Professional Documents
Culture Documents
45
MEHMET EROGLU
1948, İzmir doğumlu. İzmir Maarif Koleji'ni bitirdikten sonra, ODTÜ Mühendis
lik Fakültesi İnşaat Mühendisliği'ne girdi ve bu fakülteden 1971 'de mezu n oldu.
Aynı dönemde, 12 Mart darbesinin ardından kurulan sıkıyönetim mahkemesin
de yargılandı ve TCK'nın 141-142. maddelerine muhalefetten 8 yıl ağır hapis, 2
yıl sürgün cezasına mahklım edildi, 1974'te çıkan genel af sonucunda mahk(ımi
yeti ortadan kalktı.
Eroğlu yazmaya da bu tarihlerde başladı. İlk romanı lssızlığııı Ortası, 1979
bütünler nitelikteki ilk iki romanı MiJiiyet Roman Ödülü'nün ardından ülkemi
zin en değerli edebiyat ödüllerinden Orhan Kemal Roman Armağanı ile Mada
ralı Roman Ödülü'ne layık görüldü.
1994'te Yürek Sürgiin ii yle beşinci romanını tamamladıktan sonra, beş yıl bo
'
TRT'de yayınla nan Sızı (1994), lssızlığm Ortas ı (1998) ve Tutkıı Çemberi (2000)
adlı televizyon dizilerinin yanı sıra, 1996 İstanbul Film Festivali'nde En İyi Türk
Filmive Uluslararası Sinema Yazarları ve Eleştirmenleri -Fibresci- Ödülü' nü ka
zanan 80. Adım ve 1997 Antalya Altın Portakal Jüri Özel Ödülü'yle 1997 Adana
Altın Koza En İyi 3. Film Ödülü' ne layık görülen Solg u n Bir Sarı Giil gibi sinema
filmi senaryoları da bulunan Eroğlu, şimdilerde Ankara'da Um:ag (Uğur Mum
cu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı) bünyesinde Yazma Seminerleri vermektedir.
Yazarın web sitesi: www.mehmeteroglu.irifo
ADINI UNUTAN ADAM
Mehmet Eroğlu
a
agorakitaphğı
Türkçe Edebiyat 6
Mehmet Eroğlu
AGORA KİTAPLIGI
e-posta: agora@agorakitapligi.com
Unutmayanlar için ...
ADINI UNUT AN
ADAM
karışmış birbirine gecem ve düşüncem . . .
3
Uşağın elindeki kadehi alıp, acele etmeden cümlemi biti
riyorum: "Ve sonra hiç aklımdan çıkarrrtadım."
Kız, az önceki dinlendirici sesini bir yana bırakarak, sonu
na yaklaştıkça incelen bir kahkahayla gülüyor; sonra, utan
mış gibi elini ağzına götürerek, görgü sınırlarını aşmayan bir
merakla soruyor: " İ lk kez karşılaştığınız her kıza anlatır mı
sınız bunu?"
Başımı kafatasımın içinde buharlaşan alkole teslim ederek
sallıyorum: "Hayır, yalnız kıvırcık saçlı ve kısa etekli esmer
lere."
Uşak boş kadehi doldurmak için havuzun başında topla
nan kalabalığa doğru uzaklaşıyor, kız ise utanmış gibi elle
riyle dizlerini örtüyor.
Utangaçlığı şaşırtmıyor beni. Aksine, mutlu ediyor. Kade
hi gözlerinin hizasına kadar kaldırıp onu selamlıyor, ardın
dan bahçeyi araştırıyorum: Evet, buradaki en esmer, en kıvır
cık saçlı kız o. Ü stelik on dört yıl önce Boğaz'a bakan hasta
nede ruhumu benden çalmaya kalkışan kadınınki kadar kısa
bir etek var üzerinde.
Kısa etekler; güzel d izleri olan kadınlar. . . Bunları düşü
nüyorum. Kız, düşüncelerimden habersiz, " İ lginç birisi
niz," diyor.
"İlginç!"
"Güzel bir ev, harika bir manzara, yakınınızda böylesine
eşsiz bir kumsal ve tabii bu parti . . . "
Sözleriyle birlikte evi, denizi, bahçeyi dikkatle süzüyor.
Bakışlarımı onunkilerin peşine takıp geceyi tarıyorum. Alış
kanlık her türlü güzelliğin düşmanıdır; bu ev de güzelliği de
artık sadece bir alışkanlık benim için. Ama bunu ona söyle
miyörum. Az sonra araştırıcı gözlerimiz yorulunca birbirimi
ze dönüyoruz.
Kısa, ama kışkırtıcı bir soru var dudaklarında: "Partiye
neden sadece kadınları davet ettiniz?"
4
Gülümseyerek düzeltiyorum: "Sadece kıvırcık saçlı, kısa
etekli ve esmer olanları."
Kız, ona yakışan yapmacık bir şaşkınlıkla başını ve kendi
ni geri çekiyor. "Buraya birlikte geldiğim kız, her yıl bir kez
böyle bir davet verdiğinizi söyledi. Doğru mu?"
"Doğru," diyorum. "On dört yıldır her yaz, ağustosta bir
gece kasabadaki bütün kızları buraya toplarım."
Bu kez sıra onda, "Sadece esmer olanları," diye düzeltiyor.
"Evet," diyorum. "Sadece kıvırcık saçlı ve kısa etek giyen
esmerleri."
Yine gülüyor. Bazen gülmenin yarısı neşe, öteki yarısı da
davettir. Davete -yarım olup olmadığına bakmadan- uyarak
saçlarına dokunuyorum. Ürperiyor, ama geri çekilmiyor. Bel
ki ona anlatabilirim. Evet, neden olmasın! Dakikalardır bey
nimi uyuşturan buhar kızgın bir lav gibi bedenime yayılır
ken, kız ölçülü sesiyle uyarıyor beni:
"O kızıl saçlı kadın, az önce yanınızda duran." Geriye dö
nüp bakmıyorum. Kimi kastettiğini biliyorum: Sevgili, sadık
bekçim. Kız, "Galiba ötekileri bırakıp benimle ilgilenmeniz
den hoşlanmadı," diyor.
"O benim bekçimdir," diyorum.
Kız duraksıyor. 'Bekçi' sözcüğünün anlamını, neleri kap
sadığını düşünüyor olmalı. Sonra karara varamamış, tedir
gin bir sesle soruyor: "Karınız mı?"
"Hayır," diyorum, parmaklarımın ucunda saçlarını, saçla
rının tellerinin kalınlığını hissederek. "O, karım olamayacak
kadar yakındır bana."
Kız, geceyi daha da karartan kalın telli saçlarını savurarak
havuza doğru dönüyor. Elimi çekiyorum. "Ne demek istedi
ğinizi anlayamadım," diyor.
"Famina mors animae."
"Bunu da anlamadım," diyor, başını çevirmeden.
"Kadınlar ruhun ölümüdür," diye açıklıyorum. "Bekçim
de bir kadın ve ben ruhumu ona sattım."
5
Bu kez dönüyor. Konuşınad an, sormadan ve birbiriınizi
rah atsız etmeden -a ma gec e yi sarn1a layan sıca k gibi d i re n c i
mizi eriten- n1era kla düşüncelerinlizi okumaya çalışıyoruz.
Kız sonunda bakışlarımızla kurd uğun1uz köprüd en geri çe
kilerek, gözlerini indiriyor.
Saldırganlığıma boyun eğeceğini ve devam etme m gerek
tiğini hatırlatan ölçülü ve yeni bir d avet bu. "Güz e lsiniz di ,"
yorum .
Değilmiş gibi omuzlarını silkiyor. Böyl e iltifa tlara alışık
olma lı. Gözlerini kaldırınca fark ediyorun1. Evet, alışık; tavır
ları düşüncen1i doğrulayacak kad ar rahat .
6
"İ lk aydınlatma fişeği gökyüzünde pa tlad ığında sağımd a
o, soh.imda da gecenin soğuğu vard ı; ha tırlamadınız mı, az
7
"Haklısınız. Ezberlemiş olabilirim. On dört yıldır her yaz
burada karşılaştığım esmer ve kıvırcık saçlı kızlara tekrarla
dım bu hikayeyi."
Kız, on dört esmer rakibesi varmış gibi tedirginlikle irkili
yor. Sonra küçümsemenin rahatlatıcılığında karar kılıp omuz
larını silkerek, "Pekala," diyor. "Devam edin. Sıra Tank'taydı."
Tank! ''Tank, Ali'ye, 'Bir dahaki sefere Yahudilerin korkak
olduğunu söylerlerse inanma,' dedi. Üçümüz de güldük. Oy
sa soluk almaktan bile korkuyorduk. Çünkü ağızlanmızdan
çıkan buhar, gecenin üstüne uzaktan bile görünebilecek beyaz
balonlar çiziyordu. Bir ara Ali bana dönüp sırtına göz atmamı
istedi. Ama ancak ikinci aydınlatma fişeği fırlatılınca bakabil
dim arkasına. Sağ omzunun altında iri bir delik vardı . . . "
Boğazım kuruyunca yanda beni bekleyen yedek kadehe
uzanıyorum. Kız, "Size inanmıyorum," diyor.
"Ben de Ali'nin sırtına baktığımda inanmamıştım," diyo
rum. "Ama delik, işaret parmağımı sokabileceğim kadar ge
nişti."
Kız eğlenirmiş gibi sözcükleri ortasından bölerek yavaşça
tekrarlıyor: "Size i-nan-mı-yo-rum."
"Neden? Yoksa siz de mi Göçmen Bürosu'ndansınız? İ sra
illiler bana inanmazlar."
Kız, ağustos sıcağında kavrulup kararmış geceyi aydınla
tacak kadar neşeli -ve öteki kızlara meydan okuduğunu ha
ber verecek kadar yüksek- bir sesle gülüyor. Ardından, "Ya
hudi değilim," diyor. "Adım . . . "
"Hayır! . ." Parmağımı, birazdan öpeceğim biçimli dudak
larına götürerek devam etmesine engel oluyorum. Şaşırıyor,
ama hep yaptığı gibi karşı koymadan dinliyor beni: "Kim ol
duğunuzu biliyorum. Tam yirmi yıl önce az ötedeki plajdan
tek başınıza denize girmiştiniz. On dört yıl boyunca her yaz
ağustosta buraya gelip sizi aradım ben."
"Denize mi girdim?" Kız eliyle önce kendini, sonra evin
bir uzantısına dönüşen kumsalı işaret ediyor. "Orada mı?"
8
Başımı sallayıp ona yaşamadığını düşündüğü geceyi an
latıyorum: "Gökyüzünde ay vardı. Vakit gece yarısından
sonraydı ve çıplaktınız."
"Yirmi yıl önce mi?" diyor kız, inanmayan ve bu nedenle
ip gibi incelen bir sesle.
Başımı tekrar sallıyorum. Kız, incitmekten korkar gibi yu
muşak bir hareketle dudaklarını okşayan parmağımı uzak
laştırıyor. Sonra ağzını kulağıma yaklaştırarak, "Ama," di
yor. "Yirmi yıl önce sekiz yaşındaydım ben." Ellerini iki ya
na açmış. "Ve yüzme de bilmiyordum."
Bu neyi değiştirir? 1968' de; Kasım' daki o gecenin soğu
ğunda, köpek havlamaları peşimize takıldığında, ağzıma o
sivri uçlu kerpeteni soktuklarında, duvarlarını aşındırdığım,
tavanı hayali yıldızlarla kaplı o hücrede -henüz bilmediği
adını fısıldarken hep onu düşünmüyor muydum? Yüreğim
büyürken başımı sallıyordum. Yanılmış olamam; bekçim bile
onu bulduğumu hissetti.
Kadehi yana bırakıyorum. Bana biraz zaman tanımalı .
Gülümsememin inandırıcılığımı yok ettiğini bilerek ciddi bir
yüz takınıp devam ediyorum: "Acele etmeyin. Size beni tanı
dığınızı, aramızda olağanüstü bir ilişki olduğunu kanıtlama
ma izin verin."
Kızın dakikalardır müziğin �itmine uyarak sallanan baca
.
ğı birden hareketsiz kalıyor. ünce başını, sonra vücudunu
benden yana döndürüp, tekrarlaya tekrarlaya beceri kazan
dığı belli olan bir hareketle gözlerini bir çift bıçak gibi gözle
rime daldırıyor. "Bakın, eğer niyetiniz bir gecelik . . .
"
9
"Görevini hiç aksatmayan biri," diye cevap veriyorum.
"Yıllardır düzenli olarak içerim. "
Sözleriın onu güldürüyor; içten ve insanı ra ha tlatan bir
gülüş bu . Bu kez o, parmaklarını göğsüme uza tıp soruyor:
"Peki, benden ne istiyorsunuz?"
Oluyor, gelecek. Göğsümde büyüyen basıncın dilimi katı
laştırmasına aldırmadan heyecanla cevap veriyorum: "Anla
tacağım hikayeyi d inlemenizi."
Kız, "Hikaye ıni?" diyor. Aynı heyecanla başımı sallıyo
rum. "Nasıl bir hikaye bu?"
"Sonu, ortası ve başı olmayan, on dört yıldır her yaz an
lattığım bir hikaye."
Kız susuyor; dilimi çiğneyerek yumuşatmama yetecek ka
dar uzun bir süre sessiz kalıyor. Sonra parmağını hala göğsü
me batırdığını fark edince -acele etmeden- elini geriye çekiyor.
"Sa dece hikaye anlatacaksınız, öyle mi?" Evet, öyle. Başı
mı sallıyoru m . " Ö teki kızlara da anlattınız mı bu hikayeyi?"
Yine başımı sallıyorum. "Peki, neden tekrar tekrar anlatıyor
sunuz?"
"Çünkü hiçbiri hikayenin sonunu bulmak için benimle
birlikte gelmedi."
"Yaa !" diyor kız. "Den1ek birlikte bir yolculuğa çıkacağız."
"Evet."
Sinirlenmiş gibi ayağa kalkıyor. Vazgeçecek mi? Gözleri
ne bakıyorum. Bakışlarını kaçırıyor. Beni bekleyen sözleri:
"Söyler misiniz, sizinle geleceğimi nereden çıkardınız?"
Gelecek! Soru değil, soru kılığına bürünmüş bir itiraf bu.
Durmamalıyım. Siz'li konuşmaktan vazgeçip kısık bir sesle
mırıldanıyorum: "Çünkü çok güzelsin. Gece gibi gizemli ve
büyüleyicisin. Çünkü bu hikayeyi anlattığım ve anlatacağım
en benzersiz kız, sensin."
Sıradan bir filmin sıradan oyuncusunun sözlerine benze
yen betimlemeler ikna etmese de güldürüyor onu. Sonra,
10
gülmekle yetinmeyeceğini hissettiği nde ne yapacağı na karar
verememiş gibi ellerini iki yana açıyor. "İnanın bana , rastla
dığım en garip sarhoş sizsiniz."
Kadehin dibinde kalan içkiyi bitirip doğruluyorum. Şim
d i ayakta ve karşı karşıyayız. Neredeyse benden uzun . Ali bu
kadar uzun boylu olduğunu söylememişti . Elimi uzatıyo
rum. Tutmadan, "Şimdi ne olacak?" diye soruyor.
Şimdi ne olacak! Yıllardır bundan daha uyarıcı bir soru, bir
davet duymadım. Bileğini kavrayıp merdivenlere sürüklüyo
rum onu. Karşı koymuyor; aksine öteki elini sallayarak adım
larını hızlandırıyor. Geniş traverten basamakları çıkıp sahanlı
ğa varıyoruz. Gece, öteki kızlar ve müzik arkamızda kalıyor.
Geniş kapıdan ışıkları açık salona girer girmez eğilip kay
gılı bir sesle, "Yine o kızıl saçlı," diyerek, fısıldıyor kulağıma.
"Bakın, peşimizden geliyor." Cevap vermeden salonun orta
sına çekiyorum onu. Benimle geliyor. "Sizden ne istiyor?" Ne
mi istiyor? Ne istediğini biliyorum. Öğrenmek için saçlarını
bile boyattı. Kız tekrar soruyor: "Sizden ne istiyor?"
"Hikayenin sonunu," diyorum.
"Ona anlatmadınız mı?" diye soruyor kız . Sanki karşım
daki bekçimmiş ve ondan yıllardır beklettiğiı� öcü alıyormu
şum gibi hınçla başıını sallıyorum. "Hani hikayenin sonu
yoktu?"
"Yok!" diyorum. "Sonu yok; ama bu hikayede de her hi
kayede olduğu gibi bir sır gizli."
"Ve o kadın bu sırrı bilmiyor, öyle mi?"
Hayır, onu küçümsememeli ! Bekçim, esn1er değil, a ma yi
ne de kaderimin bir parçası yıllardır. Cevap vern1iyor, par
maklarımı parmaklarının arasına geçirip salonun dibine yü
ri.iyorum. Kararsız . . . Gözlerinde toplanan kuşkunun yayıl
masına izin vermeden telefonu işaret ediyorum.
"Ben birini arayacağım. Sen de . . . " Mutfak kapısına dönü
yorum. "İçeriye girip açılmanuş bir şişe bulacaksın. Sonra . . ".
11
Elini bırakıyorum. "Sonra birlikte yirmi yıl önce çırılçıplak
denize girdiğin o kumsala gideceğiz ve ben sana hikayenin
gerisini anlatacağım. "
Kız, güzel bir kadının evet demeden önce beklemesi ge
rektiği kadar bekleyip, sonra karar vermiş gibi omuzlarını
silkiyor. "Pekala . . . " Kapıya doğru birkaç adım atıp, duruyor.
" İ çki konusunda bir tercihiniz var mı?"
Başımı sallayıp yıllardır her sorulduğunda verdiğim ceva
bı tekrarlıyorum. "Fark etmez. Kapağı açılmamış her şişeye
razıyım."
Kız mutfağa doğru uzaklaşıyor. Merdivenlerde ise ayak
sesleri ! Kapıya dönüyorum. Bekçim ve uşak; ikisi de ora
dalar: G eçmişe . . . Hayır, geleceğe açılan geçidi kapamaya ni
yetliler. . . Defolun ! Bahçeyi işaret ediyorum. Sonra konsolun
üstündeki telefonun ahizesine uzanıyorum. Bekçim ve uşak
birbirlerine baktıktan sonra geri dönüp dışarıya çıkıyorlar.
Tuş sesleri aramızdaki kilometreleri yutup beni geçmişe
taşıyor. Hattın ucundan yükselen zil sesini dinliyorum. Ü ç
kez çalmadan açmaz . . . Beşincide açıyor.
"Benim," diyorum. Kısa süren bir soluk; sonra hattın ucu
susuyor. Orada olduğunu, söyleyeceğim her sözcüğü dikkat
le dinleyeceğini bilerek, "Kuşadası'ndayım," diyorum. "Seni
her zamanki yerden arıyorum. "
Cevap vermeden susuyor. N e kadar incindiğini biliyo
rum. Ama beni anlamalı. Sessizlik uzayınca tek yanlı olacağı
nı bildiğim konuşmayı sürdürüyorum:
"Sonunda o kızı buldum. Şimdi mutfakta, birazdan bura
da olacak ve birlikte Tarık'la Ali'nin yanına gideceğiz." Hat
tın ucundaki sessizlik daha da koyulaşıyor. Ağlıyor mu?
"Ağlıyor musun?" Yine cevap vermiyor. Burnumu kaşındı
ran damlayı aynada bulup işaret parmağımla eziyorum.
"Ben ağlıyorum. Kuşadası'ndayım, aylardan Ağustos, o kı
vırcık saçlı, esmer kızı buldum, ama yine de ağlıyorum."
12
Gözyaşlarım telefonun üstüne düşüyor, sonra tellerin içine
sızarak yüzlerce kilometre ötedeki sessizliğe varıp dudakla
rındaki mührü eritiyor.
Ö fkesini ve hayal kırıklığını çaresizliğinin ardına gizleme
ye çalışan titrek sesini duyuyorum: "Kendine işkence yap
maktan vazgeç. Buraya dönebilirsin. Cumartesi. . ."
Perşembe, Cuma . . . "Doğum gününe yetişeceğim," diyo
rum. "İki gün yeter bana."
Hattın ucu tekrar sessizleşiyor. Artık göremiyorum; ayna
daki yorgun yüzle· gözlerimin arasında binlerce damla var.
Kulağımdaki kısık ses, "Geri dön," diyor.
Dönemem. Hem Ali'yi, hem de Tarık'ı çok özledim. Üste
lik gerçeği benim için bulup çıkaracak bir kız da var yanım
da şimdi. Bir şeyler söylemeye çalışıyor ama sesi hıçkırığının
içinde kısılıp kalıyor.
"Onu unutmadın, değil mi?" diye soruyorum. Kısık ses
tekrar hıçkırıyor. "Tarık'ı unutmuş olamazsın." Hıçkınk yan
kılanıp büyüyor. Aldırmıyorum. "O seni sevdi. Kar yağar
ken, kar buz tuttuğunda, yağmurda, güneş parlarken . . . Hiç
unutmadı seni."
Ses sonunda, "Ben de onu hiç unutmadım," diye fısıldı
yor. Gözlerime binlerce kırık ışık batıran yaşları siliyorum.
"Ama ben, seni . . . "
"Sus!" Susuyor. "Elime ilk kez hikayenin sonuna kadar git
me fırsatı geçti. Biliyorsun; sen, peşime taktığın o uşak, bekçim,
hepiniz biliyorsunuz; hikayeyi sonuna kadar anlatmadan yaşa
yamam. Hatırlamalıyım. O sel yatağına geri dönmeliyim."
Hattın ucundaki sessizlik birden bölünüyor. Çığlığın da
ğıtıp sağa sola saçtığı sözcükleri güçlükle topluyorum.
"Sorun ..." Aramızdaki perde yavaş yavaş buharlaşıyor.
"Ne yıllardır bir türlü bitiremediğin hikaye, ne de Tarık. So
run sensin! Yaşamak isteyip istemediğine, bizimle olup ol
mamaya karar vermelisin artık. "
13
Yorucu bir iş bu: İ çki içip içmemeye, her gece aynı rüyayı
görüp görmemeye, düz beyaz taşlardan, köpek havlamala
rından nefret ed ip etınen1eye ka rar vern1ek? Her şeyi unu t
manu istiyor; unutmak ölümdür. . . Sıra bende:
"Hayır!" diye karşı koyuyorum. "Yüzde ellisi gerçek,
yüzde ellisi kuşku olan bir hayatla yetinemem! "
Hattın ucu ölüyor. Kulaklığı yerine koyup geriye dönüyo
rum. Kız! Tam arkamda ve beni bekliyor. Gözyaşlarımı sili
yorum. "Ağlamışsınız," diyor.
Başımı sallayıp, "Ağustosta ne zaman esmer ve kıvırcık
saçlı bir kıza rastlasam hep ağlarım ben," diyorum.
Yanıma geliyor. Gözlerinde şaşkınlığının yanına yerleş
meye çalışan koyu bir karanlık var. Ben o karanlığa sığınma
yı düşlüyorum, o elini havaya kaldırıp yassı şişeyi gösteri
yor. "Konyak."
Burnumu çekerek, "Esmerleri ve konyağı seviyorum," di
yorum.
Gülüyor. Elimi beline dolayıp gözyaşlarımı, kısık sesi, çığ
lığı ve yarısı benim, yarısı kuşkuların olan hayatımı geride
bırakıp, kucaklayarak bekçimle uşağın göremeyeceği yan ka
pıya sürüklüyorum onu .
Kız kollarımın gücüne şaşırmış gibi ölçülü bir çığlık atı
yor. "Sakın içkiyi düşürme," diye fısıldıyorum kulağına .
Şişeyi sevgilisinin başı gibi göğsüne bastırıyor. Arka bah
çeye çıkıyoruz. Karanlık bizi yutunca oynadığımız oyunun
sonunu bilmediğini hatırlamış gibi ilk kez kaygıyla gölgele
nen bir sesle soruyor: "Nereye gidiyoruz?"
Onu yere bırakıyorum. Burada her şeyden uzaktayız. Sa
dece biz ve keşfedilmeyi bekleyen bir hikaye var. Artık söy
leyebilirim. "Kumsala, yirmi yıl önce çırılçıplak denize girdi
ğin o yere."
Kız yitirir gibi olduğu güvenini yeniden kazanmak isterce
sine gülüyor. Parke taşlarıyla kaplı yolu geçip ağaçların arasın-
14
dan kumsala doğru ilerliyoruz. Avcumun içinde belinin inceli
ğini, henüz örseleyemediğim etinin sıkılığını hissediyorum.
Kumsala varır varmaz ayakkabılarını çıkarıyor. Daha ön
cekiler gibi geri dönmeyecek! Başardım; sabaha her şeyi öğ
renmiş olacağın1. Kendime çekip mırıldanıyorum. "Yüzde el
liden nefret ediyorum."
Anlamıyor. Ben de anlatmıyorum. Az sonra bütün kıyıyı
kaplayan sesi dolduruyor kulaklarımı. "Buraya ne dersiniz? "
15
Kumun üstüne yerleşiyorum. Gecenin karanlığında dizle
ri bembeyaz parlıyor. İçkiden ilk yudumu alıp şişeyi ona
uzatıyorum. Geri çeviriyor. "Hava çok sıcak."
Birazdan vücudumuzdaki yaz sıcağını emmek için saldı
racak soğuğu hatırlayıp gülümsüyorum.
Kız, ağzıma bakarak, "Biliyor musunuz," diye devam edi
yor: "Dişleriniz çok muntazam. Sizinki kadar güzel dişleri
olan erkek görmedim."
Dişlerim ha ! Kahkaha önce kızı, sonra dalgaları susturu
yor. Kulaklarımdaki ağrı çenemi acıtıncaya kadar o gümrük
memurunu hatırlayarak deliler gibi gülüyorum. Gülümse
memi gizlemeliydim . . . Susunca kız doğruluyor. "Ne oldu?
Komik bir şey mi söyledim?"
"Dişlerimle hep övünmüşümdür," diyorum. "Dişlerim,
yitirdiğim cesaretimin son kalıntısıdır." Parmağını yakalayıp
ağzıma götürüyorum. "Sana bir sır: Yıllarca önce Mısırlı bir
prenses dişlerimi gördüğünde az kalsın bayılıyordu."
Kız bir çığlık atarak parmağını geri çekiyor. "Deli misi
niz siz?"
Isıra cağımı mı sandı? Sakin olmalıyım. Yine de bir süre
gözlerinin akı yanaklarına akmışa benzeyen o bulanık bakışlı
paraşütçüyü hatırlayarak gülüyorum. Ama sıra kerpetenin
görüntüsüne gelince bıçaklanmış gibi haykırarak susuyorum.
Dakikalar sonra gözlerim açılıyor. Kızı, yüzünde donup
kalmış sorularla bana bakarken buluyorum. Saçmaladım.
Eğer benimle gelmesini istiyorsam, kendimi kontrol etmeyi
başarmalıyım.
"Aldırma," diyerek, rahatlatmaya çalışıyorum onu. "Be
yaz taşlardan, hele dişlerimden söz edildi mi hep böyle saç
malarım."
İ tirafın ardından içkiden ikinci yudumu ve ara vermeden
daha uzun süren üçüncüyü içiyorum. Kız şişeyi yere bırak
mamı bekliyor; sonra aramıza belli bir uzaklık yerleştiren bir
16
sesle soruyor: "Size bir hikaye anlatacağım diyerek buraya
getirdiğiniz kızları hep böyle korkutur musunuz?"
Ne diyebilirim? Verecek cevabım yok. Çünkü o buraya
kadar gelen ilk kız. Çoğu parkeli yoldan geri döndü. Ama
bunu ona söylemeye niyetim yok. Birkaç dakika sonra sessiz
lik tedirginliğini, tedirginlik ise ürkekliğini uyandırdığında
yavaşça mırıldanıyor: "Nereye bakıyorsunuz?"
Bir şeyler söylemeliyim; onu daha fazla kendisiyle baş ba
şa bırakamam. "Dizlerine," diyorum. "Çok uzun zaman ön
ce seninkilere benzer bir çift diz görmüştüm."
Kız tedirgin edici sessizlikten kurtulmanın sevinciyle,
"Ya ! " diye bağırıyor. "1970'lerde değil mi? O zaman da kısa
etek modaydı."
"72' de. Ama o d izlerin sahibi olan kadın bana seni bul
duğumda kısa etek modasının çoktan geçmiş olacağını söy
lemişti ."
Kız '72' de kalmış öteki dizlere aldırmadan soruyor: "Geç
mediği için memnun musunuz?"
Başımı sallıyorum. Hak ettiği ödülü sevgilisine veren aşık
bir kadın gibi kolunu uzatıp sağ elimi dizlerinin üstüne çeki-
. yor. Teni pürüzsüz ve sıcak. Onu öpmemek için zor tutuyo
rum kendimi. Hayır, yapmamalıyı m . Onu ilk kez Ali öpmeli.
Sesi karşılaş tı ğ ımız d an beri ilk kez boğuklaşıyor: "Onunkiler
de . . . güzel miydi?"
Bilmiyorum; aslında emin değilim. "O dizlere dokunama
mıştım." Kız kışkırtıcı -ama hala canımı acıtan- bakışlarını
gözlerime saplarken cümlemi bitiriyorum: "Çünkü ellerim
bağlıydı."
Bu, beklediği cevap değil d i. O, dizlerinin güzelli ğini duy
mak için hazırlanmışken, ellerimden söz etmenin ne gereği
vardı? Onu yatıştırmalıyım. Hayır, yararı yok; hala kızgın.
"Yeter artık," diyor. "Siz buraya sarışın bir kız getirrneliy
mişsiniz. Çünkü söylediğiniz hiçbir şeye inanmıyorum." Bu
17
kez ne demek istediğini anlan1ayan benim. Sorınama kaln1a
dan kızgınlıkla hayal kırıklığı arasınd a gidip gelerek devam
ediyor: "Anlattıklarınıza ancak bir sarışın inanır. Çünkü on
lar inann1aya ve baştan çıkarılmaya hazırdır."
Sarışınlar hakkında duyduğum en acımasız ve en esmer
ce yargı bu. Yine de aynı görüşteymişim gibi gülümsüyorum.
Kız, hesap sorar gibi, "Şimdi söyleyin bakalım," diyerek
konuşmasını sürdürüyor. "Yirmi yıl önce, ben sekiz yaşında
ve henüz yüzıneyi öğrenmemişken nasıl oldu da beni bura
da çırılçıplak denize girerken gördünüz?"
Vücudumu şarapnel parçalan gibi delik deşik eden sözcük
lerden korunmak için ellerimi kaldırıyorum. "Ben değil, Ali
görmüş seni." Elimle plajın öteki ucundaki kayaları gösteriyo
rum. "O sırada tepedeki evdeymiş. Tümüyle bir rastlanh . . . "
Kız sıkılmış gibi bir hareket yapıp, "Bakın," diyor. "Sizin
yerinizde olsam başka bir yol bulurdum."
"Yol !"
"Evet," diyor sabırsızlıkla. "Eğer bir kadını baştan çıkar
mayı düşünüyorsanız inandırıcı olmalısınız. " Susuyor, ama
sonra hemen atılıyor: "Sakın gülmeye kalkışmayın."
Gülmek mi? Hayır, artık gidemem. Çünkü hikayenin bun
dan sonraki bölümleri oldukça acıklı. Nasıl tepki gösterece
ğini bilmeden elimi uzatıyorum. Geri çekilmiyor. Aramıza
giren hiçbir şeyi görmeden d ümdüz gözlerine bakıp soruyo
rum: "Bu gece buraya gelirken benimle tanışacağını düşün
müş müydün?"
"Evet," diyor kız. "Ama gelişimin tek nedeni bu değil."
Öteki nedenleri de söylemesi için susuyorum. Ama kız
konuşmaktan vazgeçiyor. Onu anlıyorum. O buraya, kasaba
da hakkında çok şey anlatılan o adamı görmek, kim bilir bel
ki de bir gecelik bir serüven yaşamak için geldi .
Serüven! Eğer öyleyse ona hiç yaşamadığı bir serüven ve
rebilirim. Ellerimi birbirine vurup kulağına eğilerek fısıldı
yorum:
18
"Pekala, şimdi sırtüstü y a t." Duraksayınca kuşkularını
d a ğ ı tm a k i ç in önce ben uza nıyorum. "Gözlerini kapat ve be
ni d i n le." Ded iğ i mi yapıyor. "Şimd i hikayeyi anlatmaya baş
l ı yo ru m . Ama ne olursa olsun ben söyleyin ceye kadar göz l e
rini açma y acak s ın " C ev ap v ermiyor. Oldu. G ele c ek "İster
. .
