You are on page 1of 273

ROMANCI

İpek S. Burnett 1980'de İstanbul'da doğdu. Koç Özel Lise­


si'nden mezun olduktan sonra ABD'deki Brown Üniversi­
tesi'nde öğrenimini Modern Kültür & Medya ve Uluslara­
rası İlişkiler bölümlerinde, edebiyat ve toplum bilimlerine
odaklanarak tamamladı (2002). Bir süre reklam, İnternet
ve televizyon sektörlerinde çalıştıktan sonra eğitimini San
Francisco'da sürdürdü. İlk yüksek lisans derecesini Califor­
nia lnstitute of Integral Studies' de Psikoloji dalında Sanat,
Edebiyat, Drama, Dans ve Müzik Terapileri'nde uzmanla­
şarak aldı (2007). Bir yandan psikoterapist olarak çalışırken,
bir yandan da Pacifica Graduate lnstitute'da Bilinçaltı Psi­
kolojisi üzerine ikinci yüksek lisans derecesini tamamladı
(2010). Halen San Francisco'da yaşamakta, psikoloji alanın­
da doktora eğitimini sürdürnwkte ve Journal of Archetypal
Studies'de yazar ve d,rnı�nı,ııı ol,ırak çalışmaktadır. l\o111111ıcı,
İpek S. Bıırııctf'i11 2008-2()()LJ yıll.ırıııd,ı yazdığı ilk romanıdır.
IPEK S. BURNETT

Romancı

Roman

0130
Yapı Kredi Yayınları
Y.ıpı Krl'di Y.ıyıııl,ırı - :1910
Eddıiy,ıt - l ltn

Roııı,ıııcı / İpc•k S. Burnl'tt

Kitap editörü: Güven Turiln


Düzelti: Korkut T.ınktıtl'r

Kcıpak tasarımı: Nahide Dikl•I

Baskı: Pasifik Ofset Ltd. Şti.


Cilı.ıııgir Mah. Güvercin Cad. No: 3/ 1
Baha İş Merkezi A Blok Haranıiderc' - Avcılar/ İstanbul
Telefon(
: () 212) 412 17 77
Sertifib No: 12027

1. baskı: İstanbul, Haziran 20D


ISBN 978-975-08-2569-9

<[)Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Tic,ıret ve Sanayi A.Ş. 2013


Sertifika No: 12334

Bütün yayın hakları scıklıdır.


Kilynak güsterilerek tanıtım için yapılacak kısa cılıntılar dışında
yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltıl11n1az.

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticarl't ve Sanayi A.Ş.


Yapı Kredi Kültür MPrkezi
İstiklal Caddesi No. 161 Beyoğlu 3443:1 lstanbul
Telefon: (0 212) 252 47 00(pbx) Faks: (0 2 1 2) 29107 21
http://www.ykvkultur.coııı.tr
e-posta: ykykultıır@ykykultur.conı.tr
.
lnternet satış adresi: http://alisveris.y.ıpikredi.conı.tr
ROMANCI
Pazartesi

"istemez!"
Olduğu yerde kalakaldı genç kız, d a ha içeri bile g i re­
meden. Oysa usu lca vurmuştu kapıyı, tık tık, tokmağı d i k­
katlice çevirmiş, kapıyı yavaşça itmişti, hiç gıcırtısız. Küçü­
cük bir adım atmıştı içeri . Elinde orta boy metal bir tepsi,
tepsinin üzerinde üstü kapa klarla örtülü plasti k tabaklar,
kaseler, kaşık, çatal, bıça k, bi rkaç kağıt peçete ve iki d i l i m
tuzsuz ekmek.
"İstemez!" dedi yaşlı kad ı n .
"Ama ..." dedi genç kız, geti remedi gerisini.

İ htiyar bir kad ın, çıpla k duvarlı odanın köşesinde, o odaya


uymayan yüksek arkalıklı, geniş, kadi fe bi r koltuğa oturmuş.
Kadının bedeni sanki pamuklu kumaş gibi çekmiş, küçücük
kalmış. Cildi solgun, gözleri saydam. Elleri lekel i. Başında,
topuz yapılmaya uğraşıl mış, olmamış, yarı dağınık kalmış
beyaz, seyrek bir saç demeti. Kulaklarında inci küpeler, yaka­
sın d a çiçekli bir iğne. Üzerindeki hırka, etek, bluz hep kahve­
rengi. Bileklerinde lastiği gevşeyip düşmüş ten rengi çoraplar.
Aya klarında havlu terlikler.

Kapının eşiğinde, elinde tepsiyle dikilen u fak tefek esmer bir


kız. Midesinde kötü bir his, korku belki. Üzerinde beyaz ön­
lük, ayağında beyaz bez pabuçlar ve kısa çoraplar. O da za­
yıf. Kaküllü, kalın telli, kapkara saçları kulaklarının arkasına

7
itilmiş. Gözleri simsiyah i k i kuyu. Yüzünde tek tük sivilceler.
Dudakları gül kurusu.

"Aç değilim," d iye söylendi yaşlı kadın. Öfkeli değildi bu ses,


kırgındı sanki.
Genç kız biraz cesaretlendi, bir iki adım daha yaklaşt ı.
Çekingen, gülümsemeye çalıştı. Kadın ondan yana baktı, içi­
ni çekti. "Ne var bugün?" d iye sordu.
"Çoban salata, karnıyarık, şehriyeli pilav, muhal lebi."
"Sakızlı muhallebi m i?"
Genç kız şaşkın, gözlerini kırpıştırd ı bir süre.
"Sade galiba."

Yatağın üzerinde kenarları işlemeli, ipek gibi, saten gibi par­


lak bir örtü. Başucu sehpasının üzerinde birkaç kitap, ilaç ku­
tuları, bir bardak su. Duvarlarda ne bir ayna, ne bir tablo ya
da takvim.
Sanki terk ed ilmişti bu oda. Sanki yangında ilk kurtarı­
lacaklar alınıp götürü lmüştü. Ama kadını o koca kadi fe kol­
t ukta görmemiş, görememişti itfaiyeci ler. Unutmuşlardı geri­
de. Alev alev.

"Aç değilim," d iye tekrarladı kadın, gözlerin i genç kızın kuyu


gözlerinden kaçırarak. "Gidebilirsin."
Yapacak başka bir şey yoktu. Döndü arkasını genç kız,
çıktı gitti.

Uzun ve dard ı koridorlar. Gri ve gölgeli. Rutubetli gibi koku­


yordu her yer. Hemen hemen bütün odaların kapıları kapa­
lıydı. Genç kızın ayak sesleri dışında tek duyulabilen, boğuk
radyo anonsları, kısık öksürükler ve çıplak floresan ışıkları n
cızırtısıydı.
Asansörü geçti, arkadaki merdivenlere yöneldi . O yuka­
rı aşağı, aşağı yukarı sürekl i seyahat eden küçük kutu fazla

8
havasızdı. Hem ya kopuverirse asılı olduğu o ipler? Ya düşü­
verirse sonsuz bir boşluğa? Alt kata, elinde dengede tutmaya
çalıştığı tepsisiyle, karnıyarığın hafif yanık kokusunu içine
çeke çeke indi. Yemekhanenin mutfağına döndü.
Mavi önlüklü, boneli, elleri kaşıklı, kepçeli kadınlar ara­
sında Mualla Yengesi'ni aradı buldu. Başını bir kazanın içine
uzatmış, burnunu av köpeği gibi çeke çeke kayıp bir bahara­
tın izini sürüyordu Mualla Yenge.
"Nanesi eksik bunun!" Kaldırdı başını, önce genç kı­
zın mahcup yüzüne sonra da ellerindeki dolu tepsiye baktı.
"Hayrola?"
"A-627 istemedi yemeğini," dedi genç kız ha fif suçlu.
Kalın kaşlarını çattı Mualla Yenge. "Yok ama, olmaz böy­
le. İstemiyorum dedi d iye geri getirmeyeceksin yemeği. Bıra­
kacaksın. Belki birazdan acıkacak. Ne olacak o zaman? A k­
şam yemeği n i altı buçuğa kadar götü rmüyoruz. Ne yapacak
saatlerce aç aç? Soğuk moğu k yerdi sonradan."
"Geri götüreyim mi yenge?"
"Boş ver. Eve gidince konuşuruz bunu. Şimdi bırak o
tepsiyi, A-303'ünkini götür. Şurada, şeker hastalarının bölü­
münde. Birkaç dilim de fazladan kepekli ekmek ekle, A-303
bunun tersine maşallah bir iştah l ı, bir iştahlı."

Saat altı gibi akşam ekibine devrettiler tavaları, tencereleri,


tepsileri. Önlüklerini bir kenara asıp çıktılar binadan. Armut­
lu otobüsü tam köşebaşından kalkıyordu. On beş dak ikada
bir geliyordu yenisi. Beklerlerken Mualla Yenge genç kızın
kakül lerini düzeltti parmaklarıyla.
"Ne güzel saçların var, uzatsana kızcağızım. Şöyle örersin
arkadan, i k i yandan. Açarsın, başka havası olur. Değil mi?"
İki oğu l anası Mualla Yenge hep bir kızı olsun istemişti.
Arkasında durup saçlarını tarayacağı, birlikte örtü, çarşaf
a lışverişine çıkacağı, nasıl ev kadını olacağını öğretip za-

9
man zaman cezvedeki kahveyi beklerken dertleşebileceği
bir kız.
Otobüs en sonunda geldi. İşçiler, işsizler, anneler, çocuk­
larla sıkış tıkış; ter, soğan ve çiçeksi deodorant kokularıyla
buram buram. İnişli çıkışlı dar sokaklardan geçerlerken genç
kız kafaların kalabalığından birazcık olsun dışarıyı görme­
ye çal ıştı. Yama yama bir İstanbul. Gri beton, gri asfalt, tek
tük yeşil ağaçlar, tek tük kırmızı bayraklar, bir parçacık mavi
Boğaz. Adamın biri inmeye çalışırken ayağına bastı. Özür d i­
lemed i tabii, fark etmedi bile. Genç kız acıyla gözlerini yum­
du, açtı, yumdu, açtı. Sonra da eğil ip beyaz bez pabucunda­
ki çamurlu, gölge lekeye baktı. İşte o an hissetti tabanlarının
sızısını, bacak larının ve d izlerinin çelimsizliğini. Yorgundu.
Mualla Yengesi'ne baktı, o da böyle m i h issediyor diye. O dol­
gun yüze, iri gözlere, devrik kalın kaşlara baktı. Başına sardı­
ğı mavi beyaz eşarbın düğümüyle oynuyordu Mualla Yenge.
Düşünceli bir hali vardı.

Az biraz trafik, birkaç küfür ve korna, en sonunda gidecekleri


yere va rmışlardı.
İte kaka sıyrıldılar otobüsün kalabalığından, indiler bir
yokuş başında. Genç kız öğrenememişti yolları daha. Bu civar
tanıdık sayılırd ı ama yine de şu sıvaları dökül müş, balkonları
çamaşır ipli, iki üç katlı evler arasında hangisi Mualla Yenge­
ler'inkiyd i hatırlayamıyordu. Sokakta birkaç oğlan sönük bir
topun peşinde koşuyordu nefes nefese. Boş su şişeleri, sigara
izmaritleri, yarısı yenip yarısına boş verilmiş elmalar ve si­
m itler, çiğnenip nanesi tüketi l m iş çikletler yatıyordu kaldı­
rım kenarlarında.
Az ilerde bir yerden gelen akşam ezanının derin ve du­
manlı sesi bastırıverdi arabaların kornalarını. Allahu ckber, Al­
lalııı ckbcr. Bir uyarı almış gibi hızlanıverdi ikisinin de adımları.

10
"Hiç sesin çıkmıyor," dedi Mualla Yenge çantasını girişteki
paltoluğa asıp o aşınmış beyaz bez ayakkabılarından kurtu­
lu nca. "Yoruldun tabii. İ l k gün en zoru. A lışacaksın."
Sabah beş buçukta çıkmışlardı evden, daha gökyüzü
kara bir delik, hava Boğaz'ın soğuğu ve tuzuyla ağırlaşmış
bir sisken. Otobüsten tam önünde inmişlerdi A laçam Vakfı
Etiler Dinlenme Evi'nin.
Kocaman gri-kahverengi iki beton bina. Altı kat, pencere
pencere. Balkonlarda tek tük sandalyeler, saksılar. Perdelerin
gerisinde saklı, küçük hayatlar. Kaderle kavgalı, hafızaları
karışmış, iştahları kaçmış, ağrılı, acıl ı, saçları seyrek, dudak­
ları buruşuk, elleri damar damar, yalnız, yapayal nız insanlar.
1 �er dakikası bir öncekinden yavaş geçen günler. Ve o yaşlı,
yorgun dillerde sanki adresleri şaştığından bir ömür boyu ce­
vaplanamamış dualar, hala tekrar tekrar.
Günün çoğu mutfağın karman çorman kokuları ve sıca­
ğında geçtiğinden, genç kız öğlene kcıdcır göz göze geleme­
mişti huzurevinin bu gerçek yüzüyle.
Mutfa kta hayat başkaydı. Çatal bıçak gürültüsü, tencere­
lerin bulut bulut teri, boneli önlüklü kadınların birbirlerine
laf atışı:
"Bize bir türkü söylemek yok mu Emine Hatun?"
"Böreğin a ltını yakmayın yine!"
"Tamam, tuzsuz olacak ama bu kadar da tatsız olması
�art değil, biraz biber serpiştirin şunun içine bari."
"Barbunyayı suya bastınız mı?"
"Bizimki yine rakı sofrasında kaybetti kendini. Dün ge­
cenin bir saatinde leş gibi döndü eve."
"Benim oğlanın karnesi de maşallah, hepsi pekiyi bu dö­
nem, bir tane iyi var o da hayat bilgisi. Sanki hayatı o sıralar­
da öğrenecek ya!"
Genç kız öğlen tepsileri taşırken görmüştü huzurevinin
asıl sakinlerini. İ k i büklüm, bastonlu, tıraşları uzamış adam­
ları, kıyafetleri de tenleri gibi eski kokan, rujları dudaklarının

1 1
kenarlarından taşan, asık yüzlü kadınları. O yorgunluğu, piş­
manlığı, hayatın sonunu. Küçücük adımlarla yü rüyordu bu­
ranın insanları. Oturunca daha da ufalıyorlardı. Konuştukla­
rında sesleri de bedenleri gibi sızlıyordu. "Ah, a manın a ma­
nın. Kızım bir zahmet şu asansörün kapısını tutar mısın?"
On yedi yaşındaydı ama kendi n i yüz yaşında hissetmişti
bugün. Mualla Yengesi altı yıldır çalışıyordu burada. Belki de
dediği gibi alışıyordu insan.
"Evet, yoru ldum biraz," d iye itira f etti genç kız. Bedenin­
den çok ruhu yorul muştu, huzurevinin d iğer sakinleri gibi.

Küçüktü Mualla Yengesi'yle İsmail Dayısı'nın evi. Neredeyse


köydeki kend i evinden bile küçü ktü ama bur a n ın içinde yok
yoktu. Televizyon, video, DVD, mü zik seti, çamaşır makinesi,
kuru tucu, mikroda lga fırın, mutfak robotu, mikser, bulaşık
makinesi, bilgisayar, yazıcı. İrili u faklı, kutu kutu teknoloji.
Çoğu siyah, kimi beyaz. Hepsi markalı. Çok zengin olmalıydı
İsmail Dayısı. Ama o zaman niye böyle kirli bir a rka sokakta,
niye küçücük bir dairede yaşıyorlardı ki? Daha iyi olmaz mıy­
dı bu kadar alet yerine birazcık açık a lan, pencereden bakınca
bir incir ağacı, duvarda sımsıkı dokunmuş bir kili m, sedirde
kocaman yastıklar, karanfil kokulu geniş bir salon?
İsmail Dayısı koltukta yayılmış, üzerinde bir fanila ve
buruşuk bol bir pantolon, haberleri seyrediyordu başını iki
yana sallaya sallaya. "Vay namussuzlar, vay namussuzlar!"
"Huzurevinin mutfağından evin mutfağına. Her gün
böyle," d iye söylendi Mualla Yenge kendi kendine. Sonra ba­
şını salona doğru çevirip sesini yükseltti, "Çocuklar nerede?"
"Market te," dedi İsmail Dayı gözleri ekranda.
"İkisi de mi?"
"İkisi de. Yaz geldi, okul, ödev dertleri yok. İki kuruş bir
şey kazansınlar. Doğru dürüst çıraklık yapmayı öğrensinler.
Yoksa işleri güçleri top ve kız peşinde koşmak olacak."

12
Memo on sekiz yaşındaydı, l ise ikiye geçmişti, İbo on altı
yaşında ve orta sondaydı. "İnadına çalışmıyor, inadına sınıfta
kalıyorlar, sırf atılmak için!" d iye yana yakıla anlatm ıştı Mu­
alla Yenge. İsmail Dayı dünden razıydı bakkalı onlara dev­
retmeye ama Mualla Yenge, "Lise d iplomasız ada m mı kcıld ı
.ırtık!" diye üsteliyordu işte.
Genç kız Tavşanlı'dan İstanbul'a gelel i neredeyse üç
gün olmuştu ama bir kerecik ve kısacık görmüştü Memo ve
lbo'yu. İlk gün Mualla Yenge bir heyecan, elinden çeke çeke
onu bakkala götürmüş, "Bakın siz kardeş sayılı rsınız, aynı
köyden geliyoruz hepimiz ne de olsa," d iye tanıştırmıştı on­
ları. İki esmer, asker tıraşl ı çocuk. Kısa boylu olan küçüğü se­
sini ka lınlaştırıp magandcı taklidi yapar gibi, "Selcımün aley­
kü m," demişti. Daha boylu, daha kemikli ve gözlüklü olan
abisi, kısacık bir an genç kızın dağın ık kfıkülleri nde, pembe
dudcıklarında gezd i rmişti gözlerini, sonrcı hcı fifçe gülümse­
mişti. Mualla Yenge de " Bu kcıdar mı? Kız o kcıdcır yoldan
geldi bizimle olmcıya!" d iye ya rı kızgın, ya rı kırgın çıkmıştı
bakkaldan. "Gel canım, sen benim uysal kızımsın. Bunlar da
aynen babaları olacak o herif g ibi işe yaramaz yüzsüz şeyler!
Ah anan ne şa nslı olduğunu bir bilse!"

İsma il Dayı televizyonla atışmaya devam ededursun, Mualla


Yenge buzdolabından yoğurdu ve dolmaları çıkardı. Ekmeği
ekmek tahtasına yatırdı.
"Otur kızım," ded i . "Sen bugün çok yoruldun, belli. Tek
iş şu dolmaları ısıtmak, o kadar." Ocağı yaktıktan ve kestiği
beş altı dilim ekmeği bir sepete koyduktan sonra kendisi de
mutfak masasının başına oturdu. İçerden İsmail Dayı'nın sesi
geliyordu.
"Yok, daha neler!"
"Hep böyle spikerlerle kavgalı bu adam." Sonra omuzla­
rını silkti. "Bana kalsa televizyonu atıp kurtulaccığım, ev çok

1 _.,
'
daha huzurlu olacak. Sürekli şu saçma sapan haberler, gürül­
tülü maçlar. Bir de çocuklar, o paparazzi midir nedir, onlara
bayılıyorla r. Tek dertleri kısa etekl i kız görmek. Onun yerine
radyoyu açıp şöyle güzel güzel türkü dinlesek fena mı olur­
du? Oy madımak. Oy madımak. Neyse sen geldin, bu yaz bana
sen yoldaşsın. İyi oldu böyle."
Genç kız sessiz sessiz onu dinliyordu ama aslında aklı
kendi anacığındaydı. Suçluluk gibi ekşimsi bir tat vardı ağ­
zında. Anası onu uzaklara yollamaya razı olmuştu olmasına
ama ya şimdi nasıl da özlüyordur, nasıl da endişelidir, tek
başına evde bir aşağı bir yukarı ... Kim bilir ne üzgündür, ne
yalnızdır.
Mualla Yenge kalktı tencerenin kapağını açıp şöyle bir
baktı. "Neredeyse hazır."
İsmail Dayı'nın dolmasını, yanında bol kaymaklı yoğurt
ve birkaç dilim ekmekle içeri götürdü. "Hele şükür! Açlıktan
geberecektim be kadın!"
Mualla Yenge mutfağa döndü. "Biz burada yiyelim e mi
kızım? Biraz da huzurevini konuşa lım, ne var ne yok ... Bu
arada aklıma koydum, seni biraz şişma nlatacağız bu yaz ha­
zır buradayken. Baksana bir deri bir kemiksin. Benim yemek­
lerim yarayacak sana."
Önce birkaç kaşık yediler i kisi de. Sonra Mualla Yenge
konuya döndü.
"Bak kızım, huzurevini gördün, mutfakta bir sürü kadın,
tam bir curcuna. Sen de tabii yardım edebilirsin. Sebzeleri
yıkarsın, soyarsın falan. Ama benim senin için asıl düşündü­
ğüm, bu odalara yemek götürme işi."
Genç kız kuyu gözlerini açabildiği kadar açmış, tüm dik­
katini vermiş dinliyordu şimdi.
"Kimileri hasta, kimileri çok yaşlı, kimileri de sırf ina­
dından inmiyor yemekhaneye. O küçücük odada bir başla­
rına ne yapıyorlarsa ... Neyse. Seni A bloktaki odalara yolla-

14
Vll lım d iyorum. A blok, tek başına yaşayanlar. B blokta bir

odayı iki kişi paylaşıyor. Yani A blok zenginler, B blok orta


halliler. Bakma arada kızları, oğulları, torun ları falan geliyor
,ı ma yine de çok ya lnız bu insanlar. Çoğu kimsesiz, onun için
oradalar. Birbirlerinin sohbetlerinden de bunalıyorlar. Nasıl
bunalmasınlar, hep bir 'Bizim zamanımızda!' Aynı hikayeleri
unutup baştan anlatıyorlar. Bir de 'Bugün şuram ağrıyor, bu­
ram tutu lmuş.' Yazık. Bakma hepimiz yaşlanacağız, hepimiz
öyle olacağız. Hayat. Neyse, uzun lafın kısası bu insanlar düş­
kün. Kendilerini birazcık olsun dinleyecek, arkadaşlık edecek
birine muhtaç. En çok da yeni, genç bir yüze."
Mualla Yenge ağzına bir dolma attı. Çiğnerken düşündü,
düşündü, düşündü.
"Sen A bloğa tepsileri götürü nce bu en düşkünlerle biraz­
cık a hbaplık et, e mi? Öyle tepsiyi bıra kıp çekip gitme. Hatır­
larını sor. Yastıklarını düzelt. Bak çok ma kbule geçecek. Sana
da sevap yazılır hem. Sonra bu yaşlıların ömürleri çok da kal­
mamış. Olur da biri bu yaz gidiverirse, bir bakarsın sana az
da olsa bir bahşiş bırakmış. Ne kadar üst katta olursan, o
kada r iyi. Üst katlar o tırnağım kadar Boğaz manzarası için
daha çok ödüyor, inanır mısın? Mesela bugün biri istemedi
ya yemeğini, otur de ki 'Olmaz teyzeciğim (ya da amcacığım),
siz bunu yiyince kadar ben dönmüyorum mutfağa.' Eğer sen
geri gelmezsen ben bilirim ki dostluk ediyorsun bir sakinle,
başkasını yollarım bir sonraki odaya. Anlaşıldı m ı?"

Salı

O gece çok karışıktı genç kızın rüyaları. İstanbul gibi kala­


bal ı k, yabancı. Sabah dört kırk beşte Mualla Yengesi omzuna
dokunup uyandırdığında, nerede olduğunu, hatta kim oldu­
ğunu bile u nutmuş bir hali vardı.

15
"Hadi kızım, hazırlan da çıkalım."
Saçlarını hırçınca taradı. Aynada az biraz dinlenmiş yü­
zünü inceledi, çenesindeki iltihaplanmaya başlamış sivilceyi
patlattı, çıkan kanı bir parça tuvalet kağıdıyla sildi. Sonra ka­
pıda Mualla Yengesi'nin ona aldığı, kendisininkilerle bir ör­
nek bez pabuçlarını giydi. Diliyle ıslattı avucunu, o dünden
kalma lekeyi silmeye çalıştı, beceremedi.
Sokakta birkaç uykusuz serseri kedi ve birkaç kayıp cin
dışında kimsecikler yoktu. Çakmak çakmaktı otobüs şofö­
rünün gözleri, çatal çataldı "Hayırlı sabahlar" d iyen sesi. Bu
defa ferahtı otobüsün havası. Yine huzurevinin önündeki du­
rakta indiler. Gece bekçisini selamlayıp mutfağa yöneldiler.
Önce oturup yeni demlenmiş çaylarını içtiler. Kahvaltı en
kolayıydı. Her gün aynı: Taba klarda bir küçük kutu yağ, bir
küçük kutu bal, vişne ya da çilek reçel i, kibrit kutusu kadar
tuzu çıkarılmış bey;ı z peynir, üç beş tane yine tuzu çıkarılmış
siyah zey tin, domatL'S, salatalık ve çay.
Öğle yemeği saati geldiğinde, elinde tepsi A bloğun arka
merdivenlerini tırmanmaya başladı genç kız. Bir yukarı, bir
aşağı.
"Nasılsınız bugün amcacığım?" d iye soruyordu Mualla
Yengesi'ni n öğrettiği gibi. "Bugün zeytinyağlı barbunyamız
var. Köfte, bademli pilav. Tatlı olarak da kayısı kompostosu.
Buyurun, a fiyet olsun."
Girdiği her oda ekşi ilaç, tozlu perde ve hastalık kokuyor­
du. Gird iği her oda yalnızlık kokuyordu. Korku kokuyordu.
Boğucuydu. Fazla uzatamıyordu lafı, tepsiyi bırakır bırak­
maz kapıya doğru yürümeye başlıyor, sonra bir acele atıyor­
du kendini boş koridora.
A-627'yi en sona bırakmıştı o gün. Hem en üst katta oldu­
ğu için, hem de yaşlı kadının aksiliğinden biraz ü rktüğünden.
Yine usulca tıklattı kapıyı, dikkatlice çevirdi tokmağı, içe­
ri gölge gibi süzülüverdi.

16
"Yemek mi?" diye sordu kadın, gözleri pencerenin geri-
'-'İ nde bir yerde.
"Evet teyzeciğim. Bugün barbunyamız var..."
"Aç değilim."
"Ama yemeniz lazım," dedi kelimeler boğazında düğüm
dliğüm.
Ne kada r zayıftı kadının bilekleri, ne kadar renksizdi cil­
d i. Bugün koyu yeşil bir hırka giymiş, yakasına farklı bir iğne
ı,ı kmıştı. Taşlı bir kelebek. Saçı yine topuz, kulağında yine in­
L·ileri.
Acaba zamanında güzel miydi diye düşündü kısacık bir an.
"Sen yenisin," dedi yaşlı kadın, yaşlı sesi şüphelerle dolu.
"Evet. Dün başladım." Mualla Yengesi tembih etmişti,
Ki111seye sırf yaz için bıırada oldıı,� 111111 söyle111c, soııra ııasıl olsa gi­
deceksin diye giivenınezler saııa. Bıı insanlar terk edil111i� zateıı. Bir
dıılıa, bir daha terk edilmek istemiyorlar.
"Pek de gençmişsin. Öğrenci misin?"
"Evet."
"İsmin?"
"Ferit."
"Ferit d iye kız ismi mi olurmuş? Bu yaşıma geldim duy-
madım."
"Babam erkek olacağımı düşünmüş."
"E, doğduğunda görmemiş mi kız olduğunu?"
"Görmüş ama ... Bilmem, yine de Ferit koymuş adı mı."
"Feride koysalard ı bari."
Elinde tepsi öyle duruyordu odanın ortasında. "Yemeği­
niz ..." dedi konuyu değiştirmek ister gibi.
"Aç değilim," dedi kadın başın ı yine pencereye döndürüp.
"Gidebilirsin."
Ne demişti Mualla Yengesi, Siz yiyinceye kadar dönmeyece­
.�im mııtfa,�a. Yutkundu. Boğazında d izili düğüm ler birer yum­
ruk gibi karnına vurdu.
"Yok," diyebildi en sonunda. "Siz yiyinceye kadar mutfa-
ğa dönemem, öyle dediler."
"Kim dedi?" d iye sordu kadın, tehditkar.
"Mutfaktan öyle dedi ler."
"Onlar da kim oluyormuş? Şimdi de aşçılar mı doktor ke­
sild i başımıza?"
"Kızmayın teyzeciğim. Sizin iyiliğinizi düşündüklerin­
den. Güç kazanın, hasta lanmayın diye."
"Onlara ne, neyim oluyorlar ki?"
Yatağın karşısında diğer odalardaki plasti k sandalyele­
re benzemeyen ahşap, oymalı bir sandalye vardı. Hiçbir şey
söylemeden, ne söyleyeceği n i bi lemeden, sandalyenin ucuna
ilişti, tepsiyi kurnğıno koyd u.
"Kend i kend i n i d ovet ettin bakıyorum," dedi kad ın.
Ufak ve ürkek bir tebessü m du(lo klorında, "Öyle," dedi
genç kız.
"Ferit," dedi kadın ve başını so lladı. " Ferit d iye isim mi
verilirmiş kıza?"
"Sizi n adınız teyzeciğim?" d iye sordu genç kız.
"Süreyya Hanım. Teyze deme bana, ben sen i n teyzen fa­
lan değilim. Süreyya Hanım'ım ben."
"Peki, Süreyya Hanım." Başını öne eğd i genç kız. Kayısı
kompostosunun sarı-turuncu bulanık şerbetine d ikti gözleri­
ni. "Gitmemi istiyorsanız g ideyim."
Sustu Süreyya Hanım. Uzadıkça uzadı sessizliği. Pence­
renin gerisinde, uzaklarda bir yerde bir şey arıyordu sanki.
Bir cevap, bir soru, bir ümit. "Git," dedi sonunda. "Ben de is­
t i rahat edeyim."
"Tepsiyi şuracığa bırakacağım, olur mu? Sonra acıkırsa­
nız d iye."
Odadan usulca çıkıp mutfağa döndü. E lleri boş, içi ağır.

Annesi, "Ben İstanbul'daki Mualla Yengen'le konuştum, du-

18
rumu anlattım," demişti. "Mualla Yengen 'Hiç merak etme­
sin, gelsin buraya, biz çaresine bakarız,' dedi."
Özetle durum şuydu: Feri t kurak bir mart a kşamı, yerde
bağdaş kurmuş tarhana çorbalarını ü fleye üfleye içerlerken
,ınne ve babasıyla büyük sırrını paylaşmıştı, "Ben üniversite­
ye gitmek istiyorum."
Babası kaşlarını devirerek "Neden?" d iye sormuştu.
"Mü hendis olmak için," demişti Ferit. Elektrik mi, ma­
k i ne mi, bilgisayar mı tam olara k kara r verememişti daha.
Tek bildiği, matematiği ve feni iyi ola nların fakülteye gidip
mühendis olduğuydu. A kıllı olmak gerekiyordu mühendis
ol mak için. Feri t de koca a k l ı n ı böylece kanıtlayabilecekti
i�te.
Ablaları Neslihan ve Canan ortaokul mezunuydu. Yaş
yirmi beş ve yirmi iki; evli, çocuklu, bebekli. Da ha şimdiden
nasırlıydı elleri, yorgundu belleri, uykusuzdu gözleri. Ferit,
ismi gibi kendi de, hayatı da farklı olsun istiyordu için için.
Başarılı bir mühendis olursa, maaşı yüksek bir iş sah ibi olur­
sa, daha iyi bir i nsan olurdu sanki. Babası erkek doğmadığı
halde hayırlı bir evlat olduğu için en sonunda affederdi Ferit'i.
Hatta severdi belki.
"İnek," diyordu sınıf arkadaşları. "Böyle giderse hiçbir
koca gelip seni istemeyecek," d iyordu ablaları. Aldırmıyor­
d u . Yine eğiyordu kafasını k itaplara. Bir annesi k ıyamıyordu
i�te Ferit'e. "Aferin," d iyordu, gece gündüz bıkmadan. Aferin,
ııf(Ti11, aferin . Arada sırada da "Hemşirem," d iyordu, "Çok ça­
lı�tın d inlendir biraz gözlerini."
Üniversiteye gitmek istediğini söylediği gün ne korktu­
ğu gibi yumruğunu masaya indirip h iddetlenmişti babası, ne
de gizlice umduğu gibi göğsünü gere gere a rkasına yaslanıp,
yü zünde çapkı n bir gülüş, bıyıklarıyla oynamıştı, "Vay canı­
n<ı, kocaman bir mühendis çıkacak demek bizim a ileden. Bir

kurban keselim bari." Onun yerine, gözlerini kald ırıp bir ke-

19
recik kızına bakmadan, ekmeğini çorbaya banmış, "Kend in
ödersen gidersin," demişti. "Bizden bir şeycik bekleme."
Yemekten sonra ana kız sedirin üzerine kurulup otur­
muştu.
"Ah hemşirem, nereden çıkardın bu işi başımıza? Bakma
sen bizim gibi değilsin biliyorum, akıllısın, çalışkansın. Abla­
ların da benim gibi okulu bıraktı evlend i de ne oldu? Hepimiz
aynı hayatı tekrar tekrar yaşıyoruz. Kaç sen, kurtar kendini
istiyorum ben de. Ama ana yüreği bu. Nereye gideceksin
hem?"
"Ankara'ya. Orada Ortadoğu Üniversitesi var. Çok iyiy-
miş, öyle d iyorlar."
"Yok mu burada bir tane? Cumhuriyet mi neymiş adı?"
"En iyisine gitmek istiyorum ben anacığım."
"Anka ra'da bir b<lşına! İst<l nbu l uzak ama en azından ora­
da tanıd ık çok. Bizim ki iyden kim çıktıys<l kend ini İstanbul'a
attı. Taşı toprağı <l ltın değil be lk i a ma hiç deği lse bir arada eş
,

dost, akraba. Dur ben bir Mu<l lla Yt•ngt•n'i <lrayayım. O cindir,
bilir. Bize bir yol gösterir."
İşte böyle yola çıkmıştı Sivas'tan Eti ler'e. On yedi yaşın­
daydı, bir senesi daha vardı lisede. Yaz ve kış tatillerinde, ol­
madı üniversite öncesi bir sene çalışır birazcık para pul birik­
tirebilirdi, hem İstanbul'u da görmüş olurdu. "Ben kızımı gö­
zümün önündeyken çalıştırmam /' demişti babası. Ama İstan­
bul uzaktı. Gözden uzak, gönülden ırak. Hem Mualla Yenge
ve kocası İsmail Dayı Hafik ilçesinden kalkıp İstanbu l'a gideli
neredeyse yirmi yıl olsa da ha la komşu sayılırlardı. Annesi
en sonunda ikna etmişti babasını. "Madem bu kadar istiyor,
denesin. Zaten İstanbul koca şehir, dayanamaz geri döner, di
m i bey?"
Aslında arkadaşı Fatma'ydı Ferit'in aklına giren. O yeşil
gözlerini kocaman açıp, "Biz Meryem gibi olmayacağız, ta­
mam mı?" d iye eline sımsı kı tutunan. "Söz ver bana, kaçıp

20
gideceğiz buradan. Ankaralara, hatta İstanbullara gideceğiz.
Üniversite okuyacağız, çalışıp iş kad ını olacağız, pantolon gi­
veceğiz. H içbir baba, h içbi r ağabey, h içbi r koca bize kim oldu­
gu muzu, ne yapmamız gerektiğini söyleyemeyecek, el kald ı­
rıp korkutamayacak bizi. Ve asla bıra kmayacağız birbirimizi.
1 lep yan yana olacağız. Yemi n, di mi Ferit? Yemi n de."
Ferit Meryem'i de severdi. "Fatma beni kıskanıyor," derdi
Meryem ama fazla da aldırmazdı.
Mutlu bir kızdı Meryem. Öyle derdi hep "Nasılsın?" d iye
soranlara, "Çok mutluyum." K i m i leri gü lerdi, "Aman ne gü­
;:l'I," d iye onaylarlardı, kimileri inanmazdı, "Ne yapmacık bir
�L'Y bu," d iye arkasından konuşurlard ı, k i m i leri de açık açık
kızardı Meryem'e, "Öyle deme kızım, açı var evsizi var, ne o
tiyle nispet yapar g ibi. Mütevazı ol biraz!"
Bir sözlüsü vardı Meryem'in, uzaktan akrabası Murat.
Lise biter bitmez evleneceklerdi . Çok heyecanlıydı Meryem,
"Murat'ın tavlada üzerine yok. Murat çok güzel saz çalar,"
diye övünürken i k i yanağındak i gamzeler iyice derinleşirdi .
Arada çeyizi i ç i n işlenmiş yeni örtüleri getirir gösterirdi . İ k i
oğlu, i k i kızı olsun isterdi . Sü rekl i bunları günlüğüne yaz­
maktan ödev yapamaz, sonra da sabahları cevapları hep Fat­
ma ve Feri t'ten çekerdi acele acele.
Meryem Sivas'tan çıkıp g itmek istemiyordu h iç. Ne gü­
zeldi burası. Anası, babası, Murat'ı. Mutluydu işte. Çok mut­
luydu.
Böyle bir mutluluk Fatma'ya tembell i k gibi gözüküyordu,
uyuşukluk. Elindekiyle yetinmek i l la ki şükran demek değild i
ki. Amaçsızlıktı, korkaklıktı. Meryem burada kalacaktı işte, o
iki oğlu, i k i kızı, başında yemenisi, yer süpürecekti. Oysa Fat­
ma burada mutlu olmadığı için kalkıp g idecekti, İstanbul'da
,ıvukat olacak, saçlarını sarıya boyayacak ve saçı gibi sarı tak­
silere binecekti. O zaman o da mutlu olacaktı. Ama o mut­
luluk farklıydı işte. Uğrunda çalışılmış, emek harcanmış bir
mutluluktu. Oruç bozulduğunda ağza ilk atılan, lezzeti apay­
rı olan o pide ve peynir lokmasının verdiği mutluluk gibi.
Arada Fatma bu konuları tartışmak istediğinde Meryem
hemen elini havada bir sinek kovalıyormuş gibi sallar, "Boş
ver bunları, güzel şeylerden bahsedelim," derdi.
Ferit aralarında en sessizleriydi. Meryem'le konuşurken
onun mutluluğuna, Fatma'yla konuşurken onun öfkelerine ve
heveslerine katılırdı.
Mayısın ilk haftası Ferit, "Anam babam beni bu yaz çalış­
maya İstanbul'a yolluyor, üniversite için param biriksin d iye,"
dediğinde Fatma'nın yosun gözleri önce yanıp sonra da yaş­
lı bir yıldız gibi sönmüşti.i. "Bensiz mi?" d iye küsüvermişti.
"Sen de sor, izin al, gel benim le," deyivermişti Ferit bir telaş.
Susmuştu Fatma. "Nasıl sor;ırını, öldürür beni babam." Ferit
şaşakalmıştı. "A ma," d iyd1ilm işti. Aıııo. Gerisi tabii ki gelme­
mişti. Hem kend ine kızmıştı, hem Fatmcı 'ya. Hem kendi için
üzülmüstü, hem Fatma için. Ama söyleyememişti işte hiçbi­
rini. Bir daha da açmamıştı bu konuyu. Yedcı bile edememişti
İstanbul otobüsüne binmeden.
Meryem, "Ay ne heyecanlı! Bol bol mektup yaz, anlat her
şeyi. Murat gitmiş bir kere İstanbul'a. Bambaşka bir yermiş,
sanki yabancı bir ülke gibi," demişti. Ferit bu karara pişman
olduğunu söyleyememişti Meryem'e. Gitmeyi, anacığını bı­
rakmayı, Fatma'yı kırmayı hiç ama hiç istemediğini, deli gibi
de korktuğunu anlatamamıştı. "Yazarım, yazarım tabii," d iye
savuşturmuştu onun yerine.
Fatma'ya da oradan bir şeyler yazardı belki. Bir özür, bir
itiraf, herhangi bir şey.

Ferit annesinin yaptığı o güzelim kuru köfteleri iştahsız iş­


tahsız boğazına dizdikten sonra çantasını hazırlamıştı. Fani­
lalar, donlar, iki gecelik, bir iki entari, diş fırçası, tarak. Başka?
"İstanbul'un yazı sıcak," demişti Mualla Yengesi. Bir hırka

22
.ıl s,1 mıydı yine de? Annesi ona yardım ediyor, "Unutma bir­
k,ıç çorap daha a l," d iyordu. "Olmadı Mualla Yengen sana bir
':.'ı·yler verir orada. Bilmiyorum ki kızım ben, hiç g idip gör­
ııwdik İstanbul'u. Bizim a ilede ilk sana kısmetmiş. Daha on
\'l'd i yaşında hem de. İçim gidiyor Hemşirem, ta İstanbul'a bir
h,ı�ına. Baban bir şey deseydi keşke. Biliyorum ben, sen bizim
)�ibi değilsin, a kıllısın. Baksana o karneye. Ama çok akıl kime
ı.1yda? Eninde sonunda sen de evlenecek, ütü yapacak, yer
.... i lccek, yufka açacaksın. Mühendislik senin neyine be güzel
k ı zım? Ama sen iyi ol yeter. Ne istersen yap. Kim ne derse
desin ben senin a rkandayım, öyle bil. Bak sana telefon kart-
1,m aldım, aman babana söyleme, bu nlara pa ra harcad ığımı
bil mesin. Söz ver, ara beni en az ha ftada bir. Sekiz hafta ora­
d ,1 sın, di mi? Al sana dört kart. Hcrbi ri bir saatlik. Yarımşar
s,1at konuşuruz her hafta, anlatırsın ora ları, havasını, suyunu,
insanını. Mektup yaz d iyeceğim ama okumak zoruma gider.
Böylesi daha iyi."
Annesinin noktasız virgülsüz, kendi içinde çelişkili, bu
sağanak monoloğu Ferit'in içindeki endişe bulantısını art­
tırmıştı. Ertesi gün Sivas Gök Tur'un otobüsüne binince ve
o otobüs gecenin zifiri siyahında virajlara vura vura, hız sı­

nırını aşa aşa gitmeye başlayınca bulantısı gitgide çoğalmış,


,rnnesinin yolluk diye yanına verdiği dereotlu poğaçaları tor­
balarından aceleyle çıkarıp, torbaya içinde çalkalanan tüm
korku ve kaygıları boşaltmıştı. Yanında oturan teyze neyse ki
uyanmamıştı, neyse ki kimse otobüsün karanlığında sararan
vüzünü görmemişti. İlk molada kendini tuvalete atmış, ağzını
soğuk suyla çalkalamış, yüzünü yıkamış, gecenin soğuğuyla
ciğerlerini doldurmuştu. Ablalarının sesleri göğüs kafesinde,
vüreğine çok yakın bir yerde, Nene gerek köyünü, ananı bırakıp
1\1/alı'ın İsta11bıı/'1111a gitmek? Neııe gerek üniversite? Miilıendislik?
Fatma'nın mağdur gözleri iğne iğne, Çalma düşlerimi, bendim
ıı:=aklara gitmek isteyen, ama sen gidiyorsun şimdi, lıaksızlık dc,� il

2 ,)
mi bu? Kendine kızgın, kendine küskün, otobüse dönmüştü
Ferit. İstanbul'a vardığında ağzının içinde yara gibi bir şey
vardı. Pişmanlık gibi.

Çarşamba

Yine kapıyı tıklattı, iki kere. Yavaşça gird i içeri.


"Yemeğinizi geti rdim Süreyya Hanım."
"Feride miydi?"
"Ferit."
"Ferit d iye kız ismi olmaz. Feride."
İnatlaşmanın anlamı yoktu. Bir süre sustu Ferit. "Bugün
patatesli börek var. Cacık. Çalı fasulye."
"İyice uydurmuşlar bugünkü menüyü. Patatesli börek
ve cacık! Kıymalı olsaymış ya börek." Kaşlarını çattı Süreyya
Hanım. Yüzünde dalga dalga çizgiler belirdi. Sertleşti gözle­
ri. "Geri götür."
"Götüremem teyzeciğim. Öyle ded iler ya." Gitti tepsiyi
masaya bıraktı, kend i de sanda lyeye kuruldu.
"Teyze değil, Süreyya 1-fo ıı ı m."
"Affet."
"Kaç yaşındasın sen bakayım?"
"On yedi."
"Çok da çocukmuşsun."
Ta Sivas'taki köyünden kalkıp bir başına koca İstanbu l'a
gelmiş Ferit'e dokundu bu laf. Özellikle de son birkaç gündür
kendini çok büyümüş hatta yaşla nmış hissediyordu.
"Ya siz?" diye sordu kırgınlığını örtbas etmek isteyerek.
"Ben mi kaç yaşındayım? Sorulmaz ki hanım lara yaşı!
Bunu da mı öğretmediler sana?"
"Affet Süreyya Hanım."
"Özür d i lerim. Affet değil, özür dilerim."

2.1
"Özür d ilerim, Süreyya Hanım."
Süreyya Hanım genç k ızın gayretini gorup memnun
()ldu . Yüzündeki çizgiler biraz olsun yumuşadı.
"Peki, kaç yaşındayım sence?"
Dikkatli d i kkatli süzdü karşısında oturan ak saçlı, zayıf
k.ıd ını. Yalnızlığının, açlığının yanı sıra kadının zarafetini
ı.ırk etti ilk defa.
"Bilmem ki. Altmış? Yetmiş?"
Bir tebessüm yanıp söndü kadının gözlerinde.
"İla hi."
"Yanlış mı oldu? Affet Süreyya Hanım, yok, özür dile­
ri 111."
"Kimseye söylemeyeceğine söz ver," dedi kadın hafif
muzip.
"Verdim."
"Seksen sekiz."
"Maşallah Süreyya Hanım."
" Maşa llahlık bir durum değil. Bana kalsa kalkıp gider­
dim altmış, yetmiş yaşındayken."
"Öyle deme Süreyya Hanım."
Sonra yine sustular. Nefesleri doldurdu aralarındaki boş­
luğu. Oturdular öyle. Ferit ayak larına baktı, o beyaz bez pa­
buçlarındaki gri kire. Süreyya Hanım önünde kavuşturmuş
l ılduğu damarl ı ellerine. Belki mahcubiyetti h issettikleri, bel­

ki hüzün. "Çalıkıışıı'nu okudun değil m i?" d iye sordu sonun­


d;1 Süreyya Hanım.
"Yok," dedi Ferit. "Oku madım."
"Nasıl okumadın? Okutmadılar mı okulda?"
"Okutmadılar."
"Yok mu bir Türkçe dersin? Edebiyat? Dil Bilgisi?"
"Var Süreyya Hanım, ama okumadık Çalıkurdu'nu."
"Çalıkurdu değil, Çalıkıışıı."
"Peki, Çalıkıışıı. Bilmiyorum ben o kitabı."

25
Süreyya Hanım yine çattı kaşlarını, yine yüzü çizgi çizgi
oldu. "Allah A llah, anlamıyorum ki ben bu okul sistemini.
Nasıl okutmazlar Çalıkıışıı'nu? Ne okutuyorlar size peki?"
"Bir kitabımız var. Türkçe kitabı. Devletin kitabı. İçinde
böyle hikayeler, şiirler, paragraflar var. Onları okuyoruz, son­
ra arkasındaki soruları cevaplıyoruz. Tema, ana fikir, sıfatlar,
kafiyeler. Öyle şeyler."
"Başka hiç mi kitap okumuyorsunuz peki? Hiç mi roman
okutmuyorlar? Büyük yazarlarımızı?"
Ferit büktü dudaklarını. "Yok, Süreyya Hanım. Ben bir
kasaba okuluna gidiyorum zaten. Bizde öyle fazla bir şey yok.
Ama matematikte iyiyim. Hoccı m da beni çok beğeniyor."
"İstanbu l'da kasaba mı ka ld ı?"
"Sivas. Ben Sivasl ıyım da. Hafik i lçesinden. Tavşanlı."
"Sivas," ded i düşündü yaşlı kad ı n bir an içi n. Sonra sanki
d iline a cı biber değmiş gibi bu ruşturdu yüzünü. "Kaç sene­
siyd i o sizin bağnazlar oteli ateşe verdiler? Aziz Nesin kaçıp
kurtu lduydu da bir sürü ayd ınımız cayır cayır git tiydi."
Ferit de durdu düşündü, hatırlar gibi oldu. "Çok önceyd i
Hanımım o."
"O kadar da değil. On sene falan değil mi?"
"Ben çok çocuktum."
"Baksana hala çocuksun sen."
Ferit eğd i başını, ayakkabısının kirine baktı yine. Bu ak-
şam yıkarsa yarına kurur muydu acaba?
"Yeni mi geld in buralara?"
"He ya, üç dört gün oldu."
Süreyya Hanı m yine kendi düşüncelerinde kayboldu git­
ti. "Çalıkıışıı'nu bile oku madan lise mezunu oluyor bu gençlik.
Ne biçim okullar bunlar? Ne işe yarıyor, ne yapıyor Eğitim
Bakanı olacak adam?" Sonra durdu. Birazcık yu muşadı sesi.
"O zaman gideceksin Çnlıkıış11'mı okuyacaksın. Benden sana
ödev."

26
Ferit derin bir iç çekti. Al başına belayı. "Şart mı Süreyya
1 1 .ınım?" d iye sordu. Sesi dudaklarından a ltı yaşındaki bir kı­
ıı 11 ki gibi hafi f tiz, hafif hoyrat çıktı.

"Şart tabii. Şart," dedi Süreyya Hanım. "Hangi kitapçıya


ı'.ilsL'n bulursun. Oku da tanı ünlü Feride'yi."

< ;ii nün sonunda otobüsten indi k lerinde Mualla Yengesi ko­
l 1111,1 girdi Ferit'in. "Dilim damağım kurudu be kızım. Bizim
l ı.ı kkala uğrayalım, oğlanlara selam geçelim, bir de ayran ka­
�.ı r.1 lım kendi mize."
"Olur Yengeciğim," dedi Ferit. Aklı fikri şu Çalıkıışıı'nu
ıwrcde bu lacağındaydı. Az biraz parası vardı ama onu da
"il;1ba harcamak istemiyordu. Belki maaşını al mayı bekler­
·"l'
... Ama maaşı onun mü hend islik parasıydı, roman parası
ı lq!;il ki.
Zaten Süreyya Hanım'ın bi r şey yed iği de yoktu. Yarın
ll'psiyi bırakınca kaçıp gitmeliydi.
Bakkala girdiler. İsmail Dayı "market" d iyordu---bir sürü
v.ıba ncı marka sattığından. Alman krakerler. Yumurta şek li n­
ıiL' içi oyuncaklı çikolatalar. İthal marka satınca daha bir de­
gl'r kazanıyordu bakkallar, market oluyorlardı. Tabii İsmail
1 )ayı'ya göre. Ama Mua l la Yenge "bakkal" demeye devam
t •d iyordu. "Avuç kadar yer. Marketlik bizim neyimize?"

İçeri gird i k lerinde iki oğlan da Üzerlerinde takım forma-


1.ı rı, Memo Galatasaray, İbo Beşiktaş, avuç avuç leblebi yiye­
n·k gazete okuyorlardı.
"Biz geldik!" Gitti ikisini de şapır şupur öptü Mualla
Yenge.
Çocuklar ellerinin tersiyle yanaklarını sildi. "Anne ya,
v.ıpma şöyle."
"Bak erkek evlat böyle oluyor işte," d iye söylendi Mualla
YL·nge. "Ne sevgi gösteriyorlar, ne de senin sevginden bir halt
.n
ı l ıyorlar. Neyse, biz de ayran almaya gelmiştik zaten.

27
"Şimd i gider şuracıkta bir inek bulur, senin için sağar,
sütü yoğurt, yoğurdu ayran yaparım, anacığım benim!"
Mualla Yenge birazcık yu muşar gibi oldu. "Ailemizin
komedyeni," diye takdi m etti İbo'yu Ferit'e. İbo kollarını iki
yana açarak yerlere kadar eğilip selamlad ı seyircilerini.
"Haydi ver ayranlarımızı," dedi annesi.
Ferit Memo'ya baktı, gözlüklerinin ince camında kendi
yansımasını gördü. Silik, küçücük. Memo da Ferit'e baktı hız­
la bir. Sonra ikisi de başını eğd i öne. Ferit kaküllerini düzeltti,
Memo gözlüğünü çıkardı, camlarını hohlayıp, pantolonuna
silip geri taktı.
"Aç mısınız, size evden yemek yollayayım mı Ferit'le?"
d iye kapıda du rup sordu yengesi.
"Biz burada bir şeyler yiyoru z," dedi Memo, çenesiyle
rafları işaret ederek. Ferit de onunla beraber ba ktı dizi d izi,
renk renk, kutu kutu gıdala ra. Makarncılcı r, salçalar, turşular.
İçi kabardı.
"Cips m ips, siz de ona yemek diyorsanız ... Neyse siz
bilirsiniz. Eşek kadar adam oldunuz, bana düşmez artık."
Somurttu Mualla Yenge. "Gel kızım, biz gideli m çok geç ol­
madan, dayın aç aç bizi bekliyordur şimdi. Kıymalı semizo­
tu yapalım d iyorum. Bir çırpıda hazır olur. Ayran la da pek
yakışır."
Eve vardıklarında İsmail Dayı yine bir spikerle fena hal­
de kavgalıydı. "Nerede kaldınız yahu?" dedi, küfürlerine ce­
vap vermeyen spikere olan hıncını karısından çıkarırcasına.
"Geberdik açlıkta n, geberd ik."
"Az dayan be adam. Bakkala uğradık, günlerdir yü zünü
göremedim oğul larımın. Hapsettin çocukları oraya."
Ferit a lışık değildi kadının kocasıyla atışabilmesine. Ken­
di annesi çok daha sessizd i. "He ya," derdi babası ne zaman
söylense. " He ya, a ffet."
Mutfağa girdiler. Mualla Yengesi semizotunu suya yatır-

28
ılı, soğcını doğrayıverdi, kıymcıyı kavurdu. Ferit, yengesinin
ı·l inin çcıbukluğunu hayran hcıyran seyrediyordu, kendisi
�i ı ı ı d iye üç dört pcırmağı kan revan içinde kalmış, bileğini
kı/gın tavadcı yakmış, köşede oturup ağlıyor olurdu.
Cöz açıp kapayıncaya kadcır hazırdı kıymalı semizotu,
ıı...,lü dumcın duman. Birkcıç dilim ekmekle İsmcıil Dayı'nın
ı.1b;1ğını içeri götürdüler, sonrcı mutfakta karşılıklı oturdular.
"ı\v rcı n ları unutuyorduk neredeyse," d iye ayaklandı Muallcı
'ıl'nge. Küçük plastik bardaklcırdan birini Ferit'in eline tutuş-
1 ıı rdu. "Afiyet bal şeker olsun," dedi. Sonra kolunun bütün

ı;ticüyle çalkaladı ayranı. Ferit de onu taklit ederek sallad ı


.ıvrcını havada. Sonra aynen yengesinin yaptığı gibi bardağın

ıqıesin i kenarından çeke çeke soydu, köşesini ağzına dayadı


\'t• cıyranın tuzu, serinliği içini doldurdu. Şaşkın şaşkın ind ir­

ı I i ayranı, masaya koydu.

" Hayrola?" d iye sordu Mual lcı Yenge. " H iç ayra n içme-
ııı iş gibi bir halin var."

"Böylesini içmed im yenge."


"Nasıl böylesini içmedi n?"
Ancısı a lırdı ev yoğurdunu, biraz suyla karıştı rır, üzerine
l uz serperdi. Çok daha sulu olurdu annesinin ayranı. Daha

ı .ı tlı. Bazen çırpıp köpürtürdü ayranı annesi, köpükten bıyık-


1.ı r edinirler, gülüşürlerd i kıs kıs.
"Biz hep evde ycıparız da ayranı. H iç market ayranı içme­
ııı iştim ondan."
"İlahi," dedi Mualla Yenge. "Sevdin mi bari bizim tembel
i�i market ayranımızı?"
"Çok sevd i m yenge. Daha güzel ev cıyranındcın. Ama ne
Plur söyleme a nacığıma. Üzülür sonra."
Mualla Yenge uzandı çenesinden tuttu Ferit'in küçücük
' lizünü. "Kız çocuğu işte, kız çocuğu," dedi, sonra sustu ve
ı.,.ıt,1 l ı elinde, öyle uzun uzun, yarısı boş tabağına baktı.
Perşembe

"Aldın mı bakalım kitabını?" d iye sordu Süreyya Hanım Ferit


daha kapıyı açarken.
"Alamadım. Geç çıktık buradan. Hem yeniyim İstan-
bul'da, bilmiyorum kitapçılar nerede."
"Peki," dedi Süreyya Hanım. "Ne var bu öğlen?"
"Bulgur pilavı. .."
"Yine pilav! Pirinç tarlasına döndü içimiz. Sade pilav,
şehriyeli pilav, bezelyeli pilav, domatesli pilav... "
"Ama bu bulgur pi lavı, Süreyya Hanım. Bulgur pilavı
benzemez diğer pilavlara."
"Pilavsa pilav. Hepsi aynı şey."
Bir iki nefes alıp devam etti Ferit menüsüne, "Salçalı köf-
te. Yeşillik. Üzerine de meyve."
"Ne meyvesi?"
"Kiraz."
"İyi mi bu mevsim kirazlar? Kurtlu murtlu olmasın?"
"İyidir herhalde Süreyya Hanım, ben anlamam pek."
Süreyya Hanım doğrulup silkindi şöyle bir. "Getir gös-
ter." Sonra gözlerini kedi gibi kısıp önündeki iri kırmızı ki­
razlara pür dikkat baktı. "Hormonlu bunlar," dedi bir yargı­
cın şaşmaz kara rlılığı ve asaletiyle.
"Sen öyle d iyorsan," dedi Ferit, elinde kiraz tabağıyla oy-
malı a hşap sandalyesine otururken.
"Siz," d iye düzeltti Süreyya Hanım.
"Affet. Yok, özür d i lerim."
"Affedersiniz de, daha kolay olacaksa."
"Affedersiniz Süreyya Hanım." Yorgu ndu bugün Ferit.
Otobüs yolculuğunun hatırası o bulantı, çekyatın geceleri
döndükçe sırtını iğneleyen yayları, güneşten önce uyanmanın
zorluğu birikmiş, birikmiş, bugünü beklemiş ve daha gün ya­
rılanmadan bir anda tümden üstüne yüklenmişti sanki.

_:w
" Neden hiç yemiyorsunuz Süreyya Hanım? Kuvvetten
'l ıi�l'ceksiniz."
"Aman düşeyim, k uvvetten düşeyim, yataklık olayım da
k ı ı rtulayım."
"Öyle demeyin ama."
"Sen daha on a ltı yaşında bilmezsin bizim gibilerin der­
ı l iııi. Bir yerden sonra hayat çok fazla geliyor insana."
"On yedi ... On yedi yaşındayım ben Süreyya Hanım."
Süreyya Hanım i l k defa baştan aşağı süzdü genç kızı. O
k.ıdın olmaya uğraşan bedenin içinde küçük bir kız, küçük
kı/. gibi konuşan ağzın içinde kilitli bir kadın gördü. Gülüm­
•,t•d i .

"Doğru, on yedisin sen. Yaşlılık işte, hiçbir şeyi doğru dü­


riist hatırlayamaz oldum."
"Eğer az biraz yerseniz ..."
"Yataktan koltuğa, koltu ktan ya tağa. İ h tiyacım yok k i
\'l'ıneye b u kadarcık hareket için . Bir akşam yemeği yetiyor
lı.ı na bütün gün."
"Ama eğer yerseniz daha fazla gücünüz olur , aşağı inersi­
ıı İ/, yemekhanede herkesle beraber yersiniz. Güzel havalarda

d ı�arıda oturursunuz diğer sakinler gibi. İyi olmaz mı Sürey­


\'ıl Hanımım?"
Süreyya Hanım yine pencereye d ikti gözlerini. "Kim söy­
!Cıyor sana burada böyle oturmanı, bana bekçilik yapmanı?
1 )ok tor Ayten değil mi? Git söyle o Ay ten Hanım'a, benim yarı
\·,ı�ımda bana böyle sahiplik taslayamaz. Ona ne? Bu benim
l ı .ıyatım. Bunlar kendi hayatları olmayan insanlar, onun için
lıu runlarını başkalarınınkine sokmaya meraklılar. Bir de ço­
' uk yaşta sizleri böyle kukla ed iyorlar ya kendilerine. Düpe­

d Li z ahlaksızlık. Bak Feride, sen akıllı bir kıza benziyorsun,


ı ı v ma bunlara."
"Süreyya Hanım,'' diye kekeled i Ferit, "Tanımıyorum
iıl'n Doktor Ay ten'i filan. Buraya geleli şunu n şu rası üç gün
olmuş. Kötü değil niyetim, ne olur demeyin öyle. Ben gide­
yim isterseniz, siz ra hat olun."
Tam kapıyı a ralamış d ışarı çıkarken, Süreyya Hanım'ın
u fa k bir öksürükle boğazını temizlediğini duydu, durdu bek­
ledi.
"Unutma git al Çalıkıışıı'nu. Soracağım yarın."

Otobüste kendilerine iki yer buldular, oturdular omuz omuza.


"Yenge, kimdir bu Doktor Ayten?" d iye sordu Ferit.
"Doktor Ayten? Ne d iyorlar? Pisikolog mu, pisikartistik
m i? Öyle pisi pisi bir şey işte. Akıl doktoru. Deli doktoru. Biz
öyle d iyoruz. Gerçi bakma burası huzurevi, tımarhane değil
güya, ama bana sorarsan herkes biraz d d i . Bazı günler eve
dönüyoru m, y;ıtcığcı u z;ınıyoru m, bir düşlerde k;ıyboluyoru m
ki s;ınırsın ben d e onlara bakcı bcıka del irm işim. A mil iyi ka­
dın Doktor Ayten. Kısacık saçlı ama ... Yine de iyi n iyetli. Tam
olarak ne yap;ır, ne işe yarar ben bilmem. Niye sordun?"
"Hiç," diye cevapladı Ferit, omuz silkmeye çal ışarak.
"A-627 bahsetti de. Doktor Ayten mi yolluyor seni bana d iye
sordu."
"Tövbe tövbe, bilmiyorlar mı seni mutfaktan yolladıkla rı­
nı, eli nde koca tepsi?"
"Yok, ben tepsiyi bırakıp oturuyorum da. Senin dediğin
gibi yenge, yoldaş olmak için, sohbet için."
"Kim bu A-627?"
"Süreyy;ı Hanım, tanıyor musun?"
"Süreyya ... Süreyya ... Yok, bilmiyorum. Neyin nesi? A
blok altıncı katsa zengin demektir. Kaç yaşında?"
Kimseye söyle111eyecexi11e söz ver. Seksen sekiz. Ferit verdiği
sözlere önem verirdi. Fatma, abisinin bazen yatak odasına sü­
zülüp onu ellediğini söylediğinde de tutmuştu sözünü, pay­
laşmamıştı Fatma'nın sırrını hiç kimseyle. Kendi anacığıyla
bile. Süreyya Hanım'a da sadık olmal ıydı öyleyse.
"Bilmiyorum. Yaşlı bir kadın. Galiba çok yaşlı," deyiverdi.
" İyidir, devam et o zaman sohbetine. Boş ver Doktor
ı\vll'n'i de. Hem neden ondan şüpheleniyor ki biz öğlen ye­
ı ı ıl'ğini yolladığımızda. Allah Allah. Bu daha çatlaklardan
ı ıl ın<ı lı."

Sağa sola kıvrılan yokuşların geri kalanında konuşma­


ıl ı l,ır. Ferit otobüsün kirli camlarından İstanbul'un üzerine
' "n·aş yavaş inen akşamı seyretti. Yeşillerin kahverengi ton-
1.ı rı na, mavilerin önce grilere sonra da siyahlara dönüşünü.
·�uk,ı k kedilerinin çöplük evlerine çekilişini, kocaların ve
l ı,ı b,ıların kahveden dönüşünü, karşı tarafın bin bir ışığının
ıııum mum yanışını.
Çalıkıışu'nu düşündü. Ağzını açtı bir şey diyecek, bir şey
"orcıcak, bir şey isteyecek gibi. Sonrn kcıpadı, mü hürledi du­
d.ıklarını.
Herhangi bir geceydi. Yine yedi, uyudu, uyandı.

( 'ııma

'-i,ıat öğlene doğru, "Süreyya Hanım'a başka birini mi yolla­


".ı k?" d iye sordu Ferit.

"O da kim?" Mualla Yenge'nin alnı incecik ter damlala­


r ı vla parlıyordu. Bir yandan temmuz sıcağının habercisi hazi­
r,ın sıcağı, bir yandan kocaman mutfağın fokurdayan onlarca
ı .ıvası, tenceresi, buharı.
"A-627."
"Ha şu Doktor Ayten meselesi mi dediğin? Yok, ne lüzum
'"ır. Sen git yine." Sonra sırtını dönüp, kazınması gereken bir

v ığın havuca yöneldi.


Ferit'in midesinde bir taş. Hatta bir taş ocağı, üst üste taş-
1.ır, alev alev. Niye bu kadar aldırıyordu ki? Kime ne? Sekiz
lı.ıftası vardı şunun şurasında. Göz açıp kapayıncaya kadar

33
geçecekti. Tek yapması gereken şu tepsiyi kapıp götü rmesi,
o masaya bırakıvermesi. A-213'te yaptığı gibi, neydi adamın
adı? Süleyman. Süleyman Hoca diye tanıtmıştı kend ini di m i?
Hem de iştahlı. Sürekl i saati soruyordu, bileğinde, karşı du­
varda ve yatağının başucunda birer saat olduğu halde.
"Saat kaç kızım?"
"On ikiyi on geçiyor Süleyman Hoca."
"Hah, desene yemek va kti."
"Evet, buyurun geti rd i m ben yemeğinizi."
"Eh, on iki olduysa yerim ben de."
"Oldu, oldu. Hatta on ikiyi on geçiyor."
"Aman ne gü zd, ta m Yl'nwk V<ı kti."
Ya da A-11S. Ba hriye Ö/,ı tl,ı r. Saçları hep bigud ili, tele­
vizyonu sürekli <ıçık, mera k l ı bi r kad ınd ı o d a . " K i m ölmüş
bugün?"
"Bilmiyoru m Ba hriye Teyze, ölmemiştir kimse."
"Yok, yok, ölmüştür biri, bu yaz sıcaklarında hep artıyor
ölümler. Ben anonsları dinlemeye çalışıyorum ama arada içim
geçiyor, kaçırıyorum. Peki kimler oturuyor bugün salonda?"
"Pek kimseyi görmedi m, yemeğe inmişlerd ir herhalde."
"Yok ama otu ruyordu birileri, bil iyorum. Kim bilir yine
kimi çekiştiriyorlardı. Gördün mü bugün bizim müdürü?"
"Görmed im bugün, dün görmüştü m bir a ra."
"O da iyi adam aslında ama başa çıkamıyor burayla. Her
gün kötü leşiyor hayat. Eskiden ne gü zel konserler falan ya­
parlardı. Olacak mı bu yaz öyle bir gösteri, bir faaliyet?"
"Bakarım ben sizin için aşağıdaki ta kvime, haber veri­
rim."
"Çok yaşa kızım. Bakmışken sor bir de, varsa bir faaliyet,
kimler yazılmış d iye. Görelim kimin hali vakti haliı yerinde
de dolaşıyor etrafta."
"Tabii, Bah riye Teyze."
11.ı�ladın mı okumaya Ça/ıkıışıı'nu?"
·

" Hayır," dedi Ferit, somurttu. "Neden bu kadar öneml i


ı ı kitabı okumam Süreyya Hanım?"
· ..

"Öneml i, çünkü" d iye başladı yaşlı kadın, sonra durdu


ı lı ı�ündü, sanki önemliyi önemsizlerden ayıklar gibi. "Çalı­

/111�11, adı Feride olan bir kızın öyküsü, onun hayatı, nasıl bü­
' iid üğü, neler çektiği, nasıl aşık olduğu, içindeki o aşkla nasıl
ııı iicadele ettiğiyle alakalı. İnatçı bir aşk Feride'ninki." İç çekti
•, ı i rey ya Hanım, derin derin, acı acı. "Çok güzel bir h ikaye.

1 ll'r genç kızın, her kadının okuması gerek." Sonra yarı ke­
ıll'rl i, yarı keyifli ekledi, "Aşka dair ne var ne yoksa öğrenme­
ıı i ıı en kolay yolu Çalıkıışıı'nu okumak bence. Gerçek aşkla­
rı ıı ne kadar zor olduğunu, ne kadar sabır, ne kadar inanç ve
·,.ıd a kat gerektirdiğini öğretir. Ve tabii en önemlisi, dediğim
)',ibi başkahramanının isminin seninki gibi Feride oluşu."
Ferit şaşkınlık içinde di nledi yaşlı kadın ın dolambaçlı,
.ı.ı lgın sözlerini.
"Tövbe, Süreyya Hanım," dedi sıra ona gelince. "Bana
ı ıvle aşk meşk romanları m ı okutacaksınız? Ben üniversiteye

)',ideceğim. Mühendis olacağım. Ben öbürleri gibi, ablalarım


)',İbi hemencecik kendime bir adam bulup çolu k çocuğa karı­
�.ıyım derd inde değilim ki. Öyle olsa niye bırakayım evimi,
.ı ııamı da taa bu İstanbul denen yere geleyim bir başcağı­
/lına?" Konuşurken elleriyle önlüğünü öyle sıkı kavramıştı
ki, buruş buruş olmuştu şimd i etekleri. "Hem," d iye devam
..ı t i bir i k i yutkunduktan sonra, "Benim adım Feride değil,

l l'ri t."
"Sen de pek a lıngansın," d iye güldü yaşlı kadın. Arkalar­
d,ı saklı duran birkaç altın dişi parlad ı.
Ferit önlüğünün eteklerini sıktı bıraktı, sıktı bıraktı. Son­
r.ı en a lçak ve titrek sesiyle "Afiyet olsun" deyip döndü arka­
�ını, çıktı odadan. Ayak sesleri boş koridorlarda bir tehdi t gibi

,·,ınkılandı, o altı katı her zamankinden yavaş ve yorgun indi,


en alt kata varınca sağa döndü, durdu, sola döndü. Bilemed i
nereye gi tmesi gerektiği ni. Girişteki güvenlikçiye yanaştı.
"Doktor Ayten Hanım'ı nerede bulurum?"
Ferit kadar çoetı ktu bu güvenl i kçi. Kim bilir belki on
sekiz, on dokuz, bilemedin yirmi. Ama yorgundu mavi
gözleri, kuruydu dudakları Etiler'in birçok sakini gibi. O
da Sinop'tan göç etmişti anası babasıyla, i k i ablasıyla. Sekiz
ayd ır burada nöbet tutuyordu ama omuzlarının dü şüklü­
ğünden belliydi hep bi rilerini, bir şeyleri, hayatı beklemeye
alışık olduğu.
"Doktor Ay ten? Şu koridoru n sonu nda, solda, sondan
ikinci kapı. Ama orada mıd ı r şimd i b;ışka bir yerde midir bil­
miyorum," d iye gösterd i.
"Sağolasın," dedi Ferit koridora yöneli rken. Eli küçük bir
yumru k, hafif korkak, hafif aceleci ça ld ı kapıyı.
"Buyurun," dedi içeriden bir ses.
Ürkek adımlarla gird i içeri. Küçük bir odaydı bu. Üze­
ri kağıtlar, kitaplar, dosyalarla kalabalık bir çal ışma masası,
iki kişilik turu ncu bir k anepe, duvarlarda birkaç yağlıboya
resim: Sıra sıra kayıkların durduğu bir sahil, taş kaldırımlı
bir sokak, a rkasında güneşin battığı bir cami. Bir de kocaman
kütüphane, alt kısmı çekmeceli.
Doktor Ayten yavaşça kalktı yerinden. Kısacıktı saçları,
erkek gibi. Kızıl ve parlak. Genç kızı tepeden tırnağa süzdü,
görmesi gerekeni görmüş gibi, gözlüğünü çıkardı masaya
koydu.
"Hoş geld in, nasıl yardımcı olabilirim?"
"Sakinlerden biriyle ilgili konuşmak istemiştim. Müsa it­
seniz."
"Gel otur şöyle. Nefes nefese bir halin var."
Ferit kanepenin en ucuna çöktü, düşecek gibi, hemen kal­
kıp, kaçıp gidecek gibi. Doktor da sandalyesine oturdu tekrar.
"Tanıştığımızı sanmıyorum, ben Doktor Ayten Oktaş."
"Ben Ferit. Sivas'tan geld im. Mua lla Yengem'e mutfakta
v.ırd ı m ediyorum."
"Ellerine sağlık o zaman."
"Sağolasın Doktor Hanım, ama ben bir şey pişirmiyorum
"- i . Daha çok ayak işleri. Bir de öğlenleri kimi sakinlerin ye­
ı ı ı l·klerini odalarına taşıyorum."
Doktor masasına yasladı d i rseklerini.
"Seni n için ne yapabilirim? Söyle bakalım."
"Ben şeyle ilgili konuşmaya gelmiştim, yani size sormak
11.:i n . A-627, Süreyya Hanım."
''Süreyya ... Süreyya ... Süreyya Topçuoğlu mu?"
"Bilmiyorum gerisini. Süreyya H a nı m d iyorum ben, o
"-.ıdar."
"Bir saniye," dedi doktor, gözlüğünü taktı, kalktı çekme­
ı clere gitti, parmaklarıyla hızla dosya ları tarad ı. "A 627... A

h27. .. Buldum, evet Süreyya Topçuoğlu." Açtı dosyay ı, gözle­


r i n i söyle bir dolaştırdı sayfalarda, pa rmağıyla k i m i keli me­
lerin altını çizdi. "Evet, evet," d iye onaylad ı okudu klarını ba­
'::' ı yla. Sonra yerine döndü, yine dirsekleriyle masaya yasla ndı.
S,mki daha da yakın duruyordu şimdi Ferit'e.
"Süreyya Hanım diyordun ..."
"He. Birkaç gündür buradayım ben. Çok yeni yani. Baş-
1,ıdığımdan beri her gün Süreyya Hanım'a öğlen yemeğini
gütürüyorum ama o h iç yemiyor. Dokunmuyor bile. Ben de
ll'psiyi masasına koyup oturuyorum, konuşuyorum biraz."
"Çok iyi ediyorsun. Süreyya Hanım'ın konuşacak birine
i htiyacı olabilir. Yal nız bir kadın." Yine şöyle bir süzdü Ferit'i
1 )ok tor Hanım; yüzündeki acıyı, öfkeyi, kırgınlığı gördü.
"J:or bir kadın Süreyya Hanım. Çoğunlukla usandırıyor in­
..,,1 n ları. Kaçırıyor."

Ferit'in kuyu gözleri daha da karardı, derinleşti. Pür d i k­


k,ıt dinliyordu doktoru.
"Niye Doktor Hanım, niye öyle?"
Doktor Ayten boynunu hafif yana eğdi, gülümsedi. "Ba-
zen," d iye başladı, sonra durdu, düşündü. "Kimileri," d iye
düzeltti. "Kimileri için insanları kendilerinden uzaklaştır­
mak, onlara yakınlaşmaktan çok daha kolaydır."
"Süreyya Hanım da öyle yani."
"Olabilir." Doktorun yüzündeki tebessüm soldu biraz,
hüzne dönüştü. Sonra bir gayret yine gülümsedi . "Ama an­
laşılan sen arkadaşlık edebiliyorsun Süreyya Hanım'la. Ne
güzel. Nelerden konuşuyorsunuz peki?"
"Hiç," deyip Ferit, omuzlarını silkti abartılı bir umursa­
mazlıkla, kötü bir Türk filminin acemi oyuncusu gibi. "Ha­
vadan sudan."
"Öyle havadan sudan konuşmak rahatlatıyor Süreyya
Hanım'ı, öyle mi?"
"Bilm iyorum," deyip sustu Ferit, gözleri kapının kulbun­
da. Bir süre sonra, "Doktor Hanım," d iye başladı tekrar, boğa­
zını temizled i, hafif tL'rl'ddü tlü sordu, "Niye h içbir şey yemi­
yor Süreyya Hanım? N iyl' bu k a d M yalnız? Ölmek istediğini
söylüyor hem." Sesi d i ken d i kl'nd i.
"Ferit'ciğim, detaylara gi rl'nll'yl'ceğim. Burada sakinlerle
benim aramda geçen konw;mıa \ar lizel konular. Başkalarıyla
paylaşmam doğru olmaz. Ama Süreyya Hanım uzun ve zor
bir hayat yaşadı. Şimdi senin varlığın eminim ona çok iyi geli­
yordur. Dışa vurmuyorsa bile minnettardır senin i lgine. Eğer
zorlanırsan, seni uzaklaştırmaya başlarsa, incitecek bir şeyler
söylerse, gel konuşalım. Ama merak etme, yemese de, ölmek
istediğini söylese de, senin her gün ona gidip arkadaşlık et­
men onun için hoş bir değişiklik. Dört duvar a rasında yapa­
cak bir şeyi yok ki, senin gelişlerini gidişlerini bekl iyordur
şimdi."
"Öyle mi d iyorsunuz?"
Doktor Ayten sımsıcak gülümsedi.
Al al oldu Ferit'in yüzü, avuçları ateş. "Peki," dedi .
"Ama b i r derd in olursa, bir şüphen, çekinme gel bana."

38
"Peki," d iye tekrarladı Feri t. O fırtı nalı gelişinin tersine
v.ıvaşça kalktı, parmak ucunda, sessizce çıktı odadan.

( 'ıı martesi

11 k haftası neredeyse bitmişti bile. "Bu pazar belki pikniğe


gideriz," demişti Mualla Yengesi. "Hava böyle güzel olursa
lıl'le. Şöyle Boğaz'a karşı otururuz, dolmalarımızı, köfteleri­
mizi löp löp yeriz. Seni bizim köyden öbür a ilelerle tanıştırı­
rı m . Yaşıtın birkaç kızla a rkadaşlık edersin."

