Professional Documents
Culture Documents
Jerzy Putrament - Hain
Jerzy Putrament - Hain
roman
çeviri
5
bir de neden ve nasıl kurulduğu bilinmeyen, hurufatı
nın tümü bir oyuncak kutusuna rahatlıkla sığabilecek,
küçücük bir basımevi vardı. Klimontçik'in basımevi.
İşte Josefiak bu minyatür basımevinde çalışmaya baş
ladı. Aslında buna kolay kolay iş de denemezdi. Bu
küçük kasabaya ayak bastığı sıralarda tanıştığı yarı
Ukrayna'lı, yan beyaz Rus ---0ldukça tuhaf bir adam
onu yanına aldı. Ve Josefiak ertesi sabah doğruca içi
harflerle dolu iki kutunun pencere önünde durduğu
loş odaya daldı.
İstemediği kadar zamanı vardı. Kara, güçbelft oku
nan harfleri parmaklarıyla yokladıktan sonra özenle
yanyana getirmeye başladı. Bir yandan da alçak sesle
heceliyordu: « S». Ardından bir süre «A» yı aradı; so
nunda «Salak» ı dizmişti. Harfleri bir çırpıda kullanıl
mış eski bir kağıt parçasının üstüne basıverdi. Salak
sözcüğünü karşısında görünce de çocuk gibi sevindi.
Şimdi sıra kendi adına gelmişti. Bir saat geçti geçme
di «Salak Josefiak» ı basmaktan bıkıp usanmıştı bile.
Kendine ilişkin bu kesin ve katı yargı bir bakıma
o sıralarda içinde bulunduğu ruhsal durumun bir yan
sımasıydı. 23'ündeydi, tornacıydı. Neşeli, gevezeliği se
ven biriydi. Sohbete, kafa çekmeye ve şarkı söyleme
ye bayılırdı. Gelgelelim şarkı söylemenin bir süredir
kendisini pek çekmediği dönemler gelip çatmıştı; ye
rine ne koyması gerektiğini de bilemiyordu. Kendine
ilişkin olumsuz yargısı işte bunlardan kaynaklanıyor
du.
Herşey böyle başladı. Basımevinin bir kıyısında
eski, dökülen bir baskı makinesi vardı. Josefiak'ın ko
lu, kendisini olduğu kadar evsahibini de aşağılayıcı
yakıştırmayı basmaktan yorulunca, bu eski makina-
6
mn başına çöküp onu toparlamaya koyuldu. Birkaç
saat içinde makinayı işletmeyi başarmıştı. Makina gü
rültü patırtıyla, gıcırtılar çıkararak çalışıyordu.
Artık herşeye sahipti: zamana, harflere ve bir ma
kinaya. Peki sonra, sonrasını da işgalciler sağladılar.
Kırkbir yılının sonbaharıydı, Alman dalgası kaba
rıyor, doğuya vurmaya hazırlanıyordu. Bu küçük kasa
ba Raktino bataklıklarının güney ucunda oldukça kuy
tuda kalıyordu. Burada Almanlar'ı çekecek birşey yok·
tu, zaten onlar da gelmekte pek öyle aceleci davran·
mamışlardı. Temmuz'da bir ara bir araştırma birliği
görülmüş, bölgeye şöyle bir göz atmış, bir Yahudiyi
sokak ortasında öldürmüş, Ukrayna'lı Dikij'i belediye
başkanlığına atamış, sonra da çekip gitmişti. Ancak
Ekimden başlayarak Almanlar güçlerini pekiştirmeye
koyuldular; bundan biraz daha büyük olan komşu ka
sabada bir polis örgütü oluşturuldu. Derken gestapoya
ilişkin söylentiler ortalıkta dolaşmaya başladı. Kom
şu kasabada kesim hayvanlarına ve hasada elkondu
Halk ne yapması gerektiğini bilemiyordu. Dikij iı;e
çevresine birkaç genç topladı. Bu arada beş Yahudi
ailesi günlerini evlerinde geçiriyor, karanlık basmadan
sokağa çıkmayı göze alamıyorlardı. Yalnızca geceleri
göze batmamaya çalışarak eşe, dosta uğradıkları olu·
yordu. Halk onları kendi hallerine bırakmıştı. Dikij'in
adanılan ise şimdilik kaba tehditler savurmakla ve
sövmekle yetiniyorlardı. Bütün bunlar, bir sabah, Ki
limontçik'in Josefiak'a beş Alman'ın geldiğini homur
danarak söylemesine kadar böylece sürüp gitti. Jo
sefiak o an bir ıslık koyverdi, yürüyüşünden vazgeçip
basımevine döndü. Öğleye doğru dışarda bağrışmalar
işitti, pencereden baktığında kilise önünde birbirle
riyle boğuştukları apaçık belli birkaç kişi gördü. Tam
7
bu sırada komşu kadın telaşla bahçeye dalıp: «Yahu
dileri dövüyorlar! » diye bağırmaya başladı. Josefiak
bir kez daha pencereden dışarıya baktı: «kim?» «Al
manlar.» Josefiak bir tüküıiik atıp döndü. Kilimont
çik çoktan bir şişe ev kanyağının başına çökmüştü
bile. Akşama kadar içtiler. Önce salam, salam tükenin
ce de lahana turşusuyla soğan, ardından da ekmek
-
yediler. Sözleşmiş gibiydiler: evden çıkılmayacak, pen
cereden bakılmayacak, bu konudan söz edilmeyecekti.
Kilimontçik eskiden, daha doğrusu yirmibeş yıl ön
ce vaftizciydi. O yıllarda güıiiltüye, vurkıra duyduğu
nefreti koruyagelmişti. Josefiak'a gelince, bir didiş
me görmesin, dalmaya bayılırdı. Çok güçlüydü. Daha
ilkokul sıralarında dövüşlerdeki ustalığıyla ünlenmiş
ti. Ağzı süt kokan acizlerle dalaşmaya tenezzül etme
yecek ölçüde fazlaydı gücü. Her okulda zayıfları döv
mek şöyle dursun, onların koruyucusu kesilmiş biri
vardır muhakkak.
İşte bu özelliği, cansıkıntısını daha da arttırıyor,
oturduğu yerde çaresizlikten kendini yiyordu. Hele
birşeyden habersiz masum çocukların da büyük bir
olasılıkla yumruklanıp tekmelendiklerini, hıçkırıktan
sarsılarak ağladıklarını düşündükçe iyice çileden çıkı
yordu. Olup bitenlere seyirci kalışını haklı gösterici
bir neden bulabilmek için kendini zorladı bir süre.
Sonunda olanları düşünmenin bir işe yaramayacağı
na karar verdi.
Böyle durumlarda içki cansimididir. Onlar da da
yandılar içkiye. Bu pis kokulu kanyaktan alınan her
yudumun ardından, dünyanın bu boğucu ezinci bi.r
buz tabakası gibi çatlıyor, hava tazeleniyor, hatta Ki
limontçik'in bakımsız dulevi bile insana rahatlatıcı bir
duygu veriyordu. Ev sahibi alacakaranlıkta yıllar önce
8
ölen eşının ne iyi bir insan olduğunu anlatmaya ko
yuldu. Josefiak da kadını doğuşundan bu yana tanıyor
muş gibi canıgönülden dinliyor, sözlerini onaylıyordu.
Hatta Kilimontçik'in yapayalnızlığı, bir an acıma duy
gusunu körükleyip, gözlerini yaşarttı. Uzaklarda bir
yerde eve dönen inekler böğürdüler. Birden boğuk
bir yankılanmayla birkaç el silah sesi evin içine dol
du. İ kisi de bir an sustular; patlamalara kulak ka
barttılar. Ardından, bardakları bir kez daha ağzına
k:::dar doldurdular.
Geç saatlerde komşu kadın kapı kapı koşturmak
tan ya da gayretkeşlikle taşıdığı haberden soluk so
luğa, bir kez daha kapıya dayandı.
- Aman allahım, insanları bir bir haklarlarken
bunlar oturmuş kafa çekiyorlar.
Josefiak öfkeyle homurdandı. Kanyağın başında
sabırla hem de nerdeyse başarıyla unutmaya çalıştık
ları olayı kadın getirip küstahça karşılarına koyuyor
du. Çarpıcı olması gereken haberinin böyle soğuk kar
şılanmasından alınan kadın, bir kez daha üsteledi:
- «Ne sandınız, hepsinin canına okudular işte.»--
Berikiler « canlarına okudular» sözünün Alman
lar'ın gelişiyle büründüğü yeni anlamı birden kavraya·
madılar. Onları şaşkına çeviren daha çok ses tınısıydı.
"Evet ya, silahlarla hem de. Ah görseniz nasıl bağ
rışıyorlardı, nasıl ağlıyorlardı hepsi. Çoluk çocuk, ka
dınlar ... İ htiyar Mendel de... » Yaşlı kadın bu ikisinin
haberini nasıl karşılayacaklarını bilemediğinden her
hangi bir yargıda bulunmaktan kaçınarak, sözcüklerin
ürpertici içeriğini vurgulamakla yetinip, bakışlarını
bir Josefiak'ın, bir K.ilimontçik'in yüzünde gezdirip
duruyordu.
Josefiak gitgide ayıldığını ayrımsadı. Duygusallı-
9
ğı dağılmış, gözleri kurumuştu. Yaşlı kadın tek bir
sözcük bile duyamadan evi terketti. Josefiak, ancak
şimdi ayağa kalkıp sandalyesini bir köşeye fırlattı, ka
pıyı kendi ardından gümbürtüyle çekti.
Dışarda gece çökmüştü bile, bulutlar yerlere sar
kıyor, ormanlardan ılık bir rüzgar esiyordu. Kasaba
üzerine inanılmaz bir sessizlik yayılmıştı. Ne bir ba
ğırtı, ne de bir ses. Bu durumda onu sokağa sürükle
yen haber inandıncılığını yitirmiş, şimdi gene yavaş
yavaş başına vurmaya başlayan alkolün az önce uçup
gitmesi gibi, eriyip dağılmıştı.
Kiliseye yaklaştı. Herşey yerli yerinde görünüyor
du. İhtiyar Mendel'in evi karşıdaydı. Pencereler sapa
sağlamdı, balkonda da göze batacak bir değişiklik yok
tu. Yalnızca kapı aralıktı.
Kapı aralığında bir süre dikilip durdu, içeriye
girmeye bir türlü karar veremiyordu. Mendel gecele·
ri dışarıya hiç çıkmazdı. Çünkü oldukça yaşlıydı. Alt
mış yıl burada yaşamış, demirci olarak tanınmıştı.
Kocakarının yaymaya çalıştığı söylentinin boş oldu
ğunu Mendel herhalde birazdan gösterecekti.
İçeriye daldı. Birisi karanlığın içinde sobanın
başında ayağa fırladı ve ürkek ürkek: «Kim O» diye
fısıldadı. Josefiak'ın dudaklarından: «orada kim var? »
sözcükleri döküldü. Sobanın ardından gelen ses şim
di biraz daha rahatlamıştı: «Tamam arkadaş tamam
gel, ne kaldıysa paylaşalım.• Gerçek o an Josefiak'ın
kafasına dank etti. Demek ki kocakarı haklıydı. Ne
diyeceğini bilemeden sobaya bir adım daha yaklaştı.
Suskunluğunun ya da sobaya yaklaşmasının anlamı
apaçık belli oluyordu. Odadaki ses telaşla yalvarıp
yakarmaya başladı. Bu telciş içinde iki motifi birbi
rine karıştırıp duruyordu: «herkesi hakladılar. Bura-
10
daki herşey yok mu olacak? Zaten ne bulurlarsa alıp
götürüyorlar. İhtiyar Mendel'i bile. Keşke beni, za
vallı biri olan beni...
Kavranması olanaksız, tiksindirici, ezici bir duy
gu Josefiak'ı boğuyordu. Berikiyse hala olanca içten
liğiyle aklına geldiği gibi konuşup duruyordu: «Biri
leri buradaydı daha önce, Dikij ve adamları. Gene de
geriye bir şeyler kaldı. Şu kuştüyü yatak » ...
11
caydırabilecek, inandırabilecek mısın onu? Kendini
kabul ettirebilecek misin ona, onun tanımadığı -yalnız
ca insanlık olsa- gene iyi, üstelik varlığında olağanüs
tü bir gücü cisimleştiriyor o.
Josefiak düşüncelerini birbirine bağlamakta güç
lük çekiyordu. Ansızın anıları içinde bir görüntü can
lanır gibi oldu, belirgin, anlatım gücü yoğun bir gö
rüntü; ama yüreğinin atışı iyice hızlanmıştı; damar
larında kaynayan kan gözlerini bulandırıyor, kulakla
rında çınlıyor, elini, kolunu kasıyordu.
Bu güce boyuneğebilir, yere yıkılabilir, onun demir
ökçesi altında ezilmemek için sürünerek bir yer yarı
ğına gizlenebilir, ona hizmet edebilirdi. Nasıl olsa ken
dine bağlı bekçilere gereksinmesi vardı bu gücün.
Cellat uşaklarına gereksinmesi vardı. Okkalı bir
tükürük attı Josefiak yere.
Güçlükle ilerliyordu. Gece, bataklıkların çürük yo
sun kokusunu getirip yüzüne üflüyordu. Güz ve gece,
herşeyi silindir gibi ezerek buradan geçen ve yerküre
ye yayılan bu gücün ölüm taşıyan benliğine nasıl da
denk düşüyordu. İ nsanın elinden ne gelirdi böyle bir
güce karşı. Bir çocuğun öldürülmesi buyruğunu ve·
ren, alçağın biridir. Bunu, düşüncede de olsa, kabul
eden de öyle. Ama tüm bu olup bitene karşı eli kolu
bağlı duran en büyük alçaktır.
Peki, ne yapılabilirdi bu güce karşı?
Kilimontçik hala bıraktığı yerde, kırmızı burnuy
la duvara yaslanmış oturuyordu. Darmadağınık saçla
rıyla kocaman başı, kavruk, titrek bedenine bayağı bü
yük düşüyordu. Miyop gözlerini camın kirli köşesine
takmıştı. Kalan içkiyi de konuşmadan kafalarına dik
tiler.
Ertesi sabah Josefiak, o güne kadar kalkışmadığı
12
bir daha da kalkışmayacağı bir işe kalkıştı. Tutup
bir şiir yazdı. Benliğini, pek tanımlayamadığı bir du
yarlık sarmıştı. Ağlaması kaçınılmazmış gibi geldi bir
süre ona. Basımevinde pencerenin kenarına çökmüş,
Kilimontçik'in bir zamanlar gezginci bir sinema için
bastığı afişin mavi kuşağı üstüne kurşun kalemle bir
şeyler çiziktirip duruyordu. Harfler çarpuk çurpuk,
uyaklar tutarsız, seçtiği sözcükler gelişigüzeldi. Gene
de sözcükleri özenle dizerken bir esine kapılmış gi·
biydi. Şiirinin anlamı oldukça karışıktı. Ardından ilk
yazın geleceği bir güzün başladığını bildiriyordu. Ge
cikmeden işe koyulmak gerek diyordu. Söylemek is·
tediği şuydu: Almanlar sonsuza dek buralarda kalma
yacaklar.
Bütün gününü bu üç, beş dizenin başında geçirdi.
Bitirdiğinde karanlık çökmek üzereydi. Sokağa çıkın
ca, neredeyse bedensel sayılabilecek bir rahatlama duy·
du. Az önce, hatınsayılır bir işin üstesinden gelmiş,
geceyi bir köşesinden yırtıp, aydınlatmıştı sanki orta
lığı.
Yüreği yardıma hazır, uçuyor, insanlara el uzat
maya hazırlanıyordu.
Yolda, kuru, cılız bir gencin kiliseye doğru acele
siz adımlarla yürüdüğünü gördü. Durup bekledi. Genç
yaklaştı, limelime kasketini saygıyla eline alıp öğle
yemeği yiyebileceği bir aşevi sordu.
Josefiak şaşkınlıkla bakakaldı bir an. Aşevi mi?
Bu ücra yörede mi ? Ama öylesine kanatlanmıştı ki
Josefiak, bu saçmasapan sorunun kendisinden gizle
meye çalıştığı gerçeği gözden kaçırması olanaksızdı.
O saygı gösterisinin ardında açlıktan tükenmişlik ve
çaresizlik sırıtıyordu. Josefiak onu eve götürdü. Pata
tes hazırladı, komşudan birkaç yumurta aldı. Şiirini
13
kotarırken benliğini saran kanatlanmışlık duygusu, he
men hemen bir çocuk olan bu gencin ağırlanmasında
da kendini göstermişti.
Çocuğun adı Kolka'ydı. Kiew bölgesindendi. Al
manlar köyüne girmiş, tüm ailesini öldürmüşlerdi. O
da Transcianic'te büyükçe bir çiftliğin sahibi olan am
casını aramak için yollara düşmüş, sağda, solda bir di
lim ekmek dilenerek buralara gelebilmişti. Arasıra bir
arabaya sıkışabildiği olmuştu. Koyun postundan ka
banını sırtından almışlar; postla birlikte varını yo
ğunu oluşturan otuz ruble de uçup gitmişti.
Bu küçük olay başladığı gibi bitti. Josefiak çocu
ğu hemen ertesi gün Trancianic'e giden bir arabaya
koydu. Olayı da unuttu gitti. Arada bir bugün ve ilk
şiiri aklına geldikçe belleğinden küçük bir köşe ay
dınlanıyor, olayı anımsıyordu. Ama asıl Josefiak'ın
başına dolanan işler ilginç mi ilginç, başka herhangi
bir olayla karşılaştırılması olanaksız türdendi. Hani
biraz duygusal bir abartmayla söylenirse, yeryüzünün
yazgısını etkileyen bir dönemde, sınırdan bin kilomet
re içerde, bataklıkların arasına sıkışmış bir taşra ka
sabasında tuhaf bir insan, tek başına bir adam, akıl·
dan pek nasibi olmayan şiiriyle Alman Reich'ının üs·
tüne gitme cüretini gösteriyordu. Eh, bu girişimden
de akla yatkın bir sonuç herhalde beklenemezdi.
Ama Josefiak'ın işin bu yanını düşündüğü pek
yoktu. Şiirinin dizelerini yüze yakın kağıda basıp ço
ğalttı, sonra da önüne gelenin kapısından içeri attı.
Pazar yerine gidip köylünün sepetine, saman, arpa,
buğday çuvallarına sıkıştırıverdi. Niyeti, kendisi gi
bi birşeyler yapmaya kararlı insanları bulup çıkart
maktı. Ne ki o günlerde tek bir heveslisi yoktu bu
işin, hele böyle kıyıbucakta kalmış bu ücra kasaba-
14
da. Sonra Al man yeng ileıi ol ağanüstü etkileyiciydi.
Herkesin, sınırlı da ol sa kendine özgü, iyi kötü anlaşı
lır bir siyasal yargısı, anlayışı vardır. Ama bel ki bin
de bir kişi bunl arı, kendi yaşamını belirgin biçimde et
kileyecek öl çüde benimser. Sonra bu amatör siyaset
çilerden kaçı, nereye bakılırsa bakılsın tüm bel irtile
rin yenilmezliğini gösterdiği bir güce karşı savaşaca
ğım diye özvarlığını gözden çıkarabil ir?