19
Yemin ediyorum; ardından denizin, karanlık kayaların,
çığlıkların, hücrelerin, akıttığım bütün gözyaşlarının, şişeler
ce içkinin, aradığım bütün esmer kızların, hiç görmediğim
Amcam'ın öldüğü o boğazın, zeytin ağaçlarının tepesinde
esen rüzgarların, yabani çiçek kokan dağların, akmayan ne
hirlerin ve onca gece ile gündüzün üzerinden aşıp yıllardır
yüreğimi katılaştıran kuşkunun ilk kez boy attığı o tepeye
doğru yola çıkıyoruz.
Biraz bekleyip gözlerimi açıyorum. Açar açmaz dişlerim
sızlıyor. Dişlerim! Hayır, sıranın dişlerime gelmesine çok var.
Henüz serüvenin başındayız. Ne gökyüzünde, ne de yeryü
zünde bir tek ışık var. Koyu bir karanlığı yarıyoruz. Yıllardır
20
ilk kez bu kadar uzak bir yolculuğa çıkmanın tedirginliği
kaslarıma kramp yayarken, yana, hala adını bilmeyen kıza
dönüyorum: Yaratılmış bir varlık kadar güzel; Ali'nin söz et
tiği kız kesinlikle o. Sabırlı olmalıyım. Şimdilik yapmam ge
reken, onu seyretmek.
Dakikalar sonra hava iyice serinliyor. Yattığı yerde kımıl
dayıp yana dönüyor kız. Üzerine eğilip, "Gözlerini açma,"
diye fısıldıyorum.
"Daha gelmedik mi?"
Kulaklarımı kabartıp acımasına aldırmadan gözlerimi
sonuna kadar açıyorum. Çok uzaklarda belli belirsiz ışıklar
var. "Az kaldı," diyerek veriyorum haberi. "On beş, yirmi
dakika . . . "
Kız konuşmuyor, orada olduğunu bildiği elimi tutuyor.
Beklediğim, hissetmek istediğim, hayır, daha çok arzu etti
ğim sevecenlikten yoksun bir dokunuş bu . Ama aldırmıyo
rum. Önemli olan benimle gelmesi. Bu yeter bana. En geç sa
baha, yıllardır anlata anlata bir türlü bitiremediğim hikaye
nin sonunu o getirmeyecek mi?
"Bir şeyler söyleyin lütfen," diyor kız . "Sessizlikten sı
kıldım."
Bir şeyler! . . Peki. "O gece çölde ve gençken ... " diye başlı
yorum.
"Hangi gece?" diyor kız. Hangi gece? Sorunun anlamsız
lığı kanımı donduruyor. Ama sonraki tüm gece ve gündüzle
re, bütün mevsimlere hükmedecek 'o gece'yi nereden bile
cek? Bu sorunun bir tek cevabı olduğundan da habersiz .. "Ce
vap versenize," diye üsteliyor kız.
"Yaşadığım bütün geceleri yutup hayatımı kıskıvrak ele
geçiren o uğursuz gece; o gece çöldeydim ve gençtim. İ lk ay
dınlatma mermisi yıldızların ortasında birdenbire belirip te
pemize bir fanus gibi geçirilmiş sakin ve aldatıcı geceyi gün
düze çevirdiğinde karar verdim bu hikayeyi anlatmaya .. ."
21
"İşte y i ne o ınüthiş gece."
" O gece y e gi diyoruz, " d iyoruın, sözlerini keserek.
Kız birden elini geri çekiyor. Korktu mu? Hayır. Sesi az
önceki kadar un1ursamaz. "Demek o gece gençtin i z?"
O gec e kırk yaşında değildim. Parmaklarımın ucunda tit
reme, gözlerimde yaş, damarlarımda bu kadar alkol yoktu.
Ölmenin ve unutmanın kol a y, olup bitenlere katlanarak ya
şamanın ise zor olduğuna inanıyo rdum. Ne saflık!
Kız, hiçbir şeye inanmayan sekiz yaşındaki sesiyle, "Ce
vap vern1ed iniz," diyor. "Peki, şin1di kaç yaşındas ı nı z? "
Şimd i ! Şimdi yirın i bir yaşı n da değilim, artık ölmenin de
yaşamak gibi zor olduğunu, küçücük bir gözyaşı damlasının
için d e yara lı yüreğimi de falarca boğabilecek kadar çok hüz
nün birikebileceğini biliyorun1 . Bir zan1anlar her isteğime
coşkuyla karşılık veren ve benim olduğu için benliğimi coş
turan kasl a rımın çokta n dır eskisi kadar itaatkar olmadığının
ve giderek b e ynimle zevklerimin arasına bir engel gibi dikil
diğin i n de fark ı n dayım.. .
''Çok sıkıldım, gözler i m i açnlak istiyorum," diyor kız.
"Hayır," diye a tılıyo ru m .
Yeniden büyüyor. Artık s ekiz y a şı nda d e ğil . "Peki . Ama
lütfen elimi sıkmaktan v azgeçin ." Elini bır akıyorum . Kız sa
bırsızlığını gizlen1eden, "Şimdi ne re d e yi z ? " diye soruyor.
''Az kaldı, bi razda n o geceye gi re ceği z. "
Bir süre konuşınada n parmaklarını ovuş tu ruyo r. Profil
den daha da çarpıcı . Onu öpsem . Ha yır, ön c e Ali; on un sıra
sını alamam . Kız, "Bari h i kayen i n konusunu söyleyin," diye
mırıldanıyor.
Korkuyla ürperiyorum. Söyles e m , böyles i ne masum bir
sorunun ne denli dehşet ve ric i bir cevabı olduğunu ka v raya
bilir mi? Yi ne de istediği cevabı veriyorum ona : "Konumuz
tekrarlanan1ayacak olanın tekrarlanması. "
Kız, sesimin boğukl aşmasına şaşırmış gibi g i derek ince
lip, sonu nda alaycı bir neşey l e buluşan sesiyle soruyor :
22
"Tam size göre bir karşılık. Tanrı aşkına, tekrarla namaya
cak olan ned ir, söyler misiniz?"
Hiç beklemeden söylüyorum: " Ölüm!"
Sıçrayarak doğruluyor kız. Bir süre ne yapacağına kar ar
vermek ister gibi duraklıyor. Sonra öfkeden titreyen bir sesle
konuşuyor: "Saçma lıklarınızdan bıktım." Tam karşımda ve
gözleri açık artık. "Ne söylediğinizin farkında . . . "
Sözlerini bitiremiyor. Yüzündeki kaslar donarken geldiği
mizi fark ediyorum . Son on dört yıldır yaptığım en uzun yo l
culuğun iki içki şişesinin arasındaki m e sa feyi geçmemesine
ra ğ ın en bu uzun dönüşü başardım; onunla . Göğsüm minnet
le kabarıyor. Artık. ..
Kız o anda bağırıyor: "Bunlar! Bunlar da ne?" Bakm ı yo
23
çok gülümseyişi andıran bir ifade var. "Merak etmeyin, iyi
yim," diyor. "Sadece o . . . "
Ona yardım ediyorum: "Aydınlatma mermileri."
"Evet, onları görünce birden ... " Sözlerine yine ara veriyor.
O ifade kayboluyor; yarısını korkuya kaptırdığı şaşkınlık yü
zünü genişletirken ekliyor: " İ yi, ama bu gösterinin amacı ne?"
Eksik bıraktığı gülümsemeyi ben tamamlıyorum. "Be
nimle gel." Birlikte doğruluyoruz. Başka bir gezegendeymiş
gibi her adımında ürpererek tepenin ucuna kadar izliyor be
ni. "Bak!" diyorum. Altımızdaki düzlüğe doğru eğilen par
mağıma bakıyor. Aşağıda, cehennemin kıyısında olup biten
leri açıklıyorum ona: "Tepenin hemen altında masa gibi bir
düzlük var." Bir süre o düzlüğü arıyor. Bulunca soruyorum:
"Oradaki üç kişiyi görüyor musun?" Kız başını çevirip eği
yor. " İ şte, onları arıyorlar."
"Kim arıyor?" diye soruyor kız.
"Askerler." Gözlerini karanlığa saplayınca, "Onları şimdi
göremezsin," diyorum. "Henüz sıraları gelmedi. Çünkü hi-
·
24
Sözlerini bitirir bitirmez bana dönüyor. Ona yerden kopardı
ğım, tadını on sekiz yıldır unutmadığım bodur otu uzatıyo
r� m. Kokluyor, sonra kekeleyerek, "Na-sıl o-lur?" diyor.
.
"Uçüncü adam orada, onlaria birlikte . . . " Elini düzlükten çe
kip bana uzatıyor. "Ama siz hep yanımdaydınız." Parmakla
rının arasında bir gül gibi tuttuğu bitkiyi alıp burnuma götü
rüyorum. "Hem o yirmi yaşlarında. Oysa siz . . . "
25
On sekiz yıl önce yola çıkmadan, hazırlıkları bitirip silah
larımızın eınniyetini açtığın1ız an geliyor gözlerimin önüne.
"Batıya," d emişti Ebu Halid, "Ölüdeniz' e doğru . "
"Ölüdeniz'e yakınız. Şeria Irmağı'nın Batısında olmalı
yız."
"Ne!" diye bağırıyor kız. Şimdi bir gözünde kuşku, öteki
gözünde kocaman bir korku var. "Ne işimiz var burada?"
"Perde burada açılıyor," diyorum. "Bak! Açıldı bile . . . "
Kız, beni izleyerek tepenin birdenbire alçalıp dik eğimle
aşağıdaki düzlüğe indiği Güneybatı tarafına yürüyor. İşaret
parmağımı düzlüğe saplıyorum. "Aşağıda hareket var."
"Evet," diyorum. "Birazdan Ali'nin sırtına bakacağım."
"Ali! " diyor kız.
"Aramızdaki en mutlu kişi oydu," diyorum.
Kız, sayıklar gibi birkaç kez art arda, "Ali, Ali," diyor.
Ali'yi istiyorsa Ali'yle başlayabilirim.
"Onun kadar gülmeyi seven başka birini görmemiştim,"
diyerek anlatıyorum Ali'yi. "Güldüğü zaman bütün yüzü
ışıltılı gözlerine toplanırdı, siz de o zaman gülmenin ne ka
dar önemli ve kalıcı olduğunu, hayatın eninde sonunda sa
dece gülmekle özetlenebileceğini anlard ınız. Ağlarken, acı
çekerken, uyurken bile gülebilirdi. Kocaman, dünyayı çepe
çevre kuşatacak kadar geniş ve kavrayıcıydı gülümsemesi."
Kısa bir süre soluk almak için duraklayınca, "Susmayın,
devam edin," diyor kız.
"Onunla soğuk, gökyüzünde dumanların uçuştuğu bir
kentte karşılaştık. Gözleri büyük ve garipti. El sıkışırken gü
lüyordu. Ali'yi tanıdıktan sonra ciddi şeylerin de gülümse
yerek yapılabileceğini fark ettik. Şimdi onun gerçek kimliği
ni biliyorum. O bir köylü değil, bir öğretmendi. Bize gülme
yi öğretmekle görevli bir öğretmen."
"Herhalde beni seyrederken de gülüyordu," diyor kız.
Elini tutuyorum. Birkaç adım geriye çekiliyoruz.
26
"Bizimle buraya gökyüzünde yıldızları ola n geceler için
değil, sıcak günler için, soğuktan kurtulmak için geldi. So
ğuk, gülümsemesine iyi gel m iyord u ; galiba sıcakta daha iyi
türkü söylediğini de keşfetmişti ."
"Peki siz?" diyor kız, birden . "Tarık'la siz neden geldiniz
buraya ?" Biz ! Susuyorum Nasılsa bu soruya birazdan bir ce
.
Ben doğmadan beş yıl önce ölmüş; 1 943' te. O kadar güçlüy
müş ki, bir keresinde uçurumdan aşağıya kayan yüklü bir
katırın kuyruğundan tutup yardım gelinceye kadar yarım
saat öyle tutmuş." Kız araya girmeye çalışıyor, ama ona fır
sat . vermiyorum: "Güçlü olduğu kadar da yakışıklıymış.
1 920' de, daha on sekizindeyken yaşadığı kasabadaki bütün
kızlar ona aşıkmış. Ama o hiçbirine yüz vermemiş, çünkü bir
Rum kızını seviyormuş."
"Su-sun!"
Gözlerimi açıyorum: Kız yeniden soğuğu hissetmiş gibi
titriyor. Belki biraz daha içki içmeli. Ama konuşmaya başla
yınca onu titretenin öfke olduğunu anlıyorum.
"Siz hem sarhoş, hem delisiniz. Amcanızın gü çlü ve yakı
şıklı olmasının sizin burada bulunmanızla ne ilgisi var?"
"İkimiz de zor durumda olanlara yardım etmeden dura
mayız."
27
Kız ellerini aşağıya doğru indiriyor. Amcam'ı anlatmaya
devam etmeden önce bir süre bekliyorum. Ama o beklemiyor.
"Ya Tarık?" diyor. "Onun da mı sizinki gibi amcası vardı?"
Tarık? O aşıktı . Yine de onun yerine cevap vermek bana
düşmez. "Bilmiyorum," diyorum.
Kız inanmıyor; ama başka soru da sormuyor. Ben de inan
dırmak için başka bir yalan bulmak zorunda kalmıyorum.
Birbirimizi süzüyoruz. Uzanıp kendime çekiyorum onu. Ba
zen içten bir sarılma bin yalandan daha güçlü bir cevap de
ğil midir?
Karşı koymadan istekle yaklaşıyor. Korunmaya, hayır, da
ha çok sıcaklığıma ihtiyacı var. Birkaç dakika boyunca. -aşa
ğıdan birinci perdenin başlayacağını haber veren sesler yük
selinceye kadar- art arda on sekiz kış yaşamış gecenin soğu
ğuyla birbirimize sarılıyoruz. Sesleri duyunca, "Ali," diye fı
sıldıyor. "Aranızda en genç olanınız o mu?"
Başımı sallayıp aynı fısıltıyla cevap veriyorum: "Hayır. Şu
anda dünyanın üzerindeki en yaşlı insan Ali."
Başını omuzlarımdan kaldırıp gözlerini yüzüme dikiyor.
Yine inanmadı. Ne zaman inanacak bana? "Neden?"
"Çünkü çok geçmeden ölecek," diyorum. "Yarım saat,
belki kırk beş dakika sonra."
Kız olup biteceklere şimdiden razı olmuş gibi başını tek
rar omzuma dayayıp, kulağıma fısıldıyor:
"Size inanmıyorum. Ne size, ne gördüklerime, ne de am
canıza . . . Hepsi rüya; birazdan uyanınca her şey yok olacak."
Cevap vermiyorum. Arada askerl�rin telaşlı bağrışlarıyla
yırtılan sessizliği, altımızdaki düzlüğün sonundaki kibutzla
rın ışıklarını seyrederek içkimi yudumluyorum. Gündüz ol
sa belki Ö lüdeniz'i de görebilirim. Kız rahatsızmış gibi kımıl
dıyor. Ben rahatım; soğuğun dışında mutlu bile sayılabilirim.
Çünkü yıllarca sonra bu hikayeyi baştan sona anlatabilece
ğim biri var yanımda.
28
Kız kollarımın arasından sıyrılıp ileriye doğru yürüyor.
Birden acıyorum ona; sabaha kadar o da bu gecenin tutsağı.
Çağıran sesi, geceye saplanıp kalmış düşüncelerimi dağıtı
yor: "Bakın, aşağıda bir şeyler oluyor."
Ne olduğunu biliyorum; bakmayacağım. İlerde kalınlaşıp
bir duvara dönüşen karanlığın ötesinde Ölüdeniz var, ben
oraya bakıyorum. Birden on sekiz yıl önce farkına varıp şim
di unuttuğum gerçekle burun buruna geliyorum: Amcam! O
karanlığın bittiği yerde Amcam beni bekliyor.
Kız sesleniyor: "Biri ayağa kalktı. . . Ali'yle konuşuyor."
"Evet, biliyorum."
Yanıma geliyor. Gözlerinde geceden ve soğuktan edindiği
derin koyuluklar var. "Ama aşağıya bakmadınız."
Elimi uzatıp biçimli dudaklarına dokunuyorum. "Bakma
dım, ama ne olup bittiğini biliyorum. Çünkü Ali'yle konuşan
benim."
"Siz misiniz?" Benim, biraz sonra Ali'yle senden söz ede
ceğiz . . . Böyle demiyorum. Önce yarası; sırada yarası var. Kız
tekrarlıyor: "Onunla konuşan siz misiniz dedim?"
29
Ali, "Çok bastır m a, gıdıklanıyorum," d iyor. Elimi geri çe
kiy o rum "Sağal," diye devam ed iyor. "Az kalsın kahkaha
.
30
Dilimi bulup ısırıyorum. Yoksa bağıracağım . Ali, gülecek
miş gibi omuzlarını kımıldatınca mırıldanıyorum: "Bir şey
batmış, galiba ucu hala içerde."
"Şimdi anladım," diyor. "Demek gıdıklayan oymuş."
Bileğime kadar hnnanan kanı pantolonuma siliyorum. Öle
cek. Evet, ölecek. . . Ses beynimde yankılanıp biçim değiştiriyor:
Gülecek, gülecek. .. Korkuyla, "Sakın gülme," diyorum.
"Tamam," diyor Ali. "Şaka yaptım, gülmem." Sonra çan
tayı bulmak için eğildiğimde sesini yükselterek devam edi
yor: "Tam dikenli telleri geçiyordum ki, herifler ateş açtı. Ben
de acele etmek zorunda kaldım. Herhalde o zaman battı."
Dikenli tellerin orada ne işi vardı? "Neden dümdüz koş
madın?" diye soruyorum.
Gülüyor ve, "Yerde marullar vardı," diyor. "Eğer dümdüz
koşsaydım marulları ezecektim."
Hangimiz daha deliyiz? O mu, ben mi? Düşünmekten
vazgeçip çantadan tamponu çıkarıp yarayı görmeden gölle
nen kanın üzerine bastırıyorum. "Sen hangi taraftaydın?" di
ye soruyor Ali, merakla.
"Sağda; Ebu-Halid'in adamlarına yakındım."
Soğuk ona Ebu-Halid'i ve marulu unutturuyor. "Çabuk
ol, üşüdüm. Ü zerime bir şey örtmezsen zatürree olacağım."
Parkasını alıp omuzlarına örtüyorum. Neden onu buldu?
Başımı kaldırıp yıldızlara bakıyorum. Tanrı'yı görebilsen1
ona Ali'nin amcası olmadığını hatırlatacağım.
"Önce kaşıntı, sonra sırtımı gıdıklayan o tel..."
Konuyu yaradan uzaklaştırmaya çalışıyorum: "Ne gece!"
Yanına uzanmamı bekliyor. Yerleştiğimden emin olunca,
"Düşünürsen o kadar da kötü değil," diye başlıyor. "Son bir
haftadır ilk kez böyle yan yatıp biraz dinlenme fırsatı geçti
elimize."
Gözlerimi işlemediğim suçtan edindiğim suçluluk duy
gusuyla onunkilerden kaçırıyorum. Ona nasıl baktığımı gör
memeli.
31
"Canım ne istiyor, biliyor musun?" Bilmiyorum. O, "Siga
ra," diye ekliyor. "Bir sigara içmek için neler vermezdim."
Elini göğüs cebine götürüyor. "Hey, öyle bakma, şaka yap
tım." Gözlerimi kapıyorum. Ciğerlerine kadar sızmış o sinsi
kurşunu ne zaman fark edecek? "Ne düşünüyorsun?"
Her şeyi açıklayacakmışım gibi elimi ağzıma götürüyorum.
Kafamın içinde oraya buraya çarpan o iki sözcük beynimi kü
çük parçalara ayırıyor: Ölecek, gülecek. Ölecek, gülecek. Öle
cek, gülecek. . . Gözlerimi açıp, "Gülmeni yeğlerim," diyorum.
Sessizce gülüyor. "Ben ne düşündüğünü sordum," diyor.
Sesi düşüncelerimi okuyormuş gibi sevecen . . . Düz, her
şeyden uzaktaki tepeyi o zaman görüyorum. Tam arkamız
da. Ali kımıldayınca bakışlarımdan düşüncelerimi anlayaca
ğı korkusuyla atılıyorum .
"Tepeyi, arkamızdaki tepeyi düşünüyorum." Ali yavaşça,
ciğerlerine ulaşmaya niyetli kurşunu uyandırmamaya çalışa
rak başını çeviriyor. "Orada olsaydım belki Amcam'ı görebi
lirdim."
Elini uzatıp sırtıma vuruyor. Tarık, az ötede, aşağıda gü
rültüye dönüyor. Her şeyin yolunda olduğunu işaret ediyo
rum; bakışlarını tekrar önündeki düzlüğü kuşatmış, saatler
dir bizi içine a larak koruyan dost karanlığa çeviriyor.
Ali yeniden mırıldanıyor. "Biliyor musun dostum, sende
hoşuma giden şey bu deliliğin." Cevap vermiyorum. "Am
can'ı en son ne zaman gördün?"
"Birkaç saat önce kibutzdaki a mbarın oradaydı. Benimle
övündüğünü söyledi."
"Soyaçekim," diyor Ali. "Delilik sana Amcan' dan miras
kalmış olmalı." Sözlerini bitirdiğinde uzaktan yükselen ma
deni bir ses bir süre düzlüğü kaplıyor. "Aldırma," diyor Ali.
"Ne olup bittiğini anlamak Tarık'ın işi. Biz yan yatıp keyfimi
ze bakacağız."
İşbölümüne uyup ona dönüyorum. Amcam' da kalmıştık.
"Amcam deli değildi," d iyorum.
32
"Doğru. O, beş metrelik ahşap bir tekneyle Alman hü
cumbotuna saldırmaya kalkışmamış mıydı?"
"Direnişçilere ya rdım etmek istiyordu," dedim. Başka"
çaresi yoktu."
"Yunan direnişçilerine, ö y le mi?"
"Evet," diyorum, saygılı bir sesle.
"Ve bunu 1 920' de bir Rum kızına aşık olduğu için yaptı.
Komünist olduğu için değil."
"Amcam'ın yirmi iki yıl gibi kısa bir sürede aşkını unuta
cağını düşünüyorsan yanılıyorsun. O hiçbir şeyi unutmaz .
Amcam'la ilgili her şey ölümsü z dür."
Bir süre konuşmuyoruz. O sırtını, ben Amcam'ı ve ölüm
süzlüğü düşünüyorum.
Ali neden sonra, "Şimdi o tepede olsam," diye yeniden
başlıyor. "O tepede olsam, yanımda güzel bir kız, elimin al
tında içki, dudaklarımda da bir sigara olsa . . . "
Sesi incelip kaybolurken başımı kaldırıp Ölüdeniz' e ka
dar uzanan düzlüğe hakim konumdaki tepeyi süzüyorum.
Evet, neden olmasın. Belki orada bir kız bula bi li ri z . "Gidip
bakmamı ister misin?" Ali şaşkınlıkla dura klı yo r Önerimi y i
.
33
Elimi, tanımaya çalıştığım kızın dudaklarından çekip,
"Evet," diye tekrarlıyorum. "Ali'yle konuşan benim."
Şaşırmadan, "Neler konuştuğunuzu bana da anlatır mı
sın?" diyor kız.
"Seni onun için öpmemi istedi."
Kız bu kez, 'Size inanmıyorum,' demiyor. Gözlerine bakı
yorum: İrisinde, sızlayan dişlerimin beyazlığını yitirmiş yan
sıması var. Eğiliyoruz; dudaklarını uzatıyor. Önce Ali. "Bu
Ali için," diyorum.
Dudakları ılık ve dinlendirici. Kaslarıma yayılan o rahat
latıcı gevşemeyi kaybetmekten korkarak geri çekiliyorum .
Kızın yüzünü -olup bitenlerin gerçek olduğundan kuşku
34
duysa da- üçümüzün ortak kaderini p aylaşaca ğ ın ı ele veren
bir ifade kaplıyor. Bunun ne old uğunu biliyorum: Yazg ı mın
fotoğrafı.
Bu duygu onu daha da güzelleş tirdi. Bir an bunu ona da
söylemeyi düşünüyorum. Ama o ilk öpücüğün aldatı c ı lığını
unutmak ister gibi gözlerini k a patın c a vazgeçi p , Ali için tek
rar dudaklarına eğiliyorum.
Dudakları bu kez daha sıcak. Ağustostan ödünç aldığım
kızı, çöldeki bir kasım gecesinde, birazdan ölecek Ali için ka
na kana, su içer gibi öpüyorum. Neden sonra, tam aşağıdaki
komik trompetçinin öpücüğünü çal ı p benimkine dönüştür
meyi düşündüğümde geri çekiliyor. Bir süre birbirimize ba k
mıyoruz. Bakamıyoruz. Aramızda on sekiz yıllık b ir utanç
var. Tepemizdeki fanusa çarpıp kırılan bir ses üzerimize dü
şerken çenesini tutup başı n ı kald ı rıyoru m .
Gözbebeklerini çevreleyen renkler Ali'nin öpüşüyle alev
almış, parlıyor. "Beğendi mi, dersiniz?"
"Evet," diyorum. " B eğendiği ne emi n i m ."
Başını tepenin alt ı ndaki düzlüğe çevirerek, dud a kları n ı
tutuşturan yaralı adamı karıştı ğı topraktan a yırt etmeye ça l ı
şıyor. Başaramayınca şaşkın yüzü geri gel iyo r. "Gözden kay
bold u lar. Onları göremiyorum. Oysa aramızda sadece b i rkaç
metre var."
Gülüyorum. Kurumuş boğa z ı ma sürtünerek akıcı lı ğ ı nı
kaybeden ses onu ürpertiyor. Tedi rg i n oldu. Kollarımı aç ı yo
rum; arasına sığınıyor. "Neden güldünüz?"
Onun sesi de kırılmış gibi köşeli. "Onlar çok uzakta," di
ye fısıldıyorum kulağına . "Unuttun mu, aramızda tam on se
kiz yıl var."
Söylediklerimi duymuyor. Ben de tekrarl a m ı yo rum. Par
mağını yanağıma uzatıp şaşırmamış, aksine her şeyi anlamış
gib i vücudumu çepeçevre kavrayan bir sesle m ı rılda nı yor :
"Yine ağlıyorsunuz."
35
Sonra, a lacağı hiçbir cevabın gözyaşlarımı dindi rmeyece
ğini fark edip ayağa kalkarak yürüyor ve tam düzlüğün
ucunda, aşağıdaki ovayı bacaklarının a rasına alacak biçimde
duruyor. Çok güzel bir kız . G özya şlarımı elimin tersiyle sili
yorum. Keşke Ali de burada olsaydı .
Beynimde hala capcanlı duran v e ne yaparsam yapayım
birazdan tekrar birbiri ardına göreceğim o sahneleri boğacak
kadar uzun bir yudum emiyorum şişeden. Kız geriye dönüp
heyecanlı bir sesle sesleniyor: "İşte! Bakın oradalar; gördüm
onları. "
Ayağa kalkıp yanına gidiyoru m . Evet, üçümüz d e olacak
lardan habersiz, oradayız . Kız geriye dönmeden, eliyle işaret
ederek, "Öndeki?" diye soruyor. "Size doğru yaklaşan . . . Ta
rık o mu?"
Tarık ! Evet o! ".En güçlümüz, en yakışıklımız, en a kıllımız
ve en korkusuz olanımız oyd u . "
Kız giderek zayıflayan v e gecenin karanlığına karışan fı
sıltıma aldırmadan büyülenmiş gibi aşağıya bakmaya d evam
ediyor. İçkime dönüyorum. Kız o anda saplıyor bıçağını :
"Gerçekten korkusuz muyd u?"
Ned en sordu? Şişeyi cebime koyu p ona bakıyoru m . Bana
d ön ! G özleri hala Tarık' ta; artık üşümüyor da. Önce, "Evet,"
son ra , "sanırım," d iyorum.
Başını o zaman çev iriyor. 'Hayır, sorma,' d emeye hazırla
n ıyorum, ama benden önce davranarak, geceyi içine a lacak
ka dar irileşen gözlerini daha d a a çıp sanki zevk alıyormuş
gibi duraksamadan soruyor: "Ona kızıyor musunuz?"
Hırsla atılıp kolunu tutuyorum: "Nereden çıkardın bunu?"
Kız, kolu yerine, omuzlarını silkip, "Sesinizden," diyor.
"Ali' den söz ederken hüzünlüydü, a ma sıra Tarık' a gelince
değişti; alaycı, ha tta öfkeli oluverd i . "
Kolunu bırakıp a z önce oturd uğumuz yere geri dönüyo
rum . Kız bir süre daha orada kalıyor; sonra bu küçük tepede
36
gidebileceği başka bir yer olmadığını fark ederek yavaş
adımlarla geri dönüp yanıma oturuyor.
"Kızdınız mı? " Başımı sal lıyorum. "Belki yanlış anlad ım.
Belki de yalnızca bir izlenimdi benimki ."
Elimi omzuna atıyorum . Devam etmeden özür diler gibi
başını omzuma bırakıp susuyor.
"Okul ta kımında birlikte futbol oynadık. Ona güzel orta
lar yapardım. Bazı geceler okuldan birlikte kaçardık. Aynı
gece ilk kez sigara içtik, ardından birer kad ın bulup ilk kez
yattık. Sonra üniversite için aynı şehre gittik ve orada . . . "
Sesim cansızlaşıp sönünce kız başını kaldırıyor. "Ve
ora d a ? "
Aramıza bir aydınlatma mermisi giriyor. Mermiye aldır
mad an, "Ve orada aynı kıza aşık old uk," diyerek sözlerimi
bitiriyoru m .
Kız, gecenin kara nlığını b i r giysi gibi çıkarıp saydamlaşh
ğı o süre boyunca konuşmuyor. Sonra karanlık, merminin aç
tığı delikten geri dönerek fanusu doldurduğunda, elini uza
tıp parmaklarıyla gözlerimin çevresine kazınmış kırışıklara
dokunuyor. Karar vermiş sesini o zaman duyuyorum: "İster
seniz, onun için de öpebilirsiniz ben i . "
Onu tekrar öpüyorum. Dudakları meraklı, araştırıcı ve
daha kadınsı bu kez . Nedenini biliyorum. Nefes borumdan
yukarıya tırn1anan basıncı kontrol etmeye çalışıyor, ama ba
şaramıyoru m . Önce hıçkırık, sonra kahkaha, bir bomba gibi
pa tlıyor dudaklarımızın arasında.
Yanağıma inen üçüncü toka t sus turuyor kahkahamı .
Özür dilememi bekliyor; ama dilemiyorum . Kahkaha canını
acıtmış gibi dudaklarına dokunarak başını sallıyor. Şişeyi ce
bimden çıkarıp kapağını açıyorum. Üçüncü tokat bütün öf
kesini alıp götürmüş; sakin, neredeyse neşeli bir sesle soru
yor: "Neden güldünüz?''
Neden mi? "Belliydi," diyorum. "Tarık' ı beğenmen gül
dürdü beni . Seni öpmeden böyle olacağını biliyordum."
37
"Demek biliyordunuz ? "
"Evet," diyorum. " N e z a m a n a y n ı kadını öptüysek sonuç
hep böyle oldu . "
Kız cevap vermeden Ba tıya, düzlüğün sonund a belli be
lirsiz fark ed ilen ışıklara dönüyor. Konyağı yarılamama yete
cek ka dar uzun bir süre var önüınd e . Başını bana çevirdiğin
de d akikalardır dudaklarınd a oyalad ığı soru beni bekliyor.
"Güzel miyd i?"
Kim, diye sormadan, "Evet," diyorum.
O da aynı kişiden söz ettiğimizi bilerek tekrar soruyor:
"Adı neydi?"
"Gönül . "
Parmağını uzatıp elimdeki şişeye dokunuyor. Kaçamaya
cağımı biliyormuş gibi bakışlarını üstüme salmış . "Ama o si
zi seçti ?"
Elini tu tuyorum. İrkiliyor. Cevap istiyorsa izin vermeli;
birine d okunmadan konuşamam. Anlamış gibi elini geri çek
miyor. "Buna seçim denemezdi," diyorum, kısık sesle.
