Professional Documents
Culture Documents
Şevket Süreyya Aydemir - Makedonya'dan Ortaasya'ya Enver Paşa Cilt 02
Şevket Süreyya Aydemir - Makedonya'dan Ortaasya'ya Enver Paşa Cilt 02
1908-1914
ŞEVKET
SÜREYYA
AYDEMİR
( Binbaşı) Enver Bey
Hürriyet Kahramam
ENVER PASA
«»
YÜKSELEN M A TB A A C IL IK LİM İTED ŞİRKETİ
CAĞALOĞLU — İSTANBUL
1971
Şevket Süreyya Aydemir
MAKEDONYA'DAN ORTAASYA’YA
ENVER PAŞA
İkinci Cilt
(1908 — 1914 )
İSTANBUL
REMZİ KİTABEVİ
93, Ankara Caddesi, 93
önsöz
Çünkü Enver Paşa, İkinci Meşnuiyetle beraber bir yıldız gibi parlar.
Ama İkinci Meşrutiyet, Birinci Meşrutiyetin devamıdır. Birinci Meşruti-
tiyet, yakın tarihimizde adına Genç Osmanlılar veya Yeni Osmanlılar ha
reketi denilen bir akıma bağlıdır. Bu hareketin kökleri 1860’lara kadar
iner. Halbuki Enver Paşanın doğum tarihi 1880'dir. Ve tarih sahnesine
ancak 1908 ihtilâliyle çıkar. Ama daha önceki cildimizde etrafıyle işle
diğimiz gibi, bu 1860 ile 1908 arasında, her halkası birbirine bağlanan
tam bir zincirlenme vardır. Bu halkalarda 1860-1908 arasındaki zaman
fasılasının bürün oluşları, problemleri, şahsiyetleri birbirlerine kenetlenir.
Hulâsa «Makedonya’dan Ortaasya’ya -Enver Paşa» ciltlerinde biz, Enver
Paşa konusu etrafında, şartları, olayları ve şahsiyetleriyle bir devrin akışını
izleriz.
lığın tahtına oturmak için çıkacağına dair, mistik innaışları vardır. Hulâsa
bu devrede o, seçtiği yolun basamak taşlarını, adım adım dizdiği, yerleş
tirdiği kanısı içindedir.
Ama ne var ki, bir imparatorluğun sonunun bürün hazırlayıcı şartları
da bu devrede, taş taş üstüne konularak işlenir. Hulâsa Enver Paşa, iki
ekstrem arasında, yani ümitleri, hayalleriyle büyük yenilgi arasında, ama
daima cesur, daima dinamik, kendi talihiyle boğuşur. Ve son, ne yazık ki
imparatorluğun sonu da olur.
Fakat Enver Paşa bu son 'la sahneden çekilecek midir? Hayır! Çün
kü o, 1908’den sonra artık, kendini bütünüyle terazinin gözüne atan
adamdır. Kendini bütünüyle bir mücadeleye veren bu insan, son nefesini
gene bir mücadele sahnesinde tamamlar. Enver ^asanın serüveni böylece,
imparatorluğun çöküşünden sonra da devam eder. Ve bir gün bu hikâye,
bir Kurban bayramı günü Ortaasya’da, Dünyanın Damı denilen Pamir
yaylalarının eteğinde kendisinin de kurban oluşu ile biter...
İşte şimdi biz onun, 1908-1914 arasında vermeye çalıştığımız hayat
hikâyesini, daha sonraki cildimizde, 1914-1922 arasıncja izleyeceğiz. Yani
böylece Enver Paşanın temmuz 1908’de Makedonya dağlarında parlayan
yıldızı, 1922 ağustosunda Tacikistan’ın Pamir eteklerinde sönecektir. Ve
tarih, kendi kucağında yarattığı Enver Paşa isimli bir kahramanını da,
böylece o topraklarda, gene kendi sinesine çekecektir. Gerçi 1914’ten sonra
Enver Paşa, bu gök kubbe altında, artık son kozunu oynayan, inandığı
bahtını arayan, ama bir yalnız adam Ait. Fakat yalnızlık, umumî tarihte bu
gibi talih arayıcıları için, çevreleri ihtişamla sarılı oldukları zamanlarda
bile, ayrılamadıkları, içinde yaşadıkları bir dramdır. Yani her kahraman
aslında, hatta en ihtişamlı devrinde bile, bir yalnız adamdır...(1).
Ankara-Bahçelievler
Ş. S. A Y D E M İR
(1) Eserimizin birinci cildinin önsözünde, ikinci cilt için planım ıza değinirken,
bu ciltte 1908-1918 devresini ele alacağımızı belirtm iştik. Fakat bu devrede en büyük
olayları kapsayan Birinci D ünya H arbini ve elim izdeki vesikaları bu cilde sığdırm ak
güçlüğü, o bahsi üçüncü cilde bırakm anın daha faydalı olacağını düşündürdü. İlk ibaret
ettiğim iz planı bu cilt için, böylece değiştirdik. Sanıyoruz Jri bu sekil, daha toplu ve
rasyonel oldu...
BİRİNCİ KISIM
Kaderci
ve
Kaderini Yara ta n Adam!
İK İ YO LU N A Ğ Z IN D A î
Bu sahneyi tekrar hatırlatalım:
Binbaşı Enver Beyin halk önünde ilk konuşması, 10 tem
muz 1908’de (23 temmuz) Makedonya’nın K öprülü Hükümet
Konağı önünde, Meşrutiyeti ilân eden Nutku olmuştu. Bu sah
nenin aynı gün Manastır’da şehir meydanında, Binbaşı Vehip
Beyin (Paşa) bir Top Arabası üstünde okuduğu Nutukla ve
ufukları inleten top sesleri arasında tekrarlandığım biliyoruz.
Yalnız Manastır’daki Törenin çok gözalıcı olmasına ve Vehip
Beyin Nutkunun, dinleyenler tarafından anlaşılmamış olsa bile,
14 ENVER PAŞA
«Vatandaşlar!
Hakkımda lütfen gösterilen eser-i muhabbete teşekkür
ederim. Ben buna layık olmak için bir şey yapmadım. Her
Osmanlının seve seve ifaya koşacağı bir vazife, bir talih
eseri olarak bana verildi. Eğer bunu hakkıyle ifa edebil-
diysem, bu mükâfat kâfidir.
Hamdolsun Meşrutiyeti istihsal ettik. Hürriyetimizi
aldık. Fakat bununla vazifemizi bitmiş saymayalım. Asıl
müşkülât, bundan sonra başlıyor. Terakki yolunda attığı
mız bu ilk adımı muvaffakiyetle ilerletmek için, çok ça
lışmak ve dikkat etmek lâzımdır. Mamafih bundan böyle,
Müslim, gayri Müslim (İslâm olanlar ve olmayanlar) bü
tün vatandaşlar elbirliği ile çalışarak, hür milletimizi, va
tanımızı, daima yükselmeye sevkedeceğiz.
Yaşasın millet! Yaşasın vatan!..»
2
18 ENVER PAŞA
bette ki, önüne açılan yoldu. Vazifesini sona ermiş değil, yeni
başlamış sayacaktı. Evet, normal yollarda terfiler, mesleğinin
en yüksek rütbeleri ve vazifeleri onu bekler. Ama o, bir ka
der kısmet adamı olduğu kadar, kaderini kendi yaratan adam
dır. O halde kaderi ile boğuşacaktır. Ona bir Napolyon mu ol
dun dediler. Pek iyi niçin olmasın? Ona bir Cihangir mi ola
caksın dediler. Pek iyi niçin olmasın? Napolyon’luğa, Cihan
girliğe çıkan basamak taşları ise, kanunlarla terfi sistemleri ile
düzenlenmez? Bunlar ancak muhayyilede yaşatılabilen, hayale
hitabeden, adı, cinsi ve tarifi de olmayan baş döndürücü ihti
raslardır. Şanlara, şereflere, tac ve tahtlara ulaşmak için önü
nüzde çatallaşan yollardan, ancak çetini, tehlikelisi, sonu belir
sizi seçilir. Böyle bir yol çatallaşmasının karşısında kalanlar
için atalarımız, bunun form ülünü bile vermişlerdir:
«Ya Devlet başa, ya kuzgun leşe!»
Şimdi Enver Bey için de tutulacak yol buydu. Bu yolu
seçti. Bu seçiş, ne doğrudur, ne de yanlış! Bu seçiş, önlerinde
böyle yollar açılan bu tür insanlar için, tabiîdir, kaçımlamazdır.
Yani Mukadder’dir. Çünkü onların hayatına artık, M antık de
ğil, Kader hükmeder. Kader diyoruz. Buna insanlar başka bir
ad bulamadıkları için... Ama buna ambisyon, İhtiras da diye
biliriz. Yahut ta bu tür insanların gelecekte, kendi baht ve ta
lihlerinin yüceliğine olan mistik inanışları!..
Kaldı ki Enver Beyin tehayyüllerini besleyen, iç âlemini
dalgalandıran, kolay kolay açığa vurulamayan, bir bakışta saç
ma, ama insanoğlunun tarihinde bir Müessese olarak yaşayan,
mistik bir içgüdü de var: Fal, yahut gelecekten haber veriş!
Ve bir küçük beyazlık?..
*
★*
BİR K Ü ÇÜ K B E Y A Z L IK !
İlkçağda kâhinlerin, yani bilinmeyen gelecekten haber ve
renlerin kutsal görevleri malumdur. Kâhin, yani Oracle, yani
gelecekten haber verici, İlkçağda Krallardan üstün sayılırdı.
Mermer tapmaklarda K âhinin yeri, kutsal ve muhteşemdi. Çün
ENVER PAŞA 23
İK İ K A IÎR A M A N V A R D I?
Meşrutiyetin ilânı günlerinde Meşrutiyet mücadelesi için
dağa çıkanlardan iki Subayın isimleri, diğerleri arasından siv
rilerek, birden parlar: Hürriyet Kahramanı Binbaşı Enver Bey
ve Hürriyet Kahramanı Kolağası (Önyüzbaşı) Niyazi Bey...
Bunlar aynı Ordunun, aynı üniformayı giyen iki askeri
dir. Aynı davaya baş koymuşlardır. Fakat mizaç ve ruh yapıları
itibariyle iki ayrı insandırlar. Bu mizaç ve ruh ayrılığı onları
zaten kısa bir süre sonra, bu beraber çıktıkları emel yolcu
luğunda da birbirlerinden ayıracaktır. Kısa bir süre sonra yol
lar ayrılacaktır. Bu yolculardan herbiri, kendi seçtikleri isti
kamette, iki yabancı insan gibi birbirlerinden ayrılacaklardır.
Onların Meşrutiyet öncesindeki hizmetleri ile kimlikleri
hakkında, eserin birinci cildinde gereği kadar bilgi verildiği
için, burada o konulara tekrar dönmeyeceğiz. Am a büyük hi
kâyemize devam ederken burada, onların biraz da mizaç ve
ruh yapıları üzerinde duracağız. Çünkü onları bu bakımdan
tanımak, bilhassa Enver Beyin, olayların akışı içinde yarın ala
cağı yeri sezmek için bize ayrıca ışık tutacaktır.
Hürriyetin ilânından sonra Enver ve Niyazi Beylerin şöh
retleri, bir süre beraber yürüdü. Adları beraber anıldı. Resim
leri beraber yayınlandı. Şarkılarda, türkülerde isimleri beraber
geçti. Memleketin dört bucağında doğan çocukların bir çoğuna,
ya Enver, ya Niyazi adları verildi. Onların hatıralarım yaşat
mak ve ebedîleştirmek için her çareye başvuruldu. Bu arada
meselâ, Enver ve Niyazi adlarını taşıyacak iki Zırhlı, iki bü
yük Harp Gemisi için ianeler toplanmasına başlandı. Bu ianeye
Sultan Abdülham it bile 5000 altınla katıldı. Bunlar, memleketin
göklerinde, artık iki yıldızdı, iki Baht ve Şeref yıldızı... Öyle
sanıldı ki, talihleri de beraber yürüyecektir.
Ama hiç te öyle olmadı.
Zaten hiç bir toplulukta beraber bulunmadılar. Hiç bir
Törende halk önünde, içten gelen bir yakınlıkla kucaklaştıkları
görülmedi. Enver dağdan Selânik’e dönünce, orada Niyazi’ye
pek te ifadeli sayılmayan şu telgrafı çekti:
Hürriyet kahramanı Kolağası (Önyüzbajt) N iyazi Bey
32 ENVER PASA
«Manastırda Niyazi'ye,
«Kardaşım tebrik ederim. Yaşasın Vatan, Yaşasın M il
let, Yaşasın Hürriyet!..»
12 temmuz 1324
Enver
3
34 ENVER PAŞA
MİTHAT PA ŞA Y A D Ö N Ü Ş :
X IX . yüzyıl, İhtilâller asrıdır. Bizim 1908 İhtilâlim iz ve
onun yeniden getirdiği Meşrutiyet Rejimi, acaba bu ihtilâl
lerden hangisinin İdeolojik prensiplerini yansıtır? Bu sualin
cevabı basittir: 1908 ihtilâlim iz ve bunun hedef olarak aldığı
Meşrutiyet Rejim i hiç şüphe yok ki, Avrupa’da 1848 İhtilâl
lerinin ruhunu ve prensiplerini aksettirir. Çünkü 1848 İhtilâl
lerinde de, Tanrısal hukuka dayatılan Saltanat hakları, yani
Hüküm darın M utlak İktidarı yerine, Halkın İdareye iştiraki
ve İcrayı kendi Temsilcileri yolu ile denetleyerek kanunlarda
söz ve karar sahibi olması esası başta gelir. Yani iktidarda
gerçi gene bir Hüküm dar vardır. Ama bu Hüküm darın Salta
natı Mutlak değildir. Bu ise, genel anlamı ile Meşrutiyet Nizamı
demektir.
1848 İhtilâllerinin ise, 1789 İnkılâbının ana fikirlerinin bir
devamcısı olduğunu, tabiî ayrıca hatırlatmalıyız.
İşe bu açıdan baktığımız zaman, Genç Türkler hareketinin
ta baştan beri ülkü edindiği 1876 Kanun-u Esâsisi ile ona ön
der olan M ithat Paşanın önemi, kafamızda tekrar canlanır. Ç ün
kü M ithat Paşa, hatta 1839’dan beri devam eden Tanzimat ça
balarına rağmen (1) bütün yapısı ile Mutlak bir Saltanat re
jim i sürdüren ve katıksız bir Şark ülkesi olarak kalan Osmanlı
mülkünde, 1848 İhtilâlinin prensiplerini, ondan oldukça kısa
bir süre sonra yürürlüğe sokmayı düşünmek ve bunu başar-
PADİŞAH B A Ğ LA N IY O R !
1908 İhtilâlinin Hukukî ve İdeolojik temelinin 1876 Kanun-u
Esâsisi olduğunu böylece belirtmiş oluyoruz. Bu temel ise, Avru
pa’da 1848 İhtilâllerinin yönetici fikirlerine, bunlar da 1789
Fransız İhtilâlinin temel prensiplerine dayanıyordu. Nitekim 10
temmuz 1908’de (1) Makedonya şehirlerinde Meşrutiyetin fiilen
ilânından sonra Padişah, 10/11 temmuz 1908 gecesi Meşrutiyetin
iadesi zorunda kaldıktan ve 11 temmuz günü de Sadrazam Sait
Paşa imzasıyle Vilâyetlere bu yolda tebliğler yapıldıktan sonra,
İkinci Abdülham it Sadrazamına ilgi çekici bir Ferman daha
gönderir. Bu ferman 20 temmuz 1324 (1908) tarihini taşır.
Böyle bir fermana lüzum vardı. Çünkü Padişahın tutumuna
pek inanılmıyordu. Hava öyle gelişti ki, büyük bir Halk kala
balığı 15 temmuz 1908’de Şeyhülislâm kapısına (2) yürüdü.
Halk, Meşrutiyet hakkında ve o zaman devletin en yüksek dinî
SAHİPSİZ İHTİLÂL :
Evet, gerçi İhtilâl başarılmıştı. Ama Kabine, bir İhtilâl
Kabinesi değildi. Zaten İhtilâli yapanların, yahut idare eden
lerin de nerede ve kimler olduğu bilinmiyordu. Ortada adları
duyulan iki subay, yani Binbaşı Enver Beyle Önyüzbaşı N i
yazi Bey, herhalde İhtilâlin bütün Kadrosu demek olamazdı.
Kabineye gelince, bu Kabine bütün heyeti ile, eski İstib
dat devri kabinelerinden biri gibiydi. İçinde Sadrazam Sait Pa
şadan başka, daha önce Sadrazamlık yapmış K âm il Paşa, Ferit
Paşa gibi iki eski Başvezir de vardı. Ve bu Ferit Paşa idi ki
İhtilâlden az önce Manastır Valisi Hıfzı Paşaya, Dağa çıkan
Subayları en ağır sözlerle kötüleyen ve Makedonya’da alevle
nen Hürriyet mücadelelerini en ağır ifadelerle töhmetleyen,
bunlar karşısında ürktüğü için de Valiyi en ağır şekilde azar
layan telgraflar çekmişti. (1). Şimdi bu zat yeni Kabinede Da
hiliye Nazırlığına getiriliyordu. Bütün Valilere Meşrutiyetin
müdafaa ve muhafazası için o emir verecekti! Gene eski Sadra
zamlardan ve yeni kabinede yer alan K âm il Paşanın Hürriyet
ve Meşrutiyetçiliği yolunda da hiç bir delil yoktur. Netekim
kısa bir süre sonra tekrar Sadrazamlığa da getirilecek olan açı-
ÇÖZÜM B EK LEYEN S O R U L A R !
Eğer Genç OsmanlIlardan, yani Suâviler, Namık Kemal
ler ve Ziya Beylerden (Paşa) başlayarak, daha sonra Genç
Türklerin yurtdışmda çıkarılan gazetelerde yayınlanan genel
görüş ve eleştirme makalelerini bir tarafa bırakırsak, 1908 İh
tilâlinin fikir temeli, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, 1876
Kanun-u Esasisinden ibaret kalır. Gerek Genç Osmanlılar, ge
rek Genç Türkler bu temele, yapıcı anlamda hiç bir harç kat
mamışlardır denilebilir. Şu bakımdan ki, gerek bu Kanun-u
Esâsi, gerekse onun kapsamına giren ilk gerekçe ile diğer aslî
fikirlerin derinleştirilmesi, incelenmesi yolunda bu iki nesil,
bu aslî temele katkıda bulunacak hiç bir çalışma eseri verme
diler. Yani bu savundukları anayasanın uygulanacağı Osmanlı
İmparatorluğunun sosyal, ekonomik, politik problemleri ile, bu
temele dayandırılacak Osmanlı Meşrutiyetinin sosyal, ekono
mik, politik dava ve müesseseleri üzerinde, ne Genç OsmanlI
lar ve Genç Türkler tarafından herhangi bilimsel bir araştır
ma yapılmış değildi. Hele imparatorluktan başlayan M illi Hare
ketler ve bunların çözüm şekilleri üzerine kimse eğilmedi.