Neyse, gene de bunl arı bir yana bırakal ım. Jose
fiak'ın kendi düşünce ve duygularını paylaşanları bul
m a çabaları sonuçsuz kaldı. Sadece, bir pazar günü,
kereste fabrikasından bir t eknisyenle postacıyı öğret
menin evine içmeye getirdi.. Ev sahibi Almanlar g el
diğinden beri aramadığı kadar zamana kavuşmuşt u;
çünkü okullar kapıl arını kapamışlardı. Konuşup dert
l eştiler. Birer bardak kanyak içtiler; kafalarını kurca
layan her konuya değindiler. Öğretmen bitmiş tüken
mişti. Al manlar işini elinden al mışlardı ve yenilmez
d i bu Al manlar. Teknisyene gelince peset memek ge
rektiğini söylüyor, önce para kazanmal ı diyordu. P os
tacı suskundu.
Josef iak ikinci bardağı yuvarladıktan sonra onla·
ra şiirini okumaya karar verdi. Tepkisiz dinlediler.
Başlarıyla onayl amakla yet indiler. O günden sonra
her cumartesi ya da pazar buluşuyor, kanyak içiyor,
d ertl eşiyorl ardı. Güz yerleşmiş, evler olanca ıslaklığı
emmiş, kararmışlardı. Batıdan her gün p arça parça
yağmur bul utları kopagel iyor, haftal ardır göğe yapış·
mış g ibi duran öncekilerin arasına karışıyorl ardı. Rüz·
gar ağaçlan öf keyle yoluyor, ormandan kurşuni, sa
rımt ırak, paskızıl ı yaprakl arı önüne katıyor, caml ara
çal ıyordu. Kadınlar mantara g it meyi kestiler. Öl dü
rülen Yahudilerin gömülü olması nedeniyl e oralara
15
ayak basmaktan korktuklarını ileri sürmeleri, kadınsı
nazlanmanın ürpertici bir örneği gibiydi. Yallar yağ
murdan gevşemiş, hava öğleleri bile aydınlanmaz ol
muştu.
Dikij'in kasabadaki etkisi yayılıp duruyordu. Mü
zelik, nadide bir parçaydı adam. Yirmibeş yıl kadar
önce Petljura'da bir polis örgütü şefliğinin ya da bu
na benzer çekici bir rütbenin apoletlerini omuzuna
takmıştı. Derken papazlığa soyunmuş, Polonya'nın ik·
tidar yıllarını kilisede duayla geçirmişti. Sovyet ikti
darında abartık bir gayretkeşlik örneği vermiş, papaz
cüppesini sırtından atmış, ikonaları bile ufalamaya
kalkmıştı. Gözlerinin açıldığını, dinin geçiciliğini ay
nmsadığını, yeni, faal bir yaşama başlamaya kararlı
olduğunu herkese göstermek istiyordu. Çok geçme
den sonu usbyt• ya da «torg•la biten sayısız ticari ku
ruluştan birinde bir yer kapmakta gecikmemiştı. İşte
Almanların gelişinde de gene böyle birbiriyle bağdaş
maz, daha öncekilerle ilgisiz bir gösteriye daha girişti.
Tutup gene üstünü başını paraladı. Ama bu kez meca
zi anlamda. Sonra başladı söylevler vermeye. Demirci
Mendel'in kızına feci bir dayak çekerek ağzını, bumu
nu kan içinde bıraktı; böylece düşünce, gelişim çizgi
sinde beliren son değişikliği de gözönüne sermiş ve
kanıtlamış oluyordu. Belediye başkanlığına atanınca
da bir düzine adam seçti kendine. Hepsini silahlandır
dı, bunlardan bir polis takımı oluşturdu. Ama işte
genç adamların kafalarına işleyebilmek için tutula
cak yolu bulmak kolay değildi. Ukrayna Sobama. Sa
mastijna Dershawna. Birleşik, bağımsız, güçlü Ukray
na sloganının öyle özel bir çekiciliği yoktu; üstelik
çevre kent ve kasabalardan gelen haberler de belir
siz, çelişikti. Bağımsızlık trampetlerinin çalındığı ilic
16
kısa dönemin ardından, bağımsızlık sözcüğünün tem·
kinle bir yana bırakıldığı dönem gelmişti; Dikij bu
dala değildi. Bu anlaşılmaz dünyada çelişkilerden ya
rarlanmanın en akıllı davranış olacağını biliyordu.
«Birleşik» sözcüğünü de bir yana bıraktıktan sonra,
geriye kala kala Yahudi düşmanlığı kalıyordu. Av kö
pekleri yaban kazı avına nasıl koşullandınlıp terbiye
ediliyorsa, o da adamlarını Yahudi düşmanlığına öy
le koşullandırıp terbiye eai.
Gene de garip bir durum vardı ortada. Yahudi
düşmanlığı humması, ancak köydeki Yahudilerin iş
leri bitirildikten sonra gençleri sarmaya başladı. Der·
ken onlar da harekete geçtiler. Olup bitenler Alman·
!arın olduğu kadar Dikij'in de marifetiydi. Alman bir
liklerinin köyde boygöstermesi, Dikij'e ayakları al
tındaki zeminin sağlamlaştığı duygusunu vermişti. Ye
ni dostlarıyla birlikte Yahudilerin izini sürmeye baş
ladı. Dikij tutturunca da Alman mareşali, Yahudilerin
kökünü kazıma girişimine yerel polisin de etken bi
çimde katılmasına göz yu_mdu. Dikij tayfasını bir sü
re sonra terkedilmiş Yahudi evlerine götürdü. Herşeyin
altını üstüne getirdiler, dişe dokunur ne buldularsa
toparladılar.
Dikij bu adımıyla ilk sağlam dayanağına da ka
vuşmuş oluyordu. Faşist bir devlete yakışır bir me
murun gerekli niteliklerini taşıyan, işinin ehli biri ol
duğunu kanıtlamıştı. Faşizm aslında bildik, alışılmış
yaşama düzeninin de tepelenmesidir. Dökülen kan,
kendi kanını sakınmasız gözden çıkaranları olduğu gi·
bi, bu kanı dökenleri de birleştirir. Dikij'in mücahit
leri Yahudi kınmına katıldıkça onları bildik, olağan
insanlardan ayıran uçurum genişliyor, genişlediği öl
çüde de bunları birbirlerine yaklaştırıyordu. Kitle için·
17
de sivrilmelerini sağlayıcı maddi dayanak, ganimet
leriydi. İçkinin yanısıra domuzyağı alacak paraları da
vardı. Böyle zamanlarda insanın mutluluğu için başka
ne gerekliydi ki? Biraz kadınlardan yana şans, bir de
başkalarına bağırıp çağırma hakkı. Güç denen şey ka
baca buydu işte.
Josefiak Dikij'i oldukça küçümsemişti kuşkusuz.
Bu ufak tefek kuru ihtiyarın içinde yirmi yıldan beri,
yetki ve güce kavuşma hırsının yanısıra, bir zaman
lar daha tadına varamadan elinden alınmış herşeye
karşı kıskançlık ve kin birikmişti. Uzun yıllar bekle
ye bekleye gözü açılmış ve sonunda yerini bulmuş ol
masına karşın, kartlarının tümünü masaya açmakta
ve tırnaklarını göstermekte hiç de aceleci davranmı
yordu. Dikij, sezdirmeden Josefiak'ı izledi durdu.
Hala kuşku verici bir davranışına rastlamamıştı. ama
yozlaşıp hayvanlaşmış kişiliği, pusuda yatması gerek
tiğini bildiriyordu ona. Bir kez sokakta karşılaştıkla
rında, Josefiak'ın gözlerinin fazla insancıl baktıkla
rını ayrımsamıştı. Öldürdün, yağmaladın sen, diyordu
bu bakışlar ona. Öldürmenin lekesini taşıyorsun, ama
kendi ölümünün suçunu da. Bu gözlerden, yolunu kes
mek isteyen, düşman bir güç seslenmiyor muydu?
Bazan yaşamdaki savaşımların çok garip yanlaı ı
vardır. Dikij, bir kez olsun Josefiak'ın ruhuna ini1ı
dünyayı onun gözleriyle görebilmiş olsaydı, bu son
baharın ve erken bastıran kışın, Josefiak'ın yaşamın
daki en berbat, en karamsar dönemi oluşturduklarını
görecekti. Yapayalnızdı Josefiak. Alman işgalinden ön
ce fabrikalarda birlikte çalıştığı tüm arkadaşları, tüm
tanıdıkları iz bırakmadan çekip gitmişlerdi. Ne yap
ması gerekiyordu? Belediyede Alman ordusuna iliş·
kin böbürlenilecek haberler asıyorlardı arasıra. Al-
18
manlar her yerde ilerliyordu. Bütün bu olup bitenle
re karşı yapabileceği çok az şey vardı: okumamak,
kulaklarını tıkamak, cepheyi ve savaşı düşünmemek.
Gelgelelim bunların bir işe yaramadığı da ortadaydı.
Dikij'e yolda her rastlayışında aklından şu geçiyordu:
Çaresizim, güçsüzüm, elimden birşey gelmez... Diğeri
ise: Bu herife dikkat etmeli, diye düşünüyordu.
Josefiak'ın daha ileri gitmesine belki de bu çare
sizlik ve güçsüzlük duygusu neden oldu. Oturup: «Al
manlar düşmanımızdır.» tümcesini dizdi. Ardından bir
süre düşünüp ekledi: «Yahudilerden sonra sıra bizde.»
Doğrusu yazdıkları önce kendisine bile pek inandırıcı
gelmiyordu. Şimdi ne yazacaktı? Ama kısa süren bu
kararsızlık ve çaresizlik nöbetinden sonra endişe ve
yalanlarını gene kendisi aştı: «Almanların kazanması
olanaksızdır.» Ardından biricik somut ve olanaklı gö
rünen çözüm geldi: «Almanlara ekmek vermeyin!» Bü
tün bunları gene eski afişlerin kenarlarına basıp, önü
ne gelene dağıttı.
Almanları ekmeksiz bırakma konusunda bu ka
ğıtların etkili olduğunu söylemek zor. Ama çarşı pa
zar dolanırken, sonunda öğretmen, teknisyen ve pos
tacının tersine, laf kalabalığının ardına sığınmayan ve
iç çekmekle yetinmeyen bir, iki genç bulabildi. Onlar
Josefiak'tan bir tomar bildiri alıp bunları kendi yöre
lerinde dağıtacaklarını söylediler.-
Kış olanca şiddetiyle ve erken bastırdı. Derken
bir gece bulutlar yırtılıverdi; kıyıda köşede birkaç yıl
dız parıldadı; gündoğumunda ortalık dona kesti; ar
dından kar düştü; fırtına günlerce uğuldadı durdu;
güneş kendine yeniden bir yol bulup ışıldadığında,
kış tam anlamıyla çökmüştü artık.
Her yerin beyaza kestiği ilk pazar, içki arkada.;;-
19
larının öğretmenin evinde süklümpüklüm oturdukları
nı gören Josefiak'ın sabrı taşınca, uluslararası duru
ma ilişkin bir tür açıklamada bulundu. Usta bir ko
nuşmacı değildi, yinelemelere düşüyor, «değil mi?»
«sözgelimi» gibi boşluk doldurucu ve şaşırma giderici
sözcüklere başvuruyordu. Ama karşıkonmaz bir yanı
vardı: gözleri. Açıkmavi, çukura kaçmış bu gözler, söy
lediklerine inancını yansıtıyorlardı. İlginç olan, bu
gözlerin aldatmıyor olmalarıydı. Almanlar yenilecek,
diyordu Josefiak, hem de kısa sürede. Oysa havaday
dı söyledikleri, elinde tek bir kanıt yoktu. Öte yandan
gene de görünürde bir yalandı bu. Çünkü başka tür
lü olmayacağını seziyordu. Hatta hiç bir yengi umu
du bulunmasa da savaşacaktı. Şu karşısındakilere gl:
lince, onlara bir dayanak vermek gerekiyordu.
Kışın başladığını, Sovyet birliklerinin henüz ye
nilmediğini, yalnızca gerilediklerini, üstelik İngiliz ve
Amerikalıların da kendilerinden yana olduklarını anım
sattı. Karşısındakilerin duygularına yönelmeye çalışı
yor, Yahudilerin başına gelenleri hatırlatıyor, «bizi de,
aynısı, hatta beteri bekliyor,» diyordu, «yaşam boyu
kölelik.• Haniewicze'te Almanların önünde şapkasını
çıkarmadığından bir öğretmeni öldürmüşlerdi. «Bek
leyin yeter, bize de acımadıklarını göreceksiniz.»
İç geçirdiler hepsi. Elbette hak veriyorlardı ona,
ama işte sadece iç geçirmekle yetiniyorlardı. Atılgan,
heyecanlı bir kişiliği olan teknisyen, bardağını sık sık
dolduruyordu. Öğretmen gözlüğünün camlarını siliyor,
postacıya gelince, sadece başını anlayışla sallayıp onay
lamakla yetiniyordu.
Bir gün beklenmedik bir anda şık giyimli, sağlık
lı görünümlü, sporcu yapılı iki delikanlı çıkageldiler.
Güneş çoktan tepeleri aşmıştı. Gelenler teknisyenin
20
oğluyla arkadaşıydı. Masaya biraz çekingen çöküp,
dolu birer bardağı gözebatırırcasına yuvarlayıvndiler.
Josefiak ilk desteği bu yeni gelenlerde buldu. Teknis
yenin oğlu lafı fazla gevelemeden düşüncesini açıkh·
dı: «Ormana gidelim, yetti beklediğimiz.» Arkadaşı da
ona katıldı, ama endişelenen baba, sıstlıyarak onları
susturma zorunluğu duyuncaya kadar sürdü konuş
ma.
Gençlik heyecanının bu ani patlaması, odadaki ha
vayı bir anda soğuttu. Artık dişedokunur birşeyler ko
nuşma olanağı kalmamıştı. Josefiak da pratik sonuç
lar beklemekten vazgeçti, yaşlıları kendi hallerine bı
rakıp gençlerle konuşmaya karar verdi.
Aslına bakılacak olursa, yaşlılar da özünde zarar
sız olan bu dostluktan çoktan bıkıp usanmışlardı. Şu
iki delikanlının atak çıkışları, bu geveze adamın sa
man altından ne sular yürüttüğünü kafalarına çakıver·
mişti birden. Bu da bardağı taşıran damla oldu. Öte
yandan tehlike saçan bir kuruma, adıyla söylenirse
Gestapo'ya ilişkin söylentiler de tam bu sırada yo
ğunlaşmıştı. Sağda solda, tutuklamalar alıp yürüyor
du. Tutukluların başlarına gelmedik kalmamıştı, hat
ta işkencelerden geçirildikleri, öldürüldükleri söyleni
yordu. Öyleyse başlarına bela mı arıyorlardı?
Onlara hak vermemek elde miydi?
Aralıkta bir öğle üzeri Josefiak açlığını ancak
bastırabildiği kıtkanaat bir yemekten kalkıp basımevi
ne gitmeye hazırlanırken, kapı zili koridorda yankılan
dı. Dikij'in adamlarından üçü karşısına dikiliverdiler.
«Bay Josefiak siz misiniz?»
Korktuğu filan yoktu. İnsanların çoğu korkuyu ta
nımadıklarını söyler dururlar, ama apaçık yalandır
bu. Korku, sayısız katlara bölünmüş çok basamaklı
21
bir duygudur. Hepimiz korkarız, hemen hergün, ne
var ki korkumuzun gündelik titreşimleri zayıf, güdük,
bildik, alışıldıktırlar. Hatta çoğunlukla da kendi ka
famızda yaratırız korkuyu. Başarı, rahatlık, uğraşımız
da yükselme endişelerine düşeriz. Korkunun özgün kay
nağını insan uygarlığı yüzyıllar boyunca örtüp gizle
miştir. İşte şimdi savaş ve Almanlar, ona asıl anlamı
nı geri veriyorlardı gene. Korkunun öğelerini oluştu
ran üç basamak açığa çıkıyordu böylece: Tutsaklık,
acı ve ölüm. Özgür kişi, tutsaklıktan; tutuklu, işkence
den; yenik düşen ise ölümden korkar.
Gelgclelim ölüm denen bu son uyancı yoksa, kor
ku insan ruhunda tutunamaz.
Josefiak'ın durumu buydu. Ne vardı ki onu yaşama
bağlayan? Umudu mu kalmıştı? Almanların ülkedeki
gücü sınırsızdı. Tüm yaşamını Alman kırbaçları altın
da ve Dikij gibilerin arasında geçirmek zorunda ka
labileceği düşüncesi bile, felç edici bir tiksinti duy
masına yetiyordu. Ayrıca bugüne kadar çok az şey yap
mıştı; hani sözgelimi bir teknik hırs, bulgum ne ola
cak gibilerden bir merak, ayağını bağlamıyordu. Ya
kını, eşidostu da yoktu.
Kuşkusuz, bedensel acıdan korkuyordu. Ama şim
di Dikij'in eline düşmüştü ve buradan paçayı sağsa
lim kurtaracağına zaten hiç inanası gelmiyordu. Dikij'in
adamlarından en saygısızı kendisini itekaka belediye
binasının hücresine sokup tüfeğinin kabzasıyla ona
vurmaya yeltenince, Josefiak sinmek şöyle dursun,
öfkeden kaskatı kesilmiş yüzüyle diklenip: «Dinle,»
diye dişlerinin arasından konuştu, «bana vuracak olur
san! ... ». Herife dev gibi pençelerini göstermekle ye
tindi sadece.
Genç adam elinde silah kalakaldı. Bir an düşün-
22
dil, geç de olsa, güç bakımından Josefiak'tan aşağı
olduğunu kavrayıverdi. Havada asılı kalmış kolunu
tüfeğiyle birlikte yanına sarkıttı. Josefiak da tavrıy
la yardımcı oldu ona. Daha bir kararlı kesilmiş, ve
üstün olduğu duygusu onu bayağı keyiflendirmişti.
«Senin işin beni gözaltında tutmak, benimki de
burada oturmak... Ama bana dokunursan sen bilir
sin... işte, anladın mı? Sonra beni öldürebilirsin, ama
daha önce söylediklerime kulak assan iyi olur, tamam
mı?•
Dikij'in adamları başında bir süre nöbet tuttular.
Almanlardan henüz pek birşey öğrenmemişlerdi. Der
ken birinin canına tak etti, «Allah belasını versin
gidelim», dedi.
Şimdi düşünecek zamanı vardı Josefiak'ın. Ne
olup bitmiş, onu kim gammazlamıştı. Bildirilerin kay
nağını mı bulmuşlardı? İçki arkadaşlarından biri boş
boğazlık mı etmişti? Yoksa köyden gelen iki genç mi
çenelerini tutamamışlardı?
Aynca: Dikij'in planlan ne olabilirdi? Oracıkta
hakkından gelecek miydi kendisinin? Yoksa Alman
lara mı teslim edecekti? Kendisine, Josefiak'a ilişkin
neler biliyordu?
Birinci noktanın karanlıkta kalacağı belliydi. Di
ğer iki soruysa birleşerek tek bir yanıtta düğümleni
yordu: Dikij'in kendisini ilçedeki Almanlara yollayaca
ğını hesaba katıp ona göre hazırlıklı olmalıydı. Yolda
belki...
Hücrenin uzunluğu üç, genişliği bir adım tutu
yordu. Çubuklu pencereden bir el sığardı belki, ama
başa göre çok dardı. Savaştan önce yörenin ayyaşları
ayılıncaya kadar burada bekletilirlerdi. Kapı gözetim
altındaki koridora açılıyor, aralık ileride genişleyerek
Dikij imparatorluğunun önavlusunu oluşturuyordu.