Sözlerim biter bitmez, aldatılan oymuş gibi elini geri çeki
yor. Dudaklarında Tarık' ın öfkesi var. Bu kez gergin bir sesle
başla tıyor sözlerini:
"Demek öç alır gibi gülmenizin nedeni buydu. Ka dınlar
Ta rık' tan hoşlansalar da sonunda sizin oluyorlar, öyle mi?"
Gül meyi düşünüyor, sonra bunun haksızlık olacağını ha tırla
yarak susuyorum. Henüz hiçbir şeyi bilmiyor. "Ya Tarık," di
ye devam ediyor kız. "Şu anda, yani aşağıda kaybettiğini bi
liyor mu?"
Başımı sallıyorum . . "Hayır, o şimdi yalnızca kurtulmayı
düşünüyor. "
38
"Pışt, uyan," d iyor bir ses .
Gözlerimi açıyorum. Bir erkek ! Burnu neredeyse alnıma
değecek. Korkuyla silaha uza nıyorum. "Benim, sakin ol," di
yor Ali . "Tarık geliyor, haber vereyim d edim."
Ali ve Tarık ! Ben o kızla birlikte değil miyd im? Doğnılu
yorum. Tarık birkaç saat önce yığdığımız toprağın arkasınd a;
alnında tozla birleşip çan1ura dönmüş ter bandı var. Silahını
uzatıyor; önce silahını, ardından onu yanın1ıza çekiyoruın.
Soluğunun düzene girmesini bekled ikten sonra konuşmaya
başlıyor. Sesi her zamanki gibi güven verici :
"Onları kaybettim . " Sinek kovar gibi alnındaki sıvıyı to
katlıyor. "Ama son aydınlatma mermileri daha soldan bir
yerd en atıld ı . "
39
"Yani?"
Tarık, Ali'ye dönüp, " Güneye doğru ilerliyorlar," diyor.
"Ya da ikiye ayrıldılar," diye araya g iri yo ru m "Bir kısmı
.
40
Tuzağın farkına varmadan başımla sözlerini onaylıyo
rum . Bu kez neredeyse neşeli bir sesle, "Sınırın Kuzeyden
Güneye iki yüz kilometre old uğunu unutuyorsun," deyip
Ali'ye d önüyor. "Sen helikopter sesi duydun mu?"
Tabii ki duymadı. Hiçbirimiz duymadık . . . Ali, kararsız bir
sesle doğruluyor ben i : "Hayır."
"Ben derim ki, daha önce kararlaştırd ığımız gibi hareket
ed elim. Ya ni, Doğuya ilerleyip Ebu-Halid' i bulalım ."
Tank sözlerini bitirince ikna olup olmadığıma aldırmadan,
alnını silerken sormuş olmak için soruyor: "Ne diyorsun?"
Neş� ve acıyı garip bir biçimde karıştırdığı sesiyle gülerek
benim yerime cevap veriyor Ali:
"Batıda deniz var. Gitmişken gireriz . " Tarık'ın yüzü ası
lınca, "Şaka yaptım," diye ekliyor. "Benim için fark etmez . "
Sol taraftan, beş altı kilometre uzaktaki b i r noktadan art
arda dört aydınlatma mermisi a tılıyor. Bir an için denize ya
kın karanlığın sınırında Amcam' ın beni seyrettiğini hatırlıyo
rum . Amcam! Keşke burada olsaydı . Birazdan ona ihtiyacı
mız olabilir.
Tarık, "Öte�<ilere karşı yerine getirmek zorunda olduğu
muz sorumluluklar var," diyor, yıldızları yok eden aydınlı
ğın kaybolmasını b:?klerken. Konuşmasını sert bir sesle biti
riyor: "İsterseniz oylayalım."
Şimdi tam karşımda . Acaba Gönül'ü de bu kararlı h..Jiyle
m i etkilemeyi başardı? Başımı sallıyorum. "Oylamayacağı
mızı biliyorsun. Sana uymak zorundayız . "
Tank, Ali'ye dönüyor. "Oylamaya gerek yok," d iy or Al i .
"Biraz daha bekleriz ."
Ali' nin sözlerini sessizlik izliyor. Üçümüz de susuyoruz .
Gece, gecenin altında daha da yassı görünen düzlük, düzlük
teki çalılar, çalıların içinde bizi arayan a sk erler de stssizliğe
uyuyor.
41
Tarık birkaç dakika sonra sürünerek eski yerine dönüyor.
Bense geride Ali ve gecenin soğuğuyla ka lıyoru m . Bekleye
ceğiz . Çok geçn1eden Ali, sessizlik alışkanlığına zarar veri
yormuş gibi gülerek, "İster Doğuya, ister Batıya," d iyor. "Şu
anda bir sigara için gökyüzüne bile tırmanırı m . "
Elimi uzatı yorum; gülümsüyor. Kanlanmamış b i r yer bul
malıyım . Saçlarına dokunuyoru m . Ne yazık! Ölürse bir daha
bu kadar saf bir gülümseme göremeyeceği m . Ali d okunu
şumdan kuşkulanarak, "Ne d üşünüyorsun ? " d iyor.
Ne mi? "Amcam'ı," d iyorum ona, öleceğini bel li etmed en .
"Amcam'ı ve Rum sevgilisini . "
Ali, Amca n1' d a n bıktığını anlatmak için kaşlarını kald ır
mayı deniyor; ama başaramıyor. Bir an yüzü asılıyor. Kurşun
önce gülümsemesini öld ürecek. O bundan habersiz, dudak
larındaki gülümsemeyi canlandırmaya çalışarak, "Amcan' la
ne alıp veremediğin var senin?" diyor.
"Ona hayranım . "
"Hayran mı?"
"Evet," d iyorum. "G erektiği zama n gerektiği gibi ölmesi
ni bildiği için . "
Kara rlılığım Amcam' a sa taşma ktan vazgeçiriyor onu . "Ya
o kız ! Teped e onu buldun mu?" Başımı sallıyoru m . " Peki,
benden söz ettin mi?" Bu kez başımı salla mıyoru m . "Alçak,"
diyor. "Hep kendini anla tıp d urdun, değil m i ? "
"Hayır," diyorum. " Kız a Amcam' ı sevdiğimi de söyled im."
"Senin ölü ya d a d iri, bir Amcan olduğuna inanmıyo
rum," diyor Ali. "Onunla ilgili anlattığın bütün hikayeler uy
d urma geliyor bana . "
Yüzümün onunki gibi a ydınlanmadığını b i l e bile bu kez
ben gülüyorum . Buraya gelen herkesi n bir Amca sı o l ma l ı .
Amcam ' ı ona ödünç versem ! Ölürken ona yardım edebilir.
Ölüdeniz' e uzanan d üzlüğe bakıyoru m . A l i yumruğu yla
42
omzuma vu ruyor; ona dönüyorum : Cevap bekliyor olma l ı .
"Ben d e seni görd üğümde borazan ça l d ığına inanma m ı ş
t ı m , " d i yoru m .
"Trompet," deyip, sırasını kaptırmaktan korkuyormuş gi
bi a celeyle ekliyor: "Aslında konserva tu ardaki ilk yıl balet ol
maya niyetliydim, ama bir süre sonra belini tuttuğum kızla
rı gıd ıkla d ı ğımı fark etti m . "
"Neden?" d iye soruyorum,
Kararlı bir sesle kendini savunuyor: "Güld ürmek içi n . Ye
min ed iyorum, çoğu gül mekten hoşlanıyordu ve ben onl a rı
gıdıkladığımın farkında bile değildim. Sadece gülmelerini is
tiyord um; hepsi o kadar. . . "
"Kim fark etti ?" diyorum.
"Neyi?" d iyor Ali .
"Kızları sıkıştırdığını . "
Bir a n kapı arkasında kız l a rı seyred erken yakalanmış lise
l i bir öğrenci gibi kızarıyor, sonra i tiraf ediyor:
"Müdü r. Sömestrin ortasında beni çağırdı. Ona gülmek
ten hoşland ığımı söyled i m . Od asından kovdu beni. Bir hafta
sonra yine çağırdı; ça larken gülemeyeceğim bir alet buldu
ğunu söy lerken a ğz ı kula klarındayd ı . "
"Ve sen d e böylece borazancı old u n . "
"Trompetçi; kalın ka falı," d i y or Ali. "Borazanla trompet
arasında çok fark vardır. Bilıniyorsan öğren ! "
Bana farkı anlatacak sesi gecenin içinde kaybolup gidiyor.
Onu di nlemiyorum . Ben Gönül' e, o da bir süre sonra onu
unuttuğumu fark edince içemediği sigarasına dö�lüyor.
Ortalık sessizleşince onu ve sırtınd aki kurşunu bir yana
bırakıp, dudaklarımdaki kuruluktan, çeneme batan namlu
dan, kasıklarımdaki basınçtan kurtulmak için sırtüstü d önü
yorum. Tepe hala orada . Birden Ali'nin oraya hiç gidemeye
ceği ni hatırlıyorum. Öyleyse tepe benim . . .
43
Gözlerimi kapıyorum . Şimdi orada olsam, o kız kucağıma
otursa ve ben göğüslerini tutup ona burada olanları anlat
sam . Sonra . . .
Güneyden, a z önceki aydınla tma mermilerinin düştüğü
yere yakın bir tepeden yükselen şiddetli makineli ateşi beni
tepeden aşağıya savuruyor.
44
Kız, makineliler onu taramış gibi silkinip göğsünü elle
rimden kurtarıyor. Gözlerinde ikimizin de boğulacağı kadar
derin bir korku var. "Bu sesler. . . " diyor.
Ama devam edemiyor; kramp, göğsü gibi dilini de katı
laştırıyor. Ebu-Halid'in zamanlamasına küfredip doğruluyo
rum. Aynı anda yeni ateş dalgası geceyi bir kağı t gibi yırta
rak ikiye ayırıyor; birinde biz, ötekisinde ise Ebu-Halid ve
adamları var.
İçkiye uzanıp ikimize de yetecek bir yudum alıyorum. Kız
ancak üçüncü yudumda göğsünün ucundan dudaklarına ka
dar tırmanan krampı çözüp soruyor: "Ne oluyor?"
"Askerler," diyorum kıza . "Hani buluşacağımız grup var
dı ya; işte, onları sıkıştırdılar. "
45
Kız, önce alçak ve boğuk, sonra tizleşerek insa nı şaşırta
cak kadar incelen çığlıklar a tıyor art ard a . Onu susturmah
yım; bağırışı beni d e sinirlendi riyor.
Toka t, onun yerine beni yatıştırıyor. Başka bir şey bulma
lıyın1 . Kulağına eğilip fısıld ıyorum: "Seni buraya korkutmak
için getirmed i m . "
İnanmıyor, kolumu kaldırınca inler gibi, "Ama çok korku
yorum," diyor.
Kollarıının arasına alıp avutur gibi sall ıyorum onu . Ya ra
rı yok; yatışmayaca k .
"Başka şeyler düşünmeye çalış," diyorum. "Gökyüzünü,
yıld ızları, ovayı. . . Bak, görüyor musun? Yirmi kilometre öte-
.
d e d enız var. . . "
Kızın titremesi d a ha d a hızlanıyor. Belki d e yanıldım .
Onu buraya getirmek yerine sabahı bekleyip sınıra götürme
liydim . . . Uzaktaki makineli ler melodisi duyulmaya n bir mü
ziğe ritim tutuyormuş gibi yeniden takırdamaya başlayınca
daha sıkı sarılıp, "Göğüslerin çok güzel," d iyoru m .
Göğüsleri nin güzelliği de avutmuyor onu . ıKısık b i r sesle,
"Anlatın," diye inliyor. "Ne olur bir şeyler söyleyin, orada
neler oluyor?"
Şişeyi uzatıyoru m . "İçki ister misin?"
Kız sabırsız bir hareketle başını sallayarak, "Hayır ! " di
y� bağırıyor. "Ya lnızca burada nel er olup bi ttiğini bilmek
i stiyoru m . "
Demek bilmek istiyor. Şişeyi yere bırakıp kollarımın ara
sından uzağa itiyorum onu.
"Peka la, madem gerçeği istiyorsun . İşte sana gerçek : Silah
seslerinin geldiği o tepede Ebu-Halid adında gülmeyi unu
tan biri, askerlerle ça tışıyor. " Makineliler bir a n için susunca
gerçeğin öteki ya rısını da uzatıyorum ona : "Şimd i d en a d a m
larının yarısını kaybetti . "
"Aman Tanrım," d iyor kız . G özleri şimd iden nemli .
Onu . . . Hayır, yumuşamamalıyım . Yirmi yıl önce çırılçıplak
46
denize gird i ve Ali onu g ö rd ü . Burada olmasının nedeni bu.
"Susmayın," diyor kız . "Konuşun. Sessizlik be n i delirtiyor. . .
Tanrı aşkına . . . "
47
Sivri, keskin çığlıklar kulaklarıma ba tınca susuyorum .
Ona bağışladığım sessizlik gid erek uzuyor, sonra düzlükten
ovaya doğru a kıp uzaklaşıyor.
İçkiden bir yudum daha alıyorum. Kız, ben, on sekiz Ka
sım ötede üçümüz ve ovadaki sessizlik, yıldızlı, ama soğuk
gecenin altında ezilirken, Ebu-Halid ' i n genç yoldaşları sol
daki tepelerin ardındaki bir kovukta sırası geldikçe birer bi
rer ölüyorlar.
Ya Ebu-Halid !
Kıza dönüp, "Ebu-Halid de ölecek," diyorum. "1968 Mar
tında Karameh' de* ölmedi, ama o tepede birazda n ölecek."
Kız Karameh' in neresi olduğunu sormadan hıçkırarak eli
ni ağzına götürüyor. Kusaca k ! Tekra r şişeye dönüyorum.
İkinci yudumun ortasında konuşmaya başlıyor: "Gitmek, ya-
ni geri dönmek istiyorum. " .
Sözlerinin sonuna noktayı tepenin ardından ovaya si'çra
yan patlamalar koyuyor. İkinci yudumun şişed e kalan yarısı
nı da içiyorum. Kız başını ellerinin arasına alarak midesinin
üstüne kıvrılıyor.
Haklıyım: Kusacak.
*) 21 Mart 1 968' te İsrail zırhlı birlikleri, hava desteği eşliğinde Ürdün' de bir köy
olan Karameh' teki El Fetih üssünü imha etmek için geniş bir saldırı başlattılar.
Ancak on _iki saat sonra ağır kayıplar vererek geri çekildiler. Bu olay Filistin di
renişinde Israil' e karşı ilk önemli karşı koymadır. (y.n.)
48
Makineli sesiyle birlikte tekrar yüzüstü dönüyorum.
Ayaz, bela ve Ali'nin yüzü beni bekliyor. Şaşkınlıkla irkiliyo
rum. Ne makineliler, ne de ayaz beni şaşırtan. Şaşkınlığımın
nedeni Ali'nin yüzü: İlk kez acıyla kasılmış ve gülmüyor.
"Ebu-Halid," diye mırıldanıyor.
Evet, onlar olmalı. "Buldular," diyorum. "Bence ikiye ay
rıldılar. "
"Bu hala bir tahmin," diyor Ali .
Bir süre silah seslerini dinliyoruz . Ali peşimizdekileri
unutmuş gibi soruyor: "Sence kurtulabilir mi?"
"Şimdiye kadar hep kurtuldu. Belki yine başarır. "
49
Birkaç metre sürünüp düzl ükten a şa ğıya, Ta rık'a ba kıyo
rum . Eliyle gizlenmemi işaret ed iyor. Çaresiz Ali'nin yanına
dönüyorum . Lider o .
"Yazık," d iyor Ali . "Hiç gülmezdi, ama yine d e severd im
onu . " Başımı sa1 layara k sözlerini onaylıyorum . "Bir keresin
de en son ne zan1 a n güldüğünü sormuş tu m . " Emniyetini
açıp silahı yanıma a l ıyonı m . A l i deva m ediyor: " 'Irgun kö
yümü bastığında,' d edi, " 1 948' d e . O zaman on yed i yaşın
da ymış . Menahem Begin'in a d a mları Ebu-Ha lid ' i öldü diye
bırakmışlar. İşte o zaman, tavanı çökmüş bir evd e ağla mayı
kendine yed iremediği için komşu köydekiler onu kurtarma
ya gelinceye ka dar saatlerce deliler gibi gülmüş . "
"Boğazındaki yara da o geceden kalmış olmalı," d iyerek
sözünü kesiyorum.
"Derisi o zamanda kalınmış," diyor Ali . "Kesememişler. "
Bir süre o geceden pek farkı olmayan v e önümüzde kapa
ğı açık bir tabut gibi uzanan kendi gecemizi, boğazlarımızı
düşünüyoru m . Beş kilometre ötede i kinci m ermi dalgası
Ebu-Ha l id ' e d oğru a tıldığında Ali makinelileri unutmaya ka
rar verip mırıldanıyor: "Onu tartışmalarda güçlü ve yenil
mez yapan böyle bir a nısı olması · hence . "
Hayır, aynı düşüncede değilim. Sad ece inatçıydı . "Bize
kızmasının nedeni partili olmayışımız," diyorum. "Onun
için 'romantik budalalar' dedi bize."
Ali, Ebu-Halid ' e cevap verir gibi başını sallıyor. "Sava şlar
romantizm ve romantikler olmadan kazanılma z . Hele a sık
sura tla hiçbir yere varılmaz . "
Ebu-Halid'in yüzünü hatırlamaya çalışıyorum. Evet, ço
ğunlukla asıktı yüzü. Ya yüreği?
Ali'ye dönüyorum; sıra bende: "Yüreği a cısını öğü tecek
kadar büyüktü . Yüzü o büyük yüreğinin a ğırlığı altında ezil
d iği için asıktı . O kadar büyük bir yürek taşımak her zaman
başa belad ır. "
50
Ali, şaka ya pmışım gibi elini sa l l ı yor. Du ru mu n gari p liği
nin fa rkındayım : Biz henüz ölmem iş Ebu -Halid için matem
tuta rken, y a n ı md a birazd a n öl ecek borazancı umutsuzca
gülmeye çalış ı y or.
" Partili ya da pa rtisiz," d i yor. "Mermi ete gi rerken kim
lik sormuyor. Rengi bir yana, hepimizin eti ayn ı . . . "
Silah sesleri solda k� tepel eri üçüncü kez del i k deşik ede
ne kad a r konuşmu y o r u z . Ortalığı a rtık geçici olduğunu
bildiğimiz sessizlik ka playınca , Ali az önceki cümlesini bi
tirir gibi mırıldanıyor: "Hiç kurşunun ete girerken çıka r d ı
ğı sesi d uydun mu?"
Neyi göreceğimi bilerek yüzü ne bakıyoru m : Çabalamış,
yine de kaderine teslim olmuş bir mera k . Evet, farkında;
sırtında bira z d a n ciğerlerine va raca k bir mermi o l d u ğ u n u
biliyor. " Hayır," diyorum, ace l eyle. "Duymayı da istemem .
Ç ünkü . . . "
Sözlerimin gerisini o getiriyor: "Kurşun ya sana ya da
yanındakine giriyord u r. "
Ne saçmalama, ne d e bırak bun l a rı, d iyebiliyo ru m . İçki
i çme i s teği bir yunuuk gibi sertleşerek nefes borumdan
göğsüme inip soluğumu kesiyor. B oğ u lacağım; o otta n bi
raz daha bulabilsem . . .
Ali dostça başımı okşuyor. Ona ba kmıyo ru m . Ö le c ek ,
51
G üçsüz, yara l ı yumruğu çeneme iniyor. Öd eştik. O kızla
rın bellerini tutardı, ben de göğüslerini . . . "Nasıldı? Hoşuna
gitti mi ? "
Birden şimdiye k a d a r hiçbir kadının göğsüne d okunma
dığını fark ediyorum. Korkarak gözlerini buluyorum. Yü
zünde canı yanan b�r gülümseme var şimd i . Soruyorum:
"Kazablanka filmini seyrettin mi?"
Işığı azalan gözleri şaşkınlıkla irileşiyor. "Hayır. Tepedeki
kız, o filmdeki kıza mı benziyordu?"
"Bilmiyorum," d iyorum . "Sadece aklıma geldi birden. "
B u onu güldürüyor. Bir süre, yeniden konuşuncaya kadar
boğazımdaki oynak yumrukla ona eşlik ediyorum . "Kıvırcık
saçlıydı, değil mi ?"
Saçları ! Bilmiyorum, hiç düşünmedim. Yutkunup yumruğu
yutuyorum. Yoksa? "Onu tanıyor musun?" diye soruyorum.
"Galiba," d iyor. "Sanırım iki yıl önce gördüm onu . " Son
ra gözlerini benimkilerden kaçırıyor. "Eğer bu kez benden
bahsedeceğine söz verirsen seni yine idare edebiliri m . "
Tepeye bakıyorum. Evet, fena fikir d eğil . Eğer k ı z kork
muşsa Ali onu güldürebilir.
"Sıra sende," diyorum. "Yanına git, belinden tut ve balet
olduğunu düşünüp, gıdıkla onu. Nasılsa müdür yok burada.
Gülüşü korkusunu yenecektir. . . "
Ali, "Şişt," diyor. Sonra kesik kesik, öksürür gibi gülüyor.
Parmağını izliyorum: Gelen müdür d eğil, Tarık. "Şansım
yokmuş ."
Tarık sürünerek yaklaşıncaya kadar, o şanssızlığı ve sırtın
daki delikle, bense karnımdaki yumrukla susuyoruz . Tarık çı
kıntıya varınca silahını uzatıyor. İkisini birden yanımıza çeki
yorum. O sırada görüyorum otu. Koparıp ağzıma atarken Ta
rık derin bir soluğun ardından konuşmaya başlıyor:
"Dediğim gibi solumuzdalar. " Alnında yine siya hlaşmış
ter damlacıkları var. Siliyor ve, "Artık yalnızız," diyor. "Bu
luşma olmayacak. Başımızın çaresine bakmak zorundayız . "
52
" Başımızın ça resi Doğuda mı, Bahda mı; işte bütün sorun
bu," diyorum.
Tarık önce afallıyor, sonra kızıyor, ardından düşünüyor;
en nihayet, "Kafayı buldun galiba," diyor.
Damağıma yapışhrdığım otu dilime alıyorum . Belki de bul
dum. O anda uzaktaki tepeden birkaç kez üst üste tekrarlanan
boğuk patlamalar havaya sıçrayıp yukarıdaki fanusa çarparak
ovaya geri düşüyor. Bu düzlükten hiçbir şey kaçamayacak bu
gece. Sadece o kız belki . "El bombası," diyor Ali . "Bu . . . "
Tamamlayamadığı cümlesini Tarık bitiriyor: "Ebu-Halid'e
iyice sokuldular. . . Ne d iyorsun?"
Şa şıracağını bilerek, "Doğuya, sınıra doğru gidelim,"
d iyoru m .
"Ya!" Sessizlik sinirlerini iyice gerince, " Az önce Bah diyor
dun," diye devam ediyor. "Neden düşünceni değiştirdin?"
Düşünceler değiştirilmek için vardır. Ama bunu ona söy
lemiyorum .
"Zaman kaybettik. Yanın saat önce yola çıksaydık epeyce
önde olacaktık. Şimdi . . . " Yutkunuyorum. "Eğer ikiye aynldı
larsa Doğuya da, Bahya da gitsek peşimizdekiler bizi izleye
cekler. Bu durumda Doğuya gitmekle şansımızı arthnrız. Eğer
aynlmadılarsa, kaybettiğimiz zamanı kazandık demektir, bizi
izlemiyorlardır ve güneş doğmadan sınıra varabiliriz . . . "
Aramızdaki sessizlik birden yay gibi geriliyor. Kızdı ! Ali
giriyor araya :
"Ben baştan beri Batıdan yanayım. Eğer denizdeysen, ha
va da bozuksa, kıyıya değil, açık denize doğru açılmak daha
güvencelidir. "
Tarık, delilik bulaşıcıymış gibi bana bakarak, "Anlama
dım," diyor. "Neler saçmalıyorsunuz siz?"
Ali, "Kıyıya çok yanaşırsan dalgalar seni kayalara atar,
parçalar. Hava yahşıncaya kadar açıkta beklemek daha iyi
dir," diyor.
53
Ali' ye bakıyorum. Ne demek istediğini anlad ım: Bizimle
gelmeyecek .
"Yine d e insanlar her seferi n d e kıyıya çıkmaya ça lışır
lar, " d i y e karşı koymaya çalışıyoru m . "İnsanca bir refleks
tir b u . "
"Doğuya gideceğiz," d iyor Tarı k . "Doğru olan bir an önce
geri dönmeye çalışmak. " Gece i yice koyulaşırken Ali ve ben
Ebu-Halid'in etine giren kurşunları düşünmemeye ça lışarak
Ta rık' ı dinl iyoru z : "Orta lığı kola çan edeceğim, sonra yola ko
yulacağız. Bu arada . . . "
Sözlerine ara veriyor. O kısacık saniye sona ermed en kor
kuyla ürperiyorum . Söylememeli . 'Söyleme ! ' d iye bağırma
ma ka lmadan Tarık kararlı bir ifa d eyle konuşmasını sürdü
rüyor: " . . . birimiz vurulur ya d a yaralanırsa ötekiler ona yar
dım etmeyecek, vurulan geride kalaca k . "
Söyled i . . . Belkemiğim tuzla b u z olurken yana dönüyo
ru m . Ali ! G ülümsemesi sönmüş, gözleri ise yerde.
Tarık, "Daha bitmedi," d iyerek devam ediyor: "Eğer olur
da aramızdan biri canlı olarak ellerine geçerse kesi nlikle adı
nı sö y k �n1e yecek . A nlaşıldı, değil mi ? Ne ol u r s a olsun adını
söylen1e y ccek . Adımızı unutacağız /'
Ali ba�ını kald ırıyor. Gözlerinin d ibinde saklamaya ça lış
tığı bir
suçlunun bakışı var. Ta rık tekra rlıyor: "Unutmayın,
şu andan i t ibaren ad ımızı unuttuk biz . "
Ad ı m ! İlk öğrendiğim, yüzümden d a h a belirleyici olan,
beni başkalarından farklı kılan o sihirli sözcük, elved a ; seni
unutuyorum . . .
54
"Siz bu haftadaki dördüncü psikiyatristsiniz," diyorum,
karşımda gözlerini kırpmadan bakan kadına . "ilki , altımı n e
z amana kadar ıslattığımı, ikincisi anneıne aşık olup olmadı
ğımı, ü çü ncü s ü ise çocukluğun1u merak ediyordu ." Su su p
sormasını b ekliyo run1 ; sormuyor. "Pekala, siz ne öğrenmek
istiyorsunuz ? Eşcinsel olup oln1ad1ğınu mı?"
"Adınızı," diyor kadın, h i ç beklemeden.
"Adımı mı?"
Kadın, başını ve ka ş larını sesine ka tarak soruyor: "Adınızı
öğrenmek istemem çok mu garip?" Garip değil, komik. Kah
kahalarla gülüyorum; susunca soruyor : "Neden güldünüz?"
"Adımı unuttum ben," d iyorum. "Ölüdeniz' e yakın bir
tepede . Tam d ört yıl old u . "
55
Kadının kaşları sanki dudaklarıymış gibi bu kez geriye
çekilerek açılıyor. "Unuttunuz mu?"
Evet, unuttum. Söz verdiğim gibi. Kadın sıkıntıyla kımıl
dıyor. Olduğundan daha genç görünüyor. Bakışlarımız kar
şılaşınca sorusunu hatırlayıp başımı sallıyorum. "Nasıl olur?
Siz bir insansınız ve her insanın da bir adı olur."
Yanılıyor. "Benim için sorun insandan başka bir şey ol
mak," diyorum. "Bir süredir bunu deniyorum."
Kadın onaylamıyor. "Ama bu kendinizi anlamsız bir ha
yata mahkum etmek değil mi?"
Artık yeter! Birazdan avazım çıktığı kadar bağıracağım:
"Hayat! Şu parmak izimiz gibi ne yaparsak yapalım kur
tulamadığımız bela. Sizin için hayat ne anlama geliyor?." Ka
dın sadece gözlerini kırpıyor. "Durun, sakın söylemeyin, ben
tahmin edeyim. Hayat sizin için olsa olsa, insanla adı arasın
daki o kısa çizgiye sığan her şeydir. Oysa benim için hayat, şu
andaki öfkemle biraz sonraki aldırmazlığımın arasında be
nim bulunmadığım bir yerde, benden uzakta olan her şey."
Kadın, biri dokunmuş gibi bacaklarını kımıldatıp öne
doğru eğiliyor. "Çetin ceviz olduğunuzu biliyorum. Ama sa
kın benim de ötekiler gibi vazgeçeceğimi sanmayın."
"Çetin değil, sarhoş bir cevizim ben," diyorum kadına.
"Unuttunuz mu, buraya damarlarımda dolaşan alkolü süz
meniz için yatırdılar beni."
Kadın cevap vermeden önce geriye yaslanıyor. O zam�n
fark ediyorum: Kısa eteğinin örtmediği bacakları oldukça bi
çimli. Eliyle gözlüğüne dokunup sanki canıma okuyacak so
ruyu bulmuş gibi hafifçe gülümseyerek soruyor: "Sizce ha
yat nedir? Daha mantıklı bir tanım isfr•rorum!"
. J
56
"Birincisinden başlayın," diyor kadın.
Ö nce ha tırla malıyım. Susuyorum. Kad ın da konuşmu
yor. Gözlerimi kapayıp çok uzakta kalan o soğuk Kasım'ı,
aydınlatma mermileriyle saflığını yitiren geceyi hatırlama
ya çalışıyorum.
"Hayat. . . " Gözlerimi açıyorum. Kadın donuk, anlamsız
yüzüyle beni bekliyor. Pekala, istediği cevabı alacak: "Hayat,
buradan belki de bin kilometre kadar Güneyde bir yerde, bir
Kasım gecesinde, silah sesleri arasında denizi gören bir tepe
de, bir yandan içki içerken, bir yandan da yanındaki kadına
sarılmak yerine o tepenin altında ölümü seçmektir."
Kısa süren bir sessizlikten sonra, " İ lginç, ama bu da ge
rektiğinden uzun bir tanımlama," diyor kadın. Benden cevap
alamayınca soyunur gibi gözlüğünü çıkarıp soruyor: "De
mek, hayat, bir kadın yerine ölümü seçmek sizce?"
"Hayır," diyorum. "En kısa tanımıyla, hayat direnmek ve
unutmamaktır."
Bu kez kadın susuyor. Onda beni çeken ne var? Rol yapan
gözlerinde, ince dudaklarında oyalanmadan bakışlarımı ba
caklarına indiriyorum. Tepedeki kız o olabilir mi? Hayır. Ne
saçları kıvırcık, ne de esmer. Ama bir kadın. Belki? Sorsam . . .
Soruyorum: "Benimle oraya gelir misiniz?"
Kadın şaşkınlık belirtisi göstermeden, nereye diye sorma
dan, "Hayır," diyor, sertçe bir sesle. Sonra nedense sesini yu
muşatarak soruyor: "Ama, diyelim ki evet dedim; sizinle gel
seydim ne olacaktı?"
Bilmiyorum. Belki o geceyi benim için izleyebilir ve o sır
rı çözebilirdi. Sır! Korkuyla ürpererek yutkunuyorum. Artık
dayanamayacağım. Kuruyup kemiğe dönüşen dilim dama
ğımı bir bıçak gibi kesiyor. Kadına dönüyorum. Eli yine göz
lüğünde. O, oyunu uzatmaktan yana. Ama ben? Ben .. Susa.
57
Den1ek sağırla ş tı ! Be n de onu taklit ed iy or u m " İ ç ki isti yo
.
58
Kadın, verip vermeyeceğini ele vermeyen bir sesle, "Önce
cevap," diyor.
Oturmasını, sol bacağını ötekinin ü stüne yerleştirmesini
bekliyorum. "Ona sarılır, başımı göğüslerinin arasına yerleş
tirir ve ağlard ım."
"Tıpkı annenize sığınır gibi," diyor ka dın. " Doğru mu?"
Gülüyorum: Önce alçak sesle, sonra d ilimdeki acıyı u yuş
turacak kadar güçle. Kadın bana ve kahkahalarıma aldı rma
dan, sanki vakti bolmuş gibi tekrar bacaklarını değiştirerek
arkasına yaslanıp bekliyor. Gülmekten yorulduğumd a, "An
neme değil, Petra'ya sığınacağım," diyorum.
