You are on page 1of 145

Edebiyat Estetiği Konusunda / Kendimle Konuşmalar 3

AFŞAR TIMUÇIN

ISBN: 975-286-571-6
© Bulut Yayınları, 2019
© Sertifika No: 15798 Bulut Yayınları, 2014

Kapak ve Ofset Hazırlık: Bulut Yayınları


Birinci Baskı: Bulut Yayınları Aralık 2019 (1200 adet)
Kapak: ND DISAGN STUDYO
Ofset Hazırlık: Bulut Yayınları
Baskı ve Cilt: Yazın Matbaacılık
Çevre Sanayi Sitesi 8. Blok No: 38-40-42-44
İkitelli-Başakşehir-İstanbul
Tel: 0212 565 01 22
Lisans No: 44772

Bulut Yayın Dağıtım Tic. ve San. Ltd. Şti.


Osmanağa Mah. Yoğurtçu Parkı Caddesi. No: 64/2
34714 Kadıköy-İstanbul
Tel: (0 216) 330 59 24 - 414 21 75 Faks: 0216 330 30 59
E-Mail: bulutyayinlari@bulutyayin.com
bulutyayinlari@gmail.com
www.bulutyayin.com

2
İÇİNDEKİLER

Edebiyat bir sanat mıdır? Sanatsa nasıl bir sanattır?............5


Edebiyat adamının toplumla ilişkisi ..................................33
Roman estetiği ..................................................................53
Öykü estetiği .....................................................................81
Şiir estetiği ......................................................................101
Deneme estetiği ...............................................................123
Sonuç ..............................................................................139

3
4
EDEBİYAT BİR SANAT MIDIR?
SANATSA NASIL BİR SANATTIR?

-Seninle edebiyatın sorunlarını konuşalım istiyorum.


Edebiyattaki güzel üzerine düşünelim istiyorum. Güzel de-
diğimizde özellikle sanatı düşünüyoruz. Estetiğe de güzelin
bilimi diyoruz. Estetik genel anlamında bu sanatsal güzelle
ilgili araştırmadır. Güzel yalnız sanatta mı var, doğada da
güzel yok mu? Bir doğa estetiğinden de sözedebiliriz ama o
bizim konumuz değil. Doğa estetiği son derece kaygandır,
sınırları belirsizdir. Doğada güzeli saptamaya kalkan eli boş
döner. Öyle değil mi?
-Haklısın. Sanattaki güzel yapaydır, o doğada olma-
yan ama sanatçının yaptığı güzeldir. Bu güzel sınırlıdır.
Ne demek istiyoruz? Her sanat yapıtı sınırlandırılmış yani
çerçevelendirilmiş bir bütündür. Tuvalde kadının yüzünün
yarısını görüyorsanız, öbür yarısı sınırların dışında kalmışsa
yapabileceğiniz bir şey yoktur. İsterseniz onu düşgücünüzle
tamamlamaya çalışırsınız. Doğada sanat vardır diyenler sanatı
tanrısal kaynaklı görenlerdir. Onlara göre doğa Tanrı’nın ya-
pıtıdır. Sanat da bu kutsal güzelliği öykünmekle yükümlüdür.
Doğayı böylece doğrudan sanata taşımak isteyenler olmuştur
ama onların güzel’i de ister istemez sınırlanmış güzeldir.
Doğadaki güzeli sanata taşımak başlıbaşına bir serüven olur
yoksa. Uçsuz bucaksız doğayı tuvale nasıl taşıyacaksın ya da
şiire nasıl getireceksin? Ayrıca uçsuz bucaksız bir nesnede
güzelin varlığını nasıl göstereceksin? Sınırsız doğada güzel-
ler içiçe geçmiş görünürler. Öte yandan sanat doğallığıyla
değil yapaylığıyla bizi çekiyor, insan ürünü olmasıyla, insan
elinden çıkmış olmasıyla ilgilendiriyor bizi. Bunları estetikle
ilgili kitaplarımızda enine boyuna ve derinliğine konuştuk.
Estetiği genel olarak güzelin bilgisi ya da güzelin bilimi diye
tanımlarken güzeli sanatla sınırlıyoruz.
5
-Edebiyat bir sanat mıdır sence? Bunu neden soruyorum?
Birçok kişi hiç düşünmeden “sanat ve edebiyat” demekte sa-
kınca görmediği gibi kimileri de edebiyatın sanat olmadığını
ve sanattan başka bir şey olduğunu söyleyebiliyor. Nasıl bir
şey? Onu bilemiyorlar. Yani edebiyatın sanattan başka bir
şey olduğunu söyleyebiliyorlar ama onun ne olduğunu söy-
lemiyorlar. Bir eleştirmecimiz yıllar önce bir yazısında “Ben
edebiyatın sanat olduğuna inanmıyorum” demişti. Ne dersin?
-Edebiyat elbette sanattır. Sanattan başka ne olabilir?
Sanattan bağımsız apayrı bir uğraş, bambaşka bir kültür alanı
olabilir mi? Edebiyatın oluşum koşulları da öbür sanatların
oluşum koşullarıyla uyuşuyor. Örneğin resimde gördüğümüz
temel belirleyicileri edebiyatta da görüyoruz. Resim bir insan
araştırmasıysa edebiyat da bir insan araştırmasıdır. Resim
bir tasarıma dayanıyorsa edebiyat da bir tasarıma dayanıyor.
Bütün yazı sanatlarını hatta söz sanatlarını edebiyat adı altında
topluyoruz. “Sanat ve edebiyat” sözü bu durumda baştan sona
yanlıştır. Böyle birçok söz dolaşıyor ortalıkta, bunların tümü
düşünmeden konuşmanın ürünüdür. Edebiyat söz sanatıdır
ama aynı zamanda ses sanatıdır. Güzeli gerçekleştirmek için
çalışan edebiyat adamı sözü incelikle kullanmak zorundadır.
Yalnız anlatmak değil, aynı zamanda güzel anlatmak önem-
lidir. Edebiyat gereç olarak dili kullanır ya da edebiyat dille
yapılır. Ressam da biçimleri ve renkleri kullanmıyor mu
yaratırken? Dilin tadı yapıta yansımadığı zaman biz neyin
edebiyatını yapmış oluruz? Edebiyat sanatını anadili kullanan
sanat olarak da belirleyebiliriz. Derme çatma bir dille ya da
yetersiz bir dille edebiyat yapılamaz. Başkalarının diliyle
yapılan edebiyattan hayır gelmez kısacası. Edebiyatçılık bir
dil ustalığıdır.
-Dil sorununu çözmeden edebiyata bulaşmanın bir an-
lamı yok diyebilir miyiz?
6
-Dil sorununu nasıl çözeceksin? Dili bütün boyutlarıyla
bütün incelikleriyle yaşayabilmek gerekir. Edebiyat ancak
incelikli bir dille yapıldığı zaman edebiyat olur sanat olur.
Kişi dile yatkınlığını edebiyat çalışmalarıyla güçlendirir bir
yandan da. Gelişigüzel bir dille edebiyat yapmaya kalkanla-
rın acıklı durumu ortadadır. İncelikli dil dediğimizde anadili
ama özenle işlenmiş anadili anlamamız gerekir. Onu işlemek
durumunda olan da edebiyat adamının kendisidir. Bu bir
kültür sorunudur: cahillik edebiyata elvermez. Gerçek dil
anadildir, yani insanın dünyaya gelir gelmez anasından ba-
basından kardeşinden işittiği, biraz büyüyünce inceliklerini
öğrenmeye başladığı dildir. Anadilin dışında herhangi bir
dili bütün incelikleriyle öğrenmemiz olası değildir. İkidilli
olmak diye bir şey de var elbet. Ancak bence bu dillerden biri
kişinin dünyasında öbürüne şu ya da bu biçimde baskındır.
Edebiyat sanatı en ince anlamları, ortaya konulması en güç
anlamları dile getirme sanatıdır. Onunla hem genel olarak
insanın özelliklerini hem de bir toplumun duyarlıklarını
davranışlarını sezgilerini yani çeşitli özelliklerini anlatabilme
olanağımız vardır. Edebiyatçı bu olanağı kullanamadığında
kaleme kağıda boşuna davranmış olur.
-Edebiyatın özü yazı mıdır söz müdür?
-Ne demek istediğini doğrusu çok iyi anlayamadım. Yazı
sanatlarının da söz sanatlarının da tümüne edebiyat diyoruz.
Bugün edebiyat denince aklımıza öncelikle yazılı metinler
geliyor. Yazının bu kadar yaygın kullanıldığı bir dünyada
yazıya dökülmemiş sözün etki gücü ne kadar olur? Söz yazıya
dökülünce önemli oluyor. Söz edebiyatın ana gerecidir. Asıl
gereç sözdür, yazı onun görsel işaretlere dökülmüş biçimidir.
Yazı olmadan önce söz vardı, söz yazıyı gerekli kıldı. Geçi-
ciden kalıcıya geçmek gerekiyordu. Böylece uçucu söz kalıcı
yazıya döküldü. Sözlü edebiyat diye bir şey yok mu? Yazılı
7
edebiyat yanında sözlü edebiyattan sözetmek de olasıdır.
Yazının olmadığı ya da yaygın kullanılmadığı zamanlarda
sözlü edebiyat geçerliydi. Yazıyla birlikte sözlü edebiyat
yazıya dökülmeye başladı. Ama toplumlarda sözlü edebiyat
geleneği hep sürdü, bugün de folklor düzeyinde varlığını
belli ölçülerde sürdürüyor. Annelerin çocuklarına söylediği
ninniler dedelerin torunlarına anlattığı masallar dilden dile
dolaşırken bütünüyle yazıya geçirilebiliyor mu? Baba çocu-
ğunu uyutmak ya da avutmak için bir masal söyler, o masal
bazen söylenildiği yerde kalır yani boşa akıp gider bazen de
başka ağızlarda sürekli dönüşerek varlığını sürdürür. Bakarsın
bir gün yazıya geçirilmiştir.
-Keşke o sözlü yapıtların tümü olmasa bile çoğu yazıya
geçirilebilseydi.
-O bir düş bile değil, biz ne kadar öyle olmasını istesek
de. O bir kişinin söylediği bir masal da olsa toplumda bir
kavrayışın bir sezişin bir anlayışın bir duyarlığın masalıdır. O
yüzden bir şeyler yitip giderken bir şeyler de ortak özellikler
olarak varlığını sürdürüyor. Senin ninenin sana söylediği
masalla benim dedemin bana söylediği masal ortak özellik-
ler gösterecektir. İkisi de aynı topraktan çıkmadır. Sonunda
dünyanın bütün toprakları bir bütün oluşturur. Her toplumda
ninnilerin masalların ortak yanları vardır, onlar birbirlerine
katılarak çoğalırlar. Toplumlar arasında bile bu yönde bitmez
tükenmez etkileşimler olduğunu söyleyebiliriz. İsveç’de
söylenen bir masal biraz da benim masalımdır. Halkbilim
uzmanları özellikle kırsal alanlarda bazen de kentlerde yap-
tıkları çeşitli derlemelerde sözlü edebiyatı yazıya taşırlar ve
böylece söz uçar yazı kalır gerçeğinden yola çıkarak bir halk
değerinin uzun yaşamasına ya da ölümsüzleşmesine önayak
olurlar. Gene de o çok verimli ya da uçsuz bucaksız sözlü
edebiyat çok zaman pınarların suyu gibi boşa akar gider.
8
Önemli olan onu yaratan ve yaşatan duyarlığın etkinliği ve
kalıcılığıdır, bu duyarlıktaki yapıtların yazıya geçirilmesidir.
-Edebiyat bir sanat mıdır sorusu üzerinde biraz daha
duralım mı?
-Duralım. Dili kullanan ya da daha doğrusu gereci dil
olan bütün sanatları edebiyat adı altında topluyoruz. Ede-
biyat denince bir sanatlar topluluğu bir sanatlar kümesi
aklımıza geliyor. Yazılı olsun sözlü olsun edebiyatın özü
sözdür. Sanatlar için başlangıç tarihleri belirlemek olanaksız
denecek kadar zordur ama edebiyatın müzikle birlikte en
eski sanatlardan biri olduğu düşünülür. Tarihsel açıdan ba-
kınca edebiyatı felsefenin kaynağı hatta felsefenin anası diye
adlandırabiliriz. Edebiyat doğal akışı içinde edebiyat olma
özelliklerini sürdürürken bir yandan da Eskiçağ’ın sonlarına
doğru felsefeye dönüştü, daha doğrusu kendi içinde felsefeyi
varetti. Felsefe sanki edebiyatın bir kolu olarak gelişti. Yani
felsefe edebiyattan geldi. O zamandan beri felsefeyi de kendi
koşulları içinde bir bakıma bir tür edebiyat sayabiliriz. Gerçek
felsefeler her zaman edebiyat tadı vermiştir. Edebiyata sırtını
dönmüş felsefeler katılıklarıyla dişimizi zorluyorlar. Edebi-
yatla felsefenin birbirine karıştığı yerler vardır. Eski yunan
trajedilerini düşünelim, onlara edebiyat ürünü deyip çıkabilir
miyiz? Edebiyatın koşulları içinde oluşan felsefi bakış açıları
önemlidir. Örneğin Sophokles’in ve Euripides’in trajedileri
felsefi derinlikleri olan yapıtlardır. Gene de edebiyat felsefe
değildir ve felsefe de edebiyat değildir. Felsefenin tanımı
sanatın tanımına uymaz. Sanat yapmak duygu ve düşünce
düzeyinde insanı araştırmaktır. Felsefe duygusal düzeyde
bir araştırma değildir ya da o duygusallığı da çokça içeren
düşünsel bir araştırma olamaz.
-Felsefe edebiyata iyice sırtını dönmüyor demek ki.

9
-Ne olursa olsun felsefeyi felsefe olarak sanatı da sanat
olarak düşünmek doğru olur. Sanatların ortak yükümlülüğü
güzeli gerçekleştiriyor olmaktır ya da daha doğrusu sanatlar
öncelikle güzeli amaçlarlar, sanatta doğrular ancak güzelin
penceresinden görülürler görülebildikleri kadar. Güzel her
zaman duygusalla düşünselin birlikteliğini duyurur bize.
Sanat yapmak estetik değer oluşturmaktır. Sanat bunun için
doğanın gereçlerini kullanır. Sözü de böyle bir gereç sayamaz
mıyız? Ses olmasaydı söz de olmazdı, sözü yüklenen sözü
taşıyan sestir. Renk ışık boya tahta taş gibi gereçler doğal
nesneler olarak sanatların oluşumuna olanak verirler. Demek
ki sözün özünü oluşturan ses de bir gereçtir, gerecin gerecidir.
Sanatçı bu gereçlerle estetik yapılar oluşturur. Resim nasıl
güzeli amaçlıyorsa, müzik nasıl güzeli amaçlıyorsa, yontu
nasıl güzeli amaçlıyorsa edebiyat da güzeli amaçlıyor. Filo-
zofun edebiyata yakın durduğu da olur uzak kaldığı da olur.
Doğrular güzelle daha sağlam iletilirler. Kimi filozoflar doğru
bildiklerini takır tukur anlatırlar, çok zaman da anlatamazlar.
Bu onların bileceği iştir. Hegel okuyacağım diye kendimi
parçalayamam.
-Edebiyatın bir tür insan araştırması olduğunu söylü-
yorsun her zaman, bunu biraz açar mısın?
-Kültürün üç kardeş alanı, bilim sanat felsefe kendi
açılarından ya da kendi yöntemleriyle insanı araştırırlar.
Üçünün de amacı birdir, asıl sorun insan nedir sorusunu
karşılayabilmektir. Bununla birlikte onlar araştırmalarında
değişik yöntemleri kullanırlar. Herbiri kendine göre bir yol
tutturmuştur. Değişik yöntemleri de olsa onlar bir gerçekliğin
üç ayrı yüzü olarak görünürler. Birinin boş bıraktığını öbürü
tamamlamaya çalışır, birinin yetersiz kaldığı yerde öbürü
etkin olmaya bakar. Bu üçünü ayrı ayrı alanlar olarak görsek
de birbirine kapalı başına buyruk alanlar diye değerlendireme-
10
yiz. Her üçü de insanı enine boyuna araştırmayı öngörür ve
birinin ulaştığı sonuçlar öbürünün ulaştığı sonuçlara açıklık
getirebilecek özellikler taşır. Zaten tarih boyunca her üçü de
belli bir koşutlukta gelişmiştir. Bu ne demektir? Bir zaman di-
liminde bir alanda ortaya çıkan dönüşümler öbür iki alandaki
dönüşümlere yabancı değildir, aralarında o zamanı ve giderek
bütün bir tarihi açıklayan özdeşlikler vardır. Bu alanları birer
kap diye düşünürsek onlara bileşik kaplar dememiz hiç de
yanlış olmaz. Ancak gene de herbirini kendi koşulları içinde
anlamak gerekir. Birinden birine açılan geniş kapılar yoktur.
-Yani insan araştırması derken…
-İnsan araştırması dediğimizde elbette basit bir meraklı
yönelimini değil bilgiye dayalı geniş çerçeveli bir araştırma-
yı söylemek istiyoruz. Bu yüzden sanatın da bir bakıma bir
bilgi sorunu ortaya koyması doğaldır. İnsan nedir? İnsanın
evrendeki yeri nedir? Evren nedir? Yaşamın anlamı nedir?
İnsan yaşamda kendini nasıl gerçekleştirir? Yaşam nasıl dö-
nüşür? Bilinç ne anlama gelir? Aklımıza gelebilecek bu gibi
daha nice soru vardır. Yanıtlarını tam olarak bulamasak da
bu soruları sürekli sorarız. Sanatta da bilimde de felsefede de
sorarız. Ancak her sanat etkinliğinin aynı ağırlıkta bir insan
araştırması olmadığını da biliyoruz. Araştırmanın ağırlığı
sanatçının bilinciyle ilgilidir, buna bağlı olarak insan anlayı-
şıyla ilgilidir. Bazı sanatçılar gerçekliği bazı sanatçılara göre
daha yüzeyden kavrarlar. Bir yanda gerçek anlamda insan
araştırması diyebileceğimiz yetkin güçlü değerli sanat ürün-
leri vardır, bir yanda da gündelik bilinçle oluşturulmuş ama
gene de insan sorunlarına bir ölçüde dokunan sıradan sanat
yapıtları vardır. Gündelik bilinçle oluşturulmuş yapıtlar genel
olarak düşünmeyi sevmeyen insanların ya da düşünmekle
ilgisi olmayan insanların eğlenmek için izlediği yapıtlardır.
Bu tür yapıtlar insanı ele alırken büyük ölçüde insan araş-
11
tırması niteliği taşımazlar hatta insan üzerine büyük ölçüde
yanıltıcı olabilirler. Onlarda yansıyan daha çok insanın küçük
heyecanlarıdır küçük istekleridir.
-Senin insan araştırması dediğin şeyi iyi anlayamadım
doğrusu. Bunu bana biraz daha açar mısın? Çok şey mi
istiyorum?
İnsan bir duygu ve düşünce varlığıdır. Böyle olmakla
epeyce karmaşık bir dünyası vardır onun: iyiyle kötünün
kıyasıya savaştığı bir dünya. İçimizde iki karşıt güç var
gibidir. Bunlardan biri bizi durmadan yukarıya doğru çeker,
öbürü de aşağıya doğru iter. Hangisi üstün gelirse biz o yana
gideriz. İyiliğe güzelliğe sevince özveriye çalışkanlığa doğru
da gideriz, bayağılığa kurnazlığa domuzluğa ikiyüzlülüğe
doğru da gideriz. Burada bilim için de sanat için de felsefe
için de temel belirleyenleri bulmak gerekir, hem bireysel dü-
zeyde hem toplumsal düzeyde hem evrensel düzeyde. İnsan
türünün bir üyesi olmakla her insan genel ölçüleri içinde
başka insanlara benzer. Ama onu kendi olarak yani tek insan
olarak ele aldığımızda görürüz ki o bambaşka özellikleri de
olan ya da özel özellikleri de olan bir varlıktır, başlıbaşına
bir dünyadır.
Her insan bireyi bilinç düzeyi ne olursa olsun kişiliğiyle
özgün bir yapı ortaya koyar. Ondaki özgün özellikler genele
götürülemez yani indirgenemez özelliklerdir. Bireyi kişi
yapan ve bilincin koşullarından kaynaklanan bu yapı ölçülü
biçili belirgin bir yapı olmaktan çok çeşitliliklerle dolu kaygan
bir yapıdır. Yaşam sürekli değişir, insan bu değişimin etkisi
altında dönüşümleri yaşar. Öte yandan o bu dönüşen yanıyla
yaşamın dönüştürülmesinde az da olsa etkili olur ve dönüşen
yaşama katılır ve onunla dönüşür. Yaşamdaki değişimler ge-
nellikle gelişimin koşullarını duyuran dönüşümlerdir. Bazen