Gerçi bu arada Sabahattin Beyin «Adem-i Merkeziyet ve
Teşebbüs-ü Şahsî» formülü ile ifadeye çalıştığı «Meslek-i İçti-
ENVER PAŞA 55
OTORİTE B U H R A N I:
Her ihtilâl bir dikta rejimidir. Ve bir otoriter nizam geti
rir. Yani ihtilâl, artık yıpranmış, kudret ve hayatiyeti bitmiş,
böylece iktidar gücünü yitirmiş ve meşruluğunu da kaybet
miş bir idareye karşı, daha zinde kuvvetlerin ayaklanması
demektir. Ve bu idareyi devirerek, onun yerine yeni ve daha
zinde bir kuvvetin geçirilmesi demektir. Bu yeni iktidar el
bette ki, geçici bir süre için de olsa bütün idare ve kuman
da gücünü kendi elinde toplayacaktır. Yani bu idare, bir dikta
idaresi olacaktır. Bunun için de ortaya güçlü bir kadro, güçlü
örgütler ve hiç şüphe yok ki bir de lider atacaktır. Olayları en
iyi değerlendiren, en ileriyi gören ve gelişmelere yön tayin ede
cek olan bu lider, memlekette otorite’yi temsil ve tesis eyle
yecektir.
1908’de rejim değişikliği, gerçi Makedonya’da bir ihtilâl pat
laması ile oldu. Ama ortada ne lider, ne de kadro olmadığı, yeni
bir ihtilâlci güç idareye el koymadığı için, devlet otoritesi boş
lukta kaldı, işte otorite buhranı, devlet otoritesinin, bu boş
lukta kalışı demektir. 10 temmuzdan sonra memleket, böyle bir
otorite buhranı içine düştü.
Bu böyle olunca otoritesizlik, İhtilâl soncasına hâkim oldu.
Türkiye her ihtilâlin getirmesi tabiî olan tek irade ve dikta reji
mi yerine, bir idaresizlik, bir başıboşluk içine sürüklendi. 10
temmuzda ve padişahtan emir almadan Meşrutiyetin ilânı, bu
harekete bir ihtilâl niteliği veriyordu ama, arkadan ihtilâlci
bir gücün idareye elkoymaması onu, karşı ihtilâlin patlamala
rına gebe kılıyordu. Sokaklar, kahveler, medreseler, tekkeler,
camiler, kışlalar, mektepler, kiliseler ve sanki yerden biter gibi
türeyen çeşitli kulüpler, hatta ordu, hulâsa o günkü toplumun
şuur ve hareketlerine sahne olan alanların, merkezlerin hep
si, kendi bildiğince, kendi havasına göre kaynıyordu. Arabis
tan, Kürdistan, Arnavutluk, Havran (Suriye’de Dürziler böl
gesi) Yemen gibi yerler ise, gene kendi asî başıboşluklarını
yaşıyorlardı. Gerçi mutlak iktidarı devrinde memleketin en
uzak köşelerine kadar kendi casus ve jurnalci ağlarını geren,
uçan kuştan, esen rüzgârdan dakikasında haber alan, her ta
60 ENVER PAŞA
5
III
(1) Sultan Mecit tahta çıktığı zaman (1839) devletin dış borcu
hiç yoktu. Abdülmecit tahta çıkışından iki sene sonra başlayarak
ve her sene tekrarlanmak üzere durmadan borçlandı. Öldüğü zaman
dış borçlar, muazzam yekûnlara varmıştı. Sultan Aziz de bu borç
mekanizmasını muntazaman işletti. Her yıl yeni borçlar aldı. Şu ra
kamları verelim:
Yıl Altın frank YÜ Altın frank
1862 200 000 000 1868 555 000 000
1863 150 000 000 1869 793 000 000
1864 50 000 000 1870 142 000 000
1865 900 000 000 1871 278 000 000
1866 150 000 000 1879 694 000 000
1867 150 000 000
70 ENVER PAŞA
** .
Ç A R K L A R GENE D Ö N Ü Y O R L A R !
Belki de beklenmeyen bir zamanda Makedonya’da patla
yan İhtilâlin, Türkiye topraklan üzerinde çeşitli maksat
lar peşinde koşan ve tertipler alan devletler üzerinde, ge
çici bir şaşkınlık yarattığının belgeleri çoktur (1). Bu şaşkın
lık onları kısa da olsa, bir duraklama ve bekleme safhasına
soktu. Bilindiği gibi bu ihtilâl, daha bu devletlerin, bilhassa Ma
kedonya üzerinde yeni tertipler için kararlara vardıkları za
mana rastlar. İhtilâl kolay muvaffak olunca bu devletlerin ilk
taktik değiştirmeleri, Makedonya’da çeşitli isimlerle bulundur
dukları subay veya memurları geri çekmek ve Makedonya’da
Islahat işini, Osmanlı hükümetine bırakmak oldu.
Zaten ihtilâlin ilgili devletler arasında uyandırdığı şaşkın
lık, yahut biraz dinlenme, bekleme havası, Makedonya’da dev
letle mücadeleye girişmiş olan Bulgar, Rum, Sırp çete teşki
lâtında da vardı. Böyle olunca, bu mücadelelerle yakından alâ-
(1) Bu konuda en ilgi çekici açıklamalar getiren vesikalar, In
giltere Hariciye Nezaretinin, üzerinden 20 yıl geçtikten sonra yayın
lanmaları usulden olan gizli belgeleridir. Bunlar üzerinde Hikmet
Bayur’un Türk İnkılâbı Tarihi eserinin birinci cildinde ele aldığımız
devre için zengin misaller verilmiştir. Bu gizli belgelerin bir kısmı
ayrıca ve Erol Ulubelen tarafından, aynı isim altında ve bir ayrı
eser halinde yayınlanmıştır. 1917 ihtilâlinden sonra Sovyet Dışişleri
Komiserliğinin açıkladığı ve yayınladığı Türkiye’nin Taksimi isimli
çok ilgi çekici kitabı ve belgelerini aynca işaret etmeliyiz. Ve keza
bu konuda ve zengin kaynaklar arasında, Bulgar Bilimler Akademisi
tarafından yayınlanan 3 ciltlik İstorya Balgarya-Bulgar Tarihi isimli
eserin II. ve III. ciltleri ayrıca faydalıdır. Bu arada Türk Tarih Ku
rumu tarafından yayınlanan 8 ana ciltlik eserin 7 ve 8. ciltleri keza
tavsiyeye değer. Nihayet, son sadrazamlardan Sait Paşanın, bir temel
eser olan üç ana ciltlik hatıratı ile, gene son sadrazamlardan Kâmil
Paşanın buna cevaplarını ve H. Kâmil Bayur’un, Kâmil Paşa isimli
eserini ayrıca ve önemle işaret etmeliyiz.
ENVER PAŞA 73
OLUPBİTTİLER SAHNEYE K O N U LU YO R !
Meşrutiyetin ilânından henüz üç ay geçmiştir. Hürriyetin
bayram şenlikleri gerçi artık yatışmıştır. Ama yaşanılan he
yecanların hatıraları henüz zindedir.
Fakat Hürriyetin ilânı günlerinde Makedonya şehirlerini
dolduran çeteler, kaptanlar, voyvodalar artık ortadan silinmiş
lerdir. Silâhları, bombaları, tabancalarının yukarıdan aşağı sar
kan meşin ve saatlarının gümüş kordonları ile bir süre şe
hirlere, kasabalara renk veren bu asi ordu, şimdi gene köylerde,
ENVER PAŞA 79
80 ENVER PAŞA
6
82 ENVER PAŞA
I
IV
PARLAM ENTO K U R U L U Y O R :
Meşrutiyetin iadesi demek, tabiî parlamentonun kurulması
demekti. Bunun yapısını tayin eden 1876 Kanun-u Esâsisi el
deydi. Ama 1876’da vilâyetlere yapılan tebliğlerle parlamento
elde bir seçim kanunu bulunmadan toplandığı halde, şimdi
Mebusan Meclisi için seçimler, elde mevcut bir İntihap Kanu
nuna göre yürütülecekti. Çünkü 1876 Meclisi, ömrü kısa sür
mekle beraber ortaya bir Mebus İntihabı, yani Seçim Kanunu
çıkarabilmişti. Bu kanun 80 madde halinde tertiplenmişti. Se
çimler iki dereceliydi. Yani seçmenlerin bu kanunda yazılı ka
yıtlar dahilinde seçtikleri kimseler müntebah-ı sâni, yani ikinci
derecede seçilmiş adaylar sayılıyordu. Sonra bunlar kendi içle
rinden, asıl mebusları seçeceklerdi (madde 45 ve devamı). Se
çim sancaklar itibariyle yapılıyordu. O 'frakitki sancaklar ise,
şimdiki vilâyetler kadar genişti. Seçim hakkı yalnız erkeklere
mahsustu. Yirmi beş yaşını doldurmuş her Osmanlı vatandaşı
(erkek) seçime iştirak edebilirdi. Her 50.000 umum nüfus için
bir mebus seçilecekti (madde 1 ve 2). Nüfus fazla ve eksiklik
leri için çeşitli kayıtlar konulmuştu.
Türkiye’nin o zamanki nüfus miktarı hakkında ve bu ese
rin birinci cildinde gerekli rakamlar verilmiştir. 1908 mebus
seçimi dolayısıyle de gazetelerde, mesela iktidarın sözcüsü olan
Tanin gazetesinde bazı rakamlar verilmiştir. Fakat bunlar o
kadar kaba tahminler şeklinde idi ki, bu rakamları buraya nak
letmekte bir fayda görmüyoruz. İstanbul’da ve seçim ehliye
tine sahip olarak gösterilenlerin erkek sayısını verebiliriz:
İslam 155.566
Rum 41.298
88 ENVER PAŞA
Ermeni 17.273
Musevi 6.348
Katolik 554
Süryâni 187
Ç A R IK L I K O L A Ğ A S IN IN H İK Â Y E S İ:
Çarıklı kolağası kimdi? Bütün çarıklılardan biriydi. Çarıklı
kolağası bir köylüydü. Bedel verip askerden kurtulamayan,
muinsiz denilip adını askerlik defterinden çıkartamayan, her
fakir, kimsesiz benzerleri gibi vakit gelince askere alınan ba
sit, cahil bir köylü. Bütün bu cins köy çocukları gibi o da as
ker ocağında kendini, bu hayatın akışına verdi. Anadolu’dan
Arabistan’a, Arabistan’dan Kürdistan’a, Kürdistan’dan Arna-
vutluk’a, kısacası imparatorluğun neresinde bir çatışma varsa,
bir uçtan bir uca koşturuldu durdu. Köyde zaten özlenecek bir
şeyi yoktu. Asker ocağı ile çabuk kaynaştı. Yerine göre dire-
nici, yerine göre uysal, adsız, fakat cesur Keloğlanlardan bi
riydi. Orduyu evi bildi. Dur dediler durdu. Yürü dediler yü
rüdü. Âmirlerinin gözüne girdi. Onbaşı oldu. Çavuş oldu, Baş
çavuş oldu. Nihayet, bir gün geldi, o zaman çok görüldüğü
gibi belki beş, belki on sene sonra:
106 ENVER PAŞA
3
114 ENVER PAŞA
İR A N ’D A D A İHTİLÂL Y A P A L IM !
10 temmuz öncesinde Makedonya’da dağa çıkanlardan Yüz
başı Halil Bey, Binbaşı Enver Beyin amcası olur. Halil Bey
Enver Beyden iki yaş daha büyüktür. O devrin Makedonya’
sındaki ordu subayları arasında dinç, yakışıklı, hareketli ve
cesur bir muharip olarak dikkati çeker. Halil Bey Gizli İhtilâl
Cemiyetine Enver Beyden daha önce girmişti. Enver Bey da
ha sonra, onun öncülüğü ile cemiyete katılır. Ama ikisi de
ilk siyasî macerayı daha Kurmay Okulunda yaşamışlardı. On
ların bir gece mektepten nasıl alındıklarını, nasıl Yıldız Sara
yına götürülüp bir saray mahkemesi önünde sorguya çekildik
lerini, bu eserin birinci cildinde vermiş bulunuyoruz.
Gerçi bu macerada onların siyasetle bir ilgileri yoktu. Ama
Makedonya’da İhtilâl Cemiyetine katılınca, artık yolları ve gö
revleri bellidir. Vakti, zamanı gelince harekete geçerler. Ayrı
ayrı bölgelerde dağlara çıkarlar. Zaten dağlar onlara yabancı
değildi. Her ikisi de Kurmay sınıfından oldukları halde, dağ
larda çetelerle çarpışmayı gönüllü olarak istemişlerdi. Hulâsa
10 temmuzda Hürriyet ilân edilince, Halil Beyin şöhreti En
ver Beyinki gibi fazla parlamamış olsa bile, her ikisi de Hür
riyetin genç kahramanları olarak sivrildiler...
Ondan sonrasını biliyoruz. Enver Bey hem İttihat ve Te
118 ENVER PAŞA
ŞERİAT İSTERİZ !
İkinci Meşrutiyet tarihimizde 31 Mart İsyanı veya irticai
denilen hareket hakkında bizde çok şeyler yazılmıştır. Olaylar
üzerinde burada fazla durmasak olur. Çünkü bu olay da, da
122 ENVER PAŞA
H A R B İY E N E Z A R E T İ Ş E Y H Ü L İS L Â M L IK
I. sene Türkçe okum ak Üç satır yazı
Rakamları saym ak ve yazm ak Kısa bir Tü rkçe ibare
Sülüs ve nesih (elyazısı) okuyabilm ek
II. sene Rik’a ve talik (elyazısı cinsi) Basit sayı ve rakam
Türkçe okum ak ve anlatmak (meal)
Dört işlem Üç satır yazı
sene R ik’a ve talik cinsi yazı K olay bir ibareden
O sm anlıcam n basit kaideleri Türkçe okumak
Dört işlem Basit rakam lar
İslâm tarihi
31 mart ayaklanm asında, öldürülm ek için en çok aranan adam ın, Har
biye Nazırı A li R ıza Paşa olduğuna işaret etmiştik. Çünkü A li R ıza Paşa, o
güne kadar askere alınm ayan ve hepsi de m edreselerde çöreklenen 20-30
yaş arasında softaların, askerlik muaflığı için, bir imtihana tabi tutulm alarını
istemişti. Softaları ayaklandıran buydu. Yuk arıda, bu basit im tihanlar için
Harbiye Nezaretinin şart koştuğu derslerle, Şeyhülislâm lık Dairesinin, ancak
razı olduğu dersleri gösteren, karşılıklı cetvel görülm ektedir (1).
9
davası olacaktı, isyan sırasında buna uyulacak, bir kısım mek
tepli subayların kanları akıtılacaktı.
Hulâsa kazan kaynıyordu. Taşmak üzereydi. Bunu gören
îttihad-ı Muhammedi Cemiyeti ve Derviş Vahdeti, 20 mart
1908’de, Ayasofya camiinde mevlütler, tekbirler, törenlerle ken
di kuruluşlarını kutlayan büyük bir gösteri düzenledi. Ayasofya
ve meydanı, İstanbul’da o güne kadar görülmemiş bir kala
balıkla dalgalanıyordu. Derviş Vahdeti ve kendini «Bedi-ü za
man Said’i Kürdî» olarak sıfatlandıran, adlandıran Said’i Nur-
sî, günün kahramanları idiler.
Hihayet son damla bardağı taşırdı. Patlamanın işareti, İt
tihat ve Terakki silâhşorlarından birinin attığı bir kurşunla ve
rildi: Cemiyete muhalif Serbesti gazetesi başyazarı Haşan Feh
mi Bey 24 martta (6 nisan) köprü üzerinde öldürüldü. Katil
tutulamadı!
Bu suikast, hem çirkin, hem yersizdi. Hem de cinayetin
zamanı çok fena seçilmişti. Tepki çok büyük oldu. Ve tutula
mayan katili herkes, tam bir hüküm birliği ile, ittihat ve Te
rakkinin bir ajanı olarak kabul etti (1). Bu kanaat daha ilk
günden, bilhassa aydınlar, basın ve yüksek öğretim gençliği
arasında yerleşti.
Gerçi daha önce de gene siyasî rengi olan bir cinayet iş
lenmişti. İsmail Mahir Paşa isminde biri, evinin yakınında ve
sokakta yürürken öldürüldü. Onun da katili bulunamadı. Ama
bu cinayetin fazla tepkisi olmadı. Çünkü İsmail Mahir Paşa,
Abdülhamit’in hafiyelerinden olarak biliniyordu. Hürriyetin ilâ
nından önce Selânik’e, ihtilâlcileri araştırma, yıldırma işleri
için gönderilmişti. Cemiyet tarafından daha o zaman öldürül
mesine karar verilmişti. Gizli tehditler sonunda İstanbul’a dön
dü. Şimdi İstanbul’da yapılan suikast, bu eski hükmün, biraz
geç te olsa uygulanması demekti.
Fakat Haşan Fehmi Bey, ciddî bir insan, değerli bir gaze
teciydi. Muhalefette belki aşırı gidiyordu. Ama bu nihayet bir
basın mücadelesiydi. Tabiî görülebilirdi. Kaldıki yazıları, Der
viş Vahdeti’nin Volkan gazetesindeki ölçüsüz, değersiz, demo-
gojik tahrikleri gibi seviyesiz değildi. Onun için ölümü geniş
teessür uyandırdı. Ayasofya meydanından kaldırılan cenazesi,
görülmemiş bir kalabalık tarafından izlendi. Derviş Vahdet;
ile taraftarları ve bütün softalar, bu fırsatı kaçırmadılar. Vol
kan, gene ateş püskürdü. Ve lavlar, yayılan dalgalar halinde
sokaklara, medreselere, kışlalara aktı. Öyle sanılabilir kî Avcı
taburlarının ayaklanması kararı, Taşkışlada bu son olayın ar
tık bardağı taşıran etkisi altında alındı. İsyan böyle patladı. Ya
kın tarihimizde 31 mart ayaklanması, yahut irticai olarak ad
landırılan hareket budur.
