yeteğayyer ta'müh ve enharum min hamri’l lezetil liş
şaribın ve enharum min aselim musaffa ve lehüm fıha min küllis semerati ve
mağfiratüm mir rabbihim ke men hüve halidün fin nari ve süku maen hamımen
fe kattaa em'aehüm.”
Muhammed Suresi 15

“Müttakîlere vâdolunan cennetin durumu şöyledir: İçinde bozulmayan sudan


ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren HaMR’dan
ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır. Orada meyvelerin her çeşidi
onlarındır. Rablerinden de bağışlama vardır. Hiç bu, ateşte ebedî kalan ve

185
bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur
mu?” Muhammed Suresi 15

Yukarıdaki ayetlerde geçen “HaMRu, HaMRi ve HaMRa” kelimelerinin ortak


kökü “HMR” olup bu kelime kökü baş, zihin ve akıl ile ilintilidir.

Bu kökten türeyen “HaMR” kelimesi, ayetlerden de anlaşıldığı üzere beyni örten,


bilinci kapatan her türlü uyuşturucu madde ve sarhoş yapacak düzeyde alınan
alkollerin genel adıdır.

Yani “HMR” kökünden türeyen “HaMR” kelimesi, bilinen somut anlamda bir örtü
ya da bir bez ile beynin ve bilincin örtülmesini ve üstünün kapatılmasını
anlatmaz.

Aynı şekilde “HMR” kökünden türeyen “HıMaR” kelimesi de gerçek anlamda başı
örten somut bir örtü değil, başı kaplayan, onu örten ve onu dış etkenlerden
koruyan “saç” anlamındadır.

Nitekim saçımız da başımızı tamamıyla kaplar ve onu bürür. Nasıl ki


vücudumuzun örtüsü elbise değil de deri ise aynı şekilde başımızın örtüsü de
saçtır, başörtüsü değil.

Kaldı ki Arapçada kadınların başlarını örttükleri şeyin özel adı da "hımar" değil
"mikna" ve "nasıyf"tir. Ayrıca “hımar” kelimesine direk örtü/örtmek anlamı verilmiş
olsa bile “hımar” kelimesinin, “başörtüsü” anlamına gelebilmesi için “hımar”
kelimesinin, “baş” anlamına gelen "re's" kelimesi ile birlikte "hımarürre's" şeklinde
kullanılması gerekirdi. Hâlbuki ayette öyle bir ifade kullanılmamıştır.

Buna ek olarak; Kur’ân’da “örtü”, “örtünme” ve “örtmek” anlamlarına denk gelen


“Bakara Suresi 88, Bakara Suresi 187, Al-i İmran Suresi 71, Nisa Suresi 155,
En’am Suresi 25, En’am Suresi 76, Araf Suresi 20, Araf Suresi 41, Araf Suresi
189, Yunus Suresi 71, Hud Suresi 5, Yasin Suresi 9, Zümer Suresi 5, Fussilet
Suresi 5, Muhammed Suresi 2, Fetih Suresi 5, Kaf Suresi 22, Kalem Suresi 42,
Nuh Suresi 7, Müzemmil Suresi 1, Müddessir Suresi 1, Mürselat Suresi 8, Nebe
Suresi 10 ve Şems Suresi 10” gibi ayetler de incelendiğinde, bu ayetlerde geçen
hiçbir kelimenin, Nur Suresi 31 ayetinde geçen “hımar” kelimesi ile örtüşmediği;

186
“hımar” kelimesinin uzaktan yakından başörtüsü, göğsü örten örtü ya da bir bez
parçasıyla ilgili bir anlama sahip olmadığı görülmektedir.

Dolayısıyla bu açıklamalar ışığında diyebiliriz ki; Nur Suresi 31 ayetinde geçen


“yadribne bi humurihinne ala cüyubihinne” ifadesiyle anlatılmak istenen
“başörtülerini yakalarının üzerine kapasınlar” değil “saçlarını omuzlarından aşağı,
göğüsleri üzerine/göğüslerine kadar uzatsınlar/salsınlar/bıraksınlar”dır.

Nur Suresi 31 ayetinde geçen “yadribne bi humurihinne ala cüyubihinne”


ifadesiyle kesinlikle saçlarınızı sadece bu şekilde omuzlardan aşağı göğüslere
kadar uzatacaksınız/salacaksınız şeklinde bir emir algılanmamalıdır. Ayette
belirtilen saç stili sadece bir tavsiye niteliğindedir. Bu saç uzatılış/salış biçimi,
kadının fıtratına en uygun olan biçimdir. Nitekim saç kadının süsüdür ve kadını
kadın yapan etmenler arasındadır. O saç uzatılış/salış biçimi, cennet kadınlarının
saç uzatış/salış biçimidir ve bir cennet geleneğidir.

Ayrıca ayette tavsiye edilen saç uzatış/salış biçimiyle de başörtüsünün baştan


atılması ve saçların köleler gibi açılarak tek tip bir kadın görüntüsü oluşturularak
kadınlar arası hukukun korunması ve kölelik-hürlük alameti olan başörtüsü
geleneğinin (Peygamberimiz döneminde Antik Yunan, Roma, İran ve Arabistan
dâhil olmak üzere bütün Akdeniz ve Ortadoğu bölgesinde kadının hukuksal
statüsü başörtüsü ile belirlenmekte idi. Bir kadın başörtüsü takıyorsa toplum
tarafından o kadının özgür ve evli olduğu ve eğer başörtüsü takmıyorsa o
kadının köle statüsünde olduğu anlaşılmakta idi. Bu nedenle başörtüsü sadece
hür olan kadınlar tarafından kullanılır, cariyelerin ise kullanmasına izin
verilmezdi. Asurlulara dayanan bu gelenek, Arabistan’da İslam öncesinde ve
Peygamber döneminde de mevcut idi) sonlandırılması amaçlanmıştır.

Yani önemli olan saç uzatış/salış biçimi değil, sadece hürler tarafından takılan
başörtüsünün bir sınıf ayrımı oluşturması ve de bir sınıf ayrımı oluşturmanın
İslam’a aykırı olması nedeniyle, hürler tarafından o başörtüsünün çıkarılarak
köleler gibi saçın açık bırakılması ve bu sınıf ayrımına son verilmek istenmesidir
(Bugün, kölelik-hürlük anlamında bir gelenek olmadığından, saçınızı istediğiniz
gibi kesebilir, istediğiniz şekli verebilir, isterseniz uzatabilir, isterseniz kesebilir,

187
isterseniz topuz yapabilir ve isterseniz de omuzlarınızdan aşağı göğüslere kadar
uzatabilirsiniz… Bu sizin zevkinize kalmış bir durumdur).

Yukarıdaki açıklamalar ışığında şunu söyleyebiliriz ki; Nur Suresi 31 ayetiyle bir
kölelik-hürlük alameti olan başörtüsü yasaklanmış olup kimse Allah’ın bir
emriymiş gibi başörtüsü takarak toplumda bir sınıf ayrımı oluşturamaz (Herkes
başörtüsü takıp takmamakta serbesttir ancak kimse başörtüsünün Allah’ın bir
emri olduğunu iddia edemez ve bu konuda kimseyi zorlayamaz. Çünkü Allah’ın
emretmediğini emretmek haramdır).

De ki: "Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?"
De ki: "Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca
onlarındır." Bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklarız.
Araf Suresi 32

“Yoksa onların bir takım ortakları var da, dinen Allah'ın izin vermediği şeyleri
kendileri için yasallaştırıyorlar mı?...”
Şura Suresi 21

“Dikkat et, hâlis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar
edinenler: Onlara, bizi sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler.
Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir.
Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.”
Zümer Suresi 3

“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslam’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size
olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişilerdiniz de O gönüllerinizi
birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir
ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size
âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.”
Al-i İmran Suresi 103

“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi


olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.”
Al-i İmran Suresi 105

188
Ne zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar: "Hayır, biz,
atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız" derler. (Peki) Ya
atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?
Bakara Suresi 170

Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve elçiye gelin" denildiğinde, "Atalarımızı üzerinde


bulduğumuz şey bize yeter" derler. (Peki,) Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete
ermiyor idilerse?
Maide Suresi 104

Şirk koşanlar diyecekler ki: "Allah dileseydi ne biz şirk koşardık, ne atalarımız ve
hiçbir şeyi de haram kılmazdık." Onlardan öncekiler de, bizim zorlu-azabımızı
tadıncaya kadar böyle yalanladılar. De ki: "Sizin yanınızda, bize çıkarabileceğiniz
bir ilim mi var? Siz ancak zanna uymaktasınız ve siz ancak "zan ve tahminle
yalan söylersiniz."
En’am Suresi 148

Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yolda


saptırdılar, derler.
Ahzab Suresi 67

Sonuç olarak yukarıdaki açıklamalar ışığında Nur Suresi 31 ayetinin Kur’ânsal


tercümesini şu şekilde yapabiliriz:

“Mümin kadınlara da söyle; çevrelerine gözleriyle ya da örneğin dudağını


ıslatarak vb. cinsel sinyal vermesinler, zinadan uzak dursunlar, namuslarını
korusunlar, ziynet bölgeleri olan popo-göğüs-genital bölgelerini belli edecek dar
giysiler giyerek çevreyi tahrik edecek, kendilerine cinsel bir obje olarak
bakılmasına neden olacak davranışlardan sakınsınlar. Bu ziynet bölgelerini teşhir
etmeyerek giydikleri iffetli elbiselerinde görünen yerler için bir sakınca yoktur
[Yani saçınızın, boğazınızın, ayaklarınızın, ayak parmaklarınızın, kollarınızın, ya
da giydiğiniz etek sonucunda görülen diz altı bacak bölgenizin (baldırlarınızı
gösterecek mini etek giymeyin ya da göğüslerinizi belli edecek, gösterecek dar
ve açık giysilerden uzak durun) görünmesinde bir sakınca yoktur]. Saçlarını
omuzlarından aşağı/göğüslerine kadar/göğüsleri üzerine

189
uzatsınlar/salsınlar/bıraksınlar (bu şekilde kölelik-hürlük alameti olan
başörtüsünden kurtularak, tek tip bayan görüntüsü versinler). Kendi kocalarına
ziynet bölgelerini gösterebilirler. Ziynet bölgelerini kapatmak ve bu bölgeleri
teşhir etmeyecek şekilde giydikleri elbiselerle [Yani saçınızın, boğazınızın,
ayaklarınızın, ayak parmaklarınızın, kollarınızın, ya da giydiğiniz etek sonucunda
görülen diz altı bacak bölgenizin (baldırlarınızı gösterecek mini etek giymeyin ya
da göğüslerinizi belli edecek, gösterecek dar ve açık giysilerden uzak durun)
görünmesinde bir sakınca yoktur] kocalarının babası, kendi babaları, kendi
oğulları, kocalarının oğulları (üvey olanlar), kendi kardeşleri, erkek kardeşlerinin
oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, diğer Müslüman kadınlar, kocasının meşru
şekilde Kur’ân’ın emirlerine riayet ederekten evlendiği diğer hanımları (ma
meleket eymenuhum), kendilerine cinsel bir gözle/kötü gözle bakmayacak kişiler
ve kendilerine de cinsel istek duymayacağınız-onlara farklı gözle bakmadığınız
kimselerle aynı ortamda bulunabilirsiniz. (Bu durum; gelenekçilerin, kadınları
mahrem görüp onlarla perde arkasından konuşulması gerektiği-kadınlarla
erkeklerin ayrı oturması gerektiği düşüncesinin yani haremlik-selamlık
uygulamasının, Kur’ân’a aykırılığını da göstermektedir) Etrafa kendinizi çekici
gösterecek, çevrenin ilgisini kendinize çekecek, onları tahrik edecek ve kendinizi
cinsel bir objeye dönüştürecek şekilde kırıtarak, ben buradayım, bana bakın
şeklinde yürümeyin/bu şekilde davranmayın. Ey müminler Allah’a toptan tövbe
ediniz. Umulur ki felah bulursunuz.”

190
KUR’ÂN’A GÖRE PARDÖSÜ VE ÇARŞAF YOKTUR!

“Vel kavaıdü minen nisaillatı la yercune nikahan fe leyse aleyhinne cünahun ey


yeda'ne siyabehünne ğayra müteberricatim bi zıneh ve ey yesta'fifne hayrul
lehünn vallahü semıun alım.”
Nur Suresi 60

“Bir nikâh ümidi beslemeyen, çocuktan kesilmiş yaşlı kadınların ziynetlerini teşhir
etmeksizin (göstermeksizin), dış giysilerini çıkarmalarında kendilerine bir vebal
yoktur. İffetli davranmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah işitendir, bilendir.”
Nur Suresi 60

Gelenekçiler, Nur Suresi 60 ayetini pardösü ya da çarşafın giyilmesi gerektiğine


delil olarak göstermektedirler. Hâlbuki ayet incelendiğinde ayette ne pardösü ne
de çarşaf anlamına gelebilecek bir kelimenin geçmediği görülmektedir.
Gelenekçiler tarafından çarşaf ya da pardösü olarak çevrilen “siyabehünne”
kelimesi ise kadınların ziynet bölgelerini kapattıkları örtünün haricindeki
elbiselerini, yani dış giysilerini tanımlamaktadır, ki birçok mealci de zaten bu
kelimeye, “dış giysi, dış elbise” anlamı yüklemektedir.

Nur Suresi 60 ayeti incelendiğinde ayette; “ziynetlerini teşhir etmeksizin


(göstermeksizin)” şeklinde bir ifadenin geçtiği görülmektedir. Ayet bu ifade ile
Nur Suresi 31 ayetine gönderme yaparak Nur Suresi 60 ayetinin, Nur Suresi 31
ayetiyle birlikte yorumlanması gerektiğini belirtmektedir. Nur Suresi 60 ayetinde
geçen “ziynet” kelimesi, Nur Suresi 31 ayetinde geçen “ziynet” kelimesi ile
eşanlamda olup ayet yaşlı kadınlara da ayıp yerler olan popo, göğüs ve genital
bölgelerini kapatmaları gerektiği emrini vermekte ve bununla birlikte yaşlı
kadınların ziynet bölgelerini bikini ile kapatmaları koşuluyla dış giysilerini
çıkartılabileceklerini ve bu şekilde de kumsal gibi yerlerde, tanımadıkları insanlar
yanında da (yaşlılar yalnız insanlardır, başka insanlarla tanışmak, kaynaşmak ve
muhabbet etmek isterler) mayo ile bulunabileceklerini belirtmektedir. (Genç
kadınların ise, sadece Nur Suresi 31 ayette belirtilen kişiler yanında mayo ile
bulunabilecekleri tavsiye edilmiştir). Nitekim Nur Suresi 60 ayetinde, Nur Suresi
31 ayetindeki gibi akraba ya da tanıdık kısıtlamasının olmadığı görülmektedir.
Çünkü kadınlar yaşlandığında, toplum artık onlara farklı bir gözle bakmaz ve

191
onları anneleri gibi görür ancak Allah, bir sapığın çıkıp da onları rahatsız
edebileceği ihtimaline karşılık yine de ne olur ne olmaz diyerekten temkinli
davranmalarını istemektedir.

“Ya eyyühen nebiyyü kul li ezvacike ve benatike ve nisail mü'minıne yüdnıne


aleyhinne min celabıbihinn zalike edna ey yu'rafne fe la yü'zeyn ve kanellahü
ğafurar rahıyma.”
Ahzab Suresi 59

“Ey peygamber, hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, dış


elbiselerinden (cilbablarından) üzerlerini sıkıca örtsünler! Bu, onların
tanınmalarına, tanınıp da eziyet edilmemelerine en elverişli olandır. Bununla
beraber Allah çok bağışlayıcıdır, merhamet edicidir.”
Ahzab Suresi 59

Ayette geçen “celabıb” yani “cilbab” kelimesi, gelenekçilerin belirttiği gibi


pardösü ve çarşaf anlamına gelmemektedir.

Cilbab; uzun bir panço benzeri bir giysidir ve “bu, onların tanınmalarına, tanınıp
da eziyet edilmemelerine en elverişli olandır” ifadesinden de anlaşıldığı üzere
namusla, namussuzlukla ve tesettürle bir ilgisi olmayan, tamamiyle korunma ve
tanınma amaçlı giyinilen, Peygamber dönemine ait bir elbisedir.

Ayrıca ayet dikkatlice incelendiğinde ayette “Ey Peygamber” şeklinde bir ifade
ile Peygamber Efendimize seslenildiği ve ardından “Peygamber hanımları”
şeklinde bir ifadenin kullanılarak, bu giyiniş tarzının sadece Peygamber
hanımlarına ve o anda Peygamber hanımlarına eşlik eden Peygamber kızlarına
ve yine o anda onlara eşlik eden diğer mümin kadınlara emir niteliğinde olduğu
anlaşılmaktadır.

Çünkü Allah’ın, tüm insanlığı ilgilendiren emir ve tavsiyelerde; “Ey Âdemoğulları”


ifadesini (A’raf Suresi 26, 31), sadece erkekleri ilgilendiren konularda; “Ey mümin
erkekler” ifadesini (Nur Suresi 30), sadece bayanları ilgilendiren konularda; “Ey
mümin kadınlar” ifadesini, sadece Peygamber Efendimizi ilgilendiren ya da
yapmasını emrettiği konularda; “Ey Peygamber, Ey Resul” gibi ifadeleri (Enfal
Suresi 65, 70; Maide Suresi 67) ve sadece Peygamber hanımlarını ilgilendiren

192
konularda da; “Ey Peygamber hanımları” şeklinde bir ifade (Ahzab Suresi 30, 32)
kullandığını Kur’ân’dan bilmekteyiz.

Dolayısıyla bu açıklamalar ışığında Ahzab Suresi 59 ayeti için, ayette kadınların


tamamını kapsayan genel bir ifadenin kullanılmadığını, “Ey Peygamber” ve
“Peygamber hanımları” gibi ifadelerle, ayetin Peygamber Efendimizin
hanımlarına has olduğunu ve dolayısıyla da ayetin, sadece Peygamber
Efendimizin eşlerini ilgilendirir bir özellik taşıdığını söyleyebiliriz [Peygamber
Hanımları diğer kadınlar gibi olmayıp bizim annemiz hükmündedirler. Boşanmış
olsalar dahi onlarla evlenilemez, taciz edilemez ve herhangi bir şekilde onlara
saygısızlık yapılamazdı (Ahzab Suresi 6). Onlara yapılacak saygısızlık
Peygamber Efendimize yapılacağından ya da Peygamber hanımlarının
yapacakları hatalar Peygamber Efendimizi zor durumda bırakacağından, Allah,
Peygamber hanımları için özel emirler indirmiştir (Ahzap Suresi 32-33)].

Bu nedenle ayette belirtilen cilbab, sadece Peygamber hanımları ve onlara o


anda refakat eden kadınlar için geçerli bir elbise idi. Bu ayet indikten sonra
Peygamber hanımları dışında ve Peygamber hanımları ile birlikte dışarı çıkanlar
dışında (onlara o anda eşlik eden Peygamber kızları, yardımcılar ya da diğer
Müslüman kadınlar) diğer mümin kadınların CİLBAB giymesi yasaklanmıştır.
Çünkü diğer kadınlar için, ki Peygamber kızları buna dâhildir, cilbab giyme şartı,
ayete göre "Resulullah eşiyle/eşleriyle AYNI ANDA çıkmaktır”. Peygamber
Efendimizin son eşi de vefat ettiğine göre bu CİLBAB ayetinin hükmü de
otomatikman ortadan kalkmıştır. Yani sizin şu anda cilbab giyebilmeniz için (yani
bunun Allah’ın bir emri olduğunu iddia ederekten giyebilmeniz için) mutlaka
yanınızda Peygamber hanımlarından birini bulunduruyor olmanız gerekmektedir.
Kaldı ki ayet eğer tüm kadınları ilgilendirir bir emir niteliği taşısa idi; Allah, ayette
zaten “Ey mümin kadınlar” şeklinde bir ifade ile tüm kadınları kasteder ve lafı
dolandırmadan doğrudan söylerdi.

Peygamber Efendimizin hanımları dışarı çıktıklarında, gayrimüslimler tarafından


ya direk taciz edilmekte, ya laf atılmakta ya da yanlarında bulunan Peygamber
Efendimizin kızları, nedimeleri ya da diğer Müslüman kadınlar taciz edilmekte ve
dolaylı yoldan Peygamber hanımları ve de Peygamber Efendimiz rencide
edilmekte idi. Bu şekilde tacize ve sataşmalara uğrayan Peygamber hanımları ile

193
onlara o anda eşlik eden kadınların, evlerinin dışına çıktıkları zaman tanınmaları
ve dolayısıyla sarkıntılıktan korunmaları için cilbablarını üzerlerine örtmeleri
emredilmiştir. Giydikleri o “cilbab” sayesinde dışarıda tanınacak ve bu şekilde
herhangi bir tacizin önüne geçilmiş olacaktı. Zaten Ahzap Suresi 59 ayetinde de
açık ve net olarak “cilbab”larını giyen kadınların tanınacağı, bilineceği,
dolayısıyla da incitilemeyeceği belirtilmektedir. Yani bu cilbabın dindarlıkla,
namusla ya da daha takvalı olmakla bir alakası yoktur.

Hacda yaşanan şu olay da bu konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır:


“Diyanet İşleri Başkanı ve ailesi hacda bizimleydi. Ahzab Suresi 59 ayetteki
cilbab hükmü, devlet tarafından ona zımnen yapılan şu tavsiyeye benzemektedir:
‘Başkan! Eşine, kızlarına ve Türkiyeli hanımlara söyle, ay yıldızlı hac giysilerini
giysinler. Onların tanınması için ve incitilmemesi için uygun olan budur.’ Bunun
anlamı: Ay yıldızlı giysi, bayan hacılarımızı Türkiyeli olarak tanıtacak ve onları
rahatsız etmeye kalkanlara Türk Dışişlerinin hesap soracağını hatırlatacaktı.
Türkiyeli bayan hacılar sahipliydi yani; örneğin Afrikalı hacılardan farklıydılar.
Bunu kendi başımıza gelenden anladım: Mescid-i Haram’da sabah namazı
öncesi. Müezzinin kametini bekliyoruz. Eşim, önümdeki safta iki bayanın
arasında oturuyor. Orda namazlar kadın erkek bir arada kılınıyor çünkü tavaf bir
arada yapılıyor ve kamet okunur okunmaz herkes olduğu yerde namaza duruyor;
harem selamlık yapacak vakit yok. Ayrıca o yabancı ülkede tek başımıza
kalmaktan ödümüz kopuyor; birbirimizden ayrılmaya razı değiliz. Bir polis:
‘Pakistan, yallah! Malezya yallah!" diye kadınları kova kova eşime kadar geldi.
‘Turkiya yallah!’ İtiraz ettim. Anlamadı. ‘Turkiya yallah!’ Bu kez ‘Eşimi rahat bırak!’
diye avazım çıktığı kadar bağırdım. Kısa kesiyorum. Gitti; başka bir polisle
döndü. Herhalde üstüydü. ‘Sen Turkiya?’ ‘Evet. Ve eşimin burda kalmasını
istiyorum.’ ‘Halas, Turkiya halas’ (Tamam, Türkiye tamam). Elleriyle, ‘eşin burda
kalabilir’, dediler. Sonra öteki kadınları kovmaya devam ettiler. Bakın son derece
açık ve net. Bizim ay yıldızlı cilbabımız kadınlarımızı Türkiyeli olarak, dolayısıyla
sahipli kadınlar olarak tanıtıyordu; namuslu kadınlar olarak değil. Yoksa hacca
tek başına gelen, örneğin Afrikalı kadınlar da kendilerine özgü cilbablar
içindeydiler ve en azından bizim kadınlarımız kadar namusluydular. Ama Suudi
polisin dinî-ideolojik tacizine uğradılar çünkü sahipli değillerdi.”

194
Görüldüğü gibi ay yıldızlı cilbab bir tanınma aracı olup, giyeni, tanıtmak suretiyle
korumaktadır. Nasıl ki bugün başbakanın eşine ya da eşiyle birlikte dolaşan
kişilere yapılacak uygunsuz bir hareket, dolaylı yoldan başbakanı hedef alacaksa
ve bu nedenle de nasıl ki başbakanın eşiyle birlikte yanında dolaşanların da
korunması gerekmekte ise, aynı şekilde Peygamber Efendimiz zamanında da
Peygamber hanımları ve onlara eşlik eden diğer mümin kadınların da
korunmalarını sağlamak için cilbab giymeleri emredilmiştir.

Nitekim Peygamber Efendimizin hayatının son yıllarına doğru Medine şehrinin


nüfusu, dışarıdan gelen göçlerle oldukça artmış ve Müslüman sayısıyla birlikte
müşrik sayısında da oldukça artışlar olmuştur. Toplumun bu kadar
kalabalıklaştığı bir zamanda Allah, Peygamber hanımlarının dışarı çıkmaları
durumunda, diğer kadınlardan ayırt edilmesi ve müşriklerin tacizine uğramalarını
engellemek için, Peygamber hanımlarına ve onlara o anda eşlik eden
Peygamber kızlarına ve diğer mümin kadınlara cilbab giyilmesi emrini vermiştir.

“O Peygamber, müminlere kendilerinden daha dost, daha yakındır. Onun eşleri


de müminlerin anneleridir...”
Ahzap Suresi 6

Bu ayet ile Resulullah eşleriyle, dul kalma halinde HİÇ KİMSENİN


evlenemeyeceği anlamına gelen "ANNELERİMİZ OLDUĞU" emri indirilmiştir.
Dolayısıyla bu ayetin hükmüne göre Peygamber hanımları, ebediyen bir başkası
ile evlenemezlerdi. Bu şekilde dinin siyasete alet edilmesinin önüne geçilmiştir.
Yani ayet, sadece Peygamber hanımlarını ilgilendirir bir özellik taşımakta ve
Peygamber hanımları dışında diğer kadınların boşanma ya da dul kalmaları
durumunda evlenmemeleri ya da annelerimiz olması gibi bir durumdan söz
edilmemektedir. İşte bu ayet gibi, cilbab ayeti de özel bir anlam taşımakta olup
sadece Peygamber hanımlarını ve onlara o anda eşlik eden kadınların durumunu
ifade etmektedir.

“Ey Peygamber Hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer
halinize layık bir takva ile korunacaksanız, yabancılarla cazibeli bir sesle
konuşmayın ki, kalbinde fesat bulunan kimse bir ümide kapılmasın. Konuşurken,
ciddiyet ve ağırbaşlılıkla söz söyleyin. Evcimen-misafirperver olun (ayette geçen

195
“weqarne fî büyûtikünne” ifadesi gelenekçiler tarafından “evlerinizde oturun”
şeklinde meallendirilmiştir. Hâlbuki bu ifade ile kastedilen, evcimen-misafirperver
olundur), evvelki cahiliyet devri kadınlarının açılması gibi açılıp saçılmayın,
namazınızı dosdoğru kılın, zekâtınızı verin, Allah’a ve Resulüne itaat edin. Ey
Peygamber ailesi, Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor.
Ahzap Suresi 32-33

“Ey iman edenler! Size bir yemek için izin verilmedikçe Peygamber'in evlerine
girmeyin... Peygamberin eşlerinden bir şey istediğinizde onlardan perde
arkasından isteyin. Bu hem sizin kalpleriniz için, hem de onların kalpleri için daha
temiz bir yoldur...”
Ahzap Suresi 53

Toplumdaki bozguncuların dedikodu yaparak kargaşa çıkarmalarını engellemek


ve Peygamber Efendimizi ziyarete gelen yabancı insanların kalplerinde fesat
oluşmasını engellemek için Allah, Peygamber hanımlarının yürüyüşlerine ve ses
tonlarına da dikkat etmelerini ve de Peygamber Efendimizi ziyaret eden
insanların, Peygamber hanımlarından bir şey istediklerinde farklı duygulara
kapılmalarını engellemek için, onları görmeyecek şekilde bir perde arkasından
onlarla konuşmaları emrini vermiştir. Çünkü Peygamber hanımları müminlerin
anneleri olup onlara asla farklı bir gözle bakılamaz ve farklı duygular
beslenemez. Aksi bir durum ise, bir kişinin öz annesine duyacağı sapkın bir
duygu kadar iğrenç olacaktır (Medine şehrinde nüfus arttıkça İslam dinini ve
Peygamber Efendimizi merak eden ve onu ziyaret edenlerin sayısı da artmıştır.
Bu insanların hepsinin de saf duygulara sahip olmadığı düşünüldüğünde, tüm
bunların alınması gereken birer önlem olduğu daha iyi anlaşılmaktadır).

Ahzap Suresi 53 ve Ahzap Suresi 33 ayetlerinde sadece Peygamber hanımları


için emredilen “Peygamberin eşlerinden bir şey istediğinizde, onlardan perde
arkasından isteyin” ve “evlerinizde oturun” ifadeleri gelenekçiler tarafından
İslam’ın genel bir emri olarak telakki edilmiş ve tüm kadınlar eve kapatılarak
kimseyle konuşmalarına izin verilmemiştir. Oysaki ayetler incelendiğinde bu
ayetlerin sadece Peygamberi ve onun ailesini zor durumda bırakmamak ve
çevreden gelecek fitnelere karşı sadece onlar için alınmış önlemler olduğunu
anlarız.

196
“Ey Peygamber’in hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer
Allah’a karşı gelmekten sakınıyorsanız (erkeklerle konuşurken) sözü yumuşak
bir eda ile söylemeyin ki kalbinde hastalık (kötü niyet) olan kimse ümide
kapılmasın. Uygun ve yanlış anlaşılmayacak tarzda konuşun! Ve evlerinizde
ağırbaşlı/vakarlı olun. Önceki cahiliye anlayışındaki gibi (işveli cazibeli tahrik
edici şekilde) kendinizi teşhir etmeyin. Namazı kılın, zekâtı verin. Allah’a ve
Resûlüne itaat edin. Ey Peygamberin ev halkı! Allah, sizden ancak günah kirini
gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”
Ahzab Suresi 32-33

Ayrıca Allah (cc), Tevbe Suresi 71 ayeti; Mümin erkeklerle mümin kadınlar
birbirlerinin dostlarıdır…” ve Hucurat Suresi 13 ayetiyle de; “Ey insanlar!
Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi
uluslara ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün
olanınız, en takvâlı olanınız/O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir,
haberi olandır” kadınların sosyal bir yapıya sahip olduklarını, kadın ile erkeğin
birbirleriyle konuşabileceklerini ve haremlik-selamlık uygulamasının olmadığını
apaçık bir şekilde belirtmiştir.

“Ey Peygamber Hanımları; sizden kim apaçık bir kötülükle huzurumuza gelirse,
onun azabı iki kat arttırılır. Bu ise Allah için pek kolaydır.”
Ahzap Suresi 30

Yukarıdaki ayetlerden görüldüğü üzere Allah (cc), Peygamber hanımları için özel
yasalar çıkarmıştır. Çünkü onlar, dolaylı olarak Peygamber Efendimizi temsil
ettiklerinden, yapacakları yanlış hareketler ile otomatikman Peygamber
Efendimizi zor durumda bırakıp putperestlere ve müşriklere koz vermiş
olacaklardı.

Zaten Ahzap Suresi 30 ayeti incelendiğinde de Peygamber hanımlarının


yapacakları kötülükler yüzünden diğer kadınlara göre iki kat daha fazla bir
cezaya çarptırılacaklarının belirtilmesi de Peygamber hanımlarının diğer
kadınlardan farklı bir konuma sahip olduklarını açık bir şekilde göstermektedir.
Bu nedenle toplumdaki bozguncuların, müşriklerin ve putperestlerin dedikodu
yaparak kargaşa çıkarmalarını engellemek ve Peygamber hanımlarına

197
yapılabilecek olası eziyetlerin ve iftiraların önüne geçmek için Allah (cc),
Peygamber hanımları için yukarıdaki kurallar gibi bir takım özel yasalar,
ayrıcalıklar çıkartmıştır. Bu yasalar ve ayrıcalıklar sadece Peygamber
hanımlarına özgü olduğundan biz, asla o ayrıcalıkları kendimiz uygulayamayız.
Uygulamaya çalıştığımız anda da kendimizi Peygamber hanımı yerine koymuş,
Allah’ın emrine karşı gelmiş ve dinden çıkmış oluruz.