23
Josefiak'ın düşünecek zamanı çoktu. Dikij, henüz
yerine oturmamış polislik uygulamalarını kendi üze·
rinde denemek isteyecekti. Bir casus sezgisiyle, sor·
gulamayı başlatmayarak, tutukluyu iyice çökertmeleri
gerektiğini anlamıştı. Can sıkıntısından kulaklarının
içini çatırdatarak esniyor, öngörülen yaklaşık on saa
tin geçmesini bekliyordu.
Bu işkence başlangıçta oldukça acı verdi ona.
Şimdiye değin içerde hiç yatmamıştı; üstelik kendini
düşüncelerinin akışına kaptırmayı hiç sevmezdi. Ken
disine önemli gelen sorunları düşündükçe, kan bey
nine sıçrıyor, hele akla gelebilecek en salakça eyle
min tasarımı bile öfkesini kısmaya yetmeyince, çıl
dırıyordu. Önemsiz şeylerse yalnızca can sıkıntısını
körüklüyordu.
Neyse ki fazla gecikmeden Dikij'in sinsi maksa
dını boşa çıkaracak en etkin yöntemi buldu. Firarını
kurmaya başladı... Firar, ormandı; orman mantarlar
dı. Mantar toplamaya bayılırdı eskiden. Turia'daki or
manlarda koyu şapkalı tarla mantarları yetişirdi. İp
ince saçakların ucunda kahverengi tohumların sallan
dığı yemyeşil bir yosunluk vardı orada - yosunların
altında da kocaman, güzelim bir mantar. Tüm çevre
yi araştırması gerekiyordu şimdi. Tarla mantarları
hiç tek yetişmezler. Yosun pürtük pürtük, ıpıslaktı.
Tamam, ikincisi de buradaydı işte, yosun altından gö
rünmüyordu, ama ele geliyordu kolaylıkla. Minicik bir
tepe. Yosunu özenle kaldırıyor, ne ki beyaz, tombul
bir mantar yerine küfe bulanmış, solgun yeşil bir çam
kozalağıyla karşılaşıyor. Öfkeyle fırlatıp atıyor...
Kısacası Dikij'in, düşünmekten ve sinirden ken
disini yiyip bitirmesi için ayırdığı oniki saatin yaklaşık
onunu, Josefiak sert ranzanın üstünde, mürekkepten
24
tekmil siyaha kesmiş elleı:i başının altında kenetli, de
rin bir uykuyla geçirmişti.
Sonunda geceyansına doğru genç bir Ukraynalı
koridorda önüne düştü. Konserve kutusu içindeki mum
ışığı, gece koridorunda ölgün titriyordu.
Dikij belediye başkanlığının çalışma odasında otu
ruyordu.
Yeşil şemsiyeli gece lambasını masaya öyie yer
leştirmişti ki, ışık Josefiak'ın gözlerini alırken, kendi
yüzüne kara yeşil göz çukurlanyla bir ölü maskı görü
nüşü vermişti. Yaşlılara özgü derin, dar ağızını büz
müş, gözleri, yarı kısık, kaçamak bakıyorlardı. Seyrek,
ince sakal uçları, yeryer koyu, yeryer kurşuni gri,
karmaşık duruyordu.
Josefiak olanca heybetiyle dikilmişti karşısına,
yalnızca omuzları hafifçe göçüktü. Ellerini masanın
üstüne koydu. Dikij kalkık burnunu karıştırdı, ses
vermeksizin dudaklarını kıpırdattı. Lambadan duyu
lur duyulmaz bir hışırtı geliyordu.
uNeden tutukladılar beni?ıı diye homurdandı Jose
fiak.
•Oturun!• Dikij o anda doğru dürüst bir plan bile
hazırlamadığını anlıyordu. Ne yapmalıydı bu adama?
Josefiak'ın, taşıdığı güçten derileri gerginleşmiş, tır
naklan çatlamış, eklem yerlerinde ve bileklerinde ko
ca yumrular oluşmuş ellerine takılmıştı bakışları. Jo
sefiak'tan fışkıran bu güç, Dikij'in aklına ilginç bir fi
kir getirdi.
«Hakkınız yok buna... • Josefiak'ın da herhangi bir
planı yoktu. Diklenen çıkışlarla açığını örtbas etmeye
çalışıyordu.
«Bu kasabada ne işiniz var?ıı
cÇalışıyorum.11
25
uNeredcn geliyorsunuz?,.
«Gökten.» Isırıcı kesilmişti birden. Dikij'in beden
sel zayıflığından yükreklenmişti. Lambaya baktı. «Kim
bilir, belki...»
«Adam gibi soruyorum size, doğru dürüst yanıt
verin. Neden kavga edelim boş yere, ha?»
uGöçettim buraya, demircinin yanında ve demir-
yollannda çalışıyordum.»
«Almanlarla neden başınız hoş değil?»
«Neden ol..., şey kim demiş bunu?»
«Doğru yani?•
«Nereden çıkarıyorsunuz bunu?»
Öyleyse Almanları seviyorsunuz?
Birbirlerini süzdüler. Josefiak öfkeli, Dikij nere
deyse tatlı bir sevimlilikle bakıyordu. Bedensel yönden
üstün olma duygusu hoştu doğrusu.
uSize birşey söylemek istiyorum. Yalnızız ve giz
lisi kapaklısı olmadan konuşabiliriz. Almanları sevme
niz olanaksız. Neden sevesiniz ki? Hani, benim de on
ları öyle pek sevdiğim söylenemez...»
Neredeyse yalvarırcasına bakıyordu Josefiak'a.
uBak, güveniyorum sana, bunun değerini bil, al teslim
et istersen beni,» der gibilerden.
«Ama ne yapalım ki Almanlar bir gerçek. Kış bu
gün hoşunuza gitmeyebilir. İyi de sizin hoşunuza git
miyor diye, mevsimin de değişeceği yok; kıştan ilk
yaz olmaz değil mi?»
Josefiak'ın güvensizliğine üzülüyormuş gibi başını
salladı.
«Hakkınızda çok şey biliyorum. Dolaşıp duruyor
sunuz buralarda, çenenizi tutmuyorsunuz.» Bunları
söylerken gözleriyle ısrarlı ısrarlı Josefiak'ın eözleri
ni aradı, bir rahatlama duygusu sarmıştı benliğini.
26
Her anlama çekilebilecek bir ekleme daha yaptı: «Da
ha başka şeyler de beceriyormuşsunuz. Dostlannız
var. Suç hanenize en az on suç yazılı. Almanların gö
ziine hiç de hoş görünmeyecek türden, biliyor musu
nuz?»
«Biliyorum, biliyorum, korkutmaya çalışmayın be-
ni.»
uPeki, n'apayım ben size?»
Lamba tekliyordu. İşe yaramaz bir benzindi için
deki herhalde. Aralıktaki nöbetçi uykuyla umutsuz bir
savaşıma girmişti. Uzaklardan kısa kısa havlamalar
camlara çarptı.
Boşuna yanıt bekleyerek: Sizi Almanlara teslim
mi edeyim?" diye sordu Dikij, «Ölüme mi yollayayım
ha, ne dersiniz?»
Josefiak omuz silkti.
«Yoksa bırakayım mı sizi? En iyisi koyvereyim
gidin, ha, ne dersiniz?»
Sözcükler ilk kez burada bir işe yaradı. Dikij'in
ses tınısı öylesine doğal, öylesine içtcnlikliydi ki, Jo
sefiak böyle bir kurtuluş yolunu neredeyse olası saya
caktı. Gerçi ne evet dedi, ne de berikine katıldığını
başını sallayarak belli etti, ama Dikij bakışlanndan
okumuştu: Evet, çözüm bu.
«Ya, görüyor musunuz, koyveriyorum sizi, gidi
yorsunuz. Tabii millet başlıyor konuşmaya, ve tanrı
bilir, Gestapo'ya ihbar da gecikmez. Size gelince, sil
baştan işe koyulursunuz. Belki yeni birşeylere bile
kalkışırsınız. Benim de hesabımı görürler, sizin yü
zünüzden... »
Ağladı ağlayacaktı. Öylesine acımıştı kendine. Jo.
sefiak hala susuyordu. Ama suskunluğu bambaşka bir
anlama bürünmüştü. Dikij amacına ulaşmış gibiydi;
27
gerçi berikinin ruhuna inememişti henüz, ama hiç de
ğilse dikkatini çekebilmişti onun. Temkinle sürdürdü
sözlerini.
« Neden söylev verip duruyorsunuz? Kimin için
yapıyorsunuz bunu? Hayatı ne uğruna gözden çıkarı
yorsunuz? Yaşamak; anlayamazsınız siz bunu, daha
gençsiniz. Hayat ne demek bilemezsiniz. Bu insan sü
rüsü için mi?» Pencere yönünü başıyla işaret etti. «İn
sanların ne yaratıklar olduğunu biliyor musunuz aca
ba?»
Yanıtı içinde olan sorusunun üzerinden gerekli bir
kaç dakikanın geçmesini bekledi. «Pisliktir insanlar.
Özür dilerim, ama böyledir bu. Çırpınıp duruyorsu ·
nuz, tartışıyor, çağn yapıyor, birşeyler uyandırmaya
çalışıyorsunuz. Derken birisi koşakoşa geliyor, on kir
li zlotiye herşeyi okuyor bize, evet on zloti için, tü
tün gereksindiğinden. Böyledir işte insanlar.»
Bakıştılar. Lamba şemsiyesinin bulanık yeşilinin
örttüğü kızarmış gözleri, acınası, donuk, yıpranmış g:.>
rünüyordu. Bu gözlerin çaresizliklerine karşı koymak
bayağı zordu.
« Yaşlıyım.» Dikij ardına sığındığı bu iteliğinin
ağırlığını duyumsuyordu. «Çok ıı;ün gördüm geçirdim.
İnsan pis, çiğ süt emmiş, bencil bir varlıktır. Tıkına
cak birşeyleri varsa onunla konuşabilirsin, ama her
hangi birşeyden yoksun olduğunu anlar anlamaz, yap
mayacağı yoktur. Bu dünyada değerli biricik şeyin ne
olduğunu biliyor musun? Güç ve kudret! İnsanlar sa
dece güçten anlar, onun sayesinde birşeyler öğrenir
ler. Sadece güç, hayvanı insana dönüştürebilir. Öyle
göz açıp kapayıncaya kadar olmaz bu değişme t>lbette,
28
nerede! Yıllar, yüzyıllar ister; döveceksin, öldürecek
sin, yokedeceksin. Belki akılları başlarına gelir o zq
man . »
So n sözler Josefiak'ın belleğinde üzücü anıları can·
!andırmaya yetti. Sanki oda bir anda genişlemişti - ken
disiyle şu karşısındaki arasında duyumsadığı aralık
iyice büyümüştü. Dikij de bunu ayrımsamış ve kavra
mıştı. Kurmaya çalıştığı tuzağa düşmeyecek kadar akıl
lıydı Josefiak.
«Yahudileri düşünüyorsunuz şu anda. Eh n'apa
hm, öldürüldüler bir kere. Biz öldürdük. »
Bir dakika suskunluk.
«Almanları sevmem. Gelişigüzel söylemiyorum bu·
nu, ciddiyim. Gelin görün ki saygı duyuyorum onlara.
Gücün ne demek olduğunu bilirsiniz. Yahudileri öl
dürdüler. Neden? Çünkü birilerinin ölmeleri gereki
yordu. Onlar olmasaydı kabak başkalarının başına pat
layacaktı. Belki kızıl saçlıların, belki çillilerin, her kim
se artık. Öldürülmeliydiler ki, geri kalan hayvanlar
ürksün, paçayı sıyırdıklarına da sevinsinler!" En de
ğerli, en sevdiği düşüncelerine değinip duruyordu. Ko
nuşması gittikçe hırsa bürünüyor, heyecanlanıyordu,
gözleri daralıp uzamıştı.
«Çok az kan akıtıldı. İnsanlık tembelleşip h antai
laştı. Kan. Kan en iyi öğreticidir. Kırbaç ve kan. Mut·
luluk kuruyup yokoldu. Sevinç de. Kah mutluluktur.
Güçlüler için başkasının kanını akıtmaktır mutluluk.
Zayıflar içinse kanlarını akıtılmaktan korumak. »
Derin bir soluk aldı. Josefiak'ın bakışlarından kaç
maya başlamıştı.
«Eşitlik diye birşey yoktur. Laftır bu; biri büyüK
biri küçük, biri güçlü, öteki zayıftır. Kimi akıllı, kimi
aptal. Eşitlik nerede ? Yaşam kavgadır. Zayıflar yok
29
edilmezlerse sinekler gibi üreyip bizi kütleleri altında
boğarlar. Efendiler ile uşaklar olacaktır hep. Eskiden
güçlüler zayıflara çullanıp onları köleleştirdiler. Der
ken ortaya bir eşitlik türküsüdür çıktı. Şimdi gene o
eski türkü.
Josefiak bu patlamayı hayranlıkla ama ilghız din
liyordu. Sözcüklerin içeriklerinden çok Dikij'in onları
vurgulayışındaki şiddet etkiliyordu onu. Anlamların;
elbette kavrıyordu, ama alabildiğine yabancıydı bu dü
şüncelere. Huzursuzluğu artmış, oturduğu sandalye gı
cırdamaya başlamıştı altında.
« Neden mi söylüyorum bütün bunlan size? Güç
lü olduğunuz için. Hizmet etmek için yaratılmamışsı
nız siz. Belki ayrımsayamıyorsunuz bunu, ama ben bu
işten anlarım, bizimle birlikte hareket etmelisinız siz!,,
Bu son sözler patlatır patlatmaz uzanıp sözlerin
hedefine varıp varmadığını saptamaya çalıştı. Aynca
her türlü yanlış anlamanın önünü kesmek için de ek
ledi: Ya bizle - ya da ölümden kurtuluş yok!»
Dikij'in açıklamaları esnek bir düşgücünden yok
sun sayılmazlardı. Gel gelelim kendine fazla güveniyor,
insan ruhunu tanıyışım da oldukça abartıyordu. Son
ra koşulları da çok az göz önüne almıştı. Söyledikleri
ni olanca boyutlarıyla anlayabilmesi için insanın iyice
mürekkep yalamış olması gerekiyordu. Öteyandan ko
nuşmasının hemen hemen tümü içtenlikli bir havada
sürüp geldiğinden, ortaya sürdüğü son seçeneğin ger
çekliğine Josefiak'ın inanması elbette güçleşiyordu. Öl
mek mi? İyice soyut kalmıştı bu seçenek. Böylesi zen
gin sözcüklerle işlenmiş içtenlik dolu itirafların ar
dından, küçük bir dilsürçmesini andırmıştı tehdidi.
Gene de bardağı taşıran damla bir başkasıydı.
Josefiak berikinin üzerine boşalttığı sözcüklerden
30
oluşma kepekleri şöyle bir silkeleyip atmak istercesi
ne başını geriye fırlattı. Anılar içine sıkışıp kalmış bir
göıüntü biçim tutmaya başladı yavaş yavaş. Dikij'in
sürekli gevezeliğiyle silip götürdüğü bir görüntü.
Tiz, korkunç, ezici bir sessizlik odayı doldurdu.
Dikij susuyordu. Başansızlığını kavramış, yeni bir
saldınya geçmeyi düşünmeden, nedenlerini aramaya
koyulmuştu. Ama o herhangi bir ipucu arayadursun,
Josefiak'ın kafasında duruma en uygun kanıt oluş
muştu bile.
«Peki, neden çocukları .?» diye birden patladı Jo
..
31
almayı amaçlıyordu. İstese Josefiak'ın işini oracıkta
bitirtebilirdi. Buna hakkı da vardı. Başka hiç bir ne
den olmasa da Josefiak'ın kimi kimsesi bulunmayışı
yeterliydi. Üstelik genç tayfasına, hani doktor olacak
öğrenciye anatomi çalışmasının yararına benzer öğre
tici bir yanı da vardı bunun. Sözgelimi sorgulama uy
gulayımını tanıyabilir, ne süre: «İzin verin bir dakika. »
diyebileceklerini, n e zaman tutuklunun çenesine yum
ruk indirmeye başlayacaklarını, kendilerini koyver
meden uzun süre dipdiri kalabilmenin, tutukluya
buz gibi soğuk davranmanın yollarım öğrenebilirlerdi.
Sonra da bitirici darbeyi. Kurtarıcı atışı. İşte ancak
gözünü kırpmadan tetiğe basabilecek kişi «yeni düze
nin» kusursuz bir koruyucusu olabilirdi.
Dikij bu gerçekleri apaçık görüyordu, ne ki adam
larından pek emin değildi. Yahudilerin işini ancak bi
tirebilmişlerdi - belki Yahudi olduklarından Vf ar
kalarında Almanlar bulunduğundan. Herhangi gariba
nın birini de haklamak işten değildi kuşkusuz. Ama
bu devi ? Dikij, Josefiak'ın korku saçan gözlerle tayfa
larının ona yaklaşmasını nasıl engellediğini görmüştü.
Dikij'in sözünü ededurduğu güc'ün kutsallığı olgusu,
Josefiak'ın kişiliğinde beklenmedik bir doğrulanma bu
luyordu. Adamlarından birinin ikisinin göz göre göre
ufalanmasına yol mu açsındı? Bir yıl sonra böyle bir
tehlike kalmayacaktı ya, ama işte ancak bir yıl sonra.
Yol hazırlıkları tamamlanınca, tüm polis birliğini
Josefiak'la birlikte avluda topladı. İki sıra halinde du
ran adamlarının en sonuncusundan bir kafa boyu kısa,
ufak tefek, kuru Dikij , birliğin önündeydi.
«Eh nasılsınız bakalım sayın Josefiak?»
Josefiak'ın keyfine diyecek yoktu. Umutları so-
32
mutlaşmak üzereydi. Aralık güneşi altında bir kızak
duruyor, buğuya batmış uzun yeleli atlar bekleşiyor
du. Yolculuk gerçeğe dönüşüyordu demek. Bu düşün
celere dalmış, o kaba sorunun anlamını kaçırmıştı.
Dikij'e hiç te kızgın bakmıyordu.
«E, sayın bayım, Ukrayna toprağı hoşunuza gitti
mi?»
Bu deyiş de pek açık değildi. Josefiak'ın «sayınala
öylesine az alışverişi vardı ki, bu konuşma tarzını bu
yerel amirin keyfinin bir belirtisi sandı. Hatta bu dü
şünceyle gülümsedi bile hafifçe.
O an patlayıverdi Dikij. Adamlarına uzun bir söy
lev çekti. Bu kez Ukraynaca. Tüm Polonyalıların n�
denli sinsi, arsız, hinoğluhin ve nankör olduklarınu.
apaçık örneğiydi karşılarında duran. Ukrayna ekmeği
yemiş, sonra da o ekmeğe nankörlük edercesine bir
ihanet tezgahlamıştı. Güçlü, dost niyetli Al. man Reich'ı
kovulsun, yerine gene Yahudilerin, Polonyalıların ve
Bolşeviklerin egemenliği gelsin istiyordu. Ama iş bu
raya varmayacaktı filan, Adaletin eli... Kısa ve somut
söylenecek olursa: adaletin altı eli yol boyunca yaka
sında olacaktı ki Josefiak, Almanlara sağsalim teslim
edilip müstahak olduğu cezayı çekebilsin.
