You are on page 1of 11

Aleyna Taşlıca / 190104008 / Türk Dili ve Edebiyatı / 3.

Sınıf

Tarık Buğra ile Oktay Akbal ve “Havuçlu Pilav Meselesi” / “Önce Ekmekler Bozuldu”

Öykülerinin Tahlilleri
[Tarık BUĞRA]
Hayatı:
Tam adı ile Süleyman Tarık Buğra, 2 Eylül 1918’de, Akşehir’de doğdu. Türk gazeteci ve roman,
hikâye, oyun ve fıkra yazarıdır. Cumhuriyet döneminin tanınmış yazarlarından Tarık Buğra
çoğunluk olarak romanları ile tanınır. Babası Mehmet Nazım Bey annesi ise Nazike Hanım’dır.
Buğra, İlk ve Orta öğrenimini Akşehir’de tamamlamış sonrasında yatılı öğrenci olarak “İstanbul
Erkek Lisesi” ne devam etmiştir. Yüksek öğrenim hayatına İstanbul Üniversitesi Tıp
Fakültesinde başladı. İki yıl okuduktan sonra aynı üniversitede hukuk fakültesine geçti. Fakat
maddi sorunları nedeniyle mezun olamadan okuldan ayrıldı. Son girdiği üniversitede Edebiyat
Fakültesine başladı fakat buradan da mezun olamadan yazarlık hayatına atıldı. Profesyonel
yazarlık hayatına bir dergiye ilk gönderdiği hikâye olan “Havuçlu Pilav Meselesi” ile başladı.
1949-1952 yılları arasında babası Mehmet Nâzım Bey’le “Nasreddin Hoca” gazetesini çıkardı.
Buğra, 1970-1976 arasında Tercüman gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. 1991'de “Devlet
sanatçısı" unvanını aldı.
1993'te kanser nedeniyle tedavi gördüğü hastanede, 26 Şubat 1994'te hayatını kaybetti. Cenazesi
Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi.