Kadın ilk kez heyecanlanıyor. Yeniden gülmemek için du
daklarımı ısırıyorum. Petra yaşlı, yorgun meslektaşı gibi onu
da heyecanlandırdı. Ama meslektaşı cömertti; ne zaman içki
istesem verirdi. Bunu ona hatırlatmalıyım. Kadın öne doğru
eğilirken merakla soruyor:
"Petra ! O da kim?" Şimdi gü lebilirim. Bu kez sessizce gü
lüyorum. Bu, onu adeta kışkırtıyor. "Cevap verin!"
"Bir gün o tepeye birlikte gideceğ i m kızın adı . Kıvırcık si
yah saçları, yumuşak dudakları ve çok küçük olmayan gö
ğüsleri olacak."
Kad ın göğüslerine dikilmiş bakışlarımdan kaçınmadan,
"Ya ! " diyor, çabucak. Ardın d a n meydan okuyan bir tavırla
biraz daha eğilip soruyor: "Peki, Petra şin1di nerede?"
Neden bütün psikiyatristler Petra'nın peşinde? Ellerimi
kaldırmaya çalışıyorum. Yararsız . Henüz ellerimi kullanma
ma izin yok. Ben de ellerimin yerine başımı sa l lıyorum. "Hiç
bir bilgim yok. Henüz onunla tanışmadım."
Kadın kısa bir çığlık a tıyor. Ama ne şaşırn11ş, ne sevinmiş,
ne de üzülmüş bir ifade var yüz ü n d e "Henüz tanışmadınız
.
59
Kadının Petra'yı kıskanan sesi aramıza giriyor: "Size özgü
garipliklerden birisi olmalı bu. "
Kirpiklerimi aralıyorum. Ellerimi kullanabilseydim. Ka
dın kullanamayacağımı ihtar eden bir tavırla gülümseyince
tehdit eder gibi fısıldıyorum:
"Buradan kurtulur kurtulmaz aramaya başlayacağım
onu. Çünkü nerede bulacağımı biliyorum." O sormadan ha
beri veriyorum: "Kuşadası'nda, Ali'nin onu gördüğü kum
salda."
Kadın bir soru daha soruyor. Ama artık onu dinlemiyo
rum. Kulaklarımda Ali'nin sesi var, kuş uçuşu bin kilometre
öteden "Anlaşıldı," diyor ve ben onu buradan, İ stanbul' dan
duyuyorum . . .
60
" Anlaş ıl d ı , diyor Ali, Tank' a bakarak. "Yaralanan geride
"
61
Ta rık yen i d e n aşağıya d oğru u z a k l aşı rken A l i ' n i n se s ı
c an s ı z g e c e yi d a l ga l and ı rıyo r :
"Ona kızına . . . H a k l ı o l d uğu n u i k i n1iz d e bi l i y o r uz H a k
. "
62
zünü d ağl ıyor Saçlarını okşuyoru m . Alçak sesle, i l k ve biraz
sonra son o l ac a k anısını anla tıyor: "Sa na ona r a st l a d ı ğ ı m ı
sö y l e m i ş t i m , h a t ı r l ı y or musun?"
Evet, h a tırlıyorum; Ta rı k gelmeden az önce s ö yl e m i ş t i .
"Galiba onu 1 966' da Kuşad ası'nda, ağa be y i mi n evinin ya
nında ki kun1salda gö rdü m . A ğ u s t o s tu, s ı c a k t a n u y u y a m adı
'
63
yerleştiremediği yarım tebessüm durduruyor beni. Artık gül
mek için yardıma ihtiyacı var.
O beni beklemeden, "Adı," diyor. Parmağımı dudağına
uzatıyorum. Söylememeli. Unutacağım bir ad daha istemiyo
rum. Ama o, parmağıma aldırmadan, "Petra," diye devam
ediyor. "Kıvırcık saçları siyahtı, göğüslerinin biçimli olduğu
uzaktan bile anlaşılıyordu."
Bu kez acısı değil, yakında patlayan bir el bombası sustu
ruyor onu.
Kıvırcık saçlı, esmer bir Alman . . . Garip gelse de itiraz et
miyorum. Çünkü o ölecek ve biz sağ kalacaklar, öleceklerin
son arzularını yerine getirmek zorundayız . Ü stelik bu garip
bir durum da. Ben dururken onun ölmesinden daha garip ne
olabilir? Aramıza bir gölge girerken, "Tamam," diyorum.
"Dediğin gibi olsun. Adı Petra ."
Ö nce Petra, sonra sesim, patlamalara karışıp yok oluyor.
Ya o gölge? Başımı kaldırıyorum. Amcam! Evet, o. Yüreğim
minnetle doluyor. Ali için geldi. Ama aynı anda dehşetle ir
kiliyorum. Demek peşimizdekiler gerçekten ikiye ayrıldılar.
64
El bombasının basıncı tepeyi aşıp kaybolunca kız başını
ellerinin arasından çıkarıyor. Bulantısı geçmiş olmalı. Şişeyi
yana bırakıp gülümsüyorum. Bomba gürültüsüne iyi gelen
ilaç, gülümsemedir. Keşke ölüme de iyi gelseydi . . .
Kız dudaklarını kımıldatıyor. Ondan önce da vranıyorum:
"Gülümsemeye çalış; ağzını açarak. . . Esner gibi."
Esnemiyor, "Geri dönmek istiyorum," diyor.
Başımı sallıyorum. Geç kaldı. Artık geri dönemez. Kız yi
ne mırıldanınca, "Senin adın Petra," diyorum. "Ama bana
kalsaydı Marika derdim sana."
Kız yine kusacakmış gibi irkiliyor. "Petra mı? Bu ad da ne
reden çıktı?"
65
EEni tutup tepenin altındaki d üzlüğü i şa ret ed iyoru m .
Ben sorumlu d eği l i m . Soruınlu olan . . . "Ali . B u ad ı a z önce o
taktı sana . "
Kız rüyadaymış gibi a ğı r hareketlerle d önerek, "Ali n1i?"
d iyor.
B a şı n1 ı sallıyoru m . Yoksa Ta rık' ı n1 ı tercih ed erdi? Bir sü
re konuşmadan gözlerini on sekiz yıl öted eki d ü zlüğe çevirip
h a l a bana plajd a gördüğü kızın h ik a y e s i ni anlatan Ali'yi sey
rediyor. Sonra dönüp, "Saçn1 a l ı k bu," diyor. "Beni m bir a d ı m
var, yani kend i a d ı n1 . . . "
Atılıp ağzını kapatıyorum. Delirmiş gibi çırpınıyor. Sa kin
oln1a lıyın1 . Elimi gevşetiyorum. Korkuyla geri çekiliyor kız.
"Sakın adını söylemeye kalkışma . . . Taınam mı?" Başını
eğince elimi ağzından çekiyonın1 . "Hem söylesen de hen1en
unutacağım adını."
Kız, ovanın üstündeki bütün havayı ciğerlerine çektikten
sonra, "Aına neden?" diye soruyor.
"Sen de adını unutn1ak zorund asın. H a lfı. anlamadın mı?
Bu h i k a ye unutulan adların hikayesi ."
Susunca aramıza bir sessizlik giriyor ve o sessizlik boyun
.
ca gözlerimi gözlerinden ayırmıyorum. inatçılık etn1eden ka
bul etmeli; o da bizim gibi adını unutmalı. "Eğer kabul eder
sem bütün geçmişimden vazgeçmiş olmaz mıyım?"
Yumuşuyor; 'Eğer,' ded i . 'Eğer' ile 'Evet' arasındaki yol
oldukça kısadır, biliyorum.
"Sad ece bu gecelik," diyorum. "Sabaha güneş d oğduğun
da sana ad ını geri veririm."
Kız kararsız bir tavırla e1 lerini kaldırıyor. Uzanıp saçları
na dok_ınuyorum. Ali'nin taktığı ad bir zincir gibi onu pu ge
ceye bağlad ı; belki henüz farkında değil, ama kabul edecek. . .
Ellerini yanına indirince, "Ali' nin hatırı için," d iyorum. " Bi
raz sonra bu gezegenin en yaşlı yirn1 i bir yaşındaki kişisi ola
rak ölecek olan gülmeye aşık arkadaşıın için . . . "
66
Çaresizliği boğazına yükselerek hıçkırığa d önüşü yor. Yal
varır gibi tekrar elini kaldırıp saçlarını okşayan pa rmakları
ma dokunuyor. B a ş ı mı sall ı y or u m. Kabul etmeli; yirmi yıl
önce, henüz sekiz yaşındayken çizildi kaderi. Bizim k i ise aşa
ğ ı da b i çi m l e n i yor.
"Hayır," d iyor yine de. "Böyle bir rolü y ük l e n m e m için
hiçbir neden yo k. Hem sizin bana a ld ı rd ı ğ ı nız ı sanmıyoru m .
Kim old uğumu bile sormadınız." Bekliyor. Ama sormuyo
rum . Öfkeyle elimi itiyor. Az kaldı, biraz sonra 'evet'e vara
cak. "Benim de bir hayatım var."
Susuyorum. Uzun bir süre, te kr ar soğu ğu hi ssed i nceye
kad a r konuşmuyoruz. Sonra başı -gözleriyle birl ikte- göğsü
ne düşüyor. Kabul etti; çoğumuz gibi o da y e n i bir ha yatı de
nemeye istekli . . . Yüreğim genişlerken, "Pekala, ama s a de c e
bir gecelik," diyor. "Onun hatırı için . .
. "
67
Söylüyorum: "Nedense Almanlardan yana şansım açık.
Amcam'ı Almanlar öldürdü. Sonra Almanlaşmış Yahud iler
beni içkiye alıştırdılar. Şimdi de sen . . . "
Sözlerime ara verince kız korkuyla ürperiyor. "Peki, ben
ne yapacağım sizin için . "
"Sen!" Petra başını sallıyor. "Sen bitmeyen b u hikayenin
sonunu getireceksin."
Yanıma yaklaşıyor. Şişeyi uzatıyorum. Sert bir hareketle
geri çeviriyor. Bu beni incitmiyor; on dört yıl, insanın tek ba
şına içmeyi öğreneceği kadar uzun bir süre.
"Demek her şey şu ünlü hikayenin sonu için," diyor. Şişe
yi dudaklarımdan çekip alıyor. "Ali, Tarık, Amcanız, Yahudi
ler, ben ve siz . . . " Duraklayınca neyin geldiğini bilerek omuz
larımı geriye atıp saatlerdir beklediğim soruya hazırlanıyo
rum. Başını bir yumruk gibi kaldırıyor. "Garip değil mi, hala
adınızı söylemediniz." Elini uzatıyor. "Adınız ne?"
Yavaş ve alçak bir sesle, aslında altı bin beş yüz altmış do
kuz gece önce Tarık'la birlikte kararlaştırdığımız o cevabı ve
rıyorum:
"Adım yok. Adımı az önce aşağıdaki düzlükte unuttum."
Petra itiraz etmeye kalkışınca, " İ lle de bir ad istiyorsan, bu
hikayeyi anlatan adam diye hatırla beni," diyorum .
68
Işığın gerisindeki gölgesiz adam, olabildiğince kibar bir
sesle, "Adınız?" diye soruyor.
Adım ! Kolay bir soru bu. Beklemeden, "Unuttum," diyo
rum.
Adam, ses tonunu değiştirmeden ve sanki istediği cevabı
almış gibi yeni bir soruya geçiyor:
"Demek direneceksiniz?" Kararlılığımı sessizliğimle anla
tabilirim. Sustuğumu görünce sakin bir sesle, vakti bolmuş
gibi ayrıntıları ihmal etmemeye çalışarak devam ediyor:
"Önce size neyle suçlandığınızı özetleyeyim. Terörizm ve ci
nayet. 1 7 Kasım'ı 1 8'e bağlayan gece Filistinli bir grup caniy
le birlikte bir kibutzda üç masum İ srailliyi ağır yaraladınız
ve maddi hasara yol açtınız. Sonra sizi izleyen askerlerden
69
üçünü öldürd ü nüz. Bu suçların cezası bu ülkede müebbet
hapistir. Ama eğer siz . . . Bir Arap'a hiçbir zaman böyle bir
öneride bulu nmayız. Ne diyordum? Evet, eğer bizimle işbir
liğine razı olursanız sizi daha ha fif bir suçtan yargılarız. Böy
lelikle ömür boyu hapiste kalma ktan kurtulursunuz. "
Susup beni kurtu ln1a uınuduyla baş başa bırakara k -ışık
perdesinin önündeki- bardağı eline alıyor. İ çmesini bekliyo
rum. Sık sık su içen birisi olmalı. Sağlığına d i kka t eden tip
lerden. Adam bardağı dikkatle altlığın üstüne yerleştirdikten
sonra n1eraklı bir sesle yeniden soruyor: "Şin1di tekrarlıyo
rum: Direnecek misiniz?"
Kurtuluşa veda ederek, "En azında n d eneyeceğim," d i
yorum.
Suyu seven sorgucun1 başını sallıyor. Hayal kırıklığına
uğradı. Kağıt seslerinden önündeki dosyayı açtığını hissed i
yorum.
"Türksünüz, değil ıni ?" Bu soruya cevap vereceğimi sanı
yorsa budalanın biri. "Hangi şehirdensiniz?" Oyun oynuyo
ruz. Ceva p verıneyeceğimi biliyor. Işığın gerisinde bir hayalet
gibi kımıldarken bilmeceyi çözmüş gibi Y? rgun bir sesle ko
nuşmasını sürdürüyor: "Bahse girerim ki, lstanbullusunuz."
"Belki İ stanbul' dan, belki Atina'dan, belki de Tebriz' de-
nim," diyorum. .
Adam sonunda sıkıcı konuşmadan neşeli bir konuya geç
miş gibi heyecanla a tılıyor:
"Hayır hayır, Türk olduğunuzd an eminim. Yıllard ır bu
işi, yani ön sorgulamayı yaparım. İ ranlıları ve Arapları ak
sanları ele verir. Yunanlı olmanıza gelince: Hiç sünnetli Yu
nanlı gördüğümü hatırlamıyoruın."
"Tebriz' denim," diyorum, adamın neşesine katılarak.
O beni duymuyor. " İ stanbul' a ilk kez 1 962'de gittim. Son
ra da 1 965 ve 1 967' de."
Hikayenin gerisini biliyorum. "Tabii Boğaz' da yemek ye
diniz."
70
Adam başını sallayıp ara vermeden d evam ed iyor: "Hayır,
genellikle mü zeleri gezd i m . " Sonra bird en d osyayı ve İstanbul
konusunu k a p a tıy or : "İngilizce'yi nerede öğrend iniz?"
"Okulda ."
"Okul İstanbul' da mıyd ı?" Oyunbozanlık ed iyor. İ stan
bu l ' u unutmamış mıyd ık? Adamın sorusu unu tmadığını gös
teriyor. "Ankara buradan ne kadar u zak ta , bi liy or m u s u nu z ?"
Ankara ! Bird en ü r p e r i yo rum Nasıl olur! Yutkunup cevap
.
71
yada fellik fellik Petra' yı arıyor olmalı. Sessizce gülüyo
rum. Onu bulamaz.
Adam az sonra itiraf ediyor: "Petra . . . Petra . . . Dosyada
böyle bir ada rastlamadım. Yoksa bu Alman kadını da ro
mantik bir serüven yaşamak için tatile çıkar gibi bir tek el
çantasıyla buraya gelen o sözde devrimcilerden mi?"
"Bilmiyorum," diyorum . "Çünkü henüz onunla tanış
madım."
Önce sağdaki, sonra soldaki ışık sönüyor. İ lk kez gerideki
nemli duvarda gölgesini görüyorum adamın. Aynı anda ar
kamda yükselen kalın, İ branice bir ses ensemi yalıyor. Al
manlar onları sinirlendiriyor olmalı.
Duvardaki gölge şekil değiştiriyor. Elini kaldırdı! Arkam
daki ses susunca adam elini indirip sıkıntılı bir sesle yeniden
konuşuyor: "Vakit mi kazanmaya çalışıyorsunuz?"
"Hayır," diyorum. "Kazanmaya değil, öldürmeye çalışı
yorum; nasılsa mezara girinceye kadar buradayım."
Işıklar yanıyor. Tekrar kağıt hışırtısı; ardından yine o sa
kin, uykumu getiren ses:
"Size inandığım bir gerçeği söyleyebilir miyim?" Evet
ya da hayır dememi beklemeden devam ediyor: "Bence di
renmeye çalışmakla boş yere kendinizi aldatıyorsunuz. Bu
raya sözde zavallı Filistinlilerle dayanışma içinde olduğu
nuzu kanıtlamak için geldiğinizi biliyorum. Ama roman
tizm ve uluslararası dayanışma 1 936' da İ spanya' da öldü.
Gelişmeleri gerçekçi bir gözle değerlendirirseniz, bu kav
ramların otuz iki yıl sonra burada canlandırılamadığını ka
bul edersiniz. Boş hayal bunlar."
Yanılıyor.
"Yanılıyorsunuz," diyorum, neşeyle. "Franco bir şeyi öl
düremedi : Rüyayı ve gülmeyi. İ nsanlar hala rüya görüp,
rüyalarını özlüyorlar. Hiç kimse gülmeyi unutmadı. Biz,
yani insan kalmaya çalışanlar, otuz iki yıldır gülüyoruz ."
Sinirleneceğini bile bile bir kahkaha atıyorum. "Ben gülü-
72
yorum, Amcam gülüyor; ta nıd ığım bir trompetçi va rd ı, o
gülüyor. . . "
"Susun !" İstediği zaman beni susturabilir. Ama Ali gibi
gülmemi engel leyemez. "Sizin yerinizde olsam . . . "
Gülerek adamın sözünü kesiyorum: "Olamazsınız. Çün
kü sizin adınız var."
"Susun ve beni dinleyin!" Peka la, susarım. Nasılsa vak
tim öldüre öld üre bitiremeyeceğim kadar bol; susuyorum.
"Sizin yerinizde olsam zorluk çıkartmazdım," diyor adam.
"Biz buraya Göçmen Bürosu deriz. Şimdi Göçmen Büro
su' ndasınız, anladınız mı? Ama dakikalardır yaptığınız gi
bi böyle aptalca karşı koymaya devam ederseniz bizim gö
revimiz sona erer ve sizi arkanızda duran gümrük memu
runa teslim ederiz . . . "
Aynı anda çelik gibi bir çift el omuzlarımda kilitleniyor.
Gümrük memuru ! Yani, Sin-Bet'ten*; Ebu-Halid'in, 'Kendini
zi sakının' ded iklerinden.
Adamın gölgeli sesi Ebu-Halid'i örtüyor: "Şimdi aklınızı
başınıza toplayın ve kurtarmaya geldiğiniz Arapların elli yıl
önce sizi burada arkanızdan vurduğunu unutmadan adınızı
söyleyin."
İçki, içki içebilseydim. Ya Petra ! Zavallı, yalnız kaldı. . .
Unutmamak için içmeliyim. Gözlerimi kapıyorum. Sonra
omuzlarımı ezen basınca aldırmadan, yetmiş iki saat önce
burnumun ucunda duran o çöl bitkisinin kokusunu ciğerle
rime çekiyorum.
Bu kez arkamdaki ses soruyor: "Adın ne?"
"Unuttum," diye mırıldanıyorum. "Hatırladığım tek şey
Petra; esmer, kıvırcık saçlı, göğüsleri iri olmayan bir kız."
Kelepçe etime saplanıyor. "Adını söyle! "
Söyleyemem. Ali'yle Tarık'a söz verdim. Omzum çatır
darken bağırıyorum: "Unuttum, adımı unuttum ben . . . "
73
Kadın, "Demek omuz röntgenin i zde görünen çatlak, o ge
cenin hatırası," diyor.
"Yanlış yere bakmışlar," diyerek gülüyorum. "Asıl çatlak
kafamda."
Kadın bir an için kafama bakıyor, sonra kabalık yapmış gi
bi gözlerini kaçırarak soruyor: "Adınızı öğrenebildiler n1i?"
"Zaten biliyorlardı," diyorum. "Tıpkı sizin gibi . Dosyan1
aylard ır ellerindeymiş. Ankara' dan özel bir kurye getirmiş;"
"Öyleyse adınızı siz de hatırlıyorsunuz." Dünyanın kade
ri vereceğim cevaba bağlıymış gibi heyecandan boğuklaşan
bir sesle emrediyor: "Tekrarlayın! Duyabileceğim kadar yük
sek bir sesle! "
74
Tekrarlamıyor, g ü l ü p su s u y orum . Ş i m d i h a t ı rl a m a k i s te
diğim adım değil, o koku . O koku yu ka ybetmemel i yi m . Ka
dın Boğaz' ı gördüğünü umduğu m p e n ce re ni n önü nden em
ri yeniliyor: "Tekrarlayın !"
Dağılmasına fırsat vermeden ko k u y u b ey n i m e saklayı p
ona dönüyorum: Bacakları ! Evet, b a ca k la r ı ve koku , ikisi bir
likte başımı döndürebilir.
Kad ının sabrını yitirmenin eşiğine gelmiş sesi bacaklarıy-
la kokunun arasına giriyor: "Ne d ü ş ü n ü yo r s u n uz ?"
Bu kez beklemeden, "Bacaklarınızı," d i yo ru m .
"Bacaklarımı mı?"
"Evet! Acaba P etra' nın bacakları da s i zi n k i le r kad a r g ü
zel mi?"
Şaşırmıyor. Çok kısa bir süre için g i � � e m ey e ça l ış t ı ğ ı ince
bir gülümseme beliriyor dudaklarında Oksürüyorun1. Bo ğ a
.
76
Başımı sallıyorum, yanılıyor. Hem de başlar başlamaz. Ya
kalanan başkası da olabilir. Ben sadece hikayeyi anlatıyo
rum. Hem . . . "Yargılanmadan önce sorgulandım," diyorum.
"Unuttunuz mu ?"
Kadın sözünü kesmeme sinirlenmiş gibi sabırsız bir sesle
devam ediyor:
"Müebbet hapse mahkum oldunuz. Ama şanslıydınız, bir
buçuk yıl sonra bir esir değişimi nedeniyle serbest bırakıldınız.
Geri dönüp askerliğinizi yaptınız, sonra İstanbul' a geldiniz."
"Yolda içmeye başladım," diyerek sözünü kesiyorum .
"Aylardır da ara vermedim." Kolumdaki ağrı, acele etmeden
bileklerime iniyor. "Ama biliyor musunuz, beni en çok rahat
sız eden neydi?"
"Neydi?" diyor kadın.
"Bir bölü otuz üç olmak," diyorum.
"Bir bölü otuz üç mü; ne demek istediğinizi anlayamadım."
O günün utancını hatırlayarak, "Hepimiz otuz üç kişiy-
dik," diye anlatmaya koyuluyorum. "Çoğumuz müebbet
hapse mahkumduk. Bizi neye karşılık serbest bıraktılar, bili
yor musunuz?"
"Hayır," diyor kadın. Araya kısa bir sessizlik girince tek
rar soruyor: "Neye karşılık bıraktılar sizi?"
"İ srailli bir pilota . " Onun yerine ben başımı sallıyorum.
"Evet, sadece bir kişiye karşılık. . . Bire karşı otuz üç. Haya
tımda böylesine bir küçümsemeye hiç maruz kalmadım."
Kadın açık kalmış ağzını utanmış gibi kapatıp, "Deli ol
malısınız," diyor. "Kurtulduğunuza sevinmediniz mi?"
Hayır, Amcam o gün mutlu değildi . Bir an anlatmayı
düşünüyorum. Ama bir psikiyatriste iki kez ölen ve aslın
da ölümsüz olan Amcam' dan söz edemem. Susadım! Am
cam ve yüzünü görmediğim, an1a otuz üçte biri olduğumu
hiç unutmadığım o pilot hep susatmıştır beni. " İ çki," diye
mırıldanıyorum.
77
Kadın sağ kolunu kald ırıyor. Kolunun özgürlüğünü kıs
ka nıyorum. "Yine içki . . . Bana öyle geliyor ki siz geçmişiniz
için geleceğinizd en vazgeçınek istiyorsunuz ."
Ancak bir sahtekarın etmeyi başarabileceği kadar inandı
rıcı bir söz bu. Da ha çok susad ın1.
"Çözün beni," d iyorum kad ın a bakarak. " Lütfen çözün ve
biraz içki veri n. Kad ın yavaş, ama kararlı bir tavırla başını
"
nizle geldi niz," diyor kadın. "Teda viyi kabullend i niz, ken
diniz istediniz . . . "
Hayır, doğru değil bu . Çığlığım sönüyor. "Gönül istediği
için geldim," derken de bir mırıltıya dönüşüyor.
Sessizlik belirginleşip uzayınca kadına dönüyorum . Ora
da ve beni bekliyor. Birden irkiliyorum. Biliyor; korka korka
so ru y oru m :
78
"Gönül'le konuştunuz mu?" Kad ın d onmuş gibi hareket
siz; kımıldamıyor. "Size ba şı n1dan geçenleri anla t m ı ş olmalı .
Daha ne öğrenmek istiyorsu nuz?"
Tenini saran buz erimiş gibi canlanıyor ka dın . Yine de he
men karşılık vermiyor. Dakikalar kadar uzun gelen saniye
lerden sonra sesini duyuyorum: "O geceyi, daha doğrusu o
gece olanları; sizi içki şişesine hapseden pişmanlığı."
Hayır! Merak eden o değil. Başımı ve bakışla r ımı zorluk
la kaldırıp kadının bacaklarına saplıyorum.
"Ya Gönül? O neyi merak ediyor?" Kadın canı yanmı ş gi
bi avcuyla dizlerini örterken devam ediyorum: "Size Ta
rık' tan söz etti mi?"
Tarık onu şaşırtıyor. Ellerini dizlerinden çekip, " Ama," di
ye mırıldanıyor.
Devam etmesine izin v ermiyorum : "Asıl m erak ettiği Ta
rık ile aramızda geçenler, değil mi?" Yutkunuyorum. "Ta
rık'ın da ona aşık olduğunu anlattı mı size?"
Kadı n ayağ a kalkıp bakışlarımın bacaklarına ulaşamaya
cağı kadar uzağa yürüyerek duruyor.
"Bana bu konuda hiçbir şey anlatmadı. Tek isted iği, iy i le ş
meniz. Sizi seviyor; bunu aklınızdan çıkarmayın."
Yalan ! Sevseydi burada oln1azdım. Bunu o da bilmeli.
"Döndüğümde beni beklemiyordu," diyorum.
"Bunu nereden çıkardınız?"
Nereden? O günü, İsta nbul'a vardığım geceyi hatırl ı yo
run1. Hava ne soğuk, ne sıcaktı . Aylardan Aralık, günlerden
perşembeydi. Sarhoştum. O seçtiği, sevdiği adamı bekliyor
du; ama gelen bendim . . .
Kadın, sanki söyleyeceklerimi d uyama m a ktan korkuyor
muş gibi biraz önce kaçtığı o yerden geri geliyo r. "Neden
sustunuz?"
O gecenin sonuna kadar yetecek, derin bir soluk a l ı p an
latmaya koyuluyorun1:
79
"Beni görünce çok şaşırdı. Yalının bahçesinde çiçekleri n
arasında ayakta, sanki bir hayaletle karşılaşmışçasına şaşkın
dı. Belki de korkmuştu. Konuşmadan, öylece durup dakika
larca bana baktı; sonra, 'Sensin,' dedi. Elimdeki şişeyi göste
rip, 'Ben ve şişem,' dedim. Ardından gülümsedim. Güzel,
parlak beyaz dişlerimi gösterdim ona . . . "
Aynı anda dikenden daha sivri, kuru ve iri bir cisim ağzı
mın içini parçalayıp boğazıma saplanıyor. Acıyı gözbebekle
rimde, tırnak uçlarımda hissedip kork uyla bağırıyorum:
"Ahh, ahhh ! " Kadın ikinci çığlıkta t e la ş la üzerime eğili
yor. Dişlerim yana kayıyor; dilimle tutup acının bozup değiş
tirdiği sesle fısıldıyorum: " İ çki . . . Biraz içki . . . "
Midemdeki yumruk! Sıçrayıp boğazıma tıkayan o.
"Telaşlanmayın," diyor kadın. Sesi kuru ve emrettiği gibi
t e laş s ız , " Şu n u için . " Ağzıma dayadığı bardaktan boğazıma
dökülen tatsız sıvı damağımı donduruyor. " G e ç t i m i?"
Başımı geri çekiy orum. Biraz daha içersem d işlerimi de
kusacağım. Yutkunmalıyım. . . Kadın soluk alışımı kontrol
edip boğulmayacağımı anlayınca bir gümrükçü gibi sorula
rına devam e diy or: "Gönül dört yıl sonra sizi karşısında gö
rü nce ne yaptı?"
Sonunda yutkunuyorum. O sivri cisim, yumruk ve acıyla
birlikte mideme yuvarlanıyor.
"Anla �ın ! " diye üsteliyor kadın. "Susmayın!"
Hatırlamıyorum. Acı gözbebeklerimdeki görüntüyü erit
miş olmalı. Başımı -hareket ettirebildiğim tek organım o- sal
lıyorum.
Kadın geri çekilmeden, tersine üzerime eğilerek, "Çiçek
lerin arasındaydı. Şaşırmıştı," diye fısıldıyor. "Dakikalarca
öyle baktı size. Sonra . . . "
Sonra? Bana . . . Bağırıyorum: "Bana, Tarık, dedi. Beni değil,
Tarık'ı bekliyordu. Ama gelen bendim ve adımı unutmuş
tum."
80
Kadın itilmiş gibi gerileyip sandalyesine oturuyor. Artık
.
uyumunu yitirmiş bir sesi var.
"Pekala," diyor. "Bugünlük bu kadar yeter. Yarın devam
ederiz." Sonra, gitmek üzereyken, sandalyeye oturmasının
garipliğini fark ederek doğruluyor. "Bu gece düşünün; uzun
uzun. Yarın adınızı hatırlamanız için ne yapmamız gerektiği
ne birlikte karar veririz."
Başımı sallıyorum; boşuna umuda kapılmamalı. "Eğer ye
niden beni adımla birleştirmek istiyorsanız yapacağınız bir
tek şey var."
Kadın cinsel bir tat alıyormuş gibi titreyen bir sesle soru
yor: "Nedir o şey?"
"Beni serbest bırakmak. Petra, yalnızca o biliyor adımı.
Ama ben daha onu aramaya başlamadım bile . . . "
81
Petra, önce başını, sonra gözlerini kaldırıyor düştüğü yer
den. Gözpınarlarında dökülmeye hazır d a mlalar ve dakika
lardır beklettiği sorular var.
Önce sorular: Yıldızlardan sekerek üzerimize toz gibi ya
ğan bomba sesleri sönerken dudakları kımıldıyor: "Doğru
değil. Ben de adınızı bilmiyorum."
Ebu-Halid'i düşünmemeye çalışarak parmağımı Doğuya,
birkaç saat sonra Tarık'la birlikte varacağımız düzlüğe uzatıp
mırıldanıyorum:
"Adım orada; dar bir sel yatağında yere uzanmış yatan
bir üniformalı adamın cebinde." Kulağına eğiliyorum. "Ora
da sen adımı, bense gerçeği bulacağız . . .
"
82
"Gerçek! Hayır," diyor Petra . "Burada hiçbir şey gerçek
değil Ne siz, ne aşağıdakiler, ne de Amcanız . . . "
.
83
1 920'de aşık olduğu o Run1 kızını buldum . Kadın altmış iki
yaşındaydı ve hala Amcam'ı se v iy ordu Bana Amcam'ın
.
84
"Peki, sabırlı olacağım." Susuyor. Ama sabrı ancak birkaç
saniyeye yetiyor. "Aslında ötekileri de merak ed iyorum: O
psikiyatristi, Gönül'ü . . . "
" İ kisinin de dizleri güzeldi," diyorum. " İ kisi de adımı me
rak ediyordu. İ kisi de senin var olduğuna, seni bulabileceği
me inanmıyordu."
"Görünüşe bakılırsa beni bulmanız epeyce uzun sürdü."
Haklı. "Binlerce şişeyi boşaltmama yetecek kadar uzun
du," diyorum.
Başının sert bir hareketiyle saçlarını geriye atıyor: "Sabah
olunca beni de terk edeceksiniz değil mi?"
"Onları terk etmedim," diyorum. "Aslında o ikisinin elin
de tutsağım."
İ nanmıyor. Birden terk edileceğini düşünen bir kadını ya
tıştıracak sözcüklerin yetersizliğini hissediyorum. Belki do
kunmak! Elimi, hep yaptığım gibi saçlarına uzatıyorum.
"Benim de dizlerim güzel," diyor Petra. "Ve o iki kadına
ne yaptınızsa bana da onu yapacaksınız."