( 'tı martesi öğle vakti, o i l k günkü gibi usu lca çaldı kapıyı.
Süreyya Hanım'ın gözlerini üzerinde hissed ince dura-
1,ıdı.
"Ben geldim," ded i.
"Bana küstün san ıyordum," dedi Sü reyya Hanı nı yarı
.ı laycı.
"Yok," ded i Ferit, beyazı her gün daha da aşına n pabuçla­
r ına bakarak. "Niye küseyim?"
" Utandırdım seni aşk meşk d iye konuşarak. Unuttum
da ha çocuk yaşta olduğunu."
Gitti tepsiyi masaya bıraktı Ferit. "Bugün pilav yerine
makarna var. Kıyma soslu, uzun makarna."
"Aç değilim." Yine pencereye döndü yaşlı kadın. Saçını
d aha iyi toplamıştı bugün, boynuna da turuncu çiçekli bir
ı·�arp takmıştı. "Al madın tabi i Çalıkıışıı'nu."
"Yok Süreyya Hanım, vaktim olmad ı."
"Mera k ediyorum, kimleri okutuyorlar sah i size? Reşat
Nuri'yi bile tanımıyorsun. Allah bilir hangi yazarı, hangi şa­
i ri biliyorsun?"
"Mehmet Akif," ded i Ferit, bir anda gözlerinde canla nan
hir gururla.

39
Kaşlarını söyle bir kaldırdı Süreyya Hanım. "Mehmet
Akif? İstiklal Marşı yani?"
"On kıtasını da ezbere okuyabiliyorum," dedi Ferit, bir
ümit.
"İstemez! İstiklal Marşı'nı bilmeyen m i var? Herkese ez­
berletiyorlar onu. Edebiyat sevgisiyle bir gıd ım alakası yok o
on k ıtanın. Sırf ödev. Vatanına, milletine, bayrağına sadakati­
nin tek ispatı sanki."
Katman katman bir hayal kırıklığı çöktü Ferit'in üzerine.
Hayır, Süreyya Hanım'ın kend isini itip uzaklaştırmasına izin
vermeyecekti. Doğru bir şey yapıyordu burada oturmakla,
Doktor Hanım öyle demişti. Sevaptı bu, Mualla Yengesi de
öyle demişti. Bu zayıf yaşlı kadının ihtiyacı vardı kend isine.
Ve kend isinin de bir avuç harçlığa. Kaküllerini düzeltti, perde
gibi yana çekti, açtı yüzünü. Rahat edemedi yine örttü alnını.
" Hangi yazarhı rı, \i,1 irkri bilmeliyim sizce? Çnlıkıışıı d ı­
şında ya ni. Ki mleri en çok sev ip s,1ya rsını z siz?"
Bembeyaz b i r ı\iı k vurdu Sli n•yya Ha nı m'ın gözlerine.
"Ah, kim ler," dedi daha çok kL•nd ine. Ellerin i döndürdü,
avuçlarına baktı bir süre. "Peyami Safa, Yaşar Kemal, Halide
Edip, Yahya Kemal, Attilfı İlhan, Orhan Veli, Sait Faik. .."
"Okudunuz mu hepsini sahiden?" d iye sordu Ferit a hşap
sandalyesine yerleşirken.
"Okudum tabii," dedi Süreyya Hanım omuzları dimdik.
"Okumak ne demek, yaşadım, yaşadım hepsini. Hele Sait Faik,
Orhan Veli, Attila İlhan. En güzel dostlarım, en güzel aşklarım
onlar." Sesi hafiften yükselmiş, ahenkli bir hal almıştı.
"Tanıdınız mı yani onları? Arkadaş mıydınız sahi?" Ferit
de heyecanlanmıştı şimdi.
Süreyya Hanım uzanıp sehpasının üzerinde duran la­
vanta kolonyasını aldı, cömertçe döktü ellerine. O tatlımsı
mayhoş kokuyu derin derin içine çekti. "Tanıdım tabii. Hem
de çok yakından, yürekten. İstersen anlatırım sana bir gün."

40
"Anlatın Süreyya Hanım, anlatın tabii. Haydi şimdi anla­
t ı n ." Ferit d i rseklerini dayadı dizlerine, o küçük esmer yüzü­
nü aldı ellerine, gözlerini açtı kocaman kocaman.

l lJJO'ların sonlarıydı. Ben senin yaşlarındaydım. Babamla


Kand i l li'de paşa dedemden miras kalan yalıda yaşıyorduk.
Bl'yaz a hşap bir köşktü bu, rengarenk bir bahçesi vardı. Çam-
1,ır, defneler, sarı güller, papatyalar. Bir bahçıvanımız vardı,
ı\ ;:mi Abi. Kara kuru bir adam, kafasında hep bir kasket. Ye­
ıııekleri yapan bizim tombul Şadiye Abla'yla a rkadaşlık etme­
VL' çalışırdı hep. "Yoruldum sultanım, senin elinden bir kahve

iı.:sem de kendime gelsem." Şadiye Abla da elinde koca kep­


\ l'Si Azmi Abi'yi mutfaktan kovalardı, "İşim gücüm yok, bir
dL' sana h izmet edeceğim!" Azmi Abi gidince, "Bana çok fena
v,1ktı abayı bu, ne yapacağız Süreyya," der dururdu bana. Ben
d l', "Babama söyleyeli m, kovsun," derdim ama Şadiye Abla,
" Yazıktır, yazıktır," der, sonra da yeminler ettirirdi bana ba­
ba ma şikayet etmemem içi n.
Yalı her zaman çok sessizd i. Bi r mutfakta Şadiye Abla'nın
ll'ncere tava gürültüsü, bir de üst kata çıkan merdivenlerin
i nce gıcırtısı. Babam ya seyahatte olurdu, ya iş görüşmeleri n­
dL'. Evde olduğu zaman da çoğunlukla kütüphanesinde bir
�l'yler okur, bir şeyler yazar, ya da kendi kendi ne satranç oy­
ıı,udı. Ben de odamda oturur, cam kenarında Boğaz'dan gelip
gl'çen vapurları, kayıkları seyrederdi m . Saatleri n nasıl a kıp
g i ttiğini a n lamazdım. A k lımda bin bir düşünce, bin bir ha­
y,1 1 . Çok hayalperesttim, çok. Sürekli kitap okurdum bir de.
l ) okuduğum k itaplar beni yepyeni diyarlara taşırdı, bir sü rü

k,1 hramanla tanıştırırdı ve ben de sanki onların hayatlarının


b i r parçası olur, onlarla düşlerimde yaşardım.
Varlık dergisi de sanırım o yıllarda çıkmaya başlamış­
ı ı . Babam çok meraklıyd ı fene, felsefeye, sanata, edebiyata.

lbskıdan yeni çıkmış, neredeyse mürekkebi bile kurumamış

41
tüm o mecmuaları, k itapları alır eve getirirdi. Bir kısmını
bana verir, bir kısmını da kütüphanesindeki oymalı ceviz
masasına yığardı. A kşamları yatağıma çekilince yastıklarımı
bir güzel kabar tırdım, ne çok yastığım vardı bir bilsen, üst­
leri işlemeli, ipek kılıflı, kimilerinin etra fı püskü llü, alırdım
elime bir Varlık, içinde ne var ne yok, tüm şiirleri, tüm öykü­
leri su g ibi okurdum. Hatta bir kere değil, i k i kere, üç kere,
üst üste okurdum. Zaten şiir, edebiyat dediğin öyle sind ire
sind ire okunur.
i l k Varlık'ta fark ettim Sait Fai k'in adını. Sait Faik Abası­
yanık. Hatta güldüm, "Abasıyanık, ne tuhaf soyadı." Biliyor­
sun soyadı kanunu gel ince herkes kendine bir soyadı seçti.
Kimileri meslekleriyle ilgili şeyleri uygun buldu, dedeleriyle
ya da atalarıyla ilgili. Kimileri de başka başka şeyler uydur­
du. Abasıya nık mesela. Şadiye Abla, "Azmi bana abayı yaktı"
derdi ya, oradan aklımda ka lmış işte. Ya ni ilk önce soyadıyla
yakaladı beni Sa it Faik. Bir aşk vaat etti sa n ki. Sonra da yazı­
sıyla tabii.
Yalındı dili. Sa ftı, şeffa ftı, sa h iciyd i . Samimiydi. Hafif de
savruktu. Kısacıktı cümleleri. İ ki, üç, dört kelime. Eriklerden,
balıklardan, tramvaylardan, boyacı çocuklardan, çirkin kız­
lardan bahsediyordu öykülerinde. Hayatı anlatıyordu. Oldu­
ğu gibi. Süslemeden. Abartmadan. Kolayca.

Eli c/i111iıı içiııdc o/111alı .


Gözlerine bak111alıy1111
Scsiııi işit111eliyiın
Beraber yemek yemeliyiz
Ara sıra giilmeliyiz.

O gece Sait'i, bu adında dahi aşkı barındıran adamı düşüne


düşüne yattım rüyalarıma. Ertesi gün akşamüstü, gittim ba­
bamın kütüphanesinin kapısında durdum bir süre. Çalışma-

-12
sını bölmek istemedim. İçeri girersem ne d iyeceğimden, ne
soracağımdan da emin değildi m zaten. Hoşlanmazdı babam
iiyle önemsiz meselelerle rahatsız edilmekten.
Hele de o meşhur ceviz masasında oturdu mu pek ciddi
olurdu. Gözlüğünü burnunun ucuna düşürür, uzun bıyıkla­
rını çekiştire çekiştire, okur, okur, düşünürdü. Şadiye Abla ol­

sun, şoförü Abdürrahman Abi olsun, çok çekinirlerdi o odaya


gi rmekten. Eşikten içeri adım atamaz, hep yere bakarak ko­
nuşu rlardı. Düşerdi omuzları, bükülürdü sırtları.
Ben farklıyd ım tabii. Biricik k ızıydım. Tek çocuğu. Çok
SL'verd i beni babam, biliyorum. Düşkündü bana. Kıyamazdı.
l l atta bazen elini uzatıp saçlarımı okşardı.
Kapıyı açtım, girecek gibi oldum ama baktım babam yü-
1'.Ü nde çok ciddi bir ifade, bir yığın zarfı mühürlüyor. Geri
döndüm odama. Akşam yemeğini beklemeye ka rar verdim.
Akşam salonda yine karşılıklı oturup sessizce yedik Şad i­
ve Abla'nın masa mıza getird iği yemeği. Bu alt kattaki salonu

sadece misa fir geld iğinde ve akşam yemekleri için kullanır­


d ık. Konuklar olunca bütün avizeleri, şamdanları yakardık,
gökyüzü gibi yıldız yıldız aydınla nırdı her köşe. Hatta bir de
gramofonu vardı babamın, misafi rlerden musiki isteyen olur­
sa, üzerindeki tül örtüyü yavaşça kald ırır, özenle tuttuğu bir
plağı dikkatlice yerleştirird i . Ama sırf ikimiz olunca sadece
vemek masasının üzerindeki şamdan yanardı, odanın gerisi
karanlık ve müziksiz, bizi seyrederdi. Ağır bir kokusu vardı
salonun. Eski İran halılarının, kadi fe koltuk kılıflarının, kü­
l üphanedeki kitapların sararmış sayfalarının ağırbaşlı, biraz
da kasvetli kokusu.
"Babacığım," dedim bir ara. "Siz tüm İstanbul'u tanıyor­
sunuz değil mi?"
"Tanıyorum tabii," ded i babam sırtı dik. Çatalını tabağın
kenarına koydu, şarabından bir yudum içti. Çok modern bir
,ıdamd ı babam, namaz kılmaz, oruç tutmazdı. Şarap da içer-

43
di, viski de. "Tüm İstanbul da beni tanıyor," dedi bıyıklarının
altında saklı bir tebessümle.
"Banil getird iğiniz Varlık'ı okuyordum da, bu ay yeni bir
sürü yazarı basmışlar. Çok etkilendim birinden. Sait Faik
Abasıyanık. Kimdir bu h ikayeci bey, biliyor musunuz?"
A kşa m yemeklerinde babamla böyle okuduğum kitapla­
rı, yazarları tartışırdık a ra sıril. Hoşuna giderdi ona sorular
sormam, fikrini almam.
Dudaklarını büzdü bab<lm, kaşlarını çattı, bıyığı şöyle bir
kalktı indi. "Abıısıya nık? Hayır, zıınnetmiyorum."

İki gün sonra ,ı kşam yemeği m.• otu rduğumuzda, ceketinin iç


cebinden bir za rf çıka rdı bııb<l m. "Bak sana ne getirdim."
Sc11ıırucr. İ l k basım. Size oku kfa okutmad ı klarına şaşıyo­
rum. Bir Türk edebiyatı k lasiği Scmmıcr. Sa it Faik'i Sait Faik
yapan eser. Senin de alıp okuman şart, Feride.
O kadar yeniydi ki kitap, bura m buram matbaa kokuyor­
du. Açtım kapağı sanki incecik bir porselenmiş gibi itinayla,
bir de ne göreyi m, "Sevgili okuruma en içten saygılarımla,
Sa it Faik" yazıyor el yazısıyla başlık sayfasında. Bayılacak
gibi oldum.
"Nasıl buldunuz bunu babacığım, nereden buldu nuz?"
Tutmasam kendimi, kalkıp zıplamaya başlayacağım, gidece­
ğim boynuna sarılacağım.
Babam yaslandı arkasına, kabarttı göğsünü, "Koskoca Sa­
lih Topçuoğlu'yum ben, kızım<1 bir k itap mı bulamayacağım!"
"Ama yazarı babacığım, yazarı nasıl, nerede buldunuz?"
Şarabından bir yudum aldı, bıyıklarını parm<1 k uçlarıy-
1<1 düzeltti. "Çok kolay oldu. Meğer bu genç yazarın babası
Adapaza rı'nın önde gelen kereste t üccarı Mehmet Abasıya­
nık'mış. Sen Abasıyanık deyince ben de merak etmiştim bir
akrabalık var mıdır d iye. Sordum soruşturdum, 1920'lerde
Adapazarı'nda Yunanlılardan kaçmış İstanbul'a yerleşmişler.

-1 1
l l i r mektup uçurdum Mehmet Bey'e, böyle böyle, oğlunuz bü­
\' ii k yazar olma yolundaymış, tebrikler, diye. Mehmet Bey de
l .ı ın tahmin ettiğim gibi ince insanmış, hemen aradı beni. Bin
l ıi r teşekkür. Bir de çay daveti. Gittim evlerine. Zevkli insan-
1 . ı r, evlerini güzel döşemişler. Bir sürü alafranga eşyaları var.
l ',ı ris'ten, Viyana'dan, şuradan buradan. Belli ki Mehmet Bey
dt' dürüst, düzgün bir adam. Ama asıl hanımı oğul larını el
ı ı c.tünde tutmaya meraklı olan. Sai t Faik'in çocuk yaştan beri
d i l sanatına olan merakını, yazılarının hangi dergi ve gazete­
ll'rde yayınlandığını, yeteneğini a nlata anlata bitiremedi. Sor­
d u m değerli oğlunuz da evde mi diye, hemen çağırttırdı. Bu
S,1 it Faik oldukça genç bir adam. Zayıf, çelimsiz bir hali var.
Suskun. Ama kaldı biraz bizim le, konuştu bir iki kelime. O sı­
r,ıda söyledi annesi 'İlk kitabı da basıld ı' d iye, istedi m derhal,
i mzalayıverdi. 'Kızım için,' ded im. Neredeyse yüzü kızard ı."
O gece gözümü kırpmadan okudum Sc111ıwer'i. Nasıl
d u ru, nasıl duygulu yazmıştı bir bilsen. Bir elektrikçi, bir ge­
m ici, bir ölüm, Burgaz Adası, hırsızı, işçisi, aşığı. Her hi kayede
Sa it Fa ik'in yeni bir yüzünü gördüm. Bu zengin tüccar oğlu
11.ısıl bu kadar yakından tanıyıp, bu kadar içli anlatabiliyordu
o insanları, onların hayatlarını, tasalarını. Sanırsın kendisi de

t•snafın bir parçası.


Ertesi gün babamın kütüphanesinin kapısında buldum
v i ne kendimi. Bu defa çaldım kapıyı.
"Çok beğendim Sait Faik'in öykü kitabını, teşekkür et­
mek istedi m size."
Beyaz tül perdeleri yumuşak bir rüzgarla uçuşan açık
pencereden babamın yüzüne bir dilim güneş vurmuştu.
"Tabii kızım, ne demek. Babası Mehmet Bey'e ve Hanımı-
1 1 ;1 da tebriklerimizi i letirim."

"Babacığım," dedim, kulağıma fısıldayan Boğaz rüz­


g<1 rından aldığım cesaretle, "Ben yazarın kendisiyle tanışıp
�,ı hsen paylaşmak istiyorum takdirimi."

lı 5
Babam gözlüğünü çıkardı, önündeki kitabın üzerine dik­
katle koydu . Önce kaşları, sonra bıyıkları, sonra da göğsü de­
rin bir nefesle kalktı, indi.
"Biliyorsun," d iye başladı söze, durdu, boğazını temizler
gibi öksürdü. Biliyordum tabii, benim gibi genç bir kızın gi­
dip de babasına, "Ben bu yazarla tanışmak istiyorum," deyi­
şindeki uygunsuzluğu, hatta ayıbı, ama aynı zamanda babam
da devrin herhangi bir babası değildi. Onda Osmanlı'nın o
kopkoyu tutuculuğu, Anadolu'nun namus saplantısı yoktu.
İ leri görüşlü bir adamdı benim babam. Batılı gibi. Tam bir
Atatürkçü. Atatürk'le beraber rakı kadehlerini tokuşturmuş­
luğu, birlikte dans davetlerine katılmışlığı, sigara tüttürmüş­
lüğü bile vardı. Hatta bir defa annemi dansa kaldırmış d a
Atamız, arkadaşları sormuş babama, "Salih Bey, kıskanmıyor
musunuz?" diye, babam da bıyıklarını bura bura gülmüş,
"Ne kıskanması, onur duyuyorum. Reisimiz benim Hanımı­
mı seçmiş beğenmiş tüm Hanımlar arasında, bundan güzeli
var mı!"
Zaten bu da babamın anneme dair an lattığı tek hikayeydi.
Neyse, lafı yine uzattım. NerL'de kalm ıştık, evet, babama
Sait Faik'le tanışmak isted iğimi söyled im. O da "Biliyorsun,"
dedi, durdu bir süre. Rüzga r dalga da lga çarpıyor yüzüme,
kalbim küt küt.
"Senin böyle okuyan, kend ini sürekli geliştiren bir genç
kız olman beni çok bahtiyar ediyor. Reisimizin de dediği gibi
milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesine çıkaracağız
ve bu da senin gibi çalışkan hanımlar ve beylerden oluşan
yeni neslimiz tarafından sağlanacak." Gözlüğünü taktı tek­
rar, çekmecesinden o özel kalın mektup kağıtlarından bir
tane çekti çıkardı, mürekkepli kalemini aldı eline.
"Mehmet Bey'e kend isini ve a ilesini bu cuma a kşamı ya­
l ımıza beklediğimizi yazacağım. Yemek davetinde ne sunma­
mızın doğru olacağını da birlikte düşünürüz bugün yarın."

46
O birkaç gün Şadiye Abla'nın başının etini nasıl yedim
. ın latamam. Hünkarbeğendi olsun, yok, o çok Osmanlı işi,
d,1 ha alafranga bir şey mi yapsak, mantar soslu et mesela, yok
Sa it Fai k sade insanlardan, onların sade hayatlarından hoşla­
ıı ıyor, balık kızartalım, bir dilim l i mon yanında, yok, ailesi­
tıL' ayıp olur o zaman, koca yal ıya çağırdılar da aç bıraktılar
d i ye ...
Cuma günü saatler sürdü hazır olmam. Saçlarım o za­
manlar şimdiki gibi değildi tabii, gürdü, hem de nasıl gür.
( ;ürül gürül. O saçları arkamda toplayıp sımsıkı ördüm. Bu
vanlara küçü k taşlı tokalar yerleştirdim. Fıstık yeşili kadi fe
bir elbisem vardı: Yakası dantelden, kolları dirsek hizasında,
belinde kalın bir kemer, böyle etekleri açılıyor o kemerden
sonra, dizin hemen a ltına kadar. Masallardaki gibi bir elbi­
seydi. Ayağıma da siyah rugan pabuçlar giydim. Yüzümü
pudraladım kadınlar gibi. Gözüme ka lem çekmeye çalıştım,
beceremedi m, Şadiye Abla koştu imdad ıma yetişti, sağ olsun.
Bir süslendim, bir süslendi m anlayacağın.
Evin içi mis gibi tereyağı, sarmısak ve maydanoz koku­
yordu . Salondaki tüm lambalar, avizeler yakıldı. Gramofo­
nun üzerindeki örtü kaldırıldı.
M isafirlerimiz tam vaktinde geldiler. Mehmet Abası­
yanık gird i ilk, ardından eşi Makbule Hanım, sonra da Sait
Faik. Babası da, annesi de çok özenl i giyinmişlerdi. İpek bir
mendi l babasının yeleğinin cebine çiçek gibi konmuş, sıra sıra
,1 ltın bir kolye annesinin i nce uzun boynunda parlıyor. Sait
Faik ise tam öykülerindeki basit i nsanlar gibi basit bir mavi
gömlek giymişti, kolalanmamış, hatta yakası hafif buruşuk.
Yünlü kaba saba bir ceket, koyu renk pantolonunun altında
beyaz çoraplar, yüzünde tek tük tıraşlanmamış sakallar. Yor­
gundu o masmavi gözleri.
Önce salonda oturduk hep beraber, Boğaz'ın bir bir yanan
,ı kşam ışıklarıyla ne kadar da büyülü göründüğünden konuş-

47
tuk. Babalar, Atamızın kötüye giden sağlığından, Avrupa'yla
yeni ticaret ola naklarından bahsederken viskilerini yudum­
ladılar, Makbule Hanım bana Fransızca derslerimi sordu, Sait
Faik de bıçak gibi sert ve keskin bir sessizlikle yaldızlı çerve­
çelerdeki el yazmalarımızı, Osmanlı devrine ait gravürleri­
m izi inceledi.
Yemekte ne ikram ettik, bak hatırlayam ıyorum şimdi.
İmambayıldı, zeytinyağlı enginar gibi bir şey. Ciğerli iç pilav
galiba, içine şam fıstığı ve kuşüzümü de koyardı Şadiye Abla
bak o pilavın. O tarz bir şeyler. Babam ve Mehmet Bey rakı içti.
Makbule Hanım her şeye ilti fat ede ede bir hal oldu. Hele de
sapları kabartmalı gümüş çatal bıçaklarımız ve onların takımı
tuzluk ve biberliğimize bayı ldı. Hepsi babama, oturduğumuz
yalı gibi Osmanlı paşası babasından kalmıştı tabii. Annesi,
"Bak şu zarafete oğlum, bak ne zevkli her şey," diye Sa it Faik'i
konuşturmaya çalıştıysa da sürekli, o susku n luğunu korudu.
Sofrada n kalkınca babam misafirleri mize musi ki d inle­
mek isteyip istemediklerini sordu, onlar da, "Sizi geç saatlere
kadar rahatsız etmek i s te m ey i z tabii <rnıa" dediler. Başlarımı­
zı tatlı tatlı sal laya ra k " K i m seye Etmem Şikayet" ve "Alişimin
Kaşları Ka ra"y ı di nledik beraber.
Babam bir a ra, "Yalımızın bahçesi çok güzeld ir, hele
de böyle bir akşa mda. Kızım Süreyya, git m isafirimiz Sait
Bey'i gezd ir, belki i lham a l ır buradan da bir sonraki öyküsü
Kandilli'de geçer," d iye buyurdu.
Dışarı i l k adımımızı a tar atmaz Sait Faik gecenin karan­
lığına konuştu, "Kabul edelim. Salih Bey'in yazdığım hiçbir
hikayeyi okumamış olduğu belli."
"Ben hepsini okudum," dedim. " Varlık'taki hikayelerinizi,
Scmaver'i. Hepsini. Ve çok beğendim. Bence siz okuduğum
en iyi yazarsınız," d iye içimde günlerd i r, gecelerdi r biriktir­
d iğim, aynanın karşısında provasını defalarca yaptığım her
şeyi bir çırpıda söyleyiverd im.

-18
Gururu okşanır, sevinir, kısacık bir an da olsa gü lümser
s,rnmıştım. Ama hayır, daha da ciddi leşti. "Siz zenginlere i l­
ginç geliyor benim yazdıklarım. Hayret ediyorsunuz okur­
ken herhalde. Farklı insanlardan bahsediyorum, içli d ışlı ol­
madığınız, tanımadığınız, görmediğiniz, hatta varlığından
bile hcıberdar olmcıdığınız cılt taba ka."
"Siz de zenginsiniz cı ma," dedim. Gölgeler yutmuş, tü ket-
mişti bcıhçeyi. Ağaçlar kapkara, dal dal, güller d i ken diken.
"Mesele o değil," dedi.
"Ned ir o halde?" d iye sordum.
"İnsanın tabiatı," dedi. Sonra da hiç soluksuz, "Serinmiş
d ışarısı, içeri dönelim lütfen," d iye kestirip attı.
"Fakat," dedim, ama o çoktan dönmüştü arkasını, yürü­
meye hazırdı. Nefesim h ızlandı, göğsüm sıkıştı, içimde bir
yerlerde bir şey, değerli bir şey, büyük dedemden yadigar
kristal bir bardak gibi nadi r bir şey kırılıverdi, parça parça
bcıttı kalbime. O can havl iyle d i rseğinden ya ka layıverdi m
Scıit Faik'i. "Yazar bey," ded im. "İyi b i r gözlemci olmanız,
İ stanbu l'un alt tabakasıyla az biraz a hbaplık etmiş sonra da
onları öykülerinize malzeme etmiş olmanız sizi yüce bir ya­
zar yapmıyor. Sizi yüce bir yazar yapan yeteneğiniz, dile olan
hakimiyetiniz, edebiyata yeni bir nefes getiren o sadeliğiniz,
gerçekçiliğiniz. Yine de iyi bir sana tçı olmanız, kaba bir genç
adam olmanızı gerektirmez."
Sait Faik dikti gözlerini gözlerime. Öfke m i, şaşkınlık mı,
hayranlık mıydı o deli mavi bakıştaki, hala bilmiyoru m.
Odama döndüğümde saç tel lerimi çekip kopartarak çı­
kardım taşlı tokalarımı. Kadife elbisemi yırtar g ibi soydum
bedenimden. Gözümdeki kalemi, yüzümdeki pudrayı öyle
bir ovalayarak çıkardım ki tüm hatlarım silindi sanki. Ne
sanıyordu kendini? Bir iki öykü yazmış, bir iki okuyanı ol­
muş. Tüccar oğlu ne olacak! Kullanıyor esnafı, kuk la ediyor
h ikayelerine. Sonra da bir övgüyü bile hazmedemiyor. Bir te-

49
şekkürü çok görüyor hayranına. Peki ya ben kim oluyordum
ki ona hayat dersi verecek? Ya anlatırsa babasına söyledikleri­
m i, ya Mehmet Bey de babama aktarırsa hepsini? Yakışık alır
m ı benim gibi bir kızın o seviyeye inmesi, bir genç bayanın
hem de yeni tanıştığı, hiç tanı madığı bir baya öyle konuşması.
Rezalet. Kim bilir şimdi yatmış yatağında ne düşünüyordu
benim hakkımda. Belki de beni bir öyküsüne küçük burjuva
kızı d iye koyacak, bir güzel alaya alacaktı.
Aradan birkaç uykusuz, iştahsız gün geçti. Şadiye Abla
cin gibi, a n ladı durumu. "Ah güzelimin kalbi kırılmış, al sana
bir kase bol naneli yayla çorbası, gönül yarasına, gönül yor­
gunluğuna deva bu. İç de için ısınsın, için açılsın." Babam da
bir akşam, "Mehmet Bey ve Makbule Hanım çok i nce insan­
lar ama oğulları biraz tuhaf, içine kapanık herhalde. Sanat­
çılar böyle oluyor genelde," dedi. Konuyu böylece açtığı gibi
kapatmış bu lundu.

Derken b i r öğle vo kti kapı m ça l ın d ı .


"Müjded ir i n şa l l ah," d iye bir zarf t u tuşturd u elime Şadi­
ye Abla. "Kendi getirdi he m elden b;rna verdi."
,

Kıpkırmızı bir mühür. İnce, hafif titrek bir yazı.

"Haydi, gerisi de yarın."


"Ama çok güzel a n latıyordunuz Süreyya Hanım. Maşal­
lah hafızanız da ne kadar yerinde, ne kadar iyi hatırl ıyorsu­
nuz her şeyi."
"Bir kısmı hafıza, hatıra, geri kalanı da h ikaye işte. Öy­
lesine anlatıyorum. Ama d ilim damağım çok kurudu konuş­
maktan. Şuradan suyumu uzat ba kayım."
Ferit kalktı yerinden, su bardağını Süreyya Hanım'ın
eline verdikten sonra hemen orada, yaşlı kadının d izlerinin
önünde yere çömeldi.
"Yarın yokum ben, Süreyya Hanım."

50
"Nasıl yoksun?"
"İzinliyim. Pazar yarın. İzin günümüz."
"Öyle d iyorsan öyle olsun. Ne yapalım."
"Ama pazartesi devam edersiniz değil mi Süreyya Ha­
rn m? Söz mü?"
"Pazartesine Allah Kerim. O güne sağ çıkarsam ... Çıka­
mam inşallah da ..."
"Ne olur öyle demeyin Süreyya Hanım. Üzülüyorum
sonra."
"Ne o, bir de seni mi avutacağım? Gel otur konuştur beni
bütün gün, eğlendireyim seni, sonra da çek git. Bir de sana
sözler verecekmişim sonra anlatırım diye... Elini veren ko­
lunu kaptırır misali!" Aniden d i kenlend i yaşlı kadının sesi.
( ;özleri çakmak çakmak oldu .
"Süreyya Hanım, yapmayın ne olu r. Kızmayın." Ferit eli­
ni uzattı, kadının dizine koydu. Küçücüktü o diz. Bir kemi k
parçası. Kupkuru, kırılgan.
Süreyya Hanım yüzünü çoktan karşıdaki beton binalara
döndürmüştü.
"Gideyim mi?" d iye sordu Ferit, cevap alamayınca yavaş­
ça çekti elini, yavaşça doğruldu ve ayaklarının ucuna basa
basa çıktı gitti.

Pazar

"Şansımıza hava da pek güzel bugün. İsmail Dayın da bi­


zimle gelecek. Oğlanlar yine bakkalda nöbetçi. Ne götürelim
vanımızda dersin? Ben biraz börek koydu m bir kaba, bir iki
de zeytinyağlı yaprak dolması." Mualla Yenge i leri geri dola­
rnyordu evde. Yüzünde gül ler açmıştı. "Bilsen nasıl iyi uyu­
d u m, Ferit k ızım, çok şükür, ihtiyacım da varmış. Ya sen?"
"Ben de yengeciğim." Oysa dönüp durmuştu bütün gece.

51
Süreyya Hanım'ın genç kızken giydiği yeşil kadi fe elbisesi,
kırmızı mühü rlü mektubu, o sivri kemikli d izi, Fatma'nın
dargınlığı, ne olduğunu bilmediği bir Ç11/ıkıışıı, çekyatın çivi
çivi yayları. Ama annesi tembih etmişti. Çok iyi bir mis11fir ol,
her şeye yardım et, Mıuılla Ycııgeıı ııe derse 11yııeıı onıı y11p, hiçbir
şeydeıı şikayet etme, kimseyi iizme.
"Aman aman, çok sevindim. Belgrat Ormanı'na gidi­
yoruz, demiş m iydim? Çok seveceksin, için açılacak. Böyle
boylu boylu ağaçlar. Hele de bu sıcaklarda, serin serin. Gün­
lerden de pazar, herkes cümbür cemaat oradadır şimdi. Dur
bakalım, bir düşünelim, başka ne götürsek yanımızda? İste­
d iğin özel bir şey var mı?"
Alt dudağını d işleyerek düşündü Ferit.
"Yok yengeciğim."
"İyi düşün, bak var bir şey, görüyoru m gözlerinde. Bak
bakayım bana."
Ferit kaldırd ı başını, Mualla Yengesi kl"ı küllerini parmak­
larıyla yüzünün iki yan ına süpürdü, sanki alnında yazıyordu
o saklı dilek.
"Söyle kızım, söyle, çekin me, ben senin ikinci annen sa­
yılırım burada."
"Market ayranı," deyiverd i Ferit ve hemen o utangaç
gözlerini kaçırdı yengesinin anaç gözlerinden.
"Çok yaşa Ferit kızım. Market ayranı, ilahi! Tamam, sen
bir koşu git bakkala, iste bizimkilerden birkaç tane. Çok da iyi
gider böreğimizle, dolmamızla. İyi düşündün."
Ferit üzerine annesinin hafta sonları İstanbul'da giymesi
için diktiği üstü sarı papatyalı entariyi giydi. Biraz bol geliyor­
du kolları, beli, ama olsun bugüne kadar sahip olduğu en özel
kıyafetti bu. Annesi verir vermez, koşup Meryem'e göstermiş­
t i . Meryem çukur gamzeleriyle kocaman gülmüş, "İlkbahar
gibi, ne güzel !" demişti. Fatma'ya da göstermek istemişti tabii
,ı m ,ı çe k i n m i ş ti onu daha fazla üzmekten, kıskandırmaktan.

5 .2
Papatya papatya duruyordu şimdi aynanın karşısında.
Sivas'tan ne kadar da uzaktı, anasından, ablalarından, arka­
d.1şlarından. Yalnızlığı bir ceviz tanesiydi boğazında, yutkun­
du, yutmaya çalıştı, öksürecek gibi oldu, m idesi acıdı. Hayır,
lı.1yır, mutluydu elbet. İstanbul'daydı işte, güneşli bir pazar
.....ıbahını yaşıyordu, pikniğe gidecekti, güzeller güzeli de bir
l'Jltarisi vardı. İlkbahar gibi. Aynanın karşısında saçlarını ta­
r.1d ı, kaküllerini çekiştirdi, gözlerini kırpıştırdı, gülümsedi,
.... omurttu, yine gülümsedi.
Evden çıktığında o sokakta ilk defa bir başına yürüdü­
günü fark etti; bütün dünya durmuş onu seyrediyor g ibi his­
...,e tti. Omuzlarını kaldırmaya, boynunu uzatmaya çalıştı, bir
�·,1 kıl taşına takıldı, tırnaklarını avuç içlerine batırdı, gözlerini
hL·yaz bez pabuçlarından ayırmadan devam etti yoluna.
Memo tezgahın arkasında bir taburede oturmuş, çekir­
dek yiyordu. Arkasında kutu kutu sigaralar, çakmaklar, rakı
şişeleri, önünde çikletler ve çikolatalar, yan rafta tıraş bıçakla­
rı, deodora ntlar. Ferit'i görünce hızla ayağa kalktı, gözlüğünü

düzeltti.
"Ayran alacaktım," dedi Ferit, kalbinin ne kadar sesli attı­
gı nı fark edip utanarak.
"Ne istersiniz?" diye sordu Memo. "İstersin?" d iye dü-
/L'ltti kendi ni, kaşlarını çatarak. Siz, biz, sen, ben.
"Ayran," diye tekrarladı Ferit.
"Hangisi?" d iye sorusunu tekrarladı Memo.
Gözlerini kırpıştırdı Ferit. "O bardakta olan lardan, plas-
ı ik
bardaklarda."
"Ama hangisi? Baksana burada bir sürü marka var"
Daha da hızlı kırpıştırmaya başladı gözlerini Ferit.
"En iyisi bu. Bence." Başıyla şöyle bir işaret etti Memo.
Sonra acele çıkardı gözlüğünü, gömleğinin ucuna sildi.
"Ondan olsun," dedi Ferit en alçak sesiyle.
"Kaç tane?"

5 .1
"İki. Yok, üç."
Memo arkasını döndü, buzdolabına yöneldi. Ferit yüzü­
nü buruşturdu. Neredeydi o ilkbahar hali, papatya papatya?
Nerede?
Sakar, cahil, alık.
Memo geldi, torbayı tezgahın üzerine koydu. Kısacık bir
an için göz göze geldiler. İkisi de kaçamak, belki de zorak i
gülümsed i.
"Afiyet olsun," dedi Memo.

Dört a rabaya doluşup çıktılar yola. Sivas'tan eş dost, konu


komşu, akraba. Örtüler, tencereler, plastik çcıta l lar, toplar, yas­
t ı klar, gazeteler, dergiler. Direksiyonda İsmail Dayı, yanında
kasetçaları çalıştırmaya çalışan Mualla Yenge, arka koltukta
Ferit, başörtülü Neriman Teyze ve onun on üç yaşındaki sıs­
ka kızı Ece. Ferit'i cam kenarına otu rtmu�lard ı ki İstanbul'u
görsün. Pencereyi a ralamıştı Ferit, gözleri n i iyice açmıştı,
gördüklerini bir bir hafızasın<1 y<1zıyordu: Mavi ayna camlı,
yirmi, otuz, kırk kiltlı bin<1 1ar, sonu gelmeyen asfalt yollar, ka­
labalık reklam p<1nol<1 rı, yol tabelaları. Annesine, ablalarına,
Meryem'e anlataccı k bir �eyleri olm<11ıydı geri dönünce.
Mualla Yenge ha){ı kaseti koyamamıştı, "Bozuk bu bey.
Baksana basıyorum bütün düğmelere, olmuyor."
"Bırak kadın, bırak o zaman."
Neriman Teyze, "Sa lla," d iyordu. "Belki kasettendir. Sal­
la şöyle bir. Yok, yok, daha hızlı, daha sert salla. Şöyle avucu­
na avucuna vur. Bir daha dene şimdik."
"Anne ya, ne alakası var!" diye mızıldanıyordu Ece.
Dışarıda sarı sarı taksiler, egzoz lekeli otobüsler, trafiğin
uğultusu.
Ormana vardıklarında inanamadı Ferit buranın az önce
yara yara geçtikleri şehrin bir parçası olabileceğine. Beton
gökdelenlerin yerini tok ağaçlar a lmıştı şimdi. Grinin yerini

54
\'t·� i l ve kahverengi. Arabaları yan yana park ettiler. Hanım-
1 . ı r torba torba meyveleri, kase kase yemekleri toparladı, er­
kl'kler de geriye kalan birkaç yastığı, gazetelerini, sigaraları­
ı ı ı. Hemen en yakındaki boş gölgelik alana yerleşiverd i ler.
Ece ve birkaç komşu kızı bir örtü serdi ler kenara, oturdu-
1.ı r hep beraber. Ferit gökyüzünde birbirine geçmiş dallara,
. ıt·l'ie acele kanat çırpan küçük kuşlara baktı bir süre. Nemli
tı ıprak ve çam iğnelerinin kokusunu içine çekti.
Kızlardan biri bir deste oyun kağıdı çıkardı. Kızın saçları
vol yol sarıydı ama kaşları kalın ve karaydı. Kocaman bir na­
ı ,ı r boncuğu takmıştı boynuna. "Fa l bakacağım," dedi. "Ki­

ın i nle başlayalım?"
Önce Ece atıldı, "Ben, ben," d iye, sonra ondan da küçük
glirünen, daha göğüsleri bile tomurcuklanmamış ikinci bir
kız.
Elindeki desteyi karıştırmaya devam etti yarı sarı, yarı
-.iyah saçlı kız. "Aman hep size bakıyoru m, sıkıldım artık. Sen
Vl'nisin, sana bakalım. Neydi adın?"
"Ferit."
"Erkek ismi değil mi o? Benim emmimin oğlunu n adı da
1 :l'rit."
"Öyle galiba," dedi Ferit, get irmedi gerisini.
"Benimki de Sabiha. İyice karıştırdım ben, sen şimdi or­
t ,ıdan böleceksin desteyi, sevdiğini düşüneceksin, bir de d i lek
ı u tacaksın."

"Ama," dedi Ferit, sustu sonra. Elini destenin üzerine


koydu, sımsıkı kapadı gözlerini, düşündü, düşündü. Aklının
-.i nema perdesinde bir sürü siyah-beyaz yüz belirdi, kaybol­
d u . Lise i kideki kaleci Selam i, matematik sınavlarında kopya
�.l'kmek için hep yanına oturan Ahmet, h iç görmemiş olduğu
hi r Sa it Faik ve elinde bir torba ayranla Memo.
"Tamam mı?" d iye sordu Sabiha.
"Tamam."

55
Kartlar birer birer açılmaya başladı. Kupa sekiz, karo iki,
kupa va le, sinek as.
"Çok güzel çıktı," dedi Sabiha. "Bak va lenin kupası de­
rnek, o da seni seviyor dernek. Sinek as dernek, sen çok nazlı­
sın dernek. Bak bak, bu da maça kızı. Sensin yani. Kupa vale,
sinek as, maça kızı. Yan i ikinizin arasına giren tek şey senin
nazın. Nazlanrnayı bırakırsan d ileğin gerçek olacak."
"Peki ya o sekiz, o i ki?" d iye sordu Ece.
"Onlar önemsiz," dedi Sabiha omuz silkip.
"Uyduruyorsun yine," ded i Ece hafif kızgın, hafif de bu-
ruk.
"Niye dudak büküyorsun ki öyle? Fa la inanma, falsız
kalma."
"Bana da dileğin çıkacak ded in, b,1 k iki ha fta oldu, çık­
madı," ded i d iğer kız, tırnaklarını di�leyerek.
"Aman sen de!" dedi Sabiha. "Allah bilir gidip elalerne
söylemişsindi r, ondan çıkmamıştır." Ferit'e döndü, kaşlarını
çattı iyice işin ciddiyetini vurgulamak için, "Kimseye söyle­
meyeceksin d i leğini, gerçek oluncaya kadar. Söylersen fal bo­
zulur." Sonra desteyi örtünün üzerinde dağınık bırakıp kalktı
yerinden, annelerin yanına gitti.
Ece karıştırmaya başladı bu defa desteyi. Ferit düşündü,
nazlı mıyım ben salıi? Nazlı olmak ne demek ki?

Az sonra açıldı tencere kapakları, çıktı kaplar, kaseler. Örtü­


lerin üzerine dizildi dolmalar, mücverler, içi kaşarlı ve doma­
tesli simitler.
"Market ayranını şimdi mi istersin sonra m ı?" d iye sordu
Mualla Yenge.
"Nesini, nesini?" d iye lafa karıştı Neriman Teyze.
"Market ayranı," ded i güldü Mualla Yenge. Uzandı,
Ferit'in elini tuttu. "Kızımız hazır ayran içmemiş daha önce.
Hep anacığının ev ayranını içmiş. Ama şimdi çok sevdi bizim

56
ı ıı,ı rket ayranını, değil m i Ferit, evdekinden bile çok sevdin
ı kğil m i?"
"He ya," dedi Ferit yanakları al al. Tüm anneler, teyzeler,
l ı .ı l ta Sabiha, kahka hayı bastı. Önce Ferit de güldü onlarla,
, ı ıııa sonra utandı, sustu. Eğdi boynunu.
"İlahi kız," dedi kocaman göbekli, kocaman memeli bir
h..ıd ın, tek eliyle yüzünü yelpazeleyerek. "Market ayranı! Çok
, .. ı �a e mi, çok yaşa. Güzel güldürdün bizi. Afiyet olsun! Bir
ı ıı ,ı rket dolusu ayran sana kurban olsun!"
Hep bir ağızdan sorguya çektiler Ferit'i o gün. İstanbul'un
ı · ı ı çok neresini beğenm işti, Etiler'den memnun muydu, Mu­

. ı l l .ı Yengesi'nin yemeklerini seviyor muydu, evini özlemiş


ııı iyd i, anasını mı özlemişti en çok, ablalarını mı, a rkadaşla­
r ı ııı mı?
Vardığı o i l k gü nden beri a ramamıştı annesini, hala yaz­
ııı,ı mıştı Fatma'ya özür mektubunu. Kızdı kend ine Ferit. Ne
ı.. • ı bu k unutuvermişti evini, köyünü. Ne hayırsızdı.

ı\vakkabılarını çıkard ı, bir yastık alıp koydu başının a ltına,


h. ıvrıldı örtünün köşesine, küçücük oldu. Karasineğin biri
h.ondu ayak bileğine, gıd ıkladı Ferit'i, onu kovalarken Sürey­
v,ı Hanım geliverdi aklına bir an için, çizgi çizgi alnı, aza­
l ı p seyrelmiş saçları, kemikli dizleri. Sonra yüzüne dalların
. ı r,ısından bir parça sıcak haziran güneşi vurdu ve uçuverdi
"i nek, uçuverdi aklında ne var ne yok, uyuyakaldı.
Bir i ki saat geçti a radan, İsmail Dayısı geldi başlarına,
" l l cı d i H a nım, toparlanalım. Maç var televizyonda, kaçırmak
'"lL'miyorum."
Muallcı Yenge dönüp Ferit'in o yorgun, kederli, çocuk yü­
ı ii ne baktı bir süre, nasıl kıyıp uyandıracağını düşü nüyordu

"·ı n ki. "Ah bizim de bir kızımız olaydı," d iye iç çekti.


"Bu a kşcım yaparız bir tane," d iye fısıldadı İsmail Dayı.
"Bakarız," dedi Mualla Yenge, kıkır kıkır güldü.

57
Pazartesi

"Ben geldim," dedi Ferit, başını kapıdan içeri uzatıp.


Süreyya Hanım ondan yana şöyle kısacık bir baktı, sonra
yüzünü çevird i.
"Bugün etli biber dolmamız var. Yoğurt. Yeşil salata. Dü­
dük makarna. Keşkü l." Tepsiyi her zamanki yerine koydu,
sandalyesine yerleşti. "Sait Bey'den mektup geld i demiştiniz,
orada kalmıştık."
Ufaktan kıpırdandı Süreyya Hanım. Gecenin ortasında
canlanan bir tahta kukla gibi açı lıverdi gözleri, kucağındaki
elleri, parmakları oynadı. "Sait Fa ik," dedi. Sesi çok uzaklar­
dan, yetmiş sene öncesinden geliyordu. Durdu, "Anlatayım
mı, dinlemek istiyor musun?" d iye sordu Ferit'e. Genç kızın
yüzüne öyle bir baktı ki, savunmcısız ama onurlu, mu htaç
ama iyimser.
"Anlatın tabii," dedi Ferit, bir ümit.
"Merak ediyorsun ycı ni?"
"Tcıbii ki ed iyoru m, Sü reyya Hcı nı m . Gördünüz hemen
oturur oturmaz sordum."
"Sordu n, evet," ded i Sü n•yy<ı Hanı m, yüzünde küçük,
buruşuk bir tebessü m.

Mektup geld i dem iştim öyle mi? Evet. Sait Faik bir mektup
yollamıştı. Hiç de beklemiyordum tabii. Yüzümü kara çıkar­
dı. Çok kibcır bir özü r mektubu, tutmasam kend imi ağla rd ım.
Mutlulu ktan da cığlcınır mı diyeceksin. Ağlanır elbet. Aşk
olunccı işin içinde.
Tek özü r için yazma mıştı mektubu Sait Fcı ik, bir de da­
vet eklemişti. Diyordu ki, "Öğleden sonrcı saat dörtte bahçeye
çıkın, tcı denizin kenarına inin, bekleyin. Bcıbanızcı, hcıtta hiç
kimseye söylemeyin. Ses sedcı etmeyin." Pek hoşuma gitmişti
bu esrarlı mesaj, bu oyun. Öğlene kadcı r ne giyeceğim diye

58
ı ii ın dolaplarımı alt üst ettim. Hem süslenmiş zengin kızı ol-
k istemiyordum bu defa, hem de bakımlı ve güzel olmak
1 1 1 ,1

ı"l iyordum. Gençlik işte. Ne g iyeceğin, nasıl görüneceğin her


';>l'yden önemli. Öyle değil mi?

ı :L·rit alt dudağını büktü, omuzlarını şöyle bir kaldırıp indirdi.


l ) mm dolaplar dolusu kıyafeti yoktu ki.

),ıd iye Abla geliyor, kilitlediğim kapımı kurcalıyor. Yemeğe


ı n ıneyecek m iyim, ne işler karıştırıyorum yine, ona söyleme­
Vl'Cek m iyim? Yok d iyorum, çok yorgu num, hastayım galiba,
v.ı tıp istirahat edeceğim. Bırak g ireyi m içeri, ateşine baka­
v ı ın d iyor, ıhlamur, nane l i mon yapayım. Yok d iyorum y ine,
lıiç gerek yok, yalnız kalmak istiyorum, babama da öyle der­
" i n, hasta hissediyor kendin i, yatıyor, rahatsız edilmek iste­
ı ı ı ıyor.
Bir gizeml i sis bürümüş gözleri mi. Koca bir sır kalbim­
dv, küt küt. Saat üç oldu, parmak uçlarıma basa basa indim
ıı ıcrd ivenleri. Baktım bahçıvan Azmi Efendi mutfağın kapısı­
ıı,ı yaslanmış yine, "Yapma gülüm, h iç mi insafın yok, gecem

ı;ii ndüzü m kalmadı. İsteyemez miyim artık seni? Nedi r be­


ı ı i ın günahım? Niye bu kadar zalimsin?" d iye Şadiye Abla'yı
'· i leden çıkarıyor. Bunu fırsat bilip attım kendimi bahçeye,

,ı ; i l t i m tam Boğaz'ın d ibine oturdum. Bekle bekle. Saat dört


"ldu, gelen g iden yok. Beni bir öfke aldı. Terbiyesiz, işi yok
l w n imle a lay ediyor, aklı sıra beni kandırdı randevu vererek,

, ı i ve. Tam kalkıp döneceğim eve, gidip sığınacağım Şadiye

. \ bla'nın koynuna, bir baktım kıyıdan kıyıdan hantal bir san­


' 1 . ı l geliyor. Küreklere ası lmış benimki. Başında eski püskü

l ıı r şapka. Yüzünde muzip bir i fade.


"Var mısınız?" dedi.
"Neye?" d iye sordum.
"Atlayın," dedi.

59
Atladım sandalın içine.
"Nereye?" diye sordum bu defa.
"Nereye isterseniz." Gözleri mavi mavi yanıp söndü.
"Kanlıca'ya gidelim, kaymaklı yoğurt yiyelim," dedim.
Asıldı küreklere.
Sonradan duydum oradaki koya Savarona'nın sık sık
demirlediğini. Kim bilir belki Atatürkümüz ve o meşhur ya­
tıyla karşılaşma ihtimalimiz bile vardı o gün. Ama bendeki
heyecan apayrıydı tabii, tek düşünebildiğim Sait Faik'le karşı
karşıya, diz d ize olduğum. Ne yatlar, ne paşalar, ne şan, ne
şöhret. Sırf bu yeni heyecan.
Yanaştık kıyıya. Tırmandık karaya. Küçük bir çay bahçe­
si vardı taş yolun sonunda, tahta masaları, kırmızı kü l lükle­
ri ve şemsiyeleriyle çok d avetkardı. Ben hemencecik i liştim
bir sandalyeye ama Sait Faik çırak çocuğu beklemeden, kay­
maklı yoğurtlarımızı, üzerine serpeceğimiz pudra şekeri­
mizi büfeden alıp deniz kenarına doğru yürü meye başladı.
Ben de kalktım, koşa r adım arkasından yetiştim. "Hayrola,
oturmayacak mıyd ık?" Hiçbir �l' Y demedi, a rkalığına bir gü­
vercinin konduğu ba nk,1 gitti, güvercin uçtu, o oturdu. Ben
de yanına. Aramıza el çantamı koydum tabii. Uzattı verd i
yoğurdumu, kaşığımı. Ka rşımızda Avrupa yakasının yalı­
ları, minareleri, önü mü zde hafif çalkantılı gri-mavi Boğaz,
havada çığlık çığlığa martılar, burnumu zda denizin yosunlu
kokusu.
"Okudunuz mu sahi bütün yazdıklarımı?" d iye sordu,
yoğurdunu karıştırırken.
"Okudum tabii," dedim. "Hem Semavcr'i, hem de Varlık'ta
çıkanları." Bu defa d ikkatliyd i m, iltifatlarımı kendime sakla­
yacaktım.
"Hang i okula gönderdi sizi babanız?"
"Gitmedi m okula, özel hocalar geldi eve hep. Ama en çok
edebiyata merak sardım. Bir de Fransızca. Siz de Fransa'da

60
okudunuz bir a ra, öyle değil m i? Paris mi? Kim bilir ne güzel­
d i r oralar. Medeni, modern. Gerçek bir şehir, kültü rlü hanı­
ı m•fendiler, üniversite okumuş beyler."
"Güzel olmasına güzel de," deyip duraladı Sait Faik. Ağ­
/ i lla koca bir kaşık yoğurt götürdü. "Böyle güzel değil," dedi
... . ığına soluna bakara k.
Ben de baktım ne var d iye ama tek gördüğüm bizim Kan­
i ıra, bildiğimiz Kanlıca.
"İnsanın kendi vatanı, kendi insanı bir başka oluyor,"
d iye devam etti Sa it Faik. "Gurbetteyken çok özledim bura-
1.ırı. Acayip bir his. Sonu gelmez bir hasret." Yoğurdundan
ı�Lahlı bir kaşık daha a ld ı, yavaş yavaş ağzında eritti pud ra
�l'kerini. "Bana aptal deyin isterseniz, alaya alın sözlerimi,
ı ı ınurumda değil. Alışığım anlaşılmamaya. Tek bild iğim, tek
ı ıı,rndığım, içimdeki o fırtın a l ı his. O özlem. Paris'teyken öyle
w:led i m ki bizim insanım ızın saflığı n ı, namus mera k ın ı, gu­
nı runu, m isafirperverl iğini, köylü lüğünü, tutkusu nu, öfkesi­
ı ı i, şakalarını, kü fürlerini ...
"

"Kü fürlerini bile?" diye şaşırdım ben tabii.


Güldü, "Küfürlerini bile," ded i. "Sizin çok korunaklı,
l i ı ks bir hayatınız var Süreyya, baksanıza eğitiminizi bile
ı ·\·de görmüşsünüz. Ama bir bilseniz, en gerçeği birinci mev-

1-. i ailelerin uza k kald ığı o ufak hayatlar."


"Bizim hayatlarımız yalan mı?" d iye sordum. Galiba
. ı l ınmıştım biraz.
"Yalan ya," dedi Sait Faik. "Yalan değilse de, yüzeysel.
1\/1 ,masız. En son ne geldi başınıza sizi dertlendirecek, üzecek,
lı,ı ki katen üzecek?"
Siz, demek istedim. Evimize misafir gelip de ağz111ızı bıçak aç-
11111yıııca, bahçeden öyle lıırçııı çekip gidince nasıl da iizdiiııiiz beni.
Ama demed i m tabii, d iyemedim.
"Bakın, susuyorsunuz. Oysa sorsanız halkımıza, neler
'"ı r neler. Ne derin dertler. Yanmayan sobalar, ilaçsız kalan

61
hasta bebekler, ödenemeyen kiralar, askere g iden ve dönme­
yen oğullar, kocalar."
"Doğru," ded i m, eğdi m başımı. Pudra şekerine rağmen
ekşi gibiydi yoğurdumun tadı. Daha fazla yiyemeyecektim,
yanıma koydum. Sustu k bir süre. Sonra topladım cesaretimi
sordum, "Ya siz? Siz hiç tattınız mı hüznün böylesini? Yan i
hayatın zorluklarını? Gerçek acıları?"
"Bu insanlar gibi çekmedi m ben tabii," dedi Sait Faik,
omuzları daha bile düşük, suçunu itiraf eder g ibi. "Biliyorsu­
nuz Süreyya, ben de sizin gibi varlıklı bir aileden geliyorum.
Bir elim yağda, d iğeri balda. Yediğim önümde, yemediğim ar­
kamda. Adapazarı, İstanbul, Fransa. Para pul, bol bol şamata.
Ama içimde, tam şurada," yumruğu nu göğüs kafesinin he­
men a ltına bastırdı, "bir taş var. Bir ağrı, bir özlem, bir eksik­
l i k. Bir heves. Bir sebep. Aradığım bir şey var bu hayatta ama
ne olduğunu ben de bil miyoru m. O kcıdar okudum, derslere
girdim çıktım, seyahat ettim, isy<ın ettim, sor u lar sordum, ce­
vaplar aldım. Yok. Hill fı bir ŞL'Y L', bi r bi lin meze hasretim." Yü­
zünü yüzüme çevi rd i, s<ı ıı k i arad ığın ı gözbebeklerimde bula­
bilmeyi ümit ed iyorımış gibi uzun uzun baktı bana. "Yalnız
bir adamım ben."
"Aşk olmasın aradığın ız?" deyiverdim. Sonra da utançla
kaçırdım gözlerimi, Boğaz'dan geçen bir geminin a rkasından
doğup hemencecik de boğu lan köpüklere baktım.
" Hayır," dedi sertçe. Sonra yumuşayıverdi sesi, "Aslında
olabilir, neden olmasın, ama saf olmalı aşk, çocuksu. İ nsanın
ruhuna dokunmalı. Adamı daha iyi bir insan yapmalı. Ada­
ma baharı yaşatmalı, içine baharı getirmeli. Teselli etmeli. Bi­
zim çevrelerimizde, bu devirde aşk dediğimiz çok dolambaçlı
bir oyun, sanki gurur oyunu. Sü rekli bir hesaplaşma. Herkes
birbirini deniyor. Bencillikler. Kıskançlıklar. Ard ı a rkası gel­
meyen yalanlar."
Bel l i ki kalbi kırılmış d iye düşündüm. Böyle incinmiş, sa­
vunmasız olabileceğini fark etmek onu daha da çok sevdirdi

62
l ı.ıııa. El çantamı kaldırdım kucağıma koydum, karnıma bas-
1 ı rd ım. Aramızda açılan küçük yere ümidim kondu.
"Onun için esnafı seviyorum," d iye devam etti Sait Faik.
" Y,1pmacıksız onların hisleri. Çocuk gibi temiz kalpleri. Oyun
1 1v namaya gerek görmüyor onlar, çünkü hayatları mücadele.
Yorgunlar." Tekrar döndü bana, gök rengi gözleri bulut bulut,
' \'ok mu duygusalım sizce Süreyya? Zor mu beni anlamak?"
Yanlış bir şey söylememek için düşündüm bir süre. Sonra
.ıgır ağır konuştum, "Duygusal olmak güzel bir şey bence,"
dvd im. "Cesurca bir şey kalbinizi açıp gerçeği aramanız, ha­
'" ı l ı, hatta kend inizi sorgulamanız, sadeliği yüceltmeniz. Çok
ı.ı rklısınız Sait Faik. Çok farklısınız herkesten."
Bel ki kalbi birkaç yaprak daha açılıverdi, belki gururu
ı ık�andı en sonu nda. "Siz de sandığımdan farkl ısını z Sü rey­
\'<1," dedi. Apar topar ka lktı, elleri çocuk elleri gibi heyecanlı.
"( ;din bir simit alıp şu martıla rı besleyelim."

l I \·gün sonra yine geldi hanta 1 kıı y ığıyla, eski püskü şapka­
c.ıvla, mavi gözleriyle. Oturd uk, konuştuk. Bana tüm kalbiyle
"l'Vdiği insanlardan bahsetti. Sokaklarda rastladığı, bir daha
d ,1 yüzünü görmed iği insanlar. Kısacık anlara sığabilen son­
c.uz anlamlar.
Ondan sonra haftada birkaç kere buluşur olduk. Gizli.
( ; i zli d iyorum ama bakma, Şadiye Abla farkına vardı olanla­
rın tabii. Önce kızdı, "Olmaz, hayatta olmaz, biri görse ne der!
l \,üıanın onurunu düşün, kendi namusunu, geleceğini." Ama
ı k na ettim onu meraklanacak bir şey olmadığına. Hem ailele­

ri ıniz de tanışıyordu, babam çok beğenmişti Abasıyanıkla rı.


1 lem de devir değişiyordu, Atatürkümüz bizim ileri görüşlü

l ı i r millet olmamızı istemiyor muydu? Kızlar ve erkekler a r­


k,1daşlık edemez m iydi? Mutaassıp bir toplum değild i k artık
l ıi z . Yine de yalvarıp yakardım tabii, baba mla bu sırrımızı
l ıL'nÜz paylaşmaması için. "Vakti gelince o da olur," dedim.

63
"İnşallah," dedi Şadiye Abla. "Allah'ın emri, peygamberin
kavliyle."
Bazı günler Sait Faik'le sadece otururduk o sandalda, bir
yere açılıp gitmeden. Onun o çok sevdiği sakız leblebisinden
yer, konuşurduk saatlerce. " Hey gidi günler hey!" d iye başlar,
daha çocukken Adapazarı'nda ailesiyle Yunanlılardan kaçışını,
lisede kırk arkadaşıyla okuldan atılışını, Bursa'ya sürülüşünü,
sonra Paris'teki okul yıllarını, orada nasıl sigaraya başladığını,
o sigaranın dumanının karlı gecelerde ciğerlerini ısıtışını, yaz
ortası şarap içişini ve başının dönüşünü, okuduğu romanları, o
incecik belli fıkır fıkır Fransız kızlarının ardından nasıl koştu­
ğunu, kaç kere reddedildiğini, hepsini, hepsini anlatırdı bir bir.
Ben de d in lerdim ilgiyle, merakla, aşkla. Bazı günler gelirdi,
alnı düşünmekten kırış kırış. Hep sorularla doluydu o kafası.
Hayata, inanca, inançsızlığa dair bin bir soru, şüphe, ümit.
Bazı günlerse gömlek cebinden a rkası d işlenmiş kur­
şunkalemini ve buruşuk bir kağıt pa rçası çı karıverirdi. Sırtı
kamburlaşır, gözleri gölgelenir, acele acele bir şeyler yazardı.
Bir şiirin ilk d izeleri, bir ilykü nün uçucu ilhamı. Ben de d ir­
seklerimi dizlerime dayar, yüzümü ellerime alır, sessiz sessiz
onun ince uzun parma kların ın o kurşunka lemi sımsıkı tutu­
şunu izlerd im. N e kada r sabırsız, ne kadar ısrarcı görünürdü
yazarken bir bilsen. Sanki aklındaki kafiyelerle yarışırdı, ba­
harda kelebeklerin peşinden koşan yaramaz bir çocuk gibi. O
narin kelimeleri haya l dünyasının sonsuzluğuna karışıp kay­
bolmadan yakalamak, avlamak, bir an önce önündeki kağıt
parçasına yatırıp çivilemek isterdi.
Bazı günler de sahilden sah i lden kayıkla dolaşırdık Bo­
ğaz'da, bir aşağı bir yukarı. Nerede karaya çıksak hemen
bulurdu Sait Faik oranın insanını, kahvede otu ran adamları,
eskicileri, tahtacıları, davulcuları, kestanecileri, çiçekçi çin­
gene kadınlarını. Koyu sohbetlere dalardı onlarla. "Bu nevi
dostlu klara bayılıyorum," diye açıklardı sonrada n. "Taptaze,

64
ı.ıptaze." Zaman zaman da i nsanların yanı başlarına oturur,
d i kkatlice kulak kaba rtırdı anlat tıklarına.
"Yazacak mısın bu adamı?" d iye sorardım.
"Yazmak için değil," derd i.
"Neden öyleyse?" diye sorardı m yine.
"Çünkü güzeller. H a riku lade güzel bu insanlar."
Sait Fai k gidince ben de onun gözünde yalan olan haya­
l ı ına dönerdim. Kocaman kristal, altın kaplama avizemizin
ı�ığında babamla akşam yemeğine otururdum. Babam her
1,1 1nanki gibi susardı. Pek bir şey sormazdı ne yaptın bugün,
ııe okudun, ne yed in d iye. Ben anlatırsam d i n lerdi ama o
k,1dar. Merak ederdim bazen dudaklarımdaki çapkın tebes­
s i i mü fark ediyor mu, cild i mde buram buram tüten hevesin
kokusunu alıyor mu diye. Belki anlıyordu olan biteni ve onay-
1 ıyordu sessizce. Belki de kayıptı a klı her zamanki gibi ceviz
masasına y ığılmış kitaplarda, hesaplarda, satranç taşlarının o
k,ue kare hareketlerinde.
Bir sabah odamda, tül perdenin a rkasında oturmuş bir
':'l'yler okuyordum. Sait Fa ik'in o müzikli ıslığını duydum,
lı,1 kt ı m perdeyi aralayıp. Sandalının içinde, elleri küreklerde
l ı ,1zır, yüzünde bir avuç güneş, oturuyor öylece.
Merdivenlerden koşarak inip, bahçeye attım kendimi, kı­
v ıya varmadan, sarı beyaz güllerin yanında durdum bir nefes
.ı l mak için. "Erkencisiniz," dedim. " Hayırdır i nşallah."
"Boğaz'ın karşı kıyısına geçiyordum öğle yemeği için. Ak-
1 ı ına geldiniz, sizi de yol üstü alıvereyi m dedim." Eski püskü
-:-.1pkasını kısacık bir an için çıkarıp ufak bir selam verdi, ha­
lıersiz geldiği için özür diler gibi, beni yemeğe davet eder gibi.
Şadiye Abla'ya kaş göz ettim, sus bir şey söyleme, gidiyo­
ru m ama birazdan dönerim. O da kollarını kavuşturup, bir
güzel çattı kaşlarını. Sonra da gözlerini yumdu sımsıkı. Peki,
t ı 1 1 1 1111n, bari görmeyeyim gidişiııi.
Epey bir yol gittik, ufa k u fak dalgalar vurup sal l ıyor ka-

65
yığımızı, kocaman sarnıç gemileri simsiyah dumanlar öksü­
rerek üzerimize üzerimize geliyor, vapurların tiz düdükleri,
şehrin uzak uğultusu, rüzgar denizi kamçılıyor. Korktum
tabii. Yüzme de bilmiyorum, ne yaparım alabora olsak? Kara
sulara bakıyorum, altımızda nefes nefese denizanaları, gü­
müş balıklar irili ufaklı.
Sa it Fai k h issett i endişelerimi ama yatıştırmıyor beni, hat­
ta inadına körüklüyor korkumu, "Hay ne iş, hay! Kollarım da
çok yoruldu. Ne halt etmeli yahu? Bari duruverelim şurada
biraz, hem tadını çıkaralım manza ranın, hem de dinlenelim."
"Aman," d iyorum sesim çatal çatal, "Ta m da Boğaz'ın
ortasındayız. Yapmayın Sait Faik, yapmayın gözünüzü seve­
yim. Bırakın ben çekeyi m kürekleri, ona da razıy ım."
Gülüyor utanmaz.
En sonunda vardık karşı kıyıya. Bebek'e.
Bak şimd i bu pencereden görem iyoruz ama şu aşağılarda
bir yer Bebek.
Karşımızdil dantel gibi oymalı köşkler, sıra sıra beyoz yo­
lılar, hemen Boğaz'ın d ibindL' ka i m sütu n lu, bir büyük kubbe­
li, tek m i n o reli Bebek Camii, lwnwn ya n ın d il küçük bir iskele.
Öyle hayra n ba kıyordum ki, "Ne o? Hiç yolunuz düşmed i
mi bu zengin semti ne?" d iye sordu So it Faik. Ben de biraz
mahcup, itira f ettim hep penceremden izlemiş olsa m dil ka r­
şi kıyıyı, daha önce buralara hiç böylesine yakın durmamış
olduğumu. Benimki korunaklı bir zengin hayatıyd ı. Zengin
ama bir bakıma da hayatın zenginlikleri nden uzak.
Elimi sandalın kenarından salland ırdım, Boğaz'ın kad i fe
suları parmaklarımı okşaya okşoya, Rt, . , · ı rotföuıda

ilerledik. Bir sürü balıkçı, ellerinde bosit olta la., -.ıuda k larında
yarısı kül olmuş sigaralar. Sait Fa ik'in gözleri bende değil, on­
lardaydı. Konuşmuyorduk. Din liyorduk sadece o an yaşanan­
ları, İstanbu l'u n katmer katmer hoyatını: ezanlilrı, martıları,
vapurları, do lgo lilrı, nad iren gelip geçen bir o rabayı, rüzgarı.

66
K<ırşımda bir Sait Faik. Genç, hırslı, dertli. Karşısında bir ben.
Meraklı, aşık, saf.
O ana sığıvermişti hayatın tüm sesleri, renkleri, mutlu­
l uğu, hüznü, hasreti. Hayatın bütünü, olduğu gibi, karman
1,:orınan gibi görünen ama kendine has sihirli bir düzeni olan
ı vü. Hepsi, hepsi o kısacık anın içindeydi işte. Tıka basa.
Neyse. Yine fazla uzattım lafı.
Nerede kalmıştık? Evet, Rumelihisarı.
Yeniköy, Çayırbaşı derken ta Sarıyer'e kadar gittik. Ka­
t ı r tırnağı bitkisini bilir misin? Sarı sarı açarmış orada, ondan
S,ırıyer demişler. Bana da o gün Sa it Faik öğretmişti. Sonra­
d a n duydum, çok şifalıymış bu katırtırnağı. Kaynatırmışsın,
... o nra da içine bal koyup içermişsin. Hazma, sa fra kesesine,
lıiibreklere iyi gelirmiş. Ama ben hiç içmedim. Ihlamuru se­
\'erim ben. Onun da öyle sarı mtırak bi r kokusu vardır zaten.
Bak yine dağıld ı gitti aklım, bugün de bırakalım. Yarın
hatırlatırsın sen Sarıyer'deyd ik diye, devam ederim kaldığım
verden.

Y.ışlı kadının dudakları kurumuş, hatta hafifçe de çatlamıştı,


-.;,m ki boğazını tırmalıyordu harareti. Ferit su bardağını uzattı.
"İstemez, içiyorum içiyorum sonra çişim geliyor, kalkıp
ı uvalete gitmem gerekiyor. Ona da gücüm yok."

"Yemiyorsunuz da ondan," dedi Ferit. "Bari birazcık. .."


"Soğuktur yoğurt, mideme dokunu r sonra."
"Yok Süreyya Hanımım, bu kad a r bekledi, ısınmıştır
-:;imd iye."
"Konuşturdun beni saatlerce vır vır vır, çok lazımmış
gibi."
Ferit'in de gücü yoktu artık inatlaşmaya, kendini savun­
maya, hiçbir şeye. Naz mı yapıyordu Süreyya Hanım, naz
böyle bir şey miydi?
"Naz mı yapıyorsunuz bana Süreyya Hanım?"
"Ne nazı, o da nereden çıktı? Sen de hiç anlamıyorsun

67
ihtiyarın halinden, ne işin var o zaman bu huzurevinde? Naz­
m ış. Yaşlılık bu, hastalık. Ölüm. Nazla ne a lakası var?"
Ferit söylediğine pişman, sustuğuna pişman. Söyleyeme­
d ik lerini ağzının içinde evirip çevirirken yanağının içini ısır­
dı yanlışlıkla. Dilinin ucuyla tuzlu bir tükürük h issetti önce,
sonra da kıpkırmızı bir yara.

Tıkış tıkış a kşam otobüsünde Mualla Yenge sordu, "Sevd in


m i Neriman Teyze'nin kızı Ece'yi?"
"He ya."
"Sana fa l bakmışlar, öyle ded i." Mualla Yenge'nin yüzün­
de hafif çarpık, manalı bir tebessüm vardı. Ferit sadece evet
anlamına başını salladı. Hemen yanla rında duran uzun boy­
lu, iri yarı bir kız omzunun üzerinden onları dinliyordu sanki.
"Bir sevd iğin varmış, böyle kalp ka lbeymişsiniz. Anlat
kız, k imdi r, kimin oğludur? Yalla billa söylemem a nana ba­
bana. Aramızda kalır."
"Yok," ded i Ferit, sesi duyulamayacak kadar alçak, göz­
leri faltaşı.
"Haydi, haydi!" Mualla Yenge cilveli bir sevgili gibi d ir­
seğiyle dürtüyordu Ferit'in kabu rga larını. Birden dura ladı,
"Çok zayıfsın be kızım. İyi değil böyle. Seni d a ha bir besle­
memiz lazım. Baksana, kılçık kılçık kemiklerin."
Ferit konuyu faldan, aşktan uzaklaştırmaya öylesine
muhtaç, "Öğlen yemeklerini yiyemiyorum sakinleri ziyaret
ettiğimden, sonra mutfağa dönünce az biraz atıştırıyorum
ama yetmiyor," deyiverdi.
"Aaaa! Olu r mu kız öyle! Seni aç kalasın d iye m i çalış­
tırıyoruz? Hayır, para kazanasın da karnını tok t utabilesin
d iye. Hay Allah. Çok pişman oldum şimd i . Oturup konuşma
öyleyse, kısacık bir y üzünü göster, onlar da onunla yetiniver­
sinler. H iç dayanabilir mi beni m yüreği m Ferit kızım böyle
bir deri bir kemikken?"

68
Eve yürürlerken bir an adımları yavaşladı Ferit'in. İsmini
kovamadığı, koymaya korktuğu bir arzu, oldukça telaşlı, bi-
1.ı1: da sakar dolanıyordu da marlarında. Baktı Mualla Yenge

.ıv nı hız devam ediyor yoluna, o da mecburen attı bir sonraki


.ıd ımı ve bir sonrakini ve bir sonra kini. Bel l i ki markete uğra­
ın,ıyacaklardı bugün.

Salı

S,ındalını "Osman Usta'nın bu" ded iği kırık dökük lacivert


h i r kayığa bağladı Sait Faik. Sonra yakaladı beni elimden,
vardım etti kıyıya çıkmama. En zor kısmı bu kayığa inişler
\'e binişlerdi zaten. Her seferinde hanım hanı mcık etekleri­
m i toparlamaya çalışıyoru m, ama ne ça re. Bacağın ı kald ırı­
vorsun, rüzgar esiyor, saç baş bir tarafta, etekler uçuşuyor...
U tancımdan kıpkırmızı oluyordum herhalde. Neyse ki Sait
hı ik gerçek bir beyefend i gibi tam zamanında başka bir yöne
b,ı kmayı biliyordu .
Sarıyer'e çıktık, ben daha üstümü başımı silkeleyip to­
p,ı rlayamadan o bir koşu en yakındaki oltalı adamın yanına
\ ' ilfmıştı. El sıkıştılar, birbirlerinin omuzlarını sıvazladılar.
Konuştular, gülüştü ler. En son, "Eyvallah beybabam, eyval-
1,ı h!" dediğini duydum. "Kaç çinekop yakalamış, asrın adamı
bu!" diye heyecanla döndü yanıma. "Az ilerdeki d iğer herifi
görüyorsun değil mi? Git bak, kovası bomboş. Ne garip şey şu
�,ı ns dediğimiz. Hele de hayatı balık tutmakla geçen adamlar
için." Bir a n duraladı. Sonra bir acele cebinden buruşuk bir
kağıt parçası çıkardı ve not etti bu son düşüncelerini. Dünya­
da balıkç111111 şansı ve şaııssızlı,� ı kadar garip şey yoktur.
Herkesi tanıyordu sanki Sait Faik, ama babamın herke­
si tanıdığı gibi değil. Sait Fai k ahbap olmuştu bu insa n la rla,
bütü n bu kalaba l ıklarla. Nasıl hatırlıyordu kim bilir hepsinin

69
yüzünü, ismini, dertlerini. Peki ya onlar biliyor muydu bu
mavi gözlü, eski püskü şapkalı gencin çok gelecek vaat eden
bir yazar olduğunu? H iç okumuş muydular o su gibi duru
öykülerinden herhangi birini? Biliyorlar mıydı ailesinin ser­
vetini?
Zannetmiyorum.
Bir süre yürüdük kıyıda. Sarıyer'in köşkleri farklıydı Be­
bek'inkilerden. Beyaz değil, siyah; büyük değil küçük, hafif
de köhne. Zaten bir iki tane vardı, o kada r. Gerisi yamaçlara
yama yama yerleştirilmiş fakir balıkçı evleri. Bir çatı, bir iki
pencere, o kadar.
Şimdilerde sıra sıra restoranlar varmış Sarıyer'de. Buraya
ilk taşındığımda çok geveze bir komşum vardı, o ba hseder­
di hep yeğenlerinin, dostlarının onu nasıl oralara götürüp
ağırladığından. Kavun, peynir, paçanga, kalamar tava. O
eşsiz benzersiz balık ziyafetlerini anlata anlata bitiremez­
di. Madem o kadar genişti çevresi, ne işi va rd ı burada değil
mi? Bence uyduruyordu çoğunu . Zaten bura nın sakinlerinin
söylediklerinin hemen hepsi hayal ü rü nü . Kendi kendilerin i
avutmak için tek çareleri yen i hi k5yeler bulup yakıştırmak
onları düş kırıklığına uğrat mış hayatlarına.
Dönelim asıl konumuza.
Sait Faik beni kıyıda, biraz ileride gizli saklı bir yere yö­
neltti. "Kaptan'ın yeri bu rası," dedi. Bir iki çırak tipli çocuk
kapıda sıralanıp bizi sela mladı önce, sonra bir telaş, hazırl ığa
başladılar. Pencere kenarında ufak, uyduruk bir masaya otur­
duk. Sandalyemin dört bacağından biri kısaydı herhalde, sal­
lanıp duruyordum. Çıraklardan biri geldi, defalarca katlanıp
küçü k bir küp haline getirilmiş kağıt parçasını ustalıkla yer­
leştirdi sandalyemin sakat bacağının altına. "Allah razı olsun
evlat," dedi Sait Faik. Bazen benimle yalnız başınayken ko­
nuştuğundan farklı bir dil konuşuyordu etra fımızda insanlar
varken. Daha dobra, daha kalender, daha delikanlı.