*
■k *
— Babamızı göreceğiz,
diye İstanbul’a, Yıldız Sarayına koşan askerlerinki gibi karma
karışıktır. Birbirlerini iteleyerek, birbirlerini kovalayarak ko
şarlar. Gerçi, Edirne’den gelen o kafileyi yollara döken çarıklı
kolağası ile arkadaşları bu hareketlerinin bedelini hayatları ile
ödedikleri gibi, 31 mart sabahı açılırken Taşkışla’dan Ayasof-
ya’ya bu asker selini akıtan Hamdi Yaşar Çavuşla arkadaşları
da, o gece yarısında başlayan yolculuğun hesabını, nisan ayı
içinde darağacında vereceklerdir. Ama çarıklı kolağasının ayak
lanması ile, Taşkışla’dan yollara dökülen başıboş asker kala
balığının havası ve görünüşü arasında biraz fark vardır. Her
iki kafile de sokaklarda koşarken ikide bir, ama coşkun ve
inançlı olmaktan ziyade, yorgun sesleri ile:
— Padişahım çok yaşa!
diye bağırtılmışlardır. Fakat ne var ki, çarıklı kolağasının as
kerlerine halk, sokaklarda iki sıra dizilip, ancak seyirci olarak
baktı. Taşkışla’dan inenlerin içinde ise, kervana katılan bazı
neydükleri belirsiz insanlar da vardı. Bunların sarıklı softalar
oluşu dikkati çekiyordu. Gerçi Halk gene hareketin dışındaydı.
Ama öyle görünüyordu ki, son günlerde Taşkışla’ya musallat
olan yobazlar şimdi hareket başlayınca askerin yanlarında, ya
hut peşlerinde cübbelerini savuruyorlardı. Çarıklı Kolağasının
kafilelerinden farklı olarak ve «padişahım çok yaşa!» çığlıkları
arasında İstanbul’un havasını başka sesler dolduruyordu:
— Şeriat isteriz! Şeriat!..
Evet, 31 mart sabahının güneşi, uyuyan İstanbul’u yavaş
yavaş uykusundan uyandırırken, bu «şeriat isteriz» naraları
da, uyanan sabahın sisleri içinde yankılar yapıyordu. Demek ki
bu askerler kışlalarından, şeriatı istemek için fırlamışlardı. On
larca bu şeriat ne ise, onu bulup baştacı etmek için sokaklara
dökülmüşlerdi.
Hulâsa 31 mart sabahında doğan güneş, hakikatta, Osmanlı
mülkü üstüne, karanlık bir bulut gibi çöküyordu...
ENVER PAŞA 135
— Şeriat isteriz,
diye diretirler. Sonra da istemediklerini ve istediklerini sayar
lar. Bu arada alaylı subaylar adına da bir şeyler istenir. Meclis
binasında, kendilerini kapana kıstırılmış gibi gören bu 30-40
mebus vaziyeti idare etmeye çalışırlar.
Gerçi istenen şeriatın ne olduğu bilinmez. Şeriat isteyenle
rin şeriat anlayışı da tuhaftır. Ve öyle anlaşılıyor ki askerlerin
arasına, kılık değiştirmiş bazı subayların da karışmış olması
mümkündür. Prof. Hikmet Bayur, «Türk İnkılâp Tarihi» ese
rinin birinci cildinde, şöyle bir sahne nakleder:
«Askerlerin Meclise gönderdikleri heyetten ne istedik
leri sorulunca, şeriat derler. Onlara şeriata saygı gösteril
diği anlatılır. Hatta «Besmele (yani Allah’ın adı) ile baş
layan bir kâğıt gösterilir. Bunun üzerine çavuşlardan biri:
— Evet ama, bizim talimnameler de besmele ile baş
lar, fakat Almancadan tercüme edilmiştir,
der. Bunu söyleyen, kılık değiştirmiş bir alaylı subaydı.»
Demek ki softa ve tahrikçi oraya kadar sokulmuştur. Bir
hoca başkâtibin yolunu keser. Padişahın fermanındaki «Kıya
mete kadar baki olan şeriatın, eskisi gibi hüküm süreceği» söz
lerini beğenmemiştir. Başkâtibe yapışır:
— Şeriat var mıydı ki devam etsin?
Başkâtip bir şeyler anlatmaya çalışır.
Ondan sonra padişahın iradesinin, Ayasofya meydanında
da okunması istenir. Bin müşkülâtla meydana varılır. Ama mey
dan düzlüğünde şeyhülislâmla başkâtip kaybolmuş gibidirler.
Nihayet yakın kahvelerden iki iskemle bulunur. Birine şey
hülislâm, birine başkâtip çıkarlar. Ama şeyhülislâmın dili tu
tulmuş gibidir. Başkâtibe göre, tek kelime konuşamaz. Başkâtip
ise, askerlerin belki de tek kelimesini anlamadıkları, o ağdalı
Osmanlıca ile yazılmış iradeyi okur. Bir şeyler de anlatmaya
çalışır. Sözleri saray Osmanlıcasınm lügatları ile doludur.
Ne ise, gene Meclise dönülür. «Askerin hücumundan, kala
balıktan, nefes alınamayacak halde» dirler. Her kafadan bir ses
çıkar. Askerin biri yapışır:
140 ENVER PAŞA
HOCA RASİM K O N U Ş U Y O R !
Bu tür her sokak hareketinde olduğu gibi, 31 mart ayak
lanması da kendine, sağdan soldan hemen birtakım sözcüler
buldu. Şuradan buradan türeyen demagoklar/ hemen asilerin
sözcüleri kesildiler. Meselâ Hoca Rasim bunlardan biridir. Ve
Hoca Rasim, yalnız Ayasofya meydanını dolduran kalabalıkların
arasında dolaşıp tekbirler getirmek, şeriat davacılığı gütmekle
de kalmadı. Mebusan Meclisi kürsüsüne kadar dayandı. Mec
lis binasında kısılan ve bu çıkmazdan nasıl kurtulacaklarını
şaşıran bir avuç mebusa, askerler adına istekler dikte etti.
Emirler verdi. Tebliğlerde bulundu.
Ben Hoca Rasim’i, nice yıllar sonra ve adına «Tarikat-ı Sa-
lahiye» yani âlemin düzelmesi, memleketin ıslahı davacılığım
güden, fakat aslı Cumhuriyet aleytarlığı olan bir duruşma
safhasında, uzaktan gördüğümü hatırlıyorum. Ufak tefek, sey
rek sakalının çevrelediği yüzü, zayıf, gergin ve daima sinirli,
hiddetli gibiydi. Herhalde bir türlü istikametlendiremediği
emelleri, ihtirasları ile kavrulan, ebedî gayrimemnunlardan biri
olsa gerekti. Onun, süngülü askerler arasında ve cübbesinin
eteklerini arkasında toplayıp, o vakit Ankara Cezaevi önündeki
tek su musluğuna yöneldiğini penceremizden görürdüm.
(1) Ali Cevat Beyin bu sayfalarda alınan parçalan «İkinci Meş
rutiyetin İlânı ve 31 Mart Hâdisesi» isimli hatıratından nakledilmiş
tir. Türk Tarih Kurumu Yayını. 1960. s. 49-54.
142 ENVER PAŞA
Y A N G IN B İN A Y I SA R A B İLİR D İ ?
İstanbul’da patlayan olayların Rumeli’deki tepkilerine ve
sonuçlara geçmeden önce, hemen aynı gün, Kuzeydoğu Ana
dolu’da üslenen Dördüncü Ordudaki bazı benzeri hareketleri de
kısaca işaret etmeliyiz:
Dördüncü Ordu Kumandanı İbrahim Paşadır. Ordu mer
kezi Erzincan’dır. Erzurum kalesi, bu ordunun tahkim edilmiş
kalesidir. Güney Kafkasya’dan Anadolu’ya askerî yol, Erzurum
üzerinden geçer. Erzurum’da tümen kumandanı Kara Yusuf
Paşadır. Ve hâlâ iyice anlaşılamayan nedenler ve bağıntılarla,
31 martta, Erzurum’da da asker kaynaşır. Ve Yusuf Paşa, âde
ta hareketin içinde gibidir. Bu Kara Yusuf Paşaya biz, daha
önce ve Türkiye’de işlerin artık bittiğini, Meşrutiyetin yer
leştiğini sanıp, bu sefer de İran’da ihtilâl çıkarmaya kalkan
İttihat ve Terakki silâhşorlarından bahsederken değinmiştik.
Erzurum’da meydana gelen ve bir karşılık da görmeyen
karışıklık yalnız orada yüz göstermekle kalmaz. Erzincan’da,
yani asıl ordu merkezinde de bir şeyler kendini gösterir. Erzin
can’daki ayaklanma çabasının başı bir süvari başçavuşudur.
İlk adımda bu başarıyı elde edince, işin arkasını almak ister.
Fakat İbrahim Paşa, ciddî bir askerdir. Ordu ve asker ru
hunu bilir. Çok tecrübelerden geçmiştir. Emrindeki askerlerin
ayaklanmak üzere olduğunu ve bir süvari başçavuşunun vazi
yete hâkim olabileceğini gördüğü kritik noktada ortaya atılır.
Kaldı ki orada da birtakım hocalar, hacılar sahneye karışırlar.
Erzincan olayları hakkında yazılanlar çeşitlidir, çelişmelidir.
Ama Fahrettin Altay (emekli orgeneral) Hatıralarında (1) bir
görgü şahidi olarak olayları anlatır. Netice şudur ki, ayaklanma
yatıştırılır. Vaziyete hâkim olunur. İsyan yılanı sinmiştir. Ama
kımıldayabilir. Onun için kışlaları birer birer dolaşır. Her kış
lanın askerleri ile ayrı ayrı konuşur. Hepsinin karşısına açık
tan dikilir. Tehlikenin üstüne yürür. Asker anlar ki, karşıla
rında gerçek bir paşa vardır. İki gün sonra bütün Erzincan
birliklerinde sıkı ve yorucu bir eğitim faaliyeti başlar. Asker-
ÇUK U RO VA K A N L A R İÇİNDE !
Bu eserin birinci cildinde, Osmanlı imparatorluğunun son
devrinde ve imparatorluğu teşkil eden halklar, milliyetler üze
ENVER PAŞA 153
BEN B U R A D A Y IM !
Bu sözler Binbaşı Enver Beyindir ve Yıldız Sarayının bah
çesinde söylenmiştir. Onun bu sözlerini, kışlalardan atılan top
156 ENVER PAŞA
ABDÜLHAMİT’İN SONU:
Bu hikâye üzerinde, artık fazla durmasak da olur. Ama
olayı kısaca verelim:
10 temmuzdan sonra seçimlerin yapıldığını ve umumî mec
lisin (Mebusan ve Ayân Meclisleri) İstanbul’da çalışmaya baş
ladıklarını biliyoruz. îttihat ve Terakki Meclise tek parti ha
linde gelmiştir. Gerçi İttihat ve Terakki, cemiyet midir, parti
midir pek belli değildir. Fakat daha önce de belirttiğimiz gibi
bir formül de bulunmuştur: Meclisteki mebuslar parti grubu
sayılacak, ittihat ve Terakki cemiyeti de, bir hayır cemiyeti
gibi alınacaktır. Ama bütün kudret, gene de bu hayır cemiyeti
umumî merkezinin elinde bulunacaktır. Nitekim İstanbul’da 31
mart ihtilâli patlak verince, Meclisteki ittihatçı ileri gelenler
birer tarafa sıvışırlar. Fakat merkez üyelerinden ve cemiyetin
hem kurucularından, hem nüfuzlu adamlarından Jandarma Yüz
başısı İsmail Canbolat Bey (1), olayı Selânik’e tellemek imkâ
nını bulur:
11
162 ENVER PAŞA
— Meşrutiyet tehlikededir!
Böylece Selânik derhal harekete geçer. Evvelâ bütün ce
miyet merkezlerinden ve bilhassa Rumeli teşkilâtından saraya
ardarda tehdit telgrafları yağdırılır. Bunlara, Anadolu ve hatta
Suriye merkezlerinden çekilen tegraflar da eklenmelidir.
O sırada Sadrazam Tevfik Paşadır. Ve bu vazifeye, 31 mart
ayaklanmasının patlaması üzerine gelmiştir. Sadrazam Hüseyin
Hilmi Paşa isyan belirince istifa etmiş, Tevfik Paşa sadra
zamlığa geçmiştir. Gerçi bu sadareti ancak 21 gün sürecek ve
ihtilâl bastırılınca, Tevfik Paşa da çekilecektir (1).
Tevfik Paşanın bu kısa sadrazamlığı sırasında ve ancak 21
gün kadar süren isyan safhasında, saraya ve sadarete çekilen
bütün telgrafları muhafaza etmiş olması, o günlerin havasını
aydınlatmak bakımından cidden faydalı olmuştur (2). Bu belge
ler arasında biz, saraya yağdırılan dilek, protesto hatta teh
dit telgrafları arasında, şuradan buradan çekilen bazı sadakat,
bağlılık telgraflarını da buluruz. Bu arada, ne istendiği belli ol
mayan yazılar da vardır. Bütün bu telgrafların Tevfik Paşada
toplanmış olması, Abdülhamit’in bunlar üzerinde hiç bir ka
rara varmayıp, hepsini de sadrazama havale etmiş olması, onun
olayların akışının dışında kalmak yolundaki davranışının bir
belirtisi gibi görünür.
ilânından sonra Selanik’ten İstanbul’a gönderilen heyet üyeleri ara
sında o da vardı. İstanbul’da kaldı. Ve cemiyetin İstanbul’da teş
kilâtlanması ile uğraşanlardan biri oldu. Canbolat’m bütün hayatı
siyasî faaliyetler içinde geçti. Hem süâhşor hem aktif politikacı ve
teşkilâtçıydı. Meşrutiyetten sonra mebus seçildi. Mütarekede ve
hatta cumhuriyetten sonra da İttihatçılık gayreti içinde uğraştı. Bü
yük Millet Meclisine seçildikten sonra da İttihatçüıkla alâka ve ba
ğıntılarını açığa vuran mektupları, şimdi eldedir. 1925’te, Atatürk’e
suikast davasına adı karıştı İdama mahkûm oldu.
(1) Tevfik Paşa aslen asker olarak yetişti. Fakat sıhhî sebepler
le daha teğmen iken ordudan ayrıldı. Hâriciyeye girdi. Ve bir hari
ciyeci olarak yükseldi. Sefirliklerde ve 4 defa sadrazamlıkta bulundu.
Osmanlı İmparatorluğunun son sadrazamı da Tevfik Paşadır. 1922’de
Saltanat kaldırılırken, Tevfik Paşa Sadrazam bulunuyordu.
(2) Bu belgeler, İsmail Hami Danişment tarafından 31 Mart
Vakası-Tevjik Paşa Dosyası ismi altında yayınlandı.
Sadrazam Tevfik Paja
164 ENVER PAŞA
ŞERİAT i s t e y e n l e r ,
ŞERİATI B İL M İY O R L A R D I?
31 mart yargılamalarında, bazı hakikatlar da meydana çık
tı. Meselâ 31 martta «şeriat isteriz» diye ayaklanan askerler,
şeriatın ne olduğunu ve böylece ne istediklerini bilmiyorlardı.
Bu netice, aşağı yukarı bütün sokak ayaklanmalarında görülür.
31 mart ta bir sokak ayaklanmasıydı. Gerçi bir kışlada patla
mıştı. Ama bu kışla, sokaktan kışkırtılmıştı. O zaman, hemen
hiç okur yazarı olmayan Türk köylerinden silâh altına alınan
askerlerin ise, şeriat ve müesseseleri hakkında, elbette ki fikir
leri olamazdı.
Kaldı ki din esaslarının, itikatlar (inancalar) ibadetler
(Tanrıya tapış ve yakarış) gibi konuların da, hiç kimsenin tu
tum ve davranışlarına zaten müdahale eden yoktu. Asıl şeriat
ki, Tanrı ile insanlar arasında değil, insanlarla insanlar ara
sındaki ilişkileri, yani dünya işlerini düzenleyen kanunlar ve
müeseselerdi. Bu kanunlar ve müesseseler ise, Osmanlı devle
İNÖNÜ NE DİYOR ?
İnönü, Hareket Ordusu olaylarını bütün ayrıntıları ile ha
tırlar. İstanbul’da karargâhın önde gelen bir kurmayıdır. Me
selâ İstanbul’da çekilen grup fotoğraflarından birinde, önde otu
ran Mahmut Şevket Paşa ile diğer iki generalin arkasında, En
ver Bey, Hafız İsmail Hakkı Beyle yanyana ve ayakta görü
nürler. Zaten Yüzbaşı İsmet, İkinci Ordunun 10 temmuzdan ön
ce gizli ihtilâl teşkilâtının başıdır. Bu ihtilâlin kaderi ve onun
getirdiği Meşrutiyet rejiminin korunmasıyle, sıkı sıkıya ilgi
lidir. Bu rejim gider ve yeniden bir mutlak irticaa dönülürse,
başı gidecek olanlardan biri de odur.
Ama İttihat ve Terakkinin 10 temmuz ihtilâlinden sonra,
176 ENVER PAŞA
I
VI
ÇA R K LA R H IZ L I D ÖN M EYE B A ŞLA R !
31 mart buhranı atlatılmıştır. Adana olayları yatıştırılmış-
tır. Gerçi 20.000 ölünün kanları henüz tazedir. Ama imparator
luğun binası öyle sarsıntılara uğrayacaktır ki, Çukurova’da de
şilen yara, bunların yanında, bir mahallî patlama gibi kala
caktır.
Evet, çarklar hızla dönmeye başlar. Bu hız; hem siyasî
olayların akışında, hem Binbaşı Enver Beyin aşamalarında gö
ze çarpar. Bir bakışta bu aşamalar, Enver Beyin şahsî hayatına
bağlı gibi görünür. Ama Hürriyet Kahramanı Binbaşı Enver
Bey, artık memleketin malıdır. 10 temmuz öncesinde dağlara
çıkışı, 10 temmuzda bir efsane kahramanı gibi memleket sema
larında parlayışı, onun yolunun sonu değil başıydı. 31 mart
irticaim haber alır almaz memlekete koştu. İstanbul kapısı
na dayanan Hareket Ordusunda kurmay başkanı sıfatıyle bu
ordunun karar ve icralarında söz sahibi oldu. Kısa zamanda
yenilen irticaın bu yenilgisinin yarattığı itibar, onun şan ve
şöhretine yeni halkalar ekler. Demek ki memleketin her «gel!»
dediği anda Enver Bey «buradayım!» diyecekti. Çıktığı yolda
karıştığı her olay, ona yeni basamak taşları hazırlayacaktı...
