Professional Documents
Culture Documents
İHSAN OKTAY ANAR 1960 doğumlu. Lisans, master ve doktora eğitimini Ege Üni
versitesi Felsefe Bölümü'nde yaptı. Halen aynı okulda öğretim üyesi. Yayımlanmış
üç kitabı var: Puslu Kıtalar Atlası (1995), Kitab-ül Hiyel (1996), Efrılsiyab'ın
Hilıayeleri (1998).
lletişim Yayınları
Klodfarer Cad. lletişim Han No. 7 Cağaloğlu 34400 İstanbul
Tel: 212.516 22 60-61-62 • Fax: 212.516 12 58
e-mail: iletisim@iletisim.com.tr • web: www.iletisim.com.tr
IHSAN OKTAY ANAR
Puslu Kıtalar
Atlası
1 (l t ş i m
N. Y. için
(Novae Fulguri)
Mutlu yazar, azdır. Belki de yoktur. Ama mutlu okur vardır. O mutlu
okurlardan birisi olduğumu duyumsarım zaman zaman. "Don Quijo
te"yi okumak, yeniden okumak, kimi mutlu kılmaz? "Bugün neye
inandığı" sorulunca, Milan Kundera "Cervantes'e" mi demişti, "Don
Quijote'ye" mi demişti?
Kemal Tahir'in çalışma masasında bir Faulkner görünce heyecan
lanmıştım.
Şimdi bir gıdım Alm·ancam varsa, "Şato"nun, "Amerika"nın, "Gün
lükler"in Türkçeye bir hayli geç çevrilmesinden ötürüdür. İki gıdım İngi
lizcem ise, Faulkner gölgesiyle, Woolf gölgesiyle, Joyce korkusuyla da.
Günün birinde İhsan Oktay Anar'ı tanıdım. Önce "Tamu"yu, sonra
"Puslu Kıtalar Atlası" ile "Kitab-ül Hiyel"i okudum. Dosya olarak.
"Puslu Kıtalar Atlası" üzerine yazmadan önce, romanın bilgisayar
çıktısını yeniden okudum. Kimbilir kaçıncı kez aynı duyguyu yaşıyor
dum: Metnin elyazısıyla başka, daktiloyla başka, düzelti aşamasında
başka, kitaplaştığında yine başka, hatta bambaşka duruş/arım,
Anar'ın kitabını benim bir kitabımmış gibi izledim, algıladım. Roman
gittikçe haberleşiyordu.
Anar,· önceleri bir "içerikçi yazar" gibi göründü bana. Yeni bir dil
getirmek istemez gibiydi. Sonraları, tarihlerden yeni tarihler, ülkeler
den yeni ülkeler, kentlerden yeni kentler, kişilerden de yeni kişiler üre-
9
ten bir "ravi-yi ahbar"ın özdili niçin böyle olmasın diye düşündüm.
"Ve sonsuz sayıda kitaptan da bir tek kitap üretmek" diye ekledim.
Bir "falname"de, erkek çocuğun eline mürekkep damlatılarak bakı
lan bir fal türüyle karşılaşmıştım. Kafamda yazılmayı bekleyen bir hika
yeye cuk oturmuştu. Yazdım. "Hikaye Sehpanın Üzerinde."
Sonra, çok benzeri bir hikayeyi Borges'te gördüm. Benim hikayeyi
yırtıp attım. Onu bir daha anımsamamalı, anmamalıydım.
Edebiyat tarihince, kimbilir kaç yazar, bilerek ya da bilmeden. Bor
ges yordamıyla yazmıştır.
Yazmıştır da, "öyle" yazma yordamını imzalayan, Borges oldu.
Anar'ın romanlarını okuyunca, onun kaç bin tarih yapıtı okuduğu
nu pek merak ettim. Bu merak, tarihsel bilgi ve sezgiler'i bitiştiren,
bağdaştıran, yeniden üreten romancı Anar ha rd nı merakla noktalan
dı. Artık öncesini hiç sormuyordum. Anar, özel yordamına imzayı bas
mıştı.
Bir okur olarak mutluydum.
Önümde yeni kişilerin yaşadığı yeni ülkeler açılıyordu.
Ve bir gıdımlık tarih okuyorsam, o alandaki okumalarımı yeni bir
keyifle, hatta yeni bir bakışla sürdüreceksem, bu da Anar'ın bana ver
diğidir.
Eklemeli: Tarihsel romanlar mıdır Anar'ın yapıtları? Hayır, romanlar
dır. Tarihsel olan'dan yeni bir roman çıkarmak, romanı da yeniden ta
rihselleştirmektir ama.
Romana böyle genç bir yaşta üç baba yapıtla buyurup gelen İhsan
Oktay Anar'a selam olsun.
HULKİ AKTUNÇ
10
Kostantiniye'de
Birkaç Kişi
Ulema, cühela ve ehli dubara; e h l i namus, ehl i i şret ve er
bab-ı l ivata rivayet ve i lan, h i kaye t ve b eyan e tmişlerd i r k i
kun-ı Kainattan 7079 y ı l , lsa Mesih'ten 1681 v e H i c retten
dahi 1092 y ı l son :a , ad ına Kosta n t i n iy e d e r l e r tar rakası
meşhur b i r kent vardı. Ceneviz taifes i n i n b uraya ilk gel e n
gem ilerine karanl ı kta uçan b i r a k martının y o l gösterdiği ,
ancak salimen karaya vas ı l o l d u k tan sonra dümenc i l e r i ola
cak Pundus nam kafirin bu martıy ı Mes i h addederek yuva
sın ı arayıp buld uğu ve i t i ka tlarınca lsa'nın etini yemek sün
n e t o ld uğundan kuşu k ızart ı p yediği r ivay e t o l u rdu. Eski
ler, b u martının yuvasının b u l u nduğu yere Ceneviz kavmı
nm y üksek b i r kul .e diktiğini r i vayet etmi ş lerdir ki, sonrala
rı Ga lata Kul es i d iye n a m salmış bu h eybetli yap ı n ı n tepe
s i nd e , yalı adamları nı n dürb ü n l e , y iğ i t l e r i n ise çıplak göz l e ,
Bursa ke n t i ni n u l u dağını seçti kl er i s ö y lenege l m iş t i r. N e
var k i b u şayi anın, ziyaret ç i lerden bahşiş koparmak heve
siyle kuledeki yangın gözcüleri tarafından o k u n a n bir kurt
13
masalı o lduğu da ağızdan ağıza dolaşmıştı bir zamanlar. Be
her yangın için, eğer vaktinde tespit edebilirlerse yirmi ak
çe ikramiye, edemezlerse yangın sönene kadar saat başı yir
mi değnek ceza alan bu adamlara hazine-i humayfından on
a kçe helal yevmiye veril irdi.
Mahalle bekçilerinin külhanlara sığınmak zorunda kaldı
ğ ı soğuk bir kış gecesi , Galata Kulesi'ndeki yangın gözcüsü
hasırlar üzerinde yatan arkadaşını elindeki Frenk d ü rbü
nüyle dürtmeye başladı ve Arap l hsan'ı n kadı rgasının Ha
liç'e girdiğini sanki büyük bir sır veriyormuş gibi adamın
kulağına fısıldadı . A n c a k derin uykusu ndan uyanır gibi
o lan arkadaşı bu habere pek iltifat e tmemişti: Bir gözü açı k ,
d iğer i y u m u luydu; b i riyle h a l a rüya g ö r ü r k e n d iğeriyle
kendisini u yandıran adama bakıyor, uyku sersemi haliyle
hangi gözünün gerçeği gördüğüne fazla aldırmıyo rdu. Bat
taniyesine sarınıp öte yan ına döndü ama sidik zoruyla aleti
sertleştiği içi n dalmakta zorluk çekti. Gözlerinden uyku ak
tığı halde doğruldu. D uvarın yanında uçkurunu çözerken
bir yandan da Hahç'e, Azapkapısı önünde seyreden kadırga
siluetine baktı . Forsalara tempo verip tekneni n hızını tayin
eden davul sesi bel l i belirsiz duyuluyord u . Görünüşünden
o nu n , Arap l hsan'ı n kadı rgası olup olmadığını ç ıkarmak
mümkün değildi . Fakat gözcü yine de fikrinde ısrar ediyor
d u : Yüzünü, kendisine inanmayan arkadaşının yüzüne yak
laştırarak alt göz kapağını parmağıyla aşağı çek i p meyda n
oku rcasına o n a , b u gözün yedinci kad i rdeki y ıldızları b i le
gördüğünü, üstelik Kostantiniye'nin muhtemel yangı nlarını
gözetlemek bahanesiyle aslında onun ken te nazarın ı değdi
rerek ahşap malzemeleri tutuştu rduğun u düşünen asesbaşı
tarafı ndan görevden alınmak tehlikesine; bu yüzden maruz
kaldığı n ı söyledi. Ama ada m , gözcünün kendi gördüğün
den daha fazlası n ı görmediğine e m i n d i . Eğer bu kad ırga
gerçekt e n o malu m tekneyse, Arap lhsan'ın Karaköy önün-
14
den geçerken savurmayı adet edindiği, gümrü kçübaşının
erkekliğine yönelik küfürler kuleden işitilmemiş olamazdı.
Bu sı tma görmemiş ses muhakkak k i Haliç' i n karşı kıyısın
dan da rahatlıkla işiti lebilird i . Belli ki gözcünün asıl amacı ,
kendisini iddiaya kışkırtmak v e kesesindeki çil altınları b u
kalleşçe bahiste almaktı.
Kadlrga tersane iskelesine yaklaşmak üzerey d i ki, o mu r
gas ı d ibe değdi. Ejderha başlı bir kolomborne topundan fır
layan güllenin sancak tarafında açtığı deli k ten dolan su tek
neyi ağırlaştırmış ve su kesimini yükse l tm işti. Fakat onun
ağırlığım arttı ran bir i kinci sebep ise, kah bir filinta, kah b i r
arkebüz namlusundan fırlayıp bordasının hemen h e r tarafı
na isabet etmiş sayısız k u rş u n d u . Aynca gem i , güçlükle
söndürü lmüşe benzeyen b irkaç yangın izi d e taşıyo rdu.
Tersaneden gelen esi rlerin kadı rgayı halatlarla omurgası
üzerinde sürüyüp iskeleye çekmeleri o ld ukça zaman aldı.
Çingene demirciler pra ngaların perçinlerini k ırıp forsaları
çözmeye başladıkları zaman, omuzlarında ganimet sandı k
larıyla gemiden atlayan leventler karaya ayak basar basmaz
toprağı öpüyorlardı . Bununla birlikte toprağı en cam gönül
den öpen levent ; ellisine merdiven dayamış o muhteşem
külhaniydi. Gel gör ki Samatya'da ç ı kan yangı n ı n oradaki
meyhaneleri de silip süpürdüğünü Malta'da öğrend iğinden
bu yana Koca mustafapaşalı A rap l hsan'm yüreği sızlamıyor
da değildi . Çünkü geride sadece Fener ve Galata meyhane
leri kalıyordu. Gece yatacak çok sayıda külhan olmasına
rağmen hemen hemen her b ıçkınla kavgal ı o lduğu için ya
re nlik faslı Fener'de işlemezdi. Galata'da ise hem yatacak
kül han yoktu , hem de Gülletopuk nam kalyoncuyla ç ıngar
çıka rma tehlikesi vard ı . Ama bu , yine de kafada büyü tüle
cek mesel e değildi: Galata'da yeğeninin yanı nda kalır, Gül
letopuğa geli nce, birkaç kavgadan sonra eğer hala ölmediy
seler, adamla er ya da geç barışırlardı.
15
Arap l hsan, p rangalarla uğraşan çingenelerin kızgm per
çinleri soğuttukları su kovası önünde d u rdu ve kırmızı ba
retasın ı çıkarıp aylardan beri ilk kez tatlı suyla elini yüzünü
yı kamaya başladı . Kazıttığı kafasında bıraktığı b i r tutam sa
çı büküp suyunu sıktıktan sonra gömleğini çıkarıp k u ru
landı. Cenk yaralarıyla dolu göğsü pösteki gibi kıllıydı ve
i man tahtasının üzerindeki kıllara ren k ren k cam boncuk
larla b irkaç inci özenle d ü ğü mlenmişti . Yüzü nü kurular
ken, aşağıya sarkıp gözlerin i neredeyse örten gür kaşlarım
parmağıyla sıvazlayıp d üzeltti. Buru n deliklerinden fışkıran
iki kara yatağan m isal i palabıyıklannı burdu ve cenk anın
da has m ı n ı olduğu yere mıhlayan o kımıltılı parıltılar göz
bebeklerine yerleşti. Kuşağında, gümüşle işlen miş ayeti ke
rimelerin parıldadığı murassa yatağan taşıyan bu adam , en
şiddetli soğuklarda bile yalınayak dolaşıp baldırlarını açıkta
bırakan diz çakşırıyla Kostantiniye'nin yedi meydanında ve
yetmiş iki külhanı nda topuk gösterird i. Sol kolundaki pa
zubentte o nu arkebüz ku rşununa, Tatar o ku na, Rum a teşi
ne, Ven ed i k h umbarasm a , fi tneci naza rına , kara ve sarı
hummaya, aç ık deniz canavarlarına ve diş ağrısına karş ı ko
ruyacak sihirler vard ı. Sert pazularından birine "ah m ine
laşk" ve d i ğerine de, " ve mine lgaraib" ibarelerini dövdür
müş tü. N e var ki y i rm i gün ö n ce Magrip'e yaptıkları bir
bask ında ald ığı bir esir, onun bu heybetine gö lge düşürür
gibi olmuştu. Bu esi r taş çatlasa yed i yaş ı n da gösteren sün
netsiz b i r oğlandı ve yemin billah ederek adının Alibaz ol
d uğunu söyl üyord u . Mal t a açıklarında b i r Ve ned ik fırkatey
nine rastlayıp kad ırgan ın topunu hazırlamaya girişti klerin
de, nişan almayı olanaksız kılacak bi r şeki lde top kundağını
bozan b u ç o c u ktu . Tokad ı patlatıp, çaresiz kaçmaya başla
yarak talih eseri bas tıran b i r sisin içine gird iklerinde, z ı rla
masını kesmeyip yerlerin i Vened ikli lere belli eden yi ne oy
du. Kovalamaca süre rken bucurgatın manivelasıyla oynayıp
16
d e m i ri mayna eden d e , kurtu ld u k l a r ı nda ise kaptan köş
k ünde yangın ç ı karan ve forsalara tempo verdikleri d avulu
patlatan d a yi ne bu haşarattı. Ona gözdağı vermek i ç i n b i r
yanda n bıçaklarını b i leğileyerek, d e r is i n i yüzüp dav u l u ya
mamakla korkutmuş lard ı . O ise "vallah i blll ahi" sözleri n i
ağz ı n d a n düşürmede n haşarılı k yapmayacağına söz verme
sine rağmen vaad i n i ancak gü n ba tımına kadar tu tab il mi ş ti .
17
d ırmıştı k i , Alibaz'm e n tarisinin i ç i n den yerl e re Venedik
dükalan, İspanyol kuruşları, esedi a l tı nlar, zolo ta ve man
gırlar dökülmeye başlad ı . Gemidek i ganimetin her sayışta
neden eksik çıktığı da böylece anlaşılmış o ldu.
Sabah ezanın ı okumaya hazırlanan m üezzinler ellerin i
kulaklarına gö türmeye başladı klarında , A rap Ihsan surlarla
çevrili Galata'nın tersaneye açılan Azapkapısı önüne geld i .
Ganimet sandığı omuzunda, eli i s e Alibaz'ın kulağındaydı .
Ö nceki gün yağan yağmurdan çamu r deryasına dönmüş so
kaklarda i lerl e d i ler. lç Azap kap ısı n ı geç t i kleri nde sabah
ezanları o kunmaya başlamıştı. Arap Cami i yolundan çıkıp,
yerçe kimine meydan o kuyacak kada r eğri büğr ü , ç e kü l
doğrul tusunu çoktan terketmiş ahşap evlerin arası ndaki yı
lankavi sokaklara dald ılar. Balçığa bata çıka ilerlerken fare
ve köpek leşlerin e , sivri kemikli at kafataslarına basmama
ya d ikkat ediyo rlard ı . Alibaz hayatında i lk kez geldiği bu
ken ti hayretle i nceliyordu . Sokağın birine saptıklarmda , üs
tünde gecelik e ntarisi, baş ında takke ve elinde ibrikle bü
yük ap tesini yapmak için evinden çıkan yaşl ı b ir a d a m ı n
o n lara ters ters bakıp kenefe girdiğini gördü. Biraz uzaklaş
tıktan son ra yerden ağır bir taş alıp ken e fe var gücüyle fı rla
tarak tahta duvarı bangırdattı. Fakat bu davran ışı kulağın ı n
adamakıllı bükülmesine n e d e n o l d u . Sonunda Kürkçü ka
pısına yakın bir yerde, Yelkenciler hanına b i tişik, iki katlı
ahşap b ir evin ö nüne geldiler. Arap Ihsan kapıyı açılana ka
dar yumrukladı.
18
tağanları ve kılınçları paslıydı. Bünyamin so n günlerde sık
sık gördüğü bu düşte n, sokak kapısından gelen gürültülerle
uyandı. B irisi ısrarla kapıy ı çalıyordu. Fakat hemen yanıba
şındaki yatakta yatan babasının uyanacağı yoktu . Bu adam
birtakım nazari meseleleri çözmek için önceki geceden rü
yaya yatmı ş t ı . Esmer tenli babasına hiç benzemeyen bu
kumral b ıyıklı ve iri gözlü deli kanl ı , ne olur ne olmaz d iye
şiltenin altındaki yatağa n ı alıp merdiveni indi. Kapı hala ıs
rarla yumruklanıyordu. B ü nya m i n "Kim o ! " d iye bağırd ı .
Ama d ışarıdaki adam yumru klamaktan vazgeçip kapıyı bu
kez tekmelemeye başladı k i , bu da ancak b i r tek kişinin
özelliği olabilird i . Kapıyı açtığında, karşısında büyük dayı
sını gördü.
Arap Ihsa n delikanl ı n ı n elindeki yatağana bakıp, " N e o
Bünyamin" ded i , " E l indekiyle büyük dayını mı doğrayacak
sın? llle de birini doğrayacaksan al bu veledi boğazla, ben i
tam üç yüz esedi altın dan etti. Ama d ikkat et, K ı p tıdir".
Kulağından tuttuğu Al ibaz'ı delikanlıya doğru i t t i . Bün
ya min afallam ış , Alibaz ise hayatın da belki de ilk kez kork
muştu. Herhalde kendisini gerçekten kesmek istediklerini
sa nıyord u . Fak a t yatağanını bıraka n delikanlının Ara p l h
san'ın elini öptüğü nü görü nce i ç i ferahlayıverdi . Tam b u sı
rada merdivenlerden yukarı doğru seği rten uz u n kuyruklu
maymunu görü n c e m e ra k ı kab a rd ı . Peşi nd e n m e rd iven e
doğru atılacaktı ki , o mengene g ib i e l yine ku lağına yap ıştı.
Arap I hsan Bünya m i n' e , "Baba nı uya n d ı r m a " d iy o r d u ,
"Sonra ç ı k ı p o miskine bakacağız. Ö n c e bir leğen get i r de
ayak larım ız ı yıkayal ı m " .
Al ibaz , Arap lhsan'ı n ayaklarını yıkarken i nadına serçe
parmağındaki n asıra bastı rıyord u . Sonunda tabanı kösele
kadar sert, adeta zırhl ı, orta parmağı u z u nca bir ç ift ayak
meydana çıktı. Yaptıkları onca gürültüye rağmen yukarıda
ki adam hala uyanmış değildi . Delikanlı mutfakta kahval tı
19
hazırlarken Arap lhsan tahta basamakları gıcı rda gıc ı rdata
yukarı çıktı ve bell i belirsiz b i r horultunun duyulduğu oda
ya girdi: Hem yatmak hem de çal ışmak i ç i n kullanılan kar
makarışık bir yerd i burası. Bu d üzensiz oda türlü türl ü eş
ya lar, u s turlab , rubu tahtaları , kıb l e n u m a , aynal ı kerteriz
c i ns i nden gökb i l im ve denizc i l ik aletleri, mercekler, n e işe
yarad ığı meçhul renkl i cam l a r, sarkaçlı ve zembere k l i saat
lerl e doluydu . D uvarlardaki raflarda kurtla rın kemire kem i
r e b i t i remediği elyaz malan , parşömenler ve harita rulo ları
vard ı . Pencere ö nü ndeki tezgahta i se boy boy ve cins c i n s
perge ller, renk ren k mürekkepler, kalemler, fırçal a r v e kara
lanmış kağıtlar görünüyordu . Bu keşmekeşi n arasında bir
yerde, ş il teni n üzerinde, yorganım g ır t lağı na kadar çekm iş
b i r adam kimbil i r kaçıncı uykusunu uyuyo rd u . Çekik göz
lü, çıkık elmacık kemikli ve seyrek bıyı k l ı bir zat olan bu
adam Bünyami n'i n babasıyd ı. l sm i dayısının kiyl e ayn ıyd ı :
Uzun boyu n dan ötürü o na U z un l hsan Efendi derlerdi . De
rin uykun u n bir bel i rtis i olarak iyice açılmış ağzından sızan
salya, başını koyduğu yastığı adamakıl l ı ıslatmışt ı . Arap l h
s a n yeğenine u z u n uzu n baktı: Yumuşacı k kuştüyü döşek
lerde yatan bu adam sözümona Frenk kaş i fleri ne öze n ip b i r
rnapamu n d i , Kaftan Kafa b i r d ünya haritası yap ma sevdası
na ka pılmışt ı . N e var ki bu misk i n yeğen , değil d ü nyan ın
hari tasını yapmak , d ü nyan ı n o n da b i ri n i b i le dolaşacak tıy
nette b i ri olamazd ı. O yum uşacık el leriyle bir halata ası la
maz , gemide ver i l e n kur t l u etleri ve k ü fl ü peks i m etleri yi
ye mez, narin ten i yakıcı güneşe ve tuzlu s uya asla dayana
mazdı. Arap I hsan be l ki de yanıl ıyoru mdur d iyere k uyuyan
yeğe n in i n yorgan üzerindeki e l i n e parmağıyla bas t ırdı. Ha
yır, yanı lmıyordu. Adamın teni yu muşac ıktı. Rüzgarın şişi r
diği bir flok yelkenin halatını germeye kal ksa, bu el kan re
van iç inde kal ı rd ı . Ez kaza denize açıldığında i se yeğeni n i n
Marmara'dan ç ı ka mayacağı kes i nd i . Çünkü korsan sald ırısı
20
karşısında elleri ayaklan b irbirine dolaşır, asla c e n k ede
mezdi . Üstelik korku tucu bir görünüşü de yoktu . U tanma
dan bıraktığı sakalında güve yeniği gibi boşluklar vardı .
Bü nyamin koltuğunu n a ltında b i r ekmek v e elinde b i r ça
nak yoğurtla y u karı geldi. Alibaz'ın elinde ise b i r bal çanağı
vard ı . D e l ikanlı büyük dayıs ı n ı n babasıyla ko n uş tuğu n u
görün c e b u n u b i r yorg u n l u k b e l i rtisi o la ra k yoru m l a d ı .
Arap l hsan b i r yandan horlayıp bir yandan da salyaların ı
akıtan yeğenine şun ları söylüyo rdu:
"Ey kör ! Aç göz ü n ü de düşlerden uyan. S imurg'u göre
mes e n d e bari küçük bir serçeyi gör. Kaf Dağına varamasan
bile hiç olmazsa evinden ç ıkıp kırlara açıl ; böcekleri, k uşla
rı, çiçekleri ve tepe leri seyre t. B ı ra k d ü nyanı n haritas ı n ı
yapmayı ! Daha hayattayken b i r taşı b i r taş ı n üst ü n e k o y.
Gülleri ve bül b ü lleri göremeyip gün boyu evinde o tu ran
adam D ünyanın kendis i n i hiç görebi l i r m i ? "
21
b ir maceraya atılıyord u . Kumral b ıy ıkları ve ö l çülü yüz hat
l arıyla her zamanki kadar yakışıklıydı . D erken d üşü bir sis
kapladı: Gerek kendisi, gerek Arap I hsan, gerekse d iğerleri
bu karanlık sisin içinde yitip giderlerken, Bünyamin kararlı
adımlarla i lerliyor ve ışığa doğru yaklaşıyord u . Zehirli bir
y ılan kadar uzun maceranın bitiminde, e ngereğin renkleri
n i tek tek tanıdıktan sonra yılanın kafasını eziyor v e b i r
masal kahramanı oluyordu. O karanlık sisin i ç i ndeki yüz
lerce v e binlerce kör, yılan ö lü r ölmez kahramanın ç evresini
sarıp o nu n sırtın ı sıvazl ıyor, elleri n i öpere k dertlerine der
man bulması n ı istirham ediyorlardı.
U zun I hsan Efendi düşünde dayısının kendisine bir şey
ler söylediğini işitti . Ona cevap verm e k , kör o l du ğu içi n
düşten başka bir şey göremediğini anlatmak istedi . Ama b ir
güç, konuşmasına engel o luyor, dili ağz ında dönmüyordu.
Fakat z ihninden geçenler belliydi.
Bünyami n , babasının yatağında kıvrana kıvrana sayıkla
dığını farkettiğinde o nu hemen uyandırdı. Arap Ihsan yeğe
nine, eğer faz la yiyip i ç ip rahat döşeklerde çeleb i uykusu
uyursa, işte böyle kabuslar göre c eğin i söylerke n , Alibaz ,
uyanan adama hayretle bakıyordu. Çünkü üç yaşına kadar
afyon ruhuyla sızdırı lan bu zavallı yavrucakta uykusuzluk
i lleti vardı ve yıllardır gözüne bir damla uyku girmiş değil
d i . Şimd i artık p e k e m i n olmasa b i l e , esneyen v e yatakl arın
da horlayan i nsanların b i r tür oyun oynadıklarını elinde o l
madan düşü nüyordu . Oysa gece boyunca daracık b i r dö
şekte göz ünü kırpmadan uzanmak tarife gelmeye c e k kadar
sıkıcıydı. Ne var ki sabah olup da gece görü ldüğü söylenen
düşl e r a nl a t ılmaya baş landığında sohbetin tadına doyum
o lmaz dı. Kendis ine, uyuyan insanların ruhunu n bedenden
çıkıp uzak d i yarlara gittiğ i , o rada i lgin ç v e tuhaf kişiler,
h a yv anlar ve oyu ncaklarla karşılaştığı anlatıldığında uyu
y anların aslında palavra sıktığından şüphelenmeye başla-
22
m ı ş , ama b o z u n tuya vermemişti . U y k u n a s ı l b i r şeydi?
Hepsinden ö nemlisi rüya diye bir şey gerçekten var m ıydı
ve insanlar onu sahiden görebiliyorlar mıydı? Çok eğlencel i
o lduğu kesindi. Fakat o , rüya görebilmek için uyumak zo
runda olduğunu da biliyor ve her gece yats ı ezanından he
men sonra er ya da geç günün birinde u yuyacağı u muduyla
yatağına y o ll a nıyord u . Onun d ünyasına aşina olmayanlar,
rüya göre mediği için üzülen bu oyunbaz çocuğu n asl ında
alacalı düşler kadar renkli bir alemde yaşadığını nereden bi
lebilirlerdi?
il
23
rüst yazı yazamadığını görünce Kubel ik' i n katiplik görevine
so n verdi. Bu eski katip, artık elçilik binas ı n ı n temizli ği n
d e n sorumluydu. Fakat y e n i görevini d e i h mal edip fı rsat
_bu ldukça Galata meyhanelerine kaçamak yapmas ı ba lyosu n
sabrını taş ı rd ı . Kubelik işinde n kovuldu ve kendisine Vene
d i k'e gitmesi için tam o tuz duka yolluk verildi. Fakat o, ge
m iye b in m e d e n ö n ce r ıh t ımdaki m e y h a n e le rd e n biri n d e
az ı c ı k demlenmeye karar verince olan o l d u . M eyhaned e n
çıktığında sarhoş kafayla b i r esir gem isine b i n m i ş , güverte
de sızıp kalmıştı . Çekiç sesle riyle uyandığında nursuz çeh
reli birtak ı m adamların ayaklarına pra nga taktıkların ı far
kett i . Onlara Venedik sefaretinde görevli old uğunu ağlaya
sızlaya anlatmaya çalıştı ama hiç kimseyi i nandırmayı başa
ramadı . Ne var ki onun acıklı feryatları üzerine rıhtımda bi
riken ka labalıktan hayırsever biri durumu balyosa bild irin
ce sefaretten gelen bir görevli olaya m üdahale etti. Esir tüc
carları bu işte bir dalavere olduğuna i nanıyor, Venedikli !e
rin amac ı n ı n kendi d indaşlarını b edavadan salıverd irmek
olduğunu düşünüyorlardı. Nuh deyip peygamber de meyen
esirc iler Kubelik'i esir pazarına götürüp ara c ı l ara s a tt ılar,
a racılar ise tellallara teslim ettiler. Bereket versin ki Vened i k
balyos u sabık katibini kurtarmak i ç i n mezata gel m iş, Hıris
tiyanlann köle alması yasak olduğundan bu iş için bir Müs
lü manla anlaşmıştı. Kubelik k ısa boyl u ve s o n dere c e sıs
kaydı . Yüzü ki r içinde, tırnakları ise uzun ve p i�ti . Sağl ı k
s ızlık işareti olarak teni yeşile çalıyordu. Durmadan öksü
rüp tıksıran bu adam üstelik topald ı. Bu haliy l e onu kimse
satın almazdı . Fakat balyosu n bu işe gön üllü olduğu nu b i
len a rac ılar mezata adamlar ı n ı sokup fiat ı d urmadan yük
s elttiler. So nunda balyos, Kubelik'i bin iki yüz fi lur iye, yani
ud çalıp ustaca rakseden bakire bir çerkes dilberi fiatın a sa
tın aldı ve adamcağı z ı n z i ncirleri çözülür çözülmez suratına
okkalı b ir tokat çarp ı p , ona bi r daha gözü ne görünme mesi-
24
ni temb i h etti . Eski efendisi n i n kendi ne verdiği o n dükayı
alan Kubelik, Venedik'e g idecek gem ilere bu parayla kapağı
ata madığını söylüyord u . Oysa top u topu i k i barka ve bir
kalyon kaptanıyla konuşmuştu. Ü stelik pazarlık etse bun
lardan b iriyle muhakkak Kostantiniye'd e n gidebil i rd i . Ama
o böyle yapmadı. Özgürlüğü nün ilk gününde meyhanedeki
arkadaşları ona dostça öğütler verd iler. Kostantin iye'de ar
tık kalamayacağını, parası tükenmede n doğruca ülkesine,
yakınlarının yanına gitmesi gerekti ğini, gerekirse ona borç
para verebileceklerini söylediler. Ancak o, bu tavsiyeleri an
layabi lecek d u ru mda değildi , çünkü m idesine ind ird i ğ i do
kuz maşrapa şarap etkisi n i göste rmiş , başı ö nüne düşmüş
tü. Gece yarısına doğru , ülkesin i yadeden b i r şarkıyı ırlaya
ı rlaya meyhaneden .rı ktığında gürü l tüden rahatsız olan biri
onun kafasına ağı r lrn' cisim fırlattı . Kubelik, başından kan
lar aktığı halde , karanl ı kta el yordam ıyla bu cism i arayıp
buldu: B i r kerpeteııu ı bu.
D işç i l iğe de o geceni n sabahı başlad ı . Elinde kerpetenle
sokak sokak dolaşıyo r ve zavallıları d iş ağrısından kurtarı
yo rdu. Başlangıçta ü c re t i n i d üşük tutup e l mahareti edindi .
Külhanlarda ya t ıp kalkıyo r, kendisine il işmemeleri i ç i n bıç
kmlarm, leventlerin ve kalyon c u taifes inin dişlerini bedava
dan ç ek iyo rd u . Gecelerd e n b i r gece, b irkaç ye n iç e ri o n u
kıskıvrak yakaladı ve doğruca mumcubaş ı nm huzuruna ç ı
karı l d ı . Rastladığı sarh o ş l a r ı falakaya ya tırmakla göre v li
o la n b u adam, n e redeyse b i r öküzü y e re devirecek kada r
şiddetli bir d iş ağrısı ç e kiyordu ve ada m la rına erişeb ilecek
leri ilk dişçiyi vakit geç irmeden getirmeler i n i buyurmuştu .
O muzlan çökük ve pısırı k görü nüşlü bu ada ma: " E e ! N e
du ruyorsun ? Çek ş u dişi ! " d iye bağırd ı . Gel gör k i Kubellk
isti fin i b o z m uyor, kerpete n i ne b i r t ü r l ü davra n mıyo rd u .
Mu mcubaşı tekrar, "Bre zındık! G e l ç e k şu d i ş i Biraz daha
beklersen boynunu vuru ru m ! " diye gürl e d i . Kube l i k hala
25
isteksiz görünüyo rdu, belki de kend isini topal b ı rakan bu
adamın acı çekm esini seyretmek h oşuna gitmişti. Mumcu
başıya, " Ücretimi peşin ver öyleyse, tam elli filuri " ded i. Be
riki ise köpürerek, " Zı ndık seni ! Yarım akçelik iş için elli fi
luri istenir mi? Ne ded iğin i b i l iyor musun sen ? " d iye bağı
rınca o , " Öyleyse başka b irini bu l" ded i ve kapı ya doğru
yü rüdü. Ama d ışarı ç ıkmak ü z e reyken , zal i m adamı n b i r
işaretiyle yeniçeri ler o n u d u rdurd u .
Artık, bi r müteşebbis i ç i n hiç d e azımsan mayacak b i r ser
mayeye sah ip olan Kubel i k gerekl i yerlere top l a m o tuz filu
ri dağ ıtıp cerrahlık izni aldı ve Galata'da M i hel kapısına ya
k ı n bir yerde izbe b i r dükkanı aylığı on yedi akçeye k i rala
dı. Galen'in F renk dili ndeki b i r çev irisi eline geçince mesle
ğin b irkaç püf noktasını öğrendi . Artık şarap parasın ı kaza
nıyor ve üç m aşrapadan sonra ellerinin titre m esi azal ıyo r
du. lç kisinden kısı p kendine b i r yüzük ısmarladı ve o rtası
na da kendisini to pal b ırakan mumcubaşının köpek dişini
hak ettird i . Artık saygın b i ri o lmasına ramak kalm ıştı . Fa
kat dükkanı pisl ikten geçi l miyord u . Zemin , deşilmiş h ıyar
c ıklardan, apse lerden ve kara kabarcıklardan akan c e rahatle
kapl ı gibiyd i . Sonunda yüzüne, şi md i ki meyyus i fade çök
müştü. Külhan larda yattığı s ı rada onu n ağzını bozan ve o na
ayaktakımı d il i ni öğ reten kabaday ılar bile zavallı topala acır
o ldu lar. Ü züntüsünde , Galen' i n k itaplarında rasladığı hata
ları n payı yok değildi : Kıyamette ayağa kalkacak şu gunah
kar beden l e rin içinde ne vard ı ? Gal e n'in kitabı bu so ru ya
d oğru d ürüst cevap vere miyordu . Sonunda b i r köpek leşini
teşri h e tmeye karar verd i . G ö rdüklerini , ü ç maşrapayı tü
kett i kten sonra t i tre m esi kesilen elleriyle ç i z iyor ve şeki lle
rin yanına notlar düşüyord u . Canlıları n bedenleri olağanüs
tüyd ü , a ma kend i bedeni acaba nasıldı? Bir insan bede n i n i
k esip b içmek büyük günaht ı . Fakat b i l me tutkusu o nu n ya
kasını b ırakacak gibi değildi . Gün ün b irinde düş ü ncelere
26
dalmış gezerken , Ahırkapı'da sarayın denize bakan duvarla
rının dibinde birtakım adamlar görmüştü. Bellerine kadar
gelen uzun ç izmeler giymiş bu adamlar kah kıyıda çöplerin
içinde, kah suya girerek ö teyi beriyi sınklarıyla karıştırıyor
lardı. Bunlar, arayıcılar adıyla nam sal mış bir meslek erba
bıydı ve sarayı n ç öplerinin denize atıldığı deliğin altında
dolaşıp süprüntüleri karıştırarak buldukları değerli şeylerle
geç imleri n i sağlarlard ı . Kubelik o n l a rdan b ir i ni n b i r ş ey
bulduğunu seçti ve yan larına gitti. Adamın bulduğu şey bi
leğinden kesilmiş bir eldi. O rta parmakta değerli bir yüzük
ışıldıyordu . Arayıcılar sevinçle yüzüğü parmaktan ç ı kardı
lar ve eli attılar. Hava kararınca Kubelik tekrar o raya gelip
kimseler görmeden kesik eli aldı ve bir mendile sarıp göm
leğinin içine soktu.
E l i kesip biçerek kasları, bağları, damarlan ve kemikleri
mum ışığında bir kağıda özenle çizdi. Amacı ise i nsan vü
cudunu keşfetmek ve bu gü nahkar bedenin bir haritasını
ç ıkarmaktı. O uğursuz teşrih atlas ı n ı hazırlamaya da işte
böyle başladı . Eğer o gün boğdurulan bir şehzade, bir paşa
ya da cariye varsa, saraydan ceset sayısı kadar top atı lıyor,
Kubelik de akıntın ı n cesetleri sürükleyeceği yer o larak he
sapladığı Tophane'ye gidiyord u . Gece boyu nca ö ksürüp tık
sırarak sabırla beklemelerinin semeresini sonunda gördü ve
ayağına bağlanan ağırlık koptuğu için k ıy ıya vuran bir cese
de rastladı . Gömleği nden ç ıkardığı çuvala cesedi soktuktan
sonra zor bela evi ne kadar taşıd ı . Sabah o lmuştu. Akşama
doğru artan dayanılmaz kokuya rağmen kadavra ü zerinde
tam iki gün aral ıksız çalıştı . O artık gerçek b i r kaşi fti. Ke
miklere kabadayıları n , kaslara meyhanecilerin adlarım veri
yor, gülamlar ve köçeklere ise damarlar ve bağdokular kalı
yord u . Büyük bir vefakarlı k örneği göstererek, ku lağı n iç in
de bulduğu ve üzengiyi andıran kemiğe kendisini özgürlü
ğe kavuşturan Venedik balyosunun adım verdi. D ükkanı-
27
n ı n üzerindeki evinde , koku komşu la r tarafından duyulur
endişesiyle, cesedi avluya göm meyi kararlaştırdı. A ma er ya
da geç yeni b i r kadavra bulacağı n ı bil iyord u .
lkinci işinde yakayt ele vermesine ramak ka lmıştı. Top ha
ne'de n sırtında çuva lla o n un dar sokaklarda ilerlediğini gö
re n b i r yeniçeri Kubeli k' i evine kadar takip etmiş, kapısı na
bir nöbetç i d iktikte n sonr a sokaktan o na üstelik b i r de te h
d i t savur muştu . Mumcubaş ma habe r vermeye gidecek v e az
so nra evine gel i p ne haltlar yediğini görmek iç i n kap ısına
daya nacaklardı. Kubel i k'in e li ayağına do laştı. Bu defaki ka
davrası s ü n netl i bir M üslüman erkeğiydi . Fakat yine de bir
kurtuluş umudı.i vard ı : Cesedi n ka rnında b i r d e l i k a çarak
barsağın b ir parçasını ç ıkarı p kesti . Bu parçay ı cesedi n c i n
s e l organına geç i rip ustaca d ikti. Özel l i kle k ı l l ı b i r böl geden
açtığı deliği de maharetle d iktikten so n ra cesedi teşrih ma
sasmdan alıp ona ke ndi yabanl ı k elbiselerini giydi rd i . Göz
lerinin üstüne b i rer para koyup çenesi n i bağladı ve Galen'in
kitab ı n ı açıp okumaya başladı.
Az sonra gelen mumcubaşı eve girdiğinde ilk i ş i cesed in
bir Müslümana ait o lup olmadığ ı m öğrenmek oldu. Bunun
i ç i n cesedin ç a kş ı r m ı ind i rd iğ i nde c i nsel o rga n ı n sünnet
derisinin yerinde o lduğunu görüp öfkes i yatıştı. Kutsal ki
tabı ndan d ualar okuyan Kubelik'e bak ıl ı rsa , bu basit bir ce
naze vakasıyd ı . Merh um , onun yakın bir arkadaşıydı . Ke n
d isinin ağır bir çuval taşı d ığı n ı i leri süren yeniçeri de onu
başka b iriyl e karış tır m ış o lmalıydı . S o n unda m u m c u baş ı ,
cenazt:ye saygıdan ötürü a damlarıyla çekip gi tti .
B i l m e tutkusuyla k ıvranan bu topal , aradan aylar geç tiği
halde t eşrih atlasını t a mam layab i lmiş deği l d i . Bir gece yarı
s ı , meyha nenin b i rinde yeis i ç i n d e s ız ması na ramak kala
b irkaç dem keş i n lakay ı t konuşmas ına ku lak kabartm ı ş t ı :
Ada m ı n b iri çabuk çarpan kö tü şarab ı n insan bünyesindeki
b ir son u c u o larak d i l in i d ö n d ü rm ek te z o rl u k çeke ç e k e ,
28
Arap l hsan'ı n kadırgasın ı n az önce Haliç'e girdiğini söylü
yord u. Bu , kendisine k uledeki yangın gözcüsünün ilettiği
b i r h a b e rd i . Samatya meyhanel e ri yan d ı ğı n d a n A rap l h
san'ın Galata'ya gel mesi ve denilene bak ı l ırsa Gül letopuk'la
karşı laşıp kavga çıkar m ası kaç ı n ı l mazdı .
Kub e l i k y e ri nd e n doğr u ld u . D u r u m u p e k içaçıcı say ı l
mazdı. Cenk e tmek i ç i n kadırgayla deni z e açılmasından ö n
c e Arap lhsan'a, yemin billa h ederek d eriyi o k batmaz kılıç
kesmez kıldığını i leri s ürdüğü b i r ya kıyı o n b i r filuriye yut
t u rmuştu . O , mu hakkak ki ş i md i intikam peşindeydi . Öy
leyse birkaç gün o rtal ıkta görün memek i y i olacaktı . Meyha
neciye ·i ki akçe veren Kubehk damacanası n ı şarap la d o ldur
du. Gece vakti e l inde fen e rle Azap Kap ısı'na yürüdü. Kapı
da feneri söndürüp uzun süre bir hırsı z gib i bekledi. Onu
fe n e rs i z g ö rd üğ ü n d e s u b a ş ın ı n e l l i d e ğ n e k v u rd u racağı
yüzde yüzdü. G e l gö r ki o, ınu kaddera t ından emin o lmak
i ç i n tan sökümüne kadar o rada d u rd u . Sonuçta korktuğu
baş ı na geldi. Arap I hsan b i r veled i n kulağ ına asıl mış, omu
zunda sandığıyla Ga l ata ' ya geliyo rd u. Maruz kalacağı şey
lerden korkuya kapılan Kubelik topal laya topal laya evine
dönd ü . Kapınin s ü rgüs ünü çektikt e n sonra döşeğine uza
n ı p uyumaya çalıştı. H o roz lar ötmeye başladığında hala da
lab i l m iş d e ği l d i . O a n d a , uy u m u ş o l mamas ı n a s e v i nd i .
Çünkü Arap lhsan'm i l k ba k acağı ye r elbette k i evi olacaktı.
G üneş doğu p sokak satıcılarını n feryatları d uyu l m aya baş
landığın da d ışarı ç ı k ıp e m i n ve tenha y e r l e rd e do laşmaya
başlad ı . C e sare ti n i t o p l a m a k i ç i n kü ç ü k k ı rbası na şarap
dold ur m a yı unu t m amışt L
29
mesi yeterli oldu . Z e m i n, cerahat ve kan izleriyle, çekilip
a tılmış sayısız çürük d işle doluydu. Tezgahı n üzerinde neş
terler ve boy boy kerpeten göze çarpıyordu. Dükkan içi nde
ki merdivenden y u karıya , Kubelik'in yat ı p kalktığı tek göz
odaya çıktığında yine h ayalleri suya d üştü. S o n unda onu
meyhanelerde aramaya karar verdi.
Galata'da gün çoktan başlamıştı . Sokaklar kala fatçıların
testere gıcırt ıları , demircile r ve Fre nk tulumbacılarınm çe
kiç tıngırtıları, pazarcı l a r ı n m a llar ı n ı öve n haykırışları ve
seyyar satıcı ların sattıkları mallara göre p e rdesi değişen tiz
ya da pes feryadlarıyla yank ılamyordu. A ra p Camii'nden
verilen sela Erganu n l u kil iseden kopup gel e n nağmelere ka
rışıyor ; yollar, evler ve ticarethane l e rde Ce nevizl i , F re n k ,
Yah u d i , Ermeni, Rum , müsl i m v e gayrımüs l i m , toplam yet
miş i ki m i l letten tüccarın pazarlı k m ı rı l t ıları duyuluyordu.
Yen içeriler, kalyoncular ve kopuklar, ata yadigarı küfürleri
i mbikten geç i rip onları son nezaket kırıntılarından arıtara k
b i n i b i r paradan savu ruyor, b i rb i rlerine gözdağı ve rmek
iç in yatağanlarına d avran ıyorlard ı . Rıh t ı m yed i ikl i m dört
bucaktan gelen gem il e rle doluyd u. İske l e l e re yağ, şara p ,
zeytin v e barut fıçıları v e içlerinde baharat, fildişi , mam u l
eşya v e akla hayale gel meyecek b i r n i c e c in s m a l la dolu
denkler istif1enmiş, s ırık hammalları tarafı n dan götürülme
yi bekliyordu. Her millette n , her tabakadan , huyları , d inle
ri , dilleri farkl ı , fakat amaçlar ı aynı olan i nsanların b u l un
duğu bir yerdi buras ı . Beli nde yüz a l tmış fil urilik acem şalı ,
kesesinde esed1 a l tı n l a r ı n şmgırtısıyla zengin b i r tüccar,
atıyla bir kemerin altından başını eğerek geçerken, bacakla
rı ol madığı için el leri yard ımıyla sürü nerek ilerleyen bir di
lenci o ndan Allah rızas ı içi n sadaka istiyordu. Akçe tah tala
rı ü z e rinde İ spanyol ku ruşlar ı , Venedik dükaları, ş erefi ler,
Osmanl ı kur uşları , zolo talar, esedl:ler ve sümünle r say ı h p
kese l e re boşaltılıyor, keseler çuval lara y erleştiri l ip çuvallar
30
da devasa sandıklara k onuyor ve bu ağır yükü ticare thane
ye taşıyan sırık hamma llarına adam başı birka ç mangır veri
l i y o rdu . Çünkü bura s ı sul tandan çok paranı n hükmünün
ge ç tiği G alata ' ydı .
Tekdüzel iğin sadece bir d e n i z cengiy i e bozulduğu gemi
yaşam ı ndan sonra A r ap l hsan'ı n bu herc ü me rc e a l ışması
kolay olmadı. Rıhtımdaki hemen her meyhaneyi d o laştığı
halde Kubel ik'i bulab ilmiş değildi . Mumhane n i n arkasında
ki Rum mahallesine gittiği nde sokaklardan b i r i n d e garip
bir manzaraya şah i t o ld u : Uzun bi r s ı rığa bağladığı ciğe r leri
satan b i r seyyar satıcı de vasa bir kedi ordusu tarafı n da n sı
kıştı rı l m ış , enikonu güç durumda kal mıştı. Taze c iğeri n iş
tah aç ıcı ko kusunu alan kırk elli kadar kedi yal vara n mi
yav l a malarla adamcağı z ı mu hasara etmiş , c iğerlerine göz
d i k m i ş t i . Ked ilerden bazı ları b i r p u n d una getirip z ıplı yo r
v e s ırığa takı l ı ciğerlerd en b i r i n i y;ıkalamaya ç a l ışıyord u .
Adamcağız tekmelerle sermayesini k o ru m a ya çabala ması n a
rağ m e n ha yv anl a rdan biri m u ra dına erdi . Kendis i n i tak i p
eden b irkaç arkadaşıyla birl ikte ara sokaklardan b i ri n e dal
clı v e o radan yemeği paylaşmakta zo rl u k çeken hayvanları n
ka v g a d ö ğüş· p a t ı r t ı s e s l e r i i ş i t i l d i . Çevre d e b u l u na n l a r
ad cı mcağızın hali n e kahkahalarla gülüyo rlard ı . N i haye t satı
cı ciğerlerden b i r i ni bıçağıyla dörde bölüp her parçayı dört
bi r yana fırlattı ve aynı anda dörde ayrı lan kediler o rdusu
birb i rleri n i tı rmıklaya ısıra ka v ga ederek bu parçalara üşüş
tü . Ad a m böy le c e k u rt a rdı ğ ı s e r m a ye s i n i k ı raathan e n i n
önündeki ağaca as tı v e taburelerden b i ri ne çöküp kend i n e
bi r y orgu n luk kah v esi söyledi . B u olayı seyretmek i ç i n du
ran Arap I hsa n , adamın biri n i n c iğe rleri i ncelediğ i ni gö rd ü .
B u kişi K u bel ik ' ti . Cerrah hza başlad ıktan bu yana etyemez
olan Kubel i k' i n c i ğ e rlere gös t e rd iği i lgi h a y re t i m uci p ti .
M e n ge n e gibi bir e l cerra h ın ya k a sı na yapı ş ınca zava l l ı nın
d izlerinin bağı çözü l ecek gibi o ldu . Arap l hsan selam verip
31
hatırını bile sormaksızın, üstelik davud i b ir sesle topal biça
reye , kendisiyle görülecek bir hesabı o lduğunu söylüyord u.
Karın deşi p boğaz kesme n i n , husye burup göz oymanı n
u ygun mekanları o la n v i ranelere , boş a rsalara ve m etruk
evlere girmeksizin doğruca rıhtıma i lerledikleri n i anlaya n
Kubelik'in korkusu biraz olsun yatıştı. Yan ın da k i k ü lhani
tek bir söz b ile etmeden o nu sürüklüyord u . l k i n d i ezan ı
o kunmaya başlandığında Kefe l i ' n i n meyhanes in e geld il e r.
İ çeri s i daha ş imdiden yarı yarıya do lmuş, ilk kadehler çok
tan d ibini bulmuştu. A rap lhsan daha kapıda belirir belir
mez büyük saygı gördü ve ken disine verilen bü tü n selamla
rı aldı. Kubel ik'le b i rli kte masalard a n birine o tu rduğunda
yanma biri sokulmuştu . Görü n üş e bakıl ırsa v e rd iği b i lgi
karşıl ığında şarap parası bekleyen sansar m isali b ir iydi bu.
Başkaları d uymasın d iye e l i n i ağzına sipe r edip Arap lh
san'ın ku lağına kimbilir neler fıs ıldarke n , aç ı k gözleri san
sar yavru la rı gibi yuvalarında fırıl fırıl dö nüyor, sağı solu
kolaçan ediyordu. A rap l hsan derin de rin iç geçird i : Gülle
topuk nam külha n i söylen e ne bakı l ırsa meyhane meyhane
dolaşıp kend isi n i a rıyor, ama her girdiği yerde b irkaç kadeh
yuvarlamayı da ihmal etmi yord u. Kubelik bunu öğre nince
korkudan y i ne titremeye başlad ı: Gülletopuk onları bul ursa
hiç suçu olmadığı hal de kendisi de tehlikeye g i recekti . Bu
yüzden muhtemel bir kavgada sakat bacağ r na rağmen bi raz
daha hızlı kaçabi lmek i ç i n be lli etmeden pabuçlarım çı kar
mayı uygun gördü .
Gü n batmak üzereyken Kefeli'ni n meyhan esi tac irler, ka
tipl er, ç e lebiler, elçil ik memurları , yen i çerile r, kalyo ncular
ve ayaktakı mıyla t ı klım t ıkl ı m dolmuştu. Miske t , Bozcaad a ,
A n k o n a v e Edremit şarapları devasa kap lardan damacanala
ra ve ard ın dan sürahilere aktarılıyo r, sürahile rd en kad e h le
re d ö k ü ldükten sonra ehl i keyfin m i des i nd e konak layıp be
denle re yayı lara k ruhları tutuşturuyord u. Meyha n e n i n mi-
32
çoları ve paluze tenli gülamlar keyif erbabının tütün çu
buklarını adeta gönüllerine düşürdükleri ateşle yakıyorlar,
ç imdik ve parmaklara aldırmaksızın sakilik yapıyorlardı.
Şarap, tütün ve kahveyle birlikte, safa aleminin dört u nsu
rundan biri olan afyon , sedef kakmalı kutulardan çıkartılıp
yarenlere tutuluyor, gözlerden yaş gelene kadar kah kahalar
a tılıp yaşlar kuruyana kadar da ağlanıyordu . Çok geçme
den, tütün dumanı tavan ı örttü, u cuz ve pahalı şarapların
b uğusu ve keskin geniz kokusu acem şalların a , yeniçeri
börklerine, keçeleşmiş kaftan lara sindi. Kadehlerden b oşa
lan zevküsefa sonunda gerçek yerini bulmuştu.