Milli aydınlanma eylemi sona ermişti. Josefiak, pek
kolay olmamakla birlikte Dikij'i hala hafif bir gülüm
semeyle izliyordu. Beriki içine düştüğü hatayı kendi·
ne itiraftan kaçınıyordu. Bilindiği gibi, hiç bir şey, bir
halka yöneltilmiş, genelleştirilmiş bir suçlamadan da·
ha çok o halkın bireylerinde sayrıl bir ulusal gurur
duygusu uyandıramaz.
Dikij bu gülümsemeyi gördü. Josefiak'ı daha ağır,
.daha derinden yaralamaya canatıyordu
«Bir daha Polonya diye bir yer olmayacak'» diye
33
kükredi. Söylediği iyice kof bir sav gibi havada kalın
ca da: «Polonyalıların hepsi satılıktır, biliyor musun
seni kim gammazladı. Sizlerden biri, bir Polonyalı.
Bir paket tütün uğruna.»
Korkuyla sustu. Gereğinden fazla konuştuğunu ay
rımsamıştı. Ama birden karşısındakinin öyle fazla bir
ömrü kalmadığını hatırladı. Hatırlayınca da: «Yetti
beklediğimiz, ormana!» diyen genç, «İşte tüm Polon·
yalılar böyledir,» diye ekleyip yere tükürdü, küçüm
seyici bir hareketle sırtını döndü, yürüdü.
Otla iyice doldurulmuş kızak, oldukça yüksekti.
Güneş kilise kulesinin ardına sığınmıştı; daha yerle
rine oturmadan, bacaklarını koyun postlarına sarma
dan ve kızak yola koyulmadan bu gölgede iliklerine
kadar donmuşlardı. Yaman bir soğuk onları karşıla·
ma hazırlığındaydı besbelli.
Bir süre yol aldıktan sonra güneşe çıktılar. Hep·
sinin gözleri ağrıyordu; yolun ortasından sivrilen bir
dal, mavimsi kan suratlarına çaldı. Derin ve güçsüz
duruyordu güneş gökte. Rüzgar, tıns giden atların ısı
tıcı etkisini silip süpürüyordu.
Köy gerilerde kalmıştı. Yolun yaklaşık bir kilo
metre uzağında sağlı sollu çam ormanları yayılıyor,
ormanların koyu maviyeşili Josefiak'ın düşüncelerini
bambaşka yönlere çekiyordu. O ateşli, atılgan görü
nen ve hemen ormana gitmeyi öneren sümüklü oğlan
la aynı kaba konulmuşluk duygusu ona, o güne kadar
bu ölçüde tanımadığı iğrenç bir tiksinti duyuruyor,
utanca batırıyordu onu; ama bu denetlenmesiz, sürük
leyici düşüncelerden geriye yalnızca biri kalınca ra
hatlayıverdi: Ormana, hem de hemen şimdi.
Bu «Şimdi» biraz abartılmıştı aslında. Bir kere or
man, yola iyice uzaktı. Güpegündüz bir kilometre koş-
34
mak zorunda kalmak ve koşarken dizlerine hatta kal
çalarına kadar gevşek kara gömülmek, polislere, göz
kamaştırıcı beyaz yüzey üstündeki biricik kara leke
ye, bu bilemedin elli metre uzaktaki yavaş hareketii
hedefe atış talimi yaptırmak demekti. Berikiler silah
lanna sevgiyle bakıyorlardı. Polislik oynamaktan zevk
duyacaklarına kuşku yoktu.
Orman her iki yandan kayıp gidiyordu. Kimileyin
arsız bir uzantı uzun bir kol gibi yola taşıp, öylesine
yakına geliyordu ki, pıtrak dallı, kar altında ezilmi_,
çamlan, beyaz kar örtüleri altında seçmek mümkün
oluyordu. İşte aklı da en çok buralarda çeliniyordu.
Öfkeyle sırt dönüyordu Josefiak orman uzantısına.
Kaçma isteğine karşı koyabilmek için donmava yüz
tutmuş burnunu çekiyor, ovuşturuyordu.
Aklından yeni bir düşünce geçiyordu; parmakları
sabırsızca kıpırdanıyor, sinir, adalelerini .geriyordu
Ü çe karşı bir. İlki kendisine sırtı dönük oturuyordu.
Ellerini çarprazlama kürkünün kollanna sokmuş, diz
ginleri kollarına dolamıştı. Tüfeğin ucu samanlara sap
lanmıştı. Josefiak ilk beş saniye için onu hesaba kat
mıyordu. Asıl biri önde, biri arkada iki nöbetçiydi onu
kollayan. Silahlan yanlanndaydı. Belki ani bir çullan
mayla üçüncüsünü kara fırlatabilir, dönüp ikincisine
saldırabilir, boğazını sıkabilirdi. Kızak durmadan, si
lahı kapar, dipçiği sürücünün kafasına indirir ve...
Neden bu işe hemen kalkışmadığına akıl erdir·
mek güçtü. Oysa ona en uygun plan buydu. Yürek ve
güç istiyordu, onlar da Josefiak'ta yeterince vardı. Ne
var ki dona kesmiş aralık günü, vücudunu kaskatı bı
rakmıştı.
Yaklaşık on kilometre sonra, şimdi ufukta iyi.;<o;
alçalmış güneşe doğru yol almaya başladılar. Doğu
35
çoktan bulanıklaşmış, alacalaşmış, karanlığın birazdan
çökeceğini haber veriyordu. Korlu bir ateş kendilerini
yakmaya başlamışcasına buğu salıyordu atlar; Üzer
lerinde salınan buğu bulutu kırağı olup sürücünün
kürküne çöküyordu. Portakal kırmızısı göğün bir kö
şesinde bir karga sürüsü ısınmak için kanat vurarak
son akşam j imnastiğini yapıyordu. Kargaların yakı
nında bir köy olmalıydı. Sıcaklığın bu rahatlatıcı dü
şüncesi kendilerine gelmelerine yetti, ama sırtlarından
delip geçen soğuğu da o kerte yoğun duyumsadılar.
Her hareket güç geliyordu onlara; sanki durumlann
da yapacakları en ufak bir değişiklik, üşümelerini da
ha da arttıracaktı. Bu durumda öylesine güç isteyen
bir işe birdenbire kalkışması olanaksızdı insanın.
Polisler susuyorlardı. Sürücü ile Josefiak'ın arasın
da o turan karga burunlu, iri yan adam, takımın başıy·
dı. Gözleri, kırağının sertleştirdiği kara kaşlannın gö!·
gesi altında kalıyordu. Hatınsayıhr genişlik ve uzun
luğuyla bu adamın bağımsız Ukrayna ideoloj isine bağ
lanışının, öyle üç - beş günlük iş olmadığı izlenimini
veren Saporag kazakları tipinde bıyığı vardı. Diğer
ikisi onu 'Vasil' diye çağırıyorlardı; bu da kızdınyor
du onu kimileyin. Sonunda dayanamayıp düzeltti: aVa
sil değil, sayın komutanım ! »
Kızağın arkasına düşen, tıknaz, kalınca, esmer ten
li biriydi. Dörtköşe alt çenesi, çıkık elmacık kemikle
riyle takımın en yaşlısı görünümündeydi. Yaşı otuzun
üstünde olmalıydı. Josefiak'a güvenmediği bakışlann
dan okunuyordu. Silahlardan anladığı da kesindi. Bir
ara sürücü, kayan dizginleri silah ucuyla düzeltmeye
kalktığında onu azarlamıştı. Bu adam muhakkak as
kerlik yapmıştır diye düşündü Josefiak.
Sürücü de seçmeydi. Yirmi yaşlannda, geniş omuz-
36
lu, kara kaşlı, kısa kalkık burunlu, yanakları çenesi
ne kadar pespembe, yüz ifadesi biraz salakça biriydi.
Hücrede Josefiak'ı tüfek kabzasıyla tehdit eden oydu.
«Bunlarla işim zor» diye düşündü. Hepsini bir
bir süzdü, «bunlarla hangi konuda konuşacak, uyu
yan beyinlerine giden yolu nereden bulacağım» Al
manya - olmaz. Polonya - olmaz. Bolşevikler - ol
maz. Yahudiler - gene olmaz. Bağımsızlık - olmaz.
Peki ne kalıyordu geriye? Dondurucu soğuk ve içki
mi?
Derken onlar imdada yetişmekte gecikmediler. Sü
rücü şöyle bir tükürdükten sonra, burnundan akan
dondudonacak bir damlayı kürkünün kollarına sildi,
arkadaşlarına havanın soğuk olduğunu söyledi. Beri
kiler suskun onayladılar başlarıyla. Sürücüyse yakla·
şık beş dakika sonra bu bulgusunu tazeleyip, «Ah,
şin:ıdi bir kanyak olsaydı,» isteğiyle de tamamlayınca,
takım komutanı Vasil, ona katıldığını belirtmek ister
cesine ekledi: «Ya, öyle, ama ilçede bakarız çaresine ! »
Sürücü, oraya kadar daha yinni kilometre yol bulun
duğunu, merkeze kapağı atana kadar yolda donmak
tan kurtulamayacaklarını söyledi. Hep şu lanet Po·
lonyalıydı bunlara sebep. Tükürdü yine.
Laf açılmıştı bir kez. Josefiak refakatçilerine, ken
disini ilçe merkezine götürmeleri için herhangi bir is
temde bulunmadığını, ancak kendisinin de kanyak içe
bileceğini, hatta içmesi gerektiğini söyledi.
İlk kez ağzından birşeyler çıkmıştı, o da üşüdü
ğünden. Ardından düşündü: Yaşama bir geridönüş yo
lu varsa, bu yol kanyaktan geçiyor. Dizginleri kulla
nan delikanlının enikonu arsızlığına bakıp, içki deyin
ce onun için akan suların duracağını kavramıştı, ta
kım komutanı da içki fikrine çarçabuk yatmıştı. Ya
şama dönüş yolu buydu işte.
37
Josefiak'ın acelesi yoktu; bu yüzden konuyu üs·
telemedi. Onbeş dakika kadar geçti geçmedi - soğuk
iyice azıtmıştı bu arada - ev kanyağmın nasıl yapıldı
ğını anlatmaya başladı. Görünüşte kendikendine ko
nuşuyordu; kayıtsız bakışlarını kara, ormana, akşa
ma çevirmişti. Şarabın damıtılmasıyla elde edilen kan
yak ile havuçtan yapılan kanyak arasındaki farkı an
latıyordu. Gerçi birincisi diğerinden her zaman üstün
dü, ama özen gösterildiğinde havuç kanyağmın da be
rikine üstün gelen yanları yok değildi. Her yerde ev
imalatı vardı, ama her kanyak aynı güzellikte olmuyor
du. En iyisi Troscianiec'te bulunurdu.
Bu köy ilçe merkezinden önceki son büyük yer
leşim yeriydi. Uzaktan görünmüştü bile. Az önce kö
yün yakınlığını bildiren kargalar seslerini soluklarını
kesmişlerdi. Akşamın sessizliğinde bacalardan tüten
duman, hala böğürtlen kırmızısı göğün önünde ner
deyse dimdik yükseliyor, ilk bulutların katına vardı
ğında, sitilize edilmiş çiçekli köşe süslemeleri gibi kıv
rım kıvrım bükülüp dağılıyordu.
Adamlar uyanık duruyorlardı. Bu soğukta Josefi
ak'ın kurnazca, gıdım gıdım baştan çıkarmaları etki
sini göstermişti. Gerçi berikilerin Polonyalıya baktık
ları ya da ona tek bir sözcükle de olsa hak verdikle
rini belli ettikleri yoktu -tek karşılık ikide birde tü
kürmeleriydi- ama Josefiak, istediğini elde ettiğini
seziyordu. Seziyordu, çünkü bu anda kendisi de her
hangi başka bir şeyin düşünü kurabilecek durumda
değildi. Isı düşebileceği kadar düşmüş, içmenin hede
fi çoktan firar olmaktan çıkmıştı. Hani sonunda bir
şişe ev kanyağı bulunduğunu bilse gözü kapalı kalkışa
bilirdi firara.
İlk bayıltıcı duman kokusu... Sürücü atlara yük-
38
lendi. Gereksizdi zaten. Atlar işi çoktan kavramışlardı.
Orman sağda da geriledi; solda, ufukta uzayıp giden
karanlık bir çizgiye dönüşmüştü bile. Kızak, adam
ların yarı beline kadar kara batmıştı. Bir yol ayrımına
geldiler. Köy evlerinde ışıklar çoktan yanmıştı.
Sanki Josefiak'ın baştançıkarıcı çabalan en çok
atları etkilemişti. İ kinci ya da üçüncü evin önünde
kendiliklerinden duruverdiler. Sürücü umutla Vasil'e
baktı. Vasil son bir kez tükürdü, kızaktan indi, bahçe
çitinin yanına dikeldi. Josefiak peşine düşmeye kalk
tı; o an esmer tenlisi homurdanıp dipçiği sırtına in
dirdi.
Bu arada, ilerideki evlerden ufaktefek biri çıkıp,
zıplaya zıplaya kızağa yaklaşmıştı; tüfeği görür gör
mez yerinde çakılıp kaldı. Esmer tenlisi çocuğa pis
pis baktı. Çocuğun o anda şaşkınlıktan ağzı açıldı. Jo
sefiak'ı görmüş, hemen tanımıştı. Bir gün öğle yemeği
yiyebileceği bir aşevi soran Kolkaydı bu. Bir an ba
kıştılar. Çocuk durumu hemen kavradı, dönüp renk
vermeden gezer gibi uzaklaştı yanlarından, heyecanını
tutturduğu aldırmasız bir ıslığın ardına gizlemeye ça
lışıyordu.
Vasil kızağa döndü. Aldığı karar gözlerinden oku
nuyordu. Yakındaki köy evlerini birbir süzdü, hepsi
de yoksuldu. Josefiak kısa bir hatırlatma yaptı: «Ha
vuç kanyağı».
Daha varlıklı evler aramak için kızağı köyün için
de ağır ağır dolaştırmaya başladılar. Josefiak'ın için
de tuhaf bir umut uyanmıştı. Hani kendini bu umut
kırıntısına kaptırdığı yoktu, ama gene de Kolka'ya
rastlamış olması birşeyler beklemesine yol açmıştı işte.
Kilisenin yakınında oldukça görkemli bir çiftlik
evinin önünde sakalı gibi gri kürkünün içine gömül-
39
müş yaşlıca bir köylü oturuyor, sarma sigarasını kayıt
sızca tüttürerek, yaklaşanlara istifini bozmadan bakı
yordu. Vasil patavatsızca buralarda içecek birşeyler
bulup bulamayacaklarını sorunca, köylü onları bir kez
daha tepeden tırnağa süzüp kalın sesiyle: «Neden ben
de olmasın, ne dersiniz?» diye sordu. «Buyrun gire
lim.»
Nihayet kürklerini çıkarıp sıcak şöminenin başı
na çökebilmişlerdi. Ateşin kızıl ışığı duvarlarda sıçra
ya sıçraya yayılıyor, fitili kısılmış gazlambasının sa
rartılı ışığını utandırıyordu.
İlk anda soğuğu daha da yoğun olarak duydular.
Yolda iliklerine işlemiş olan don, herbir adale lifini tit
reterek yerini terk ediyordu sanki. Josefiak donmuş
pençelerini ovuşturuyordu, yüzünü şöminenin fışkı
ran ısı akımından yana çevirdi. Ateşin içine atlamaya
can atıyordu. lleride zaman bulamayacağını hesapla
mış, çılgın gibi düşünüyordu bir yandan da. İlikleri
ne kadar donmuş bu herifleri önce sarhoş edip, gece
lemeye razı etmeli. Gece olunca da... Ama ya kalkar
da bodruma kitlerlerse kendisini? Yoksa kaba kuvve
te mi başvursun? Kolka'nın köyde arkadaşları vardır
herhalde. Bir işaret. Silahlarını alıp... İ yi de arkadan
soruşturmacılar çıkageldiğinde? Bu köylü aptal değil
ya. Yeğeninin rastlantısal koruyucusuna minnettarlığı
nın da bir sınırı var herhalde.
Hala kararsızdı Josefiak. Bu arada, iri, tombul
bir kız küçük tavalarla büyüleyici akrobasi numara
larına girişmişti. Ucunda kömürleşmiş yarım ay bu
lunan küreğe benzer bir çubukla tavaları ateşe sürü
yor, döndürüyor, çekip alıyor, ortalığa mis gibi koku
yayan buğulu çörekleri geniş bir çanağa üstüste dizi
yordu. Bir başka tavada erimiş domuz yağı çızırdıyor-
40
du. Kolka, eli kolu dolu odaya daldı. Sobanın köşe
sinde ceplerini boşalttı: Litrelik şişeler.
Şişko kızın ateşin başından uzaklaştırdığı Josefiak,
hala için için titriyordu soğuktan. Yapacağını polisler
sarhoş olduktan sonraya bırakmıştı; kendisi ayık kal
mak zorundaydı. Ama aç ve soğuktan donmuş biri için
üstesinden gelinmesi zor bir sorundu bu.
Polislere gelince, bu sorunu çözmüş görünüyor
lardı. İ şlemeli masa örtüsü üzerine bir kap kaymak,
domuzyağı, kanyak ve çörekler serilir serilmez, ikisi
kimseyi beklemeden masaya üşüşürken, esmer tenli
si, silahını bacakları arasına almış, kapı yanındaki se
dirde istifini bozmadan oturuyordu.
Vasil, tam homurdanarak onun da birşeyler alma
sını söyleyecekti ki, daha ağzını açmasıyla susması
bir oldu; az daha boğazına takılıyordu lokması. Üst
lük sorumluluğunu ve görevlerini nasıl olurdu da unu
tabilirdi. Adam nöbetteydi ya!
Bütün bunlar göz açıp kapayıncaya kadar olan
şeylerdi. Ev sahibi misafirlerini şöyle töreye uygun
biçimde yemeğe ve içkiye buyur etme olanağı bile bu
lamamış, üstelik oracıkta dikelip kendisine buyur edil
mesini bekler olmuştu. Bir konukseverlik gösteri�
olması gereken yemek, neredeyse yeni devletin tem
silcilerine sunulan resmi bir hizmete dönüşmüştü. Böy
le olunca, ölüm hükmü giymesi kesin olan Josefiak
gibi bir tutuklunun da bu yemeğe katılması düşünü
lemezdi herhalde. Öylece, genç kızın işini bitirip bo
şalttığı ocak başında ısınıyordu. Aslında planını ko
laylaştıncıydı bu durum; gelgelelim yemeğin kokusu,
kışkırtıcılığını sürdurüyordu; çok geçmeden kanyaı.
firardan daha önemli olmuştu gene.
Gazlambası altına düşen iki polis, ilk bardakları
4!
kafalarına diktiler. Sürücünün yanaklarındaki pembe
lik alnına ve çenesine doğru yayılmaya başlamıştı. Va
sil kükredi: «Panko buraya gel, nöbete lwas geçecek! »
Alkolün ilk etkileri. Konukseverlik ve alçakgönül
lülük. Panko isteksiz mırıldandı:
« E, e, naz etme işte. lwas gözkulak olur ona. To
parlanıp güçlenmen lazım, bir saate kadar yola çıkı
yoruz.»
Panko yerinden kalktı; kapıya kalın tahta sürgü
yü sürdü; silahını bacakları arasına sıkıştırarak ma
saya çöktü.