"Yanılıyorsun." Kalın telli saçlarını okşamaya başlayınca
uysal bir çocuk gibi söylediklerimi dinlemeye koyuluyor: "O
ikisinin saçları siyah ve kıvırcık değildi. Üstelik Ali onları de
nize girerken seyretmemişti . "
Başını elimin üstüne uzatıyor. Öteki elimi kısa etekliğinin
açıkta bıraktığı dizlerine götürüp sözlerimi bitiriyorum: "Ve
hiçbirinin adı Petra değildi."
85
"Gü naydın ."
Gözlerimi önümd e d e r i n l e ş e n k u y ud a n alıp ki r p i k l e r i m i
a ra l ı y o r u m Bir kadı n ! Elbisenin renkleri gözlerime batıyor.
.
86
O, d üşüncel e rimden habersiz sand a lyeye doğru yürü yor.
,
87
Kadın konuyu kapatmak istiyorn1uş gibi ellerini kaldırı
yor. Susuyorum. Rol yapıyor; ilgilend iğini biliyorum. Yeni
bir yüz ve sesle soruyor: "Dün geceyi sakin geçirmişsiniz?"
Dün gece! Gözlerimi kapatıyorum. Nerede o gece? Evet;
buldum. Çöldeydim, gökyüzünde aydınlatma mermileri, te
penin altındaki düzlükte ise başlamak üzere olan bir trajedi
vardı. Ebu-Halid? O çoktan ölmüştü ; yanındaki kara gözlü
Filistinlilerin vücuduna giren yüzlerce merminin çıkardığı
sesi d uyuyorum. Tanrı yıldızların arasından aşağıya bakarak
olup bitenleri ilgisizce s eyrediyordu ; ben? Ben içkimi y u
d umluyordum . . .
Kadının burguya benzeyen sesi kirpiklerimin arasındaki
geceyi ezip parçalıyor. "Bu iyiye işaret. "
Damağımda tortulaşan o içki kokusunu ciğerlerime çeke
rek beklemediği cevabı veriyorum: "Geceyi Petra yla geçir
'
88
Soracaksam, şimdi tam sırası . Soruyorum : "Evli misi
niz?" Başını ka ldırıyor. Bekar: " Ö yleyse benimle ya tabilir
siniz?"
"Saçmalamayın," diyor kadın.
"Kimse duymayacak," diyorum. "Adım gibi unutacağım
yattığımızı."
Artık konuşmuyor. Ne kadar sürecek sessizliği? Uzun
sürmüyor. Suskunluğu öfkesiz, ama kuru bir sesle sona eri
yor: "Neden bu kadar saldırgansınız?"
"Saldırgan haa ! " Başımla bileğimi işaret ediyorum. "Kol
larım, ayaklarım böyle bağlıyken mi?"
"Söylemiştim. Bu kendinize zarar vermenizi engellemek
için bir önlem," diyor kadın. "Bir süre katlanacaksınız."
"Siz de bana," diyerek sözünü kesip, alçak sesle soruyo
rum: "Hadi söyleyin, şimdiye kadar kaç erkekle yathnız?"
Doğrulmak ister gibi kımıldıyor. "Anlaşıldı, sizi biraz
uyutmamız gerekecek."
"Hayır!" Çığlığımın keskinliği hem beni hem de kadını
şaşırtıyor. Yüzü kızardı; bu iyi. Onu öfkelendirdiğini bildi
ğim tavırla devam ediyorum: "Bunu yapamaz s ınız."
"Neden; pekala yaparım."
"Gönül size avuç dolusu para veriyor." Kopacak kadar in
celen sesle konuşmayı sürdürürken içemediğim onca içkinin
kokusu genzimi yakıyor. "Unutmayın, beni tedavi etmek için
buradasınız, uyutmak için değil."
Elinden gelse beni tokatlayacak. Zorlukla kendini kont
rol etmeye çalıştığının farkındayım. Ö fkeden keskinleşn1iş
yüz hatlarını daha da derinleştiren bir bakışla cevap veri
yor:
"Bir doktor olarak, tedavi edeceğim hastayı seçme hak
kım var." Söylediğine inanıyor olmalı; parmağını tehdit eder
bir biçimde yüzüme doğru uzatıp ekliyor: "Bunu da siz
unutmayın."
89
Korku yor. Evet, ko rk usu nun kokusunu içkininkinden
ayırt ed ebi l iyoru ın . Ya o ! Evet. O da . . . "Biliyorsunuz," diye
m ı r ı l d a n ı yoru m .
Kad ın hafifçe geri leyerek, "Neyi ?" diyor.
" Beniınle ya t a cağ ı nı z ı, göğsünüzde ağlayacağımı, b ac a k
l a rı n ızın arasın da Petra'yı arayacağı mı. .. "
Bu kez ayağa k al k ı y or. Eteği düşünd üğün1den de kısa . Bir
süre birbirimizi ta rtıyoruz . H ayır, şimdi değil . . . Gözlerimi
kaçırıyorun1 .
"Bu ne küstahlık ! " Cevap alamayınca beklettiği tokad ı so
nunda atacakn1ış gibi üzerin1e eğiliyor. Ö fkeyle titreyen in
celıniş sesi yüzüme batacak neredeyse: "Siz kend inizi ne sa
nıyorsunuz?"
Ne mi sanıyorun1? Şimdi küçük bir d ersi ha k etti.
"Ya siz! Siz kendinizi ne sanıyorsunuz?" Araya girecek. . .
Girn1eden devam ediyorum: "Az önce gön1leğiniz olmadığı
nı söy l e m i ştin1 Yanılmışıın. Ü zerinizde budalalığın kuma
.
şından örülınüş kalın bir örtü var sizin. Burada öyle çarmıha
gerilmiş gibi ya tağa bağlandığım için kendin1i savunamaya
cağımı mı sandınız?"
İ yice yaklaşmasını bekliyorum. Gözleriıniz karşılaşınca
sesin1i y ü k selt i p bağırıyorum:
"Her sabah buraya gelip elinizi yüreğime, ciğerleriıne ya
da beynin1e daldırma hakkını kim verdi size? . . Ama bir baş
kası yönten1inizi taklit edip saçlarınıza, dizle r inize ve etinize
d okununca tehdit etıneye başlıyorsunuz . . . "
"Susun ! "
Uyutulmak istenliyorsam bu kez dediğini yapmalıyıın.
Bir süre ayakta bir şey söylemeden bekleyip tekrar sandalye
ye oturuyor. Sadece kalın bir kabuk var aramızda . Bütün ya
pacağı n1 o kabuğu parçalamak.
Gerçeğe yenilen sesi başıboş hayallerimin peşine takı lan
düşüncelerimi pa rça l ı yor : "Daha önce tanıdığınız psikiyat
ris tten söz etsenize! "
90
Vakit kazann1ak istiyor! Bu b e ni güld ü rüyor, ama yine de
a n l atı y o ru m o kad ını. "Ya şl ı a m a
, gü l er yü zl ü yd ü . Sı k sık,
hemen hemen her isted i ğ i m d e içki veri rd i bana . . . "
Sözü m ü keserek s o ruy o r : "On u n peş i n d e old u ğu şey
ney d i?"
Peşin d e old uğu ş e y ! B i lekleri m d eki a c ı , a nı n d a m i d e m e
iniyor. Susuyorum. Petra' nın peşi n d e o l d u ğunu söylemek
zo r und a değilim. Midemdeki acı dilime ulaşıncaya ka d a r
karşılıklı susuyoruz.
Sivri iğneler damağı m a batmaya başla d ı ğın d a yenid en
konuşuyorum: "Benimle yatacaksınız. Bunu aklınızdan çı
karmayın ."
Kadın başını kaldırıyor. Yatışmış gibi, ama h a l a cid d iy e al
nuyor beni. Teybi kapatıp soruyor: "Cezalandırmak istediği
niz kim? Kend :niz mi, Gönül mü?"
Gözlerimi kapıyorum . . Aylardan Ara l ı k , g ü n l erd en Per
.
nefret ediyorsunuz?"
91
"Elinizi dizlerinizden çekip cevap verin," diyor Petra .
"Karınızdan niye nefret ediyorsunuz?"
Karım ! Nasıl bilebilir? "Evde, telefon ederken ağlıyord u
nuz." Cevap alamayınca parmağını uzatıp hafifçe, orada ol
duğunu belli etmek ister gibi yanağıma dokunuyor. "Aradı
ğınız oydu, değil mi?"
Sessizliğe sıkı sıkıya sarılıp yanağımı eline, yüreğinden
parmaklarına inen acımaya bastırıyorum. "Ancak bir kadı
nın taşıyabileceği kadar çok hüzün var yüreğinizde," diyor.
Ardından söyleyeceği bu kadarmış gibi susuyor. O susun
ca, ben on sekiz yıl önce bizi unutan Tanrı'yı aramaya koyu
luyorum gökyüzünde. Ama aldatıcı sessizlik uzun sürmü-
92
yor. Petra inandırıcı, yumuşak bir sesle üsteliyor: "Söyleyin,
karınızdan neden nefret ediyorsunuz?"
Gözlerimi yıldızlardan nemli gözlerine çeviriyorum. Ar
tık işim Tanrı'yla değil, onunla .
"Tarık'ı seviyordu. Onu hiç unutmadı." Doğru; hatırlıyo
rum. "Bana sarıldığında aslında kendini Tarık'a sunuyordu."
"Ama sizinle evlendi . . . Tarık'ı sevseyd i . "
. .
93
dan başarısınd a n sıkılı ncaya kadar her uza tışında el inin al
t ın d a . . . "
"Anlamad ın1," d i yor Pe tra .
Di l i ınle o kokuyu arıyorun1 . Yok; saklann1ış . Petra' nın eli
or a da old uğunu ha tırla tınca, "İnsanlar kend ilerine karşı gü
venlerini arttıran başarılara aşık oluyorlar," diye mırı ldanı
yorun1 .
P arn1ağını uzatıp şa kaklarımdaki kırlığa dokunuyor. Du
d a klarından dökülen sözcüklerde beceriksizce gizlen1eye ça
lıştığı acın1ayı hissediyorum.
"Kendinizi hafife a lıyorsunuz." Elini, söylediklerine ina
nıyormuş gibi geri çekiyor. "Siz . . . siz anlattığınız kad ar güç
süz biri değilsiniz."
Bu kez kendiıni tutamıyor, gülüyorum. Ey o tad; nere
desin?
"Hiçbir zan1an kadınların beni kabullenmelerini zorlaştı
racak kadar güçlü biri oln1adım ben." Dilim sonunda tadı da
mağımda, sakland ığı kuytuda buluyor; sevinçle devam edi
yorum: "Gariptir, ama çoğu erkeğin kadınlar konusunda ba
şarılı olmasının sırrı, sanıld ığının a ksine güçlü değil, güçsüz
olmalarında gizlidir. O güçsüz olduğumu, başımı nasıl dön
düreceğini çok iyi biliyordu."
O ses, on sekiz yıl önce sırtımı kaplayan soğuk teri boy
numdan a ş a ğıy a salan homurtu, sözlerimi kesiyor. Kulakla
rımı kapatıyorum : Köpekler. . . Ali'nin zamanı daralıyor.
"Kutlad ığı başarı neydi?"
Onu uyarmalıyım. Şişeyi bırakıp d oğruluyorum. Zavallı . . .
Yuvarlaklaşan gözlerine eğiliyorum. "Seni bana tanıtan oy
du . . . Seni sad ece kıvırcık, siyah saçtan, kumsaldaki çıplak bir
vücut olmaktan çıkaran oydu."
Bir şeyler söyleyecek, ama cevabını beklemeden düzlü
ğün ucuna, gölgemin aşağıdaki ovaya, bir ünlem işareti gi
bi ça kıldığ! noktaya yürüyorum. Oradan seyretmeli ola
cakları .
94
Petra vakit ka ybetmeden soru yor. Korkudan ça t l a ya n � e
si aramızd aki uzaklığı geçip, aşağıd an yüksel en köpek h a v
lamasıyla birlikte ulaşıyor kulağıma : " Bend en bekled iğiniz
nedir?"
Cevap vermiyorum; meşgu lüm: Aşağı d a ki düzlü kte o n
sekiz yıl önceki hayaletleri a rıyorum. Yaklaşıp kolumu tutu
yor. "Lütfen . . . "
Ovadan ona dönüyorum . Evet, gözleri nen1li, iri, yu var
lak ve şaşkın. "Söyleyin, beni neden buraya getirdiniz?" Eli
ni çenen1e uzatıyor. "Bütün bu olup bitenler içinde benim ro
lüm ne?"
Gölgelerin altında yassılmış düzlüğe, henüz görünmeyen
köpeklere dönerken mırıldanıyorum: "Birkaç saat sonra, Do
ğudaki o sel yatağında yatan üniformalı bir haya letin cebine
bakacaksın . . . "
Petra, ova ve köpeklerle birbirine giriyor: "Bunu az önce
de söylemiştiniz." Elleri hırsla çenemi sarsıyor. "Neden siz
bakmıyorsunuz o cebe?"
Ben ! Hayır; bu mümkün değil. Başımı sallıyoru m . Eli b i r
den tokada dönüşüp yanağımda patlıyor. Faydasız . . . Hala
başımı sallıyorum. Bu kez yeni bir sinir krizinin eşiğindey
miş gibi bağırıyor: "Neden?"
"Ç un
"" ku"" . . . "
Hayır, ona orada öleceğimi nasıl anlatabilirim. Anlata
mam; anlayamaz. En iyisi göstermek. Parmağımı düzlüğe
doğru uzatıyorum. Petra elimi n çizdiği yayı izliyor; ovaya
d önünce on sekiz yıl önce Tarık'ın haber verdiği gibi heye
canla haykırıyor:
"Aman Tanrım, bunlar. . . "
95
"Köpekler," d iyor Tarık. "Arkalarında da askerler var."
Silaha uzanırken en son karşılaşmak isteğim şeyle yüz yü
ze geliyorum: Ali'nin gözleriyle. Ne acı, ne de hüzün var
gözlerinde. Ö leceği bakışlarından okunuyormuş ve ka çırırsa
sanki kurtulacakmış gibi başını Tarık' a çeviriyor. "Demek
gerçekten ikiye ayrılmışlar. . . "
Uzanıp Tarık'ı yanımıza çekiyorum. "Artık burada kala
mayız," diyor Tarık. "En geç on dakika sonra tepemize çö
kerler." Gülüyorum, oysa ağlamam gerek. Elveda esmer, kı
vırcık saçlı kız . Seni de bırakmak zorundayız. Ben kızla ved a
laşıyorum, Tarık, "Köpekler olmasaydı şansımızı denerdik,"
diye günah çıkarıyor.
96
Öfkeyle irkiliyorum. Deneyebileceğimiz o şansı bir saat
önce kaçırdık elimizden. "Keşke yanımıza kedi alsaydık, kö
peklerden kurtulurduk," diye fısıldıyorum.
Tarık, gözlerinde çentip sivrilttiği öfkesini sırtıma saplı
yor. "Sululuğundan bıktım . . . " Onu dinlemiyorum; dinleme
diğimi fark edince öfkeyle omzuma vuruyor. "Niye oraya
bakıp duruyorsun, ne var o tepede?"
Petra'nın hayalinden köpek havlamalarının daha da katı
laştırdığı gerçeğe dönüyorum. Ölümler, çaresizliğimiz, yani
yazgımız saklı o katılaşan gerçeğin içinde. Ya Amcam? Ali,
Tarık'ın öfkesiyle aldırmazlığımın arasına giriyor. "Acele
edin, çok vaktiniz kalmadı. . ."
Tarık ancak o zaman elini omzumdan çekip Ali'ye dönü
yor. Sıra gerçeğin Ali'nin sırtında kana bulaşan yüzünde. O
yüzle karşılaşıyor. Korkuyla titrediğini hissediyorum . Ama
yararsız bu . Bana dönünce başımı sallıyorum. "Omzundan
yaralanmış."
Ali, Tarık'a bakarak, "Omuz dediği sırtım," diyor. "Kürek
kemiğimin altında ciğerime kadar inen bir delik var. "
Tarık, dengesini yitirmiş gibi garip bir hareket yapıyor,
sonra titreyerek Ali'nin yanına çöküyor. Sı r tın a bakacak. Ya
rarı yok, diyeceğin1, aına susuyoruın. Ta rık başını kaldırdı
ğında kirpiklerinin ucunda elmas p a rç a s ı gibi yanıp sönen
bir damla var.
Dan1 la yan a ğın a doğru süzülürken yavaş, yenik bir sesle
m ırıld a nı yor : "Deneriz."
Ali başını sallıyor. Sıra bende. Ses i m i kontrol etmeye çalı
ş a rak "Dayanabildiğin yere kadar birlikte yüzeriz," diyo
,
97
Onu kucaklıyoruz; önce Ta rık, sonra ben . Taın ayrılaca k
ken, "Torbayı bırak," d iyor.
Hayır, bunu yapnrn k zorunda değil. Başımı çeviriyoruın.
Tarık, "Bırak," diyor.
Torbayı Tarık' ın ayaklarının dibine a tıyoru m . Eğer bıraka
caksak bunu yapan o oln1alı. Tarık torbayı açıp içind ekilerin
yarısını kend isininkine boşaltıyor, sonra göz göze gelmeme
ye çalışarak eğilip torbayı Ali'nin eline tutuşturuyor.
Artık gidebilir, Ali'yi birazdan köpek havlamaları, mermi
ıslıkları ve bomba gürültülerinin ardından ortaya çıkacak aç
gözlü kaderine teslim edebiliriz.
"Gönül' e . . . " Sesi inceliyor. "Gönül' e söz . . . "
Sonra susuyor ve bir süre konuşınuyor. Tarık'la göz göze
geliyoruz. İkimizin de gözlerinde yaş var; ikimiz de Ali için,
onun yerine ağlıyoruz. O an gelince onun kadar cesur olabi
lecek miyiz?
Ali sonunda cümlesini ezen hıçkırığı fırlatıp sözlerini ta
mamlıyor: "Size göz kulak olacağıma söz vermiştim ona ."
Oldun dostum, bizim yerimize ölüyorsun ya ... Ali düşün
celerimi okumuş gibi kırgın olmayan bir sesle gülüyor. İki
suçlu gibi Tarık' la birbirimize bakıyoruz. Hangimiz Gönül'ü
göreceğiz? Sağ kalan Gönül'ü alacak. Onun gözlerinde de
aynı soru ve aynı cevap var.
Tarık, Ali'ye tekrar sarılıp yandaki patikaya doğru yürü
yor. Onu izlemeliyin1. Ama izlemiyorum. Birkaç dakika daha
kalabilirim. Eğilip sigara paketimi uzatıyorum.
Ali, "Haklısın," d iyor. "Artık içebilirim." Sigarayı dudak
larına yerleştirmesini bekleyip yakıyorum. Omzuma dostça
vuruyor. "Ona kızma, doğru olanı yapmaya çalışıyor."
O garip, sıcak esintiyi hissedince ne göreceğimi bilerek ge
riye dönüyorum. Amcam orada; tepede. Onu boşuna sevme
mişim. Dünyanın en yürekli adamı, dünyanın en güleç yüzlü
adamıyla buluşmaya geldi. Ali'ye yaklaşıyorum. Bilmeli.
98
"Amcam g el d i , " diyo ru m. "Sen i yalnız bırakmayacak.
Güven ona Göreceksin, boşuna ölmediğini kanıt l a y a c a k sa
.
99
"Mırıl danınayı bıra kıp bana ne olup bittiğini anlatın," di
yor Petra.
Şimdiye kadar olup bitenler sabaha kadar olacakların ha
bercisi yalnızca; ama bunu ona söyleyemem. "Doğuya gidi
yoruz," diyorum. "Ali'yi bıraktık, o geride kalıp bizi izleyen
leri oyalayacak."
Petra'nın umutsuz çığlığı ovayı aşıp denize doğru incelen
geceyi ikiye ayırıyor. Ama biz aşağıdayız; aramızda on sekiz
yıl var ve onu duymuyoruz.
Sağırlığımızı fark edince silkinip omzunu kolumdan kurta
rıyor Petra. Şimdi gözlerinde tam on dört yıldır, onu bulmaya
karar verdiğin1den beri bu gece için biriktirdiği yaşlar var.
"Yapamazsınız," diye hıçkırıyor. "Onu nasıl bırakırsınız?"
1 00
Yaşlar yanaklarına, yanaklarından çenesine dökülürken,
aşağıda Tarık ve ben Doğuya, kurtuluşa d oğru y ürü y oruz .
101
Ses kalınlaşıp, anlaşıln1az bir haykırışa dönüştüğünde
Petra kolumu sıkıp, "Vuruldu," d iye nurıldanıyor.
Başıını sağd an sola sa llıyorum. Henüz kurşun etine gir
ınedi. Ama o sesi d uymasına az kald ı. "Biraz sonra," diyo
rum. "İlk kurşunu göğsüne yiyecek."
. .
" A ma, " d ıyor P e t ra . "S esı. . . . S esı . . .
"
1 02
Alev -artık onu böyle çağırıyorum- teybi açıp, dışarıdaki
yağmurdan odaya sızan nemi yok edecek kadar kuru bir ses
le soruyor:
"Diyelim ki buradan çıktınız, Petra'yı buldunuz ve Petra
sizinle o çöle gelmeye razı oldu. O kızın Ali'nin yüzünde gör
mesini istediğiniz şey neydi?"
"Gülüşü," diyorum, gülerek .
Alev, gülümsemen1i de kuru tan sesiyle devam ediyor:
"Gülmeyi önemsiyor olınalısınız."
"Evet, biri pana insanları hayvanlardan ayıran en temel
özelliğin gülmek olduğunu söylemişti. "
1 03
Bir süre konuşmuyor. Kolumu kıpırdatıyorum. Artık kal
dırabilirim; kayışı çıkaralı iki hafta old u . Kolumun yerine ba
şımı kaldırıyorum. Bugün tedbirli; üzerinde dizlerini kapa
yan uzun beyaz önlük var.
"Sözleriniz old ukça mantıksız, Ali neden gülsün ki ?"
Suçüstü yakalanmışım gibi başımı geriye, yastığa bırakıyo
rum. "Az sonra öleceğini bilen biri neden gülsün?" diye
tekrarlıyor.
"Kim bilir, belki sırtındaki kurşun hala gıdıklıyord u onu,
belki de güneşe gömüleceğini hatırlamıştı ."
Şaşırmadan, "Demek Ali güneşe gömüldü?" diyor. "Öyle
n1i?"
"Hepimiz güneşe gömülmek için gitmiştik oraya . Şimdi
daha iyi anlıyorum."
Teybi kapatıp ayağa kalkıyor. Onu izliyorum. Pencereye
yanaşıyor. Bir süre konuşmadan bahçeye yağan yağmuru
dinliyoruz. İ lerde ağaçlar, daha da ötede, belki de Göçmen
Bürosu'ndaki o adamın kıyısında balık yediği Boğaz var.
Alev, geriye dönmeden, yağmur onu büyülüyormuş gibi al
çak ve yorgun sesle yeniden konuşmaya başlıyor: "Daha ön
ce hiç intihar etmeyi düşündünüz mü?"
Nereye varmak istiyor? Dudağımı ısırıp cevap veriyo
rum: "Hayır."
Geri dönüyor. "Ya Ali, ya Ta ... " T ile a'yı tamamlayıp Ta
rık demiyor. "Yani, o sırada yanınızda olan üçüncü kişi ."
"Hayır," diyorum yine.
Hızlı adımlarla yatağa yaklaşıyor. "Güneşe gömülmeyi is
temekle," elini göğsüme uzatıyor, "ya da böyle içmekle, inti
har etmenin ne farkı var; söyler misiniz?"
Başımı sallıyorum. Eğer vakit kalırsa ondan nefret edece
ğim . Bizi hafife almamalı . "Biz oraya intihar etmeye gitme
dik," diyorum.
"Peki, neden gittiğinizi söyler misiniz?"
1 04
Söylerim . Daha önce hem gümrük memurlarına, hem de
o yaşlı psikiyatriste söyled im. Yutkunuyorum.
"Ali size yalnızca gülmeyi düşünen biri gibi gelebilir.
Ama o gülümsemesinin ardında bütün dünyayı kavrayacak
kadar güçlü bir inanç vardı. Tarık' a gelince: Tarık yaşamaya
değecek bir neden, bir hayat edinme k için gitti oraya . . . "
"Ya siz?" diyor, etkilenmiş görünmeden.
Ben? Gülüyorum. "Ben oraya a nı ed inmek için gittim.
Amcam'ı mutlu kılacak anıların peşindeydim."
"Yine Amcanız ! Sizin Amcanız yok," diyor. "Araştırdık,
öyle biri yaşamamış."
Yanılıyor; başımı sallayıp, "Yirmi bir yaşındaki her insa
nın benimki gibi bir Amcası vardır," diyorum. "Direnen, ge
rektiğind e bir şeyleri kurtarmak i ç in ölecek herkese bir Am
ca gereklidir."
Alev uzlaşmaz bir sesle saldırısını sürdürüyor:
"Süslü, ama içi boş bir cümle." Sandalyeyi çekip oturuyor.
Hareketleri giderek sertleşiyor. "Sadece sözler. . . Siz nesiniz,
biliyor musunuz? Romantik, ama sağduyusu olmayan, sade
ce söz üreten bir nesil . Zorlukla karşılaşınca bir şişenin içine
kaçacak kadar da korkaksınız."
Öfkeli mi, budala mı? Hangisiyse nasıl bir nesil olduğu
muzu öğrenmeli . Onun öfkesinin aksine, sakin olmaya çalı
şarak gözlerimi kapatıp karşılık veriyorum:
"Bu nesil düşlerinin peşine takılarak buradan yüzlerce ki
lometre ötedeki bir çöle, kendini nazlı bir sevgili gibi sakla
yan devrimi bulmaya gitti. Orada üşüdü, korktu ama düş
görmekten vazgeçmedi. Sonra bir gece, yirmi dört kiloınetre
yürüdü ve ölümle yüz yüze geldi ve ölümle yüzleşti." Ona
bakmadan bitiriyorum. "Bunları yaparken sözlerin üstüne
değil, ayaklarıyla toprağa basıyordu."
Kirpiklerimi aralıyorum. Aralanan önlüğün altındaki bi
çimli dizleri bir saldırıdan korunmak ister gibi birbirine biti
şik. "Ama bütün bunlar için bir nedeniniz yoktu."
1 05
Kes k i n b i r a c ı n1 i d eme s a p l a n ı y o r. G e rçek ten böy l e m i
d ü şü n ü yor? A l i gibi a ş ı k o l ın a yı, s e v ın e y i b i l e n l erin ö l m e
s i n i n h i çb i r d eğeri yok m u ? Ba k ı ş l a r ı ın ı d iz l eri n d e n a l ı p b i
l e ğ i nH.i e k i m o r l u k l a ra çeviriyorum. "Ceva p vermeyi d ene
yi n," d iyor.
C e va p ! "Ned enin1iz vard ı," d iyonm1 . "En a z ı n d a n b i r
ta n e . "
"Neydi?"
"Biz . . . Biz, size koınik ve anlamsız gelse d e dünyaya aşık
tık; biz insanın b iy o loji k bir varlıktan ö te, soy u t kavramlara
ka rşı özel sonıml u luğ u olan bir va rlı k olduğuna inanıyor
d u k . . . " Boğazıma yü k selen i ç ki ta dını bastırı yorum . " Eğer in
sansa nız bazı şeylere aşık olmak zorundasınız. Mesela gülıne
ye, mesela g üneşe, mesela Amcam'ın nedensiz özverisine, me
sela direnmeye, mesela marul gibi ekili şeylere. Anlayacağınız,
aşık oln1ak için çok neden vardı ve bizler de iyi birer a şıktık."
Çaresiz kalmış g i b i ellerini iki yana a çıyor. "Yine büyük,
i d d i a l ı s ö zle r. . . " Ellerini izleyerek öne doğru eğiliyor. "Peki,
alkolü bu inancın neresine koyuyorsunuz?"
İ çki ! İçki, s a ndığının aksine beynimi uyuşturmuyor, o ge
ceyi, yi rıni birinci yaşın1 ı hatırlatıyor bana; olup biten her şe
ye a l ışmamı, unutmamı, kabullenmemi engelliyor.
Bunları söylesem bana inanır mı? Cevap vermeden yü
zündeki k orku t ucu ifadenin anlamını çözmeye çalışıyorum.
M erak, ın erak var yüzünde. Belki de ilk kez gerçek yüzüyle
karşı karşıyayım . Ö yleyse benimle yatacak.
" Bn, sizin bilmeceniz," diyorum. "Çözmek de sizin soru
n u nuz. " Geri çekiliyor. "Bu yüzden benimle yatacaksınız."
Ya t mı ş gibi irkiliyor. Doğruyu söylediğimin farkınd a ve
b u d ü ş ünce benim gibi onu da korkutuyor. Yine de karşı
koyu yor:
"Bu da aptalca varsayımlarınızdan biri . . . " Dizlerine baktı
ğımı fark edince önlüğüyle kapatıyor. "Bunun gerçekleşmesi
için tek b i r neden bile yok. "
1 06
Ted irgin olacağını bilerek başımı sa llıyoru m . " Var . Sa d e
. .
1 07
"Duralım," diyorum Tarık' a.
İri taşların, köksüz, kurumuş çalı gövdelerinin yığıldığı
sel yatağının ortasında duruyoruz .
Tarık telaşla yaklaşıyor: "Ne var?" Silah sesleri susalı beş
dakika oldu . Acaba sigarasını içebildi mi? Tarık omuzlarım
dan tutup sarsıyor. "Ne var dedim, ne oldu?"
Yüzünde kaygıdan arta kalan bir koyuluk var. Sorusunu
tekrarlatmadan cevap veriyorum: "Patlamayı duymak isti
yorum."
"Patlamayı mı?" Başımı eğiyorum. Yeniden konuşmaya
başladığında incelip bir bıçak gibi tınlıyor sesi: "Saçmalama .
Güneş doğmadan buradan uzaklaşmalıyız."
1 08
Geniş, düz bir taşı gözüme kestirip oturuyorum. Saçmala
yacağını; saçmalayıp Ali'yi düşüneceğim. "Sen git," diyo
rum. "Ben burada oturup bekleyeceğim . . . "
Yerden küçük beyaz bir taş alıyorum. Tank hırsla ayağının
dibindeki kayayı tekmeliyor. Bakışlarında alnında biriken ter
de yansıyıp kaşlarını kızıla çeviren bir öfke var. Birbirimizi sü
züyoruz. Bakmakla saçmalamamı engelleyemeyeceğini anla
dığından öfkesini kontrol etmeye çalışarak yaklaşıyor.
" İ yi ama, neden bekleyeceksin?"
"On u terk ettik," diyorum "Hiç olmazsa ölürken arkamı
.
1 09
Tarık, uzun bir kararsızlıktan sonra başını önüne eğerek,
utannuş gibi, "Evet," d iyor.
Sigarayı uza tıyorum. " İ ster n1isin?" Elini u z a tı p a lıyor.
"Bence seni s e ç n1el i ," diyoruın.
"Hayır," d iye karşı ko y uyor. "Ben senden sonra ta nıd ıın
onu."
Gizlice, ona fark ettirmemeye çalışarak başı m ı sall ıyorum .
Sigarayı geri veriy o r. "Ama ona layık olan sensin," diye fısıl
dıy o rum .
külen kızıl bir mürekkep gibi yayılan ses, yıldızlarla sel yata
ğ ı n ın arasında birkaç kez sekiyor, sonra sönüp susuyor.
Tarık' a dönüp, "Ali uçtu," diye fısıldıyorum. "Anı old u.
Sabah olduğunda bizi aydınlatmak için güneşe varmış olur
mu dersin?"
110
Elini omzuma koyuyor. Ağır, üzgün ve pişma n l ıkla y ü k l ü
bir el bu . Ti tred i ğini fark ed ince elini ç eki y o r. Bu kez sesini
duyuyorum:
"Yapabileceğimiz bir şey yoktu ." Belki hakl ı . Ne ya paca
ğını kestiremediği elini cebine sokuyor. "Artı k git m e l i y i z kö
,
111
Ses ve toz üzerimizden aşıp arkamızdaki tepeye sıçrıyor.