Sonuç olarak İslam dininin, kişisel menfaatler doğrultusunda yorumlanması


sonucunda sadece Peygamber Efendimizin hanımları için emredilmiş bazı özel
hükümler, uydurma hadisler ışığında şekillendirilmiş ve tüm kadınların eve
kapatılması, öğrenim haklarının ellerinden alınması, çalışmalarının engellenmesi,
haremlik-selamlık uygulaması ile asosyalleştirilmeleri, yüzleri, elleri ve ayakları
dâhil olmak üzere tüm vücutlarının örtülmeye mecbur bırakılması gibi birçok
Kur’ân dışı zulüm kadınlara dikte ettirilmiştir. Hâlbuki Kur’ân, tüm bu uydurma
uygulamalardan münezzeh olup Kur’ân’da bu tip uygulamaların hiçbiri yoktur.

198
KUR’ÂN’DAKİ ÖRTÜNME VE AMACI

Evet, Kur’ân’da örtünme emri vardır. Ancak bu emir başörtüsü, çarşaf ya da


pardösü şeklinde değil, takvaya uygun örtünmedir.

Geleneksel İslam anlayışında bazı görüşlere göre eller, ayaklar ve yüz


haricindeki her yerin örtünmesi gerekirken, bazı görüşlere göre de gözler dâhil
olmak üzere her yerin örtünmesi gerekmektedir. Oysaki gelenekçilerin belirtmiş
oldukları bu izahların hiçbiri Kur’ân’da yer almamaktadır. Kadınların örtünmesi ile
ilgili ayetler Nur Suresi 31 ve Ahzab Suresi 59 ayetleri ile sınırlıyken,
gelenekçilerin birbirinden çok farklı görüşleri şüphesiz ki gerçekten çok uzaktır.

Nur Suresi 31 ayeti ile toplumdaki iffetin muhafaza edilmesi, kadınının dişiliğinin
değil kimliğinin önplana çıkması, kadına cinsel bir objeymiş gibi bakmanın
önünün kapatılması ve bir kölelik-hürlük alameti olan başörtüsünün ortadan
kaldırılarak bir sınıf ayrımına son verilmesi amaçlanmıştır. Tüm kadınların saçı
açık ve omuzlarından aşağı göğüslerine kadar uzandığından/salındığından
kimsenin hür ya da köle olduğu bilinmeyecek ve bu şekilde de kimse rencide
edilmeyecekti. Zaten kölelik İslam’ın yasakladığı bir şey olduğundan bunun
önüne geçilmesi amaçlanmış ve kadınların tarihin ilk devirlerinden beri çiğnenen
hakları tekrardan kendilerine iade edilmeye çalışılmıştır.

Ancak bu haklar, Peygamber Efendimizin ve 4 halifenin vefatı ardından Ebu


Süfyan ve Ümeyye oğulları tarafından tekrardan kadınların elinden alınmış ve
Arap örf ve adetleri, dinin emirleriymiş gibi yaşatılmıştır. Emevi ve Abbasiler
zamanında zorba bir krallığa dönüştürülen saltanat ile toplum üzerinde, Arabî örf
ve adetlerin din olarak sunulduğu gerici bir ortam oluşturulmuştur. Bu kargaşa
ortamında bazı din bilginleri, bu karmaşalara bir çözüm getirmek amacıyla
hadisler ışığında bazı yöntemler geliştirmiş ve mezhep denilen oluşumların
ortaya çıkmasına neden olmuşlardır. Ancak bu oluşumlar da zamanla yoldan
çıkmış ve tamamiyle siyasi bir kimlik haline gelmişlerdir.

Mesela İmamı Azam denilen Ebu Hanife, Emevilerin sonunda ve Abbasilerin


başında yaşamış, her iki dönemde de zulme uğramış ve hayatında iken bir
mezhep kurmamışken ondan sonra onun öğrencileri Abbasi devletinin

199
başkadılığına seçilince devletin başında olan zorbaların görüşleri ağırlıklı olmak
üzere devletin resmi dinsel görüşünü yansıtan Hanefi mezhebini kurmuşlardır.
Ve de adını hiç ilgisi olmadığı halde hocalarına mal etmişlerdir. Sonuçta da
Kur’ân öncesi cahiliye Arap toplumunun kadına bakış açısı, Peygamber
Efendimizin vefatından yaklaşık yüz-iki yüzyıl sonra derlenen uydurma hadisler
ışığında ve Kur’ân'daki ayetlerin, zorba saltanatın düşünceleri doğrultusunda
yorumlanmasıyla değişmiş ve kadınlar, bir rahibe kıyafeti olan kara çarşaf ve
başörtüsüne bürünerek evlere hapsedilmişlerdir.

Mezhep imamlarının yolundan gitmeye devam eden gelenekçiler, Arabî gelenek


ve görenekleri hâlâ yaşatmakta olup, köleliği bile kabul etmektedirler.
Gelenekçilerin inanışına göre hür kadın ile köle kadının giyim ve kuşamı aynı
olmayıp, köle bir kadın göğüslerini gösterebilecek şekilde dolaşabilir.

Mezhep imamlarının yolundan gitmeye devam eden aynı gelenekçiler; “Avret;


sözlükte, gedik gibi yerlerdeki aralık ve kendisinden fesat ve zarar beklenen şey
anlamındadır. İnsanın avret bölgesine ‘avret’ denmesi, görülmesiyle fesat ve
kötülük ortaya çıkacağı içindir. Yoksa ‘avret’, çirkinlik anlamındaki ‘aver’
kelimesinden türemiş değildir. Çünkü kadının avret olan yerlerinin çoğu, çirkin
olmak şöyle dursun, gönüllere hoş gelir ve güzel sayılır” düşüncesini de kabul
ederekten kadının her yerinin avret mahalli olduğunu ve dolayısıyla da
mezhepten mezhebe farklılık göstermekle birlikte genel olarak yüz hariç olmak
üzere kadının tüm vücudunun örtülmesi gerektiğini savunmaktadırlar
(Arabistan’da çarşaflı bir kadına tecavüz eden bir adama nedeni sorulduğunda,
“giyimi beni çok tahrik etti” cevabını vermiştir).

Bu kişilerin kabul ettiği mantığa göre eğer fesat durumu söz konusu değilse
çıplak da gezilebilmektedir. Nitekim bazı Afrika ve Hindistan kabile ve dini
inanışlarında çıplaklık durumu söz konusudur ki, bunlar birbirlerine o anlamda
bakmamakta ve fesada da neden olmamış olmaktadırlar. Dolayısıyla Kur’ân’a
göre yanlış olan bu durum, gelenekçilerin görüşüne göre de doğru kabul
edilmektedir. Aynı şekilde, dünya çapında milyonlarca kadının katılımıyla
gerçekleşen ve içinde Türk kadınlarının da yer aldığı bir ankette kadınlara
sorulan, "Bir erkeğin en cinsellik uyandıran uzvu hangisidir?" sorusuna,
kadınların yüzde 86’sı "Dudakları" cevabını vermişlerdir. Bu durumda eğer

200
gelenekçilerin mantığı doğru ise; kadınların en çok etkilendikleri erkek uzvu olan
dudakların, fesada yol açmaması nedeniyle örtülmesi gerekmektedir!

Gelenekçiler tarafından kabul edilen 54 farzda ve en ayrıntılı büyük günahlar


listesinde bile başörtüsünün ve pardösünün giyilmesi ile ilgili herhangi bir ifade
yokken, sanki dinin en önemli farzıymış gibi bunların Müslümanlara lanse
edilmesi gerçekten çok düşündürücüdür. Ayrıca kendini Müslüman sanan birçok
insanın Allah’ın en büyük iki emri olan namaz ve zekât konusunda hiçbir bilgiye
sahip olmaması ve özen göstermemesine rağmen başörtüsü ve pardösü
hakkında büyük yaygaralar çıkarması da bu konunun siyasal bir simge haline
nasıl dönüştürüldüğünün apaçık bir göstergesidir.

Kadının gözleri dâhil olmak üzere tüm vücudunun örtülmesi gerektiğini iddia
eden gelenekçi zihniyete, Ahzab Suresi 52 ayetini de nasıl anladıklarını sormak
gerekmektedir?

“Bundan sonra artık başka kadınlarla evlenmen, elinin altında bulunan cariyeler
hariç, güzellikleri hoşuna gitse bile, bunların yerine başka hanımlar alman sana
helâl değildir. Allah her şeyi gözetler.”
Ahzab Suresi 52

Bu ayet indikten sonra Peygamber Efendimize, güzellikleri hoşuna gitse dahi


başka kadınlarla evlenmesi yasaklanmıştır. Ayete dikkat edilirse; “güzellikleri
hoşuna gitse bile” şeklinde bir ifade geçmektedir. Bu ifade, Peygamber
Efendimiz zamanında kadınların güzelliklerinin göründüğünü, giyim ve kuşamın
güzelliklerini örtmediğini göstermektedir. Bu da aslında güzellikleri örten peçe,
çarşaf, pardösü ve başörtüsünün aslında İslam’ın bir emri olmadığını apaçık bir
şekilde göstermektedir.

Kaldı ki gelenekçilerin savunduğu bazı hadislerde bile kadın ve erkeğin bir arada
olduğu ve abdestlerini aynı yerde, aynı kaptan aldıkları belirtilmektedir. Abdestte
ise yüz, saç, ayak ve kollar da yıkandığından, bu bölgeler hem erkekler hem de
kadınlar tarafından görünmekte idi. Bu da aslında hem erkek için hem de kadın
için bu bölgelerin gösterilmesinin hiçbir sakıncası olmadığını ifade etmektedir.

201
İşte o hadis;

İbnu Ömer radiyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam


zamanında erkekler ve kadınlar beraberce bir kaptan abdest alıyor idiler."
Buhari, Vudu 43; Muvatta, Taharet 15, (1, 24); Ebu Davud, Taharet 39, (79,
80); Nesai, Taharet 52, (1, 57)

Ayrıca Tövbe Suresi 71 ayetinde de “Mümin erkeklerle Mümin kadınlar


birbirlerinin dostlarıdır” ifadesiyle kadın ve erkeğin arkadaş olabileceği ve bir
arada bulunabilecekleri apaçık bir şekilde vurgulanmıştır. Kaldı ki bir toplumda
iffetin korunması sadece kadına düşen bir görev değil aynı anda Nur Suresi 30
ayeti gereği erkeklere de düşen bir görevdir. İffetin korunması da saçın
örtünmesi ya da pardösü ve çarşaf giyilmesi ile değil hem erkek hem de kadın
için karşı cinsi tahrik edecek her türlü davranış ve giyimden (mini etek ve ayıp
yerleri açığa çıkaracak her türlü dar kıyafetler) uzak durmak ile mümkündür.

Kur’ân’da ayıp yerler dışında kalan yerlerin örtünmesi yani giyim-kuşam da zaten
esnek bir yapıya sahip olup (karşı cinsi tahrik etmemek koşulu ile) kültüre, doğa
şartlarına ve zaman dilimlerine bağlı olarak değişken bir özellik göstermektedir.

“Allah size, evlerinizden huzur ve sükûn yeri yaptı. Hayvan derilerinden de size,
gerek göç gününüzde gerek konduğunuz sırada rahatça taşıyacağınız evler
yaptı. Ayrıca hayvanların yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından belli bir
süreye kadar kullanabileceğiniz giyimlikler, döşemelikler ve kullanım eşyası
verdi. Allah yarattıklarından sizin için gölgeler oluşturdu. Dağlardan sizin için
sığınak evler yaptı. Sizin için sıcaktan koruyacak elbiselerle savaşta koruyacak
elbiseler de yaptı. İşte nimetini üzerinizde böyle tamamlıyor ki, O’na teslim olup
esenliğe ulaşabilesiniz.”
Nahl Suresi 80-81

Kur’ân’ın, kutuplarda ve çöllerde yaşayan tüm insanlara da gönderildiği


düşünüldüğünde Müslüman olmanın Arabî bir giyim kuşamla ilişkisi olmadığı
daha net bir şekilde görülmektedir. Çünkü kutuplarda yaşayan bir insanın giyim-
kuşamı ile çöllerde yaşayan bir insanın giyim-kuşamı şüphesiz ki birbirinden çok
farklı olmak zorundadır. Buna rağmen gelenekçilerin, Kur’ân’ın indirme gayesini

202
anlamadan Arabî bir giyim-kuşamı referans almaları ve bunu insanlara dikte
etmeleri ve de aynı zamanda Peygamber Efendimizin ulaşım aracı olarak
develeri kullanmasına rağmen bu tip insanların en lüks arabalara binmesi
gerçekten ikiyüzlülüğün apaçık bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır
(Mademki Arap elbisesi giymek sünnet ve siz sırf Peygamber böyle giyindi diye
böyle giyindiğinizi iddia ediyorsunuz, o zaman bırakın lüks arabalarınızı da
develerle seyahat etmeye başlayın. Nitekim Peygamber de develerle seyahat
etmekte idi).

Sonuç olarak saçın, tırnakların, yüzün, ellerin bir cinsel tahrik aracı olmadığı iyi
bilinmelidir. Saç ve yüzde güzellik, ancak göğüs, popo ve genital bölgede
güzellikten ziyade cinsel cazibe vardır. Bu nedenle Allah, bu cinsel cazibe
bölgelerinin kapatılmasını emrederken kadının süsü olan yüz ve saçların
gösterilmesini emretmektedir. Ayrıca aile yapısının korunması, toplumun
parçalanmasının engellenmesi ve toplumda kin ve fesadın yayılmasının
önlenmesi için hem kadın hem de erkek; karşı cinse davetkâr, şehvetik ve tahrik
edici davranışlarda bulunmamalı ve bu arzuları uyandıracak giyim-kuşamdan da
uzak durmalıdır (Bu tip hareketler toplumda taciz, tecavüz, kıskançlık, kin ve
nefret gibi duyguların yaygılaşmasına ve toplumun yıpranarak yok olmasına
neden olur).

“De ki: Allah’ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı? De ki:
Onlar, dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde müminlerindir. İşte bilen bir
topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.”
A’raf Suresi 32

“De ki: Allah’ın size indirdiği rızıktan bir kısmını helâl, bir kısmını da haram
bulmanıza ne dersiniz? De ki: Allah mı size izin verdi, yoksa Allah’a iftira mı
ediyorsunuz?”
Yunus Suresi 59

“Dilleriniz yalana alıştığı için ‘bu helaldir’, ‘şu haramdır’ demeyiniz. Sonra Allah’a
karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise kurtuluşa
eremez.”
Nahl Suresi 116

203
“Yoksa onların hâkimiyette ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği bir şeyi
kendilerine kanun yapıyorlar? …”
Şura Suresi 21

“De ki: Haydi Allah şunu haram kıldı diye şehadet edecek şahitlerinizi getirin…”
En’am Suresi 150

“Ne oluyor size? Nasıl hüküm veriyorsunuz? Yoksa sizin bir kitabınız var da
oradan mı okuyorsunuz?”
Kalem Suresi 36-37

204
KUR’ÂN’DA KÖLELİK/CARİYELİK YOKTUR

Peygamber döneminde, İslam öncesi bir gelenek olan kölelik; Antik Yunan,
Roma, İran ve Arabistan dâhil olmak üzere bütün Akdeniz ve Ortadoğu
bölgesinde oldukça yaygın bir biçimde yaşatılmakta idi. Köle insanların, sahibine
her türlü hizmetten başka hiçbir hak ve hürriyete sahip olmadığı o zamanlarda,
köleler, bir mal gibi satılabilirdi.

Kur’ân ile birlikte bu geleneğin önüne geçilmeye ve tüm insanların eş haklara


sahip olduğu vurgusu yapılmaya çalışılmıştır. Nitekim Kur’ân’da da bu
kapsamda, “Ey Âdemoğulları” vurgusu ile insanların eşit haklara sahip olduğu,
insanların birbirinden üstün olmadığı ve tek üstünlüğün sadece takva ile
kazanılabileceği belirtilmiştir. Ayrıca köleliğin bitirilmesine ilişkin birçok teşvik
edici emirler de indirilmiş ve insanların hak ve hürriyetlerinin tekrardan
kendilerine iade edilmesine çalışılmıştır.

“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, ahiret
gününe, meleklere, Kitaba ve Peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine
rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve
kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve
ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın
kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru
olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır.”
Bakara Suresi 177

“İman etmedikçe müşrik kadınlarla, onlar hoşunuza gitse dâhil evlenmeyiniz.


Onların yerine mümin kadın kölelerle evlenmeniz sizin için daha hayırlıdır. İman
etmedikçe müşrik erkeklerle, onlar hoşunuza gitse dâhi evlenmeyiniz. Onların
yerine mümin erkek kölelerle evlenmeniz sizin için daha hayırlıdır. O müşrikler
sizi ateşe çağırırlar, Allah ise kendi izniyle cennete ve mağfirete çağırır. O,
insanlara ayetlerini açıklar. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler.”
Bakara Suresi 221

“Bir mü'mine, -hata sonucu olması dışında- bir başka mü'mini öldürmesi
yakışmaz. Kim bir mü'mini ‘hata sonucu' öldürürse, mü'min bir köleyi

205
özgürlüğüne kavuşturması ve ailesine teslim edilecek bir diyeti vermesi gerekir.
Onların (bunu) sadaka olarak bağışlamaları başka. Eğer o, mü'min olduğu halde
size düşman olan bir topluluktan ise, bu durumda mü'min bir köleyi özgürlüğe
kavuşturması gerekir. Şayet kendileriyle aranızda andlaşma olan bir topluluktan
ise, bu durumda ailesine bir diyet ödemek ve bir mü'min köleyi özgürlüğe
kavuşturmak gerekir. (Diyet ve köle özgürlüğü için gereken imkânı) Bulamayan
ise, kesintisiz olarak iki ay oruç tutmalıdır. Bu, Allah'tan bir tevbedir. Allah
bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
Nisa Suresi 92

“İçinizde evli olmayanları, erkek kölelerinizden ve kadın kölelerinizden salih


olanları evlendirin. Eğer fakir iseler Allah, kendi fazlından onları zengin eder.
Allah geniş (nimet sahibi)dir, bilendir.”
Nur Suresi 32

“Allah sizi, yeminlerinizdeki ‘rastgele söylemelerinizden, boş sözlerden' dolayı


sorumlu tutmaz, ancak yeminlerinizle bağladığınız sözlerden dolayı sizi sorumlu
tutar. Onun (yeminin) keffareti, ailenizdekilere yedirdiklerinizin ortalamasından on
yoksulu doyurmak ya da onları giydirmek veya bir köleyi özgürlüğüne
kavuşturmaktır. (Bunlara imkân) Bulamayan (için) üç gün oruç (vardır.) Bu,
yemin ettiğinizde (bozduğunuz) yeminlerinizin keffaretidir. Yeminlerinizi
koruyunuz. Allah, size ayetlerini böyle açıklar, umulur ki şükredersiniz.”
Maide Suresi 89

“Kadınlarına "zıhar"da bulunanlar, sonra söylediklerinden geri dönenlerin,


birbirleriyle temas etmeden önce bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaları gerekir.
İşte size bununla öğüt verilmektedir. Allah, yaptıklarınızı haber alandır.”
Mücadele Suresi 3

“Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir misin? Köle azat
etmektir.”
Beled Suresi 11-12-13

“Ölümüne girdiği zorlu bir meydan savaşı sonucu değilse esir almak bir
peygambere yakışmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, hâlbuki Allah sizin

206
için ahireti istiyor. Allah çok güçlüdür, çok bilgedir. Eğer Allah sizi
bağışlayacağını Levh-i Mahfuzda yazmış olmasaydı, aldığınız fidye yüzünden
size büyük bir azap dokunurdu.”
Enfal Suresi 67-68

Kur’ân ayetleri incelendiğinde Kur’ân’a göre iki tip köleliğin bulunduğunu


anlayabiliriz. Bunlardan birincisi, İslam öncesi bir gelenek olarak yaşatılan ve
insanların mal gibi satılabildiği geleneksel kölelik, diğeri ise savaş nedeniyle
esaret altına alınan düşman askerlerdir. Kur’ân, bunlardan birincisini tamamiyle
yasaklarken ikincisini belli şartlar altında kabul etmektedir.

Bunlar kısaca şu şekilde sıralanabilir: Savaş, sadece güvenliğin sağlanması


amacı ile yapılabilir ve güvenliğin sağlanması esnasında esaret altına alınan
esirlerin can, mal ve namusları güvence altındadır; hiçbir esire kötü muamele,
işkence, tecavüz ve cinsel istismar yapılamaz; kimse sahip olduğu din ve felsefik
düşünce nedeniyle yargılanamaz ve başka bir düşünceyi kabul etmeye
zorlanamaz; esirlerin eşlerine, çocuklarına, akrabalarına ve mallarına
dokunulamaz; esirler, insanlık suçu işlememişlerse; esir değiş-tokuşu ile ya da
savaş sonrasında hiçbir koşul sunulmaksızın iade edilirler.

Tüm bu açıklamalara rağmen köleliği ve özellikle de cariyeliği (kadın köleliği)


kabul eden gelenekçiler, “cariyelerin hür kadınların statüsünde olmadıklarını ve
avret mahallerinin diğer kadınlardan farklı olarak, aynen erkeklerinki gibi”
olduğunu belirterek kadınları ikiye bölmüşlerdir.

Kur’ân öğretisinden oldukça uzak olan bu zihniyet, tamamiyle Arabî bir düşünce
mantığına dayanmaktadır. Çünkü Kur’ân’ın hiçbir yerinde “cariyelik” kurumunu
destekler bir ayet bulunmamaktadır. Ancak gelenekçiler, her zamanki gibi
sapkın zihniyetlerini ve uçkurlarını doyurmak için uydurma hadisler ışığında
ayetleri çarpıtmış ve Kur’ân’da geçen “meleket eymanuhum” kavramını
“cariyeler” olarak çevirmekten geri durmamışlardır. Oysaki Arapçada “CRY”
kökünden türeyen “cariye” kelimesi; “akan, elden ele dolanan, parayla alınıp
satılabilen köle kadın, özellikle de savaş sonucu esir düşmüş ve bir efendiye
köle yapılmış kadın” anlamına gelmekte iken “meleket eymanuhum” kavramı
bundan çok daha farklı bir anlama gelmektedir. Ayrıca Kur’ân ayetleri (Bakara

207
Suresi 221, Maide Suresi 89, Nisa Suresi 92, Nur Suresi 32, Mücadele Suresi
3) incelendiğinde aslında kadın köle ve erkek köle için farklı ifadelerin
kullanıldığı da görülecektir.

“Vel muhsanatü minen nisai illa ma meleket eymanukum kitabellahi aleyküm…”


Nisa Suresi 24

Nisa Suresi 24 ayetinin gelenekçiler tarafından meali şu şekillerde verilmektedir:

“Bir de harp esiri olarak elinize geçen cariyeler dışında, evli kadınlarla
evlenmeniz Allah yazısı olarak haramdır…”

Diğer bir meal;

“Sağ ellerinizin malik olduğu dışındaki kadınlardan evli ve özgür olanlarla da


(evlenmeniz haramdır). Bunlar, Allah’ın üzerinize yazdığıdır…”

Nisa Suresi 24 ayetinin orijinal hali incelendiğinde ayette “harp esiri, cariye,
esire” gibi kelimelerin geçmediği rahat bir biçimde görülmektedir. Buna rağmen
hadisleri doğru göstermek adına yalan uydurmaktan geri durmayan gelenekçiler,
meallere “cariye ve özgür kadın” anlamı yüklemişlerdir. Buna göre de özgür olan
yani ekonomik bağımsızlığını kazanmış kadınlarla (Hz. Hatice gibi) da
evlenilemeyeceğini iddia etmişlerdir. Yani bir kadın çalışıyor ve ekonomik yönden
bağımsız ise, yani ÖZGÜR ise onunla evlenemezsiniz ama eğer CARİYE İSE
EVLENEBİLİRSİNİZ… Böyle bir mantıksızlık olabilir mi?

Ayette geçen “MELEKET EYMANUKUM” ifadesi, “Sağ ellerinizin sahip olduğu”


anlamına gelir ve bu ifade üç anlamda kullanılmaktadır:

1- Meşru şartların yerine getirilmediği, Kur’ân’a göre belirtilen bir evliliğin değil de
metres tarzı bir birlikteliğin sürdürüldüğü, sırf cinsellik amaçlı bir evlilik.
2- Sizden olmayıp da bakımını üstlendiğiniz üvey evlatlıklarınız.
3- Savaş sonucu esir kadınlara sahip olmak.

Nisa Suresi 24 ayette belirtilen “meleket eymanukum” ifadesi ile üçüncü


maddede belirtilen anlam kastedilmiştir. Ancak ayette “ma” olumsuzlaştırma eki

208
ve “minel” eki kullanıldığından ayette üçüncü anlamın tam zıttı bir anlama işaret
edilmiştir. Yani “minen nisai illa ma meleket eymanukum” ifadesi ile “savaş
sonucunda kadınları esir alıp onları kullanmayın, ırzlarına geçmeyin, onlara
sahip olmayın” denilmek istenmiştir. Aynı ayet, savaş durumunda bile düşmana
ait kadınlardan yararlanmayı, esirlere tecavüzü ve işkence etmeyi
yasaklamaktadır.

Şimdi gelenekçiler tarafından “cariye/cariyeler” şeklinde meallendirilen “Ma


maleket eymanukum” ifadesinin çeşitli ayetlerdeki gerçek yorumlarına bir göz
atalım:

“Vellezıne hüm li fürucihim hafizun. İlla ala ezvacihim ev ma meleket


eymanuhum fe innehüm ğayru melumın.”
Mu’minun Suresi 5-6

“Onlar iffetlerini koruyanlardır. Yalnızca eşleri yani meşru şekilde sahip oldukları
ile birlikte olanlardır. Çünkü bu ayıplanacak bir şey değildir.”
Mu’minun Suresi 5-6

Ayette geçen “Ezvâcuhum ev ma meleket eymânuhum” ifadesi, gelenekçilerin


meallendirdiği gibi “Yalnızca eşleri veya cariyeleri ile birlikte olanlardır”
anlamına gelmemekte, “Yalnızca eşleri yani meşru şekilde sahip oldukları ile
birlikte olanlardır” manasına gelmektedir. Bu anlamıyla ayet, metres hayatı
yaşayanlara da gönderme yaparak onları yermektedir.

“Ve mel lem yestetı' minküm tavlen ey yenkihal muhsanatil mü'minati fe mim ma
meleket eymanukum min feteyatikümül mü'minat vellahü a'lemü bi ımaniküm
ba'duküm mim ba'd fenkihuhünne bi izni ehlihinne ve atuhünne ücurahünne bil
ma'rufi muhsanatin ğayra müsafihativ ve la müttehızati ahdan fe iza uhsınne fe in
eteyne bi fahışetin fe aleyhinne nısfü ma alel muhsanati minel azab zalike li men
haşiyel anete minküm ve en tasbiru harul leküm vellahü ğafurur rahıym.”
Nisa Suresi 25

“Sizden fakir olup da kendi içlerinden mümin kadınları nikâhlamaya güç


getiremeyenler zaafa düşüp de, savaşta esir edilmiş ve sonradan Müslüman olan
evli olmayan kadınları/ya da kocası ölmüş kadınları bulundukları o zor durum

209
nedeniyle evliliğe zorlamasınlar/onları kullanmasınlar. Çünkü hür de olsanız, esir
de düşseniz, hepiniz Âdem’in neslindensiniz ve bir dinin mensubusunuz.
Dolayısıyla sahip olduğunuz bu dinin emirlerine uyunuz. Eğer savaş sırasında
kocalarının ölmesiyle boş olan kadınlar varsa ya da evli olmayan kadınlar söz
konusu ise ve bunlar kendi rızalarıyla Müslümanlığı seçip namuslu, fuhuştan
uzak ve gizli dostluklar da edinmeyeceklerine dair söz verirlerse, kendi rızalarını
ve ailelerinin de rızalarını alarak, bunların haklarını korumak, mehirlerini vermek,
onlara yardımcı olmak ve geçimlerini temin etmek amacıyla onlarla
nikâhlanmanızda bir vebal yoktur. Eğer ola ki evlendiğiniz o kişiler zina ederek
hataya düşerlerse, bulunduğuz ülkede/bölgede yabancı olduklarından/yalnız
olduklarından bu nedenle hata yapmaları daha kolay olabileceğinden onlara
verilecek ceza, ülkenizdeki/bölgenizdeki kadınlara verdiğiniz (Kur’ân’da bu suç
için öngörülen ceza neyse. Bu konuya sonradan değinilecektir) cezanın daha
azı/yarısı kadar olsun. Yani bulunduğunuz yerde onların kimsesiz olmalarından
istifade ederekten onlara çok baskı yapmayın, zorba hareketlerden sakının.
Çünkü onlar bulundukları bu yabancı topraklarda kimsesizler, hiçbir tanıdıkları,
sığına bilecekleri kimseleri yoktur.”
Nisa Suresi 25

“Ve in hıftüm illa tuksitu fil yetama fenkihu ma tabe leküm minen nisai mesna ve
sülase ve ruba' fe in hıftüm ella ta'dilu fe vahıdeten ev ma meleket eymanukum
zalike edna ella teulu.”
Nisa Suresi 3

Nisa Suresi 3 ayetinde geçen “ma meleket eymanukum” ifadesi, burada “cariye”
değil “meşru şekilde, Kur’ân’ın emirlerine riayet edilerekten evlenilen eş”
anlamına gelmektedir. Peygamber döneminde Arap toplumunda çok eşlilik
oldukça yaygındı. Bir erkeğin 10-15 eşi olabilir ve erkeğin bir “boşadım” sözü ile
kadın kapı dışarı edilebilirdi. Kadına hiçbir değerin verilmediği o dönemlerde
Allah (cc), aile yapısını düzenlemek ve kadın haklarının korunmasını sağlamak
için eş sayısını sınırlandırmış ve en uygun ve en adil olanın tek eşlilik olduğu
belirtmiştir. Bu nedenle Allah, Nisa Suresi 3 ayetinde “meşru şekilde Kur’ân’ın
emirlerini gözeterekten sahip olduğunuz/evlendiğiniz eşinizle yetinin, başka bir
eş getirmeyin” demektedir. “Ama olur da eşi ölen ya da savaş, kıtlık ya da buna

210
benzer herhangi bir nedenden dolayı evlenmek zorunda kalan ya da kendi
isteğiyle sizinle evlenmek isteyen kadınlar varsa da eşinizin/eşlerinizin rızasını
alaraktan ve tüm eşlerinizin haklarına riayet ederekten en fazla dört kadına kadar
evlenebilirsiniz” demektedir.

Yani bu ayete göre; cahiliye dönemi gibi sınırsız kadınla evlenemezsiniz, dörtten
fazla kadınla evlenemezsiniz, en ideal evlilik tek eşlilik olup, birden fazla evlilik
yapacaksanız eşinizin/eşlerinizin onayını almak zorundasınız, kadınların
hepsinin haklarını gözetmek zorundasınız, hepsinin ihtiyaçlarını gidermek
zorundasınız ve hiçbiri arasında ayrım yapamazsınız. Eğer bunların hepsini
yapabilecek güce sahipseniz Allah, birden fazla eşle (dörtten fazla olmamak
koşulu ile) evlenmenize onay vermektedir. Ancak yine de Nisa Suresi 129
ayetinde Allah (cc), “en ideal evliliğin tek eşlilik olduğunu belirtmekte ve ne
yaparsanız yapın eşler arasında adil olamazsınız, mutlaka sorunlar olur, bu
nedenle tek eşliliğe yönelin, bu sizin için daha hayırlıdır” diye buyurmaktadır.