12
de yaşamın geriye doğru çekildiğini, olumsuza doğru değiş-
tiğini görürüz. Bütün bunlar bireyle toplum arasında bitmez
tükenmez bir ilişkinin, geniş bir iletişim ağının varlığını
duyurur. Buna göre insan değişen ve değişirken değiştiren
bir varlıktır.
Bilinçlerin değişik koşullarda oluşuyor olması da insan-
ları başka başka kılan etkenlerin başında gelir. Bireyleri başka
kılan etkenler arasında kalıtım da sözkonusu olabilir, o da
belli ölçülerde belirleyici olabilir. Bu değişkenlikleriyle insan
dünyası zaman zaman ilginç garip şaşırtıcı özellikler gösterir.
İnsan bir çırpıda anlaşılabilecek bir varlık değildir. Tek tek
insanlarda gördüğümüz özelliklerin ortak yanları olabilir.
Bireysel başkalıklar bizi genellemeler yapmaya götürebilir,
genel insan özellikleri saptamamıza elverebilir. Bir insanda
olan bazen her insanda olmasa bile birçok insanda olabilir.
Önemli olan genele vardıran özellikleri saptayabilmektir.
Cimriliğin görülmez yasasını, bencilliğin temel belirleye-
nini, onuru sağlayan değerlerin kaynağını, ihanetin altında
yatan sakatlığı, işkencecinin ya da sadistin ruh durumunu
araştırmak sanatın işidir baştan beri. İnsan araştırmasının
özü budur. İnsan kendini tanımak ister, onun tanımak iste-
diği şey bu tanımlamaya çalıştığımız kaygan varlıktır yani
kendisidir. Kendimizi tanımak için başkalarını da tanımamız
gerekir. İnsan mutlak bir varlık değildir ki kendiyle anlaşılsın.
İnsan varlığı göreli yapısı içinde sürekli değişikliklere uğrar.
Demek ki insanı tam olarak tanımak diye bir şey sözkonusu
olamaz. İnsanı tanıma çabamız da kendimizi tanıma çabamız
da bir yetersizlikte son bulacaktır. Gene de yılmamak gere-
kir. Gene de insanı tanımaya çalışırız ve epeyce de tanırız.
Ayrıca bu hoş bir çabadır. Kendimizde başkalarını tanırız ve
başkalarında kendimizi tanırız. Her insan araştırması insana
bir yaklaşımdır.
13
-Sanatın bu konuda bir önceliği var mı?
-İnsanı tanımamızı sağlayan üç alandan biri de sanattır.
Belki de insanı bütün yönleriyle en çok sanatta tanıyabiliriz.
Felsefe insanı kavram kavram yani düşünsel düzeyde araştırır.
Bilim insana parçalı bir bakıştır: her bilim insanı bir yanıyla
ele alıp inceler. Bilim de felsefe de düşünen insanla ilgilidir,
yalnızca sanattır düşünen insanı ele alırken onun duygulanan
bir varlık oluşuyla da ilgilenen. Bir başka deyişle insanı hem
duygu hem düşünce varlığı olarak ele alan yalnızca sanattır.
Bu yüzden sanatsal bakışın daha bütünsel bir bakış olduğu-
nu söyleyebiliriz. Bu sözümüzden sanat öbürlerinden daha
önemlidir gibi bir anlam çıkarılmamalı. Her kültür alanı kendi
olarak ve öbürleriyle ilişkisi içinde önemlidir. Bilimde ve
felsefede soyutlaşan insan sanatta somutlaşır ve ete kemiğe
bürünür. Ayrıca sanatta insan bir eylem varlığıdır: sanat deni-
lince devingenlik akla gelir. Bazı sanatlar eylemi biraz geriye
atmışken bazı sanatlar neredeyse bütünüyle eylem üzerine
oturmuştur. Tiyatroda öyküye göre, sinemada yontuya göre
daha çok eylem bulunur bir bakıma. Roman bir eylem sana-
tıdır, tiyatro bir eylem sanatıdır, sinema bir eylem sanatıdır…
Sanatta ve bu arada edebiyatta insanı hem temel özel-
likleriyle yani özverisiyle kıskançlığıyla yalancılığıyla
umuduyla umutsuzluğuyla tanırız hem de bu özelliklerin
kişilerde özel olarak gerçekleşme biçimlerini tanırız. Sanat
daha çok insanın özel özelliklerinden giderek genel özel-
liklerini tanımaya çalışır. Tek kişiyi tanımak ya da tanıtmak
için roman yazmayız, o tek kişide bütün insanı ilgilendiren
bir takım doğruları ortaya çıkarmak isteriz, onun için roman
yazarız. Özelden genele giden yolu bulabilmek önemlidir.
Bir cimrinin düşüncelerinden duygularından ve davranış
biçimlerinden cimriliğin ruhsallığına yükselmeye çalışırız.
Madam Bovary tek bir Madam Bovary değildir, Madam
14
Bovary’lerden biridir, onun kişiliğinde adı Madam Bovary
olmayan Madam Bovary’lerin de dünyasını keşfe çıkarız.
Bu keşif insanı insana gösterme ya da insanı insana tanıtma
girişimidir. Bu elbette mutlak bir keşif olmayacaktır. Sanatta
insanla ilgili belirlemeler daha çok yaklaşım özelliği gösterir.
Bir Madam Bovary’nin dünyası bir başka Madam Bovary’nin
dünyasından çeşitli özellikleriyle ayrılır.
-İnsan araştırması biraz da tarihsel boyutta bir araştırma
değil midir? İnsanı sürekli değişen bir varlık olarak tanımla-
yınca, sürekli dönüşen bir varlık olarak görünce tarihsellik
insan araştırmasında büyük ölçüde belirleyici olmuyor mu?
-Çok haklısın. Tarihten kopuk bir insan araştırması el-
bette yetersiz hatta yanıltıcı olacaktır. İnsan sürekli değişen
sürekli ilerleyen varlığıyla zorunlu olarak tarihseldir. Özel-
likle onun bir bilinç varlığı olarak tarihin dışında olması ve
tarihin dışında anlaşılması olası değildir. Bir XVIII. yüzyıl
romanıyla bir XX. yüzyıl romanını, bir ingiliz romanıyla bir
fransız romanını özdeş ya da özerk yapıtlarmış gibi ele alırsak
yanlışlara düşeriz. Bir yapıtı ele alıp inceleyen bir eleştirme-
ci ya da estetikçi onu yerinin ve zamanının koşulları içinde
değerlendirmelidir. Bu göreli ilişkiler dünyasında hiçbir şeyi
kendi olarak inceleme şansımız yoktur. O yüzden edebiyat
araştırmacısı için edebiyat tarihi, daha geniş bir çerçevede
sanat tarihi ya da daha doğrusu sanatların tarihi önemlidir.
Sen şimdi diyeceksin ki edebiyat tarihi edebiyat için önemli
ama sanatların tarihi edebiyat için ne diye önemli olsun?
Sanatlar birbirlerinden apayrı birbirleriyle ilgisiz koşullarda
gelişmiyor, onların gelişmelerinde alttan alta kendini sezdi-
ren bir koşutluk vardır. Bir yerin ve bir dönemin resminde
gördüğümüz özellikler o yerin ve o dönemin edebiyatında
da değişik biçimlerde görülüyor, bir yerin ve bir dönemin
şiirinde bulduklarımızı o yerin ve o dönemin müziğinde de
15
değişik biçimlerde bulabiliyoruz. Sanatları birbirleriyle anla-
mak diyebiliriz buna. Bu yüzden sanat tarihi ya da sanatların
tarihi edebiyat araştırmasında edebiyat tarihi kadar önemli ve
belirleyicidir. Sanatların tarihi bir yönüyle edebiyat tarihini
de içerir. Edebiyat incelemecisinin iyi bir edebiyat tarihçisi
olması özellikle gereklidir.
-Hatta doğrudan doğruya tarih araştırması da önemlidir
desek yanlış bir şey söylemiş olur muyuz? Tarih bilgisi bütün
bilgileri sarıp sarmalamıyor mu?
-Tarih bilgisi ya da tarih araştırması elbette en başta du-
ruyor, baş belirleyen olarak kendini gösteriyor. Tarih bilinci
yalnız sanat adamları için yalnız edebiyat adamları için de-
ğil her insan için, bütün aydın insanlar için, özellikle kültür
adamları için gereklidir. Tarih bilmem ama resim tarihini iyi
bilirim diyen bir kişiye inanır mıyız? Tarihsel bakış açısı yal-
nız edebiyat araştırması için değil bütün kültür araştırmaları
için vazgeçilmez koşuldur. Her aydın kişinin her uygar kişinin
tarih bilincine ulaşmış olması beklenir derken insanların olay
tarihçiliğine ya da tarih ezberciliğine düşmeden genel tarih
kavrayışına sahip olma zorunluluğundan sözetmek istiyoruz.
Tarih bilincine de tarih bilgisiyle ya da tarih araştırmalarıyla
ulaşılır ve elbette olaylardan soyutlanmış bir tarih olamaz.
Önemli olan olaylarda boğulup kalmamaktır. Önemli olan
nedensellik bağlarını görebilmektir. Her aydın insanın uzman
düzeyinde bir tarih araştırmacısı olması elbette gerekmiyor,
buna karşılık genel tarih bilgisi ya da tarih bilinci hepimize
yaşamın her kesiminde gereklidir. Tarih bilmek biraz da
kendini bilmektir. Yoksa her kişi önce tarihçi olacak sonra
başka bir şey olacak diye düşünmek abartı olur saçma olur.
Fransız Devrimi’nden ya da Sanayi Devrimi’nden iyiden
iyiye habersiz bir kişiye aydın diyebilir miyiz? Ama her aydın
bu devrimleri bütün ayrıntılarıyla bilmek zorunda mı?
16
Hepimiz tarihe katılıyoruz, hepimiz insanlığın bir parça-
sıyız, yani tarihin bir üyesiyiz, tarihin bir ürünüyüz. Bilincim
bana şunu gösteriyor: ben tarihin kendisiyim. Her insan kendi
tarihiyle büyük tarihin içinde yer alır yani tarihe katılır. Ta-
rihin uzağındaki kişiler, tarihin iyice dışına düşmüş kişiler,
kendinde bir tarih bulunduğunu ve tarihin bir parçası olduğu-
nu bilmeyen duymayan sezmeyen kişiler kültür değerleriyle
uzaktan yakından ilgisi olmayan kişilerdir. Onlar insanlığın
hem içinde hem dışında kimselerdir. Ancak bir şeyi gözden
uzak tutmamak gerekiyor: tarih bilgisini kabaca geçmiş olay-
ların bilgisi sanan ve durmadan olay ezberleyerek tarihçilik
yaptığına inanan kişiler çok zaman bu kabuk bilgilerini kendi
ideolojilerini birilerine benimsetmek için kullanırlar. Bunları
elbette tarih bilincine ulaşmış kişiler olarak göremeyiz. Ger-
çek anlamda tarih bilincine ulaşmak olaylar arasındaki neden
ve sonuç ilişkilerini görmekle olasıdır.
-Her olayın nedeni genelde bir önceki olay değil midir?
-Kabaca baktığında öyle görünse de öyle değildir. Neden
sonuç ilişkisi oldukça karmaşık bir ilişkidir. Biz şimdi senin
de düşündüğün gibi en yakın nedenleri görmeye eğilimli
olduğumuz zaman yanlış görüşler üretir yanlış yargılar veri-
riz. Nedeni bir önceki olayda görmek eski bir alışkanlıktır ki
bilimsel bakış açısıyla tersleşir. Nedenleri yakında aramak her
insana uygun da görünse bilim adamları için uygun değildir.
Çözümü kolayda aramak her zaman doğru değildir. Gerçek
anlamda tarih bilincine ulaşmış kişi konuya kolay açılardan
bakmayacak, yöntem kavrayışı tutumluluğu da gerektirse kes-
tirme yolları kullanmayacaktır. Görünür nedenlerin arasından
geçerek görünmez nedenlere hatta uzak nedenlere gitmek
gerekir. Bu tür araştırma yalnız tarih bilimi için uygundur
dersek yanlış söylemiş oluruz, bütün bilim alanlarında ne-
denler araştırması büyük önem taşır ve oldukça külfetlidir.
17
Savdan karşısavı gör oradan da bileşimi çıkar rahatlığıyla
bir yere gidemeyiz.
Bilim adamı bu külfetli işi gönül rahatlığıyla yüklenir.
Doğa bilimlerinde de insan bilimlerinde de böyledir bu. De-
hanın sonsuz sabırdan başka bir şey olmadığı gerçeği burada
da kendini duyurur. Nedenlerden geçe geçe uzak nedenleri ya
da görünmez nedenleri arayıp bulmak gerekir. Yanlış anlatmış
olmayayım, yakın nedenler konu dışıdır demek istemiyorum.
Önemli olan sabırla araştırmaktır. Hatta gündelik yaşamda
bile böyle bir titizliğimiz olmalıdır. Zihin tembelliğiyle ol-
gulara acele nedenler yakıştırmak yanlıştır. Kolaycılıkla ve
acelecilikle çok şeyler yitiriyoruz. Yaşamda karşımıza çıkan
olumsuz durumların ve kurduğumuz yanlış ilişkilerin başlıca
nedeni olan biteni doğru anlamamakla ilgilidir. Pişmanlıkla-
rımız genelde buradan geliyor: artık geriye dönemiyoruz ve
kalakalıyoruz. Öğrenmek zahmetine katlanmayıp kafadan
atabiliyoruz. Bilimsel araştırmanın olaylar arasında acele bağ-
lar kurmak olmadığını unutmamalıyız. Örneğin toplumların
özyapıları, davranış biçimleri, ahlak anlayışları, göreneksel
değerleri hatta alışkıları göz önünde tutulmadan yapılacak bir
tarih araştırmasının ya da edebiyat tarihi araştırmasının iyi
sonuç vermesi beklenemez. Örneğin bir tarih araştırmasını
toplumbilimin dışında düşünürsek yarı yolda kalırız.
-Tarih araştırması aynı zamanda bir tür toplumbilim
araştırması mı olmalıdır? Ya da toplumbilimsel tarih gibi
bir şey…
-Öyle de diyebiliriz. Neden olmasın. Önemli olan tarihi
toplumsal temellerinden koparmadan yani toprağından kopar-
madan ele almaktır. Tarihi toprağından kopardınız mı elinizde
bir avuç masal kalır. Toplumsal temellerinden koparılmış bir
tarih olaylar yığınından başka bir şey değildir. Toplumları
belirleyici özellikleriyle tanımadan onların yarattıkları de-
18
ğerleri özellikle kültür değerlerini kavramamız olası mıdır?
Toplumları tanımak onların yaşam biçimlerini, en başta üre-
tim ve tüketim biçimlerini tanımakla olur. Nasıl yaşıyorlardı
sorusu önemlidir. Bir dönem yaşamış insanların davranışlarını
tepkilerini ilişkilerini duygulanımlarını düşünüşlerini iyi
anlamak gerekir, yoksa onların yapıp ettiklerini değerlendi-
remeyiz. Altyapıda ve üstyapıda ne varsa görmeliyiz, bütünü
görmeden yaşam koşullarını enine boyuna ve derinden derine
anlamamız olası değildir. Bu bir yanıyla da bir toplumsal
ruhbilim çalışmasıdır. Yapıtlar yaratıcılarının gizlerini ele
verirken yaratıldıkları ortamın değerlerini de sezdirirler.
Kültür adamının bir ayağı toplumbilimde olmalıdır. Kültür
araştırmacısı özellikle düşünce toplumbilimi alanında hatta
sanat toplumbilimi alanında yoğunlaşmalıdır.
-Her alanın ele alıp incelememiz gereken bir toplumbi-
limi mi var?
-Her alanın ele alıp incelememiz gereken bir toplumbili-
mi neden olmasın? Felsefe toplumbilimi, bilim toplumbilimi,
sanat toplumbilimi, bu arada edebiyat toplumbilimi… Say
sayabildiğin kadar. Olanları tarihe götürerek anlayacaksak,
olan biteni kuru tarihe değil de nedenler araştırmasına yö-
nelen tarihe götürerek anlayacaksak toplumbilimci bakış
zorunludur. Bu da meslekten toplumbilimci olmayı değil de
daha basit ölçülerde toplumbilim meraklısı olmayı gerektirir.
Toplumbilimci olursak neden oldun da demezler elbet. Şu
dünyada herkes önce toplumbilimci olmalıdır gibilerden bir
katılığa gerek var mı? Her araştırmacıdan tam anlamında
toplumbilimci olmasını bekleyemeyiz, toplumbilimden ha-
berli olmasını bekleriz. Örneğin Yeniçağ’ın başlarında ortaya
çıkan insancılık devinimini ya da onun bir anlatımı olarak
sanatta ve özel olarak da edebiyatta ortaya çıkan klasikliği
kavrayabilmek için zamanın tarihsel ve toplumsal haritasını
19
çıkarmak bir zorunluluktur. Bu yüzden her kültür araştırması
gibi edebiyat araştırması da sabırlı olmayı gerektirir, güç iştir,
yoğun emek ister.
-Bir araştırmacı işin bu kadar derinine inmeden, işi bu
kadar dallandırıp budaklandırmadan da bir yapıt üzerine ya
da bir yapıtlar topluluğu üzerine doğru yargılar veremez mi?
-Hem araştırmacı diyorsun hem de ne güzel işin derinine
inmeyen birinden sözediyorsun. İşin derinine inmiyorsa neyi
araştırıyor bu adam? Bu adamın elinde hazır kurallar var mı?
Bu adam bir takım kurallara göre değerlendirmeler yapan bir
yargıç mı? Öte yandan kimsenin ne yapacağına ne edeceğine
karışamayız. İşte hendek işte deve, iş sonunda kalem kağıda
bakar. Derine inmesek ya da ayrıntıya yönelmesek ne olur? O
durumda bir takım doğru yargılar versek bile değerlendirme-
miz yetersiz kalır, birçok yargımız havada kalır. O durumda
yanlış anlama ve yanlış yargılama belirleyici olur. İnsan bazen
anlar bazen de anladığını sanır. Bir yapıtın ya da bir yapıtlar
topluluğunun bir takım görünür özellikleri vardır, bunlardan
yola çıkarak yargılar vermek olasıdır. Tamam ama yapıtın
genel özelliklerini ya da görünür özelliklerini saptamak ve
saymak bu iş için yeterli olur diyebilir miyiz? Görülemeyeni
de ya da daha doğrusu zor görüleni de göreceğiz. Hem neden
dar bir alana sıkışalım, o dar alanda bir şeyleri araştırmaya
çalışalım? Bütün olanakları kullanmamak neden? Herkesin
görebildiğini, göz önünde olanı göstermeye çalışmak neden?
Sorun zaman yokluğu ya da zaman azlığı diyeceksen
ben de derim ki kimse herhangi bir konuda araştırma yap-
mak zorunda değildir, bir edebiyat araştırması çok yönlü
çabayı gerekli kılan külfetli bir iştir. Bazı zor işlere kalkanlar
vakit sorununu çözmüş olmalılar. Vakit sorunu tembellerin
sorunudur, vakitsizlikten onlar yakınırlar. Araştırma dediği-
miz zaman aklımıza ilkin vakti bol kimselerin oluşturduğu
20
çevrelerin, özellikle akademi çevrelerinin gelmesi bundandır.
Araştırmayı görev edinmişler için geniş zamanlarda geniş
kaynaklara uzanmak kolaylığı vardır. Elbet daha dar koşul-
larda, dar zaman aralıklarında da çalışılabilir. Adam gündüz
alımsatım müdürüdür, akşam evinde masasının başına geçip
eleştiricilik yapar. Kendi bileceği iştir.
- Ne demiştik? Edebiyat araştırması mı yapıyoruz? Bir
yandan tarih bilgisiyle donanmış olacağız öte yandan top-
lumbilimden haberli olmamız gerekiyor, ayrıca sanat tarihini
ya da daha doğrusu sanatların tarihini de genel çizgileriyle
bileceğiz, bu arada edebiyat tarihini bileceğiz derken bilgide
yitip gitmez miyiz?
-Gözünde büyütüyorsun. Yöntemli çalışmayı bilenler
bilgide yitip gitmezler. Ne yapacağını bilmek, boşa emek ve
güç harcamadan etkili bir çalışma düzeni tutturmak önemli-
dir. Kendilerini kültürün herhangi bir alanına adamış kişiler
gerçek gönüllüler olarak bu yükü seve seve çekerler. Bu iş
gönül işidir. Bu tür işler doğal olarak ağır işlerdir, onlar az
emekle ya da tembellikle yürütülebilecek işler değildir, bir
tür adanmayı gerektirir. Bu yüzden bu gibi çok emek isteyen
ve para getirmeyen işlerle çok kişi uğraşmıyor. Yaşamayalım,
var gücümüzle çalışalım, geceyi gündüze katalım, çevremizi
görmeyelim, çoluğu çocuğu unutup derinlere dalalım gibi
de anlamamak gerekir sorunu. Çalışmayı bilen ve seven
insana her şey için vakit vardır, gevezelik etmek için bile
vakit vardır. Zamanı hovardaca harcayanlar çalışmakta gözü
olmayanlardır. En çok zaman tembellikte harcanır. Çalışmayı
sevmeyenler tembelliklerine allı pullu gerekçeler bulurlar.
Çocukluk arkadaşımızın doğum gününe de mi gitmeyelim
yani? Arkadaşlarımızın yıl sonu buluşmasına gitmezsek bir-
çok kişiyi gücendirmiş olmaz mıyız? Dün vitrinde gördüğüm
o kazağı gidip alıvereyim yoksa aklım onda kalacak. Derken
21
zamanlar geçip gider. Çalışmayı seven insan zamanı tam
bir tutumlulukla kullanır. Çalışmayı seven insan yöntemli
insandır. Yöntem bize sonuca ulaşmakta büyük kolaylıklar
sağlarken vakit de kazandırır.
-Yöntem üzerinde de biraz durur musun? Yöntemli olmak
ne demektir? Şimdi konumuz bu değilse de…
-Yöntem her zamanki konumuzdur, her zaman konumuz
olmalıdır. Uygar insan denince aklımıza yöntemli insan ge-
lir. Yöntemli insanı kısaca neyi nasıl yapacağını bilen insan
diye belirleyebiliriz. Yöntemli olmak öncelikle yaptığı işin
bilincinde olmaktır, ne yaptığını bilmektir. Her yaptığını
düşünerek yapmak, acele etmemek, iki ölçüp bir biçmek…
Sonuca en kısa ve en verimli yollardan gitmenin yordamını
bulmuşsak yöntemi bulmuşuz demektir. Elimizde bizi en
kısa ve en verimli yollara götürecek sihirli bir açkı yok ki
işi hemen bitiriverelim. Herkes konusuna göre yöntemini
bulacak. Çorba yapmanın bile bir yöntemi olmalıdır. Bir
konunun yöntemi bir başka konunun yöntemine uymayabilir.
Gelişigüzel yönelişlerle amaca varmak isteyenler gerektiğin-
den çok vakit ve emek harcarlar, gene de öngördükleri amaca
çok zaman ulaşamazlar. O zaman başka bir yol tutarlar, bu
da bir sonuç getirmeyince iş uzar gider. Kültür alanlarında
çalışanlar için yöntem bir zorunluluktur. Yöntem gündelik
yaşam için bile bir zorunluluktur. Yöntemsiz iş görenler çok
verir az alırlar. Bu arada yöntemli olmanın bir bilinç sorunu
ortaya koyduğunu da unutmamak gerekir. Gündelik bilinçle
yaşayanların yöntemli olmaları kolay değildir.
Yöntem bir amaca yönelmede bize en verimli yolları
gösteren bir uygulama öngörüsüdür. Yöntemi bir maymuncuk
gibi almamak gerekir. Gene de bir araştırmada kullanılan
yöntem bir başka araştırmada asla kullanılamaz diyemeyiz.
Bir yöntemi bazı değişikliklerle bir başka konuya pek güzel
22
uygulayabiliriz. Yöntem bir kere bulununca bir daha yitiril-
memesi gereken ve her uygulamada rahatça kullanılabilecek
bir şey de değildir. Öyle olsaydı işimiz kolay olurdu. Öyle
olmadığı için her araştırmamız aynı zamanda bir yöntem
araştırmasıdır. Yöntem bir kalıp değildir ve amaca varmak
için girişilen uygulama süreçleri boyunca daha iyi sonuçlar
vermesi için sürekli değişikliğe uğratılabilir. Bir araştırmada
kullanılmış ve verimliliği görülmüş bir yöntemi bir başka
araştırmada da kullanabileceğimizi düşünürken gene de iki
ölçüp bir biçme titizliğini elden bırakmamalıyız. Konuya
göre yöntem geliştirmek bir zorunluluktur. Sorun kısa yolları,
tutumlulukla ilerleme olanaklarını bulmak, amaca hem çabuk
hem verimli biçimde ulaşmak için koşullar aramak sorunudur.
-Benim aklıma bir şey takıldı. Bir yapıtı tarihsel top-
lumsal dayanaklarının dışında kendisi olarak ele alamaz
mıyız diye sormuştum. Bunu geçiştirmeyelim bence, konunun
üstünde biraz daha duralım uygun görürsen. Yani tarihsellik
dışında araştırma yapmak da bir yöntem olmaz mı?
-Belki de yapısalcıları düşünerek soruyorsun bu soru-
yu. Olabilir. İnsanın gelişmesinden kaygıya kapılanlar daha
doğrusu yaşamın dönüşmesinde kendi çıkarları açısından
olumsuzluklar bulanlar tarihe olan inançsızlıklarını ortaya
koyarken kuramlar da geliştirdiler. Yapısalcılık da böyle bir
kuramdır işte. Yapısalcılık özellikle edebiyat eleştirisi ala-
nında geliştirildi. O edebiyat araştırmasını yapı incelemesine
indirgeyen bir anlayıştır ve tarihselci bakışa karşıdır. Yapıtı
tümüyle tarihdışı kılmaya eğilimli olan yapısalcılık derinlikli
bir ruhsal araştırmaya yanaşmadığı gibi olay örgüsüyle de
ilgilenmez, yalnızca yapıtı oluşturan ögelerin saptanmasını
öngörür. Diyelim üç bölümlü bir tiyatro oyununda birinci
bölümde ikinci bölümde ve üçüncü bölümde kaç kişinin rol
aldığı, her bölümde bunlardan kaçının daha öne çıktığı gibi
23
bizim kabuk diyebileceğimiz özelliklerle ilgilenir. Yapısal-
cı zamanın getireceği dönüşümlerle ilgilenmez. Bir yapıtı
toplumsal tarihsel koşullarını göz önünde tutarak incelemek
yapısalcıya uymaz. Örneğin bir kişi ya da toplumun bir kesimi
hatta bir toplum nasıl olur da belli bir sürede belli değişimleri
geçirir, yapısalcı bununla ilgilenmez.
Yapısalcılık ilkeleri öncülerince sıkı sıkı saptanmış bir
yöntem değildir. Buna göre kişiden kişiye değiştiği gibi ülke-
den ülkeye de hatta kültürden kültüre de değişir. Moda özelliği
gösteren akımlar uzun süre varlığını sürdüremeden sönüp
gidebiliyor. Yapısalcılık da onlardandır. Yakın zamanlarda
Amerika’da doğup Avrupa’da ilgi gören bu akım biraz gürültü
kopardıktan sonra yavaş yavaş söndü gitti. Öyle görünüyor
ki bugün bu anlayışı canla başla sürdüren kimse yok. Yalnız
bir şeyi belirlemekte yarar var: edebiyat araştırmacısı yapı
araştırması yapmaz diye bir görüş öne sürmek yanlış olur.
Edebiyat araştırmacısı yapı araştırması yapar hatta yapmak
zorundadır, ama o bu araştırmasını toplumsal tarihsel koşullar
çerçevesinde yapar. Bir başka deyişle edebiyat araştırmacısı
yapı araştırması yapar ama yapı araştırmasında sınırlanmaz.
Yapıda sınırlanmak verimsizliği ya da kısırlığı getirir. Önemli
olan bir yapıtı bütün boyutlarıyla görebilmektir.
-Bir edebiyat araştırmacısı ya da bir edebiyat eleştirme-
cisi bir yapıt üzerinde ya da bir yapıtlar topluluğu üzerinde
çalışırken nelere dikkat etmeli?
-Önce yapıtı doğru anlamaya çalışmak, sonra onu doğru
yargılamaya çalışmak gerekiyor. Biz birçok yanlışı bu özeni
göstermediğimiz için yapıyoruz. Doğru anlamak için de doğru
değerlendirmek için de donanımlı olmak gerekir. Elbet bir de
ahlaklı olmak diye bir gereklilik var: amacının dışına çıkmış
ya da başka amaçla yapılmış bir eleştiri bilinçleri bulandır-
maktan başka bir iş yapmaz. Her sanat yapıtı düşünsellikle
24
olduğu kadar duygusallıkla örülmüştür. Düşünsel çerçevede
yargılar ortaya koymak duygusallıkları yargılamaktan daha
kolaydır. Yapıtın duygu yükünü ve düşünce yükünü doğru
kavramak, duygu-düşünce bağını iyi görmek ve değerlen-
dirmeyi ona göre yapmak gerekir. Başkalarının etkisi altında
kalmamak kadar kendi etkimiz altında kalmamak da önem-
lidir. Madam Bovary’nin yaşam biçimi bize ahlak açısından
ters gelebilir. İşin bu bize göre olan yanı önemli değildir. O
kadın o duygusallıkları nasıl ve hangi belirleyenlerin etkisinde
yaşamıştır ona bakmalıyız, bunun için yerin ve zamanın ko-
şullarına da bakmalıyız. Eleştiride ahlakçılık değil ahlaklılık
önemlidir. Edebiyat araştırmacısı da edebiyat eleştirmecisi de
insandır. Yapıtın duygu ve düşünce yapısından etkilenmek
onun da hakkıdır. Ancak onun yapıta bir yandaş gibi ya da
bir düşman gibi yönelmemesi gerekir, o bu konuda kendini
kendinden korumak zorundadır. Buna tam anlamında uyma-
yan bir edebiyat adamı insanları yanıltmak gibi tehlikeli bir
işin içine girmiş olur. Kişinin incelediği yapıtı ya da yapıtlar
topluluğunu aceleye getirmeden ve ayrıntılarıyla anlamaya
çalışması da önemlidir. Her zaman biraz daha nesnel ve biraz
daha özenli olmaya çalışmak…
-Ben sana gelişigüzel sorular sorarken her şeyi birbirine
karıştırıyor olmayayım. Aklıma geleni soruyorum, sen de
beni uyarmıyorsun. Soru sorarken daha düzenli olmamı ister
miydin? Konudan konuya atlamam ters oluyorsa…
-Canım sohbet ediyoruz şunun şurasında. Bilimsel bir
çalışma yapıyor değiliz. Her şeyi kurallara bağlamak gerekir
mi? Öyle de olabilirdi, soruları önceden hazırlayabilirdin.
Birbirine sıkı sıkıya bağlanan, bazen de birbirinden çıkan
sorular olabilirdi. Onun ayrı bir tadı vardır. Bunun da başka
bir tadı var. Doğaçlama olan da güzeldir. Sereserpelik bazen
hesaplılıktan daha verimli olabiliyor. Ayrıca senin soru sorma
25
biçiminde bir tutarsızlık yok. Bildiğin gibi sor bence. Ayrıca
hiç de gelişigüzel bir tutum içinde değilsin, kendine haksızlık
etme. Bazen dağınıklıkta düzen bazen de düzende dağınıklık
vardır. Bilimsel diye nesnel diye bize sunulan birçok eleşti-
rinin hiç de öyle olmadığını gördük.
-Ben gene gelişigüzel sormayı sürdüreceğim. Tarih bilin-
cine ulaşamamış insana aydın diyemeyiz. Doğru mu? Böyle
biri yaşam karşısında kültür değerleri karşısında yetersiz
kalırken edebiyatla ilişkisini de doğru kuramayacaktır. Sanat
yapıtlarını anlamak için belli bir toplum bilincine de gerek-
sinimimiz var. O da tamam. Öte yandan yaratıcı düzeyinde
olsun izleyici düzeyinde olsun sanatla uğraşanların sanat
tarihinden haberli olmaları da gerekiyor. Estetik biliminden
payını almış olmak da hem sanatçı için hem izleyici için ge-
reklidir. Şu estetik konusuna biraz girelim mi? Estetik diye
başladık ama… Nasıl bir estetik?
- Her sanatçı gibi edebiyat adamı da bir estetik görüye
ulaşmış olmalıdır, yani onun da bir estetiği olmalıdır. O
ayrıca estetik bilgiyle donanmış olmalıdır. Estetik nedir?
Güzelin bilgisidir. Sanatın genel bilgisi demek belki daha
doğru olacak. Her sanat dalının kendine özgü özellikleri,
kendine özgü kuralları ve yöntemleri vardır, kendine göre
bir estetiği vardır. Bu özellikler bu kurallar ve yöntemler
o sanatın kullandığı gereçlerin koşullarına bağlıdır büyük
ölçüde. Boyalarla yapılan bir sanatın koşulları sözcüklerle
yapılan bir sanatın koşullarından ayrı olacaktır. Bu yüzden bir
roman estetiğinden bir müzik estetiğinden bir şiir estetiğinden
bir yontu estetiğinden sözedebiliriz. Bu ayrı estetikler daha
çok teknik koşulları göz önünde tutan estetiklerdir. Ancak
güzelin bilimi diye tanımladığımız estetik yani genel estetik
bütün estetikleri kucaklayan bir araştırma alanıdır. Ondan
bakınca hem resmin sorunları hem edebiyatın sorunları hem
26
mimarlığın sorunları görünür. Genel estetikte sorunlar teknik
sorunlar olmaktan çok güzelin gerçekleştirilme koşullarıyla
ilgilidir. Bu da bize tek bir sanat dalında derinleşmiş olmanın
ya da görü sahibi olmanın genel anlamda estetikçi olmak için
yeterli olmadığını duyuruyor, genel estetikte sanatlara topluca
bakmanın gereğini duyuruyor.
-Estetiğe olan gereksinimimiz günden güne artıyor diye
düşünüyorum.
-Yeni estetik sanatta güzeli güzel yapan koşulları araştı-
rıyor, felsefe düzeyinde güzeli tartışan eski estetiğe benzemi-
yor, güzeli sanatın dışında örneğin aşkın dünyada aramıyor.
Yani güzeli ortaya çıkarmak için, güzeli tartışmak için şimdi
artık doğrudan sanat yapıtlarına yöneliyor estetikçi. Birkaç
yüzyıldır yani modern zamanların başından beri böyle bu.
Yeni estetiğin ortaya çıkışı XIX. yüzyılın başlarıdır. Daha
önce estetik sanat felsefesiyle eşanlamlıydı ve kuramsal dü-
zeyde güzel araştırmasıyla sınırlıydı: güzel nedir ne değildir?
Bu da filozofça bir bakışı, deneyle pek ilişkisi olmayan bir
ussal araştırmayı gerektiriyordu. Estetik sonunda felsefenin
kurallarıyla düşünmekten kurtuldu, bir deney bilimi olmaya
başladı. Bugün güzel araştırması masa başında değil labo-
ratuarda yani yapıtların dünyasında yapılıyor. Masa başıyla
laboratuar arasında sıkı bir bağ var. Estetiğin gökten yere
inmesi, ayaklarını yere basması diyebiliriz buna.
Sanatçı yapıtını yaratırken estetiğini yani sanat anlayışını
da yaratıyor, estetikçiyse değişik sanatçıların estetiklerinden
giderek kendi bakış açısını oluşturuyor, estetik görüşünü
ortaya koyuyor. Böylece bazıları birbirine yakın bazıları bir-
birinden uzak estetik kuramlar ortaya çıkıyor. Bugün estetiğin
alanında sanatın somut oluşum koşullarını araştırmak önem-
lidir. Çağdaş estetik ayakları yapıtlara basan bir estetiktir. Bu
yüzden estetikçi bir tür estetikçi olması gereken sanatçının
27
ve bir tür estetikçi olması gereken izleyicinin sanatsal görüye
ulaşması için yol gösteriyor. Birinin göremediğini bir başkası-
nın görmesi olasıdır. Sanatçı bir gözdür, izleyici de bir gözdür,
estetikçi hem bütünü hem ayrıntıları görmekle yükümlü bir
başka gözdür. Estetikçi sanat araştırmasında deneyimli ve
uzman bir kişi olarak sıradan bir kişinin bakışından çok daha
etkili bir bakış ortaya koyabilir.
-Sanatta bu arada edebiyatta iş görebilmek için dona-
nımlı olmak gerekiyor demek ki. Tarih toplumbilim estetik ve
daha çoğu… Bir başka deyişle edebiyatı tek başına yani salt
edebiyat olarak, toplumsal tarihsel bağlamından koparılmış
olarak inceleme olanağımız yok. Bu biraz da çağdaş bakış
açısıyla ilgili bir durum değil mi? Eskiler edebiyata ya da
genel olarak sanata böyle yönelmezlerdi. XX. yüzyıldan önce
sanatı toplumsal temellerine götürerek inceleme eğilimi var
mıydı?
-Genel olarak sanatta ve bu arada edebiyatta toplumsal
ve tarihsel verilere başvurarak araştırmalar yapma yönelimi
eskilerde var mıydı? Bunu hem evet hem hayır diye yanıt-
lamak doğru olur. Yani böyle bir eğilim ne çok yenidir ne
çok eskidir. Bu konuda sana ayrıntılı ve geniş açıklamalar
yapamam, donanımım yok. Ama böyle bir kaygıya XVIII.
yüzyılda Madame de Staël’de raslayabiliyoruz örneğin.
1766’da doğmuş ve 1817’de ölmüş olan Madame de Staël’in
en önemli kitabının adı De la littérature dans ses rapports
avec les institutions sociales’dir (Toplumsal kurumlarla iliş-
kileri içinde edebiyat). Bu ad bile bize bir şeyler anlatmaya
yetiyor. Onun şu sorusu çok önemlidir: “…dinin göreneklerin
ve yasaların edebiyat üzerinde etkileri nelerdir ve edebiyatın
din görenekler ve yasalar üzerinde etkileri nelerdir?” Madam
de Staël edebiyat araştırması için tam anlamında bir yöntem-
bilim önermez, bir bakış biçimi önerir. Sanatı ve bu arada
28
edebiyatı tarihten toplumdan hatta siyasetten ayırmayan bu
bakış daha önceki yüzyıllarda görülmemiş bir bakıştır. Çünkü
daha eski zamanların sanatı daha çok zanaattı. XVIII. yüzyıl
çok değişik yeni bakış açıları getirdi. O dönemde bir başka
yazar Bonald şöyle demişti: “Edebiyat toplumun anlatımı-
dır.” Aydınlanmanın ve Devrim’in bir yansımasını bulabiliriz
bu görüşlerde. Felsefeyi bilimleri sanatları toplumsal-tarihsel
temellerine götürmeden anlamak olası değildir. Bu yüzden
iyi bir edebiyat araştırmacısının işi dıştan göründüğü kadar
kolay değildir.
-Konudan uzaklaşıyoruz demezsen Madame de Staël
üzerine biraz bilgi verebilir misin? Pek ilginç bir kadındı
diye duymuşum…
-Sohbet ediyoruz şunun şurasında, bilimsel bir çalış-
ma yapmıyoruz. Neden konudan uzaklaşma korkusunu
yaşayalım? Madame de Staël düşünürlüğüyle ve edebiyat
adamlığıyla olduğu kadar yaşamıyla da ilgi çekmiş bir
kadındır. Asıl adı Germaine Necker olan Madame de Staël
Louis XVI’nın bakanı Cenevreli banker Necker’in kızıydı.
Annesinin salonunda özgür bir düşünce ortamında yetişmiş
olan bu felsefe ve edebiyat meraklısı genç kadın 1788’de
İsveç’in Paris elçisi Staël-Holstein’la evlendi. O sırada
hayranı olduğu Jean-Jacques Rousseau’yla ilgili bir kitap
yayımladı. Devrim’in sarsıntılarını yaşayan Paris’de bir ay-
dının özgürlükçü düşünceleriyle göze batması tehlikeliydi. O
da başına gelecekleri anlayınca İsviçre’ye babasının yanına
kaçtı, Leman gölü kıyısında Coppet’de üç yıl kaldı. Aklı
Paris’deydi, sonunda Paris’in yolunu tuttu ve salonunu açtı.
Salon kısa zamanda Napoléon Bonaparte’a muhalif aydın-
ların toplaşma yeri oldu. Napoléon’un buyruğuyla 1803’de
Paris’den uzaklaştırılan Madame de Staël Almanya’ya gitti.
O bir alman hayranıydı. De l’Allemagne (Almanya üzerine)
29
adlı yapıtı imparatorluk polisinin hışmına uğradı. Madame
de Staël daha sonra birçok ülkeyi dolaştı, sonunda sevgili
Paris’ine kavuştu. O Almanya’yı iyilikler ve ince duyarlık-
lar ülkesi olarak görüyordu. Almanların insan sevgisine ve
adalet duygusuna hayrandı. Alman toplumunu mert insanlar
toplumu olarak belirliyordu. Alman toplumu şövalye ruhu
taşıyan bir toplumdu ona göre. Madame de Staël Almanya
konusunda biraz yanılmış olabilir miydi?
-Sağol. Biz gene konumuza dönelim. Yalnız edebiyat
araştırmacısının değil bence edebiyatı yaratanların da bu
tarihsel-toplumsal temelden haberli olmaları gerekir. Ne
yaptığını bilen sanatçıyla bilmeyen sanatçıyı bir tutmayız.
Yanlış mı düşünüyorum?
-Olsa ne iyi olur. Bilginin her alanda olduğu gibi edebiyat
alanında da büyük ölçüde belirleyici olduğu bellidir. Edebiyat
araştırmacısından üst düzeyde bilinçli olmasını bekleyen
bizler edebiyatı yaratanların az bilinçle yetinmelerini doğal
görebiliyor muyuz? Gerçi hiçbir edebiyat izleyicisi en azından
ilk planda elindeki yapıtı yaratan kişinin kültür düzeyiyle
ilgilenmeyi düşünmez, hele sıradan bir izleyiciyse. Ama yara-
tıcının daha başka yapıtlarını da izledikçe bu ilgisizlik yavaş
yavaş ilgiye dönüşebilir. O noktada zaten eleştiricilik başlar.
Yaratıcı kişi yapıtlarını üst bir esinle değil de sınırlı bilincinin
dar olanakları çerçevesinde oluşturuyorsa yetersiz kalır. Dar
ufuklar geniş bakan insana boğucu gelebilir. İzleyici yaratıcı
kişinin dünyasını biraz olsun bilmek isteyecektir, bunun için
çaba gösterdikçe düş kırıklıklarına uğrayabilecektir. İzleyici
bazen yaratıcının dünyasını sezecek ve onun bilinç düzeyini
tanıyacak kadar güçlüdür. Üst düzeyde bilinç yetkinliğine
ulaşmış bir izleyici orta düzeyde bir yaratıcının yapıtları
karşısında bir doyumsuzluk yaşayabilir. Her kör satıcının bir
kör alıcısı vardır sözünü şöyle değiştirelim: her satıcının bir
30
alıcısı vardır, iyi satıcının iyi alıcısı kötü satıcının kötü alıcısı
vardır. Yazar okurunu oluştururken okur da yazarını seçer.
Her yetkin bilince ulaşmış kişi üst düzeyde yaratıcı olacaktır
diye bir kesinlik de yoktur. Öyle olsaydı bütün bilginler üst
düzeyde sanatçılar ya da en azından sanatçı adayları olurlardı.
Öte yandan belli bir bilinç düzeyine ulaşamamış kişiler sanat
yapamazlar diye bir kural da yok.
-Pekiyi senin tanımladığın üst düzeyde donanımlı ede-
biyat araştırmacısına estetikçi mi eleştirmeci mi diyeceğiz?
- Estetikçi de desen olur eleştirmeci de desen olur. Eski
zamanlarda bugünkü anlamda estetik de estetikçi de yoktu
demiştik. O dönemde estetik filozofun işiydi. Buna göre es-
tetikçi daha çok sanat felsefesi yapıyordu, sanatın ya da daha
doğrusu güzelin ne olup ne olmadığını tartışıyordu, kuramsal
düzeyde çalışıyordu. XIX. yüzyıldan bu yana estetikçiyle
eleştirmeci arasında bir ayrım kalmadığını söyleyebiliriz.
Daha önceleri estetikçi masa başında güzelin ne olup ne
olmadığını araştırırdı, kurgusal düzeyde iş görürdü. Sonra
laboratuara yani yapıtların dünyasına indi. Artık estetikçi
felsefenin yöntemleriyle iş görmüyor ya da estetikçi filozof
değil artık. Ya nedir öyleyse? Bir çeşit bilim adamıdır. Eleş-
tirmeci estetikçiye göre biraz daha uygulamacı, estetikçi eleş-
tirmeciye göre biraz daha kuramcı olabilir. Bunu da kesin bir
bilgi diye ortaya koyamayız. Estetikçi de somutun alanında
araştırmalar yapıyor eleştirmeci de.