Kubelik'in ürkek ü rkek baktığı Arap l hsan gömleğinden
bir kitap çıkarıp masanın üzerine koyd u . Zavallı cerrah iyi
ce afallamıştı. Kitabı alıp kapağına baktığında tam o rtasın
daki deliği farketti. Delik, son sayfa lara kadar ilerliyor ve
arka kapağına gelmeden nihayet buluyordu. Sayfalarını ka
rıştırmaya kalkınca içinden masaya bir kurşun düştü . Fın
dık büyüklüğünde bir karabi na kurşunuydu bu. Kitap, çev
redeki i nsanların da ilgisini çekmişti. Arap l hsan bağıra ba
ğıra , " lşte ! Hayatımı kurtaran şeyi gö rün ! " diyord u : Tam iki
hafta önce bir Frenk kalyonuna rampa ettiklerinde doğruca
kap ta n köşküne çıkmış, eline ne geçerse talan e derken bu
kitabı da koynuna sokuşturuvermişti. Gelgelelim kafirin bi
ri tüfengini tam göğsüne ateşlediğinde, kurşun onu sende
letmesine rağmen nasıl o lup da sağ kalabildiğine şaşmış ,
kadırgaya geri döndüğünde ise kurşunun, koynundaki ese
re sap landığın ı görmüştü . Bunda bir hikmet o l malıydı mut
laka. Bu hikmet de onun hayatını kurtaran ve ilim irfanla
d o lu olduğu su götürmez bir gerçek olan şu k i tabın içinde
olmalıydı. Frenk lisanına vakıf olan Kubelik, nasıl olsa ü ç
güne kalmaz b u eseri tercüme ederd i .
Yeteri kadar içmesine rağmen Kubelik'in elleri bu kez en
dişeden titremeye başlamıştı. Tercüme edilmesi istenen ki-
33
tap kalı n sayılmazd ı , fakat ince o lduğu da söy lene mezdi .
N e olursa olsun, o n u bu kadar kısa süre içinde te rcüme et
mek mümkün değildi . İşte ! Arap I hsan gömleğini n i ç in d e n
b i r tomar kağıtla divit çıkarıyordu. Bereket versin h çelebi
lerde n b i ri müdahale etti: Bu kibar zat, Kubel i k'in Lisan-ı
Fre ngiyi bildiğini ama tebaa-yı şaha n en i n l isan-ı şahanesin
den habersiz olduğunu söylüyordu . Onu n fikrine göre , kül
hanlarda yattığı sırala rda Kubelik' i n ağzı kabadayı taifesi ta
rafından bozulmuş, l isanı ve lügat ı murdar eylenmişti. Yal
nızca l isan-ı e razilden anladığı içi n "zeker" yerine " kı l l ı " ,
. " hasen" yerine "kıyak" , " hiyle" yerine " katakulli" gibi ke
lamlara eğilimliydi . İşte böyle b i r zatı n yapacağı te rc ü me
den hiç hayır gel i r m iydi ?
Heyecanlanan Kubelik başım sallayıp çelebiyi canı gö nül
den onaylıyordu. Fakat Arap I hsan bu sözlere pek fazla al
d ır mad ı , ama içine b i r kurt düşmem iş de d eğild i. San k i ce
vabı aslında biliyormuş gibi , sınamak istercesine Kubelik'e
kitabın ve yazarı nın adını sordu. Beriki ilk sayfaya baktık
tan so nra eserin adının ZAGON ÜZERİ N E ÖTTÜ RME ve
yazarının da Ren dekar ad ında bir feylesof olduğ u n u söyle
d i . Bakışları n daki şüphe hala kaybolmadığı halde Arap Ih
san , rastgele bir sayfayı açarak Kubel ik'in ö nüne koyd u ve
o ndan bi rkaç satırı terc ü me etmesin i isted i. Ke ndisine gös
terilen satırları defalarca okuyan Kubeli k , yeterince karala
ma yap tı ktan s o n ra tercümes i n i b i r k a ğı d a temiz e ç e k i p
Arap l hsan'a verd i . Fakat meyhanede okuma yazması olan
lardan hiç kimse bu kağıda ne kadar baktıysa da bir şey an
l amayı başaramadı . Elden ele dolaşan kağı t üç gü n sonra
mutfakta bulunacak ve bir dua old uğu s anı l ıp duvara as ıla
cakt ı . B u duvarda yarım asır bekleyerek sa rarıp sol d u k tan
sonra, Kefeli' nin lspanya'ya hicret eden toru n u tarafı ndan
· yad i ga r o larak alı n ı p bir kitabı n arasına konacakt ı . Heye
c anl ı b ir şövalye roman ı olan bu eser, Sevilla'da, toprakları-
34
nı kaybetmiş bir derebeyinin kütüphanesinde o kunmadan
on yıllarca bekleyecek, bir mirasyed i tarafından getirildiği
I ngiliz i lindeki bir mezatta otuz ü ç sömürge altınına müşte
ri bulacaktı. Basi t bir şövalye romanı için bunca paraya kı
yan kişi, kitabı on yed in c i yaş gününü kutlayan kuzenine
hediye ettiğinde, hayatın anlamını arayan delikanlı bu ro
man ı n en heyecanlı yerinde, vaktiyle Kubel i k adında biri
tarafı ndan karalanan o malum kağıdı bulacak ve bu yazıla
rın sırrını çözmek için Ö küz Geçidi'nde şarki yyat tahsil et
meye karar verecekti. Gel gör ki o tuz üçüncü yaş gününde
bir aşk yüzü nden intihar eden bu şarkiyatçının odasına gi
ren ye tkil i ler, ö lü münden kimsenin sorumlu ol madığım be
l i rten ve merhumu n imzasını taşıyan sararmış kağıdın arka
sını çevirdiklerinde Arap ve F ars harfleri k u l lanılarak yazıl
m ı ş o malum yazıl ara raslayacaklardı. Esrarı aydınl a tm ak
için, Bilgeliğin Yedi Sütunu adıyla nam salan bir eserin ya
zarına bu kağıd ı gö türdüklerinde i se, bu zatın , on altı y ı l
önceki doğum gü nü partisine, yaşı sekseni aşmış mezatçı la
ra , ölüm döşeğindeki mirasyediye ve K e feli a il esi n i n ince
hasta lığa tutulmuş son erkek ferdine u laşması kolay ol ma
yacaktı . Uzuri bir deniz yolculuğundan son ra gem isi Galata
önünde demirleyecek ve o gece Kubel i k' in bu ga rip şeyl eri
yazd ığı meyhanenin yerine d i kilen devasa b i na nın ö nünde,
uzun boylu, çekik gözlü bir adamı n , ko ltuğunun alt ı nda bir
k i tapla kendisi n i beklediğini görecekti.
35
G ün b at ı m ı
Rivayet ederler ki surların hemen i ç i ndeki Ağa Çayın'na
vakti zamanı nda çadırl a r ı n t ku rm uş ç i ngeneler aras ı n da ,
derd inden bağrı yanan b ir baba vardı. G ü n boyu nca sokak
sokak dolaşı p ayı oynatan b u adamcağızın çektiğ i kahır, ya
şı yirmi y i g�çmesine rağmen bir baltaya sap o lamamış oğlu
yüzü n dendi . lhtiya rlayıp elden ayaktan d üşmes i ne a z za
man kalan bu ç i l el i baba, ata yadigarı ayıct l ık mesleğine oğ
lu pek itibar etmediği i ç i n kendini y iyip b itiriyordu . lhtiya
ra canı gönülden bağlı olan ayısı da, evladını n o na çektirdi
ği çi leyi h issediyor ve sahibi üşütüp hasta olduğu zamanlar
ken d is in i dolaş tırıp parsa toplamak zoru nda kalan delikan
l ı n ı n emirleri n i d inlemiyor, ne kocakarılar glbi b ayılıyor, ne
de d i l berler gibi raksediyordu. Böylece h e m h a i n evlada
mete l i k vermediğini ispatlamış o luyor, hem de mesa i n i n bir
a n önce sona ermesin e sebep olup asıl sahibinin sıcak yata
ğına kapağı atıyo rdu. Çünkü baba , oğul ve ayı aynı yatakta
yatarlard ı . Ayı her zaman ortadayd ı ve bu da oğulun pek
39
işine gelmiyordu . Efendisine sarılı p uyumayı adet edinen
bu ayı , böylece adamcağızı ısıtması sanki yetmiyormuş gibi ,
o soğuk kış gecelerinde üzerlerine örttükleri yegane batta
niyeyi oğulun azıcık kendine d oğru çekiştfrmesine tehdit,.
kar bir homurtuyla karşılık veriyordu . Kısacası oğul nez
dinde baba ve ayı tam bir i ttifa k halindeydi . Ancak baba
böyle düşünmüyor, o nlara, "Her ikiniz de benim evladımsı
nız , neden geçinemiyorsunu z ? " d iye dil d ö k ü p araların ı
.
bulmaya çalışıyordu. Fakat ayı v e oğul p e k barışacak gib i
değillerdi. Günün birinde delikanlı, kendisine şarap parası
vermeyen babasına bir sille çarpınca olan oldu ve ayı iki
ayağı üzerine kal karak hain evladı surların dışına kadar ko
valadı.
Bir hafta sonra oğul yanında garip bir hayvanla eve çıka
geldi. Tüylü, uzun kuyruklu , sakallı , insan misal i bir mah
luktu bu. Hatta babası, oğlunun yanındaki hayvanı ilk kez
görünce onu bir tür insan sanmış, ne olur ne olmaz sakalı
na hürmeten yerinden şöyle bir doğrulur gibi olmuştu . Gel
gör ki bu hayvan aslında sakallı bir maymun d u . Merakı ka
baran ayı bu hayvana yaklaştığı nda, maymun herhangi bir
ko rku belirtisi göstermedi. Burunlarını ya klaştırıp u z u n
uzun koklaştıktan sonra b irbirlerine o lan merakları da sö n
dü . Oğul babasına a y ı değil maymu n oynatacağını söylü
yordu. Bunu duyan i htiyarın göz lerinden yaşlar boşaldı .
Demek ki aile meslekleri kendisiyle b itiyordu. Kendi dede
si , vaktiyle bu ayının dedesini oynatmı ş ve iki soy nesiller
boyu birbirinden ayrılmaz olmuştu. l htiyar adamın gözüne
o gece uyku girmedi. Sabah olunca evdeki yegane battani
yeyi sırtına alıp ayısıyla birlikte evden ç ıktı. Yıllardır parsa
topladığı şehri geride bırakıp karanlık çökü nceye kadar kı r
larda yürüdü. Gece olunca bir orm anda mola verip battani
yeyi yere serdi. Ayı her zaman olduğu g ibi sıcacık postuyla
sahib i n i ısıttı. G ü n l e rce o r manlard a, da ğl arda gezd iler.
40
Adamcağız gün be gün eriyip b itiyordu . Sonbahar bitmek
üzereyken bir mağaraya sığındılar ve battaniyelerini üzerle
rine örtüp koyun koyu na yattılar. Dışarıda kar yağıyordu.
Ayı , uzun ve derin bir kış uykusundan uyandığında d ışarı
da göç me n kuşların sesini işitti. Yanıbaşında yatan sahibi
nin üzerindeki battaniyeyi p ençesiyle kaldırdığında , aylar
ö nce ö len ihtiyar adamın yorgun iskeletini gördü .
Ayıdan kurtulduğu na sev inen Kıptı delikanlı maymuna
oyun öğretmeye ça lışıyor ama bunu pek b aşaramıyordu .
Fakat gün ü n birinde hayvanın bir para kesesiyle oynad ığını
görünce gözleri yerinden uğradı . Keseyi aldığında içinden
yetmiş küsur akça ç ıkti. Ayrıca içi nde bir yere, uğur getirip
bereket arttırsın diye kimbilir hangi h acının b ahşiş olarak
verdiği bir Venedik dükası dikilmişti. Maymunun hırsızlık
ve yankesicilik yeteneğin i böylece keşfeden deli ka n lı o n u
maharetine uygun b i r işte ç alıştırmaya karar verdi. Saman
dan yaptığı bi r korkuluğa, paraya kıyıp ald ığı bir çelebi kı
ya feti giydirdi ve b u korku luğun kuşağına , yenlerine ve
gömleğine soktuğu p ara keseleri n i , koyun saatlerin i , burun
otu ve a fyon kutularını ç a r p ması i ç i n maymu nu dayakla
eğitti. · Sonunda bu zahmetl i uğraşın semeresini görür gibi
oldu. Fakat maymunun parada pulda gözü yoktu . O sade
ce , kendisine ataları n dan yadiga r kala n merak duygusuyla,
ömründe o güne kadar görmediği, parlak, alacalı b ulacal ı,
şıngırtılı, tuhaf kokulu , hayreti m ucip nesnelerin peşindey
di. Yediği onca dayağa rağmen p a ra kesesini tütü n kesesin
den hala ayı rd edemiyordu. B ir ara enfiye kutularından bı
kıp sedef kakmalı a fyon kutularına musallat o ldu. Ne var ki
anberle tatland ırılmış a fyon macununun hepsini mideye in
dirdikten bir süre so nra sızıp kalınca sahibi onu ölü zannet
ti ve götürüp bir viraneye attı.
Akşama doğru may mun gözünü açtı. Ama o a n gördüğü,
içinde bulunduğu dü nya değil atalarının yaşadığı uçsuz bu-
41
caksız ormand ı . Bu orma n ı n bütün renklerini görüyo r, bü
tün seslerini duyuyordu . Kendisine her zaman huzur veren
o kokuy u , anasın ı n kokusunu duyar d uymaz tatlı tatlı m ı
rıldanmaya başladı . Sıcak, güven d o l u bir kucaktaydı . A n
cak, yuttuğu afyon u n etkisiyle gördüğü bu düşlerde a z da
o lsa gerçekli k payı vardı. Çünkü Uzun I hsan E fendi'n i n oğ
lu Bünyamin, maymunun atıldığı viranede o n u n m ırıltı lan
m işitmiş ve hayvan ı n ö lmediğini anlayın c a o n u gö mleği
42
şaşmadan edemiyordu. O kadar çok korktu o kadar ecel te
ri d ö ktü k i , yemeden içmeden kesildi. Müşteri ise her za
manki oyunbazl ığıyla çalıp ç ırptıklarını eve yığıyordu. Be
reket versin ki padişahı n cellatlar ı kapıya dayanmadılar.
Gel zaman git zaman , Müşteri'nin merakını cezbeden ve
tek başına kaldırı p götürebileceği nesnelerin sayısı azal ma
ya başladı. Bu kez maymun işta h ıyla, uzak ülkel e rden türlü
mal lar getiren gemi lere musallat oldu. Bir amiral şapkası ,
eve getiril d iğinde fi tili hala yanan b i r h u mbara, camdan ya
pılmış bir takma göz ve birkaç muskada n so nra bu hevesle
rinden b ı k ı p h u yundan v azgeçti Fakat Arap l h san'm , yara
.
43
Uzun lhsan E fendi üç gündür ortalıkta gözükmeyen da
yısının bir daha eve uğramayacağını biliyord u . Kubelik' i �
getirdiği kağıt tomarı bu yüzden asla sahibine u laşamaya
caktı. Çok geçmeden kapı yine çalındı. Bu kez gelen, burnu
çenesine değmiş bir acuzeydi . Mahallenin diğer kocakarıla
rı gibi o da aynı şeyi istiyord u : Uzun I hsan E fendi'nin gece
l eri istihareye yattığını ve rüyasında türlü sorunun çözü
m ü nü , envai çeşit derd in devasını, Lokman Heki m'in reçe
teleri n i ve Hazre t i Sü leyman'ın m ü h rünü gördüğüne b i r
kez inanan i htiyar kadınlar yı lmadan usanmadan adamın
kapısını aşındırıp duruyorlard ı . Yine de inançlarında gerçek
payı yok değild i . Fakat mesele o nların gördüğünden ada
makıllı farklıydı . Bir dünya haritası yapmayı kafaya koyan
Uzun l hsan E fendi, bu işe özenen diğer kaşi CTerin tersine,
yerinden kımıldamadan yeni kıtalar keşfetmenin peşindey
d i . llk bakışta imkansız görünen bu işin bir yolunu buldu
ğunu sanıyordu : Düşlerin, uyku esnası nda ruhun bedenden
ayrılıp ç eşitli yerlere gitmesinin b i r eseri olduğu malumdu ;
uyku esnasında ru h bedenden ayrılıp diyar diyar gezdiğine
göre, ruhun zaten gideb ildiği bu yerlere bir de beden i n kal
kıp binbir zahmetle gitmesi abes olurdu. Öyleyse kendisi
n i n d iğer kaş i fler gibi taban tepip yel k e n açmasına gerek
yoktu . Keşfedilmemiş kıtaları görmek içi n usulüne uygu n
ola rak uyku şurubundan içerek istihareye ya da rüyaya yat
ması ye terliydi . A ncak bu yön temin bazı mahsurları da yo k
değildi. Çünkü sık sık aynı düşleri gördüğü o l uyor ve ruhu
bir takım alakasız mekanlara, sözgelimi çölde bir kuyuya ,
Çemberlitaş c ivarı ndaki bekar odalarına ve üze rinde deniz
kızlarının şarkı söylediği kayalıklara tebe lleş oluyo r, bu da
yapmay ı tasarladığı atlas için fuzul i oyala n malar ortaya ç ı
karıyord u .
Altmış a l t ı yaşındaki erinin belin i bağlayan büyünün es
rarını çözmesi için rüyaya yatmasını isteyen acuzeyi savan
44
Uzun lhsan Efendi, odasına çıkıp Kubelik'in getirdiği kağıt
ları karıştırmaya başladı. B i r k itap t e rcümesiydi b u . Eser
ZAGON Ü ZERİNE ÖTTÜRME adıyla çevrilmişt i . llk sayfa
ya bakılı rsa yazan Rendekar adında b iriydi . Külhani bir dil
le kaleme alınmış eseri okudukça, Rendekar'ın şüpheyi b i r
"zago n " yan i b i r yö nte m o la ra k be n i mse d i ğ i n i öğre n d i .
Amaç, şüphe götürmeyecek i l k kesin bilgiye varmaktı. Her
b ilgiden şüphe eden Rendekar, şüphe ettiğinden şüphe ede
miyor ve bundan da kendisinin varolduğu sonucunu çıka
rıyo rdu. Yatsıya doğru Kubelik'in tercümesini biti re n Uzun
l hsan E fend i , Rendekar'ın bu fikri üzerinde derin düşünce
lere daldı . D üşünüyor ol masından kendisinin varlığı açık
ve seç ik olarak çıkıyord u . Fakat bu yo lla i nsan, kendisin
den başka hiçb ir şeyin varlığın ı ispa tlayamazdı. Sonunda,
kafası na takılan bu pürüzü halletmek için rüyaya yatmaya
karar verdi. Şişedeki yeşil uyku şurubundan bir bardak su
ya yed i dam l a karıştırıp içtikten son ra yatağı na uzandı .
Düşünde kend ini uçsuz bucaksız bi r çölde görd ü . San ki
ku mların üzerinde haftalarca sürün müş gibiydi. Bir kum te
pesi nin eteğinde küçük bir gölcük seçti ve susuzluğunu gi
dermek için o raya seğirtti . Fakat bu , b i r su birikintisi değil
bir aynaydı . Ya nıbaşındaki kaplan ise , sanki suymuş gibi
aynayı dilini şa p ı rdata şapırdata içiyor, bir taraftan da yan
gözl e kendisine bakıyordu. Susuzluğunu gi d e rdikten son ra
açl ığını da bastlr maya kararlı o lduğu belliydi . Uzun l hsan
Efe ndi korkmadı , bunun bir düş olduğu belliyd i . D iz üstü
çöküp aynaya baktı ve orada kendi aksi yerine oğlu Bünya
m i n' i n yüzünü gördü . Kend i k e nd i n e , " D üş görüyo r u m "
dedi , "Düş gördüğümden şüphe edemem. Düş görüyorum,
öyleyse ben v a r ı m . Var ı m ama ben ki mim? "
Sabah ezanları o kunmaya başladığında yatağı ndan kalkıp
elini yüzünü yıkadı . Aynada makasla bıyığını sünneti şeri
feye u ygun olarak düzeltirken uykunun bir uya n ış ve düş-
45
ler in de gerçeğin ta kendisi olduğu fikri kafasın ı meşgul et
meye başlamıştı. Az önce uyanıp gözl e ri n i gerçek dünyaya
açarak yatağında gerinmeye başladığında belki de b i r uyku
ya dalmlştı. Eğer bu doğruysa, şimdi gö rdüğü her şey b ir
düştü. Gördükleri ister gerçek ister düş o lsun, bundan ger
çeği ya da d üşü gören bir özneni n varlığı ç ı k ıyordu. Şu du
rumda bütün bunları gören bir kişi o la rak o, vard ı . "Re nde
kar'ın dediği gibi ben varım" diyordu , "Peki ama ben k i
m i m ? Ayna bana l hsan E fe n d i olduğumu söyl üy o r, rüyam
daki ayna ise Bünyam i n olduğumu söylüyor. Ben kimim?
Bütün bunları gören özne aslında k im ? "
Derin d üşü ncelere garkolan U z u n l hsan E fend i ayna kar
şısında burnunun kıllarını da keserken makası kazara etine
bat ı rdı. B i r hayli kan akıyordu. Ama hiç a c ı duymadı . Bu
d u ru m düşü n c e l e r i n i daha da d e r i n leş t i rd i . B ün yami n'i n
ezandan önce yak tığı mangala ilerled i . lçin içi n yanan kor
lara baktı . lçleri nden birini maşayla alıp i n c eled i . Sonunda
fı ndık büyüklüğündeki koru çıplak avcuna aldı. D e risi he
m e n su to p lamış , hayat ç izgisi o rtadan i kiye bölünmüştü.
Koru mangala attı. Hiç acı duymuyo rdu. Aşağıya inip aptes
tazeled i . G iyinip evden çıkarken ibriği almayı u n u tmamıştl .
M eyyit Kapısı' ndan çıkıp Kasımpaşa'daki kabri s tana gider
ken, çeşmenin bi ri nde ibriği doldurdu. Eski bir mezarın ya
n ın d a d u ru p toprağı su ladı ve bir Fat i ha o ku du. Bir bez
parçasına sardığı boru çiçeği tohumlar ı n ı toprağa serpti . Bu
bez parçası n ı daha so n ra mezar taşını tozdan topraktan te
mizlemek i ç i n kulla n d l . Taş ı n üzeri ndeki "Ah m i nelaş k "
yazısı n ı , ustaca o yulmuş l event k ı l ı c ı kabartmasını , "yed i
m eydanın ve yetm iş iki kül hanm efe nd isi" ibare lerini özen
l e pa r lattı . Öğle vakt i ol madan a rkası na bile bakmaksızın
aceleyle Galata'ya d ö n d ü . Evin e gidip od as ı n a ç ıktı ve u zu n
s ü red i r üzerinde çalıştı ğı d ü n ya atlasını ta m a m l a ınaya ko
y u ld u.
46
il
47
arasından b i r duman gibi sızarak d o l un aya doğru u çtu .
Kostantiniye'yi hayatında ilk kez tepeden gördü. Boğazı ge
çip Ü sküdar'a u laştı. Dolunayın altında süzülerek Kız Kule
si'ni geride b ı raktı ve sarayı n bir penceresinden içeri girdi.
Bir yatak odasıydı burası . Güzeller güzeli bir şehzade kuş
tüyü yastıkların üzerinde uyuyord u . Bünyamin şehzadeyi
seyretmeye dalmıştı ki oda n ın kapısı açıldı ve içeri üç adam
girdi . Aralarından biri yatağa doğru ilerledi, ayışığında par
layan hançeri yatağa saplayıverdi. Adamlar aceleyle odadan
çıktıklarında Bünyamin yalnız o lmadığını hissetti. O güzel
ler güzeli şehzade de, kendi bedenini terketmiş, tıpkı onun
gibi uçuyordu. Pencereden çıkıp göğe yükselmeye başladı.
Bünyamin ona yetişmek istedi fakat şehzade kısa sürede
gökteki y ıl d ızları n arasında k aybo l d u . H o ro zlar ö tmeye
başlamış , doğu u fkunda bir kızıllık b e lirmişti. B ü nyamin
Galata'ya doğru uçtu ve evlerinin penceresinden girdiğinde
babasını gördü. Uzun I hsan Efendi ağzından kan sızan oğ
lunun bedenine kapanmış hüngür hüngür ağlıyordu. Bün
yamin'in düşü bir kabusa dönüşmek ü zereydi. Çok geçme
d e n o d aya çevredeki komşul a r d o lmaya başladı . Babası
kendinden iyice geçmiş, akıtacak gözyaşı kalmamıştı. Deli
kanlının bedeni yıkanıp bir sandukaya konuldu . Sanduka
doğruca Arap Camii'ne götürülürken Bünyamin uçarak ka
fileyi izliy o rdu. Sala verildi, cenaze namazı kılınd ı . Tabutu
taşıyan kafile şimdi de Kasımpaşa mezarlığına doğru ilerli
yordu . lki kişi Uzun I hsan Efendi'nin koluna girmiş, dizleri
tu tmayan adamcağızın yürümesine yardım e diyordu. O nla
rın üzerine süzülen Bünyami n , babasının hıçkıra hıçkıra şu
sözleri söylediğini işitti: "Benim suçum ! Hepsi b enim su
ç u m ! Zavallı oğlum, asla böyle b i r şeye l a y ı k de ğ i l d i " .
Adamcağız sürekli b u sözleri tekrarlıyor, kendisini teselliye
çalışan dostlara aldırmıyordu . Kazılmış mezarın ö nüne gel
diklerinde daha fazla dayanamayıp o racığa çöktü. Kalabalı-
48
ğın üzerinde uçan Bünyamin kefenlenmiş bedenini gö rdü
ğünde dehşete kapıldı. Cesedi çukura yerleştirip üzerini
tahtalarla çaprazlama örttüler ve mezara kürek kürek top
rak atılmaya başlandı. Sonunda iş tamamlanmış ve kafile
Galata'ya doğru yola koyulmuştu . Mezarlıkta sadece b irkaç
z iyaretçi ile onlara su satmaya çalışan bir saka vardı. Bünya
min sakaya doğru süzüldü ve ona, " Şu mezara su dök" diye
bağırdı. Gelgelelim saka nın onu duyduğu yoktu. Bünyamin
yılmadı, " Gel benimle ve şu mezara su dök ! " diye avazı ç ık
tığı kadar bağırdı. Saka durup çevresine bakındı ve küçük
parmağıyla kulağını karıştırdı . Delikanlı ağzını sakanın ku
lağına yaklaştırarak, " Lütfen, b irkaç adım önündeki yeni
kazılmış mezara su dök. Lütfen ! " d iye fısıldadı. Saka, Bün
yamin' i n gömülü olduğu mezarın ö nüne geldi ama hala
ç evresine bakınıp d u ruyord u . Fakat i ç i nden bir ses ona,
"Haydi , ne duruyorsun! " diyordu. Adam kırbasını eğip top
rağa biraz su d ö ktü . Ama ses ona , " Hayd i , hepsi ni dök,
heps i n i ! " diyord u . Saka , i ç i n deki sese uyup kırbasındaki
bütün suyu mezara boşal ttı.
49
cl uğu çukur toprak dolma y a başlamıştı. Am a b oşl uğu n hac
m i değişmiyordu. Sesi dinleyerek başının üzerindeki tahta
ları teker teker yerinden oyn atıp dökülen toprakla r ı kalan
boş l uğa doldurdu. Son tahtayı yerinden oy na ttığı n da doğ
rulabil d i ve dökü l m eye başla y a n toprağın bac a kla rını ö rt
memesine dikka t ederek y u k a r ıya uzanmaya ça lıştı . Fakat
bir anda önce diz l erine, so n r a da yarı beline kad a r gömü l
dü. Kolunu yukarı kaldırmaya çalıştı . Toprak ıslak olduğu
için fazla zorluk ç ekmedi ve elini dışarıya ç ı kardığında te
ni nde güneşin sıcakl ığını hissetti. Son b i r gayre tle sağ d izini
yuk a rı çekip eliyle zemine abanara k başım top rağın üzerine
çıkardı ve güneşi gördü. Diri diri göm ü l üp ö l mekten kur
tulmuştu.
Meyy i t kapısındaki k ahvehanede pi nekleye n l e r, saç l a rı
be mbeyaz kes i l m i ş , bet beniz leri a tm ı ş b i r g ru p i n sa n ı n
kend i lerine doğru dehşet içinde koş tuğun u görd ü le r. El leri
yüzleri çarp ı l a n , çeneleri titreyen , saçları diken diken ola n
bu kişiler Galata y a gi rer girmez teker teker yere yığıldılar.
'
50
içi n d eği l , ama hortlaklardan ç o k askerlerin p alalar ı n d an
korktu ğu için deli ka n l ıya doğru ilerleyen adamcağız Bün
yamin in bileğini tuttuğunda saçları b e mbeyaz kesilmişti.
'
Hekim derin bir soluk alıp, "Hortlak falan değil , nabzı a tı
yor. Zava llıyı d i ri diri gömmüşler ded iği nde palalar i n d i .
"
Birkaç gün sonra herkesin Vardapet d iye çağı rdığı bir Er
meni , Bünyami n i ziyaret etti. Bu adam vaktiyle Galata'da
'
51
l eri ne alet e tmelerinden çekiniyo rdu . Son unda , üstleri nin
de o nayıyla b i r sınav yapmaya karar verdi. En çi lekeş, dola
yısıyla e n d indar olanı seçilmek üzere , adaylar tek başlarına
b irer hücreye kapatılacak ve kırk gün b oyunca hücresinde
en az yiyip içen kişi vekil tayin edilecekti. D o kuz adaydan
birisi, o zamanlar başka bir ad taşıyan Vardapet'ti. Adaylar
hücrelerine girdikten sonra duvarlar taşla örül d ü . Kapıda
sade c e ekmekle suyun verild iği ve b üyük küçü k a p tesl er
için kullan ılan laz ıml ıkların alındığı küçük ka paklar açık
b ı rakıld ı . Va rdape t ilk d ö rt gün o n somun e k mekle o tu z
maşrapa su v e b i r kupa şarap tükett i . D ünya nimetlerine
gösterdiği b u aşın düşkünlük başlangıçta onu b i r hayli göz
den düşürdü, ama sonraki günlerde ne bir dilim ekmek, ne
de bir maşrapa su istedi . Bu tutumu o tuz dokuz u ncu güne
kada r sürdü. Halta kil ise yetkilileri o nun sağlığın dan endi
şeye d üştüler. Fakat Vardapet halini hatırını soranlara gayet
sı hhatli bir sesle cevap veriyo rdu . Müsabakayı onu n kaza n
dığı kesin gibiyd i . D i n adamları gözl e rinde ila h i yaşlarl a ,
"Ye n i b i r ermişimiz oldu" d iyorlardı . Gelgelelim mesele h iç
de göründüğü gibi değ i l d i . Çünkü Va rda p e t boyn u n daki
demir haçla hüc resinin zemin taşını kaldı rı p bir tünel aç
mıştı. Tünelde n kilisenin dışına çık ıyor, To p hane'deki mey
hanelerde yiyip içiyor ve yine tü nelden hücr esine d ö n e rek
zem in taşını yerine o tu rtuyordu. Anc ak, b u işte bi r hiyle se
zecekleri n d e n ko rkup duru muna b i r ö lçüd e i na n d ı rı c ı l ı k
kazandı rmak için son gün bir somun ekmekle şarap isted i .
Oysa bir gece önce M ihalaki'nin meyha nesinde b i r tenc e re
dolusu bo l yağl ı taskebabı yemişti . N ihaye t kırkmcı gü nün
akşamı hüc resinin kapısına ö rülen duvar y ıkılırk e n ka rnı
gu,rul dam aya başlad ı . Yağl ı taskebabı barsaklarım bozmuş
tu . D uvann yıkıl ması epey zaman ald ı . Papaz içe ri gi rdiğin
de Vardapet yeri nde zor duruyord u . Ü s tel ik, bir tali hsizlik
ese ri o larak, onuruna bir tören b ile ha�ırlanmış tı. Vardapet
52
daha fazla dayanamayacağın ı h isset ti , koro ilahi söylerken
k ilisenin mührü kendisine verilmek üzereydi k i , altını d o l
duruverd i . llahi kesil m i ş , k il iseyi b i r uğu l tu kaplamışt ı .
Herkes Vardape t'in eteklerinden akan p isliğe bakıyordu . O
ise, " nasıl o lsa her şeyi kaybetti m , bari iyice rahatlayayım"
d iye düşünerek kendi n i iyice koyverdi . Papaz ı n gözleri ye
rinden uğramıştı. Hemen terazi getirtilip Vardape t'in pisli
53
çası olarak kabullenmeyi b aşardı.
Batıya sefer açılacağı söylentil e ri ağızdan ağıza dolaş maya
başlayınca lağımcıbaşı o n a haber sal ı p haz ı rl ıkl ı o l m asını,
tak ı m ında bir eks i klik varsa ne yapı p edip bir a d am bularak
aç ığı kapatması n ı buyurmuştu. Oysa Vardape t'in e m ri nde
çalışan lağımcı larm çoğu korkak, p ıs ı rı k , gönülsüz v e he
vessiz adamlard ı . Ye r i n a l t ında çal ışmak, her an ç ök m esi
muhtemel toprağ ı kazma k , fitil ateşle n d i ğ inde y e te rince
h ız l ı kaçamamak mesleğin tehl i keleri nden d i . Bu teh li kel er
den biri gerçekleştiğinde, döğüşürken ölünmediği i ç in şehit
sayılmak da biraz zord u . A rada bir lağnncılığa h eves eden
ler ç ı ksa bile bu kişilerin sini rleri, yeral tmda çal ışmaya da
yanacak kadar sağlam değildi ve d iri diri gömül me korku
sunu yaşadıkları ilk a nda kend isi n i yalnız b ı rakıp kaçacak
ları belli yd i .
54
meye çekindi. Bununla birlikte Uzun Ihsan E fe n di oğlu na,
"Buradan gitmek istediğini biliyorum oğlum" dedi, "Kendi
me hakim olabilseydi m belki de sen i , çokta n içine girdiğin
bu maceraya bırakmazdım. Sana olan sevgim biricik oğlu
mu tehlikeye atmama engel oluyor. Ama bilmek ve şahit ol
mak en büyük mutluluktur. Macera ise b üyük bir ibadettir;
çünkü O'nun eseri ni tanıma n ın başka bir yolu olduğunu
gö rebilmiş değilim. Kendi pay ı ma ben, dünyayı rüyalanmla
keşfetmeye çalıştım. Bu, yeterince cesur olamadığımın bir
göstergesi olabilir. Aynı hatayı senin de yapmana yolaçmak
istemiyorum. San a izin veriyorum, git. Git ve benim göre
medi k lerimi gör, b e n i m dokunamadıklarıma dokun, seve
med i k lerimi sev ve hatta, bu babanı n çekmeye c esaret ede
med iği a c ı la n ç e k . D ü nyadan ve o n u n b i n b i r h a l i n d e n
korkma" .
Uzun I hsan Efendi bu nları söyledi k te n sonra gömleğinin
içinden meş i n c i l t l i b i r k i tap ç ıkard ı . Bu, dün gece tamam
layabi ldiği Dünya A tlası'yd ı . Kitabı oğluna uzatara k , "Atla
sım ı sana emanet ediyorum" dedi , "Daima yanı nda taş ı ve
a t ıldığın bu mace rada yolunu kaybedecek o lursan bu düş
atlas ı n ı n sayfalar ı m kanştırabilirsin. Fakat kendini sakın
kaptırma. Adına Dünya dediğimiz k i tabı o ku" .
Bünyamin kitabı a l ı p koynuna soktu ve kalkıp babasının
elini öptü. Delika nlıyı bu tehl ikeli işe razı etmek i ç i n az ön
ce d iller döken Vardapet ise baba ile oğulun birbirine sar ılıp
gözyaşı döktüklerini görünce bir hayli içlendi. "Baban doğ
ru söylüyor oğu l" ded i , "Sağ salim geri döndüğümüz zaman
mace ra n ı arkadaşları na anlattığı nda hepsi sana gıpta ede
cek. Şimdi babanla helal laş ı p bohçan ı topladı k ta n so n ra ak
şam olmadan b eni bul . Karaköy'deki ç ınar ı n a ltı ndaki kah
veha nede seni bekleyeceğim. Kayığa bin ip d oğruca lağımcı
başına gideriz , ada m ın elini öpe rsin. Defterl i olur olmaz tı
kır t ı k ı r akçeni öderler. Sen yi ne d e yanına b i raz para al.
55
Çünkü sefer uzun sürecekmiş diyorlar" .
Bünyamin gittikten ç o k sonra, akşam ezanları okunur
ken Uzun lhsan Efendi büyük bir yalnızlık hissetti . Uyudu
ğunu sandığı ama aslında yorganın altında kendis i n i büyük
bir merak la izleyen Alibaz'ı evde tek başına b ırakarak dışarı
ç ıktı. Hava iyice kararınca fenerini yaktı ve dik bir yokuşu
tırmandıktan sonra Haliç'in karşı k ıyısına ba ktı. Kuru ayaza
rağmen gece yarısına kadar manzarayı seyretti . Kostantini
ye, uyuyan bir devin gölgesi gibi mehtabın altına uzanmıştı.
Şehrin uykuda olduğu o anda b il e , d üşlerin görül üp kabus
ların gerçekleştiği , şehzadelerin boğdurulup rüşvetlerin he
saplandığı, gizli i ttifakların i mzalanıp şerbetlere b inbir çeşit
zehirin katıldığı o anda bile, sarayda kutsal emanetlerin bu
lu nduğu o odada yan ı k sesli b ir hafız , kend isinden ö nceki
lerin y ü z altmış yıldır aralıksız k ıraat ettiği Kuran'ı , vecd
içinde gözlerini kapayarak kimbilir kaçıncı defa o kuyordu.
111
56
için taştan yapı lan mahalle mekteplerine halk arasında taş
mektep denirdi. Bunlar, e n c ehennemi yangınlarda bile sali
men ayakta kalır, diğer evler gib i yanıp kül o lamadı kların
dan çocuklara zorunlu bir tati l b i r türlü kısmet o l mazdı.
Sık sık olduğu gib i , eğer aynı mahallede iki taşmektep varsa
bu nlar mutlaka kavgalı o lurdu. Her iki tarafın da hocaları
n ı , kal falarını ve talebelerini kapsayan bu d ü ş manl ı k en
azından yüz y ı l d ı r sürdüğü i ç i n kavganın ha ngi sebeple
başladığı da b ilinmezdi. N esilden nesile geçen bu husumet
gittikçe bilenir, hocalar ve kal falar yeni gelen ç o c uklara
düşman mektepteki meslekdaşlarının, sümüklü , yaralı be
reli, cerahatli insanlar olduğunu , bir dua edip yüz kat kü
ç ü lere k geceleri masum çocukların kalplerini yediklerini,
sonunda kurbanların ın da onlar gibi ecinni tai fesine karıştı
ğını sır veriyormuşcasma an latırlard ı . Bazan hoca, bir kc1ğı
da küfür dolu bir h ic iv yazı p bunu düşman mektebin mual
limine götürmesi i ç i n gözüne kestird iği bir çocuğu görev
lendirird i . Kağıdı sözkonusu zata tebliğ eden çocuk, ö fke
den küplere binen adam tarafından falakaya yatırılır, ama
ayakları şişmiş bir halde mektebine dönünce de kahraman
·
ilan e d ilird i . Bazan bu kağı tlara küfür yerine ilam harpler
de yazılırdı. lki tarafı n çocukları bir yangın yerinde , boş b i r
arsada, yahut b i r bostanda karş ı karşıya gel i r, sesi en gür ta
lebenin çektiği gülbankla cenk başlardı. Kalfalar b i rbi rleri
ne girmeyip sadece yolda karşılaştıkları zaman ağız dalaş ı
yapmakla yetinirlerken, hocalar böyle b i r şeye yanaşmaz
lardı. Ama bir kalyoncuya iki üç akçe verip rakiplerine mu
sallat etmeleri duyul madık bir şey değildi.
G ü n l ü k m esailerinin bitiminde taşmektep hocalarının
kendilerine mütevaz i bir ek gelir sağladıkları yerlerden biri
de kıraathanelerd i. Bu mekanlarda , okuması iyi ve sesi gür
bir zat, kahvecinin sahaflardan kiraladığı kitabı yüksek ses
le o kur, sedire bağdaş kurmuş , taburelere çöme l m iş ya da
57
hasırlara u zanmış ehli keyif ise çubukları n ı tüttürüp kahve
lerini höpürdeterek Battal Gazi'nin, Hazreti Ali'nin ve Genç
Osman'ı n kahramanl ı k h ikayelerini zevkle dinlerd i . Zülbe
cedoğlu Ziyal'ı n tam su rlara tırmanıp üste l ik göğsüne yirmi
ok birden yediği sı rada , kitabı o kuyan k işinin bir h ecede ta
kıl ıp kekel emesi ve yazı y ı sökmede k i fayet gösterememesi ,
heyecanı doruğa ulaşmış kahve ahal isini ç ileden ç ıkarır, ke
yiflerini adam a k ı ll ı kaç ı r ı rd ı . Bu yüzden k ı raathanelerd e ,
bahis konusu k i tapları vaktiyle o kuyup hatmetmiş olan taş
mektep hocaları rağbet görürdü. Ders bitiminde h ocalar an
laşmalı oldukları k ı raathaneye gel irler ve kahrama n l ı k hi
kayesinin sonunu merakla bekleyen k ahve m üdavimleri ta
rafı ndan saygıyla karşılanırlard ı . Ka fası kesilen D i l kuşl'nin
·büyücü tarafı ndan diriltilip diriltilemeyeceği ni merak eden
ahal i , hocanın bedavadan içtiği kahveyi bitirmesini sabı r
sızlıkla bekler, bu arada maceranın so n u na dair türlü türlü
tahminler yürütürlerd i . Hoca, kitab ı n sayfasını kald ığı yer
den açıp okumaya başlayınca ses soluk kesi lirdi. He le hele
Peysullab N e k k a rep erzen' in tü fe n k ateşi al tmda dal k ı l ıç
Tebriz surlarına saldı rd ığı bahsine gelinince, hoca k ı raatine
b i r fası la verip kahvesinden b i r yud u m a l ı r, heyecandan
kıvrım kıvrım kıvranan ahal iye böylece kendi kad rini bi l
d i rmiş olurdu.
Bünyamin' i n o uğursuz parayı b u lması ndan h ayl i zaman
önce, işte bu k ı raathanelerden b i rinde öksüz ve yetim b i r
ç ı rak vardı . Kahve dağıtıp çubu k yakmakla gö revli o lan b u
ç ı rak, kah rama n l ı k h ikaye le rini d inleye d i n l eye o k umaya
heves etti . O n u n , macera kitapları ndaki i lme irfana hevesi
ni gören hoca da kısa zamanda çocuğa o kumayı sö ktü rdü
ve bu ç ırak del ikanl ı l ı k çağına geld iğinde onu taşme kteb ine
kalfa olarak a l d ı . Artı k delikanlının görevi, yaramaz çocuk
la n fala kaya yatı rmak ve hecec ili kten k ı raat derec es i ne terfi
edenlerin kafası na cüz kesesini geçirmekti. Fakat onun ru -
58
hunu tutuşturan asıl ateş macera h i k ayeleriydi . Sahaflardan
kiraladığı k itaplarda, ej derha başlı kolomborne topundan
d üş ma n hatlarının gerisine fırlatılan Halim el Barudl'yi i k i
- ,
59
lan tarafı n da n kiralandığın ı düşünüyord u . Düşman mek
tep teki çocuklar tarafından kıstırılıp dövülen Alibaz, inti
kam için arkadaşlarını toplayıp hasımlarından ü ç beş çocu
ğu patakladıktan bir hafta sonra kalfalardan biri başına cüz
kesesini geçiriverd i. Amme cüzünü okurken vuku bulan bu
olay, onun hececilikten kıraatçiliğe geçtiğinin bir işare t iydi .
Hocası , okuma bildiği böylece onaylanan ç oc uğun rah lesi
n e b i r macera kitabı koyd u . B u kitap Turan kahramanı E f
ras iyab'ın maceralarının bir derlemesiydi .
Kitapta Efrasiyab'ı n nasıl dünya fatihi olduğu anlatılıyor
du. Askerleri çölde susuz kalınca onlara yumruk büyüklü
ğünde birer taşla önünde sıraya girmelerini söylemiş ve her
taşı sıkıp suyu nu ç ıkararak bütün adamlarının mataralarını
doldurmuştu. Dünyayı fethetmek üzere başkentinden ayrıl
dığında tam o t uz yıl savaşarak bir kentin ö nüne gelmiş ve
hemen muhasara emrini vermişti . Kenti d üşürmek için yıl
larc a savaştıktan sonra ansız ı n bir haberc i ç ı kagel miş ve
kendi başkentinin yaman bir komutan tarafından fethedil
mek üzere o lduğunu b ildirip hemen yardıma gelmesi ge
rektiğini söylemişti. Efrasiyab yıllarca süren bir yolculuktan
sonra başkentine döndüğünde buranın bir zamanlar muha
sara ettiği kent olduğunu görüp, d ü nyanı n yuvarlaklığına
hükmetmişt i . Zifi ri karanlıkta sanki gündüzmüş gibi gö re
bilen oydu. Ta n sökümünden gün batımına kadar gözün
den bir damla yaş gel me ksizin aralıksız o larak güneşe baka
b ilen oydu. Ağır bir kılmcı üfleyerek yerinden oynatab ilen
de yine oydu .
Kı raat derec esi ndeki her ç ocuğun b i r sayfası n ı yüksek
sesle o kuduğu k i tap üç gün sonra bitti ve E frasi yab'ın kah
ra manlıkları düşlerin ayrılmaz bir parçası o ldu. Mektepten
ç ıkar çıkmaz G alata surları d ışında bir arsada top lanıyorlar,
ağaç da lların ı eği p bü kerek ateşte kurutup kirişler yapıyor,
tavuklardan yo ldukları tüyleri o klarına b ağlayıp birer kah -
60
raman olmaya hazı rlanıyorlardı. Cüz keseleri ise taşla do
luydu Düzgün ağaç dallarından yaptıkları mızrakları at kıl
.
n ata ata Voyvoda yol undan Kule Kaptsı'na doğru koştu lar.
61
dan birinde, y ı l ların yağmuru ndan er iye e r iye b i tmiş bir
duvar e nkazı n ı gözlerine kestirdi ler. K erpiç duvarın dibini
kazıp humbarayı yerleştirdikten sonra fi tili yakar yakmaz
koşup ağaçların arkasına saklandılar. Büyük bir patlama ol
du. D u man dağıld ıktan sonra kerpi ç d uvardan eser kalma
dığı görüldü. O kadar korktular, o kadar pıstılar ki, arkala
rına bile bakmadan kaçmaya başladılar. Şiddetli patlamanın
etkisiyle aralarındaki birl i k bozu l m uş, işledi kleri kabahatin
büyüklüğü karşısında dehşete kapılıp çil yavrusu gibi dağı l
mışlardı. Evlerine dö'nd ü klerinde, onların süt dökm üş kedi
gibi davrandık larını gören ebevey n l eri, kon u komşuya sor
gu sual edip bir hasarları z iyanları olup olmadı ğına dair her
ne kadar ağız yokladılarsa da tahmin ettikleri cevabı alama
yıp rahatladılar.
Ertesi günü ders bi timi , çocukların en cesur o lanları olay
yerine gidip yarım kulaç deri n liğindeki ç u k u ru görd ükle
ri n d e sahip o l du kları gücü kavray ıver d i le r. l ç i n deki her
şeyle birlikte d ü nyayı fet h e tm eye a rtı k k e n d i l erini hazı r
h issediyorlardı. Sonraki gün harçlıkları n ı b i r leştirip demir
ciden büyük boy kırk beş ve küçük boy iki yüz ç ivi aldı lar.
Ağaçların m ızraklık, k irişli k ve okluk dallan budandı , çakı
l arla düzeltildi. Çiv iler okların ve mızrakların ucuna bağ
lan dı. Komşuları n tavukların dan yol u nan tüyler oklara ta
kıldı. Baruthane kap ı s ı önünde fıç ılardan dökülen gri toz
öze nle topland ı ve küç ü k bir fıç ıda biriktirildi. A tış tal imle
ri , güreşler ve res m i geç i tler yapıldı. C u ma tatil gü nleriydi
ve daha perşembede n bir i lanı harp komşu okuldaki çocuk
lara ulaştırı l dı . O gece h içbirinin gözüne uyku g i rmed i . Sa
bah olur olmaz bezden sadaklarında okla r ı , sı rtla r ı nda yay
l arı , e lleri nde mız rakları, c ü z kese lerinde taşlarla bir istil a
o rdusu hasım mahal leye doğru yo l a ç ı kt ı . D üş m a n mevzile
ri ne girdikleri nde o n ların bir arsada mevzilend i k le rini gö r
d ü ler ve savaş çığl ı k ları a tarak h üc u m etti kleri nde sayıs ız
62
taş üstlerine başlarına isabet etti. Onlar da taşla karş ı l ı k ver
mek i stedi ler, g el gör ki düşmanlar sandı k parçaları ndan
yap tı kları metrislere sığınıyo rlar ve buradan i k i de b i r çı k ı p
o n l arı taci z ed iyo rlard ı . Yap tı kları o nca haz ı r l ı ğa rağm e n
ordudakile rin cesaretleri kı rıld ı . H e l e hele düş manları e l le
rinde mızraklarla metrislerden fırlayı p taş desteğ iyle sald ı r
maya başladığında ne yapacaklarım şaş ı rd ı lar. Kaçmayı d ü
şü ndüklerinde sokağı n iki çıkışını n da tu tu ld uğu nu görd ü
ler. Bazıları s ilahları m a t ı p ağlamaya başlamıştı. Fakat tam
bu s ırada b ekle nmedik bi r şey oldu.
Alibaz'ı n elinde san ki bir kurtuluş ışığı parl ıyo rd u . Bu ço
cuk, o ana dek cübbesinde sak ladığı sahici yatağanı çekm iş,
ö n ü n e ç ı ka nı n kafası n a ind i rmek üzere iki el iyle havaya
kaldırmışt ı . Arap l h san' ı n ayeti keri meli devasa yatağarnydı
bu. Ahbaz sanki bu k ü lha n in i n r u h uyla b i rleş m iş gibi bir
savaş narası koy ve ri p "Al lah A l lah" d iye tek başına metris
lere saldırınca, b u pırıl pırıl yatağanı gören düşman taşını
atamad ı , yayını ge re m e d i , mevz i ler in i te rkedi p kaç maya
başladı. A libaz tek baş ı na düşma n çad ı rı n ı n ö nü n e gelel i ,
ustura gib i keskin yatağanıyla birkaç darbede çad ırı parça
lad ı . Haz i n e san d ığı ö n ündeydi . O günde n sonra arkadaşla
rı arasında bir e fsane oldu. Ona, tek başına bir o rduyu kaçı
ra n yiği t , Al ibaz , n a m ı d iğe r E fras iyab d iye c e klerd i . O , bü
tü n müstakbel savaşların gal ib iyd i . O , bütün kalelerin, pa
lankaları n ve hisarla rı n fa t i h i , bütün y i ğ i tle rin başb uğu , bü
tün kö tülerin düşma n ı , bü tün acizlerin k o ruy ucusuyd u. O,
Efras iyab'tı . D ü nyan ın ge lecek teki fati hi, yiğitle rin o m u z la
rında taşın a n kahrama n , cesaretten başka h içbir kalkana,
se rbazl ı ktan başka hiçb i r s i laha ihtiyaç duymayan bir cen
ga v e rdi . Evet, hiç k uşku yo kt u : E frasi y ab 't ı o .
Za fe r i n ve rd i ğ i heyecan l a o g ü n ü n akşa m ı ç o c u k l a r ın
heps i s an cakla r ı üzerine el basarak d ü nyanı n fethi yol u nd a
başlarını koymaya and içt il e r. A l ibaz' ı n böyle b i r şey yap-
63
masına gerek yoktu . Çünkü o , mürekkebe batırdığı eliyle ta
baştan bu b eyaz kumaşa elini basmıştı. Diğerleri davaların
dan dönseler b il e , b u san c a k varo lduğu sü rece o, a maca
hizmet edecekti. O kadar kararlı , o kadar göz üpekti ki, ci
var mahalleden gelen çocuklar b i le onu n o rdusuna yazıl
maya başladılar. Askerlerin isimleri ve s icilleri bir defterde
itinayla muhafaza ediliyord u. Karargahları olan arsaya kur
dukları çadır büyütüldü ve içine bir taht y erleştirildi. Daha
şimdiden üç sandık dolusu hazineleri vardı . Her cuma g ü
n ü karargahlarında muntazaman yap tıkları toplantıda baş
langıçta şarap i çmeyi denedilerse de, çoğu m idelerini bo
zup istifrağ ettiğinden sonunda üzüm suyuna b e l bağlamış
lard ı . Bu toplantı larda verilen hükümler oldukça ilgi nçti :
Önce kendi bölgelerinde oynanan aşı k , h ü ll ü oğlu, bilye, ça
tal matal kaç çatal , domuz gibi yutmalı oyunlarda ü tülen
misketler, dikkeler ve çakıllardan onda bir vergi almaya ka
rar verdiler. Geçti geçti kim geçti, mendil mendil kapmaca,
sek sek, beş taş , ebe kış kış, kabak pişti, el el üstünde gibi
oyunlar için de meydan kirası alacaklardı. Ama bir başka
karar çok isabetli oldu. Oyunlarda adaletsizliği ve mızıkçı lı
ğı önlemek için çeldirmeli, gömmeli ve tutmalı bütün çelik
çomak oyu nları nın, birdirbir, ebe ç ıldı r, ku tu ve zıp zıpın
kurall::m teker teker yazıyla saptanacak ve bu kanun lara
karşı gelen oyunbozanlar cezalandırılacaktı . Oyunların ku
ralları kağıt lara özenle yazıldı ve üstüne "Hal i ç'in ve Boğa
z içi'nin hakanı , Aza p , Meyy i t , Kürkçü, Yağkapa n ı , Karaköy,
K i reç , Top hane ve Kul e Kap ı ları'nın koruyucusu, Galata'nm
bütün hazinel e r i nin sahibi E frasiyahoğl u Alibaz Efrasiyab
Hanın" tuğrası işlendi.