“Üzerine düşüp uğraşsanız da kadınlar arasında âdil davranmaya güç


yetiremezsiniz; bâri birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi
bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, günahtan sakınırsanız Allah şüphesiz çok
bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”
Nisa Suresi 129

“Ya eyyühen nebiyyü inna ahlelna leke ezvacekellatı ateyte ücurahünne ve ma


meleket yemınüke memma efaellahü aleyke ve benati ammike ve benati
ammatike ve benati halike ve benati halatikellatı hacerne meake vemraetem
mü'mineten iv vehebet nefseha lin nebiyyi in eraden nebiyyü ey yestenkihaha
halisatel leke min dunil mü'minın kad alimna ma feradna aleyhim fı ezvacihim ve
ma meleket eymanühüm li keyla yekune aleyke harac ve kanellahü ğafurrar
rahıyma.”
Ahzab Suresi 50

Ahzab Suresi 50 ayetinin Gelenekçiler tarafından verilen meali şu şekildedir: “Ey


Peygamber! Mehirlerini verdiğin hanımlarını, Allah'ın sana ganimet olarak verdiği
ve elinin altında bulunan cariyeleri, amcanın, halanın, dayının ve teyzenin
seninle beraber göç eden kızlarını sana helâl kıldık. Bir de Peygamber kendisiyle

211
evlenmek istediği takdirde, kendisini peygambere hibe eden mümin kadını, diğer
müminlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helâl kıldık). Kuşkusuz biz,
hanımları ve ellerinin altında bulunan cariyeleri hakkında müminlere neyi farz
kıldığımızı biliriz. (Bu hususta ne yapmaları lâzım geldiğini onlara açıkladık) ki,
sana bir zorluk olmasın. Allah bağışlayandır, merhamet edendir.”

Oysa ayetin gerçekte anlatmak istediği çok daha yücedir. Ayetin gerçek yorumu
şu şekildedir:

“Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin hanımlarını, savaş sonucunda


kimsesiz/bakıma muhtaç kalan ve kendi istekleri ile seninle evlenmeyi kabul
eden kadınları, seninle hicret eden amcanın, halanın, dayının ve teyzenin
kızlarını sana helal kıldık. Bir de mehir talebinde bulunmaksızın Peygamber’le
evlenmek isteyen mümin kadınları da, eğer Peygamber onu nikâhlamak isterse,
diğer müminlerden farklı olarak yalnız sana helal kıldık (Yani Peygamber’le kendi
isteğiyle evlenmek isteyen kadınlar varsa bu kadınlar, Peygamber’den mehir
talep etmeksizin ve Peygamber de onunla evlenmek istiyorsa evlenebilirler.
Ancak diğer Müslümanlar evlendikleri zaman ne olursa olsun kadınların
mehirlerini vermek zorundadır). Meşru şekilde sahip oldukları hanımlar
(ezvacihim ve ma meleket eymanühüm) hakkında müminler için bildirdiğimiz
hükümleri, Biz elbette bilerek ve hikmetle takdir ettik. Bu hükümleri sana bir
sıkıntı gelmemesi için bildiriyoruz. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”
Ahzab Suresi 50

Allah (cc), Ahzab Suresi 50 ayetinden sonra Ahzab Suresi 52 ayetini indirerek
Peygamber Efendimize evlilik konusunda bazı sınırlandırmalar getirmiştir.

“La yehıllü leken nisaü min ba'dü ve la en tebeddele bihinne min ezvaciv ve lev
a'cebeke husnühünne illa ma meleket yemınüke ve kanellahü ala külli şey'ir
rakıyba.”
Ahzab Suresi 52

Ahzab Suresi 52 ayetinin gelenekçiler tarafından verilen meali şu şekildedir:


“Bundan sonra artık başka kadınlarla evlenmen, elinin altında bulunan cariyeler

212
hariç, güzellikleri hoşuna gitse bile, bunların yerine başka hanımlar alman sana
helâl değildir. Allah her şeyi gözetler.”

Oysa ayetin gerçekte anlatmak istediği şudur: “Bundan sonra meşru şekilde
sahip olduğun/Kur’ân’ın emirlerine riayet ederekten evlendiğin kadınlar (ma
meleket yemınüke) dışında başka bir kadınla evlenmen ya da nikâhın altında
bulunan birini boşayıp yerine başkasını nikâhlaman, güzellikleri hoşuna gitse
bile, sana helal olmaz. Allah her şeyi görüp gözeticidir.”

“La cünaha aleyhinne fı abaihinne ve la ebnaihinne ve la ıhvanihinne ve la ebnai


ıhvanihinne ve la ebnai ehavatihinne ve la nisaihinne ve la ma meleket
eymanühünn vettekıynellah innellahe kane ala külli şey'in şehıda.”
Ahzab Suresi 55

Ahzab Suresi 55 ayetinin gelenekçiler tarafından verilen meali şu şekildedir:


“Peygamber hanımları için babaları, oğulları, kardeşleri, kardeşlerinin oğulları,
kız kardeşlerinin oğulları, diğer Müslüman kadınlar ve cariyeler ile perde
arkasında olmaksızın görüşmelerinde bir günah yoktur. Bununla beraber, ey
peygamber hanımları, Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah her şeye hakkıyla
şahittir.”

Hâlbuki ayetin geçek yorumu şu şekildedir: “Meşru şekilde/Kur’ân’ın emirlerine


riayet ederek nikâhına aldığın hanımlarının birbirlerini (ve la ma meleket
eymanühünn) babalarını, oğullarını, kardeşlerini, kardeşlerinin oğullarını, kız
kardeşlerinin oğullarını ve diğer kadınları perde arkasında olmaksızın
görmelerinde/görüşmelerinde sakınca/günah yoktur (Yani onlarla birlikte
oturabilirler/direk onlarla yüz yüze konuşabilirler). Bununla beraber, ey
peygamber hanımları, Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah her şeye hakkıyla
şahittir.”

Burada şunu da belirtmek gerekir ki; ayette belirtilen “perde arkasından


konuşma” usulü sadece peygamber hanımlarına farz olan bir durumdur. Çünkü
peygamber hanımları bizim annelerimizdir ve onlara asla kötü bir gözle
bakamayız. Peygamber Efendimizin çok misafiri olduğundan, gelen bu
misafirlerin peygamber hanımlarını görerekten gönüllerinin onlara kaymasını

213
engellemek için, Allah sadece peygamber hanımlarına has olarak, bu şekilde
davranmalarını istemiştir. Yani peygamber hanımlarına has olan bu durumu ya
da haremlik-selamlık uygulamasını biz asla kendimize örnek alamayız ve
kendimize farz kılamayız, aksi halde dinden çıkarız. Çünkü ayette Allah, sadece
peygamber hanımlarına seslenmekte ve sadece onları uyarmaktadır, bizleri
değil…

“Vel yesta'fifillezıne la yecidune nikahan hatta yuğniyehümüllahü min fadlih


vellezıne yebteğunel kitabe mimma meleket eymanüküm fe katibuhüm in
alimtüm fıhim hayrav ve atuhüm mim malillahillezı ataküm ve la tükrihu
fetaytiküm alel biğai in eradne tehassunel li tebteğu aradal hayatid dünya ve mey
yükrihhünne fe innellahe mim ba'di ikrahihinne ğafurur rahıym.”
Nur Suresi 33

Nur Suresi 33 ayetinin gelenekçiler tarafından verilen meali şu şekildedir:


“Evlenme imkânını bulamayanlar ise; Allah, lütfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya
kadar iffetlerini korusunlar. Ellerinizin altında bulunanlardan (köleler ve
câriyelerden) mükâtebe yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir hayır
(kabiliyet ve güvenilirlik) görüyorsanız, hemen mükâtebe yapın. Allah’ın size
vermiş olduğu malından siz de onlara verin. Dünya hayatının geçici menfaatlerini
elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak isteyen câriyelerinizi fuhşa zorlamayın.
Kim onları zor altında bırakırsa, bilinmelidir ki zorlanmalarından sonra Allah
(onlar için) çok bağışlayıcı ve merhametlidir.”

Hâlbuki ayetin geçek yorumu şu şekildedir: “Evlenmeye imkân bulamayanlar,


Allah onları lütfuyla zenginleştirinceye kadar iffetlerini korusunlar. Meşru bir
şekilde Kur’ân’ın emirlerini gözeterekten evlendiğiniz kadınlarınız (mimma
meleket eymanüküm) sizden boşanmak ve bu şekilde özgürlüklerini ellerine
almak istiyorlarsa ve bu durum ikinizin rızası durumunda ise (boşanma durumu
ikiniz içinse hayırlı olacaksa) anlaşarak boşanabilirsiniz. Ancak boşanan
kadınlarınıza nafakalarını temin ediniz, sahip olduğunuz mallardan onlara da
veriniz. Yanınızda çalıştırdığınız hizmetçileri/kadın işçileri de dünya menfaatine
göz dikerek fuhşa zorlamayın (Yok seni işten atarım/maaşını keserim/işkence
ederim diyerekten fuhşa zorlamayın). Kim onları fuhşa zorlarsa vebali

214
kendisinedir, fuhşa zorlananlar içinse, muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok
merhamet edicidir.” Nur Suresi 33

“Ya eyyühellezıne amenu li yeste'zinkümüllezıne meleket eymanukum vellezıne


lem yeblüğul hulüme minküm selase merratin…”
Nur Suresi 58

Nur Suresi 58 ayetinin gelenekçiler tarafından verilen meali şu şekildedir: “Ey


müminler! Ellerinizin altında bulunan (köle ve cariyeleriniz) ve içinizden henüz
ergenlik çağına girmemiş olanlar sizden şu üç vakitte izin istesinler…”

Hâlbuki ayetin geçek yorumu şu şekildedir: “Ey iman edenler, size ait olmayıp da
bakımını üstlendiğiniz üvey evlatlarınız (meleket eymanukum) ve sizden olup (öz
çocuklarınız) da henüz erginlik çağına ermemiş olan (çocuk)lar, (odalarınıza
girmek için şu) üç vakitte izin istesinler…”

“Vellezîne hum li furûcihim hâfizûn. İlla 'ala ezvacihim ev ma meleket


eymanuhum feinnehum ğayru melumiyne.”
Mearic Suresi 29-30

Mearic Suresi 29-30 ayetinin gelenekçiler tarafından verilen meali şu şekildedir:


“Onlar namuslarını korurlar. Ancak hanımları ve cariyelerine karşı müstesna-
bunlarla olan yakınlıklarından dolayı kınanmazlar.”

Hâlbuki ayetin geçek yorumu şu şekildedir: “Onlar namuslarını korurlar. Ancak


meşru bir şekilde/Kur’ân’ın emirlerini gözeterekten evlendikleri eşleri başka;
çünkü onlar (bundan dolayı) kınanmazlar.”

“Va'büdüllahe ve la tüşriku bihı şey'ev ve bil valideyni ıhsanev ve bizil kurba vel
yetama vel mesakıni vel cari zil kurba vel caril cünübi ves sahıbi vil cembi vebnis
sebıli ve ma meleket eymanüküm innellahe la yühıbbü men kane muhtalen
fehura.”
Nisa Suresi 36

Nisa Suresi 36 ayetinin gelenekçiler tarafından verilen meali şu şekildedir:


“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya,

215
yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya,
ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi
davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.”

Hâlbuki ayetin geçek yorumu şu şekildedir: “Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir
şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın
komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, meşru bir şekilde/Kur’ân’ın
emirlerine riayet ederekten nikâhladığınız eşlerinize/kadınlarınıza (ma meleket
eymanüküm) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran
kimseyi sevmez.”

Daha önce mealini yaptığımız Nur Suresi 31 ayetinde geçen “ma meleket
eymanukum” ifadesi de “cariyeler” olarak değil “kendileriyle meşru şekilde
Kur’ân’ın emirlerine riayet edilerekten evlenilen kadınlar” anlamına gelmektedir.

“Ve kul lil mü'minati yağdudne min ebsarihinne ve yahfazne fürucehünne ve la


yübdıne zınetehünne illa ma zahera minha vle yadribne bi humurihinne ala
cüyubihinne ve la yübdıne zınetehünne illa li büuletihinne ev abaihinne ev abai
büuletihinne ev ebaihinne ev ebnai büuletihnne ev ıhvanihinne ev benı
ıhvanihinne ev benı ehavatihınne ev nisaihinne ev ma meleket eymanuhunne
evit tabiıyne ğayri ülil irbeti miner ricali evit tıflillezıne lem yazheru ala avratin
nisai ve la yadribne bi ercülihunne li yu'leme ma yuhfıne min zınetihinn ve tubu
ilellahi cemıan eyyühel mü'minune lealleküm tüflihun.”
Nur Suresi 31

Nur Suresi 31 ayetin gerçek meali şu şekildedir: “Mümin kadınlara da söyle;


çevrelerine gözleriyle ya da örneğin dudağını ıslatarak vb. cinsel sinyal
vermesinler, zinadan uzak dursunlar, namuslarını korusunlar, ziynet bölgeleri
olan popo, göğüs, ön bölgelerini belli edecek dar giysiler giyerek çevreyi tahrik
edecek, kendilerine cinsel bir obje olarak bakılmasına neden olacak
davranışlardan sakınsınlar. Bu ziynet bölgelerini teşhir etmeyerek giydikleri iffetli
elbiselerinde görünen yerler için bir sakınca yoktur [Yani saçınızın, boğazınızın,
ayaklarınızın, ayak parmaklarınızın, kollarınızın, ya da giydiğiniz etek sonucunda
görülen diz altı bacak bölgenizin (baldırlarınızı gösterecek mini etek giymeyin ya
da göğüslerinizi belli edecek, gösterecek dar ve açık giysilerden uzak durun)

216
görünmesinde bir sakınca yoktur]. Saçlarını omuzlarından aşağı, göğüslerine
kadar uzatsınlar (bu şekilde kölelik-hürlük alameti olan başörtüsünden kurtularak,
tek tip bayan görüntüsü versinler). Kendi kocalarına ziynet bölgelerini
gösterebilirler. Ziynet bölgelerini kapatmak ve bu bölgeleri teşhir etmeyecek
şekilde giydikleri elbiselerle [Yani saçınızın, boğazınızın, ayaklarınızın, ayak
parmaklarınızın, kollarınızın, ya da giydiğiniz etek sonucunda görülen diz altı
bacak bölgenizin (baldırlarınızı gösterecek mini etek giymeyin ya da göğüslerinizi
belli edecek, gösterecek dar ve açık giysilerden uzak durun) görünmesinde bir
sakınca yoktur] kocalarının babası, kendi babaları, kendi oğulları, kocalarının
oğulları (üvey olanlar), kendi kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız
kardeşlerinin oğulları, diğer Müslüman kadınlar, kocasının meşru
şekilde/Kur’ân’ın emirlerine riayet ederekten evlendiği diğer hanımları (ma
meleket eymenuhum), kendilerine cinsel bir gözle/kötü gözle bakmayacak kişiler
ve kendilerine cinsel istek duymayacağınız-onlara farklı gözle bakmadığınız
kimselerle aynı ortamda bulunabilirsiniz. (Bu durum; gelenekçilerin, kadınları
mahrem görüp onlarla perde arkasından konuşulması gerektiği-kadınlarla
erkeklerin ayrı oturması gerektiği düşüncesinin yani haremlik-selamlık
uygulamasının, Kur’ân’a aykırılığını da göstermektedir) Etrafa kendinizi çekici
gösterecek, çevrenin ilgisini kendinize çekecek, onları tahrik edecek ve kendinizi
cinsel bir objeye dönüştürecek şekilde kırıtarak, ben buradayım, ben buradayım,
bana bakın şeklinde yürümeyin/bu şekilde davranmayın. Ey müminler Allah’a
toptan tövbe ediniz. Umulur ki felah bulursunuz.”

217
KUR’ÂN’A GÖRE ZİNA VE CEZASI

Zina, bir erkek ya da kadının evlilik dışı olan her türlü cinsel birlikteliğini ifade
eder ve tarih içinde birçok toplumda ciddi bir suç olarak kabul edilip caydırıcı
cezalarla önlenmeye çalışılmıştır. M. Ö. 1500 yıllarında Asur Kralı Hammurabi,
yapmış olduğu yasaların 129 ve 130. maddelerinde bu suçun cezasını şu şekilde
belirtmiştir:

“Madde 129: Eğer bir adamın karısı bir başka erkekle yatarken yakalanırsa
onları bağlayıp suya atacaklar. Eğer kadının kocası yaşatırsa, kral da
yaşatacak.”

“Madde 130: Eğer bir adam, başka bir adamın babasının evinde oturan karısını
zor kullanıp koynunda yatırırken yakalanırsa, o adam öldürülecek, kadın özgür
kalacaktır.”
The Code of Hammurabi (Translated by L.W. King) The Encyclopaedia Britannica
c:14, s:385

Kitab-ı Mukaddes’te ve İncil’de bu suç için verilecek ceza ise şu şekilde


belirtilmektedir:

“13- Eğer bir adam bir kadın alır ve ona yaklaşır ve ondan nefret ederse, 14- ve
ona ayıp şeyler isnat edip onun ismini kötülerse ve: Bu kadını aldım ve ona
yaklaştığım zaman kendisinde kızlık nişanlarını bulmadım, derse; 15- o zaman
genç kadının babası ve anası genç kadının kızlık nişanlarını alacaklar ve
kapıya, şehrin ihtiyarlarına getirecekler; 16- ve genç kadının babası ihtiyarlara
diyecek: Kızımı bu adama karı olarak verdim ve ondan nefret ediyor; 17- ve işte;
senin kızında kızlık nişanlarını bulmadım, diyerek ona ayıp şeyler isnat etti ve
lakin kızımın kızlık nişanları bunlardır. Ve esvabı şehrin ihtiyarları önüne
serecekler. 18- ve o şehrin ihtiyarları o adamı alıp kendisini tedip edecekler; 19-
ve yüz şekel gümüş para cezasına onu mahkûm edip genç kadının babasına
verecekler, çünkü o adam İsrail’in bir kızının ismini kötüledi ve kadın o adamın
karısı olacak; bütün ömrünce onu boşayamayacaktır. 20- Fakat bu şey, genç
kadında kızlık nişanları bulunmadığı, hakikatse; 21- o zaman genç kadını
babasının evinin kapısına çıkaracaklar, ve şehrin adamları onu taşla

218
taşlayacaklar, ve ölecek, çünkü babasının evinde zina etmiş olmakla İsrail’de
alçaklık etmiştir; ve aranızdan kötülüğü kaldıracaksın. 22- Eğer bir adam, başka
bir adamın karısı olan bir kadınla yatmakta olarak bulunursa, o zaman kadınla
yatan adam ve kadın, onların ikisi de öleceklerdir; ve kötülüğü İsrail’den
kaldıracaksın. 23- Eğer kız olan bir genç kadın bir adamla nişanlı ise, ve bir
adam onu şehirde bulup onunla yatarsa; 24- o zaman onların ikisini de o şehrin
kapısına çıkaracaksınız, ve onları, şehirde olduğu halde bağırmadığı için, kadını,
ve komşusunun karısını alçalttığı için erkeği taşla taşlayacaksınız, ve ölecekler;
ve kötülüğü aranızdan kaldıracaksın. 25- fakat adam nişanlı genç kadını kırda
bulursa ve onu yakalayıp kendisiyle yatarsa, o zaman yalnız onunla yatmış olan
adam ölecektir. 26- fakat genç kadına bir şey yapmayacaksın. Genç kadında
ölüme müstehak suç yoktur. Çünkü bir adam komşusuna nasıl kalkar ve onu
öldürürse, bu şey de öyledir. 27- çünkü onu kırda buldu, nişanlı genç kadın
bağırmış ve onu kurtaran olmamıştır. 28- Eğer bir adam, kız olan nişanlanmamış
genç bir kadın bulursa ve onu tutup onunla yatarsa ve onlar bulunurlarsa, 29- o
zaman onunla yatmış olan adam genç kadının babasına elli şekel gümüş
verecektir. Ve kadın onun karısı olacaktır, çünkü onu alçaltmıştır; bütün ömrünce
boşayamayacaktır. 30- bir adam babasının karısını almayacak ve babasının
eteğini açmayacaktır.”
Tesniye bölümü Bab 22, 13-30. Cümleler

“10- Biri başka birinin karısıyla, yani komşusunun karısıyla zina ederse, hem
kendisi, hem de zina ettiği kadın kesinlikle öldürülecektir. 11- Babasının karısıyla
yatan, babasının namusuna leke sürmüş olur. İkisi de kesinlikle öldürülecektir.
Ölümü hak etmişlerdir. 12- Bir adam geliniyle yatarsa, ikisi de kesinlikle
öldürülecektir. Rezillik etmişler, ölümü hak etmişlerdir. 13- Bir erkek başka bir
erkekle cinsel ilişki kurarsa, ikisi de iğrençlik etmiş olur. Kesinlikle öldürülecekler.
Ölümü hak etmişlerdir. 14- Bir adam hem bir kızla, hem de kızın anasıyla
evlenirse, alçaklık etmiş olur. Aranızda böyle alçaklıklar olmasın diye üçü de
yakılacaktır.”
Levililer; 20/10, 14

“1- İsa ise Zeytin dağına gitti. 2- Ertesi sabah erkenden yine tapınağa döndü.
Bütün halk Onun yanına geliyordu. O da oturup onlara ders vermeye başladı.

219
3,4- Din bilginleri ve Ferisiler, zina ederken yakalanmış bir kadın getirdiler.
Kadını orta yere çıkararak İsa’ ya, ‘Öğretmen, bu kadın tam zina ederken
yakalandı’ dediler. 5- Musa, Yasa’da bize böyle kadınların taşlanmasını buyurdu,
sen ne dersin? 6- Bunları İsa’ yı sınamak amacıyla söylüyorlardı; Onu
suçlayabilmek için bir neden arıyorlardı. İsa eğilmiş, parmağıyla toprağa yazı
yazıyordu. 7- Durmadan aynı soruyu sormaları üzerine doğruldu ve ‘Aranızda
günahsız olan, ona ilk taşı atsın!’ dedi.”
Yuhanna İncili; 8/1-7

Allah (cc), Kur’ân’ın değiştirilemeyeceği garantisini verdiğinden (Hicr Suresi 9)


İslam dinini, uydurma hadisler ve kudsi hadisler ışığında değiştirmeye çalışan
müşrikler, Yahudi ve Hristiyan bilginleri, Tevrat ve İncil’deki değiştirilmiş emirleri
uydurma hadislerle İslam’a mal etmeye çalışmış ve bu konuda “nesh” yöntemini
ortaya atarak Kur’ân’ı dejenere etmeye çalışmışlardır. Güya bu yönteme göre
hadisler, Kur’ân’ın yani Allah’ın emirleri üzerinde olabilir ve bir hadis, bir ayetin
hükmünü ortadan kaldırabilir. Aynı mantığa göre “Kur’ân’da lâfzı neshedilmiş
ama hükmü baki kalmış ayetlerin var olduğunu” öne süren gelenekçiler, Kur’ân’ın
eksik olduğunu ve değiştirildiğini kabul etmişlerdir. Aşağıda bu konu ile ilgili
ortaya atılmış hadisleri ve Tevrat’tan alıntılandıkları oldukça belli olan ve İslam’a
mal edilen zina suçuna verilecek recm cezasına ispat olarak gösterilen hadisleri
görebilirsiniz:

Aişe nakleder: “Recm ve büyüklerin on defa süt emzirmesi(nin sütkardeşliği


oluşturacağı) hususundaki ayetler benim yatağımın altında bulunan bir sayfa
üzerinde yazılı idi. Peygamber vefat edince Peygamber’in vefatıyla meşgul
olduğunda keçi gelip onları yedi.”
Dar-e Kutni; c:4, s:105, İbn-i Mâce; c:1, s:625

"Zina yapan evlilerin taşlanarak öldürülmesini emreden ayet, Ayşe'nin döşeğinin


altındaki sahifede yazılı bulunuyordu. Peygamber ölünce Ayşe onun defin
işlemleriyle meşgul iken, evin açık kapısından içeri giren bir keçi o sahifeyi yedi
ve böylece taşlama cezası Kur’ân'dan çıktı; ama hükmü devam ediyor."
İbni Mace Nikâh 36, hadis no: 1944; Ahmed bin Hanbel 3/61; 5/131, 132,
183; 6/269

220
"Keçinin yemesi sonucu Kur’ân'dan çıkan taşlama ayetini Ömer Kur’ân'a tekrar
sokmak istedi; ancak halkın dedikodusundan korktuğu için cesaret edemedi."
Buhari 53/5; 54/9; 83/3; 93/21; Muslim, Hudud 8/1431; Ebu Davut 41/1; Itkan
2/34

“Amr ibn Meymûn şöyle demiştir: Ben Câhiliyet devrinde zina etmiş olan bir
maymunun üzerine birçok maymunların toplanmış olduklarını gördüm.
Maymunlar o zina eden maymunu recm ettiler. Ben de o maymunlar
topluluğunun beraberinde zina eden maymuna taş attım.”
Buhari; Menekib-ül Ensar; 26. bab, 68 nolu hadis

Abdullah b. Abbas (r. anhümâ), Hz. Ömer'in minberde şöyle dediğini rivâyet
etmiştir. "Cenab-ı Allah Muhammed (s.a.s)'i hak ile göndermiş ve O'na Kitab'ı
indirmiştir. Recm ayeti de O'na indirilen ayetlerden idi. Biz bu ayeti okuduk,
ezberledik ve anladık. Resulullah (s.a.s) recmi uyguladı, ondan sonra biz de
uyguladık". Korkarım, zaman geçince birileri çıkıp "Biz Allah'ın kitabında recmi
bulamıyoruz" der ve Allah'ın indirdiği bir farzı terk ederek sapıklığa düşerler.
Şüphesiz recm, Allah'ın kitabında, evli olmak, şahit, gebelik veya ikrar bulunmak
şartıyla, zina eden kimse aleyhine bir haktır" (Müslim, Hudûd, 15). Hz. Ömer'in
sözünü ettiği okunuşu mensuh ayet şudur: "İhtiyar erkekle ihtiyar kadın zina
ederlerse, onları recmedin" (Mâlik, Muvatta', Hudûd 10; İbn Mâce, Hudûd, 9;
Ahmed b. Hanbel, V, 132, 183). Hz. Ömer'in recmi, Medine minberinden ilân
etmesi, içlerinde birçok sahabe bulunan cemaatten hiçbirinin buna karşı
çıkmaması, recmin sabit olduğunu gösterir (Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi,
Ahmed Davudoğlu, İstanbul 1978, VIII, 350). es-Serahsî (ö. 490/1097). Ömer
(r.a)'in şöyle dediğini nakleder: "Eğer insanlar, Ömer Allah'ın Kitabına ilave yaptı
demeyecek olsalar, "ihtiyar erkekle ihtiyar kadın zina ettikleri..." ifadesini
Mushaf'ın haşiyesine yazardım."
es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1398/1978, IX, 37

Ebû Hureyre ile Zeyd b. Halid el-Cühenî (r.anhumâ)’dan nakledildiğine göre, zina
eden kadının kocası ile, zina eden işçinin babası Resulullah (s.a.s)'e başvurarak
bu konuda "Allah'ın kitabı" ile hüküm vermesini istemişlerdir. İşçinin babası şöyle
dedi: "Benim oğlum bu adamın yanında işçi idi. Onun hanımı ile zina etti. Bana,
oğlum için recm gerektiği haber verildi. Ancak ben onun adına yüz koyunla bir

221
cariye fidye verdim. Bu arada bilenlere danıştım, (oğlum bekâr olduğu için) ona
yüz değnekle bir yıl sürgün cezası, bunun karısına ise recm cezası gerektiğini
haber verdiler". Bunun üzerine, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Nefsim kudret
elinde olan Allah'a yemin ederim ki, aranızda Allah'ın kitabı ile hükmedeceğim.
Cariye ve koyunlar geri verilecek. Oğluna yüz değnekle bir yıl sürgün gerek. Ey
Üneys, sen de bu adamın karısına git. Eğer zinasını itiraf ederse onu recmet".
Üneys kadına gitmiş ve kadın suçunu itiraf etmiş, Hz. Peygamber'in emri üzerine
de recmedilmiştir.
Müslim, Hudûd, 25; Buhârî, Hudûd III, 38, 46, Vekâlet, 13

Mâiz b. Mâlik, Hz. Peygamber'e gelerek "Beni temizle" dedi. Hz. Peygamber
"Yazık sana, çık git, Allah'a tövbe ve istiğfar et" buyurdu. Mâiz, pek
uzaklaşmadan geri döndü ve "Ey Allah'ın Resulu! Beni temizle" dedi. Hz.
Peygamber aynı sözlerle üç defa daha geri gönderdi. Dördüncü ikrarında "Seni
hangi konuda temizleyeyim?" diye sordu. Mâiz; "Zinadan" dedi. Hz. Peygamber,
"Bunda akıl hastalığı var mıdır?" diye sordu. Böyle bir rahatsızlığı olmadığını
söylediler. "Şarap içmiş olabilir mi?" diye sordu. Bir adam kalkıp içki kontrolü
yaptı. Onda şarap kokusu tespit edemedi. Hz. Peygamber tekrar "Sen zina ettin
mi?" diye sordu. Mâiz "Evet" cevabını verdi. Artık emir buyurdular ve Mâiz
recmedildi. Recimden sonra onun hakkında sahabiler iki kısma ayrıldılar. Bir
bölümü Mâiz'in helâk olduğunu, başka bir grup ise onun en faziletli tövbeyi
yaptığını söylediler. Bu farklı yaklaşım üç gün sürdü. Daha sonra yanlarına gelen
Resulullah (s.a.s) "Mâiz b. Mâlik için dua edin" buyurdu. "Allah Mâiz'e mağfiret
eylesin" dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Mâiz öyle bir tövbe etti ki, bu
tövbe bir ümmet arasında paylaştırılırsa onlara yeterdi"
Müslim, Hudûd, 22; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VII, 95,109; ez-Zeylaî, Nasbu'r-
Râye, III, 314 vd.

Yukarıdaki hadisler incelendiğinde gelenekçilerin zina suçuna uyguladıkları recm


cezasının, gerçekte Tevrat kökenli olduğunu ve gelenekçilerin yukarıdaki
hadisleri kabul etmesiyle gerçekte şu vahim sonucu da otomatikman kabul
ettiklerini söyleyebiliriz: Hâşâ “Deneme yanılması olan Allah, sevmediği bir ayeti,
bir keçiye yedirterek eski ayetini ortadan kaldırmış (neshedildiğini) yani hükmünü

222
ortadan kaldırmıştır”. Bunu kabul eden gelenekçilere ise Allah’ın cevabı
apaçıktır:

“Hiç kuşkusuz, o zikiri/Kur’ân'ı biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.”
Hicr Suresi 9

Şimdi Kur’ân ışığında, zinanın ve cezasının gerçekte ne olduğuna bir göz atalım:

“Zinaya da yaklaşmayın. Şüphesiz ki o iğrençliktir ve kötü bir yoldur.”


İsra Suresi 32

Zina, bir toplumu oluşturan kadın ve erkeğin birbirlerine olan güven ve sadakatini
yıkarak düzenli bir aile hayatının, dolayısıyla da bir toplumun ve de bir devletin
oluşmasını engeller. Zinanın yaygın olduğu bir toplumda; saygı, sevgi, kültür,
bilim, gelişim ve çalışma dürtüleri kendilerini otomatikman seks, taciz, tembellik
ve erotizm içerikli dürtülere bırakır ki bu da bireysel yıkımla birlikte toplumsal
yıkımı da kendisiyle birlikte getirir. Dolayısıyla zina; insanı insan yapan ana
değerlerin yok olmasına ve bu nedenle de toplumun parçalanmasına neden
olduğu için yasaklanmıştır.