31
32
EDEBİYAT ADAMININ TOPLUMLA İLİŞKİSİ

-Anlattıklarından edebiyat eleştirmecisinin ya da edebi-


yat estetikçisinin zor bir işle uğraştığını anladım. En azından
o büyük bir bilgi birikimine ulaşmış olmalıdır. Bu kolayından
bir görürüm ve yaparım işi değil. Görü de bilgiyle ve deneyle
kazanılmıyor mu? Gene aynı konuya dönmüş oluyoruz belki
ama böylesine güç bir işi yüklenmeyi kim göze alabilir?
-Biraz abartıyorsun bana kalırsa. Her işin güçlükleri ve
kolaylıkları vardır. Elbette edebiyat alanında eleştirmeci ya
da estetikçi sıfatıyla kalem oynatmak kolay değildir. Bazı
işler zordur, o yüzden birçok kişi o tür işlerle uğraşmayı
göze alamaz. Kolay iş yoktur, buna karşılık çok zor işler
vardır. Doğru anlamak ve doğru yargılamak ya da doğru
tepki vermek her uygar insanın kaygısıdır. Bunu konuşmamış
mıydık? Edebiyat adamı da ele aldığı yapıtı doğru anlamak
ve doğru değerlendirmek zorundadır. Doğru yargılamak için
doğru anlamak gerekmez mi? Donanımımız yoksa sorunu
nasıl anlayacağız? Donanımımız yoksa yargılarımız temelsiz
olacaktır. Bilmeden yapmakla bilerek yapmak aynı şey mi?
Bunun göz korkutacak kadar büyük bir iş olduğunu düşün-
müyorum doğrusu. Az kültürle yetinmek ve onunla her iyi
sonucu almaya çalışmak bizi yarı yolda bırakır. Kültür adamı
değişik kaynaklardan beslenerek kendini geliştirir. Kültürde
dar bir alana sıkışmış, yalnız bir alanda bilgisi olan kimselerin
bu konularda yapabileceği çok şey yoktur. Geniş bakabilmek
geniş görebilmek önemlidir. Kültür zenginliği burada belirle-
yici oluyor, kültürümü artırıyorum diye kafayı boş bilgilerle
doldurmamak koşuluyla.
-Kültür zenginliği dediğin nedir?
-Kendini geliştirmek isteyen insan için çok değişik kültür
kaynakları vardır. Bağnazlığa düşmeden kültür kaynaklarının
33
peşine düşmek, hem çalışmalarımıza yardımcı olabilecek
değişik bilgi alanlarına yönelmek hem de bütün bir dünyaya
açılıp değişik kültürlerden bal toplamak önemlidir. Uygarlık-
lar birbirlerini yaratırlar ve uygarlıkların ruhu diyebileceğimiz
kültürler birbirlerine karışarak güçlenirler. Safkan kültür ya
da katışıksız kültür düşleri görenler ortalıkta boşa dolanıyor-
lar. Aklını birazcık kullanan insan dünyada saf değer yani
başka değerlerle karışmamış değer diye bir şeyin olmadığını
bilir. Toplumların oluşum koşullarına bakalım. Safkan yani
başka toplumlarla karışmamış toplum var mı? Atalarımız
Orta Asya’dan Anadolu’ya geldiklerinde değişik toplumlarla
karşılaştılar ve onlarla karıştılar, onların kültürlerinden bir
şeyler aldılar, onların kültürlerine olabildiğince bir şeyler
kattılar. İnsan yaşamında etkileşim bir zorunluluktur. Koz-
mopolitlik bir zenginliktir. Ulusların kökenine indiğimizde
bu çokdeğerliliği apaçık görürüz.
Kültür zenginliği ya da kültür genişliği yalnız edebiyatta
değil bütün sanatlarda ve aklı başında insan için yaşamın her
alanında önemlidir. Geçenlerde bir fransız edebiyat tarihini ka-
rıştırıyordum. Kitabın başlarında ilginç satırlarla karşılaştım.
Yazar fransız ulusunun oluşumuyla ilgili olarak şöyle diyor:
“Hıristiyanlık öncesinde ülkemizde yerleşmiş olan Keltlere
neler borçluyuz? Roma fetihlerine karşı koyan Galyalılara
neler borçluyuz? Galya’yı düzene koyan Romalılara neler
borçluyuz? Roma’nın gücünü kıran ve roma uygarlığında
özümlenen Barbarlara neler borçluyuz?” Toplumlar ya da
uluslar sürekli bir kültürdonüşümünü yaşayarak gelişiyor ve
güçleniyor. Dünyamız böyle ilerliyor. Etkileşimler uygarlık-
ların gücüne güç katıyor. Ne kadar etkilenebiliyorsak ve ne
kadar etkileyebiliyorsak o kadar uygarız. Bugün kanımızda
çok uzak yıldızların demirini taşıyorsak kültür dünyamızda
da çeşitli uygarlıkların etkilerini taşıyoruz. Fenike alfabesi-
34
nin yunan kültürü üzerindeki etkisini düşünsene… Dünya
kültürüne ya da daha doğrusu dünyanın bütün kültürlerine
her durumda açık olmalıyız. Uygarlıkların doğuş koşullarını,
birbirlerini yaratırcasına birbirlerinden etkilenişlerini izlemek
bir çile değil bir zevktir aslında. Bu bir çile olduğu zaman
arkamızı dönüp yolumuza gitmek ve kültür kim ben kimim
demek en iyisi. Bazı işler sevmeden yapıldığında insana acı
verir, severek yapıldığında da sanki bir bayram yeridir. Bir
iş zevkle yapıldığı zaman ağır gelmez insana. Bizler sıkıla
sıkıla mı okuyup yazıyoruz? Yani boş kafayla güzel şeyler
yapmak olası değildir.
-Bu konuda sana karşı değilim. Bir insan bu kadar yükü
çekebilir mi demek istedim. Çekebildiği kadar çekecek demek
ki. Şimdi sana şunu sorsam: edebiyatla toplum ilişkisi nasıl
bir ilişkidir?
-İnsan tek toplumsal varlıktır. Bunu hepimiz biliyoruz.
Hatta toplumsal hayvan da diyoruz ona, ya da siyasal hayvan.
Bu hayvan sözü üstüne basa basa söylediğimiz zaman birile-
rini rahatsız edebiliyor. Birçok insan güzel güzel hayvanlık
ederken hatta göz oyup karın deşerken hayvan olmadığını dü-
şünür. Toplumsallık kaçıp kurtulamayacağımız bir koşuldur.
Her insan bireyi toplum içinde bir anlam ve değer kazanır. Bir
insanı toplumsallığından arındırın, öyle şey olmaz ya, geriye
kalan neredeyse bir hiç olacaktır. Her insan bireyi toplumu-
nun değerlerini ve giderek insanlığın değerlerini varlığında
ruhunda bilincinde yaşatabildiği ve geliştirebildiği kadar
insandır. Bunun dışında insan yalnızca ve yalnızca beslenen
ve üreyen varlık olup kalır. Birçok insan yazık ki duygulan-
maktan ve düşünmekten çok beslenmeye ve üremeye ağırlık
verir gibidir. Buna karşılık bazıları da insanın yazgısını enine
boyuna tartışmaya ve daha yetkin bir yaşam ve daha güzel
bir dünya için çaba göstermeye eğilimlidir.
35
Kültür adamı insanlığa hizmet etmekle görevli duyar
kendini. Onu kimse görevlendirmemiştir, o kendinin görev-
lisidir. İnsan olmanın bilincinde olan her insan insanlığa karşı
yükümlülükleri olduğunu bilir. İnsancılık evrensel kardeşlik
öğretisidir. Kültür adamı yeni bir dünyayı kendi kafasında
yaratacak ve yaşama geçirecek kadar insanüstü bir varlık
değildir elbet: o toplumdan aldığını ya da insanlıktan aldığını
arı gibi kendinde işleyip geliştirir ve insana insanlığa sunar.
Bir tür bal yapmaktır bu da. Gelişimin temel koşulu budur.
Edebiyat adamları da öbür kültür adamları gibi toplumlarının
ve giderek bütün bir insanlığın sorumluları olarak yoğun bir
çaba içindedirler, dünyayı yeniden yaratma çabası içinde-
dirler. Her sağlıklı toplum ve her aklı başında birey büyük
insanlığın bir üyesidir ve bununla mutludur. Bu yüzden
gerçek kültür adamları toplumlarının yaşamında oluşmakta
olan değerleri eskimiş ve geçerliğini yitirmiş olan değerlerden
ayırarak yeni değerler oluşturmaya bakarlar. Daha doğrusu
onlar yeni değerlerin oluşumuna katılırlar.
-Gerçekten bu büyük bir sorumluluk… Öyle değil mi?
-Evet büyük bir sorumluluk. Bu sorumluluğu yerine
getirebilmek için kültür adamları insanı insanlığı iyi tanımak
zorundadırlar, kendi toplumlarını da iyi tanımak zorundadırlar.
Ben kendi toplumumdan sorumluyum, onu tanısam yeter
deyip çıkamaz kimse: insansak üyesi olduğumuz insanlığı
da iyi tanımalıyız. Kendi toplumunu iyi tanımayan insanlığı
iyi tanıyamaz, insanlığı iyi tanımayan kendi toplumunu iyi
tanıyamaz. Bizim apayrı ve katışıksız bir kültürümüz vardır
diye saçmalayanlar ahlak sorunlarıyla boğuşan kimseler
değillerse bilgi ve görgü yoksunu kimselerdir. Adamın
biri çıkıp televizyonda falanca kültürün özgün olmadığını
“aktarma” olduğunu anlatsa hadi oradan demez misin? Kültür
dünyası soytarılığa elverişli değildir. Hiçbir kültür adamı
36
ben kendi toplumumdan başkasını tanımam diyemez, çünkü
apaçık görülmese de kendi toplumunda başka toplumların
değerlerinden izler vardır. Örneğin yunan kültürü eski doğu
uygarlıklarından etkiler taşır, ancak bunlar özgün bir kültüre
katılmak üzere bir araya gelmiş etkilerdir. Uygarlıklar
uygarlıkları doğurur, uygarlıklar uygarlıklarla doğar.
Evrensel düzeyde bu bizim bu sizin gibi ayrımlar yapmanın
olanağı da yoktur. Her insan kendini bir ulusun üyesi olarak
gördüğü kadar insanlığın da bir üyesi olarak sezdiği zaman
insandır. Bir edebiyat adamı, diyelim bir romancı ya da bir
şair insanlığın zengin kalıtından yararlanmayı düşünmeden
kendi kafasına göre bir şeyler üretmeye kalktığında kocaman
bir hiç üretmiş olacaktır.
Edebiyat adamıyla toplumu arasındaki ilişki süreklidir.
Edebiyat adamı bir parçası olduğu toplumla arasındaki ilişkiyi
canlı tutmaya bakar. Bu canlılığı sağlayacak etkenler toplu-
mun yaşamında olduğu kadar edebiyat adamının bilincinde
içkindir. Yani bu canlılığın baş sorumlusu edebiyat adamının
kendisidir. Edebiyat adamı yaşayan değerlere gerçek anlamda
bir arayıcı ya da araştırıcı olarak istekle yönelecekse o de-
ğerleri tanıma ve geliştirme açısından, o değerlerle sanatsal
ve düşünsel değerler yaratma açısından donanımlı olmalıdır.
Büyük edebiyat adamları ve kültür dünyasının bütün gerçek
yaratıcıları bu yönde büyük çabalar harcarlar. Bu çabalar
dıştan ya da uzaktan bakıldığında apaçık görülmeyebilir.
Yapıtlara sabırla ve deşici bir anlayışla yöneldiğimizde bunu
apaçık görebiliriz. Gerçek kültür adamı bu arada gerçek sanat-
çı toplumunun ve giderek insanlığın değerler denizinde derine
dalmayı bilir. Bunun için gereken en önemli şey istektir.
-Genel olarak dilin ve özellikle anadilin önemi burada
kendini gösteriyor.
-Görmek ve anlatmak ya da görmek ve göstermek…
37
Gerçek anlamda görebilen kimseler iyi görebilen kimseler
aynı zamanda iyi anlatabilen kimselerdir. Dil en etkili anlatım
aracıdır, sanatlarda başka anlatım araçlarından sözedebilsek
bile anlatım dediğimizde ilkin dili düşünürüz. Görünmez ola-
nı görmek, göremez gibi olana göstermek… En ince ve özel
gerçekleri, en kırılgan ya da uçucu gerçekleri anlatabilmek
için dil gereklidir anadil gereklidir. Anadil özel bir dildir ya
da doğal dildir: onu öğrenmek için özel bir çaba gerekmez,
yaşamak yeterlidir. Onu inceltmek için özel bir çaba gere-
kir, bu çaba da kültür adamlarının çabası olacaktır. İnsan bir
dil denizine doğar. Dil bilinçle gelişir, bilince koşut olarak
gelişir. Dil önemlidir ama onu üst düzeyde anlatımcı kılmak
için filozof ve sanatçı inceliği gerekir. Bir kişi bir yabancı
dili iyi bilebilir ama yabancı dil hiçbir zaman anadilin yerini
tutmaz. Her dil anadil değildir. Yabancı dil yabancıdır. Halk
insanlarının her an yeniden yeniden yarattığı anadil üst bir
bilinçle geliştirilmek ister. Anadilini geliştirememiş ve onu
ancak doğal akışta olabildiği kadar elde edebilmiş olanların
edebiyatta yapabilecekleri çok şey yoktur. Basit ya da kaba
bir anadille anlam inceliklerini ortaya koyamayız yani yetkin
anlatımlara ulaşamayız. Anadil bilinci yeterli olmadığı için
yeteneklerini boşa harcamış ya da en azından yeterince ortaya
koyamamış nice edebiyat adamı vardır.
Dil halkın dilidir, dili halklar yapar ve geliştirir. Dili kim
yapar? Sıradan halk insanları yapar. Her dil öncelikle halkın
dildir. Halkın dilini üst düzeyde kültür adamları yetkinleştirir.
Dili üst düzeyde yeniden yaratmak diyebiliriz buna. Bu tür
kültür adamlarının olmadığı ya da yetersiz kaldığı koşullarda
dil üst düzeyde anlatımcı olma özelliğini kazanamaz. Kaba-
saba bir dille ya da yetersiz bir anadille edebiyat yapılamaz,
yapıldığında edebiyattan başka her şeye benzer. Bütün sanat-
ların içinde söz dilini ya da söze dayalı dili kullanan tek sanat
38
edebiyattır. Büyük edebiyat adamları önce dil ustalıklarıyla
seçilirler. Anadilde anlatamadığımızı hiçbir dilde anlatama-
yız. Örneğin bir türk yazarının çatır çatır ingilizce konuşuyor
olması kendisi için ve toplumu için bir kazanç olsa da ede-
biyat için bir kazanç değildir. Çatır çatır ingilizce konuşmak
ancak bir ingiliz edebiyat adamı için önemli olabilir. Kimse
bir başka dili anadili kadar derinden yaşayamaz.
-Edebiyat yapmak için gündelik dilin dışında özel bir dil
kullanmak gerekmez. Bilim diline benzer özel bir dilin, bir
edebiyat dilinin yeri olmadığını söyleyebiliriz. Ne dersin?
-Bilim adamı dil ustası olmayı düşünmez. Onun için
önemli olan doğruyu anlatmaktır, dosdoğru anlatmaktır. O
bilgisini bir takım teknik terimlerle ortaya koyar. Onun dili
çekici bir dil değildir, çok zaman genel insana itici bir dildir.
Olabilse de bilim adamı dili hiç kullanmasa, anlattığını for-
müllere indirgeyip çıkabilse. Bilimin hatta her bilim dalının
kendine özgü bir dili vardır. Herkesin kolay kolay anlayama-
dığı ve anlamak zorunda olmadığı bir dildir bu. Bu yüzden
en iyisi bilim dilini matematikteki işaretlere benzeyen bir
takım işaretlere indirgemek yani özel işaretleri olan bir dil
oluşturmak olur diye düşünenler oldu ama bu düş bir türlü
gerçekleşmedi. Bütün bilimleri ama özel olarak insan bilim-
lerini düşündüğümüzde böyle bir kolaylığın olamayacağını
hemen anlayıveririz. Gündelik dili bilim diline uydurmaktan
başka çaremiz yoktur. Bilim adamı dili incelikli kullanan biri
olmasa da onu iyiden iyiye kabaca kullanan biri de olmama-
lıdır. Sonunda bilimde de anlatımcı olmak diye bir sorun yok
mu? Özellikle insan bilimleri doğa bilimlerine göre gündelik
anlatıma daha yakın durur. Ancak bilim diliyle ya da ona
benzer ölçülü biçili bir dille edebiyat yapılamaz. Bu yüzden
bilim adamları edebiyat adamı olmaya çokça özenmezler.
Özendikleri zaman da iki ayrı anlatım biçimini birbirinden
39
ayıramazlarsa edebiyat diye yaptıkları ne edebiyat ne bilim
olacaktır.
Ancak gene de edebiyat dilini gündelik dile eşdeğer say-
mak doğru olmaz. Gündelik dili üst düzeyde anlatımcı olma
kaygılarıyla kullanmayız. Bazı insanlar güzel konuşmak adına
yapmacıklı bir dil tuttururlar, bu yaptıklarının ne kadar da
itici olduğunu göremezler. Gündelik yaşamda dili sereserpe
kullanırız, gündelik dilin yani konuşma dilinin güzelliği de
bir bakıma bu kullanımdadır. Edebiyatta özel olarak böyle
bir sereserpeliğin gerekli olmadığı yerde daha incelikli daha
anlatımcı bir dile gereksinim duyulur. “Üslup” dediğimiz özel
anlatım burada kendini gösterir, bu özel anlatım edebiyatçı
kişiliğinin en belirleyici ögesidir.
-Edebiyatın dili yaşayan dildir diyebilir miyiz?
-Edebiyatın dili yaşayan dildir, bu yüzden gerektiğin-
de sereserpedir, gerektiğinde biraz dağınıktır, gerektiğinde
derli topludur, çok zaman kendi kurallarını kendi koyan bir
anlatım ustasının ürünüdür, yeri gelir her türlü kuralın dışına
çıkar. Edebiyatın dili genel ölçüler içinde düşünüldüğünde
inceltilmiş ve özgünleştirilmiş gündelik dildir, hem konuşulan
dildir hem de konuşulandan türetilmiş yazılı dildir. Edebiyat
halkın dilini tüm incelikleriyle kullanır ve ona incelikler katar.
Edebiyatın dili toplumsal yaşamda sürekli dönüşen dilin bir
anlamda bireyselleştirilmiş biçimidir, çok özel anlatımlara
olanak verir. Edebiyat adamı yaratıcılık düzeyinde anlatımcı
olabilmek için dilin olanaklarını en geniş çerçevede kullanır-
ken hatta gerektiğinde onu zorlarken mantığın kurallarını da
zorlayabilir hatta aşabilir. Bu alanda her çaba anlatılamaz gibi
görüneni ne yapıp yapıp çok iyi ve çok etkili anlatmak içindir.
Bilimin dili düz bir dildir, bir çeşit resmi dildir. Her bilim
alanının kendine özgü ya da özelleşmiş bir dili vardır ayrıca,
40
yabancılar yani o alanın dışında kalanlar o dili çok iyi anla-
mayabilirler hatta bazen hiç anlamayabilirler. Buna karşılık
edebiyatın dili bir tür ortak dildir ve herkesin anlaması için
oluşturulur. Anadilinin inceliklerine yeterince ulaşmamış
bir kişi edebiyat üretmekte eksik kalırken belki de bilimsel
anlatımda büyük güçlükler çekmeyecektir. Bilimde dilin
tadı diye bir şey yoktur, edebiyatın diliyse her zaman bir haz
konusudur. Bu yüzden bilim dünyasını oluşturanlar edebiyat
dünyasını oluşturanlara göre bir bakıma daha çabuk anlaşırlar.
Bir şiiri çevirmek bir matematik metnini çevirmekten zordur.
Gene de bilim adamı gündelik dilden uzaklaştıkça anlatımcı
olur diyemeyiz. O çok özel dilini gündelik dile yaklaştırdığı
zaman kendini daha kolay anlatacaktır.
-Bu arada felsefe dili için de bir şeyler söylemek ister
misin?
-Felsefe dili edebiyat diliyle bilim dili arasında yer alır
dersek yanlış bir söz söylemiş olur muyuz? Felsefe bilime
göre biraz daha edebiyata yakındır. Felsefenin alanı ne sanat
kadar öznelliklere açıktır ne de bilim kadar nesneldir. Sanatın
da tepeden tırnağa öznel olmadığını, öznellikle nesnelliğin
bütünleştiği bir alan olduğunu unutmayalım. Felsefenin dili
bilimin dilinden biraz daha özellikli ve biraz daha kaygandır,
bilimin dili kadar düz olamaz. Felsefede formüller yoktur,
formüle indirgenebilecek bilgiler de yoktur. Özel anlatımlar
aşırıya götürüldüğü zaman yani işin içine öznellikler girdiği
zaman felsefe sanatlaşır hatta bulanıklaşır hatta felsefe ol-
maktan çıkabilir. Duygu-düşünce dünyamızda yani sanata
yatkın dünyamızda ister istemez kayganlıklar olacaktır ama
düşünce dünyamızda kayganlıklar tehlikelidir. Bulanıklaşma
büyük bir sıkıntıyı, anlaşılmamak sıkıntısını getirir. Nite-
kim öznelci bazı felsefeler felsefe tadından çok sanat tadı
verir. Öte yandan bazı filozofların dili anlaşılmayacak kadar
41
karanlık olabiliyor. Bunu derin düşünceye bağlayıp çıkmak
kolay değildir. Filozof kendini iyi anlatmak doğru anlatmak
zorundadır. Dili bize bir şey söylemeyen filozofla ilgilenmek
zorunda değiliz. Bu yetersizliği ya da bu başarısızlığı yüzde
yüz öznellik koşuluna bağlayıp çıkmak olmaz. Bunu onların
dil konusundaki yetersizliklerine mi düşünce alanındaki kar-
maşıklıklarına mı yoksa daha başka bir nedene mi bağlamalı
diye sorarsan senin bu sorunu kolay kolay yanıtlayamam. Fel-
sefede anlaşılmazlık sözkonusu olunca Nietzsche’nin “Derin
görünmek için sularını bulandırıyorlar” deyişi aklıma gelir.
Belki de bazı filozoflar dil yetersizliği çekerken bazı
filozoflar da yaşadıkları düşünce karmaşıklığı yüzünden yani
yalınlaştıramadıkları düşünce birikimleri yüzünden anlatmak
istediklerini anlatmakta eksik kalıyorlar. Bu sıkıntıyı kendileri
tam olarak görebiliyorlar mı bilemeyiz. Bazıları en azından
görüyor olmalılar. Hegel beni yalnızca bir öğrencim anladı
o da yanlış anladı dermiş. Hiçbir filozof anlaşılmazlığıyla
övünmemeli ya da anlaşılmazlığın arkasına saklanmamalıdır.
Zor düşünceler zor anlatılır, kolay anlatılan düşünceler ağır-
lıksız düşüncelerdir yalanına kanmamak gerekir. Bir kere zor
düşünce diye bir şey yoktur, varsa bile neden zor düşünceler
zor anlatılır olsun? Anlamadığımız her şey zordur anladığı-
mız her şey kolaydır. Sanatta bilimde felsefede üretici olmak
isteyenler ilkin dil sorunlarını ve bilgi sorunlarını çözüme
kavuşturmalılar. Öncelikle de ahlak sorunlarını…
-Dilde ustalaşmayı nasıl açıklarsın?
-Ustalaşma derken ne demek istiyorsun? Kişi dili kulla-
na kullana anlatımda yetkinliğe ulaşır, böylece kendi dilini
oluşturur. Kendi dili dediğimiz şey herkesin dilinin biraz daha
özelleşmiş biçimidir. Ustalaşma bu olabilir. Kullana kullana
dedik, bu gelişigüzel bir kullanma olmamalıdır, dili bilinçle
kullanmak gerekir. Dil bilinci diye bir şeyden sözedebiliriz.
42
Ustalaşmak demek kendi anlayışı çerçevesinde yeni anlatım
olanakları yaratmak demektir. Sanatçı kişiliğini böyle kurar
kişi. Gündelik yaşamda insanlar dili çok zaman denk geldiği
gibi yani düşünmeden kullanırlar. Bu gelişigüzel kullanımlar
dile yeni anlatım olanakları kazandırır. Gündelik yaşayan
insanın dil ustası olmak diye bir kaygısı da yok zaten. Dille
özel olarak işi olan adam dili kendine dert edinir. Dil üzerine
düşünür, gerektiğinde başkalarıyla dil sorunlarını tartışır.
Oturmuş kalıplara göre konuşmak ya da yazmak düşüncede
verimsizliği getirir. Her şeyde olduğu gibi anlatımda da hep
yeniyi aramak gerekir. Jean-Jacques Rousseau şöyle diyordu:
“Yazarken yüzlerce defa şunu düşündüm: büyük bir yapıtta
aynı sözcüklere her zaman aynı anlamı vermek olası değildir.”
Bu çok önemlidir. Dilde tutumluluk diye bir şey var. Her söz-
cüğün kesin olarak tek bir anlamı olsa sayılamayacak kadar
çok sözcükten oluşan bir dil kullanmamız gerekir. Oysa bir
sözcüğü bazen şu anlamda bazen bu anlamda kullanıyoruz.
Zaman oluyor ona yeni anlamlar yüklüyoruz. Her sözcüğün
tek bir anlamı olsaydı sonu olmayan bir sözcük zenginliğine
ulaşmış olurduk, bu da belleği kaldıramayacağı kadar büyük
bir yükün altına sokardı: anlaşılır olalım derken hiç anlaşılmaz
olurduk. Bu tür bir zenginlik aslında yoksulluktur. Dokuz yüz
elli bin sözcüklü bir dil düşünelim örneğin.
Yazar da okuyucu da sözcüklerin kullanıldıkları yere göre
yani bağlamlarına göre değişik anlamlar alması konusunda
deneyimli olmalıdır. Usta bir dil kullanıcısı neyi nerede nasıl
kullanması gerektiğini iyi bilir. İnce anlamları dışlaştırmayı
bilenler gerçek dil ustalarıdır. Dile egemen olmadan edebiyata
sıvanmak, bir başka deyişle dil bilincinden yoksun olarak
edebiyata yönelmek iyi sonuç vermez. Dile egemen olmanın
bir yolu da edebiyatla ilgilenmektir. Dil sorununu çözeme-
miş bir edebiyat adamı bize ne kadar önemli şeyler söylerse
43
söylesin dünyamıza giremeyecektir. Bir takım aydınsılar dil
sorununu yazım sorununa indirgeyerek dilcilik yaptıklarını
sanıyorlar. Herkesin aynı biçimde yazması onlara göre bir
yetkinlik durumudur. Ellerine geçirdikleri yalan yanlış ya-
zım kılavuzlarıyla dilcilik yapmaya kalkıyorlar. Dilin canlı
bir yapı olduğunu bilmeyen bu insanlar edebiyat yaparken
edebiyat sanatının zararına çalışıyorlar.
-Halkın kırıla kırıla okuduğu yazarların tümü dili iyi kul-
lanan kimseler midir? Ya da onların başka bir üstünlüğü mü
var? Bazı kitaplar raflarda tozlanırken ve okuyucuya kolay
kolay ulaşmazken bazı kitaplar elden ele dolaşıyor.
-Halkın kırıla kırıla okuduğu kitaplar deyişin biraz
abartılı göründü bana. Keşke insanlar kitapları kırıla kırıla
okuyor olsalardı. Moda olan ve böylece çok satan kitapların
çokça okunduğunu mu dikkatle okunduğunu mu sanıyorsun?
Halklar ve bu arada bizim halkımız kitaba düşkün değildir.
Halklar yaşamlarını ağır koşullarda sürdürmek zorundalar, bu
durumda onların kitapla ilişkileri sınırlı olacaktır. Yaşamını
daha kolay koşullarda sürdürenler kitaba meraklı mı? Kitap
okuyacağıma dedikodu yaparım ya da kahvede prafa oynarım
ya da boş boş otururum diyen çok insan var. Düşünmeye özel
ilgisi olan insanları elbette ayrı tutmalıyız. Bazı kitaplar satış
açısından bazı kitapları çok geride bırakıyor, bu doğru. Bu-
rada değerden çok piyasaya koşulları ve halkın beğenilerini
kollama kurnazlıkları belirleyici oluyor. Çok satılan kitapların
her zaman üst düzeyde bir değer ortaya koyduğunu söyle-
yebilmek kolay değil. Halka hoş görünmek için yıpranmış
değerleri ya da geçerliğini yitirmiş görenekleri öne çıkaran ya
da değer açısından alt bir düzey ortaya koyan kitapların bazen
çok tutulduğunu görüyoruz. Her kişi her konuda olduğu gibi
bu konuda da daha çok kendi bilinç düzeyine göre seçimler
yapıyor ister istemez: gündelik bilinçle yetinen kimseye üst
44
düzeyde değerleri tartışan bir yapıtı benimsetemeyiz: o ki-
şinin düşünce dünyası üst düzeyde bir yapıtı algılamak için
yeterli değildir.
Basitliğin ve bayağılığın da bir pazarı olduğunu unutma-
malıyız. Ancak buradan az satan kitaplar değerlidir çok satan
kitaplar değersizdir sonucunu da çıkarmayalım. Değer başka
sürüm başkadır. Herkes her şeyi anlamayabilir ya da anlamak
istemeyebilir. Aslında belli bir bilinç düzeyine ulaşmış kişi-
nin bir konuyu anlamaması diye bir sorun olamaz, yeter ki
anlatan iyi anlatsın. Edebiyat adamının ve felsefe adamının
gücü en zor görünen fikirleri en yalın söyleyişlerle insanlara
sunabilmesinden gelir. Değerli edebiyat yapıtlarının, o yapıt-
larda içkin olan fikirlerin kitlelere ulaştırılması elbette çok
önemlidir. Neyi okuyup neyi okumamamız gerektiğini bilecek
kadar bir okuyucu yetkinliğine ulaşmışsak kitap seçiminde
zorlanmayız. Edebiyat yazarı için şu önemli notu düşelim bu
arada: geniş kitlelerce beğenilme arzusu yazara bayağılıkla-
rın peşinden gitme rahatlığı vermemelidir. Edebiyat adamı
gerçek bir aydınsa, ki öyle olmalıdır, her türlü bayağılıktan
kendini korumayı bilecektir. Gerçek aydın görü sahibidir,
görmeyi bilir, onun bu yetkinliğinde bir toplumun kişisel
düzeyde iyi özümlenmiş duyarlıkları belirleyicidir. Gerçek
aydın özverilidir, uğraş alanı edebiyatsa edebiyatı çıkar için
değil edebiyat için yapar.
-Okumalarda seçici olmak önemli elbet?
-Elbette önemli. Her önüne geleni okuyan adamın belleği
çöp tenekesine döner. Niçin okuyoruz? Eğlenmek ve dinlen-
mek için de okuyabiliriz ama her şeyden önce bilincimizi
geliştirmek için okuyoruz. Amaç her şeyi bilmek ya da her
şeyden biraz biraz bir şeyler anlamak değil bir alanda ya da en
çok birkaç alanda kendimizi geliştirmektir. Gelişigüzel kitap
okuyan çok insan var, eğlenmek ve vakit geçirmek için kitap
45
okuyan pekçok insan var. Günde bir kitap ya da iki günde
bir kitap okuyup bitiren insanlar tanıdım. Kedi köpek gezdir-
mekten iyidir. Bu tür gelişigüzel okumalarda bilgi açlığından
çok ruhsal bir sıkıntıyı giderme isteği belirleyici olmalıdır
diye düşünürüm. Bir tür kendi dışına çıkma eğilimi. Bu gibi
okumalar bilinci geliştirmeye usu aydınlatmaya yetmiyor
yazık ki. Bilinçli okuyucu olmak önemlidir. Okumak biraz
da kitapla kavga etmektir. Kitabı hiç bozmadan okuyanların
bu okuma işinden yarar sağladıklarını düşünemiyorum. İyi
bir okuyucu kitabın altından girer üstünden çıkar. Cümlelerin
altını çizer, paragrafların yanlarına belirteçler koyar notlar alır.
Sözünü ettiğim olumsuz anlamda okuma tutkunu kimse-
ler anlaşılması çok kolay kitapları da anlaşılması çok kolay
olmayan kitapları da aynı rahatlıkla okuyabiliyorlar. Yüzey-
den okuma diyebiliriz bu tür okumaya. Okuma hamallığı da
diyebiliriz. Bu bir tür okumamadır. Hiç okumamaktan daha
iyi değil mi? Olabilir. Kişi düşünce açısından azçok donanımlı
değilse bu tür okumalarda kendini aydınlatacağına belleğini
içinden çıkılmaz durumlara sokabilir ve buna göre bir bilinç
kargaşasına uğrayabilir. İnsanlar genel olarak belli bir amaç
ve anlayış içinde okuyuculuklarını sürdürmedikleri zaman
belleklerini boş yere zorlamış ve boş şeylerle doldurmuş
oluyorlar. Belleğimizi şununla bununla doldurmamaya özen
göstermeliyiz. İyi bir bellek çok şeyi olan değil iyi şeyleri
olan bellektir. İnsanların çoğu genel olarak kolaya eğilimlidir.
İnsanların çoğu daha çok gündelik olanla ilgilenir. Kolay
alanlardan biri siyaset alanıdır, siyaset bilimini ayrı tutmak
koşuluyla. Hemen herkes siyaset alanında bilgili geçinir ve
durmadan yalan doğru fikir üretir. Siyasetle ilgili kitapların
çokça satması da bunu gösteriyor. Çevremizde örneğin felsefe
konuşan kaç kişi var siyaset konuşan kaç kişi var?
-Siyaset konularına ağırlık veren çok önemli edebiyat
46
adamları da var ama değil mi?
-Siyaseti iyi anlamak gerekir. İnsanların siyasete meraklı
olmasını iyi değerlendirmek gerekir. Boş bir merak değil el-
bette bu. Kabaca yönetim sanatı diye tanımlayabileceğimiz
siyaset yaşamımızı doğrudan ilgilendiriyor. Gene de siyaset
merakı çok yerde boş bir merak gibi görünür. Çene çalmak
için en uygun iki konudan biri siyasettir. Edebiyat adamının
doğrudan siyasete yönelmesi bana iyi bir seçim gibi görün-
müyor. En azından edebiyat adamı gündelik siyaseti ya da
daha doğrusu siyaset dedikodularını aşmış olmalıdır. Herkes
siyasete meraklıyken edebiyat adamı neden siyasete meraklı
olmasın? Siyasete meraklı olmayan insan var mı? Herkes
kendi bilinç koşullarına göre siyaset alanında bir şeyler
arıyor. Bazı yazarlar, zamansal ve uzamsal koşullar gereği,
bu arada edebiyatçı titizliğini de elden bırakmaksızın yapıt-
larında siyasete belli bir ağırlık verdiler. Örneğin Ortaçağ’ın
sonlarında Montaigne gibi Rabelais gibi yazarlar yazılarına
ince ölçülerde siyaset kattılar. Başta Thomas Morus olmak
üzere ütopyacılar siyaset yazarları oldular. Machiavelli gibi
yazarlar yalnızca siyaset için kalem oynattılar. Filozoflar
öğretilerinde siyasete de yer ayırdılar. Locke gibi Spinoza
gibi bazı filozofların yaşamları siyasetten uzak insanların
yaşamına benzemiyor. Onlar yaşamın dönüşmekte olduğunu
gördüler ve en azından bu dönüşümün koşullarını yönetim
açısından incelemek istediler. XVII. yüzyılda La Roche-
foucauld ahlakçı olduğu kadar siyaset meraklısıdır. XVIII.
yüzyılın aydınlanmacılarını da unutmayalım. Montesquieu,
Voltaire, Rousseau… Hatta Kant. Onlar felsefeyi aydınlatmak
için kullandılar siyaseti.
Önemli olan her alanda olduğu gibi siyaset alanında da
bilinç geliştirici ufuk açıcı yapıtlar verebilmektir. Siyaset de
önünde sonunda bir insan gerçeğidir. Güçlü edebiyat adamı
47
yaşamı dönüştürmede siyaset adamından çok daha etkili
olabilir, oluyor da. Bu dönüşüm apaçık görünmese de usta
bir araştırmacının gözünden kaçmayacaktır. Yaşamı dönüştür-
mede güçlü fikirler yalnızca felsefeden gelmez, sanattan da
gelir, özellikle edebiyat sanatından da gelir. Bu yönde edebi-
yat sanatı öbür sanatlardan sırf söze dayandığı yani dolaysız
gibi olduğu için daha etkilidir. Bu yüzden yönetici kesim
yontucudan çok edebiyatçıdan çekinir. Siyasetle uğraşan
edebiyat adamları daha çok toplumcu dünya görüşüne bağlı
kimselerdir. Onlar toplumsal konularda kendilerini yükümlü
görürler. Gene de edebiyatı siyasete alet etmemek, onu bir
siyaset yapma aracı olarak kullanmamak gerekir. Edebiyatın
kendisi bir bakıma zorunlu olarak siyasettir: kendinde top-
lumu dönüştürücü güçler taşır. Edebiyatın kendinde taşıdığı
dönüştürücü güç düşünsel yetkinlikle ilgilidir: edebiyat sanatı
yaşamımızı daha çok düşünsel ağırlığıyla etkiliyor. Özgürlük
sorunu gibi yaşamsal sorunlar felsefede ve edebiyatta anla-
tımını buluyor.
-İnsan için özgürlüğün ne kadar önemli olduğunu bi-
liyoruz. Özgürlüğün koşulları sağlanamadığı zamanlarda
edebiyat büyük sıkıntılara uğruyor…
-Özgürlük sorununa tek yönlü bakmak bizi yanlışlara
düşürür. Özgürlük sorununu iki yönden ele almamız gere-
kir: bilinç koşullarının özgür düşünce ve özgür eylem için
önemi yönünden, bir de toplumsal ve siyasal koşulların
özgür düşünceye ve özgür eyleme olanak vermesi yönün-
den. Birincisi kişisel düzlemde çözülebilecek bir sorunken
ikincisi toplumsal değer kavrayışlarıyla ilgilidir, buna bağlı
olarak göreneksel yapılarla ilgilidir, giderek siyasal yaşam
koşullarıyla ilgilidir. Bizler genellikle bu özgürlük sorununu
devletin kişi için öngördüğü düşünme ve eylemde bulunma
hakkı olarak düşünürüz ve onda sınırlanırız. Sorun bu ka-
48
dar basit değildir. Özgürlük sorunu her şeyden önce bilinç
düzeyiyle ilgili bir sorunudur. Kabaca söylersek insan önce
kendini özgür kılmalı sonra toplumsal düzeyde özgürlük
hakkını öne sürmelidir. İnsan kendini özgür kılabilen ya
da kılması gereken bir düşünce varlığıdır. Bilincin gelişim
süreçleri toplumsal anlamda da bireysel anlamda da özgür-
leşme süreçleridir. Özgürlük sorunu öncelikle toplumsal ve
bireysel bilinç sorununa dayanır. Bilinç benimseyişlerle ve
karşı çıkışlarla kurulur. İnsan seçebilen bir varlıktır, evet
diyebilen ve hayır diyebilen bir varlıktır. Bilinç kendini bu
evetlerle ve bu hayırlarla oluşturur ve zenginleştirir. Özgür
olmak her şeyden önce ne istediğini bilmektir.
Seçemeyen bir varlığın örneğin bir bitkinin ya da bir hay-
vanın özgür olabileceğini düşünebilir miyiz? İpini koparmış
alıp başını giden bir at özgür müdür? Başıboşluk özgürlük
müdür? Her çağırıldığı yere giden ve hayır demeyi bilmeyen
bir insanın özgürlüğünden sözedebilir miyiz? Her öneriyi
benimseyen bir toplumun özgür bir toplum olduğunu kim
söyleyebilir? Özgürlüğün temel koşulu kendini kullandırma-
mak isteminde anlatımını bulur. Bu yüzden özgürlük sorunu
ahlaki açıdan doğrudan doğruya onur sorununa bağlıdır.
Özgür insanlar onurlu insanlardır ya da onurlu insanlar özgür
insanlardır. Bilerek yaşamakla önüne geldiği gibi yaşamak
aynı şey midir? Bilincini geliştiremediği için kendini özgür
kılamamış bir insan hukuk çerçevesinde özgür olmak istese
ne olur istemese ne olur? Böyle bir insana tanınacak bir özgür
düşünme ve özgür eylemde bulunma hakkı ya kullanılma-
yacak ya da çok kötü kullanılacaktır. Siyasetçilerin kitlelerle
sonu gelmez oyunu bu çerçevede bir anlam kazanır.
Özgürlük üst düzeyde bilinçlenmiş bireylerin ve belli
bir bilinç düzeyine ulaşmış toplumların konusudur. Bu tür
toplumlar kendi özgürlük koşullarını kendileri yaratırlar ne
49
ölçüde yaratabilirlerse. Bilinç açısından yeterince yetkin-
leşememiş sürü toplumları için özgürlük sorunu karanlık
belirsiz korkulası hatta yapay bir sorundur. Toplumlar da
bireyler gibi kendi bilinç koşulları çerçevesinde yaşamla-
rını sürdürürler. Yönetim düzenleri buna göre oluşur ve bu
düzenlerde belirleyici güç yönetenlerin görünür gücü değil
yönetilenlerin görünmez gücüdür. Bir toplum özgür olma
koşullarını gerçekleştirmek istediğinde onu kimse engelle-
yemez. Yönetilenin yöneten karşısında her zaman belli bir
ağırlığı vardır, ilk bakışta bunun tam tersi gibi görünse de.
Toplumların kültür üretimini uğraş edinmiş kesimleri özgür
düşünceye ve özgür eyleme daha çok gereksinim duyarlar.
Üremeye ve beslenmeye ağırlık veren kesimlerse özgürlüğü
konu etseler bile onunla pek ilgilenmezler.
Edebiyat adamının yetkin bilince ulaşmış olarak kendini
özgür kılma zorunluluğu bir yana, özgür ortamlara büyük
gereksinimi vardır. Özgürlükte toplumsal ve siyasal kısıtla-
maların acısını en çok düşünen insanlar özellikle de düşünür-
ler çeker. Düşüncenin yaratıcı gücü yasaklara kısıtlamalara
takılabiliyor. Yaratıcıyla yönetici arasında bir kavga konusu
gibi görünen karşıtlık özünde yaratıcıyla toplumu arasındaki
çelişkilerin bir sonucudur. Kaba göreneksel değerler düşünen
adamın ve bu arada edebiyat adamının ince duyarlığına ve
insanla ilgili amaçlarına ters düşecektir. Yaratıcının savaşımı
basitliklerle bayağılıklarla yalanlarla düzayak yargılarladır ve
bir de umursamazlıklarladır. Ancak yaratıcı ya da daha özel
olarak edebiyat adamı her zaman karşısında toplumu değil
onun temsilcisi olan yöneticiyi bulur. Gerçekte halkla yönetici
arasında da bazı çelişkiler yok değildir, ancak bunları gözde
büyütmemek gerekir. Evrensel bilincin bir temsilcisi olması
gereken edebiyat adamı insanlığın üst düzeydeki değerlerini
yaşama geçirmek için toplumunun hatta insanlığın eskimiş
50
köhneleşmiş ve çoktan yürürlükten kalkması gereken değer-
leriyle savaşırken yeni değerlerin bildiricisi olur. Sanırım
özgürlüğü bu ikili düzende anlamak yanlış olmaz.
Gerçek aydın olmak, bu arada gerçek edebiyat adamı
olmak kolay görünse de kolay değildir. Gerçek aydın özgür-
lüğü kendi bilinç koşullarında yaşayan ve toplumsal düzenin
koşullarında bulmak ve yaşamak isteyen insandır, değerlerin
insanıdır. Gerçek aydın evrensel bilincin ışığını almış insan-
dır, onu düzenin bekçiliğini yaparken göremezsiniz. Onu hem
kendinde hem başkalarıyla ilişkileri içinde özgürlüğü yaratan
insan diye de anlayabiliriz. O bu yaratma edimini başka bi-
linçlere kendini açarak, onlara kendi güneşinden aydınlıklar
sunarak, onların ışığından yepyeni ışıklar elde ederek gerçek-
leştirir. Aydınlandıkça özgür oluruz, aydınlattıkça dünyayı
özgür kılarız, en azından evrensel özgürlüğün gelişimine
katkıda bulunuruz. Toplumda gördüğümüz özgür seçişler
ve özgür uygulamalar özgür bilinçlerin ürünüdür. Bu etkide
ya da bu etkileşimde edebiyatın katkısı ya da genel olarak
sanatın katkısı bilimin ve felsefenin katkısı kadar önemlidir.
Toplumun özgürlük koşulları bizim özgürlük koşullarımızın
bir sonucudur.
-Baskıcı rejimlerde ya da tekli yönetimlerde toplumsal
ve yönetimsel düzene ayak uydurmuş edebiyat adamları da
yok mu?
-Her yerde ayak uydurmuşların sayısı ayak uydurama-
mışların sayısından çoktur. Bilim felsefe ve sanat adamlarını
ahlaklı biliriz ve ahlaklı görmek isteriz. Genellikle de böyledir
bu. Kültür adamlarını bir siyaset adamının kanatları altında
gördüğümüz zaman tedirgin oluruz. Saraylar tarihten bu yana
bu anlamda çekiciliğini korumuştur. Dünyada çok tehlikeli
çekim ortamları vardır, bunların başında saraylar gelir. Saray

51
pırıltılıdır ve her şeyden önce oraya girmeyi başarabilmiş
insan için gerçek bir yarar ortamıdır. Bazı kültür adamları
bu çekicilikten kendilerini koruyamazlar. Avrupa’da saray
şairleri vardı. Belki saray şairleri dünyanın her yerinde var-
dır. Sarayın ağırlıklı olduğu dönemlerde saray şairleri kral
için imparator için senyör için övgü şiirleri yazdılar. Ama bu
şairlerin büyük bir çoğunluğu tarihin çöplüğünde çürümeye
bırakıldı.
Kültür adamı gününü gün etmeyi değil de insanlığın
geleceğine katkılarda bulunmayı istediği ve bunun için çaba
gösterdiği zaman kültür adamıdır. Gerçek insanla gerçek
olmayan insanı birbirinden ayırmak gerekir. Gerçek insan
insanlığın etkin bir üyesidir, gerçek olmayan insansa en
büyük değerleri bile kendi yararına kullanmaya çalışan bir
zavallıdır. Kültür adamlığı bencilliklerin bittiği ve onurların
öne çıktığı koşullarda başlayan bir yücelik katıdır. Bencil
ve çıkarcı insanlar her zaman şimdide yaşarlar ve yarından
korkan zorba yöneticiler yarınları olmayan bu adamları çok
severler. Nerede yarın varsa orada dönüşüm ruhu vardır.
İnsanın gerçeğiyle sahtesini tarih nasıl olsa önünde sonunda
birbirinden ayırıyor, ama daha önce bu ayırma işini biz ya-
pabilmeliyiz.

52
ROMAN ESTETİĞİ

-Şimdi de romanı konuşalım. Gençler harıl ha-


rıl roman yazıyorlar ve yazdıkları romanları çok kolay
yayımlatabiliyorlar. Onlar roman üzerine bilgi sahibi ol-
madıkları gibi edebiyat konusunda da hatta sanat konula-
rında da bilgi sahibi değiller. Bunu yazdıkları romanların
niteliklerinden anlıyoruz. Biz roman geleneği olmayan bir
toplumun çocuklarıyız. Son zamanlarda bu kadar çok roman
üretilmesi sana garip gelmiyor mu?
-Garip gelmiyor, çünkü çoktandır bu toplumun hiçbir şeyi
şaşırtmıyor beni. Hala bu toplumda bir şeylere şaşabilenler
var, ben ona şaşıyorum. Roman çokluğu senin gözünden
kaçmadığı gibi çok kişinin de gözünden kaçmıyor. Bu bir
istem ve sunum ilişkisi: alan razı satan razı, bize söz düş-
müyor. Böyle diyoruz ama roman çokluğuna iyiden iyiye
de duyarsız kalamıyoruz. Edebiyat alanının basitleşmesi
anlamına gelir bu. Toplumsal gariplikler içimizi acıtıyor.
Bizim insanımız birçok işe, altından kalkılması en güç işlere
bile gözü kapalı girebilir. Bir genç adam da ben edebiyatın
neresindeyim demeden alır kalemi eline ve yazmaya başlar.
Bunu yaparken yazar düzeyinde ve okur düzeyinde eleştiri
yapacak nitelikte kimselerin pek olmaması ona güven verir.
O bilir ki yazdığı şeylerle kimse ilgilenmeyecektir. Ama bu
şeylerle birileri ilgilenebilir hatta ona ödül bile verebilirler.
Çünkü çok ödül vardır, yazar sayısı ödül sayısına göre çok
azdır. Ödül verenlerin ne kadar edebiyatçı olduğu sorunu da
önemlidir. Roman denince konuşacak başka sorunumuz mu
yok da bunu sormakla işe başladın anlayamadım doğrusu.
Bize bu işe karışmamak düşüyor. Nitelikli okur sayısı çoğal-
dıkça niteliksiz yapıtların piyasada dolaşma şansı azalacak
elbette. Şimdi böyle bir okuyucu denetimi yok. Neyin iyi

53
neyin kötü neyin güzel neyin çirkin neyin doğru neyin yan-
lış olduğu bilinmeyen bir toplumda her şey gibi edebiyat da
raslantıya kalmıştır.
-Bunda sayısı her gün artan ödüllerin insanları heves-
lendirmesinin de payı olmalı.
-Ben de onu demek istedim ya az önce. Dediğin bir ölçü-
de doğru ama her şeyi onunla açıklayamayız, başka etkenler
de var hatta daha belirleyici etkenler var. Gerçekten bir ödül
merakı sardı ortalığı. Yazarlığa azçok bulaştıktan sonra rah-
metli olmuş kişilerin yakınları bu ödül işini çokça abartıyor.
Düşünüyorlar ki adına ödül konulamazsa merhum unutulup
gidecek. Bu hesap yanlıştır, unutulacak kişi adına ödül konsa
da unutulur. Kişiyi unutturmayacak olan yalnızca yapıtlarının
değeridir. Bu çaba içinde hem aramızdan ayrılmış saygıdeğer
kişilerin hem de ödül kurumunun yıpratıldığını görüyoruz.
Plaketi kapan ortaya atılıyor. Kim kime neden ve ne hakla
ödül veriyor bilemiyorsun. Ödülcüler ödül verecek adam
arıyorlar: ödül çok ama ödül alacak çok kişi yok dedik ya
az önce. Ödül almaya değer kimse yoksa biz de başkalarına
veririz ödülü. Bir de bakıyorsunuz kardeşimiz bu yaşta üç
dört ödül kapıvermiş. Aldığı ödüllerin ciddi bir karşılığı da
yok üstelik. Ya adına ödül konulan kişinin ağırlığı olacak ya
onu veren kurumun ağırlığı olacak ya da kazanana iyi para
verilecek. Yoksa ödülün hiçbir anlamı olmaz, kalıcılığı da
olmaz.
Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz: toplumumuzda yet-
kin bilince ulaşmış okurların çok olmayışı bu gibi işlerde
belirleyici rol oynuyor. Güzeli çirkinden ayıramayan bir
okuyucu kitlesi güzel diye kendisine sunulan sanat yapıtla-
rını tartışmasız benimsediğinde ne olur? İyinin ne olduğunu
bilmeyen iyiyi kötüden nasıl ayıracak? Okuyucunun satın
aldığı bir edebiyat yapıtını hakkıyla okuyup okumadığını
54
da bilmiyoruz. Bence tarihin geniş penceresinden bakınca
bunu pek de önemsememek gerekiyor. Sel gider kum kalır
gerçeğinin belirleyici olduğu bir dünyada yaşıyoruz. İnsan
ölür yapıtı kalır. Tarih neleri süpürdü attı hiçliğin uçurumuna.
Gönül ister ki gençlerimiz iyi de olsa gidiyor kötü de olsa
gidiyor rahatlığından kurtulup gerçek anlamda emek vermeyi
ister duruma gelsinler.
-Biz şimdi romanın asıl sorunlarına yönelelim. Şöyle
desek yanlış olur mu: roman türü sürekli dönüşüyor ve her
dönemde yeni nitelikler kazanarak varlığını sürdürüyor.
-Roman sanatı uygarlıkta ilerlemiş ve buna göre giderek
karmaşıklaşmış toplumların yaratısı oldu. Bugün de özellikle
bu toplumlar roman sanatıyla daha çok ilgileniyor. Bu yanıyla
onu özellikle Yeniçağ’ın hatta XVIII. yüzyılın ve sonrasının
sanatı diye belirleyebiliriz. Romanın serpilip geliştiği yer Batı
Avrupa’dır. Özellikle Sanayi Devrimi’yle gelen toplumsal
adaletsizliğin ve onun toplum yaşamında daha çok da aile
yaşamında açtığı yaraların ve daha başka birçok sorunun
romanın gelişiminde etkili olduğu görülüyor. Tabandaki acıyı
göstermeyen ve mutluluk görünümleri sunan gerçek anlamda
burjuva romanları bile alttan alta bu yeni karmaşık yaşamın
sıkıntılarını duyurmaktan geri kalmıyor. Elbette her şey Sa-
nayi Devrimi’yle başlamadı. Kaynaklar zaman açısından da
uzam açısından da çok daha eskidir. Ne var ki kaynaklar her
zaman tartışma götürür kaynaklardır.
Çok zorlarsak Homeros’un o iki ünlü yapıtını İliada ve
Odysseia’yı bile bir tür serüven romanı sayabiliriz. Ne var
ki bunu yaparsak aşırıya kaçmış oluruz. Bu çok önemli iki
yapıtın örgüsü ve akışı romana pek uymaz ve bu gibi zor-
lamalara gerek yoktur. Bu yapıtların romana benzeyişleri
olaylarla uzayıp giden anlatılar olmalarından geliyor. Roman
denince aklımıza öncelikle olay gelmez mi? Aslında onları
55
destan diye nitelendirmek daha doğru olur. Bu tür yapıtlarda
bir olaylar çokluğu vardır ama romandaki gibi karmaşık bir
olay ve ilişki örgüsü yoktur, onlarda olaylar birbiri ardın-
ca dizilmişlerdir. En önemlisi de onlarda kişilerin ruhsal
yapılarının bize ayrıntılı bir biçimde verilmiyor olmasıdır.
Agamemnon’un Hektor’un Odysseus’un Paris’in Helene’nin
nasıl kişiler olduğunu ayrıntılarıyla söyleyebiliyor muyuz?
Gerçek romanda bu tür destanlarda pek olmayan bir şey var-
dır, gerçek romanda bir tür diyalektik düzen içinde olaylar
ve kişiler birbirleriyle açıklanırlar. Yani asıl romanda organik
diyebileceğimiz bir düzen bir yapılanma sözkonusudur. Ne
var ki bazı yeni romanlarda sözünü ettiğimiz biçimde bir yapı
özelliğinin bulunmadığını görüyoruz.
-Roman diye nitelendirebileceğimiz ilk yapıt ya da ilk
yapıtlar hangileridir?
-Eskiçağ’da bir edebiyat türü olarak hiç önemsenmemiş
olan roman Ortaçağ’ın başlarından sonra ciddiye alınmaya
başladı. Roman demeye dilimizin vardığı ilk yapıt M.S. III.
yüzyıldan kalmadır, Midillili olduğu sanılan Longos adlı
birinin Daphnis kai Khloe yani Daphnis ile Khloe adlı aşk
romanıdır. Eşcinselliği de anıştıran bu açıksaçık pastoral
romanın önemi duygu ayrıştırmalarına çokça yer vermiş
olmasından gelir biraz da. Longos’un dönemi kapanmakta
olan bir çağın yani Eskiçağ’ın ardından romanın yavaş ya-
vaş önem kazanmaya başladığı dönemdir. Biz bu romanı
elimizdeki bilgiler çerçevesinde modern anlamda romanın
başlangıcı diye biliyoruz. Ancak roman sanatında asıl gelişim
XII. yüzyıldan sonra oldu. Toplumsal yaşamdaki ve kültür
yaşamındaki ilerlemeler doğal olarak edebiyatta da kendini
gösterecekti. XI. yüzyıl yeni dünyanın kurulmaya başladığı,
sermayecilikte ilk adımların atıldığı, bazı iktisatçıların Bü-