64
iV
65
Humbaralardan biri bu d ükkanlardan biri nin tam içine d ü
şer düşmez büyük bir patlamayla ora dakilerin aklını başın
dan aldı. N ereden geldiği belli olmayan o klar havada ıslı k
çalıp meraklı komşuların kapılarına saplanıve rdi . Çevrede
kiler, bir çocuk güruhunun patlamanı n o lduğu dükkana
dalıp kaynana zırıltılarını, hacıyatmazları, zıp zıpları ve di
ğer eşyaları talan ettiğini hayretle gördüler. Bir humbara da
ha patlayınca bunun bir haydut baskını olduğunu sanıp ka
p ılarını pencerelerini kilitlediler. Aynı gün , kaymakçıların
ve şekerc ilerin olduğu yerde dört patlama d a ha işitildi. Su
başı adamlarıyla Eyüb'e geldi. Ama ortada ne bir haydut, ne
d e bir eşkiya vard ı . Fakat sald ırıya uğrayıp soyu lmuş her
dükkanda, kırmızı mürekkebe batırılmış bir çocuk elinin
izi vardı.
66
Y er a l t ı
Bünyamin babası n ı n elini öpüp evden ayrıldıktan sonra Va r
dapet'i bulmuş ve birl ikte Errünönü'ne geçerek b i r E rmeni
dö nmesi olan lağımcıbaşının köşküne gelmişlerd i . Del ikanl ı
ocağın de �terine yazıld ıktan sonra Vardapet v e d iğer dört la
ğımcıyla birlik te Davudpaşa'daki karargahta, çadı rlardan bi
rine yerleşmiş, gece rüyasında yine o esrarengiz yeni çerile ri
gö rmüştü. Ertesi gün sarayın önünde geç i t yaptıktan sonra
Ordu-yu Humayun'la birlikte Edi rn e'ye hareket edip kışı bu
ke ntte geçireceklerd i . Fakat on gü n sonra E d i me'ye vardık
larında o kış kıyamette Sofya'ya hareket e mrini ald ı lar. Sof
ya'da b ir hafta bile kalmadan paşalarda n biri Vardapet'i yanı
na çağırarak, sabah ol uncaya kadar bütü n takı m ı n ı teçhiza
tını hazı rlamasını buyurdu. Paşa, dört yen içeri o rtası ve b i r
sipah i bölüğüyle Ordu-yu Humayun'dan ayrıl ı p meçhul b i r
yöne gidecekti . Lağı mcıya ihtiyaç duyduğuna göre b i r kale
zaptetmeyi tasa r l ıyor olmalıydı. Gelgelelim sabah olduğun
da, bu meçhul amaç için seçilen askerlerin huzursuz olduğu
69
görüldü . Çünkü kışın o rtasında savaşmak alışıl mış bir şey
değildi. Bununla birlikte adamlara kürkler, postlar, kepenek
ler ve k eçe ç izmeler dağ ı tı larak gönülsüzlükleri giderilmeye
çalışıldı. Fakat onlar, kendilerini soğuktan k o ruyacak bu ka
ba giysileri giyd iklerinde hareketlerini n adamakıllı kısıtlan
dığını gördüler. Sonunda, adamların her birine ç i fte ulufe
vaat edilince isteksiz isteksiz bölüklerine dönüp yola çıkma
ya hazırlandılar. Vardapet ise durmadan işlerinin zor olaca
ğını, çünkü toprak donduğu için kışın yeraltmda lağım aç
man ı n zahmetli olduğunu söylüyor, bu tuhaf görev için ken
di lerini seçenle re veryansı n ediyord u .
Sofya'dan ç ı kt ıkları nda tahmin ettiklerinin tersine batıya
değil , kuzeye yöneldiler. Keçe ç izmele riyle çamurlara bata
ç ı ka ilerleyen yen içerilerin gö n ü lsüzlükl eri sura tlarından
okunuyordu . Üç gün boyunca kuzeye i lerled ikten sonra ça
muru arar oldular, çünkü toprak donmuştu. Bir hafta sonra
kar ç iselemeye başlayı nca hoşnu tsuzluk iyice artt ı . Onuncu
gün tipi bastırınca adamların ell eri aşırı soğuk nedeniyle
madeni eşyalara yapışmaya b aşlad ı . Yo la ç ıktıklarından üç
hafta sonra, b ir dağ geçidinden geçerken toprak çöktü ve
ej de rha başl ı o n i k i k o l o mborne to pu u çu ru mdan aşağı
uçup, yüzeyi buz tutmuş nehrin dibini boyladı . Bu olay, on
beş gün d ü r s ı ca k yemek yemeyen ask e rleri n mora l l erini
bozup sinirleri ni iyice gerdi. Kulaklara ve b ıyıklara dokun
mak . oracıkta katl e d i l meye y etiyordu. Ç ü n kü aşın soğuk
n edeniyle donan b u uzuvların kırıl ıvermesi içi n o nlara ha
fifçe bir fis ke vu rmak yeterliydi. T ü fe k le re , z ı rh lara , topla
ra , yahu t herhangi bir madeni yüzeye kazara d o k u nanların
h alleri içler a c ı s ıyd ı. Kolomborne to p ları nehre d üşerk e n
çı plak elle on ları n z i n cirlerine asılan lan da b irl ikte götür
müş tü . Yeniçeri ler silahlara yapışması n d i y e e ll erin e torba
geçiriyor lardı , fakat b u o nların hare ket ini ta ri fe gelmeyecek
kadar engelliyord u Şiddetli soğuk başlarına öyle belalar aç-
.
70
tı ki, karın örttüğü bir çukura düş.en altı serdengeçt i kurta
rıldığında, bu zavallıların elleri ve yüzlerinden b i rb i rlerinin
d emir z ırhlarına yapışmış o l dukları görül d ü . Arkadaşları
bunlardan birinin saçına asılıp yanağın ı z ı rhtan ayırmaya
kalkınca demirin üzerinde et parçaları kal d ı . Fakat o n u
kurtarmanın başka hiçbir y o l u yoktu .
Yirmi seki z gün sonra b i r ovada ilerlerken altı gün önce
saldıkları öncü birliğini u fu kta gördüler. Bu atlılar dört nala
üzerlerine geliyordu . Yirmi atl ı , kafilen i n ö nüne eriştiğinde
durmayıp i lerleyince herkes şaşırdı . Süvari ler a tları n ı mah
muzlayıp o n ların peş i nden gitti ler. Bir süre son ra mesele
anlaşıldı: Öncü birliği atları nın üzeri nde uyurken son nefe
rine kadar donmuştu . Yeniçeriler bunu uğursuzluk telakk i
edip paşaya isyan bayrağı çektiler. Fakat paşa o nların ulufe
leri n i üç katına çıkard ığın ı ve bunun bir k ısmı o lan toplam
1 40 . 000 meteliği h emen şimdi ödeyeceğini söylediğ inde ya
t ı ştılar. Gel gör ki b i r haf ta son ra b u rç ları nda renk re n k
b a y ra k l a r d a l g a l a n a n k a l e y i g ö rd ü kl e r i z a m a n , p a ş a
1 40 . 000 bakır meteliği geri istediğinde avaz avaz bağırmaya
başladılar. Öfkelerini kusarken b i r ara paşayı d i nlediklerin
de, geri istenen bu paranın kend ilerine i k i kat olarak öde
neceğini işitip yatışır gibi oldular.
Zaptedilecek kaleden b i r top menzil i uzakta çadırlar ku
ruld u . Ocakl a r hazırl andığında yeniçeriler o meşhur kazan
ları n ı getirdiler. Kazanlara su ve pirinç atıldı. Kesilen ko
yunların kuyruk yağlan eritilerek pilava boca edildi. Etler
parçalanıp çorba kazanlarına atıldı. P i ş mekte olan çorbalar,
iki kişinin zor zap tedebi leceği dev kepçelerle karıştırıl ı rken
yen içeriler börklerinde taşıdıkları kaş ıkları ç ıkarmış, elle
ri nde taslarla kaza nların ö nünde bekliyorlardı. Çok geç me
den, aynı tasa konan çorba ve p ilavı iştahla yemeye başladı
lar. Bu sırada paşa nm zihn i ni başka b i r mesele meşgul edi
yo rdu: N eh re d üşen on i k i kolomborne topu o lmaksı z ı n
71
kuşatma başarıya u laşamazd ı . Yeniçerilere dağıt tığı bakır
mete likleri bu yüzden geri alan . paşa , b u paraların hemen
eritilmesini buyurdu. D ö kümcüler, hepsi çoktan çürümüş
üç b i n yumurtanın akıyla hazırladıkları balçıktan, on b i r
top kalıbı yaptılar. Bakır, bir o cakta eritilip kalıplara dökü l
dü. Sonunda on bir kolomborne topu marangozların hazır
ladı kları kundaklara yerleştirildi. Paşa, mühürlü bir keseyi
açıp içinden, Kostantiniye darphanesinde yapılmış, kuruş
kesmeye yarayan yirmi adet para kalıbı çıkardı ve bunları
dökümcüye verdi. Kale zaptedildikten sonra bu toplar yine
eritilecek, elde edilen bakırdan ise, ağırlığı yarıya indirilmiş
280. 000 metelik kesilecek ve onlara mühürleri bu kalıplar
la basılacaktı.
Paşa, öğleye doğru atına atlayıp maiyetiyle b irlikte kale
nin çevresinde bir keşif gezisi yaptı. Eski bir kaleydi bu, ge
leneksel mimariye uygun olarak sekiz köşeli yıldız şeklinde
kurulmuştu . Duvarlarına tırmanmak isteyen saldırganlar,
bu sayede yıldızın köşelerindeki adamlar tarafından arka
dan vurulab ilirlerdi. Ne tu haf ki, bu kale köşeleri i t ibariyle
rüzgar gülündeki sekiz yönle tamı tamına çakışıyordu, öyle
ki , gökyüzünden bakılsa bir pusula kadranına b enzetileb i
-
l irdi . En muhkem yeri kuzey köşesiydi ve diğer burç ların
tersine, burada siyah bir bayrak dalgalanıyordu. Paşa, gü
neydoğu köşesini incelediğinde buradaki surların diğerle
rinkinden farklı taşlarla ö rüldüğünü fark e tt i . B u nlar ko
l o mborne güllelerini n k olaylıkla u fa layab ile c e ğ i d u man
rengi horkurn taşlarıydı. Böylece saldırının nereden yapıla
c ağı belli o lmuştu.
Fakat E dirne'deki ana karargahtan gelen bir haberci, saldı
rının ne bahasına olursa olsun kuzeyden yapılmasını b uyu
ran b ir ferman tebliğ edince işler karıştı. Karargahtakilerin
a nlayışsızlığına sinirlenen paşa, o nlardan altı kolomborne
ve iki sahi topla bir yeniçeri destek bölüğü istedi. Donmuş
72
toprakta zorlukla kazılan metrisler tamamlanmak üzerey
ken Edirne'den çok tuhaf bir haber geldi . Fermanda, şu an
da kalede bulunan Zülfiyar a dındaki casusun kurtarılması
i ç i n kuzey burcunun altından güneye doğru yirmi b i r adım
i çeriye bir lağım kazılması ve kurtarma işinin bulundukları
ayı n on yedinci günü akşamı n da muhakkak gerçekleştiril
mesi , bunun yanında kalenin kuzeyindeki tepede büyük b i.r
ateş yakılarak, haberciyle kendilerine u laştırılan b i r kese to
zun gündüz vakti ateşe atılması buyuruluyor, deste k kuv
ve tlerinin yola ç ı ktığı da ayrıca belirtiliyordu. Olan bitene
anlam veremeyen paşa , sözko nusu ateşi yakma g ö revi n i
başkarakullukçuya devredip haberc i n i n getird iği m e ş i n ke
seyi adama tes l i m etti . Tam öğle vakti tepede ateşin dumanı
göz üktü. Fakat duman gittikçe pembeleşti ve nihayet kıp
k ı rmızı bir renk aldı. Paşa, bunun kaledeki casusa verilen
bi r işaret o lduğunu d üşündü.
Fermanda sözü edilen lağ ı mı kazma işi de elbette Varda
pet'e verildi. Bu lağımcı yemin billah ederek paşaya , toprak
donduğu için yeral t ında dehliz açmanı n neredeyse i mkan
sız olduğunu , hele hele kazma sesleri kaledekiler tarafından
işitilmederi surlardan içeriye yirmi bir adı m girmenin çısla
düşünülemeyeceğini anlatmaya çalışıyordu. Gel gör ki cel
lat çağırılınca işler değişti, böylece gözdağı veren paşa, Var
dapet'i n guru runu da okşamak istediğinden o na ell i filuri
i hsan edince lağımcı emre boyun eğmek zorunda kal d ı. Pa
şa; "Bu görevi başaramazsan benim kellem gider. Ama şunu
b i l ki, kellem gitmeden ö nce hepi n izin kellesi çokta n kesil
m iş olur. O yüzden takım taklavatını topla ve bu ayın on
yedi nc i gününe kadar lağımı bitir. On sekizinci gün ya ke
sesi nde beşyüz altın olan zengin biri olursun , ya da kelleni
açtığın lağıma gömerim" d iyordu.
Vardapet ertesi günü, b i rer adım aralıklı düğümler atılmış
ölçüm ipini o muzuna alıp Bünyami n'le birli kte araziye ç ı k-
73
tı. E llisine merdiven dayamış lağımcı çok geçmeden sol u k
sol uğa kaldı v e yıllar ö n c e soluk b orusuna kaçan taşın tıkır
tıları sıklaştı. Kaleye hiç yaklaşmadan lağ ı m girişi olara k
saptadıkları yerle kuzey s u rlan a rasındaki mesafeyi tespi t
ettiler. Lağımı hemen o gece kazmaya başladılar. Kazanlar
do lusu kaynar suyla toprağı yumuşatıp yedi kulaç d e ri n e
indi klerinde Vardapet'in dediği ç ı k t ı : Toprağın yüzeyi do n
duğu halde burası kolay kazılıyordu. Yaşlı lağımc ı kazması
nı sallarken Bü nyamin'e, yaz olsu n , kış olsu n , dünyanın en
ko lay işlerinden biri olan bu mesleği paşaya nasıl abartarak
an lattığı nı ve aldanan paşadan ellisi peşi n olmak üzere tam
beş yüz elli filuri bahşiş kopardığını söylüyo rdu. Fakat söz
lerini bitirmeden Bünyamin'in kaz ması b i r kayaya çarpınca
nazar değdiğine hükmetti. Kayayı delemeyeceklerine gö re
toprak altında etra fından dolaşmaları gerek iyo r, bu da yön
l e r i n i kaybe tme t e h l ikesi n i d o ğu ruyo rd u . M e s l e ğ i n p ü f
noktası d a buradaydı. Açtıkları dehlizde pusula a nlan ko
layca yan ı ltırdı. Yö nleri n i , bulundukları yerden lağım ağzı
na dehliz duvarları na değd i rmeksizin sıkıca gerd i kleri bi r
ipin iletkiyle ölçtükleri derecesine göre kestirebil iyorlard ı .
Öyle k i , başlangıçta yaptıkları yarım d e rece lik b i r hata, o n
ları asıl hedeften arş ın larca öteye saptı rab i l i rd i . E trafından
dolaşmayıp kayanın altına i n meleri halinde de aym teh l i ke
sözkonusuyd u. Çünkü yal n ızca yatay b i r d üzlemde deği l ,
d üş e y düzlem d e k i a ç ı ları da sab i t o l ma l L yd ı . Bu y ü z d e n
Vardapet , içinde bir hava kabarcığı olan s u dolu b i r c a m ç u
bukla s ı k sık dehliz i n zemi n i n i kontrol ed iyo r v e yed i ku
laçl ı k derinliği daima koruyordu.
Sonunda kaya mn e t rafı ndan do laş maya k a ra r v e rd i l e r.
Vardapet açtık lar ı yeni dehlizin açısı nı, ge rili b i r ip üzerin
deki i letkiyle defalarca ölçtü ve rakamları ç ı ra ış ığı altında
kağıda yazdı . Fakat kayayı geç tiklerinde kafasında yine de
b ir kuşku kalmıştı. Tam bu sırada tavandan to pra klar dö-
74
külmeye başladı . Yukarıda çatışma başlamıştı. Karşıl ıklı top
ateşi sürerken , yeniçerile r ve serdengeçtiler açılan gediklere
saldırıyor, kaledekiler ise sık sık huruç hareketiyle süvarile
r i çıkarıp metrislere baskınlar yapıyorlardı. Yed i kulaç yu
karıda, taştan yapılmış top gülleleri düşüp humbaralar pat
larken, devasa kuşatma kuleleri y ü rü tü lüp atlar dört nala
koşarken toprak adamakıllı sarsılıyor ve dehlizde çökme
tehlikesi başgösteriyordu.. Ama Vardapet buna alışıktı. Eğer
bu lağımı yazın kazıyor olsalardı, yukarıdaki savaş ın bir so
nucu olarak ertesi günü dehlizin tavanından sızan kanı gö
rebi lirlerd i . Gelgelelim bu kış k ıyamette kan , daha bedeni
terketmeden donmaya başlardı.
Ayı n on dördünde Bünyamin'in kazması b eyaz bir cisme
ç a rp t ı . M era kı kabaran Vardapet'le b ir l ik t e ç ev resin d e k i
toprağı temizlediklerinde bunun, çoktan taşıl laşmış, nere
deyse öküz büyüklüğünde bir kertenkele kafası olduğunu
gördüler. Boynundan itibaren belkemiği toprağın derinlik
lerinde kaybol uyo rdu. Bünyamin, canavarın dişlerinden bi
rini yad i gar olarak almayı düşündü. Ama diş, o eline alır al
maz u falanıverd i . Vardapet bunu uğur telak k i edip ç ı ra ışığı
altında b i rtakım hesaplar yaptı . Rakamları toplad ı , çıkardı,
i letkiden okuyup kaydettiği derecelerin yüz seksene e rişip
erişmediğine baktı ve del i ka n lıya gü l ü msed i . Eğer hesap
doğru çıkarsa üç adım sonra duvarın tam altında olacaklar
dı. O güne dek kazd ıkları bir k ulaç yüksekl iğindeki dehli
zin uzunluğu yüz on yedi adımı bulmuş, fakat kendileri de
soğuk havada o nca çalışmadan sonra adamakıllı zayıflamış
lardı. Oysa her b i r i , yedikleri d iğer yemekler bir yana , üçer
koyunun kuyruk yağını tüketmişti.
Ü ç adımlık mesafe kazıldıktan sonra Va rdapet, yerler i n i
t a m olarak bel i rle mek amacıyla yukarı doğru b i r dehliz
açı lmasına karar verdi. Merdivenle bir iskele kurup bu kez
tavanı kazmaya başladılar. Bünyam in eliyle yukarıdaki top-
75
rağı oyarken parmağına bir şey yapıştı. Kimbilir kaç kez su
verildiği için hala paslanmayan bir hançer nam lusuydu bu .
Vardapet, aşın soğuk nedeniyle deriye yapışan hançeri bez
le tutup çektiğinde Bünyamin'in der isi madenin üzerinde
ka � dı. Kazmaya d evam ettiklerinde b u kez yere bir kafatası
d üştü . Sallandığında çıngırak gibi sesler geliyordu , iki kaşı
nın arasında bir delik farkederek kmp içine baktıklarında
bir arkebüz kurşunu görmüşlerd i . Nihaye t kaleni n , k imbi
lir n e zaman döşenmiş temel taşlarına u laştılar. Lağımc ının
hesaplan doğru çıkmıştı, çünkü duvarın tam köşesindeydi
ler. Bununla birl i k te , geriye kalan yirmi bir adımlık m esafe ,
işin e n güç v e en tehlikeli kısmıydı . Çünkü kazma sesleri
kaledekiler tara fından duyulabilir ve bu kez o nlar, kendile
rini bulmak için bir karşı-lağım kazabil irlerd i. Lağımcı l ı k
sanatı o rtaya ç ıkah b e r i yerüstünde olduğu g i b i yeraltmda
da korkun ç savaşlar yapılıyordu . Bunun için Vardapet, du
rumu paşaya an latıp o ndan muhafız istemeye karar verel i .
Paşa, kuzey surlarına sabahtan akşama kadar hu mbara
atılmasını buyurdu. Bu patlamalar onları n kazma seslerini
sözümona bastıracaktı. Köşeden kale n i n içine doğru o n bir
adım i lerledikle rinde , Vard apet kaz masını bırakı p Bü nya
min'e sessiz olmas ı n ı işaret etti. Yanlarındaki iki m u hafız
yatağanlanna davrandılar. Kulak kabarttıklannda , toprağın
derinliklerinde bir yerden kaz ma s esleri işi ttiler. Varl ıkları
kaledekiler tarafından anlaşılmış ve ken dilerini bulma k içi n
bi r karşı-lağım kazıl maya başlanm ıştı . N e fe sle r i n i tutup
bekle meye başladılar. Bulundukları ye rde duyulan yegane
ses , Vardap e t' i n gö ğsünden gel e n t ıkı rtı larla, k e ndileri ni
arayan lağımcıların kazma sesleriyd i . Sesler giderek yaklaş
tı. Aralarında bir ad ımdan fazla mesafe olmadığı açıktı, ama
gürü ltü üstlerinden bir yerden geliyordu . Anlaşı lan o nları
yeterince derinde a ramıyo rlardı . Faka t b u sevinçleri k ı sa
sürdü, çü nkü bi r b aşka yerden gelen sesi işi ttiklerinde, ka-
76
ledekilerin ikinci bir lağım daha kazmakta olduklarını anla
dı lar. Ü s telik bu, tam da onların bulunduğu derinlikte açılı
yord u . Bereket versin k i kazma sesleri gidere k uzaklaştı.
Ama Vardapet, onların hangi yönde ilerlediklerini anlamak
için tehlikeli bir işe kalkıştı: Bıçağıyla sessizce, dehlizin du
varında küçük bir delik oymaya başlamıştı. Toprak yumu
şayı nca elleriyle eşeled i ve altı yedi karış sonra elinin boşlu
ğa çıktığı n ı hisse t t i . Bu delik kendi l e rini aramakta o l a n
adamların lağımına aç ılıyordu. Vardapet' in amac ı , b i r çubu
ğa bağlı olan aynayı delikten sokup d üşman lağı mcılann
hangi yönden gelip nereye doğru gitti klerini görmekti . Ö n
ce Bünyamin'den meşaleyi isteyip delikten bakmaya yelten
di. Fakat gö rdüğü şey aklını başından almıştı: Gözleri k ı r
mızı, ağzı ndan alevler saçan, kanatlı bir canavardı b u . Beti
benzi atıverd i . Hayal gördüğünü sanıp tekrar baktı ; hayır,
hayal gö rmüyordu, ama b u canavar sanki gerçek değil de
bir resimd i . Daha dikkatl i baktığında b u nun b i r dövme ol
duğunu gördü: Ü zeri ıslaktı. Sonunda aklı başına geldi ve
ne kadar tehlikeli b i r işe kalkıştığını anladı. Onları arayan
lağımcılardan biri terlemiş olacak ki , gömleğini ç ıkartmış
ve bi r canavar dövmes i bulunan terli sırtını lağımın duvarı
na , onların deliğinin tam önü ne dayamış dinleniyordu. Ça
mura b uladığı göm leğiyle deliği hemen tıkayan Vardapet ıs
tavroz çı karıp dua etmeye başladı. Ama korktu kları şey ger
çekleşmedi. D iğer lağımc ılar kend ilerini b ulamamışlard ı .
Ayın on altısının akşamı , b inbir zahmetle ve sayısız tehli
ke atlatarak yirmi birinci adıma gelmişlerd i . Vardapet duru
mu paşaya bildirip hakettiği beş yüz altını istedi . Gel gör ki
paşa, işlerinin henüz bitmediğini söylüyordu. Kuzey burcu
nun tam altına yerleştirilen barut fıç ıları henüz patlatılma
mıştı . Fakat bundan ela önce yapılması gereken daha önem
li bir iş vard ı : Ertesi a kşam yirmi b irin c i ad ımdan y u 1<arı
doğru kazıp kaledeki b ir casusu kurtaracaklard ı . Varclape t
77
bu ikinci meselen i n başlangıçtaki pazarlıklarına dahil olma
dığını s öyleyince suratına okkalı b i r tokat yed i . Paşa, em
rindekileri ayn ı anda hem korkutup , hem de cesaretlendir
medeki başarısını göstererek, lağımcıyı b inbi r tehditle sin
dirirken onun bahşişini de altı yüz a ltına yükseltti. Üstelik
ona, zincir halkalardan örülmüş bir zırh gömlek hediye et
mişti.
Vardapet çadıra gelip Bünya m i n' i görü nce, "Yarın gece
çok tehlikeli bir iş bizi bekliyor. Yirmi birinci adımdan yu
karı doğru kazacağız. Neyle karşılaşacağımız belli değil. O
yüzden şu zırh gömleği üzerine giysen iyi o lacak" demişti.
Örme zırhı delikanlının yatağının üzerin e bıraktı. D u dakla
rı sürekli kıpırdıyo r, b e l l i ki dua ediyo rd u . Meryem Ana
tasviri üzerinde bir mum yakıp diz çökerek duasına sabaha
kadar devam etti. Ted i rgi n l iğ i Bünyamin'e d e bulaşmıştı.
Delikanlı , içinde bulunduğu belirsizliği gidermek için, haf
talar önce babasının kendisine verd iği Dünya Atlasını koy
nundan çıkard ı . Amacı , rastgele herhangi b i r sayfayı açıp
gözüne i l k çarpan cümleyi okumakt ı . P armağını k i tab ı n
arasına sokup açıverdiğinde m u m ışığı altında "yeraltı haz i
nel erin i n a rasına karıştı" i fadesini g ö rd ü . K i tabı kapatıp
yorgan niyetine kullandığı keçeyi üstüne çekti. Ustası hala
dua ediyor, endişeyle kımıldayan dudaklarından d ö külen
m ı rı ltılar delikanlı üzerinde bir ninni e tkisi bıra kıyordu.
Bünyamin uykuya daldığında pasl a nmış zırhları ve küflen
miş kalkanlarıyla, karanlık bir sisin içinde yol alan o yeni
çerileri görd ü . Sağın ve solun, kuzeyin ve güneyin olma iığı
yönsüz bir uzamda, belki de yeraltında dolaşıyorlar, bir ha
z i neyi sessizce arıyorlardı. Hazine onları bir mıknatıs gibi
kendine çekiyor, ama pusulaları olma d ığı için onlar bu çe
k i m i n yön ü nü kestire m iyo rlard ı . Aradıkları şey hem her
ye rde, hem de hiçbir yerd eydi . Kim b i l i r, belki de içinde
ilerledikleri karanlık sis, bu çekim i n kend isiydi.
78
Vardapet deli kanlıyı gün doğmadan önce u yandırd ı . O
gün son günleriydi. Ustasının ısrarına dayanamayan Bünya
min, paşanın verdiği zırhlı üstlüğü giymek zorunda kaldı.
Kazdıkları toprağı küfelerle lağım dışına taşıyan adamlar
d ışarıda o nları bekliyordu. Lağ ımdan içeri girip, kuzey bur
c u n u n dibine yerleştirdi kleri barut fıç ıl a r ı n ı n fitil l e r i n i
kontrol ettiler. N i hayet, y i r m i b irin c i a d ı m a g e l i p iskele
kurmaya başladılar. Zırhlı üstlüğü adamakıllı ağırlık yapa
rak Bünyamin'i yoruyord u . Sessizce çalışıp akşama doğru
beş kulaç yukarı çıktılar. Altıncı kulacın ortalarında zemine
çakıl taşlan düşmeye başladı. Bir yapının temeline eriştikle
rin i n işaretiydi bu. So nunda kesme taşlara ve çürümüş ka
laslara eriştiler. Vardapet demir bir kalemle taşları ve tuğla
ları b irbirine bağlayan harcı ustalıkla oyuyordu. Böylece bir
tuğlayı yerinden oynatıp aşağıya attığında, açılan b ir delik
ten ışık sızdı. Vakit gece yarısıydı. Aşağıdaki ü ç muhafız kı
lınçlarını çekmiş bekliyorlard ı .
Vardapet tuğlaları t e k t e k söküp deliği büyü türken, kur
tarmaya geldikleri adamın da yukarıdan kendilerine yardım
etmeye çalıştığını farketti. Adam, "Allah aşkına çabuk olun,
'
neredeyse buraya gelirler" diyordu. Delik, b i r çocuğun ge
çebileceği kadar b üyüdüğünde, yukarıdan birtakım gürül
tüler işitilmeye başladı. A nlaş ılan, casusun orada bulundu
ğu şu ya da bu şekilde haber alındığından baskına gelen as
kerler kapıyı kırmaya çalışıyorlard ı . Casusun sıska bacakla
rını gören Vardapet o nu n zayıf biri o ld uğuna h ü k me d i p ,
"Bre adam! Rahatını düşüneceğine bacaklarım sarkı t . Ayak
larına asılıp sen i aşağıya çekelim" d iye bağırdı . Fakat casus,
kalenin erzak anbannı ateşe verdiğini, ama o ra dayken da
yanamayıp b i r kuzu budunu m i deye i ndirdiğinden ka rnı
adamakıllı şiştiği için delikten geçmesinin i m kansız oldu
ğunu söylüyordu. Bu cevabı işite n lağımcı sövüp sayarak
iki tuğlayı birden yerinden oynatınca , yukarıda, k ırılan bir
79
kapının gürültüsünü işitti. Aynı anda deli k te bir adamın ba
cakları belirmişti. Göbeği sıkıştığından, kendisini kurtar
maları için yalvarıyordu. Vardapet'le Bünyamin adamın ba
caklarına asılıp onu iskeleye aldıklarında del i kten fırlayan
bir mızrak yanıbaşlarına saplandı. Yukarıdan, kafir lisanın
da bağrışmalar çağrışmalar d uyuluyordu. Büyük bir tehli
keni n i çindeydiler. Kurtardıkları casusla b irlikte i p merd i
venden aşağı telaşla inmeye başladılar. Yu karıdakiler ise de
likten teker teker iskeleye atlıyorlardı. Aşağıdak i yeniçeriler
ise iskeleyi yıkmak için casusun aşağıya inmesini beklerler
ken kafi rlerden b i risi tam dört kulaç yüksekl ikten atlay ı p
onlarla boğuşmaya başladı . D iğerleri i p merdiveni kesmeyi
başarınca ü ç kişi iki kulaç yüksekl ikten aşağı düştü ler. Be
reket versin k i yaralanmış değillerd i . Gelgelelim yukarıdan
sallandırılan bir halattan kafirler teker teker aşağı kayıp ye
niçerilerle boğuşmaya başladıkları nda kendilerini bir cur
cunanın o rtasında buldular. O darac ık dehlizde kimin kime
vurduğu belli değildi. Sadece hangi dinden olduğu anlaşıl
mayan gölgeleri n k ı l ınçları inip kalkıyor ve lağı m , l isan-ı
hal ile atılan naralar ve feryatlarla i nliyordu. Birkaç yeniçe
rinin onca hasımla başetmesi i mkansızdı. Ü ç kişi bu henga
menin arasından sıyrılıp lağım ç ıkışma yöneldiklerinde ye
n içe rilerin oluşt urduğu etten duvarı aşan bir kafirin kendi
le rine yetişmek üzere olduğunu farkettiler. O sı rada kuzey
burc un u n tam altı ndaki barut fıç ıları n ın yanındaydılar. Ka
firin yaralı olduğunu gören Vardape t kuşağındaki yatağanı
çekti ve onlara, "Siz gidin. Bu adam ı haklayınca ben de size
yetişirim" d iye bağırdı. Faka t hasmını karşılamaya hazırlan
d ığı anda , adamın elinde bir topuz olduğunu farketti. Birin
c i darbeyi göğsüne yediğinde dünyası karard ı , i kinci darbe
yi güç b e la savuşturdu, üçüncü darbe tavam tuta n payanda
l a rdan biri ne isabet e d i nce tepeden dökülen topra k yaralı
askeri şaşı rttı ve Vardapet göğsü nde h issettiği o nca ac ıya
80
rağmen yatağanım adamın karnına batırd ı . Dehlizin ucun
da vuruşma hala sürüyordu. Lağım c ı d izlerinde d e rman
kalmadığı n ı hissetti , göğsüne yediği darbenin bir eseri ola
rak ağzından kan geliyor ve onun durmadan ö ksürmesine
neden oluyordu. Toprak yine titremeye başlamıştı. Herhal
de kaledeki süvariler b ir karşı saldırıya geçmişlerdi . Tavan
dan topraklar d ö külürken, Vardapet ikide bir ö ksürerek
çakmağını ve kavını çıkarıp bir ç ırayı tutuştu rdu . Baru t fıçı
larına giden fitile doğru sürünerek ilerledi ve yaktı . Bir tali h
eseri, tam b u sırada ö ksürdüğü anda, yıllardır göğsünde du
ran taş ağz ından fırlayıverdi. Onca yıldır sinesinde sakladığı
bu taşı alan Vardapet, k ıvılc ımlar saçarak yanan fitilin ışı
ğında, b u n u n fındık b üyüklüğün d e bir e l mas o l duğunu
gö rdü. Yegane ışık kaynağı olan fit ilin ateşiyle b irl ikte sürü
nerek ilerleyip, yıllarca göğsünde taşıdığı bu hazineyi ince
ledi. Emin olmak için kuşağından bir ayna ç ı karıp camı bile
çizdi. Tah m i n i doğruydu: Su i ç inde 80.000 altı n eden bir
elmastı bu. Fitilin ateşi barut fıçılarına yaklaşana kadar el
mastan gözlerini ayırmadı. Aklına l ncil'den birtakım sözler
geldi. Ateş, ana baru t fıç ısına tırmanırken bu d eğerli taşı
son bir ke'z görmek i ç i n kıvılcımlara iyice yaklaştırdı . Fiti
lin ateşi fıçının deliğinden içeri girince bu hazinenin pırıltı
ları da kayboldu.
Bünyamin ve casus deli kten d ışarı çıktıklarında büyük
bir patlama oldu. Yeraltmda açılan bütü n deh liz ler çöktü .
Kendilerini kovalayanlardan kurtulmalarına rağmen tehlike
henüz geçmiş değildi . O nca çabanın bir casusu kurtarmaya
yö nelik olduğı sanılınca kaledekiler bir huruç başlatmış ve
lağımı çevreleyen rnetrislere süvari saldırısı düzenlemişler
di. Bünyamin ve casus lağım ağzından çıkınca o rtalıkta kan
gövdeyi götürüyordu . Ü ç kola ayrılan süvarilerden bir kıs
mı lağımı koruyan metrise saldırırken, diğerleri de buraya
kaydırılmaya çal ışılan destek kuvvetleriyle kıyasıya çarpışı-
81
yordu. Hatta bazı atlılar, kuru dallardan sepet gibi örülü p
içi taşla dolduru la n p al anka duvarlarını aşmayı b aşarmış,
yaya y eniçerileri n başlarına bela olmuşlardı . D u ru m son de
re ce vahimdi . Gel gö r ki bütü nüyle kıstırılmış değille rdi .
Yere kazılan derin hendeklerden ve sıçan yol larından kaça
bilirlerdi. Fakat tam bu anda üzerlerine yağmur gib i arke
büz kurşunu yağmaya başladı. Gerçekten de zayıf ama şiş
göbekli biri olan Zülfiyar adlı casus, k u rşun yağmu r u kesil
d ikten kısa bir süre sonra yeniden a teş açılacağım biliyo r
du . Çünkü bu silahlarla dakikada ancak i k i kez ateş ed ile
b i l irdi. Bulundukları metrisin düşmek üzere olduğu n u gö
ren yeniçerilerle b irlikte kaçmaya başladılar. H esaba göre,
tüfenk ateşinden korunmak amacıyla emi n b i r yere sığın
maları için yarım dakikaları vard ı . Fakat yan lış bir tahmin
di bu. Çün kü kendi lerine ateş açan arkebüz bölüğü , genel
l ikle oldu ğu gibi iki değil , dört sıra halinde dizi lmiş ve atış
hızı dakikada dört yayl ı m ateşine ç ıkmıştı . Bünyamin ve ca
.
susla birlikte metrislerden kaçan yeniçeril e r daha açık ara
zideyken ü zerleri ne yine yağmur gibi kurşun yağdı ve çoğu
düştü . Bünyamin kork u ya kapılmıştı . Bacağından vurulan
Zü lfiya r arkadan ona bağırd ı : "Al şunu ! Al ve paşaya ver.
Haydi ! Yakala ! " Bünyamin casusun kendisine fırlattığı nes
neyi yakala m aya çal ıştı ama bu kaygan nesne ellerinin ara
sından kurtulup zırh gömleğine yapışt l . Delikanlı, z ı rh ı na
yapışan garip şeyi güçlükle çekip aldığında, bunun kapkara
b i r m ıknatıslı p a ra ol d uğu nu gö rdü . B i r yandan ge r i d e k i
rnetrislere doğru v a rg ücüyle koşarke n , b ir y a n dan da , paşa
ya ver il m esi gerektiği i çin değerli bir şey olduğuna h ü kmet
tiği b u ga rip p ar a y ı k oynundaki k itab ı n arasına el yorda
mıyla yerleşt irmeye çalış ıyord u . N e var ki p e şlerindeki sü
var ile r, metr is l e re varmadan o nlara yetişecek gibi görünü
yo r l a rdı . Bunu nla b i rl i kte yen içerilerin tüfenk menz il lerine
girmi ş lerd i ve a ç ı l a n b ir ateşle süva riler i n çoğu telef oldu.
82
Ama içlerinden biri Bünyamin'e yetişmeyi başarmıştı. Fakat
delikanlı, sırtını hedefleyen süvari kargısını hissedince a ni
b i r hareketle geri dönüp adamın silahını yakalayarak elin
den a lmayı başardı. Kargısız kalan süvari kılıncını çekerek
Bünyamin'in üzerine tekrar saldırdı. Ancak delikanlı, kargı
nın sapını yere gömüp ucunu ata doğrultarak has mının sal
dırısını engel l iyordu. Süvari yılmayarak ilerledi ve ustaca
bir hareketle kargın ı n ucunu kılıncıyla kopard ı . Fakat b u
hareketi dengesinin bozulmasına neden olunca, d e l i kan l ı
kargısının sapıy l a adamın sırtına okkalı bir darbe indirip
o nu a tından düşürdü . Kılınçsız kalan adam, demir halka
lardan örülme zırh gömleğini çıkarıp Bünyamin'e atıldı. De
likanlı e l indeki kargıyı hasmının kafası na tam indirecekti
ki , adam zırh gömleğini e linde döndüre döndüre onun yü
zü ne doğru fırlattı. Demir halkalardan örülmüş zırh, o so
ğukta Bünyamin'in yüzüne yapışıverdi. Adam ise eldivenli
eliyle zırhın öbür ucuna yapışmış , delikanlıyı sağa sola sa
vurmaya başlamıştı. Sonunda zırhı öyle bir çekti ki, demir
ha lkalar Bünyamin'in yüzünden et parçaları koparıp ayrılı
verd i . Yüzü kanlar içind e , delikanl ı yere yığıldı. Adam yanı
na gelerek üstünü aramaya başlad ı . Belli ki , paşaya verilme
si gereken şu garip parayı bulmayı u muyord u . Fakat tam
bu sırada kolombornelerden b irinin fı rlattığı bir humbara
ya nıbaşlanna düştü. F itili hala yanıyordu. Süvari, arayıp ta
ra mayı b ırakarak humbarayı alıp daha uzağa fırlatmak üze
re yerinden doğruldu. Fakat tam eline almıştı ki , humbara
patlayıverdi. Bünyamin o sırada yerd e yattığı için kurtul
muştu . Ancak o kadar bitkindi ki , metrislerd e n gelen yeni
çeriler bir ara o n u ö lü zannettiler. Ağz ına ayna tuttukları
bu genci n yaşadığı n ı gördüklerinde onu çadı rlardan birine
taş ı dılar. Karargahtakilerin hiçbir i , yüzü paramparça ol muş
bu delikanlın ı n kiml iği ni tespit edemedi .
83
il
84
mak istediler. İçlerinden b i r ses onlara, b i r ağaç kökünü iz
leyip yukarı ç ı kmaların ı söyled i . Kibrit b uharları n ı n a rasın
da, o ağacı n kökünü böylece buldular. Yukarıya yol alırken ,
ej derhaların ko ruduğu hazinelere , taşıllaşm ış canavar yu
murtalarına , yaşay ıp ölmüş bütün hayvanları n kalı ntılarına
rastladılar. A l tın damarları nı geç ip, zümrütleri, yaku tları ,
e lmasları , azül taşlarım ve nice cins billuru gördüler. Mü
cevherli taçlan ve a l t ı n zırhlarıyla yatan kral ölüler ine , zi n
cirlere vurulmuş lanetli iskeletlere, göğüslerine çakılmış ka
z ı klarla uyuyan u p i rlere , başs_ız gövdelere ve kesik başlara
kayıtsızca baktılar. Kabi r azabı çeken ö l ü lerin inlemel eri ni
ibretle dinlediler. Kökü izleyip çok ge ç mede n tilki, köste
bek, tavşan ve fare yuvalarına u laştılar. Vardapet kaz mayı
b ırakıp deri n bir nefes ald ı . Bir e lması bulmaktan söz edi
yord u . Bu kez o n u n be lirlediği yönde kazdılar ve e lması ,
barut dumanları nın arasında buldular. Va rdapet esnedi v e
bu değe rli taşın üstüne yatıp uyudu. Bünyami n ne yaptıysa
o n u uyandırmayı başara mad ı . Çaresiz, y u karı doğru kaz
maya başladı ve ağacın göv desine erişti. Artık yeryüzünd ey
d i. Yıldızları gö rdü ve gec e n i n d u ru havas ı n ı c iğe rleri ne
çekti. Ayışığında ağacın silueti seçiliyord u . Bünyami n dolu
naya ulaşmak isted i . Ağaca t ırmand ı , sincapları uyand ırıp
yuva larındaki kuşları ürküterek tepeye eriş i n c e , d o l u nay
sandığı şeyin , aslında ağacın yega ne meyvası o lduğunu gö r
dü. Bu meyvayı tatmak i ç i n daya n ı lmaz bir istek duyd u .
G ü müş rengi meyvayı ısırd ığ ı n da haz i neleri koruyan ej der
haların alev lerini tattı , kanlı al tınların, mav i azül taş ların ın ,
kız ı l yakutlann dayanıl maz l ezzetini tattı, ateş ve suya hük
meden sul tanların ga zabını ve upirlerin hüznü nü tattı , me
zarlarında iki meleğin sorguya ç ektiği ölülerin azab ın ı, gü
nah karlan n neşesini ve bu neşenin bedel i o lan kara ateşin
yakıcılığını tattı . Mey vesini yediği ağacı n köklerinin uzan
d ığı her yerden gelen binbir ç eş n iyi, bi nbir l ezzet i , binbi r
85
hüznü ve kahkahayı tattı . Bu yeraltının tadıydı ve tanıdı .
Babası Uzun lhsan Efendi'nin kendisine verdiği A tlas'ın bü
tün sayfaları n ı b u tatla tanıdı ve onda, i ç inde b u lunduğu
dünyanın karanl ık ayrıntı larını gördü. Görür görmez yeral
tı hazinelerinin arasına karıştı.
86
gereği tedbirli o lmak zorundaydı ve daima muhtemel en
kötü durumu dikkate alarak davranırdı. Kalede ele geçirip
kendisine teslim etmek zorunda kaldığı o şey, artık her ne
ise, gözünde o kadar değerliydi ki, işin aslının zaten hiçbir
önemi yoktu. Zülfiyar' ı n aradığı b u değerli şeyi şu anda ta
şıyan kişi, ister iyi n iyetli ister kötü niyetli olsu n , bu casu
sun " muhtemel en kötü durum ne ise haki kat de odur" il
kesi uyarınca boynu vurulacak biriydi.
Bünyam i n b iraz o lsun kendine geldiğinde, yeri yurdu ve
hangi yeniçeri o rtasından o l duğu na dair soruları bertaraf
etmek i ç i n hafızasını kaybetmiş numarası yapmaya karar
verd i . İsabetli bir karardı bu . Çünkü kaleden ayrıldıklarının
on yed i n c i gü n ü , geceyi geçirmek içi n S o fya'ya üç gün
uzaklıkta bir yerde mola verdiklerinde, Zülfiyar topallaya
ra k gel miş ve Yahudi hekime Bünyamin'in yüzündeki sargı
ları açmasını buyurmuştu . Hekim denileni yaparken Bün
yamin'in kalbi küt küt atıyordu ama son sargı da açıldığın
da casusun kendisini tanı yamadığın ı gördü. Ancak orada
bulunanlar, hatta Zül fiyar bile o na a cıyarak bakıyorlardı.
El ini yüzüne götürdüğünde garipliği sezdi. Sanki bir sünge
re dokunmu ş t u , göz kapaklarından b i rinin yarısı y oktu.
Buna rağmen metanetini kaybetmeksizi n, kendisine so rgu
sual edenleri hafızasın ı kaybe ttiğine ina ndırmayı başardı.
Casus ve adamları gittiğinde hekimden bir ayna istedi. Gel
gelelim yirmi gündür onu tedavi etmeye çalışan bu adam
ona ayna vermemekte direniyordu.
Sofya'ya girdikleri gün bir ayna bulabildi ve soğu kta te
nine yapışan örme zırhı n yüzünü ne hale get i rdiğini gör
d ü . D u dağı , yanakları , aln ı ve şakakları ndan et parçaları
n i n kopması s o nu c u , adeta bir gulyabani çeh resi kazan
ımştı. Sağ göz kapağının yarısı y oktu ve bu e ksiklik onun
daha sonra u yuyab i l mesi i ç i n gözünü n üzerine ıslak bir
bez parçası koymasını gere ktirecekti . D iğer yaralılar, �y-
87
naya b akıp bakıp ağlayan b u delikanlıya o kadar acıdılar
ki, o nu teselli etmek için adeta birb i rl eriyle yarıştılar. An
lattıklarına göre y iğit suratı böyle olmalıydı, hele yalın kı
l ınç b u suratla keferenin üzerine koştu mu , alimallah hep
si arkalarına bile bakmadan kaçarlard ı . Bacağı kesilen bir
yeniçeri ise , Kostantiniye'de b i r c errah ı n neşterle yüzleri
kesip b içere k korkutucu bir çehreye d ö nüştürdüğü nü, üs
telik bu iş için u tanmadan yedi filuri aldığını söylüyord u .
Dediğine bakılırsa, Eğri kalesi surlarına i l k tırmananlar b u
cerrahın eseri o l a n gulyabani çehrelerine sahipti . Fakat ne
kadar dil döktülerse de delikanlının ağlaması dinmed i . Ya
ralılarla birlikte Edirne'ye gönderildiğinde hala ağlıyord u .
Aynca yeni atlattığı zatürre o nu iyice güçten düşürmüştü.
Bacakları üzerinde z o r d u ruyor ve sürekli ö ksürüyord u .
Karargahta, savaşamayacak durumda o lduğu a nlaşılan d i
ğ e r eşkincilerle b irl i kte o n a da aya rı d üşük t a m i k i yüz
akçe i hsan edildi .
Bünyamin, Kostantiniye'ye dönmek isteyen üç beş kişiye
katılıp , kendilerini taşıyacak b i r ö küz arabası k i ralamak
için payına düşen parayı verdi. Artık ilkbahar gel m işti. Bu
yüzden yolculukları zahmetsiz geçti. Serin ve temiz bahar
havası, konakladıkları köylerden aldıkları sıcak ekmekler,
çanak çanak yedikleri nefis yoğurtlar, Trakya bal ları ve leziz
şaraplar Bünyamin'in sağlığına kavuşmasına b üyük ölçüde
yardımcı o ld u . Fakat Kostantiniye surları göründüğü za
man akl ına gelen bir düşünce delikanlının kanını dondur
du: Şu anda kendisinin eşkalini bilen yüzlerce ve belki de
binlerce kişi onu arıyo rdu . Yüzü parçalandığı i ç in kendisin i
b ulmaları b i raz zordu . Fakat adını biliyorl ardı v e Kostanti
n iye'de n e rede o tu rd uğunu lağımc ıbaşından mutlaka öğ
renmiş olmalıydılar. Ö yleyse babasının yanına gidemezdi .
A nc a k durum ne o lu rsa o lsun, babası büyük b i r tehlike
i çi nde olm ayacak mıydı? Bütün bunlar aklından geçerken o
88
kadar çok titremeye başlamıştı ki , diğerleri onu n hastalığı
nın nüksettiğini sandılar.
Arabaları Top kapısı'ndan geçip D ivan Yolu'nda i lerlerken
o hala babasını düşünüyord u . Ayasofya ö nünde b irbirleriyle
veda laştılar ve Bünyamin gücünün yettiği kadar hızlı yürü
yüp Haliç'e indi. Bir kayığa binip Galata'ya geçti. Karaköy
iskelesinden Yelkenci Hanı'na koşarak gittiğinde evlerinin
yerinde yeller estiğini gördü. Yeniçerilerin paramparça et
tikleri evlerinin tahtaları yakacak o larak ku llanılmak üzere
hamamc ılar tarafı ndan talan e d i l m işti. K i mliğini e l i nden
geldiği kadar gizlemeye çalışan B ü nyamin'i koni.şularından
hiçbiri tanıyamadı . Delikanlı eski mahallelerinde amaçsızca
uzun süre dolaş tıktan sonra aynı sokaktaki bir kıraathane
y e girip , selam ı n ı alanlara kendisini başka bir adla tanıttı.
Babasının başına gelenler i öğren mekte gecikmedi . Çünkü
zavallı Uzun l hsan E fendi'nin başına gel e nler, Galata'daki
her kıraathane sohbetinin hafta lardır süren ana konusuydu.
Zavallı adanı , evi yerle bir edildi kten sonra Etmeydanı'nda
ki yeniçeri odalarına götürü l müştü . Sakladığı s ı rrı verme
yince göz leri oyu lup, kulakla rı, b urnu kesilmiş ve bu hal iy
le Kostaritiniye d ilenc i lerinin kethüdası Hınzıryedi'ye iki al
tına satı l mıştı . B ü nyamin duyduklarına i nanamıyo r, ağla
mamak için d i reniyordu. Alibaz'ı n ve maymun ları Müşte
ri'nin de akibetleri meçhuldü. Delikanlı baş larına bu nca be
layı açan o u ğu rsuz kara paraya lanet etti. Kıraathaneden
ç ıktıktan sonra koynundaki kitabın a rasından bu tuhaf pa
rayı alıp Haliç'e atmayı düşündü . Fakat fikrinden he men
vazgeçti. Galata rıhtımında bir fıçının üstüne oturup parayı
inceledi: Mat ve zifiri siyahtı . Sanki ağırlığı b i l e yoktu. Üs
tel ik o kadar gü çlü b i r m ıknatisiyeti vardı ki, Bünyamin
onu yapıştığı hançerden ayırmakta adamakıllı zorlandı. Bu
garip şartlarda n e yapacağını b ilemiyordu . Aklına y i n e ki
taptan rastgele bir sayfa açıp fal bakmak geldi. A çtığı sayfa-
89
da gözüne ilk çarpan cü mle şuydu: "Dilencilerin arasına gi
rip kaderini beklemeye başladı" .
Bünyamin bu karmakarışık durumdan nasıl kurtul ması
gerektiğini kestiremiyord u . Ne var ki yapılması gereken ilk
şeyden son derece emindi. Bir yol u nu bulup babasın ı d ilen
cilerin arasından kurtarmak zorundaydı. Fakat bu koskoca
şehirde şüpheyi çekmeden o nu bu lması hiç de kolay değil
di. Zaten geç tiği her mahallede yüzündeki yaralar nedeniy
le dikkat çekmişti. Bu zorluğu gidermenin y o l larını uzun
uzun düşündü. Aklına, kendisini yolcu eden babasın ı n söz
leri geldi. Uzun İhsan E fendi ona tekrar tekrar, maceranı n
bir ibadet o lduğunu söylemişti. Oysa kendisini içinde bulu
� erdiği bu macera kötülükler v e belirsiz l i k l e rl e doluyd u .
Kışın ortasında, sefer mevsimi değilken , o kaleyi niçin k u
şatmışlard ı? Eğer bu işi Zül fiyar'ı kurtarmak için yaptılarsa ,
bu adam kaleden neden ç o k değerli b i r b e lge değil de, o
uğursuz parayı getirmişti? Ü zeri nde bir tek yazı ve tuğra
görünmeyen bu zifiri siyah para neden bu kadar değerliy
d i ? . Bütün b u sorular o n u n h iç m i h iç merakını uyandı rmı
yor, cevap ları da o nu zerre kadar ilgilendirmiyordu . İstediği
şey, eski güzel, rahat, endişesiz ve tekdüze günlere d ö n
mekti. İ nsan ların Dünya k arşısındaki kayıtsızlığını da işte
tam bu anda kendi zihninde yakaladı ve babasının sözlerine
bir anlam vermeyi başardı: Bu dünyada insan ların korktuğu
tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu , açl ığı ve üzün tüyü
öğrenmek o n ların uykuların ı kaç ırıyor, bu yüzden daha ra
hat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara
sığınıyorlard ı . Dünyaya olan kayıtsızlıkları bazan o kerteye
varıyordu k i , kendilerine altı n ve gümüşte n , zevk ve safa
d a n , l ezzet ve şehvetten bir alem kurup, keder ve ızdırap fi
kirl e r i n i n k a falarına gi r mesi ne izin v e rmiyo rla rdı . Oysa
Uzun lhsan E fend i , D ü nya'n ı n şahidi o lman ı n gerçek b i r
ibadet olduğunu sık sık söyle rdi . Her i nsan ş u ya da bu şe-
90
kilde dünyayı okumalıydı. Kuran'ı n kendisi peygamberin
dünyayı nasıl okuduğuna bir ö rnekti ve onun ardında gi
den herkes, dünyayı onun · gibi okuyup şahadetlerini yaz
malı ve bunları b aşkalarına aktarmalıydı. dünyaya şahit ol
manın yolu ise maceranın kendisinden başka bir şey değil
d i . Yaşanılanlar, görü l e n l e r ve öğrenilenl e r ne kadar acı
o lursa o l s u n , macera insanoğlu i ç in büyük b i r n imetti.
Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk bu Dünya'nın şahidi
,
olmaktı.
91
Y ı l an ı n Ren k l e ri
Rivayet ederle r ki , Bağdat Acem mülkü o l madan çok ö n c e
b u kentte hırsızı n biri açılmadık kilit, girilmed i k e v, soyul
madık konak bırakmıyor, gözden s ü r meyi, alttan m i nd eri ,
parmakt� n yüzüğü, kulaktan küpeyi çalıp gün ü n ü gün , ge
cesi n i sefa eyliyord u. Kentin paşası , sokakları ne kadar çok
kollukçuyla dol duru rsa doldursun, hı rsızın gadrine maruz
kalıp her sabah kapısın ı n ö nü n e toplanan insanları n ağla
yıp sızlamalarmı önleye miyordu . Paşanın işi gerçekten zor
du, çünkü b u Bağdat h ırsızı k e l i m e n i n tam anlam ıyla b i r
k ı l ı k değiştirme ustasıyd ı Sadece yakalanmam as ı nın değil
. ,
95
de atıştırarak akabinde altın dolu çuvalla evden ç ı kıp sırro
luyordu. Günün b i rinde, evini soymak i ç in zengin bir dul
kad ının kılığına girmek gafletin de bulundu. Gelgelelim pa
şanı n oğlu b u dul kadına aşıktı ve adamlarıyla b irlikte, ha
yatının dilberi saydığı kadın yerine, yolda gördüğü Bağdat
hırsızını b i r çuvala koyup kaç ırdı. O nu doğruca saraya gö
türüp haremdeki kadınlara teslim ederek geceye hazırlama
larım emretti. Kadınlar hırsızı hamama sokup yıkamak üze
re göbek taşına yatırdılar. Ne var ki halvet sıcağından yü
zündeki balmumu erimeye başlayınca, onun cüzzaml ı o l
duğuna hükmeden hamam ahalisinin feryatları göklere var
dı. Çığlıklara koşup gelen paşaoğlu , sevgilis inin durumunu
görünce işin içinde b ir iş olduğunu anladı ve adamı n apış
arasını yoklayınca onun kadın madın olmadığını gördü. Ya
kayı ele verdiğini anlayan h ı rsız adamakıllı korkmuştu. O
kadar çok yalvar yakar oldu , o kadar çok abıru döktü k i ,
h e m hırsız olduğu, h e m de paşaoğlunun cariyelerini n mah
rem yerlerini gördüğü halde , kendisini acındırmadaki yete
neği sayesinde affedildi. Sağ sali m sokağa ç ıktıktan sonra
Bağdat'ta artık hırsı z l ı k yapamayacağın ı anlamıştı. Kendine
yeni bir meslek seçmesini b ildiğinden dilencilikte karar kıl
dı. Yüzüne ve bedenine balmumu ve boyalarla, Halep ç ıba
nı , dolama, şirpençe, siğil, temriye, yenirce , i td i rseği , isil i k ,
hıyarcık, arpacık , incitmeben i , ceriha, b ıcılgan ve akarcalar
yapıp dilenmeye çıktığı ilk gün , Bağdat'ta bir günde verilen
sadakaların onda d ok u zu n u topladı. Hay ı r sahipleri ona
fel s , mangır, akçe ve a lt ınlarım verm e k i ç i n adeta yarışır
ken, o da, "Ayağma Kabe sevabı yazılsı n , Allah yavuz dil
d e n kem nazardan s a k las ı n , Hakk Teala yav u z , yüzsü z ,
u tanmaz avra t kazası ndan saklasın, yol u n Hicaz o lsun, e l
kazana sen yiyes i n , mutl u l u k yağmuru altında kaftansız ka
lasın, A llah seni kan şerrinden azat eyl esin , üç otuz on ya
şın dolsun " diye dualarım sıralı yo rdu. Kısa zaman sonra
96
bölgenin e n makb u l dilencisi olduğunda ü nü yedi iklim
dört bucağa yayıldı. Hatta Sultan Murad Bağdat'a girdiğinde
ona bin altın i hsan edip, kentteki beş yüz ayrı zanaatin er
babıyla onu da , Kostantiniye dilencilerine sadaka istemen i n
esrarını öğretmesi için yanına aldı. Su ltanla b irlikte Kostan
tiniye'ye geldiğinde elinde bir kabu l fermanıyla doğru ca di
lenciler loncasına gitti. Bu garip mekanda, ilk bakışta diğer
meslekdaşları tarafından hüsnükabu l görür gibi oldu . Ona
bir hoşgeldin ziyafeti verilmiş ve ö nüne bir taskebabı çıka
rılmıştı. Bütün yemeği iştahla yiyip üstelik bir de tencereyi
ekmekle sıyırdığında , o zama n k i dilenciler kethüdası pis
pis sırıtarak ona, taskebabı ndaki etin domuz e ti olduğunu ,
bili ndiği gibi bu eti yiyenin duasının kabu l o l u nmayacağı
nı, dolayısıyla kendisinin artık duası gayri makbul b ir d i
lenci olduğunu anlattığında d uyduklarına i nanama d ı Ken .
97
türlü eziyetler yaptı . Fakat olmuyord u . Beden i b u murdar
h.ayvanın e t i n i istiyor, geceleri rüyasında d o muzlan kovalı
yordu . Sonu nda Galata'daki b i r Frenk kasab ından, şişe ge
ç iri lip çevrilmeye hazır bir do muz yavrusu almaya cesaret
edebild i . Aksilik bu ya, loncadaki odasında, kasabın haz ır
lad ığı paketi tam açmışken o daya bir d i le nci girip domuzu
görür görmez d e hşetle haykırd ı :
- "Allahumme y a Vedud ! "
Hınzırye d i hiç istifi n i bozmadan hançerine davranıp fısıl
dad ı:
- "Gözünü bağla d i l i n i tu t" .
Hınzıryedi o günden sonra ne yapıp ettiyse de kendisinin
domuz eti müptelası olduğu söyl entis i n i bastı ramadı. Hatta
birkaç yıl geçti kten sonra bu işi açıktan aç ığa yapmakta ar
tık bir sakınca görmez oldu . Bunun için s u başı tarafından
mahalle i mamı nezaretinde b i rkaç kez falakaya yatırıldığı
bile vuku buldu. Fakat i ptilasından kendi n i alamıyordu b i r
tü rl ü . N ihayet o n u n tembih v e nasi hatle y o l a gel meyeceğini
anlayan kadı , Hınzıryed i'yi karşısına alıp onu bu işi yapar
ken tekrar yakalarsa boynunu v u rd u racağın ı söyledi . Ara
dan b irkaç g ü n geçtikten sonra o n u sokakta çevi ren kul luk
ç u lar heybesi n i n içinde bir domuz budu buldular. D ilenc i
lerin p1 ri böylece Eminönü'ndeki zi ndana atıld L . Fakat bü
tü n bunlar, Bünyamin'in o uğursuz parayı bul mas ından y ı l
lar önCE. o lmuştu.
Huyundan vazge ç meyeceği tes p i t e d i l e n H ı n z ı ryed i'n i n
böylece idam cezasına çarptırıl masından bi rkaç g ü n sonra,
i n faz için ge len cellat o nu hücreden tes l i m al d ı . A det üzre ,
Zindankapı Hamamı'na götürüp b i r güzel keseleyip yıkadı .
P i rpak o l a n ku rban ı n ı n boynuna b i r u rgan bağlayıp o n u
Ern i n ö n ü'ne doğru gö t ü rü r ke n , a rkaları n da idamı seyret
mek i steyen bir kalabalık b irikmişt i . İskeleye vard ıklarında
Hı nzı ryedi'nin dizlerinin bağı çözülüverd i . C e l lat, m a l u m
98
kütüğün ö nüne kadar mahkumun yürümesine yardım et
tikten sonra cebinden bir pusula çıkarıp kıbleyi tespit etti
ve kurbanının başı n ı bu yöne çevirdi. İman tazeleyip keli
me-i şahadet getirmesi için o na verdiği sürede , kendisi de
satırını b ileğilemeye başladı. N ihayet başını kütüğe yatırdı
ve satırını havaya kald ırdı. A ncak tam bu sırada meydana
gelen birkaç atlı onu durdurd u . İçlerinden biri atından ine
rek celladın burnuna kapı gibi bir fermanı dayadı. Kağıdın
e n üstünde padişah ın tuğrası vard ı . Celladın yamakların
dan biri fermanı keke leye kekeleye okuduğunda, Hınzırye
di nam dilencinin i ş b u fermanı ge t i re n adamlara tesli m
edilmesinin emredildi ğ i görüldü.
Zava l l ı H ınzıryedi bir eşeğe bindiril e rek Bayezit'e götü
rüldü. Atl ılar hayvan larından inip teslim aldıkları adamla
darphanenin hemen yanındaki b i r kıraathaneye g i r d i l e r.
Kahveci hem kulampara, hem de azı l ı bir katil olarak şöh
retli biri olduğundan bu mekana ayak basan pek o lmuyor
d u . Gelenleri tanı d ı ğından, b i r p e rdeyi ç ekerek kim b i l i r
nereye giden b i r geçidi açtı. Adamlar d ilenciyle b irlikte ge
çide ini p bir süre yürüdüler. Darphane tam üstlerindeydi.
N inayet ağı r bir kapının kilidini açıp kasvetl i bir odaya gir
d iler. Her duvarda b i rer kapısı o lan bu oda mumla aydınla
tılmıştı. Duvarlardaki raflarda ise ne işe yaradığı meçhul sa
yısız alet, askılarda ise N emçe, Suvaç , Rus, Danıska ve Fele
menk kavimlerinin giydiği türden elbiseler vard ı . Kapıların
birinden köpek havlamaları duyuluyo r, d i ğerinden ise c ıva
ko kan b i r d u man sızıyordu . B u o r tam ne kadar kasvetli
o lursa olsu n , sedirlerden b irinde şiş göbekl i ama zayıf bir
adam h orlaya ho rlaya uyuyordu. Onca gürül tüye, pis koku
ya ve kasvete rağmen uyuyabilen b u adamın adı Zülfiyar'dı
ve bu mekan o n u n rahat edebileceği b e l k i de tek yerd i .
Çünkü burası , Bünyamin'in yıllar sonra ayak basab ileceği
Teşkilat-ı lstihbarat-ı Humayun'un mer keziydi. Zülfiyar ise
99
o zamanlar teşkilatın en çetin casusuydu.
Adamlar onu dürtüp uyandırı nca Zül fiyar uykulu gözler
le Hınzıryedi'yi süzmüştü . Kendisine getirilen kahveyi içer
ken bile onu hala inceliyo rdu . Sonunda o turmasın ı emrede
rek ona, "Artık bizim için çalışacaksın" dedi, "Teşkilatımız
ve efend imiz için".
Hınzıryedi şaşırmıştı . N eden bahsedildiğin i bir türlü an
lamıyordu , ama yine de b u sözleri canıgö nülden kabul eder
göründü. Ama Zül fiyar bu gös termel i k minnete kanacak b i
ri değildi.
"Artık efendimizin adamısın" ded i , "Ama sana ne ölçüde
güvenebileceğimizi bilmiyoruz. Fakat bu halledil meyecek
bir mesele değil" .
Hınzıryedi diller döküp dualar ederek kendisinin dünya
daki en güvenilir insan olduğunu anlatmaya çalıştı. Zülfiyar
gülümsedi:
" Güvenilir biri değilsen bile üzü l me. Bunu başarmak için
elinden geleni yapacaksın" dedi ve bir işare t iyle adamlar
sürgülü bir kapıyı açıp yaka paça bağlanmış birini içeri ge
tirdiler. Hınzıryedi bu zaval lıyı tanıdı. Bahçekapı'daki simit
fırınında çalışan bir işçiydi .
Zülfiyar, "Onun hiçbir özelliği yok. Sadece adamlarımın
rasgele seçip buraya getirdiği b iri. Ama onun başına gelecek
ler belki de sana bazı şeyler anlatır" d iyordu. Taburede duran
bir bardak dolusu şerbeti gözüyle işaret edi p , H ınzıryedi'ye
bardağı yansına kadar içmesini emretti. D ilenci denileni yap
tıktan sonra kalan şerbeti zavallı fırın işçisine zorla içirdiler.
Zülfiyar, koynundan çıkardığı yumurta büyük lüğündeki bir
saate bakmaya b aşladı. D ilenci ve zavallı işçi , artık nedendir
bilinmez , terlemeye başlamışlardı. N i hayet casus , ecza dola
bından kırmızı hap dolu bir k avanoz aldı ve bunla rdan bir
tanesini H ınzıryedi'ye verdi. Hap zehir gibi acıydı. Öyle k i di
lenci , o n ların kendisini zehirlediklerini zannetti. Fakat onun
1 00
yerine fırın işçisi kıvranıp inlemeye başlamıştı.
Zülfiyar, "Gördün m ü ? " diyordu, "Aynı zehirli şerbetten
içtiniz. Sen yaşıyorsun, o ö lüyor. Ama hemen sevinme, se
nin de bir günlük ömrün var, bunlardan günde b ir tane al
mazsan elbette. Vücudundaki zehirin e tkisi yılla rca sürer,
ama bu haplardan aldığın sürece bedenin hiçbir zarar gör
mez. Dediğime inanmıyorsan elbe tte hapları almayabi lirsin.
Denemesi bedava. Ama terlemeye başlad ığında -ki bu öl
mek üzere olduğun anlamına gelir- işte o zama n bizi z i ya
rete gelirsen hakkında hayırlı o lu r. Belki derdine d erman
bulabil i riz" .
Fırın işçisi bir hayli yeşil safra kustuktan sonra r uhunu
tesli m etmişti. . Adamlar cesedi bir çuvala koyup göt ü rdük
ten sonra Zülfiyar bir boy aynasında k ı lığına ç e kidüzen ver
di. Teşkilat- ı lstihbarat-ı Humayün'un efendisinin huzuru
na ç ıkacaklardı. Başkalarına karşı son derece acımasız olan
bu casus, Büyük E fendi'nin adını ağzına alırken, sonsuz bir
saygının alameti olarak sesini alçaltıyor, ellerini önünde ka
vuşturup sanki gizli bir i badetin bir parçasını yerine get iri
yord u . Aklını başına henüz toplayamayan d i lenci o na Bü
yük Efe ndi'nin adını sorduğunda , beri ki fısıl dayarak, "Eb
rehe" demişti. Onun b u tavrı H ınzıryed i'yi o kadar ürkü ttü
k i , haline bakılırsa zaten korkunç b iri olan Zülfiyar'ın b ile
çekindiği şu Büyük Efendi'yi tahayyül e tmeye çalışmak du
dağının uçuklamasına yetti.
Zülfiyar bir kapıyı açarak içeri bir şeyler fıs ıldamıştı. Yü
zündeki saygılı ifadeye bakılırsa efendisi Ebrehe'yle konu
şuyordu. Odadan gelen tiz ve çatlak sesi işit tiğin de Hınzır
yedi'nin kanı dondu. Ses o kadar b e t , zerafetten o kadar
yoksundu ki, ade ta kadı n sesiyle sübyan sesi arası bir şeyd i.
Casus, dilenciye içeri girmesini emrettiğinde zavallının eli
ayağı birbiri ne dolaştı. Ü s t el i k , o dadan i ğrenç kokulu b ir
duman çıkıyordu .
101
Aradan yıllar geçtikten sonra, U zun l hsan E fendi adında
ki, gözleri oyulmuş, kulakları ve bumu kesilmiş olan adam
kendisine aynı yerde iki altına satıldığı gün, Hınzıryedi yine
aynı kokuyu alıp o günü yadedecekti . Darphanenin tam al
t ı n daki gizli odalarda faaliyet göstere n istihbarat teşkilatına
y ıllar sonra girebilecek olan Bünyamin' i n hafızasından ay
larca çıkmayacak olan bu koku , kör imb ikte ı s ıtılan c ıvadan
tütüyordu.
D ilenci burnunu tıkayarak i çeri girdi. Burası b i r elkimya
cehennemiydi . Orta yerdeki üç zosimos ocağından ikisi ya
n ıyor ve üstlerindeki i mb ikler fokurduyord u . D uvarla rda
çeşitli boy ve işlevlerdeki körükler, maşalar ve potalar asıl
mıştı. Tezgahlarda tuzlan kırmak i ç in havanlar, maden filiz
lerini ufalamak için değirmenler, sarmal cam borular ve e n
vayı çeşit alet edevat vard ı . Raflarda kırm ız ı , yeşil , sarı ve
mavi tozlarla dolu iri li ufaklı kavanozla, renk ren k sıvıyla
dol u boy boy şişe görünüyordu. Eğer hemen her tarafa nü
fuz eden mavi duman sayılmazsa , tuğla ocaklarda harlayan
ateşin kırmızısı ve turuncusu odanın hakim rengi sayılırdı.
D i lenci ocağa doğru i l e rleyince Büyük E fe n d i Ebrehe'yi
gördü. Kara sarığı ve kızıl cübbesiyle yarasa m isali biri olan
bu k işi, odadaki mavi dumandan hiç etkilen memişe benzi
yordu. Uzun parmaklan ve nice zamandır kesmediği kirli
tı r nakları zaç yağıyla meşgul olmakta n sararmıştı. Çenesi
küçücüktü ve bir kadınınkini andıran teni o kadar saydam
d ı k i , şakaklarında, alnında ve ellerinin üstünde mavi da
marlar görünüyordu . Gözleri iriydi a ma kapkara gözbebek
leri küçücüktü . Yüzünde ve vücudu nun d i ğer yerlerinde
asit yaralan vard ı . Köse olmasına rağmen çenesinde göze
çarpan birkaç kıl , onun hükmedici bi r görünüm kazanma
sı na yetiyordu. Karşısında süklüm püklüm duran dilenciye
o bet , o dayanılmaz derecede çatl a k sesiyle istedikleri n i bir
1 02
sonucu hemen hemen h iç k imse o n u n e m i rlerine k ulak as
mamaya cesaret edemezdi .
Y ı l lar s o n ra , sakl ad tğı s ı rr ı verme d i ğ i i ç i n eziy e t gören
Uzun I hsan E fendi'yi d ilendirmek üzere satm al maya gittiği
gün, H ı n z ı ry e d i yine o çatlak sesi hatırlayacak ve her za
man o lduğu gibi o gün de, E b rehe' n i n ak la sığmaz amaçlan
üzerinde kafa yormaya d evam edecekti. Teşkilata zoraki bir
şek ilde girer gi rmez Büyük Efe n d i'nin kendisinden isted iği
şey gerçekten de çok gari p t i : Kosta nlin iye'de d il e n c i l eri n
to p lad ığı b ü tü n sadakalar ertesi saba h iade ed i l mek ü zere
b i r gecel iğine k e n d i s i n e verilecekt i . H ı n z ı ryedi , i da m d a n
kurtulur kurtulmaz o lanet zeh i r i bede n i ne aldığı n ı n ertesi
gü nün akşa m ı , kend isi ni sözümona yaşatacak yed i tane k ı r
m ız ı hap e n fiye kutusun u n iç inde o ld uğu h alel e loncaya dö
nerken hala b u tuhaf istek üzeri n de d üş ü n ü yo rd u . B ü tü n
gece b u meseleye kafa yordu. Sabah o l u r o l maz terlemeye
başlad ığında haplard a n b i r tane ald ı . A kşam ezanları o ktın
d uktan sonra sökün eden d il en c iler toplayabi ld i kleri b ütün
sadakaları, onun gözeti m inde, yamal ı torbalardan çuval lara
boşa l t ı rlarken kafas ın d a k i sorulara hala cevap bulab i l m i ş
deği l di . Fels, mangı r, akçe, ku ruş v e hatta t e k t ü k a l t ı n s ik
kelerle dolu çuvallar her a kşam Z ü l fiyar ve adamları tara
fı ndan a l ı nıyor, sabah o l u nca yine aynı ada mlar tara fı ndan
d i lenc i ler l o ncasın ı n ö nüne ge tir i l i p e ks iksi z teslim e d i l i
yord u . Avantasın ı aldıktan son ra para l an d ilenc i le re d ağı tan
Hmzıryedi ' n i n m e rakı günler geçti kçe a rt t ı . Al ı nan para i le
tes l i m edilen para, fels i ne, mangır ı na, kuruşuna kadar ay
nı y d ı , hatta hatal ı basL l m ış bazı paralan tan ı ma k b i le m ü m
1 03
- " lnan ki ben d e b i l miyoru m . A ma efendimiz Ebre he
çuval çuval değersiz parayı bütün gece sayıyor. Aşırı karar
mış pul l arı özellikle bir kenara ayırıyo r. Zü l fiyar'la konu
şu rlarken sık s ı k duyarım: Hep kara bir paradan bahsedi
yorlar. Galiba 'şeytan parası' dedikleri parayı arıyorlar sizin
bu sadakaları n i ç i nde. Üstelik yalnızca s izden d eğil, başka
yerlerden de para çuvalları gel iyor" .
Adam bunları söylerken Zül fiyar i ç e r i g i rmiş ve gö revi
başında içen adamcağıza o kkalı b i r tokat şaplatmıştı. Hın
zıryedi, ertesi akşam gelmeyen bu ada ma a it yüzüğü casu
sun parmağında gö rdü ve böylece yaşama i s teği m erakını
bastırdı. Artık hayatı n ı teh likeye sokacak so rul a rı kendine
bile sormuyor, karşılığında kırmızı hapları al ıyordu. Bu du
rum y ı llarca s ü rdü . Gelgelelim bedenindeki zehi r hala etki
sini gösteriyor ve öze l l ikle sabah ları onun terlemes i ne ne
den o luyo rdu. Ne var ki b u bir yanı lsamay d ı . Ç ü nkü o
uğursuz gün sunulan zehir sudan ağır olduğu için bardağın
dibinde kalmış, ilk yarısını kendis i i ç t iği hald e , fırın işçisi
son yudumları içtiği için zehirlenmişti. Fakat o, hayatını
zehirleyen şeyi n bu m eşum kandırmaca o lduğunu yıllarca
öğrenemeyecekt i .
!damda n kurtulup teşki latın b i r parçası ol du ktan altı y ı l
sonra artık rahatça domuz eti yiyebiliyord u . G ünlerden b i r
g ü n koca bir tepsi dol usu domuz kokore ç i n i m idey e ind i
ri rken Zülfiyar'm adamlar ından biri gel ip ona, derhal teşki
l a ta gitmesi gerektiğini söylemişti. H ınzıryerl i kı raathanede
ki geçitten gir ip Darphane ni n altına indiğinde , yerde kanlar
i ç inde yatan Uzun l h san E fendi'yi görd ü . Sakla d ı ğı s ı r r ı
vermediği için E t Meydanı'ndaki yeniçeri o dalarında ada
mın gözler i o yu l m uş, ku lakları ve burnu kesi l m işti . Zül fi
yar ürkek, Ebrehe ise öfke i ç i ndeydi . Bir i n i konuş turmak
i ç in işkenceye başvurmanı n akılsızlara özgü olduğunu söy
leyi p , yakalanan adamı yeniçerile re bıraktığı i ç i n Zül fiyar'a
1 04
ateş püskürüyord u . Ona göre daha etkili yollar vardı. Bun
lar daha yumuşak o lmasına rağme n daha etkili yöntemler
di. Yerde yatıp artık ne göre n , ne de işiten bu adamı konuş
turmak ise artık i m kansız gibiydi. Ama o şimdiki haliyle
bundan böyle Hınzıryedi'nin işine yarayabilir, istikbal vade
den bir dilenci olabilirdi. Uzun lhsan Efendi dilenciler ket
hüdasma iki altına böylece satıld ı .
Hmzıryed i adamın yaralarını tımar etti. Fakat b u i ş i bi
linçli olarak üstünkörü yap mış, yaraların .tam kapanmama
sına d ikkat etmişti. Çünkü di lencilik mesleğinde yara, bere,
kırık, çıkık geçer akçeyd i. Bir hafta sonra sarg ı ları açıp ese
rini incelediğinde hayal kırıklığına uğradı . Ne yazık ki bek
led iği iltihaplar, cerahat sızıntısı ve ç ıbanlar yerlerinde yok
tu. Üstelik, eli, kolu , bacağı titresin diye adama i çirdiği kur
şunlu şurup beklediği etkiyi bir türlü göstermiyordu. Fakat
oyulan gözlerinden kalan boşluklar, kesilen burnu ve k ula
ğı i nsanda yine de bir acı ma duygusu uyandı r m ıyor değildi.
Loncada gözleri görmeyen b u ada m ı yedece k bir dilenci
buldu ve onları Eyüb Camii avlusuna dilenmeye gönderdi.
Uzun l hsan Efendi'yi güden d ilenci, to rbası sadakayla dol u
olduğu halde akşa m vakti ç ıkageldiğinde , bu k ö r ve sağır
adamın sanki her şeyi gör ü p işittiğini hayretle anlatıyo rdu.
Kuşkuya kapı l an d i le nc i le r y e n i mesl ekdaşları n ı n sağı r
o l u p olmadı ğı n ı anlamak için, d o l du rd u kları b i r p iştovu
kulağının dibinde patlattılar, ama adam tep ki vermemişti.
Şüphelerini yine bastıramayarak kör olduğundan emin ol
mak amacıyla gözkapaklarım kaldırıp baktılar, ama göz yu
valannda sadece b oş l u k vard ı . Herkesin içi fera hlamıştı .
Bunu n la b i r l i kte Hınzıryedi'nin içi rahat değildi. Çünkü
Ebre he o na, büyük bir işin p eşinde oldukları nı, bunun için
hep birlikte çalışmaları gerektiğini ve eğer bir aksilik olursa
ister suçl u , ister s uçsuz olsun, aldığı hapları ona vermeyi
derhal durduracaklarını söylemişti. Görevlerinden biri artık
105
Uzun I hsan Efendi'ye gözkulak o l mak, onu asla yalmz başı
na bırakmamak , eğer bu a da m ı n ya nına genç b ir i yaklaşa
cak olursa durumu derhal Zü lfiya r'a b ild irme kti .
Z ülfiyar, bu gencin eşka li n i ona uzun uzun anlatm ış , hat
ta b i r nakkaşın tarif ü zere ç izi p boyadığı resmini bile ver
mişti. Ne var ki Hınzıryedi , Uzu n Ihsan Efen d i' y i orada bu
rada d i lendirmeye baş l ad ı ktan i k i ay so n ra , l o n caya gelen
bir gençten h iç şüphelenmemişti . Çünkü Anado l u'dan gelip
Kostanti n i ye'de iş bulamadığını söyleyen ve yüzü insan içi
ne ç ı kamayacak kadar parçala n m ış b u genç a d a m, Zül fi
ya r' ı n tarifine hiç mi hiç uymuyord u. Sesi nde n ve el lerin i n
derisinin gergin liği nden genç olduğu belliyd i , ama zaten d i
lencilerin beşte i kisi çocuk v e gençt i . Üstel i k , b u d i l e n c i
adayı o parçalanmış yüzüyle bir hay l i sadaka toplayacağa
benzerd i . Yine de o na biraz sorgu sual etmeyi ele u nutmad ı .
Böylece, yüzünün k a n davalısı tarafı n d a n tırpanla parçala n
d ığını , öld ürülmekten korktuğu i ç i n köyü n ü terkettiği n i ,
yüzündeki hasar nedeniyle Kostantin iye'de değil kefi l bul
mak, h iç k i msen i n o na iş bile ve rmediği n i öğre n d i . Hayat
tak i bütü n amac ını n sad ece sağ kal mak o lduğunu, parada
pulda gözü olmadığını, lo ncanın defte rine yazıl mak i ç i n al
dığı sadakanın onda yed isi n i değil , onda sek i z i n i b ile ver
meye razı olduğu nu söyl üy o rd u . H ı n z ı ryed i , b u k e l e p i r
avanta kaynağım kaç ı racak b i r i deği ldi. Yard ı mcı larına lon
ca de fterini hemen getirmelerini buyurdu . Ü ç k iş i , koskoca
ve kapkalın defteri getird i l e r. Bu def ter o kadar ağırdı k i ,
özel o larak ya ptı rılan rahlenin üze rine k o n a r ko n maz tah
talar gıc ı rdadı. t ı k say faları Latince, sonra lan Rumca ve n i
haye t O s m a n l ı ca o lan bu defter, fet i h önc es i ve son rası d i
l e n ci l eri tarafından özenle sak lanmış, ası rlar boyu nca ulus
tan u lusa, nes i l d e n n es i le g e ç e re k sonu nda Hınzıryed i'ye
erişm işti . D efte r i n boş bir sayfası n 1 aç ıp de l ik a n l ı y a d öne
rek , " Ismin he r ne ise , b urada o n u n pek öne m i y () k " ded i ,
1 06
"Bizler aramıza katılanlara lakap takarız . B i r lakabı olan di
lenci gedi k sahibi sayılır, yani onun kendisine mahsus da
imi bir dilenme yeri olur. Ama b u n u n için ö nce, yerine göre
o n filuriden yüz elli filuriye kadar bir ücre t ödemesi gere
k i r. Bu kadar para n o l madığına göre şimd i sana n e lakap ,
ne de gedik verebiliriz. Yin e d e s e n i b i r şekilde, hiç olmazsa
geçi c i bir adla çağı rmamız gerekir. Acaba ne desek? "
H ınzı ryedi elini çenesine dayayarak düşü n dü. A ksil ik bu
ya, aklına hiçbi r isim gel miyordu. Fakat Zülfi yar'ın ona, sa
kın u nutmamas ı n ı tembi h e t tiği bir ismi hatı rlad ı Karar ve
.
il
1 07
ler tarafından çıka rıldığı hala söylenegelen b i r şayiaydı .
Bina n e kadar b üyük olursa olsun içeride sayıları b ine ya
kın yersiz yurtsuz dilenc i altalta üstüste, otlar ı n , paçavrala
rın, eski ve bit l i ş iltelerin üzerine yığıldıkları için, Bünya
min o turacak y er bulmakta zorluk çekti. Sonunda, anaları
olduğunu söylediği yedi sakat çocukla dile n e n şişman bir
kadının yanına oturd u . Çünkü c insiyet ayrım ı n ın olmadığı
l o n cada haremlik ve sela m l ı k y o k tu . Zat e n , genç o ls u n ,
yaşlı o lsun, erkeklerin hemen h epsini n kadidi çıkmış , b u
runları düşmüş , dişleri dökülmüştü . Çevrede o kadar ç o k
kör, kötürüm, inmeli , aksak , dilsi z , düztaban, damla l ı , ç o
lak, paytak, sağır, topal, şaş ı , yatala k , ko lsuz, çal ı k v e şehla
vardı ki, yabancı biri burayı hastane sanabi l i rd i . Fakat bir
ya da daha çok azaları e ksik o l masına rağmen körler dahil
bütün bu insanların gözlerinde bir canlılı k parıltısı vard ı .
G e l gör k i bu parıltı , sadaka toplamaya ç ıktıklarında günün
ilk ışıklarıyla birli k te kaçınılmaz ol arak sönüyo r, yüzlere
meyus ifadeler yerleşiyord u . Acı ndı rıp sadaka koparma sa
natının dehaları olan bu ahal i , her biri gerçek b i re r yaratıc ı
lık eseri o lan sayısız yön te m ve üslup geliştirm i ş t i . Hatta
bazıları m esleğin pü f noktalarını a n latan k i taplar yaz ıp tec
r(lbelerini gelecek nesillere miras bırakmışlard ı . Gerçekten
de loncanın kütüphanesi üstad d i lencilerc e yazılan hesaba
gel mez kitapla doluydu. Bu k itaplar dilenme tarzları yamsı
ra, genellikle kaside ve maval besteleri , yetmiş i ki ulusun
darphanesinde basılan paraları n kata logları , sadakayı arttı r
mak a macıyla bedende bir hasar yaratmanı n usu llerini gös
teren cerrahi kitaplarından ibaretti. T ı p kita pları elbette ki
loncanın resmi cerrahlarına aitti. Bu acı masız adamlar, Ana
do lu' nu n ç eş itli ye r lerinden getirilip H m zıryedi'ye satılan
çocukların kol larım bacaklarını kırıp tenlerinde deri n yara
lar açarak dilenciler ordusuna yeni neferler kazandırıyorlar
dı . C errahları n yan ısı ra lonca sarra fları topla na n paralar
1 08
i çinde şüpheli olanları i nceliyor, sikkelerdeki altın ve gü
müş o ranları n ı elki mya işlemleriyle tespit ettikten sonra
hası latı muhasebecilere tesli m e diyorlard ı. Paraları inanıl
maz bir hızla sayan bu görevliler ise yekünü gelir gider def
terine işleyip o günkü sadakaların hepsini kethüdaları Hın
zıryedi'ye veriyorlardı. Dilencilerin tembel, atıl ve hevessiz
kişiler olduklarını savunanların, aslında ne kadar yanı ldık
larını anlamaları i ç i n gelip d e loncaya b i r g ö z atmaları ye
terdi . Çünkü onlarda gündüz vakti gözlenen bezginli k ve
uyuşukluğun tersine , bu esnaf, geceleri sadece birkaç saat
uykuyla yetinerek karıncalar gibi çal ışıyordu. lş dönüşü o
günkü hasılatı kirli çıkınlarından çıkarıp defalarca saydık
tan sonra, şahi tler nezdinde deftere işlenmesine d i kkat ede
rek Hınzıryedi'ye tesli m ediyorlar, bu arada da, sıraya giren
ler arasında kavga döğüş patırtı eksik olmuyord u . Paralar
c ins cins ayrılıp tasnif ediliyor, yekünler kontrol ediliyor,
bu esnada kör bir adam muhasebecinin yaptığı bir çarpım
hatasına bas bas bağırarak itiraz ediyordu. Gecenin i lerle
yen saatlerinde birkaç meşale daha yakıldıktan sonra, i n
m e l i v e t e k bacaklı b iri yeni bestelediği yüre kler acısı bir
kasideyi okuyor ve diğer meslekdaşlarından bu nağmeyi
daha da iç paralayıcı yapmak için yardım istiyord u . Bir baş
kası küçük defterlere kamış kalemle yazdığı duaları satmayı
kuruyor ve kırmızı mürekkep kullandığı halde bunları ken
di kanıyla kaleme aldığını belirten bir şiiri bestelemesi için
kulağı hassas arkadaşlarından medet u muyord u . Yed i ço-'
cuklu dilenci karıları ise, gelip geçen zavallıların ü zerlerine
saldıkları veletlere, daha yapışkan , daha ısrarcı ve tuttuğu
nu koparan biri olmaların ı tembih edip , yola gelmeyenlere
köteği basıyo rlardı. Bütün bunlar yemek p işene kadar olan
şeylerd i . O akşamki nevaleleri , bir kaza nda kaynayan p i
rinç, bulgur, nohut, fasulye, tuz , bal, et ve yağ karışımmdan
ibaretti. Odun ateşinde ağır ağır kaynayan bu aşın verilme
109
zamanına yakın , çoluk çocuk, kadı n e rkek, genç ihtiyar bü
tün dilenciler, el lerinde sadaka topladıkları taslarla sıraya
giriyorlar, kazanda tüten aşın kokusunu içlerine çekerken
midelerinden g u rultular duyuluyord u . Yem e k p işird i kleri
kazanı aynı zamanda yı kan mak iç in de kullanırlard ı . Fakat
d i lencilik töresi ge reği bu, y ı l da sadece bir kere, yani bütün
sevapların işlen i p faki r fukaraya s o n sadakaların verild iği
Ramazan Bayramı e rtesinde o lurdu . Çünkü ölü mevsim bu
tarihten sonra başlardı . D i lencinin p is i bitlisi makbul oldu
ğu içi n , işlerin nası l olsa kesat gideceği bayram ertesi lonca
da sular ısıtılı r, ihtiyarların ve çocu kları n başlarındaki bitler
k ı r ı l ı r, hatta ara s ı ra civar hamamla rdan tellaklar tutul u p
getirilirdi. Yıkanıp yunma günü arefesinde çocuklara i ç i ri
len kurt düşürücü şu rupların e tkileri görül meye başla ndı
ğında, kazanlardaki su çoktan ısınmış olurdu. Akabinde ke
selenme fas l ı başlad ığında o kadar çok kir çı kardı ki, paray
la tutulan tellaklar, keseledikleri ihtiyar bir d i lencinin sır
t ından dökülen kir yumaklarını gördükçe, " Ya Süphanal
lah ! " derlerd i .
Babası n ı kurtarmak iç i n b u gari p ama renkl i dünyaya da
lan Bünyamin, ki mseye farkettirmemeye çalışarak çevresini
izliyor, o ana kadar tan ıyamadığı bu aleme alışmaya çal ı ş ı
yordu. Babası henüz gözü ne çarp mamıştı. Ama onun lonca
binası nda olduğundan emindi. Bu nunla birl ikte babası na
yaklaşmas ı pek kolay olacağa benzemiyo rd u . Çünkü eğer
Zül fiyar hala işin iç indeyse, Uzun lhsan E fend i'nin izle ni
yor ol m ası kuvvetle mu htemeldi. Fakat o nun bu düşüncesi
bir ku runtu da o lab ilird i . O an kal k ıp binada dolaşmayı ve
babasının yerini tespit etmeyi düşü ndü. Fakat bazı d ilenci
lerin günlük hasılatla dolu para çuvall arı n ı kapının ö nüne
yığdıklarını görünce, olacakları izl e m e k i ç i n b i r süre du rdu.
Bunu yap tığı için sonradan dua edecekti , çü nkü az so n ra,
kapı ö nü nde d i lencilere hiç benze meyen, b i rtakım s i lahlı
110
adamlar görünmüştü. Bünyami n onlar içinde Zülfiyar'ı ta
nıyı nca donakald ı . Bu casus , H ınzıryedi'nin kendisine uzat
tığı birtak ı m kağıtlara mührünü bastıktan s o n ra binadan
içeri girmiş ve i htiyar dilencilerin bulu nduğu kısma geç
mişti . Belli e tmeden onu izleyen Bünyamin, Zülfiyar'ın, yer
d e yatan b ir adam ı inceleyip H ı nzıryedi'yle bir şeyler ko
nuştuğunu gördü . Yatan adam babasıydı ve n e redeyse ta
nın mayacak haldeydi. D e l ikanlı gözyaşları n ı zor tuttu, ama
içinde hala bir umu t vardı . U mudu o l masaydı b i l e zaten o
a n yapıyor olduğundan başka bir şey yapamazdı. İçinden ,
Uzun I hsan E fe ndi'nin yan ı na gitmek v e onun e l l e rine ya
pışı p öpmek geliyord u . Birdenbire kendini o kadar çaresiz
hissetti ki, oradan uzaklaşıp bir sütunun dibine çökerek ağ
lamaya başladı . G elge le l i m o nu tesel l i e d e c e k h iç k i mse
yoktu . Sadece birkaç dilenci, eğer böyle içli ağlayacak olur
sa bu hisli delikanlının meslekte kısa zamand a ilerleyip üs
tad payesine erişeceğin i düşünmüşlerd i .
Bünyamin hıçkıra h ıçkıra gözyaşı dökerken bir i lkbahar
yağmu ru başlamıştı . Hınzıryedi'nin kapattırmayı unuttuğu
ana kapıdan esen serin y e l delika nl ı y ı b i raz olsun kendine
get i rd i . D e rke n yağmur i y i c e bas t ı r m ı ş , gök g ü r l e meye ,
şimşekler çakmaya başlamıştı . D ilenciler kendi aralarında,
"Yağmur iyi . Bu yıl rahme t b e reket olacak. Sadakalar arta
cak" d iye konuşurlarke n , o an kapıya bakanlar donakaldı
lar. Bütün binayı bir korku ve ö fke uğultusu kaplayıverdi .
K i m i aşırı k ızgınlıktan, k i m i de dehşetten titreyen dil e ncil e
rin gözleri ana kapıda sabitleşmiş, dudaklar sab ı r ve meta
n e t tal e p eden d u al a r l a k ı p ı rd amaya b aşlamışt ı . Kapıd a ,
herkesin tüylerini ürperten b i r i vard ı .
Bu ada m , sakalsız, bıyıksız, kel , kaşsız v e k irp i ksiz biriy
di. Fakat görünüş i tibariyle öyle ezik, öyle pısırıktı k i , Bün
yamin bu adamdan neden ko rkulduğunu anl ayamad ı . D i
l e n c i l er, " Dertli y i n e geldi , laf l a k ırdı d i nlemez b u adam,
111
basın sopayı ! Öldürü n ! Binayı başımıza yıkıcak deyyus" di
ye söylenmeye başladıklarında, içlerinde cesur olanlar te
reddü der ini yenip yerlerinden fırladılar. Çocuklar adamca
ğızı taşa tutarlark e n yetişkinler ve zebel lah gibi kadınlar so
palarıyla adamcağızın kafasına gözüne , sırtına sırtına vuru
yor, o nu bu yağmurda sokağa sürüklüyorlardı . Bünyamin
daha sonraki günlerde dilencile rin bu korkularında haksız
o l madığını anlayacaktı . Çünkü Dertli lakabıyla anılan bu
adamı hayatı nda tam altı kez yıldırım çarpmıştı. Bir zaman
lar zengin bir tüccar olan Dertl i ye, ticarethanesinin içinde
'
112
Dertli'yi taş ve sopalarla e mniyet l i b ir mesafeye kadar ko
valayanlar geri döndükten sonra b inayı aydınlatan meşale
l er israf olmasın diye birkaçı hariç söndürüldü. D il encilerin
k imisi en son bestelenen kasideleri ezberlerken, kimi levha
lara dualar karalıyor, kimileri de meşale ışığı altında barbut
oynuyordu. Çocukların hepsi ç oktan uyumuştu. E ski kili
senin yangın izleri taşıyan kubbesinde , öksürük sesleri, du
alar ve küfü rler tek tük yankı l_anıyor, arada bir de rasgele
temennisiyle yuvarlanan zarların t ı kırtıları duyuluyordu.
Uyumakta zorluk çeken B ü nyamin , loncada geçi rdiği ilk
gün bir hayli b ilgi edinmişti. Hınzıryed i'den öğrendiği ka
darıyla d ilenciler arası nda tam b i r h iyerarşi vard ı . Bünya
min'in baş amiri A l emsattı adında b iriydi . Bu adam, kağıtçı
baş1, göygoycubaşı, kasidecibaşı ve amabaşından sorumlu
o l masının yanısıra , aynı zamanda başgedikliyd i . A lemsat
n' nın yardımcısı da Ö terbülbül adında b ir inmeliydi . Lon
canın en k ıdemsizi olan Bünyami n , b u aksakal l ı p1rlerin
emriyle U tarid adında b i r kağıtçının çırağ1 yapılmıştı. Artık
görevi , her sabah namazından önce elini öptüğü bu kişiyle
birlikte camileri do laşıp onu n usu lüne göre sadaka topla
maktı . ·
1 13
rızası için bir sadaka" ya z ıyor ve bu ibareni n üstünü b i r Ka
be resmi süslüyord u. B ü nya rn i n i n yapacağı şey gayet basi t
'
114
min ilk gün , b iraz da tecrübesiz olduğundan b i r hayli hır
palandı . !kindi namazından sonra ustası onun yüzüne tü
kürüyor, böyle giderse dilencilik mesleğinde asla peşteınal
kuşanamayacağını söylüyordu. Akşama doğru ihtiyar adam
her nedense pek e fkarlandığından Haliç kıyısındaki meyha
nelerden birine gitmek zorunda kaldılar. U tarid , p eş in para
isteyen meyhaneci nin getird iği şarabı içip içip ağlıyor, ne
kadar dövüp sövse de Bünyam in'i evladı gibi sevdiğini, o nu
kendi elleriyle evlendirip başını bağlayacağını , çocukları ol
duğunda onlara öz torunları gibi bakıp i h timam gösterece
ğini ve hepsine dilenciliğin esrarını öğreteceğini söylüyor
du. Ama yine de e n iyisi, delikanlının , ailesinde soydan ge
len bir sakatlık bulunan bir kızla evlenmesiydi. Sakat doğan
çocukları böylece istikbal vaat eden dilenciler olabi li rlerdi.
U tarid içtikçe ağlad ı , ağladıkça içti. Sonunda o turduğu
yerde sızıp kaldı . A kşam namazı n ı kaçırmışlar ve henüz
H ın z ı ryedi'nin pay ı n ı bile to p layamam ışlard ı . Bu yüzden
Bünyami n , göm leğinin içine diktiği altı a kçeyle yirmi bir
mangırı i h tiyar d ilencinin torbasına koydu. Ama bu miktar
ela yeterli olmadığından , üstünü arayarak göze çarpmayan
b i rkaç m e telik daha bulmayı umdu. Gel gör ki taşıdığı son
para, babasının ona verd iği k i tabın arasında taşıdığı paray
clı . Önce bu uğursuz sikkeden kurtulmanın tam sırası oldu
ğunu düşündü. Ama sonra, parayı ihtiyar dile ncinin torba
sına atmak üzereyken vazgeç ti . Loncada verilen yemeği ka
ç ı rd ıkları için bu parayla belki de fırının birinden yarı m so
m u n ekmek alab i lirdi. Çoktan sızmış u s tasını sırtına a l ıp
lo ncaya seğirttiğinde bütün fırınların kapan mış olduğu n u
gö rdü. O akşam aç uyuyacaktı.
Bün yami n ' i n U ta rid'le d i l e ndiği s o n raki g ü n l e r b u i l k
günden farklı o lmayacaktı . Delikanlı zamanla ustasının hu
yunu suyu nu öğrendi. İ htiyar di lenci sabahlan uykusunu
alamadığında pek aksi oluyor, ama öğle namazını beklemek
1 15
için gi ttikleri kıraathanede kahvesini içtikten son ra huysuz
luğu geçmeye yüz tutuyordu. Akşamüstleri en neşeli zama
n ı y d ı . Gel gör ki akşamlan g i t ti k l e r i meyhanede b irkaç
maşrapa şarap içer i ç mez haleti ruhiyesi değişiyor ve ruhu
nu bir hüzün kaplıyordu. İçkin i n e tkisinde kaldığı zaman
boyunca kederli o lduğu kadar anlayışlı ve cömert de olab i
liyordu. Bazan çırağına, en kötüsünden de olsa şarap ısmar
layacağı tu tuyor, bu içkinin bedelin i sahip olduğu yegane
parayl� ö d emek isteyen ç ı rağın ı durduru p kendi kesesini
açıyordu . Ustası çok geçmeden sızdığı n da Bünyamin bu ih
tiyar adamı sırtlayıp loncaya taşıyor, hasılatı H ınzıryedi 'ye
tesli m e t ti kten s o n ra , b e l l i e tmeden babası U zu n l hsan
E fend i'yi gözlüyo rd u . Babası , H ınzıryedi'nin sağ kolu Alem
sattı'nın gözetimindeydi . Gördüğü bir kabus sonucu bacak
larına inme indiği için koltuk değnekleriyle yürüyebilen bir
d ilenci olan Alemsattı , aynı zamanda loncanı n asayişinde n
de soru mluyd u . Uzun lhsan E fe n d i'ye gözkulak olma yü
kümlülüğü yanısıra, Kostantiniye'de dilencileri tehdit eden
bir tehli keyle d e başetmesi gerektiğinden bir h ayli sıkıntılı
görünüyordu . Bu tehlike , ken d isine Efrasiyab diyen ve suç
işlediği mahallere kendi el izini b ı rakan bir çocuktu.
Daha sonra bazı güvenilmez vakanuvislerin "etfal isya n ı "
d iyeceği hareketin başını çeken bu çocuk, sekiz-on yaşla
rındaki kuk dört velette n o luşan çetesiyle oyuncakçı dük
k a nların ı basıp kaynana zırı l tılarıyla hacıyatmazları talan
ediyor, kaymakçı larm kapısına dayanıp haraç i stiyordu. Çe
tesiyle birlikte nerede yatıp nerede kalktığı meçhuldü. Asıl
adının Alibaz o lduğu ve bir Kıpti a nadan doğduğu söylen
mekteydi . D i lencilere olan n e freti, Hınzıryedi' n i n de çok iyi
b il diği gibi , o n u n çetesinden olan bir çocuğun lonca ilerige
lenleri n ce yakalanıp sakat b ı rakılarak zorla d ilendirilmesin
den kaynaklanıyo rdu. Efrasiyab'ı n gazabı o kadar korkunç
tu ki , köründen kötürü müne, inmelisin d e n damlalısına ka-
1 16
dar bütün dilencilere kan kusturmaya başlamıştı. A maları
ç e lmeyle yere yuvarlıyor, i nmeli l e r i n koltuk değn e klerini
kırıyor, kamburları kementle bağlıyordu. Gelgeleli m eziyet
l e ri i ç in d e en kö tüsü , yaş l ı d il e nc i l e ri n ö z e n l e büyü t ü p
ağarttıklan sakal ları n ı yakmaktı. Bu da adamcağızın ekmek
parası nı n elden gitmesi demekti, çünkü sakalsız bir dilenci
ye hiç kimse sadaka vermezdi.
Efrasi yab'ın zulmü o kadar büyük boyutlara varmıştı k i ,
emniyet ve asayişi sağlamakla yükümlü o lan Alemsattı , ha
sılatın gitgide azald ığın ı gördükçe gözleri yaşla dol an Hm
z ı ryedi tarafından hemen her gü n azarlanıyord u . N ihayet
kilit noktalardaki bazı dilenci lere p iştov dağıtıldı v e bunun
sonucu hemen görüldü. Gözlerinden biri kör, b i ri p e rdel i
olan v e sıtmalıymış gibi elleri kollan s ü re k l i titreyen b i r di
lenci yanlışlıkla bir i neği vurmuş , üstelik hami le bir kadı n
s i la h sesinden ü rkerek çocuğunu düşü rmüştü . Bu d il en c i
derhal tutuklanarak zındana atıldı. Suçunun cezas ı , o rgan
larından b irinin k esil mesiyd i . Fakat aza noksanlığının di
lencilikte geçer akçe olduğunu b i len kadı, bu cezadan vaz
geçip adamı Kostantiniye'den s ü rdü. Bununla b irlikte, di
lenciler piştovları ke ndisine tesl i m ettiğinde Alemsattı yıl
mamıştı. Bir gece vak t i loncadan ayrılarak Top kapısı'ndan
dışarı çıktı. Gece boyunca kırlarda yü rüdü , dere tepe düz
gitti ve b i r dağın e teğine geldi . Kır mızı astarl ı cübbesini ç ı
karıp havada b i r i k i sallayınca , dağda n e kadar haydut varsa
aşağı inip yanma geldi . Haydutların reisiyle anlaşıp üç ada
mını b ir ay süreyle kiraladı . Bu adamlar, reislerinin al dığı
kırk altın karşı lığında E frasi yab ve yiğitlerinin hakkından
gel e c e k l e rd i . Haydu tları b i r ö küz arabas ında samanları n
a rasına gizleyerek kente sokan Alemsattı, e rtesi gün n e ka
dar isabetli b i r iş yap tığını anlamıştı. B i r d ilenciyi kıstıran
çocuklardan ikisi n i kesen adaml ar, diğer i kisi n i sağ geti rip
Hınzıryedi'ye teslim etmişlerd i . Fakat sonraki günler yan
117
gelip yatmaya b aşlayarak , ikide bir Alemsattı'dan bahşiş, diş
kirası, otlakiye ister oldular. Ö yle ki, asesbaşıya haber ver
mekle tehdit edilip yurtları olan dağa güç b ela gönderildi
l e r.
D ile nciler, Efrasiyab'ın zulmü altında yine inlemeye baş
ladıklarında , keth üdalan o lan Hmzıryedi'n i n kendini dü
şüncelere kaptırıp loncayı ihmal etmeye başlaması her şeye
tuz biber ekti. Adam o kadar kederli o kadar m eyustu ki ,
takla atıp ney ç alan kambur cüceler bile o nu güld ürmeyi
b aşaramamıştı. Çünkü sonunda beklenen olmuş, bir ayağı
çukurda o la n i h tiyar H mzı ryedi'nin v icdanı harekete geç
mişt i . Adam, cehennem azabından kurtulamayacağın ı , çün
k ü gereği nden fazla domuz eti yed iğini söylüyo r, her a kşam
yarım fıçı şarap içerken bu mekruh hayvanın e tini mideye
indirdiği için kendine lanetler ediyord u . O nu hemen h e r
gec e şarap fıçısının başında gören sofu d ilenciler b irb irleri
ni dürtükleyerek ibret olsun diye kethüdalarını işare t edi
yor ve kendi aralarında , " Zaten çok günah işlemişti , cena
zesinin el i kulağında" diye söylen iyorlardı .
Hınzıryedi, hayatı boyunca mideye i n d i rdiği onca domu
zun vicdanında uyan d ı rdığı pişmanl ı ğm b ir eseri o l a ra k
lonca işlerini o kadar i hmal e t ti k i , Ebrehe'ye her a kşam
göndermeyi vaat ettiği günlü k hasıla tı haz ı rlamayı da sav
sakladı. H atta b i r gece gelen Zülfiyar, para ların çuva l l a ra
konulmamış o lduğu nu görün c e zavall ı n ı n s u ra tına o kkalı
bir tokat patla tmış, ertesi gün de b u davranışı n ı tekrarlarsa
kendisine a rt ı k şu kırmızı haplardan ver m eyeceklerini söy
lemişti. Gel gör ki yaşayıp yaşamamak Hınzıryedi' nin a rt ı k
pek u m u ru nda değildi. Ebrehe'nin adamları ertesi gece tek
rar gel i n ce , o r tal ı kt a y i ne para mara olma d ığını gördükle
rinde zavall ı adamı öyle bir d övdüler ki, biçarenin ağz ından
bu r n u ndan kanlar boş al d ı . Bu na rağ men, " Vu run , ind i ri n ,
acı m ayın ö l d ü rü n . Bu d ünyada hayat bana haram ! " d i y e b a -
118
ğınyor, burnundan akan kanın d o mu z kanı olduğunu söy
l üyordu. Ölmeye razı olan adamı görünce Zülfiyar ne yapa
cağı n ı şaşırmıştı. Kanlar içinde yerd e yatan Hınzıryedi'ye
birkaç tekme daha attıktan sonra adamlarıyla birli kte çekip
gi t ti.