“Ezzaniyetü vez zanı feclidu külle vahıdim minhüma miete celdetiv ve la


te'huzküm bi hima ra'fetün fı dınillahi in küntüm tü'minune billahi vel yevmil ahır
velyeşhed azabehüma taifetüm minel mü'minın.”
Nur Suresi 2

Nur Suresi 2 ayetinin gelenekçiler tarafından verilen meali şu şekildedir: “Zina


eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz değnek vurun; eğer Allah’a ve
ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, Allah’ın dinini uygulamada bunlara
acıyacağınız tutmasın! Ayrıca müminlerden bir grup cezalandırılmalarına şahit
olsun!”

Oysa ayetin gerçekte anlatmak istediği bundan çok farklıdır: Ayette aslında
“erkek ve kadın” kelimesi yoktur. Ayette geçen kelime, “Ezzaniyetü vez zanı”
olup bu kelime; erkek-kadın, kadın-kadın, erkek-erkek ve insan-hayvan ilişkisine
dayalı olan 4 tip zina ile bunları yapanlar açısından düşünüldüğünde amatör/para

223
karşılığı yapılmayan zina ve para karşılığı yapılan zina olan fuhşu
tanımlamaktadır.

Zinanın bir suç olarak değerlendirilerek, zina edenlerin bir cezaya


çarptırılabilmesi için DÖRT şahidin aynı anda (Nisa Suresi 15), zina edenleri
görmesi ve bu şahitlerin şahitliğinin de geçerli olduğunun ispatlanması
gerekmektedir.

Ayet, aslında dolaylı yoldan pornografik filmlere (Bu tip filmlerde kameraman,
yönetmen ve izleyiciler gibi birçok kişi olaya zaten tanıklık etmekte ve en az dört
şahit kuralı sağlanmaktadır) ve grup halinde yapılan sekslere gönderme yaparak
bu tip eylemlerin yasaklanmasını ve engellenmesini emretmektedir. Bu tip
eylemler toplum ahlakını ve düzenini bozduğundan, ispatlanmaları halinde
suçluların mutlaka cezalandırılması gerekmektedir. Zinanın toplum bazında bir
suç olarak kabul edilebilmesi ve cezai yaptırımın uygulanabilmesi için (Allah, var
olan her şeye şahit olduğundan, onun katında verilecek ceza ise daha farklı
olacaktır); en az dört kişinin zina edenleri aynı anda yakalamış olması
gerekmektedir (baskın, gizli kamera görüntüleri gibi). Sadece bir, iki ya da üç
kişinin şahit olduğu zina eylemlerinde (zina görüntüsü yok ise), şahitlerin dörtten
az olması nedeniyle şikâyette bulunan şahitlerin şahitliği, “yalancı şahitlik”
kapsamında kabul edilip, bu kişilere zina yapanlara uygulanacak cezanın
ağırlaştırılmış bir hali, cezai bir yaptırım olarak uygulanır ve bu kişilerin şahitliği
tövbe etmemeleri durumunda bundan sonra asla kabul edilmez (Nur Suresi 4-5).
Çünkü İDDİA geçerli olmayıp, bizatihi olayı görmeniz ve şahit olmanız
gerekmektedir. Aksi bir durumda iftiraların önüne asla geçilemezdi.

Şimdi zina suçunu işlemiş olanlara verilecek cezanın ne olduğuna bir göz
atalım: Nur Suresi 2 ayeti incelendiğinde ayette “yüz değnek” anlamına gelen
“ASRete Celde” ifadesinin geçmediği görülmektedir. Bu anlam, gelenekçiler
tarafından hadisleri doğru göstermek adına uydurulmuştur. Ayette geçen ana
kelime, “Miete Celdetiv” olup bu kelime, “cilde eziyet edin” anlamına
gelmektedir. “Cilde eziyet edin” ifadesinin oranı ise şudur: Kan çıkmayacak
sadece cilt kızaracak şekilde vücuda vurmaktır. Bu eziyet durumunda ise
kesinlikle sopa, kamçı benzeri şeyler kullanılamaz. Bu yapılan eziyetin ise,
insan canını acıtmak gibi bir amacı yoktur. Asıl amaç; sadece fuhuş yapanlara

224
bir “KINAMA” cezası vermek ve onları herkesin önünde rencide etmektir. Tıpkı
bir hocanın herkesin önünde öğrencisini azarlayıp, kulağını çekmesi ya da
ellerine vurması gibi…

“Vellezıne yermunel muhsanati sümme lem ye'tu bi erbeati şühedae fecliduhüm


semanıne celdetev ve la takbelu lehüm şehadeten ebeda ve ülaike hümül
fasikun.”
Nur Suresi 4

Nur Suresi 4 ayetinin gelenekçiler tarafından verilen meali şu şekildedir:


“Namuslu kadınlara zina esnasında bulunup, sonra (bunu ispat için) dört şahit
getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman
kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkârdırlar. Ancak bundan sonra tevbe edip
ıslah olanlar müstesnadır. Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.”
Nur Suresi 4

Nur Suresi 4 ayetinde geçen yalancı şahitlere verilecek ceza ise; gelenekçiler
tarafından “onlara seksener sopa vurun” şeklinde meallendirilmiştir. Hâlbuki ayet
incelendiğinde ayette “seksen ve sopa” kelimelerinin geçmediği, ayette geçen
ana kelimenin “semanıne celdetev” olduğu görülmektedir. Bu kelime ise “cilde
eziyetin ağırlaştırılması” anlamını içermektedir. Yani ayete göre; yalancı şahitlere
verilecek ceza normal zina işleyenlere verilecek cezanın ağırlaştırılmış hali
olmalıdır. Bu ve izleyen Nur Suresi 5 ayetine göre tövbe etmemeleri halinde bu
kişilerin bir daha şahitliklerinin de kabul edilmemesi emredilmiştir.

“Vellatı ye'tınel fahısete min nisaiküm festeshidu aleyhinne erbeatem minküm fe


in sehidu fe emsikuhünne fil büyuti hatta yeteveffahünnel mevtü ev yec'alellahü
lehünne sebıla.”
Nisa Suresi 15

Nisa Suresi 15 ayetinde geçen “hatta yeteveffahünnel mevtü” ifadesi


gelenekçiler tarafından "fuhuş yaptıkları kesinleşen kadınları, ölüm onları gelip
alana kadar evde hapis tutun" şeklinde meallendirilmiştir. Oysa ayet, HIV/AIDS
gibi ölümcül ve cinsel yolla bulaşan hastalıklara dikkat çekmekte ve eğer fahiş ve
fahişeler ölümcül olan ve tedavisi olmayan hastalıklardan birini taşıyorsa,

225
bunların ev hapsine/karantinaya alınmasını ve onlar ölünceye (bu hastalıklar
çabuk öldürür) ya da onlar için bir çözüm yolu bulununcaya kadar da bu ev
hapsine/karantinaya devam edilmesini emretmektedir. Bu şekilde bu kişilerin,
başkaları ile yatarak bu hastalığı o kişilere de bulaştırması engellenmiş olacaktır.

“Er ricalü kavvamune alen nisai bi ma faddalellahü ba'dahüm ala ba'dıv ve bi ma


enfeku min emvalihim fes salihatü kanitatün hafizatül lil ğaybi bi ma hafızallah
vellatı tehafune nüşüzehünne fe ızuhünne vehcüruhünne fil medaciı vadribuhünn
fe in eta'neküm fe la tebğu aleyhinne sebıla innellahe kane aliyyen kebıra.”
Nisa Suresi 34

Nisa Suresi 34 ayetinin gelenekçiler tarafından verilen meali şu şekildedir:


“Erkekler; kadınları gözetip kollayıcıdırlar. Şundan ki, Allah, insanların bazılarını
bazılarından üstün kılmıştır ve erkekler mallarından bol bol harcamışlardır. İyi ve
temiz kadınlar saygılıdırlar; Allah’ın kendilerini koruduğu gibi, gizliliği gereken
şeyi korurlar. Sadakatsizlik ve iffetsizliklerinden korktuğunuz kadınlara önce öğüt
verin, sonra onları yataklarında yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse)
dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın;
çünkü Allah yücedir, büyüktür.”

Nisa Suresi 34 ayetinde sadakatsiz ve iffetsiz kadınlar için verilecek cezayı


tanımlayan “vadribuhünn” kelimesi, hadisleri doğru göstermek (Davud 2141
Miskat El Masabih 0276) adına gelenekçiler tarafından “kadınların dövülmesi”
şeklinde tanımlanmıştır. Oysaki “vadribuhünn” kelimesinin kökeni “daraba-darb”
olup “vurmak, dokundurmak, ayırmak, dolaşmak, iki şeyi ayrı yere koymak,
dövmek, sefere çıkmak, açıklamak, örnek vermek, kapamak, damgalamak, muaf
tutmak, örtmek, harp halinde kıyım, örnek vermek, misal getirmek” gibi birçok
anlama gelmektedir.

Kelimenin yukarıdaki anlamlardan hangisini tanımladığını anlamak için Kur’ân’ın


kendisini açıklama özelliğinden yararlandığımızda şunu görürüz: Ayette, sadakat
ve iffetinden korkulan kadınlar için sırasıyla öğüt verme ve yataklarında yalnız
bırakmak gibi kademeli bir uzaklaştırmadan bahsedilmektedir. Dolayısıyla bu sıra
takip edildiğinde ve Talak Suresi 1 ayeti; “…Apaçık bir hayâsızlık yapmaları hali
bir yana, onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar…” referans

226
alındığında ayette geçen gerçek anlamın “dövmek” değil de “erkeğin kadını
biraz daha kendisinden uzaklaştırması gerektiği” olduğunu anlarız. Sonuç olarak
ayette geçen “vadribuhünn” kelimesi, “evden uzaklaştırmak, bulundukları yerden
başka bir yere göndermek, bir müddet ayrı yaşamak” anlamında kullanılmıştır.

Yani sadakatsiz ve iffetsiz davranan eşine, kocasının nasıl davranacağını


öğreten Nisa Suresi 34 ayeti; bu uygunsuz tavrın başlangıcında kocanın eşine
öğüt vermesini, eğer kadın başkasıyla flörte devam ederse kocasının yatakları
ayırmasını, eğer bu da yarar sağlamaz ve kadın işi zinaya kadar götürürse, o
zaman kocasının eşini evden çıkartmasını/annesinin babasının evine
göndermesini tavsiye etmektedir. Zaten mantık açısından da düşünüldüğünde
erkeğini kandırarak evlilik anlaşmasına ihanet eden bir kadının, dövmek ile yola
gelmeyeceği de anlaşılabilir. En mantıklı yol, zor da olsa ayrılmaktır (Ayrı
yaşamak yeniden bir araya gelme şartlarına göre uzun süreli ya da kısa süreli
olabilir, o kişinin kendisine kalmıştır).

Ayrıca Nisa Suresi 34 ayetinin yaptığımız bu meali, bu ayetten sonra gelen Nisa
Suresi 35 ayeti ile de desteklenmektedir. Nitekim Nisa Suresi 35 ayetinde, Nisa
Suresi 34 ayetinde evden gönderilen kadının, kocası ile arasının bulunması için
ne yapılması gerektiği anlatılmaktadır.

“Eğer karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir


hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse
Allah aralarını bulur; şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.”
Nisa Suresi 35

Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, gelenekçiler, Nisa Suresi 34 ayetinden yola
çıkarak erkeğe itaat etmeyen kadının dövülebileceğini de iddia etmektedirler.
Hâlbuki ayette geçen “nüşüz” kelimesi, Nisa Suresi 128 ayetinde olduğu gibi
“sadakatsizlik ve iffetsizlik” anlamında kullanılmış olup hiçbir şekilde “kadının
sinirlilik, inatçılık, itaatsizlik, dik kafalılık yapması” gibi anlamlara gelmemektedir.
Kaldı ki ayette geçen “vadribuhünn” kelimesi de “dövmek” anlamında
kullanılmamıştır. Zaten aile kavramını da oldukça kutsal kabul eden Allah (cc)’ın
da böyle bir şeye izin verebileceği asla düşünülemez.

227
“Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve
merhamet peydâ etmesi de O’nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi
düşünen bir kavim için ibretler vardır.”
Rum Suresi 21

Şimdi yukarıdaki kavramlardan yola çıkarak zina eden kişilere, Kur’ân’a göre
verilecek cezaların ne olduğuna kısaca bir göz atalım. Burada anlatacağımız
cezalar, toplum düzeninin sağlanması için zina edenlere dünya hayatında
uygulanacak cezalardır. Ancak Allah katında zina büyük bir suç olduğundan bu
suçun asıl cezası Allah tarafından, ahirette verilecektir.

Zina yapanlar, yaptıkları işi paraya dökmüş ve bunu porno endüstrisi haline
getirerek toplum bazında bir suç işlemişlerse ya da işi paraya dökmeyip
bulundukları bölgede seks partileri verip toplumun ahlakının bozulmasına neden
oluyorlarsa (bu kişileri suçlayabilmek için; bu suça en az dört kişinin tanıklık
etmiş olması gerekmektedir) bu kişiler, eğer o ülkede yabancı iseler; o kişilere
nasihat edip uyardıktan sonra sınır dışı edin ya da bir iş gücünde çalışmalarını
sağlayarak topluma kazandırınız.

Ülkelerine gönderildikten sonra tekrardan gelir ve aynı suçu işlerlerse bu sefer


daha sert bir üslupla uyarıp tekrardan sınır dışı ediniz.

Bir daha gelir ve aynı suçu tekrardan işlerlerse bu sefer hırpalayıp sınır dışı
ediniz. Bu hırpalama, cilde eziyet etmek biçiminde olmalıdır. Yani kan
çıkmayacak, çürük, morartı olmayacak sadece vücutta kızarıklık olacak şekilde
yapılmalıdır.

Fuhuş yapanlar kendi ülkenizin vatandaşı ise bu durumda bu kişilere nasihat


edip yaptıkları işin kötülüğünden bahsedin ve onlara çalışabilecekleri iş alanları
göstererek salıveriniz.

Eğer aynı işi tekrardan işlerlerse sert bir mizaçla uyarınız ve belli bir müddet ev
hapsinde tutarak (bu süre mahkeme ve jüri tarafından belirlenir) bu ev hapsi
müddetince Kur’ân ile nasihat ediniz, yaptıklarının kötü bir şey olduğunu ve
toplumu parçalayacak bir eylem olduğunu anlatınız. Ev hapsi bittikten sonra bu
kişilere çalışabilecekleri iş alanları göstererek salıveriniz. Eğer üçüncü sefer

228
tekrardan aynı suçtan gelirlerse bu sefer onları yukarıda anlattığımız biçimde
hırpalayınız, akılları başlarına gelene kadar da ev hapsine alıp öğütlere devam
ediniz.

Porno görüntüleri çeken ve yayınlayan kişilerin, bu işi tekrardan yapmalarını


önlemek için bu iş için kullandıkları ve bu işten kazandıkları tüm mal varlıklarına
el koyulmalı ve bir daha yapmamaları için uyarılmalıdırlar. Eğer suç tekrar
ederse bu kişiler yukarıda anlattığımız şekilde cezalandırılmalı ve bu iş için
kullandıkları ve bu işten kazandıkları tüm mal varlıklarına el koyulmalıdır.

Tecavüz içerikli zina suçlarında kişisel hakların gaspı durumu söz konusu
olduğundan mahkeme ve jürinin vereceği karar doğrultusunda suçlu ya da
suçlular hapis ve para cezasına çarptırılmalıdır. Ayrıca mağdurun her türlü tedavi
masrafları, suçlu ya da suçlular tarafından karşılanmalıdır, eğer suçluların maddi
durumu buna el vermiyorsa, bu masraflar devlet tarafından karşılanmalıdır.

Para karşılığı olmayan/maddi kazancın olmadığı/bir porno endüstrisi kapsamına


girmeyen bireysel zina durumlarında (mesela aileniz, akrabalarınız ya da yakın
çevrenizde böyle bir ilişkiye şahit olmuşsanız) kişi, zinanın kötülüğü ve zararları
hakkında bilgilendirilir ve bir daha yapmaması için uyarılır. Eğer aynı şey tekrar
ediyorsa bu sefer kişi eve hapsedilir ve dışarı çıkmasına izin verilmez. Bu ev
hapsi zamanında kişiye sürekli zinanın zararları hakkında bilgi verilir. Bu
öğütlerin fayda verdiği düşünüldüğünde ev hapsine son verilir (bazı durumlarda
aşırı cinsel birleşme isteği hormonal bir durumdan kaynaklanıyor olabilir, bu
durumlarda kişinin tıbbi yardım alması gerekir). Zina eden kadın ve erkeğin
birbirine âşık olduğu durumlarda ise kişiler en erken zamanda evlendirilmelidir.
Eğer aileler bu evliliğe razı değilse, aileler razı edilinceye kadar kadın ve erkek
ev hapsinde tutulur (Olası bir ihtimalle kadın hamile kalmışsa kadın ve çocuğun
haklarının korunmasını sağlamak için bu yapılmalıdır).

“Erkekler; kadınları gözetip kollayıcıdırlar. Şundan ki, Allah, insanların bazılarını


bazılarından üstün kılmıştır ve erkekler mallarından bol bol harcamışlardır. İyi
ve temiz kadınlar saygılıdırlar; Allah’ın kendilerini koruduğu gibi, gizliliği gereken
şeyi korurlar. Sadakatsizlik ve iffetsizliklerinden korktuğunuz kadınlara önce
öğüt verin, sonra onları yataklarında yalnız bırakın ve bu da işe yaramaz ise o

229
zaman onları evden çıkarın/bulundukları yerden başka bir yere gönderin! Bunun
üzerine size saygılı davranırlarsa artık onlar aleyhine başka bir yol aramayın.
Allah çok yücedir, sınırsızca büyüktür.”
Nisa Suresi 34

“Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir


hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse
Allah aralarını bulur; şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.”
Nisa Suresi 35

“Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda, onları iddetlerini gözeterek boşayın


ve iddeti de sayın. Rabbiniz Allah’tan korkun. Apaçık bir hayâsızlık yapmaları
hali bir yana, onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. Bunlar
Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendine zulmetmiş
olur. Bilemezsin, olur ki Allah, bundan sonra bir durum ortaya çıkarıverir.”
Talak Suresi 1

“Sonra (üç iddet bekleme) sürelerine ulaştıkları zaman, artık onları maruf
(bilinen güzel bir tarz) üzere tutun ya da maruf üzere onlardan ayrılın. İçinizden
adalet sahibi iki kişiyi de şahid tutun. Şahidliği Allah için dosdoğru yerine getirin.
İşte bununla, Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere öğüt verilir. Kim Allah'tan
korkup sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir.”
Talak Suresi 2

Evli bir kadın zina ediyorsa eşinden boşanmayı talep etmeli ve MEHİRinden
vazgeçmelidir. Kadın eğer kocasından boşanmak istemiyorsa bu durumda koca,
Nisa Suresi 34-35 ve Talak Suresi 1-2 ayetlerine göre sırasıyla şu yolları
uygulamalıdır (bu yollar mecburen uygulanmalıdır, yani erkek bu aşamaları
uygulamadan asla boşanamaz):

1- Güzellikle uyarınız. Böyle bir ilişkiye neden gerek duyduğunu ve böyle bir
şeyin yaşanmaması için neler yapılabileceğini konuşunuz. Bir daha böyle
ilişkiler yaşamamasını, bu tip ilişkinin hem kendisine hem ailesine hem de
topluma çok büyük zararlar vereceğini anlatınız.
2- Uyarıdan anlamıyorsa bir gün küs durunuz ve konuşmayınız.

230
3- Bu da işe yaramıyorsa üç gün süreyle arkanızı dönünüz ve cima etmeyiniz.
4- Halen ısrarlıysa, sizi özlemesi ve aranızdaki bağların iyileşmesini sağlamak
için 15 gün ile 4 aya kadar olabilecek bir zaman aralığında anne babasının
evine tatile gönderiniz.
5- Halen aynı şeyleri yapmaya devam ediyorsa bu durumda üçte-bir (1/3)
boşayın (Bu bildiğimiz anlamda bir boşanma olmayıp, eşlerin birbirlerinden
ayrı durmaları, ayrı evlerde, ayrı yerlerde yaşamalarını ifade eder. Bundaki
amaç; eşlerin birbirlerini özleyip hatalarının farkına varmalarını ve
barışmalarını sağlamaktır. Bu taksitli boşanma iki defa uygulanabilir, üçüncü
defa boşama yani ayrı yaşama diye bir şey yoktur. İkinci ayrı yaşama
durumundan sonra işler yine düzelmiyorsa eşlerin boşanması gerekmektedir.
Taksitli boşanmalarda eşler birbirlerini 15 ila 120 gün süreyle görmemelidir).
Eğer aranız düzelmiyorsa bu sefer üçte iki (2/3) boşanınız (yani tekrardan 15
ila 120 gün süreyle görüşmeyiniz). Eğer bu sefer de bir değişiklik olmuyorsa
kadının mehirini hazırlayıp boşayınız. Eğer ki kadının mehirini veremeyecek
durumda iseniz bu durumda onu boşayamayacağınız için yapmanız gereken,
eşinizi eve hapsedip görüşmelerini engellemek ve sert bir mizaç ile eşinizi
uyarmaktır.

“Boşanma iki defadır. (Sonra) Ya iyilikle tutmak veya güzellikle bırakmak


(gerekir). Onlara (kadınlara) verdiğiniz bir şeyi geri almanız size helal değildir;
ancak ikisinin Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkmuş olmaları
(durumu başka). Eğer ikisinin Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından
korkarsanız, bu durumda (kadının) fidye vermesinde ikisi için de günah yoktur.
İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır; onlara tecavüz etmeyin. Kim Allah'ın sınırlarına
tecavüz ederse, onlar zalimlerin ta kendileridir.”
Bakara Suresi 229

“Yine onu (kadını üçüncü defa) boşarsa, (kadın) onun dışında bir başka kocayla
nikâhlanmadıkça ona helal olmaz. Eğer (bu koca da) onu boşarsa, onlar (ilk
koca ile karısı) Allah'ın sınırlarını ayakta tutacaklarını sanıyorlarsa, tekrar
birbirlerine dönmelerinde ikisi için günah yoktur. İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır;
bilen bir topluluk için bunları (böyle) açıklar.”
Bakara Suresi 230

231
Boşandığınız eşinizle sonradan aranızın düzelmesi halinde tekrardan
evlenebilirsiniz. Ancak evlilik hayatınızda sorunların tekrarı halinde eşinizden en
fazla üç defa boşanabilme hakkına sahipsiniz.

Şöyle ki; yeni evlendiniz sorunlar çıktı, üçte bir boşandınız, üçte iki boşandınız ve
en sonda da üçte üç yani karınızın mehirini verip tam anlamıyla boşanıp
ayrıldınız (bu birinci tam boşanmadır). Daha sonra pişmanlık duyup tekrardan
evlenmeye karar verdiniz. Bu ikinci evliliğin ilk yıllarında her şey güzeldir, ancak
sonradan sorunlar tekrardan baş göstermeye başlamıştır ve siz tekrardan üçte
bir, üçte iki ve en sonda da dayanamayıp üçte üç boşanıp kadının mehirini verip
tam olarak boşandınız (bu ikinci tam boşanmadır).

Aylar, yıllar geçti, siz çocuklarınız için tekrardan bir araya gelme kararı aldınız ve
tekrardan ilk eşinizle evlendiniz. Çocuklar büyüdü, ancak sorunlar yine eskisi gibi
devam ediyor ve dayanamayıp tekrardan üçte bir, üçte iki ve en sonda da üçte
üç boşanarak ayrıldınız (bu üçüncü tam boşanmadır). Bu üçüncü tam
boşanmadan sonra siz tekrardan üçüncü defa boşanmış olduğunuz eşinizle
evlenemezsiniz.

Üçüncü defa boşandığınız eşinizle tekrardan evlenebilmenizin tek koşulu;


eşinizin bir başkası ile evlenmiş olması ve daha sonra bu eşinden herhangi bir
nedenden dolayı boşanmasıdır (Kadının yaptığı bu evliliğin gerçek bir evlilik
olması gerekmektedir. Nitekim gelenekçiler, bu konuda Allah'ı hâşâ şu şekilde bir
hile ile güya kandırmaya çalışmaktadırlar: Eşini üç defa boşayan bir kişi
dördünce defa evlenebilmek için üçüncü defa boşadığı eşini bir başkası ile
evlendirip, evlendirdiği kişiye “sen onunla evlen ancak ona el sürme ve hemen
onu boşa ki hemen ardından ben onunla evlenebileyim” deyip tekrardan
dördüncü defa onunla evlenebilmektedir. Tabii ki bu Kur’ân’ın tanımladığı bir
hülle yöntemi değil, gelenekçilerin tanımladığı bir hile yöntemidir). Allah, aile
kavramına çok önem verdiğinden boşanma eylemini bu şekilde oldukça
zorlaştırmış ve belli kurallara bağlamıştır ki kimse kolay kolay boşanamazsın.

“Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler dört ay beklerler. Eğer (bu müddet


içinde) kadınlarına dönerlerse, şüphesiz Allah çokça bağışlayan ve
esirgeyendir.” Bakara Suresi 226

232
“(Yok) Eğer boşamada kararlı davranırsa (boşanırlar). Şüphesiz Allah işitendir,
bilendir.”
Bakara Suresi 227

“Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç ‘ay hali ve temizlenme süresi' beklerler.


Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın rahimlerinde yarattığını
saklamaları onlara helal olmaz. Kocaları bu süre içinde barışmak isterlerse,
onları geri almada (başkalarından) daha çok hak sahibidirler. Onların lehine de
aleyhlerindeki maruf hakka denk bir hak vardır. Yalnız erkekler için onlar
üzerinde bir derece var. Allah azizdir, hâkimdir.”
Bakara Suresi 228

“Boşanma iki defadır. (Sonra) Ya iyilikle tutmak veya güzellikle bırakmak


(gerekir). Onlara (kadınlara) verdiğiniz bir şeyi geri almanız size helal değildir;
ancak ikisinin Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkmuş olmaları
(durumu başka). Eğer ikisinin Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından
korkarsanız, bu durumda (kadının) fidye vermesinde ikisi için de günah yoktur.
İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır; onlara tecavüz etmeyin. Kim Allah'ın sınırlarına
tecavüz ederse, onlar zalimlerin ta kendileridir.”
Bakara Suresi 229

“Yine onu (kadını üçüncü defa) boşarsa, (kadın) onun dışında bir başka kocayla
nikâhlanmadıkça ona helal olmaz. Eğer (bu koca da) onu boşarsa, onlar (ilk
koca ile karısı) Allah'ın sınırlarını ayakta tutacaklarını sanıyorlarsa, tekrar
birbirlerine dönmelerinde ikisi için günah yoktur. İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır;
bilen bir topluluk için bunları (böyle) açıklar.”
Bakara Suresi 230

“Kadınları boşadığınızda, bekleme sürelerini tamamlamışlarsa, onları ya


güzellikle tutun ya da güzellikle bırakın. Fakat haklarını ihlal edip zarar vermek
için onları (yanınızda) tutmayın. Kim böyle yaparsa artık o kendi nefsine
zulmetmiş olur. Allah'ın ayetlerini oyun (konusu) edinmeyin ve Allah'ın size
verdiği nimeti ve size öğüt olarak indirdiği Kitab'ı ve hikmeti anın. Allah'tan
korkup sakının ve bilin ki, Allah her şeyi bilendir.”
Bakara Suresi 231

233
“Kadınları boşadığınızda bekleme sürelerini de tamamlamışlarsa -birbirleriyle
maruf (bilinen meşru biçimde) anlaştıkları takdirde- onlara, kendilerini
kocalarına nikâhlamalarına engel çıkarmayın. İşte içinizde Allah'a ve ahiret
gününe iman edenlere bununla (böyle) öğüt verilir. Bu, sizin için daha hayırlı ve
daha temizdir. Allah bilir, de siz bilmezsiniz.”
Bakara Suresi 232

“Kendilerine el sürmediğiniz mehirlerini tespit etmediğiniz kadınları


boşamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Onları yararlandırın, zengin olan
kendi gücü, darda olan da kendi gücü oranında, maruf (meşru ve örfe uygun) bir
şekilde yararlandırsın. (Bu) iyilik edenler üzerinde bir haktır.”
Bakara Suresi 236

“Eğer onlara mehir tespit eder de el sürmeden boşarsanız bu durumda -


kendileri veya nikâh bağı elinde olanın bağışlaması hariç- tespit ettiğiniz
(mehr)in yarısı onlarındır. Sizin (tümünü veya fazlasını) bağışlamanız takvaya
daha yakındır. Aranızdaki üstünlüğü (derece farkını) unutmayın. Şüphesiz Allah
yapmakta olduklarınızı görendir.”
Bakara Suresi 237

“Sizden ölüp de (dul) eşler bırakan kimseler, zevcelerinin, evlerinden


çıkarılmadan, bir yıla kadar bıraktıkları maldan faydalanmaları hususunda
(sağlıklarında) vasiyet etsinler. Eğer o kadınlar, (kendiliklerinden) çıkıp
giderlerse, kendileri hakkında yaptıkları meşru şeylerden size bir günah yoktur.
Allah azizdir, hakîmdir.”
Bakara Suresi 240

“(Kocası tarafından) Boşanan (kadın)ların maruf (meşru) bir tarzda yararlanma


(ve geçim pay)ları vardır. Bu sakınanlar üzerinde bir hak (borç)tır.”
Bakara Suresi 241

“Ey iman edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir. Apaçık bir
edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için de
kadınları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (biliniz

234
ki) Allah'ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış
olabilirsiniz.”
Nisa Suresi 19

“Bir eşi bırakıp yerine bir başka eşi almak isterseniz, onlardan birine (öncekine)
yüklerle (mal ve para) vermişseniz bile ondan hiçbir şey almayın. Ona iftira
ederek ve apaçık bir günaha girerek verdiğinizi alacak mısınız?”
Nisa Suresi 20

“Vaktiyle siz birbirinizle haşır neşir olduğunuz ve onlar sizden sağlam bir teminat
almış olduğu halde onu nasıl geri alırsınız!”
Nisa Suresi 21

“(Kadın ile kocanın) Aralarının açılmasından korkarsanız, bu durumda erkeğin


ailesinden bir hakem, kadının da ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar, (arayı)
düzeltmek isterlerse, Allah da aralarında başarı sağlar. Şüphesiz, Allah, bilendir,
haberdar olandır.”
Nisa Suresi 35

“Eğer bir kadın kocasının geçimsizliğinden yahut kendisinden yüz


çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir sulh yapmalarında onlara günah
yoktur. Sulh (daima) hayırlıdır. Zaten nefisler kıskançlığa hazırdır. Eğer iyi
geçinir ve Allah'tan korkarsanız şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”
Nisa Suresi 128

“Eğer (eşler) ayrılırlarsa, Allah bol nimetiyle onların her birini zengin eder (onları
birbirine muhtaç etmez)...”
Nisa Suresi 130

“Ey Peygamber, kadınları boşadığınız zaman, iddetleri süresinde


(temizlendiklerinde) boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz Allah'tan korkun. Onları
evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar; ancak açık ‘çirkin bir hayâsızlık'
göstermeleri durumu başka. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'ın sınırlarını
çiğnerse, gerçekte o, kendi nefsine zulmetmiş olur. Sen bilmezsin; olabilir ki
Allah bunun arkasından bir iş oluşturur.”
Talak Suresi 1

235
“Sonra (üç iddet bekleme) sürelerine ulaştıkları zaman, artık onları maruf
(bilinen güzel bir tarz) üzere tutun ya da maruf üzere onlardan ayrılın. İçinizden
adalet sahibi iki kişiyi de şahid tutun. Şahidliği Allah için dosdoğru yerine getirin.
İşte bununla, Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere öğüt verilir. Kim Allah'tan
korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir.”
Talak Suresi 2

“Ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter.
Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.”
Talak Suresi 3

“Kadınlarınızdan artık adetten kesilmiş olanlarla henüz adet görmemiş


bulunanların iddet (bekleme süre)leri -eğer şüpheye düşecek olursanız (bilin ki)-
üç aydır. Hamile kadınların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmaları (ile biter).
Kim Allah'tan korkup sakınırsa (Allah) ona işinde bir kolaylık gösterir.”
Talak Suresi 4

“(Boşadığınız) Kadınları, gücünüz oranında oturmakta olduğunuz yerin bir


yanında oturtun, onlara ‘darlık ve sıkıntıya düşürmek amacıyla' zarar vermeyin.
Eğer onlar hamile iseler, yüklerini bırakıncaya (doğumlarını yapıncaya) kadar
onlara nafaka verin. Şayet sizler için (çocuğu) emzirirlerse onlara ücretlerini
ödeyin. (Durum ve ilişkilerinizi) Kendi aranızda maruf (güzellikle ve İslam'a
uygun bir tarz) üzere görüşüp konuşun. Eğer güçlük içine girerseniz, bu
durumda (çocuğu) onun (babası) için bir başkası emzirebilir.”
Talak Suresi 5

“Onları gücünüz ölçüsünde oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun, onları


sıkıştırıp (gitmelerini sağlamak için) kendilerine zarar vermeye kalkışmayın.
Eğer hâmile iseler, doğum yapıncaya kadar nafakalarını verin. Sizin için çocuğu
emzirirlerse onlara ücretlerini verin, aranızda uygun bir şekilde anlaşın. Eğer
anlaşamazsanız çocuğu başka bir kadın emzirecektir.”
Talak Suresi 6

236
“İmkânı geniş olan, nafakayı imkânlarına göre versin; rızkı daralmış bulunan da
Allah'ın kendisine verdiği kadarından nafaka ödesin. Allah hiç kimseyi verdiği
imkândan fazlasıyla yükümlü kılmaz. Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylık
yaratacaktır.”
Talak Suresi 7

Burada şunu da belirtmek gerekir ki; karısı zina bile yapan bir erkek, eğer karısı
boşanmak istemiyorsa karısını direk boşayamaz ve ona asla şiddet
uygulayamaz. Erkeğin yapması gereken yukarıda saydığımız aşamaları teker
teker uygulamak ve bu aşamalar sonuç vermiyorsa boşanmaktır. Ancak
kadınlar için bu durum daha farklı olup bir kadın kocasından memnun değilse
(eşi onu aldatıyorsa, ona şiddet uyguluyorsa) onu hemen boşayabilir. Yani
kadınlar için yukarıda saydığımız üç taksitli boşanma durumu söz konusu
değildir. Bu, Allah’ın geçmişte kız çocuklarının diri diri mezara gömülmesine
karşı, kadınlara verdiği özel bir ayrıcalıktır.