70
Derken masamıza doğru yaklaşan göbekli, pos bıyıklı,
l i i l ü n ve deniz kokan adamı görüp, ya da kokusunu alıp, fır-
1.ıd ı yerinden. "Kaptanım, biraderim, nasılsın? Çok özled im o
ı ı ı ü thiş lüferlerini, bir uğrayayım dedim."
Yanakları ya yüzüne çarpan rüzgardan, ya da gizli gizli
ı�:tiği şaraplardan al al olan Kaptan yakaladı Sait Faik'i en­
"l'si nden, şapır şupur öptü. "İyi ettin, çok iyi ettin abicim.
< ;(izlerimiz yollarda kalmıştı." Sonra bana döndü meraklı, aç
);iizlerle. "Kim bu küçük hanım?"
"Yeğenim," dedi Sait Faik hemencecik, sanki bu yalanı
d,1 ha önce çok söylemiş gibi. "Süreyya."
Ben kalkmadım tabii yerimden, sadece başımla selamla­
d 1 11 1 Kapta n'ı.
"Fakirhanemize şeref verdin iz," dedi Kaptan hafif şakacı,
belki de biraz alaycı bir tonla. "Hayd i donatalım şu sofrayı!"
Kaptan uzaklaşınca, "Yeğenim ded im, çünkü ..." diye baş-
1 .ıdı Sait Faik. Sonra gözlerime baktı mavi mavi, sa nki cümle­
..,ini tama mlamamı ister gibi.
"Tabii," ded i m ben de. Zaman şimd iki zaman değil, kız­
l tH erkekler dolaşmazdı ya öyle. Ancak sözllilerse, nişanlılar­
s,1. O da benim namusumu, itibarımı korumuştu kendince.
"Kız kardeşin nasıl? Doğum kolay oldu mu?" d iye sordu
'-l<1it Faik su bardaklarımızı getiren orta yaşlı, kır saçlı garsona.
"Çok şükür. Nur topu gibi bir oğlan. Adını da Veysel koy­
d u lar. Rahmetli dedemizin adı."
"Allah bağışlasın. Söyle bakalım bugün ne taze?"
"Teki r, abi. Göreceksin hala çırpınıyor içeride. Ortaya da
bir söğüş yapalım, ne dersin?"
Kendisine bir rakı söyledi, bana da bir kadeh şarap. Daha
iince hiç içki içmişliğim yoktu tabii ama ağzımı açıp bir şey de­
medim. Daha olgun, ya da daha hova rda görünmek istedim.
O şarap yudum yudum nasıl ısıttı içimi, nasıl bir hoş yap­
tı aklımı, durduk yerde gü lüyorum. Sait Faik de beni izliyor,

71
gözleri oluk oluk sevgi, görüyorum, biliyorum. Bir a ra, sanı­
rım i kinci rakısından sonra, "Süreyya," dedi.
"Süreyya Hanım," d iye düzelttim yarı şaka, yarı ciddi.
Sen beni yeğenin yaparsan, ben de karşıl ığında böyle bir me­
safe, böyle bir resmiyet isterim i lişki mizde d iye m i düşün­
düm, yoksa şaraptan mı saçma ladım, bil m iyorum.
Ama "Hayır," dedi Sait Faik, kendinden emin. O nasırlı
kürekçi elleriyle yakaladı ellerimi. "Süreyya."
Sonra sustu uzun bir süre. Başını pencereye çevirdi, kö­
püklü kıyılarda çalkalanan kayıkları, m iyavlayan sokak ke­
d ilerini, bacalardan yükselen ve gökyüzünü lekeleyen kara
duman parçalarını izledi. Ben de onun o düşünceli yüzünü.
"Evet," ded i m en sonunda onu uyandırmak için. "Bir şey
söylüyordunuz. Süreyya, demiştiniz."
"Unuttum herhalde," dedi ve bıra ktı beni. "Hatırlarsam
devamını getiririm." Tekrar rakı bardağı nı a ldı eline.

Aradan birkaç gün geçti, ne bi r ıslık, ne bir mektup. Ben bek­


ledim yine. Saat iki, üç, dürt. Kara n l ıklar bastı. Ama ben de­
vam ettim beklemeye. Ka lbi min a k rep ve yelkovanı saatin­
kinden çok daha tu tu ktu, ;ığır a ksak dönüyordu . Za man artık
ma nasız bir kavramdı ben im için.
Mevsim ler değişiyor, rüzgarlar sertleşiyor, bahçedeki çi­
çekler yaşlanıp kuruyordu birer birer. Beni m gözü m Boğaz'da.
Gizli ümitlerim ruhumun iç cebinde. Hem kızgındım, hem de
korkuyordum. Bir anda böylesine yok olmak, ne demekti bu?
Nasıl bir görgüsüzlük? Kendini yazmaya kaptırmıştı belki,
yepyeni bir öykü kitabı mesela, hem de bana itha f edilmiş!
Yine de bir haber vermesi uygun olmaz mıydı? "Meşgulüm
bugünlerde ama mutlaka geleceğim, a ffet ti receğim kendi­
mi," demesi gerekmez miyd i? Yoksa o gün Sarıyer'de karşı
karşıya oturduğumuzda yanlış bir şey söyleyip gücendir­
miş miydim onu? "Süreyya Hanım" d iye ısra r etmem yanlış
ııı ıydı? Çok mu çocukçaydı? Tekrar tekrar düşünüyordum o
gü nü, her detayını, kayığın amansızca sallanışını, yediğimiz
lıa lığın ince kılçıklarını, Kaptan'ın a laycı selamını. Tanıştıra-
111111, ye,�enim Siireyya.
Saba hları daha gözlerimi bile açamadan üzerime yıkı­
l l\·eriyordu kalabalık bir bilinmez, tüm ağırlığıyla. Aklıma
..,ığmayan bir pişmanlık, içimi titreten bir tereddüt, karnımda
lıir yerde yılan gibi kıvrılmış zehirli bir öfke. Silkinip atmak,
ıı nutmak istiyordum. Ama ne çare.
El işi bir yorganım vard ı, leylak rengi, dikişleri beyaz.
t )na sarınıyordum, içinde beklediğim bir koza gibi. Şadiye

ı\ bla geliyor çekiştiriyordu koza mı, "Hasta olacaksınız küçük


hanım, yatakta kalınmaz ki bu kadar." Sonra gidip lavanta
kolonyamı getiriyor, serpiştiriyordu üzerime, canlılık versin,
neşemi getirsin d iye. Bir bilse ne kadar pahalıydı babamın
l 'aris'ten özel getirttiği o parfümler! Champs-Elysees lavan­
l,1sı bir değil ki bizim basit Türk }avantasıyla. Bana annem
tiğretmişti Fransız lavantasının ruhu okşayan mayhoş koku­
sunu. Hep başucunda biriktirirdi boş şişelerini. Mücevherleri
kadar, belki daha da değerliyd i onun için o cam şişeler. "Böyle
bileklerine ufak ufak değdireceksi n," d iye göstermişti. Hayal
meyal hatırlıyorum koltuğun kenarında oturuşumuzu, bile­
ğ i me şişenin soğuk ağzını dokunduruşunu, sonra annemin
vavaşça havada sallayışını küçük elimi, uçsun koku biraz, ha­
fiflesin diye, sonra da o ıslak noktaya beraberce burunları mı­
zı yaklaştırıp derin bir nefes çekişimizi.

Belki de hatırlam ıyoru m da uyduruyorum. Çok zaman


geçti üzerinden tabii, çok küçüktüm o zamanlar, bu annemi
kaybetmeden önceydi. K i m bilir, üç beş yaşında olmalıyd ım.

Ferit yerinde kıpırdandı. Anacığı canlanıverdi gözünün


linünde. Mavi başörtüsüyle, kapkara kirpikli, zayıf omuzlu,
güzel gülüşlü annesi. Onun anacığı ne lavanta ne de limon
kolonyası kokard ı. Saf beyaz sabun.
Birden jilet gibi bir h is geldi, ince bir çentik attı akciğe­
rine. İrkildi. Süreyya Hanım'ın gözlerinde aradı aynı yarayı,
aynı korkuyu.
"O kadar çocukken mi kaybettiniz annenizi? Daha üç beş
yaşındayken?"
"Altı," dedi Süreyya Hanım, sol elinin üzerini hoyratça
kaşıyarak. Ferit ilk defa o gün fark etti Süreyya Hanım'ın kedi
gibi kend ini tırmalayışını ve elindeki kızıl kahve kabukları.
"Eliniz," dedi Ferit.
"Ne d iyordu m?" diye sordu Süreyya Hanım.
Yutkundu Ferit. Ellerini kavuşturdu kucağında sımsıkı,
kendini gözle görünür yaralardan korumak istercesine. "A n­
nenizin nasıl lavanta sürmeyi öğrettiğini a n latıyordunuz."
"Hayır, ondan önce. Annemden önce." Sabırsız ve sinir­
l i m iydi Süreyya Hanım'ın sesi? Sağ eli sol elindeki kabuğu
söktükçe incecik bir ka n sızıyordu bileklerine doğru, lavanta
kolonyal ı bileklerine.
Ferit gözlerini kaçırd ı. "Şadiye Abla sizi uyandırmaya ça­
lışırmış sabahları, öyle diyordu nu z."

Evet, Şadiye Abla beni ka ldırınc<1, zorla boğazımdan birkaç


lokma geçiri nce, verird i elime kitaplarımı, "Bak başında otu­
ramam bütün gün, i�im gücüm var. Örtüleri yıkayacağım,
halıları silkeleyip döveceğim, sonra bir güllaç yapayım diyo­
rum, şöyle bol koyarım gül suyunu, sana öyle iyi geli r ki şim­
d i." Biliyordu Şadiye Abla, ağzını açıp tek kelime söylemese
de elbet biliyordu neden içimin böylesine ezi ld iğini, gözleri­
min neden bu kadar sisli puslu baktığını. Açığa vurmasa da
kızıyordu Sait Faik'e, hem de beni m yerime.
Tabii bu arada bir de bütün milletin tuttuğu matem vardı.
Yıl 1938, sonbaharın sonları. Bak bunu öğretmişlerdi r okulda
eminim. 10 Kasım? Evet, başını sallıyorsun, biliyorsun bak. Bi­
leceksin elbet. 10 Kasım şiirlerini de İstiklal M arşı gibi ezber-

74
il'ınişsinizdir sınıfça. Her 10 Kasım törenler yapıyorsunuzdur.
Sivas'ta bile yapıyorlar mı? Yapa rla r, yaparlar. Yaparlar yap­
ı nasına ama sonra da bir otele toplanmış tüm o insanları bir
k ibrit çöpüyle yollayıverirler öbür dünyaya sizin Sivaslılar ...
Bak yine asabım bozuldu. H ikayemize dönelim en iyisi.
Bir sabah Dolmabahçe'den yayıld ı haber. Gözleri kapan­
m ış, kalbi durmuş, teni soğumuş, solmuş. Soğuk bir rüzgar
ı·sti, herkesin tüyleri d iken d iken, boğazları düğü m düğüm.
l )lüm kokusu, o küflü, kasvetli koku yayıldı soka klara, Dol­
ınabahçe'nin lacivert kıyılarından Ankara'nın çorağına, Bü­
v ü k Millet Meclisi'nin sıra sıra koltuklarından, kutu kutu
devlet dairelerine, oralardan da evlerimize, mutfo k la rıın ı za,
v,ıtak odalarımıza ... Sağlığının iyi ol madığın ı duy u yorduk t;ı­
lıii, ama ölebileceği hiç aklımıza gelmemişti. Ö yle bir i nsa n .
koca milleti peşinde sürüklemiş, böylesi b i r dı•\ , ı d ,ı ııı ı ı .
ı ı l u p da bir karaciğere yenik düşebi li rd i k i ?

Ölüm hayatın kaçınılma z sonu, ölümsüz hayat olmuyor.


l ier an onunla burun bu ru nay ı z, a ld ığımız her nefesin so­
n u nda bir tehdit gibi b e k l iyor bizi aslı nda, ama farkında de­
ği liz. Belki cahillik bizimki, bel k i de korkaklık.
Derken biri yıkılıp gid iveriyor. Asla gitmez sandığımız
biri. Bütün millet yasa bürünüyor. Ama sor, niye ağlıyorsun,
ne öğrendi n bundan, neymiş ölüm? Yok, bilmezler hala, bile­
mezler. Gözleri balıkgözü gibi bomboş ağlamaktan, elleri diz­
lerini dövmekten yorgun, belleri fıtıklı, bir şeyler gevelerler
,ığızlarında, "Gitti koskoca adam. Ne yaparız biz şimdi? Alın
vazısı dedikleri bu muymuş?" Hayır alın yazısı değil, bildi­
ğ imiz biyoloji, hayat bilgisi. İnsan dediğin doğar ve ölür. Bu­
mın zamanlısı zamansızı yok. Ne zaman ölürse o zamanmış

dernek ki zamanı. Benim zamanım neden gelmedi hala h iç


bilmiyorum ama bekliyorum işte. Korkmuyorum da. Neden
korkacağım ki? Bir yığın h ikaye anlatıyorlar burada. Öbür
ı ,ı ra f, cennet, cehennem, sırat köprüsü, vesaire. Ben inanmı­
yorum hiçbirine. Bence ölüm kara bir delik. Doğmadan önce

75
IL•mişsinizd ir sınıfça. Her 10 Kasım törenler yapıyorsunuzdur.
Sivas'ta bile yapıyorlar mı? Yaparlar, yaparlar. Yaparlar yap­
masına ama sonra da bir otele toplanmış tüm o insanları bir
kibrit çöpüyle yollayıverirler öbür dünyaya sizin Sivaslılar ...
Bak yine asabım bozuldu. H ikayemize dönelim en iyisi.
Bir sabah Dolmabahçe'den yayıldı haber. Gözleri kapan­
mış, kalbi durmuş, teni soğumuş, solmuş. Soğuk bir rüzgar
esti, herkesin tüyleri diken d i ken, boğazları düğüm düğüm.
Ölüm kokusu, o küflü, kasvetl i koku yayıldı sokaklara, Dol­
mabahçe'nin lacivert kıyılarından Ankara'nın çorağına, Bü­
yük M i l let Meclisi'nin sıra sıra koltuklarından, kutu kutu
devlet dairelerine, oralardan da evlerimize, mu tfa k larımıza,
yatak odalarımıza ... Sağlığının iyi olmadığını duyuyorduk ta­
bii, ama ölebileceği hiç aklımıza gelmemişti. Öyle bir insan,
koca milleti peşinde sürüklemiş, böylesi bir dev adam nasıl
olup da bir karaciğere yeni k düşebilirdi ki?
Ölüm hayatın kaçınılmaz sonu, ölümsüz hayat olmuyor.
Her an onunla burun burunayız, a ldığımız her nefesin so­
nunda bir tehdit gibi bekl iyor bizi aslında, ama farkında de­
ğiliz. Belki cahillik bizimki, belki de korkaklık.
Derken biri y ık ılıp gidiveriyor. Asla gitmez sandığımız
biri. Bütün m illet yasa bürünüyor. Ama sor, niye ağlıyorsun,
ne öğrendin bundan, neymiş ölüm? Yok, bilmezler hala, bile­
mezler. Gözleri balıkgözü gibi bomboş ağlamaktan, elleri diz­
lerini dövmekten yorgun, belleri fıtıklı, bir şeyler gevelerler
ağızlarında, "Gitti koskoca adam. Ne yaparız biz şimdi? Alın
yazısı dedikleri bu muymuş?" Hayır alın yazısı değil, bildi­
ğimiz biyoloji, hayat bilgisi. İnsan dediğin doğar ve ölür. Bu­
nun zamanl ısı zamansızı yok. Ne zaman ölürse o zamanmış
demek ki zamanı. Benim zamanım neden gelmedi hala hiç
bilmiyorum ama bekliyorum işte. Korkmuyorum da. Neden
korkacağım ki? Bir y ığın h ikaye anlatıyorlar burada. Öbür
taraf, cennet, cehennem, sırat köprüsü, vesaire. Ben inanmı­
yorum h içbirine. Bence ölüm kara bir delik. Doğmadan önce

75
Bir akşam babam eve dönünce geldi kapımı çaldı, içeri
g i rdi. Nad i ren gelird i böyle odama. Şöyle bir baktı etrafa sa­
\·ı l mış kitaplarıma, mecmuaları ma, gelişigüzel bir yana fır­
l,1 t ıl mış leyla k rengi yorganıma. Dağınıklığını onu rahatsız
l'tmiş gibiyd i. Eğild i, yerden bana kendi hediye etmiş olduğu
g ü müş el aynasını aldı, masamın üzerine koydu, "Üzerine
hasa r kırarsın sonra." Oturacak bir yer aradı sanki, dağınık
v<ı tağıma baktı, koltuğuma. Vazgeçti. Kapının yanında ben­
den birkaç adım ötede d i kildi kaldı. Bekledi, belki gidip kol­
t uğumda yer açmamı, belki bir sanda lye çekmemi, belki de
h i r şey söylememi, bir şeyler açıklamamı. Ne d iyeceğimi bi­
lemed im, ne yapacağımı bilemedim, ben de ondan bekledi m
i l k adımı. Dedim ya, acemiydik ikimiz de.
"Abasıyanık ailesinden bir mektup a l d ı m," ded i en so­
mında.
Sesi çok uzaktiln geliyordu sil n ki. Ya n k ı yil n k ı . Abilsıya-
1 1 1 k. Abasıyanık. Mektup. Mek t u p. lkn bir kuyu nu n dibinde
oturmuşum, karanlığın iç i nde, d izlerim, d i rsek l e rim yara
here içinde, babam ise gü neşin ve çi mlerin olduğu yerde
.ıyaktil, elinde bir halat, güçlü bir hillilt, beni arıyor olduğum
verden çekip çıkarınilk için. Abasıyanık. Mektup.
"Bizi yemeğe davet ediyorlar önümüzdeki hafta. Perşem­
be akşamı benim için en uygun, öyle yazd ım cevabımda. Sen
de ona göre hazırlan o gün."
Tam kapıdan çıkmak üzereyken durdu babam, hafifçe
geri çevirdi başını, kısacık bir an karşılaştı bakışlarımız.
"Sait Fai k gencimiz yeterince Cum huriyetçi mi?" d iye
"ordu.
"Hiç şüpheniz olmasın," demek isted i bir yanım, "San­
mıyorum," demek istedi başka bir yanım. Dudaklarımı ke­
mirdim bir süre. Babam yüzümü oku mak istercesine az biraz
v<ı klaşınca, "Öyledir herhalde," deyiverdim. "Halkımıza sa­
l ı ip çıkıyor öykülerinde."

77
Şöyle bir kaşlarını kaldırdı babam, bıyığını oynattı. İkna
olmamıştı bel l i ki.
"Peki," dedi, çıktı gitti.
Mavi gözleri geldi aklıma. O şapkası. Kalemlere de kü­
reklere olduğu gibi var gücüyle sarılan elleri. Yeterince Cum­
huriyetçi miydi sahi Sa it Faik? Cumhuriyetçi ne demekti?
Rahmetli Atamızı sevip saymak mıydı Cumhuriyetçilik, O'nu
anmak mı? Yoksa az önce babama dediğim gibi halka arka
çıkmak mı? Yoksa meclisi, devleti savunmak mıydı Cumhu­
riyetçil ik? Ya da bu vatan dediğimiz bir avuç topra k uğruna
can vermek mi?
Yeterince ne kadardı? Bir ömür mü, yoksa Cumhuriyet'in
yaşı kadar mı? Bilemed im.
Ama bir anda haftalardır deli gibi korktuğu m, köşe bu­
cak kaçtığım asıl soruyla burun buruna geld im: Sa it Faik beni
yeterince sevmiş miydi?
Yoksa ...

Ferit o akşam mutfakta soğa nları doğra rken Mua l la Yengesi'ne


nerede bir telefon kulübesi bu labi leceğini sordu. Mualla Yen­
ge alnını kaşıyarak dü�ündü bir süre. "O jetonlu şeylerden
mi? Kaldı mı bu devi rdL• onla rdan? Hem niye?" Ferit bıçağı­
nı yatırdı kesme ta htasına, ellerini kuruladı bir havluya ve
cebinden telefon ka rtını çıka rttı, "Anacığımı arayacaktım."
Kocaman güldü Mua lla Yenge, Ferit'in elinden kaptı kartı­
n ı, "Görüyor musun kız evladın güzelliğini! Baksana telefon
kartı almış annesini aramak için!" Yanağından bir makas
aldı. "Ah canım benim, evdeki telefonu kullansana. Olur mu
hiç öyle, yollar mıyım ben seni sokak sokak telefon kulübesi
a ramaya?"
"Ama" dedi Ferit mahcup, "Anacığım özel likle verdi o
kartı bana, sizlere masraf olmayayım daha çok d iye." İkisi­
nin de gözleri ıslaktı. Mualla Yenge'ninki soğandan, Ferit'in-

78
k i evine, annesine duyduğu özlemden. Süreyya Hanım daha
ı.:ocuk yaşta kaybetmişti annesini. Nasıl bir şeydi annesiz bü­
v li mek acaba? Ya kendi de kaybediverirse güzelim anacığını
g li nün birinde? Süreyya Hanım ölüm kaçınılmaz dememiş
ı ıı iydi? Anacığına bir şeycik olursa perişan olmaz mıydı Fe­
rit? Paramparça? Pişman olmaz mıydı uzakta ve unutkan ge­
ı;irdiği bu günler, bu yaz için?
"Hayır efendi m, masraf olur mu? Şunun şurasında bir
telefoncuk. Konuş istediğin kadar, hiç çekinme. Hatta ver te­
ldonu bana da, ben de bir sesini duyayım Bahriye Bacımın."
İsmail Dayı televizyonun sesini kıstı. Kalktı ekranın ya­
ıı ına çömeldi, kulağını ekranın tepesindeki küçük hoparlöre

v.1 klaştırdı iyice. "Kim çıkarıyor ki bunları ekrana, iki lafı bile
bir araya getiremeyen alıklar bu nlar be," d iye kendi kendine
mırıl mırıl söylenmeye deva m etti. Mualla Yenge ve Ferit geç­
t i ler telefonun başına beraberce. Yava� ve son derece di kkatli
ı.:evi rdi numarayı Ferit.
"Aloooo, buyruuuun." Annesinin yorgun sesi telefonun
tellerinde sakız gibi uzayarak u laştı Ferit'e.
"Anacığım, benim, Ferit." Ferit'in çekingen sesi telefon
t d lerinde t itreşe titreşe vard ı annesinin yüreğine.
"Hemşirem, yavrum, bir tanem!"
"Anacığım."
Mualla Yenge, konuş konuş, bir şeyler söyle gibilerinden
dini sallıyordu.
"Nasılsın hemşirem? İyi m isin? Neler yapıyorsun? Mual­
l ,1 Yengen nasıl, İsmail Dayı nasıl? İşin nasıl? Çok yorulmu­
vorsun inşallah? Yoruluyor musun yoksa?" Nefessiz sıralıyor­
du annesi soruları. Ferit onu görür gibiydi: İki eliyle sımsıkı
t u t tuğu telefon ahizesini yüzüne bastırmış, başında yemeni­
si, üzerinde uzun eteği, mavi beyaz tığ yeleği, sabun kokulu
u zun boynu, sızıl ı bükük beli.
"İyiyim anacığım, hepimiz iyiyiz. Sizler?"

79
"Çok şükür, çok şükür. Özlüyoruz tabii."
Kısa bir sessizlik oldu, iğne gibi sivri ve parlak bir sessiz­
lik Ferit'in ve annesinin avuçlarına battı çimdik çimdik.
"Ben de," dedi Ferit. Özlüyorum demedi, hem Mualla
Yengesi'ni kırmamak için, hem de söylerse özleminin daha
gerçek olacağından, hatta artacağından korktuğu için.
"Mualla Yengeler'den arıyorum."
"Hani kart vermiştim sana hemşirem, umumi telefon
bulacaktın hani? Masraf oluyor Mualla Yengen'e, İsmail Da­
yın'a ." Ferit'in hayalindeki annesi telefonu daha da sıkı tu­
tuyordu şimdi, daha çok bastırıyordu yanağına, gözlerinde
çakmak çakmak endişe ve hasret.
"Mualla Yenge dedi ki ..."
"Israr etti, ısrar etti,'' d iye araya sıkıştırıyordu kelimeleri­
ni Mualla Yengesi.
"Mualla Yenge ısrar etti, olmaz, bi zden a ra ded i."
"Hay Allah. Pek i Ferit'im kısa keselim o zaman, daha çok
yazmasın. Sen beni yine a rarsın ka rtlcı, c mi?"
"Ararım anacığım, tabi i a ra rım."
"Dur dur," Mua lla Yenge'n in elleri yine bayrak gibi dal­
galanıyordu havada. "Ben de konuşacağım."
"Anacığım, Mualla Yenge de bir şey demek istiyor, veri­
yorum."
Ferit ahizeyi Mualla Yengesi'ne uzatınca bomboş kaldı el­
leri. Annesini aramak istemişti, söyleyecekleri vardı, ama ne
söyleyeceğini bilememişti. Ağzı boş bir bavu l gibiydi, vazifesi
bitmiş ama hala odanın ortasında, ayakaltında, a maçsız.
Mualla Yengesi çocuk gibi heyecan lı, Ferit'in olmak iste­
d iği kadar neşeli ve hararetli konuşuyordu şimd i cınnesiyle.
"Ah, a h, bir göreceksin Ferit kızımız nasıl da güzel çalışıyor.
Hiç. Yok. .. Yok, yok, olur mu hiç? Hep bana yardım ediyor
evde, zaten biliyorsun sakin sessiz, kuzu gibi uysal. Ne güzel
yetiştirdin sen bunu Bahriye Bacı! Kız evlat başka oluyor. Be-

80
ı ı i ın oğlanlar eşek. Bir görsen, öptürmüyorlar, sevdirmiyor-
1.ı r, iki laf etmiyorla r. Ferit benim kızım gibi eteğimin d ibinde
l ı l'P· Nasıl da terbiyeli. Olgun ... Tabii ya ... Ah, ah ... Özlersin ta-
l ıii ... Tabii ... Sağ ol bacım ... Sağ ol bacım ... Ne demek. .. Amin ...
,\ ınin ... İnşallah ..."
O gece rüyasında annesin i gördü Ferit. Toprak rengi bir
ı ıd ada, yüzü alçı gibi beyaz, sakat ya da hasta. "İyi misin?"

d i ye sormak istiyordu Ferit, soramıyordu bir türlü. Kapılar


.H,·ılıyor, kapanıyor, odaya sürekli birileri girip çıkıyordu. Küf­
l i i bir koku, soğuk beton zemin. Annesinin sessizliği. Kendi­
sinin sessizliği. Derken bir bakıyordu odanın diğer ucunda
ı :,ı tma, gözlerinde kin.
Göğsü terden sırılsıklam uyand ı Ferit. Dil ha yeni günün
doğmasına Silatler vardı.

Çarşamba

Süreyya Hanım n<lzlanmad ı h iç, başl<lyıverdi hemen. Sesi


d inç ve d ingindi bugün.

Evleri neye benziyordu h iç hatırlamıyorum. Ali Abasıyanık


13ey ve Hanımı Makbule Hanım'ın bizi nasıl ağırladığını, ne­
ler yed iğimizi, nelerden bahsettiğimizi, hatta ne giydiğimi,
hiçbirini hatırlamıyorum. Tek hatırladığım yemekten sonra
balkona çıkışımız ve Sait Fai k'in mavi gözlerinin gecenin ka­
ranlığında beni delik deşik edişi.
"Aleksandra," d iye başladı. "Bir Rum kızı. Esmer. Kav­
ruk sesli. El bilekleri küçücük. Parmakları incecik. Mis gibi
kokuyor. Bambaşka bir şey. H iç böyle h issetmedi m ben Sü­
reyya. Bir durgunluk çöktü ki üzerime ... Kötü şiirler yazar ol­
dum. Ne yapacağım bilmiyorum. Hani siz sormuştunuz bana
Kanlıca'da yoğurt yediğimiz o gün. Haklıymışsın ız. Buymuş

81
a radığım. İçimdeki d ipsiz boşluk. Bu mahzunlu kmuş her şe­
y i n cevabı. Ben aşık oldum ama o bana aşık değil diye korku­
yorum. Değil, biliyorum. Adım gibi biliyorum. Yine de bek­
liyorum, ne etsem? Yazdığım şiirleri versem mi, vermesem
mi d iye düşünüyoru m her gece. Uyuyamaz oldum. Çıldıraca­
ğım. Size okuyayım mı bir tane?"

Bıı şehirde ikimiz birden nefes alıyorıız


Yoksa 11eye yarardı bıı garip şelıir?
Bıırada senin do,�dııxıııı bana 111al11111dıır
Yoksa sever miydim miııarcleri
Siileyına ııiyc'_ııi?
Scıı gavur oldıı,� 1111 halde.

Durdu, sakinleştirdi kendini biraz. "Hem baba mlar, hele de


annem, ah tabii ki annem," diye devam l'tti. "İstemiyorlar
Rum d iye." Önce onun başı düştü, son ra ben imki. Bakamı­
yordum o mavi gözlere artık. Sa nki bburga larımdan biri kı­
rılmış, o aslında koruyor olması gerektiği ciğerime batıyordu.
Ben sanmıştım ki bu davet bil�b olacaktı. Çok başka. Bir
özür. Bir iltifa t. Bir teklif. Bir son değil, bir başlangıç.
Sanmıştım ki ben olaca ktım o Aleksandra. Benim için ya­
zılmış olacaktı o mısral,ı r.
Dönüş yolunda babam sıkkındı. "Abasıyanıkların yazar
oğlu bir ecnebi bulmuş kendine gelin olarak," dedi. Kulak­
larım uğulduyordu sanki. "Zavallıla r çok endişeli, tabii öyle
olacaklar. Hatta Ali Bey'in sağlığı bile bozulmuş. Makbule
Hanım hep ikisinin adına konuştu adamcağız halsiz halsiz
otururken. 'Şöyle iyi okumuş, iyi bir ailenin Türk kızı olsaydı
ya. Terbiyeli, ayakla rı yere basan. Süreyya gibi mesela,' dedi.
Ama sen merak etme kızım, ben h iç yüz vermed im. Bu Sait
Faik denen gencimizi zaten en başından beri tutmamıştı be­
nim gözüm. Başıboş bir hali var. Sorumsuz birine benziyor.

82
1 1. ı na karşı da pek saygılı davranmadı doğrusu. Ne bir elimi
opt ü, ne bir hatırımı sordu. Kavgacı kavgacı baktı yüzüme
... ı n ki. Atamız vatanı böylelerine bırakmadı ki. Dinç, akıllı,
l ı i i rrnetli, çalışkan delikanlılarırnıza bıraktı."
Babam kararını vermişti işte. Kesin ve dönüşü olmayan
l ı i r karar.
Aleksandra. Ne güzel bir isim değil m i? Fil mlerden çıkma
) ', i bi .
Süreyya. Alaturka bir şey işte. Sıradan.
Neden bilmiyorum, hem aşktan hem apta llıktan olsa
)',t'rek, ben yine her gün penceremin önünde bekledi m Sait
l ·.ıik'in gelmesi ni. Her gün. Her öğleden sonra. Bazen a kşam
wrneğinden sonra yine oturdum bekled im, kucağımda tek ke­
l i mesini okumadığım bir k itap, gözlerim Boğaz'ın karanlığını
ı .ı rarnaktan bitap. Kör olma pahasına, aklımı yitirmek pahası­
ıı,ı bakınıp bekled im. O Kand i l l i de ki ya lıda ha pi s, dü nyadan
'

l ı.ıbersiz yaşamaya devam ettim. Cözüm dışarda, ruhum ka­


r ı n boşluğumdaki girdabın içinde, boğulmak üzere.
Beni önce Sa it Faik unuttu. Sonra da ben kendimi unuttum.
Aradan hayli zaman geçti, haftalar, aylar, bir koca kış. Ba­
lı,ı r usul usul sokuldu bahçemize her sene yaptığı gibi. Bir iki
�.· içek şu köşede, üç beş çiy damlası şu yapraklarda, bir avuç
ı .ı ze yeşil çimen en d ipte. Bahçıvan Azmi geri döndü işine. İşine
\ ' l' tabii Şadiye Abla'nın mutfağına. Hem kadının inadına rney­

d ,ı n okuyor, hem de insafına sığınmak isted iğini iddia ediyor­


d u . "Mart kedisi," d iyordu Şadiye Abla, "Azmış, azmış. Bun­
d ,ı n adam olmaz artık." Sonra göz kırpıyordu bana, "Bak bahar
t lt'mek yenilik dernek, aşk demek. Sen de aç gönlünü, bütün kış

k.ıpandın odana, ağladın, üzüldün. Değdi mi? Değdi mi sahi?"


Haklıydı Şadiye Abla, yet mişti. Bütün kış içim buz, elle­
r i m boş. Artık benim de aklımda, yüreğimde yeni bir şeyler
ı i ! izlenmeye başlamıştı sanki. Ama aşk değil, sabır değil, ba­
)',ışlama a rzusu değil: İntikam ihtiyacı. Cehennem gibi, a lev

83
a lev bir intikam ihtiyacı hem de. Bir yolunu bulaca ktım, nasıl,
nerede, neyle, detayları hiç mi hiç bilmiyordum ama olacaktı
işte. Boynuma taktığım bir muska gibi taşıyordum şimdi bu
vaadi.
Bir gün babam eve yine kolunun altında bir sürü mecmu­
ayla geldi. "Bak kızım, sana Varlık dergisinin yeni sayılarını ge­
tirdim." Odama çıktım, yerlerdeki dağınığı tekmeleye tekme­
leye vard ım koltuğuma. Oturdu m, derin bir nefes çektim içi­
me. Bir süre açamadım mecmuanın kapağını. Ya içinden Sait
Faik çıkıverirse. Ya Aleksandra çıkıverirse. Kalbim güm güm.
En sonunda başladım okumaya. Yok. O da yok, sevdiği
Rum kadın da yok. Hem rahatlad ım, hem de düş kırıklığına
uğradım gal iba. Sait Faik'in o dumanlı sesini duymaya, her ne
pahasına olursa olsun duymaya ihtiyacım vardı demek. Zayıf­
lıktı bu, kendime yakıştıramadım. Hemen bir avuç kömür at­
tım o göğüs kafesimdeki intikam ocağına, yansın, beni de yak­
sın, zaaflarımı da yaksın, günahımı da, dermanımı da yaksın,
Sait Faik'in hatırasını da, o mavi gözleri, eski püskü şapkayı,
arkası d işlenmiş kalemleri de ti.i mden ya ksın diye. Cayır cayır.
O gece, eski günlerde old u ğ u gibi ne var ne yoksa oku­
dum Varlık'larda. Satır satır, kelime kelime. Derken göz ka­
paklarım ağırlaştı, yatağııncı geçtim ve bıra ktım kendimi
uyku a lemine. Kaç saat geçti aradan kim bilir, kaç rüya. Bir
anda uyanıverd im, etra f halfı zifiri. Dilimin ucunda bir isim.
Orhan, tabii ya, Orhan! Sait Faik bahsetmişti. Yeni bir şair.
Farklı, taze, özgür. Saygıyla bahsetmişti hem, gözbebeklerine
işlemiş bir heyecanla. Hatta biraz da gıptayla.
Doğruldum yatakta, yaktım başucumdaki abajuru. Al­
dım elime Varlık'ları yine, sayfa sayfa taradım hepsini. Ve en
sonunda buldum arad ığımı: Orhan Veli .

"Sen bile duymuşsundur Orhan Veli'yi. Duydun değil m i?


Onun bir iki şiirini ekleyivermiştir okul sizin müfredata?"

84
Şöyle bir düşündü Ferit. "Belki," dedi, sesi şüphe dolu.
"Belki," diye tekrarladı, yüzünü buruşturdu Süreyya Ha­
ı ı ı ın . "Belkiymiş. Koskoca Orhan Veli. Onu da tanımazsanız

. ı rtık! Şu elleri bastonlu ihtiyarların 'Ne olacak bu memleke-


1 in hali' konuşmalarından oldum olası tiksindim ama bazen

l ıL'n i m bile d iyeceğim geliyor. Yok vatan-millet-Sakarya, yok


( )sman l ı'nın i htişamı, yok ne mutlu Türk'üm d iyene... Ama
( )rhan Veli'yi tanımad ıktan, okumadıktan sonra ne fayda?"
"Ben pek anlamıyorum bu şeylerden, şiirler falan, ondan
l ı i lemedim belki Süreyya Hanım, okutmuşlardır da ben d i k­
kat etmemişimdir, hatırlamıyorumdur." Suçu üzerine alıp
l kvleti kurtarmaya kalktı Ferit. Ama yaşlı kadın huysuzlan­
m ıştı bir kere. Bakmıyordu ondan yana.
"Tabii ya, Çnlıkıışıı'nu bile alıp okumad ın daha!"
"Orhan Bey d iyordunuz Süreyya Hanımım, anlatıyordu-
n u z ne güzel."

"Yoru ldum."
" Uzanıp dinlenecekseniz ben gideyim."
"Evet, uzanacağım."
"Yarın devam edersiniz, değil mi Süreyya Hanımım?"
"Ne o, merakın mı kabardı?"
"Kabard ı ya," ded i Ferit yüzünde tutuk bir gülümse­
ı neyle.
"Peki. Yarın devam ederiz. Haydi, kalk git şimdi." Sürey­
v,1 Hanım yüzünü pencereye döndürdü, zayıf kollarını sarkık

)�üğüslerinin üzerinde kavuşturdu. Kesik kesik öksürdü, son­


r,ı da derin derin soludu.

/>crşembe

( ) gün kahvaltı servisi bittikten, yemekhanedeki boş tabak­


l,ı rı, çanakları, bardakları topladıktan, kırıntıları sil ip sü-

85
pürdükten, mutfakta kadınlarla sabah çayını içtikten, onla­
rın hep bir ağızdan havadan sudan konuşmalarını bir süre
d inledi kten sonra çıktı binadan Ferit. Yerini o genç Sinoplu
güvenlikçiden öğrend iği, iki sokak ilerideki telefon kulübe­
sine gitti. Camlı kutucuğa girdi, kapattı kapıyı. Daracıktı içe­
risi. Daracıktı kendi içi. Mavi telefona, soğuk metal tuşlara
baktı uzun uzun. Eli cebinde o ince dört köşe telefon kartını
tutuyordu sımsıkı. Soktu kartı telefonun yarık ağzına. Yüz
kontör. Başladı metal tuşlara basmaya. Şeh ir kodu, 3-4-6. Ev,
5-5 ... Bir i k i kere yanlış çevirdi numaraları, a hizeyi tekrar
asıp kald ırması gerekti, u flad ı pufladı. En sonunda tamam­
ladı on rakamı da. Nefesini tutup sinyal i dinledi. Biip, biip,
biiip.
"Alooo," dedi karşı tara ftaki ses. "Buyruuun."
Kırışıklıklarını gidermek, daha ü t ü lü göstermek için çar­
şafları da böyle uzun uzun çekiştiri rdi a n nesi.
"Anacığım," dedi Ferit, kalbinin atışı ağzından çıkan ke-
l imelerden daha sesli.
"Hemşirem, sen misin? Çok şükür, çok şükür."
"Anacığım," d iye tekrarladı. "Benim ya. Nasılsın?"
"Sesini duydum da iyi oldum. Ah hemşirem, hasret çok
zormuş. Çok zormuş kızım."
"Biliyorum anacığım," ded i Ferit, kabahatli kabahatli.
Kendisiydi çekip giden, annesine böyle çektiren. "Ama gele­
ceğim."
"Ne zama n kızım, ama ne zaman? Dayanabilir miyim
ben o kadar, bilmiyorum ki. Boş ver demek istiyorum. Boş ver
İstanbul'u, parayı, okulu, mühend islik midir, neyse onu, hep­
sini boş ver. Hayatta en önemlisi a ile kızım, gerisi boş. Öyle
demek istiyorum. İstiyorum ama dilim varmıyor. Sen mutlu
ol, bana o yeter. Yetmeli. Di mi hemşire? Ama ne bileyim işte.
Benimki cahillik belki. Belki de bencilli k."
Sustu Ferit. Annesinin sözleri tuğla tuğla yıkılmıştı sanki

86
ı ı /erine. Ezilmiş kalmıştı. Her yeri çürük, her yeri sızı. Kimdi

i ıL'ncil olan, annesi m i yoksa kendisi mi?


"Nası lsın hemşirem? Konuş, anlat," dedi annesi arala­
r ı ndaki sessizliğe katlanamayıp. Ziyan etmemek için telefon
k,ı rtının o kıymetli kontörlerini.
"İyiyim anacığım, iyiyim. Mualla Yenge bana çok iyi ba­
k ıyor, çok ilgileniyor benimle."
"Ya iş? Ya iş?"
"İş de iyi. Çoğunlukla mutfakta yard ım ediyorum Mu­
. ı l l<1 Yenge'ye ve öbürlerine. Bir de öğlenleri tepsiyle yemek
l .ışıyorum. Ahbaplık ediyorum kimi sakinlerle."
"Nasıl oranın sakinleri? Mualla kardeşin dediği gibi var-
1 ı klılar mı, cömertler m i?"
Süreyya Hanım'ın yara bere içindeki elleri, o zayıf d iz­
ll'ri, kuru dudakları. Bir zamanlar kırılmış ama bell i ki hala
ıvi leşememiş kalbi.
"He ya. Sen anacığım, sen nasılsın?"
"Bizler iyiyiz çok şükür. Canan Ablanın bebeği ateşlen­
d i geçen gün, onu doktor doktor gezd i rdik. Şimdi daha iyi.
l ) mm d ışında, başka? Anlataca k ne çok şeyim vardı. Sürekli

.ıklımda 'Hemşirem arasa da anlatsam,' diye evirip çevirdi­


g i ın şeyler. Ama bak şimd i hepsi uçtu gitti aklımdan. Hay
Al lah! Ben düşünürken sen konuş bari. İsmai l Dayı nasıl?"
Gözlerinin önünde canlan ıverdi annesi y ine. Zayıf, yor­
gun. Babası sesin i yükseltip korkuttuğunda i kisini, ana-kız
l ı t ururlard ı mutfakta, el ele, kucak kucağa. Ya şimdi nerede

ıı,1sıl saklanıyor ve nasıl saklıyordu gözyaşlarını sabun ko­


kulu annesi? Soramadı Ferit. Devam etti sığ ve sahte sohbet­
ll'rine.
"İsmail Dayı da iyi. Burada bir market işletiyor, oğulları
d ,ı yardım ediyor."
"Ah, İbo ve Memo... Nasıl büyümüşlerdir onlar da. Ya­
r,ıbbi, yıllar geçip gidiyor. Arkadaşlık ediyor musunuz bari?"

87
Memo'nun ince yüzü, küçük gözleri. Basit bir aşk falı, sı­
radan bir ayran alışverişi, merak, kaçamak bir ümit.
"Ben Etiler'deyim çoğunlukla, onlar da markette, onun
için görmüyoruz birbirimizi pek."
Ve bir tutam hayal kırıklığı.
"Yalnız başına mısın yani? Yok mu a kranın kızlar Mer­
yem gibi, Fatma gibi oralarda?"
Hala yazılmamış mektuplar, pullanmamış zarflar.
"Va r, var. Mualla Yenge geçen hafta sonu tanıştırdı beni.
Sabiha var, sarı saçlı. Bir de Ece var ama o benden küçük.
Hem Mualla Yenge hiç yalnız bıra kmıyor beni, hep berabe­
riz. Bir de buranın sakinleri va r işte. Onlar da arkadaş sayılır
bana. Sen merak etme beni anacığım."
"Dile kolay hemşirem, d ile kolay. Ana olduğun gün sen
de anlarsın. Ah, ah. Kalbimde koca bir taş sanki."
Telefonu kapattıktan sonra o taşın bir parçası da Ferit'in
içindeydi. Kalbinde değil de midesinde sanki. Ellerini karnı­
na bastırdı, telefon kulübesinin içinde yere çömeldi. Ağlamak
istedi, ağlayamad ı. Anasından ne kadar uzaktı. Otobüs yolcu­
lukları, şehir adları, kilometreler, virajlarla ölçülecek bir me­
safe değildi ki bu. Hüznün, hasretin, söylenmemesi gereken
yine de ağızdan kaçan sözlerin, sır gibi saklanan ve asla ağıza
a l ın mayan yasaklı sitemlerin, incinmişliğin, hayallerin, piş­
manlıkların, aşınmış telefon direklerinin, kırk iki kontörün,
düğü m olmuş telefon tellerinin birbirine eklene eklene yarat­
tığı, çığ gibi büyüdükçe büyüyen bir mesafe. Sekiz hafta geçse
de, ağustos gelse de aşılamayacağından korkulan bir mesafe.
Ferit, eli karnında öylece durdu durduğu yerde. Vaz­
geçmeli miydi? Vazgeçecek miydi? En önemlisi a ilesi miydi
sahi? Canan Ablasının alev alev bebeği m i yoksa mühendis­
lik hayal leri mi? Kimin için yaşıyordu? Kimin için yaşaması
gerekiyordu? Kimdi geceleri o rüyalarda yapayalnız dolaşan,
korkak kız? Kimdi kendi d iye bildiği bu sıska? Daha Osman

88
Vl'li midir nedir onu bile okumamış bir cahil. Çalıkıışıı'nu bir
ı ii rlü zahmet edip almamış cimrinin, tembelin biri. Sen kim­
e; İ n ki İstanbul seni a lacak bağrına basacak? Birkaç eli açık ih­
ı iyar sana kucak açacak, okutacak, eğitecek seni? Sen kimsin
k i ablalarınınkinden, ananınk inden ayırabileceksin kaderini?
Nedir seni farklı kılan? Nedi r seni nadi r yapan?
H iç.
Ellerini karnından çekti, yüzünün iki yanına götürdü
1 :l'rit. Avuçlarını bastırdı kulaklarına. Bastırdı, bastırdı. Bir
ı ığultu, bir fırtına. Mart rüzgarları gibi acı, aceleci, aldırmaz.
Soğuk. Sonsuz.
Karnında annesinden hatıra bir avuç çakıl taşı.
Bacak la rı bir yavru kuş gibi çeli msiz.
Yüzü darmaduman.
Ama ağlayamıyordu işte. Bu da en fenasıydı.

Cııma

Mu tfağın gürültüsünde iyice soku ldu Mualla Yengesi'ne Fe­


r i t. Gözleri önlerindeki bir kazan kaynar suda, "Nerede bir
kitapçı bulu rum?" d iye küçücük bir sesle sordu.
"Ne o, neye ihtiyacın var? Belki bizim bakkalda vardır."
Mualla Yenge elinin tersiyle alnındaki teri sildi, sonra lavabo­
y a yöneldi ellerini yıkamak, yüzüne de biraz soğuk su çarp­

mak için .
Ferit d e onu takip etti. "Sanmam. B i r kitap arıyordum da."
"Ne k itabı?"
"Çalıkuşu. Bilir misin?"
"Okumuşluğu m yok benim. Görüyorsun mutfaklarda
��eçiyor ömrüm." Bir havlu çekti aldı eline, kurulandı Mualla
Yenge. Kalın kaşları kalkmıştı düşünceli düşünceli, "Çalıkıışıı.
Yok. Bilmiyorum. Bulunur mu kırtasiyelerde dersin?"

89
"Süreyya Hanım bir kitapçıya git dedi aslında ..."
"Süreyya Hanım?"
"A-62Z"
"Ooo, iyi iyi. Arkadaşlık ediyorsun bell i ki. Ben de sana
soracaktım nasıl gidiyor A blok d iye ama fazla sıkıştırmak is­
temed im. Hala yeni sayılırsın. Vakit alır bu işler. Ama maşal­
lah. Tabii sen akıllı, terbiyeli kızsın, şanslılar piyangodan baş­
larına senin gibi bir evlat çıktığı için. Ne dedindi kitabın ad ı?"
"Çalıkıışıı ."
"Hay Allah, bilmiyorum ki. Ne o, Süreyya Hanım oku­
mak mı istiyormuş bunu? Seni mi yolluyor git al d iye?"
"Yok yenge, kend isi okumuş, şimd i benim okumamı is­
tiyor."
"Aaaaaa! Allah akıl fikir versin bu Etiler'in sakinlerine!
Öğretmen mi? Neymiş derdi? Niye ka rışıyor senin okuduğu­
na okumadığına?"
"Bilmem ki, durup durup soruyor, 'A ldın mı, okudun
mu?' d iye. Ben yok ded i kçe de bir kızıyor, bir kızıyor."
"Tövbe tövbe! Sen mi gidip alac,ı kınışsın yani?"
"He ya."
Mualla Yenge gözkrini yumup başını i ki yana salla maya
başladı, İsma il Dayı'ya kızd ığında yaptığı gibi. "Görmüyor
mu canını d işine takıp nasıl çalıştığını? Nereden bu lacak­
mışsın zamanı? Bırak zamanı, onu memnun edeceksin d iye
bir de bu kadar zor kazandığın parayı onun kitaplarına mı
harcayacakmışsın? Sevsinler! Git söyle, iki kuruş bir şey ka­
zanıyorum o da a i leme katkı olsu n d iye, oku la gitmek için.
Yok öyle zevkine ha rcayamam. Çok istiyorsa kend isi versin
harçlık d iye, o parayla git al." Sesi savaşa koşu lan bir at gibi
şahlanmış, kaşla rı kesişen kılıçlar gibi iyice çatılmıştı.
"Diyemem öyle Mualla Yenge. Ya nlış anlaşılmaz mı?"
"Yalan yanlış değil ki. Doğruya doğru. Tabii ya. İstiyorsa
oku manı parası neyse o ödesin."

90
Ferit başını eğdi, düşündü. Haklıydı yengesi bir bakıma,
. ı ına ... Ama ... İşte yine o hep yol kesen mna d ikilmiş karşısı­
ıı,ı, tepeden süzüyordu Ferit'i. Nasıl isterdi ki parayı Süreyya
1 lanı m'dan? İyice kızmaz m ıydı Süreyya Hanım? Kovmaz
ııı ıydı, hatta yaka paça attırmaz mıydı Ferit'i Etiler'den hırsız
d iye?
Kazandaki su fokur fokur.
"Git bugün yemeğini verince söyle," ded i Mualla Yenge,
1-.oca bir paket makarnayı kaynar sulara ata rken. "Çekinecek
l ı i r şey yok. Yanlış bir şey yapmıyorsu n ki, bilakis hakkını
, ı rıyorsun."
"Peki," dedi Ferit.
"Yemin de," dedi Mualla YengL' son bir iki makarnayı da
s,11 \ayıp kazana attıktan sonra.
Başını salladı evet anlamına Ferit, a ın.1 vem i n demed i,
l l iyemedi.

Elindeki tepsi o gün her günden daha ağırd ı sanki. Kori­


dorlar da iyice ısınmıştı, duvarlar üzerine üzerine geliyordu.
1 lava neml iydi, boğucuydu.
"Ben geldim Süreyya Hanım." Kapıda bir an duraksadı
davet edi l meyi bekler gibi. Ama Süreyya Hanım ondan yana
di!nmedi, o da yavaşça giriverd i içeri.
Daha d ikkatlice bakınca fark etti ki gözleri kapalıydı Sü­
rl'yya Hanım'ın.
"Uyuyor musunuz Süreyya Hanım?" d iye fısıldadı.
Gözlerini a raladı, şöyle bir kırpıştırdı ağarmış seyrek kir-
piklerini yaşlı kadın.
"İçim geçmiş. Öğle oldu mu?"
"Oldu ya. Bakın yemeğinizi getirdim."
"Aç değilim."
"Biliyorum," dedi Ferit. Daha başlamadan yenilmişti
v i ne. Tepsiyi masaya bıraktı, kendini de sandalyeye.

91
Yaşlı kadı n bugün saçlarını omuzlarına dökmüştü. Tara­
mamıştı da. Yüzü her zamankinden beyaz, gözleri hafif kan­
lıyd ı . O i ncecik dudaklarını şapırdattı bir iki defa, ağzında
ıspanak gibi d i lini, dişlerini kamaştıran bir tat vardı sanki.
"İçim kurumuş. Bana şuradan bardağımı uzat bir zahmet."
Ferit kalktı yerinden. Suyu verirken daha yakından, daha
d i kkatli süzdü yaşlı kadını.
"İyi misiniz, Süreyya H a nı m?"
"Uyuyamadım dün gece, ondand ı r." Ağzına dayadı bar­
dağı yaşlı kadın, içmedi bir sü re, öyle durdu. Sonra hafifçe
ıslattı duda klarını. Yüzü dalgalandı. Derin bir sızı damarla­
rında dolaşıp dolaşıp en sonunda gözlerine varmıştı.
"Yardım edeyi m," dedi Ferit.
"Dur du rduğun yerde. O kadar da düşkün değiliz!"
Birkaç adım geriledi Ferit.
"Fenalaştım dün gece," dedi ya�l ı kad ı n, dudaklarını
ikinci bir kere ıslattıktan sonra. "Anla mad ım tam ne oldu.
Düşüverdi m yere. Neyse kalçam malçam kırı lmad ı ya, ona
şükü r." Eliyle sol kolunu ovdu, hırkası n ı sıyırdı biraz. O kuru,
yanın yumru ciltte siyahlı morlu hareler belirmişti.
"Amanın!" diye irkiliverd i Ferit. "Ne olmuş? Bakayım bir
Hanımım. Of of of! Ne fena çürümüşsünüz."
"Bacağı m da öyle, tam şurası." Eteğini yu karı çekti, sol
bacağının yanı da ezilmiş, berelenm işti.
İki eli birden dehşetle ağzına gidiverdi Ferit'in. "Hemşi­
reyi çağırıyorum hemen."
"Ne hemşiresi canım. Olan olmuş, ne yapacak ki hemşi­
re? Hem hasta da değilim. Düştüm şunun şurasında. Bir i k i
morluk o kadar. İki güne eski haline döner."
"Ama fenalaşmışsınız Süreyya Hanımım, doktora
söylememiz lazım değil m i? Ya y ine olursa bu a kşam?"
"İstemez! Doktor dediğin o adam da, Zeki midir nedir adı,
avuç avuç hap yutturmaktan başka bir işe yaramıyor. Anla-

92
ııı ıyor dertlinin derdinden. Doktorlar hep öyle zaten. Güven­
ı ı ı iyorum bir gıd ı m olsun. Onların ellerinde öleceğime kendi
kl·nd ime ölürüm daha iyi."
"Olmaz, Süreyya Hanım, ama böyle olmaz ki," di zlerinin
1 1 /.L'rine çöküverdi Ferit, gözleri dimd i k Süreyya Hanım'ın
) '.İ i/.lerinde. "Doktora hayır, hemşireye hayır. Yemiyorsunuz
ı l ,ı. Sonra güçsüz kalıyorsunuz. Pat d iye düşüyorsunuz. Allah
korumuş. Daha da kötü olabilirdi. Kafanızı çarpardınız me­
.,l'l,1 . Olmaz Hanımım. İlaçlarınızı a lmanız lazım. Yemeniz
l . ı /lm. Kendinize bakmanız lazım."
"Sen de çocuk yaşınla gelmiş bana çocuk muamelesi ya­
ı ıı vorsun ya!" dedi yaşlı kadın, yüzünü iyice asıp.
"Olmaz Hanımım, olmaz," diye şiddetle başını salladı Fe­
r i t . Annesine kaç kere olmuştu böyle, durduğu yerde gözleri
k.ıpanır, bedeni havada asılı sallanır sallanır, sonra devrilirdi.
" Ka nsızlık," d iyordu konu komşu. Vişne şerbeti içiriyorlar­
d ı bol bol. Ama tekrar tekrar oluyordu işte. Babası, "Kad ın
ı ı ı i l leti bu, bayı lıp duruyor," diyord u. Annesi de "He ya. Olur
ı ıvle," d iye geçiştiriyordu. Ama FPrit bir gün okuldan dönüp
ı i l' ,r nnesini mutfakta başından sızan incecik bir kan çizgisiy­
lı· boylu boyunca uzanıp kalmış gördüğü anı u nutamıyordu
ı '.:' le. "Anacığım, anacığım! Uyan anacığım," d iye yerlere ka­

ı ı,ı n mıştı, annesinin a lnına, boynuna, bileklerine soğuk su,


-. i rke pansumanları yaparken elleri nasıl da titremişti. Annesi
kl·nd ine geldikten sonra da saatlerce nefes almaksızın ağla­
ııı ıştı. "Bizim koca Kızılırmak'ta sendeki gözyaşı kadar be­
n ·ketli su yok," d iye babası o gün bugün alaya alırdı Ferit'i.

ı\ nası bilird i Ferit'in babasının şakasına gülemediğini, uzanır


ı ı ı,1sanın a ltından kısacık bir tutardı kızının çocuk elini.
İşte o bayılma vakasından berid ir de annesi "Hemşirem"
ı l i vordu Ferit'e. Yüzünde en ciddi, en kaygılı i fadeyle ona en
ı v i bakan, sağlığını hep hatırlatan, kontrol eden küçük hem­
'.:'ı resi.
Düşününce Ferit'in göğüs kafesi daralıverdi. O İstanbul'a
geldi geleli bayılmış mıydı acaba annesi?
Korku hiç eskimeyen, hep bir yolunu bulup kendini ye­
n ileyen bir duyguydu Ferit için. Yeni renklere, yeni şekillere
bürünen. Her ortama sızıveren. Her çevreye şıp d iye ayak uy­
duruveren. Bukalemun korku.
Kalktı yerinden, gitti masaya. Tepsiden bir tabak bir kaşık
aldı, Süreyya Hanım'ın önünde çöktü d izlerinin üstüne, baş­
ladı kaşık kaşık yed irmeye yaşlı kadına öğle yemeğini.
"Yapma kızım, yapma, boğazıma d iziyorsun bak, nefes
boruma kaçacak, boğulacağım," diye kıvranıp söylendiyse
de, uzattı boynunu ağzına yaklaşan her lokmaya, yedi yu ttu
tabak larda ne var ne yoksa Süreyya Hanım.
"Bunun yemekle a lakası yok," dedi en sonunda peçete­
siyle ağzını silip a rkasına yaslanınca. "Konuştuklarımız ben­
ce, sana anlattıklarım yoruyor beni. Bu yaşta geçmişin hesa­
bını yapmak. .. Olanları, olmaya nları hepsini böyle birer birer
kurcalamak. Yorucu be kızım. Yorucu."
Ferit yaşlı kad ın ı n aya klarının d ibine bağdaş kurdu. Göz­
leri nemli.
Şu son iki ha fta içinde sanki yaşlı kadının yalnızlığı onun
da yalnızlığı oluvermişti. Gerçi ikisinin de derdi ayrı, yükü
ayrı, geçmişleri, gelecekleri, her şeyleri apayrıydı. Ama o için­
de yaşadıkları kısacık anda, o dört çıplak duvarın arasında
karşı karşıya, yan yanalardı işte. Ye o dakika ikisinin de bir­
birinden başka k imsesi yoktu. Ferit yaşlı kadının alnındaki,
gözlerinin a ltındaki, dudaklarının etrafındaki çizgilere uzun
uzun baktı, sanki o çizgileri birleştirirse bir bulmacanın ceva­
bını bulacak, şifreli bir hayat haritasının sonundaki hazineye
varacaktı. Yol yol, damar damar, leke leke.
Ne kadar zayıftı yaşlı kadının yüzü. Ne kadar zayıftı el­
leri. Ferit kucağında aciz yatan kendi ellerine baktı kısacık bir
an. Onlar da bir o kadar zayıf değil miydi? Ya bu sabah ay-
ıı.ıda gördüğü o soluk yüz? Kendi yüzü, Süreyya Hanım'ın
\ ' İi zü, kendi gözleri, onun gözleri, hayal kırıklıkları, korkula­
ı ı, (izlemleri, hepsi bir oluverdi .

"Anlatmak üzüyorsa sizi, boş verin Süreyya Hanım. An-


1 . ıl mayın," dedi. Onu avutursa, onu n yarala rını sararsa belki
kı·nd ini de daha iyi h issedebilirdi.
"Sen de sıkılıyorsundur zaten benim eski püskü h ikaye­
lı ·rimden." Süreyya Hanım'ın bakışları keskinleşti, bir tepki,
l ıi r cevap arad ı Ferit'in soluk a l ıp veren hafif aralık dudakla­
ıı nda.

"Öyle demeyin Süreyya Hanımım." Dikkatli konuşuyor­


' lu Ferit. Tane tane, yavaş yavaş. Yanlış bir şey söylemekten
korkuyordu belli ki, itilmekten, o odadan çıkmak zorunda
k.ı lmaktan, dönememekten. "Benim çok hoşuma gidiyor sizi
d i nlemek, sonra öyle yarı yerde bırakıyorsunuz, içim içimi
,·iyor, çok merak ediyorum." Ya gönderirse Süreyya Hanım
·..i md i onu? Kızıverirse? "Ama yoruyorsa tabii sizi böyle ko­
ı ı u şmak, o başka. Sağlığınız en önem lisi."
Kolunu ovdu yaşlı kad ı n küçük d a i relerle. Alnındaki, du­
d .ı k kenarlarındaki o derin çizgiler yumuşamaya başlad ı.
"Sa hi seviyor musun d inlemeyi beni?"
Hafif çekingen, başını yaşlı kadın ın kucağına yasladı Fe-
ri l .
"Seviyorum ya," ded i usulca. Başı kuca kta olduğundan,
';ii reyya Hanım'ın yüzüne yeni ay gibi doğan o gülüşü göre­
ı ııed i.

ı ) gün otobüsten indiklerinde Mua lla Yenge, "Hayd i bakka-


1.ı uğraya lım, hem oğullarımın yüzünü görmüş olurum, hem
ı lı· ufa k tefek bir iki ihtiyacımızı aşırırız," dedi. Tezgahın a r­
k.ı sında yine Memo vardı. Mualla Yenge kocaman bir makas
. ı l d ı yanağından. "Yapma ya anne, morartacaksın yüzümü!
k,ıç yaşında adam oldum ya," d iye kıvrandı Memo. Mua lla

95
Yenge kıkır kıkır güldü, "Öptürmezsen böyle intikam alırım
işte o yanaktan!" Durdu etrafa bakındı, " İ bo nerede?"
"Birazdan gelir."
"Nereye gitti?"
"Bilmem, çıktı işte. Ama gelecek."
"Ne haylazlık peşinde koşuyor yine?"
"Yok bir haylazlık anne ya. Baba Bey evde yan gelsin yat­
sın. Biz bü tün gün markette oturuyoruz işte. Arada bir hava
almak istiyor insan."
"Hiiii, sigara içmeye mi başlad ı yoksa?"
"Sen de iyice paranoyak oldun," d iye homurdandı Memo.
"Ne oldum, ne oldum? Para a monyak ne?"
"Paranoyak be anne. Sen de hiçbir şey bilmiyorsun."
"Pa ra nayakmış. Ne demek şimdi bu? Nereden öğreni-
yorsunuz böyle acayip şeyleri anlamıyorum ki. Varsa yoksa
televizyon tabii."
"Aman, boş ver anne."
"Söyled in bu kadar, anlat da anlayayım bari neymiş bu
paralı şey."
"Paranoyak. Kuru ntu lu, saplantılı gibi bir şey işte."
"Saplantılı mı ded in? Allah canını almaya! Sen ne anlar­
sın ki ana yüreğinden . Erkek evlat böyle oluyor işte!" Dertli
dertli Ferit'i süzdü Mualla Yenge, Ferit uzanıp tutunabileceği
son daldı sanki bu uçurumda. "Bir iki yaş büyüyorlar, ken­
dilerini adam sanıyorlar. Bilmez miyim, sonra sigara, rakı,
bozuluyorlar böyle. Baba larının da umurunda değil, ne halt
yerlerse yesinler diyor. O da zamanında yemiş ya! Ama ana
yüreği bu, ben telaşlanıyorum. Anlamıyor kimse beni. Üç he­
rif var evde, hiçbiri d i n lemez benim derdimi." Mualla Yen­
ge söylene söylene raflara doğru yü rüdü . Şuradan konserve
domates salçası, buradan makarna, şuradan turşu, birer birer
kutuları, kavanozları indirmeye başladı.
Memo döndü, bir an için Ferit'le göz göze geldi, yüzünü

96
,·,ı rpıttı komik komik, Ferit hemencecik bir eliyle ağzını kapa­
d ı ki güldüğünü Mualla Yenge görüp üzerine alınmasın.
Ellerinde dolu dolu torbalar, çıktılar bakkaldan, tam bir­
k,1ç adım yürümüşlerdi, Mualla Yenge durdu. "İlahi, sora­
l'ıl ktım ayran ister m isin d iye, daldım gittim kendi derdime,
unuttum. İster miydin bir bardak ayran?"
Ferit annesini n öğrettiği gibi, lüzum yok kabil i nden ter­
biyeli bir şey söylemek istedi ama dili damağı kurumuştu,
soğu k bembeyaz ayranın tuzunu ağzında hisseder gibi oldu,
sonra Memo'nun kom ik yüzünü gördü hayalinde, "He ya,"
dL•yiverdi .
"O zaman sen b i r koşu g i t al kend ine b i r tane. Ben d e bu
torbaları taşıyayım ki İsmail Dayın'ı daha fazla bckletmeye-
1 i m."
Ferit döndü bakkala. İ bo gelmiş, yüzü al al, tezgah ın ar­
k,1sında yerini almıştı.
Memo, "Beyimiz kız arkadaşıyla el ele dolaşırken ben bu­
r,lli a anamın dırdırını d inlemek zorundayım. Hah işte bu da
�a hidim," d iye Ferit'i gösterdi. Ferit olduğu yerde kalakaldı.
1 )uymaması gereken bir şey duymuştu, bilmemesi gereken
bir şey biliyordu şimdi. Ya Memo? Ya onun elini tutan, göz­
lü klerinin camında kendi yansımasını gören bir komşu kızı
v<ı r mıydı? Sarı saçlı Sabiha? Rum bir Aleksandra?
"Yaa, doğru duydun, İbo Bey kendine bir sevgili yaptı,
.ı klı beş karış havada. Ben de bir başıma marketi çekip çevi­
riyorum."
İbo bir tabureye oturmuş, yüzünde çapkın bir tebessüm,
v.ı şından büyük bir gururla başını sallıyordu abisinin sözle­
r i n i doğrulamak istercesine.
"Ayranı unutmuşuz da," deyiverdi Ferit.
"Hangisinden?" d iye sordu Memo buzdolabına uzanıp.
"Şundan olsun. Bir tane."
"Sevdin yani o markayı?"

97
"He ya."
İbo bir Memo'ya baktı, bir Ferit'e. Konunun kendisinden
bu kadar çabuk uzaklaşmasına hafiften bozulmuştu ama ta­
nık olduğu bu yeni muhabbet de ilgisini çekmişti.
"Benim de en sevdiğim o," dedi Memo ve ayranı Ferit'in
kürdan parmaklı, küçük eline tutuşturuverd i.
"Sağolasın," dedi Ferit.
İbo lambasından kaçıvermiş şişko bir cin gibi hoh hoh
güldü.
"Ne var be?" dedi Memo kaşlarını çatıp.
"Ayran gönül lü ağabeycim benim," dedi İbo, yine sinsi
bir bakışla gözlerinde. "Ben şahsen bu markayı tercih ederim,
ya siz hanımefendi?" d iye sırtını d ikleştirip, omuzlarını kal­
dırıp, kasıntı bir beyefend i taklidi de sıkıştırdı araya.
Feri t daha fazla dayanamadı bu üstü kapalı şakalara,
koşar adım çıktı. Ne demekti ayran gönüllü şi md i? Neydi
İbo'nun niyeti böyle saçma sapan, böyle utanmaz, kışkırtıcı
iftiralar atmakla? Hem İbo daha kaç yaşındaydı ki kızlarla
dolaşsın? Ferit'ten küçü k değil miydi? İstanbul işte, d iye dü­
şündü . Anacığım haklı mern kl<ı n ınakta. Günah kaynıyor et­
raf. Siga ralar, ra kılar, kızlar, aşk romanları, fallar.
Tekrar Sabiha'yı düşündü. Aslında biraz zaman bulup da
uğrasa evine fena mı olurdu? Sohbet ederler, bir iki çay içer­
lerd i, sonra da Sabiha çıkarıverird i o oyun kartlarını, karıştı­
rıverird i bir güzel, Ferit de bölerd i yine ortadan, bir de dilek
tutu verirdi ...
Ferit o gece Meryem'e ilk mektubunu yazd ı. Yazın sıca­
ğından, İstanbul'un kalabalığın d a n, Etiler'in koştu rmasından
bahsetti. Süreyya Hanım'ı anlatmadı mektubunda. Memo'yu
anlattı. "Çok iyi bir çocuk," diye yazdı. "Gözleri temiz temiz
bakıyor. Bana karşı çok iyi. Buradaki en iyi arkadaşım o."
Mektubu zarfa koyup, za rfı sıkı sıkı kapatınca, eline tekrar
aldı kalemi, durdu, durdu. Fatma'nın soğu k yeşil gözlerini

98
d ü şündü, vazgeçti, bıraktı kalemi. Mutfağa Mualla Yengesi'ne
<-;,ıbiha'nın bu mahallede oturup oturmadığını sormaya gitti.

Cumartesi

"Sahi ne oldu senin kitap işi? İ stedi n mi parasını dün gittiğin­


de?" Mualla Yenge elinde koca bir kepçe, bir kazan zeytin­
v<1ğlı bezelyeyi tabaklara dağıtıyordu.
"Yok yenge, isteyemedim dün."
"Ama istemen lazım Ferit kızım. Seni n hakkın. Sen genç­
"i n, safsın. İzin verme k imsenin seni kandırmasına, kullan­
masına. Bak sen bana emanetsin. Anan baban ne der sonra.
C ;öndermezler bir daha buraya, neme lazım." Kalın kaşla rını

bir güzel devirmişti yine Mualla Yengesi.


"Merak etme Mualla Yenge, isteyeceği m bugün. Hem Sü­
rcyya Hanım beni kullanmıyor ki. Yaşlı, zayı f bir kadıncağız."
"Ne bileyim. Burası bizim köy gibi değil ki, orada herkes
l'Ş dost, akraba. Burası koca İstanbu l. İpini koparan gelmiş
vcrleşmiş. Kolay kolay güvenemezsin bu insan lara. Herkesin
derdi kendi ne."
Ferit tepsiye özenle yerleştirdi tabakları. Bezelyenin yanı
-;ı ra salçalı tavuk, pilav (tabii ki pilav), ve tatlı olarak da karpuz.
l-;tanbul'un karpuzları da bir acayipti. Biri d iğerine benzemi­
vordu. Kimi o kadar büyük, o kadar sulu, kiminin içi kuru
"uru. Onlar da İstanbul'un insanı gibi farklı farklı yerlerden
gl'liyormuş, öyle demişti yengesi. "Bu karpuzlara da insanlara
ı ılduğu gibi güvenmeyeceksin. Hiçbirinin içi dışı bir değil."

"Süreyya Hanımım, ben geldim, nasılsınız bugün?" d iye gir­


ı l i içeri.
Süreyya Hanım saçını taramış, güzel bir topuz yapmıştı.
Yine bir broş iliştirmişti yakasına, gözleri parlak taşlar olan,
"üçük, altın bir kanarya.

99
"İyi gördüm sizi Hanımım," dedi Ferit. Tepsiden zeytin­
yağlı bezelyeyle bir de kaşık alıp önceki gün yaptığı gibi yaşlı
kad ının ayaklarının d ibine oturdu.
"Katiyen olmaz," dedi Süreyya Hanım, çenesi sert, du-
dakları sımsıkı.
"Ne olmaz Hanımım?"
"Bana tekrar öyle çocu k gibi yed irmeyeceksin!"
"Yedireceğim, yedi receğim. Bakın dün yedird i m, bugü n
n e güzel kuvvetlenmişsiniz."
" İ ki kaşık bezelye ya da pilavla alakası yok bunun. Bu
yaşa geld ikten sonra beni şu kadarcık şey kurtarmayacak.
Hem bugün hiç iştahım yok. Dün tıka basa doldurdun beni,
artık bir hafta yemesem yerid ir."
Yüzü asıldı Ferit'in. Aynen Doktor Ayten'in dediği gibi iti­
yor işte, diye düşündü. Oysa ne güzeld i dün. Ana kız olmuş­
lardı. Birbirlerini avutmuşlardı. Yine başını Süreyya Hanım'ın
kucağına koymak, eteğinin pamuklu kumaşını yanağında
h issetmek, teninin o lavanta kokusunu içine çekmek istedi.
"Kolu nuzu sıyırın da bir ba kayım nasıl olmuş bugün çü-
rü kleriniz."
"Nasıl olaca klar? Mor, yeşil, sarı."
"Ağrınız sızınız var mı?"
"Eh. Var ama her zamanki kadar. Doktorluk, hemşirelik
değil." Eteklerini toparlayıp şöyle kısacık gösterd i bacağının
yan tarafındaki morartıları. Darbe darbe, hare hare. Yü zünü
buruşturdu, "Ne kadar da çirkin," dedi. Örttü eteğini yine.
"Kimseye söyled in mi aşağıda?"
"Ne söyledim mi?"
"Fenalaştığımı? Düştüğümü?"
"Hayır Süreyya Ha nım," dedi Ferit ve bir anda söylemiş
olması gerektiğini anladı, korktu. "Söylememi istemediniz
sandım."
"İstemedim elbet."

1 00
"Ama söylemem gerekird i değil mi? Bilmeleri gerek."
ı :erit'in yüzü bir anda soluverdi, d a ha da saydamlaştı gözleri.
"Hayır efend im, hiç gerek yok. Bilecekler de ne olacak.
Ben ölüp gidince odaya kimi yerleştireceklerini konuşmaya
l ı.1şlayacaklar." Yine çenesi sertleşti Süreyya Hanım'ın. Dişleri
lıi rbirine geçti.
"Öyle demeyin Hanımım!"
"Doğruya doğru. Bu işler böyle Feride. Biri gider, biri ge-
1 i r. Umurlarında değiliz aslında. Tek dertleri bağış toplamak,
k i ra toplamak. Hepimiz u nutulmuş insanlarız. Paramız tek
iineml i olan. Gerisi bir zamanlar karalanmış bir hayatın müs­
veddesi!"
Ferit'in omuzları çöktü. Bezelye tabağını yere koydu, Sü­
reyya Hanım'ın damar damar elini buldu, tuttu.
"Sen de kedi g ibi oldun," dedi yaşlı kadın. "İki gündür
-;ı rnaşıp duruyorsun."
"Sırnaşmayayım mı?"
Hafifçe güldü yaşlı kadın . Bircızcık gcvşL•d i o sımsıkı tut­
l uğu çenesi.
"Hadi bakalım, sırncış istiyorscın." Elini kasmaktan vaz­
geçti, bırakıverdi Ferit'in sıcak cıvucuna, çocu k parmaklarına.
"Süreyya Hanımım," dedi Ferit bu keyifli andan ilham
. ı lıp cesaretini toplayarak.

"Efendim Feride?"
"Bana Sait Bey'i anlatıyordunuz. Sonra Orhan Bey'e gel­
diniz. Orada bıraktık. Ama dün yoru lduğunuzu, üzü ldüğü­
nüzü söyled iniz ..."

"Üzül müyorum, yorulmuyorum. Yoruluyorsam d a hi­


ktıyelerden değil. Bu yaşa gelince insan oturduğu yerde yoru­
luyor zaten. Hayat melankoli."
"Melankoli nedir Süreyya Hanımım?" Mualla Yenge gibi
olmak istemiyordu Ferit, erkek çocuk ların alay ettiği, kelime
hazinesi dar, eğitimi kıt bir kadın. Mühendis olacaksa, İstan-

1 () 1
bu llarda, Ankaralarda yaşayacaksa daha öğreneceği çok şey
vardı. Mesela şu Çnlıkıışıı'nu okuyarak başlayabilird i bu yazki
eğitimine.
"Melankoli nedir? Budur işte, bak bana. Böyle oturmak,
bir şey yapmak istememek. Hüzün. Tanımı zor bir ağırlık.
Siyah-beyaz bir hayat. Sessizlik. Depresyon diyorlar burada.
Doktor Ayten dayıyor bir avuç hap, antidepresan mıdır nedir?
Ama almıyorum ben. Alınca sürekli uyuyorum, uyanınca da
ellerim titriyor. Ben memnunum hüznümden, yalnızlığım­
dan. Alışıyor insan. Güler yüzlü ama uykulu, titrek olacağı­
ma otururum oturduğum yerde kederimle ve kaderimle baş
başa. Zorlama olmaz bu işler. Öyle birkaç ufak beyaz hap yut­
makla değişmez koca bir geçmiş. Unutulup gitmez. İnsan bu
yaşa gelince bunu öğreniyor. Savaşmanın gereksizliğini. Bıra­
kıyorsun kendini, yutuveriyor seni mela nkoli koca bir balina
gibi. En dibe çöküveriyorsun. Çıkışın yok artık. Bunu anlıyor
ve kabulleniyorsun." Bunları söylerken Süreyya Hanım'ın
sesi kırık dökük, zayıf, zava llı değild i. Bilakis, toktu. Hazır
olda bir askerdi sa nki. Si lahı omzuna daya lı, d imdik, gözleri
ufukta. Yapması gerekeni yapıyor, söylemesi gerekeni söylü­
yordu. Ama bir yandan da d izleri titriyordu belli belirsiz. Bel­
ki de emin deği ld i komutan ı na saygı duyup duymadığından,
canını va tan ı içi n vermeye hazır olup olmadığından. Belk i de
için için kavga lıydı komutanıyla, silahıyla, vatanıyla.
Kendiyle.
"Süreyya Hanım," dedi Ferit, eli hala Süreyya Hanım'ın
parmaklarında sıkı sıkı. "Kızgın mısınız? Üzgün müsünüz?
Farklı konuşuyorsunu z bugün sanki. Size böyle şeyler söylet­
tirmemem gerekiyor gibi hissed iyorum bazen."
"Sen söylettirmiyorsun ki kızım . Sordun, ben de söylüyo­
rum işte. Doğruyu söylemeyeceksem, kendimle de seninle de
dü rüst olamayacaksam ne yapayım? H ikaye mi anlatayım?"
Durdu, derin bir nefes çekti içine yaşlı kad ın. "Aslında en iyisi

1 02
lı i kiıye anlatmak. Hikayeler bazen hikaye olmaktan çıkıp ger­
\t·k gibi oluyor. Seni bambaşka d iyarlara götürüyor. Yüzünü
)�ii ldürüyor." Bir derin nefes daha. Göğsü, karnı şişti, söndü.
"Bırakalım bun la rı. Orhan Veli'yi a nlatayım sana. İstersen ta­
l ıi i?"
"İsterim ama korkuyorum yine yorulacaksınız d iye."
"Yorulunca dururum." Süreyya Hanım usulca çekti elini
l L·rit'in elinden, tekrar kucağında kavuşturdu. "Dinleyecek
ın isin beni?"

"Dinlemez olur muyum Hanımım? Sonra biraz da bezel­


VL' yeriz."

"Yeriz diyorsun ama benim ağzıma kaşık götü rmekle be­


r.ıber yemiş olmuyoruz ki. Bi ri yer biri bakar, olmuyor öyle.
R,1 hatsız oluyorum."
"Ben de bundan böyle yemeğimi getirip burada sizi n le
\'L'sen1 ?"