Alçakgönüllülüğün alanı da genişlemeye başlamış
tı. Ocağın yanındaki sedire çökmüş kız, oldukça karar
lı ve ısrarlı bir davetle masaya getirildi.
Üçüncü bardak, bay takım komutanının beynin
deki erotik duyguların önünde duran engelleri kemir
meye başlamış, kız masaya çöker çökmez, sözümona
lütfedip omuzuna vurmuştu: «Hey yavrum hey, ben
kadın diye buna derim işte», diyerek kıza iltifat yağ
dırırken, bir yandan da kösnül bir hazla orasını bura
sını çimdikliyordu.
Ardından köylü masaya buyur edilme onuruna na
il oldu; çökerken, konuklarını masaya buyurlama ola
nağından yoksun kılındığından, hala alınganlığını sür
dürüp surat mı assın, yoksa davet edildiğinden şük
ran duygusuyla ağlasın mı bilemiyordu. Kalakala bir
tek Josefiak kalmıştı geriye. lwasko onun yanında otur
muş, çaresizlik içinde, yan gözle masayı süzüyordu.
İçki ve yiyeceklerden oluşan yitirilmiş cennet uzak
tan göründüğünden daha bir başka güzellikteydi. Yaka
ran iççekmeleri çok geçmeden Vasil'in yüreğine do
kundu. Bir bardağı ağzına kadar doldurup kıza işa
ret etti: «Götür ona! » Ama o an aklına yeni bir fikir
42
geldi: En iyisi ikisini de buraya getirmek. Burad'l
ötekine gözkulak olmak daha kolay.
Gene de Josefiak'ın içkiye ulaşması için bir sür,_,
daha geçmesi gerekecekti. Vasil'in ruhunda insan sev·
gisi doruk noktaya tırmanıncaya değin şöyle bir on
beş dakika daha cehennem azabı çekmekten kurtula
madı.
Bu çeyrek saat boyunca sofrada tıkınanlara bakıp
durmuştu. Açlık ve tiksintiyi aynı anda duyumsuyor
du. Ruhsuz, salak, iğrenç geliyordu bu herifler kendi
sine. lwa'nın pembe yüzü kan kırmızısına kesmiş, al
nında ter damlacıkları birikmişti. Durmadan hi, hi, hi,
diye pispis gülüyor, yandan yandan genç kızın iri vü
cuduna sürtünmeye çalışıyordu.
Sözlerin üstüne basa basa konuşuyordu Vasi!. -
ikinci aşama genellemeler ve iddialardan oluşuyordu.
İyilik gösterisinin ardından - ev sahibinin masaya
davet edilmesi - bilgelik gösterisine gelmişti sıra. Bir
savaşçı edasıyla bıyığını buruyor, kolunu yıldırımlar
yağdırarak «Yahudileşmiş Polonyalılara ve Bolşevik·
lere » savurup duruyordu. Başlangıç hep lanetleyici
yargılarla olur. Ö vgüye sıra gelebilmesi için kafanın
iyice dumanlanmış olması gerekir, «yaşasın» !ar da
ha sonra başlar hep.
Yalnızca Panko'da bir değişme yoktu. Dar, solgun
gözlerini kısıyor, göz aralıklarından karşı pencereyi ke
siyordu. Esmer yüzü, sivri burnunun çevresinde çil
liydi, yanaklarında birkaç çiçek yarası kalmıştı. Böyk:
bir yüzün gülümseyerek gevşediğini tasarlamak ol
dukça güçtü.
Vasi!, «lanet Polonya» ya bağıra çağıra sayıp söv
dükten sonra, kanyağı hırsla ağzına boşalttı, içki bo
ğazına kaçınca da önce tükürdü, sonra öksürmeye baş-
43
ladı - birden içkiden duyduğu bu tiksinme, Polon
Y<llılara duyduğu kinle birleşiverdi. İşte Josefiak'a
gösterdiği alçakgönüllülüğün kökeni de buydu:
«Bu iğrenç şeyi neden içmiyorsun bakalım ?» di
ye gürledi. «Biz dürüst, terbiyeli Saparoglulann canı
burnuna gelsin, bu burada ... » Kalın, yeşilimtrak ışıl
dayan bir bardağı Josefiak'ın eline tutuşturuverdi. « İç,
yoksa karışmam .. »
.
44
«Tüfek nerede güvercinim? Sakladın değil mi?
Öyleyse aramak zorundayım onu. Kusura bakma.»
Sanki aradığı tüfek değil de, bir kibritmiş gibi kılıkırk
yaran bir inceleme başlattı kızın üstünde. Genç kız
durmadan cırtlak cırtlak bağırıyordu. Bu arada köy
lü şaşkın şaşkın bıyığını buruyor, lwas kösnül bir
hazla pispis gülüyor, amirini desteklemeye can attığı
her halinden belli oluyordu.
Josefiak nihayet rahat bir nefes alabilmişti. Boş
mideye yuvarladığı birkaç bardak içki, beyninde bin
lerce kişinin katıldığı bir toplantı yapılıyormuşçasına
kafatasının içini uğuldatıyordu. Bu sersemliği biraz
olsun dağıtabilmek amacıyla, çöreği, ekşi salatalıkla
rı, domuz yağını karmakarışık indiriverdi midesine.
Ama iş işten geçmişti. Bir süre sonra da nesne
leri asıl büyüklükleriyle tanıyamaz olmuştu. Firar -bu
tantanalı sofranın asıl nedeni- alkolün sıcaklığı, ber
bat kokusu ve kaba gücü içinde çoktan boğulup git
mişti bile. Aradabir bir bilinç kırıntısı beliriyor, ama
Josefiak daha onun varlığını bile algılamadan kayıp
gidiyordu.
Sözgelimi şu üç adamın başdüşmanı olduğu duy
gusundan eser kalmamıştı. Birden kibar, efendiden
içki arkadaşları olup çıkmışlardı sanki. Vasil'in git
gide daha kesinleşen araştırmalarını bile anlayışla kar
şılıyor, sevimli buluyordu. Ve «bay takım komutanı»·
nın arsız ellerinden kurtulamayan genç kadın, bir an
da oturduğu yerden kıpkırmızı yüzüyle fırlayıp can
havliyle kapıya saldırınca, Josefiak da Vasil'le birlik
te peşinden atılmaya kalktı.
Ama bir el arkasından yakasına yapıştı. Geri sen
deledi, durakaldı. Panko kızgın gözl�rle süzüyordu
onu.
45
Josefiak yerine çöküverdi. Yararlı olmuştu bu gi
rişim. Panko'ya baktı, bir anı dalgası alnındaki teri
kuruttu. Şu karşısında dikilenden nefret etmesi gere
kiyordu, şu kapıda kadınla cebelleşenden de. Yüzü
alev alev yanan şu itten de.
Vasi! masaya döndü, tepiniyor, soluk almaya ça
lışıyor, araştırma zevkinden bıkmış görünüyordu -gü
zel kızın kararlı direncinden mi, yoksa ani bir alkol
krizden mi bilinmez- bir salatalığa uzandı, şapırtıy
la yemeğe koyuldu, bir yandan da hala söyleniyordu:
« Enfes, enfes! » Ama sözlerinde eskisi gibi bir istek,
bir hayranlık yoktu artık.
Bir an için sessizlik kapladı ortalığı. Kız, az önce
bir horozun paraladığı tüylerini düzelten tavuk gibi,
üstünü başını toparlıyor, saçlannı tarıyor, kat kat
etekliklerine çekidüzen veriyordu.
Köylü gırtlağına düğümlenen gıcığı temizledi. Sah
nenin üzücülüğünü örtmek için bardaktan birbir dol
durdu. Josefiak'ın bardağını biraz akılsızca geçiştir
mesi, takım komutanını çileden çıkarmaya yetti.
«Ya o, neden es geçiyormuşsun bakalım onu ?
O d a insan, yüzünü şeytan göresi bir Polonyalı filan,
ama işte gene de insan. Çok mu görüyoruz sanıyorsun
ona içkiyi?» Bardağı kendisi doldurup Josefiak'ın önü
ne sürdü. « İç kardeşim, iç sen, aldırış etme. Sıtma nö
betinden titrediğin yeter! »
İlk bardaklann hala süren ateşi de üstüne ekle
nince, içki gırtlağında cayır cayır yanmaya başladı.
Özenle kurduğu kini, çaturçutur yıkıldı o anda. Va
sil'in sözlerindeki acımanın saf, yumuşak, içtenlik do
lu tınısı, Josefiak'ın içinde umulmadık bir yankı bul
du.
46
Vasil'le kadeh tokuşturuyor, birbirlerinin boynu·
na sarılıyorlardı. Birden kıskançlık krizi tutan süıii
cü, « İyi be», diye çıkıştı, «bu herifle kadeh tokuştu
ruyorsun, biz de bu allahın belası soğukta onun yli ·
zünden daha dünyanın yolunu gideceğiz.»
« Kapa çeneni be! ıo Acımasızlaşmıştı Vasil. «Ü da
insan. Onun uğruna dünyanın öbür ucuna bile gide
rim. Birazdan yola çıkılacak. Acelesi var onun. Ayağa
kalk! Hazır ol! Atlan kızağa koş ! »
«Doğru, doğru Gestapodan beynine bir kurşun
yemek için acelesi var tabii». lwas gevşemiyordu bir
türlü.
«Bana baksana bok herif, kendini ne sanıyorsun
sen ha? Hazırol ! Kurşunsa kurşun. Sana ne bundan,
onun derdi bu; sen burnunu her boka sokma tamam
mı?»
« Kurşun yemek için can atıyorsa, işini burada da
bitirebilirsin. Soğuktan ne diye geberelim ki?»
B u biraz da özellikle alayla kanştınlmış mantık,
Vasil'i şaşırtıverdi. Ağzı açık, büyümüş gözleriyle ol
duğu yerde dikilekaldı. Tam bu sırada Josefiak işe
karıştı. Yeni bir yakınlık duygusu benliğini kuşat
mıştı.
«Adam haklı Vasil», diye bağırdı. Ne diye o yolıı
göze alasınız? Burada, buracıkta bitiriverin işimi git
sin! Kendi ellerinizle, dostlarım. Neden Almanlara kal
sın bu iş, bu köpeklere?»
«Biz mi? Seni öldürmek mi? Ne sayıklıyorsun
sen be?» Acımayla bezeli hayranlığı bir anda öfkeye
dönüşmüştü. «Sen şimdi buna arkadaşlık mı diyor
sun? Yani Saparoglu delikanlılar arkadaşlarını öldü
rebilirler mi demek istiyorsun? Bizlc:.:rden böyle bir
davranış umabiliyorsun ha? Sen şimdi neyi hakettin
47
biliyor musun?» Kan oturmuş gözleriyle çevresini ko
laçan etti, eliyle sağı solu yoklaya yoklaya sedirin al
tına uzandı. «Bir kurşun! Tüfek nerede Panko? Ne
oturuyorsun orada kahrolası, al şu herifi dışarı çı
kar! »
Josefiak yalnızca değişen ses tınısını ayrımsamak
la kalmamış, berikini ölümcül derecede incittiğini de
anlamıştı. Nerdeyse sürünerekten özür dilemeye yel
tendi. Vasil'in boynuna dolamak için upuzun kolları
nı açmıştı. «Vasil dostum, beni rezil etme, n'olur bura
cıkta bitiriver işimi, senin ellerinde ölüm bile tatlı
dır.»
Böylece iki kumru gibi cilveleşip duruyor, odada
bir o yana, bir bu yana koşuyor, Vasil, Josefiak'ın ken
disinden bir arkadaşını öldürebileceğini beklemesine
iyice çıldırmış, onu vurmak için harıl harıl silahını
arıyor; Josefiak'a gelince Vasil'in ceket uçlarına, elle
rine yapışmaya çalışıyor, burada, bu köyde, bu çift
likte, bu odada ,kendisini öldürmeleri için yalvarıp ya
karıyordu. Hala sarhoş, hala öfkeli, hala sinsi, hala
kıskançlıktan kıvranan Iwas, Josefiak'ı komutanından
zorla ayırabilmek için peşlerine takılmış, o da odada
dört dönüyor, onlarla birlikte silahını arıyordu. Oysa
Kolka silahları gizlice divanın altına iterken, köylüy
le kızı da istemeden olmuş gibi, önlerine dikilip du
ruyorlardı arayanların. Yalnızca Panko hala masada
çakılmış gibi oturuyordu; dingin, diğerleri gibi sar
hoş, ama niyeti bozuk ... Suskunluğu korku vericiydi.
Derken Vasil olanca ağırlığıyla sedire uzanıverdi.
Josefiak da onu yakalar yakalamaz göğsüne öylesine
yumuşak bir iniş yaptı ki, berikinin duygusallığı ge
ne kamçılandı.
« Sevgili dostum, benden ne istediğini biliyorum,»
48
diye mırıldandı. «Bizi sarhoş etmek değil miydi mak
sadın? Sarhoşuz işte, hadi kaç, yalvarırım sana ka;.
Seni oraya götürürsek Almanlar sorguya çekecek, if
lahını kesecekler bilesin, elini, kolunu kıracak, taban
larını dağlıyacaklar. Sonra da işini bitirecekler. Kaç
n'olursun ! Daha ne duruyorsun, herşeyi al, tüfekle·
ri, atları, ormana kaç! »
Josefiak hatırlar gibi oldu. Düşünceleriydi bunlar.
Düne, hatta birkaç saat öncesine kadar. Apaçık gör
dü bir an için: Doğruydu, işi buraya vardırmak için
yolda kanyak diye tutturmamış mıydı? Gelgelelim ay
rıntıların eşdeğerliliği, içeriğin farklılığını vurguluyor
du, o kadar. Kaçmak mı? Neden? Burada ölüm tehli-
·
49
Bir masaya, bir sobaya baktı, kafasındaki son düşün
ce kırıntılarını da toparlamaya çalışıyordu.
Josefiak demiri tavında dövmeye çalışıyordu: «Si
lah nerede, verin bakalım, komutan istiyor! "
Gelgelelim ortalıkta silahlardan iz eser yoktu. Yal
nızca Panko, kendininkini dizleri arasına sıkıştırmı-?,
elleriyle de üstüne abanmıştı. Josefiak onu bir anda
gördü.
«Al silahını bakalım, kalk hadi, beni vuracaksın,
yürü ! »
Panko birden ayağa fırladı. Josefiak'ın sözleri, bel
leğinde birşeyler kımıldatmıştı. İ lk tepkisi hazırola g<!
çip, silahını ayak ucuna dayamak oldu. Ama kısa sü
ren bu refleks hareketinin ardından asıl tepki geldi.
İ skemleye ani bir tekme savurdu, yumruğunu masa
ya indirdi. Polonya - Ukraynaca karışımı bir dizi küfür
yağdırdı ortaya, görünmeyen bir onbaşı çenesini kır
mıştı sözde, bağıra çağıra onu tehdit etti, kendine
Ukraynalı domuz demiş bir amirine demediğini koma
dı, tepindi, şişeleri unufak etti, masada ne var ne yok
elinin tersiyle süpürüp attı, lambaya çarptı, kocaman
gölgeler sallanmaya başladı.
uDurun hele, topunuzun canına okuyacağım. Ana
nızı ağlatacağım ulan hepinizin! aklınız tavana vura
cak. Domuzlar, domuzlar! »
Hepsi korku ve telaşla gerilediler, kız hıçkırıyor
du. Kolka ocağın yanına yuvarlandı. Kilit gıcırdadı.
Köylü lambaya bir şişe fırlattı. Apansız çöken karan
lık. Kapı önünde kargaşa, sürgü geri çekiliyor. İnsan
vücutları karmakarışık koridora doluşuyor. !çerden
bir devin iniltileri geliyor.
Zaman içinde koca bir boşluk. Josefiak karanlı
ğın içinde uyandı. Ortalık iyice serindi, ama odadaki
50
boğucu havanın ardından gene de rahatlatıcıydı bu
serinlik. Ürpertici bir bulantı onu boğuyor, zangır zan·
gır titretiyordu bedenini. Kafatasının içi uğulduyor,
Panko'nun çarptığı lamba gibi, halkalar çizip duruyor
du sanki. Josefiak tek sözcükle ruh olmuştu - neredey
di, neden, niçin buradaydı; kavraması olanaksızdı. Kı
mıldamak bile gelmiyordu içinden. Ağrıyan boynunu
doğrultabilmek için canını dişine takıp sırtını verdi
ği duvardan yirmi santim kadar açılabildi, derken ge·
ne uzanıverdi oracığa, uyuklamaya başladı; bulantı ye
niden bastırınca da, korkuyla gözünü açtı gene.
Bir ara -on, onbeş kez bastırmıştı bulantı en
azından- bu sınırı bellisiz, karanlık sessizliğin için
den sesler işitildi. Ortalıkta dolanan birinin ayak ses
leri geliyor, birileri birilerini uyandırmaya çalışıyor,
birileri birilerine birisini arama buyruğu veriyordu.
Tüm anıları, tüm düşünme bağlantılarını yitirmiş bi
lincine ağır ağır giriyordu bütün bunlar. Bütün bu izle
nimleri nedensellik bağlamlarına geri götürmeye ba�
ladığında, bir yarım saat geçmiş olmalıydı. Biri ka
yıptı ve bu birilerinin başına büyük dert olmuştu. B u
kayıplara karışmış kişi kimse, aranıyor, ama buluna
ım.ıyordu. Josefiak her arama işlemini sabırsızlıkla
izliyordu. Belki bu kez bulurlar ... Her başarısızlığa da
içten üzülüyordu. Hani elinden gelse kalkıp yardım
edecekti; ne ki öylesine sersemlemişti ki, değil hare
ket etmeye, fısıldamaya bile dermanı kalmamıştı. İki
de birde yarım yamalak bir uykuya kayıyor, her uya
nışında da biraz daha ayıklaşıyordu. Sesleri gittikç�
birbirinden ayırdetmeye başlamıştı. Şurada küfürler
yağdırıp buyruklar dağıtan arkadaşı Vasil'di. Biri uy
kuda inliyor, birisi direniyor, kalkmak istemiyor, ke
keliyordu.
51
Ayak sesleri. Karanlıkta kapı açılıyor. Kokuşmuş,
kötü kanyak kokusunu yutmuş sıcaklık dalgası. Ayak
sesleri. Gene kapı. Buz gibi hava, tertemiz. Ortalığı ot
kokusuyla buhurdanlıktan yayılan öd kokusu sannı:;;
sanki. Dışarıda avluda telaşlı bir koşuşma ve birdcıı
yakında bir yerlerde ardarda beş el silah sesi.
Geç - ama aklı başına geldi. Kendisini Gestapo'
ya götürmek istiyorlardı. Sonra oturup kafayı çekmiş
lerdi. Şimdi de kendisini arıyorlardı. O ise zilzurna
sarhoş, uzanmış koridora. Peki sonuç? Onu bir türlü
çıkaramıyor.
Ne kin, ne de korku duyuyordu Josefiak. B i tkind1
ve tek isteği uyumaktı.
Yeniden uyanış. Kendinden başka kim var, kim
yok ayaklanmış, dışarıya avluya koşuşuyorlar. Başı
nın bir metre ötesinde yere basan çizmelerin patırtısı
duyuluyor. Onlara seslenme isteği duyuyor, ama du
daklarını kımıldatmak gelmiyor içinden.