Yukarıdaki tüm açıklamalara rağmen hala zina işleyenlere verilecek cezanın


recm, idam, sopa ya da kamçı olduğunu savunuyorsanız aşağıdaki vahşetlere
siz de eşlik etmişsiniz demektir.

237
KUR’ÂN’DA GÖZ, KALP VE BEYİN ZİNASI YOKTUR

Gelenekçiler tarafından kabul edilen göz, kalp ve beyin zinası kavramı,


Hristiyanlıktan dinimize uydurma hadislerle girmiş bir fitnedir. Nitekim İncil’de bu
konu ile ilgili; "Bir kadına şehvetle bakan her adam zâten yüreğinde onunla zinâ
etmiştir. Matta, 5/28” şeklinde bir açıklama bulunmaktadır.

Hâlbuki Kur’ân’a göre eyleme geçmemiş hiçbir düşüncemizden sorumlu


tutulmayız. Kalbimizden, gözümüzden, beynimizden, ruhumuzdan zinanın
geçmesi asla zina suçu işlediğimizi göstermez. Bu durumlar, rüyamızda
gördüğümüz şeylere benzer, nasıl ki rüyalarda gördüğümüz şeylerden mesul
değilsek, eylem haline geçmemiş düşüncelerimizden de sorumlu tutulmayız.

Ancak bu durum asla beynimizden, kalbimizden, gözümüzden, ruhumuzdan kötü


şeyler geçirelim anlamında algılanmamalıdır. Çünkü insanın daima vakarlı
olması, insanlar hakkında güzel düşünmesi, kimsenin namusuna göz dikmemesi,
başkalarını rahatsız etmemesi ve her zaman insanların mutluluğu için çalışarak
“kendisine yapılmasını istemediği şeyi başkasına yapmasın” düsturuyla hareket
etmesi gerekir.

Unutmamak gerekir ki; aslolan Allah katında olan değerimizi düşürmemek ve


onun rızasını almaya çalışmaktır. Ve şunu da aklımızdan çıkarmamak gerekir ki
Allah (cc), düşüncelerimiz dâhil olmak üzere var olan her şeye şahittir.

“(Resûlüm!) Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da


korumalarını söyle…”
Nur Suresi 30

“Mümin kadınlara da gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını


söyle…”
Nur Suresi 31

Gelenekçiler buna rağmen Nur Suresi 30 ve Nur Suresi 31 ayetlerini delil olarak
göstererek göz zinasını ispatlamaya çalışmaktadırlar. Hâlbuki ayette geçen
“gözlerini dikmek” ifadesi, “bir şeyi ele geçirmek arzusuna kapılmak
(Komşusunun tarlasına göz dikti anlamında olduğu gibi)” anlamında olup

238
“gözlerinizi harama dikmeyin” ifadesi ile “size helal olmayan kişilere farklı bir
gözle bakıp onları tavlamaya kalkmayınız, onları bakışınızla taciz edip rahatsız
etmeyiniz, fesada yol açmayınız” anlamı kastedilmiştir. Zaten ayetin izleyen
devamında da bu durumun zıttı bir durum kastedilerek eğer ola ki başkaları size,
bu şekildeki bir bakışla bakıp sizi tavlamaya çalışırsa/taciz ederse “sakın
nefsinize uyup kendinizi ona teslim etmeyiniz, namusunuzu koruyunuz” uyarısı
yapılmaktadır.

Bir insanın kendi yaşadığı çevrede hiç kimseyi görmeden yaşayabilmesi için
ancak kör olması gerekir, eğer kör değilseniz hayatınız boyunca kendi gözünüzle
erkekleri/kadınları görmeniz kaçınılmazdır. İşte bu sosyal hayat içerisinde Allah
(cc), kimsenin namusuna yan gözle bakmadan, bakışlarla ve sözlerle taciz
etmeden insanların bir arada yaşamasını emretmektedir. Yoksa gelenekçilerin
belirttiği gibi; “aileniz dışındaki kişilere bakmayınız, gözlerinizi kapatınız,
başkalarının sizi görmesini engellemek için her tarafınızı çarşaflayınız, göz zinası
işlememek için kendinizi eve hapsediniz, harama bakmamak için televizyon
izlemeyiniz, haram duymamak için radyo ve benzeri şeyler dinlemeyiniz” değil…

“Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır…”


Tevbe Suresi 71

İnsanlara kötü gözle bakmadan, onları cinsel bir obje görmeden insanlarla
konuşabilir, onlara bakabilir ve onlarla arkadaş olabilirsiniz.

Kulağınızı, dilinizi ve vücudunuzun tüm azalarını dedikodulara, iftiralara ve kötü


olan her şeye kapatmak koşulu ile her türlü müziği ve sanatçıyı dinleyebilirsiniz
(kadın sesi, asla haram değildir); şarkı, türkü vb. söyleyebilirsiniz; her türlü
enstrümanı çalabilirsiniz ve de resim yapabilir (nü haricinde), fotoğraf
çekebilirsiniz (Unutmayın ki doğanın ahengini yaratan Allah, en büyük
sanatçıdır).

Pornografi içerikli olmayan tüm kanalları da gönül rahatlığı ile izleyebilir ve


izlediğiniz için de göz zinası yapmış olmazsınız. Ancak ister televizyonda olsun,
ister gazetede olsun, ister dergilerde olsun kadın ve erkeğin ziynet bölgelerine

239
bakmak ya da bunları teşhir etmek Nur Suresi 30 ve Nur Suresi 31 ayetleri
gereği yasaklıdır.

Doğum ve ziynet bölgelerindeki herhangi bir hastalık gibi tıbbı durumlar


haricinde, kadın olsun erkek olsun; kendi eşleri dışındaki kişilere, ziynet
bölgelerini yani kadın için göğüs, popo, ön bölge ve erkek için popo, ön
bölgelerini göstermemeli ve kendileri de kendi eşleri dışındakilerin ziynet
bölgelerine bakmamalıdır.

240
KUR’ÂN’A GÖRE EVLİLİK VE AİLE

“...Kadınlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz...”
Bakara Suresi 187

“İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet


ve rahmet var etmesi, O’nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda, düşünen
millet için dersler vardır.”
Rum Suresi 21

Nikâhın, birbirini seven çiftler arasında karşılıklı rızaya dayalı olarak yapılması bir
mecburiyettir. Çiftlerden biri bu birlikteliğe rıza göstermezse bu nikâh, asla
kıyılamaz, kıyılsa da karşılıklı rıza söz konusu olmadığından Allah katında haram
işlenmiş olur ve de bu eşlerin ilişkisi de zina kapsamında değerlendirilir.

Bu nedenle kesinlikle, aileler dâhil olmak üzere, asla karşılıklı rızanın olmadığı
bir nikâh kıymamalı/kıydırmamalıdır. Bunun mesuliyeti çok büyüktür. Ayrıca
birbirini sevenleri ayırmaya çalışmak, onların evlenmesine herhangi bir
nedenden dolayı mani olmaya çalışmak da haramdır ve Allah katında çok büyük
bir günahtır.

Allah katında nikâhlı (evli) olmanın koşulu şudur: Mehir (erkeğin kadına olası bir
durumda boşanma halinde vaat ettiği şeyler) ve evlilik anlaşmasının hükümleri
belirlendikten sonra birbirini seven çiftler, birbirlerinin ellerini tutar (Bu ön nikâhta
bulunmak isterlerse arkadaşlarınız ve aile bireyleriniz de şahit olarak yanınızda
bulunabilirler) ve birbirlerine söz verirler (aslında Allah’a söz verirler, bu evliliğe
Allah’ı şahit tutarlar). Birbirimizi bırakmayacağız, birbirimizin haklarına riayet
edeceğiz, Kur’ân’ın emirleri doğrultusunda hayatımızı ve birlikteliğimizi devam
ettireceğiz vb. derler ve Fatiha Suresini okuyup bu ön
nikâhı/flört/mutabakat/karşılıklı rıza/tevekkül nikâhını tamamlamış olurlar. Bu
nikâh, çiftleri, Allah katında karı koca yapacaktır. Çiftler bu nikâhtan sonra
birbirinin helali olup yapacakları karı koca ilişkilerinden (bu nikâhtan sonra
dilerseniz çocuk bile yapabilirsiniz) dolayı Allah katında artık sorumlu tutulmazlar,
zina işlemiş olmazlar. Ancak çiftlerin en yakın zamanda bu ön nikâhı, salt hukuk
ile tescil etmeleri yani resmi nikâha dönüştürmeleri gerekir. Bu resmi nikâh,

241
çiftlerin devlet nezdinde haklarının belirlenmesi, koruma altına alınması,
çocukların haklarının korunması, miras vb. yükümlülükler için gerekli olup asla
ihmal edilmemelidir. Hatta bu ön nikâh, resmi nikâha dönüştürülmeden çiftler
asla çocuk sahibi olmamalıdır.

Yukarıda belirttiğimiz ön nikâh, şeriat tarafından çarpıtılarak Mutua (Muta)


nikâhı şeklinde kullanılmakta olup, özellikle İran’da bir iki saatlik nikâh ve
boşanmalar yapılmaktadır. Özellikle Arabistan ve İran’da fuhuş amacıyla
kullanılan bu muta nikâhında, sözde bir imam, müşteriye sözde bir nikâh
kıymakta ve ilişki sonrasında da bunları boşayarak bir sonraki müşteriyle
kadınları nikâhlamakta/pazarlamaktadır. Kur’ân’ın belirttiği ön nikâh dışındaki
günübirlik/birkaç dakikalık zevk/fuhuş/kadın satıcılığı/deyyusluk olan mute
nikâhının, İslam ve Kur’ân ile bağdaşan hiçbir yanının olmadığı iyi bilinmelidir.
Böyle bir nikâh, Allah’ın yasakladığı zina suçundan başka bir şey olmayıp bunu
İslam adına yapanlar sonsuza kadar cehennemliktir.

Şimdi evliliğin ön koşullarından biri olan mehir konusuna bir göz atalım:

“Kadınlara mehirlerini gönülden isteyerek verin, fakat onlar, gönül hoşluğuyla


size ondan bir şeyi bağışlarlarsa, onu da afiyetle, iç huzuruyla yiyin.”
Nisa Suresi 4

“Allah’ın sizin için (kendileriyle hayatınızı) kaim (geçiminizi sağlamaya


destekleyici bir araç) kıldığı mallarınızı düşük akıllılara vermeyin; bunlarla onları
rızıklandırıp giydirin ve onlara güzel (maruf) söz söyleyin.”
Nisa Suresi 5

“Mehir”, erkeğin evlenirken kadına (Dikkat: kızın annesine-babasına değil direk


evleneceği kızın kendisine) verdiği ya da vermeyi taahhüt ettiği para veya
maldır. Bu para ya da mal, kadının olası bir durumda boşanması halinde en
düşük sigorta bedelini temsil eder. Bu mehir, kadının direk kendisine ait olup bu
mehiri, erkeğin evlendikten sonra zorla alma, eşinden izinsiz kullanmak gibi bir
lüksü yoktur. Erkeğin bu mehiri, eşinin rızası olmadan kullanması kesinlikle ama
kesinlikle haramdır. Düğünde takılan tüm takı ve paralar da aynı zamanda
kadına ait olup, bunların da erkek tarafından izinsiz kullanılması haramdır.

242
Yaratılış gereği, erkeğin asli görevi eşinin ve çocuklarının ihtiyaçlarını
karşılamak olduğundan mehir sadece erkeğe farz olan kadınların haklarını
korumaya dönük bir Allah (cc) yasasıdır. Bu mehir, evlilik öncesi eşler
arasındaki karşılıklı rızaya dayalı olarak belirlenir, ancak erkeğin fakir olması
durumunda kadın dilerse bu mehirden vazgeçebilir, ancak mutlaka evlilik öncesi
eşler arasında olası bir durumda boşanma olmasına karşın evlilik anlaşması
imzalanmalıdır (Devlet nezdinde de mutlaka bu anlaşmanın resmi bir evrak
haline dönüştürülmesi ve devletin eşlerin haklarını koruma altına alması
gerekmektedir). Evlilik anlaşması, hem Tanrı katında hem de devlet nezdinde
bağlayıcı olup, evlilik anlaşmasında yer alan her maddenin mutlaka yerine
getirilmesi gerekmektedir. Boşanma halinde evlilik anlaşması içinde yer alan
herhangi bir maddenin keyfi nedenlerle yerine getirilmemesi Tanrı katında
büyük bir günah olup evlilik anlaşması yapılırken mutlaka bu durum göz önünde
bulundurulmalıdır.

Not: Davullu-zurnalı, kadınlı erkekli düğün yapmak asla haram değildir (çünkü
zaten düğüne gelen sizin kendi akrabalarınızdır, eğer kendi akrabalarınızın
namusundan da şüpheleniyorsanız…). Aksine dinimizde hiçbir yeri olmayan ve
uydurma hikâyelerden oluşan mevlit okutarak düğün yapmak büyük bir
günahtır. Ancak dileyen sadece Kur’ân’dan okumak koşuluyla düğünlerini dini
bir hava ile de yapabilir (ancak düğünlerin bir eğlence olduğu düşünüldüğünde
bu tip organizasyonların iki bölüm halinde yapılması bizce tavsiye edilir. İlk
bölüm; evliliğin önemi ve ehemmiyeti hakkında konuşmalar ve Kur’ân’dan
ayetler okunması, ikinci bölüm ise davullu-zurnalı eğlence aşamasıdır).

Evlilik hayatı boyunca çiftler namuslarını korumalı ve birbirlerine bağlı kalarak


birbirlerini asla aldatmamalıdır. Erkeğin asli görevi (Allah tarafından ona
emredilen) ailenin geçimini sağlamak olduğundan erkek mutlaka çalışmalı ve
ailenin ihtiyaçlarını karşılamalıdır. Kadının ise asli görevi çocuklarını en iyi
şekilde büyütmek ve yetiştirmek olduğundan, bu görevi hakkıyla yerine
getirmelidir. Burada kesinlikle “kadın çalışamaz” şeklinde bir kavram
anlaşılmamalıdır. Erkek çalıştığı gibi kadın da çalışabilir (Nisa Suresi 32). Ancak
doğum gibi kutsal bir görev kadına verildiğinden, annenin çocuklarını büyütme
işini başkasına devrederek işine devam etmesi, doğanın ve yaratılışın özüne

243
aykırı bir durumu teşkil eder. Çünkü bir bebeği kendi annesinden daha iyi
anlayacak ve ona daha iyi bakabilecek bir başkası asla bulunamaz. Bu nedenle
anne, çocuğu doğumdan itibaren en az bir yıllık süreç içinde asla yalnız
bırakmamalı ve bakımını bizzat kendisi üstlenmelidir (Doğum yapan kadının
çalışma şartları bizzat devlet tarafından düzenlenmeli ve doğumdan sonraki iki
yıllık süreç ile ilgili çalışma takvimi oluşturularak doğum yapan kadın üzerindeki
iş yükü azaltılmalıdır).

“Biz insana, annesine ve babasına itaati tavsiye ettik. Annesi onu güçsüzlük
üstüne güçsüzlükle taşımıştır. Sütten kesilmesi de iki yılda olmuştur. (Onun için)
Bana sonra da ana babana şükret. Dönüş ancak Bana'dır.”
Lokman Suresi 14

“Anneler, çocuklarını emzirmeyi tamamlamak isteyen kimse için tam iki yıl
emzirirler. Onların uygun bir biçimde yiyeceğini ve giyeceğini sağlamak, çocuğun
babasına aittir... Eğer ana baba karşılıklı anlaşma ve danışma sonucu sütten
kestirme isterlerse, kendilerine günah yoktur. Çocuklarınızı sütanneye emzirtmek
isterseniz, verdiğiniz ücreti güzelce teslim ettikten sonra, bunu yapmanızda bir
günah yoktur. Allah’tan korkun. Bilin ki Allah, yapmakta olduklarınızı görür.”
Bakara Suresi 233

“Anne sütünün bebekler için ne kadar vazgeçilmez ve benzersiz bir besin


kaynağı olduğu gün geçtikçe daha iyi anlaşılmaktadır. İlerleyen teknolojiye
rağmen mamalar, halen anne sütünün yerini tam olarak dolduramamıştır.
Yapılan araştırmalar da, anne sütünün içeriğinin sanılandan daha karmaşık
olduğunu göstermektedir. Anne sütünde inek sütündekinden farklı bir protein
bulunur. Bu protein inek sütündekinden farklı olarak alerjik reaksiyonlara yol
açmaz. Yağ asitleri, karbonhidratlar gibi birçok değişik besin kaynakları en ideal
oran ve miktarda anne sütünün bileşiminde yer alır. Bu değişik besin
kaynaklarının içerikleri de bebeklerin özgün ihtiyaçlarına uygundur. Örneğin inek
sütünde bulunmayan ve insan beyninin gelişiminde önemli rolü olduğu bilinen
taurin amino asidi anne sütünde mevcuttur. Mükemmel bir besin kaynağı olması
dışında, anne sütü bebekleri enfeksiyonlardan koruma açısından da önemli rol
oynar. Anne sütünde bulunan, anneden çocuğa geçen immungloblinler bebekler
için yaklaşık 6. aya kadar mikrobik hastalıklara karşı koruma görevini

244
gerçekleştirir. Ayrıca anne sütüne geçen immun sisteme ait hücreler de birçok
değişik enfeksiyona karşı koruma görevini yürütür. Anne sütünde, inek sütünde
bulunmayan en az 100 değişik madde bulunur. Bütün bu besin ve gıda özellikleri
yanında bebekleri anne sütü ile beslemenin bebeğin psikolojik gelişimi açısından
da önemli olduğu psikologlar tarafından kabul edilmektedir. Emzirmenin anne
için de önemli avantajları vardır. Bunlardan en iyi bilineni, bebeklerini emziren
annelerin göğüs kanserine karşı önemli ölçüde korunmasıdır.”
FDA Consumer Magazine, Ekim 1995

Ayrıca Lancet dergisinde yayınlanan bilimsel bir makaleye göre (Lancet, vol.
354 11-Aralık-1999; 2041-45); bebekleri ikinci yaş içinde emzirmeye devam
etmek, çocukların büyüme ve gelişmesinde de önemli bir rol oynamaktadır.

Anne ve baba; çocukları en iyi şekilde büyütmek, eğitmek ve her konuda onlara
yardım etmek sorumluluğuna sahip olduğu gibi çocuklar da ailelerine iyi
davranmak, onlara saygı duymak ve yaşlandıklarında onlara bakmak
sorumluluğuna sahiptirler.

“Biz insana, ana babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı
ve zahmetle doğurdu. Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer. Nihayet
insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: Rabbim! Bana ve ana
babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı temin
et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve
elbette ki ben Müslümanlardanım.”
Ahkaf Suresi 15

“Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi ve anneye babaya da iyilik etmenizi


emretti. İkisinden birisi yahut her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa
sakın onlara öf bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle! İkisine de
acıyarak tevazu kanadını indir. Ve de ki: Rabbim, onların beni küçük iken terbiye
edip yetiştirdikleri gibi, ikisine de merhamet et.”
İsra Suresi 23-24

“(Allah) Anneme iyilik etmemi önerdi. Beni zorba bir eşkıya yapmadı.”
Meryem Suresi 32

245
“Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeye Bana ortak koşman için
zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin ve Bana yönelen
kimsenin yoluna uy. Sonra dönüşünüz Bana'dır.”
Lokman Suresi 15

Burada şunun da iyi bilinmesi gerekmektedir: Genelde anne ve babaların kendi


çocuklarına söyledikleri “sütümü helal etmiyorum”, “hakkımı helal etmiyorum” gibi
ifadeler, Kur’ân’ın belirtmiş olduğu yüce ahlaka tamamiyle aykırı ve boş sözlerdir.
Çünkü bir anne ve babanın mecburi görevi, zaten doğan çocuklarını büyütmek
ve gelişimine yardımcı olmaktır. Bu doğanın mecburi bir döngüsü olduğundan
aynı şekilde çocuklar da evlendiklerinde babalar, kendi çocuklarının bakımını
üstlenerek ve anneler de çocuklarına süt emzirerek bu görevi yerine getirmekte
ve süt haklarını ödemiş olmaktadırlar. Ancak Allah’ın belirtmiş olduğu yüce ahlak,
çocukların; Kur’ân’a aykırı emirler vermemeleri halinde anne babaya itaat
etmesini, yaşlanıp da bakıma muhtaç oldukları zaman onlara yardım edilmesini,
ihtiyaçlarının giderilmesini, bir şey istedikleri zaman “öff yine ne var”
denilmemesini, her zaman sevgiyle ve saygıyla bakılmalarını, onlar size
bebekken nasıl bakmışlarsa siz de onlara bu yaşlılık hallerinde öylece titizce
bakın, onlara asla “öff” bile demeyin emrini vermektedir.

Kimlerle Evlenilemez

“İman etmedikçe putperest kadınlarla evlenmeyin. Beğenseniz bile, putperest bir


kadından, imanlı bir câriye kesinlikle daha iyidir. İman etmedikçe putperest
erkekleri de (kızlarınızla) evlendirmeyin. Beğenseniz bile, putperest bir kişiden
inanmış bir köle kesinlikle daha iyidir. Onlar (müşrikler) cehenneme çağırır. Allah
ise, izni (ve yardımı) ile cennete ve mağfirete çağırır. Allah, düşünüp anlasınlar
diye âyetlerini insanlara açıklar.” Bakara Suresi 221

“Zina eden bir erkek, zina eden veya Allah'a ortak koşan kadından başkasıyla
evlenmez; zina eden kadın da zina eden veya Allah'a ortak koşan erkekten
başkasıyla evlenmez.” Nur Suresi 3

“Ey iman edenler! Mümin kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları
imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların inanmış

246
kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kâfirlere geri göndermeyin. Bunlar onlara
helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. Onların (kocalarının) sarf
ettiklerini (mehirleri) geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla
evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın, sarf
ettiğinizi isteyin. Onlar da sarf ettiklerini istesinler. Allah'ın hükmü budur.
Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hikmet sahibidir.”
Mümtehine Suresi 10

“Eğer eşlerinizden biri, sizi bırakıp kâfirlere kaçar, siz de (onlarla savaşıp) galip
gelirseniz, eşleri gitmiş olanlara (ganimetten), harcadıkları kadar verin.
İnandığınız Allah'a karşı gelmekten sakının.”
Mümtehine Suresi 11

“Geçmişte olanlar bir yana, babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin; çünkü


bu bir hayâsızlıktır, iğrenç bir şeydir ve kötü bir yoldur.”
Nisa Suresi 22

“Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları,


kız kardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt bacılarınız, eşlerinizin anaları,
kendileriyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız size
haram kılındı. Eğer onlarla (nikâhlanıp da) henüz birleşmemişseniz kızlarını
almanızda size bir mahzur yoktur. Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve
iki kız kardeşi birden almak da size haram kılındı; ancak geçen geçmiştir. Allah
çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”
Nisa Suresi 23

“Savaş sonucunda kadınları esir alıp onlarla kendi rızaları dışında


evlenmeniz/onlara sahip olmanız/ırzlarına geçmeniz ve de evli kadınlarla da
evlenmeniz size haram kılındı. Allah’ın size emri budur. Bunlardan başkasını,
namuslu olmak ve zina etmemek üzere mallarınızla (mehirlerini vererek)
istemeniz size helâl kılındı. Onlardan faydalanmanıza karşılık kararlaştırılmış
olan mehirlerini verin. Mehir kesiminden sonra (bir miktar indirim için) karşılıklı
anlaşmanızda size günah yoktur. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.”
Nisa Suresi 24

247
Boşanmış ya da Dul Kalmış Kadınların Tekrardan Evlenebilme Şartı

“Sizden ölenlerin, geride bıraktıkları eşleri, kendi başlarına (evlenmeden) dört


ay on gün beklerler. Bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, kendileri hakkında
yaptıkları meşru işlerde size bir günah yoktur. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.”
Bakara Suresi 234

“(Vefat iddeti beklemekte olan) kadınlara kendileri ile evlenmek istediğinizi üstü
kapalı olarak anlatmanızda veya bu isteğinizi içinizde saklamanızda sizin için bir
günah yoktur. Allah biliyor ki siz onlara (bunu er geç mutlaka) söyleyeceksiniz.
Meşru sözler söylemeniz dışında sakın onlarla gizliden gizliye buluşma yönünde
sözleşmeyin. Bekleme müddeti bitinceye kadar da nikâh yapmaya kalkışmayın.
Şunu da bilin ki Allah içinizden geçeni hakkıyla bilir. Onun için Allah’a karşı
gelmekten sakının ve yine şunu da bilin ki Allah gerçekten çok bağışlayandır,
halimdir (Hemen cezalandırmaz, mühlet verir).”
Bakara Suresi 235

Herhangi bir nedenden dolayı boşanmış ya da kocasının ölmesi nedeniyle dul


kalmış kadınların ayette belirtilen bekleme süresi, olası bir durumla kadının
hamile olup olmadığının anlaşılması amacıyla gereklidir. Bu şekilde doğacak
çocuğun babasının kim olduğu, bu çocuğu kimin sahipleneceği ve miras gibi
kargaşaların önüne geçilmiş olur. Bugün bu, gebelik testi ile mümkün olsa da
ayette belirtilen 4 ay 10 günlük bekleme süresine riayet edilmesi şu açılardan da
önem taşımaktadır: 1-Kadın hamile değilse bile bu bekleme sürecinde çiftler
birbirlerine duyacakları özlem nedeniyle tekrardan bir araya gelebilirler. 2-Kadın
hamile ise, bu süreç esnasında doğacak çocuk, çiftlerin tekrardan bir araya
gelmesine vesile olabilir.

Evlilikte Cinsel Hayat

“…Onlar sizin giysileriniz, siz de onların giysilerisiniz…”


Bakara Suresi 187

“Kadınlarınız sizin (evlâd yetişdiren) tarlanızdır. O halde tarlanıza, dilediğiniz gibi,


gelin. Kendiniz için önden (iyi ameller) gönderin (hayırlı evlâdlar yetiştirin). Bir de

248
Allah’tan korkun ve bilin ki her halde siz ona kavuşacaksınız. Îman edenlere
müjdele.”
Bakara Suresi 223

Ayette belirtilen tarla ifadesi de asla yanlış anlaşılmamalıdır. Çünkü Kur’ân’da


birçok olayda benzetişim/misal kullanıldığı gibi üreme olayı da bu şekildeki bir
benzetişimle anlatılmıştır. Nasıl ki toprağa tohum ekildiğinde bir canlı olarak fidan
yetişiyorsa aynı şekilde kadın rahmine (yumurtaya) düşen spermden de bir canlı
olarak çocuk yetişmektedir.

Bakara Suresi 223 ayetinde geçen “tarlanıza dilediğiniz şekilde gelin” ifadesi,
her şeyi kısıtlamaya meraklı gelenekçilerin cinsellik alanını da kısıtlamaya
çalışan söylemlerine inat, cinsel ilişkinin her şekilde yapılabileceğini ve bu
konuda hiçbir kısıtlamanın olmadığını vurgulamaktadır. Yani gelenekçilerin
aksine Kur’ân, evli olmak ve birbirlerinin onayı olmak koşuluyla çiftler arasındaki
her türlü aşk oyununu, cinsel ilişki durumunda her türlü fantezi ve pozisyonu
sınırsız mubah olarak görür.

Kur’ân, sadece cinsel hayatı ilgilendiren şu durumları yasaklamaktadır:

1) Kadının hayız ve nifas zamanlarında, sırf kadın sağlığının korunması


açısından, cinsel ilişkiye girmek yasaktır.

“Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: O, bir rahatsızlıktır. Bu sebeple ay


halinde olan kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.
Temizlendikleri vakit, Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Şunu iyi bilin
ki, Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.”
Bakara Suresi 222

Hayız ve nifas zamanlarında yapılacak cinsel birleşme kadın rahmine giden


erkek menisinin/penisin mikroplu kanlarla karışmasıyla, rahim giriş ve çıkış
yolunda iltihaplanmalara yol açarak birçok kadın hastalıklarının oluşmasına
neden olur. Ayrıca kadının temizlenmesine fırsat vermeden yapılacak cinsel
birleşmede kadının hamile kalması durumunda, çocuğun hayatı, daha cenin
konumunda iken riske atılmış olur.