"Niye?"
"Beraber yiyor olmak için, Süreyya Hanım."
Yine güldü yaşlı kadın, bu defa daha az utangaç. "Ba k
-.ı rnaşıyorsun yine Feride."
"Sırnaşıyorum ya," dedi Ferit, o da güldü. "Haydi, anla­
l ı n Orhan Bey'i."
"Anlatayım. Orha n Veli. Biricik Orhan Veli."
Ferit d ikleşti, tek eliyle kakülünü yana itti, iri iri açılmış
)�tizleri çıktı ortaya.
" Varlık dergisiyle başlıyor bu h ikaye de. Kaldı mı artık
l ıtiyle dergiler? Sen bilmezsin gerçi, oku maya merakın yok
i ıL·n i m anladığım. Neyse." Gözlerini yumdu Süreyya Hanım,
düşündü bir süre. Sonra hafifçe öksürüp temizled i boğazını,
l ı,ışladı anlatmaya .

l ;ecenin bir saati. Hava nemli mi nemli. Sıcaktan gecenin si­


'"ı h ı bile buğulanmış. Büyülü gibi Boğaz. Karşı yakanın sarı

1 03
ışıkları sanki havada asılı periler gibi titreşiyor. Bağdaş kur­
muş oturmuşum yatağımın ortasında, uyuyamıyorum. Elim­
de bir Varlık. İçinde Orhan Veli'nin o satırları. Tekrar tekrar
okuyorum. Gittim tüm eski sayıları buldum çıkardım. Daha
önce okuyup geçmişim. Görmemişim içindeki cevheri. Şimdi
su gibi içiyorum her kel imeyi. Kana kana.
Bu sefer gid ip babama kimdir bu, tanır mısın demedim,
d iyemedim. Dizginleri kendi elime a lmam gerekiyordu. Bir
süre a klımda canlandırmaya çalıştım bu yeni adamı, yeni ya­
zarı, ihtimalleri. Bir yolu olmal ı diye düşündüm durdum. Sait
Faik'ten kurtulmanın, hatta onda n intikam a labilmenin ve
Orhan Veli'nin dertli yüzünü tanımanın. İçimde taş gibi bir
tereddüt, böyle bağrıma bağrımil basıyor. Yine de yılmadım,
çözümü de Sait Faik'e bir mektup yazmakta buldum. Hatta
birkaç tane yazd ım, beğen med ikçe yırttım attım, başta n baş­
ladını. Basit gibi görünen bir mektuptu ama benim için çok
önemliyd i. Her kelimeyi, her virgülü tarttım. Ölçülü bir me­
safeydi istediğim. Hem bir İstanbul kızına (0 zengin kızı d iye
a laya alaca k olsa bile) yakışır şekilde terbiyeli olmam gereki­
yordu, hem de iğnelemeden, büyütmeden, bir şekilde yolunu
bulup ona hayatımdan gidişine üzü l mediğimi, onu özlemedi­
ğimi, hiç ama h iç özlemediğimi göstermek istiyordum. Hatta
Orhan Veli'nin yeni gözdem olduğumu bilmeli, kıskançlığın­
dan a lev a lev yanmalı, pişmanlığı çığ gibi büyüyüp üzerine
yıkılmalı, parampa rça etmeliydi eti ni, kemiğini.
Şimd i kelimesi kelimesine hatırlamam çok zor tabii ama
güzel yazd ım, biliyorum. Özetle dostu Orhan Veli'nin şiir­
lerini yakından takip ettiğimi, ona saygımı ve hayranlığımı
iletmek isted iğimi, kendisiyle tanışıp konuşmayı arzuladığı­
mı belirttim. Sonra mektubu bir zarfa koydum, sımsıkı kapat­
tım, akşamüzeri babam şoförle çıkmış bir yere gitmişken giz­
lice kütüphanesine sızdım, çekmecesindeki mühürleri karış­
tırdım. Ne çok mührü vardı babamın bir bilsen. Tabii çevresi

l o4
);L·niş, önemli bir insan babam. Bir sürü ünlü işadamı, devlet
.ıdamı, bilim adamı ve sanatçıyla sürekl i mektuplaşıyor. Kimi
ınü hürler iş içindi, kimileri dostluk. Ben simsiyah bir mü­
hür seçtim. Leke gibi. Ezik bir böcek gibi. Mühürledi m Sait
Lı ik'in mektubunu. Zarfı mühürlerken kalbimi de mühürle­
d i m bir bakıma. Sa it Faik de aynen benim gibi o mührün ıslak
\'eda öpücüğünü içinde hissedecekti, hiç şüphem yoktu.
Babamın odasından çıkar çıkmaz doğru mutfağa indim,
�<ı diye Abla'yı buldum. "Ben de tam yoğurt yapıyordum,"
dedi Şadiye Abla elinde koca bir tahta kaşık. Sonra hemen­
l'ecik yüzümü okudu. "Ne o Küçük Hanım? Yine bir işler
peşindesin, saklayamazsın benden h içbir şeycik biliyorsun.
Bir bardak naneli limonata vereyim, otur karşıma, anlat neler
oluyor."
Oturdum, bir nefeste bitirdim o ekşi limonatayı. "Şeke­
ri az olmuş," d iye de söylend im tabii. Sonra sadede geldim.
"Yardımına i htiyacım var."
"Emret güzelim,'' dedi hemen, başına geleceklerden ha­
bersiz.
Eteğim i n kuşağına sıkıştırdığım mektubu çıkardım, gös­
terd im. "Bahçıvan abi uygun olduğu bir an bir koşu bunu git­
mesi gereken adrese i letebil i rse ..."
"Azmi? Niye Azmi de şoför efend i değil? Nasıl gidecek
hem çocukcağız?"
"Şoför babamla dışarıda birkaç saatliğine. Hem şoför her
�eyi babama yetiştirir, sır saklamayı bil mez. Bahçıvan ise çıtı­
nı çıkarmaz, eğer sen ikna edersen tabii."

"Beni de oyunlarına a let ediyorsun ya Küçük Hanım,"


d iye kızdı önce Şadiye Abla. "Başıma nasıl bir dert çıkarıyor­
sun farkındasın, değil mi? O Azmi'ye dersem ki bir ricamız
var, karşılığında neler isteyecek! Koklaşmak, elleşmek, evlen­
mek! Ah başıma ne işler açacaksın, ne işler bir bilsen!"
Ama kıyamazdı bana Şadiye Abla, bir dediğimi iki et-

10 5
mezdi. Sürah iyi aldı, limonatamı tazeledi, bir de koca kaşık
şeker koydu içine, karıştırdı. "Neymiş bu mektup? Aşk mek­
tubu mu?" d iye sordu merakını saklamaya çalışmadan.
"Değil," dedim. Öyle bir çıktı ki sesim, yer gök inledi san­
ki. "Tam tersi. İntikam mektubu."
Gözleri aydınlandı Şadiye Abla'nın. "Deme! O insafsız, beş
para etmez gençten öç mü alıyorsun yani? İşte o zaman değer
her şeye, Azmi Efendi'nin ısrarlarına da değer, babanın arka­
sından iş çevirmenin tehl ikelerine de değer! Hiç de sızlamaz
vicdanım. Oh olsun! Çoktan hak ettiydi o sandallı serseri böyle
bir şeyi, ama senin gücünü toplaman gerekiyordu işte. Ne yaz­
d ın mektupta? İyice verdin mi dersini? Okuyunca öğrenecek
mi Küçük Hanım Süreyya'ya neler neler borçlu olduğunu?"
Başımı salladı m evet anlamına ama detaylara girmedim.
"İşin gerisi sana emanet."
Şadiye Abla o mühürlü zarfı öyle bir tuttu ki elinde, gören
onu Osmanlı padişa hının fermanını taşıyan bir saray muha­
fızı sanırdı. O kadar ihtiyatlı, o kadar cidd i, o kadar hazır her
şeyini ama her şeyini, namusunu, tüm hayatını bu mektup
uğruna feda etmeye. Bir daha bu nun nasıl bir sır olduğunu
hatırlatmama, vazifenin önem ini açıklama ma, tedbirli ol­
malarını tembi h etmenw gerek ka lmamıştı. Emin ellerdeydi
mektubum da, mühürlü kalbim de. Bundan son derece emin,
hafiflemiş ve ra hatlamış olarak odama, Orhan Vel i'nin şiirle­
rine döndüm.
Sonra bekleyiş başladı. Bir gün, iki gün, üç gün. Hafta­
nın son günü geldi Şadiye Abla, gözlerinde biraz endişe, biraz
da ümit, durdu odamın kapısında. "Ondan," dedi, kırışık sarı
bir zarf uzattı bana doğru. Hemencecik açmak, bir solukta
okumak istedim ama tuttum kendimi. Şadiye Abla'yı mutfa­
ğa yolladım, yavaşça yerleşti m koltuğuma, yavaşça çıkardım
özensizce katlanmış o sayfayı zarfından. "Ne uzun zaman
oldu yüzünü görmeyeli, canım kardeşim Süreyya. Sanki dar-

1 06
gın bir hal ald ı bizi. Yarın a kşamüstü sandala atlayıp geleyim,
dertleşelim."
Görüyor musun sahtekarı? Bırak adresini vermeyi, Or­
han Veli'ye dair tek laf etmemiş. Bir anda beni özlediğini fark
l'd ivermiş, belki de beni dostu şair Orhan Veli'ye kaptırma­
mak için acilen ziyaretime gelmeyi uygun görmüş. Sevsinler.
Bi r yandan da "kardeşim" diyor. Kardeşim, kuzeni m, yeğe­
nim. Yanlış anlaşılmasın, aşk meşk yok bizim aramızda. Sırf
dostluk. Akrabavari bir bağ.
Şadiye Abla ne kadar sorduysa, ısrar ettiyse de ona ya­
kınmak istemedim, attım içime. Bir uykusuz gece daha neydi
k i? Elbet bu bekleyişlerin sonu gelecekti. Ben mühürlemiştim
kalbimi bir kere. Dönüşü yokt u bu işin.

Süreyya Hanım dudaklarını ıslattı. "Gerisini yarın mı anlata­


vım, yoksa devam edeyim mi?"
"Gücünüz varsa," ded i Ferit. " Ben seve seve dinlerim
,1 ma yorulmanızı da istemem."
Bir yudum su daha içti Sü reyya Hanım. "Ertesi gün saat
dörde kadar odamda, pencerenin kenarında, tül perdemin
gerisinde saklı bekled im," d iye devam etti. Durdu, öksürdü
kesik kesik. "Peki, az biraz daha anlatayım, sonunu getireyim
bu bölümün en azından, sonra duracağım. Baksana boğazı­
ma takılıyor kelimeler."
Ferit tabii diye başıyla onayladı. Sabırsız, yerinde bir iki
kıpırdandı, aklı 1930'ların sonunda, 1940'ların başlarında yitip
gitmiş, hayali hiç bil mediği bir Kandi l li'nin sularıyla sırılsık­
lam. Bugüne, bu ana, kendi hayatına, o fokur foku r mutfağa,
İbo'nun alaycı bakışlarına, zayıf annesinin zayıf kızı olmaya
dönesi yoktu hiç.
Süreyya Hanım su bardağını yanı başındaki sehpaya bı­
raktı. Gözlerini kapadı ve devam etti.

1 07
Geld i, gördüm. Sandalı çekti kenara, içinde oturdu, kuş gibi
bakındı etrafa. Bakınd ı durdu. Önce bahçeyi taradı gözleri;
sonra bahçe kapısının eşiğine vardı, orada bekledi bir süre;
en son da o mavi ışıklı gözleri panjurlarda, açık pencereler­
de gezindi birer birer. Ben iyice çömeldi m yere görünmemek
için, odamdan, penceremin köşesinden kaçamak bakışlarla
ve müthiş bir zevkle izledi m onun beni a rayışını, yüzündeki
tebessümün bayatlayışını, ümid ini yitirişini, kalbinin bir par­
çasının kırılıp kopuşunu. Uzun süre oturdu sandalında, tah­
minimden çok daha uzun bir süre. Baktı ki gelen giden yok,
en sonunda cebinden bir parça kağıt çıkardı, bir de kalem.
Bir şeyler karaladı, kağıd ı uçak yaptı, bahçeye doğru yolladı,
sonra küreklerine asıld ı, yavaş yavaş uzaklaştı.
Önce bekledim gittiğinden emin olmak için. Artık yaka­
lanmayacağımı anlayınca, son derece temkinli indim aşağı,
bulutların üzerinde yürür gibi hafif adımlarla çıktım d ışarı,
yeni açan bir avuç papa tyanın a rasında buldum kağıt uçağı.
"Orhan'ın adresini bilmiyoru m. Varlık dergisine yaz mek­
tubunu, oranın adamla rı ileti rll'r ona."
O kadar.
İstediğim bu muydu bil miyoru m. Belki bir özürdü u m­
duğum. Belki bi r itira f. Ama ona sorduğu m soruyu cevapla­
mıştı işte. Kırgınd ı. Kızgındı. Bu defa ben onu bekletmiş, ben
onun canını acıtmıştım. Sevinmem gerekirdi. Sevinemedim.
Küçü k küçük yırttım o notu. Rüzgara bıraktım parçacıkları­
nı, Boğaz'a uçuştular. Mevsimi geçmiş kayıp kar taneleri gibi
birer birer eriyip yok oldular.
Tamamen gitmişti Sait Faik artık hayatımdan, anlamış­
tım. Ama bu defa onu terk eden ben olmuştum. Hem de Or­
han Vel i için.

"Ta mam, bu kadar yeter. Asıl konumuz Orhan Veli'ye yarın


başlarız."

1 08
"Yarın bizim izin günümüz, yokum," dedi Ferit, çekin­
gen çekingen.
"Peki," dedi Süreyya Hanım. Yine yumuverdi gözlerini.

Varlık dergisine yazdım mektubu. Sadece şiirlerinizi beğeni­


vorum demekle kalmadım, sizinle tanışmak istiyorum dedim.
Babam ki o kadar ileri görüşlü adam, onun bile yüreğine iner­
d i eminim. Sait Faik bahsetmişti, bu yazarlar, şairler Beyoğlu
civarında dolaşırlar diye. Hatta bir pastanenin adını söylemiş­
t i . Hafızamı zorlad ı m, zorlad ım, en sonunda hatırladım: Mar­
kiz. Orhan Veli'ye orada bir gün ve saat verdim. Sonra zarfı
baba mın çekmecesinde bulduğum dantelli, yeşil bir mühürle
kapadım, yolladım yine bahçıvan Azmi Efendi vasıtasıyla.
Sandığım kadar kolay olmadı maalesef. Bir süre cevapsız
kaldım. Ümidimi yitirmemek için çok uğraştım. Yine uykusuz
geceler, yine yorgun gözler. Yine el işi yorganım, lavanta ko­
lonyam. Sait Faik'e inat diye başlad ığım oyunda kend imi unu­
tup yüzünü bile görmediği m, sırf kalemini bild iğim bu Orhan
Veli'ye hakikaten aşık oluverd im. Alı fi11ıit, limit yollar boy1111ca,
yazmıştı bir mısrasında. Benim de halim buydu işte. Ölesiye
bir mücadele, o ümidi birazcık daha sağ tutabilmek için. Her
ne pahasına olursa. Nasıl olur diyeceksin, tanımadığın bir
,1dama bir anda böyle ateş gibi tutulmak. Oluyormuş demek.
Bana oldu. Selvi mi boyu, ela mı gözleri, hiç ama hiç umu­
rumda değildi. Tek istediği m o elleri görmekti. Kalem tutan,
o müthiş kelimeleri yazan, mürekkep lekeli elleri, parmakları.
Derken bir gün beklediğim mektup geliverd i. Bir şeyi o
kadar uzun süre, o kadar ister ve beklersin ki, gerçek olunca
i nanamazsın. Öylece kalıverirsin. Soğuk bir mermer heykel
gibi. H içbir şey hissedemezsin. Sevinç, hüzün, öfke. Açtım
zarfı, onun kalemi nden a kmış o kelimeleri okudum, sanki
bana değil de başkasına yazılmış, sanki o değil de bambaşka
biri tarafından yazılmış bir mektup gibi. Uza k bir mesafeden.

1 09
Temkinli. Derken o harfler ağzımda yavaş yavaş şekillendi.
Sesi içimde filizlend i. Kendi m i buldum tekrar.
Meğer İstanbul'da değil, Ankara'da oturuyormuş sevgi­
li Orhan Veli. Orada çalışıyormuş ama ara sıra hafta sonları
ziyarete geliyormuş İstanbul'a, uğruyormuş Beyoğlu'na. Bu
önümüzdeki cumartesi mesela.
Babama d a ha önceden hazırlad ığım bir yalanı son derece
dikkatli söyled im. "Hani o birkaç sene önce bize gelen Ma­
dame Monique vardı ya babacığım, Fransızca hocam. Çaya
davet etti. Beni ondan Fransızca dersi a lan başka genç kızlar­
la tanıştıracakmış. Poıır ııııe conversatioıı." Babamın da hoşuna
gitti tabii, hem yeni neslimizin genç hanımlarıyla medeni bir
sohbete katılma isteğimi, hem de Fransızcam ı kullanıp ilerlet­
me arzumu takd i r etti. Bana şoförünü ayarlayacağını söyledi.
Saçlarım kısacıktı o zaman, kula klarımın arkasına attım.
Üzerime bir l acivert etek ceket takım giydim ki ciddi görüne­
yim, hem de olduğumdan olgu n . Gerçi Sait Fai k'in sohbetle­
rinden an lad ığım, Orh a n Veli hayli gençti, yirmilerindeydi,
belki benden sadece birkaç yaş büyü ktü. Ama istemiyordum
işte yine bir yeğen, bir kardeş olmak. Bu defa bir kadın olarak
başlayacaktım bu maceraya.
Bir kadın.
Sen de yenisin İstanbul'da, Beyoğlu'nu h iç gördün mü
bilmiyorum. Gerçi şimdi çok farklıd ır, her şey sürekli deği­
şiyor. İstanbul aynı İstanbul değil artık. O zamanlar Beyoğlu
masallardan çıkma bir yerdi. Gramofonlar her yerde, Fran­
sızca şarkılar sokaklara taşıyor. Bütün baylar şapkalı, yelek­
li, ceplerinde renk renk mendi ller, köstekli saatler. Bayanlar,
alçak topuklu pabuçlar ayaklarında, zincirli çantalarını as­
mış omuzlarına, kırıtmadan d i mdik yürüyor. O dantel gibi
işlenmiş binalar, oymalı balkonlar. Daha önce hiç gitmemiş­
tim Beyoğlu'na. İşin gerçeği, evden pek çıkmad ığımdan tüm
İstanbul yeniydi benim gözlerime. Bebek, Sarıyer, Beyoğlu.

1 10
Babamın ricasıydı bu. Annemden sonra babam istemişti ki
evde oturayım, evde okuyayım. Onu n gözü önünde. Beni çok
sevdiğinden ve korumayı arzuladığından tabii. Annem gibi
beni de kaybetmek istemediğinden.

"Ne oldu annenize? Çok mu hastaydı?" d iye sordu Ferit kor­


karak.
"Neyse ki Markiz Pasajı'nı bulmamız kolay oldu," d iye
devam etti Süreyya Hanım, soruyu duymayarak. Gözlerini
yine sımsıkı kapad ı. İçinin karan lığında bir fil m gibi seyredi­
yordu kendi gençliğini. Ferit'e birer birer her sahneyi aktarı­
vor, yorumlamaya çalışıyordu olup bitenleri. Çatıktı kaşları,
kuruydu dudakları. Cidd iyd i alabild iğine.

?oför beye dedim ki, "Yoku m ben bir iki saat, gidin dolaşın is­
tediğiniz yerde." Süzüldüm pasajın hemen girişindeki koca­
man, ışıklı pastaneye. Ne görkemli, ne gü zel yerd i . Her yanın­
da aynalar, kocaman şamdanlar elmas gibi, duvarlarda yarı
çıplak güzel hanımla rın çiçekli bahçeler içindeki resimleri,
tavanı kabartmalı, içerisi kıpır kıpır. Herkes küçük yuvarlak
masaların etrafında toplanmış, konuşuyor, gülüyor. Birlikte
gazete okuyorlar, çeşit çeşit milföy pastalar, kurabiyeler y iyor­
lar, köpüklü kahveler içiyorlar, zarif sedef ağızlıklarla tuttuk­
l a rı sigaraları tüttürüyorlar.
İliştim hemen cam kenarında bir masaya, Orhan Veli içeri
girer girmez beni kolayca görsün d iye. Mektubumda belirtti­
ğim gibi bahçemizden kopardığım sarı bir gül i l iştirmiştim
vakama ki tanıyıversin beni bir bakışta. Ama o devirde bir
pasta nede genç bir kızın tek başına oturması olacak şey değil­
di tabii. Garson hemen yanaştı masama, "Birini bekliyorum,"
dedim aceleyle. "Bir şairi. Öneml i bir şai r," d iye ekledim.
( ;arson pek etkilenmedi sanırım, döndü a rkasını gitti bir şey
sôylemeden. Ben de gözüm sokakta beklemeye koyuldum,

l 11
her geçen selvi boylu, ince bıyıklı, düzgün giyimli beyin o
olduğunu sanıp sevinerek, sonra da hayal kırıklığıyla uzak­
laşmalarını seyrederek.
Derken geniş alınlı, düşük kaşlı, tümsek burunlu bir genç
yanı başımda beliriverdi. İçeri girerken d ikkatimi bile çekme­
m iş. Üzerinde beyaz bir ceket, boynunda koyu renk bir kra­
vat, gözlerinde haylaz, yüzünde sabırsız bir i fade. Daha elimi
bile öpmeden, kend ini bile tanıtmadan, "Çıkalım buradan.
Çok kalabalık. Hem canım fena halde puf böreği çekiyor. Pa­
saja gideli m," dedi.
"Burası değil m i pasaj?" d iye sordum şaşkın.
"Çiçek Pasajı," d iye geveledi. Sonra da apar topar döndü,
çıktı, gitti.
Ben de çiçekçilerle pu f böreğinin arasındaki bağlantıyı
merak ederek ama da çok soru sorup İstanbul cahili görün­
mekten çekinerek takıldım peşine. Yaylana yaylana öyle hızlı
yürüyordu ki, o uzun ve zayıf kolla rı, bacakları i leri geri, i leri
geri. Arkasından bakınca koca bir şa irden çok küçük bir oğ­
lan çocuğuna benziyordu bu ha liyle. Ben de ona ayak uydura­
cağım d iye nefes nefesL' kald ım. Aklımda şoför, onu nasıl bu­
lacağım ... Göğüs ka fesi mLk kabu rgala rım a rasında bir yerde,
tanımadığım bir genç adamla bilmediğim bir pasaja gidiyor
olmanın sıkış tıkış korkusu, heyeca nı.
Derken kubbesi ca mdan, daracık bir pasaja geldik. Tek
tük birkaç çiçekçi, gerisi masa, meyhane, birahane. Bir a n için
ateş bastı bana, sanki bütün gözler üzerimde. Benim yaşım­
da, benim kıyafetimde bir genç hanımın burada işi ne? Onca
masa dolusu insan, hepsi sarhoş adamlar. Tek bayan ben. Ne
yeğen, ne kardeş.
Bir kadın.
Orhan Veli başıyla garsonlara kısa bir selam verdi, o ace­
leci adımlarıyla köşede saklanmış küçük bir masaya oturdu.
Ben de hemen karşısına geçtim.

1 12
Ellerim sımsıkı önümde kilitlenmiş, gözlerim o kirli yer­
IL·rde, korkuyorum etraftak i adamlarla göz göze gelmekten.
Pastanede tek başıma oturmaktan çok daha kötü bir durum­
d u aslında bu. Körü klenmiş kömür gibi buram buram alıyor­
d u m utancımın kapkara kokusunu. Kimd i m ben? Ne yapı­
vordum burada, bu adamla? Neler gelecekti başıma?
Karşımda peçetesiyle oynuyor Orhan Veli. Şekilden şekle
sokuyor o beyaz kareyi. Kayıklar, kuğular. Tek bir söz ettiği
vok. A ldırmıyor bana. Farkında değil korku larımın, şüphe­
IL•rimin. Ben ise şaşkınım. Boğu luyorum bu aramızda dalga
dalga yükselen sessizlikte.
Az sonra ellerini ovuştura ovuştura bir rakı söyledi ken­
d ine. Pür heyecan. Bir porsiyon da puf böreği tabii. Ben sırf
bir bardak su isted im. Kaçamak baktım yüzüne, öyle resim
gibi özenli değildi, hatta hayli bozuktu cild i, ama y ine de an­
lamlı sayılırdı hatları.
Rakısı geldi, az biraz su ekledi, üç tane de buz. Kocaman
bir yudum içti.
"Demek söz söyleme sanatıyla ilgileniyorsun?" diye sor­
du. Bir a nda o çocu ksu hali tavrı gid iverd i. Gürleşti sesi, de­
rinleşti bakışları.
"Evet," ded im. "Çok okurum."
"Öğrenci m isin?" diye sordu bu defa. Gözleri gözbebekle­
rimde, öylesine d ikkatli, öylesine ciddi, çivi gibi delici.
"Özel öğretmenlerim oldu geçmişte. Babam öyle istedi.
Okul yerine evde." Bu defa ben çocuk olmuştum adeta. Ufa­
cık. Ürkek.
"Hala var mı öğretmenlerin?"
"Hayır," dedim, sonra hemen ekledim. "Var aslında. Bir
sürü var. Mesela siz. Okudukça sizin şiirlerinizden öğreniyo­
rum İstanbul'u, insanlığı, hayatı."
Tam o sırada puf börekler geldi, hem kıymal ı ısmarlamış­
tı, hem beyaz peynirli. Yine ovuşturdu o kemikli ellerini.

1 1 .)
"Açsın inşallah," dedi ve bardağını kafasına dikip ikinci
dublesini ısmarladı.
"Çok mu seviyorsu nuz rakıyı?" d iye sordum, ben de bir
şey sormuş olmak için.
"Seviyorum ya. Oktay Rifat ve Meli h Cevdet'ten sonra en
yakın dostum," ded i, güldü. O gülünce benim de içim ısındı
biraz. Kucağımdaki parmaklarım çözüldü.
"Ben de tadına baksam m ı?" diye sordum.
"Bak ya. Sana da bir tek söyleyelim."
Söyledik. Sonra birkaç puf böreği daha.
İlk yudumum dudaklarıma değer değmez, bir heyecan,
"Sevdin mi?" d iye sordu.
"Evet," d iye yalan söyledim. "Çok güzelmiş." İşin doğru­
su tadı hafif tatlı ve zararsızdı ama kokusuna dayanamamış­
tım rakının. Yine de kırmak istemed im onun hevesini. Ka­
tılmak isted im hcıyat sevincine. Tokuşturduk bardaklarımızı.
"Şerefe," ded i k bir ağızdcın. Yine güldü, gülünce güzelleşi­
verdi yüzü.
"Sen şiir yaza r mısın peki?" diye sordu, d i rseklerini ma­
saya dayayıp yüzüme, gözlerime daha da yaklaşarak.
Bir yalan daha söylemek istedim için için, takd irini ka­
zanmak, onu etkilemek... Olmadı. Kekeledim. Geveledim.
Daha sözümü bile bitirmemişken araya gird i, beni kendim­
den kurtarmak ister g ibi.
"Denemelisin. Mutlaka denemelisin. Çok tuhaf şey şiir
yazmak. Zamansız, zemi nsiz. Kayıpsın ama hiç olmadığın
kadar da varsın, varlığını olduğu gibi yaşıyorsun bir bakıma.
Uçmak gibi bir şey." Kollarını iki yana açtı, beyaz ceketi ile bir
güvercin g ibi çırpınd ı.
"Ama düşersem?" d iye saçma bir laf kaçtı ağzımdan. Bu
defa çok güldü Orhan Veli. Göğsü inip kalkara k, sesi yükse­
l ip alçalarak.
Gözümde daha bile güzelleşti.

1 14
"Dü şmezsin," dedi. "Ben seni tutarım."
U tancımdan ne yapacağımı bilemedim, koca bir yudum
.ı ldım önümdeki bembeyaz rak ıdan. İster istemez yüzüm bu­
ruştu.
"Al ışırsın," dedi Orhan Veli. "Ben de ilk defasında pek
sevmemiştim."
Kısa bir süre sonra ben telaşland ım. Ta Markiz Pasajı'nın
volunu bulacağım daha. "Ben gideyim," diye ayaklandım.
Ayaklanınca da rakının çarptığını fa rk ettim, hemencecik tek­
rar oturdum sandalyeye.
"Nasıl gideceksin? Nereye?" d iye sordu.
"Eve döneceğim. Babam mera k eder. Şoför bekliyor pas-
l a nenin orada," ded im, şoförlü olmaktan hafi f mahcup.
"Tekrar görüşür müyüz?" diye sordu.
"Çok sevinirim,'' ded im.
"Ben geliyorum a rada buralara. Bir haber uçu ru rum,''
dedi. Yine çırptı uzun ince kollarını güvercin m isali. Sonra
kal ktı, garsona döndü, başıyla kısa bir selam verdi, "Toplama
masayı, döneceğim." Çıktık beraber, beni Markiz'e kadar ge­
çirdi.

Yeniden başladı benim bekleyiş tabii. Huzursuzdum. Her an


o mektup gelebilir, ya da h iç gelmeyebilirdi. Bilmemek en fe­
nası. Ama Sait Fai k gibi değildi Orhan Veli. Daha bir bakışta
anlamıştım. O buhranlı, ağır m ı ağır hal yoktu Orhan Veli'nin
üzerinde; çok daha kedersiz, çok daha kaygısızdı sanki. Kü­
rek çekmiyordu sürekl i içinde kopan fırtınalara karşı. Elinde
rakısı, önünde böreği, gayet memnundu halinden.
İki hafta geçmeden geldi elime haberi. Puf böreği iste­
mişti canı yine, çalgıcılarını özlemişti pasajın. Geliyordu.
Bir cumartesi oldu iki cumartesi. İki cumartesi oldu üç
cumartesi. Derken dört. Derken beş. Takvimimde işaretliyor­
dum her ziyareti. Babamdan böyle sır saklamak, arkasında n

1 15
dolaplar çeviriyor olmak beni hem üzüyor, hem korkutuyor­
du. Onun lıeııre de conversatioıı française d iye bildiği o günler­
de ben koşa koşa gidip Orhan Veli'yle kaçamak buluşuyor,
dediği gibi rakıyı bile sevmeye başlıyordum. Onun layken öy­
lesine gözü pek, öylesine güçlüydüm ki. Ne pahasına olursa
olsun d iyordum, her şeye değer bu beraberlik. A ma ne za­
man Kandi l li'de o koca eski yalıda bir başıma kalsam içim
içimi yemeye başlıyordu. Bunun bir delilik olduğuna karar
veriyordum. Kend i kendime kurduğum bir tuzak. Tehlike
kapanı. Yok, olmaz, gidemezd im bir cumartesi daha oraya,
çıkamazdım artık Beyoğlu'na. Ya biri beni o pasajda görürse?
"Kızın bir ordu adamın a r<1sında oturmuş rakı içiyor," d iye
yetiştirirlerse babama? İ sta nbu l'da b<1bamı tanımayan yoktu
ki. Gerçi onu tanıyanlar öyle meyhanelere gidecek adamlar
değildi. Hem çoğu beni tanımıyordu, görseler bile nereden
bilecekler kim olduğumu. Kafamd<1 bunların hesapları, ileri
geri tartışıp duruyordum kendimle günler ve gecelerce. Kime
akıl danışacağım, Şadiye Abla'ya mı, Orhan Veli'ye m i? Yapa­
yalnızdım işte.
En sonunda çözümü şapkalarda buldum. Boy boy, şeki l
şeki l şapkalar ısmarlattım oradan buradan. "Paris'te tüm ba­
yanla r böyle giyiniyormuş, biz de onun için buluşunca öyle
yapıyoruz," d iye açıkladım baba ma. Trcs a la modc. Trh; ıno­
dcrııc. Coınıne ııne jeıme fille EııropL;c1111e. O da bu halden mem­
nun, gururu okşanmış bir baba olarak her türlü tüylü, tüllü
şapkayı severek a ldı bana. Bu sayede yüzümü şapka larımın
gölgesinde saklayıp rahat rahat rakımı yudumladım o iple
çektiğim cumartesilerde. Bir iki kere bu gizlilikten iyice cesa­
ret a la rak Orhan Vel i'nin elini bile tuttum masanın a ltından.
"Kimsin, nesin sen şapkalı kadın?" d iye soruyordu Or­
han.
"Ben bir şiir ve sanat severim. Kelimelerin a henginin,
musikisinin aşığıyım," d iyordum. Sana aşığım demek yerine.

1 16
"Ama kimsin? Kimdir bu Süreyya Topçuoğlu? Nereden
gelir, nereye gider? Nedir dertleri, nedir hayal leri? Hiç piş­
man olmuş mudur bu hayatta? Anlat Allah aşkına. Neden
saklar yüzünü Süreyya, hele de gök bu kadar mavi, hayat
cennetken?" diye üsteliyordu Orhan Veli.
Ben de anlatıyordum kesik kesik, parça parça. Dedemin
Osmanlı mirasını, babamın başarılarını ve bana düşkünlü­
ğünü. Pasajlarda gizli gizli buluşup, rakı içmekten a ldığım
hazzı ve onsuzken içime dolan endişeleri. Ama her şeyimi de
döküp saçmıyordum ortaya. Sait Faik'ten h iç bahsetmemiş­
tim mesela. Bir bakıma tutuyordum kendimi. Ben tuttukça
o daha da meraklanıyordu. Geçiştiriyordum sorularını çok
üzerime düşerse. O da bir duble daha ısmarlıyordu. Bir çeşit
oyundu bizimki.
"Utanıyorsun ben im gibi bir sefi lle arkadaşlık etmeye,
değil mi?" d iye sordu bir gün Orhan Veli. Ama bunu öyle
alıngan bir edayla sormadı, bilakis göğsünü kabarta kabar­
ta, cevabını duymaya lüzum bile hissetmeden sordu. O ço­
cuk heyecanı, çocu k g u ru ruyb. Orha n Veli sefaleti seçiyordu.
Sefaleti seviyordu. Kazand ığı her ku ruşu duble rakılara, puf
böreklere, çalgıcılara, dilencilere, çıkarmaya çalıştığı dergile­
re, d iğer şairlere harcıyordu. Bu onun isyanıydı bir bakıma.
Oturmuş düzenlere, beklentilere karşı duruşu. Nasıl k i şiir­
lerinde imla kurallarına, kafiyelere baş kaldırıyorsa, hayatını
da öyle yaşıyordu günlük seçimleriyle. Öyle mutluydu. Öyle
mutlu olduğunu söylüyordu sürekli.
Yine de zaman zaman yadırgıyordum böyle kendini, şiir­
lerini, dostlarını, Garip a kımını, biz o masada baş başa oturur­
ken görünmeyen kişilere karşı sürekli müdafaa edişini. Mü­
d a faa etmeye ihtiyaç duyuşunu. Hele de bir iki duble içmişse
başlıyordu davasını savunmaya: Shakespeare'den şuu raltı
teorilerine, köşe bucak destekleyici delil arıyordu kendine.
Onların şiirlerinde nasıl dürüstlük ve özgürlüktü a maç, niye

1 17
bayattı duygusallı k, anlatıyordu uzun uzun beni ikna etmeye
çalışır gibi.
Ben tabii ki onun tarafındaydım. Sıradanlığın, saflığın,
hatta ve hatta sefil liğin tarafında. H içbir zaman utanmamış­
tım ondan, seçtiği yaşamdan. Tam tersi. Onur duyuyordum
onunla karşı karşıya oturmaktan. Umurumda değild i maaşı,
sülalesi, istikbali. Sanatı ve felsefesiydi beni etkileyen. Hecele­
rinin, cümlelerinin günlük mücadelesi. Çocuksu bir coşku ve
ilahi bir inançla savaşıyordu. Silahı o bayağı kelimeler, ölçü­
süz kafiyesiz d izeler. Ben de onunla beraber bir asi olmuştum
işte. Her cumartesi şapkalarımın gölgesinde, meyhanenin or­
tasında. Garsonlar da beni tanıyordu artık, pasaj sakinleri de.
Yadırgamıyorlardı aralarına sızmış, yüzü saklı genç kadını.
Biliyorla rd ı ki o köşedeki benim masamdı. Benim ve Orhan
Vel i'nin masası. Ben de o devrimin bir parçasıydım. Ben de
hayatın tüm o tekdüze gibi duran ama aslında şahane m i
şahane olan detayları gibi Gnrip'in ilham kaynağıydım. Tren
sesleri, ağaçlar, taşlar, yokuşla r, çöpçü ler, vesikalı kadınlar. Ve
ben, Süreyya Topçuoğlu.
"Beni Melih Cevdet ve Oktay R ifat'la tanıştıracak mısın?"
d iye sordum bir akşa mü zeri, rakımın son yudumlarında.
"Vakti gelince," ded i .
"Bana bir şiir yazacak mısın? Bana b i r şiir adayacak mısın
bir gün?"
"Neden olmasın?" dedi.
"Babamdan gelip isteyecek m isin beni?" d iye sordum.
Duraladı. Sustu, sustu, sustu.
"Bir duble daha," dedi. "Balık da ısmarlayalım değil mi?
Bugün kurt gibi açım. Yoksa köfte mi tercih edersin? Bol ba­
haratlı, ne de güzel gider şimdi."
"Aç değilim," dedim. İyice keski n leşt i gözlerim. "Babam­
dan isteyecek misin beni?"
"Bak Süreyya," dedi Orhan Vel i, elinde rakı bardağı, kaş-

1 18
lan her zamankinden de devrik. "Sevdi m seni, biliyorsun. Sa­
h iden sevdim. Ama ben farklıyım. Evlilik mevli l ik yaraşmaz
bana."
"Neden?" diye sordum.
"Ben buraların adamıyım, görüyorsun," dedi. "Düşün­
sene, üzerimde pijama, elimde gazete, şöyle oymalı koca bir
koltukta oturmuşum, yanımda uysal bir kadın bana yün kaş­
kol örüyor. Olur mu?"
O güldü. Ben gülemedim.
"Öyle olmak zorunda değil ki," dedim. Sesim titremeye
başlamıştı. Bir haller gelm işti üzerime, tutamıyordum kendi­
mi bugün. Dökülüp saçılıyordum işte göz göre göre. "Yine bu­
raya gelir puf böreği yeriz. Hem ben öyle örgüden, nakıştan
da h iç anlamam. H izmetçilerle büyüdüm ben, hatırlasana."
"Daha beter," dedi Orhan Veli. "Baksana başındaki şu
�apkaya. Nedir şimdi bu şapka?"
"Saten," dedi m suçlu suçlu .
"Al sana saten şapka. Olur mu böyle? Sen hizmetçilerle,
�oförlerle, özel öğretmenlerle büyümüşsün, büyümüşsün de
saten keten şapkalara bürünmüşsün, sonra bir iki şiir oku­
muşsun Varlık dergisinde, bir anda benim sefil dünyama düş­
müşsün. Ben ki mısra la ra karşı duran adamım. Yeniyi, gerçe­
ği, dürüst sözü a rayanım. Eski hayatları taklit etmeye h iç m i
hiç n iyetim yok. Kalıplara girmeye bu gönlümün gücü yok."
Öfkeleniyor d iye korktum ama bilakis gitgide yumuşadı sesi.
Gitgide dumanlandı, dertlendi. "Seninki geçici bir zevk, bir
hayal. Benimki kalıcı. Ben buralıyım. Buradan kalkıp bir köş­
ke taşınmayacağım. Burası benim yerim, bu beni m sandal­
yem. Bak ellerim nasıl d a zayıf, nasıl da yıpran mış. Bak şu
,1yakkabılarıma. Eski püskü ama benim gözümde yok daha
güzeli. Bak bu da benim rakı bardağım. Kenarı çatlak d iye
daha bile çok sevdiği m bardak." Bir an için durdu. Soludu sa­
dece. Sonra y ine buldu gözlerimi. "Sen ise ziyaretçisin. Saten

1 19
şapkalı m isafirim. Geçiyormuşsun, durmuş oturmuşsun bir
süreliğine. Hem yanı başımdasın, hem de o şapkanın altında
uzaklarda bir yerde. Birazdan da kalkıp gideceksin. Biliyo­
rum. Saatin geldi. Evine döneceksin. Şoförün seni kapına ka­
dar götürecek. Sen orada Kandi lli'nin kıyısı nda, ben burada
taş sokaklarda. İmkansız mesafeler bunlar. Aşıl ması müm­
kün değil. Anlıyor musun?"
"Hayır," dedim kekeleyerek. "Anlamıyorum."
"Anlamazsın tabi i. Anlayamazsın. Suç ne senin, ne de be­
nim," ded i. "Ama şu kadarcık söyled iğim i, derdi m i, özümü
bile anlamadıktan sonra nasıl karım olacaksın? Nasıl bir yas­
tıkta kocayacaksın ben imle? Nasıl sevişeceksin benimle yok­
sul bir evde, beyazı sarı olmuş çarşa flar içi nde?"
Ağzında n çıkan her kelimeyle parma klarımın ucundan
kayıp gidiyordu sanki. Yabancılaşıyordu.
"Boş ver Orhan," ded i m, masanın altından yakaladım
d izini. "Hiç bu konuyu açmamışım gibi yapalım. Hiçbir şey
olmamış gibi, konuşmamışız gibi devam edelim. Sen ısmarla
o rakını. Belki ben de bir tek daha içerim. Balığı da söyle is­
tersen. Tava, buğulama hiç fark etmez bana. Senin canın ne
çekerse."
"Güzelim," dedi Orhan Veli, sesi her zamankinden a l­
çak, her zamankinden hüzünlü. "Dayanamam ben bu yüke.
İtira f edemezsin kalbinin tüm ümitlerin i, tüm efkarını böyle
bir anda. Sonra da hiç olmamış gibi davranamazsın. Vazge­
çemezsin ağzından, kaleminden dökülen sözlerden. Hile bu.
Yalan bu. Böyle yaşanmaz ki hayat dediğin. Kendine sadık
kalmalı insan. Kendi doğrularına sadık. En önemlisi o."
"Bu geceli k," dedim, gözlerimde yaşlar birikmeye başlı­
yordu. "Sırf bu anlık." Çekti dizini elimin a ltından. Eğdi m
başımı, şapkamın gölgesinde kurulad ım yüzümü masanın
kırıntılı örtüsünün ucuyla. Ceket cebinde bir mendi l bile taşı­
mıyordu Orhan Veli. Bir mendili bile yoktu garip Orhanımın.

1 20
O zaman ne demek istediğini biraz daha iyi anladım.
"Önümüzdeki cumartesi gelecek misi n?" d iye sordum
J.._ a lkarken sofradan.
"Sanmıyorum," dedi.
"Ya bir sonrak i cumartesi?"
"Bilmiyorum."
Taktım çantamı omzuma, tam bir iki adım atmışken ses­
ll'ndi arkamdan. "Yolum düşünce bir mektup yollarım sana.
1 lem bakarsın bu defa Oktay ve Melih'i de getiririm."
Sevmişti beni. Öyle ded i. Sevebilmişti. Biz birbirimize ait
olmasak da, ben saten şapkalarımı giysem de, onun bir men­
d ili olmasa da sevebilmişti beni. Belki gerisi o kadar da mü­
him değildi.

" Bi r iki kaşık yeseydin bari Süreyya Hanımım," dedi Ferit,


,ıcıklı acıklı bezelyelere bakarak.
"Yarın," dedi yaşlı kadın. "Sen de benimle karşılıklı y i­
vince."
"Yokum ben yarın, izin günüm," d iye yeniden hatırlattı
Ferit. "Ama pazartesi beraber yiyoruz ve sırnaşıyoruz," d iye­
rek yaşlı kadının elini okşadı, hem onu hem kendisini avut­
maya ça lışarak.
Tam kapıdan çıkıyordu, durdu geri döndü, "Bir şey sora­
caktım ama ... " d iye.
"Sor," dedi yaşlı kadın.
"Ben çok düşündüm. En sonunda anladım ki size sor-
mam gerekiyor. Zor sormak ama ... "
"Sor soracaksan kızım, eveleyip geveleme lafı ağzında."
"Şu kitap var ya, siz dediniz, kızın adı Feride."
"Çalıkıışıı."
"Evet, o. Ben onu okumak istiyorum. Günlerim çok uzun
burada ama gece yattığımda uyumadan okurum biraz, sonra
otobüs yolculuğunda okurum birkaç sayfa."

121
"Tabii ya, istersen okursun. Çok kızıyorum kitap okuma­
ya vakti olmadığını söyleyip boş boş yakınanlara. İ nsan istedi
mi her şeye vakit yaratabilir."
"Öyle Süreyya Hanımım, haklısınız, ama beni m duru­
mum başka. Siz dediniz git kitapçıdan al diye ama ... Ama işte
dedim ya durumum başka d iye ... Yani ... Ben burada çalışalı
bir iki hafta oldu. Daha maaş, bahşiş falan da a lmadım. Ki­
tapçıya verecek şeyi m yok. Onun için alamıyorum ki tabı."
"Eee?" dedi Süreyya Hanım, kaşları çatık çatık.
"Acaba siz?"
"Bendeki kitap kim bilir nerede? Evi satarken birkaç kutu
k itap aldım yanıma o kadar, gerisini derneklere bağışladım.
Git bir kütüphaneye sor iyisi mi."
"He ya. Kütüphane, öyle yaparım," dedi Ferit, boynu bü­
kük, cesareti kırık.

Yemekhaneyi süpürdükten sonra Mualla Yengesi'nden biraz­


cık mola isteyip Doktor Ay ten'in ofisine gitti.
"Doktor Hanım, müsait misiniz?"
"On dakika sonra bi r sakini görmeye gideceğim ama gel
konuşalım kısa da olsa. Ferhan'dı değil mi adın?"
"Ferit."
"Pardon Ferit, doğru, unutuvermişim."
"Önemli değil Doktor Hanım. Sizinle Süreyya Hanım'ı
konuşacaktım. A Blok, 627."
"Evet, evet, hatırlıyorum. Ona a rkadaşlık ediyordun."
"İçim ısındı Süreyya Hanım'a. Ama korkuyorum Doktor
Hanım. Hiç yem iyor, geçen gün fena laşmış, düşmüş. Siz hap
veriyormuşsunuz, almıyormuş."
"Haklısın merak etmekte, Süreyya Hanım çok zayıfladı,
çok güçsüzleşti. Ama bizim ısrarımızla olmuyor bu iş. Kendi­
si istemedikçe yemeyi, ilaçlarını a lmayı. .. Hayrola ne zaman
düşmüş? Kimsenin haberi var mı?"

1 22
"Bir iki gün önce. Ama bana kimseye söylememem için
..,(iz verdirdi, y ine de dayanamadım geldim size söylüyorum
i�te."
"İyi ettin gelmekle. Bilmemiz iyi. Ara sıra bir hemşire
vollarız odasına en azından kontrol için."
"Aman benim bir şey söylediğimi söylemeyin, gözünüzü
..,t'veyim Doktor Hanım."
"Sen merak etme. Hiçbir şey söylemeyiz Süreyya Ha­
ı ı ı m 'a. Onun dışında keyfi nasıl? Morali çok bozuk mu?"

"Yok Doktor Hanım. Bana cıvıl cıvıl anlatıyor. Benim yaş-


1,ı rımdayken ne aşkları varmış Süreyya H a n ım'ın. Sandallar­
dil, Beyoğlu'nda, her yerde gezermiş. Ben de çok seviyorum
d i nlemeyi, ne güzel, masal gibi. Geçinip gid iyoruz öyle."
"Kendi kendine oturup anlatıyor bu gezmeleri öyle mi?"
"Evet evet. Hem de nasıl iyi hatırlıyor. Maşallah. Ben dün
.ı kşam yediğim yemeği unuturken, o yediği puf börekleri fa-
1,m hatırl ıyor valla."
"Demek öyle ..." dedi Doktor Ayten, gözlük lerini düzeltti,
sonra da gitti yine çekmecelerden o dosyayı çıkardı, yüzünde
l'n ciddi doktor ifadesi, bir şeyler okudu, başını ufak ufak sal­
lilya sallaya. Sonra dosyayı yerine geri koydu, gözlüklerini bir
d aha düzeltti. "Benim şimdi gitmem gerekiyor Ferit'çiğim.
Dedi m ya bir sakini göreceğim. Ama sen bir ara gel yine, an­
l ilt biraz nasıl gidiyor Süreyya Hanım'la dostluğun, neler a n­
latıyor sana. Olur mu?"
"Peki, Doktor Hanım," dedi Ferit, ama içinde sert mi sert,
kenarı köşesi keskin bir kuşku ... Boşboğazlık etmiş, söyleme­
mesi gereken şeyleri söyleyiverm işti. H iç gelmemeliydi oysa
buraya. İ hanet etmişti Süreyya Hanım'ın güvenine, hem de
göz göre göre. Verdiği sözü tutmamıştı.
Tam çıkarken aklına bir şey geldi, aniden döndü, "Son bir
�ey soracaktım Doktor Hanım."
"Sor Ferit."

1 23
"Buralarda bir kütüphane var mıdır?"
"Kütüphane? Hay A llah, aklıma da gelmiyor ki. Hayrola
a radığın bir kitap mı var?"
"Çalıkıışıı."
"Çalıkıışu! Kaç sene önce okumuştum, çocuk yaşta. Bir
çırpıda hem de! En sevdiğim romandı o zamanla r. Sen de
okudun mu?"
"Okumadım Doktor Hanım."
"Sahi mi? H ımın, dur ben düşüneyim, belki benim evde
eski de olsa bir kopyası duruyordur. Kendin için mi istiyor­
sun?"
Süreyya Hanım için diyecek gibi oldu bir an, o istemişti
ya okumasını, a ma "Evet, evet, kendim için," diye düzeltiverdi
kendini. O kuşku dolu sertlik halfı içinde, bir inatçı tehdit gibi.
"Ne güzel. Bir bakayım ben. Sen yarın öbür gün uğra
bana yine, olur mu?"
"Olur Doktor Hanım, sağ olun."

O gün her zamankinden yorgundu eve dönerken. Mualla


Yengesi sordukça soruyordu, annenle konuştun mu, nasıllar­
mış, kitap parası n ı isted in mi, A-344 bundan böyle odasına
servis istiyormuş Ferit gider miymiş, a kşama ne yemeli, yarın
oğlanları da a lıp Silivri'ye gidebilirsek ne iyi olu r değil mi,
bizim koca bakka la bakacak başka birini bulamaz m ı İsmai l
Dayı b i r güncüğü ne?
Ferit ise kendi içinde kendi sorularıyla ve sitemleriyle sa­
vaşıyordu. Doktor Ayten'e gitmemeliydim, söylememeliydim,
hem neden bu kadar mera k lı Süreyya Hanım'ın anlattıkla­
rına, dostluklarına, Süreyya Hanım'a yedirmeliydim bugün,
parası var mıdır ki sahiden, zamanında zenginmiş, kimsesi
yok mu şimdi, çocuğu, torunu, Sait Faik'i, Orhan Veli'si, Dok­
tor Hanım bulabilecek mi bana o kitabı, Memo hafta sonu ba­
basından izin alıp bizimle Silivri'ye gelebilir mi?

1 21
l'nzar

"Silivri işi yattı. Beyimizin maçı varmış, Si livri'ye gidersek


/,ı manında yetişemezmiş kahveye." Mualla Yenge sıkkın,
bıkkın, suratı asık oturuyordu mutfa k masasında, önünde de
bir kase zeytin. "Her gün maç, her gün maç! Bitmiyor ki. Bir
"l'zon bitiyor, diğeri başlıyor. Bunlar l ig maçı bile değilmiş,
i lvle hazırlık maçı. Kim kazandı, kim kaybetti bile önemli de­
gil. E, o zaman ne izliyorsun be adam!" Otur, otur diye işaret
dti Ferit'e. Ferit oturunca, zeytini ona doğru itti. "Al ye biraz,
köy zeytini. Komşu Ayten Abla getirip bırakmış dün." Son­
ra dalgın, devam etti söylenmeye. "Yüzünü göremez oldum
oğullarımın. Bakkal hapsi. Gerçi bakkalda olmasalar kim
bilir nerede olacaklar? Hepsi vefasız bun ların, hepsi. Yesene
kızım bir tane, bildiğimiz zeytin. Çekinme."
Ferit küçük yeşil bir zeytini seçti, ilttı ağzına. Ekşi etli, iri
l.,l'ki rdekli bir şeydi.
"Beğend in mi?" d iye sordu Mualla Yenge.
İşte o zaman Ferit norma lde hiç yapmad ığı bir şey yaptı:
" Hayır," dedi.
Mua lla Yengesi kalın kaşlarını şöyle bir kaldırıp ind i rd i,
kendine doğru geri çekti kaseyi. O da ağzına bir tane attı. Bir
süre düşü ncel i düşünceli çiğnedi. Sonra, "Haklısın," ded i .
" Pek b i r şeye benzemiyormuş."
Karşılıklı sessiz sessiz oturdular bir süre.
"Peki, biz ne yapal ım?" d iye sordu en sonunda Mualla
Yenge. "Seninle ana-kız gibi dolaşmaya gidelim mi? Çarşıya
�:ıkarız, bakınırız. İster misin?"
Zeytin hadisesinden a ld ığı güç ve güvenle, "Yok yengeci­
gi m," dedi Ferit. "Çok yorgunum ben. Öyle çarşı gezecek ha­
l i m yok. Tabanlarım şiş o merdivenleri inip çıkmaktan. Evde
k,ı lalım bugüncük, olur mu? Bir çay demleyelim o kadar. Baş­
ka bir şeye ihtiyacımız yok çok şükür."

1 25
"Tamam," dedi Mualla Yenge, hayal kırıklığını da o ekşi
zeytinle beraber iyice çiğneyip yuttu. "Ama sen de şu asansö­
rü kullanmaya a lışsan iyi olacak."
Ferit, Fatma'ya bir mektup yazdı o gün. "Boş ver," dedi
mektubunda. "Boş bu İstanbul, Ankara, üniversite hayalleri.
Kolay değil uzak olmak. Anamın yanında olayım, gerisini is­
temiyorum artık." Bunu Fatma'dan başkasına itiraf edemezdi
ki. Tabii bu sözleri en son duymak isteyecek olan da Fatma'ydı.
Sabırla ve özenle o mektubu ince, ince, i nce yırttı. Sait
Faik'in o en son notu gibi denizin sularına bırakmak istedi
hece hece, harf harf paramparça olmuş sayfayı. Denize ne ka­
dar uzaktı bu ev acaba? Gitti tuvalete, attı avuç dolusu itira­
fını, çekti sifonu. Sonra da kapattığı klozet kapağının üzerine
oturdu, ağladı, ağladı.

Pazartesi

Bugün Ferit'i n elindeki tL•pside dört yerine, altı tabak vardı.


İki etli nohut, iki zey t i nyağlı havuç, bir şehriyeli pilav (Hak­
l ıydı Süreyya Hanım, sürekli pilav, sürekli pilav!), bir kase de
erik.
"Dişsiz ihtiyarlara da böyle kütür kütür erik verilir m iy­
miş?" diye söylendi Süreyya Hanım.
"Ama sizin dişleriniz sapasağlam," dedi Ferit.
"Takma, hepsi takma. Bir geridekiler sabit, onlar da altın
zaten." Açtı ağzını parmağıyla gösterdi a ltınlarını Süreyya
Hanım. Sarı, sivri dişler. Sahte dişler.
Ferit, Süreyya Hanım'ın kucağına bir peçete serdi, tabağı­
nı kaşığını yerleştirdi başucundaki sehpaya. Kendisi de otur­
du yerine kendi yemeğiyle, "Haydi," dedi, "Afiyet bal şeker
olsun."
Süreyya Hanım bir iki kaşık nohut yedi, sonra durdu, "İş-

1 26
ı . ı h ı m yok ki. Hem ben alışık değilim bu saatlerde yemeye.
1 1.ı ksana, tıkanıverdi m."
"Olmaz Süreyya Hanımım, bakın ben y iyorum." Göstere
)',İistere tepeleme dolu bir kaşığı götürdü ağzına Ferit.
"Sen on beş yaşındaki halinle, kendi iştahın, sağlığınla
l ıl'nimkini kıyaslayacaksan işimiz zor."
"On yedi Süreyya Hanım. On yedi."
"Bana hepsi bir. On, on beş, on yedi. Sen de seksen sekiz
v.1şına gelince anlayacaksın halimi de diyeceksin, 'Ne çeki­
vıırmuş da bilmiyormuşum, boşuna üstüne gitmişim rahmet­
l i n in."'
Ağzı etli nohutla tıka basa dolu, "Demeyin Hanımım, de­
ınL'yin öyle," d iye mızıldandı Ferit.
"Ağzında lokma varken konuşmamayı öğretmed i mi an­
ııl'n sana kızım?" "Affet." Yine ağzı dolu dolu.
"Affedersiniz d iyeceksin. Özür d i lerim diyeceksin."
Kızardı Ferit, yuttu lokmasını. "Siz de yiyin a ma," diye o
�,-ı kıştı bu defa. "Yiyin de sonra anlatın ne oldu Orhan Bey'le."
Süreyya Hanım kaşığın ı tabağa koydu, tabağı da kuca­
g ı na. "Al şunu kızım. Bak yamu k da otu rmuşum, düşecek
ı ,1bak, paramparça olacak, sonra lwr yer nohut. İyice sakarla­
�ıyor insan yaşlanınca. Hiç güvenmiyorum kend ime."
Ferit "Ben yed irseyd im" bile diyemeden, Süreyya Hanım
�.'l'nesini doğrultup "İstemez" deyiverd i.
Sarı, sivri d işler. Sahte sahte.
Ferit kalktı, tabağı tepsiye geri koydu. Sonra kendininki­
n i de bıraktı sandalyesinin üzeri nde, yere bağdaş kuruverdi.
Kc"ıküllerini de itti yana. Dinlemeye hazırdı artık.
"Üşümüyor mu popon?" d iye sordu Süreyya Hanım.
"Üşümüyor," dedi Ferit. İyice yerleştikten sonra gözlerini
d i kti yaşlı kadının hep yaşlı duran gözlerine.
"Ne bakıyorsun öyle kasap önünde bekleyen sokak kedi­
ll'ri gibi?"

1 27
"Orhan Bey'le vedalaşmıştınız hani pasajda. Evlilik ko­
nusunu konuşmuştunuz da sizi ağlatmıştı."
"Yok," dedi Süreyya Hanım. "Yanlış hatırlıyorsun, öyle
değ ildi."
Şaşırdı Ferit. O hafızasını tararken, Süreyya Hanım dü­
zelt ti hatasını, "Beni Orhan Vel i ağlatmadı. Ben ağladım."
"Farkı nedir Hanımım? Ağlamışsınız ya."
"Farkı, onun beni incitecek bir şey yapmamış oluşu. Dü­
rüstlüğü, kalbinin büyü klüğü. Ben kend i kendi me gelin gü­
vey oldum, ümitlendim de ondan ağladım. Oh olsun bana!"
Şakalaşır gibi değildi Süreyya Hanını. Çok ciddiydi. Kız­
gınd ı.
"Süreyya Hanımım?"
"Eh ama böyle durup durup sözümü kesersen hiç hatırla­
yamam ki nerede kaldığımı!"
"Affedersin Hanımım, ama son bir soru." Ferit oturduğu
yerde i leri geri, sa b ı rsız sabırsız kıpırdandı. Hatırlat t ı kendi­
ne, sahteyd i o dişler, hepsi ta kma.
"Peki," dedi Süreyya Hanı m derin bir soluktan sonra.
"Size başka bir şey desem?"
"Efendim?"
"Size Süreyya Hanım yerine başka bir şey desem? Biliyo­
rum teyze istemiyorsunuz ama belki nine?" Yavaşça o korkak
elini Süreyya Hanım'ın dizine yerleştirdi. Bir ümit.
Süreyya Hanım'ın gözleri kocaman açıldı, şimşek şimşek
bir bakış attı Ferit'e. "Olmaz, katiyen olmaz! Nineymiş! Ne o
öyle? İyice yaşlı h issettireceksin bana kendimi!"
Ferit elini o kemikli dizden, kızgın bir maşaya t utunmuş
gibi aniden geri çekiverdi. "Yok, öyle demek istemedim. Yalla
billa." Yepyeni bir fikir ışıl ışıl yand ı gözlerinde, "Peki ya Sü­
reyya Abla desem?"
Süreyya Hanım'ın gözleri daha da iri açıldı. "Süreyya Ha­
nım benim adım. Süreyya Hanım. Bunun nesi bu kadar zor?

1 28
Sen de maşallah iyice başım ıza çıktın. Az biraz sırnaşmana
1 / İ n verdik, bir anda nine, abla, akraba olduk. Kimsi n ki sen?
T,ı n ımıyorum bile seni. Gelip yemeğimi getiren temizlikçi kız
dL•ğil misin? Ne hakla bana nine, abla diyorsun!"
"Ama..." dedi Ferit. Gerisini getiremed i. Temizlikçi deği-
1 i ın ben, diye düşündü. Diyemedi. Neydi sahi kendisi? Öğren­
( i. Harçlık peşinde koşan bir öğrenci. İkiyüzlü. "Kızmayın,"
l k•di en sonunda. "Bakın ben de Orhan Bey gibi iyi n iyetliyim."
Süreyya Hanım, bulutlanmış gözleri dışarıda, sokağın
t ra fiğinde, dalmış gitmişti. Ferit'in orada olduğunu ya unut­
ınuştu ya da yok sayıyordu genç kızın va r l ı ğ ın ı .
"Süreyya Hanım, lütfen," dedi Ferit son bir defa. İhtiyacı
'"udı Süreyya H a nım'ın a ffına, ilgisine, sıca k l ığına, dostluğu­
ı ı ,ı, nineliğine, ablalığına. Verme ihtimali ola n o harçl ığa de­

gil. Anlattıklarına. Bugün her g ü n k ü nden de fa zla.


A ma sustu Sü reyya f ! a nı m . Ferit de ka l ktı usulca, topladı
kendi tabaklarını, kaşığını, çatalın ı, çıktı odadan pa rma kları­
n ın ucunda, küçülmüş, kararmış. Hir böcek gibi.

/\kşama doğru Doktor Ayten yemekhanenin kapısında be­


l i rdi. Üzerinde hafif parlak siyah bir gömlek, diz hizası dar
..,iyah bir etek, siyah topuklu ayakkabılar.
"Ferit burada mı?" diye sordu, tüm o karmaşa nın tam or­
ı ,ısı nda d i md ik durup.
Başları boneli, üstleri önlüklü kadınlar telaşla koşuştur­
du, birbirlerine sora sora buldular Ferit'i. Köşede bir taburede
i ki büklüm oturmuş, d ibi tutmuş bir tavayı fırçalıyordu.
"Kızım, gel seni istiyorlar! Yönetimden galiba. Koş koş!"
Kocaman bir korku dalgası geldi yuttu Ferit'i bir anda.
�'ekt i a ltından yeri, çekti götürdü d izlerindeki gücü. Nefesini
. ıld ı götürdü korku. Doldurdu Ferit'in ciğerlerini o kendine
ııı;ıhsus çamur gibi, katra n gibi, karanlık, yapışkan yoğunlu­
guyla.

1 29
Yerinden kalkıp da Doktor Ayten'i görünce daha da tı­
kandı Ferit. Katran oluk oluk dama rlarında. Siireyya Hanım.
Bir şey oldu. Benim sııçıını.
Ama gülümsed i Doktor Ayten. Elini salladı. Diğer elinde
bir kitap.
Yaklaştı Ferit küçücük adımlarla. Küçücük gözlerle.
"Al bakalı m," dedi Doktor Ayten, kitabı Ferit'e uzattı.
"Kütüphanemde duruyormuş. Eski biraz, sayfa kenarları yır­
tık kimi yerlerde. Ama hiç yoktan iyidir değil mi? Dün gece
oturdum bazı kısımlarını yine okudum. Bunca sene sonra.
Yine hoşuma gitti, ilk okuduğumdaki gibi. Umarım sen de
benim sevd iğim kadar seversin." Doktor Ayten o karmaşa­
nın içinde, siyah ların içinde, durdu bir süre daha. Duruşunda
belli belirsiz bir merak, bir beklenti.
"Sağolun Doktor Hanım," diyebildi en sonunda Ferit.
"Okur okumaz geri geti ririm."
"Acelesi yok," dedi Ay ten H;ı nı m . "Bilks;ına, kalın hayli."
"Evet," ded i Perit. Sırtı aşınmış kitabın kapağını çevirdi
bir daha baktı. PembL>. Üzerinde birbirine geçmiş bir güzel
kadın yüzü, bir erkeğin gölgesi, bir ev. "Kalın ama olsu n,"
dedi. "Bu a kşam başlarım okumaya. Söz."
Gülümsedi Ayten Hanım. Gözleri, gözbebekleri gülüm­
sedi.

Akşam Mualla Yenge bulaşıkları yıkarken o çok sevdiği


Sivas türküsünü tutturmuştu.

Oy madımak teke tiike sakalı


Oy madımak eve/ik yemlik
Oy madımak kıışkıışıı yemlik
Oy madımak

"Haydi kızım, sen de söyle benimle."

1 30
Ferit masada oturmuş tane tane pirinç ayıklıyordu. Far­
k ında bile değildi yengesinin onunla konuştuğunun.
Mualla Yenge sustu bir an. Kalın kaşlarını çatarak izledi
ı :erit'in ince parmaklarını, dalgın halini. Sonra silkti omuzla­
rıı u, devam etti.

Madımak pişer oldıı


Tencerem taşar o/d11
Ciinde yedi,� iın şamarlar
Bir iken beşer oldu

lsmail Dayı içerden seslendi, "Bir tane orta şekerli yapsana


1 lanım, çok canım çekti."
Mualla Yenge "Kıçı koltuğa u hu landı tabii," gibi bir şey­
ler m ırıldandı.

Oy madımak teke tiike sakalı


Oy madımak evclik yemlik

(,'ıkardı cezveyi, şekeri, kahveyi. "Sen de ister m isin Ferit


kızım? Gittin uzaklara bir yerlere yine, o küçük kafacığının
içinde! Madımak! Bak bana bir."
Ferit kaldırdı başını, Mualla Yenge'yi ilk defa duyuyor­
muş gibi. Kirpiklerini kırpıştıra kırpıştıra, şaşkın şaşkın baktı
vengesine.
"Çek şu kakülleri de göreyim gözlerini," d iye yaklaştı,
kendi eliyle açtı genç kızın a lnını, yüzünü. Çırılçıplak hissetti
kendini Ferit, kaçırdı gözlerini.
"Nen var?" diye sordu Mua l la Yenge. "Bir garipsin."
"Yok," dedi Ferit, hızla geri taradı kaküllerini. Kapattı al­
n ı nı, yuzunu.

"Bir kahve de sana yapayım da kendine gel," dedi Mualla


Yenge.

13 1
"Peki," dedi Ferit.
"Ben kend ime çok şekerli yapacağım."
"Peki," dedi Ferit yine.
Kahvelerini beraberce televizyon ka rşısında içtiler. İsmail
Dayı elinde tabanca gibi sımsıkı tuttuğu kumandası, o kadar
sık değiştiriyordu ki kanalları, Ferit'in başı döndü. Koydu boş
ka hve fincanını sehpaya, yüzünü ovdu.
"İyice yorgun bu kızcağız," dedi Mualla Yenge. "Hayd in
bey, kalk içeri gidelim de Ferit de yatsın uyusun iki damla ."
"Peki, peki," diye homu rdandı İsma il Dayı. "Çok lazım­
mış gibi bir de o kahveyi içtik, cin gibiyim şimdi."
"Yahu sen istemed in mi kahveyi? Sanki biz içirdik!" diye
homurdandı Mualla Yenge de.
İ smail Dayı son bir kanala daha bakıp kapattı televizyo­
nu. "Duymadım sanma Hanım. Bil iyoruz herha lde, ben iste­
dim ama sen deseyd in ya, 'Bu s,ıa tte nL' kahvesi, uyuyamaz­
sın sonra,' diye."
Mualla Yenge kapıda d urdu baktı kocasına bir süre, yü­
zünde kend inden ho;mut bir ifode.
İ smail Dayı da yarı çapkın bi r tebessümle, "Niye aldık
seni karı diye? Bana bakmayacaksın da ne yapacaksın?" diye
yanaştı kapıya, gıdı kla maya başlad ı Mualla Yenge'yi.
Mualla Yenge kıkır kıkır. "Yapma gözünü seveyim, ay,
yapma, hem de misafirin önünde. Tövbe tövbe!"
Birbirleriyle itişe kakışa odalarına çekild iler. Ferit de çek­
yat koltuğuna çarşafını serdi, yastığını kabarttı, uzandı. Ama
o da hiç uyuyabilecek gibi değildi. Kalktı, yandaki sehpanın
üzerindeki lambayı yaktı, torbasından kitabı çıkardı, bağdaş
kurdu koltuğun üzerine, okumaya başlad ı.
Sanki bir anda ayağı kaydı bir satırd an diğerine geçerken,
satır aralarına düştü ve Çn/ık1 1�11'nun içinde kayboluverdi. Bir
anda Feride oluverd i Ferit. Küçücük bir Feride. Ağaçların te­
pesinde, kiliselerde, İ stanbu l'da bir başına, babasına hasret,

) )2
,ı nnesine hasret, sığıntı, ya lnız, yaramaz, a n laşılmaz bir Feri­
de. Çocuk Feride. Saatlerce, sayfalarca Feride.
O kadar dalmıştı ki kitaba, ne kapının açılıp kapandığını
duydu, ne yanaşan ayak seslerini.
"Ne yapıyorsun?"
irkild i Ferit.
"Korkuttum mu?" d iye güldü gölge adam.
Salonun yarı karanlığına karışmış, ince uzun Memo du-
ruyordu karşısında.
"Yok," dedi Ferit.
" Korkuttum," dedi Memo.
"Biraz." Ferit gözlerini dikti karanl ığın içinde saklanan
1.;ocuk adama.
"Ne yapıyorsun?" diye tekrarladı Memo.
"Okuyorum."
"Ne okuyorsun?"
"Çalıkuşıı ."
"Kız romanı yani."
"Hayır," d iye savu ndu hem keııd i ııi, hem Feride'yi. "Oku-
dun mu yoksa?"
"Niye okuyayım k i? Kız romanı basbayağı."
"Niye kız romanıymış?"
"Bariz değil mi? Aşk meşk. Feride, Kamran."
"Okudun yani?"
"Okumadım," d iye sertçe tekrarladı Memo. "Türkçede
iidev vermişlerdi. Ama ben okumad ım tabii. Sınıfta okuyan
kızlar özetledi teneffüste. Öğretmen olmuş, okul okul Anado­
lu 'yu gezmiş, ama aklında hep o Kamran, sonra..."
"Söyleme gözünü seveyim," ded i Ferit telaş içinde. "Çok
haşlardayım daha."
Güldü Memo. Bir iki adım daha yaklaştı. Hafiften yalpa-
1 ıyordu sanki. Sigara kokuyordu nefesi, kıyafetleri. Sigara ve
l'kşimsi başka bir şey. Sirke gibi, oksijenli su gibi.
"Saat kaç?" d iye sordu Ferit doğrulup.
"Geç." Çıkardı gözlüğünü Memo, gömleğinin kenarına
sildi. Hayli kuvvetliyd i her ne ise o koku.
"Ne kadar geç?"
"Geç işte." Gözleri bile sigara dumanıyla dolmuştu sanki.
Puslu, gri.
"Yeni mi kapad ınız marketi?" Soğuktu Ferit'in sesi, so­
ğuk olmasını istemed iği halde.
"Oldu bir iki saat. Sonra da takıldık biraz. İbo'nun kalbi­
ni kırmış kız arkadaşı, onunla dalga geçiyorduk." Memo gitti
Ferit'in döşeğinin karşısındaki tek kişilik koltuğa oturdu. Ar­
kasına yaslandı, yayıldı, bacaklarını da uzattı iyice.
Kendi salonu, kendi koltuğu tabii, d iye düşündü Ferit.
Kendi bacaklarını toparladı. Önüne ba ktı boş boş.
"Eee," dedi Memo. "A nlat ba kalım. Nasıl buldun İstan­
bul 'u, fa rklı değil mi si zin küyden?"
"Köy deği l bizim kisi." Yine ne kadar yabancıydı kend i
sesi. Yabani. "Bizim de var marketlerimiz, berberlerimiz, ka­
rayollarımız. Çok farklı değil buradan." Sabiha'nın naz dediği
bunun gibi bir şey miydi acaba? İstemsiz. Ama kaçınılmaz.
"İstanbul gibi olamaz herhalde," dedi Memo. Bir sır pay­
laşıyormuş gibi iyice öne eğildi, eliyle ağzının tek yanını ör­
tüp, "Sen de yerleşeceksin buraya. Bak gör. Dönmek isteme­
yeceksin Sivas'a bir daha," dedi.
Diken d i ken oldu Ferit'in cildi. Açtı ağzını ama söyleye­
medi bir şey. Buz saçakları boğazında, ağzında. Sert, sivri.
Süreyya Hanım'ın dişleri gibi. Neredeydi az önce kendi gibi
bildiği o Feride, gelip kurtarsaydı ya Ferit'i bilmiş d i l i, deli­
l iğiyle.
"Anam seni nasıl seviyor baksana. Elaleme de tanıştırı­
yor kendi kızı gibi. Kesin isteyecekler seni babandan." Gevrek
gevrek güldü Memo. "İbo öyle d iyor."
"Ne d iyor İbo?" Feride, 11eredesi11, gel. Korkııyorıım tek başıma.
"Kaç yaşındasın?" d iye sordu Memo, Ferit'i duymamaz-
lıktan gelip.
"On yedi," dedi Ferit. Kekeliyordu neredeyse.
"Eh, zamanın gelmiş," dedi Memo, tekrar taktı gözlüğünü.
Memo'nun yüzünde çocuksu ama çapkın bir ifade, Fe-
rit'inkinde bembeyaz bir korku.
"Hayır," ded i Ferit. O a nda tek anlam taşıyan kelime buy­
du sanki. Hayır. Hayır. Hepsine hayır.
"Bu saatten sonra okunmaz, yat uyu," ded i kalktı Memo.
Sallana sallana yü rüdü. Çıktı odadan. Kapadı kapıyı a rkasın­
dcın. Sertçe.
Ferit yutkundu. Buzdan saça klar bıçak gibi dilinde yatı­
yordu. Yutku ndu yine. Ama yutamad ı bıçakları.
Uzandı ışığı söndürdü. Titremiyordu elleri, titriyor gibi
h issettiyse de. Süreyya Hanım'ı hatırlayıverdi. Onun uyku­
suz geceleri ni.

Salı

Sabah çok sakardı Ferit. Önce dirseğinin o en kemikli köşesi­


ni lavaboya çarptı. Bütün kolu uyuştu. Sonra ayağının küçük
parmağını kapıya toslad ı. Tırnağı düşecek gibi uzun uzun
sızlad ı durdu. Etiler'e vardıklarında kahvaltı için ekmeği ke­
serken elini kesti, hem de derinden. Üşüştü başına bir yığın
kadın, "Vah vah, kötü de yarmışsın be kızım! Dikkat edeydin
va! Ay, bak yüzü de solmaya başladı, yatırın şöyle de başına
kan gitsin." Tendürd iyotlar, yara bantları. Ferit oturdu. Göz­
leri balık gibi saydam ve donuk, bedeni boş bir çuval.
"Ayran getirin, ayran," diyen Mualla Yenge'nin sesini
duydu boğuk boğuk. Eline soğuk bir bardak i liştird iler. Bol
l uzlu. Yoğun bir hara retle içti. Alnına sirkeli bir bez koydular.
"Dikiş attırmaya gerek var m ı? Bir doktor çağırın da baksın,"
ded i birileri.

us
"Yok, yok," d iye sayıkladı Ferit. Hem yanıyor, hem de
ağrıyordu eti. "Özür dilerim," dedi, yü züne eğil m iş endişeli
gözler, kalın devrik kaşlarla ona bakan Mualla Yengesi'ne.
" Niye özür d i liyorsun kızım? Kendi elini kestin." Uzan­
dı Mualla Yenge, Ferit'in saçlarını okşadı şefkatle. "Kıyamam
ben sana. Hem elini kesmiş, hem de özür diliyor. Anan seni
ne güzel yetiştirmiş, ah sen i n güzel anan. Sen de aynen onun
gibisin."
Ferit'in içi cız etti. Memo'yu hatırladı. Kesin isteyecekler
seni. Şöyle bir salladı başını, Mualla Yenge'nin elini saçların­
dan uzaklaştırmak için.
"İyiyim," dedi biraz hırçın. "Siz dönün işinize, yok benim
bir şeyim."

Süreyya Hanım'ın tepsisini her zamanki gibi masanın kenarı­


na koydu. Sandalyeye oturdu.
"Ne varmış bu öğlen?" d iye sordu yaşlı kadın, gözlerini
kısmış tepsiyi inceleyerek.
" Ka rn ıya r ı k, pilav. Cacık. Şekerpare."
"Yaz g ü nü şerbdli şekerpare ek• olur muymuş?" d iye baş­
ladı Sü r eyya 1-frın ı m, sonra d u rdu, da ha bir d ikkatli baktı tep­
siye. "Hani sen i n taba kların?"
"Ben de aç değilim bugün."
"Olmaz öyle," dedi yaşlı kadın. "Sen büyüme çağındasın.
Senin yemen lazım."
Ya siz, der gibi gözlerini kocaman açıp dik dik baktı Ferit.
"Ben ölüm çağındayım," dedi Süreyya Hanım hiç tered­
düt etmeden. "Ha yemişim, ha yememişim."
Sustu Ferit. Bugün kimseyi avutmaya hali gücü yoktu.
Bir süre sonra, "Başladım Çnlıkıış11'na," dedi. "Kaptırı­
verdi m kend imi, saatin kaç olduğunu bile fark etmemişim.
Oku maktan uyumadım bütün gece. Şimdi çok yorgu num. O
kada r k i mutfakta ekmek dilim leyeceğim derken kendi elimi
dilimledim."

