Professional Documents
Culture Documents
James Joyce
1
para kavgası tarifsiz bir usanç kaynağıydı şimdi. O her zaman bütün kazandığını -
yedi şilin- veriyordu. Harry de gönderebildiği kadarını gönderiyordu, ama
babasından para almak bir dertti. Babası onun parayı çarçur ettiğini söylüyordu,
kafasız olduğunu, alnının teriyle güç bela kazandığı parayı sokağa atsın diye ona
veremeyeceğini söylüyordu ve daha neler neler söylüyordu, çünkü cumartesi
geceleri büsbütün kötü oluyordu. Sonunda parayı verir, pazar yemeğini hazırlamaya
niyeti olup olmadığını sorardı. O zaman bir acele dışarı fırlayıp alışverişini
tamamlaması gerekirdi; siyah deri cüzdanı sımsıkı elinde itiş kakış kalabalıklardan
geçer, geç vakit bir yığın yükle eve dönerdi. Evi çekip çevirmek, kendi sorumluluğu
altında kalan iki küçük çocuğun okullarına düzenli gidip yemeklerini düzenli
yemelerini sağlamak için çok çalışması gerekiyordu. İşi zordu -hayatı zordu- ama
şimdi tam da bırakıp gitmek üzereyken o kadar da istenmeyecek bir hayat değil gibi
geldi.
Frank’le bir başka hayatı keşfe çıkacaktı. İyi yürekliydi Frank, mertti, açıktı.
Geceleyin onunla vapura binecek, evlenecek, sahip olduğu evde onunla yaşamak
üzere Buenos Aires’e gidecekti. Onu ilk gördüğü günü o kadar iyi hatırlıyordu ki;
ana caddede, ara sıra misafirliğe gittiği bir evde kalıyordu. Sanki bir iki hafta önce
gibi. Bahçe kapısının yanında durmuştu, siperli kasketi geri kaymış, saçı tunçlaşmış
yüzüne doğru dökülmüş. Sonra tanışmışlardı. Her akşam Mağazanın kapısında
bekler, eve birlikte yürürlerdi. Bohem Kıza götürmüştü de, tiyatronun alışık
olmadığı bir bölümünde onunla yan yana otururken göklerde uçuyor gibi olmuştu.
Müzik seviyor, biraz şarkı da söyleyebiliyordu. Flört ettikleri biliniyordu; ne zaman
denizciye âşık olan kızın türküsünü söylese, pek hoş bir utangaçlıkla ne yapacağını
şaşırıyordu. Poppens diyordu ona, şakadan. İlkin bir erkeği olmak bir heyecandı
sadece, ama sonraları ondan hoşlanmaya başladı. Uzak ülkelerden öyküler
anlatıyordu. Kanada’ya gidip gelen Allan şirketinde bir gemide, ayda bir sterline
çalışan bir miço olarak başlamıştı işe. Çalıştığı gemilerin adlarını, değişik şirketlerin
adlarını söylüyordu ona. Macellan Boğazı’ndan geçmişti, korkunç Patagonyalıların
hikâyelerini anlatıyordu. Buenos Aires’te dört ayağı üstüne düşmüştü, anlattığına
göre, eski memleketine de şöyle bir tatil yapmak için dönmüştü. Tabii babası
durumu öğrendi, kızma da onunla buluşmayı yasakladı.
“Bilirim ben bu denizcileri,” diyordu.
Bir gün Frank’le de kavga etti, onun için artık sevgilisiyle gizli gizli
buluşuyordu.
Dışarıda akşam koyuluyordu. Kucağındaki iki mektubun beyazı belirsizleşti.
Birini Harry’ye yazmıştı; öbürünü de babasına. Ernest’ti en sevdiği, ama Harry’yi de
severdi. Babası yaşlanıyordu son zamanlarda, farkındaydı; özleyecekti kızını,
gidince. Bazen çok iyi de olabilirdi. Bu yakınlarda, hastalanıp bir gün yatmak
zorunda kaldığında, ona bir hortlak hikâyesi okumuş, ateşin üstünde ekmek
kızartmıştı. Bir başka gün de, anneleri daha sağken, hep birlikte Hovvth tepesinde
pikniğe gitmişlerdi. Babasının annelerinin bonesini giyip çocukları güldürdüğünü
hatırladı.