Dışarıda kapı gıcırdıyor, biri atlan kızağa götü
rüyor, bir diğeri muhtara koşuyor - « köy hemen uyan
dınlsın, peşine hemen düşmeliyiz, Almanlara haber
salıp onları buraya getirtmek için de biri hemen il
çenin yolunu tutsun ! •
Odadan birisi çıktı gene. Kapı ağzında dikildi; ka
pı aralığından kann ve yıldızlı göğün lacivertini gözlü
yor.
Josefiak dar aralıktan koridora yılan gibi üfleyen
keskin soğuğu duyumsuyor. Eliyle ağzını örtüyor, ama
hapşırmayı engelleyemiyor. Kapıdaki şekil elektrik
çarpmış gibi ürkerek geri sıçrıyor. Fısıldayarak yakla
şıyor.
« Kim var orada?•
Kolka bu.
52
« Korkma, benim, arkadaşın! »
Çocuk Josefiak'ın başucuna çömeliyor. Şaşkın.
« Eyvah, biz de seni tüydü sanmıştık! »
« Kaçmadım, kaçmak da istemiyorum.»
« Sus, öldürürler seni ! »
«N'apalım ! »
Kolka fazla tereddüt etmeden Josefiak'ı omuzla
nndan kavrıyor.
« Kalk, ama yavaş ol, avludalar».
Josefiak'a kalsa yatacak. Gelgelelim bu küçük ama
güçlü isteğe direnemiyor; direnecek hali yok. Kolka'
nın yardımıyla dikiliyor. Başı dans edercesine dön
mekte. Balgam çıkarıyor.
Kolka onu eşikten aşırıp odaya sürüklüyor, sedi·
re uzatıyor. Sonra odanın köşesine koşuyor, heyecan
lı, telaşlı bir konuşma. Büyük olasılıkla amcasıyla.
Döndüğünde Josefiak'ın yanıbaşına çöküp iç çekiyor.
«Neden o zaman kaçmadın. Şimdi köy olduğu gi
bi ayaklandı. Yakalayacaklar seni ! »
Josefiak olaylan hala metafizik bir uzaklıktan ai
gılıyor. Demek ki kanyağın felç ettiği yalnızca denge
ve hareket merkezleri değil.
İhtiyar öksürüyor. Söndürülmüş şöminenin yanın
daki sedirden kalkıp, yanına çöküyor. Lacivert cam
lardan ışıyan ölgün ışıktan iç çamaşırlan kurşun ren
gine bürünmüş. Susuyor. Üç yönden köpek havlamaları
işitiliyor. Muhtar köyü ayaklandırmakta. Dışarıda Vasil,
etrafında köpek gibi dolanan Iwas'a çıkışıyor: « Ko�
feneri getir! » İhtiyar yıldınm gibi atılıp Josefiak'ı ba
caklanndan kavnyor, sedire uzatıyor, üstüne atların
örtülerinden birini seriyor.
lwas paldırküldür içeriye dalıyor, aldığı emri tek
rarlıyor.
53
« Fener filan yok aslanım, adamınız kırdı döktü
ya! •
«Peki nerede bu alahın belası ... ?»
«Kaçtı herhalde, hepinizin kafası dumanlıydı ya! "
Iwas basıyor küfürü. Bu köylüler. Bu içine etti
ğimin dünyası! Şaşkın, çaresiz.
Bu beklenmedik ziyaret köylünün kararını hızlan·
dınyor. Josefiak'ın üstüne eğiliyor köylü.
«Mezarlıktan kente doğru kaç. Orada aramazlar se·
ni. Köyden bir kilometre sonra sağa saparsın. Önün•:
bir tarla yolu çıkacak, o yol seni ormana götürür. Or
manda karşına bir köy çıkana kadar sağa, sola sap
madan yoluna devam et. Horwcha'ya varacaksın. Unut·
ma üçüncü çiftlik, büyükçe, görkemli. Senin memle
ketlilerinden birinin. Mitkiewicz. Belki başını soka·
cak bir yer bulabilirsin orada. »
Köylü ona bir kürk paltoyla kalpak verdi. Josefiak
koridorda ruh gibi yatarken kendininkini yitirmişti.
Aramak işine gelmiyordu şimdi. Hayat yeniden uyanı
yordu içinde. İ lk belirti de korkuya kapılmasıydı gene.
İ htiyar Josefiak'ı ambara götürdü. Bahçeye açı·
lan dar bir pencere. Bahçeyi önavludan bir samanlık
ayırıyordu. .Avlu hala kalabalıktı.
Küçük bir pencereydi bu. Köylüyle Kalka, kıçın
dan itmek zorunda kalıyorlar. Josefiak'ın elleri kara de
ğiyor, ardından bacakları da geliyor. Kürkü arkasın
dan atıyorlar.
Henüz soğuğu alamıyor. Samanlığın arkasından
sesler geliyor. Panko geri dönmüş ilk haberleri veri
yor! Bir haberci ilçenin yolunu tutmuş, köy ayakta,
birazdan kilisenin önünde toplanacak, arama başlaya
bilir.
Josefiak çıplak elma ağaçlan arasından hant:ı�
54
adımlarla yuruyor. Kar iyice derin, böğürtlen çalıları
kara gömülmüş. Ayaklarını güçlükle kurtarabiliyor.
İşte tahta çit. Kurtarıcı bir patika. Birileri karı
ezmiş. Kimbilir bir kadınla bir erkek buluşmuştur bel
ki. Kar yarıyanya ezilmiş burada. Koşabilir. Koşmalı.
Çünkü beş dakikaya kadar eğlence başlayacak. Bir·
kaç köpek kokusunu alıyorlar. Bereket yeri göğü bir ·
birine katan havlamalar içinde boğulup gidiyor şama
talan. Son evin arkasında patika sağa kıvrılıp cadde ·
deye çıkıyor. Uzakta bir kızak gözden yitiyor. - H::ı·
berciler. Kara saplanıp kalıyor. Ara sıra birkaç adım
yürüdüğü oluyor.
Kullanılmayan, dar bir yoldu bu. Artık tüm bedi.'
nini tere batıran yakalanma korkusu değildi, ama k :ı
ranlık, karlı bir aralık gecesinin ne demek olduğunu
da kavramaya başlamı<ştı. Soluğu iyice tükenmi�ti; yü
zü alev alev yanıyor; gene de soğuk bacaklarında tır
manmasını sürdürüyordu. Her yüz metrede bir bira-z
koşuyor, olanca gücüyle kara basıyor, gittikçe katı·
laşan ayak parmaklarını oynatıyor, ama parmaklan
dondukça donuyordu.
Sonunda ormana vardı. İlk ağaçların altına seril
di. Kendini evinde hissediyordu o an. Neden sonra or
manın da başhbaşına bir tuzak olabileceği aklına gel
di.
Bu sevimli yuva, bir süre, korkunç bir tedirgin
lik verdi kendisine. Orman zifiri karanlığa kesmişti.
Ama yıldızların sardığı gökyüzü, pırıl pınl noktacıkla
rın ışıldadığı derin, koyu bir laciverte dönüşmüştü.
Kar bu minik fenerciklerin tüm ışıltısını oburca yu
tuyor, neredeyse bembeyaz göıiinüyordu.
Gökteki biricik dostu büyük ayı'nın gösterdiği gi
bi, yolu onu doğuya götürüyordu. Şimdi berrak, buz
55
gibi havada o çıldırtıcı korkunun son kırıntıları da
dağılıp yokolmuştu. Az. önceki saçma sapan tavrını
düşününce kendinden tiksinmeden edemedi. Öldürü
len çocukların kanları hala ellerinden çıkmamış Vasi!
denen o iğrenç herifle kırk yıllık dost gibi sarmaş d(,
laş olmuştu; daha beteri, dört saat önceki kaçma fı r
satını kullanmamıştı. Tam dört saat. Hızlı hareket et
miş olsa, şu anda yirmi kilometre ötede olması demek ·
ti bu. Şimdi çok daha güvenli bir yere sığınmış olur,
oturup rahat rahat ne yapacağını düşünürdü. Olan ol
muştu, düşünmeyi şimdi denedi, ama gittikçe sertle
şen ve ayaklan altında çatırdayan kar, geleceği gör
me yeteneğini de dondurmuştu. Yaşlı adamın sözleri
tılsımlı bir formül gibi kulaklarında çınlıyordu. « Ho
rewacha, 3. avlu, Mitkiewicz.» Van yoğu buydu. Ba-:
ka ne bir dost, ne para, ne de silah. Üstelik peşindeki
ler, her an, kabaran dalgalar gibi üzerine çullanabilir
lerdi. Tam bir sürek avı. Kapsamının ne boyutlan
ulaşacağı belirsiz bir sürek avı. Almanlar o güne de
ğin bölgede partizanlarla pek öyle uğraşmak zorunda
kalmamışlardı. Bu durumda Josefiak onlar için hiç
de azımsanmayacak «ilk»ti. Halka neler yapabilecek
lerini göstermek zorundaydı Almanlar. Başkalarının
da güçlü Alman Reich'ına karşı çıkmaya ya da sesle
rini yükseltmeye yeltenmelerini önlemek için Jos.:
fiak'ı yakalamaları zorunluydu.
Josefiak dondurucu soğukta, kara bata çıka, ölüm
karanlığına bürünmüş ormanda Horewacha'ya doğru
ilerlerken, birkaç kilometre gerisinde Troscianec'te al
tı üstüne getirilmemiş tek bir ahır, tek bir samanlık
kalmamıştı. Kayıtsızca ve esneyerek « Artık onu bula
bilene aşkolsun• diyen köy muhtarının suratına Va
sil'in tokatı iniverdi. Bu resmi edimin ardından yöne-
56
tim aygıtı engelsiz, tıkırtıkır işlemeye başladı.. Josefi
ak'ın haydut gibi gözden kaybolduğu bölge göz hapsi
ne alındı. Koridorda kasketi bulundu, pencerenin di
binden başlayan izler ahınn arkasındaki patikaya gi
diyordu.
Duruşmada suç ortaklığını kabul etmeyen köylU.
işkencede de suskunluğunu sürdürdü. Daha sonra kı
zı ve Kolka'yla birlikte ilçe merkezine götürüldüler.
Olaya yaklaşım biçimi Avrupai ve yepyeni yöntem
lerle, ilk kez burada, henüz kimsenin tanımadığı , biı
mediği, ileride bir doğa gücü boyutlarına kavuşacak
olan bir kurum olan Gestapo aracılığıyla halka göste ·
rildi.
Panko olayı anlattığında, öncesini, yani içki hika
yesini kendine sakladı elbette, buna karşılık kaçan
haydutun çevreye ne büyük bir tehlike oluşturduğunu
da kılıkırk yararak anlatmaktan geri kalmadı. Sonuç
şaşırtıcıydı. Görevli Alman subayı ne olup bittiğini an
lamak için Panko'ya birkaç tokat atarak işe başladı.
Çok geçmeden firar olayı kendiliğinden açıklığa ka
vuştu.
Yedek komando birliğinin komutanı çağrıldı, bir
harita üzerinde Troscianec'e yirmi kilometre uzaklı
ğında tüm çevre incelend i, bölge haritada karelere ay
rıldı, araştırma için ayrılan beş devriye kolunun he,·
birine dörder kişi seçildi. Troscianec'e özel bir heye!
gönderildi. Bir devriye kolu da Horewacha yolunu tut
tu. Olay daha sonra belediye meclisine ve korkudan
ödü patlayan Dikij'e bildirildi. Panko tutuklu kaldı.
Adamcağız bu işin nasıl olup da böylesine büyük bl;
gürültü kopardığını bir türlü kavrayamıyordu. Gerçek
ten de Josefiak'ın önemini kat kat aşan, onun bile ak
lının ucuna gelmeyecek nedenler işin içindeydi. Aslın ·
57
da Gestapo şefinin bu olayla ilgilenirken bir ara açık ·
lamaya çalıştığı gibi, olay, çok duyarlı ruhsal ve top ·
lumsal çalkantılarla sarsılan bir döneme denk düş
müştü; bu durumda halka Alman Reich'ının gücünü
göstermek, düşmana karşı gerektiğinde ne ölçüde acı
masız olunabileceğini kanıtlamak için çoktandır kol
lanan bir bahaneydi.
Halka bir genel korku aşısı yapılmalıydı. Ama yö
rede alabildiğine barışçı, neredeyse romantik bir ses
sizlik sürüp giderken, bahaneyi nereden bulsunlar?
Gerçi bir köylü vermesi gereken ürünü zamanında
teslimde gecikti, bir diğeri komutanın önünde kaskc·
tini çıkarmayı unuttu; her türlü şiddet ve sindirme
müdahalelerine bahane oluşturabilirdi bu olaylar; gel
gelelim bölgesel, yereldiler. Öte yandan zaman çarkı
dönüyor, olaylar bir akış içinde sürüp gidiyordu. Mos
kova önlerinde durum hiç de içaçıcı değildi. Alman or
dusunun esrarengiz, içinden çıkılmaz raporları duru
mu gerçi örtbas ediyordu ama, söylentilerin ve kulak
gazetesinin önünü almanın olanağı yoktu; yorumlar
da biriktikçe birikiyordu. İşte özellikle Alman Reich'
ının yenilmezlik ününün derin bir yara aldığı bu gün·
lerde, halka oldukça güçlü, iyice sindirici bir aşı gc·
rekliydi.
Josefiak'ın durumu bu iş için biçilmiş kaftandı.
Bildiriler basmış, dağıtmış, ajitasyona girişmiş, tutuk
landıktan sonra da sırra kadem basmıştı. Sonra Tros ·
cianec'liler ona yardım etmişlerdi üstelik, daha da
önemlisi eyalet polisi akıl almaz bir sorumsuzluk ör
neği göstermiş, görevini savsaklayarak suçlu durum a
düşmüştü. Ama hepsinin başında, ne pahasına olursa
olsun, kaçağın yakalanması şarttı.
Yaklaşık üç saat sonra -gittikçe feci bir şekilde
58
üşüyen Josefiak'a öyle geliyordu -, gerçekte yaklaşık
bir saat sonra, sağ yanında kalan ağaçsız küçük ala
nın üzerindeki yıldızlar yavaş yavaş kaybolmaya baş
ladı. Gündoğumu yaklaşıyordu, ama Horewacha he
nüz görünürlerde yoktu. Josefiak adımlarını sıklaştır
dı, kısa bir süre içnde en azından bir kilometre daha
yol almıştı. Birden karda kaydı, ayaklan dolaştı, yere
uzandı.
Bir yabancının güpegündüz görünmeden köyden
geçmesinin olanaksızlığını biliyordu. Köye, ya alaca
karanlıkta girecek, ya da bütün gece ormanda gizlen
mek zorunda kalacaktı. Ne bir tek lokma yiyecek, ne
ateş yakma olanağı. Bu ikinci olasılığı göze alamazdı,
aklının kenarına bile getirmek istemedi.
Nefesi tıkanıyor, ağzı kuruyor, yapışkan neredey
se boz, katı balgam çıkarıyordu. Koştukça ısındığı duy
gusu boyna aldatıyordu onu; ardından soğuk bin be
ter sarıyordu tüm bedenini. Kaşlarına oturan kırağı
nın yerini buz almıştı. Cama kesmiş bir araba izinde
kayıp düştü, dermanı kesilmişti, çıplak elleri karda
yanmaya başlayana kadar, şöyle bir yarım dakika düş
tüğü yerden kalkmadı.
Sağ yanından gün yaklaşıyordu. Parlaklıklarını yi
tirmeye yüztutmuş yıldızlar birer birer sönmeye baş
ladılar. Onbeş dakika öncesine göre hava daha karar·
mış ya da daha bulanıklaşmıştı. Gökyüzü salkım sal·
kım bulutlarla dolmuş, gece ayazının ardından topra
ğa buz gibi bir sis inmişti.
Çevredeki birkaç yüz ince, ulu çam ağacı bakır
kırmızısı gövdeleriyle salınıyorlardı. Doğudaki sis per
desi ağır ağır dağılmaya başladı. Aşağıda, ormanın ka
ra çizgisiyle çerçevelenmiş yarım küre biçimindeki al
tın sarısı zemin üzerinde iki koyu kırmızı şerit ...
59
Gündoğumuyla beliren bu ilk sıcak renkler, Jo
sefiak'a yeniden güç verdi, içine bir sıcaklık yayılmış
tı sanki. Yaklaşık bir beşyiiz metre daha koştu, çok
geçmeden çam ağaçlarını arkasında bırakmıştı. Hore
wacha, ormanın tam ortasına sıkışmış, evlerin dar1
cık bahçelerine pek az yer kalmıştı. Doğuya doğru alan
daha genişliyordu. Josefiak burada son birkaç daki
ka içinde aydınlığın ne kerte yayıldığını ayrımsadı.
Fazla oyalanmamalıydı. Köyün içlerinde bir yer
lerde erkenci köylü kadınlar ocaklardaki ateşi çoktan
canlandırmışlardı. Sabah çorbasının kokusu -böyl:·
bir geceden sonra ne de güzel geliyordu koku- evle
rin üzerinden süzülen dumanla birlikte, ormanın baş
langıcındaki ağaçların oraya kadar yayılıyordu. Köyün
öteki ucunda kurşun gibi ağır sabah uykularından
uyandırılmış köpekler, ortalığı birbirine katıyorlardı .
Köpeklerin uyan havlamaları Josefiak'a ulaşmıyordu
henüz. Bir yandan yürüyor, bir yandan da mırıldanı
yordu Josefiak; «Mitkiewicz». Horewacha oldukça dar,
sıkışık bir köydü. Çiftlik evlerinin yanlarına yapışmış
samanlıklar ve çarpuk çurpuk odunluklar, nerdeyse
içiçe geçmişlerdi. Josefiak üçüncü avluyu atlamıştı.
Geri döndü. Tamam işte bu ev. Geniş pencereli , mer
diveni yeni değiştirilmiş bir evdi bu. Avluya girdi. Kö
pek kulübesine ürkek bir göz attı. Köpeklerin uyan
ması, kızılca kıyametin kopması demekti. Ayak uçla
rında mutfak penceresine yaklaştı. Camı hafifçe tıkır
dattı.
Bir seçim yapmak zorundaydı. Yavaş vursa içer
dekiler işitmeyecek, hızlı vursa köpekler ayaklanacaktı.
Kararını verip kalın sararmış tırnaklarıyla camı tıkır
datmaya başladı. Köyün içlerinde biryerlerde biri s i
kuyudan s u çekiyor; kuyunun çıkrığı gıcırdıyordu. Aç
60
bir ineğin böğürtüsü karanlıkta yankılandı. Sonunda
camda gecelikli bir gölge belirdi, Josefiak'ı şöyle bir
süzdü, çekildi. Josefiak ihtiyatlı ama inatla tıkırdat
maya devam etti camı. Birkaç saniye geçti geçmedi,
yaşlıca biri ortaya çıktı. Josefiak'ı bir süre soran göz
lerle uzaktan izledi, sonra pencereye yaklaştı : « Ne var,
n'oluyor?»
« Bay Mitkiewicz'in evi burası mı ? » diye fısıltılı
bir sesle sordu Josefiak.
Bu, bir hataydı, ama elinden başka ne gelirdi ki;
avlunun ortasındaydı ve uzun uzadıya açıklamalara
kalkışamazdı. Kadın bu durumdan yararlanarak dip
lomatça bir bahane buldu : «Kocam evde yok ! »
« Bırakın gireyim, hanımefendi, ben de Polonyalı-
yım . »
« N e istiyorsunuz?,.