Birkaç dakika sonra Petra'yı düzlüğe tırmanan meyilde yer
de yatarken buluyorum. Kirpiklerinde donmuş gözyaşları,
dudaklarında ise ölü sözcükler var. Elimi uzatıp onu yattığı
yerden kaldırıyorum. Birlikte aşağıda gecenin içinde açmış
bir gülü andıran toz bulutunun tel tel soyulup kayboluşunu
izliyoruz. Dakikalar sonra gece yine siyahlaştığında Ali' nin
yanında, yerde yatan üç gövdeyi fark ediyoruz. Biri asker,
ikisi ise parçalanmış köpek cesedi.
Petra üzerindeki tozu silkeleyip, "Öldüler, değil mi?" di
ye soruyor.
Cevap vermiyorum. Petra hıçkırıyor. Ama gözlerinde yaş
yok artık. Koluna girip düzlüğe, bulmayı umut ettiğim şişe-
1 12
nin yanına çıkarıyorum onu . Evet, orada. Şişeyi uzatıyorum.
Başını sallıyor. Ben içeceğim; içiyorum. Petra belki bi ninci
kez, "Geri dönmek istiyorum," diyor.
Koluna girip düzlüğün öteki u cuna sürüklüyorum onu .
Aşağıdan yükselen inlemelere, İbranice haykırışlara aldırma
dan d enize bakıyoruz. "Burası iyi," diyorum Petra'ya . "Bura
dan bütün olup bitenleri görebiliriz."
Karşı koymadan, sözlerim yerçekimini yok etmiş gibi ağır
hareketlerle oturuyor. İçkiyi iki kilometre Doğuda, az önce
Tarık'la tartışırken edindiğim krampın üstüne boşaltıyorum.
"Bak," diyor Petra .
Bakmıyorum; işaret parmağının ucunda ne olduğunu bi
liyorum. Petra, "Çok kalabalıklar," diyor.
Evet, kalabalıktılar. Gözkapaklanmın gerisinde titreşen ka
ranlığın içinde görüyorum onları. "Birazdan peşimize düşe
cekler," diye mırıldanıyorum. " Üç köpek, on dokuz asker. . . "
Eli saçlarıma uzanıyor. Birden Gönül'ü hatırlıyorum. O da
böyle dokunmuştu vedalaştığımızda . . . Sesi, Gönül'ü ve gö
rüntüsünü on sekiz yıl öteye itiyor.
"Beni geri götürün . . . Ne olur? Daha fazla dayanamayaca
ğım." Başımı sallıyorum. Bu kez öfkeyle bağırıyor: "Keşke
Ali'nin yerine siz ölseydiniz."
Şişeyi yere bırakıp ona dönüyorum. Gözlerinde şimdiden
büyüyen bir pişmanlık var. Konuşmaya kalkınca elimi kaldı
rıp onu susturuyorum. Havada kendi başına, çaresiz bekle
yen elimi tutuyor. Bunun dileyebileceği en içten özür oldu
ğunu biliyorum. İstediği olacak.
Dudaklarımdaki mührü söküyorum, sesim kısılıyor; son
ra, "Öleceğim," diyorum. "Sabah, tam güneş doğarken. Sen
de yanımda olacaksın."
"Hayır," diye bağırmaya çalışıyor; ama başaram.ıyor.
Elimi d işlerime götürüyorum. Bu sızı bir gün öldürecek
beni.
113
"Görüşmeyeli ne kadar oldu?"
Cevap vermeye çalışıyorum, ama dişetlerimd eki acı he
men susturuyor beni. Kendini gümrük bölümü yetkilisi diye
tanıtan, gözleri yanaklarına akmış bakan adam yaklaşıp ağ
zımı açmamı işaret ediyor.
Açıyorum. "Merak etmeyin, birkaç güne bir şeyiniz kal
maz," diyor adam. Birkaç gün ha . . . Dipteki yaraları da görebil
sin diye sonuna kadar açıyorum ağzımı. "Evet, evet, gördüm.
Ama kabahat sizde." Doğrulurken kabahatimi söylüyor. "Kim
söyledi size dilinizi ısırıp koparmaya kalkışın diye."
Ali dememek için zor tutuyorum kendimi . Sonra tutmak
tan vazgeçip acıya aldırmadan kü frediyorun1.
1 14
A dam " M e r ak etmeyin," di y or tekrar. "Soruşturma bi t i n
,
ce size güzel bir çift takma diş y a ptırı r ız. Masanın üzerinde
"
şabiliriz . "
B ardaktaki acı s ıvıyla ağzımı çalkalıyoru m Sigara u zatı
.
1 15
pıya bakıp, "Yöntemlerinizin inceliğine hayranım," diye mı
rıldanıyorun1.
Kapıd aki nöbetçi yerinde değil. Öyleyse ... Yalnızız . Pence
reye bakıyorum; parmaklık yok. Belki . . .
"Hayır," d iyor adam. "Yerinizde olsam denemezdim. Kı
mıldamaya, hele kalkmaya davranırsanız sizi vururum." Ad a
mı süzüyonım. Kısa boylu ve şişman. O, bakışlarım niyetimi
ele vermiş gibi devam ediyor: "Görünüşüm sizi aldatn1asın.
Ben eski bir paraşütçüyüm. 1948'de Kudüs'ü alan birlikten . . . "
Kanıtlarını art arda sıralayacak: Gömleğini kaldırıp belindeki
tabancayı gösteriyor. "O zamandan beri bu hep üstümdedir. . . "
Elimi sallayıp vazgeçtiğimi anlatıyorum.
Adam, "Anlaştık," diyor. Uza ttığı ikinci sigarayı da alıyo
rum. Anlaşmamızın şerefine gülümsüyor. "Şimdi gelelim ar
kadaşlarınıza . . . "
Hayır, ikisine de yaklaşaınayacak. "Yalnızdım," diyorum.
"Yanlışlıkla sınırı geçtim."
Adam anlaşmayı bozmamdan dolayı hayal kırıklığına uğ
ramış gibi birden gülümsemekten vazgeçiyor. Sonra, "Ya kö
pekler," diyerek yaklaşıyor. "Kibutzda bırakılan eşyaları
koklayan üç köpek de sizi yirmi beş kişi arasından seçti."
"Yerinizde olsam, köpeklere bu kadar inanmazdım," di
yorum.
Adam başını sallayarak somurtuyor. Onu sokakta görsem
zararsız biri olduğuna yemin edebilirim.
"Şimdi adınızı hatırlıyor musunuz?" Hayır, başımı sallı
yorum. Geriye dönüp masanın üstünden aldığı dosyayı uza
tıyor. "Öyleyse şunu okuyun . Belki bu hatırlamanıza yardım
edebilir."
Alıyorum. Açtığım ilk sayfada üç yıl önce, Ankara' da ilk
kez tutuklandığımda çekilen fotoğraf var. Dosyayı kapatıyo
rum. Öyleyse neden . . . Adam beni bekliyor: "Dişlerinizi çe
kerken adınızı biliyorduk. Sizinkiler dosyayı aylar önce gön
dermişlerdi . . . "
116
Onu g eberteceğim. En azından deneyeceğim . Bunun i ç in
de yemin edebilirim. Birden gözleri m kararıyor Kusacağı m .
.
117
Deney ! Biri bird en sırtıma su döküyor. Hayır, bu mümkün
değil, oda d a yalnızız. Ter! Sıvılaşıp sırtımdan fışkıran ter mi?
Sonra kavrıyorun1: Korku bu; korkuyu terliyorum . "Bu be
nim fikrimdi," d iyor adam. "Bir araştırma grubumuz var,
çok tandır sizin gibi birini arıyorlardı."
_
işaret ediyorum; az önce geri çevird iğim sigarayı içece
ğiın. Adanı yaklaşmadan paketle kibriti divana, yanıma atı
yor. . . Tad ını kaybetmiş sigarayı yakıyorum. Adam bir süre
düşünür gibi bekliyor, sonra birden soruyor: "Yahud iler hak
kında ne düşünüyorsun?"
Pa keti geri fırlatıyorum. Tutmaya çalışmadan elini şimşek
hızıyla beline götürüyor. Gülüyorum. O da bana katılıyor.
Demek Yahud iler konusunda duyarlı.
"Hangi Yahudilerden söz ediyorsunuz?" Adam önce om
zunu silkiyor, sonra eliyle göğsünü işaret ediyor. Cevabı bü
yü k bir zevkle veriyorum: "Sen Yahudi d eğilsin ki. Senin gi
bilerin ne milliyeti, ne de soyu vardır. Seninle çevrede kimse
yokken karşılaşmak isterd im." Parmağımı beline uzatıyo
rum. "O zaman silahın da kurtaramazdı seni."
Adamın yüzü sanki onu sevdiğinıi söylemişim gibi yumu
şuyor. Garip, gülmek onu esmerleştiriyor; şimdi farkına varı
yorum bunun. "Yahudilerden nefret ediyorsun? Öyle mi?"
"Senden nefret etınemin Yahudi olmanla hiç ilgisi yok,"
diyorum.
Meydan okur gibi divana yaklaşıyor. Göz göze geliyoruz.
Tetikte; eğer kımıldarsam bu kez yanın bıraktığı işi tamam
layıp beynimi dağıtacak. . . Dud aklarımdan sızan kandan ısla
nan sigarayı uzatıyorum; alıp arkasını d önüyor. Yerimden kı
mıldamıyorum. Beni deniyor olmalı. " Ö yleyse beğendiğin
Yahudiler de olmalı."
Çok. .. Yine de cevap vermeden önce geri dönmesini bek
liyorum. Sigarayı kül tablasına söndürmeden bırakıp dönü
yor. Artık istediği cevabı v�rebilirim ona: "Evet, ama hiçbiri
senin v.ibi kasap değil ."
1 18
Adam bir an için duraklıyor, sonra burnunu kaşıyıp soru
yor: "Kim olduklarını öğrenebilir miyim?" Köşeye doğru yü
rüyor. Sinirlendi. Sandalyeyi alıp karşıma yerleşiyor. "Ama
sakın Freud, Marx ve Einstein deme . "
"Freud, Marx, Einstein ve gülmeyi bilenler," diyorum. İb ra
nice bir küfür sallıyor. Şimdi mi? Hayır. Biraz daha sinirlenme
li. Acaba zayıf yeri neresi? "G eceleri rahat uyuyor musun?"
Anlamayınca tekrarlıyorum: "Yatakta ." Sorumun gerisini me
rak etmiş gibi başını sallıyor. "Gündüzleri, burada önüne ge
lenlerin kafasını kırıyor, geceleri de uyuyorsun; öyle mi?"
Adam, onu daha da esmerleştiren bir gülümsemeyle ce
vap veriyor: "Evet, hem de mışıl mışıl."
Demek mışıl mışıl . . . Ya karısı? Karısı? Evet, olabilir. "Ama
karını beceremiyorsun, değil mi?" Gözleri yavaş yavaş yuva
sından dışarıya akıyor. O sandalyeyi devirip ayağa kalkar
ken ben bağırarak, kırık cümlelerle devam ediyorum: "Birisi
bana senin gibilerin karılarını beceremedikleri için bu kadar
acımasız olduklarını söylemişti. Sen iktidarsız bir orospu ..."
1 19
ya l gözlerimin önünden g eçiyor. Canı acıyor olmalı. Her
şey belirsizleşiyor. Bildiğim tek şey var: Bundan sonra hiç
bir kadını beceremeyecek . . .
B u düşünce sessizlik perdesini yırtıyor. Birden odayı kap
layan küfürleri, çığlıkları, İ branice haykırışları örtüp yutan
kahkahayı duyuyorum. Kim gülüyor? Biri; iğrenç, korkutu
cu bir ses bu . . .
Kahkaha tekrarlanınca korkuyla ürpererek adamı bırakı
yorum. Sırtıma, boynuma inen darbeler duruyor. Başımı çe
viriyorum: Dehşet içinde beni seyreden altı çift göz var kar
şımda.
Tanrım! Gülen benmişim. Damağıma batan acıyı dilimle
söküp tükürüyorum. Dişlerim, artık hiç dişim yok.
Ü zerime eğilen yaşlı kadına elimi uzatıp geri istiyorum
benden çaldıklarını .
"Dişlerim, lütfen dişlerimi geri verin."
1 20
Takma dişlerimi yerine takıp Prenses Hazretleri' nin açık
kalmış ağzına bakara k anlatıyorum: "Gördünüz mü, tümü
porselen. Türkiye' de henüz bu kalitede yapılmış takma diş
yok. :'
"iğrenç," diyor Prenses, bayılacak gibi iki yana sallanırken.
Düşse sevinirim. Salonun Boğaz' a açılan büyük pencere
sine doğru yürüyorum. Kadın beni izliyor. Onunla işim yok;
sabah güneşi altında gümüş bir şeridi andıran su yolunu sey
redeceğim. Son iki dişimi de kaybettiğim o gecenin üstünden
tam dört yıl geçmiş. Ama acı hala damağımda, dişlerimi elle
dikçe sızlıyor. . . Sızıya Prenses'in sızlanması katılıyor: "Gö
nül' e evlenemeyeceğinizi açıkça söylemelisin."
121
Geri d önmeden, "Söyled i n1, " d iyoru n1 . "Bu ya l ı y a g e l e l i
iki a y mı old u ? İ n a n ı n , her gece en az üç k er e a çı kça s ö yl e
dim . An1a nasıl tepki gös terd i ğ i n i biliyorsunuz ."
Ka d ı n y a k l a ş ı p elini omzu ma k oy uyo r. Mısırlı bir Pren
ses ! Açığa vurabileceği en sa y g ı değer iltifat bu a l ın al ı . Anca k
bir s a r ay l ı n ı n önerebileceği çö z ü ın ü sürüyor önü n1 e :
" Yi n e de n e m e lisi n, " d i y or. "Birbi rinize u ygun değ i l sini z .
Üs t eli k, " El im de k i k a dehi i ş are t ed iyor, "durmadan içiyor
sun. Sana gü v e nm e d iği m i bi li y or su n . " Eller i ni p i ş m a n l ık l a
iki yana açıyor. "Kabahat bende. On u An k ara' y a o okula
gö n der n1 e y ece k ti m . Seni hiç tanıınayaca ktı . "
" K ab ah a t in yar ı s ı s izi n, " d i yerek gülüyorum. "Onu ka
natlarınızın altından çıka rmaya ca ktınız . " Sonra benim olan
öteki yar ı s ı n ı a ç ı k l ı y oru m : "Aslında hiç doğ m aya c a kt ı m . Bu
da bir ka b a ha t . "
Kadın, b a n a ald ı r m a d a n , " İ k ini z d e mantıklı olmak zo
rundasınız," diyor. "Evlenseniz bile bu evliliğin y ü rüme
y e c e ğini biliyors u n . Birbirinize söz verdiğinizde daha ço
cuktunuz . "
Evet, çocu ktuk . Ben yirmisinde, Gönül ise o n dokuzun
dayd ı o zaman. Söz verdiğimizde· adım ve dişlerim vardı,
Kasım'ın da öteki aylardan bir farkı yoktu.
Geri dönüp Boğaz' dan yansıyan ışığın içinde iri h a yale t
leri andıran gemileri seyrediyorum. Acaba neyin peşinde?
Kurtarmaya ç a l ı ş tı ğ ı kızının gele c eği mi, yok s a parası mı ?
"Onun parası b en i ilgilendirmiyor," diyorum. "Bütün istedi
ğim bu p encereni n önüne oturup içki içmek ve o geceyi
unutmamak."
Asaletini bir kenara bırakıp öç alır gibi soruyor: "Bu ne
kadar sürecek?"
Ne kadar? O hücrede geçen zamanı geri alabilir miyim?
Belki . . . "En az iki yıl," diye cevap veriyorum.
"Sonra," diyor kadın. "Sonra ne olacak?"
1 22
Kadehi sehpaya bırakıp kadına dönüyorum. İsted iği ce
vabı alacak. "Sonra Petra'yı arayacağım."
İ hanete uğraya n oymuş gibi hafif bir ç ı ğ lık atıyor. "Bir ka
dın, hem de başka bir kadın var."
"Evet," diyorum hınçl a . "Başka bir kadın va r. Esmer, kı
vırcık saçlı, yirmi sekiz yaşında ve denize çırılçıplak girmek
ten utanmayan bir kadın."
Prenses bir süre konuşamıyor. Kadehi ona uza tınca haka
retin en büyüğüne uğramış gibi bağırıyor: "Bunu ona nasıl
yaparsın?" Nasıl yapacağımı söylemeden denize geri dönü
yorum. İ natla yine peşimden geliyor. Öfkesi önce kalın du
dak boyasını, sonra ş iv esini bozup akıtıyor. "Gönül sende n e
buluyor?"
Dudaklarımı ıslatıyorum; ama cevabı ben değil, Gönül'ün
sesi veriyor: "Anne!"
İ kimiz de salonun öteki ucunda boy aynalarının arasında
gid ip gelen üç öfkeli Gönül' e dönüyoruz.
Kadın karşı koymak ister gibi ellerini kaldırıyor. Sonra ıs
rarından ve prensesliğinden vazgeçip, soyundan ona miras
kalan kölelik içgüdüsünü açığa çıkaran bir eziklikle hızlı
adımlarla merdivenlere doğru uzaklaşıyor.
Gönül pencerenin önüne gelinceye kadar içkiyle oyalanı
yorum. Ü çüncü yudumda koluma giriyor. Birlikte balkona
yürüyoruz. "Nasılsın?"
Kadehi gösteri p, "Yarı yoldayım," diyorum. "Henüz ayıklı
ğımı haklayamadım." Gülüyor. "Bu da beni sinirlendiriyor."
Havanın nemi dişetlerime batınca içkiden uzun bir yu
dum daha alıyo rum. Gönül belime sarılıyor. Saçlarının koku
sunu içime çekiyorum. Değişmemiş. Altı yıldır, onu tanıdı
ğımdan beri henüz koparılmış bir kır çiçeği gibi kokuyor.
"Annem ne diyordu?"
"Önemli değil," diye fısıldıyorum kulağına. "Senin bende
ne bulduğunu merak etmiş " .
1 23
Başını kald ırıyor. Bu kez geri çeviremem . Uzanıp dudak-
larına dokunuyorum. "Bunu bana sormalıydı," diyor.
Ben soruyorum: "Ne buluyorsun?"
"Biliyorsun," diyor.
Haklı, biliyorum. "Beni ve Tarık'ı," diye mırıldanıyorum.
Başını sal lıyor. Kendimi kontrol etmeye çalışıyorum, ama ba
şaramıyorum. Gözyaşları dudaklarımdaki fısıltının üstüne
düşüyor: "Seni seviyorum. Ama bunu daha ne kadar ayık
olarak söyleyebileceğimi bilmiyorum. Hem ben . . . "
Parmağını uzatıp dudaklarımı durduruyor, sonra ayakla
rının ucunda yükselip öpüyor beni.
"Sen adını unuttun . . . Bunu biliyorum." Ona sarılıyorum.
Annesi haklı; üzülecek. "Seni seviyorum," diye devam edi
yor. "Sakın bunu unutma . Duydun mu?" Kulağıma fısıldı
yor: "Seni seviyorum; 1 966' da fakültedeki o amfide yanıma
oturup dünyaya nasıl aşık olduğunu anlattığından beri."
Geri çekilip gözlerine bakıyorum. Doğru; bir erkeği se
ven bakışlar var gözlerinde. Ama hangimizi? Gönül başını
sallıyor:
"Seni," diye tekrarlıyor. "Seni seviyorum." Cevap verme
den gözlerindeki yeşil rengi seyrediyorum. "Göreceksin," di
yor. "Sana bunu kanıtlayacağım."
1 24
Önde köpekler, arkada aydınlatma mermilerinin ışığı al
tındaki askerler, birlikte Doğuya doğru akıyorlar. Az sonra
çevreyi toza boğan bir helikopter yanımıza inip Ali'nin, aske
rin ve üç köpeğin cesetlerini alıp havalanıyor. Petra'ya sakin
olmasını işaret edip kırmızı ışıklarını yakıp söndürerek uzak
laşan helikopteri izliyorum.
Ses kaybolan bir parazit gibi boğuklaşınca Petra elini uza
tıyor. "Orada mısınız?"
"Burdayım," diyorum.
"Bana bir sigara verir misiniz?" Yakıp veriyorum. İçn1eye
başlamadan soruyor: "Sizi sevdiğini nasıl kanıtladı?"
1 25
Nasıl? Kran1p mid en1i delip karın boşluğu ma çıkıyor.
Gözlerimi kapatıp o günü, o ba lkonu, o bakışı ha tı rlamaya
çalışıyorum.
"İçmeye başladığımda Perşeınbeydi . En son hatırlad ığım
kadehi Cuma öğleden sonra bitirn1iştiın. Ayıld ığımda gün
lerden Pazartesiydi ve . . . "
Petra, "Ve," diye heyecanla tekrarlıyor.
Gerçeği değil, düşled i ğim Gönül'ü anlatıyorum ona : "Gö
nül başucumdaydı ve ağzında tek d i ş yoktu."
Petra bu kez ne çığlık, ne de toka t atıyor. Sigarayı yere dü
şürüyor. Alıp eline tu tuştu ruyorum, bir süre susuyor.
Sonra aşağıdaki askerler Doğuya giden patikada kaybo
lunca konuşmayı yeni öğrenmiş biri gibi sözcükleri heceleye
rek soruyor: "Son-ra ne ol-du?"
"O gece yattık. Gönül, Tarık ve ben. Karnın da Tarık' la be
nim oğlumuz vardı."
Petra sonunda sigarayı hatırlıyor. Kendini toparlaması
için zamana ihtiyacı var. Beklerim . . . Sigarasından art arda
birkaç nefes çekip, aydınlatma merınilerinden geride kalan
kızıllığa bakarak soruyor: "Onunla evlendiniz mi?"
"Oğlan doğunca," diyorum.
"Adı, yani oğlunuzun adını ne koydunuz?"
Korkuyla ayağa kalkıyorum. Bu kız bir falcı; nasıl bilebi
lir? Elimi bıçakn1ış gibi ona doğru uzatıp, "Biliyorsun ! " diye
bağırıyorum.
O da ayağa kalkıyor. Gözlerinde bütün ovayı kaplayacak
kadar büyük bir suçlama var. "Neyi?" diye soruyor.
"Gönül'ün çocuğa adımı koyn1aya kalkıştığını . "
Meydan okuyan bir umursamazlıkla yaklaşıyor. Yapma
malı; sormamalı . . . "Belki de adınızı söyleme vakti geldi."
"Hayır!" diye bağırıyorum. "Biliyorsun, ben sadece hika
yeyi anlatıyorum."
Petra bir işkenceci gibi kararlı, elini göğsüme uzatıyor.
Tekrar bağırmama kalmadan soruyor: "Adınız ne?"
1 26
Sesimi yu tuyorum. Yine de sö z cü k le r boğuk bir mırıltıya
dönüşü p duda klarımdan dökülüyor: " Unuttum, a d ı m ı u n u t
tum ben ! "
"Söylemek zorundasınız. Yoksa sizinle gel m e m ! Bunu "
insan."
1 27
"Filme alınan sorgulamanızı defalarca izledik. . . Çok etkilen
diğimizi bilmenizi isterim. Yanımda gördüğünüz beyler bu
araşhrmada bana yardım edecek olan asistanlarım. Hayır, ha
yır, telaşlanmayın. Sizi tekrar o dar görüşlü, şoven memurlara
geri vermeyeceğiz. Onlar denediler ve başaramadılar. Sıra biz
de. Ama önce, geçen haftaki gibi bir saçmalık yapmayacağını
za söz verin. Asistanlarımın hepsi erkek olmaktan memnun ve
geceleri mutlu ettikleri birer eşleri var. . . Söz veriyor musunuz?"
Dişsiz ağzımı kapatıp başımı sallayarak veriyorum isted i
ği sözü . Yaşlı kadın memnuniyetini açığa vuran bir el hareke
tiyle kapının yanında duran silahlı sivile dönerek İbranice bir
şeyler söylüyor.
1 28
Adam itiraz edince emri bu kez İ ngilizce olarak tekrarlı
yor: "Çözün, dedim!"
Sesi, tavırlarıyla uyuşmayacak kadar yumuşak. Ellerimi
yaklaşan adama uzatıyorum. Genç ve öfkeli biri; o da güm
rük bölümünden olmalı. Anahtarı kelepçenin kilidine sokun
ca dayanamıyorum:
"O ihtiyara selam söyle; bundan böyle atlarken kasıkları
nın arasındaki o düz şeyi paraşüt olarak kullanabilir."
Adam homurdanarak kelepçeyi çıkarıp yaşlı kadının ya
nında duran kısa boylu genç asistana uzatıyor. "Mizah duy
gunuz dikkat çekici," diyor kadın. "Hep böyle misinizdir?"
Cevap vermiyorum; zaten o da beklemeden yana dönüp
esmer ve yakışıklı birine işaret ediyor. Adamın uzattığı kade
hi alıyorum. Şaşkınım. Kadına dönüyorum. Gördüğüm en
itici yüzle karşı karşıya olduğuma yemin edebilirim. Ama ya
sesi! Tanrı her zaman adildir; bir eliyle alır, ötekiyle verir.
Kadın sesini beğendiğimi hissetmiş gibi, "İçin," diyor.
"Özlemiş olmalısınız."
Ellerimi çözdüler, şimdi de içki ! Neyin peşinde bu kadın?
Soruların canı cehenneme! Bunları içkiden sonra da sorabili
rim . Daha fazla oyalanmadan içkiyi son iki dişimle birlikte
yok olan o kokuyu bulmak umuduyla mideme indiriyorum.
Kadın ınerakla bakıyor. Şişeyi işaret edir, "Hepsini içebi
lirim," diyorum.
"İki tane daha var," diyor kadın. "Ağzına kadar dolu iki
şişe." .
Asistan kadehi tekrar dold u ruyor; kaldırıyorun1. "iki şişe
nin ve eski paraşütçülerin şerefine," deyip içkiyi bitiriyorum.
Kapıdaki sivil yeniden homurdanırken asistan kadehi
üçüncü kez dolduruyor. Dişetlerime saplanan acıya aldırma
dan onu da içiyorum. Dördüncüde soruyorum, üç kadehtir
beklettiğim soruyu: "Bu nezaketinizi neye borçluyum?"
Kadın, yüzünden hiç eksik etmediği garip gülümsemesiy
le karşımdaki sandalyeye oturarak uzun süreceği belli olan
1 29
konuşmasına başlıyor: " İ ki şeye. Birincisi, deneye başlama
nuzın şerefine içiyorsunuz; ikincisi ise . . . "
E l i ın i kaldırıp u z un konuşınayı daha i l k cü mlesind e kısa l
tıyorum: " Ö nce birincisi. " Kad ehi yana bırakıyorum. "Şu de
ney dediğiniz şeyin ne olduğunu bana da söyler misiniz?"
Sorun1 kad ı nın g ü l ü ınseınesi n i d e r i n le ş tiriy o r : "Hakl ısı
nız, size an l atmal ı yız." Sandalyesini yaklaştırıp eliyle arkada
ayakta duran üç adamı işaret ediyor. "Bizler bir üniversi tenin
psikiyatri bölün1ünde görevliyiz. Bu bölüm zaman zaman
Savunma Bakanlığı'yla ortak araştırmalar yapar . . " .
1 30
ğinde bu sistemi İsrail G öçmen Bürosu elemanları d a ku l
lanabilir."
Buz gibi bir ter dalgası hızla ayaklarıma iniyor. Deli bun
lar. Kekelememeye çalışarak, "Bunun için beynimi mi aça
caksınız?" d iye mırıldanıyorum.
Kadın o şaşırtıcı sesiyle, içtenliğini yıllarca önce kaybet
miş bir kahkaha atıyor.
"Hayır. Size dokunmayacağız bile. Bütün yapacağımız
karşılıklı konuşmak ve içki içmek olacak."
" İ çki?" diye soruyorum.
"Evet," d � yor asistan. "İçki içeceğiz; şimdi yaphğımız gibi."
Kadın, "içki içmemizin ikinci nedeni de, içkiyi sevdiği-
nizi keşfetmemiz . Bize göre bütün sorgulama boyunca s a r
hoştunuz." Elini uza tıp alnıma dokunuyor. " E vet, garip
ama gerçek; sanki beyninizde uyuşturucu salgılayan bir
bez var."
Dişsiz ağzım tekrar açılıyor. Kekelememeye çalışarak so
ruyorum: "Uyuşturucu mu?"
"Evet," diyor kadın. "Bazı farmakologlar beynin aşırı fi
ziksel acıyı yenmek için özel salgılar üretip sinirleri uyuştur
duğunu ileri sürüyorlar."
Farmakologlar, deney, uyuşturucu ... Peki, ya onlar! "Ya
siz?" diye soruyorum.
Kadın, "Biz bu olasılığı göz ardı etmeden direnmenin da
ha çok psikolojik bir kilitlenmeden ileri gelebileceğini düşü
nüyoruz."
Gülüyorum. Onlar da bana katılıyorlar. Eğer beynimi aç
madan oyun oynamak istiyorlarsa bu onların bileceği bir iş.
Kadın ya tıştığıma inanmış gibi elini çekiyor. Bakışlarımı
derine kaçmış gözlerine dikiyorum . Onu rahatsız eden bir
şey olmalı. Belki de ağzım! Acaba dişsiz nasıl görünüyo
rum? Birden sekiz haftadan beri aynaya bakmadığımı ha
tırlıyorum.
1 31
"ünce dişlerim," diye mırıldanıyorum. "Dişlerimi gen
vermeden sizinle konuşamam. "
Kadın anlayışlı bir tavırla başını eğiyor. "Çok acı çektiniz.
Ama göreceksiniz, size o günleri unutturacağız."
Unutmak! Asistan beşinci kadehimi doldururken soru
yorum: "Unutmanın ne demek olduğunu biliyorsunuz, de
ğil mi?"
Kısa, ama yoğun bir sessizlikten sonra, "Evet," diyor ka
dın. "1 940'ta Prag'da tutuklandıktan sonra bir toplama kam
pına gönderildim . . . " Gülümsemesi kuruyup kaybolurken
ekliyor: "Savaşın sonuna kadar da orada kaldım. " Sonra ba
şını kaldırıyor. "Ve benim ne beynimde bir kilit sistemi, ne de
sığınacağım Petra gibi bir dostum vardı."
1 32
Uzun bir süredir konuşmuyor; denizi, şehrin gürültüsünü
ve akşamı dinliyoruz. Kandilli'ye varmak için acele eden va
pur, düdük çalarak uzaklaşırken Gönül'ün eli soğuk ve kırık
parmaklarımı buluyor.
Haykırmamak için zor tutuyorum kendimi. Dokunuşu
parmaklarımda uykuya yatmış o acıyı uyandıracak. Benden
önce hıçkırıyor. Ona eziyet etmemeliyim. Eğilip gözlerinden
dökülen hüznü yanaklarından içiyorum.
"Zavallı sevgilim," diyor usulca.
Evet, zavallıyım. Adı, gerçek dişleri ve kabussuz gecesi
olmayan bir zavallı.
1 33
"Ne yaptı o kadın sa na ?" Başımı oınzuna bırakıyorum.
"Hadi, anla t! Seni d inlerim. "
Dinleyecek! Öyleyse . . . Düşüncelerimi K a ndilli'y e doğru
uzaklaşan vapuru n ardına takıp G ö n ü l'e dönüy o ru m.
Beni bekliyor. Merakla, istekle ve kıska nçlıkla ... Ya gözle
rinin dibindeki sisin altındaki kıvılcım; o ale v in anlamı ne?
"Seni dinliyorum," diyor.
"Beni güldürdüler," diyerek başlıyorum. "Evet, önce haf
talarca güldük; sonra beynime kuşku tohumları ektiler ve ara
vermeden s u layıp büyüttüler. İ kinci ayın sonunda . . . "
Susup gözlerine dönüyorum. O ateş hala orada.
Gönül, sessizlik uzayınca tedirgin bir sesle soruyor: " İ kin
ci ayın sonunda ne oldu?"
Gözlerimi kaçırıyorun1. Ama dudaklarım ona boyun eği
yor:
"Tarık' la aynı kızı sevdiğimizi öğrendiler. . . Sonra o kızın
ikimizi de sevmediğini anlattılar. Daha sonra . . . "
Daha sonrasını anlatamıyorum. Bağırışı susturuyor beni :
"Yalan ! " Susuyorum. Gönül beni görmüyormuş gibi ar
kamdaki bir noktaya bakarak tekrar bağırıyor: "Seviyorum,
seni seviyorum ." Kı�a bir süre yal ı nın önünd en geçen koste
rin düdüğünün ara vermesini bekliyor, sonra bu kez inandır
mak ister gibi fısıldıyor: "Hep de sevdim."