249
2) Grup seks yasaklıdır. Birden fazla eşiniz varsa onlarla asla aynı anda birlikte
olamazsınız, sadece tek bir eşinizle ilişki yaşayabilirsiniz.
3) “…Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın... Bakara Suresi 222” ayeti
gereği eşinizle arka yoldan (popodan) cinsel ilişkiye girmek yasaktır. Bu
yasak; Şuara Suresi 165-167 ve Neml Suresi 55 ayetlerinde de gizli bir anlam
olarak ortaya çıkmakta ve kadınların, erkeklerle benzer yerleri olan popo
kısımları ile cinsel buluşma yapılmasını yasaklamaktadır. Bu durum
kadınların sağlığı açısından da uzak durulması gereken bir davranış
olduğundan yapılmaması gerekmektedir.
4) Bir yaratılış garipliği olarak doğan homoseksüeller dışında Allah, erkek-erkek,
kadın-kadın ilişkisini tamamiyle haram kılmıştır. Yani doğuştan tam anlamıyla
erkek ve tam anlamıyla kadın olarak doğan ve kadınlık-erkeklik dürtülerine
sahip olan normal insanların, cinsiyetlerini değiştirmeleri ve de kadın-kadın,
erkek-erkek olacak şekilde bir cinsel ilişkiye girmeleri haramdır. Doğuştan, bir
yaratılış garipliği olarak homoseksüel bir yapıya sahip olanlarda ise bu durum
farklıdır. Doğuştan homoseksüel olarak yaratılanlar, hangi cinsiyete kendilerini
yakın görüyorlarsa (hangi hormon düzeyi fazla ise) o cinsiyeti seçebilir ve karşıt
cinsle evlenebilirler. Bu asla bu tip insanlar için haram değildir.

Kur’ân, çocuk bakımına ve yetiştirilmesine oldukça önem vermektedir. Bu


nedenle çocukların rastgele bir biçimde doğrulmasına, bakımlarının ve
eğitimlerinin yetersiz bir biçimde yapılmasına karşıdır. Bu nedenle ebeveynler,
bakabilecekleri ve eğitimlerini en iyi şekilde sağlayabilecekleri kadar çocuk
dünyaya getirmelidir. Bu amaçla da kendi sağlıklarını tehlikeye atmayacak
yöntemler kullanarak doğum kontrolü yapabilirler. Anne sağlığının korunması
için de ebeveynler, iki kardeş arasındaki süreyi en az 30 ay olarak belirlemelidir.
Çünkü bu süreç, hem annenin kendini toparlaması hem de çocuğun bakımının
en ideal şekilde yapılması için gereklidir.

“Biz insana, ana babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı
ve zahmetle doğurdu. Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer. Nihayet
insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: Rabbim! Bana ve ana
babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı temin

250
et. Benim için de, zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve
elbette ki ben Müslümanlardanım.”
Ahkaf Suresi 15

“Anneler, çocuklarını emzirmeyi tamamlamak isteyen kimse için tam iki yıl
emzirirler…”
Bakara Suresi 233

Kürtaj

Genelde istenmeyen gebeliklerin sonlandırılması amacıyla uygulanan kürtaj,


aslında bir doğum kontrol yöntemi değildir. Ancak kürtaj, cenin şekillenmesinin
erken evrelerinde veya daha sonraki zamanlarda tıbbi açıdan ceninin anne
rahminden alınmaması durumunda, anne ve bebeğin hayati tehlikesi gibi bir risk
içeriyorsa ceninin alınarak anne hayatının kurtarılması amacıyla uygulanabilir.
Bunun haricinde kürtaj, isteğe bağlı olarak hamilelik sürecinde istenildiği anda
uygulanamaz. Aksi bir durum, sizi, kendi öz çocuğunuzun katili olmakla karşı
karşıya bırakacaktır.

“Ey insanlar! Ölümden sonra dirilme konusunda kuşku içinde olabilirsiniz. Ama
şu bir gerçek ki, biz sizi bir topraktan, sonra bir spermden, sonra bir embriyodan,
sonra ne olduğu kısmen belirli kısmen belirsiz bir et parçasından yarattık ki, size
açık seçik beyanda bulunalım. Ve sizi rahimlerde, belirlenen bir süreye kadar
dilediğimiz şekilde bekletiriz. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkarırız...”
Hacc Suresi 5

“Sonra onu çok dayanıklı bir karargâhta bir damlacık yaptık. Sonra o damlacığı
bir embriyoya dönüştürdük, sonra o embriyoyu bir et parçası haline getirdik,
nihâyet o kemiğe de bir et giydirdik. Sonra onu bir başka yaratılışta yeniden
kurduk. O yaratıcıların en güzeli Allah’ın kudret ve sanatı ne yücedir.”
Mü’minun Suresi 13-14

“…Kim bir kişiyi, bir kişiye karşılık yahut yeryüzünde bir fesat sebebiyle
olmaksızın öldürürse, insanları toptan öldürmüş gibidir…”
Maide Suresi 32

251
“Çocuklarını hiçbir bilgiye dayanmaksızın akılsızca öldürenler ile Allah'a karşı
yalan yere iftira düzüp Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiklerini haram kılanlar
elbette hüsrana uğramışlardır. Onlar, gerçekten şaşırıp sapmışlardır ve doğru
yolu bulamamışlardır.”
En’am Suresi 140

Anne karnındaki ceninin, sağlık sorunları dışında kürtajla alınması gerekiyorsa


mutlaka bu kürtajın, ceninin daha nefis/can taşımadığı ilk 10 hafta içinde
yapılması gerekmektedir. Aksi halde canlı bir bebeğin katli durumu söz konusu
olur. Özellikle tecavüz sonucu hamile kalanlar, bu süre içerisinde, doktorların
belirleyeceği herhangi bir sakıncalı durumun olmaması halinde gönül rahatlığıyla
bu ceninden kurtulabilirler. Ayrıca anne sağlığının söz konusu olduğu durumlarda
(albümin fazlalığı, kalp yetmezliği gibi) hamileliğin herhangi bir zamanında,
bebeği öldürmek pahasına hekim tavsiyesiyle kürtaj yine serbesttir. Ancak eğer
anne sağlığı söz konusu değilse ilk on haftadan sonraki kürtaj cinayettir.

Kur’ân’da Çok Eşlilik

Çok eşlilik, Kur’ân’ın yasakladığı bir durum olmadığı gibi tavsiye ettiği bir durum
da değildir. Kur’ân’ın her konuda olduğu gibi bu konudaki serbestiyet çerçevesi
de, bütün zaman dilimlerine ve bütün insanlığa gönderilmiş olmasından
kaynaklanmaktadır. Nitekim çok eşlilik; savaşlar ya da hastalıklar nedeniyle
erkek oranın azaldığı zamanlarda kadınlar tarafından talep edilen bir durum
olmuştur. Örneğin savaş sonrasında erkek nüfusun azalmasına bağlı olarak
1949 yılında Almanya’da Bonn halkı ve sosyal kadın kuruluşları çok kadınla
evliliğe izin veren bir maddenin anayasaya konmasını istemişlerdir.

Ayrıca erkeğin birden fazla kadınla gayrimeşru bir ilişki yaşamasındansa eşinin
ya da eşlerinin onayını alaraktan başka kadın ya da kadınlarla (en fazla dört
kadınla evlenebilir) evlenip tüm eşlerinin haklarına riayet etmesi daha mantıklı bir
yoldur. Nitekim bu konuda İngiliz yazar ve kadın hakları savunucusu Annie
Beasant şöyle demektedir: “Bir tek kadınla evlilik Batı’da sözde kalmıştır.
Gerçekte sorumsuz birçok evlilik usulü alıp yürümüştür. Erkek metresinden
bıkınca savar, o da zamanla hafif kadın halini alır. Zavallı metresin durumu, çok
hanımlı bir aile yuvasındaki mevki sahibi kadının yanında çok acıklıdır. Sokakları

252
dolduran binlerce zavallı kadın gördüğümüzde anlıyoruz ki çok eşliliğe izini
kötülemek, Batılıların ağzına hiç yakışmıyor. İğfal edilmiş, sığınılacak bir yer ve
sevgiden yoksun, gayrimeşru çocuğu ile ortada, miras hakkından yoksun,
herkesin zevkine kurban olup yaşamaktansa bir erkeğin meşru hanımlarından
biri sıfatıyla sevgi görüp aile yuvasında yaşamak daha saygındır.”

Kur’ân’ın bu konuya bakış açısı ise şu şekildedir: “Ve in hıftüm illa tuksitu fil
yetama fenkihu ma tabe leküm minen nisai mesna ve sülase ve ruba' fe in hıftüm
ella ta'dilu fe vahıdeten ev ma meleket eymanukum zalike edna ella teulu.”
Nisa Suresi 3

Nisa Suresi 3 ayetinin gelenekçiler tarafından verilen meali şu şekildedir: “Eğer


(kendileriyle evlendiğiniz takdirde) yetimlerin haklarına riayet edememekten
korkarsanız, beğendiğiniz (veya size helâl olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder
alın. Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın yahut da sahip olduğunuz
(cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.”

Hâlbuki Nisa Suresi 3 ayetinde geçen “ma meleket eymanukum” ifadesi, “cariye”
anlamına değil “meşru şekilde, Kur’ân’ın emirlerine riayet edilerekten evlenilen
eş” anlamına gelmektedir.

Peygamber döneminde Arap toplumunda çok eşlilik oldukça yaygındı. Bir


erkeğin 10-15 eşi olabilir ve erkeğin bir “boşadım” sözü ile kadın kapı dışarı
edilebilirdi. Kadına hiçbir değerin verilmediği o dönemlerde Allah, aile yapısını
düzenlemek ve kadın haklarının korunmasını sağlamak için eş sayısını
sınırlandırmış ve en uygun ve en adil olanın tek eşlilik olduğunu belirtmiştir.

Bu nedenle Allah, Nisa Suresi 3 ayetinde; “meşru şekilde Kur’ân’ın emirlerini


gözeterekten sahip olduğunuz/evlendiğiniz eşinizle yetinin, başka bir eş
getirmeyin” demektedir. “Ama olur da eşi ölen ya da savaş, kıtlık ya da buna
benzer herhangi bir nedenden dolayı evlenmek zorunda kalan ya da kendi
isteğiyle sizinle evlenmek isteyen kadınlar varsa da eşinizin/eşlerinizin rızasını
alaraktan ve tüm eşlerinizin haklarına riayet ederekten en fazla dört kadına kadar
evlenebilirsiniz” demektedir.

253
Yani bu ayete göre; cahiliye dönemi gibi sınırsız kadınla evlenemezsiniz, dörtten
fazla kadınla evlenemezsiniz, en ideal evlilik tek eşlilik olup, birden fazla evlilik
yapacaksanız eşinizin/eşlerinizin onayını almak zorundasınız, kadınların
hepsinin haklarını gözetmek zorundasınız, hepsinin ihtiyaçlarını gidermek
zorundasınız ve hiçbiri arasında ayrım yapamazsınız. Eğer bu koşulların hepsini
aynı anda sağlayabiliyorsanız, Allah, birden fazla eşle (dörtten fazla olmamak
koşulu ile) evlenmenize onay vermektedir.

Ancak yine de Nisa Suresi 129 ayetinde Allah (cc), “en ideal evliliğin tek eşlilik
olduğunu belirtmekte ve ne yaparsanız yapın eşler arasında adil olamazsınız,
mutlaka sorunlar olur, bu nedenle tek eşliliğe yönelin, bu sizin için daha
hayırlıdır” diye buyurmaktadır.

Erkeklerin aksine kadınların iki ya da daha fazla erkekle evlenmeleri yasaklı bir
durumdur. Çünkü kadın, yaratılış itibariyle doğum gibi kutsal bir görevi
üstlenmiştir. Kadının birden fazla kocalı olması durumunda; çocuğun kimden
olduğu (Kur’ân’ın indiği dönemler düşünüldüğünde bunun olanaksız olduğu
anlaşılır), çocuğun bakım-eğitim gibi işlerinin kim tarafından üstlenileceği, babalık
görevini kimin üstleneceği, çocuğa gerçekte kimin sahip çıkacağı, DNA ile tespit
edilse dahi babanın çocuğu kabul edip-etmeyeceği, soyadı, miras ve vasiyet gibi
sorunlar nedeniyle kadınların birden fazla eşli olması yasaklanmıştır.

Kur’ân’a Göre Haremlik-Selamlık

“İnanan erkekler ve inanan kadınlar birbirlerinin veli(dost ve yardımcı)sıdır. İyiliği


emrederler, kötülükten men ederler...”
Tevbe Suresi 71

“…Siz ey mümin bayanlar cinsel istek duyulmayacak kimseler olan; babalarınız,


kocalarınızın babaları, kız kardeşleriniz, erkek kardeşleriniz, onların erkek-kız
çocukları vb. size karşı cinsel ilgi duymayan tüm akrabalarınız ile size karşı
cinsel anlamda ilgi duymayan tüm komşularınız, size karşı cinsel anlamda ilgi
duymayan tüm misafirleriniz, yani size karşı cinsel anlamda ilgi duymayacak/size
farklı gözle bakmayacak/sizin de onlara cinsel ilgi duymayacağınız tüm insanlar

254
(Müslüman olsun ya da olmasın), yanında bulunabilir, onlarla yemek yiyebilir,
onlarla konuşabilirsiniz…”
Nur Suresi 31

“Köre güçlük yoktur; topala güçlük yoktur, hastaya güçlük yoktur. Sizin için de
gerek kendi evlerinizden gerekse şu kişilerin evlerinden yemek yemenizde bir
sakınca yoktur: Babalarınızın evleri yahut annelerinizin evleri yahut
kardeşlerinizin evleri yahut kız kardeşlerinizin evleri yahut amcalarınızın evleri
yahut halalarınızın evleri yahut teyzelerinizin evleri yahut anahtarı size teslim
edilmiş olan evler yahut arkadaşlarınızın evleri. Hep birlikte yahut ayrı ayrı
yemenizde sizin için hiçbir sakınca yoktur. Evlere girdiğinizde, Allah katından bir
esenlik, bir bereketlilik, bir temizlik dileği olarak kendinize de selam verin. Allah
size ayetleri işte böyle ayan beyan bildiriyor ki, aklınızı çalıştırabilesiniz.”
Nur Suresi 61

Yukarıdaki ayetlerden görüldüğü üzere, erkek ve kadınların birbirleriyle


konuşmalarında, beraber oturmalarında ve beraber yemek yemelerinde herhangi
bir sakınca yoktur. Çünkü Kur’ân, gelenekçilerin aksine, insanların direk olarak
potansiyel sapık olarak ilan edilmesine karşıdır.

Kadın Çalışabilir mi?

“Başlarına bir kadını geçiren bir kavim asla iflah olmaz.”


İbni Hanbel Müsned 5/43, 50; Tirmizi Fiten:75 Nesai Kudat:8; Buhari
Fiten:18

“Kadınları göze çarpan mevkîlere oturtmayın, yazıyı da öğretmeyin. Dikiş öğretin


ve Sûre-i Nûr’u da iyi öğretin.”
Râmûzu’l-Ehâdîs, c. 2, s 480; İbnü’l Cevzi, Mevzuat II, 269

Gelenekçiler tarafından yukarıdaki uydurma hadislerin referans alınması


sonucunda kadınların okumaması ve çalışmaması gerektiği gibi bir kanı
oluşturulmuştur. Hâlbuki bu konuda Kur’ân şöyle buyurmaktadır:

“…De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?...”


Zümer Suresi 9

255
“Allah’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri özlemeyin. Erkeklere,
kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Allah’tan
bol nimet isteyin. Doğrusu Allah her şeyi bilir.”
Nisa Suresi 32

“Erkek olsun kadın olsun, her kim de mümin olarak iyi işler yaparsa, işte onlar
cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.”
Nisa Suresi 124

“Erkek veya kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir
hayat ile yaşatırız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile
veririz.”
Nahl Suresi 97

“...İster erkek ister kadın olsun, mü’min olarak kim sâlih amel/hayırlı iş yapmışsa
onlar cennete girecektir...”
Mü’min Suresi 40

“De ki: İş yapıp değer üretin; yapıp ürettiğinizi Allah da, resul de, müminler de
görecektir. Ve siz, görülmeyen âlemi de görülen âlemi de bilenin huzuruna
döndürüleceksiniz, O size, yapıp ettiklerinizi bir bir haber verecektir.”
Tevbe Suresi 105

“...( İman sahiplerinin ) İş ve yönetimleri, kendi aralarında bir şûra iledir…”


Şura Suresi 38

“...Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde


birtakım iyi davranışa dayalı hakları vardır. Ancak, erkekler için kadınlar üzerinde
bir derece (âile reisliği) vardır. Allah azîzdir, hakîmdir.”
Bakara Suresi 228

“Ben, erkek olsun, kadın olsun -ki hepiniz birbirinizdensiniz- içinizden, amel
eden/çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki hicret
ettiler, yurtlarından çıkarıldılar. Benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve
öldürüldüler; andolsun Ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları içinden

256
ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfat, Allah tarafındandır. Allah,
mükâfatın en güzeli kendi yanında olandır.”
Al-i İmran Suresi 195

Erkek, Kadından Üstün müdür?

“Allah inanlara da Firavun’un karısını misal gösterdi. O: Rabbim! Bana katında,


cennette bir ev yap; beni Firavun’dan ve onun (kötü) işinden koru ve beni
zalimler topluluğundan kurtar demişti.”
Tahrim Suresi 11

“Rabbi Meryem’e hüsnü kabul gösterdi; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi.
Zekeriyya’yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyya, onun yanına, mâbede
her girişinde orada bir rızık bulur ve "Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?" der;
o da: Bu, Allah tarafındandır. Allah, dilediğine sayısız rızık verir, derdi.”
Al-i İmran Suresi 37

“Irzını iffetle korumuş olanı (Meryem’i) de an. Biz ona ruhumuzdan üfledik; onu
ve oğlunu cümle âlem için bir ibret kıldık.”
Enbiya Suresi 91

Gelenekçiler tarafından Nisa Suresi 34 ayeti, kadınların dövülebileceğine ve de


erkeklerin kadınlardan üstün olarak yaratıldığına delil olarak göstermektedirler.
Bu konu kapsamında gelenekçiler tarafından yapılan Nisa Suresi 34 ayet
mealleri aşağıdaki gibidir:

“Allah’ın erkekleri kadınlardan üstün yaratmış olması ve erkeklerin mali


harcamaları karşılamaları gerekçesi ile erkekler kadınları yönetmeye yetkilidirler.
Buna göre iyi kadınlar; saygılı olanlar ve kocalarının yokluğunda Allah’ın
korunmasını emrettiği mahremiyetleri koruyanlardır. Dik kafalılık edeceklerinden
endişe ettiğiniz kadınlara öğüt veriniz, kendilerini yataklarında yalnız bırakınız ve
dövünüz. Eğer uslanıp size itaat ederler ise kendilerine karşı başka bir tedbire
başvurmayınız. Hiç şüphesiz Allah yüce ve büyüktür.”
Seyyid Kutub

257
“Allah’ın, bazısını bazısına üstün kılması ve onların kendi mallarından harcaması
nedeniyle erkekler, kadınlar üzerinde ‘sorumlu - yöneticilerdir.’ İyi kadınlar
gönülden (Allah’a) itaat edenler, - Allah, (onları ve haklarını) nasıl koruduysa -
görünmeyeni koruyanlardır. Başkaldırıp - diretmelerinden korktuğunuz kadınlara
(önce) öğüt verin, (sonra) yataklarda yalnız bırakın, (bu da yetmezse hafifçe)
dövün. Size itaat ederlerse, aleyhlerinde bir yol aramayın. Doğrusu Allah yücedir,
büyüktür.”
Tefhimül Kur’ân

“Kocalar eşleri üzerinde yönetici ve koruyucudurlar. Bunun sebebi, Allah’ın bazı


insanlara bazılarından daha fazla nimet vermesi ve bir de kocalarının mehir
verme, evin masraflarını yüklenmeleri gibi malî yükümlülükleridir. O halde iyi
kadınlar: itaatli olan ve Allah kendi haklarını nasıl korudu ise, kocalarının
yokluğunda, onların hukuklarını koruyan kadınlardır. Dik başlılığından yıldığınız
kadınlara gelince: onlara evvela öğüt verin, vazgeçmezlerse yatakta yalnız
bırakın ve bunlarla da yola gelmezlerse onları hafifçe dövün. Şayet size itaat
ederlerse, onlara yüklenmek için bir sebep aramayın. Unutmayın ki üstünüzde
çok yüce ve büyük olan Allah vardır.”
Suat Yıldırım

“Erkekler, kadınları, Allah’ın kendilerine onlardan daha fazla bağışladığı nimetler


ve sahip oldukları servetten yapabilecekleri harcamalarla koruyup gözetirler.
Dürüst ve erdemli kadınlar, gerçekten Allah’ın koru(nmasını buyur)duğu
mahremiyeti koruyan sadık ve itaatkâr kadınlardır. Kötü niyetlerinden
korktuğunuz kadınlara gelince, onlara (önce) nasihat edin; sonra yatakta yalnız
bırakın; sonra dövün ve bundan sonra itaat ederlerse onları incitmekten kaçının.
Allah gerçekten yücedir, büyüktür.”
Muhammed Esed

“Allâh, insanları birbirinden üstün kıldığı ve mallarından harca(yıp kadınların


geçimini sağla)dıkları için erkekler, kadınlar üzerinde yöneticidirler. Bundan
dolayı iyi kadınlar itâatkâr olup, Allâh’ın kendilerini korumasına karşılık (Allâh’ın
verdiği başarı ile) gizliyi korurlar (kocalarına aslâ ihânet etmezler). Hırçınlık,
etmelerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, yataklarda onlara sokulmayın,

258
onları dövün. Eğer size itâat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol
aramayın. Çünkü Allâh yücedir, büyüktür.”
Süleyman Ateş

“Erkekler kadınların üzerinde ziyâde kâimdirler. Çünkü Allah Teâlâ onların


bazısını bazısı üzerine tafdil buyurmuştur. Ve mallarından infak etmektedirler.
İmdi sâlih kadınlar itaatlidirler. Allah Te-âlâ’nın hıfzı sayesinde gaybı
muhafazakârdırlar. Serkeşliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince onlara
nasihat veriniz ve onları yataklarda yalnız bırakınız ve onları dövünüz. Fakat size
itaat ederlerse artık onların aleyhlerinde bir yol aramayınız, şüphe yok ki, Allah
Teâlâ çok yücedir. Çok büyüktür.”
Ömer Nasuhi Bilmen

“Er olanlar kadınlar üzerinde hâkim dururlar, çünkü bir kere Allah birini
diğerinden üstün yaratmış, bir de erler mallarından infak etmektedirler, onun için
iyi kadınlar itaatkârdırlar. Allah kendilerini sakladığı cihetle kendileri de gaybı
muhafaza ederler, serkeşliklerinden endişe ettiğiniz kadınlara gelince: evvelâ
kendilerine nasihat edin, sonra yattıkları yerde mahcur bırakın, yine
dinlemezlerse dövün. Dinledikleri halde incitmeye bahane aramayın, çünkü Allah
çok yüksek, çok büyük bulunuyor.”
Elmalılı Hamdi Yazır

“Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah, insanların kimini


kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve
ailenin geçimini sağlamakta)dırlar. İyi kadınlar itaatkârdırlar. Allah’ın (kendilerini)
koruması sayesinde onlar da “gayb”ı korurlar. (Evlilik yükümlülüklerini
reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları
yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları
(hafifçe) dövün. Eğer itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir yol
aramayın. Şüphesiz Allah çok yücedir, çok büyüktür.”
Diyanet

Yukarıdaki mealler incelendiğinde gelenekçilerin kadınları hor gören, onları


ezmeye çalışan ve düşmanca tavırları daha net bir şekilde açığa çıkmaktadır.

259
Hâlbuki Nisa Suresi 34 ayetinin gerçekte anlatmak istediği yukarıdaki meallerden
çok farklıdır:

“Er ricalü kavvamune alen nisai bi ma faddalellahü ba’dahüm ala ba’div ve bi ma


enfeku min emvalihim fes salihatü kanitatün hafizatül lil ğaybi bi ma hafizallah
vellati tehafune nüşüzehünne fe izuhünne vehcüruhünne fil medacii vadribuhünn
fe in eta’neküm fe la tebğu aleyhinne sebila innellahe kane aliyyen kebira.”
Nisa Suresi 34

Nisa Suresi 34 ayette geçen “KAVVAM” kelimesi, birçok mealci tarafından


“yönetici, hâkim olmak” anlamlarında kullanılmış ve buna bağlı olarak ayette
geçen “Er ricalü kavvamune alen nisai” ifadesi de “Erkeklerin bayanlar üzerinde
otoriter bir güç olduğu” anlamında meallendirilmiştir. Hâlbuki aynı “kavvam”
kelimesi, Kur’ân’daki diğer ayetlerde bundan çok daha farklı bir anlamda
kullanılmıştır.

“Ya eyyühellezıne amenu kunu kavvamıne bil kıstı sühedae lillahi ve lev ala
enfüsiküm evil valideyni vel akrabın iy yekün ganiyyen ev fekıyran fellahü evla
bihima fe la tettebiul heva en ta'dilu ve in telvu ev tu'ridu fe innellahe kane bi ma
ta'melune habıra.”
Nisa Suresi 135

Nisa Suresi 135 ayetinde geçen “kavvam” kelimesine gelenekçiler, “adalete bağlı
kalmak, adaleti gözetmek veya ayakta tutmak” anlamını yüklemiş ve ayette
geçen “Ya eyyühellezıne amenu kunu kavvamıne bil kıstı sühedae lillahi”
ifadesini şu şekilde meallendirmişlerdir:

“Adalete sıkı sıkıya bağlı kalınız.” Seyyid Kutub

“Adaleti ayakta tutun.” Tefhimül Kur’ân

“Adaleti yerine getirmeğe uğraşır hâkimler.” Elmalılı Hamdi Yazır

“Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun.” Diyanet

260
Ayrıca Maide Suresi 8 ayette geçen “kavvam” kelimesi de aynı şekilde
gelenekçiler tarafından “adalete bağlı kalmak, adaleti gözetmek veya ayakta
tutmak” anlamında kullanılmıştır. Furkan Suresi 67 ayetinde geçen “kavvam”
kelimesinden türetilen “kavam” kelimesi de “yerli yerinde, dengeli” anlamında
kullanılmıştır. Yani gelenekçiler tarafındann Nisa Suresi 34 ayetinde geçen
“kavvam” kelimesine verilen “yönetici, hâkim olmak” anlamı, bu ayet dışında,
Kur’ân’ın hiçbir yerinde bu anlamda kullanılmamıştır. Sonuç olarak şunu
diyebiliriz ki; Nisa Suresi 34 ayeti, kadınlarla ilgili olduğundan sırf hadisleri doğru
göstermek zihniyetine sahip olan gelenekçiler tarafından, bu ayette geçen
“kavvam” kelimesine özellikle “yönetici, hâkim olmak” anlamı yüklenmiş ve
kelimenin asıl anlamı olan “adalete bağlı kalmak, adaleti gözetmek veya ayakta
tutmak” ifadesi, gizlenmeye çalışılmıştır.

Yukarıdaki açıklamalar ışığında Nisa Suresi 34 ayetinde geçen “Er ricalü


kavvamune alen nisai” ifadesi tekrardan incelendiğinde bu ifade ile “Bayanları
gözetmek, kollamak, dengeli ve dürüst olmak, geçimlerini sağlayarak dik
durmalarını sağlamak” gibi bir anlamın kastedildiği anlaşılmaktadır. Yani ayet
erkeklerin üstünlüğünden bahsetmemekte, aksine şu iki duruma dikkat
çekmektedir. Birincisi, erkeklerin fiziksel güç açısından daha güçlü olmaları
nedeniyle kadınları bu güce güvenerekten ezmemeleri, onları kendi emellerine
göre kullanmamaları, aksine onlara karşı dürüst olmaları ve kadınların haklarını
korumaları istenmiştir. İkincisi, erkeklerin maddi güç açısından kadınlardan daha
zengin olmaları durumunda, kadınları bu maddi güce bağlı olarak ezmemeleri,
onları kullanmamaları, aksine onları gözeterek yardıma muhtaç olanlara yardım
etmeleri ve zor durumda olanların geçimlerini sağlayarak dik durmalarını ve
kimse önünde eğilmemelerinin sağlanması istenmiştir.

Nisa Suresi 34 ayetinde geçen “faddalellahü ba’dahüm ala ba’div” ifadesi de


yanlış meallendirilmiş ve bu cümleye de aynı şekilde “erkeklerin bayanlara üstün
olduğu” anlamı verilmiştir. Oysaki ayette geçen “badahüm” ifadesi, erkeklerle
bayanları karşılaştırmak için kullanılan bir kelime değildir. Çünkü aynı kelime,
Kur’ân’daki diğer ayetlerde şu şekilde kullanılmaktadır:

261
“Ve lev la def’ullahin nase ba’dahüm bi ba’dil le fesedetil erdu. >>> Eğer Allah’ın,
bazı insanları diğer bazılarıyla savması olmasaydı, yeryüzü bozguna uğrardı.”
Bakara Suresi 251

“Tilker rusülü faddalna ba’dahüm ala ba’d. >>> İşte resuller! Biz onların bazısını
bazısına üstün kılmışızdır.”
Bakara Suresi 253

“Ve kezalike fetenna ba’dahüm bi ba’dil. >>> Biz böylece onların bir kısmını diğer
bir kısmıyla.”
En’am Suresi 53

“Ve la tetemennev ma faddalelelahü bihi ba’daküm ala ba’d lir ricali nasiybüm
mimmektesebu ve lin nisai nasiybüm mimmektesebn ves’elüllahe min fadlih
innellahe kane bi külli şey’in alima. >>> Allah’ın, bir kısmınıza bir kısmınızdan
farklı olarak lütfettiği şeyleri isteyip durmayın. Erkeklere kendi kazandıklarından
bir pay var; kadınlara da kendi kazandıklarından bir pay var. Allah’tan, O’nun
lütfünü isteyin! Allah, her şeyi iyice bilmektedir.”
Nisa Suresi 32

Yukarıdaki ayetler (En’am Suresi 65, En’am Suresi 129, En’am Suresi 165, Enfal
Suresi 37, Nahl Suresi 71, İsra Suresi 21, Kehf Suresi 99 ayetleri de
incelenebilir) incelendiğinde ayetlerde geçen “badahüm” ifadesinin; erkeklerle
kadınları birbirleriyle karşılaştıran bir anlama sahip olmadığı, hem erkekleri hem
de kadınları kastederek Nisa Suresi 34 ayetinde geçen “faddalellahü ba’dahüm
ala ba’div” ifadesi ile “Allah erkeklerin ve bayanların bazısını bazılarına üstün
kılmıştır” yani “Allah her birine farklı özellikler ve yetenekler vermiştir” şeklinde
bir anlama sahip olduğu görülmektedir. Zaten ayetin devamında da bu anlamda,
erkeklerin kadınlara oranla biyolojik/fiziksel güç açısından daha üstün olmaları
nedeniyle evin geçiminin erkeklerin sorumluluğu altında olduğu vurgusu
yapılmıştır. Yani ayette belirtilen üstünlük; kutsaliyet, takva ya da makam
açısından bir üstünlük değil, biyolojik/fiziksel/maddi güç ya da yetenek açısından
bir üstünlüktür. Nitekim bu konu ile ilgili, Rad Suresi 4 ayeti bizi destekler
niteliktedir.

262
“Ve fil erdi kitaum mütecaviratüv ve cennatüm min a’nabiv ve zer’uv ve nehiylün
sinvanüv ve ğayru sinvaniy yüska bi maiv vahidiv ve nüfaddilü ba’daha ala ba’din
fil ükül inne fi zalike le ayatil li kavmiy ya’kilu.”
Rad Suresi 4

“Yeryüzünde birbirine sırt vermiş komşu kıtalar, üzümlerden bahçeler, ekinler,


çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, bir tek suyla sulanırlar. Biz bunların,
yemişlerde bir kısmını diğer bir kısmına üstün kıldık. Bütün bunlarda aklını
çalıştıran bir topluluk için elbette ki ibretler vardır.”
Rad Suresi 4

Aynı şekilde Bakara Suresi 253 ve İsra Suresi 55 ayetlerinde geçen


“Peygamberlerin kiminin kimine üstün olduğu” ifadesi de kutsaliyet, takva ya da
makam açısından bir üstünlük değil biyolojik/fiziksel/maddi güç ya da yetenek
açısından bir üstünlüktür. Zaten ayetlerin devamı da okunduğunda bu anlamın
kastedildiği anlaşılmaktadır.