Bu basamak taşları onu nerelere götürecekti? Bunu elbet
te kendisi de bilmezdi. Ama, hem orduda, hem memlekette her
adımı merakla izleniyordu. Bu genç, yakışıklı, gözünü budak
tan sakınmayan subayı, hayat yolunda herhalde bir şeylerin,
daha ileri görev ve yetkilerin beklediğine inanılıyordu. Ve bu,
doğru bir seziydi...
1909 yılı içinde onun hayatında, pek beklenmeyen başka
bir olay da oldu. Hürriyet Kahramanı Enver Bey, saltanat ha
nedanına katıldı. Padişahlık ailesinin fertleri, mensupları ara-
182 ENVER
»■
PAŞA
m
sına girdi. Bir sultan hanımla nişanlandı. Padişaha damat olu-
yordu. Artık bir sarayda yaşayacaktı. Elbette ki hanedanın, en
önde gelen şahsiyeti, belki de sözcüsü olacaktı. Belki de bir
gün daha ileri bir adım atacak, daha kesin bir atılışla, me
selâ bu hanedanda belki de tahtın varisi olacaktı. Niçin ol
masın? Ona bir gün, kaşının ortasındaki beyaz kıllardan kü
çük yuvarlağa bakarak:
— Sen padişah olacaksın, sen bir gün cihan
caksın,
dememişler miydi?..
Böylece Enver’in hayat yolunda yeni bir basamak taşı daha
atılıyordu. Biz bu sıhriyet, yani saltanat hanedanı ile kan ka
rışımı üzerinde, aşağıda ayrıca duracağız. Çünkü bu, Enver Pa
şanın hayatının önemli bir hadisesidir. Bu hadise onun ge
rek resmî hayatında, gerek hayal ufkunda, etkiler yarata
caktır. Ve bir gün Enver Paşanın Makedonya’da parlayan yıl
dızı Orta Asya’da sönmeye başladığı günlerde bu sultan hanı
mın hayali, Enver Paşanın tek desteği olarak kalacaktır. Ve
biz Orta Asya’da Enver Paşanın iç âleminde kaynaşan hasret
leri, çileleri, problemleri, hepsi eşi sultana yazılmış ve o gün
lerde elinde kâğıt kalmadığı için, bazıları ancak bölük pörçük
kâğıt parçacıklarına geçirilmiş ıstıraplı satırlarda okuyaca
ğız (1). Ama şimdi ve daha önce, gene 31 mart sonuçlarına
dönelim.
★
**
G Ö LG E BİR PA D İŞA H :
27 mayıs 1908’de tahta geçen Sultan Mehmet V (Reşat)
yetişme bakımından, hanedanın bütün şehzadeleri gibidir. Pa
dişah ilân edildiği zaman 65 yaşındadır. Ömrü kapalı geçmiş
tir. Kendisi veliaht, yani padişahtan sonra padişah olacak şeh
zade olduğu halde, 19 yıldan beri padişahın yüzünü görme
miştir. Bütün şehzadeler gibi o da, diğer şehzade ve sultanları,
yani hanedanın diğer fertlerini görmekten yasaklanmıştır. Evin-
BÜYÜ K YO K SU N LU K : A Y D IN VE DEVLET A D A M I!
Halkın idareye iştirak ettiği rejimlerde aydın, memleketin
gerçek efendisidir. Çünkü halkın iradesini, aydın temsil ede
bilir. Bu gerçek; gerek sınıflı toplumlarda, gerek sosyal nizam
ların daha ileri kademesi olan sınıfsız rejimlerde aynı dere
cede doğrudur.
Devlet adamına gelince, devlet adamı, ileri ve üstün aydın
demektir. Çünkü toplumda en güç ve en üstün sanatın, yani
siyasetin sözcüsü ve icracısı odur. Ancak £ydm ve usta devlet
adamıdır ki, toplum içindeki çelişmeleri, toplum yararına yö
neltebilir. Meselâ ideolojiler, büyük reform formülleri düşü
nürlerin buluşları olabilir. Ama bunların uygulanmaları devlet
adamının işidir.
Bizde gerek Tanzimatm, gerek İkinci Abdülhamit devri
nin büyük yoksunluğu, çağın gerçek ölçüleri ile, hem aydın,
hem devlet adamı yetiştirememeleri oldu. Bu neticede, Türki
ye’de gerçek anlamı ile düşünürlerin yetişmemiş olması elbet
te ki en önde gelen faktördür. Bu niçin böyle oldu? Bu soruyu
cevaplandırmak kolaydır. Birinci sebep şudur ki, Osmanlı ül-
A D A M A R A N IY O R !
Durum böyle olunca, İkinci Meşrutiyette meydana çıkan ve
çok kullanılan bir sözü, burada işaret etmeliyiz. Bu söz şudur:
(1) Ş. S. Aydemir: Makedonya'dan Orta Asya'ya - Enver Pas
Cilt. I. s. 346-347.
ENVER PAŞA 187
13
194 ENVER PAŞA
14
210 ENVER PAŞA
ENVER B E Y K U Z E Y A F R İK A ’D A :
Enver Beyin nikâhlısı Naciye,Sultan, Hatıralarında şöyle
anlatır:
«Bir gün Berlin’den bir mektup aldım. Nikâhlım, İtal-
yanlara karşı harbe katılmak için Trablus’a gideceğini ya
zıyordu. O günden sonra da oradan mektuplaştık.
Enver Bey mahviyetperestti (yani övünmeyi sevmez
di). Orada yaptıklarını anlatmıyordu. Bu sebepten Trab
lus’ta olup bitenleri, bir türlü ve gereği gibi anlayamı-
yordum.»
(1) Bir süre önce bir askerî darbe ile Libya tahtından indiri
len Sünûsi hanedanı, bu Kefere vahası şeyhleri idiler. İkinci Dünya
Harbinden sonra Trablus üzerinde çeşitli emeller çatışınca ve bu
arada Sovyetler hükümeti de orada bir himaye hakkı isteyince (Pots-
dam Konferansı) aslında Trablus şehrinde ve kasabalarında yerleş
miş olmayan bu şeyhler hanedanının Libya tahtına getirilmesi bir
220 ENVER PAŞA
(1) Bir süre önce bir askerî darbe ile Libya tahtından indiri
len Sünûsi hanedanı, bu Kefere vahası şeyhleri idiler. İkinci Dünya
Harbinden sonra Trablus üzerinde çeşitli emeller çatışınca ve bu
arada Sovyetler hükümeti de orada bir himaye hakkı isteyince (Pots-
dam Konferansı) aslında Trablus şehrinde ve kasabalarında yerleş
miş olmayan bu şeyhler hanedamnın Libya tahtına getirilmesi bir
222 ENVER PAŞA
ralara koşan Türk subaylarının ise, fazla bir din taassubu için.
de oldukları elbette iddia edilemez. Kısacası, nereden bakılsa
mücadelenin şansı yok gibi görünüyordu.
İtalya askerî bakımdan tabiî güçlüydü. Bu topraklara da
büyük ve gösterişli hareketlerle çıkmıştı. İlk ağızda Libya’ya
35.000 asker çıkarıldı. Bu kuvvete 6.000 at, bir kısmı ağır, bir
kısmı sahra olmak üzere 103 top, 800 kamyon, 4 uçak veril-
mişti. Sonra ve çarpışmaların boyunca bu asker sayısı 8 0 .0 0 0 ’e
kadar yükseltildi. Ama vaziyet değişmedi. Daha doğrusu Türk-
ler ve mücahitler lehine değişti. Osmanlılara gelince:
Sulh zamanında Trablusgarp topraklarında bulundurulan
bir tümen Osmanlı askeri, Tunus sınırından Mısır sınırına ka
dar 2000 kilometrelik bir saha üzerine dağılmıştı. Kadrolara
göre bir tümende gerçi yuvarlak rakamla 10.000 kişinin bulun
ması gerekir. Ama Trablus tümeni hiç bir zaman tam kadro
sunu bulamadı. Silâhları, hele topları, daima eksikti. Ve
Trablus kıyılarında, yani 2000 kilometrelik bir sahada, ancak
3000 kadar Türk askeri vardı. Bunların ne topları, ne de yeteri
kadar silâhları bulunuyordu.
İşte Enver Bey ve arkadaşları, çeşitli tarihlerde, çeşitli yol
lardan Trablus topraklarına sızdıkları ve işe başladıkları za
man durum buydu.
★
**
Trablus’ta kalan askere Albay Neşet Bey kumanda edi
yordu. Neşet Beyin rütbesi daha sonra paşalığa yükseltildi.
olup bitti şeklinde gelişti. Ama İtalyanlar, daha 1912’den sonra on
lara yakınlık gösterdiler. Son yıllarda ise Sünûsi hanedanı efradı,
ayrı ayrı maaşlara bağlanmış ve İtalyanlarla anlaşmışlardı. Bu maaş
ların hikâyesi ve listesi, Celâl Tevfik Karasapan’m Libya isimli ese
rinde verilir.
Birinci Dünya Harbi içerisinde ise, Almanlarla işbirliği yapan
Osmanlı hükümeti Sünûsilerle anlaşmışta. Hatta harbin sonunda
Şeyh Sünûsi İstanbul’a da getirildi. Bu suretle Libya’da bir de Af
rika cephesi kumandanlığı kurulmuştu. Şehzadelerden Osman Fuat
Efendi, orada bu cephenin başı sayılıyordu. Triyeste’den Afrika sa
hiline nakledilen silâh, cephane ve para ile, yeteri kadar subay ve
assubaylar, harbin sonuna kadar orada dayandılar.
Ve nazarî olarak bütün Trablus-Bingazi topraklarının kuman
danı sayıldı. Paris ataşemiliteri iken Tunus üzerinden Trab
lus’a geçen Fethi Bey, Neşet Beyin karargâhında çalışıyordu,
ya Mısır, ya Tunus üzerinden bu topiraklara geçen subay
ların sayısı çoktu. Enver Paşanın amcası Halil Bey (Paşa)
Hums şehri çevresinin kumandasını aldı. Enver Beyin kardeşi
Nuri Bey (Paşa) amcasının yanında ve bu cephede çalıştı.
Şu veya bu yoldan buralara koşanların yolculukları, tabiî
binbir macera içinde geçiyordu. Bunlardan Halil Beyin başın
dan geçen bir olay, cidden dikkati çekicidir (1) •
«— Yola çıkmıştık. Evvelâ Paris’e geldim. Tunus üze
rinden Trablus’a aşmaya çalışacaktım. Ama evvelâ silâh
lâzımdı. Silâhı el altından ve tabiî peşin para ile burada
bize satacak ve yerine ulaştıracak insanlar arıyorduk.
«Trablus’a kaçak olarak silâh, cephane şevki teşebbüs
lerimizde, kaçakçıların elebaşısı olarak karşımıza Paris’te,
Emniyet İşleri Umum Müdürü çıktı. Hatta bizi evine ça
ğırdı. Nazik ikramlar arasında bizimle sert bir pazarlığa
girdi. Salonun kapısı yanında uzun bir mızrak ve üzerin
de, kılıflı bir kitap vardı:
— Ben Arap neslindenim, bu mızrak, atalarımın ya
digârıdır. Bu kılıfın içindeki de mukaddes Kur’andır,
diye konuşuyordu.
Bu adamın rengi esmer ve saçları kıvırcık olduğuna
göre, sözleri doğru olabilirdi. Ama bu eski dindaşlık, ara
mızdaki pazarlığa tesir etmiyordu. Ve şu da oldu ki, bu
adam Trablus’a tek bir fişek bile yollamadığı halde, o gece
orada bizden, önemli bir avansı, altın olarak aldı...»
Halil Paşanın «biz» diye bahsettiği zat, o zaman Paris’te
bulunan Osmanlı Sefiri Rıfat Paşadır. Ve Rıfat Paşa bu altın
ları Paris’te Emniyet Umum Müdürüne kaptırdıktan sonra, bir
daha ne bu umum müdürle görüşmek kabil olabildi. Ne de
giden altınlardan bir daha ses çıktı. Dolandırılmışlardı!
«ALLAH BAZEN ÇO K G A D D A R !»
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Enver Bey Kuzey Afri
ka’da kendi hikâyesini kendi notlarından anlatır.
Kuzey Afrika’da savaş başlamadan önce Enver Beyin, Ber
lin’de ataşemiliter olarak çalıştığını biliyoruz. Şimdi önümüzde
olan ve Almanca yayınlanan hajıra notlarından (1) anlıyo
ruz ki Enver, durumun keskinleştiği ve harbin kaçınılmaz hale
geldiği günlerde Berlin’den ayrılır. Birer ikişer gün aralıkla,
artık Kuzey Afrika’yı terkedişine kadar sürecek olan hatıra
notları bu yolculukla başlar (2). Meselâ şu parçayı verelim:
«4 eylül 1911 (17 eylül 1911)
Bir vagonda tek başımayım. Tren Vardar Nehri, bo
yunca ilerliyor. Son haftaların trajik hadiselerinin tesirleri
altındayım. Ay ışığı var. Nehrin sularında siyah lekeler
oynaşıyor. Vadinin sağı, solu dik yamaçlar. Nehrin gümüş
kordelası, sularının yarattığı bu yolu takip ediyor.
Gece sakin. Ama gecenin sükûneti içinde ben, dert
lerimi de beraber götürüyorum.
(1) Almancaya çeviren: Fredrik Berjinski.
(2) Bu hatıra notları da, Enver Beyin kendi hikâyesini, ço
cukluğundan başlayarak, 10 temmuz 1908’e kadar anlatan ve bu ese
rin birinci cildinde verdiğimiz notların havasını hatırlatır.
Selârıik istasyonuna vardık. Orada yolumu bekleyen
ler beni karşıladılar. Derhal, cemiyetin merkez komitesi
binasına gittik. Hemen müzakerelere başladık. Bu konuş
malar beş saattan fazla sürdü. Ve komite azalan teklif
lerimi tamamen kabul ettiler.»
B İ R ÇÖL ŞEY H İ !
Enver Bey Kahire’den yola çıkar. Trablus sınırına kadar
600 kilometre yol var. Çölden geçen ve korkunç bir sıcak al
tında, pencereleri sımsıkı kapalı bir tren vagonlarında, rüzgâr
ların estirdiği kumları iğne deliğinden bile sızan beyaz ör
tüsüne bürünerek bu yolu aşacaktır. Enver Bey «Nefes bo
rularımın kumla sıvandığını hissettim» diye yazacaktır. Ondan
sonra Mısır sınırından Bingazi’ye, hem demiryolsuz, karayol-
suz ıssız 1000 kilometrelik bir çöl var. Ama Trablus toprak-
arı Bingazi’de de bitmez. Bingazi’den Trablus’a ve oradan Tu
nus sınırına kadar daha 1000 kilometre! Evet, Libya’da mesa
feler konuşur...
iyi bir Hecin devesi yürüyüşü ile günde 100 kilometre alı
nabilir. Ama normal deve yolculuğu 50 kilometredir. Ve 50 ki
lometrede, şöyle böyle bir kuyu başına rastlanır. Ama Enver
Bey kendi yolculuğu için 100 kilometreyi bile az görür. Müm
kün olsa uçarak gidecek İtalyanların karşısına. «Top seslerini,
silâh, barut kokularını özlüyorum, tuttuğum işte mahcup ol
mayacağım» derken, samimîdir.
Yola çıkmadan önce, haber alma meseleleri ile de uğraşır.
Öğrenir ki, askerin ve halkın morali iyidir. Askerin daha 30
günlük erzakı var. Vaziyeti düzeltebileceğini ümit eder. Ve
İngilizler, istenilen erzak, eşya, hatta silâhların sınırdan gayri
resmî geçmesine göz yumacaklar. Çünkü yambaşlarmda
bir Osmanlı hâkimiyeti, çağdaş imkânlardan faydalanacak bir
230 ENVER PAŞA
BULUTLAR K A R A R IY O R !
Ama bu savaş, sonunda ne kazandırır? Ne kadar sürebilir?
Bu sorular Enver Beyin ve arkadaşlarının kafalarında, her
an düğüm düğüm yaşarlar. Evet, bunun sonu ne olacak, nereye
ENVER PAŞA 235
'V «-’-A
ta oj r* ^ y y C- ' ^ ^
1 ' J .> -t—s -Jj / j '
V «• 1 1'
'_x/>
—V\ ^
55
FTc, ,✓> iAVv- c. ; ^ j J y, ı
'£y-~r ’ </- y £ i vJCro
. r\
<*Al &»>■'—--' \s~«*K
, *>
4
O & y**, |
<v \ \ C v ' .
f J / ^ ^^ J ^ U
^ u
Vl #y
. /
I-.r-f’ W v2- '
V
<V- ' v V ^ ^
Hf m
,r ^ r ''* j s OJ^j ^ C * - >?J *tH>^ 7
A1 I ^ rŞsiss-’ C' -/^J o»,)
238 ENVER PAŞA
A N A R Şİ M EYDA N A LIN C A ?
Anarşi, nizamın iflâsıdır. Teşrii gücün, icra organlarının
zaafa uğraması, ordunun bozuluşu ve müesseselerin itibarsız
laşmasıdır. Eğer bu çöküntü, mevcut nizamdan daha ileri ve
daha sıhhatli bir nizama geçmek için bir tasfiye, yani sosyal
gelişmenin neticesi olan diyalektik bir birikim değilse ve bu
yeni nizam, liderlerini, öncülerini, müjdecilerini bulmamışsa,
yaşanılan hava, tam anarşi demektir. Anarşi bir kaos, bir başı
boşluk, bir değerler çözülüşüdür. Onun havası içinde en aşa
ğılık ihanetlerden, en kanlı hesaplaşmalara kadar bütün to
humlar, diledikleri gibi gelişir, filizlenirler...
1911-1912 yıllarının Osmanlı imparatorluğuna ve bu impa
ENVER PAŞA 245
(1) Hikmet Bayur: Türk İnkılâp Tarihi. Cüt. I. kısım. II. s. 281.
(2) Aynı eser. S. 281.
■ g p p l
252 ENVER PAŞA
HALÂSKÂR ZABITAN G R U B U :
Bu grup, ordu içinde bir gizli örgüttür. Orduya siyaset gir
mesin, ordu siyasetten ayrılsın diye çalıştığını ilân eder. Ama
orduya siyaseti, en zararlı şekilleri ile sokar. Bu yolda en za
rarlı teşebbüslere baş vurur. Balkan Harbinde ordunun dağı
lışında, onun ve benzeri faaliyetlerin saçtıkları tohumları da
etkili saymak lâzımdır.