Edebi Kişiliği:
Edebiyata olan ilgisi 10. Sınıfta başlayan Tarık Buğra, babasına ait edebi metinlerden büyük
ölçüde yararlanmış ve annesinden duyduğu ilâhiler ile temelini oluşturmuştur. Kurtuluş Savaşı
döneminde yaşamış olmasının da yarattığı etki ile eserlerini çoğunlukla bu çatı altında yazmıştır.
Çocukluğunu geçirdiği Akşehir, onun eserlerinde oldukça etkili bir mekândır.
Gözlem yeteneği oldukça iyi olan Buğra, eserlerinde çoğunlukla “aşk, yalnızlık, melankoli”
konularını barındırmıştır. Eserlerinde kendi hayatında yaşadığı bunalımların da etkisi vardır.
Hikâyelerinde orta sınıf insanlardan bahsetmiştir.
Havuçlu Pilav Meselesi
Özet:
Yağmurlu bir günde can sıkıntısı ile boğuşan bir kahramanımız vardır. Bu sıkıntısını
gidermek için radyoda rastgele gezinirken eşini hatırlatan bir şarkıya rastlar ve onu eski
günlerdeki gibi hayal etmeye çalışır. Daha sonra eşine seslenir. Amacı eski günleri yâd etmek ve
karısı ile aşkını tazelemektir. Fakat karısı mutfak işleri ile ilgilenmektedir. Kahramanımız bu
durumdan müteessirdir. Eşinin onunla ilgilenmediğini düşünerek birtakım muziplikler yapar
fakat durum ters teper. Bunun sonucunda çift, bir havuçlu pilav meselesinden dolayı çatışma
yaşar. Karısının kovması sonucunda evi hışımla terk eder. Daha sonra tekrardan içine düştüğü
yalnızlıktan sıyrılmak amacıyla gittiği meyhanede votka içen bir müşteri ile karşılaşır. Adamın
hareketlerini gözlemleyen kahramanımız, onun limonu votkaya sıkamaması ile bir hayli
eğlenerek adam ile alay eder. Sonrasında ufak bir yalan ile gününü şenlendirmeye ve aynı
zamanda karşısındaki adamı ironik sözleri ile şaşırtmaya çalışır. Amacına ulaşan kahramanımız
bu yalana dakikalar içerisinde kendi de inanarak kafasında kurduğu senaryo ile ağlamaya başlar.
Rastgele tanıştığı adamın dostâne yaklaşımıyla mekânın dışına kadar eşlik edilen kahramanımız
eve döner. Karısı ile yaşadığı tatlı atışma vasıtası ile hikâyeyi sıcak ve alaycı bir dil ile bağlar.
Hikâyeye can sıkıntısını anlatmak ile başlayan kahraman bize bir ipucu verir. Etrafındaki çoğu
şeyden sıkılmış ve bir yenilik aramaktadır. Karısını aklına getirdiğinde evlilik öncesi ve sonrası
olarak değerlendirdiği gözümüze çarpar. Aslında buna ayrıntılı şekilde bakarsak zamanın,
tutkunun azalması ile doğru orantılı ilerlediğini okura yansıtır. Karısının suratı aklına bile
gelmez. Fakat bir dış etken, onun karısının yüzünü net bir şekilde gözünün önüne getirir. Kulak
hafızası burada devreye girer. Yazar hikâyenin çoğu kısmında öyküleyici bir anlatım biçimini
benimsemiştir ve yalın, içten fakat aynı zamanda sarkastik bir dil kullanmıştır. Hikâyeyi
kahraman bakış açısı ile kurgulayan yazarımız, zaman ve mekânı anlatış şekli ile öyküye sıcak
bir melodi katmıştır.
Karşısına çıkan şarkı ile huzur bulan adam karısı ile vakit geçirmek ister fakat karısı gündelik
hayatın telaşı içindedir. İlerleyen kısımlarda da bahsettiği gibi eşi kendisi ile küçük eğlenceleri
bile yaşamak istememiştir. Bu kısımlarda anlatıcı insanların dış dünyaya ne kadar kapıldıklarını
ve hayat telaşesi içindeyken eğlenmekten ve iç dünyasına dönmekten ne kadar uzaklaştığını
anlatmak istemiştir. Karısı ile yaşadığı havuçlu pilav polemiği ise iki eşin bakış açısı olarak
birbirinden ne kadar uzak olduğunu gözler önüne serer. Daha sonrasında gittiği mekânda
karşısına çıkan adam da kahramanın yakındığı bu fikir ayrımına dâhildir. Limon meselesi ile
ilgili yalan söylediği kısımda, karşısındaki büfecinin ve adamın şaşkınlığı da insanların
ekseriyetle bildiğinin dışındakine ne kadar kapalı olduğunu anlatmıştır. “Başka tatta limon da mı
varmış?” sorusu ve “Havuçlu pilav mı olur?” sorusu da benzer nitelikleri taşır. Kahraman hep
alıştığı pilavın da onu memnun ettiğini ama sadece onun sınırında kalarak daha memnun olacağı
bir şeyin varlığından uzak kalmanın anlamsızlığından yakınır. Burada özetle alışılmışın dışına
çıkmaktan korkarak birçok güzelliği kaybetmek konusu vurgulanmıştır. Öykünün sonunda da
karısı ile yaşadığı anektod ile önyargılarımızdan kurtulduğumuzda neler olabileceğinin dersini
vermiştir.
[Oktay AKBAL]
Hayatı:
Oktay Akbal 20 Nisan 1923’de İstanbul’da doğmuştur. Türk gazeteci ve yazardır. Cumhuriyet
gazetesinde evet/hayır isimli köşenin yazarlığını üstlenmiştir. Babası Sâlih Şehabettin Bey’dir.
Ortaöğrenimine Saint Benoit Fransız lisesinde başlamış ve İstiklal Lisesi’nde bitirmiştir. İstanbul
Üniversitesi’nde Hukuk ve Edebiyat fakültelerinde öğrenim gördü fakat öğrenimini yarıda
bırakıp yazar olmaya karar verdi. Geri kalan hayatını gazetecilik yaparak kazandı ve yazarlığı hiç
bırakmadı. 28 Ağustos 2015’de ise Muğla’da hayatını kaybetti.