“O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı
ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa’ya açık
mucizeler verdik ve onu Rûhu’l-Kudüs ile güçlendirdik. Allah dileseydi o
peygamberlerden sonra gelen milletler, kendilerine açık deliller geldikten sonra
birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat onlar ihtilafa düştüler de içlerinden kimi iman
etti, kimi de inkâr etti. Allah dileseydi onlar savaşmazlardı; lâkin Allah dilediğini
yapar.”
Bakara Suresi 253

“Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir. Gerçekten biz,


peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık; Davud’a da Zebur’u verdik.”
İsra Suresi 55

Yukarıdaki ayetler incelendiğinde, Peygamberlerin yaşadıkları zamanlara bağlı


olarak değişik özelliklerle donatılarak elçi olarak atandıkları, hatta kimi
zamanlarda çağın gerekliliklerine bağlı olarak hiçbir mucizevî özelliğe sahip
olmadan sadece uyarıcı niteliğinde gönderildikleri görülmektedir. İşte ayetin
belirttiği üstünlük bu anlamda olup asla Peygamberlerin birbirlerinden kutsaliyet,

263
takva ya da makam açısından bir üstünlüğe sahip olduğu anlamında değildir.
Nitekim Allah (cc), bu konu ile ilgili şöyle buyurmaktadır:

“Şöyle deyin: Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, onun
torunlarına indirilene, Mûsa’ya ve İsa’ya verilene ve diğer nebilere verilene
inandık. Bunlar arasından hiç kimseyi ayırmayız. Biz yalnız O’na/Allah’a teslim
olanlarız.”
Bakara Suresi 136

Allah, kadın ve erkeği bir bütünün (nefsin) çiftleri şeklinde yaratmış ve asla erkeği
kadına, kadını da erkeğe üstün tutmamıştır. Ne kadını erkeğin hâkimiyeti için ne
de erkeği kadının hâkimiyeti için var etmiştir. Kadın ve erkek, eş oranda hak,
hürriyet ve yükümlülüklere sahiptir. Allah katındaki tek üstünlük ise, yapılacak iyi
işler neticesinde kazanılacak takva elbisesidir. Kadın ve erkek; her ne kadar
fiziksel, biyolojik, maddi ya da yetenek açısından farklı olsalar da, sosyal
anlamda birbirini tamamlayan bir bütünün iki parçasıdır. Bu nedenle asla kadın
ve erkek, yaratılıştan kaynaklanan bu farklılıkları üstünlük olarak kabul etmemeli
ve birbirlerine üstünlük taslamamalıdır.

“Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve
torunlar yarattı ve sizi temiz gıdalarla rızıklandırdı. Onlar hâlâ bâtıla inanıp
Allah’ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?”
Nahl Suresi 72

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden
birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak
birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten
de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.”
Nisa Suresi 1

“Sizi bir nefisten yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan var
eden Allah’tır. Eşine yaklaşınca, eşi hafif bir yük yüklendi ve bu halde bir müddet
taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca, karı-koca, Rableri olan Allah’a: “Bize kusursuz bir
çocuk verirsen, and olsun ki şükredenlerden oluruz” diye yalvardılar.”
A’raf Suresi 189

264
Yukarıdaki ayetlere rağmen gelenekçiler; kadının, erkeğin kaburga kemiğinden
yaratıldığını iddia eden Tevrat kökenli uydurma hadisleri referans alarak erkeğin
kadından daha üstün olduğunu iddia etmektedirler.

“Rabb Allah Âdem’in üzerine derin uyku getirdi ve o uyudu ve onun kaburga
kemiklerinden birini aldı ve yerini etle kapladı ve Rab Allah Âdem’den aldığı
kaburga kemiğinden bir kadın yaptı ve onu Âdem’e getirdi.”
İncil, Tekvin 2/21-22

“Ebu Hureyre’den: Kadınlar hakkında birbirinize (siz erkekler birbirinize) iyilik


tavsiye ediniz. Kadın kısmı, eğe kemiğinden yaratılmıştır. Eğe kemiğinin en eğri
tarafı üstüdür. Bunu düzelteyim derken kırarsın; kendi haline bırakırsan eğri
olmakta devam eder. Binaenaleyh kadınlar hakkında birbirinize iyilik tavsiye
ediniz.”
Buhari, el-Camiu’s-Sahih, Nikâh 79-80, İst. 1315

Kur’ân, erkek ve kadının tek bir nefisten yaratıldığını; hak, hürriyet ve değer
açısından hiçbir farklılığa sahip olmadıklarını; fizyolojik, psikolojik ve biyolojik
farklılıkları nedeniyle birbirlerinin tamamlayıcısı olduklarını açıklamasına rağmen,
gelenekçiler, “…bu Kur’ân’dan sonra hangi hadise/söze iman ediyorlar?” A’raf
Suresi 185

Bakara Suresi 228 ayetinde geçen “erkeklerin kadınlardan bir derece daha
üstün” olduğu ifadesi de gelenekçiler tarafından erkeklerin kadınlardan kutsaliyet,
takva ve makam açısından daha üstün olduğu şeklinde yorumlanmıştır. Hâlbuki
Allah, zaten Hucurat Suresi 13 ayetinde üstünlüğün cinsiyette değil de takvada
olduğunu belirtmiştir. Bu durumda Allah (cc), kendisiyle çelişmeyeceğine göre
Bakara Suresi 228 ayeti, şüphesiz ki gelenekçilerin belirttiğinden çok öte bir
anlam taşımaktadır.

“Vel mütallekatü yeterabbasne bi enfüsihinne selasete kuru' ve la yehıllü lehünne


ey yektmne ma halekallahü fı erhamihinne in künne yü'minne billahi vel yevmil
ahır ve büuletühünne ehakku bi raddihinne fı zalike in eradu ıslaha ve lehünne
mislüllezı aleyhinne bil ma rufi ve lir ricali aleyhinne deraceh vallahü azızün
hakım.” Bakara Suresi 228

265
Gelenekçiler tarafından Bakara Suresi 228 ayetinin klasik meali şu şekilde
yapılmaktadır: “Boşanmış kadınlar, kendi başlarına (evlenmeden) üç ay hali
(hayız veya temizlik müddeti) beklerler. Eğer onlar Allah'a ve ahiret gününe
gerçekten inanmışlarsa, rahimlerinde Allah'ın yarattığını gizlemeleri kendilerine
helâl olmaz. Eğer kocalar barışmak isterlerse, bu durumda boşadıkları kadınları
geri almaya daha fazla hak sahibidirler. Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları
gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara
göre bir derece üstünlüğe sahiptirler. Allah azizdir, hâkimdir.”

Gelenekçiler tarafından Bakara Suresi 228 ayetinde geçen “Erkekler kadınlara


göre bir derece üstünlüğe sahiptirler” anlamına gelen “lir ricali aleyhinne
deraceh” ifadesi, bunun devamında yer alan “Allah azîzdir, hakîmdir” anlamına
gelen “vallahü azızün hakım” ifadesinden bağımsız olarak çevrilmektedir. Hâlbuki
ayette geçen “lir ricali aleyhinne deraceh vallahü azızün hakım” ifadesi bir bütün
olarak incelenmelidir.

Ayette geçen ve üstünlük ya da derece olarak çevrilen “deraceh” ifadesi,


gelenekçilerin belirttiği gibi kutsaliyet, takva ve makam açısından bir üstünlüğü
ya da dereceyi belirtmemektedir. Ayette yer alan AZİZ ve HÂKİM (Burada hâkim
ifadesi hükmetmek anlamında değil, kollamak anlamındadır) isimleri nedeniyle
Allah, kadınlara, bu isimlerin anlamlarına yakışacak şekilde yaklaşılmasını
emretmektedir. Yani ayette geçen “Erkeklerin kadınlar üzerinde bir derece farkı
vardır. Allah azizdir, hâkimdir" ifadesiyle kadınların fiziksel-biyolojik ve sahip
oldukları ruhsal yaratılışları nedeniyle, erkeklerin de yaratılış itibariyle fiziksel-
biyolojik açıdan, kadınlara göre daha güçlü olmaları (yani bir derece farkı olması)
nedeniyle, onlara AZİZE gibi davranmamızı fakat onlara HÂKİM (yardımcı olmak,
kollamak, bakımlarını üstlenmek) olmamızı emretmektedir.

Kur’ân’a Göre İki Kadının Şahitliği Bir Erkeğin Şahitliği Kadar mıdır?

Gelenekçiler tarafından çarpıtılan bir diğer konu da kadının şahitliği konusudur.


Gelenekçiler, kadınların şahitliğine güvenilemeyeceğini ve erkeğin şahitliğinin
kadının şahitliğinden daha üstün olduğunu savunurlar. Hâlbuki Kur’ân’ın hiçbir
yerinde “bir erkeğin şahitliğinin iki kadının şahitliğine eş olduğu” ile ilgili bir ifade
geçmediği gibi, kadın ile erkeğin şahitliğinin aynı olduğunu vurgular ayetler

266
bulunmaktadır. Örneğin zinanın tespitinde gerekli olan dört şahit için Kur’ân,
kadın-erkek ayrımı yapmadan sadece dört şahidin (erkek ya da kadın fark
etmeksizin) yeterli olduğunu açıklamaktadır. Yani ayette bu dört şahit için; 4
kadın veya 2 erkek (2 x 2 kadın), 4 erkek veya 8 kadın (1/2 x 8 kadın=4 erkek)
gibi ifadeler kullanılmadan direk olarak dört şahidin gerekliliği vurgulanmakta ve
bu dört şahidin cinsiyetlerinden bahsedilmemektedir.

“Ya eyyühellezine amenu iza tedayentüm bi deynin ila ecelim müsemmen


fektübuh, vel yektüb beyneküm katibüm bil adli ve la ye'be katibün ey yektübe
kema allemehüllahü fel yektüb, velyümlilillezi aleyhil hakku vel yettekillahe
rabbehu ve la yebhas minhü şey'a, fe in kanellezi aleyhil hakku sefihen ev
daiyfen ev la yestetiy'u eyyümille hüve felyümlil hakku sefihen ev daiyfen ev la
yestetiy'u eyyümille hüve felyümlil veliyyühu bil adl, vesteşhidu şehideyni mir
ricaliküm, fe il lem yekuna racüleyni fe racülüv vemraetani mimmen terdavne
mineş şühedai en tedille ihdahüma fe tüzekkira ildahümel uhra, ve la ye'beş
şühedaü iza ma düu, ve la tes'emu en tektübuhü sağiyran ev kebiran ila ecelih,
zaliküm aksetu indellahi ve akvemü liş şehadeti ve edna ella tertabu illa en
tekune ticaraten hadiraten tüdiruneha beyneküm fe leyse aleyküm cünahun ella
tektübuha, ve şehidu iza tebaya'tüm, ve la yüdarra katibüv ve la şehid, ve in
tef'alu fe innehu füsuküm biküm, vettekullah, ve yüallimükümüllah, vallahü bi külli
şey'in alim.”
Bakara Suresi 282

Gelenekçiler tarafından Bakara Suresi 282 ayeti şu şekilde meallendirilmiştir: “Ey


iman edenler, birbirinizden belirli bir vade ile borç aldığınızda, onu yazın;
aranızda doğrulukla tanınmış bir yazı bilen kişi, onu yazsın. Yazı bilen de
kendisine Allah'ın öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın. Bir de borçlu adam
söyleyip yazdırsın, her biri Allah'tan korksun ve haktan bir şey eksiltmesin. Eğer
borçlu, aklı ermeyen biri yahut küçük veya kendisi söyleyip yazdıramayacak
durumda ise, velisi dosdoğru söyleyip yazdırsın. Erkeklerinizden iki şahit
gösterin. Eğer ikisi de erkek olamıyorsa o zaman doğruluğuna güvendiğiniz bir
erkekle iki kadın şahit olsun ki, biri unutunca diğeri hatırlatsın. Şahitler de
çağrıldıklarında kaçınmasınlar. Siz yazanlar da az olsun çok olsun onu vadesine
kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu Allah yanında adalete en uygun olduğu gibi

267
şahitlik için daha sağlam ve şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir. Ancak
aranızda peşin devrettiğiniz bir ticaretse, o zaman bunu yazmamanızda size bir
sakınca yoktur. Alışveriş yaptığınızda da şahit tutun, bir de ne yazana ne de
şahitlik edene zarar verilmesin. Eğer zarar verirseniz bu mutlaka kendinize
dokunacak bir günah olur. Allah'tan korkun! Allah size ilim öğretiyor ve Allah her
şeyi bilir.”

Bakara Suresi 282 ayette kullanılan ve “iki kadının şahitliğinin bir erkeğin
şahitliğine denk olduğu” yanlış anlaşılmasına neden olan ana kelime "TEDİL"dir.
Bu kelime, çoğu mealci tarafından “unutursa” şeklinde çevrilmiştir. Hâlbuki
“unutmak” kelimesinin gerçek karşılığı Arapçada “Tansa/Nasi”dir. Şimdi buradan
yola çıkarak “tedil” kelimesinin gerçekte ne anlama geldiğine bir göz atalım:

Arapçada “dal” kelimesi, huda (yol göstermek) ve sapmak anlamlarına gelir.


Nitekim Fatiha Suresi 7 ayetinde bu kelimeden türetilen “dallin” kelimesi bunun
en açık göstergesidir.

“Siratallezine en'amte aleyhim ğayril mağdubi aleyhim ve lad dallin.”


Fatiha Suresi 7

“Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların


ve sapmışların yolunu değil.”
Fatiha Suresi 7

“Dal” köküne dayanan diğer bir kelime de “Dilal/Dil” kelimesidir ve “gölge, ışık
görmeyen alan” anlamlarına gelir. Bu kelimeden türetilen “tedi” ve “tidil”
kelimelerinin kullanım şekli ise; “İstediğini (Tedi) doğru yola istemediğini
sapmışların (Tidil) yoluna” şeklindedir. Dolayısıyla bu açıklamalar ışığında şunu
diyebiliriz ki; “tedil” kelimesi, “unutmak” anlamında değil “sapan/kayıp/gölge”
anlamlarına gelmektedir. Buradan yola çıkarak Bakara Suresi 282 ayette “tedil”
kelimesinin gerçek anlamını yerine koyduğumuzda da gerçekte ayetin şunu
anlatmak istediğini anlarız:

“…Eğer ikisi de erkek olamıyorsa o zaman doğruluğuna güvendiğiniz bir erkekle


iki kadın şahit olsun ki, biri “TEDHiL” olursa/şahitlikten saparsa yani şahit olarak
çağrıldığında gelemezse diğeri hatırlatsın/şahit olsun/o gelsin…”

268
Şimdi daha açıklayıcı olması amacıyla Bakara Suresi 282 ayetini basamak
basamak tekrardan inceleyelim (Kur’ân’a göre borçlanma yasası aşağıda
anlattığımız şekilde olmalıdır. Alıncak borcun miktarını küçümsemeden hem
borcu alan kişi, hem de borcu veren kişi, aşağıdaki kurallara harfiyen uymalıdır.
Bu, toplumda güven ve huzurun devamlılığı açısından mutlaka uygulanması
gereken bir yasadır, ihmal edilmemelidir. Çünkü bu, bir Allah yasasıdır).

1) İki ya da daha fazla kişi arasında ileride ödemesi yapılacak bir borç işlemi
yapılacaksa, bu işlem kâğıda dökülmelidir.
2) Bu belgeye dökme işi, resmi bir makam ya da kurum tarafından yapılmalıdır.
3) Borç alan kişi, kaydı tutacak olana borcun detayları (ne zaman ödenecek, ne
kadar geri ödenecek gibi) hakkında imza sahibi olarak bilgi vermek zorundadır.
4) Borçlu olan kadın veya erkek herhangi bir sebeple bu bilgileri vermezse, onun
yasal velisi bu sorumluluğu almalıdır.
5) Borç işleminin tamamlanması için 2 şahit gerekmektedir.
6) İki şahidin de erkek olması tercih sebebidir. İki erkek şahit bulunmazsa bir
erkek ve iki kadın şahit yeterlidir.
7) Şahitlik zamanında ise iki şahidin hazır olması gerekmektedir. Bu iki şahit; iki
erkek, iki kadın veya bir erkek ve bir kadın olabilir. Ayette bir erkek yerine iki
kadının şahit olarak tutulmasının istenmesinin nedeni kadınlardan birinin olası bir
ihtimalle şahitliğe çağrıldığında gidememesi durumunda diğer kadının şahit
olarak dinlenmesidir. Yani önemli olan iki şahidin çağrıldığında şahitliğe
gitmesidir.

Bu noktada sorulması gereken soru şudur: Bir kadının şahitliğinden sapmasına


(tedil), şahitliğini yapamamasına, şahit olarak çağrıldığında gidememesine ya da
şahitlikten vazgeçmesine (tedil olmasına) sebep olacak konu ya da durumlar
nedir?

Bunun cevabı gayet açıktır: Kadın ile erkek arasındaki psikolojik farklılıklardır.
Kadın doğurur, erkek doğurmaz; kadın doğumdan sonra uzun bir süre
dinlenmelidir, erkeklerin buna ihtiyacı yoktur; kadınlar çocuklarını emzirmek
zorundadır, erkekler değil; kadını etkileyen aybaşı hali vardır, erkeğin yoktur vb.
İşte bu fiziksel farklılıklar kadının şahitliğinin tedil olmasına yani şahit olarak
çağrıldığında gitmesine engel teşkil edecek durumlardır. Yani kadınların bu gibi

269
durumlar nedeniyle erkeklerden farklı olmalarından dolayı, herhangi bir şahitlik
durumunda eğer iki erkek yoksa bu durumda bir erkek ve iki kadının şahitliğine
gidilmesi tavsiye edilmiştir. Bu durumda olası bir ihtimalle kadınlardan biri
saydığımız nedenlerden dolayı şahit olarak çağrıldığında şahitliğe gidemezse,
diğer kadın şahit olarak gidebilecektir. Ve toplamda iki şahit dinlenmiş olacaktır.

Şimdi aynı ayet ışığında bir erkek yerine iki kadın şahit tutulmasını gerekli
kılacak diğer bir nedene göz atalım. Bakara Suresi 282 ayette; “Yazana da,
şahitlik edene de zarar vermeyin. Yapacak olursanız doğru yoldan sapmış
olursunuz” şeklindeki ifadeyi şahide ve yazıcıya yapılan/yapılacak baskıyı ve bu
bağlamda ayetin mantığını anlamak için göz önünde bulundurmamız
gerekmektedir. Maddi menfaatlerin söz konusu olduğu böyle bir konuda şahitlik,
insanların en çok kaçındığı bir görevdir. Bu nedenle Allah, kaçınılan bu görevi en
başta erkeklere yükleyip, iki erkek şahidin bulunması emrini vermektedir.
Böylece ticaretle daha az uğraşan ve baskılara karşı daha hassas olan
kadınların bu kaçınılan vazifeden korunması sağlanmaktadır. Ancak olası bir
durumda eğer ki iki erkek şahit bulunamaz ve sadece bir erkek şahit bulunursa, o
durumda, bir erkek ve iki kadın şahidin bulunması gerektiği emri verilmektedir.
Böylelikle de hem şahit sorununun çözülmesi, hem de olumsuz bir durumda
ortaya çıkabilecek bir erkekle bir kadının karşı karşıya kalması durumu önlenerek
kadının korunması sağlanmaktadır.

Nitekim borç miktarı konusunda yanlış anlamanın ortaya çıktığı bir durum
düşünüldüğünde; iki şahidin farklı şahitliği durumunda kadın erkekle karşı
karşıya kalacak ve iki taraftan birinin yalancı olduğunun kesin olduğu bir ortamda
kadın, yoğun stres ve baskı altında kalacaktır. Oysa bir erkek ve iki kadının
şahitliği durumunda; şahit sayısının üçe çıkması nedeniyle mesuliyet dağılacak,
şahitler üzerindeki stres azalacak ve baskı yapmak isteyen art niyetli kişilerin, bu
sefer iki kişiden birini değil, üç kişiden ikisini kandırmaları gerektiği için işleri
zorlaşacaktır. Zaten ayette geçen “Böylesi, şahitlik için daha sağlamdır”
ifadesiyle de böyle bir durum kastedilmiştir.

Kur’ân’da kadınların şahitliğinin erkeklerin şahitliğiyle eş tutulduğu ile ilgili birçok


ayet bulunmasına rağmen kadınları baskılardan koruyarak herkesin kaçındığı bir
görevi erkeğe yükleyen Bakara Suresi 282 ayetini anlayaman gelenekçiler, bu

270
ayeti kendi nefislerine göre yorumlayarak ayetten “bir erkeğin şahitliği iki kadının
şahitliğine eşittir” sonucunu çıkarmışlardır.

“Ey iman edenler! Birinize ölüm gelip çatınca vasiyet esnasında içinizden iki
adalet sahibi kişi aranızda şahitlik etsin. Yahut seferde iken başınıza ölüm
musibeti gelmişse sizden olmayan, başka iki kişi (şahit olsun). Eğer şüpheye
düşerseniz o iki şahidi namazdan sonra alıkor, ‘Bu vasiyet karşılığında hiçbir şeyi
satın almayacağız, akraba (menfaatine) de olsa; Allah (için yaptığımız) şahitliği
gizlemeyeceğiz, (aksini yaparsak) bu takdirde biz elbette günahkârlardan oluruz’
diye Allah üzerine yemin ettirirsiniz.”
Maide Suresi 106

“Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört şahit getirin. Eğer şahitlik
ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya
kadar evlerde hapsedin.”
Nisa Suresi 15

“Kadınlar bekleme sürelerinin sonuna vardıklarında onları ya Mâruf ile tutun veya
Mâruf ile ayırın. Sizden iki güvenilir şahit getirin, şahitliği Allah için yapın.”
Talak Suresi 2

Yukarıdaki ayetlerden görüldüğü üzere şahitler konusunda herhangi bir cinsiyet


ayrımı yapılmadan doğrudan güvenilir kişilerin şahit olarak tutulması
emredilmiştir. Ayrıca Nur Suresi 6 ayeti de direk olarak kadının şahitliğinin,
erkeğin şahitliğine eş tutulduğu ile ilgili kesin bir ifade içermektedir.

“Eşlerine zina esnasında bulunup da kendilerinden başka şahitleri olmayanlara


gelince, onların her birinin şahitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna
dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik etmesi, beşinci defa da, eğer
yalan söyleyenlerden ise Allah’ın lânetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir.”
Nur Suresi 6

271
Kur’ân’a Göre Miras Paylaşım Hukuku

“Sizden birine ölüm yaklaştığında, bir mal bırakacaksa anaya babaya, yakınlara,
uygun bir biçimde vasiyet etmesi farz kılındı. Bu, erdemliler için bir görevdir.”
Bakara Suresi 180

Vasiyet bırakmak ve bu vasiyette mal varlığının bölüştürülmesini yapmak, insan


üzerine düşen önemli görevlerdendir ve ihmal edilmemelidir. Olası bir durumda
vasiyet bırakmadan aniden ölen bir kişi için ise; mal varlığının bölüştürülmesi
Nisa Suresi 11, 12, 176 ayetlerine göre yapılmalıdır. Kişi mal varlığının
paylaştırılmasını dilediği gibi yapabilir ve malını dilediğine bırakabilir. Ancak
haksızlık yapmamak ve herkesin hakkını gözetmek için Nisa Suresi 11, 12, 176
ayetlerine göre mal paylaşımını yapmalıdır. Ayrıca miras taksimi yaparken
akrabalarının zenginliğini de göz önünde bulundurmalı ve miras paylaşımını
buna göre yapmalıdır.

“Yusıykümullahu fiy evladiküm lizzekeri mislü hazzıl ünseyeyn fein künne


nisaen fevkasneteyni felehünne sülüsa ma tereke ve in kânet vahıdeten felehen
nısf ve liebeveyhi likülli vahıdin minhümessüdüsü mimma tereke in kâne lehu
veled fein lem yekün lehu veledün ve verisehu ebevahü feliümmihissülüs fein
kane lehu ıhvetün feli ümmihissüdüsü min ba’di vasıyyetin yusıy Biha ev deyn
abaüküm ve ebnaüküm la tedrune eyyühüm akrabu leküm nef’a feriydaten
minellah* innAllahe kâne Aliymen Hakiyma” Nisa Suresi 11

“Çocuklarınız konusunda Tanrı, erkeğe iki dişinin hissesi kadar tavsiye eder.
Eğer onlar ikiden çok kadın ise (ölünün) geride bıraktığının üçte ikisi onlarındır.
Kadın (veya kız) bir tek ise, bu durumda yarısı onundur. (Ölenin) Bir çocuğu
varsa, geriye bıraktığından anne-ve-babadan her biri için altıda bir, çocuğu
olmayıp da anne-ve-baba ona mirasçı ise, bu durumdan annesi için üçte bir
vardır. Onun kardeşleri varsa o zaman annesi için altıda birdir. (Ancak bu
hükümler, ölenin) Ettiği vasiyet veya (varsa) borcun düşülmesinden sonradır.
Babalarınız, oğullarınız, siz onların hangilerinin yarar bakımından size daha
yakın olduğunu bilmezsiniz. (Bunlar) Tanrı'dan bir farzdır. Şüphesiz Tanrı
bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.” Nisa Suresi 11

272
“Ve leküm nısfü ma tereke ezvacüküm in lem yekün lehünne veledün, fein kâne
lehünne veledün felekümür rubüu mimma terekne min ba’di vasıyyetin yusıyne
Biha ev deyn ve lehünner rübüu mimma terektüm in lem yekün leküm veledün,
fein kâne leküm veledün felehünnes sümünü mimma terektüm min ba’di
vasıyyetin tusune Biha ev deyn ve in kâne recülün yuresü kelaleten evimraetün
ve lehu ehun ev uhtün feli külli vahıdin minhümes südüs fein kânu eksere min
zâlike fehüm şürekaü fiys sülüsi min ba’di vasıyyetin yusa Biha ev deynin ğayra
mudarr vasıyyeten minellah vAllahu Aliymun Haliym.”
Nisa Suresi 12

“Eşlerinizin, eğer çocukları yoksa geride bıraktıklarının yarısı sizindir. Şayet


çocukları varsa, -onunla yapacakları vasiyetten ya da (ayıracakları) borçtan
sonra- bu durumda bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Sizin çocuğunuz yoksa,
geriye bıraktıklarınızdan dörtte biri onların (kadınlarınızın)dır. Eğer sizin
çocuğunuz varsa geriye bıraktıklarınızdan sekizde biri onların (kadınlarınızın)dır.
(Yine bu hükümler,) Edeceğiniz vasiyet veya (varsa) borcun düşülmesinden
sonradır. Mirası aranan erkek ya da kadın, çocuğu ve babası olmayan bir kimse
olup erkek veya kız kardeşi bulunursa onlardan her biri için altıda bir vardır. Eğer
bunda fazla iseler, bu durumda -kendisiyle yapılan vasiyette ya da (varsa)
borçtan sonra- üçte birde -zarara uğratılmaksızın onlara ortaktırlar. (Bu size)
Tanrı'dan bir vasiyettir. Tanrı, bilendir (kullara) yumuşak olandır.”
Nisa Suresi 12

“Yesteftunek kulillahu yüftiyküm fiyl kelaleti, inimruün heleke leyse lehu veledün
ve lehu uhtün feleha nısfü ma terek ve huve yerisüha in lem yekün leha veled fe
in kanetesneteyni felehümessülüsani mimma terek ve in kânu ıhveten Ricalen ve
nisaen felizzekeri mislü hazzıl ünseyeyn yübeyyinullahu leküm en tedıllu vAllahu
Bi külli şey’in Aliym.”
Nisa Suresi 176

“Onlar senden, kendilerini aydınlatmanı isterler. De ki: “Allah, birinci dereceden


mirasçı bırakmayanlar(dan kalan miras) ile ilgili kurallar konusunda (böylece) sizi
aydınlatır: eğer bir erkek, çocuk bırakmadan ölürse ve bir kız kardeşi varsa, onun
terekesinin yarısına kız kardeşi sahip olacaktır; kız kardeşin çocuk bırakmadan
ölmesi halinde ise erkek onun mirasını alacaktır. Fakat iki kız kardeş varsa, ikisi

273
(birlikte) onun terekesinin üçte ikisine sahip olacaklar ve eğer erkek kardeşler ve
kız kardeşler varsa, erkek iki kadının payı kadar alacak.” Allah (bütün bunları)
size açıklar ki sapıklığa düşmeyesiniz; Allah her şeyi bilir.”
Nisa Suresi 176

Nisa Suresi 11, 12 ve 176 ayetleri, vasiyet bırakmadan ölen bir kişinin malının
nasıl dağıtılacağına dair bilgiler vermektedir. Ayetlerde belirtilen malın
paylaştırılması oranları, maksimum oranlar değil minimum oranlardır. Yani ayette
belirtilen oranların altına kesinlikle inilemez/düşülemez. O oranlar, sınır
değerlerdir. Nitekim bu oran miktarı ile ilgili Nisa Suresi 11 ayette geçen
“Yüsıykümullahi” ifadesi, “Allah'ın size önereceği SON LİMİT şudur” anlamına
gelmekte olup ayetin devamında da ilgili miras paylaşım oranları verilmektedir.

Şimdi Nisa Suresi 11, 12 ve 176 ayetlerini maddeler halinde tekrardan yazalım:

Nisa Suresi 11:


M 1) Size varis olan çocuklardan erkeğe, 2 kız hissesi vardır.
M 2) Çocukların hepsi kız ise ve bu kızların sayısı 2’den fazla ise; o zaman
mirasın 2/3’ü kızlarındır.
M 3) Eğer çocuk sadece 1 kızdan ibaret ise o zaman mirasın yarısı ona verilir.
M 4) Eğer ölenin bir çocuğu var ise, ölenin anne ve babasından her birine 1/6
hisse düşer.
M 5) Ölenin çocuğu yoksa, sadece anne ve babası varsa o zaman annenin hakkı
1/3’tür.
M 6) Eğer ölenin kardeşleri de varsa annenin hakkı 1/6’dır.

Nisa Suresi 12:


M 7) Ölen hanımlarınızın çocukları yoksa bıraktıkları mirasın yarısı sizindir.
M 8) Ölen hanımlarınızın eğer çocukları varsa, bıraktıklarının 1/4'ü sizindir.
M 9) Sizin bırakmış olduğunuz mirasın, eğer çocuğunuz yoksa 1/4’ü
hanımınızındır.
M 10) Sizin bıraktığınız mirasın, eğer çocuğunuz varsa 1/8’i hanımınızındır.
M 11) Eğer ölen erkeğin veya kadının çocuğu, anne ve babası yoksa ve mirasına
amca ve kardeşlerden mirasçı varsa bu durumda, ölenin bir erkek veya kız
kardeşi varsa onlardan her birine mirastan 1/6 pay düşer.

274
M 12) Eğer o kardeşlerin sayısı bundan fazla ise hepsi mirasın 1/3’üne ortak
olur.

Nisa Suresi 176: Varis olarak babası ve çocuğu bulunmayan kimse için;
M 13) Eğer ölen bir erkekse ve kendisinin çocuğu olmayıp da sadece bir kız
kardeşi varsa o kız kardeş mirasın yarısını alır.
M 14) Eğer bir kadın ölürse ve kendisinin çocuğu olmayıp da geride sadece bir
erkek kardeş bırakmışsa, bu durumda o erkek kardeş mirasın tamamını alır.
M 15) Ölen erkeğin varisleri 2 kız kardeş ise mirasın 2/3’ü onlara verilir.
M 16) Eğer varisler hem erkek hem de kız kardeş ise; erkeğe 2 kız hissesi verilir.