Cevap vermeden elindeki içki şişesini uzatan o asistanın
hayalini yok etmek için gözlerimi ovuşturuyorum .
Gönül yeniden, ama b u kez yenik bir sesle atılıyor:
"Nasıl kanıtlayabilirim?" Yüzümdeki ifade nasıl kanıtla
yacağını söylemiyor mu? Hıçkırıyor. "Hayır, biliyorsun, de
nedim; ama yapamadım." Yanaklarında oluşan çukurlara
doğru akan gözyaşlarını izliyorum. O kendini savunuyor:
"Ne olur, dişlerimi çektirmemi isteme benden."
Başımı sallıyorum. Ondan böyle bir şey yapmasını iste
medim.
1 34
"Bu saçmalığı o p s ikiya t r i stle r akl ına soktu ." Elini ça re
sizl i kle iki yana açıp karnını gö s teriyor. " Bu hal imle n a sıl
d işlerimi çektirebi liri m ; uyuşturucu kullanamayacağımı
b i l m iyor musu n?"
Beynini, beynindeki sıvı salgılayan o bezi kullansın.
"Benimkileri çekerlerken bana uyuşturucu vermed il er," di
yorum .
1 35
be . . . Kadehi kaldırıp soruyorum. "Sence sızmadan Cumaya
kadar içebilir miyim?"
Gönül bakışlarını boşalan kadehten ayırmadan kararlı bir
sesle mırıldanıyor: "Hepsini çektireceğim . . . Göreceksin."
Onu sinirlendireceğini bilerek gülüyorum. "Neyi kanıtla
yacaksın? Beni sevdiğini mi?" Cevap vermiyor. "Yoksa dişsiz
ağzının beni hastaneye hapsedeceğini mi?"
1 36
Pencerenin dışında günlerdir dinmeyen o yağmur, önün
de Alev, aramızda ise dakikalardır giderek olağanlaşan bıktı
rıcı bir sessizlik var.
Sessizliği o seçti.
Yandaki gazeteye uzanıyorum; arkasından bon1ba patla
mış gibi sıçrayarak çıkardığım sese dönüyor. Bir süre tehdit
eder gibi dik bakışlarla beni süzüyor, sonra derin bir rüya
dan uyanmış gibi uykulu bir sesle konuşmaya başlıyor: Öfke
ve şaşkınlık. . . "Sizi seviyor. İnansanız da, inanmasanız da
doğru bu."
Ondan önce davranıyorum. "Hayır, inanın düşündüğü
nüz kadar alçak değilim. "
1 37
Birbirinden ayırarak bedenimi iki yandan kıskaca aldığı
bakışlarını yere indirip, "Yani?" diye soruyor.
Yani ! Ne söyleyebiliriın? Belki gerçeği . . .
"Gönül hala kendi d işleriyle gülüyor," diyorum. Öfkesiy
le yüzüne yakışmayan şaşkınlığı tekrar yer d eğiştiriyor.
"Dişlerinin peşinde değildim. İstediğim . . . İstediğim beni sev
diğini kanıtlamasıydı . "
"Kanıtlamadı mı?" Gazeteyi yere bırakıyorum. Zavallı
Gönül! Alev, penceredeki yağmur gibi incelen bir sesle soru
yor: "Ne yaptı?"
"Perşembeydi, elim; tuttu ve birkaç gün sonra birbirimiz
le 'dişsiz ağızlarımızla' · öpüşeceğimizi söyledi. Ben içmeye
devam ettiın. Pazartesi ayıldığımda başucumdaydı; dişleri
yerindeydi ve ağlıyordu. Koltuğa oturunca, 'Korktum,' dedi.
Bana söylediği bu ."
Birkaç dakika boyunca sessizliği d a l galand ırma d a n
bekliyoruz . Yağmur d inmeye yüz tu ttuğunda yeni b i r soru
bekliyor beni : "Öyleyse neden bu hastaneye yatmaya razı
oldunuz?"
Cevabım onu yerinden sıçratan bir kahkaha gibi fırlıyor
dudaklarımdan: "Öç almak için."
"Öç almak mı?"
"Evet," diyorum. "Onu hiçbir zaman ödeyemeyeceği bir
biçimde borçlandırdım. Ödemek istediği zaman dişlerini ba
na vermesi gerek. "
Odadaki her şeyi incelten bir sesle, "Ne biçim birisiniz?"
diyor.
Elimi kaldırıyorum, merak onu susturuyor.
"Korkunun, pişmanlığın, hüznün ve alkolün karışımı ga
rip bir melezim ben."
Tokat atabileceği kadar yaklaşıyor. Evet, istiyorum; bana
dokunmasını istiyorum. Tokat atabilir. Dizleri, büyüleyici
olan dizleri. . . Dudaklarını aralayan ve bir ıslığı andıran ses,
gözlerim i d izlerinden koparıyor:
1 38
"Karışımınıza iğrençliği de ekleyin. Evet, iğrençsiniz ya
da iğrençliği en kaba ve etkileyici biçimiyle oynamayı çok iyi
başarıyorsunuz."
Bakışları gözlerimle karşılaşınca ara veriyor sözlerine. Ge
rilemiyor, başımı arkaya atmıyorum. Yeniden, ama bu kez
uysallaştırdığı, ancak hiçbir vaat taşımayan bir sesle itiraf
eder gibi devam· ediyor. Ben dizlerini düşünüyorum.
"İtiraf etmeliyim. Böylesine garip bir karışımı haiz melez
liğinizin kabul edilmesi zor da olsa bir gerçekliği ve çekicili
ği var."
Gülmem mi gerekiyor? Bilmiyorum. Yana uzanıp dört
gündür benim olan radyonun düğmesine basıyorum. Doy
gun, duygulu ve ince dokunmuş bir müzik yağmur sesini
pencerenin dışına itiyor.
Alev gözlerini çevirirken hazırlıksız yakalanmış gibi,
"Brahms; mi minör senfoni . . . " diyor.
Devam etmesine fırsat vermeden soruyorum: "Geceleri
yatmadan önce öpüyor musunuz?"
İrkiliyor, sonra kemanlar yeni bir atak için tiz bir perdeye
tırmanırken, "Anlamadım?" diyor. Anlamadığından olacak
susuyor. Ama kemanlar atağı tekrarlarken dayanamayıp tek
rar soruyor: "Neyi öpn1em gerekiyor?"
"Dizlerinizi," diyorum. "Önce sağ, sonra sol dizinizi öp
melisiniz . . . Benim için; ya da beğendiğiniz, sarılmak istediği
niz, sevebileceğiniz, uğrunuza küçük çılgınlıklar yapabilecek
herhangi bir erkek için . . . "
"Susun !"
Bir emirden çok sessiz bir çığlığa benzeyen haykırışı ziller
arasında kayboluyor. Direnci zayıfladı, yine de karşı koyma
ya çalışacak.
Sıra bende. Susmamı işaret ediyor, aldırmıyorum. "Sizin
le yatmak istememe neden öfkeleniyorsunuz?" Radyoyu
susturuyorum. Sesimi sessizliğin içinde, olduğunca çıp l a k
1 39
duymalı; çırılçıplak. "Yoksa melezlerin öyle bir hakkı olma
dığını mı söylemek istiyorsunuz?"
Bir süre kımıldamadan bekliyor. Sonra korumak ister gibi
ellerini göğsüne kaldırıp korkmuş, ama titremeyen bir sesle
cevap verıyor:
"Hayır. Beni sinirlendiren, istediğinizi bir emir gibi önü
me sürmeniz." Doğru değil bu; tek sözcüğü bile. "Başınızı
sallamayın," diyor. "Ne söyleyecekseniz açıkça söyleyin."
Açık! Peki. Üzerindeki imaları soyarak veriyorum cevabı
mı: "Belki de seçen olmadığınız için sinirleniyorsunuz."
Ama o cevap vermiyor. Radyoya uzanıyorum. Büyülen
miş gibi hareketlerimi izliyor. Düğmeye basıp elimi ona uza
tıyorum.
" Gelin; bekçilikten vazgeçip dişleri olmayan, yaralı bir
sarhoş emeklisiyle sevişin."
"Hayır," diye inliyor. "Yapamam . . . "
Sözlerini kesiyorum. "Sonra da dizlerinizi öpün. Önce sa-
gı, sonra . . . "
w
1 40
"Ne kadar çok yıldız var," diyor Petra . Sözlerini bitirirken
elini uzatıp dudaklarımı kapatıyor. "Sakın çölde çok yıldız
olur demeyin."
Sevişirken saçlarımdan çekip aldığı terin burnumu ıslat
masına aldırmadan avcunu öpüyorum. Bana doğru dönü
yor; evet, düş değil, ama eti ve kemiği en az bir düş kadar gü
zel. "Dizlerini öpmelisin," diye mırıldanıyorum.
Elini dudaklarımdan çekip yana dönüyor. Şimdi profil
den görüyorum onu; gerideki karanlıktan yontulmuş bir
büste benziyor.
"Karnım acıktı," diyor birden. "Hem karnım aç, hem de
göğüslerim acıyor."
Dirseğime yaslanıp doğruluyorum. "Dizlerini öpmelisin.
Her gece . . . Önce sağı, sonra sol dizini..."
141
Bu onu g ü ld ü rüyor "Sizde diz fetişizn1i mi var?" Başımı
.
1 42
Hayır, bana kalsa tek rengi, o dinlendirici ko yu luğu tercih
ederim. Sürekli değişiklik gösteren bir kişiliğ e d a yana ca k ka
d a r güçlü ve yarasız değilim.
"Oysa aşık olmak istemiyorum," diye deva m ediyor Pet
ra . "Siz tehli keli ve korkutucusu nuz. Bili y o r musunuz? Adı
nız, olsa olsa Korkut olur sizin ."
Başımı sa l layıp, "Hayır," di y oru m . "Adım yok benim. On
kilometre Doğudaki bir sel y a ta ğında unuttum onu."
Petra elini uzatıyor; tutuyorum. Sonra küçük parmağını
ötekilerden ayırıyorum. Merakla dönüyor.
Merakını yitirmesine izin vermeden, "Küçük parma ğ ın,"
diye mırıldanıyorum. "Bundan sonra elini kim tutars a tut
sun, küçük parm a ğın benim. Bunu hiç unutma !"
Petra, ''Yapmayın ... Lütfen, durumu zorlaşhrmayın," diyor.
Evet, zorlaşhrrnamalıyım. Oysa ona aşık olup hükmetmek
ister, ona güzel bir kadının mutlul u ğun u ya da m u ts u zl u ğu nu
tathnp, belki de boynunu öperken hafifçe dişlerdim . . .
Dişlem e k! Kahkaha bir el bombası gibi yu va rl a n ı p a ya k
larımızın dibine düşüyor.
Petra yanında gürültüsünü unuttuğu bir el bombası pat
lamış gibi irkiliyor: "Neden güldünüz?"
"Dişleyemem," diyorum. "Di ş lerim yok benim."
Elini uzatıp yanaklarımdaki gözyaşlarımı tutmaya çalışı
yor, ama başaramıyor. Su damlacıklarının rüyalar gibi hiçbir
zaman elle tutulamayacağını an latmalıyım on a .
Kararlı, sevmeye, belki de aşık olmaya hazır bir ses dü
şüncelerimle su damlalarının ar a sına giriyor:
"Bilmiyorduın, inanın, bir erkeğe a ğlam a nın bu kadar ya
kış a c a ğını bilmiyordum . . . "
Doğuya, on sekiz yıl önce Petra ve ölümle randevulaşbğım
o sel yatağına dönüyorum. Ben de bu ka dar sık ağlayacağımı
bilmi y ordum. Artık hikayenin sonuna doğru yola çıkmalıyız.
Uzattığım elimi tutuyor, kalkıyor. "G i d iyoru z," d i y orum
"Vakit geldi ."
Hala ağlıyorum . . .
1 43
"Dün gece ağladınız."
Bakışlarımı elimde tuttuğum takma dişlerden kadının yaşlı
yüzüne kaldırıyorum. Kaşlarının üstünde alnını ikiye bölerek
başının üst kısmını gözlerinden koparan derin çizgiler var.
"İlk kez oluyor bu," diyor kadın.
Dişleri ağzıma yerleştiriyorum. Artık neden ağladığımı
söyleyebilirim: "Dün gece mutluydum."
"Demek mutluydunuz?" diyor kadın, köksüz ve kopmuş
bir sesle.
"Mutluydum, çünkü sonunda dişlerime kavuştum."
Dişlerimin bana bağışladığı mutluluğu onaylıyormuş gibi
kaşlarını kaldırıyor.
1 44
"Ya Ali? Neden hep o adı sayıkladınız?" Duvardaki kü
çük aynaya dönüyorum. "Evet, sizi oradan gözetliyoruz," de
yince ona bakıyorum. Sormadığım ikinci soruyu d a ceva p
landırıyor: "Sürekli!"
"Demek bütün gece?"
Kadın başını sallıyor: "Ali için mi ağladınız?" Evet, ama
bunu ona söylemiyorum. "Neden?"
Çünkü yapabileceğim başka bir şey yok. Çünkü gülmeyi
öldürdüler; tam on hafta oldu . . .
Kadın, "Raporlarda e n gencinizin Ali olduğu yazılıydı,"
diyor.
Yalnızca, "Doğru," diyorum.
Oysa Ali'nin hiç aşık olmadığını, hiç beğendiği bir kadın
la yatmadığını, Kazablanka filmini görmediğini, ya da gülme
sine yardım eden dilini ısırmayı hiç düşünmediğini de anla
tabilirim ona.
Kadın, "Neden geldiniz?" diye sorarken, kalkıp aynaya
doğru yürüyorum. "Boşuna," diyor. "Kıramazsınız." Ama
deneyebilirim. Kadın, "Lütfen, denemeye kalkışmayın," diye
mırıldanıyor bu kez. "Bu bizi bir sürü tatsız şeyle uğraşmak
zorunda bırakır: Göçmen Bürosu'nun beklediği bu."
Pekala, söz; dinleyeceğim. Duvarın dibindeki, plastik şi
şeyi alıp içkiyi yudumluyorum. Kadın aynı soruyu tekrarlı
yor: "Neden geldiniz?"
Neden, neden, neden . . . İçkiyi yeni dişlerimle çiğneyip yu
tuyoruın. Belki ona anlatabilirim:
Kısaca anlatıyorum: "Ebu-Halid evine geri dönebilsin ve
yeniden gülmeyi öğrensin diye."
Kadın Ebu-Halid'le ilgilenmiyor: "Ben gerçek nedeni sor
dum."
"Amcam'ı sevdiğim için," diyorum bu kez.
Cevap onu şaşırtmıyor; ama alnının ortasındaki uzun çiz
ginin daha da derinleştiğini fark ediyorum.
1 45
"Anlamadım; Amcanızla buraya gelişiniz arasında nasıl
bir ilişki var?"
"Amcam 1 943' te Sakız Adası' ndaki Yunanlı direnişçi lere
yardın1 ederken Naziler tarafından vuruldu," diyorum, kadı
nın yüzüne bakmadan. "Basit bir adamdı; savaşmak için ne
deni de yoktu. Ama şarkı söylen1eyi, içki içmeyi, kadınları,
en önen1lisi insanları seviyordu . . . "
"İnsanlar," diye mırıldanıyor kadın.
"Evet, insanlar," diyorum. "Buraya gelişimizin nedeni bi
.
raz daha insan olmak, insanlaşmaktı . isterseniz, insan oldu
ğumuzu unutmaına kaygısı deyin."
Kadın bu kez, "İdeolojik bir romantizm bu," diyerek kar
şı koymaya çalışıyor. "Aslında komünistler bundan uzak du
rurlar. . . Nasıl partilisiniz siz?"
Gülüyorum. Bizi ihraç etmekten zevk alan partiden söz
etmeyi bir kenara bırakıp ona bakıyorum: O gözlerini kaçırı
yor. Neden güldüğümü anladı . Dişlerimi yadırgayarak du
daklarımı aralıyorum.
"Yazık, Almanlar başarmış. Sizleri, içinizdeki Amcalarını
zı öldürmüşler." İçkiden iki parmak derinliğinde bir yudum
alıp aynaya dönerek gülümsüyorum. "Bu gezegenin üstünde
hiç akrabanız kalmadı. Ne Amcalarınız, ne Ali gibi oğulları
nız, ne kardeşleriniz, ne de Petra gibi sevgilileriniz var. . ."
"Lütfen, susun !" diyor kadın. "Bunun konumuzla ilgisi
yok. Başınızı derde sokacaksınız."
Susuyorum ve hala başımı bekleyen dertten geriye ne
kaldıysa ondan kurtarıyorum. O Almanlara dalıyor, ben ön
ce içkiye, sonra Amcan1' la Ali'ye, ardınd a n da Petra ' ya dö
nuyorum.
Kadın çok geçmeden düşüncelerimin kokusunu almış gi
bi, "Biraz da kadınlardan söz edelim," diyor birdenbire.
"Kadınları da Amcam kadar seviyorum," diyorum, iki
yudumun arasında.
1 46
"Gönül?" Plastik şişeyi duvarın dibindeki yerine bırakıp
kadınla beni ayıran ince tel örgüye ya klaşıyorum. "İkiniz
d e onu seviyordunuz, öyle değil mi?"
Sesi kupkuru; yüzüme çarpıyor. Bir tokat gibi . Neyin pe
şinde, belki de öç alacak . . . Karşılık vermek zorunda deği
lim, vermiyorum.
Kadın da bir karşılık beklemiyor. Ama sessizlik uzayın
ca bir bıçak gibi savuruyor sorusunu :
"Ya o? Yani Gönül. . . O kimi seviyordu?" Aynaya dönü
yorum. Bu soruya hazır olmam gerekirdi . Eninde sonunda
soracaktı. "Sizin yerinize ben cevap verebilir miyim?" Yü
zümü aynadan koparıp dudaklarımı aralıyorum, ama ka
dın benden önce a tılıyor: " İ kinizi de sevmiyordu."
Korkuyla başımı sallayıp, "Yalan," diye bağırıyorum.
"Tarık'ı seviyordu!" Kadın sadece gülüyor. "Senden nefret
ediyorum," diye mırıldanınca bu kez alay etmeden başını
sallıyor. Artık avaz avaz kusuyorum korkumu. "Neden? . .
Neden sevmiyordu bizi?"
Kadın arada bir içtiği siyah Rus sigaralarından birisini
yakıp ikna edeceğinden emin olduğu bir sesle cevap veri
yor:
"Çoğu güzel kadın seçmeyi bilmez. Seçse bile, isteği
kendine duyduğu hayranlığı aşıp sevgiye dönüşmez. "
Kıskanıyor; çirkin olduğu için güzel kadınları, kadınla
rın en alımlısı Gönül'ü kıskanıyor. . . Ama ya dedikleri doğ
ruysa !
Kadın, aldığı zevki saklamaya kalkışmadan yeniden ko
nuşuyor:
"Eğer buradan çıkabilirseniz söylediklerimin doğru olup
olmadığını öğrenebilirsiniz . . . " Sonra nasıl diye sormamı bek
lemeden zehrini kusuyor: "Ondan dişlerini çektirmesini iste
yin. Eğer gerçekten sizi seviyorsa bunu yapacaktır."
"Dişlerini mi?"
1 47
"Evet," diyor kadın. "Dişsizlik bir süre sonra sakatlık
duygusu uyandıracak sizde." Elini ağzıma doğru uzatıp, "Ve
sizi bu duygudan ancak dişsiz bir kadın kurtarabilir. "
Duyduğum e n saçma, e n gülünç iddia b u . . . Diş çektir
mek! Gönül; Gönül yapar mı? Birden soğuk bir soluğun sır
tıma tırmandığını hissediyorum. Korku; evet, korku bu. Ar
tık içmemeliyim . . . Yoksa . . .
.
Şişeyi ters çeviriyorum. içki ayaklarıma dökülüyor.
"Bunu neden yaptınız?"
Sayıklar gibi, "İçmemeliyim," diye mırıldanıyorum.
"Yoksa içkiyle birlikte korkaklığımın şimdiye kadar gizli kal
mış bütün yanlarını keşfedeceğim."
Konyak başparmağımı yakarak taşa yayılıyor. Kadın ye
niden konuşmaya başladığında kanımı donduran bir buğu
var gözlerinde.
"Boşuna . . . Korku gölge gibidir; insanın peşini hiç bırak
maz . . . Bence insanlar korktukları için sorumlu tutulmamalı
lar." Kısa bir an için susuyor. Sonra sigarasını tel örgüden ge
çirip uzatıyor. "İnsanların sahip oldukları için sorumlu tutul
maları gereken asıl şey cesaretleridir."
Sigarayı alıp mırıldanıyorum: "Yani?"
"İnsan korkusuzluğundan d a korkaklığı kadar sorum
ludur."
Duman dilimde oyalanan içkinin tadına karışırken karşı
koymaya çalışıyorum: "Ali cesur biriydi, ama ben . . . "
Kadın başını sallayıp, "Kendinize fazla yüklenmeyin," di
yor. "Gerçek korkaklığın özünde ihanet vardır ve ancak iha
netle sonuçlanan korkaklık katıksız, dolayısıyla kaçınılması
gereken korkaklıktır."
Doğru mu? Bilmiyorum. "Korkaklık konusunda gerçek
bir uzmansınız," diyorum, alay etmeye kalkışmadan.
Başını sallayıp uzattığım sigarayı alıyor. Sonra tüylerimi
koparacakmış gibi gerip ayağa kaldıran kuru sesiyle soruyor:
1 48
"Arkadaşınıza ihanet etmediniz, değil mi?" Ellerimi ku
laklarıma kaldırıyorum. Buz kadar soğuk sesi parmaklarımı
aşıp beynimi sarıyor. "Askerlerle çatışmak için neden o
geride kaldı?"
Beynimdeki çınlamadan kurtulmalıyım. Aynaya yaklaşıp
bağırıyorum:
"Kura çektik, anladınız mı? Dürüstçe." Aynadan ayrılıp
tele yaklaşıyorum. "Eşitti, ikimizin de şansı yüzde elliydi."
Konuşmadan beni süzüyor kadın. Sigarasını dikkatle sön
dürdükten sonra ağzını çarpıtan bir gülümsemeyle devam
ediyor: Artık bir yabancı. "Kura çekerken hile yaptınız mı?"
Öç alırcasına çabuk, öldürmek ister gibi hızla cevap veri
yorum:
"Hayır." İnanmasa da fısıldıyorum. "Petra da oradaydı,
ona sorun."
Acelesi varmış gibi ayağa kalkıyor kadın. Bakışlarını ay
naya çeviriyor. Bir işaret bu; gidecek. Sonra bana dönüyor.
Gözlerini görünce korkuyla, hayır, daha çok dehşetle irkili
yorum. Kirpiklerinin ucunda onu güzelleştiren garip bir
damla var.
Elimi uzatıyorum. Parmaklarım ilk kez öfkesine çarpıyor.
"Petra, yine Petra . . . " Geri dönecekken duruyor ve sonra
artık kısılmış sesiyle ekliyor: "Haftalardır konuşuyoruz ve
sonunda öğrendim. Beyninizdeki kilit gülünç, ama bir Al
man; Petra, onu . . . "
Ayaklarıma bakıyorum; artık onlara güvenemem. Düşü
yorum ve düşerken elimi Petra'ya uzatıyorum. Ona dokuna
mayacaklar, onu koruyaca . . .
1 49
"Geldik," diyorum.
Petra elimi bırakıp ileriye doğru yürüyor. Az ötede yıllar
ca önce kura çektiğimiz o sel yatağı var. Eksik olan ay. Hayır,
ay yoktu o gece. Sadece yıldızlar vardı. . . Başımı kaldırıp ba
kıyorum. Yıldızlar yerinde. Petra geri geliyor. Parn1akların1ın
ucundaki titremeyi yatıştırmaya çalışıyorum. Biraz daha da
yanmalı, artık hikayenin sonuna geldik.
Birdenbire, sanki suçlu benmişim gibi soruyor:
"O yaşlı kadın beni öldürmeye çalıştı, değil mi?" Başımı
eğiyor ve susuyorum; o mırıldanıyor: "Ama sen beni ko
rudun . . . " Sonra yanıma oturuyor. "Beni neden öldürmek
isted i?"
1 50
Ona bakmadan, on sekiz yıl öteden yaklaşan ayak sesleri
ni duymak için aJçak sesle cevap veriyorum :
"Direncimi kırmak, d işsizliğe, tırnaksızlığa, kırık ke
miklere, sağır bir kulağa ve üzerimd en akıp giden yirmi iki
kiloya nasıl dayand ığımı ya da dayanabildiğimi öğrenmek
ıçın . . .
il
• •
151
Amcam'ı da görüyorum. Kum.sah işaret ediyor. Onu izli
yorum. 1 920' de Marika'yla -yoksa adı Aliki miydi?- seviştiği
yere kadar.
Petra şarkıyı sürdürüyor. . .
Petra'yı denizden, Amcam' ın beni götürdüğü kumsala
taşıyorum; ayaklarını basabileceği ka d a r a lça k bir yere.
Parmakları yere d eğince başını ka ldırıyor.
Tam o sırada on sekiz yıl önce yola bıraktığımız mayın
lardan biri patlıyor. Petra telaşla başını çeviriyor; şarkının
sonu . . .
Yine de büyüyü sürdürmeye çalışarak, "Suyu sevdin
mi?" diye soruyorum.
Anlamıyor ve, "Anlamadım," diyor.
"Seni yaşlı kadından kaçırdım. Şimdi kollarımın arasın
dasın; biraz sonra seni kıyıya, düz bir :kayanın üstüne gö
türeceğim ve . . . "
Petra, "Ama buradayız," diyerek araya giriyor.
Evet, haklı; buradayız ve birazdan Tarık' la birlikte kura
çekeceğiz .
"Beklemelisin. Bir, en çok bir buçuk saat daha; sonra . . . "
"Sonra," diyor Petra .
"Sonra ben öleceğim," diyorum. Elimi sel yatağına ka
dar izliyor. "İşte orad a . "
"Size inanmıyorum," diye karşı koyuyor. "Öldüyseniz,
yani şimdi bir ölüyseniz, nasıl oluyor da bunca yıl sonra
burada yanımda olabiliyorsunuz?"
Şimdi söyleyemem . Sabırlı olmalı; ben tam on sekiz yıl
bekledim. Elimi sessizliğin içinde Tarık'la beni bekleyen sel
yatağına uzatıp, "Kura çekimini izlemelisin," diyorum .
Öfkelenmiş gibi kollarımın arasından sıyrılıyor; o düz
kayaya taşıyamayacağım onu. Ama bura d a d a . . .
"Seninle sevişmek istiyorum," d iyorum.
1 52
Bir an kımıld amad an, sanki evet diy e c e k m i ş gibi bekli
yor, sonra, "Hayır, daha bir saat önce seviştik," diyerek ge-
. .
. . .
rı çevırıyor onerımı .
Daha sonra sert bir hareketle geri dönüp uzaklaşıyor.
Şimdi hem onu, hem de birazdan düşüp öleceğim sel yatağı
nı görebiliyorum.
"Buraya gel," diye b a ğırıyorum .
1 53
Elin1i uza tıyoruın. Parmaklarını kaçırmıyor. Çekip ya nı
m a oturtuyorum onu . Ne istediğin1i bilerek başını omzuma
dayayıp sol koluma sarılır gibi y asl a nı y o r
.
1 54
bir yıldız kayıyor. Yeniden dalga seslerini duyu yorum. Am
cam, ardından adını aklında tutamadığım o Rum kızı beliri
yor ufukta . Sonra üzerimize sessizlik yağıyor. Doğudan, Ku
zeyden, Güneyden ve Ba tı . . .
Ufku v e sessizliği Batıdan yaklaşan telaşlı ayak sesleri bö-
lüyor.
Petra duruyor.
Ha yır, durmamalı. Gelenler. . .
Kalçalarımın ritmini bozmadan yatıştırıcı bir sesle haberi
verıyorum:
"Merak etme, gelen biziz." Geriye dönmesini engelleyip
cümlemi bitiriyorum: "Tarık ve ben . . ."
1 55
Gerçek hayat, yaşamak istediğimizle yaşadığımızın arasın
da kalandır, diyen yanılıyor. Gerçek hayat, köpeklerle aramız
da giderek kısalan uzaklık; ve biz onun sonuna doğru koşuyo
ruz. Önde Tarık, arkada ben. Yarım saat, en fazla kırk beş daki
ka. Sonra güneşin ilk ışıklarıyla birlikte Ali'yle buluşacağız . . .
Düşüncelerimi havlamalar kesiyor. Canı cehenneme kö
peklerin.
Ölüm denilen şey nedir; unutmak mı, yoksa unutulmak
mı? Belki de . . .
Tükürür gibi gülüyorum. Tarık şaşkınlıkla, ama koşmaya
ara vermeden geriye dönüyor. Alnımdaki damlaları silip,
"Terledim," diye bağırıyorum.
1 56
Evet, hem terledim, hem de bıktım: Koşma ktan, botları
mın ayağıma vurmasından, on iki kiloluk sırt çantasını ta
şımaktan, böyle bir gecede sırtüstü yatıp yıld ızları seyre
derken o kızla, Petra'yla sevişmek yerine köpeklerden kaç
maktan . . .
Şu anda ölsem her şeyden kurtulacağım. Öyleyse ölüm . . .
"Özgürlük," diye bağırıyorum.
Sözlerimi kayaların kıvrımlarında kırılıp sönen boğuk bir
patlama kesiyor. Bıraktığımız mayınlardan biri. Acaba ka
çının ayağı parçalandı?
Tarık yavaşlayıp geriye dönüyor. "Düşündüğümüzden
de yakındalar. "
O a n d a göz göze geliyoruz. Dehşetle geriye çekiliyo
rum . O da aynı şeyi düşünüyor.
Etra fa bakıyorum. Evet, burası. Ya Petra ! Geldi mi? Pet
ra'yı değil, ama Amcam'ı görüyorum. Ö yleyse o da bura
da . . .
Bir çığlık savurup koşmaktan vazgeçiyorum. Tarık bir
kaç adım daha atıp duruyor. Sonra telaşlı adımlarla geri
dönüyor. "Yine ne oldu?"
Cevap vermeden çevreyi inceliyorum: Dar bir sel yata
ğının tan1 ortasındayız; birkaç sıra iri kaya ve a r t arda ku
1 57
ziz. Sevişiyoruz . Kasıklarımdaki basınç giderek artıyor. Az
sonra o . . . Hayır!
Ta rık ayağa kalkıyor. Avaz a � az, köpek havlamalarını
bas tıran bir sesle bağırıyorum : "Onün1den çekil ! "
Çekilmiyor. "Yalan söylüyorsun, bileğin sapasağlam . . . "
İtip yere düşü rüyorum onu . Aynı anda on beş metre öte
de iki vücut boğuk çığlıklar atarak yere yıkılıyor.
Benim , etra benim oldu. Ali'yle buluşu nca anlatınalıyım
bunu ona . Artık geceyi unutabili . . .
Tarık'ın yumruğu geceyi ve Petra' yı koparıp alıyor ben
den. Sırtüstü taşların üzerine yuvarlanıyorum. Yıldızlar. . .
"Ayağa kalk," diyor Tarık. Kalkmıyorun1; yıldızlar büyülü
yor beni. "Kalk dedim sana !"
Gülüyonım. Yakamdan tutup beni kaldırmaya çalışıyor.
Başaramıyor.
"Yararı yok," diye mırıldanıyorum. "Hem köpekler, hem
de adamlar bizden daha hızlı."
Yakamı bırakıyor. Alnındaki terler akıp boynuna süzül
müş; yüzünü boyamış bir kızılderili savaşçısına benziyor. Be
yazlar bizi yenecekler dostum . . .
"Neden yaptın bunu?" diye soruyor.
"Petra için," diyorum . Şaşırmıyor, başı�u sallamakla yeti
niyor. "Onunla seviştim."
Cevap vermiyor; belki beni d uymadığından, belki de dik
kati ölümle aramızdaki uzaklığı her geçen saniye kısaltan kö
pekler üstünde yoğunlaştığından.
Köpekler! Ali'yi hatırlayıp, "Köpeklerden nefret ediyo
rum," diye bağırıyorum.
Bu kez duyuyor. Üzerime çevirdiği gözlerinde ne korku
ya, ne de umuda rastlıyorum. Gözbebeklerinin çevresinde
büyük bir boşluk var yalnızca . "Ne yapacağız?"