Halaskâran grubunun ileri sürülen kurucuları, yahut kendi
tabirleri ile kuruluşu idare edenler şunlardır:
Kurmay Binbaşı Gelibolulu Kemal, Kurmay Kolağası Kas
tamonulu Hilmi, Süvari Yarbayı Recep, Bahriye Binbaşısı İb
rahim Aşkı, Yüzbaşı Kudret Beyler.
Gene askerlerden Burunsuz Tevfik isminde biri ile, Me
buslardan Dr. Rıza Nur, daha aşağıda ayrıca ismi geçecek olan
Satvet Lütfü Tozan, İstanbul Melâmî Tarikatı Şeyhi Terlikçi
Salih ve diğerleri, grubun aktif destekçileri, yahut asıl yöneti
cileri olarak görülür. Bu arada Prens Sabahattin’i de sayma
lıdır.
Halâskâr zabitan demek, kurtarıcı subaylar demektir. Yanı
bazı subaylar, gidişatı zararlı görerek bir araya gelmişlerdir.
Kararları, memleketi kurtarmaktır. Gidişatta görülen kötülük
ler, yayınladıkları bir beyannamede sayılmaktadır. Bu kötülük
lerden memleketi kurtarmak için, halâskâr zabitlerin tavsiye
ettikleri yol da aynı beyannamede belirtilir.
Beyannameden bu görüşler şöyle özetlenebilir:
— Memleket bir buhranın zirve noktasındadır. İnkı
raz (çöküş) tehlikesi belirmiştir.
— Osmanlı vatanı, Meşrutiyetle beraber tutulacağı
zannedilen terakki yolundan saptırılmıştır. Bugün vatan
Abdülhamit devrinden daha büyük bir hızla çöküntüye
yönelmiştir. Halbuki Meşrutiyet, bu memleket için son
adımdı.
254 ENVER PAŞA
R U H HASTASI B İR DOKTOR:
R IZ A N U R !
Evet, bir Dr. Rıza Nur vardır. Balkan Harbi öncesindeki
Osmanlı Meclisinde Sinop mebusudur. Hayatı, baştan sona bir
karışıklıktır. Müzmin tatminsizliğinin yalnızlığı içinde, beşerî
değerler, beşerî bağıntılar tanımaz. Hiç bir zaman, hiç bir işte,
yani hem nekbet, hem ikbal demlerinde, hiç bir şeyle tatmin
edilmiş değildir. Çünkü evvelâ kendi kendisi ile bağdaşamamış-
tır. Onun için de hiç kimse ile bağdaşamaz. Daima gayri mem
nundur. Ve daima arka planda tahrikler içinde yaşar. Niçin?
Bunu kendisi de bilmez. Çünkü hiç bir şeyle tatmin edileme
diği için, belirli bir hedefi yoktur. Her vardığı noktadan, mut
laka ricat eder. Çünkü ne aradığını bilmez. Ve onun için de,
aradığını bulamaz. Evet, Rıza Nur bir doktordur ama, ruh
hastası bir doktordur...
r
(1) Hikmet Bayur: Türk İnkılâp Tarihi. Cilt. I. Kısım. II. Sayfa.
257-258.
260 ENVER PAŞA
nilgisi, yalnız bir askerî zaafın değil, bir sıra zaafların ve ka
raktersizliklerin de eseri idi.
*
**
K Â M İL PA ŞA NE D İY O R ?
Balkan Harbi öncesinin, devlet yapısını saran iç isyanlarla,
Kuzey Afrika çıkmazını, ve halâskâr zabitler grubu ile ruh
hastası Rıza Nur misali gibi yıpratıcı faktörleri işaret ettik
ten sonra, şimdi de vaziyeti, klasik tipte bir devlet adamından
dinleyelim. Kâmil Paşa, bildiğimiz gibi, ilk sadrazamlığını Ab-
dülhamit saltanatı sırasında yapmıştı. 1908 ihtilâlinden sonra
gene sadarete geldi ve kısa sürede ayrıldı. Fakat Balkan Harbi
içinde tekrar sadrazamlığa getirilecek ve ileride vereceğimiz
Babıâli baskınında, Enver Beyin baskısı ile istifaya mecbur
kalacaktır. Yani bir eski siyasetçidir. Balkan Harbi öncelerinde
Mısır’da yaşamaktaydı. Ama oradan da gidişatı izler. Kendisi
İngiliz taraflısı tanınmıştır. İngiliz ittifakına değer verir. Ama
iş başında bulunduğu devrelerde imparatorluğa, herhangi bir
dış ittifak sağlayamamıştır. Ve imparatorluk, 1854-1855’teki Kı
rım Harbi sırasında ve geçici askerî müttefiklerden sonra, dai
ma yalnızdır. Yani hiç bir ittifak grubunda veya devlette des
tek bulmamıştır. Kuzey Afrika’da imparatorluğun başına çorap
ören İtalya ise, bildiğimiz gibi, imparatorluğun ta 1890 yıl
larından beri destekçisi görünen Almanya’nın müttefiki idi. Ya
ni bize Kuzey Afrika’da, dost Almanya’nın bir müttefiki, el
bette ki onun da muvafakati ile saldırdı.
Şimdi genel durumu ve çok yönlü olarak, bir de Kâmil
Paşanın mektubundan izleyelim. Mektup, Balkan Harbinden
tam bir yıl önce, 7 kânunuevvel 1327 (20 ekim 1911) de yazıl
mıştır. Padişah Sultan Reşat’a hitap eder. O zaman kullanılan
övgü sözlerini bir tarafa bırakırsak ve mektubu bugünkü dile
çevirerek, aslî cümleleri bozmadan onu şöyle verebiliriz:
«Şu içinde bulunduğumuz tehlikeli durumun etkisi
altında olanların, cidden mustarip olmamaları, kalplerinin
kan ağlamaması mümkün değildir. İdarî ve siyasî usul
ENVER PAŞA 269
<&'■?■JÜ*J'S*V-X''“■
'■
'•e*?!\'>'J
İ>Â>*Wr^!.i>'jU,'M*İtf ,iij'M >'*sl'ş>'j>t*ıfirVt*?y' * » * • * * » . • * '
• ' • t e 'V 'S . v t o t t f 'ş » , *..>j,., ■ - ^ ti> 'J itjr.X > ~ > > V j>j j
»fil-'
J s - - y < ''^ ^ - - x - - . r u - _-‘ t_,y^ ^ ;**,* ■. / ; . ^ <îy jV ijÇ W 'Jm l ’jJ ^ > l, j *>ı * ? t . ' j t -
■ir'-
Kâmil PaSa, Balkan Harbi öncesinde vaziyeti anlatıyor
274 ENVER PAŞA
— Mustafa Kemal —
I
IX
TARİHÎ O L U Ş L A R :
Balkan Harbi ve neticesi, Osmanlı imparatorluğunun Ru
meli’den tasfiyesi hareketidir. Bu tasfiye Osmanlı Avrupa’sında
çok daha eskiden ve özellikle X V II. yüzyılın sonlarından baş
layan bir sıra tasfiyelerin sonuncusudur. 1699’da Karlofça, 1711
de Prut, 1718’de Pasarofça, 17^4’te Küçük Kaynarca ve ben
zeri andlaşmalarla 1878’deki Berlin Andlaşması gibi, her biri
tarihimizde ağır toprak ve nüfus kayıplarına mal olan büyük
düğüm noktalarından biridir. Bu düğüm noktalarından bilhas
sa 1878 Berlin Andlaşması, çağın akımı bakımından önemlidir.
Çünkü bu antlaşma, X IX . yüzyılda güçlenen nasyonalist cere
yanların bu asrın başından beri Osmanlı Avrupa’sında kazan
dığı zaferlerin, yani Sırp, Yunan istiklâl hareketleri ile Ro
manya’daki özgürlük gelişmesinin yeni bir halkasını teşkil et
mektedir. Bu andlaşma ile Sırbistan, Yunanistan devletleri ve
Romanya prensliği, yeni haklar, yeni topraklar elde etmişlerdir.
Ve Bulgaristan, bir hükümranlık ünitesi olarak Balkan devlet
leri ailesine katılmıştır.
İşte Balkan Harbi ile onu neticelendiren 1913 Londra And-
laşması da Osmanlı Avrupası’nda bu tür tasfiye hareketlerin
den biri ve sonuncusudur. Bu son’da, çağın akımı ile beraber,
imparatorluğun çağdaş gelişmelere uygun olarak kendini ye-
nileyememiş olmasının etkisini ayrıca hesaba katmalıdır. Ve
buna, Balkan Harbi öncesinde Makedonya’daki idarî ve as
kerî çözülüşleri eklemelidir. O çözülüşler, bundan önceki bah
simizde, felâkete doğru gidişin kara habercileri olarak, gere
ği kadar işlenmiştir...
X IX . yüzyıl, Batı anlamında metropol devletlerinin, em
peryalist sömürgeler imparatorluklarının teşekkülü asrı idi.
278 ENVER PAŞA
YORGUN K A B İN E :
1911 eylülünde Trablus’ta savaş başladığı zaman, iktidarda
Hakkı Paşa kabinesi vardı. Bu kabineye, gafil kabine demek
mümkündür: Kabinenin başındaki Hakkı Paşa, sadrazamlığa
Koma sefirliğinden gelmişti. Ama İtalya’da lıazırlananları en
iyi bilmesi lâzım gelen bu eski Roma sefirinin, İtalya’dan hiç
kuşkusu yoktu. Gafil avlandı. Kabine düştü. Yerine Sait Paşa,
sekizinci defa olarak sadrazam oldu. Gerek Hakkı, gerek Sait
Paşa kabinelerini bazı yazarlar, İttihat ve Terakki kabineleri
olarak sayarlar. Gerçi Hakkı Paşa, İttihat ve Terakki Cemiye
tinin 1911 Kongresine delege olarak katıldı. Bütün İttihat ve
Terakki tarihinin, hemen tek bilimsel Fikriyat Belgesi olan
bir raporu o hazırladı. Sait Paşa ise, Mecliste İttihat ve Terak
kinin desteğini sağlamış olmakla beraber, elbette ki bir parti
mensubu değildi. Her iki kabinede, İttihatçı olan ve olmayan
nazırlar vardı. Hakkı Paşa kabinesine gafil kabine dediğimiz
gibi, Sait Paşa kabinesine de «çaresiz kabine, başı sıkıntıda
kabine» diyebiliriz. İçeriden hıyanetlerle, dışarıdan düşman
kombinezonları ile sarılmıştı. Tabiî ömürlü olmadı. Sait Paşa,
hem de Mecliste ezici bir güvenlik sağladıktan iki gün sonra,
sadrazamlıktan çekildi. Bu çekiliş, onun siyasî hayatının da ar
tık sonu oldu.
İhtiyar sadrazamın kabinesi, iç olaylar karşısında bıkkın
ve dış olaylar karşısında şaşkındı. Kabinenin istifasından son
ra, fakat yeni kabinenin kurulmasından da bir kaç gün önce,
Hariciye Nazır Vekili Asım Bey, yabancı memleketlerdeki Os-
manlı elçiliklerine garip bir telgraf çekti. Özeti şudur:
280 ENVER PAŞA
tılmadan Âyan Meclisine atlar. Bir süre sonra da, gene eski
Sadrazamlardan Hüseyin Hilmi Paşa kabineden çekilir, impa
ratorluk, bir çetin günler adamına muhtaçtır. Ama ortada, böy
le bir çetin günler adamı yoktur. Bu yorgun saray adamları
ise olayları, yüksekten, ama kenardan seyretmeyi tercih eder
ler. Diğerlerinden de hiç biri kendi görev sahasında işe el ata
madan, zaten Balkan Harbi gelip çatacaktır. Ve o güne kadar
memleket, kabinenin sadece seyirci kalacağı iç ve dış gelişme
lerin, bütün ağırlığını yaşayacaktır. Büyük kabinenin aldığı tek
önemli karar, seçiminden ancak birkaç ay geçmiş olmasına rağ
men bir türlü ahengini bulamayan Mebusan Meclisini dağıt
mış ve yeni seçimlere karar verilmiş olmasıdır. Ama ne var
ki, bu suretle ve Balkan Harbi öncesinde uzunca bir müddet
memleket Meclissiz de kalmış oluyordu.
Eski kabinenin düşüşünde, ittihat ve Terakkiye muhalif as
kerî güçlerin ve meselâ bu arada Halâskâr Zabitan Grubunun
ne dereceye kadar etkisi olduğu tartışılabilir. Gerçi bu düşüşü,
tamamen askerî küvetlerin eseri ve harbiye nazırlığına geti
rilen Nazım Paşayı da bu kuvvetin icracısı olarak alan yazarlar
vardır. Fakat öyle sanıyorum ki, ordu içindeki askerî muha
lefetin teşkilâtlı ve disiplinli müdahale hususunda varlıkları
görülmediğine göre, iş, onların ordu içinde yarattıkları inti
zamsızlığın etkisine kalıyor. Daha ziyade Makedonya ve Arna
vutluk’ta meydana alan bu anarşi ve çözülüşün, kabinenin bık
masında ve yıpranmasında elbette ki etkisi olmuştur. Nitekim
kabine düştükten sonra ortada aktif ve disiplinli güç görün
medi. Ortada, yarattıkları bozgunculuk havasından başka bir
şey bırakmayan kurtarıcı subaylar ve benzerleri de, sahneden
silindiler gittiler. Yahut ta etkileri, 83 gün sonra patlayacak
Balkan Harbi dramında ve daha ilk ateşte, ordunun dağılması
sebeplerinin hazırlanmasından ibaret kaldı. Kısacası şimdi sah
nede, ne iktidar vardı, ne de muhalefet! Ortada görülen sa
dece başsızlık, disiplinsizlik, ümitsizlik, hedefsizlik ve acizden
ibaretti. Bu unsurlar; gelecek felâketin nedenlerini, daha bu
felâket patlamadan açıklamaya yeter...
Hele ordu saflarındaki askerlere gelince? Son Arnavutluk
284 ENVER PAŞA
116.000
mevcudundan söz eder. Harbin ilânından bir gün önce ise
Harbiye Nazırı Nazım Paşa:
— Trakya’da hazırlık tamamdır ve hemen harp ilân
edilsin,
dîye konuşur. Hatta ordumuzun hemen saldırıya geçmesi ka
rarlaştırılır. Ama bu ordu, üç gün önce ve gene vekiller heye
tinde, genelkurmay başkan vekili ile Trakyalar ordusu kuman
danının «perişan halinden, Bulgaristan’la bile harp edecek du
rumda olmadığından» bahsedilen ordudur.
Üçüncü Orduya gelince, Arnavutluk isyanları sırasında ta
mamen rayından çıkmıştır. Değil Bulgar, Sırp ordularına, hat
ta asi Arnavutlara bile Üsküp’ün, îpek’in ve diğer Rumeli şe
hirlerinin kapılarını daha harp yokken açmıştır. Ve kumanda
nının, daha önce kaydettiğimiz gibi:
— Bu ordu harbedemez, ne yapacaksanız sulh yolu
ile ve diplomasi tedbirleri ile yapmaya çalışın,
diye tanımladığı ordudur.
Görünüyor ki kaos, boşluk yani, bütün kayıtların ve bağlan
tıların çözülüşü tamdır. Teşkilât laçka, kumanda kadrosu ümit
siz, imansız, umumî karargâh başsız, kabine tükenmiş ve dev
let şaşırmıştır. Moral sıfırdır. Balkan Harbine Osmanlı impa
ratorluğu bu şartlar ve bu hava içinde sürüklenir. Bu şartlar
ve bu hava içinde sürüklenebilen bir harbin neticesini ise, tah
min etmek zor değildir. Evet:
ENVER P A .Ş A 305
K A N L I K O R D E LA D Ö N Ü Y O R !
Balkan Savaşı, 16-17 ekim 1912’de başladı. 29 ekim-2 kasım
tarihleri arasında geçen Lüleburgaz muharebesi ise, tam bir
karışıklıktı. Harbin başlayışından 15 gün kadar sonra bu mu
harebe, aslında bitmişti denilebilir. Yani neticeyi tayin etmiş
olan günler, bu dar zaman fasılasına sığar. Hatta bu 15 günün
hepsi de gerçek anlamı ile muharebe günleri değildir. Bu 15 gün
içinde, Bulgar ordularının kendi hareket üslerinden yürüyüşe
geçmeleri, sınırlara varmaları, sonra bu sınırları aşarak ve cid
dî bir muharebe vermeden bozulan, dağılan Osmanlı ordu ve
kumandanlarının peşinden Lüleburgaz sahalarına varışları da
vardır.
Osmanlı ordusu sanki, hiç bir kumanda zincirine tabi de
ğildi. Ne yapacağını, nereye gideceğini tayin edemiyordu. Açtı.
Ordu ve kolordu kumandanları bile yiyecek bulamıyorlardı. İş
20
306 ENVER PAŞA
çeteler SAHNEDE!
Dîkaya Divîziya, yani Vahşî Tümen, çar ordusunun resmî
teşkilâtında yeri olan bir birliğin adıdır. Ve bu isim bu birliğe
resmen verilmişçesine yerleşmiştir. Bu adı herkes bilir. Ve bu
özel birlik mensupları kendi birliklerinden, bu adla bahseder
lerdi.
Vahşî Tümen, çar ordusunun muharebelerinde düşmana
karşı savaşmak için değildi. Vahşî tümenin çarlar hâkimiye
tinde, harp meydanlarından ve muharebelerden başka işler
de, daha önemli vazifeleri vardı. Bu vazife başlıca, isyanları
bastırmak, gösterileri ezmek, grevcileri çiğnemek ve bir gün
aç kalınca, mukaddes çarlarından bir lokma ekmek dilenmek
için ellerini açıp saray meydanlarına yürüyen halkı, kadınları,
erkekleri, çocukları ile, kıyasıya kılıçtan geçirmek içindi...
Bu tümenin kazakları atlıydı. Kılıkları kıyafetleri başkaydı.
Onların kanunu vahşî tümen kanunuydu. Yaşayışlarına, giyim
lerine, kuşamlarına ancak bu tümenin havası ve gayesi hâkimdi.
Vahşî tümenlilerin saçları sakalları, pala bıyıkları birbirine ka
rışırdı. Dalga dalga kirli saçları, yana basılmış Kazak kalpak
larının kenarlarından gene dalga dalga taşar, kılıçlarını sıyırıp
vahşî çığlıklarla kurbanlarının üstüne yumulurken, bu saçlar,
sakallar, esen rüzgârın içinde tutam tutam açılırdı. Vahşî tü
men için kanun tanımadığı gibi, hiç bir şeyde kısıntı da yoktu.