Edebi Kişiliği:
Öykü yazmaya henüz ilkokul yıllarında başlayan Akbal’ın çeşitli çocuk dergilerinde öyküleri
yayımlanmıştır. Daha lise öğrencisiyken yazdığı öykü ise dönemin en iyi gazetelerinden olan
“İkdam Gazestesi”nde yayımlandı ve bunun sonucunda edebiyat dünyasına ayak bastı.
Yazar öykülerinde kendi hayat tecrübelerine, çocukluk ve gençlik yıllarına yer vermiştir.
Çoğunlukla orta sınıf insanları alaşağı etmeden, sıcak ve duygu dolu öyküler yazmıştır. Anlaşılır
bir dil kullanmayı benimsemiştir. Edebi hayatı boyunca eserlerinde barış yanlısı bir tavır
sergilemiş ve bunu da açık şekilde gözler önüne sermiştir. İçe dönük hikâyelerinin yanında yer
yer gözleme dayalı öyküler de neşretmiştir. 1949’da ilk kitabı olan “Önce Ekmekler Bozuldu” yu
çıkarmıştır. Bunun devamında 1949’da aşksız insanlar adlı kitabı yayımlanmıştır.
Önce Ekmekler Bozuldu
Özet:
Kahramanımız 21 yaşında genç biridir. Gençliğini savaş yıllarında geçirmektedir. Hikâyenin
başında savaş öncesi dönemden, insanların bu dönemde hayata nasıl baktığından bahseder. Okul
anılarından, o dönem yediği hamur işine varana dek tüm detayları betimler. Okul anılarını
anlattığı bir kısımda, dönemde yaşanan aşk anlayışından, mutluluktan, umutlu insanlar ve mavi
bir gökyüzünden bahseder. İnsanların savaş öncesi dönemde kaygısız ve barış doluyken, savaşın
başlaması ile nasıl değiştiğinden söz eder bunun yanında aşkın, hislerin, umudun yitirilmesinden
sitem eder. Gazetelerde, haberlerde, radyolarda insan ölümlerinin ve trajik olayların bir komedya
gibi anlatıldığı hususunda kinayeli bir dil ile tepki gösterir. Öğrenciler savaşın etkilerinden dolayı
artık derse odaklanamıyordur. Herkesin ağzında savaş ile ilgili cümleler dolanıyordur. Önceleri
güzel aşk şiirlerinin olduğu o gazeteler yoktur. Artık koca puntolu ve stresli yazıların bulunduğu
karamsar gazeteler vardır. Hikâye anlatıcının hüzün ve umut ile karışık konuşması ile sonlanır.
Anlatıcının girişteki savaşsız ve savaş sonrası yaşam betimlemesini değerlendirdiğimizde
anlatıcının anlatımının ve ruh hâlinin nasıl keskin şekilde değiştiğini görebiliyoruz. Savaş öncesi
dönemde insanlar dünyanın güzelliklerini görmeye açıktır. Aşk vardır ve en güzel, en yoğun
şekilde yaşanıyordur. Yapılan her aktivitenin bir tadı vardır. Yazarlar ve şairler endişe ile değil
aşk ile eserlerini icra ediyorlardır. Sonrasında bütün bu olguların bıçak gibi keskin bir değişime
uğraması içler acısıdır. Anlatıcıya ve hatta yazarın ta kendisine göre, aşk, duygu, yaşamak
denilen şeyler artık eski tadında değildir. Hatta öyle ki artık yok olmaya yüz tutmuştur. Anlatıcı
bu konudaki üzüntüsünü saklamaya hiç tenezzül etmemiştir. Kendi barış yanlısı tutumunu
herkeste görmek istediği âşikârdır. Öyküde de ekseriyetle savaş dünyasında ayakta kalan barışcıl
insanlardan bahsetmiş ve bunu aşılamak istemiştir. Savaş artık insanları yaşlandırmış, duyguları
köreltmiştir. İnsan olmanın gerekliliklerini herkese yok saydırmıştır. Yazarımız ise bu noktalara
sert bir duruş ile karşı çıkmıştır. Anlatımında içtenliği ve yoğunluğu esas alan anlatıcı, ben dilini
kullanırken aynı zamanda gözlemlerini sunmuş, okura, öykünün anlattığı dönem ile ilgili bilgiler
vermiştir. Hikâyede oldukça sürükleyici bir zaman akışı oluşturulmuş ve bu sâyede okurun
hikâyenin içinde hissetmesine mahal verilmiştir.
En nihâyetinde artık savaştan arta kalan topraklar, insanlar, kara bir gökyüzü, kararmış ve hatta
yitirilmiş kalpler vardır. Bunların etkisi ile kötü tecrübelere rağmen hâlâ umutlarını ayakta
tutabilen yazarımız bizlere insanın özünü, “ekmeğin mayasını” nasıl kaybetmeyeceğinin ipucunu
vermiştir. Bu hikâye mayası bozulmamış ekmeklerin, insan olmanın gerekliliklerini
kaybetmemiş insanların umut hikâyesidir. Ekmeğin mayası, insanın hayâsı bozulursa hayatın
nasıl tatsız bir hâle geleceğinin mükemmel tablosunu çizer.
Kaynakça:

• Önger, F. (1972), “Oktay Akbal’ın Öyküleri”, Türk Dili, s.247, s.40-45


• Bezirci, A. (2000), Seçme Hikâyeler, İstanbul: Evrensel basım yayın

Elektronik Kaynak:
• Buradan ulaşabilirsiniz (Oktay Akbay ve Tarık Buğra aratması ile)
(Cüzî miktarda kullanılmıştır.)

You might also like