Bu olayın ertes i günü, Bünyamin'in Ebre he'y i ilk kez gö
receği gü n d ü . Loncaya ge l d i ğ inden bu yana Zül fiyar ve
adam larını özel l i k l e izleyen deli kan l ı , eğe r Hmzıryedi b u
t u t u munu sürd ü r ü rse o n ların nas ı l davranaca ğı n ı m e rak
ediyord u . D ilenciler kethüdası ise sanki o gün sıradan bir
g ü n m üş gibi şarap f1ç 1smın başı nda demlen iyord u . Adamla
rı n geleceği zamana bir saat kala para ç uvalları hala hazır
la nmış değil d i . Sonunda beklenen oldu. Lo ncan ın ana kapı
s ı bir asker tekmesiyle açılmış, i çeriye , yirmiye yakın yeni
çeri girmişti. Zül fi yar ve adamlarının o rtas ı ndaki kişi Bün
yamin' i n i lgis i ni çekti : Ebrehe'yd i b u .
.Kara sarığını sarmış, z i fi r i cübbe s in i g iy m i ş t i . Hış ı m la
i lerleyi p Hınzıryedi'n i n yanına g i tti. Fakat bu adam çoktan
sızmıştı. B i r fincan kahveyle b i r kova su geti r i l mesi n i e m
retti . Ü zerine soğuk su dökülen sarhoş a d a m kendine gel d i
ğ i nde sade kahve o na zorla i ç i ri ld i . Gözlerind e ki buğu o rta
dan kalktığında, adam ka rşısında Ebrehe'yi görd ü . Gözleri
ne i nanamadı. O azametli Büyük E fend i kakıp ta ayağı na
gelmişti . Belki d e mekru h şeyleri y iyip arttırdığı onca güna
ha bir de kendi nankörlüğünü ekletmek istiyo rd u . G ü n l e r
d i r çektiği p işmanlık ve suçluluk duygularıyla küçüldükç e
küçü l e n Hınzıryed i , e fe n d i s i n i , o heybetl i adam ı , o yüce
Ebrehe'yi olanca azametiyle ka rşısında gö rün c e ve onu zah
metlere sokup bu sefil yerlere getird iğini düşününce o ka
dar utand ı , o kadar u tand ı k i , kendis i n i n b i r bit, b i r p i re ka
dar b i le değer taşı madığına karar verd i . Hürmeten yerinden
doğrulup bağdaş kurdu. Fakat m id es i adamakı l l ı b ulan ı yo r,
i ç i nden kusmak geli yo rd u . Sonunda daya namayıp o gece
119
ne yediyse ç ıkardı. E fendisi ona gülümsüyordu , ama kor
kunç , ü rp ertici bir gülümsemeydi bu.
Ebrehe, "Efendini n e çabuk unuttun?" de di, "Onun iste
di klerini neden yap mıyo rsun? O o l mazsa bu dünyada yaşa
yamaya cağını b ilmiyor musun? "
Hınzıry edi , günlerdir gö sterdiği sadakatsizliği n , Büyük
Efendi yi uzu n süre görmem esi ve onun azameti ve heybeti
'
120
kurulup şilteler serildi. Şarap fıçıları açıldı. Kethüda erza
ğından sucuklar, pastırmalar, hasekmekle r getirilip sinilere
yerleştirildi. Ateşler yakılıp kuzular ve p i l iç ler çevril meye
başlandı. Hınzıryedi elinde şarap şişesiyle e fendis i n i n kade
hini bizzat doldu rup saki lik yapıyor, misafi rlerin hoşnut ol
duğun u gördükçe yüzü ne bir mutluluktur yayıl ıyordu .
D iğer dilenciler bu yemeklere iştahla bakarlarken Bün
ya min'in gözü Ebre he'nin üstündeyd i . Demek Zülfiyar' ın
efendisi bu kös e , kara giys i l i , çatlak sesli kişiydi ve h e m
kendis i n i n , hem de babas ı n ı n kaderi n i d eğiştiren b u yara
sa kılıklı , tuhaf tavırl ı , saydam tenli uğursuz d u . Karmaka
rışık düşünce l e r içi n d e ne yapacağı konusunda b i r hayli
düşü nen Bünya mi n , yakaladığı ilk fırsat ı kull a nm aya ka
rar verdi.
Çok geçmeden beklediği fırsat karşısına ç ıkacaktı. M isa
firler Hınzıryedi'nin donattığı sofradaki birb irinden lezzetli
ye mekleri mideye i nd irirke n , artık nasıl bir tal i h i n eseriyse,
Ebre he elini göğsüne götürdü . Beti benzi atmış, yuvaların
dan fırlayan iri göz leri kanlanmıştı. Sanki öksürmek isti
yord u . Önce hiç ki mse duruma b ir anlam veremedi . Efe ndi
s i n i n zehirlendiğine hükmeden Zülfiyar' ı n eli gayri ihtiyari
ya tağanının kabzası na gitti . Gelge l e l i m mesel e b ü tü nüyle
farkl ıydı: Yediği haram lokmalardan biri Ebrehe'nin nefes
borusu na kaçmıştı. Az önce kül kada r b eyaz olan b e n z i
ş i m d i mosmor kesil mişti. Birden , b i r curcuna koptu. Zülfi
yar, efendisine su i ç i rmeye çalışırken sağa sola emirler yağ
dırıp hekim çağırmalarını ve ç ık ı ş kapıların ı tutmalarmı
söy lüyordu . Ama tam bu s ı rada beklenmedik birşey oldu .
Bünyamin yerinden fırlayarak sofraya gelmiş ve Ebrehe'yi
yerden kaldırmıştı . Boğulmak üzere o la n Büyük E fe nd i' n i n
arkası na geçerek kol larıyla karn ını çepeçevre kavrayıp gö
ğüs kafesine ani b i r basınç uyguladı. Bu basıncın etkisiyle
c i ğerlerde sıkışan h ava ç ı karken , nefes borusunu tıkayan
121
hara m lokma da adamın ağzından fırlayıverdi . Lonca hası
latından Hınzıryed i'nin payı na düşen o tlakiyeyle a l ınan tav
şa nın suyuna yapıl m ı ş t i rid in bir parç asıydı b u . Herkesin
içi ferahlamış tı . Hı nzıryedi, efe n d isine nane ruhu koklatır
ken, zehirlenme ve boğul ma belirtilerini b i rbirine karıştıra n
Zülfiyar, Ebre he'nin ağzından fırlayan l okmayı so nradan in
celemek üzere bir mendile sarıyo rdu .
Koklatılan nan e ruhunun etkisiyle kendine gel e n Büyük
E fendi, hayatını ku rta ra n delikanlıyı teped e n tırn ağa süz
dükten sonra,
- "Sen cerrah değilsin" dedi , " Bunu n e reden öğrendin ve
niçin öğrendi n ? "
B ü nyamin artık b i r kahraman g i b i davranması gerektiğin i
an la m ış t ı . E b rehe' n i n hayatını ku rtaran n u m arayı babası
Uzun lhsan Efend i'den öğre ndiği halde,
- "Bunu nereden öğrendiği m i n hiçbir önemi yok" dedi ,
" Amacım sen i kurtarmak da değil d i . Sadece bu yön temin
etkili olup ol mayacağını görmek isted i m . N i ç i n öğrendiği
me gel i nce: Ben bu dünyaya b ilmek için gel d i m . Benim için
kutsal bir şey varsa o da b i lgidir, gerek b u dünyan ı n , ge rek
se ö te dünya n ı n b ilgisi. Bu yüzden öğrendiklerimi akıl tera
z isi nde tartıp doğru o lu p o l madıklarına b akarım " .
Ebre he'nin suratı asılmıştı. lon casında n bir i n i n bıraktığı
böylesi küstahça b ir izlenimden endişeye kap ı l a n H ı nz ı rye
di ise Bünyami n'in aslında bir nükte yap tığ ı n ı anlatmak is
terc es i ne inand ırıcılıktan uzak b i r kahkaha att ı . Fakat Bü
y ü k E fendi'nin yüzü asıld ıkça asıl ıyordu . Şüphesi yatışma
yan Ebrehe, delikan l ı nın, tan ı n mayacak hale gelmiş yüzü
n ü n arkasındaki k i m l iği çıkarmak ister gibi , uzun uzun ona
bak tıktan so nra ,
- " Eğer b u d ünyadaki en b üy ü k amac ın bil m ekse, daha
öğren e ce ğ i n ç o k şey var" dedi , "Belki de bunları benden
öğreneceksin. Çün kü bazıları bilgiy i med resede, bazıları ise
1 22
viranelerde ararken, ben o n u başka bir yerde arıyorum. Pe
k i sen nerede arıyo rsun? " .
Bü nyamin kararl ı b ir sesle cevap verd i:
- "Dü nyada" .
Büyü k Efendi'nin y ü züne b ir tebessü m yayıld ı . Ender gö
rünen bu tebessüm Zülfiyar'ı b i le şaşırt m ıştı. Ebrehe ,
- " Tuhaf b i r be n z e rl ik " dedi , " B u cevab ı sad e ce b a na
mahsus sanıyord u m . Demek k i seni n le daha sık görüşece
ğiz. Paramparça suratı n da aslınd a ki m i n sureti var, merak
e diyo rum. Yarı n , tam geceyarısı bana gel . Be n i nerede bula
111
1 23
mayan deli kan l ıyı gören i kinci esnaf, cel lat tai fesiyd i . Belle
rin de asmaya, kesmeye , boğmaya mahsus ke mentler, balta
lar, şifreler ve i p ler taş ıyan ç ırak lar, kalfalar ve cellatların
bizzat kendile r i , sekiz yüksek görevlinin o gec e kesip tuzla
dıkları kellelerin i bir çuvala koymuş, saraydan gelecek ka
tırları b ekliyorlardı . Horozlar ö tmeye başladığında bu kez
onu kulamparalar görmüştü. Fiili l ivata esnasında aletlerine
sürecekleri yağın bulunduğu kutucukları zar gibi yerde yu
varlayıp barb u t oynayan bu adamla r, del ikanlıyı tepeden
tırnağa süzdüler. Mahmu tpaşa'da do laştığı s ı rada, ağlayan
gülen, takla atan, a m uda kalkan, ağzı salya l ı beli zinc irl i de
l iler tarafından farkedildiği zaman artık sabah ezanları oku
nuyordu. Mebunlar ve uta nmaz o ğlanlar ise binbir naz ve
işveyle kırıtıp göz süzdü kleri g ence davet kar gözlerle ve
edalarla bakıp ona ücretlerin i fısıldadılar. Esnaf ilk m ü ş.teri
lerin i dolaplarına ve d ü k kan larına buyur etmeye başladı
ğında, para sandıklarını artık taşı maya başlayan Ermeni sı
rık hammallan o nu sezi nleyip arkalarına bakar bakmaz , de
ğerli y ü ke nezare t eden muhafızların e lleri yatağan lanna
gitm işti. Tahtelkale'de gü ndüz sarraf ve gece kumarbaz o lan
her kim varsa, kafasında b inbir düşü nce taşıyan del i kanlı
ö n le ri n den geçer geçmez , "Vay vay vay ! Altı n ı n ayarını d i
l iyle anlayan v e bir atışta d ü ş e ş düşüre n e fe ndi mizin hayatı
nı d em e k b u genç k u rtard ı " ded i l e r. Ti c a re t han la r ı nı n
önünden geçerken pe ncerelerde , yed i ikli m dört bucaktan
gelen her m illetten tüccarın renk re n k serpuşları göründü .
Darülfü lfü l , kebabe ve darçın satan t üccar, adü l kahır, kaku
le ve zencefi l alan s imsara , "Vay canı na ! B i re al ıp o n b i re sa
ta n E fendi demek hayatı n ı bu gence bo rç l u" d i y o r ve enfiye
kutusu nu pazarlık ett iği adama uza tıyo rd u . Güneş, ust ur
labla rın o n al tı ncı kertesine yükseldiği zama n, b ü t ü n büyü
le rin tu ttuğu a n da , d el i. kanlının anide n Uz unçarşı' n ın b ir
so ka ğında be liri p ç öp l üktek i kara kedileri ü rkütmes i , sihir-
1 24
bazlarca uğur telakki edilmedi. Müneccimler ustu rlablarına
bakıp güneşi bu k e z yirmi birinci kertede gördüklerinde
Bayezid Camii minarelerine tırmanan m üezzinlerin hepsi
cemaatin öğle namazı için aptes aldığı çeşmeden bu deli
kanlının su içtiğin i farkettiler. Camidekiler ikinci rekatlan
nı kıl maya başladıklarında , Büyük E fendi'nin hayatım kur
taran bu gen ç , sahaflar tarafı n da görüldü . D il lerinde ve par
maklarında yaz ı yazarken yaladı kları mürekkebin karasını
taşıyan bu adamlar, delikanlı d ükkanları n ı n ö n ü nden ge
çerken esrarengiz şeyler fısıldad ı lar. Bünyamin o gün Kos
tant i n iye'nin dört bir yan ı nı d o laştı . Hanlara hamamlara ,
k a h v e l e re k ü l h a n la ra , c a m i l e re d ükkanlara g i r i p ç ı k t ı .
Aga hlar v e ahmaklar, alimler v e cah i ller, küla hçılar v e mad
rabazlar, sahtekarlar ve batakçı lar tarafından defalarca gö
rü ldü, sez i ld i , seçildi , farkedi l cl i. G e lgel e l i m Mısır Çarşı
sı'nda bir numara çevire rek, Zülfiyar ve adamlarını atlatma
yı b aşard ı.
Bir kayıkta boş kalan son yere atlayıp Galata'ya geçerken
kafası hem umu t , hem de e nd işeyle d o l u ydu. Daha d ü n e
kadar ke ndisine hükmeden olaylara bir yön vermesi umu
dunu art tırmış , Zülfiyar'ın ş üpheli gözleri ise onu endiş eye
boğmuştu . Çünkü bu ada m sefer dönüşü asıl k imliği n i öğ
,
125
Dilenciler kethüdası bunları söyledikten sonra, uğur ge
tirsin diye de l ika nlınm avucu n a tam kırk bir akçeyle üç al
tm saymış ve o gün gö n l ü nc e gez i p eğlenmesini, ama vaki t
geceyansma gelmeden darp hanen in ya n ındaki kıraathane
nin önünde o l masın ı tembi h etmiş ti.
Kayık Haliç'i geçerek Karaköy'e u l a ş tığında Bünya m i n
nhtıma atlayıp a rkası na baktı . Kıyıd a n yüz kulaç açıktak i
kayıkta Zülfi yar ve üç adanı m ı ta nı mış tı. Adam lar karaya
çıkmadan izi n i kaybetti rmek için Karaköy l<apısından girip
Arap Cami i yoluna saplı. Kuytu so kakla rdan b i rindeki kıra
athanede b i r kahve içmek i ç in mola verd i . Duvara sırt ı n ı
dayayıp çevresi n i kol larken o gece olacaklar üze rinde d ü
şünmeye başla d ı .
D ö rdüncü kahves i n i içip bi tirdiğinde tam d ık b i r ses işitti.
Babası Uzun I hsan E fe n d i'yi göze t m e kl e görevl i Ale msat
tı'ydı bu. B ir l i k te olduğu üç köre , " d ikkat etmey i p adam ı
kayb e t t ik l e r i i ç i n " bağmp çağırıyor, "eğer a kşama ka d a r
Galata'da o nu bulamaz larsa, gec e ü ç ü n ü d e fa lakaya yatıra
c ağı n ı " s ö y lüyo rd u . F a r ke d i l m e m e k i ç i n başı n ı ç e v i re n
B ün yamin , b u n ları duyar duy maz y ü reği s ev i n ç l e atmaya
başladı. Çünkü babas ı , Galata'cla Al lah b i l i r n e re d e , yan ı nda
k imseler o l madan d o l aşıyordu. Bu, ona yak laş ma s ı içi n bü
y ük bir fırsattı.
Bünyam i n , Z ü l fi ya r' ı n adam larıyla karş ı laşma maya d i k
k a t edere k Gala ta'da dö rt d ö n meye başlad ı . G ü neş u fu k ta
iyice alça ldığı sı rada babas ı nı h e n ü z b u l a b il m i ş d eğ i ld i . So
n unda Kasırnpaşa mezarlığına bakmaya ka rar verel i . Hava
k ara rmaya b aşladığın da, m ezarlıkta sad ec e b i r •k işiye rastla
d ı . Babası Uzun lhsan Efe n d i'ydi bu. Yed i m ey da n ın ve yet
miş iki kü !hanın e fendisini n kabr i başı nda çöme l m iş bekl i
yord u .
D elikan l ı sessizce babası n ı n yanına yaklaştı. E l ini adamın
omu zuna tam koyacaktı k i , Uzun 1 hsan E fe n d i n i n ağz ın- '
1 26
dan, "Bünyamin ! Evladım ! " sözler i döküld ü . Adamın oyul
muş gözleri ne dehşetle bakan genç , o nu n ken d is i n i nası l
ta nı dı ğ ı n a şaştı. Kesilen b u r n u n u ve koparıldıktan sonra
sağır edilen k ulakları n ı görd ü k ten sonra gözyaşlarını t u ta
madı:
- "Babacığı m ! " d e d i , "Beni ne gö rüyor, ne d uyuyorsun,
ama ben , ge rçek te n oğl un B ünya m i n'im".
Zava l l ı adam b aş ı n ı ka l d ı rı p oğl u n u n e l i n i tu t tu ktan
so n ra,
- "Kör ve sağ ır olmama rağmen seni hem gö rüyor, hem
de duyuyorum oğl u m" ded i, "Aslında sen i gör ü p duymak
tan da ö te , hem seni, he m d e içinde yaşadığın d ü nyayı d ü
ş ü n ü yor u m .
"
127
şan babası, kendisini Gal ata'ya doğru adeta sürüklüyordu.
Ay ışığı altı nd a dar sokaklarda y ü rü rlerk e n , Uzun l hsa n
Efe ndi sanki d üşünceleri n i o ku m uş g i b i oğl u na, ikide b i r
a rkasına ba kmamasını, çünkü zihniyle o laylara yön verebil
diği için em niyette o ldukları n ı s ö y lüyord u . Rıhtıma i ndik
lerinde Bünyamin'in gözyaşları d inmiş değild i . N eredeyse
sayısız fıçı, sand ı k ve denk, g e milere yüklenmek üzere sağa
sola yığılmıştı . Babası , san k i b i r kör değil d e , her şeyi görü
yormuş gib i bir fıç ı n ı n ö nün d e dur u p kapağına vurd u .
- "lşte tam aradığım g i b i b i r fıçı " ded i , " B e n i alabilecek
büyüklükte. Haydi ! Şu levyeyi alıp kapağın ı aç bakalı m " .
Babasın ı n emri ni işiten Bün yamin duraksad ı. Etraf karan
l ıktı ve kimse l e r gö rünmüyo r d u . Sadece yanıbaş lar ı ndaki
gemi nin kap tan köşkünden sarhoş gemi c i l e r in şarkıları ku
lağa gel iyordu. Aynı emri tekrar işi tti:
- " Haydi ! Korkma. Gördüğün he r şey benim düşüncem
d e n ibaret. Bunu sakın unutma. Z ihnimle b ü tü n olaylara
yön verebiliri m . Eğer iste r ve düşünürse m , şu gem iyi i ç i n
dekilerle b irlikte yok edebil i rim. H a ydi ! Yap ded iğimi . Ba
ban o larak sana emrediyorum" .
Bü tü n umud u nu kaydeden Bü nyamin ağlayıp sı z laya rak
d e n i l e n i yap t ı . Ne k a d a r ağır görün ü rse g ö rü nsü n , fı ç ı
bomboş tu. A ksi g i b i babası fı ç ın ı n i ç i ne gi rmişti . Oğl u na
bir emir daha verd i :
- " Şi mdi kapağı sıkıca kapat v e derhal b u radan g it " .
Fakat delikanlı b abasını o halde bırakmak istemiyordu.
B u nu n l a b irl i k t e i ç inden g e le n bir d ü rtü o nu , k e n disin e
emre d i l di ğ i üzre kapağı sık ıc a kapatmaya z o r lad ı . Bun u
y apmadan önce , fıçı n ı n içindek i babasına son bir kez bak
mışt ı . İşini bi tirdikten sonra yere çömelip ağlamaya devam
e t ti. Uzun zaman geçmesine rağmen babası fıçıdan ç ıkmak
bi lmi y o rd u . Sonu n da le v ye y i ahp kapağı a çmaya çalı ş t ı .
Amacı Uzun Ihsan Efe ndi'yi ne bahasına olursa o lsu n ora-
1 28
dan ç ıkarmaktı. Fakat kapağa tam abandığı sıra da, gemini n
güvertesine çıka n b i r denizci "Hırsız var ! " diye feryat etme
ye başlamıştı. Paniğe kapılan delikanlı l evyeyi bir kenara
atıp ağlaya sızlaya karanlıkta kaçmaya başlad ı .
Soluk soluğa kuytu b i r yere s i n i p kafasını toplamaya ça
lıştı . Babas ı n ı şimdilik kaybetmişti. A ncak Ebrehe'yle bu
luştuktan sonra, sabaha karşı buraya yine gelebilir ve onu
ku rtarab ilird i . Olağanüstü b i r ç aba gösterme s i n e rağm e n
zihnindeki dağınıklık arttıkça arttı. C esareti d e adamakıllı
kırılmış , aklını kaç ıran babasının hali onu perişan etmişti.
B u yüzden , Büyük E fe ndi'yle buluşmadan önce bir meyha
neye gidip cesaret toplamayı uygun gördü.
Kahkahaların e n bol duyulduğu meyhaneye gird i . İçeri
dekiler, şaraplarını içip ç ubuklarını tüttürürken , ikide bir
i ri kıyım bir adama takılıp duruyorlard ı . B ü nyam i n yarım
sürahi şaraptan sonra kendine gelmiş, m eyhan e müşterile
rini n , "Bak! Bak ! Arap geld i ! " d iye sataştıkları adama bakıp
gülümsemeye bile başlamıştı. Adam, bu söz kendisine söy
leni r söyle nmez ö fkeyle yeri nden doğrulup kap ıy ı açarak
sokağa bakıyor, onunla dalga geç enler de adamın bu haline
kahkahalar!a gülüyorlardı. H inoğlu h i n görünüşlü , gözleri
yuvalarında sansar yavruları gibi dönen b i ri sanki bir sır ve
riyormuş gibi başkaları duyması n diye e l i n i ağz ı na s i p e r
ederek Bünyamin'e , bu adamın Gülletopuk adında b ir ka
badayı olduğunu, ancak sonradan delird iğini ve yıllar önce
ö le n Arap lhsan nam kabaday ı n ı n yaşadığına inanıp hır ç ı
karmak i ç i n o n u k ö ş e bucak aradığını anla ttı . Gelgele l i m
şarap kendisini çarptığı içi n , delikanlı son söylenenleri an
layamadı . Hesabı ö d eyip d ışarı çıktığında serin hava onu
b iraz olsun kendine getirdi. İçinde bulunduğu durum o na o
kadar belirsiz görünüyordu ki, bu dünyada yolunu bulabil
mek için babası n ı n atlası n ı açıp rastgel e bir cümle seçti:
"Artık bir kahrama n , b i r b ilge gibi davranmalıydı" ibaresi n i
1 29
m eyh a n e n i n feneri a ltında gördü. O uğursuz kara para hala
k i ta b ı n a r a s ın day d ı .
1 30
Büy ü k Ef e n d i
Rivayet ederler ki, oğlu Bü nyam i n tarafından bir fıç ıya ko
nan Uzun Ihsan Efendi'nin i ç inde bulunduğu geminin Ga
lata rıhtımından ayr ı lıp Cebelitank'a doğru yelk e n açma
sı ndan tam yüz elli yıl önce, Kostantiniye'de b azı paşalar,
saray gör�vllleri ve nazırlar esrarengiz bir şekild e ruhlarını
tesl i m e diyorlard ı Sarayın Yahudi hekimleri zehirlenme be
.
133
B ağda t h ırsızı M i rdesenk Sehperneb! m ay m u n cuğ u icad e t
t i ği nd en ölümler az a l mad ı . N e t u ha f k i r a h m e t l i l e r h e p
D ev le ti A liy e'ye mahsus gi zl i bi l gi l er i evlerind e bulunduran
k i mselerd i . Sadrazam hem başsağhğt dil e me k , hem de rah
met liy e e m ane t e d i l e n b e l ge l e r i g e r i iste mek için bu evlere
ve ko n ak l a ra ne kadar adam yol l arsa yo l las m , g id enle r h e p
elleri boş dönüy o r ve gönderi ldikleri yerde e v rak rnev rak
b ulun ma dığını sö y lü yorla rd ı .
G ü nlerden b ir gün , n ihayet , bu cinayetlerin faili ya k a l a n
cl ı . K ona kl a ra ve ya l ı l a ra temizl i k ya p ıp ça maşır y ıkam a k
i çi n g ü ndel i kle g i d e n kadm kıhğmcla bi r Fre nk cas usuydu
bu. D evri n p adişahı, huzuruna geti rilen ca s usun a p ış arasırn
yo kl adığm da o n u n erkek o l d u ğun u farkeui. Tu ttuğu orga m
bı rakmaksızı n , a ksine daha bir sıkt p gözdağı vererek sord u :
- "I3re melun ! Avrat k ı l ığı n d a dolaşıp o n u bunu kahpece
z e h i rleyeceği ne ne d i ye y iği t l er gibi k ı l ı n c ı n l a d öğüşmez
sin? Bu yaptığın e r k e k l i ğe sığar mı ? "
Padişah ın sıktığı hayalarmdak i ac ı ned e n i y le y üzü şekil
den şek i l e g i re n casus da ona şu şekilde cevap ve rd i :
- " Yüc e p ad i şa h ı m . Ya pt ığ ı m elbette ki e r l< e ldiğ e s ı ğ m a z .
Ama bi l ge l i ğ e sığar" .
Pa d i ş a h :
- " M e l u n kafi r ! B i l g e l i k ded i n h a . Sen bilg in mis i n yok
sa ? Hangi b i lg i n i n p eş i n d esi n ? "
Casus :
- " Evet , ç o k şey bi l i ri m . Liman l a nm za gi r i p ç ıkan g e m i
lerin ne yü k taşıd ığını , yaptığı nız g i z l i a n l a şm a l a r ı , i d a rc n iz
al t m da ola n m il l e t le r i n
is ya n a e ğili m l e r i n i, clepolannızclaki
ba ru t u n m i k t arı nı , topla n n ızm sayısı n ı , h e r şey i , her şeyi
b i l i ri m " .
- "Bre m e l u n , sen b a n a bi l g in o l duğunu s ö y le d i n. lnsan
bu a n l a t tı k la r ı m bilrnelde hiç b i l g i n olur m u ? "
- " Sizin b i lgin l er i niz n e bili rle r? "
134
- "Münecc i m l e r i m iz ilam ha rp ve sünnet i ç i n uygun za
manlan b i l i rler. Şeyhler gayb alemine m ahsus sırları, m ed
rese alimlerimiz i s e n eyin g ü n ah neyi n sevap olduğunu bi
l i rler".
- "Yüce padişa h ! Eğer bu sayd ığ m bilgi nler sadece anlat
tığın şeyler i b i l iyo r larsa onlan n pek fazla b i r şey b i ld i k leri
,
söyle nemez" .
- "Ned en ? "
- " Ç ü nk ü bilgi tehli ke i le ölçülür" .
- " N e demek bu? "
- "Bilgi doğru olmak zorundad ır ve b i l gi n , h a ta yapmak-
tan öl ümden korka r gi b i ko rka r. S iz i n b i lg i n l e ri n iz h a ta
yapmaktan ko rkarlar mı ? "
- " Doğrusu bundan pek e m in deği l i m . Ama ö nce n e de
mek istediğin i iyice anlat bana".
- " Ş u n u kasted iyoru m : Mü neccimleriniz ya da med rese
hocalarınız bi r hata yaptıklarında sözgel i m i cezaya çarp tırı
l ı rlar mı? Hata yapmaktan kork m u yo rlarsa belki d e hatanm
c e zasından korkuyorlardır".
- "Hayır. O n lar cezaya çarptırılmaz. Ç ü n k ü o n l a ra bilgi n
d i ye saygı duyar ı z " .
135
ülkemde aşağılanırım. Kralıma verdiğim bilgi yanlış ç ıkarsa
hemen asılı rım. Bu yüzden, yaşadığım teh l i ke en büyük
tehlike olduğu için, bir casus olarak bilginlerin en büyüğü
de benim. Peşinde koştuğum bilgi de kaçınılmaz olarak en
doğru bilgi olacaktır. Çünkü d oğru ya da yanlış o lduğu er
ya da geç anlaşıldığında, ben ya zengin ya da ölü o lacağım".
136
cak ve ancak padişaha söylemekte kararlıydı Aynı gün ca
.
1 37
yord u . İçinde, küçük küçük 666 adet ayn a i le b u ay na ların
her b i ri n i e k se n i e t rafı n d a d ön d ü re n ayn ı sa yıda mad e n i
düğm e vard ı , ö y l e ki , b u d ü ğ meleri n üzerindeki i b re, O' da n
9'a kadar h e rha n gi b i r rakama ge t i ri li nce , ona ba ğ l ı olan ay
na d a say ı ya gö re e kseni e trafında dönüyo rd u . Bi r mum ya
k ı l ı p kutunun i ç i ndeki özel yere k o n u nca, ka p a ktak i say
dam k ağı t aydın la n ı y o r ve her say fas ı n da 666 harf b u l u na n
d ef t er k u tu n u n a l tına ko n u n ca da k a ğ ı d ı n üzeri n d e aynı
harfler, ama b u kez de ğ işi k yerlerde b e l i riyord u . Fre n k alfa
bes i ne gö re şi frele n e n bu y az ı daki her b ir harfe ka rş ı l ı k b i
re r ay n a b u l u n d uğu n d a n , ay n a m n , h a r fi k a ğ ı t ü ze r i n d e
doğ r u yere ya nsı tması zo ru n l u ydu . Ama bu n u n iç in h e r b i r
ayn a n ı n doğru a ç ı s ı nı bul mak gere kiyordu. Bu da 666 sayı
yı akılda tutmak demekti. Bu s ay ı lardan i l k üçü o l a n 3 , 1 ve
4'ü ç o k kimse b i l i rdi , ama 666 tan esini b i l m e ks iz i n ş i fre l i
met i nlerin h içbiri n i o ku m a k mü m k ü n o l a ma zd ı .
Padişah ö ldükten s o n ra , teş ki l a tın v a rl ı ğ ı n ı E fra i m i l e
adamlarından başka h i ç kimse b i l m i yordu. Zaten b ö y l e b i r
şeye gerek d e yo k t u. Bun u n l a bi rl i kt e E fra i m yeni pad işah ı n
h u z u ru n a ç ıkı p o na teş kilatta n b a h se t m e yi u yg u n gö rd ü .
Ondan, gid e rler i ç i n p ara istemed i . Çünkü kendisi, e n b ü
yük ser maye olan b i lg i' n i n kend isine zaten sah ipt i . G e rçe k
te n de l imanlara ge l e n ve giden malların fia t l a r ın ı n ne za
man y üks e l i p düşece ğ i n i ca s us la rı a racı l ığı y l a b i l d iği n d e n
pa raca s ı kı n t ı sözko nusu de ğ i l d i . Fakat E fra i m' i üze n b i r şey
va rd ı : Artı k b i r ayağı çukurdaych . Casusların d ün ya n ı n dört
b i r yan ın dan geL i rd iği son derece ö nem l i b i lgi leri n ş ifre l e n i p
doldurulduğu de fle rle r artı k raflardan t aş ı yord u , ama o ku
ma c i ha zı n d a k i 6 6 6 rakam ı k en d isi n d e n ba ş ka h i ç ki mse
b i l med iği i ç i n , o ö l d ü k. L e n sonra bu b i l g il e r heba olab i l i rdi.
B u y üz den kend isi nde n sonra teşkilatm baş ın a geçebi lece k
bi rin i tayin e tm e l iyd i . Böy l ece , b i r zam an la r ustasmm ya ptı
ğ ı sınav ı , b u kez k en d i ç ı r a kl a r ı na ve kal falarına u ygu l a m a y a
138
ka rar verd i . Teşki lat üye l e r i , d a i re n i n çap ı n a o l a n oranım
666 haneye kadar hesaplayacaklard ı . Zamanla b i r ge len e ğe
dö n üşecek olan s ı n avı kaza nan b i r casus m u h akka k ç ı kaca k
ve t e ş kilat ı n daima b i r B ü y ü k E fe n d isi" o lacak t ı . Fakat saat
"
zı b e k le n m e d i k d u ru mlara d üşmesi k aç ın ı l ma z d ı .
139
nunda, hattatlara yazdıracağı sahte ferman ve e mirnamelerle
hem orduyu , hem de imparatorluğu yönlendirmeye karar
verdi. Bunun sonucu hemen görüldü. Hattatların taklit ettiği
padişah tuğrasını taşıyan fermanlar, kılık değiştirmiş casuslar
tarafından, orduların başında sefere çıkan paşalara i letilir ile
tilmez Kostantiniye'ye ganimet akmaya başlamıştı. Birçok ye
niçeri bölüğü, topçu taburu , hatta sık sık koskoca bir kolor
du, hazan da ordunun ta kendisi, sahte fermanlar ve doğru
bilgilerle zaferden zafere koştu. Fakat bu durum çok uzun
sürmeyecekti. Yaşlanan Büyük Efendi, Teşkilatın yeni reisini
yine sınavla seçmeye karar verdi.
lstihbarat-ı Humayün'un bu defaki reisi, yüzü bir kad ın1
andıran, çenesinde sakal yerine ancak birkaç kıl bulunan, şa
kakları ve ellerinin derisi altında mavi damarlar gözüken,
adeta cam gibi saydam bir tene sahip olan Ebre he adı nda bir
casustu. Büyük Efendi'nin ölümünden sonra padişaha gidip
bağlılığını su nmaya gerek görmedi. Zaten mümkün olsa bile
böyle bir şeyi yapmaya pek istekli olacak biri sayılmazd ı .
Çünkü o , öncekilerden oldukça farklı biriydi v e Teşkilat,
adeta onun deney masası olmaya doğru gidiyordu . Okuma
cihazını 666 rakamla ayarlayıp öncekilerin doldurduğu def
terleri yutarcasına okuduktan sonra casusları kendi merakı
için kullanmaya başlamış, sadece sonucunu görmek için sah
te belgelerle kendince birtakım oyunlara girişmişti. Hattatla
ra hazırlattığı belgeler ve kılıktan kılığa giren becerikli casus
lar yardımıyla oynadığı bu oyunlar, her ne kadar başkalarının
canlarına malolurlarsa olsunlar, eli nde tuttuğu gücü o nu n ta
nıması n ı sağlıyordu. O günlerden sonra insanları birer sat
ranç taşı gibi görmeye baş lamıştı. Bilme hırsı onu adamakıllı
sarhoş ettiğinde , artık suçsuz insanlan türlü komplolarla zın
dana attırıyor ve adamlarını yollay1p bu insa nların durumla
rına gösterdiği tepkileri öğreniyordu . Ona göre hayat, artık,
insanın büyü k bir eğlenceyle çok şey öğrendiği bir oyundu
1 40
ve içinde herkesin yaşamaktan korktuğu şu dünya, gerçek
ten en eğlenceli oyuncaktı. O zamanlar gülmeyi o kadar çok
seviyordu ki, sahte b ir belgeyle delinin birini paşa yapabili
yor ve yine onu aynı yöntemle, stratejik önemi son derece
fazla bir sınır kalesine atayabi l iyor, adamları kendisine kale
nin nasıl düştüğünü anlatırken de çatlak sesiyle kahkahalar
atıyordu. Bu durum yedi sene öncesine kadar sürmüştü. O
günden sonra Büyük Efendi Ebrehe, cellat mezatından aldığı
tuhaf bir aynaya alışılmışın dışında bir i lgi gösterir oldu. Ar
tık neşesi sönmüş, nemrut suratlının b iri olmuştu .
A n latılanlara bakılırsa, şekil itibari y l e , kapak yerin e b i r
ayna parçasıyla kapatılmış büyük b ir tencereyi andıran bu
ayna duvara asılmayıp yere ya da sehpaya dört ayağı üzeri
ne konuyordu. Ayaklan bir karış kadardı. Gövdesi ise yak
laşık dört karış çapında v e ü ç karış yüksekliğindeyd i . Ol
dukça ağır o lan b u tuhaf aynanın içinde neler o lduğu meç
huldü. Gelgelel im onun, artık her nasılsa, geleceği gösterdi
ği söyleniyordu . Gerçi Ebre he b u aynayı yıllar önce satın al
mıştı , ama günün birinde onda bazı şeyler görmüş o lacak
ki, artık aynanın başından ayrılmaz olmuştu . llahiyat k i tap
larına ilgisi de o sıralar başlamıştı. Adamları aracılığıyla bu
ko nuda hatı rı say ı l ı r b i r külliyata sahip o l d u . Yüzü hala
gülmüyor, alınan o nca güvenl i k önlemine rağmen kend i n i
teh likede h issettiği suratından okunuyordu . Ardından, e l
kim yaya ve diğer doğa bili ml erine m e r a k s a l d ı . Aristata
lis' i n Fizi h'i e l i n d e n düşmüyo rdu . Bu b i lgi n i n ese r i nd e ,
özellikle "zamanı" anlattığ ı bahsi defalarca okuyup hatmet
mişti . Günün b irinde adamları ona, Kuzeyde ilginç bir din
sel tarikattan söz ettiklerinde, onlara b u k onuda d erhal da
ha fazla b ilgi getirmelerini buyurdu . Bu tarikatın kutsal ki
tabının bir kopyası çok geçmeden elindeydi. Ebrehe'nin eli
ne bu eseri n geç tiği gün, teşkilatın dönüm noktası oldu.
Ebrehe eski oyunbazlığını bırakarak artık sadece ticaret v e
1 41
para ko n usundaki b i lg i le r i kab u l etmeye başla mıştı . O g ü n
d en so nra teşk i l a ta çuval l a r dol usu para a k m aya başlad ı .
l ş i n il g i nç yam , g e le n ç u va l l a r a ç ı l a ra k , i ç i n d e k i g ü n a h
y ük l ü paralar B ü y ü k E fendi tarafı ndan tek tek, ku ruşu k u
ruşu na i ncel e niyord u . Ço k geçmeden d il en c i l e r ket h ü <lası
n ı n i d a m ed il eceği öğre n i l di ğ i nd e bu adam sah te b ir fer
m a n la k urtar ı l ı p teş k i lata bağlandt ve Kosta nt i n iye di lenc i
l e r i n e a ka n paralar d a teşki lata g e le n paraya eklend i .
Ahın satımla, haraç v e vurgunla , bağış v e sadakayla teşkila
ta g e le n paraları Ebrehe tam beş yı l boyu nca tek tek, e n kü
çük bir mangırı bile atlamadan gece l e r boy u nca i nc e l e m iş
a ma a radığı parayı bulamam ışt ı . Fakat casusl a rdan b i ri n i n
verd iğ i b ilgiyle harekete geç i p b üy ü k b i r işe aul d L Gözleri
u mutla parı l dıyor ve so n derece tehlikeli bir h a re k a tı gerçek
leştirmek içi n gecesi n i gündüzüne katıyord u . En g ü v e ndiği
ad a m ı Z ü l fiyar' ı , a rad ığı şey i bul mas ı i ç i n k uzeydeki b i r
F re n k kalesine sok m ayı başa rmışt ı . G e lge l e l i m , adaımm b u
kaleden ç ı kartmak başlıbaşma b i r meseleyd i . B u yüzden , hat
tat ların haz ı rlad ığı sahte bir fermanla, E d i r n e d e ki kararga h
'
1 42
tü n el e bulundu rd uğu şey i n değe r i n i kes t iremeyecek o l ma
sıyd ı . Bu yüzden onu kolay lıkla elden çı karab i l i rd i . E b re he
bu ned e n l e , Kostan ti n iye i ç i n de k i aramalarını sıklaştırm ış
t ı . Yüzü her zamank i nden daha ası ktı. Fakat kethüda H ı n
zı ryecli' n i n çıkardığı b i r aksilik nede n iyle d i lenc i ler lo ncas ı
na gidip , boğazı na kaçan bir l o kma yüzünde n maruz k a ld ı
ğı boğul ma te h l ikesinden , yüzü tan ı nmayacak kadar hasar
görmüş genç bi r d i lenci tarafı ndan kur tarıl d ığ ı zaman , altı
y ı l ö nceki neşesi yeri n e gelmişti. Ö yle k i , b u na Zülfiyar b ile
şaş ır mı ş tL Hele hele, adamları na, artık lonca n ın sadakalan
na i h t iyaç o l mad ığı m söylediği nde şaşkm l ı k i y ice artmıştl .
Büyük E fe n d i'deki b u değişim b e l k i de b i raz o n u n ald ın
cla n , b i raz da, ke n d is i n i aşağılayan o ç i rk i n, o küstah del i
kanl ını n , onun k i rli yüreği nde yeşert t i ğ i maraz i b i r duygu
dan kaynaklanıyo rdu. Bu duyguyu tan ı m l a m a k güçtü. Sev
g i y l e nefret a rası bir şey, b e l k i de her i k isiyd i . Ama h e rhalde
e n doğrusu , i nsanoğl u n u n o güne kadar h issetti ğ i b ü t ü n
d uy gu l ar ı n b i r karışım ı , b i r ça m u ruydu. Zü lfiyar' ı n daha
sonra ona söyle di kleri, hayatı n ı kurtara n b u d el i ka n l ıyı i n
c e l e rken sezd ikl e ri n i n ne kad a r doğru o lduğunu göstere
cekti. Yi n e d e m esele, bu kez a kl l la d eğ i l duyguy la i lg i l iyd i .
Gece yansı ge lecek olan delikanlı y ı e l k i mya odas ı nda bek
l e r ke n E b re h e , h isse t t i k l e r i n in k a cl m la ra ö zg ü b i r t a k ı m
duygular olduğu n u sezd i . Hayatım kurta rd ığı i ç i n b u ge nce
şükran duyması gere k i rken, aynı nedenden ö t ü r ü on dan
n e fret e d iyordu. K üsta h l ı k e d i p ke n d i s i n i aşa ğ ıladığı i ç i n
o nd a n nefret edeceği yerd e , o n u seviyo rdu. Bi r a n ö n c e " işi
b it i r mek" isteye n Zül fiyar, e fend is i ni anlayamamıştı. Fakat
k en d isi n i dünyayl a oynayacak kadar güçlü hissetmeye a l tş
ırn ş o lan E b rehe' n i n amacı belk i de, son derece rahatsı z edi
ci o lan bu d uygu ları nı n nede n le r i n i o rtadan kaldı r ma ktı.
Nas ı l o lsa henüz "vakti vard ı " . Bunun i ç i n o g ü n e ele k dün
yayla nas ı l oynadı ysa, bu küstah deli ka n lıyla da öyle oyna-
1 43
mayı tasarlıyordu. Ona, sah ip olduğu gücü hem göstermeli,
hem de bunu bir yandan örtbas e derek göstermeye çalıştığı
şeyin gölgesini büyütmeliydi . D e l i kanlı o n u n muhteşem
gücünü görü p hayran o lunca, Ebre he'nin onu sevmesine
neden olan küstahlığı ortadan kalkacak, Büyü k Efendi'nin
yüreğinde filizlenen duygu da b öylece silinip gidecekti .
il
1 44
benzeyen Bünyamin'e,
- "Geldiğinden beri bu tuhaf ' mekanın nasıl bir yer oldu
ğunu merak ediyorsun herhalde" dedi, "Belki de burada al
tın yapmayı a maçladığım ızı sanıyürs u n . Öyle değil mi ? "
Delikanlı,
- "Bundan pek o kadar emin değilim" diye cevap verd i ,
" A l t ı n ı kazanmak ya da gasp e t m e k mü m k ü n i ke n sizi n
böyle bir işe girişeceği nizi sanmıyorum" .
- "Çok şey b i l iyormuş gibi konuşuyorsu n. Ancak fazla
sıyla silik birisin. Ağzından çıkan sözler beni şaşırtıyo r, san
ki biri bu sözleri kulağına fısıldıyor gibi. Kimbil ir, belki de
birinden ilham a lıyorsun " .
Bünyam in'in a k l ı n a nedense babası U z u n İ hsan E fend i
geldi. Elkimya cehe n ne minden bir an ö nce gidip, rıhtımda
babasını kurtarmak istiyordu. Ama içindeki bir dürtü o n u ,
Ebre he'nin a maçların ı öğren meye zorlamaktaydı .
- " P e k i , burada ne e l d e etmeye çalışıyorsun? " diye sordu.
Büyük Efendi'ni n neşesi yerine gel m işti . Bu soruyu işitin
ce gözleri parladı ve del ikanlıya,
- "Tabiatta yedi çeşit cisim o lduğu nu bilirs i n mu tlaka"
ded i , "Aricak, altın, gümüş, kükürt, kalay, bakır, kurşu n ve
harısin1den ibaret olan bu yedi cisim yanında b ir sekizinci
si nin olduğunu pek az kişi bilir. Biz sekizinci cismi elde et
meye çalışıyoruz" .
- "Elkimyac ıları n arad ığı filozof taş ı o l masın bu? "
- "Hem eve t , hem hayır. Fakat birçok bilgin , filozof taşıy-
la belki de bizim arad ığı mız şeyi kasde tmiş olabilir" .
- " Peki , sizin aradığınız bu sekizinci cisim ne? "
Ebrehe b u soruyu işiti nce duraksadı. Sanki bir sırrı verip
vermemekte tereddü t ediyordu. Neden sonra gülümsed i ve
fısı ltıyla,
- "Yaratılmamış o lan" dedi, "Biz yaratılmamış o la n ı arı
yoruz" .
1 45
Bu ceva p B ü nyamin' i afa l lattığmda, sözlerinin b ırak tığı
e t k i y i göre n E bre he 'nin mem n u n i yeti yüzü n den o ku n u yor
1 46
- "Hay ı r. Bize onun kendisi gere k l i . Sen hiç 'boşluğa ta
panları' duydun mu?"
- "Boşluğa tapanlar m ı ? "
- "Bunlar b i r Fre n k tarikatid i r. Yaratı l mamış o l a n m , yan i
boşluğun g ü c ü n ü gören insan lar. O nlarla h i ç b i r i lgisi o l ma
ya n Fo n G e r i ke ad l ı b iri tarikat sırlarını keşfe ttiği i ç i n ateş
p üs kü rüyorlar. Ad ı n ı söyledi ğ i m bu b i lgi n Magd e b u rg'da
bir de ney yaptı. Made n i iki yarım k ü reyi b i r l eş t i ri p içindeki
havayı tu l u mbala rla b oşal tarak b o ş luğu meydan a get i rd i .
Böylece yapışan h e r b i r yarırn k ü red e k i hal kal a ra a l t ışar a t
bağla t ı p o n ları k ı rbaçlad ı . Tam o n i k i a t , boşl uk ned e n i y l e
b i rb i rlerine yap ış a n i k i yarı m k ü reyi ayı rmayı başa ra m a d ı .
Bu d a boşl uğun gücü nü kan ı t l a r" .
- " İ nan ı l ması gerçekten zor". ·
1 47
Fizi k adlı eserinde, boşluğun olmadığını , eğer o lsaydı hoş
lukta yol alan bir c ismi n sonsuz h ıza erişeceğini, bunun da
imkansız olduğunu söyle r. Oysa bana göre boşluk var. Bu
nu adım gib i biliyo r u m. Böylece sonsuz h ı z da mümkün .
Yaratılmamış olanın gücünü görebi liyor musun? Boşluğun
gücünü on iki atınkiyle k ıyaslamak onu küçültmek sayılır.
O sandığımızdan da güçlü. Bu yüzden ona tapanların sayısı
hızla artıyor. Yakında belki bütün insanlar boşluğun, dün
yanın maddesi, malzemesi olduğunu görecekler".
- "Boşluktan , sanki o imbikle damıtılabilir ya da işlem
görebilir bir maddeymiş gibi bahsediyorsun . "
1 48
mak istiyorum" dedi.
Büyük Efe n d i seccadesini yere serip namazını k ılmaya
hazırlanı rken Bünyamin meseleyi henüz anlayabilmiş değil
di. Çünkü odanın kirli havası onu adamakıllı sersemletmiş
ti. Üstelik ocaklardaki ateşin hanltısı, i mb iklerin fo kurtusu
ve Ebrehe'nin dua fısıltıları o nu n düş ile gerçeği karıştı rma
sına yolaçıp kafasını bulandırmaya devam ediyord u . Biraz
o lsun kendine gelebilmek için odayı dolaşmaya başladı . Fa
kat bu sırada gözüne bir şey çarptı. B u , sırmalı b i r Şam ku
maşıyla örtülmüş, dört ayaklı ve şekil i tibariyle mangalı an
d ı ran b i r eşyayd ı. Bununla b i rl ikte o nu n mangal olması pek
mümkün değildi. Çü nkü üzerindeki kumaşın fiatı su içinde
en az elli filuri olmalıydı. Sağında şifreli metinleri okumaya
yarayan o tuhaf c ihaz, solunda ise b i r gemici pusu lası vardı.
Delikanlı önce pusulaya, sonra da namazı nı kılmaya devam
eden Ebre he'ye baktı . Kafası iyic e karışmıştı. D uvar saatine
bakmayı akıl ettiğinde ise z ih n i adamakıll ı bulandı . Büyük
E fendi ibadetini bitirene kadar, Bünyamin ne kadar düşü n
düyse de işin içinden çıkamadı . Sonunda ona,
- "Namazını yanlış zamanda, yan l ış yöne döne re k kıldın"
ded i , "Elbette eğer bu pusula ile bu saat bozuk d eğillerse.
Çünkü kıble yerine tam kuzeye secde ettin".
Ebrehe tam da bu sözleri bekliyormuş gibi şaşırmadı. Bu
nunla birlikte delikanlıya bir açıklama yapmaktan kaçı narak,
- "Bunun üzerinde durmanın s ı rası değil" ded i , "Gördü
ğün her şeyi merak etmeni anlayışla karş ı lıyorum. N e var ki
soruların cevabını öğrenebilmen için ö nce buna layık o ldu
ğunu göstermen gerekir. İçimden bir ses se n i sınava çekme
mi söylüyor. Belki de aynı ses sana bütün soruların cevabım
fısıldayabilir. Ama belki de böyle b i r yola başvurmadan biz
zat sen bütü n cevaplan öğreneb ilecek kadar güçlüs ündür.
Ge rçekten güçlü müsün? Herhalde bunu hem sen hem de
ben b ilmek istiyoruz. Arzu edersen bunu ö lçebiliriz . Şu tez-
1 49
galı ı n üzerindeki gürzü görüyor musun? Değme babayiği t
o n u yerinden bile k ı p ırdatamaz. Sen denemek ister misi n ? "
S ağlam v e sert tahtalardan yapı l mış tezgahın başına gitti
l er. Ü zerindeki dar be izleri ve ya nı kla r a b a k ı l ırsa uzun y ı l
lard a n b u yana ağır işlerde kull a n ıldığı anlaşılan tezga hta
tuhaf b i r gürz varçl ı . Kol boyunda ve i k i par m ak kalınlığı n
da dem i rden bir mille, bu m i l i n ucuna raptedi l i p madeni
b ir ka fesle korunmuş dem i r bir tekerlekte n ibare tti. Teker
l eği n ağırlığı yirmi okkadan fazla görünü yo rd u ve mili üze
rinde kolayca döndürülen b u tekerleğe , üzerine sağla m bir
ip dolanmış bir kasnak e klenmişti.
Ebrehe çatlak sesiyle,
- "Hayd i ! Bu gü rzü kaldırmayı dene" diye bağır d ı .
B u i ş imkansız gö rünmesine rağmen Bünya m i n den i len i
yapmaya çalıştı . Fakat kend isini ne kadar zorlarsa zorlası n
başaramadı. Bunun üzerine E b re h e yardımcı larım çağırd ı .
Gelen adamlar ü ç kişi o l d u kları halde gürzü g ü ç bela kaldı
rıp, verile n emir üzerine, yanyana d uran i k i m e n ge neye m i
l i n de n sı kıştırd ı l a r. B u işi başard ı k tan sonra tavandan sar
kan b i r z i n c i re ası l tp b i n b i r güçl ü k le çekmeye b aşlad ı lar.
Zinc i r, tavanda k i i k i makaradan geç i rilip en az yüz e l l i o k
ka gibi gö rünen bi r kurşun ağırl ığa bağlan mıştı. Adam la r
b u ağı rl ığı kaldı r ı n ca, Ebrehe gürzü n kas nağma sarıl ı i p i n
u c u n u z i nc i r i n hal kala rı ndan b i ri n e b ağladı . Adamlar zinci
r i bırakır bı rakmaz ağı r l ı k düştü ve m engeneye kıstı r ı l m ış
m i le bağl ı tekerlek, tıpkı b i r topaç gibi fırıl fı r ı l dön m e ye
başladı . Ebrehe gürz ü n m il i ni tuttuk ta n so n ra mengeneleri
g e vş e tti ve u cu nd a ki o ağır tekerlek fml fml d ö n d üğü hal
de, B ü n yarn i n'i n ka l d ı r mayı başa ramadığı bu t u haf a l eti cı
lız k o l u yla y avaş yavaş havaya k a l d ı rdı . Fakat deli ka nlı şa
ş ı r ma m ışt ı . Ebrehe'ye,
- " Göz boyama k i ç i n fen a bir yöntem d eğil " el e d i , "To paç
yasasm a göre işleyen b ir alet bu. Merkezkaç kuvveti t ek e r -
1 50
!eği n ağırlığını o rtadan kald ırıyor. Bu hal iyle onu b i r çocu k
bile kaldırab i li r " .