Nisa Suresi 11 ayetinin M4 maddesinde geçen “Eğer ölenin bir çocuğu varsa”
ifadesi, bazı Kur’ân meallerinde “Eğer ölenin çocuğu varsa” şeklinde meal
edilmiş ve kavram kargaşasına neden olmuştur. Bu da sanki ayette geçen
“çocuk” ifadesinin genel anlamda kullanıldığı izlenimini yaratarak ayetlerin
yorumlanmasında ve anlaşılmasında hatalara neden olmuştur. Oysa ayetin
Arapça metninin M4 maddesinde “çocuk” kelimesi için kullanılan ifade
“VELEDÜN” olup bu kelime, Arapçada “bir tek çocuk” anlamına gelir. Yani
“veledün” kelimesi tekil bir anlama sahip olup genel anlamdaki “çocuk (bütün
çocuklar anlamında)” ya da çoğul anlama gelen “çocuklar” anlamını ifade
etmemektedir. Arapçada çoğul anlamdaki çocuklar ifadesine karşılık gelen
kelime, “EVLADUN”dur.

Türkçede “çocuk” kelimesi, kavram olarak hem tek bir çocuğa, hem de bazı
durumlarda çoğul anlamdaki çocuklar ifadesine de karşılık gelebildiğinden,
Arapça bilmeyen kişiler tarafından sanki “veledün” kelimesi, Türkçede olduğu gibi
genel anlamdaki çocuk kelimesiyle özdeş sayılmıştır. Hâlbuki Arapça gramerinde
“veledün” kelimesi teklik bildirir ve “bir tek çocuk” anlamına gelir. Ancak buna
rağmen, gelenekçiler ve onları referans alan bilgisiz ateistler tarafından ayette
geçen “veledün” kelimesi, “çocuklar” anlamında meallendirilmiş ve buna bağlı
olarak miras paylaşım hesaplamalarında yanlış sonuçlara ulaşılmıştır. Bu yanlış
meallerden yola çıkan bilgisiz ateistler tarafından da bu durum, hâşâ Allah’ın
Kur’ân’da matematiksel hata yapmış olduğuna delil olarak sunulmuştur. Bilgisiz
ateistler tarafından “veledün” kelimesine, “bir tek çocuk” anlamı değil de, genel

275
anlamdaki ya da çoğul anlama gelen “çocuklar” anlamının yüklenmesi sonucu,
Kur’ân’da hata olduğuna delil olarak sunulan örnekler aşağıdaki gibidir:

Örnek 1: Varsayalım ki bir adam öldü ve geriye üç kız çocuğunu, kendi anne
babasını ve hanımını bıraktı. Hatalı meallere göre; Nisa Suresi 11 ayetinde
“veledün” kelimesi “bir tek çocuk” değil de “çocuklar” anlamına geldiğinden, Nisa
Suresi 11, 12 ayetlerinin M2 maddesine göre ölenin üç kız çocuğuna mirasın
2/3’ü, M4 maddesine göre anne ve babasının her birine mirasın 1/6’sı ve M10
maddesine göre de karısına mirasın 1/8’i kalacaktır. Bu mantığa göre
(2/3)+(1/6)+(1/6)+(1/8)= 27/24 = 1,125 (Miras paylaşıldığında her bir mirasçının
aldığının toplamı, mirastan fazla çıkmaktadır! Hâlbuki sonucun 1 yani tam olması
gerekirdi) hesabını yapan ateistler, Kur’ân’da matematiksel bir hatanın olduğunu
iddia etmektedirler.

Hâlbuki ateistler, hatalı meallere göre yorum yapmakta ve çocuk sayısına bağlı
olmaksızın bir pay dağılım oranı belirlemektedirler. Nisa Suresi 11 ayetinin M4
maddesinde geçen “veledün” kelimesi çoğul anlama gelmemekte ve tekil olup
“bir tek çocuk” anlamına gelmektedir. Bu da ateistlerin örnek verdiği üç kız
çocuğuna mirastan 1/6 hisse düşmeyeceği anlamına gelir. Çünkü ayete göre
eğer ölenin “bir tek çocuğu” varsa mirastan 1/6 hisse alacaktır. Oysaki ateistlerin
verdiği örnekte ölenin üç kız çocuğu bulunmaktadır. Bu durumda Nisa Suresi 11
ayetinin M2 maddesine göre ölenin üç kızı, mirasın 2/3’ünü ve Nisa Suresi 12
ayetinin M10 maddesine göre de ölenin eşi, mirasın 1/8’ini alır. Bu örnek
durumda yer alan anne ve baba için ise belirlenmiş bir pay yoktur. Mirasın bu
şekilde paylaştırılması durumunda (2/3)+(1/8)=19/24 şeklinde bir oran çıkar. Bu
oranın yani mirasın arta kalan (5/24)’lik kısmı ise Nisa Suresi 8 ayetine göre
paylaştırılır ki sonuç olarak Kur’ân’da herhangi bir matematiksel hatanın olmadığı
görülür.

“(Mirası) Bölüşme sırasında yakınlar, yetimler ve yoksullar da hazır olursa, onları


ondan rızıklandırın ve onlara güzel (maruf) söz söyleyin.”
Nisa Suresi 8

Örnek 2: Bir adamın ölmesi ve geride annesi, hanımı ve iki kız kardeşini
bırakması durumunda, ateistlerin mantığına göre Nisa Suresi 11 ayetinin M5

276
maddesine göre annesi mirasın 1/3'ünü, Nisa Suresi 12 ayetinin M9 maddesine
göre eşi mirasın 1/4'ünü ve Nisa Suresi 176 ayetinin M15 maddesine göre de iki
kız kardeşi mirasın 2/3'ünü alırlar. Ateistler tarafından verilen bu örnekte yapılan
hesaplama sonucunda da oranlar toplamı (1/3)+(1/4)+(2/3)=15/12=1,25 (Bunun
da 1,0 yani bir tam, bütün olması gerekirdi) şeklinde bulunmaktadır. Yani bu
oranlara göre miras paylaştırıldığında, paylaştırılan miktar, mirasın tamamından
%25 daha fazla çıkmakta, yani matematiksel bir hata oluşmaktadır.

Hâlbuki ateistler vermiş oldukları bu örnekte ölen adamın hiç çocuğu olmadığını,
geride sadece annesini, hanımını ve iki kız kardeşini bıraktığını belirtmişlerdir. Bu
durumda da ölen adamın hiç çocuğu olmadığına ve ayrıca iki kız kardeşi de
bulunduğuna göre, Nisa Suresi 11 ayetinin M5 maddesinde yer alan “anneye
mirasın 1/3’ü verilir” ifadesi geçerli olmaz. Çünkü M5 maddesinde anneye
mirasın 1/3’ünü verebilmek için ölen adamın sadece anne ve babasının olması
koşulu vardır. Verilen örnekte ise ölen adamın sadece annesi vardır, babası ise
yoktur. Bu durumda ayetlere göre anneye herhangi bir pay düşmez (Kocası ölen
anneye zaten kocası tarafından miras kalacağından ve annenin yaşı itibariyle de
geçim için daha az masrafa/mirasa ihtiyaç duyacağından böyle bir durumda
anne, miras için hesaba katılmaz). Mirasın paylaşımı sadece ölen adamın
hanımı ve 2 kız kardeşi arasında yapılır. Buna göre de ölen adamın eşi, Nisa
Suresi 12 ayetinin M9 maddesine göre mirasın, 1/4'ünü ve kız kardeşler de Nisa
Suresi 176 ayetinin M15 maddesine göre mirasın, 2/3'ünü alırlar. Bu oranlar
toplamına bakıldığında ise hesabın (1/4)+(2/3)=11/12 olduğu (Mirastan arta
kalan 1/12’lik kısım ise Nisa Suresi 8 ayetinde belirtildiği şekliyle dağıtılır) ve
ateistlerin hesapladığı gibi bir matematiksel hatanın olmadığı görülür.

Yukarıdaki ayetler incelendiğinde evli de olsa kadına ait bir mirasın var olduğu ve
evlilikte var olan bütün mülkün erkeğe ait olmadığı belirtilmektedir. Ayrıca aynı
ayetlerden kadına verilen mehirin, düğünde takılan takı, para gibi şeylerin kadına
ait olduğu; erkeğin hiçbir şekilde zoraki olarak kadına ait mirasa el
koyamayacağı; kadınların çalışabileceği ve kendilerine ait bir mal
edinebilecekleri sonucu da çıkmaktadır.

Ayetlerde miras paylaşımında, erkeğe düşen payın kadından bir hisse daha
fazla olduğu görülmektedir. Bu kadın-erkek ayrımının yapıldığı ya da erkeğin

277
kayrıldığı anlamında algılanmamalıdır. Çünkü yaratılış itibariyle ve de sosyal
hayat açısından erkeğe yüklenen görevler düşünüldüğünde bu bir derecelik pay
fazlalığının nedeni daha iyi anlaşılmaktadır. Yaratılış itibariyle erkeğin, kendi
ailesinin geçimini sağlamak ve onları korumak zorunda oluşu, kadının ise maddi
hayat açıdan erkeğe göre daha rahat bir yaşam sürmesi (kadın çalışmazsa bile
eşi onun bakımını üstlenmek zorundadır), erkek gibi zorunluluklarının olmaması
ve erkek gibi zor işlerde çalışmak zorunda kalmaması bunun en büyük
nedenlerini oluşturmaktadır.

Yukarıdaki açıklamalarımıza rağmen uydurma hadisleri ve çarpık mealleri doğru


göstermek adına gelenekçiler tarafından Kur’ân’daki miras hukukunu hiçe sayan
farklı miras hukuku yöntemleri geliştirilmiştir. Bu yöntemlere göre miras dağıtım
sistemi, avl sistemine (Bir nevi ebob-ekok matematiği) göre yapılmalıdır. Ancak
gelenekçiler şunu iyi bilmelidir ki; farkında olmadan Kur’ân’daki sözlerin
değiştirilebileceğini ve Allah’ın koyduğu minimum paylaşım miktarlarının saçma
bir matematikle (avl) farklı bir biçimde dağıtılabileceğini ve bu paylaşım
miktarının matematiksel bir hata oluşturmayacağını iddia etmişlerdir. Oysaki
ayetlerin hükmü apaçık bir şekilde ortada iken, gelenekçiler daha “…bu
Kur’ân’dan sonra hangi hadise/söze iman ediyorlar?” A’raf Suresi 185

278
KUR’ÂN’A GÖRE SÜNNET OLMAK

Hem kadının hem de erkeğin bir sünnet derisi vardır ve bu derinin alınması
(sünnet) bir FARZ değildir! Bu gelenek, İslam’a, Yahudi geleneklerinden
geçmiştir. Nitekim İncil’de bu konu ile ilgili şu ifade geçmektedir:

Tanrı İbrahim'e, “Sen ve soyun kuşaklar boyu antlaşmama bağlı kalmalısınız”


dedi, “Seninle ve soyunla yaptığım antlaşmanın koşulu şudur: Aranızdaki
erkeklerin hepsi sünnet edilecek. Sünnet olmalısınız. Sünnet aramızdaki
antlaşmanın belirtisi olacak. Evinizde doğmuş ya da soyunuzdan olmayan bir
yabancıdan satın alınmış köleler dâhil, sekiz günlük her erkek çocuk sünnet
edilecek. Gelecek kuşaklarınız boyunca sürecek bu. Evinizde doğan ya da satın
aldığınız her çocuk kesinlikle sünnet edilecek. Bedeninizdeki bu belirti sonsuza
dek sürecek antlaşmamın simgesi olacak. Sünnet edilmemiş her erkek halkının
arasından atılacak, çünkü antlaşmamı bozmuş demektir.”
İncil, Yaratılış 17:9-10-11-12-13-14

Birçok Yahudi geleneğinin hadislerle İslam’a mal edilmesi bu konuda da kendini


göstermiş ve Peygamber’in doğuştan sünnetli olduğu yalanı ortaya atılmıştır.
Evet, sağlık açısından sünnet olmanın yararları vardır, ancak bu asla İslam’ın
bir emri değildir. Nitekim sağlık amacı dışında, zevk amaçlı/seksi görünmek için
kalıcı cerrahi operasyonlar yaptırmak ve bu şekilde Allah’ın yarattığını
değiştirmek ve dejenere etmek hoş olan davranışlar değildir.

“Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp saptıracağım, en olmadık kuruntulara


düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini
emredeceğim ve Allah'ın yarattıklarını değiştirmelerini emredeceğim." Kim
Allah'ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana
uğramıştır.”
Nisa Suresi 119

“O (Allah) ki, her şeyi en güzel şekilde yarattı, insanı da ilk önce çamurdan
yarattı.”
Secde Suresi 7

279
YALAN SÖYLEMEK

“Allah sizi, yeminlerinizdeki ‘rastgele söylemelerinizden, boş sözlerden' dolayı


sorumlu tutmaz, ancak yeminlerinizle bağladığınız sözlerden dolayı sizi sorumlu
tutar. Onun (yeminin) keffareti, ailenizdekilere yedirdiklerinizin ortalamasından on
yoksulu doyurmak ya da onları giydirmek veya bir köleyi özgürlüğüne
kavuşturmaktır. (Bunlara imkân) Bulamayan (için) üç gün oruç (vardır.) Bu,
yemin ettiğinizde (bozduğunuz) yeminlerinizin keffaretidir. Yeminlerinizi
koruyunuz. Allah, size ayetlerini böyle açıklar, umulur ki şükredersiniz.”
Maide Suresi 89

Kur'ân yalan söylememizi, MECBUR olmamız (ölüm, şiddet gibi durumlardan


kaçınmak amacıyla) durumunda emreder (Domuz etinin mutlak açlık halinde
yiyebileceğimizi söylediği gibi).

“Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır.
Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin
gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin
etini yemeyi sever mi? İşte, bundan tiksindiniz. Allah'tan korkup sakının.
Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok esirgeyendir.”
Hucurat Suresi 12

Ğıybet, dedikodu ve iftira dışında (bunlar kul hakkına girer ve iftira edilen kişi
hakkını helal etmediği sürece bağışlama olmaz) Allah adıyla başlayan yalan
yeminlerin af olması için ise bol bol tövbe edilmeli ve Maide Suresi 89 ayetinde
belirtilen koşul yerine getirmelidir: “Onun (yeminin) keffareti, ailenizdekilere
yedirdiklerinizin ortalamasından on yoksulu doyurmak ya da onları giydirmek
veya bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaktır. (Bunlara imkân) Bulamayan (için)
üç gün oruç (vardır.) Bu, yemin ettiğinizde (bozduğunuz) yeminlerinizin
keffaretidir.”

280
RİBA-FAİZ

“Ellezine ye'küluner riba la yekumune illa kema yekumüllezi yetehabbetuhüş


şeytanü minel mess, zalike bi ennehüm kalu innemel bey'u mislür riba, ve
ehalellahül bey'a ve harramer riba, fe min caehu mevizatüm mir rabbihi fenteha
fe lehu ma selef, ve emruhu ilellah, ve men ade fe ülaike ashabün nar, hüm fiha
halidun.”
Bakara Suresi 275

“Riba yiyenler, ancak kendisini şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi çarpılmış
olmaktan başka (bir tarzda) kalkmazlar. Bu, onların: "Alım-satım da ancak Riba
gibidir" demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helal, Ribayı ise haram
kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (Ribaya) bir son verirse, artık geçmişi
kendisine, işi de Allah'a aittir. Kim (Ribaya) geri dönerse artık onlar ateşin
halkıdır, orada kalacaklardır.”
Bakara Suresi 275

Dikkat edilirse ayette geçen ana kelime “faiz” değil “riba”dır. “Riba” ise direk faiz
olarak çevrilemez. Çünkü ribanın tanımı Al-i İmran Suresi 130 ayetinde şu
şekilde yapılmaktadır: “Ya eyyühellezıne amenu la te'külür riba ad'afem
müdaafetev vettekullahe lealleküm tüflihun.”

Ayette geçen “riba ad'afem” ifadesi, kat kat arttırılmış, verilen malın ya da
paranın katları şeklinde tekrardan alınan, tahsil edilen şeyler anlamına gelir. Bir
şeyin katı ya da katları ne demektir, bir şeyi iki, üç, dört vb. sayılarla çarpıp
yükseltmek demektir. Bu nedenle bir şeyi katları ile arttırma, ondalık sayılar
düzeyinde değil, tam sayılar ve tam sayı (2-3-4 vb.)+bu tam sayının kesirleri
(2,1-3,5-4,8 vb.) düzeyinde yapılır. Bu açıdan baktığımızda; Riba, Faiz değil
TEFECİLİKTEN ibarettir ve özellikle Yahudi bankerliğine dayanır. Yani Riba,
BİR KOYUP İKİ, ÜÇ, DÖRT, BEŞ hatta ON, YÜZ ALMAKTIR. Mesela biri bize
1000 dolar vermiş olsun ve bu kişi iki ay sonra 2000 dolar, dört ay sonra ise
3500 dolar istiyorsa bu bir RİBAdır. Ancak mesela verdiği parayı belli bir müddet
sonra enflasyon düzeyindeki bir artışla bizden geri istiyorsa bu RİBA olmaz.
Yani mesela enflasyon miktarı bir yıl sonra %16 artmış ise, bu durumda verdiği
1000 doların değeri 1000 x %16=160 dolar civarında artacak ve biz ona geri

281
öderken 1000+160=1160 dolar ödeyeceğiz. Yani bu durum TL’lerimizi dolara ya
da avroya dönüştürüp değer kazandırmaya benzer ki, dayanak noktası
enflasyon oranıdır. Bu şu demektir, eğer o parayı arkadaşım bana vermeseydi,
o parayı kullanıp değerlendirecek, belki o parayla bir iş kuracaktı ve o para
sayesinde kazanacaktı. Ancak ben bu parayı ondan alarak buna mani oldum.
İşte bu “mani olmam nedeniyle” enflasyon karşısında değeri düşen parasının
karşılığını vermem gerekmektedir (Kredi kartları da aynı mantıkla
çalışmaktadır). Ancak Kur’ân açısından en güzeli bu enflasyon oranının dahi
hesaba katılmadan yardıma muhtaç olana yardım edilmesi ve eğer geri ödeme
yapılacaksa da ne verilmiş ise onun alınmasıdır.

Bankaya yatırılan paradan da düşük düzeyde faiz alınması da Riba kapsamına


girmez ve dolayısıyla da Haram olmaz.

282
KUR’ÂN’A GÖRE HIRSIZLIK YAPANA VERİLECEK CEZA

“Ves sariku ves sarikatü faktau eydiyehüma cezaem bima keseba nekalem
minellah vallahü azızün hakım.”
Maide Suresi 38

Ayetin klasik meali şu şekilde verilmektedir: “Hırsızlık yapan erkek ve kadının,


yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin. Allah azîzdir,
hakîmdir”.

Oysaki ayetin gerçekte anlatmak istediği bundan çok uzaktır. Ayetin gerçek
mealini vermeden önce Kur’ân’da geçen iki kavrama değinmek gerekmektedir.
Bunlar “katta’a” ve “ikta’u” kavramlarıdır. Kur’ân’da şeddeli “T” ile yazılan
“katta’a” ifadesi; Yusuf Suresi 31, Maide Suresi 33 ve A’raf Suresi 124
ayetlerinde geçmekte olup “fiziksel anlamda gerçekten bir şeyi kesmek”
anlamında kullanılmaktadır. Ancak tek “T” ile yazılan “ikta’u” ifadesi ise; Bakara
Suresi 27, Al-i İmran Suresi 127, Ra’d Suresi 25, En’am Suresi 45, A’raf Suresi
72, Enfal Suresi 7, Tevbe Suresi 121, Hicr Suresi 66, Ankebut Suresi 29, ve
Hakka Suresi 46 ayetlerin geçmekte olup “alı koymak, engellemek, bitirmek ve
sona erdirmek” gibi bir anlamda kullanılmaktadır. Bu da bize “katta’a” ve “ikta’u”
kelimelerinin birbirinden farklı anlamlara sahip olduğunu ve Maide Suresi 38
ayetinde kullanılan “faktau >>> fe aktau >>> fe ikta’u” ifadesinin de “alıkoymak,
engellemek, bitirmek ve sona erdirmek” gibi bir anlama sahip olduğunu
göstermektedir.

Ayette geçen “bima kesebe” ifadesi; “kazandıklarından dolayı” gibi bir anlama
gelerek “bir kazanç, bir gelir elde etme” durumunu ifade etmektedir.

Maide Suresi 38 ayette geçen “eyd” ifadesi ise “el” anlamına gelen “yed”
ifadesinin çoğulu olup mecazi bir anlam içermektedir (“O’nun eli her yere
uzanır”, “O’nun eli altında çok çalışan var” mecazi cümlelerinde olduğu gibi).
Çünkü Arapçada bir şeyin çoğulu en az 3’ten başlar. Gerçek hayatta da üç elli
insanlar olmadığına göre ayette geçen “ellerini” ifadesi ile “kişinin otoritesi,
nüfuzu, gücü, iktidarı, eli altında bulundurdukları, sahip oldukları” gibi bir
anlamın kastedildiği açık bir şekilde açığa çıkmaktadır. Ayrıca Maide Suresi 64

283
ayetine göre “yed” ifadesi, “maddi gücü” simgelemek amacıyla da
kullanılmaktadır.

Dolayısıyla yukarıdaki açıklamalar ışığında şunu söyleyebiliriz ki Maide Suresi


38 ayetiyle gerçekte şu kastedilmektedir:

Ayette geçen aziz ve hakim ifadeleri nedeniyle suçlular, mahkeme önünde


hukuki yollarla yargılanmalıdırlar. Hırsızlık yaparak haksız kazanç elde edenler
yaptıklarından dolayı otoriteleri, görevleri, özgürlükleri (hapis), vatandaşlık
hakları ve de elde ettikleri kazançları mahkeme heyetinin verdiği karar
doğrultusunda ellerinden alınmalıdır. Ayette “bima kesebe” ifadesi ile hırsızlık
sonucu maddi bir kazancın, birikimin elde edilmiş olması koşulu ön
görüldüğünden, sırf karnını doyurmak için yapılan hırsızlıklar ise asla ayetin
kapsamı içine girmeyen ve kesinlikle hırsızlık olarak değerlendirilmeyecek
insani davranışlar olup, bundan çalan kişi değil buna neden olan toplum, devlet
utanmalı ve bu kişilere derhal barınak ve yiyecek sağlanmalıdır.

Yukarıdaki açıklamalara rağmen hala hırsızlık yapanlara verilecek cezanın el


kesmek olduğunu düşünüyorsanız, aşağıdaki vahşete siz de eşlik etmişsiniz
demektir.

284
SAVAŞ SUÇLULARI, İDAM VE İNTİHAR ETMEK

“Allah ve resulüyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya


çalışanların cezası şudur: Öldürülürler yahut asılırlar yahut elleriyle ayakları
çaprazlamasına kesilir yahut bulundukları yerden sürülürler. Bu onlar için
dünyada bir rezilliktir. Âhirette de onlara büyük bir azap vardır.”
Maide Suresi 33

“Haklı bir sebep olmadıkça Allah'ın muhterem kıldığı cana kıymayın. Bir kimse
zulmen öldürülürse, onun velîsine (hakkını alması için) yetki verdik. Ancak bu
velî de kısasta ileri gitmesin… Zaten (kendisine bu yetki verilmekle) o, alacağını
almıştır.”
İsra Suresi 33

“Eğer ceza verecekseniz size verilen cezanın misliyle ceza verin ve eğer
sabrederseniz andolsun bu sabredenler için daha hayırlıdır.”
Nahl Suresi 126

İsra Suresi 33 ve Nahl Suresi 126 ayetleri gereği yeryüzünde bozgunculuk


çıkaranlar, yani çete/mafya kurup adam öldürenler, bunu meslek haline
getirenler, terör amaçlı adam öldürenler ve haksız yere adam öldürenlerin suçu
idamdır. İdam edilmeyenler ise, jüri (mahkeme) tarafından suçun büyüklüğüne
göre, belirlenecek bir süre kadar hapis cezasına çarptırılır ve öldürülenlerin
ailelerine de (katiller ya da bunların aileleri tarafından) fidye verilir. Hapse atılan
kişiler belirlenecek süreden sonra, çıkartıldıklarında tekrardan aynı suçu/suçları
işlerlerse bu sefer jürinin alacağı karara bağlı olarak ya idam edilir ya da elleri-
ayakları çaprazlama kesilerek bir daha masum insanların hayatlarına
kıymayacak şekilde cezalandırılırlar.

“Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna,
mallarınızı, bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve
kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, sizi esirgeyecektir. Kim düşmanlık ve
haksızlık ile bunu (haram yemeyi veya öldürmeyi) yaparsa (bilsin ki) onu ateşe
koyacağız; bu ise Allah'a çok kolaydır.”
Nisa Suresi 29-30

285
Nisa Suresi 29-30 ayetleri gereği hangi amaçla olursa olsun (din adına kendini
öldürenler de buna dâhildir) intihar yasaklanmıştır. İntihar eden bir kişi sonsuza
kadar cehennemde kalmayı garantiler.

Ötenazi de bir intihar olup kesinlikle ama kesinlikle hastalığın şiddeti ne olursa
olsun yapılmamalıdır (Çok ağrı çekenlere, ağrıların dindirilmesi amacıyla tıbbı
kontrol altında uyuşturucu verilebilir).

286
KUR’ÂN YOLUYLA SORUNLARA ÇÖZÜMLER

Günlük hayatta karşımıza çıkan bir şeyin gerçekte günah ya da sevap olup
olmadığını ya da bir şeyi yapıp yapamayacağımızı anlamanın en iyi yolu, o şeyin
Kur’ân’da olup olmadığına bakmaktır. Bir konu hakkında kesin bir hükme
varmadan önce o konu hakkındaki bütün ayetler iyice incelenmeli ve hiçbir ayetin
birbiriyle çelişmeyeceği iyi bilinmelidir.

Kur’ân’da yer verilmeyen ve yasaklanmayan bir konunun, haram ya da günah


olamayacağı ve hiçbir konunun da gelenek, görenek, çevre ve aile baskısı
yoluyla meşru hale getirilemeyeceği de iyi bilinmelidir. Çünkü Kur’ân, bizim ile
Allah arasındaki tek diyalog şansımızdır. Peygamber Efendimiz de dini, inen
vahiyler sonucunda direk Kur’ân’dan öğrendiğine göre bizim de ona uyaraktan
sadece Kur’ân’ı referans almamız gerekmektedir. Kaldı ki hadislerin Peygamber
Efendimizin vefatından 200 yıl sonra yazıldığı düşünüldüğünde, bunun ne kadar
gerekli bir durum olduğu da daha iyi anlaşılır.

“…bu Kur’ân’dan sonra hangi hadise/söze iman ediyorlar?”


A’raf Suresi 185

“Doğrusu o Kur’ân, senin için de, kavmin için de bir öğüttür ve siz de ondan
sorguya çekileceksiniz”.
Zuhruf Suresi 44

“And olsun ki Biz sana apaçık ayetler indirdik”.


Bakara Suresi 99

“Bu kitap, bilen bir topluluk için Allah’ın rahmetiyle müjdeleyici ve Onun
azabından sakındırıcı olmak üzere, ayetleri açıklanıp ayırt edilmiş Arapça bir
Kur’ân olarak Rahman ve Rahim olan Allah tarafından indirilmiştir. Fakat onların
çoğu yüz çevirdiler; artık hakka kulak vermezler.”
Fussilet Suresi 2-4

“And olsun ki Biz bu Kur’ân’da, güzelce düşünüp öğüt alsınlar diye insanlar için
her türlü misali verdik”.
Zümer Suresi 27

287
“Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.”
En’am Suresi 38

“…Gerçekten size bir nur ve hakkı apaçık bildiren bir kitap gelmiştir.”
Maide Suresi 15

“Allah, Kendi rızasına uyan kimseleri o kitap vasıtasıyla selamet yollarına eriştirir,
İlahi izin ve iradesiyle onları inkâr karanlıklarından çıkarıp iman nuruna
kavuşturur ve dosdoğru bir yola iletir.”
Maide Suresi 16

Haram ve Günah Arasındaki Fark Nedir?

Haram, Allah’ın yapılmasını yasakladığı şeyler olup haramı, haram etmek


sadece Allah’a mahsustur. Bu nedenle bir şeye haram diyebilmek için o şeyin
mutlaka Kur’ân’da bulunması gerekir. Günah ise haram olan şeyi yapmaktır.
Haram olan şeyi bilerekten yapmak kişiyi dinden çıkarmaz ancak kişiye günah
yazılmasına neden olur.

Allah’ın haram kılmadığını haram kılmaya çalışmak ya da haram kıldığı bir şeyi
de helal kılmaya çalışmak ise kişiyi dinden çıkarır. Mesela domuz eti yemek
haramdır. Kişi, domuz etini haram bilerekten yerse günaha girer. Ancak domuz
etinin haram olmadığını iddia ederse dinden çıkar.

Günah ve Sevapların Yazılmaya Başlandığı Yaş Nedir?

Erkek ve kadınlar, ergenlik yaşına girdikleri anda Allah ve Kiramen kâtiplerin


huzurunda artık yaptıklarından sorumlu tutulup günah ve sevapları yazılmaya
başlanır.

Takke Takmak, Cübbe Giymek ve Sakal Bırakmak Sevap mı?

Takke takmak, cübbe giymek ve sakal bırakmak, İslam dinine Yahudilerden


girmiş bir adet olup, bunların sevap olduğu ile ilgili bir ifade Kur’ân’da
geçmediğinden bunların Allah’ın emriymiş gibi lanse edilmesi kişiye sevap yerine
günahtan başka bir şey getirmeyecektir.

288
Futbol Oynayan Erkekler Seyredilebilir mi?

Erkeklerin dizlerinden yukarısını göstermelerinin haram olduğunu iddia eden


gelenekçi görüş tamamiyle uydurma olup, erkeklerin ziynet bölgelerini örtmeleri
için bir futbolcu şortu yeterlidir. Kur’ân’ın hiçbir yerinde şort giymenin haram
olduğu ile ilgili bir ifade geçmediğinden erkekler şort giyebilir, bununla namaz
kılabilir ve Kur’ân okuyabilirler. Ayrıca kadın ve erkekler, şort giyen futbolcuları,
maçları izleyebilirler.

Domuzdan Yararlanılabilir mi?

Allah, Bakara Suresi 173 ayetinde sadece domuzun etinin yenmemesini


emretmiştir. Bunun haricinde domuzdan tıp, giyim ve kozmetik gibi alanlarda
yararlanılabilir.

Mastürbasyon Yapmak Günah mıdır?

Kur’ân’daki hiçbir ayet bunu yasaklamadığından, erkek ve kadın mastürbasyon


yapabilir. Kaldı ki başkasının ırzına geçmektense böyle bir uygulama ile kişinin
kendi nefsini dizginlemesi daha uygun bir davranıştır.

Kadınlar Makyaj Yapabilir, Kaşlarını Aldırabilir ve Güzel Giyinebilirler mi?

Kur’ân’daki hiçbir ayet bunları yasaklamadığından kadınlar makyaj yapabilir,


kaşlarını aldırabilir ve güzel giyinebilirler.

“Ey Âdemoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf
etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.”
Araf Suresi 31

De ki: "Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?"
De ki: "Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca
onlarındır." Bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklarız.
Araf Suresi 32

289
“Ey Âdemoğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık.
Takvâ elbisesi... İşte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah'ın âyetlerindendir. Belki
düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).”
Araf Suresi 26

Kadın ve Erkek Tokalaşabilir mi?

Kur’ân’daki hiçbir ayet bunu yasaklamadığından kadın ve erkek birbirleriyle


tokalaşabilir.

Noel Gibi Özel Günler Kutlanabilir mi?

Kur’ân’da bu tip günlerin kutlanmasının yasak olduğuna dair bir ifade


bulunmamaktadır. Bu tip günler, tüm insanlığı bir araya getiren günler
olduklarından, sapıklık boyutunda eğlenceler içermemeleri durumunda,
kutlanmalarında hiçbir sakıncası yoktur.

290

You might also like