56
yük Yüzyıl diye adlandırdığı bir yüzyıl oldu. XII. ve XIII.
yüzyıllarda iktisadi ve toplumsal gelişimler kadar kültür ge-
lişimleri de kendini gösterdi. Tiyatrodaki şiirdeki müzikteki
ilerlemeler de o zaman başladı. Tiyatronun kilise avlularından
çıkıp sivilleşme yoluna girmesi yeni yaşam koşullarının ve
yeni insan anlayışlarının ürünüdür. Sermayeci düzenin ilk
atılımlarıyla birlikte kültür dünyasında büyük gelişmeler
kendini göstermeye başlıyordu. Rönesans’ın ışığı kafalarda
ve gönüllerde yanmaya doğru gidiyordu. Tiyatroda Molière’i
Shakespeare’i yaratan güç özünde bu yeni insan anlayışının
yani insancılığın gücüydü.
-Roman aslında Yeniçağ’ın ürünüdür diyebilir miyiz?
-Romanın asıl atılımı Yeniçağ’ın başlarından sonra oldu.
Toplumsal ve iktisadi yaşamda hızlı ve köklü değişimler,
ulusal dillerin gelişip yayılması, buna göre dilde anlatım ola-
naklarının artması, düşüncenin gelişmesi gibi etkenler roman
sanatının sanat dünyasına ağırlığını koymasını sağladı. Asıl
neden elbette insan ilişkilerinin karmaşıklaşmasıdır, özellikle
iktisadi yaşam koşullarındaki dönüşümlerdir. Roman asıl yeni
dünyanın ürünü oldu dediğimizde yanlış bir şey söylemiş
olmayız. Roman sanatı yeni insanın ya da modern insanın
sanatı oldu. Şimdi bizim burada eskide kalmış romancıların
ve romanların adlarını dizi dizi saymamız gerekmiyor. Şimdi
şurada edebiyat tarihi yazmıyoruz ki, edebiyat üzerine sohbet
ediyoruz. Şu kadarını söyleyelim, bu dönüşümün ilk güçlü
atılımları Fransa’da görüldü. Yeniçağ’ın başlarında Avru-
pa’nın hatta dünyanın kültür merkezi Paris’di. Roman sanatı
orada daha erken gelişti: XVIII. yüzyıla doğru, klasiklikten
duyguculuğa doğru bir gelişim oldu. Klasikliğin anlatım
aracı tiyatroydu, duyguculuğun anlatım aracı roman oldu.
Daha doğrusu gelişmekte olan duyguculuk daha çok romanda
kendini gösterdi, biraz da şiirde elbet.
57
O günlerden bugüne pekçok yapıt kalmış olsa da onların
unutulmaz diye nitelendirilebilecek olanları çok değildir.
Bu gelişimin başına Abbé Prevost’nun Manon Lescaut’sunu
koyabiliriz. Roman tekniği açısından epeyce eleştirilebilir
yanları olan bu yapıt anlatım açısından ince arayışlarıyla ve
özellikle ruh ayrıştırmalarıyla gelecek zamanların roman
anlayışlarına gene de yakın durur. Hızla gelişen fransız ro-
manı daha sonraki zamanlarda Balzac, Stendhal, Flaubert,
Zola gibi büyük adlara ulaştı. Daha zayıf olmakla birlikte
Almanya’da ve İngiltere’de de benzer dönüşümler oldu. Al-
manya’dan bize ulaşan en yetkin roman belki de Goethe’nin
Genç Werther’in acıları romanıdır. Roman sanatı böylece
giderek bütün dünyanın sanatı durumuna geldi, belki de sanat-
ların en yaygını oldu. İnsan sorunlarını açık açık ve gündelik
dille tartışan bu sanat hemen her kesimden insanın ilgisini
çekiyorsa bundandır. Onda insanlar başkalarının sorunlarında
kendi sorunlarını görüyorlardı. Onda bir toplumun yaşam
biçimleri tartışılırken temel insan sorunları da ele alınıyordu.
Roman izleyicisi olmak için çok üst düzeyde kültür biriki-
mine ulaşmış olmak da gerekmiyordu. Bir resmi izlerken ya
da bir müzik parçasını dinlerken insan kendi kültür düzeyini
sorgulayabilirdi ya da sorun edebilirdi ama roman okurken
böyle bir duyguya kapılmak gerekmiyordu. Roman bize bir
şeyleri anlatırken bunlar herkesin başına gelebilir demekten
de geri kalmıyordu. Böylece roman genelde bizim romanı-
mızdı, bizim yaşamımızın romanıydı. Böylece dışadönük
bir yazım anlayışı olan klasiklik yerini daha çok içedönük
özellikler gösteren duyguculuğa bırakıyordu. Tek kişinin
dünyası tek kişinin duyguları her şeyin üzerinde tutuluyor
gibiydi. Tiyatronun yerini romana bırakması da diyebiliriz
buna. Toplumsaldan bireysele doğru hatta zaman zaman
bireyciliğe doğru bir dönüşüm gerçekleşiyordu.

58
-Sinemanın gelişmesinde romanın da etkisi olmuştur
diyebilir miyiz?
-Elbette diyebiliriz ama bir ölçüde. Daha doğrusu hem di-
yebiliriz hem diyemeyiz. Etkileşim elbette var. Roman sanatı
da sinema sanatından çok şey öğrendi. XIX. yüzyıl romanının
o uzun doğa tanıtlamalarından ve ruh ayrıştırmalarından belki
de sinemanın etkisiyle vazgeçildi. Kolay okunmaz dediğimiz
romanlardan küçük romana doğru bir değişim oldu. Şimdi
Stendhal’i kim okur sabırla? Sanatların en yenisi sinema
romanda hazır anlatım olanakları buldu. Romanla sinema
arasında insanı araştırmak ve açıklamak yönünden özdeşliği
andıran bir yakınlık olduğunu görüyoruz. Özellikle romanın
son zamanlarda daha da görselleştiğini söyleyebiliriz. Gene
de ne roman sinemanın üzerine ne de sinema romanın üzerine
kuruluyor. Bu iki sanatın kendilerine özgü anlatım olanakları
var. Ama sözünü ettiğimiz yakınlık azımsanacak bir yakınlık
da değil. Bu arada bir sinema edebiyatı da gelişti: film öykü-
leri yazıldı senaryolar yazıldı. Yani sinema romana bağımlı
kalmadı. Romanın özellikle bazı sevilen romanların sinema
edebiyatında elbet belli bir ağırlığı var: birçok roman sine-
maya uygulandı. Madame Bovary’nin sinema uygulamaları
roman okurunu yadırgatmamıştır. Sanki sinema kendi anlatım
olanaklarını oluşturduğunda daha başarılı oluyor. Her sana-
tın kendine özgü anlatım koşulları vardır, romanın anlatım
koşullarıyla sinemanın anlatım koşulları birbirinden ayrıdır.
Birinde söz öne geçerken öbüründe görüntü önemli oluyor.
En kaba ayrım budur, elbet daha başka ayrımlar da vardır.
Sinema yalnız romandan değil başka sanatlardan da etki-
lendi. Aslında sanatlar birbirini besliyor. Tiyatro ve opera da
sinemada anlatım olanakları buldu. Bazı kimseler operayla
sinema salonlarında tanıştılar. Örneğin Shakespeare’in çok
ünlü yapıtlarını sinema perdesinde izleme olanağı bulduk.
59
Hamlet’i ekranda görmek yadırgatmadı bizi. Hatta Hamlet
gibi bir oyun için sinemanın anlatım olanakları tiyatronun-
kinden daha uygundu. Sinemanın anlatım olanakları tiyat-
ronunkinden elbet çok daha geniştir, bu yüzden bir tiyatro
yapıtı sinemaya başarıyla uygulandığı zaman sahneyi çokça
aratmıyor. Cyrano de Bergerac sinema ekranında bizi hiç
rahatsız etmemiştir hatta savaş sahneleri sinemada daha
anlatımcı olmuştur. Sahnede oyun izlemenin hazzını elbette
yadsıyamayız. Sinema tiyatroyu sahneden kovmuştur gibi
görüşler abartılıdır. Özellikle soyut oyunlar sinemada anlatım
olanakları bulamazlar. Sinema sinemadır roman romandır
tiyatro tiyatrodur. Sinema fotoğraf sanatının olanaklarını
kullanırken eylemi çok daha kolay somutlaştırıyor. Roman-
da hatta tiyatroda bir olayı canlandırmak için çok zaman
düş gücümüzü kullanmak zorunda kalırken sinemada buna
çokça gerek duymuyoruz. Sinemada biraz hazırcılık da var.
Bir uçağın düşüşünü tiyatro sahnesinde nasıl göstereceksin?
Bir çeşit hazıra konmak bu… Öte yandan sinema izleyicisi
hazıra alışıp düşlemekten geri kalırsa çok şeyden yoksun
kalır dersen haksızsın diyemem, o da başka. Hep deriz ya
estetik algı etkin algıdır, bu da bizi yapıtları izlerken dikkatli
olmak durumunda bırakır. Bir serüven filminde kendimizi
akışa bırakıveririz.
-Yeniçağ’ın başlarından bugüne kadar dünyada ya-
yımlanmış romanlardan hangileri ilgini çekiyor desem ne
dersin? Flaubert’in Madame Bovary’sine olan hayranlığını
biliyorum…
-Yazılarımda birçok defa Madame Bovary’nin sözünü
ettiğim hatta emekli olmadan önce verdiğim yüksek lisans
ve doktora derslerinde öğrenci arkadaşlara onu incelettiğim
doğrudur. Ama ona hayran olduğumu söyleyemem. Hayran
olmak bana göre değil. Madame Bovary’nin sevdiğim roman
60
olmanın ötesinde üstünde durulmaya değer birçok özelliği
var. Bir kere bu romanın çalakalem yazılmadığı daha ilk say-
falarında kendini belli eder. Flaubert onu hemen her gün yarım
sayfa yazarak beş yıl gibi uzunca bir sürede tamamlamış. Bu
özen romanın her yerinde seziliyor. Madame Bovary’nın bir
özelliği de yapaylık izlenimi vermemesi. Kişilikler teker teker
ete kemiğe büründürülmüş diyebiliriz. Flaubert kişilerinin
ruhsal yapılarını didik didik ediyor, özellikle Emma’nın yani
Madam Bovary’nin kaygan ve fırtınalarla dolu dünyasını pek
güzel yansıtıyor. Bir taşra kızının kendini kendinden kurta-
ramayıp uçuruma yuvarlanışında yazarın bize duyurduğu
gerçek Fransa’nın ve belki de dünyanın birçok yerinde bir-
çok Madam Bovary’nin varolduğu acı gerçeğidir. Dünyanın
Madam Bovary’lerle dolu olduğunu söylesek yanlış bir şey
söylemiş olur muyuz? Madam Bovary yalnızca bir XIX.
yüzyıl fransız gerçeği midir? Aşırı duygusallığın öne çıktığı
ortamlarda ayağı yerden kesik yaşayanlar acemiliklerini çok
kötü ödüyorlar. Kültür yetmezliğinin karanlığında insanın
kendini engelleyemeyip olmadık işler yapması ve belki hiç
hak etmediği kadar büyük acılar çekmesi bir dünya gerçeğidir.
Yalnız taşra kızları değil bütün kızlar, yalnız kadınlar değil
erkekler de bilinç yetmezliğinden ötürü nasıl bir dünyada
yaşadığını bilememenin kurbanı oluyorlar.
Madame Bovary gerçekte örtülü bir ahlak kitabıdır, öte
yandan bir toplum eleştirisidir. Ancak Flaubert gerçekleri
gösterirken ahlakçılık yapmaya kalkmıyor, Emma’yı eleş-
tirmiyor onu yerden yere vurmuyor, bu bir yaşam gerçeğidir
diyerek ona yakın davranıyor, belli ki üzülüyor onun için.
Ama onun intiharını da engelleyemiyor. Bütün büyük roman-
cılar yarattıkları kişiliklerin etkisinde kalırlar hatta diyebili-
rim ki bir ölçüde onların yönetimine girerler. Kötü romancı
kahramanına olur mu olmaz mı demeden her işi yaptırabilir.
61
Madame Bovary’de böyle bir basitlik yoktur. Flaubert yalnız
bu başkahramanı karşısında değil bütün öbür kahramanları
karşısında da yantutmaz olma özelliğini koruyor. Bütün bü-
yük romanlarda kişiler kişilikli bireyler olarak davranırlar,
yazarın heveslerine boyun eğmeyi düşünmezler.
Konuya bir başka açıdan bakanlar Flaubert Emma’ya
yazık etmiştir diyebilirler. Aslında Emma kendine yazık
etmiştir. Flaubert Emma’yı istese de koruyamazdı. Onu hiç
suçlamadı ama intiharına göz yumdu. Emma bu yeni dün-
yada yaşayabilme becerisinden yoksundu. Tam bir batağa
saplanmıştı ve o koşullarda yaşaması olacak şey değildi.
Emma kendine yenilmiştir ya da yeni dünyanın koşullarına
yenilmiştir. Sözkonusu olan bir köylü kızının bitmez tüken-
mez istekleridir. İstekler nereye kadar karşılanabilir ki! Her
şey ona al kullan diye verilmiş değildi ama o hoşuna giden ya
da çekiciliğine kapıldığı her şeyi kendinin kılmak istiyordu.
Bütün büyük romancılar gibi Flaubert de kişilerini hiçbir
zaman yargılamıyor ve yantutmazlığıyla onları olduğu gibi
vermeye özen gösteriyor. Bu elbette sanatçıya gerçek bir
kültür adamı olmanın sağladığı ayrıcalıktır.
-Yazarın kendini gerçeklikler karşısında özgür kılmış
olması değil mi bu? Biraz da bilgili olmanın getirdiği bir
ayrıcalık?
-Evet bir bakıma öyle. Sözlerim bulanık kalırsa şunu
demek istediğim sanılabilir: bilimsel bir titizlikle yazılmış
olan romanlar büyük romanlardır. Romanın ya da genel ola-
rak sanatın bilimle bir ilgisi yoktur. Flaubert bir bilim adamı
değildir, iyi ki değildir, bilim adamlığına da özenmemiştir
ama sanatını gerçekleştirirken bir bilim adamı gibi titizdir
dikkatlidir. Romanı bilimsel bir temele oturtmak isteyen
yazarlar oldu, bunların başında Emile Zola vardır. Bilim

62
yüzyılında yani XIX. yüzyılda kültür yetmezliği yaşayan
Zola bilimsellikten son derece uzak dünyasıyla sanatı bir
tür bilim olarak görmek istedi: sanat da bilim gibi bir takım
doğruları ortaya koyabilirdi. Aşırı ve hiçbir geçerliği olmayan
bir gerçekçilik savıdır bu. Zola’nın romanlarındaki yavanlık
biraz da tuttuğu bu yanlış yoldan geliyor olmalıdır. Bilim
başka sanat başkadır. Sonuçta bilim de sanat da aynı amaca
yöneliktir, ikisi de aynı işi yapar yani insanı araştırır. Ama
sanatın yöntemleriyle bilimin yöntemleri birbiriyle uyuşmaz.
Flaubert’in başarısı bilim adamı olmamasından, sanatın bir
tür bilim olmadığını bilmesinden gelir biraz da. Bilim adamı
roman yazamaz mı? Bir bilim adamı romancı olmak istedi-
ği zaman bilim adamlığını katlayıp bir köşeye bırakmazsa
kendini gülünç eder.
Hangi romanlar ilgini çekiyor diye sordun. Birçok roman
birçok romancı ilgimi çekiyor. Bu karmaşık dünya düzeninde
bütün romanları izleyebilecek durumda değiliz. Bu arada kim
bilir neleri kaçırıyoruz gözümüzden. XVIII. ve XIX. yüzyıllar
romanın öne çıktığı yüzyıllar oldu. Balzac’lar Dostoyevs-
ki’ler Tolstoy’lar o gelişme döneminin büyük adlarıdır. XX.
yüzyıla doğru sanatta da felsefede de bilimde de bir şeyler
aksadı bir şeyler tavsadı. XX. yüzyılın ilk çeyreğini bu açıdan
gene de epeyce verimli sayabiliriz. Ondan sonrası senin de
gördüğün gibi karanlıktır. Birçok kişinin ilgisini çeken bazı
yazarlar benim ilgimi çekmiyor. Örneğin Kafka benim ilgimi
çekmiyor. Marquez de. Herkes her yazarla uyuşabilir diye
bir şey yok elbet. Ben dünya görüşüm gereği geleceğe açık
sanatı yani geleceği olan sanatı severim. Kendisini şimdiye
kapatmış, yakınıp duran, ikide bir dizini döven bir sanat bana
ilginç gelmez.

63
-Bunu biraz açar mısın?
-Sanatçının her aklı başında insan gibi zaman açısından
üç boyutlu bir dünyası vardır. Sanatçı geniş bir zaman bo-
yutunda yaşayan adamdır. Onun bir şimdi’si bir dün’ü bir
yarın’ı vardır. Dünyanın nereye gitmekte olduğu, insanlığın
gelecekte nasıl yaşamak isteyebileceği, geleceği yaratmakta
olanaklarımızın neler olduğu gibi sorunlar gerçek sanatçıyı
ilgilendiren sorunlardır. Her bilinçli insan gibi sanatçı da
geçmişten aldığını yani geçmişin kalıtını geliştirerek geleceğe
aktarmak ister. Bu yüzden gerçek sanat zorunlu olarak iyim-
serdir, kötümserlik yarını olmamanın bir başka anlatımıdır.
İyi sanat çalışkanlığı gerektirir. Genelde bütün tembeller yani
hiçbir şey üretmeyenler gelecekten umudu kesmiş görünürler.
O aslında kendinden umudu kesmenin bir başka yansımasıdır.
Bütün bilinçli insanlar gibi gerçek sanatçı da insanın bugü-
nünden olduğu kadar yarınından da sorumlu olduğunu bilir
ve insanla ilgili sorunları yarını dışta bırakmayarak inceler.
Yarını olmayan ya da yarına sırtını dönmüş sanatçıya sanatçı
diyebilir miyiz?
-Roman konusunu ele alırken sana daha en başta şu
soruyu sormam doğru olurdu: romanla öykü üç aşağı beş
yukarı aynı şey mi? Bu iki tür birbirine çok karıştırılıyor.
Edebiyat adamları da karıştırıyor bunu. Uzun olursa roman
kısa olursa öykü olur diyenler tanıyorum. Bu benim aklıma
yatmıyor. Ne dersin?
-Bizim düşünme zahmetine katlanmadan bilgi üretmekte
son derece istekli insanımız birçok konuda olduğu gibi bu
konuda da kolaya kaçıyor: uzatırsan roman olur kısa tutarsan
öykü olur. Bu iş bu kadar basit değildir. Roman ve öykü ede-
biyatın iki ayrı türüdür. Romanda karmaşık bir yapı vardır,
en yalın romanda bile bir ilişkiler ağı vardır. Yaşamdan bir

64
kesit gibidir bir romanın içeriği. En önemlisi onda kişilikler
ruhsal yapılarıyla olabildiğince derinden incelenirler. Biz
roman kahramanlarını kişiliği belirgin insanlar olarak tanırız.
Romancı en azından başkişilerini ete kemiğe büründürür. İçi
görünmeyen ve bu yüzden yaşarlığına inanamadığımız bir
kişilik bize itici gelir. İyi bir romancı tasarladığı insanları
ve onlarla kurmayı düşündüğü serüvenin esinini yaşamdan
alır, kendi yaşam deneylerinden, tanıdığı insanlardan derler,
uzaktan yakından gözlemlediği olaylardan alır. İyiden iyiye
kurgusal özellikler gösteren romanları, özellikle bilim kurgu
romanlarını ya da düz serüven romanlarını saymazsak bütün
romanlarda yaşamın ağırlığı duyulur.
Öykünün yasası yani kuralları başkadır. Öykülerde
kişilikler değil durumlar önemlidir. Zaten bir öykü bir ruh-
sal yapının açıklanmasına olanak verebilecek boyutlarda
değildir. Öykücünün ruhsal ayrıştırmalar yapmak diye bir
kaygısı, kişilerin iç dünyalarını derin ve ayrıntılı bir biçimde
ortaya koymak diye bir amacı yoktur. Böyle şeyler öykünün
sınırlarını aşacaktır. Bu gibi durumlara olayların daha ayrın-
tılı anlatıldığı uzun öykülerde zaman zaman belli ölçülerde
raslayabiliriz. Ama bir uzun öykü de bir roman değildir. Öy-
kücü tasarladığı bir insanlık durumunu bize sunmakla işini
bitirir. Öykücü bir fotoğrafçı gibi çalışır. Ona sorsak, falanca
öykündeki falanca kişi genel olarak dünyaya şu dünya görüşü
çerçevesinde şu açılardan mı bakıyor? Bilmem diyecektir.
Öyküde karmaşık insan ilişkileri hiç yok mu kişilikler hiç
belirmez mi? Elbette öyle bir şey söyleyemeyiz. Bir ölçüde
olabilir de. Ancak öykünün sınırlı yapısı gereği çok geniş
olmayan anlatım olanakları vardır. Roman ve öykü birbirine
çok yakın iki tür de olsa onlar birbirlerinden kesin çizgilerle
ayrılırlar. İşlevleri başka başkadır, biri öbürünün kısaltılmışı
ya da uzatılmışı değildir.
65
-Roman geleneğimizin başlangıçları çok eskiye dayan-
mıyor. İlk türk romanları hangileridir? Bunlar o zamanın
ölçülerine göre başarılı sayılabilecek yapıtlar mıdır?
-İlk türk romanları deyince aklıma öncelikle Şemsettin
Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ı ve Namık Kemal’in
İntibah’ı geliyor. Türk edebiyatı uzmanı olmadığım için
bu konuda geniş bilgim yok. Her iki roman da aynı yılların
ürünüdür. Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat 1873 tarihlidir, İntibah
da aşağı yukarı o zamanlarda yazılmıştır. Her ikisi de o
zamanın estetik ölçülerine göre yazılmış, bugün için biraz
ilkel diyebileceğimiz romanlardır. O günlerin türk toplumu
da çok gelişmiş bir toplum değildir, modern yaşama geç-
mekte epeyce zorlanmıştır, bugün de birçok konuda yetkini
gerçekleştirmek yolunda zorlanmaktadır. Gene de o günlerde
modern anlamda roman yazma isteği duyulduğuna göre bunu
bir takım toplumsal ve iktisadi dönüşümlerin sonucu olarak
görmek doğru olur. Toplumların toplumsal ve iktisadi dö-
nüşümlerine koşut olarak kültür alanlarında da doğal olarak
bir takım yeni değerler yeni bakış açıları ortaya çıkar. İyiden
iyiye durağan toplumlarda kültür alanında dişe dokunur dö-
nüşümler olmaz. O durumda düşünce ve sanat güdük kalır
ve roman gibi daha karmaşık sanatlara bir heves yönelinse
bile ortaya çıkan ürünler pek iç açıcı olmaz. Roman sanatı
gelişmiş toplum koşullarını gerektirir. Bu yüzden romanın
daha çok Sanayi Devrimi sırasında geliştiğini görüyoruz.
Bizim toplumumuzda roman XIX. yüzyılın sonlarına kadar
zaten yoktu. Roman daha yeni zamanların verimi oldu.
-Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’dan yani Talat’la Fitnat’ın
aşkından biraz sözeder misin?
-Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’da iki roman var gibidir. Bi-
rincisinde Talat’ın annesiyle babasının, Rıfat beyle Saliha
hanımın yaşadıkları anlatılır. Bu iki insan aşkları uğruna
66
zorluklara katlanmışlar, sonunda evlenmişler. İkinci serü-
ven birinciden de zorludur ve acılarla biter. Zamanın yaşam
koşulları kadınla erkeği birbirinden ayırıyordu: bir kadınla
bir erkeğin tanışıp görüşmesi kolay değildi. Kadınla erkek
arasında kalın bir duvar vardı. Bir kadını görüp beğenen bir
erkeğin ona ulaşma şansı yok gibiydi. Bu yüzden evlenme-
ler daha çok aile bağlantılarıyla oluyordu. Bu durum her iki
cinsin mutsuzluğuna yol açıyordu. Saliha hanımın oğlu Talat
da pencerede gördüğü görür görmez tutulduğu Fitnat’a ula-
şamaz. O zaman Talat pek de inandırıcı olmayan bir buluşla
kadın kılığına girerek sevdiğine kavuşur. Ama bu gerçek
kavuşma olmayacaktır. Fitnat’la Talat’ın aşkı Saliha’yla
Rıfat’ın aşkı gibi olmaz, tatlı sona ulaşamaz. Fitnat ve Talat
aşk yolunda yaşamlarını yitirirler.
Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat bugünün ölçüleri içinde en hoş-
görülü okuyucuyu bile mutlu etmeyecek abartılarla doludur.
Yazar kişilerin ruhsal yapılarını derinlemesine incelemekte
eksik kalır. Gelişigüzel ruh ayrıştırmaları ve uzun tanıtlama-
lar romanı sıkıcı kılar. Abartılı olaylarla gelişen duygusallık
gerçek bir duygucu roman kurmaya yetmemiştir. Şemsettin
Sami romanını acılı olaylarla bitirir. Saliha hanım da Fitnat’ın
bakıcısı Emine kadın da ağlamaktan kör olurlar. Emine ka-
dın acıya dayanamayıp bir hafta içinde ölür. Fitnat’a aşık
olan ve onunla evlenmeye kalkan Ali bey söz dinlemez bir
deliye dönmüştür. Onu evinde bir odaya kapatırlar. Ertesi
gün kapısını açık bırakırlar. Adam doğru mezarlığa gider,
Fitnat’ın ve Talat’ın cenazelerini çıkarmak için mezarlarını
kazmaya başlar. Yetişip kollarını bağlarlar, evine götürürler,
bir odaya kapatırlar. Çılgınlığı günden güne artar. Altı ay
kadar böyle yaşar. Onu bir sabah ölü bulurlar. Bu romanda
insan kullanmanın o dönemde ne kadar doğal ve yaygın
olduğu gerçeğiyle de karşı karşıya kalırız. Cariyeler dadılar
67
kalfalar ve benzerleri yalnız sarayda değil paralı kesimlerde
de kullanılırlar. İnsanın alınıp satılması, gerektiğinde cinsel
istekler için kullanılması korkunçtur. Dönemin aydınları da bu
uygulamayı doğal karşılar gibidir. Cariyelik kurumu bugünün
insanını tedirgin edecektir.
-Namık Kemal’in İntibah’ı daha başarılı bir roman mı?
-Baştan öyle görünür. Konu ilerledikçe bir kargaşa başlar.
İnsanlar kendilerine ve başkalarına yazık etmekte birbirleriyle
yarışıyor gibidir. Bizim romanlarımızda genel olarak yazarın
gerçekliği bildiği gibi eğip bükme rahatlığı vardır, romancı
ben bunu böyle anlatıyorum ama acaba gerçeğe uyar mı uy-
maz mı demez. Bu yüzden romanlarımızın çoğunda şaşırtıcı
olaylarla karşılaşırız. Daha yeni zamanların yazarlarında bile
bunu rahatça görebiliyoruz. Bunun için en güzel örneklerden
biri Reşat Nuri Güntekin’in romanlarıdır. “Uyanış” anlamına
gelen İntibah’da da benzer olumsuzluklar vardır. Alexandre
Dumas Fils’in 1852 tarihli La dame aux camélias’sına yani
Kamelyalı kadın’ına benzetilebiliyor. Burada da bir fahişenin
yaşamı vardır. Bu tam bir benzerlik değildir. Kamelyalı kadın
taşradan Paris’e gitmiş, orada kibar fahişe olmayı başarmış,
üst çevreden insanlarla iş tutan iyi yürekli bir kadındır. Mah-
peyker’e gelince o bir kötülük anıtıdır, insanları öldürmeye
kadar her kötülüğü yapabilir. Son derece düzgün bir insan olan
Ali beyin Mahpeyker’in etkisiyle yoldan çıkması anlaşılır gibi
değildir. Cariye Dilaşub’un başına gelenler de pişmiş tavuğun
başına gelebilecek şeyler değildir. Yazar bu durumu cariyelik
kurumunu eleştirmek için tasarlamış olabilir mi? Bu konuda
elimizde herhangi bir kanıt yok.
-Romancı heyecan yaratabilmek için ya da konuyu
sürdürebilmek için olmazları olur etmeye çalışıyor bazen
diyebilir miyiz?