Maaşları, bahşişleri, çarın ihsanları kendilerine göreydi. Hele
içecekleri şarap için hiç bir kayıt yoktu. Onun için vahşî tü
men her tarafı açık bir ovadan bile geçse yollara, beygir te
rinden, insan kirinden ve sarhoşların şarap kokusundan mey
dana gelen pis bir hava dalgası, alabildiğine yayılıp giderdi...
Balkanlar’m da vahşî tümenleri vardı. Bunlar, idealist nas
21
322 ENVER PAŞA
ŞARK ORDUSU K U M A N D A N I K O N U ŞU Y O R !
Şark Ordusu Kumandanı Abdullah Paşanın Hatıratında (1)
anlatılanlar, elbette ki hem gelişmelerin şartları ve kronolojisi,
hem de bir savunmadır. Bir haftada tam bir bozgun vererek
topsuz, tüfeksiz İstanbul kapılarına kaçan bir ordunun kuman
danı ise bu neticede elbette ki, kendi iradesi dışında gördüğü
etkenler ve sorumluluklar da arayacaktır. Bu hatırata göre bun
ları şöyle özetleyebiliriz:
«Orduyu mağlûp eden aslî sebep, Osmanlılık vasıfla
rının soysuzlaşmasında değil, ordunun harp kıymetini haiz
bulunmamasmdadır. Çünkü Abdülhamit devrinde ordu
nun ıslahından çekinilmiştir. Buna karşılık, hırslı komşu
larımız, bu hususta fasılasız çalışmışlardır. Devlette ida
resizlik yüzünden patlayan isyanlar da, ordunun dağınık
bulunmasına ve talim-terbiyeden mahrum kalmasına se
bep olmuştur. Bu sebeple, İstibdat devrinde ordu, harp
kıymetinden mahrum, jandarma hizmetine mahsus, don
muş bir yığından başka bir şey değildi.
Meşrutiyetten sonra orduda ıslah teşebbüslerine gi
rişildi. Evvelâ ordu kumanda heyetinin ve zabitlerin dü
zenlenmesine başlandı. Daha sonra siyasî ıslahata girişile
cekti. Ama dahilde meydana çıkan karışıklıklar, bu ısla
hatın gereği gibi yapılmasına engel oldu. Düşmanlarımız
işe, Meşrutiyet idaremiz üzerine, büsbütün kuşkulandılar.
1325 (1909) askerî isyanı ise, ıslahat işine daha da sekte
vürdu. Orduya siyaset girdi.
Ancak 1327 (1911) de bu ıslahat işi yeniden ele alına
bildi. Bu sefer de Yemen ve benzeri isyanlar işi aksattı.
Kadrolar bozuldu. Meselâ benim kumandanı bulunduğum
İkinci Orduda, yalnız iki sene zarfında, tam 47 tabur pi
yade, hükümetin kuvvet gösterileri için garnizonlarından
alınarak Yemen, Adana, Suriye, Arnavutluk, İzmir, Pre-
veze (Adriyatik) ve İstanbul’a gönderildiler. Bu şartlar al
M AKEDONYA’D A BOZGUN !
Balkan Harbinde Batı Rumeli, Garp cephesi harekât sa
hası olarak adlandırılır. Harp esnasında Ordu Kumandanı Mü
şir Ali Rıza Paşaydı (mareşal). Şark cephesinde savaşlar kay
bedildikten ve düşman İstanbul kapılarına dayandıktan sonra,
denizden ikmal imkânlarından yoksun ve merkezle bağıntısı
kesilmiş bir Garp cephesi, harbin olumlu netice ihtimallerin
de elbette ki artık bir ağırlık teşkil edemezdi. Kaldı ki bu
cephede de bozgun, daha ilk günlerde baş gösterdi. Garp or
dusu harekâtında, hatta direnişlerden de pek bahsedilemez.
Garp ordusunun Yunan cephesinde bazı geçici ve faydalanıl
mayan mevziî başarıları olmakla, beraber, hiç bir yerde, hiç bir
zaman teşebbüs kesinlikle ele alınamadı. Bütün harekâtı, düş
manın harekâtına bağlı kaldı. Harpte teşebbüsü kaybetmek ise,
aslında yenilgi demektir. Kısacası; Garp Ordusu harp etmedi,
sadece, hem de hızla dağıldı. Rumeli’yi terketti. Ve o kadar...
Niçin? Silâhça mı zayıftı? Hayır! Sayıca mı pek alttaydı?
Hayır! Ama iki şeyden inanılmaz derecede yoksundu: Kuman
da gücü ve disiplin! Bunlara şu yoksunluğu da eklemelidir: Me
sul olmak ve mesul edilmek düzeni! Bu ruh ve nizam yapıları
olmayınca ise bir ordunun değil savaşmak ve savaşı kazanmak,
barış zamanında bile varlığı, bütün değerini yitirir. Devlet ya
pısında, ordu olmak vasfının hikmeti kalmaz...
Garp Ordusunun da; gerek daha önce gördüğümüz gibi ba
rış zamanlarında, gerek aşağıda göreceğimiz gibi savaş devre
sinde, baştan sona sürüp giden bu yoksunluk ve yetersizlikle
rin asıl günahlısı ise, elbette ki ordu saflarında yer alan basit as-
ENVER PA JŞA 331
22
338 ENVER PAŞA
O R D U L A R IN E R İY İŞ İ:
Kuzey Afrika’da çarpışan Enver Bey ve arkadaşları İstan
bul’a dönebildikleri zaman, Balkan Harbi artık fiilen kaybe
dilmişti. Rumeli artık elde değildi. Balkan Yarımadasının bir
birinden uzak üç noktasına dağılmış olan üç kalesinde savaşa
devam eden üç yiğit kumandanla askerlerinin, bu savaşın so
nundan hiç bir ümitleri yoktu. îşkodra kalesi İstanbul’a, artık
dünyanın öbür ucu kadar uzak sayılabilirdi. Zaten îşkodra
kalesinde Haşan Rıza Paşa, düşman eli ile değil, Osmanlı Mec
lisine mebus seçilen Jandarma Tugay Kumandanı Arnavut Esat
Paşanın kurşunu ile öldürülecektir. İşkodra’da son Osmanlı bay
rağı, bu Osmanlı mebusu ve paşası Arnavut Esat Paşanın eliyle
indirilecektir. »
Tesalya sınırlarında Yanya kalesi, aynı şekilde ümitsiz
dir. Burada da Esat Paşa, yiğit bir kumandan, tarihin en son
kale harplerinin en çetin savunmalarından birini vererek, artık
tek atacağı kurşunu, yiyeceği tek lokma ekmek kalmayınca,
göz yaşları içinde Yanya’yı Yunanlılara teslim edecektir. Bal
kan Harbini yazan bazı yazarlar, Yanya’da Esat Paşanın sa
vunmasını, Rumeli kale muharebeleri içinde en şereflisi olarak
naklederler. Biz, bu ümitsiz savunmaların hepsini, yani hem
Edirne, hem İşkodra, hem Yanya kale muharebelerini, arada
ki çeşitli farklara rağmen ve o günkü şartlar içinde, üstün
birer irade ve direniş gücü olarak, aynı derecede şerefli birer
kahramanlık misali olarak değerlendirmeyi daha doğru buluruz.
Bunlardan Yanya ve îşkodra kalelerindeki çetin şartları,
bütün cepheleri ve günlük ayrıntıları ile veren geniş eserler
23
354 E N V E R P A ŞA
* *
ÖLÜM T IR P A N I:
Trakya sahralarından Çatalca hattına, daha doğrusu İs
tanbul kapılarına sürünen Şark Orduları enkazı, buraya yal
nız kendi bitkin varlıklarını değil, kendileri ile beraber bir
başka düşman da getirmişlerdir: Kolera!
Kolera memleketimizin çeşitli bölgelerini zaman zaman sa
rardı. 1910 yılında Rumeli’de bir salgın devri yaşanmıştı. Bal
kan Harbi sırasında ilk baş gösterme, Lüleburgaz-Çatalca ricatı
sırasında görüldü. Bu ricat sırasında ne kadar kişinin bu has
talığa tutulduğu, yollarda bu hastalıktan öldüğü bilinmez. Fa-
ENVER PAŞA 363
★★
Cephede iki gün süren ilk Çatalca muharebeleri, Buıgarlar
aleyhine neticelenmiş olmakla beraber, Türk umumî karargâ
hını tatmin etmemişti. Umumî karargâh, bu Bulgar hareke
tinin bir keşif saldırısı olduğunu, asıl büyük taarruzun arka
dan geleceğini ve böyle bir çarpışmada Osmanlı cephesinin,
bilhassa topçuluk bakımından zayıf, yetersiz olduğunu düşü-
ENVER PAŞA 367
24
370 ENVER PAŞA
K IR ATLI SÜVARİ,
HÜKÜMETİ DEVİRİYOR !
Yakın tarihlerimizde bu olaya «Babıâli Baskını» denilir. De
yim doğrudur. Babıâli, o zaman Osmanlı imparatorluğunun
merkezi ve kabinenin toplandığı binadır. Sadaret, yani baş
vekillik makamı ve dairesi de oradadır. Hele 10 temmuz 1908
ihtilâlinden sonra saray ve padişah kenara itilip, karar mercii
kabine olunca, Babıâli oldukça önem kazanır. İşte Babıâli Bas
kını denildiği zaman, basılan yer burasıdır ( 1). Baskın sıra
sında kabine, toplantı halindedir. Padişahın en yakın görevlisi
de oradadır. İşte tam bu sıradadır ki baskın yapılır ve pek ça
buk tamamlanır. Baskıncıların önünde Enver Bey vardır. En-
378 E N V E R P A Ş A
cansız yere serdi. Olan artık olmuştu-. Şimdi işin sonu alına
caktı...
Yazılanlara bakılırsa Enver Bey, Sadrazam Kâmil Paşanın
ve bazı nazırların bulunduğu odanın kapısını sert bir şekilde
ardına kadar açar. Kâmil Paşaya:
•— Millet sizi istemiyor, istifa ediniz,
diye hitap eder. Paşa direnmez. İstifasını yazar. Ve bu istifa
yazısında, askerlerin arzusuyle çekildiğini kaydeder. Fakat En
ver Bey ısrar eder. «Halkın arzusu» kaydının da konulmasını
ister. İstifa şu şekli alır:
«Padişahın yüksek huzuruna:
Ahali ve askerler tarafından yapılan teklif üzerine,
istifamın yüksek huzurlarınıza arzını mecbur olduğumu
yüksek bilgilerine sunmakla...» (1).
10 kânunusani (ocak) 1328 (23 ocak 1912)
Sadrazamın elinden istifasını alan ve böylece hükümeti de
viren Kaymakam (Yarbay) Enver Bey, arkadaşlarından Ya-
kup Cemil, Hilmi ve Mümtaz Beyleri yanma alarak hemen
dışarı çıkar. Bu arada Babıâli’nin emniyet ve idaresi Talât’la
diğer arkadaşlarına kalır. Ayrılırken de İttihatçılardan Azmi
Beye hemen gidip Polis Müdürlüğünü devralmasını söyler. İt
tihatçılardan Sûdi( daha sonra mebus) ve Nail Beyler ona yar
dım edeceklerdi.
Kapının önünde Şeyhülislâm Cemalettin Efendinin otomo
biline atlayan Enver ve arkadaşları, Dolmabahçe Sarayına ko
şarlar. Enver Bey hemen padişahın huzuruna çıkar. Kâmil Pa
şanın istifasını sunar. Yerine Mahmut Şevket Paşanın sadra
zamlığa getirilmesini ister ve bunu da sağlar. Enver Bey hem
kabineyi devirmiş, hem de yerine yeni sadrazamı getirmiş olur.
Padişahın tepkisi:
25
386 ENVER PAŞA
YEN İ İK T İD A R I B İR FA CİA B E K L İY O R :
Yarbay Enver Beyin Babıâli baskını başarılmıştı. Bu bas
kın onun partisini, yani İttihat ve Terakkiyi iktidara getirmiş
ti. Makedonya’da ihtilâli başaranların diğer bir yıldızı olan
Yarbay Cemal Bey (Paşa) şimdi İstanbul muhafızı, yani İs
tanbul’un kuvvetli adamı idi. Enver Bey de 23 mayıs 1329 (5
haziran 1913) ten beri yarbaydır. Ve artık İttihat ve Terakki
nin, daha şimdiden tek söz sahibi gibidir. 2 ocak 1913’te ve Ku
zey Afrika’dan dönünce, Çatalca cephesinde Hurşit Paşanın
kumanda ettiği X. Kolordunun kurmay başkanlığına atanmıştı.
Babıâli baskını bu görevi sırasında yapılmış, ama mensup ol
duğu askerî güçlerden bu baskına hiç bir kuvveti katmamıştı.
Baskın onun, ona bağlı silâhşorların ve nihayet İttihat ve Te
rakkinin eseriydi. Ancak Şarköy çıkartması, elbette ki onun
kolordusu ile, Enver’le biraz da atbaşı beraber gitmek isteyen
Bolayır’daki kurmayların işiydi.
Şimdi kabinenin başında Mahmut Şevket Paşa vardı. Bu
paşayı evinden çağırtıp iktidara getiren hareket Babıâli baskını
olduğu gibi, eski sadrazamın elinden istifasını alan ve saraya
koşup bu yeni sadrazamı başa geçirtefı de, gene Yarbay Enver
Beydi. İttihat ve Terakki ile Kabinesi ise, artık rakipsiz ve
kontrolsüz görünüyordu. Çünkü Mebusan Meclisi toplantı ha
linde değildi. Mebusan Meclisi toplantı halinde olmayınca da,
Âyan Meclisi, kendiliğinden çalışamaz hale girerdi. Bu Meclis-
siz devrenin oluşumunu, daha aşağıda özetleyeceğiz.
Hulâsa iktidar, yeni icraatında serbest ve rakipsizdi. Çûıi-
kü son Mecliste ona baş kaldıran ve Meclis dışında her gün daha
da güçlenen muhalefet, yani Hürriyet ve İtilaf Fırkası (Partisi)
Meclis kapalı olduğu için artık söz sahibi değildi. Babıâli bas
kını da basını sindirmiştir. Şu halde, önde yürünülecek yol
açıktır. Ele alınacak işlerin başında ise, elbette ki Balkan Har
binin yarattığı meseleler ve en başta Edirne’nin kurtarılarak
bir sulha varılması vardır. Bu arada harbin yenilgi ile so
nuçlanmasından sorumlu olanların cezalandırılmaları veya tas
fiyesi gelir. Ama Mahmut Şevket Paşa ve tabiî Kurmay Yar-
Cemal Bey (Paşa)
İstanbul Muhafızı
(Babıali baskınından sonra IstanbuVun kudretli adamı)
394 ENVER PAŞA
SU UYUR, DÜŞM AN U YU M A Z !
Evet, su uyur, fakat düşman uyumaz. Hele bizimki gibi
Şarklı, geri bir toplumda düşman, daima ümidin, iyinin, geliş
menin ve düzenin karşısındadır. Bu düşman Şarkta, yani Doğu
ülkelerinde, her zaman tetiktedir. Yılan gibi kış uykusuna yat
tığı ve çukuruna çekildiği zamanda bile gene yılandır. Daha
1908 Meşrutiyetinin ilk günlerinde, Edirne’de askeri kışkırtmış
tı. O zamanki Yüzbaşı ismet Beyin (İnönü) anlattığı gibi,
bir gün askerler, avuçlarından akan sular gibi akıp gitmiş
lerdi:
— Şeriat isterik! İstanbul’a varıyok, padişah babamızı
göreceyik,
diye bir alaylı «çarıklı kolağası» nın peşine takılıp, kışlaları
boşaltıvermişlerdi. Gerçi çarıklı kolağası da, ona uyup öne dü
şenler de, çok geçmeden bunu hayatları ile ödemişlerdi. Ama
bu olay, komşu Balkan devletlerinin kurmay heyetlerine, Os
manlI ordusunun ne olduğu hakkında, çok önemli bilgiler, işa
retler de vermişti. Sonra Fatih medresesi avlularından, arka
sına alay alay yobazlar takıp, Yıldız Sarayına dayanan ve İkin
ci Abdülhamit’e:
»
— Şeriat irteriz! Sürüne baş ol, baş isteriz baş! Te-
celliyat böyle emrediyor!
diyen Kör A li’nin hikâyesini de biliyoruz. Bunlara benzer ni
celerini bir tarafa bıraksak bile, 31 mart ayaklanmasında, ge
ne şeriat bayraklarını açan bir Derviş Vahdeti’nin, bir Saidi
Kürdi’nin (Nursî) ve harbiye nazırı askerlikten muaflık için
medreselerden, hiç olmazsa biraz okuyup yazmak, bir de dört
işlem imtihanını isteyince:
— Şeriat elden gidiyor, asker kardaşlarımız ayaklanın,
diye kışlalara dolan, onları ayaklandıranların hikâyesini de da
ha önce okuduk. Gerçi bunlara ön ayak olanlar, cehaletlerinin
bedelini hayatları ile ödediler. Ama düşman uyudu mu? Asla!
Çünkü su uyur, ama düşman uyumaz!
Evet, Balkan Harbi korkunç bir felâketti. Muharebe hâlâ
da bitmemişti. Şimdi ve bin bir zorluk içinde orduya el atılı
396 ENVER PAŞA
26
XI
BÜTÜN K A P IL A R A Ç IL IY O R !
Edirne’nin kurtarılışı, Yarbay Enver Beyin şanına yeni hal
kalar, yeni haleler ilâve etti. Enver Bey yeniden, Hürriyet
Kahramanı Enver Bey oldu. Hatta ona Edirne’nin ikinci fa
tihi de dediler. İktidarda artık, tek başına İttihat ve Terakki
vardı. Meclis ise kapalıydı. Yeni seçimler düşünülmüyordu. Pa
dişah, bir gölgeydi. Saray, söz sahibi değildi. Kabinenin ba
şında, şekilden ibaret bir Mısırlı sadrazam vardı. Daha ile
ride, bu Mısırlı paşanın üzerinde duracağız. Çünkü imparator
luğun bir gün Dünya Harbine, hem de tam vakitsiz olarak ka
tılmasının, yani devletin sonunun ve parçalanmasının fermanı
nı, üç arkadaşı yanında, işte bu Mısırlı paşa da imzalayacaktır...