L \6
"Bakayım," dedi Süreyya Hanım, başını uzattı.
Oturduğu yerden sarılı elini kald ırdı Ferit.
"Gel buraya, yanaş da öyle bakayım."
"Bantlar var üzerinde, göremezsiniz."
Sonra yine sustular.
"Sohbetine doyu m olmuyor bugün. Yüzün beş karış,"
dedi Süreyya Hanım. "Benim de içimi kararttın."
"Affedin. Dedim ya uyuyamadım." Sargılı eliyle ovdu
gözlerini Ferit.
"Dur çıkaracaksın gözünü! Elini kestiğin yetmiyor mu?
Kaç yara gerekiyor bir güne?"
Ferit somurttu iyice. Süreyya Hanım'ın yara bere içindeki
ellerine baktı. Bir şey diyecek gibi oldu, vazgeçti.
"Ne o, kızıyor musun Feride'ye?" diye sordu Süreyya Ha­
nım bu defa.
"Feride'ye mi?" Şaşırd ı Ferit. "Neden Feride'yc kızacak
mışım ki?" Kızdığı Memo'ydu. Memo, Mua lla Yenge. Bazen
Süreyya Hanım, bazen Fatma.
"Ben kızmıştım, öyle hatırlıyoru m. Belki de haylazlığını
kıskandım. Gururunu, gücünü. Böylesine aşık oluşunu." Dü­
şündü bir süre Süreyya Hanım. "Aslında Çalıkıışıı'nu okur­
ken, hep keşke ben Feride olsaymışım, onun hayatını yaşasay­
mışım diye düşünürdüm."
"Ama şimdicik 'Çok kızmıştım Feride'ye' dediniz?"
"Tabii kızmıştım. Ama kendime de onun gibi olamadığım
için, onun gibi yaşayamadığım için kızd ım herhalde. Hatta
daha çok kendime kızdım, Feride yerine." Süreyya Hanım'ın
yüzündeki çizgiler derinleşti iyice. "Dün gibi hatırlıyorum.
Elimde Çalıkıışıı pencere kenarında oturmuşum. Dizlerimi
kend ime çekmişim, Çalıkuşu'nu yüzüme yanaştırmışım. Ola­
bildiğince yakından görmek istiyorum sanki bu hayatı." İçini
çekti Süreyya Hanım.
Bir gece önceyi hatırladı Ferit, nasıl kendini satır arala-

1 17
rında kaybettiğini. Feride oluşunu. Sonra o Memo denen mü­
nasebetsizin gelişini, o koltuğa muhtar edasıyla kuruluşunu,
muhtar ya da maganda, kendinden emin, leş gibi, kaba, saç­
ma sapan.
"Benim cesaretimin yetmeyeceği şeylere cesaret edebildi­
ği için kızmıştım belki de Feride'ye," diye devam etti Süreyya
Hanım, gözlerini yine pencereye d ikmiş.
Durdu düşündü bir süre Ferit. Süreyya Hanım'ın söyledi­
ğinin doğruluğunu hissetti ta o elindeki yarığın içinde. Dün
gece ağzını açıp da bir laf edememişti Memo'ya. Kendini sa­
vunamamıştı. Küçülüp kalmış, kekelemişti onun yerine. Ya­
zıklar olsun! Çatıldı kaşları, büzüldü o gülkurusu dudakları.
Peki ya Feride olsa ne derdi? Sahi, Süreyya Hanım olsa ne
derdi? Çek git. İstemiyorum seni. İstemez. Ama gerçekten iste­
mediğinden m i, yoksa istemeyi istemediğinden mi, istemek­
ten korktuğundan mı?
"Ne o, gözün açık uyuya mı kald ın?" diye terslendi yaşlı
kadın .
"Hayır, Sü reyya Ha nım," dedi Ferit hemencecik. "Sizi
düşünüyordum."
"Ölse de kurtulsak d iye mi?"
"Tövbe, Süreyya Hanım. Niye iftira a tıyorsunuz ki? Bili­
yorsunuz öyle şey geçmez benim a k lımdan."
"Tabii, çocuksun, ölüm gelmez bile senin aklına."
"Başka bir şey düşünüyordum. Siz ve Feride'yle alakalı.
O kadar da farklı değilsiniz d iye. Siz de cesurmuşsunuz. Ya­
şamışsınız işte Feride gibi. O pasajlarda rakı içmeler şairlerle.
Ya da evden kaçıp, bir sandala atlayıp yoğurt, balık yemeye
gitmeler. Siz de aşık olmuşsunuz. Hem de kaç defa." Abartılı
bir edayla, omuzlarını sil kti Ferit. "Çalıkıışu sahici bi le değil
ki. Roman. Kadının biri uydurmuş uydurmuş yazmış."
"Kadın değil. Adam. Reşat Nuri Güntekin."
İşte buna şaşırdı Ferit. "Adam mı? Nasıl bilmiş bir kızın

1 38
hayatını böyle?" İsmail Dayı'yı düşündü Ferit. Babasını. Hiç­
biri yazamazdı Çalıkıışıı gibi bir h ikaye. Memo bile demişti
işte, basbayağı kız romanıydı. Bir erkek, kız romanı yazabilir
miyd i ki?
Gülümsedi Süreyya Hanım. " İyi yazarlar böyle oluyor
işte. Adamlar adam olmasına, elleri nasırlı, sesleri tok. Ama
farklı bir şey var bu sanatçı takımında. Bir yanları kadın, bir
ya nları adam, bir yanları çocuk, bir yanları baba. Gözlerini
kapayıp bir yerlere gidiveriyorlar. Bambaşka bir dünya. Sonra
kalem i a lıp o dünyayı öyle bir yazıyorlar ki. Her rengi, her
tadı, her duyguyu. Sen de okuyunca ta içlerine girivermiş
gibi oluyorsun. O kadını, adamı, çocuğu, babayı tanıyorsun.
Sonra bir bakıyorsun kend i içinde de aynı kadın, aynı adam,
aynı çocuk yaşıyor." Aralık balkon kapısından sıcak, neml i
b i r rüzgar esti. Odanın havası dalgalandı. "Roman deyip geç­
meyeceksin," diye devam etti yaşlı kad ın, gözleri şimdi daha
bir canlı. "Roman dediğin gerçek hayattan daha gerçek çoğu
zaman. Şu hale bak, hayat dediğin şeye bak. Maskeli balo.
Herkes kendine bir rol biçmiş, oynuyor. Uyduruk hayatlar he­
pimizinki."
Benim rolüm ne acaba, d iye düşündü Ferit. Anasının k ızı,
babasının doğmamış oğlu, Fatma'nın hayal kırıklığı, Mualla
Yenge'nin geli n i ...
Süreyya Hanım devam etti, "Sen Feride'nin hayatına sa­
dece bir roman deyip geçebilir misin, onu söyle?"
Yine dalıvermişti işte. Süreyya Hanım'ın sorusunu du­
yunca irkildi neredeyse. "Efendim?"
"Aferin, a ferin, ne de güzel dinliyor!" d iye kendi kendine
söylendi Süreyya Hanım. "Ded im ki, Feride'nin hayatına sa­
dece bir roman deyip geçebilir misin?"
"Roman değil mi? Sahi mi Çalıkıışu?"
Süreyya Hanım sustu, bıraktı Feri t konuşsun, kendi ceva­
bını kendi bulsun.
"Yani gerçek olmasa da ... Gerçek gibi tabii ama ..." Tökez­
liyordu Ferit her bir iki kelimede. Düşü nmeye çalıştı, oysa
kafası yankı yankıydı. Kesik eli zonkluyordu. "Ben daha yeni
başladım okumaya, Süreyya Hanım. Şunun şurasında a ltmış
sayfa okumuşluğum var. Biraz daha i lerleyeyi m, sonra konu­
şalım. E mi?"
"Olur mu?"
"Ne dedin, Süreyya Hanım?"
"Olur mu? E mi yerine olu r mu demeyi öğretmeye çalışı-
yorum sana."
"Siz de hoca olmalıymışsınız, Süreyya Hanım."
"Öğret men."
"Öyle istiyorsanız, öyle olsun Süreyya Hanım." Ferit'in
hiç mi hiç kuvveti yoktu bugün. Burada oturup böyle sor­
gulanmak istemiyordu. Gidip aşağıda yanık tavaları fırçala­
mak, yerleri ovmak, kaynar su larla tabak çanakları yıkamak
da islemiyordu. Hele o otobüse binip eve dönmeyi, Mualla
Yenge'yle başbaşa ka lmayı ya da en fenası Memo'yla karşı­
laşmayı hiç mi hiç i s t l' m iyord u . Tl'k isted iği yine Feride olup,
onun hayatı içindl' ktlyboluvl'rmekti. Ya da Süreyya Hanım'ın
geçmişinde.
"Hani Orhan Bey'i anlatacaktınız bana ..."
"Baksana, gözlerini ovup duruyorsun. Eğer ben anlatır-
ken uyuyakalırsan çok kızarım sonra."
"Yok, Süreyya Hanım," dedi Ferit. "Söz."
"Git yüzüne bir soğuk su çarp bari."
"Peki," dedi Ferit, Süreyya Hanım'ın o küçücük, beyaz fa­
yanslı banyosuna girdi. Aynada baktı yorgun yüzüne. Bir iki
yeni sivilce çıkmıştı çenesinde. Boş verd i. Açtı suyu sonuna
kada r, uzandı sargısız olan eliyle, yıkandı, yıkandı, yıkandı.

"Neredeydik?"
"Pasajdan çıkmıştınız. Tam Orhan Bey'le o evlilik konu-

l/ı O
sunu konuştuktan sonra. Size arkadaşlarını ta n ıştıracağını
..,(iylemişti en son."
"Aferin, dinlemişsin. İyi hatırlıyorsun," dedi Süreyya Ha­
n ı m, şimdi daha bir memnun.
Ferit geçti sandalyesine.
"Gel yakın ıma otur şöyle, bağırttırma beni. Boğazım ku­
ruyor sonra," dedi Süreyya Hanım. Ferit çöktü yaşlı kadının
kemikli d izlerinin önüne. Sargılı eliyle itti kaküllerini, açtı
vüzünü, dinlemeye başlad ı.

Evet, o pasajdan çıkışımı unutmak mümkün değil. Arnavut


kaldırımlarda sürekl i sendeleyerek öyle bir yürüyüşüm var
ki. Nasıl ağlamaya başladım bir görsen, hıçkıra hıçkıra. Dar
bal konlarında oturmuş, bütün gün gelen geçeni seyreden o
bol makyajlı gavur kadınla ra bir güzel merak konusu oldum
herhalde. Utancımdan öleceğim. Şapkam bile saklayamıyor
perişanlığımı. Arabaya vard ığımda babamın şoförü de gör­
dü halimi. "Su ister m isiniz? Kolonya?" d iye yardım etmeye
çalıştı. Ne kolonya, ne su, ne rakı, ne de şiirleri n en güzeli
,ıvutabilird i beni o vak it.
Eve varır varmaz, koşar adım mutfağa girdim, kendi m i
Şadiye Abla'nın kol larına attım. Sıkı sıkı sarıldı bana. Göğsü­
ne yasland ım. Ağlamam durmuştu artık. Yorgundum. Gitti
babamın kapısını çaldı, ne ded iyse ded i, a kşam yemeğine in­
ınemem için müsaade istedi. Geldi tuttu beni elimden, oda­
ma götürdü, yatırdı, üzerime yorganımı örttü. Yanı başımda
oturdu saatlerce. Ne bir soru, ne bir teselli. Sadece oturdu, eli
elimde, gözleri ta yüreğimin penceresinde. İhtiyacım olan d a
buydu işte.
Kend imi rezil etmiştim. Orhan Veli de şimdi bana baş­
ka bakacaktı. Ne dostu m olacaktı, ne sevgilim. Çok kızdım
kendime. Bir çuval inciri berbat etmiştim! Ne güzel oturuyor­
duk, puf börekler yiyor, sohbet ediyorduk. Ne lüzumu vardı

l lı 1
her şeyi ciddiye bindi rmenin? Ne lüzumu vardı lafa babam ı
karıştırmanın? Kendi kendimi ikna etmeye çalıştım. Evliliğin
umurumda olmadığını söyledi m kendime. Bu macerayı, bu
hepsinden heyecanlı dostluğu ve gizli saklı aşkı, sıradan bir
karı koca i l işkisine kat be kat tercih etmem gerektiğini tekrar­
ladım defalarca. Dua gibi. Devir de değişmişti. Kimin u mu­
runda pasajlarda buluşuyorsak, yakalanırsak, yasaklanırsak
birbirimize? Her şeyi göze almaya değmez m iydi aşk? Her
riski, her mücadeleyi.
Ama başka bir ses daha vardı içimde. Küçük ama inat­
çı. Niye, d iye soruyordu bu ses. Niye aşk dediğin böylesine
yıpratıcı olmalı? Uğrunda sürekli kavga ettiğin, sürekli seni
tehdit eden bir şey mi aşk dediğin? Pamuklu bir yorgan gibi
yumuşacık, sıcak, aşina olamaz mı bir ilişki? Öylesi gerçek bir
aşk değil de, bozuk, bayat bir şey m i? Hem ne kadar şiddetli
olmalı k i aşk dediğin? Ölçüsü, sınırı ned i r bu şiddetin? Orhan
Veli'nin şiirleri duygusallığı yalcı nlıyordu. Yalınlığı yücelti­
yordu. Bizim de d i ngin, dostça bir aşk şiirimiz olamaz mıydı
sah i? Hafif muzip, hafi f çocu ksu. Olabildiğince de sahici.
Neyse ki çok geçmedl•n geld i ve i mdadıma yetişti Orhan
Veli'nin mektubu . İki ha fta sonra İstanbul'da olacaktı. Melih
Cevdet ve Oktay Rifat da katılacaktı ona bu seyahatte. "Tak
şapkanı takacaksan. Mü him değil. K imsen kimsin, hala bir
bakıma benimsin,'' diye yazmıştı.
Tekrar tekrar okudum o kısa satırları. Çiçek gibi açtı gön­
lüm.
İşte o zaman kendimi toparlamaya başladım. Çay pansu­
manları yaptım o davul gözlere. Yavaş yavaş düzeldi uykula­
rım. Yeniden hoş bir pembeli k kondu yanaklarıma. "Tak şap­
kanı t akacaksan" d iye yazmıştı. Takacaktım elbet. Hem de en
güzeli n i, en görkeml isini. Kocaman bir şeyd i, görsen! Şöyle
yan yatanlardan. Kenarı tüllü, istersen yüzünü gölgeliyor,
daha da gizeml i oluyorsun. Babam yeni getirtmişti Paris'ten.

142
Beklenen cumartesi gelince yatırdım şapkamı, düşürdüm o
ı ülü gözlerime. Sarı bir eşarp bağladı m boynuma. Sarı-siyah
çiçekl i bir de elbise giydim. Çok modern, çok kadınsı. Görsün
istedi m Melih Cevdet, görsün Oktay Rifat ne kadar havai, ne
kadar başka biri olduğumu.
Hem Orhan Vel i çok severdi sarı rengi. Olur da belki fik­
rini değiştiriverir, tümden ister beni diye u mdum. Sadece pa­
s,1jda değil. Gece gündüz.
Hazırdım. Son bir defa baktım aynaya. İyice yakından
baktım. Ne kadar gençtim. Cildim nasıl ışıklıydı. Derken göz
bebeklerimin etrafında bir şey fark ettim. Ufacık, ufacık siyah
lekeler. Delik deşik. Kaygı gibi.
Kimin için giyindin böyle, kimi kandırıyorsun? Şu ardına
saklandığın incecik tül mü koruyacak kalbini kırılmaktan?
Farz et ki o da bir Aleksand ra buldu. Bir A leksandra'yla
evlendi, onun salonunda pija ma kı rıyla otu rmaya razı oldu.
Güvensizlik kötü �ey. Hiç sorma. Hele de güvenemediğin
karşındaki değil, kend in olunca. Kend i kuvvetin, kendi diren­
cin. Her seferinde sorguladığın, terk edeceği m d iye tehditler
savurduğun aslında kendi hayatın. Sonra dönüp dolaşıp yine
geldiğin, ihanet ettiğin, intikam aldığın da kendi hayatın. Ya­
payalnızız hepimiz.
Bir aynaya bakıp da bu gerçeği görünce bir fena oluyor
insanın içi işte.
Bakma, bırakmadım kendimi tamamen. Yenilmedi m
kendi korkularıma. A ldım lavanta kolonyamı, bol bol sür­
düm bileklerime. İçime çektim o mayhoş kokuyu. Ve her za­
mankinden yirmi dakika geç de olsa vardım pasaja. Baktım
bizim köşedeki masada üç adam. Başları eğik, omuzları yu­
va rla nmış. Bardaklarını tokuşturuyorlar. Yorgun ama mutlu
bir halleri var.
Gittim başlarında durdum. "Siparişinizi a layım," d iye
bir de latife yaptım. Orhan Vel i hemencecik kalktı, daha önce

1 43
onda hiç görmediğim bir incelikle sandalyemi çekti, oturttu
beni.
"Melih Cevdet seni görmek için ta Ankara'dan geldi,"
dedi.
Koyu gri fötr bir şapka giymişti Melih Cevdet. Kaşları
kalkık, ağzı büzük. Neredeyse yakışıklıydı diyebilirim.
"Zahmet olmuş, bilseydim ben giderdim," diye bir latife
daha attım ortaya.
Garip şey şu insan hali. En gergin olduğun an en rahat­
mış gibi yapabil iyorsun. Dedim ya, hepimiz rol yapıyoruz.
Hepimizinki hikaye.
"Bu da Oktay Rifat," dedi Orhan Yeli, yanındaki gen­
cin omzuna sıkı sıkı tutunarak. İnce bir bıyığı vardı Oktay
Rifat'ın. Genişti alnı Orhan Veli'ninki gibi. Ilıktı gözleri. Es­
merdi.
"Rakımıza katılır mısınız?" diye sordu.
"Tek," dedim.
"Bir tek, sonra bir tek daha. Süreyya öyle içiyor dublele­
ri," dedi Orhan Vel i . Ya na kla rım kızardı. "Hayır, hayır," diye
itiraz etmeye çalıştım. "O sadece bir kere oldu!"
"Ya da iki," dedi Orhan Veli.
"Ya da iki," ded im.
Hep beraber gülüştük.
Bir süre havadan sudan sohbet ettik. Rakı sofrasının ada­
bı, Çiçek Pasajı'nın esnafı. Sonra Varlık, edebiyat dünyası, şair
dostları. Bir a ra Oktay Rifat sordu, "Başka kimleri tanıyor­
sun bu alemde?" diye. Omuz silktim, "Orhan Yeli sadece.
Ve şimdi sizler." Bahsetmedim Sait Faik'ten. Bahsetmed im
Aleksandra'nın üzerime düşen o ağır gölgesinden. "Ya Meh­
met Ali Sel?" d iye sordu Oktay Rifat, sonra da dönüp göz
kırptı Orhan Veli'ye. Orhan Yeli büktü dudaklarını. Ben dü­
şünmeye devam ettim. Mehmet Ali Sel. Görmüşlüğüm vardı
bu adı. Okumuştum şiirlerini. Hatırlamaya çalıştım.

1 44
Şimdi kılıksızım, fakat
Borçlarımı ödedikten sonra
İhtimal bir kat da 1fe11i esvabım olacak
Ve ihtimal se11 yine beni sevmeyeceksin .

Orhan Vel i'yd i bu dizeleri aktaran, elinde rakı bardağı, yü­


zünde yarı dertli, yarı alaycı bir ifade.
Melih Cevdet arkasına yaslanıp a lkışladı onu. "Benim şi­
irleri bu kadar iyi ezberlediğini hiç sanmıyorum. Senin göz­
den Mehmet A l i Sel, belli!"
Oktay Rifat yine bana döndü. "Ne dersin, kimin şiirleri
daha iyi, Orhan Veli'ninkiler m i, yoksa Mehmet A l i Sel'inkiler
mi?"
"Orhan Veli'ninkiler tabii," dedim bir çırpıda.
"Neden?" d iye sordu Oktay Rifat. Dirseklerini masaya
dayamış, bana iyice yaklaşmıştı, pür d ikkat bekliyordu ceva­
bımı.
Ben de kend imden son derece emin bir şekilde, "Çünkü
Orhan Veli'nin şiirlerindeki ahenk daha doğa l. Konuşma di­
line daha yakın onun anlatımları. Miza h anlayışı daha sivri.
Yaşama sevinci daha güçlü," dey iverd im bir solukta.

Aynada başka giizelsi11,


Yatakta başka;
Aldırma söz olıır diye;
Tak takıştır,
Sür siiriiştiir;
İnadına gel,
Piyasa vakti,
M ıılıallebiciye.

Orhan Vel i şiirini söylemeyi bitirince, rakısını da bitiriverdi


bir dikişte. Duymamıştım, okumamıştım bu şiiri daha önce.

145
İçimde pır pır bir ümit yandı söndü ateşböceği gibi: Bunu be­
nim için mi yazmıştı acaba?
"Mesela," diye devam etti Oktay Rifat, "Bu şiiri Mehmet
A l i Sel'in az önce duyduğumuz şiirine tercih ediyorsun, öyle
.
m ı'?"
"Evet," dedim. "Mehmet A l i Sel'inki d e güzel tabii a m a
sanki daha b i r kötümser. Hafif d e tutuk. Orhan Veli'nin ifa­
deleri bakın çok daha renkli. Akıcı."
Bu defa Meli h Cevdet atıldı ortaya, "Aman duymasın
Mehmet Ali Sel, alınır sonra!"
Orhan Veli'nin o geniş alnı çizgi çizgi olmuştu. Düşünce­
li bir hali vardı. Dostlarının yanında o kemikli kolla rı, zayıf
elleri daha da belirgin leşmişti. Çelimsizliği ortaya çıkmıştı.
Oktay Rifat ba rdağını kaldırdı, Orhan Vel i'nin önün­
de boş boş bekleyen bardağına dokundurdu. "Haydi, haydi
efkarlanma bu kada r Mehmet Ali Sel Bey. Üzerinde biraz
daha çalışırsan senin şiirlerin de Orhan Vel i'ninkiler gibi olur
bir gün. O zaman sen de Süreyya Hanım'ın gözüne girersin.
Değil mi a ma?"
Melih Cevdet ve Oktay Rifat hep bir ağızdan bastılar kah­
kahayı.
İşte o ana kadar hiç bilmiyormuşum Mehmet Ali Sel' in bir
meslektaş, bir arkadaş değil de takma bir isim, Orhan Veli'nin
ta kend isi olduğunu. Bozuldum biraz, kend imi aptal yerine
konulmuş hissettim. Yüzüm asıldı. Orhan Veli de beni m gibi
suskundu. Ne beni müdafaa edecek bir şey söylüyordu, ne
kendini, ne de gizli kimliği ni.
Oktay Rifat hemen gönlümü almaya kalktı tabii. "Haydi
size ikinci bir tek ısmarlayalım, ne olu r," diye ısrar etti. Ama
çekind i m, içersem de sonra saçma bir laf edersem, olur da
Orhan Veli'nin susku n gözlerine bakar ağlarsam diye. Geç
kalmaktan çekindiğimi bahane ederek acele kalktım.
"Olmadı bu," ded i Oktay Rifat.

1 46
"Saymıyoruz," dedi Meli h Cevdet.
Orhan Veli kalktı yine, sandalyemi çekti, elimi tuttu ben
kalkarken. Teşekkür ettim. Gözlerine baktım kısacık bir an.
Farklı bir hali va rdı. Çok farklı. Sanki beni m bildiğim, baş
başa puf börekler yed iğim o Orhan Vel i değildi bu defa. Bir
şeyler değişmişti ayrı kaldığımız bu haftalarda. Karanlıktı
yüzü. Biberliydi bakışları. Tanımadığım bir adamdı, tanıma­
d ığım bir şairdi. Orhan Veli m gitmişti, yerine Mehmet Ali Sel
gelmişti.
İçim acıdı.
"Ben bugünlerde uğruyoru m İstanbu l'a ara ara. Bir iki
dergi işi var. Görüşel im yine. İkinci bir tek içelim," ded i Ok­
tay Rifat.
"Baş üstüne," dedim, ayrıldım yanlarından.

Oktay Rifat olmasa ne yapard ık bilmiyorum. Orhan Vel i,


Mehmet Ali Sel ve ben, taha mmül edebilir miydik birbirimi­
ze, başlamadan bitirdiğimiz beraberliğimizin yasına, bu dar­
gınlığa?
Bin bir soru birikmişti içimde. Bir sürü söz ve sitem. Balık
kılçığı gibi takılmış batıyorlardı boğazıma iğne iğne. Ama bir
türlü söyleyemiyor, bir türlü soramıyordum her ne ise der­
dim, merakım.
Oktay Rifat sağolsun, yine toplanıyor o aynı masanın et­
rafında, bir güzel dost taklidi yapıyorduk ayda bir-iki cumar­
tesi. En çok şiirden konuşuyorduk. Cepleri dolu geliyordu i ki­
si de. Son günlerde, son gecelerde yazdıkları ne var ne yoksa
bir nefeste okuyorlardı. Okurken gözleri ıslanıyor, dudakları
titriyor, yumrukları masayı ve rakı bardaklarımızı sarsıyor­
du. Ben kafes, sen sarmaşık; dolan dolanabild(�in kadar! d iyordu
Oktay Rifat. Ne var ki yolculuklarda, her sefer a,�latır beni, ben ki
yalnızım im dünyada? d iyordu Orhan Veli. Bir edebiyat şöle­
niydi şahit olduğum. Bir şiir düellosu. Onları dinlerken bir

1 47
an için bile olsa hayal kırıklığımı unutuyor, kaygılarımdan
sıyrılıveriyordum. O kısacık kısacık mısralara tutunuyordum
son kalan gücüm le. Tek tesellim bu sarhoş adamların imgesiz
simgesiz, sade sözleriydi.
Ama arada bir, şiirden, sanattan bahsetmed iğimiz za­
manlarda, uzun bir sessizlikten sonra mesela, Orhan Veli
bambaşka birinin ses tonu ve üslubuyla konuşmaya başlayı­
veriyordu. "Bu emsali görülmemiş şapkanızı da Ingiliz kra­
liçesi yollamıştır d iye tahmin ediyorum. Ayrıca sizin mevki­
nizdeki bir bayan nasıl olup lütfed iyor da bizim gibi sefillerle
geçiriyor bu birkaç saatini, anlayamıyorum. Kabul etmemiz
lazım, kendinize layık seviyede bir koca bulunca, ya da muh­
terem pederiniz size münasip bir damat seçince, bizi terk
edeceksiniz. Beyiniz pasajlarda bizim gibi ipi kopuklarla tek
rakıları devirmenizi uygun görmeyecektir zahir."
Oktay Rifat gülünce, ben de çaresiz gülüyordum.
"İlahi deli Vel i! Ne diye kızı bu kadar zorlarsın ki. Bilme­
sem kıskanıyorsu n derdi m."
Oktay Rifat kald ırıyordu kadl'i1 in i, önce benimle, sonra
onu nla tokuşturuyordu. Bir nevi ba rış taa h hüdü.
Bazen yine de tutamıyor dilimi, bir cevap yetiştiriveri­
yordu m. "Sevgili Orhan Veli, siz de çok uğraşıyorsunuz se­
fil olmaya canım, olmaz ki böyle. Biri sefilse hakikaten, sefil
doğa r, parasız ve sarhoş bir anneden, kayıp bir babadan. Ve
onların gönül mirasıyla geçinir koca bir ömür. Ucuz otel oda­
larında konaklar, fahişelerle yatar kalkar, zatürree olur, sonra
da sigara izmaritleriyle delik deşik bir yorganın altında sessiz
ve yalnız ölüverir. Bir iki rakı, bir iki puf böreğiyle olmaz bu
sefalet dediğiniz şey! Siz ki üniversite diplomanız elinizde,
bin bir şiiriniz Varlık'ta, SL's'te. Meşhur bir sanatçı, bir düşünür
olmuşsunuz daha bu genç yaşınızda. Sahi, kimi kandırıyor­
sunuz kuzum?"
Oktay Rifat, "Kırmayın kalbimizi, Süreyya. Boş verin siz

1 48
bu deli oğlanın deli dolu laflarını. Derdi zaten başından aş­
kın. Benimse tek dileğim güzel bir cuma rtesi. Dostlar, sohbet,
muhabbet. Öyle değil mi? Kaldırın şu kadehleri. Hah şöyle!
�erefe güzeller! İçti kçe daha da güzelleşelim," d iye araya gi­
riyordu.
Maalesef o ne kadar uğraşırsa uğraşsın, güzelleşeceğimi-
1.e çirkinleşmeye başladık. Orhan Veli'yle şakalarımız zaman­

la daha da sivrildi, daha da amansızlaştı. Şiirden de konuş­


maz olduk. Ceket ceplerinde buruşuk buruşuk kaldı o canım
d izeler, dörtlü k ler.
Bir cumartesi Orhan Veli gelmedi pasaja. Onun boş san­
dalyesi, Oktay Rifat ve ben, baş başa kaldık ve konuştuk. Bu
defa sahiden konuştuk.
Oktay Rifat dedi ki, "Bakma bizi m akılsıza, ne yaptığını
bi l miyor kendisi de. Bana sorarsan aşık sana, hem de sırıl­
sıklam. Ve korkuyor. Korkuyor aşkını n cüssesinden. Altından
kalkamayacağından. Sen iyi bir aileden gelmişsin, Osmanlı
paşaları falan. Öylesi de bir bcıban var. Herkes tanıyor, herkes
sayıyor. Bizim çırak Orhan nasıl koskoca Salih Topçuoğlu'yla
başa çıkar ki? Günün bi rinde sizin Kand i l li'deki şahane ya­
lınıza yolu düşerse, o çatalını bıçağını nasıl tutacağını, baba­
nızla nasıl sohbet edeceğini bile bilemez ki, sevgili Süreyya.
Anla. Seni sevmediğinden değil. Beceriksizliğinden kaçıyor
Orhan senden. Bilmiyor aşkı nasıl yaşaması gerektiğini. Yaz­
mak ayrı, yaşamak apayrı. Bizimki yazıyor sürekli, çok da
güzel yazıyor, elleri dert görmesin. Ama iş yaşamaya gelince
bilemiyor ne yapacağını, yalnızlığına saklanıyor, sürekl i içi­
yor garibim."
"Ne d iyorsun Oktay Rifat?" d iye sordum.
"Hiçbir şey," dedi. "Hiçbir şey demiyorum, sadece seni
avutmaya çalışıyorum. Öylesine mahzun k i gözlerin."
"Öyle mi sahi?" d iye sordum bu defa. Kaçırmadım göz­
lerim i gözlerinden. Görsün ne kadar mahzun, ne kadar kı-

1 49
rılganım. Orhan Veli'nin görmesine ölsem izin vermezdim.
Kendi m bile aynaya bakmaya cesaret edemiyordum. Ama
biri görsün, biri bilsin gerçeği. Görsün ki, gözlerimin bir ta­
necik de olsa şahidi olsun.
"Öyle ya," dedi Oktay Rifat. "O kadar matemli olmasaydı
gözlerin, niye şu komik şapkaların a rd ında saklardın o güzel
yüzünü?"
"Güzel miyim sence?" d iye soruverdi m bu defa. İkinci te­
k i m i içiyordum, içmemem gerektiğini bile bile.
"Sorma bu soruları bana Süreyya, yeri değil," dedi.
" Niye?" d iye sordum bu defa. Çocuk gibi her şeyi bilmek
istiyordum.
"Israr etme, ne olur. Ben sana aşık olamam, isteme bunu
benden," dedi.
Bir anda gitti çocuğum, yerine diken üzerinde bir kadın
geliverdi. "Boşu boşuna kendinize pay çıkarıyorsunuz, Oktay
Rifat," dedim. Hatta ellerim titremeye başladı. "Ben asla sizin
aşkınızı istemed im! Bila kis ..."
"Bir duble daha!" diye elini havaya kaldırd ı Oktay Rifat.
"İki," d iye ben de kald ırd ım elimi.
Çok fena bakıştık boy ölçüşür gibi.
Garson elinde bardaklarımızla gel ince, Oktay Rifat be­
nimkini geri gönderdi. Ben de ona inat, onun bardağından
koca bir ağız dolusu içtim.
"Yazık," d iye başladı yeniden Oktay Rifat. "Orhan öyle
güzel şeyler söyled i ki seni anlatırken, Süreyya. O i l k tanış­
tığımızda tam Orhan'ın dediği gibi öyle yalın olmaya uğra­
şıyordun ki, bocalıyordun adeta rahat bir insan olmak için.
Acemiydin belki a ma çok da sev im liydin. Bil meseydim Or­
han'ın biricik göz ağrısısın, hemen o gün orada kalbimi çıka­
rıp eli ne verirdim. Başkaydın, çok iyi hatırlıyorum. Gösterişli
giyinmiştin, eşarplar falan. Ama hepsinin a ltında öylesine
korka ktın, öylesine kayıptın ki ... Rakını da hala tadını sevme-

1 50
d iğinden zorla içiyordun. Hele Mehmet Ali Sel'den söz açılın­
ca nasıl da bozulmuştun. Ben sende o anları sevdim, Sürey­
ya. Orhan Vel i de o anları sevdi. Onun için her cumartesi o
acemi, sakar kızı görmeye geldi buraya, biliyorum. Onun için
içirdi sana o rakıları. Onun için bırakıp da gidemedi. Bugüne
kadar... "
Bir sigara yaktı, ciğerlerini doldurdu, boşalttı.
"Ama zaman geçtikçe başka bir sen çıktı ortaya. Zor bir
Süreyya. Dik ka falı, kaprisli. Kuruntulu. Biliyorum hepsi o
korku lardan kaynaklanıyor. Ne kendine ne başkasına kalmış
saygın. Onun için iki elinle sıkı sıkı sarılıyorsun karşındaki­
n in boynuna. Boğuyorsu n adamı. İşte o zaman soruyor insan
kendine, bu aynı kız mı diye. Sonra düşü nüyorsun, tabii ya
kız Kandillilerden gelmiş, gümüş bıçaklarla bifteğini kesmiş
yemiş, Mısır'dan gelen süngerlerle cildini keselemiş, gece ya­
lağa uzandığında pikesini başka eller hiç kırışıksız üzerine
lirtmüş. Öyle büyümüş. Hiç görmemiş yokluk nedir, yalnızlık
nedir, öğrenememiş tevazuyu."
Sigarasını kü l tablasına iyice bastırdı, söndürdü.
"Kızma Süreyya. Dost ded iğin dü rüst olmalı."
Afa l la mıştım. "Siz kim oluyorsunuz da ..." diye başladım
,1 ma sinirden doğru dürüst konuşamıyordum bile. "Siz kim­
siniz ki yargılıyorsunuz ben im kapalı kapılar a rkasındaki ha­
_v atımı? Annesizliğimi, kimsesizliğimi hiçe sayıp... Benim tek
istediğim Orhan Veli'den, sizlerden, herhangi birinizden ..."
Bir anda ayağa kalktım. "Yazıklar olsun," dedim bir yılan
gibi tıslayarak. "Yazıklar olsun ..." Önce gözlerim, sonra se­
sim buğulandı. Rakı mıydı, yoksa yed iğim darbe m iydi beni
mahveden bilmiyorum. "Ben öylesine hazırdım sevilmeye!"
Sandalye iyice dolandı bacaklarıma, bir türlü çıkama­
d ıın yerimden. Oktay Rifat ayağa kalkmadı bile yardı m et­
mek için. Yüzünde muzip bir ifade, sanki perişanlığım onun
l'ğlencesi. Döndüm arkamı son bir defa. Elinde rakısı, bıyık

151
a ltından gülüyor. "Teessüf ederim" d iye bağırdım. "Teessüf
ederim!"
Ve çıktım pasajdan, döndüm evime. O yakıcı öfke ayılt­
mıştı beni iyice. Ağlayamad ı m bile.

"O kadar. Bitti işte!" dedi Süreyya Hanım, sanki o günkü ka­
dar sinirli. Kollarını sımsıkı kavuşturdu göğsünde.
"Yapmayın Süreyya Hanım, demeyin sakın bir daha da
görmedim hiçbirini diye."
"Görmedi m elbet. Niye göreyim?"
"Ama kolay mı öyle bıçak gibi kesip atmak?"
"Kolay ya."
Ferit bu fikirden korkmuştu adeta. Kuyu gözleri daha da
kara rdı, daha da derinleşti. Fatma'yı düşündü ilk. O da kesip
atmış mıydı Ferit'i acaba? Sonra babası geliverdi aklına. Tabii
ya, Ferit'in doğduğu gün babası kend ine sunu lan bebeğin ba­
cakları arasındaki yokluğa bakıp, kesip atmamış m ıydı kendi
kanından olan, öz be öz kızı n ı?
"Aklına koyarsan yaparsın," d iye devam etti Süreyya Ha­
nım. "Mecbur kalırsa n."
Ya Memo, onu silip geçebilir miydi Ferit?
" İ nsanın gururu çok mühim bir şey." Süreyya Hanım
sanki Ferit'in varlığın ı unutmuş, kendi kendine konuşuyor­
du. "Sonra bir bakmışsın, herkes seni oyuncak etmiş oynu­
yor, ağzına geleni söylüyor. Güçlü olman lazım. Güçlü değil­
sen bile güçlüymüş gibi yapıyor olman lazım." Kısacık bir an
kapadı gözlerini, derin bir nefes doldurdu ciğerlerine. "Bunu
d a bana aslında Orhan Vel i öğretti. Çok konuşurdu bu ko­
nular üzerine. H içbi r yaptığından pişman olmayacağına dair
bir karar a lmıştı genç yaşında. Bunu felsefesi yapmıştı ade­
ta. Bu sayede daha cesur olmayı başarmıştı. Hem sanatında,
hem de otuz altı yıllık o kısacık hayatında." Sımsıkı kavuş­
turduğu kolları az biraz gevşedi Süreyya Hanım'ın. Ama

1 52
sl'si hala kırgın, hala kızgındı. "Gurur dediğin tek gerçek
sl'rvetin. Kimseye güvenemezsin bu hayatta. Annene, baba­
na. Kimseye. Tek silahın, tek çaren yine kendi gururun. Kör

olası gururun! Onun için layığını vereceksin herkesin. Biri


sl'ni kızdırdı, üzdü, canın ı yaktı, durmayacaksın öyle. Bek­
k·meyeceksin bir daha, bir daha ezmeleri n i seni. Ağızlarının
payını vereceksin. Hemen ardından d a çekip gideceksin. Dö­
nüp bakmayacaksın. Asla dönüp bakmayacaksın. Hayatın
.ıltın kuralı."
Süreyya Hanım'ın yüzündeki çizgiler yıllanmış sirke gibi
sl'rtti. Gözleri bile ekşi ekşi ba kıyordu.
"Ya n i Orhan Bey'e hiç veda l'tmed iniz?"
"Etmedim."
Feri t yine Fatma'yı düşü nüyordu. O Istanbul'u n lağımın­
d ,1 kaybolan paramparça mektubu.
"Pişman mısınız?"
"Dedi m ya, gurur pişmanlığa yer vermez," d iye tekrarla­
d ı Süreyya Hanım. Sonra serbest bıraktı kollarını, sağ eliyle
sol elinin üzerindeki kabukları soymaya başladı. "Merak et­
l i ın tabii, nasıl olurdu bir gün, aylar sonra mesela mart sonu
V <l da temmuz başı bir gün gidiverseydim pasaja diye. Onla­

rı y i ne o masada bıraktığım gibi bulur muydum? Kucaklaşır

m ıydık hasretle, gülüşür müydük, özür diler miydi Oktay Ri­


ı ,ı t, sonra da Orhan Veli? Hemen sanda lyemi tutup oturtur-
1 .ı r mıydı beni tam ortalarına, bir tek rakı, birkaç puf böreği?
t )kurlar mıydı yine en son yazdıkları şiirleri bir heves?"

Sol eldeki kabuk iyice kalkmıştı artık. Acı kırmızı bir deri
l.:ı kmıştı ortaya. Ferit dudağının kenarını ısırıp, gözlerini ka­
l;ırdı bir türlü iyileşemeyen, iyileşmeye fırsat bulamayan ya­
r,ıdan.
Süreyya Hanım bir sonra ki kabukla oynuyordu şimdi.
"Ama bu dediğim merak. Pişmanlık ise apayrı bir şey. Piş­
manlık hiçbir şeyi geri getirmez. Bu yaşıma geldim, h iç piş-

1 5)
man olmadım hayatımda. Yasak bana pişmanlık. Yasağı ko­
yan da tabii ki y ine benim."
Dudakları nasıl da kurumuştu konuşmaktan. Her za­
mankinden de yaşlı görünüyordu. Ferit uzandı, su bardağını
uzattı o yara bere içindeki ele.
"Yoru ldunuz mu Süreyya Hanım?"
"Yoruldum galiba," dedi yaşlı kadın. Bir iki yudum içti,
sonra bardağı geri verdi. Dizlerini ovdu. "Oturmak da yara­
mıyor ki."
"Kalkıp dolaşalım m ı biraz? Ben kolunuza girerim."
"İstemez," dedi Süreyya Hanım. "Uzanasım geldi. Belki
biraz uyurum."
Kalktı Ferit, kaldırdı yaşlı kadını, yatağa oturttu, terlik­
lerini çıkard ı, çoraplarını da çıkaracaktı ki kadın itiraz etti,
" Üşüyorum sonra." Öyle çorapları ve giysileriyle uzandı, Fe­
rit üzerine yatak örtüsünü örttü di kkatle. İyice nemlenm işti
yaşlı kadının gözleri. İncecik bir yol, akıverdi bir gözyaşı.
"Ağlamayın ne olur," dedi Ferit.
"Ağlam ıyoru m," dedi yaşlı kad ın, sesi y i ne sert. "Esniyo­
rum. Ded im ya uyuyacağım d iye." Yumdu gözlerini.
"Peki," ded i Ferit. "Gidiyorum ben de. Allahaısmarla­
dık."
Sonra yavaşça yanaştı, alnından öptü yaşlı kadını. Bir
an için nefesini tuttu Süreyya Hanım. Gözlerini daha da sıkı
yumdu.

Yokuşu çıkarken kaşlarını çatmış, ağzını büzmüş Süreyya


Hanım'ın söylediklerini düşünüyordu Ferit. Güç, gurur, güven.
" Nen var kızım? Bir acayipsin bugün. Adetin fal a n m ı
başladı?" d iye sordu Mualla Yenge.
Ferit yad ırgad ı Mualla Yenge'ni n bu kadar özel bir soru­
yu, bu kadar rahat sormuş olmasını. Kızardı. "Yok, Mualla
Yenge. Uykusu zum dün geceden, bir de şu sıcaklar..."

1 54
"Gel gidip soğuk birer ayran alalım o zaman, içimiz se-
rinlesin."
Duraladı Ferit.
"Şar t değil Mualla Yenge. Eve varınca su içsem de olur."
"Haydi, haydi. İstiyorsun biliyorum. Ayran deyince göz-
lerin parlıyor. İlahi kız. Çeki necek bir şey yok. Şunun şurasın­
da bir ayran. İstiyorum de yeter."
İstiyorum demek Mualla Yenge'nin sand ığından zordu.
Ayran demek, market demek, Memo demekti.
Süreyya Hanım gibi "İstemez" deyivermek gerçekten de
daha kolaydı.
Ama Ferit sustu.
Mualla Yengesi Ferit'in sessizliğini evet olarak aldı, kolu­
na girdi genç kızın, markete doğru yöneld i. "Zaman zaman
zor bu Etiler'in sakinleri. Hep bir şeylerden yakınıyorlar. Sağ­
l ıkları, yemekleri, a k rabaları, geçmişleri ... Ben ki mutfaktan
çıkmıyorum, yine bile bıkıyorum bazen. Sen bir de gidip oda­
larında uzun uzun dinliyorsun dertlerini. Eğer çok geliyorsa,
söyle. Haydi, bugün böylesin, yorgun, dalgın, ama her gün ol­
maz. Baksana nasıl da kestin elini. Kıyamam ben sana. Güzel
,man seni bana emanet etti. Gelirsin benimle mutfakta çalışır­
sın sırf. Başkasını yollarız odalara. Bahşişlerse düşündüğün,
onun da çaresine bakarız. E mi?"
"Olur," dedi Ferit, Süreyya Hanım'ın öğrettiği gibi. "He
va," dememeye çalışıyordu aklına geldikçe. "Ama bahşişler
değil öneml i olan. Ben seviyorum gitmeyi odalara. Sadece
bazen ... Kimi odalarda ağır bir şey var. Havası boğuk boğuk,
sanki her an gökten seller boşanacak gibi. Bir garip."
"Açmıyorlar pencereleri kapıları üşüteceğiz diye, ondan,"
dedi Mualla Yenge. Sıyrıldı Ferit'in kolundan, daldı bakkala.
"Biz geldik! Hanimiş benim aslan oğullarım?"
İçeride bir müşteri vardı. Genç bir kadın. Aldığı Nesca­
l e'nin ve Marlboro Light'ın parasını ödüyordu. Üzerindeki

1 55
beyaz bluzdan siyah sutyeninin askıları görünüyordu. Ferit'in
gözleri fal taşı gibi açıldı. Niye siyah giyersin ki beyaz tiril tiril
gömleğin içine? El ve ayak tırnakları da kırmızı kırmızıydı. Kır­
mızı? Niye? Baktı lbo kadına paranın üzerini verirken pişkin
pişkin sırıtıyor. "Hayırlı akşamlar ablacım." Ferit'in karnında
bir şeyler çalkalandı. Siyah-kırmızı bir hiddet. Bütün günün
yorgunluğuna, sıkkınlığına şimdi de bir kibrit yakılıp atılmıştı,
kuru dallar gibi alev alıvermişti ne var ne yoksa içinde.
Mualla Yenge şapır şupur öptü lbo'yu, saçlarını parmak­
larıyla yana doğru taradı. "Şu yapış yapış şeyi, jöle mid ir ney­
se, n iye sürersin ki o yumuşacık saçlarına? Kirpi gibi ba ksa­
na." Sonra �!ini eteğine sild i, yüzünü tiksintiyle buruşturarak.
"Nerede öbürü?"
"Hiç, çıktı. Birazdan geli r," dedi İbo omuz silkip.
Aynen Memo'nun l bo'nun yokluğunda ded iği gibi. İbo
kız arkadaşıyla dolaşırken dediği gibi. Bel li ki Memo'nun da
vardı bir sevgilisi. Siyah su tyen li, kırmızı tırnaklı, İsta nbullu
bir sevgilisi.
"Bize bir kalıp beyaz peyn ir kL•s, sertinden olsun. iki tane
de ayran."
"Ne marka?"
"Sen ne seviyordun?" d iye sordu Mualla Yenge arkasında
saklanmış duran Ferit'e.
"Fark etmez bana," dedi Ferit alçak sesle, yüzü allak bullak.
"Bu olu r mu? Memo'nun ona verdiğinden değil ama ... "
dedi İbo yüzünde çarpık gülüşü.
"Memo ne veriyordu?" d iye sordu bu defa Mualla Yenge.
"Kızım söylesene. Ağzından laf alıncaya kadar canım çıkıyor!
Benim de halim kalmadı artık!"
Ferit gözleri şimşek şimşek baktı İ bo'ya, "Farketmez ne
marka olduğu."
"Al o zaman bunu. Zaten seninkinden kalmamıştı!" deyip
gevrek gevrek gü ldü İbo.

1 56
Mualla Yenge hiç oralı olmadı. "Bir de şu cipslerden m i
,ı lsak? Canım çekti, kıtır kıtır, tuzlu. Bak Feri t kızım, bunlar­
dan h iç yedin m i? Bildiğimiz patates cipsi gibi ama kekik me­
kik koyuyorlar, biraz da pul biber galiba, Türk işi oluyor. O
J\merikan cipsinden çok daha güzel. Hadi iki tane de ondan
,ışıralım. Bir beye, bir bize."
Ellerinde torbaları, çıktılar dışarı. "Diyorum ki şöyle gü­
zel bir börek yapalım, beyaz peynirli, dereotlu. D<ı ha doğrusu
bL•n yapayım, sen otur dinlen biraz. Neyse şu halin, bitsin,
gitsin."
Yemekten sonra Ferit, "Yine kahve yapsak mı yenge, dün
çok güzel olmuştu," dedi.
"Ay kız deli rdin mi? Hem bütün gece uyuyamadım d i­
vorsun hem de bol şekerli Türk k<ı hwsi istiyorsu n. Yarın mut­
l<ı kta elini bileğinden olduğu gibi kL•sersen şaşmam sonra!"
Uyuması gerekiyordu, biliyordu. Ama ka hveyi içip ayıl­
ın<ı k, birkaç saat olsu n oku mak, Feride'n in dü nyasına girip
ı;ıkmak, bir yandan da Memo'nun ayak seslerini beklemek
istiyordu.
Gelsin ki Ferit hadd ini bildi rsin ona.
Gelsin ki Ferit öğrensin var mı bir sevgilisi gerçekten.
Gelsin ki Ferit yüzünü görsün kısacık da olsa.
Herkes odasına çekilince yine yaktı başucundaki ışığı,
,ı ldı eline Çnlıkıışıı'nu. Birkaç sayfa sonra gözkapakları ağır-
1,ı ştı, kapanıverd i. Açmaya çalıştı gözlerini, incecik kelebek
k,ı natları gibi çırpın d ı gözkapakları. En sonunda bıraktı ken­
d i ni, uyuyakaldı. Belki birkaç dakika geçti aradan, belki bir­
k<ıç saat. Bir tıkırtı duydu sanki, uyanıverd i. Başını yana çevi­
rip baktı, karşısındaki koltukta karanlık bir gölge.
"Günaydın!" dedi Memo.
"Sapık mısın nesin?" ded i Ferit sesini yükseltmemeye
gayretli, ama içi avaz avaz. İki eliyle sarıldı, çenesine kadar
(,:ekti pikesini.

1 57
"Şimd icik girdim kapıd a n. Işığı gördüm, kafamı uzattım.
Sen kıpırdanınca uyanıksın sandım. Kitabın da göğsünde ya­
tıyor. Bilmiyordum uyuduğunu."
Ferit gözlerini kırpıştırdı hızlı hızlı, ayılmaya çalışır gibi.
Alnını kaşıdı, kakü l lerini taradı, ne d iyeceğini, ne soracağını,
ne yapacağını bilemeden.
"Sana bir şey getirdim," dedi Memo. "İbo dedi anamla
gelmişsiniz ayran istemişsiniz. Senin sevdiğinden yokmuş.
Ben de gittim başka bir markete, oradan aldım. Buyur." Yavaş
ve d ikkatli kalktı yerinden Memo, Ferit'in çekyatına yanaştı,
uzattı elindeki plastik bardağı. Lambanın ışığı gözlüklerinde
yansıyordu pırıl pırıl.
Ferit'in eli kolu kilitlenm işti sanki. Baktı Ferit'ten hayır
yok, Memo ayranı pikenin üzerine tam da Ferit'in içine çök­
müş karnının üzerine bıraktı. Bir süre başında öyle d ikild i,
bekledi. En sonunda, "Bir şey değil," ded i kendi kendine, çık­
tı odadan. Ardından da kapıyı çekti, sıkıca kapadı.
Ferit doğru ldu yatağında. Plastik bardağı eline aldı. Bir
süre şaşkın şaşkın baktı dindeki ayrana. Sonra yavaş yavaş
çalkaladı, kapağını d i kkatlice açtı ve yudum yudum içti ay­
ranı. Gecen in sıcağında ve Memo'nun avuçlarında iyice ılın­
mıştı ayran. Olsun, yine de çok lezzetliydi. Belki de bugüne
kadar içtiklerinin en güzeli. Sonra ışığını söndürdü ve ayra­
nın daha da yoğunlaştırdığı mahmurlukla kapkara, rüyasız
bir uykuya daldı.

Çarşamba

"Dinlenmiş gibisin," dedi Mualla Yenge sabah yola çıktıkla­


rında.
"Evet, iyi uyudum. Kitabımı okurken içim geçivermiş."
"Ne kitabıymış bu böyle?"

1 58
"Doktor Ayten ödünç verdi. Bir roman," dedi Ferit. Nere­
deyse kız romanı diyecekti.
"Ah, ah! Doktorlarla da a hbaplık edermiş! Cin kızım be­
niın."
Ferit'in yüzü kızardı. "Çok iyi kadın Doktor Hanım."
"Ay belki sen de üniversitede okuyunca doktor olursun.
Ne güzel olur. Havam ızdan geçilmez. Kızımız Ferit de doktor
diye her önüme gelene söylerim valla! Oğu lla rdan iş çıkmadı
aına ..."
Mualla Yenge sahiden Ferit'i kızı gibi, gelini gibi görü­
vordu sanki. Bir şey takıldı genç kızın boğazına, gıcık geldi,
iiksürmeye başladı.
"Hela l, helal!" d iye sırtına vurdu Mua lla Yenge birkaç
kere. "Utand ırdım mı seni kız? Helald i r!"

İ ki tabak bezelyeli tavuk, iki tabcı k sem izotu, iki tcıbcı k kiraz.
Domcıtesli pilavı koymcı m ıştı tepsiye. Artık pi lcıvları mutfakta
bırakıyordu Süreyya Hanını'a giderken.
"Birer birer ver, birer birer," diye söylendi Süreyya Ha-
nım.
"Hangisini istersiniz ilk?"
Çenesiyle semizotunu işaret etti yaşlı kadın.
Tabağı ve çatalı Süreyya Hanım'ın kucağına koydu, kendi
de sandalyeye geçti. "Afiyet olsun," ded i, yemeye başladı.
"İyi yıkıyorlar mı bu semizotunu?"
"Yıkıyorlar Süreyya Hanım, merak etmeyin."
Bir süre ikisi de yavaş yavaş lokmalarını çiğned iler. Se­
ı n izotu tabakları boşcı ld ı, Ferit bezelyeli tavuğu koydu yaşlı
k,1dının kucağına.
"Dur kızım, boğazıma d izme. İştahım da yok zaten."
"Olsun Süreyya Hanım, yiyeceksiniz. Yoksa ben yediri­
r i m size yine."
"Fesuphanallah," gibi bir şeyler m ırıldandı Süreyya

1 59
Hanım. Çatalı eline a ldı. Bezelyeleri itmeye başladı tabağın
köşesine. "Canım da hiç çekmiyor ki bezelye mezelye," d iye
söyledi.
Ferit arkasına yasland ı, izledi bir süre Süreyya Hanım'ın
beş yaşındaki bir çocuk gibi tabağındaki yemekle oynayışını.
En sonunda bezip, "İstemiyorsanız yemeyin," dedi.
"Gel o zaman kaldır şunu kucağımdan. Dökülecek, saçı­
lacak, üzerim berbat olacak."
Süreyya Hanım bugün bej bir keten etek giymişti d iz­
lerini örten. Üzerinde beyaz işlemeli bir bluz, boynunda da
kahverengi üzerine beyaz çiçekli bir eşarp. Kimin için süsle­
niyorsa, diye düşündü Ferit. Sonra içi cız etti. Uzanıp o damar
damar elleri okşamak istedi. Ne kada r kırılgan, ne kadar za­
vallı duruyordu aslında yaşlı kadın. O kıyafetleri üzerinden
alsan çırılçıplak bir beden değil, bir çuval kem ik kalacaktı
geriye sanki. Bir çuval kemik ve lekeli, harap bir deri parçası.
"Çok zayıfsınız Süreyya Hanını," deyiverdi.
"Sen dön bir de aynaya bak," dedi Süreyya Hanım. Ger­
çekten beş yaşındayd ı bugü n .
Gü lesi geld i h•rit'in birden.
"Ne o kıkır kı kır?" Terslenir gibi yaptı Süreyya Hanım,
ama belli ki hoşuna gitmişti genç kızın o genç gülüşü .
"Hiç," dedi Ferit. "Haklısınız, onda n gülüyorum. İki sıs­
ka bulmuşuz işte birbirimizi, laf atıyoruz ileri geri." Yere çö­
meldi, yavaşça bağdaş kurdu Süreyya Hanı m'ın d izinin d ibi­
ne. Yaşlı kadın yanındaki yastıklardan birini uzattı, "Kemikli
popon için," dedi. Ferit kocaman gü lümsedi, o gülkurusu du­
dakları yepyeni bir gül gibi açılıverdi. Aldı yastığı, a ltına yer­
leştirdi. Bir iki çekiştirdi önlüğünü, kıpırdandı olduğu yerde,
iyice yerleşince hafifçe dokundu Süreyya Hanım'ın dizine.
"Peki Orhan Bey'den sonra ne oldu?"
"Ne olacak? Eve kapandım."
"Sonra?"

1 60
"Oradan kalktım oraya oturdum."
"Başka?"
"Kitap okudum."
"Ne okudunuz?"
"Söylesem bileceksin sanki!"
Kalın bir sessizlik çöktü Üzerlerine. Kıpırdandı Feri t yine.
Kaküllerini açtı, yüzü ortaya çıktı.
"Sıcak," dedi Süreyya Hanım.
"He ..." diye başladı, durdu Ferit. "Evet," dedi. "Evet, evet."
Süreyya Hanım da çiçekli eşarbını gevşetti. "Madem bu
kadar istiyorsun anlatayım bir şeyler."
"Lütfen," ded i Ferit, heyecanını saklamaya çalışmadan.
"Artık işlemiyor da kafam. Hesabı kalmadı o yılların, kaç
yaşındaydım hatırlayamıyoru m. Evlilik çağına çoktan gel­
miştim, hatta geçiyordu ya�ım . Bakma, taliplerim vardı bir
sü rü. Babaları, anneleri bcıbanı<ı gül ler, lalek•r, loku mlcır yol­
luyordu sürekli. Evde davetler oluyordu beni m onuruma ama
ben şöyle kısacık bir yüzümü gösteriyor sonra yine odama
çekiliyordum. Hiç gözüm yoktu o boylu boslu, kalem bıyıklı
gençlerde. Babam arada odama gelip kapımda dikiliyordu.
Sormuyordu da bir şey, herhalde anlıyordu halimden. Belki
üzerime gelmek istemiyordu. Belki de evlenip gitmemi, onu o
koca köşkte tamamen yal nı z bırakmamı istemiyordu . Anne­
min yokluğu ..." Birden eliyle yüzünü yelpazelemeye başladı
Süreyya Hanım. "Bugün ayrı bir sıcak. Git aç şu balkon kapı­
sını da hava alalım."
Ferit açtı kapıyı, tül perdeyi de çekt i ki sivrisinekler dol­
masın içeri. "Annenizden h iç bahsetmiyorsunuz," dedi tekrar
yerine otururken.
"Ben daha çocuk yaştayken gitti işte. Çekti gitti."
"Hastalandı, öldü demek istiyorsunuz, d i mi Süreyya Ha­
nım? Yani öyle evden çıkıp gitmedi?"
"Duydun dediğimi," dedi Süreyya Hanım, kaşlarını çatıp.

161
"Aına ... "

Sustu Ferit. Tam bir anne nasıl olur da çocuğunu, koca­


sını bırakır gider diye yargılayacakken, kendiyle yüz yüze
geldi. Anasını, babasını, ablalarını, yeğenlerini, Meryem'ini,
Fatma'sını bırakıp da İstanbu l'a gelen kendisi değil miyd i? Ya
anacığı hastalandıysa yokluğunda, ya bayılıp düşüverdiyse?
Çarptıysa kafasını? Kan aktıysa?
Dönecekti elbet. Günler, haftalar çabucak geçiyordu ne
de olsa. Kavuşacaklar, hiç ayrılmamış gibi devam edeceklerd i
kaldıkları yerden. Hemşirem, d iyecekti annesi. İnek, diyecek­
t i sınıf arkadaşları. Murat, Murat, Murat, d iyecekt i Meryem.
Ablaları söylenecekt i her zaman söylend ikleri gibi. Hayat me­
mat, para pul. Fatma ya a ffedecekti Ferit'i, ya affetmeyecekti.
Babası hiç oralı olmayacaktı, bakmayacaktı bile Ferit'in gözle­
rine. Mualla Yengesi tek başına kalaca ktı hayırsız oğullarıyla.
Süreyya Hanım baş başa ka laca ktı kendiyle.
Memo, el i nde bir aynı n ... Ya o ne y<ı paca ktı? Siyah sutyen­
li, kırmızı tırn<ı klı bir kızla mı buluşaca ktı gizli gizl i? Özleye­
cek miydi Ferit'i az biraz d a ol sa?
"Taliplerim d i yord u n u z Sü reyya H a n ım ."
,

"Evet, taliplerim diyordum. Ne doktorlar ne avukatlar


derler ya böyle ellerini sallaya sal laya bizim kuşağın kadın­
ları. Aynen öyle. Ama ben istemed im hiçbirini. Babam da
beni zorlamadı. Bir keyifsizlik vardı üzerimde, belliydi her
halimden. Babam alıp getiriyordu yine Vınlık'ları ama ben
dokunmuyordum bile. Bırakıyordum bir köşede birikiyordu
tüm o okunmayan şiirler, öyküler. Kim bilir Sait Faik'e, Orh a n
Veli'ye, Oktay Rifat'a ait ne dizeler vard ı orada ... Ama umu­
rumda değildi h içbiri. Ben artık ecndıi romanlarla ilgiliydim.
Ruslar, Fransızlar. Tabii Fra nsızcam da hayli iyiydi o zaman­
lar. Hepsini aslından okuyordum. Balzac. Victor Hugo. Notre
011111c'111 K11111b11rıı ve Sefiller en sevd iklerimdi. Lcs Miscm/ıfcs.
Sonra Gustave Flaubert, Georges Sand. il 11'y 11 q11'1111 lıoıılıcıır

1 62
ıl1111s la vie, c'est d'aimer et ıfı!tre aime." Durdu, derin bir iç çekti
Süreyya Hanım.
"Ne demek o?" d iye sordu Ferit.
'
"II ı ı y a q11'1111 bo11/ıe11r dans la vie, c'est d'aimer et d'etre aime.
Ceorge Sand'ın bir romanından. Hayatta sadece bir mutlulu k
vardır, o da sevmek ve sevilmek. Söyle bakayım beni mle."
Yavaşça, heceleye heceleye birlikte tekrarladılar.
il ni ya kön bonör dan la viy, se deme e detr eme.
Aniden "Okuyor musun Çalıkıışıı'nu?" d iye sordu Sürey-
ya Hanım.
"Okuyorum," ded i Ferit.
"Kaçıncı sayfadasın?"
"Yetmiş iki."
"Aferin," ded i Sü reyya H a nı m. "Gözüme gi rmeye başla­
d ı n."
U tangaç, g ü l ü msed i Ferit.
"Önce Çalıkıış11 'nu okuyacaksın, bizim roma nları, bizim
yazarları bileceksin, sonra sen de Fransızları, Victor Hugo'ları
ta nımaya başlayacaksın."
"Ama benim Fransızcam yok ki Süreyya Hanın1."
"Onu da öğreneceksin zamanı gelince."
"Peki," dedi Ferit, kendinden şüphel i.
Hafif bir rüzgar esti, tazelendi odanın havası.
"Ne d iyordum? Varlık marlık. Derken bir a kşam babam
farklı bir edebi dergi getirdi. Giiıı. Bir süre onunla da ilgilen­
medim. Küçümsüyordum bir bakıma Türk edebiyatını. Bak­
ma, gerçekten beğenmediğimden değil. Biliyorsun, gönül ya­
rası. Kalbim i kırdı ya o güzel im yazarlar. Ama bir gün öyle
oturmuşum, ne yapacağımı bilmiyorum, gözü me ilişti kenar­
da bekleyen Gii11. Aldım, karıştırmaya başladım." Gözlerini
Ferit'in gözlerine dikt i Süreyya Hanım. "Sen şimd i Attila
İ l han'ı da okumadım dersin!"
"Okumadım Süreyya Hanım," dedi Ferit, mahcup.

1 65
"Yazık, ne yetenekli insandı. Uzun da yaşadı, Orhan Veli
gibi gitmedi genç yaşta. Birkaç sene önce vefat etti. Nur içinde
yatsın. Çok ağladım gazetede ölüm haberini görünce."
"Onu da tanı r mıydınız?"
"Tanırdım elbet. Ne duygulu, ne tutkulu bir adamdı. Na­
sıl da dolu dolu yazard ı. Aşkı, kıskançlığı, özlemi en iyi o an­
latırdı.

Ya/11ızlık
Çakmak taşı gibi sert
Elmas gibi keskin
Ne ya11111a dö11se11 bir yerin kesilir
Fcııa kan kaybedersin

Çok dokundu vefatı bana, çok. Kalmamış ki başka kimsem.


Herkes göçmüş diğer tara fa. Kafasında o siyah kasket, beyaz
ince saçları darmadağın. Yazıyordu da htıla, sadece edebiyat
değil, köşe yazı ları. Devletin gid işatı, dünya pol itikası, tarih.
Kalbi gibi zengin bir ek• a k l ı v<ı rd ı . Derken o da herkes gibi
yaşlandı, yaşland ı. Gitti, bitti. Bi r ben kaldım geriye." Ellerini
ovuştu rdu yaşlı kad ın. " Kapatsak mı şu bal kon kapısını? Ür­
perdim."
Ferit bal konun kapısını kapatırken, Süreyya Hanım sol
elinin işaret pa rmağında bulduğu bir kabuğu koparıverdi.
Ferit, yaşlı kadının elinden yavaşça süzülen o koyu kırmızı
kan da mlasını görünce kızdı. "Ne yaptınız yine Süreyya Ha­
nımım? Niye acıtırsınız ki kendi canınızı?"
"Ben acıtayım başkası acıtacağına," dedi yaşlı kad ın, du­
daklarında buruk bir ifade.
Ferit kanlı parmağı görmemeye özen göstererek yerine
geçti. Sustu. Bekledi.
"Neyse, sana Attila İlhan'ı a nlatayım bari."

1 61
Babam la bir akşam yemeğinde yine öyle oturmuşuz, sanattan,
fenden, edebiyattan bahsediyoruz. Babam soruyor bana son za­
manlarda neler okudum, neyi beğendi m, neyi eleştirdim. Fır­
sat bu fırsat, Attila İlhan'dan söz açtım. Bana getirdiği Giin der­
gisi için teşekkür ettim. Aradan birkaç gün geçti, babam oda­
mın kapısında belirdi, elinde bir kitap. Attila İlhan'ın ilk kitabı.
Attilfı İlhan kendi bastırmış hem de, sırf kendi imkanlarıyla.
Aferin, değil m i? Dıruar adında ince bir şiir kitabı. İnce diyo­
rum bakma, içindeki şiirler o kadar içli ki, defalarca, defalarca
okuyorsun. Aşk şiiri değil tam, özgürlük, eşitlik, savaş, barışla
i lgili ama buram buram aşk kokuyor her mısrası, her hecesi.

şafak sancılarıyla iki biikliiıııdii ııfıık


ve si111siyalı ç11111ıır gi/ıi /ıir 1111111g11 orfııs111d11

siyaset 111cyd111111111 geldi dcu y11111rııklıı çocıık


bıılııtlar e,�ilip al11111111 ferini sildiler
ve merıııilcr lıirdc11/ıirc öliimii getirdiler

İşte böyle isyankar, böyle asiydi Attila İlhan'ın kalemi. M ızrak


mızrak anlatıyordu insanlığı, toplu mcu hareketleri. Yen iydi
bu fikirler bana. Çok çekiciyd i tehlikesi, gerilimi. Okudum da
okudum . Bir gecede eskittim kitabın sırtını, cildini.
Tabii gerisini tahmin edebilirsin. Saf ben, yine sırılsıklam
<işık oldum. Yüzünü görmemişim ama ruhunu tanımışım o
�iirlerde. O devrimci, serüvenci ateşini biliyorum. Gözleri n i
getiriyorum gözlerimin önüne, gece yatağa uzanıp. Nasıl da
yürekten dolu dolu bakıyor. Adam gibi. Uzanıyor yanıbaşı­
ma, usulca dokunuyor omuzlarıma. Nefesini boynumda h is­
sediyorum adeta.

Ferit'in kıpkırm ızı kesildiğini fark edip güldü Süreyya Ha­


nım sinsi sinsi.

1 65
İşte böyledir Attila İ l han'ın şiirleri. Vücudunu uyandırır, tut­
kunu uyandırır bir ömürlük uykusundan. Aşk, şehvet, cesa­
ret. Ama sen bilmezsin tabii bunların anlamını, bilemezsin
oku madan o şii rleri.
Bir süre bu esrarengiz durumun tadını çıkardım. Ama işi
orada bırakmayacak tım elbet. Geçici bir heves, bir hayal oyu­
nu değildi benimki. Ne yapıp yapıp bir yolunu bulacak, Attila
İ l han'ı da karşıma oturtacaktım. Ya sandalına binecektim, ya
rakısını içecektim. Ya da, en çok istediğim, yanında uzanacak,
boynuna sokulacak, kulağına bir bir fısıldayacaktım o güne
kadar kimseye söyleyemediğim o sevgi sözcüklerini.
Ümitlerim le beklenti lerimi bir güzel eled im bu defa. Ko­
cam olsun, sevgilim olsun değildi derd im. Ondan hayatı ve
ihtirası öğrenmek istiyordum. O kadar. Bir geceye bile razıy­
d ı m. Kısacık bir gece. Bir kaçamak. Bir serüven. Sait Faik'le,
Orhan Veli'yle yaptığım hataları tekrarla mayacak tım, yerli
yersiz konuşmayacak, kendi kaygı ve korku larıma yen ik düş­
meyecektim. Ve yılmayaca ktım kolay kolay.
Babama açmad ım konuyu. Kit<ı p için ne kada r müteşek­
kir olduğumu belirttim, o kadar.
Ne yakışık alır, ne mümkün olur d iye düşündüm durdum
gecelerce. En sonunda yayınevine bir mektup yazmaya karar
verd im. Onlara soracağım, Attila İlhan'ın mektup adresini is­
teyeceğim, ama neden versinler adresini bir yabancıya değil
mi? Onun da bir çözümünü buldum. Topçuoğlu ailesi adına
"Türk sanat ve edebiyatına saygımız sonsuz. Atatürk'ün biz­
lere emanet ettiği çağdaş Türkiye'yi geliştirip ilerletmenin
hepim izin sorumlu luğu olduğuna içtenlikle inanıyoruz. Bu
alanda parlak bir geleceği olduğunu hisset tiğimiz Attila İl­
han Bey'in Dıımr adlı eserini kendi imkanlarıyla bastırdığını
duyduk. Ona ve değerli basımevinize bir sonraki kitabı için
destekte bulunmayı umuyoruz," d iye bir mektup yazd ım, a l­
tına da kendi imzamı attım.

1 66
Sırf hayranı bir genç kızım desem boş verirler korkusuyla
böyle bir yalan dolana başvurdum. Ah başvurmaz olaydım.
Yayınevinin sahibi ne aç gözlü bir şeymiş! Telefonlar mı
etmedi? Kapımıza kutu kutu k itaplar mı yol lamadı? Attila İl­
han için yazmış olduğum o mektubu tamamen kendi üzerine
,ı lındı demek ki. Adı da 'M' harfiyle başlıyordu . Neydi?

" Mehmet?" d iye atıldı Ferit.


"Yok, yok. Mustafa da değil. Hay Allah. Mürşit miydi?
Öyle bir şey. Yaşlılık zor şey. Unutuyorsun en basit şeyi."
"Aman Hanımım, kaç sene öncesinden birinden bahsedi­
vorsun. Ne önemi var?"
"Doğru d iyorsun ama morali bozuluyor insanın işte. Uy­
gun bir isim bulalım bari."
Sımsıkı yumdu gözlerini, y ü zü çizgi çizgi, taramaya
başladı hafızasını sanki bir telefon defteriymiş gibi. "M ... M ...
M acit desen değil, Mahmut, Mansur. Mü mtaz? Mü rşit demiş
miydim?"
"Boş verin Süreyya Hanım, yormayın kendinizi. Mürşit
Bey d iyelim geçelim. Hem benim de bir Mürşit Emmim var­
dır Sivas'ta, o da çok aç gözlü adamdır, hep para pu l peşinde.
Sü rekli birilerini dolandırır duru r, sonra da başı derde girer
jandarmayla, mahkemelerle."
"Peki peki," dedi yaşlı kad ın, pek hoşnut olmasa da bu
isimden.

Bir gün ne olsa beğeni rsin? Bu utanmaz sıkılmaz adam çıkıp


gelmesin mi bizim kapıya? Elinde bir bu ket çiçek. Bak o çiçe­
ği gözümün önüne getirebiliyorum. Böyle sarı beyaz, ba har
kokulu çiçekler, yeşil yapraklarla çevrilmiş. Çok şık bir aranj­
man. Şadiye Abla da bilemedi herhalde, önemli biridir bel ki,
baba mın misafirid ir d iye almış içeri. Ada m da gitmiş otur­
muş salonda, bacak bacak üstüne de atmış. Oh pek bir rahat!

1 67
Görsen paşa zannedersin, ama zavallı bir yayınevinin sahibi,
o kadar. Derdi de iki kuruş para koparmak. Bir nevi d i lenci.
Neyse ki babam yoktu. Ben indim aşağıya. Kalktı elimi
öptü. Centilmen güya. Geçtim oturdum karşısına.
"Rahatsız etmiyorum inşallah," dedi. "Kusura bakmayın
habersiz geldim. Kandilli'de bir dostun evine çaya davetliy­
dim. Birden aklıma geldi burası sizin de muhitiniz d iye, gelip
sizinle bilhassa tanışmak istedim. O kadar mektuplaştık."
"O kadar mektuplaştık dediğiniz bir kerecik. Bana hala
Attila İlhan Bey'in adresini de vermediniz," diye yapıştırdım
cevabı. Hiç sabrım yoktu bu tarz pohpohlamalara.
Hemen ceketinin iç cebinden bir mürekkepli kalem çı­
kardı, bir de küçük not defteri, bir şeyler karaladı verdi.
"Buyurun. Ama Attila Bey çoğunlukla Paris'te bugünlerde.
Paris'te olmadığı zamanlar da kah memleketi İzmir'de, kah
İstanbul'da. Hiç yerinde dura mıyor anlayacağınız."
"Ne yapıyor Pcı ris'te?" diye dikleştim yerimde. Gözümde
o Fransız romanlarının parfü m kokulu, ışıklı Paris'i canlanı­
verdi.
"Politik nedenler," dedi bizim Mürşit, Maruf, her neyse
adı.
Ben im merakım doğa l ola rak da ha da kaba rdı. Adamın
sözünü kesip du ruyorum. Ne politik nedeniymiş? Nerede?
Ne zama n? Niye? Kiminle?
Nazım Hikmet'le alakalı bir şeyler söyledi. Nazım Hik­
met büyük adam tabii. Onu sen bile bilirsin. Ama o zaman­
lar ben tanımıyordum Nazım Hikmet'i. Sonradan öğrend im
tabii hapishanelerde nasıl süründüğü nü. Eşi Piraye Hanım'a
yazdığı mektupları kaç kere okudum ...
O devirde babam yalıda katiyen açmazd ı böyle konuları.
Çok karşıydı devletle boy ölçüşenlere. "Biz Atatürkçüyüz, la­
ikiz, milliyetçiyiz," derdi hep. Komünizm, sosyalizm yasak­
ti, asla konuşulmazdı aramızda. Hatta hatırlıyorum, bir kere

1 68
sormuştum. Küfür duymuş gibi buruşmuştu babamın yüzü.
"Komün izm bizi ilgilendirmez Süreyya," demişti en sert se­
siyle. Hemencecik susmuştum. Bir daha da aça mamıştım ko­
nuyu. Belk i de biz zengin olduğumuzdan, solcular da zengin­
lerle kavgalı olduğundan böyleydi babam, bilmiyorum.
Meğer Attila İ l han şair olmakla kalmayıp, bir de gizli sak­
lı toplantılara katılırmış. Mnisoıı de in Pcıısec Fraııçnise'de diğer
devrimciler ve edebiyatçılarla buluşur, Nazım Hikmet'in ya­
saklı şiirlerini okurmuş. Kaç defa polislerle takışmış, kaç defa
gözaltına a lınmış! İşin tuhaf yanı, onun bu işlere karışmış ol­
ması beni korkutacağına heyecanlandırdı. Gençlik ateşi işte.
Ya da gençlik cehaleti. Ne dersen de.
O gün o adamı uğurladım, odama çekild im düşü nüyo­
rum lokomotif gibi harıl harı l . Ne yilpil rıın, nilsıl yolunu bu­
lurum da Paris'e iltilrım kend imi? Nilsıl vcırıp giderim o top­
lilntılara? İnanabiliyor musu n lwndL•ki cesilrete ... Sanki koca
Paris Beyoğlu'ndilki pasajla birmi� gibi, sanki bir cu ma rtesi
öğleni kalkıp bir iki Silatliğine ornya kaçabilirmişim gibi!
Akşam her zamanki gibi oturduk babamla karşılıklı, ye­
meğimizi yedik. O, çoğu zaman yaptığı gibi bir kadeh kırmızı
�arabı ufak ufak yudumlarla içiyordu. Yüzünde son derece
temkinli bir ifade. Öyle içerdi şarnbı bilbam; Orhan Veli'nin,
Oktay Rifat'ın rakı içtikleri gibi neşeyle, hovarda bir tavırlil
değil. Ciddiye alırdı, içki içmeyi uygarlıkla bir tutardı babam.
Sigara içmeyi de öyle. Zevk illdığından değil, Atatürk'e olan
saygısından. Nasıl ki peygamberin yaptıklarını tekrarlamış
insanlar yüzyıllarca, onun gibi olmak için, cennetin yolu bu­
dur diye. Bir nevi öyle. Bildiğimiz anlamda d indar değildi el­
bet babam, Müslümanlıkla bir a lakası yoktu. Ama Atatürk'ün
kurduğu Cumhuriyet onun din i olmuştu işte. Mustafa Kemal
de peygamberi. O tüttürdüyse sigara, babam da tüttürecekti.
O içtiyse içki, babam da içecekti.
Ne d iyordum? Babam şarabını içiyor, ben de tabağımda-

1 69
ki yemeğe vermeye çalışıyorum dikkatimi ama a k lım çok­
tan Paris'in taşlı dar sokaklarında kaybolmuş gitm iş. Attila
İlhan'la el ele, dilimizde hem aşka, hem savaşa dair şiirler...
"Bugün bir misafir gelmiş seni görmeye. Bir bey," deyi­
verdi babam. Sertleşti yüzü.
"Evet babacığım," dedim. "Terbiyesiz bir adamdı bana
sorarsanız, hiç davetsiz geliverdi. Bir yayınevi sahibi. Ben ya­
yıncvine mektup yazmıştım, bastıkları k itaplarla ilgili. On­
dan cesaret almış olmalı. Kalkmış gelmiş buralara. Bir çay
ikram ettim sonra da nazikçe kovaladım."
"Ne istiyormuş?" d iye sordu babam. Sesi iyice kalınlaş­
mıştı, uzak bir mesafeden konuşuyordu sanki. Boğuk. Soğuk.
"Yayınevinin maddi desteğe ihtiyacı var anlad ığım. Sizin
de adınızı duymuş olmalı. Biliyor hem varlıklıyız, hem de sa­
nata, edebiyata fena halde düşkünüz."
Babam şarabından ağız dolusu içti. Normalde a lmayacağı
kadar büyük bir y udum. Boğazında takıld ı sanki şarap, yü­
zünü ekşitti. "Neden gelip seni görüyor o zaman? Beni gör­
mesi lazım."
"Haklısınız babacığım. Ben de anlamadım. Çok münase­
betsiz bir davran ış."
İkna olmad ı babam. "Dürüst konuşalım Süreyya. Daha
önce h iç görmüşlüğün, tanımışlığın var mıydı bu adamı?"
Yemin ettim. Ama bir yandan da bir korku bastı içimi.
Nereden baksan kurt gibi zekiydi babam, belki çoktan fark
etmişti benim Beyoğlu kaçamaklarımı, Sait Faik'le gizli a r­
kadaşlığımı, hepsini, hepsini. Lakin bu defa masumdum. Ya­
bancıydı bu adam, yoktu bir alakam.
"Yanlış bir şey düşünmüyorsunuzdur u marım, babacı­
ğım. Asla bir beyi sizden izinsiz ve habersiz evimizde m isafir
etmeyeceğimi biliyorsunuz. Bana bu kadar olsun güveniyor­
sunuz, değil mi?"
"Peki," dedi babam. "Fakat şu mektup meselesi hiç hoşu-

1 70
ma gitmedi. Bir daha ona buna mektup yazacaksan önce gelip
benimle konuşacaksın. Baksana yanlış anlaşılıyor sonra. Hem
İstanbul da dedikodu kaynıyor. Sen gencecik bir kızsın. İstemi­
yorum boş konuşmalcırını, gün ortası eli çiçekli adamların eve
girip çıkmasını. Konu komşu. Medeni halimiz, yerimiz belli.
Sülalemiz belli. Şerefli deden sağolsun, mirasımız büyük. So­
yadımız itibarlı. Herkesin gözünün önündeyiz. Artık çocuk
değilsin. Düşünmen lazım tüm bunları. Evlendireceğiz de seni
yakında. O zaman da sorumluluğun kocana karşı olacak."
Evlend ireceğiz seni d iyordu ama inanmak zordu. Merak
ediyordum ne yapar bu yalıda yapayalnız? Gelin gidersem
Şadiye Abla'yı da yanımda götürecektim. Hiç şüphem yok­
tu bahçıvan Azmi de Şadiye Abla'nın peşinden aç bir soka k
kedisi gibi gelird i . O zaman geriye bir bcıbam, bir de şofö­
rü kalırdı. Dayanabilir miyd i babam öyk bir hayata? Ceviz
masasında da, akşcı m yemeklerinde de tek bcışıncı? Bozu lmaz
mıyd ı sağlığı? Mu htaçtı bana, köşkteki varlığımcı bir bakıma.
Birdenbire, "Babacığım," deyiverd im. Daha tam olarak
ne söyleyeceğimi bile bilmeden kelimeler bir acele dökülme­
ye başlad ı dudaklarımdan. "Haklısınız söylediklerinizde.
Biliyorum, yaşım da ilerl iyor. Ama doğru birini bulmak la­
zım öyle değil m i? Bizim a ilemize, adımıza sanımıza o yakı­
şır. Size layık bir damat bulmamız gerek. Okumuş, görmüş.
Sandığımdan zormuş bu iş. Bakın bu edepsiz bey kapımıza
dayandı bugün. Olacak iş değil ! Onun d ışında da sürekli
gelenimiz gidenimiz oluyor. Ben çok bunaldım. Yoruldum.
Kafa m da karışık. Odama kapanıp bütün gün bunlarla bo­
ğuşuyorum. Çıkamıyorum da işin içinden. Düşündüm de ...
Ama yakışık alır mı bilmiyorum ... Söylesem mi, söylemesem
mi? Siz benim biricik babamsınız, sizinle paylaşmayacağım
da kiminle paylaşacağım derdimi... Ama işte..."
"Söyle Süreyya, uzatma lafı. Mera klandırma beni." Pür
dikkat d inliyordu beni şimdi babam.