68
-Elbette diyebiliriz. Çok sevdiğimiz Sabahattin Ali’nin
romanlarında da benzer zorlamalar az değildir. Kaldı ki Sa-
bahattin Ali çok daha yeni zamanların sanatçısıdır. Örneğin
Kuyucaklı Yusuf’da son derece mazbut bir aile babası olan
ve kumarla en küçük bir ilişkisi olmayan kaymakam Sela-
hattin beyin bir gece birilerinin zorlamasıyla oturduğu kumar
masasından her şeyini yitirmiş, ayrıca ödeyemeyeceği kadar
büyük bir borca girmiş olarak kalkması bizi hayrete düşürür.
İçimizdeki şeytan’da Macide’nin daha önce bir defa gördüğü
ipsiz sapsız dengesiz Ömer’in evine taşınması da garibimize
gider. Bizim romanlarımızda bu gibi tutarsızlıklara çok sık
raslıyoruz. Romancı belki de yapıtını yeterince tasarlamamış
olarak yazma işine girişiyor. Oysa yaşam nasıl kolay yollar-
dan ilerlemiyorsa roman da kolay yollardan ilerlememelidir.
İnsanlar yaşamın güçlüklerine nasıl katlanıyorsa roman
kişileri de kendi yaşamlarının güçlüklerine katlanmayı bil-
melidir. Yaşam romancının bildiği gibi eğip bükebileceği bir
şey değildir. Nasıl yaşamda her şeyi gönlümüze göre düzen-
leyemiyorsak romanda da o kadar rahat olmamalıyız. Bu tür
yazar hileleri romana da romancıya da iyilik getirmiyor.
-Bizim ilk romanlarımıza özgü gelişigüzel ruh ayrıştır-
maları ve uzun tanıtlamalar derken ne demek istiyorsun?
-Yazar bir roman kişisinin herhangi bir olay karşısındaki
bir ruh durumunu birkaç satırla belirlemeli ve gerisini okuyu-
cuya bırakmalıdır. Bizim romancımız o ruh durumuyla ilgili
sayfa sayfa tanıtlamalar yapmaya girişir, uzattıkça uzatır, düş
gücümüze hiçbir şey bırakmaz, olanı da olmayanı da anlatır,
boğulur gibi oluruz. Evet o birçok şeyi bizim düş gücümüze
bırakmalıdır. Okuyucuyu zahmete sokmamak telaşı mı ya
da onun kavrayışına güvenmemek inceliği mi var burada?
Ya da düpedüz konuyu uzatmak mı? Mehmet Rauf’un ol-
dukça başarılı bir roman olan 1901 tarihli Eylül romanında
69
da vardır bu sıkıntı. Bu sıkıntı biraz da toplumsal yapıdan
gelir, daha çok roman kişilerinin de romancının da görenek-
ler yüzünden uğradığı kısıtlamalarla ilgili görünür, Fitnat’la
görüşme olanağı bulamayan Talat’ın acayip bir biçimde kadın
kılığına girmesi gibi. Eylül’ün Suad’ı ve Süreyya’sı da kendi
yarattığı dar kalıplar içinde yaşamını sürdürmeye çalışan bir
toplumun üyeleri olduklarını unutup göreneklere iyiden iyiye
ters düşecek biçimde birbirlerine tutulurlar. Böyle bir ortam-
da onların kavuşması olası değildir: sınırları aşmayı kimse
göze alamaz, yazar da göze alamaz. O zaman eylem yok söz
vardır, olayların kısırlığında uzun ruh ayrıştırmaları yapmak
gerekli olur. Sonunda yazar sevgilileri birbirine kavuşturma
yürekliliği gösteremeyince işi kökten çözümlemeye kalkar
ve güzel bir yangın çıkarır.
-Ruh ayrıştırmalarıyla ve tanıtlamalarla yapılan uzatma-
lar gerçekten sıkıcı oluyor. O zaman romandan tat alamıyo-
ruz. O zaman romanı atlaya atlaya okuyorum. İlk zamanların
roman yazarları arasında bu zorluğu aşmış kimseler yok mu?
-Olmaz olur mu? Bütün romanlarımızı okumadan bu
sorunu tam olarak nasıl yanıtlarım? Ben bir edebiyat merak-
lısıyım, edebiyat tarihçisi değilim. Bu açıdan Osman Cemal
Kaygılı en başarılı romancılarımızdandır. Onun 1939 tarihli
Çingeneler’i ve 1944 tarihli Aygır Fatma’sı roman edebi-
yatımızın en seçkin örneklerindendir. Çingeneler’de küçük
ölçüde uzatmalar olsa da özellikle Aygır Fatma atılması
gereken yerleri bulunmayan bir romandır. Üstelik de Osman
Cemal Kaygılı sıradan bir halk adamıdır ve batı kültürüyle
falan herhangi bir ilişkisi bir yakınlığı da yoktur. Gazetecilik
yapmış, öğretmenlik yapmış, zorda kalıp pazarcılık yapmış
sıradan bir kişidir. Yazarlığı biraz da yaşamını sürdürebilmek
için seçmiştir. Emekli olmadan önce ben yüksek lisans ve
doktora derslerimde gençlere Çingeneler’i bol bol incelettim.
70
Bugün de bana bir roman adı soranlara bu iki romanı önce-
likle salık veririm. İyi romanın birinci niteliği fazlalıklarının
olmamasıdır. Bazen eski romancılar sayfa sayfa gereksiz
şeyler anlatırlardı, örneğin Dostoyevski o güzelim romanla-
rını uzatmakta sakınca görmezdi. İktisadi kaygılarla olabilir.
-Ben bir okur olarak romanda romancıyı öne çıkmış
görmek istemiyorum. Başarısız saydığım romanlarda romancı
çokbilmişlikleriyle huzur kaçırıyor. Ben böyle bir şey istemi-
şim gibi bana bir konuda ayrıntılı bilgiler vermeye kalkıyor.
-Haklısın derim ne diyeyim. Ben çocuk yaşlarımda Hü-
seyin Rahmi Gürpınar’ı çok okudum ve çok sevdim. Güle
güle hatta bazen katıla katıla gülerek okurdum onun roman-
larını. En büyük eğlencem Hüseyin Rahmi okumaktı bir ara.
Ortaokul öğrencisi olduğum zamanlardı. Geçenlerde Efsuncu
baba’sını okumaya çalıştım yazarımızın ama başaramadım.
Mürebbiye’yi okudum ve ite kaka bitirebildim. Mürebbiye
evdekilere fransızca dersleri veriyor. Yazar bir yığın gereksiz
söz bir yığın gereksiz olay yığıyor önümüze. Yazarın çok iyi
fransızca bildiğini, bu arada mantarlarla ilgili çok derin bilgisi
olduğunu anlıyorsunuz. Yazarın çok özel konulardaki bilgisi-
ne de hayran oluyorsunuz, bilgisi mantarlarla sınırlı kalmıyor.
Romandan çok ansiklopedi okur gibisiniz. Romanda Dehri
efendinin Sadri’ye verdiği ders gerçekte bilgin diyebileceği-
miz bir yazarın bize verdiği derstir. Roman yazarları öncelikle
sanatın ne olduğunu, buna göre roman sanatının ne olması
gerektiğini enine boyuna tartışmadıkları için bize çok iyi
romanlar veremiyorlar. Romancının öğretici olmak gibi bir
yükümlülüğü yok, bildiri sunmak gibi bir yükümlülüğü de
yok. Bir roman okuyucuya bir şeyler öğretiyorsa, onun bir
bildirisi varsa bunlar dipte tutulacak ve dolaylı yoldan etkili
olacaktır, daha doğrusu bunu okuyucu bir sonuç olarak oku-
duklarından çıkaracaktır. Romancı romanda görünmediğinde
71
okuyucu gerçeklik duygusunu daha derinden yaşayacaktır.
İzleyici yapıtla arasına kimsenin girmesini istemez. Bu ro-
manda özel olarak önemlidir.
-Yalnız bu sözünü ettiğimiz romanlar deyim yerindeyse
bir çeşit başlangıç romanları değil mi? Roman geleneği
olmayan bir toplumda bu ilk romancılar bir roman geleneği
oluşturmaya çalışmışlar. Onların haklarını da yememeliyiz
diye düşünüyorum.
-Elbette haklısın, çok haklısın. Onların hakkını neden
yiyelim? Ama onlar ilk romanlar olmakla eleştiriden uzak
tutulabilirler mi ya da tutulmalılar mı? İlk romancılar diye-
bileceğimiz bu kişiler dönüşen toplum koşullarında iyi ki
roman yazma gereği duydular ve bu yolda işe koyuldular.
Yazarlarımız Osmanlının uzun süre ilgisiz kaldığı Batı’nın
sanatını ve özellikle edebiyatını incelemiş olsalardı çok daha
başarılı sonuçlar elde edebilirlerdi. Balzac 1799 doğumludur,
Flaubert ve Dostoyevski 1821 doğumludur. Ahmet Mithat
Efendi 1844 doğumludur, Şemsettin Sami 1850 doğumludur.
Durmadan etkileşen bir dünyada bu tarihler bize bir şeyler
anlatıyor olmalıdır. Biz bir takım etkileri aşmakta yetersiz
mi kaldık? Belki de bir takım etkilere kapıları kapayıp kendi
kendimize kaldık.
Gene de bu ilk romancılarımıza candan yürekten teşekkür
ederiz, roman geleneğimizi başlattılar. Yalnız o dönemimize
baktığımızda değil, daha sonraki dönemlerimize de baktığı-
mızda edebi anlamda bir takım zayıflıklarla karşılaşıyoruz. Bu
küçük sohbet çalışması içinde bütün bir roman geleneğimizi
ele alıp inceleyecek durumumuz yok elbette. Onu bizim gibi
hevesliler değil edebiyat tarihçileri yapmalılar. Biz burada
türk romanını değil genel olarak roman sanatını ya da roman
estetiğini konuşuyoruz dilimizin döndüğü kadar. Bizim bir
geç kalmışlığımız var elbet, buna kim hayır diyebilir? İlk türk
72
tiyatro yapıtı olan Şair evlenmesi’nin çok geç sayılabilecek
bir zamanda 1860’da yazılmış olması da ilginç değil mi? Bu
yapıtın ortaya çıkışında yazarının yani Şinasi’nin çok genç
yaşında Paris’de eğitim görmüş olmasının payı büyüktür.
-İyi bir roman nasıl bir romandır?
-Bunu ben nereden bilebilirim? Birçok iyi roman okuduk,
herbirinin değişik özellikleri vardı. Bunun gizi yazarında.
Sanatın kuralları olsa da şaşmaz formülleri yok. Bunun for-
mülü bende olsaydı ben de tıkır tıkır iyi romanlar yazardım.
Bu arada iyi roman yerine güzel roman demek daha doğru
olur. Sen de burada iyi’yi güzel’in yerine kullandın zaten.
Sorun estetikle ilgili olduğuna göre güzel dememiz daha
uygun düşer. Güzel dediğimiz şey sanat yapıtlarında bir so-
nuç olarak ortaya çıkar. Yazarsın yazarsın ya güzel olur ya
da olmaz. Gene de güzel romandan neyi anladığımı azçok
söyleyebilirim sanıyorum. Güzel bir sanat yapıtı benim
gözümde atılacak yanları yani fazlalıkları olmayan tutarlı bir
bütündür. Bize şu duyguyu verir: bundan bir şey çıkarsak ya
da buna bir şey eklesek güzelliği gidecektir. Romancılar sözü
çok uzatarak okuyucuyu yıldırıyorlar. Doğa tanıtlamaları,
durum belirlemeleri, ruh ayrıştırmaları, fransızca dersleri gibi
şeyler bunaltıyor okuru. Romancı bir roman kişisinin örneğin
beklenmedik bir durum karşısında uğradığı düş kırıklığını
birkaç satırla anlatıp geçmeli, kalanını okuyanın düş gücüne
bırakmalıdır. Uzun anlatımlar ne kadar ustaca yapılırsa ya-
pılsın itici oluyor. Romancı bizim yerimize düşünmemeli,
bazı şeyleri bize bırakmalı.
Güçlü bir romanın sağlam bir dil yapısı vardır. Güçlü bir
romanda özel olarak geliştirilmiş anadilin pırıltıları sezilir.
Anadili özel olarak geliştirecek olan da romancının kendisidir.
Romancı elbette bir yerlerden gelişmiş bir dil alıp kullanacak
değildir. Dilin inceliklerine ancak annesinden öğrendiği ve
73
çevresinden duyduğu kadarıyla ulaşmış, daha öteye gideme-
miş, anadilini bilincinin tezgahlarında ince ince işleyememiş
bir romancı ağzıyla kuş tutsa güzel roman yazamaz. İşin
gizi anlattıklarımızdan çok anlatım özelliklerimizdedir. Ben
arzuhalci diliyle yazılmış romanları okuma zahmetine katlan-
mıyorum. Roman kendini okutabilmeli, insanda okuma isteği
uyandırabilmelidir. Romancının ayrıca dil gösterilerinden
ya da dil cambazlıklarından uzak durması gerekir. Ben neler
biliyorum neler anlatabiliyorum anlayışıyla kurgulanmış bir
dil, yapay ya da içtenliksiz bir dil, tumturakla bezenmiş bir
dil romanı iyi okuyucunun gözünde küçük düşürür. Özellikle
karşılıklı konuşmaların yapmacıklı oluşu inandırıcı olmayışı
okuyucuyu düpedüz tedirgin eder.
-İşin içinden çıkamayınca gerçekliği zorlayan romancılar
da var.
-Romancılar bazen yapıtlarını ilginç kılabilmek için ya
da konuyu rahat işleyebilmek için raslantılara ve ölümlere
gerektiğinden çok yer verirler ve böylece inandırıcılıklarını
yitirirler. Kırk raslantı sekiz ölüm romanın ölü doğmasına
yol açar. Gerçekliği zorlamak romancıya bir şey getirmez.
Romandaki raslantı oranını ve ölüm oranını yaşam gerçeğine
uygun kılmak ve işi çokça abartmamak gerekir. Genel olarak
her şey yaşamdaki gibi olmalıdır. Bir de okuyucunun isteği
o yönde de olsa romancı kişilerinin geleceğini kapamayacak
biçimde bitirmelidir romanını. Roman kişileri şu sıra ne
yapıyorlar? Okuyucu bu kadar meraklı olmamalı, onlar ne
yapıyorlarsa yapıyorlar. Yaşamın sonu var mı ki romandaki
yaşamın sonu olsun. Kişilerin sonu ne oldu konusu okuyucu
için ilginç de olsa romancıyı ilgilendirmemelidir. Romanın
bittiği yerde düz okuyucunun boş merakı başlar: pekiyi bu
roman kahramanlarının hangisi öldü hangisi kaldı hangisi
evlendi, evlenenler mutlu mu değil mi… Yaşamda son
74
yoktur, hiçbir şey belirgin bir sona saplanıp kalmaz, her şey
akıp gider. Gene de isteyen kendi düş gücüne dayanarak ro-
man kahramanlarının sonunu, varsa böyle bir son, pek güzel
belirleyebilir. Kız aklı başında bir adamla evlendiğine göre
şimdi mutlu olmalı der, bunun bir yararı varsa.
Her sanat yapıtı bir ahlak kitabıdır. Ama romandaki ahlak
deyim yerindeyse örtülü ahlaktır, kör kör parmağım gözüne
ahlakı değildir. Romancı ahlaklı olmalıdır ama o bir ahlak
kuramcısı değildir. Ahlakçılık romanı roman olmaktan çıkarır.
Romancı şu insanlara bir iyilik yapayım, hazır yeri gelmiş-
ken onlara doğru yolu gösterivereyim anlayışıyla ahlakçılık
yapmaya kalkarsa yarı yolda kalır. Romanda ahlak değerleri
kendini alttan alta duyuracaktır ama onlar suda yüzen kütük-
ler gibi olmayacak göze batmayacaktır. Ahlak romancının
dilinde değil de daha çok kahramanların yapıp ettiklerinde
belirmelidir. Ayrıca romancı kimsenin ahlakından sorumlu
değildir. Kahramanlarını birer ahlak kuklası durumuna getiren
romancı kuklaya döndürür kendini.
Gerçek sanatçı iyi’yi güzel’de ya da güzel’in koşulları
içinde duyurabilen kişidir. Romancı iyi’yi ve doğru’yu çokça
sorun etmeden doğruca güzel’i gerçekleştirmekle yükümlü-
dür. O arada iyi kendini alttan alta sezdirecektir. Öte yandan
daha önce de belirttiğimiz gibi romancı üstüne vazife olmayan
işlerden, özellikle çokbilmişliklerden kaçınmalıdır: tarihsel
ya da toplumsal gerçekleri ortaya koymak için yazılan sözde
romanlar gerçek roman okuyucusuna bir şey söylemediği
gibi kitlelerin bilincini bozmaktan başka bir işe yaramıyor.
Tarihsel roman yazmaya kalkan adam kendini gülünç etmeye
kalkan adamdır. Örneğin romanında Napolyon Bonapart’ı ko-
nuşturmaya sıvanan romancı kimseyi inandıramamış olmakla
işini bitirecektir. Bizde de sözde toplumsal ve siyasal olayları
açıklayan romanlar yazıldı. Tarihsel romanlar da yazıldı.
75
Ben 1980’i anlatıyorum diyen romancılar çıktı. Romancının
böyle bir yükümlülüğü yoktur ve yeltendikleri o iş romanla
uyuşmayacak kadar değişik bir iştir.
-İşin bence en önemli noktasına gelmiş bulunuyoruz. Şu
soruyu bir edebiyat incelemecisine ya da bir eleştirmeciye
sorsam elbette bana bir takım yanıtlar verecektir. Öyle ya
adam onca roman okumuştur, artık konunun uzmanı olmuş-
tur. Ama o benim şimdi ona soracağım soruyu yanıtlayamaz.
Soru şu: bir romancı nasıl roman yazar yani romanını nasıl
yazar? Edebiyat uzmanının bunu yetkiyle yanıtlayabilmesi
için romancı olması gerekir. Her yiğidin ayrı bir yoğurt yiyişi
vardır gerçeğini unutuyor değilim. Ama sanatta da doğru-
dan doğruya yapılmış deneylerden öğreneceğimiz çok şey
var. Senin için sakıncası yoksa bana nasıl roman yazdığını
anlatır mısın?
-Elbette anlatırım, neden anlatmayayım. Tam olarak
anlatabilir miyim bilmiyorum. Bu biraz da kendimi anlat-
mak olacak ki hiç de kolay değil. Önce şunu belirteyim: ben
meslekten sanatçı değilim, yalnızca bir hevesliyim. Falanca
kitabın falanca tarihe yetiştirilmesi gibi sorunlarım yok. İçim-
den gelirse yazarım. Bazen şiir tutkum öne geçer, o zaman
öykü de roman da geriye çekilir. Bir süre öyle gider, bir gün
gelir roman yazmaya girişirim. Romanın koşulları şiirin ko-
şullarına da öykünün koşullarına da benzemez. Roman daha
geniş çaplı bir tasarımı gerektirir. Romanda kuluçka dönemi
ya da tasarlama dönemi yazma dönemine göre çok uzun ve
zahmetlidir. Kişileriyle ilişkileriyle karşıtlıklarıyla açmazla-
rıyla her türlü sorunuyla bir yaşam tasarlıyorsun, bir yaşam
kesiti kurguluyorsun. Bir başka deyişle bu dünyanın yasa-
larına uyacak bir dünya kurmaya girişiyorsun. İlişkilerden
önce ya da olay örgüsünden önce kişileri düşünürsün, kişileri
oluşturmaya başlarsın kafanda. Bu kişilerin gerçek kişilikler
76
olması önemlidir. Onlar oluştuktan sonra birçok şey aydınlığa
kavuşmaya başlar: kişilerin ne gibi ilişkiler kuracaklarını ne
gibi eylemlerde ya da davranışlarda bulunacaklarını belirle-
meye girişirim. Göç yolda düzülür anlayışı burada ancak bir
ölçüde geçerlidir. Akışın her yerinde dikkati ve özeni eksik
etmemek, gerçekliği gelişigüzel tasarlamaktan kesinlikle
kaçınmak gerekir. Yazmak kolaydır, asıl iş tasarlamaktadır.
Önemli olan doğanın ve toplumun ya da daha genel ola-
rak gerçekliğin koşullarına ters düşmemektir. O yüzden kişile-
rimi baştan iyi tanımak zorundayım. Yoksa onlar özensizlikte
birer kukla olup çıkabilirler. Gerçeklik bize bağlı değildir, biz
gerçekliğe bağlıyız, biz de gerçekliğin içindeyiz, ona uymak
zorundayız. Ben kahramanlarıma istediğimi yaptırırım diyen
romancı kendini gülünç eder. Bu yüzden kahramanlarımızı
tanımak için insanın ne olduğunu bilmek insanı tanımak zo-
rundayız. Onu öncelikle kitaplarda tanıyacağız, sonra yaşam
deneylerimizde tanıyacağız. Burada en büyük dayanağımız
düşünce tarihi olacaktır. Yalnızca yaşam deneylerimize güve-
nirsek yarı yolda kalırız. Sanatçının bilgin olması gerekmez
ama cahil olması hiç gerekmez.
Benim bir romanı yazmam uzun zaman alır bazen yıllara
yayılır. Hevesliyim ya, acelem yoktur. O yüzden bir roman
bitti mi yenisini yazmamak konusunda kendime söz veririm.
Yeniden bu yorucu işe girmek istemem. Ama bir zaman gelir
sözümü tutamaz olurum. Bir şeyler dürter beni ve yeni bir
romana başlarım. Roman kişilerime duygusal olarak bağ-
lanmamaya ve onlar karşısında yantutmaz kalmaya özen
gösteririm. İyice ahlaksız birini anlatıyorsam elbette orada
yantutmaz oyununu sonuna kadar oynayamam. Orada bile
kişiyi hırpalamak ya da ağır yargılamak benim işim değildir.
Ben ahlakçı değilim. Ben gösteririm ve geriye çekilirim.
Roman yazarken ne tarihçiyimdir ne toplumbilimciyimdir ne
77
başka bir şeyimdir. Ama alıcı gözle bakan biri onda tarihi de
toplumbilimi de ahlakı da başka şeyleri de bulabilsin isterim.
Yapıtımız karşısında özgür olamazsak emeğimiz boşa gider.
Bu özgürlük geniş düşünmek anlamında ya da çokyönlü
düşünmek anlamındadır, yoksa elbette gerçekliği eğip bükme
çekip uzatma özgürlüğümüz yoktur.
Roman şöyle yazılır böyle yazılmaz diyemiyorum gene
de. Herkes kendine göre yazıyor ister istemez. Benim genç
roman yazıcılarına önerim iki ölçüp bir biçmeleridir, acele
etmemeleridir. Bir de düşüncenin tarihinden kopmamalarıdır.
Gençler hazır yayınlama olanağımız varken yazıp çıkalım
kolaylığına düşmesinler, bilinçlerini etkin kılmak, belleklerini
genişletmek gibi yükümlülükleri olduğunu da unutmasınlar.
Okul eğitimi sanata yönelmemiz için yeterli değildir. Her sa-
natçı kendini özel olarak eğitmek zorundadır. Belli bir kültür
düzeyini tutturamazsak her yazdığımızın bir değer olduğuna
inanmak gibi yanlışlara düşebiliriz. Her zaman söylenir: en
kötü yalan insanın kendisine söylediği yalandır. Hele bizim
toplumumuz gibi bir toplumda, eleştiri ve özeleştiri düzenek-
lerinin hemen hemen hiç işlemediği bir toplumda insan kendi
üzerine kolayca yanılabilir, kendini aldatabilir.
Nasıl roman yazdığımı şimdi burada iyi anlatamadığımı
biliyorum. Ama bunu daha çok her yıl bir roman yazan de-
neyimli kişilerin ağzından ya da kaleminden öğrenmek daha
doğru olur. Bir şey biliyor da saklıyor değilim. Her roman
yazışımda kafamda roman üzerine bir şeyler aydınlanıyor,
belli bir deneyim kazanmış oluyorum. Ama bu deneyim bir
sonraki romanda ne kadar işe yarıyor bilmiyorum. Roman
yazmaya her girişmemde bir şeye baştan başladığım duy-
gusunu yaşıyorum. Acemilik ya da heveslilik sürüp gidiyor.
Romanda önemli olan nedir? Gerçekliğe bir pencere daha
açmış olmaktır. Dünyayı yeniden yaratmak ya da gerçekliği
78
yeni baştan oluşturmak gibi bir savımız yok. Bizler büyük
hevesleri olmayan gönül insanlarıyız. Romanlarımızda
şiirlerimizde öykülerimizde birilerine hoş gelen bir şeyler
varsa onları kanımızla canımızla yazdığımız içindir.

79
80
ÖYKÜ ESTETİĞİ

-Öykü üzerine konuşalım biraz da. Sen önemli bir nok-


taya parmak bastın. Romanı sıkıştırırsın öykü olur öyküyü
sündürürsün roman olur ya da bu işin uzununa roman kısa-
sına öykü derler gibilerden yanlış tanımlamaları bir yana
bırakmak zorundayız. Öykü kaç sayfadan sonra romana
dönüşüyor ya da romanı ne kadar kısaltırsak öykü oluyor?
Romanın kuralları başka öykünün kuralları başka. Öykünün
ne olduğu üzerinde biraz duralım mı?
-Romanı bir senfoniye öyküyü bir sonata ya da konçer-
toya benzetebiliriz. Ya da romanı sinemaya öyküyü fotoğrafa
benzetebiliriz. Biraz bilgiçlik tasladım değil mi? Karmaşıkla
yalın arasındaki ayrımı düşünelim. Öykü romandan daha
yalın, roman öyküden daha karmaşıktır. Romanda bir şeyleri
uzun uzun anlatırken öyküde yalnızca bazı durumları sapta-
rız. “Durum” sözcüğü öykü için en uygun sözcüktür bence:
öykücü sanki bazı durumların fotoğrafını çeker. Romanda
insanla ilgili her konuyu enine boyuna tartışabilirsin. Bu tar-
tışma romancının işi olmaktan önce roman kahramanlarının
işidir. Romancı kendi yapacağı tartışmayı kahramanlarına
yaptırır. Romancı kendini konuya kaptırıp romanı bir doğ-
rular kitabına döndürüp çıkmazsa kahramanlarının ağzından
insanlığın çeşitli sorunlarını ortaya koyabilir. Bu elbette her
romancının kolay kolay başaramayacağı zor bir iştir ve büyük
romancıların bile kendilerini bu tuzağa düşmekten alıkoya-
madıklarını biliyoruz. Dostoyevski bunun en güzel örneğidir.
Evet romancının en azından insanın temel sorunlarını enine
boyuna ortaya dökme şansı vardır. Öykücünün böyle bir şansı
yoktur. O böyle bir şansı kullanmaya kalkarsa kendini gülünç
eder. O oldukça dar bir alanda çalışır, durum saptamaları
yapar. Yanlış anlatmış olmayayım, öyküde insanın temel

81
sorunları hiç görünmez hiç ele alınmaz demek istemiyorum.
Demek istediğim, büyük sorunları tartışmaya öykünün gücü
de oylumu da yetmez. Öykücü daha çok yakaladığı ya da
tasarladığı ilginçlikleri sergiler. Bu yüzden romana göre öykü
biraz daha mizaha yakın durur.
-Bizde roman sanatı gibi öykü sanatı da geç zamanda
gelişti diyebilir miyiz?
-Gerçekten öyle oldu. Biz bu gibi konularda biraz geriden
geliyoruz. Bizim edebiyat geleneğimizde öykü yoktur. Bu
toplum geçmiş zamanda şairleriyle öne çıkıyordu. Öyküler
de romanlar gibi Cumhuriyet’le gelen devrimci yenilikçi hava
içinde oluştu. Öykücülüğümüz nicelik açısından romancılığı-
mızdan hiç de aşağı kalmaz. Ama adı tam anlamında öykü-
cüye çıkmış çok yazarımız yoktur. Yazarlarımız birçok şey
yazarken öykü de yazarlar. Romancılar öyküler de yazdılar,
öykücüler zaman zaman romana heveslendiler. Romancıla-
rın öykülerinde daha çok romana eğilim sezilir, öykücülerin
romanlarında da öyküye eğilim sezilir. Ancak bunu çok
belirgin bir bilgi olarak öne sürmemiz doğru olmaz. Romanı
ve öyküyü birlikte götürebilmiş yazarlar romandaki eksik-
lerini öykülerinde de göstermişlerdir. Çok yetenekli olmakla
birlikte beklenmedik yanlışlar yapan ustalarımız oldu. Bu
yazarlardan biri de güzel yapıtlarıyla tanıdığımız Sabahattin
Ali’dir. Erkenden yaşamına son verilmiş bir büyük değer olan
Sabahattin Ali’nin dehası öykülerinde ve romanlarında aynı
ağırlıkta sezilirken onun işlediği her iki türde de bazı yetersiz-
likler ve acemilikler kendini gösterir. Sabahattin Ali’nin çok
güzel öyküleri yanında bizi pek sarmayan harcıalem öyküleri
de vardır. Öte yandan Sabahattin Ali’nin romanlarında olmaz
böyle şey dedirten olumsuz özellikler de vardır. Onun yazıları
zaman zaman bize aceleye getirilmiş izlenimi verir. Sabahat-
tin Ali’nin romanlarıyla öyküleri bununla birlikte üstün bir
82
düzeyi tuttururlar. Romanları iyi de öyküleri iyi değil ya da
öyküleri iyi de romanları iyi değil diyemeyiz onun için. Yani
öykücü Sabahattin Ali romancı Sabahattin Ali’yi ve romancı
Sabahattin Ali öykücü Sabahattin Ali’yi aratmaz, bizi tedirgin
eden yanlarıyla da bizi mutlu eden yanlarıyla da aratmaz.
Yazar Sabahattin Ali’nin acelesi var gibidir. Toplumsal ve
siyasal yaşama olan aşırı ilgisi onu yazarlıkta zaman zaman
engellemiş olabilir.
İyi bir romancı aynı zamanda iyi bir öykü yazarıdır, iyi
bir öykü yazarı aynı zamanda iyi bir romancıdır gibilerden
bir görüş öne sürmek de yanlış olur. Edebiyat adamlarının
yapıtlarındaki yeterlikler ve yetersizlikler biraz da verilen
emeğin niteliğine bağlıdır. Çalakalem yazılmış izlenimi veren
yapıtlar yanında özenle yazılmış izlenimi veren yapıtlar da
vardır. Elbette bizi öncelikle özenle yazılmış izlenimi veren
yapıtlar ilgilendiriyor. Bu konuda en güzel örneklerden biri
Osman Cemal Kaygılı örneğidir. İki romanıyla gerçek anlam-
da büyük romancı niteliklerini ortaya koymuş olan Kaygı-
lı’nın öyküleri hiç de başarılı değildir. Onlar tam anlamında
acemi işi öykülerdir. Sandalım geliyor varda’daki öykülerden
hiçbiri bizi sarmaz. Gereksiz uzatmalar vardır, onun yanında
çalakalem geçiştirmeler vardır, bunlar bazen insanı rahatsız
edecek boyutlara ulaşır. Belli ki yazar öykülerini biraz acele-
ye getirmiştir: onlardan hiçbiri bize iyi düşünülmüş ve uzun
uzun tartışılmış izlenimi vermez. Örnekleri çoğaltmanın bir
anlamı yok sanırım. Kaygılı’nın bazı romanları her zaman
sevgiyle adını andığımız iki romanına göre yani Çingeneler’e
ve Aygır Fatma’ya göre daha kolay yazılmış izlenimi verir
bize. Acele yapılan her iş gibi acele yazılan her edebiyat
yapıtı da verimsiz olur. Yazarlığı meslek edinmiş kimselerin
bu gibi aceleciliklerini hem anlıyoruz hem de anlamıyoruz.
Sait Faik’in romanları da uzatılmış öykü izlenimleri verir
83
bize: romandan çok öykü tadı alırız onlardan. Onun romanları
birbirine yapay ögelerle bağlanmış izlenimi veren öykülerden
oluşmuş gibidir ama onlardan pek güzel tatlar alırız. Sait Faik
bizim için öyküleriyle önemlidir ama romanları da yabana
atılacak gibi değildir. Biz onu her şeyden önce öykü yazarı
olarak biliyoruz ve öykücü dediklerinde ilk onun adı aklımıza
geliyor. Onun en güçlü yanı dünyaya bir açıdan değil de her
açıdan bakan insancı yanıdır. Ele avuca sığmaz bağımsız ruhu
biraz çekinerek de olsa toplum sorunlarını bir siyaset adamı
gibi değil de bir siyaset meraklısı aydın olarak işler. O sözünü
hem sakınır hem sakınmaz, daha doğrusu yeri geldiğinde pat-
layıverir. Onda ideolojik bir tutumdan çok ötede insana olan
sevgisinin belirlediği bir insanı yüceltme ve insana güvenme
özeni vardır. Sait Faik gerektiğinde toplumu ya da insanları
iyiden iyiye eleştirici bir bakışla ele almaktan geri durmaz.
Yeri gelince o yücelttiği ve güvendiği insanı alır alır yere
vurur. Bize şunu duyurur: eleştirmeden sevmek ya da eksiğini
görmeden benimsemek gerçek anlamda insancılık değildir.
Sait Faik’e bir sıfat yakıştıracaksak ona en uygun sıfat
elbette insancı sıfatıdır. Toplumcu olduğunu açık açık bildiren
birçok yazarın yapıtlarında bulduğumuz eleştirici bakıştan
daha çoğunu daha etkilisini daha sağlamını buluruz onda,
yeri geldiğinde öykücülüğünü falan unutmuşçasına yaman
bir kurulu düzen eleştiricisi olur çıkar. O bunu ikide bir
yapmaz, bu tutumuyla insan sorunlarını toplum açısından
ciddiye alıp öyküyü gürültüye götüren bir yazar izlenimi de
vermez bize. Yeri geldiğinde taşı gediğine koyar. Eleştirile-
rinde ölçülü olduğu kadar da yüreklidir ve yürekli olduğu
kadar da bağımsızdır, kimseden bir şey beklemediği bellidir.
Kolay siyaset oyunlarına dalmış kimselere kötü bakar. En
çok da çıkarcılardan nefret eder. Sanırım Sait Faik bizim
öykü dünyamızın ilk sırasında yer alıyor ve bu yeri yıllardır
84
özenle koruyor. Toplum sorunlarından hatta insan sorunların-
dan uzakta yaşayan kuşaklar onu anlayıp sevebiliyorlar mı,
gelecek kuşaklar onu sevebilecekler mi? Çivisi oynamış bir
ortamda ona ne kadar yer olacak bilemeyiz.
-Sait Faik’in birçok öyküsü bana özenle yazılmamış
izlenimi verdi nedense. Bilmem yanılıyor muyum?
-Yanıldığını sanmıyorum, Sait Faik’in savruk bir yanı
var elbet. Onun yaşam biçimi yazış biçimine de yansır hatta
onda bir üslup özelliği kazanmıştır diyebiliriz. Dili bütün
incelikleriyle kullanır ama dile özenmez sanki. Bakarsın akıp
giden bir öykünün bir yerinde dile takıla takıla geçen bir uzun
cümleyle karşılaşıveririz. Bunu bile bile mi yapar? Bir şey
diyemiyorum. Bir öykü üzerinde uzun uzun çalışabilecek
vakti vardır. Şunu da unutmamak gerekir: onun yaşadığı
dönemde dilimiz bu kadar gelişmiş ve yerine tam oturmuş
değildi. Birçok edebiyat adamımızın yapıtında bugün bizi
rahatsız eden sıkıntılı anlatımlar vardır. Onlar dünyaya bir
elli yıl sonra gelselerdi anlatım açısından elbet daha başarılı
olacaklardı, buna göre yapıtları daha çekici daha doyurucu
olacaktı.
Ulusal diller aşağı yukarı XVII. yüzyılda kendilerini
buldular yani belli bir yapıya ve anlatım gücüne kavuştular.
Türk dili epeyce geç gelişti ama başdöndürücü bir hızla geliş-
ti. Yazarların bile bu gelişime ayak uydurmakta zorlandıkları
oldu. Biz bu dil serüvenine Batı’dan aşağı yukarı üç yüzyıl
sonra başlamış olduk. Ama ulusça bu bakımdan iyi iş çıkardık.
Her işi iyi yapıyor olmasak da bu işi iyi yaptık. Ünlü edebiyat
adamlarının kötü dille yazılmış birçok romanını ve öyküsünü
anımsarız hepimiz. Bazen yazarlar anlattıklarını çokça önem-
serken neyi nasıl anlatmaları gerektiğini hiç önemsememiş
görünürler. Bunu da doğrudan doğruya edebiyat bilincinin
eksikliğine bağlayabiliriz. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi var-
85
dır derler. Balzac çalakalem yazarak Balzac oldu, Flaubert
özenli yazarak Flaubert oldu. Bazen bir romanın aslından çok
çevirisi sevilebiliyor, bunun nedeni apaçık değil mi?
-Anton Çehov’un öyküleri yanılmıyorsan öykü sanatını
büyük boyutlarda etkiledi. Bu etkileme yalnız öyküde değil
tiyatroda da oldu. Bugün onun oyunları dünyanın her yerinde
oynanıyor ve insanlar onları izlemekten bıkmıyor. Çehov’un
öyküleri bizim öykücülüğümüzü büyük ölçüde etkilemiş mi-
dir?
-Anton Çehov öyküleriyle bütün bir dünyayı etkiledi
ve öykücüler listesinde en başa oturtuldu. O bu yerini yıl-
lardır koruyor. Ahlak sağlamlığının yapıtlara nasıl yansıdığı
konusunda bir inceleme yapacak olsam, daha çoğuna gerek
yoktur, yalnızca Çehov’un dünyasını ele alırım. Evet dünya
öykücülüğü ondan enine boyuna etkilendi. Bizim edebiyat
çevrelerimizde böyle bir etkilenme olmamıştır diyebilmek
çok zor. Olmuştur diyebilmek de çok zor aslında. Bizim kültür
dünyamızın dünya kültüründen etkilenme oranı çok düşük
diye düşünürüm. Bize görü sağlayacak kaynakları yeteri
kadar incelemedik sanırım. Benim elimde bir güç olsaydı
edebiyat fakültelerinin türk dili ve edebiyatı bölümlerine
başlıbaşına bir Anton Çehov dersi koydururdum.
Bir kere Anton Çehov hem bir dünyalı hem bir rustur. O
insanı büyük boyutlarda ele alırken ve evrensel insan değer-
lerini anlamaya ve ortaya koymaya yönelirken tam anlamında
rustur. Ulusal özellikler rus yazarlarında baskındır, belki bu
konuda avrupalı yanı ağır basan Turgenyev’i dışta tutmak
doğru olur. Rus dünyası ayrı bir dünyadır, başka toplumlarla
aralarında davranış ayrılıkları düşünme duygulanma
ayrılıkları vardır. Ruslar türklere ve türkler ruslara benzer-
ler sözü beni yadırgatmaz. Rus yazarları yapıtlarında ulusal
özelliklerini özenle yansıtırken bütün dünyayı etkilemekten
86
geri kalmadılar. Biz bu etkiye ne kadar açıktık onu ne kadar
alabildik bilemiyorum. Öykücülerimizde açık açık Çehov
etkisi göremiyoruz. Hele bugünün koşullarında öykücüyüm
diye ortaya atılmış olanların Çehov adını duymamış olmaları
bile olasıdır. Zaten Çehov gerçekçi bir yazar olmakla uslup
arayışları yapan biçim oyunları deneyen biri değildir, onun
düz bir anlatımı vardır ve onun değeri daha çok anlattığı
şeylerden gelir. Yanlış anlatmış olmayalım, onun öyküleri
çalakalem yazılmış öykülerdir demek istemiyorum. Ne var
ki onlarda yazarını daha başka bir biçimde çekici kılmak için
uydurulmuş süsler yapmacıklar incelikler yoktur diyorum.
Onun öykülerinden zaman zaman özensizlik izlenimleri
alışımız bundandır.
Çehov iyi bir gözlemcidir, gerçek anlamda bir in-
san araştırmacısıdır. İnsanı çok iyi tanır. İnsanı güçlü bir
varlık olarak tanıdığı gibi bu bencil varlığı kurnazlıklarıyla
sinsilikleriyle çürüklükleriyle de tanır. Bunda hekim
olmasının da payı vardır. Yüreğindeki insan sevgisi onu
ağır insan eleştirilerinden alıkoyar. Hoşgörü olmazsa hiçbir
şey olmaz der gibidir. O insana gönül vermiş biridir: bir
yandan veremden dökülür öte yandan hastalarına para
almadan bakar. Kimseden yana değildir ama haksızlıklar
karşısında basit siyasal ayak oyunları karşısında kükremeyi
bilir. Anlatımının yalınlığı bu konuların azçok dışında duran
birine bir yetersizlik belirtisi gibi görünebilir. Bazı yazarlar
yaşamlarıyla ve yapıtlarıyla birer okul özelliği gösterirler.
Anton Çehov da bu çok az insandan biridir. Öykücü olmaya
heveslenen biri ilkin onun bütün öykülerini okumalıdır. Hiç
sanmıyorum ki bugün genç öykücülerimiz Çehov’u alıcı
gözle okumuş olsun.
-Öyleyse hemen şu soruya geçelim bence: genç öykücü-
lerimiz Sait Faik’in başını çektiği klasik diyebileceğimiz öykü
87
anlayışından iyice uzaklaştı mı?
-Sait Faik’in öykü anlayışını klasik diye nitelendiremeyiz
bence. Sait Faik gözümüze birçok bakımdan çok yeni hatta
yenilikçi görünür. Bu klasik belirlemesini Sabahattin Ali
için kullanmak daha doğru olur. Bazı duygucu özellikleriyle
zaman zaman klasiklik havasını azçok geride bıraksa da Saba-
hattin Ali’nin öyküleri tam anlamında klasik diyebileceğimiz
öykülerdir, genel öykü anlayışına uyan öykülerdir. Sait Faik
her zaman yenilikçi oldu. Öyle ki zaman zaman şaşırttı bizi,
ne yapmak istiyor neyi deniyor diye düşündürdü. Ressamların
biçimbozmalarına benzer üslup denemeleri yaptı. Özellikle
son öyküleri onun bir tür gerçeküstücülüğe doğru yönelişini
duyurur. Dili her zaman değil ama bazen kötü kullanışı bile
bizi ondan uzaklaştırmaz. İçtenlikle ciddilik Sait Faik’de
bir bütün oluşturur. Gene de onda klasik diyebileceğimiz
bir şeyler de yok değildir. Dünkü gençler yani bizler onun
yazış biçimiyle ya da daha genel olarak öykü anlayışıyla
tersleşmedik hiç, tersine ondan çok etkilendik. Daha da ileri
giderek şöyle diyeyim; yüzünü görme onuruna eremediğimiz
bu büyük adam bizim öykü hocamız oldu. Sait Faik kendini
anlatırken bile insanı anlatırdı, birçok genç öykücü insanı
anlatmaya çalışırken bile yapamayıp kendini anlatıyor. Artık
edebiyat sevgisinin yerini edebiyat gösterisi aldı.
-Bu neden böyle sence?
-Zaman geçti değerler değişti. Her zaman her şey iyiye
doğru dönüşmez, bazen de evrimin yasaları belli bir süre
için ters işler. Bu belki de yeniye doğru yeni olanaklar elde
etmeye doğru bir ters akıştır. Yaşamda yalnızca düzelmeler
olsaydı her şey çok kolay olurdu, yaşamda bozulmalar da var-
dır. Hatta yıkımlar da vardır: bir kere olmuş olan hep olacak
değildir. Nerede görkemli Roma? Bu ülkede yılların iktisadi
ve toplumsal sallantıları içinde kendine kapalı kuşaklar ye-
88
tişti. Nüfus artışının bunda büyük payı vardır, çokları nüfus
çokluğunu toplumun sağlıklılığına tanık gösterse de. Nüfus
artışı iktisadi ve toplumsal düzeni sarsarken ahlak değerlerini
de parçalıyor. İnsanlar atomlaşmaya doğru giden toplumda
bencil varlıklar oluyorlar.
İnsan kendini merkeze koydu mu ve kendinden başka bir
şeyi önemsemedi mi yaşamın her alanında verimsizleşir, bu
arada sanat yapmakta kısırlaşır. Bugün roman yazmaya öykü
yazmaya davranan genç insanlar kendilerinden başka önemli
hiçbir şey yokmuş gibi kendilerini anlatıyorlar hem de çok
kötü anlatıyorlar. Kendi dillerini yani anadillerini bilmiyorlar
ya da annelerinden öğrendikleri kadar biliyorlar. Her şeyden
önce dil engelini aşamıyorlar. Bu arada düşünce tarihinden
habersiz oldukları için insanı da tanımıyorlar. Tanımadığın
insanı nasıl anlatacaksın? Gitmediği kenti anlatmak gibi bir
şey bu. Bugünün okuyucusu da genel olarak aynı hamurdan
olduğu için okurla yazar arasında bir al gülüm ver gülüm
ilişkisi kurulmuş bulunuyor. Bu ilişki çok sınırlı ve dümdüz
bir ilişkidir, derinliği olmayan bir ilişkidir.
Bana yazdıklarını okuyan bazı gençler oldu, beni baştan
sona düş kırıklığına uğrattılar. Edebiyatın çocuklaşmasıydı
bu düpedüz. Yazdıklarının değerini tartışmıyorlar ama onları
nasıl bastıracaklarını sorun ediyorlardı. Onlara bu anlayışı
sürdürdükleri sürece hiçbir yere varamayacaklarını anlatmaya
çalıştım. Elbette inanmadılar gülüp geçtiler. Çokbilmiş bir
ihtiyarın sayıklamaları diye değerlendirmiş olmalılar söz-
lerimi. Aslında görünüşte onlar haklı çıktılar. Sonra sonra
nasıl yaptılarsa onların hezeyanlarına ödüller verildi. Bazıları
uluslararası bazı kurumlardan ödüller aldılar. O kurumların
ne gibi kurumlar olduğunu biz biliyoruz. Bir sanatçı dü-
şünün ki kendini toplumuna benimsetmeden uluslararası
kültür kurumlarına benimsetiyor. Sanatçı kendini önce kendi
89
toplumuna benimsetmek zorundadır. Dışarda ödül alırsınız
ama o bir takım ilişkilerin sonucudur. Diyelim Amerika’dan
bir ödül aldınız, sonra Avrupa’dan bir ödül aldınız, ama sizi
ne Amerikalılar tanıyor ne Avrupalılar tanıyor ne kendi ulu-
sunuzun insanları tanıyor. Tanıdıklarınız bile gazetelerden
birinin bir köşesinde çıkan haberinizi de ya okumamış ya
görmemişlerdir.
-Pekiyi Sait Faik ya da başka öykü yazarlarımız unutu-
lacak mı?
-Hayır hiç sanmıyorum. Sait Faik neden unutulsun ki?
Herkesle olduğu gibi onunla ilgili yargıyı da tarih verecek
yani bugünün ve yarının insanları verecek. Zaman yetersizleri
ya da düzmece değerleri ayıklar. Sanatta kalıcılık insanların
belleğinde yer etmekle açıklanabilir. Bir dönem kültür dün-
yası ne ölçüde durgun ve ilgisiz olursa olsun toplumsal bellek
alttan alta tıkır tıkır işler ve gerçek değerleri kuşaklardan
kuşaklara aktarır. Zamanında değer diye belirlenmiş pekçok
sanat adamı bir süre sonra evrensel unutuşun derinliklerine
atılmış ve bilinmez olmuştur. Edebiyatı kolaya alan ve bir
takım ilişkilerle kendini benimsetmeye çalışan bugünün o çok
yenileri elbette unutulacaklar. Bu bir kehanet değil. Onların
arasından sağlam kalemler çıkacaktır diye bekliyoruz. Böyle
birilerinin bu çok acımasız koşullarda tek başına kalmışlığı
göze almaları ve canını dişine takmış dirençli kimseler ol-
maktan ödün vermemeleri gerekir. Koşullar yeni yetişenler
için gerçekten acımasız görünüyor. Çünkü aldıkları eğitim
onları gerçek anlamda sanatçı yapmaya yetecek gibi değil.
Aşırı nüfus artışıyla içgöçün büyük boyutlara ulaşması, kent-
lerin ölçüsüz şişmesi, toplumun maddi ve manevi değerler
üretemez duruma gelmesi, sağlam eğitim kurumlarının açıla-
maması ve varolan eğitim kurumlarının da niteliklerini büyük
ölçüde yitirmiş ve yitiriyor olması, ahlak değerlerinin hızla
90
yıpranmakta oluşu ve başta yalancılık olmak üzere her çeşit
ahlaksızlığın yaygınlaşması… edebiyata kendini adamak is-
teyecek en dürüst insanların bile önündeki büyük engellerdir.
-Gençler romanlarında ve öykülerinde kendilerini an-
latıyorlar dedin. İnsanın bir romanda ya da öyküde kendini
anlatması edebiyat açısından olumsuz bir iş mi? Kendini
anlatmak da bir tür insanı anlatma yöntemi olamaz mı?
-Kimseye şunu anlat bunu anlatma diyemeyiz. Adam
kendini anlatır, gerçekten anlatabildiyse edebiyat olur,
gerçekten anlatamadıysa yazık olur. Kendimizi anlatırken
insanı anlatabiliyorsak, bireyselden bütün insana bir yol
açabiliyorsak amenna ve saddakna. Duygucu romancılar
yani XVIII. yüzyıl sonlarının ve XIX. yüzyıl başlarının us-
taları bunu pek güzel başardılar. Ama gene de bütün insana
ulaşmakta klasikler kadar başarılı olmuş olduklarını söyle-
yemeyiz. Kendinizi kendinize ya da tek kişiye kapattınız
mı bütün insana kolay kolay ulaşamazsınız. Dünyamız bir
görelilikler dünyasıdır. Mutlak’ın ne bilimde ne sanatta ne
felsefede bir karşılığı olabilir. Kendini anlatmak mutlak bir
nesneyi başkalarına açık kılma çabasıdır ki boş bir çabadır.
Bir şeylerin bir şeylere göre anlaşılmadığı yerde herhangi bir
şey ancak kendiyle ölçülebilecek bir şey olur ki bu da bize
olanaksızı duyurur. Bir başka deyişle kendiyle ölçülebilenin
bilgisi olmaz. Bir içgözlem yöntemiyle kişi kendini anlatmaya
kalktığında, bu anlamda sevinçlerini sıkıntılarını aşkını
öfkesini açıklamaya yeltendiğinde kimseye dünyasından
herhangi bir şey ulaştıramaz.
Her şey bir yana tüm sanatlarda olduğu gibi edebiyat
sanatında da biz öncelikle insan gerçeğini tanımak isteriz,
o yüzden değil mi ki sanatların insan araştırması yaptığını
söylüyoruz. Ben Hasan efendinin boğuntusunu değil boğuntu
denen insanlık durumunun ne olduğunu bilmek istiyorum.
91
Bunun için herhangi bir Hasan efendiyi çıkış noktası olarak ya
da örnek olarak almam elbette tek kişiye kapanmam anlamına
gelmez. Sanatlar evrensel olanı tek kişinin penceresinden
görmek ve göstermek isterler. Sanatçı özelde geneli gören ve
gösteren adamdır. Ama ben bir Hasan’ı ya da Hasan olan beni
anlatmaya yeltenirsem boşa kürek çekmiş olurum. Hasan adlı
kişi, ben olayım başkası olsun, kimsenin umurunda değildir.
Gerçek sanatçı bu arada gerçek öykü yazarı ya da romancı
ya da sinemacı tek kişinin dünyasını örnek göstererek bo-
ğuntunun ne olduğunu bana gösterebildiği zaman benim için
önemlidir. Her bilgi alanında olduğu gibi edebiyat alanında
da tek tek şeylerin önemi tam tamına evrenseli açıklamaya
yatkın özelliklerinin olmasından gelir.
-Öyküye çok yakın alanlar var. Gözlem yazıları ya da
gezi yazıları bana çok zaman öykü tadı vermiştir. Evliya
Çelebi seyahatnamesi bunlardan biridir. Çetin Börekçi’nin
eski gazete sayfalarından iğneyle kuyu kazar gibi çıkardığı
çok değerli iki yapıt, Ahmet Şerif’in Anadolu’da Tanin’i ve
Arnavutluk’da Suriye’de Trablusgarb’da Tanin’i ilk aklıma
gelenlerdir. Gönül isterdi ki bugünün edebiyat adamları da
öykü tadı veren bu gözlem yapıtlarına benzer yapıtlar vere-
bilsinler.
-Haklısın. Hem bir yerleri tanıtan hem de öykü tadı ve-
ren yazılar benim de çok sevdiğim yazılardır. Bunların bir
bölümünü yolculuk notları oluşturur gibidir. Osman Cemal
Kaygılı’nın Köşe bucak İstanbul adında böyle bir yapıtı var.
Bu toplumun insanları kültür belleği zayıf olan insanlardır,
özellikle bu tür yapıtları çabuk unuturlar ve çabucak bilin-
mezin derinliklerine gönderirler. Osman Cemal Kaygılı’nın
Çingeneler romanı bile bir yönüyle bir toplumbilim araş-
tırması olarak değerlendirilebilir. Ama onu bugün kaç kişi
merak eder? 1931’de Yenigün gazetesinde İstanbul’un köşe
92
bucağı adıyla yayımlanmış olan Köşe bucak İstanbul halk-
bilim alanında çok önemli bir araştırma kitabıdır. Yazarın
gene çoktan unutulup gitmiş Argo lugati’ni de hiç yabana
atmamak gerekir. Köşe bucak İstanbul’da Kaygılı o zamanki
İstanbul’un bütün semtlerini bize bütün özellikleriyle tanıtı-
yor. Çok iyi bildiği kentin semtlerini mahallelerini sokaklarını
teker teker gezmiş. Belki yüz kere geçtiğimiz hatta yıllardır
içinde yaşadığımız yerleri yakından tanıyor muyuz? Bu il-
ginç kitapta mizah ögeleriyle de süslenen yazıların ayrı bir
öykü tadı verdiğini söyleyebiliriz. Kitapta o günün anılarını
yaşatan çok güzel fotoğraflar ve desenler var. Bir yayınevinin
bu çok değerli araştırmayı o güzelim fotoğrafları ve desenleri
kullanmadan yayımladığını görünce çok üzüldüm. Belki de
iyi sonuç vermez diye düşünmüşlerdir. Her neyse! Bu alanda
Refik Halid’in 1940’da yayımlanmış olan Gurbet hikayele-
ri’ni de anmak doğru olur.
-Refik Halid’in Memleket hikayeleri diye bir kitabı daha
var. Bu kitapları okumuşsundur sanırım. Sever misin onun
yazdıklarını? Ya da hafif mi bulursun? İyi bir öykücü diye
bilinir.
- Refik Halid usta bir öykücüdür, eskilerin kalemi kuv-
vetli dedikleri türden bir yazardır. Yazdıklarını severim hafif
de bulmam. Öykülerinin kurgusu bana her zaman usta işi
görünmüştür. Tanıtlamalarında da pek güzel parıldar ustalığı.
Ne var ki ben onun dünyaya bakışıyla ve insan anlayışıyla
bağdaşamadım. Refik Halid bence insanları hiç sevmiyor,
insanları hafife alıyor ve her zaman bencillik üzerinden
kötüye eğilimli diye belirliyor. O insanları bencil varlıklar
olarak görürken aslında kendi ruh yapısını ortaya koymuş
oluyor yani kendini tanımlıyor. Refik Halid’in insanları
bencilliklerini aşamazlar ve aşmak da istemezler. Bencil-
lik insanı değer bilmezliğe ve acımasızlığa kadar götürür.
93
Benim yararıma olan başkasının zararınaysa bana ne. Onda
bu duygusallık baskındır. Onun kişileri acıma duygusundan
yoksundur. Onların bir özellikleri de gevşek ve iyiden iyiye
dayanıksız olmalarıdır. Görev bilinciyle kasabaya gelen bir
memur bir süre sonra oranın uyuşturucu havasına kendini
kaptırarak dünyayı umursamayan bir tembele dönüşebilir.
Kapanın elinde kalan bir dünyadır onun dünyası, kimsenin
kendini kimseden sorumlu duymadığı bir dünyadır. Ne eleş-
tiri vardır o dünyada ne de pişmanlık. Bununla birlikte Refik
Halid yabana atılacak bir edebiyat adamı değildir. Onun etkili
ve ölçülü bir mizahçı yanı da vardır. Genç öykücüler isterlerse
ondan çok şey öğrenebilirler.
-Mizahçı dedin de… Mizah öyküleri konusunda neler
söyleyebilirsin?
-Mizahı bir edebiyat türü olarak görmek doğru olmaz.
Edebiyatın dışına düşen mizah yalnızca eğlendiricidir. Çünkü
mizah tek başına ağır tatlılar gibi iç bayan bir yazma biçimi-
dir. Mizah ancak edebiyatın bir yan ögesi bir yardımcı ögesi
olduğu zaman etkili olabilir. Öyküde romanda hatta şiirde
ölçülü kullanılırsa yazıya tat verir, başlıbaşına mizah basit bir
eğlence aracı olmaktan öteye geçemez. Mizah romanları ve
mizah öyküleri genelde uzun yolculuklarda vakit geçirmek
için birebirdir. Özel bir dikkat gerektirmedikleri için çok
kolay okunan bu yazılar kültür düzeyi yüksek kimselere çok
şey söylemez, onları eğlendirmez de. Ayrıca dünya yalnız
gülünçlü ögelerden kurulu olmadığı için mizah bize gerçekliği
gösterecek yerde en azından abartılarıyla gerçekliğin üstünü
örter. Mizahın en çok geçerli olduğu alan siyaset alanıdır,
mizah orada karikatürle eşleşir. Mizah ögesini çok iyi kul-
lanan romancılar ve öykücüler vardır, şimdi burada onların
listesini vermek gerekmez. Bu kişilerden biri de öykü yazarı
1895 doğumlu psikiyatri uzmanı Dr. Fahri Celal Göktulga’dır.
94
Onun öyküleri bir dönemin toplumsal yaşamından da ilginç
görüntüler sunar. Göktulga’nın öyküleri bir bakıma bir üst
kesim öyküleri olsalar da halkın görüş ve sezişlerinden bir
takım izler de taşırlar. Onda mizah zaman zaman öne geçse
bile yazının edebi ağırlığını gidermez, tersine yazıya güç
katar. Sait Faik’de de daha küçük ölçülerde mizah ögelerine
raslarız. Onda mizah hemen her zaman biraz acı ya da kek-
remsidir. Örneğin Kumpanya’daki Kriz’de şu satırları oku-
ruz: “Çıplak ayakları ve kendisi mosmor kesilmiş bir çocuk
Karaköy poğaçacısının önünde ‘Ben esmeri fındık ile badem
ile beslerim’ şarkısını söylüyordu.”
-Mektup türünü de ben öyküye yakın bulurum, bilmem
sen ne dersin?
-Doğrudur, edebi değeri olan ve bugüne kalmış olan
mektuplarda bir öykü havası derinden derine kendini sezdirir.
İş mektuplarını iyiden iyiye dışta tutalım. Tarihe ışık tutacak
mektupları da bu işe katmayalım. Öykünün içtenliğiyle mek-
tubun açıklığı sıcaklığı candan havası birbirine yakın durur.
Mektup biçiminde yazılmış romanlar da vardır. Tek örnek
verelim, örnekleri çoğaltmakta yarar yoktur. Bir XVIII. yüzyıl
fransız romancısı olan Choderlos de Laclos’nun Les liaisons
dangereuses yani Tehlikeli ilişkiler romanı çok ilginç bir ro-
mandır, mektuplardan oluşur. Mektup türü diye bir şeyden
sözedebilmek için yazıların edebi değeri yüksek olan yazılar
olması gerekir. Bunların başlıcaları da usta edebiyatçıların
kaleminden çıkmadır genellikle. Benim en çok sevdiğim ve
zaman zaman açıp okuduğum mektuplar Gustave Flaubert’in
mektuplarıdır. Onlar bütün sıcaklıklarıyla ve edebi ağırlık-
larıyla hem örnek mektuplardır hem de gerçek bir aydının
dünyasından bize ışıklar taşırlar. Sanırım mektup türü giderek
tarihe karışacak çünkü artık kimse kimseye mektup yazmıyor:
bilgisayar ve telefon kolaylığı mektubu öldürdü. Aşk mektubu
95
başta olmak üzere bütün mektuplar tarihe karışıyor. Aşk bile
tarihe karışıyor. Giderek düzleşen bir dünyada mektubun ne
anlamı olabilir? Artık dolmakalem bile kullanmıyor kimse
ve kimse güzel yazı yazmaya özenmiyor. İnsanların ne ko-
nuştukları bile anlaşılmıyor.
-Anı türünü ben öyküye yakın bulurum. Yalanlarıyla
yanlışlarıyla eğrileri doğrularıyla anı da bir tür öykü değil
midir? Boyuna göre belki de uzun öykü diye belirleyebiliriz
onu. Sen anı yazmayı düşünmedin mi?
-Anı da gerçekten öyküyü çok andırır. Yaşadıklarımız
zaten bir süre sonra öyküye dönüşmüyor mu? Yaşam da bir
öykü değil mi bir yanıyla? Öyküde olduğu gibi anı yazıların-
da ya da anı kitaplarında da bir takım insanlık durumlarıyla
karşılaşırız. Renkli kişilerin anıları azçok düz bir yaşam
sürmüş kişilerin anılarından, ünlü kişilerin anıları adı çok
duyulmamış kişilerin anılarından elbette daha çekicidir.
Çünkü bütün insanlarda bir ün ya da ünlü merakı vardır.
Gerçekte herkesin yaşamı önemli olduğu için herkesin anıları
da önemlidir, ne var ki herkesin anıları ilgi çekmez. Her kişi
kendi anılarıyla azçok sorunlu değil midir? Bazı anılarımızı
önemserken bazıları için keşke olmasaydı duygusunu yaşa-
rız. Anılar karşısında duygusallığımız ne olursa olsun, ister
olumlu ister olumsuz olsun anıya güvenilmez. Çünkü anılar
bilincin dönüşüm koşullarına göre durmadan dönüşürler yani
biçim ve anlam değiştirirler. Bir anılar üzerinde yanılmak var
bir de anıları kötüye kullanmak var. Anı yazanlar her zaman
içtenlikli olmayabilirler. Bunu bazı anı yazılarının savunma
havası taşımasından anlıyoruz. Çıkarlarını çok iyi bilen bir
ağabeyimizin anılarını okurken kendisinin ne kadar tokgözlü
bir adam olduğunu öğrenmiş olduk. Anı türü gene de yarar-
lıdır. Unutulacak bir takım yaşantıların yazıya geçirilmiş
olması bir kazançtır.
96
Dostlarım benden zaman zaman anılarımı yazmamı is-
tediler. Ben hep yan çizdim. Ben anıları sevmiyorum. Kedi
kuyruğuyla oynar gibi anılarıyla oynayan insanları da sev-
miyorum. Hele anıların sırtından kendini temiz göstermeye
çalışanları… Anılar bana ruhun takıntıları gibi görünüyor.
Yaşadığım bazı özel şeylerin de başkalarını ilgilendireceğini
sanmıyorum, ilgilendirmesi gerektiğini de düşünmüyorum.
Zaman zaman dostlar öyle istiyor onları kırmayalım diye anı
yazmaya davrandığım oldu. Her defasında sıkıldım ve bırak-
tım. Yaşamı oldukça zor geçmiş bir insanın anıları okuyana
esenlik duyguları verecek değildir. Bunu Afşar anılarından
kaçıyor diye yorumlayan dostlar da olabilir. Olsun, bundan
hiç tedirgin olmam. Yarına kalıp insanlara örnek diye göste-
rilebilecek hiçbir yaşamışlığım yok. Bazı şeyler olduğu gibi
unutulmalı. Anılarımızdan çok düşüncelerimizle, başımızdan
geçenlerden çok yapıtlarımızla hatta yapmak isteyip de ya-
pamadıklarımızla insana katkıda bulunmalıyız. Çok ilginç
anıları olanlar onları yazıya döksünler ki bizim dünyayı daha
iyi anlamamıza yardım etsinler.
-Sen roman alanında olduğu gibi öykü alanında da epey-
ce kalem oynattın. Roman deneyimlerini bana anlattığın gibi
nasıl öykü yazdığından da biraz sözeder misin?
-Roman tasarlar gibi öykü tasarladığımı söyleyemem.
Öykünün oluşumu az da olsa şiirin oluşumuna benzer. Öykü
gelirse kendiliğinden ve beklenmedik bir zamanda gelir.
Romanı uzun süreçler boyunca kurgularsın ve oldu dediğin
anda yazmaya başlarsın. Her şeyi kurgulamış da olsan yazma
evresinde de kurgulama sürecektir doğal olarak: tasarlama
başka şeydir gerçekleştirme başka şeydir. Öyküyü tasarlamam
da şiirde olduğu gibi gelsin diye beklerim. Öykü tasarlanmaz
çünkü. Gelecek olan nedir? Esindir elbette. Romanda esin yok
mudur? Vardır ama tasarlama esini geride bırakır. Sanatın ol-
97
duğu her yerde esin vardır ya da olmalıdır. Bir öykü konusuyla
ve duygusallığıyla birden beliriverir kafamda. Şiir gibi o da
hemen yazılmalıdır yoksa uçup gidebilir ya da sonra yazar-
ken çok zahmet çekilecektir. O bir iskelettir ya da taslaktır:
ayrıntıları eksiktir onun. Romanda da ayrıntılar vardır elbet,
sanat ayrıntılardadır diyenler bir bakıma haklıdır. Romanda
ayrıntılar bütünü süsler ve zenginleştirir ama sürüklemez.
Öykü çatısının dışında tümüyle ayrıntılardan kurulmuştur.
Öykücü bütün gücünü zekice bulduğu ayrıntılardan alır.
Romanda mizah ögesi belirleyici değilken ya da çok
gerekli değilken öyküde aşırıya kaçmamak koşuluyla mizah
kurucu ögelerden biri olarak düşünülebilir. Roman bir yönüy-
le diyaloglardan kurulmuşken öykü diyalogsuz da olabilir.
Önemli olan çekici ya da çarpıcı olabilmektir. Okuyucu daha
ilk satırda öyküye kapılmazsa sonra okuduklarından tat alma-
yabilir. Romanda da öyküde de yazarın işi daha ilk satırdan
başlayarak okuyucuda merak uyandırabilmektir. Romanda
konu genişliği içinde bunu yapmak daha kolaydır. Kısacık bir
öyküde merak uyandırabilmek doğrudan doğruya ustalık ister.
Öykücünün tiyatro oyunlarında gördüğümüz tanıtıcı kısa be-
lirlemelerden kesinlikle kaçınması gerekir. Bu çok önemlidir.
Şöyle başlayan öyküler bilirim: bir evin bahçesi, ortada bir
havuz, havuzda iki üç süs balığı, havuzun yanında bir masa,
masanın çevresinde dört kadın, bağıra bağıra konuşuyorlar.
O durumda daha başlangıçta kesilir kalır öykü, mayonezin
kesilmesi gibi. Bu kadar kolaycılık var mı?
Şiiri nasıl bekliyorsam öyküyü de öyle beklerim, avını
bekleyen avcı gibi sabırla beklerim. Şiirde olduğu gibi öyküde
de bir dönem hiçbir şey gelmez aklıma. Uzunca bir dönem
yaşarım öyküsüz. Hiç ama hiç zorlamam kendimi, bir an ge-
lecek her şey yeniden başlayacaktır. Zorlama yazılmış hiçbir
şeyden hayır gelmez. Yeni bir dönemin başlamasıyla öyküler
98
arka arkaya kendilerini gösterirler. Şiirde olduğu gibi öyküde
de işlemecilik çok önemlidir. Bir şeyleri yeniden yeniden
yazmak gerekebilir. Şiir gibi öykü de ince iştir ve büyük
emek ister. Romanda işçilik gerekmez mi? Elbette gerekir
ama onda ayrıntılardan çok genel yapı önemlidir. Şiirde ol-
duğu gibi öyküde de hiç aceleci değilimdir. Bazen bir öykü
üzerinde aylarca çalıştığım olur. Bazen de maya tutmamıştır,
yapılacak şey o öyküyü gözden çıkarmaktır. Onu saklamanın
bir anlamı yoktur, yetersiz doğmuştur, siz en iyiyi amaçlarken
o ortalamayı bile tutturamamıştır. Şiir yırtmaktan ve öykü
atmaktan hiç rahatsız olmam.
Romanda pek gerekli olduğunu sanmadığım bir şey
öyküde benim için çok önemlidir. Öykülerimde kimleri an-
latıyorum? Benim de bir üyesi olduğum halkın insanlarını
anlatıyorum. O durumda onların davranışlarını ve özellikle
de konuşmalarını olabildiğince izlemek zorundayım. De-
dektif gibi izlerim insanları. Trende pencereden bakıyor gibi
yaparım, kulağım karşımda dedikodu yapan iki hanımdadır.
Onların kullandıkları çoğu dil ve mantık kurallarına aykırı
deyimleri aklımda tutarım ya da çaktırmadan defterime ya-
zarım. Öykülerimde bu tür garip ve çok tatlı söyleyişlerden
epeyce vardır. Zaten halkın içinde büyüdüğüm ve kanımca
sınıf değiştirmediğim için bu alanda epeyce deneyimim ol-
muştur. Rahmetli anacığım benim haza beyefendi olmamı
çok istedi ama olamadım. Aklımın bir yanı sokaktadır. So-
kaklardan geçmediyseniz öykü yazmaya yeltenmeyin. Roman
yazın ama öykü yazmayın bence. Bence roman da yazmayın.
İnsanın hası sokaktan gelmedir ve sokaktadır.