Enver Beyin önünde ise, artık bütün Jtapılar açıktı. Daha
Edirne kurtarılıp, kendisi de Edirne’de iken, büyük davalarına
daldı. Evvelâ saraya girmeliydi. Nikâhlısı olan küçük sultan,
onu sarayda bekliyordu. Gerçi henüz ne sultanı görmüştü. Ne
de onun resmini. Ama artık sarayda yerini almalıydı.
Sonra da Balkan Harbinin yaralarını sarmalıydı. Bunun
için de, orduyu ele almalı ve onu yeniden kurmalıydı. Bu da
ancak ordunun başına geçmekle olabilirdi. Çünkü yalnız padi
şahın damadı olmak yetmezdi. Paşa olmak, harbiye nazırlığına
yükselmek, genelkurmay başkanlığını da eline almak lâzımdı.
Yani imparatorluğun başkumandan vekili olmak, kısacası Os-
manlı ülkesinin tek söz sahibi haline gelmek lâzımdı. Gerçi
henüz 33 yaşındaydı. Ve rütbesi de ancak yarbaydı. Ama bunlar
niçin olmasındı? Etrafında şimdi, tabancaları bellerinde ve
bütün varlıkları ile ona bağlı, onun emrinde, bir de silâhşor
lar kadrosu vardı. Bunlar artık yalnız Enver’in «öl» dedikleri
404 ENVER P A Ş A
S > S ** ^ ^ ^ < ^ v
■^ V /- •
y f r C v ^ L ,. . f
^ 5 *• ^
-' - '»
, * ' J>> Y
v -
r> /
VA o ^_j V
A ......................... .
j'J ^ - 's s jO f mr * V V " ' '4 * Z '* * * ^
<v-V
V/
* S S
408 ENVER PAŞA
M IS IR L I BİR SA D RA ZA M :
Mısır hanedanından kimseler, Osmanlı devleti hizmetinde
zaman zaman görev almışlardır. Meselâ Sultan Aziz devrinin
kabine üyelerinden olup, bir aralık şahsî çıkar sebepleri ile
padişaha küsen ve Avrupa’ya kaçan, orada Genç OsmanlIla
rın koruyucusu kesilen, onları vezir maaşları ile bir süre bes
leyen Prens Mustafa Fazıl Paşa bunlardan biriydi. Bu aşırı
refahlı, fakat geçici koruma, bu eserin birinci cildinde işle-
nilmiştir. Bu refahlı hayat, Genç veya Yeni OsmanlIların orada
bazı gazeteler çıkarmaları ile beraber onlarda idealizmin değil,
refahlı ve rahata düşkün bir Meşrutiyetçiliğin gelişmesine se
bep olmuştu. Yani aslında onlar için övünülecek sahneleri ol
mayan zararlı neticeler vermişti.
Aynı suretle, gene Mısır hanedanından ve Mustafa Fazıl
Paşanın oğlu Prens Mehmet Ali Paşanın da daha sonra ve Pa
ris’teki Genç Türkler arasında koruyucu görünüşü, Avrupa’
daki Genç Türkler tarihinde de saf idealizmin havasını gölge
ler. Gene bu Genç Türkler tarihinde, Ahmet Celâlettin Paşa
nın yardım ve müdahaleleri gibi. Bu Ahmet Celâlettin Paşa,
Sultan Hamit’in, yıllar boyu serhafiyesi, yani istihbarat işle
rinin başıydı. Çok zengin bir Mısırlı kadınla evlendi. Bir ara
lık padişahla arası açılır gibi göründü. Avrupa’ya kaçtı. Ve
oradaki Genç Türklere para yardımlarına başladı. Halbuki bu
paraların kaynağı, ya Abdülhamit’in ihsanlarından, ya Mısırlı
kadının kasalarından geliyordu. Bu eserin birinci cildinde, bu
konuya da değindik. Ve bazı vesikalar verdik. Ama biz şimdi
Mısırlı Sadrazam Prens Sait Halim Paşaya gelelim.
Sait Halim Paşa Mısır hanedanındandır. Babası Prens Ha
lim Paşa da Osmanlı vezirlerindendi. Sait Halim 1863’te Ka-
hire’de doğdu. Bütün Mısır Prensleri gibi özel öğretmenlerden
Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce dersleri aldı. Sonra İsviç
re’ye giderek orada beş sene kaldı. Bunu bir tahsil devresi
olarak sayarlar. Oradan İstanbul’a geldi. 1888’de kendisine si
vil paşalık ve ikinci rütbeden mecidî nişanı verildi. Devlet
şûrası azalığına atandı. Ondan sonra padişahın lütufları birbi
rini kovaladı. 1889’da ikinci defa büyük bir nişanla taltif edil-
Prens Sait Halim Paşa
Mısırlı bir Sadrazam
410 ENVER PAŞA
may başkanı olmaz ki? Hiç olmazsa bir paşalık lâzım! Meselâ
bir mirlivâlık ( 1)! Bu iş için ise, şansı ilerlemektedir. Talât
Beyin kazanılması lâzımdır. Çünkü silâhşorlar, gerçi sağa so
la oynarlar ama, nihayet Enver’in harbiye nazırlığı için ka
rar vermişlerdir. Kuşkuları Talât Beydendir. Onu da gene si
lâhşorluk usulleri ile halletmeye karar verirler. Bir gün bun
lardan dört kişi Talât Beyin dahiliye nezaretinde kapısına da
yanırlar. Talât Bey ziyaretten haberli değildir. Ve silâhşorlar
için böyle bir nezaket kaidesine lüzum da yoktur. Ama gelen
lerin kim olduklarını öğrenince, Talât Bey onları pek giiler-
yüzle karşılamaz. Biraz da alaylı bir şekilde sorar.
— Ne var beyler, gene ne emriniz var?
İlk sözü, Manastır’da Şemsi Paşayı postane önünde öldü
rüp, sarayı dize getiren Atıf Bey alır:
— Biz, katî karar verdik. Enver Bey harbiye nazırı
olacaktır! Bunu size tebliğ ediyoruz. Sadrazama söyleyi
niz. Enver Bey de bu talep ve arzudadır. Ordunun ıslahı,
hükümetin kuvvetlenmesi için de başka çare yoktur...
Talât Beyin karşılığı başka türlü olur:
— Biz İzzet Paşadan fevkalâde memnunuz. Kendisini
nezaretten çekmek için hiç bir sebep yoktur. Enver Beyin
harbiye nazırlığına gelmesine daha vakit vardır...
Fakat, İttihat ve Terakkinin yarattığı asi ve şımarık evlât
Yakup Cemil gene ortaya atılır:
— Muhakkak gelecektir. Bizim kararımız katidir. Son
ra karışmam, pişman olursunuz...
Konuşma daha da ağır bir hava içinde biraz daha sürer.
O sırada Talât Beyi Avusturya sefiri ziyarete gelmiştir. Talât
Bey bu davetsiz misafirlerden, bir başka odada lütfen biraz
beklemelerini rica eder. Fakat Yakup Cemil'in karşılığı ke
sindir:
**
İSMET PAŞA NE D İY O R ?
ismet İnönü, Enver Paşa hakkında hakikaten ve her cephesi
ile söz söyleyebilecek olan tek insandır bugün sahnede. Onu
daha ihtilâl günlerinden tanır. Enver’in Selânik’te girdiği gizli
ihtilâl cemiyetine, o da Edirne’de girmiştir. Gizli teşekkülün,
ikinci orduda başı olmuştur. 1908 ve 1909 kongrelerinde Selâ
nik merkezi, Edirne’den İsmet Beyin görüşlerini almaya ve
dinlemeye, özel bir değer vermiştir. 31 mart ayaklanmasında
İstanbul’a yürüyen Hareket Ordusunda Enver Bey gibi, İsmet
Bey de önde gelen kurmay heyetinĞ dahildir. Nitekim bu or
dunun İstanbul’daki günlerinden hatıra kalan ve bu kitapta da
verilen grup resminde, Enver’le İsmet ayakta ve yanyana gö
rülürler.
Balkan Harbi sırasında İsmet Bey, Araplarla ve imparator
lukta ilk defa uygulanan bir anlaşma şeklini Yemen’de düzen
lemeyi başarırken, Enver Bey de Kuzey Afrika’da bir çöl har
bini teşkilâtlandırıyordu. Fakat Balkan Harbi sonrası, onları
gene bir araya getirir. Enver Paşa 34 yaşında harbiye nazırı
ve genelkurmay başkanı olduğu zaman, o vakit 30 yaşında olan
Binbaşı İsmet Beyi de genelkurmayda, imparatorluk ordusunun
harekât şubesi başkanlığına getirir. Ondan sonra ya umumî
karargâhta, ya cephelerde vazife alan İsmet Bey, Harbiye Na
zırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşanın bütün harekât ve
kararlarını yakından izlemek imkânını bulur. Harp yenilgi ile
bitip Enver Paşa yurt dışına kaçtıktan sonraki devrede ve
Enver Paşanın ta Orta Asya’daki ölümüne kadar paşanın An-
Enver Paşa ve Naciye Sultan evlendikleri günde
ENVER PAŞA 433
ÇARPIŞAN ÇARKLAR:
Şimdi, millet dediğimiz tarihsel kategori, yahut millet kav
ramı ile, milliyetçilik dediğimiz akım üzerinde biraz duraca
ğız. Ama daha önce, Osmanlı toplumunu ve Osmanlı aydınını,
çarpışan çarkları arasında saran bir çelişmeye, burada da de
ğineceğiz. Gerçi biz bu çarpışan çarkları, imparatorluğun etnik
ve etnolojik yapısını işlerken, bu eserin birinci cildinde olduk
ça belirtmişizdir. Ama burada da bu konuya, Türk milliyetçi
liğinin doğuşu bahsine girerken kısaca değinmekte fayda gö
rüyoruz.
Bu eserin birinci cildinde ve imparatorluğun etnik yapı
sını incelerken belirttiğmiz gibi, Osmanlı imparatorluğu, bir
halklar topluluğu idi. Yani tek ırkın hâkimiyeti temeline da
yanan ve bu ırkın da milliyet şuuruna (bilincine) ulaştığı, millî
bir devlet değildi. Zaten hiç bir imparatorluk millî değildir.
Çünkü imparatorluklar, cihan devletleridirler. Bu cihan dev
letleri, tarihin şu veya bu safhasında şu veya bu coğrafî alan
dan harekete geçen bir yayılma ve istilâ gücünün hamlesi ile
kurulurlar. Bu güç, şartların şu veya bu çeşit elverişliliği so
nunda, ayak bastığı başka coğrafî alanları ve önüne gelen ırkî
toplulukları veya halkları, silâh gücü ile, teşkilât gücü ile kendi
idaresi altına alır. Böylece hâkimiyetini, cihanın büyük bir
parçası üstünde kurar, yürütür. Kısacası imparatorluk demek,
istilâcı bir dalganın, başka ülkeler ve halklar üstünde yerleş
mesi, hâkimiyetini tesis etmesi demektir.
Şu halde imparatorluk, yalnız onu kuranların veya onun
kuruluşunda öncü olan bir ırkın veya halkın değil, tek bir ida
re altına alman nice nice halkların topluluğu demektir. Yani
bir imparatorlukta, ayrı ırklardan, ayrı diller konuşan, ayrı
440 ENVER PAŞA
dürür. Türk tarihinin ilk yazılı vesikalarını veren ilk Türk ya
zıları, yani Orhun kitabeleri, bu devletin kurucuları olan iki
kardaşın, yani Bilge Kağan (Hakan) ile kardaşı Gültekin’in
(yahut Kültiğin’in) işlerini ve zaferlerini anlatırlar. Fazla ola
rak bu yazılarda Bilge Kağan, kendi ulusuna, ulusun selâmeti
ve hatırasının korunması bahsinde, çok dikkati çekici tavsiye
lerde bulunur (1). Göktürkler devleti, Doğu ve Batı olmak üze
re iki kısma bölünmüştür. Her kısma bir hakan başbuğ olurdu.
Ama Batı hakanı, Doğu hakanına tabî kalırdı. Göktürk devle
tinin başkenti, Cengiz’in başkenti olan Karakurum’un 60 ki
lometre kadar kuzeyindeki Ötüken mevkii idi.
Göktürkler kendilerini Türk olarak anarlar. Daha önce işa
ret ettiğimiz gibi Türk kelimesi, ilk Türk yazıları olan ve Orhun
civarında bulunduğu için Orhun kitabeleri olarak adlandırılan
taş sütunlardaki yazılarda geçer. Bu yazıların, 1237 yıl önce
yazılmış oldukları hesaplanır. Göktürkler, bağımsız bir dev
let kurup, ilk Türk yazıları da düzenlenmeden önce, elbette ki
gene Türkler vardılar. Devlet, tabiî bir hanedan ve aşiret dev
leti idi. Yani Göktürkler, Türk boylarından, aşiretlerinden ku
rulmuştu. Büyük düşman Çin’di ama, devleti kuranlar, Çin
kadar kendi kardeşleri olan boylarla da çarpıştılar. Bir hane
dan ve aşiret devletinde ise, çağdaş anlamda millet değil, ile
ride milletin hamurunu yoğuracak olan milletleşme unsurla
rının mevcut olması tabiîdir. Fakat şimdilik bilinen şudur
ki, kendilerini Türk sayan, yazılarına göre çözülen dillerinde,
o zamanki Türkçenin sözleri bulunan ve yazıya sahip olan ilk
Türk devleti Göktürklerdir (2).
90
450 ENVER PAŞA
★
★*
452 ENVER PAŞA
Turan
«Nabızlarımda vuran duygular ki, tarihin
birer derin sesidir, ben sahifelerle değil,
Güzide, şanlı, necip ırkımın uzak ve yakın
Bütün zaferlerini kalbimin tanininde,
nabızlarımda okur, anlar, eylerim tebcil...
Sahifelerde değil, çünkü Attila, Cengiz,
Zaferle ırkımı tetviç eden bu nâsıyeler,
O tozlu çerçevelerde, o iftirâ-âmiz
Muhit içinde görünmekte kirli, şermende,
Fakat şerefle nümâyan Sezar ve İskender!
Nabızlarımda evet, çünkü ilm için müphem
kalan Oğuz Hanı kalbim tanır tamamıyle
Oğuz Han, işte budur gönlümü eden mülhem,
Vatan ne Türkiyedir Türklere, ne Türkistan,
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan...»
Turan manzumesi budur. D il gerçi Arap, Fars kaidelerin
den armmamıştır. Çünkü Arap, Acem kelimeleri hâlâ yerli ye
rinde durur. Manzume m illîdir ama, bu milliyetçilikte, Ziya
Beyin sonra oldukça sıyrılacağı ırkçı anlayış, henüz yaşar.
Meselâ, babası bir Türk-Kırayt boyundan olmakla beraber, as
lında bir Moğol önderi olan Cengiz, bizim soyumuzdan sayılır.
Attila ile de soydaş görünürüz.
Fakat manzumede önemli olan, tarihe milliyetçi bir ba
kıştır. Milliyetçi tarih anlayışını, daha doğrusu milliyetçi dün
ya görüşünü ise milliyetçiliği formüle ederken, başta gelen
şart olarak almıştık.
E N V E R P A Ş A 465
T Ü R K ÇÜ LÜ K Ö R G Ü T L E N İY O R :
Türkiye’de, Türk m illiyetçiliği esasına dayanarak kurulan
ilk cemiyet, Türk Derneğidir. Bu cemiyet 1908 yılı kasım ayın
da İstanbul’a gelen Akçoraoğlu Yusuf Beyin teşebbüsü ile te
30
466 ENVER PAŞA
şekkül etti. Yusuf Bey (1) bazı Türkçüleri, meselâ Necip Asım
Bey, Velet Çelebi Efendi gibi kimseleri ziyaret ederek, tama
men hars (kültür) alanında bir dernek kurulması ve bir dergi
çıkarılması fikrini tartıştı. Dernek, aynı senenin nihayetlerine
doğru, Mülkiye Mektebi M üdürü Celâl Beyin odasında yapılan
bir toplantıda doğdu. Bu «Türk Derneği» adlı bir ilm i teşekkül
olacaktı. Nizamname, 25 aralık 1908’de basıldı. İkinci madde,
cemiyetin maksadını şöyle ifade eder:
Z İY A G ÖK A LP,
M İLLİYET ÇİLİK A K IM IN IN Ö N D E R İ:
Ziya Gökalp’ı, gerek Rusya’daki Türk öncülerinden, gerek
se Türkiye’de milliyetçilik akımına karışanlardan ayıran vasıf,
onun Türkçülüğe sloganlar veren, problemler ortaya koyan ve
bu akıma yön tayin eden bir şahsiyet olmasıdır. İş, bu temel
den baktığımız zaman, Türkçülüğü aslında, üç istikamette m ü
talaa etmek kabildir:
Vatan
Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur, '
Köylü anlar manasını, namazdaki duanın,
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur,
Küçük, büyük, herkes bilir buyruğunu Hudânm,
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın...
Bir ülke ki toprağında, başka ilin gözü yok,
Her jerdinde mefkure bir, lisan, âdet, din birdir,
Mebusânı temiz, orda hainlerin sözü yok,
Sınırında evlâtları seve seve can verir,
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın...
Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermaye,
Sanatına yol gösteren ilimle fen Türkündür,
Sanatları birbirini daim eder himâye,
Tersaneler, fabrikalar, vapur, tren Türkündür,
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın...
478 ENVER PAŞA
D in
TURAN NEDİR ?
Ziya Gökalp’ın, kendi yurdunda ve kendi öz m illeti için or
taya attığı prensiplerle, hepsi de Türke yönelmeyi ve Türkü
sevmeyi hedef tutan şiirlerinden başka, getirdiği müşterek ülkü,
yahut mefkûre, Turan ve Turancılıktır.
Turan nedir?
Ziya Gökalp’a göre Turan, lügat bakımından ve Farsça
«Türkler» demektir. Türklerin yaşadığı topraklar ise, Şehna
menin anlattığı İran-Turan kavgalarında Turanı teşkil ediyor
du. Nitekim daha önce de bir vesile ile kaydettiğinliz gibi, o
zaman Türklerin yaygın oldukları yerleri İranlılar «Turan ze
min» yani «Türklerin toprakları» olarak anarlardı. Nitekim
İranlıların yaygın ve yerleşik oldukları topraklar da, İran zemin
olarak adlandırılırdı.
Ama işte burada Turan sözünün, evvelâ saha ve ülke, ya
hut da topraklar olarak sınırlandırılması, sonra da bir ülkü
olarak tarifi meseleleri ortaya çıkar. Ç ünkü Ziya Gökalp’ın ilk
Turan şiirinde Turan kavramı, dum anlı bir hayal halinde be
lirmişti. Bu dum anlılık az çok, sonuna kadar açılmamıştır. N i
tekim Ziya Gökalp’ta asıl büyük Turan şiirinde bu ülküyü,
cezbeli, yani kendinden geçmiş bir vecd ve istiğrak halinde
anlatmıştı.