« Bir işle ilgili, girince açıklarım! »
« Üzgünüm ama kocam evde yok, sizi alamam! »
Josefiak kapıda birkaç dakika daha yalvarıp ya
kardı, ama sonunda kadının kendisine bir başka adres
vermesinden öteye birşey elde edemedi. Kadın, aynı
sırada, beş ev ötede Derzuck diye birinin oturduğunu
söylemişti. Güvenilir biriymiş, evde olmalıymış şu sı
ra, tanrı inandırsın onu başından savmazmış.
Yeni adrese yöneldiğinde sinirleri biraz daha bo
şalmıştı. Her geçen saniyenin önemi vardı şimdi. Sa
bah kahvaltılarını isteyen horozlar ötüp duruyorlardı.
Evler birbiri ardından dumanlar salıp kalk işareti ve
riyorlar. Geç yatmış köpekler de ayaklanmış, sabır
sızlıkla havlıyorlar; ama dertleri bu yabancı değil, aç
lık.
Derzuck gerçekten de evdeydi. Esneyerek kapıya
dikilmiş, uyuşuk gövdelerini açmaya çalışan tavukla-
61
ra bakıyordu. Josefiak'ı görünce homurdandı: « Ne is
tiyorsun?»
« Girip ısınabilir miyim? Her şeyi açıklanın size
içerde».
«Kim gönderdi ki sızı buraya?»
«Şu hemen yanınızdaki komşunuz. Bayan Mitkie
wicz. Önce oraya gittim, ama bay Mitkiewicz evde
yoktu».
« Kim demiş. Bal gibi evdedir o.» Derzuck Josefi
ak'a kuşkulu gözlerle baktı.
«Ne bileyim, bayan Mitkiewicz.....
« Evdedir, evdedir, mutlaka evdedir, aldatmışlar
sizi, siz gene onlara gidin! »
Sözü bitince bir sıçrayışta eve girdi ve kapıyı
Josefiak'ın suratına kapattı. Kapının yanındaki balkon
penceresinden bir kez daha seslendi: «Mitkiewicz'e gi
din siz, yalan söylemesin! »
Josefiak umudunu tüketmek üzereydi. Gün ışığı
na ve takipçilerine yakalanma korkusu, bilinçaltında
yerini tilin Mitkiewicz'lere ve Derzuck'lara duyduğu
nefrete bırakmıştı. Bu öfke ve nefret onu dönmeye
zorladı. Hiç değilse alçağın, yalancının biri olduğunu
söyleyecek ti Mi tkiewicz 'e.
Kadının, yalanını uzun süre gizleyecek hali kal
mamıştı. Kapının ardına sığınmış yalvarıyor, ondan
ve tanrıdan bağışlanma diliyordu. Kocası Polonya or
dusunda görev yapmıştı, bu nedenle de köyde dü�
rnanları vardı. Herkesin gözü üzerlerindeydi, her an
ihbar edilebilirlerdi. Üç çocukları vardı. Camın arka
sındaki çocuklarına bakmasını söylüyor, «bakın onla
ra ve bize acıyın•, diyordu.
Josefiak suskunlaşmıştı. Az önceki niyeti kursa
ğında kalmıştı. Bu annenin korkunç bencilliği tamı ·
62
men haklı görünüyordu. Bu üç çocuğun karşısında
kendisinin, Josefiak"ın ne önemi vardı ki. Josefiak'ın
gevşediğini sezen kadın en güçlü kozunu ortaya attı :
«Derzuck sizi gördü ya, hemen ortalığa yayacaktır, en
büyük düşmanıdır o kocamın».
Josefiak döndü ve oradan uzaklaştı. İ nsanlar ken·
disini yalnız bırakmış, itip dışlamış, terketmişlerdi
Herşeyi olunma bırakma duygusuna kaptırmıştı gen'!
kendini. «Takipçiler mi, gelirlerse gelsinler, canlan ce
henneme», diye geçirdi içinden. « Bu insanlara değer
mi be! 11
B u köyden tiksiniyordu, gerisin geriye ormanın yo
lunu tuttu. Bu yüreksizlerden öç alma isteği sarmıştı
içini. İ sterse çocukca olsundu bu kini. Ormana gide
cek, orada soğuktan donacaktı. Onu orada öyle bul
duklarında haber sağa sola yayılacak, hakkında tür
lü türlü şey söylenecekti. Belki bayan Mitkiewicz'in
ruhunda, vicdanının bencillik ve korkaklığa boğulmuş
kalıntılarından bir karabasan bir hortlak yükselir, o
da acıyla yerinden fırlar, saçını, başını yolar; içini ka
vuran vicdan azabından kurtulmak için birkaç yu·
murta alıp papazın yolunu tutar, günah çıkarıp huzu
ra kavuşurdu. Bu kadar kolaydı işte herşey. İ nsan
hayatının ne önemi vardı ki.
Hava iyice aydınlanmıştı artık. Doğuda çam or
manlarının üzerinde kankırmızı bir gündoğumu yayılı
yordu. Ormanın yeşili yeniden belirdi, canlı, koyu
renkleri pembe ışığın içinde cıvılcıvıldı. Birden köyün
öteki ucundan köpek havlamaları işitti.
Son ev yolun öbür yanında, soldaydı. Onbeş met
re genişliğinde bir tarlayla köyden ayrılıyordu. Evin
arka duvarına yapışmış duran odunluğuyla bir bahçe
çitinden bile yoksundu bu zavallı ev. Josefiak tered-
6l
düt etmeden adımlarını eve yöneltti. Belki Horewacha'
lılara karşı duyduğu kin ve nefreti boşaltabilirdi bu
rada. « Beni istemiyorsunuz öyle mi? Pekala ... ! »
Kapıyı vurmaya bile gerek görmeden içeriye dal
dı. Odada kimseler görünmüyordu, tek ayrımsadığı yü
züne çarpan sıcaklıktı, ama çok geçmeden masanın
başında oturan cılız, solgun benizli bir adam gördü ;
yanaklarında ve boynunda birbirine karışmış sakalı
neredeyse bir santime yakındı. Aptal aptal sırıtarak
Josefiak'a döndü adam: «Günaydın, neden orada du
ruyorsunuz, buyrun girin lütfen ! »
Adamın gülümseyişi de ses tınısı d a garipti. San
ki ne zamandır onun yolunu gözlüyordu. Josefiak kuş
kuyla bakakaldı adama, kaçsın mı, kalsın mı bilemi
yordu. Ama odadaki sıcaklığın çekiciliğine de diren
mesi olanaksızdı. Uzun bir açlıktan sonra önüne ye
mek sürmüşlerdi sanki.
«Magda», diye seslendi adam, «Hadi kahvaltıyı ge
tir! ,.
Josefiak oturdu. Sefil, zavallı görünümlü bir ka
dın girdi içeriye; ocaktan bir tencere patates aldı. Sı
cak, unlaşmış patetesi tuzla yediler. Ev sahibi sürekli
gülümsüyor, Josefiak'sa, adeli mi acaba» diye düşün
mekten bir türlü alamıyordu kendini.
Kahvaltının ardından adam herhangi bir açıklama
beklemeden çekti gitti. Kadın nihayet gelip yanına
çöktü. Zeki bakışlarından anlayış akıyordu. Josefiak'a
kimseye görünüp görünmediğini bile sormadı, eline bir
parça ekmek tutuşturup onu dışardaki samanlığın ta·
vanarasına çıkardı.
Döşemede yayılmış kuru otlar en fazla bir çuva
la sığacak kadardı. Burada saklanacaktı. Kadın sesi ·
ni çıkarmamasını söyledi Josefiak'a.
64
Tabii Josefiak hemen oracıkta derin bir uykuya
daldı. Bir süre sonra avludaki gürültülerle uyandı. Buı.:
gibi, iliğine kemiğine işleyen bir hava akımı kulağına
hararetli bir Almanca konuşmayı çalıyordu. Ot yığı
nının içine iyice gizlenmekten başka bir şey gelmezdi
elinden. Kadının konuştuğunu işitti. Sesi soğukkanlı
ve doğaldı. Ukrayna - Polonyaca kanşımı bir lehçeyle,
•tabii tavanarasına da bakabilirsiniz» diyordu ; tavn ya
tıştıncıydı.
Döşemedeki deliğin merdiveni gıcırdadı. Üstüne
örttüğü ince ot örtünün altından kadının elinde bir
tırmıkla merdivende belirdiğini gördü. Kadın kendi
ni içeri çekti, ardısıra bir miğfer, soğuktan kıpkırmı
zı bir alın, tilki kızılı kaşlar ve bir makinalı tüfek.
aBuyrun işte .., dedi kadın, o:bomboş .., ve elindeki
tırmığı samanların içine, Josefiak'ın ayak ucuna dal
dınverdi. Asker makineliyi doğrulttu, küçük tavanara
sına şöyle bir göz attı, inip gitti. Kadın askeri izledi,
inmeden bir ara döndü, parmağını ağzına götürdü, as
kerin ardısıra kayboldu .
Josefiak günlerini çatıda geçirdi. Yalnızca gecele·
ri aşağıya iniyor, ocağın başına çöküyor, yoksul sofra·
sından bir, iki lokma atıştınyordu. Bir gece ev sahibi
-hala salak salak gülümseyerek- ormanda, geçitver
mez çam ağaçlarının arasında, donmuş bir bataklığın
ve bir kum tepeciğinin arkasında kalan, ıssız, terke
dilmiş gibi duran bir eve götürdü onu.
Orada, aksi, durmadan mırıldanan bir korucunun
yanında saklanıp, takipçilerin öfkesinin dinmesini bek
lemeye koyuldu. Ne var ki işgalcileri küçümsüyordu
Josefiak.
Bir öğle sonrası, yakındaki ormanlıktan kızaklar·
la doğruca eve geldiklerini gördü.
65
Olduğu gibi pencereden atladı, kalpaksız, elinde
delikdeşik keçe çizmeler... Çizmeleri hemen evin arka
sında, kar yığını içinde yitirdi, kurşun yağmuru al
tında, yalınayak soğuğun içine daldı.
Olabilecek en berbat durumdu bu. İzini bulduk
larından, amansız bir takip başlattılar. Av köpekleri
nin havlamaları hemen arkasından geliyordu. Karın
yumuşaklığında ayak izleri açık seçik belli oluyordu.
Bütün bir gece, ardından tam bir gün, sonra gene so
nu gelmeyecekmiş gibi görünen, kaskatı, yıldızlı bir
gece -yaşamının en uzun gecesi- aralıksız, durdu
rak bilmeyen bir kaçışla geçti.
Kurtulmalıydı ama nasıl? O an inanılmaz bir şey
oldu. Henüz donmamış bir dere. -Yaşlılığın devirdi
ği çamlardan birinin yosunlu, çatallı dallarının altın
da küçük küçük burgaçlar yaparak kaynaşıyordu su.
Öylesine hızlı akıyordu ki, soğuğa yakalanıp donması
olanaksızdı. Yalnızca köpeklerin bağınşmalannı de
ğil, yorgun askerlerin de soluğunu ensesinde duya
cak kadar sonuna yaklaşınca, dereye atlayıverdi.
Çaresizlikle kalkışılmış bir eylemdi bu kuşkusuz_
Derenin gevşek, balçıklı yatağında bataçıka yürüyor,
iki adımda bir devriliyordu; bir keresinde hınzır bir
çukura düşüp alnını patlattı. Ayaklan donuklamış,
bu ateş suyunda kısa bir süre sonra canlılığını yitir
mişlerdi.
Peşindekiler dereyi geçmişlerdi. Köpekler izi yiti
rince durakladılar. Takipçilerin de fazla dikkat edecek
halleri kalmamıştı. Köpekler birden bir tilki izi bul
dular, izin peşine takılıp hızla uzaklaştılar. Takipçiler
yanıldıklarını anladıklarında şans bir kez daha Jose
fiak'ın yardımına koşmuş, bastıran tipi, izleri örtmüş
tü.
66
Kar fırtınasında akşama doğru bir köye vardı.
Hortlağa dönmüştü. Kana bulanmış sakallan birbirle
rine yapışmış, alnında geniş bir yarık, limelime buz
dan kaskatı kesilmiş bir ceket, morarmış ayaklar, bem
beyaz tırnaklar... Dere ve tipiden sonra şans üçüncü
kez Josefiak'a gülüyor; bu kez de yaşlı bir kadın ola
rak: Rastlantı, dul çocuksuz bir kadına götürdü onu.
Kadıncağız şöyle bir yanın saat yoksulluktan, yalnız
lıktan yakınıp durduktan sonra yıllardır yalnız yaşa
ması sonucu birikmiş tüm sevgi ve içtenliğini, Jose
fiak'ı -bu acaip kış hortlağını- yaşama döndürmek
için harcamaya başladı.
Josefiak kadının odasında yatıyor, ateşler içincle
kıvranıyor, sayıklıyor, dişlerini gıcırdatarak lanetler
yağdırıyordu. Dul kadın bir civcive bakar gibi özenle
bakıyordu ona. Otlardan melhemler yaptı, ayaklarını
binbir çeşit kocakarı ilacıyla ovuşturdu, sıcak süt
verdi. Birkaç hafta sonra, ocak ayında Josefiak diril
miş, ayağa kalkabilmişti. Bu evde, ahırda ya da ta
vanarasında kendini daha sakınarak gizleniyordu ar
tık.
Josefiak'ın yapıp ettiği ile ortaya çıkan sonuçlar
arasında apaçık bir oransızlık görülüyordu. Neydi su
çu? Ne dediği tam anlaşılmayan sözlerle bezenmiş yfü
kadar bildiri basmak mı? Sarhoş kafayla söylenmiş
birkaç söz mü? Ölümden kurtulma girişimi olan bu
kaçış mı? Bütün bunların karşılığı ne? Haftalarca her
yerde pür telaş alarm, düzünelerce devriye, yüzlerce
kez arama tarama, koskoca ormanların didik didik
edilmesi. Köpekler, silahlar. Hani bir tanklar eksik.
Ancak ocak sonuna doğru evlerin aranmasına, ye
ni yoklama ve soruşturmalara ilişkin söylentiler de
gitgide azalmaya başladı. Sonunda bir akşamüzeri Jo-
61
sefiak paslanmış eklemlerini açmak için evden çıkıp
yürürken, kilise duvanna yapıştırılmış iki bildiri gör
dü. Ay ışığından yoksun gecede bildileri okumak ola
naksızdı. Gene de bildirilerden birinde kendi adının
büyük harflerle yazılmış olduğu duygusuna kapılmıştı.
Diğerinde ise tanımadığı, bilmediği adlar vardı. Sağı
na soluna bakındıktan sonra her ikisini de kopanp
aldı.
Mumun incecik fitilinin zayıf ışığında bildirileri
okumaya başladı: Hain Josefiak'ı yakalayana ya da
yakalanmasını sağlayacak bilgiler verene 5.000 Mark
ödül verilecektir! Beşbin ha! İ lk kez insana özgü bir
zaaf benliğini kaplıyordu. Hırs, güçlü olma isteği, abar
tılmış gurur.
İ kinci afiş feci bir olayı bildiriyordu. Altı kişi,
Dimitri Kostuik, Mikolay Petrenko, Olena Bondar, Pa
wel Hnat, lwan Chwylowy, Vasil Leviski idam edil
mişlerdi. Kimdi bunlar? Ne olmuştu?
Josefiak birşey anlamadan uzun süre bakadurdu
afişlere. Afişte iyice sudan sebepler vardı : Alman
Reich'ının çıkarlannı zedeleyici biçimde görevini sav
saklamak, düşmana yataklık etmek.
Kafasının içi boşalmıştı sanki. Birşey düşüneme
den dökülen kanları emmişcesine kıpkırmızı boyan
mış, altı zavallının yazgısını belirten afişe bakaduru
yordu. Kimdi bunlar, ilk savaş kurbanı bu altı zava:·
h? Başkaca bilgi de vermiyordu bildiri. Yalnızca ad
lar, bir de öldürülenlerin yaşlan.
Dur hele! Şu onüç yaşındaki Mikolay Petrenko.
Yoksa... ? Aman tannm, -nasıl da isteksiz çözüyordu
bu bilmeceyi Josefiak- Kolka'ydı bu, Kalka, resmi ka
yıtlara yetişkin bir kişi gibi Mikolay Petrenko adıyla
geçen Kalka. Şu da amcası işte. Diğeri yaşlı adamın
68
kızı. O genç kız. Diğer üçlüyü bulmak kolaydı artık.
Pawel, Panko'ydu. lwan, lwas, Vasil de Vasil. Takım
komutanı. Neden öldürülmüşlerdi, ne yapmışlardı ki?
Bildiri soğuk bir tümceyle tamamlanıyordu: Hü
küm infaz edildi.
Başı elleri arasına düşmüş uzun süre oturakaldı
orada. Ağlıyamıyordu. Bu da acısını uzattıkça uzatı
yordu. Kolka gözünün, önünden gitmiyordu bir türlü,
yaşlı köylü, rnasalann arasında arı gibi dolanan güç
lü kız, ocağın alevleri önünde kuvvetli omuzlannı, gür
saçlarını görür gibiydi onun.
Tüm aileyi ölüme sürüklemişti. Ö lüm elçisi gibi,
kime parmağını değse, ölümünü getiriyordu. Josefiak'
la karşılaştıktan sonra çocuklann kanlannı ellerinde
taşıyan o üç polisin bile ardından yetişmişti kötü yaz
gıları.
Polislere acımadı. Asıl Almanlardı onu şaşırtan.
Nasıl oluyordu da, kendilerine kul köle olan insanlara
böyle davranabiliyorlardı. Kendine de şaşmaktan kur
tulamadı. Bu şaşkınlığı, başına ödül koyulduğunu oku
duğu zamankinin aynısıydı. Ü stüneüstlük ölümcül bir
yalnızlık duygusu kuşatmıştı benliğini.
Şimdi içkiye ihtiyacı vardı. Alkolün gücü tüm ta
sasını silip süpürebilirdi. Ne yazık ki, bir damla içki
yoktu evde. Dul kadın, olan bitenden habersiz uyuyor
du. Sabaha karşı Josefiak da uyuyakaldı; uyandığında
düşünceleri tümüyle değişmişti.
Gündoğurnunun keskin güneş ışığında kendine
duyduğu hayranlık, acı, yalnızlık duygusu ve henüz geç
memiş yakalanma korkusu, birleşerek savaşma karar
lığına dönüşmüşlerdi. Dernek ki başına ödül konmuş
tu, dernek ki haindi. Öyleyse, çok küçümsemişlerdi
onu. Hainliğin ne olduğunu gösterecekti onlara.
69
Gece, Dikij'i bulmak için püröfke kentin yolunu
tuttu. Troscianiec'te ihtiyar Kostiak'ın yerle bir edil
miş çiftliğine uğradı. Akşam kasabada, rastlantı sonu
cu tanıştığı birinin evinde kaldı. Adamın anlattıkları
na göre hainlerin izlenmelerinde, yakalanıp asılmala
rında Dikij , Almanlara köpek gibi yardımcı olmaktan
geri kalmamıştı. Adamlarının yazgısını paylaşırım kor
kusuyla, şeytanca bir çaba göstermişti. Kilimontçik,
teknisyen ve öğretmen götürülmüşler; Dikij Kilimont
çik'i kendi elleriyle vurmuş; diğerleri Almanlara tes
lim edilmişti.