Delikanl ı n ı n küstahça sözleri karşısında Ebre he'n in göz
lerinde b i r an şeytanca parıltılar b e l irmişti. Fakat bu nefret
be l i r tileri göründükleri kadar çabuk kayboluverdi le r. O ise,
eli ndeki gürz ü adamla rına tes l i m e ttikten son ra eskisi gibi
gülümsemeye başlamıştı .
- "Senin, tanımadığım b i r i tara fından meçhul b i r amaçla
bana gönderil diği n i düşünmeden edemiyoru m " ded i, "San
ki söylediğin ve ya ptığın her şey, sana o kişi tara fından öğ
retilmiş. Seni n o s i li k şahsiyetinle sözlerin arasında bir bağ
kurmakta zorluk çekiyo rum. Hem küstahsın hem de alçak
gö nül l ü . Hem güç s üzsün hem d e ne o l d uğunu henüz b il e
mediğim b i r üstün l ü k taşıyorsun".
Bü nyam i n sord u :
- " Güçlü o l mayı neden b u kadar ç o k istiyors u n ? "
�
- " Elbette herkes gib i , varl ı ğı m ı sürdürmek içi n ' .
- "Senin yapt ığ ı n b i r t ü r tah n i tç i li k . G ü ç a ncak ö l ü l e ri
korur" .
- " B u sözler kes i n l i kle sana a i t değ i l " .
- "Belki "de sah i p olduğum hiçb i r şey bana ait d eğil . Zi-
h in s e l yetenekleri m de b u n u n i ç i n d e . Oysa s e n , tab i a t ı n
kuvvetlerine sah i p o lm ay ı istiyorsun " .
- "Evet, haklısın. Dünya b e n i m b i r uzan t ı m. Sen sadece
kendi bedenini denet leyebi l i rsin. Oysa b e n , uzaklardaki b i r
i nsan ı , h at ta b i r k ralı b i l e ke n d i eli m i kul land ığı m kada r
kolay kul la nab i li r i m . İstersem sen i kandırab il irim, seninle
oynayabi l i ri m . Ama özg ü r o lduğu n u gör m e k hoşuma gid i
y o r. Z ü l fiyar gibi h er dediğime inansay d ı n bu kada r zevk
duymazdım. Hak l ıs ı n . Tabiatı n b ü t ü n güçlerinin sahibi o l
mayı istiyorum. B u n u b i r ö lçüde başard ı m d a . N as ı l başar
d ı ğ ı m ı sorsana b a na . Sence tab i a t ta e tki eden kuvv e t l e r
i ç i nde en büyüğü hangis i ? "
1 51
- " E ınin değilim. Ama sen bunun akıl o lduğunu söyleye
ceksi n galiba" .
- "Bunlar seni n sözlerin değil . Ama ö n em i yok. Doğru
cevabı verdin. Evet, akıl. Ateş dediğimiz güç nasıl k i odunla
beslenirse akıl da b ilgiyle beslenir ve ben, tahm i n edebile
ceğinin çok üstünde bilgiye sah ib i m . Hatta senin hakkında
bile" .
Ebrehe şeytanca gülümsüyordu . Bu sözler Bünyamin'i ür
kütmüştü . Birdenbi re bütün ruhunu saran endişeyi Büyük
Efe ndi'ni n anlamamasına i mkan yoktu. lçe ri adamlar gi rin
ce, Bünyamin yaka paça derhal bağlanacağım , üstünün ara
nıp o uğursuz paranın ele geçiri leceğin i sandı . Oysa Büyük
E fe nd i adamlara, yirmi bir n umaralı defte ri get irmeleri n i
buyurmuştu.
Defter gel i nce Ebrehe rastgele b i r sayfa aç tı . Sol tarafta
Frenkler gib i giyinm iş bir adamın resm i görü lüyordu. Sağ
yaprak ise b i rtak ı m anlaşılmaz yazı l a rla doluydu. Büyük
E fendi ,
- "Bu defterlerden daha y üzlerce va r" ded i , "Eğer bu bil
g i l e re sahi p o l a b i l i rs e n d ü n yay ı y ö netebi l i rsi n . Ba ka lım
neymiş. Sanırım lspanya'dak i adamları mın bir l is tesi . Eşkal
leri, i kamet ettikleri yerler, başa rıları , başarısızlıkları ve si
c illeri. Neler yazıyor, istersen bir bakal ı m " .
Defteri üstü saydam kağıtla kaplı b i r kutunun içine yerleş
tiren Büyük Efendi mumun alevinde t u tuşturduğu çırayı ku
tunun b ir deliğine sokar sokmaz saydam kağıt aydınlan ıver
d i. Kağıt üze rindeki harfler yine karmakarışıktı. Bünyam in'e
bu harflere dikkat etmesin i söyled ikten sonra kutunun ke
narlarındaki 666 adet düğmeyle teker teker oynamaya başla
cl ı . D üğmeler döndükçe, kağıt üzerine yansıyan harfler esra
rengiz bir şek ilde yer lerinden oynuyorlardı. Ebrehe ,
- " D e fteri n her b i r sayfas ı nda 6 6 6 h a r f v a r " d iy o rd u ,
" Düğm e ler ayn ı sayıdaki aynayı ha rekete geçirerek harflerin
1 52
kağıt üzerinde doğru yere yansımasını sağlıyor. Fakat bunu
baŞarabilmen için her bir düğmenin hangi rakama getirilme
si gerektiğini b ilmen gerekir. Bununla birlikte sözkonusu ra
kamlar gizli de değil. Aklına güvenen herkes bu 666 rakamı
bulab ilir, elbette eğer bir daire nin çapma oranın ı ifade eden
sayıyı 666 haneye kadar hesaplayabilirse. Eğer bunu başara
b ilirse hem bütü n bilgilerin sahibi , h e m de buranın Büyük
Efendi'si o lur. Fakat bu iş bazılarına çok zor geliyor. Zülfiyar
hala sayıyı hesaplama peşinde. Ne var ki daha çok işi var.
Çünkü henüz ilk a ltı rakamı b ile bulabilmiş değil".
Ebrehe bütün düğmeleri belli rakamlara getirdikten son
ra, saydam kağı t üzerinde Frenk harfleriy l e yazı l mış b i r
metin göründü. Büyük E fendi defteri kutudan çıkarıp say
fasını çevird ikten sonra tekrar içeri soktu. Bu defterde, ger
çekten, lspanya'da bulunan casusların isimleri, yerleri ve si
c il leri vardı . Ebrehe, kendi kişisel b i lgisini de ekleyerek
Bünyami n'e bütün d e fteri okudu. D e likanlı da böylece, bu
lunduğu bu garip mekanın ne amaçla kullanıldığını öğren
di. Büyük Efendi şöyle d iyordu :
- " Sana bu kadar gizl i b i lgileri neden anlatt ığım ı merak
ediyor's undur elbette. Birinci sebep, benim hayatımı kurtar
mış o l man. O ndan daha büyük bir ikinci sebep var, fakat
b u n u sana söyle meyeceğim . B ü t ü n bunları ö ğren d i k ten
sonra artık kolayca dışarı çıkabi leceğ i n i d e sanma . Seni bu
radan hemen bırakmayacağımı b il iyorsun . N e var ki Teşki
lat'ta canının sıkılmayacağına eminim. Çünkü burada, dışa
rıdakinden çok daha büyük bir dünya var. İ s tediğin yere gi
r i p ç ıkabilirsin. Bununla birli k te , d o k u nmamam gereken
şey i belki de b i liyo rsun . Şunu unutma. Burada o la n her şeyi
bili rim. Boş bir odaya girip kapıyı kapad ığın zaman , bil ki
mutlaka bir çift göz seni i zliyor olacak. Ku lland ığım bu ke
limeler için belki de özür dilemem gerekir. Fakat bunu yer
leşmiş b ir alış ka nlığa ver. Ç ün kü m isafi rl er i me , hele hele
153
h ayatımı k ur tara n bi r i nsana daha n az ik dav ran m ay L e lbette
isterdim".
B üyük E fend i bunları söy l e d ikten so nra o k u m a kutusu
n un düğmelerini ç e v i re rek ayarını bozd u. A rtık harfler b i r
b i ri n i n i ç i ne geç miş, d e fterd e k i yazılar oku namaz ol muştu .
Üfleyere k c ihazın ışLğ m ı söndürdükten sonra, E b rehe del i -
. kan lıya ,
- "Şimdi seni yalnız b ı rak ı yo ru m " ded i , "Be lki gö rü p öğ
rendi kl e r i n üzer i n d e d üşünmek isters i n . Bunun için uzun
zamanm o lacağmdan e m in o labi l i rsi n " .
Ebrehe gittikten so n ra Bü nya m in elki mya odasında yal
n ız kald ı . Burada neden b u l u nd uğu na, h a ngi a k la h i zm e t
bu uğursuz mek a na geldiğine açı k b ir ceva p vere m iyor, b i
l i nmed i k b i r dü rtü n ü n san k i k e nd is i n i yön e t t i ğ i sa n ı s ına
ka p ıl ı yord u . O anda ken d is in in , rüyaları nda s ı k sık gö rdü
ğü yeniç e r i l e rden b i ri o lduğunu, ka ra n ! Lk bir sis i ç i nde on
lar gibi düş m isal i d o laştığını düşündü. A nca k bu, bel i rsiz
bir d üş o l ma l ıyd ı. Kendisi n i b i r kahra m an gibi h issediyo r
d u ama, E b rehe'nin dediği gibi fazlasıyla s i l ikt i ve küstahca
v e rd iğ i cevapları san k i bi risi k u lağına fısıl da mıştL. Ke n d is i
n e y o l göste re n b u fısı lt ıyı tan ı r gib iyd i . Babası n ı n sesine
b e nz i y o rd u ve s a n k i h e r y e re n ü fuz e t m iş t i . B ü nyam i n ,
e l i nde o l maksız ı n , zavall ı babasının t a baştan beri büyük
bir o y u n oyna d ı ğ ı m , karn ı n d a n ko n uşanlar gibi su ş ın l tı
s m cla n gökgürültüsü n e , acı feryatları ndan zevk inlemeleri
ne, esnaf bağırtıla rından savaş naralarına kadar b ü tü n sesle
ri tak l i t e ttiğin i ve meddahlar gibi sesini k ı l ı k ta n k ı l ığa so
karak h erk e si ko n uş tu rduğu n u düşündü. Bu marazi düşün
c e l e r onu ada m akı l l ı yorduğunda b i r sed i re o t u r u p i çi n d e
b u l u nduğu du r u mu tartmaya çalışu . K e n d i s i n i b i t k i n h isse
d iyordu a ma tuhaf b i r bitkin l i kti bu. Sanki bedeni ndeki gü
cün sah ib i kendisi d eğildi ve k a rşı gelemeyeceği bir şey, b e l
k i ele ona yoru l ması n ı e mretmişti.
1 54
Bi rdenbire odada yalnız o l mad ığını hissetti . Sedirden kal
kıp odayı aramaya başladı , a ma h iç k imsey i göremed i . Göz
le ri nde yaşlar bel irmişti .
- "Baba ! " ded i, "Babacığt m ! Sen misi n ? "
Fakat bu so ruya cevap veren o l mad ı . B ünyamin hıçkı ra
h ıç kı ra ağlayarak ,
- "Beni burada n kurtar baba ! " dedi , "Ben kahraman deği
l i m , o lamam da ! "
De l i kanl ı katıl a katı la ağlamaya başlam ıştı. Sedire kapa
nıp o kadar çok gözyaşı dö ktü ki, sonunda i yic e bitkin d üş
tü . Uyumak üzere o l d uğunu anladığında d ü ş görmemek
içi n dua etti. Buna rağmen , dalıp gittiğinde tıpkı kendis i ne
ben zeyen silik ve bel i rsiz düşl er gö rdü.
111
Bi r zaman lar A nado l u' n u n orta yer i nde, bütü n kervan yol
lan nrn kesiştiği bir kavşakta, adına G i rdbad derler bi r kasa
ba vardı . Yecüc ve Mecüc d iyarından a l ın a n e nvai çeş i t ba
ha rat, H i n t ku maş l a r ı , S u r iye a r m utları ve pa ha b i ç i l mez
M us u l tülb e n t leriyle yükl ü d evelerin sah i pl e r i , uzakta bu
kasaban ı n ışıkları n ı görü nce eşkiya görm üş gibi t i trer, ama
bir yandan da yüre k leri cız ederdi. Çünkü para kazanmanın
cazibeler i n i ve i flas etmenin tehl ikesini kal plerinde d e fa lar
ca h isset m iş o l a n t üccarlar göz ü nde G i rd bacl , hem son de
1 55
rin ç ı ngırak sesleri duyulduğunda , uğuru artması için bir
gece önceden kokarca yağına yat ırılan cıval ı zarlar ç ıkarılıp
parlatılırdı. Dokuz aylık bir y olculuktan so nra dünya nüfu
s unu yarı m gün besleyecek bir servet b iriktirmiş o lan tüc
carlar, elli bir kumarbazın evlerine dağıldığı zaman her ha
nede bir barbut fasl ı başlar, F ağfur ülkesinde, Hint'te ve de
n iz canavarları d iyarın da bitimsiz pazarlıklar sonucu kaza
n ı l a n onca para kaybedilmeye baş landığında m isafi rlerin
aklı başına gelird i . Sabaha karşı tüccarların her biri, kervan
yolu üzerindeki bütü n eşkiya pusu larının, tam elli b i r ku
marbazı barın dıran G i rdbad yanında solda s ı fır kaldığım bir
kez daha anlar, ama bu esnada iş işten geçm iş o lu rdu. Sek
sen deve yükü mal , mül k , para ve ziynet böylece ütüldüğü
zaman gün çoktan doğmuş olur, servetlerini kaybeden tüc
carlar saçlarını başlarını yola yola kumarbaz yuvalarında n
ç ıkar ç ı kmaz , yaptıkları hatadan dolay ı başlarını taşa , taşı
başl a r ı n a vururla rd ı . Söz k o n u s u taş, G i rdbad'ın yega n e
meydanın daydı ve kasabaya yol u düşen s a f b i r adam bunu
bir anıt, mezar taşı , yahut altar sanab i lirdi. Oysa b u , servet
sahibi tüccarlardan kendi canına kıymayan larca " p işmanlık
taşı" tabir edilen bir mermer bloktu. Ü zerinde Rum l isanıy
la birtakı m yazılar vardı ve denildiğine göre hazinelerin ye
ri ni belli ediyord u . E fsaneye bakılırsa, ona başın ı yeterince
vu ran ı n aklı baş ı n a ge liyor ve üzerindeki yazı ları böylece
okuyup kumarda kaybettiği servetin tam otuz katı n ı teşki l
eden hazi nelerin yerini bulabi liyo rdu .
G e l gör ki günlerden b i r gün b u kasabaya yol u düşen bir
aksakall ı pir, gaflet an ında şeytan a kula k verdi ve kendis i n i
barb uta davet eden kumarbazları n çağrısına uydu. Attığ ı
zarlar s ebaye dü gelmiş ve masaya sürd üğü demir asası ile
de rn i r çar ı k l arı n ı kaybetmişti. Yegane servetini ütüldüğü
i ç i n değil, ama şeytana uyup kumarbaz lara kan d ığı i ç i n o
kadar üzüldü ki, kasaban ı n hemen yan ı ndaki bir mağarada
1 56
i nz ivaya çekildi. O radan açlık ve susuzluktan ö lmeden ö n
ce bu günah kasabasına bir lanet savurdu v e böylece olan
oldu. Lanetin bir eseri o larak tabiatın kanunları değişiver
miş, elli bir kumarbaz avu çlarına tükürüp ne kadar zar yu
varlasalar da hep sebayü dü gelm eye başlamıştı. O r tadaki
her iki öbek parayı da getiren o eski düşeşler ve dört cihar
lar artık yoktu , hatta paranın yarısını getiren dubara, hep
yek ve şeşiyek de bir türlü düşmez o l muştu . Kum a r masası
na gel e n yegane zar sadece , oyuncuda n koyduğu paranın
bir misli fazlası n ı talep eden s ebayü dü oluyordu. Hiylesiz
yahut, ö küz, lzmir ve cıvalı olsu n , sonuç değişmeyince ku
marbazlar ne yapacaklarını şaşırdılar ve tali hlerini dönd ü r
mek için akla sığmaz yol l a ra başvurdular. Bazıları, görün
meyen bir kuyruklu y ıldızın gökyüzünde kolgezere k talih
seyyarelerini kararttığım düşünüyo r, bazıları ise suçu düz
tabanlara yüklüyordu . N ihayet , çağırdıkları b i r hekime bü
tün kasaba nüfusunun ayak denetimlerini yaptırıp, yakala
dıkları iki düztabanı taşa tutarak kovdul a r. Bu da yetmeyin
ce, sokaklarda ve damlarda gezen bütü n kara kedileri telef
e ttiler. Barbuta gelen tüccarlar servetlerini ikiye üçe katla
yıp güle· oynaya kasabadan ayr ı lmaya başlayı nc a , Girdbad'ta
on üç kişinin bir araya gelme�ini yasak l a d ı l a r ve zarlara
1 57
ç i ft devasa zarı , laneti bertaraf e d i p uğur u yeniden getirsin
d i y e u ç u ru m da n bile yuva rladılar. Ama b u dev zarlar b il e
sebayü clü gel m i şt i G i rdbad'ı n tal i h i artık ka p a n m ı ş t ı . Fa
.
1 58
Kendini Tan r ı m isafiri o larak tanıtıp Şuayıb'ı n elini ö p
tü kten son ra ona d e rdini anlattı. Ancak o sözleri n i b itirir
b i t i rmez, tali hsiz adamı n yüzü ayd ı n la mvermişti . Çünkü
onun tal i hsiz l i ğini n yegane çaresi, yed i n c i ikl i mden ge len
bir adamı n vereceği zarları 66 kez atmak o lacaktı . Son unda
abanoz zarlar, cümbüş, çalgı , çağanak ve davu l sesleri eşl i
ğ i n d e belirtilen sayı kadar a t ı ld ı ve Gazanfe r gelen sayılan
dikkatle bir kağıda kaydetti. Ebced hesab ıyla harfleri bul
d uğunda tal i h i n i n nas ı l düzeleceğin i de görd ü . Artık seba
yü dü atmayacaktı. Ama b u n u n iç i n kumardan kazand ı ğ ı
para n ı n ancak yüzde b i rini harcaması gerekiyo rd u.
B u şart d i k kate a l ı n ı rsa , kumarbaz ı n artık daha büy ü k
oynamas ı gerektiği açı ktı . B u n u n için Kostanti n iye'ye y e r
leş meyi uygun gö rdü. Açılan tal i h i vası tasıyla Tah tel kale es
nafından lmpt ığı para larla küçük b i r s e rve t b i r iktird i . B u
m i ktar yüz altı ndı. Fakat ası l sermayesi , elbe tte bunun yüz
katı o lan 1 0 . 00 0 fi luriye e rişiyord u . Gel gör ki harcayacağı
para k ısıt l ı o lduğundan Fener'de bir batakhane k i ra lamak
i ç i n tam dört yı l zar yuvarla ması gerekt i. N ihayet batakha
neyi satın alıp fedaileri n i k i raladığı zaman eli b i ra z genişle
d i . M a hzend e k i şarap k ü p l e r i n i ç ı ka rı p serveti n i n yüzde
doksan dokuzu o lan parayı buraya y ı ğd ı ve yüzde b i ri o lan
5 . 000 altının küç ü k b i r k ı s m ı n ı ge rekli rüşvetler için ayı r
d ı k ta n sonra kumarhanes i ni n deva m rn ı sağlayabi l d i . Art ı k
Kosta n ti n iye' n i n büt ü n k u marbaz ları o n un m üşterisiyd i .
Batakhanesinde oynanan ası l oyun ise, e lbette k i barbuttu.
Tal ih y ı ldızı artık parlayan Gazanfe r, bu selametli o rtamda
kendisi gibi usta k u m a rbazlar yetiştird i .
Böy lece arad an yıllar geçti v e kazandığı paranı n, kesinl ik
l e harcamam a k zoru n da o ld uğu yüzde d o ksan dokuzl u k
kıs m ı nı batakha n e n i n m ahze n i artık al mayınca i şçiler t u t u p
duvarları oyd urd u . A rt ı k sermayesin i n yüzde bi r ini 5 0 . 000
fil u ri teşkil ediyor ve bu meblağ da gün geçtikçe b üyüyo r-
1 59
du. Faka t e l i s ı k ılığı nedeniyle adı ç ı ktı. Yüklü servetini cö
mertçe harcamaması nedeniyle piyasada para sıkıntısı baş
gösterdi. Tüccarlar bu işten hiç m emnun değildiler. Fakat
Gazanfer'de bulunan paranın tedavüle çıkmaması , asıl Bü
yük E fendi'yi rah atsız ediyordu. Bu yüzden ö nc e , onu n ba
takhanesin e bir yeniçeri baskını yapmayı düşündü. Fakat
dilenciler loncasında bir delikanlı tarafından ölü mden kur
tarıldığının sabah ı aldığı bir haber üzerinde düşününce bu
kararından vazgeçti. Hele hele , ertesi gece b u delikanlının
küstahlığını görü nce onun gözünü boyamayı kafası na koy
du ve kendince basit bir plan haz ırlad ı . Delikanlı teşkilatta
ki o dada u yu rken , o , bu planı en i nce ayrıntılarına kadar
geliştird i .
1 60
Macar alt ı nları Alman eküleri, esedıler, Sevilla kuruşları,
,
1 61
şeki lden şekile sokuyo r, aşk ve şehvetten yanıp tutuş tuğu
m ı dile getiren nidalarla müşterilerin aklı n ı çelmeye çal ışı
1 62
yorlard ı . Bu zavallı adam, giysil e rine bakılı rsa, G al ata' d a
ikamet e d e n bir Frenkti ve kafaların kesildiği malum taşa
doğru götü rüldüğüne gö re büyük b i r suç işlemiş o lmalıyd ı .
Taş ı n yanında, adamcağı z ı ayağa kald ı rarak i t i p kakmaya
başladıklarında onu n topal olduğu anlaş ıl d ı . Zava ll ıya son
bir şans vererek ondan din değiştirmesi n i istediler. Bu nu nla
b irl ikte , h e rhalde olumsuz bir cevap almış o lacaklar k i , ka
fasını taşa yatırd ılar ve bir yeniçeri adamı n kellesi ni yatağa
n ıyla u ç u ruverd i.
Ebre h e , s i l a h ı n ı t e m i z leyen y e n i ç e riye adamı n suçunu
sorduğunda, onun vaktiyle Venedik bal yosunun katibi o 1-
duğunu, ama sonradan mesle k değiştirip cerra hlığa başladı
ğ ı n ı v e evinde b i r cesedi kesi p biçerken yakala n dığını öğ
rend i. Bünyamin'e dönerek,
- "Görüyor musun? " dedi, "Bilme t utkusu insanları nasıl
bir sona sürüklüyo r. Görmek, d uymak, bilmek ve öğrenmek
isteye n şu zavallı cerraha göste ril meye n saygı, sadece karan
l ığı , soğuğu ve sessizliği algılayan ve h içliği b i len bir cesede
gösteriliyor. Onu katleden bu insanlar evlerine d ö ndüklerin
de belki de çocuklarına Kubelik'in acı so nunu ibre tle anlata
caklar ve bilginin tehlikelerini b irer b i rer sayacaklar" .
Ebrehe bunları söylerke n, infaz ı gerçekleştiren yeniçeriler
maktulün malları m aç ı k art t ırmayla satışa ç ı kartmışlard ı .
Herhalde onca ö fke v e yorgun luktan so nra, böylece kaza n
d ı kları parayla m eyhanede biraz d e m l e n mek istiyorlard ı .
Bisturiler, tokmaklar, kerpetenler, kemik kesmeye yarayan
tuhaf testereler b i r iki mangıra gittikte n so nra, geriye kalan
büyük bir kitabı beş akçeye Ebrehe satın ald ı . Hala atını n
üze r i nde o lduğu halde say falar ı ka rışt ı rı rken , b u n u n b i r
anato mi atlası olduğu n u gördü. Kaslar, kemikler, bağdoku
lar, damarlar, sin irler ve organlar, Kostanti niye'nin ünl ü b i ti
ri mlerinin, meyhanecilerinin, oğlan lar ı n ı n ve delika n l ı ları
n ı n ad ların ı taşıyo rdu. Büyük Efendi kita b ı Zülfiyar'a tesl im
1 63
e ttikte n so n ra, infazı seyre tmiş o lan b i r kafire iki al t ı n vere
re k maktul ü n gömül mesi için ge rek e n i yapmas ını söyle d i .
Hali ç boyu nca i lerl eyip Fener'e vard ı k larında dolunay ç ı k
ımş tı . Gazanfe r' i n batakhanesi s u r lara b i t i ş i k o l arak inşa
edi l miş, iki kat l ı ahşap bir bi nayd L Eşiği n ö nü nde atların
d a n i n i p k ap ıya üç uzun ve üç kısa a ral ıkta altı kez vurd u lar.
Kap ıdaki gözetleme d e l iği a ç ı ld ı ve b i r çi ft mavi göz o nları
süzdü. Bir süre so nra d ışarı fırlayan seyisler atlarını a l ı p ahı
ra götürm üş ve dalkav u k b i r uşak onları içeri buyur e t m işt i .
h a n g is i n i n kayb e t t i ğ i n i y ü z l e r i n d e k i i fa d e d e n ç ı k a r m a k
m ü m k ü n d eği l d i . Çü n k ü h em e n h e p s i , z a r yuvarlamanı n
ge rçek pirl e ri o l ma payesi ne e rişmiş, kalp l e ri nde ve kafala
rı ndaki son d uygu k ı n nllları da s i l i n m i şti . Böyl e ol maya n lar
ise , batakhanede top ra k kapla r içi nde bedavadan ver il en af
yo n l u şara p n e d e n i y l e kazanmayla k ay b e tm e k a ras ın dak i
fa r k ı a lgı layaca k yete n e k l e r i n i ço k ta n y i t i rm iş le rd i . Ço ğu
uğu rl a rı na , baz ı lan ise za rl arı n d a k i c ı vaya güve n iyorlard ı .
G ü n lük hası latın ı n çoğu n u hepyekle kaybed e n b i r esnaf sol
e l i nd e ki tavşa n ayağı na bel bağlark e n , toplad ığı h a ra c ı pen
cüseyl e b ı rakan b i r zo rba kol tuğunun a l t ın da muhafaza etti
ği ö k üz l<a fa tasına i t i kat e d i yord u . Ga n i m et mal lan sebarey
l c sı r ro l a n y e niçeri l e r muskaları ve camgözleriniıı er ya da
geç cl übeşc sebeb iyet ve receğin i düşü nü rke n , üstüste i k i ta
l ihsiz dubarayla sada kala rına e lveda diyen d i l e nc i l e r b i ld i k
dua ların ı okuyorlard ı . Uygunsuz b ir c iharye k le rüşvetler i n i n
i z i s il i n e n m e murların hali ise b i r başk a y d ı . Bu adamla r ı n
1 64
kimisi b ir tal i h i ksiriyle gargara yaptı k tan so nra zarlara böy
lece t ü k ü rüyor ve bileklerini sallarke n düşeş düşüreceğine
kanaat getiriyo rd u . Bazısı ise eli uğurludur diye yanları nda
get irdiği altı parmaklı arkadaşına zar attı rıyord u . Toprağın
derinliklerinde buld uğu küpler dolusu altı n ı yıllard ı r bu ba
takhanede kaybe tmekle meşgul bir defi neci ise zarları y u
varlamadan önce, bu günah yuvasına ge lmeye k ı rk bir akçe
ye razı olan nefesi kuvvetl i bir pire ü fletiyo rdu. Sanatları n ı
layıkıyla yapmaları için m üstakbel maktulleri n ce kendileri
ne verilen bahşişleri penciye k gelecek olan bir za ra yat ıra n
cel latlar ise düşen say ıyı görd üklerinde h uysuzlanı yor, sabı k
kurbanlarının kanı yüzlerine vuruyordu .
Ebrehe, arkasında B ü nyami n , Zülfiyar ve adamları o l d u
ğu h a l d e ü s t kata çıktı. Burası seç k i n konukları n ağırlancl ığı
yerd i ve ikram edilen şaraplar e lbette ki daha lezizdi . Pahal ı
Iran halı larıyla döşe n miş bir odaya girdikle rinde içeride eş
ra fta n dört kişiyi ve Gaza nfe r ile onun kal fası olan bir U la h ı
görd üler. Burada mano toplanmıyo rdu, ç ü n kü o y n a n a n ku
mara Gazanfer, kal fası vası tasıyla b izzat kat ı l ıyo rdu. Kuma
ra katılan d � rt kişiden biri o lan A rap tüccar daha şimdiden
büyük b i r servet kaybetmişti. E rmeni si msarın d u ru mu da
pek iyi sayı lmazd ı , ama ortaya koyd ukları p a rayı düşük t u
t a n han l ı ile öt e k i Arap tüccarın d u ru m u nispeten daha
iyiyd i . Ancak ortada b i r gerçek varsa, bu , o y u nda kaza nan
tarafın genelli k l e Gazanfer' i temsil eden U lah o l masıyd ı .
Odadak i herkesçe şahse n ya d a gıyaben tan ın a n Ebrehe
verilen büt ü n selamları a l d ı ktan sonra barb u ta o tu rdu ve
Alman eküleriyle dolu kesesin i batakhanenin si msarına tes
lim etti . Bir kese ekü, üç buçu k kese şahı a l t ın a çevrildiği n
ele o rtaya para koyu p zarları yuvarladı ve uzun, gerilimli bi r
fas ı l böylece başlad ı . Barb u t u n heyecanı artt ı ğ ı nda, o ana
dek çekingen oy nayan İ ranl ı ile Arap tüccar oyunu yü kse l
tince gerilim zirveye ulaş t ı . Ermeni si msar so n meteliği n i
1 65
k aybedip aşağı inince, zemin kattakiler yukarıda büyük bir
kumarın döndüğünü ondan öğrenip odan ı n kapısına geld i
le r ve içeri girmelerine engel olan fedailerin arasından s1y
rılmay1 başaran bazıları bu heyecanlı oyunu daha yakından
izleme fırsatını buldular. Ebrehe kapıda biriken ve fedaile
rin uzaklaştırmayı başaramad ığı kalabalığa baktıktan sonra
zarları ceviz sehpaya son b i r kez yuvarlad ı . Sebayü dü gel
m işti. Yerinden doğrulup bağırdı :
- "Hile yap ıyorsunu.z ! "
Gazanfer cevap verdi:
- "H ile falan yok . Sadece talihin sana ya rd ı m etmed i , o
kadar" .
Ebrehe, "Şimdi görürüz" diyerek ceviz sehpanın öte k i ta
rafına geç meye çalıştı. A ma Gazanfer'in fedaileri kendisine
engel olunca Zülfiyar ve adamları yatağanlanna davranmak
zorunda kaldı. Kapıda biriken kalabahk homurdanmaya ve
fıs ıldamaya başlamış t ı .
Ebrehe ,
- "Buradakiler ! Size söylüyorum ! " d iye bağırd ı , " H i l e ya
pıp paranızı alıyorlar, izin verin s ize ispat edeyi m " .
Kumarbazların hemen hepsi , b ı çaklarına , ya tağanları na
ve p istolleri ne davranarak, "Hak l ı . Görmek istiyoruz. Ko
nuşsu n bakalı m ! " diye bağırı nca, Gazanfer oyu n da ku llanı
lan zarları ortaya fırlattı:
- "Alm işte zarlar! " dedi, " İnceleyin bakal ı m . Ama sizleri
b i r daha b u raya alırsam iki olsu n . Ç ü nkü b e n hayatı m d a
böyle b i r hakaret işitmedim".
Ku marbazlar fe ner ışığında inceled ikleri zarların cı vah
o l madığını gördüler. Fakat Ebrehe kül yu tacak adam değil
d i . Zarların üzeri ndeki nokta lan bıçağıyla ka21clık ta n so nra ,
- " B a k ı n işte" d e d i , " Zarların beş yüzünd e k i no ktal a r
kurşu n la d o l d urul muş, ama 'altı' n ı n ka rşısındaki 'bir' i n b u
l unduğu yüzde kurş u n yerine demir var" .
1 66
Gazanfer,
- " N ereden biliyorsu n onun demir okl u ğunu? diye gür "
led i , " Zarın o yüzü ağır olduğu için atıldtğında 'altı' m ı ge
lecek d iyorsun? Öyleyse at bakalı m isted iğin kadar. G ö re
li m hele, beklediğin sayı gelecek mi" .
Zarlar defalarca atıldığı halde , gerçekten de 'altı'nm d üş
me ihtimali d iğer sayı lar kadard ı . Gaza n fe r kü fürler savura
rak , maruz kaldtğı bu muameleden çok gücendiği n i , kendi
sinin bütün amacının kumara h eves edenlere gönül borc uy
la hizmet etmek o l d uğunu ama b u nankörlük ve küstahl ı k
,
küp ten ekeyi kal d ı rı nca, o ana dek herkesi n mas i f tahtada n
yap ı ld ığı m sandığı sehpan ı n i ç inin boş o l d uğu ve tenekeyle
giz l ene n bu bö lümde, düzen l i aralı k larla y e rleştiril miş o n
yed i bobi n o lduğu gö rüldü. Gazanfe r şaş ı rm ı ş g i b i görü n ü
yo r ve bu seh p ay ı daha geçe n hafta bedestende ki mezattan
sat ı n ald ığı na yemi n le r ed iyo rdu . Fakat eskid e n zengin bir
t ü c c a r, şimdi ise h ı rpa n i k ı l ı k l ı ve mete l ik s i z bir i h t iyar
olan ağzt bozuk bir kumarbaz ,
- "Ya la n söylüyorsun ! " diye gürled i , "Bü t ü n s e rmayemi,
ha n larnm , hamamları m ı , kö lelerimi , ticaret h a n e m i ve deve
leri m i i ş te bu se h p a d a ta m a l tı yıl ö nce kaybe ttim. İşte bu
sehpada ! "
lhtiyar bunla r ı söyl e rke n y u mruğuyla sehpaya v u ruyo r
du. Ebrehe kumarbazlara dönerek,
1 67
- "Anlaşılan mıknatıs k u llanmış. An larız ş i md i nasıl yap
tığını' ; ded i .
Bob i nl ere b a ğ l ı t e l i i z l ey e re k G a za n fe r' i t e ms i l e d e n
U lah' ı n bulund uğu y e re ge l d i . Te l , sehpa n ı n b u ya n ın da
tah tadan yapılmış bir anahtara bağlan ıyo rd u . Öyle k i , ana h
tar gerektiğin de dönd ürülerek zemin kata g i d e n bir başka
tel l e birleşti r ilebi li yordu. Büyük E fendi, anahtarı çevi rd i k
ten sonra kumarbaz ı n birine, kılıcın ı çekip bob i n l e re d o
kundur ması n ı söyledi. Adam den ilen i yapar yapmaz kı l L c ı
bobinlere yapışıve rd i , öyle k i , s ilahın ı güçlükle ç e k i p alab i l
d i . Kumarbazların hepsi k üçük dilleri ni yutmuşlard ı .
- "Vay hınzır ! " d iyo rlard1, "Meğerse mıknatıs kul lanımş ;
tevekkel i değil, he r atışında d üşeş düşürüyord u " .
Gazanfer kumarbaz la rı b o ş yere yatıştı rmaya çalışıyord u .
Şaş k ı nl ı kları b i rd e n b i re ö fkeye d ö n üşüveren b u ada m l a r
hem o gün , hem de daha evvel kaybe t tiklerini talep etmeye
başladıklarında iş çığı rından ç ıktı. Fedai l e r kumarbazlarla
başedemez olduklarında, Ebrehe , Bünyami n'e ,
- "Az so nra s i lahlar patlamaya başlar. Ama burayı terk.et
mede n önce şu teli n nereye gittiğini öğrenmek istiyoru m"
ded i .
Tel , sehpa n ı n ayağından döşemeye inip alt kata u laşıyor
d u . Kanlı bıça k l ı bir kavganı n başladığı odadan ç ıkıp , mer
d iven i tırmanan sayısız ku marbazL güçl ükle yararak zemine
i nd il er ve aşağıya uzanan telin hizasındaki odanı n kapıs ı rn
kırdılar. Burası bodruma açı lıyord u . Yerde sarı b i r ışık var
d ı . Bu ışık elbette ki Gazanfer' i n servetin i n doksan dokuz
kat ını teşkil eden altınlardan geliyordu. İçeriyi i nceledi kle
rinde tahta bir havuz görd üler. Ebrehe duvardaki feneri a l ı p
havuza yaklaştı rd ı . S u y u n iç inde b i rtakı m t u haf balıklar v e
bir kaç tane çok iri yengeç va rd ı . Yengeçleri n sürekl i rahat
sız etti kleri bu balıklar, denizcilerin çok iyi b i l d iği gibi, do
k u n u l d uğunda insa n ı çarpan , hatta böylece ö ldürebilen bir
1 68
özelliğe sahiptiler. Bobinlere bağlı olan tel d e yukarıdan bu
havuza i niyor ve zemi ndeki bakır levhaya bağla n ı p n i hayet
bul uyordu. Ebrehe, Zül fiyar'a dönerek,
- "Buraya gel d e el i n i suya sok , neler olacak bir görel im"
eledi .
Zülfiyar eli n i su ya daldırır daldı rmaz acıyla kasılıp kald ı .
B ü tü n vücudu titriyor, gözleri yuvalarından fırlayacakmış
gibi ol uyordu. Adam yere yuvarlanırken Ebrehe katıla ka tı
la gülme kteydi . Hatta geç i rd iği onca şoka rağmen Zül fiyar
bile e fe ndisi n e hoş görün mek içi n gülmeye çalış tı . Gel gör
k i , a t tığı yap macık kahkaha bir neşeyi değil, olsa o lsa bü
yük bi r 1zdırabı ifade ediyo rdu. N eşeleri uzu n sürmedi. Bu
ru nlarına d u man kokusu gelir gelmez b u radan g i tme l e r i
gerektiği n i a n lad ı lar. Ç ü n kü kandırıld ı kları n ı anlaya n k u
marbazlar bata k h a nede yangı n ç ı kartmışla rd ı . A nc a k b u
n u n kendilerine b i r zararı o lmayacaktı. Çünkü tahta yanıp
altın baki kald ığına göre, e rtesi sabah batakhanenin k ü l leri
n i kalburla eleyip Gazan fe r' i n altınla rını bulabilirlerd i .
1 69
v ur m aya , ç i ftena r aları dövmeye başladı kl a r ı n d a , gelen l e r
s o fraya oturdular. Rakı lar çe şm ib ülbül lerden bil l u r bardak
1 70
ti. Ama iş işten geçmişti. Yapıştırmaktan vazgeçerse şüphe
çekebilird i . N eyse ki Ebrehe doğrul urken para yere düştü
ve darbukacı o sırada uzun b i r tra mola çektiği i ç i n Büyük
Efe n d i Bünyamin' i n önünde bir kez daha eği l medi. Tramola
sert b i r darbeyle d u ru r d u r maz raks da kesi l m iş t i . Şimdi
Bünyamin farketti rmeden parayı geri al mak zoru ndayd ı . Bu
işi başarab i l i rse, helay a gi d eceğin i söyleyip onu kubura at
maya n iyetliyd i . Fakat d üşün d üğünü gerçek l eş t irmeye te
şebbüs e ttiği a n E b rehe ko lunu tuttu ve adamlarına, "Sizler
artık gid i n . Bu del i kan l ıyla bizi m işimiz va r " d iye bağ ı r d ı .
B ü nyamin ürpermişti, çünkü kolu kavrand ığı a n bi r cürmü
meşhut o layı yaşanacağı n ı san m ıştı . Fakat Büyük Efendi' nin
o nu , sofradan kalkmas ı na yard ı m etmek için tuttuğunu an
lay ı nca içi rahatlad ı . Buna gerçekten ihtiyac ı vard ı . Çü n kü
içtiği onca rak ıdan sonra başı adama k ı l l ı dönüyo rdu.
Zü l fiyar ve adamları evden ç ı karlar ke n , Ebrehe o nu ko
l u ndan sürük leyerek b i r odaya gö t ü rd ü . Bünya mi n' i n a k l ı
ise sofrada kalan o uğursuz para d ay d ı . Büyük E fendi ona,
- "Kad ı n ı n içeride se n i bekl iyor" ded i , "Hamamda yıkan
d ı , kok u lar sürü ndü, güze l ve temiz e l b iseler giydi rildi . Bu
na rağme.n hala ağl ıyo r. Ha y d i gö rey i m s e n i ! O n u tese l l i
e d eceği ne em ini m''.
Ebrehe kapıyı açıp d e l ikan l ıy ı içeri buyur e t t i . O da yan
daki odada kalacaktı . Bü nyami n o d ay a gird ik te n son ra ka
p ı n ı n k i l i d i n i n d ö n d ü ğü n ü farketti . Loş o dayı sadece b i r
m u m ayd ı n l a t ı yo r ve e n karanl ık köşede zava l l ı b i r k ı z i ç i n
i ç in ağl ı y o rd u . D e l i k a n l ı m u m u sö nd ü rd ü kten s o n r a k ı z ın
yan ı n a gitti ve ona,
- " M erak e t me" d ed i , "Sana b i r kö tü l ü k yap mayacağı m .
M u m u da b e n i m yüzü m ü gö r me ye s i n d i y e s ö n d ü rd ü m .
Çün kü dayanamazsı n , ben ç o k çirk i n i m " .
K ı z ağlaması n ı kes m işti, ama kafesten s ıza n ışığın altı nda
gözlerin i n yaşlı o ld u ğ u b e l l iy d i . B ünyami n ona d o k u n ma k
171
istedi , ama bundan hemen vazgeçti. Bi r süre , ikisi de susarak
beklediler. Bu s ı rada, yan odadan sesler gelmeye başlamıştı.
Ebrehe' n i n altı ndaki cariyen i n zevk inleıneleriydi bunlar.
Bünya m in sed i re ç ö k ü p e l l eriyle yüzünü ö rttü. Ç ü n k ü
gözle ri yaşla doluyd u . Babas ını k u rtarmak isterken i ş l eri
berbat etmiş, kendis i n i a rayan adamları n tam o rtasın a d üş
m üştü. Zülfiya r, so nradan her ne kadar kend is i n i ta nı dığı m
gös tere n bir davra n ışta bulu n mam ışsa da, delika n l ı ö n ceki
günden b e ri o lanların ustaca tasarla n m ış b i r oyun o ld uğ u
nu düş ü n üyo rdu. Böyle bir mac e ranın içind e b u l u n m asına ,
Ebre he' n i n hayatı n ı ku rta rmasın a ve ona küstahça cla v raııı p
boyundan büyü k ceva p l a r vermesine rağ men ke nd ini bir
kah rama n gibi h issetm i yo rd u . Büyük E fe ndi'n i n elediği gi b i ,
sırada n , s i l i k bir i nsan d ı o . Tek özel liği, y üzünün dayanı l
maz ç i rkinliğiycli.
Gözleri yaş la cl o l ü p boğaz ı d üğümlene n Bü nyami n , esir
kız ı n ya nı nd a ke ndini koyve r me m e k için m ücadele ed e r
ken o muzunda bir el hissetti. Kız, ya m n cla eği ldi ve e l i n i
tuttu. D ü nyan ı n e n güzel, en tat l ı sesiyle o n a ,
- "Aglaya" eled i , "Maya imya aglaya" .
Aglaya'n ı n e l ini eli nde hisseder hissetmez Bünyamin ke n
d i n i t utamad ı ve hıçkıra h ıçk ı ra ağlamaya başlad ı . Eğil d i ve
başı n ı kızı n d izlerine koyarak saatlerce gözyaşı döktü . H 1 ç
kırı klan kes i l i p b u k e z i ç i n i çekmeye başladığr nda, Agl aya
o n u ya tağı n a gö t ü rü p ya tırd ı ve üzeri n i ö r tt ü . B ü nya m i n
ç o k geçmeden deri n b i r uykuya d a l d ı .
1 72
p1ld ığ1 odada hazı rlanmıştı . Bu raya Zül fiyar'dan ö nce gir
meyi başaran Bü nyamin, yerde hala d u ran o uğursuz para
nm üze rine kimse y e farkett i rmeden otu rd u kta n son ra uy
gun a n ı k o l lay ıp, kendis i n i ele verebi lecek tehl ikeli nesneyi
cebine i nd i rd i . İçini böylece ferahlattıktan sonra a rt ı k Agla
ya' y ı rahatça düş ü n e b i li rd i . B u n un l a bi rl ikte, Ebre h e'ni n an
lattıkları z i h ni n d e n bir t ü r lü ç ı kmıyo rdu. Uyku sersem liği
dağıl ı nc a Zü l fi ya r'm buraya hangi amaçl a gel d iği n i n bi linc i
ne vararak i r k i l d i . Ç ü n k ü kendis i n i teşki lata g ö t ü rmekl e gö
revl i bu ada m , inanılmaz b i r oyunu ge r çek diye o na zorla
yu ttu rma çabasının bir del i liyd i . Üstelik delikanl ıyı ikide b i r
d ü rtü p lo kmasm ı b o ğaz ı n a d ü ğü ml üyo r, kahvaltısını b i r a n
ö nce biti rmes i n i , yo ksa teşki lata g e ç kalacakla rı n ı söy l ey ip
d u r uy o rd u. Kendisine yeni b i r oy u n u n haz ırland ığı ve bunu
sahi c iym i ş gibi gösterecek süsleri n ve ayrınt ıla r ı n da a r tık
tamamland ı ğı su götü rmez b i r g e rçek o l ma hy dı .
Ü s tünkö rü yapı lan bu kahva l t ıdan s o n ra ko nak tan çıkıp
s e yislerin hazı r ladığı atlara bind i klerinde , saçı saka l ı , kaşı ,
bıyığı o l m a y an h ırpa n i b i r dilen c i y a n larına yak laşt ı . O g ü
ne dek, kendisi n i tam a l t ı kez y ı l d ı r ı m çarpan D e r tl i'yd i bu.
Üstü ne üstlük, hava da kap a lı y d ı v e y ağmu r yağacağa ben
ziyo rd u . Zülfiyar gazaba gel e re k kırbacına davrandı ve sa
daka isteyen d i le n ciy e , "Behey uğu rsuz ! Tepe m ize y ı l d ı r ı m
m ı d üşüreceks i n , bas git bu r ad a n ! " d iye bağır ı p u c u d e m i rl i
kı rbac m ı zaval l ı n ın su ratında ş a k latt ı . Ne var ki b u darbe
h ı rs ı n ı almaya yetmediği için k ı rbactyla zaval l ı y ı aclama lu l l ı
dövme y e başlad ı . B u i nsa[s ı z h k karşısmda ayranı kabaran
B ü nya min , Z ü l fi ya r 'a d ur m as ı n ı sö y l e d i . Fakat a c ı m as ı z
a d a m d e l i kan l ı n ın ihta rına okkal ı b i r kü f ü rle ka rş ı l ık v e ri n
c e ola n old u . Bünyam i n adam ı n k ı rbac ına yap ış 1p çekmeye
baş lad ı ve boş bu lun an adam nas ı l o lduysa atı n dan düş ü
v e rd i . G e l gö r k i , b u hal i o n u n fi t i l i a lması n a yet mişti.
D üştüğü y e rde n d o ğrularak del i k a n hya saldırd ı ğınd a k ı r-
1 73
bacı suratına yed i. Kol larıyla yüzünü koruyup tek rar atıl
maya heveslendiğinde ise kırbaç bu kez karn ında şaklad ı ,
derken s ırtı n a indi. Zülfiyar yere yığı l ıverd i . Bünya m i n kır
bacı atıp atın ı n karn ı n ı topuklayarak hayvanı dört nala koş
tu rmaya başladı . Dertli ise, kend isini ko r uyan bu delikanlı
yı, taban tepip Val ide Cam ii'ne kadar izled i . Ancak burada
so luğu kesilince, meçhul bir yere doğru at koşturan Bünya
min'in arkasından m innetle bakakal d ı .
Valide H a n ı yakınlarında b i r k ı raathanede atı nı d urduran
Bünya m i n , hayvanını bağlad ıktan sonra tabure l e rden b i rine
ç ö k tü ve ke n d isine bir kahve söyled i . O turd uğu yerde uzun
uzun düşünmes ine rağme n karar vermekte zorlanıyord u . O
an, eğer isters e , arzu ettiği her yere g i de b i l ird i . Ö te ya n dan ,
1 74
re burada seni cezbeden şeyler olmal ı , yan i mera k e ttiğin ve
keşfetmek istediğin şeyler".
Atını yol boyunca koşturmaktan soluk soluğa kalan Bün
yamin,
- " Söyle bana ! " diye bağ ı rd ı , " Ne y i n peşin desin ? Bana
oyun oynadığına eminim. Hangi amaca hizmet ediyorsun?
Benim hakkımda neleri bil iyorsu n ? "
- "Önce saki n o l . Sonra soruları n ı teker teker sor".
- "llk sorum şu : Bu boş l u h masalı nedir? Bana neden o
tuhaf şeyleri anlattın? Böylece e l i ne b i r şey mi geçecekti ? "
- "lkinci sorunu tahm i n e d ebiliyorum. N ed e n sonsuz hı
z ın peşinde olduğumu soracaks ın " .
- "Benimle oyun oynama. Sadece c evap v e r v e gerçeği
söyle" .
Z i h n i ndeki b e l i rsizliğin b i r s o nucu olarak delikan l ı n ı n
meraktan kıvrandığın ı v e b u haliyle her türlü telkine gitgi
de açıldığını gören Ebrehe'n i n yüzünde bir m e m nu nl u k i fa
d esi beli rmişti. Ne var ki Büyük Efe n d i , belirsiz liğin kand ı
rıl mayı kolaylaştırdığını aynı zamanda Bünyamin' i n de bil
diğinde n ve böylece söylenenlere kolay kolay inanmamaya
kararlı oldu gundan emind i . Onun istediği de belki buydu.
Bel k i de hem gerçeği söylem e k , hem de söylediğinin yalan
o lduğu na i nandırmak istiyordu . Yüzünde o meşum tebes
süm o lduğu halde, Bünyam i n' in koluna girip,
- " Sana her şeyi anlatacağım" d ed i , "Gel b e n imle" .
Birlik te e l kimya odasına girip, üstü alacalı kumaşla ö r tü
lü o tuhaf n es ne n i n önüne geldiler. Büyük E fe n d i örtüyü
kald ırı nca ortaya a k ı llara sığmaz bir ayna çık tı . Görünüşü
i t ibariyle, dört ayak üzerinde duran bir tencere g ibiyd i . Fa
kat kapak yeri n e , üst yüzeyinde b i r ayna bulunuyordu. Bu
ayna n ı n üze rinde ise b irtakım yazılar vardı. Bünyamin dik
katle ba ktığında, bu yaz ı ların ay na yüzeyine ya p ışmış sayı
sız kum tanesinden oluştuğunu farketti. Fakat yazı lara do-
1 75
ku nmak mümkün değildi. Çünkü arada yarım parmak boş-
1 uk kalaca k şek ilde, ayna bir cam tabakayla ö rt ü l m üştü . Bu
t uhaf nesne, Ebrehe' n i n hayatını değişt i re n Kehanet Ayna
s L ' n ı n ta kendis iyd i .
K u m tanele ri nden meydana gel e n yazıları okumaya ça l ı
ş a n Bü nya mi n bir hayli zo rla ndı. Ç ü n k ü K ü fi üsluptaki bu
harOcr, köşel i ve d i k hatlard a n meydana geliyordu. Yazıları
n ihaye t sökmeyi başardığı nda adamakıllı şaşı rd ı . Keh a n e t
Ay nasL ' n ın üze ri nde ş u nlar yazıyord u :
KIYAMETTEN B l R Y I L Ö N C E
YEDlN Cl DOLUNAYDA
MEHDİ BATI KAPISIN DAN G lREC EK
1 76
ri n i b ilebilec e kleri n i a nlatmıştı . Yine celladın anlat ttklarma
baktlusa, padişah onunla bir hay l i oyalanıp vak i t geçi rmiş,
ama aynanın geleceği bir türlü göstermemesi neden iy le bu
eşyadan bıkmıştı. Cellat sonunda bana, a ynan ı n yıllar önce
G irit Savaşmda bazı yararlı lı k lar gösteren bir paşaya hediye
edildiğin i , fakat bu paşanın önceki gün kellesi i s tendiğin
den gid i p onu bizzat katlettiği n i anlattı. Adet gereği cellat
aclamm mal ma mülküne sahip olmuş ve bu mallar arasında
Kehanet Aynas ı da onun e l i ne geç mişti .
Bunlan önce celladı n uydurduğu bir masal sandı m. Ayna
yı al ıp Teşkilatta k i odamın bir köşesine yerleştird i m . Aradan
yıl lar geçt i ve hem aynayı, hem de onun h ikayesi n i u n u t
tum . Fakat b u ndan tam a l u y ı l önce görd üğüm o lağanüstü
b i r şey, bana onun b i r kehanet a ynası o lduğun u hatırlatt ı .
Sözkonusu g ü nün sabahı b i r nağme b e n i u y a n d ır m ıştı.
Çok garip, çok kasvet l i bir müzikti bu ve odamdan bir yer
den gel i yord u . Çok kor ktuğum için pistoluma davra ndım.