— Enver Paşa —
I
XIII
Y IL D IR IM İT T İF A K I!
İSTANBUL - TARABYA
2 Ağustos 1914
4 Teşrinievvel 1330
CAVİT BEY NE D İY O R ?
oo
514 ENVER PAŞA
DAVETSİZ MİSAFİRLER:
Avrupa’da muharebeler artık devam etmektedir. Bu savaş
ların kısa hikâyesine geleceğiz. Fakat şimdi biz, neticesi
Türkiye’nin kaderinde önemli rol oynayacak olan beklenme-
dik bir olayı vermeliyiz. Bu olay, bir gün iki davetsiz misa
firin, Çanakkale Boğazı’ndan Türkiye sularına girişleri ve son
ra da gene bir gün bu iki yabancı ve davetsiz misafirin Os-
manlı imparatorluğunu, Birinci Dünya Harbine sürükleyişleri
dir. Bu iki yabancı misafir, iki Alman harp gemisidir: Göben ve
Breslav...
Alman harp gemisidir: Göben ve Breslav...
34
530 ENVER PAŞA
tan belli bir harbe, her gün biraz daha hızla itiliyorduk. Evet,
bir çocuk doğmuştu ama. bu çocuk pek de uğurlu bir yaratığa
benzemiyordu...
Sadrazam ve arkadaşları, Alman sefirinden layık oldukları
cevabı alınca, çareler aramaya başlarlar. Sadrazamdan sonra
Enver Paşa ile, Talât ve Halil Beyler de Sefirle konuşurlar.
Ama karşılarında dikilen, tam bir Alman kabalığıdır. Yani bu
çalışkan milleti idare edenlerin siyasetlerine, bütün tarihleri
boyunca, zaman zaman musallat olan o kötü anlayışsızlıktır.
Bunun üzerinedirki başka yollar aranır. Nihayet, şişman ve as
lında gamsız bir adam olan Halil Bey bir çare keşfeder:
— Gemileri satın alalım!
Tabiî gemileri satın alacak paraları yoktur. Ama dünyaya:
— Biz bu gemileri satın aldık, üzerlerinde dalgalanan
bizim bayrağımızdır, içindeki insanlar, bizim ordumuzun
mensubudurlar,
denilirse, bu az çok bir mantık ifade edecektir. Buna karar ve
rirler. Hükümete hak verdiren bir taraf da vardır. O da İngil
tere’ye sipariş edilen, taksitleri ödenen ve büyük ünitesi Sultan
Osman dretnotu olan iki gemimizi, İngilizler teslim etmemiş
lerdi. îşi, biraz da yalvararak Alman sefirine anlatırlar. Niha
yet Alman sefiri bu çözüm yolunu imparatora yazmayı kabul
eder. Cavit Bey şöyle anlatır:
— Biz de bundan istifade ettik. Onlar bizi Fait Ac-
compli (olup bitti) karşısında bırakmışlardı. Biz de onları
aynı hal karşısında bulundurmak için, iki zırhlıyı seksen
milyon marka satın aldığımızı gazetelere tebliğ ettik. Fa
kat üzüntülü bir gece geçirdik. Sabahın üçüne kadar sadra
zamda kaldık. Bu haller arkadaşlara, açtıkları yolun zan
nettikleri gibi dikensiz olmadığını anlatıyordu...
Aıman gemileri, 11 ağustosta Çanakkale’den İstanbul’a ha
reket ettiler. O günlerde bunlara Kirinal adlı bir Alman va
puru da katılmıştı. 18 ağustosta bu Alman harp gemilerinin
Alman Amirali Souchon ve maiyeti
Osmanlı Donanmast hizmetinde
532 ENVER PAŞA
ENVER PAŞA VE A L M A N L A R ?
Her şey onu gösterir ki, Enver Paşa Binbaşı Enver Bey
olarak Berlin’de ataşemiliterken Almanlardan özel bir ilgi gör
müştür. Onun Alman ordusuna hayranlığını ise biliyoruz. Bunu
canlı olarak anlatan ve oradan nikâhlısı Naciye Sultana yazı
lan bir mektuptan da, ilgili bahiste parçalar vermiştik. Zaten
Almanlara ve Alman ordusuna hayranlık, bizim harp okulla
rımızın geleneği idi. Çünkü bu okullarda daha Sultan Mahmut
zamanından beri ne vakit bir ıslah teşebbüsüne geçilmek is
tense, müşavir veya muallimler Almanya’dan getirilmişti. Bi
raz ileride buna ayrıca değineceğiz. Ordunun silâhları da Alman
silâhları idi. Talim-terbiye esasları, yani kara ordusu talimna
meleri de Almancadan tercüme olunmuştu. Bu sebeple Enver’in
ve henüz 27 yaşında, fakat Hürriyet Kahramanı olarak şöh
reti dünyaya yayılmış bir genç subay olarak, daha o zaman
Almanlara aşırı hayranlığını tabiî görmelidir. Zaten daha harp
okulunda iken Almanca öğrenmeye başlamıştı. Onun 1909’da
ve diğer genç İttihatçı subaylar arasında kendisine ataşemili-
terlik için Berlin’i seçmesinde de bu hayranlık elbette ki et
kiliydi.
Enver, Berlin’de Almanlardan hakikaten ve rütbesinin üs
tünde bir ilgi gördü. Meselâ Amiral Afif Büyüktuğrul, bir in
celeme serisinde (1) şöyle yazar:
«Enver Paşa yarbay rütbesinde iken, Berlin Büyükel
çiliğimiz nezdinde kara ataşesi atanmıştı. Onun ittihat ve
Terakki ile yaptığı özel gayretler de imparatorun bilgisi
içinde idi. ikinci Dünya Savaşı arifesinde Hitler’in Musso-
lini’ye yaptığı gibi Birinci Dünya Savaşı arifesinde impa
rator da Enver’in gururunu okşayacak bir hareket hazır
lamıştı: Berlin’de bulunan bütün sefaretlere mensup kara
ve deniz ataşelerine bir yemek vermiş ve bu ziyafette baş
misafir yerini Yarbay Enver’e ayırmıştı. Diğer ataşelere:
Sizin rütbeleriniz Enver’in rütbesinden daha büyük; fakat
MÜTTEFİKİMİZİN SEFİRİ
NELER SÖYLÜYOR ?
Avrupa cephelerinde muharebeler, bütün şiddeti ile devam
etmektedir. İstanbul’da yabancı sefirlerin bütün gayretleri, Os-
BİR OLUPBİTTİ:
Altı yüz yıllık bir imparatorluğun kaderinin, bu impara
torluğun başkent sularına davetsiz misafir olarak iki gemisi ile
550 ENVER PAŞA
Evet, cereyan eden olay bir komediydi. Ama trajik bir ko
medi.,. Ve bu komedyanın sonu, bütün imparatorluğun çökü
şünün kanlı dram sahneleri ile bitecekti...
*
* *
OSM ANLI İM PARATORLU ĞU HARBİN İÇİNDE :
Karadeniz’deki olay şudur: 29 ekim 1914’te, Amiral So
uchon emrindeki Osmanlı donanması Karadeniz’de Boğaz açık
larında manevralar yaparken, Boğazı mayınlamak isteyen Rus
gemilerine rast gelmiş. Bu gemiler manevraları bozmak iste
mişler. Onun üzerine, karşı tarafın sebebiyet verdiği bu mü
dahaleye karşı Rus gemilerine ateş açılmış. Biri batırılmış, bir
krovazör hasara uğratılmış, batırılan geminin mürettebatından
bir kısmı esir alınmış, ondan sonra da Rus sahillerinde Odesa,
Sivastopol, Novorosisk gibi şehirler bombardıman edilmiş...
Haber daha aynı gün bütün dünyaya yayıldı. Ve her ta
rafta bir bomba gibi patladı. Demek ki Dünya Harbi Boğazlara
sıçramıştı. Böylece de, Kafkas, îran sınırlarına, Irak’a, Mısır
istikametlerine yayılacaktı. Buna göre Osmanlı donanması, is
temeyerek bir müdafaa vaziyetinde gösteriliyordu.
Fakat ne var ki, bugün işin artık sırrı kalmamıştır. Hele Al
manlardan bu harekete iştirak edenlerin, meselâ Souchon’un ve
Novorosisk bombardımanına katılmış olup, Hitler devrinde do
nanma başkumandanı olan Amiral Dönnitz’in hatıraları, donan
manın Karadeniz’e nasıl bir kararla çıktığını açıklarlar. Bunu,
şağıda vereceğimiz belgeler de doğrular. Fakat daha önce, ge
ne Cavit Beyden, atmosferi aksettiren bazı satırlar verelim:
«30 ekim cuma.
Sadrazam saraya, bayram alayına gelmedi. Havadis
her tarafa yayılmış. Rus Krovazörünü hasara uğrattığımız,
bir torpil gemisi batırdığımız, limanları topa tuttuğumuz
duyulmuş. Herkeste bir sevinç. Bunu zafer müjdesi gibi
sayıyorlar. Zavallı memleket? Esvapçıbaşı elini, padişahın
yanında Cemal Paşanın omuzuna koyup “yaşa paşam ya
şa!” diyor. Padişah:
— Bir işin evveli iyi olursa, sonu da iyi olur,
diyor. Ne kadar karanlık ve bedbaht bir geleceğe doğru
ENVER PAŞA 555
«İkinci Belge:
Karadeniz çatışması üzerine Amiral Souchon’dan bah
riye nezaretine gönderilen 29 ekim 1914 tarihli telsiz ra
porunun arkasına Cemal Paşa kendi elyazısı ile şunları
yazmıştı:
«............................... Karadeniz olayı için yann ba
sında resmî bir tebliğ yayınlanması uygun olur. Herhalde
Rusları en evvel taarruz etmiş göstermek pekâlâ olur. Ve
yarın büyük devletlere, Rusların bu hareketini protesto
etmek üzere bir resmî yazı dahi gönderilmelidir. Yarın
gene görüşürüz. Geri çevrilmek üzere başkumandan paşa
hazretlerine takdim...» (1).
Mehmet Cemal
Üçüncü Belge:
Harekâta katılan gemilerin seyir jurnallarına ve gemi
kumandanlarının ifadelerine göre, Türk donanması, Ka
radeniz Boğazı dışında toplanmış ve alman emirlerle, Rus
ya’nın Karadeniz kuzey kıyılarına taarruz etmek üzere ha
rekete geçmiştir.» (2).
Şu parçayı da, Prof. Cemil Birsel’in «Lozan» isimli eseri
nin ikinci cildinden alıyoruz:
«Ali Fuat Paşa (Erdem), harbe malum olan girişimiz
den birkaç gün sonra Ayastefanos (Yeşilköy) civarında ya
pılan bir tatbikat sonunda, mahut Rus abidesi önünde Ce
mal Paşanın, ordunun atlı zabitlerine hitaben irat ettiği
nutukta şunları söylediğini:
«Karadeniz’de donanmamız tarafından vuku bulan ha
rekâtın, öyle bazı korkakların zannettiği gibi, sırf Alman
amiralinin Osmanlı hükümetini yeni bir emrivaki (olup
bitti) karşısında bulundurmak için, kendiliğinden yaptığı
biı teşebbüs olmadığını, bu hareketin, emri mahsus ile
O R D UM A , DO N AN M AM A,
Düveli m uazzam a arasında harp ilân edilm esi üzerine her daim na-
gihani ve haksız tecavüzlere uğrayan devlet ve mem leketim izin hukuk
ve mevcudiyetini fırsatçı düşm anlara karşı icabında m üdafaa edebilm ek
üzere sizleri silâh altına çağırm ıştım . Bu suretle müsellâh bir bitaraflık
içinde yaşam akta iken K aradeniz Boğazı’na torpil koymak üzere yola
çıkan Rus donanması talim le meşgul olan donanm am ızın bir kısmı üze
rine ansızın ateş açtı. Hukuku beynelm ilele mugayir olan bu haksız te
cavüzün Rusya tarafından tashihine intizar olunurken gerek m ezkûr dev
let ve gerek m üttefikleri İngiltere, Fransa devletleri sefirlerini geri ça
ğırm ak suretiyle devletim izle münasebatı siyasiyelerini katettiler. Mü
teakiben Rusya askeri, hududumuza tecavüz etti. Fransa ve İngiltere
donanm aları müştereken Çanakkale Boğazı’na, İngiliz gem ileri A kabe’ye
top attılar. Böyle yekdiğerini takip eden hainane düşmanlık asarı üzerine
öteden beri arzu ettiğim iz sulhu terk ederek Alm anya ve A vu stu rya-
M acar devletleriyle müttefıkan menafii m eşruam ızı m üdafa için silâha
sarılm aya mecbur olduk. Rusya devleti üç asırdan beri devleti aliye-
mizi mülken pek çok zararlara uğratmış, şevket ve kuvveti milliyemizi
artıracak intibah ve teceddüt asarını harple ve bin türlü desayis ile
her defasında mahva çalışm ıştır. Rusya, İngiltere ve Fransa devletleri
zalim ane bir idare altında inlettikleri milyonlarca ehli Islâmın diyanete
ve kalben merbut oldukları hilâfeti m uazzam am ıza karşı hiç bir vakit
suifikir beslem ekten fariğ olm am ıştır ve bize müteveccih olan her mu
sibet ve felâkete m üsebbip ve m uharrik bulunmuşlardır, işte bu defa
tevessül ettiğim iz Cihadı Ekber ile bir taraftan şanı hilâfetim ize, diğer
taraftan hukukî saltanatım ıza karşı ika edilegelm ekte olan taarruzlara
inşaallahutaalâ ilelebet nihayet vereceğiz. Avni inayeti bari ve mededi
ruhaniî Peygam beri ile donanm am ızın Karadeniz’de ve cesur askerle
rimin Çanakkale ile Akabe ve Kafkas hududunda düşm anlarım ıza vur
dukları ilk darbeler hak yolundaki gazam ızın zaferle tetevvüç edeceği
hakkındaki kanaatim izi tezyit eylem iştir. Bugün düşm anlarım ızın m em
leket ve ordularının müttefiklerim izin payıcelâdeti altında ezilm ekte
bulunması bu kanaatim izi teyit eden ahvaldendir.
Kahraman askerlerim ,
Dinî münibiniz, vatanı azizim ize kasteden düşm anlara açtığım ız
bu gaza ve cihat yolunda bir an evvel azmü sem abattan ve fedakârlık-
36
562 ENVER PAŞA
tan ayrılm ayınız. Düşmana aslanlar gibi savlet ediniz. Z ira hem devleti
mizin, hem fetvai şerife ile davet ettiğim üç yüz milyon ehli islâmın
hayat ve bekası sizlerin muzafferiyetinize bağlıdır. M escitlerde, cam i
lerde, Kâbetullahda huzuru R abbiâlem ine kem ali vecdi istiğrak ile
m üteveccih üç yüz milyon masum ve mazlum mümin kalbinin dua ve
tem enniyatı sizinle beraberdir.
A sker evlâtlarım ,
Bugün uhdenize terettüp eden vazife şimdiye kadar dünyada hiç
bir orduya nasip olm amıştır. Bu vazifeyi ifa ederken bir vakitler dün
yayı titretm iş olan Osmanlı ordularının hayrülhalefleri olduğunuzu gös
teriniz ki, düşmanı dini devlet bir daha mukaddes topraklarım ıza
ayak atm aya, Kâbetullahı ve m erkadi münevverei nevebiyi ihtiva eden
arazi-i m übarekeyi Hicaziyenin istirahatını ihlâle cüret edem esin, dinini,
vatanını, namusu askerisini silâh ile m üdafaa etm eyi padişah uğrunda
ölümü istihkar etmeyi bilir bir Osmanlı ordu ve donanması olduğunu
düşm anlarım ıza müessir surette gösteriniz.
Ö n s ö z ...................................................................................................... 5
BİRİNCİ KISIM
İKİNCİ KISIM
Yazan:
Şevket Süreyya Aydemir
Y azan:
Y A K IN D A ÇIK IYO R
İHTİLALİN
MANTIĞI
Yazan :
YA K IN D A ÇIKIYOR
Şevket Süreyya Aydemir, hayat hikâyesini Suyu Arayan Adam adlı güçlü
eserinde anlatır. Bu eserinde yazar, hayat hikâyesini vermekle yetinmemiş,
ayrıca neslini; o yılların şartlarını, olaylarını ve atmosferini canlandırmış;
ruh ve fikir oluşlarına ışık tutmuştur. Suyu Arayan Adam adlı eserde Osınanlı
İmparatorluğunun sonuyle Kafkasya'nın, Rusya'nın ve hatta Himalayalara,
Çin'e kadar uzanan ülkelerin değinilmemiş sorunlarını izleriz.
Şevket Süreyya Aydemir, Tuna'lı bir göçmen ailesinin oğludur. Babası, hayatı
boyunca topraksız bir köylü olarak başkalarının toprağında ve hizmetinde
çalışmıştır. Ama Aydemir, her vesilede daima saygıyla andığı babasıyle
anasının yetiştirici etkilerine «e üstün erdemlerine çok şeyler borçlu oldu
ğunu söylçr.
Aydemir, 1897 yılında Edirne'de doğdu, 'lk ve orta öğrenimini orada yaptı.
Edirne Öğretmen Okulunu bitirdi. I. Dünya Savaşında yedek subay olarak
Kafkas cephesindeki çarpışmalara katıldı. Subay olan ağabeyleri t. Dünya
Savaşında şehit oldu. Aydem ir de Sarıkamış savaşında yaralandı. Neslinin
büyük çoğunluğu gibi o da Turancılık akımının ateşli bir taraftarıydı. Osmanlı
imparatorluğu çöküp Edirne işgal edilince; Turan'a koştu, öğretmenlik yaptı,
gönüllü birlikler ku^up savaşlara katıldı. Bütün bu savaşlar ve ihtilâller içinde
kültür yetersizliğini kavradı.-Moskova'ya ekonomi öğrenimine gitti. Türkiye'ye
dönünce önce Ankara'da ekonomi öğretmenliği yaptı, sonra da devlet sektö
ründe yüksek görevler aldı. Atatürk'ün eşsiz takdirlerini kazandı, kendisini
devrime adadı.
Şevket Süreyya Aydemir, güçlü bir yazarımız olarak, kendisini hâlâ devrim
emrinde ve hizmetinde sayar.