99
100
ŞİİR ESTETİĞİ

-Biraz da şiir üzerine konuşalım istiyorum. Müzikten


sonra en yaygın sanat diye biliriz şiiri. Birçok insan şiir yazar,
aşklarını sıkıntılarını eleştirilerini yakınmalarını şiire döker.
Şiir nasıl bir sanattır?
-Haklısın, şiir sanatı öbür sanatlardan daha yaygındır ve
onlardan sanki daha ayrı bir yerde durur. Birçoğumuz resim-
siz olur da şiirsiz olmaz der gibiyiz. Bunu söylerken onun
bambaşka apayrı bir sanat olduğunu söylemek istemiyorum
elbette. Sanatlar arasında şiire bir ayrıcalık tanıyacak değiliz.
Örneğin yontu sanatı özellikle bazı kişilerin ilgisini çeker
ama şiir sanatı herkesi ilgilendirir. Şiir sanatı yaşamımız için
vazgeçilmez bir gerekliliktir sanki. O bir içtenlik sanatıdır,
bir içdöküş sanatıdır. Sanki dert ortağımızdır şiir. İnsanlar
aşklarını sıkıntılarını açmazlarını umutsuzluklarını umutlarını
sevinçlerini şiire döküp kendilerine bir tür iyileştirici ya da
dert ortağı yaratırlar şiirden. Sevenler sevdiklerine kendilerini
şiirle anlatmak isterler. Şiir çok zaman bir şeyleri başkalarıyla
paylaşma denemesidir, çok şeyimizi birilerine anlatmayı ba-
şaramasak da, çok şeyimizi başkalarıyla paylaşmakta epeyce
eksik kalsak da. İnsan başkalarına açmak istediği dünyasını
da başkalarıyla paylaşmayı düşünmediği gizlerini de şiire
döker, böylece kendini dışavurmuş ya da kendini sakınmıştır:
şiirde olan her şey hepimizin ortak duyarlıklarımızla ilgilidir.
Şiir biraz da insanın kendiyle konuşması görüşmesi
tartışmasıdır. Bir şiir yazdım bu sabah deriz ama yazdığımız
şiir olmuş mudur? Çok kişi içinden geçenleri altalta dizdiği
sözcüklerle anlatmaya kalktığında şiir yazdığını sanır. Önemli
olan şair olmak değil kendini söze vurmaktır. Şiir yazmak
öncelikle bir iç hesaplaşmadır. İnsan kendi sorunlarına da
insanlığın sorunlarına da en içten biçimde şiirde kavuşur.
101
Öbür sanatçılardan çok şairler ilgilendirir bizi. İnsan kendiyle
şiirde yüzleşir, geçmişiyle şimdisiyle şiirde dertleşir, gelece-
ğini şiirde arar. Öfkesini de özlemini de şiirde dindirir ve
dillendirir. Yalnız kendi şiirlerimiz değil başkalarının şiirleri
de bize kendimizi görme ve tanıma olanağı sağlar. Bu belki
de çok daha önemlidir. Bir romancıdan bir ressamdan çok bir
şairden beklerim beni bana göstermesini.
İçimizi açmak için kendimize göre şiire başvurmamız
kolaydır ama gerçek şiir yani üst düzeyde anlatımcı şiir, bir
sanat olarak şiir bütün sanatlar gibi zordur, bütün sanatlarda
olduğu gibi kişiden bir tür adanmayı bekler. Duygularımızın
yoğunluğu ve düşünce dünyamızın etkinliği bizi şair yapmaya
yetmez. Uzun emeklerden sonra ustalık basamağına ulaşıla-
caktır. O basamaktan da daha üst bir basamağa sonra daha
da üst bir basamağa geçilmelidir. Göğe çıkan merdivenin
basamakları sayılabilir cinsten değildir. Şiirin gerçek usta-
ları kendilerini şiire adamış kimselerdir. Şiir onlar için basit
bir oyalanma ve eğlenme aracından daha başka bir şeydir.
Her sanatçı gibi şairin de kültür açısından donanımlı olması
beklenir. Yaşamın kılcallarına girebilmek, insanın en ince en
derin sorunlarını görebilmek ve yansıtabilmek hiç de kolay
bir iş değildir. Duyguyu ve düşünceyi ustalığa dökmek insanı
yakından tanımakla olasıdır. Bütün sanatlar gibi şiir sanatı
da bir tür insan araştırmasıdır, öncelikle insanın ne olup ne
olmadığı konusunda derin bilgiyi gerektirir. Bütün sanatlar
nasıl herkesinse şiir sanatı daha çok herkesindir.
-Şiirin en eski kaynaklarını bulabilmek için mitoloji
dönemine kadar inmek gerekiyor sanırım.
-Elbette. Yapabilsek daha eski kaynaklara da inmeliyiz.
İnsanoğlu düşünmeye şiirle başladı demek yanlış olmaz.
Yazılı edebiyatın henüz olmadığı, yazının insan yaşamına
girmediği ya da tam anlamında girmediği zamanlarda sözlü
102
edebiyat vardı ve sözlü edebiyatın özü elbette şiirdi. Eski Yu-
nanistan’da Homeros’un ve öbür şairlerin şiirleri düşüncenin
temel ürünleri olurken şiir felsefenin taşıyıcısı gibiydi. Sonra
yazı geldi, yazılı edebiyat geldi, felsefe geldi. Felsefe mitolo-
jiden ya da şiirden doğdu ama kendini birden felsefe olarak
bulmadı. Felsefenin evren sorunlarına ve insan sorunlarına
yönelirken mitolojik olana doğru bir eğilimi vardı. Mitolojide
felsefe vardı sonra felsefede mitoloji varlığını sürdürdü. Dü-
şüncenin düşsellikten kurtulması birdenbire olacak iş değildi.
Mitolojideki felsefeyi gerçek anlamda felsefe, tam tamına
ussal çerçevede düşünülmüş bir felsefe diye göremeyiz.
Öte yandan İliada ve Odysseia’yı basit birer destan
diye görüp çıkamayız. Onlar zamanın birer inanç kitabıdır.
Nitekim yunan uygarlığında bir zaman sonra düşünce hızla
gelişince nazmın yerini nesir almaya başladı. Düşüncenin
şiirden kurtuluşu ya da bağımsızlaşması diyebiliriz buna.
Bunu şiirin felsefeden kurtuluşu diye de görebiliriz. Salt
felsefe şiir için ağır yüktür. Dolaysız anlatım böylece dolaylı
anlatımın yerini alıyordu, çünkü dolaylı anlatım yoğun dü-
şünceyi açıklamakta yetersiz kalıyordu. O zaman simgelere
başvurmak gerekiyordu. Şiirin dinsel döneminden dindışı
dönemine böyle geçildi. Bu dönüşümde Yunanlılarca gelişti-
rilen fenike alfabesinin büyük katkısı olmuştur. Ama felsefe
de edebiyat da uzun süre yani Yeniçağ’a kadar düşsel ögeleri
çokça barındıran uğraşlar olarak kalacaktır. Şiirin sivilleşmesi
ya da özgürleşmesi, bütün sanatlarla birlikte bir temel insan
araştırmasına dönüşmesi demek ki daha yeni zamanların
konusu olmuştur.
-Bugün şiir düşüncenin yükünden kurtulmuş mudur?
-Elbette öyle bir şey söyleyemeyiz. Bir bakıma da söy-
leyebiliriz. Felsefe yapmak için şiirsel anlatıma gereksini-
mimiz var mı? Öte yandan şiir sanatı düşünceden tümüyle
103
arınık bir sanat mı? Düşünmeyen şiir diye bir şey olur mu?
Şiir bugün düşüncenin bütün yükünü çekmiyor ama elbette
kendini belli bir düşünsellikte varediyor. Şiir sanatı bilinç
etkinliğini gerektirir. Bilinç etkinliği düşünsel-duygusal bir et-
kinliktir hatta duyumsal-düşünsel-duygusal etkinliktir. Şiirde
düşüncelerimizi ve duygularımızı ortaya koyuyoruz. Dünün
şiiri her çeşit düşünselliği içerirken bugün felsefi-bilimsel
diyebileceğimiz yoğun nesnel düşünceyi de içeriyordu.
Bugünün şiiri evrenin nereden geldiği ya da insanın ne
olduğu gibi sorunlarla uğraşmıyor. Bu tür sorunları bugün
asıl düşünce alanları yani felsefe ve bilimler karşılamaya ve
tartışmaya çalışıyor. Şiirde daha çok düşünsel ve duygusal
düzeyde insanın temel sorunlarıyla karşılaşıyoruz. Sanatlar
bu arada şiir nesnellikle öznelliği birbirinde eritmiş yani bir
bütünde bir araya getirmiş görünüyor. Bu arada düşünce şiiri
gibi felsefi şiir gibi deyimler de çalınıyor kulağımıza. Bunları
ciddiye almamak gerekir. Felsefenin sorunlarını şiirde tartış-
maya kalkan adama bugün dönüp bakmayız bile.
-Şiirin dili gündelik dildir yani konuşulan dildir bence.
Anadildir ya da. Roman ve öykü gibi şiir de toplumun ortak
diliyle yazılıyor. Bununla birlikte şiirin dili çok zaman özel bir
dil gibi görünüyor. Şiir dili roman ve öykü dilinden epeyce
ayrılıyor. Roman dili ve öykü dili tam anlamında gündelik
dilken şiir gündelik dili değişik biçimlerde kullanıyor ya da
kullanabiliyor. En azından dili olduğu gibi kullanmıyor, onu
bir takım işlemlerden geçiriyor. Tam anlamında gündelik dille
şiir yazanlar da var elbet. Örneğin Orhan Veli’yi düşünün-
ce…
-Roman dili ve öykü dili gündelik konuşma dilinin ta
kendisidir ya da olsa olsa onun biraz inceltilmişi ya da azçok
biçimlendirilmişidir. Onun azçok bozulmuşudur da diyebili-
riz. Sanatta anlatımcı olmak adına sık kullanılan bir yöntem-
104
dir biçimbozma: nesnelerin oranları ve birbirleri karşısında
konumları azçok değiştirilir. Diyelim insanda başın gövdeye
oranı sekizde birse ressam nesnesine görkemli bir görünüm
kazandırmak için onu on ikide bire çıkarabilir. Ortalama kül-
tür düzeyinde bir okuyucu bir romanı ya da öyküyü okumakta
pek zorlanmaz. Onda bazı şeyleri kavrayamasa da geneli pek
güzel kavrayacaktır. Şiirin dili dönüştürülmüş dildir, özel
işlemden geçirilmiştir. Buna göre her şairin anadili kullanma
koşulları başka başkadır.
Şirin dili dolaylı anlatıma göre oluşturulmuştur. Bu yüz-
den şiirde simge kullanımı yaygındır: romanda ve öyküde
böyle bir şey yoktur. Romancı da öykücü de dolaylı bir dil
kullanmaz. Şair işlemden geçirmediği yani özelleştirmediği
bir dille şiir yazmaya kalkarsa aldığı sonuç pek başarılı olmaz.
Onun şiirlerini okuyan bunu ben de söyleyebilirdim der ve
arkasını dönüp gider. Dolaylı anlatım nedir? Bir şeyi bir başka
şeyle anlatmaktır. Bu yüzden şair anlatımcı olabilmek için çok
zaman simgeye başvurur. Şiirin dili genelde simgenin dilidir,
simgesel dildir. Bu en eski zamanlardan beri böyle miydi?
Değildi elbet. Şiir sanatı geliştikçe yeni anlatım olanakları
aradı şairler. Simgesel anlatımda en önde ya da ilk bakışta
görüneni değil onun arkasında yatanı anlamak önemlidir.
Simgecilik kulağı tersten gösterme gibi bir uygulamadır.
Bir şiirde birden çok simge olabilir. Simge şiiri üst
düzeyde anlatımcı kılar. Bir romanda bir öyküde anlatılan
anlatıldığı kadardır, onda simge kırk yılda bir kullanılır.
Simgelerle örülmüş bir şiirde o şiire sığmaz gibi görünen bir
anlam yoğunluğu vardır. Bu anlamlar ister istemez kaygan
anlamlardır. Simge kaygandır, iyiden iyiye belirgin olduğunda
artık simge değildir. Onu anlamak için hem donanım hem
dikkat gerekir. Romancı rüzgar esti dediği zaman gerçekten
rüzgar esmiştir. Şair rüzgar esti dediği zaman belki de başka
105
bir rüzgardan sözediyordur, örneğin insan yaşamını ölüme
doğru sürükleyen zamansal akıştan sözediyordur. Güz yap-
rakları ölümün habercileri olmasın? Simgecilik daha çok
son yüzyılların anlayışıdır. Bizim Divan şiirimizde simgeye
hiç başvurmayan çok başarılı düz anlatımlar vardır. Örneğin
XIV. yüzyıl şairlerinden Nesimi’nin şöyle bir beyti vardır:
“Gönlüme hiç senden özge nesne layık görmedim / Suretim
aklım ukulüm cism ü canım merhaba”. Görüldüğü gibi bu
düz bir anlatımdır, simgeyle bir ilgisi yoktur: şair söyleyeceği
sözü doğrudan söylemiştir. Bir de XV. yüzyıl şairlerimizin en
ünlülerinden biri olan Avni’den bir örnek verelim: “Yar içün
ağyar ile merdane cenk etsem gerek / İt gibi murdar rakip
ölmezse yar elden gider”. Burada da herhangi bir simgesel
anlatımın sözkonusu olmadığını görüyoruz. Bu arada hemen
şunu söyleyeyim: benzetmeleri simge gibi değerlendirmemek
gerekir. Örneğin “it gibi murdar rakip” doğrudan doğruya
benzetmedir.
-Şiirde basit benzetmeyle simge oluşturma hemen hemen
aynı şey değil mi?
-Basit benzetme diyorsun, çok doğru. Şiirde ve gündelik
konuşmada basit benzetmeyi “gibi”yle yaparız: pamuk gibi
bulutlar deriz örneğin. Basit benzetme şiirde tehlikelidir, şiiri
bayağılaştırabilir, kullanılır kullanılmasına ama ölçülü kul-
lanılmalıdır. Haklısın, simge oluşturmak da bir anlamda bir
şeyi bir şeye benzetmektir. Ama simgede benzetme düzeneği
basit değil karmaşıktır. Simgenin kendisi karmaşıktır çünkü.
Her simge üst düzeyde anlatımcı olmak adına oluşturulmuş
bir özlü yapıdır, onda anlam yoğunluğu belirleyicidir, o sı-
kıştırılmış bir anlam yumağıdır. Simgeyle on sözcükte anlat-
tığımız şeyi öbür türlü uzun uzun anlatmamız gerekir ki gene
de istediğimiz sonucu elde edemeyebiliriz. Simgenin anlamı
dışlaştırması konusunda bir güvenceden sözedebilir miyiz?
106
Daha açık konuşalım: simgenin garantisi var mı? Elbette yok.
Bu işi eve teslim gibi düşünmemek gerekir.
Şairin anlatmak istediğini bize açmayan yani kilidini
açamadığımız simgeler de vardır. Şair anlatmak istemiş
de anlatamamış deriz o durumda, olamaz mı? Ayrıca basit
benzetmeden ayrı olarak simgenin sunduğu anlam oldukça
kaygandır, sana söylediğinin tıpkısını söylemeyebilir bana,
aynı simgeden ikimiz başka başka şeyleri anlayabiliriz. Kuş-
ların sarhoş olması ne demektir? Mallarmé kuşları neden
sarhoş ediyor ya da daha doğrusu kuşlar neyin sarhoşudur?
Söz kuşlardan açılmışken “Kuşların ufukta gagaladığı son
ışıklar” diye bir dize oluşturduğumuzu düşünelim. Burada
da bir benzeyen ve bir benzetilen vardır, basit benzetmedeki
şema burada da geçerlidir, ancak benzeyen ve benzetilen
ilişkisi karmaşıktır. Bu dize aynı zamanda bir simgedir, şiirde
öbür simgelerle birlikte ortak bir anlam alanı oluşturur. Hem
başlıbaşına bir anlamı vardır onun hem de şiirin öbür ögele-
riyle birlikte bir anlam kazanır. Şiir sanatında hazır anlamlar
aramak iyimserlik olabilir.
-Simge dünya şiirine ve bizim şiirimize ne zaman ve hangi
koşullarda girdi?
-XIX. yüzyılın ortalarında batı sanatında özellikle de
şiirde sessiz bir dönüşüm oldu. Bunu devrim diye de nite-
lendirebiliriz. Baudelaire’in Les fleurs du mal ya da Kötülük
çiçekleri adlı şiir kitabı ve Flaubert’in Madame Bovary
adlı romanı aynı tarihte 1857’de yayımlandı. Her iki kitap
yeni edebiyata geçişte ortak bir dönüm noktası oluştururlar.
Flaubert’in romanı insanı bir bütün olarak ele alıyordu: duy-
gusallığı dışta bırakmayan bir gerçekçilikti bu, bütünü gören
bir gerçekçilikti. İnsanı güçlülükleriyle de zayıflıklarıyla da
ele alıyor, bu arada ayakları yerden kesik bir duyguculuğun
insanı ne gibi açmazlara ne belalara sürükleyebileceğini
107
gösteriyordu. Kötülük çiçekleri’nde de gene o bütünsel insan
vardı, bu yüzden Baudelaire’in şiiri doğalcı diye nitelendi-
rildi. Bu şiirlerde doğa sezgisi de büyük boyutlarda ortaya
konuluyordu. Baudelaire’in şiiri simgeci şiire geçiş yeridir
ama onun şiirini baştan sona simgeci sayamayız. Simgeci
şiir Baudelaire’den sonra gelişti, Verlaine gibi Mallarmé
gibi şairlerin tezgahında biçimlendi. Bizim şiirimizde simge
kullanılmıştır ama şairlerimizin özel olarak simgeci olmak
gibi bir telaşı olmadı. Bazıları simgeyi azçok önemsediler,
Ahmet Haşim bunlardan biridir.
-Simgeci şiir kayganlığıyla azçok aldatıcı değil midir?
-Olabilir ama yeni şiirde yani simgeci şiirde bazı şeyleri
biraz da kendimize göre anlamak zorundayız. Şiir demek ki
bundan böyle hazır lokma değildir. Simgeci şiire alışık olma-
yanlar bazı şeyleri yanlış anladılar. Baudelaire’den yirmi bir
yaş daha genç olan yani 1842 doğumlu Mallarmé simgeciliğin
güçlü adı olarak bilinir. Ne var ki onun simgeciliği kapalı-
lığın ya da kayganlığın çok ötesine geçer, anlaşılmazlığa
doğru açılır. Az önce onun kuşları sarhoş etmesini konuştuk.
Simgecilik güzeldir ama vur deyince öldürmemek koşuluyla.
Sarhoş kuşları biraz daha konuşalım. Mallarmé’nin en güzel
şiiri diye bilinen Brise marine yani Deniz rüzgarı daha ilk
dizesinde simgeye alışık olmayanları şaşırtabilir. Şiir şöyle
başlıyor: “La chair est triste, hélas! Et j’ai lu tous les livres,
/ Fuir! là-bas fuir! Je sens que des oiseaux sont ivres / D’être
parmi l’écume inconnue et les cieux…” Bu dizeleri kabaca
şöyle çevirebiliriz: “Ten acılı, ne yazık! Bütün kitapları
okudum, / Kaçmak, uzaklara kaçmak! Sanırım kuşlar sar-
hoş / Bilinmez köpüklerle gökler arasında olmaktan!” Ten
neden acılı oluyor? Daha da önemlisi insan bütün kitapları
okumuş olabilir mi? Zaman zaman aklıma geldikçe gülerim.
Bir eleştirmecimiz şairlerin yalancı olduğuna bu şiiri tanık
108
gösteriyordu. Ona göre kimse bütün kitapları okuyamazdı.
Bu düpedüz yalandı. Bütün kitapları okudum derken şairin ne
demek istediğini eleştirmecimiz hepimizden önce anlaması
gerekirken anlayamamıştı. Belli ki şair bir şeylerden yakını-
yor ve bir şeyleri özlüyor. Belli ki yaşadığı şeylerin kendisini
sevindirmediğini söylemek istiyor. O zaman alıp başını git-
mek gerekir diye düşünüyor. Kaçmak uzaklara kaçmak… Ya
da gitmek… Ama nasıl gitmek? Kuşların gittiği gibi gitmek:
altımızda deniz üstümüzde gökler…
-Yeni zamanlarda şairlerimiz simgeleri bol bol kullan-
dılar mı?
-Bizim şiir geleneğimizde simge kullanma alışkanlığı
yoktur. Cumhuriyet döneminde Batı’nın etkisiyle yer yer
simge kullanan şairlerimiz oldu. Özellikle fransız şiirinden
çokça etkilenen şairlerimizin şiirlerinde zaman zaman sim-
geler kullandıklarını gördük. Ama şiir sanatımızda geleneği
olmayan bu uygulamanın kökleşip yaygınlaşması pek olası
değildi. Özel bir şiir dili oluşturmayı becerebilen şairlerimiz
bile simgeye çok yüz vermediler. Gene de Ahmet Muhip
Dranas gibi Ahmet Hamdi Tanpınar gibi şairler simgeye
biraz daha yakın durdular. Ne var ki Mallarmé’nin yoğun
simgeciliğine benzer bir simgeciliğin bizde belirleyici olması
olası değildi. Faruk Nafiz Çamlıbel’in Sen nerdesin? şiirini
simge kullanımına örnek diye gösterebiliriz. Şair bu şiirde
simgeleri gene de çok ölçülü kullanmıştır.
Şiiri anımsayalım: “Caddeden sokaklara doğru sesler
elendi, / Pencereler kapandı, kapılar sürmelendi. / Bir kömür
dumanıyla tütsülendi akşamlar, / Gurbete düşmüşlerin başına
çöktü damlar… / Son yolcunun gömüldü yolda son adımları,
/ Bekçi sert bir vuruşla kırdı kaldırımları. / Mezarda ölü gibi
yalnız kaldım odamda: / Yanan alnım duvarda, sönen göz-