Düşman onu herkesten yalıtmıştı. Kendisine -rast
lantı sonucu da olsa- rastgelen herkese ölüm getir
mişti. Dikij'in bu alçaklığı Josefiak'ı çileden çıkardı;
deli gibi belediye binasının bulunduğu yere yürüdü.
Gece oluşu br şanstı. Belediyenin kapısındaki nöbet
çi onu tanımadı, yalnızca tüfeğin emniyetini açtı. Jo
sefiak fazla gezinemezdi oralarda. İlerledi. Üç ev son
ra arkasını döndü, baktı. Dikij'in odasında lambanın
yeşil ışığı görülüyordu. Ağlamaklıydı Josefiak - ah
bir silahı olsaydı!
İlkyaza kadar köy köy gezindi durdu. Her gittiği
köyde üçüncü Reich'ın zulmü altında ezilen ya da ge
leceği görebilen Polonyalılardan ya da yakınlarından
yardım görüyor, kalacak bir yer buluyordu.
Sonunda ilkyazın güneşli günleri geldi. Damlardan
sular şıpırdıyarak düşüyor, söğütlerden, çınarlardan
ilk tomurcuklar patlıyor, kar eriyordu. İşte bu günler
de gerçekleşen üç olay Josefiak için büyük önem ta·
şıyordu: ilk silahlarını bulmuş, ilk eylemlere kalkış
mış, ilk mücadele arkadaşlarına kavuşmuştu.
Başlangıçta eylem vardı : Ormanda çıplak bir ala
nın ortasında küçük bir kereste işiliğinde, iki işçi, çam
70
gövdelerini yarımşar metre uzunlukta biçiyordu. Jo
sefiak'ın yolu da buralara düşmüştü. Ağaç gövdeleri
altında hep en sert, iğne yapraklarla ve yosunla örtül ·
müş, karsız yerlere basa basa ilerliyordu. Bir süre
bir ağaç arkasında dikeldi; altın sarısı kalasların
düzgün istifini seyretti. Koca bir kent oluşturmuştu
sanki kalas yığını. Tüm kış boyunca kalaslara hiç el
sürülmemiş onlar da iyice birikmişti. Hızarcılardarı
biri Josefiak'ı görüp yaklaştı, ne olup bittiğini sordu.
Josefiak adama bir sigara sundu. İşçi, «burada olmaz»,
diyerek başıyla tahta yığınını gösterdi. «Alman ordusu
için. Burada sigara içtiğimizi görürlerse fena olur. Ke·
resteler yarın cepheye gidecek».
Güneş, mart sonunda kavuşabildiği sıcaklığıyla iğ·
nelerini batırıyor, kalasların üzerinde keskin bir re·
çine kokusu yayılıyordu. Ağaçların arasında dolaşan
hafif bir rüzgar çamları sallayıp duruyordu. Josefiak
işçiden müsaade istiyerek ayrıldı, birkaç adım yürü
dükten sonra ağaçların arasına daldı, belli etmeden
bir odun yığınına yaklaştı, cebinden kibriti çıkardı...
Gökyüzünün kesif bir duman bulutuyla örtüldü
ğünü gördüğünde oradan bir kilometre kadar uzaklaş
mıştı, birazdan yanık reçine kokusu ardısıra yetişti.
Gece ormandaki kereste işliğinde çalışan işçiler
den biri Josefiak'ın kaldığı eve geldi. Josefiak telaş
lanıp kaçmaya yeltendiyse de, işçi, ormanda gördüğü
bu garip ziyaretçiyle yeniden karşılaşmaktan çok mem
nun, onu yatıştırıverdi; daha sonra birlikte dışarıya
çıktılar. İlkyazın yıldızlı göğü altında ormanın hala
dağılmamış sıcaklığıyla çevrili, üç saat kadar konuş
tular. Josefiak'ın ilk mücadele arkadaşı, buyruğuna
ilk giren kişiydi bu. Normal yaşamında aradığı başka
71
ne olabilirdi ki. Vasil'in, Panko'nun başlarına geleni
okumuş, kendisini neyin beklediğini çok iyi biliyordu.
Josefiak yaşamında ikinci bir kez kanyaktan da
ha keyiflendirici başdöndürücü bir şeyin tadını alıyor
du: ün'ün.
« Öyleyse sen Josefiak'sın,» dedi beriki; onur ma
dalyası taşıyan biriyle konuşuyormuşcasına saygı do
luydu sesi. «Hain, Josefiak, ha?» .. Başına ödül konu
lan Josefiak sensin demek ki ? Diğerleri de senin yü
zünden ... »
Uzun kış gecelerinde gazetesiz, kitapsız, radyosuz,
her türlü eğlence olanağından yoksun, vakit geçirebil
mek için çoğu kez içki şişesinden başka birşey tanı
mayan kara gömülmüş köylerdeki köylüler, bu tepe
den tırnağa silahlı Alman birliklerine kafa tutan, kim·
liği belirsiz, bilinmeyen kişiye ilişkin söylenceler uy
durmuşlardı anlaşılan. Bu sohbetler sırasında ayrın
tılar eksik kaldığından, anlatıcı da birşeyler ekliyor,
onu büyük bir iştahla dinleyenler, öyküyü gittikleri
yere taşıyor, ona yeni boyutlar ekliyor, dallandırıp
budaklandınyorlardı. Bu tür bir söylencenin yaygın
laşmasında halkın kahramanlık masallarının bilinç al
tındaki kuralları ve mantığı yardımcı oluyordu.
Bir Hain. Bu ünvanı alabilmek için önemli bir
şeyler yapmış olmalıydı. Arkasından koparılan bunca
fırtına, onu takip etmek için katlanılan bunca zah·
met, dernek ki Almanların gücü ve saygınlığı için ger
çek bir tehlikeydi.
«Sarny'de bir treni havaya uçurmuşsun ; yörede
ki tüm polisler peşine takılmış, hepsini ormana çek
miş, komutanlarını da öldürmüşsün öyle mi?»
Josefiak susuyordu. Sersemlemişti. Kendine şaşa
kalmıştı. Yarı alaylı, yan duygulanmış gülüyordu. Ken-
72
dine ilişkin söylenceye karşı ne tavır alsın bilemiyor
du. Ama bilmeden gerekeni yaptı: Söylenenlere ne ka
tıldı, ne de inkar etti onları. Susması ve gülümsemesi
bir kahramanın görüntüsünü, Alman Reich'ının yaşa
ma hakkından yoksun kıldığı herkesin önderi bir kah
ramanın görüntüsünü tamamlıyordu.
İ kinci işçi de yangından sonra ormandaki keres
te işliğini terkedip gitmişti. Ancak mücadeleden kork
muş, uzak bir kentte ortadan kaybolmayı yeğlemişti.
İ şte ,onun ödlekliği ve kaçması diğerinin kararlılığını
güçlendiriyordu. Bu işçi, Josefiak'ın adamı olarak, ken
dini ortalamanın üstünde kahraman biri gibi görüyor,
bir «Hain»in yanında bulunmanın gururunu taşıyor
du. Çok değerli bir armağanı vardı Josefiak'a: Eylül
saldırısında köylülerin topladıklan silahlan nereye
sakladıklannı biliyordu.
İlkyaz tüm neşesiyle göründü. Fındık ağaçları ye
şillenmiş, meşe kozalakları filizlenmişti. Üçüncü, dör
düncü... onuncu yurtsever de Rudolf'a -Josefiak'a
böyle ad takmışlardı- katılmıştı. İşgalciler bir süre
sonra ormanda ikinci bir sürek avı daha düzenledi
ler. İ ki adamını öldürdüler, yaralanan bir üçüncüyü
arkadaşları yanbellerine kadar bataklığa bataçıka beş
kilometreden fazla taşıyıp kurtardılar.
Sonbaharda Rudolf cephesi ilk inanç sarsıntısını
geçirdi. Kabahat Josefiak'taydı. Yaz boyunca herkesi
savaşın yıl sonuna doğru biteceğine inandırmıştı. Oy
sa sonbaharda Almanlar Wolga kıyılarında ve Kafkas
ya'da önemli zaferler elde ettiler. Düş kırıklığına uğ
rayan bir kaç kişi çekip gitti, adamları kışkırtmaya
ve önderin yetkisini sarsmaya kalkışan birini de Jo
sefiak kurşunladı. Diğerleri yatıştılar. Josefiak adam
lannı balta girmemiş bir ormana götürdü, bataklıkla-
73
rın ortasındaki bir kum adacığı üzerinde kulübeler
yaptırınca hepsi mızıklanmayı bıraktılar. Kışı orada
geçireceklerdi.
Uzun, zor, dondurucu bir kış daha. Sığınakta ge
çen geceler, ne yapacaklarını bilmeden can sıkıntısıy
la otunnalan, savaşın tüm zahmetlerinden, tüm gi
rişim ve tehlikelerden daha bıktıncıydı. Adamlar bir
birlerini oyalıyor, kağıt oynuyor, kendi yaptıklan ber
bat kanyaktan içiyorlardı. Kadın eksikti tabii. Sığınağı
terk edip dünyaya açılan keşif gezilerine katılanlar
hep gönüllüydü. Gerçi girişim ani bir çatışmayla en
gellenebilir, tek bir: kişi bile sağ kalmayabilirdi, ama
ille de bir köyden geçecektiler nasıl olsa. Ve köy de
mek kadın demekti, bir akordeon demekti; dans edi
lir, köşelerde fısıldaşılır, sıcak eller birbirini kavrar,
kışın kara göğün altında bir köşede buluşulurdu.
Kış sonuna doğru cepheden sevindirici bozgun
haberleri gelmeye başladı. Onlara en yakın cephe, bin·
beşyüz kilometre uzaklıktaki Stalingrad da çökmüş
tü. İlkyazda birliğin vurma gücü artmış, eylem alanı
genişlemeye başlamıştı. Rudolf başlangıçta her türlü
eyleme katılıyordu - ama gitgide yalnızca hatınsayı
lır büyüklükte eylemleri seçmeye başladı. Sözgelimı
trenlerin uçurulması gibi. Birkaç mayıncısı vardı. Ma
yını yola döşüyor, kulaklan toprağa dayalı, çalılıklar
arasına gizleniyor, trenin heyecanlandırıcı nabız atış ·
!arını dinliyorlardı. En güzeli son dakikalardı. Ateşin,
dumanın ardından patlamanın yeri, göğü sarsan gürül
tüsünün beklenmesi. Bir keresinde tam anlamıyla or
talık cehenneme dönmüştü. Tren bomba yüklüydü.
Tepetaklak havalarda uçtular, yer, gök birbirine k"l
rıştı , ani bir fırtına kalpaklannı başlanndan söküp
Herdeki bataklığa serdi.
74
Almanların, şimdi gerçekten tam bir tehlike oluş ·
turduğu halde kendisine pek aldırış etmemelerıne ş�
şıyordu. Küçük birliklerini kentlere geri çekmiş, tren
lere birkaç kişilik keşif birlikleri yolluyor, yollarda
da küçük konvoylar halinde hareket ediyorlardı. Jose
fiak o korkunç başlangıcı aklından çıkarmamak zorun
daydı; her duygusunda acı bir gurur duyuruyordu ken
dini: Güçlüyüm, ve yalnızca güçtür işe yarayan, hele
Almanlar yalnızca bundan anlarlar. Kendilerine son
radan katılan tutsaklıktan kaçmış bir Rus: «Ayıyı in
ce bir değnekle döversen homurdanır, kalın bir sopay
75
seri yüzlerce suç işliyordu, ve onu hakettiği biçimde
cezalandıracak herhangi bir yol, herhangi bir güç yok
tu. Kızılkurşuni keçi sakalıyla bu kupkuru, gözleri çu
kura kaçmış moruğun yitireceği ne kalmıştı geriye?
Hiç bir işe yaramaz, rezil, köpekçe bir hayattan öteye?
Josefiak bulanık bulanık duyumsuyordu bütün
bunları. Göğsünü parçalarcasına zorlayan öfke, çite
doğru sürükledi onu, bir atılışta iki metrelik bir ka
lası söküp aldı, bir çığlık atıp havada iki koluyla sa
vurdu. Odun kesiciler gibi inledi. Beriki çep çakısı
gibi iki büklüm oldu. Tahta üçe bölündü. Josefiak
elinde kalan parçayı fırlatıp attı, bir tükürük koyve
rip yürüdü. Kuru kabuk yığınını samanlığın arkasın
da usulden gömdüler.
o
Almanlar cephelerde geriledikçe arkalarını emni
yete almak için geniş temizlik hareketlerine giriştiler.
Direnişçiler büyük güçlükler içinde haftalarca geri
çekilmek zorunda kaldılar. Bir yandan uçaklar kova
lıyor, bir yandan anayollarda tank saldırılarıyla kar
şılaşıyorlardı; dört bir yandan !>eçme bomba birlik
leri bastırıp duruyordu. Josefiak son anda demiryolu
setini adamlarıyla aşmaya çalışmış, ancak durdurul
muştu. Düşmanla üç gün süren umutsuz bir çatışma
ya girdi, adamlarının çoğu vuruldu, birçok yaralı kent
te kilise önünde ipe çekildi. Josefiak'ın kurtulması
bir tansıktı, o da gerçekleşti. Herhalde ilk firarının
deneyimi işine yaramıştı.
Sonbaharda yeniden bir birlik oluşturdu. Bu kez
ualay» diyordu birliğine. Öteki büyük askeri birlikler
le bağlantı kurmuş, cephane, talimat alıyor, cephede
tayin edici saldırıdan önce Almanların geri hatlarını
76
sarsmayı öngören büyük bir planın çerçevesi içinde
hareket ediyordu.
Uzun bir güzdü bu. Aralıkta hatta Ocakta da yu
muşak havalar sürüp gitti. Çıplak anız tarlaları, alçak
bulutlar, cıvık · yeşil çamlar. Akşamlan doğuda bir
yerlerde boğuk gümbürtüler... Josefiak'ın alayına dört
bir yandan katılmalar oluyordu. Halk bölgedeki Al
man egemenliğinin saatlerinin sayılı olduğunu sezmiş
ti. Josefiak gece yanlarına kadar başı elleri arasında
kulübesinde oturuyor, düşünüyordu. Geçmiş ayları sa
yıyordu. Ne günlerdi onlar. Savaş kurbanlarını, yakı
lan, yıkılan köyleri, geri çekilmeleri, sivrisinek ve kı
rağıyla o yaz gecelerini, bataklıktaki aç, susuz hafta
ları, baştan defedilemez, ulaşılamaz uçakları, bir ma
yının patlamasını beklerken duyduğu tuhaf, anlatılmaz
zevki, sabah alacasında nöbetçilere saldırılan, soğu
ğu ve pisliği, kendi ve daha da yoğun olarak birliği
nin güveni için duyduğu endişeyi, bir kez daha yaşı
yordu. Sonu mu gelmişti yoksa tüm yaşananların?
o
Josefiak'a Şubat başlarında ele geçirildikten bir
kaç gün sonra R. kentinde rastgeldim. Bulutlar yal
nızca yerden birkaç yüz metre yükseklikte, hava
puslu, bulanıktı. Kar evlerin üstlerini örtmüş, yollara,
caddelere yığılmıştı. Direnişçilerden geçilmiyordu
kent. Ormanlardan durmadan kızaklarla, atlarla, ki
mileyin yaya yeni yeni birlikler kopageliyordu. Yıllar
dır yoksun kaldıkları kent yaşantısının tadını çıkar
maya koşuyordu insanlar. Hayranlık uyandıran, resim
lere konu oluşturacak tiplerdi hepsi. Koyun postu pal
tolarına ya da ganimet asker kaputlanna sarılmış, ko
caman kalpaklı, keçe çizmeli insanlar. Donanımları-
77
nın en önemli öğesiyse silahlarıydı. Kılığı, kıyafeti ye
rinde olan herkesin boynunda bir makineli asılıydı;
aynca kemerine bir ya da çift tabanca sokulmuş, yet
miyormuş gibi kimisinin arka cebinde de bir üçüncü
silah görünüyordu. Sırtına bir tüfek asılı olanı da var
dı. Ama en değerli nesne elbombalanydı. Bu yuvarlak
«limonlardan» beşini, altısını tüfek kayışına bağlamış
olanlar vardı. Birisi koskoca bir tanksavar roket atı
cısı taşıyordu. Caddelerde pınl pınl şarapnel mermi
leri görülüyor, çocuklar tanklardan kopmuş çelik lev
haları yollarda sürüklüyor, pazaryerinde terkedilmiş
Alman toplarıyla oynuyorlardı. Duvarlarda kaçmış düş
manın üç dilde bildirileri asılıydı hala: «Bu andan
itibaren akıtılan her Alman kanının karşılığı idamla
katkat verilecektir. Eylem ve düşünceleriyle, Alman
halkının Avrupa'nın yazgısını değiştirme mücadelesini
engelleyen unsurlar hakettikleri cezaya çarptırılacak
lardır. Son terör olaylarına kısas olarak 18 Kasım
1 943'te ... kişi...»
Ansızın biri çarptı bana. Döndüm, arkamda ko
caman bir adam duruyordu; üstünde siyah bir kürk,
siyah bir kalpak, siyah çizmeler; büyük etli bir bu
run, açık.mavi gözler.
c Ben Rudolf'um» dedi. Şaşırmayışıma hayret et
miş gibiydi. cAdımdan sözedildiğini hiç duymadınız
sanının?» diye biraz şaşkın sordu.
Bir başka birliğin birlikte mücadele ettiği komu
tanına sürükledi beni. Özür dileyerek gülüyor, kendi
evinin henüz hazır olmadığını söylüyordu. Adam
hastaydı ve kendini iyi hissetmediği apaçık bel
li olan eşiyle birlikte yatakta yatıyordu. Gene de
içten karşılandık. Evin beyi yatağın altından için·
de yakıcı san bir su bulunan bir şişe çıkardı. An-
78
tılmamış ispirto. İ lk yudumun ardından sesim hemen
ısınıp cırtlaklaşmıştı. Josefiak oturup yukarıda yaz
dıklarımı anlattı. Sonra kalkıp kapıya doğru sallana
sallana yürüdük. Büyükçe, terkedilmiş bir binada be
nimle birlikte etkileyici bir kazak dansına başladı Jo
sefiak. Tahtakurulannın insafsız saldırısına uğramış,
üniformasının altından iki eliyle hanlhanl kaşınan,
alayın doktoru, Rudolf'un yerde uzun dönüşler ve sıç
rayışlarla ecza dolabına yaklaşışını, önüne gelen şişe
yi kapıp vargücüyle duvarlara çalışını gülümseyerek
izliyordu. Ardından belindeki tabancaya asıldı Jose
fiak, tavana sekiz el ateş etti. Bunun üzerine üstüne
çullanıp zorla uykuya yatırdılar onu.
Sonra Turia, Wladziemierz ve Kavel savaşları gel
di. Virdün'ün öte kıyısına paraşütlerle indiler. Kutsal
haç dağlarında kanlı çarpışmalara katıldılar -sonra
gene cepheyle birleştiler- gene o sevinç - hani o
ani sersemliğin ardından beliren hırsın içinde öylece
ortaya çıkan sevinç. Öyle ya, insan bedavadan kahra
man olmaz, kahramanlık, yitirilen ruh dinginliğiyle
ödenir. Sıradan bir insan da kahraman olabilir. Ama
acaba her kahraman gene sıradan bir insan olabiliı
mi? Kim bilir?
7'>