171
"Düşündüm de... Uzaklaşmak, bir süreliğine İstanbul'dan
ayrılmak iyi gelebilir. Sizinle beraber baş başa bir seyahate
çıksak? H iç yapmadık öyle bir şey bugüne kadar."
Babamın yüzü biraz aydınlandı. "Söyle bakalım," dedi.
"Nedir aklındaki?" Tek eliyle bıyığını buruyordu. Keyiflen­
meye başlayınca yapardı böyle.
"Bu kadar Fransızca çalıştım senelerce, öğrendiklerimi
uyguladım matmazellerle. Son zamanla rda da bildiğiniz gibi
Fransız edebiyatının önde gelen yazarlarını okuyup duruyo­
rum. Hem de müthiş bir zevkle. Kısmet ol madı gerçek Paris'i
görmek ama çok şey öğrendi m oralar, o insanlar, o medeniyet
hakkında. Şapkalarım bile hep Paris'ten geldi, değil m i?"
Babam y ine yavaşça uza ndı, içi kan kırmızısı kristal ka­
dehi götürdü dudaklarına, düşünceli düşünceli bir yudum
aldı.
"Hem okudukla rımdan ve duydukları mdan anladığım
kadarıyla Fra n sa da ki şa rabın ü zerine şarap yokmuş. Atamı­
'

zın da en ta kd i r dtiği şa raplar hep Fra nsızmı ş," d iye uyduru­


verdim. " Bu sayede siz de O'n u n o çok sevd iği güzel şarapları
tadarsınız. Sonra müzeleri gezeriz, konserlere gideriz."
Babam bir süre süzdü beni. "Tatil deyince ben de İzmir
d iyeceksin sanmıştım. Paris demek ... Uzun yol."
Yapacağım ı yapmıştım, şimdi bana oturup beklemek dü­
şüyordu. Hem d iyelim babam onayladı, kalktık gittik Paris'e ...
Koca Paris bu! Attila İlhan'ı nereden nasıl bulurdum ki? İz­
mir ise memleketiymiş, oraya gitsek aslında şansım daha çok.
Ama olsun, Paris fikri daha bir heyecanlıydı tabii. İşte o za­
manki aklım! Cesur. Böyle hayalci ve inatçı olunca her şey
mümkün. Her derdin devası bulunur.
Tut tum d ilimi, sormadım babama günlerce. En sonunda
bir akşam geldi, kapımın önünde dimdik ayakta durdu. "Eğer
bana güzel güzel tercümanlık yapacaksan gidelim. Hem bahar
da geldi, havalar ısınmış, oralar iyice güzelleşmiştir şimdi."

172
Sustu yaşlı kadın. Zayıf pa rmakları ağzına gitti, dudaklarına
dokundu. "Şuradan bana suyumu uzatsana. Dilim damağım
kurudu konuşmaktan."
Ferit kalktı, bardağı eline tutuşturdu. "Yorulduysan gide­
yim Süreyya Hanım."
"Yoruldum galiba," ded i yaşlı kadın. İçmedi suyu, sadece
dudaklarını ıslattı.
" Uzanmak iyi gelebilir. Belki biraz uyurum da."
Ferit koluna girdi, küçük küçük adımlarla yatağa doğru
yürüdüler. Süreyya Hanım düşecekmiş gibi oturdu yatağın
ucuna. Ferit tuttu kemikli dizini, "Haydi," dedi. "Bıra kın
kend inizi, koyun başınızı yastığa. Ben örterim üstünüzü."
Ağı r çekim devrildi yaşlı kad ının bedeni. Titreyen ellerini
göğsü nde kavuşturdu. Gözlerini kiıpndı. Pi kesi ni bekledi.
"Bezelyeli tavuğu bı rn kıyoru m, uyand ığınızda yersiniz,"
dedi Ferit pikeyi örtüp kiıpıdnn çıkil rken.
"Soğuk soğuk hiç çekilmez tavu k da," dedi Süreyya Ha­
nım. Sonra kendini rüyalarının buğulu labirentine bıraktı.

"Bey, bu hafta sonu çocu klara izin ver de hep beraber gidelim
denize. Güya yaz tatilindeler. Hiç görmez oldum yüzlerini."
Mual la Yenge, elleri belinde salonun kapısında dikiliyordu.
Hem kederli, hem tehd itkar bir hali vardı.
"Kimi bulacağım markete sahip çıkacak?" Parmağı te­
tikte, ha babam uza ktan kumandanın tuşlarına basıyordu İs­
mail Dayı. Televizyonun ekranı farklı renkler, farklı yüzlerle
yanıp sönüyordu.
"Bey!" Mualla Yenge'nin kalın kara kaşları iyice kalkmış­
tı. Ters ters bakıyordu kocasına.
"Tamam, tamam. Bir şeyler yapmaya çalışırız. Olmad ı
biri kalır, biri bizimle gelir."
"Ona da razıyım," dedi Mualla Yenge, indirdi ellerini

1 73
belinden. "Belki sen de meşhur çiğ köftenden yaparsın Ferit
kızımıza."
"Dur kad ın! Birer birer! Üzerime gelme. Şunun şurasın­
da oturmuşuz biraz ayaklarımızı d inlendiriyoruz, kafamızın
dumanını atıyoruz. Azıcık müsaade!"
"Peki, peki, ben dönüyorum mutfağa. Sana mantı açaca­
ğım yarın akşam için. Sarımsaklı yoğurt, pul biberli tereyağ.
Nane. Parmaklarını yiyeceksin."
İsmail Dayı başını salladı. "Seninle başa çıkılmaz be ka­
dın! Biliyorsun adamın a kl ını nasıl çeleceğini."
İçeride Ferit oturmuş soğanları doğruyordu. Gözleri kıp­
kırmızıydı, yanakları sırılsıklam.
"Seni de ağlattık," ded i Mualla Yenge. "Git yıka yüzünü,
ben devam ederim."
"Yok yenge, başlamışken bitireyim."
"Hay Allah," dedi Mualla Yenge, buzdolabının raflarında
elini gezdirerek. "Tereyağı da bitecek zamanı bu lmuş. Kızım,
bir za hmet koş bizim ba kkala, bir kalıp aşırıver olur mu? Ben
bitiririm soğanları bir çı rpıda."
Ferit bacağını masaya çarptı kalkarken.
"İyice sakarlaştın be Ferit kızım," diye kaşlarını devirdi
yine Mualla Yenge.
Ferit, az sonra çürüğü bell i olacak yeri ovdu. "He ya,"
dedi. "Acımadı, önemli değil."
Kapıd an çıkarken durdu, "Başka bir şey var mı?" d iye
seslendi içeri.
"Yok. İstersen kendine ayran alırsın," dedi ve kıkırdadı
Mualla Yenge. Öyle bir kıkırdadı k i, Ferit aniden göğsüne ateş
bastığını fark etti. Çıktı evden. Adımları isteksiz. Bedeni güç­
süz, güvensiz. Neden Süreyya Hanım gibi cesur olamıyordu?
Hayalci, inatçı? Neden bu kadar zordu bir bakkala gitmek?
Keşke çıkmasaydı evden. Soğanı doğramaya ve ağlamaya de­
vam etseydi. Keşke okumasaydı şu Çalıkıışıı'nu, dinlemeseydi

1 74
Süreyya Hanım'ın hiç yoktan kadıncağızı yoran h ikayelerini.
Keşke önemsemeseyd i Memo'yu. Keşke bırakmasaydı anacı­
ğını Sivas'ta, gelmeseydi buralara.
Üç beş sokak kedisi, Ferit'in korkularının kokusunu alıp
durdular oldukları yerde. Tüyleri d i k d ik, pençeleri hazırda.
Bakkaldan içeri gird i. Tezgahın ardında hem Memo, hem
İ bo vardı bu defa. "Ayran?" ded i Memo.
i bo güldü.
Ferit'in göğsündeki ince ter damarları saçak saçak buza
dönüştü.
" Hayır," dedi. "Mua lla Yenge yolladı beni. Tereyağı için."
"Tabii tabii," dedi İbo, Memo'ya yandan bir bakış fırla­
tarak. "Allah bilir nereye sakladı evdeki tereyağını bahane
yaratmak için!"
Birdenbire Ferit' in sesi tü fek g ibi patlad ı, ağzı kocaman
bir del i k oldu. Gözk•ri bcı r u t .
"Nedir komik ola n? NiyL' kendi kend inize gelin güvey
oluyorsunuz?"
"Ben bir şey demedim," dedi Memo. Gözlüğünün camın­
da a mpulün ışığı parlıyordu, zordu görmek gözlerinin gerçe­
ğini. Samimi miydi, alaycı mı?
"Ferit kardeş bilmiyor galiba," dedi İbo, yüzünde hınzır
mı hınzır bir ifade. "Beşik kertmesisiniz siz." Sonra dizini
döve döve gülmeye başladı.
Memo ise kayıp bir kuzuyla karşı karşıya gelmiş iştahlı
kurt gibi ısırmıştı alt dudağını. Ama gülmüyordu.
"Verin şu tereyağını," dedi Ferit, gözleri daha da barut.
"Kızma, kızma," dedi Memo. Yumuşam ıştı, gülümsüyor­
du yarı haylaz yarı dostça. "Buyur, tereyağın. Al bir de ayran.
Benden hediye."
"İstemez!" dedi Ferit. Süreyya Hanım'ın "istemez"i gibi
çıktı sesi. Yorgun, yaşlı, yalnız.
Aldı tereyağını çıktı gitti. Vedasız.

175
Eve vardığında soğansız ağlıyordu.
"Hayrola kız?" d iye sordu Mualla Yenge. "Ne oldu sana?
Gel otur, otur. Ah canım! Anlat ne oldu. Düştün mü?"
Konuşamıyordu Ferit. Konuşsa da ne diyeceğini bilmi­
yordu. Mualla Yenge a ld ı bir mutfak havlusunu, musluğun
a ltına tuttu. Sıktı suyunu, genç kızın iyice şişmiş yüzünü
silmeye başladı. "Tamam canım, tamam. Oldu bitti. Ağlama
daha. Canın m ı acıyor, yoksa kalpcağızın mı?"
Ferit elini göğsüne koydu.
"Ah canım kızım benim. Kıyamam ben sana. Evini mi öz­
ledin? Ananı mı özledin? Haydi gel bir telefon edelim. Sesini
duyalım güzel a nanın. Çok yorulduysan boş veririz Etiler'i
metileri, koyarız seni bir otobüse, yollarız evine."
İşte bu sakinleştird i Ferit'i. İsterse çantasını toplayıp bir
anda gidebilme ihtimali. Feride gibi kaçabilmek, Anadolu'ya
sığınabilmek ihtimali.
Gevşed i yüzü, gevşedi çenesi ve sıktığı dişleri. O kadar
gevşedi ki, bir and a en sorma ması gereken soru dudakların­
dan düşüverd i.
"Biz Memo'yla beşik kertmesi miyiz sahi?"
"Ne?" diye çığlığı bastı Mualla Yenge. "Ne dedi n, ne de­
d in? Ondan mı ağlıyorsun? Ben im edepsizler mi üzdü seni?
Söyle söyle. Şimd i gidip bakkala terliğimin tersiyle dövmez­
sem eşekleri. Söyle, söyle Ferit. Onlar mı dedi?"
Ferit'in yüzü, çenesi yine gerildi. "Yok Mualla Yenge,
valla önemli değil. Ama bilemedi m ben işte. Kafa m karıştı.
Korktum."
"Ah ahlaksızlar! Ah beni m bir baltaya sap olamayan hay­
lazlarım! Ah neden böyle oldular? Her şeyimi verd im. Okulla­
ra yolladım. Birazcık akıllansın lar, birazcık yol yordam öğren­
sinler... Katır kafalı oğu llarım benim. Buldular senin gibi inci
tanesini tabii, yaşları da gelmiş. Azmış bunlar azmış, kudur­
muş mart kedisi gibi. Ah ondan, bilmez miyim, ondan hep."

1 76
Ferit yalvarmaya başladı "Ne olur bir şey deme Mualla Yenge.
Çok utanırım sonra. Hem a lay ederler."
En sonunda ikna oldu Mualla Yenge. "Peki, aramızda ka­
lacak bu, ama bir şekilde hadlerini de bildirmek lazım. Yoksa
iyice başımıza çıkarlar. Ah, ah! Beşik kertmesiymiş. Nereden
de bulurlar, uyduru rlar böyle şeyleri?"
Mantıyı açmaya başladılar beraber. Öfkeleri de, endişele­
ri de mantının hamuruyla yoğruldu, açıldı, inceldi. Sustular,
bir daha da konuşmadılar bu konuyu o akşam.
Annesini aradılar. Kısa da olsa sohbet edebilmek, anacı­
ğının sesini duyabilmek sakinleştirdi Ferit'i. "Hemşirem, ah
hemşirem, nasıl da zormuş şu hasret dedikleri!" Sonra yatağa
çekildi. Gözleri o kadar yorgun olduğu halde Çnlıkıışıı'ndan
vazgeçemed i. Tek ümid i, tek çaresi, bir başına her zorluğa,
her yalnızlığa göğüs geren Feride'yi okumak, ondan cesaret
almak, Feride olduğunu varsaymak olımıştu.

Perşembe

O sabah İsmail Dayı da erkenden kalkmıştı. "Bir iki işim


var. Nakliyecilerle görüşeceğim Eminönü'nde," dedi. "Hiç
de çekilmez bu Allah'ın sıcağında ama. İşte çocu kları eğite­
bilirsem, onlar bakacak yakında bu işlere de. Ben de kafamı
dinleyeceğim." Çayına üçüncü şeker küpünü de atıp, karıştı­
rırken devam etti. "Hah, çocuklar demişken ... Düşündüm, bi­
zim Silo'ya soracağım. Belki o gelir çalışır markette bu pazar."
Küskün bir hali vardı Mualla Yenge'nin. Büktü dudak­
larını. "Boş veresin, biz bize gidelim. O haylaz oğlanlardan
hayır gelmez zaten."
Çayını höpürdetti İsmail Dayı. "Yine ne halt yediler de
kızd ırdılar seni?"
" Hiç," dedi Mualla Yenge. "Söz verd im Ferit'e, açmaya­
cağım ağzımı."

1 77
Ferit başını önüne eğebildiğince eğdi. Dehşete düşmüştü.
Mualla Yengesi'nin verdiği sözü tutup tutamayacağından çok
şüpheliyd i. Suçu kendinde buluyordu tabii. H iç bahsetmeme­
si gerekirdi. Neden konuşmadan durup düşünmemişti ki?
Neden ağlamıştı öyle oyuncağı kırılmış çocuk gibi?
"Ta mamdır," dedi İsmail Dayı, sanki rahatlamıştı. Belli
ki bilmemeyi tercih ed iyordu. "Hadi bana eyvallah. Yolcu yo­
lunda gerek," dedi, bir acele bitirdi çayını, çıktı gitti.
Otobüse bindiklerinde sordu Mualla Yenge, "İyi uyudun
mu bari?"
" Uyudum," dedi Ferit. Uyumuştu da. Bir yandan Mual­
la Yengesi'ni üzdüğüne üzülüyor ve korkuyordu bir pot kı­
rılacak, alay konusu olacak her şey diye, bir yandan da tek
başına taşıdığı yükün bir kısmını yengesinin omuzlarına ver­
d iği, ağırlığını paylaştığı için rahatlamış h issediyordu kendi­
ni. Sırrının bir kısmı artık onların sırrıydı. Günah ı, Mualla
Yenge'nin, onun oğullarının, herkesin ortak günahı.
Dinlenmişti. Hafiflemişti. Yenilenmişti.
Ve isterse pat d iye kal kabi lir, va rını yoğunu toplayıp
Sivas'a, anasına dönebi lird i. Bu ihtimal bir dua gibi yerleşmiş­
ti göğsüne. Ya tıştırınıştı ka n ın ı.

"Süreyya H anımım ben geld i m," d iye daldı odaya.


Yaşlı kadının gözlerinde uzak bir deniz fenerinin zayıf
feri belirdi.
"Bugün yemek pek leziz. Talaş böreği. Keşkül. Pilav mi­
lav yok! Söyled im ben mutfaktakilere, 'Sürekli pilav, sürekli
pilav! Şehriyeli, domatesli, patlıcanlı, tereyağlı ... İçleri dışları
pilav oldu sakinlerimizin, şikayet ed iyorlar' d iye."
"Var mı benden başka şikayet eden?" d iye sordu Süreyya
Hanım bir yandaş bulma ümidiyle.
"Yoook," ded i Ferit, anasının kelimeleri çeke çeke uzat­
t ığı gibi.

1 78
Memnun oldu Süreyya Hanım yine de, "Aferin. Biz söy­
lesek dinlemezler ki bizi. İhtiyarları k imse ciddiye almıyor bu
hayatta. Bir tarafa atılıp gidiyoruz, unutuluyoruz. Kendimiz
de, yaptıklarımız da, ded i k lerimiz de. Sen bizim elçimiz ola­
caksın ki ancak öyle duyacaklar sesimizi."
Ferit kuruldu Süreyya Hanım'ın karşısına, elinde tabağı,
çatalı. "Az biraz da olsa yiyin. Sonra bana Fransa'yı a n lata­
caksınız."
"Ne Fransası?" d iye sordu Süreyya Hanım, yüzü kırışık
ve karışık.
"Fransa, Paris! Hani babanızı ikna ettiniz, gidiyordunuz
ya ... Sonra da o yazarı bulacaktınız."
"Hay Allah," dedi Süreyya Hanım. "Fransa demek? Paris?
Hatırlam ıyorum ki ağzımdan çıkanı. Kim vardı Fransa'da?
Victor Hugo. Flaubert. Stendhal..."
"Maşa l lah. Unutuyorum diyorsu nu z Hanımım ama bak­
sanıza benim dilimin dönmeyeceği isimleri şıp d iye hatırlı­
yorsunuz. Nazarım değmesi n."
"Bizde naza r değecek hal mi ka ld ı, görüyorsun Feride.
Hay Allah, kimd i Fransa'd a ki arnbıı?"
"Adı Attila'yd ı galiba. Öyle bir şey."
"Attila İlhan? Tabii ya. Onun vardı Paris'e gidip gel mişli­
ği. Nazım Hikmet'i kurtarmak için gitmişti de, sonra dönün­
ce İstanbul'da kendi başı belaya girmişti. Hey gidi kahraman
ozan! Ne d iyordum dün onun hakkında?"
"Önce birkaç lokma talaş böreği, ondan sonra anlatırsınız
Süreyya Hanım."
Titrek ellerinde çatal ve bıçak, kucağındaki böreği kesme­
ye uğraştı yaşlı kadın. Yaprak yaprak döküldü üzerine i nce
çıtır y ufka. "Şu hale baksana. Rezil ettim entarimi, koltuğu."
"Durun Hanımım, ben keseyim masada. Çok zor öyle
kucakta yapmak," dedi Ferit. Ufak parçalara böldü böreği .
Sonra tabağı koydu yine yaşlı kadının kucağına, eline de bir
çatal tutuşturdu.

1 79
"Niye yemesi bu kadar zor şeyler veriyorlar ki," dedi yaş­
lı kadın.
Ferit uta ndı, onun fikriyd i talaş böreği. "Pilav olmasın da,
ne olsun?" diye sorduklarında aklına gelivermişti. İlk su bö­
reği demişti. Çok yağlı, dokunur demişlerdi. O zaman talaş
böreği olsun demişti. Mutfaktakiler de uymuştu ona. Düşün­
memişlerd i neyi yemek zordur, neyi yemek kolaydır. Anla­
mala rı gerekiyordu yaşlıların hal inden ama bir türlü anlaya­
mıyorlardı işte.
"Üstü m başım kırıntı içinde ka ldı, baksana. Çatalı bile tu­
tamıyorum doğru dürüst."
"Ben yedireyi m," ded i Ferit, bir ümit.
"Tıka nd ım zaten. Yok ki işta hım," dedi yaşlı kadın. Yü­
zünü astı yine.
Gülümsed i Ferit. " Boş verin," ded i. "Siz Paris'i anlatın
bana. Ben bir Sivas'ı bilirim. Bir d e Armutlu'yu azıcık biraz­
cık. Etiler deseniz, sırf bu bina, bi r de otobüs durağı. Siz ta Pa­
ris'leri görmüşsünüz. Anlatın da ben de gitmiş gibi olayım."
Ilındı Süreyya Hanım'ın gözleri. "Kaldır şu tabağı ku­
cağımdan da rahat oturayım. Sonra al şu arkamdaki yastığı,
fazla geliyor bana. Yere, önüme koy, sen de oraya otur."
Bütün gerekli hazırlıkları yaptılar, ikisi de yerleştiler yer­
lerine. Ferit kısaca özetledi dün anlatılanları, nerede kaldık­
larını belirtti.
"Peki," dedi Süreyya Hanım. "Vecd haline geçeyim de."
Yumdu gözlerini. İncecik gözkapaklarının ardında sağa sola
oynadı gözyuvarları.

Babam hazırlanmamı söyledikten sonra üç gün sürdü benim


o valizi yapmam. Dolabımda ne var ne yok yerleştiriyorum.
Yazlık entarilerden tut, kışlık eld ivenlere. Ne olur, ne olmaz.
Babam geld i dikildi başımda bir a kşam. "Ne o? Dönmeyecek­
mişiz gibi her şeyini almışsın."

1 80
Haklıydı babam. Ben de farkında değildim o söyleyin­
ceye kadar, bir yanım gidip dönmemek istiyordu demek ki.
Kaçmak. Kandi l li'deki yalıdan, altın kafesimden uçup git­
mek. Bambaşka bir hayat tatmak. Yeni bir yere sığınmak. En
baştan başlamak.
Paris bahaneydi.
Attila İlhan bir fırsat.
Edebiyat bir sığınak.
O doldurması üç gün süren çantaların yarısından çoğunu
boşaltmak da iki gün aldı. Sürekl i erteliyoruz seyahati, hem
de beni m yüzümden, en çok gitmek isteyen ben olduğum
halde! Ama hala çözemediğim ve yola çıkmadan çözmemin
şart olduğu bir mesele vardı: Attila İlhan'ın mekanı. Yayıne­
vi sahibine sorsam söyleyecekti, hiç şüphem yoktu. O kadar
muhtaç sadakamıza, esirgeyemez h içbi r bilgiyi. Ama işleri
daha da karıştırmaktan çekiniyordu m . Babam işkillenmiş za­
ten o çiçekli ziyaretten. Söz verd irmiş bana ondan habersiz
mektup yazmayacağı ma.
İşte o an aklıma çok cin bir fikir geld i. Mektup yazmaya­
cağım demiştim a ma telefon etmek serbestti.
O zamanlar öyle her evde, her odada şimdi olduğu gibi
telefon yoktu. Hatta bugünlerde her cepte bile bir telefon var
değil mi? Her şey nasıl da değişiyor. Zamanında enderdi işte
bu telefonlar. Ama benim babam modernlik adına hemen
bağlatmıştı bir tane bizim eve. Ceviz masasında bütün gün
sessiz dururdu o telefon. Ben kullanmazdım hiç. Arada ba­
bam görüşürdü a kşamları önemli kişilerle. Kapısını sıkı sıkı
kapardı telefonu kullanacağı zaman. Doğruyu söylemek ge­
rekirse, bence güvenmezdi babam güvenmek istediği halde
telefona. Hala mektupları, mühürleri tercih edişi de ondandı.
Ertesi gün babam şoförüyle çıkıp gidi nce, sızıverdim
odasına. Yayınevi sahibi yazmıştı numarasını daha ilk mek­
tubunda. Çıkardım o sayfayı cebimden, d ikkatle çevird i m

181
numaraları. Pek bir memnun oldu bizimki, kendimi Süreyya
Topçuoğlu d iye tanıtınca. Sanırsın sırf onun sesini duymak
için aradık. Hemen açıkladım mazeretimi. "Paris'e yola çıkı­
yorum pederimle, eğer tesadüfen Attila İlhan Bey de oradaysa
adresini almak, görüşmek isteriz." Adam dedi, "Ben bir haber
uçururum Attila'ya, hazır ve nazır sizi bekler. Daha önce hiç
yolunuz düşmüş müydü Paris'e? Tam da mevsiminde gidi­
yorsu nuz. Attila sizi bir güzel gezdirir ben istersem." Dedim,
"Hiç zahmet etmesin, biz kendimiz gezeriz. Attila Bey' in ede­
bi çalışmalarına da mani olmak istemeyiz zaten. Tek dileği­
miz kısa da olsa bir tanışmak, ona saygılarımızı sunmak. Ne­
rede buluruz bu değerli şairimizi?" Adam birden demez mi,
"Takvimime bakıyorum da ben de bugünlerde pek müsaitim,
kim bilir atlayıp gelebilirim Paris'e. Böylece sizi şahsen tak­
dim etmiş olurum Attila'ya. Ne iyi olu r değil mi?" Tutamadım
kend imi, "Hayır," d iye yapıştırd ım cevabı. "Hiç iyi olmaz. Ge­
çen gün habersiz elinizde çiçeklerle yalımıza gelmeniz baba­
mı çok rahatsız etti. Hayli sinirlend i. Yatıştırmak günlerimizi
aldı. Ben ki sözlüsü olan, geleceği kararlaştırılmış bir genç ba­
yanım, böyle yanlış anlaşılmaları kaldıra maz ne babam, ne
sözlüm, ne onun ailesi, ne de benim namusum! O ana kadar
babamın kurumunuza saygısı vardı, hele de Attila İlhan gibi
genç ve yetenekli bir şairi destekled iğiniz için. Ama artık ne
sizin adınızı, ne de yayınevi nizin adını ağzımıza alamayız biz
bu evde. Öylesi gururlu bir beyefendidir benim babam. Hele
ki siz Paris'e gelmeye cürret ederseniz her şey alt üst olur. En
azından şimdi sırf Attila İlhan'a kefil olma ihtimali var baba­
mın. Bundan size de pay çıkabilir. Ama olur da siz a raya gi­
rerseniz, babacığım kararını kesinlikle değiştirecektir. Hatta
neme lazım, birinin canı bile yanabilir. Ne de olsa babamın
tek ve biricik kızıyım. Beni ve namusumu korumayı en bü­
yük vazifesi edinmiştir sevgili babam." İşte o zaman yayınevi
müdürü kem küm edip kaldı. Ne desin? Telefondayız tabii,

1 82
göremiyorum ama tahmin edebiliyorum nasıl menekşe moru
olduğunu yüzünün. Bir anlık müsaade istedi. Ya yüzünü yel­
pazeliyor, ya bir bardak soğuk su içiyor. Ben de az değildim
a nlayacağın. Nasıl da bir anda öyle h ikayeler anlatabiliyormu­
�um değil mi? Baksana bir sözlüm var d iye bile uydurdum.

Bir anda Ferit'in aklında ışık ışık bir şimşek çakıverdi. Tabii
ya, eğer gider Memo'ya derse, "Beni m Sivas'ta bir beşik kert­
mem var. A ileciğim beni öyle i k i ayrı a i le a rasında bölecek
değil ya. Hem ben çok sevdalıyım bu çocuğa. Uzun boylu, ela
gözlü, pek de kuvvetli benim beşik kertmem. Birlikte büyü­
dük, h iç ayrı kalamayız. Şi mdi de hasretten ölüp ölüp dirili­
yoruz va llahi." Adı da ... Adı da N urettin. Yok yok. .. Süreyya
Hanım gibi düşündü durdu doğru ism i bulacağım d iye. Ba­
had ır. Yok, daha modern, İstanbullu gibi bir isim olsun. Emre,
Engin ... Öyle bir şey işte. Kara r verdi Ferit, bugün otobüsten
inip gidecekti o markete. Hem Memo'nun, hem İbo'nun yü­
zünü kızartacaktı bir güzel.
Oh olsun!
Süreyya Hanım bir iki yudum suyla dudaklarını ıslatıp
devam etti kald ığı yerden.

Bizim yayınevi müdürü telefona döndü, bir otel, bir i k i kafe,


birkaç d a restoran adıyla beraber. "Buralarda bulabil irsiniz
Attila'yı d iye umuyorum. İyi yolculuklar, Süreyya Hanım.
Size ve pederinize rahatsızlık verdiğim için çok üzgünüm.
Umarım özrümü kabul edebilirsiniz."
Artık elimde Attila İlhan'ın adresleri de vardı. O akşam
babama müjdeyi verdim, "Tüm bavullarım hazır. Ben de ha­
zırım." Babam d a bu arada aranmış taranmış, Paris'te bir da­
ire ayarlamış bize. İstanbul'dan tanıyıp da güvendiği bir tüc­
carın a hbabının yeriymiş. Birkaç oda, bir büyük salon, hem
de tam şehir merkezi. Nihayet yola çıkma vakti gel mişti.

1 8 .)
O zamanlar şimdiki gibi uçaklarla kuş gibi uçmuyorsun.
Sen A l la h bilir Sivas'tan bindin uçağa, göz açıp kapayıncaya
buradaydın. Benim gençliğimde uçak yolculuğu o kadar yay­
gın değildi. Herkes yataklı trenlerle geceler boyu tıngır mın­
gır burada n oraya, oradan buraya ...

Hayı r, ben otobiis/e geldim. Uçak benim neyime, Siireyya Hanım,


d iyecekti Ferit, demedi.

Ertesi gün şoför bey beni ve babamı bıraktı tren istasyonuna.


Yerleştik küçü k kompartımanımıza. Ne bir Şadiye Abla yanı­
mızda, ne de başka biri. Baba kız.
Babacığım tren yolculuğumuz süresince en az benim ka­
dar heyecanlıydı. Koca c:ıdam çocuk gibi sürekli camdan d ı­
şarıyı izliyor, ben i dirseğiyle dürtüyor bir şeyler göstermek
istediği zaman. Durup du rup bıy ıklarını okşuyor, "Çok yaşa
kızım, sen beni ayartmasan benim böyle seyahatlere kalkı­
şacağım yok. Daha sık yapmalıyız bunu. Belki Londra'ya da
gideriz. Viyana. Lizbon."
Ben de çok memnundum, hem kendi halimden, hem de
babamın bu apayrı hayal lerinden.
Trenimizin bir de güzel restoran vagonu vardı. Böyle
ufak kırmızı püsküllü abajurlar koymuşlar her masaya. Be­
yaz örtüler sermişler. Gidiyorsun sağdaki soldaki sandalyele­
re tutunarak, oturuyorsun. Bardakların, çanakların, her şeyin
sallanıp duruyor. Garson geliyor, o da sallana sallana.
İlk akşam babam kendine bir kadeh kırmızı şarap ısmar­
ladı, bir de biftek, ya da onun gibi kanlı canlı bir et. Ben de İs­
tanbul sınırlarından çıkmış olmanın coşkusu, babamı da böy­
le hevesli görmenin cesaretiyle şöyle bir göz attıktan sonra
yemek menüsüne, döndüm garsona, h iç istifimi bozmadan,
"Aynısından lütfen," ded i m. Babam yan yan bir baktı bana.
Sonra garsona ve tekrar bana. Garson h iç oralı olmadı, döndü

1 84
arkasını gitti. Bell i ki şarap siparişim onun gözüne batmamış­
tı. Babam da bıyıklarını çekiştire çekiştire, "Peki, öyle olsun,"
dedi. "Mustafa Kemal de olsa hoş görürdü herhalde." Karşı­
lıklı, çekingen, gülümsedik.
Garsonumuz elindeki küçücük tepside şaraplarımızla
gelince, babam kadehini kaldırdı, "Kızımın şerefine," dedi.
"Nasıl da büyüdün, bir bayan oldun artık, ba ksana."
Hayretti galiba sesindeki. Hayret, gurur, biraz da kaygı.
Birbirimize en yakın olduğumuz a ndı belki. Demek
onunla da başlayabilirdik sil baştan, daha samimi, daha sı­
cak, dost gibi. Annemin karanlık hatırası üzerim ize gölge et­
meden, hayaleti aramızda soğuk soğuk d ikilmeden.
Paris'te geçird iğimiz o on küsur gün içinde her akşam
katıldı m babam ın kadeh lerine. Bazen bir, bazen iki. Kol kola
dolaştık ıslak Paris soka klarında. Şansımıza mevsimlerden
bahar, havalar da yumuşad ı d iyordu k, a ma hiç hesaba kat­
mamışız nisan yağmurlarını. Olsun, çok güzeldi. Aynen
okuduğum romanlardaki gibi. Romantikti. Sabahları kru­
vasanla rımızı yiyip kahvemizi yudum luyorduk kafelerde.
Yanıbaşımızda pipolu beyler gazeteleri n i okuyorlard ı tüm
ciddiyetleriyle. Sonra butik butik dolaşıyor, babama kravat­
lar, bana ince uzun çoraplar a lıyorduk. Her tabelayı, söyle­
nen her şeyi tercü me ed iyordum tabii . Bensiz babam nasıl
d a kaybolurdu o yol larda. Sokaklarda hanımlar, hepsi bir­
birinden güzel, birbirinden özenli giyinmiş, taranm ış, süs­
lenmiş, yürüyorlardı şıkır şıkır. Büyülenmiş gibiydi babam.
Görüyordum o rujlu dudakları uzaktan nasıl sey rettiğini.
Ama yaklaşamıyordu işte, uzaktan izliyordu o kadınları, o
yaşamları. Akşamüstleri aynı kafeler bir ağızdan hızlı hızlı
konuşan, gü lüşen a rkadaş gruplarıyla dolup taşıyordu. Sa­
natçı olmalı bunlar, d iye düşünüyordu m. Tam Markiz pas­
tanesi gibiydi oralar da. Tütün, kahve, şarap, parfüm ve yağ­
mur kokusu. Hayat dolu.

1 85
Fakat elimde değil, bir şeyler eksikti işte. Gözlerim Attila
İlhan'ı a rıyordu her sokak köşesinde. Gecenin karanl ığında
bir ayak sesi yankılanınca dönüp bakmadan edemiyordum.
Ya o ise ...
Derken bir sabah babamla oturmuşuz bir kafede, ben ona
gazetedeki haberleri okuyor, o da bol köpüklü sütlü kahvesi­
ni yudumluyorken, içeriye üç genç adam girdi. Az ötemizde
u fa k yuvarlak bir masaya oturdular, sigarala rını da yaktılar,
başladılar konuşmaya. Hem de Türkçe! Babamla şöyle bir ba­
kıştık. Ben acaba bu nla rdan biri Attila İlhan olabilir mi d iye
dayanamıyor, dönüp dönüp masalarına bakıyordum. Babam
eğildi kulağıma, "Gidip kendimizi tanıştırmamız lazım, ayıp
yoksa. Aynı memleketin insanıyız, ta Paris'te aynı pastaneye
düşmüş yolumuz," ded i ve kalktı yerinden. Ceketinin önü­
nü ilikled i, elinin tersiyle süpürdü önündeki kırıntıları. Ya­
vaş adımlarla gitti masalarının başında du rdu, alçak sesle bir
şeyler söyled i. Adamlar ayağa ka lktılar, birer birer el sıkıştı­
lar babamla. Babam döndü, "Kızım Süreyya, sen de gel," d iye
beni çağırd ı. Ben dL' şapka mı şöyle bir düzelttim, gittim. Hiç­
birinin adı Attilfı değ i ld i . Meğer öğrencilermiş. Felsefe, fen,
edebiyat. Babamın pek hoşuna gitti tabii. Hemen, ayaküstü, o
akşam için onları yemeğe davet etti.
Hava kararınca hep beraber güzel bir restoranda buluş­
tuk. Masalarda mumlar. Tavanda müthiş bir kristal avize.
Koltuklar kadife kaplama, halı kıpkırmızı. Gümüş çatal bıçak
sesleri. Aşıklar fısıl fısıl . Arka planda hafif de bir keman.
Beyler şarap içti. Ben bu defa katılmad ım tabii, uygun
düşmez diye. İyi de oldu. Onlar içtikçe, kelimeleri birbirine
dolandıkça, ben son derece ayık izleyebild im olan biteni . İki­
si İstanbullu, biri Balıkesirli varlıklı ailelerin biricik oğulla­
rıydı. Paris'te olmaktan pek memnundular. Ama tahsi l lerin i
tamamlayınca b i r koşu evlerine dönüp aile işlerine bakmak
ve vata nın kalkınmasına katkıda bulunmaktı niyetleri. Uzu n

1 86
uzun anlattılar parlak hayal lerini, Türkiye Cum huriyeti'nden
beklentilerini. Bol bol tokuşturdular kadehlerini. Batılılaşma­
ya, laikliğe, saygıdeğer önderlerimize, "Ne mutlu Tü rk'üm!"
diyen herkese. Şerefe, şerefe, şerefe.
O gece babamı izlerken, onda bir değişiklik gördüm.
Daha yüksek sesle gülüyordu sanki, şarabını daha bir seve­
rek içiyordu. Kendi evinde, kendi dostları arasında bile böyle
rahat değildi. Ne yalan söyleyeyim, yadırgadım biraz. Genç­
lerden birini bell i ki sevmişti babam. Sürekli ona iltifatlar
yağdırıyor, sorular soruyor, onunla şakalaşıyordu. İhsan adlı
bir gençti bu. Yirmilerinin sonunda. Babasının Balıkesir'de
mermer fabrikaları vardı. Kendi de burada kimya okuyordu.
Ailenin en küçüğüydü. Konuşurken fazla kıpırdamıyordu
ağzı, kaşı, bıyığı. Ku mral saçından bir tutam sürekli alnına
düşüyordu, o da sürekli tek el iyle bu tuta mı geriye itiyordu.
Tizdi sesi.
Tutmamıştı benim gözüm bu İhsan'ı.
Sonra ne olsa beğenirsin? Babam demez mi, "Döner dön­
mez sana şahsen ben bulacağım işini. Ya benim yanımda, ya
da güvendiğim bir dostun yanında. Hatta üzerine kızımı da
veririm!"
Kulaklarıma inanamadım. Kendimi tutmasam hışımla
kalkıp kaçacağım masadan. "Babacığım, şarap dokunmaya
başladı sanırım. Siz a lışık değilsiniz bu kadar," diyebildim en
sonunda.
İ hsan Bey gülüyordu, gayet mutlu. "Ne şereftir bu! Ne
kada r onur verdiniz bana. Teşekkürler ederim, Salih Bey. Yok,
Süreyya Hanım, dokunmadı şarap babanıza. Bilakis, bakın
ne kadar da yaradı."
Kendimi küçücük hissettim. Bağırsam avaz avaz, sesimi
duyaca k kimse yoktu. Bir sürü adamın ortasında yapayalnız­
dım. Görünmezdim. Önemsiz bir kız, kadın parçası, hatta
u facık bir böcektim. Ezip geçeceklerdi beni.

1 87
Az sonra bitirdik yemeğimizi. Babam hesabı ödedi.
Gençlerin elini sıktı bir bir. Ertesi gün için İ hsan'la randevu­
laştıktan sonra ayrıldık restorandan.
Yürümeye başladık karanlık sokakta, yağmur ince ince
çiseliyor. Etraf alabildiğine sessiz ve ıssız.
Bir anda sımsıkı yakaladı kolumu babam. Sarstı tüm be­
denimi. "Senin nazından bıktım usandım artık! O adamı be­
ğenmezsin, bu adamı beğenmezsin. Kaç a i leyi geri çevirdik
kapımızdan. Kaç yaşına geldin artık! Ben Salih Topçuoğlu'nun
kızı evde kald ı ded irtir miyim? Üstüne üstlük benimle terbi­
yesiz terbiyesiz konuştun o gençlerin önünde. Şarap dokun­
muşmuş!"
Ağlamaya başladım sokağın ortasında . Söyleyecek tek sö­
züm yok.
Babam hızlı hızlı yü rümeye başladı önümden, ben de
peşinden zinci re bağlanmış kölesi gibi gid iyorum. Dizlerim
sızlıyor, yüzüm alev alev.
Tuttuğumuz apa rtmana dôndüğümü zde babam yakma­
dı ışıkları. Simsiy,1 h di kild i salonun ortasında. Omuzları sert,
elleri yumruk. "Cül gibi çocu k i�te. Verdi m gitti," ded i. Dön­
dü, odasına girdi. Kapıyı çarptı ardından. Camlı büfedeki
tüm bardaklar sarsıldı.
Şadiye Abla olsa koşar gelir, bana bir nane limon içirir,
üzerime lavanta kolonyası dökerdi avuç avuç. Tek başıma ne
yapacağımı bilemedim. Kilitled i m kendimi odama. Bir yastı­
ğa sarıldım, öylece yattım kaldım yatakta. Öfke, hayal kırık­
lığı, kuşku, hepsi ayaklanmış göğsü mde. Ordu gibi. Rap rap
yürüyorlar. Savaş alanı olmuş içim.
Yaralı bir ben, şehit bir baba.
O gece ne zaman uyuya kalsam öyle kapkara ve korkunç­
tu ki rüyalarım, hemenceci k uyanıyordum. Tanımadığım bir
adam, tanımad ığım sokaklarda kovalıyordu beni . Elinde bir
şey vardı ama neydi tam olarak göremiyordum. Belki bir bal-

1 88
ta, belki bir sopa, belki bir halat. Derken bir bakıyordum, beni
kovalayan benmişim. Elimde tuttuğumsa i nce saplı bir ayna.
Aynanın içinde babamın yüzü.
Sabah oldu. Kapılar açıld ı, kapandı, gitti babam. Bir süre
bekled im evde yalnız kaldığımdan emin olmak için. Sonra
ben de kalktım, giyindim. Ne göreyim beğeni rsin, gözlerim
bir kurbağanınki gibi torba torba olmuş. En büyük şapkamı
taktım, onun gölgesine sığınarak çıktım evden. Ça ntamda bir
kağıt parçası. Üzerinde Attila İlhan'ın ad resleri.
Tabii bilmiyorum yolumu, tanımıyorum soka kların ço­
ğunu. Ama Fransızcama güvendim işte. Sora sora buldum
,ırad ığım mahalleyi, şairimin kaldığı otelin civa rını. Uzakmış
da, saatlerce yürüdüm herhalde. Üzerimde h i ç pa ra da yok,
,ı lışmışım babamın cüzda nında n geçi nnwye sü rek li. Karnım
,ıç, aya klarım yorgun. Gözlerim lı."ı li''ı sisli. Orada kenard a bir
park buldum, gittim oturdum. Zor tu tuyoru m kend imi yine
,ığlamamak için.
Derken yanıma yaşlıca bir adam oturdu. Kel kafa lı, sırım
gibi bir adam. Fransızca sordu, "Matmazel, iyi misiniz?" d iye.
" H ayır," ded i m burnumu çeke çeke.
"Yardımcı olabilir m iyim?" d iye sordu bu defa.
"Bilmiyorum," dedim. "Sanırım kayboldum. Babamla
geldi k Paris'e. Birlikte şehir merkezinde kalıyoruz. Bu sabah
benden önce çıkmış evden, ben de ardından yetişirim d iye
u mdum ama olmadı. Yürüdü m yürüdüm, derken etrafa bak­
t ı m, h iç tanımıyorum bu sokakları. Çok da yoruldum, acık­
l ı n1."
"Gelin size bir çorba ısmarlayayım," dedi adam. "Hem
bulutlar da toplanmaya başladı. Yağmur yağdı yağacak, böyle
d ışarıda oturmanız doğru olmaz. Sırılsıklam olur, hastalanır­
"' nız sonra."
Efendi birine benziyordu. Ceket pantolon takımının ku­
maşı öyle çok kal iteli değildi a ma ayakkabıları yeni cilalan-

1 89
mıştı. Bir adamın neyin nesi olduğunu ayakkabılarına bakar­
san bir a nda anlarsın. Tozlu mu o ayakkabılar, parlak m ı? Ne
tarz bir deri, yoksa keten m i? Bağcıklı mı, bağcıksız mı? To­
pukları kalın mı, ince mi? Önemli detaylar bunlar. Hepsinin
bir sırrı var. Her ayakkabının hikayesi farklı.

Ferit eğdi başını, kendi bez pabuçlarına baktı. Bağcıkları kir­


lenmişti, ayak kabının o lastik a ltı sararmıştı. Kumaşının be­
yazı uçmuş gitmişti. Utandı, ayaklarını a ltına topladı.

Bu mahalle öyle babamla gezd iklerim gibi varlıklı insanla­


rın yaşadığı mahallelerden değildi. Yolları daha bozuk, ka­
feleri daha derme çatmaydı. Kalktık beraber, yürüdük bir
süre konuşmadan. Sonra ilk gördüğümüz restorana girdik.
Kenarları işlemeli beyaz masa örtüleri, a hşap sandalyeleri ve
duvarda asılı Pa ris resimleriyle sevimli ama sıradan bir yerdi
bu. Oturduk, adam hemen bir s iga ra yaktı, bir tane de bana
uzattı. Ben de n L' ya p <ıc ağ ım ı bilmediğimden aldım elinden
sigarayı. Son ra Orha n Vel i'n i n, Oktay Rifot'ın, bir önceki ge­
ceki gençlerin yaptığı gibi bir nl'fL's \ektim içi me.

Aman bir öksür ü k tuttu ben i ! Ciğerlerim paramparça


olacak öksürmekten! Gözlerimde yaşlar. Garson koşa koşa
geldi, elinde bir bardak su. Karşımdaki adam ise halime ba­
kıp meraklanacağına, a rkasına yaslanmış gülüyor kel kafa­
sını ovarak. En sonunda kendime geldim. "Neden gülüyor­
sunuz, gülünecek bir durum değil ki. Bakın perişan oldum!"
dedim hafif küskün, biraz da kızgın.
"Kusura bakmayın Matmazel," dedi adam, "ama ma­
demki daha önce h iç içmemişsiniz sigara, ne cesaret şimdi
deniyorsunuz?"
"An lattım ya Mösyö, çok kötü bir gün bu benim için, ar­
tık ne yapacağımı şaşırmış durumdayım."
"Peki, gerçeği söyleyin o halde. Ne işiniz var buralarda?

1 90
Yabancısısınız Paris'in bel l i ama bu kadar kaybolmuş olmanı­
za olanak yok. Ta şehi r merkezinden buraya ... Başka bir ma­
zeretiniz olma lı. Ben size bu çorbayı ısmarlayacağım ısmarla­
ınasına ama bir şartla: Bana gerçeği söyleyeceksiniz."
Ne yapayım, öylesine de acıkmışım. "Peki," dedim, ka­
bul ettim. "Ama bir kadeh de kırmızı şarap isterim o zaman."
Mösyö kaşlarını öyle bir çattı ki. "Az önce gördüm ne oldu­
ğunu elinize sigarayı a lınca, şimd i bir de şarap d iyorsunuz.
Hayır. İçin çorbanızı, o kadar."
Anlatmaya başladım. Baba mın sarhoş oluşunu, beni o gün
tanıştığı bir Türk gencine gelin etmek isteyişini, kolumu nasıl
kavradığını, sesini nasıl yükselttiğini, kapıyı nasıl çarptığını,
büfedeki bardakların nasıl sarsıldığını. Sonra biraz çorbam­
dan içtim. Baktım Mösyö bir şey dem iyor, bekl iyor gerisini,
biliyor dahası var, devam ettim siizünw. Şi irlt•ri ni okud uğum
ve şiirlerinden ötürü kend isiıw deli divn ıw fışı k olduğum bir
Türk şairinin pol itik amaçlnrl,1 şu an l\ı ris'te bulunduğunu,
bu seyahati de sırf onu bu bbil nll'k için pbnlad ığımı, babamı
,ıslında yalan vaatlerle kand ırıp btır<1 l<Hil getirdiğimi söyleyi­
\Wd im bir çırpıda. Mösyö kaşla rın ı kald ırıp, a lnını kırıştırıp
hözlerimin tam içine baktı. Dekli geçti gidıebeklerimi. Oktay
R i fat da böyle bakmıştı işte bana. Ya rgılar gibi. Tü m varlığımı
..;orgu lar gibi. Kaçırdı m gözlerimi haklı olmasından korkara k.
Mösyö su stu bir süre. Sonra tek bir soru sordu: "Görünce
ı ,rnıyabilecek misin bu şairi?"
"Tanıya mayacağım,'' dedim. "Nasıl tanıyayım? Hiç gör­
ınedim yüzünü."
Gülümsed i . Ben de çalıştım gülümsemeye ama olmadı.
l \ir anda öyle yoğunlaştı ki mutsuzluğum, çaresizliğim, nefes
horum tıkandı sanki. Çorba bile geçmez oldu boğazımdan.
"Sıra bende," deyiverd i Mösyö. Başladı anlatmaya. Meğer
hir kızı varmış benim yaşlarımda. Pek yakın değil lermiş onlar
, 1,1. Konuşmazlarmış doğru dürüst, sadece şundan bundan,

191
hafif şeyler. Okudukları k itaplar, makaleler, o tarz gayri şahsi
konular. Başka ne konuşsunlar? İkisinin de acısı, hıncı çok de­
rin, yalnızlıkları kocaman. Sonu yok. Susmak en kolayı.
Mösyö bir çırpıda özetledi her şeyi: Mösyönün karısı,
kızları daha çok çocukken çekmiş gitmiş evden. Bir adama
aşık olmuş, hem de sanatçı bir adama. Öyle bir aşkmış ki bu,
kaybetmiş kendini kadıncağız. Bir gece kalkmış sessizce,
küçük bir bavu l yapmış kend ine ve ayrılmış evden bir daha
dönmemek üzere. Kocasını da bırakmış geride, kızını da. Hiç
vedasız. Yabancı bir adamı, sanatından etkilenip tercih etmiş
kendi ailesine. Bir daha da haber almamışlar ondan.
Mösyö bir sigara daha yaktı. "Hep kendimi suçluyorum.
Yeterince iyi bir koca olamadım, karım başkasına kaçtı. Ye­
terince iyi bir baba olmayı da bilmiyorum. Babam da bana
öğretmedi. Öyle ağır bir yük ki bu. Anlatmakla olmuyor. Ev­
den çıkmaz olduk baba kız. Bazen akşam yemeğimizi yerken
uzun uzun bakıyorum kızımın yüzü ne, ne kadar da benzi­
yoruz birbirimize. Sadece çenemiz, bu rnumuz değil kastetti­
ğim. O hüzün, gözlerinin altındaki halka halka hüzün, aslın­
da benim hüznü m bil iyoru m. l3en im çektiğim ne varsa o da
çekiyor. Bazen bal kona çık ıyor, uzaktan izliyorum. Kolla rını
göğsünde kavuşturuyor, dem i r gibi soğuk, paslı öyle bir bakı­
yor ki boşluğa. Kendimi görüyorum adeta o duruşta, o beden­
de, o ruhta. Benim öfkemi de, benim korkularımı da o taşıyor
sanki. Hepsini. Pişmanlıklarımı, öfkemi, yalnızlığımı onun
üzeri ne yıkmışım yıllar yılı. H iç istemezdim böyle olmasını.
Ama ne yapacağımı bilemed im işte. Hala da bilemiyorum."
"Arasanız ya karınızı? Ya bulursanız, ya dönmeye i kna
olursa? O zaman her şey düzelmez mi?" d iye sordum bir
ümit.
Kel kafasını okşadı Mösyö, sanki sorumu duymamış gibi
sayıklad ı. "Kim bilir belki hala o sanatçı adamla, hala aşık.
Belki yeni bir sevgiliyle. Belki kırık kalbi. Belki yalnız, piş-

1 92
man, korkak. Dünyanın bambaşka bir yerinde ama içi aynen
beni m gibi yaralı, hali sefil mi sefil."
Hesabı istedi. Kalktık yavaşça . Beraber çıktık, tek ke­
lime konuşmadan. Ona sarılmak istedim, teşekkür etmek,
avutmak, özür d ilemek. Anla t tıkları bizim hayatımız, bizim
h ikayemizmiş gibi. O benim babammış gibi.
Bir süre ince ince çiseleyen yağmurun altında durdu k.
Taş kaldırımda iki yabancı ama hayatlarında hiç kimseye ol­
madıkları kadar yakın.
"Kızıma söyleyemediklerimi sizinle paylaştım," dedi.
"Gidin konuşun kızınızla," dedim.
"Konuşamam, bunu siz de çok iyi bi liyorsu nuz. Aynı şey
değil," d iye cevap verdi. "Susku nlu k artık alışkcı nlığımız, kır­
gınlığımız tabiatımız haline gelmiş. Kend imizi böyle korur
olmuşuz birbirimize ve hayata karşı."
Yüzüm gözüm, saçlarını ıslcı n m<ıya b;ışla nııştı artık. Üşü­
yordum.
"Size bir araba bul;ı l ını," ded i . "Buyuru n yol parası."
Kabul ettim. Ta m a r;ıba nın kapısını açmışken durakla­
dım, "Ne yapmalıyım sizce?" diye sordum. "Arayayım mı bu
bahsettiğim şairi, vaz mı geçeyim?"
"Hiçbir zaman hiçbi r şeyden vazgeçmeyin," dedi Mösyö.
"Şu hayata bir kez geliyoruz, öyle değil mi?" Sonra kapımı
sıkıca kapadı. Arkamdan uzun uzun baktı, el salladı.
Ama o vazgeçmişti işte, karısından da, kızından da, ken­
dinden de.

Eve döndüğümde babam yoktu ortalıkta. Odama çekildim.


Öyle yorgundum ki bir gece öncenin uykusuzluğundan, o gün­
kü yürüyüşten, sürekli ağlamaktan, kendimden geçivermişim.
Fark etmedim ne zaman çıktı ay, karardı Paris, ne zaman doğ­
d u güneş, yine ışıldadı bütün şehir. Öyle derin uyumuşum.
Uyandığımda babam mutfakta oturmuş bir şeyler yiyordu.

1 93
"Günaydın," dedim.
"Günaydın," dedi, durdu. Ben karşısına oturayım mı
oturmayayı m m ı d iye düşünürken, "Toparlan da gidelim,"
deyiverdi. "Bu Paris bize yaramadı. Evimize dönelim."
Bir an için cız etti içim. Yarıda kalmıştı Attila İlhan ha­
ya llerim. Bavullarımı topladım, her şey buruş buruş. Bindik
t rene, döndük Kandilli'ye. Yol boyu hiç ama hiç konuşmadı k.

Suyuna doğru uzandı Süreyya Hanım. Ferit ondan önce kaptı


bardağı, verdi eline. "Buyurun Hanımım. Kurudu yine d ili­
niz dudağınız değil m i?"
"Kurudu tabii. Konuşturmayacaksın beni bu kada r."
"Ben de dalmışım dinlemeye. Bekleyin size keşkülünüzü
vereyim. Ağzınız tatlanır."
"Şimdi istemem ama dursun belki sonra yerim."
Ferit çıktı odadan, aklında tek bir soru: Biz de benziyor
olabilir miyiz babamla? Ben de taşıyor olabilir miyim onun
acılarını, tutuk korku larını? O da benimle konuşmak, yakın­
laşmak istiyor da çekin iyor olabi lir mi? Mümkün mü bu?
Koşar adım ind i merd iven leri, çıktı binadan, döndü sokak
köşesini, gird i telefon ku lübesine. Çaldırd ı evinin telefonunu.
Çaldırdı, çaldırdı. Devam etti düşü nmeye. Ya annesi? Kocası,
kızları olmasa o kim olurdu? Kaçıp gitse, yepyeni bir hayata
başlasa, o zaman da düşer miydi tansiyonu? Peki ya kendisi,
sabahları aynada gördüğü o sivi lceli kız kimd i? Bir ziyaretçi.
Zaman za man Feride, zaman zaman genç bir Süreyya. Bir tür­
lü kend i olmayı bilemeyen, kendi olmaktan korkan bi r Ferit.
Doğmamış bir erkek çocuğun silik hayaleti. Alaya alınmış bir
kız. Beşik kertmesiz bir köylü. Saf. Ürkek. Bir hiç kimse.
Telefonu açan olmadı.
Bir an için Fatma'ya mektup yazmayı düşü ndü. Kısacık
bir an.

1 94
"Ben bakka la uğrayacağım," dedi Mualla Yenge otobüsten in­
diklerinde. "Sen eve git istersen."
"Ben de geleyim," deyiverdi Ferit.
"Gelme, gelme. Mademk i benim a rsızlar üzmüş seni."
Durdular sokağın ortasında, göz göze.
Kir içinde bir arabanın kornasıyla kendilerine gelip kena­
ra çekildiler.
"Yok yengeciğim, o kadar da büyütmeye gerek yok. Dün
ağladı m çünkü evimi çok özledim, anacığımı çok özledim.
Bugün de aradım, açmadı telefonu. Aklım hep orada, ondan
böyleyim."
"Yollayalım mı seni? Belki de iyi bir fikir değildi bu İstan­
bul, Etiler." Mualla Yengesi'nin yüzü küçücük bir çocuğunki
gibi yumuşamıştı. Kaşları iyice düşmüştü.
Kol kola girdiler.
"Öyle demeyin Mualla Yenge, ben me m n u n um geldiği­
me. Ne çok şey öğren iyoru m bir bilseniz. Kolay değil ama
olsun. Her hasretin sonu gel i r. Döneceğim evime, kavuşaca­
ğım anacığıma elbet. Ama şimd i buradayım. Beraberiz, tadını
çıkaralım."
"Ne olgunsun sen, Ferit kızım. Yaşından ne kadar büyük
konuşuyorsun. Peki, beraber gideli m bakkala, gideli m de
gösterelim o çocuklara günlerini."
"Aman Mualla Yenge, ne olur bir şey demeyin. İyice utan­
dırmayın beni onların önünde."
Dudaklarını fermuar gibi çekti kapattı Mualla Yenge.
"Gideceğiz bir maka rna a lacağız o kadar. Kıymalı, doma­
tesli soslu uzun makarna yapalım d iyorum. İtalyanlar g ibi.
Baksana yarın cuma, neredeyse hafta sonu. Bütün hafta ca­
nımızı d işimize taktık çalıştık, iki gün izin ayarladım bize.
Cumartesi, pazar. Ancak öyle kendi mize geli riz."
Bu defa hem Memo, hem İbo duruyordu tezgahın gerisin­
de. Bir maçı tartışıyorlardı ateşli ateşli.

1 95
"Ama hakem o düdüğü çalmasaydı. .. "
"Yok daha neler! Adam girmiş soldan, nah şöyle de çel­
melemiş, tabii ki faul."
Mualla Yenge her zamanki gibi sıkmadı yanaklarını, öp­
medi tükürüklü tükürüklü. "Selamün aleyküm," dedi. "Bize
bir Piyale, uzun makarnadan. Spagetti. Sıpa kadar adam olup
da sıpa kadar aklı olmayanlar var ya hani, onun gibi."
"Annemizin keyfi pek yerinde değil bugün. O da bir faul
yemiş herhalde," dedi İbo.
"Bırak palyaçoluğu da ver makarnamızı," dedi Mualla
Yenge sesi h iç olmadığı kadar donuk.
"Al," dedi Memo hafif şaşkın, uzattı makarna kutusunu.
"Ayran da vereyim. Ferit kardeşin sevdiği o markadan var
hem de."
Mualla Yenge h iç istifini bozmadı. "Ona kalmış."
" Fark etmez," dedi Ferit önce. Memo'ya değil Mua lla
Yenge'ye d i km işti gözlerini. Mualla Yenge şöyle bir kaşlarını
kaldırdı, iyi düşün dl'r gibilerinden. "Peki, bir de ayran o za­
man," ded i Ferit, b<l şın ı önü ne L'ğd i . K i r pas içindeki bez pa­
buçlarına baktı. Son ra tezgiı h ın a rk<ı sında saklı o bir çift aya­
ğı düşündü. Peki ya Menıo'nun ,ıya kkabıları nasıld ı? Onun
ayakkabılarının hikiıyesi neyd i?
"Al la haısmarlad ık," ded iler, çıktılar. Daha beş on adım
atmışlardı ki durdu Mu<l l la Yenge, yakaladı Ferit'in kolu nu
sımsıkı, "Neydi şimd i o?" d iye sordu heyecanlı heyecanlı.
"Ne neydi Mualla Yenge?"
"Memo'nun yaptığı?"
"Ne yaptı?"
"Bilmiyorum, sen anlat! frrit kıırdcş ayran ister mi? Bence
bizimki biliyor dün bir halt ettiğini, pişman şimd i. Özür d ile­
meye çalışıyor kendince. Ay şimdi anlıyorum! Allah canını a l­
mayasıca! Bizimki düpedüz abayı yakmış sana, iyi mi? Onun
için beşik kertmesi falan zırvalıyor. A h canım! Eşek oğlum
büyümüş de sevdalanmış!"

1 96
Ferit'in kuyu gözleri açıldı kocaman kocaman. Avuçları
a lev a lev.
Mualla Yenge ise kıkırdıyor. "Beğend in m i yaptığını! Bi­
zim oğlanın kalbini çalmışsın besbelli! Alacağın olsun kızım
Ferit. Aferin, belki şimdi bizimki ada m olmayı öğrenir, ken­
dine çeki düzen verir!"
"Mualla Yenge," diye kekeledi Ferit. "Memo bana sevdalı
falan değil. Siz ordasınız d iye öyle konuştu, yoksa ne işi olur
beni mle? Tek derd i alay."
"Öyle mi d iyorsun?" Hemencecik cidd i leşti Mualla Yen­
ge. Kaşları çatılıverdi yine. "Alay mı ediyor bizimle yani? Vay
ahlaksız. Ama bence bir i htimal, sevda lanmış da olabilir.
Neden sevdalanmasın? Nasıl sevdalanmasın? Sen in gibi kızı
bul muş. Yok buralarda öyle sen i n gibi ha n ını hanı m kızlar.
Aklı başında, terbiyeli, uysal, ça lışka n . İ stanbu l'u n kızla rı ip­
siz sapsız. Söyletme şimd i!"
O kırmızı ojeli parmaklar, lwyaz şeffaf gömlekler, siyah
sutyen askıları yand ı söndü Ferit'in hafızasında. "Ama Mu­
a l la Yenge," dedi kısık bir sesle, "Ben kara kuru bir şeyim."
"Aaaa, o da laf m ı şimdi!" d iye haykırdı Mual la Yenge.
"Duymayayım bir daha! Esmer güzelisin sen, esmer güzeli.
Ne o, herkes saçını sarıya boyuyor burada. Yol yol. Dipleri
kara kara. Sen esmer esmer bizim ha kiki Türk kızımızsın işte.
Kalmadı senin gibiler. Anadolu gülü. Ben Memo olsam, on
sekizimde bir delikanlı olsam, seni buldum mu bırakmaz­
dım. Alay malay değil bu bence."
Kocaman bir çimdi k attı Ferit'in koluna. "Ay," dedi Ferit.
Acıyan etini, kızarmış derisini ovdu.
"İlahi kız. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Bizim
Memo adam olacak da Ferit'e abayı yakacak. Çok hoş valla!"
"Ne olur öyle demeyin Mualla Yenge," d iye yalvardı Fe­
rit, neredeyse ağlamaklı. "Doğru değil. Siz öyle sanıyorsunuz
a ma değil."

1 97
"O kıza gideli m de bir fal baktıralım en iyisi! Sabiha'ydı
deği l mi adı? Hemen sorarım ben komşulara, bulurum onu.
Ece bilir." Mualla Yenge çocuk gibi şenlenmişti. Yürüyüşü
bile değişmişti, bir yandan bir yana kalçasını kırıyordu dans
eder g ibi. Sonra birden durdu, cilveli cilveli, "Peki, ya olsun
ister miydin?" d iye sordu.
"Ne olsun? Memo?" d iye sordu Ferit, Mualla Yenge'den
çok kendine. "Sevmesin be yengeciğim. Sevmesin. Ne yapa­
rım ben onunla? O burada, ben orada. Alışık değilim ben böy­
le şeylere, oyunlara, aşklara falan. Sıkılırım, korkarım."
Evin kapısına gelmişlerdi. Mualla Yenge daha ayakkabı­
larını ayağından sıyırırken, "Bize müsaade bey, kad ın kadına
sohbet edeceğiz!" diye seslendi içeri, sonra da hemen daldı
mutfağa.
"Buna da haber mi d iyorlar! Uyutuyorlar milleti," d iye
ekranıyla konuşmaya devcı m etti İsm<ıil D<ıyı, onları h iç fark
etmemiş gibi.
Makarnan ın suy unu koyn<ım<ıyo bıra ktıktan sonra Mual­
la Yenge bir t<ıv<ıda so ğa nl arı Vl' kıymayı kavurmaya başladı.
"Ben İsmail Dııyın'la t a n ışlığımda n<ısıl oldu sanıyorsun?
Aynen böyle. Bakma şimd i ki şu sıkıcı halimize, biz de geçtik
bu yollardan." Yine bir çimd ik attı uzanıp Ferit'in hala sız­
layan koluna. "Ben de bir nazlandım, bir nazlandım dayına.
Görecektin. Biz kız tarafın ı n işi o. Nazlanmak. Erkek tarafı
da üsteleyecek. Önce şakalar edecek, sonra ısrar edecek, bek­
leyecek, bekleyecek, en sonunda da kuduracak. İsmail Dayın
da az kudurmamıştı hani. Bir gece vakti sarhoş sarhoş geldi
penceremin d ibinde belirdi, bir de türkü tutturdu ki!

Be11 de şaştım bıı gö11lii111 ii11 elinden


Her nereye varsam a111a11 yar ister benden
Sanki be11i111 mor sii111biillii bahçem var
Kam kış ayında ama11 giil ister benden

1 98
Ay içim bir hoş oldu, bir hoş oldu a n latamam. Ama inatçıyım
ya ben, nazlıyım ya, gıkımı çıkarmadım. Saklandım perde­
nün gerisine. Dişledi m dudaklarımı gülmemek için, cevap
vermemek için. Zeyno kardeşim de uyandı, o da yapıştı be­
nim eteklerime. İki kız ölüp ölüp d i ri liyoruz vallahi. Bizimki
de bülbül gibi maşa l la h, şakıdıkça şakıyor. Hey gidi günler,
hey."
Mualla Yenge derin bir iç çekti. Gözleri ışıl ışıl, yanakları
al a l olmuştu. "Onun için," d iye devam etti kısa bir sessizlik­
ten sonra, sesi daha da bir cıvıltılı, "Ben iyi anlarım bu aşk
meşk oyu nlarından. Neyin alay, neyin naz, neyin düpedüz
sevda olduğundan. Şıp d iye hem de. Eğer Memo da benim
oğlumsa, benim ve İsmail Dayı'nın kanını taşıyorsa damarla­
rında, o da bizim gibi inatçıd ır, bizim gibi guru rludur, bizim
gibi de duyguludur. Bakma erkek evlat d iye YL'rden yere vu­
ruyorum ama yine de canı m o benim. Kend imi ta nıd ığımdan
iyi tanıyorum, bir ba kışta o stı r<l t<ı <rn lıyoru m ne geçiyor için­
den. Senin anlayacağın benim hü kmü m bud ur: Benim oğlan
sana sevdalanmış!"
Ferit'in ka fası iyice karışmıştı. Bir yanı pır pır heyecanlı,
bir yanı isyankar, hatta öfkeli.
"Tamam, tamam, üzerine gelmeyeceğim daha," dedi Mu­
alla Yenge, Ferit'in yanağından son bir makas aldı.
"Ay," dedi Ferit.
"Sen de pek hassassın canım," dedi Mualla Yenge kıkır
kıkır. "Tamam, bak sustum. Makarnamız da hazır. Gel biz de
televizyon karşısında İsmail Dayın'la beraber yiyelim bugün."
Az biraz da olsun geçmişi anlatmak, Mualla Yenge'ye on
beş yaş aşkını, o heyecanı geri getirmişti sanki. Kocasının ya­
nına oturdu, kolunu mıncıkladı, omzuna kedi gibi sürtündü.
İsmai l Dayı da bu halden hoşnut, çapkın çapkın gülücükler
saçtı. Onlar birbirleriyle oynaşadursun, Ferit de başını önüne
eğip kendi makarnasıyla oynadı.

1 99
O gece yatarken ışığını açık bıraktı Ferit. Eline Çalıkıışıı'nu
a ldı, okumaya çalıştı ama bir türlü aklını toplayamıyordu. En
sonunda koydu göğsüne Feride'nin hayatının ağır romanını,
gözlerini kapadı. Uyudu, uyandı. Arada saate baktı. Gece ya­
rısı, bir buçuk, üç yirmi. Işığı hala açıktı. Memo gelmemişti
salona merhaba demeye. Gelmeyecekti.

Cuma

Süreyya Hanım'ın tabağı n ı kucağına yerleştirdi dikkatlice.


"Türlü," diye açıkladı yaşlı kadının soru işaretleriyle dolu
gözlerine.
"Ne var bu türlünün içinde böyle?" dedi Süreyya Hanım
kuşku lu kuşku lu.
"Patl ıca n, bamya, taze fasulye, kabak."
"Haycı t tcı bcı rnycı yemem!"
Derince bir i ç çekti Ferit. "Ay ı klarız ba myaları Hanımım.
Gerisin i yers i n iz."
"Sen yine uyumcımışsın, belli."
"Neden öyle diyorsunuz?"
"Huysuzsun, bakscı na."
"Değilim, Süreyya Hanım. İyiyim ben. Sizsiniz bamyayı
istemeyen."
"Sevmiyorum dedim ya. Bugüne kadar yememişim, bu­
gün mü başlayacağım yemeye! Seksen sekizimden sonra."
"Yemeyi n Süreyya Hanım, yemeyi n ! Ben bir şey deme­
dim ki."
"Yine huysuzlaştın işte."
"Öyle demeyin," dedi ve kendini yaşlı kadının ayakları­
nın d ibine bıraktı Ferit. Başı ipleri kesil miş bir kuklanınki gibi
düşmüştü, sırtı kambu r. Kaküllerin i karıştırdı sol eliyle bir
süre.

200
Süreyya Hanım a rkasındak i yastığı çekti verdi, Ferit a ldı
altına yerleştird i .
"Kaldır şu tabağı kenara. Kokusuna bile dayanamıyorum
mübareğin."
Ferit kolunu uzatabildiği kadar uzattı, ama oturduğu yer­
den u laşamadı masaya. Kalkamadı da yerinden. Koydu taba­
ğı yere, parmak la rının ucuyla azıcık birazcık daha itti. Sonra
yine düşüverdi omuzları, kırıl ıverdi boynu.
"Söyle nedir derdin?" dedi yaşlı kadın. Sesi daha alçaktı
şimdi, daha merhametli.
"Önemli bir şey değil Süreyya Hanım. Başınızı şişirme­
yeyi m boşu boşuna. Neden böyle içime dert oldu ben de bil­
miyorum."
"Bir gönül meselesi mi yoksa?"
"Galiba öyle."
"Yeni bir şey yan i?"
"Evet."
"Yoksa bir şa iri okudun, okuduğun şiirden de adama aşık
mı oldun?"
Hafifçe güldü Ferit. "Keşke," dedi. "Daha kolay olurdu."
Alındı buna Süreyya Hanım. "Hafife a lma, sevmek de­
mek, sevmek demek. İnsan tüm kalbini verdikten sonra ada­
mı görmüş de olsan görmemiş de olsan bir."
"Öyledir herhalde Süreyya Hanım. Sizin hikayeleriniz
hep öyle uzaktan başlamış ya. Siz daha iyi bilirsiniz. Benimki
burada, burnumun d ibinde. Benimki dediğim, sevgili mev­
gili değiliz tabii. Neyiz h iç bilmiyorum. Bir gelsin istiyorum,
bir gelmesin. Arada şöyle bir yaklaşıyor ama o yaklaşır yak­
laşmaz benim elim ayağım birbirine karışıyor, yanlış bir şey
d iyorum, kaçırıyoru m. Olmadı böylesi bana daha önce." Yut­
kundu Ferit. "Yarın hava güneşli olursa hep beraber denize
gideceğiz. Kilyos mu neresi, işte oraya. Yanıma oturuverirse
ne derim, ne yaparım? Korkuyorum galiba."

20 1
"Yarın m ı?" diye sordu yaşlı kadın bir anda uyanmış gibi.
"Ya rın ya. Cumartesi. Bizim tatil günümüz."
"Hani pazardı tatiliniz?"
"Bu hafta böyle, çok yoru lduk d iye iki gün izin ayarlamış
Mualla Yengem."
"Oh maşallah! Yorulduk dediğin de şuracıkta bağdaş ku­
rup oturup masal dinliyorsun bütün gün. Sonra da tatil, öyle
mi?" Yüzü asılıverdi yaşlı kadının.
"Ama Süreyya Hanım ..." Sustu Ferit. O kadar içini dök­
müştü, kimseye, hatta kendine bile söylemediklerini pay­
laşmıştı ama duya n olmamıştı h içbirini. Kalktı yastığından.
"Madem öyle d iyorsunuz, gideyi m ben."
"Gitme," dedi Süreyya Hanım. "Çok da a lıngan oldun.
Bu da o gönül bağının etkisi herhalde. Çocuk aklın ermiyor
bu işlere. Otur, otur."
Ferit omuz silkti, gitti sandalyesine oturdu. Tepsiden ken­
di türlüsünü a ldı, yemeye başlad ı. Süreyya Hanım bir süre
uzaktan izledi onu. Sonra sordu, "Başka ne var bu öğlen?"
"Havuç sa latası. Cevizli kayısı tatlısı. Bir de pilav vardı
ama onu get irmedim istemezsi niz d iye."
"Şu cevizli tatlıyı göster bir bakayım. Yeni bir şey bu, ver-
med i ler daha önce."
Ferit kalktı, tatlı tabağını getirdi.
"Şimdi otur yine şu yastığa," dedi yaşlı kadın.
Hafif tereddütlü çömeldi, yavaşça oturdu Ferit.
"Şimdi söyle bana, nedi r bu çocuğun adı?"
"Memo."
"Mehmet," diye düzelt t i Süreyya Hanım, işaret parmağı­
nı i l kokul öğretmenleri gibi sallayarak.
"Ama herkes Memo diyor. O da Memo d iye tanıtıyor ken­
dini."
" Her neyse," d iye devam etti Süreyya Hanım. "Sen bu
çocuğu seviyor musun?"