Çevreyi araştırdığımda sesin, y ı l lardır unuttuğum bu Keha
n e t Aynası'ndan geld iği n i farkett i m . Ona dokunur d o k u n
maz müzik kesildi . Bu, tüyleri m i ürpertmişti . Hemen ardm
dan , ·ayna üzerindeki kum tanele r i gözleri mi n ö n ü nde hare
k e t e t m e y e baş l a d t kl an n d a a k l ı m ı kaç ı rd ı ğ ı m ı sa n d ı m .
Kumlar, önce dike y ve sonra da yatay y ö n d e hare ket e t t i k
ten s o n ra, ş i md i gördüğü ne benzer bir yazı meydana get i r
d i l e r. Hala hatırl ıyoru m, şöyle yazıyordu:
177
yoktu. Ü stel i k aynan ı n üstündeki camı n yerinden ç tkarı l d ı
ğ ı m gösteren b i r işaret de mevcu t değ i l d i . D e rhal Z ü l fiyar' 1
<;ağın p o nd a n , Kosta n t i n iye' n i n k u z ey i nd e o lağa n d ı ş ı b i r
d u rum ol u p o l madığım denetlemes i n i isted i m. A n cak bunu
.
yapmasına gerek kal madı . Ç ü n k ü adamları o na , Galata' m n
arkası nda, Tophane taraflarında ç o k yoğun b i r k ı r m ı z ı b u
l utun o rtaya çıktığı m ço kta n haber verm i ş t i . Yine a nlattığı
na gö re halk b u n u veba bel i rt i s i sayıp ü ç gün içinde bu fe
l a ke t i n ç ı kacağ ı n a i na n m a k tayd ı . Fakat a radan b i r h a fta
geç tiği halde bekled i k le r i hasta l ı k o rtaya ç ı k ma d ı ve rahat
lad ı lar. Oysa ben , h iç de rahat değil d i m .
H e r sabah uya n ı r uya n m a z koşu p aynaya bak ıyo rd u m .
Yaz ı l a r b i r y ı l boyu nca değişmed i. Fakat b i r sabah yi n e o
uğursuz nağme i le u yan d ım. Ses , geçen s e fe r o l d uğu gib i ,
aynaya d o ku n u r d o k u nm az kes i l d i ve k u m t a n e l e r i ayna
yüzeyi nde eskisi gibi hareket et meye başladı . Kehan e t Ay
nası' n da b u kez ş u n l a r yaz ıl ıydı :
1 78
ti n doğrul uğunu destekl iyordu. Evet, sen i n de a nlad ığın gi
b i Kıyamete çok az b i r zaman kaldı. Aynada şi mdi k ıyamet ,
B ü nyamin ,
1 79
fazla b i r u m u t taş1 mayan b i ri n i n tek kaçı ş y o l u . Sözlerim i n
çok bel irsiz o l d uğunu b i l iyoru m. N e va r k i b u nları ş i md iye
kadar k imseye a n l a tm a d t ğı m i ç i n uygun i fa d e y i b u l makta
zorl a n ıyoru m . lstersen , k ı yame t i n l<e ndisinden ba ş l aya h m .
K e h a n e t Ay nast' n d a k i l e ri o k u d u k t a n so n ra b u k o n u d a k i
he me n h emen her k i tabı elde e t t i m . Tabe ranl'yi , Eb uşşeyh' i ,
Hafız i b n i Hacer'i , i b n i M c rd uveyh' i v e d iğerl e r i n i okud u m .
G ü neşi n batıda n doğacağını , sa v a ş l a r ın ve has tah ld a r ı n ç ı k
mas ı ndan so n ra t o p rağ ı n b ü tü n haz in e l e r i ve ağı r l ık l a rı k u
sacağ ı m , dağ l a r ve ç u k u rl a rı n kaybo l masıy l a y e ryüzü n ü n
d ü mdüz o lacağın ı , Mehdl' n i n ge l i p be n i m g i b i ie rl e savaşa
cağı m ve büy ü k b i r yal ı m ı n d iğer gü n a hka r l a r gibi ben i de
Mahşe r'e , B üy ü k To p l a n t ı y e ri n e sürü k l eyeceği n i öğrenel i m.
B u d ü nyada artık b i rkaç y ı l s ü re m kal d ığrna ve b u s ü re n i n
so nu nda günah l a rı m ı n cezasın ı ebe d i ı s tı ra p l a çekeceğ i me
b ö y l ece i na n d ı k tan so n ra , b e l k i ele ç ıl g ı nca gel ecek ama, b i r
lwç ı ş yolu a rad ı m .
Kehanet Aynası başka bi ri nd e , mesel e hala pad işahta o l
sayd ı , o mutlaka tövbe ede rd i . A m a b e n e t med i m . Ç ü n k ü
k ı ya me l le n k u rt u l m a k m ü m k ü nd ü . H e m e n h e m e n b ü t ü n
e l k i ınyac ıla n n p eş inde o l d uğu sonsuz hayata kavuş mak d a ,
b ü t ü n b u ş a rt la ra rağ m e n m ü m k ü n d ü . G ö rd ü ğ ü n to paç ,
ben i Büyük So n'dan k u rtaracak b i r aygı t. Sana b u n u n n as ı l
gerçekl eşeceği n i de a n l ata c a ğı m. B öyle c e b o şl uğu n e d e n e l
d e e tmeye çal ışt ığı m ı da ö ğ re n e ceksi n .
B i l me k isted i ğ i n şeyi sana n i hayet söyl üyor u m işte: To
paç , lrn rş ı l ı cırel� e l e e r iş i l eb i l ec e k b i r a raç t ı r ve k a rş ı h a re k e t i
gerç e ld eş t i r nı c k i ç i n de boş l u k ge re k i r. Kafa n i y i ce karış t ı ,
deği l m i ? Aç ı klayay ı m . B i z , hare ke t e t m e n i n ka rşı tını n dur
m a o l d uğu n a i na nı rı z . O y s a o n u n karş ı l l m n Jw rşı hct rehct
o l d uğ u n u b i l i y o ru m . B i r örnek ve rey i m: Bi r adam Ayasof
ya'd a n saat üçle yola ç ı kar; üçü ç e y re k geçe Bayez ll'a va rd ı
ğ ı nda b ir yan kesic i onun para kesesi n i çarpa r. Ü ç buçukta
1 80
A ksaray'a gel diğinde başı ağrımaya b aşla r ve n i h ayet saat
dörtte Topkapısı'na ulaş ı r.
Fakat saat d ö rtte 'zamanın geriye d oğru a ktığını' fa rze
cle rsen , Jw rş ı 11arehet i ta hayyü l e d e b i l i rs i n . Böyle bir d u
rumda ada mın saa ti n i n a kreb i , bu kez dörtten üçe doğru
hareket ederken , adam da vak tiyle atmış o l d uğu her bir adı
m ı b u kez ge riye doğru alara k To p kapı sı'ndan Ayasofya'ya
doğr u , y i ne ay nı şart l a rda, ama bu defa geri ge ri gitmeye
başlar. Saati üç b u ç uğu göste rd i ğ i nde Aksa ray'a varır ve ba
ş ı nı n ağrısı kes i l i r. Saat üçü çeyre k geçt iği sı rada Bayezıd'a
geldiğinde ya nkesici pa ra kesesini o n u n kuşağına soka r ve
ni hayet saat ü ç te Ayaso fya'ya var ı r. K ısaca, i l k hareket s ı ra
s ın d a neler old uysa , zamanın geriye akttğı i k i nci h areket s ı
rasında d a , b u k e z ters i ne o l ma k üzere, aynı şeyler olur. lşte
bu ikinci harekete karş ı hareket d i yo rum ve b u na erişmek
ele , zor olmasına rağme n i m kansız değil. lstersen yine bir
örnek v�reyim " .
Ebrehe konuşmas ı n ı kesere k eline b i r kal e m a l d ı ve b i r
kağıda üç tane saat resm i ç izere k B ü nyam i n'e uza t t ı :
" A A A
il ili
1 81
Şimd i , istersen akrebin hızının arttığın ı farzedeli m . Bu
kez döngüsünü 6 0 dakika yerine, sözgelimi 6 dakikada ta
mamlar. Eğer hızı daha da artarsa, mesela tüfekten ateşle
nen bir merminin hızına erişirse onun aynı anda hem A'da,
hem B'de ve hem Cde olduğunu sanırız. Hatta bazı asker
ler, n işan aldıkları düşmanlarının, o nlar tetiğe basar bas maz
öldüklerin i düşünürler. Oysa tetiğe basılmasıyla mermini n
bedene saplanması eşzamanlı değildir. Çünkü mermi son
suz hızla gitmez.
Ama istersen biz, saatin akrebinin sonsuz hıza eriştiğini
düşünelim. Aristatalis'i n dediği gib i , bu h ızla giden bir ci
sim herhangi bir mesafeyi sıfı ra eşit bir zamanda al ı r. Öy
leyse akrebin A'dan B'ye, B'den Cye gitmesi ve tekrar A'ya
dönmesi sıfıra eşit bir zamanda olur. İşte b undan dehşet ve
rici bir sonuç çıkar: Akrep, eğer sonsuz hıza ulaşırsa , aynı
anda hem A'da , hem B'de , hem de Cde olur.
Az önce verdiğim i lk ö rneğe dönecek o lu rsak, Ayaso f
ya'dan yola çıkan adam eğer sonsuz h ızda hareket edecek
o lsaydı, aynı anda hem Ayasofya'da, hem de Topkapısı'nda
o lacaktı . Ama biz yine saat üzerinde d üşün meye devam
edeli m . Eğer hareketi , kırmızı olan Lir şeyin yeş i l o lması ,
yahut, Ayasofya1da olan birinin artık Topkapısı'nda olması
gib� 'herhangi bir durumda meydana gelen değiş ilı l i 1ı' olarak
tanımlarsak , çok daha korkunç sonuçlara erişebiliriz . Akre
bi sonsuz h ızla yol alan saatin 'durumunda b i r değişik l i k
ol u p olmadığına' bakalım. Acaba o hareket ediyor m u , yol<
sa etm iyor rnu? Akrep az önce A'da idi, fakat yine A'da; az
önce B'de idi yine B'de ve aynı şekilde C'de. Öyleyse duru
munda h erhangi b ir değişi kl i k yo k. Peki, d u rumunda b i r
değişiklik olmayan b ir şeyi n hareket ettiği söyleneb i l i r mi?
Hayır! Öyleyse, akrebi sonsm: h ıza erişi n c e , bu saatin d u r
d uğu söylenebilir. Eğer onda hareket yoksa, artı k zaman da
yoktur. Çünkü hareket olmadan zaman da olmaz.
1 82
Şimdi ü çü nc ü saate bakalım ve akrebi n hızı n ı n daha da
art1p sonsuz ö tesine eriştiğini düşünelim. Sonsuz hız, akre
b i eş zamanlı olarak üç farklı yerd e b i rden var kı labiliyor ve
saati durduruyordu . Daha yüksek hız ise, durmaktan da öte
bir şeyi, 1ıarş ı hare1?eti meydana getirir. Bu duru mda saatin
ibresi ters yönde dönmeye başlar ve benim u l aşmak istedi
ğim l?arş ı harelut meydana gelir. Böylece zam a n ters i ne ah
maya başlar.
Evet sevgili delikan lı , böylece, sonsuz ötesi bir hızla dö
nen topacın içinde bulunan birinin, zamanın gerisine yol
culuk edebileceği n i , bir süre sonra onun gibi bir günahkarı
bekleyen Büyük Son'dan kurtulabileceğini artık a nlamışsın
d ı r. Çünkü planlarını gördüğün bu topaç , boşlukta ha reket
edeceği için arzu ettiğim h ıza u laşır ve karşı hareketi ger
çekleştirebilir. Bu sayede, onun i çindeki biri zamanda, geç
mişe yolculuk edebilir. Eski güzel gü nlere, pek yakında ko
pacak olan Klyametten çok öncelere gidebil i r " .
1 83
leyip duruyor, d ünyada ancak " b i r para" b üyüklüğünde
olan bu ender maddenin, " maya olarak" k ullanılıp çoğaltt
labileceğini ve topacın sonsuz ö tesi hıza erişi11esi için kulla
nılabileceğini söyleyip duruyordu . Çünkü aynalar cisimleri
nasıl çoğalttyo rlarsa, aynaya parlaklık veren ve yedi asal ci
s imden b i ri olan harısin1 sayesinde, bir elki mya işlemiyle
boşluğun da hacmini n arttırılabileceğini anlatıyord u .
B ü nyam in' in kafası nı n i yice karıştığı n ı a nlayan Ebre
he'nin memnunluğu yüzünden okunuyord u . Konuşmasını
keserek,
- "Evet" dedi, "Artık her şeyi bi liyors u n. Bana sormak is
tediğin başka bir soru var m ı ? "
Zihni adeta duran Bünyamin k e n d i n i cendereye sıkışmış
gibi h issediyordu. Sekteye uğrayan aklı , o na arttk herhangi
bir çare göstere mediğinden u muts uz l uğu adama kıllı art
mıştı . Bununla bi rlikte, yüreğinde, d ü n geceden beri hisset
tiği tuhaf bir duygu vardı. Aglaya akl mdan çı kmıyo rd u . Eb
rehe'ye,
- "Evet, sana bir sor u m var" dedi, "Dün satm aldığı n iki
esir kızdan biri, hani şu Aglaya nerede? "
Ebre he'nin s u ratı birdenbire ası l tvercl i .
1 84
Ölüler ve
Ka h ra m a n l a r
Kurtubl'ni n tezk i res i nde Mağrip i l l erinden ç ı k ı p geleceği
b i l d i r i l e n , h i lye i şerifi bütün a li m l e rce malum Mehcll' y i ,
-
1 87
d iği n i , pusulasız gemi lere k ı lavuz lu k edip o nları hazi neler
ve kana susam ış vahş i lerle d o l u adalara haritaya bakmad a n
adeta ezbere gö türebi l d i ğ in i su ve r i rces i n e söyl üyo r l a rd ı .
R ı h t ı m işç i l e ri v e ham mallar b u efsaneyi d i n l e r d i n lemez
m eyhanel ere koş u p ayrın tıları müta laa etti kten sonra, kör
ve sağı r adam ın h i kayes i n i y i ne k o rsa n lara a n la t ı p onları
hayrete düşürüyorlard ı . Kö r ol d u ğu halele, g ü n ü n han g i sa
ati o l u rsa o ls u n , M üşte r i , Zuha l , U tarid , Sere tan , Cevza,
Ak reb ve d iğer gök cisi m le r i n i n ye r i n i bi l e n ve sağı r old u ğ u
halele tay fa ları n isyan fıs ı l tı ları nı , ge mi n i n kari nasmcla oy
naya n bir ç i v in i n sesin i , d üşman b i r s i la h ı n horoz u n u n tı
k ı rtısm ı işite n bu adam Galata meyhaneleri n i n vazgeç il mez
sohbet konusu oluve rd i . He le h e le Cezayi r k o rsa nları ka
1 88
ımz rağın i z in i taşıyan kapkara b i r ge m i işte bu boş rı htıma
ya naştı. Gemi den , s ı rtında ç ı k ı m ve üzeri nde paçavralarla ,
kör v e sağlf b i r adam i n el i . E fsa n ed e k i gib i gözleri oyu l m u ş ,
b u rn u ve kulakları kesi l mişt i . Göz, d ü rb ü n ve ustu rl ab o l
madan yıl d ızları gö re n b u ada m , ke n d i s i n i güd e c e k b i r i n e
i h tiyaç d uymaksızın, san k i gö rüyor muş gib i , Galata sokak
ları nda yürü meye başlad ı . Ye l k e n c i ha n ın ı n bit i ş iğinde , b i r
za man l a r oğlu B ü n ya m i n' le o tu r d uğu evd e n g e r i y e k a l a n
boş a rsada b i r s ü re d ura k lad ı ktan so n ra e n y a k ın me y ha n e
ye g i r ive rd i .
Ta l i h i n b i r eser i o la rak, b i r s i h i rbaz m ey h a ne d e göster i
ya p ı yo rd u . S i h i rbaz , göz l e r i bağ l ı o l a rak tabu rede o tu ru r
k e n , ç ı rağı , cle m ke ş l e rd e n ald ığı ç a k m a k , a fy o n k u t usu ,
m an g ı r, tesp i h g i b i e nvai çeş i l n es n ey i h av a ya kal d ı r ı p , us
.tasına e l i nde tu ttuğu şey i n ne o lduğu n u soruyor, s i h i rbaz
i se göz l e r i bağl ı o l d uğu h a l de so ru l a ra tek tek doğru c e vabı
yap ış t ı rı ve r iy o rd u . E h l i k ey i f h ay retler i ç i nde kal m ış t ı . Fa
kat o la n l a r ı i z l e y e n kaş i f i ş l e r i bozdu . M ey ha n e d e k i he rkese
h i tabe n , b u n u n s i h i r m i h i r o l mad ı ğ ı nı , ç ü nkü h em e n h e
men herkes i n ceb i n d e taş ı d ığı tes p i h , ça k ma k benze r i ı v ı r
z ıvı ri n sayıs ı n ı n taş çat lasa o n beş i geç med iği n i v e d i k ka t
ed i l i rse ç ı rağın s i h i rbaza a y nı soruyu o n , o n beş fa rk l ı şek i l
de so rduğu n u s ö y l e d i . Kaş i fi n d e d i ğ i n e bak ı l ı rsa çı ra k s ih i r
baza , çakmak i çi n "bu ne? " d iye so rarken , tes p i h i ç i n " pe k i
b u n e ? " d iyor, eğer e l i nde tu tt uğu eşya b i r a fyo n k u tusuyla,
" ö y leyse bunu b i l bakal 1 111" d iye so ruyo rd u . B u nu n la b i rl i k
te m e y h a n e d e k i ter b u n u marayı değil el e , ad ı n ı n U z u n lh
sa n E fe nd i o ld u ğ u n u s ö y l e y e n k ö r ve sağn a cl a m m bö y l e
b i r ş e y i nası l ol u p d a gö r ü p sezeb i l d i ğ i n e şaş t ı l a r. Ü s t e l i k
ada m , u tanmacl a n , as l ı n cla gö r ü p i ş i tmed iği n i , m es e l e n i n
sa n ı l d ığ ı n dan ba mbaşka o l d u ğ u n u i k i d e bi r söyl üyor, d em
keş l e r i m e ra k t a n k u d u r tu yo r d u . E h l i Key i f , U zu n l h sa n
E fe n el i'yi s 1 k 1ş tı n p ağz m ı a ra d ığın da , a d a rn rn a n lattı k la rı
1 89
karşts ı nda a fa ll a d ılar. Bu kö r ve sağır ada m , görüp işi tme
mesine rağn1e n o la n b i ten her şey i b i l d iğ i n i , çünkü . her şe
y i n , yani bu s i h i rbazla ç ı rağı n ın , meyhanede içi l e n şarab ın
ve bu şara p l a sarhoş olan herkes i n , bütün Galata' n m , içi n
d e k i herkesle b i rl ikte b ü t ü n Kosta n t i niye' n i n , hatta b ü tü n
D ünya'nı n , sadece ve sadece , z i h n i n i n b i r ü r ü n ü o lduğunu
söyl üyord u . Ona gö re gerek bu meyh a n e , gerekse b u rada
a tı lan kah kahalar, o nu n z i h n i ndeki d üşüncelerd e n i baretti .
Eğer Uzun l hsa n E fe n d i , sözge l i m i , m üşte r i l e re şarap dağ1 -
tan meyhaneciyi düşünmekten vazgeçerse, A l l a h korusu n ,
adamcağız yoko luverecekti. Meyhanec i , s i h i rbaz , Galata ve
Kostantiniye var i d i , ç ü n k ü U z u n lhsan E fe n d i o n l a rı clüş ii
ı ı iiyorclu . lşte b u d a , Re ndekar' ı n e n büyük hatasını o rtaya
ç ı ka rıyo rd u : D üş ü n üyor olm ası , Uzun l hsan E fc nd i' n i n d e
ği l , o n u n d üşünceleri nden i ba ret o la n b u d ünyanın varl ığı
mn d e l i l i say ı l mal ıyd ı . lşte b u nede n l e b i lgece,
- " Düşü n d üğüm içi n ben var deği l i m, sizler varsı n ız . Siz
l e r b e ni m z i h n i md e k i d üşüncelerd e n i barets i n i z " d i y e rek
i kide b i r kafa b u l a n d ırıyo rd u .
Meyhanedekiler adamı n a nlattık l a rı na o kad a r güldüler, o
k a d a r g ü ld ü l e r k i , yo l d a n geçi p d e ka h ka h a l a r ı i ş i t e n l e r
"acaba içeride med dah ım var? " d iye kapıyı a ra l ayıp dem
keş l e r i bu yüz d e n şöyle b i r süzd ü l e r. Göz l e r i y u va larında
sansa r yavru l arı gibi oynayan bir ada m , bu k işileri n k o l ları
na yapış1p olup b i te n i kaş l a göz a rası nda sır ve riyorrn uşcas1-
na a nl a t ı r anlatmaz , ye n i ge lenl e r o türacak ye r a radı !ar. Böy
lece m eyhanen i n neşesi z i rveye ç ı k t ı . Demkeşler, " Vay ! Vay !
Vay ! Demek b iz Uzun l hsan E fe ndi' n i n z i h n i nde bi re r dü
şü nceden i bare t m işiz . Demek baş ı m ıza gelen her b e l a n ı n so
ru m l usu bu ada mmış. Ç ü n kü sadece z i h i n gücüy l e b ü tü n
o laylara o yön veriyo rmuş" d iyi p d i y i p kahkahala n m koyve
rirke n , kör ve sağır adam i na tla susuyo rd u . Neşesi n d e n akl ı
nı y i t i recek gibi olan biri, gülmekten göz leri nde n yaşlar ak-
1 90
tığı hald e , omuzunu d u vara d ayayarak uyuklayan ş işman
bir yeniçe r i n i n yan ı na g id i p adamın kahn ensesi n e o kkal ı
b i r şaplak i n d i rd i . Ye n i ç e r i uya n ı p ö fke y l e ha n ç e r i ne davra
n ı nca da ona, " Kızma bana beşe ! Sana tokadı atan be n d eğ i
l i m . Ben Uzun l hsan E fe n d i'ni n z i h n in d e sadece b ir dü şün
cey i m . Aym şeki lde s e n d e ö yle. O l a n b ite n ne varsa hepsi ne
bu adam yön ve riyor. O yüzden toka d t sana o atmış sayıl ı r.
Hayd i bana eyva llah ! " de y i ve r i nce b i r kah kaha tufa n t koptu.
Gelge l e li m, meyhaned e k i e n i h t iyar, i ç ki ye e n d ay a m kh ,
1 91
u l aş m ış ve çoc uğa , d üş k u rmas ı n ı n yasak o l d uğu n u , ama
i nsa n l a r ı n d üş kurd uğu n u düşl emesi nde h e rha n g i b i r sa
lo nca ol mayacağın ı söyleyere k o na izi n verm işt i .
l h t i y a r d e m k e ş , A d e m oğ l u' n u n gö r d ü ğ ü h e r r ü ya n ın ,
ku rd uğu h e r düşün işte bu Mutsuz Çocuğun b i r e s e r i o l d u
ğunu söyle y ip h ikayes i n i b i t i rd i kten so nra oradak i l e r, U z u n
l hsan Efe ncl i 'n i n az ö n ce o t u rd uğu yere ister istemez bakt ı
lar. Adam , m eyha ned e n ç ı k ı p gitm i ş t i. Peş i nd e n koşu p , alay
e t m e k i ç i n bütün gece o n u a rad ı l a r. Ama b u lama d ı l a r. Çün
k ü tersane yak ın ları n d a k i gem i e n kazma bakmak a k ı llarına
gel med i . Uzun I hsan E fe n d i e n k azı n i ç i n d e do laşıp , burayı
haftalar ö nce terke d e n ç o c u k çe te s i n i n , E frasiyab ile y iğitle
rin i n geri d e b ı ra k t ı ğ ı haz i neleri i n c e l i yord u . B u e n kaz ı ge
ccyarısL a n s ı z ı n basa n ase sbaş ı ve adam l a r ıyla yapı l a n çatış
ma n ı n izl e r i h a l a s i l i n m e m işti . To p ra k m is k e t l e r ez i l m iş ,
hac ıya tmazla r pat l at ı l m ış , kaynana z ı rı l t ı ları k m l mış t ı . Çü
r ü m üş tah ta zemi nde b i rkaç kan lekesi h a l a seç i l e b i l iyo rd u.
Çocu k l a rı n ken t te ay l a rd ı r sürd ü rd ü kleri talancı l ı k ve kap
kaçç d ığ ı n kaç ını l maz b i r so nucu olan sahi c i s i l a h l a rı n bü
tün e s e rl e r i n i b u ra d a gö r m e k m ü mkü n d ü . B itpazarı'ndan
a l ı nan eski m iş p i s to l l e r i n i ti nayla t a m i r ed i l i p ateşlenmesi ,
sarhoş y e n i çeri l e rd e n çarpılan yata ğa n l a r ı n i lk fı rsatta k ı n
la r ı n d a n çe k i l mesi n e d e n iy l e sayı ları azala azal a A l i baz d a
h i l o n ikiye i n en ç o c u k ları n , b i r zaman lar t ü rkül e rl e ç ı n lat
tı k l a rı b u mekan artık bomboş ka l m ış t ı .
U z u n l hsan He n d i bu herc ü merc a ras ı n d a t a n ıd ı k b i r i z i
se ç t i . A l i b a z ' ı n k ı r m ı z ı e l i z l e r i tah ta ze m i n boyunca b i r
pe nce reye doğru i le rl iyo rd u . Asesbaş m m ya p tı ğ ı baskın d a
ya ra la nd ı ğ ı a n laşı lan çoc u k , h e r hal d e e l i nd e n kan l a r aka
aka ye rde e me k l eyerek p e n c e reye e r iş m i ş , b u radan d e n i z e
a t l ay a ra k k a ç ı p gi t m i ş t i . Ç ü n k ü E fr as i ya b ' t 1 o ve s a b a h
eza n la rı n ın o kun m a y a başl a n d ığı ş u a nd a , mu h a k ka k k i
ORAYA varmak üze reyd i .
1 92
il
1 93
di şa h i , darbezen, kol omborne ve balye mezl e ri n e gül l e yeri
ne zinc ir saç ma, çivi ve c a m parçala n d o l d u ru p ard a rda
,
ler, a rkebüz ler v e k ara b i nala rdan atılan b i r n ice kurşun, ha
vada ısl ı kl ar çal a rak b u l u n d u ğ u ye ri n d uvar l a r ı na çarpa r
ça rpmaz o radan kaçması gerektiğini a n lad ı Şahidarbezen i n
.
1 94
sü varil er in i enge l lemek için köşe baş larına ger il m iş zinc ir
lerin üzerinden atlaya sıçraya geçip Kuzeye i lerl edi. Başın ı
kal dırdığında kara bayrakları gördü. Kale i çinde oraya bu
raya koşuştu ran i nsanl ar m kend isini farketınesine imkan
yoktu. Ama o, ş i mdiye kadar görmediği bu gari p kıl ıkl ı in
sanlardan korktu ve ORAYA girdi.
İçerisi , dışarıdan farklı o larak fazl asıyl a sessi zdi . Ta p ı na k
1 95
Çünkü küredeki boşluk, adamın karnına bağl ı o lan mus
luktan onun kanı n ı , barsaklarını ve iç organlarını a deta em
m işti.
Alibaz olanları görün c e yeniden ağlamaya başladı. Kendi
sini her bakımdan kıstırıl mış hissediyo rdu . Gözleri n d e n
yaşlar akıp çenesi korkudan titrerken, sırtına b i r e l doku n
duğunda kalbi duracak gibi o l du. Kalkıp kaçmak istedi ama
dizlerinde hiç kuvvet kal mamışt ı . Sı rtı n a d o ku nan el bu
kez kolunu kavrayıp onu yerden kaldırdı. Al ibaz başını k a l
1 96
kıvrılıp uyuyabileceği bir yer aramaya başladı ve sonunda
bir ağacın tepesini gözüne kestirdi. Esneye esneye üst dalla
ra doğru tırmandı. Tam tepeye eriştiğinde gözleri ha kapan
dı ha kapanacaktı. Neyse ki burada bir leylek yuvası vardı.
Anne leylek, bir serseri kurşu nla daha o sabah ö lmüştü .
Alibaz, yuvanın tam ortasına, yumurtaların üzerine kıvrılıp
yattı ve derin bir u ykuya daldı. Aradan günler geçtikten
sonra onun sıcaklı gının etkisiyle yumurtalar çatlad ı ve yav
rular, uyuyan çocuğun cebindeki peks i m e t kırıntıları , ba
demler, şekerler ve kisnis taneleriyle beslenip büyüdüler.
Uçmayı öğre ni p güneye göçettiler. Bahar gelip doğdukları
yuvaya tekrar geldiklerinde orada uyuyan çocuğu yine gör
düler. Onun b i timsiz düşlerini kesmeden yavruladılar ve
sonraki nesle , gürültü edip bu çocuğu derin uykusundan
uyandırmamalarını sıkı sıkıya tembihlediler.
111
1 97
ta bir hapis hayatı yaşıyordu ve d ışarı çıkması kesinlikle ya
sak olduğundan , teşkilatın s ı rlarını açığa vurması gibi bir
tehlike sözkonusu değildi .
Haberleşme aletleri onu fazlasıyla şaşırtm ı ş t ı . Ren kleri
değiştirilebilen küçük uçu rtmalar, y a k ı l d ı kl a rı nda ren k
renk duman ç ıkarabi len çeşit çeşit tabletler, yalnızca kafes
içinde muhafaza edilen yarasaların tepki verdiği ve insan
kulağının işitemediği sesler çıkaran düdükler teşkilat ı n mu
habere için kullandığı başl ıca araçlardı. Bu araç ve gereçler
içinde B ü nyamin' in ilgisini en çok çeken şey, duvarları din
lemeye mahsus b i r aletti. Basi t olarak, hayvan barsağından
yapılan , Y biçiminde esnek bir boruydu bu. Bir ucu duvara
dayanıp, diğer iki ucu b i r yay sistemiyle kulaklara rap tedili
yor ve duvarın arkasındaki konuşmalar rahatça d inlenebil i
yordu. Bünyamin, kendisini kimselerin gözetlemediğinden
emin olduktan sonra bu dinleme a letini gömleğin i n i ç ine
soktu.
Amacı Ebrehe hakkı n da bilgi toplamaktı. Fakat Aglaya
kafası ndan çı kacak gibi değildi. Delikan l ı bu y ü zden kendi
n i şiir yazmaya verd i . Aruz vezniyle, aşkı n ı dile getiren tam
yedi şiir yazd ı ve kalan günleri nde bu ş i i rleri , sevgi hariç
her şeyden arıtıp yeniden ve yeniden kaleme a ldı. Fakat ne
yapıp etse b ir heceyi uzatamıyor, feilun'dan failun'a geçe
mediği için vez n i tutturamıyordu. Yı lın yed i n c i dolunayın
dan üç gün önce bu meseleyi halletmek için şiirinin bulun
duğu t o rbayı a ç tığ ında kağıtların kar ı ş tı rı lmış oldu ğ u n u
farketti. Ü steli k şiiri d ü zel tilmiş, mısraya b i r e l i fin eklen
mesiyle failun tutturulmuştu. Bünyam i n b u n u yapanı n Eb
rehe olduğunu hemen anladı . Ama şiirin üzerinde, çoktan
kuruyan kıskançlık gözyaşlarını göremedi.
Mahremiyetinin böylesi bir yol la ihlal edilmes i onu ada
makıllı öfkelendirmiş, kendine o lan güvenini kırmıştı. A r
t ı k her davra nışının önceden tahmin edildiğini , karşılaştı ğı
1 98
her olayın tasarla nmış o lduğu n u , gizlice yap tığı her şeyin
aslı n da bilind iğini düşünüyordu. Belli konularda merakının
kabartılmasının ardı ndan, gerekli koşullar hazırlanıp ken
d is i ne yanlış bilgi ve rildiğin den emindi. Ona öğretmek iste
diklerin i , onun b izzat kendisinin bulmasın ı sağlayıp kor
kunç bir inandırıcılıkla akıllara sığmaz bi r oyun u sürdür
düklerine inanıyordu . D inleme aletini çald ığmı da büyük
i htimal le biliyorlardı. Odasının yanında, Ebrehe'n i n kaldığı
yerden her akşam d uyul a n mırıltılar yüzde yüz hesaplan
mıştı. G ün le rdir i natla, d inleme aletini duvara dayayıp bu
mırıltıların esrarını çözmeye yanaşmıyordu. Fakat yılın ye
d i nci do lunayından bir gece önce merakını yenemedi . Aleti
kulaklarına takı p , ucunu duvara dayad ı.
Ebrehe'nin sesini hemen tanımıştı. Büyük Efe n d i sanki
b i r masal okuyordu. Bünyam i n , uykusu n u getireceğin i bile
bile bu tuhaf masalı dinlemeye başladı:
- "Vaktiyle köyün birinde cahill iği d il lere des tan bir adam
yaşıyordu. Günlerden bir gün bu adamın kafasına bi r soru
takıldı ve yemeden içmeden kesildi. Çünkü gözlerini açtı
ğında dünyayı , kapadığında ise karanlığı görüyor ve bu du
rum da· kafasını adamakı ll ı karıştırıyord u . Günler, geceler
boyu cahi l kafasıyla düşündü taşındı ve sonu nda karan lığın
da görü lebilen b i r şey olduğu na karar ve rd i . Hele hele, ö l ü
lerin, kara � l ık, sessizl ik ve hiçliği algı lad ıkları n ı söyleye n
kadim bir bilgenin kitab ı na rastlayınca fikrini n doğrul uğu na
artık kesinlikle ka naat get irdi . Buna göre ölüler nasıl ki ışığı
göremezlerse , yaşayanlar da karanl ığı ölüler kadar iyi göre
mezlerdi. Ne var ki uyku, ölümün kardeşi o lduğu i ç i n , uyu
yan birisi karanl ığı, sözgelimi gözlerin i kapatmakla yetinen
b irinden belki daha mükemmel görebi l i rd i . Cahi l adam da
böylece, d ü nyayı görmedi ğ i zaman görmekte o l duğu şeyi
a raşt ırd ı ve gözlerin i yumduğu zaman gördüğü karanlığın
içinde sayısız düş old uğunu bu sayede buldu. Ancak elde et-
1 99
tikleriyle yetinen biri o lmadığından daha fazlasını istedi ve
toprağı kazarak oraya vaktiyle gömdüğü bir küp dolusu ba
kır parayı çıkardı. Bu değerli yük koltuğunun altı nda oldu
ğu halde kara i limlerle uğraşan bir bilgenin kapısını çaldı ve
ona, gözlerini kapattığında gördüğü karanlığın ne olduğunu .
sordu. Doğru ya da yanlış, bilge ona şunları söyledi :
'Cahilliği dillere destan o l a n senin gibi bir adamdan bek
lenmeyecek kadar akıllıca bir soru bu. O yüzden, seni ödül
lendirmek için sorunu cevapsız bırakmayacağım. Şimdi be
ni iyi dinl e . Üzerindeki cübbe nasıl ki yünden m eydana ge
l iyorsa, müzik de aynı şekilde sessizlikten meydana gelir.
lşte, içinde yaşadığın dünya da, bu şekilde h içlikten yaratıl
dı. Ama h içliğin öteki adı o lan boşluğun bir parçası artmış
tı. Bu parça ikiye bölündü ve b irisi, boş bir levha olarak sa
na verildi. Senin gördüğün karanlık işte bu levhadır. Boş ol
duğu için onda elbette ki ışık yo k , böylece sen levhada ka
ranlığı görüyorsun . Ama dünyanın yaratıldığı boşluğu n bir
parçası olan bu karanlıktan sen, düşler yaratıyorsu n' .
Kara ilimlerle uğraşan a limin sözlerini can kulağıyla d i n
leyen cahil adamın kafası bir noktaya takılmıştı . Bu yüzden
şunu sordu:
'Ey bilge kişi . Dünya yaratıldıktan sonra kalan boşluğun
iki parçaya bölündüğünü söylemiştin. Parçalardan biri boş
bir levha olarak A demoğlu'na verildi. Peki ö teki parçaya ne
oldu?'
Bu soruyu işitince kederlenen b ilge, söylediklerinin doğ
rul uğundan emin o lmadığını göstere n i ki rc ik l i b ir sesle
şunları söyledi :
'İkinci parça, düşmanına bağışlanan hediyeyi kıskanan
Sabahın Oğlu' na verildi. Fakat o , düşler yarat mak yerine,
kendine verilen boşlu ktan bir para yaptı ve üzerine kendi
suretini darbetti. Tuğrasını böylece bastığı parayı D ü nyaya
saldıktan sonra , yaratılmamış boşluğu n ta kendisi o lan bu
200
paranın dünyada ne var ne yoksa hepsini, evet hepsini satın
a lmasın ı beklemeye başladı. Zaten sonunda beklediği şey
gerçekleşmeye başlamıştı. Parayı gören A demoğulları, altın
dan ve gümüşten onun sayısız benzerini yaptılar ve bu pa
raların üzerine padişahların, sultanların ve kralların suretle
rini ve tuğralarını darbettiklerini sandı lar. Oysa bu tuğrala
rın ve suretlerin aslında Sabahın Oğlu'na ait o lduğunu bile
mediler. Böylec e , onun suretini taşıyan para , dünyayı ve
içindekileri satın al maya başladı . Sabahın Oğlu'nun kura
bildiği tek düş, boşluktan yaratılan ve onun b izzat kendisi
o lan paranın, bir düş o la n dünyanın fiatı ve değeri olmasıy
d ı . Böylece, A demoğulları'nın o güne kadar zevkle seyretti
ği dünyayı ve onun içindekileri bu para karşılığı tek tek sat
malarını bekledi' .
Cahil adam öğrendikleriyle yetinmeyerek yine sordu:
'Ey bilge kişi. Tuhaf sözler söyledin. Peki ama, sözünü et
tiğin Sabahın Oğlu'nu nerede bulabilirim?'
Bilge adam cevap verdi :
' Ç o k kolay. B u radan gücü n yettiği kadar uzaklaş v e ka
ran lık çöktüğünde Kuzeye dönüp bağır, onu n adını söyle.
Sana mutlaka cevap verecektir'.
Cah i l adam merakını nihay e t tatmin e ttikten sonra a l i
m i n elini öptü ve yanında getirdiği bir küp dolusu parayı
ona vermek isted i . Fakat bilge, paralan gö rü nce adamakıllı
tiksind i ve h içbi r lafı anlamayan bu cahil ada m ı sille tokat
kovdu. Cah il adam neye uğradığını şaşırmış ve işin kötüsü ,
yatışır gibi olan merakı yine kabarmıştı. Bu yüzden, Saba
h ı n Oğlu'nun yurduna doğru tabana kuvvet yürüdü ve so
nunda, karanlık çöktüğünde ıssız bir ovaya geldi. Gökte bir
tek y ı ldız bi le yokt u .
Cahil adam K uzeye dönüp bağırd ı:
'Ey Sabahın Oğlu ! Yaptığın işleri öğrendim ve buraya gel
d im. Söyle bana , k imsin sen?'
201
Çevrede en u fak bir esi nti bile o l madığı halde sanki bir
fırtınanın uğu l tusu işitildi .
Kuzeyden b i r ses geldi v e adama ded i :
202
zeminin boydan boya domuz yağına benzer b i r maddeyle
sıvandığını görünce zihni duracak gibi oldu ve biraz olsu n
huzur bulabilmek için kendini Aglaya'yı düşünmeye verd i .
Yazdığı a ş k şiirlerini gece yansına kadar fısıltıyla defalar
ca okudu. Karan l ı k düş ü nceleri içinden bir çıkış yolu bul
maya çalışıp gözyaşı dökerken , günün doğmasına b eş saat
ten az bir zaman kala, b i rtak ı m patırtılar i ş itti. Ebrehe ve
adamları gelmişti . Odasından çıktığında, Zülfiyar ve diğer
adamları n o rtasında, ağzı burnu kan içinde, halatlarla elleri
kolları sımsıkı bağlanmış bi ri n i gördü. ly i ruhları ve melek
leri ' uzaklaştırmak içi n , yakalanır yakalanmaz tepeden tır
nağa domuz yağına bulanan bu adam, sözümona Mehdl'nin
ta kendisiydi . Ancak eşkali gerçekten de ona uyu yordu . Ha
dis kitaplarının yazdığı gibi açı k alınl ı, k ü ç ü k burunl u , iri
gözlü, dişleri parlak ve seyrek , uyl u k kem i k leri uzun ve te
ni esmerd i . Kapıdan en son giren v e Mehd!'den uzak dur
maya özen gös te ren Ebrehe, Bünya min'i umursamadan tu
tuklunun kapa tılacağı hücreye i lerled i . Bu h ü c renin, Bün
yam i n'i n odasıyla o rtak bir duvarın ı n ol ması belki de b i r
rastlantı olmayabilird i .
Odası na geri döne n del i ka n l ı kapıyı kapadı k tan s o n ra
dinleme aletini çıkardı. Mehdl'yi gö rdükten sonra kendisi n
den böyle bir tepki nin beklendiğini düşünüyor, bu nedenle
de yakalanacağı korkusunu pek taşımı yord u . Aleti d u vara
dayadıktan sonra şu kon uşmaları işitti:
Ebrehe, mu h temele n Zülfiyar'a ,
- "Dışarıda neredeyse otuza yakın dilenci çocuk var. B i r
kaç adam gönder ve durumu araştırsı nlar".
Zü lfiyar:
- "Evet. Bu ben i m de dik katimi çekti. Hınzıryed i'n i n n e
yapacağı belli o l maz. İşimizi sağlama almamız ge r ek. Çün
k ü önceki gün geli p kırmızı hap lardan alması gerek iyo rd u ,
h a l a gelmedi" .
203
Ebrehe:
- "Dediğimi yap. Bu arada, hattatlara bir ferman hazırla
talım . Konusunu sana daha sonra söylerim. Şimdi işimize
bakalım. Adamı işkence masasına yatı rı n , ama b ukağıları
önce domuz kanıyla sıvayın . Yoksa koparabili r. İşiniz bitin
ce çıkın. Sorgulamayı ben, tek başıma yapacağım" .
Bünyamin bu konuşmaların ardından odada uzun süre
zi ncir şakırtıları ve inlemeler işitti. Hüc re kapısı gürültüyle
kapandıktan sonra , Ebrehe'yle başbaşa kalan tutuklu nu n
soluk sesleri bile rahatça duyulabiliyo rdu.
Ebrehe:
- "Topkapısı'nda görü ndüğün an seni n Mehdi olduğun
dan o ldukça kuşkulanmıştım. Ama çuvalı tependen geçi r
d iğimiz an bundan hiç kuşkum kal madı. Çünkü bu çuval
bir yıldır domuz yağında bekletildiği için s e n i n bütün gü
cünü alıverdi. "
Adam:
- "Yemin ederim _ki ben Mehdi değilim . Söylediğiniz şey
benim gücümü almış da değil. Çünkü ben zaten güçsüzüm .
Lütfe n bana işkence yapmayın. Bild iğim he r şeyi a nlataca
ğım size. Görevimi, manastırı, adamlarımızın tek tek isim
lerini, her şeyi. Ama beni yine de b i r tehlike olarak görü
yorsanız ö ldürün gitsin. Yeter ki eziyet etmeyi n . Acı çekme
ye hiç dayanamam. Oy A nacığım ! Anacığım , neredesi n ! "
Bünyamin, ağlamaya başlayan adamın hıçkırık seslerin i n
ardı ndan b i r tokadın şaklamasını işitti. To kadı atan Ebrehe
şunları söylüyordu:
- "Sus ! Beni kandırmaya çalışma! D işlerin seyrek. D ilin
ağır. S ırtındaki nişan bile kitaplarda yaz ıldığı gibi . Ü ste l ik
yıllar ö nce elime geçen bir ayna senin bugün tam da o kapı
dan gireceğini göstermişti. Her şey se n in Mehdi o lduğunu
gösteriyor. Ve sen beni yoketmek için buraya geldin. Bunu
biliyorum. Ama seni yakalayan ve gücünü a lan ben oldum.
204
Seni ö ldürmenin imkansız o lduğunu biliyoru m , ama gücü
nü almak çok kolay. Çünkü Mehdl'nin gücünün, ona işken
c e yap ı ldığı sü rece yok denecek kada r azalacağın ı , kara
i l i m lerle i lgili hemen her kitap yazar. B u yüzden senin için ,
yedi iklimin en usta, en gaddar işkencecisin i getirttim. Üs
teli k , yanında b i n b i r tür l ü eziyetin d ikalasını anlatan elli
cilt kitabı var. Aynca, eğer bir yolunu bulab i l i rse seni peka
la öldürebileceğini söylüyor" .
- "Oy ! Anacığı m ! Anacığım ! Acı} m bana. Ben Mehdi de
ği lim. Beni m adım Franz ! "
Adam tekrar ağlamaya başlamıştı. Bünyamin , Ebrehe'nin
sözünü ettiği işkenceci ni n kim o l d u ğ u n u a nl amıştı . B u
adam peltek d i l l i , don u k yüzlü b i riyd i . D e n i l d iğ i ne gö re
A ra pça'dan başka dil b i l m iy o rd u ve teşkilata önceki gün
gel mişti. İçerideki tutuklunun ağlaması ikinci bir tokat se
siyle kesildiğinde , Bünyamin yeniden kulak kabarttı .
Ebrehe hücre kapısını yumruklayıp dışarı bağırdı:
- " Zülfiya r ! Hattakay'ı derhal buraya getir. "
Kapı açıldı ktan bir süre son ra Zül fiyar'ı n şu sözleri du
yul d u :
- "Yü'ce E b re h e , b u a da m ı n i ş ke n c e yap a b i l eceğinden
emin misin? Az önce gördüm. Daha mengene kullanmayı
bile bil miyor. Arapça anlamadığım için onu sorguya bile çe
kemed im. Geldiğinden beri başındaki kukuletayı ç ıkarma
dı. Siması Hattakay'ın resmine u yuyo r ama yine de bir tu
haflık var" .
Bu sözlere rağmen kapı Zül fiyar'ı n yüzüne kapandı. Ola
ğanüstü heyecanl ı olduğu sesinden bel l i olan Ebrehe, hüc
reye giren Hattakay'a A rapça bir şeyler söyledi. D uvardan ,
b i rb iri ne çarpan m etal ses l e r i ve z i n c i r ş ak ı r t ı l a r ı i ş i t e n
Bünyami n , adamın işkenceye hazırlandığı n ı a nlamış t ı . B u
sırada tutuklunun telaşa kapıldığı d a belliydi .
Tutuklu:
205
- "Hay ı r ! Hayır ! Yapmayın ! Ben b i r N e m çe casusuyum.
Hayır ! Yaklaşt ı rmayın o kıskacı. A nlatacağım ! Ö nce d inle-
y in ! "
Ebrehe:
- "Daha ne söyleyeceksi n ? Her şey açık. "
Tut u klu:
- " D ediği m gibi , ben bir N emçe casusuyum. Her şeyi n
çok ko lay o lacağı n ı söylemişlerd i bana. Ded i k l e r i ne göre
krallar gibi karşılanacaktım".
- "Bunları sana kimler söyled i ? "
- "Nemçe istihbarat teş k i latındakiler" .
- "Devam et" .
- " Ç ı lgınca b i r tasarıları vard ı. Yıllard ı r, o n yıl lardır üze-
r inde çalıştıkları bir tasan . Beç kalesi n i n kuşatılmasından
sonra neredeyse tam bir asır çalıştı lar bu ta s ar ı üzerinde" .
- "Hangi şeyden bahsediyorsun sen? "
- "Her şey o n y ı l la r ö nc e başlad ı . Ü l ke mde , eşkal l e r i
Mehdl'ni nkine uyan kadın lı erkekl i k ı r k elli k i ş i seç ild i ve
b u n la r bir manastıra kapatıldılar" .
- "Sonra neler o ld u? "
- "Bu kadınlar ve erkekler orada ç i ftleştirildiler" .
- "Neler söylüyorsun? Peki amaç neyd i? "
- "Bu i n sanların, doğan, bü y üyen ve e rgenl ik çağına ba-
san çocukları iç i nde eşkalleri Mehdi ' ye en uygu n o lanlar se
ç il d i . Bunlardan i kisi benim annem ve baba m d ı . Çocukları n
bu manastır d ış ı n a ç ı km a ları yasaktı. llk n es ilden kim var
sa , manastırdak i sırrın sela meti için ö ld ü rül d ü . l k i nc i nes i l
d e k i le r M e hdi' ye önceki lerd e n d a h a fa z la benz iyorlard ı .
O n lar d a yine aynı şeki lde ç i ftleşti r i l d i ler v e benim de ara
l a rı nda b u l und u ğu m üçüncü nesil doğd u . Mehdl' nin s ı rt ın
da t a ş ıd ı ğ ı sö y le n e n nişan ise sadece b e ş i m i z d e vard ı . D i
ğerlerinin akıbe t lerini bilmi yo rum . Baba m ı h i ç gö r m ed i m .
Ama annem i b i r kez , üç yaş ındayke n görd üm ve o günd e n
206
beri yüzünü asla unutmadım. Manastırda beşi miz bir ko
ğuşta kalıyo rduk. Ad ımız yoktu ve bizi numaralarla çağırı
yorlard ı . B u yüzden yedi yaşı m a gelince kend i m e Franz
adını vermiştim. Anad ilim izi bilmiyord u k . Zaten manastır
da, sizin konuştuğunuz dil d ışında başka bir d ilden konuş
mak yasaktı. Dayakla terbiye ediliyor, dininizi, gelenekleri
nizi ve adetlerinizi öğreniyorduk. Kardeşlerimden i kisi bu
yüzden içlerine kapandı . Kollarını vücutlarına sımsıkı sarıp
gün boyunca öne geriye sallanıyorlar, artık en basit ihtiyaç
larını bile gideremiyorlardı. Ü ç kişi kal mıştı k . Biri verem
den öldü. !kincisi on altı yaşı nda aklını kaçırdı ve sonunda
bir tek ben kaldım".
AdaIT.ın sözlerini sab ırla dinleyen Ebrehe nihayet daya
namayıp bağırd ı :
- "Yalan söyl üyorsun ! Kehanet Aynast ytllardır bende. Ve
onda okuduğu m kehanetlerin hepsi bire r birer çıktı . Bun
lardan biri de senin geleceği ni bildiri yordu" .
Adam:
- "Kehanet Aynası bambaşka bir hikaye. lstihbarat teşki
latı yarım asır ö nce Avrupa'nın en usta saatçisini Beç kenti
ne çağırd ı ve ondan bi r düzenek yap mas ı n ı isted i . Saatçi
böylece , senin Kehanet Aynası dediğin şeyi yaptı. Bu ayna,
bi rkaç ayrı düzenekten meydana gel iyordu . Bunlardan ilki,
bir zamanlama düzeneğiydi ve ayna, padişahınıza sözümo
na bir derviş tara fından hediye edild ikte n tam kırk yıl son
ra bu zaman lama düzeneğiyle çalışmaya başlayacak ve güya
Kıyametin geleceğini haber verecekti. Yirmi altı yaşıma ba
sıp teşkilatta yüzbaşı l ığa terfi ettiğim gün Beç Tı marhanesi'
ne giderek, bu muazzam aynayı yaptı ktan bir yıl sonra çıl
d ı ran saatç iyi ziyaret etmiş t i m . "Tasa rıyı" bana anlatu kları
güne kadar, alt1 ay boyunca kurulmadan çahşan saatler ya
pılab i ldiğini b i l i yord u m . Ama bu saatç i n i n , on yı l lar bo
yunca kurul madan çalışacak o lan bir düzeneği gerçekleştir-
207
diğini duyunca ö nceleri buna inanamadım. Bu yüzden ba
na, sizlerin Kehanet Aynası dediğiniz şeyin çizimlerini gös
terdiler. Hatırlayabildiğim kadarıyla, ayna hediye edildikten
kırk yıl sonra ilk düzenek bir i kinci düzeneği harekete geçi
riyor, b u arada saatin içindeki metal tokmaklar çeşitli bü
yüklükteki çanlara vurup, tıpkı müzik kutu larında olduğu
gi bi kasvetli b i r nağme çalıyorlardı. Kırk yıl boyunca b ir
köşede duran bu aynadan birtakım tuhaf seslerin gelmesi
nin yaratacağı etkiyi varın hesap edin" .
- "Peki söylediğin doğruysa, aynanın yüzeyindeki kum
taneleri hiçbir etki olmadan hareket edip nasıl olur de ke
hanet yazılarım m eydana getirebili rler?"
- "Anlatacağım. Senin kum tanesi dediğin şeyler aslında
beyaz boya kaplı demir tozlarıdır. Aynanın tam altında ise,
tıpkı bir kafesi andıran , ama birbirleriyle irtibatsız , küçük
demir çubuklar vardır. Öyle ki, sadece bu kafes sisteminde
k i b e l l i ç u b u k la r ı seçerek i s tediğin yaz ı y ı yazab i l i rs i n .
Üçüncü bir düzenek, b u çubukların bazılarını ana m ı knatı
sa bağlar bağlamaz demir tozlan onlara yapışır. Böylece se
nin kehanet dediğin yazılardan biri ortaya çıkar. Bu yazılar
dan her biri tam bir yıl boyunca aynada görülür" .
- "Anlattıkları n , yaz ı ların nası l değiştiğini açıklamıyor.
Kehanetlerden biri nasıl siliniyo r öyleyse? Çünkü yazıların
b i rdenbire sili nip aynada başka bir kehanetin bel irdiği ni
gözlerimle gördü m " .
- " N e demek isted iğini anladım. Bir y ı l sonra kafes siste
m inde, yeni yaz ıyı o luşturacak ç u b u k l a r mıknatıslanır.