Doğrulup oturuyorum. Zavallı arkadaşım! İlk kez ne ya
pacağını bana soruyor. Ali'yi terk ettiğimizden beri duymak-
1 58
ta n korktuğu teklifi önüne sürüyorum: "Birimizin burada
kalıp onları oyalaması gerek. "
Bakışları bulutlanıyor. Hep bunun olmasını beklemiyor
muyduk. Sonunda ikimizden birinin kad eri b u ra y a varacak
tı. Artık ayrılmak zorundayız.
Kim, diye sormasına fırsat vermeden, "Ben kalırım," di
yorum. Gözleri, yenik düşeceğini anlamış gibi korkuyla açı
lınca, "Yorgunum," diye devam ediyorum. "Hem yorgunum
hem de bileğim, üzerine basamayacağını kadar ağrıyor. "
"Yalan söylüyorsun," diyor öfkeyle.
"Seni rahatlatacaksa, gönüllüyüm de diyebilirim."
Söylediklerime inanmamış gibi bakıp oturuyor. Ne yapa-
cağını gerçekten bilmiyor. Başını düşürmekten korkuyormuş
gibi sıkıca kavrayıp ellerinin arasına almasından belli bu.
Sigara paketimi çıkarıp uzatıyorum. Görmüyor. Be n içe
ceğim. Kibriti çıkarıyorum. Alev geceyi ve aldatıcı sessizliği
birlikte yakınca silkinerek doğruluyor.
"Ben, ben de gönüllüyüm."
Başımı sallayıp, "Önce ben söyledim," diyorum. "Kural
budur. Mızıkçılık yok."
Başını kaldırıyor. Yanaklarında biraz sonra çenesine vara
cak gözyaşları var.
"Neden?" diye mırıldanıyor. "Neden yapıyorsun bunu?"
Neden ! İlle de bir neden mi gerekiyor? İsterse bir sürü ne
den sayabilirim. İlki Amcam ve Petra. Onları burada bırakıp
gidemem . Ama Tarık'ın ikisini de tanımadığını hatırladığım
dan sözlerime onlarla başlamaktan vazgeçiyorum.
"Çünkü," diye başlıyorum. "Benden daha gençsin, çünkü
benden daha yakışıklı ve uzun boylusun, çünkü tanıdığım
herkesten daha akıllısın, eğer bir şeyleri kurtaracaksak sen o
kurtuluşa benden daha yakınsın ve . . ."
1 59
Tarık önce, "Ve?" diye soruyor.
Sonra yanağındaki damlaları eziyor. Ben o Allah'ın cezası
"ve"yi yutup yenid en, "Ve," diyorum. "Gönül seni seviyor."
Bu kez ne evet, ne de hayır diyor Tarık. Azrail'in arabası
nı çeken köpekler birkaç yüz metre daha yaklaşırken boş
gözlerle beni süzüyor.
Uzanıp elimi omzuna koyuyorum. Yine kımıldamıyor;
gövdesi bir taş kadar soğuk ve hareketsiz. Ona yardım etme
liyim; eğer Gönül'ü seviyorsam onu kurtarmalıyım.
"İstanbul' dan ayrılmadan önceki son gece yalının ba hçe
sinde birbirinize sarıldığınızı, Gönül'ün ağlamamak için na
sıl dudaklarını ısırdığını gördüm . "
Başını kaldırıp şaşkınlıkla bakıyor yüzüme. "Bizi izle
din mi?"
"Evet," diyerek gülümsüyorum.
Suçlu oymuş gibi başını önüne eğiyor. Geriye dönüp Pet
ra' yı arıyorum.
Orada; aramızdaki kalın gölgelere, köpek havlamalarına,
çevremizi saran korku çemberine rağmen doygun, ama par
lak gözlerini, sıyrılmış eteğinin açıkta bıraktığı bacaklarını,
dudaklarındaki acımayı görebiliyorum. Eğer vaktimiz olsay
dı birbirimize aşık olabilirdik. . .
Hayır, vaktimiz yok; Tarık aramıza giriyor. Ama hala gö
ruyorum onu.
"Eğer seni dinleyip hemen Batıya doğru yola çıksaydık
belki kurtulurduk."
Nereye varmak istediğini hissederek, "Hayır," diyorum .
"Pek şansıınız yoktu. Senin yerinde olsam ben de . . . "
Yine sözümü kesiyor: "Kura çekelim."
Sessizlik ve Petra kayboluyor. Küfrederek ona dönüyo
rum. Tam karşımda; başını sallıyor. Hırsla savuruyorum eli
mi. Tokat bir kırbaç gibi yanağında patlıyor.
"Kura çekeceğiz," diyor.
1 60
Ayağa fırlıyorum. Köpekler yine havlıyor. Çok az vakti
kaldı; kaçmalı. "Hemen gitmelisin, buraya gelmeleri an me-
.
se l esı . . . "
"Yüzde elli," diyor inatla . "İkimizin d e şansı eşit olmalı."
Yüzde elli! Deliler gibi gülüyorum. Oldum olası beş ve sı
fırdan nefret etmişimdir.
Yakasından tutup ayağa kaldırı yorum onu . Köpeklerin,
askerlerin, aydınlatma mermilerinin, helikopterlerin cam ce
henneme; avaz avaz bağırıyorum:
"Biz insanız. Unuttun mu, insan olmak için geldik bura
ya. Kaderimizi bir sayıya ya da yüzdeye bırakamayız." Silki
nip kurtuluyor elimden. Bu kez yalvarıyorum. "Yaşamıma
nerede ve nasıl son vereceğime karar verecek olan benim, bü
tün yapacağın geri dönüp buradan uzaklaşmak. Söz veriyo
rum, en az yirmi dakika oyalarım onları .''
Tarık yine başını sallıyor. "Neden sen?"
"Ölüm," diyorum, "senden çok bana yakışır. Ü stelik be
nim Amcam var."
"Kaçığın tekisin," diyerek bir süre düşünüyor, sonra öf
keyle karşı koyuyor: "Asıl niyetin başka . . . Gönül' ün seni sev
mediğini düşündüğün için benden öç almak istiyor v e ölü
münle beni kü çü mse y eb i leceği ni, yenebileceğini düşünüyor-
,,
sun. A n1a . . .
Sözlerini geceyi bir kumaşı yırtar gibi ses çıkararak iki
ye ayıran aydınlatma mermisi bölüyor. Aynı a nda birkaç
kilometre Ba tıda, önce projektörünü ışıktan bir kılıç gibi
geceye saplamış helikopteri görüyor, sonra gürültüsünü
duyuyoruz.
Ona dönüyorum, bakışları peşimizdeki köpekler kadar
kararlı. Peki, kura çekeceğ i z. Beyaz bir taş ! Neden olma
sın? Evet, beyaz bir taş . . . Yere eğilip bir taş alıyorum. Kö
pekler. . .
1 61
"Taşı görüyor musun? Şimdi elimi arkaya götüreceğim ve
taşı sağ ya da sol avcuma alıp, ellerimi pantolonumun ceple
rine sokacağım. Birini, sağ ya da sol cebimi işaret edeceksin;
dolu çeken gidecek."
Tarık büyülenmiş gibi ellerime bakıyor. Ellerimi önce ar
kama götürüyor, sonra cebime sokuyorum.
Tarık yutkunarak, bir fısıltının içinde ezil ip öğütülmüş se
siyle, "Sol," diyor.
Sol elimi sol cebimden çıkarıp avcumu açıyorum.
On beş-yirmi metre geride Petra' nın nereden aldığını bil
mediğin1 gözlerinde art arda çığlar devrilirken on sekiz yıl
ötede Tarık'la kucaklaşıyoruz. Sonra Petra'nın bir fısıltısının
içinde can çekişen sesini duyuyorum:
"Kim kazandı?"
1 62
Petra, "Kim kazandı?" diye soruyor.
Aradan geçen onca Kasım'ı unutup sanki Ta rık sesimi du
yacakmış gibi, "İkimiz de kaybettik," diyorum.
Petra çıplak bacaklarını örtüp tekrar soruyor: H a yır öğ
" ,
1 63
Tarık'la birl ikte sel yatağının daraldı ğ ı yöne doğru ilerli
yoruz . Konuşmalarımız birbirinin içine giriyor:
"Kaç yıl oldu?"
"Yedi . Yanıındaki sıraya oturduğundan bu yana tam yedi
yıl geçti . "
"Ingilizceciyi hatırlıyor musun?"
"Yüzü soluk ve çilliydi. "
"Yine de güzeldi."
" H ay ı r değild i . Onu güzelleştiren bizdik. Onu isteyişi
,
mizdi."
"Haklısın."
1 64
Köpek havlamaları son tepeyi aşarken duruyoruz. Artık
ayrılmak zorundayız. Birbirimize fark ettirmeme ye çalışarak
içimize akıttığımız göz yaşlarımızı saklayıp, yüzlerimizin ya
rısı ağlarken öteki yansıyla son kez gülümsem eye çalışıyoruz.
"Gönül' e anlatmamalısın . . . Yani, kura ç ektiğimi z i . . . "
Son kez olduğunu bilerek birbirimize d ok u n uy o ruz . Yıl
larca önce yatılı bir okulun eski bir sınıfında filizl enip birlik
te içtiğimiz bir s i g arayl a başlay a n d ostluğ u n sonuna geldik.
"Pişman değilim."
"Ben de. Buraya gelmemiz gerektiği için geldik, ge rek tiği
için de . . . "
Köpekler havlamıyor; kısa bir süre için heli k opte r in çırpı
nışı da duruyor. Bizim olan o birkaç sani y el ik sessizlik bo
yunca tekrar birbirimize sarılıyoruz. Elimizden gelen bu.
"Gerektiği için de geride ka lacağım. Mutluyum . . . Sakın
unutma, gerekeni yaptığım i ç in mutluyum . . . "
"Allahaısmarladık."
"Güle güle. Unutma, hep Doğuya .. . "
1 65
Doğu' dan kolumu ikiye bölen acıya dönüyorum. Pet
ra' nın tırnakları. Ona kızmamalıyım. Gözlerinde bütün gece
yi yırtacak kadar büyük bir merak var.
"Yüzlerini göremiyorum, ama o değil mi? Ölecek olan o ! "
Elimi omzuna atıp giderek genişleyen gözlerini yatıştır
ma ya çalışıyorum.
"Yarım saat sonra öğreneceksin. Çok az . . . "
Tokadı, dilimdeki sözcükleri ezip karanlığa karışarak
kayboluyor. Havaya ikinci kez kalkan elini tutup dudakla
rımdaki acıyı siliyorum. Sinirlenmemeliyim; o olmazsa ger
çeği öğrenemem.
1 66
Elimi kıvırcık, kalın telli saçlarına götürü yoru m . Ama do
kunamıyorum. Haykırışı, sel yatağına doğru d el i ce b i r koşu
tutturmuş üç köpeğin havlamasını bastırıyor. "Yalan söyle
din; hani sen, sen kaybetmiştin?"
Karşı koymasına fırsat vermed en siyah, kıvırcık saçlarına,
ince beline, kalkık ve biçimli kalçalarına, ağlamaya hazır
gözlerine bakıp kulağına fısıldıyorum:
" İ lle de öğrenmek istiyorsan . . . " Başını geri çekiyor. "Ora
da biraz sonra ben öleceğim. Tarık kurtulacak."
Silkinip kollarımdan sıyrılıyor. Birkaç adım geri çekili p
başını sallayarak, "Doğru değil," diye mırıldanıyor. "Eğer öl
seydin burada olmazdın."
Sonra cevap vermeme fırsat vermeden helikopterin pro
jektörünün aydınlattığı d üzlüğe doğru gidiyor.
Arkasından bağırıyorum:
"Doğru! Ö len benim. Burada bulunmamın bir tek nedeni
var. " Duruyor. Geriye dönmesini bekliyorum; dönüyor. "Bu
senin hikayen. Ben sadece hikayeyi sana anlatmak için yaşı
yorum." A ğlama mal ıyı m. Burnumu çekip, "Gerçek kahra
man, gerçeği bulacak, düğümü çözecek olan sensin."
.
Aramızdaki uzaklığa r a ğ m en şaşkınlığını fark ediyorum.
Bağırmıyor, yine de duyuyorum onu: "Ben, ben mi?"
O sırada görüyorum Amcam'ı. 1 943' te Sakız açıklarında
ölen Amcam'ı: İkinci ölümünü karşılamak için sel yatağında
kalan genç adamın yanına yürüyor.
1 67
"Evet, Petra ! Kilit Petra," diyor yaşlı kadın, sevinçle.
Onu görmüyorum. Gözlerim kapalı ve yerdeyim.
"Kaldırın onu," diyor.
Kaldırıyorlar. Biri dudaklarımı aralıyor. Karşı koymu
yorum.
"İçin," diyor bir ses.
İçki dudaklarımı, dilimi ve boğazımdaki çığlığı yakıp mi
deme dökülüyor.
"Yeter, yerine oturtun . . .
"
1 68
Kulağına eğilip, "Almansınız siz," diye fısıldı yorum.
"Üçünüz de."
Asistan gülüyor; adama vurmaya çalışıyor, ama başara-
mıyorum. Öteki iterek sandalyeye oturtuyor beni.
"Petra; her şey onda düğümleniyor."
Başımı sallamayı deniyorum. Hayır, boşuna .
"Almanlık bulaşmış size," diye bağırıyorum. "Hepinize!
Oysa çocukken Alman olmayan bir sürü Yahudi arkadaşım
vardı benim. İzmir de . . . İsterseniz o paraşütçüye söyleyin;
ben İzmirliyim. Merak ediyordu . . . "
Kadın aldırmadan devam ediyor: "Petra'yı bulmadan öle
mezsiniz. O, kurtuluş demek; o yarın demek, o . . . "
"O bir kad ın," diyerek sözlerini kesiyorum. Asistanlar ge
riye çekiliyorlar. "Sevd iğim ve seveceğim bütün kadınları
bulacağım esmer, kıvırcık saçlı . . . "
"Ama Petra diye biri yok!" diye bağırıyor kadın.
Korkuyla susuyorum. Kadın yaşlı gövdesinden umulma
yacak bir çeviklikle ayağa fırlayıp tel örgüyü bölen kapıyı
iterek yanıma geliyor.
"Hiç de olmayacak. Petra yalnızca bir düş."
Gülüyorum . On hafta önce o gece yanın1ızdaydı. Başımı
sallayıp, "Almanlar düşlerinizi de öldürmüş sizin," diye fı
sıldıyorum.
Asistanlardan biri öne doğru atılıyor.
"Onunla seviştim," diyorum . Adam elini kaldırıyor. "O
kasap dişlerimi sökerken ona sarılıyordum." Tokat dişlerimi
ağzımdan alıp yere savuruyor. Yine gülüyorun1. "Sonra be
limden tavana astılar beni; ama farkında değillerdi. Onu gör
mediler. Etime gömülen zincir değil, Petra'nın kollarıydı."
Sözlerimi bu kez öteki adamın tokadı bölüyor. Elimi du
daklarıma götürüp yere çöküyorum. Onlardan daha güçlü
yüm. Elimi uzatıyorum. Dişlerimi bulmalıyım. İkinci asistan
hırsla ayağını yere vuruyor. Gitti. Dişlerim de Petra kadar
uzakta artık.
1 69
"O hayali beyninizin kıvrımlarında, sakland ığı yerde bu
lup yok edeceğiz," diyor birinci asista n.
Başıını sallıyorum. Onu bulaınazlar. . .
"Durun ! " Üçümüz d e yaşlı sese dönüyoruz. Kadın elini
uza tıp göğsün1e, sonra başıma dokunuyor. "Bize inanın, ön
ce onu bulacağız, sonra da . . . "
Birden susuyor. Gözlerimi kapıyorum. Bir yüz bundan da
ha korkutucu olamaz. Sesi inceliyor. Dikkatli olmalıyım. Kir
piklerimi aralayıp bakışlarıını yüzüne çeviriyorum. Çizgileri
yok olmuş; ölü bir yüz ve burguya benzeyen bir ses artık.
"Petra'nın sizin için başka anlamı da var, değil mi?" Susu
yorum. Yüreğim büyüyerek boğazıma d oğru yükseliyor.
"Az önce kuradan söz etmiştik." Bilinçsizce başımı sallı
yorum. "Hile yapmadığınızı söylediniz. " Başım tekrar hare
ket ediyor. "Petra d a oradaydı, değil mi?"
"Evet," diyorum zorlukla .
Sessizlik bir örtü gibi üzerime seriliyor. Kadın sessizliğin
iyice gerilmesini bekleyip son darbeyi indiriyor:
"Kura çekilirken ne d üşündünüz?" Kusacağım. "Kurtul
mayı, yaşamayı, özlediklerinize kavuşmayı, onun kaybetme
sini istemediniz mi?"
Kusuyorum. Kadın devam ediyor:
" İ stediğinize eminim . Doğru, d eğil mi? Arkadaşınızın si
zin yerinize ölmesini istediniz ve hile yaptınız. Sonra da Pet
ra diye bir düş uydurdunuz. Kura çekilirken hile yapmadığı
nızı düşünmenize yardım eden biri o; bir düş, koskocaman
bir yalan . . . "
Hayır, Ali'yle . . . Ali'yle . . . Başımı kaldırmalıyım . . .
Başımı boyun kemiğim kırılırken kaldırıp bağı rıyorum:
"Petr. . . "
Çığlık uzayıp giderken gözlerim kapanıyor.
"Petra ! "
1 70
Yatıştırmak isteyen, ama sinirli bir ses çığlığımı sustu ru
yor. "Bağırma, buradayım . "
Gözlerimi açıyorum. Evet, o . Petra ! Hınçla bakıyor. Yoksa
o kadının söylediklerini mi duydu?
"Yalan," diye mırıldanıyorum. Anlamıyor. "Hile yoktu."
Birden, "Sus," diyor.
Susup işaret parmağının ucuna dönüyorum. Oradalar;
köpekler ve askerler. Öteki tarafa dönüyoruz. Orada da . . .
"Oradaki," diyor. "Sen misin, yoksa Tarık mı?" Ya ka mı
tutup delirmiş gibi sarsıyor beni. "Cevap ver; susma A!lah'ın
cezası. . . "
Nasıl cevap verebilirim? Belki anlar.
" O . . . ''
1 71
Petra'nın merakı, benim cevabım, gece, gökyüzü ve kor
kum hemen önümüze düşen bombalarla ikiye bölünüyor.
Düzlükte gölge yere çöküyor. İkimiz de önce köpeklere,
sonra tepedeki helikoptere dönüyoruz. Ava onla r da katılı
yor. "Bakmak istemiyorum," diyor Petra .
Ben de, ben de bakmak istemiyorum. Birbirimize dönüyo
ruz. Karşı koymasına fırsat vern1ed en kollarımı açıyorum. O
bir ölüye, bense boş bir hayale sarılıyorum.
On dakika sonra silah sesleri ve köpek havlamaları susu
yor. Birbirimizden ayrılıyoruz . Konuşmadan, ama sanki da
ha önceden kararlaştırmışız gibi düzlüğe doğru, yerde yatan
askere ve köpeğe basmamaya çalışarak yürüyoruz. İrileşen
taşlar yürümemizi engelleyince duruyorum. Petra elini uza
tıyor. Onu yanıma çekiyorum. Öne doğru eğiliyoruz.
Evet, orada; yerde . . . Ve ölmüş.
Yanımızdan geçen yedi asker ve iki köpek, tepemizde d ö
nüp duran helikopter oyalanmadan Doğuya yöneliyor. Az
sonra insanda pişmanlık duygusu yaratan sessizlik ve hava
·da salınıp duran barut kokusuyla yalnız kalıyoruz.
Petra'ya işaret ediyorum; önüme geçiyor. İkimiz de titri
yoruz . Birkaç metre ötedeki cesetle aramda tam on sekiz yıl
lık bir kuşku var.
"Onca geceyi bu an için yaşadım," diye fısıldıyorum, Pet
ra' nın kulağına .
İkimiz de art arda ürperiyoruz . Artık vazgeçemeyiz. Ger
çek ne ise, orada.
"Bütün yapacağın sağ cebine bakmak," d iye fısıldıyorum.
"Anladın mı, sağ cebine . . . " Petra başını sallayarak geriye
dönmeye çalışıyor. Engel oluyorum. "Cesaret, birkaç dakika
lık cesaret."
Petra bir adım a tıp duruyor. Onu izliyorum. Ayak sesi
mi duyunca yeniden yürümeye başlıyor. Elimi göğsüme
götürüyorum. Yüreğim; sadece birkaç dakika d aha dayan,
1 72
sonra istediğin kadar dinlenebilirsin. Petra cesedin yanına
diz çöküyor.
İçki, bir yudum içki . . .
"Ne yapacağım?"
Bağırıyorum. Sesim tiz, civardaki çakalları ürkütüyor.
"Hayır, o sol cebi . . . Sağ cebine bak."
Petra elini sağ cebe uzatıyor.
Tanrım ! O gece burada değildin. Ama bu gece yardım et
melisin bana . Kurada hile yoktu, biliyorum.
Petra elini dünyanın kaburgaları arasında yüzükoyun ya
tan cesedin sağ cebine sokuyor. . .
"Cebi boş, bir şey yok." Ardından elini çıkarıp geriye dö
nü yor. "Sadece," d iyor.
Gökyüzü o anda ikiyi ayrılıyor: Yarısı ayaklarımın dibine
düşerken önce onun, adı olmayan adamın gülüşünü, sonra
cümlesini tamamlayan Petra' yı duyuyorum: "Sadece bir taş
var."
Sadece bir taş. Beyaz bir taş ... Dudaklarımdan fırlayan
çığlık, gökyüzünün yerinde kalan öteki yarısını parçalıyor:
"Beni aldattı . Beni aldattı. Beni aldattı . Hile yaptı . . . "
"Hile mi, ne hilesi ?" diyor Petra .
" İ ki cebine de taş koymuş, biliyordum . . . "
Petra elindeki taşı bırakıp doğruluyor. Ben avaz avaz ba
ğırırken ayaklarının dibindeki cesedi seyrediyor. Sonra ani
bir kararla eğilip yerdeki bedeni ters çeviriyor.
"Aman Tanrım! Bu, bu siz değilsiniz . . Bu Ta rık. "
.
1 73
Konuşmak için dudaklarını aralıyor; elimi kald ırıp sustu
ruyorum onu . Sıra saatlerdir beklediği cevapta; o hücrede
unuttuğum sözcükte.
"Benin1 adım . . . " Yutkunup, on sekiz yıldır boğazımda du
ran mırıltıyı söküyorum: "Tarık."
Petra daha sözlerim bitmeden cansızlaşıyor. Gözlerine
rastlayınca başımı sallıyorum. Yine kımıldamıyor. Yüzü, kir
pikleri, dudaklarının yanında çenesine doğru d üşen yaşlar,
hepsi cansız.
"Duydun! Adım Tarık. Sana Tarık'ın kurtulacağını söyle
miştim."
Kımıldamıyor; sanki sonsuza kadar öyle duracakmış gibi
hareketsiz. Bu haliyle de güzel. Bir süre kim olduğumu unu
tup onu seyrediyorum: Sarı, açık kahverengi ve boz renkle
rin oluşturduğu büyük bir tabloya tasarlanarak konmuş si
yah bir lekeyi andırıyor.
Eşsiz bir görüntüyü bozmaktan korkarak elimi uzatıyo
rum . Neden sonra peşime düşen askerler Doğuda birdenbire
beliren cansız güneşin içinde kaybolduğunda titreyerek uza
nıp elime sarılıyor. "Ya o?"
O!
"Onun adı yok," diyorum. "O biraz önce burada yitirdi
adını." İ ri bir damla burnuma ulaşıyor. "Keşke ben yitirsey
dim. Tam on sekiz yıldır O olmaya çalışıyoru m . "
Sesim aramıza ona bir daha ulaşmamı sonsuza dek engelle
yecek bir duvar örerken yorgun bir fısıltıyla mırıldanıyor:
"Peki, siz ! Yani Tarık?"
Elimi askerlerin kaybolduğu yöne çevirip, "Ben birkaç ki
lometre ötedeyim ve kaçıyorum. Birazdan beni de yakalaya
caklar," diye fısıldıyorum.
O anda günün ilk dik ışığı gözleri me ba tıyor. Petra'yı ve
her şeyi inkar eden gözlerini görmemek için kirpiklerimi yu
muyorum.
Amca ! . .
1 74
"Onümde kızıl bir aydınlık, aydınlığın arkasında güneş,
güneşin ardında kurtuluş vard ı . Hiçbir şey düşünmeden,
nefes almadan ve hiç duraklamadan koştum. Sonra silah
sesleri yükseldi, gökyüzüyle yeryüzü birbirine yakla şt ı İş
.
1 75
orada olduğunu söyle, Amca . . . Konuş benimle, Amca; tam
yedi ay oldu kimse konuşmad ı benimle . . . "
"Konuş benimle Amca . On aydır bu h ücred eyim; çıldı
racağın1 . 'Öteki cebinde taş yoktu,' de Amca . Ne yaparsam
yapayım, d üşün meden edemiyorum . . . Sağ cebine de taş
koymuş muydu, Amca ? Oradaydın, eğer koymuşsa sen
görmüşsündür. . . İkinci taş . . . Nereden mi çıkardım? Çok
d üşündüm, Amca, ben olsaydım öyle yapard ım . Konuş be-
nım
. 1e. . . "
"Ne kadardır buradayım, bilmiyoru m . Saymakta n vaz
geçeli çok oldu . Ama O'nu, Ali'yi, Gönül' ü . . . Hayır, Gö
nül' ü özlemedim . . . Eğer o koku olmasa çıldırırdım. Söyle,
gerçeği söyle bana . Sen oradayd ın, senden başka . . . Hayır,
Pet. . . Petra da oradaydı. O d a gördü . . . "
"Artık unutuyorum, Amca . Önce Ali, sonra O, şimdi d e
sıra bende: A d ı m ı unutuyorum Amca . G ecem ve d üşün
cem birbirine karışırken adımı da unutuyorum . Benim
adım Tarık değil. . . Konuş benimle, benim d e Amcam ol. . . Ben
artık Tarık değil, O'yum . . .
"
"Petraaa ! . ."
1 76
"İlginç bir hikaye."
Kirpiklerimi aralıyorum. Denizle kumsalın birleştiği çiz
gide kıvırcık saçlı, esmer bir kızla yan yana yatıyoruz.
Döndük. Başardım; ilk kez hikayenin olmayan sonuna gi
dip tekrar geri geldim. Hem de hiçbir şeyi unutmadan.
Elimi uzatıp kıza dokunuyorum: Gerçek; den1ek Petra da
gerçekti.
Kız doğrulmadan denize bir taş atarak, "Ama ilginç oldu
ğu kadar da karışık," diye mırıldanıyor.
Evet, haklı. Tek kişilik bir serüveni iki kişi olarak yaşa
dık biz.
1 77
"Yarısı onun, yarısı da benim ba şımdan geçti," d iyo
rum. "Ama Petra da anla ttığım hikaye de gerçekti . Cesed i
ni gördüğün o adam da benim konuştuğum gibi konuşur,
benim seviştiğim gibi sevişir, benim anla ttığım gibi anla tı r
dı bu hikayeyi . "
Kız hemen cevap vermiyor. Ned en sonra sad ece, "Yaa !"
diyor.
İ nanmayan ama hayal kırıklığına da uğramamış bir ses
bu. Tepkimi beklemeden cevabı biliyormuş gibi soruyor:
"Gerçekten öteki cebinde de taş var mıydı?"
Birden o yaşlı kadını hatırlıyorum . On dört yıl önce ser
best bırakılmama iki gece kaldığında o da sormuştu aynı so
ruyu. Var mıydı?
.
Denize dönüyorum. G üneyba tıd an esen rüzgar a yakla
rımızın dibine kadar yaklaşan denize titreyen bir örtü se
rerken kız sabırsızlığını ele vermeyen bir sesle, "Peki, ne
den?" diyor. " Kendini neden feda ettiği konusunda bir fik
riniz var mı?"
Susuyor ve ağlıyorum. On sekiz yılın sonunda bu soru
ya karşılık olarak bulabildiğim cevap, birkaç saniye süren
sessizlikten daha açıklayıcı değil . Belki acının tadına vardı
ğı, belki de o acıyı öğütebilecek kadar büyük bir yüreği ol
d uğu için.
Kız doğrulup üzerime eğiliyor. Sıkıldı . G özlerinde bi
razdan yitireceği merakın yanında belirgin bir küçümseme
var.
"Hala Tarık olmaktan nefret ediyor musunuz?"
Tarık! Elimi kaldırıp hiç ağlamamış gözlerine bakıyorum.
Geri çekiliyor. Söyleyebilirim.
Söylüyorum: "O iki taşı, onun yerine ben koyabilirdim
ceplerime."
Sağa sola sallanan başını izliyorum. Sonunda neredeyse
gülerek fısıldıyor:
1 78
"Ama bu davranış O' na daha uygun." Doğrulu yor.
"Unuttunuz mu, O' nun Amcası vardı " .
1 79
"Doğru," diyor sarışın kız. "Ben Petra değilim. Aslında is
tediğim kılığa girebilir, istediğiın yerde olabilirim. Bu kez de
bir düşün yerini aldını."
Elimi uzatıp ona dokunmaya çalışıyorum, ama başaramı
yorum. Kız orada değilmiş gibi uzaktan duyulan bir sesle
gülüyor.
Öfkeyle öne doğru atılıyorum. Ama yine tutamıyorum
onu.
"Beni aldattın." Kız ne evet, ne de hayır diyor. "Petra umut
demekti, sevgiydi. O hep benimleydi . O bir düş değildi . . . "
. .
1 80
mayan adaşı gibi öleceği ni hissettiğinde ve Kaza bla n ka ' y ı
her seyredişinde . . . "
"Yeter! "
Kız susmuyor : "Kısacası, tam on sekiz yıldır hep seninle
birlikteydim " .
"O gece O'nun peşinde Amcası, senin peşinde ise ben var-
d ım," diyor.
Peşimde! Öyleyse vakit geldi .
"E v et," diyo r kız.
Geriye d önüyo rum Alev nerede? Bilmeli; öğrenmek
.
onun da hakkı . . .
"Çok uzakta değil," diyor kız. "Ama artık seni göremez.
A ranızda .
.. "
181
başında, bir yanında Ali, öteki yanında ad ını unutan yürek.
Ben ta m karşısındayın1. Ebu-Halid'in dudaklarında ise gece
yi sarıya boyayan aleve ba karak n1ırıldandığı o şiirin ilk mıs
rası var:
"
"V
ı a le . . .
Hatırlamıyorum. 'Ya' ile başlıyordu.
"
" Ya leyn, ya ayn , diyor kız.
Ona dönüyorum. Hala orada; ama artık hiçbir şeye benze-
mıyor.
"
" Ya ley n , ya ayn , diyorum.
Başını hafifçe iki yana sallı yor.
"Karışmış birbirine gecem ve düşüncem, demek," diyor.
"Hatırladın mı?"
Ardından susuyor. Ona uyuyorum . Dakikalar sonra gece,
düşünceler ve gerçekle hayal birbirine karıştığında, "Vakit
geldi," d iye mırıldanıyor.
Demek geldi! Aslında geç bile kaldı. Son kez olduğunu bi
lerek soruyorum:
"Öteki cebinde taş var mıydı?"
Cevap vermiyor. Belki de bilmiyor. Ya Amcası? O biliyor
muyd u?
" AnKasını görmek istiyorum."
Ceva p vermiyor. Yana dönüyoruın. Yok ! Gitmiş. Doğrulu
yorum . Kimse yok etrafta . Ne kad ar vaktim kaldı?
"Şiirin i1k mısralarını tekrarlamana yetecek ka dar," diyor
bir erkek sesi.
Başımı kaldırıp a·z ötede, d enizin içindeki gölgeye bakıyo
rum . . .
Tanrım ! Amcası; gülüyor v e elini uzatıyor. Sonunda geldi .
Beni d uydu . . .
Ayağa kalkıp ona doğru yürüyorum. S u ayaklarımdan
dizlerime tırmanıyor. Geriye d önmüyorum. Peşimde olup
1 82
olmamasına aldırmıyorum. Sevincimden bağırabilirim; Am
cası beni affetti. Benim Amcam olmaya geld i .
On sekiz yıl gerideki o gecenin içi n de yere uzanmış, yata n
o üç genç adamın beni duyacağını bilerek şiirin ilk mısraları
nı fısıldayarak yürüyorum:
SON
Ocak-Ekim 1 988
Kavaklıdere/A n ka ra
1 83