Zaman yaklaşıyordu ama o hâlâ oturuyordu pencerenin yanında, başı
pencerenin perdesine dayalı, burnunda tozlu kretonun kokusu. Caddenin ilerisinden
laterna sesi geldi. Ezgiyi tanıyordu. Ne tuhaf tam da bu gece bunun çalması, evi
2
elinden geldiği sürece ayakta tutmak için annesine verdiği sözü hatırlatması.
Annesinin hastalığının son gecesi geldi aklına;
gene holün öbür tarafındaki basık, karanlık odadaydı ve sokaktan o melankolik
İtalyan havası işitiliyordu. Laternacıya yarım şilin verip başka yere gitmesini
söylemişlerdi. Babası homurdanarak, sinirli sinirli dönmüştü hasta odasına.
“Pis İtalyanlar! Ne işleri var burada!” diyerek.
Annesinin acınası hayatının görüntüsü o dalgınlık anında varlığının can
damarına bastırdı büyüsünü -delilikte son bulan o sıradan fedakârlıklar zinciri.
Yeniden titredi annesinin aptalca bir ısrarla “Deravaun Seraun! Derevaun Seraun!”
diye tekrarlayan sesini işitir gibi olunca.
Ansızın dehşet içinde ayağa fırladı. Kaçmalı! Kaçmalıydı! Frank kurtarırdı
onu. Hayat verirdi ona, belki sevgi de. Ama yaşamak istiyordu. Niçin mutsuz olmalı;
mutlu olmak onun da hakkıydı. Frank onu kollarına alırdı, göğsüne yaslardı. Onu
kurtarırdı.
Kuzey duvarındaki istasyonda sağa sola salman kalabalığın içinde durmuştu.
Frank elini tutmuştu ve gemiye binmekle ilgili bir şeyi tekrar tekrar ona söyleyip
durduğunun farkındaydı. İstasyon haki sırt çantalı askerlerle doluydu. Barakaların
geniş kapılarından geminin kara gövdesi seçiliyordu, rıhtıma yanaşmış, ışıklı
yuvarlak pencereleriyle. Hiçbir şeye cevap vermiyordu. Yanağını solgun ve soğuk
hissediyor ve endişelerinin girdabında Tanrı’nın ona yol göstermesi, ödevinin ne
olduğunu bildirmesi için dua ediyordu. Gemi sisin içine doğru uzun yaslı bir düdük
öttürdü. Gidecekse, yarın Frank’le deniz üstünde olacaktı, Buenos Aires yolunda.
Biletlerini almışlardı. Frank’in kendisi için bu yaptıklarından sonra geri dönebilir
miydi? Üzüntüsünden içi bulanmaya başladı; dudakları sessiz ateşli bir duayla kıpır
kıpırdı.
Bir çan çaldı yüreğinin üstünde. Elini kavradığını duydu:
“Gel!”
Dünyanın bütün denizleri yüreğini kuşattı. Frank o dalgaların içine çekiyordu
onu: boğacaktı. İki eliyle demir parmaklığa sarıldı.
“Gel!”
Hayır! Hayır! Hayır! Olamazdı. Elleri deli gibi tutundu demirlere. Denizler
içine bir acı çığlığı saldı.
“Eveline! Ewy!”
Frank geçti turnikeyi, gelmesi için ona seslendi. Herkes de ona yürüsün diye
bağırıyordu, ama o hâlâ Eveline’i çağırıyordu. Bembeyaz yüzünü çevirdi ona,
edilgin, çaresiz bir hayvan gibi. Gözlerinde ne bir sevgi vardı ne bir veda ne de bir
tanışıklık.
Kaynak:
Joyce, James (2012). Dublinliler. (11. Baskı) (Çev. Murat Belge) İstanbul: İletişim
Yayınları.