202
Bir anda bembeyaz oldu Ferit. "Tövbe, Süreyya Hanım.
Tabii ki sevmiyorum." Kulaklarının arkasına attığı saçları öne
çekti, iyice örttü yüzünü.
"Eee, o zaman niye bu kadar dert ediyorsun? Neden ka­
çıyor uykuların?"
Feri t parmaklarını sımsıkı geçird i birbirine. "Bilmiyo­
rum, Süreyya Hanım."
"Belki de seviyorsun. Nasıl, hızlı hızlı atıyor mu kalbin
gördüğünde bu Mehmet'i?"
"Bi l mem. Genelde böyle, ne bileyim içim sıkışıyor, sanki
kötü bir şey olmuş ya da olacakmış gibi. Çenem kaskatı olu­
yor."
"Hah işte, aşk o."
"Ama Süreyya Hanım, aşk dediğimiz güzel bir şey değil
mi? Niye acıyor ki içim? Neden böyle düğü m düğüm oluyo­
rum?"
"Bak bunca g ü nd ü r a n latı p du ruyorum sana aşkı, tek
kel imesini anlamamışsın! Hayd i Ç11/ık11ş11'nu okumadın, h iç
Türk filmi de m i seyretmedin? Yeşilçam? Belgin Doruk, Ay­
han Işık? Gerçi ben öyle televizyon melevizyon seyretmem
biliyorsun. Edebiyata düşkü nüm ben. Şimdi gözlerim iyice
bozuldu, okuyamıyorum, böyle bulanık bulanık camdan dı­
şarı bakıyorum."
Durdu Ferit bir süre, düşündü. "Ya n i sizce ben ..." getire-
med i gerisini.
"Sen ne?"
"Aşık mı oldum?"
Kırış kırış gülümsedi Süreyya Hanım, çenesi havada,
kendinden emin.
"Mualla Yenge de oğlunun bana sevdalandığını söylüyor
ama i nansam mı i nanmasam mı bilemiyorum." İyice bunal­
mıştı Ferit. "Sizin şairlerden bahsetsek yine."
"Hangisi?"

203
"En son Attila Bey'deydik."
"Attila İlhan. Soyadlarıyla beraber öğreneceksin. Ney-
m iş?"
"Attila İlhan," d iye tekra rladı Ferit.
"Atti la İlhan. Tam bir Türk ayd ını. Sadece şair de değil.
Romancı, gazeteci, eleştirmen. Sanatçı dediğin çok yönlü ol­
malı zaten."
"Ama olmadı, onunla tanışamadınız Paris'te değil m i?
Öyle ded iniz dün." Ferit sabırsızlanıyordu ders kısmını kısa
kesip hatıralara dönmek için.
"Haklısın kötü bitirdim o hikayeyi. Devamını getireyim
bari."
"Buldunuz mu yani Attila Bey'i? Affedin. Attila İlhan'ı
demek istedim."
"Buldum bulmasına ama işler çok karıştı bu defa."
Derin bir soluk aldı ycışlı kad ın, içi boş kcı rnı şişti, söndü.
Sonra parmcığın ın ucuyla şöyle bir dokundu cevizli tatlısına,
hala canlı olup olm cıdığını bil med iği bir böcekmiş gibi dik­
katli, hafif de tiksi n m iş bir edayla. 'Tek de bir şeye benzemi­
yor ama. Denesem mi?"
Ferit yavaş yavaş öğren iyordu ikna etmeye çalışmanın
boşa olduğunu. Sustu ve bekled i. Süreyya Hanım ağzına bir
lokma koydu, yüzünde bir bilim adamının ciddiyeti ve mera­
kıyla çiğned i. En sonunda da bir yargıç gibi verdi hükmünü:
"Eh."

Bir gün babamla karşılıklı oturmuş yemeğimizi yiyorken,


"Yarın a kşam misafirimiz var," dedi. "Öneml i misa firler.
Balıkesir'den. Paris'te tanıştığımız İhsan oğlumuzun a i lesi."
Gerisini söyled iyse de ben duymadım, öyle bir uğultu
kulaklarımda. İçimdeki ruh böyle bedenimden sıyrıldı, çıktı
gitti, sanki tavanda bir yerde asılı aşağıya bakıyor. Sandalye­
de oturmuş olan ben ne kadar savunmasız, ne kadar kırıl-

204
gand ı anlatamam. Üflesen yerle bir olacak. O gece ilk defa
kendime acıdım. O güne kada r farklı duygular hissetmiştim,
kendime kızd ığım, hatta kendime küstüğüm bile olmuştu.
Kend i me güldüğüm, kend imle alay ettiğim, kend imi tebrik
ettiğim. Ama o gün ruhum, o şahane kristal avizenin yarım
ışığı a ltında duran solgun, zayıf ben'e baktı ve acıdı haline.

"Şimdi her gün acıyorum tabii. Şu hale bak." İki elini birden
kaldırdı, yüzüne yaklaştırdı Süreyya Hanım. "Baksana ncı­
sıl da yaşlanmışım. Seksen küsur yıl." Döndürdü ellerini,
avuçlarını incelemeye başladı. "Kader ded ikleri şey güya şu
avuca sığıyormuş. Yapıyorla r ya öyle, alıyorlar elini şöyle bir
bakıyorlar, sonra da bir bir bildiriyorla r. 'Ömrün uzun olacak.
Kariyerinde yükseleceksin. Evleneceksin, iki çocuğun olacak.
Ka lbin de çok büyükmüş, çok scw n i n var. Şu da para, ondan
da bol var.' Uydur baba m uydur. Ka hve fa lını her zaman el
fa lından daha çok sevm işimd i r. En azından ömür boyu üze­
rinde taşımıyorsun o falın keha netini. Neyse. İşte şu avucum­
daki kırışıklar arasında bir yerde demek ki bu varmış. Bu ha­
yat." Biraz d a ha yaklaştırdı ellerini yüzüne. Sanki o kuru ve
çatlak cildin vadi lerinde bir yerde kaderinin yüzünü seçebi­
lecek, seçince de içinde kalmış bir çift lafı edebilecekmiş gibi.
Ferit de açtı avuçlarını, baktı bir süre. Memo'yu, İstanbul'u
a radı. Anasını, Fatma'sını. Kend ini.
Sonra i kisi de indirdiler ellerini, kavuşturdular kucakla­
rında.

Ertesi akşam geldiler. Ben en güzel elbisemi giydim, en güzel


takılarımı taktım, saçlarımı taşlı toka larla yanlardan tuttur­
dum. İhsan için değil, babam için. O da babamı sevindirece­
ğim d iye değil, babamdan korkmayı öğrendiğim için. Ama
babam gerçekten de beğendi beni o gece. Tam bir hanımefendi
gibi davrandım. Salih Topçuoğlu'na yakışacak zarafette bir kız.

205
İhsan'ın annesi de bayıldı bana. Öve öve bir hal oldu. "Ne ka­
dar kültürlü, ne kadar terbiyeli bir kızınız var Salih Bey, Allah
bağışlasın. Ay üzerindeki şu kolye de harikulade. Zümrüt tabii,
belli. Hem de en kalitelisinden. Elbisenin kumaşı da nefis. Size
de pek de yakışmış ama güzele ne yakışmaz öyle değil mi?"
İhsan'ın babası daha ciddi bir adamdı. Az ve öz konuşu­
yordu. Daha çok soru soruyordu. "Peki ya sizin paşa babanız
ne gibi meselelerle uğraşırdı? Kışları yalıyı ısıtmak zor oluyor
mu? Kaç gemi geçiyor Boğaz'dan bir günde ortalama?"
İ hsan aynen Paris'ten hatırladığım gibiydi. Çelimsiz bir
genç. O a lnına düşen saçma sapan saçı, kemikli burnu, seyrek
bıyığı. O gece iyice sessizdi de. Her baktığımda içim sıkışıyor­
du adeta.
Yemek bitti, baba mla İhsan satranca oturdular. Babam
İran'da tanıdığı bir elçiden hediye gelen fildişi takımı çıkardı.
Çok özel bir takımdı bu. El yapımı. Antika. Camlı büfesinde
dururdu hep. Babam için çok önem l iyd i kimi şeyleri böyle
muhafaza etmek, bü fclerdL', b fl•slerde, kilitli çekmecelerde
saklamak. Bazen beni dl' bliyl l koru maya ça lıştığını düşü­
'

nürdüm. Ya iyi n iyeti nden, ya benci lliğinden. Tam olarak hiç­


bir zaman bilemedim. Artık d<ı çok geç gerçekleri öğrenmek
için. Olan oldu, oldu bitti. Ben de kabullendim kaderimi.

Yine açtı avuçlarını, baktı o karmaşık çizgilere bir süre. Baktı,


baktı, baktı. Sonra sımsıkı iki yumruk yaptı ellerini. "Neyse,
h ikayemize dönelim. Satranç d iyordum, değil mi?"
"He ya," dedi Ferit.
"Evet," d iye düzeltti Süreyya Hanım.

Evet, İhsan ve babam oturdular karşılıklı. İhsan'ın babası da


yanlarına bir sandalye çekti. Çıt çıkmıyor o yuvarlak masada.
Bir siyahlar, bir beyazlar. İleri geri, sağa sola, çaprazlama. Bir,
iki, üç, kare kare adımlarla. Her hareket son derece hesaplı.

206
Biz de İhsan'ın annesi Perran Hanım'la oturduk pencere
kenarında, kahve içiyoruz, Boğaz'ın d iğer tarafında ateşböceği
gibi yanıp sönen ışıkları seyrediyoruz. Ara sıra için i çekip bir
şeyler söylüyor Perran Hanım, "Ah İstanbul, ne ihtişamlı. Şu
tepeler, şu deniz. Her şeyi başka bura ların. Bizim beyin de fab­
rika işleri olmasaydı keşke, koşa koşa gelirdim İstanbul'a. Ama
bir hanım için önce kocası ve ailesi, öyle değil mi?" Ben de en
doğru zamanlarda "Tabii," ya da "Öyle mi?" "Maşallah," "Al­
lah kısmet ederse," diye destekliyorum onun sözlerini.
Aradan bir hafta geçti geçmedi, Balıkesir'e davet edildik.
Koca bir hafta sonu. Baba m ba na sormadı bile ister misin, gi­
delim mi diye. "Cuma rtesi saba hı yola çıkacağız. Son günler­
de çok yağışlıymış, ona görL' giyin, y.rn ın a bir �emsiye al." O
kadar.
İ hsan uzunca bir tatil için gel mi�ti Pa ris'ten. Dönecekti
elbet. Sonu gelecekti bu eziyetin. Öyle avutmak istiyordum
kendimi. Ama Bal ı kesir'e va rdığımızda, Perran Hanım beni
malikanelerinde gezdirmeye başladığ ı nda anladım ki burayı,
bu yabancı evi, bu yaba ncı ı:ı i leyi benimsemem, hatta sevmem
bekleniyordu benden. "Siz misafir değilsiniz. Burası eviniz
sayılır." Babam, İhsan ve İhsan'ın babası fabrikayı teftişe
gidince ben de baş başa kalıyordum Perran Hanım'la. "Gel
beraber nakış işleyelim," diyordu Perran Hanım. Bana iğne
ipl i k a ra maya girişiyordu.
Ben o güne kadar kendi evimde kendi istediğim gibi
kitaplarımla, Şadiye Ablam'la, Boğaz manzaram la rahat rahat
yaşamışım. Ne istersem, ne zaman istersem yapmışım. Şimdi
ise bir tehdit i le karşı karşıyaydım. Her şeyin değişme i htima­
li vardı. Perran Hanım beni kızı, hatta kendisinin bir örneği
yapmaya hevesliydi. Özenti, başka şehirlere ve hayatlara öz­
lemli bir ev hanımı. Nakış, dikiş, örgü. Vesaire.
Üç gece kaldık o malika nede. İhsan'la bir kere bile yalnız
kalmadık. Bir kere konuşmadık. Bir kere göz göze gelmedik.

207
İstanbul'a döndüğümüzde artık babamla da pek göz göze
gelmez olmuştuk.
Aradan birkaç ay geçti. Ben belki de bütün mevzu unu­
tulmuştur diye u m mak istesem de farkındaydım babamın
sürekli yazdığı, en güzel mühürleriyle mühürlediği ve Paris'e
yolladığı o mektupların. Sanki babam ve İhsan sevgili ol­
muşlardı, ben ise üçüncü şahıstım onların ilişkisinde. Arka
duvara düşmüş bir gölge. Belki de onların dostluğu için bir
bahane.
Günün birinde kendi babamı elin oğlundan kıskanaca­
ğım hiç aklıma gelmemişti doğrusu.
Kış çok soğuk geçti Kandilli'de. Mart, nisan hep rüzgar­
l ıydı, hep ıslak, hep sisli, hep rutubetli. Her sabah pencerem­
den bakıp i lkbaharı arıyordum. O i l k filizi, kurumaya yüz
tutmuş çiy tanesini, çiçek olmaya hevesli tohumu. Ama bek­
led iğim sıcaklardan önce, İhsan'ın mektubu geldi. Bana değil
tabii, yine bab<ı ma. Okul senesini başarıyl<ı bitirmişti. Paris'te
prestijli iş bulmuştu y<ız için. Am<ı önce kıs<ı bir tatil yapa­
cak, sonrn gelip ai lesiyk· hasret giderecekti. Bir <ıra da tabii
İstanbul'<ı uğrnm<ık, bizleri ziyaret etmek istiyordu.
İşte bu ziyaret o ziya ret oldu. Çiçekler, çikolatalar. Allah'ın
izni, peygamberin kavli. B<ıb<ı m bir yerden saklı bir kanyak
çıkardı. Erkekler birbirlerinin sırtlarına vurup, omuzlarını
sıvazlayarak içkilerini içtiler, ben ve Perra n H<ınım kahveleri­
mizi yudumlayıp utangaç utangaç gülümsed ik. Ş<ıdiye Abla
mutfaktan gizl ice bizi izliyor, sevinse mi üzülse mi bilemi­
yordu.
İşin gerçeği ben h içbir şey hissetmez olmuştum. Ne öfke,
ne nefret, ne de korku. Acımıyordum da kendime. Umurum­
da değild i. İhsan, babam, İstanbul, Balıkesir, şiir, nakış. Hiç­
biri. Evlensem de olurdu, evlenmesem de. Yaşasam da, yaşa­
masam da.
Derken beyler yan oday<ı geçtiler. Perran Hanım yine

208
bana Boğaz a kşamlarının güzelliğini a n lattı, burada yaşıyor
olsa yapacağı şeyleri saydı bir bir. Sonra beyler geri döndüler,
pazarlıkları neydiyse çabuk olmuş, çabuk bitmişti. Kendile­
rinden hoşnut bir halleri vardı.
Misafi rlerimiz git tikten sonra babam odama geld i. "Artık
İhsan'la nişanlısınız, sizi böyle ayrı koymak olmaz d iye dü­
şündük. Bu yaz o Paris'e işi için dönerken seni de yanında gö­
türmeyi teklif etti. Hem Fransızcanı daha i lerletmiş olursun,
hem de sana değişiklik olur. Sevmiştin Paris'i."
Dedi m ya bir haller gelmişti üzerime. Sadece içim değil
cild im bile uyuşmuştu sanki. Hiçbir şey hissetmem mümkün
değildi.
Bir iki hafta sonra bir sabah kal ktım, bavullarımı yaptım,
içlerine ne koyup koymadığıma çok da dikkat etmeden. Ya­
nıma birkaç kitap a ldım tren de oku ma k için. Şad iye Ablam'ın
ağla maktan sırılsıklam olmuş ya nakla rında n kuş gibi küçü­
cük öptüm, veda ettim ve d ışa rıda bek leyen a rabaya bindim.
Trende elimi tuttu İhsan.
"Ne kadar da soğuk ellerin. Üşüyor musun? Ceketimi ve­
reyim mi sırtına?" d iye sordu.
Teşekkür ettim. "Hiç zahmet etmeyin, benim ellerim hep
soğuktur böyle. A lışmanız lazım."

Ferit uzandı, yaşlı kadının sımsıkı düğüm olmuş parmakla­


rını çözdü, elini tuttu. "O kadar da soğuk değil şimdi," dedi.
"Öyle mi?" d iye sordu yaşlı kadın mera kla. Sonra, "Yaz
günü ne de olsa," diye bir açıklama buldu, kendi kendini
inandırmak ister gibi. Ama çekmedi elini Ferit'in elinden.
Öyle oturdular bir süre, i kisinin de gözleri uzakta bir yerde,
ama elleri birbiriyle iç içe.
"Sonra?" d iye sordu Ferit, aradan birkaç dakika geçince.
"Efendi m?" dedi Süreyya Hanım, uzun bir düşten uyan­
mış gibi gözleri buğulu.

209
"Sonra ne oldu? Hani trendeydiniz İhsan Bey'le. Paris'e
gidiyordunuz?"
Dudaklarını büktü yaşlı kadın. "Sonra Paris. Onu da ya­
rına bırakalım olur mu? Yoruluverdim yine. İki laf konuşuyo­
rum nefes nefese kalıyorum baksana. Böyle oluyor işte insan.
Dudaklarım da kurudu. Şu bardağı uzatırsan ..."
Ferit elini usu lca çekti Hanımının elinden, kalktı, suyu
aldı geldi. "Cevizli tatlıdan bir tane daha yerseniz güç verir
biraz, şerbetli şerbetli."
Önce suyu nu içti, sonra bir tatlı daha attı ağzına. Yavaş
yavaş çiğnedi. "Eh," diye tekrarladı hükmünü.
"Yarın ben izinliyim, Süreyya Hanım," d iye hatırlattı Fe­
rit. "Başkası getirecek yemeğinizi. Ama pazartesi yine bura­
dayım."
"Öyle olsu n," dedi Süreyya Hanım.
Bir şey daha söylemek istedi Ferit, yumuşatıcı, sakinleş­
t irici, avutucu bir tek söz daha. Bulamadı uygun kelimeleri.
Uzand ı yaşlı kad ının ılık elini okşad ı. "İyi istirahatler size."

Telefon kulübesine g i t t i , a h i zL•y i aldı dine, önce bekledi bir


süre, sonra tuşlara bastı yavıı� yavıı�, pa r m a klar ı nın ucunda­
ki o endişeleri, korku l a rı tu�lıı rla tddonu n içine itmek, anne­
sine yol lamak istercesine.
"Alooooooo, buyruuuuu n."
"Anacığım," dedi.
"Ferit'im, hemşirem, gül yüzlüm, nasılsın? Çok merak et­
tim seni dün, neden bilmem. İçim böyle hop hoptu."
"Dün a radım, k imse yoktu evde. Kaç kere çaldırdım."
"Allah Allah. Hep de evdeyd im ama ... Bir ara kısacık
Ayşe Teyze'ne uğradım ama çaya bile kalmadım. Öyle kapı­
dan. Birazcık dedi kodu yaptık o kadar."
"Ben de tam o sırada a ramışım desene."
"Hay Allah, evden çıkmaya da gelmiyor. Belki önceden
karar vermemiz lazım, şu saat, şu gün."

2 10
"Ama sonra bir iş çıkarsa da geç ka lırsam, arayamazsam
ne olur?"
"Mahvolurum. Yok, yok, olmam. Baksana İstanbul'a bile
yolladım seni." Aferin bekler g ibi sustu annesi.
"Nasılsın anacığım?" diye sordu Ferit.
"İyiyim hamdolsun. Bild iğin gibi. Eski tas, eski hamam
burası. Ya sen hemşirem, ya İstanbul? Ondan haber ver."
"Çok sıcak annem. Çok çalışıyorum. Ama iyi her şey. Sağ­
lığım yerinde."
"Aman çok şükür. Mualla Yenge de iyi, sana iyi bakıyor?
Çok yormuyorsun onları değil mi?"
"Yormuyorum. Herkes iyi burada." Sonra durdu bir süre.
Telefonun tellerine kuş gibi kondu a ralarındaki mesafe. "Öz­
ledim oraları," dedi Ferit sonu nda. An nesi bir şey demed i he­
men, sanki daha fazlası nı duymak isted i . "En çok dcı seni."
"Ferit'im, hemşi rem. Düşü n nwd i m değil atlcıyı p ben de
gelsem mi ycınıncı diye ama (;ok u z u n yol, kald ırcı m a m ben.
Hem baban bu rada tek başına ne yer, ne içer? Bakamaz kendi­
ne, biliyorsun. Geleceksin nasıl olsa, baksana çabucak geçiyor
günler."
Ferit kırık dökük gülümsedi, bu konuşmanın aynısı geç­
memiş miydi aralarında? Annesi ağlamaklı olmuştu, Ferit
onu avutmuştu. Şimdi tam tersi.
Telefonu kapattıktan sonra Etiler'e döndü, tam mutfağa
doğru gidecekken durdu, merdivenlere yöneldi. Çıktı. Altıncı
kata vardı. A-627'nin kapısını tıklattı, ses gelmeyince usulca
itti kapıyı, başını içeri uzattı. Süreyya Hanım koltukta başı
önüne düşmüş uyu kluyordu. E lleri kucağında sımsıkı kavuş­
muş. Usulca çekti kapattı kapıyı, mutfağa a kşam yemeği için
sebzeleri yıka maya döndü.

O akşam Mualla Yenge'yi bir telaş almıştı. Hazırlık telaşı.


Örtüler ("Nerede şu turuncu ekoseli olan? Baksana d iğerleri

211
hep lekeli"), yastıklar ("Böyle alırız bunla rı, kolu muzun altı­
na sıkıştırırız, başımızın altına koyarız, ra h<ı t rahat ayakları­
mızı uzatır otururuz sultanlar gibi"), kaplar ("Bunlar da çok
u fak canım, iki lokma ya sığar ya sığmaz"), kaşıklar, çatallar
("Bakkaldan plastik alsaydık da yıkama derdi olmasaydı son­
ra"), yemek ("O çiğ köfteleri bile yapmadın ya, alacağın olsu n
bey!").
"İla hi kad ın," diyordu İsmail Dayı. "Sabahın köründe
kalkarsın, bütün gün ayakta çalışırsın, yine de yorul mazsın.
Nereden bulursun bu enerjiyi? Ben pestil gibiyim, sen fitil."
Ferit Mualla Yenge'nin toplad ıklarını sayıyordu. Dört ça­
nak, dört tabak, dört bardak. İsma il Dayı, Mua lla Yenge, ken­
disi ve bir kişi daha. Memo muydu gelen, İbo mu bilmiyordu.
Soramıyordu da bir türlü. Hangisinin gelmesini istediğini
bile bi l miyordu ki. İbo gelirse şakalar yapacak, güldürecek­
ti herkesi. Peki ya Memo gelirse? Belki konuşacaklard ı, ba­
rışacaklardı . Küs müydüler? Küsseler, kim kime küsmüştü?
Kimdi la fı ilk açırnısı gereken? Tabii ki Memo, oydu erkek
tara fı. M u a l l a Yen gL' ilyk dl•mişti, erkek ta ra fı ısrar etmeli.
Ayranı istemeyen, su rat L'dl'n, .1ğl.1yıp Mua lla Yenge'ye ispi­
yonculu k yapa n da kend isiyd i. Kız tarafı, naz tarafı. Aklına
o sıkça duyduğu laf geld i: Fazla naz aşık usandırır. Ya usan­
d ırırsa Memo'yu sahi? Keşke birine sorabilseydi şimdi ne
yapması gerektiğini. Mualla Yenge? Asla. Olsa olsa Süreyya
Hanım bilirdi, o ne çok şey yaşa mıştı, kaç kere kırılıp kırılıp
onarıl mıştı ka lbi.
Ald ı eline Çalıkıışıı'nu, mutfak masasının başına otur­
du. Bir anda etrafındaki şangırtılar, aya k sesleri, söylenme­
ler, hepsi kayboluverdi. Geriye bir Anadolu kaldı. Bir Feride.
Bambaşka bir hayat. Okudu, okudu.

212
Cumartesi

Sabah herkesten önce uyandı Ferit. Yine aldı eline kitabını,


gitti mutfakta kendine güzel bir çay demledi, bir dilim ek­
mek kızarttı, üzerine yağ ve Mualla Yenge'ni n portakal reçeli.
Sonra evin diğer sesleri de uyandı. Önce kapılar açıldı kapan­
dı, sonra musluklar.
"Ne u nutuyoruz? Ne unutuyoruz?" diye bir aşağı bir yu­
karı koşturuyordu Mualla Yenge.
"Sakin ol kadın, dünyanın sonu değil ya, şunun şurasın­
da birkaç saatliğine gid iyoruz."
Ve "Günaydın."
O günaydınla kaldırdı başını ki tabından Ferit. Memo
karşısında dikiliyordu. Yeni tıraş olmuştu, yana kla rı ıslak ve
parlaktı. Gözlüklerinin camına d,1 bi rkaç d,1 m la su sıçramıştı.
"Günaydın," ded i Ferit.
Memo çaydanlığa yöıwld i. "Sen mi demledin çayı?"
"He ya."
Kendine koyu bir çay doldurdu Memo, şekersiz. "Eline
sağlık, güzel olmuş."
"Afiyet olsun."
Sonra çıktı mutfaktan, Ferit a rkasından bakmak istedi,
bakamadı. Neden ba kamadığını sordu kendine, o soruyu da
cevaplayamadı. Kitabına döndü, aynı satırı üç beş kere üst
üste okuduktan sonra, kapattı kitabını, kalktı yerinden.
"Yenge, neredesin? Yardım edeyim sana."
"Yok yardım edecek bir şey, her şey hazır. Bizimki boş
yere kuruntulanıyor. Kadın milleti!" dedi televizyonun önün­
de her zamanki gibi kurulmuş İsmail Dayısı. Memo da onun
yan ındaydı. Yabancı bir film seyrediyorla rdı, gürü ltülü, vur­
dulu kırdılı bir a raba kovalama sahnesi.
Ferit mutfağa döndü. Mualla Yengesi dizüstü yere çök­
müş, alt çekmecelerden birinin diplerinde bir şey a rıyordu.

2L\
"Şu dolmaları koyduğum kabın kapağı kayboluvermiş. Hey
Allah'ım. Alüminyum folyoyu da bulamıyorum." Sonra içeri
seslendi, "İbo gidip açtı mı bakkalı?"
İbo. İbo bakkalda. Memo. Memo salonda televizyon kar­
şısında. Memo arabada yanında. Memo kumsalda karşısında.
Ferit kitabını kaptı aniden, göğsüne bastırdı. "Ben gide­
yim mi bakkala, ister misin yenge?"
"Yok, yok, mühim değil. Buralarda bir yerde uygun bir
kapak bulacağım ben. Sonra da hazırız demektir, çıkabiliriz."
Ferit bir eline yengesinin verdiği torbayı aldı, içinde Mu­
a lla Yenge'nin yaptığı un kurabiyeleri ve çikolatalı market
bisküvi leri. Memo örtüleri yastıkları dağ gibi yığdı, birkaç
torba da o yüklend i. Hep beraber a rabaya bindiler. İhsan
Dayı ve Memo öne, Mualla Yenge ve Ferit arkaya. Ferit açtı
Çnlıkıışıı'nu okumaya başladı.
"Yol tutacak, fena olacaksın," diye uyardı Mualla Yenge.
Ama a ldırmadı, okumnya devnm etti Ferit.
Yol iki sna t kad a r sürd ü . İ sma i l Dayı onu duymayan şo­
förlerle dalnştı, Mua l la YengL' sôylend i, Ferit okudu, Memo
sustu. Vard ıkl a r ı n d a , K;1 rndL•niz İ s tn nbu l u n kıyısını dalga
'

dalga dövüyordu. Bu lutlar ağırlaşmıştı.


"Şansımıza," d iye başladı Mualla Yenge. "Bütün hafta
güneşten eridik bittik, en sonunda kendimizi attık kumsala,
şimdi de hava kapandı. Bu kadar olur! Neyse, fazla yanıp kı­
zarmayız bari."
Torbalarını boşalttılar, örtülerin i, yastıklarını yaydıla r.
Onlar gibi birkaç a i le daha vardı etrafta. Kızlı erkekl i bir
grup çocuk şişme bir topun peşinde koşuyordu, beş a ltı kadın
çember olmuş oturmuş, konuşuyorlardı, yakında bir adam d a
yüzüne b i r fanila örtmüş uyukluyordu. "Ben d e aynen öyle
yapacağım," ded i İsmail Dayı, önce örtüsünü serdi kumlara,
sonra da kendini örtünün üzerine. Mualla Yenge daha bö­
reklerini, köftelerini dizemeden, İsmail Dayı'nın boğazından

2 1 lı
hırıl hırıl uyku sesleri gelmeye başlamıştı bile. "Al işte!" ded i
Mualla Yenge, yüzü beş karış. "Artık uyandırabilene aşk ol­
sun!"
Memo da babasının yanına geçmiş, d izlerini kendine
çekmiş, gözlüğünü çıkarmış, dalgaları seyrediyordu. Ferit on­
dan yana bakmamaya çalışarak Mualla Yengesi'ne yardıma
devam etti.
"Aaaa! Bak işte biliyordum bir şey unuttuğumuzu. Ayran
getirmedi k Ferit'e!"
Memo sakin hareketlerle ayağa kalktı, kendi taşıdığı tor­
balardan birinden bir bir çıkardı, götürdü annesine verdi.
Mualla Yenge'nin yüzünde güller açıverdi. "Ah oğlum, a h
oğlum benim."
O küçük beyaz plastik bardak oğlu nu n sevdasın ın en so­
mut kanıtıydı işte. Döndü gel i n i nL' b<ı ktı u z u n uzun. Ferit de
kaçırmadı gözleri ni. K<ıçı rnmadı.
Yine kaskatı olmu ş tu çenesi.
Bir süre kimse konuşmad ı . Sonra Mualla Yenge gitti, İs­
mail Dayı'yı dürttü. "Bey, kalk da bizimle bir lokma bir şey
ye." İsmail Dayı homurdandı ve yan döndü. "Nereden bulur
bu kadar uykuyu bilmiyorum ki. Beni m gördüğüm ya tele­
vizyonun karşısında yatmış, ya yatakta sere serpe. Bizler bü­
tün gün çalışalım, o hepimizden yorgun. Bir şey anladıysam
Arap olayım."
Memo, Ferit, Mualla Yenge beraber oturmuş, tencereleri
kapları karıştırıyorlardı şimdi. "Anlat Memo oğlum, nasıl gi­
d iyor her şey? Bakkal nasıl? Sıkılıyor musunuz çok? Takışıyor
musunuz İbo'yla? Yoksa iyi geçiniyor musunuz kardeş kar­
deş? Yüzünüze hasret kaldım. Aynı evde yabancı olduk yahu.
Bir mutfakta karşılaşıyoruz, bir helada. Tövbe tövbe. Babanız
birazcık izin verse, birazcık kendi kıçını kaldırıp o market de­
d iği yerde dursa ya! O zaman siz de etra fta olur, Ferit'e arka­
daşlık ederdiniz. Kızcağızı koyduk bir huzurevine, onun da

215
içi bizimki gibi turşu olacak sonunda." Şöyle bir süzdü Ferit'i.
"Değil mi kızım?"
"Ben memnunum Etiler'den, Mualla Yenge. Seviyorum
işimi."
"Ama fena mı olurdu çocuklar seni birazcık gezdirebil­
seydi? Şöyle İstanbul'un gençlerinin gittiği yerleri falan gö­
rürdün. Nereler oralar Memo?"
Memo hapur küpür yiyordu. "Beyoğlu," ded i ağzında
dolmasının pirinçleri dağılırken.
"Kapa ağzını oğlum. Ne ayıp. Hiç mi öğretmedik sana.
Hem de misafirimiz var. Ferit kızımız."
Memo ve Ferit'in gözleri deniz kıyısına geldiklerinden
beri ilk defa buluştu. Keşke şimdi Mualla Yenge bir kum fırtı­
nasına takılıp uçup gidiverseydi, baş başa kalıverselerdi. Do­
kunurlar mıydı birbirlerine?
"Oralardan bahsed iyordu ziyaret ettiğim sakinlerden
biri. Çok güzelmiş."
"Fena değil," dedi Memo. "(,'ok kalabalık oluyor bazen."
"Pasajlar va rm ı�."
"Var birkaç tane."
"Oğlum neden götü rmüyorsun Ferit'i o pasajlara? Alışve­
riş olur. Ferit kızım, sen de anana babana hatıralık bir şeyler
alırsın. Çam sakızı çoban armağanı."
"Bunlar öyle pasajlar değil anne, rakı sofrası buralar. Çi­
çek Pasajı falan."
"Yok olmaz, işte o olmaz, kızın anası bize güvenmiş,
emanet yollamış, rakı makı içirmem ben sana Ferit. Ben bu
yaşıma geldim, bir kere içtim. Sonra da başım bir ağrıdı, bir
ağrıdı. Bir daha dokunmam o merete."
Güldü Memo. "Sen Allah bilir bol sulu içmişsindir de
yine dokunmuştur."
"Sen ne biliyorsun rakının suyunu muyunu? O kadar
adam oldun da içki uzmanı mı çıktın başımıza?"

216
"On sekiz yaşındayım anne ya. Kanuna bak. On sekiz de­
mek, içmek serbest, barlara gitmek serbest demek."
"Gidiyor musun sen peki?"
"Bazen."
"Ay duymamış olayım. Söyleme Memo, söyleme. Bilme­
yeyim daha iyi, yoksa gece yatarım uyuyamam seni bekle­
mekten. On sekizde barlarda demek. Ay bir fena oldum. Ferit,
ver şu senin ayranı bir yudum içeyim. Tuzlu tuzlu iyi gelir
belki."
"Anne ya, sen on sekiz yaşında ben i doğurmadın mı?"
"O başka, rakı içmek başka. Ay seninle başa çıkılmaz
Memo. Babasının oğlu." Mualla Yenge omzunun üzerinden,
a rkada horuldayan kocasına baktı.
Ferit iki takım arasında oyna nan top oyunu gibi izliyor­
du ana oğulun ileri geri ta rtı�ınasın ı. Ya rı şaşkın, yarı heye­
canlı. Demek Memo ba rl;ı ra gid iyordu geceleri. Onun için
gelmiyordu salona . Acaba o barlarda kırmızı tırnaklı, siyah
sutyenli kızlarla .. ?
"İstersen götürürüm seni bir yerlere," dedi Memo. "Be­
yoğlu, Ortaköy."
"Öyle bara mara götürme. Kız bize emanet, annesinin
yüzüne bakamam valla bir daha!"
"Götürmem anne ya, merak etme. Ortaköy'de kumpir
yer, tavla oynarız efendi efendi," dedi Memo bezgin bir tavır­
la. Sonra yine Ferit'e döndü. "Başka nereye gitmek istersin?"
"Bilmem ki," dedi Ferit. "Belki Kandill i'ye gideriz?"
"Ooo, Kandilli çok uzak. Karşı tara f ora."
"Neden olmasın Memo? Binersiniz vapura, püfür püfür,
Boğaz turu olur, ne güzel."
"Eğlenceli bir şey yok ki Kandilli'de. Ne yapacağız orada?"
Sandala bineceğiz diye düşündü Ferit. Sen kürek çekecek­
sin, hani o yoğurdu güzel olan mahalleye gideceğiz. Sonra da
balıkçılara. Oradan kalkıp Beyoğlu'na gideceğiz. Ben istemem

217
rakılı pasaj, bir pastanede otururuz. Hani o yazarların gittikle­
rinden. Ayağında da cilası yeni, siyah pabuçlar olacak. Ben de
başıma bir şapka giyeceğim, şöyle tüllü çiçekli. Sen beni m elimi
tutacaksın. Bana diyeceksin ki geceleri yatağa yatınca seni dü­
şünüyorum, uykum kaçıyor ama seviyorum uykumun kaçma­
sını. Seviyorum seninle dolu hayallere dalmayı. Ben susturaca­
ğım seni, olmaz Memo, d iyeceğim, kamışına böyle. Ciddiysen
gel babamdan iste. İsteyeceğim, diyeceksin. Söz isteyeceğim.
Sonra bizim de bir evimiz olacak. Evimizde sırf öyle televiz­
yon, bilgisayar değil, güzel güzel kilimlerimiz de olacak. Ben
okula gideceğim, mühendis olacağım, sen marketi işleteceksin.
Sık sık Sivas'a gideceğiz anamı görmeye. Hatta Paris'e bile ...
"Nerelere daldın gittin k ız?" d iye çimdikleyiverd i Mual­
la Yenge.
"Ay," dedi Ferit. Acıyan yeri ovuşturdu.

Pazar

Ferit tek sayfcı okuy<ı m,ıdı Ç11/ıkıı�ıı'nda n o gün. Onun yerine


Meryem'e bir mektup yazdı. "Çok güzel burası. Çok iyiyim.
H iç dönesim yok. Aşık oldum. Sanırım ben de sözleneceği m
yakında."
Fatma'ya da yazmayı düşündü ama içinde o ekşi suçlu­
luk, vazgeçti hemencecik.

Pazartesi

"Nasıl geçti izin günlerin?"


"İyi geçti Süreyya Hanım. Den iz kıyısına gittik bir gün.
Bir gün de evde dinlend ik."
"Benim günlerim hiç iyi geçmedi."

218
"Hayrola Hanım ım? Bir şey mi oldu? Düşmediniz yine
inşallah?"
"Yok, düşmedim ama bütün gün öyle bir başım döndü,
öyle bir döndü ki. Alt üst oldu m idem."
"Olmuş muydu böylesi daha önce?"
"Seksen sekiz olunca başına gelmeyen kalmıyor ki! Her
hastalıktan, her dertten alıyorsun payını. Neyse, bugün dön­
müyor h içbir şey. En azından şimdilik. Ama midem yine bir
tuhaf. Hiç neşem yok."
"Birazcık yemek yerseniz iyi gelir, Süreyya Hanım. Bakın
bugün yoğurt da var. Yoğurt m ideye iyi gelir, değil m i? Anam
hep öyle der."
"Soğuk soğuk dokunur yoğurt."
"Soğuk değil ki," dedi Ferit, L'l i ıw ;ı l d ı ğ ı kaseyi avucunda
ısıtmaya çalışarak.
"Başka ne wır?"
"Kıyma lı kabak. K i r;ız."
"Pilav yok mu bugün?"
"Va rdı da ben getirmed im."
"İyi gelirdi şimdi pilav. Yoğurtla beraber, lapa gibi."
"Bir koşu gider getiririm mutfaktan Hanımım. Çabucak."
"İstemez. Boş ver, otur."
"Olmaz, gideceğim. Madem hasta da olmuşsunuz."
Yaşlı kad ının itirazlarının gerisini dinlemeden çıktı gitti.
Merdivenlerden öyle hızl ı, basamakları atlaya atlaya öyle
bir i niyordu ki tam alt kata varmak üzereyken bir şeki lde bi­
leği dönüverdi. Ve bir anda zaman yavaşlad ı sanki. Bir filmin
kareleri g ibi bölük bölük gördü kendi n i: Kolları açılmış, yü­
zünde donu k bir çığlık, yedinci basamaktan aşağı yuvarlanan
zayıf bedenini.
Yere yığılmış, acı içinde k ıvranırken güvenlikteki Sinoplu
ve tam oradan geçmekte olan Doktor Ayten gürültüyü duyup
koşa koşa geldiler.

219
"Başını çarpmadın inşa llah? Neresi acıyor? Bakalım kırık
çıkık var mı? Oynatabiliyor musun bacağını, kolunu? Kimd i
mutfaktaki akraban senin? Söyle d e hemen çağıralım."
Az sonra bi nanın önünde bir taksi durdu. Ferit'le Mualla
Yenge bindi ve son hız uzaklaştılar. Ferit burnunu çeke çeke
ağlıyor ve A-627'ye bir pilav yollasınlar diye sayıklıyordu.
"Ah kızım, ah kızım," d iyordu Mual la Yengesi kendi diz­
lerin i ovuşturarak. "Ne diyeceğiz şimdi annene? Aklı çıkacak
kadıncağızın."
Hastaneden Ferit'in sağ kolu a lçıda çıktıklarında Mualla
Yenge bir taksiye işaret etti. "Ben iyiyim, her zamanki g ibi
otobüse binelim, öyle gidelim," demek isted i Ferit ama deme­
d i. İyi değild i. Canı ya nıyordu. Gururu sızlıyordu. Bir anda
aynen Süreyya H a nı m'ı n a n lattığı gibi ruhu çıkıverdi bede­
ninden. Yükseldi, yü kseld i. Bir tekfon d i reği n i n tepesine ko­
nup aşağı ba ktı ru h, kend ini gördü. Yüzü de alçılı kolu gibi
bembeyaz, omuzları düşmüş, zayıf, kara ku ru bir kız. Acıdı
ona. Ne şefkat, ne sempati. Sadece acıd ı.
"Yarın istirahat et, zaten kırık kolla ne iş yapacaksın?
Anacığını da o zama n ara rız. Akşam a kşa m uykuları kaçma­
sın. Olur mu? Sonra bir otobüs bileti alırız, yollarız seni. Ne
tatsız oldu! Nazar değd i. Eminim nazar değdi."

Snlı

Ferit sabah her zama nki saatinde kalktı. Bacaklarındaki, be­


l indeki morlu kları fark etmemeye çal ışara k tek koluyla sakar
sakar giyindi. Yarım yamalak yüzünü yıkadı, dişlerin i fır­
çaladı. Mutfağa girince, Mualla Yengesi kaşları devrik, yüzü
yorgu n, "Hayrola, ağrıdan uyuyamad ıysan bir aspirin daha
vereyim," d iye küçü k beyaz bir hap uzattı.
Başını salladı Ferit hayır a nlamına. "Ben geliyorum Eti­
ler'e," dedi sonra da, kendinden son derece emin ve kararlı.

2 20
"Ne yapacaksın kız Etiler'de? Alçılı kolla ne meyve seb­
ze yıkayabilirsin, ne tepsi taşıyabilirsin. Hem de sağ kol gitti
gide gide. Solak değilsin ki, değil m i a ma?"
"Gidip Süreyya Hanım'la otururum bütün gün. Ona ba­
karım."
"Kin1?"
"A-627. Dün götü rmüşler midir pilavını?"
"Deli kız," dedi Mualla Yenge. Düşünceli düşünceli sal la­
dı başını. "Sen bili rsin."

Odaya saat sekizi biraz geçince parma klarının ucu na basa


basa girdi.
"Süreyya H anım, ben geld i m ."
"Ne işin var bu saatte burada? Öğk yl'ml'ği m i getirme­
din ya?"
"Yok," dedi Ferit, yaşl ı kad ı n ı n k.ı rşısınd,1 d i ki l d i, başı
eğik, kakül leri dağın ı k.
Süreyya H a nı m giizll'ri n i kısıp bcıştan a şa ğ ı süzdü genç
kızı. "Ne o? Kolunda ne va r?"
"Düştü m," ded i Ferit, suçlu suçlu.
"Düştün mü? Niye düştün?"
"Acele ediyordum merdivenlerden inerken, düşüverdim."
"Onun için mi dönmed in dün?"
"Onun için dönmedim."
"Ben de sana küsmüştü m. Konuşmayacaktım bugün se­
ninle. Anlatmayacaktım sonra ne oldu Paris'te."
"An latacaksınız ama değil mi?" diye sordu Ferit, a lçılı ko­
lunu delil gibi tutup kald ırarak.
"Bilmiyorum," dedi Süreyya Hanım, yüzü hala ciddi.
"Düşmeseydin." Sonra u fak bi r tebessüm belird i duda k ların­
da, Feri t de bundan cesaret alıp gitti her zamanki yerine, yaşlı
kadının ayaklarının d ibine oturuverdi.
"Sizin için geldim bugün," dedi. "Sırf sizin için. Yoksa
ba na yapaca k iş yok burada. Sakat sakat istemiyorlar beni."

22 1
"Kovuldun mu yani?"
"Galiba."
"Ama beni görmeye geldin yine de?" d iye sordu Süreyya
Hanım, bir daha duymak için.
"Sırf sizin için Süreyya Hanım."
"Bak yine sırnaşıyorsun," dedi yaşlı kadın, gözlerini pen­
cereden yana kaçırarak.
"Sırnaşıyorum ya," ded i Ferit, başını koydu yaşlı kad ının
kucağına. Yüzünde bir avuç hüzün, bir avuç huzur.
"Madem sırf benim için geldin, anlatayım bari biraz,"
dedi Süreyya Hanım.

İhsan Paris'te şehir merkezinde bir ev tutmuştu kendine. Ben


de orada kalacaktım. Diyeceksin o devirde de olur mu öyle ni­
şanlılar nikah öncesi aynı evde. Ayıp günah değil mi d iyecek­
sin. Uygun görmüş demek babam. Ya modernliğini kanıtlamak
için ya da bu İhsa n'ı çok sevd iğindL•n, oncı çok güvendiğinden.
Ycıtak odcı lcı rımız cıyrıyd ı tabi i. Küçük, sırndan bir odaydı
benimki. Bir karyola, bir ma kycıj mascısı, bir sandalye, bir seh­
pa, bir abajur. Penceresi karşıdcı ki tuğla binaya bakıyor. Hapis
gibi. Havasız. Akşa mla rım böyle geçecekti demek. Burada
okuyacaktım romanla rımı. İstanbul'un ışıklarından, gemi­
lerinden, sularından tızcı k. Neyse ki gündüzleri serbesttim.
Daha trendeyken İhsan demişti, "Ben işteyken sen de istedi­
ğini yap. Dolaş. Müzelere, kütüphanelere git. Fransızcan da
yeterliymiş, baban öyle söyledi. Ben a kşam altı gibi döneri m
her gün, beraber yemek yeriz." Sonra da tutup o buz gibi
eli mden öpmüştü.
Sergilerden müzelerden bana ne? Aklımda tek bir şey
vardı. O da tabii ki Attila İlhan. Onu bulacak tım. Böylece
kaçıp gidecektim, yepyeni bir hayata başlayacaktım. Onun­
la birlikte toplantılara katılacak, Nazım H ikmet'i kurtarncak,
belki solcu bile olacaktım. İhsan'a rağmen. Babama i nat.

222
Bu d a benim şahsi devrimim olacaktı.
Üzerinde yayınevi sahibinden aldığım ad reslerin yazılı
olduğu kağıt parçasını kaybedeli çok olmuştu ama yolları az
biraz hatırlıyordum. İlk gün bir lokma ka hvaltı bile etmeden
attım kend imi sokağa, sağa sola bakma bakma yürüdüm de
yürüdüm. Aklımda bir iki kırık dökük yer ismi, gelen geçene
sora sora buldum aynı mahalleyi. Yine gittim parkta bekle­
dim bir süre. Kimi bekled iğimi bile bilmeden. Kızına, karısına
için için hasret yabancı bir babayı mı, yoksa uzaktan sevdi­
ğim ve bana bir gelecek vaat edeceğini umduğum bir yazarı
mı? Hesaplaşıp en sonunda barışacağım bir geçmişi mi, yoksa
kendimi kollarına hiç koşulsuz atacağım bir geleceği mi?
Sonra kalktım, o mösyönün bana çorba ısmarladığı yere
gittim. Aynı masaya oturdum hatta. Kend ime köpü klü bir de
kahve söyled im. Çantamdan çıkard ı m Attiltı İlhan'ın Dııuar'ını,
o neredeyse ezlll'rc bildiğim, lwm topluma hem bi reye, hem
harbe hem aşka doku nan destansı şiirleri tekrar tekrar okudum.

ö111rii111iiz 11ıcçlı11/lcrdcıı 111cçlıııllcrc akıyor


s1111t/cr /7izi111 dc,�il kit11p/11r bizim dc,�il
bizim dc,�il y11ş1111111k bizim dc,�i/ hiçbir şey
kcııdi diiııy1111ıızd11 ynlınııcılnr gibiyiz

Orada öyle saatlerce oturmuş olmal ıyım. En sonunda bir ce­


saret garson bayana, "Buraya bir Türk şair geliyor mu a rada?"
diye sordum. "Neye benzer kendisi?" d iye sordu. "Bilmiyo­
rum," ded im, "Tanışmak kısmet olmadı. Ama adı Attila,"
dedim, "At tila İlhan. Aynı zamanda siyasi meselelerle de çok
ilgilidir. Şairliğin yanı sıra devrimcid ir kendisi." Şöyle bir kıstı
gözlerini, düşü ndü, sonra da silkti omuzlarını. "Yok. Hiç duy­
madım bu adı. Ama şu köşede bir yer var, şaraphane. Oraya
gider genelde bu civarın sanatçıları, yazarları, düşünürleri. Bir
de oraya soru n."

) ) _)
_ _
'
Tabii ya! Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet rakı ma­
salarında bulu şup şiirlerini paylaşmıyorlar m ıydı? Attila
İlhan'ın da Paris şaraphanelerinde konakladığını düşünmüş
olmam gerekirdi! Acele kalktım ve verilen yeni adresin yolu­
mı tuttum.

Her yanı a hşap, oldu kça loş, sigara dumanlı bir yerdi bu­
rası. Tek başıma oturup şarap içmek uygun düşmez d iye yine
bir kahve ısmarladım. Garson yaşlıca bir adamdı, saçı sakalı
birbirine karışmış. Kahvemi getirince sordum, şu şairi tanır
mısınız, yolu düşer mi buraya? Bir dakika müsaade isted i ve
yanında saçı sakalı karışmış başka bir adamla döndü.
"Çok sevgili müşterim ve dostum Attila'yı a rıyormuşsu­
nuz matmazel, öyle mi?" diye sordu adam. H iç çekinmeden
yanımdaki sandalyeye ilişiverdi.
Bir a nda dilim tutu ldu adeta. Bulmuştum işte a radığımı.
Tek ümidimi. Hem de daha ilk gü nümde. H avalara uçmam
gerekirdi, değil mi? Şaşkınlıktan "Evet," d iyebildim sadece.
"Hayran larından mısın ız?"
"Öyleyim."
Adam kocaman gü ldü, "Tabii, tabi i. Bütün kadınlar hay­
ran dostumuza. Ah bir a n lasam nasıl yapıyor, ne ediyor da
çalıyor hepinizin kalbini! Hiç bu kadar şanslı bir genç adam
görmed im ben hayatımd<ı . Bir de Fransızlara çapkın derler!"
E liyle garsona bir işaret yaptı. "Bize bir karaf, iki de kadeh."
Bana dönüp göz kırptı. " Müesseseden."
Ben kendimi savunmaya geçmeyi düşündüm. Sırf edebi
bizim aşkımız, dernek isted im. Toplumcuyuz biz. Gerçekçi­
yiz. Devrimciyiz. Sonra durdurdum kend imi. "Gelir mi bu­
gün dersiniz?" diye soruverdim.
"Ne o," d iye güldü yine adam. "Randevu laşmadınız mı
yoksa?"
"Hayır," dedim gözlerimi kaçırarak.
"Ah demek kalbinizi kırdı Attila!"

224
"Hayır," dedi m y ine, gözlerim hala yerde.
Bir karaf kıpkırmızı şarap, iki de kadeh geld i masamıza.
Kadehlerden birinin kenarı çatlamıştı. Adam onu kendi önü­
ne koydu, sonra da benim sağlam kadehi doldurdu.
"Şerefe!" dedi. "Kırık kalplerin şerefine!"
"Hayır," d iye tekrarlad ım son bir kez. Çantamdan, oku­
maktan neredeyse paramparça olmuş D11v11r'ı çıkardım.
"Yoksa siz Türk müsünüz?" d iye sordu bir heyecan.
"Evet," dedim. "Ben sadece şii rlerini okudum Attila
İ l han'ın. Hiç tanışmadı m kendisiyle. Ama burada tanışmayı
u muyorum."
"Ta Türkiye'den gelmediniz onu Pa ris'tL' bulmaya, değil
. ? ,,
mı.
N e d iyeceğimi bilemed im, bir yudum aldım şarabımdan.
Sirke gibi keskindi tad ı. Boğazımdan zor geçti.
"Dostum Attila genelde geç saatlerde uğra r buraya. Ak­
şam dokuzdan sonra. Cd i r ta m şu masada oturur." Arka
köşedeki karanlık bir masayı işaret etti. "İşin garibi şarapla,
içkiyle pek a rası yoktur. Nad iren bir kadeh içer. O da ben çok
ısrar edersem. Genelde kahve içer sizin gibi. Bazen yazar, ba­
zen i nsanları seyreder, bazen de birileriyle derin sohbetlere
dalar. Özellikle madamların pek hoşuna gider onunla konuş­
mak. Ne d iyorsa fısıl fısıl kulaklarına!"
Sanki Attila İ lhan benim sevgilimmiş gibi kıskanıver­
d i m.
"Şiirlerini Türkçe yazdığından okuyamıyorum tabii ben.
Sizin gibi onu okumuş, yazdıklarını beğenen bir matmazelle
tanışmak büyük onur. Demek bizim müdavim müşterimiz
yalan söylemiyor hava atmak için, hakikaten bir şair."
"En iyisi," d iye atıldım. "Ben çok şiir okurum. Başka şair­
ler de tanıdım. Ama Attila İlhan başka. Kimsenin hayal gücü
onunki kadar parlak değil. Kimse onun kadar duygulu değil.
Her kelimesi sihirli sanki." Anlattıkça coşuyordum. "Aşkı tüm

225
güzell iğiyle, tüm gerilimiyle onun gibi anlatan yok. Hem de
öyle süslü püslü, sırf aşk şiiri yazmış olmak için yazmıyor
Attila İlhan. Eşitlik, özgü rlük gibi Fransız tarihinin de kalbinde
yatan, o en önemli insan hakları ve değerleri üzerine yazıyor."
Bell i ki adam o kadar da ilgilenmiyordu Attila İlhan'ın
hünerleri ve sanatıyla. "Ama şahsen tanışmadınız Attila'yla
öyle mi?" d iye lafı hemen kişisel konulara geri getirdi.
"Yüz yüze tanışmadım ama kafiyeleriyle tanıştım, sıfat­
ları, mecazlarıyla. Toprağa, vatana, insana olan saygısıyla. O
da yeter bir erkeği tanımaya, değil m i?"
"Öyle d iyorsanız," d iye güldü adam. Ne çok gülüyordu.
Sarhoş mu d iye düşünmeden edemed im.
"İsminiz matmazel?"
"Süreyya."
"Süreyya. Süreyya. Süreyya." Tekrarladı durdu adımı.
"Şarkı gibi bir isim. Müzikli. Ben de Jean Paul ama herkes
bana Le Vin der, şarabı çok sevd iği mden. Siz de sever m isi­
n iz?"
Yutku ndu m. Ağzımda pasl ı bir tat. "Tabii," dedim neza­
keten. "Siz Fransızların şa rı1bı bir başka oluyor."
Kulaklarının a r kas ı ve çenesi n i n altı okşanmış kedi g ibi
mest oldu Le Vin.
O öğleni onunla içerek geçirdim. Sarhoş da oldum; hem
de hayatımda i l k defa sahiden sarhoş oldum. Öyle ki gözlerim
bulandı, cam gibi oldu. Bir a ra o sisin pusun içinde duvara
asılmış bir saat gördüm. Dört buçuk! Külkedisi gibi fırladım
yerimden. Tabii ayağa kalkınca dengemi kaybediverdim, Le
Vin yakaladı beni belimden.
"Beklemeyecek m isiniz Attila'yı?" d iye sordu şaşkın şaş­
kın.
Ben ise, "Gitmeliyim, gitmeliyim, geç kaldım, çok geç
kaldım," d iye çırpınıyorum. "Bana bir araba bulun Le Vin.
Yalvarırım. Hemen şimdi dönmem lazım eve."

226
"Eğer yarın da gelmeye söz verirseniz."
Verdim. Sonra bir a rabaya bindim ve zor bela attım ken­
dimi eve. Saat beşti, İhsan'ın dönmesine bir saat vardı ve ben
perişandım. Gird i m banyoya, küveti doldurdum sabunlu su­
larla, içine girdim o kaynar gibi sıcak suyun. Cildim yanıyor,
aldırmıyorum. Bir anda gevşedi m, gevşed i hayatımdaki tüm
kayışlar. Uyuyakalmışım.
"Süreyya, Süreyya ..."
Birinin bana seslend iğini duydum. Gözlerimi kırpış­
tırdım. Neredeyim, kiminleyim, niye? Bir anda kabusuma
uyandım: "İhsan!"
Hemen bir havluya sarındım. Koşa koşa odama gittim,
kapıyı sımsıkı kapadım, beş dakika içinde giyind im çıktım.
"Özür dilerim," ded im. "İçim gl'ı;miş."
"Rica ederim. Sevind im rn hathıyıp din lenebil mene."
Hala dengem trım yl'ri ndL• değildi; başım da çatlayacak
gibi ağrıyordu.
"Nası l geçti gü nün? Sı kılmadın inşallah."
"Sa kin bir gün geçird im," ded im. "Biraz yürüyüş yap­
tım, bir kahve içtim, bir d ilim kek yedim, bol bol okudum.
Sonra da eve döndüm."
"Ne güzel," dedi. "Benim işteki ilk günüm de iyi geçti.
Öğrenecek o kadar çok şey var ki, neyse ki ben hızlıyım. Çok
etkilendi ler."
Ama ben etkilenmem iştim.
"Ne yapalım bu akşam, çıkıp bir yerde bir şeyler yiyelim,
değil mi? Seni en sevdiğim restorana götüreyim. Hem eve de
oldukça yakın."
Gittiğimiz mekan Le Vin'in yerinin tam tersiydi. Şam­
danlı, örtüleri kolalı, garsonları papyon krava tlı.
"Şarap?" d iye sordu İ hsan.
Ben nazikçe reddettim. Kendine bir kadeh ısmarladı. Ye­
meğin geri kalanında bana abimmiş, büyüğümmüş gibi Pa-

l. 2.7
ris'le ilgili tavsiyelerde bulundu. Yalnız başına genç bir ba­
yanın gitmesinin uygun olacağı ve olmayacağı yerleri saydı.
Fransız mutfağının inceliklerini ve Fransız kadınlarının zara­
fetini anlattı. Ben de sustum d inledim, konuşurken bile kaşı
gözü kıpırdamayan o genç adamı. Dinlerken de başka adam­
ları, başka hayatları hayal ettim.
Ertesi gün kahvaltımızı ettikten ve İhsan işe gittikten
birkaç saat sonra hazırlandım ve çıktım. Aynen bir gün önce
yaptığım gibi o saçı sakalı karman çorman yaşlı garsona kö­
püklü bir kahve ısmarladım. Kahveden önce Le Vin geldi.
"Gözlerim yollardaydı matmazel. Şarap?"
"Kahvemi içeyi m önce," dedim ama o yine de gitti, iki
kadeh ve bir kara fla döndü.
"Başım çok ağrıdı dün akşam, içebilir m iyim bilmiyo­
rum," dedim bu defa.
"Daha iyi bir şey içelim o halde. Kaliteli şarap dokun­
maz," dedi. Bu defa geri geldiğinde elinde karaf yerine bir
şişe vardı. Çevire çevire gösterd i. Côtcs dıı Rlıô11c. Bir ritüel
sergi liyormuş gibi tirbuşoıı la yavaş yavaş çekti çıkardı man­
tarı, hafifçe eğdi şişeyi w doldurdu kadehlerimizi. "Nasıl?"
dedi i l k yudumdan sonr.ı .
"Güzel," dedim. Çok daha ha fifti dünkünden. Ya hakika­
ten iyiydi, ya da ben al ışıyordu m bu tada.
Ne dün nereye g ittiğimi sordu, ne de Paris'te ne yaptığımı.
Öyle havadan sudan konuştuk bir süre. Sonra şiir, şarap, aşk.
" Lavanta değil mi?" diye sordu bir ara bileğimi koklaya­
rak.
"Evet," ded i m, hemencecik geri çektim elimi.
"Çok kıskanıyorum Attilcl'yı. Ne kadar da sadıksınız
ona," dedi.
"Tanımıyorum bile kendisini," ded i m önce. Sonra da dü­
zelttim, "Ama evet, ona olan saygım ve aşkım son derece güç­
lü ve beni baştan çıkarmanıza olanak yok."

228
Sanki kalbinden vurulmuş gibi iki elini göğsüne bastırdı.
"Matmazel Süreyya! Mahvedeceksiniz beni. Biliyorum bunun
sonu çok acı olacak benim için." Önündeki kadehi kafasına
d ikti, bir hamlede bitirdi. "Ama olur da ben de bir i k i şiir ya­
zarsam günün birinde, h iç şansım olur mu sizin gözünüzde?"
Bu defa dayanamadı m güldüm. "Belki," dedim. "Ama
çok muhteşem olmalı şiirleriniz. Unutmayın, ben edebiyattan
iyi anlarım!"
Böylece yeni bir dostluk başladı. Le Vin hiçbir zaman
tam olarak vazgeçmedi benden. Bazı günler beni çiçeklerle
karşıladı. Peçetelere kara ladığı o çocuksu ve son derece kötü
şiirleri okudu. Evlenme bile tL•kl i f etti bir defasınd a. Ben ise
onunla gülmeyi öğrend im. Gü lmeyi, ra hatla mayı, yaşamayı
ve güzel şaraplar içmeyi. Hem dL' her g ü n . Bir çeşit adet oldu.
Öğlenleri yaklaşık aynı saatlerde gittim şaraphaneye, şapka
takıp saklamadan yüzümü. Her akşam dört g ibi döndüm eve,
küveti doldurmaya. İhsan da a lışmıştı artık beni banyoda kö­
püklerin içinde uyuklarken bu l maya.
Ama akşamlarımı İhsan'la geçirdiğim için Attila İlhan'la
şaraphanede karşılaşmam i mkansızdı. Soruyordu m a rada Le
Vin'e, "Söyleyin gü ndüz gelsin bir defa da. Olmaz mı?" O da,
"Peki," diyordu ama yapmıyordu, yapamıyordu, ba na olan
aşkından, beni Attila İlhan'la paylaşmak korkusundan. Ne­
den bilmem, ben de kızamıyordum.
Haftasonları İhsan'la müzeleri, parkları dolaşan elleri
eldivenli, başı şapkalı kusursuz bir hanımefend iyi oynuyor­
dum, hafta içi serserinin birini, bir şarap ayyaşını. Aradan
hafta lar geçti. Sabrım tü kenmeye başladı. Attilfı İlhan'la ta­
nışmam şarttı. Ancak öyle değişecekti bir şeyler, kurtula­
caktı hayatım. Le Vin'e yakınmakla olmayacaktı bu iş, anla­
mıştım nihayet. Yine kaybedecek bir şeyim olmadığına ina­
narak bir akşam İhsan'a, "Markiz Pastanesini bilir misiniz
Beyoğlu'nda?" d iye sordum.

229
"Tabii," ded i. "İstanbul'a her gelişimde gezerim yeni ve
sevilen yerleri."
"Markiz gibi hep sanatçıların gittiği bir yer varmış bura­
da. Bu akşam yemekten sonra uğrasak diyordum. Son gün­
lerimi sürekli kitapçılarda geçiriyorum Fransız yazarlarına
aşina olmak için. Olur da bir iki tanesiyle karşılaşırsak ne hoş
olur, değil mi? Eminim bahsetmiştir babacığım, nasıl genç
şairlerimizi, yazarla rımızı evimizde ağırlad ığımızdan. An­
latırız ona Paris'in sanatçılarıyla da ahbaplı k ettiğimizi. Pek
sevinir."
"Öyle mi?" dedi İhsan, o bir tutam saçı a lnından geriye
iterek. "Eğer sen a rzu ediyorsan ... " İkna olmuş bir hali yoktu
ama mesele babamın beğenisi olunca akan sular duruyordu
tabii.
"Adresi defterime not ettim. Anladığı m kadarıyla farklı
bir mahallede bu kafe. Bir a raba tutalım en iyisi."
Arabada n indiğim izde İhsan yü zünü tiksintiyle buruş­
turdu. "Süreyya, burası kafe falan değil. Düpedüz şaraphane.
Uygun düşmez sen i böyle bir yerde ağırlamam."
"Yarım saatçik," dedim ve hızla kend imi kapıdan içeri
attım.
Saat neredeyse dokuzdu.
Hemen Le Vin'le burun buruna geldik. Ona da önceden
haber vermemiştim ziyaretimi. Kaş göz ettim. Anladı neyse
ki. A rka taraflara doğru yürümeye başladık. İhsan, "Pencere
kenarında otursaydık, orası daha havada r. Bu arka masalar
çok karanlık," d iye mızıldandıysa da, Le Vin, "Özür dilerim
Mösyö, ön masalarımız rezerve," d iye geçiştird i onu.
Tam Attila İlhan'ın oturduğunu söyled iği masanın yanı­
nı seçti bizim için Le Vin.
"Çok leziz şaraplarımız var. Size ne tavsiye edebilirim?"
"Matmazel şarap içmiyor maalesef ama ben bir kadeh
Bordeaux a lırım," dedi İhsan.

2 10
Le Vin, "Yazık," dedi bana dönüp. "Şarap içmemek bana
sorarsanız büyük kayıp. Hayatta tatmanın şart olduğu müt­
hiş bir zevktir bir kadeh kırmızı. Aklınızı çelebilir miyim?
Sırf bir kadehçik?"
İ hsan'a baktım, Le Vin'e baktım.
"Bir tadımlık," ded im.
İhsan inanamadı. "İçmek zorunda değilsin. Bu tarz yerler­
deki garsonlar da ne kadar cüretkar oluyorlar baksana! Düpe­
düz terbiyesizlik şarap sevmeyen bir bayana illa ki içirmek."
"Önemli değil İhsan," dedim. "Büyütülecek bir mesele
değil."
Çok gergindi nişanlım. Belli ki hiç bulunmamıştı böyle
bir mekanda. Ne Sarıyer'de köhne bir balıkçıda, ne de Çiçek
Pasajı'nda.
Şaraplarımız geld i. İ hsan prensip icabı olacak, hiç beğen­
medi kendininkini. "Ucuz şarap bu, belli. Şerbl't gibi. Rengi
de bir tuhaf."
"Hay Allah," dedim. "Ben anlamam şaraptan ama benim
içtiğim her ne ise tadı şahane!"
İhsan sürekli, "Süreyya, alışık değilsin, dokunacak!" diye
müdahale etmeye çalıştıysa da göstere göstere afiyetle içtim
o kadehi.
Derken yan masaya birileri geldi. Önce İhsan'ın dibinde­
ki sandalye çekild i, baktım Le Vin genç bir hanımın ceketini
çıkarmasına yardımcı oluyor. Kadının saçları alev gibi, dalga
dalga, uzun, kızıl. Gözleri yeşil. Kirpikleri uzun mu uzun.
Üzerinde siyah bir elbise, yakası ve bilekleri dantelli. Elinde
bir sigara.
Le Vin'e bir öpücük yolladı kadın teşekkür olarak. O san­
dalyesine yerleşince, a rkasında genç bir adam göründü. Göz­
leri derin, karanlık. Ağzı kılıç gibi incecik, keskin. Başında bir
kasket, hafif yana yatmış. Onun da elinde bir sigara. İşte bu o
olmalıydı. Attila. Attila İ l han.

2 :) 1
Otururken gözlerimiz şöyle bir değdi birbirine. O kadar
yakın ki masalar, d i rseklerimiz de ha sürtündü, ha sürtüne­
cek.
Kadehime uzandım hemen, kıpkırmızı cesaret i ksirim­
den kocaman bir yudum aldım. Yanıbaşımda Attila İlhan,
karşımda hiçbir zaman sevemeyeceğim genç bir adam. Etra­
fımızda etekleri sigara izmaritleriyle yanmış masa örtüleri,
su lekeli bardaklar, şarap şişeleri, ve sarhoş, mutlu, bir şeyleri
(geçmiş günleri, gönül dertlerini) unutmaya niyetli bir kala­
balık. İ hsan d irseklerini masaya dayamış, oflayıp pufluyor.
Hemen yanında kızıl saçlı Fransız afet ellerini havada savura­
rak, dans eder gibi konuşuyor. "Canım, şekerim, bir tanem,"
diye Attila İlhan'ın koluna dokunuyor. Attila İlhan ya dinliyor
kadını, ya dinlemiyor. Ya arzuluyor onu, ya arzulamıyor. Ara­
da önündeki deftere bir iki kelime kondu ruyor. Kadın a ldır­
mıyor, sormuyor ne yazdın d iye, devam ediyor konuşmaya.
Yaslasam yanağım ı yanağına, fısıldasam şiirlerinden bir
iki d ize.

scu11ıck kimi w11w11 rezilce korkıılııdıı r


insan /ıir akş11111 iistii a11sız111 yonılıır

Bir anda ateş bastı üzerime. Boğulacak gibi oldum.


"Haklıymışsın, havasız burası, hem çarptı bu şarap beni
galiba," dedi m İhsa n'a. "Gidelim. Hemen şimdi kalkıp eve gi­
del i m, ne olur!"
Duydu mu Attila İlhan Türkçe konuştuğumuzu? Fark etti
mi yanında oturan beni? Yoksa kayıp mıydı o engin a klı, dev­
rimlerde, direnişlerde, vatanın dehşetli sıkıntılarında? Yoksa
çok mu meşguldü hayali, o kızıl saçlı hatunla nerede, nasıl
sevişeceğiyle?
Hesap, bir bardak da soğuk su. Tam kalkarken bir daha
baktım. O karanlık masada kasketi beni m şapkalarım gibi

252
yüzüne doğru yatmış bir adam, bir elinde sigara, bir elinde
kurşunkalem. Karşısında tutku kokan, alev a lev bir Fransız
kadını.
"Tekrar bekleriz!" diye arkamızdan koştu Le Vin ama
ben çoktan arabaya binmiştim.
Dönecektim elbet, bitemezdi bu hikaye burada. Ama şim­
dilik eve kapanmaya, yine bir aynanın karşısında oturup ken­
d imle ve hayatla ayık olarak hesaplaşmaya i htiyacım vardı.

Yüzü her zamankinden kırışık ve kederli, "Yordun yine beni,"


ded i yaşlı kadın. "Hem de sabah sabah."
"Öğlen yemeğimizi yiyincL' top<ı r la nı rız biraz," dedi Fe­
rit. "Siz uzanın yatağınız;ı şimd i."
"Gid iyor musun?"
"Gitmesem? Si zl hiç za nı rını ol m;ız, söz. Şuracıkta, sandal-
'

yede sessiz sessiz o t u r u ru m Kitabı mı getird i m, onu okurum."


.

"Çalıkıışu'nu mu okuyorsun?"
"He ya."
"Evet!"
"Affedin. Evet."
"Kaç gün oldu, bitiremedi n mi bir tanecik kitabı? Neyse,
okuyorsun ya. Ona da şükür."
Süreyya Hanım yattı yatağına, Ferit üzerine beyaz pike­
sini örttü. Kendi de geçti sandalyesine, okumaya çalıştı, olma­
dı. Ağrıları, çürükleri avaz avazdı.
Mutfa ktan öğlen yemeğini getirdiler, iki tepsi. Zeytin­
yağlı barbunya, İzmir köfte, domatesli pilav, kavun. Süreyya
Hanım'a elinden geldiğince yardım etti Ferit sağla m koluyla.
Karşılıklı oturdular yine ama belli ki bugün i kisinin de iştahı
yoktu.
"Böyle gün ortası uyuyup uyanmak yaramıyor artık
bana. Aklını çorba oldu," dedi Süreyya Hanım. "Garip garip
rüyalar görüyorum."

233
Tam o sırada kapı çaldı. "Ziyaretinize geldim," dedi Dok­
tor Ayten. "Süreyya Hanım artık h iç uğramıyor ba na. Bari
ben çıkayım üst kata ded im."
Ferit kalktı kendi sandalyesini doktora verd i, Süreyya
Hanım'ın d izinin d ibine çöktü. Yaşlı kadının yüzü iyice asıl­
mıştı. "Halim yok ki aşağı inecek. Anlatacağım bir şey de yok
zaten. Bild iğiniz gibi her şey. Kesat."
"Haklısınız. Ta altıncı kat. Yorucu olur gelmeniz ama ben
seve seve gelirim buraya. İsteyin yeter."
Diliyle damağını şaklattı Süreyya Hanım. "İstemez."
Gülümsedi Doktor Ayten, a ldırmamış bir hali vardı. "Alı­
yor musunuz ilaçlarınızı?"
"Bazen."
"Ama konuştuk bunu Süreyya Hanı m, olmuyor böyle içi­
nizden geldiği gibi a lıp bırakmalar. Yarardan çok zarar verir
sonra."
"Zaten bir işe ya rcıdıkları yok ki. Bu yaştan sonra boğazı­
mıza d izmişsiniz o hapbrı ne fayda? Bı rcı kın da huzur içinde
ölelim."
Doktor Ay ten döndü Ferit'e baktı bu defa. "Sana da geç­
miş olsu n. Görü nmez kaza işte. Ne zaman çıkacakmış alçın?"
"Sekiz hafta sonra."
"Hay Allah, tam da tatilinin sonu yani. Sonra da Sivas'a
değil m i?"
"He ya," ded i Ferit, mütereddit. Belki yarın binecekti o
otobüse. Döndü Süreyya Hanım'a baktı. Topuzu iyice bozul­
muş seyrek saçlarına, da racık omuzlarına, yanaklarından
gözyaşı gibi süzülen kırışıklıklara, çatmaktan arasında bir
çift tren rayı oluşmuş kaşlarına, kuru dudaklarına ve her za­
man ıslak duran o gözlerine.
Doktor Ayten usu lca kalktı yerinden. "Süreyya Hanım,
merak ediyordum sıhhatinizi, onun için bir uğramak iste­
dim. Ama görüyorum ki emin ellerdesiniz. Ne güzel değil

2 1 -i
m i Feri t'in size böyle yoldaşlık etmesi? Duyduğum kadarıyla
ona güzel güzel hikayeler anlatıyormuşsunuz, üstüne üstlük
bir de Ça/ıkıışıı'nu okutuyormuşsunuz. Maşa l lah. Size de güç
gelmiş belli. İyi gördüm."
Süreyya Hanım sustu. Sert sert Ferit'e baktı. Ferit de ayak­
larında her gün daha da kirlenen, yıpranan bez pabuçlarına.
"Müsaadenizle," ded i Doktor Hanım, çıktı.
"Demek buradan koşa koşa doktorlara gidiyor, raporumu
veriyorsun," dedi Süreyya Hanım. Sesi kor gibiydi.
"Hayır Hanımım, öyle değil. Yanlış anlad ınız. Doktor Ay­
ten verdi bana Çalıkıışıı kitabın ı ödünç olarcı k. Niye diye sor­
du, ben de söyled im Süreyya Hanı m bana ödev verdi diye."
Süreyya Hanını b<1şın ı �1L'IKL'rL'ye çevi rd i yi ne, gözleri bir
şey arar gibi. "Ben Lk mera k l'd iyord u m bu gl'nç kız niye düş­
kün bana bu kadar d iye. Doktor casusu olacağın hiç aklıma
gelmemişti doğrusu. l3L'n a n l ,ı t,ı y ı m s;ın<1, sen ycfr;; t ir aşağıya.
Demek öyle. Senin gibi çocuk y.ışta, eğitimsiz kızı niye kulla­
nıyorlar ki? Yok mu hemşi releri, üniversite okumuş gençleri?"
"Süreyya H a nı nı,'' dedi Ferit. "Öyle demeyin. Ben casus
değilim, ispiyonlamıyorum sizi. Ben sizi sevdi m, onun için
geliyorum buraya. Anamdan, evimden uzağım. Yapayalnız
hissediyorum kend imi. Siz beni m sırdaşım oldunuz. Arkada­
şım oldunuz. Sizden öğrenir oldum hayatı."
"Benden bir şeycikler öğrenemezsin. Ne yaşadım ki ben
başkalarına öğretebileyim hayatı? Yalan benim hayatım. Koca
bir yalan." Sesi iyice yükselm işti Süreyya Hanım'ın. Ama
kimi azarladığı bell i değild i, Ferit'i mi yoksa kendini m i?
Ferit dizlerinin üzerine kalktı. Ama çok fena sızlıyordu
bacakları düşüşünden beri, tekrar oturması gerekti. Alçıda
olmayan eliyle, yaşlı kadının kucağında kavuşturduğu elle­
rini tuttu. Soğuktu parmakları, buz gibi. "Süreyya Hanım,"
dedi. "Ne olur inanın. Anam babam üzerine yemin ederim.
İki gözüm önüme aksın."
"Para a lıyor musun bari doktordan? Sana harçlık falan
veriyor mu?"
Ferit eğdi başını. "Çok yanlış anladınız Süreyya Hanım.
Çok yanlış anladınız. Haksızlık etmeyin bana böyle, ne olur."
Sustu Süreyya Hanım, izledi Ferit'in ağlayışını. Daha da
ağlasın istedi, uzun uzun, dolu dolu. İkisi için de ağlasın.
"Ne yapacağımı bilmiyorum," dedi Ferit en sonunda,
gözlerini kırpıştıra kırpıştıra. "Kolum da alçıda, çalışacak
durumda değilim, geri yollayacak Mualla Yenge beni Sivas'a,
anamın yanına." Bekled i ki Süreyya Hanım bir şey söylesin.
Bekled i. Bekledi. "Korkuyorum. Burada kalacak aklım. Hani
o çocuktan bahsetmiştim ya, Memo. Bir de siz varsınız. Çok
alıştım size. Her gün görmeye. İzinli günümde hep sizi dü­
şündüm."
Süreyya Hanım karşıdaki binaların gri betonuna bakı­
yordu. Çatıktı kaşları.
"Ne konuştunuz doktorla ben imle ilgili?"
"Konuşmadık hiçbir şey. Söyled im sizi ziyaret ettiğimi,
bana hayatınızı anlattığ ı n ı zı. Son ra benim kitap alacak pa­
ram yoktu, gittim sordum Doktor Ayten Hanım'a nereden
bulu ru m bir kütüphane diye. O da gitti kendi k itabını getird i
bana, sağolsun."
"O kadar mı?"
"Bi r de ... Kızacaksınız şimdi. Sah iden kızacaksınız Sü­
reyya Hanımım, ne olur affedin. O gece düşmüştünüz ya,
ben çok korktum. Siz bana gitme, söyleme doktorlara dediniz
ama ben sizin iyi l iğinizi düşünüyordum, söyleyiverdim Dok­
tor Hanıma. Fenalaştığınızı söyledim. H iç yemek yemediğini­
zi de söyledi m galiba."
"Oh, maşallah! Başka? Sai t Faik, Orhan Veli, Attila İlhan
maceralarımı da anlattın mı bari?"
"Anlatır mıyım Süreyya Hanım? Onlar özel şeyler. Ben
sadece sizin sağlığınızı konuştum Doktor Hanımla. O da iyi
niyetli bir kadın, ilgileniyor sizinle. O da siz daha iyi olun
istiyor."
"Onun umurunda değilim ben. Ben giderim yenisi gelir.
Hepimiz hastayız onun gözünde. Çürük mal."
Ferit başını salladı. "Hayır Hanımım," dedi. "Hiç de öyle
değil . Bunları da sırf beni üzmek için söylüyorsunuz biliyo­
rum. Zaten üzgünü m, yetmiyor mu? Zaten gönderecekler
beni Sivas'a. Bakın o zaman hiç yormayacağım sizi. Yorama­
yacağını."
"Ama gitmek istemiyorsun."
"İstemiyorum."
"Öyle de o zama n, isll'miyoru m de."
"Anam ma hvolu r. 'An<l y ii rl'ği' dl'r du ru r. Daha kolumu
kırdığımı bile arayıp si)ykyl'ml'd im ki."
Omuz silkti Sü rl'yy<1 l l a 11 1 m . " Ben bir şeyi istemezsem
söylerim öyle. Hiç i ç i nw atamam."
"Biliyorum Sürey y <1 H a n ı m . Siz çok güçlüsünüz. Sizin
hayatınız ondan böyle roman gibi. Ben Sivas'tan çıkma basit
bir kızım, ilk defa şehir görmüşüm, ilk defa bir erkeği gör­
müşüm kalbim çarpmış. Baksanıza ayıramıyorum doğruyu
yanlıştan, sevgiyi a laydan, gerçeği yalandan."
"Safsın işte," dedi Süreyya Hanım. "Doktor da seni onun
için kullanıyor zaten."
"Niye kulla nsın ki beni Doktor Ayten Hanım? Ne öğre­
nebilir ki benden?"
"Benim hayatımın detayla rını, ona anlatmadıklarımı."
"Ama ben paylaşır mıyım bana anlattığınız o özel şeyleri
başkalarıyla?"
"Düştüğümü de söylemeyecektin ya, hemen gidip yetiş­
tirmişsin işte."
Yine doldu Ferit'in gözleri. "Affet, Süreyya Hanım. Affet,
ne olur."
"Affedersiniz, ya da a ffedersin."
"Affedersin."
"Bakalım," ded i yaşlı kadın, büktü kuru dudağını.
"Ya gönderirlerse beni?" d iye sordu Ferit, "Ya siz beni a f­
fedemeden koyarlarsa o otobüse?"
"Koca kızsın, ellerini kelepçeleyip zorla koyacakları yok
ya seni otobüse? İstemiyorsan binmezsin, gitmezsin."
"Ama Hanımım, siz de gitmek zorunda kalmışsınız ya
işte Balıkesir'e. Babanızdan korkmuşsunuz."
"O başka. Sen korkuyor mu sun annenden?"
Düşündü Ferit. "Hilyır. Korkmuyorum. Ama üzülür be­
nim anam, kıym11a ın."
"O zamil n onu üzmemek istL•diğin için dönüyorsun, seni
otobüse koydukları içi n değil. Sorumlulu k ili birazcık."
Ferit düşündü bir süre. "Gitmesem olur mu yani? Ama ne
derim anamil? Nasıl teselli ederim onu?"
Süreyya H a nı m, "Bilmiyorum," dedi. "Beni nasıl teselli
edeceksin gidersen?"
"Affettiniz mi beni H anımım? Kızgın değilsiniz yani."
"Kızgınım kızgın olmilsına. Ama gidersen dilha da kıza­
bilirim."
Ferit başını koydu yaşlı kadının kucağına. "Aklım çok ka­
rışık, Süreyya Hanım."
"Olur öyle. O yaştasın."
Ferit bir süre d aha öyle durdu, Süreyya Hanım'ın sözle­
rini aklında evirip çevirdi. Belki de o kadar önemli değildi,
belki gitmese de olurdu. Belki de giderse aklında hep ya kal­
saydım d iye kağıt kesiği gibi incecik ama cayır cayır yanan bir
çentik kalacaktı.
Sanki içinden geçenleri okuyabiliyormuş gibi, "Bazen
kalmak gitmekten zor," dedi Süreyya Hanım.
Ferit başını kaldırmadı yaşlı kad ının kucağından. Öylece
kaldı bir süre. "Sonunda tanışabildiniz mi şai r beyle?"
"Tanıştık tabii, tanışmaz olur muyuz? Ama a nlatmayaca­
ğım sana."