109
lerim camda, / Yuvamı çiçekledim, sen bir meleksin diye, /
Yollarını bekledim görüneceksin diye. / Senin için kandiller
tutuştu kendisinden, / Resmine sürme çektim kandillerin
isinden. / Saksıda incilendi yapraklar senin için, / Söylendi
gelmez diye uzaklar senin için… / Saatler saatleri vurdu çelik
sesiyle, / Saatler son gecemin geçti cenazesiyle, / Nihayet ben
ağlarken toprağın yüzü güldü, / Sokaklardan caddeye doğru
sesler döküldü…”
Caddeden sokaklara doğru seslerin elenmesi akşam saat-
lerini, sokaklardan caddeye doğru seslerin dökülmesi sabah
saatlerini düşündürüyor. Akşamları gidişler caddelerden so-
kaklara yani evlere doğru olurken sabahları gidişler evlerden
sokaklardan caddelere doğrudur. Bize şairin anlattığı şey bir
gecelik bekleyişin sıkıntısıdır. Akşamın sıkıntısı kömür duma-
nıyla tütsülenmede ve özellikle de gurbete düşmüşlerin başına
damların çöküşünde açıklanıyor. Kandillerin kendiliklerinden
tutuşması bekleyişin ruhsal ağırlığını gösteriyor. Uzakların o
gelmez diye söylenmesi buluşmanın olanaksızlığını gösteri-
yor: bunu söyleyenin uzaklar olması ayrıca ilginçtir, demek
ki arada aşılmaz gibi duran uzaklıklar var. Gece böylece ölü
bir gece olur, cenaze gibi bir gece. Sevgiliyi bekleyenin acısı
dünyayı ilgilendirir mi? Elbette ilgilendirmez. Kişi sevgilisini
beklerken ağlarken günün doğmasıyla birlikte dünyanın yüzü
gülüverir. Devinim başlar. İnsanlar işe giderler. Beklenen sev-
gilinin gelmeyişi kimsenin umurunda değildir. Ateş düştüğü
yeri yakar derler.
-Faruk Nafiz Çamlıbel için şiirimizde duygucu anlayışın
kurucusu diyebilir miyiz?
-Elbette diyebiliriz. Bizim şiirimizde duygucu eğilimler
hep oldu. Zaten şiir dediğimizde duygu yükü olan bir yapıyı
anlamıyor muyuz? Sık sık lirik şiirden sözedilir. Lirik demek
hafif duygulu demektir. Liriklik şiir sanatının vazgeçilmezi
110
gibidir. Başka sanatlarda hatta insanların davranışlarında
şiirsellikten sözettiğimizde de şiire uygun düşen liriklikten sö-
zetmiş oluruz aslında. Sanatlarda duyguculuk özellikle XVIII.
yüzyılın işi oldu ve klasikliğe tepki olarak ortaya çıktı. Bu
biraz da romanın tiyatroyu gölgelemesiyle oldu. Liriklik insan
ruhuna ne kadar yakınsa duyguculuk abartılı duygusallığıyla
ruhlara ağır gelebiliyor. Büyük acılar da büyük sevinçler de
doğal insan yaşamı için tedirgin edici olabiliyor. Faruk Nafiz
Çamlıbel gerçek anlamda duygucu şiirin kurucusu olurken
en duygucu şair olma konusunda da tartışmasız yerini hep
korudu: ondan sonra kimse onun kadar duygucu olamadı.
Zaman zaman alay konusu oldu. “Sen bir ahu gibi dağdan
dağa kaçsan da / Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek”
türünden yüksek duygusallıklar özellikle gerçekçi kimseleri
inandıramadı. Onun Sen nerdesin? türünden şiirleri yok
denecek kadar azdır. Ne olursa olsun Faruk Nafiz Çamlıbel
şiirimizin yapı taşlarındandır.
-Sen duyguculuğu romantizm yerine kullanıyorsun. Onu
coşumculuk diye karşılayanlar var.
-Böyle karşılamakla çok iyi ediyorlar yani saçmalıyorlar.
Duygulanmakla coşmak arasında bir yakınlık var mı? Cyrano
de Bergerac’ın acısı karşısında duygulanıyor muyuz yoksa
coşuyor muyuz? Çengi getirelim çalgı getirelim, Cyrano
“maktulen vefat ederken” coşup kendimizi kaybedelim, bu
arada patlayana kadar içelim. Kamelyalı Kadın’ın mezarı
açıldığında da öyle yapalım, zaten oraya davul zurnayla gi-
delim, cesetten o kötü kokular yayılınca ve o güzel kadının
çürümüş yüzü ortaya çıkınca daha da coşalım. Olmaz mı?
Yapalım bunları ki coşumculuğun bir anlamı olsun. Yapalım
bunları ki aptallığın başına kötü bir şey gelmesin.
-Bizde güçlü geleneği olan tek edebiyat türü şiirdir di-
yebilir miyiz? Ne uzun bir roman geleneğimiz ne köklü bir
111
öykü geleneğimiz var, ama bu toplum yüzyıllar boyu şiire hep
yakın oldu. Bugünün türk şiiri Osmanlının Divan şiirinden
geliyor bir bakıma. Gerçi şiirimizin gelişmesinde dünya
şiirinin de halk şiirimizin de büyük katkıları olmuştur. Cum-
huriyet şairleri fransız şiirinden de etkilendiler. Öte yandan
birçok şairimizin belleğine eski şiirimizin sesleri yerleşmişti.
Ne dersin?
-Haklısın derim. Bugünkü şiirimizin en eski ve en sağlam
kaynağı arap ve fars kültürünün etkisinde gelişmiş olan ve
saray şiiri diye adlandırabileceğimiz Divan şiiridir. Divan
şiiri deyip geçmemek, arapçaya ve farsçaya bulandı diye onu
yabancı saymamak doğru olur. Osmanlı kültürü diye bir şey
varsa, bu kültür biraz fars ama daha çok arap kültürünün ağır
belirleyiciliğinde gelişti. Bu kültürün çok özgün bir kültür
olmadığı ortadadır. Uygarlıklar arasındaki etkileşimler her
zaman dengeli olmuyor: bir uygarlığın bir başka uygarlıktan
aldıkları ona verdiklerinden daha çok olabiliyor. Osmanlı
ele geçirdiği bir takım topraklara kendi kültürünü yeterince
götüremediği gibi o topraklardaki kültür değerlerinin epeyce
etkisinde kaldı. O dönemde arap uygarlığı da fars uygarlığı
da çokça gelişmişti. Burada dinin de belirleyici olduğunu
unutmamalıyız. Özellikle şiir denince o dönemde insanların
aklına İran gelirdi. “İran zemine tuhfemiz olsun bu nev gazel”
diyen şairimiz bir yarışma istemini duyurur.
Osmanlı dili diye bir şeyden sözedebiliyorsak bu dil
farsça arapça biraz da türkçe karması bir dildir. Osmanlı dili
diye bir şeyden sözetmenin hiç de kolay olmadığını söylemek
yanlış olmaz. Bu dil özgün bir dil değildir, halkın dili hiç
değildir. Bu yapay dil, konuşulmaktan çok yazıda kullanılan
bu dil bu yapısıyla biraz da şiir için olanaklı bir dildi, çünkü
karmaydı, üç dilden besleniyor, sözcük sıkıntısı çekmiyordu.
Şiirinde bir nesnenin ister farsçasını kullan ister arapçasını
112
kullan ister türkçesini kullan. Bu yüzden bir tür saray şairi
olan Divan şairlerinin şiir dilini anlamak her zaman kolay
değildir: türkçe yanını anlıyoruz ama arapça ve farsça yanını
anlamıyoruz. Onu o zamanlar da seçkin kimseler tam olarak
anlayabiliyorlardı. Zaten onların anlaması yeterliydi. Divan
şairi sıradan insanların şairi olamazdı.
Divan şiiri XIII. yüzyılla XIX. yüzyıl arasında gelişti ve
aruz denen vezni kullandı. Halk şiirinin vezni hece veznidir
ve hece vezninde şiirler belli hece sayılarına göre yazılır. Halk
şiirinde hece sayısına göre düşünülmüş kalıplar vardır, 7+7
gibi 6+5 gibi 4+4 gibi… Aruz vezninde tam tersine seslerin
uzunluğu kısalığı önemlidir. Bu yüzden aruzda parmak he-
sabı yapmak olası değildir. Yapılacak şey bir takım kalıplara
göre ses bileşimleri oluşturmaktır. Bu kalıpların sayısı otuz
kadardır. Buna göre halk şiirinde kalıplara uymak yani sözü
ölçüye uydurmak Divan şiirindekinden kat kat kolaydır. Buna
karşılık Divan şiirinde daha ahenkli daha uyumlu daha çekici
bir ses düzeni vardır. Artık aruz kalıplarının özelliklerinden
ve inceliklerinden sözetmenin hiçbir anlamı yok. Aruzu son
kullananlar da çoktan aramızdan ayrıldılar. Okullarda bu
kalıpları öğretmekle yetinen ya da hangi şiirin hangi vezin
kalıbına göre yazıldığının saptanmasına önem veren ama
anlama aldırmayan geç zaman edebiyat öğretmenleri genç-
leri bu şiirden soğuttular. O beğeni çok gerilerde kaldı. Biz
eskiler o beğeniden çok yararlandık. Şiirlerimizde Divan
sesleri duyulur.
-Divan şiirinin ne olup ne olmadığından biraz daha
sözeder misin? Neden bilmem Divan şiiri denince benim
aklıma hep gazel gelir.
-Divan şiirinin özellikle şiir sanatıyla içli dışlı olmak is-
teyenler için çok önemli bir kaynak olduğunu düşünüyorum.
Bugün bile bir türk şair adayı ya da bir türk şairi Divan şii-
113
rinden bir şey anlamıyorsa sanatında çok şey eksik demektir.
Aruzla şiir yazmak gerekmiyor ama eskinin büyük şairleri
anlamı ölçüye nasıl uydurdular, oradaki ustalık neydi, bunu
bilmek gerekiyor. Şiirimizde XIX. yüzyıla kadar büyük adlar
yetişti, bunların bir bölümü halk şairiyse bir bölümü de Divan
şairidir. Toplumunun şiir geçmişini bilmeyen birinin gerçek
anlamda şair olabileceğini düşünmüyorum. Divan şairleri
değişik anlatım biçimleri kullandılar. Bu anlatım biçimlerinin
başlıcası yani en çok kullanılanı gazeldir. Kasidenin de çokça
kullanıldığını söyleyebiliriz. Gazellerde birim iki dizenin
bir araya gelmesiyle oluşan beyittir. Beytin iki dizesinde de
gazelin bütününde de ölçü aynıdır ve her iki dizenin anlamı
birbirini tamamlar. Türkçe yanı ağır basan birkaç beyit ör-
neği ister misin? Baki’nin şu beyti eşsiz güzelliktedir: “Hep
seninçündür benim dünya cefasın çektiğim / Yoksa ömrüm
varı sensiz neyleyim dünyayı ben.” Hayali’nin şu beyti de
pek güzeldir: “Garibindir anı hoş tut efendim işte biz gittik
/ Gönül derler ser-i kuyunda bir divanemiz kaldı.” Bir de
Nesimi’den okuyalım: “Gel gel beri ki savm ü salatın kazası
var / Sensiz geçen zaman-ı hayatın kazası yok.”
-Kaside için ne diyeceksin? Gazelden ve kasideden başka
anlatım biçimleri de var mı?
-Kasideler özellikle devlet büyüklerini övmek için ya-
zılan şiirlerdir. Arap edebiyatında her zaman baş yeri almış
bir anlatım biçimidir kaside. Onu gazelden ayıran başlıca
özelliği uzunluğudur. Kaside Arabistan’dan İran’a geçmiş
oradan da Türkiye’ye gelmiştir. Bizim edebiyatımızda kasi-
deleriyle anılan şairlerin başında Nef’i gelir. Nedim de gazel
şairliği yanında kaside şairi olarak bilinir. Daha başka anlatım
biçimleri var mı derken sen beni iyi bilmediğim alanlara
itiyorsun. Divan şairleri hicviyeler de yazdılar. Bir tanınmış
kişiyi yermek amacıyla yazılan şiirlere hicviye denir. Belki
114
de hicviyelerin en ünlüsü Gürcü Mehmet Paşa için Nef’i’nin
yazdığı hicviyedir. Şairin idamında hicviye yazma ustalığı-
nın büyük payı olmuş olmalıdır. Bir başka şair bu gerçeğe
şu sözüyle açıklık getirmiştir: “Nef’i diliyle uğradı hakkın
belasına.” Sözkonusu şiirde şair Mehmet Paşa’ya verir ve-
riştirir: “Vay ol devlete kim ola mürebbisi anın / Bir senin
gibi denî cehl-i mücessem a köpek.” Başka ne var? Taşlama
da Divan şairlerinin zaman zaman kullandığı bir anlatım
biçimidir. Taşlamalar daha çok eleştiri amaçlı yazılmış şiir-
lerdir. Kul Nesimi’nin şu taşlaması pek güzeldir: “Ey gönül
il aynasına bakmanın faydası ne / Sermayeden zararım var
satmanın faydası ne // Kargaya kokmuş leş gerek hem yiye
hem çağıra / Karganın önüne sükker dökmenin faydası ne //
Çobana kepeng gerek yatıp anda gerine / Çobanı mescide
imam etmenin faydası ne // Ey Nesimi söz cevherdir dime
herbir ademe / Eşşeğin boynuna cevher takmanın faydası ne
// Ey Nesimi sırrını faş eyleme sen aleme / Arabı hamama
koyup yumanın faydası ne.”
-Evet gerçekten Divan geleneğinde büyük bir hazine
gizli. Ama toplum ondan hızla uzaklaşıyor. Kültür belleği-
mizin zayıflığını göstermez mi bu da? Edebiyat öğretmenleri
şiirin kalıbını buldurmaya boşuna uğraşıyorlar. Önemli olan
anlamı kavrayabilmek değil mi? Sizin zamanınızda nasıldı?
-Bir bakıma öyleydi bir bakıma öyle değildi. Edebiyat
öğretmeninin niteliği bu noktada belirleyici olurdu. Aklı
başında hiçbir edebiyat öğretmeni bu şiirin kalıbını bul
dememiştir. Aruz kalıbını bulsanız ne olacak ve neye yara-
yacak. Aruzla şiir yazmaya kalkacak değilsiniz ya. Örneğin
İstanbul Erkek Lisesi’nde edebiyat öğretmenimiz Hilmi
Soykut bey aruzla şiirler yazan bir şair olmakla birlikte biz-
den vezin kalıbı bulmak gibi saçma şeyler istemezdi. Derse
girer girmez tahtaya bir gazel yazar, gazelde tanımadığımız
115
farsça ya da arapça sözcüklerin anlamını söyler, gazelin ne
anlatmak istediğini tartışmamızı isterdi. Özellikle çok özel
deyimleri anlayabilmemizi önemserdi. Önemli olan arapça
ya da farsça bir deyimin türkçeye çevrilmesi değildir, önemli
olan arapça ya da farsça bir deyimin ne demek istediğidir.
Örneğin külbe-i ahzan ne demektir? Hüzünler kulübesi de-
mektir. Hüzünler kulübesi ne demektir? İşin gizi buradadır
işte. Burada öğretmenin derin kültürü olmalıdır. Biz Divan
şiirini bu yüzden çok sevdik. Bizim yaşlarımızdaki birçok
şairin şiirlerinde Divan sesleri vardır. Biraz kulağımız alışıksa
Nazım Hikmet’in şiirlerinde Divan seslerini yakalarız, Nazım
Hikmet’i yere göğe koyamazken onun şiirlerini okumakta
eksik kalmıyorsak.
-Divan şiiri bizim şiirimiz değildir diyen dar görüşlü kısa
bakışlı ya da daha doğrusu tümden bilgisiz insanlara ben çok
rasladım. Belki sen de raslamışsındır.
-Sağlam tarih fikri olmayan insanın bu tür yanlışlara
düşmesi doğaldır. Bugün böyle bir şiiri yeniden yaşatmaya
kalkanlar da böyle bir şiir yoktur demek isteyenler de ken-
dilerini boşuna zorluyorlar. Tarih getirmeyi de götürmeyi de
biliyor. O zamanın koşullarında Divan şiiri ortaya çıkmıştır,
yaşam koşulları bunu gerektirmiştir. Osmanlının iğreti diyebi-
leceğimiz kültürü, oturmamış kültürü bu iki büyük kültürün,
arap ve fars kültürünün etkisinden kendini kurtaramazdı.
Türkçe yani halkın dili yetersiz ve değersiz görülüyordu üst
çevrelerde. Boş duygusallıklara boş verip yararcı davranmak
gerekir. Şimdi o şiirlerden öğreneceğimiz bir şey yok mu?
Divan şairleri belli ses düzenlerine uyarak anlamı kalıplara
sığdırmak gibi zor bir işi yüklenirken mucizeler yarattılar.
Onların deneylerini iyi kavrarsak şiirimize yepyeni anlatım
olanakları getirebiliriz. Yaşamda ve edebiyatta türkçeye olan
inanç çok geç zamanlarda ortaya çıktı. Halk kültürünün ya-
116
şama ağırlık koymasıyla oldu bu. Halk dilinden yani güzel
türkçemizden korkup kaçanlar geç kalmış bir saray duyarlığı-
nı son zamanlarda bile şiirlerinde sürdürmeye kalktılar. Yeni
zamanlarda birileri Divan şairinin anlayışına uygun şiirler
yazabildiler. Bu kişiler dil açısından Divan şairlerini bile
geride bırakabildiler. Ahmet Haşim’in birçok şiiri Nedim’in
şiiri kadar bile türkçe değildir. Tevfik Fikret’in şiirini ne sen
anlayabilirsin ne ben anlayabilirim. İnsan kendini toplumunun
ya da halkının üzerinde gördüğü zaman konuşulan dili de yani
anadili de hor görecektir. Divan şiiri bizim için bir okuldur
bugün. Ama o kadar. Onu kutsallaştırmak gerekmiyor. Onu
yeniden yaşatmaya kalkmak, onu bugün de geçerli kılmak
istemek çocukluktur.
-Halk şiiri dil ve anlatım açısından daha başka bir çizgide
gelişti değil mi? Ve bu şiir Cumhuriyet’in şairlerini özellikle
başlangıçta derinden etkiledi. Bazı şairler şiirlerini halk
şairleri gibi yazdılar. Hızla gelişmekte olan türkçenin şiire
ağırlığını koymasıydı bu. Ancak bu şiir çağın sorunlarını
karşılayabilecek yapıda değildi. Onu geliştirmek gerekiyordu.
-Halk saraya karşı kendi dilini özenle korudu. Divan
şiirinden halk şiirine ve halk şiirinden Divan şiirine geçişler
olmuştur elbet. Saray dilinden halk diline de bir şeyler geç-
medi mi? Ama ne olursa olsun her iki şiir anlayışı da yüzyıllar
boyu kendi çizgilerini sürdürdüler. Halk şairleri aruz gibi
zor bir vezinle uğraşmadıkları için şiirlerini daha sereserpe
oluşturdular. Cumhuriyet şiiri insan anlayışı gereği daha çok
halk şiirine bağlandı. Bazı şairler arapçanın ve farsçanın çe-
kiciliğinden kurtulamadılar gene de. Osmanlının her anlamda
sonu gelmişti artık. Ancak halk şiirinin yetersizliklerini de
aşmak ve modern dünyanın şiir anlayışına ulaşmak gereki-
yordu. İster istemez bir dışarıya açılma istemi belirdi. Bu
yönelim toplumda XVIII. yüzyılda ortaya çıkmıştı: Batı’yı
117
tanımak. O zaman fransız kültürü bizim dünyamızda epeyce
etkili oldu. Cumhuriyet şiirimizde fransız şiirinin etkisi açıkça
görülür. Hatta zaman zaman öykünmeyi düşündüren ögelerle
de karşılaşırız onda. XX. yüzyılın başlarında Fransızların
gerçeküstücülüğü bize değişik biçimlerde yansıdı. Yeni şiiri-
miz her anlamda etkilenmelere açık oldu. Bu elbette o günün
kültür ortamında gelişmenin zorunlu koşuluydu.
En büyük etki Nazım Hikmet’in Rusya’da aldığı etkidir.
Nazım Hikmet bambaşka anlatım olanakları olan bir şiir
geliştirdi. Burada Mayakovski asıl etkileyici gibi görünüyor.
Ancak Nazım Hikmet bir şeylerden alabildiğine etkilenmiş
olsa da öykünmeci olmadı, bu yüzden şiiri ülke koşullarına
ve halkın duyarlığına yabancı kalmadı. O şiiriyle öncü olmayı
başardı ve şairlerimizi enine boyuna etkiledi. Bir zaman geldi,
üslubumu kepazece öykünüyorlar diyerek yakındı bundan.
Bambaşka etkilenmeler bambaşka gelişmeler de oldu. Ne var
ki Cumhuriyet şiirimiz bir sürekli gelişim grafiği çizmedi,
tersine kısa zamanda bir durgunluk dönemine girdi, durgunluk
dönemi de yozlaşmayla belirgin bir çöküşü getirdi. Bunda
siyasal baskıların etkisi kadar eğitim koşullarının yetersiz-
liğinde yeni kültür değerleri yaratılamayışı belirleyici oldu.
Çöküşte kendini yeterli görme alışkanlığı gibi, düzene takılıp
gitme alışkanlığı gibi, gündelik yararı kovalama ve bu yolda
değişik ilişkiler kurma alışkanlığı gibi alışkanlıkların da etkisi
vardır. Olan biteni belki de kısaca kolaycılık diye adlandırmak
olasıdır. Her çeşit sanatın büyük emek istediği, doğuştan va-
rolduğu düşünülen yeteneklerle iş görmenin sanatsal yaratma
için yetmeyeceği gerçeği gözden kaçırıldı. Havanda su döven
şairler dönemi gibi bir dönemden geçiyoruz şimdi, bize şiir
diye sunulan garipliklerle çokça ilgilenmeden.
-Halk şiiri denince dörtlükler gelir benim aklıma ve
birbirine çok benzer anlatım biçimleri gelir. Bu anlatım
118
biçimleri içinde beni en çok tutan manilerdir. Bu çoğu dört
satırlık ve çoğu 7+7 heceli bu küçücük şiirler beni hepsin-
den çok çekiyor. Manilerde tüm insan sorunları var, bazen
de mizah havasında sunuluyor bu sorunlar. Benim en çok
sevdiğim mani şudur: “Kalenin bayır düzü / Mevlam ayırdı
bizi / Babamın aklı olsa / Evlendirirdi bizi.”
-Ben de tutkunum manilere. Mani kitaplarını zaman
zaman açar okurum. Mizah dedin de şu mani aklıma geldi:
“Ey kız koca mı aldın / Yoksa cüce mi aldın / Gözlerin kör
mü idi / Yoksa gece mi aldın.” Manilerde bazen yergi ya da
eleştiri sınırları çok aşılır. Şu mani tam anlamında zehir zem-
berek bir yergidir: “Buğdayım kile kile / Doldurdum sile sile /
Köpek kocanı gördüm / Katıldım güle güle.” Manilerin çoğu
aşka ya da sevgiliye övgüdür, bazen de aşktan ve sevgiliden
yakınmadır. Aşkın şiddeti ancak böyle güzel anlatılabilir:
“Bir bela gibi geldin / Yıldırım gibi deldin / Söyle bunun
sırrı ne / Nasıl gönlümü çeldin.” Sitem de vardır manilerde:
“Bahçeye serinde gel / Ayva nar erende gel / Hasta düştüm
gelmedin / Bari can verende gel.” Ve aşık yakarır: “Güzelsin
melek gibi / Gönülde dilek gibi / Atma beni başından / Bir
eski gömlek gibi.”
-Şimdi benim için çok önemli olan asıl soruya geçelim
mi? Sen nasıl şiir yazıyorsun?
-Şiir yazmanın nasılı olur mu? Herkes nasıl yazıyorsa
ben de öyle yazıyorum. Eskiden kağıt kalem kullanırdım şiir
yazmak için, özel şiir defterlerim vardı, şimdi her şeyi şiiri de
bilgisayarda yazmak kolay geliyor. Ha deyince şiir yazamam,
şiir bana gelecek ki yazabileyim. Şiiri bir avcı gibi beklemek
gerekiyor. Kendini yazdırmayan şiir bataklık kokar. Bazen
çok uzun süre beklemek gerekir şiiri. Esin önemlidir yani.
Ben şairim istediğim zaman oturur şiir yazarım diyen şaire
aşkolsun deriz. Böyle şiir üreten arkadaşlarımız da var sanki.
119
Ne mutlu onlara, istedikleri zaman şiir yazabilecek yetkinliğe
ulaşmışlar. Ne var ki şiirlerinde bir şey eksik hatta birçok şey
eksik. Şiir doğrudan doğruya gönülden gelmelidir, doğrudan
doğruya kafadan gelen şiir şiir değildir.
Bazen çok uzun süre bekletir şiir kendini. O zaman
umutsuz olurum. Demek ki benim için şiir bitti artık diye dü-
şünürüm. İhtiyar ruhlarda şiir çiçeği açmıyor demek ki derim.
Sonra birden bir çevrinti olur, tutukluk biter, bir açılma olur.
O tutukluk aslında gereklidir. Şiirin derinlerde mayalanması
anlamına gelir bu. Bilinç kendi içinde yeni estetik biçimler
yeni anlatım olanakları aramıştır sessiz sessiz. Biz uyusak da
şiir uyumaz. Gelmediyse gelecektir. Demek ki yenilenip öyle
gideyim derken biraz geç kalmıştır. Çünkü hep aynı çizgide
şiir yazmak değil yaza yaza şiirini geliştirmek önemlidir.
Çaba güzelden daha güzele doğrudur. Bunun için şiir çalış-
mak kadar şiir dışındaki çalışmalar da önemlidir. Şiiri asıl
besleyen güç belki de daha çok şiirin dışından gelir, tarihten
felsefeden toplumbilimden gelir. Şiir için sokak gözleminden
çok insanı tanıtıcı metinlere yönelmek önemlidir. Bu yüz-
den yalnız şiir değil her sanat belli ölçülerde içedönüklüğü
gerektirir, okumakla geçen zamanları gerektirir. Az da olsa
bilgiyi gerektirir. Şair it ayağından paça yemiş gibi sağda
solda sürter durursa, her gün kırk kapının ipini çekip boşa
zaman öldürürse tükenir gider.
Esinle gelen önemlidir ama yeterli değildir. Esinle gelen
tohumu yeşertmek gerekir. Esin de bir taslaktır sonunda,
değişik süreçler boyunca geliştirilmek ister. Bir şiir aylarca
bazen yıllarca tezgahta kalır, daha iyi olmayı bekler. Şiirler
de insanlar gibidir, iflah olmaz tipler gibi umut vermez şiirler
vardır. Bir süre sonra umudu kesersiniz, ne halin varsa gör
deyip çıkarsınız. İflah olmayan şiirleri kaldırıp atmak gerekir.
Bir de ortalama şiirler vardır. Bir şiir çıkar gelir, kötü değildir
120
ama eski şiirlerden çok da ayrı çok da çekici değildir. Be-
nim işim birbirine benzer şeyler yazmak mı? Onlar da çöpe
atılırlar. Bütün bunlar içedönüklüğün önemini gösterirken
dışadönük yaşamanın gereğini de duyurur. Dışarda insan
vardır, doğa vardır, güzellikler ve çirkinlikler vardır, bu ara-
da aşk vardır. Şiirse sözkonusu olan aşk başta gelir. Aşk şiir
için itici hatta yaratıcı etkendir. Şiir için aşk ve aşk için şiir
gerçeğini unutmamalıyız. Aşk her durumda yanıbaşımızda
ya da elimizin altında değildir yazık ki. Az önce canım istedi
şimdi aşk yaşıyorum diye bir kolaylık var mı? Hele böyle bir
yerde kim aşkı eliyle koymuş gibi bulabilir? Hadi bulduk
diyelim, sürer mi? O zaman ben ne yaparım, aşklar tasarlayıp
şiire gereç sağlarım. Düşsel aşklardır bunlar. Buluttan nem
kapmak gibi bir şeydir bu. Çok sıradan bir bakışı bile aşktan
sayıp gönüllenirim ki şiirim aşksız kalmasın. Benim aşksız
kalmam o kadar önemli değildir. Aşk aşksız olacaksa hiç
olmasın. Cılız ruhların yükü ağırdır zaten. Hayırsız aşklar
uzak olsun bizden. Yani nerede o olgunluklar ki aşkın bütün
yükünü seve seve göze alalım! O zaman kendimizi kandırırız:
basit bir görüşmeyi sıradan bir buluşmayı bir gülüşü allayıp
pullayıp sözde aşka saymışımdır kendi kendime. Karşımdaki
bunu sezmez bile. Bazen de sezer. Amaç aşkın şiirini yazmak-
tır. Şair sözü yalansa biraz da bu yüzden yalandır deseler ne
diyeceğiz? Şiirlerime bakanlar bu adam bugüne kadar enaz
beş yüz kere aşık olmuştur diyebilir. Ha bereket!
Ben daha çok tek başına olmanın şiirini yazdım. Yaşamım
düşüncede bütün insana kavuşmaya çalışan ama eylemde tek
kalmayı seçmiş olan bir garip adamın yaşamıdır. Kendimle
geçen saatler günler aylar yıllar beni bana bağlarken beni
başkalarından uzaklaştırdı. Bu bir bakıma başkalarına daha
da yaklaşmak oldu, birkaç insana değil de bütün insana ka-
vuşmak oldu. Başkaları olmadan yapamayanlar vardır, ben
121
onlardan değilim. Ben bana yetiyorum. O durumda daha çok
şiir düşünüyorsunuz, daha doğrusu şiiri daha çok düşünüyor-
sunuz. Kendinizi daha iyi anlıyorsunuz. Herkes her şeyi iyi
yapamaz. Örneğin ben “direksiyon hakimiyetini kaybetmek”
gibi bir garipliği hiç yaşamamış olmakla birlikte ortalamanın
altında bir şoförüm. Birçok konuda kendimi bilmek bana
güven veriyor. Şiirle ilişkimin de ne olduğunu biliyorum.
Şiir için dünyaya çok geniş bakmak gerekiyor. Cimriler
benciller böbürlenenler hırslılar yalancılar dolapçılar sinsiler
korkaklar şair olsalar da iyi şair olamıyorlar, bunu apaçık
görüyorum. Şair olmanın önkoşulu insan olmaktır, bunu bana
hem yaşam öğretti hem de şiir öğretti. Kafası dört köşe olanlar
da iyi şair olamazlar. Taşkafalardan sözetmek istiyorum. Şair
olmak isteyenin gönlünde bir parça serserilik olmalıdır. Yani
köşeli akıl biçimci akıl kuralcı akıl şiirde iş görmez. Bekçi
aklıyla şiir olmaz. Şairin dünyasını tüketen şey aşırı hesap
adamı olmaktır. Aşırı ciddi adamla sulu zırtlak adam arasın-
da dünyaya uyamamışlık açısından büyük bir ayrım yoktur.
Ölçülü biçili kişiden şair olmaz, kendini gizleyen adamdan
şair olmaz, yalan söylemeyi spor durumuna getirmiş adamdan
şair olmaz. Şiir yazanlarla şairleri birbirine karıştırmamak
gerekir. Bütün sanatlar gibi şiir sanatı da içtenlik ister.