Ama bu arada, demir tozunun bir kısmı, artık mıknatisiyeti
olmamasına rağmen eski çubukların üzerinde kalır. Saatçi
bu durumu da düşünmüş: Aynayı s ırasıyla enine ve boyv.na
süp üren ve mıknatısiyetleri daha az olan i ki demir çubuk
dördüncü bir düzenek sayesinde harekete geçerek b u kum
tanelerini, mıknatısiyeti daha fazla olduğu için o n ların ya-
208
pışacağı yeni çubuklara doğru sürükler. Bu arada her yazı
değişimi esnasında düzeneğin tokmakları çarka vurarak
kasvetli melodiyi çalarlar " .
- " Peki, bu aynada beliren kehanetleri n b i r bir gerçekleş-.
mesine ne diyeceksin? "
- " Söylediklerimin doğru olduğuna inan . Sözünü ettiğim
bu düzenek, padişahınıza derviş kılığındaki bir casus tara
fından Kehanet Aynası adı altında verildiğinde, onun kırk
yıl sonra çalışmaya başlayacağı da biliniyordu. Hatta ne za
man , neyin, nasıl yap ılacağı konusunda bir takvim bile ha
z ı rlan mıştı. Aynanın hediye e d ilmesinden kırk y ı l sonra ,
yan i bugünden altı yıl önce i l k kehane t b e l i rd iği zaman
adamlarımız Galata'nın arka tarafında dört fıç ı dolusu k ır
m ız ı tozu yakacaklardı. Takvimde bunun yıl ı, günü, hatta
saati bile yazılıyd ı . Her şey o kadar kes i n ve dakikti ki , kırk
yılın geçmesini sabırla bekleyen teşkilatımız sonunda hare
kete geçti ve kehanetlerin hepsin i n sözümona gerçekleşme
sini sağladı . E rtesi yılki kehanet " N emçe ve liahdının öldü
rüleceği" idi. E lbette , aslında çocuk öldürü lmedi , sadece
göstermelik bir cenaze töreni düzenlend i . D iğer kehanetler
de aynı şekilde gerçekleştirild i : Adamlarım ız Anadolu'da is
yan ç ıkarmay ı başardı , Leh l e r' l e y a p t ı ğ ı m ı z b i r savaşta
mü mkün olduğu kadar az bir kayı pla yenilip verimsiz top
rakların bir bölümünü onlara bıraktık ve Tebriz'de yangın
ç ıkardık. Bütün bunlar sizin, so nuncu kehanete, yani Meh
dl'nin geleceğine inanmanız içind i . Keh anetlerin hepsi doğ
ru ç ı ktığına göre bu na da i nanmanız gerekiyordu. Buna gö
re , müminlerin kurtarıcısı olan Mehdl'yi hevesle ve umutla
karşılamanız bekleniyordu. "Tasarı"nın tek amacı da buy
du: Padişahınızın , batı k�pısından kente girecek olan Meh
dl'nin elini öpüp tahtını ona b ırakması ve aslında bir N e m
ç e casusu olan bu kurtarıcının ü l kenizi yönetmesi . Ba na b u
yüzden krallar gibi karşılanacağım v e h i çbir zahmet çekme-
209
yeceğim söyl enmişti . Ama dedik leri gibi çıkmadı. Sonu nda
ben i yakalad ı n ı z . Fakat neden hem Mehdi old uğuma ina
n ıp , hem de bana işkence yapm ak istiyorsunuz? S izler k i m
siniz?"
- "Sus ! Sen i n Mehdi o lduğunu bi l iyoru m ! Bu masalları
an lat ı p beni güya akl ınla al tetmeye çal ışıyorsun. Oysa ben
senden daha akıllıyım. Sen Mehdi'sin , bunu adım gibi bili
yoru m . Oo o ! Bakıyorum yanaklarına kan gel m i ş . Gücü n
yerine gel iyo r a nlaşı lan. Şurada, manga l ı n başında d u ran
adamı görüyor musun? Onun ad ı Hattakay'dı r. Yedi ikli m i n
en namlı işkencec isidir. Korların üzerind e , a z sonra senin
ten i ne değecek olan demir çubuklan kı zdır ıyor. Ben i kan d ı
ra cağın ı sandın a m a işkence şimdi başlayacak. H attakay ! "
D uvardan, hüc rede ki konuşma l arı d i nl eye n Bün ya mi n
Ebrehe'n in Ha t takay'a Arapça b i r şeyler söyl e d iğini işitti.
Belli ki ondan işkenceye başamas ı nı istiyordu. Ama bu a ra
da beklenmedik bir şey oldu. Bünyamin, Hattakay' ı n sesini
tan ı mı ş t ı .
Hattakay :
- "Saatim du rmuş ey Büyük E fendi. Sen inki m u tlaka çal ı
Ş ıyord ur. Söyle bana, tam o larak saat kaç ? Sabah o l d u m u ? "
Ebrehe:
- "Gün neredeyse doğa c ak , ama hani sen A rapça'dan baş
ka d il bilm iyordun? Bizi m d i l imizi nereden öğrendin? N e
o ! Yüzü n de bi r tuhaf o l muş sen in. Yo ksa cüzzamlı m ıs ı n ? "
- "Cüzzamlı değil im ey B ü y ü k E fend i . Mangaldaki korla-
r ı n s ıca klığı yüzü mdeki balmu munu eritti. Benim d e hoş
land1ğım bir şey d eği l bu" .
- " Se n Hatta kay değilsi n ! H attak ay nerede? Kimsin sen ? "
- "Hatta kay d ü n gecede n b e ri , ayağma bir taş bağlı oldu-
ğu ha lde Sarayb u rnu aç ıklarında balıklarla birlikte uyuyor.
Beni m kim o lduğuma ge l i nce. Ben , vaktiyle Bağdat paşası
nın oğl u nu n , a ş ı k olduğu d ilbere benzeterek kaçı rd ı ğı o ün-
210
lü hırsızım. Ama dur! Ö nce şu hücre kapısını kilitleyeyim .
de adamların başıma bela olmasın" .
- "Ne yapıyorsun? Zülfiyar! Zülfiyar! Yetişin ! "
- "Boş yere bağırıp durma. Artık seni kimse kurtaramaz
ey Büyük Efendi. Bu arada, ters bir şey yapmaya da kalkma .
Çünkü gözlerim iyi görmez ama, bu mesafeden de pistolle
hedefi ıskalamam doğrusu " .
Bünya m in , Hattakay o ld u ğ u n u ileri s ü r e n kiş i n i n s o n
sözlerini işitemedi. Ç ü n kü Ebrehe'nin feryatlarını duyan
Zülfiyar ve adamları bağırıp çağırarak kapıya gelmişler ve
kırmaya çalışıyo rlardı. Buna rağmen Büyük Efendi'nin ö fke
ve korku dolu çığlıklarını işitmek mümkündü:
- "Tamdım sen i, namussuz sefi l ! Pis dilenc i ! D o muz eti
yiyen kara köpek ! "
21 1
yük sağrılanyla bir devanasını andıran bu kadını n adı Bin
.
bereket'ti. Tam yedi sırnaşık çocuğu anaları pozunda dilen
d iren ve Hınzıryedi'nin bile çekindiği bu kadın , koskoca
kalçaları nedeniyle dehlizin dar kapısına s ık ışmış , üzerine
gelen adamların suratına ardı arkası kesilmez şaplaklar ata
rak hepsini yere yıkıyordu. Gelen seslerden, s ıkışan kadın ı n
arkasında başkalarının da olduğu bell iydi . B u kişiler, i nsa
n ı n kanını donduracak kadar ağır ve katmerl i zılgıt çekip
hasımlarını yere yıkan Binbereket'i arkadan i ttirere k yolu
açmaya çalışıyorlardı.
Teş kilatın adamları yatağanlarına davran ı r davranmaz
Binbereket'in arkasındakiler kadını yerinden oynatıp yo lu
açmayı başard ılar. O anda teşkilatı n i ç i sayısız dilenci ço
cukla doluverdi . Tabiatları i tibariyle tarife gelmeyecek ka
dar sırnaşık , tuttuğunu koparacak kadar azı l ı , çamsakızı
kadar yapışkan ve c ıva kadar çevik olan bu çocuklar, salya
ları ve sümükleri aktığı halde , Zülfiyar ve adamlarının tepe
s i ne ç ıkıverdiler. Geçitten yetişkin d ilenciler de ç ı kmaya
başladığında, çocukların öncü oldukları anlaşıldı. İçeridek i
adamların çoğu, daha kılınçların ı indirmeye fırsat bulama
dan, sırtlarına b i n e n , boyunlarına asılan, omuzlarına çıka n ,
kol larına tut u nan, kulaklarını ısıran hadsiz hesapsız dilenci
çocuk nedeniyle alaşağı oldular. Ü stel ik, çocuklar baldırla
rına, kollarına, buru nlarına ve kulaklarına dişlerini geçirdi
ği için ızdı rapla feryad eden bu adamlar, bir yan dan da ye
tişkin dilencilerden sopayı yiyorlardı . N e var ki Zülfiyar da
yan ıkl ı ç ıktı ve silkelenip tepes i nde k i çocu klan sağa sola
fırlatır fırlatmaz altı namlulu pistolünü çekti. Fakat bu da
boş bir çabaydı . Ü zerine y i ne bir anda tırmanan onlarca ço
c u k baldırına, kıçı na , pazularına, boynuna ve kulaklarına
d işleri n i geçirir geçirmez acıyla bağırdı ve yere yıkıldı. N i
hayet teşkilatın adamları yerde, dilenci çocukların ayaklan
altı nda sımsıkı bağlanmış olarak yatıyordu. Bu, i nanılmaz
212
b i r olaydı . Teş k i l a t has ı m la r ı n ı küçümseme n i n cezasını
böyle ödemişti .
Gürültü yatışır yatışmaz, çok zaman önce kadı n kılığına
girdiği için Bağdat paşasının oğlu tarafından kaçırılan hırsı
zın sesi duyuldu. D i lenciler, kethüdaları Hınzıryedi'nin se
s i n i hemen ta nıyıp hücre n i n kapı s ı önü nde topla n d ılar. ·
21 3
Oysa ben aylardır onları izliyordum Sabretti m , bekledim ve
.
214
- " Evet var. Bünyam i n'le tek başıma ko n uşmak i stiyo
rum " .
Tam b u sırada d ilenc i n i n biri so faya dalı verdi. Kuşağın
dan, ceplerinde n , çıkın ı ndan ve yenlerinden sağa sola altın
lar, akçeler ve fi luriler saçl lıyordu.
- "Ey ahali ! " d iye haykırd ı , " Gelin ! Gelin ! Sevabına söy
lüyorum. Burada para dolu b i r oda var. Gelin, çıkınlannızı
doldu run ve hayı rduam z ı üzerimden eks i k etmeyin . Çünkü
ben bulduğum i ç i n paraları n hepsi ben i m sayılır. Ama o nla
rın hepsi n i sizlere başı mı n göz ü m ü n sadakası olarak ver i
yoru m".
D i lenciler para dolu odaya cüm b ür cemaat hücum eder
lerken Hmzı ryed i , Ebrehe'y i boğmaya hazı rla nd ığı kemend i
d uvardaki ç iviye astıktan son ra , " So n isteği n i yerine geti r i
yorum. Del i kanl ıyla ne k onuşacaksan k o n uş . A ma dö n e r
dönmez seni kendi ellerimle öldüreceği m" dedi v e paraları
yağma eden d ilencilerin a rasına karışlı.
215
tek şey hissedeceğime eminim: U tanç . Belki de yılla rdır, Kı
yame tten deği l , bu duygudan ka çıyord u m . Sana geli n c e
Bünyamin, senin U z u n l hsan Efendi'nin oğlu o lduğunu ta
baştan beri b i ld iğimden e minsindir muhakkak. Arad ığım
kişinin sen o lduğu n u , daha benim haya tımı k u rtard ı ğ ı n
g ü n anlamıştım . 'Para' sendeydi , koynunda sakladığın o ga
rip kitabın arasında. Şaşırma ! Bu ndan da haberim var. Sen
gecele ri uyurken odana girdiğimde farkettim. Evet, odana
da girdim. Uyanmana imkan yoktu . Çünkü içtiğin kahve
lerde sana derin bir uyku verecek eczalar vard ı. Uyu rken
seni uzun uzun seyrettim . Yüzün ü n asıl halini düşledim .
·
Babana benziyordun .
Sana karşı hissettiklerimi anlatmama imkan yok. Bir duy
gu , anlaşılamıyorsa, duygu değildir zaten. Seni ta baştan öl
dürebilir ve 'parayı' alabilird im . Ama b u nu yapmak isteme
dim. Çünkü nasıl olsa elimdeydin ve benim için neredeyse
o para kadar değerliydin. Sanki kasıtlı olarak karşıma çıka
rılmıştın. Bu yüzden seni yakından incelemek istedim. Böy
lece güçsüzlüğün ve silikliğin ne olduğunu öğrenme fırsatı
buldum . Ayn ı zamanda gücün ve her türlü iktidar tutkusu
nun da ne kadar büyük b i r erdemsizl i k olduğunu da bu sa
yede gördüm. Hayatta k alabilmek i ç i n bizler kadar çaba
göstermiyordıın. Yokedilmeye belki çoktan razıydın. Sen i n
amacın varlığı n ı sürdürmek değil d e sanki bambaşka bir
şeydi . Sen bir şahittin. Evet, artık bundan eminim. Kesin
likle bir kahraman değil d in . O küstahça sözlerini de sanki
b i ri kulağına fısıldıyor ve benimle adeta alay ediyordu. San
ki benim, onların ve herkesin başına gelen bütü n şeyler se
nin görme n , öğrenmen içind i . Güçsüz b iri olan sen, her çe
şit i ktidarın sahibi olan benim üzerimdeydin. Çünkü o lay
lara müdahale etmeden · hepimizi gören, seyreden sendi n .
Seni ezdiğimizde ağlıyord u n . Güçsüzlük belirtisi olarak yo
rum lanabilen bu şey aslında senin yaşamındı . Oysa b iz taş -
216
lar kadar güçlü, bir o kadar da cansızdık.
G ü c ü n kendisin i n ölüm o l duğun u da senden böylece
öğrendim. Çün kü seni seyrettim. A h ! Keşke d ünyayı da se
n i n gib i seyredip, senin ona baktığın gibi bakabilseyd i m !
Oysa ben o na b i r g ü ç malzemesi o larak bakıp onda kendi
karanl ığımı gördüm . Hayatım boyunca görebildiğim en iyi,
en güzel şey sendin Bünyamin. Sana çok şeyler söylemek
isterdi m . Ama dakikalarım sayıl ı . Bu yüzden benim i ç i n
son b ir şey yapmanı rica ediyoru m . O 'parayı' ben ö ldük
ten sonra ağzıma koy ve çenemi bağla . Çünkü onu n , h i ç
kimsenin e l i ne geçmesin i istemiyorum . Hoşçakal ! Hoşça
kal Bünyamin ! "
21 7
İşini bitirdiğinde Hınzıryed i nefes nefese kal mıştı. Cesede
tükürdükten sonra d ilencilere ,
- "Haydi bakalım ! Toplan ı n , gid iyoruz" d iye bağırdı, " Pa
raları n hepsini çuvallara do lduru n . Metelik kal masın . De
ğe r li olan ne varsa a l ı n . Yok ! Yo k ! En i y i s i ateşe v. e r i n .
Adamları da i s ter öldürün, ister bırakın da d i ri d i ri yansın
lar. Bu duvarlar ateşe dayanıklı . O yüzden yangın dışarı sıç
rar ela başımız derde g i rer d iye korkmay ı n . Ebrehe' n i n cese
d i n i çuvala koyu n . O nu götürüp lon caya gömeceğiz. H e r
gece mezarı başında i ç k i içip domuz eti yiyeceğim . Davra
nın ! Çabuk o lu n ! Kapıdan teker t e k e r çı kacağı z . En son
Bin bereket çıkacak. Yangı nı başlatmak da onun gö rev i " .
218
lırken dilencilerin kethüdası kahvesini içti . Bu s1rada diğer
leri de sökün etmeye başladılar. Gelen para ç uvallarının ar
d ı arkası kesilmiyordu. Son gel e n d ilenci, teşkilatta yangın
çıkarıldıktan sonra Binbereket'in dehliz i n kapısını s1kışt1ğL
için kaçamadığını ve diri diri yandığın ı söyledikten sonra ,
gözlerde o ana dek kaybolmayan ışı lu sönüverd i . Fakat b u
üzüntü çok uzun sürmedi . Çünkü para ç uvalları açıl ıp sa
y ı l may1 bekliyord u . Bu yüzd e n , d il e n c i lerin bazı ları ö nc e
Ebrehe'nin mezarı nı kazmak istem iş lerdi. Oysa cesedi yı ka
mak için gerekl i o lan su çoktan ısınmıştL H mzffyed i , cese
din b u l u n duğu ç u va l ı n b ağın ı ç ö z d ük te n sonra Bü nya
ıni n'e ,
- " Ö l üy ü sen yıkayacaksın " ded i , " N e ele olsa o nu n h aya
tını kurtarmışt ı n . Bu yüzden tek yakını sensi n " .
Ceset , fet i h öncesi R u m d i le n c ileri n i n vaktiyle, sadaka
arttırmak i ç i n ü z e r i n d e b i l i nm ey e n b ir Ta nrı'ya k u rban
sunduk ları bir taşa yatırılmıştı. lki parav;ma getirilip ceset
gözlerden saklandı ve göbeğinin üzerine bir sabu nla bir bı
çak kondu. Bi r kazan sıcak suyla kefe n l i k bez de getirildik
ten sonra , Bünyamin cesetle başbaşa kaldı.
Deli kan1ı n e rede n başlayacağı n ı b il e m iyord u . Aksi gibi,
gömleğinin .içine sinen maymun da ikide bi r kıpırdayarak
hareketlerini kısıtlıyordu. Bünyami n , bu yüzde n Ebrehe'nin
elbiselerini çıkarırken bir h ay l i zahmet çekti . Büyük E fen
d i' n i n sarığı, H ı nz ıryed i ipe as1 ld ığı an d ü şm ü ş t ü . Saçları
traşsızd ı ve töre gereği bir tepe kakülü bile bırakmamıştı. Bü
tün kanı çekil m iş , zaten saydam olan teni böylece adeta cam
laşmıştı ; öyle ki, elinin i ncec i k derisi altında ne redeyse ke
m iklerin i görmek bile mümkündü . Bünyamin, cesedin üze
rindeki elbiseleri ç ı karmaya deva m ederken Ebrehe'nin baş ı
nı n , boyun kemiği n i n kınlmasmın bir sonucu olarak olağan
cl ışı bir şeki lde arkaya oynamas ını n karşısmda adamakıl lı
ürktü. llk kez b i r cesede dokunuyord u. Hele hele uçku ru çö-
21 9
züp donu ç ıkarınca taş kesild i. Cesedin apış arasında bir zı
bık vardı ve meşin bağlarla kalçalara tutturulmuştu .
Bünyamin birkaç tas su döktükten so n ra koynundaki pa
ray ı ç ıkardı ve Ebrehe'nin ağzına, d i l i ni n üstüne yerleştird i .
Bu haliyle çenesini bağladıktan son ra cesedi kefe nledi ve
bağlar � n ı düğümledi. Büyük Efendi artık defnedi lmeye ha
zırdı .
Akşama doğru yağmu r şiddetini arttırd ığı sıralarda, ceset,
lonca binasının tam ortasına kazılan çuk ura gömüldü. Me
zar do ldurulduktan sonra , üstüne döşeme taşları tekrar iti
nayla yerleştirildi. Hınzı ryedi bu manzarayı keyifle seyredi
yo rdu ve az so nra key fi e lbet te daha da artacak tı . Çünkü
mezarın tam üstünde bir ziya fet sofrası tertip edil mesi için
gereken emirleri çoktan vermişti. Gerçekten de , lonca için
de k o y u n l ar b oğazla n ı p tavuklar y o l u n u y o r, tence re l er
ocakları n üzerinde kaynıyor, teşkilatta bulunan hadsiz he
sapsız parayla alınan tepsi tepsi baklavalar sinilere yerleşti
riliyo rdu. D ışarıda şi mşekler çakıp gök g ü rülderke n , ko
y unlar k ızarmaya başlamış, kazanlar dolusu hoşaf ço ktan
kıvama gelmişti . Bazı dilenciler dört kova do lusu kay mak
ve üç çanak bal getirince çocu kların n_e şesi doruğa ç ık t ı .
Kasideciler hüzünlü şarkılarından o günlük vazgeçip, oyun
havası çalmaya başlayan mutrip lere eşlik ettiler. Hasta gibi
görünsün d iye a fyonla uyuşturulan çocuklar bile gözlerini
açıp kızarmış tavukları, baklavaları ve l ezzetli tencere ye
meklerini süzere k sofraya buyur ed i l meyi beklemeye başla
d ılar. Hele hel e H ınzıryedi , teşkilatta buld uğu işaret fişeğini
lonca b inası içinde a teşleyip kubbeyi kırmızı kıvılcımlarla
süsleyince, neşe do ruğuna vardı. Gelgele l i rn , tam da ş imşek
çakıp ardından gök gürüldediği anda d ilencinin b i ri ko r
kuyla bağırd ı :
- "Dertli burad a ! Aramızda ! "
Gerçekten de Dertl i , b i nayı örte n kubben i n sütu n ların-
220
dan birini kendine siper etmiş, onları gözlüyordu. Gökyü
zünün yıldırımlarını üzeri ne çeken bu tehlikeli adamı gö
rür gö rmez dilenciler feryat etmeye baş ladılar:
- "Binaya yıldırım düşürecek bu uğursuz ! Kovun! "
- "Belini kırıverin ! Öldürü n ! "
- " Taşa tutun ! Öldürün ! "
- " D ikkat edin! Pistolü var ! "
Taş ve sopalarla Dertl i'ni n üzerine yürüyen kalabalık, si
l a h ı görünce d u ruverd i . Hele h e l e a d a m ı n k u ş a ğ ı nd a k i
ikinci pistolü far kettiklerinde n e :'apacaklarını şaşırd ılar.
Ama Hınzıryedi öne atılarak bağırd ı :
- "Behey teres ! N e cesaretle buraya geldin? Yoksa tepemi
ze yıldırım düşürmeye andın mı var? Buraya adım atar at
maz sen i öldüreceği mi söylemedim mi? Artık sana ç ık gi t
demeye de gerek yok. Şimdi görürsün sen ! "
Hınzıryedi eğilip, Ebrehe'nin cesedinin yıkandığı taşı si
per alarak kuşağı ndan p istolünü çekti ve Dertl i'ye ateş etti.
Binanın kubbesi s i lah sesiyle yankılandı. Fakat hedefi ıska
geçmişti. Dertli , e l i nde pistolle onun bulunduğu yere yakla
şırken Hınzıryedi dilencilere bağırdı:
- "Pir aşkına ! Kethüdanız ı öldürmeye gel iyorlar! yardı m
edin ! "
Ancak binan ı n pencereleri, çok yak ı na düşen b i r yıldı
rımla aydınlan ı r aydınlanmaz d ilenciler dehşete düştü. Belli
ki , gökkubbe de H ınzıryedi'nin p istolü gib i asıl h edefini ıs
kalamış, böylece ucuz ku rtul muşlard ı . Şimşeğin ardından
gök şiddetle gümb ürderken dilencileri n cesare t i iyice k ı rıl
dı. Bu ndan sonraki şimşek muhakkak ki loncan ı n tepesine
düşecekti . Kap ı da n , önce e n korkak ola n l a r kaçtı ve çok
geç meden en cesurlar da onlara uyup bu tehlikeli mekanı
koşaradım ter kettiler. Ama Hınz ı ryedi taş ı n ardından ç ık1p
kap1ya koşam1yord u . Bu yüzden Dertli'ye yalvarmaya başla
dı . Fakat ber i k i o na cevap bile vermiyordu . Gelgelel i m pis-
221
tolünü indirmiş, sanki gitmesi için ona izin verir gibi ol
muştu. H ı nz ı ryedi onu i kna ettiğini sanıp büyük bir tem
kinsizlikle yerinden doğrularak kapıya doğru koşmaya baş
layınca s i lah patlad t. D i l enciler ket hüdası bacağından vu
rulmuş tu.
D ışarıda d i len c i ler şiddetli sağanağın a l tında, " Bakalım
loncaya gerçekten yıldırım düşecek m i ? " d iye beklerlerken
binada üç ki ş i kal mıştı. Hmzı ryedi aetyla k ıvranırken Dert
l i , Bünyamin'e,
- "Bana yapılan iyilikleri u nutmam" d iye fısıldadı , "Artık
buradan rahatça gidebi lirsi n . Ama acele et. Şurada küçük
bir kapı var. Orada n ç ı ka rsan seni kimse farkedemez. Kapı
da bir k i l i t göreceks in. Asıldığında ko layca açıl ı r. Hayd i !
Şansın açık olsun" .
Bünyamin kap ın ı n kili d ini ge rçekten de kolayca açtı. Ar
tı k özgü rdü. Şidde t l i yağmur altında D ivanyo lu'na doğru
koşarken arkas ına baktı . Karanlık gecede, kesif sağanak al
tında lonca b inası seçilemiyordu. Fakat ansızın çakan b i r
şimşek h e r ş e y i aydı nlattt. Yıld ırım bi naya isabet e tmişti.
Çok kısa bir süre sonra duyulan gökgürültüsü dilencileri n
ç ığlıkla rı nı bastırdığında lonca artık ale v ler içindeydi.
,
222
Ka ra n l l k
F1 tari hinde Anadolu'nun kasabalarından birinde hayalci ve
dalgın bir tüccar yaşıyordu. O kadar dalgın, o kadar hülya
lıydı k i, sık sık borçlarının ve alacaklarının vadesini unutur,
hasılatını genellikle yanlış sayar ve defteri kebirinde küçük
lü büyüklü hatalar yapardı. Bu nedenle sermayesi giderek
eridi, ama o, hayal kurmaktan bir türlü vazgeçmedi. Mes
lekdaşlan gibi tuttuğunu koparamadığı, sinekten yağ çıkar
madığı ve çalışıp didinmediği için yorulmuyordu. Geceler
den bir gece, günün yorgunluğunu atmak için değil de , sa
dece düş görmek için yatağına uzandı ve düşünde kendisini
bir evin penceresin i n önünde buldu. B u pencereden içeri
baktığında, beşiği andıran b i r yatakta horul horu l u yuyan
b iriyle, onun başucuna o turup , e linde kalem , defterine ya
zılar yazan bir adamı gördü. Boyu uzun, gözleri çekik ve el
macı k kemikleri çıkık olan b u adam ara sıra elinden kalemi
bırakıp uyuyan adamın üstünü örtüyor, u ya nacak gibi oldu
mu p ışpışlıyordu. Fakat neden sonra b irdenb ire arkasını
döndü ve pencereden içeriyi izleyen tüccarla gözgöze geli
verdi. Yüzünde, şaşkınlıkla kızgınlık arası bir ifade vard ı .
225
Bu esnada düş kesildi ve tüccar uyanıverdi. O gün ticare·t
hanesine gitmeyip saatler boyunca rüya tabirleri kitapların ı
karıştırdı. Gelgelelim hayra ya da şerre yoracak bir alamete
rastlayamayınca düşünün devamını görebilmek umu duyla
ertesi gece yine yatağına uzand ı. Çok geçmeden dal ınca,
düşünde kendisini yine o pencerenin önünde buldu. Uzun
boylu adam hala defterini karalıyor, d iğeri ise döşeği nde
uyumaya devam edip düşler görüyordu. Tüccar, bu manza
rayı merakla seyrederken uzun boylu adam yine arkasını
dönüp baktığında gözetlendiğini an ladı ve hışımla yerinden
doğrulup pencereye ilerleyerek perdeyi tüccarın yüzüne ka
patıverdi. Düşü böylece kesilen tüccar uyandığında doğru
ca rüya tab iri kitaplarına koştu. Sayfaları karı ş tırması na
rağmen yine bir şey bulamadı ve umudunu üçüncü geceye
bağladı . Akşamı iple çekip yatsıdan sonra döşeğine uzana
rak dalıp gitmeyi bekledi . Çok geçmeden derin bir uykuya
dald ığında düşünde kendisini yine aynı pencerenin önünde
gördü . Perde kapalıydı. Bu nedenle tüccar içeriyi görmek
için perdeyi aralamaya yeltenmek zo runda kaldı. Ama bu
nun bir tuzak olduğunu elbette bilemezdi . Çünkü bu işi ya
par yapmaz uzun boylu adamla burun buru na gelmişti. D i
ğeri ise , içeride hala uyuyordu. Uzun boylu adam tüccara,
uyuyan kişiyi uyandı rmamak için fısıldayara k ,
- "Behey teres ! " d e d i , "Üç gündür pencereden içeriyi gö
zetliyo rsun ! Senin yüzü nde n defteri kalemi b ıra kıp i ş i mi
erteledim. Ne merak bu sendeki ! Şimdi söyle bakalım. Me
rakın yüz ünden onu bunu rahatsız e ttiğin için sana nasıl
bir ceza vereyim ? "
Tüccar ezilip büzülere k ,
- "Affet b e n i ey uzun adam" ded i, "Üç gündür gel i p b u
pencereden seni gözetliyorum. Ç ü n k ü n e yaptığını merak
ediyorum. Eğer öğrenirsem, gördük lerimin hayır mı şer mi
olduğunu a nlayabileceğim. Bu yüzden bana burada ne işler
226
çevirdiğini anlat. Sonra bana istediğin cezayı verebilirsin " .
Uzun boylu adam anlatmaya başladı:
- "Şu döşekte uyuyan adamı görüyor musun? lşte o nu
ben düşledim. Bu adam uyuyor ve birtakım düşler görüyo r.
Ben de onun gördüğü düşleri deftere bir bir yazıyorum" .
Tüccar, şaşkınlıkta n ağzı bir karış açılarak,
- "Peki düşünde ne görüyor? " d iye sordu.
Adam ise, işi yarım kal dığı için sabırsızlanarak, biraz da
yarım ağızla cevap verd i :
- "Seni, d iğerlerini v e s izlerin yaşadığınız dünyayı görü
yor. Hem sen ne kadar meraklısın böyl e ! Anlaşılan yakamı
kolay kolay bırakmayacaksın. Bu kadar me raklı olduğuna
göre şimdi seni maymun yapayı m mı? Ha ! Söyle ! "
Tüccar korkuyl a ,
- "Yo k ! Yok ! Hayı r, yapma. Yeminler olsun bir daha gel
mem ! " diye bağırd ı.
Adam endişe ve kızgınlıkla dişlerinin arasından,
- " Sus ! Bağırma ! " d iye fısı ldadı, "Onu uyandıracaksın.
Burada c iddi işler yapı lıyor. Sana gelince. S e n i maymun
yapmayacağım . Ama beni bir daha rahatsız etmeni de iste
mem doğrusu. Bu yüzden artık ömrü billah uyu mayacak
sın. Böylece düş falan da görmeyeceksin" .
Düş biter bitmez tüccar uyanıverdi ve hemen rüya tabiri
kitaplarını açtı . Fakat b u konuda makul bir yoruma rastla
yamadı . Bütün umudu , gece olup uyuyunca göreceği düş
teydi . Yatsıyı iple ç ekti ve döşeğine uzand ı . Ne var ki vakit
geceyarıs m ı geçmesin e rağmen güz ü ne hala uyku girme
mişti. Sabah olunca, bütün gece uyumamasına karş ı n ken
d i n i dinç h issediyord u . Uykusuzluğu ertesi gün ve daha
son raki günler de devam edince b ir hekime gitme karan al
d ı . N e var ki, kendisine verilen uyku şu rubundan ilk gece
bir ve ikinci gece üç kaşık, sonraki gün de tam bir şişe içtiği
hal de fayda görmedi. Sonralan bu şurubu su n iyetine içme-
227
ye ve gün boyunca afyon sakızı çiğnemesine rağmen esne
meyi b i le başaramay ınca, bir gezginin Mağrip'ten kavanoz
içinde getirdiği çeçe s ineğine iki altın verip hayvana kendi
n i sokturttu. Hatta komşu tavsiyesi üzerine, yorgam döşeği
sırtlayıp Yed i Uyurların mağarasına b i le gitti . Fakat burada
da uyku tutmayınca, şöhreti yedi iklim dört bucağa yayıl
mış, namı lakabı dilden dile d olaşan bir sihirbaz ı n huzuru
na vardı ve derdini ona anlattığında uyuyabi lmesi için bir
umut ışığının olduğunu anladı . Sihi rbaz ona, b u fani dün
yanın b ir yerinde on y ı llardır, belki de yüzyıllardır uyu yan
b iri olduğunu , eğer bu kişiyi bulup u yandırmayı b aşarabi
l irse uykusuzluk i l letinin artık o n u n yakasını b ı rakacağım
söylemişti.
Sihirbazın bu sözlerini işiten tüccar, yüreğinde b i r umut
la böylece ticarethanesi n i satıp üç deve alarak hayvan lara
mürmür kuşu gübres i yükledi ve lale soğanlarını altı günde
büyü ten bu değerli maddeyi sata sata, diyar diyar dolaşma
ya başladı. Geçtiği ülkeler ve kasabalarda ticaret yaparken,
bir yandan da o n yıllardır uyuyan adamı soru yo r, aldığı ce
vaplara göre güzergahım değişti riyordu. N ihaye t , Şam ya
kınlarında bir kasabaya geld iğinde köylünün biri ona, tam
yedi yıldır uyuyan ve karısı tarafından köy köy dolaştırılıp
meraklılarına üç mangır karşılığı teşhir edilen bir evliyadan
b a hsetti. Anlatı ldığı na gö re karısı, u yuyan adam sayende
hatırı sayılır b ir servet b iriktirmişti. Arzu edenler, bu muci
zeyi kasaba d ışında kurulan çadırda b izzat görebilirlerdi .
Tüccar sözü edilen yerdeki çadı ra geld i ğinde kendi s i n i
b ü y ü k b i r kalabal ığın içinde bu ldu. Bu k i ş iler yedi y ı l d ı r
uyuyan m ü ba rek evliyayı görmek için çadırın girişinde bir
k uyruk oluşturmuşlard ı . Sırası gelenler, yedişer yedişer o l
m a k üzere evl iyanın yaşlı karısına adambaşı üç akçe verip
içeri giriyor, b u esnada iri kıyım bir zenci, gürül tü etmes i n
ler d iye o nlara nezaret ediyordu. Çün kü ezkaza, müşteriler-
228
den biri şaşkınlık nidas ı atıp evliyayı uyandırarak b i r ek
mek kapısını böylece kapatacak olurs a, zen c i ni n demir to
p uzu alimallah beynine i nmek için hazır bekliyo rdu .
Sırası gelen tüccar içeri giri p , kuştüyü ş iltede uyuyan ev
l iyayı görünce, aradığı adamın o olabileceğini düşündü ve
yüreği umutla titredi . Böylece, evliyayı uyandırmak için b i r
yol aramaya çalıştı. Akşama kadar düşünüp sonunda b ir ça
re buldu. O gece kasabanı n meyhanesinde ağız arayarak yö
renin en bağırgan horozunun hangi köyün kümes i nd e ol
duğunu öğre n d i k ten sonra saba h a karşı yola ç ı k t ı . G ü n
ağarı nca , sinirli v e sersem i nsanların yaşadığı b i r köye gel
d i . Hepsi de uyku sersemi olan birtakım adamlar güçbela
zaptettikleri bir horozu kesmek üzere bir kütüğe gö rürme
ye çalışıyorlardı. Adamların sersemliği ise, yumurtadan ç ık
tığından bu yana horozun çok erken ve berbat b i r şekilde
ö tüp köyde uyku selamet bırakmamasından kaynaklanıyor
du. Tam zamanı nda yetişen tüccar, köylülerin sersemlikle
rinden yararlanı p , yöreni n en bağırgan horozunu yarım ak
çeye satın alarak kasabaya dön düğünde akşam o l mak üze
reydi . Gece yansına kadar bekledikten sonra kasabadan çı
k ı p evliyanin uyuduğu çadıra gelen tüccar, ö tmesin d iye
horozun gagasına bağladığı s i c i m i çözüp hayva n ı çadırın
üstüne koyd u . Horo z , serbest kaldığın ı a nl ay ı nc a , bir iki
sıçrayışta çadırın orta d i reğinin tepesine atılıp tüned i .
Tüccar ise, yüreği heyecanla çarptığı halde ç adırı görebi
leceği bir tepeye tırmanı p bir kayanın ardına sinerek kulak
larını balmumuyla tıkadı . Vakit geceyarısını çoktan geçmiş,
sabaha az bir zaman kalmıştı. Derken, çadırın kurulduğu
vadide tam b i r sessizlik hükü m sürdüğü sırad a , horoz öyle
içler acısı, öyle berbat bir sesle ö ttü ki, çadırda hem e n ışık
yandı ve evliyanı n kan s ı da, uyuyarak evi n i geçindiren e r
keği uyanıp d irildi d iye ağıt yakı p ferya t e tmeye başladı.
Zenci ise, ekmek kapısı bellediği adamı yeniden uyutmak
229
için p ışpışlamayı bile denedi ama başarılı olamadı . Adam,
gayet haklı olarak mükellef bir kahvaltı, özellikle sucuklu
yum urta istiyordu. Ancak onun bu isteğine rağmen, hala
gözyaşı dö ken karısı , çadır direğine tüneyen horozu kesti
ve o nu n suyuyla yaptığı pilavı uyku sersemi kocasına ye
dird i.
N eşe içinde, güle oynaya kasabaya dönen tüccar, pazar
dan en yumuşak kuştüyü yastığı ve içine ko nan pamuk tam
yetmiş kez atıl mış yumuşacık b i r şilte aldı. Yatsı namazını
kıldıktan sonra kaldığı han odasına döndü ve yatağına uza
nıp uykuyu beklemeye başladı. G elgeleli m ne o gece, ne de
sonraki günler uyuyabildi. Sihirbazın kendis ine kazık attı
ğı nı düşünerek onu arayıp buldu ve o lanları anlatıp parası
n ı geri istedi.
N e var ki sihirbaz parayı geri vermedi. Çünkü işin aslını
bild iğini i leri s ü rüyordu : O na g ö re tüccar ya n l ı ş k i ş iy i
uyan d ı rmıştı . Sözkonusu evliya yıllar önce b i r k ız a aşı k
olup onu babas ından isteten bir talihsizd i. Kızın hain baba
sı ise ondan, köylerinin doğusunda yükselen d evasa dağı
kazma kürekle yerle bir e tmesini , böylece güneşi iki saat er
ken doğdurmasını istemiş, bunu yapmaz ya da yapamazsa
evladını ona asla vermeyeceğini söylemişti. Sevgi ateşiyle
tutuşan zavallı adam ise azmedip gece gündüz kazma salla
yarak hain babanın isteğini yerine getirince murad ına e rmiş
ama gerdeğe girer girmez yatakta yorgun luktan sızıp kal
mıştı. lşte bu yüzde n tam yedi yıldır uyuyordu .
Tüccar, b u o layın kulağına küpe olmasını söyleyen s ihir
bazın huzuru ndan b ir hayli umu tsuz ayrıldı ve d eveleriyle
diyar diyar gezip yeri geldikçe onun ne kadar haklı olduğu
nu görd ü . Gel ip geçtiği yerlerde yedi , seki z , hatta on beş
yıldır uyuyan i nsanlara rasdadı. Ama b unlardan hiçbiri ara
dığı adam değildi. Böylece aradan yıllar geçti ve tüccarın
yolu günün b irinde Kostantiniye'ye düştü . D evelerini Üs-
230
küdar'da bırakıp, simsarlara ondalık vermek istemediğin
den, Tah telkale'de bizzat satmak istediği mürmür gübresini
bir tekneye yükledi ve böylece Bedesten yakınlarında bir
hana yerleşti. Döşeğinde sağa sola d önüp bir türlü dalama
yınca avluya indi ve burayı boydan boya ç eviren saçağın al
tı nda, bir döşeğe kıvrılıp yatmış , horul horul uyuyan han
bekçisini gördü. Adamı sabaha kadar gıbta ile seyretti. Gü
neş doğalı çok o lması na rağmen bekç i hala uyanmayınca,
malları m katırlara. yükleyip mezata doğru yola koyuldu .
Mürmür gübresi değerinin tam üç katına satılıp keseler do
lusu para ayakucuna akarken o hala bekçiyi düşünüyordu .
Akşama doğru pıl ıpırtısını toplamak üzere hana geldiğinde
bekçiyi hala uyur buldu ve kafasındaki soru büyüdü. Üs kü
dar'a geçip yeni malları yüklediği develerini dehler dehle
mez bu sorunun cevabı nı bulur gibi oldu . Bununla birlikte,
getirdiği malları Kostantiniye'den çok u zaklarda satarken
kafasında henüz bir kesinlik yoktu .
Böylece yılda iki kez Kostantiniye'ye gelip, bekçinin hala
uyuyup uyu madığın ı denetlemeyi huy haline getirdi. N e
var k i bekç i , döşeğinde kıvrılmış bir d u rumda horul horu l
sürekli uyumakta o luyor, arada bir kalkıp su döktüğü b ile
vuku bulmuyordu. Çekingen tabiatlı olan tüccar, bu bekçi
yi uyanıkken görüp görmedikleri konusunda han ahalisi
nin ağz ını aramaya çalıştıysa da bundan bir sonuç alamadı.
O güne kadar bekçiyi k i mse önemsememişti ve b u ndan
sonra da ona i tibar edecekleri yok gibiydi. Böylece, zaten
hülyalı ve mahcup bir zat olan tüccar gün be gün içine ka
pandı ve Kostanti niye'ye daha sık gelip gitmeye başladı. Bu
arada serveti, artık her nasılsa, adamakıllı büyümüştü . Ama
onun parada pu lda gözü yoktu. O sadece bekçinin uyana
cağı günü iple çekiyordu.
23 1
Böylece aradan yıllar geçtikten sonra tüccar Kos tantini
ye'ye b ir kez daha geldi. Mallarını her zamanki gibi Eminö
nü'nde katırlara yükletti ve Divanyolu'na girdiğinde şiddetli
bir sağanak başladı. Darphanenin önünden geçerken, bina
nın bodrum katındaki mazgallardan duman çıktığını gördü.
lşin ilginç yanı, çevrede kabarık sayıda dilenci vardı. Yağ
mur adamakıllı şiddetlenince hana vardı. Yıllardır izlediği
bekçi, saçağın altındaki şiltede hala uyuyordu. Yüzünde bir
umut ışığı beliren tüccar odasına çekilip yol yorgunluğunu
biraz olsun atmak istedi. Vakit geçirmek için odadaki demir
parmaklıklı pencereden , dışarıda çakan şimşekleri seyredip
düşünmeye çalıştı. Fakat yıllardır aradığı sorunun cevabını
bulamıyor, beklediği şimşek zihninde bir türlü çakmıyordu.
O esnada gökyüzünden kopu p gelen bir yıldırım, dilencile
rin barındığı metruk bir kilisenin kubbesine isabet edince
çıkan yangını uzun süre seyretti. Sağanağın azalıp çok geç
meden dinmesi yangının büyümesine sebep o lmuştu. Ama
kafası ndaki soru tüccarın yakasını b ir türlü b ı rakmıyor,
onun bu manzarayı iç ferahlığıyla seyretmesine engel olu
yordu. Sonunda, gecelik takkesini kulaklarına kadar indi
rip , kaftanını da entarisinin üzerine giyerek avluya inmeye
karar verd i . Hanın tahta merdivenlerinden yalınayak iner
ken, bir ucu el biçimindeki tahta çubukla sırtını kaşıyo rdu.
Han bekç isi, saçağın altındaki döşeğinde hala uyumaktaydı.
Tüccar avl u n u n çamurlu zemininde yalınayak yürüyerek
bekçinin yanına gi tti. Adeti üzere, adamı incelerken avluda
üçüncü bir kişi olduğunu farkedip o karanlık, kuytu köşe
ye baktı.
Karan.lığın i çinde, genç bir adama ait o l duğu hemen belli
olan bir gölge vardı. Tüccar, saçağa asılı feneri alarak gölge
ye doğru ilerledi . Işık, delikanlının yaralı yüzünü aydınla
tınca adam ne şaşırdı, ne de korktu. Delikanlıya,
- "Se!amün Aleyküm" dedi, "Seni de uyku tutmuyor her-
232
halde. Oysa b i r hayli yorgun gibisin. Denizleri aşmış gib i
bir halin var. Yerinde o lsaydım rahat bir döşek b ulur, uyur
dum. Bu arada, adın ne senin ? "
- "Bünyami n " .
- "Demek öyle. Bu a d bizim memlekette bin Yemin d iye
telaffuz edilir. 'Sağ elin oğlu' demektir. Baban seni çok sevi
yo r olmalı. Yoksa böyle bir a d koymazdı sana. Bir sıkıntın
mı var senin? Bak, herkes şu dilenciler loncasındaki yangı
nı seyretmeye gitmiş. Uyku tutmuyorsa sen de git bir bak
istersen. Vakit geçirirsin".
- "Buna gerek yok. Zaten oradan geliyoru m . Peki, sen ni
ye gitmiyorsun ? "
- "Burada benim için daha ilginç olan bir şey var. O yüz
den sabaha kadar yangın mangın seyredemem doğrusu" .
- " Nedir o ? "
- " Çok macera yaşamış birine benziyorsun , delikanlı. O
yüzden halden anlarsın. Şu gö rdüğün han bekçisi var ya !
Hani az ileride , döşeğinde horlayan adam. lşte o benim ilgi
mi çekiyor. Sakın yanlış anlama , bende bir sap ıklık fa lan
yok. Yıllardır bu kente gel ir giderim ve adamı hep uyur du
rumda bulurum. Geceleri onun su dökmeye kalktığını bile
hiç görmedim . Ne yiyor, ne de içiyor. Sanki b u d ü nyaya
uyumak için gelmiş. Kimseciklerin dikkatini çekmiş değil.
G üya sakin saki n uyuyor ama , ne düşler görüyordur kimbi
lir. Düş gördüğü belli. Çünkü dudakları sürekli kıpırdıyor.
İstersen buyur, gel . Adama yakından bakalım" .
Bünyamin yerinden doğrulup tüccarla birlikte bekç i n in
yanına gittiğinde, adamı n dudaklarının gerçek t e n de kıp ı r
dadığını gö rdü . Aslında mahç up mizaçlı biri olan tüccar,
b e lki de del ikan lıda n cesare t alarak bekç i n i n ap ışarası n ı
e liyle yokladıktan so nra, şaşırarak,
- "Aaa ! Çiş i geldiği için aleti sertleşmiş. Az sonra helaya
su dökmek için kalkar herhalde" dedi .
233
Han bekçis i , tam da bu sözlerden sonra döşeği n de öteki
tarafına döndü ve horlaması bir süre için sekteye uğradı .
Horozlar ötmeye başladığında ise uyanı r gibi oldu. Horla
mas1 yerini b i r tıslamaya bırakmıştı. Bell i ki, aşırı se rsem
likle tavşan uykusu arasında bir yerdeydi. Horozlar birbiri
ardı sıra tekrar öttüklerinde, gecelik takkesi altı ndan kafası
nı kaşıdı ve yatağında bir kez daha dönüp b u defa düzenli
bir şekilde nefes a lmaya başladı. O esnada a pışarasını kaşı
mayı da i hmal etmiyord u . Horozlar üçüncü kez ö ttüğü za
man öksürdü. Gelgelel im onun uyanma belirtilerinin tam
tersini tüccarda gö rmek mümkündü. Çünkü han bekçis i ,
gözleri hala kapalı olduğu halde serçe parmağıyla kulağı n ı
karıştırırken, b u a d a m artık esnemeye başlamıştı. Ç o k geç
meden tüccarın gözlerine uyku bulutlan çöktü . Birdenbire
bastıran bunca mahmurl uğa rağmen uykusunun kaçmasın
dan endişe ettiği için, delikanlıya bir eyvallah b ile demeden
yanından ayrıld ı . Tahta basamakları sersem sepelek tırman
d ı ktan sonra odasına gird i ve a fyon ruhu emdirilmiş kuştü
yü yastığa kafayı koydu.
Avluda han bekçisiyle yalnız kalan Bünyamin , neden te
laşlandığın ı pek an lamadan, içindeki bir belirsizlik dürtü
süyle babası U z un I hsan E fendi'nin atlasını hatırladı . Kitabı
koynundan ç ıkarıp sayfalarını _çevird i ve bu kez adı n ı tam
o larak o kudu. Puslu Kı talar Atlası'ydı b u . Sayfaları karıştı
rırken birtak ı m tanıdık adlara rastlayınca şaşırmadı . Baştan
sona kadar asla o kuyamayacağı kitabın son bölümünü açı p
rastgele b i r yere baktı v e ş u satırla r gözüne çarp tı :
"Sevgi l i oğlum,
Bir zamanlar yaşadığım evin, geceyansı eve dönerken ta
şıdığı m o fenerin, duvardaki Acem halısının ve aslında ger
çek bir kent olan Galata'da gördüğüm her şeyin sadece ve
234
sadece benim zihnimdeki düşün celer o lduğu fikri kafama
saplandığında muhakeme gücümün zayıfladığına hükmet
miştim. Ama şimdi görüyorum ki, ası l bunu düşündü ğüm
d e yanılmışım. Çünkü onlar gerçekten de benim düşl e rim
d iler.
B u fik rimi ilk kez Mihel çıkmazı ndaki kıraathanede Ali
Said Çelebi'ye açmıştım. Biliyorsun, bu iyi n iyetli adam ba
na neredeyse olağanüstü bir saygı duyar ve ne söylesem he
men inanır. Ona , otu rup sohbet ettiğimiz bu kıraathanenin
kahvecisinin, müşte r ilerin i n v e yaşad ığım ız d ü nyada geri
kalan ne varsa h epsi nin, sade c e benim düşü ncemde olduk
ların ı söylediği mde, parmağıyla kendisini işaret edere k , 'Ya
ben?' d iye sormuştu . Malum cevabı alınca n edense bir hayli
hüzünlenmiş, kafasında kimbilir neler kurmuştu. Ali Said
Çelebi, böylece, benim zihnimde yaşadığına inanan tek kişi
oldu. Bunun onu fazlasıyla sarstığını söyleyemem. Çünkü
ertesi günü bana bir derdini açtı : Dediğine göre Sultan Ah
met Camii'nin müezzinlerinden biri olmak istiyor, ama tah
sili tutmasına rağmen, koruyanı kollayanı olmadığı için bu
göreve bir türlü gelemiyordu . lşte bu yüzden k e n d is ini ,
sözkomisu camiin müezzini olarak düşleme m i rica e tmek
teydi. Gerçi onun bu isteğin i yerine getirmem elbette müm
kündü. Ama onun bu ricası n ı geri çevirdim. Fakat yakamı
bırakmadı. E rtesi gün , koltuğunun altında bir kaz, elinde
bir sepet yumurta ve bir top tereyağıyla kapı m ı çaldı. Ben
de onun isteğini kı�men d e o lsa yerine getirmek zorunda
kaldım. Ali Said Çelebi , müezzin olmasa bile, ş imdi Sultan
Ahmet Cam i i'nde mutemet olarak görevini ifa ediyor. Ama
yaptığım iyiliği u nutmuş olmalı ki, beni uzun süreden b e ri
arayıp sormadı.
Sana gelince sevgili oğlum, sen de benim kim olduğumu,
y e m e d e n içmeden günlerce nas ı l yaşadığımı , hayatım ız ı
idame ettirdiğimiz paranı n nereden geldiğini bana sormaya
23 5
bir türlü cesaret edemezdin. Paranın geldiği yeri , inanma
yacağını bile b i le sana söylüyorum: Cebimde yüz akçe ol
ması için zihnimde yüz akçe düşlemem yetiyordu. Seni ar
tı k şaşırtmak istemed iğim için her şeyi söylemek istemiyo
ru m. Ama gördüğün ve işittiğin ne varsa, hepsinin, şu za
vallı babanın zihnindeki düşlerden i baret olduğuna inan !
Yine de birkaç şey bunun dışında tabii . Büyü k dayın Arap
ihsan, o muhteşem külhan i , boşluğu ve karanlığı o kuyan
beni m gibi b ir korkağın, adım b i le atmaya ç e kindiği gerçek
dünyanın haritalarını ç izen biriydi. Yıllar önce öldü , ama
kahka hası hala ç ın l ıyor ve düşü z ih n imde hala yaşıyo r.
Onu neden m i düşled im? Belki de senin, birici k oğlumun
onu tanımasını istedi m , o kadar.
Çünkü her baba oğluna bir şeyler ö ğretme k , ona doğru
ve gerçek o lanı göstermek iste r. Oysa benim sana , d üşle
rimden başka verebilece k bir şeyim yo ktu. O yüzden sana,
şimdi elinde tuttuğun garip k itabı verdim. Ama ne yazık ki
Dünya'yı gösteremed im. Sana aslında Katip Çelebi'nin, Ci
hannüma adıyla tercüme edip bana bir nüshasını hediye et
tiği Atlas Minor gibi bir eser bırakmak isterd i m . Oysa dü n
yaya sırt çeviren benim gibi birinin zihninde Boşlukta n baş
ka ne olabilir ki? Kendisinden düşler yarattığı m Boşl uğun
atlasını, Atlas Va w i yi bu yüzden yazd ım: Sen okuyasın diye
'
236
muş oldun. Artık benden öğreneceğin nihai şeyi öğrenmiş
oluyors u n.
N e var ki ben, kendimle ilgili bazı meseleleri hala çöze
bilmiş değilim. Rendekar düşünüyor olmasından varo lduğu
sonucunu çıkarıyor Ben de düşünüyorum, d olayısıyla va
.
237
Sank i yüzyıllık b ir uykudan uyanan bekçi, yerinden doğru
lup ç evresine bakınca kendisini uyandıran kişiyi göremedi.
Çünkü her taraf karan l ı ktı. Zaten görülen ve görül meyen
bütü n düşle r, bu karanlığın ta kendisi değil miydi ?
SON
14 EYLÜL 1 992
KA RŞIYAKA
238