238
Israr etmedi Ferit. Kolu, bacağı, başı ağrıyordu. Yavaşça
kalktı yerinden, kapıya doğru i lerledi.
"Yarın belki anlatırım," d iye seslend i arkasından Sürey­
ya Hanım.

"Aradın mı ananı?" d iye sordu Mualla Yenge mutfakta.


"Aramadım daha. Ne d iyeceğim, nasıl d iyeceğim bilmi­
yorum ki."
"Düştüm, kolumu kırdım, eve dönüyorum d iyeceksin.
Sonra gidip biletini alacağız. O kadar basit."
Ama değildi. Hiç ama h iç basit değil d i . Ferit giderse Sü­
reyya Hanım'la Attila İ l h,m'ın h i kfıyL•si n i n son u nu hiç öğre­
nemeyebili rd i, Memo'yla kend i son u nu da.
"Bir gün daha," ded i Ferit, Mualla Yengesi'nden izin alır
gibi.
"Bana anandan sır sa klamamı isteme ne olur! Ne derim
sonra öğrenirse iki gün onu uyutmaya çalıştığımızı? Yalancı
olup çıkarsa k nasıl güvenir bize? Yollamazlar seni bir daha
İstanbul'a falan."
"Ben söylerim anama sizin aramamı söylediğinizi ama be­
nim aramadığımı. Suçu üstlenirim ben. Sorumluluğu alırım."
"Sen çocuksun, ben yetişkin. Benim senin sözüne uy­
mam yakışık a lmaz, senin benimkine uyman gerek değil m i?
Bak ne zor durumlara düşürüyorsun beni şimd i. Nedir ina­
d ın? Üzmekten mi korkuyorsun yoksa anacığını?"
" He ya," dedi Ferit, bunun buzları biraz olsun eriteceğini
u ma rak. "Bir de, bir de sevdi m burayı. Etiler'i, İstanbul'u, he­
mencecik dönesim yok."
Derin bir iç çekti Mua lla Yenge, "Bilmiyorum. Bence bu
iş hiç doğru değil. Bilmiyorum valla." Kendi kendi ne konu­
şuyordu aslında, " Ne derim? Hay Allah nereden çıktı bu iş
başımıza? Şeytanın ahı tuttu işte. Hay Allah k i hay Allah!"
İsmail Dayı, Mualla Yenge, Ferit, hep beraber oturmuş­
lardı televizyonun karşısına. İsma il Dayı her zamanki gibi
spikerlerle dalaşıyordu, Mualla Yenge sökük pantolon paça­
larını, delik çorapları onarıyordu, Ferit ise başını Çalıkuşıı'na
gömmüş, başka hayatlara kaçma nın hasretiyle harıl harıl
okuyordu.
"Memo! Hayrola erkencisin? Bir aksilik olmadı ya?"
"Yok, anne, yok bir şey. Yorgu num biraz, İbo'ya dedim
sen bak markete, ben erkenden yatacağım bu akşam." Kaça­
mak bir bakış attı Ferit'e. Ferit gözlerini kitabına döndürdü
hemen.
"Şimdicik mi yatacaksın? Aç mısın? Az biraz nohut var
ocağın üzerindeki tencerede. İster misin sana bir tabak geti­
reyim?"
"Gerek yok anne, sizinle otu rayım biraz, sonra yer yata­
rım." Yere çöküverd i, tam Ferit'in koltuğunu n yanına. "Geç­
miş olsun. Babam söyled i bu sabah, kötü düşmüşsün anlaşı­
lan. Ağrıyor mu çok?"
"Yok," dedi Feri t. "J\ ma h a reket ederken zor. Alçıya alı­
şamadım halfı."
"Ben de bir kere bacağımı kırdım ağaçtan düşüp. Ama
çok önce, a ltı-yed i yaşındayken. İbo da futbol oynarken bur­
nunu kırd ı bir kere, onu n için burnu yamuk öyle."
"Yamu k mamuk değil benim oğlumun burnu. Ne d iye
dalga geçersin ki hep? Gayet de güzel yaptı doktor. Azıcık bel­
li oluyor o kadar." Mualla Yenge kucağındaki bir yığın çorap
tekini yere koydu, bir avuç düğme ve birkaç gömlek aldı eline.
"Hepiniz böyle bir ağızdan konuşursanız ben bu televiz­
yonu nasıl duyarım!"
"Ay sanki de önemli bir şey söylüyorlarmış gibi. Her gün
aynı şey, her gün aynı şey."
"Sus kadın, sus da izleyelim."
Herkes sustu.

2-10
Hemen yanıbaşında otu ra n Memo, "Sana ayran getire­
cektim ama ..." d iye fısıldad ı.
Ferit döndü o küçük kara gözlere baktı. Gözlük camla­
rını geçip ne kadar derine inebildiğini gördü o gözlerde. Bo­
ğulmaktan korkup çekt i çıkarıverdi kend ini. "Ama ne?" d iye
sordu.
"Bilmem, getirmedim işte," dedi Memo, televizyona dön­
dü. "İster miydin?" d iye sordu sesi şimdi daha da a lçak.
"Bilmem," d iye fısıldad ı Ferit. Çenesi gerilmişti yine. Bir
süre konuşmadı kimse. Ekrandaki bol rimell i sunucu, kirpik­
lerini kırpıştıra kırpıştıra cep telefonlarının beyne verebilece­
ği zararlarla ilgili raporu oku maya dL•vam etti.
"Pa lavra," dedi İsmail Dayı.
" Dönüyorum gal iba," ded i Ferit Memo'ya.
"Ne zaman?"
"Bilmem. Ya rın . Ya d,1 birb1,,· g ü n içinde."
Tekrar sustu Menıo. O sessizlikte Ferit şakaklarına iğne
iğne batan güvensizliği hissetti. Memo'ya güvenemiyordu.
Kend ine güvenemiyordu. Hiçbir şeyin sonunu bilmiyordu.
Çalıkıışıı'nun kapağına ba ktı bir süre. En azından hızlı hızlı
okursa, bütün gece okursa, Feride'nin sonunu öğrenebilirdi.
"Aman sen de! Bu da haber mi şimdi? Çıkarmışlar ekrana
amelenin birini konuşturuyorlar. Herkes a lim bu memleket­
te, herkes pek meraklı akıl vermeye! Hanım, bana bir kahve,
sinirlerimi a ncak o yatıştırır."
Mualla Yenge kalktı yerinden. "Yardım edeyim," d iye
koştu a rkasından Ferit.
"Sen o alçılı kolunla neye yardım edeceksin? Otur da d in­
len," dedi Mualla Yenge. Hala endişeliydi sesi, hala dertliydi
Ferit'in annesini aramadıkları için. Ferit yine de gitti peşin­
den, sadece o salondan kaçabilmek için, Memo'nun o tuhaf sı­
cağından uzaklaşabilmek için. "Ben de bir kahve içsem mi?"
d iye sordu Mualla Yenge'den izin almaya çalışır gibi.

24 1
" Uykun kaçar sonra. Gerçi yarın uyursun istediğin gibi.
Gelmeyeceksin değil mi Etiler'e?"
"Söz verdi m Süreyya Hanım'a. A-627."
"Sen bilirsin kızım," dedi Mua l la Yenge oflaya puflaya.
Uyumak istem iyordu. Uyumak demek, İstanbul'da ge-
çireceği belki de şu son birkaç saa ti kaçırmak demekti. Evin
tüm ışıkları söndüğünde uzanmadı koltuğu na. Pencere ke­
narına bir sandalye çekti. Sokak lambasından dökülen tozlu
ışığa, kaldırımın aşınmış cildine, gökyüzünde seçebildiği tek
tük yıldızlara baktı bir süre. Aniden fren yapan bir arabanın
tekerleklerinin çığlığını duydu. Şakaklarını ovdu. Yine o iğne
iğne güvensizlik, o korku. Alçısını göğsüne bastırdı. Kaskatı.
"Gitme," demeliydi Memo, bu gece, bir anda odaya dalıp.
"Kal," demeliydi.
Ferit beklemeye devam etti.

Çarşamba

"Ben geld im."


İçini çekti yaşlı kad ın. "Dudaklarım kurumuş. Suyu uza­
tır mısın lütfen?"
Ferit sağlam eliyle getirip verdi bardağı.
"Bugün pek keyfim yok," dedi Süreyya Hanım. " Keşke
sen de ka lkıp gelmeseydin. Bir türlü uyuya madım dün gece.
Midem düğüm düğüm. Garip sesler çıkarıyor."
"Açlıktan olmasın?"
"Değil. Yaşlılıktan."
"Benim de biraz öyle Hanımım. Sanki ağır bir şey yemi­
şim de oturmuş içime."
"Bir doktora sor."
"Öyle değil Hanımım, hastalık gibi değil. Hani demiştim
ya bir çocuk var d iye, Memo..."
"Memo? Memo diye isim olmaz. Mehmet herhalde doğ­
rusu."
"Evet, Mehmet ama biz Memo d iyoruz. Geçen gün anlat­
mıştım. Hani şu benim kafamı karıştıran mesele."
" Hiç hatırlamıyorum. Bahsetmedin bana bu Mehmet'ten."
"Bahsettim Hanımım, bahsettim tabii. Tek size anlattım
hem de."
Süreyya Hanım dilini damağında şaklattı. "Hayır, a n­
latmadın. Hep beni konuşturup yoruyorsun zaten, sen sessiz
sessiz otu ruyorsun. Başka bir şey yaptığın yok ki!"
"Ama ..." Sağlam eliyle kaküllerin i dağıttı Ferit, şakakla­
rını ovdu. Ta kaç sene öncesini ne kadar iyi, hem de her de­
tayıyla hatırlayan Süreyya Hanı m, daha dün konuştuklarını
unutuveriyordu. Haksızlıktı bu. Yine yapayalnız hissetti ken­
dini Ferit.
"Bitti mi? Bu kadar mıyd ı söyleyeceğin?" dedi Süreyya
Hanım sert bir tonda. "Gelmişsin işte yine. İnsan bir sorar.
İzin alır. Arar, müsait misiniz diye. Yok, sen aklına eseni yap.
H iç düşünme ihtiyar kadın ne durumda, kaldırabilir mi mi­
safiri. Eğer bugün ya rın çekip gidersem bu dünyadan, sen
beni bu kadar yorduğun için!"
"Ama ..." dedi Ferit, yine getiremedi gerisini. Kalktı yerin­
den, koşar adım çıktı odadan. Merdivenlere doğru yöneldi,
alışkanlık işte, sonra basamakları gördü. Onlarca, yirmiler­
ce. Dik. Alçılı kolu sızladı. Yüreği sızladı. Döndü asansörü
çağırdı. O ufacık kutunun içine girdi, karşısındaki eski, kir­
li aynadan kaçırarak gözlerini. Tutamadı kendini, tuta madı
daha fazla. Ağladı. Altı kat boyunca ağladı. Çıktı asansörden,
Sinoplu güvenlikçiye selam vermeden daldı koridora. Kori­
dor boyunca ağladı. Doktor Ayten Hanım'ın kapısına koydu
sağlam elini, ne tıklatabildi, ne itebildi. Sadece ağladı.
Ya o ufak ufa k nefesleri, iç çekişleri duydu Doktor Ayten,
ya içine doğdu; kalktı yerinden, açtı kapıyı. Karşısında boynu

243
eğri, gözleri damar damar, yanakları ıslak, kolu alçılı Ferit'i
görünce h içbir şey demedi, sadece uzand ı tuttu omzundan
onu, yavaşça içeri çekti. Oturttu masasının karşısındaki kol­
tuğa. Yanına i l işti. Yine bir şey demedi. Ferit daha şiddetli ağ­
lamaya başladı.
İçi de cildi gibi yara bere içindeyd i san k i.
Bir süre sonra, "Süreyya Hanım," diyebildi Ferit, "A-627.
Haksız yere azarladı beni. Çok haksız yere. Ben kötü bir şey
yapmadım ki. Sırf onu görmek için, sırf onun için kalktım gel­
dim buraya." Gözleri alçısındaydı. Ne kadar katıydı bu alçı.
Ne kadar ağır. "Çok yoruyormuşum onu. Sü rekli konuşturu­
yormuşum. Ölürse bendenmiş."
Doktor Ayten'in gözleri, Ferit'in gözlerindeki acının ay­
nası oldu.
"Her şeyi hatırl ıyor geçmişe dair. Hem de öyle detaylı,
öyle güzel anlatıyor ki Paris'i, Taksim'i, tüm o şairleri, yazar­
ları, yaşadığı aşkları. Ben bir kere bi r şeyden bahsetmiştim
ama benim ded iğ i m i h iç hatırla m ıyor. Her gün gittim yeme­
ğini verdim, bazen yed ird im, a rkadaşlı k ettim o kadar. Sa­
nırsınız bu nları b i le hatırlamıyor. Yabancıymışım gibi, pis bir
sokak kedisiymişim gibi horluyor beni. Kovuyor odasından."
Doktor Ayten'in yüzünde kırgın bir tebessüm vardı. Hem
hüzünlü, hem de düşünceli. "Bazen geçmişi hatırlamak bu­
günü hatırlamaktan çok daha kolay," dedi. "İnsan aklı öyle
bir şey ki, herkesinki ayrı çalışıyor, hele de yaş i lerleyince.
Kimi sakinlerimiz yarım saat önce yedikleri yemeği bile ha­
tırlayamıyorlar ama sor l ise yıllarındaki coğrafya hocasının
adını, şıp d iye söylüyorlar. Ama Süreyya Hanım ... Süreyya
Hanım'ınki farklı bir durum." Durdu, aklındaki kelimeleri
i leri geri oynatarak cümlesini kurmaya çalıştı. Sonra vazgeçti
söyleyeceğinden, "Ne anlatıyor sana Süreyya Hanım?" d iye
sordu.
Ferit şüphelerle dolu süzdü Doktor Ayten'in yüzünü.

244
"Önemli bir şey anlatmıyor. Sadece eski seyahatlerini, a rka­
daşlarını, öyle şeyleri."
Doktor Ayten sırtını d ikleştirdi, kollarını kavuşturdu.
"Kim bu bahsettiği arkadaşlar mesela?"
Ferit yine alçısının o sert beyazına ba ktı. "Size anlatmadı
mı h iç?" d iye sordu.
"Benim duyduğum h ikaye biraz farklı, onun için soruyo­
rum sana."
"Sizin duyduğunuz h ikaye nedi r peki?"
Doktor Ayten kalktı yerinden, masasının arkasındaki
koltuğuna geçti. Yer değiştirir değiştirmez daha profesyonel,
daha mesafeli, daha başka old u . O masa a ra larına duvar gibi
girdi. Ferit koltuğun kena rı n,1 i li�ti, öne eğild i, tekrar yakın­
laşmak, uzanıp tutu nuvermek isted i Doktor Ayten'e.
"Ferit," d iye başlad ı doktor. El leri masanın üzerindeki bir
tükenmez kalemle oynuyord u . "Sana niye Çnlıkıışıı'nu okut­
tuğunu biliyorsun Süreyya Hanım'ın, değil mi?"
"Kendi çok sevdiği için," d iye hemen yanıtladı Ferit.
"Evet, kendi çok sevdiği için. Süreyya Hanım edebiyatı
çok seviyor. Hayatı şiirler, öykü ler, romanlar okumakla geç­
miş. Hep okumuş, hep okumuş. H iç durmadan. Başka h içbir
şey yapmadan." Durdu Doktor Ayten, bıraktı elinden tüken­
mez kalemi, dirseklerini masaya yasladı, o da eğildi öne doğ­
ru, sesi Ferit'e daha çabuk, daha kolay erişsin ister g ibi.
"Ferit, daha önce de dediğim gibi buradaki sakinlerin
benimle paylaştıklarını başkalarına anlatmam doğru olmaz.
Fakat bu biraz farklı bir durum. Süreyya Hanı m'ın hayatını
genel olarak hepimiz biliyoruz Etiler'de. En azından doktor­
lar ve onunla daha yakından ilgilenmiş olanlar. Senin ise de­
ğişik bir i lişkin oldu onunla. Herkesten ya kın oldun ona. Hem
sabırlısın, hem samimi. Süreyya Hanım da gördü bunu, ısındı
sana, açıldı. Ama ...
Ama değil aslında. Ve demeliyiz.

245
Ve seninle bizimle olduğundan bambaşka bir hayat pay­
laştı. Bunu yaşı i lerled iğinden, kafası karıştığından yaptığını
sanmıyorum.
Ferit, Süreyya Hanım h iç çıkmadı evinden. Kandilli'deki
o yal ıda ev hapsi yaşadı. Altı yaşından Etiler'e gel inceye ka­
dar." Hafi fçe öksürüp boğazını temizledi Doktor Ayten, de­
vam edebilmek için. "Ne okula g itti, ne sokağa çıktı."
Ferit' in gözleri, o yorgun gözleri, fal taşı gibi açılmıştı, an­
lamaya çalışıyordu Doktor Hanımın ne demek isted iğini, bu
sohbetin nereye gittiğini.
"Hiç seyahat etmed i Süreyya Hanım. Hiç dostu da olma­
dı. O evde bir babası vardı, birkaç da hizmetçi, yemeklerini
yapan, etrafı temizleyen insanlar. O kadar."
Ferit gözlerini kırpıştırdı, "Evet, ama ..." dedi, gerisini ge­
tiremed i.
"Biliyorum, ka fa karıştırıcı bir duru m. An ladığım kada­
rıyla sana başk<1 bir şeyler anlatm ış, hayali bir şeyler, gitmedi­
ği görmediği YL'rleri, hiç tan ışmad ığı insanları ..."
"Ama," diye yiııck•di Ferit. "Mesela Sait Bey, hani o ünlü
yazar, sonru Orhun Bey, şa ir, onun ilrkudaşları vardı, beraber
pasajdu rakı içmişlerd i. Orhun Veli. Sonra kalkmış Paris'e git­
miş d iğer bir şairi bulmak için. Soyadım da biliyorum onun:
Attila İlhan. Dııvnr d iye bir kitap yazmış. Süreyya Hanını
yüzlerce defa okumuş o kitabı, hutta Paris'te de sürekli onu
taşımış çantasında. Attilfı İ l han'la ta nışmayu uğraşmış bir
süre. Sonunda da tanışabilmiş uma biz daha oraya geleme­
dik. Bana kızd ığından, bıraktı anlatmayı. Bir de nişan lısı var­
mış Puris'te ... Tü rk bir adam, Balıkesirli, çelimsiz bir şey."
Doktor Ay ten'in yüzündeki ucımayı gördü Ferit. Beden­
den çıkan ruhun aşağıya bakıp da kendine acıdığı gibi bir ucı­
ma. Kime acıyordu Doktor, Süreyya Hanı m'a mı, yoksa Ferit'e
mi? Soluğu kesildi, sustu . Bekled i Doktor Ayten bir şey desin,
herhangi bir şey ama demedi doktor.

2-1 6
"Yalan mı hepsi?"
"Yalan demeyelim," ded i Doktor Hanım. "Sanırım hayal
ürünü. Süreyya Hanım, dediğimiz gibi tüm hayatını roman­
larla geçirdi, onun için hayal dünyası da bu kadar geniş diye
tahmin ediyorum. Çok da zeki bir kadın, bakma yaşlandım
d iyor ama aklı pırıl pırıl bana sorarsan. Yani kafası karıştı­
ğından böyle şeyler anlattığına inanmıyorum ben. Yanılıyor
olabilirim tabii. Bence yaşamak isted iği şeyleri kafasında
kuruyor şimdi, yaşamak isted iği bir hayatı. Ve onu sana ger­
çek gibi anlatıyor. Sen de onu d in liyorsu n büyük bir iştahla,
inanıyorsun her sözüne. 13u da bel ki daha gerçek yapıyor her
şeyi. Bir nevi ona o g ü n l e re dö nü p en başta n yaşama şansı
veriyorsun."
"Olamaz." Şid de tl e sa l ladı b<ışını Ferit. "İmktınsız. Değil
mi Doktor Hanım? Söyk·y in, i nı kiı nsız dey i n . Olabilir mi? O
kadar şey, hepsi haycı l ü rü nü? Hem n iye ev hcıpsi yaşasın ki
Süreyya Hanım? Şi md i bi k• bu kadar akıllı ve scığlıklıysa niye
gençken evinden çıkmasın ki? Sakat değil, bir şey değil. Yaşa­
yamaz insan öyle."
"Biliyorum," dedi Doktor Ayten, tü kenmezkalcmi yine
parmaklarında döndüre döndüre. "Demiştim sana, zor bir
hayatı oldu Süreyya Hanım'ın. Varlıklı bir babası varmış.
Annesi de duyduğum kadarıyla çok güzel genç bir kad ınmış
ama o, Süreyya Ha nım'ın babası gibi öyle varlıklı bir paşa ai­
lesinden gelmemiş. Bir yerde bir şekilde karşılaşmışlar. Sü­
reyya Hanım'ın babası çok beğenmiş bu genç bayanı, hemen
evlenmişler. Sonradan annesi, Sü reyya Hanım daha altı yaşla­
rındayken çekip gitmiş. Galiba sanatçı bir adama aşık olmuş,
onun peşinden kayboluvermiş. En azından Süreyya Hanım
öyle ded i bize. Belki gerçekten bir sevgilisi vardı, belki alışa­
mamıştı yalı hayatına, mutsuzdu. Bilemeyiz. Ama yine Sü­
reyya Hanım'ın bizlere anlattığına göre, babası çok öfkelen­
miş, karısı aniden çekip gidince. Bir yandan da korkmuş ya

2 1ı 7
geri dönüp Süreyya'yı da a l ı r götürürse diye. İlk iş okuldan
kaydını sild irtmiş Süreyya Hanım'ın, sonra da eve hapsetmiş
onu. Annesinden korumak için ya ni. Ya da, olur da dönerse
karısı, onu kızından ayrı düşürerek cezalandırmak için.
Belki çok katı, çok dar görüşlü bir adammış Süreyya Ha­
nım'ın babası. Belk i de o da ü rkmüş hayattan, kalbinin bir
daha, bir daha kırılmasından. Ya lnızlığı seçm iş. Hiç dostu,
çevresi yokmuş. O da hiç çıkmazmış evden. Kapanırmış bü­
tün gün odasına. Kitap okur, satranç oynarmış bir başına. Ha­
yattaki tek varlığı da işte bizim Süreyya Hanım'mış. Onu n
için evlenme yaşı geldiğinde bile onu vermemiş, verememiş
kimseye. O yalıda birkaç hizmetçiyle bi r ömür yaşamışlar. Bir
kad ın varmış mutfakta çalışan, Süreyya Hanı m'ın tek deste­
ği de bu kadı nmış. Babasını kaybedince evde devam etmiş
hayatına Süreyya Hanım. Alışkanlık, korku. Çıkama mış. Ne­
reden başlayacağını bilememiş herhalde. Ama bu ya rdımcısı
kad ın da hasta lanıp vefat ed ince, işte o zama n buraya gelme­
ye kara r vermiş. Satmış yalıyı, varını yoğunu vakıflara bağış­
lamış."
Doktor Ayten'i d i n krh•n Ferit'in karnındaki o hazımsız­
l ı k taşı paramparça olmu ştu. Doktor Ayten'in ağzından çıkan
her söz bir çekiçti sanki. Şimdi bir avuç çakıl vardı içinde.
Sivri sivri.
Anlayamıyordu. Neden. Neden. Nasıl. Ama.
"Lütfen gid ip Süreyya Hanım'a bir şey söyleme şimdi,"
d iye devam etti sözüne Doktor Ayten. "Biliyorum benim
de sana bunları söylememem gerekirdi. Düşü ndü m uzun
süre bu konuyu. Sen en başta bana Süreyya Hanım'ın sana
rengarenk bir hayat anlattığını söylediğinden beri. Ama bil­
men gerekir diye düşündüm sonra. Süreyya Hanım'ın inişleri
çıkışları oluyor böyle. Bazen istemese de kırıyor seni, görü­
yorum. Onun için seni n de gerçeği bilmen en iyisi belk i de."
"Masal gibi anlatıyordu zaten ama masalmış sahiden."

2 18
Ferit mırıl mırıl konuşuyordu, ne dediğini kendi bile duyamı­
yordu. Kulaklarında bir uğultu, bir uğultu.
Ayakları zor bela çıkardı onu Doktor Hanım'ın ofisinden.
Zor bela yürüttü Etiler'in kapısına, zor bela vardı rdı sokağın
köşesindeki telefon kulübesine.
"Aloooo... buyruuuuun."
"Benim anacığım."
"Kin1?"
"Ben. Ben. Ferit."
Ferit. Feride. Bir yalan. Bi r haya l ü rü nü .
"Canım kızım, hemşi rem, gülüm benim! N e çok oldu se­
sini duymayalı. Kork u yo ru m y ü z ü nü u nu tacağım diye. Ah,
ah, ah! Nasılsın Feri t'im ben i m?"
"İyiyim anacığım, iyiyim. Ama bi r kaza old u ."
Ama. Ah bu 1111111la r. Ama. A ma .
"Deme! Allah korusu n ! Nt• kazası, ne oldu?"
"Mera k lanma anacığım, her şey iyi, önemli değil. Kolu-
mu i ncittim sadece. Merdivenlerden düştüm. Dikkatsizlik
işte."
"Ah canım, kıya mam ben sana. Çok var mı ağrın sızın?"
"Yok anam. Ama a lçıya aldılar kolumu. Sekiz hafta böyle
dolaşmam gerekiyormuş. A lışmaya çalışıyorum."
Fazlasıyla beyaz, fazlasıyla ağır, fazlasıyla katı bir alçı.
"Alçı mı? Alçı mı dedin? Kırıldı mı yani kolun? Hastane­
lere mi gittin bir başına?"
"Mualla Yenge geld i benimle."
"Bugün mü oldu bu? Hastaneden mi arıyorsun şimdi
beni?"
"Yok ana m, iki gün önce oldu."
"İki gün? Neden a ramad ın, neden haber vermedin? Ne­
den bekledin böyle? Otobüse atlar, bugü ne orada olurdum.
A h neden söylemezsin bana en öneml isini? Ah Ferit'im, yan­
d ım, yandım! Eyvahlar olsun."

249
"Anacığım, dur, ne olur ağlama, üzülme. Ağrım sızım yok.
Bir şu alçının ağırlığı, o kadar. Giyinip soyunmak falan zor."
Ama kendisiydi ağlayan. Kendisiydi kendini avutmaya
çalışan.
"Hem senin gelmene gerek yok. Ben dönüyorum."
"Dönüyor musun?"
Kal d iyen olmamıştı.
" He ya, kırık kolla bir iş yapamıyorum Etiler'de, bari dö­
neyim, senin yanında olayım, değil mi?"
"Ah hemşirem benim, dön tabii . Dön gel bana. Ben sana
hemşireli k edeyim biraz. Ah, ah! Ama o kırık kolla tek başına
otobüslerde nasıl geli rsin? Ben geleyim seni alayım, birlikte
dönelim bari."
"Yok anacığım, yok. Kırık kolun bana zararı yok, şunun
şurasında yolcu koltuğunda otu racağım. Otobüsü kullanan
ben değilim ki."
"Bilemem ki Ferit'im. BL•n bir de Mualla Yengen'le konu­
şayım, belki o seni gl'tirir. 1 km ai le, akrabayla da hasret gi­
dermiş olu r Sivas'ta. İyi olu r. Ben im de içim daha rahat olur
öyle."
"Gerek yok, gerçekten ben kendi başımın çaresine baka­
bilirim," dedi. Ama beş yaşındaki bir kız çocuğu g ibi küçül­
müş, t izleşmişti sesi. Ti triyordu elleri, d izleri.

Akşam çıktıklarında Mualla Yenge'ye verdi haberi. Başka bir


otobüse binip, başka bir yöne gittiler. Ferit'in daha önce gör­
mediği caddelerden geçtiler, iki yanı kırmızı-beyaz bayrak­
lar, büfeler, restora nlar, dondurmacılar, ayakkabı dükkanları,
mücevher mağazalarıyla dolu, sapsarı taksilerin arı gibi ora­
dan kalkıp buraya konduğu, uzun uzun otobüslerin ve kısa
minibüslerin sıra sıra beklediği, insanların cıvıl cıvıl aşağı
yukarı yürüdüğü, kadın ların yarı çıplak dolaştığı yollar. Bir
otobüs şirketinin yakınında ind iler. Ferit annesinin onu yal-

250
nız yollamayı istemeyişi, Mualla Yenge'nin de ona eşli k etme­
sini rica edişi hakkında h içbir şey söylemedi. Bir kişilik bir
bilet a lıp çıktılar.
Orta sıralardan. Koridor. Bayan yanı.
Tek yön.

Armutlu otobüsü nden ind iklerinde, "Ben yine bir anamı a ra­
yacağım. Bileti aldığımızı, ne zaman varacağımı haber vere­
yim. Ama bir telefon ku lübesinden konuşayım, olur mu?"
d iye sordu Ferit.
"Kızım yapma böyle, hem de son günümüzde! Gel Allah
aşkına evden a rcı, ya da lwnim cebimden ara. Ne lüzumu var
bu telefon ku lübelerinin, jetonların fo lan? Biz de senin ailen
sayılırız a rtık."
Teşekkür etti Ferit h e r Z<ı m.rn ki g i b i a ma o kadar tele­
fon kartı vard ı hala kullanıp biti rL'nwd iği, hem anası çok sıkı
tembih etmişti ona telefon ka rtla rını kullanmasını, öyle değil
mi? Ayrıca daha baş başa konuşmuş olurlard ı bir kulübeden
ararsa. Daha rahat olurdu Ferit. En sonunda ikna etti Mualla
Yenge'yi, yoluna gönderd i. Kendi de yan sokaklardan birinin
sonundaki telefon ku lübesine gitti, çaldırdı ça ldırd ı telefonu,
açan olmadı. Bir kere daha dened i ama fazla üstelemed i.
Anasını aramak bir bahaneydi sadece.
Bakka la yöneldi.
Kapıda durdu, eteğini çekiştirdi, sırtını d ikleştird i, saçla­
rını kulaklarının a rkasına koydu, emin olamadı tekrar yüzü­
ne düşürdü. Ve içeri girdi. Memo tezga hın arkasında du rmuş,
elindeki limonu atıp tuta rak kendi kendine uyduru k bir oyun
oynuyordu. İlk İbo fark etti Ferit'i.
"Abi bak, senin ayrancı gelmiş. Geçmiş olsun Ferit kar­
deş! Mumya gibi sarmışlar seni."
Memo İbo'nun ensesine bir tokat attı. Sonra da hemen
Ferit'e dönüp, "Ayran mı istiyorsun?" d iye sordu.

25 1
"Veda etmeye geldim," dedi Ferit. "Ya rın sabah otobü­
süyle dönüyorum."
Memo, İbo'nun ensesine bir tokat daha yapıştırd ı. "Oğ­
lum, git kız a rkadaşının penceresine birkaç çakıl taşı at, belki
dışarı çıkar da el ele tutuşursunuz y ine."
"Hadi oradan, asıl el ele tutuşmak isteyen sensin. Baş
başa bırakır mıyım şimdi sizi!"
"Git be oğlum, bela mısın?"
Ferit dehşetle izliyordu iki çocuğun itişmesini. Yapma­
y ın, demeyi düşündü bir an için. Git111esi11, kalsın İbo. Ben iki­
nize veda etmeye geldim. Meıno'ya söyleyece,� im başka bir şey yok
ki. Fakat tek kelime söylemeden beklemesi gerektiğine karar
verd i. Dişlerini yanaklarının kovuğuna geçirdi, kanatacak
gibi ısırdı ağzının içini, sessizliğini korumak ümidiyle. Bırak
savaşsınlar. Bırak Memo kazansın. İ bo'yu kovsun. Baş başa
kalsınlar. Ve ne denecekse densi n, ne olacaksa olsun.
İ bo, dil inde çapkın bir şarkı, çıktı bakkaldan. Sonra dön­
dü, yan bir bakış attı Ferit'e. " İyi yolcu luklar baldızcığım. Pe­
dere bizden selamlar."
Ferit'in yana kları ya utancından ya da içlerini ısırmaktan
iyice kızarmıştı.
Yavaşça, temkinlice, aya k pa rmaklarının ucuna basa basa
yaklaştı tezgaha. "Alçını imza latma mışsın kimseye," dedi
Memo.
Ferit şaşkın şaşkın süzünce kolundaki temiz a lçıyı Memo
açıklama gereği duydu. "Ben bacağımı kırd ığımda mahalle­
deki herkes alçımı imzalad ı. Rengarenk oldu alçım. Böyle
kargacık burgacık yazılar. Kimileri resim bile çizdi. Kari­
katür g ibi şeyler, çöp adamlar. Sen de i mzalat. Uğur getirir.
Hem de eğlenceli bir şey. Sekiz haf ta çıkmayacak nereden
baksan."
"Peki," dedi Ferit.
"İlk ben imzalayayım mı?"

252
"He ya."
Memo eğildi, tezgahın altındaki rafta duran veresiye def­
terinin arasındaki tükenmez kalemi çıkardı. "Sırf imzalaya­
yım mı istersin, yoksa bir şey de yazayım mı?"
"Bilmem," dedi Ferit. Yaz, yaz. Söylcycıncd(�in ama söyle­
mek istedi8in, benim duymak istcdi,� im lıcr şeyi yaz.
Memo, elinde kalem, yasla nd ı tezgahın üzerine. Ferit
alçılı kolunu yatırdı tezga ha . İ kisi de yaklaştılar birbirlerine
yaklaşabildikleri kada r. Da ha önce yaklaşmad ıkları kadar.
Ferit Memo'nun hafif tütün, h a f i f ç i k let kokan nefesini boy­
nunda hissetti. Gözlüğü nü n cam la rında yansıyan a lçısını ve
a lçısından çıkan o i n cec i k çocu ksu parma klarını gördü.
Memo yazmaya ça lı ş tı birbç kL•n• ama olmad ı. Veresi­
ye defterinin sayfalarında dened i b lemi, y in e döndü alçı­
ya. Ferit sabırsız sabırsız i z liyordu ka lem i n alçıyı oyuşunu,
Memo'nun kalemi sımsıkı tutuşunu.
Bir çizgi, üzeri noktalı, bir yılan, iki çizgi birbirini ke­
sen, bir üçgen: İstanbul... İstanbul'dan Memo... İstanbul'dan
Memo, Şahsi Ayran Nakliyatçısı.
"Beni başka Memo'larla karıştırma d iye."
Ferit güldü kısacık, kuş gibi minicik, müzik l i. "Karıştır­
mam, merak etme."
Bu defa Memo koydu kolunu tezgaha, tükenmez kalemi
uzattı Ferit'in sol eline. "Sıra sende." Ferit yine şaşkın, baktı
Memo'nun koluna. "Farzet ki benim de alçım var, sen ne ya­
zard ı n? Yaz koluma."
Ferit eline a ld ığı tükenmez kalemi ağzına götürdü, kale­
min arkasını dişleyerek uzun uzun düşündü.
"O kadar düşünmene gerek yok," dedi Memo. "Benimki
bir y ıkayışta çıkacak ne de olsa."
Ferit hemencecik hüzünlendi, gözleri de dudakları da
somurtuverdi. Ne kadar şeffaftı yüzü. Hala öğrenememişti
h islerini saklamayı, maskeler takmayı. Memo güldü onun

253
bu haline, "Merak etme yıkanmam ben de. Pis pis dolaşırım.
Anam da peşimden, başımın etini yiye yiye kovalar beni."
Yine küçü k bir serçe gibi güldü Ferit. "Haydi, yaz bir şey,"
d iye ısrar etti Memo.
Daha sıkı kavradı tükenmez kalemi elinde. Daha da eğil­
di tezga hın üzerine ve o esmer tene kalemin sivrimsi, soğuk
ucunu batırd ı d ikkatlice. Sol elinin acemi hareketleriyle, ya­
vaş yavaş ve yamuk yamuk yazmaya başladı. Üçgen, üçgen:
Ayran ... Ayrana hayran ... Ayrana hayran Feride.
Birlikte güldüler bu defa.
Sonra durdu Memo, "Ama senin adın Feride değil ki, Fe-
rit," dedi.
Omuz silkti Ferit. "Bundan böyle Feride işte."
"Niye?"
Ferit nasıl açıklayabilird i ki ona şimd i Ferit d iye kız ismi
olmadığını, Feride'nin daha doğru olduğunu, anasının baba­
sının zamanında bunu düşünmüş olması gerektiğini, hem
Ça/ıkıı�ıı'ndaki Feride'n in nasıl güçlü, nasıl yılmaz olduğunu,
aşktan kaçtığı gibi aşka Lfondüğü nü ve insanın kendine yeni
bir hayat h ikayesi gibi yen i bir isi m de uydurma hakkı ol­
duğunu, bunun aslında lwrkes için bir seçenek olduğunu ve
eğer bu yalan hayat onu dah<ı mutlu edecekse, bu uydurma
isim onu daha cesur yapacaksa, bunun belk i de en doğru, en
dürüst yol olduğunu ...
"Öyle işte, içimden geldi," dedi geçiştirdi onun için. Son­
ra yine a ld ı kalemi eline, yeni isminin a ltına Sivas'taki eski
adresini yazdı.
Memo eğildi, sesli bir şekilde okudu yazılı adresi.
"Ayran ların nakliyatını doğru yere yapabilmen için,"
d iye açıkladı Feride.
Memo gülümsedi.
"Gideyim ben," ded i Feride, çekti alçılı kolunu tezgahtan.
Memo da bir adım geri attı, çekti kolunu.

2 5 /ı
"Ayran?"
"Olur."
"Bir, iki?"
"İki."
"Birini bu a kşam iç, d iğerini yola sakla."
"Tamam," dedi Feride, güldü.
"Gerisini kamyonla adrese yolluyorum."
"Olur. Fazla bekletme."
Allahaısmarladık ded iler birbirlerine.
El ele tutuşmadılar. El sıkışmadılar. Sarılmad ılar.
Tam kapıdan çıka rken dur mayı düşündü. Durup arkası­
na dönmeyi. Tezga hın a rd ı na gl•ç i p Ml•mo'nun ayakkabı ları­
na bakmayı.
Yapamadı.
Onun tezgahın arkasından çıkıp gelip kend isini durdur­
masın ı bekled i. Bir şeyler daha söylemesini, ya da kalemle al­
çısına bir kelime daha yazmasını: Sevdim. Özleyece,�im. Gitme.
Dön .
Olmadı.
Eve dönünce, Mualla Yenge'nin cebinden aradı annesini.
Annesi hem sevincinden, hem de içindeki korkudan ağlad ı.
Feride de ağladı. Ama korkudan, hüzünden, acıdan, aşktan
değil. Süreyya Hanım'a edemediği vedadan dolayı.

Perşembe

Sabah erkenden kalktılar. Feride gece yatmadan toplamıştı


bavulu nu. Rahat uyuyabilsin d iye bol ballı, limonlu bir ıhla­
mur içirmişti Mualla Yenge ona. "Yarın yollarda uyuyamaz­
sın, sonra Sivas'a vardığında hasta olursun, annen daha da
mahvolur."
Zeytinli, peynirli, kaymaklı, reçelli bir sultan sofrası kur-

255
du Mual la Yenge. Baş başa, pek de konuşmadan ettiler kah­
valtılarını.
Feride Mualla Yenge'ye Çnlık11ş11'nu verdi. "Doktor Ayten
Hanım'a i letin, e mi? Bitirememiştim daha ama olsun. Bende
kalsın istemedim."
"Başka bir şey var m ı?" diye sordu Mualla Yenge.
"Yok," ded i Feride, olduğu halde.

Otobüse binince yazacaktı mektubunu. Fatma'ya yazma­


m ıştı, yaza mamıştı. Ama bu mektubu yazaca ktı işte.

Sevgili Süreyya Hanımım,


Siz son bir ay içinde benim anam, ninem, en yakın arka­
daşım oldunuz. Bana çok şey öğrettiniz. Size bir özür borçlu­
yum. Hem sizi yorduğum, hem de böyle aniden Sivas'a dön­
düğüm için. Um<ırım beni affedersiniz.
Ne olur öğlenleri iki lokma da olsa bir şeyler yiyin. Pilava
dokun masanız da olur ama yoğu rt, fasulye, başka bir sürü
şey var. Hastalanmanızı istem iyoru m. Hele de gecenin bir
saati düşmenizi. Ben düştüm, ba kın ne oldu !
Çnlıkıışu'nu okumayı bitiremed im ve Doktor Hanım'a ki­
tabını geri gönderdim ama Sivas'a varır varmaz bir kitapçıya
gidip kendime yenisini alacağım. Söz, bu hafta içinde okuyup
bitireceğim. Çok severek okuyorum. Hatta düşünmeye başla­
dım, üniversite yerine ben de öğretmen okuluna gidip fen ya
da matematik hocası mı olsam Anadolu'da diye. Bu mühen­
dislik zor bir şey olabilir. Hem İstanbul pek bana göre değil
galiba. Siz çok güzel anlattınız tabii o günleri ama ben hiçbir
yere gidip hiçbirini göremedi m maalesef. İnşallah bir dahaki
sefere.
Ellerinizden öperim.
Feride

256
Cumartesi

Sivas'a vardığının ertesi günü mektubu temize çekti, bir zarfa


koydu, ön tara fa Alaçam Va kfı Etiler Dinlenme Evi'nin ad re­
sini yazdı, arka tara fa kendi ad resini.
Ama postaneye gid ip günderemedi o gün o mektubu.
Ne de bir sonraki gün.
Ne de bir sonraki.

Temmuz Ağııstos
-

Çalık11ş11'nu a ld ı bitirdi. Sonra Fransız yazarın ka mbu rlu ki­


tabını a ldı, yavaş yavaş onu oku maya başladı. Ç11/ıkıış11'ndan
bile kalındı bu ikincisi. Annesi, ablaları pirinç ayıklaya, halı
döve, çamaşır sıka dursun, o, kolu a lçıda olma bahanesiyle
hep okudu. Bu a rada temmuz bitti, sıcaklar bitmedi. Alçının
içindeki derisi kaşındı, kızardı. Üstüne başka kimsenin adı­
nı, yazısını kondurmadı. Alçısı çıktı, yine annesine mutfa k­
ta, çamaşırda yardım edebilmeye başladı. Uykuları düzeldi.
Ablasının bebekleriyle, çocu klarıyla oynadı. Matematik, fizik
kitaplarına bütün yaz doku nmadı.
Annesi, abla ları, komşu lar, komşu çocukları sü rekl i İs­
tanbul 'u sord u lar. Nerelere gitmişti? Neler görmüştü? Meş­
hu r birilerine rastlamış mıydı? İsma i l Dayı'nın marketi de­
d ikleri kadar büyük müydü? Hep yabancı marka mı satıyor­
lardı? Memo ve İbo kocaman adam olmuşlar mıydı? Mualla
Yenge aynı küçük bir kız çocuğuyken yaptığı gibi kıkır kıkır
gülüyor muydu?
Akşam yemeklerinde alnındaki çizgileri oku mak ister­
cesine dikkatle izliyordu babasının yüzünü. Babası arada
yakalıyordu bu yoğun bakışları, "Ne var? Ne bakıyorsun?"
d iyordu. " H iç aç adam görmedin mi?" Feride anlama k isti-

257
yordu birbirlerine ne kadar ve nasıl benzediklerini. Tanımak
istiyordu babasını en baştan. Baba-kız olmak istiyordu.
Süreyya Hanım'ın yüzü gitgide silikleşiyordu aklında.
Boğuklaşıyordu o hırçın sesi, söylenmeleri. Kayboluyordu
bir bir ellerinin soğuğu, lekeleri, yara ları bereleri hafıza­
sından. Unutuyordu ister istemez Süreyya Hanım'ı. Geriye
Memo kal ıyordu sırf, İstanbul'dan hatıra. Memo'nun o çok
az tanıdığı esmer bedeni, ince yüzü, gözlü klerinin a rkasında
saklanan kara gözleri, bir türlü ba kıp da göremediği o bir çift
ayakkabı.
Evi toparlarken anacığı bu ldu o unutulmuş za rfı. "Bu da
ne hemşirem?" d iye sordu.
Feride döşekte bağdaş kurup oturmuş, bir roman okuyor­
du. Başını bir an için kald ırıp baktı. "O mu? Mektup. Unut­
muşum göndermeyi. İstanbul'da arkadaşl ık ettiğim yaşlılar­
dan birine yazmıştım. Önemli bir şey değil."
Annesi zarfı elinde evird i çevird i. "Hay Allah, o kadar
zaman kenarda mı kaldı? Neyse, ben yarın gider, pullar, yol­
larım senin için."
Ama Feride anacığını duymadı.

Sevgili kızım Feride,


Burada birini buldum, ben konuşuyorum, o yazıyor. İ n­
şallah yanlış bir şeyler yazmaz. Dediğime sadık kalır. Gözle­
rim de o kadar görmez oldu ki okuyup düzeltecek halim yok.
Eğer imla hataları varsa ondan bil. Bu nları yazmasını da ben
söyledim tabii. Kavga dövüş beraber döşüyoruz bu mektubu
anlayacağın.
Önce sakarlık edip düştün, sonra da korkaklık ed ip dön­
dün Sivas'a. Bana bir şey demek düşmez. Senin hayatın. Ama

258
bence büyük hata ettin. Kalacaktın İstanbul'da, gezecektin,
hayatı tanıyacaktın, kim bilir kimlerle tanışacaktın, neler
neler görecektin, öğrenecektin. Evine kaçıp, kapandın da ne
oldu?
Annen için döndün, biliyorum. Benden sana nasihat: Ben
de bir ömür boyu babam için yaşadım. Onun yanında, onun
istediği şekilde. Şimdi hiç pişman değilim desem yalan olur.
Biliyorum arada nasihatler verdim sana, pişman olmam asla
dedim. Ama işin doğrusu bir şeyler kaldı içimde.
Bu yaşta geriye dönüp bunların hesabını yapacak deği­
lim. Gücüm yok. Biliyorsun halimi. Ama sen gençsin. Onun
için d i kkat et, sor kendine her adımda bu mu istediğim, doğ­
ruyu mu yapıyorum d iye. İleride pişman olmamaya çalış. Piş­
manlık kötü bir h is. Kimseye de faydası yok. Kendi ne acıyor­
sun o kadar. İnsan kendiyle kavga lı olunca nasıl başkalarıyla
a rkadaşlık eder, öyle değil mi? O zaman herkese, her şeye,
hayata küs, yapayalnız kal ıyorsun işte. Geld in gördün beni.
Benim gibi olma.
Sana bu mektupta Paris'teki o şai rle tanışmamı, sonra be­
raber nasıl güzel günler, haftalar geçirdiğimizi, bana yazdığı
şiirleri anlatmak isterdim. Sonra nişanlımla aramın bozulu­
şunu, İstanbul'a dönüşümü, İstanbul'da yaşadığım bir sürü
başka macerayı. Ama güvenm iyorum bu karşımda oturmuş
söylediklerimi güya yazan kıza. Yazıyor mu şimdi bunla rı,
yoksa kafasından uydurup başka şeyler mi yazıyor acaba?
Lise mezunuymuş. Öyle ded i kend isi. H iç yoktan iyidir. Eğer
doğruyu söylüyorsa tabii.
Uzun lafın kısası, olan biteni böyle mektupta a nlatama­
d ığımdan sana gelip beni ziyaret etmek düşüyor. Tekrar karşı
karşıya oturu ncaya kadar da böyle yazışmaya bakarız.
Hayatıma girdin çıktın. Kısacık bir süre buradaydın. Yor­
dun beni yormasına ama iyi de geldi. Sevdim seni. Akıllı, ol­
gun bir kızsın. Biraz fazla sıskasın ama olsun. Bir de durup

259
durup o kakü l lerinle oynamandan hiç hoşlanmıyordum. Bir
şey söyleyecektim ama söylemed im.
Bugünlük bu kadar. Yoruldum iyice, d il i m dudağım ku­
rudu konuşmaktan y ine.
Yazmayı u nutma. Ne zaman dönüyorsun, haber ver. Bu­
rada kimse anlamıyor halimden, bana durup durup pilav ge­
tiriyorlar sabah, öğle, a kşam. İştahım da h iç yok zaten. Sen
gelince daha iyi olurum d iye umuyoru m.
Çalıkıışıı'nu da bitirmediysen bitir artık.
Yanaklarından öperim,
Süreyya Topçuoğlu

Feride mektubu iki kere üst üste okudu. Okurken tuta­


madı kendini, gü ldü. Hem de sesli, kıkır kıkır, Mualla Yenge­
si gibi. Sonra bir sessizlik çöktü üzerine. Kalbinin kafesinde
bir kuş vardı sanki: Önce titred i tüyleri, kanadı, sonra şakıdı
özlemle, sevgiyle. Hakikatte hapis ama hayallerinde hür bir
kuş. A h Süreyya Hanım! Kırış kırış yüzü, yaraları kabuk tut­
muş elleri, istemez d iyen kırık dökük sesi, lavanta kokulu bi­
lekleri, o lastiği esnemiş sürekli düşen çorapları geldi aklına
bir bir. Yaşadığı ya da yaşamadığı hayatı. Sırf şiirlerinden, öy­
külerinden tanıdığı kasketli, ra kılı, kurşun kalemli adamları.
Şarapçı dostu. Limonata yapan Şadiye Ablası, onun o sevda lı
bahçıvanı. Babasının kocaman ceviz masası. Kaçıp gitmiş an­
nesinin Boğaz'a nazır yalının her odasında duvardan duvara
cereyan gibi esen serin, keskin yokluğu.

Sonbalıar, Kış

Güneş yavaş yavaş daha geç doğup, daha erken batmaya baş­
ladı. Rüzgarlar soğudu, sertleşti. Annesi sandıktan yünlü fa­
nilaları, uzun donları çıkardı. Bol bol tarhana çorbası içildi.

2 60
Evleri yanık odun ve boza üzerine serpilmiş tarçın kokusu
sardı. Canan Ablasının bebeği bir yaşına bastı. Meryem ve
Murat'ın nişanı kıyıldı. Fatma okulu bıraktı, kimseyle konuş­
maz oldu. Feride, matematik dersinden ilk defa beş üzerinden
beş yerine dört aldı. Bora adında uzunca boylu bir çocuk sü­
rekli Feride'nin yanına gelip, bir şeyler sorar, bir şeyler ister
oldu. Feride, Bora'nın yakınındayken çenesinin h iç de kasıl­
madığını fark etti, sevindi.
Uykusunun inat edip bir türlü gelmediği geceler bazen
Memo'ya yazdı akl ında. Bazı geceler ise Süreyya Hanım'a.

Sevgili Şahsi Ayran Nakliyatçım,


Senin bana verdiğin o ayranların tadını u nutmak mü m­
kün değil. Gidip burada da alıyorum aynı kutudan, olmuyor.

Sevgili Süreyya Hanımım,


Duydum ki çok farklıymış sizin hayatınız. Gitmemişsi­
niz hiç Paris'e, Beyoğlu'na, Sarıyer'e. Merak ediyorum neden
anlattınız bana o hikayeleri. Beni eğlend irmek için mi? Oysa
ben sizi olduğunuz gibi kabul edecektim bunu yapmasanız
da. Sevecektim sizinle oturup konuşmayı, a nlattıklarınız ne
kadar acı olsa da. Ama belki kendinizi eğlendirmek istediniz.
Ara sıra bunları düşünüyorum böyle, düşündükçe de daha
çok özlüyoru m sizi. Yine ayağınızın dibinde oturmak, başımı
d izinize dayamak, sırnaşma k istiyorum.

Sevgili Memo,
Nasılsın? Markete sahip çıkıyor musun? İbo hala kız ar­
kadaşıyla kaçıyor, el ele tutuşuyor mu arka sokaklarda? Biz de
bir gün onlar gibi olaca k mıyız? Ortaköy'e gidip tavla oyna­
yacak, kağıt helva yiyecek miyiz bahsettiğin gibi?

261
Sevgi l i Süreyya Hanımım,
Sait Fa ik'in öykülerini okuyorum bugünlerde okuldan
dönünce. Çok hoşuma gidiyor. Keşke ben de güzel yazabil­
seydim. Denedi m, ama olmuyor.

Ayran Gönüllü Memo'm,


Seni çok özledim. Sen de beni özle, e mi?

Sevgili Süreyya Hanım,


Kendinize iyi ba kın, zayıf düşmeyin.

Sevgilim Memo,
Bekle beni, geleceğim.

Yazıp yazıp karalad ı o mektupları ha fızasında. Hiçbirini


sabah kal kıp da kağıda geçirmed i, zarflara koyup yollamadı.
İçinde bir yerde, yüreğinde, ka rn ında, ciğerinde mühür­
ledi her sayfayı. Mühürlerin en sağlamı olan sessizliğiyle.

İlkbahar

Bir akşam çıktı evden, yazdan kalma telefon kartlarından bi­


riyle gitti Mualla Yenge'yi aradı.
"Ah benim Ferit kızı m, ne iyi oldu sesini duymak! Gö­
receksin nasıl da baştan çıkarıyor beni buradaki katır sürü­
sü! İsmai l Dayın aynı, her gün televizyon karşısında kendi
kendine konuşup duruyor. Çocuklar desen, onlar da okul,
bakkal, oku l, bakkal. Yüzlerini görene aşk olsun. Öptürmü­
yorlar da bir türlü. Kız evlat gibisi yok, valla billa yok. Çok
özledim seni. Gelsen ya yine. Etiler'de her zaman bol bol iş
var yapacak."

262
Haziran

Eli nde u fak bir bavu l, içinde yine o çiçekli entarisi, anası­
nın bir güzel yıkayıp temizlediği beyaz bez pabuçları, bindi
Sivas'tan otobüse. Babası yolcu etmeye gelmedi, bir maç vardı
kahvede izleyeceği. Anacığı, abla ları ve yeğenleri geldi onu
uğurlamaya. "Ne lüzumu var gidiyorsun?" deyip durdu abla­
ları. "Otursana oturduğun yerde. Çivi mi var kıçının a ltında
ne?" Anasının gözyaşları durmadı, elinde nakışlı bir mendil­
le burnunu sildi tekrar tekrar. "Ah ana yüreği bu, hemşirem,
ana yüreği. Sen de doğurunca anlarsın. Çok d ikkatli olacak­
sın, söz mü? Merdivenlerden inip çıkarken yavaş atacaksın
her adımını. Yemin et. Peygcı rnberin üzerine yemin et. İki
gözüm önüme a ksın de. Mualla Yenge'yi de üzmeyeceksin, e
mi Ferit'im? Yardım et evdeki her işe. Baksana o da çırpınıp
duruyor orada bir başına. Al, bu da otlu poğaça, yolda yersin.
Uyumaya çalış, daha çabuk geçer zaman. Varır varmaz da
ara beni verd iğim telefon kartıyla."
İsmai l Dayı ve Mualla Yenge birlikte karşıladı onu oto­
büs garında. Pazar trafiğinde Boğaz'ın kenarından, ağır aksak
tuttular yolu Armutlu'ya. Feride, gözü camda, Boğaz'ın griye
çalan mavisini, balık tutan adamların oltalarında asılı o küçü­
cük oynak istavritleri, dondurmalarını yalayarak yiyen kızları
ve oğlanları, suları yara yara giden tekneleri, vapurları, tan­
kerleri seyretti. Bir yandan da Mualla Yengesi'ni n sonu gel­
mez sorularına, yerinde ve kısa kısa cevaplar vermeye uğraştı.
"Osman Emmi nasıl?"
"İy i."
"Ameliyat olmuş d iye duydum. Açık kalp ameliyatı. Al­
lah korumuş. Zor, tehlikeli bir şeymiş o. Öyle her doktor be­
ceremezmiş. Kimi hastalar ameliyat masasında pat d iye gidi­
yormuş. Bizim emmi çabuk toparlanabildi mi?"
"He ya, çabucak."

2 6 _)
"Maşallah, maşallah. Karısı Tuğba Bacı da ayılıp bayıl­
mıştır Allah bilir!"
"He ya, o da korktu biraz."
"Korkmaz mı insan! Dur dur, tahtaya vuralım, ay bu ara­
bada da tahta yok ki. Başka, anlat. Ablaların nasıl? Kocaları
hayırlı çıktı mı? Ben tanımıyorum artık bizim sülaleyi eskisi
gibi. Çok uzak kaldım, çok. İsmail, ne zaman gideceğiz? Bak­
sana millet çoluk çocuğa karışıyor her gün!"
Arabayı bakkalın önünde park etti İsmail Dayı. "Ben ço­
cukları bir kontrol edeyim."
"Biz de inelim de merhaba diyelim. Görsünler Ferit kar­
deşlerini," dedi Mualla Yenge.
İbo da Memo da aynen geçen yaz olduğu gibi tezgahın
a rkasında d urmuş çekirdek yiyorlardı.
"Batırmayın etr<1 fı, batırmayın etra fı. Baksana kabuk­
lar ta buralara kadar uçmuş," d iye azarladı ikisini de İsmail
Dayı, İbo elinin tersiyle tezgahın üzeri ni süpürürken.
"Bakın kim geldi Sivas'ta n!" Mua lla Yenge Feride'yi ko­
lundan tutup çekti, çocu kların önü ne koydu.
Feride hemen hemen <1ynıyd ı. Kakülleri gözünde, bir iki
sivilce, gü lkurusu duda kl.ı r, kuyu gözler. Çenesi kaskatı.
Memo'nun boyu uzamış, yüzü daha da incelmişti. Kafası
da iyice kazınmış, küçük kulakları ortaya çıkmıştı. Gözlükle­
rini takmamıştı bugün. Belki de artık hiç takmıyordu.
"Hoş geldin," dedi bu tanıdık yabancı, sesi alçak ve çe­
kingen.
"Hoş geldin," d iye yankıladı iyice tombul laşmış İbo, sesi
abisininkinden gür ve kend ine güvenli.
Hoş bulduk bile d iyemedi Feride. Kahve fincanının d ibi
gibi kabarmıştı içi.
"Gelin şöyle öpün Ferit kardeşinizi yanaklarından."
Dehşet içinde döndü Mualla Yengesi'ne baktı.
İbo fırlad ı yerinden, şapır şupur öptü Feride'yi, kocaman

2 64
kucakladı, sonra da sırıtarak yana çekildi. Memo yaklaştı, çok
daha yavaş, çok daha temkinli. İki ufak öpücük kondurdu
Feride'in alev a lev yanaklarına. Boynunda marketten arak­
ladığı Alman marka bir erkek deodorantının buram buram
baharatlı kokusu, nefesi yine naneli sakız ve tütün.
İsmail Dayı veresiye defterini inceled i. "Oooo, Çam
Apar tmanı daire on üç iyice kabartmış hesabı. Kapıcı Mah­
mut gelince söyle de icabına baksınlar." Memo koşar adım
döndü tezgahın gerisine, başını uzatıp babasının gösterd iği
rakamlara baktı büyük bir ciddiyetle. "Olur, hal lederim ben,"
gibi bi r şeyler mırıldand ı.
Yanaklarında iğne iğne, biberli baharatlı bir hatıra, çıktı
Feride bakkaldan.
Kimse ona ayran isteyip istemed iğini sormayı akıl etme­
mişti.

Pazartesi

Sabah otobüslerini beklerken Mualla Yenge tut turmuştu yine


keyifli günlerin türküsünü:

Oy madımak teke tiike sakalı


Oy madımak euelik yemlik
Oy madımak kıışkıışıı yemlik
Oy madımak

"Ne iyi ettin de döndün be kızım. Korktum bir ara gelmez­


sin artık İstanbul'a diye. Sen istesen de anan baban yollamaz
diye. Bu defa öyle kaza maza yok, e mi? Asansöre bineceksin
her defasında. Gözümün önünden ayırmayacağım seni. Biraz
da şişmanlatacağım seni bu yaz. Kızım benim, kız evlat işte.
Ah ne güzel. Saçların bile uzamış."

265
Etiler aynı Etiler'di. Gri beton, dikdörtgen, pencere pen­
cere, boş bal konlar. Mutfak aynı mutfaktı. Boneli, önlüklü ka­
d ınlar hep bir ağızdan. Tepsiler, tencereler, kepçeler. İ leri geri,
sağa sola, hiç du rmayan bir tra fik. Tu zsuz beyaz peynirler
küp küp, tuzsuz esmer ekmekler dilim dilim.
Sakinler aynı sakinler değildi ama. Göçen göçmüştü di­
ğer tarafa . Yenileri gelmişti. Yine de hepsi az çok benziyordu
işte birbirlerine. O eski koku, o eski ağrı sızı, o eski ü mitsiz
bekleyiş ve d ipsiz korku.
Feride, eline tutuşturulan listeye baktı bir süre. A-156,
A-312, A-541, A-559, B-142, B-238, B-325, B-330.
"Peki ya A-627?" diye sordu, sorduğu dakika içine sip­
sivri düşen ihtimalden ürpererek.
Mualla Yenge dudağını büktü. "Hiç bilmiyorum. Takip
edemiyor ki insan burada kim gitti, kim kaldı. Biz de biliyor­
sun mutfaktayız, çoğunu doğru dürüst tanımıyoruz bile. Bir
oda numaraları var elimi zde, o kadar. Gerisi meçhul."

Oda: A-627
İsim: Süreyya Topçııo,�lıı
Do,� 11111 yeri: Kandilli, İM1111lıııl
Baba adı: Salilı Topçııo,�lıı
A1111e adı: Biliıımiyor
Diııi: Laik
Yaş: Seksen sekiz, belki de seksen dokıız
Medeni lıali: Bekar, yalmz, yapayalnız
Sa,�lık dıırıı11111: İştalısızlık, yorgıınlıık, yaşlılık
Psikolojik dıırwnıı: Gerçeklerden kopııklıık

Bir a ra herkes meşgulken Feride kısacık kayboldu ortadan.


Yine arka merdivenleri tırmanarak altıncı kata çıktı. A-627'nin
kapısının önünde durdu, bekledi bir süre. İçeriden mırıl mırıl
sesler geliyordu, kulağını kapıya dayadı. Ölçülü, ciddi bir er-

266
kek sesi hava raporunu okuyordu. Adana parçalı bulutlu, otuz
iki. Ankara parçalı bulutlu, yirmi yedi.
Süreyya Hanım televizyon izlemez ki. Radyosu bile yok­
tur onu n. Süreyya Hanım el bileklerini lavanta kolonyasıyla
ova ova, o kocaman kadife koltuğunda oturur, pencereden
d ışarı bakar. Aklında farklı farklı hayatlar, aşklar kurar. Ne
yapsın televizyonu, radyoyu, Adana'nın, Ankara'nın hava ra­
porunu Süreyya Hanı m?
Feride ellerine ald ı yüzünü. Çocuk parmaklarını şakakla­
rına bastırdı bütün gücüyle. İ leri geri sallandı durduğu yerde.
Ağlayacak gibi oldu. " İstemez!" dedi bir ses. Bu sesi duyunca
irkild i, etrafına bakınd ı. Ama ses d ışarıdan değil kendi için­
den geliyordu. " İstemez. Ağlayacaksın da ne olacak? Giden
gelmeyecek ya."
Merdivenlerden hiç acele etmeden, her adımda duraklaya
duraklaya en alt kata indi, Doktor Ayten'in ofisine vardı.
"Ben geld im," dedi kapıdan.
"Ferit, hoş geldin! Ne güzel bir sürpriz!"
Feride diye düzeltecekti, düzeltmedi. "Girebilir miyim
Doktor Hanım?"
"Tabii tabii, gel otur şöyle. Anlat bakalım nasıl geçti okul?
Ne zaman döndün İstanbul'a?"
"İyi geçti. Mezun oldum. Üniversite sınavlarına da gir-
dim."
"Aferin. Hangi bölümü istiyorsun?"
" Edebiyat."
Kocaman, sımsıcak gülümsed i Doktor Ayten. Feride de
gülümsemeye çalıştı ama beceremedi.
"Buyur Ferit, bir şey soracaksın, belli."
"Süreyya Hanım'ı soracaktım. A-627. Süreyya Topçuoğlu."
"Ben de öyle ta hmin etmiştim. Maalesef Ferit. Başımız sa-
ğolsun."
"Bilmem gerekirdi," ded i Feride. Oturdu koltuğa. "Çok

267
zayıftı, yemiyordu h iç. Ama düşünemedim işte. Dönünce
Sivas'a eski hayatıma dönmüş oldum, unuttum. Yazmamı is­
tedi, yazmadım."
"Aslında benim sana yollayacağım birkaç şey vardı ama
mutfa ktaki Mualla Hanım'la konuştum, o geleceğini söyledi.
Ben de beklemeye karar verdi m."
Feride yüzünü yine ellerine aldı, ovmaya başladı şakak­
larını.
"Sana bir şeyler bıraktı Süreyya Hanım. Bekle beni bura­
da beş dakika, a rkadaki depoya gideyim de getireyim ema­
netini."
Feride boş boş baktı o duvarlara. Zaman durmuştu. Ölüm
girmişti işin içine. Var olan artık yoktu. Bir avuç neml i toprak
yutmuştu o yaşamı. Geriye sadece birkaç hikaye kalmıştı. Pi­
rinç tanesi kadar küçük, kimsenin aç yüreğini doyuramaya­
cak birkaç anlamsız detay.

İsim: S iireyyn Topçııo,�/ıı


Öliim nedeııi: Yn�n11111n1111� /ıir lı111111t

Doktor Ayten kucağında orta boy bir karton kutuyla döndü.


"Al bakalım. Oldukça ağır. Ben içinde ne olduğunu tah­
min ediyorum galiba ama aç da görelim neymiş."
Feride kutuyu kucağına yerleştirdi, ellerini de kutunun
üzerine. "Kusura bakmayın Doktor Hanım, ben bunu şimdi
açamayacağım. Evde yalnız olduğum bir an ... "

"Tabii," dedi Doktor Ayten, yanıbaşına oturup. "Ferit,


daha önce sevdiğin, yakının olan birini kaybettin mi?"
"Dedem, babaannem. Ama ben çok çocukken gitti onlar.
Yüzlerini bile hatırlamıyorum."
"O zaman bu farklı. Çün kü Süreyya Hanım'ı tanıma fırsa­
tın oldu, yakınlaştın onunla. Sevdin onu, öyle değil m i?"
"Evet."

268
"Ferit," dedi Doktor Ayten sesini daha da a lçaltıp yumu­
şatara k. "Olur da için çok sıkılırsa, konuşmak istersen, hiç çe­
kinmeyip geleceksin bana. Söz mü?"
"Peki," dedi Feride. "Ama şimdi gitmek istiyorum, olur
mu? Birazcık yalnız kalayım."

Mutfakta ufak tefek işlerle uğraştı bütün gün. Havuçları kazı­


dı, pancarları yıkadı, süzme yoğurdu kaselere döktü.
"Ne o? Ne var içi nde?" diye sordu Mualla Yenge, huzure­
vinden çıkarlarken Feride'n in kutusunu tıkla tara k.
"Hiç," dedi Feride. "Bir emanet."
Eve gelince gece üzerinde uyuyacağı çekyatın yanına
yerleşti rd i kutuyu ve mutfağa Mua lla Yenge'ye yardıma gitti.
Mualla Yenge elinde koca man bir tahta kaşıkla tenceredeki
salçal ı köfteleri karıştırırken, o da kıvırcık salatayı yıkadı,
doğradı. Sonra tabakla rını tepsilere yerleştirip, televizyon
karşısında somurtmuş oturan, ara sıra da homur homur bir
şeyler söyleyen İsmai l Dayı'nın yan ı na gittiler. Yemeklerini
yediler. Bölük pörçük bir iki d izi seyrettiler.
"İsmail, kalk. Biz de içeri gidelim de dinlensin kız. Ne de
olsa i l k günün heyecanı, ilk günün koşturması bir başka. Bak­
sana güzelimin yüzüne, nasıl da süzülmüş yorgunlu ktan."
Herkes odasına çekilince, evdeki bütün ışıklar sönünce
kalktı Feride, başucundaki lambayı yaktı. Kutunun karşısına
bağdaş kurup oturdu. Sımsıkı sarılmış bantları bir bir yırtar­
ken kapıda bir tıkırtı duydu. İrkildi. Derken yine tıkırdadı
kapı. Sonra da yavaşça itilip açıldı. Memo'nun esmer, kel ka­
fası, küçük kulakları ve kemikli yüzü belirdi karanlıkta.
"Bir ses duydum da böyle hışır hışır."
Feride yasak bir iş yaparken yakalanmış gibi küçüldü.
"Bir şey açmaya çalışıyorum da."
"Nedir o? Kutu mu? Ne var içinde?"
"Bilmiyorum."

2 69
"Kimin?"
"Benim."
"Ya rdım ister misin?"
Adım adım içeri süzülmüştü çoktan.
"Olur."
Memo kutunu n d iğer tarafına çömeld i, cebinden bir çakı
çıkardı.
"Geçen yaz her gün ziyaretine gittiğim bir sakin vardı
huzurevinde. Bana bir şeyler bıra kmış."
"Ölmüş mü yani?"
"He ya."
"Çok üzüldün mü?"
"Galiba," dedi Feride ve eğd i başını. Gözlükleri olmayın­
ca daha da zordu bakması o yü ze. Nedense daha çıplak h is­
sed iyordu kend ini.
"Belki takı makıdır. Altın, inci frı lan," ded i Memo, ve bir
iki küçük hamleyle kesti açtı ba ntları.
Feride kaldırmadı başın ı. Ağlıyordu.
"Gideyim mi?" diye sordu Memo.
Hayır anlcımına bcışını ufacık bir kald ırıp düşürdü Feride.
Bir süre konuşmcıd cı n oturdulcır karşılıklı. Memo da eğd i
başını. İ kisi de karton kutuycı bcı kıyordu boş gözlerle.
Hem aşktcı cıcemiyd iler, hem yasta.
"Hayd i bakalım ne vcırmış," dedi Memo, Feride elinin
tersiyle gözlerini hırçınca sild ikten sonra.
"Biliyorum ne olduğunu."
"Hcıni bilmiyordun?"
"Sen cıç," dedi Feride.
Memo sanki kaldı rımda incinmiş yavru bir kuş bulmuş
da onu eline alıyormuş gibi özenle kaldırdı, açtı kutu nun kcı­
natlarını. "Kitap," dedi. "Bir sürü kitcıp."
Çekti çıkardı birini. Ayrılık Scz1d11y11 011/ıil. Başka bir tane
çıkardı. Ben 5111111 Mccb11rıı111. "Ne bu, hepsi aşk romcını mı
bunların? Aşık m ıyd ı scına bu ycışlı cıdam?"

270
"Şiir. Şiir kitapları bunlar," dedi Feride. "Ad ı Süreyya
Hanım'dı. Çok severdi bu şairin şiirlerini. Söylemişti bana."
"Okuyacak mısın bunların hepsini?"
"Okurum herhalde."
"Daha heyecanlı bir şey yok mu? Antika, mantika?"
Yutkundu Feride. Süreyya Hanım'ın tüm serveti bura-
dayd ı işte. Daha ne olsun? Memo rastgele bir sayfa açtı kitap­
lardan birinden. Bir iki satır okudu, sayfayı çevirdi, başka bir
şeyler okudu, başka bir sayfa açtı. "Bak bunu sevdim," dedi
en sonunda. Rakı şişesinde /){7/ık o/sa111, d iyor." Güldü bir süre.
"Rakı şişesinde balık!" Sonra döndü Feride'nin yorgun gözle­
rine baktı, böyle arsızca güldüğü için özür d iler gibi.
"Önemli değil," dedi Feride. "Devam et. Birkaç şey daha
oku."
Feride gözlerini kapad ı. Başını Süreyya Ha nım'ın kuca-
ğına koyduğunu fa rz etti, lava nta kokusunu duya r gibi oldu.
"Onu görmek için mi dönmüştü n?" d iye sordu Memo.
Başını salladı Feride, bu defa evet anlamına.
"Ben de benim için döndün d iye sevinmiştim," dedi
Memo.
"Sen bana koca kış bir ayra n yollamadın ki!" ded i Feride.
Şaka mıydı bu sitem, gerçek mi, kendi de emin ola madı.
Dokıı11abilir 111isi11iz gözyaş/arııııa cllcri11izlc, d iye okumaya
deva m etti Memo. "Bak bu senin için yazılmış, ağlıyorsun ya.
Ben yine en çok o rakı içinde yüzen balığı sevd im. Sen h iç
rakı da içmemiştin değil mi?"
"İçmedim," dedi Feride.
"Anneme söylememeye söz verirsen seni bir gece kaçırıp
Ta ksim'deki o Çiçek Pasajı'na götü rürüm. Hem artık on se­
kizsin sen de, öyle değil mi? İster misin gitmek?"
"İsterim," ded i Feride. Bunu kendi için değil Süreyya Ha­
nım için istiyordu. Onun gözleriyle görüp pasajı, onun ağzıyla
içecekti rakıyı. Kendi katı çenesiyle değil, Süreyya Hanım'ın­
kiyle çiğneyecekti o puf börekleri.

27 1
"Bir sürü de dergi var. Oh oh, baksana ne kadar eski bun­
lar. Varlık. Giin. Hiç duymad ım. Baksana şuna: Kasım 1939.
Bu nları sahaflar çarşısında satarsan para bile eder."
"Bakayım," ded i Feride. Eline aldı dergilerden birini. Ken­
di yaşlarında bir Süreyya'nın gecelerce okuduğu dergiyi tuttu.
"Bu kitabın ilk sayfasına da biri bir şeyler yazmış," dedi
Memo. "Sevgili okıırıı11ıa e11 içten saygı/ar1111/a, Sait Faik."
Feride uzanıp parmaklarıyla o solgun mü rekkebe dokun­
du. Salih Topçuoğlu'mın imzalattığı o ilk kitap. Belki de ger­
çekti bir kısmı. Belki de o L'Ve yemeğe gelm işti Sait Faik. Belki
de binmişlerd i sandala, açı lmışlardı Boğaz'a gizlice.
Belki.
Belki de gerçek bi r romancıyd ı Süreyya Hanım. Yazma­
ya, yazdırmaya fırsatı olmamıştı romanını ama anlatmıştı
işte. Tek bir kişiye de olsa aktarmıştı.
Kendini özel hissetti Feride. H iç kimseyle, hiçbir zaman
olmadığı kadar özel.
"Bir de Kand i l li'ye gitsek," deyiverdi .
"Sen d e tutturmuşsu n bir Kandilli. A m a peki, çok istiyor­
san gideriz, ne yapalım."
"Bir şiir daha okusana."
"Bu da o rakılı balıklı adam kitabından," dedi Memo.
Şöyle bir öksürdü, şakaya vura rak işin ciddiyetini vurgula­
mak istercesine.

sokakta giderken keııdi kcııdime


giiliiınsediğimiıı farkıııa vardı,�1111 a11/arda
iıısaıı/arın beni deli zaııııcdcce,� i11i diişiiniip
g iil ii 11ısiiyorımı

Ferit yine kapadı gözlerini, yine ıçıne çekti o lavantayı .


Kaküllerini karıştırd ı, muzip muzip. O da gülümsedi ufacık.

272

You might also like