122
DENEME ESTETİĞİ

-Şimdi deneme estetiğine geçebiliriz sanıyorum. Deneme


nedir desem ne dersin?
-İstanbul Erkek Lisesi’nde okuduğumuz yıllarda lise-
lerarası edebiyat matineleri düzenlerdik. Hemen ayda bir
iki kere bir lisede toplanır şiirlerimizi ve “deneme”lerimizi
okurduk. Edebiyatta henüz çırak bile olmadığımız için şiirde
de denemede de daha çok gençlik heveslerimizi dile getirir-
dik. Şiirler de denemeler de genellikle olmayan ama bazen
de olan bir sevgiliye sesleniş olmaktan öteye geçemezdi
pek. Denemenin ne olduğu bilinmediğinden her çeşit yazıya
deneme der çıkardık. Deneme yazıyoruz diye uzaktan uzağa
birilerine aşkımızı ilan ettiğimiz olurdu. Bunları hafife aldı-
ğım sanılmasın, sözünü ettiğim matineler yeni yetişen genç
edebiyatçılar için çok önemli toplantılardı. Genç hevesliler
edebiyat dünyasına o toplantıların havasında girdiler.
Diyeceğim denemenin alanı pek genişti ve sınırları pek
belli değildi. Bugünün edebiyat dünyasında da öyledir. Bugün
de nesebi gayri sahih bütün yazılar nüfusa deneme adıyla
geçiriliyor. Deneme kaypak ya da kaygan bir türdür, sınırları
kuralları belli değildir, zaten deneme sözü de insana güven
vermez. Denemek sonu belirsiz bir etkinliği gerçekleştirmek
değil midir? İnsanlığın gereksinimi varmış demek ki deneme-
ye, çünkü bir kere bulunduktan sonra çok tutuldu çok yayıldı.
İnsanı sonuna kadar sorumlu kılmayan, yazarı olabildiğince
özgür bırakan bir tür olması tutulmasında ve yayılmasında
elbette belirleyici olmuştur. Birçok yazar değişik türden ya-
pıtlar verirken denemeler de yazdı ve yazıyor.
Deneme insanla ilgili herhangi bir konuyu sıkı bir yöntem
anlayışıyla değil de özgürce işleyen bir düşünce yazısıdır hatta
bazen de duygu ve düşünce yazısıdır. Deneme bir edebiyat
123
türü olarak felsefeyle edebiyat arasında yer alır: onu ne iyice
felsefeye ne de iyice edebiyata yaklaştırmak doğru olur. Bu
durum yazarın uğraştığı ilgi alanlarıyla belirgindir biraz da.
Bir felsefe adamının yazacağı denemeyle bir sanat adamının
yazacağı deneme, bir sanat adamının yazacağı denemeyle
bir siyaset adamının yazacağı deneme başka başka tellerden
çalacaktır. Denemeyi edebiyatın bir parçası olarak görürüz.
Ama öyle denemeler vardır ki sanattan çok salt düşünce yazısı
olarak görebiliriz onları. Yazarı onlara deneme diyorsa hayır
diyebilir miyiz?
Her sanat ürününde gördüğümüz ve bizi yadırgatmayan
duygu yükü denemede zaten büyük boyutlarda değildir, daha
doğrusu onda düşünce duygunun önüne geçer. Duygucu an-
layışta yazılmış denemelerle pek karşılaşmayız, karşılaşsak
da onlar bize deneme tadı ya da deneme izlenimi vermezler.
Hangi amaçla ve hangi anlayışla yazılmış olursa olsun, dene-
me bir yandan sanat olma özelliğini sürdürürken bir yandan da
düşünsel ağırlığını korur. Gelişigüzel yani çalakalem yazılmış
yazılara deneme deyip çıkmak doğru olmaz. Bu yazı pek bir
şeye benzemiyor, en iyisi ona deneme deyip çıkalım anlayışı
çirkindir. Deneme yazarının edebiyatın sıcaklığından iyice
uzaklaşabileceğini düşünemeyiz. Birçok deneme gözümüze
edebiyat ürünü diye görünür. Edebiyattan uzaklaşma duru-
munda yazı kendiliğinden makaleye dönüşür ve makalelerde
edebiyat yumuşaklığı ya da esnekliği elbette aranmaz. Ancak
makalelerin kendilerine göre indirgenemez özellikleri vardır.
Gerçek anlamda makale denemeye hiç benzemez. Gene de
hiçbir şey kesin değildir: denemede felsefe ve edebiyat den-
gesinin çok belirgin olduğunu söylemek de olası değildir.
Deneme yazarı öğrenim durumuna göre ya da ilgilerine göre
bazen felsefeye bazen edebiyata daha yakın olabilir. Ancak
bunun da bir kesinliği yoktur. Ayrıca deneme yazarı işlediği
124
konu gereği bir denemesinde edebiyata öbür denemesinde
felsefeye daha yakın durabilir.
Burada tehlike edebiyattan çok felsefeyle ilgilidir. Edebi-
yat daha çok genel kültürü gereksinen bir uğraştır ama felsefe
yoğun bilgi birikimini gerektirir. Bazı deneme yazarlarının
filozofluk yapmak adına çamlar devirdiklerini görüyoruz.
İnsanın bilmesiyle bildiğini sanması arasında büyük bir
ayrılık vardır. Örneğin “ortaçağ karanlığı” diye sellemehüs-
selam yazıya giren bir deneme yazarını nereye koyarsınız?
Ancak bu tür sorumsuzluklar, gücünü cahillikten alan bu gibi
çokbilmişlikler yalnız denemede değil her alanda görülebili-
yor. Burada suçu denemenin sırtına yükleyip çıkmak doğru
olmaz. Profesör unvanı taşıyan bir amcamız geçenlerde bir
televizyon kanalında bütün bir Ortaçağ’ı aynı kaba koydu.
Ortaçağ’da üniversitelerin açılmış olduğunu söyleyen prog-
ramcıya da bilmiş bilmiş onlar din okullarıydı bırak onları
dedi. Yanlış bilgi veren birçok deneme var. Deneme türünün
burada ne suçu var?
Deneme türünün burada küçük bir suçu var, hiç suçu
yok dersek doğru olmaz. Deneme türü insana aptal cesareti
verebiliyor. Sanki orada insan ağzına geleni söyleyebilirmiş
gibi bir duygu oluşuyor. Hele yoğun bir bilgisizlikle deneme
yazarlığına kalkışanların durumu iyiden iyiye gülünç. Bu-
rada elbette kişinin kendini bilmesi gerektiğini düşünürüz,
başka da yapılabilecek bir şey yoktur. Kişi noksanını bilmek
kadar irfan olmaz demiş atalarımız. Ben sözü çok uzattım
ama insanın kendini bilmesi gerektiği konusu gerçekten çok
önemli. Bu yüzden özellikle edebiyat dergilerimizde bol bol
deneme yayımlanıyor ama bunların pek azı bize deneme tadı
verebiliyor. Deneme bir edebiyat türü olduğuna göre tıpkı
romancı gibi ya da öykücü gibi denemeci de kendini türün
uzmanı saymalı, kendini deneme alanında yoğunlaştırmalıdır.
125
Geçiyordum uğradım gibilerden aklıma esti deneme yazdım
anlayışı pek verimli bir anlayış olmasa gerek.
-Deneme denince aklımıza önce Montaigne geliyor değil
mi?
-Evet deneme denince aklımıza Montaigne geliyor. Zaten
türün kurucusu ya da yaratıcısı odur. Montaigne’den önce
yani XVI. yüzyılın sonlarından önce deneme diye bir edebi-
yat türü yoktu. Vakit gelmiş Ortaçağ’ın sonlarına dayanmış,
Yeniçağ’ı başlatacak koşullar ortaya çıkmaya başlamıştır.
M.Ö. IV. yüzyıldan sonra durgunluk dönemine giren felsefe
XIII. yüzyılla birlikte yeniden kendine gelmeye başlayacak ve
XVII. yüzyılla birlikte düşünce dünyasına ağırlığını koyacak-
tır. Ama Montaigne zamanında henüz tam anlamında felsefe
ortada yoktur. Montaigne edebiyatçılığıyla felsefenin sorum-
luluğunu da üzerine almış bir yazar oldu ne kadar alabilmişse.
Filozofların olmadığı yerde edebiyat adamları kendilerini
felsefeden sorumlu tutarlar. Montaigne de öyle yaptı: felsefe
açısından kısır bir dönemin edebiyatçı filozofu oldu. Hızlı bir
dönüşüm dönemidir onun yaşadığı dönem. Hızlı dönüşüm
dönemlerinde bazen insan neyi nasıl yapması gerektiğini iyi
kestiremez ama gene de bir şeyler yapar ve yaptıkları bazen
çok önemli olur. Yumruk yemekten yumruk atmaya vakit
yok gibidir o dönemlerde ama kavgadan kaçmak da olmaz.
Montaigne’in denemelerinde gördüğümüz sıkıntılar bu hızlı
dönüşüm koşullarından kaynaklanır. Özellikle oluşmakta
olan ulusal dilin henüz oturmamış oluşundan kaynaklanır.
-Anlamadım, hangi sıkıntılardan sözediyorsun?
-Birkaç kere Montaigne’in denemelerinin tümünü yani o
üç kalın cildi çevirme önerisi aldım. Bu öneriyi yapanlar el-
bette işin özünü bilmiyorlardı. Fransız dili uzmanı olmak bile
yetmez bu iş için dedim bu öneriyi yapanlara, Denemeler’in
126
tümünü çevirebileceğini söyleyen babayiğit iyi bir palavracı
olabilir. Dikkat edersek şunu görürüz: birileri Denemeler’i
olduğu gibi çevirmek yerine çok zaman ondan seçmeler
yapmayı yeğ tutarlar. Montaigne’in içinden çıkılmaz bozuk
ya da daha doğrusu ham bir dili, berbat bir anlatımı vardır. O
fransızcanın yeni oluşmaya başladığı bir zamanda yazılarını
fransızca yazmak zorunda kaldı. Doğru dürüst fransızca bil-
miyordu doğal olarak, zaten olmayan bir şeyi nasıl bilebilirdi.
Onun yaşadığı zamanlarda fransızca çeşitli lehçeler arasında
boğulup kalmıştı, kendini varetmeye çalışıyordu, hele bir
edebiyat dili olarak ya da bir felsefe dili olarak son derece
yetersizdi. Ulusların ortaya çıktığı, ulusal dillerin oluşmaya
başladığı zamanlardı yani feodal düzenin yerine sermayeci
düzenin geçmeye başladığı zamanlardı. Montaigne’in ailesi
sonradan soylu olmuş bir aileydi. Montaigne’in paralı bir
soylu olan babası oğlunu en iyi koşullarda yetiştirebilmek
için daha bebekliğinde ona latince öğretmenleri tutmuştu.
Okulda hiçbir arkadaşı onun kadar latince bilmezmiş, sı-
nıfta latinceyi tıkır tıkır konuşan bir oymuş. Onun daha üç
yaşındayken latince konuştuğunu yazıyor kitaplar. Demek
ki Montaigne’in anadili latinceydi. Denemeler’i henüz ol-
gunlaşmamış bir fransızcayla, kendi kör topal fransızcasıyla
kaleme almak zorunda kaldı ki bu deveyle güreş tutmak gibi
bir iş olmuştur onun için.
-Montaigne’in Denemeler’inde belli bir düzen de yok
sanırım. O dönemde düşünen insanlarda yöntem kaygısı pek
yok değil mi? O da yöntemi pek önemsemiyor anlaşılan?
-Evet öyledir. Yöntem sorunu tartışılmak üzeredir, bu tar-
tışmayı Francis Bacon başlatacak ve Descartes sürdürecektir.
Ama henüz yöntemi sorun eden yoktur. Bacon yirmi sekiz yıl
daha gençtir Montaigne’den. Montaigne’in özenli bir yazar
olmadığını söyleyebilecek durumda değiliz gene de. İyi bir
127
deneme yazarı olabilmesi için bir yarım yüzyıl sonra dün-
yaya gelmesi daha uygun olurdu. Bu da işin şakasıdır. Onun
yaşamının sonlarına doğru çıktığı uzun yolculuğu anlatan
Journal de voyage’ı (Yolculuk günlüğü) Denemeler’e göre
daha karmaşık ve daha bulanıktır. Belki de Journal’i yayımla-
mayı düşünmediği için üstünde çok çalışmamıştır. Montaigne
özel uğraşı olarak gördüğü ve ömrünü verdiği Denemeler’e
yeniden yeniden dönmüş, kitabın basımıyla her seferinde özel
olarak ilgilenmiştir. Şaka dedik ama, gerçekten Denemeler
çok değil bir yarım yüzyıl sonra yazılsaydı çok daha açık ve
anlaşılır bir yapıt olabilirdi. Nitekim Montaigne’den altmış
üç yaş daha genç olan Descartes bazı yapıtlarını latince bazı
yapıtlarını fransızca yazmıştır ve fransızca yazmanın ya da
anadilde yazmanın doğruluğunu savunmuştur. Descartes
zamanının fransızcası epeyce gelişmiş bir fransızcadır. Mon-
taigne’den yüz on üç yıl sonra dünyaya gelen alman filozofu
Leibniz almancayla kimsenin ilgilenmediğini ama fransızca-
nın Avrupa’da daha geçerli olduğunu düşünerek yapıtlarının
tümünü fransızca yazmıştır. O zamanlar almanca yazılmış
bir kitabı Avrupa’da okuyan olmazdı.
Uzun ve anlaşılması zor cümleler vardır Denemeler’de.
İkili anlamlar çıkarılabilecek kargaşık söyleyişler vardır.
Yazar bir de bakarsınız pek de önemli olmayan bir konu
üzerinde uzun uzun yazmaya girişir, buna karşılık önemli bir
konuyu kısaca geçiştiriverir. Her bölüm kendi içinde azçok bir
bütünlük gösterse de bölümler arasında bir bağ yoktur. Buna
göre Denemeler parça parça küçük büyük yazılardan oluşmuş
üç ciltlik bir kitaptır: bir ömrü içine alır. Kitapta anlatılanlar
biraz da gerçek anlamda denemelerdir yani yaşam deneyle-
ridir. Montaigne yalnızlığı seven ve yalnız yaşayan, bununla
birlikte çeşitli aydın kişilerle bağlantıları da olan bir aydın
kişidir: şatosundaki kitaplığında kendi başına kalmayı sever,
128
onu sevdiği kadar da yaşama sıkı sıkıya bağlıdır. Montaigne
şatosunda babasını görmeye gelen seçkin kişiler babanın
ölümünden sonra Montaigne’le görüşmeye gelmişlerdir.
Montaigne şatosu çok seçkin insanların uğrağıdır.
-Montaigne’in denemeleri neden önemlidir? Mon-
taigne’in filozof olduğunu söyleyebilir miyiz?
-Koşulları çok zorlamazsak elbette Montaigne’in bir
filozof olduğunu söyleyemeyiz. Montaigne’i bir düşünür
diye nitelendirmek daha doğru olur. Filozofların dikkati ön-
celikle felsefenin temel sorunlarına hatta teknik sorunlarına
yönelmiştir ve bu sorunların başında bilgi sorunları gelir. Her
gerçek filozof deyim yerindeyse bir bilgi filozofudur ve her
gerçek filozof bir bilgikuramı geliştirir. Bilgi nedir ne değil-
dir? Doğru bilgi nasıl bilgidir? Doğru bilgiye ulaşmak için
hangi yöntemleri kullanmak gerekir? Bilgide öznenin ağırlığı
mı nesnenin ağırlığı mı daha belirleyicidir? Neyi bilebiliriz
neyi bilemeyiz? Filozoflar bu sorunları öncelikle önemserler.
Düşünürlere gelince onların böyle bir kaygısı yoktur. Onlar
bilgi sorunlarını tartışma gereği duymadan dünyayla insanla
yaşamla ahlakla toplumla ilgili konuları kendi anlayışları
çerçevesinde ortaya koyarlar ve tartışırlar. Benim bu sözle-
rimden filozoflar birinci planda önemlidir ama düşünürler o
kadar önemli değildir gibilerden bir sonuç çıkarmak yanlış
olur. Şu kadarını söyleyeyim: bazı düşünürler bazı filozoflar-
dan çok daha ağırlıklıdır. Önemli olan nedir? Ele aldığımız
konuya getirdiğimiz açıklamaların sağlıklı olmasıdır. Birçok
düşünür bizim bilgi dağarımızı zenginleştirmiş ve düşünce
ufkumuzu alabildiğine genişletmiştir. Bunun en güzel örneği
Montaigne’dir.
Şimdi Montaigne’in önemine geçelim. Pagan düşün-
cesinin geriye çekilip hıristiyan ahlakının yaşama egemen
olmaya başladığı zamanlarda yani Ortaçağ’ın başlarında,
129
Erken Ortaçağ diye adlandırdığımız dönemde, yani M.S. V.
yüzyıldan sonraki beş altı yüzyılda felsefe deyim yerindeyse
alta itildi. Daha doğrusu felsefe dinbilime dönüştürüldü ve
dinin hizmetçisi diye nitelendirildi. Felsefenin geçici ölümü
de diyebiliriz buna. Yaşam koşulları değişmeye başlayınca
felsefe dinin hizmetçisi olmaktan çıkıp yeniden felsefe ol-
manın yollarını aramaya başladı. Bu oluşum XII. ve XIII.
yüzyıllarda oldu yani feodal düzenin çözülüp sermaye iliş-
kilerinin geliştiği dönemde oldu. Felsefeye dönüş evrenseller
tartışması’yla başladı. Adcılar bir yandan gerçekçiler bir
yandan kavramcılar bir yandan bilgi sorunlarını tartışmaya
giriştiler. Bir günde ölmemiş olan felsefe bir günde dirilecek
değildi. Büyük filozoflar çağı da felsefe okulları çağı da ka-
panmıştı. Felsefenin yeniden felsefe olması zaman alacaktı.
Bunun için XVII. yüzyılı beklemek gerekiyordu.
Felsefenin eksik kaldığı yerde filozofların işini edebiyat
adamları yüklenir. İşte Montaigne o dönemde böylesine zor
ve önemli bir görevi yüklenmiştir. Onu belki biraz da abarta-
rak Ortaçağ’ı Yeniçağ’a taşıyan adam diye nitelendirebiliriz.
Gerçekte bu bir abartma da değildir. O en azından biten bir
zamanla başlayan bir zaman arasında köprü olmuştur. Bir
şeyi çok iyi görmüştü Montaigne: geçmişte bazı değerler
kalmıştı, zamanla unutulur gibi olmuş en azından kimilerinin
gözünden kaçmış olan değerlerdi bunlar ve bu değerler yaba-
na atılır cinsten değildi. Platon ve Aristoteles kadar ağırlıklı
olmasalar da bazı eskiçağ filozofları insan sorunlarını büyük
bir yetkiyle işlemişlerdi. Belki zaman onları o büyük filo-
zoflar kadar önemli kılacaktı. Yeni zamanda onlar özellikle
ilgilendikleri ahlak sorunlarıyla Platon’dan da Aristoteles’den
de daha belirleyici olabilirlerdi. Gelmekte olan zamanın ge-
reksinimleri özellikle üç felsefe okulunun geliştirdiği öğreti-
lerden yararlanmayı zorunlu kılacaktı. Zaman Stoa okulunu,
130
Epikuros’çuluğu ve kuşkuculuğu öne çıkarıyordu. Montaigne
bu üç okulun önemine parmak bastı. Denemeler’den gelişi-
güzel yapılan seçmeleri okuyanlar bunu anlayamayabilirler.
Ne var ki iyi bir seçmeler kitabında dikkatli bir gözün bunu
görmemesi olası değildi.
Hıristiyan düşünürlerinin bakışlarını göklere çevire çevi-
re uzaklaştığı ayrıca hor gördüğü ve kendi haline bıraktığı bu
dünyayı belli ki bundan böyle Eskiçağ’ın pagan anlayışları
dolduracaktı. Hıristiyan düşünürlerinin hatta büyük hıristiyan
çevrelerinin yüzyıllarca korktukları şeyler başlarına gelmek
üzereydi. Doğmakta olan insancılık da gelmekte olan yeni
bilimsel kavrayış da gücünü bundan böyle Pyrrhon’un kuşku-
culuğundan, Stoa’nın usçuluğundan ve Epikuros’un hazcılı-
ğından alacaktı. Ancak onları olduğu gibi benimsemek yerine
kendine göre yeniden yorumlayacaktı. Yeniden yorumlama
işi Stoa’cılıktan ve Epikuros’çuluktan çok kuşkuculukla ilgili
olabilirdi. Pyrrhon’un her türlü bilgiyi kuşkuya koyan ve askı-
ya alan kuşkuculuğu Yeniçağ’ın kuşkuculuğunu karşılayabilir
miydi? Yeni kuşkuculuk her şeyden sonuna kadar kuşkulanan
bir kuşkuculuk olmaktan çok doğru bilgiye kuşkuyla varılabi-
leceğini düşünen ve giderek bunu ilke edinen bir kuşkuculuk
olacaktı. Pyrrhon’u da Stoa’yı da Epikuros’çuluğu da yeni
insana öneren Montaigne olmuştur. Evet Montaigne’in öne-
mi öncelikle buradan gelir. Ancak gözden uzak tutmamamız
gereken bir şey var: Montaigne birçok Rönesans aydınının
yaptığı gibi yapmadı, hıristiyan değerlerine sırtını dönmedi.
Onun gelenekçi bir yanı vardı.
-Montaigne’den sonra deneme bir edebiyat türü olarak
dünya kültür yaşamında yerini aldı. Elbet o günden bugüne
birçok deneme yazarı çıktı ortaya, birçok deneme yazıldı.
Bunların başlıcalarını söyleyebilir misin?

131
-Birçok yazar özellikle deneme yazdı, birçok yazar da
başka şeyler yazarken o arada deneme de yazdı. Deneme ya-
zan şairler romancılar öykücüler saymakla bitmez. Dünyada
olduğu gibi bizde de birçok deneme yazmış ve yazmakta
olan insan var. Bunların listesini çıkarmaya kalkmak akla
zarar. Bir yazının deneme mi yoksa başka bir şey olduğunu
kestirmek de çok güç ayrıca, bunun için elimizde ölçüt yok.
Adam ben deneme yazdım diyor, pekiyi eline aklına sağlık
diyorsun, başka ne yapabilirsin. Gerçek anlamda deneme
yazarlığı geniş kültür istiyor. Gelişigüzel yazılmış sohbet
yazılarını ya da bazı gazetecilerin fıkralarını deneme yerine
almamak gerekir. En parlak en güzel denemeler derin kültürü
olan kimselerin yazdığı denemelerdir. Onlar bir konuyu ağır
makale havasına sokmadan etkili bir anlatımla işlerler. Asıl
deneme yazarları onlardır. Ayrıca adı deneme olan her edebi-
yat ya da felsefe ürününü de deneme diye almamak gerekir.
Bir örnek verelim. John Locke’un 1690’da yayımlanan An
Essay Concerning Human Understanding yani İnsan anlığı
üzerine bir deneme adlı kitabı doğrudan doğruya bir felsefe
kitabıdır. Deneme belirlemesinden her zaman olmasa da ba-
zen bir alçakgönüllülük izlenimi alabiliriz: benim görüşlerim
bu konuda doğrusuyla yanlışıyla böyledir gibi.
-Sen denemelerini nasıl yazıyorsun?
-Bir yandan edebiyatla öbür yandan felsefeyle uğraş-
mak denemeciliği bir bakıma kendiliğinden getiriyor. Ama
ben deneme yazılarımı felsefe yazılarımdan ve edebiyat
yazılarımdan ayrı tutuyorum. Gene de onlar arasında kalın
duvarların olduğunu söyleyemem ve böyle bir şey olmasını
da istemem. Benim çeşitli gazete ve dergilerde yazdığım
bir çeşit fıkramsı yazılar deneme yerine geçti. Ben kendim
deneme yazarı olmak için bir istek ve bir çaba göstermedim.
Yani bazı yazılarım kendiliğinden denemeye ayrıldı ya da
132
deneme sayıldı. Nasıl yazdığıma gelince, herkesi ilgilendiren
bir konuyu alıp işlemekten başka bir şey yapmıyorum. O
yüzden benim denemelerim çok kolay yazılan ve sanıyorum
çok da kolay anlaşılan yazılardır. Bunların öbür yazılarıma
göre zaman zaman daha iğneleyici daha tedirgin edici yazılar
olduğunu görüyorum. Bizim toplumumuz gibi eleştiriye hiç
alışık olmayan ve eleştiriyi hatta hakaret olarak görebilen bir
toplumda ben iğneleyici yanımla zaman zaman öfke uyandı-
ran biri olabiliyorum. İşin kişilik yapımdan gelen bir yanı da
var: bir şeyin olumlu yanını görmeden önce olumsuz yanını
görmek ve onun üstüne gitmek. İnsan ilişkilerimi çeşitli he-
saplara dayandırmadığımdan, bir kere bile şöyle ağız tadıyla
yalan söylememiş biri olduğumdan, yaltaklanmak nedir bil-
mediğimden ve açık konuşmayı çok sevdiğimden çok rahat
yazıyorum. İsteyen bana kızabilir. İkiyüzlü olmayı bir gün
bile aklımdan geçirmemiş olduğum için başıma gelecekleri
daha baştan göze alıyorum ve yazdıklarımın bazı insanlar
üzerinde, özellikle yalancı bencil çıkarcı ahlaksız hesapçı
dolapçı insanlar üzerinde ne gibi etkileri olabileceğini dü-
şünmeden yazıyorum…
O yüzden başıma çeşitli işler gelebiliyor. Gazetelerden ve
dergilerden sık sık kovulmamı her zaman buna borçluyum.
Şu anlatacağım şey birkaç kere oldu. Dergi sahibi ya da so-
rumlusu ağabeyimiz ya da kardeşimiz benden bir şey istiyor.
Diyor ki senden rica ediyorum, falanca kişiyle uğraşma. İkide
bir gelip başımın etini yiyor. Sen yazılarında hep ona söz
çarptırıyormuşsun, her yazında onun ahlaksız biri olduğunu
duyurmaya çalışıyormuşsun. Adam ne olduğunu bilip yazım-
dan alınıyorsa ben ne yapabilirim? Gerçekten o zavallı tip
beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Her karşılaşmamızda dergi
sorumlusu aynı şeyi söylüyor. Sonunda ben o dergide yazı
yazmaktan vazgeçiyorum. Ya da yazdıklarımdan hoşnut ol-
133
mayan dergici bin dereden su getirerek yazılarımdan hoşnut
olmadığını sezdirmeye çalışıyor. Ben de o zaman arkamı
dönüp gidiyorum. Ahlaklının da ahlaksızın da doğrucunun
da yalancının da hoşlanabileceği yazılar yazmamız isteniyor
demek ki. Denemeler kitabım baskıda takılmışsa anlıyorum
ki gene benden tedirgin olmuş birileri var.
-Deneme yazarlığına niyetlenmiş genç insanlara neler
söylemek istersin?
-Yazarlığa yönelen kişi önce kendini iyi yetiştirmelidir
yani tam bir kültür adamı olarak yetiştirmelidir. Üç kuruş-
luk akılla yazarlığa niyetlenen kişi bu serüvenden önünde
sonunda eli boş dönecektir. Yazarlıkta gözümüz varsa fel-
sefeyle sıkı bağlarımız olmalıdır her şeyden önce. Belleği
güçlü kılarak bilinci özgürleştirmek ve düşünce dünyamızı
yaratıcı özelliklerle donatmak bu yolda kaçınılmaz koşul-
dur. Deneme yazarlığına heveslenen genç adam da aynı şeyi
yapacak, öncelikle iyi bir felsefe okuru ya da hatta felsefe
araştırıcısı olmaya çalışacaktır. Bu yalnız deneme yazarı için
değil yazarlığa heveslenmiş herkes için önemlidir. Bunun
için üniversitelerin kapısını çalmaya, felsefe bölümlerinde
yüksek lisans ve doktora programlarına katılmak gibi sonu
belirsiz hatta sonu felaketle sonuçlanacak işlere kalkmaya
gerek yoktur. Felsefeyi sevmek ve o alanda bilinçli okuma-
lar yapmak yazar adayı için yeterlidir. Felsefeyi sevmeyen
adamdan yazar olmaz, olursa da öylesine olur. Okumak ve
hep okumak gerekiyor, hatta felsefe alanında çakılıp kal-
madan insan bilimlerine yönelmek de gerekiyor. Özellikle
estetik biliminin sorunlarıyla içli dışlı olmak bir yazar için
zorunludur. Bu birinci koşuldur.
İkinci koşul dil konusunda kılı kırk yararcasına özenli
olmaktır. Ben yazdım oldu rahatlığıyla yazar olamaz kimse.
Konuştuğumuz dil yani anadilimiz bizi yazar yapmak için
134
sanatçı yapmak için çeşitli olanakları kendinde taşır. Bu
demek değildir ki evde sokakta okulda çarşıda kullanılan
dili düşünceye ve sanata olduğu gibi uygulayalım ve bizim
yazılarımız anamız babamız gibi konuşsun. Eli kalem tutan
aydın kişi üst düzeyde anlatım olanakları yaratma işinde
ustalaşmış olacaktır. Biz onun anlattıkları kadar anlatım bi-
çimine de bakarız. Dili halk yaratır, ayakkabıcılar simitçiler
hamallar şoförler berberler ev kadınları yaratır. Onu inceltmek
eli kalem tutan kültür adamının işidir. Birçok yazar birçok
sanatçı dili ayakkabıcı gibi simitçi gibi hamal gibi şoför gibi
berber gibi ev kadını gibi konuşup yazdığı için yaratıcılık
serüvenini başladığı yerde bitirmek zorunda kaldı. Bir anlık
pırıltıları bir yana bırakırsak gerçek anlamda kalıcılık dilin
bilinçli ve üst düzeyde kullanımıyla olasıdır.
Üçüncü koşul gerçek anlamda ahlaklı insan olma koşu-
ludur. Menzile erkenden varabilmek için makas atarak iler-
lemek aydın kişiye yakışmaz ve iyilik getirmez. Zaten böyle
bir kişi için menzil diye bir şey de yoktur: ortada ne bir yarış
vardır ne paylaşılacak bir pasta vardır. Yaşamın genelinde de
düşüncede de sanatta da her kişi kendi yazgısını kendi ça-
basıyla ve kendi olanaklarıyla yaratır. Ün peşinde koşmakla
bir şey elde edemeyiz. Herkes kendi ektiğini biçecektir. İyi
ektim kötü biçtim duygusallığı boştur. Emek verdiyseniz
sonuç alırsınız, tohum attıysanız, toprağı çapaladıysanız,
yeşeren filizleri özenle koruduysanız, büyüyen gövdeleri
susuz bırakmadıysanız, keyfinizi düşünüp her şey kendi
kendine olur gider biz işimize bakalım demediyseniz nasıl
olsa ürün alırsınız, hem de en iyi en verimli ürünü alırsınız.
Eğitimde de öyle değil midir? Ben buna kötülüğü öğretme-
dim, bu nasıl oldu da böyle kötü biri oldu demek çocukluktur.
Kötülüğü öğretmediniz ama iyiliği de öğretmediniz. Sapına
kadar dürüst olmayan adamdan ne sanatçı ne düşünür olur.
135
Umulmadık anda çıkan bir fırtına her şeyi süpürür götürür. İş
elde var sıfır noktasına geldiğinde ben nerede yanlış yaptım
sorusu sorulmasa da olur.
Dördüncü koşul seçtiğimiz alanda ortaya konulmuş olan
başarılı örneklerle ilgilenmek ve bu örneklerin niteliklerini
kılı kırk yararcasına araştırmaktır. Deneme için de başka alan-
lar için de bu böyledir. Onlarda bize ters gelen bazı özelliklere
bakıp onlarla ilgilenmemek yanlış olur. Daha iyi, onlarda
aksayan yanları görelim ki aynı yanlışlara biz düşmeyelim.
Özellikle sanatta ustaların varlığını yadsımak yaratıcılıktan
çok şey götürür. Ustamızdan daha usta olmak istiyorsak
ustamıza saygı göstermemiz gerekir. Ona saygı gösterirken
onu öykünmek gibi bir yanlışa düşmek de olmaz. Bir yazarın
etkisinde kalabilirsiniz ama onun gibi yazmaya yönelirseniz
tükenirsiniz. Her zaman kendinizde yeniyi ya da özgünü
yaratmak zorundasınız. Dile kolay olan da budur. Öyle bir
özgün özellikler bütünü oluşturursunuz ki şiirinizin altında
adınızı görmeseler de bunun sizin şiiriniz olduğunu anlarlar.
Beşinci koşul hayranlıklardan kaçınmaktır. Kimileri
davranışlarında ve yapıp ettiklerinde kendilerini göstermeye
özel önem verirler, bu yolda şeytanca özellikler edinmişlerdir.
Kendini pazarlama işinde gerçekten başarılı kimseler vardır.
Onlar birilerini büyülemeyi bilirler. Genç yazar o koşullarda
birinin ya da birilerinin güdümüne girebilir. Sanat çevrelerin-
de topluluklar da böyle oluşur. Oysa gerçek yaratıcıya yakışan
herkese saygılı davranmayı bilirken tek başına olabilmeyi
de bilmektir. Şiir de roman da deneme de tek başına yazılır,
resim de yontu da tek başına yapılır. Müzik gibi tiyatro gibi
toplu çalışmayı gerektiren alanlarda bile tekliğimizi koruya-
bilmemiz gerekir. Toplulukta eriyip gitmemek, bir tür sürü
ahlakına takılıp kalmamak düşünürün ve sanatçının kendine
saygısı gereğidir ve kendine karşı sorumluluğu gereğidir.
136
Altıncı koşul esini kendi bilincinin dışında aramamaktır.
Birazcık ün biraz tanınmışlık ve ona bağlı olarak gösterilen
birazcık ilgi genç yazarı baştan çıkarmamalıdır. Dışa dönmek,
birileriyle dağıtmak, nerede akşam orada sabah yaşamak,
bohemliğe özenerek beynini alkolde yıkamak yazara iyilik
getirmez. Esin gücünü uyuşturucudan alır gibi yanlış bir
inanış yaygındır bazı alt düzey sanat çevrelerinde öteden
beri. Sanatçılıkla alkolizmin ya da uyuşturuculuğun birlikte
yürütülmek istendiği çok görülür. İçip içip hem esinini ar-
tırmak hem de eğlenmek, bu arada hayranlardan iyi sözler
işitmek güzel görünse de tehlikelidir. Kötü alışkanlıklar ruhu
da bedeni de çürütür, bu arada ahlakı alır götürür. O gibi
durumlarda ahlaksızlık ahlak yerine alınır.
Birçok sanatçının alkol tutkusuna bakarak bu işin gizi
alkolde olmalı diye düşünmek düpedüz aptallıktır. Aydın
insan alkolde yıkanmadığı zaman çok daha güçlü çok daha
yaratıcı olma şansına sahiptir. Uyuşturucu tüketir insanı. Bu
iş vaktinden çok önce veremden ölmeye benzemez. Sait Faik
çok değil on yıl daha yaşasaydı kim bilir bize neler neler
verecekti. Utrillo’yu ressam yapan alkol değil alkole karşın
susturamadığı dehasıdır. Yaratıcının bilinci her zaman açık
olmalıdır, her zaman geliştirilmeye hazır olmalıdır. Ayrıca
yaratıcının bilgisi her zaman seçik olmalıdır yani pırıl pırıl ol-
malıdır bulanık olmamalıdır. Ben galiba işin ucunu kaçırdım,
öğüt vermeye falan başladım. Amacım bu değildi. Amacım
benim çok sıradan ve pek halk işi yaşam deneylerimden genç
insanların yararlanmasını sağlamaktı birazcık. Biz üstümüze
düşeni yapalım, nasıl olsa herkes bildiğini okuyacaktır.

137
138
SONUÇ

-Görüşmemizin sonuna geldik sanıyorum. Benim için


verimli oldu. Konuşmadığımız bir konu kaldı mı bilmiyo-
rum. Belki sinema edebiyatı ve tiyatro edebiyatı üzerinde de
durabilirdik.
-Elbette sinema edebiyatı üzerine de tiyatro edebiyatı
üzerine de konuşsak iyi olurdu. Ancak sinema edebiyatı
sinema sanatına ve tiyatro edebiyatı tiyatro sanatına sıkı
sıkıya bağlıdır. Bu iki alanda da rahat rahat bilgi verecek ve
görüş bildirecek durumda değilim. Sinemayı da tiyatroyu
da seviyorum ama o kadar. Onlar beni aşıyor. Çok gelişmiş
bir sinema edebiyatı var mı dersen bilmiyorum diyeceğim.
Sinema sözden çok görüntü üzerine kurulmuştur. Kabaca
söylersek romandan çok fotoğrafa yakındır. Öyle değil mi?
Daha önce de konuştuğumuz gibi sinema romanlardan ve
öykülerden zaman zaman yararlanıyor. Ne var ki sinemada
senaryo daha belirleyici. Senaryo da okumak için yazılmış
bir metin değildir. Kaç kişi merakla senaryo okur ki, sinemacı
değilse. Senaryo daha çok bir taslağı duyuruyor bize. Senaryo
bir öyküdür, öykü olarak okunmak ve tadına varılmak için de-
ğil bir sinema tasarımına çıkış noktası olmak için yazılmıştır.
Tiyatro edebiyatına gelince, o elbette hepimizin bildiği-
miz gibi çok geniştir ve başlıbaşına bir alandır. Tiyatro yazar-
lığı roman yazarlığı kadar önemlidir. Tiyatro metinleri yalnız
oynanmak için değil aynı zamanda okunmak için yazılmıştır.
Shakespeare tiyatrosunu okumak bir zevktir sahnede izlemek
bir zevktir. Benim zaman zaman açıp okuduğum hatta elimden
düşürmediğim oyunlar var. Çehov’un Martı’sı için bir kere
okudum işte yeter bana diyebilir misin? Tiyatro metinlerin
dışında apayrı bir tekniği olan bir sanattır. Tiyatroda sahneye
koyuculuk yazarlık kadar önemlidir. Sinemada da benzer bir
139
durum yok mu? Senaryo dediğimiz şey etkin kılmadığımız
zaman yani eyleme dökmediğimiz zaman ölü bir metindir. Bu
iki alanda, sinema ve tiyatro alanında görüş üretecek kişinin
iyiden iyiye donanımlı olması gerekir. Sinema yeni bir sanattır
ama tiyatronun eski yunan trajedilerinden başlayıp bugüne
kadar gelen serüvenini ele almak araştırmak incelemek tartış-
mak herhangi bir tiyatro meraklısının altından kalkabileceği
bir iş değildir. Tiyatro tarihi değil de tiyatro estetiği alanında
çalışmak isteyecek kişinin öncelikle bir tiyatro tarihçisi ama
aynı zamanda bir estetikçi olması gerekir. Kısacası sinema
ve tiyatro bizim ilgi alanımızın dışında kalmasa da onlarla
ilgili fikir üretmek yoğun bilgiyi gerektiriyor. Gönül ister ki
bir gün birileri çıkıp bu açığı en verimli biçimde kapatabilsin
ve bizi o konularda bilgilendirsin.
-Bugün edebiyat estetiği alanında çalışan ve yapıt veren
kişiler var mı? Kendi ülkemizden sözediyorum. Başka ülke-
lerde vardır ama…
-Ben bizde edebiyat estetiği alanında çalışan kimseler
var mı yok mu bilemiyorum ama olsaydı bilirdik diye de
düşünüyorum. Edebiyat eleştirisi diye bir şeyden azçok sö-
zedebilsek bile edebiyat estetiği dendiğinde sular duruyor.
Senin de pek güzel gördüğün gibi edebiyat tarihi alanında
bile enine boyuna çalışmaların yapıldığını söyleyemiyoruz.
Özellikle çağdaş edebiyatımızın ya da Cumhuriyet edebiya-
tının tarihi bile doğru dürüst yazılmadı bugüne kadar, yanlış
bilmiyorsam. Birçok alanda olduğu gibi o alanda da gözle
görülür bir verimsizlik sözkonusu. Oysa edebiyata yönelen
genç insanların edebiyat tarihi bilgisine büyük gereksinimleri
var. Buna hepimizin gereksinimimiz var aslında. Özellikle
günümüzün kötü eğitilen gençleri geçmişin değerlerini doğru
dürüst tanımıyorlar, edebiyatımızın çeşitliliklerle dolu tarihi
içinde kime yönelmeleri gerektiğini, kimi ele alıp işlemele-
140
ri gerektiğini bilemiyorlar. Bu yüzden de yaratıcı çabaları
kısır kalıyor. Bu kısırlıkta elbet başka etkenlerin varlığı da
sözkonusudur. Ne olursa olsun en belirleyici etken kötü ya
da yetersiz eğitimdir hatta yanlış eğitimdir. Bu açığı nitelikli
edebiyat tarihi çalışmalarını izleyerek kapatabilirlerdi, bu
tür çalışmalar olsaydı. Ayrıca genç insanların edebiyatçılığa
yönelirken edebiyat tarihi alanında çalışmaya da istekli ol-
maları beklenir. Çok genç bir insandan hemen bir edebiyat
tarihi yazmasını bekleyemeyiz ama onun böyle bir eğilim
içinde olmasını, bu az da olsa külfetli işi erkenden düşünmeye
başlamasını bekleyebiliriz.
-Bizde daha çok okullar için edebiyat tarihi yazılıyor.
Bunlara da gerçek anlamda edebiyat tarihi denebilir mi
bilmiyorum. Onlar daha çok edebiyat ders kitaplarıdır…
-Genel olarak okullarda okutulan edebiyat dersleri bir
ölçüde edebiyat tarihi özellikleri gösterse de her bakımdan
yetersiz ya da gereksiz bilgileri içeriyor. Genç insanın ilgisini
her konuya çekemezsiniz, bu konuda biraz da ister istemez
yararcı düşünmemiz gerekiyor. Bir genç insanın dünya ters
dönse ilgilenmeyi düşünmeyeceği bir takım bilgileri ona
vermeye kalkmak onu edebiyattan soğutmanın dışında neyi
sağlıyor bilemiyorum. Sagu’lar yuğ’lar ya da Kun destanı
ya da Şeyyad Hamza ya da Hakim Süleyman Ata bugünün
insanında hangi beğeniye karşılıktır? Bunlar bu alanlarda
uzman kişilerin ilgileneceği konulardır, söz aramızda belki
onların da çok sevmediği konulardır. Bu tür konular çok
önemli konular olsalar da genç adamları ilgilendirmeyecektir.
Eğitimi bir takım ideolojik inatlara göre değil de yaşam
gerçeklerine göre düzenlemek gerekir. Ancak okul eğitiminin
dışında usta ve öngörülü kimselerin yazacağı edebiyat tarihi
kitapları bugün elimizin altında olsa ne güzel olurdu. Bizde
eleştirmecilik az buçuk geliştiyse de araştırmacı yanımız
141
eksik olduğundan olacak edebiyat tarihçiliği bir türlü gelişe-
medi. Dilerim genç bilim adamları bu işe merak salarlar da
sabırlı çalışmalarıyla bir açığımızı kapamış olurlar. Sabırlı
çalışmalarıyla dedim, çünkü edebiyat tarihçiliği gerçekten
çok külfetli bir iştir, insan ayrıntılarda boğulup kalabilir.
-Genç insanlar edebiyat beğenisini biraz da evlerinde
almalılar diye düşünürüm ben.
-Böyle düşünmekle iyi ediyorsun. Keşke böyle bir şey
olabilse… Düş kurmak her zaman iyidir, yeter ki ayağımız
yerden kesilmesin. Genç insanların evlerinde ne gibi beğe-
nilerle yüzyüze geldiğini hepimiz biliyoruz. Babalar nelerle
ilgileniyor, analar nelerle ilgileniyor, bunları sen de ben de
biliyoruz. Evlerde gündelik konuların dışında herhangi bir
şey konuşuluyor mu? Şiir sözünü duyduğunda gülmekten
kendini alamayan bir babanın, Yahya Kemal’i kuyumcu sanan
bir ananın elinde insan ne duruma gelebilirse genç insanlar
da o duruma geliyorlar. Anneler ve babalar ama özellikle de
anneler çocuklarını doyurmaktan başka bir şey bilmiyorlar,
çocuklarının ağzına köfte ya da börek tıkmayı, onları şiş-
manlatmayı görev biliyorlar. Belleklerini olmadık şeylerle
doldurup boş bilinçle dolaşan nice genç insan edebiyat be-
ğenisine nasıl ulaşacak? Sıkıntı özellikle toplumun kültür
değerleriyle ilişkisinde ortaya çıkıyor. Bugün hemen herkes
ezber bilginin zararlarından sözediyor ama ezberlemekten
geri durmuyor. Benim ezberimdeki bilgiler bir başkasının
ezberindeki bilgilerle neredeyse tıpatıp aynı. Durumun göz
korkutucu boyutlara ulaştığını görebiliyor muyuz? Adam
felsefe okuduğunu söylüyor Platon’la Aristoteles’i birbirine
karıştırıyor, babasının oğluna çatar gibi Descartes’a deme-
diğini koymuyor, bilmediği Bergson’u büyük filozof ilan
ediyor... Edebiyat alanında da benzer durumlar var.

142
-Eğitimin bizi karamsarlığa sürükleyecek kadar kötü
olduğunu, her gün biraz daha gerilediğini, son zamanlarda
büsbütün kötü olduğunu söylemekle geçiyor günlerimiz.
-Eğitimin bugünkü durumunu konuşmak ve onun ak-
sayan yanlarını ortaya dökmek elbette gerekiyor. Bu bizim
yerden göğe hakkımızdır. Ne var ki bunu yaparken bazı
olumlu durumları da gözden uzak tutmamaya çalışmalıyız.
Ne demek istiyorum? İyi eğitilmemiş olmakla birlikte elin-
den geldiğince kendilerini yetiştirmeye çalışan çok değerli
genç öğretmenler var. Toplumdan çok bir şey almayan ama
topluma elinden geldiği kadar bir şeyler vermeye çalışan bu
insanları görmezden gelemeyiz. Taşrada özellikle kasabalarda
ve bütün yoksunluk bölgelerinde yeni yetişen gençlere ışık
olmak için çırpınan ve gecesini gündüzüne katan bu insan-
ların ellerinden öperiz. Derslerden arta kalan zamanlarda
kendilerini yetiştirmek için çaba gösterecek yerde kahve
köşelerinde gece yarılarına kadar okey oynayanları da ne
kadar kınasak azdır. Özellikle lise öğretmenlerinin çok büyük
bir sorumluluğu var, kimi bu sorumluluğu yerine getiriyor
kimi de getirmiyor. İki alanda, felsefe alanında ve edebiyat
alanında lise öğretmenlerinin sorumluluğu çok büyüktür. Ama
onların her şeyden önce geceyi gündüze katarak kendilerini
geliştirmeleri gerekiyor.
-Eğitim alanında bir denetim eksikliğinden sözedebilir
miyiz?
-Eğitim alanında yüzlerce binlerce eksiklikten sözedile-
bilir. Denetim şöyle gelişigüzel bakınca birinci planda önemli
gibi görülebilir. Denetimle hiçbir şey elde edemezsin aslında.
İnsan kaytarmayı kafaya koydu mu kaytarır. Denetleyeni kim
denetleyecek? Denetçiler daha çabuk kaytarırlar. Hepimiz
kendimizi denetleyeceğiz, yapılması gereken bence budur.
Polis rejimi ne topluma ne bireylere mutluluk getirir. Önemli
143
olan sorumluluklarını bilen insanlar yetiştirmektir. Bunu
beceremezsek böyle olduğumuz gibi kalırız. Kendimizi hem
bilgi açısından hem ahlak açısından denetleyeceğiz. Müfettiş
her zaman bir güldürü konusudur. Ahlak hiçbir alanda eği-
timde olduğu kadar belirleyici değildir. Bilgilinin ahlaklı ve
ahlaklının bilgili olduğunu hepimiz biliyoruz. Mahalle bekçisi
anlayışıyla ve bilgisiyle eğitimci olunamaz.
-Sağol, seni daha çok yormak istemiyorum.
-Beni daha çok yor. Daha çok yorulalım. İnsanı insan ya-
pan emektir. Daha çok adayalım kendimizi insanlığa. Küçük
hesapları bırakıp büyük işlerin peşine düşelim.

144
145

You might also like